İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin Kısa Tarihi: Milletler Cemiyeti'nden Birleşmiş Milletler'e (1918-1948) [1 ed.]
 9786258117158

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Görkem Birinci

2022

© 2022 Ekin Yayınevi Tüm hakları mahfuzdur. Bu kitabın tamamı ya da bir kısmı 5846 Sayılı Yasa’nın hükümlerine göre, kitabı yayınlayan yayınevinin izni olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, özetlenemez, yayınlanamaz, depolanamaz. Sertifika No: 48743

ISBN: 978-625-8117-15-8

Sayfa Düzeni / Kapak Tasarımı: Aslı AYRANCI

Baskı ve Cilt: Sonçağ Yayıncılık Matbaacılık Reklam San Tic. Ltd. Şti. İstanbul Cad. İstanbul Çarşısı 48/48 İskitler - Ankara Tel.: (0312) 341 36 67 Sertifika No: 47865

Baskı Tarihi: Nisan 2022 EKİN Basım Yayın Dağıtım Şehreküstü Mah. Cumhuriyet Cad. Durak Sk. No: 2 Osmangazi / BURSA Tel .: (0.224) 220 16 72 - 223 04 37 Fax.: (0.224) 223 41 12 e-mail: [email protected] www.ekinkitap.com

Kerem'e…

İÇİNDEKİLER GİRİŞ .....................................................................................................................................1

BİRİNCİ BÖLÜM PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDAN SAN FRANCISCO KONFERANSI’NA 1.1 Paris Barış Konferansı ve Milletler Cemiyeti Misakı’nda İnsan Hakları................13 1.2 Milletler Cemiyeti’nden II. Dünya Savaşı’na ...........................................................22 1.3 II. Dünya Savaşı Yılları ............................................................................................33 1.3.1 H. G. Wells’in İnsan Hakları Kampanyası.......................................................34 1.3.2 F. D. Roosevelt ve Dört Özgürlük....................................................................35 1.3.3 Atlantik Şartı, Birleşmiş Milletler Bildirgesi ve Dumbarton Oaks Konferansı’nda İnsan Hakları ..........................................................................40 1.3.4 Sivil Toplum Kuruluşlarının Girişimleri ............................................................46 1.4 San Francisco Konferansı ve Birleşmiş Milletler Şartı’nda İnsan Hakları.............55

İKİNCİ BÖLÜM BM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU VE TASLAK YAZIMLAMA SÜRECİ 2.1 Sosyalist Blok ...........................................................................................................88 2.2 Latin Amerikalılar ...................................................................................................102 2.3 İslâm Ülkeleri..........................................................................................................110 2.4 İnsan Haklarının Felsefi Temellerine Dair UNESCO Komitesi............................116 2.5 Evrensel Bildirge’nin Kökeni Sorunu ve Felsefi Tartışmalar ...............................127 2.6 “Yeni” İnsan Hakları ya da Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar .......................144 2.7 Kadın Hakları..........................................................................................................159 2.8 Sivil Toplum Kuruluşları.........................................................................................172 2.9. Evrensel Bildirge’nin Öncüleri ..............................................................................178 2.9.1. John P. Humphrey ........................................................................................179 2.9.2. René Cassin ..................................................................................................181 2.9.3. Eleanor Roosevelt.........................................................................................183 2.9.4. Charles Malik.................................................................................................186 2.9.5. Peng Chun Chang.........................................................................................189 SONUÇ..............................................................................................................................195 KAYNAKÇA......................................................................................................................201

RESİMLER Resim 1: İngiliz-Amerikan haberlerinde insan hakları. (Kaynak: Moyn, Samuel. 2017, Son Ütopya) ..........................................................................................................................5 Resim 2: W. E. B. Du Bois, 1918. (Kaynak:www.alamy.com) .........................................14 Resim 3: F. D. Roosevelt’in Ulusa Sesleniş Konuşması, 1941 (Kaynak: wwwmprnews.org) ..............................................................................................................36 Resim 4: Çifte Zafer Kampanyası. (Kaynak: www.ashp.cunny.edu)...............................52 Resim 5: Life Dergisi’nin 7 Mayıs 1945 tarihli nüshası. (Kaynak: www.artmuseum.princeton.edu) ........................................................................................60 Resim 6: Cassin’in Portikosu. (Kaynak: www.steemit.com).............................................77 Resim 7: Alexie P. Pavlov. (Kaynak: www.un.org) ...........................................................91 Resim 8: Hernan Santa Cruz. (Kaynak: www.un.org) ....................................................109 Resim 9: Bodil Begtrup (solda). (Kaynak: www.un.org) .................................................162 Resim 10: BM Kadının Statüsü Alt Komisyonu, 1946. Soldan sağa: Angela Jurdak (Lübnan), Fryderyka Kalinowsky (Polanya), Bodil Begtrup (Danimarka), Minerva Bernardino (Dominik Cumhuriyeti), Hansa Mehta (Hindistan). (Kaynak: www.un.org) 165 Resim 11: “Dünyaya Çağrı”. (Kaynak: www.crmvet.org)................................................175 Resim 12: John P. Humphrey. (Kaynak: www.un.org) ...................................................180 Resim 13: René Cassin. (Kaynak: www.un.org).............................................................181 Resim 14: Eleanor Roosevelt. (Kaynak: www.un.org)....................................................183 Resim 15: Charles Malik. (Kaynak: www.un.org) ...........................................................187 Resim 16: Peng Chun Chang. (Kaynak: www.un.org) ...................................................189

KISALTMALAR AAA

: American Anthropological Association

AIIL

: American Institute of International Law

ALI

: American Law Institute

BM

: Birleşmiş Milletler

CSOP

: Commission to Study the Organization of Peace

EKOSOK

: Ekonomik ve Sosyal Konsey

FAO

: Food and Agricultural Organization

ILO

: International Labor Organization

IRO

: International Refugee Organization

MC

: Milletler Cemiyeti

NAACP

: The National Association for the Advancement of Colored People

NNC

: National Negro Congress

PCCR

: President’s Committee on Civil Committee

STK

: Sivil Toplum Kuruluşu

UNESCO

: The United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization

UNICEF

: The United Nations Children Fund

USAD

: Uluslararası Adalet Divanı

WHO

: World Heath Organization

WFTU

: World Federation of Trade Unions

ICIC

: International Committee on International Cooperation

IIIC

: International Institute of Intellectual Cooperation

ÖNSÖZ Elinizdeki kitap bundan yaklaşık on yıl önce doktora tezim üzerinde çalışırken yaptığım okumalar sırasında karşılaştığım, daha doğrusu keşfettiğim bir konuya; BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin nasıl ortaya çıktığına ilişkindir. Yıllar sonra yeniden dönüp araştırmaya başladığım bu konu, başlangıçta kitabın iki bölümüne karşılık gelen iki ayrı makale olarak tasarlandı ve ilk bölümü 2017 yılında akademik bir dergide yayınlandı. Ancak araştırmalarımı sürdürdükçe konunun iki makaleye sığamayacak kadar geniş kapsamlı ve önemli olduğunun ayırdına daha fazla vardım. Dolayısıyla, yayınladığım ilk makaleyi genişletme ve planlanan ikinci makaleyi, makale formatının kısıtlarına tabi olmaksızın yazabilme düşüncesi kitap fikrinin doğmasının başlıca nedeni oldu. İnsan haklarının bu en önemli belgesinin, en fazla dile çevrilen belge kategorisinde Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesine rağmen en az okunan metinlerden biri olması bana hep ironik gelmiştir. Dahası insanlık tarihinin bu çok önemli belgesinin nasıl ortaya çıktığına ilişkin bilgimizin yakın geçmişte yazılmış olmasına rağmen çok sınırlı olması da oldukça düşündürücüdür. Öte yandan özellikle son yirmi yılda dünya genelinde Evrensel Bildirge’nin neden ve nasıl yazıldığına yönelik giderek artan bir ilgi söz konusudur ve bu alandaki literatür hızla genişlemektedir. Oysa Türkçe’de bu konuda yapılmış (Rona Aybay’ın 2018 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Türkiye adlı çalışması dışında) hiçbir araştırma mevcut değildir. Dolayısıyla bu kitabın yazılmasının diğer bir nedeni, Türkiye’de Evrensel Bildirge’ye yönelik ilginin artmasına katkı sağlamak ve daha ileri araştırmaları teşvik etmektir. Kitabın ön kapağına Hitler’in olduğu bir fotoğrafı koyma konusunda tereddüt yaşadım. Ancak en nihayetinde ön ve arka kapaktaki her iki görselin birlikte, ele alınan süreci en iyi özetleyebilecek ve birbirini tamamlayan iki görsel olduğu kanaatine vardım. Ön kapakta yer alan fotoğraf Fransa’yı işgalinden hemen sonra muzaffer Hitler’in 1940 yılındaki kısa Paris ziyaretinde Palais de Chaillot’de çekilmiştir. Bu fotoğraftan yaklaşık sekiz yıl sonra çekilen ve Eleanor Roosevelt’in 9 Aralık 1948 tarihinde, ertesi gün Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilecek olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin nihai taslağını elinde tuttuğu yer de gene Palais de Chaillot’dur. Bu iki görselin bir arada yer alması önemlidir. Çünkü Palais de Chaillot, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden beri aslında büyük oranda unutulan insan hakları fikrinin 20. yüzyılın ortasında dünya kamuoyunun gündemine hızla ve geri dönüşü olma-

yacak bir tarzda girişinin sembolüdür. Nitekim özellikle ABD savaşın amacını, insanın değerini hiçe sayan Hitler tiranlığına karşı insan haklarının ve özgürlüklerin egemen kılınmasıyla ilişkilendirmiş ve bu söylem dünya kamuoyunda büyük yankı ve destek bulmuştur. Bugün Palais de Chaillot’nun önündeki geniş meydan esplanade des droits de l’homme (İnsan Hakları Meydanı) olarak adlandırılmaktadır.

GİRİŞ İnsan hakları fikrinin tarihi, doğal hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kimi kavramlarla ilgisinde Antik Çağ’a kadar götürülebilir. Ancak insan haklarının uzun tarihsel ve düşünsel gelişiminin aksine terim olarak insan hakları ve insan hakları belgelerinin ortaya çıkışı 17. ve 18. yüzyıllara tarihlenir. Bu iki yüzyılda “İngiltere, Fransa ve ABD’de insan haklarının hukuksal ve siyasal kökleri formüle edilir” (Pollis & Schwab, 1980:2). 18. yüzyılın sonlarında ilan edilen Fransız ve Amerikan Haklar Bildirgeleri ise, günümüzde artık “klasik” olarak adlandırılan insan hakları yaklaşımının bir ifadesidir. Mutlak ve her insanın doğuştan sahip olduğu varsayılan bu haklar, kaynağını Kralların Kutsal Hakkı öğretisi ile Kilise’nin ilâhi bir tarzda sahip olduğu haklarda bulur. Başka bir ifadeyle, doğal haklar, tıpkı bu kurumların sahip olduğu anlamda mutlaktır ve fakat onların teolojik olmayan bir formülasyonudur. Nitekim Fransız Bildirgesi’yle birlikte artık “Yasa’nın kaynağı Tanrının buyruğu ya da tarihin töreleri değil, İnsan olacaktır” (Arendt, 2014:293). Daima siyasal terimlerle ifade edilen insan haklarının bu klasik tasarımı, aynı zamanda iki tarihsel olguyla da bağlantılıdır. Bunlardan ilki, bireyin vicdanının mutlak otoritesini yücelten Reformasyon, diğeriyse kapitalizmin gelişimine bağlı olarak Kilise ve devlet otoritelerinin prangalarından bağımsız bir bireysel girişim özgürlüğüne yapılan vurgudur. “Vicdanın korunan bir iç ortam halinde siyasi olarak yalıtılması, inanç, düşünce, hatta belki de konuşma ve basın özgürlüklerine dair hakların öne sürülmesine kaynak oluşturmuştur” (Moyn, 2017:21). Fransız Bildirgesi aynı zamanda Batı’da hâlâ feodal özellikler sergilemeye devam eden aşırı katı ve adaletsiz toplumsal sisteme karşı birey lehine devrimci bir protestodur. Bu “bildirgeyle, tarihin toplumun belli tabakalarına ya da belli uluslarına bahşettiği ayrıcalıklardan bağımsız olarak, [eğitimini tamamlayan] insanın her türlü vesayetten özgürleştiği imlenir ve reşit olduğu ilan edilir” (Arendt, 2014:293). Dolayısıyla dönemin insan hakları anlayışı tek yönlü ve topluma karşı ödevlerden çok haklara vurgu yapan bir nitelik taşır. Bu dönem haklar bildirgelerinin bir diğer özelliği de, her ne kadar tür olarak insana atıf yapsalar da ulusal karakterde olmaları, yani Amerikan, İngiliz ve Fransız uluslarının temsilcileri tarafından yazılıp ilan edilmiş olmalarıdır. 19. yüzyıl, gerek Amerikan Haklar Bildirgesi gerekse Fransız Bildirgesi’nde dile getirilen kimi hakların anayasacılık hareketinin yaygınlık kazanmasıyla birlikte pek çok Batılı devletin anayasalarında yer aldığı, diğer bir deyişle ulusal düzeyde güvence altına alındığı bir yüzyıl olur. İnsan haklarının bu klasik

2

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

formülasyonu giderek Batı medeniyetin normatif standartları haline gelir. 19. yüzyılın ilk yarısında Batı demokrasilerinde örneğin inanç özgürlüğü nadiren sorgulanır olur, oy hakkı yurttaşların tümünü kapsamaya yönelik olarak genişlemeye, kölelik yasağı, azınlıkların hakları ile ulusların kendi kaderini tayin hakkı daha fazla kabul görmeye başlar. 19. yüzyıl, aynı zamanda teknolojik ilerleme ve Sanayi Devrimi’yle birlikte daha önce hiç olmadığı kadar büyük ve hızlı dönüşümlere de sahne olur. “Batı Avrupa’da Sanayi Devrimi ve kentleşmeyle feodalizmin komünal ilişkileri çöker ve geniş aile bağları çözülür. Kapitalist bir sistem neşet eder ve yeni sanayi sınıfı hükümet baskılarına başkaldırarak, siyasal katılım ve siyasal özgürlük talep eder (Pollis & Schwab, 1980:3). Bilimsel gelişme ve Sanayi Devrimi, bireylerin yaşam standartlarının ve toplumsal refahın geliştirilmesi için geniş fırsatlar sunmakla birlikte yeni baskı ve suiistimallere de kapı aralar. Bu yüzyılda, geçmiş yüzyılın sağladığı siyasal özgürlüklerin, ekonomik ve toplumsal özgürlüğü güvence altına almadığının anlaşılması fazla uzun sürmez. Yüzyılın ortalarında geniş kitlelerin özellikle de işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında iyileşme sağlanamaz. Beslenme, barınma, eğitim ve tıbbi bakım gibi temel ihtiyaçların giderilmesi, geniş halk kesimleri için hala öncelikli amaç olmaya devam eder. Herkesin dilediği işte çalışma özgürlüğü sınırlı bir kesimin ayrıcalığı olmayı sürdürür. Girişim özgürlüğü giderek büyüyen ticari ve finansal kartellerin baskısıyla gerilemeye başlar. Basın özgürlüğü ise, bu karteller, devlet ya da parti aygıtlarının güdümünde kalarak geriler. 18. yüzyılın devrimci insan hakları ideali bu yüzyılda sadece sınıf, ırk, medeniyet gibi siyasette öne çıkan kavramların değil aynı zamanda “tarihsicilik, faydacılık, pozitivizm gibi felsefi ekollerin de gölgesinde kalarak geriler” (Alfredsson & Eide, 1999:xxvi). Öyle ki Arendt’e göre insan hakları “19. yüzyıl siyasal düşüncesinde bir tür üvey evlat muamelesi görür” (Arendt, 2014:293). “İdeolojiler çağı” olarak da adlandırılan 19. yüzyılın düşünce dünyasında iki önemli gelişme daha yaşanır. İnsan hakları fikri bakımından da önemli sonuçları olan bu gelişmelerden biri evrim kuramının ilânı ve kabul görmesi diğeri ise, Marksizmin yükselişidir. Bu iki düşünsel devrim, insan haklarına ilişkin dinamik ve relativist bir bakış açısının doğmasına yol açar. İnsan toplumları da dâhil olmak üzere tüm yaşam formlarının evrildiğinin ve değiştiğinin kabulüyle birlikte insan hakları da zaman ve mekândaki koşullarla ilgisinde daha fazla ele alınmaya başlanır. Marksizmin maddi koşullara yaptığı vurgu, bu kavrayışı pekiştirir ve insan haklarının sosyo-ekonomik yapı ve değişimler bağlamında düşünülmesine katkı sağlar. 18. yüzyılın insan hakları tasarımı, tarihsel olarak Fransız ve Amerikan devrimleriyle özdeşleştirilirken ve daima siyasal bir içeriğe sahipken, kaynağını büyük oranda Marksizmden alan insan haklarının daha modern bu ikinci tasarımı, genellikle 1917 Rus Devrimi’yle özdeşleştirilir. Ya-

Giriş

3

rattığı etki bakımından Fransız ve Amerikan devrimleriyle kıyaslanabilecek olan Bolşevik Devrimi’nin ardından ilan edilen Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi’nin (1918) öncüllerinden farklı olarak sadece siyasal değil, ekonomik ve sosyal bir içeriğe de sahip olması insan hakları açısından böylesi bir değişimin göstergesidir. Bu yeni dönemde insan hakları söz konusu olduğunda vurgu, artık siyasal olandan ekonomik olana ve özgürlükten sosyal güvenliğe doğru kayar. 18. yüzyılın sonlarında yaşanan devrimlerin sonraki yüzyıla bıraktığı ve insan haklarının evrenselliği açısından son derece önemli sonuçlar doğuran bir miras da, ulus-devletler ve devletlerin egemenlik haklarıdır. Nitekim “hakların duyurulması ile takip eden yüzyılın hızla ilerleyen ‘egemenlik salgını’ arasındaki derin ilişkiyi hakların tarihinin dışında bırakmak mümkün değildir” (Moyn, 2017:27). İnsan hakları ile ulus devlet arasındaki gerilimin köklerinin Fransız Devrimi’ne kadar götürülebileceğini dile getiren Arendt’e göre, Fransız Devrimi’yle birlikte birbiriyle çatışan bu iki talep yani, insan hakları ve ulusal egemenlik aynı anda dile getirilir. Ona göre “Temel hakların, derhal hem bütün insanların devredilmez mirasları hem de özel ulusların özel mirasları olduğu; ulusun, hem İnsan Hakları’ndan hem de evrensel hukukla bağlı olmayan ve kendi üstünde hiçbir şey tanımayan ulusal egemenlikten doğduğu varsayılan yasalara tabi olduğu iddia edilir” (Arendt, 2014:193). 19. yüzyılda, “insan haklarının kaçınılmaz bir yöntem, gerekli bir ön koşul ve kalıcı bir refakatçi olarak ulusal egemenliğin yayılımıyla birlikte ilerlediğini” dile getiren Moyn’a göre de “eğer 19. yüzyılda yaşanan bir insan hakları hareketi varsa, bu hareket, insanların haklarını sadece ulusal çerçeve içerisinde korumak peşinde olan liberal milliyetçilik olmuştur.” Hatta öyle ki “19. yüzyıl boyunca hakların eskisi kadar dikkat çekici olmamasının temel tarihsel sebebi, hakların ulus-devlete tabi kılınmış olması olabilir” (Moyn, 2017:30-31). 20. yüzyılın ilk yarısı ise, tarihte eşine az rastlanır ölçekte büyük buhranlara sahne olur. Bu dönem önceki yüzyıla da damgasını vuran emperyal güç mücadeleleri ile ideolojik çekişmelerin doruk noktasına ulaştığı ve iki büyük savaşın tüm dünyayı topyekûn bir yıkıma sürüklediği, sömürgeciliğin ve emperyalizmin, ırkçılığın ve ayrımcılığın daha da yaygınlaştığı bir dönem olur. Yüzyılın ilk yarısı, aynı zamanda bir yandan yüzlerce yıllık imparatorlukların dağılmasına tanıklık ederken, diğer yandan liberal-parlamenter demokrasiler ile Nasyonal Sosyalizm, faşizm ve sosyalizm gibi totaliter rejimlerin birlikte yükselişe geçtiği bir dönem olur. “Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nı sonlandıran Westphalia Antlaşması’ndan beri uluslararası siyasetin önde gelen hukuki aktörleri olan egemen devletler” (Arat, 2006:426) ve ulusal egemenlik ilkesi 20. yüzyılın ilk yarısında da uluslararası ilişkilerin temel belirleyicisi ve insan hakla-

4

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

rının uluslararası düzeyde korunmasının önündeki başlıca engel olmayı sürdürür. Ancak 20. yüzyılın ortasında gelişen “insan haklarının küresel siyasi normlar bütünü olarak ulus ötesi bir toplumsal hareketin öğretisini sağladığını” düşünen Moyn’a göre, “bu durumda insan hakları tarihindeki en önemli olay, hakların egemen ulus-devletlerin altyapısına hizmet etmektense, üzerinde ve haricinde bir güç olarak ona zıt durabilecek yetkinliğe sahip haklar olarak yeniden biçimlendirilmeleridir” (Moyn, 2017:17). İnsan haklarının ulusal sınırları aşan niteliği ile ulus devletler ya da ulusal egemenlik ilkesi arasındaki bu çelişki sadece Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinde değil günümüzde de başlıca tartışma konularından biridir. Sonuç olarak Fransız Bildirgesi’nden Evrensel Bildirge’nin ilan edildiği 1948 yılına kadar yaklaşık 150 yıl süren bu dönem aslında insan hakları teorisi ve kimi istisnalar dışında pratiği bakımından parlak bir dönem olmamıştır. 20. yüzyılın ortalarına kadar Amerikan ve Fransız devrimlerinde ortaya çıkan haklar söyleminin sadece düşünsel ve siyasal yaşama değil diplomatik ilişkilere de etkisi son derece sınırlı olmuştur. Bu uzun dönemde insan hakları fikri giderek sınıf, devlet, ırk, medeniyet gibi kavramların gölgesinde kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım da insan haklarının düşünce ve siyaset dünyasının gündemine tekrardan ve etkili bir şekilde girmesine yol açmaz. Dünya çapında “barış ve güvenliğin yeniden tesis edilmesi amacıyla” kurulan Milletler Cemiyeti’nin (MC) Misakı’nda insan haklarının terim olarak dahi yer almamış olması bunun açık göstergesidir. Öte yandan bu dönem, insan haklarının tamamen unutulup, göz ardı edildiği bir dönem de değildir. “İnsan haklarına dair yapılan tarihsel değerlendirmelerin çoğunun tatminkâr olmadığını” dile getiren uluslararası hukuk tarihçisi J. H. Burgers’e göre, bunun nedeni “18. yüzyılın doğal haklar öğretisinden Holokost ve 1945 yılındaki San Francisco Konferansı’na büyük bir sıçrama yapılıyor olmasıdır” (Burgers, 1992:448). Burgers’in bu görüşüyle hemfikir olmamak mümkün değildir. Çünkü son yıllarda yapılan araştırmalar insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik girişimlerin İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve BM’nin kurulmasıyla birlikte dünya gündemine aniden girmediğini göstermektedir. Mazower, insan haklarının 20. yüzyılın ortalarında kazandığı popülerliği açıklamaya dönük (ama kendisini tatmin etmeyen) iki versiyonundan bahseder. Bunlardan biri “Adolf Hitler versiyonu”dur. Buna göre Yahudi Soykırımı’nın ve Nazi gaddarlığının dünya kamuoyunda yarattığı infial duygusu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edilmesine giden yolda en önemli eşiktir. Bu ilk yaklaşımın doğruluk payı taşımadığını düşünen Moyn’a göre de, “alışılagelmiş varsayımların aksine, savaş sonrası dönemde Holokost bilinci yaygın değildi ve tam da bu sebeple, insan hakları onun karşı-

Giriş

5

sında duyulan bir ihtiyaca yanıt olarak gelişmiş olamazdı” (Moyn, 2017:12). İkinci versiyon ise “Eleanor Roosevelt versiyonu”dur. Buna göre insan haklarının yüzyılın ortalarında kazandığı popülerlik az sayıda ama etkili kişilerin çabaları sonucu ortaya çıkmıştır. Bu açıdan iki dünya savaşı arasındaki döneme ama özellikle de İkinci Dünya Savaşı yıllarına ayrı bir parantez açılması gerekmektedir. Bir uluslararası insan hakları bildirgesinin ilan edilmesine yönelik girişimler bu ara dönemde az sayıda ama etkili kişi ve kuruluşlar tarafından ciddiyetle ele alınmaya başlanır. İki savaş arası dönemde “bazı ileri görüşlü uluslararası hukukçular, neredeyse hiç kimse tarafından dikkate alınmamış da olsa, nitelikli bildirgeler fomüle etmişler ve bu bildirgelerin kabul edilmesi için Milletler Cemiyeti’ne baskı uygulamaya çalışmışlardır” (Mazower, 2004:380). Sonuç olarak “ister retorik düzeyde olsun isterse realitede olsun insan haklarının küresel bir fenomen haline gelmesi yarım yüzyıldan biraz fazla bir zaman öncedir” (Mazower,2004:379). Gerçekten de “1940’lara kadar İngilizcede neredeyse hiç kullanılmayan” insan hakları terimi “1940’larda İngilizcede kutsallık kazanır” (Moyn, 2017:9, 15). Aşağıdaki grafik insan hakları kavramının New York Times ve London Times’ta kullanım sıklığının yıllara göre dağılımını göstermektedir. Grafikte I. Dünya Savaşı’nın ardından insan hakları kavramına yapılan atıflarda göreli bir artış yaşandığı dikkat çeker. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise insan haklarına yönelik ilgide büyük bir artış gözlenir.

Resim 1: İngiliz-Amerikan haberlerinde insan hakları. (Kaynak: Moyn, Samuel. 2017, Son Ütopya)

Bu çalışma 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde insan hakları alanında yaşanan ve Evrensel Bildirge’yle sonuçlanan gelişmelere odaklanmaktadır. Bu bağlamda kitabın ilk bölümünde Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde (1918-1945) insan haklarının uluslara-

6

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

rası korunmasına yönelik girişimler incelenmiştir. Bu dönem de iki alt bölüme ayrılır. Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönemde insan haklarının uluslararası düzeyde korunması fikri, tamamına yakını Batılı olan az sayıda ama seçkin hukukçu, diplomat ve insan hakları aktivistinin girişimleri ve onları biraraya getiren bazı saygın sivil toplum kuruluşlarının çabalarıyla gündemde tutulmaya çalışılır. Bu dönemde ayrıca MC Misakı’nın bazı hükümlerinin gereği olarak yapılan girişimler ve oluşturulan kurumlar da insan haklarının ilerletilmesine ve uluslararası düzeyde korunmasına belli oranda katkı sağlar. İki dünya savaşı arası dönemde daha çok (azınlık, işçi ve kadın hakları, yerlilerin hakları ve ırksal eşitlik gibi) kolektif haklar çerçevesinde ele alınan ve aslında dünya kamuoyunun gündeminde esaslı bir yer tutmayan insan hakları fikrinin yirminci yüzyıldaki “makûs talihi”, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ama özellikle de ABD’nin savaşa dâhil olmasıyla birlikte hızla değişmeye başlar. İnsan haklarının yüzyılın ortasında popülerlik kazanmasında ABD’nin büyük payı vardır. Johnson’a göre ABD, yirminci yüzyılda üç farklı dönemde insan haklarının uluslararası düzeyde korunması konusunda liderlik rolü üstlenir. Bunlardan ilki 1917-1920 yılları arasında Woodrow Wilson’ın başkanlığındaki kısa dönemdir. İkincisi Başkan F. D. Roosevelt ile özdeşleşen 1940’lı yıllardır. Üçüncüsü de Jimmy Carter’ın başkanlığındaki 1970’li yıllardır1 (Johnson, 1987:19-20). 1940’lı yılların başlarında F. D. Roosevelt liderliğindeki ABD hükümeti, kendi kamuoyunu savaşa dâhil olmanın gerekliliği konusunda ikna etmek ve Milletler Cemiyeti’ne alternatif yeni bir küresel örgütün dünya çapında kabul görmesi için insan hakları idealine başvurur. ABD yönetimi savaşın en başından itibaren girişilen mücadelenin insanın değeri ve özgürlüklerini hiçe sayan tiranlıklara karşı olduğu konusunda yoğun bir kampanya yürütür. Bu kampanya, sadece ABD kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da geniş yankı bulur. Gerçekten de savaşın başlarından Evrensel Bildirge’nin ilan edildiği tarihe kadar olan zaman diliminde ABD süreci sevk ve idare eden başlıca ülke olur. Bunun bir nedeni, ABD kamuoyunun ve güçlü sivil toplumunun ve kısmen de dönemin ABD yönetiminin insan hak ve özgürlüklerine atfettikleri değerdir. Diğer bir nedeni ise, II. Dünya Savaşı’nın Amerika kıtasının dışında yaşanması ve ABD’nin İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği gibi diğer büyük

1

F. D. Roosevelt döneminde ABD’nin insan haklarına yönelik ilgisi doruk noktasına çıkar. Ancak “İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir düzen kurulması için dünya çapındaki ümitleri şişiren ve ‘insan hakları’ fikrini ufaktan da olsa tedavüle sokan ABD, çok geçmeden bu söylemden vazgeçer (Moyn, 2017:8). 1953 yılında Cumhuriyetçi Eisenhower yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte insan haklarına yönelik ilgi aniden kesilir. “Eisenhower’ın yaptığı ilk işlerden biri ABD’yi çeşitli insan hakları sözleşmelerinin müzakerelerinden çekmek olur” (Johnson, 1987:30).

Giriş

7

güçlerin aksine savaşın yarattığı büyük yıkımından uzak kalabilmiş olmasıdır. Savaş alanının coğrafi olarak dışında kalan ABD, aynı zamanda Evrensel Bildirgesi’nin taslak sürecinin önemli bir kısmına da ev sahipliği yapar. Güçlü sivil toplumunun ve başta Latin Amerikalılar olmak üzere bazı “küçük” devletlerin destek ve baskılarının yadsınamaz katkısıyla Evrensel Bildirge’nin hayata geçebilmesinde çok önemli bir payı olmasına rağmen bu çalışmada ABD’ye ayrı bir bölüm ayrılmamasının nedeni onun sürecin her aşamasında oynadığı bu başat roldür. “Yeni dünya düzeni”nin temel organı olarak düşünülen yeni bir uluslararası örgüt fikri, 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulduğu San Francisco Konferansı’yla yaşama geçer. Uluslararası insan hakları kültürünün gelişmesine önayak olan “BM, kuruluşundan itibaren sadece devletler arası ilişkileri değil ama aynı zamanda birey ve devlet arasındaki ilişkiyi de yeniden tanımlayan bir politik sisteme yönelik bir hareket başlatır” (Arat, 2006:417). İnsan haklarının egemen kılınmasını örgütün ana amaçları arasında sayan ve insan haklarına geniş yer veren BM Şartı, öte yandan bu hakların mahiyetini ve kapsamını belirlemez. Bu mesele, Şart’ta açıkça belirtilmiş olmasa da, kurulması öngörülen BM İnsan Hakları Komisyonu’na havale edilir. Diğer bir ifadeyle İnsan Hakları Komisyonu, Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlamasını üstlenen organ olur. Kitabın ikinci bölümünün girişinde, başta öngörüldüğü gibi iki yıl (19461948) süren Evrensel Bildirge’nin karmaşık bir bürokratik işleyişe sahip bu taslak yazımlama süreci ele alınmıştır. Birleşmiş Milletler Şartı’na istinaden oluşturulan BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’e (EKOSOK) gene aynı Şart’ın ilgili hükmü uyarınca bir insan hakları komisyonu kurma yetkisinin verilmesiyle başlayan bu süreç iki yıllık bir zaman dilimini içerse de kitabın ağırlıklı kısmını oluşturur. BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından üstlenilen “uluslararası insan hakları belgesi”nin2 (the international bill of rights) taslak yazımlaması oldukça çetin geçer. Çünkü Önsöz’ünde de yazıldığı gibi “tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçütler” belirleme iddiasında olan Evrensel Bildirge’nin taslak

2

“Belge” terimi, bu çalışmada İngilizce “bill” teriminin karşılığı olarak kullanılmıştır. Her ne kadar “bill” terimi Türkçeye “bildirge” ya da “beyanname” olarak çevriliyor olsa da, bu çeviri bir kavram kargaşasına yol açmaktadır. Çünkü “bill” teriminin kapsamına sadece bildirge (declaration, manifesto) değil, sözleşme (treaty, convention) de girmektedir ve bu ayrım ikinci bölümde ele alınan Bildirge’nin taslak sürecinin doğru anlaşılmasında önem taşımaktadır. Nitekim taslak sürecinin sonlarına kadar söz konusu uluslararası insan hakları belgesinin (bill) bir bildirge tarzında mı yoksa bir sözleşme tarzında mı olacağı netlik kazanmaz.

8

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

sürecinde çeşitli derecelerde yer alan BM üyesi 58 devlet3 çok farklı siyasaltoplumsal sistemlere, ideolojilere, inançlara, kültürlere ve sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine sahiptir. İkinci bölümün alt bölümlerinde ise, Evrensel Bildirge’nin şekillenmesine göreli olarak daha fazla katkı sağladığı değerlendirilen çeşitli devletler, kişi ve kuruluşlar ele alınmıştır. Bu devletlerden biri Sovyetler Birliği ve onunla hemen her zaman bir blok halinde hareket eden BM üyesi diğer beş sosyalist devlettir. Doğu ve Batı blokları arasındaki ideolojik-emperyal güç mücadelesinin doruk noktasına ulaşarak “Soğuk Savaş” olarak adlandırılmaya başlandığı 1940’lı yılların ikinci yarısında yaşanan gerilimler kaçınılmaz olarak Bildirge müzakerelerine de yansır. Bildirge’ye çekimser oy kullanan sekiz ülkeden altısını oluşturan Sosyalist Blok’un söz konusu tercihleri de kısmen bu ideolojik çekişmenin bir sonucudur. Bildirge’ye çekimser oy kullanan sosyalist delegasyonların bu tercihinin nedenleri ağırlıklı olarak Sosyalist Blok’un lider ülkesi olan Sovyetler Birliği üzerinden değerlendirilmiştir. “Yeni haklar”ın (ekonomik ve sosyal haklar) Bildirge’de güçlü bir tarzda yer alması için çaba sarfeden sosyalist ülkeler ayrıca ayrımcılık yasağı ve kadın hakları konularının da aktif bir savunucusu olmuştur. Evrensel Bildirge’nin yaşama geçmesinde çok önemli rolü olan bir başka grup ülke “Latin Amerikalılar”dan oluşur. 20. yüzyılın ilk yarısında insan haklarına yönelik ilgisi giderek artan ve uluslararası meselelerde birlikte hareket etmeye gayret gösteren Latin Amerikalılar, gerek iki savaş arası dönemde gerekse II. Dünya Savaşı yılları ve San Francisco Konferansı’nda insan haklarının uluslararası düzeyde korunması için en fazla çabalayanlar arasındadır. 20 üye devletle BM’nin 51 kurucu üyesinin yarısına yakınını oluşturan Latin Amerikalılar, Sosyalist Blok kadar katı bir tarzda olmasa da gene önemli oranda blok halinde hareket ederek taslak sürecinin bir diğer önemli aktörü olurlar. Genel olarak Batı Bloku içinde değerlendirilse de Latin Amerikalı delegasyonlar sık sık Kuzey Atlantik ülkelerinin temsilcileriyle ters düşer. Ekonomik ve sosyal hakları en az Sosyalist Blok kadar güçlü bir tarzda savunan delegasyonların başında gelen Latin Amerikalılarla ilgili taslak sürecinde dikkat çeken bir diğer önemli gelişme Evrensel Bildirge’nin ilanından altı ay kadar önce Amerikan Devletleri Örgütü (ADÖ) tarafından kabul edilen Amerikan İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’dir.

3

BM kurucu üyeleri başlangıçta 51 iken taslak sürecinin tamamlandığı 1948 yılının sonunda bu sayı yeni katılımlarla 58’e ulaşır.

Giriş

9

İslam ülkeleri de ikinci bölümde ele alınan bir diğer devletler grubunu oluşturur. BM üyesi olan az sayıda İslam ülkesi Bildirge müzakerelerinde aslında sosyalist devletler ve Latin Amerikalıların aksine bir blok halinde hareket etmez. İslam ülkeleri de Sosyalist Blok ve Latin Amerikalılar gibi sosyal haklar, ayrımcılık yasağı, kendi kaderini tayin hakkına daha fazla hassasiyet gösterirler. Bazı Müslüman ülke delegasyonları, kimi Katolik ülkelerin delegasyonlarıyla birlikte cinsiyet eşitliği açısından önemli sonuçlar doğrudan aile, evlilik, boşanma gibi maddelerin müzakerelerinde dini-kültürel saiklerle hareket ederek Bildirge’yi arzuladıkları yönde şekillendirmeye çabalarlar. İslam Ülkeleri başlığı altında ele alınan bu alt bölümde ayrıca taslak sürecinin en aktif Müslüman delegasyonlarından ve Bildirge’ye çekimser oy kullanan sekiz ülkeden biri olan Suudi Arabistan’ın söz konusu tercihinin nedenleri irdelenmiştir. İkinci bölümde ele alınan konulardan bir diğeri Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama süreciyle eş zamanlı yürütülen ve oldukça sıradışı bir girişim olan “İnsan Haklarının Felsefi Temellerine Dair UNESCO Komitesi”dir. Adından da anlaşılacağı üzere insan haklarının felsefi-teorik temellerini soruşturmayı amaçlayan bu UNESCO Komitesi’nin girişimi hâlihazırda teorik tartışmalardan uzak durmak isteyen BM İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin geneli tarafından hoş karşılanmaz ve hazırlanan Komite raporu Komisyon gündemine alınmaz. Ancak dünyanın farklı coğrafyalarından dönemin pek çok saygın düşünürü, akademisyeni ve siyasetçisini biraraya getirerek onların insan haklarına ilişkin değerlendirmelerini alan UNESCO Komitesi’nin bu girişiminin İnsan Hakları Komisyonu tarafından gözardı edilmesini bir kayıp olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim takip eden bölümde de ele alındığı üzere BM İnsan Hakları Komisyonu, kaçınmaya çalıştığı insan haklarına ilişkin felsefi-teorik tartışmalardan uzak kalamayacaktır. “Evrensel Bildirge’nin Kökeni Sorunu ve Felsefi Tartışmalar” başlığını taşıyan bu alt bölümde ele alınan konulardan biri Evrensel Bildirge’nin 18. yüzyılın haklar bildirgeleriyle olan düşünsel bağıdır. Bildirge’nin taslak sürecinde delegeler arasında ortaya çıkan felsefi tartışmaların odağında ise, “Tanrı”, “doğa” ya da “insan doğası”, akıl ve “insanın değeri” gibi kavramlar yer alır. Taslak süreci boyunca Bildirge’nin şekillenmesine çeşitli aşamalarda ve derecelerde katkı sağlayan kişi ve grupların çoğu zaman istemeden de olsa yürütmek zorunda kaldıkları felsefi tartışmalar, şüphesiz ki Evrensel Bildirge’nin daha yetkin bir belge olarak ortaya çıkmasına ve evrensellik niteliğine önemli katkılar sağlar. Kitabın ikinci bölümünde ele alınan bir başka konu o dönemde giderek daha fazla kabul görmeye başlayan “yeni” haklardır. Ekonomik, sosyal ve kül-

10

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

türel haklar olarak adlandırılan bu hak grubu yukarıda da değinildiği gibi 20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle Bolşevik Devrimi’nden sonra giderek daha fazla gündeme gelmeye başlamış ve sadece sosyalist ülkelerin değil başta Latin Amerikalılar olmak üzere birçok Batılı devletin anayasalarında kendisine yer bulmuştur. Taslak müzakereleri sırasında sosyal, ekonomik ve kültürel hakların insan hakkı niteliği, BM üyesi devletlerin temsilcileri tarafından tartışma konusu yapılmaz. Ekonomik ve sosyal haklarla ilgili ihtilâf, çoğu kişinin sonradan varsaydığı gibi onların belgede yer alıp almamalarıyla ilgili değildir. Aksine bu haklar üzerinde geniş bir uzlaşı vardır. Ekonomik ve sosyal haklarla ilgili asıl ihtilâf onların belgede tek tek sayılıp sayılmayacağı, nasıl ifade edileceği ve bilhassa bu hakların kim tarafından ve nasıl uygulanacağına ilişkindir. Bu genel uzlaşının bir sonucu olarak Evrensel Bildirge’de geniş bir şekilde yer alan bu “yeni haklar”, Bildirge’yi 18. yüzyılın haklar bildirgelerinden ayıran başlıca özelliklerinden biridir. Evrensel Bildirge’yi önceki haklar bildirgelerinden ayıran bir diğer önemli özelliği kadın haklarına ve cinsiyet eşitliğine yaptığı güçlü vurgudur. Bu nedenle bu çalışmada “kadın hakları” konusu ayrı bir alt bölüm altında ele alınmıştır. Kadın haklarının güvence altına alınması ve Bildirge’nin cinsiyetçi dilden arındırılması konusunda dönemin BM üyesi ülkelerinin delegasyonları arasında birkaç istisna dışında genel bir uzlaşının varlığından bahsetmek mümkündür. Bu uzlaşının bir sonucu olarak kadın hakları ve cinsiyet eşitliği belgede güçlü bir tarzda yer alabilmiştir. Kadın haklarını en güçlü tarzda savunan delegasyonların başında ise Sovyetler Birliği gelir. Öte yandan taslak sürecine dâhil olan ve Bildirge’nin cinsiyetçi dilden arınmasında ve kadın haklarının belgede kapsamlı bir tarzda yer almasında önemli roller oynayan az sayıda ama etkili kadın temsilci ile BM Kadının Statüsü Komisyonu üyelerini ve belgeye yaptıkları katkıları da göz ardı etmemek gerekir. Kitabın ikinci bölümünün bir diğer alt bölümü sivil toplum kuruluşlarına ayrılmıştır. Evrensel Bildirge projesinin yaşama geçebilmesinde çok önemli payı olan sivil toplum kuruluşlarının özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında yoğunlaşan ve San Francisco Konferansı’nda devam eden girişimleri ve bu süreçteki katkıları kitabın ilk bölümde geniş bir şekilde ele alınmıştır. Ancak büyük çoğunluğu Batı merkezli olan STK’lara Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinde oy hakları olmaksızın sınırlı bir katılım olanağını sağlanmıştır. Öte yandan STK’lar, Bildirge müzakerelerine doğrudan değilse de temsilcilerinin taslak sürecinin ana aktörleriyle olan gayri resmi ilişkileri ve müzakerelerde kendilerine tanınan görüş bildirme olanağıyla sürecin bir parçası olabilmişlerdir.

Giriş

11

Sonuç olarak, Evrensel Bildirge’nin yaşama geçebilmesinde çok sayıda devlet, organ ve kişinin katkısı olmuştur. Dolayısıyla Evrensel Bildirge’nin ilk taslağının yazarı John Humphrey’nin de vurguladığı gibi Bildirge’nin Thomas Jefferson’ın Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarı olması anlamında tek bir yazarı olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Ancak her ne kadar kolektif bir çabanın ürünü olarak ortaya çıksa da Bildirge’nin şekillenmesinde bazı isimler kimi nedenlerle öne çıkar ve kitabın son bölümü de bu önemli isimlere; onların yaşam öykülerine ve Bildirge’ye yaptıkları katkılara ayrılmıştır.

12

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

BİRİNCİ BÖLÜM

PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDAN SAN FRANCISCO KONFERANSI’NA 1.1 Paris Barış Konferansı ve Milletler Cemiyeti Misakı’nda İnsan Hakları Yüzyıllar boyunca düşünürler ve devlet adamları, dünya çapında barış, istikrar ve güvenliğin sağlanması için uluslar ya da devletler arası bir sistemin kurulmasını hayal etmişler fakat bu hayalin gerçekleşebilmesi için insanlığın o güne kadar gördüğü en geniş ölçekli ve yıkıcı savaş olan I. Dünya Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. I. Dünya Savaşı, sadece milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, sakat ve evsiz kalmasına değil ama aynı zamanda etkileri onlarca yıl sürecek sonuçlara da yol açar. Birinci büyük savaş, kadim imparatorlukların bir anda yıkılmasına, uluslar arasında muazzam finansal borçlanmalara ve sadece Avrupa’da değil tüm dünyada isyanların ve devrimlerin yaşanmasına yol açar. I. Dünya Savaşı’nı bir patlamaya benzeten Arendt’e göre bu ilk patlama “hiçbir zaman kurtulamadığımız, durdurmaya kimsenin gücü yetmediği zincirleme bir tepkime başlatmıştır” (Arendt, 2014:255). I. Dünya Savaşı’nın yarattığı deprem bir uluslararası örgüt fikrini hiç olmadığı kadar arzulanır hale getirir. Bu nedenle “‘yeni diplomasi’ ve ‘milletler için yeni bir örgüt’ düşüncelerinin ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından savaş sırasında güçlü bir tarzda savunulması milyonlarca insan tarafından büyük bir coşkuyla karşılanır” (Lauren, 2011:103). Stefan Zweig, Başkan Wilson’ın Paris Barış Konferansı’na katılmak için 13 Aralık 1918 tarihinde ABD’den Avrupa sahiline doğru yola çıktığı o zamanki atmosferi şöyle tasvir eder: Dünya kurulduğundan beri hiçbir gemi, hiçbir adam kendisine umut bağlayan ve güven duyan bu kadar çok insan tarafından beklenmemiştir. Avrupalılar dört yıl boyunca birbirlerine karşı öfke kusmuş, birbirlerinin boğazına sarılmış, yaşamın baharında yüz binlerce genç insan, makineli tüfek ve toplarla, alev makineleri ve zehirli gazlarla birbirlerini katletmiş, dört yıl boyunca ağızlarından salyalar akıtarak birbirlerine karşı sadece kin ve nefret dolu sözler söylemişlerdi. Ama bütün bu kin ve nefret selinin neden olduğu heye-

14

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948) can ve gerilim, onların içindeki gizli sesi susturamamıştı, yaptıkları ve söyledikleri şeyin anlamsızlığını ve bunların yüzyılımızın yüz karası olduğunu biliyorlardı (Zweig, 2019:299).

Paris Barış Konferansı’yla kurulan, “gerek yapılanması gerekse benimsenen amaç ve ilkeler göz önüne alındığında ilk gerçek anlamda uluslararası örgüt” (Denk, 2015:93) olan Milletler Cemiyeti gibi bir küresel örgüte ihtiyaç aslında I. Dünya Savaşı’nın öncesinde de dile getirilmiş ancak yaşama geçmesi Wilson’ın 1917 yılındaki çağrısına olumlu yanıt verilmesiyle mümkün olmuştur. “Wilson, I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu vahşete, serbest pazar ve insan hakları ilkelerine dayanan bir uluslararası örgüt taslağıyla yanıt verir” (Mohney, 2014:832). Wilson İlkeleri olarak adlandırılan 14 ilke arasında Milletler Cemiyeti’nin kurulması da yer alır. Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Müttefik Devletler’in de desteğini alan bu fikir Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran Paris Barış Konferansı’nda yaşama geçirilir. “Bu konferansta Milletler Cemiyeti’nin oluşturulması yönündeki planın, barış antlaşmalarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmesi yönünde bir karar alınır” (Kıran, 2008:21). Dünyanın pek çok yerinden farklı ırkları, ulusları, inançları, siyasal partileri, baskı gruplarını, sivil toplum kuruluşlarını, kadınlar ile erkekleri ve hatta yerli halklarının temsilcilerini biraraya getiren Paris Barış Konferansı, savaş sonrası kurulması planlanan yeni dünya düzenini kararlaştırmak için 1919 yılının Haziran ayında toplanır. Konferansın katılımcılarından biri olan ABD’li siyah hakları savunucusu W. E. B. Du Bois, bu konferansa ilişkin izlenimi şöyle dile getirir: “Otuz İki Millet, Halk ve Irk… Resim 2: W. E. B. Du Bois, 1918. Sadece İngiltere, İtalya ve Büyük Güçler değil (Kaynak:www.alamy.com) ama aynı zamanda tüm küçük uluslar da oradaydılar. Sadece gruplar değil, ırklar da –Yahudiler, Hintliler, Araplar ve tüm Asya da- katılımcılar arasındaydılar” (Akt. Lauren, 2011:98). “Milletler Cemiyeti’ni tanımlamakta kullanılan en bilindik ifadelerden biri ilk defa Çek devlet adamı Eduard Beneš tarafından 1924 yılında dile getirilen ‘kolektif güvenlik’tir” (Housden, 2012:3). MC Misakı’nın Önsöz’ünde Cemiyet’in amacı, “Uluslar arasında işbirliğini geliştirmek, barış ve güvenliği sağlamak için savaşa başvurmamak konusunda birtakım yükümlülükler kabul etmek, gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkiler sürdürmek (…)” olarak saptanır. Öte yandan İnsan haklarının korunması, “dünya barışını ve güvenliğini tesis etmek amacıyla oluşturulan” cemiyetin amaçları arasında yer

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

15

almaz ve sürdürülebilir bir dünya barışının olmazsa olmazı olarak düşünülmez. MC Misakı, BM Şartı’nın aksine insan haklarının tanınması ve korunmasına ilişkin herhangi özel bir hüküm içermez. Hatta Cemiyet’in Misakı’nda insan hakları terim olarak dahi geçmez. Öte yandan MC Misakı’nın bütünüyle güvenlik konusuna odaklandığını ve insan haklarını tümüyle görmezden geldiğini söylemek de mümkün değildir. Fakat Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelen ve bazıları MC Misakı’nda da kendine yer bulan insan haklarıyla ilgili normların taşıyıcıları kişiler değil, kimi ortak özellikleri paylaşan insan topluluklarıdır. Zira o dönemde insan hakları dendiğinde çoğunlukla kendi kaderini tayin hakkı, azınlık hakları, ırksal eşitlik, işçi ve kadın hakları gibi kolektif haklar akla gelmekteydi. Daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından insan hakları rejiminin temeline konacak olan “tüm insanların ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf vb. ayrımı olmaksızın doğuştan birtakım haklara sahip olduğu” fikri dönemin siyasal ve hukuksal tartışmalarının büyük oranda dışındaydı. Nitekim 1945’ten önceki uluslararası hukuk sistemi (klasik uluslararası hukuk) sadece devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk normları olarak tasarlanmıştı ve bireyler değil, sadece devletler uluslararası hukukun öznesi konumundaydı. Bu ise, her devletin kendi uyruklarına karşı muamelesinin sadece kendi iç hukuk konusu olduğu anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla bu sistem, kötü muameleye maruz kalan bir devletin uyruğuna başka devlet ya da devletler tarafından müdahalede bulunulmasını engellemekteydi.1 Devletlerin “egemenlik hakkı” olarak da adlandırılan bu ilke, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasının önündeki başlıca engel olmuş ve buna ilişkin tartışmalar Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin müzakerelerinde de çok sık gündeme gelmiştir. MC Misakı’nda insan haklarıyla ilgili normlar 22. ve 23. maddelerde yer alır. Misak’ın kölelik yasağı ile din ve inanç özgürlüğünü düzenleyen 22. maddesinin 5. fıkrasına göre, Öteki halkların, özellikle Orta Afrika halklarının içinde bulundukları gelişme derecesi, mandaterin, buralarda ülkenin yönetimini, köle ticareti, silah ve alkol alım satımı gibi kötüye kullanmaları yasaklamayı; kamu düzeniyle ahlâk kurallarının devamının gerektirdiklerinden başka kısıtlamalara bağlı olmaksızın inanç ve din özgürlüğünü sağlamayı güvence altına alır.

1

Bu kuralın istisnası “insani müdahale” kurumudur. İnsani müdahele, devletlerin, uyruklarının bazı temel haklarının güvenceye alma konusunda uluslararası bir yükümlülük altında olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Bu hakların o kadar temel ve insanlar için o derece önemli olduğu düşünülüyordu ki bu, onların çiğnenmesinin diğer devletler tarafından görmezden gelinemeyeceği anlamına gelmekteydi. Söz konusu kurum, bu hakların ciddi ve geniş kapsamlı suiistimali söz konusu olduğunda buna bir son vermek için bir ya da daha fazla devletin güç kullanımına izin vermekteydi.

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

16

MC Misakı’nın 23. maddesi ise, insan hakları normları açısından bir önceki maddeye göre daha geniş kapsamlıdır. Bu maddede bazı ekonomik ve sosyal haklar ile kadınlar, çocuklar ve yerli halkların hakları düzenlenir. Buna göre Cemiyet üyesi devletler, a) Kendi ülkelerinde olduğu gibi, ticaret ve endüstri ilişkilerinin kapsamına giren bütün öteki ülkelerde, erkeklere, kadınlara ve çocuklara hakgözetir ve insancıl çalışma koşulları sağlamaya ve bu koşulları sürdürmeye ve bu amaca erişmek üzere, gerekli uluslararası örgütleri kurmaya ve yaşatmaya çaba göstereceklerdir; b) Yönetimleri altındaki ülkelerde yerli halka hakgözetir davranmayı yükümlenirler; c) Kadın ve çocuk ticaretine, afyon ve buna benzer zararlı maddelerin alım-satımına ilişkin anlaşmaların genel denetimi ile Cemiyet'i görevlendirirler; f)

Hastalıkları önlemek ve bunlarla savaşmak için uluslararası önlemler almaya çalışacaklardır.

23. maddede yer alan adil ve insancıl çalışma koşulları ile sağlığa dair düzenlemeler dönemin insan hakları kavrayışındaki değişimin göstergesidir. Esasında, işçi haklarının ya da genel olarak çalışma hayatının düzenlenmesi, 19. yüzyılın ortalarından I. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tartışılan konularından biridir. Ancak I. Dünya Savaşı’nın yaygınlığının ve kitleselliğinin üretim artışını zorunlu kılması, işçi sınıfının genişlemesine ve örgütlü mücadelenin güçlenmesine yol açar. Savaş yıllarında işçi sınıfının cephe gerisindeki fedakârlıklarına karşılık hükümetler de ekonomik ve sosyal hakların ilerletilmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik kimi vaatler vermek zorunda kalır. Ayrıca, Bolşevik Devrimi’nin Batılı ülkelerdeki mevcut komünist tehdit kavrayışını daha da güçlendirmesi, özellikle Avrupa ve ABD’de işçi sınıfının kimi temel taleplerine yönelik düzenlemeler yapılmasına ve böylelikle de devrimin ihracını engelleme çabalarına aciliyet kazandırır.2 Misakın 23. maddesinin doğrudan bir sonucu, çalışma hayatında işçi hakları, erkekler ve kadınlar arasında eşitlik, çocuk işçiliğinin önlenmesi ve yerli halkların korunması gibi konularda faaliyet gösterecek ve sosyal hakları daha da ileriye taşıyacak olan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulması olur. 1919 yılında kabul edilen ILO Anayasası’nın Önsöz’ünün ilk cümlesinde “Ev-

2

Paris Barış Konferansı’nda “Amerikan İşçi Federasyonu’ndan delegeler barış anlaşmalarında çalışanların haklarının da güvence altına alınmasına yönelik olarak Başkan Wilson’a ‘bir şeylerin yapılması ve örgütlü emeğin tanınması gerektiğini’ açıkça dile getirirler” (Lauren, 2011:101).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

17

rensel ve kalıcı bir barışın ancak sosyal adalet temelinde inşa edilebileceği” vurgulanır. Dünya barışı için vazgeçilmez olan sosyal adaletin sağlanabilmesi için örgüt, “günlük ve haftalık azami çalışmayı da içerecek şekilde çalışma saatlerinin düzenlenmesi”, “işsizliğin ve çocuk işçiliğinin önlenmesi”, “geçim için uygun ücret”, “fabrikaların denetlenmesi”, “işverenler için olduğu gibi işçiler için de örgütlenme haklarının tanınması”, “kadınların eşit işe eşit ücret hakkından faydalanması” gibi taleplerde bulunur. ILO Anayasası ayrıca “Emeğin bir meta olmadığı”nı da vurgular (ILO, 1919). ILO ile işçi sınıfı, işçi hakları ve sosyal adaletin ilerletilmesi bağlamında Milletler Cemiyeti’nden ayrı ve onun siyasal zayıflık ve kısıtlamalarından bağımsız olarak önemli kazanımlar elde eder. Milletler Cemiyeti kısa bir zaman sonra dağılırken ILO, II. Dünya Savaşı yıllarında da varlığını sürdürür ve kuruluşundan sonra Birleşmiş Milletler’le bağlantılı ama bağımsız bir ilişki yürütür. I. Dünya Savaşı sırasında kadınların da üretimin her aşamasında işgücüne yoğun olarak katılması ve ekonomik bağımsızlıklarını giderek daha fazla elde etmeleriyle birlikte geleneksel cinsiyet rolleri de hızla değişmeye başlar. Bu durum başta seçme hakkı olmak üzere kadın hakları alanında gelişmeler yaşanmasına neden olur.3 Kadınların artan hak talepleri ve örgütlü mücadelelerinin bir sonucu olarak MC Misakı’nda kadınlara iki maddede; kadın ve erkek eşitliğine ilişkin 7. maddede ve çalışma koşullarına ilişkin 23. maddede atıf yapılır. BM Şartı’nın aksine MC Misakı’nda cinsiyet eşitliğine dair herhangi bir açık hüküm yoktur. 7. maddede bahsedilen eşitlik sadece Milletler Cemiyeti organlarında söz konusu olan kadın ve erkek eşitliğidir. Söz konusu maddenin 3. fıkrasına göre, “Cemiyet'in bütün hizmetlerinde ya da Sekreterliği de kapsamak üzere, bunlara bağlı bütün dairelerde, kadınlarla erkekler eşit olarak görev alabileceklerdir.” MC Misakı’nda kadınlara yapılan diğer iki atıf ise, 23. maddede ve çocuklarla birlikte yer alır. Bu maddedeki düzenlemelerin amacı kadın ve çocukların çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve suiistimallerinin önlenmesidir. MC Misakı’nın 23. maddesinde düzenlenen sağlık hakkının Misak’ta kendisine yer bulmasının başlıca nedenlerinden biri I. Dünya Savaşı’nın sonunda yaşanan büyük grip salgınıdır. “1918-1919 yıllarında yaşanan ve I. Dünya Savaşı’ndan daha fazla insanın hayatını kaybettiği grip salgınının ardından 1920 yılında düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda Milletler Cemiyeti Konseyi’ne savaşın yıkımına uğramış ülkelerde grip ve tifüs gibi hastalık-

3

Bu dönemde kadınlara seçme hakkı tanıyan bazı ülkeler: Danimarka (1915), Estonya, Litvanya, Letonya, Rusya, Kanada, Uruguay, Ukrayna (1917), Avusturya, Almanya, Macaristan, Polonya, İngiltere, İrlanda (1918), Hollanda, Belçika, Çekoslovakya, Lüksemburg (1919), ABD (1920), İsveç (1921).

18

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ların yeniden canlanması ihtimaline karşı faaliyet gösterecek kalıcı bir sağlık örgütünün kurması tavsiyesinde bulunulur” (Siddiqi, 1995:19). Misak’ın 23. maddesi üye devletlerin “Hastalıkları önlemek ve bunlarla savaşmak için uluslararası önlemler almaya çalışacaklarını” da hükme bağlar. Bu doğrultuda MC bünyesinde 1922 yılında ilk uluslararası örgütlerden biri olan Sağlık Örgütü kurulur. Sağlık Örgütü, “salgın ve bulaşıcı hastalıklar konusunda uluslararası kampanyalar düzenleyerek çeşitli ülkelerle işbirliği halinde eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları yürütür. Kendi yönetim yapısına sahip olan örgüt, 1948 yılında BM uzmanlık örgütü olarak kurulan Dünya Sağlık Örgütü’ne dönüşür” (Denk, 2015:119). Savaş sonrasında özellikle mağlup devletlerin sınırları içinde yaşayan halkların siyasi statüsü temel bir sorun olarak ortaya çıkar. Her halkın/ulusun bağımsız devlet olma dâhil kendi siyasi statüsünü belirlemesi anlamına gelen kendi kaderini tayin ilkesi/hakkı bu süreçte Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu devletlerin dağılmasını meşrulaştırmak için kullanılır. Evrensel Bildirge’nin taslak müzakerelerinde de başlıca tartışma konularından biri olan kendi kaderini tayin ilkesi Birinci Dünya Savaşı sırasında V. I. Lenin ve W. Wilson tarafından da hararetle savunulmuştur.4 Savaş boyunca gerek Wilson gerekse Lenin tarafından kendi kaderini tayin ilkesinin yaşama geçirilmesine yönelik pek çok söz verilir. “Polonyalılar, Çekler, Sırplar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Hintliler, Senegalliler, Vietnamlılar ve daha başkaları verilen sözlerin tutulması için Paris’e hücum etmiş” (Lauren, 2011:98) ve bu ilkeye dayanarak daha önce hiç olmadığı kadar çok ulus devlet tek seferde ortaya çıkmıştır. Öte yandan ABD’nin MC’ye üye olmaması Wilson’la özdeşleşen kendi kaderini tayin ilkesinin MC Misakı’nda yeterince güçlü bir tarzda yer almamasına sebep olur. MC Misakı’nın 10. maddesi, “Cemiyet üyeleri, bütün Cemiyet üyelerinin ülkesel bütünlüklerine ve mevcut siyasal bağımsızlıklarına saygı göstermeyi ve bunları dışarıdan gelecek herhangi bir tecavüze karşı korumayı taahhüt ederler” demekte ve dolayısıyla söz konusu ülkelerin ulusal bütünlüğüne vurgu yapmaktadır. Misak, ayrıca 1. maddenin 2. fıkrasında kendi kaderini tayin ilkesine dolaylı olarak değinir. Buna göre,

4

Lenin’in kendi kaderini tayin ilkesi başlıca üç unsuru içerir. “İlk olarak etnik ve ulusal gruplar kendi kaderlerini özgürce belirlemek için bu ilkeye başvurabilirler. İkinci olarak, askeri ihtilaflardan sonra ülke topraklarının egemen devletler arasında paylaşımında uygulanabilir. Son olarak ise, sömürge yönetimi altındaki halkların bağımsızlığa kavuşmasını sağlamak için düşünülen emperyalizm karşıtı bir ilkedir” (Taşdemir ve Özer, 2017:10). Wilson için ise kendi kaderini tayin ilkesi, kaynağını Anglo-Sakson haklar bildirgelerinde bulan halk egemenliği fikrinin mantıksal bir sonucudur ve yönetilenlerin rızasıyla ilgili idealist bir ilkedir.

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

19

Kendini serbestçe yöneten herhangi bir devlet, dominyon veya sömürge, uluslararası yükümlülüklerini samimiyetle yerine getireceğine ilişkin fiili güvence vermesi ve kendi kara, deniz ve hava kuvvetleriyle silahları hakkında Cemiyet’in koyduğu düzeni kabul etmesi şartıyla, kabulü Genel Kurul’un üçte iki çoğunluğu ile kararlaştırılırsa, Cemiyet üyesi olabilir.

“Ancak bağımsızlık ihtimali sadece mağlup devletlerin sömürgeleri için geçerli olmuş, galip güçlerin sömürgelerini kapsamamıştır. MC döneminde selfdeterminasyon ilkesinin hukuksal bir nitelik kazanması yönünde önemli bir gelişme yaşanmamış ve uluslararası hukukun pozitif bir kuralı haline gelmemiştir” (Taşdemir & Özer, 2017:15). Ayrıca artan emperyalist rekabet tüm dünyada sömürge halklarına vaadedilen kendi kaderini tayin ilkesini de hükümsüz kılmıştır. İki savaş arası dönemde Irak dışında hiçbir ülke manda yönetiminden kurtulup bağımsız-egemen bir devlet statüsüne kavuşamamıştır. Birinci Dünya Savaşı’na son veren Barış Anlaşmaları, Milletler Cemiyeti’nin himayesinde azınlıkların korunmasına yönelik bir sistem de getirir.5 “Azınlıklara güvenceler verilmesi self-determinasyon hakkının tanınmasını gerektirmediği gibi bu grupların haklarının dikkate alınmasını telafi edici bir sistem de sağlıyordu” (Taşdemir ve Özer, 2017:14). Söz konusu barış anlaşmaları ve özel azınlık anlaşmaları, azınlıkların çoğunluktan farklı olan kimliklerini sürdürmelerine yönelik kuralları kapsamaktaydı. Ancak “Azınlık Anlaşmaları”nın, sadece savaş mağlubu devletler ve yeni kurulan devletlere yükümlülükler getirdiği göz önünde tutulduğunda, bu dönemde evrensel bir azınlık rejiminin kurulduğunu söylemek mümkün değildir” (Çavuşoğlu, 1999:22). Eşit muamele, ayrımcılığın önlenmesi gibi ilkeler üzerine temellenen bu hukuki düzenleme azınlıklara kendi dillerinin, dinlerinin, eğitim kurumlarının korunmasını ve hatta bazı siyasal hakların tanınmasını da sağlamaktaydı. Azınlıkların korunmasına yönelik bu hukuki standartlar eksiklikleri ve sınırlarına rağmen bazı insan hakları normlarının korunmasına yönelik bir mekanizma oluşturmuştur. Ancak MC’nin yaptırım mekanizmasının zayıflığı Avrupa’da dahi azınlıkların baskı altına alınmasını ve şoven milliyetçiliklerin yükselişini engelleyemez ve azınlıkların korunması ilkesi daha sonra Nazi Almanyası’nın komşu ülkeleri işgal girişimlerinin hukuki gerekçesi olarak hizmet eder. Azınlık haklarına ilişkin yaşanan bu deneyim, BM’nin ilk yıllarında bazı devletlerin bu türden bir korumanın tekrar etmemesine yönelik kararlı siyasetinin başlıca nedeni olur.

5

Azınlıkların korunması rejimi Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan’la yapılan beş anlaşmayla başlar. Ancak Arendt’e göre “1919 tarihli barış anlaşmaları, ulus devlet düzenlemesini, devletin halkının ancak göreli bir çoğunluğa sahip olduğu veya ‘azınlıklar’ın toplam sayısının gerisinde kaldığı Doğu ve Güney Avrupa’ya sokmak için gösterilmiş talihsiz bir girişim olmuştur” (Arendt, 2014:245).

20

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Uyuşmazlıkların barışçıl çözümü çerçevesinde hukuksal/yargısal çözümü de öngören Milletler Cemiyeti, mevcut uluslararası hakemlik mekanizmalarına ek olarak bir de daimi bir uluslararası mahkeme kurulmasını amaçlar. Misak’ın 14. maddesinde bir Uluslararası Sürekli Adalet Divanı (USAD) tasarısı hazırlama yetkisi Konsey’e verilmiş ve USAD’ın hem devletler arası uyuşmazlıklara hem de Kurul ya da Konsey’in danışma görüşü taleplerine bakacağı hükme bağlanmıştır. 1920’de statüsü kabul edilen ve 1922’de Lahey’de çalışmaya başlayan USAD, ilk evrensel düzeyde yargı organıdır. USAD’ın Yargıçlar Komitesi’nin açılış konuşmasını yapan komitenin başkanı Baron Descamps, Divan üyelerine hitaben şöyle seslenir: Sizler, baylar, insanlığın yargı gücüne hayat vermek üzeresiniz. Filozoflar ve tarihçiler bize imparatorlukların yükselişinin ve çöküşünün yasalarını anlattılar. Biz ise, baylar, size bozulmayacak tek imparatorluk, ebedi hakikatin ifadesi olan adaletin imparatorluğunun sürekliliğini güvence altına alacak yasalar için başvuruyoruz (Akt. Bedi, 2007:18).

Ancak USAD’ın amacını gerçekleştirebilmesinin önündeki en önemli engel bir kez daha ulusal egemenlik ilkesi olur. En başta “güçlü devletler kendi ulusal egemenliklerini tehlikeye atma riskine henüz hazırlıklı değildirler” (Lauren, 2011:102). USAD ilk yıllarda pek çok davayı karara bağlasa da, 1930’lardan itibaren Avrupa’da tırmanan gerginlikle mahkeme anlamsız ve gereksiz görülmeye başlanır ve yerini BM’nin ana organlarından birisi olarak kurulacak olan Uluslararası Adalet Divanı’na bırakır. Bu mahkemeler “bireysel insan hakları ihlallerine ilişkin yargılama yetkisine sahip olamasalar da, insan haklarının uluslararası hukuktaki yerinin netleşmesine katkı sağlarlar” (Oberleitner, 2007). Bireysel dilekçe hakkı, Milletler Cemiyeti sürecinde uluslararası hukukta kendine yer bulan bir diğer gelişmedir. MC sözleşmelerinin dini, etnik, ulusal ve ırksal azınlıkların üyelerine tanıdıkları haklardan biri olan dilekçe hakkı, bireylerin de uluslararası hukukun bir süjesi olması yönünde atılan dikkate değer bir adımdır. Dilekçe hakkıyla bu grupların hakları suiistimale uğramış üyelerine MC’ye doğrudan başvurma hakkı tanınır. “Hans Kelsen, Hersch Lauterpacht ve Quincy Right gibi saygın hukukçular ve siyaset bilimcilerin de o dönemde desteklediği bu mekanizma Avrupa’da yeni kurulan devletlerdeki azınlıkların ulusal çoğunluğa karşı korunmasını amaçlar” (Normand & Zaidi, 2008:157). Cemiyete verilen dilekçeler sonuçsuz kaldığı için sayıları zaman içinde önemli oranda azalır ve özellikle Nazi rejiminin yükselişe geçtiği 1935 yılından sonra durma noktasına gelir. Üye devletlerin kendi yurttaşlarıyla olan “iç meseleleri”ne Cemiyet’in müdahil olması konusunda gönülsüz olmaları Cemiyet’in

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

21

eylemsizliğinin temel nedenidir. Ancak bireysel dilekçe hakkı, BM Şartı ve Evrensel Bildirge’nin taslak yazım sürecinde tekrar gündeme gelecektir. I. Dünya Savaşı sırasında emperyalist güçler tarafından askere alınan ve bu güçlerin çıkarları için savaşan koloni halkları da ödedikleri bedellere rağmen maruz kaldıkları ırkçı-ayrımcı yasa ve uygulamaları daha fazla sorgular hale gelir ve bu halklar arasında bağımsızlık hareketleri ve ayrımcı uygulamalara karşı tepkiler güçlenmeye başlar. Vietnam’da Ho Chi Minh, Hindistan’da Kongre Partisi, İrlanda’da Paskalya Ayaklanması bu dönemin ürünleridir. Koloni halkları ayrıca Paris Konferansı’nda Avrupa’daki azınlıklara sağlanan güvencelerin diğer kıtalardaki başka halklara neden verilmediğini sorgularlar. Paris Barış Konferansı, yirminci yüzyılın en temel sorunlarından biri olan ırkçılığın ve ayrımcılığın önlenmesine yönelik bazı sonuçsuz girişimlere de sahne olur. Birinci Dünya Savaşı’nın kazananlarından olan ama aynı zamanda ırksal önyargılara en fazla maruz kalan ülkelerden biri olan Japonya’nın MC Misakı’nda ırk eşitliğine yer verilmesine yönelik ısrarlı çabası bunlardan biridir. “Japonya delegesi, ‘ırk ya da milliyetine bakılmaksızın herkese hem hukuken hem de uygulamada eşit ve adil muamelenin güvence altına alınmasını’ öngören bir maddeye Misak’ta yer verilmesini talep eder” (Henry & Thrash, 1996:60). Bu önerinin temel amacı aslında kısa vadede “ırk ayrımcılığının önlenmesinden çok ırksal eşitlik ilkesinin uluslararası düzeyde kabul edilmesidir” (Lauren, 2011:104). Japon delegasyonunun önerisi Çin ve Hindistan’ın desteğini alsa da özellikle bazı Anglo-Sakson ülkelerinin sert muhalefetiyle karşılaşır. “İngiltere Dışişleri Bakanı, ‘Orta Afrika’daki bir insanla bir Avrupalının eşit olmadığını’ açıkça savunarak tüm insanların eşit yaratıldığına inanmadığını haykırır. Avustralya Başbakanı ‘Bizim temel dayanağımız tabii ki Beyaz Avustralyadır. Bu konuda taviz verilemez” diyerek aynı ırkçı-ayrımcı koroya katılır” (Lauren, 2011:104). “İngiliz Dışişleri Bakanlığı bu önerinin hemen ardından tebliğ ettiği gizli bir memorandumda meselenin ‘oldukça yakıcı’ ve ‘çaresi olmayan’ bir konu olduğuna dikkat çeker. Memorandumda ayrıca ırkların kaynaşmaması ve göç tehditlerinin olduğu yerlerde beyaz ırkın egemen olması gerektiği kaydedilir” (Henry & Thrash, 1996:60). Özellikle Anglo-Sakson devlet temsilcilerinden gelen böylesi tepkilerin temelinde ırkçı önyargılar kadar “aslında I. Dünya Savaşı’nın sonunda uluslararası hukukun modern Avrupa’nın kendine özgü medeniyetinin bir ürünü olarak görülüyor olması” da yatar (Mazower, 2011:34). Başka bazı yazarlara göre ise, Japonya’nın önerisinin “delegasyonların çoğunluğunun desteğini almasına rağmen kabul edilmemesinin nedeni ABD Başkanı Wilson’ın hararetli karşı çıkışıdır” (Schabas, 2013:lxxii; Lauren,

22

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

2011:32). Lauren’e göre Başkan Wilson’ın konuyla ilgili “önyargıları iyi bilinmekteydi ve o, ırk eşitliğiyle ilgili bir hüküm içermesi durumunda MC Misakı’nın ABD Senatosu tarafından onaylanmayacağına inanmaktaydı” (Lauren, 2011:105). Sonuçta Japonya’nın önerisi Wilson’ın başkanı olduğu Milletler Cemiyeti Hakkında Komisyon’un toplantısında reddedilir. Başkan Wilson’ın Japonya’nın önerisine gösterdiği sert direnç sadece dünyanın farklı ırklarının kamuoyunda değil “ABD yurttaşı siyahların da tepkisine yol açarak Washington ve diğer bazı şehirlerde ayaklanmalara sebep olur” (Lauren, 2011:106). Konferans’ta ayrımcılık yasağına ilişkin diğer bir öneri “Başkan Wilson’ın Paris Barış Konferansı’nda tüm Cemiyet üyelerinin inançlara saygı ve dini ayrımcılığın önlenmesine dair kabul edilmeyen önerisidir” (Burgers, 1992:449). “İngiltere delegasyonunun dinsel ayrımcılık siyaseti uygulayarak dünya barışını bozan devletlere müdahale edilmesini öngören teklifi de kabul görmez” (Weissbrodt & Vega, 2007:18). Sonuç olarak Milletler Cemiyeti ilk defa dinsel, dilsel, etnik, kültürel açıdan ortak özellikler taşıyan belli grupların korunmasına yönelik kimi standartlar geliştirebilmiş, bazı sosyal ve ekonomik hakları güvence altına almış, köleliğin yasaklanması, yerli halkların, yabancıların, kitlesel insan hakları ihlallerinin kurbanlarının ve savaşlarda sivillerin ve savaş esirlerinin korunmasına yönelik kimi düzenlemeler yapabilmiş ve bu hakların korunmasına yönelik bazı kurumlar oluşturabilmiştir. Öte yandan MC Misakı ve barış antlaşmalarıyla getirilen insan hakları normlarından fayda sağlayacak olanların kapsamı sınırlı tutulmuş, herkesi kapsayacak bir tarzda egemen kılınmamıştır. Ayrıca bu normların yürürlüğüne ilişkin hükümler muğlâk bırakılmış ve devletlerin egemenlik hakkı ilkesi insan hakları normlarının uygulanabilirliği önündeki başlıca engel olmaya devam etmiştir.

1.2 Milletler Cemiyeti’nden II. Dünya Savaşı’na I. Dünya Savaşı’ndan sonra da büyük devletler arasındaki emperyal güç mücadeleleri ve ideolojik çekişmelerin artarak devam etmesi, geniş kitlelerin refahının iyileştirilmesi konusunda liberal haklar öğretisi ve parlamenter demokrasilerin yetersiz kalması Avrupa’da otoriter rejimlerin yükselmesine yol açar. İki savaş arasındaki dönemde kişi hakları olarak evrensel insan hakları fikri, düşünsel ve siyasal yaşamda “medeniyet”, “ulus”, “ırk”, “devlet” ve “sınıf” söylemlerinin gölgesinde kalır. Hatta neredeyse unutulmaya yüz tutar. İnsan haklarının uluslararası düzeyde korunması fikri ise, ana akım siyasalhukuksal tartışmaların çok uzağındadır. Bu dönemde hükümetlerin büyük ço-

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

23

ğunluğu kendi yurttaşlarına yönelik olarak uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükler altına girme konusunda ise son derece isteksizdir. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen insan haklarının uluslararası düzeyde korunması fikri, sayıları aslında oldukça az ama bir o kadar da saygın kimi hukukçular, diplomatlar ve aydınlar ile onları buluşturan bazı sivil toplum örgütlerinin çabalarıyla gündemde tutulmaya çalışılır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler dünyanın uzak köşelerindeki bu az sayıdaki insan hakları savunucularının çeşitli kuruluşlarda biraraya gelebilmesini kolaylaştırır.6 Söz konusu kişi ve kuruluşların insan haklarını korumaya yönelik girişimleri sadece iki dünya savaşı arası dönemle sınırlı kalmaz. Bunlardan bazıları ayrıca BM’nin kuruluş sürecine etkin katılım gösterir ve insan haklarının BM’nin temel amaçlarından biri olarak benimsenmesinde ve Evrensel Bildirge’nin taslak yazımını üstlenecek olan BM İnsan Hakları Komisyonu’nun kuruluşunda önemli pay sahibi olur. Kitabın ikinci bölümünde bu kuruluşların Evrensel Bildirge’nin ilanına giden süreçte oynadıkları rol daha ayrıntılı olarak ele alınmıştır. İki dünya savaşı arası dönemde insan hakları hareketinin öncü isimlerinden biri Şilili hukuk profesörü ve diplomat Alejandro Alvarez’dir (1868-1960). “Paris Barış Konferansı’nın katılımcılarından biri olan, 1932 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen ve 1946 yılındaki kuruluşundan sonra Uluslararası Adalet Divanı’nda on yıl boyunca yargıçlık yapan Alvarez, uluslararası dayanışma ve toplumsal karşılıklı bağımlılık ilkeleri temelinde yeni bir uluslararası hukukun oluşturulması taraftarıdır” (Normand & Zaidi, 2008:74; Cassese, 2011:55). O, aynı zamanda yıllar sonra BM tarafından oluşturulan insan hakları rejiminin, yani tüm bireylerin hiçbir ayrım gözetmeksizin bazı temel haklara sahip olduğu ve bu hakların uluslararası düzeyde tanınması ve korunması gerektiği düşüncesinin yılmaz bir savunucusudur. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ABD ve bazı Avrupalı devletler dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da yaşayan yurttaşlarının haklarını korumak adına (ya da bahanesiyle) bu ülkelere sık sık müdahalelerde bulunurlar. Bu sorunun çözümü o dönemde pek çok Latin Amerikalı hukukçu, akademisyen ve diplomatın başlıca meselelerinden biri haline gelir. Bu hukukçulardan biri olan ve “yirminci yüzyılın başlarından itibaren bir

6

Çoğunluğunu hukuk örgütlerinin oluşturduğu bu kuruluşlar arasında öne çıkanlar şunlardır: Uluslararası Hukuk Kurumu (Institut de Droit International), Amerikan Uluslararası Hukuk Kurumu (American Institute of International Law), Uluslararası Diplomatik Akademi (Académie Diplomatique Internationale), Fransız İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti (Ligue pour la Defense des Droits de l’Homme), Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (Fédération Internationale des Droits de l’Homme), Carnegie Uluslararası Barış Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace).

24

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

‘Latin Amerikan Uluslararası Hukuku’nun kuramsallaştırılması ve uluslararası alanda tanınan bir bireysel haklar kavramsallaştırması çalışmalarına başlayan” Alvarez diğer yandan “bu girişimin bölgenin hegemonik gücü ABD’yi düşmanlaştırarak değil, aksine onu da sürece dâhil ederek mümkün olabileceğine inanır” (Obregon, 2009:95). Alvarez, “bu amaçla dönemin ünlü ABD’li enternasyonalistlerinden biri olan James Brown Scott7 ile birlikte” (Scarfi, 2017) “1912 yılında Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın finansal desteği ve 21 Amerikan devletinden hukukçuların katılımıyla Amerikan Uluslararası Hukuk Kurumu’nu (American Institute of International Law, AIIL) kurar ve ilk genel sekreteri olur” (Samore, 1958:41). Alvarez, “Amerikan Uluslararası Hukuk Kurumu’ndaki konumunu kullanarak yeni bir uluslarararası hukukun temellerine ilişkin bir metnin oluşturulması çalışmalarına başlar” (Obregon, 2009:95). O, bu amaçla “1917 yılında kurumun Havana’daki toplantısında, içinde ‘Bireyin Uluslararası Hakları’na dair bir bölümün de yer aldığı tüm insanlar için ve tüm devletlerde uygulanabilir bir taslak ‘Ulusların Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’ni sunar ve taslak önerisi kabul edilir. Yaşama hakkı, ifade, inanç özgürlükleri ve siyasal katılım gibi klasik hak ve özgürlüklerin detaylı bir şekilde sayıldığı bu taslak bildirgede yer alan haklar, tüm devletlerdeki her kişinin sahip olduğu evrensel haklar olarak nitelendirilir” (Normand & Zaidi, 2008:74; Burgers, 1992:450-51). Bildirge ayrıca “temel hakların evrensel olarak tanınması ve tüm uluslar tarafından güvence altına alınması ödevini vurgulayarak devletlerin amacını yurttaşlarının temel haklarının güvence altına alınmasıyla ilişkilendirir” (Scott, 1916:125). “İnsan haklarının uluslararasılaşması çabalarını kapsamlı yayınları ve Milletler Cemiyeti’ne aktif katılımıyla sürdüren” (Lauren, 2011:112) Alvarez’in “insan hakları bildirgesi yüzyılın ilk yarısı boyunca tartışılarak geliştirilmeye devam eder. Alvarez, ayrıca 1945 yılında ‘Taslak Uluslarararası Bireyin Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’ni Şili’nin başkenti Santiago’da düzenlenen IV. Amerikalılararası Hukukçular Konferansı’na da sunar” (Obregon, 2009:96). Onun haklar bildirgesi ayrıca Evrensel Bildirge’nin taslak yazımından önce çeşitli devletler, kurumlar ve kişiler tarafından BM’ye sunulan 18 insan hakları bildirgesi taslağından biri olması açısından da önem taşır.

7

Uluslararası arabuluculuk mekanizmasının ilk savunucularından biri olan ABD’li hukukçu ve akademisyen James Brown Scott, Lahey’deki Uluslararası Hukuk Akademisi’nin (Academy of International Law, 1914) ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın (Permanent Court of International Justice, 1921) kuruluşunda önemli pay sahibidir. Lahey (1907) ve Paris Barış Konferansı’na (1919) da delege olarak katılan Scott, ayrıca Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın sekreterliğini (1910-1940) yapmış ve Amerikan Uluslararası Hukuk Topluluğu’nu (American Society of International Law) kurarak (1906) başkanlığını (19291939) yürütmüştür.

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

25

Bu dönemin diğer bir aktif insan hakları savunucusu bir dönem Çarlık Rusyası Dışişleri Bakanlığı’nın hukuk bürosunun başında bulunan ve Bolşevik Devrimi’nin ardından Paris’te sürgün hayatı yaşayan uluslararası hukukçu ve diplomat Andre Nicolayevitch Mandelstam’dır (1869-1949). İkinci Lahey Barış Konferansı’na (1907) Rusya’nın hukuk uzmanı olarak katılan Fyodor Martens’in asistanlığını da yapan Mandelstam, 1914 yılında Ermeni Reform Anlaşması taslağını hazırlamış ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine en bilgili uzmanlardan biri olarak tanınmıştır. Bolşevik Rusya’dan sürgün edilmesiyle diplomatik kariyeri sona eren Mandelstam, ilgisini azınlık hukukuna ve devletler genel hukukuna yoğunlaştırır ve bu alanlarda çok sayıda makale ve kitap yazar. Bazı yazarlara göre Mandelstam’ın insan haklarına olan ilgisi sadece Bolşevik rejime olan karşıtlığından değil ama aynı zamanda İstanbul’da diplomat olarak görev yaptığı sırada Ermenilerin maruz kaldığı trajediye tanıklığından da kaynaklanır (Normand & Zaidi, 2008:75; Aust, 2015:1106; Davidson 2012:418). Mandelstam aynı zamanda 1873 yılında uluslararası hukukun geliştirilmesi amacıyla kurulan ve aralarında Avrupa, Amerika ve Asya’dan saygın uluslararası hukukçuların da yer aldığı Uluslararası Hukuk Kurumu’nun (Institut de Droit International) aktif bir üyesidir. İnsan haklarına saygı ve çatışmaların barışçı çözümüne yönelik çalışmaları nedeniyle 1904 yılında Nobel Barış Ödülü’ne lâyık görülen Belçika orijinli bu önemli kurumda Mandelstam, insan haklarının geliştirilmesi için çalışan ve çeşitli örgütler kuran bir hukukçu grubunu etrafında toplar. Evrensel Bildirge’nin taslak yazımında önemli rol oynayan Fransız hukukçu René Cassin, yıllar sonra Uluslararası Hukuk Kurumu’nu, Evrensel Bildirge’nin tarihinde oynadığı önemli rolden dolayı yüceltecektir (Pemberton, 2020:73; Schabas, 2013:lxxiii; Finch, 1941:664). Uluslararası Hukuk Kurumu 1921 yılında uluslararası düzeyde bir haklar bildirgesi hazırlıklarına başlar. Kurum tarafından bu amaçla oluşturulan Uluslararası İnsan, Yurttaş ve Azınlıkların Haklarını Koruma Komisyonu’nun raportörü olan Mandelstam, genel olarak insan hakları özelde de azınlık haklarının korunması için bir hukuki mekanizma önerisinde bulunur (Normand & Zaidi, 2008:75; Burgers, 1992:452; Cabanes, 2014:159). Mandelstam, bu doğrultuda “üç adımlı bir stratejiyi savunur. Bu adımlar sırasıyla bir bildirge, bir sözleşme ve normlara uyulmasının güvence altına alınmasını sağlayacak yaptırımlardır” (Lauren, 2011:114). Uluslararası Hukuk Kurumu’nun 1921 yılında başlattığı ve Mandelstam’ın raportörlüğünü üstlendiği insan hakları bildirgesi çalışmaları sekiz yıl sonra sonuçlanır ve Kurum’un 1929 yılında New York’da yapılan toplantısında oylanıp kabul edilir. Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi (Declaration of the International Rights of Man) adıyla yayınlanan ama daha

26

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

çok New York Bildirgesi olarak tanınan bu önemli belgede “uygar dünyanın hukuk bilincinin bireyin haklarının tanınması ve devletler tarafından ihlâl edilmesinin önlenmesi” talep edilir. Kurum, ayrıca “tüm dünyada insan haklarının uluslararası düzeyde tanınmasının zorunluluğuna” dikkat çeker. Bir Önsöz ve altı maddeden oluşan bu kısa Bildirge’nin ilk üç maddesi klasik hak ve özgürlüklere ilişkindir. Bu maddeler sırasıyla, her devletin cinsiyet, ırk, dil ve din ayrımı olmaksızın herkesin yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarını tanıma ödevini; her bireyin din ve inançlarının gereklerini serbestçe yerine getirmesi hakkını ve anadil hakkını düzenler. Her devletin kendi uyruklarına yönelik ödevlerine ilişkin olan son üç madde ise, devletlerin ulusal egemenlik haklarını insan hakları lehine sınırlandırır (New York Bildirgesi, 1929). Esasında New York Bildirgesi’nin önemi içerdiği temel haklardan kaynaklanmaz. Zira sayılan haklar o dönemde pek çok başka belgede mevcut olan ya da dönemin anayasalarının önemli bir kısmında hâlihazırda güvence altına alınmış haklardır. New York Bildirgesi’nin asıl önemi, insan haklarının uluslararasılaşması sürecine geri dönülemez bir şekilde kapı aralamasıdır. Bu bildirge aynı zamanda “günümüzde de egemen olan yaygın bir kanıya, yani insan haklarının bir uluslararası sistem tarafından korunmasının sadece II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir olgu olduğu kanısına meydan okur” (Aust, 2015:1107). New York Bildirgesi’nin “amacı sadece bireylerin uluslararası haklarını güvence altına almak değil ama aynı zamanda tüm uluslardaki bütün insanlara davranış ölçütü getirmektir” (Finch, 1941:665). Dolayısıyla Lauren’e göre yayınladığı haklar bildirgesiyle “bir bütün olarak insanlık adına konuşan Uluslararası Hukuk Kurumu, ulusal egemenlik taleplerine meydan okuyarak yeni bir uluslararası insan hakları çağının başlangıcına işaret eder” (Lauren, 2011:114). O dönemde pek çok kişi ve kurum için ilham kaynağı olan New York Bildirgesi, Uluslararası Diplomatik Akademi ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı gibi dönemin önde gelen hukuk örgütlerinin yanı sıra kimi önemli diplomatlar ve hukukçular tarafından da destekteklenir.8 New York Bildirgesi, ayrıca “Fransa’da Avrupa, Latin Amerika ve Çin’den gelen on dört insan hakları savunucusunun katıldığı bir toplantıda

8

Bunlar arasında Antoine Frangulis, Mandelstam gibi Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’dan ayrılmak zorunda kalan ve 1929 yılında tüm devletlerin anayasalarında yer alan insan haklarıyla ilgili maddelerin derlendiği bir çalışmaya imza atan uluslararası hukuk profesörü ve karşılaştırmalı anayasacılığın kurucusu Boris Mirkine-Guetzevitch, Paris Barış Konferansı ve sonrasında San Francisco Konferansı’nda ABD delegesi olan Colombia Üniversitesi’nde tarih profesörü James T. Shotwell, dönemin önde gelen Fransız hukukçularından George Scelle ve René Brunet, ileride Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başkanı olan Belçikalı sosyalist siyasetçi ve devlet adamı Henri Rolin gibi isimler yer alır” (Normand & Zaidi, 2008: 75; Lauren, 2011:114; Davidson, 2012:419).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

27

Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (Federation Internationale des Droit de l’Homme) tarafından da kabul edilir. Bildirge’nin sivil ve siyasal haklar yanında sosyal ve ekonomik haklara da yer veren ve 14 maddeden oluşan düzenlenmiş bir nüshası olan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin Tamamlayıcısı (Complement to the Declaration of the Rights of Man and of the Citizen) ise, 1936 yılında (Evrensel Bildirge’nin yazımına önemli katkıları olan René Cassin’in de üyesi olduğu) bir başka Fransız insan hakları örgütü İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti (Ligue pour la Defense des Droits de l’Homme) tarafından kabul edilir (Normand & Zaidi, 2008: 76; Lauren, 2011:115). Bu pek fazla bilinmeyen belge Burgers’e göre “radikal sosyalist fikirler içeren özgün ve yenilikçi bir belgedir” (Burgers, 1992:452). Bildirge’nin ilk maddesi insan haklarının uluslararası düzeyde korunması için ulusal egemenlik ilkesini sınırlandırıcı yaklaşımıyla dikkat çeker. Buna göre “insan haklarının uluslararası korunması, her devletin kendi sınırları içinde yaşayan her insanın bu haklardan yararlanmasını engelleyemeyeceği tarzda, evrensel olarak düzenlenmeli ve güvence altına alınmalıdır.” Ayrıca aynı bildirgenin insanın değerine yaptığı vurgu da önemlidir. “‘Kişinin değeri ve tüm medeniyetlere saygı’ya atıf yapan 10. maddesi özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yaygınlık kazanacak olan insanın değeri fikrinin hukukîleştirilmesinin yirminci yüzyıldaki ilk örneklerinden biridir” (Monteiro, 2014:213). New York Bildirgesi, Evrensel Bildirge’nin ilânından kısa süre önce Bogota’da 9. Uluslararası Amerikan Devletleri Konferansı’nda onaylanan “Amerikan İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’nin taslak yazımını üstlenen Amerikalılararası Hukuk Komitesi tarafından da incelenir” (Schabas, 2013:lxxiii) ve ardından Alvarez’in taslağında olduğu gibi Evrensel Bildirge’nin taslak yazımına kaynaklık etmesi amacıyla 1946 yılında BM’ye sunulur. Mandelstam’ın insan haklarının uluslararası düzeyde korunması girişimleriyle eş zamanlı çalışmalar yürüten bir diğer isim, Yunanistan’ı Milletler Cemiyeti’nde temsil eden ancak 1922 yılındaki askeri darbeden sonra tıpkı Mandelstam gibi Paris’te sürgün hayatı yaşayan Yunan hukukçu ve diplomat Antoine Frangulis’dir (1888-1975). Frangulis, 1926 yılında Paris’te aralarında Şilili hukukçu Alejandro Alvarez, ileride Çekoslovakya’nın devlet başkanı olan Eduard Beneš, ABD başkanı Wilson’ın eski diplomatik danışmanı Colonel House’un olduğu bir grup seçkin hukukçuyla Uluslararası Diplomatik Akademi’nin (Académie Diplomatique Internationale, ADI) kuruluşunda yer alır (Lauren, 2011:114; Aust, 2015:1109; Davidson, 2012:419). Uluslararası Diplomatik Akademi de Uluslararası Hukuk Kurumu gibi insan haklarının uluslararası korunması yollarını araştırmak için bir komisyon kurar. Komisyon üyeleri çalışmalarının sonucunda Azınlık Anlaşmaları’nda tarif edilen yükümlülüklerin bir model teşkil etmesi gerektiği sonucuna ulaşır. Bu

28

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

sonuca istinaden sadece azınlıkların değil, tüm devletlerde yaşayan bütün herkesin ırk, dil ve din ayrımı olmaksızın yaşama, özgürlük ve yasa önünde eşitlik haklarından tam olarak yararlanması önerilir. Komisyonun bu önerisini 1928 yılında kabul eden ve bu temel hakların korunmasını temin edecek bir uluslararası sözleşme çağrısı yapan Akademi, ayrıca insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasının çağdaş dünyanın hukuk duygusuna bir yanıt olacağını ve insan haklarının korunmasının yaygınlaştırılmasının çok arzu edildiğine vurgu yapar. (Normand & Zaidi, 2008; Lauren, 2011; Isa, 2006; Burgers, 1992) Uluslararası Diplomatik Akademi’nin bu kararı “1931 yılında Uluslararası İnsan ve Yurttaş Haklarını Koruma Birlikleri Federasyonu (International Federation of Leagues for the Defense of the Rights of Man and of Citizen) tarafından da onaylanır” (James,2007:45). 1920’li yılların başlarından itibaren insan haklarının ilerletilmesi çabalarına katılan ve özellikle Avrupa’daki diğer hak savunucularıyla iletişim halinde olan sivil toplum kuruluşlarından biri de siyasetçi ve felsefe profesörü Victor Basch liderliğindeki Fransız İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti’dir (Ligue pour la Defense des Droits de l’Homme). Söz konusu Cemiyet’in iletişime geçtiği insan hakları savunucularından biri gene aynı dönemde kurulan Alman İnsan Hakları Cemiyeti’nin (Deutsche Liga für Menschenrechte) başkanı olan ve 1936 yılında Nobel Barış ödülünü alan savaş karşıtı ve pasifist Carl Von Ossietsky’dir. Bu iki insan hakları savunucusunun kurduğu iletişim ağına daha sonra İspanyol haklar örgütünü kuran düşünür ve yazar Migule de Unamuno, İtalyan sosyalist siyasetçi Giacomo Mateotti gibi önemli isimler ve bazı başka STK’lar da katılır. Bu insan hakları aktivistleri 1922 yılında sömürge altında yaşayan yerli halklarının hakları da dâhil olmak üzere insan haklarını ilerletmek ve Milletler Cemiyeti üzerinde baskı oluşturabilmek için Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nu (Fédération Internationale des Droits de l’Homme, FIDH) kurarlar. Federasyonun üyeleri ayrıca tüm insanlar için bir uluslararası insan hakları bildirgesi fikrini ısrarlı bir tarzda savunurlar (Lauren, 2011:112). Yukarıda değinilen bu kararlı insan hakları savunucularının tamamı kendi ülkelerindeki tiranlıklara karşı yürüttükleri hak ve özgürlük mücadelesinin bedelini yaşamlarıyla öderler. “Victor Basch 1944 yılında 81 yaşındayken eşiyle birlikte Vichy Hükümeti’nin paramiliter güçleri tarafından Lyon’daki evinden alınarak katledilir” (Werth, 2018:243). “Carl Von Ossietsky, Weimer Cumhuriyeti döneminde 18 ay hapis yatar. Nazilerin iktidara gelmesinden sonra gene tutuklanır ve işkenceye maruz kalır. Ardından toplama kampına gönderilen Ossietsky, burada vereme yakalanır ve Nobel Barış Ödülünü aldıktan iki yıl

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

29

sonra, 1938 yılında hayatını kaybeder”9 (Abrams, 2001:133-35). “Salamanca Üniversitesi’nde Eski Yunan Dili profesörü olan ve aynı üniversitenin üç kez rektörlüğünü yapan Migule de Unamuno ise, 1924 yılında Miguel Primo de Rivera diktatörlüğüne muhalefetinden dolayı Kanarya Adaları’na sürgüne gönderilir. Sürgünden döndükten sonra bu sefer iktidarda olan diktatör Franco tarafından ev hapsine mahkûm edilir ve tutukluluğu sırasında hayatını kaybeder” (Wyers, 1976:xiv). İtalyan Giacomo Mateotti de “1924 yılında İtalyan parlamentosunda seçimlerden yeni zaferle çıkan faşist iktidarı eleştirdiği konuşmasından on bir gün sonra faşistler tarafından kaçırılıp katledilir” (Townley, 2002:53). Avrupa ve Amerika kıtalarında insan hakları hareketi az sayıda kişi ve kuruluş tarafından sürdürülmeye çalışılırken dünyanın diğer köşelerindeki hak mücadeleleri daha çok sömürgecilik karşıtlığı ve kendi kaderini tayin ilkesi üzerinden yürütülür. İki savaş arası dönemde Gandhi, Hindistan’da İngilizlere karşı sivil itaatsizlik eylemlerine hız verirken, Endonezya’da (sonradan ülkesinin ilk başkanı olan) Sukarno, Hollanda’dan bağımsızlığını kazanmak için mücadele veren çeşitli gruplara liderlik eder. Vietnam’da ise, Ho Chi Minh ve Komünist Parti Fransızlara karşı devrimcileri, köylüleri, kadınları ve işçileri örgütler. Türkiye’de ise, Paris Barış Konferansı henüz devam ederken Atatürk’ün önderliğinde başlatılan ulusal kurtuluş savaşı sömürgeci güçlere karşı zaferle sonuçlanır. İki dünya savaşı arası dönemde kadınların hak mücadelesi de artarak sürer. Seçme ve seçilme hakları konusunda Birinci Dünya Savaşı boyunca elde eldilen kazanımlara yenileri eklenir. Bu dönemde kurulan ve tüm dünyada cinsiyet eşitliğinin tanınmasını savunan kadın örgütleri arasında Uluslararası Barış ve Özgürlük İçin Kadınlar Cemiyeti (Women’s International League For Peace and Freedom), Uluslararası Kadın Konseyi (International Council of Women), Uluslararası Kadınlar Birliği (International Alliance of Women) başı çeker. Kadın hakları hareketi sadece Batılı ülkelerde değil, Japonya, Türkiye, İran, Hindistan, Endonezya, Filipinler, Çin, Kore ve Vietnam gibi dünyanın farklı köşelerinde de ortaya çıkar. Japonya’da feminizmin ve kadınların örgütlü emek hareketinin öncülerinden Ichikawa Fusae, 1924 yılında Tokyo’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) bir şubesini ve Kadınların Oy Hakkının Gerçekleştirilmesi Cemiyeti’ni (the League for the Realization of Women’s Suffrage) kurar (Rappaport, 2001; Kaneko, 2018). “Afrika’da kadın sünnetine

9

Almanya kökenli Uluslararası İnsan Hakları Cemiyeti (International League for Human Rights) 1962 yılından beri her iki yılda bir insan hakları aktivistlerine “Carl Von Ossietsky Madalyası” ödülleri dağıtmaktadır.

30

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

karşı ilk kampanya gene bu dönemde başlar. 1923 yılında Şili’de düzenlenen Amerikan Cumhuriyetleri Konferansı’nda kadınların sivil ve siyasal hakları tam olarak nasıl elde edebileceği tartışılır. Ertesi yıl Küba’da düzenlenen aynı konferansta bu amaçla Amerikalılararası Kadın Komisyonu (Inter-American Commission of Women) kurulur” (Lauren, 2011:111). Kadın haklarının ilerletilmesine STK’ların ya da bireylerin girişimleri dışında hükümetler de az da olsa katkı sağlar. Örneğin “düzenlenen bir dizi Amerikalılararası Konferans’ta bazı Latin Amerikalı devletler cinsiyet eşitliği ile yerlilerin, çalışanların ve mültecilerin haklarına odaklanan Amerikalılararası Kadın Komisyonu’nu kurarlar. Bu komisyonun temsilcileri Kadın Haklarına Dair Lima Bildirgesi’ni (Lima Declaration in Favour of Women’s Rights) kabul ederler” (Lauren, 2011:112). * İki dünya savaşı arasındaki dönemde insan haklarının ilerletilmesi çabaları yukarıda da değinildiği gibi büyük oranda insan hakları aktivistleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından sürdürülür. Öte yandan insan hakları alanında Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunu izleyen ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte son bulan bu kısa dönemde Cemiyet tarafından kimi önemli çalışmalar da yürütülür. Bu çalışmaların önemli bir kısmı MC Misakı’nın gereği olarak ortaya çıkar. MC tarafından oluşturulan bazı uluslararası örgütler, sözleşmeler ve mekanizmalar sadece insan haklarının belli gruplar nezdinde korunmasına hizmet etmekle kalmaz aynı zamanda yüzyılın ikinci yarısında gelişen yeni uluslararası insan hakları rejimine de katkı sağlar. Öte yandan insan hakları normlarının uluslararasılaşması girişimlerinin herkes tarafından coşkuyla karşılandığını söylemek de mümkün değildir. Lauren’e göre “herkes bu ‘Cenevre ruhu’ ve onun uluslararası insan hakları vizyonunu kucaklamaz. Gerçekte pek çok kişi ve ulus bu tarihsel evrimin sürdürülmesi çabalarına etkin bir şekilde karşı çıkar ve kendi ayrıcalıklarını ortadan kaldırabilecek herhangi bir değişikliğe şiddetle direnir” (Lauren, 2011:123). Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan sonra insan hakları konusunda dikkat çekici gelişmelerden biri kadın ve çocuk hakları alanında yaşanır. Önceki bölümde de değinildiği gibi MC Misakı 23. maddesinde kadın ve çocuk haklarını sadece çalışma koşulları ve uyuşturucu kaçakçılığı bağlamında ele alır. Ancak kadınların ve çocukların haklarıyla kurulan bu sınırlı bağlantı bile pek çok kadın örgütünün meseleyi daha güçlü bir tarzda savunabilmelerine kapı aralar. “Kadınların Uluslararası Barış ve Özgürlük Cemiyeti (Women’s International League for Peace and Freedom), Uluslararası Kadın Derneği (Association Féminine Internationale), Uluslararası Katolik Kadınlar Cemiyetleri Birliği (Union Internationale dés Ligues Féminines Catholiques), Uluslararası Kadınlar

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

31

Birliği (Internationale Alliance of Women) gibi sivil toplum örgütleri kadın haklarının ilerletilmesi ve cinsiyet eşitliği konularının MC’nin gündeminde sürekli olarak kalmasında önemli rol oynarlar” (Lauren, 2011:119). Öte yandan daha önce de değinildiği gibi Milletler Cemiyeti Misakı’nın 7. maddesi MC’nin organlarıyla sınırlı da olsa cinsiyet eşitliğini güvence altına alır. İlgili maddenin üçüncü fıkrası “Cemiyet'in bütün hizmetlerinde ya da Sekreterliği de kapsamak üzere ve bunlara bağlı bütün dairelerde, kadınlarla erkeklerin eşit olarak görev alabileceklerini” hükme bağlar. Bu hükmün de doğal bir sonucu olarak kadınların Cemiyet’in Konseyi, Genel Kurulu, komisyonları ve sekretaryasında görev almalarının önü açılır. “Cemiyet’in organlarının her kademesinde yer alan bu kadınlar seks işçiliği, evlilikte rıza, kadınların suiistimali ve ailenin esenliği gibi konuları gündemde tutarlar” (Lauren, 2011:119). Kadın örgütlerinin ve Cemiyet’te etkili konumlarda yer alan kadınların çabaları ilk meyvesini 1921 yılında verir. Milletler Cemiyeti, 1921 yılında Uluslararası Kadın ve Çocuk Ticareti’nin Önlenmesi Sözleşmesi’ni (International Convention for the Suppression of the Traffic in Women and Children) kabul eder. Ardından 1933 yılında Uluslararası Reşit Kadınların Ticaretinin Önlenmesi Sözleşmesi (International Convention for the Suppression of the Traffic in Women of Full Age) onaylanır. Kadın hakları alanında yaşanan gelişmeleri çocuk hakları alanındaki gelişmeler izler. 20. yüzyıla kadar çocuk hakları nadiren hak tartışmalarının bir konusudur. Ancak 20. yüzyılın başlarından itibaren çocuk haklarına ilişkin uluslararası hukukun gelişimi uluslararası insan hakları hukukunun gelişimine paralel bir seyir izler. Bu ilerlemede gene aynı dönemde ortaya çıkan sivil toplum kuruluşlarının önemli payı vardır. Bu kuruluşlar arasında İngiliz sosyal reformcu Eglantyne Jebb tarafından 1919 yılında kurulan “Save the Children örgütü ile Kadınların ve Kızların Korunması İçin Musevi Birliği (Jewish Association for the Protection of Girls and Women), Uluslararası Çocuklara Yardım Birliği (Union Internationale de Secours aux Enfants) başı çeker” (Lauren, 2011:120). Bu STK’ların baskıları ve lobi faaliyetlerinin de katkısıyla Milletler Cemiyeti 5. Genel Kurulu 1924 yılında Çocuk Hakları Bildirgesi’ni (Cenevre Bildirgesi) onaylar. “Bu bildirge insan hakları alanında hükümetler arası bir organizasyon tarafından onaylanan ilk bildirge olma özelliğini taşır” (Van Bueren, 1998:6). MC Misakı’nın 23. maddesine istinaden 1922 yılında kurulan MC Sağlık Örgütü iki savaş arasında “sağlık fikrinin anlaşılmasına, bir uluslararası sağlık örgütünün işlevlerinin neler olabileceğine ve sağlık alanında küresel işbirliğinin yollarının ve araçlarının saptanmasına katkı sağlar” (Borowy, 2009:39). “Bünyesinde Avrupa, Amerika ve Asya’dan uzman tıbbi personelleri barındıran bu

32

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

örgüt, oldukça kısıtlı kaynaklarına rağmen salgınlara ve cüzzama karşı uluslararası kampanyalar başlatır, küresel sağlığa ilişkin konferanslar düzenler, aşı standartları oluşturur ve dünyanın farklı köşelerine tıbbi misyonlar gönderir” (Lauren, 2011:120). Sağlık Örgütü bu faaliyetleriyle aynı zamanda Milletler Cemiyeti’ni dünya halkları nezdinde salt soyut bir kurum olmanın ötesine taşır. Milletler Cemiyeti iki savaş arası dönemde her şekliyle köleliğin kalıntılarını ortadan kaldırmak için de çaba gösterir. Cemiyet, kuruluşundan kısa süre sonra kölelik ve köle ticaretinin tümüyle ortadan kaldırılması için bir uluslararası mekanizmanın oluşturulmasına yönelik girişimlerini başlatır. “Bilhassa manda yetkisine sahip devletleri kendi denetimleri altındaki bölgelerde köle ticaretinin kalıntılarını ortadan kaldırmakla” yükümlü kılan MC Misakı’nın 22. maddesi gereğince İngiltere, Fransa, Belçika ve Japonya gibi devletlerle manda sözleşmeleri oluşturulur. Ancak köleliğin bütünüyle ortadan kaldırılmasına yönelik etkili girişimler Milletler Cemiyeti Konseyi’nin “1924 yılında bir Geçici Kölelik Komisyonu oluşturulması kararıyla olur. Bu organ varlığını sadece iki yıl sürdürmüş olsa da Cemiyet’in kölelik alanındaki çalışmalarını köklü bir değişikliğe uğratır” (Allain, 2008:32). Komisyon’un “Etiyopya, Belçika Kongosu, Hindistan, Sierra Leone, Borneo, Yeni Gine, Burma, Afganistan ve Hicaz gibi yerlerde kölelik formları ve angaryaya ilişkin edindiği bulgular daha ileri adımların atılmasını gerekli kılar” (Lauren, 2011:119). 1926 yılında kabul edilen Kölelik ve Köle Ticaretinin Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi de (International Convention on the Abolition of Slavery and the Slave Trade) bu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Sözleşme’nin amacı Önsöz’ünde “bütün formlarıyla köleliğin tamamen ortadan kaldırılması” olarak saptanır. Milletler Cemiyeti’nin karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlardan biri de mültecilerdir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yalnız I. Dünya Savaşı değil devrimler, iç savaşlar, askeri darbeler de mülteciler meselesini derinleştirir. “Sadece Rusya’da iki milyondan fazla insan Bolşevik rejim tarafından ülkeden kaçmaya zorlanır. Savaş ve şiddet gene sadece Türkiye’de bir milyondan fazla Türk, Yunan, Ermeni ve Süryaninin sınır ötesine sürülmelerine yol açar” (Lauren, 2011:121). Milletler Cemiyeti, milyonlarca insanı etkileyen bu trajedi karşısında harekete geçmek zorunda kalır ve 1921 yılında Mülteci Örgütü oluşturulur. “I. Dünya Savaşı sonrası tüm Avrupa’ya yayılan mültecilerle ilgilenmek için kurulan Mülteci Örgütü’nün yüksek komiserliğine Norveçli Fridtjof Nansen atanır. Mülteci Örgütü ne Paris Barış Konferansı’nda ne de MC Misakı’ında öngörüldüğü için görevini oldukça kısıtlı bir bütçeyle yapmak zorunda kalır” (van Ginneken, 2006:159). “Uluslararası Çalışma Örgütü ve yardım topluluklarından yüzlerce gönüllüyle birlikte çalışan Mülteci Örgütü, para yardımı, yiyecek ve giyecek dağıtımı, tıbbi tedavi, iş ve barınma sağlama, ebeveyler ile çocukla-

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

33

rın birleştirilmeleri için araştırmalar yapar” (Lauren, 2011:122). Ancak örgütün asıl başarısı mültecilere hukuki koruma sağlayan ve 50’den fazla ülke tarafından tanınan Nansen Pasaportu’nun kullanıma sokulmasıdır. Mülteci Örgütü’nün başarılı faaliyetleri daha sonra BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin kuruluşuna önayak olacaktır. İki dünya savaşı arasındaki dönemde uluslararası hukuk alanındaki zaten yetersiz olan bu kazanımlar giderek artan gerilimler neticesinde neredeyse tamamen ortadan kalkar. Japonya’nın Mançurya’yı, İtalya’nın Etiyopya’yı işgali, Hitler’in Versay Antlaşması’nı tanımadığını ilan etmesi ve MC’nin tüm bu gelişmelere seyirci kalmasıyla örgüt bütünüyle işlevsiz kılınır. Moyn’a göre Cemiyet’in insan haklarına ilişkin yürüttüğü kampanyalar “bazen etkileyici olmayı başarsa da, her zaman tek bir kültüre özgü ya da belirli bir siyasetle sınırlı kalmıştır.” Ona göre Cemiyet’in böylesi girişimleri, “Evrensel haklarla ilgili düşünceler etrafında kavramsallaşmamıştı ve vahşi, medeniyetten nasibini almamış diye görülen yabancı halkların, dinlerin ve imparatorlukların yasadışı uygulamalarını geri püskürtmek için hiyerarşik bir dünyada yayılan yardımsever davalardı” (Moyn, 2017:66). Öte yandan Milletler Cemiyeti çerçevesinde oluşturulan kimi kurumlar ve ilkeler iki dünya savaşı arasında çok etkili olamasa da yüzyılın ortasında bir uluslararası insan hakları hukukunun oluşturulmasına önemli katkılar sağlar.

1.3 II. Dünya Savaşı Yılları II. Dünya Savaşı yılları insan haklarının uluslararası düzeyde korunması çabalarında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Daha önce de vurgulandığı gibi yaygın kanaatin aksine aslında insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik girişimler sadece savaşın son yıllarında, özellikle de Yahudi Soykırımı’na ilişkin bilgilerin dünya kamuoyuna ulaşması ve bunun yarattığı bir infialin sonucunda başlamaz. Her ne kadar soykırımın gözler önüne serilmesi bir kırılma anı yaratsa da savaşın henüz başlarından itibaren insan hakları ve uluslararası düzeyde korunması fikri giderek artan bir şekilde gündeme gelmeye başlar. Özellikle de ABD’nin savaşa dâhil olmasıyla birlikte insan hakları ve özgürlük kavramları daha önce olmadığı kadar sık kullanılmaya başlanır. “‘İnsan hakları’ ifadesinin 1940’larda İngilizceye teklifsizce, hatta kazara girdiğini” dile getiren Moyn’a göre “insan hakları Adolf Hitler’in zalim ve kötücül yeni düzenine karşı duracak, ümit verici alternatif bir hayalin tamamlayıcı bir parçası olarak yola çıkar” (Moyn, 2017:43).

34

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

1.3.1 H. G. Wells’in İnsan Hakları Kampanyası II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin hemen ardından insan haklarını dünya kamuoyunun gündemine getirmeyi amaçlayan oldukça etkili bir kampanya ünlü İngiliz ütopyacı yazar ve kozmopolitan Herbert George Wells (1866-1946) tarafından yürütülür. Wells, Almanya’nın Polonya’yı işgalinden kısa bir süre sonra, 23 Ekim 1939 tarihinde The Times’a içinde bir taslak insan hakları bildirgesi olan bir mektup yazar ve dünyanın önde gelen entelektüellerini bu bildirgeye katkı yapmaya davet eder. Wells, bu girişimiyle Müttefik Devletler için savaşın amacını; “ne için savaşıldığını” açıklığa kavuşturacak bir öneri sunmayı hedefler ve bu hedefi insan haklarının korunmasıyla ilişkilendirir: Bizim halklarımızın tarihinde, çeşitli krizleri aşmak için kamusal ve sosyal yaşantımıza dayanak oluşturacak -Magna Carta’dan başlayıp çeşitli Haklar Bildirgeleri ve İnsanın Hakları Bildirgeleriyle devam eden- bir bildirge ortaya koymak, geleneğimiz haline gelmiştir. (…) Bugün de genel olarak yaşam koşulları, özelde de mevcut çatışmalı ortam böyle bir ruhun yeniden ifadesi için özellikle uygun görünmektedir. (…) Birkaç arkadaşımla birlikte örnek bir güncel insan hakları bildirgesi taslağı hazırladım. Bu bildirgenin savaşın amaçları tartışmasına yeni ve daha umut vadeden bir zeminde hizmet edebileceğini düşünüyorum (Wells, 2015:7).

Wells’in Önsöz ve on maddeden oluşan Haklar Bildirgesi’nde ayrımcılık yasağı, ifade özgürlüğü, insani koşullarda hapsedilme, seyahat özgürlüğü, işkence de dâhil olmak üzere şiddet, baskı ve tehdide karşı korunma, tartışma, toplanma ve ibadet hakkı gibi klasik hakların yanı sıra barınma, tıbbi bakım, çalışma ve eğitim gibi sosyal haklara da yer verilir. Örneğin, Bildirge’nin birinci maddesine göre, “her insan ırk, renk, inanç ya da kanaat ayrımı olmaksızın beslenme, barınma, tıbbi bakım ve fiziksel ve zihinsel olanaklarının tam olarak gerçekleşmesi ile doğumdan ölüme kadar sağlığının korunması hakkına sahiptir.” İkinci madde ise, “kişiyi yararlı ve ilgili bir yurttaş kılmak için gerekli olan yeterli eğitim hakkı”nı düzenler (Wells, 2015:8). Ardından Daily Herald kamuoyunda tartışılması amacıyla Wells’in haklar bildirgesine kendi sayfasında yer verir ve “İnsan Hakları” başlığıyla bir dizi makale yayınlar. Wells, ayrıca uluslararası kamuoyundan gelen geri bildirimler ışığında belgenin gözden geçirilmesi için bir taslak komitesi oluşturur. Bu komite, H. G. Wells’den başka 1933 Nobel Barış Ödülü sahibi Norman Angell, İşçi Partili siyasetçi Margaret Bondfield, Nature dergisi editörü Richard Gregory, saygın fizikçi Lord Horder, Hindistan eski valisi ve Muhafazakâr Parti lideri Lord Lytton, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) genel direktörü olan John Orr, Daily Herald’ın editörü Francis Williams, ünlü ekonomist Barbara Wootton ile bu gruptaki tek hukukçu ve aynı zamanda

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

35

Frangulis’in Uluslararası Diplomatik Akademi’sinin 1930’dan beri üyesi olan eski Adalet Bakanı ve Lordlar Kamarası başkanı Lord Sankey gibi isimlerden oluşur (Partington, 2008:565; Lauren, 2011:148). 1939 - 1944 yılları arasında 48 ülkede yayınlanan ve otuzdan fazla dile çevrilen Wells’in haklar bildirgesine beklenen katkı, aralarında devlet başkanları ve başbakanların da olduğu dünyanın tanınmış siyasi figürlerinden gelir. Wells’in de doğrudan iletişim halinde olduğu bu isimler arasında ABD’den Başkan F. D. Roosevelt ve first lady E. Roosevelt, Güney Afrika’dan Başbakan Jan Christiaan Smuts, Çekoslovakya’dan Dışişleri Bakanı Jan Masaryk ve Cumhurbaşkanı Eduard Beneš, Hindistan’dan Mohandas Gandhi ve Jawaharlal Nehru, daha sonra İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olan Chaim Weizman ve ABD basınının first lady’si olarak adlandırılan Dorothy Thompson yer alır.10 Öte yandan, yeni bir “insan hakları bildirgesinin Dünya Barışı çerçevesinde birleşecek tüm toplumlar ve kolektiviteler için bir müşterek temel hukuk olması gerektiğini” ifade eden Wells’in bu çabası Ulusal Faşist Parti’nin resmi yayın organı Popolo d’Italia’nın ilk sayfasında saldırıya uğrar ve Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in radyo konuşmasında bir hafta boyunca alaya alınır (Wells, 2015:13; Normand & Zaidi, 2008:76-77; Lauren, 2011:148).

1.3.2 F. D. Roosevelt ve Dört Özgürlük Mazower’e göre “Franklin D. Roosevelt, 1940’ların başında ABD’ye küresel liderliği sağlayacak yolu döşemiş ve uluslararası desteği kazandıracak türden doğru Amerikan değerlerini geliştirmiştir” (Mazower, 2010:14). Mazower’in doğru Amerikan değerleri olarak nitelendirdikleri arasında insan hakları ve özgürlükler şüphesiz ki ilk sıralarda gelir. Zira insan hakları fikri, savaş yılları boyunca Roosevelt liderliğindeki ABD yönetimi tarafından ciddiyetle ele alınmaya ve sürekli gündemde tutulmaya başlanır. Wells’in girişimlerinden haberdar olan ve savaş sırasında insan hakları fikrinin en önemli taraftarlarından biri olan Başkan Roosevelt, savaşın başından itibaren ABD’nin insan haklarına olan bağlılığını çok sık dile getirir ve insan haklarının II. Dünya Savaşı sonunda inşa edilecek olan dünya barışının ana hedefi olarak kabul edilmesin-

10

Paris Barış Konferansı’nın katılımcılarından olan BM Şartı’nın taslak yazımlamasına katılan Jan Christian Smuts aynı zamanda Şart’ın 55. ve 56. maddelerinin taslağını yazan isimdir (Weissbrodt & Vega, 2007:20; Mazower, 2004:395). BM Şartı’nın 55. maddesinin üçüncü fıkrası -her ne kadar kendi ülkesi Güney Afrika’da yaşama geçirilmeyecek olsa da- “Irk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin bir biçimde saygı gösterilmesini kolaylaştıracaktır” diye yazar. Uluslararası Diplomatik Akademi’nin kurucularından biri olan Eduard Beneš ise, 1941 yılında sürgündeyken “Savaştan sonra dünya çapında bir İnsan Hakları şartının oluşturulması ve uygulamaya sokulmasını” savunmuştur (Lauren, 2011:150).

36

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

de ısrarcı olur. Nitekim Evrensel Bildirge’nin yaşama geçmesinde önemli rol oynayan Lübnan’lı Charles Malik’e göre “2. Dünya Savaşı boyunca askeri zaferin bu sefer yeterli olmayacağına ve diktatörlükler tarafından insan hak ve özgürlüklerinin ihlâl edilmesine son verecek bir hedefe dair çok güçlü bir duygu vardır” (Malik, 1951:275). Roosevelt’in insan hakları ve özgürlüklere vurgusu sadece bu değerlere kişisel bağlılığından kaynaklanmaz. O, insan hakları idealini yalnızca ABD kamuoyunu değil aynı zamanda dünya kamuoyunu da savaşın gerekliliğine ikna etmenin bir aracı olarak görür. Roosevelt ayrıca bazı yazarlara göre “insan haklarını, küresel ölçekte serbest ticaretin Amerikan çıkarları doğrultusunda liberalizasyonu ve İngiltere gibi sömürgeci devletlerin bağlı bölgeleri ve kolonileri üzerindeki korumacı ticaret tekelini kırabilmek için bir araç olarak görür” (Normand & Zaidi, 2008:101).

Resim 3: F. D. Roosevelt’in Ulusa Sesleniş Konuşması, 1941 (Kaynak: wwwmprnews.org)

ABD, Japonya’ya savaş ilan etmeden yaklaşık bir yıl kadar önce, 6 Ocak 1941 tarihinde Başkan Roosevelt’in Kongre’de yaptığı ve “alternatif bir yeni düzeni öngördüğü” (Moyn, 2017:46) Ulusa Sesleniş (Birliğin Durumu) konuşması insan haklarının modern tarihinde bir dönüm noktası olur. Roosevelt’in, sadece ABD çıkarları hakkında kendi ulusuna değil, ama aynı zamanda tüm dünyaya seslendiği bu konuşmasının başlıklarından biri özgürlükler ile uluslara-

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

37

rası güvenlik, barış ve adalet arasındaki ilişkidir. Roosevelt, bu önemli konuşmasında “ifade özgürlüğü”, “ibadet özgürlüğü, “yoksunluk içinde olmama özgürlüğü (freedom from want) ve “korku içinde olmama özgürlüğü”den (freedom from fear) oluşan Dört Özgürlük ilkesinin dünyanın her yerinde güvence altına alınmasına ilişkin temel vizyonunu açıklar. “Tiranlık düzeninin tam da karşısında konumlanan kendi değerler düzenini ortaya koyduğu” (Engel, 2016:26) bu konuşmasında özgürlüğü, “insan haklarının her yerde hükmetmesi” olarak tanımlayan Roosevelt, “bu hakları elde etme ya da koruma mücadelesi verenlere destek olacaklarını ve bunun uzak bir binyıla ait bir tasavvur olmadığını” sözlerine ekler (Roosevelt, 1941:672). Roosevelt’in dört ilkesi arasında aslında en fazla yankı uyandıranı “yoksunluk içinde olmama özgürlüğü” olur. “Tarihinin en ağır ekonomik bunalımına maruz kalan ABD’de, işsizlik ve akut toplumsal yoksunluğun henüz uzak ve kötü anılar olarak yaşanmadığı” (Jones, 2016:125) bu dönemde Roosevelt, söz konusu özgürlükle aslında ABD’de tarihsel ve kültürel olarak egemen olan sivil ve siyasal haklarla özdeş klasik insan hakları tasarımını ekonomik ve sosyal haklar istikametinde genişletir. McKeon’a göre, Dört Özgürlük ilkesinin ilk ikisi, yani konuşma ve ifade özgürlüğü ile din ve ibadet özgürlükleri eski insan hakları tasarımına karşılık gelir. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında gelişme gösteren haklarla ilgili olan yoksunluk ve korku içinde olmama özgürlükleri ise, insan haklarının temel sorunlarındaki değişimin bir göstergesidir ve farklı bir analizi ve uygulamayı gerekli kılar (McKeon, 1948:25).

Başkan Roosevelt, 1944 yılındaki bir başka Ulusa Sesleniş konuşmasında yoksunluk içinde olmama özgürlüğünü şöyle detaylandırır: “Bizler, gerçek bireysel özgürlüğün ekonomik güvenlik ve bağımsızlık olmaksızın varolmayacağının açık bir şekilde farkına vardık (…) Bu ekonomik hakikatler günümüzde apaçık hale gelmiştir. Bizler, deyim yerindeyse konum, ırk ve inanç ayrımı olmaksızın herkes için güvenlik ve refah temelinde oluşturulabilecek ikinci bir Haklar Bildirgesi kabul ettik (…)” (Akt. Morphet, 1992:76). Roosevelt’in “korku içinde olmama özgürlüğü” ise, özellikle kitle imha silahlarının yaygınlaşmasıyla büyüyen mütecaviz savaş korkusuna ve dolayısıyla ciddi ve uygulanabilir bir silahsızlanmaya atıf yapar (Johnson, 1987:21, Costigliola, 2016:165). Dört Özgürlük yaklaşımıyla Roosevelt birden fazla sonucu elde etmiş görünür. O, böylelikle hem nasyonal sosyalizm, faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojilere karşı özgürlükleri savunur hem de klasik liberal haklar öğretisini beslenme, barınma, sosyal güvenlik, asgari ücret gibi “yeni haklar”a atıf yapan, yani ekonomik güvenlik ve temel düzeyde bir maddi refahı öngören yoksunluk

38

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

içinde olmama özgürlüğüyle bu hakları sosyal haklar istikametinde geliştirmiş olur. Bu açıdan Dört Özgürlük, “bırakınız yapsınlar” kapitalizminin benmerkezli bireyciliği ile sosyalist kolektivizminin aşırılıklarına mesafeli bir orta yol bulma çabası olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca Dört Özgürlük “Roosevelt’in, iç siyasette Büyük Bunalım’a çözüm olması amacıyla sosyal güvenlik alanında devletin rolünü genişleten Yeni Anlaşma (New Deal) siyasetiyle de uyumludur” (James, 2007:76). Roosevelt’in “Dört Özgürlük” konuşmasını yaptığı “1941 yılında düzenlenen Ulusal Katolik Refah Konferansı Roosevelt’e yazdığı mektupla onu insan hakları mücadelesine çağırırken, Papa XII. Pius, radyo konuşmasında bir uluslararası insan hakları bildirgesine olan ihtiyacı dile getirir” (Morsink, 1999:1). Dört Özgürlük yaklaşımıyla savaş sonrasında hayata geçirilmek istenen uluslararası insan hakları rejiminin de temelini atan Roosevelt, bu amaçla ABD Dışişleri Bakanlığı’na bir uluslararası insan hakları bildirgesinin olanağının araştırılması talimatını verir. Bu görev, gene Roosevelt’in talimatıyla oluşturulan Savaş Sonrası Dış Politikaya Dair Danışma Komitesi’nin (Advisory Committee on Postwar Foreign Policy) en önemli organı olan ve başkanlığını Dışişleri Bakan Yardımcısı Sumner Welles’in yaptığı Siyasal Sorunlara Dair Alt Komite (Subcommittee on Political Problems) tarafından yürütülür11 (Lauren, 2011:156; Mazower, 2004:386). ABD’nin insan haklarının uluslararası düzeyde korunması fikrinin gerçek anlamda savunucusu haline gelmesi de aslında bu süreçle başlar. ABD Dışişleri Bakanlığı Roosevelt’in talimatı doğrultusunda 1942 yılında bir uluslararası insan hakları bildirgesinin olanağını tartışmak için Hukuksal Sorunlara İlişkin Özel Alt Komite’yi (Special Subcommittee on Legal Problems) kurar. Bu komite bir devlet tarafından bu amaçla kurulan ilk resmi organdır. Komitenin çalışmalarının sonucu bir taslak Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) olur. Taslak Bildirge’nin yazımında sadece, Amerikan ve İngiliz Haklar Bildirgeleri ile Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi Batı hukuk geleneğinin temel belgelerinden yararlanılmaz. Ayrıca Uluslararası Hukuk Kurumu (Institut de droit international) tarafından 1929 yılında kabul edilen Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nun (Federation

11

Lauren’e göre “Atlantik Şartı ve Birleşmiş Milletler Bildirgesi müzakerelerinde önemli rol oynayan ve uluslararası insan haklarına yürekten inanan Sumner Welles, hem kamusal hem de özel konuşmalarında sık sık insanlık vizyonundan, ulusal sınırların ötesinde sorumluluklardan, sömürge imparatorluklarının son bulmasından ve her insanın vazgeçilmez haklarının ‘tüm okyanuslarda ve tüm kıtalarda güvence altına alınması’ndan bahseder. Dolayısıyla, Siyasal Sorunlar Alt Komitesi’nin dikkatini güvenlik, adalet ve barış ile insan hakları arasındaki ilgiye yöneltmesi hiç şaşırtıcı değildir” (Lauren, 2011:156).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

39

internationale des droits de l’homme), Amerikan Uluslararası Hukuk Kurumu’nun (American Institute of International Law) ve Barışın Örgütlenmesi İçin Çalışma Komisyonu (Commission to Study the Organization of Peace,) önerileriyle çeşitli anayasal koruma mekanizmalarından da yararlanılır. Alt Komitenin taslak bildirgesi, Wells’in bildirgesinde olduğu gibi sadece klasik hak ve özgürlükleri değil, asgari yaşam standardı ve eğitim hakkı gibi kimi sosyal hakları da içerir (Lauren, 2011:158; Notter, 1949:98). Bu Komitenin uluslararası bir insan hakları bildirgesinin nasıl sonlanması gerektiğine ilişkin önerisi ise, ayrıca dikkat çekicidir: İnsan hakları her devletin üst hukukunun bir parçası olarak tesis edilmeli ve güvence altına alınmalı, her devletin idari ve hukuki otoriteleri tarafından aksine bir hüküm bulunsa bile milliyet, ırk, dil, siyasi görüş ya da dini inanç ayrımı olmaksızın riayet edilmeli ve yaşama geçirilmelidir (Akt. Lauren, 2011:157).

Alt komitenin Haklar Bildirgesi’ndeki (tesis edilmeli, güvence altına alınmalı, riayet edilmeli gibi) normatif ifadeler ya da devletleri bağlayıcı dil ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki ulusal egemenlik ilkesi konusunda hassas kimi çevrelerde endişeyle karşılanır. Bunlardan biri “aynı komitenin üyesi olan ABD Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanı Durward Sandifer, hukuken yaptırım gücü olmayan ya da uygulama mekanizması içermeyen bir uluslararası haklar bildirgesi için bastırır” (James, 2007:82). Uygulama konusunun ciddi meydan okumalarla karşılaşacağını düşünen Sandifer, uluslararası yaptırımlar içeren herhangi bir öneri yerine yaptırım gücü olmayan ama insan haklarını güçlü bir tarzda savunan Andre Mandelstam’ın Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’ndeki yöntemi, yani bildirge tarzını savunur. Sandifer’in bu yaklaşımı Dışişleri Bakanı Cordell Hull tarafından da desteklenir ve daha sonra Dumbarton Oaks Müzakereleri sırasında ABD’nin genel yaklaşımı haline gelir (Lauren, 2011:157; Mazower; 2004:386). Sonuç olarak, Dört Özgürlük yaklaşımı ABD hükümeti için savaş boyunca kendi kamuoyunun desteğini sağlama işlevinin yanında savaş sonrası kurulması planlanan “yeni dünya düzeni”ne dayanak olarak alınan en temel sav haline gelir. Dört Özgürlük, ayrıca sadece İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Önsöz’ünde12 değil, İkiz Sözleşmeler olarak adlandırılan BM Sivil ve Siyasal

12

Bildirgenin Önsöz’ü şöyledir: “Genel Kurul, İnsan haklarını göz ardı etmenin ve hor görmenin, insanlığın vicdanında infial uyandıran barbarca eylemlere yol açtığını ve insanların korku ve yoksunluktan kurtulması, konuşma ve inanma özgürlüğüne sahip olacağı bir dünyanın ortaya çıkmasının sıradan insanların en yüksek özlemi olarak ilan edilmiş bulunduğunu, insanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak başkaldırmak zorunda kalmaması için, insan haklarının hukukun egemenliğiyle korunmasının önemli olduğunu, (…) ilan eder.”

40

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin de Önsöz’lerinde de yer alacaktır.

1.3.3 Atlantik Şartı, Birleşmiş Milletler Bildirgesi ve Dumbarton Oaks Konferansı’nda İnsan Hakları Başkan Roosevelt ve Başbakan Churchill 1941 yılının Ağustos ayında, yani ABD savaşa girmeden yaklaşık 4 ay önce Miğfer Devletleri’ne karşı birleşik bir cephe oluşturmak ve savaş sonrası kurulacak yeni dünya düzenini planlamak için Atlantik’te Newfoundland açıklarındaki bir donanma gemisinde ilk defa ve gizlice bir araya gelir. Bu buluşmanın en önemli sonucu iki devlet arasında imzalanan ve Atlantik Şartı (İlkeler Bildirgesi) olarak adlandırılan sekiz maddelik belge olur. İki devletin barış hedeflerinin nihai ve resmi bir ifadesi olmayan bu belge, Şart’ta da ifade edildiği üzere, “ilgili devletlerin dünya için daha iyi bir gelecek umutları temelinde ulusal politikalarındaki belli müşterek ilkelerin” bir onayıdır. İlkelerin ortaya konması önemlidir. Zira “her iki lider de kendi deneyimlerinden zor zamanlarda halklarına yol göstermede vizyonların ve kelimelerin gücünü gayet iyi bilmektedir. Onlar Atlantik Şartı’yla kendileri ve hasımları arasındaki o keskin ayrımı göstererek bir haçlı seferine sevk edecekleri halklarını bu ilkeler etrafında birleştirmek isterler” (Lauren, 2011:140). Churhcill’le görüşmesine dair Kongre’ye yaptığı bilgilendirme konuşmasında Atlantik Şartı’nın insan hakları boyutuna dikkat çeken Roosevelt’e göre “ilan edilen İlkeler Bildirgesi doğrultusunda örgütlenen dünyada hiçbir toplum bizim kendisi için mücadele ettiğimiz tam özgürlüğün bir parçası olan bu özgürlükler olmadan hayatta kalamaz” (Akt. Johnson, 1987:23). Atlantik Şartı, Roosevelt’in Ulusa Sesleniş konuşmasında dile getirdiği insan hakları vizyonunun uluslararası arenada ilk dile getirilişidir. İnsan haklarının terim olarak yer almadığı Atlantik Şartı’nın, 3. maddesi Woodrow Wilson’ın yaklaşık 25 yıl önce savunduğu “tüm halkların kendi hükümetlerini seçme hakkı” ve “egemenlik hakları”na vurgu yapar.13 Şart’ın 5. maddesi “çalışma standartlarının geliştirilmesi, ekonomik ilerleme ve sosyal güvenlik” konularına, yani ekonomik ve sosyal haklara, 6. maddesi ise, Roosevelt’in Dört Özgürlük konuşmasındaki “tüm ülkelerdeki bütün insanların korku ve yoksunluk içinde olmadan yaşama özgürlüğü”ne atıf yapar. Atlantik Şartı’nda dile getirilen ilke-

13

Atlantik Şartı’nda kendi kaderini tayin ilkesi ihtiyatlı bir tarzda formüle edilir. Buna göre, “Ülkeler ne toprak katılımı ne de diğer bir şekilde topraklarını genişletmeyecektir; ilgili halkların serbest iradeleriyle uyumlu olmayan toprak değişimi yapılmayacaktır; halkların yönetiminde yaşayacakları hükümet şeklini belirleme ve seçme hakkına ve güç kullanarak kendilerinden alınan kendilerini yönetme hakkını geri alma hakkına saygı gösterecektir.”

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

41

ler dünya kamuoyunda yankı bulur. Örneğin, “Atlantik Şartı’nın ilan edilmesinden bir ay sonra toplanan ve otuz farklı ülkeden delegelerin katıldığı ILO Konferansı’nda Şart memnuniyetle karşılanır ve vizyonunun hayata geçirilebilmesi için işbirliği yapılması taahhüd edilir” (Lauren, 2011:140). O dönem henüz genç bir avukat olan Nelson Mandela da Atlantik Şartı’nda ilan edilen bu ilkeleri memnuniyetle karşıladığını otobiyografisinde şöyle dile getirir: Roosevelt ve Churchill tarafından 1941 yılında imzalanan Atlantik Şartı, her insanın değerli olduğuna olan inancı ve demokratik ilkeleri yeniden onayladı. Batı’da bazıları Bildirge’yi boş vaatler olarak gördü. Fakat Afrika’da yaşayan bizler öyle görmedik. Atlantik Şartı’ndan ve Müttefiklerin tiranlık ve zulme karşı savaşından ilham alarak Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Afrikalıların Talepleri adını taşıyan -tüm Afrikalılar için tam yurttaşlık ve toprak satın alma hakkı ile tüm ayrımcı mevzuatın yürürlükten kaldırılmasını talep edenkendi bildirgesini yarattı (Mandela, 2000:82).

“Özellikle de Afrikalı-Amerikalılar, Atlantik Şartı’nın dünya genelinde etrafa saçtığı göz alıcı coşkuyu paylaşıyordu” (Moyn, 2017:90). ABD merkezli Savaş ve Barış Hedefleri Afrika Komitesi de (Committee on Africa, the War and Peace Aims) Atlantik Şartı’na destek verenler arasındaydı. Komite, 1942 yılında Şart’ın sekiz ilkesinin özellikle Sahra-altı Afrikalılar için uygulanabilirliğinin değerlendirildiği ve Amerikan Bakış Açısından Atlantik Şartı ve Afrika başlığını taşıyan bir çalışma yayınlar. Çalışmanın girişinde ırksal önyargıların ortadan kaldırılmasının önemi vurgulanırken, Anglo-Avrupa kültürünün üstünlüğü savları da eleştirilir. Çalışmanın dördüncü bölümünde Afrika’nın refahının sağlanabilmesi için bireysel özgürlükler yanında ekonomik ve sosyal hakların önemine vurgu yapılır. Çalışma, ayrıca sömürgeciliğin tasfiye edilmesi ve Afrika ülkelerinin kendi kendilerini yönetebilmeleri için uluslararası gözetim altında kademeli bir geçiş önerisi de getirir.14 Moyn gibi bazı yazarlara göre Atlantik Şartı, aslında “Müttefiklerin savaş hedefleri arasında insan haklarını değil, kendi kaderini tayin hakkını ilan etmiştir. Churchill için kendi kaderini tayin hakkı, genel anlamda imparatorluk ve kesinlikle kendi imparatorluğundan değil, Hitler’in imparatorluğundan bir kurtuluşa karşılık gelmektedir” (Moyn, 2017:80). Nitekim Churchill, ilan edilen kendi kaderini tayin hakkının “İngiltere’nin yönetimi altındaki Hindistan, Burma gibi yerleri kapsamadığını Atlantik Şartı’nın hemen ardından 9 Ekim 1941 yılında Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada dile getirir” (Liu, 2014:401).

14

The Atlantic Charter and Africa from an American Standpoint, A Study by the Committee on Africa, the War, and Peace Aims. New York, 1942.

42

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Normand ve Zaidi gibi kimi yazarlar Atlantik Şartı’nı “insan haklarının terim olarak yer almamış olması” nedeniyle eleştirirler (Normand & Zaidi, 2008:31). Ancak “bu bakış açısının belgenin gerçek etkisini görmezden geldiğini” düşünen Mohney’e göre “1941 görüşmesi tarihteki en etkili, bağlayıcı olmayan insan hakları belgesini yaratmıştır” (Mohney, 2014:836). Evans’a göre ise, “Atlantik Şartı, uluslararası toplumun üyeleri olarak devletlerin haklarından ziyade bireylerin ve halkların haklarına yaptığı vurgu bakımından” önem taşır (Evans, 1996:55). Dolayısıyla egemen devletlerin yanı sıra bireye yapılan bu vurgu bireylerin uluslararası hukukun bir öznesi olarak kabul edilmesi yönünde atılan önemli bir adım olarak görülür. Öte yandan Atlantik Şartı, “Almanya, İtalya ve Japonya tarafından beklenileceği üzere savaş zamanı manevrasından başka bir şey olarak görülmez” (Lauren, 2011:140). * “Churchill kış tatilini Beyaz Saray’da, Arcadia Konferansı adı verilen görüşmelerde geçirmek üzere yine batıya yelken açtığında, insan hakları dünya tarihi sahnesine siyasi anlamda ilham veren bir kavram olarak can alıcı girişini yapar” (Moyn, 2017:47). Bu konferansın sonunda ve Atlantik Şartı’nda dile getirilen ilkeler ışığında ABD, İngiltere, SSCB ve Çin tarafından imzalanan 1 Ocak 1942 tarihli kısa belge Birleşmiş Milletler Bildirgesi olarak adlandırılır. Sonrasında 22 devletin daha imzaladığı bu belge, temelde Miğfer devletlerine karşı ve Müttefiklere yönelik bir savaşa katılma çağrısı olmakla birlikte Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluşuna giden süreçte önemli bir aşamayı da oluşturur. İlk defa bu bildirgeyle 26 ülke faşizme ve Nazi tiranlığına karşı tüm askeri ve ekonomik kaynaklarını sunacağını ilan ederek kolektif bir eylem tarzını benimser. “Roosevelt’in konuşma metni yazarı Robert Sherwood’un ‘yeni dünya senfonisine giriş’ olarak nitelendirdiği” (Plesch, 2011:34) bu belgenin bir diğer önemi ise, insan haklarının ilk defa bu belgede sadece bir kere ve Önsöz’ünde de olsa, uluslararası toplumun amaçlarından biri olarak yer almasıdır. Birleşmiş Milletler koalisyonunda yer alan 26 ülke “Atlantik Bildirgesi’nde dile getirilen amaç ve ilkelerin ortak programını onayladıklarını” şöyle dile getirirler: Kendi ülkelerinde olduğu kadar diğer ülkelerde de yaşam, özgürlük, bağımsızlık ve din özgürlüğüyle insan haklarını ve adaleti korumak için şimdi dünyaya boyun eğdirme arayışında olan vahşi ve gaddar güçlere karşı ortak bir mücadele içinde, kendi düşmanları üzerinde tam bir zaferde ikna olarak ilan eder ki…

Dolayısıyla Arcadia Konferansı’yla insan hakları fikri dünya sahnesine “Müttefiklerin neden ‘vahşi ve gaddar güçlerin dünyayı zaptetme arayışına karşı hemen ortak bir mücadeleye girişmesi’ gerektiğini meşrulaştıran bir savaş sloganı olarak” girer (Moyn, 2017:47). Borgward’a göre Birleşmiş Milletler

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

43

Bildirgesi, insan haklarına ilişkin dört temel unsuru barındırır: (1) Temel değerler olarak geleneksel siyasal hakların vurgulanması; (2) Sosyal adalete atıf yapan Dört Özgürlük ilkesinin daha geniş kapsamlı bir okumasını içermesi; (3) Bu vizyonun bireyler kadar geleneksel egemen ulus-devletleri de kapsaması gerekliliği (Atlantik Şartı’nın “tüm ülkelerdeki tüm insanlar” ifadesine yapılan atıf nedeniyle); (4) bu ilkelerin iç hukukta olduğu kadar uluslararası düzeyde de uygulanması (Borgward, 2007:53). Öte yandan, “BM Bildirgesi’ne başlıca itirazlar müzakerelere davet edilmeyen Avustralya, Yeni Zelanda, Polonya, Danimarka ve Norveç gibi ‘küçük ülkeler’den gelir. Bu ülkeler tartışmalarda insan haklarının rolüne ve özellikle de sosyal ve ekonomik haklara açıkça değinilmemesini eleştirirler” (Borgward, 2007:53). Ancak Normand ve Zaidi gibi kimi yazarlar insan hakları fikrinin 1942 tarihli Birleşmiş Milletler Bildirgesi’nin Önsöz’ünde yer almasını ve imzacı devletler tarafından kabulünü önemserler. Onlara göre “ABD ve İngiltere hükümetlerinde hiç kimse bağlayıcı olmayan bir savaş deklarasyonu belgesinin Önsöz’ünde yer alan zararsız bir terimin ileride Birleşmiş Milletler aracılığıyla kurulacak olan bir insan hakları rejiminin itici gücü olacağını ciddi şekilde düşünmemiştir” (Normand & Zaidi, 2008:94). * Milletler Cemiyeti’nin yerini alacak yeni bir uluslararası örgütün planları 1943 yılının başlarında, savaşın Müttefiklerin lehine döndüğünün anlaşılmasıyla birlikte daha ciddiyetle ele alınmaya başlanır ve bu yöndeki girişimlere hız verilir. Aynı yıl toplanan Moskova Konferansı’nın sonuç bildirgesinde yeni bir uluslararası örgütün kuruluşunun gerekliliği onaylanır. Moskova Konferansı’ndan bir yıl sonra 21 Ağustos – 7 Ekim 1944 tarihleri arasında ABD, İngiltere, SSCB ve Çin savaş sonrasında kurulması öngörülen yeni dünya örgütünü müzakere etmek üzere Washington’ın hemen dışında yer alan Dumbarton Oaks’da biraraya gelir.15 1945 yılında San Francisco’da düzenlenecek olan Uluslararası Örgüte Dair BM Konferansı’na hazırlık mahiyetinde olan Dumbarton Oaks Konferansı’nın (Dünya Örgütüne Dair Dumbarton Oaks Müzakereleri) ana gündemi bu yeni uluslararası örgütün kurumsal ve yöntemsel yapısıdır. Benzer şeylerin gelecekte yeniden yaşanmaması ve sürekli bir barış için neler yapılabileceğine dair çeşitli önerilerin tartışıldığı bu müzakereler daha çok kurulması öngörülen örgütün ve çeşitli organlarının yetkileri, ilkeleri ve prosedürlerinin detayları üzerine odaklanır. Konferansın sonunda “Bir Genel Uluslararası Örgütün Kuruluşuna Dair Öneriler” kabul edilir. Bu öneriler, BM

15

Dumbarton Oaks Konferansı iki kısma ayrılır. ABD, İngiltere ve SSCB ilk konferansın katılımcıları iken, ikinci konferansta bu üç ülkeye Çin de katılır.

44

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Şartı olarak kimi küçük değişikliklerle San Francisco Konferansı’nda kabul edilmiş olması bakımından önem taşır. Atlantik Şartı ve Birleşmiş Milletler Bildirgesi’ndeki insan hakları vurgusunun izine bu konferansın sonunda kabul edilen önerilerde rastlanmaz. Moyn’a göre o dönemde “biraz aklı olan herkes, oluşmakta olan Birleşmiş Milletler’in gerçek hedefinin, dünyayı ahlaki hale getirmek değil, büyük güçleri dengede tutmak olduğunu hemen anlamıştı” (Moyn, 2017:53). Askeri zaferin artık iyice görünür olduğu bu yılda “Büyük Güçler”in küçük devletleri, kendi kamuoylarını ve egemenlikleri altındaki halkları özgürlük, eşitlik ve kendi kaderini tayin gibi ilkelerle harekete geçirme ihtiyacını artık pek de hissetmiyor olmaları Dumbarton Oaks Konferansı’nda insan haklarının gözden düşmesinin başlıca nedenlerinden biridir. Korey’e göre ise, bu konferansta insan haklarının gözardı edilmiş olmasının temel nedeni insan haklarının uluslararası düzeyde korunması için savaş boyunca büyük gayret göstermiş olan “sivil toplumun Konferansa davet edilmemiş olmasıdır” (Korey, 1998:42). Savaş sırasında sürdürülen yoğun insan hakları kampanyasına rağmen Dumbarton Oaks Müzakereleri’nde Büyük Güçler sonuç bildirgesinde insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik herhangi bir hükme yer vermeme konusunda uzlaşı içindedir (Henkin, 1998:98; Normand & Zaidi, 2008:110; Lauren, 2011:160). ABD’nin insan haklarına yönelik siyasetindeki değişimin temel nedenlerinden biri Dışişleri bürokrasisinde yaşanan önemli değişikliktir. “Dumbarton Oaks’a katılan ABD delegasyonunda istifaya zorlanan Dışişleri Bakan Müşteşarı Sumner Welles bulunmamaktadır. ABD delegasyonu talimatları artık doğrudan güç siyaseti ve realist politikalar ile ulusal egemenlik ilkesini öne çıkaran Dışişleri Bakanı Cordell Hull ve yeni müsteşarı Edward Stettinius’tan almaktadır” (Lauren, 2011:161). Bu durum, ABD dış siyasetinin savaş sonrası planlarında insan haklarına atfedilen önemin azalmasına yol açar. Ancak buna rağmen “ABD biraz da sivil toplum kuruluşlarının ve Başkan Roosevelt’in baskısıyla insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının ilerletilmesinin örgütün ana amaçlarından biri olmasına açıkça atıf yapan bir öneri sunar. Fakat bu öneri SSCB ve İngiltere tarafından reddedilir” (Simpson, 2001:240, Schabas, 2013:lxxv). Her iki ülkenin de ABD’nin bu önerisine karşı çıkmasının başlıca nedeni kendi içişlerine yönelik bir müdahaleye neden olabileceği kaygısıdır. “ABD’nin Atlantik Şartı’ndaki anti-empreyalist baskısından zaten rahatsız olan İngiltere’nin bu girişime ayak diremesinin bir başka nedeni de söz konusu girişimi kendi emperyal gücüne bir tehdit olarak görmesidir” (Johnson, 1987:24).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

45

Paris Barış Konferansı’nda Japonya tarafından savunulan ırksal eşitlik ilkesi Dumbarton Oaks Müzakereleri’nde bu defa Çin tarafından gündeme getirilir. “Çin delegasyonunun başkanı Wellington Koo, Konfüçyüs, Mo-Tzu ve Sun Yat-sen’in insan haklarına katkılarına değindikten sonra ‘evrensel kardeşlik düşüncesinin Çinlilerin düşüncesinde iki bin yıldan fazla bir süredir yerleşmiş olduğunu’ dile getirir” (Akt. Lauren, 2011:161). Ardından “Çin, yeni örgüte dair resmi olarak iki temel ilke önerisi sunar: (1) Uluslararası örgütün tüm devletleri içerecek şekilde evrensel bir niteliği olmalı. (2) Tüm devletlerin ve ırkların eşitliği ilkesi onaylanmalıdır. Kalıcı bir dünya barışı ile evrensel kardeşlik idealleri arasındaki güçlü ilgiye istinaden yapılan “Çin’in bu önerisi, Nazilerin ırksal üstünlük fikrini yaşama geçirmeye yönelik soykırım uygulamalarının dünya kamuoyuna ulaştığı bir dönemde yapılmasına rağmen ABD, İngiltere ve SSCB tarafından reddedilir (Henry & Trash, 1996:61). İnsan hakları açısından tüm olumsuzluklarına rağmen müzakereler sonunda ilan edilen taslak öneride Uluslararası Ekonomik ve Sosyal İşbirliğine İlişkin Düzenlemeler başlığını taşıyan 9. bölüm önemlidir. Bu bölümde Genel Kurul’un yetkisine tabi ve amacı “uluslararası ekonomik, sosyal ve diğer insancıl sorunların çözümünü kolaylaştırmak ve insan hakları ile temel özgürlükleri ilerletmek” olan Ekonomik ve Sosyal Konsey kurma önerisi yer alır.16 Bu hüküm müzakereler sonucunda ilan edilen belgede insan haklarının terim olarak geçtiği tek yerdir. Öte yandan kurulması tasarlanan konseyin söz konusu konuları nasıl hayata geçireceği açık değildir. Aynı bölümde sadece gerekli olduğunda Konsey’in uzmanlardan oluşan ekonomik, sosyal ve benzer başka komisyonlar kurması hükme bağlanır. “Konferans katılımcısı dört ‘Büyük Güç’ ayrıca yeni örgütte ulusal egemenlik ilkesine kati bir surette saygı duyulacağı konusunda da tamamen hemfikir olurlar” (Lauren, 2011:160). Bu uzlaşının bir sonucu olarak belgede kendi kaderini tayin ilkesine değinilmez. Sonuç olarak, Dumbarton Oaks’da büyük güçler savaş sonrası kurulacak yeni dünya düzeninde önceliği güvenlik konusuna verirler. Esasında ABD, İngiltere ve SSCB yeni örgütte insan haklarının uluslararası korunmasına ilişkin herhangi bir hükme yer verilmesi durumunda Pandora’nın Kutusu’nun açılacağını bunun da kendi egemenlik ve otoriteleri için tehlikeli sonuçlar doğuracağından kaygı duyarlar. Zira bu üç büyük devletin her biri hâlihazırda gerek kendi içinde ve gerekse yönetimleri altındaki yerlerde ciddi insan hakları sorunları barındır. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler’e hazırlık müzakerelerinde insan

16

Dumbarton Oaks Proposals for a General International Organization, Documents of the U.N. Conference on International Organization, San Francisco, 1945, Vol. III, London, New York: United Nations Information Organizations, 1945, Doc. 1 G/1, pp. 1–23, at p. 19.

46

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

hakları, belgenin sonuna tek bir atıfla son dakikada iliştirilen bir konu olarak kalır. Churchill, Roosevelt ve Stalin, Dumbarton Oaks’ta kendileri için asıl önemli olan konuları neticelendirdikten sonra diğer müttefiklerini kalan hususlarda söyleceklerini dinlemek için toplanması planlanan yeni konferansa davet ederler. Bu üç büyük gücün liderleri San Francisco Konferansı’nın kendi tasarladıklarının dışında önemli bir değişiklik getirmeyeceğini düşünüyor gibidirler. “Churchill’in Yalta Konferansı’nda ‘küçük güçler’in barış sürecine ne oranda katılım sağlayacaklarına ilişkin Roosevelt ve Stalin’e söyledikleri onların bu genel tutumunu yansıtır: ‘Kartal, küçük kuşların ötmesine müsaade etmeli ama neden öttüklerini umursamamalıdır’” (Glendon, 2003:28). Ancak artık dünya kamuoyu tarafından geri dönüşü olmayacak bir tarzda sahiplenilen insan hakları, fikri San Francisco Konferansı’nda başta Latin Amerikalılar olmak üzere küçük devletler ve çoğu ABD menşeli sivil toplum kuruluşları tarafından gündemde tutulmaya devam edilecektir.

1.3.4 Sivil Toplum Kuruluşlarının Girişimleri II. Dünya Savaşı boyunca sadece ABD hükümeti değil aynı zamanda Amerikalı entelektüller, sivil toplum kuruluşları ve baskı grupları da sürekli barışın zorunlu koşulları ve ABD’nin bu süreçteki rolüne ilişkin çalışmalar yürütür. Genel olarak Amerika kıtası ve özelde ABD’li sivil toplum kuruluşlarının savaş yıllarında insan haklarının korunmasına yönelik son derece etkin girişimlerde bulunabilmesinin başlıca nedeni söz konusu coğrafyanın -İngiltere, Fransa ve SSCB’nin aksine- savaş alanının dışında kalmış olması ve savaşın yarattığı büyük yıkıma maruz kalmamasıdır. Bir diğer neden ise, ABD’nin savaş sonrası dünya düzenini teknik, örgütsel ve ideolojik planda tasarlayabilecek ve geliştirebilecek hem kamusal ve hem de sivil toplum alanında geniş bir kapasiteye sahip olmasıdır. Dahası savaştan kaçan Avrupalı entelektüellerin önemli bir kısmının sığındığı ülke gene büyük oranda ABD’dir ve onlar da insan hakları mücadelesini buradaki meslektaşlarıyla birlikte sürdürürler. Savaş yılları boyunca ABD hükümeti bu avantajlarını Birleşmiş Milletler’in kuruluşunda etkin bir şekilde kullanır.17

17

Bu süreçte Amerikan Hukuk Enstitüsü (American Law Institute) Milletler Cemiyeti Birliği (League of Nations Association), Atlantik Şartı Topluluğu (Atlantic Charter Society), Federal Birlik Hareketi (The Movement for Federal Union), Uluslararası İnsan Hakları Cemiyeti (The International League for the Rights of Man), Dünya Yurttaşları Derneği (World Citizens Association), Barışın Örgütlenmesi için Çalışma Komisyonu (The Commission to Study the Organization of Peace, CSOP) başta olmak üzere çok

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

47

Savaş yıllarında ABD’de pek çok sivil toplum örgütü insan haklarının uluslararasılaşması hedefine yönelik faaliyet gösterir. Bu STK’lar arasında en etkin olanlardan biri Amerikan Milletler Cemiyeti Birliği (The American League of Nations Association) tarafından oluşturulan ve yürüttüğü faaliyetlerle BM’nin kuruluşunda önemli rol oynayan Barışın Örgütlenmesi İçin Çalışma Komisyonu’dur. (The Commission to Study the Organization of Peace, CSOP)18 “Savaş zamanı Washington’daki fikirlerin oluşmasında önemli bir rol oynayan etkili Amerikan düşünce topluluğu CSOP aslında Milletler Cemiyeti’yle bağlantılı Wilsoncı enternasyonalistler tarafından 1930’ların sonlarında kurulmuştur” (Mazower, 2010:23). CSOP, kendilerini uluslararası toplumun rasyonel örgütlenmesine adayan çekirdek bir enternasyonalist grup liderliğinde örgütleyen ve üyeleri ABD’nin en saygın sekiz üniversitesinden (Ivy League) akademisyenler ve en saygın hukuk şirketlerinden hukukçulardan oluşan bir kuruluştur. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından da desteklenen ve bu süreçte ABD’nin insan hakları yaklaşımında belirleyici bir rol oynayan CSOP’un kuruluş amacı, arasında insan haklarının uluslararası korunmasını da içerecek şekilde savaş sonrası dönem için planlar tasarlamaktır (Hillmann, 1998:485; Mitoma, 2013:3). CSOP’un üyeleri arasında bazı isimler dikkat çeker. Bunlardan biri “Colombia Üniversitesi’nin saygın tarih profesörü ve komisyonun kurucusu ve başkanı James T. Shotwell’dir. “Aynı zamanda Milletler Cemiyeti Birliği ile Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın (Carnegie Endowment for International Peace) başkanlığını da yapan Shotwell, Versay Barış Konferansı’na ABD delegesi olarak katılmış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan ILO tüzüğünün yazımında yer almıştır” (Korey, 1998:31-32). Daha sonra “Başkan Roosevelt’in BM’nin kuruluşuyla ilgili danışmanı olarak atanan” (Hillman, 1998:486) Shotwell, “STK’ların San Francisco Konferansı’nda etkin katılımında önemli pay sahibidir” (Korey, 1998:32). Komisyonun bir diğer etkili ismi, “Dünya Yurttaşları Birliği’nin (World Citizens Association) kurucularından biri olan Chicago Üniversitesi’nin saygın uluslararası hukuk profesörü Quincy Wright’dır. “ABD savaşa girdikten sonra Dışişleri Bakanlığı’na resmi danışman olarak atanan Wright, 1941 yılında Dünya Yurttaşları Birliği’ndeki diğer hukuk uzmanlarıyla birlikte ‘Dünyanın Kaderi’ (The World’s Destiny) başlığını taşıyan ve ‘yeni insan hakları’nın tanınması çağrısında bulunan bir rapor yayınlamıştır” (Lauren, 2011:149). Komisyon’un bir başka dikkat çeken üyesi, aynı zamanda

sayıda STK savaş öncesinde olduğu gibi savaş boyunca da insan haklarının sürekli gündemde tutulmasında önemli roller oynarlar. 18 Bu iki örgüt aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Birleşmiş Milletler için bir insan hakları bildirgesi taslağı hazırlamaktan sorumlu Hukuk Alt Komitesi’nin çalışmalarına da katılmıştır.

48

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Milletler Cemiyeti Birliği’nin (League of Nations Association) başkanlığını yürüten Clark Eichelberger’dir. 1936 ve 1944 yılları arasında Başkan Roosevelt’le sık görüşme imkânına sahip olan ve İkinci Dünya Savaşı boyunca Dışişleri Bakanlığı için çalışan Eichelberger, ayrıca San Francisco Konferansı’nda ABD delegasyonuna danışmanlık yapan sivil toplum temsilcileri arasında yer alır. Komisyonun sonradan üyesi olan Başkan Roosevelt’in eşi, first lady Eleanor Roosevelt ise, Evrensel Bildirge’nin taslak yazım sürecini üstlenecek olan İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanlığını yürütecektir (Hillmann, 1998:487; Lauren, 2011:149; Mitoma, 2013:28). Barış Örgütü Çalışmaları Komisyonu (CSOP) 1943 yılında “İnsan Hakları ve Dünya Düzeni” (Human Rights and the World Order) başlıklı ve siyaset bilimci Quincy Wright tarafından kaleme alınan bir rapor yayınlar. ABD Dışişleri Bakan Yardımcı Sumner Welles’in 1942 yılındaki bir konuşmasında dile getirdiği (Welles, 1942) “Bu öyle bir savaştır ki, dünya halklarının temel hakları güvence altına alınana kadar kazanılmış sayılamaz” sözüne atıfla başlayan raporda Wright, insan hakları ve dünya düzeni arasındaki ilgiyi dört temel soru çerçevesinde ele alır: (I) Birleşmiş Milletler, savaşın ardından insan haklarını güvence altına almak için ne gibi yükümlülükler üstlenecektir? (II) Dünya düzeninin kendisini insan haklarıyla ilişkilendirmesi önemli midir? (III) Hangi haklar dünya düzeni tarafından tanınmalıdır? (IV) Dünya düzeni insan haklarını nasıl koruyabilir? (Wright, 1943:5)

Wright, aynı raporda ayrıca “milliyetçilik tabusunun medeniyeti yıkıma sürüklediğini ve insan haklarının ulusal egemenlik ilkesinin kısıtlamalarını hesaba katmaksızın korunması gerektiğini” savunarak “insan hakları bildirgesini yaşama geçirebilmek için ulus devletlerin üzerinde yargılama gücüne sahip bir dünya mahkemesinin kurulmasını” da önerir. (Wright, 1943:29) Barış Örgütü Çalışmaları Komisyonu’nun Dumbarton Oaks Konferansı’ndan kısa bir süre önce, 1944 yılının Mayıs ayında yayınlanan dördüncü raporunun son bölümü ise, İnsan Haklarının Uluslararası Korunması (International Safeguards of Human Rights) başlığını taşır. “İnsan hakları ile adil bir barış arasında yakın ve güçlü ilginin” vurgulandığı bu raporda dört temel öneride bulunulur. Bu öneriler sırasıyla, insan haklarına ilişkin bir Birleşmiş Milletler konferansının toplanması; insan hakları standartlarını ve koruma araçlarını oluşturmak için BM çatısı altında daimi bir insan hakları komisyonunun kurulması; yaptırım araçlarını da içerecek şekilde başlıca yurttaşlık haklarını kapsayan ulusal anayasaların oluşturulması ve iç hukuk yolları tüketildikten sonra birey ve gruplara insan hakları komisyonuna dilekçeyle başvurma hakkının tanınmasıdır (James, 2007:74; Mitoma, 2013:34). Söz konusu

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

49

raporda CSOP, ayrıca Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası ya da militarist Japonya örneklerinde görüldüğü gibi ulusal egemenlik ilkesinin insan haklarının uluslararası korunmasının önündeki başlıca engellerden biri olduğu şu sözlerle dile getirilir: Medeni dünyanın herhangi bir ulusundaki bir şiddet ve baskı rejiminin tüm diğer uluslar için kaygı konusu olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Şiddete dayanan bir hükümet doğası gereği kendi yurttaşlarına uyguladığı şiddetten – özellikle de evindeki eylemlerinin sonuçlarından kaçınabiliyorsa- daha da fazlasını yabancılara uygulamaya hazırdır. Despotların dış politikasının diğerlerinin barış ve güvenliği için sürekli bir risk oluşturması onların doğasında vardır. Eğer saldırganlık iç siyasetin ilkesi ise, bu dış ilişkilerin de ipucu olacaktır (Akt. Lauren, 2011:173).

Savaş yıllarında az bilinen fakat oldukça önemli bir diğer girişim iki savaş arasındaki dönemde insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik çabalarına önceki bölümde değinilen Amerikan Hukuk Kurumu (American Law Institute) tarafından yürütülür. Kurum, Atlantik Şartı’nın ilanından kısa bir süre sonra, 1942 yılında “dünyanın farklı kültürlerinden mümkün olduğunca çok temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilmesi öngörülen bir dizi toplantıda bireysel özgürlükler için dayanak olabilecek temel haklar konusunda ne derece uzlaşı sağlanabileceğini araştırmayı amaçlayan bir çalışma başlatır” (Lewis, 1945:489). Bu doğrultuda “Carnegie Uluslararası Barış Vakfı ve Amerikan Felsefe Topluluğu tarafından finanse edilen ve dünyanın farklı coğrafyalarından gelen 24 saygın hukukçunun katılımıyla bir taslak komitesi oluşturulur.19 Komite üyeleri bu amaçla çeşitli ülkelerin anayasalarını ve insan haklarıyla ilgili diğer belgeleri inceler” (Lewis, 1945:489). 1944 yılında sonuçlanan bu girişimin meyvesi bir taslak Temel İnsan Hakları Bildirgesi (The Statement of Essential Human Rights) olur. Kurum üyelerine dağıtılan söz konusu taslak bildirgenin nihai şekli 1945 yılında yeni kurulan Dünya Örgütü İçin Birleşmiş Amerikalılar (Americans United for World Organization) tarafından yayınlanır. Bildirge, Önsöz’ünde “Dumbarton Oaks Konferansı’nın en cesaret verici yanının ‘insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının ilerletilmesi ve uluslararası ekonomik, sosyal ve diğer insancıl sorunların çözümünü kolaylaştırmak için bir Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulması’ önerisi olduğu” dile getirilir. Önsöz de ayrıca “çağımızda herhangi dünya çapında bir örgütün ya da hayatta kalmayı ümit eden herhangi bir toplumun insan bireyinin değerini kendi yüce değeri olarak tanımak zo-

19

Onu ABD’den olan bu katılımcıların dışında İngiliz, Kanadalı, Çinli, Fransız, Alman, Hintli, İtalyan, Latin Amerikalı, Polonyalı, Rus, İspanyol ve Suriyeli katılımcılar da yer alır.

50

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

runda olduğu” ifade edilir ve bunun bir “idealizm ya da ütopya olmadığı” vurgulanır. Söz konusu bildirgeye göre, “Hitler’in insanları imhası, herkese bizimki gibi güçlü bir dünya toplumunun insan bireyinin değerine ve refahına hizmet etmek için organize edilmesi gerektiğini, aksi takdirde kendisini yok edeceğini göstermiştir” (ALI, 1945:4). Amerikan Hukuk Kurumu’nun taslak bildirgesi salt bir temenni olarak kalmaz. Panama, bu bildirgenin San Francisco Konferansı’nda BM Şartı’nın bir parçası olmasını önerir fakat bu teklif kabul görmez.20 Öte yandan bu taslak 1946 yılında kurulan BM Genel Sekreterliği İnsan Hakları Dairesi’nin ilk müdürü olan ve Evrensel Bildirge’nin ilk taslağının yazarı John P. Humphrey’nin faydalandığı başlıca belgelerden biri olacaktır. Humphrey, anılarında “üzerinde çalıştığı metinler arasında en iyilerden birinin Amerikan Hukuk Kurumu’nun hazırladığı metin olduğunu” ve ondan “serbestçe yararlandığını” dile getirir (Humphrey, 1983:406). 18 maddeden oluşan Temel İnsan Hakları Bildirgesi’nin maddelerinin önemli bir kısmı o dönemde zaten hemen bütün demokratik ülkelerin anayasalarında yer alan klasik hak ve özgürlüklere ayrılır. Bildirge’nin getirdiği başlıca yenilik çalışma ve çalışma koşulları ile eğitim, beslenme, barınma ve sosyal güvenlik hakları gibi bazı “yeni haklar”a da yer vermiş olmasıdır. Komisyon başkanı ve aynı zamanda Amerikan Hukuk Kurumu’nun müdürü William Draper Lewis’e göre de Bildirge’yle ilgili olarak “ABD yurttaşlarının bakış açısından başlıca yenilik, daha iyi bir isim olmadığı için ‘sosyal maddeler’ olarak adlandırabileceğimiz beş maddenin (11-15. maddeler) kabulüdür” (Lewis, 1945:490). Savaş yılları boyunca uluslararası işçi hareketleri de insan hakları standartlarının geliştirilmesi yönünde çabalarını sürdürür. 1944 yılının Nisan ayında Philadelphia’da toplanan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 26. Genel Konferansı’nda 41 ülke tarafından örgütün amaçlarını ortaya koyan Uluslararası Çalışma Örgütü Hedef ve Amaçları Hakkında Philadelphia Bildirgesi kabul edilir. Beş bölümden oluşan bu kısa bildirgenin birinci bölümünde örgütün dayandığı temel ilkeler sayılır. Bu ilkeler arasında “emeğin meta olmadığı”, “ilerlemeyi sürdürebilmek için ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin temel olduğu” yer alır. İkinci bölümde, yaşanan “deneyimlerin, ILO Anayasası’ndaki ‘sürekli barışın yalnızca sosyal adalet temelinde mümkün olabileceği’ ifadesinin haklılığını bütünüyle gösterdiği” ve “tüm insanların ırk, inanç ya da cinsiyet ayrımı olmaksızın hem maddi refahını hem de manevi gelişimini özgürlük ve

20

San Francisco Konferansı’nda Panama’yı aynı zamanda Amerikan Hukuk Kurumu tarafından oluşturulan ve Temel Haklar Bildirgesi’ni kaleme alan Taslak Komitesi’nin de bir üyesi olan Dışişleri Bakanı Ricardo Alfaro temsil eder.

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

51

değer, ekonomik güvenlik ve fırsat eşitliği zemininde arama hakkına sahip olduğu” vurgulanır. Philadelphia Bildirgesi’nin üçüncü bölümü ise, sosyal hakların geniş bir şekilde yer aldığı bir haklar listesini içerir. Bu haklar arasında, “yaşam standartlarının geliştirilmesi”, “çalışanlar için asgari ücret”, “tıbbi bakım ve sosyal güvenlik”, “çalışanların yaşamı ve sağlığı için uygun korunma”, “çocuğun refahı ve annenin korunması”, “uygun beslenme, barınma, rekreasyon ve kültür olanakları”, “eğitimde eşitliğin güvence altına alınması” yer alır (ILO, 2012:5). İkinci Dünya Savaşı boyunca Musevi ve Hıristiyan (Katolik ve Protestan) dini gruplar da insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik etkili girişimlerde bulunurlar. “1943 yılında Museviler, Katolikler ve Protestanlar Bir Barış Modeli (A Pattern for Peace) adını taşıyan ve 750 bin adet basılan bir kitapçıkla barış ve insan haklarına saygı çağrısı yapar” (Morsink, 1999:1). “Aynı yılın Ocak ayında Amerikan Musevi Komitesi (American Jewish Committee, AJC) tarafından mevcut Musevi örgütler için bir çatı topluluk oluşturulur. Topluluk, ilk toplantısında ‘Dört Özgürlük ve Atlantik Şartı üzerine temellenen ve ifadesini bir uluslararası insan hakları bildirgesinde bulacak olan bir dünya düzeninin tüm bireylerin haklarının gerçekten korumasını sağlayacağına olan umudunu’ dile getirir” (Simpson, 201:193). Komite, ayrıca “1944 yılının başında saygın İngiliz hukukçu Hersch Lauterpacht tarafından yazılan Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’ni destekler. Aynı yılın sonunda, Komite bir Uluslararası Haklar Bildirgesi yayınlanması çağrısında bulunur ve bu çağrı farklı inançlardan ve ırktan 1300 saygın Amerikalı tarafından imzalanır.” Amerikan Musevi Komitesi ayrıca San Francisco Konferansı’nın toplanmasından birkaç ay önce “1945 yılının Şubat ayında yayınlanan Barış Savunucuları (Counselors of Peace) adlı kitapçıkta insan haklarının dünya örgütünün temel amacı olması gerektiğini savunur. Kitapçıkta, BM Şart’ında yer alması öngörülen insan hakları hükümlerinin uygulanmasını sağlamak amacıyla bir komisyon kurulması da talep edilir” (Korey, 1998:34). Katolik ve Protestan gruplar da savaş boyunca insan haklarının korunması istikametinde faaliyetlerini sürdürürler. Roma Katolik Kilisesi, insan haklarına yönelik Fransız Devrimi’nden beri süregelen düşmanca tavrından ve faşist rejimlere verdiği destekten 1930’lu yılların ikinci yarısında vazgeçer. Öyle ki, Moyn’a göre insan hakları kavramını ABD başkanı “Roosevelt’ten önce kullanan tek önemli dünya lideri Papa XI. Pius’dur” (Moyn, 2017:48). Papa XI. Pius 1937 yılında yayınladığı ünlü genelgesi Mit brennender Sorge’de (Derin Bir Endişeyle) insan hakları düşüncesini şöyle savunur: “Birey olarak insan, topluluğa ilişkin doğrudan Tanrı’dan aldığı ve onları reddetmeye, yok etmeye ya da göz ardı etmeye kalkacak her türlü girişimin ötesinde sürdürülmesi gere-

52

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ken haklara sahiptir” (Akt. Moyn, 2017:48). Halefi tarafından da sahiplenilen Papa XI. Pius’un genelgesinden sonra özellikle ABD’deki Katolik kişi ve grupların insan haklarına yönelik ilgisinde artış yaşanır. Bunlardan biri 1939 yılında kurulan İnsan Hakları için Katolik Birliği’dir. Bu dönemde etkili olan “Hıristiyan Ekümenik Hareketi21 de, ahlâki temelinde insan hakları olan yeni bir uluslararası düzen inşa edilmesine katılmak için kendi üyelerini seferber eder” (Normand & Zaidi, 2008:97). II. Dünya Savaşı boyunca dünya halkları da tıpkı ilk büyük savaşın ardından olduğu gibi ırkçılık ve ayrımcılığa karşı seslerini çeşitli sivil toplum kuruluşları aracılığıyla yükseltirler. Kendi kaderini tayin vaadi sömürge halklarının bir kere daha kendileri için farklı bir geleceğin hayalini kurmalarına sebep olur. Avustralya, Kanada, Güney Afrika ve Yeni Zelanda’nın yerli halkları bu süreçte ilan edilen insan hakları ilkelerinin kendileri içinde uygulanmasını talep ederler. “1942 yılında Chicago’da Gandhi’nin pasif direniş hareketinden etkilenen bir grup tarafından Irksal Eşitlik Kongresi (Congress of Racial Equality, CORE) kurulur” (Santoro, 2006:135). ABD’de ırk ayrımcılığına karşı bir başka hareket “Pearl Harbour saldırısının hemen ardından Siyahî İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik (National Association for the Advancement of Colored People, NAACP) tarafından başlatılan Çifte Zafer Kampanyası’dır (Double V Campain): Düşmanlarımıza karşı yurtdışında savaş alanında zafer ve içeride ırkçılığa karşı zafer” (Bailey & Farber, 2003:163). ABD’li akademisyenler savaş yıllarında insan hakları kampanyasına katılan bir diğer kesimdir. “ABD çapında 46 fakültede düzenlenen bir dizi bağımsız paneller sonrasında bir uluslararası insan hakları bildirgesine ihtiyaç olduğu konusunda uzlaşı sağlanır.” Ayrıca “Manley O. Hudson öncülüğünde 196 ABD’li ve Kanadalı hukukçu,

21

Resim 4: Çifte Zafer Kampanyası. (Kaynak: www.ashp.cunny.edu)

Protestan bir örgütlenme olan Hıristiyan Ekümenik Hareketi’nin en dikkat çeken isimlerinden biri Dwight Eisenhower yönetiminde dışişleri bakanlığı yapacak olan John Forter Dulles’tır. Dulles’ın savaş sırasında girişimleri insan haklarının “Hıristiyan bir kavram olarak takdim edilmesine yardımcı olmuştur.” Moyn’a göre, “birkaç yıl sonra Eisenhower’ın dışişleri bakanı olarak insan hakları şartlarının ABD’yi yasal yönden bağlamayacağını açıklamak için seçilen kişinin yine Dulles olması, onun bu dilin Hıristiyan yorumunun pekiştirilmesindeki rolünü unutturmamalıdır” (Moyn, 2017:69).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

53

akademisyen ve resmi yetkiliyle yapılan istişareler neticesinde uluslararası hukuk ve bir ‘Devletler Topluluğu Örgütü’ önerisi yayınlanır” (Normand & Zaidi, 2008:97). Söz konusu girişimin katılımcıları arasında John Foster Dulles, Hans Kelsen, Evrensel Bildirge’nin ilk taslağının yazarı John P. Humphrey, ABD Yüksek Mahkeme yargıcı ve daha sonra Nuremberg Duruşmaları’nın başsavcılığını yapacak olan Robert H. Jackson, Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Roscoe Pound ve Quincy Wright gibi alanlarında saygın isimler vardır. Bu bilim insanlarının çalışmaları sonucunda insan haklarının yeni uluslararası düzenin ahlaki ve hukuki temeli olması konusunda bir irade ortaya konur. Savaş yıllarında insan haklarının ilerletilmesi ve uluslararası düzeyde korunmasına yönelik kimi bireysel girişimler de dikkate değerdir. Bu yöndeki ilk girişimlerden biri 1941 yılında Amerikan Katolik Üniversitesi’nde Hıristiyansosyalist düşünceyi benimseyen bir akademisyen olan Wilfrid Parson’ın Uluslararası Barış İçin Katolik Birliği’ne (The Catholic Association for International Peace) sunduğu önerisidir. Dokuz maddeden oluşan teklifte din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplanma ve dilekçe hakkı, özel mülkiyet hakkı, eğitim ve ebeveyn denetimi hakkı, adil yargılanma hakkı, zalimce ve olağandışı cezaya çarptırılmama hakkı, etnik ve dinsel azınlıklar için fırsat eşitliği gibi haklar yer alır. Parson’ın taslağı Ulusal Katolik Refah Konferansı’nda değerlendirilip geliştirildikten sonra İnsan Hakları Bildirgesi olarak 1947 yılında yayınlanır. Bu bildirge de aynı zamanda Evrensel Bildirge’nin taslak yazımında değerlendirilmesi amacıyla BM İnsan Hakları Dairesi’ne sunulan bildiriler arasında yer alır (Simpson, 2001:190; Burgers, 1992:472). Bir başka bireysel girişim dönemin saygın uluslararası hukukçularından biri olan ve ailesinin neredeyse tamamını Yahudi Soykırımı’nda kaybeden Hersch Lauterpacht’tan gelir. “Amerikan Musevi Komitesi’nin talebi üzerine kaleme aldığı Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi önerisi ilk olarak 1943 yılında Grotius Society’de makale olarak yayınlanır. Sonrasında makalesini genişleterek üç bölümden oluşan bir kitap halinde yayınlayan” (Lauterpacht, 2010:253) Lauterpacht, kitabının Önsöz’ünde şöyle yazar: İkinci Dünya Savaşı boyunca “insan haklarını tahta oturtmak” defalarca savaşın ana amaçlarından biri olarak ilan edildi. Dünyaya, özü insan haklarını inkâra dayanan ve yerine devletin her şeye kadirliğini koyan bir güç tarafından ve medeniyetin dayandığı manevi mirası yaşamsal bir tehlikeye sokan büyük bir itiraz dayatıldı. Bu olgu, bir uluslararası bildirgenin ve insan haklarının korunmasının her rasyonel dünya düzeni tasarısının içkin bir parçası olması gerektiği inancını kuvvetlendirdi (Lauterpacht, 2013:xxvii).

Lauterpacht’ın kitabının ilk bölümü, doğal hakların tarihsel ve kavramsal gelişimine, ikinci bölümü ise, bir önsöz ve yirmi maddeden oluşan bir taslak

54

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

uluslararası insan hakları bildirgesine ayrılır. Lauterpacht’ın haklar bildirgesi de dönemin diğer pek çok taslak bildirgesinde olduğu gibi sadece geleneksel sivil ve siyasal hakları değil ekonomik, sosyal ve kültürel hakları da barındırır. Haklar bildirgesinin yürürlüğüne ilişkin son bölümde Lauterpacht, “evrensel yargılama yetkisine sahip bir uluslararası mahkeme yerine, bu hakların her ulusun anayasası ve hukukunda doğrudan yer almasını ve oluşturulacak bir uluslararası izleme organıyla devletlerin uygulamalarının denetlenmesini önerir” (Normand & Zaidi, 2008:99). Savaşın sonlarına doğru bir başka dikkate değer girişim Fransız sosyolog Georges Gurvitch tarafından yapılır. Gurvitch 1944 yılında kendi Sosyal Haklar Bildirgesi’ni (La Declaration des droit sociaux) yayınlar. “Özgürlük ve insanın değeri”ne vurgu yaptığı bu bildirgeyle Gurvitch, Fransa’da üretici ve tüketici birlikleri üzerinden sosyalizme hukuksal bir geçiş için bir proje geliştirmeyi amaçlar. Üreticilerin sosyal hakları arasında her sağlıklı erkek ve kadının kendi yeteneği ve eğitimine göre çalışması ile insanın onuruna yaraşır koşullarda yaşamayı güvence altına alacak ücret hakkı, çalışanların şirketin, endüstrinin ve bütün bir ekonominin yönetimine ve denetimine eşit olarak katılma ve kârdan eşit pay alma hakları, boş zaman ve emeklilik hakkı ile sendika kurma ve grev hakları yer alır. Tüketicilerin hakları arasında ise, insan onuruna yaraşır koşullarda geçimini sürdürme, yoksulluk nedeniyle boyunduruk altında olmama, ulusal ekonominin ürünlerinin bölüşümüne katılma, kişileri tehdit ve korkudan bağımsız kılacak müstakil bir sigorta sistemi tarafından güvence altına alınmış ekonomik güvenlik hakkı gibi haklar yer alır (Monteiro, 2014:213; Hunt, 2009:137). Savaş yıllarındaki bireysel girişimlere son bir örnek ünlü Fransız teolog ve düşünür Jacques Maritain’inkidir. Yeni-Thomasçılığın ve Hıristiyan personalizminin yirminci yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olan Maritain, düşünceleriyle Roma Katolik Kilisesi’ni derinden etkilemiştir. Onun, Katolisizm ile insan haklarını doğal hukuk üzerinden bağdaştırma çabaları Roma Kilisesi’nin insan hakları söylemini benimsemesinde büyük rol oynamıştır. “Fikirleriyle Avrupa ve Latin Amerika’daki Hıristiyan demokrat partilerin temel esin kaynağı olan” (Caciagli, 2013:190) Maritain’in insan hakları yaklaşımı, liberalizmin özgürlükçülüğü ile sosyalizmin sosyal haklar vurgusunu Hıristiyan inancıyla bağdaştırma çabası şeklinde özetlenebilir. Maritain, 1944 yılında yayınladığı haklar bildirgesini üç ana başlık altında toplar. Bunlar, (1) Bizatihi Kişinin Hakları, (2) Yurttaş [olarak] Kişinin Hakları, (3) Toplumsal [bir varlık olarak] Kişinin ve Özellikle Çalışan Kişinin Hakları (Maritain, 1944:60-61). Maritain ayrıca UNESCO tarafından 1947 yılında organize edilen ve Evrensel Bildirge’nin taslak yazımıyla eş zamanlı yürütülen “İnsan Haklarının Felsefi

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

55

Temellerine İlişkin UNESCO Komitesi”nin de önde gelen bir üyesi olacaktır. Bu komitenin çalışmaları ileride ilgili bölümde daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.

1.4 San Francisco Konferansı ve Birleşmiş Milletler Şartı’nda İnsan Hakları “25 Nisan - 26 Haziran 1945 tarihleri arasında 50 ülkenin delegeleri Nazizmi yenilgiye uğratan Üç Büyükler’in (ABD, İngiltere, SSCB) liderliğinde Dumbarton Oaks Müzakereleri’nde getirilen önerileri gözden geçirip tartışmak ve daimi bir barış örgütü olarak Birleşmiş Milletler’i kurmak amacıyla biraraya gelir” (Sen, 1991:327). San Francisco Konferansı “850 delegenin, 2600 medya mensubunun, yeni oluşturulan BM Sekreteryasının 1000 çalışanının, 120 tercümanın, 37 dışişleri bakanının ve 5 başbakanın katılımıyla” (Moore & Pubantz, 2017:52) o zamana kadar düzenlenmiş en geniş kapsamlı uluslararası konferanstır. Bu konferansta kabul edilen Birleşmiş Milletler Şartı’nın, evrensellik iddiasında olan ilk uluslararası örgüt olan Milletler Cemiyeti Misakı’ndan en önemli farklarından biri şüphesiz insan haklarına yaptığı güçlü vurgudur. MC Misakı, dini ya da etnik azınlıkların, kadınlar ve çocuklar ile yerlilerin korunmasını ilişkin kimi düzenlemeler yapmış olsa da insan hakları Misak’ta son derece tali bir konu olarak kalmıştır. MC Misakı’nın aksine dünya çapında barış, istikrar ve güvenliğin egemen kılınması amacını insan haklarıyla ilişkilendiren BM Şartı, ayrıca insan haklarının ilerletilmesi için açıkça ve ilk defa bir kurumun, yani bir insan hakları komisyonunun kurulmasını öngörür. Bu açılardan BM Şartı bir ilk olma özelliğini taşır. İnsan haklarının BM Şartı’nda kapsamlı bir şekilde yer alabilmesinde sivil toplum kuruluşlarının çabalarının çok önemli payı vardır. Öyle ki, Evrensel Bildirge’nin ilk taslağının yazarı Humphrey’ye göre “Amerikan sivil toplum temsilcilerinin çabaları olmasaydı insan hakları Şart’ta sadece kısa bir atıfla geçiştirilmiş olacaktı” (Humphrey, 1967:39). Gene Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinde önemli bir rol oynayan ve Konferans’ın katılımcılarından olan Lübnan’lı Charles Malik’e göre de “San Francisco Konferansı’nda ABD delegasyonu üzerinde insan haklarına ilişkin hükümlerin BM Şartı’nda yer almasına yönelik –başta Kiliselerin temsilcileri olmak üzere çoğunluğu bu ülkedeki STK’lardan- sürekli bir baskı vardı.” Ona göre “ABD delegasyonunun insan hakları savunuculuğunun liderliğini üstlenmesi doğaldı. Bunun nedeni sadece Başkan Roosevelt’in meşhur Dört Özgürlük ilkesi değil, ama aynı zamanda bu büyük cumhuriyetin bütün bir manevi ve ahlâki temelleriydi” (Malik, 2000:96). San Francisco Konferansı’na katılan STK’lar, kendilerinin davet edilmediği Dumbarton Oaks Konferansı’nın yarattığı hayal kırıklığına rağmen savaş

56

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

sonrası kurulması planlanan yeni dünya düzeninin eşitlik ve insan haklarına saygı temelinde hayata geçebileceğine dair inançlarını kaybetmezler. Diğer yandan Wilson’ın başarısız Milletler Cemiyeti deneyiminden sonra Başkan Roosevelt ve Dışişleri Bakanlığı ABD kamuoyunun desteğini alarak izolasyoncu dış politikayı savunanlar üzerinde baskı oluşturabilmek ve insan haklarının BM Şartı’nda yer almasını sağlamak için STK’ların konferansa güçlü bir tarzda katılımını sağlamak isterler. Ancak San Francisco Konferansı’nın toplanmasından birkaç hafta önce savaş boyunca insan haklarının gündemde tutulması için çaba sarfeden Başkan Roosevelt’in hayatını kaybetmesi nedeniyle insan hakları savunucusu STK’lar önemli bir desteğini yitirir. Bir yandan İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin BM Şartı’nda insan haklarına yer verilmemesi yönündeki katı tutumları devam ederken, diğer yandan ABD delegasyonu ve Dışişleri Bakanlığı içindeki farklılıklar da keskinleşmeye başlar. Gelişmelerin insan haklarının uluslararası düzeyde korunması çabalarının aleyhine seyrettiğini fark eden sivil toplum temsilcileri “Dışişleri Bakanı Stettinius’a insan hakları konusunda liderlik yapması için baskı kurar. Onlara göre bu liderlik başlıca şu üç alanda olmalıdır: (1) İnsan hakları BM’nin amacı olarak tanımlanmalı, (2) BM üyesi tüm devletlerin insan haklarını garanti altına alma yükümlülüğünü benimsenmesi sağlanmalı ve (3) Şart’ta bir insan hakları komisyonunun kurulacağı net olarak yer almalıdır.” Sivil toplum temsilcileri ayrıca, “gerekli çabaların sergilenmemesi durumunda kurulması planlanan dünya örgütüne yönelik ABD kamuoyu desteğinin yitirileceği ve hatta Şart’ın Kongre’de onaylanmasının tehlikeye düşeceği uyarısında bulunurlar (Korey, 1998:36). ABD yönetimi savaş sonrası uluslararası insan hakları sistemini şekillendirmek için bir kez daha Barış Örgütü Çalışmaları Komisyonu’na (CSOP) başvurur” (Mitoma, 2013:34). Dumbarton Oaks Konferansı ile San Francisco Konferansı arasındaki kısa zaman diliminde CSOP ve diğer STK’ların22 yönlendirmesiyle “Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD delegasyonuna Şart’ın yazılması sürecinde –ekonomik, kültürel, eğitim ve insan hakları konularında- yarı resmi danışmanlık yapmaları için 42 ulusal sivil toplum örgütü davet edilir.” Korey’e göre “bu danışmanlardan özellikle dördü, CSOP’dan J. T. Shotwell ve C. Eichelberger, Dünya Kiliseler Konseyi’nden O. F. Nolde23 ve Amerikan Musevi

22

23

Bu STK’lar arasında başlıcaları şunlardır: Amerikan Barolar Birliği (American Bar Association, ABA), Amerikan Hukuk Kurumu (American Law Institute), Sanayi Kuruluşları Kongresi (Congress of Industrial Organizations), Brookings Entitüsü (Brookings Institution), Amerikan Çiftçi Federasyonu (American Farm Bureau Federation), NAACP ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace) (Lauren, 2011:171). Charles Malik’e göre, “Nolde, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü düzenleyen 18. maddesinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır” (Malik, 2000:xi).

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

57

Komitesi’nden J. Proskauer insan hakları konusunda kritik rol oynamıştır” (Korey, 1998:33). Aralarında Amerikan İşçi Federasyonu, Federal Kiliseler Konseyi, Amerikan Yahudi Kongresi, NAACP, Amerikan Üniversiteli Kadınlar Birliği, Amerikan Barolar Birliği gibi önde gelen STK’ların temsilcilerinin de yer aldığı bu danışmanlar Lauren’e göre, “yaşamlarının önemli bir kısmını siyasal, toplumsal ya da dini aktivistler olarak geçirmişlerdi. Onlar, öyle uysalca oturup, salt seyirci kalabilecek ya da ABD hükümetinin kamusal imajı için birer vitrin dekoru olabilecek insanlar değildiler” (Lauren, 2011:179). İnsan haklarının Şart’ın temel bir unsuru olması konusunda ısrarcı olan bu danışmanlar ayrıca “diğer yüzlerce sivil toplum örgütü ve küçük devletlerin temsilcileri ile ABD delegasyonu arasındaki iletişimi sağlama konusunda merkezi bir rol oynarlar” (Normand & Zaidi, 2008:129). San Francisco Konferansı’nda ABD delegasyonuna yarı-resmi danışmanlık yapmak için çağrılan STK’dan biri de Siyahî İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik’tir (NAACP). “Konferansı’nın hemen öncesinde yayınladığı ‘San Francisco Konferansı Siyahlar için Ne Anlam İfade Ediyor?’ ve ‘San Francisco Konferansı ve Koloni Meselesi’ başlığını taşıyan iki kitapçıkta Birlik, ırk eşitliği ve sömürgecilik sorunları için etkin bir uluslararası örgütün önemini vurgular” (Henry & Trash, 1996:62). NAACP yönetim kurulu ayrıca “Başkan Roosevelt’e, ABD’nin sömürgeciliğin sürdürülmesi taraftarı olmayacağını açıkça ortaya koyması yönünde baskı yapar ve Konferans’ta ‘nitelikli siyahların’ temsilci olarak yer almasını talep eder. Resmi danışmanlık talebi kabul edilen Birlik, Siyahî Kadınlar Ulusal Konseyi (National Council of Negro Women) ile birlikte Konferans’a katılır” (Berg, 2007:81). W.E.B. Du Bois tarafından temsil edilen Amerika’daki siyahların bu en eski ve en büyük sivil haklar örgütü, Konferans’ta ırk ayrımcılığı ve koloniciliğe son verilmesi için çaba sarfeder.24 San Francisco Konferansı’na katılan bir diğer siyah hakları aktivisti “1944 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’na koloniler meselesinde danışmanlık yapması için atanan Ralph Bunche’tır.25 Konferans’ta ABD delegasyonuna danışmanlık yapanlar arasında yer alan Bunche, Şart’ta vesayet sistemiyle ilgili maddelerin şekillenmesinde etkin bir rol oynar” (Henry & Trash, 1996:62). “ABD delegasyonu Konferans’ta ayrıca ‘ırk, dil, din ve cinsiyet temelinde ayrımcılığın yasaklanması’na dair bir değişiklik önerisi sunar ancak ‘ilgili devletlerin iç hukuk

Ancak kısa süre sonra ABD’nin koloni meselesinde Avrupalı müttefikleriyle ters düşme niyetinde olmadığı anlaşılır. ABD, tüm koloniler için bağımsızlık yerine hâlihazırda uluslararası manda yönetimi altında olan koloniler için BM vesayet rejimi talebinde bulunur. 25 Siyaset bilimci, akademisyen ve diplomat olan Bunche, 1949 yılında Filistin’de Araplar ile Yahudiler arasında yaşanan çatışmadaki arabulucuğu nedeniyle 1950 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülür. 24

58

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

düzeniyle ilgili konularda’ herhangi bir müdahalesini ise, önerisinde öngörmez. Şart’ta devletlerin egemenlik haklarına yapılan böylesi bir vurgu STK’ların temsilcilerinde hayal kırıklığı yaratır” (Normand & Zaidi, 2008:162). Normand ve Zaidi’ye göre konferansa katılan STK’lar arasında Musevi ve Hıristiyan kuruluşları en örgütlü, en iyi finanse edilmiş ve sözünü esirgemeyen grubu oluşturur. Bu kuruluşların odak noktasını insan hakları ve dini haklar kadar eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığı oluşturur. Bu dini gruplar arasında 40 ülkeyi temsilen Dünya Yahudi Kongresi Karma Komisyonu, Amerikan Yahudi Konferansı, Britanya Yahudileri Delegeleri Kurulu ile Federal Kiliseler Konseyi, Amerika Sinagog Konseyi ve Ulusal Katolik Refah Konseyi başı çeker. Bu gruplar BM çatısı altında kurulması öngörülen Ekonomik ve Sosyal Konsey’e bağlı, insan hakları konusunda uzmanlaşmış ve uluslararası haklar bildirgesinin oluşturulmasından sorumlu bir özel komisyonun oluşturulmasını desteklerler” (Normand & Zaidi, 2008:127; Lauren, 2011:172). San Francisco Konferansı’nda uluslararası kadın örgütlerinin temsilcilerine resmi veya danışma statüsünde yer verilmez. Ancak kadınlar bazı ülkelerin delagasyonlarında ya delege olarak ya da delege yardımcıları ve danışmanlar olarak yer alırlar. Stienstra’ya göre, bu kadınların bazıları kendi ülkelerindeki feminist aktivistlerdir. Bunlardan özellikle üçü, Brezilya’dan Kadınlar Federasyonu başkanı Bertha Lutz, Avustralyalı Kadınların Şartı Konferansı genel başkanı ve Avustralya kadın hareketinin lider isimlerinden Jessie Street, Amerikalılararası Kadının Statüsüne Dair Komisyon’un başkanı (1944-49) Minerva Bernardino26 dikkat çeker. Bu kadınlar BM Şartı’nın Önsöz’ünde ve maddelerinde cinsiyet eşitliğine dair hükümlerin şekillenmesine katkı sağlarlar (Stienstra, 1994:78). Korey, “insan hakları hükümlerinin BM Şartı’nda geniş bir şekilde yer almasını ABD’deki STK’lara borçlu olduğumuzu” (Korey, 1998:30) haklı olarak yazsa da San Francisco Konferansı’na katılan bazı “küçük” devletlerin lobi faaliyetleri ve büyük güçler üzerinde oluşturdukları baskılar göz ardı edilmemelidir. 20 devletle Konferans’ın en kalabalık grubunu oluşturan ve insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına ilişkin çabalarına daha önce de değinilen Latin Amerikalılar, bu devletlerin başında gelir. “Öncelikli hedefleri insan haklarının geliştirilmesi olan ve önde gelen hukukçulardan oluşan Latin Ameri-

26

Minerva Bernardino San Francisco Konferansı’nın hemen öncesinde “1944 yılında düzenlenen Chapultepec Konferansı’na katılan iki kadın delegeden biridir ve bu konferansta da kadın haklarının kararlı bir savunucusu olmuştur” (Lauren, 2011:168). Bernardino, ayrıca San Francisco Konferansı’ndan yaklaşık bir yıl sonra kurulan BM Kadının Statüsü Komisyonu’nun kuruluşunda da yer alır ve Evrensel Bildirge’nin taslak yazımında aktif rol oynar.

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

59

kalı delegasyonlar, barış ve güvenliğin sadece insan haklarının korunması temelinde mümkün olabileceğini ve bu hakların yalnızca klasik sivil ve siyasal hakları değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal hakları da içermesi gerektiğini savunurlar” (Normand & Zaidi, 2008:128). Savaş sırasında Müttefikler arasında yer almalarına rağmen Dumbarton Oaks Konferansı’nda davet edilmeyen Yeni Zelanda, Hindistan, Kanada, Avustralya ve Güney Afrika gibi ülkeler de STK’lar gibi hayal kırıklığı yaşarlar. Hindistan, Dumbarton Oaks’ta “kendi kaderini tayin ve ırksal eşitlik haklarının görmezden gelinmesini protesto ederken, Avustralya ve Yeni Zelanda temsilcileri San Francisco Konferansı öncesinde, 1944 yılının Kasım ayında BM’de küçük devletler ile Genel Kurul’un daha önemli bir rol oynaması konusunda müşterek bir pozisyon belirleyebilmek için biraraya gelirler” (Lauren, 2011:167). “Guatemala ve Paraguay (Mısır ve Meksika’yla birlikte) insan hakları konusunun Birleşmiş Milletler’in asli amaçlarından biri olmasını talep ederken, Brezilya, Dominik Cumhuriyeti ve Meksika ‘ırk, cinsiyet ve inanç ayrımı olmaksızın insan hakları ve temel özgürlüklere saygı’ ilkesinin gerekliliğini savunur. Bolivya, Küba, Panama ve Meksika BM Şartı’nın bir insan hakları bildirgesini de içermesi yönünde gayret gösterir. Şili ise, insan haklarının ulusal egemenlik ilkesinin üzerinde konumlanması gerektiğini ilan eder. Hindistan, Yeni Zelanda, Norveç, Lübnan ve Küba gibi ülkeler ise BM Şartı’nın Önsöz’ünde insan haklarına doğrudan atıf yapılması gerektiğini savunurlar” (James, 2007:119-120). Hindistan delegesi Ramaswami Mudaliar, uluslararası ilişkilerde realist politikayı savunanları eleştirdiği konuşmasında şunları söyler: Bizlerden gerçekçi olmamız isteniyor ama sadece tek büyük gerçeklik vardır. Tüm dinlerin öğrettiği ve hepimiz tarafından hatırlanması gereken tek temel unsur, tek sonsuz gerçeklik insanların değeri, herkesin temel insan haklarıdır. Bu hakları insanlar arasında ayırabilecek ne bir sınır ne bir soy ne renk ne de inanç vardır. Herkesin bu temel insan hakları dünyanın her yanında tanınmalı ve erkeklerle kadınlar her alanda eşit muamele görmelidirler (Akt. Lauren, 2011:176).

Öte yandan San Francisco Konferansı müzakereleri sürerken Life Dergisi’nin 7 Mayıs 1945 tarihinde yayınlanan nüshası tüm delegeler üzerinde infial yaratır. Dergi, bu sayısında aslında uzun zamandır haberdar olunan Nazi barbarlığının en somut pratiğinin, yani toplama kamplarının kanıtı olan bazı fotoğrafları “Gaddarlık” (Atrocities) başlığı altında yayınlar. Yüzlerce cesedin ve bir deri bir kemik kalmış sivillerin fotoğrafları insan haklarını BM Şartı’nda ekonomik ve sosyal işbirliğine hapsederek geçiştirmek isteyen Büyük Güçler’in delegasyonları üzerinde şok etkisi yaratır. Glendon’a göre bu ifşaat “ABD’nin bir

60

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

insan hakları komisyonu oluşturulması fikrine gösterdiği kayıtsızlığın son bulmasına yol açar” (Glendon, 2003:29).

Resim 5: Life Dergisi’nin 7 Mayıs 1945 tarihli nüshası. (Kaynak: www.artmuseum.princeton.edu)

San Francisco Konferansı’nın katılımcılarından biri olan ve ardından Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde önemli roller üstlenen Lübnan’lı Charles Malik, “kendisi de dâhil olmak üzere Konferansa katılanların önemli bir kısmının BM Şartı’nda insan haklarının kesin terimlerle detaylandırılması konusunda baskı kurduğunu” söyler. Fakat o, aynı zamanda “kendilerine bu meselede ısrarcı olunursa Konferans’ın birkaç hafta daha uzayacağı yönünde telkinde bulunulduğunu, kendilerinin de bu nedenle insan hakları komisyonundan [Şart’ta] isim olarak bahsedilmesi ve diğer ayrıntıların tamamlanması işini komisyonun üstlenmesi önerisini kabul ettiklerini” dile getirir (Malik, 2000:92). Sonuçta savaş artık sona yaklaşırken insan haklarının ilerletilmesine yönelik gerek bazı hükümetler gerekse STK’lar tarafından yürütülen bu girişimler savaş sırasında verilen sözleri hatırlatmakla kalmaz aynı zamanda insan haklarını, kurulması planlanan Birleşmiş Milletler örgütünün temel bir ilkesi kılarak onu barış, istikrar ve güvenlik fikrinin merkezine yerleştirir. * BM Şartı pek çok açıdan büyük güçler tarafından Dumbarton Oaks’da kararlaştırılan öneriler istikametinde oluşturulur. Barış ve güvenliğin korunma-

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

61

sından sorumlu ve veto hakkına sahip güçlü bir Güvenlik Konseyi, ortak sorunlar konusunda her ulusun eşit oy hakkına sahip bir Genel Kurul, Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK) ile devletler arasındaki sorunlarla ilgilenmek üzere bir Uluslararası Adalet Divanı Dumbarton Oaks’ta getirilen başlıca önerilerdir. BM Şartı’nın Dumbarton Oaks’tan en temel farklılığı, insan haklarına yapılan vurgudur. BM Şartı’nda insan haklarına yedi farklı yerde değinilir. Ancak Evrensel Bildirge’nin aksine Şart’ın taslak yazımcıları insan haklarının kaynağına ya da doğasına ilişkin (vazgeçilmez, doğuştan sahip olunan vb.) herhangi bir göndermede bulunmaz. İnsan hakları belgede daha çok ayrımcılık yasağı bağlamında menfi bir tarzda ele alınır.27 Şart’ta insan haklarına yapılan atıflardan ilki Önsöz’de yer alır. Buna göre: BİZ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HALKLARI: Bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunamaz acılar yaşatan savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişisinin onur ve değerine, kadınlarla erkeklerin, büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine (…) olan inancımızı yeniden ilan etmeye (…) ve daha geniş bir özgürlük içinde daha iyi yaşam koşulları sağlamaya, sosyal bakımdan ilerlemeyi kolaylaştırmaya (…) karar verdik.28

Örgütün amaçlarının saptandığı BM Şartı’ın birinci maddesi önemlidir. Nitekim söz konusu maddenin üçüncü fıkrasında BM’nin amaçlarından birisinin “Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının ilerletilip, teşvik edilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak (…)” olduğu dile getirilir. Öte yandan Şart’ta insan haklarına yapılan bu vurgudan tatmin olmayan Charles Malik, birinci maddenin “barış ve güvenliğin korunması meselesini insan haklarına öncelendiğini oysaki insan hakları ihlallerinin savaşın ana nedenlerinden biri olduğuna” dik-

Dumbarton Oaks Konferansı’nın aksine BM Şartı’nda ırksal eşitlik konusuna özellikle vurgu yapılmasında küçük devletlerin önemli bir payı vardır. “Konferansın açılış konuşmalarında Hindistan, Haiti ve Uruguay temsilcileri savaş sırasında pek çok insanın mağdur olmasına ve hatta ölmesine yol açan ırksal üstünlük öğretisinin karşısında ırksal eşitlik ilkesinin ilerletilmesine özellikle vurgu yaparlar. Irak, ırk ayrımcılığının bir Nazi felsefesi olduğunu ve uluslararası ilişkilerden sonsuza kadar atılmasını gerektiğini savunurken, Filipinler temsilcisi Carlos Romulo, İkinci Dünya Savaşı’nda pek çok farklı ırkın birlikte savaştığını delegelere hatırlatır” (Henry & Trash, 1996:61). 28 BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Önsöz’ü ile BM Şartı’nın Önsöz’ü arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Evrensel Bildirge Önsöz’ünde, “Birleşmiş Milletler halkları, Birleşmiş Milletler Şartı’nda, temel insan haklarına, kişinin onuruna ve değerine, erkekler ile kadınların hak eşitliğine olan inançlarını teyit ettiklerini ve daha geniş özgürlük içinde toplumsal gelişme ve daha iyi bir yaşam düzeyini sağlamaya kararlı olduklarını ilan eder.” BM Şartı’nın Önsöz’ünde “daha iyi yaşam koşulları sağlama ve sosyal bakımdan ilerleme”ye yapılan vurgu sosyal hakların tanınması ve ilerletilmesi açısından da önem taşır. 27

62

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kat çeker. Dolayısıyla, ona göre “BM’nin ilk amacı olan uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için öncelikle insan haklarının uygulanmasının güvence altına alınması gerekir” (Malik, 2000:91). İnsan hakları, Şart’ın 13. maddesinde bu defa BM Genel Kurulu’nun amaçları arasında kendisine yer bulur. Buna göre Genel Kurul, “Ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda, eğitim ve sağlık alanlarında uluslararası işbirliğini geliştirmek ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan hakları ile temel özgürlüklerden yararlanmasını kolaylaştırmak için araştırmalar yapılmasına önayak olur ve bu amaçla tavsiyelerde bulunur.” Lauren’e göre “BM Şartı, Genel Kurul’u Büyük güçlerin başlangıçta tasarladıklarından daha fazla yetkilendirmiştir.” Bu yetkiler arasında insan hakları alanı da vardır. Lauren, 13. maddede Genel Kurul’un görev ve yetkileri arasında sayılan “herkesin insan hakları ile temel özgürlüklerden yararlanmasını kolaylaştırmak için araştırmalar yapılmasına önayak olma ve bu amaçla tavsiyelerde bulunma” hükmünü Genel Kurul’un görev ve yetkilerini düzenleyen bir diğer madde olan 10. madde ile birlikte okur. Bu maddede Genel Kurul insan hakları da dâhil olmak üzere “bu Şart kapsamına giren (…) sorun ya da işler konusunda BM üyelerine veya Güvenlik Konseyi’ne veya hem örgüt üyelerine hem de Güvenlik Konseyi’ne tavsiyelerde bulunabileceği” ifade edilir. Dolayısıyla kararları her ne kadar hukuken bağlayıcı olmasa da Genel Kurul, insan hakları sorunlarını bir bütün olarak BM gündemine taşıyabilecektir (Lauren, 2011:185). BM Şartı, ekonomik ve sosyal hakları geniş bir yelpazede ele almasıyla da dikkat çeker. Konferansın katılımcısı Yeni Zelanda Başbakanı “Peter Fraser’a göre, ‘Dumbarton Oaks önerilerinin hiçbir bölümü ekonomik ve sosyal konularda uluslararası işbirliğiyle ilgili kısımda olduğu kadar iyi istikamette kapsamlı bir değişikliğe uğramamıştır” (Akt. Lauren, 2011:185). Johnson’a göre “ABD delegasyonu Şart’ta belli bazı ekonomik haklara özellikle de çalışma hakkı ile tam istihdam hakkına atıf yapılması konusunda Dumbarton Oaks’tan daha fazla baskı altında kalmıştır” (Johnson, 1987:26). Baskılara daha fazla direnemeyen ABD, kendisini ekonomik haklar alanında yükümlülükler altına sokabilecek hükümler içermeyecek bir tarzda olmak koşuluyla tam istihdam hakkına Şart’ta yer verilmesine razı olur. Söz konusu hak Şart’ın 55. maddesinde kendine yer bulur. Küresel barış ve istikrar ile genel olarak insan hakları özelde de herkesin iyi yaşam standartlarına sahip olması fikri arasında güçlü bir ilginin kurulduğu BM Şartı’nda bu hedefe ulaşmak için Ekonomik ve Sosyal Konsey yetkilendirilir. Uluslararası Ekonomik ve Sosyal İşbirliği başlığı altında yer alan 55. maddeye göre,

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

63

Uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş barışçı ve dostça ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak üzere Birleşmiş Milletler: (a) Yaşam düzeylerinin yükseltilmesini, tam istihdamı, ekonomik ve sosyal alanlarda ilerleme ve gelişme koşullarını, (b) Ekonomik, sosyal alanlarla sağlık alanındaki uluslararası sorunların ve bunlara bağlı başka sorunların çözümünü, kültür ve eğitim alanlarında uluslararası işbirliğini ve (c) Irk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin bir şekilde saygı gösterilmesini ve uyulmasını kolaylaştıracaktır.

BM Şartı’nın 55. maddesi sadece insan haklarının ekonomik ve sosyal boyutuna yaptığı vurgu bakımından değerli değildir. Bu madde aynı zamanda insan haklarının yaşama geçirilebilmesi açısından da önceki maddelerden daha bağlayıcı bir dil kullanır. Maddenin son fıkrasında sadece insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının “ilerletilmesi” (promotion) ve “teşvik edilmesi” (encouragement) gibi muğlâk terimlerle yetinilmez. Ayrıca insan haklarının “uygulanması”ndan da (observance) bahsedilir.29 Dolayısıyla bu maddeye istinaden imzacı devletler, insan haklarını gerçekleştirmek ve ona uyulmasını sağlamakla yükümlü kılınır. Şart’ın 62. maddesinde Ekonomik ve Sosyal Konsey’in görev ve yetkileri arasında “herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine etkin bir biçimde saygı gösterilmesini ve uyulmasını (observance) sağlamak üzere tavsiyelerde bulunmak” yer alır. 68. maddede ise, Konseyin “ekonomik ve sosyal konularda ve insan haklarının ilerletilmesi için komisyonlar ile görevlerini yerine getirmesine yarayacak başka komisyonlar kurabileceği” belirtilir. Bu madde oldukça önemlidir zira Evrensel Bildirge’nin yazımını üstlecek olan İnsan Hakları Komisyonu bu hükme dayanarak kurulabilmiş ve çalışmalarına konferanstan kısa süre sonra başlayabilmiştir. “BM’nin beş ana organı (Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, EKOSOK, Vesayet Konseyi, Sekreterya) ve Askeri Kurmay Konseyi dışında insan hakları komisyonu Şart’ta doğrudan ismi anılarak kurulması öngörülen tek organ ve komisyondur. Bu nedenle söz konusu komisyon emsalsiz bir yasal pozisyona sahiptir” (Malik, 2000:114). Konsey, ayrıca aynı maddenin 3. ve 4. fıkralarında “yetki alanına giren sorunlara ilişkin sözleşme tasarıları hazırlamak” ve “yetki alanına giren sorunlara ilişkin uluslararası konferanslar

29

BM Şartı’nın 55. maddesinin 3. fıkrasında yer alan “observence” (uygulanma) kelimesi TBMM tarafından 15/8/1945 tarihinde onaylanan ve 24 Ağustos 1945 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan “Sanfransisko’da 26 Haziran 1945 tarihinde yapılmış ve imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Anlaşması ile Milletlerarası Adalet Divanı Statüsünün onaylanması hakkında kanun”da (4801 Sayılı Kanun) yer almamaktadır. Aynı eksiklik ya da hata daha güncel pek çok çeviride de mevcuttur.

64

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

düzenlemekle” de yetkilendirilir. Ancak Şart’ta, bir uluslararası insan hakları belgesinin yazımı konusuna değinilmez. BM Şartı’nın 76. maddesinde ise, insan haklarının vesayet rejimi altında bulunan ülkelere de uygulanmasına dair hükme yer verilir. Buna göre vesayet rejiminin temel hedeflerinden biri (c) fıkrasında “Irk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygı gösterilmesini teşvik etmek (…)” olarak saptanır. Böylece MC tarafından kurulan manda sistemi BM Şartı’nın ilgili bölümlerinde yer alan bir vesayet rejimi tarafından yenilenir. Lauren’e göre “yerli halkların haklarını genişletmeyi hedefleyen Uluslararası Vesayet Sistemi’nin bu hükümleri bütün sömürgelere uygulanmaz. Sömürge imparatorlukları, bu hükmün sadece MC’nin eski mandalarına ve düşman devletlerden kopartılan bölgelere uygulanması konusunda ısrarcı olurlar ve Vesayet Konseyi’nin gücünü sınırlamak isterler” (Lauren, 2011:187). BM Şartı, kendi kaderini tayin konusunu ise, bir hak olarak değil ilke olarak düzenler ve “sadece vesayet rejimi altındaki ülke halklarının kendi kendini idare kabiliyetine veya bağımsızlığa doğru tedrici gelişimlerini kolaylaştırmaya yönelik sömürgeci devletlere oldukça belirsiz sorumluluklar yükler” (Taşdemir & Özer, 2017:19). Ancak gene de BM Şartı’nda Dumbarton Oaks Müzakereleri’nin aksine halkların kendi kaderini tayin ilkesine daha kapsamlı bir tarzda yer verilir. Şart’ın 1. maddesinin 2. fıkrasına göre “(…) Uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için uygun önlemlerin alınması (…)” gerekliliği vurgulanırken, 55. maddede, “uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş barışçı ve dostça ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak (…)” örgütün amaçlarından biri olarak saptanır. Şart’ın XI. ve XII. bölümlerinde de kendi kaderini tayin ilkesine dolaylı olarak atıfta bulunulur. Örneğin, 73. maddeye göre “Halkların kendilerini henüz tam olarak yönetemediği bölgelerin yönetilmesinden sorumlu olan ya da bu sorumluluğu yüklenen BM üyeleri, bu bölgelerde yaşayanların çıkarlarının her şeyden önce geldiği ilkesini kabul ederler.” Şart’ın 76. maddesinde vesayet rejiminin temel hedefleri arasında “Vesayet altındaki bölgelerde yaşayan insanların siyasal, ekonomik ve sosyal bakımdan ilerlemelerini ve eğitim alanında gelişmelerini kolaylaştırmak, her bölge ve halkına özgü koşulları ilgili halkların özgürce dile getirdiği özlemleri ve her vesayet anlaşmasında öngörülebilecek hükümleri de gözönünde tutarak, bu bölgeler halklarının kendi kendilerini yönetmelerini ya da bağımsızlığa doğru giderek gelişmelerini kolaylaştırmak” yer alır.

Paris Barış Konferansı’ndan San Francısco Konferansı’na

65

BM Şartı’nda insan haklarının uluslararası düzeyde korunması konusunda birbiriyle çelişen iki madde vardır. Bunlardan ilki, Şart’ın 2. maddesinin 7. fıkrasında yer alan ve devletlerin egemenlik haklarına vurgu yapan hükümdür. Bu fıkraya göre, “İşbu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler’e herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları işbu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz (…)” Moyn’un “egemenliğe yazılan çarpıcı zafer şarkısı” (Moyn, 2017:156) olarak nitelendirdiği Şart’ın bu maddesi, sonraki süreçte devletlerin egemenlik haklarını insan haklarının uluslararası düzeyde korunması aleyhine savunanların başvurduğu temel hüküm olacaktır. Şart’ın 55. maddesine göre ise, BM üyesi tüm devletler, “(…) barışçı ve dostane ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak için (…) ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin bir şekilde saygı gösterilmesini kolaylaştıracaktır.” BM Şartı, bu hükümle üye devletleri kendi egemenlik alanlarında insan haklarını korumak ve güvence altına almakla yükümlü kılmakta ve insan haklarını her bir üye devletin iç yargı yetkisine ilişkin bir mesele olmanın ötesine taşımaktadır. Şart’ın bu maddesi ise, insan haklarının uluslararası korunmasını devletlerin egemenlik hakları aleyhine genişletilmesini savunanlarca başlıca dayanak olarak alınacaktır. Ancak sonuçta insan haklarının uluslararası düzeyde korunması çabalarının önündeki başlıca engel olan devletlerin ulusal egemenlik ilkesi BM Şartı’nın 2. maddesinde bir kere daha karşımıza çıkar. Burada aslında temel sorun, paradoksal bir biçimde, kendi halkının insan haklarını en fazla ihlâl eden hükümetlerden bunun önüne geçilebilmesi için talepte bulunuluyor olmasıdır. Örneğin ABD tüm dünyada sivil ve siyasal hakların yılmaz bir savunucusuyken kendi siyahî yurttaşları için gerekli adımları atmaktan imtina eder. İngiltere, gene benzer şekilde kendi imparatorluğundaki başka halklara uygulanmaması koşuluyla sivil ve siyasal hakların tüm dünyada genişletilmesini savunur. Ekonomik ve sosyal hakların önde gelen taraftarı olan Sovyetler Birliği ise, medeni ve siyasal hakları kendi yurttaşlarından esirger. Avustralya ve Yeni Zelanda insan haklarının küresel ölçekte genişletilmesini hararetle savunurken, yerli halklar ya da Asyalı göçmenlere karşı uyguladıkları politikalar üzerindeki denetimi sınırlandırabilecek herhangi bir ulusötesi girişimden son derece rahatsızdırlar. San Francisco Konferansı’nda Güney Afrika’yi temsil eden ve Şart’ın ayrımcılığı yasaklayan 55. maddesini kaleme alan Jan Smuts kendi ülkesinde siyahlara karşı uygulanan ırkçı-ayrımcı politikaların bir iç hukuk meselesi olduğunu savunur. Hindistan ise, kast sisteminin ortadan kaldırılmasını henüz gün-

66

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

demine dahi almamıştır. Şüphesiz ki örnekler sadece bu ülkelerle de sınırlı değildir. BM Şartı, insan haklarıyla ilgili hükümleri bakımından bekleneceği üzere farklı tepkiler ve değerlendirmelere maruz kalır. Pek çok kimse için Şart, eşi benzeri görülmemiş bir başarıdır. Uluslararası insan hakları daha önce hiç olmadığı kadar müzakere konusu yapılmış, güçlü bir tarzda savunulmuş ve hatta birtakım ödev ve sorumluluklarla ilişkilendirilmiştir. Daha önce görülmemiş bir oranda farklı ırklar, kültürler, inançlar ve uluslar bu müzakerelere katılmış ve gene hiç olmadığı kadar çok sivil toplum kuruluşu bu sürecin bir parçası olmuştur. Şart’ta insan hakları ile barış, güvenlik ve adalet kavramları arasında ilk defa güçlü bir ilgi kurulmuştur. Ayrıca, temel özgürlükler, eşitlik, ayrımcılık yasağı, ekonomik ve sosyal gelişme, insani yardım, kendi kaderini tayin ve yerli halkların haklarına ilişkin hükümlerin yanı sıra gene ilk defa bir insan hakları komisyonunun kurulması öngörülmüştür. Öte yandan BM Şartı’nın hiçbir yerinde temel haklar ve özgürlükler tanımlanmaz. Şart, “insan haklarına olan inancı tekrardan onaylar”, üye ülkeleri insan hak ve özgürlüklerine saygıya “teşvik eder” ve onlardan bu hak ve özgürlükleri “ilerletmesini”, onların “gerçekleşmesine yardım etmesini” talep eder. Bu söylemin tek istisnası yukarıda da değinildiği gibi “uygulama” (observance) kelimesidir. Dönemin önde gelen hukuk kuramcılarından biri olan Hans Kelsen de BM Şartı’nın hukuken bağlayıcı olmamasını eleştirir. “Dumbarton Oaks’ın aksine BM Şartı’nda hiçbir konuya insan hakları ve özgürlüklerine değinildiği kadar değinilmediğine” dikkat çeken Kelsen’e göre, buna rağmen “hukuki bakış açısından insan haklarıyla ilgisinde her iki belge arasında bir fark yoktur” (Kelsen, 1946:148). Bazı yazarlar BM Şartı’ndaki dili muğlaklığı nedeniyle de eleştirir. “Şart, medeni ve siyasal haklar ya da ekonomik ve sosyal hakların ayrıntılarını veya gerektirdiklerini ele almaz. Aynı şekilde, ‘temel özgürlükler’, ‘hakça davranma’, ‘siyasal, ekonomik, sosyal ve eğitim alanında ilerleme’, ‘bağımsızlığa doğru giderek gelişme’, ‘insancıl nitelikteki’ gibi ifadelerin aslında ne anlama geldikleri açıklanmaz (Lauren, 2011:187). Ancak James’e göre, dilin muğlâk olması aslında kimi avantajlar da sağlar. Ona göre, bu muğlâklık, “zaman içerisinde öngörülemeyen durumlar ve yeni kavrayışlar söz konusu olduğunda ilkelerin gelişimine olanak tanır” (James, 2007: 124-125). Sonuç olarak her şeye rağmen BM Şartı’nı müzakere edip imzalayanlar insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik yeni olanaklara kapı aralarlar. Bundan sonraki bölümde Şart’ın sağladığı bu olanaklardan en önemlisi olan BM İnsan Hakları Komisyonu’nun kuruluşu ve yaklaşık iki yıl süren İnsan Hakları Evrensel Bildirge’sinin taslak yazımlama süreci ele alınmıştır.

İKİNCİ BÖLÜM

BM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU VE TASLAK YAZIMLAMA SÜRECİ Önceki bölümde değinildiği gibi BM Şartı’nın 68. maddesinde, Ekonomik ve Sosyal Konsey’in (EKOSOK) “ekonomik ve sosyal konularda ve insan haklarının ilerletilmesi için komisyonlar ile görevlerini yerine getirmesine yarayacak başka komisyonlar kurabileceği” hükme bağlanmıştır. İnsan hakları komisyonu Şart’ta doğrudan ismi anılarak kurulması öngörülen tek komisyondur. Açıkça ilan edilmemesine rağmen insan hakları komisyonunun ilk görevinin bir uluslararası insan hakları belgesi (bill) taslak yazımlaması olduğu konusunda genel bir uzlaşı olsa da BM Şartı, bu insan hakları belgesinin nasıl yazılacağı sorusuna herhangi bir yanıt vermemektedir. Böylesi bir girişimin başka bir örneği de yoktur. Dolayısıyla BM sürecin nasıl yürütüleceğini en başından kendisi tayin etmek zorundadır. BM Şartı tarafından yetkilendirilen EKOSOK, 1946 yılının Şubat ayındaki ilk oturumunda insan haklarının ilerletilmesi için bir komisyon kurulması kararı alır (E/27).1 Kuruluşundan sonra BM İnsan Hakları Komisyonu’nun raportörlüğünü üstlenen Lübnanlı Charles Malik taslak süreci devam ederken yaptığı bir değerlendirmede Komisyon’un amacına ilişkin şunları söyler: BM Şartı’nın 68. maddesine göre Komisyon’un işlevi “insan haklarının ilerletilmesidir.” Fakat muğlâk ve tanımlanmadan bırakılmış olanı ilerletemeyeceğiniz için Komisyon’un öncelikli işlevi bu hakların tanımlanması olmalıdır. EKOSOK’un ilk olarak bir insan hakları belgesi kaleme alınmasını istemesinin nedeni de budur. Komisyon’un şu anki görevi bu nedenle Şart’ın Önsöz’ünde yer alan “insanın değeri ve onuru” ifadesinin içeriği ve anlamını

1

Bu kitapta 1946 yılının Ekim ayından 1948 yılının Aralık ayına kadar olan zaman diliminde atıf yapılan BM kaynakları William A. Schabas tarafından derlenen Universal Declaration of Human Rights: The Travaux Préparatoires adlı kitaptan alıntılanmıştır. Kitabın bu bölümünde atıf yapılan BM Genel Kurul belgeleri “A” harfiyle; EKOSOK belgeleri “E” harfiyle; BM İnsan Hakları Komisyonu EKOSOK’a tabi bir organ olduğu için “E” harfine ek olarak Komisyon’a atıf yapan “CN” ile başlamaktadır. “SR” harfleri ise “Özet Kayıt” (Summary Record) anlamına gelen toplantı tutanaklarına atıf yapar.

68

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948) ortaya koymaktır. (…) Dolayısıyla insan hakları belgesi Şart’ın bir devamı ve tamamlanmasından başka bir şey değildir (Malik, 2000:91).

EKOSOK’un söz konusu kararı doğrultusunda İnsan Hakları Komisyonu’na ilişkin tavsiyelerde bulunmak üzere dokuz üyeden oluşan geçici bir Hazırlık Komitesi (Nuclear/Preparatory Committee) oluşturulur. Komite başkanı olarak, kısa süre önce hayatını kaybeden ABD Başkanı F. D. Roosevelt’in eşi, eski first lady Eleanor Roosevelt seçilir (E/27). İnsan Hakları Komisyonu’nun yapısı, görev tanımı, üye sayısı ve üyelerinin statüsüne ilişkin Konsey’e tavsiyelerde bulunmak üzere oluşturulan Hazırlık Komitesi 1946 yılının Nisan ve Mayıs aylarında ilk toplantısı için New York’ta biraraya gelir.2 “BM Genel Sekreterliği, Komisyon’un çalışmalarına uzman desteği sağlamak için oluşturulan BM İnsan Hakları Dairesi’nin” (Lauren, 2011:205) müdür yardımcısı Henri Laugier, Komite’nin bu ilk toplantısında İnsan Hakları Komisyonu’nun sonraki iki yıllık süreçte üstleneceği göreve ilişkin olarak şunları söyler: Sizler, insanların ve halkların kendi özgürlüğü istikametinde yürüyüşünden kaynaklanan tüm haklar bildirgelerini çalışmak, siyasal hakların, özgürlüğün ilk koşulu olduğunu göstermek zorundasınız. Ancak günümüzde bilimsel ve endüstriyel medeniyetin gelişimi, siyasal olarak özgür insanları kabul edilemez bir esarete maruz bırakan ekonomik organizasyonlar yaratmıştır. Bu nedenle insan hakları bildirgesi ekonomik ve sosyal alanlara doğru genişletilmelidir. Sizler, Birleşmiş Milletler’in tamamı için kabul edilebilir; temel koşulu uluslararası toplumun onayı olan insan hakları bildirgesi için bir temel aramalısınız (E/HR/6).

Hazırlık Komitesi’nin öncelikle kurulması planlanan İnsan Hakları Komisyonu’nun üyelerinin kimlerden oluşacağına karar vermesi gerekmiş ve bu konuda iki farklı öneri gündeme gelmiştir. “Önerilerden biri Komisyon’un hükümet temsilcilerinden, diğeri ise bağımsız ya da ‘talimat almayan’ uzmanlardan oluşturulmasıdır” (Samnøy, 1993:31). Hazırlık Komitesi’ndeki genel eğilim “Komisyon üyelerinin hükümetler tarafından seçilmesinden ziyade, bireysel kapasiteleri temelinde oluşturulması yönündedir” (Malik, 2000:18). Komite, bu doğrultuda İnsan Hakları Komisyonu’nun “hükümet-dışı temsilciler”den oluşması önerisini oybirliğiyle kabul eder. İnsan Hakları Komisyonu’nun 18 üyeden oluşması ve sürecin evrenselliğini artırmak için Komisyon’un coğrafi dağılımdaki eşitliğe uygun bir tarzda oluşturulması önerisini de EKOSOK’a ileten Hazırlık Komitesi ayrıca, Genel Sekreterlik’ten insan haklarına ilişkin ulaşılabilecek tüm enformasyonu toplamasını talep eder. Şüphesiz, Hazırlık Komitesi’nin aldığı

2

Komitenin ilk toplantısına dokuz üyeden sadece altısı; Fransa, Çin, Hindistan, Yugoslavya, ABD ve SSCB’li temsilciler katılır (E/HR/6).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

69

tavsiye kararlarından en önemlisi, daimi İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk projesinin bir uluslararası insan hakları belgesi yazılması yönündeki kararı olur (E/38/Rev.1). EKOSOK’un 1946 yılının Haziran ayındaki İkinci Oturumu’nda Komisyon’un bağımsız uzmanlardan oluşması önerisine, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği bazı devletler tarafından itiraz edilir. Konsey tarafından kabul edilen bu itirazın temel gerekçesi, “sadece devlet temsilcilerinden oluşan bir komisyonun alınacak kararların uygulanmasını güvence altına alabileceğidir” (Johnson, 1998:33). Ayrıca Komisyon üyelerinin BM’ye üye devletlerin temsilcileri olarak kendi hükümetlerinin görüşlerini hesaba katmak zorunda oldukları ve bunun da nihayetinde belgenin bir uzlaşının ürünü olarak onaylanmasını kolaylaştıracağı düşünülür. Hükümet temsilcilerinden oluşan bir komisyon, söz konusu girişimin itibarını ve bu girişimden beklentileri artırıcı bir etkiye de sahip olabilecektir. İnsan Hakları Dairesi’nin müdürü John P. Humphrey de bu kararı daha gerçekçi ve faydalı bulduğunu yazar. Çünkü ona göre, “başlangıçta süreç yarı hukuksal karakterdedir ve hükümetlerin onayını gerektiren bir metnin hazırlanması söz konusu değildir. Ancak Komisyon, şimdi uygulayıcı bir organa dönüşmüştür ve bu nedenle üyeliğin niteliği değişmelidir” (Humphrey, 1983:391). EKOSOK, aynı oturumunda BM’ye üye 18 ülkenin resmi temsilcilerinden oluşan bir daimi İnsan Hakları Komisyonu ile Kadının Statüsü Komisyonu’nun kurulması önerisini kabul eder (E/56). İnsan Hakları Komisyonu’nun üyelerinin belirlenmesinde siyasal ve kültürel çeşitliliğin yansıtılmasına özen gösterilir. Komisyon’un üyeleri –beşi Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olmak üzere- şu devletlerin temsilcilerinden oluşturulur: ABD, Fransa, İngiltere, Avustralya, Belçika, SSCB, Beyaz Rusya, Ukrayna, Yugoslavya, Çin, Hindistan, Filipin Cumhuriyeti, İran, Lübnan, Mısır, Panama, Uruguay ve Şili. Komisyonun başkanlığına ABD’den Eleanor Roosevelt, Başkan yardımcılığına Çin’den Peng-Chun Chang ve Raportör olarak da Lübnan’dan Charles Malik oybirliğiyle seçilir3 (E/56). EKOSOK ayrıca Hazırlık Komitesi’nin Genel Sekreterlik’ten insan haklarına ilişkin erişilebilir tüm bilgi ve belgelerin toplaması talebini de onaylar. Bu görevi BM Sekreterliği’nin İnsan Hakları Dairesi üstlenir. Bu doğrultuda Sekretarya, büyük çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı sırasında ya da hemen sonrasında

3

Glendon’a göre, “sembolik anlamda Batı (Roosevelt), Doğu (Chang) ve Lübnanlı Malik bağlamında farklı kültürlerin kavşak noktasını temsil eden bu triumvirate İnsan Hakları Komisyonu’nda belgenin hazırlanması sürecinin de başlıca aktörleri olurlar” (Glendon, 2011:202).

70

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

yazılan 18 taslak uluslararası insan hakları belgesini temel alan bir memorandum hazırlar. Uluslararası Hukuk Kurumu’nun taslağı hariç tutulursa tamamı Batı Yarımküre kaynaklı olan bu taslaklar şunlardır (E/CN.4/W.16): 1. Alejandro Alvarez tarafından hazırlanan ve Amerikan Uluslararası Hukuk Kurumu tarafından 1917 yılında Havana’da kabul edilen “Bireyin ve Uluslararası Derneklerin Uluslararası Hakları” başlığını taşıyan bildirge. 2. Uluslararası Hukuk Kurumu tarafından 1929 yılında New York’ta kabul edilen Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi. 3. H. G. Wells tarafından yazılan İnsan Hakları Bildirgesi. 4. Wilfred Parsons tarafından yazılan ve 1941 yılında Uluslararası Barış İçin Katolik Birliği’nin 15 Yıllık Konferansı’nda sunulan Uluslararası Haklar Bildirgesi. 5. Southwestern Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Rollin McNitt tarafından 1942 yılında yazılan Uluslararası Haklar Bildirgesi. 6. Irving A. Issacs’ın 1943 tarihli Uluslararası Haklar Bildirgesi (Bireyin Haklarının ve Ödevlerinin İlkeleri) 7. Amerikan Hukuk Kurumu tarafından 1944 yılında hazırlanan ve Panama hükümeti tarafından San Francisco Konferansı’nda BM Şartı’nın bir parçası olması önerilen Temel İnsan Hakları Bildirgesi. 8. Amerikan Musevi Komitesi tarafından 1945 yılında yazılan İnsan Hakları Bildirgesi. 9. Hersch Lauterpacht tarafından 1945 yılında yazılan Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi. 10. Gustavo Gutierrez tarafından 1945 yılında yazılan ve Küba tarafından San Francisco Konferansı’nda desteklenen Uluslararası Bireyin Hakları ve Ödevleri Bildirgesi. 11. Free World tarafından 1945 yılında hazırlanan Her İnsanın Hakları. 12. 1945 yılında Mexico City’de düzenlenen Savaş ve Barış Sorunlarına Dair Amerikalılararası Konferans’ta alınan karar gereğince Amerikalılararası Hukuk Komitesi tarafından formüle edilen Taslak Uluslararası İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirgesi. (Bu taslak Şili tarafından BM’nin dikkatine sunulmuştur.) 13. 1946 yılında Küba delegasyonu tarafından BM Genel Kurulu’na sunulan Taslak İnsan Hakları Bildirgesi. (Bu taslak bildirge Küba delegasyonu tarafından 1945 yılında San Francisco Konferansı’nda sunulanın farklı bir sürümüdür.) 14. Amerikan Barolar Birliği tarafından sunulan Uluslararası Haklar Bildirgesi.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

71

15. Dünya Hükümeti Derneği tarafından 1946 yılında yazılan Haklar Bildirgesi. 16. Amerikan Musevi Konferansı ve Amerikan Birleşmiş Milletler Derneği tarafından 1946 yılında yazılan Taslak Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi. 17. Amerikan İşçi Federasyonu tarafından 1946 yılında BM Genel Sekreterliği’ne sunulan Uluslararası Haklar Bildirgesi. 18. Barışın Örgütlenmesi için Çalışma Komisyonu İnsan Hakları Komitesi’nin Yürütme Komitesi tarafından hazırlanan ve 1946 yılında yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi. Ancak Sekreterya’ya sunulan bu 18 taslağın “sadece dördü karşılaştırma için İnsan Hakları Komisyonu üyelerine dağıtılır” (Samnøy, 1993:50). Bunlardan üçü Küba, Panama ve Şili hükümetleri tarafından hazırlanan ya da desteklenen taslaklardır. Diğeri ise, EKOSOK tarafından danışma statüsü verilen sivil toplum örgütlerinden biri olan Amerikan İşçi Federasyonu’na aittir. Sekreterya’nın bu hazırlık çalışmasında ayrıca BM Şartı’nın ilgili hükümleri, insan haklarının uluslararası hukuktaki yeri gibi konuların yanı sıra yazılması öngörülen uluslararası insan hakları belgesinin tarzıyla ilgili öneriler de yer alır. Hazırlık çalışmasında belgenin hangi tarzda yazılabileceği konusunda üç farklı yaklaşım sunulur: (1) Bir bildirge (declaration) ya da başka bir Genel Kurul kararı; (2) çok taraflı bir sözleşme (convention) ya da (3) BM Şartı’na ek (amendment) yapılması. Sekreterya, bu üç tarzın birbirini dışlamak zorunda olmadığını, birlikte ele alınabileceğini de belirtir (E/CN.4/W.4). EKOSOK, bu oturumunda ayrıca “Enformasyon ve Basın Özgürlüğü Alt Komitesi ile Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komitesi’ni İnsan Hakları Komisyonu’nun alt komiteleri olarak oluşturulmasını kararlaştırır. Açıkça siyasal bir organ olan ve üye devletlerin temsilcilerinden oluşan İnsan Hakları Komisyonu’nun aksine bu alt komisyonların üyeleri prensip olarak bağımsızdırlar. Her iki alt komisyon sonraki süreçte kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili konularda Bildirge’nin ilgili maddeleri üzerinde müzakerelerde bulunmuş ve bu maddelerin şekillenmesinde rol oynamıştır. Öte yandan bu iki alt komisyonun oluşturulması süreci, taslak süreci boyunca yaşanacak politik ve ideolojik çekişmelerin ilk örneklerinden biri olur. Hazırlık Komitesi, aslında Konsey’e sadece Enformasyon ve Basın Özgürlüğü Komitesi’nin kurulması önerisinde bulunur. Ancak Konsey’in söz konusu toplantısında Sovyet temsilcisi Nikolai I. Feonov, azınlıkların korunması ve ayrımcılığın önlenmesinin, enformasyon ve basın özgürlüğü kadar önemli olduğunu savunur ve bunlarla ilgili iki alt komisyonun daha oluşturulmasını önerir. Samnøy’e göre sivil ve siyasal özgürlükler bakımından sorunlu bir ülke olan “SSCB, enformasyon ve basın özgürlüğüyle

72

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ilgili öneriyi muhtemelen kendisine karşı ABD tarafından yapılan bir saldırı olarak değerlendirir. SSCB ise kendi alt komisyon önerisiyle ABD’yi siyahlara karşı ırkçı-ayrımcı uygulamaları ve İngiltere’yi de sömürgecilik ve ayrımcılık gibi konular bakımından zor durumda bırakmayı istemiş olabilir” (Samnøy, 1993:88). İnsan Hakları Komisyonu’nun kuruluşunun EKOSOK tarafından onaylanmasıyla birlikte, Komisyon’un ilk toplantısını gerçekleştirdiği 1947 yılının Ocak ayından 1948 yılının Aralık ayına kadar iki yıl sürmesi öngörülen süreç de başlamış olur. Taslak süreci, tarihteki benzer belgelerle kıyaslandığında aslında oldukça geniş bir zaman dilimine yayılır. Glendon “bu süreçte dört siyasal mayın tarlasından geçilmek zorunda olunduğuna” dikkat çeker. Bunlar sırasıyla (1) İnsan Hakları Komisyonu’ndaki taslak süreci; (2) Taslağın Komisyon’un üst organı olan EKOSOK tarafından kabul edilmesi; (3) Taslağın BM Üçüncü Komitesi tarafından onaylanması ve son olarak (4) BM Genel Kurulu’ndaki nihai oylama” (Glendon, 2011:204). Ancak bu kitapta Evrensel Bildirge’nin taslak yazım sürecine ilişkin oldukça kapsamlı bir çalışmaya imza atan ve eseri bu alandaki temel kaynaklarından biri olan Johannes Morsink’in The Universal Declaration of Human Rights: Origins, Drafting & Intent adlı kitabında yaptığı tasnife bağlı kalınarak Hazırlık Komitesi’nden sonraki yazımlama süreci yedi temel aşamada ele alınmıştır. 1947 yılının Ocak ve Şubat aylarında Lake Success’te4 (New York) toplanan İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu, Evrensel Bildirge’nin taslak yazım çalışmalarının ilk aşamasını oluşturur. Komisyon’un bu ilk toplantısında yazılması öngörülen insan hakları belgesinin ön taslağının hâlihazırda konuyla ilgili oldukça kapsamlı bir materyal toplamış olan Sekretarya’nın desteğiyle, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı (E. Roosevelt), Başkan Yardımcısı (Peng Chun Chang) ve bir raportörden (Charles Malik) oluşan ve Komisyonun her üyesine ve uzmanlara danışma yetkisine sahip bir çalışma grubu tarafından hazırlanmasına karar verilir (E/CN.4/SR.12). Ardından Roosevelt, Chang ve Malik’ten oluşan bu üçlü çalışma grubu, “Ocak ayının sonlarındaki gayri resmi bir buluşmada BM İnsan Hakları Dairesi Sekretaryası Müdürlüğü’ne yeni atanan Kanadalı uluslararası hukuk profesörü John P. Humphrey’den bir ön taslak hazırlamasını ister” (Johnson, 1998:24; Hobbins, 1998:330). Humphrey’nin, bir Pazar sabahı Eleanor Roosevelt’in Washington Square’deki

4

Lake Success’te bulunan ve II. Dünya Savaşı boyunca uçakların yedek parçaları üretiminde kullanılan metruk bir fabrika 1946 – 1950 yılları arasında BM’nin geçici merkezi olarak hizmet vermiştir (Glendon, 2001:35).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

73

dairesinde gerçekleşen bu ilk buluşmadaki izlenimi oldukça karamsardır. Humphrey anılarında bu buluşmaya ilişkin şöyle yazar: Chang ve Malik’in felsefi yaklaşımları, bir metin üzerinde beraber çalışabilmelerine olanak tanımayacak derecede büyük farklılıklar barındırmaktaydı. Epey bir sohbet edilmiş fakat sohbet bizi hiçbir yere götürmemişti. Bir fincan daha çaydan sonra Chang, bana, komite için bir metin hazırlayabileceğim altı aylık süre zarfında diğer görevlerimi bir kenara bırakmamı ve Çin felsefesi üzerine çalışmamı önerdi. Bu, Chang’ın kendisinin [taslak metin üzerinde] Batı etkisinin çok büyük olabileceğini söyleme tarzıydı ve bunu Malik’e bakarak dile getirmişti. Chang, zaten Komisyon’da da tarihsel perspektifin öneminde ısrarcı olmuştu. Belgenin çoğunlukla felsefi karakteri üzerine biraz daha tartışılmış ve Bayan Roosevelt az konuşarak çayları tazelemeye devam etmişti. Fakat çay partisi bitmeden önce onlar benim bir ön taslak hazırlamam konusunda karara vardılar. Bense, ne Çin’e gittim ne de Konfüçyüs’un yazıları üzerinde çalıştım! (Humphrey, 1983:403)

Humphrey taslak yazımını yukarıda değinilen toplantıdan kısa süre sonra yani, “Mart ortasında tamamlar ve bu taslak Haziran ayında toplanacak olan Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumuna sunulan taslakla aynıdır” (Morsink, 1998:5; Hobbins, 1998:330). Humphrey, taslağını daha önce Sekretarya’dan talep edilen belgeleri temel alarak hazırlar. Ancak “bunlardan hangilerini kullanacağı veyahut değişiklikler ya da eklemeler yapıp yapmama konusundaki karar kendisine aittir” (Humphrey, 1983:415). O anılarında, bu öneriler arasında özellikle ikisinin önemine vurgu yapar. Bunlar “Gustavo Gutierrez tarafından hazırlanan ve Küba tarafından San Francisco Konferansı’nda da desteklenen Bireyin Hakları ve Ödevleri Uluslararası Bildirgesi ile gene aynı konferansta Amerikan Hukuk Kurumu tarafından hazırlanan ve Panama hükümeti tarafından kabul edilip sunulan taslaklardır.” Humphrey, anılarında “üzerinde çalıştığı metinler arasında en iyilerden birinin Amerikan Hukuk Kurumu’nun hazırladığı metin” olduğunu ve ondan “serbestçe yararlandığını” da yazar (Humphrey, 1983:406). Humphrey’nin yazdığı ve 48 maddeden oluşan taslakta bir önsöz yoktur. Onun yerine önsözde olması gerektiği düşünülen bazı öneriler vardır. Roosevelt’in “Dört Özgürlük” ilkesine yapılan atıfla başlayan ve altbaşlıkların olmadığı bu taslakta maddeler herhangi bir tasnife tabi tutulmadan art arda sıralanır (E/CN.4/AC.1/3). İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’nda ayrıca Komisyon başkanı Roosevelt’e taslak yazım süreci boyunca her Komisyon üyesinin sözlü ya da yazılı gözlemlerine ve önerilerine başvurma; BM üyesi devletlerin onayıyla seçilen uzmanlara danışma yetkisi tanınır. Böylelikle Komisyon’un üyesi olmayan diğer BM üyesi devletlere de taslak yazım sürecine ilişkin değerlendirmelerini sunabilme olanağı tanınır (E/CN.4/SR.11). Öte yandan, Komisyon,

74

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

“dünyanın dört bir yanındaki kişi ve gruplardan gelen insan hakları ihlallerine dair iddiaları içeren binlerce dilekçeyi kabul etme ve değerlendirme yetkisine sahip olmadığını beyan eden bir karar da alır” (Normand & Zaidi, 2008:140). Komisyon, bu kararıyla sonraki aşamalarda da başlıca tartışmalardan biri olan insan hakları normlarının uygulamaya nasıl geçirileceğini ele almaktan kaçınmış ve meseleyi bir süreliğine de olsa ötelemiş olur. Bu kararın başlıca nedeni şüphesiz dilekçe konusunun devletlerin egemenlik haklarıyla ilgili bir mesele olmasıdır. BM’nin bu çok eleştirilen tutumu örgütte 1967 yılına kadar egemen olacaktır. İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’ndan sonra, 1947 yılının Mart ve Nisan aylarında yani, Humphrey kendi taslağını tamamladığı sıralarda EKOSOK Dördüncü Oturumu için toplanır. Bu oturumda bildirgenin taslak yazımını Sekretarya’nın üstlenmesini destekleyen delegasyonlardan bazıları bu fikirden vazgeçer. Bunların başında taslak grubunda yer almamış olmaktan zaten hoşnutsuz olan Sovyetler Birliği gelir. Sovyetler Birliği delegesi Tepliakov’un itirazının gerekçesi “taslak komitesinin çok küçük, coğrafi dengeyi yansıtmaktan uzak ve özellikle de Avrupa ülkelerinden temsilcilerin bulunmuyor olmasıdır” (E/SR.68). Tepliakov, ayrıca bildirge taslağının “harici bir uzmanlar grubu” tarafından yazılmasına itiraz ederek “uzmanların Komisyona yardımcı olabileceklerini fakat belge taslağının yazımıyla görevlendirilmemesi gerektiğini” savunur (Humphrey, 1983:401). Bu itirazın neticesinde Konsey, taslak yazımının üçlü çalışma grubuna ilaveten beş üye devletin temsilcilerinden oluşan bir Taslak Komitesi tarafından üstlenilmesine karar verir. Taslak Komitesi şu devletlerin temsilcilerinden oluşturulur: ABD (Eleanor Roosevelt, Başkan), Çin (Peng Chun Chang, Başkan Yardımcısı), Lübnan (Charles Malik, Raportör), Fransa (René Cassin), Avustralya (William R. Hodgson)5, İngiltere (Lord Dukeston/Geoffrey Wilson)6, SSCB (Alexandre Bogomolov/Alexei P. Pavlov) ve Şili (Hernan Santa Cruz) (E/383).

5

6

Uzun bir askeri ve diplomatik kariyere sahip olan, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de yaralanan ve savaş sonrasında Avustralya’yı Paris Barış Konferansı’nda temsil eden Avustralya delegesi (Albay) William R. Hodgson (1892-1948) tutkulu bir enternasyonalisttir. Komite’de çoğu konuda sosyalist ülkelere karşı ABD ve İngiltere’yle birlikte hareket eden Hodgson, taslak süreci boyunca bildirge tarzında bir belge yerine hukuken bağlayıcı bir sözleşme yazılması ve bir uluslararası insan hakları mahkemesi kurulmasının hararetli savunucularından biridir (Samnøy, 1993:47; Normand & Zaidi, 2008:154). İngiltere taslak sürecinde iki farklı delege tarafından temsil edilir. İşçi Partisi üyesi bir sendikalist olan –ve sonradan lord unvanını alan- Charles Dukes (Lord Dukeston), İnsan Hakları Komisyonu’nun birinci ve ikinci oturumlarına katılır. Oldukça yaşlı ve sağlık durumu da iyi olmayan Lord Dukeston taslak süreci sonlanmadan yaşamını kaybeder. Lord Dukeston, insan hakları konusuna çok aşina biri değildir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı da onun performansını tatminkâr bulmamıştır. İngiltere’yi temsilen sürece katılan

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

75

EKOSOK, Dördüncü Oturumu’nda Sekretarya’dan İnsan Hakları Komisyonu’na sunulmak üzere bir taslak uluslararası haklar belgesi hazırlaması ve bu taslağın değerlendirmelerini almak için BM üyesi devletlere gönderilmesini ayrıca eğer gerekli görülürse taslağın bu değerlendirmeler temelinde Taslak Komitesi tarafından yeniden gözden geçirilmesini karara bağlar. Ancak daha önce de belirtildiği gibi Roosevelt, Chang ve Malik’ten oluşan üçlü çalışma grubu Humphrey’den zaten bir ön taslak hazırlanmasını istemiş ve o bu taslağı Mart ayı itibariyle tamamlamıştır. Humphrey de anılarında kendisinin bu karardan önce “zaten üç üyeden oluşan komite tarafından bir ‘taslak bildirge’ (draft declaration) hazırlamakla görevlendirildiğini, oysa Konsey’in şimdi sadece bir haklar listesi anlamında yorumlanabilecek bir ‘ön taslak’ (documented outline) talep ettiğini” yazar (Humphrey, 1983:404). Sonuçta, EKOSOK’un bu kararı doğrultusunda Haziran ayında toplanması planlanan Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’na sunulacak olan ön taslak, Humphrey’nin daha önceden hazırlamış olduğu 48 maddelik taslağın yanı sıra, İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin Komisyon’un Birinci Oturumu’nda yaptıkları değerlendirmeler, Şili, Küba, Panama ve Amerikan İşçi Federasyonu tarafından sunulan taslak bildirgeler, Hindistan ve ABD tarafından sunulan öneriler ile BM üyesi 55 ülkenin anayasalarından insan haklarıyla ilgili maddeleri içeren 410 sayfalık oldukça geniş bir doküman haline gelir7 (E/CN.4/AC.1/3/Add.1). “Humphrey Taslağı” olarak da bilinen ve Taslak Komitesi’nin Haziran ayındaki ilk oturumunda resmi olarak “Sekretarya Taslağı” olarak adlandırılan bu ilk taslak sonraki tüm toplantılarda temel alındığı için son derece önemlidir. Taslak sürecinin ikinci aşaması olan ve Sekretarya Taslağı’nın ele alındığı Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu 1947 yılının Haziran ayında gene Lake Success’te yapılır. Komite’nin bu ilk oturumunda “Avustralya delegesi William Hodgson, Sekreterya Taslağı’nı bir bütünlük arz etmediği için eleştirir ve bu eleştiri başta SSCB delegasyonu olmak üzere Komisyonun diğer üyeleri tarafından desteklenir” (Glendon, 2001:58). Bu nedenle Taslak Komitesi, Fransa (René Cassin), Lübnan (Charles Malik), İngiltere (Geoffrey Wilson) ve ABD (Eleanor Roosevelt) temsilcilerinden oluşan bir geçici çalışma grubu oluşturulmasına karar verir. Dört kişiden oluşan bu çalışma grubunun görevi, “Sekretarya Taslağı’ndaki 48 maddeyi mantıksal bir düzene sokmak, Taslak Komite-

7

Geoffrey Wilson ise, insan hakları konusunda daha yetkin bir isimdir (Samnøy, 1993:46-47; Humphrey, 1983:399). Bu anayasalar arasında dördü sosyalist ülkeler (Beyaz Rusya, SSCB, Ukrayna ve Yugoslavya) olmak üzere 18 Avrupa devletinin anayasası ve gene aynı sayıda Latin Amerika devletinin anayasası ile Asya’dan beş, Ortadoğu’dan altı ve Afrika’dan da beş devletin anayasası yer alır.

76

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

si’nde dile getirilen öneriler doğrultusunda taslağı gözden geçirmek ve hangi maddelerin bildirgede hangilerinin sözleşmede yer alması gerektiği konusunda önerilerde bulunmak olarak belirlenir” (E/CN.4/AC.1/SR.6). Çalışma grubu, ardından bu dört kişi arasındaki tek hukukçu olan Fransa delegesi René Cassin’i, Sekretarya Taslağı’nı yeniden gözden geçirerek yeni bir taslak hazırlaması için görevlendirir. Cassin’in “kısaltarak ve yeniden düzenleyerek hukuki bir yapı kazandırdığı” (Waltz, 2002:441) ve Cassin Taslağı” olarak adlandırılan bu ikinci taslak metin bir Önsöz, Genel İlkeler ve yedi Kısım’da toplam 44 maddeden oluşur (E/CN.4/AC.1/W.2/Rev.1). Cassin, Bildirge’ye verdiği yeni formatı antik bir tapınağın portikosuna benzetir. Buna göre, yedi fıkrasıyla Önsöz’ü Bildirge’nin “avlu basamakları”yla temsil edilir. Bu basamaklar insanın değerinin tanınmasından başlayıp insanlık ailesinin birliği ve dünya barışına doğru kademeli olarak ilerler. Bildirge’nin birinci ve ikinci maddelerinde ilan edilen ve Fransız Devrimi’nin üç mottosunu da barındıran “onur”, “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” idealleri portikonun temelini oluşturur. Tapınağın ön cephesinde bir pedimentle taçlandırılmış dört eşit sütun yer alır. Bildirge’nin hakları barındıran ana gövdesi bu görkemli dört sütunla temsil edilir. Bu sütunlar sırasıyla (1) bizatihi bireysel haklarla ilgili olanlar (3-11. maddeler); (2) diğer bireyler ve çeşitli gruplarla ilgisinde bireyin hakları (12-17. maddeler); (3) manevi, kamusal ve siyasal hakları (18-21. maddeler); (4) ekonomik, sosyal ve kültürel hakları (22-27. maddeler) içerir. Bildirge, birey ile toplumu ilişkilendiren ve sayılan hakları sınırlar, ödevler ve bu hakların yaşama geçirileceği siyasal ve toplumsal düzen bağlamında ele alan bir pedimentle son bulur (28-30. maddeler) (Ishay, 2008:3).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

77

Resim 6: Cassin’in Portikosu. (Kaynak: www.steemit.com)

Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nun sonunda İnsan Hakları Komisyonu’nun değerlendirilmesine sunulmak üzere bir taslak uluslararası insan hakları bildirgesi, bir uluslararası insan hakları sözleşmesinde yer alması düşünülen taslak maddeler ve Taslak Komitesi’nin teklifiyle İnsan Hakları Dairesi tarafından uygulamaya ilişkin bir memorandum hazırlanır (E/CN.4/21). Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu bu nedenle, her ne kadar resmi bir kararla tespit edilmiş olmasa da bildirge ve sözleşme metinlerinin ayrılarak ele alınmasının başlangıcı olur. Öte yandan Taslak Komitesi müzakerelerinin sonunda Cassin’in 44 maddelik taslağı 36 maddeden oluşan yeni bir taslağa dönüşür (E/CN.4/21). Henüz nihai şeklini almamış olan bu taslak, Komite üyelerinin hemfikir olmadıkları kimi maddelerin ya da fıkraların alternatiflerinin de yer aldığı bir metin formundadır. Taslak Komitesi’nin 1947 yılının Haziran ayında gerçekleştirdiği müzakerelerin neticesinde ortaya çıkan bu taslak, Humphrey ve Cassin taslaklarından sonraki üçüncü taslaktır. BM İnsan Hakları Dairesi baş-

78

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kanı Humphrey, İnsan Hakları Komisyonu’nun 1947 yılının Haziran ayında ilk taslak bildirgeyi duyurmasının ardından Amerikan Siyasal ve Sosyal Bilimler Akademisi’ndeki bir toplantıda yaptığı konuşmada BM’nin giriştiği işin önemini şu sözlerle dile getirir: İnsan hakları büyük oranda devletle bireyler arasındaki ilişki meselesidir. Bu nedenle insan hakları geleneksel olarak devletlerin iç yargı yetkisi içinde bir mesele olarak kabul edilmiştir. Şimdi önerilen ise, aslına bakılırsa, devlet ile yurttaşları arasındaki ilişkinin bir çeşit ulusüstü denetim ve gözetiminin yaratılmasıdır. (…) Birleşmiş Milletler’in yapmaya çalıştığı şey [bu nedenle] devrimci bir karakterdedir (Akt. Hobbins, 1998:331).

Taslak Komitesi’nin hazırladığı memorandumu ele almak üzere İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu 1947 yılının Aralık ayında Cenevre’de toplanır ve bu oturumun sonunda dördüncü taslak olan “Cenevre Taslağı” şekillenir (E/CN.4/77). Taslak sürecinin bu üçüncü aşamasında delegeler arasındaki başlıca tartışma, yazımına başlanan uluslararası insan hakları belgesinin hangi formda olacağı ve buna bağlı olarak herhangi bir yaptırım mekanizmasına sahip olup olmayacağıdır. İnsan Hakları Komisyonu çalışmalarına başladığında ilan edilmesi planlanan uluslararası insan hakları belgesinin bağlayıcı olmayan bir amaçlar ve ilkeler bildirgesi mi (declaration, manifesto) yoksa uluslararası ve ulusal düzeyde yaptırım gücüne sahip çok taraflı bir sözleşme (treaty, convention) tarzında mı olacağı konusunda bir netlik söz konusu değildir. BM Şartı’nın 68. maddesinde yalnızca insan hakları komisyonuna atıf yapılmış ama bir uluslararası insan hakları belgesine ve belgenin tarzına ve hukuki statüsüne ilişkin herhangi bir ifadeye yer verilmemiştir. Sürecin başında oluşturulan Hazırlık Komitesi ise, tasarlanan insan hakları belgesinin sadece içeriğinin değil, formunun ve hukuki statüsünün belirlenmesini de İnsan Hakları Komisyonu’na bırakmıştır. EKOSOK’un Komisyon’a verdiği yetki de muğlâktır. Nitekim Konsey, 1946 yılının Şubat ayında İnsan Hakları Komisyonu’na çalışmalarında rehberlik yapması için bir görev tanımı yapmış ve Komisyon’un çalışmalarının aşağıda dile getirilen hususlarda Konsey’e teklifler, tavsiyeler ve raporlar sunmak olduğunu belirtmiştir (E/248): (a) Bir uluslararası haklar belgesi (bill); (b) sivil özgürlükler, kadının statüsü, enformasyon özgürlüğü ve benzeri konularda uluslararası bildirgeler (declarations) ya da sözleşmeler (conventions); (c) azınlıkların korunması; (d) ırk, cinsiyet, dil ve din temelli ayrımcılığın önlenmesi ve (e) a, b, c ve d bentlerinde sayılmayan insan haklarına ilişkin diğer hususlar.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

79

Dolayısıyla taslak yazımcıların önünde üç farklı model durmaktadır. Bunlardan ilki, hukuki yaptırımdan yoksun bir ilkeler ve amaçlar bildirgesidir. İkinci model taraf devletleri hukuki olarak bağlayıcı bir sözleşme ya da sözleşmelerin yazılmasıdır. Üçüncüsü ise, insan haklarının korunması için uluslararası bir mekanizma oluşturarak uygulama konusuna odaklanılmasıdır. Ayrıca bu seçeneklerin ayrı ayrı ya da birlikte değerlendirilmesi de söz konusu olabilir. Ancak uygulama meselesi bu süreçte çok ağır ilerler ve giderek daha az önemsenen bir başlık haline gelir. Özellikle Avustralya delegasyonunun ısrarla savunduğu insan hakları mahkemesi konusu da bu başlık altında değerlendirilmeye başlanır. Başını ABD, SSCB gibi büyük devletlerin çektiği bir grup önceliğin bir ahlâksal ilkeler bildirgesine verilmesi gerektiğini savunur. Bu tercihin başlıca nedenlerinden biri sürecin çok uzamadan sonuçlandırılması arzusudur. Çünkü bir bildirgenin kabul edilmesi, uzmanlık isteyen bir hukuk diline ve devletler tarafından onaylanmayı gerektiren ve bu nedenle de zaman alan bir sözleşmeye göre daha kolaydır. Ayrıca bir ilkeler manzumesinden oluşan bildirgenin dünya halkları tarafından benimsenmesinin daha kolay olacağı düşünülür. Bir diğer neden ise, şüphesiz yaptırım gücüne sahip olmayan bir bildirgenin ulusal egemenlik ilkesi için daha az tehdit oluşturmasıdır. “ABD (çoğunlukla) ve SSCB (her zaman) uygulamaya dönük herhangi bir mekanizma içermeyen bir bildirge ya da ilkeler manifestosu kaleme alması konusunda ısrarcı olur” (Morsink, 1999: 13; Humphrey, 1983:417). ABD’nin bu konudaki tutumu SSCB’nin aksine çok kararlı değildir. Bunun başlıca nedenlerinden biri daha önce de değinildiği gibi sivil toplumunun ve kamuoyu baskısının ABD siyaseti üzerindeki güçlü etkisidir. Aslında başlangıçta ABD’de bağlayıcı bir sözleşme oluşturulması yönünde bir eğilimden bahsetmek de mümkündür. Ancak uluslararası anlaşmaların onay süreci sözleşme yanlılarının önündeki başlıca engellerden biridir. Nitekim ABD Senatosu’nun hukuken bağlayıcı bir sözleşmeyi üçte iki çoğunlukla onaylaması gerekmektedir. Bu sürecin zorluğu daha önce Milletler Cemiyeti deneyiminde açıkça görülmüştür. Dolayısıyla benzer bir durumun hukuken bağlayıcı bir uluslararası insan hakları sözleşmesi için de yaşanması kuvvetle muhtemel görülmektedir. Bu nedenle “ABD’nin başlangıçtaki pozisyonu gözden geçirilmiş ve öncelik bildirgeye verilmiştir. Sovyetler Birliği delegeleri de sözleşme konusunun ertelenmesini isterken, Batılıların Sovyet diplomatlarla kayıt dışı görüşmelerinden edindikleri genel kanaat, Sovyetler Birliği’nin bağlayıcı bir sözleşmeyi asla kabul etmeyeceği yönündedir” (Samnøy, 1993:60). Başını İngiltere, Avustralya ve Hindistan’ın çektiği ve Belçika, Lübnan, Filipinler ve bazı Latin Amerika devletlerinin de desteklediği bir diğer grup ise,

80

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

önceliğini sözleşmeye verir. Çünkü bu grup, devletleri hukuken bağlayıcı yaptırım mekanizmaları olmaksızın söz konusu hakların ilanının çok da anlamlı olmayacağı ve dünya kamuoyunun beklentisini karşılamayacağı kanaatindedir. Bu yaklaşımı savunanlardan biri olan “İngiltere temsilcisi Lord Dukeston bir bildirgenin hükümetleri bir sözleşme kadar bağlamayacağını ve böylesi bir bildirgenin bir propaganda belgesinden öteye geçemeyeceğini öne sürer” (Akt. Samnøy, 1993:61). Öte yandan İngiltere’nin Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’na sunduğu taslak Uluslararası İnsan Hakları Belgesi (E/CN.4/AC.1/4) hukuki yaptırımlar içermekte fakat sadece sivil ve siyasal haklar ile özgürlükleri kapsamaktadır. Bu nedenle İngiltere’nin taslağı özellikle Latin Amerikalı ve Sosyalist Blok delegasyonlarınca desteklenmez.8 “Şili, Uruguay, Mısır ve Fransa daha orta yolcu pozisyona sahiptir ve bildirge ile sözleşmenin birlikte ele alınmasını savunur” (Samnøy, 1993:63). Humphrey anılarında söz konusu tartışmaya ilişkin şöyle yazar: Sorun, sadece en kolay yolun seçilmesi sorunu değildi. Bir hukukçu olmam nedeniyle doğal olarak bağlayıcı bir enstrümandan yana olmam gerekirse de ben daima Bildirge’nin, Uluslararası Haklar Belgesi’nin en önemli parçası olduğunu düşündüm. İnsan haklarının bütününü kapsayan herhangi bir sözleşmenin hızlı ve evrensel anlamda onaylanması küçük bir ihtimâldi. Ayrıca tüm devletleri onaylamaya zorlayacak herhangi bir mekanizma da mevcut değildi. Bildirge, hukuken bağlayıcı olmasa da tüm ülkelere uygulanabilir, desteğini BM’nin otoritesinden alabilir ve ayrıca uluslararası ve ulusal hukukun katalizörü olabilirdi. Bu nedenle Genel Kurul için en iyi strateji Bildirge’yi mümkün olduğunca hızlı kabul etmesiydi. (…) 1948 yılında bile içimden bir ses bana yazarlarının niyeti ya da kabul edildiğindeki şekli ne olursa olsun, Bildirge’nin en nihayetinde uluslararası hukukun bir parçası olacağını söylemişti (Humphrey, 1983:424).

Aradan geçen zamanda Humphrey’nin öngörüsünün büyük oranda gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Evrensel Bildirge, her ne kadar hukuki bağlayıcılığı olmasa da günümüzde evrensel ahlâk ilkeleri haline gelmiş, bu ilkeler devletlerin anayasalarında yer almak suretiyle iç hukuklarının birer parçası ve uluslararası hukukun temel kaynaklarından biri olmuştur. O dönemde Bildirge’nin hukuki statüsünü değerlendirenlerden biri de Norveç delegesi Frede Castberg’dir. Ona göre, “Bildirge, hukuki yükümlülükler getirmekten çok ahlaki ilkeler şeklinde tasarlanmış olsa da onun pratik bir değeri vardır. Çünkü Bildirge, şüphesiz ki, her insan hakları sorununun BM’de tartışılmasına zemin oluştu-

8

Humphrey, İngiltere’nin taslağının, Taslak Komitesi’nde daha ciddi bir tarzda tartışılmamış olmasını üzüntüyle karşılar. Çünkü ona göre bu taslak, “bir hüner ve tahayyülle yazılmıştı ve Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ne sağlam bir dayanak oluşturabilirdi” (Humphrey, 1983:412).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

81

racaktır. İnsan hakları devletlerin bir iç hukuk meselesi olarak kabul edilmemelidir” (A/C.3/SR.89). İnsan hakları belgesinin tarzı konusundaki müzakereler bir uzlaşıyla sonuçlanmadığı için Komisyon’un İkinci Oturumu’nda belgenin bir ahlâksal ilkeler bildirgesi, hukuken bağlayıcı bir sözleşme ve uygulama tedbirleri olmak üzere üç kısma ayrılmasına ve sürecin yürütülmesinin çalışma gruplarınca üstlenilmesine resmi olarak karar verilir (E/CN.4/SR.29). “Roosevelt başkanlığındaki bir çalışma grubu insan hakları bildirgesi çalışmalarına devam ederken, İngiltere delegesi Lord Dukeston’ın başkanlığında bir başka grup, İngiltere’nin taslak bildirgesini temel alan bir taslak sözleşme çalışması yürütecektir. Hindistan delegesi Hansa Mehta’nın başkanlığındaki üçüncü çalışma grubunun görevi ise, uygulama tedbirlerinin araştırılmasıdır” (Glendon, 2001:87). Bu kararın, yani bildirge taslak sürecinin sözleşmeden ayrılmasının ne kadar isabetli olduğu yıllar sonra daha iyi anlaşılır. Nitekim “İkiz Sözleşmeler” olarak da adlandırılan iki sözleşmenin, yani genellikle Kuzey Atlantik devletleri tarafından desteklenen BM Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Üçüncü Dünya ve Sosyalist Blok tarafından desteklenen BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmesi, İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk toplantısından 19 yıl sonra, 1966 yılında mümkün olabilmiş ve yürürlüğe girmesi içinse 1976 yılını beklemek gerekmiştir. İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu (Aralık 1947) ile Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu (Mayıs 1948) arasındaki zaman diliminde taslak uluslararası insan hakları bildirgesi, EKOSOK’un yukarıda değinilen kararına istinaden BM üyesi devletlere değerlendirmelerini almak üzere gönderilir. İnsan Hakları Komisyonu’nun raportörü Malik o dönemdeki bir konferansta yaptığı konuşmada EKOSOK’un bu kararının gerekçesini şöyle açıklar: BM Şartı büyük ve küçük tüm devletler arasında egemen eşitlik ilkesini yüceltilir ve yukarıdan bir haklar bildirgesi dayatılmasını kesinlikle imkânsız kılar. Çünkü şu an mevcut olduğu şekliyle uluslararası toplumda bir “yukarı” ya da “aşağı” yoktur. (…) Bu yüzden bir iç hukuk formuyla onlara nüfuz etmenin tek yöntemi rıza ve iknadır. Bireyler arasında olduğu gibi uluslar arasında da demokratik ikna yöntemi bitmek bilmez müzakere, akıl yürütme ve sabırdır (Malik, 2000:88).

Ancak söz konusu dönemde 57 BM üyesi devletin sadece 15’i geri bildirimde bulunur9 (E/CN.4/85). Bunlardan Pakistan ve Kanada’nın değerlendirmeleri anlamlı değerlendirmeler olmaktan uzaktır. Kalan on üç devletin altısı da

9

Değerlendirmelerini sunan devletler şunlardı: Pakistan, Kanada, Hollanda, Avustralya, ABD, Meksika, Brezilya, İngiltere, Güney Afrika, Mısır, Norveç, Hindistan, Fransa, İsveç ve Yeni Zelanda.

82

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

İnsan Hakları Komisyonu üyesidir ve taslak sürecinin hâlihazırda aktif katılımcılarıdır (E/CNA/85/Rev.1 E/CNA/82/Add.1-5, 7-12). Samnøy’a göre, “bu kadar az sayıda hükümetin geri bildirimde bulunmasının nedeni sürenin kısıtlı olmasıyla ilgili olabilir. Ayrıca bu ülkelerin çoğu değerlendirmelerini taslak bildirge BM Genel Kurulu’na gelene kadar ertelemiş de olabilirler” (Samnøy, 1993:51). Taslak Komitesi’nin, 1948 yılının Mayıs ayında İkinci Oturumu için Lake Success’de biraraya geldiği toplantılar sürecin dördüncü aşamasını oluşturur. Taslak bildirge, İnsan Hakları Komisyonu’nun önceki iki oturumunun ardından artık bir yıl önceki ilk haliyle kıyaslandığında kayda değer bir oranda değişmiştir. “Taslak Komitesi bu oturumunda mesaisinin çoğunu sadece geleneksel sivil ve siyasal hakları içeren taslak İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ayırır” (Malik, 2000:103) ve taslak bildirgenin yalnızca bazı kısımları değerlendirilip kimi değişiklik yapılır. Komite, taslak sözleşmenin de gerisinde olan uygulama tedbirleri konusunu ise, zaman darlığı nedeniyle ele almaz. İnsan Hakları Komisyonu’nun üyesi Lübnan’lı Malik’in Taslak Komitesi’nin bu oturumundan bir ay sonra katıldığı bir konferansta yaptığı değerlendirme aslında uygulama tedbirlerine ilişkin hâlâ devam eden belirsizliği açık bir şekilde ortaya koyar. Malik, konuşmasında uygulama tedbirlerine dair çok sayıda seçenek sunar. Bunlardan biri “Avustralya’nın ısrarla savunduğu bir insan hakları mahkemesinin kurulmasıdır. Diğeri insan hakları ihlâlleriyle ilgilenmesi için Uluslararası Adalet Divanı’nın yetkilendirilmesidir. Bir üçüncü seçenek İnsan Hakları Komisyonu’nun işlevlerinin uygulamayla ilgili bazı sorumlulukları içerecek tarzda genişletilmesidir.” Malik, bu sorumluluklar arasında “dilekçeleri kabul etme ve inceleme, Genel Kurul’a tavsiyelerde bulunma” yetkilerini sayar. Diğer seçenekler arasında ise, “insan hakları ihlâllerini ele alacak bağımsız uzmanlardan oluşan ayrı bir komisyonun kurulması ve Sekreterya’ya bu ihlâlleri ele alma yetkisinin tanınmasıdır” (Malik, 2000:98). Taslak Komitesi’nin bu oturumunda ayrıca “BM üyesi bazı devletlerden Komisyon’a iletilen değerlendirmeler ve öneriler ile BM Enformasyon Özgürlüğü Konferansı tarafından hazırlanan bazı maddeler değerlendirilir. Gene Kadının Statüsü Komisyonu tarafından bazı maddelere ilişkin yapılan öneriler ile Amerikan Devletleri Örgütü tarafından Nisan ayında ilan edilen İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi de (Bogota Bildirgesi) ele alınır” (Malik, 2000:122). Sürecin beşinci aşaması, 24 Mayıs – 18 Haziran 1948 tarihleri arasında, Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu’ndan hemen sonra Lake Success’te toplanan İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’dur. Komisyon’un bu oturumunda Taslak Komitesi’nden gelen ve Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi ile Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gözden geçirilmiş güncel taslaklarını içeren rapor değerlendirilir. Taslak Komitesi son toplantısında sözleşme

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

83

konusuna odaklandığından, Komisyon bu oturumunda önceliği taslak bildirgeye verir. Bildirge’nin her maddesinin ele alındığı bu toplantılarda taslak metinde çok sayıda değişiklik yapılır ve Bildirge’nin Önsöz’ü de kapsamlı bir tarzda ilk defa ele alınır. Komisyon’un üçüncü oturumunda “taslak bildirgeye nihai şekli verilmiş fakat sözleşme ve uygulama tedbirleri konuları Bildirge’ye kıyasla ilkel bir durumda kalmıştır. Komisyon, Ekim ayına kadar Genel Kurul’a bir insan hakları belgesi sunmakla yükümlü kılındığından bu iki konuyu mükemmelleştirecek zamana sahip değildir” (Malik, 2000:98). Ancak Malik, “Komisyon’un ‘belge’ (bill) terimini en başından itibaren bildirge, sözleşme ve uygulama tedbirlerinin hepsini içerecek şekilde yorumladığını” söyler. Dolayısıyla ona göre “Komisyon, bu noktada önemli bir sorunla karşı karşıya kalır: Temmuz ayında Cenevre’de toplanacak olan EKOSOK’a nihai kararı için sadece tamamlanan taslak bildirge mi sunulmalıdır, yoksa bu üç belgenin tümünün tamamlanması için Konsey’in Genel Kurul’dan bir yıl süre daha talep etmesi mi istenmelidir?” (Malik, 2000:98) Komisyon’un tercihi nihai şeklini alan taslak Bildirge’nin Charles Malik’in başkanlığını yaptığı EKOSOK’a sunulması olacaktır. “Bildirge metninin nihai şeklinin Komisyon’da tek bir karşı oy olmadan kabul edilmesine” (Malik, 2000:98) rağmen siyasal ve ideolojik kutuplaşmaların çok arttığı bu dönemde “İnsan Hakları Komisyonu’nun aksine Konsey, kurnaz ve ödün vermez uygulayıcılarla doludur ve Bildirge’nin güçlü bir muhalefetle karşılaşacağı beklentisi egemendir” (Glendon, 2000:5). Ancak EKOSOK’un, 1948 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında gerçekleştirilen 7. Oturumu’nda Taslak Bildirge’nin hâlâ tamamlanmamış olduğu vurgulanmış olsa da yapılan oylama sonucunda taslak Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’nin Genel Kurul’a gönderilmesi kararı oybirliğiyle alınır (E/RES/151 (VII)). Öte yandan taslak Bildirge’nin BM Genel Kurulu’na sunulmasından önce aşılması gereken son bir engel daha vardır. 30 Eylül 1948 tarihinde başlayıp 7 Aralık 1948’e kadar devam eden ve o sırada sayısı 58’e ulaşan BM üyesi devletlerin temsilcilerinden oluşan BM Genel Kurulu Üçüncü Komitesi (Sosyal, İnsani ve Kültürel İşler Komitesi) toplantıları Bildirge’nin Genel Kurul’daki nihai oylamasından önceki son aşamasıdır. Başkanlığını Charles Malik’in yaptığı Üçüncü Komite toplantıları bu defa Paris’te Palais de Chaillot’da, yani muzaffer Hitler’in 1940 yılında arkasında Eyfel Kulesi olduğu halde verdiği o ünlü fotoğrafın çekildiği yerde yapılır.10 Evrensel Bildirge’nin Fransa’da ve özellikle de Palais de Chaillot’da ilan edil-

10

Bugün sarayın önündeki geniş meydan esplanade des droits de l’homme (İnsan Hakları Meydanı) olarak adlandırılır.

84

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

mek istenmesi bilinçli bir tercih gibi görünür. İnsan Hakları Komisyonu’nun başkan yardımcısı Peng Chun Chang, Üçüncü Komite toplantılarında Bildirge’nin “nihai formülasyonunun Fransa’da gerçekleştirilmesinin çok uygun olduğunu” dile getirir. Çünkü ona göre Fransa “çağdaş özgürlük fikrinin doğum yeridir” (A/C.3/SR.91). Komisyon’un başkanı Eleanor Roosevelt de Üçüncü Komite toplantıları başlamadan hemen önce 28 Eylül 1948 tarihinde Sorbonne’da yaptığı İnsan Hakları Mücadelesi (The Struggles for the Rights of Man) başlıklı ünlü konuşmasında “insan haklarının korunması konusunu Fransa’da tartışmayı neden seçtiğini” şöyle açıklar: (…) insan özgürlüğünün kökleri bu topraklarda uzun zaman önce derinlere indi ve burada bol bol beslendi. İnsan Hakları Bildirgesi burada ilan edildi ve Fransız Devrimi'nin müthiş sloganları -özgürlük, eşitlik, kardeşlik- insanların hayal gücünü burada ateşledi. Bu konuyu Avrupa'da tartışmayı seçtim çünkü burası, özgürlük ve istibdat arasındaki en büyük tarihi savaşların sahnesiydi (Roosevelt, 2010:900).

Üçüncü Komite toplantılarının yapıldığı 1948 yılının sonbaharındaki bu son aşama dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan sorunlar nedeniyle oldukça gergin geçer. 1948 yılının başında Çekoslovakya’da gerçekleşen komünist darbe, Doğu ve Batı blokları arasında bir kırılma noktası olur. Ardından aynı yılın Haziran ayında Sovyetler Birliği tarafından yaklaşık bir yıl sürecek Berlin Ablukası iki blok arasındaki gerilimi bir sıcak savaş olasılığına doğru sürükler. Kore yarımadasının bölünmeye doğru hızla ilerlemesi, Çin’de Mao Zedong güçlerinin ilerleyişi, Hindistan ile bağımsızlığını yeni kazanan Pakistan arasında yaşanan mülteci akını ve mültecilerin maruz kaldığı kitlesel şiddet eylemleri, Filistin’de kurulan İsrail devleti ve Arap komşuları arasında yaşanan savaş mevcut gerilimleri daha da arttırır.11 Yaşanan bu gelişmelerin doğurduğu gerginlik Üçüncü Komite toplantılarına kaçınılmaz bir tarzda yansır. Üçüncü Komite toplantıları 18 üyeli İnsan Hakları Komisyonu’nda temsil edilmeyen bu nedenle de Bildirge’nin şekillenmesine katkı sağlayamayan BM üyesi devletlerin tamamının taslak hakkında değerlendirmelerini sunmaları için önemli bir fırsat sunar. “E. Roosevelt Bildirge’nin onaylanmasından on yıl sonra verdiği bir mülâkatta, ‘İyi bir taslak sunduğumuzu ve bu nedenle de taslağın çok az tartışılacağını düşünüyorduk. Ancak bunun bir hata olduğunu anladık. [Üçüncü] Komite’de her kelime tartışıldı. Bu yüzden Paris’te çok kötü zamanlar 11

Örneğin İnsan Hakları Komisyonu’nun en etkili temsilcilerinden olan “Charles Malik Arap Ligi’nin sözcüsü iken Komisyon’un bir başka önemli ismi René Cassin ateşli bir Siyonisttir” (Glendon, 2011:204). “Cassin savaştan sonraki ilk yıllarda ünlü Fransız Yahudi savunuculuk örgütü Allience Israilete Universelle’e başkanlık etmiş ve Naziler tarafından yaratılan evrensel mağduriyetin hızla yerleşmiş retoriğini kabul etmişti” (Moyn, 2017:61).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

85

yaşadık’” diyecektir (Akt. Glendon, 2011:215). Gerçekten de Üçüncü Komite toplantıları, Evrensel Bildirge’nin 30 maddesinin her birinin ayrıntılı bir şekilde değerlendirildiği ve BM üyesi tüm devletlerin delegasyonlarının katılımıyla müzakere edilerek son şeklinin verildiği aşama olur. “Taslak metnin tek tek maddelerinin, kelimeler ve kavramların hatta nokta ve virgüllerin bile kapsamlı bir şekilde tartışıldığı bu oturum” (Malik, 1951:275), Bildirge’nin evrensel niteliğini artırmakla kalmamış aynı zamanda BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmesini de kolaylaştırmıştır. “Genel Kurul Üçüncü Komitesi yaklaşık iki ayda 81 toplantı yapar ve müzakereler boyunca çeşitli maddelerde değişiklikleri de içeren 168 resmi taslak önerisi sunulur” (Humphrey, 1983:423). Ancak gene de belgenin temel yapısı ve içeriği büyük bir değişikliğe uğramaz ve İnsan Hakları Komisyonu’nun Haziran ayındaki üçüncü ve son oturumunda şekillenen taslakla büyük farklılıklar barındırmaz. Üçüncü Komite’de ayrıca belgenin başlığı resmi olarak değiştirilerek “Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi” yerine “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” kullanılmaya başlanır. Fransa’nın Bildirge’nin adına ilişkin verdiği bu değişiklik önerisi Sovyetler Birliği delegasyonu tarafından tepkiyle karşılanır. Sovyetler Birliği, Fransa’nın önerisini Bildirge’nin “Birleşmiş Milletler üyesi olsun ya da olmasın tüm ülkeler üzerinde bağlayıcı kılınması niyetiyle” yapıldığını öne sürer (A/C.3/SR.166). Aslında bu değişikliğin tam da bu nedenle yapıldığını Cassin yıllar sonra şöyle açıklar: Evrensel tabirinin anlamı, Bildirge’nin sadece ona onay veren devletleri değil, ahlâksal olarak herkesi bağlıyor olmasıdır. Başka bir deyişle, Evrensel Bildirge, “uluslararası” ya da “devletlerarası” bir belge değildir. O, tüm insanlığa seslenir ve tümleşik bir insan kavramına dayanır (Akt. Glendon, 2001:161).

BM Genel Kurulu Üçüncü Komitesi’ne bağlayıcı olmayan bir bildirgenin sunulmuş olması bazı delegeler tarafından eleştirilir. Komite toplantılarının başında ABD delegasyonunun başkanı Eleanor Roosevelt, sözleşme hazırlanmaksızın sadece Bildirge’nin ilan ediliyor olmasından rahatsız olan ülkeleri ikna etmeye çalışır. Roosevelt, konuşmasında Bildirge’nin “BM Şartı’nın öngördüğü insan hakları programının ilk aşaması” olduğuna dikkat çeker ve bu bildirgeyi “uygulamaya ilişkin hükümler de içeren bir insan hakları sözleşmesinin izlemesinin önemine” vurgu yapar. Roosevelt ayrıca “İnsan Hakları Komisyonu’nun bir sonraki oturumunda konunun ele alınması ve 1949 yılında Genel Kurul tarafından onaylanmasına yönelik bir kararın beklentisi içinde olduğunu” da sözlerine ekler. Roosevelt konuşmasını şöyle sürdürür:

86

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948) Taslak Bildirge, bir sözleşme ya da uluslararası anlaşma değildir ve hukuki yükümlülükler getirmemektedir. O daha ziyade tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçütler sağlayan vazgeçilmez insan haklarının temel ilkelerinin bir ifadesidir. Hukuki olarak bağlayıcı olmasa da Bildirge’nin yine de kayda değer bir ağırlığı vardır. Bildirge’nin onayı Önsöz’deki ifadesiyle üye devletlerin, “eğitim ve öğretim yoluyla bu haklar ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, gittikçe artan ulusal ve uluslararası tedbirlerle gerek bizzat üye devletlerin halkları gerekse bu devletlerin idaresi altındaki ülke halkları arasında bu hakların dünya tarafından fiilen tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya gayret etmelerini” taahhüt eder (A/C.3/SR.89).

Yoğun müzakerelerin ardından taslak Bildirge, 7 Aralık’ta Üçüncü Komite’de bütün olarak oylanır. Karşı oyun olmadığı bu oylamada 29 lehte ve 7 çekimser oy kullanılır. Suudi Arabistan ve Güney Afrika’nın katılmadığı oylamada Kanada ile birlikte altı sosyalist ülke; SSCB, Beyaz Rusya, Ukrayna, Çekoslovakya, Polonya ve Yugoslavya çekimser oy kullanır (A/C.3/SR.178). Kanada’nın çekimser oy kullanması büyük bir sürpriz olur. Bildirge’nin ilk taslağının Kanadalı yazarı Humprey, Kanada’nın bu tercihinin “kendisi de dâhil herkesi şok ettiğini” dile getirir. Humphrey, “İnsan haklarının uluslararası düzeyde ilerletilmesinin Kanada dış politikasının önceliği olmadığını bildiğini, fakat böyle önemli bir oylamada çekimser kalarak kayıtsızlığını sürdürebileceğine asla ihtimâl vermediğini” de sözlerine ekler (Humphrey, 1984:71). Taslak sürecinin yedinci ve son aşaması, 9-10 Aralık 1948 tarihindeki BM Genel Kurulu’un Genel Oturumu’dur. Charles Malik, bu oturumda yaptığı konuşmada Bildirge’nin “ilhamını Nazizm ve faşizmin barbar öğretilerine karşıtlıktan, Başkan Roosevelt’in dört temel özgürlük konuşmasından ve ayrıca BM Şartı’nda yedi farklı yerde değinilen insan hakları ve temel özgürlüklerinin onayından aldığını” dile getirir. René Cassin ise, antik bir tapınağın portikosuna benzettiği “Bildirge’nin dört sütununun aynı önemde olduğunu ve aralarında bir hiyerarşinin olmadığını” ifade ederek Bildirge’nin bağlayıcılığı konusunda şunları söyler: [Bildirge] bir sözleşmeden daha az bağlayıcı ve daha az güçlü olsa da, o daha az hukuki değere sahip değildir. Çünkü tavsiyelerde bulunmakla yetkilendirilmiş Genel Kurul’un kararında yer alır. Bildirge, insan haklarını pozitif uluslararası hukukun kapsamına sokan Şart’ın geliştirilmesidir. Bu nedenle Bildirge’nin bütünüyle teorik bir enstrüman olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. O, sadece potansiyel bir enstrümandır. Fakat bu olgu, hiçbir surette Şart’ın hükümlerinin bağlayıcı gücüne gölge düşürmez (A/PV.180).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

87

10 Aralık tarihinde gece yarısından hemen önce yapılan ve Honduras’la Yemen’in katılmadığı nihai oylamada Bildirge, 48 lehte ve 8 çekimser oyla kabul edilir.12 Lehte oylar: Afganistan, Avustralya, Belçika, Bolivya, Brazilya, Burma, Kanada, Şili, Çin, Kolombia, Kosta Rika, Küba, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator, Mısır, El Salvador, Etyopya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Haiti, İzlanda, Hindistan, İran, Irak, Lübnan, Liberya, Lüksemburg, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, Nikaragua, Norveç, Pakistan, Panama, Paraguay, Peru, Filipinler, Siyam (Tayland), İsveç, Suriye, Türkiye, İngiltere, ABD, Uruguay, Venezuela. Çekimser oylar: Beyaz Rusya, Ukrayna, SSCB, Çekoslavakya, Polonya, Yugoslavya, Suudi Arabistan, Güney Afrika Birliği.

Bildirge’nin ilânı delegeler tarafından büyük bir coşkuyla karşılanır. Ekvador delegesi Bildirge’yi “yüzyılın en önemli belgesi” olarak nitelendirir. Diğer bazı delegeler de Bildirge’yi “bölünmüş bir dünyayı birleştirme sürecinde nihai aşama” (Haiti), “çığır açan olay” (Pakistan), “uzun insan hakları mücadelesinde bir dönüm noktası” (Fransa) gibi ifadelerle yüceltirler (A/C.3/SR.90). 13 Bildirge’ye çekimser kalan Sosyalist Blok ülkelerinin ve Suudi Arabistan’ın bu tercihinin nedenleri ileride ilgili bölümlerde ele alındığı için burada sadece Güney Afrika’nın çekimser oyunun nedeni üzerinde durulacaktır. BM’nin kuruluş sürecinde Başbakan Jan Smuts liderliğindeki Güney Afrika insan hakları söylemine en fazla sahip çıkan ülkelerden biridir. “San Francisco Konferansı’nda Jan Smuts, ‘BM Şartı’nın sadece savaşı önlemeye yönelik yasal bir doküman olmaması gerektiğini’ söylemiş ve onun ‘yüksek değerleri en başından dile getiren bir bildiri içermesini’ savunmuştur. Jan Smuts’a göre verilen mücadele adalete inancın ve temel insan haklarını koruma azminin’ mücadelesidir” (Akt. Mazower, 2010:36). Dahası Güney Afrika, (Panama ve Küba ile birlikte) San Francisco Konferansı’nda BM Şartı’nın insan haklarıyla ilgili hükümler içermesini öneren ülkelerden biridir (UN Doc. 1945:425). Öte yandan “BM’nin dokunaklı Önsöz’ünü herkesten çok tartışan ve taslağının hazırlanmasına katkıda bulunan kişinin, Güney Afrika başbakanı ve Beyaz yerleşimci milliyetçiliğin mimarı Jan Smuts” (Mazower, 2010:17) olması da oldukça paradoksaldır. Mazower’in “Büyülü Saray Yok” adlı kitabında yanıtını aradığı sorulardan biri de budur: “Yeni dünya örgütünün evrensel haklara

12

13

Oylama sonrası, “Dilekçe hakkı”, “Azınlıkların akıbeti”, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin tanıtımı” ve “Taslak insan hakları sözleşmesi ve taslak uygulama tedbirlerine hazırlık” konularıyla ilgili dört ayrı karar daha alınır (A/778). Bildirge’nin ilanından iki yıl sonra, 4 Aralık 1950 tarihinde BM Genel Kurulu, 10 Aralık tarihinin “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırır.

88

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ilişkin taahhüdü, nasıl oluyor da ırksal üstünlüğü savunan, Afrika kıtası üzerinde Beyaz hâkimiyetine taraftar olan, ayrımcı politikalarıyla kendi ülkesinde apertheid devletine zemin hazırlayan bir adamın katkısına çok şey borçlu olabilir?” (Mazower, 2010:27) Bu sorunun yanıtı ise aslında liberal bir enternasyonalist olan Jan Smuts’un “uluslararası örgütlerin dünyanın Beyaz uygarlığını sürdürmesini güvence altına alması” (Mazower, 2010:28) ve insan haklarından sadece bu uygarlıktaki halkların yararlanması gerektiğine inanmasıdır. Güney Afrika, San Francisco Konferansı’nda sahiplendiği insan hakları söylemini Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde terkeder. Bu süreçte “Güney Afrikalılar Bildirge’yi onaylamayacaklarını zaten açık bir şekilde belli ederler” (Humhrey, 1983:432). Güney Afrika’nın görünürdeki itirazı Bildirge’nin kapsamının fazla geniş olmasıdır. Oylamadan hemen önce Genel Kurul’daki konuşmasında Harry Andrews, Güney Afrika’nın tezini tekrar ederek “Genel Kurul’a sunulan Taslak Bildirge’nin BM Şartı’nda tasarlanan hak ve özgürlüklerin çok ötesine geçtiğini” dile getirir (A/PV.182). Andrews’un kastettiği ve BM Şartı’nda öngörülmediğini iddia ettiği bu haklar Güney Afrika delegasyonuna göre temel niteliği olmayan ekonomik, sosyal ve kültürel haklardır. Ancak Güney Afrika delegasyonunun Evrensel Bildirge’ye dair asıl kaygısı (kısa bir süre sonra apartheid rejimine dönüşecek olan) kendi ülkesindeki siyahlara, Hintlilere ve melezlere yönelik politikalara karşı yaratacağı tehdittir. Zira “1946 gibi erken bir tarihte Güney Afrika, ülkedeki Hint azınlığa karşı takındığı tavırdan dolayı kızağa çekilmiş ve Genel Kurul Hintlilerin Güney Afrika’nın politikasını adil hale getirmesini desteklemiştir” (Mazower, 2010:32). Dahası Güney Afrika hükümeti kendi yurttaşlarına yönelik uyguladığı siyasetin Evrensel Bildirge’nin neredeyse tüm maddelerini ihlâl ettiğini, BM’nin insan hakları normlarına dayanarak ırkçı-ayrımcı yasa ve uygulamaları kınayabileceğini ve kendisi üzerinde baskı kurabileceğini şüphesiz ki öngörmüştür. Güney Afrika delegesi Andrews Bildirge’nin bağlayıcı doğasına ilişkin olarak söyledikleri de bu öngörüyü destekler niteliktedir: “Gerçek şudur ki Bildirge, bir sözleşmenin doğasına sahip değilse de Genel Kurul tarafından onaylandığında üye devletlere yine de bazı yükümlülükler getirecektir. Çünkü Bildirge muhtemelen Şart’ta tanımlanmadan bırakılan temel hak ve özgürlüklerin normatif bir yorumu olacaktır” (A/PV.182).

2.1 Sosyalist Blok BM’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Sovyetler Birliği, Ukrayna, Beyaz Rusya, Çekoslavakya, Polonya ve Yugoslavya Evrensel Bildirge’nin taslak

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

89

yazımlama sürecinde daima birlikte hareket ettikleri için “sosyalist blok” olarak adlandırılmayı hakeder.14 Öte yandan Sovyetler Birliği sosyalist blokun lideri pozisyonunda olduğundan ve diğer devletler ondan bağımsız hareket etmediklerinden bu bölümde ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği’nin süreçteki rolü üzerinde durulmuştur. Sosyalist blok, 18 üyeli İnsan Hakları Komisyonu’nda SSCB, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Yugoslavya tarafından temsil edilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olan Sovyetler Birliği, ayrıca sekiz üyeli Taslak Komitesi’nin de üyesidir. Evrensel Bildirge’ye çekimser oy kullanan sekiz devletten altısı da gene sosyalist blok ülkelerdir. Sosyalist devletler taslak yazımlama sürecinde geniş kitlelerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik düzenlemeler ve devletlerin bu konuda yükümlü kılınmasında ısrarcı olurlar. Dolayısıyla bu devletlerin delegasyonları ekonomik ve sosyal hakların Bildirge’de güçlü bir tarzda yer alması için yoğun çaba sarfederler. Ancak sosyalist blokun bu konudaki girişimlerine ve katkılarına ileride “Yeni İnsan Hakları ya da Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar” başlıklı bölümde yer verildiğinden bu bölümde ayrıca değinilmesine gerek görülmemiştir. Evrensel Bildirge’de kadın hakları da dâhil olmak üzere ayrımcılık yasağının güçlü bir tarzda yer alması da büyük oranda Sovyetler Birliği’nin çabalarının sonucudur. Esasında insan haklarının uluslararası düzeyde korunması ne II. Dünya Savaşı sırasında ne de BM’nin kuruluş sürecinde Sovyetler Birliği’nin amaçlarından biri olmuştur. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver Devletleri’ne karşı Müttefik Devletler’in yanında yer alarak 1942 yılında Birleşmiş Milletler Bildirgesi’ni imzalamış ve BM’nin şekillendiği Dumbarton Oaks Konferansı’nın dört katılımcısından biri olmuştur. Miğfer devletlerinin mağlup edilmesinde büyük rol oynayan Sovyetler Birliği, öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı devasa yıkımdan en fazla etkilenen ülkelerden biridir. Nazi işgaline uğrayan, pek çok şehri yerle bir edilen ve 20 milyona yakın asker ve sivil yurttaşının savaş alanlarında, çalışma kamplarında hayatını kaybettiği ya da Einsatzgruppen tarafından katledildiği Sovyetler Birliği’nin savaş sonrasındaki başlıca önceliği yaralarını sarmak ve uluslararası güvenlik olmuştur. Önceki bölümde değinildiği gibi SSCB, Dumbarton Oaks Konferansı’nda İngiltere’yle birlikte insan haklarına açıktan atıf yapılmasına karşı çıkar ve “ABD’nin insan haklarının örgütün ana amaçlarından biri olması önerisine aleyhte oy kullanır. Bu tutumunu San Francisco Konferansı’nda da sürdüren Sovyetler Birliği, öte yandan STK’ların ve başta Latin Amerikalılar olmak üzere

14

Yugoslavya 1948 yılında yani, taslak sürecinin sonlarına doğru bu bloktan önemli oranda uzaklaşır.

90

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

diğer bazı küçük devletin insan haklarının BM’nin ana amaçlarından biri olmasına yönelik ısrarlı taleplerine kayıtsız kalamaz. Ekonomik ve sosyal haklara vurgu yapan kendi insan hakları yaklaşımını BM Şartı’na yansıtmak isteyen Sovyetler Birliği bu doğrultuda, “1. maddede yer alan örgütün amaçları arasında ‘insan haklarına saygıyı ilerletmek ve teşvik etmek, özellikle de çalışma ve eğitim hakları ile ırk, dil, din ya da cinsiyet ayrımı olmaksızın herkesin temel özgürlüklerinin’ tanınması önerisini getirir.” Ancak Sovyetler Birliği’nin bu önerisi “diğer büyük devletler tarafından Şart’ta yer alan ve insan haklarından bahseden tüm maddelerin genel olması ve herhangi spesifik bir hakka atıf yapmaksızın kalması yönündeki ısrarları nedeniyle sonuçsuz kalır” (Normand & Zaidi, 2008:133). BM’nin kuruluş sürecinde dikkatini insan haklarından çok uluslararası güvenlik meselesine veren ve Bildirge’nin taslak sürecine başlarda aktif katılım göstermeyen Sovyetler Birliği’nin, özellikle İnsan Hakları Komisyonu’nun 1947 yılının Aralık ayındaki İkinci Oturumu’ndan itibaren süreçte giderek daha etkin bir rol oynamaya başladığı görülür. Bildirge’nin taslak sürecinin henüz başında EKOSOK’un İkinci Oturumu’nda İnsan Hakları Komisyonu’nun bağımsız uzmanlardan oluşturulması önerisine karşı çıkan Sovyetler Birliği başka bazı delegasyonların da desteğini alarak Komisyon’un devlet temsilcilerinden oluşturulmasına önayak olur. Sovyetler Birliği’nin bir başka itirazı, Taslak Komitesi’ne ilişkindir. 1947 yılının Mart ve Nisan aylarında toplanan EKOSOK’un Dördüncü Oturumu’nda Bildirge’nin yazımını Sekretarya’nın üstlenmesini destekleyen delegasyonlardan bazıları, bu fikirden vazgeçerler. Bu itirazı dile getirenlerin başında taslak grubunda yer almamış olmaktan zaten hoşnutsuz olan Sovyetler Birliği gelir (E/CN.4/SR.16). Bu itirazın neticesinde Taslak Komitesi’nin üye sayısı üçten sekize çıkarılır ve SSCB de bu sekiz üye arasında yer alır. Sovyetler Birliği ayrıca Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığı Önlenmesi Alt Komisyonu’nun kurulmasına da önayak olur. Sovyetler Birliği İnsan Hakları Komisyonu’nunda dört farklı isimle temsil edilir. “İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’na göreli olarak daha düşük düzeyde bir memur olan Valentin Tepliakov katılır” (Humphrey, 1983:398). Sovyetler Birliği “Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda ise, 1961-1970 yılları arasında Uluslararası Adalet Divanı’nda yargıçlık yapacak olan Profesör Koretsky tarafından temsil edilir” (Schabas, 2013:313). İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’na katılan Bogomolov, kendisinden sonra görev alan Alexie P. Pavlov’dan daha kısa süre görev alsa da Humphrey’e göre “Sovyetler Birliği büyükelçi Bogomolov’un şahsında yazımlama sürecine aktif katılım göstermeye başlar. Komisyon’da Bogomolov’dan daha işbirlikçi bir Sovyet temsilci ise, bir daha olmamıştır” (Humphrey,

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

91

1984:37). Komisyon’da Sovyetler Birliği’ni temsil eden son isim “Leningrad Üniversitesi’nde hukuk eğitimi alan ve 1946-1950 yılları arasında Belçika Büyükelçiliği görevinde bulunan” (Morsink, 1999:30) Alexie P. Pavlov’dur. İnsan Hakları Komisyonu’na Soğuk Savaş atmosferinin yükselişe geçtiği 1948 yılının ikinci yarısında katılan Pavlov, Humphrey’e göre “işbirliğinden daha uzak ve uzlaşmaz bir yapıdadır.” Humphrey, Pavlov’un Komisyon toplantılarındaki tutumunu anılarında şöyle anlatır: Rus sözcü Pavlov’un pek çok müdahalesinin bazıları bir saaten fazla sürmekteydi. O, dinlediğim en geveze konuşmacılardan biri ve Bildirge üzerinde çalışan tüm Rusların en zorlusuydu. Bazıları, onun burjuva geçmişinin –ki kendisi meşhur Pavlov'un15 yeğeniydi- ülkesinde onu eleştirilere karşı savunmasız bıraktığını ve bu durumun, sergilemekte asla başarısız olmadığı gösterinin nedeni olduğunu söylerdi (Humphrey, 1984:49,56).

Roosevelt’e göre de Pavlov “yetenekli bir delege olmasına rağmen inançlı bir komünist olduğunu ispatlamak ihtiyacı hissediyor gibi görünür” (Roosevelt, 2018). Pavlov, Humphrey’nin bu olumsuz değerlendirmelerine karşın Bildirge’nin şekillenmesine önemli katkılarda bulunur. “Bildirge’de egemen olan ayrımcılık karşıtı dil büyük oranda onun ısrarlarının sonucudur. İşsizliğe karşı korunma hakkıyla barınma ve tıbbî bakım hakları savunusunun başını çeken Pavlov, ayrıca Bildirge’nin cinsiyetçi dilden arınması için yoğun çaba sarf eder” Resim 7: Alexie P. Pavlov. (Kaynak: (Morsink, 1999:197). Pavlov ayrıca Güney www.un.org) Afrika’daki Hintlilere ve ABD’de siyahlara karşı uygulanan ayrımcılıkla İngiltere’nin sömürgesi altında yaşayan halkların içinde bulundukları koşulları sık sık eleştirir. Moskova’nın taslak müzakerelerinde kendi delegasyonu üzerinde katı bir denetim uyguladığını da vurgulamak gerekir. “Eleanor Roosevelt, İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk yıllarında verdiği bir mülakatta Sovyet delegesi Profesör Pavlov’un pek çok kere kendisine gelerek ‘Bayan Roosevelt, mümkünse toplantıyı erteleyebilir miyiz? Çünkü Moskova’dan talimatları henüz almadım’

15

Pavlov, şartlı refleks çalışmalarıyla tanınan 1904 Nobel ödülü sahibi ünlü fizyolog Ivan Petrovich Pavlov’un yeğeniydi. Ivan Pavlov ayrıca komünizm karşıtlığıyla tanınmaktaydı ve Sovyet yönetimini açıkça eleştirmekten hiçbir zaman çekinmemişti.

92

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

dediğini aktarır” (Akt. Samnøy, 1993:35). Roosevelt ayrıca BM’deki Rus heyetinin diğer delegelere oldukça mesafeli durduğunu da dile getirir. Ona göre, “Bir Rusu iyi tanıyabilmek zordu ve sanırım Kremlin bunu özellikle planlamıştı. Rus yetkililerle özel ve samimi bir diyalog kurabilmek gerçekten imkânsızdı” (Roosevelt, 2018). Evrensel Bildirge’nin nihai şeklinin Genel Kurul’da oylanmasından önceki son aşama olan Üçüncü Komite oturumlarının büyük çoğunluğunda Sovyet delegasyonuna Stalin’in muhaliflerini tasfiye etmek için kullanılan “Büyük Temizlik” yargılamalarının da savcısı olan Andrei Vyshinsky başkanlık eder. Vyshinsky’nin Genel Kurul’da Bildirge’nin son haline ilişkin değerlendirmeleri “Sovyet delegasyonu tarafından yapılan en ideolojik ve bütün bir projeyi sorgulamaya kadar varan bir konuşmadır” (Morsink, 1999:21). Glendon’a göre ise, Üçüncü Komite toplantılarında “Sovyet bloku, tartışmaları Genel Kurul dağılana kadar uzatarak projeyi baltalamaya çalışır” (Glendon, 2000:5). Vyshinsky, Bildirge’nin onaylanmasından bir gün önceki konuşmasında “Sovyetler Birliği temsilcilerinin Bildirge’nin hazırlık sürecine Cenevre’den16 Üçüncü Komite’nin son toplantısına kadar aktif katılım gösterdiğini” hatırlatır. Ardından Cenevre Taslağı’nın özellikle bazı maddelerle (4, 20, 21, 23, ve 28. maddelerle) ilgili olarak “ciddi kusurlar barındırdığını” söyler (A/PV.180). Vyshinsky, Bildirge’nin ilan edildiği 10 Aralık’taki diğer konuşmasında ise, ilk konuşmasına atıf yaparak Bildirge’nin “bazı olumlu öğeler içerdiğini ve yararsız olmadığını, ancak özellikle BM adına yayınlanacak bir insan hakları bildirgesinin önemi açısından uygun olmadığını” öne sürer (A/PV.183). Vyshinsky’nin Bildirge’ye yönelttiği eleştiriler aynı zamanda sosyalist blokun çekimser oylarının gerekçelerini de oluşturur. Vyshinsky’nin eleştirileri dört başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, yirminci yüzyılın başından itibaren insan haklarının uluslararası korunması söz konusu olduğunda tartışmaların merkezinde yer alan bir sorunla; insan haklarının evrenselliği ile ulus devletlerin egemenlik hakları arasındaki çatışmayla ilgilidir. Vyshinsky, konuşmasında “demokratik devletlerin egemenlik haklarının bütünüyle gözardı edildiğini ve taslak bildirgede devletlerin içişlerine karışılmasını yasaklayan BM Şartı’yla çelişen hükümler bulunduğunu” söyler (A/PV.183). Taslak sürecinde gerek ulusal egemenlik ilkesi lehine gerekse aleyhine görüş bildirenlerin kendi savlarına dayanak olarak BM Şartı’nı referans aldıkları daha önce de vurgulanmıştı. Vyshinsky de BM Şartı’nın devletlerin egemenlik hakkını öne çıkaran 2. maddesinin 7. fıkrasının ihlâl edildiğini savu-

16

Yani, İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’ndan.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

93

nur. “SSCB delegasyonunun bildirgeyi desteklememesinin ana nedenlerinden birinin BM Şartı’nda da dile getirilen ulusal egemenlik ilkesinin ihlâli olduğunu” söyleyen Vyshinsky’ye göre “bir devletin varlığı ve esenliği ulusal egemenlik ilkesine dayanır.” Ulusal egemenliği “bir devletin kendi öz iradesine uygun davranması; hiçbir zaman başka bir devletin siyasetine hizmet eden bir alet olmaması” şeklinde tanımlayan Vyshinsky, bu ilkeyi “mutlak egemenlik hakkı”ndan ayırır. Ona göre, ulusal egemenlik ilkesi “daha güçlü devletlerin yayılmacı hülyalarına karşı küçük devletlerin tek koruyucusudur. Mutlak egemenliğe saldırıyor gibi görünerek, ulusal egemenliğe karşı propaganda, bir ülkenin daha güçlü bir devlete ve onun ekonomik gücüne siyasal teslimi için ideolojik hazırlıktan başka bir şey değildir.” Vyshinsky, aynı konuşmasında “Fransa temsilcisinin Hitler’in de mutlak egemenlik talep etmesini ve Hitler’in ‘herkes kendi evinin efendisidir’ sözünü hatırlatmasını” eleştirir. Ona göre, savaşın nedeni Fransız temsilcinin iddia ettiği gibi Hitlervari bir mutlak egemenlik anlayışı değildir: İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri konusundaki bu yorum, gerçekle bağdaşmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri, Alman halkının insan hakları ihlâllerinde değil, o dönemin önde gelen devlet adamları olan ve ABD hükümeti tarafından desteklenen Daladier ve Chamberlain’de aranmalıdır. Bu dış politikanın özünde Hitler Almanyası’nın savaş potansiyelini yeniden kazanmasını teşvik etmek ve böylece Sovyetler Birliği’ne ve Doğu’ya karşı saldırıya yönlendirmek vardır (A/PV.183).

Sovyet delegasyonu, bildirge müzakerelerinde Vyshinsky’nin konuşmasında da vurguladığı bu “kusur”un, yani egemenlik haklarının ihlâl edilmesini engellemek için yoğun çaba gösterir. Örneğin henüz Taslak Komitesi’nin ilk toplantısında SSCB delegesi Koretsky, “bir uluslararası haklar belgesi formüle edilirken hatırlanması gereken en önemli şeyin iç hukukla uluslararası hukuk arasındaki karşılıklı ilişki” olduğunu dile getirir (E/CN.4/AC.1/SR.2). Taslak bildirgenin altında yatan siyaset felsefesini eleştiren Koretsky’ye göre “Komiteye sunulan taslak metnin temel karakteristiği insanı zulümden değil, kendi hükümetinden, kendi halkından özgürleştirme eğiliminde olmasıdır. Bunun anlamı ise, insanı kendi hükümetinin ve halkının karşısına koymaktır”17 (E/CN.4/AC.1/SR.5). Oysa Koretsky’nin eleştirdiği Sekreterya Taslağı’nın yazarı olan Humphrey, anılarında “taslağın amaçlarından birinin tam da bireyi kendi hükümetlerine karşı korumak olduğunu” yazar. Ona göre “insan haklarının

17

Sovyetler Birliği delegesi Pavlov da, bir başka toplantıda “gerçekten tatminkâr bir İnsan Hakları Bildirgesi’nin neleri içermesi gerektiğine” dair şunları dile getirir: “Bildirge öncelikle ırk, milliyet, sınıf, din, dil, cinsiyet ayrımı olmaksızın herkes için insan hakları ve temel özgürlükleri demokrasinin ilkeleri, devlet egemenliği ve devletlerin siyasal bağımsızlığı uyarınca güvence altına almalıdır” (E/CN.4/AC.1/29).

94

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

korunması bu anlama gelmiyorsa, başka ne anlama gelebilir? İnsan hakları mücadelesi her zaman otoriteye karşı olmuştur ve hep öyle olacaktır” (Humphrey, 1983:417). Sovyetler Birliği’nin devletlerin egemenlik haklarının ihlâl edildiğine yönelik eleştirileri sonraki süreçte en fazla seyahat özgürlüğünü düzenleyen 13. madde, sığınma hakkını düzenleyen 14. madde ile uyrukluk hakkını düzenleyen 15. maddenin müzakereleri sırasında gündeme gelir. Sığınma hakkına ilişkin tartışmalarda Sovyet delegasyonundan Pavlov, kişinin kendi ülkesinden ayrılma hakkına “devletin mevcut yasaları uyarınca” ifadesinin eklenmesiyle bir koşul ya da sınır konulmasını önerir ancak bu öneri kabul görmez (E/CN.4/AC.1/SR.36). Uyrukluk hakkını düzenleyen 15. madde ve özellikle de maddenin “herkesin bir uyrukluğa hakkı vardır” hükmü Sovyet delegasyonu tarafından devletlerin egemenlik hakkını ihlâl ettiği gerekçesiyle eleştirilir. Ukrayna delegesi Demchenko da “herkesin bir uyrukluğa hakkı olduğu fikrinin kabulünün ulusal egemenlik ilkesinin ihlâli olacağını” gerekçe göstererek öneriye karşı çıkar (A/C.3/307/Rev.1/Add.1). Ancak ulusal egemenlik meselesi, sonraki oturumlarda da çözüme kavuşturulamaz ve Taslak Komitesi’nin bir yıl sonraki oturumunda (Mayıs 1948) bu sefer Sovyet temsilci Pavlov tarafından gündeme taşınır. Öyle ki, Pavlov bu oturumda “Cenevre Taslağı’nın rafa kaldırılmasını ve sil baştan yeni bir taslak yazılmasını önerir” (Glendon, 2001:110). Pavlov’un bu önerisinin başlıca nedenlerinden biri söz konusu taslağın devletlerin egemenlik ilkesini ihlâl ediyor olmasıdır18 (E/CN.4/AC.1/29). Vyshinsky’nin taslak bildirgeye yönelik ikinci eleştirisi insan hakları normlarının uygulanması meselesine ilişkindir. Sovyet delegasyonu taslak sürecinde sık sık insan hakları normlarının ilân edilmekle yetinilmemesi gerektiğini, bu normların uygulanması ya da yaşama geçirilmesi konusunda devletlerin yükümlü kılınmasını savunmuş ve Bildirge’de bu yönde açık bir hükmün yer alması konusunda ısrarcı olmuştur. Sovyet delegasyonu, Bildirge’nin kendisini sadece insan haklarını biçimsel olarak saymakla sınırlandırdığını ve özellikle de sosyal, ekonomik ve kültürel haklarla ilgili olanlarını hayata geçirecek maddi ve hukuki güvenceler vermediğini savunur. Vyshinsky’ye göre “Bildirge, yurttaşların haklarını biçimsel olarak saymakla kalmamalı, insan haklarının eşitliğini sadece ilan etmemeli, bunlardan yararlanılmasını belirli somut araçlarla güvence altına almalıdır.” Vyshinsky, ayrıca hukuki pozitivist bir yaklaşımla,

18

Diğer nedenler arasında hakların etkin güvencelerden yoksun olması, bireylerin devlete karşı ödevlerinin görmezden gelinmesi, ırk ayrımcılığı, Nazizm ve faşizme karşı her mücadelede olması gereken temel demokratik ilkelere atıf yapılmaması yer alır. (E/CN.4/AC.1/29).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

95

onsekizinci yüzyılın birey merkezli ve soyut insan hakları kavramsallaştırmasını eleştirir. Ona göre, İnsan hakları devletten ayrı düşünülemez. Gerek hak, gerekse hukuk kavramları devlet kavramına bağlıdır. Devlet tarafından güvence altına alınıp, korunmadıkça insan haklarının hiçbir anlamı yoktur. Aksi takdirde insan hakları sadece bir soyutlamadır. Kolayca yaratıldığı gibi kolayca ortadan kaldırılabilecek boş bir hayaldir.19

İnsan haklarının korunmasında devletlerin rolüne ilişkin tartışmalar taslak yazımlama sürecinde sıkça gündeme gelir. Bu tartışmalardan biri de Bildirge’nin 29. maddesine ilişkin yapılan müzakerelerde yaşanır.20 Sovyet delegasyonu Üçüncü Komite’de maddeye “(ve) demokratik devletin gerektirdiklerine uygun düşen…” ifadesinin eklenmesini talep eder. SSCB delegesi Pavlov’a göre bu değişiklik önerisinin gerekçesi şudur: “Bildirge’de yazılan bütün haklar demokratik toplumlarda demokratik devlet tarafından uygulanır. Hukuk, onu uygulayacak bir mekanizma olmadan bir hiçtir ve günümüzde bu mekanizma devlettir. Bu nedenle demokratik devletin gereklerini görmezden gelmek mümkün değildir” (A/C.3/SR.153). Öte yandan Sovyetler Birliği daha önce de ifade edildiği gibi sürecin en başından itibaren insan hakları normlarının uygulanması açısından önem taşıyan (hukukî bağlayıcılığı olan) sözleşme tarzında bir insan hakları belgesine muhalefet etmiştir. Örneğin taslak müzakerelerinin henüz başında Sovyetler Birliği temsilcisi Tepliakov, “taslak komitesinin Bildirge’nin uygulanmasını değerlendirme yetkisinin olmadığını” savunur (E/CN.4/SR.16). Aynı sav Komisyon’un İkinci Oturumu’nda Bogomolov tarafından da öne sürülür. Ona göre de “Taslak Komitesi tarafından sunulan insan hakları bildirgesi taslağı öncelikle ele alınmalı ve sözleşmeye ilişkin tartışmalar ertelenmelidir” (E/CN.4/SR.27). Sovyet delegelerin tutarsız görünen bu tutumunun temelinde insan haklarına yönelik yaklaşımı yatar. Başka bir ifadeyle Sovyetler Birliği’nin uygulanması konusunda hassasiyet gösterdiği ve yaşama geçirilmesinde devletlerin yükümlülük üstlenmesi gerektiğini düşündüğü hak grubu, sivil ve siyasal haklardan ziyade ekonomik, sosyal ve kültürel haklardır. Totalitarizmin Kaynakları kitabında aslında Vyshinsky’yle benzer düşünceleri dile getiren Arendt de I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da başka ülkelere göç etmek zorunda kalan insanları kastederek şunu yazar: “Artık hiçbir hükümran devletin yurttaşı olmayan insanlar ortaya çıktığında, devredilmez olduğu varsayılan İnsan Hakları’nın –anayasaları İnsan Hakları’na dayanan ülkelerde bile- uygulanabilir olmadığı görüldü” (Arendt, 2014:298). 20 29. maddenin ikinci fıkrasına göre “Herkes, haklarını ve özgürlüklerini kullanırken, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması, demokratik bir toplumda ahlâkın, kamu düzeninin ve genel refahın haklı gereklerinin karşılanması amacıyla yasayla belirlenmiş sınırlamalarla bağlı olabilir.”

19

96

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Vyshinsky’nin taslak bildirgeye yönelik üçüncü eleştirisi koloni halklarının ve azınlıkların hakları ile kendi kaderini tayin hakkına ilişkindir.21 Vyshinsky’ye göre “Bildirge’de kapsanmış haklardan vesayet altında bulunan ve özerk olmayan ülke halklarının da yararlanmasını öngören üçüncü madde22 tatmin edici değildir.” Çünkü ona göre, “taslak bildirgede bütün uluslar için çok önemli olan kendi kaderini tayine hiçbir atıf yapılmamıştır ve söz konusu madde vesayet altındaki ve özerk olmayan ülke halklarının haklarını ilân etmekten öteye gitmemektedir” (A/PV.183). Vyshinsky, bu eleştirisinde hiç de haksız sayılmaz. Halkların kendi kaderini tayin hakkının sömürgecilik karşıtlığının en temel ilkesi olması gerektiğini savunan “Lenin 1914 yılında dünya nüfusunun yarıdan fazlasının kolonilerde yaşadığını ve bu rakamın dünya coğrafyasının dörtte üçünü kapsadığını dile getirir” (Akt. Morsink, 1999:96). Lenin’in bu hesaplaması Bildirge’nin yazıldığı 1940’ların ikinci yarısında geçerliliğini büyük oranda korumaktadır.23 “Bildirge’nin taslak metninin yazımı 1947 yılının ilkbaharında başlamasına rağmen, koloniler sorunu 1947 yılının sonlarına kadar gündeme gelmemiş ve ilk taslaklarda kolonilere herhangi bir atıf yapılmamıştır” (Morsink, 1999:97). Ancak bu durum Stalin’in veliahtı olarak görülen Andrei Zhdanov’un Kominform’un 1947 yılının Ekim ayındaki kurucu toplantısında sunduğu Uluslararası Durum Hakkında Rapor’uyla değişir. Zhdanov raporunda “dünyanın başını ABD’nin çektiği emperyalist ve anti-demokratik kampla, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği anti-emperyalist ve demokratik kamp olmak üzere iki kampa ayrıldığını, sömürgeci sistemin bir kriz içinde olduğunu ve sömürge halklarının artık eski tarzda bir yaşamı arzulamadıklarını” dile getirir (Akt. Boterbloem, 2004:312). Zhadanov’un raporu Aralık ayında toplanan İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda yankısını bulur ve sosyalist blok ilk defa koloni sorununu diğer delegasyonların dikkatine sunar. Ancak konuya ilişkin asıl tartışmalar Üçüncü Komite toplantılarında yaşanır. Vyshinsky, Zhdanov’un raporundan yaklaşık bir yıl sonra 10 Aralık 1948 tari-

“1944 yılında gerçekleştirilen ve SSCB’nin de katıldığı Dumbarton Oaks Konferansı’nda gündeme gelmeyen kendi kaderini tayin hakkı bir yıl sonra San Francisco Konferansı’ında SSCB’nin ısrarıyla gündeme taşınır” (Cassese, 1995:38). Sovyetler Birliği’nin bu girişimi neticesinde kendi kaderini tayin bir hak olarak değilse de bir ilke olarak BM’nin amaçları arasında –Şart’ın 1. maddesinin 2. fıkrasında- kendine yer bulur. 22 Bu madde daha sonra İngiltere’nin önerisi üzerine Genel Kurul tarafından kaldırılmış ama madde içeriği ikinci maddenin ikinci fıkrası olarak kabul edilmiştir. 23 Benzer şekilde “Afrikalı-Amerikalı sömürgecilik karşıtı W.E.B. Du Bois, 1945 baharında, örgütün ilk planlarının belgeleri olan Dumbarton Oaks’ın, ‘750 milyon kişiyi, insanlık örgütünün dışında bıraktığı’ yorumunda bulunur” (Akt. Moyn, 2017:85). Dünya nüfusunun 1950’de yaklaşık 2.5 milyar olduğu düşünüldüğünde BM dışında kalan bu nüfus, toplam nüfusun üçte birine karşılık gelir. 21

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

97

hinde Genel Kurul’un Üçüncü Komitesi’nde yaptığı konuşmada benzer görüşleri bir kere daha dile getirir. Ona göre, Taslak bildirgenin yazımı sırasında iki karşıt eğilim söz konusu olmuştur. Birincisi, demokrasi ilkesini ve barışın sağlanmasını savunan eğilimdir. Bu amaç açısından faşizm ve ırkçı yönelimler bertaraf edilmelidir. Diğeriyse faşizm ve Nazizm de dâhil olmak üzere bütün gerici güçleri destekleyen ve kullanan gericilik ve saldırganlıktır. Bu iki eğilim arasındaki çatışma Üçüncü Komite çalışmalarına yansımıştır ve demokrasiyle ilerleme için çalışan, gericiliğe ve saldırganlığa karşı çıkan delegasyonların önerilerine muhalefetin nedeni olmuştur (A/PV.183).

Üçüncü Komite toplantılarında Yugoslavya delegasyonu Bildirge’ye ayrı bir madde eklenmesi önerisinde bulunur. Buna göre “Bu Bildirge’de ilan edilen haklar Vesayet altındaki ve Kendi Kendini Yönetemeyen Bölge halkları mensubu her bireye de uygulanır” (A/C.3/307/Rev.1, Yugoslavia: (A/C.3/233)). Yugoslavya’nın diğer bazı delegasyonların da desteğini alarak kabul edilen ve BM Şartı’nın öngördüğü insan haklarının koloni halklarına da uygulanması hükmüyle uyumlu olan bu değişiklik önerisi, Bildirge’nin evrensel niteliğini de arttırmaya yönelik önemli bir girişimdir. Bu girişim şüphesiz ki aynı zamanda İngiltere, Fransa, Hollanda gibi sömürgeci güçleri de hedef almaktadır. Örneğin, Polonya delegesi Katz-Suchy “İngiliz kolonilerini ucuz işgücünün sömürüldüğü devasa bir ticari kuruluş” olarak nitelendirirken (A/PV.182) Ukrayna delegesi Manuilsky “yüzyıllardır İngiltere tarafından yönetilen Nijerya’da okul çağındaki her bin çocuktan sadece yedisinin okula gidebildiğini, absürt üstün ırk teorilerinin uygulamalarını görmek için Nazi Almanyası’na ya da Güney Afrika’ya bakmak gerekmediğini aynı durumun [o dönem Hollanda kolonisi olan] Endonezya’da da söz konusu olduğunu” dile getirir (A/PV.180). Koloni meselesinin doğrudan kendi çıkarlarıyla ilgili olduğunun farkında olan İngiltere, meselenin Bildirge’de ayrı bir maddede düzenlenerek daha fazla önem kazanmasını istemez. Bu nedenle İngiltere delegasyonu bir son dakika girişimiyle Yugoslavya önerisinin ayrı bir madde olarak değil, ayrımcılık yasağını düzenleyen ikinci maddede ayrı bir paragraf olarak yer almasını önerir (A/778/C/Rev.1.). İngiltere’nin önerisi Genel Kurul oylamasında çoğunluğun desteğini alarak kabul edilir. Morsink’e göre, Yugoslav önerisinin bu aşamada desteğini kaybetmesinin başlıca nedeni Tito ile Stalin arasında artık iyice görünür olan gerginliktir. “Vyshinsky, Yugoslav önerisinin ‘halâ tatminkâr olmaktan uzak’ olduğunu söyleyerek Yugoslavya’nın önerisi yerine kendi önerilerini değerlendirmeye sunmuş ve İngiltere’nin önerisinin onaylanmasına bir anlamda destek olmuştur” (Morsink, 1999:101).

98

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Vyshinsky’nin Bildirge’ye yönelttiği dördüncü eleştiri ifade, örgütlenme, toplanma ve dernek kurma özgürlüklerinin sınırına ve bu özgürlüklerle bağlantılı olarak nefret söylemine ilişkindir. Sosyalist blok Bildirge taslağının müzakerelerinde Nasyonal Sosyalizmin ve faşizmin tekrardan güç kazanmaması için yoğun bir kampanya yürütmüş ve bu ideolojilerin taraftarlarının söz konusu özgürlüklerden yararlanmasının engellenmesi bu kampanyanın başlıca hedefi olmuştur. Taslak Komitesi’nin henüz Birinci Oturumu’nda Sovyet delegesi Koretsky “BM’nin öncelikle faşizmin kalıntılarıyla savaşması ve ondan sonra faşist sistemlerin ve faşist ideolojinin yeniden doğmasını önleyecek bir haklar bildirgesi formüle etmesi gerektiğini” savunur (E/CN.4/AC.1/SR.5). Vyshinsky de konuşmasında “İngiltere temsilcisinin 181. Genel Kurul toplantısında, faşizm propagandasını bile içerecek şekilde düşünce özgürlüğüne hiçbir sınırlama getirilmemesi yolunda yorumlar yapmasını” eleştirir. Vyshinsky, ardından “Sovyet delegasyonunun gerekli tek sınırlamanın faşist propaganda ve faşist etkinliklerle ilgili olduğunu açıkça dile getirdiğini ve Sovyet delegasyonun faşist nitelikte olanlar dışında hiçbir toplumsal örgütlenmenin propagandasına ya da etkinliklerine sınırlama önermediğini” sözlerine ekler (A/PV.183). Sovyet delegasyonunun bu kampanyası diğer devletlerin delegelerini Bildirge’nin ilkelerinin egemen olduğu bir ülkede Nazilerin ifade ve örgütlenme özgürlüklerine sahip olup olmayacağı sorusuyla karşı karşıya bırakır. Bu süreçte Sovyetler Birliği birkaç kez düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen 19. maddenin “ifade ve basın özgürlükleri faşizm propagandası, uluslar arasında saldırganlık ve nefretin kışkırtılması için kullanılamayacağı” yönünde düzeltilmesi için değişiklik önerisi verir. Sovyetler Birliği delegesi Pavlov’a göre “önerinin asıl amacı söz konusu hakları reddetmek değil onları garanti altına almaktır.” Çünkü ona göre, “bu maddede dile getirildiği şekliyle özgürlük, Nazilere özgürlüğün altını oyma imkânı vermektedir. Bir sınırlama fıkrası olmadan bu madde kendi kendini ortadan kaldırır. Bu nedenle faşist ve anti-demokratik yapıdaki örgütlerin kapsam dışında tutulması gerekir” (A/C.3/295/Rev.1). Ancak Sovyet delegasyonunun girişimleri özellikle Kuzey Atlantik ülkelerinin muhalefetiyle karşılaşır. ABD temsilcisi E. Roosevelt “maddede ‘faşist ya da anti-demokratik doğada’ ile ‘demokrasinin yararına’ gibi ifadelerin kullanılmasının uygun olmayacağını çünkü bu ifadelerin toplanma ve örgütlenme özgürlüklerini sınırlandırmak isteyenler tarafından suiistimal edilebileceğini” söyler (A/C.3/SR.130). Sovyetler Birliği’nin bu yöndeki girişimi diğer delegasyonlardan yeterli desteği bulamaz. Pavlov, Üçüncü Komite toplantılarında verdikleri değişiklik önerisine Belçika ve Fransa gibi ülkelerin destek vermemiş olmasını eleştirir. O, “Miğfer devletlerinin işgalinden büyük acılar yaşamış bu

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

99

ülkelerin 19. maddede faşizmden bahsedilmesini reddetmelerinin kendileri için sürpriz olduğunu” dile getirir (A/C.3/SR.129). Sovyetler Birliği yukarıda değinilen hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında olduğu gibi nefret söyleminin ve ayrımcılığın önlemesi için de etkin bir kampanya yürütür. Sovyet delegesi Bogomolov, İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nun Çalışma Grubu’nda ifade özgürlüğü ve nefret söylemi arasındaki çatışmaya dikkat çeker. Ona göre, Yasa önünde bireylerin eşitliğinin kabulüne, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamda eşit insan haklarının tesisi eşlik etmelidir. Bu eşitlik, kişinin ırksal ve ulusal nefret ya da dinsel aşağılama söylemine izin veremez. Böyle bir yasaklama olmaksızın hiçbir bildirge yarar getirmeyecektir. Irksal, ulusal ya da dinsel nefret söylemini yasaklamak ifade ve basın özgürlüğünün ihlâli anlamına gelmez. Hitlervari ırkçı propaganda ile ırksal, ulusal ya da dinsel nefreti teşvik amacıyla yapılan diğer propagandalar arasında sadece ince bir çizgi vardır. Basın ve ifade özgürlükleri, kamuoyunu zehirleyen görüşlerin propagandasının bahanesi olmamalıdır. Irksal ya da ulusal üstünlük propagandası sadece emperyalist saldırganlığın bir maskesi olarak hizmet edecektir (E/CN.4/AC.2/SR.9).

Sosyalist blok, ayrımcılık yasağı ilkesinin Bildirge’de güçlü bir tarzda yer almasında da önemli rol oynar. Hatta “Bildirge’ye egemen olan ayrımcılık karşıtı dil sosyalist blokun belgeye vurduğu bir damgadır” (Morsink, 1999:93). Gerçekten de henüz Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda Sovyet delegesi Koretsky, “Bir Uluslararası Haklar Bildirgesinin formülasyonunda benimsenmesi gereken ilk ilkelerden biri ayrımcılık ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması olmalıdır’ diyerek SSCB’nin konuya atfettiği önemi ortaya koyar (E/CN.4/AC.1/SR.5). Koretsky aynı toplantıda “çeşitli taslaklarda dile getirilen ayrımcılıkla ilgili ifadelerin yeteri kadar geliştirilmediğinden” de yakınır (E/CN.4/AC.1/SR.6). İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda Sovyet delegasyonu bu defa 6. maddeyle ilgili olarak ayrımcılığın “suç oluşturduğu ve devletin yasaları uyarınca cezalandırılması gerektiği”nin eklenmesi önerisinde bulunur (E/CN.4/Sub.2/21). SSCB’nin önerisini sorgulayan Şili delegesi, “bireysel haklara asıl tehdit unsuru olan devletin eline neden bu kadar güç verilmek istendiğini” sorar. Bogomolov, yanıtında “genel ilkelerin bazı somut uygulama tedbirleri tarafından desteklenmesinin önemine” vurgu yaptıktan sonra “ayrımcı eylemleri önlemek için bir hüküm kabul edilmediği takdirde Siyahlara yönelik linç uygulamalarının son bulmayacağını” sözlerine ekler (E/CN.4/SR.35). Aynı tartışma Komisyon’un Üçüncü Oturumu’na da taşınır. Bu defa Sovyet delegesi Pavlov söz alarak “ABD’de siyahlara, Güney Afrika Birliği’nde

100

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Hintlilere ve İngiltere’nin Nijerya, Gold Coast ve Rodezya kolonilerindeki halklara yönelik yasalarda somutlaşmış kitlesel ayrımcılığın insanın değerine yönelik en saldırgan ve utanç verici ayrımcılık olduğunu” söyler (E/CN.4/AC.1/29). Pavlov, ABD ve İngiltere’yi kadınların siyasal yaşama eşit katılımlarının sağlama konusunda gerekli adımları atmadıkları için de eleştirir (A/C.3/SR.100). Sosyalist bloktan gelen bu sert eleştirilere Güney Afrika Birliği, ABD ve Şili temsilcileri yanıt verir. Onlar da SSCB’deki kimi ayrımcı uygulamaları eleştirirek Sovyetlerin tutarsızlığına dikkat çekerler. Örneğin ABD temsilcisi Durward Sandifer “her türden ayrımcılıkla mücadele eden SSCB’nin [sığınma hakkını düzenleyen] 12. maddenin belli gruplara tanıdığı hakları kısıtlama arayışında olmasını şaşkınlıkla karşıladığını” dile getirir (A/C.3/SR.121). Sosyalist blokun ayrımcılık konusunda Bildirge’ye yaptığı bir diğer katkı “ulusal köken” (national origin) terimidir. “Ulusal köken” temelinde ayrımcılık yasağı ne BM Şartı’nda ne de ilk taslaklarda yer alır. Amerikan İşçi Federasyonu’nun Sekreterya’ya sunduğu taslak bildirgesinde yer alan (E/CN.4/AC.1/3/Add.1) “ulusal köken” terimi ilk defa Sovyet uzman Borisov tarafından Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu’nda gündeme getirilir. Bu öneriyle “ırk” ve “renk” terimleriyle bağlantılı bir şekilde etnik ve kültürel grupların haklarının daha güçlü bir tarzda korunması amaçlanır. Fransız temsilcinin “ulusal” kelimesinin kaldırılıp sadece “köken” kelimesinin kullanılması önerisine Borisov “köken kelimesinin ‘ulusal’ı zorunlu olarak içermediğini ve örneğin SSCB’nin aynı kökene mensup çeşitli uluslara sahip olduğunu” söylerek yanıt verir. Borisov ayrıca “önerilen ‘sınıf’ kelimesinin de ‘ulusal ya da toplumsal köken’ yerine kullanılabileceği kanaatinde olmadığını” sözlerine ekler (E/CN.4/Sub.2/SR.5). Müzakereler sonunda SSCB’nin ulusal kökene dair önerisi kabul edilerek nihai metinde yer alır. Taslak sürecinde ayrımcılık yasağı bağlamında bir diğer tartışma “siyasal görüş” terimiyle ilgili yaşanır. Daha önce de ifade edildiği gibi BM Şartı’nda sadece “ırk, cinsiyet, dil, din” bakımından ayrımcılık yapılamayacağı hükme bağlanmıştır. “Siyasal görüş” terimine ilk defa Sekreterya Taslağı’nda Humphrey tarafından yer verilir. Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda “siyasal görüş”ün Bildirge’nin ayrımcılık yasağını düzenleyen ikinci maddesinde yer alması yönündeki öneriye karşı çıkan Sovyetler Birliği temsilcisiyle Lübnan’lı delege Charles Malik arasında polemik yaşanır:24 “Siyasetin ayrımcılığın yaşandığı en temel insan etkinliklerinden biri olduğunu” dile getiren Malik’e

24

SSCB’nin Bildirge’nin yazıldığı dönemde yürürlükte olan 1936 Anayasası’nda kendi yurttaşlarına ırk, milliyet, din, eğitim ve yerleşim durumu, sosyal köken, mülkiyet durumu ve geçmiş faaliyetlerine bakılmaksızın seçme hakkı tanınır. Ancak siyasal görüş bu listede yer almaz.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

101

göre, “bütün bir Sovyet sisteminin parti ve devlet aygıtlarının bütünleşmesine dayandığı ve çok partili bir sisteme olanak tanımadığı göz önüne alındığında komünist delegelerin taslak sürecinin çeşitli aşamalarında ‘siyasi görüş’ konusunun listeye eklenme çabalarına karşı çıkması şaşırtıcı değildir” (E/CN.4/AC.1/SR.12). Sovyetler Birliği ise, kendi pozisyonunu Nazizm ve faşizm tehdidinin canlanması tehlikesine başvurarak savunmaya çalışır. Bogomolov’a göre, Siyasal ya da başka herhangi bir görüş terimlerinin Sovyet önerisinde olmaması mantıklıdır. Çünkü sadece ırksal ya da ulusal nefretin savunusuna hoşgörü gösteren değil, aynı zamanda bu söylemden kaynaklanan eylemlere de hoşgörü gösteren siyasal görüşler vardır. Naziler ya da faşist gruplar siyasal görüş özgürlüğü gibi bir hakka dayanarak kamusal yaşama eşit katılım talebinde bulunabilir.

Şili delegesi Santa Cruz’un, bunun “kişinin siyasal görüşlerinden ötürü zulme uğrayabileceği anlamına gelip gelmediği” sorusuna SSCB delegesi, “meselenin bu olmadığı, meselenin asıl ulusal ya da ırksal nefrete dayanan propaganda ve eylemlere izin verilip verilmemesi meselesi olduğunu” söyleyerek yanıt verir (E/CN.4/SR.35). Sosyalist blok Humphrey Taslağı’ndan beri taslak metinde yer alan kölelik yasağının da kararlı bir savunucusu olmuştur. SSCB delegesi Pavlov, “Nazilerin köleliği geri getirme girişimlerinin bize BM’nin sorunu en dikkatli tarzda ele almasının önemini gösterdiğini” dile getirerek söz konusu yasağın önemine vurgu yapar. Ukrayna delegesi Stephan Demchenko da “köle ticaretinin halâ var olduğunun inkâr edilemeyeceğini, köleliğin Nazi rejimi tarafından yeniden yaşama geçirildiğini ve bu nedenle Bildirge’nin özel olarak kölelik yasağını içermesinin temel olduğunu” dile getirerek Pavlov’un önerisine destek verir (A/C.3/SR.110). Sosyalist blok delegasyonları taslak sürecinde insan haklarının ödev boyutunu, bireyin topluma ve devlete karşı ödevlerini Latin Amerika, Çin ve Hindistan delegasyonlarıyla birlikte en sık gündeme getirenler arasında yer alır. Tepliakov’a göre, “Biz birey olarak bir toplumda yaşıyoruz ve aynı zamanda toplum için çalışıyoruz. Toplum herşeyden önce varlığımız için gerekli maddi koşulları sağlamaktadır. Ne bireyi toplumdan ne de toplumu bireyden ayırabiliriz. Eğer siz insanı bir cam fanusa koyar ve orada bırakırsanız o zaman bireylerin topluma önsel olduğunu söylemek mümkün olabilir” (Akt. Malik, 2000:30) Sovyet delegesi Pavlov ise, gerçekten tatminkâr bir İnsan Hakları Bildirgesi’nin neleri içermesi gerektiğine dair şunları dile getirir: “Bir insan hakları bildirgesi sadece hakları tanımlamamalı ayrıca yurttaşların kendi ülkesine, halkına ve devletine karşı ödevlerini de tanımlamalıdır” (E/CN.4/AC.1/29).

102

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

2.2 Latin Amerikalılar BM’de temsil edilen yirmi Latin Amerika devleti taslak yazım sürecinde her ne kadar genel olarak Batı bloku içinde değerlendirilse de aslında onlar sık sık diğer Batılı devletlerden bağımsız olarak hareket ederler ve özellikle sosyal haklar söz konusu olduğunda Kuzey Atlantik ülkeleriyle ters düşerler. BM’nin kurucu üyeleri arasında en kalabalık grubu oluşturan Latin Amerikalılar, Evrensel Bildirge projesinin yaşama geçmesinde son derece önemli roller oynarlar. Onların insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik çabaları önceki bölümde de vurgulandığı gibi sadece Bildirge’nin taslak müzakereleriyle sınırlı kalmamıştır. Latin Amerikalılar gerek savaş yılları boyunca gerekse San Francisco Konferansı’nda sayısal üstünlüklerini insan haklarının uluslararası düzeyde korunması lehine kullanmaktan çekinmemişlerdir. Öte yandan yirminci yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerikalıların insan hakları hareketindeki rolünün büyük oranda örtbas edildiğini düşünen Carozza’ya göre bunun başlıca nedeni, “Soğuk Savaş ideolojilerinin insan haklarına ilişkin tartışmaları ‘liberal’ sivil ve siyasal özgürlükler ile ‘sosyalist’ ekonomik, sosyal ve kültürel haklar arasındaki bir çatışmaya indirgemesidir” (Carozza, 2003:282). İlk bölümde de değinildiği gibi İkinci Dünya Savaşı boyunca insan hakları ve demokrasinin savaş sonrası kurulması planlanan uluslararası düzenin temel unsurları olması yönünde genel bir uzlaşı ortaya çıkmıştır. “Bu uzlaşı özellikle 1940’ların ortalarında görülmemiş bir demokratikleşme dalgasının yaşandığı ve iktidara merkez-sol partilerin, sendikaların da desteğini alarak geldiği Latin Amerika’da oldukça güçlüdür. (Bethell & Roxborough, 1988:168). Aslında Latin Amerika ulusları diktatörlükler ve demokrasiler arasında gidip gelen oldukça çalkantılı bir tarihe sahiptir. 1929 yılındaki Büyük Buhran ile sağ ve sol ideolojilerin aşırılıklarından duyulan rahatsızlık, Latin Amerika’daki çok sayıda demokratik cumhuriyetin özellikle anayasal konularda birlikte hareket etmesine sebep olur. Latin Amerika’da kendisine önemli bir destek bulan Hıristiyan Demokrasi hareketinin de bu gelişmelerde önemli bir payı vardır. “1948 yılında BM üyesi olan 21 Latin Amerika devletinin beşi anayasalarını 1930’larda ondan fazlası ise, 1940’larda yeniden yazar” (Morsink, 1999:130). “Amerikalılararası İnsan Hakları Mahkemesi’nin başkan yardımcısı Hector Gros Espiell bu dönemi ‘bir idealist iyimserlik ve demokratik çoşku anı’ olarak nitelendirir” (Akt. Glendon, 2003:28). Latin Amerika’da iki dünya savaşı arasındaki dönemde yazılan anayasaların en dikkat çekici yanlarından biri sosyal haklara geniş şekilde yer vermeleridir. Bu ülkeler anayasalarında daha önce de çalışanların ve yoksulların korunmasına yönelik kimi haklara yer vermiş olsalar da bu dönemde söz konusu

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

103

haklar revize edilir ve daha ayrıntılı düzenlenir. Özellikle pek çok ekonomik ve sosyal hak içeren 1917 Meksika Anayasası diğer Latin Amerika devletlerinin anayasalarına ilham kaynağı olur. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın artık iyice görünür olduğu “1938 yılında Peru’nun başkenti Lima’da düzenlenen ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün (ADÖ) önceli olan Sekizinci Amerikalılararası Konferans’ta “İnsan Haklarını Müdafaa Bildirgesi” (Declaration in Defense of Human Rights) kabul edilir. Bu konferansta üç karar daha alınır. Bunlardan ilki ırksal ve dinsel zulmü kınarken, ikincisi kadın haklarını ve üçüncüsü çalışanların örgütlenme özgürlüğünü savunur” (Glendon, 2003:28). Latin Amerikalılar 2. Dünya Savaşı boyunca da insan haklarına yönelik hassasiyetlerini sürdürürler. “Latin Amerikalı pek çok akademisyen ve hukukçu savaş sırasında Müttefiklerin insan haklarının önemine vurgu yapan çeşitli girişimlerinden haberdardır. Özellikle de Roosevelt’in Dört Özgürlük söylemi ve Atlantik Şartı’ndaki insan hakları vurgusu bu coğrafyada da yankı bulur” (Sikkink, 2015:210). Ancak “Latin Amerikalı devletler, Batı yarımkürede yer alan müttefikler olarak savaş sonrası dünya örgütüne dair planlarda ABD’nin kendilerine verdiği danışılma sözüne rağmen Dumbarton Oaks Konferansı’na davet edilmedikleri için ihanete uğradıklarını düşünürler. İnsan haklarının sadece tek bir atıfla geçiştirildiği Konferans’ın sonuç bildirgesinden sonra da büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar”25 (Lauren, 2011:168). Bu nedenle Latin Amerikalı devletler, San Francisco Konferansı’ndan hemen önce, 1945 yılının Şubat ayında Meksika’nın başkentindeki Chapultepec Kalesi’nde ortak bir politika belirlemek amacıyla bir araya gelirler. 20 Latin Amerika devletinin ve ABD’den geniş bir delegasyonun katıldığı Savaş ve Barış Sorunlarına Dair Amerikalılararası Konferans (Inter-American Conference on Problems of War and Peace) daha çok Chapultepec Konferansı olarak bilinir. Bu konferansta diğer konuların yanı sıra26 “insan hakları da gündemin ve alınan kararların önemli bir parçasını oluşturur. Chapultepec Konferansı’nda pek çok Latin Amerikalı delegasyon İkinci Dünya Savaşı’nın insan haklarının tanınması ve uluslararası düzeyde korunması yönünde dünya çapında bir talep doğurduğunu dile getirir” (Sikkink, 2015:210). Sadece klasik

25

26

Dumbarton Oaks Konferansı’nın düzenlendiği 1944 yılında “Amerikalılararası Barolar Birliği, Mexico City’de toplanır ve bu toplantıda bir insan hakları bildirgesinin gerekliliğini ve bu bildirgedeki ilkelerin yaşama geçirilebilmesi için bir uluslararası mekanizmanın önemini vurgulayan bir çağrı yapar. (Resolutions of the Third Conference of the Inter-American Bar Association: held in Mexico City, D.F., July 31 to August 8, 1944) Chapultepec Konferansı’nda dört temel konu gündeme alınır: (1) Savaş çabalarının sürdürülmesi için işbirliği araçları, (2) Sosyal ve ekonomik sorunlar, (3) Dumbarton Oaks Önerileri ve (4) Amerikalılararası sistemin yeniden örgütlenmesi (Kunz, 1945:527).

104

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

haklar ve özgürlüklerin değil, sosyal ve ekonomik haklar ile kadın ve çocuk haklarının da güçlü bir şekilde seslendirildiği bu konferansta “Bolivya, haklar ve ödevlerin tanımlanmasını, Venezuela, insan haklarıyla desteklenen küresel bir hukuk, adalet ve eşitlik sisteminin gerekliliğini savunurken, Küba bir Taslak Uluslararası Bireyin Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’yle bir Taslak Ulusların Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’nden oluşan iki kapsamlı öneri sunar” (Lauren, 2011:168). Konferansın katılımcıları ayrıca insan hakları bildirgesini kurulması planlanan yeni küresel örgütün bir parçası olarak görmek istediklerini ifade ederler. Bu konferansta Guatemala, “İkinci Dünya Savaşı’nın insan haklarının uluslararası düzeyde tanınması ve korunmasına yönelik dünya çapında bir talep doğurduğunu bu nedenle de Amerikalılararası hareketin bu evrensel özlemi insan hak ve özgürlüklerinin inkârının başlıca sebebi olan anti-demokratik rejimleri reddederek desteklemesi gerektiğini dile getirir” (Morsink, 1999:130). Chapultepec Konferansı’nın katılımcıları bu önerilerle de yetinmez. “Konferans Yönetim Kurulu, Amerikalılararası Sistemin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için bir şart hazırlamakla da yetkilendirilir. Bu girişimin, ilki Amerikalılararası Sistem’in temel ilkeleri olarak kabul edilecek bir Devletlerin Hakları ve Ödevleri Bildirgesi ve ikincisi de bir Uluslararası İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi hazırlamak olmak üzere iki ayağı vardır” (Kunz, 1945:532). Konferans İdare Kurulu tarafından söz konusu haklar ve ödevler bildirgesinin hazırlanması için Amerikalılararası Hukuk Komitesi (Inter-American Juridical Committee) yetkilendirilir. Bu komitenin hazırlayacağı ön taslak, üç yıl sonra 1948 yılında ilan edilecek olan Amerikan İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’nin temeli olması açısından da önemlidir. Latin Amerika devletleri, Chapultepec Konferansı’nın kapanışından birkaç hafta sonra San Francisco Konferansı’na katılırlar ve burada da insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik girişimlerini ABD’li STK’ların da desteğini alarak sürdürürler. Konferansa katılan 50 devletin 20’sini oluşturan Latin Amerikalılar daha sonra Evrensel Bildirge taslak yazımlama sürecinde de yaşanacağı üzere çoğu zaman blok halinde hareket eder ve konferanstaki en güçlü grubu oluştururlar. “Latin Amerikalı delegasyonlar, çoğunluğu ABD menşeli olan STK’larla birlikte BM Şartı’nın bir insan hakları bildirgesini içermesi yönünde aktif çaba gösterseler de sonuç alamazlar” (Morsink, 1999:131). San Francisco Konferansı’nda “Panama, aralarında eğitim, tıbbi bakım ve sosyal güvenlik haklarının da yer aldığı ve Şili, Küba ve Meksika delegeleri tarafından da desteklenen bir taslak insan hakları bildirgesini BM Şartı’na dâhil edilmesi amacıyla sunar” (Glendon, 2003:29). Panama’nın taslak bildirgesi ilk bölümde de değinildiği gibi aslında Amerikan Hukuk Kurumu’nun himayesinde hazırlanan bildirgedir. Panama’nın bu önerisi Konferans’ta kabul görmemiş olsa da

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

105

BM Şartı’ın Önsöz, İlkeler ve Amaçlar’dan sorumlu olan Komitesi’nin söz konusu girişime ilişkin raporu sonraki çabalar için cesaretlendirici olur: …yapılmakta olan Konferans, zamanın kısıtlı olması nedeniyle böylesi bir uluslararası sözleşme taslağının yaşama geçebilmesini mümkün kılmamaktadır. Örgüt oluşturulduktan sonra önerinin özel bir komisyonda ya da başka yöntemlerle ele alınması daha uygun olacaktır. Komite, Genel Kurul’un öneriyi ele almasını ve yürürlüğe koymasını tavsiye eder (UNCIO Doc. 1945).

San Francisco Konferansı’nda Latin Amerikalı devletlerin insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik çabaları Katolik, Protestan ve Musevi grupların gözlemcileri, sivil toplum kuruluşları, işçi örgütleri ile bağımsızlıklarını yeni kazanmış Filipinler ve Lübnan gibi bazı küçük ülkelerin desteğini alır. Onlar BM Şartı’nın en azından insan haklarının korunmasına dönük güçlü bir vaat barındırmasını talep ederler. ABD’nin ilgisiz kalamadığı bu girişim, Sovyetler Birliği ile dönemin büyük sömürge imparatorlukları İngiltere ve Fransa’nın muhalafetiyle karşılaşır. Ancak gerek Konferans henüz devam ederken Nazi toplama kamplarından basına yansıyan dehşet verici fotoğraflar gerekse STK’ların baskıları, Şart’ta insan haklarının güçlü bir şekilde yer alabilmesine kapı aralar. Sikkink, blok halinde hareket eden “Latin Amerikalı devletlerin çabaları olmasaydı Şart’ta insan haklarının atıf yapılmasının düşük bir ihtimal olacağını” savunur (Sikkink, 2015:210). Latin Amerikalılar diğer yandan Amerikan İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’yle (Bogota Bildirgesi) sonuçlanacak olan girişimlerini de sürdürmektedirler. Bogota Bildirgesi’nin taslak süreci hep Evrensel Bildirge’nin bir adım önünde olur. Bunun nedeni yukarıda da değinildiği gibi Latin Amerika devletlerinin 1945 yılında düzenlenen Chapultepec Konferansı’nda Amerikalılararası Hukuk Komitesi’ne bir taslak bildirge hazırlanması talimatı vermiş ve Komitenin çalışmalarına aynı yıl içinde başlamış olmasıdır. “Komite, 21 madde ve 50 sayfa açıklama içeren taslak bildirgeyi 1945 yılının Aralık ayında tamamlamış ve 1946 yılının Mart ayında, yani İnsan Hakları Komisyonu’nun kuruluşuyla ilgili Hazırlık Komitesi henüz ilk toplantısını yapmadan önce yayınlanmıştır” (Sikkink, 2015:212). “Hukuk Komitesi’nin bu belgede sayılan hakları temellendirme yaklaşımı bazı Latin Amerikalı hukukçuların o dönemde insan hakları ile devletlerin egemenlik hakları arasındaki ilişkiye yaklaşımları konusunda bize önemli ipuçları verir” (Sikkink, 2015:213). Söz konusu belgede 18. yüzyılın doğal haklar öğretilerini hatırlatır tarzda şunlar dile getirilir. Son yıllarda siyasal hakların totaliter hükümetler tarafından yaygın bir şekilde inkâr edilmesinden dolayı bu hakların altında yatan temel teorinin tekrardan vurgulanması yerinde olacaktır. Devlet, kendi başına bir amaç değil-

106

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948) dir, o sadece bir amacın aracıdır; devlet kendi başına hakların bir kaynağı değil, bireye içkin hakların yaşama geçirilebilmesinin aracıdır. (…) Bu nedenle hükümetler sadece insan haklarına saygı duymakla yükümlü değildir. Onlar aynı zamanda bu hakları çiğneme yetkisine de sahip değildir (Akt. Sikkink, 2015:213).

Hukuk Komitesinin hazırladığı bu taslak bildirgeye süreç içerisinde kimi eklemeler yapılır fakat özü değişmeden kalır. 1948 yılının Nisan ayında, yani Evrensel Bildirge’nin kabulünden sekiz ay önce Kolombiya’nın başkenti Bogota’da Orta ve Güney Amerika’dan 22 devlet Dokuzuncu Amerikan Devletleri Konferansı’nda biraraya gelir. Bu konferansta komitenin hazırladığı taslak metin kabul edilir ve Amerikan İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi (Bogota Bildirgesi) ilan edilir. Bir devletlerarası örgüt tarafından kabul edilen ilk insan hakları bildirgesi olan Bogota Bildirgesi’nin Önsöz’ünde şöyle yazar: Amerikan halkları bireyin değerini ve insanın temel haklarını kabul eder ve toplumsal yaşamı düzenleyen hukuki ve siyasi kurumların ana amacının insanın temel haklarını korumak, maddi ve manevi gelişimiyle mutluluğa erişiminin koşullarını yaratmak olduğunu tanır. Amerikan devletleri, insan haklarının belli bir devletin uyruğu olmakla değil, insan kişisinin bizatihi kendi özelliklerinden kaynaklandığını onaylar. İnsan haklarının uluslararası korunması gelişen Amerikan hukukunun temel rehberi olmalıdır.

38 maddeden oluşan Bogota Bildirgesi’nin ilk 28 maddesi haklara diğer 10 maddesi ise ödevlere ayrılır. Ödevlere yapılan bu vurgu Bogota Bildirgesi’ni, 29. madde dışında herhangi bir ödeve yer vermeyen Evrensel Bildirge’den ayıran başlıca özelliklerinden biridir. Ödevler ve dilekçe hakkı dışında Bogota Bildirgesi’ndeki tüm haklar Evrensel Bildirge’de de yer alan haklardır. Hakların düzenlendiği 28 maddenin yaklaşık üçte ikisi klasik haklara üçte birlik kısım ise, aralarında sağlık, eğitim, çalışma, eşit ücret, boş zaman, sosyal güvenlik gibi hakların yer aldığı sosyal, ekonomik ve kültürel haklara ilişkindir. Bu anlamda Bogota Bildirgesi’nin, klasik haklar ile sosyal hakları eşdeğer gördüğünü ve Latin Amerika halklarının bu yeni haklara yönelik hassasiyetini yansıttığı söylenebilir. Bogota Bildirgesi ile Evrensel Bildirge’nin pek çok ortak noktasının olması şaşırtıcı değildir. Çünkü her ikisi de benzer kaynaklardan beslenir. Daha önce de ifade edildiği gibi Küba, Panama ve Şili (Amerikan İşçi Federasyonu’yla birlikte) hazırladıkları taslak insan hakları belgelerini BM İnsan Hakları Dairesi’ne sunan az sayıdaki ülkeler arasındadır ve bu taslaklar ilgili daire tarafından değerlendirilmek üzere İnsan Hakları Komisyonu’na iletilir. Panama

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

107

taslağı Amerikan Hukuk Kurumu (American Law Institute, ALI)27, Şili’nin taslağı ise, Chapultepec Konferansı’nda yetkilendirilen Amerikalılararası Hukuk Komitesi (Inter-American Juridical Committee, IAJC) tarafından kaleme alınmıştır. Küba ise, kendi hazırladığı taslağı sunmuştur.28 Evrensel Bildirge’nin ilk taslağının yazarı John Humphrey’nin yararlandığı taslak belgeler arasında Latin Amerika kökenli bu belgeler önemli yer tutar. Humphrey, anılarında “üzerinde çalıştığı metinler arasında en iyilerden birinin Amerikan Hukuk Kurumu’nun hazırladığı metin” olduğunu ve ondan “serbestçe yararlandığını” dile getirir (Humphrey, 1983:406). Morsink’e göre Humphrey, Latin Amerikalı ülkelerin taslak önerilerinden körü körüne faydalanmamıştır. Humphrey’nin siyasal yönelimi ve Latin Amerikalı hukukçularla yakın ilişkisi “onu bu bağlantıyı kurabilecek en uygun kişi yapmaktaydı.” Nitekim Morsink, Humphrey’nin erken dönem yazılarında Latin Amerika’nın meselelerinin önemli bir yer tuttuğunu da belirtir29 (Morsink, 1999:133). Bogota Bildirgesi’nin ilânından kısa süre sonra toplanan ve Evrensel Bildirge’nin BM üyesi tüm devletlerin katılımıyla müzakere edildiği BM Genel Kurulu Üçüncü Komite toplantılarında (Ekim-Aralık 1948) Latin Amerikalı delegasyonlar Kübalı Guy Perez Cisneros liderliğinde iyi organize olmuş bir girişimde bulunur. İnsan Hakları Komisyonu metninin pek çok temel noktasının Amerikan İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi’ndeki metinle değiştirilmesinin önerildiği bu girişimi Humphrey “Bogota tehdidi” olarak adlandırır. Humphrey’nin Latin Amerikalıların bu önerisini bir tehdit olarak görmesinin nedeni, zaten oldukça zorlu geçen Evrensel Bildirge’nin taslak yazım sürecinin daha da uzamasına yol açacak olmasıdır. Bu girişim ona göre “ciddiye alınmayacak bir tehdit değildi çünkü 59 delegasyonun yirmisini Latin Amerikalılar oluşturmaktaydı. Perez Cisneros’un konuşmaları Roma Katolik toplum felsefesiyle bezenmişti ve konferans salonundaki taraftarlarını Katolikler ve kısmen de komünistler oluşturmaktaydı. Latin Amerikalılar bir seferinde iki metni karşılaştırmak için bir komite oluşturulması önerisinde bile bulunmuş ancak girişim

Bu bildirgenin yazımcıları arasında Panama’nın eski cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı ve o dönemde BM’nin Panama delegesi olan Ricardo J. Alfaro da yer alır (Humphrey, 1983:407). Alfaro, aynı zamanda 1944 Panama Anayasası’nı hazırlayanlar arasındadır. 28 Küba, 1946 yılının Ocak ayında BM Genel Kurulu’nun ilk oturumunda gündeme alınması amacıyla “Uluslararası İnsanın Hakları ve Ödevleri Bildirgesi”ni içeren bir teklif sunmuş ve Küba delegesi Ernesto Dihigo, Genel Kurul’da yaptığı konuşmada “San Francisco Konferansı’nda verilen sözleri unutmadığımızı söyleme ihtiyacı hissediyoruz” demiştir (A/3., A/PV.7). 29 Humphrey, bu yazılarında kendi ülkesi “Kanada’nın Amerikan Devletleri Örgütü’ne daha etkin katılması arzusunu dile getirir. 1942 yılında yazdığı bir makalesinde Kanada’nın Latin Amerika’yla olan kültürel benzerliklerine dikkat çeker ve ilişkilerin daha da geliştirilmesini önerir (Morsink, 1999:133). 27

108

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kısmen Şili delegesi Hernan Santa Cruz’un da çabasıyla sonuçsuz kalmıştı” (Humphrey, 1983:425). Şilili Santa Cruz bu girişime yönelik şunları dile getirir: Unutulmamalıdır ki taslak bildirge, BM’in bazı organları tarafından tüm karşıt görüşlerin -en azından çoğunluk tarafından kabul edilebilir- bir uzlaşısına ulaşmak için iki yıldır yürütülen titiz çabaların ürünüdür. Bogota Bildirgesi görmezden gelinmemiştir. Her iki bildirge arasında tam bir uyum olmasa da Bogota Bildirgesi’ne gereken önem verilmiş ve maddelerinin çoğu kabul edilmiştir (A/C.3/SR.91).

Küba delegasyonunun girişimi başarısızlıkla sonuçlansa da Santa Cruz’un da vurguladığı gibi Bogota Bildirgesi ile Evrensel Bildirge’nin nihaî şekli arasındaki benzerlikler oldukça fazladır. Örneğin Bogota Bildirgesi’nin Önsöz’ünün ilk cümlesi “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Doğa tarafından akıl ve vicdanla donatılmışlardır ve birbirlerine karşı kardeşlik ruhuyla davranmalıdırlar” şeklindedir. Aynı ifade Evrensel Bildirge’de birinci maddede yer alır. Aralarındaki tek fark Bogota Bildirgesi’nde “akıl ve vicdan”ın insana doğa tarafından bahşedilmiş olduğunun vurgulanmış olmasıdır. Ayrıca her iki bildirgenin pek çok maddesi bakımından da önemli benzerlikler vardır.30 Morsink, sosyal, ekonomik ve kültürel haklar açısından Sekretarya Taslağı’yla İnsan Hakları Dairesi’ne sunulan Küba, Panama, Şili ve Amerikan İşçi Federasyonu taslaklarını karşılaştırarak müşterek noktalarını ortaya koyar. Buna göre, “tıbbi bakım hakkı” Şili’nin taslağından, “eğitim hakkı” ve “uygun çalışma koşulları” Panama taslağından birebir aynı tarzda, “sosyal güvenlik”, “işsizlik, kaza, sakatlık, hastalık, yaşlılık ve diğer istem dışı geçim kayıplarına karşı korunma hakkı” Panama, Şili, Küba ve Amerikan İşçi Federasyonu’nun taslak önerilerinden; “uygun beslenme ve barınma” ve “sağlıklı çevre” gene bu üç Latin Amerika ülkesinin önerisinden alıntılanarak kullanılmıştır. “Dinlenme” ve “boş zaman” hakları ise, söz konusu taslaklarda olmamasına rağmen BM İnsan Hakları Dairesi’ne de ulaştırılan çok sayıdaki Latin Amerika devletinin anayasasında yer almaktadır. “Toplumun kültürel yaşamı-

30

Örneğin Bogota Bildirgesi’ndeki “onur, şöhret, özel yaşam ve aile yaşamının korunması” hakları (5. madde) Evrensel Bildirge’de 12. maddede; Bogota Bildirgesi’ndeki “aile kurma” ve “ailenin korunması” hakları (6. madde) Evrensel Bildirge’de 16. maddede; Bogota Bildirgesi’ndeki “anne ve çocuğun korunması hakkı” (6. madde) Evrensel Bildirge’nin 25. maddesinde; Bogota Bildirgesi’ndeki “konut dokunulmazlığı hakkı” (23. madde) Evrensel Bildirge’nin 12. maddesinde; Bogota Bildirgesi’ndeki “sağlık hakkı”, (11. madde) Evrensel Bildirge’nin 25. maddesinde; Bogota Bildirgesi’ndeki “eğitim hakkı” (12. madde) Evrensel Bildirge’nin 26. maddesinde; Bogota Bildirgesi’ndeki “kültürel mirastan faydalanma hakkı” (13. madde) Evrensel Bildirge’nin 27. maddesinde; Bogota Bildirgesi’ndeki “çalışma ve eşit ücret hakkı” (14. madde), Evrensel Bildirge’nin 23. maddesinde ve Bogota Bildirgesi’ndeki “boş zaman hakkı” (15. madde) Evrensel Bildirge’nin 24. maddesinde lâfzen de önemli benzerlikler gösteren bir tarzda yer alır.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

109

na katılma, bilim ve sanatlardan yararlanma hakkı” ise, Şili taslağından alıntılanmıştır (Morsink, 1999:132). BM henüz kurulmadan önce insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik yoğun çaba gösteren Latin Amerikalılar, Bildirge’nin taslak yazımlama sürecine de son derece aktif bir katılım gösterirler. BM’nin kurucu üyeleri arasında Latin Amerika’dan 20 devlet yer alır ve bu sayı o dönemde tüm kurucu üye devletlerin yarısına yakınını oluşturur. Dahası bu yirmi ülkenin üçü; Şili, Panama ve Uruguay 18 üyeli İnsan Hakları Komisyonu’nun da üyeleridir. Şili ise, sekiz üyeli Taslak Komitesi’nin tek Latin Amerikalı üyesidir. Şili Taslak Komitesi’nde sadece kendi ülkesinde değil uluslararası alanda da saygın bir hukukçu olan Hernan Santa Cruz (1906-1999) tarafından temsil edilir. Morsink, Santa Cruz’u, Bildirge’nin taslak sürecinin “iç çekirdek” olarak adlandırdığı üyeleri arasında değerlendirir (Morsink, 1999:30). Komite’nin en aktif üyelerinden biri olan Santa Cruz “sık sık Latin Amerika kıtasının sözcülüğünü üstlenir” (Morsink, 1999:89). “Şili’de çeşitli askeri akademilerde ceza muhakemeleri usulü dersleri veren Santa Cruz aynı zamanda Şili Yüksek Askeri Mahkemesi’nin üyesi bir yargıçtır.”31 Humphrey’ye göre, “Komite’deki hiç kimse onun kadar uzun bir süre insan haklarıyla ilişkili olmamıştır. Politik olarak ortanın solunda yer alan Santa Cruz, ekonomik olarak geri kalmış ülkeleri temsil eden delegeler üzerinde kayda değer bir etkiye sahipti ve bu durum onun sık sık Batılı endüstriyel güçlerle ihtilafa düşmesine yol açmaktaydı” (Humphrey, 1983:412). Malik’e göre ise Santa Cruz, Komisyon üyelerinin “zihnini Latin Amerika coğrafyasının büyük insancıl bakış açısıyla canlı tutmuştur” (Malik, 2000:121). Hernan Santa Cruz, Fransa delegesi René Cassin ve Lübnan delegesi Charles Malik’le birlikte ulusal egemenlik ilkesinin sınırlandırılmasının en ısrarlı savunucularından biridir. Bu üç delege ulusal egemenlik ilkesinin sınırlandırılmasını isterken İkinci Dünya Savaşı deneyimine, özellikle de Almanya’nın mutlak egemenlik ilkesini suiistimaline atıf yaparlar. Santa Resim 8: Hernan Santa Cruz. (Kaynak: www.un.org)

31

1947 yılında BM’ye Şili büyükelçisi ve daimi temsilcisi olarak atanan Santa Cruz aynı yıl Latin Amerika’da ekonomik ve toplumsal gelişmeyi desteklemek amacıyla Latin Amerika Ekonomik Komisyonu (ECLA) kuruluşu önerisini vermiştir.

110

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Cruz’a göre, “San Francisco Konferansı’nda da kabul edildiği üzere savaşın ve totalitarizmin dehşeti hâlâ dünyanın hafızasında tazeliğini korumaktadır ve bu savaşın nedenleri ortadan kaldırılacaksa uluslararası dayanışma ve işbirliği temelinde devletlerin egemenliği sınırlandırılmalıdır.”32 Santa Cruz ayrıca Bildirge’nin normatif karakterine dikkat çeken delegelerden biridir. Ona göre, Bildirge, sadece Şart tarafından onaylanan hakları ifade eder ve Bildirge’de sayılan hakların herhangi bir devlet tarafından ihlâli BM ilkelerinin ihlâli anlamına gelir. Bu hukuki bir yükümlülüktür ve bunları yerine getirmeyenler Şart’ta öngörülen yaptırımlara ya da her halükârda dünyanın ahlâki kınamasına tabidir (Akt. Samnøy, 1993:74).

Hernan Santa Cruz, Bildirge’de sosyal ve ekonomik hakların ayrıntılı bir listesinin yer almasını ısrarla savunan Komisyon üyeleri arasında başı çeker. Hatta Glendon’a göre “Santa Cruz, günümüzdeki yaygın kanaatin aksine İnsan Hakları Komisyonu üyeleri arasında sosyal ve ekonomik hakları sosyalist blok temsilcilerinden çok daha ateşli bir savunucusu olmuştur” (Glendon, 2003:35). Santa Cruz, taslak müzakerelerinde sosyal haklar mücadelesini çoğunlukla Kuzey Atlantik ülkelerinin delegasyonlarına karşı yürütür. Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda sosyal, ekonomik ve kültürel hakların Bildirge’de yer almasını sorgulayan İngiltere ve Avustralya delegelerine33 Santa Cruz’un yanıtı “‘eğer Taslak Komitesi, Bildirge’ye sosyal ve ekonomik hakları dâhil etmezse dünyaya gerçekçi bir şekilde davranıyor izlenimi vermeyecektir’ olur. Hatta o, bu hakların tek tek maddelerde değil aynı zamanda Önsöz’de de yer alması konusunda Komisyonu teşvik eder” (Humphrey, 1983:421). “Bildirge’nin, insanlık tarihimizin bu döneminde yer almasını beklediği tüm noktaları içermesi gerektiğini” dile getiren Santa Cruz için “özellikle ekonomik ve sosyal hakların güvence altına alınması önemli görünmektedir. Bu hakların tanınması faşizmin geri dönmesini imkânsız kılacaktır” (E/CN.4/AC.1/SR.7).

2.3 İslâm Ülkeleri Evrensel Bildirge’nin taslak çalışmalarının başladığı sırada nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu coğrafyaların büyük bir kısmı henüz sömürge imparatorluklarının himayesi altındadır. BM’nin 51 kurucu üyesi ara-

Santa Cruz’un bu yaklaşımına Peru, Bolivya, Guatemala ve Ekvador da destek verir. Ulusal egemenliğin uluslararası gerekliliklere tabi kılınmak zorunda olduğunu savunan Bolivya temsilcisi Matienzo’ya göre, “Bildirge’ye, bireyin hakları lehine devletlerin haklarını sınırlandıran yeni bir uluslararası anayasa gözüyle bakılmalıdır” (Akt. Samnøy, 1993:66). 33 Örneğin Avustralya delegesi, “farklı maddeleri ayrıntılı bir biçimde açıklanmanın zor olduğunu ve nihai taslakta ana ilkeleri içeren iki ya da üç maddenin yer almasının yeterli olacağını” savunmuştur. 32

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

111

sında sadece yedi Müslüman ülke; Mısır, İran, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Etiyopya, Irak ve Lübnan vardır. Bu ülkelerden İran, Mısır ve Lübnan İnsan Hakları Komisyonu’nun ve Lübnan ayrıca Taslak Komitesi’nin üyeleri arasındadır.34 Dolayısıyla Komisyon’un üyesi olan bu ülkeler ve özellikle de Lübnan, Bildirge taslağının oluşmasına diğer müslüman ülkelerden daha fazla katkı sağlama olanağına sahip olmuşlardır. Öte yandan Afganistan 1946 yılında, Pakistan ve Yemen 1947 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra BM’nin üyeleri arasında yer almıştır. Dolayısıyla bu üç ülke 1948 yılında yapılan Üçüncü Komite toplantılarına katılabilmiş ve taslak bildirge hakkındaki görüşlerini dile getirebilme imkânına sahip olmuşlardır. Mısır delegesi Ömer Lütfi ve Lübnan’dan Charles Malik ile Karim Azkoul, Suudi Arabistan delegesi Jamil Murad Baroody, Pakistan delegesi Muhammad Zafrullah Khan, Suriye’den Jawaat Mufti Komisyon tarafından hazırlanan taslak bildirgeye ilişkin çok sayıda değişiklik önerisi sunmuştur. Özellikle de İnsan Hakları Komisyonu’nun raportörlüğünü üstlenen ve BM Genel Kurulu Üçüncü Komite toplantılarına da başkanlık eden Lübnanlı Charles Malik Bildirge’nin şekillenmesinde en fazla rol oynayan delegelerden biridir.35 Son yıllarda yapılan çalışmalar yaygın kanaatin aksine Müslüman ülkelerin özellikle de İnsan Hakları Komisyonu’nda yer alan delegasyonların Bildirge’nin taslak yazımlama sürecine aktif katılım sağladığını ortaya koyar. Waltz’a göre, “Müslüman delegeler, İslam kültürü ve İslami yasalara başvurdukları kadar, taslak metnin mantıksal tutarlığına, bireyin korunmasına, devletlerin ödev ve sorumluluklarına da ilgi göstermişlerdir” (Waltz, 2004:838). Müslüman ülke temsilcilerinin özellikle “inanç özgürlüğü ve din değiştirme hakkı”, genel olarak “cinsiyet eşitliği” ve özelde “evlilikte cinsiyet eşitliği”, “sosyal adalet ve hakların bölünemezliği” ile “kendi kaderini tayin hakkı” ve “koloni” konuları söz konusu olduğunda taslak sürecine daha fazla katılım gösterdiklerini söylemek mümkündür. Ayrıca İslam ülkelerinin bu süreçte sosyalist devletler ve Latin Amerikalıların aksine blok halinde hareket etmediklerini de eklemek gerekir.

Esasında Lübnan günümüzde olduğu gibi o dönemde de çeşitli etnik-dini grupların birarada yaşadığı bir ülkeydi. Üçüncü Komite müzakerelerinde Suudi Arabistan delegesi Baroody Lübnan’ın Müslüman nüfusunun [o dönemde] yüzde 40 olduğunu dile getirir (A/C.3/SR.128). 35 Aslında Malik, Yunan Ortodoks inancına mensuptur ve Thomasçı doğal hukuk öğretisinin katı bir takipçisidir. Malik’in Bildirge’nin şekillenmesine yönelik çabalarında bu felsefi-teolojik öğretinin izlerini görmek mümkündür. Bu nedenle kimi yazarlar Malik’i İslam dünyasının bir temsilcisi olarak değerlendirmenin pek de mümkün olmadığını düşünür. Charles Malik’e ilişkin kapsamlı bir değerlendirme kitabın son bölümünde yapılmıştır. 34

112

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Evrensel Bildirge’ye çekimser oy kullanan sekiz devletten biri olan Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Sosyalist Blok ülkelerinin aksine söz konusu tercihine ilişkin herhangi bir resmi açıklama yapmamıştır. Bu nedenle muhtemel gerekçe(ler) için Suudi delegelerin süreçteki değerlendirmelerini bakmak gerekmektedir. Suudi Arabistan’ın çekimser oy kullanmasının nedeni büyük oranda Bildirge’nin evlilikle ilgili hükümler içeren 16. maddesiyle düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğünün yanı sıra “din ve inanç değiştirme özgürlüğünü” de düzenleyen 18. maddesiyle ilgilidir. Evrensel Bildirge’yi fazla Batı merkezli bulan Suudi Arabistan delegasyonu başkanı Lübnanlı diplomat Jamil Murad Baroody’nin36 Bildirge’ye yönelik kimi eleştirileri dinsel-kültürel temellidir. Bildirge’nin “büyük oranda Doğulu devletlerin kültürel motifleriyle bağdaşmayan Batı kültürüne dayandığını” öne süren (A/C.3/SR.91) Baroody’ye göre, “Bildirge’nin taslak yazarları sadece Batı medeniyeti tarafından benimsenen ilkeleri dikkate almış ve sınanmış olan daha eski medeniyetleri ve onların evlilik gibi bilgeliği yüzyıllar içinde kanıtlanmış kurumlarını görmezden gelmiştir” (A/C.3/SR.125). 18. maddeye Lübnan delegesi Charles Malik’in girişimiyle eklenen din ve inancını değiştirme özgürlüğü Müslüman delegeler arasında en çok tepki alan konulardan biri olmuştur. Suudi Arabistan delegesi Baroody, Genel Kurul’un Üçüncü Komite toplantılarında din değiştirme özgürlüğünün “haçlı seferlerine ve din savaşlarına yol açacağını ve tarih boyunca misyonerlerin siyasal müdahalenin habercileri olarak kendi haklarını sık sık suiistimal etkilerini” savunur (A/C.3/SR.127). Baroody, Çinli temsilci Chang’la girdiği bir diyalogda “çoğu misyonerin dürüstlüğünü sorgulamadığını fakat asıl korkusunun pek çok misyonerin belli yabancı siyasal güçler tarafından kullanılması olduğunu” dile getirir. Onun din değiştirme özgürlüğünü eleştirmesinin bir diğer nedeni de dönemin sömürgeci devletleri himayesinde yaşayan Müslüman halka ilişkin kaygılarıdır. Örneğin o, Fransa temsilcisine “Fransa’nın bu maddeyi desteklerken Kuzey Afrika’daki ya da Fransa yönetimindeki diğer bölgelerde yaşayan Müslüman halka danışılıp danışılmadığını ve ayrıca İngiltere, Belçika, Hollanda gibi sömürgeci güçlerin madde hükümlerinin kendi Müslüman tebaalarının dini inançlarını rencide etmesinden korkup korkmadıklarını” sorar (A/C.3/SR.127). “Dinsel inançların kolayca bir yana atılacak şeyler olmadığını” söyleyen Mısır

36

San Francisco Konferansı’nda da Suudi Arabistan delegasyonunda yer alan Jamil Murad Baroody, Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin önemli bir aktörü olan Charles Malik gibi Lübnanlı Hıristiyan bir ailede dünyaya gelmiş ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden mezun olmuştur (www.nytimes.com/1979/03/05/archives/jamil-m-baroody-saudi-arabias-un-delegate-dies-haduncommon.html).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

113

delegesine göre ise “Bir insanın dinini değiştirmesi, çoğu zaman dıştan gelen etkilerin sonucudur. Kişilere din ya da inanç değiştirme özgürlüğü tanımanın, kastedilen bu olmasa bile, insanları kendi dinlerine çekmek için sürekli olarak çevirdikleri dolaplar Şark’ta çok iyi bilinen bazı misyonları teşvik etmeye hizmet edecektir” (A/PV.183). Pakistan delegesi Muhammad Zafrullah Khan da “Doğu’da Hıristiyan misyonerler tarafından özellikle eğitim, hijyen ve tıp alanında yapılan çalışmalardan memnunluk duyduğunu fakat onların faaliyetlerinin bazen yadsınamaz bir şekilde haklı itirazlara yol açan politik bir karaktere büründüğünü” dile getirir (A/PV.182). Waltz’a göre Suudi delegenin itirazı aslında İslam dininin herhangi bir öğretisinden kaynaklanmaz ve din değiştirme özgürlüğünün yasaklanmasını savunmaz. Onun asıl itirazı “İnsan Hakları Komisyonu’nun danıştığı dini gruplar arasında hiç Müslüman sivil toplum örgütünün olmayışıdır” (Waltz, 2004:816). Waltz’ın bu değerlendirmesi doğruluk payına kısmen sahiptir. Gerçekten de Hıristiyan ve Musevi dini gruplar daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi gerek II. Dünya Savaşı yılları boyunca gerekse San Francisco Konferansı ve Bildirge’nin taslak sürecinde son derece aktif rol oynarlar. Bu nedenle Baroody, söz konusu kuruluşlar arasında Müslüman dini grupların yer almadığına yönelik eleştirisinde haklıdır. Ancak Batı toplumlarının köklü geçmişe sahip son derece güçlü bir sivil topluma sahip olduklarını ve onların bu sürece etkilerinin aslında sahip oldukları bu güçten kaynaklandığını göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan taslak sürecinin iki önemli ismi Malik ve Humphrey’nin değerlendirmeleri Waltz’ın yaklaşımıyla örtüşmez. Humphrey’ye göre, “Baroody’nin din ve inancı değiştirme özgürlüğüne karşı çıkmasının nedenlerinden biri bunun İslam dininin öğretisine ters düşmesidir. Baroody, din değiştirme özgürlüğünün Müslümanlar için hakaret olacağını çünkü Kuran’ın din değiştirmeyi yasakladığını savunur” (Humphrey, 1983:428). Malik’e göre ise, “din ve inancını değiştirme özgürlüğü, dini bir özgür seçim meselesi olarak görmeyen ve onun doğum ve gelenekle edinildiğini savunanlar için bir engeldir” (Malik, 2000:101). Başka bazı yazarlar da bu iki önemli Komisyon üyesinin değerlendirmelerini paylaşır. Örneğin Morsink, Baroody’nin “köktenci İslam teolojisinden ilham aldığını” savunurken (Morsink, 1999:285) Mitoma da Baroody’nin eleştirilerinin “İslam’ın Vahabi yorumuna dayandığını” öne sürer (Mitoma, 2010:227). Öte yandan din değiştirme özgürlüğü konusunda tüm Müslüman temsilcilerin Baroody’yle aynı pozisyona sahip olmadığı görülür. Örneğin, Pakistan delegesi Muhammad Zafrullah Khan “kendi delegasyonunun İslam’ın onurunu savunma ihtiyacı hissetmediğini” söyleyerek, Kuran’dan verdiği örneklerle

114

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

“İslam’da zorlama olmadığını, inanma ya da inanmamayı seçmenin kişinin kendi iradesine bırakıldığını dile getirir.” Ona göre, İslam öğretisi, Muhammed peygamber tarafından sözlü olarak ifşa edilen Kuran’a dayanır. Kuran, bu nedenle Tanrının Müslümanlara asıl kelamıdır. (…) Kuran açıkça der ki: “Bırak inanmayı seçenler inansın; inanmamayı seçenler inanmasın”. Kuran, inançsızlığı değil, ikiyüzlülüğü mahkûm eder. İslam dini, misyoner bir dindir: O vaaz edilen inanç ve yaşam tarzını izlemesi için insanların kendi inançlarını ve yaşam tarzlarını değiştirmesi için çabalar. Fakat İslam, aynı din değiştirme hakkını kendisi için olduğu gibi diğer dinler için de kabul eder (A/PV.182).

Müslüman devletlerin delegasyonlarının taslak müzakerelerine en fazla müdahil olduğu konulardan bir diğeri cinsiyet eşitliğidir. Morsink’e göre aslında “taslak yazımcıların çoğunluğu evlilik ve boşanma konularını temel ve bağımsız bir insan hakkından çok ayrımcılıkla ilgili bir mesele olarak görür” (Morsink, 1999:125). Müslüman delegeler de Bildirge’nin değişik maddelerinde yer alan cinsiyet eşitliğine ilişkin hükümlere ve özellikle evlilikte ve boşanmada cinsiyet eşitliği konularına odaklanır ve itirazları bu konuda yoğunlaşır. Ancak cinsiyet eşitliği konusunda da İslam ülkelerinin blok halinde hareket etmezler. “Müslüman delegelerin çoğu cinsiyet eşitliğini sınırlandırma arayışında iken, Irak ve Pakistan delegasyonlarında olduğu gibi kadın haklarını savunan bazı güçlü sesler de vardır” (Waltz, 2004:820). Üçüncü Komite’ye sunulan taslak Bildirge’nin 14. maddesinin birinci fıkrasına göre, “Erkek ve kadın evlenme konusunda, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit haklara sahiptir.” Aynı maddenin ikinci fıkrasına göre ise, “Evlenme akdi ancak evleneceklerin serbest ve tam rızasıyla yapılır.” Suudi Arabistan ve Mısır, İnsan Hakları Komisyonu tarafından sunulan bu taslak metinde birer değişiklik önerisi sunar. Suudi Arabistan, önerisinde yasal evlilik yaşındaki erkekler ve kadınların evlenme ve aile kurma hakkına sahip olduğu ancak yasal evlilik yaşının her ülkenin kendi yasalarınca belirlenmesi gerektiği yer alır. Suudi Arabistan ayrıca evliliğe uygunluk konusunda taslak metinde yer alan “reşit olma” (full age) teriminin fizyolojik gelişmeyi içermediğini ve “yasal evlilik yaşı” (legal matrimonial age) tabiriyle değiştirilmesini önerir (A/C.3/240).37 “Suudi Arabistan’ın bu önerisi Suriye ve Lübnan tarafından desteklense de Pakistan’ın da aralarında yer aldığı pek çok delegasyon tarafından tepkiyle karşılanır” (Waltz, 2004:821). Pakistanlı kadın delege Shaista

37

Suudi Arabistan’ın 14. maddeye ilişkin söz konusu değişiklik önerisi şöyledir: “Her ülkede yasal evlilik yaşındaki erkekler ve kadınlar evlenme ve aile kurma hakkına ve kendi ülkelerindeki evlilik yasaları uyarınca tüm haklara sahiptir.”

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

115

Ikramullah, “çocuk evliliğini ve iki tarafın rızası olmaksızın yapılan evlilik sözleşmelerini önlemek ve boşanma sonrası kadını ve kadının mal varlığını güvence altına almak için tasarlandığını düşündüğü 14. maddeyi tüm medeni ülkelerin kabul edebileceğini” dile getirir (A/C.3/SR.125). Öte yandan özellikle boşanmada cinsiyet eşitliği konusunda açıktan itirazlar sadece İslam ülkelerinin delegasyonlarından değil aynı zamanda bazı Hıristiyan (özellikle de Katolik) devlet ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden de gelir. Ama Hıristiyan ve Müslüman devletlerin bu itirazları onların Bildirge’yi Suudi Arabistan’ın aksine onaylamalarına engel olmaz. Bu tutum Bildirge’de yer alan insan hakları normlarının dini-kültürel normlara dayandırılmaması yönünde atılmış önemli bir adımdır. İslam ülkelerinin taslak sürecine aktif katılım sağladığı bir diğer konu kendi kaderini tayin hakkı ve bununla bağlantılı olarak koloni maddesi olmuştur. Waltz’a göre 1946 yılında Evrensel Bildirge çalışmalarıyla başlayıp 1966 yılındaki İkiz Sözleşmeler’e kadar geçen yirmi yıllık “Uluslararası Haklar Bildirgeleri sürecinde İslam ülkelerinin en fazla odaklandığı konu kendi kaderini tayin hakkı ile vesayet altında bulunan bölge halklarının egemen devletlerin yurttaşlarının sahip olduğu aynı temel haklardan yararlanması olmuştur” (Waltz, 2004:829). Koloni halkları konusu yukarıda da değinildiği gibi Komisyon’un Üçüncü Oturumu’nda özellikle SSCB’nin girişimleri sonucunda taslak müzakerelerine girmiş ve İslam ülkeleri de tartışmalara aktif bir şekilde katılmıştır. Örneğin Bildirge’nin Önsöz’ünde yer alan “gerek üye devletler gerekse onların yönetimi altındaki ülkeler halkları” ifadesi “Mısır delegesi Omar Loutfi’nin önerisi üzerine metne eklenir” (Morsink, 1999:98). Sosyal ve ekonomik haklar önceki bölümlerde de değinildiği gibi Bildirge’nin taslak sürecinde başlıca tartışma konularından biri olmuştur. Başta Suriye olmak üzere İslam ülkeleri delegasyonları da bu tartışmalara katılır. Suriye delegesi Kayaly, taslak metinde yer alan “sosyal güvenlik” terimi yerine daha kapsamlı olduğunu düşündüğü “sosyal adalet” terimini önerir. Bu öneri diğer delegasyonlardan destek görse de nihai taslakta yer almaz. Lübnan delegesi Azkoul “sosyal güvenliğin ekonomik, sosyal ve kültürel hakların ifasına bağlı olduğunu ve bu haklarla aynı seviyede düşünülmemesi gerektiğini” vurgularken Suudi Arabistan delegesi Baroody, “Müslüman halkın Batı’da yaygın olan sosyal yardım programlarından farklı ama onlardan daha az etkin olmayan zekât ve vakıf gibi kurumlar aracılığıyla sosyal güvenlikten yararlandığını” dile getirir. Baroody’ye göre, “Batı toplumunda son tarihsel gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan sosyal güvenlik kurumunun aksine, bu İslamî kurumlar bir sosyal güvenlik sistemi olarak işleyiş bakımından daha basit, yönetimi daha az mali-

116

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

yetli ve etkinliği de 14 yüzyıl boyunca ayakta kalmasıyla sınanmıştır” (A/C.3/SR.137107).

2.4 İnsan Haklarının Felsefi Temellerine Dair UNESCO Komitesi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin taslak sürecinde değinilmesi gereken önemli bir girişim UNESCO (BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bildirge’nin taslak müzakereleriyle eşzamanlı ilerleyen ve başlangıçta kapsamlı bir “Filozoflar Konferansı” düzenlenmesi niyetiyle başlayan bu girişim, Lauren’e göre “bütün bir diplomasi tarihinin en sıra dışı gelişmelerinden biridir” (Lauren, 2011:210). Ancak bu girişimin nedenlerini kavrayabilmek için önce UNESCO’nun kuruluşu ve hedeflerine kısaca değinmek yerinde olacaktır. UNESCO’nun selefi, “Milletler Cemiyeti bünyesinde 1922 yılında Cenevre’de oluşturulan Uluslararası Entelektüel İşbirliği Komitesi’dir (International Committee on International Cooperation, ICIC)” (Hellawell, 2019:101). Ardından “1926 yılında Paris’te Fransa hükümetinin önerisi ve mali desteğiyle Uluslararası Entelektüel İşbirliği Komitesi’nin daimi bir yürütme organı olarak faaliyet gösterecek olan Uluslararası Entelektüel İşbirliği Enstitüsü (International Institute of Intellectual Cooperation, IIIC) kurulur” (Rietzler, 2011:57). İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1945 yılının Kasım ayında Londra’da düzenlenen BM Konferansı’nda Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği bazı delegasyonlar, gerçek bir barış kültürünün oluşturulması için faaliyet gösterecek yeni bir örgütün kurulması için girişimde bulunur. Konferans’ın sonunda onaylanan UNESCO Anayasası 1946 yılının Kasım ayında yürürlüğe girer. Anayasasının birinci maddesine göre UNESCO’nun kuruluş amacı “ırk, cinsiyet, dil ve din farkı gözetmeksizin BM Şartı’nda kabul edilen adalet, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklere saygıyı geliştirmek için halklar arasında işbirliğine eğitim, bilim ve kültür yoluyla yardım ve böylelikle barış ve güvene hizmet etmek” olarak ilân edilir. Mazower’e göre “fikirlerin ve eğitimin gücüne inananlar, bu oluşumun, 1945’ten sonra uygarlığı koruyacak ve özgürlük değerlerini yeni totaliter düşmanlarından kurtarmak üzere bir ‘ahlâken yeniden silahlanmaya’ katkıda bulunacak Uluslararası Aklı yaratacağını umuyorlardı” (Mazower, 2010:30). Hümanist bir dünya görüşü temelinde kurulan UNESCO’nun hümanizminin “temel sütunu her bir insanın değerine dayanan insanlığın birliği fikridir” (Elfert, 2018). UNESCO’nun hümanizminin izlerini onun anayasasında bulmak mümkündür. UNESCO Anayasası’nın Önsöz’ünde şöyle yazar:

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

117

Savaş, insanların zihinlerinde başladığı için barışın savunusu da gene insanların zihinlerinde kurulmalıdır. İnsanlık tarihi boyunca insanların birbirlerinin âdet ve yaşayışları hakkındaki bilgisizliği dünya halkları arasında şüphe ve güvensizliğin müşterek nedeni olmuş ve bu farklılıklar sık sık savaşlara yol açmıştır. Henüz sona ermiş olan bu büyük ve korkunç savaş insan onuru, eşitlik ve karşılıklı saygı ilkelerini inkâr eden ve temelinde cehalet ve önyargılar olan öğretilerden kaynaklanmıştır.

UNESCO’nun hümanist ilkeler temelinde bir kurum olarak yaşama geçmesinde UNESCO’nun ilk genel müdürü İngiliz biyolog, felsefeci ve yazar Julian Huxley’in önemli payı vardır. Huxley, “dünya halkları arasındaki farklılıkların evrensel akıl, evrimci hümanizm, ahlâki ilerleme ve bilimin insan toplumlarına uygulanmasıyla aşılabildiği yeni bir küresel kültürün inşasını hayal eder” (Goodale, 2018:14). Bu amacı yaşama geçirebilmek için müşterek bir felsefi temele ya da kendi tabiriyle bir “dünya felsefesi”ne ihtiyaç olduğunu düşünen Huxley, “UNESCO gibi bir örgütün kendisi için sadece bir genel amaçlar setine değil, aynı zamanda temel bir felsefeye, insanın varoluşuyla ilgili temel bir hipoteze ihtiyacı olduğunu” savunur (Huxley, 1946:6). UNESCO: Amaçları ve Felsefesi (UNESCO: Its Purposes and Its Philosophy) başlıklı yazısında Huxley, dünyada mevcut ekonomik ve ideolojik çatışmaların Doğu ve Batı arasında doğurabileceği yeni bir dünya savaşının “tek bir dünya kültürünün oluşmasıyla” önlenebileceğini öne sürer (Huxley, 1946:57). Aslında bir tür meta-felsefe tasavvur eden Huxley için UNESCO böylesi geniş çaplı bir projeyi yaşama geçirmede öncü rolünü üstlenebilecek uygun bir araçtır. Kuruluşundan bir yıl sonra, “1946 yılının Kasım ve Aralık aylarında Paris’te toplanan UNESCO’nun Birinci Genel Konferansı’nda örgüt Huxley’nin bu büyük projesini yaşama geçirebilmek adına birkaç alt birime ayrılır. Bu birimlerden biri de UNESCO’nun küresel araştırmasının tam merkezinde yer alan ve başkanlığını Sartre’ın takipçisi genç Fransız filozof Jacques Havet’nin yaptığı felsefe birimidir” (Goodale, 2018:15). Aynı konferansta örgütün sonraki yılları için bazı temel öncelikler de saptanır. Bunlardan biri “Sekreteryanın İnsan Hakları Komisyonu’yla işbirliği halinde çağdaş bir insan hakları bildirgesinin temeli olabilecek ilkeleri açıklığa kavuşturmak için bir uluslararası konferansın düzenlenmesidir” (UNESCO, 1947a:236). Öte yandan İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk oturumunun 1947 yılının ilk aylarında yapıldığı ve o sıralar John Humphrey’nin ön taslak bildirgeyi yazmaya başladığı düşünüldüğünde UNESCO’nun bu girişiminin çok kısa bir sürede sonuçlandırılması zarureti doğar. Bu nedenle başlangıçta niyetlenilen kapsamlı bir Filozoflar Konferansı yerine “uluslararası insan hakları bildirgesi çalışmaları sırasında insan haklarının felsefi temelleri ya da insan hakları teori-

118

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

sine ilişkin ortaya çıkan sorunların çözümünde Komisyonu’nun çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla Julian Huxley yönetiminde bir soruşturma yürütülmesine karar verilir” (Lindholm, 1999:46). Ardından “ağırlıklı olarak Huxley, Havet ve Richard McKeon’ın çevresinden entelektüeller, bilim insanları, yazarlar, teologlar ve siyasi liderlere gönderilmek üzere bir üst yazıyla başlayan ve UNESCO’nun insan haklarının dayandığı ilkeleri araştırmakla görevlendirildiğini dile getiren bir metin hazırlanır ve ilgililerden bu girişime destek olunması istenir38 (Goodale, 2018:19). Dünyanın dört bir köşesinden yaklaşık yüz elli kişiye gönderilen çağrı metni aslında yüzleşilen meselenin ne kadar zorlu ve karmaşık olduğunun da bir göstergesidir: Siyasal, sosyal ve ekonomik evriminin kritik bir aşamasında olan insanlık, eğer birlik istikametinde ilerleyecekse ortak bir fikirler ve ilkeler dizisi geliştirmelidir. Bunlardan biri de insan haklarının müşterek bir formülasyonudur. Bugün var olan farklı ve karşıt formülasyonlarla bir şekilde uzlaşmak zorunda olan bu formülasyon, hem bir ilham kaynağı hem de uygulama için gerçek bir rehber olabilmesini kolaylaştıracak kadar açık olmalıdır. O, sadece yeterince genel ve her insana uygulanabilir olmamalı, ama aynı zamanda farklı sosyal ve siyasal gelişme düzeyinde bulunan halklara da uyabilecek bir esnekliğe sahip olabilmelidir (UNESCO /Phil/1/1947b).

İnsan Hakları Komisyonu’nun siyasi ve bürokratik sürecinin aksine UNESCO Komitesi’nin araştırması daha apolitik ve empirik bir tarzdadır. İnsan haklarının felsefi temeli sorununa ilişkin görüş ve düşünceleri istenenlerden altmışa yakını geri bildirimde bulunur. UNESCO’nun bu araştırmasına geri bildirimde bulunanlar arasında Hindistan bağımsızlık mücadelesinin liderleri Mahatma Gandi ve Cevahirlal Nehru, Fransa’dan Jacques Maritain ve Emmanuel Mounier ile Hristiyanlığı evrim kuramıyla bağdaştırmaya çalışan Cizvit paleoantropolog Teilhard de Chardin, İngiltere’den tarihçi Edward H. Carr, siyaset kuramcısı ve iktisatçı Harold Laski ve Cesur Yeni Dünya’nın yazarı Aldous Huxley, ünlü İtalyan düşünür Benedetto Croce, ABD’den uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk alanında öncü çalışmalara imza atan Quincy Wright ve filozof F. S. C. Northrop, İspanya’dan diplomat, yazar ve tarihçi Don Salvador de Madariaga ve Çin’den felsefeci Chung-Shu Lo gibi dönemin tanınmış isimleri yer alır Ardından UNESCO’nun araştırmasına verilen yanıtları değerlendirmek ve sonucu İnsan Hakları Komisyonu’na sunmak için bir rapor hazırlamakla

38

Söz konusu çağrının yapıldığı bazı tanınmış isimler arasında Karl Jasper, Tomas Masaryk, Eduard Beneš, Benedetto Croce, Isaiah Berlin, Alfred Jules Ayer, W. H. Auden, John Dewey, Reinhold Niebuhr, Arnold Schoenberg, ve Emmanuel Monier vardır (Goodale, 2018:20).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

119

görevlendirilen İnsan Haklarının Felsefi İlkelerine Dair UNESCO Komitesi oluşturulur. İlk toplantısını İnsan Hakları Komisyonu Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’ndan hemen sonra yapan “UNESCO Komitesi’nin başkanlığını Cambridge Üniversitesi’nden İngiliz siyaset bilimci ve tarihçi E. H. Carr ve raportörlüğünü -öğrencileri arasında Susan Sontag, Richard Rorty ve Robert Pirsig gibi tanınmış isimlerin yer aldığı- Chicago Üniversitesi’nin saygın felsefe profesörü Richard McKeon üstlenir39 (Goodale, 2018:22). Geri bildirimler “Uzmanlar Komitesi tarafından değerlendirilerek sonuç raporu 1947 yılının Temmuz ayında –konuyla ilgili tartışmalara açıklık getirmesi ve yapıcı bir uzlaşma zemini sağlaması umuduyla- BM İnsan Hakları Komisyonu’na sunulur” (Maritain, 1948:1). Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’nin Temelleri (BM İnsan Hakları Komisyonu’na İnsan Haklarının Felsefi İlkelerine Dair UNESCO Komitesi Raporu) adlı rapor “Huxley tarafından sosyal işlerden sorumlu BM Genel Sekreter Yardımcısı Henri Laugier’e ve belgenin 50 adet kopyası da doğrudan John Humphrey’e gönderilir” (Goodale, 2018:22). Öte yandan Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’nin Temelleri Raporu’nun hazırlanması ve yayınlanması sürecinde UNESCO ile İnsan Hakları Komisyonu arasında bir koordinasyon eksikliği olduğu ve girişimin İnsan Hakları Komisyonu’nun (ya da en azından Komisyon’un üyelerinin önemli bir kısmının) bilgisi dâhilinde yapılmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ki, başta Sovyetler Birliği, Belçika ve Avustralya delegeleri olmak üzere İnsan Hakları Komisyonu’ndaki bazı üyeler bu girişimden haberdar olduklarında ona şiddetle karşı çıkar. Örneğin, Komisyon’un İkinci Oturumu’nda Belçika delegasyonundan Fernand Dehousse, “UNESCO Komitesi tarafından Komisyon’a gönderilen raporun mevcudiyetini öğrenmekten üzüntü duyduğunu” dile getirir. Dehousse, ayrıca “raporun BM Sekreteryası’nın isteğiyle mi kaleme alındığını” sorar ve “eğer bu rapor UNESCO’nun kendi inisiyatifiyle kaleme alınmışsa, bunun kabul edilemez olduğunu” da sözlerine ekler.40 Tartışmaların sonunda Avustralya delegesi William Hodgson raporun resmi olarak kınanması, Bildirge’nin taslak yazımlama süreci boyunca değerlendirmeye alınmaması ve BM

Komitede ayrıca Fransız nükleer fizikçi Pierre Auger, Fransız sosyolog Georges Friedmann, Fransız filozof Etienne Gilson, İngiliz siyaset kuramcısı Harold Laski, Esterwegen’deki Nazi toplama kampından sağ kurtulmayı başaran Belçikalı komünist Luc Somerhausen ile Çinli felsefeci ve UNESCO danışmanı Chung-Shu Lo yer alır. 40 Sekretaryanın İnsan Hakları Dairesi’nin müdürü Humphrey bu soruya “Genel Sekreterliğin böyle bir insan hakları belgesi hazırlamasını talep etmediğini ve UNESCO’nun kendi inisiyatifiyle hareket ettiği izleniminde olduğu” yanıtını verir. Komisyon Başkanı Roosevelt ise, “Komisyon’un son oturumunda Dr. Huxley’in kendisine özel bir konuşma esnasında UNESCO’nun insan haklarının bazı ilkelerini oluşturmaya çalıştığını söylediğini fakat UNESCO tarafından sunulan raporun bu çabanın bir sonucu olup olmadığını bilmediğini” dile getirir (E/CN.4/SR.26).

39

120

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

üyesi tüm devletlere dağıtılmasının reddine ilişkin bir önerisi, dörde karşı sekiz oyla kabul edilir (E/CN.4/SR.26). Waltz, İnsan Hakları Komisyonu’nun UNESCO’nun bu çalışmasını tepkiyle karşılamalarını, Bildirge’nin “taslak yazımcılarının felsefi tartışmalardan özellikle kaçınmak istemelerine” bağlar (Waltz, 2004:800). Bildirge’nin taslak yazımına bir “uzman kuruluş”un bu arzu edilmeyen müdahalesinden rahatsız olan Komisyon üyelerinin aksine Roosevelt, Malik, Cassin ve Humphrey’nin UNESCO’nun bu girişimden en azından haberdar oldukları anlaşılmaktadır. Örneğin, anılarında “BM Genel Sekreterliği’ni temsilen ve gözlemci sıfatıyla başından itibaren UNESCO Yönetim Kurulu toplantılarına katıldığını” dile getiren Humphrey, Bildirge’nin taslak yazım sürecinin henüz başlarında “1947 yılının Nisan ayında Paris’te toplanan UNESCO Yönetim Kurulu toplantısında Julian Huxley ile görüşme imkânına sahip olduğunu” yazar (Humphrey, 1983:408). Sıkça tekrarlanan bu buluşmalarda UNESCO’nun bu önemli girişiminin gündeme gelmemiş olması ihtimâl dâhilinde değildir. René Cassin de ayrıca “UNESCO Komitesi’nin bu ilk toplantısının katılımcıları arasındadır” (Elfert, 2018). 1947 yılının Mart ayında “UNESCO temsilcilerinin insan hakları sorunuyla derinlemesine ilgilendiklerini ve bu yıl [1947] insan haklarının felsefi temellerine dair bir uzmanlar konferansı çağrısı yaptıklarını” yazan Malik de bu girişime “sempatiyle yaklaştığını ve görmezden gelinmemesi gerektiği” dile getirir (Malik, 2000:56). UNESCO’nun girişiminin İnsan Hakları Komisyonu tarafından tepkiyle karşılanmasından sonra “Huxley ve Havet bu defa daha az sayıda kişiden bir alt çalışma grubu oluşturarak UNESCO’nun araştırmasına geri bildirimde bulunanların değerlendirmelerinin yer alacağı bir kitap için çalışmaya başlar” (Goodale, 2018:24). Çalışma bir yıl sonra tamamlanarak İnsan Hakları: Yorumlar ve Açıklamalar adıyla yayınlanır. Önsöz’ü Jacques Havet ve Giriş bölümü Jacques Maritain tarafından yazılan kitapta sadece 31 farklı katılımcının geri bildirimlerine yer verilir. Goodale’a göre makalelerin derlenmesinde “ideolojik ve entelektüel çeşitliliğin gözetilmesine gayret gösterilmiş olsa da en önemli ve provokatif görüşlere yer verilmemiştir” (Goodale, 2018:24). UNESCO’nun bu araştırmasının sonuçlarının kitap olarak yayınlanmasından sonraki yıllarda da Huxley’nin beklentilerinin aksine kayda değer bir etki yaratmadığı ve doksanlı yılların sonlarına kadar neredeyse tamamen unutulduğu söylenebilir.41

41

Bu kitaba ilişkin o dönemde yapılan az sayıda değerlendirmelerden biri felsefeci George H. Sabine’nin 1951 yılında yayınlanan incelemesidir. Kitabın mantığını ve düzenlenişini gelişigüzel bulan Sabine’e göre “kitabı oluşturan makaleler hakkında genel bir değerlendirme yapabilmek neredeyse imkânsızdır.” Çünkü ona göre “ele alınan konuların kapsamı o kadar geniştir ki bir yazar, toplum felsefesinin genel ilkelerin-

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

121

Öte yandan girişimleri sonuçsuz kalsa da UNESCO’nun taslak sürecinin bütünüyle dışında kaldığı söylenemez. UNESCO’nun Huxley, Havet gibi önemli isimlerinin Komisyon’un etkili isimleriyle olan yakın ilişkileri nedeniyle gayri resmi düzeyde sürece katkı sağlamış olma ihtimalleri yüksektir. Ayrıca diğer bazı BM Uzman Kuruluşları gibi UNESCO’nun Anayasası’nın insan haklarıyla ilgili kısımları da BM Sekretaryası’nın ön taslak için derlediği kaynaklar arasında yer alır (E/CN.4/W.4). Ayrıca UNESCO’nun temsilcileri İnsan Hakları Komisyonu toplantılarında gözlemci sıfatıyla bulunmuş ve görüşlerini oy hakkı olmaksızın sunma olanağına sahip olmuşlardır. UNESCO’nun girişimi kısa bir süre sonra unutulmuş olsa da ele aldığı ve yanıt aradığı insan haklarının felsefi temelleri konusu bir sorun olarak varlığını günümüze dek sürdürür. Peki, UNESCO’nun bu soruşturması amacını ne oranda gerçekleştirebilmiştir? Dünyanın farklı köşelerinden gelen geri bildirimler asgari ilkeler üzerinde uzlaşabilmiş midir? Evrensel Bildirge’nin taslak süreci hakkında kapsamlı çalışmalar yapan Morsink (1999), Glendon (1998) ve Lauren (2011) gibi kimi yazarlar UNESCO’nun bu empirik soruşturmasının neredeyse dünyanın tüm ulusal gruplarını ve ideolojik yaklaşımlarını kapsadığını ve insan haklarının kimi evrensel ilkeleri üzerinde uzlaşıldığını görmekten belli bir şaşkınlık ve memnuniyet duyarlar. Glendon bu konuda şöyle yazar: Henüz hiç kimse UNESCO filozoflarının yanıtlarının ötesine geçemedi: Temel insanî değerler söz konusu olduğunda kültürel farklılık abartılır. Grup [UNESCO Komitesi], Konfüçyüs, Hindu, Müslüman ve Avrupalı düşünürlerle görüş alışverişinde bulunduktan sonra haklar sözleşmelerini (intruments) henüz kabul etmemiş ülkelerde ve haklar söylemini henüz benimsememiş kültürlerde de temel ilkelerin büyük ölçüde paylaşıldığı sonucuna ulaşır. Araştırmaları, ne kadar farklı felsefi ilkelerle ifade edilirse edilsin ve geri planında ne kadar farklı siyasal ve ekonomik sistemler olursa olsun insan haklarının “ortak inançlar”a dayandığına onları ikna etmiştir (Glendon, 1998:613).

Gerçekten de bu projeye katılanların niteliği ve çeşitliliği göz önünde bulundurulduğunda UNESCO’nun girişiminin gözardı edilmesini bir kayıp olarak görmek doğru olacaktır. Çünkü ortaya çıkan kitap sadece o dönemde değil günümüzde de insan hakları teorisine ilişkin çeşitli tartışmalara ışık tutmakta ve kimi teorik sorunlara yapıcı çözüm önerileri sunmaktadır. UNESCO’nun araştırmasına geri bildirimde bulunanlardan biri olan Mahatma Gandi, Hindistan’ın bağımsızlığı için verdiği mücadelenin en yoğun günlerinde; 1947 yılının Mayıs

den tutun da ilkel ve bağımlı halkların hakları gibi göreli olarak ayrıntılı konulara ilişkin sorunlara kadar hemen her şey hakkında yazabilir” (Sabine, 1951:105).

122

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ayında Delhi’ye trenle yolculuk ettiği sırada ve kısıtlı bir zamanda Julian Huxley’e hitaben yazdığı kısa mektubunda soruna hak ve ödev ilişkisi bağlamında yaklaşarak şunları dile getirir: Eğitimsiz fakat bilge annemden, hak edilen ve korunan tüm hakların görevlerin lâyıkıyla yerine getirilmesinden kaynaklandığını öğrendim. Bu nedenle bu haklardan faydalanabilmemiz sadece dünya yurttaşlığı ödevini yerine getirdiğimiz zaman mümkün olabilir. (…) Yoksa başka her bir hak mücadele etmeye değmeyecek bir gasp olarak görülebilir (Gandi, 1948:3).

Batılı olmayan ama kendi geleneklerinde insan hakları ilkelerinin izini bulmanın mümkün olduğunu savunan bir diğer yazar Batı Çin Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Chung-Shu Lo’dur. Çin Geleneğinde İnsan Hakları başlıklı makalesinde Lo, öncelikle “insan hakları sorununun geçmişte Çinli düşünürler tarafından nadiren tartışıldığını ya da en azından Batı’daki tarzda tartışılmadığını, Çin’de daha önce bir insan hakları bildirgesinin ne tek tek düşünürler ne de siyasal kurumlar tarafından ilan edildiğini” yazar. Hatta başlangıçta “hak” kelimesinin Çince karşılığını bulmakta zorlanıldığından bahseder. Ancak ona göre bu durum, “Çinlilerin hiçbir zaman insan haklarını talep etmediği ya da temel haklardan yararlanmadığı anlamına gelmez.” Lo’ya göre, aksine “insan hakları fikri Çin’de çok erken zamanlarda geliştirilmiştir.” O, bu bağlamda “baskıcı iktidarlara karşı halkın isyan hakkı”nın çok eskilere dayandığını söyler: “Halkın iradesi, Tanrının iradesi olarak düşünülür. (…) Yöneticinin halkının çıkarlarını gözetmesi Tanrıya karşı ödevidir.” Lo da, Gandi gibi değerlendirmesinde ödev kavramını öne çıkarır. “Çinlilerin sosyal-siyasal ilişkilerde temel etik kavramı kişinin hak talebinden ziyade komşusuna karşı ödevini gerçekleştirmesidir. Konfüçyüs’ün temel öğretisi olan karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirilmesi fikri insan hakları ihlâllerinin önlenmesinin en iyi yoludur” (Lo, 1948:185-186). UNESCO’nun araştırmasında insanın ödevlerine sadece Çinli ve Hintli katılımcılar değil bazı Batılı yazarlar da vurgu yapar. Örneğin Avrupa’nın birliğinin 20. yüzyıldaki ilk savunucularından biri olan ve Franco İspanyası’ndan sürgün edilen Don Salvador de Madariaga değerlendirmesinde “yalıtılmış birey” anlayışından çok “toplum içinde birey”i öne çıkarır (de Madariaga, 1948:47). Öte yandan insan ödevlerinin insan haklarının olmazsa olmazı olarak görülmesi aynı kitapta değerlendirmelerine yer verilen Kurt Reizer tarafından eleştirilir. O yıllarda Chicago Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Alman akademisyen ve diplomat Kurt Riezler, İnsan Hakları Üzerine Düşünceler başlıklı değerlendirmesinde insan haklarına ilişkin son dönemde artan ödev temelli yaklaşımları eleştirirek, bir haklar bildirgesinin sadece haklarla sınırlandırılması gerektiğini savunur. Riezler’e göre,

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

123

Eğer insanın bahsedilen ödevleri “kamusal refah” ya da “toplum”a yönelik olursa ve haklar, ödevlerin gerçekleştirilmesi koşuluna bağlanırsa ödevler, hakları ortadan kaldırır. “Toplum” ya da “devlet” adına hareket ettiği iddiasında olanlar, sözde yerine getirilmemiş ödevleri, hakları bir kenara atabilecek bir tarzda yorumlayabilirler. Bir ödev söz konusu ise, bu “herkesin kendi yurttaşlarının insan haklarını tanımasıdır” (Riezler, 1948:146-47).

UNESCO’nun soruşturmasına geri bildirimde bulunanlardan biri olan Bengalli Müslüman şair ve felsefeci Humayun Kabir, İnsan Hakları ve İslam Geleneği başlıklı değerlendirmesinde Batı merkezli insan hakları anlayışını eleştirse de ilkelerin evrenselliğine karşı çıkmaz. O, Batı insan hakları tasarımını, “teorisinin aksine uygulamada tüm dünya halklarını kapsamadığı için ve daha ziyade Avrupalılar bazen de sadece bazı Avrupalılar için geçerli olmakla” eleştirir. Kabir için, günümüz dünyasında “herhangi bir insan hakları bildirgesi çalışmasında dikkate alınması gereken ilk ve en önemli şey onun küresel boyutta ele alınması gerekliliğidir.” Ona göre, “Batı insan hakları tasarımı büyük oranda İslam’ın erken döneminde uygulanan demokrasi teorisi ve pratiğine geri dönmek zorundadır. Çünkü bu dönemde -ne daha öncesinde ne daha sonrasında hiç olmadığı kadar- ırk ve renk ayrımlarının üstesinden başarıyla gelinmiştir” (Kabir, 1948:192). Hindu Üniversitesi’nde tarih ve siyaset bilimi profesörü olan S. V. Puntambekar da UNESCO soruşturmasına İnsan Özgürlükleri ve Hindu Düşüncesi başlıklı değerlendirmesiyle katkı sağlar. “Hindistan’da insan haklarından konuşmanın çok gerekli ve arzu edilir olduğunu fakat aynı zamanda mevcut sosyo-kültürel ve dinsel-politik kargaşadan ötürü bunun neredeyse imkânsız olduğunu” yazan Puntambekar’a göre “günümüz dünyasında insanlar sırf insan olarak değil, bir dine, bir ırka, bir kasta ya da diğer başka gruplara üyelikleri bakımından değerlendirilmektedir.” O, UNESCO’ya yazdığı yanıtta “önce insan olmamız gerektiğini” vurgulasa da dönemin Hindistan’ında “insanlık ve hoşgörü, tevazu ve saygının tümüyle ortadan kalktığını” sözlerine ekler (Puntambekar, 1948:193). Gerçekten de Puntambekar ve Kabir gibi Hindistanlı katılımcıların bu satırları kaleme aldığı sırada Hindistan’da Hindu çoğunluk ile Müslüman azınlıklar arasındaki çatışmalar doruk noktasına ulaşmıştır. UNESCO filozoflar buluşmasından sadece iki ay sonra 1947 yılının Ağustos ayında Müslümanlar bağımsız Pakistan devleti amacına ulaşır. Ancak bu bölünme, Hindistan’da çok sayıda Müslüman ile Pakistan’da Hindu ve Sih azınlığa yönelik kitlesel şiddet eylemlerine yol açar ve aynı yılın sonuna kadar 500 binden fazla insan yaşamını kaybeder. 16 milyon insan ise, iki ülke arasında yer değiştirmek zorunda kalır

124

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Puntambekar göre “Manu ve Buddha gibi büyük düşünürler, insan için zorunlu olması gereken güvenceler ile insanın sahip olması gereken on temel erdemin önemini vurgularlar ve on temel özgürlük ile iyi yaşam için zorunlu erdemleri önerirler.” Ona göre, “çağdaş düşünürlerin bahsettiklerinden daha temel ve kapsayıcı olan bu on ilkenin beşi (sosyal) özgürlükler ya da toplumsal güvenceler iken diğer beşi bireysel erdemlerdir.”42 Puntambekar’a göre “Özgürlükleri, onlara karşılık gelen erdemler olmadan düşünmek, dengesiz bir hayat görüşüne ve bir durağanlığa hatta kişiliğin bozulmasına yol açar. Bu ise, toplumda kargaşaya ya da çatışmaya neden olur. İnsan yaşamının bu çift yönlülüğü, yani özgürlükleri ve erdemleri, kişinin, toplumun ve insanlığın refahına yönelik her bir düzen için kavranılmalı ve oluşturulmalıdır” (Puntambekar, 1948:200). UNESCO Komitesi’nin raportörü McKeon tarafından kaleme alınan nihai raporda kültürler arasında belli haklar üzerinde bir uzlaşının sağlanmasının mümkün olduğu dile getirilir. Ona göre, bu hakların “bir birey olarak ve toplumun bir üyesi olarak insanın doğasına içkin olduğu düşünülebilir. Hakların farklı kavranışları genelde farklı insan ve toplum tasarımlarına dayanır” (McKeon, 1948:25). McKeon’ın da vurguladığı gibi UNESCO’nun çağrısına yanıt verenlerin hiçbiri insan haklarının evrenselliğini teminat altına alabilecek bazı müşterek ilkelerin bulunabileceğine karşı çıkmaz. Bunun tek istisnası Amerikan Antropoloji Derneği’nin (American Anthropological Association, AAA) UNESCO Komitesi’nin davetine istinaden yazdığı bildirisidir. “Derneğin yönetim kurulu üyesi antropolog Melville Herskovits tarafından kaleme alınan” (Goodale, 2009:20) İnsan Haklarına Dair Bildiri’de (Statement on Human Rights) kültürel-relativist bir bakış açısıyla Batı merkezli bir etnosentrizmden kaçınmanın zorluğuna hatta olanaksızlığına dikkat çekilir. UNESCO Komitesi’nin soruşturmasına yapılan geri bildirimlerin derlendiği kitapta yer verilmeyen bu metnin hemen başında “bir insan hakları bildirgesi hazırlığı içinde olan İnsan Hakları Komisyonu’nun karşı karşıya kaldığı böylesi bir teorik soruna birey ve ait olduğu toplumla ilişkisi çerçevesinde yaklaşılması gerektiği” vurgulanır. Ardından “toplumun bireylerden oluştuğu ve insanların bir parçasını oluşturduğu toplumun dışında işlevini yerine getireme-

42

Manu ve Buddha’nın önerdiği beş toplumsal özgürlük şunlardır: (1) Şiddete maruz kalmama özgürlüğü, (Ahimsa); (2) Yoksunluk içinde olmama özgürlüğü (Asteya); (3) Sömürüye maruz kalmama özgürlüğü (Aparigraha); (4) Tecavüz ya da onursuzluğa maruz kalmama özgürlüğü (Avyabhichara); (5) Erken ölüm ya da hastalığa maruz kalmama özgürlüğü (Armitava ya da Aregya). Beş bireysel erdem ise şunlardır: (1) Hoşgörüsüz olmama (Akrodha); (2) Merhamet ya da aynı duyguları paylaşma (Bhutadaya, Adreha); (3) Bilgi (Jnana, Vidya); (4) Düşünce ve vicdan özgürlüğü (Satya, Sunrta); (5) Korku ve bastırılmışlık ya da çaresizlik içinde olmama özgürlüğü (Pravrtti, Abhaya, Ihrti).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

125

yeceği ve bu nedenle bir insan hakları bildirgesinin salt bir birey olarak bireyin haklarından fazlasını içerecek şekilde formüle edilmesi gerektiği” dile getirilir. Amerikalı antropologlar, aslında İnsan Hakları Komisyonu’nun etnosentrik yargılarda bulunma tehlikesi içinde olduğu kanaatindedir. Onlara göre, “18. yüzyılda bir insan hakları bildirgesi kaleme almak göreli olarak kolaydı. Çünkü o bir insan (human) hakları sorunu değildi; tek bir toplum tarafından yaratılan kabuller çerçevesinde insanların (men) hakları sorunuydu.” Dolayısıyla, Amerikalı antropologlara göre Bildirge’nin taslak yazımcılarının ana görevi şu soruya yanıt bulmak olmalıdır: “Önerilen bildirge tüm insanlara nasıl uygulanabilir ve sadece Batı Avrupa ve Amerika’daki ülkelerde geçerli olan değerlerin ifadesi olmayan bir haklar bildirgesi nasıl mümkün olabilir?” (AAA, 1947:539) Kültür ile insan hakları arasında büyük bir çatışma gören dernek, bu soruna uygun bir çözüm bulunabileceğine şüpheyle yaklaşır ve Komisyon’a değerlendirmesi için üç temel önerme sunar: (1) Kişi, kişiliğini kendi kültüründe gerçekleştirir. Bu nedenle bireysel farklılıklara saygı kültürel farklılıklara saygıyı gerekli kılar. (2) Kültürel farklılıklara saygı, kültürleri niteliksel olarak değerlendirecek hiçbir tekniğin keşfedilmemiş olduğu bilimsel gerçeğiyle geçerli kılınmıştır. (3) İlkeler ve değerler kendilerinden kaynaklandığı kültürlere görelidir. Dolayısıyla bir kültürün ahlâki kodları ya da inançları temelinde önermeler formüle etmeye dair her çaba herhangi bir insan hakları bildirgesinin bir bütün olarak insanlığa uygulanabilirliğini o denli azaltacaktır. Derneğin bu varsayımlarının altında yatan temel kanaat ise, üçüncü önermenin kapsamında şöyle dile getirilir: “Bir toplumda bir insan hakkı olarak kabul gören, bir başka toplumda ya da tarihin farklı bir döneminde aynı halk tarafından toplum-karşıtı olarak görülebilir” (AAA, 1947:541-42). Sonuç olarak Amerikalı antropologlar aslında Huxley’in UNESCO aracılığıyla giriştiği soruşturmayla hedeflediğinin tam tersi istikametinde bir sonuca ulaşır. Onlar, “insan haklarının evrenselliğinin kabulünün kültürel pratiklerin reddine dayanacağı iddiasındadır” (Engle, 2001:536). UNESCO Uzmanlar Komitesi’nin geri bildirimler ışığında hazırladığı değerlendirme raporunun sonunda yer alan Ek’te, 15 maddeden oluşan bir insan hakları listesine de yer verilir. Bu listede insan hakları normları başlıca dört ana kısımda ele alınır. Bunlardan ilki, “tüm diğer hakların temeli ve koşulu olduğu” söylenen yaşama hakkıdır. Ancak “yaşamak, güçbela varolmak anlamına gelmez: İnsanın esenliği ya da insana yaraşır bir yaşam, diğer insan haklarının hayata geçirilebilmesine bağlıdır.” Dolayısıyla insanca yaşamı mümkün kılacak olan insan hakları listesinin ikinci grubunu geçimle ilgili haklar oluşturur. Bunlar, “sağlığın korunması”, “çalışma”, “istenç dışı işsizlik, bebeklik, yaşlılık, hastalık ve tüm diğer tarzlardaki yoksunluk durumlarına karşı korunma” ile “mülkiyet” haklarıdır. Ayrıca emeğin bir meta olmadığı, onun ahlâki ve toplumsal

126

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

değerinin tanınmasının çalışanların temel hakkı olduğuna vurgu yapılır. Bir “özgürlük” olarak değil, “hak” olarak kabul edilen mülkiyetin ise, oldukça sınırlı bir anlamda ele alınması dikkat çeker. Buna göre “her insan, kendisinin ve ailesinin kişisel kullanımı için zorunlu olduğu kadarıyla özel mülkiyet hakkına sahiptir. Bunun dışındaki mülkiyet formları kendi başına temel bir hak değildir” (UNESCO, 1948:11-12). Ele alınan ve gene aslında insanca yaşamı olanaklı kılan üçüncü grup haklar, insanın entelektüel yaşamıyla ilgilidir. İnsanın maddi yaşamını güvence altına alan bir önceki grup hakkın tamamlayıcısı olarak nitelendirilen bu haklar, kişinin entelektüel kapasitesini ve ortak çıkarı geliştirebilmesi için gerekli olan haklar olarak tasarlanır. Bunlar “eğitim”, “enformasyon”, “düşünce ve özgürce sorgulama” ile “kendini ifade” haklarıdır. Yaşama hakkının en tam tezahürünün kendisini düşünce yaşamında ve çeşitli sanatsal ve bilimsel ifade tarzlarında bulduğu vurgulanır. İfade özgürlüğü ayrıca her insanın sadece sanatta ve bilimde kendini gerçekleştirmesi olarak değil ama aynı zamanda kendi çağının ve ulusunun kültürüne olası bir katkısı olarak da değerlendirilir (UNESCO, 1948:13). Son hak grubu ise, kişinin topluma katılması ve kendisini toplumsal ve siyasal adaletsizliklere karşı korumasıyla ilgilidir. Bunlar “adalet hakkı” genel kategorisi altında adil yargılanmaya dair çeşitli haklardır. Bunlar arasında “siyasal eylem hakkı”, “ifade”, “toplanma”, “dernek kurma”, “ibadet” ve “basın” özgürlükleri ile “yurttaşlık hakkı” yer alır. Bu son grup haklar arasında dikkat çeken bir diğer hak ise, Çinli Chung-Shu Lo’nun da yukarıda değinilen yazısında Çin geleneğinde çok eskilere dayandığını söylediği “isyan ya da devrim hakkı”dır. Batı’da 18. yüzyıl doğal haklar geleneğinde de ifadesini bulan isyan ya da devrim hakkı (direnme hakkı) bu listede şöyle tanımlanır: “Kendi ulusunun hükümeti, adaletin temel ilkelerine ve temel insan haklarına aykırı bir tarzda yönetim sergilediğinde ve bu yönetim barışçıl araçlarla düzeltilemediği durumda insanlık ve adalete uygun yeni bir yönetim kurma hakkı vardır.” Bu kapsamdaki son hak farklı bir tarzda ifade edilmiş olsa da Evrensel Bildirge’de de yer alan “İlerlemeye katılma hakkı”dır.43 Buna göre “Her insanın medeniyetin teknik ve kültürel başarılarından yararlanmaya hakkı vardır” (UNESCO, 1948:13-14). Sonuç olarak UNESCO’nun bu girişiminin amacı yukarıda da vurgulandığı gibi tek tek insan hakları normları üzerinde bir uzlaşı sağlanması ve bunla-

43

Evrensel Bildirge’nin 27 maddesinin birinci fıkrasına göre, “herkes, topluluğun kültürel yaşamına özgürce katılma, sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye onun yararlarını paylaşma hakkına sahiptir.”

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

127

rın İnsan Hakları Komisyonu’nun değerlendirilmesine sunulması değildir. Buradaki temel mesele insan haklarına ilişkin kimi müşterek ilkeleri aydınlığa kavuşturmaktır. Ancak UNESCO’nun söz konusu çalışmasında aktif bir şekilde yer alan Fransız filozof Jacques Maritain, bu girişimle ilgili bir paradokstan bahseder. Ona göre, “rasyonel temellendirme elzemdir fakat zihinler arasında bir uzlaşıyı sağlabilmek konusunda da güçsüzdür. Elzemdir, çünkü her birimiz içgüdüsel olarak hakikate inanırız ve her birimiz sadece doğru olarak kabul ettiğimiz ve akla dayanan şeyleri onaylarız. Güçsüzdür, çünkü rasyonel temellendirmeler temelde farklı hatta birbirine hasımdırlar” (Maritain, 1948:1). Dolayısıyla Maritian, UNESCO’nun insan haklarına müşterek bir felsefi temel arayışının aslında başlangıçta umulanın aksine pek de kolay olmadığını düşünür. Maritain’in Komite’nin çalışmalarına sırasındaki bir anısı bu açıdan ilginçtir. Maritain şöyle yazar: İnsan haklarının tartışıldığı UNESCO Ulusal Komisyonu’nun toplantılarından birinde bir katılımcı, birbirine tamamen zıt bazı ideolojilerin savunucularının bir haklar listesi üzerinde uzlaşmasını şaşkınlıkla karşıladığını dile getirir. Oradakilerin yanıtı ise, “Evet, bu haklar üzerinde uzlaştık ama bize neden diye sorulmaması koşuluyla” olur. İşte bu “neden” tartışmanın başladığı yerdir (Maritain, 1948:1).

İnsan haklarının felsefi temelleri üzerinde tam bir uzlaşı sağlanıp sağlanmamasını aslında hayati bir mesele olarak görmeyen Maritain, Rawls’un “örtüşen uzlaşma”sını hatırlatır bir tarzda kültürler arasında bazı pratik kavramlar üzerinde bir uzlaşının sağlanmasının “bu büyük görevin üstesinden gelebilmek için ‘yeterli’ olduğunu” düşünür44 (Maritain, 1948:2). Maritain her ne kadar bazı insan hakları normları üzerinde pratik uzlaşıyı yeterli bulmuş olsa da insan haklarının felsefi-teorik temelleri üzerine tartışmalar Bildirge’nin taslak yazımı boyunca gündeme gelmeye devam edecektir.

2.5 Evrensel Bildirge’nin Kökeni Sorunu ve Felsefi Tartışmalar Evrensel Bildirge’nin taslak yazımını üstlenen BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’ndan itibaren devletlerin resmi temsilcilerinden oluşan delegeler insan hakları teorisine ilişkin kimi sorunlarla yüzleşmekten kaçınamazlar. Esasında yukarıda da değinildiği gibi delegelerin önemli bir kısmı teorik meselelere girmekten istemez. Ancak az sayıda ama etkili bazı delegeler insan haklarının kuramsal içeriğinin önemine sürekli vurgu yapar ve bu konuyu gündemde tutmaya çalışır. Komisyon’un felsefe alanında doktora de44

Martha Nussbaum’a göre Maritain, “Rawls’tan önce farklı insan yaşamı tasarımlarına inananlar arasında ‘örtüşen uzlaşma’ fikrini yerleştiren ilk siyasal liberaldir” (Nussbaum, 2000:105).

128

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

recesine sahip iki üyesi; Lübnanlı Charles Malik ve Çinli Peng Chun Chang insan haklarının teorisine ilişkin tartışmaları gündeme en fazla getiren delegelerdir. Malik, İnsan Hakları Komisyonu’nun henüz ilk oturumunda Komisyon’un amacına dair şunları söyler: Bizler kendimizi legalizme, siyasete ve diplomasiye aşırı hizmet etmekten azade kılmalıyız. Şüphesiz ki Sayın Başkan, hukukçular, siyasetçiler ve diplomatlar yerkürenin tuzlarıdır. Fakat tuzu tek başına yiyemezsiniz. Bu, bana göre temel bir insanî meseledir. Bu sorun, hukukçunun, diplomatın ve siyasetçinin ruhu tarafından lâyıkıyla kuşatılamaz. Bizim ihtiyacımız olan şairin, peygamberin ve filozofun hassas kavrayışıdır. Umarım ki bizler, bu önemli girişimimizde böylesi zihinlere başvururuz. Eğer bu bildirge sadece hukukçular, siyasetçiler ve diplomatlar tarafından tasarlanacak olursa o, korkarım ki çarpık bir şey olarak ortaya çıkacak, vizyon, birlik ve yalınlıktan yoksun olacaktır (Malik, 2000:25).

Malik, 1948 yılının Şubat ayında, taslak süreci henüz devam ederken yaptığı bir başka değerlendirmede ise “İnsan Hakları Komisyonu’nun hassas soruları gündeme getirdiğini ve ‘insanın değeri ve onuru’ ifadesinin içeriğini ve anlamını açıklamaya çalıştığını” vurgular. Dolayısıyla İnsan Hakları Komisyonu ona göre “BM’de teori, öğreti, felsefe ve en yüksek fikirlerin ayrıntılandırıldığı tek komisyondur. Komisyon’daki çekişmelerin çok keskin olmasının nedeni de bu ideolojiler çağında şeylerin doğasına, özellikle de insanın ve toplumun doğasına dair tutkulu temel inançlardır” (Malik, 2000:92-93). Komisyon üyelerinin çoğunluğu insan hakları teorisi hakkında konuşmaya Charles Malik kadar hevesli olmasalar da onlar bu meseleye müdahil olmaktan kaçınımazlar. Çünkü insan hakları, Malik’in de dikkat çektiği gibi sadece kişi olarak insanın davranışlarını yönlendirmeyi amaçlayan etik ilkeler değildir. İnsan hakları aynı zamanda toplumsal ve siyasal yaşam için temel normlar getirme iddiasındadır. Dolayısıyla son derece farklı ideolojik, dinsel ve kültürel arka plana sahip diğer delegeler insan haklarının mahiyeti meselesine kendi öğretileri ve kimi zaman da kendi devletlerinin çıkarları doğrultusunda iştirak etmek zorunda kalırlar. İnsan hakları fikri, Batı’da yüzyıllar öncesine dayanan köklü bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle Komisyon’daki felsefi tartışmaları bu geçmişten ayrı düşünmek mümkün değildir. Nitekim İnsan Hakları Komisyonu’nun raportörü Malik de “Bildirge’nin önemli tarihsel öncelleri arasında Magna Carta, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Amerikan Haklar Bildirgesi ve Atlantik Şartı’nı” sayar (Malik, 1955:23). Dikkatli bir okuyucu Bildirge’nin özellikle Önsöz’ü ile birinci maddesindeki söylemin 18. yüzyılın haklar bildirgeleriyle olan benzerliğini kolaylıkla fark edecektir. Bu benzerlik nedeniyle pek çok yazar haklı olarak Evrensel Bildirge’nin doğal haklar öğretisinden ilham aldığını savunur.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

129

Gerçekten de Bildirge’de yer alan insanın “içkin değeri”, “eşit ve vazgeçilmez haklar” gibi ifadeler Aydınlanma Çağı’nın doğal haklar yaklaşımını hatırlatır. Buna göre, insanlar, söz konusu haklara bir toplumsal mutabakat, devletlerin bir edimi ya da parlamentoların kararlarıyla sahip olmuş değildirler. İnsanlar bu haklara sırf insan oldukları için ya da doğaları gereği sahiptirler. Virginia Haklar Bildirgesi “tüm insanların doğası gereği özgür ve bağımsız” olduğundan, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, “tüm insanların eşit yaratıldığı ve Yaratıcı tarafından vazgeçilmez haklarla donatıldığı”ndan bahsederken, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, insanın “doğal”, “vazgeçilmez” ve “devredilemez” haklarına vurgu yapar. Evrensel Bildirge’nin birinci maddesinin ilk cümlesi ise (Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar) Fransız Bildirgesi’nin birinci maddesinin ilk cümlesinin (İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar) bir tekrarıdır. Fransız Devrimi’nin “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” idealleri de Evrensel Bildirge’nin birinci maddesinde kendisine yer bulur. Bildirgenin ilk 21 maddesi ise, onsekizinci yüzyılın klasik medeni ve siyasal haklar listesini içerir. Evrensel Bildirge’nin 18. yüzyılın haklar bildirgeleriyle olan bağlantısına İnsan Hakları Komisyonu’nun etkili üyesi Çinli Peng Chun Chang da dikkat çeker. Üçüncü Komite toplantılarında Bildirge’nin “nihai formülasyonunun Fransa’da gerçekleştirilmesinin çok uygun olduğunu” söyleyen Chang’a göre “Fransa, çağdaş özgürlük fikirlerinin doğum yeridir” (A/C.3/SR.91). Chang, ayrıca “taslak bildirgenin hazırlık çalışmalarında 18. yüzyılın Fransız öğretilerini büyük bir ustalıkla açığa çıkarma konusundaki katkılarından ötürü Cassin’in özel bir övgüyü hakettiğini” de vurgular (A/C.3/SR.98). Evrensel Bildirge’nin Önsöz’ü ve birinci maddesine egemen olan 18. yüzyılın doğal haklar söylemi belgeye ilk defa Cassin Taslağı’yla girer. Humphrey tarafından kaleme alınan ilk taslakta (Sekretarya Taslağı) bir Önsöz mevcut değildir. Ancak Önsöz’de yer almasının uygun olacağı düşünülen ilkeler dört başlık altında sıralanır.45 Humphrey’nin taslağındaki birinci madde ise, Bildirge’nin nihai şeklinden tamamen farklıdır ve insan haklarının kaynağına ya da felsefi temellerine ilişkin herhangi bir ifade içermez. Birinci maddeyle ilgili olarak “üç temel meseleye yani, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik meselesine kendi taslağında zımnen değindiğini” dile getiren Cassin’e göre bunun asıl nedeni

45

Bu ilkeler: (1) İnsan haklarına saygı duyulmadan barış olamaz (2) İnsanların sadece hakları değil, aynı zamanda parçası olduğu topluma karşı ödevleri de vardır (3) İnsan, hem kendi devletinin hem de dünyanın bir yurttaşıdır (4) Savaş ve savaş tehdidi ortadan kaldırılmadan insanın özgürlüğünden ve değerinden bahsedilemez.

130

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

“savaş boyunca insanlığın bu temel ilkelerinin unutulmuş olmasıdır”46 (E/CN.4/AC.1/SR.8). Humphrey anılarında Sekretarya Taslağı’nın ele alındığı Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda kendisine bu taslağın altında yatan felsefenin sorulduğundan bahseder. O, “hâlihazırda ideolojik bölünmelerin olduğu Komite’de yeni tartışmalara yol açmamak için taslağın herhangi bir felsefeye dayanmadığını, çeşitli ülke anayasalarınca kabul edilen hakları ve bir uluslararası haklar bildirgesi için daha önce yapılmış önerileri içerdiğini” dile getirir47 (Humphrey, 1983:415). Öte yandan “bu türden felsefi savlar olacaksa da bunun Önsöz’de yer alması gerektiğini” savunan Humphrey’ye göre, “Cassin’in taslağında ilkeleri vurgulayan birkaç madde hukuki olmaktan çok felsefi içeriklidir ve bu, bir bildirge için uygun değildir” (Humphrey, 1983:420). Üçüncü Komite toplantılarında birinci maddenin Önsöz’e taşınıp taşınmaması tartışmalara neden olmuş ve Cassin “birinci maddenin Önsöz’e transfer edilmesi durumunda Bildirge’nin tüm bir tasarımının alt üst olacağını” savunmuştur.48 Ona göre “Bildirge, izleyen tüm hakların içinde yer aldığı bir çerçeve ifadeyle başlamalıdır ve birinci madde bu çerçeveyi sunmaktadır” (A/C.3/SR.96). Bildirge’nin felsefi içerikli birinci maddesinin muhafaza edilmesi yönünde Komisyon üyeleri arasında genel bir uzlaşı olsa da, bu maddenin nasıl formüle edileceği konusunda anlaşmazlık yaşanır. Bazı delegeler insan haklarını insan doğasına dayandırmak isterken diğer bazı delegelerse, bu fikre çeşitli gerekçelerle karşı çıkar. Lübnanlı Malik, insanın doğasına ya da özüne vurgu yapılmasının önemine dikkat çeken başlıca Komisyon üyesidir. Ona göre, İnsan özü gereği belli haklara sahiptir ve bu nedenle insanın ilineksel olmayan doğası ve özü üzerinde durulmalıdır. Bu doğa kesinlikle zaman ve mekâna göre değişen bir şey olamaz. Haklar Bildirgesi insanın doğasını ve özünü tanımlamalı, insan doğasının ne olması gerektiğini dile getirmeli ve esas itibarıyla ‘insan nedir?’ soruna yanıt vermelidir (Malik, 2000:58).

Taslak müzakerelerinde insan haklarının kaynağına ilişkin en hararetli tartışmalar 18. yüzyılın haklar bildirgelerinde yer aldığı tarzda “Tanrı”, “Doğa” ve “Akıl” kavramlarına belge içinde atıf yapılıp yapılmaması konusunda yaşanır. Locke, Rousseau ve Paine gibi Aydınlanma Çağı’nın düşünürleri bu kavramları insanın değerinin kaynağı olarak ve birbiri yerine kullanmış ve söz ko-

Cassin’in taslağında birinci madde şu şekildedir: “Tüm insanlar, tek bir ailenin üyeleri olarak özgürdürler, eşit değer ve haklara sahiptirler ve birbirlerine kardeş gözüyle bakmalıdırlar” (E/CN.4/W.2/Rev.1). 47 Bir sosyalist olan Humphrey felsefi tartışmalara girmekten kaçındığını dile getirse de, kendi taslağını temelde “insancıl liberalizm ve sosyal demokrasiyi uzlaştırma çabası” olarak görür (Humprey, 1983:415). 48 Aynı toplantılarda Guatemala temsilcisinin birinci ve ikinci maddelerin Önsöz’e taşınması yönündeki önerisi (A/C.3/228) 10 çekimser, 6 lehte, 26 aleyhte oyla reddedilir (A/C.3/SR.97). 46

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

131

nusu kavramlar 18. yüzyılın haklar bildirgelerinde kendine yer bulmuştur. İnsan haklarına böylesi bir yaklaşım, yani doğal hakların insana Doğa ya da Tanrı tarafından bahşedilmiş olduğu fikri, o dönemde insan haklarının evrensel niteliğinin de tanınması anlamına gelmekteydi. Diğer bir ifadeyle, insanın değeri onun “Tanrı’nın suretinden” yaratılmış olmasından ya da sahip olduğu müşterek doğadan kaynaklanmaktaydı ve bu değere her tek insan eşit olarak sahipti. Tanrı yerine büyük harflerle yazılan “Doğa” ya da “Akıl” kavramlarının kullanılması bu bağlantıyı ortadan kaldırmamaktaydı. Öte yandan Bildirge’nin 18. yüzyılın doğal haklar öğretileriyle olan bu bağı, taslak yazım sürecine katılan delegelerin tamamının o dönemin insan doğası ve insanın değeri düşüncesini benimsediği anlamına gelmez. Nitekim daha önce de vurgulandığı gibi taslak yazımcılar oldukça farklı felsefi, ideolojik ve dinsel-kültürel geri planına sahiptiler. Dolayısıyla, her ne kadar Evrensel Bildirge’nin düşünsel temelinde 18. yüzyıl haklar bildirgeleri önemli yer tutuyor olsa da “Doğa” ya da “Tanrı” kavramlarının nihai metinde yer almamış olması şaşırtıcı değildir. Ancak Bildirge’de bu kavramlara atıf yapılmamış olması delegelerin azımsanmayacak bir kısmının (Tanrıyla ilişkili olsun ya da olmasın) insan doğasına inanmadığı veya bu kavramların Aydınlanma’yla olan bağlantısından memnuniyetsizlik duydukları anlamına da gelmez. Aksine, aşağıda ele alındığı üzere taslak müzakere kayıtları bize doğa kavramının belgeden kaldırılması yönünde oy kullanan bazı delegelerin bile insan haklarının insan doğasından kaynaklandığına inandığını gösterir. Tanrı ve doğa kavramlarına ne Humphrey Taslağı’nda ne de Cassin Taslağı’nda atıf yapılır. Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda (Haziran 1947) şekillenen üçüncü taslakta ise, her iki kavrama değinilmeden insanın sadece “akıl ve vicdanla donatılmış olduğu” yazar. İnsan Hakları Komisyonu’nun 1947 yılı Aralık ayındaki İkinci Oturumu’nda şekillenen dördüncü taslakta (Cenevre Taslağı) ise, insanın “doğa tarafından akıl ve vicdanla donatıldığı” ifadesine yer verilir. Komisyon’un bu oturumunda Sovyet temsilci Bogomolov birinci maddenin “soyut” ve “felsefi” karakterine karşı çıkar. Bu formülasyonun “18. yüzyılın Fransız materyalist filozoflarından kaynaklandığını” savunan Bogomolov’a göre, “soyut formülasyonun bir belgenin başında yer alması bazen yararlı olabilir ama tam da bu nedenle bu formülasyon belgenin Önsöz’ünde yer almalıdır” (E/CN.4/SR.34). İnsanların birbirlerine kardeş

132

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

gibi davranması ödevi ise, ona göre deistik bir imadır ve kaynağını İncil’den almaktadır”49 (E/CN.4/57). İnsan Hakları Komisyonu’nun aynı oturumunda bu konu Lübnan’lı Charles Malik’in başka bir önerisiyle yeniden gündeme gelir. Malik, aileyle ilgili 16. madde müzakerelerinde Tanrı’ya açık bir atıf yapılması için girişimde bulunur. Malik, maddenin şu şekilde formüle edilmesini önerir: “Evlilikten kaynaklanan aile, toplumun doğal ve temel birimidir. Aile, Tanrı tarafından pozitif hukukun üzerinde vazgeçilmez haklarla donatılmıştır.” Komisyon, Tanrı’ya atıf yapılan bu önerinin ilk cümlesini onaylarken, teistik içeriğe sahip ikinci cümlesini onaylamaz. SSCB delegesi Bogomolov gene bu girişime karşı çıkanların başında gelir. Ona göre, “pek çok insan Tanrı’ya inanmamaktadır ve Bildirge, ister inansın ister inanmasın bir bütün olarak insanlık için hazırlanmaktadır” (E/CN.4/SR.37). Cenevre Taslağı’ndaki “doğa tarafından” ifadesi de yaklaşık bir yıl sonra düzenlenen Üçüncü Komite toplantılarında metinden çıkarılır. Fakat konuya ilişkin tartışmalar son bulmaz. Bu toplantılarda doğa kavramına atıf yapılması gerektiğini savunan Lübnan delegesi Azkoul’a göre, “eğer insan akıl ve vicdana tesadüfen sahipse, o halde insanın özgürlük ve eşitlik hakkının aynı oranda rastlantısal olduğu iddia edilebilir” (A/C.3/SR.99). Birinci maddenin ikinci cümlesine “Tanrı’nın suretinden yaratılan” (Created in the image and the likeness of God) ifadesinin eklenmesini öneren (A/C.3/215) Brezilya delegesi Athayde’ye göre ise, bu önerinin gerekçesi “İnsanı hayvanlardan ayıran belli bazı niteliklerle” ilgilidir. “Örneğin insanın aklı (intelligence) içinde yaşadığı toplumun refahına katkı sağlamasına ve ilerletilmesine olanak tanır. (…) Bildirge’de sayılan haklar herhangi bir materyalist tasarım sonucu olarak değil, soyut bir güç nedeniyle vardır” (A/C.3/SR.165). Arjantin, Bolivya, Kolombiya ve Lübnan delegelerinin de destek verdiği Brezilya’nın bu önerisiyle insanın akıl ve vicdan niteliklerinin Tanrı’dan kaynaklandığına vurgu yapılmak istenir. Hollanda’nın da benzer bir değişiklik önerisi verdiği50 Üçüncü Komite toplantıla-

49

Sovyetler Birliği delegasyonu Üçüncü Komite toplantılarında birinci maddedeki “kardeşlik ruhu” söylemini de eleştirir. Pavlov’a göre “kardeşlik ruhu, modern kapitalist dünyanın gerçekleriyle örtüşmenin çok uzağındadır. İngiltere ile Malaya, Hollanda ile Endonezya arasındaki ya da İspanya’daki farklı gruplar ve zengin ve yoksul arasında her yerde mevcut olan ilişki kardeşçe tanımlanamaz; eğer bu kardeşlikten Habil ile Kabil’in kardeşliği anlaşılmayacaksa.” Pavlov ardından “gerçek bir kardeşlik ruhunun sadece insanın insan tarafından, zayıf ulusların güçlü uluslar tarafından sömürülmediği zaman mümkün olabileceğini” sözlerine ekler. Sömürü düzeninin olmadığı toplum ise, ona göre sosyalist toplumdur (A/C.3/237).

50

Hollanda’nın önerisi şöyledir: “İnsanın ilâhi kaynağı ve ölümsüz kaderine dayanan insanlık ailesinin tüm üyelerinin içkin değerinin, eşit ve vazgeçilmez haklarının kabulü dünyada özgürlük, adalet ve barışın temelidir” (A/C.3/219).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

133

rında her iki delegasyon da görüşlerini dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun Tanrı’ya inanıyor olmasıyla temellendirmeye çalışır. Ancak bazı delegasyonlar bütün insanların dindar olmadığı ve böylesi bir ifadenin Bildirge’nin evrenselliğine gölge düşüreceği gerekçesiyle öneriye karşı çıkar. Örneğin, Uruguay delegesi Arechaga “bir BM belgesinde Tanrı’ya atıf yapılmamasının uygun olacağını çünkü BM’nin dayandığı felsefenin evrensel olması gerektiğini” savunur. “Doğa tarafından” (by nature) kelimeleri ise, ona göre “hakların devletlerin herhangi bir ediminden değil insanın doğasından kaynaklandığına” işaret eder (A/C.3/SR.96). “Bildirge’nin teolojik ifadeler içermemesi gerektiğini” savunan Sovyet delegesi Pavlov’a göre de Bildirge “tüm ulusların ya da en azından çoğunluğunun onaylayabileceği bir belge olmalıdır” (A/C.3/SR.98). Tartışmaya katılan bir diğer delege Çinli Peng Chun Chang’dır. “Çin’in dünya nüfusunun önemli bir oranını temsil ettiğini” hatırlatan Chang, “bu nüfusun Hıristiyan Batı’dan farklı ideallere ve geleneklere sahip olduğunu” ve bu nedenle “metafizik sorunlar doğurabilecek” değişiklik önerisinin geri çekilmesinin uygun olacağını” dile getirir (A/C.3/SR.96). Ancak Chang, “18. yüzyılda egemen olan insana Tanrı tarafından bahşedilmiş ruh anlayışı ile insan doğasının iyiliği fikri” arasında bir çelişki görmez ve “her ikisinin de esasında insanın kendine özgü yapısının, onu hayvandan ayıran bazı temel niteliklerinin altını çizdiğini” düşünür. Söz konusu tartışmaları yersiz bulan Chang’a göre “maddenin ‘tüm insanlar özgürdür…’ ifadesiyle başlaması konusunda Komite’de uzlaşı sağlanmalıdır. Zira ‘insan’ (human beings) kelimesi zaten onun hayvansal olmayan yanına atıf yapar.” Dolayısıyla ona göre Belçika delegasyonunun önerdiği şekilde (A/C.3/224) “doğa tarafından” kelimeleri “metinden çıkarılsa bile gene de hem Tanrı’ya inananlar hem de farklı insan doğası tasarımlarına sahip olanlar için kabul edilebilir bir metin olacaktır” (A/C.3/SR.98). Sonuçta Brezilya delegasyonu birinci maddede Tanrı’ya atıf yapan önerisini geri çeker. Şili delegesi Hernan Santa Cruz “genel bir uzlaşının sağlanamadığı bu öneriden vazgeçilmesinden duyduğu memnuniyeti” dile getirdikten sonra “Brezilya önerisinin geri çekilmesi nedeniyle ‘doğa tarafından’ kelimelerinin de metinden kesinlikle çıkarılması gerektiğini” savunur. Santa Cruz, böylelikle “insanın akıl ve vicdanının kaynağı konusuna Bildirge’de yer verilmeyerek” bir uzlaşı zemini bulunacağını kanaatindedir51 (A/C.3/SR.99). Hollanda’nın akıl ve vicdanın ilahi kaynağına atıf yapan önerisi de delegelerin önemli bir kısmı tarafından desteklenmez. Bunların başında dini referansların olmadığı

51

Belçika delegasyonunun “doğa tarafından” kelimelerinin maddeden çıkarılmasına yönelik önerisi 9 çekimser, 4 aleyhte ve 26 lehte oyla kabul edilir (A/C.3/234).

134

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

seküler bir Bildirge arzusunda ısrarlı olan Sovyet delegasyonu gelir. Ancak Hollanda önerisine itirazlar sadece Sovyet delegasyonuyla da sınırlı değildir. Örneğin Belçika delegesi Carton de Wiart, Hollanda önerisinin “insanların eşitliği fikrine belki de olası tek savı sağladığını ve bu nedenle Bildirge’yi güçlendirdiğini” söylese de bu önerinin “çok hassas felsefi sorunlar doğurduğunu ve Komite’nin meseleyi oylamayla çözmeye çalışmasının anlaşılamaz olduğunu” savunur (A/C.3/SR.165). Fransız temsilci Grumbach da benzer şekilde “insanın kaynağına ilişkin bir atfın belgeye eklenmesine çoğunluk ya da azınlık oylarıyla karar verilmesinin hata olacağını” söyler (A/C.3/SR.166). Şilili Santa Cruz ise, “halkının çoğunluğunun samimi Katolik olduğu kendi ülkesinin anayasasında azınlıkların inançlarına saygı adına takdiri ilahiye değinilmediğini” vurgular. “Aynı saygının Bildirge’ye de egemen olmasını isteyen” Santa Cruz “bu nedenle Hollanda önerisini desteklemediklerini” sözlerine ekler (A/C.3/SR.166). Bu tepkiler neticesinde Hollanda da önerisini geri çeker. Sonuçta Bildirge’nin birinci maddesinde ne Tanrı ne de doğa kavramına bir atıf yapılır. Yukarıda da değinildiği üzere Bildirge’de insanın değerinin kaynağı olarak “doğa” kavramına atıf yapılmamış olması insanın doğası ile değeri ya da haklarının kaynağı arasında bir ilginin hiçbir surette kurulmadığı anlamına gelmez. Bu ilginin en açık göstergesi Bildirge’nin Önsöz’deki “içkin” (inherent) ve “vazgeçilmez” (inalienable) kelimeleri ile birinci maddesindeki “doğmak” (born) kelimesidir. İnsan doğasına zımnen atıf yapan bu üç kelime birbirleriyle kavramsal olarak da ilintilidir. Bildirge’nin Önsöz’ünün ilk cümlesinde “insanlık ailesinin tüm üyelerinin içkin değeri ile eşit ve vazgeçilmez haklarının tanınması”na, birinci maddenin ilk fıkrasında ise, Rousseau’yu çağrıştırır tarzda “tüm insanların özgür doğdukları”na ve “değer ve haklar bakımından eşit olduklarına” vurgu yapılır. Dolayısıyla, insanın bizatihi kendi doğasından kaynaklanan bu haklar, herhangi bir organ ya da otorite tarafından verilmediği gibi herhangi bir otorite tarafından da geri alınamaz. Taslak müzakerelerinde tartışma konusu olan bir diğer kelime yukarıda değinilen ve insan doğasıyla doğrudan bağlantılı olan “doğmak” (born) fiilidir. Birinci maddenin (Bütün insanlar… eşit) “doğarlar” şeklindeki formülasyonuna Üçüncü Komite toplantılarına kadar itiraz edilmez. Üçüncü Komite toplantılarında Lübnan ve Çin delegeleri “doğarlar” kelimesinin de metinden kaldırılmasına yönelik bir değişiklik teklifi sunar. Ancak bu teklif delegelerin büyük çoğunluğu tarafından kabul görmeyerek reddedilir (A/C.3/SR.100). Öte yandan taslak sürecinde “doğmak” terimiyle ilgili tartışmalara bakıldığında tüm delegelerin bu terime aynı anlamı yüklemediklerini söylemek gerekir. Örneğin Latin Amerikalı Katolik ülkelerin kimi temsilcilerinin “tüm insanlar (…) haklar bakımından eşit doğarlar” formülasyonuna itirazlarının temelinde kişinin fiziksel

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

135

anlamda yaşamının ne zaman başladığına dair yaklaşımları rol oynar. Venezuela ve Meksika delegeleri “insanın özgürlük ve eşitlik haklarının gebe kalındığı zaman başladığını ve doğumla devam ettiğini” savunur (A/C.3/SR.99). Şüphesiz ki bu tartışma kürtaj meselesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yaşama hakkıyla ve kadın haklarıyla ilgisinde kürtaj hakkı günümüzde de insan haklarının en çetrefilli konularından biridir. Meselenin karmaşıklığının farkında olan Çinli temsilci Chang, sorunun aşılabilmesi için metinden “doğmak” kelimesinin çıkarılmasını önerir. Chang’a göre kendi önerisi “insan haklarının doğumla mı yoksa gebelikle mi başladığı tartışmalarına da son verecektir” (A/C.3/SR.99). “Doğmak” terimine hukuksal bir anlam yükleyen Sovyet delegesi Pavlov ise, “tüm insanların özgür ve eşit doğdukları teorisinin Bildirge için pek sağlam olmayan bir temel sunduğunu” savunur. Ona göre “yasa önünde hakların eşitliği doğumla değil, bu eşitliği güvence altına alacak olan yasaları yürürlüğe koyan devletin toplumsal yapısı tarafından belirlenir.” Meseleye hukuki pozitivist bir bakış açısıyla yaklaşan Pavlov, “feodalizm günlerinde insanların özgür ve eşit doğmamış olmalarını” bu savına örnek gösterir (A/C.3/SR.98). Bu nedenle Pavlov, Irak delegasyonunun “tüm insanlar özgür ve eşit doğmalıdır” şeklindeki değişiklik önerisinin daha fazla tercih edilebilir olduğunu söyler (A/C.3/237). Lübnan delegesi Azkoul da, ilk cümledeki “bütün insanlar özgür ve eşit doğarlar” yerine “bütün insanlar özgür ve eşittirler” şeklindeki ifadeyi tercih ettiğini dile getirir. Çünkü ona göre “doğarlar” ifadesi “insanlar eşit doğsalar da herhangi bir nedenden ötürü bu eşitliği kaybedebileceklerini ima eder” (A/C.3/SR.96). Şüphesiz ki, diğer delegeler de tüm insanların eşit koşullar altında doğmadıklarının farkındadırlar. Ancak onlar tüm insanların eşit ve özgür doğmalarına daha çok ahlâksal bir anlam yüklerler ve insan haklarına sahiplik bakımından bir eşitliği gözönünde bulundururlar. Fransa delegesi Grumbach, Sovyet temsilcinin itirazlarına cevaben “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin taslak yazımcılarının mevcut eşitsizlik ve sosyal adaletsizliğin tamamen farkında olduklarını” dile getirir. Fakat ona göre Fransız Bildirgesi’nin “taslak yazımcıları insanın özündeki özgürlük ve eşitlik hakkına olan inançlarının beyan edilmesinin gerekli olduğunu hissetmişlerdi” (A/C.3/SR.99). Grumbach’ın Fransız Bildirgesi’ne yaptığı bu gönderme aynı zamanda her iki belge arasındaki güçlü düşünsel bağın da bir ifadesidir. Sonuçta “doğuştan kazanılan hak”larla “doğası gereği sahip olunan haklar” arasında büyük bir farktan bahsetmek mümkün değildir.

136

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

“Akıl” ve “vicdan” taslak sürecinde felsefi tartışmalara yol açan diğer iki kavramdır. Akıl kavramı Bildirge’de sadece birinci maddede geçerken, vicdan kavramı birinci maddenin yanı sıra belgenin Önsöz’ünde (“insanlığın vicdanı” bağlamında) ve 18. maddede “vicdan özgürlüğü” bağlamında yer alır. Ancak bu iki kavramla ilgili tartışmalar insan doğasına doğrudan atıf yaptığı için daha çok birinci madde çerçevesinde yaşanır. Birinci maddeye göre “Tüm insanlar akıl ve vicdan sahibidirler ve birbirlerine kardeşlik ruhuyla davranmalıdırlar.” Birinci maddenin bu formülasyonu Bildirge’de insanın doğasına ya da özüne dair yapılan tek betimlemedir ve tam da bu nedenle insan haklarının felsefi temellerine ilişkin kimi tartışmaları beraberinde getirir.52 Akıl ve vicdan kavramlarına (Tanrı ve doğa kavramlarında olduğu gibi) ne Humphrey ne de Cassin kendi taslaklarında yer vermiştir. İnsana özgü bu iki nitelik ilk defa Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda şekillenen taslakta yer alır. Cassin’in, Taslak Komitesi’nin bu oturumunda verdiği değişiklik önerisinde insanın “akıl sahibi” olduğu (being endowed with reason) ifadesi yer alır (E/CN.4/AC.1/W.2/Rev.2). İngiltere temsilcisi Wilson, Cassin’in bu önerisine ek olarak insanın “vicdan sahibi” olduğuna da vurgu yapan yeni bir öneri getirir. Lübnan’lı Malik ve Çinli Chang da bu öneriye destek verir. Ancak insanın akıl sahibi olmasına, yani insanın neliğine ilişkin yapılan bu öneriye ilk itiraz SSCB delegesi Koretsky’den gelir. Koretsky, akıl sahibi varlık olarak insan tasarımının yanlış anlaşılmalara yol açabileceğine dikkat çeker. O, bu yaklaşımın geçmişte “akıl sahibi olmadıkları için zihinsel engelli insanların faşist imhasının meşru görülmesine hizmet edecek tarzda yorumlandığına” dikkat çeker (E/CN.4/AC.1/SR.13). Morsink’e göre Evrensel Bildirge’de değinilen insanın bu iki niteliğine iki açıdan yaklaşılabilir. Bunlardan ilki, “varlık alanı”yla (ontolojik) diğeri ise, “bilgi alanı”yla (epistemolojik) ilgilidir. Ontolojik yaklaşım, “akıl ile vicdanın insanın iki niteliği olduğuna işaret eder. Bu niteliklere sahiplik, insanlık ailesine üyeliği tanımlar. Yokluğu ise, insanlık niteliğinin sorgulanabilir olması anlamına gelir.” Morsink, bu ilk yaklaşımı sorunlu bulur. Koretsky’nin eleştirisi de aslında Morsink’in dikkat çektiği bu kavrayış tarzıyla ilgilidir. Buna göre akıl ve vicdan sahibi olmak insanlık ailesinin bir üyesi olmanın ön koşuludur; bu niteliklerden yoksunluk ise, insan haklarından mahrum olmak anlamına gelir. Ancak Morsink, “taslak yazımcıların bu dar özcü yaklaşıma sahip olmadıkları” kanaa-

52

Taslak sürecinde akıl ve vicdan kavramlarına en fazla önem atfeden Komisyon üyesi gene Lübnanlı Charles Malik’tir. Felsefi antropolojisinin temelinde kişi ve kişilik kavramı olan Malik, İnsan Hakları Komisyonu’nun henüz ilk oturumunda “akıl ve vicdanın insanın en kutsal ve dokunulamaz niteliği olduğunu” ve “vicdan özgürlüğünün de en temel haklardan biri olduğunu” dile getirir (Malik, 2000:29).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

137

tindedir. Birinci maddenin ikinci cümlesine daha çok epistemolojik bir temelde yaklaşılması taraftarı olan Morsink’e göre “akıl ve vicdan, ‘birbirimize kardeşlik ruhuyla davranmamız’ gerektiğini bilmemizi sağlayan araçlardır” (Morsink, 1999:296). Bir başka ifadeyle, insanlar akıl ve vicdan sahibi oldukları için insan hakları ilkelerinin buyurduğu tarzda eyleyebilme olanağına sahiptirler. İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda akıl ve vicdan kavramları bir kere daha gündeme gelir. Filipinler temsilcisi Romulo maddenin ikinci cümlesine itiraz eder ve “ikinci cümlenin iki kısmı arasında” yani, insanın akıl ve vicdan sahibi olması ile insanlık ailesinin bir üyesi olması arasında “mantıksal bir bağ olmadığını” savunur53 (E/CN.4/AC.2/SR.2). Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu’nda Fransız delegasyonu bu defa tartışma doğuran akıl ve vicdan kavramlarının yer almadığı yeni bir öneri sunar (E/CN.4/82/Add.8). Şili ve İngiltere tarafından da desteklenen bu yeni öneriye itiraz Lübnan delegesi Malik’ten gelir. Malik, “insanı hayvandan ayıran bu iki niteliğin, yani akıl ve vicdanın Evrensel Bildirge’nin birinci maddesinde yer alması gerektiği” konusunda ısrar eder. Belçika delegesi Lebeau ise, “Bildirge’nin insanı tanımlamakla başlamasının gerekli olmadığını” savunur (E/CN.4/SR.50). Üçüncü Komite toplantılarına da yansıyan bu meseleye ilişkin delegelerin genel kanaati, söz konusu insani niteliklere yer verilmesinin oldukça sorunlu olduğu yönündedir. Ancak buna rağmen nihai metinde akıl ve vicdan kavramlarına yer verilmiş olmasının nedeni Morsink’e göre “delegelerin çoğunluğunun Üçüncü Komite toplantılarına da başkanlık eden Malik’e duydukları saygıdır” (Morsink, 1999:297). Öte yandan birinci maddedeki vicdan sahibi insan tasarımı ile Bildirge’nin Önsöz’ünde değinilen “insanlık vicdanı” birbirini tamamlar niteliktedir. Nitekim “insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere neden olduğuna” vurgu yapan Önsöz’deki bu kullanım, vicdan sahibi insan kavramlaştırmasının epistemolojik yorumuna uygun düşer. Önsöz’de kullanılan “insanlık vicdanı” birinci maddenin aksine taslak sürecinde hiçbir delegenin itirazıyla karşılaşmaz. * Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde tartışmalara neden olan ve temellerini gene 18. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi ile Fransız ve Amerikan haklar bildirgelerinde bulan iki hak iddiasına değinmek yerinde olacaktır. Bu haklardan ilki, taslak sürecinde müzakere konusu olan ancak nihai metinde yer al-

53

Bu oturumda birinci madde şu şekildedir: “Tüm insanlar kardeştir. Akıl ve vicdan sahibi olan [tüm] insanlar [tek] bir ailenin üyeleridir. Onlar özgürdürler, eşit değer ve haklara sahiptirler.”

138

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

mayan “dilekçe hakkı”dır. Diğeri ise, ayrı bir maddede değilse de Önsöz’de yer verilen baskıya ve tiranlığa karşı “isyan” ya da “direnme hakkı”dır. Söz konusu iki hakla 18. yüzyılın doğal haklar öğretileri arasında hem tarihsel hem de düşünsel anlamda güçlü bir ilgi vardır. Aydınlanma Çağı’nın toplum sözleşmesi kuramcıları ve doğal haklar öğretileri “doğa durumu”ndan “siyasal toplum”a geçişi, yani devletin varlık nedenini ya da amacını doğal hakların güvence altına alınması ve yaşanabilir kılınmasıyla açıklar. Buna göre insanlar bu haklara herhangi bir devletin yurttaşı oldukları için değil doğaları gereği ya da doğuştan sahiptirler. Dolayısıyla, bir yönetimin uyruklarının doğal haklarını ihlâl etmesi varlık nedenine aykırı hareket etmesi anlamına gelir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde şöyle yazar: Bu zulümlerin her aşamasında, bir çözüm bulunmasını en mütevazı şekilde talep ettik: sürekli tekrarlanan taleplerimizin tek karşılığı sürekli tekrarlanan haksızlıklar oldu. Karakteri olsa olsa bir tiranı tanımlayacak böylesi hareketlerle şekillenen bir prens, özgür bir halkın yöneticisi olmaya elverişli değildir.

Aydınlanma Çağı’nın kimi düşünürleri ve ABD’nin Kurucu Babaları doğal hakların daha sistematik ve yaygın bir tarzda ihlâl edilmesi durumunda, devletin varlık nedeninin dışına çıkmış olduğunu ve bu nedenle böylesi yönetimlerin alaşağı edilip yerine varoluş amacına uygun yeni bir yönetimin kurulmasını doğal bir hak olduğunu savunurlar. Bu hak genel olarak baskıya karşı direnme ya da isyan hakkı olarak adlandırılır. ABD Anayasası’nın Birinci Anayasa Değişikliği’yle güvence altına alınan dilekçe hakkı da, hükümetlerin yurttaşlarının kimi doğal haklarını koru(ya)maması ya da ihlâl etmesi durumunda başvurulabilecek bir araç olarak düşünülür. 20. yüzyılın ortalarına doğru dünyada artık pek çok devletin anayasasının standart bir içeriği olan dilekçe hakkı, ilk taslak olan Sekreterya Taslağı’nın 28. maddesinde yer alır. Humphrey, dilekçe hakkını sadece yurttaşların kendi hükümetlerine karşı kullanabileceği bir hak olarak değil, aynı zamanda BM çerçevesinde kullanılabilecek bir hak olarak formüle eder. Cassin de bu düzenlemeyi küçük değişikliklerle kendi taslağında muhafaza eder. Ancak dilekçe hakkına yönelik ilk itiraz İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda SSCB delegesi Bogomolov’dan gelir. Bogomolov, Sovyetler Birliği’nin ulusal egemenlik ilkesine ilişkin önceki katı pozisyonunu sürdüren bir tarzda “bireylere BM’ye dilekçe hakkının neden tanındığını ve BM’nin hangi yetkiyle bu talebe yanıt verebileceğini” sorar. Ona göre, “BM’ye bireylerin çıkarlarını gözetme görevi hiçbir zaman verilmemiştir.” Filipinli delege Romulo ise, Bogomolov’un aksine dilekçe hakkının özellikle “azınlık gruplarının üyeleri ile kendi kendini yönetemeyen (non self-governing territories) bölge halkları için önemine” dikkat çeker. Romulo’nun önerisi dönemin en büyük sömürge imparatorluğu olan

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

139

İngiltere’yi rahatsız eder. İngiltere gözlemcisi Heppel, “dilekçe hakkıyla ilgili bir maddeye bu aşamada yer verilmemesi” yönünde ısrarcı olur. Heppel, “BM’nin konuyla ilgili mekanizmasının açık bir şekilde tanımlanmasına kadar dilekçelerin cesaretlendirilmemesi gerektiğini” savunur (E/CN.4/AC.2/SR.7). Dilekçe hakkı, Evrensel Bildirge’nin normlarının uygulanması meselesiyle doğrudan ilgili olduğundan devletlerin ulusal egemenlik ilkesini savunan pek çok devlet tarafından şüpheyle karşılanır. Oluşan bu kaygı nedeniyle Cassin, Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu’nda “iç yargı yetkisi içinde dilekçe hakkı ile BM’ye dilekçe hakkı arasında bir ayrım yapılması gerektiğini” dile getirir. Müzakereler neticesinde uygulama meselesi çözülene kadar maddeyle ilgili yeni bir düzenleme yapılmaması kararı bire karşı altı oyla kabul edilir. (E/CN.4/AC.1/SR.41) İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda Sosyalist blok delegasyonları tekrar gündeme gelen dilekçe hakkının mevcut formülasyonuna gene güçlü bir şekilde muhalefet ederler. Sovyetler Birliği delegesi Pavlov, “uyrukların kendi devletlerine karşı şikâyette bulunmasını” eleştirerek bunun “BM’ye bir devletle uyrukları arasındaki ilişkiye müdahalede bulunma yetkisini tanımayan BM Şartı’na aykırı olduğunu” savunur (E/CN.4/SR.78). Dilekçe hakkı, sürecin son aşaması olan Genel Kurul’un Üçüncü Komite toplantılarında son kez gündeme gelir. Bu toplantılarda söz alan Cassin, “ülkesinin dilekçe hakkını kendi başına bir uygulama tedbiri olarak asla görmediğini ve bu hakkın yer almadığı bir bildirgenin tam bir bildirge olup olmayacağının da sorgulanır hale geleceğini” söyler. Cassin “otoriteler tarafından dağıtılan adalete erişime olanak tanıdığından bu hakkın tarih boyunca tanındığını ve tüm bildirgelerde yer aldığını” da sözlerine ekler. Öte yandan Cassin de dilekçe hakkının uluslararası düzey söz konusu olduğunda daha hassas bir mesele haline geldiğinin farkındadır. Ancak ona göre dilekçe hakkı, Sosyalist ülkelerin savunduğunun aksine “insan haklarının korunmasına ilişkin bazı maddeler içeren BM Şartı’na aykırı değildir” (A/C.3/SR.158). İnsan haklarının ulus devletlerin egemenlik hakkını aşan evrensel niteliğinin tutkulu savunucularından biri olan Şili delegesi Santa Cruz, “devletlerin BM Şartı’nı imzalayarak kendi egemenliklerinin bir parçasından vazgeçtiklerini” savunarak Cassin’in tezine destek verir (A/C.3/SR.159). Ekvadorlu temsilci Andrade ise, “dilekçe hakkının tanınmadığı ve yetkili organların oluşturulmadığı bir bildirgenin ideolojik bir manifestonun ötesine geçemeyeceğini (…) ve Bildirge’nin uluslararası hukukun bir aksesuarı değil, sokaktaki insanın elinde bir araç olması gerektiğini” savunur. İngiltere’nin meseleye yaklaşımını da eleştiren Andrade “İngiltere’nin kendi ülkesi için bu hakkı kabul ederken, insanoğlunun bu yeni sözleşmesinde neden onaylamadığını” sorgular (A/C.3/SR.158).

140

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Yukarıda da ifade edildiği gibi dilekçe hakkının ulusal düzeyde tanınması konusunda genel bir uzlaşı varken aynı hakkın uluslararası düzeyde tanınması söz konusu olduğunda bu uzlaşı ortadan kalkar. Küba ve Meksika delegeleri dilekçe hakkının uluslararası düzeyde tanınmasının güçlüğüne dikkat çeken delegelerden sadece ikisidir. Meksika delegesi Ortiz, “BM Şartı’nın insan haklarının sadece ilerletilmesine atıf yaptığını fakat korunmasına hiçbir yerde değinmediğini” savunur (A/C.3/SR.158). Meksika’nın savunduğu bu görüş (Avustralya, Paraguay, Arjantin, Suriye gibi) başka delegeler tarafından da desteklenir. SSCB delegesi Pavlov ise, konuyu daha temel bir noktaya taşıyarak dilekçe hakkının bir insan hakkı olup olmadığını sorgular. “Dilekçe hakkının ulusal yetkinin ihlâli olduğunu ve ulusal egemenlik sorununa temas ettiğini” savunan Pavlov şöyle devam eder: BM’ye dilekçe hakkı “bir devletin kendi yurttaşı tarafından suçlanacağı ve sanki bir mahkemedeymiş gibi bu suçlamaya yanıt vermeye zorlanacağı olasılığını öngörmek anlamına gelir.” Pavlov, ardından “İşsiz bir kişi BM’ye dilekçeyle başvurarak bir iş sahibi olabilir mi?” diye sorarak sivil ve siyasal haklardan değilse de sosyal haklardan verdiği bir örnekle tezini güçlendirmeye çalışır. Beyaz Rusya temsilcisi Kamisky de “BM’nin bir dünya hükümeti olmadığı”nı söyleyerek Pavlov’a destek verir (A/C.3/SR.159). Daha önce değinildiği gibi İnsan Hakları Komisyonu’nun üçüncü ve son oturumunda Bildirge, sözleşme ve uygulama tedbirleriyle ilgili çalışmaların ayrılarak yürütülmesine karar verilmiştir. Dilekçe hakkının uluslararası düzeyde korunmasını zamansız bulan pek çok delege54 de bu hakkı sözleşme ya da uygulama tedbirleriyle ilgili bir mesele olarak gördüğünden sözleşme ve uygulama tedbirlerine ilişkin çalışmalar tamamlanana kadar dilekçe hakkıyla ilgili müzakerelerin ertelenmesini önerir. Ancak hem sözleşme hem de uygulama tedbirlerine ilişkin çalışmalar Evrensel Bildirge onaylandığı zaman henüz sonuçlanmadığından dilekçe hakkının akıbeti de belirsiz bir tarihe ertelenmiş olur. Tarihsel ve düşünsel temelleri Aydınlanma Çağı’na dayanan ve dönemin haklar bildirgelerinde yer verilen bir diğer hak, baskıya karşı direnme ya da isyan hakkıdır. Direnme hakkı Evrensel Bildirge’de ayrı bir madde olarak düzenlenmez ve sadece Önsöz’de yer alır. Dilekçe hakkında olduğu gibi direnme hakkında da uygulanabilirlik meselesi temel bir meseledir. Direnme hakkının mahiyeti gereği toplumsal bir hak olması, yani taşıyıcılarının bireylerden ziyade bütün bir toplum ya da toplumun çoğunluğu olması başlıca sorunu oluşturur. Ayrıca baskı ya da zulmün nerede başladığının saptanmasındaki zorluk da

54

Örneğin Arjantinli Corominas, “dünyadaki durumun ulusal egemenlik ilkesinin ilgasını mümkün kılacak kadar ilerlemediğini” söylerken, Paraguaylı Edgar Insfran da dilekçe hakkı için “soylu bir amaç, (ama) günümüzde gerçekleştirilebilecek bir amaç değil” der (A/C.3/SR.159).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

141

delegeler arasındaki bir diğer temel meseledir. John Locke, Thomas Paine gibi düşünürlerin bir doğal hak olarak nitelendirdiği direnme hakkı, bireysel bir hak olmanın ötesinde kolektif bir hak ya da bir grup hakkı görünümündedir ve taşıyıcısı ya bütün bir halk ya da bu halkın önemli bir kısmıdır. Aslında Locke, Hükümet Üzerine İkinci İnceleme’sinde isyan hakkını temellendirirken bir insan topluluğu ya da birey ayrımı gözetmez. Locke, İkinci İnceleme’sinde şöyle yazar: “Bir insan grubu ya da tekil bir kişi nerede haklarından yoksun bırakılırsa ya da hak sahibi olmayan bir iktidarın yönetimi altında olursa ve yeryüzünde başvurulacak bir makamları yoksa, nedenin, yeterli önemde olduğuna karar verdiklerinde, öteki dünyaya başvurma hürriyetine sahiptirler” (Locke, 2004: 141). Ancak Locke baskı ya da zulmün düzeyini saptarken çoğunluk kanaatinin belirleyiciğini de gözardı etmez. Ona göre, “(…) bu rahatsızlık, çoğunluk tarafından hissedilecek büyüklüğe ulaşıncaya kadar insanların bundan usandıkları ana kadar ve değiştirmek için neden buldukları ana kadar işlemez” (Locke, 2004: 141). Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ünlü ikinci paragrafının önemli bir kısmı gene direnme hakkına ayrılmıştır: Bu [doğal] hakları koruma altına almak için insanlar arasında yönetimler kurulur. Bunlar haklı güçlerini yönetilenlerin rızasından alırlar. Ancak ne zaman ki bir yönetim biçimi bu hedefler bakımından zararlı olmaya başlar, o zaman o yönetim biçimini değiştirmek veya ortadan kaldırmak, güvenlik ve mutluluklarını azami ölçüde etkileyeceğini düşündükleri ilkeler üzerine temelleri atılacak ve yetkileri bu amaçla örgütlenecek yeni bir yönetim kurmak insanların hakkıdır. Aslında ihtiyat, basit ve geçici sorunlar yüzünden uzun süredir kurulu yönetimlerin değiştirilmemesini emreder. Tecrübe göstermiştir ki yine bu nedenle insanlar alışık oldukları biçimleri ortadan kaldırarak haklarını aramaktansa eğer kötülük tahammül edilebilir boyutlardaysa tahammül etmeye eğilimlidir. Fakat sürekli aynı amacın peşindeki bir suiistimal ve zorbalık zinciri onları bir mutlak despotizme düşürmek tasasını açığa vurduğunda, böyle bir yönetimden kurtulmak ve gelecekteki güvenliklerini sağlayacak yeni muhafızlar atamak onların hakkıdır.55

İnsan Hakları adlı kitabında “Egemenliğin bir hak olarak bireylere değil, millete ait olduğunu” yazan Thomas Paine için de “baskıya karşı direnme hakkı”nın taşıyıcısı millettir. Ona göre, “Bir milletin kendine uygun bulmadığı her hükümet şeklini kaldırmaya ve kendi yararına, özlemine ve mutluluğuna uyan bir hükümet kurmaya her zaman hakkı vardır; bu onun doğasında var olan ve iptal edilemez bir haktır” (Paine, 2017:163). Dolayısıyla, Paine için de direnme

55

Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarı ve ABD’nin Kurucu Babalarından Thomas Jefferson, 1787 yılında James Madison’a mektubunda “ara sıra bir parça isyan iyi bir şeydir ve doğadaki fırtınalar kadar siyaset dünyasında da gereklidir” diye yazar (Jefferson, 1944:413).

142

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

hakkının taşıyıcısı bireyler değil toplum ya da ulustur. Direnme hakkı, yönetimleri tarafından baskı ve zulme uğradıkları için ayaklanan Fransız halkının temsilcileri tarafından ilân edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde yer alır.56 Ancak Fransız Bildirgesi’nde sayılan özgürlük, mülkiyet ve güvenlik doğal haklarının aksine direnme hakkı söz konusu olduğunda hükümetlerin nasıl bir sorumluluk üstlenebileceği açık değildir. Zira baskı ya da zulmü uygulayan zaten yönetimlerdir ve buna karşı direnme hakkına bireyler ya da toplum sahiptir. Evrensel Bildirge’nin ilk üç taslağında direnme hakkı ayrı bir madde olarak yer alır. Humphrey, taslağında direnme hakkını hem birey hem de grup hakkı olarak şöyle formüle eder: “Herkes bireysel olarak ya da diğerleriyle birlikte baskı ve tiranlığa direnme hakkına sahiptir.” Cassin de “Kamusal Özgürlükler” bölümünde yer verdiği direnme hakkını “ciddi ve sistematik bir tarzda” ihlâl edilmesi durumunda kullanılabilecek bir hak olarak nitelendirerek kendi taslağında muhafaza eder. Cassin ayrıca BM’ye başvuru hakkını da saklı tutar. Buna göre, “Bir hükümet, temel insan hak ve özgürlüklerini ciddi ve sistematik bir tarzda ihlâl ettiğinde, bireyler ve halklar BM’ye başvuru haklarını ortadan kaldırmaksızın baskı ve tiranlığa karşı direnme hakkına sahiptir” (E/CN.4/W.2/Rev.1). Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda şekillenen taslakta direnme hakkı Cassin’in formülasyonuyla büyük oranda aynıdır: “Bir hükümet, grup ya da birey temel hak ve özgürlükleri ciddi ve sistematik bir tarzda çiğnerse, bireyler ya da halklar baskı ve tiranlığa karşı direnme hakkına sahiptir”57 (E/CN.4/21). Taslak Komitesi’nin bu oturumunda Şili delegesi Santa Cruz, bireylere direnme hakkı tanıdığından Humphrey’nin taslak önerisinin daha tercih edilir olduğunu dile getirir. Çünkü ona göre, Cassin Taslağı’nda direnme hakkı sadece “bir rejim kendi halkının temel hak ve özgürlüklerini sistematik bir şekilde ihlal ettiğinde tanınmaktadır ve bunun ne zaman olduğunu söyleyebilmek çok zordur.” Cassin ise, Santa Cruz’a cevaben “tüm yurttaşların yasalara uyma zorunluluğunun gözardı edilemeyeceğini” söyler (E/CN.4/AC.1/W.2/Rev.1). Cassin’in dikkat çektiği bu hususu, Bildirge’nin 21. maddesiyle birlikte okumak daha uygun olacaktır. 21. maddeye göre, “Herkes kendi ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir. (…) Halkın iradesi kamu

Bildirge’nin ikinci maddesine göre, “Siyasal birliğin amacı doğal ve vazgeçilmez insan haklarını korumaktır.” Aynı maddede yönetimlerin amacı olan ve korumakla yükümlü oldukları dört insan hakkından biri de “baskıya direnme hakkı”dır. 57 Bu taslakta söz konusu maddeye “bu maddenin ayrı bir madde yerine Önsöz’de yer alması yönünde güçlü bir kanaatin var olduğuna” ilişkin bir değerlendirme notu eklenmiştir (E/CN.4/21). 56

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

143

otoritesinin temelidir. (…)” Dolayısıyla, siyasal iktidarın meşruluğu halkın rızasına ya da iradesine dayanır. Halkın iradesi ise, aynı maddede “genel ve eşit oy hakkı ile gizli ve serbest oylama yoluyla, belirli aralıklarla yapılan dürüst seçimlerle” saptanır. Bu nedenle eğer halkın yönetime olağan yollardan katılımı sistematik bir şekilde engellenirse direnme hakkının da doğmuş olacağı düşünülebilir. Ancak nihai metinde de dile getirildiği gibi bu “son çare” olarak başvurulabilecek bir yol olarak görülür. Delegelerin bazıları da direnme hakkının doğurabileceği devrimci bir kalkışmadan duydukları rahatsızlığı dile getirir ve konunun mevcut demokratik kurum ve kurallar çerçevesinde çözülmesi taraftarıdır. Direnme hakkına ilişkin tartışmalar İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda da gündeme gelir. Bu oturumda Komisyon temsilcilerinden oluşan ve Bildirge’nin Önsöz’ünün ele alındığı bir “Önsöz Komitesi” oluşturulur. “Önsöz Komitesi’nin önüne bazı taslak öneriler gelir. Ancak bunlardan sadece Fransa önerisinde direnme hakkına yer verilmiştir. Komite tarafından da benimsenen bu öneri” (Morsink, 1999:308) maddenin nihai formülasyonuna da kaynaklık eder. Bu formülasyon şu şekildedir: “İnsanın tiranlık ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması için insan haklarının hukuk rejimi tarafından korunmasının temel bir gereklilik olmasına…” (E/CN.4/138). Evrensel Bildirge’nin onaylanmasından önceki son aşama olan Üçüncü Komite toplantılarındaki taslakta direnme hakkı artık ayrı bir maddede değil sadece Önsöz’de yer almaktadır. Buna karşın Santa Cruz diğer bazı delegelerle birlikte “baskıya karşı direnme hakkının temel bir hak olduğunu ve diğer temel haklar arasında yer alması gerektiğini” bir kere daha dile getirir. ABD temsilcisi Roosevelt ise, direnme hakkının tanınmasına “hiçbir surette zalim olmayan bir hükümete karşı ayaklanmalara yasal bir nitelik kazandıracak şekilde yorumlanabileceği” düşüncesiyle karşı çıkar. Ona göre “Önsöz’de ifade edildiği şekliyle direnme hakkı yeterli açıklıktadır.” İngiltere temsilcisi Davies ise, direnme hakkının ayrı bir maddede formüle edilmesine “böyle bir adımın yersiz ve tehlikeli olacağını” söylerek karşı çıkar. Direnme hakkını “bir hak olarak değil son çare olarak gördüğünü” söyleyen Davies’e göre “bu hakkın tanınması anarşiye yol açma riskini de beraberinde getirecektir. (…) devrimci olmayan demokratik yöntemler tiranlık ve baskıyla [mücadelede] yeterlidir. Dahası baskı ve tiranlığın nerede başladığı nasıl saptanabilir?” (A/C.3/SR.164) Sovyetler Birliği de Üçüncü Komite’de başlangıçtaki pozisyonunu, yani direnme hakkına sadece Önsöz’de yer verilmesine yönelik tercihini terk eder ve Küba’nın direnme hakkının ayrı bir madde olarak düzenlenmesi önerisine destek verir. “Tiranlık ve baskıya karşı direnme hakkının 18. yüzyılda tiranlığın boyunduruğundan kur-

144

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

tulmaya yol açan bir halk hareketi olarak Fransa’da ortaya çıktığını” söyleyen SSCB delegesi Bogomolov’a göre direnme hakkı, “Sovyetler Birliği’nin Halkların Hakları Bildirgesi’nin de temelini şekillendirmiştir. Yakın geçmişte pek çok BM üyesi devletin de maruz kaldığı Nazi baskısı, bu hakka Bildirge’de değinilmesi için başka bir nedendir.” Ukrayna delegesi Demchenko da “direnme hakkının Franco İspanyası gibi faşist ülkelerin varlığı nedeniyle [halâ] önemli olduğunu” vurgular. Sonuçta, Üçüncü Komite dilekçe hakkı için benimsediği çözümü direnme hakkı için de benimser: Her ikisinin de birer insan hakkı olduğunu kabul eder fakat onları Bildirge’nin sahici bir parçası olarak görmez. Ancak direnme hakkı dilekçe hakkından farklı olarak son şeklinde yapılan kimi küçük düzenlemelerle Bildirge’nin Önsöz’ünde kendisine yer bulur.58

2.6 “Yeni” İnsan Hakları ya da Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Günümüzde ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ya da kısaca sosyal haklar olarak adlandırılan ve Evrensel Bildirge’de de geniş bir şekilde yer alan bir grup “yeni” insan hakları, 18. yüzyıldan bugüne insanlık durumunda yaşanan gelişmelerin bir ürünüdür. Bu yeni haklar aynı zamanda insan hakları normlarının statik olmadığını ve birikimsel olarak ilerlediğini gösterir. Üçüncü Komite toplantılarında “ekonomik ve sosyal haklara daha önceki insan hakları bildirgelerinde rastlanmadığına” dikkat çeken SSCB delegesi Pavlov’a göre “bu hakların bugün [Bildirge’de] kapsanıyor olmasının nedeni 19. ve 20. yüzyıllarda yaşanan toplumsal ilerlemedir” (A/C.3/SR.137). “İnsan haklarının tarihsel olduğu kadar içerik olarak da iki döneme ayırarak ele alınması gerektiğini” savunan E. H. Carr’a göre ise, “(tamamen olmasa da) Amerikan ve Fransız devrimlerinde ifadesini bulan 18. yüzyılın insan hakları tasarımı bütünüyle siyasal terimlerle ifade edilmiştir. İnsan haklarının daha modern bir tasarımı ise, (gene tamamen olmasa da) Rus devrimiyle ilişkilendirilebilir ve siyasal olduğu kadar ekonomik ve sosyaldir.” Carr’a göre, “insan haklarının salt siyasal tasarımından ekonomik ve sosyal tasarımına geçişin resmedilebilmesi için iki temel belgenin, yani 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile 1918 Çalışanların ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi karşılaştırılabilir” (Carr, 1948:6). İnsan hakları literatürüne terim olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra giren bu “yeni haklar”ın Sovyet sosyalizminin bir mirası ve bu hakların Bildir-

58

Bu değişikliklerden biri, “hukuk rejimi” (regime of law) ifadesinin “hukukun üstünlüğü” (the rule of law) ifadesiyle değiştirilmesidir.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

145

ge’de yer alabilmesinin Sosyalist blokun baskıları sonucu olduğu yaygın bir kanaattir. Ancak bu kanaatin gerçeği tam olarak yansıtmadığını söylemek gerekir. Hatta kimi yazarlar bu kanaatin bir söylence olduğunu ve bu söylencenin kısmen sonraki politik gelişmelerin sonucunda ortaya çıktığını savunurlar (Glendon, 2003:27; Samnøy, 1993:66). Onlara göre sosyal hakların Doğu Bloku ile özdeşleşmesi esasında Soğuk Savaş’la birlikte ortaya çıkan gerilimlere ve özellikle 1950’li yıllardaki gelişmelere bağlıdır. O yıllarda “Eisenhower yönetiminin Dışişleri Bakanlığı sosyal ve ekonomik haklara ‘sosyalist’ olduğu gerekçesiyle karşı çıkmış, Sovyet karşıtları ise, sivil ve siyasal hakları ‘burjuva’ bularak alaya almıştır” (Glendon, 2013:73). Whelan ve Donnelly gibi yazarlar da, 20. yüzyılın ortalarında “Batılı ülkelerin ekonomik ve sosyal insan haklarına düşmanca bir tutum içinde olduğu yönündeki yaygın kanaate” karşı çıkarlar. Onlara göre o dönemde aksine “Batının ekonomik ve sosyal haklar savunusu güçlü, istikrarlı ve refah devletini güçlendirme ve konsolide etme niyetinde olan savaş sonrası uluslararası düzenin yaratılmasında temeldir” (Whelan & Donnelly, 2007: 908). ABD aslında taslak sürecinin en başından itibaren hükümetlerin ekonomik ve sosyal hakların uygulanmasıyla ilgili olarak herhangi bir hukuki yükümlülük altına girmesine karşı olmuştur. Eleanor Roosevelt 1948 yılının Aralık ayında BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında şunları söyler: “Hükümetim, Bildirge’nin gelişimi boyunca Bildirge’de sayılan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların hükümetlere bir yükümlülük getirmediği, bu haklardan yararlanmanın doğrudan hükümetlerin edimleriyle güvence altına alınamayacağı konusundaki tutumunu belli etmiştir” (A/C.3/SR.89). Başlangıçta tek bir sözleşme olarak tasarlanan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin sonradan Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi olarak ikiye ayrılmasının başlıca nedeni de ABD'nin bu yöndeki tutumudur. “İkiz Sözleşmeler’e (1966 Sözleşmelerine) ilişkin sonraki müzakerelere Sosyalist devletler çok aktif bir katılım göstermiş ve ABD’nin aksine sosyal hakların bağlayıcı bir belgede yer alması için büyük çaba sarfetmiştir” (Samnøy, 1993:66). Sosyal hakları İnsan Hakları Komisyonu’nda en hararetli şekilde savunan ülkelerin başında şüphesiz ki, Sosyalist blok gelir. Ancak daha önce de vurgulandığı gibi bu hakları en az onlar kadar savunan bir diğer grup Latin Amerikalılardır. Zira Latin Amerikalıların oldukça köklü bir sosyal haklar geçmişi vardır. Çalışanların ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi’nden önce yürürlüğe giren 1917 Meksika Anayasası bunun bir örneğidir. 1917 Meksika Anayasası’nın “Çalışma ve Sosyal Güvenlik” başlığını taşıyan VI. Kısmı, sosyal hakları oldukça kapsamlı bir şekilde düzenler. Bu anayasa, yüzyılın ilk yarısında diğer pek çok Latin Amerika devletinin anayasalarına örnek olmuş ve sosyal

146

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

haklar benzer şekilde bu ülkelerin anayasalarının önemli bir parçası haline gelmiştir. Öte yandan sosyal haklar, taslak sürecinde sadece Sosyalist Blok ve Latin Amerikalılar tarafından değil aynı zamanda Müslüman ülkeler ile Filipinler, Belçika, Çin ve Fransa tarafından da güçlü bir şekilde savunulur. Hatta o dönemde Kuzey Atlantik ülkeleri de gene yaygın kanaatin aksine sosyal haklara karşı bir tutum içinde değildir. Kuzey Atlantik ülkelerinin sosyal haklara yönelik pozitif yaklaşımlarının temelinde “yirminci yüzyılın ilk yarısında, gelişmiş Batılı devletlerin iç politikalarının öncelikli hedefi olan refah devleti” (Freeden, 2013:21) anlayışı vardır. Refah devleti uygulamaları ABD, İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi liberal demokrasilerde özellikle 1929 yılındaki Büyük Buhran’dan sonra yaygınlaşmış ve yüzyılın ortalarında doruk noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde “ABD Yeni Anlaşma’yla (New Deal) ilgili çeşitli yasalar ve kurumlar oluştururken, İngiltere 1942 yılında evrensel refah devletinin göstergesi olan Beveridge Raporu’nu yayınlamıştır”59 (James, 2007:81). Ayrıca Roosevelt’in 1941 yılındaki Ulusa Sesleniş konuşmasında dile getirdiği “dört özgürlük” ilkesinde yer alan “yoksunluk içinde olmama özgürlüğü” sosyal hakları temel haklar olarak onaylar. Roosevelt beslenme, barınma, sosyal güvenlik, asgari ücret gibi haklara atıf yapan (ekonomik güvenlik ve temel düzeyde maddi refahı öngören) “yoksunluk içinde olmama özgürlüğü”yle klasik hakları sosyal haklar yönünde geliştirir. Sonuç olarak “Amerika ve dünya genelinde savaş zamanında var olan güçlü refah devletçi fikir birliği, her şeyden önce dizginsiz kapitalizmin dünyayı yeniden dibe çekmesine izin verilemeyeceği konusunda kısa ve eşi görülmemiş bir mutabakatı yansıtır” (Moyn, 2017:60). Kimi yazarlar, Evrensel Bildirge’nin “ilk taslaklarının materyallerinin Batı kaynaklı olduğunu ve tüm paradigmasının münhasıran Batının bireysel haklar modeli üzerine temellendiğini” savunur (Normand & Zaidi, 2008:140). Bu sav, doğruluk payına kısmen sahiptir. Bildirge’ye kaynaklık eden önerilerin tamamının Batı kaynaklı olduğunu ilk taslak bildirgenin yazarı John P. Humphrey de doğrular. O, anılarında kendisine sunulan taslak önerilerinin “iki istisnası dışında tamamının İngilizce konuşulan ve demokratik Batı kaynaklı” olduğunu dile getirir (Humphrey, 1983:406). Öte yandan bu taslak önerilerin bütünüyle

59

Moyn, “insan hakları kavramının İngilizcedeki ilk dolaşımının” Yeni Anlaşma’nın yaşama geçirildiği tarih olan 1933 yılında gerçekleştiğini savunur. Ona göre araştırmalar insan haklarının “sadece Hitler’in güce ulaşmasına karşı yürütülen protestolarda değil, Yeni Anlaşma reformuna destek verecek şekilde de kullanıldığını göstermektedir.” Moyn’a göre ayrıca “Uluslararası görüşte, özellikle de William Beveridge’in savaş sonrası dünyada iş güvencesi ve daha yüksek yaşam standartlarından dem vurduğu raporundan sonra insan hakları, genellikle Müttefik liderlerin savaş döneminde verdiği bir tür sosyal demokrasi vaadiyle eşanlamlı düşünülür” (Moyn, 2017:47-50).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

147

Batının bireysel haklar yaklaşımına dayandığı savı ise, gerçekle bağdaşmaz. Nitekim ilk taslak olan Sekretarya Taslağı’nın yazarı Humphrey’nin en fazla yararlandığı kaynak metinler arasında önemli oranda sosyal, ekonomik ve kültürel haklar barındıran ve başlıca esin kaynağı Katolik Toplum Öğretisi olan Latin Amerika ülkelerinin taslak bildirgeleri gelir. Humphrey kendi taslağıyla ilgili şöyle yazar: Maddelerin çoğu sivil ve siyasal haklarla ilgili olsa da, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar görmezden gelinmemiştir. Bana, ilk grup hakların ikinci grup haklar olmaksızın çok bir anlamı olmayacağının söylenmesine ihtiyacım yoktu. Eğer bu haklar benim metnimde yer almamış olsaydı, onların nihai metinde olacağının bir garantisi de olmazdı. Zira Taslak Komitesi’nde bu hakların yer almasına karşı kayda değer bir muhalefet vardı (Humphrey, 1983:407).

Humphrey’nin taslağında “yeni” haklara geniş oranda yer vermiş olmasının önemi yadsınamaz. Ancak söz konusu hakların Bildirge’de yer almasına ilişkin kendi taslağına atfettiği önemin abartılı olduğunu da eklemek gerekir. Nitekim zamanın ruhu zaten bu hakların insan hakları niteliğini büyük oranda onaylamaktaydı ve bu haklara yönelik ciddi bir muhalefet söz konusu değildi. Sosyal ve ekonomik haklara atfedilen önemi BM Şartı’nda da görmek mümkündür. Şart’ın Önsöz’ünde BM’nin amaçları arasında herkese “daha iyi yaşam koşullarının sağlanması ve sosyal bakımdan ilerlemenin kolaylaştırılması”na ve bu amaca ulaşmak yani, “halkların ekonomik ve sosyal bakımdan ilerlemesini kolaylaştırmak için uluslararası kurumlardan yararlanılmasının” gerekliliğine vurgu yapılır. Carr’ın da dikkat çektiği gibi “ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda insan hakları ve temel özgürlüklere saygının ilerletilmesi için Ekonomik ve Sosyal Konsey’i yetkilendiren BM Şartı’nın 62. maddesi, Şart’ın yazarlarının ekonomik ve sosyal hakların önemini vurgulama niyetinin bir göstergesidir” (Carr, 1948:5). Lauren’e göre ise, Yeni Zelandalı devlet adamı “Peter Fraser’ın liderliğindeki Üçüncü Komite (Sosyal, İnsancıl ve Kültürel İşler Komitesi) insan haklarını kendi başına ‘amaç’ olanlar ve daha geniş bir güvenlik, barış ve adalete yönelik ‘araç’ olanlar olmak üzere iki açıdan ele alır. Komite’nin bu tavsiyeleri istikametinde BM Genel Kurulu yoksunluk içinde olanlara yardım etmek için bir dizi organ oluşturur”60 (Lauren, 2011:187).

60

Bunlar arasında Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO), BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) yer alır. Çalışanların yaşam standartları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bir uzman kuruluş olarak BM ile ilişkilendirilir. Beslenme düzeylerinin arttırılması ve yaşam standartlarının geliştirilmesi için Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) de ILO gibi BM’nin bir uzman kuruluşu haline getirilir. Hükümetler, sağlık hakkını geliştirmek için Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Anayasası’nı onaylamaları için teşvik edilir.

148

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde de sosyal hakların insan hakları niteliğine Güney Afrika dışında açıktan karşı çıkan herhangi bir ülke yoktur. Hatta “İnsan Hakları Komisyonu üyeleri arasında Bildirge’nin ‘sivil ve siyasal haklar’ olarak adlandırılan geleneksel temel haklar kataloğunun ötesine geçmesi ve sosyal ve ekonomik hakların da Bildirge’ye dâhil edilmesi yönünde genel bir uzlaşı vardır” (Davy, 2013:44). Glendon’a göre Komisyon’da, Ekonomik ve sosyal haklarla ilgili ihtilâf, çoğu kişinin sonradan varsaydığı gibi onların belgede yer alıp almamalarıyla ilgili değildi. Aksine bu haklar üzerinde geniş bir uzlaşı vardı. Ekonomik ve sosyal haklarla ilgili asıl ihtilaf onların belgede tek tek sayılıp sayılmayacağı, nasıl ifade edileceği ve bilhassa bu hakların kim tarafından ve nasıl uygulanacağı konusundaydı (Glendon, 2011:207).

Bir sivil ve sosyal haklar aktivisti olan ve çeşitli dezavantajlı grupların yaşam standardının iyileştirilmesi için çaba gösteren E. Roosevelt de İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda “ABD delegasyonunun ekonomik ve sosyal hakların Bildirge’de yer alması taraftarı olduğunu çünkü ekonomik güvenlik ve bağımsızlık olmadan kişisel özgürlüğün de olamayacağını” söyler. Ancak ona göre “Bildirge, bu hakların yaşama geçirilmesini güvence altına alacak yöntemleri belirlememelidir. Çünkü bu yöntemler ülkeden ülkeye ister istermez değişir” (E/CN.4/SR.64). Sosyalist devletlerin temsilcileri ise, sosyal hakların Bildirge’de ayrıntılı bir tarzda sayılmasını istemiş ve bu hakların garantörü olarak devletlerin rolüne vurgu yapmışlardır. Onlar ayrıca bu hakların sivil ve siyasal haklardan aşağı bir kategoride değerlendirilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Bildirge’nin ikinci taslağının yazarı ve sol, sendikalist bir siyasi görüşe sahip olan Cassin, Sekreterya Taslağı’nda yer alan sosyal haklarla ilgili hükümleri kendi taslağında muhafaza etmiştir. Cassin, Sekreterya taslağındaki bu yeni hakları “Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar” başlığı altında biraraya getirir. Daha önce de değinildiği gibi Cassin, Humphrey Taslağı’na verdiği yeni formatı bir antik tapınağın portikosuna benzetmiş ve Bildirge’nin hakları barındıran ana gövdesini dört sütunla sembolize etmiştir. Bu sütunlardan ilk üçü genel olarak “eski” ya da klasik haklara ilişkin iken 22. ilâ 27. maddelerden oluşan dördüncü ve son sütun “yeni” hakları içerir. “İnsan Haklarının Felsefi Temellerine İlişkin UNESCO Komitesi”nin önceki bölümde değinilen araştırması, sosyal hakların Bildirge’nin yazıldığı 20. yüzyılın ortalarında ne derece benimsendiğinin bir başka göstergesidir. UNESCO’nun 1947 yılındaki çağrısına yanıt vererek değerlendirmelerini gönderen farklı ideoloji ve kültürlerden saygın yazar, düşünür ve siyasetçinin büyük bir bölümünün sosyal hakların önemine vurgu yapması dikkat çeker. Bu yazarlar-

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

149

dan biri İngiliz tarihçi ve uluslararası siyaset profesörü E. H. Carr, “eski” ve “yeni” hakları tartıştığı İnsan Hakları adlı yazısının sonuç değerlendirmesinde “günümüzde geçerlilik iddiasında olan her haklar bildirgesinin siyasal haklar kadar ekonomik ve sosyal hakları da barındırması gerektiğini” savunur (Carr, 1948:9). İnsan Haklarının Doğası ve Gerçekleştirilmesine İlişkin Düşünceler başlıklı yazısında sosyal hakların önemine vurgu yapan Arnold J. Lien’e göre de “yirminci yüzyıldaki yeni anayasalarda yer alan haklar bildirgeleri ve son savaştan ve uluslararası işbirliğinden kaynaklanan insan haklarının yeni formülasyonları, öncekilerden, özellikle ekonomik ve sosyal durumlara yaptığı büyük vurgu nedeniyle ayrılır.” Temel hakların aynı olduğunu savunan Lien’e göre “yeni dönemde vurgu, siyasal olandan ekonomik olana, serbestlikten eşitliğe ve özgürlükten güvenliğe doğru değişmiştir” (Lien, 1948:13). UNESCO Komitesi’nin raportörlüğünü üstlenen Richard McKeon’ın, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri ve Maddi Koşullar başlıklı yazısının önemli bir kısmı da “yeni” haklara ayrılmıştır. McKeon’a göre de “İnsan hakları sorunundaki değişim insan hakları listesine yeni ilavelerde kendini gösterir” (McKeon, 1948:29). İnsan haklarının “artık basitçe insan ve devlet karşıtlığı üzerine etkin bir şekilde formüle edilemeyeceğini” yazan McKeon’a göre “18. yüzyıl haklar tartışmalarının bir parçası olmayan bu değişimler nedeniyle insan hakları artık sadece devletin müdahalelerine karşı korunma gerekliliğine indirgenemez. Yeni haklar sorunu, teknoloji ve sanayideki ilerlemeler neticesinde değişen sosyal ve ekonomik koşullardan kaynaklanır” (McKeon, 1948:32). İnsan Haklarının Felsefi Temellerine Dair UNESCO Komitesi’nin geri bildirimlerden oluşan ve UNESCO tarafından 1948 yılında yayınlanan çalışmanın sonuç değerlendirmesindeyse, sosyal hakların önemine bir kere daha dikkat çekilir61: 19. yüzyıl boyunca bu [klasik] haklara başka temel insan hakları seti de eklenmiştir. İnsanın iyi ve özgür bir yaşam sürebilmesinin en azından yaşamı için zorunlu araçlara sahip olması gerektiğinin kabulünden kaynaklanan bu haklar, teknoloji ve sanayideki ilerlemelerle tüm insanlar tarafından erişilebilir ve giderek uygulanabilir hale gelmiştir. Günümüzde Ekonomik ve Sosyal Haklar olarak adlandırılan bu haklar, önceleri sivil ve siyasal hakların alt bölümleri ya da uzantıları olarak görülmüş ancak geçen yüzyıl boyunca eski haklardan tür olarak farklı oldukları ve bu nedenle farklı bir uygulamayı gerektirdikleri açık hale gelmiştir (UNESCO, 1948:8).

*

61

UNESCO Komitesi’nin sonuç değerlendirmesinde ayrıca sosyal hakların geniş bir tarzda yer aldığı bir insan hakları listesine yer verilir. Bunlar arasında, “sağlığın korunması hakkı”, “çalışma hakkı”, “istemsiz işsizlik, bebeklik, yaşlılık, hastalık ve tüm diğer işgöremezlik durumlarına karşı korunma hakkı”, “eğitim hakkı” gibi haklar yer alır.

150

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Bu bölümün devamında Bildirge’de sayılan her bir sosyal hakkın müzakare sürecine ve bu süreçte aldığı farklı formülasyonlara kapsamlarının genişliği nedeniyle yer verilmemiş, bu haklardan sadece bazılarına ilişkin tartışmalara genel olarak değinilmekle yetinilmiştir. Bu haklardan ilki çalışma hakkıdır. Bildirge’nin 23. ve 24. maddeleri çalışma hakkını ve onunla bağlantılı çok sayıda başka hakkı barındırır.62 Bu iki maddeyle ilgili olarak müzakerelerde öne çıkan başlıca anlaşmazlıklardan biri çalışmanın hak ve özgürlük boyutlarına ilişkindir. ABD başta olmak üzere Kuzey Atlantik ülkeleri çalışmanın özgürlük boyutuna vurgu yaparken Sosyalist blok ülkeleri çalışmanın hak boyutunu öne çıkarırlar. Eleanor Roosevelt, 1948 yılındaki ünlü Sorbonne konuşmasında bu iki farklı yaklaşıma ilişkin şunları söyler: (…) Terimlerin kullanımındaki bu temel farklılığa verilebilecek en iyi örneğin "çalışma hakkı" olduğunu düşünüyorum. Tam istihdam sadece devlet tarafından sağlanabildiği için Sovyetler Birliği, bunun yalnızca kendisinin garanti edebileceği bir temel hak olduğunda ısrar ediyor. Fakat Sovyetler Birliği'nde çalışma hakkı, hükümetin bunu yapıp yapmaması kararına halkın katılmasına fırsat vermeden, işçilerin hükümet tarafından kendilerine verilen görevi yerine getirmeleri için görevlendirilmesi anlamına geliyor. Herkesin çalıştığı bir toplum, özgür bir toplum olmak zorunda değildir ve tersine köle bir toplum anlamına da gelebilir. Öte yandan, ekonomik güvensizliğin yaygın olduğu bir toplumda özgürlük, milyonlarca insan için çorak ve anlamsız bir hakka dönüşebilir. Biz Amerika Birleşik Devletleri'nde bunun, bir birey için işini seçme, arzuladığı gibi çalışma ya da çalışmama özgürlüğü anlamına geldiğini fark ettik. Bununla birlikte Amerika Birleşik Devletleri'nde insanların yöneticilerinden, sırf yapmaya alışkın oldukları türde bir iş bulamadıklarından ötürü açlıktan ölmelerine müsaade etmemelerini talep etme hakkına sahip olduklarını idrak ettik... Ancak Amerika Birleşik Devletleri'nde, bize söylenen yer ve zamanda çalışmamız için verilen diktatörce bir çalışma görevini yerine getirmek zorunda kalsaydık herhangi bir özgürlük kazandığımızı düşünmezdik (Roosevelt, 2010:902).

Çalışma hakkıyla ilgili maddelerin müzakerelerinde çalışma, bir hak ve özgürlük konusu olduğu kadar ödev konusu olarak da gündeme gelir. Sadece dönemin sosyalist devletlerinin anayasalarında değil, çok sayıda Latin Amerika devletinin anayasalarında da yer alan çalışma ödevine, Humphrey de kendi taslağında yer vermiştir (E/CN.4/AC.1/3). Humphrey, çalışma hakkı ve ona karşılık gelen çalışma ödevine ilişkin madde taslağını “Şili delegasyonu tarafın-

62

Bunlar, “işini serbestçe seçebilme”, “adil ve elverişli koşullarda çalışma”, “işsizliğe karşı korunma”, “ayrım yapılmaksızın eşit işe eşit ücret”, “çalışan herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde adil ve elverişli ücretlendirme”, “sendika kurma ya da sendikaya üye olma”, “boş zaman”, “makul çalışma saatleri” ve “ücretli tatil” haklarıdır.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

151

dan BM’nin değerlendirmesine sunulan ve Amerikalılararası Hukuk Komitesi tarafından hazırlanan taslaktan almıştır” (Morsink, 1999:161). Cassin Taslağı’nda ise, “toplumsal olarak yararlı çalışma ödevi” şeklinde yeniden formüle edilip korunan düzenleme (E/CN.4/21), bazı Kuzey Atlantik ülkeleri temsilcilerinin itirazıyla karşılaşır. Örneğin ABD temsilcisi E. Roosevelt, “çalışma ödevi”ne değinilmesine karşı çıkarak bunun “bazı ülkeler tarafından zorla çalıştırmaya yol açabilecek şekilde yorumlanabileceğini” savunur (E/CN.4/AC.1/SR.10). Sürecin sonraki aşamalarında taslak yazımcıların önemli bir bölümü tarafından da benimsenen ABD’nin bu yaklaşımı nedeniyle “çalışma ödevi”ne nihai belgede yer verilmez. Çalışma hakkının ele alındığı Taslak Komitesi’nin aynı oturumunda bir diğer tartışma kölelik yasağı bağlamında Fransa temsilcisi Cassin ile Lübnanlı Malik arasında yaşanır. “(…) kimse kendisini bir başkasının kölesi konumuna yerleştiremez” diye biten Cassin Taslağı’nın 36. maddesine itiraz eden Malik, liberteryen bir yaklaşımla söz konusu ifadeyi “insanın bireysel özgürlüğüne ilişkin bir kısıtlama” olarak değerlendirir. “Bir kişi eğer köle olmak istiyorsa bu onun hakkıdır” diyen Malik’e Cassin, “Bildirge’nin, insanı sadece dışsal suiistimallere karşı değil ama aynı zamanda kendi zayıflıklarına karşı da korumak zorunda olduğu”nu söylerek yanıt verir (E/CN.4/AC.1/SR.10). Sonuçta Malik’in kölelik meselesine bu oldukça radikal yaklaşımı diğer delegelerce desteklenmez ve Bildirge’nin son halinde kölelik yasağı (4. maddede) muhafaza edilir. Çalışma hakkını düzenleyen 23. maddede yer alan işsizlikle ilgili düzenleme özellikle Sosyalist Blok ve (Amerikan İşçi Federasyonu ve Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu gibi) işçi sendikaları temsilcileri ile Kuzey Atlantik ülkelerinin delegasyonlarının karşı karşıya gelmesine neden olur. Sosyalist ülkeler ve sendika temsilcileri işsizlikle ilgili olarak devletlerin sorumluluk üstlenmesi gerektiğini dile getirirler. SSCB ve Beyaz Rusya delegeleri “işsizliğin önlenmesi için gerekli adımların atılmasının devletin yükümlülüğü olduğunun maddede vurgulanması gerektiğini” ısrarla savunurlar (E/CN.4/AC.2/SR.7). İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda Beyaz Rusya delegesi Stepanenko, söz konusu maddeye eklenmesi için şu öneriyi getirir: “Devlet, işsizliğin önlenmesi için zorunlu olan tüm adımları atmakla mükelleftir” (E/CN.4/SR.40). Bu öneri, Komisyon üyelerinin çoğunluğu tarafından da kabul görür ve madde taslağına eklenir. Aynı konu, Komisyonun Üçüncü Oturumu’nda ABD, İngiltere ve Hindistan delegelerinin müşterek verdikleri yeni bir öneriyle tekrar gündeme gelir. Devletlerin ödevine dair herhangi bir ifade içermeyen bu kısa öneriye göre, “Herkes, adil ve elverişli koşullarda çalışma hakkına sahiptir.” Beyaz Rusya’nın önerisini “oldukça detaylı” bulan Hindistan

152

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

temsilcisi Mehta, kendi önerilerinin gerekçesini şöyle açıklar: “İnsan Hakları Komisyonu’nun görevi topluluk ya da devletin değil, bireylerin hakkını tanımlamaktır. Bireylerin hakları ile devletin ödevleri birbirine bağlıdır ve devletin ödevlerinin [maddede] yer alması gereksizdir. Çünkü bireylerin hakları [bu ödevleri zaten] gerekli kılar.” Aynı oturumda Ukrayna temsilcisi Klekovkin ise, işsizlik “problemini gizlemenin sokaktaki insanın başlıca korkularından birini görmezden gelmek anlamına geleceğini” söyler (E/CN.4/SR.64). Müzakereler sonucunda “işsizliğe karşı korunma hakkı” nihai belgede 23. maddenin ilk fıkrasının sonunda kendisine yer bulur. Taslak sürecinde sendikal haklar, çalışma hakkını düzenleyen 23. madde bağlamında tartışılan diğer haklar arasında yer alır. Sekreterya Taslağı’nda “sendika kurma ve sendikaya üye olma” haklarına ilişkin herhangi bir hüküm yoktur (E/CN.4/AC.1/3). Bu taslakta sendika terim olarak da geçmez. Cassin Taslağı’nda ise, sendikaya üye olma ya da sendika kurma hakları değilse de sendika, terim olarak “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” başlığı altında yer alır.63 Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda şekillenen üçüncü taslakta ise, sendikal haklara doğrudan değilse de toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bağlamında dolaylı olarak değinilir.64 Sendikal haklara Evrensel Bildirge’de açıkça yer verilmesi düşüncesi Komisyon’un gündemine Dünya Sendikalar Federasyonu’nun (World Federation of Trade Unions) EKOSOK’a 1947 yılının başlarında sunduğu bir memorandumla taşınır. İkinci Dünya Savaşı’nın “işçi sınıfının etkin yardımı ve fedakârlıklarıyla kazanıldığına” dikkat çekilen bu memorandumda dile getirilen başlıca talepler, sendikal hakların uygulanmasının ve geliştirilmesinin güvence altına alınması ve göçmen işçilerin sosyal haklarında eşitlik sağlanmasıdır (E/C.2/28). İnsan Hakları Komisyonu, EKOSOK gibi “bir üst organdan gelen bu öneriyi bir nevi emir telâkki eder” (Morsink, 1999:170). Sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı Komisyon’un gündemine ilk defa Filipinler temsilcisi Carlos Romulo tarafından getirilir ve bu öneri Komisyon tarafından kabul edilir (E/CN.4/AC.2/SR.8). Sonraki süreçte ABD delegasyonunun önceki tutumunu değiştirerek öneriye destek vermesinin de katkısıyla65 sendikaya üyelik ve sendika kurma hakları nihai belge yer alır.

Buna göre, “Her çalışan kendi mesleki çıkarlarını koruma hakkına sahiptir. Çalışan, özellikle kişisel olarak ya da temsilcileri vasıtasıyla ya da kendi sendika örgütleri vasıtasıyla, çalışma koşullarının kolektif olarak belirlenmesine, üretim ve dağıtımın genel planlarının hazırlanmasına katılma hakkına sahiptir” (E/CN.4/21). 64 Bu taslakta madde şöyle formüle edilmiştir: “Bu Bildirge’yle bağdaşan siyasal, dini, kültürel, bilimsel, mesleki ve diğer amaçlarla barışçı bir biçimde toplanma ve örgütlenme özgürlüğü vardır” (E/CN.4/21). 65 Roosevelt, konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yapar: “ABD delegasyonu, sendikaya üye olma ve sendikaya katılma haklarını özgürlüğün temel bir unsuru olarak görmektedir. Diğer örgütlerin aksine sendikalara 63

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

153

Sendikaya üye olma hakkı beraberinde bir başka sorunu gündeme getirir. Zira sendikaya üye olma bakımından iki farklı yöntem söz konusudur ve sendikaya üyeliğin bu yöntemlerden hangisiyle olacağı tartışma konusu olur. Bu yöntemlerden biri “kapalı işyeri ilkesi” (closed shop policy) diğeri ise, “açık işyeri ilkesi”dir (open shop policy). Kapalı işyeri ilkesine göre, belli bir işletmede işe başlamak isteyen kişinin o iş yerinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmesine taraf olan sendikaya üye olma zorunluluğu vardır. Üye olmak istemeyen kişi, işe alınmadığı gibi mevcut işini de kaybedebilir. Açık işyeri ilkesinde ise, böyle bir koşul söz konusu değildir. İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda Uruguay temsilcisi Fontaina, “sendikaya üye olma hakkına özel olarak değinilmesinin arzu edilir olduğunu fakat bu hakkın sadece sendikaya üye olmayı değil, ama aynı zamanda sendikadan ayrılma hakkını da içerecek şekilde düzenlenmesi gerektiğini” savunur. Sovyetler Birliği’nden Pavlov bu öneriye karşı çıkarak “kendi ideallerine uygun tarzda örgütlenmiş bir sendika sisteminde işçinin -temel işlevi onun çıkarlarını savunmak olan- kendi sendikasına karşı korunmasına neden ihtiyaç duyulduğunu anlayamadığını” dile getirir66 (E/CN.4/SR.64). Sonuçta çalışma hakkını düzenleyen 23. maddenin sendikal haklarla ilgili nihai formülasyonu şu şekilde olur: “Herkesin, çıkarlarını korumak için sendika kurmaya ve sendikaya üye olmaya hakkı vardır.” Çalışanların çıkarlarını korumanın bir diğer önemli aracı olan grev hakkı ise, taslak sürecinde pek fazla müzakere konusu yapılmaz. Grev hakkı Komisyon’un gündemine ilk olarak İsveç delegasyonunun önerisiyle gelir (A/C.3/252). İsveç’in önerisinin temel dayanağı grev hakkı olmaksızın sendikal hakların anlamsız olacağıdır. İsveç delegesi Sunfeldt, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya’daki sendikaların durumuna dikkat çeker. Ona göre, bu ülkelerde “sendikaların varlıklarını sürdürmelerine izin verilmiş fakat grev hakları tanınmamıştır. Oysaki grev hakkı olmaksızın sendikal özgürlük bir yanılsamadır.” Ancak sonrasında sendikaya üyelik konusunda olduğu gibi grev hakkının da uygulamaya ilişkin yeni tartışmalar doğuracağını düşünen İsveç delegasyonu meseleyi Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) havale ederek önerisini geri çeker (A/C.3/SR.139) ve böylelikle grev konusu gündemden bütünüyle düşerek nihai belgede yer almaz. Esasında taşıyıcısı gruplar olan sendikal haklar (ve onunla

uzun süre karşı çıkılmış ve sendikalar sadece son dönemde bir örgütlenme şekli olarak kabul görmüştür. Doğrusu, bu mücadele halen devam etmektedir ve delegasyonumuz bu nedenle sendikal haklara özel olarak değinilmesi gerektiğini düşünmektedir” (E/CN.4/SR.66). 66 ABD ise, meseleyi metne “kendi tercihi” (of his own choice) kelimelerinin eklenmesiyle çözmeye çalışır. Ancak bu öneri de tartışmaları sonlandırmaz. Örneğin Belçika delegesi Lebeau’a göre “sorun sadece sendikaya üyelik hakkı değildir, aynı zamanda sendikaya üye olmama hakkıdır” (E/CN.4/SR.66).

154

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ilintili olarak grev hakkı) bir temel hak olmaktan ziyade örgütlenme temel hakkının bir emplikasyonudur. Nitekim Morsink’e göre, Kapalı işyeri, açık işyeri ve grev hakkına ilişkin müzakereler taslak yazımcıların soyut bir hakla onun yerel ya da bölgesel uygulama tedbirleri arasındaki önemli ayrımın farkında olduklarını gösterir. Onlar, hakkın tanımına uygulama tedbirlerinin de dâhil edilmesi durumunda neredeyse sonsuz sayıda insan hakkının türetilebileceğinin farkındadırlar” (Morsink, 1999:181).

Evrensel Bildirge’nin 24. maddesi ise, çalışmanın başka bir boyutunu; “boş zaman” ve “dinlenme” haklarını düzenlemektedir. Maddenin nihai formülasyonuna göre, “herkesin dinlenmeye, boş zamana, özellikle çalışma saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belli dönemlerde ücretli tatillere hakkı vardır.” Boş zaman ve dinlenme haklarının da nihai metinde yer almasında Latin Amerikalılar ve Sosyalist blokun önemli katkısı olur. Bu haklar, Humphrey’nin taslağını yazarken başvurduğu kaynaklar arasında sadece Latin Amerika devletlerinin ve SSCB, Beyaz Rusya ve Ukrayna gibi bazı sosyalist ülkelerin anayasalarında düzenlenmiştir.67 24. maddenin Humphrey Taslağı’ndaki ilk formülasyonu şöyledir: “Herkesin, makul bir oranda dinlenme ve boş zamana hakkı vardır” (E/CN.4/AC.1/3). Cassin ise, kendi taslağında, bu maddeye “dış dünyanın bilgisine sahip olmak için” ifadesini de ekleyerek maddeyi eğitimle ilgili maddenin ardına (42. madde) yerleştirir (E/CN.4/21). Ancak Çinli temsilci Chang’ın “eğitimle ilgili olduğunu düşündüğü ‘dış dünyanın bilgisine sahip olmak için’ ifadelerinin dinlenme ve boş zaman haklarından ayrılması” önerisine Sovyetler Birliği temsilcisi Koretsky de destek verir (E/CN.4/AC.1/SR.15). Cassin tarafından da benimsenen bu öneriye ilişkin düzenleme taslak sürecinin en sonunda Genel Kurul’un Üçüncü Komite toplantılarında yaşama geçirilir. Sonraki oturumlarda boş zaman ve dinlenme haklarının yaşama nasıl geçirilebileceği meselesi gündeme gelir. Yugoslavya delegesi Ribnikar’a göre bunun bir yolu maddeye “periyodik ücretli izin” ifadesinin eklenmesidir. Ona göre “ücretsiz bir dinlenme hakkı anlamsız olacaktır” (E/CN.4/SR.40). SSCB temsilcisi Pavlov’a göre ise, “çalışma saatlerinin sınırlandırılması önemlidir. Zira günde 12 saat ya da daha fazla çalışan bir işçinin boş zaman hakkından yararlanabilmesi mümkün değildir” (E/CN.4/SR.69). Pavlov Üçüncü Komite toplantılarında şunları söyler:

67

Sovyetler Birliği’nin 1936 Anayasası’nın 119. maddesi, tüm yurttaşların sadece dinlenme ve boş zaman haklarını tanınmakla kalmaz aynı zamanda ücretli izin, çalışmanın yedi saatle sınırlandırılması hakları ile sanatoryumlar, dinlenme evleri ve kulüplerden faydalanma haklarını da güvence altına alır.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

155

(…) ne dinlenme ne de boş zaman hakkı bazı sömürge ülkelerinde olduğu gibi günde 15 saat çalışmaya zorlanan bir insanın yararlanabileceği haklar olamaz. (…) İngiltere’nin yönetimi altındaki Bombay’da, hapishanedeki mahkûmlardan daha az yiyecek alabilen işçiler olduğu bilinmektedir. Bu çalışanların boş zaman hakkından yararlanmaları beklenemez” (A/C.3/SR.149).

Taslak sürecinde 24. maddeyle ilgili çok sayıda öneri sunulur. Bu önerilerin özellikle Latin Amerika delegasyonları tarafından getirilenlerinin önemli bir kısmı “kendini geliştirme” ya da “kendini gerçekleştirme” kavramlarına atıf yapar. Örneğin Küba delegesi Cisneros’a göre, “bir çağdaş haklar bildirgesini önceki yüzyılların bildirgelerinden ayırmak önemlidir. Öncekiler yurttaş olarak insanın haklarından bahsediyorken, günümüzde böyle bir bildirge çalışan olarak insana vurgu yapmalıdır. [Söz konusu] hakkın zihinsel, kültürel ve fiziksel gelişim, (…) yani insan kişiliğinin gelişimi için kullanılması gerektiği de vurgulanmadığı takdirde düzenlenme yetersiz olacaktır” (A/C.3/SR.149). Arjantin ve Filipinler’in müşterek önerisinde boş zamanla ilgili maddenin formülasyonu ise şu şekildedir: “Herkesin kendi manevi, kültürel ve fiziksel esenliği için uygun dinlenme ve boş zamana hakkı vardır” (A/C.3/358). Küba, Panama, SSCB ve Mısır’ın önerileri de benzer niteliktedir.68 Ancak sürecin sonunda Yeni Zelanda’nın maddenin nihai formülasyonuna oldukça benzeyen önerisi delegelerin çoğunluğu tarafından kabul edilir (A/C.3/359). Esasında boş zaman kavramının insanın sadece fiziksel değil zihinsel ve kültürel gelişimiyle de ilişkilendirilmesinin düşünsel temelleri Antik Çağ’a kadar geri götürülebilir. Örneğin “tüm bir yaşamın çalışmakla boş zamana, (…) bölünebileceğini” (Aristoteles, 1983:222) dile getiren Aristoteles’e göre çalışma kendi başına bir amaç değil, insansal olanakların kendisi aracılığıyla gerçekleştirilebileceği boş zaman içindir. Dolayısıyla boş zaman, işten arta kalan sürede sadece bedensel olarak dinlenmek ve işe tekrardan zinde bir şekilde dönebilmek için ayrılan bir zaman dilimi değildir. Yeni haklar listesinde yer alan bir başka hak grubu Evrensel Bildirge’nin 25. maddesinde yer alan beslenme, giyinme, barınma ve tıbbi bakım haklarıdır. Taslak sürecinde bu hakların en hararetli savunucuları gene Latin Amerikalı ve sosyalist ülkelerin delegasyonları olur. Sağlık ya da tıbbi bakım hakkı, yirminci yüzyılın ilk yarısında bu ülkelerin anayasalarının çoğunda yer alan bir haktır. Humphrey Taslağı’nda bu hak beslenme ve barınma haklarından ayrı bir maddede yer alır (E/CN.4/AC.1/3). Cassin’in de kendi taslağında muhafaza ettiği tıbbi bakım hakkının temel hak niteliği sonraki süreçlerde delegeler tara-

68

Mısır’ın önerisi şöyledir: “Herkesin, dinlenmeye, makul bir boş zamana ve boş zamanını kendi zihinsel, kültürel ve fiziksel gelişimi için kullanma fırsatına hakkı vardır” (A/C.3/264).

156

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

fından müzakere konusu yapılmaz. Ancak bu hak daha çok beslenme ve barınma haklarıyla ilgisinde gündeme gelir. Örneğin ABD delegasyonu verdiği bir değişiklik önerisinde beslenme, barınma ve giyinme haklarına değinmeden sadece tıbbi bakım hakkını güvence altına almak isterken (E/CN.4/AC.1/SR.14) İngiltere, tıbbi bakım hakkını daha çok kamu politikası çerçevesinde ele alma gayreti içindedir. İngiltere, değişiklik önerisinde bu hakların “Devletin ya da toplumun sağlayabileceği kaynaklar” ölçüsünde güvence altına alınabileceğine vurgu yapar. Her iki delegasyon da “sağlık için elverişli hayat standardı” ifadesiyle “sosyal güvenlik” ifadelerinin beslenme, barınma ve giyinme haklarını zımnen barındırdığını savunarak bu haklara açıktan atıf yapılmasının gereksiz olacağını öne sürer (E/CN.4/SR.70). Öte yandan özellikle SSCB, Çin ve Filipinler delegeleri beslenme ve barınma haklarını sağlık hakkının korunabilmesinin asli bir aracı olarak görürler ve bu haklara belgede açıkça değinilmesini savunurlar.69 Beslenme ve barınma hakları ise, Bildirge’nin yazıldığı dönemde ne Kuzey Atlantik ülkelerinin anayasalarında ne de 1936 SSCB Anayasası’nda yer alan haklardır. Öte yandan barınma hakkı, Humphrey’nin taslağını yazarken yararlandığı -Küba, Bolivya, Kosta Rika, Şili, Guatemala, Meksika, Nikaragua, Paraguay, Uruguay gibi- bazı Latin Amerika devletinin anayasalarında güvence altına alınmıştır. “Beslenme, barınma ve tıbbi bakım haklarının, Latin Amerika sosyalist geleneğinin bir mirası olarak Humphrey’nin taslağı vasıtasıyla Evrensel Bildirge’ye girdiğini” yazan Morsink’e göre, “Humphrey, bu hakları Amerikan Hukuk Kurumu tarafından yazılan ve Panama delegasyonu tarafından sunulan taslaktan almıştır” (Morsink, 1999:193). Panama tarafından sunulan taslağın “Beslenme ve Barınma” başlığını taşıyan 14. maddesinin gerekçesinde “Beslenme politikalarının 1936’dan beri çok hızlı gelişme gösterdiği ve 44 ülkeden temsilcilerin katılımıyla gerçekleştirilen BM Beslenme ve Gıda Konferansı’nın70 (…) beslenme ve hayat standartlarının geliştirilmesi için hükümetlere yönelik bir tavsiye kararı aldığı” hatırlatılır71 (E/HR/3). İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda SSCB delegasyonu “barınma hakkına somut ifadelerle yer verilmesi ve uygulanmasının güvence

Örneğin Filipinler delegesi Romulo, “herkesin ekonomik ve sosyal koşulları dikkate alınmaksızın uygun beslenme, barınma, giyinme ve tıbbi bakım aracılığıyla sağlığının korunmasına hakkı vardır” şeklinde bir öneri sunar (E/CN.4/AC.2/SR.8). 70 1943 yılında ABD Başkanı F. D. Roosevelt’in çağrısıyla yapılan BM Beslenme ve Gıda Konferansı, II. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan gıda kıtlığına olası çözümleri tartışmak amacıyla düzenlenmiştir. 71 Aynı gerekçede “uygun beslenme ve barınma” koşullarının nasıl saptanacağının, “herhangi bir zamandaki bilgi ve bir ülkedeki maddi ve teknolojik kaynaklar ışığında” değerlendirilmesiyle mümkün olabileceği vurgulanır. 69

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

157

altına alınması gerektiğini” savunur ve bu yönde bir değişiklik önerisi verir. “Hiç kimsenin insan onuruyla bağdaşmayan koşullarda yaşamaması gerektiğini” dile getiren Sovyetler Birliği delegesi Pavlov’a göre, “(…) İnsanlar hayvanlar gibi yaşamamalıdır. Kimse barakalarda, kulübelerde ya da mağaralarda bir hayat sürmek zorunda bırakılmamalıdır. İnsanlara kendilerinin ve ailelerinin sağlığını tehlikeye atmayacak uygun barınma sağlanmalıdır.” ABD delegesi Roosevelt ise, “insan onuruyla bağdaşır” ifadesini tam olarak tanımlamanın zorluğuna dikkat çeker. Ona göre “her ülkenin insan onuruna yaraşır barınmanın ne olduğuna dair kendi tasarımı vardır” (E/CN.4/SR.71). Diğer üç hakkın aksine 20. yüzyılın ilk yarısında talep edilen bir hak olmayan ve ulusal ya da uluslararası belgelerde de bulunmayan giyinme hakkı ise, taslak sürecinde karşımıza ilk defa Küba delegasyonunun BM Genel Kurulu’na 1946 yılında sunduğu kendi taslak bildirgesinde çıkar.72 Humphrey ve Cassin taslaklarında yer almayan giyinme hakkı, Filipinler delegasyonunun verdiği değişiklik önerisiyle İnsan Hakları Komisyonu’nun gündemine gelir ve ilk defa Cenevre Taslağı’nda yer alır (E/CN.4/77/Annex A). Komisyon’un Üçüncü Oturumu’nda “Beslenme ve giyinme haklarına özel bir atıf yapılmasının gereksiz olduğunu” savunan İngiltere ve Uruguay delegelerine yanıt Çin delegesi Chang’dan gelir. Chang’a göre, “beslenme ve giyinme olanağından yoksun milyonlarca insanın yaşadığı bir dünyada bu terimlere itiraz edilmesini anlayabilmek zordur” (E/CN.4/SR.71). Sonuçta bu son grup hakların nihai formülasyonu Bildirge’nin ilk fıkrasında şu şekilde yer alır: Herkesin, gerek kendisi gerek ailesi için beslenme, giyinme, barınma, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler de dâhil olmak üzere, sağlık ve refahını sağlayacak elverişli bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık veya geçim olanaklarından kendi iradesi dışında yoksun bırakacak başka durumlarda güvenliğe hakkı vardır.

Evrensel Bildirge’deki yer alan bir diğer “yeni” hak grubu “insan kişiliğinin (tam ve özgür) gelişimi”, “eğitim” ve “kültüre katılma” haklarıdır. İnsan kişiliğinin gelişimi fikri, yukarıda da değinildiği gibi insanın düalist yapısına, yani hem beden hem de zihin varlığı olmasına atıf yapar. Bu açıdan insan kişiliğinin gelişimi hakkı, kişinin sadece fiziksel gelişimini değil aynı zamanda zihinsel, ahlâksal ve spiritüel gelişimini de içerir. Böylesi bir insani gelişim fikrinin en temel araçları ise, eğitim ve kültürel yaşama katılımdır. “İnsan kişiliğinin gelişimi” Bildirge’de üç maddede karşımıza çıkar. Bunlardan ilki sosyal güvenlik hakkını düzenleyen 22. maddedir. Bu maddede 72

Küba’nın önerisi şu şekildedir: “Hijyenik yaşam koşulları ve içinde yaşanılan iklime uygun giyinme hakkı” (E/HR/1).

158

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

“ekonomik, sosyal ve kültürel haklar kişiliğin özgürce gelişmesi için gerekli olan haklar” olarak nitelendirilir. Eğitim hakkını düzenleyen 26. maddede ise, “eğitimin insan kişiliğinin tam gelişmesi amacına yönelik olması gerektiği” yazar. Bildirge’de topluma karşı ödevlerin düzenlendiği tek madde olan 29. maddede “insan kişiliğinin özgürce ve tam gelişiminin toplum içinde olanaklı olduğuna” vurgu yapılır. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi dinlenme ve boş zaman hakkıyla ilgili madde müzakerelerinde bu iki hak bazı delegeler tarafından insan kişiliğinin gelişimiyle ilişkilendirilmiş ancak bu formülasyona nihai metinde yer verilmemiştir. İnsan kişiliğinin gelişimi hakkı Bildirge’nin taslak sürecinde ilk defa Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) BM’ye sunduğu taslak insan hakları bildirgesinde karşımıza çıkar. Federasyon’un taslak bildirgesinin Önsöz’ünde şöyle yazar: “Gerçek demokratik bir toplumun dinamik güdüsü toplumun temel birimi olan birey olarak insanın değerini arttırmak ve geliştirmektir. Bu nedenle her demokratik ve ilerici devletin temel kaygısı (…) her bireyin tam ve özgür gelişiminin sağlanmasıdır” (E/CT.2/2). Humphrey’nin taslağında olmayan bu hakka, Cassin kendi taslağında iki farklı maddede (2. ve 35. madde) yer verir. Cassin, Amerikan İşçi Federasyonu’nun taslak bildirgesinde olduğu gibi kendi taslağının 2. maddesinde toplumun amacını, “tüm insanların fiziksel, zihinsel ve ahlâki kişiliğinin tam ve güvenlik içinde gelişimi”yle ilişkilendirir (E/CN.4/21). Üçüncü Komite toplantılarında söz alan Brezilya delegesi Athayde’ye göre, “herkesin eğitim hakkı inkâr edilemeyeceği gibi medeniyetimizin temelini oluşturan insanlığın mirasından herkesin faydalanma hakkı da reddedilemez. Eğitim olmadan birey, insanın yaşamının amacı ve toplumun en sağlam temeli olan kendi kişiliğini geliştiremez” (A/C.3/SR.147). Eğitim hakkıyla ilgili müzakerelere katılan Dünya Yahudi Kongresi temsilcisi Easterman ise, eğitimle ilgili “maddenin [1. fıkrasında] eğitimin teknik çerçevesinin oluşturulduğunu fakat onun temel bir unsuru olan ruhu hakkında hiçbir şey söylenmediğini” savunur. “Almanya’da bu ilkenin görmezden gelinmesinin iki feci savaşa neden olduğunu” söyleyen Easterman, bu nedenle maddeye yeni bir fıkranın eklenmesini önerir. Bu fıkra daha sonra maddenin nihai şeklinde küçük değişikliklerle yer alacaktır: “Bu eğitim, insan kişiliğinin tam gelişmesi ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygının güçlendirilmesi amacına ve ulusal, ırksal ya da dini gruplara karşı hoşgörüsüzlük ve nefret ruhuyla mücadeleye yönelik olmalıdır” (E/CN.4/AC.2/SR.8). Bildirge’nin iki fıkradan oluşan 27. maddesi ise, iki farklı hak kategorisini düzenler. Bunlardan ilki, “kültüre katılma hakkı”, ikinci fıkrası ise, “fikri mülkiyet hakkı”na ilişkindir. Taslak sürecinde sadece belli bir grup insanın hakkını korumayı amaçlayan fikri mülkiyet hakkının yalnızca sosyal hak niteliği değil,

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

159

temel hak niteliği de bazı delegeler tarafından sorgulanır. Örneğin İngiltere temsilcisi Corbet’e göre, “telif hakkı özel bir mevzuatın ve uluslararası sözleşmelerin konusudur. Telif hakkı bir insan hakkı değildir. Bir insan hakları bildirgesi doğası gereği evrensel olmalı ve sadece tüm insanlar için geçerli olan genel ilkeleri barındırmalıdır” (A/C.3/SR.150). Ancak böylesi haklı eleştirilere rağmen fikri mülkiyet hakkı özellikle Latin Amerikalı delegelerin Üçüncü Komite toplantılarında verdiği destekle Evrensel Bildirge’nin sosyal haklar kataloğu arasında yer alarak bir insan hakkı “mertebesine” yükselir. Fikri mülkiyet hakkının aksine “kültüre katılma hakkı” delegeler tarafından kolayca benimsenen ve sorgulanmayan bir hak olmuştur. Taslak sürecinde kültüre katılma hakkına en açık atıf, Humphrey’nin taslağını yazarken yararlandığı Amerikalılararası Hukuk Komitesi tarafından yazılan Uluslararası İnsanın Hakları ve Ödevleri Taslak Bildirgesi’nde yer alır73 (E/CN.4/2). Humphrey ise, kendi taslağında kültüre katılma hakkını şöyle formüle eder: “Herkes, serbestçe kültürel yaşama katılma, sanatlar ile bilimsel ilerleme ve bunların doğurduğu nimetlerden faydalanma hakkına sahiptir”74 (E/CN.4/AC.1/3). SSCB delegesi Pavlov’a göre de “Bilimin nimetleri ayrıcalıklı bir azınlığın mülkiyetinde değildir. Onlar insanlığın bir mirasıdır. Bilimin görevi barışçıl amaçları geliştirmek ve insan yaşamını daha iyi kılmaktır” (E/CN.4/SR.70). Cassin’e göre ise “bütün insanlar bilimsel ilerlemede aynı oranda rol oynayamasa da, onlar bu ilerlemelerden kaynaklanan nimetlerden faydalanabilmelidirler” (A/C.3/SR.150).

2.7 Kadın Hakları 18. yüzyılın haklar bildirgeleri ilan edilmelerinden itibaren farklı açılardan eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden biri de kadınların dönemin bildirgelerinde sayılan haklardan yararlanamamış olmalarıdır. Gerçekten de, evrensellik ve eşitlik iddiasında olan söz konusu bildirgelerde sayılan hakların taşıyıcısı yalnızca mülk sahibi ve belli oranda vergi veren beyaz erkekler olmuştur. “Batılı çoğulcu sanayi toplumlarının, vazgeçilmez hakların felsefi ve psikolojik öncüllerinin sadece belli kategorilerdeki kişilere uygulanabilir olmasının yarattığı rahatsız edici gerçeklikle yüzleşmek zorunda kaldıklarına” dikkat çeken Adamantia

Söz konusu taslak bildirgenin “Bilimin Nimetlerinden Yararlanma Hakkı” başlığını taşıyan 15. maddesine göre, “Herkes bilimsel keşifler ve icatlardan kaynaklanan nimetlere katılma hakkına sahiptir.” 74 Aslında Humphrey’nin kendisi de, “Montreal’de aralarında pek çok aydın ve sanatçının yer aldığı bir çevrenin üyesidir. O, Montreal’de Çağdaş Sanatlar Topluluğu’nun kuruluşunda yer almış ve bir süre başkan yardımcılığı yapmıştır. Bir sosyalist olarak Humphrey, herkesin benzer deneyimleri yaşama hakkı olduğunu düşünmekteydi” (Morsink, 1999:218). 73

160

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Pollis’e göre, “özerk, rasyonel ve çıkarcı ‘İnsan’ (Man) kavramı, tam olarak: bir kadın (woman) değil, erkek (man) kavramıdır ve tüm erkeklere değil sadece bazı –beyaz- erkeklere uygulanabilir” (Pollis, 1992:148). Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ilan edilmesinden iki yıl sonra, Olympe de Gouges Fransız Bildirgesi’ndeki erkek egemen anlayışı eleştiren kendi bildirgesini; “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirgesi”ni ilan eder. De Gouges bildirgesinin Önsöz’ünde şöyle yazar: Biz anneler, kız çocukları, kızkardeşler, ulusun temsilcileri, Ulusal Meclis'e alınmayı talep ediyoruz. Toplumun sefaletinin ve siyasal iktidarların ahlâki bozulmuşluğunun başlıca nedenlerinin, kadınların haklarının tanınmaması, unutulması ya da gözardı edilmesi olduğunu gözönüne alarak kadınların doğal, devredilemez ve kutsal haklarını bir bildirgeyle ilân etmeye karar verdik (De Gouges, 1996:186).

Öte yandan Birinci Bölüm’de de değinildiği gibi yirminci yüzyılın ilk yarısında kadın hakları alanında önemli gelişmeler yaşanır. John Humphrey anılarında, “Milletler Cemiyeti’nin kadınların koşullarını geliştirmek için bazı faydalı çalışmalar yaptığını ve BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Cemiyet’in bıraktığı yerden devam etmesi beklentisi içinde olduğunu” yazar (Humphrey, 1983:404). Gerçekten de Milletler Cemiyeti deneyiminin ardından kurulan Birleşmiş Milletler, kadın haklarının ilerletilmesi ve cinsiyet eşitliğinin egemen kılınmasında oldukça önemli bir aşamayı temsil eder. Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde de sadece İnsan Hakları Komisyonu değil, üyelerinin tamamı kadınlardan oluşan BM Kadının Statüsü Komisyonu da kadın haklarının ilerletilmesine kalıcı katkılar sunarlar. Kadınların sivil toplum kuruluşları da İnsan Hakları Komisyonu’nun toplantılarına aktif katılım gösterir. Cassin “Kadın örgütlerinin Bildirge’nin evlilik, aile ve çocuklarla ilgili hükümlerinin şekillenmesine yaptıkları katkıların özellikle değerli olduğunu ifade eder”75 (Akt. Korey, 1998:45). Kadın-erkek eşitliğine güçlü bir vurgu yapan BM Şartı kadın hakları alanında daha sonra yaşanacak gelişmelerin habercisidir. Cinsiyet temelinde ayrımcılığı özellikle yasaklayan Şart’ta kadınlara iki ayrı yerde atıf yapılır. Bunlardan biri belgenin Önsöz’de yer alır. Önsöz’ün ikinci paragrafında BM halklarının “temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların (…) hak eşitliğine olan inanç (…)” onaylanır. BM Şartı’nın Organlar’a

75

Bu kadın örgütleri arasında şunlar sayılabilir: Uluslararası Kadınlar Konseyi, Kadınların Uluslararası Demokratik Federasyonu, Uluslararası Katolik Kadınlar Cemiyetleri Birliği, Uluslararası İş ve Meslek Kadınları Federasyonu, Kadınların Uluslararası Örgütleri İşbirliği Komitesi, Amerikalılararası Kadın Komisyonu, Dünya Hıristiyan Kadınlar Alkolle Mücadele Birliği, Dünya Genç Kadınlar Hıristiyan Birliği.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

161

ilişkin III. Bölüm’ünde kadın erkek eşitliğine ilişkin düzenleme MC Misakı’nın 7. maddesinin bir tekrarı gibidir. Buna göre, “Birleşmiş Milletler’in erkekler ve kadınların ana ve yardımcı organlara herhangi bir sıfatla ve eşit koşullarda katılabilmelerine hiçbir kısıtlama konamaz.” BM Şartı ayrıca “ırk”, “dil”, “din” ile birlikte “cinsiyet” temelinde ayrımcılığı belgenin dört farklı yerinde (1, 13, 55 ve 76. maddelerde) yasaklar. Evrensel Bildirge’nin Önsöz’ünde de “erkek ve kadınların eşit hakları”na vurgu yapılır. Bildirge’nin 2. maddesi, cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklarken 16. ve 25. maddeler evlilikle ilgili eşit haklar ve annenin korunmasına dair hükümleri içerir. Bildirge ayrıca kadınlara çalışma hayatında, siyasal yaşama katılım ve oy hakkı konularında erkeklerle aynı hakları tanır. Bu konularla ilgili maddelerde kadınlara açık bir atıf yapılmamış olsa da taslak sürecindeki müzakere kayıtları “herkes” (everyone) kelimesinin delegeler tarafından açıkça kadınları da içerecek şekilde yorumlandığını gösterir. 18 üyeli BM İnsan Hakları Komisyonu’nunda iki kadın temsilci yer almıştır. Bunlardan biri ABD’den Eleanor Roosevelt diğeri ise, Hindistan’dan Hansa Mehta’dır. 1933-1945 yılları arasında ABD’nin “first lady”si olan ve ABD Başkanı Harry S. Truman tarafından 1946 yılında BM Genel Kurulu’na delege olarak atanan Eleanor Roosevelt, aynı zamanda İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk başkanıdır. Yaklaşık iki yıl süren taslak sürecinde bu konumunu yapıcı bir tarzda kullanarak Evrensel Bildirge projesinin yaşama geçirilmesinde etkin bir rol oynayan Roosevelt, bu nedenle 1968 yılında BM tarafından İnsan Hakları Ödülü’yle taçlandırılır. Roosevelt’e “Evrensel Bildirge’nin Öncüleri” başlıklı son bölümde daha kapsamlı bir şekilde yer verilmiştir. Taslak sürecinde öne çıkan bir diğer kadın delege Hindistanlı Hansa Mehta’dır (1897-1995). E. Roosevelt’le birlikte İnsan Hakları Komisyonu’nun iki kadın üyesinden biri olan Mehta, “Hindistan bağımsızlık hareketinin aktif katılımcısı ve İngiltere’nin yargılanmaksızın alıkonulma, sansür ve mülk müsaderesi gibi sömürgeci politikalarının sözünü esirgemeyen muhalifidir” (Glendon, 2001:35). “Baroda’da Kadınlar Koleji’nin kurucusu ve Hindistan Kadınlar Konferansı’nın (All-India Women’s Conference) başkanı olan” (Stienstra, 1994:82) Mehta, ayrıca “1949 yılında kabul edilen Hindistan Anayasası’nın haklarla ilgili bölümünün taslak yazımında yer alan iki kadın danışmandan biridir. O, bu süreçte peçe, çocuk evliliği, çok-eşlilik, miras yasalarındaki eşitsizlik, farklı kastlar arasındaki evlilik yasağına karşı mücadele vermiştir” (Glendon, 2001:90). “Hindistan delegesi Mehta, Avustralya delegesi William Hodgson’la birlikte uluslararası haklar belgesinin yaptırım mekanizmaları olmaması durumunda anlamsız olacağı görüşünün kararlı bir savunucusudur” (Humphrey, 1983:400). Bu doğrultuda Mehta, Bildirge’nin “mistik ve psikolo-

162

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

jik ilkeler içeren muğlak bir belge olmasına karşı çıkar” (E/CN.4/SR.2). “Bazı insan hakları ihlalleriyle ilgili İnsan Hakları Komisyonu’na yazılan dilekçelerin yanıtlanabilmesi için bir mekanizmanın kurulmasına ihtiyaç olduğunu savunanlar delegeler arasında yer alan (Normand & Zaidi, 2008:160) Mehta, ayrıca İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’nda “Güney Afrika’da Hintlilere karşı uygulanan ayrımcı politikaları da gündeme taşımıştır” (Humphrey, 1983:398). Evrensel Bildirge’nin nihai şeklinin cinsiyetçi dilden arınmasına en fazla katkı sağlayan isimlerden biri o dönemde “Danimarka Kadın Konseyi’nin başkanlığını yapmakta olan” (Humphrey, 1983:405) Bodil Begtrup’tur. 1946 yılında kurulan BM Kadının Statüsü Komisyonu’nun ilk başkanı olan Begtrup, İnsan Hakları Komisyon’u henüz kurulmadan önce “Danimarka delegasyonu adına BM Genel Kurulu’na üye devletlere kadınlara eşit siyasal haklar verilmesi çağrısı yapan ve üç maddeden oluşan bir karar önerisi sunmuş ve önerisinin ilk iki maddesi oybirliğiyle kabul edilmiştir”76 (Adami, 2018). BM Genel Kurulu’un Üçüncü Komite toplantılarında Bildirge’de yer alan ‘herkes’ kelimesinin kapsamına ilişkin tartışmalara katılan Begtrup, bu kelimenin “her erkek ve kadını kapsar şekilde anlaşılması gerektiğini ve sayılan hakların bazen erkekler ve kadınlara eşit olarak uygulanacağının tekrar Resim 9: Bodil Begtrup (solda). (Kaynak: www.un.org) edilmesinin arzu edilir olduğunu” söyler. O, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni hatırlatarak bu bildirgede “kadınların haklarından bahsedilmediğini hatta onların ima bile edilmediğini ama dünyanın o zamandan bugüne değiştiğini” de sözlerine ekler (A/PV.182). Begtrup, taslak sürecinde kadınları ilgilendiren başka konular söz konusu olduğunda da sözünü esirgemez. Örneğin kölelik yasağının tartışıldığı

76

Begtrup’un önerisi şöyledir: (1) Tüm üye devletlerde kadınlara oy hakkının tanınması, (2) Genel Sekreterlik’in tüm üye devletlere kadınlara oy hakkı tanınmasıyla ilgili BM Şartı’nın amaçlarını gerçekleştirmek için zorunlu tedbirleri alması gerekliliğini tebliğ etmesi, (3) Kadınların siyasal haklarının yeni üye devletlerde üyelik başvurusunda dikkate alınması (Adami, 2018).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

163

bir toplantıda “her türlü şekliyle kölelik ve köle ticaretinin” ifadesinin “kadın ticaretini de kapsayıp kapsamadığını sorar ve kadın ticareti yasağının da maddede açıkça yer alması gerektiğini” dile getirir (E/CN.4/AC.2/SR.4). Begtrup, uyrukluk hakkıyla ilgili bir başka müzakerede ise “pek çok kadının evlilik nedeniyle vatandaşlık hakkından mahrum bırakıldığını ve bu meselenin ayrı bir sözleşme konusu yapılması gerektiğini” savunur (E/CN.4/AC.2/SR.5). Bildirge’de anne ve çocuk haklarının birbirlerinden ayrılarak ele alınmasından memnuniyet duyan Begtrup ayrıca “Anneler” (Mothers) kelimesi yerine doğum öncesini de kapsadığı için “Annelik” (Motherhood) kelimesinin kullanılmasını teklif eder (E/CN.4/AC.2/SR.9). Yaşama hakkının tartışıldığı bir başka toplantıda Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu’nun temsilcisinin yaşama hakkına gebe kalındığı anda sahip olunması önerisine karşı çıkan Begtrup, “pek çok medeni ülkenin yasalarının kadının yaşamını korumak için kürtaja izin verdiğini” savunur (E/CN.4/AC.2/SR.2). BM Genel Kurulu’nun Üçüncü Komite toplantılarına katılan Pakistan delegesi Begum Shaista Ikramullah ise, aile ve evliliği düzenleyen 16. maddenin şekillenmesine katkı sağlayan delegelerden biridir. Ikramullah, 16. maddeyi özellikle çocuk evliliğinin ve tarafların rızası olmadan yapılan evliliklerin önlenmesi ile boşanma sonrası kadının korunmasının bir aracı olarak görür. Humphrey’nin “Latin Amerika’daki feminist hareketin liderlerinden ve BM’deki en etkili kadınlardan biri” (Humphrey, 1983:405) olarak nitelendirdiği Dominik Cumhuriyeti’nden Minerva Bernardino ise, “BM Şartı’nın ve sonrasında Evrensel Bildirge’nin taslak yazımında yer almış ve BM Kadının Statüsü Komisyonu’nun kuruluşuna önayak olmuştur” (Adami, 2018). Morsink, Bildirge’nin cinsiyetçi dilden arındırılmasında öncelikli rolü Danimarkalı delege Begtrup’la birlikte Sovyet delegasyonuna verir. Ona göre, “Begtrup’un agresif lobi faaliyetleriyle Sovyet delegasyonunun sürekli baskısı Bildirge’nin cinsiyetçi dile sahip olmayışının başlıca nedeni görünmektedir” (Morsink, 1999:117). Humphrey de “Sovyetler Birliği delegelerinin kadın-erkek eşitliği konusunda kendi ülkelerinin siciliyle gururlandıklarını ve (…) Batılı ülkelerin bu konudaki geri kalmışlıklarına sıkça saldırdıklarını” dile getirir (Humphrey, 1983:405). Örneğin Sovyet delegesi Pavlov, İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda ABD ve İngiltere’yi kadınların siyasal yaşama eşit katılımlarını sağlama konusunda gerekli adımları atmadıkları için eleştirir (A/C.3/SR.100). Pavlov konuyla ilgili şu kıyaslamayı yapar: “640 üyeli İngiliz Parlamentosu’nda sadece 24 kadın üye ve ABD Kongresi’nde ise, sadece 9 kadın üye bulunmaktadır. SSCB Yüksek Konseyi’nde ise, 227 kadın üye vardır ve bu oran dünyadaki tüm diğer parlamentolardaki orandan çok daha fazladır.

164

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Avrupa ve Amerika’daki 30 ülkede kadınlara seçme hakkı tanınmamaktadır” (A/C.3/SR.100). BM Şartı’nın cinsiyet ayrımcılığını açıkça yasaklayan hükümlerinden ilham alarak ve gene Şart’ın 68. maddesi uyarınca kurulan BM Kadının Statüsü Komisyonu, Evrensel Bildirge’de kadın haklarının güçlü bir şekilde yer almasında ve belgenin cinsiyetçi dilden arındırılmasında önemli bir paya sahiptir. Daha önce değinildiği gibi, 1946 yılının başında İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı üç alt komisyonunun kurulması planlanır. Bunlardan biri de “kadının statüsüyle ilgili sorunlarda Konsey’e önerilerde bulunması öngörülen Kadının Statüsü Alt Komisyonu’dur” (Stienstra, 1994:82). EKOSOK, bu doğrultuda hem oluşturulması planlanan İnsan Hakları Komisyonu için hem de Kadının Statüsü Alt Komisyonu için Hazırlık Komitesi kurulması kararı alır (E/38/Rev.1). Ancak EKOSOK’un 1946 yılının Haziran ayındaki İkinci Oturumu’nda “Kadının Statüsü Alt Komisyonu’nun başkanı Bodil Begtrup, ‘kadınların başka bir komisyona tabi olmak istemediğini’ dile getirerek, Kadının Statüsü Alt Komisyonu’nun Komisyon düzeyine yükseltilmesini önerir” (Humphrey, 1983:392). Begtrup bu önerisini “kadınların II. Dünya Savaşı sırasında erkeklerle yan yana verdikleri hizmetlerin karşılığında verilecek bir ödül olarak gerekçelendirir” (Stienstra, 1994:83). Konsey, 21 Haziran’daki oturumunda Begtrup’un İnsan Hakları Komisyonu vasıtasıyla değil de doğrudan EKOSOK’a erişebilmesine olanak sağlayan önerisini kabul eder. EKOSOK aynı kararda Kadının Statüsü Komisyonu’nun işlevini “Konsey’e siyasal, ekonomik, sosyal alanlar ile eğitim alanında kadın haklarının ilerletilmesi için tavsiyeler ve raporlar sunmak” olarak belirler. EKOSOK ayrıca, Kadının Statüsü Komisyonu’nun Konsey tarafından seçilen BM üyesi 15 ülkenin temsilcilerden oluşturulmasına karar verir (E/90 & E/84). 1947 yılının Mart ayındaki 4. Oturumu’nda ise Konsey, “kadın hakları ile ilgili konular ele alınacağı zaman İnsan Hakları Komisyonu’na Kadının Statüsü Komisyonu’ndan temsilcilerin oy hakkı olmaksızın katılmasını da kararlaştırır” (E/RES/48(IV), E/CN.4/AC.1/3).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

165

Resim 10: BM Kadının Statüsü Alt Komisyonu, 1946. Soldan sağa: Angela Jurdak (Lübnan), Fryderyka Kalinowsky (Polanya), Bodil Begtrup (Danimarka), Minerva Bernardino (Dominik Cumhuriyeti), Hansa Mehta (Hindistan). (Kaynak: www.un.org)

Kadının Statüsü Komisyonu kuruluş amacını şöyle açıklar: “Kadınların bugün sahip olduğu bu pozisyon kolay kazanılmadı ve hala çoğu kez amansız bir mücadele ve çok çalışma gerektirmekte. Fakat bugün tarihte ilk defa dünyanın tüm kadınları kendileri için tam eşitliği sağlamaya adanmış bir uluslararası örgütte bir komisyona sahipler” (Lauren, 2011:203). Humhrey ise, anılarında BM Kadının Statüsü Komisyonu’na ilişkin şu gözlemini dile getirir: Kadının Statüsü Komisyonu’nundaki delegeler kendilerini kişisel olarak konularına diğer tüm BM organlarındaki delegelerden daha fazla adamışlardı. Onlar, hükümetlerinin temsilcileri olmalarına rağmen dünyadaki tüm kadınlar için bir lobi gibi hareket etmişlerdi. BM’de Kadının Statüsü Komisyonu kadar bağımsız bir organ da yoktu. Pek çok hükümet, kendi ülkelerinde aktivist (militant) olan kadınları temsilci olarak atamıştı. Benim onlarla olan ilişkilerim asla İnsan Hakları Komisyonu üyeleriyle olduğu kadar yakın olmamıştı. Bunun nedeni, kısmen, Sekreterya’nın önerilerini daha az alma eğiliminde olmalarıydı. Onlar kararlarının çoğunu benim dâhil olmadığım özel, gayri resmi buluşmalarda almaktaydılar. (…) Kendimi Komisyon’da her zaman rahat hissettiğimi söyleyemem. Komisyon’un üyelerinin çoğu, başkanı bir erkek olan İnsan Hakları Dairesi’nin bir parçası olmaktan hoşnut değillerdi ve bazen bana oradaki mevcudiyetimin hoş karşılanmadığını hissettiriyorlardı. Bir gün koridorda Bayan Begtrup’la yürürken sırf havayı yumuşatmak adına ne olduğunu hatılayamadığım ama kadınların statüsüyle

166

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948) uzaktan alâkalı bir şaka yapmaya cesaret ettim. O, bana soğuk bir şekilde dönerek “Bu hikâyeyi neden anlattınız?” diye sordu. Bundan sonra bir daha asla ona şaka yapmaya cesaret edemedim ve Komisyon’un bir üyesiyle konuşurken şaka tercihlerimde çok daha dikkatli oldum (Humphrey, 1983:405-406).

Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde kadın hakları ve cinsiyet eşitliğiyle ilgili müzakereler bazı maddeler üzerine yoğunlaşır. Bunlardan biri Bildirge’nin birinci maddesidir. Bildirge’nin ilk taslaklarında birinci madde Türkçede herhangi bir cinsiyete atıf yapmayan fakat İngilizcede hem insan hem de erkek anlamına gelen “All men” (tüm insanlar) kelimesiyle başlar. Ancak bu ifade tarzı kimi delegeler tarafından yadırganır ve “all men” ifadesiyle ilgili hoşnutsuzluklarını sürecin en başından itibaren dile getirirler. Bunlardan biri de Sovyetler Birliği delegesi Koretsky’dir. Taslak Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda söz alan Koretsky, “[Komite] üyelerin ‘all men’ kelimelerinin her insanı kapsadığı yönünde bir kavrayışa sahip olduğunun anlaşıldığını ancak bunun aslında erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğüyle ilgili tarihsel bir düşünceyi ima ettiğini” söyleyerek söz konusu kullanımın “tüm insanları (all human beings) açık bir tarzda kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini” dile getirir. Avustralya delegesi Harry, Koretsky’nin önerisine “BM Şartı’ndaki kullanımın ‘mankind’ şeklinde olduğunu ‘mankind’ ve ‘womankind’ şeklinde olmadığını” söylerek karşı çıkar. Komisyon başkanı Roosevelt de “‘mankind’ kullanımının alışılagelmiş bir kullanım olduğunu ve ayrım yapmaksızın erkekler ve kadınlar anlamına geldiğini” söyleyerek Harry’ye destek verir (E/CN.4/AC.1/SR.13). Konuyla ilgili tartışmalar son bulmaz ve İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’na da taşınır. Bu defa söz alan Begtrup “men” kelimesinin “human beings” ile değiştirilmesini önerir. Hindistan delegesi Mehta ise, “‘all men’ ya da ‘should act towards one another like brothers’ (birbirlerine –erkek- kardeş gibi davranmalıdırlar) ifadelerinden hoşnut olmadığını” söyleyerek bu ifadelerin “kadınları dışlayacak şekilde yorumlanabileceğini ve modası geçmiş olduğunu” ve ‘men’ teriminin ‘human beings’ ya da ‘persons’ (kişiler) ile değiştirilmesini arzu ettiğini” sözlerine ekler (E/CN.4/SR.34). İnsan Hakları Komisyonu’nun bu oturumunda söz konusu talepler diğer üyeler tarafından kabul görmez. Ancak konuyla ilgili girişimler son bulmaz. Bu defa Kadının Statüsü Komisyonu’nun birinci maddeye ilişkin EKOSOK ve Genel Sekreterlik aracılığıyla İnsan Hakları Komisyonu’na gönderdiği yeni taslakla tartışma tekrardan gündeme gelir. Bu yeni öneride “all men” ifadeleri yerine “all people” (tüm insanlar) ve “like brothers” (kardeş gibi) yerine de “in the spirit of brotherhood” (kardeşlik ruhuyla) kullanılır. Kadının Statüsü Komisyonu temsilcisi Ledon,

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

167

diğer delegasyonların farklı önerileri arasından kendi önerilerine en yakın olan Belçika önerisini (all human beings) destekler (E/CN.4/SR.50). İnsan Hakları Komisyonu Üçüncü Oturumu’nda İngiltere-Hindistan ortak önerisi olan “all people, men and women” (tüm insanlar, kadınlar ve erkekler) ifadesini benimsemiş olsa da Sekreterya’nın Üçüncü Oturum için hazırladığı ve Üçüncü Komite’ye sunduğu taslak raporda birinci madde Komisyon’un kabul ettiği şekilde değil de “all human beings” ifadesiyle yer alır. İki metin arasındaki bu farklılığa, yani Komisyon’un benimsediği ile Sekreterya’nın raporundaki farklılığa rağmen madde metni EKOSOK’a onay için gönderilir. Bu hatanın bir sonucu olarak sonraki tüm taslaklarda madde, Belçika’nın önerdiği (aslında Koretsky’nin de sürecin en başında savunduğu) ve Kadın Komisyonu’nun desteklediği “all human beings” ifadesiyle başlar. Sonraki müzakerelerde tekrar gündeme gelmeyen bu ifade, Bildirge’nin nihai metininde mevcut haliyle yer alır. Evrensel Bildirge’nin iki istisna dışında cinsiyetçi dilden bütünüyle arınmış olduğunu söylemek mümkündür. Bu istisnalardan biri birinci maddedeki “kardeşlik” (brotherhood) kelimesidir. Kadının Statüsü Komisyonu, İngilizcede erkek kardeş anlamına gelen ve ilk taslaklarda “brothers” olarak yer alan bu kelimeden memnuniyetsizliğini dile getirir. Çinli delege Zung, “brothers” yerine “daha genel terimler olan ‘members of the same family’yi (aynı ailenin üyeleri)” önerirken, Hindistan delegesi, “in a spirit of brotherhood” (kardeşlik ruhuyla) kelimelerini önerir. Ancak İnsan Hakları Komisyonu, “savunulan fikri yeterince açıkladığı” düşüncesiyle “spirit of brotherhood” önerisini benimser (E/CN.6/SR.28). Bildirge’nin nihai formülasyonundaki bir diğer cinsiyetçi dil örneği 23. ve 25. maddelerde geçen ve İngilizcede cinsiyetlere atıf yapan “himself” ve “his” zamirleridir. Bildirge’nin çalışma hakkını düzenleyen 23. maddenin üçüncü fıkrası şöyledir: “Çalışan her kimsenin kendisine (himself) ve ailesine (his family) insanlık haysiyetine uygun bir yaşam sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.” 25. maddenin ilk fıkrası ise şöyle formüle edilmiştir: “Her kişinin gerek kendisi (himself) gerekse ailesi (his family) için yiyecek, giyim, mesken, tıbbî bakım, (…) hakkı vardır.” Bildirge’nin taslak sürecinde kadın lobisinin dikkatinden kaçan ve nihai metinde yer alan bu zamirler, aslında kadının toplumsal cinsiyet rolleriyle yakından ilgilidir. Bir toplumsal yapı ve ilişki olarak “aile”, kadın hakları savunucuları ve feministlerin teorik ve tarihsel araştırmalarının başlıca konularından biridir. Aileyle ilgili araştırma konulardan biri de aile içinde yeniden üretim sürecinde ve cinsiyet rollerinde önemli rolü olan “aile ücreti” (family wage) kavramıdır. Tarihsel olarak cinsiyetçi düşünce tarzının bir sonucu olan “aile ücreti kavramı, ataerkilliğin ve kadının erkeğe tabiiyetinin nahoş bir örneğidir.

168

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Erkek tarafından kazanılan aile ücreti öğretisi kadınların evle ilgili rolleri ve emek gücündeki ikincil ücret konumları için güçlü bir argüman sunar” (May, 1982:399). Ancak taslak sürecinde oldukça etkin olan kadın lobisi bu iki maddede geçen “his” ve “himself” terimlerinin cinsiyetçi olmayan başka ifadelerle değiştirilmesine dönük herhangi bir girişimde bulunmaz ve nihai metninde mevcut şekliyle yer alır. Taslak sürecinde kadın hakları ve cinsiyet eşitliğiyle ilgili bir diğer tartışma evlilik kurumuyla ilgili yaşanır. Evlilik konusu aslında ilk olarak yasa önünde eşitlikle ilgili bir konu olarak gündeme gelir. Cassin taslağında “Hukuki Statü” başlığı altında yer alan maddenin formülasyonu “Herkes, yasalara uygun olarak evlilik sözleşmesi yapma hakkına sahiptir” şeklindedir (E/CN.4/21) ve evlilikle ilgili tartışmalar da ilkin bu bağlamda ortaya çıkar. Taslak Komitesi'nin İkinci Oturumu’nda yasa önünde eşitlik ilkesi tartışılırken Sovyetler Birliği delegesi Pavlov, ABD’nin “Georgia eyaletinde evli bir kadının kocasından ayrı hukuki bir varlığının olmamasını” eleştirir. E. Roosevelt bu eleştiriye “temel medeni hakların [ABD’de] eyaletten eyalete farklılık gösterdiğini” söyleyerek yanıt verir (E/CN.4/AC.1/SR.37). DiğerbBazı delegeler ise, Komisyon’un Üçüncü Oturumu’nda ayrımcılık karşıtı genel maddenin (2. madde) yeterli olduğunu ve evlilikle ilgili ayrı bir maddenin gereksiz olacağını savunur. Pavlov önceki düşüncesinde ısrar ederek bu görüşe karşı çıkar. Ona göre, “bazı durumlarda bir kadın kocasından ayrı bir hukuki kişiliğe sahip değildir. Komisyonun görevi, bugün bazı ülkelerde halâ egemen olan cinsiyet temelli ayrımcılığı da içerecek şekilde her türlü ayrımcılıkla mücadele etmektir” (E/CN.4/SR.58). Kadının Statüsü Komisyonu da konuyla ilgili bir rapor hazırlar. BM Şartı’nda yer alan ve örgütün amaçları arasında sayılan “erkek ve kadınların eşit hakları”na atıf yapan Komisyon raporunda resmi nikâhın içermesi gereken haklar sayılır77 (E/281/Rev.1). Ancak taslak sürecinde kadın haklarıyla ilgili en yoğun tartışmalar boşanma konusunda yaşanır. Evlilikle ilgili maddede boşanma konusuna da değinilmesi gerektiğini savunan delegeler bu konuya da bir temel hak olarak değil, daha çok ayrımcılık yasağı bağlamında yaklaşırlar. Boşanma konusu ilk defa –her ne kadar daha sonra geri adım atmak zorunda kalsa da- ABD delegasyonunun önerisiyle gündeme gelir. ABD’nin İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’ndaki önerisi şöyledir: “Kadınlar ve erkekler evlenme ve eşini seçme özgürlüğüne ve evliliğin dağılmasında eşit çözüme erişim hakkına sahip-

77

Buna göre resmi nikâhın, seçim özgürlüğü, eşit velayet hakkı, tek eşlilik, eşit boşanma hakkı, uyruğunu muhafaza etme hakkı, sözleşmeler yapma hakkı, kendi mülkiyetine sahiplik hakkı, hamile kadınlara ücretli izin, kadınların eğitime eşit erişimi gibi hakları da barındırması gerektiği vurgulanır.

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

169

tir” (E/CN.4/AC.2/SR.6). Bildirge’de boşanma konusuna yer verilmesi girişimine en fazla tepki bazı Latin Amerikalı temsilcilerinden ve toplantılara gözlemci olarak katılan inanç temelli kimi örgütlerden gelir. Uluslararası Katolik Kadınlar Cemiyetleri Birliği (International Union of Catholic Women Leagues) ve Uluslararası Hristiyan Sendikalar Federasyonu (International Federation of Christian Trade Unions) maddede boşanmaya atıf yapılmaması yönünde görüş bildirirler. Panama temsilcisi Amado ise, “Bazı devletlerin kiliseyle sözleşmelere (Concordats) dayanan yasalara bağlı olduğunu ve önerilen metni kabul etmeye izin vermeyen yükümlülüklere sahip olduğunu” söyler (E/CN.4/AC.2/SR.6). Komisyon’un bu oturumunda boşanmaya ilişkin yürütülen müzakereler bir uzlaşıyla sonuçlanmaz. Ancak boşanma konusu 1948 yılının Ocak ayında Kadının Statüsü Komisyonu’nun EKOSOK’a sunduğu raporla bir kere daha gündeme gelir (E/CN.6/74). Komisyon, 13. maddeyle ilgili değişiklik önerisinde boşanmaya da yer verir78 (E/CN.6/SR.28). Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu’nda Komisyon’un bu önerisine tepki gene Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu temsilcisinden gelir. Ona göre, “Evliliğin dağılması milyonlarca Hıristiyan için kabul edilemezdir ve önerilen metin bu inançla çatışır. Erkekle kadın arasındaki tam eşitlik ilkesi muhafaza edilmeli ve bu ilkeyi evliliğin dağılmasına da uygulamak isteyenler bunu Hıristiyanların duygularını incitmeden yapabilmelidirler” (E/CN.4/AC.1/SR.38). Ancak tüm itirazlara rağmen evlilikle ilgili 16. maddede erkeklerle kadınların sadece evlilik sırasında değil boşanmada da eşit haklara sahip olduğu şeklindeki hüküm Bildirge’nin nihai formülasyonunda yer alır. Aileyle ilgili tartışmalardan biri de İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda yaşanır. Lübnan delegesi Malik bu oturumda aileyle ilgili maddeye şu eklemenin yapılmasını önerir: “Evlilikten kaynaklanan aile, toplumun doğal ve temel birimidir. Yaratıcı tarafından pozitif hukukun üzerinde vazgeçilmez haklarla donatılmıştır ve bizatihi devlet ve toplum tarafından korunmalıdır.” Malik, “Bildirge’de aileden sadece bir defa bahsedildiğini” söyledikten sonra “toplumun bireylerden değil, gruplardan oluştuğunu” savunur. Ona göre aile de “bu grupların ilk ve en önemli birimidir. İnsan hak ve özgürlükleri temelde aile içinde kazanıldığından daha fazla önemi hak etmektedir”79 (E/CN.4/SR.37). Sovyetler Birliği delegesi Bogomolov, Malik’in aile tanımına karşı çıkar ve bu tanımın “Sovyet delegasyonu tarafından kabul edilemez oldu-

Kadın Komisyonu’nun önerisi şöyledir: “Erkekler ve kadınlar evlilik sözleşmesi ve evliliğin sona ermesinde (dissolve marriage) yasalar uyarınca eşit haklara sahiptir.” 79 Malik önerisinde Yaratıcıya atıf yapılmasının nedenini ise, “ailenin kendi kendisini yaratamayacak olmasıyla” açıklar. 78

170

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

ğunu” söyler. Ona göre, “dünyada her biri insanların belli ekonomik koşullarına karşılık gelen çeşitli formlarda evlilik ve aile yaşamı vardır. Farklı dinler kadının aile içindeki konumuyla ilgili farklı görüşlere sahiptir. Bazı dinler çok eşli ailelere onay verirken bazıları erkek ve kadının eşit statüde olmasına onay vermez” (E/CN.4/SR.37). Bogomolov’un çok-eşliliği olumlayıcı bu sözleri şüphesiz ki taslak sürecinde kadın haklarının güçlü bir savunucusu olan Sovyetler Birliği’nin genel yaklaşımıyla bağdaşmaz. Malik’in önerisinin ilk kısmı Komisyon’da kabul görürken, Yaratıcıya ve ailenin vazgeçilmez haklarına atıf yapılan ikinci kısmı delegeler tarafından reddedilir. Malik’in önerisinde ayrıca ailenin “temel” olduğu kadar “doğal” bir kurum olarak nitelendirilmesi bir başka cinsiyetçi bakış açısına kapı aralar. Çünkü ailenin “doğal” bir kurum olarak nitelendirilmesi, onun karşı cinsler arasında salt üreme amaçlı bir birliktelik olması şeklindeki yorumlara yol açabilecektir. Bu yaklaşım günümüzde de (başta Roma Katolik Kilisesi olmak üzere) eşcinsel evliliklere karşı olanların temel savıdır. Aslında LGBT hakları 20. yüzyılın ortalarında henüz gündemde değildir ve muhtemelen taslak yazımcıların sorun edindiği bir konu da olmamıştır. Ancak “doğal kelimesi, tüm delegeler tarafından olmasa da çoğunluğu tarafından muhtemelen evlilik ve ailenin heteroseksüel karakterine bir referans olarak yorumlanmıştır” (Morsink, 1991:239). İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda Uruguay delegesi Fontaine’in maddedeki “doğal” kelimesinin kaldırılması önerisi ise, kabul görmez ve aile, nihai metinde Malik’in önerdiği şekilde; “toplumun doğal ve temel bir birimi” olarak yer alır (E/CN.4/SR.58). Komisyon’un aynı oturumunda Malik’in önerisinde yer alan ailenin “evlilikten kaynaklandığı” ifadesi ise kaldırılır. “Gayri meşru çocuklar ve onların korunma hakkı bu değişikliğin temel nedenidir” (Morsink, 1991:240). Evlilik dışı doğan çocukların korunmasına yönelik bir başka hüküm 25. maddede yer alır. Maddenin anne ve çocuğa ilişkin ikinci fıkrasına göre “Bütün çocuklar, evlilik içinde ya da dışında doğsunlar, aynı sosyal korumadan faydalanırlar.” Maddenin bu fıkrası ilk olarak Yugoslavya’nın önerisiyle gündeme gelir. Bu öneride “gayri meşru çocukların meşru çocuklarla eşit ve aynı sosyal koruma hakkına sahip oldukları” yazar. Yugoslavya’nın önerisini Norveç delegasyonunun önerisi izler. Bildirge’nin ilgili maddesinin nihai formülasyonuyla büyük oranda benzerlik taşıyan Norveç’in bu önerisi şöyledir: “evlilik dışı doğan çocuklar, evlilik içinde doğan çocuklarla aynı sosyal korunma hakkından yararlanırlar” (A/C.3/344). Taslak sürecinin son aşaması olan Üçüncü Komite toplantılarında ele alınan ve son şekli İnsan Hakları Komisyonu’nun Üçüncü Oturumu’nda verilen aile ve evlilikle ilgili 14. madde (Bildirge’nin son şeklinde 16. madde) üç ayrı fıkradan oluşmaktadır: “(1) Reşit erkekler ve kadınlar evlenme ve aile kurma

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

171

hakkına ve evlilikte eşit haklara sahiptir. (2) Evlilik, sadece her iki eşin tam onayıyla başlar. (3) Aile, toplumun doğal ve temel birimidir ve korunmaya hakkı vardır” (E/800). Maddenin bu şekliyle Üçüncü Komite Taslağı arasındaki farklardan biri, birinci fıkrada evlenme hakkının “ırk, uyrukluk ve din nedeniyle sınırlanmaksızın” ifadesi ile “evliliğin dağılmasında” ifadesinin eklenmiş olmasıdır. İkinci paragraftaki fark ise, Lübnan delegesinin önerisiyle evliliğin sadece tarafların “tam” onayıyla değil, aynı zamanda “özgür” onayıyla başlıyor olmasıdır. Üçüncü paragraftaki değişiklik ise, SSCB tarafından önerilen ailenin “toplum ve devlet tarafından” korunmasıdır. Kadın lobisinin Sosyalist blokla birlikte taslak sürecinde mücadelesini verdiği bir diğer konu kadınların siyasal-kamusal yaşama katılım ve özellikle de oy hakkına ilişkindir. Bildirge’nin ilk taslaklarında “herkesin” siyasal yaşama katılım hakları düzenlenmiş ve güvence altına alınmıştır. Ancak Kadının Statüsü Komisyonu, evlilikle ilgili maddelerde olduğu gibi siyasal katılımla ilgili maddelerde de kadınlara karşı ayrımcılık yasağına ilişkin ifadelerin daha güçlü bir şekilde vurgulanması için girişimde bulunur. İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda Kadının Statüsü Komisyonu temsilcisi Uralova “taslak maddelerin siyasal ve ekonomik alanlarda halâ eşitlik mücadelesi veren kadınların haklarını açık bir şekilde tanımlamadığını” söyler. Komisyonun başkanı Begtrup ise, “pek çok ülkede oy hakkıyla ilgili uygulamada sınıf, gelir ve cinsiyet sınırlamaları olduğunu ve “seçim” kelimesinin önünde “eşit” kelimesini görmek istediğini” dile getirir. Begtrup’un bu önerisi Uluslararası Kadın Konseyi ve Uluslararası Kadınların Katolik Örgütleri Birliği gibi örgütler tarafından da desteklenir. Uluslararası Kadınların Katolik Örgütleri Birliği temsilcisi Romer, kadınların dayanışmasına vurgu yaparak “eşit siyasal haklarla ilgili olarak maddede ‘herkes’ kelimesine kadınlara karşı ayrımcılık olmayacağına dair bir yorum eklenmesini” önerir (E/CN.4/AC.2/SR.7). Aynı toplantıda Beyaz Rusya temsilcisi Stepanenko, “taslaklarda bireyin kendi hükümetine katılım hakkının eksik bir tarzda ifade edildiğini” söylerek yeni bir öneri sunar.80 Ancak gene evlilikle ilgili madde tartışmalarında yaşandığı gibi bazı delegasyonlar Bildirge’nin ayrımcılık karşıtı 2. maddesinin yeterli olacağını ve böylesi tekrarlardan kaçınılması gerektiğini savunur. Sonuçta siyasal yaşama katılımla ilgili 21. maddede kadınlara ayrımcılık yasağı bağlamında özel bir atıf yapılmaz.

80

Stepanenko’nun ayrımcılık yasağının oldukça geniş tutulduğu bu önerisine göre, “Her devletin tüm yurttaşları ırk, cinsiyet, dil, din, servet, eğitim, ulusal ya da toplumsal köken gözetilmeksizin, evrensel, serbest ve genel seçimlerle kendi hükümetlerinin tüm organlarını seçme ve bu organlara seçilme hakkına sahiptir.”

172

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

2.8 Sivil Toplum Kuruluşları İlk bölümünde de değinildiği gibi iki dünya savaşı arası dönemde insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına dönük girişimler büyük oranda sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülmüştür. STK’lar BM Şartı’nda insan haklarına güçlü bir tarzda vurgu yapılmasında ve bir insan hakları komisyonunun kurulmasına dair bir hükmün Şart’ta yer almasında da çok önemli bir rol oynamıştır. STK’lar ayrıca BM Şartı’nın 71. maddesi gereğince Evrensel Bildirge’nin taslak sürecine sınırlı da olsa katılma şansına sahip olmuşlardır. 81 EKOSOK, söz konusu maddeye istinaden BM’nin UNESCO, FAO gibi uzman kuruluşlarının temsilcileri için olduğu gibi bazı STK’ların temsilcilerinin de İnsan Hakları Komisyonu toplantılarına katılımına oy hakkı olmaksızın olanak tanımıştır. Ancak “çok sayıda STK’nın danışma statüsüne sahip olmak için başvurması üzerine bu örgütler önem sıralarına göre (A, B ve C olmak üzere) üç kategoriye ayrılır. 1947 yılı itibariyle BM’ye akredite olan 69 STK’dan sadece 4’ü ulusal düzeydedir” (Willetts, 2011:13). Ayrıca İnsan Hakları Komisyonu, Birinci Oturumu’nda “Taslak Komitesi’ni İnsan Hakları Bildirgesi’nin ön taslağının hazırlanması çalışmaları boyunca A kategorisinde olan STK’lardan temin edilecek bütün belgelerden faydalanabileceği konusunda yetkilendirir” (Malik, 2000:47). İnsan Hakları Komisyonu’nun toplantılarına temsilci gönderen A kategorisindeki STK’ların önemli bir oranını dini gruplar ile kadın ve işçi örgütleri oluşturur. Komisyonun toplantılarına temsilci gönderen dini gruplar arasında Dünya Musevi Kongresi, Musevi Örgütleri Koordinasyon Kurulu, Amerikan Musevi Komitesi, Musevi Örgütleri Danışma Konseyi, Agudath Israel Dünya Örgütü, Dünya Kiliseler Konseyi, Uluslararası İlişkilere Dair Kiliseler Komisyonu, Uluslararası Barış İçin Katolik Birliği gibi örgütler yer alır. Kadın örgütleri de toplantılara aktif katılım sağlayan bir diğer gruptur. Bu kadın örgütleri arasında Uluslararası Kadınlar Konseyi, Kadınların Uluslararası Demokratik Federasyonu, Uluslararası Katolik Kadınlar Cemiyetleri Birliği, Uluslararası İş ve Meslek Kadınları Federasyonu, Uluslararası Kadın Örgütleri İşbirliği Komitesi, Amerikalılararası Kadın Komisyonu, Dünya Hıristiyan Kadınlar Alkolle Mücadele Birliği, Dünya Genç Kadınlar Hıristiyan Birliği başı çekenlerdir. Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu (WFTU), Amerikan İşçi Federasyonu (AFL), Uluslararası Hıristiyan İşçi Sendikaları Federasyonu gibi işçi örgütleri de Komisyon

81

Söz konusu maddeye göre “Ekonomik ve Sosyal Konsey kendi yetkisine giren konularla ilgili sivil toplum kuruluşlarına danışmak için gerekli düzenlemeleri yapabilir. Bu düzenlemeler uluslararası örgütlerle ve gerektiğinde Birleşmiş Milletler’in ilgili üyesine danışıldıktan sonra ulusal örgütlerle de yapılabilir.”

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

173

çalışmalarına katılan STK’lar arasındadır. Bu işçi örgütleri arasında özellikle ikisi; WFTU ile AFL süreçte oldukça etkindir. İnsan Hakları Komisyonu’nun Birinci Oturumu’nda SSCB delegesi Tepliakov, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu’nun (WFTU) önemine dikkat çeker. Tepliakov, “56 ülkede 71 milyon üyesiyle WFTU’nun tüm dünya işçilerini temsil eden en sahici organ olduğunu” ve bu önemi nedeniyle WFTU’ya A kategorisinde danışma statüsü verilmesini ister. Taslak sürecinde son derece aktif bir diğer işçi kuruluşu ABD’nin en köklü sivil toplum kuruluşlarından biri olan ve 1946 yılında BM’ye bir taslak insan hakları bildirgesi de sunan Amerikan İşçi Federasyonu’dur. Komisyon toplantılarına katılan diğer STK’lar arasında Uluslararası Kooperatif İttifakı, Parlamentolararası Birlik, Uluslararası Kızıl Haç Komitesi, Birleşmiş Milletler Birlikleri Dünya Federasyonu, Uluslararası Katolik Sosyal Hizmet Birliği gibi örgütler yer alır. Sivil toplum kuruluşlarının İnsan Hakları Komisyonu’nda gözlemci sıfatıyla yer almaları ve değerlendirmelerinin arşiv kayıtlarına sınırlı bir şekilde geçmesi nedeniyle onların sürece ne derece katkı sağladıklarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek zordur. STK’lara dair kapsamlı bir çalışma yapan William Korey, “bazı STK’ların taslak yazımcılarla yakın temas içinde olmalarının sürpriz olmayacağını ama bu alanda somut verilere dayanan detaylı bir çalışmanın henüz yapılmadığını” dile getirir. Korey, “taslak sürecinin önemli isimlerinin yıllar sonra verdikleri bazı demeçlerden yola çıkılarak belli bir kanaate sahip olunabileceğini” düşünür (Korey, 1998:45). Bu önemli isimlerden biri olan İnsan Hakları Komisyonu’nun raportörü Charles Malik, 1973 yılındaki bir değerlendirmesinde şunları dile getirir: Aralarında özellikle Musevi, Katolik ve Protestan dini grupların yer aldığı STK’lar çağdaş dünyada insanın değeriyle içtenlikle ilgilenmişti. Bu kuruluşlar bizimle yakın temas halindeydi ve onların yerinde önerilerinden faydalandık. Bildirge metnindeki çeşitli kelimelerde, fıkralarda ya da maddelerde bu önerilerin izleri sürülebilir (Akt. Korey, 1998:45).

STK’ların katkısına ilişkin bir başka değerlendirme de Bildirge’nin mimarlarından biri olan René Cassin tarafından 1968 yılında yapılır. “Cassin, ‘STK’ların gerek Komisyon gerekse Genel Kurul aşamasında yer aldıklarını, işbirlikleri ve makul değerlendirmeleri için onlara şükran borçları olduğunu’ dile getirir” (Akt. Korey, 1998:45). Taslak sürecinin bir diğer önemli ismi Humphrey de Bildirge’nin yazımının iki yıl gibi uzun bir zamana yayılmasının “uzman kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarının nihai sonuca katkıda bulunabilmesine daha fazla olanak sağladığını” vurgular (Humphrey, 1984:14). *

174

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Yukarıda vurgulandığı gibi Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinde STK’ların Bildirge’nin şekillenmesine katkılarına dair bilgimiz oldukça sınırlıdır. Ancak ABD’de faaliyet gösteren siyah hakları savunucusu iki sivil toplum örgütünün yankı uyandıran girişimleri bunun bir istisnasını oluşturur. BM’nin kuruluşu ve özelikle BM Şartı’nda yer alan insan haklarına dair hükümler dünya çapında hak ihlâline uğrayanların mağduriyetlerinin giderilmesi için bir umut olur. “İnsan Hakları Komisyonu beklenmedik bir şekilde dünyanın dört bir tarafından gönderilen bir dilekçe akınına maruz kalır. Kendi hükümetleri tarafından temel hakları ihlâl edilen binlerce kişi, Komisyon’dan Şart’ın hükümlerinin kendilerine de uygulanmasını talep eden dilekçeler yazarlar” (Lauren, 2011:212). ABD yurttaşı Afrikalı-Amerikalılar da Şart’ın ayrımcılık yasağıyla ilgili hükümlerini maruz kaldıkları ırkçı-ayrımcı uygulamaları uluslararası kamuoyunun gündemine taşımak için bir fırsat olarak görürler. Aslında ABD’de ırkçı-ayrımcı muameleye maruz kalanlar sadece Afrikalı Amerikalılar da değildir. Örneğin, “1946 yılında New York’ta bir otel Etiyopya, Liberya ve Haitili BM delegasyonlarına oda vermeyi reddetmiş ve sorun BM Genel Sekreteri’nin bizzat devreye girmesiyle çözülebilmiştir. Aynı yıl BM’nin 200 siyahi çalışanı barınma konusunda ırk ayrımcılığını protesto eden bir dilekçeye imza atmıştır” (Normand & Zaidi, 2008:163). ABD’deki ırkçı-ayrımcı yasa ve uygulamaları BM gündemine ilk taşıyan Ulusal Siyahi Kongresi (National Negro Congress, NNC) olur. BM İnsan Hakları Komisyonu kurulmadan önce, 1946 yılının Haziran ayında NNC, ABD’de siyahlara karşı ayrımcı uygulamaları araştırması ve düzeltici önlemler alması için BM Genel Sekreterliğine 9 sayfalık bir dilekçe yazar (NNC, 1946). “NNC liderleri, 13 milyon Afrikalı Amerikalının maruz kaldığı muameleyi bu şekilde BM gündemine taşımaktan rahatsız olduklarını fakat ABD’deki tüm anayasal yolların tüketilmiş olmasından dolayı konuyu ‘insanlığın en yüksek mahkemesi’ne; BM’ye taşımak zorunda kaldıklarını dile getirir” (Anderson, 1996:545). Ancak BM Genel Sekreterliği “ABD’li siyahların haklarının ihlâl edildiğine dair sunulan kanıtların yetersizliğini ve ayrıca Şart’ın BM’ye devletlerin ‘içişlerine müdahale’ yetkisi vermediğini gerekçe göstererek başvuruyu reddeder. Dahası Ulusal Siyahi Kongresi, bu girişimi nedeniyle FBI tarafından organize edilen bir kampanyayla komünist ve anti-Amerikancı olmakla itham edilir” (Normand & Zaidi, 2008:163). NNC’nin dilekçesinin reddedilmesi aslında sürpriz değildir. Zira dönemin pek çok hükümeti benzer dilekçelerin kendilerine karşı da verilebileceğinin ve bunun içişlerine müdahalenin kapısını aralayabileceğinin farkındadır. Ancak insan hakları ihlâlerinin NNC dilekçesiyle BM’ye taşınması ABD’de yerli ve

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

175

siyahi yurttaşlara karşı uygulanan politikaların dünya kamuoyunda daha fazla görünür olmasına yol açar. Diğer yandan ırkçı-ayrımcı uygulamaların ABD’nin Soğuk Savaş döneminde “özgür dünya”nın lideri olma imajına zarar vereceği endişesi de güçlenmeye başlar. Başkan Truman’ı bu konuda artık harekete geçmek zorunda bırakan gelişme ise, “bir grup Afrikalı Amerikalı sivil toplum liderinin Truman’ı ziyaret ederek siyahlara yönelik bazı korkunç linç olaylarını bizzat aktarmasıdır” (Hechler, 2007:53). Başkan Truman bu ziyaretin ardından “1946 yılının Aralık ayında medeni hakların daha uygun ve etkin korunmasının araçları ile yöntemlerine dair bir rapor hazırlaması için 15 saygın ABD yurttaşından oluşan çok-ırklı Sivil Haklar Komitesi’nin (President’s Committee on Civil Rights, PCCR) kurulması talimatını verir” (Gardner, 2002:15). “ABD’nin çağdaş sivil haklar hareketinde çok önemli rol oynayacak olan Komite’nin ‘Hakları Güvenceye Almak’ (To Secure These Rights) adlı raporu bir yıl sonra 1947 yılının Kasım ayında tamamlanarak yayınlanır” (Juhnke, 1989:606). Komite, raporunda Truman’ı “Kendi siyahi yurttaşlarımızın maruz bırakıldığı muamelenin Pasifik, Latin Amerika, Afrika, Yakın, Orta ve Uzak Doğu’da tüm renkli derili halklara yönelik bir tavır olarak algılandığı ve Avrupa’daki Komünist propagandacıların ekmeğine yağ sürdüğü” konusunda uyarırır (PCCR Report, 1947). Nitekim ABD’deki ırkçılık ve ayrımcılık taslak sürecinde özellikle Sovyetler Birliği tarafından sık sık gündeme getirilecektir. NNC’nin dilekçesinden bir yıl sonra Bildirge’nin taslak yazım sürecinin henüz başladığı bir dönemde ABD’nin en köklü siyah hakları savunucusu diğer bir sivil toplum kuruluşu olan Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik (NAACP) tarafından BM’ye ikinci bir dilekçe verilir. NAACP’ın dilekçesi oldukça provakatif bir başlığa sahiptir: Dünyaya Çağrı: ABD’de Siyahi Yurttaşların Durumundaki Azınlıkların İnsan Haklarının İnkârına Dair Bildirge ve BM’nin Tashihine Dair Başvuru (NAACP, 1947). Önceki NNC girişiminin aksine çok daha kapsamlı olan bu dilekçe, her biri ayrı bir yazar tarafından kaleme alınan altı bölümden oluşur. Bölümlerin bir kısmı geçmişte ve o dö- Resim 11: “Dünyaya Çağrı”. (Kaynak: nemde Afrikalı Amerikalıların maruz www.crmvet.org)

176

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kaldığı ayrımcı uygulamaları bazı sosyolojik verilere dayanarak ele alırken, son bölüm BM Şartı hükümlerinin insan hakları ve azınlık hakları açısından uygulanabilirliğini değerlendirir. BM’den kendi hükümetleri tarafından koruma görmeyen Afrikalı Amerikalıların haklarının savunulmasını talep eden dilekçesinde NAACP, dünya kamuoyuna şöyle seslenir: “Dünya Halkları, biz Amerikalı Siyahlar size bir çağrıda bulunuyoruz; Amerika’da maruz kaldığımız muamele sadece ABD’nin bir iç meselesi değildir. Bu, insanlığın temel bir meselesidir” (NAACP, 1947). Dilekçenin verildiği “BM İnsan Hakları Dairesi başkanı Humphrey, NAACP’ı BM’ye sadece üye devletlerin dilekçe verebileceği konusunda uyarır ve başta NAACP’ın yönetim kurulu üyesi Eleanor Roosevelt olmak üzere ABD delegasyonunun söz konusu girişimden rahatsızlığını iletir82” (Normand & Zaidi, 2008:164). Ancak NAACP’ın Başkanı “Walter White, özel bir görüşmede Roosevelt’i ‘dünyanın her yanından basının kendi dilekçelerinin bir nüshasını istedikleri ve meselenin artık sümen altı edilemeyeceği’ konusunda uyarır” (Lauren, 2011:213). White’ın uyarısı sonuç vermez ve dilekçe, BM’yi harekete geçirmek amacıyla Başkan Truman’ın Sivil Haklar Komitesi raporunun yayınlanmasından kısa süre önce “1947 yılının Kasım ayında ABD’deki tüm önemli gazete ve dergilerle paylaşılır. Dilekçenin paylaşılmasının ardından yapılan değerlendirmelerin çoğunluğu ayrımcı uygulamaların ABD’nin uluslararası güvenirliğine zarar verdiğini teyit eder” (Berg, 2007:82; Lauren, 2011:213). “Dilekçeyle talep edilen şey muğlâk olsa da asıl amaç zaten ABD’deki ayrımcı uygulamalara dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir. Nitekim bunda da başarılı olunur ve dilekçe yüzlerce Afrikalı Amerikalı sivil toplum örgütünün desteğini alır” (Henry & Trash, 1996:64). Sonrasında dilekçe BM insan hakları hiyerarşisinde en altta yer alan Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu’na gönderilir. Yani, bir anlamda sürüncemede bırakılacağı “komisyona havale edilir.” Ancak NAACP’ın dilekçesi “Hindistan, Pakistan, Polonya, Mısır, Etiyopya, Belçika, Haiti, Meksika, Norveç, Çin, Dominik Cumhuriyeti tarafından desteklenir” (Henry & Trash, 1996:64). Fakat dilekçeye asıl destek aslında devletlerin egemenlik haklarını her fırsatta ve katı bir tarzda savunan ve dilekçe hakkının BM Şartı’na aykırı olduğunu ileri süren Sovyetler Birliği’nden gelir. Devletlerin egemenlik hakkını tehdit eden mahiyetine rağmen Soğuk Savaş atmosferinin yükselişe geçtiği bir dönemde Sovyetler Birliği, NAACP’ın dilekçesini

82

“Roosevelt, Amerikalı siyahilerin Sovyetlere daha fazla Soğuk Savaş malzemesi vermek yerine başarısız olmuş bir kampanyanın peşini bırakmanın ‘uzun vadede daha büyük bir fayda sağlayacağını’ söyler” (Moyn, 2017:92).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

177

ABD’yi zor durumda bırakacak önemli bir fırsat olarak görür. NAACP’ın dilekçesi İnsan Hakları Komisyonu toplantılarında ABD ile Sovyetler Birliği’nin birbirlerini insan hakları karneleri bakımından karşılıklı olarak suçlamalarına sebep olur. NAACP’ın dilekçesinin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından Sovyetler Birliği temsilcileri ABD’deki linç olaylarını 1947 yılının Kasım ayında toplanan Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komitesi (E/CN.4/Sub.2/SR.7) ile aynı yılın Aralık ayında toplanan İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu’nda gündeme taşır. (E/CN.4/SR.35) ABD’deki ırkçılık, Sovyet delegesi Pavlov tarafından BM üyesi tüm devletlerin temsilcilerinin katıldığı Üçüncü Komite toplantılarında da gündeme getirilir. Pavlov, NAACP tarafından sunulan dilekçeye atıf yaparak “ABD’de 1883 ve 1923 yılları arasında yılda ortalama 200’den fazla linç olayının yaşandığını, 1945 ve 1946 yılları gibi yakın bir tarihte ise, onlarca vahşi linç eyleminin gerçekleştirildiğini” dile getirir. Roosevelt, Pavlov’un eleştirilerini “kendi ülkesindeki bazı linç olaylarından üzüntü duyduğunu fakat böylesi uygulamaların istisnai bir durum ve yasanın ihlali olduğunu” söylerek yanıtlar. Roosevelt ardından bu şiddet eylemlerinin “ülkesinde en azından hukuken yasak ve cezai yaptırımlara tabi kılındığını ancak Sovyetler Birliği’nde uygulanan dinsel ve siyasal eziyetlerin ve infazların bir devlet politikası olduğunu” sözlerine ekler (A/C.3/SR.102). Aynı toplantıda “ABD’de linç geleneğinin hâlâ hüküm sürdüğünü” dile getirerek Pavlov’a destek veren Yugoslavya delegesi Dedijer ise, “Başkan Truman tarafından oluşturulan Medeni Haklar Komitesi’nin raporunda da bunların kabullenildiğini ve ABD’nin belli bölgelerindeki linç uygulamalarının siyasal ayrımcılığın bir aracı olduğunu” dile getirir (A/C.3/SR.103). Daha önce de vurgulandığı gibi BM Şartı, her ne kadar ayrımcılık yasağını hükme bağlasa da, aslında uygulamaya ilişkin herhangi bir mekanizma öngörmez. Dahası ihlâl barış için bir tehdit oluşturmuyorsa devletlerin içişlerine müdahaleyi sınırlandıran bir “iç yargı yetkisi” hükmüne yer verir. Dolayısıyla, her ne kadar Şart bireyleri uluslararası hukukun süjesi olarak kabul etmiş olsa da bireylerin o dönemde BM organlarına hak ihlâlleriyle ilgili dilekçe haklarının olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Sonuçta, EKOSOK “5 Ağustos 1947 tarihinde İnsan Hakları Komisyonu ile Kadınların Statüsü Komisyonu’nun gerek insan haklarıyla gerekse kadınların statüsüyle ilgili şikâyetler konusunda işlem yapma yetkisine sahip olmadığına yönelik bir karar alır.” “EKOSOK, BM’ye uzun süre egemen olacak “yetkisizlik ilkesi”ni (no-power doctrine) teyit eden bu kararıyla birlikte ayrıca dilekçelerin alınması, kaydının tutulması, listelerin derlenmesi (şikâyetçinin ismi gizlenerek) özetlerinin ilgili hükümetlere gönderilmesi ve İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin bu gizli listeleri kapalı bir toplantıda değerlendirmesine sunulması için BM Sekretarya’sını yetkilendirir.” Şikâ-

178

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

yetçiye dilekçenin sadece ulaştığının bildirildiği ancak şikâyet konusunda herhangi bir şekilde harekete geçilmediği bu etkisiz sistemi “Humphrey, şimdiye kadar icat edilmiş en özenli çöp tenekesi olarak nitelendirir” (Akt. Normand & Zaidi, 2008:162).

2.9. Evrensel Bildirge’nin Öncüleri “Evrensel Bildirge’nin, Thomas Jefferson’ın Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin babası olması anlamında bir babasının olmadığını” dile getiren taslak yazımlama sürecinin bürokratik aktörü John Humphrey’ye göre Bildirge, “kolektif bir çabanın ürünüdür.” Ona göre, “İnsan Hakları Komisyonu, Taslak Komitesi, Kadının Statüsü Komisyonu, diğer iki alt komisyon, Genel Kurul, uzman kurumlar, ulusal hükümetlerdeki birimler ve sivil toplum örgütlerindeki çok sayıda insanın nihai taslağa katkısı olmuştur” (Humphrey, 1983:419). Aynı zamanda Bildirge’nin ilk taslağının yazarı olan Humphrey’nin bu saptamasıyla hemfikir olmamak mümkün değildir. Gerçekten de onlarca ülkeden çok sayıda resmi temsilci Bildirge’nin nihai şeklini almasına yüzlerce toplantı ve gene yüzlerce değişiklik önerisiyle katkı sağlamıştır. Taslak yazımlama prosedürü, o dönemde BM üyesi olan 58 devlet ve onların temsilcilerine çeşitli aşamalarda ve farklı derecelerde de olsa değerlendirmelerini sunma imkânını tanımıştır. Ancak Bildirge’nin ortaya çıkmasına katkı sağlayanların payının eşit oranda olduğunu söyleyebilmek de mümkün değildir. Şüphesiz ki, taslak sürecinin ana organı olan 18 üyeli İnsan Hakları Komisyonu ve bu Komisyon tarafından oluşturulan 8 üyeli Taslak Komitesi, Bildirge’nin şekillenmesinde en fazla pay sahibidir. Dolayısıyla bu iki organda yer alan temsilcilerin Evrensel Bildirge’ye katkısı diğer BM üyesi devletlerin delegelerinden daha fazla olmuştur. Dahası taslak sürecine ilişkin BM kayıtları incelendiğinde İnsan Hakları Komisyonu’nda yer alan temsilciler arasında bazı isimlerin daha fazla öne çıktığı açıkça görülür. Yaklaşık iki yıl süren bu süreç aslında E. Roosevelt’in Washington Square’deki evinde Hazırlık Komitesi’nin üç önemli ismini ağırladığı gayri resmi buluşmayla başlar. Evrensel Bildirge’nin şekillenmesine en fazla katkı yapan belli başlı isimlerin tamamına yakını bu iki yıllık sürecin hemen her aşamasında da yer alır. M. A. Glendon (2001), BM İnsan Hakları Komisyonu üyelerinden dördünü yani, Komisyon’un başkanı Eleanor Roosevelt, başkan yardımcısı Peng Chun Chang, raportör Charles Malik ve René Cassin’i Evrensel Bildirge’nin “kurucu ebeveynleri” olarak nitelendirir. Morsink (1999) ise, Glendon’ın kurucu ebeveynler listesine üç isim daha ekler. O, haklı olarak BM İnsan Hakları Dairesi’nin ilk müdürü John P. Humphrey ile Komisyon’un diğer etkili üyeleri

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

179

Şilili Hernan Santa Cruz, SSCB’den Alexei Pavlov’u kendisinin “iç çekirdek” olarak adlandırdığı gruba dahil eder. Bu çekirdek kadronun dördü, yani Humphrey, Cassin, Pavlov ve Santa Cruz hukukçu iken diğer iki temsilci; Malik ve Chang, felsefe doktorasına sahip öğretim üyeleridir. Roosevelt ise herhangi bir mesleki uzmanlık derecesine sahibi değildir. Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecine çeşitli düzeylerde katılan delegelerin ortak noktalarından biri onların “savaş kuşağı” olmalarıdır. Katılımcıların hemen hepsi 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başlarında dünyaya gelmiş ve iki dünya savaşının tanığı olmuşlardır. Bu savaşların yarattığı büyük yıkıma tanıklık etmiş olmaları onların barış fikrini salt bir retorik olarak görmemelerine yol açar. Bu delegeler ayrıca tüm dünyayı etkisi altına alan 1929 Ekonomik Bunalımı’nı da yaşamış bir kuşaktır. Büyük Buhran’ın yarattığı maddi yoksunluğun da bu kuşak üzerinde derin izler bıraktığını varsaymak mümkündür. Ekonomik ve sosyal hakların insan hakları niteliğinin o dönemde BM delegeleri arasında genel kabul görmesinin başlıca nedenlerinden biri de şüphesiz ki bu temsilcilerin büyük ekonomik krizin yarattığı yoksunluk ve yoksulluğa doğrudan tanık olmalarıdır. Evrensel Bildirge’nin yazımını üstlenen kişiler devletlerin resmi temsilcileridir ve genellikle kendi hükümetlerinden gelen direktiflerle hareket ederler. Humphrey, anılarında taslak sürecinde “sadece ideolojilerin değil ama aynı zamanda kişiliklerin de çatışmasından” bahseder. Ona göre “delegelerin çoğu müzakere sanatının ustasıydılar. Bunların bazıları kazanma hırsıyla yanıp tutuşan siyasetçiler iken; bazıları da belli bir görüşe neredeyse bağnazca bağlanmıştı. Fakat çoğu oynadıkları tarihsel rolün farkındaydı” (Humphrey, 1983:431). “İnsan hakları rejiminin kuruluşunda önemli pay sahibi olan” bu delegeler aynı zamanda “bireysel sorumluluk ve aktivizmin neler başarabileceğinin de bir göstergesidir” (Mazower, 2004:380). Bu nedenle kitabın son bölümü, Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin her aşamasında yer alan ve Bildirge’nin şekillenmesine diğer temsilcilere nazaran daha fazla katkı sağlayan beş önemli isme ayrılmıştır. Diğer önemli iki isim, yani Hernan Santa Cruz ve Alexei Pavlov’a ilgili bölümlerde değinildiği için bu bölümde ayrıca yer verilmemiştir.

2.9.1. John P. Humphrey İnsan Hakları Komisyonu’nun üyesi olmayan ve dolayısıyla oy hakkı bulunmayan ancak taslak sürecinin Henry Laugier’le birlikte bürokratik aktörü konumunda olan Kanadalı hukukçu John P. Humphrey’yi (1905-1995) Morsink, taslak yazımcılar arasında primus inter pares (eşitler arasında birinci) olarak nitelendirir (Morsink, 1999:29). Küçük yaşta ebeveynlerini ve geçirdiği

180

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kaza sonucu bir kolunu kaybetmesine rağmen kararlı bir insan hakları savunucusu olarak oldukça başarılı bir kariyere imza atan Humphrey, 1946 yılında BM İnsan Hakları Dairesi’nin müdürlüğüne atanır ve bu görevini 1966 yılına kadar sürdürür. İnsan Hakları Dairesi’ne atanmadan önce Montreal’de avukatlık yapan ve McGill Üniversitesi’nde hukuk eğitimi veren Humphrey’yi, Büyük Bunalım yıllarında tanık olduğu yoksulluk sol-sosyalist siyasete yönlendirir. Kanada’da sol eğilimli Toplumsal Yeniden Yapılanma Cemiyeti’nin de üyesi olan Humphrey daha sonra ilgi alanını uluslararası hukuka çevirir. Kanada Birleşmiş Milletler Topluluğu ve Kanada Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün yürütme organlarında aktif rol alır. Humphrey, II. Dünya Savaşı yıllarında Vichy Fransası’ndan sürgün edilen bir tıp profesörü olan ve o dönemde savaştan kaçan çok sayıda Avrupalı mültecinin de buluşma yeri olan Montreal’e yerleşerek Montreal Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan Fransız akademisyen Henry Laugier’le dostluk kurar.83 Kuruluşundan sonra BM’nin sosyal işlerden sorumlu genel sekreter yardımcılığına atanan Laugier, ardından Humphrey’ye BM İnsan Hakları Dairesi’nin başına geçmesini önerir. Laugier’in önerisini kabul eden Humphrey Resim 12: John P. Humphrey. (Kaynak: www.un.org) böylece Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinin bürokratik aktörü olur. İnsan Hakları Komisyonu’nun üç önemli ismi; Roosevelt, Chang ve Malik’ten oluşan üçlü çalışma grubu, 1947 yılının Ocak ayında gayri resmi bir buluşmada Humphrey’den bir ön taslak hazırlamasını ister. Humphrey’nin hazırladığı ön taslak son derece önemlidir. Nitekim Bildirge’nin taslak süreci boyunca temel alınan ve geliştirilerek nihai şekli verilen metin, Humphrey’nin bu ön taslağı olacaktır (Johnson, 1998:24; Morsink, 1999:133; Lauren, 2011:205, Hobbins; 1998).

83

1943’den beri Algiers Üniversitesi rektörü olan ve bir dönem Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nun başkanlığını yürüten Laugier, ayrıca Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) kuruluşunda önemli rol oynar (Lauren, 2011:205).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

181

2.9.2. René Cassin Fransa’da Yahudi bir ailede doğan dönemin saygın hukukçusu René Cassin (1887-1976), Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin bir başka önemli ismidir. Cassin, Aix-en-Provence Üniversitesi’nde beşeri bilimler ve hukuk alanlarında lisans eğitimini 1908 yılında tamamladıktan sonra 1914 yılında hukuk, ekonomi ve siyaset bilimi alanlarında doktor unvanını alır. Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yaralanan ve bu nedenle uzun süre tedavi gören Cassin, 1920 yılında kalıcı sakatlığı olan Fransız askerleri ile dul ve yetim kalanlarla yardımlaşmak amacıyla Fransız Savaş Gazileri Federasyonu’nu kurar ve 1940 yılına kadar başkanlığını yürütür. Sağlığına kavuştuktan sonra önce Aix-enProvence Üniversitesi’nde ve ardından Paris Üniversitesi’nde hukuk profesörü olarak akademik çalışmalarını sürdürür (Winter & Prost, 2013). Bir enternasyonalist olan Cassin, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasını ve sadece ahlâksal açıdan değil –ulusal egemenlik ilkesinin aleyhine- hukuksal olarak da tanınması gerektiğini güçlü bir şekilde savunmuştur. 1924-1938 yılları arasında Milletler Cemiyeti’nde Fransa delegesi olarak yer alan ve Cemiyet faaliyetlerine aktif katılım gösteren Cassin, 1919 yılında yeni kurulan örgütün genel sekreter yardımcısı Jean Monet’nin asistanı olma önerisini, Lille Üniversitesi’nin hukuk kürsüsündeki başkanlık pozisyonu için geri çevirmiştir. Cenevre’de çoğunluğu hukukçu olan bir enternasyonalist çevre içinde yer alan Cassin, Cemiyet’in Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Eduard Beneš ve Yunanistan Dışişleri Bakanı ve hukukçu Nikolas Politis gibi kimi önemli üyeleriyle dostluk kurar. Milletler Cemiyeti’ndeki yıllarında silahsızlanmanın ilerletilmesi ve uluslararası çatışmaların çözümüne katkı sağlayacak kurumların geliştirilmesi için çaba gösteren Cassin, ayrıca Cenevre’deki Uluslararası Resim 13: René Cassin. (Kaynak: www.un.org) Hukuk Kurumu ve Lahey Uluslararası Hukuk Akademisi’ne kendi fikirlerini sunma olanağına sahip olur (Winter & Prost, 2013:35; 51-52; Morsink, 1999:29-30).

182

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Birinci Dünya Savaşı’nda mucizevi bir şekilde hayatta kalan Cassin, 25 yıl sonra bu defa başka bir felaketle; İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı’yla karşı karşıya kalır. Kız kardeşinin de aralarında olduğu 26 akrabasının Auschwitz toplama kampında yaşamını kaybettiği Cassin de Özgür Fransa’nın (Free France) liderlerinden biri olduğu için Nazi Almanyası tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırılır. Savaş süresince insan haklarının uluslararası düzeyde korunması için gayret gösteren ve 1942 yılında savaş suçlarını cezalandırmak için bir uluslararası mahkemenin kurulmasını teşvik eden Cassin, 19431945 yılları arasında BM Savaş Suçlarını Araştırma Komisyonu’nun üyesi olur. İkinci Dünya Savaşı boyunca General Charles De Gaulle’ün baş hukuk danışmanı olan Cassin, savaş sona erdikten sonra De Gaulle tarafından Fransız idari sisteminin ıslahıyla görevlendirilir ve Cumhuriyetin yeniden inşasında önemli rol oynar. Cassin, savaşın ardından BM Genel Kurulu’nda ve UNESCO’da Fransa temsilcisi olarak görev alır. Sonraki yıllarda Fransa’da üst düzey hukuki pozisyonlarda bulunan Cassin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de ilk yargıçlarından biridir (Glendon, 2011:210; Winter & Prost, 2013:xx-xxi). Moyn’a göre “derin bir düşünce adamı olmasa da, varlığı son derece önemli olan Cassin, savaş sonrası insancıl bir düzene dair müdafaasını, 1941 sonbaharında Londra’da St. James Sarayı’nda müttefikler arasında yapılan toplantıdan başlayarak, ilan edilen haklara dayandırmıştır” (Moyn, 2017:60). Fransa’nın BM İnsan Hakları Komisyonu temsilcisi ve Bildirge taslaklarına dâhil olan ana Avrupalı taraf olan Cassin84, uzun bir süre Evrensel Bildirge’nin “yazarı”, “mimarı” ya da “babası” olarak bilinmiş ve Bildirge’nin yazılması sürecindeki katkılarından ötürü 1968 yılında; Bildirge’nin ilanının yirminci yılında Nobel Barış Ödülü’ne lâyık görülmüştür. Oysa Humphrey Taslağı’nın önemine dikkat çeken Morsink’e göre, Cassin’in Bildirge’nin mimarı olduğu düşüncesi gerçeği yansıtmaz. Ona göre Cassin, aslında “bebek doğduktan sonra odaya girer” (Morsink, 1999:29). Humphrey ise, Cassin’in süreçteki rolünü önemsediğini dile getirmekle birlikte, onun taslağının “kendi taslağının özünü ve tarzını büyük oranda koruduğunu” savunur. Humphrey’ye göre Cassin, “çoğu durumda sadece taslağın resmi İngilizce tercümesinin Fransızca versiyonunu hazırlamıştır.” O ayrıca, “bazı maddelerin sırasını değiştirmiş, bazılarını tek bir maddede birleştirmiş, bazılarını bölmüş, bazılarını ise, bir sözleşmede yer almasının daha uygun olacağı varsayımıyla dışarıda bırakmıştır” (Humhrey, 1983:419). Cassin’in “Humphrey taslağının temel içeriğini muhafaza ettiğini fakat onun elinde belgenin içsel bir mantığa ve bütünlüğe kavuştu-

84

1949 yılında İnsan Hakları Komisyonu’nun başkan yardımcılığı görevine ve 1955 yılında da başkanlığına atanan Cassin, Komisyon üyeliğini 1971 yılına kadar sürdürmüştür (Morisnk, 1999:29).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

183

ğunu” (Glendon, 2001:64) dile getiren Glendon’a göre, Cassin’in taslağı aynı zamanda “onun hukuk tekniği uzmanlığının ve Kıta Avrupasının yasama taslağı yöntemlerinin örnek bir ürünüdür” (Glendon, 2011:210). Öte yandan Bildirge’nin ilan edilmesinden henüz yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen Humphrey’nin süreçteki rolünün gözardı edilip Cassin’in Bildirge’nin yazarı olarak Nobel Barış ödülüne layık görülmesi aslında taslak sürecinin o yakın dönemde bile ne kadar az bilindiğinin ya da unutulmaya yüz tuttuğunun göstergesidir.

2.9.3. Eleanor Roosevelt 1884 yılında New York’ta doğan ve Humphrey gibi çocuk yaşlarda ebeveynlerini kaybeden Eleanor Roosevelt 1905 yılında F. D. Roosevelt’le evlendikten sonra kendini sosyal hizmet konularına ve kimi dezavantajlı grupların yaşam standartlarının ve hukuki konumlarının iyileştirilmesine adar. 1920 yılında New York Kadın Seçmenler Cemiyeti’nin başkanlığına seçilir ve 1922 yılında Kadınların Sendikası Cemiyeti’ne katılır. Demokrat Parti’nin de aktif bir üyesi olan Roosevelt, 1925 yılında Demokrat Parti’nin New York eyaleti Kadınlar Dairesi tarafından yayınlanan Demokratik Kadınlar Gazetesi’nin editörü ve 1928 yılında Demokratik Ulusal Komite’nin kadın kolları sorumlusu olur. 1932 yılında F. D. Roosevelt’in ABD Başkanı seçilmesiyle aslında hiç arzu etmediği halde first lady olur ve daha önceki faaliyetlerini bu defa Beyaz Saray’dan sürdürür (Burns, 2001; Rosenberg:2004). 1932 yılında İşsiz Kadınların Konaklamalarına Dair Beyaz Saray Konferansı’na ev sahipliği yapan ve sadece kadın hakları alanında değil aynı zamanda Afrikalı Amerikalılara uygulanan ayrımcı muamelelerin sona ermesi için de çaba gösteren Eleanor Roosevelt, eşi Başkan Roosevelt ile ABD’deki siyah hakları savunucuları arasında aracılık rolü üstlenir. 1935 yılında “My Day” başlığıyla çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmaya başlayan ve 1937 yılında “This is My Story” başlıklı otobiyografisinin ilk cildini yayınlayan Roosevelt, 1938 yılında Federal Refah Programları’na Siyahi Kadınlar ve Çocukların Katılımına Dair Beyaz Sa- Resim 14: Eleanor Roosevelt. (Kaynak: ray Konferansı’na ev sahipliği yapar. Aynı www.un.org)

184

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

zamanda bir sivil haklar aktivisti olan Roosevelt, 1939 yılında ünlü siyahi opera sanatçısı Marian Anderson’ın Constitution Hall’da konser verme talebini reddetmesi üzerine Amerikan Devrimi’nin Kızları örgütünden istifa eder. Roosevelt 1945 yılında Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik’in (NAACP) yönetim kurulu üyesi olur. (Burns, 2001; Johnson, 1987; Rosenberg: 2004; Darraj, 2010) Eleanor Roosevelt, eşi başkan Roosevelt’in ölümünden sonra zamanının önemli bir kısmını Birleşmiş Milletler’le ilgili çalışmalara ayırır. 1946 yılından 1952 yılına kadar BM Genel Kurulu ABD delegasyonunun üyesi ve Genel Kurul’un Üçüncü Komitesi’nin ABD temsilcisidir. Roosevelt ayrıca 1952 yılında Paris’te düzenlenen BM VI. Genel Kurulu’nda ABD delegasyonunun başkanlığını yapar ve aynı dönemde ABD’nin Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK) temsilciliğini yürütür. Öte yandan Roosevelt’in otobiyografisinde de belirttiği gibi “BM’de yürüttüğü en önemli görev” 1946-1951 yılları arasında başkanı olduğu ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni taslak yazımını üstlenen BM İnsan Hakları Komisyonu’nu üyeliğidir (Roosevelt, 2018; Darraj, 2010; Black, 2008). Roosevelt, İnsan Hakları Komisyonu’ndaki mevcudiyetiyle ilgili başlarda oldukça özgüvensizdir. O, 1947 yılında “My Day”de şöyle yazar: “Bir ön taslak insan hakları belgesinin yazımı taslak grubundaki çalışma arkadaşlarım Dr. P. C. Chang, Dr. Charles Malik ve John Humphrey için korkutucu olmayabilir. Çünkü onların hepsi yetkin kişilerdir. Fakat benim için bu, yeterli donanıma sahip olmadığım bir görev gibi görünüyor” (Roosevelt, 2021). Fakat pek çok kişi onun Komisyon’daki varlığı hakkında övgü dolu sözler söyler. Bunlardan biri o dönemde ABD’nin BM Misyonu’nda yer alan Porter McKeever’dır. Roosevelt’in “her delegenin dile getirdikleri konuları analiz etmedeki başarısı olmasaydı bir insan hakları bildirgesinin olamayacağını” dile getiren McKeever’a göre Roosevelt, “soğuk savaşın tam ortasında ve ayrıca dinsel, etnik ve kültürel farklılıkların olduğu [Komisyon’da] herhangi bir uzlaşının geliştirilebilmesi için gerekli olan sonsuz sabır ve analitik yeteneğe sahipti” (Akt. Johnson, 1987:32). Komisyon’un bir diğer etkili üyesi Charles Malik’e göre ise, “Roosevelt, Komisyon’a değer, sabır, saygınlık, kavrayış derinliği katmış ve bugün tüm dünyada insan hakları davasıyla tarihsel açıdan ilişkilendirilen saygıdeğer bir isim olmuştur (Malik, 2000:97). 1940’lı yılların ikinci yarısında BM örgütünde hem ABD delegesi hem de İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanı olarak iki farklı pozisyona sahip olan Roosevelt, ABD’nin temsilcisi olarak ülkesinin genel siyasetiyle uyumlu bir çizgi

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

185

izlemek zorunda kalır. Moyn’a göre “eskiden barış hareketinde yer almış ve birçok kimse tarafından takdir edilen Roosevelt, bir yandan ABD temsilcisi olarak görev yapıp genellikle Dışişleri Bakanlığı doğrultusunda hareket ederken, bir yandan da kavgacı delegeleri hizada tutarak başkanlığını yaptığı komisyonun ‘muallime’si rolünü üstlenmiştir” (Moyn, 2017:59). “Roosevelt’in ABD siyasetini etkilemeye yönelik en önemli girişimi, kendisini de istifanın eşiğine getiren Filistin meselesiyle ilgilidir. Çünkü Roosevelt ABD’nin Filistin’le ilgili siyasetinin BM projesini tehlikeye attığını düşünmektedir” (Glendon, 2001:109). Roosevelt ABD’nin ekonomik ve sosyal haklara ilişkin genel yaklaşımını taslak süreci boyunca savunsa da aslında o, bu hakların öneminin kendi delegasyonuna kıyasla daha fazla farkındadır. Roosevelt’e göre “İnsan hakları programının iki yönü vardır. [Bir yönü] İfade özgürlüğü, ibadet özgürlüğü ve oy hakkıdır. Fakat bu yeni dünyada insanlara çok daha fazla temas eden beslenme ve daha iyi bir yaşam sorunudur” (Akt. Johnson, 1987:36). Roosevelt aynı zamanda kendi konumunu politika üreticiler arasında ekonomik ve sosyal hakları daha istekli bir tarzda ele almaları ve ABD yurttaşlarının Sovyetler Birliği ve az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere diğer ülkelerin bakış açılarını kavrayabilmelerini sağlamak için de kullanır. Roosevelt, 1947 yılında “My Day”de şöyle yazar: “Sosyal ve ekonomik haklar belli derecede kabul edilmeksizin medeni özgürlüklerin çok boş bir jest olarak kalacağını düşünüyorum. Fakat bu haklar kabul edilmeden önce daha dikkatli bir tarzda değerlendirilmeli ve tartılmalıdır” (Roosevelt, 2021). ABD’de azınlıklar ve özellikle de siyahların koşullarının iyileştirilmesi için uzun yıllar mücadele veren Roosevelt, taslak sürecinde ABD’deki ırkçı ve ayrımcı uygulamalara yönelik getirilen eleştiriler nedeniyle de zor anlar yaşar ve böylesi uygulamalardan duyduğu rahatsızlığı dile getirmekten çekinmez. 1948 yılında My Day’de şunları yazar: “Uluslararası alanda çalışan herkes gayet iyi farkındadır ki, ülkemizdeki ırk ilişkilerindeki başarısızlık ve çeşitli gruplara karşı aleni ayrımcılık dünyadaki liderliğimizi zedelemektedir. Bu, sıkça eleştirildiğimiz ve ABD’li temsilcilerin yanıt veremediği konulardan biridir” (Roosevelt, 2021). Truman’ın ardından 1953 yılında iktidara gelen Cumhuriyetçi Başkan Dwight D. Eisenhower’la birlikte ABD, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması konusundaki lider ülke olma pozisyonunu bilinçli olarak terkeder. ABD’nin bu tavır değişikliğinin başlıca nedenlerinden biri (özellikle ırkçı ve ayrımcı uygulamalarla ilgili olarak ve çoğunluğu güney eyaletlerinin temsilcile-

186

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

rinden oluşan siyasetçilerin) kendi içişlerine müdahale edilebileceği kaygısıdır.85 Eisenhower’ın, başkan olduktan sonraki ilk icraatlardan biri Demokrat Partili kimliğiyle tanınan Roosevelt’ten BM’deki görevlerinden ayrılmasını istemesidir. Roosevelt BM’deki resmi görevlerinden ayrılmak zorunda kalsa da 1962 yılında yaşamını kaybedene dek örgütle bağını koparmaz. ABD’de BM’ye halk desteğinin artırılması amacıyla kurulan Amerikan Birleşmiş Milletler Derneği’ne üye olan Roosevelt bu dernek çatısı altında faaliyetlerine gayri resmi olarak devam eder (Glendon, 2001; Johnson, 1987; Roosevelt, 1999).

2.9.4. Charles Malik 1906 yılında Lübnan’da Doğu Ortodoks Kilisesi’ne mensup bir ailede doğan Charles Malik, orta öğrenimini Amerikan presbiteryen misyonerleri tarafından 19. yüzyılın sonlarında kurulan Trablusşam yatılı okulunda tamamlar. Malik, Lübnan Amerikan Üniversitesi’nde matematik ve fizik eğitimi alsa da aynı yıllarda felsefeye merak salar ve önce ABD’ye ardından Martin Heidegger’in danışmanlığında felsefe doktorası eğitimi için 1935 yılında Almanya’ya gider. Ancak 14 ay sonra Nazi rejiminin yarattığı baskı ve şiddet atmosferi nedeniyle (ki o dönemde Semitik görünümü nedeniyle Freiburg’da fiziksel saldırıya da uğrar ve) doktorasını yarıda bırakmak zorunda kalır. Doktora derecesini 1937 yılında Harvard Ünivesitesi’nde Alfred North Whitehead danışmanlığında yazdığı “Heidegger ve Whitehead’in Felsefelerinde Zamanın Metafiziği” başlıklı teziyle alır. Sonrasında Lübnan’a dönen Malik, Amerikan Üniversitesi’nde felsefe bölümünü kurar. Ancak yeni kurulan Lübnan’ı San Francisco Konferansı’nda temsil etmesi teklif edilince biraz da gönülsüz bir şekilde ülkesindeki akademik çalışmalarını yarıda bırakarak ABD’ye geri döner (Malik, 2000:vii-viii).

85

Bu görüşün önde gelen sözcülerinden biri olan Ohio senatörü John W. Bricker Senato’daki konuşmasında şunları dile getirir: “Herhangi bir uluslararası grubun, özellikle de İnsan Hakları Sözleşmesi taslak yazımlamasını sürdüren Sayın Eleanor Roosevelt’in liderliğini yaptığı grubun, Amerikan yurttaşlarının anayasal güvencesi altında olan temel, vazgeçilmez ve en doğal haklarına ihanet etmesini istemiyorum” (akt. Johnson, 1987:42).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

187

1945-1955 yılları arasında Lübnan’ın ABD büyükelçisi olarak görev yapan Malik, İnsan Hakları Komisyonu’nun rapotörlüğünü (1947-1948), 1948 yılında BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’in ve Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin önemli bir aşaması olan BM Genel Kurulu Üçüncü Komite toplantılarının başkanlığını yürütür. 1951 yılında İnsan Hakları Komisyonu’nun E. Roosevelt’ten sonra başkanı olan Malik, 1960 yılında akademik hayata dönmeden önce ülkesinde Dışişleri Bakanı (1956-1958), Milli Eğitim ve Güzel Sanatlar Bakanı (1956-57) ve bir dönem milletvekili olarak görev yapar. Arapça, Fransızca, İngilizce ve Almanca’ya hâkimiyeti, Malik’i BM organlarında Ortadoğulu ve Batılı devletlerin temsilcileriyle kolay Resim 15: Charles Malik. (Kaynak: www.un.org) iletişime geçmesine imkân tanır. Arap Ligi’nin de sözcüsü olan Malik, aynı zamanda BM’de küçük devletlerin çıkarlarının büyük güçlere karşı savunucusudur. BM’nin Filistin’in bölünmesine yönelik kararına Arap blokunun bir üyesi olan Lübnan’ın temsilcisi olarak şiddetle karşı çıkar ve Komisyonun bir diğer etkili üyesi ve İsrail devletinin kurulmasının ateşli bir taraftarı olan R. Cassin’le ters düşer (Malik, 2000:vii-viii). Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin her aşamasında ve son derece aktif bir şekilde yer alan Malik, gerçekten de bu sürecin en dikkat çeken isimlerinden biridir. Evrensel Bildirge’nin yazımında oynadığı rolü “kritik” olarak adlandıran Glendon, onun “doğru zamanda doğru kişi olduğunu” dile getirir (Glendon, 2011). Taslak sürecinin bürokratik aktörü konumunda Humphrey’ye göre de Malik “İnsan Hakları Komisyonu’nun en bağımsız ve kendisini insan haklarına adamış üyelerinden biridir.” Çinli temsilci Chang’la birlikte Malik’i Komisyon’a “entelektüel olarak hâkim olan ama oldukça farklı felsefi görüşlere sahip iki üyesi” olarak nitelendiren Humphrey’ye göre Malik, “doğal hukuka inanan bir Thomasçı olarak kendi felsefesinin pek çok soruna yanıt verdiğine inanmaktaydı” (Humphrey, 1983: 397). Öte yandan Malik’in Bildirge’nin yaşama geçmesinde oynadığı etkin rol literatürde birbirine zıt iki değerlendirmeye konudur. Paul Gordon Lauren (2011), Mary Ann Glendon (2001), Z. F. Kabasakal Arat (2006) gibi yazarlar çok-kültürlü bir Ortadoğu ülkesi olan Lübnan delegasyonunun Arap asıllı baş-

188

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

kanı Malik’i Bildirge’nin evrensel niteliğinin bir göstergesi olarak sunarlar. Makau Mutua (2016), Virginia Leary (1992), Abdullahi Ahmed An’naim (1992), Samuel Moyn (2017) gibi yazarlar ise, Malik’in (ve Çinli Chang’ın) eğitim geçmişinden yola çıkarak onun aslında Batılılaştığını ve bu nedenle Bildirge’nin evrensel niteliğini artırması bağlamında katkısının sınırlı olduğunu savunurlar. Örneğin Moyn’a göre Malik, “kendini insan haklarında ete kemiğe bürünen Batı’nın manevi ilkelerinin bir savunucusu olarak görmekteydi” (Moyn, 2017:97). Aslında Malik de Batı medeniyetine atfettiği değeri gizleme ihtiyacı duymaz. 1949 yılında Dünya Kiliseler Konseyi Sempozyumu’nda yaptığı bir konuşmada o “Batı medeniyetinin insanın değerinin en doğru realitesini kendi özünde barındırdığına inandığını” söyler (Malik, 2000:136). İnsan haklarının felsefi temelleri konusunun “İnsan nedir?” sorusuyla doğrudan bağlantılı olduğunu düşünen Malik’e göre “insan hakları ilkelerinde bir uzlaşının sağlanamamasının başlıca nedeni de bu soruya verilen farklı yanıtlardır” (Malik, 2000:23). Malik için insan “ne bir arı ya da karınca gibi salt toplumsal bir varlık, ne yazgısı salt biyolojik olarak belirlenmiş bir hayvan, ne de kendi çıkarını rasyonel olarak hesaplayan salt bir ekonomik varlıktır.” Malik’in odak noktasını aynı zamanda “personalizm”in de temeli olan “kişi” (human person) kavramı ve kişinin “değeri ve onuru” (worth and dignity) oluşturur. Kimi yazarlar Malik’i gerek bu kavramlara yaptığı güçlü ve ısrarlı vurgu, gerekse entelektüel çevresi ve ilgi alanları nedeniyle “Hıristiyan personalizmi”nin bir temsilcisi olarak görür. Bu yazarlar “insan kişisi”, onun “onur ve değeri” kavramlarının Bildirge’de birkaç farklı yerde kendisine yer bulabilmesini Malik’in çabalarına bağlarlar (Glendon, 2011:206; Moyn, 2017:61; Durkovic, 2018;276). Evrensel Bildirge’nin 1. maddesinde insan doğasına dair tek saptama olan “akıl” ve “vicdan” Malik için “herhangi bir din, sınıf ya da ulusa ait olmayan, hakikati kavramayı onu özgürce benimsemeyi ya da reddetmeyi sağlayan insanın en kutsal ve dokunulamaz niteliğidir.” Bildirge’de birey (individual) yerine kişi (person) kavramının tercih edilmesi gerektiğini de ısrarla savunan Malik’e göre “kişi ait olabileceği (sınıf, ırk, ülke, ulus gibi) her gruba doğası gereği önceldir. Kişi, toplumsal sorumlulukları olduğu kadar her türlü toplumsal baskıya da hayır diyebilen bir öznedir.” Kişi kavramı aynı zamanda “klasik liberalizmin Robinson Crusoe’yu çağrıştıran [atomize] birey tasarımının kısıtlarından uzaktır ve diğer insanlar ve insan topluluklarıyla bağlı bir kavramdır” (Malik, 2000:29). Malik’e göre “son birkaç on yılda yeni bir tiranlık; kitlelerin tiranlığı yükselişe geçmiştir. Kitlelerin tiranlığı ise, kaçınılmaz bir şekilde devletin tiranlığında cisimleşme eğilimindedir. Bugün insan haklarına yönelik bir tehlike varsa bu tehlike kesinlikle bu istikametten gelmektedir” (Malik, 2000:26). Bu nedenle O,

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

189

taslak sürecinde insan kişisinin haklarını ve özgürlüklerini özellikle devlet aygıtına karşı tavizsiz şekilde savunur ve devlette vücut bulan kamusal çıkarın üstünlüğünü savunan Sovyet delegelerle kimi zaman tartışır. Aynı zamanda insan kişisinin piyasaya karşı korunması gerektiğini de düşünen Malik, bu açıdan Anglo-Amerikan tarzı bireycilik anlayışını da kıyasıya eleştirir ve Sovyet temsilcilerle olduğu gibi klasik bireyci anlayışa sahip Batılı delegelerle de çoğu zaman ters düşer. O, bu iki uç pozisyonu “ortodoks liberalizm” ve “ortodoks Marxizm” olarak adlandırır (Malik, 2000:24). Eşsiz ve kendinde değere sahip olduğunu düşündüğü insan kişisinin, diğerleriyle ilişkisinde ve kısmen de onlar tarafından belirlendiğini düşünen Malik, insan kişisinin devlet dışında başka bağlılıkları olduğunu savunur. “Temel meselenin insan kişisi ve onun özgürlüğü ile grupların bitmek bilmeyen baskıları arasında olduğunu” savunan Malik, insan kişiliğinin devlet tarafından hiçe sayılmasının önlenebilmesi için “ara kurumlar” olarak adlandırdığı kurumların önemine ve onların muhafaza edilmesine vurgu yapar. Malik’in bahsettiği ara kurumlar arasında aile, yakın arkadaş çevresi, Kilise ya da genel olarak dini kurumlar, üniversiteler, sendikalar, bilimsel kuruluşlar, meslek örgütleri vb. yer alır (Malik, 2000:94). Malik’in aileyle ilgili maddenin formülasyonunda etkin rol oynaması da onun bu yaklaşımından kaynaklanır. “Beni en çok ilgilendiren konu ailenin tanımıdır” diyen Malik, 16. maddenin üçüncü fıkrasında yer alan “Aile, toplumun doğal ve temel birimidir; devlet ve toplum tarafından korunmaya hakkı vardır” şeklindeki formülasyonla ailenin, birey ile devlet arasındaki konumunun onayladığını” söyler (Malik, 2000:100). Taslak sürecinde Malik’i gene fazla ilgilendiren konulardan biri de genel olarak “dini özgürlük” ve özelde “din ve inancını değiştirme özgürlüğü”dür. Nitekim Evrensel Bildirge’de din değiştirme özgürlüğü Malik’in önerisi sonucu yer alabilmiştir.

2.9.5. Peng Chun Chang Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinde Çin delegasyonuna başkanlık eden ve aynı zamanda BM İnsan Hakları Komisyonu başkan yardımcısı olan felsefe profesörü, eğitimbilimci, oyun yazarı ve diplomat Peng Chun Chang (1892-1957), Humphrey’e göre “Charles Malik’le birlikte Komisyon’un Resim 16: Peng Chun Chang. (Kaynak: www.un.org)

190

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

en etkili iki üyesinden biridir” (Humphrey, 1983:397). Ancak Komisyon’un bu önemli üyesinin taslak sürecinde oynadığı merkezi rol yakın zamana kadar görülmemiştir. Chang’ın Bildirge’nin diğer önemli aktörlerine göre yaşamını erken yitirmesi, anılarını yazmamış olması ve taslak sürecinden sonra (Roosevelt, Malik, Cassin ve Humphrey’nin aksine) BM ile olan ilişkini keserek münzevi bir yaşam sürmesi onun süreçte oynadığı önemli rolün unutulmasının nedenleri arasında sayılabilir. Öte yandan Chang’a yönelik ilginin son yıllarda artmasının nedenlerinden biri elbette Evrensel Bildirge’nin taslak sürecine olan ilginin artmasına paraleldir. Bir başka neden ise, “Çin ve insan hakları” başlıklarının küresel siyasette daha fazla ön plana çıkmasıdır. Günümüzde daha fazla araştırmacı insan hakları üzerine çalışan Çinlilerin erken dönem örneklerinden biri olarak Chang’ı görünür kılma eğilimindedir. Chang, her ne kadar Çin’in resmi temsilcisi olsa da Roth’a göre BM’deki görevleri sırasında özellikle de taslak yazımlama süreci olan 1947-1948 yıllarında kendi hükümetinden oldukça bağımsız hareket etmiştir. Çin’deki iç savaşın iyice yoğunlaştığı bu yıllarda Çin hükümetinin Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlama sürecine odaklanamaması doğal karşılanabilir. Dolayısıyla, Kuomintang kökenli Chang’ın Bildirge’ye olan katkısı ne Chiang Kai-shek yönetiminin ne de 1949 yılında yani, Evrensel Bildirge’nin ilanından kısa süre sonra yönetimi ele alan komünist rejimin bakış açısını yansıtır (Roth, 2016:102). Chang’ın siyasal iktidardan bağımsız konumu, gene Komisyon’daki en bağımsız temsilcilerden biri olan Lübnan’lı Malik’le kıyaslanabilir. Chang, aynı zamanda tıpkı Malik gibi bazı yazarlar tarafından Bildirge’nin evrenselliğinin bir göstergesi olarak da sunulur. Gerçekten de Chang, taslak sürecinin en başından itibaren Evrensel Bildirge’nin salt Batı kaynaklı fikirleri yansıtmaması gerektiğini ısrarla savunmuştur. Humphrey anılarında taslak sürecinin henüz başlarında Roosevelt, Malik ve Chang’ın yer aldığı bir gayri resmi buluşmaya ilişkin şöyle yazar: Chang ve Malik’in felsefi yaklaşımları, bir metin üzerinde beraber çalışabilmelerine olanak tanımayacak derecede büyük farklılıklar barındırmaktaydı. (…) Chang, bana, komite için bir metin hazırlayabileceğim altı aylık süre zarfında diğer görevlerimi bir kenara bırakmamı ve Çin felsefesi üzerine çalışmamı önerdi. Bu, Chang’ın kendisinin [taslak metin üzerinde] Batı etkisinin çok büyük olabileceğini söyleme tarzıydı ve bunu Malik’e bakarak dile getirmişti. Chang, zaten Komisyonda da tarihsel perspektifin öneminde ısrarcı olmuştu (…) (Humphrey, 1983:403).

Chang, her ne kadar taslak süreci boyunca özellikle Çin kültürüne ve Çinli düşünürlere sık sık atıf yapsa da Makau Mutua (2016), Virginia Leary (1992), Abdullahi Ahmed An’naim (1992), Samuel Moyn (2017) gibi bazı

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

191

yazarlar tıpkı Charles Malik örneğinde olduğu gibi Çinli Chang’ın da Bildirge’nin evrensel niteliğini arttırdığına yönelik değerlendirmelere karşı çıkarlar. Çünkü bu yazarlara göre aslında Chang da Malik gibi eğitim geçmişi nedeniyle zaten batılılaşmıştır. Moyn, İnsan Hakları Komisyonu’nun Batılı olmayan böylesi etkili üyelerini “Batılı yerliler tarafından eğitilen global bir diplomatik elit zümre” olarak adlandırır (Moyn, 2017:62). Ancak taslak bildirgenin müzakere kayıtları incelendiğinde Chang’ın evrensel insan haklarının güçlü bir taraftarı olduğu net bir şekilde görülür. Özellikle 1990’larda yürütülen “Asya değerleri” tartışmalarını ve bazı Asyalı önemli siyasetçiler tarafından evrensel insan haklarının reddine varan itirazları gözönüne alındığında, Chang’ın BM İnsan Hakları Komisyonu’nun etkili bir üyesi olarak evrensel insan haklarına olan inancı şüphesiz ki büyük önem taşır. Kıtalar ve ülkeler arasında mekik dokuyan gerçek bir kozmopolitan olan Chang, diğer pek çok çağdaşları gibi sadece iki dünya savaşına değil aynı zamanda Çin’deki büyük toplumsal dönüşüme, iç savaşa ve politik devrimlere de tanıklık eder. Varlıklı bir aileden gelen Chang, İnsan Hakları Komisyonu’nun üyesi olmadan önce kendisini entelektüel, sanatsal ve mesleki anlamda oldukça yetkin kılan bir kişisel gelişim süreci geçirir. 18 yaşında gittiği ABD’de Clark Üniversitesi’nde lisans eğitimini ve 1924’te Columbia Üniversitesi’nde John Dewey’nin danışmanlığında felsefe doktorasını tamamlar. Seçkin bir eğitimci kariyerine sahip olarak ABD’de çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliğinin yanı sıra Qinghua Üniversitesi’nin dekanı (1924-1926) ve Nankai Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğü (1926-1937) görevlerini yürütür (Liu, 2014:407; Pinghua, 2016:982, Krumbein, 2015:5). Aynı zamanda yetenekli bir müzisyen, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni olan Chang, Glendon’a göre “Çin Rönesansı’nın bir insanı, İslam ve Batı kültürlerine aşina biridir” (Glendon, 2011:208). 1937 yılında Marco Polo Köprüsü olayı ve Japonya’nın (kendisinin de kurucuları arasında yer aldığı ve öğretim üyeliği yaptığı) Nankai Üniversitesi’ne saldırısından sonra Chang, diplomatik görevle Avrupa ve ABD’ye gönderilir ve emperyalist Japonya’nın ülkesindeki sivillere uyguladığı zulmü ilk elden anlatarak Batılı ülkelerin Japonya’ya ekonomik yaptırımlar uygulaması için çabalar. Chang’ın insan haklarına yönelik ilgisinde Japonya’nın Çin’i işgali sırasında uyguladığı barbarlıkların önemli payı vardır. Batı’da yürüttüğü bu propaganda çalışmalarının ardından Türkiye ve Şili’ye büyükelçi olarak atanan Chang, Türkiye’de bulunduğu sırada (19401942) İslam dinine merak salar ve gene büyükelçi olarak bulunduğu Şili’de

192

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

(1942-1945) Güney Amerika ülkelerinin sorunlarını anlamaya çalışır.86 Chang, Şili’deki büyükelçilik görevinden sonra San Francisco Konferansı’nda ve ardından BM Ekonomik ve Sosyal Konsey ile BM İnsan Hakları Komisyonu’nda Çin’in temsilcisi olarak görev alır. (Krumbein, 2015:5, Liu, 2014:407, Pinghua, 2016:982; Glendon, 2001:147; (Roth, 2018:83). Anılarında, Malik’le birlikte Chang’ın “Komisyon’a entelektüel olarak hâkim olan ama oldukça farklı felsefi görüşlere sahip iki üyesi” olduğunu yazan Humphrey, Çin ve Batı felsefesine hâkim olan Chang’ı bir pragmatist olarak nitelendirir. Ancak Chang’ın kendisini plüralist olarak tanımladığını da ekler (Humphrey, 1983:397). Chang’ı bir plüralist olarak nitelendiren bir diğer Komisyon üyesi Roosevelt’dir. Ona göre Chang, “nihai gerçekliğin birden fazla tarzı olduğuna inanmaktadır” (Roosevelt, 2018). Nitekim Chang’a göre “insan toplumunda bir uyum sağlanacaksa ve insanlık korunacaksa herkes diğerlerinin farklı görüşlerini ve inançlarını kabul etmeli ve tam bir hoşgörü ruhuna sahip olmalıdır” (Akt. Pinghua, 2016:998). Sadece Çin’in seçkin bir temsilcisi olarak değil ama aynı zamanda Asya’nın da güçlü bir sesi olarak Bildirge’nin sadece Batılı fikirleri yansıtmaması gerektiğini savunan Chang, Malik gibi Bildirge’nin ilkeleri konusuna daha fazla yoğunlaşır. Bu nedenle Bildirge’nin Önsöz’ü ve birinci maddesinin formülasyonu söz konusu olduğunda müzakerelere daha etkin katılım gösteren ve “Önsöz’de Bildirge’nin dayandığı ilkelerin yer alması gerektiğini” savunan Chang’a göre bu, “insanın değeri kavramının yüceltildiği bir ilke olmalıdır” (Akt. Glendon, 2001:38). Bir kapsayıcı etik ya da bir meta-etik arayışı içinde olan Chang, taslak sürecinde zaman zaman gündeme gelen insan haklarına teolojik ya da felsefi temel sağlama girişimlerine muhalefet eder. “Meselenin sadece siyasal olmadığını” düşünen Chang’a göre “etik mülahazalar müzakerelerin daha büyük bir kısmını oluşturmalıdır” (A/C.3/SR.95). “İnsan haklarının felsefi temellerinin insan doğasına dayandığına inanan Malik’in aksine Chang bu sorunun değerlendirmesinin her kültürün kendisine bırakılmasının daha doğru olacağı kanaatindedir” (Glendon, 2001:134). Nitekim Chang, insan doğasına dair tartışmaların çözümsüz olduğunu ve Bildirge’nin taslak yazımlama sürecinde uzlaşmazlık ve çatışma doğuracağını düşünür. Dolayısıyla Chang, Bildirge’nin çok önemsediği evrensellik niteliğine sahip olabilmesi için böylesi felsefi-antropolojik ya da teolojik değerlendirmelerden uzak durulmasından yanadır.

86

Chang’ın bulunduğu sırada “Türkiye, köklü bir modernleşme ve sekülerleşme sürecinin tam ortasında bulunurken Şili, odağını sosyo-ekonomik meseleler oluşturan oldukça hararetli tartışmalara sahne olmaktadır” (Roth, 2016:101).

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Taslak Yazımlama Süreci

193

Chang, Evrensel Bildirge’nin şekillenmesine kimi zaman kabul edilen, kimi zaman da tıkanan müzakerelerin ilerlemesi ve meselelerin açıklığa kavuşmasına yol açan önerileriyle aktif bir katılım gösterir. Krumbein’ın da dikkat çektiği gibi Chang “Evrensel Bildirge’nin neredeyse tüm maddelerine ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştur” (Krumbein, 2015:1). İnsan hakları fikrini başta Konfüçyüs olmak üzere Çinli düşünürlere yaptığı atıflarla desteklemeye ve onlarla uzlaştırmaya çalışan Chang, sık sık “Çin’deki uygulamalardan bahsederek ya da ilgili Çin atasözlerine atıf yaparak diğer delegelerin dikkatlerini bu yöne çeker” (Waltz, 2001:60). Chang’ı “uzlaşma sanatının bir ustası” olarak nitelendiren Humphrey’ye göre, Çinli düşünürlere yaptığı atıfların önemli bir faydası “Komisyonda ortaya çıkan kördüğümlerden kaçabilmeye olanak sağlayan bir formül sunmasıdır” (Humphrey, 1983:397). Chang’ın Konfüçyüs’e yaptığı atıfların önemli bir kısmını Konfüçyüs etiğinin ve Çin kültürünün de önemli bir parçası olan bireylerin diğer insanlara ve topluma karşı ödevleri oluşturur. Ödev kavramıyla ilgisinde Chang, ben-merkezli bireyciliğe karşı insanın en temel niteliklerinden biri olan sempatinin (sympathy) ya da iyilikseverliğin (benevolence) yani, Konfüçyüsçü ren kavramının önemine vurgu yapar.87 Chang’ın terminolojisinde sempati (ren) kavramı, insanın değerine saygının ya da insanda içkin iyiliğin bir göstergesidir. Bu nedenle Chang “‘ren’ kavramının Bildirge’nin birinci maddesinde ‘akıl’ kavramından sonra yer alması gerektiğini” savunur (E/CN.4/AC.1/SR.8). Nitekim “Bildirge’de insanın kendine özgü iki niteliğinden biri olarak ‘vicdan’ kavramı, birinci maddeye Chang’ın ren kavramına atıf yapılmasına yönelik girişiminin ardından yapılan müzakereler sonucunda eklenir” (Krumbeim, 2015:6). “İnsan hakları kavramındaki, haklardan çok insan boyutuna vurgu yapmayı tercih eden” Chang’ın bu tercihinin temelinde “insanın sürekli olarak içinde yaşadığı toplumdaki diğer insanların bilincinde olması zorunluluğu yatar. Uzun bir eğitim süreciyledir ki sadece kadınlar ve erkekler bildirgeyle kendilerine verilen hakların ve ödevlerin gerçek değerinin farkına varabilirler ve onları yaşama geçirilebilirler” (Akt. Liu, 2014:411). Aynı zamanda bir eğitimci olarak insan hakları ilkelerinin yaşama geçebilmesi için elzem olan ahlâki eğitime vurgu yapan Chang, eğitimin önemini iki Çin ataözüyle temellendirmeye çalışır: “İyi niyet bir siyasal düzen için tek başına yeterli olamaz” ve “yasalar kendi

87

Konfüçyusçu “ren” kavramını Chang, “two-man-mindedness” olarak İngilizceye çevirir. Bazı Çinli yazarlara göre “ren” kavramının “sempati”, “iyilikseverlik” ya da “diğerlerine yönelik farkındalık” (conciousness of his fellow man) olarak çevirisi aslında kavramın gerçek anlamını tam olarak yansıtmaz. Kavramın tam bir çevirisi ‘iki kişinin birbirinin varoluşunu hissedebilmesi’ şeklinde olabilir (Liu, 2014:412; Pinghua, 2016:984).

194

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

başlarına sonuç doğurmakta yetersizdir.” Dolayısıyla ona göre Bildirge’nin ana amacı sadece insan haklarını ihlâl edenleri cezalandırmak değil, daha iyi insanlar yaratmak olmalıdır” (Roth, 2016:109; Pinghua, 2016:989). Taslak sürecinde sosyal güvenlik ile ekonomik ve sosyal haklar da Chang’ın üzerine ağırlıklı olarak durduğu konulardır. Ekonomik ve soyal hakların Bildirge’de kapsamlı bir şekilde yer alması gerektiğini düşünen Chang, EKOSOK’un İkinci Oturumu’nda yaptığı bir konuşmada “yaşam standartlarının yükseltilmesine özlem duyan dünyanın dört bir yanındaki insanların bazıları için bunun anlamı günümüzde sadece aç kalmamak olduğunu dile getirir” (Akt. Pinghua, 2016:987). Chang, ayrıca Bildirge’nin Önsöz’ünde ekonomik ve sosyal gelişmenin ilerletilmesine ve Roosevelt’in “yoksunluk içinde olmama özgürlüğü”ne atıf yapılarak ekonomik ve sosyal hakların Bildirge’nin amaçları arasında sayılmasını da ister (E/CN.4/SR.14). Yeni hakların Bildirge’de ayrıntılı bir şekilde yer almasını gerektiğini savunan Chang, bu doğrultuda “yaşama standardı” kavramının anlamını açıklığa kavuşturmak için bu kavramın önüne “beslenme, giyinme, barınma ve tıbbi bakımı içeren” ifadesinin eklenmesini önerir (E/CN.4/SR.71). Chang, “Bildirge’nin mümkün olduğunca basit ve kavranmasının kolay bir tarzda olması gerektiğini” de savunur. Çünkü ona göre Bildirge, “sadece hukukçular ve bilim insanları için değil, dünyanın her yerindeki tüm insanlar içindir” (A/C.3/SR.91). Chang, taslak müzakereleri aşamasında ayrıca diğer delegelerden daha fazla Bildirge’nin mantıksal yapısı üzerinde durur. Bu doğrultuda çok kez Bildirge’nin maddelerinin ya da madde fıkralarının değiştirilmesini öneren Chang’a göre “Bildirge, eğer etkili bir belge olacaksa onun mantıksal, açık ve özlü olması zaruridir” (A/C.3/SR.103). Humphrey taslak sürecinin henüz başlarında üzerinde çalışılan haklar belgesinin “üç kısımdan –yani bildirge, sözleşme ve uygulama kriterlerinden- oluşmasını ilk teklif eden delegenin Chang olduğunu” dile getirir (Humphrey, 1983:398; E/CN.4/AC.1/SR.4). Daha önce de vurgulandığı gibi taslak sürecinin başında ilan edilecek haklar belgesinin hangi formda olacağına dair bir netlik söz konusu değildir ve bu belirsizlik çalışmaların sağlıklı bir şekilde ilerlemesine engel teşkil etmektedir. Chang, sorunu aşabilmek için “Komisyon’un meseleyi bu aşamada oylamayla çözmek yerine Genel Kurul tarafından oylanacak bir kararı, yani bildirgeyi varsayarak sürdürmesinin daha uygun olacağını söyler.” Hazırlık Komitesi tarafından da benimsenen bu yaklaşım sonucunda Humphrey ilk taslağın yazımına başlar (E/CN.4/SR.7). Chang ayrıca Hindistan delegesi Mehta ve Avustralya delegesi Hodgson’la birlikte uygulama tedbirlerinin yaşama geçirilmesi için en fazla çabalayan delegeler arasındadır.

SONUÇ Klasik insan hakları tarih yazımcılığı genel olarak Antik Yunan ve Roma felsefesiyle ve özellikle de Stoacı düşünürlerle başlatılır, Ortaçağ’ın ve erken modern dönemin doğal hukuk öğretileriyle devam ederek 17. ve 18. yüzyılın doğal haklar öğretileri ve haklar bildirgeleriyle doruk noktasına ulaşır. 1789 Fransız Bildirgesi’nden 1948 yılındaki BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne kadar süren yaklaşık yüz elli yıllık zaman dilimi ise, insan hakları tarihinin içinde neredeyse hiç yer tutmaz. Şüphesiz ki bunun kimi haklı nedenleri vardır. İnsan hakları için hiç de parlak bir dönem olmayan ve ideolojilerin yükselişe geçtiği bu zaman diliminde insan hakları kavramına yönelik ilgi sınıf, ırk, ulus, medeniyet gibi kavramların ve pozitivizm, faydacılık, tarihsicilik gibi felsefi ekollerin gölgesinde kalarak geriler ve hatta unutulmaya yüz tutar. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım da insan haklarının insanlığın gündemine etkili bir şekilde girmesine yol açmaz. Öte yandan insan hakları tarihi açısından iki dünya savaşı arasındaki döneme ayrı bir parantez açmak gerekir. Bu kısa dönem enternasyonalist kimlikleriyle öne çıkan bazı kişilerin ve onları bir araya getiren örgütlerinin insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik (fakat hak ettiği ilgiyi görmeyen) bazı önemli girişimlerine sahne olur. İnsan hakları dendiğinde daha çok kadınlar, çocuklar, azınlıklar, işçiler gibi bazı grupların haklarının akla geldiği bu ara dönemde Milletler Cemiyeti aracılığıyla özellikle azınlıkların haklarını korumaya dönük bir rejim de oluşturulur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da dağılan imparatorlukların bakiyesi olan kimi halklara kısa süreli uygulanma olanağı bulan bu azınlık rejimi, (sonradan doğurduğu kimi sorunlar nedeniyle vazgeçilmiş olsa da) aslında evrensel insan hakları rejimi için büyük önem taşır. Çünkü dinsel, dilsel ve etnik grupların kimi temel haklarını güvence altına almayı amaçlayan bu rejim, insan hakları alanında yüzyılın ortasında yaşanan gelişmelere öncülük eder. Hatta modern insan hakları rejimi aslında azınlık gruplarına tanınan temel hakların herkesi ya da ırk, dil, din, cinsiyet vb. ayrımlar gözetmeksizin tüm insanları kapsayacak şekilde genişletilmesi şeklinde ortaya çıkar. Yaklaşık yüz elli yıllık uzun bir aradan sonra “insan hakları, yirminci yüzyılın ortasında dünya kamuoyunun gündemine neden aniden girmiştir?” sorusu son yıllarda daha sık sorulmaya başlanmıştır. Bu sorunun birkaç yanıtı var-

196

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

dır. Bunlardan biri yukarıda da değinilen azınlık rejiminin yüzyılın ilk yarısında doğurduğu sorunlardan kaçınılmak istenmesidir. Nitekim azınlık rejimi, Hitler Almanya’sı tarafından suiistimal edilerek, komşu ülkelerin Almanya tarafından işgaline zemin oluşturmuş ve İkinci Dünya Savaşı’nın fitilini ateşlemiştir. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin bu deneyiminden çıkardıkları dersler, evrensel insan hakları rejiminin, azınlıklar rejiminin bir alternatifi olarak inşasında rol oynar. Azınlıkların hakları meselesi şüphesiz ulus-devletler meselesiyle de doğrudan bağlantılıdır. Gerek iki büyük savaş arasındaki dönemde gerekse ikinci büyük savaşının ardından yurttaşlarının insan haklarını çiğneyen irili ufaklı hemen her devletin kendi egemenlik alanlarını korumak istemeleri ya da iç hukuk düzenlerine dışarıdan bir müdahaleye daima gönülsüz olmaları insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasının önünde başlıca engeli oluşturmuştur. Bu engel, yani devletlerin egemenlik hakları ile evrensel insan hakları arasındaki gerilim sadece Evrensel Bildirge’nin taslak yazımlaması sırasında değil günümüzde de (Avrupa Konseyi tarafından oluşturulan bölgesel koruma mekanizması örneğinde olduğu gibi kimi istisnalar dışında) geçerliliğini korumaktadır. İnsan haklarının yüzyılın ortasında insanlığın gündemine neden hızla girdiğine yönelik bir başka açıklama gene Nazi tiranlığıyla bağlantılıdır. Günümüzde de yaygın şekilde benimsenen bu açıklamaya göre İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Nazi gaddarlığı ve Yahudi Soykırımı, Bildirge’nin ilan edilmesinin başlıca nedenidir. Aslında bu düşünceyi Bildirge’nin ilan edildiği dönemde de benimseyenler vardır. Evrensel Bildirge’nin taslak sürecinin ana aktörlerinden biri olan Lübnanlı Charles Malik’e (Malik, 2000) göre de Nazi tiranlığının yarattığı vahşet Bildirge’nin “negatif kökleri”ni oluşturur. İkinci Dünya Savaşı’nın ve Holokost’un Evrensel Bildirge’nin ilan edilmesinde oynadığı rolü bütünüyle yadsımak mümkün değildir. Bu çalışmada da yer yer söz konusu olayların Evrensel Bildirge sürecine nasıl etki ettiğine dikkat çekilmiştir. Bunlardan biri de Time Magazine’in Nazi gaddarlığını gözler önüne seren bir Nazi toplama kampından fotoğrafların yayınlandığı nüshasının San Francisco Konferansı delegeleri üzerinde bıraktığı etki ve insan hakları lehine doğurduğu sonuçtur. Dahası Nazi zulmüne en fazla maruz kalan grupların başında gelen Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinin, aydınların ve sivil toplum kuruluşlarının savaş sırasında ve sonrasında Evrensel Bildirge’nin yaşama geçmesinde oynadıkları son derece örgütlü ve aktif rol de göz ardı edilmemelidir. Ancak günümüzde insan haklarının yüzyılın ortasında popülerlik kazanmasının Nazi gaddarlığı ve Holokost’la ilişkilendirilmesine (bu alanda kapsamlı çalışmalar yapan Mark Mazower ve Samuel Moyn gibi) şüpheyle yaklaşan bazı yazarlar vardır. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı’nın dünya çapında yarattığı

Sonuç

197

büyük felaketin Evrensel Bildirge sürecini açıklamaya tek başına yeterli olmayacağını söylemek doğru olacaktır. Zira bu iddia Birinci Dünya Savaşı’nın aynı etkiyi neden doğurmadığı ve insan haklarını dünya kamuoyunun gündemine güçlü bir şekilde neden getiremediği sorusunu açıklamakta yetersiz kalır. Holokost’un insanlık vicdanında yarattığı infial de Evrensel Bildirge’nin ilanıyla sonuçlanan süreci tek başına açıklamaya yeterli değildir. Çünkü Moyn’un da dikkat çektiği gibi “alışılagelmiş varsayımların aksine, savaş sonrası dönemde Holokost bilinci yaygın değildi ve tam da bu sebeple, insan hakları onun karşısında duyulan bir ihtiyaca yanıt olarak gelişmiş olamazdı” (Moyn, 2017:12). İnsan haklarının yüzyılın ortasında popülerlik kazanması ve Evrensel Bildirge’nin yaşama geçebilmesinde aslan payı bazen de dönemin az sayıda ama etkili ve saygın isimlerine verilir. İnsan hakları aktivistleri olarak da adlandırılabilecek ve çoğunlukla hukukçulardan oluşan, (aralarında kimi siyasetçi ve devlet adamlarının da yer aldığı) bu kişilerin önemli bir kısmı enternasyonalizm yanlısı Batılılardır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bir araya geldikleri kimi örgütler aracılığıyla insan haklarının uluslararası düzeyde korunması için gayret gösteren bu isimler, çalışmalarını bazı insan hakları belgeleriyle de taçlandırırlar. Her ne kadar söz konusu dönemde hak ettiği ilgiyi görmemiş olsa da onların çalışmaları İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan yeni insan hakları rejimine önemli katkılar sağlar. Bu kişilerden bazıları ayrıca İkinci Dünya Savaşı boyunca sürdürülen ve savaş sonrasında giderek yoğunlaşan insan haklarının uluslararası korunması çabalarına gerek BM çatısı altında gerekse sivil toplum kuruluşları aracılığıyla aktif katılım gösterirler. İnsan haklarına yirminci yüzyılın ortasında artan ilgiyi açıklayan bir başka güçlü argüman aslında bu çalışmanın da yansıttığı şekilde ABD’nin süreçte oynadığı aktif rolle ilgilidir. ABD yönetimi ve Başkan Roosevelt, ülkesi henüz savaşa dâhil olmadan önce kendi kamuoyunu kime karşı ve neden savaşılması gerektiği konusunda ikna edebilmek için insan hakları ve özgürlükler söylemine başvurur. Roosevelt’in 1941 yılında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşması bu açıdan bir dönüm noktası oluşturur. Savaş boyunca yeni bir dünya örgütünün kurulması ve insan haklarının kurulacak bu örgütün temel amaçlarından biri olması için ABD yönetimi tarafından sivil toplum kuruluşlarının da desteği ve kimi zaman da zorlamasıyla giderek yoğunlaşan faaliyetlerde bulunulur. İlk defa Atlantik Şartı’yla resmi bir belgede yer alan Dört Özgürlük ilkesi ise, insan hakları alanında daha sonra yaşanacak gelişmelerin fikri temellerinden birini oluşturur. Nitekim Dört Özgürlük ilkesi, sadece BM Şartı’nda değil, Evrensel Bildirge’nin Önsöz’ünde yer alarak söz konusu önemini ortaya koyar. Charles Malik, bu nedenle Evrensel Bildirge’nin “pozitif kökleri” arasında BM Şartı’nı ve Dört Özgürlük ilkesini sayar.

198

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Gerçekten de, gerekçesi ne olursa olsun eğer ABD, insan haklarını savaş dönemi retoriğinin ana unsuru yapmasaydı Evrensel Bildirge’nin yaşama geçebilmesi de mümkün olmayacaktı. Nitekim insan hakları konusu savaş boyunca hayatta kalma mücadelesi veren ne İngiltere ve Fransa gibi güçlü liberal demokrasilerin ne de Sovyetler Birliği gibi başka büyük güçlerin ana gündemlerinin bir parçasıydı. O dönemde başta Latin Amerikalılar olmak üzere bazı küçük devletler dışında insan haklarının uluslararası düzeyde korunması hedefine odaklanmış ve bu hedefi BM ile ilişkilendirmek isteyen başka bir devlet bulmak güçtür. Öte yandan bu süreçte ABD’nin insan haklarına yönelik tutumunun istikrarlı olduğunu da söyleyemeyiz. ABD yönetimi içinde de izolasyoncu bir dış politikayı savunan, evrensel insan haklarına mesafeli yaklaşan ve zaman zaman görüşleri baskın gelen bir odak mevcuttu. İnsan haklarının tek bir atıfla ve son dakika iliştirildiği Dumbarton Oaks Müzakereleri sonuç bildirisi bunun açık göstergesidir. Ancak sayısal üstünlükleriyle Latin Amerikalıların ve güçlü sivil toplumunun ABD üzerinde yarattığı baskı en nihayetinde insan hakları lehine sonuç doğurmuş ve Evrensel Bildirge yaşama geçebilmiştir. Hatta öyleki o dönemde BM üyesi diğer pek çok devlet aslında ABD ve Latin Amerikalılar ile aralarında önemli oranda dini grupların da yer aldığı sivil toplum örgütlerinin yarattığı bir akıntıya kapılmış gibi görünmektedirler. Günümüzde tüm insanlığın Magna Carta’sı olarak adlandırılan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin “evrensel ahlak ilkeleri” ya da bir ahlaksal lingua franca olduğu sıkça dile getirilir. Ancak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin “evrensel” niteliği bugün Bildirge’nin yazıldığı tarihte olduğundan çok daha fazla tartışma konusu yapılmaktadır. Evrensel Bildirge’ye en büyük meydan okumalardan biri kültürel relativizm ya da plüralizm taraftarlarından gelmektedir. Evrensel Bildirge’nin felsefi ve kültürel kaynaklarını eleştiren kültürel relativistlere göre uluslararası belgelerde ortaya konan insan hakları kavramlaştırması aslında Batı düşüncesinin bir ürünüdür ve kültür emperyalizminin ve Batılı güçler tarafından diğer devletlere müdahalenin bir aracı olarak görülür. Aslında insan haklarının evrenselliği ile Evrensel Bildirge’nin evrenselliğini ayrı değerlendirmek gerekir. Şüphesiz ki, insan hakları hiçbir ayrım gözetmeksizin her yerdeki bütün insanların sahip olduğu haklar olması anlamında evrenseldir. Dolayısıyla bu hakların devletlerin ulusal mevzuatlarınca onaylanıp onaylanmıyor olmasının bir önemi yoktur. Evrensel Bildirge’ye yönelik evrensellik eleştirisi ise, daha çok bu bildirgenin yazımlaması ve ilan edilmesi süreciyle ilgilidir ve genellikle Asyalılar ve Afrikalılar tarafından dile getirilir. Evrensel Bildirge’nin evrensel niteliği iki bakımdan değerlendirilebilir. Bunlardan ilki Bildirge’nin taslak yazım sürecine katılımının kapsamıdır. BM Şartı, 1945 yılında 50 kurucu üye devlet tarafından imzalanmış, Evrensel Bil-

Sonuç

199

dirge 1948 yılında onaylandığında bu sayı 58’e yükselmiştir. Glendon’ın saptamasına göre BM üyesi 58 ülkenin altısını Sovyet Bloku ülkeleri; onbiri İslam kültürünün ağırlıklı olduğu ülkeler; dördü büyük bir Budist nüfusa sahip ülkeler; 37’si ise, az ya da çok Yahudi-Hıristiyan geleneği ve Aydınlanma düşüncesi tarafından belirlenmişti (Glendon, 2011:202). Öte yandan Bildirge’nin taslak sürecinde başta Afrika kıtası (o dönemde Güney Afrika dışında sadece Mısır, Etiyopya ve Liberya BM üyesi idi) ve Güneydoğu Asya olmak üzere dünya nüfusunun azımsanmayacak bir kısmının sömürge yönetimlerine tabi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öte yandan 2. Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılan Almanya, Avusturya, İtalya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Japonya gibi ülkeler de BM üyesi olmadıkları için sürecin bir parçası olmamıştır. Bu ülkelerin yanı sıra İspanya, Portekiz, Finlandiya, İsveç, İsviçre, İrlanda, İzlanda, Kore ile günümüzün Baltık, Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri de o dönemde BM üyesi ülkeler arasında yer almazlar ve Bildirge’nin şekillenmesine katkıda bulunmamışlardır. Dolayısıyla dünya nüfusunun önemli bir kısmı bu sürecin dışında kalmıştır ve bu, sadece Batı dışı halklarla da sınırlı değildir. Ancak pek çok Batılı devletin de taslak sürecinin dışında kalmış olması Bildirge’nin büyük oranda gene Batılılar tarafından sevk ve idare edildiği gerçeğini görmemizi engellemez. Evrensel Bildirge’nin ilk taslağına kaynaklık eden belgeler de Batı kaynaklıdır. Daha önce de vurgulandığı gibi BM İnsan Hakları Dairesi başkanı John Humphrey tarafından kaleme alınan ilk taslak (Sekretarya Taslağı) sonraki tüm süreçte temel alınan taslaktır. Her ne kadar o dönemde BM İnsan Hakları Dairesi tarafından derlenen kaynaklar arasında aralarında Batılı olmayan çok sayıda BM üyesi devletin anayasalarındaki insan haklarıyla ilgili hükümler yer alıyor olsa da bu hükümlerin ilk taslağın oluşumuna ciddi bir etkisi olduğunu söyleyebilmek zordur. Humphrey’nin bizzat kendisinin de belirttiği gibi onun ilk taslağı yazarken en fazla yararlandığı kaynaklar o dönem bazı Latin Amerika devletleri tarafından BM’ye sunulan bildirge taslaklarıdır. Latin Amerikan hukuk geleneğini Kuzey Amerika ve Kıta Avrupası hukuk geleneğinden ayrı düşünmek ise mümkün değildir. Bu husus Batılı olmayan ülke anayasaları için de büyük oranda geçerlidir. Bildirge’nin evrenselliğini ilk taslak olan Sekretarya taslağının yazımından sonraki süreç ve nihai şeklinin aldığı destek ve onay açısından da değerlendirmek mümkündür. Sekretarya taslağı dayanak alınarak geliştirilen Evrensel Bildirge’nin nihai formülasyonu farklı felsefi, ideolojik-siyasal, kültürel ve sosyo-ekonomik geri plana sahip devletlerin temsilcilerinin yoğun müzakereleri sonucu ortaya çıkmıştır. Son dönemde yapılan araştırmalar ve BM tutanakları Batılı olmayan çok sayıda ülkenin temsilcisinin tartışmalara aktif katılım sağladığını ve belgenin içeriğinin ve lafzının şekillenmesine katkı verdiğini gösterir.

200

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Evrensel Bildirge’nin taslak yazımını üstlenen 18 üyeli BM İnsan Hakları Komisyonu’nun kompozisyonunu küresel olarak adlandırmak mümkün değilse de onun sadece Batılı devlet temsilcileriyle sınırlı olduğunu öne sürmek de mümkün değildir. İnsan Hakları Komisyonu’na üyelikte dengeli bir coğrafi dağılımın sağlanmasına gayret gösterilmiş ve dönemin koşulları altında bu çeşitlilik büyük oranda sağlanmıştır. Buna göre İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin beşi Batı medeniyetinden (ABD, Fransa, İngiltere, Avustralya, Belçika), dördü Doğu Bloku’ndan (SSCB, Belarusya, Ukrayna, Yugoslavya), üçü Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerden (İran, Lübnan, Mısır), üçü Latin Amerika’dan (Panama, Uruguay, Şili) ve birer temsilci de Filipinler, Çin ve Hindistan’dandır. Evrensel Bildirge’nin taslak süreci İnsan Hakları Komisyonu’yla da sınırlı değildir. İnsan Hakları Komisyonu, BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’e tabi bir kurum olarak oluşturulmuş ve Komisyon’un aldığı kararlar Konsey’in onayına da sunulmuştur. Ayrıca İnsan Hakları Komisyonu’nun İkinci Oturumu (Aralık 1947) ile Taslak Komitesi’nin İkinci Oturumu (Mayıs 1948) arasındaki zaman diliminde taslak uluslararası insan hakları belgesi, BM üyesi diğer devletlere değerlendirmelerini almak üzere gönderilmiştir. Ancak bu karmaşık bürokratik süreçte Bildirge’nin evrenselliğine en fazla katkı sağlayan toplantılar BM Genel Kurulu Üçüncü Komite toplantıları (Sosyal, İnsani ve Kültürel İşler Komitesi) olmuştur. Üçüncü Komite toplantıları 18 üyeli İnsan Hakları Komisyonu’nda temsil edilmeyen bu nedenle de Bildirge’nin şekillenmesine katkı sağlayamayan BM üyesi devletlerin tamamının taslak hakkında değerlendirmelerini sunmaları için önemli bir fırsat sunmuştur. Taslak metnin tek tek maddelerinin, kelimeler ve kavramların hatta nokta ve virgüllerin bile kapsamlı bir şekilde tartışıldığı ve yaklaşık iki buçuk ay süren Üçüncü Komite toplantıları, Bildirge’nin evrensel niteliğini artırmakla kalmamış aynı zamanda BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmesini de kolaylaştırmıştır. Bildirge, BM Genel Kurulu’nda 10 Aralık 1948 tarihinde onaylanmış ve o sırada BM üyesi hiçbir devlet aleyhte oy kullanmamıştır. Sonuçta Evrensel Bildirge’nin evrensellik niteliğine yönelik kimi zaman haklı kim zaman haksız eleştirilere son verebilecek en uygun girişim belki de, bugün üye sayısı 193’e ulaşmış BM’nin çatısı altında yeni bir evrensel insan hakları bildirgesi ya da sözleşmesine imza atılması olacaktır. Bu aynı zamanda insan haklarının dinamik doğasının da bir gereğidir. Nitekim 2023 yılında 75. yılını kutlayacak olan Evrensel Bildirge’nin ilan edildiği 1948 yılından bu yana başta bilimsel ve teknolojik alanda olmak üzere insanlık durumunda yaşanan büyük ve sarsıcı gelişmeler de böylesi bir ihtiyacı zorunlu kılmaktadır. Son olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, hiç şüphesiz, teorik ya da felsefi bir uzlaşıdan çok diplomatik ve pratik bir uzlaşının destansı bir başarısı olarak yaşama geçebilmiştir.

KAYNAKÇA AAA (1947). “Statement on Human Rights”, American Anthropologist, New Series, Vol. 49, No. 4, pp. 539-543. Abrams, Irwin (2001). The Nobel Peace Prize and the Laureates: An Illustrated Biographical History, Science History Publications: USA. Adami, Rebecca (2018). Women and the Universal Declaration of Human Rights, 1st Edition, Routledge. ALI (1945). Statement of Essential Human Rights, Drafted by a Committee Representing Principal Cultures of the World, Appointed by the American Law Institute (ALI), Distributed by Americans United for World Organization: New York. https://www.ali.org/media/filer_public/fc/ea/fcea8b14-8d49-4263-8cd9e0133751ff64/statement-of-essential-human-rights.pdf, Erişim tarihi: 20.04.2020. Allain, Jean (2013). Slavery in International Law: Of Human Exploitation and Trafficking, Martinus Nijhoff Publishers: Leiden. Anderson, Carol (1996). “From Hope to Disillusion: African Americans, the United Nations, and the Struggle for Human Rights, 1944 – 1947”, Diplomatic History, Vol. 20, No. 4, pp. 531-563. Alfredsson, G. & Eide, A. (1999). “Introduction”, The Universal Declaration of Human Rights: A Common Standart of Achievement, (Ed. G. Alfredsson & A. Eide), Martinus Nijhoff: The Hague. An-Na’im, A. Abdullahi (1992). “Indroduction”, Human Rights in Cross-Cultural Perspectives: A Quest for Consensus, (Ed. A. A. An-Na’im), University of Pennsylvania Press: Pennsylvania. Arat, Zehra F. Kabasakal (2006). “Forging a Global Culture of Human Rights: Origins and Prospects of the International Bill of Rights”, Human Rights Quarterly, Vol. 28, No. 2, pp. 416-437. Arendt, Hannah (2014). Totalitarizmin Kaynakları – 2: Emperyalizm, (Çev. B. D. Şener), İletişim Yayınları: İstanbul. Aristoteles (1983). Politika, (Çev. M. Tunçay) Remzi Kitabevi: İstanbul. Aust, P. Helmut (2015). “From Diplomat to Academic Activist: André Mandelstam and the History of Human Rights”, The European Journal of International Law, Vol. 25. No.4, pp. 1105-1121.

202

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Bailey B., D. Farber (2003). “The ‘Double-V’ Campaign in World War II Hawaii: African Americans, Racial Ideology, and Federal Power”, The American Experience in World War II, Vol 10, The American People at War: Minorities and Women in the Second World War, Routledge: New York. Bedi, S. R. S. (2007). The Development of Human Rights Law by the Judges of the International Court of Justice, Hart Publishing: Oxford. Berg, Manfred (2007). “Black Civil Rights and Liberal Anticommunism: The NAACP in the Early Cold War”, The Journal of American History, Vol. 94, No. 1, pp. 75-96. Bethell L., Roxborough I. (1988) “Latin America Between Second World War and the Cold War: Some Reflections on the 1945-8 Conjuncture”, Journal of Latin American Studies, Vol. 20, No. 1, pp. 167-189. Black, M. Allida (2008), “Eleanor Roosevelt and the Universal Declaration of Human Rights”, OAH Magazine of History, Vol. 22, No. 2, pp. 34-37. Borgward, Elizabeth (2007). “FRD’s for Freedoms and Wartime Transformations in America’s Discourse of Rights”, Bringing Human Rights Home: A History of Human Rights in the United States, (Ed. C. Soohoo, C. Albisa, M. F. Davis), University of Pensilvania Press: Philadephia. Borowy, Iris (2009). Coming to Terms with World Health: The League of Nations Health Organisation 1921-1946, Peter Lang Publishing: Frankfurt. Boterbloem, Kees (2004). The Life and Times of Andrei Zhdanov, 1896-1948, McGillQueens’s University Press: Montreal. Burgers, J.H. (1992). “The Road to San Francisco: The Revival of Human Rights Idea in the Twentieth Century”, Human Rights Quarterly, Vol. 14, No. 4, pp. 447-477. Burns, M. James (2001). “Intruduction”, The Eleanor Roosevelt Encyclopedia, (Ed. M. H. Beasley, H. C. Shulman, H. R. Beasley), Greenwood Press: Westport. Cabanes, Bruno (2014). The Great War and the Origins of Humanitarianism 1918-1924, Cambridge University Press, New York. Caciagli, Mario (2013). “Hıristiyan Demokrasi”, 20. Yüzyıl Siyasal Düşünceler Tarihi, (Ed. T. Ball & R. Bellamy), Babil Yayınları: İstanbul. Carozza, G. P. (2003). “From Conquest to Constitutions: Retrieving a Latin American Tradition of the Idea of Human Rights”, Human Rights Quarterly, Vol. 25, No. 2, pp. 281-313. Carr, E. H. (1948). “The Rights of Man”, Human Rights: Comments and Interpretations, (A Symposium edited by UNESCO), UNESCO Publishing: Paris. Cassese, Antonio (1995). Self-Determination of Peoples: A Legal Reappraisal, Cambridge University Press: New York.

Kaynakça

203

Cassese, Antonio (2011). Five Masters of International Law, Hart Publishing: Oxford. Costigliola, Frank (2016). “Freedom from Fear”, The Four Freedoms: Franklin D. Roosevelt and the Evolution of an American Idea, (Ed. Jeffrey A. Engel), Oxford University Press: New York. Çavuşoğlu, Naz (1999). Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Su Yayınları: İstanbul. Darraj, M. Susan (2010). The Universal Declaration of Human Rights, Chelsea House Publishers: New York. Davidson, Alastair (2012). The Immutable Laws of Mankind: The Struggle For Universal Human Rights, Springer: Dordrecht. Davy, Ulrike (2013). “The Rise of ‘Global Social’: Origins and Transformations of Social Rights under UN Human Rights Law”, The International Journal of Social Quality, Vol. 3, No. 2, Special Issue: In Search of the “Social: European and Global Perspectives on the Idea of the Welfare State, pp. 41-59. De Gouges, Olympe (1996) “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirgesi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, (Çev. E. Göztepe), Cilt 45, Sayı: 1. De Madariaga, Salvador (1948). “Material Security and Spiritual Liberty”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, UNESCO/PHS/3(rev.) Paris. Denk, Erdem (2015). Uluslararası Örgütler Hukuku: Birleşmiş Milletler Sistemi, Siyasal Kitapevi: Ankara. Durkovic, Misa (2018). “Christian Personalism as a Source of the Universal Declaration of Human Rights”, Philosophy and Society, Vol. 30, No. 2, pp. 271-286. Eckel, Jan (2013). “The International League for the Rights of Man, Amnesty International, and the Changing Fate of Human Rights Activism from the 1940s through the 1970s”, Humanity, University of Pennsylvania Press, Vol. 4, No. 2, pp. 183-214. Elfert, Maren (2018). UNESCO’s Utopia of Livelong Learning: An Intellectual History, Roudledge: New York. Engel, A. Jeffrey (2016). “The Scene, The Phrase and the Debate”, The Four Freedoms: Franklin D. Roosevelt and the Evolution of an American Idea, (Ed. Jeffrey A. Engel), Oxford University Press: New York. Engle, Karen (2001). “From Skepticism to Embrace: Human Rights and the American Anthropological Association from 1947–1999”, Human Rights Quarterly, No. 23, pp. 536–559.

204

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Evans, Tony (1996). US Hegemony and the Project of Universal Human Rights, Macmillan Press, London. Finch, A. George (1941). “The International Rights of Man”, The American Journal of International Law, Vol. 35, No. 4, pp. 662-665. Freeden, Michael (2013). “Refah Devletinin Ortaya Çıkışı” 20. Yüzyıl Siyasal Düşünceler Tarihi, (Ed. T. Ball & R. Bellamy), Babil Yayınları: İstanbul. Gandhi, Mahatma (1948). “A Letter Addressed to Director-General of UNESCO”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, Paris. Gardner, R. Michael (2002). Harry Truman and Civil Rights: Moral Courage and Political Risks, Southern Illinois University Press: Carbondale. Glendon, A. Mary (1998). “Rights Babel: The Universal Rights Idea at the Dawn of the Third Millenium”, Gregorianum, 79 (4), pp. 611-24. Glendon, A. Mary (1999). “Knowing the Universal Declaration of Human Rights”, Notre Dame Law Review, Vol. 73, Issue 5, pp. 1153-1190. Glendon, A. Mary (2000). “Introduction”, The Challenge of Human Rights: Charles Malik and the Universal Declaration, Charles Malik Foundation: Oxford. Glendon, A. Mary (2001). A World Made New: Eleanor Roosevelt and the Universal Declaration of Human Rights, Random House: New York. Glendon, A. Mary (2003). “The Forgotten Crucible: The Latin American Influence on the Universal Human Rights Idea”, Harvard Human Rights Journal, Vol. 16, pp. 2740. Glendon, A. Mary (2011). The Forum and the Tower: How Scholars and Politicians Have Imagined the World, from Plato to Eleanor Roosevelt, Oxford University Press: New York. Glendon, A. Mary (2013). “The Influnce of Catholic Social Doctrine on Human Rights”, Journal of Catholic Social Thought, No. 10:1, pp. 69-84. Goodale, Mark (2009). Surrendering to Utopia: An Anthropology of Human Rights, Stanford University Press: California. Goodale, Mark (2018). Letters to the Contrary: A Curated History of the UNESCO Human Rights Survey, (Edited and Introduced by Mark Goodale), Stanford University Press: California. Hechler, Ken (2007). “Truman Laid the Foundation for the Civil Rights Movement”, The Civil Rights Legacy of Harry S. Truman, (R. H. Geselbracht), Truman State University Press: Kirksville.

Kaynakça

205

Hellawell, Sarah (2019). “Building a New International Order: International Women’s Organizations and the UIA”, International Organizations and Global Civil Society: Histories of the Union of International Associations, (Ed. D. Laqua, W. Van Acker, C. Verbruggen), Bloomsbury Publishing: London. Henkin, Louis (1998). “Human Rights from Dumbarton Oaks”, The Dumbarton Oaks Conversations and the United Nations, 1944-1994, (Ed. E. R.May & E. Laiou), Harvard University Press: Washington. Henry, P. C. & Trash T. (1996). “U.S. Human Rights Petitions Before the UN”, The Black Scholar, Vol. 26, No. 3/4, The Nation of Islam: 1930-1996, pp. 60-73. Hillmann, P. R. (1998). “Quincy Wright and the Commission to Study the Organization of Peace”, Global Governance, Vol. 2, No. 4, pp. 485-499. Hobbins, A. J. (1998). “Eleanor Roosevelt, John Humphrey: And Canadian Opposition to the Universal Declarationof Human Rights: Looking Back on the 50th Annivesary of UNDHR”, International Journal, Vol. 53, No. 2, pp. 325-342. Housden, Martyn (2012). The League of Nations and the Organization of Peace, Routledge Publishing: London. Humphrey, P. John (1984). Human Rights & the United Nations: A Great Adventure, Dobbs Ferry, Transnational Publishers: NY. Hunt, Alan (2009). “On Georges Gurvitch, Sociology of Law”, Classical Writings in Law and Society, (Ed. A. J. Trevino), Transaction Publishers: New Brunswick, pp. 131-163. Huxley, Julian (1946). UNESCO: Its Purpose and Its Philosophy, UNESCO. ILO (1919) Constitution of the International Labour Organisation (ILO), Publisher: International Labour Organisation, Publication Date: 1 April 1919. https://www.refworld.org/docid/3ddb5391a.html, Erişim tarihi: 20.04.2020. ILO (2012). Report IV (1): Social Protection Floors For Social Justice And A Fair Globalization, International Labor Conference 2012, International Labor Office, Geneva. https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/---ed_norm/--relconf/documents/meetingdocument/wcms_160210.pdf, Erişim tarihi: 20.04.2020. Isa, G. Felipe (2006). International Protection of Human Rights, International Protection of Human Rights: Achievements and Challenges, (Ed. F.G. Isa & K. de Feyter) University of Deusto Publishing: Bilbao. Ishay, R. Micheline (2008). The History of Human Rights: From Ancient Times to the Globalization Era, University of California Press, California.

206

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

James, Stephen (2007). Universal Human Rights: Origens and Development, LFB Scholarly Publishing LLC, New York. Jefferson, Thomas (1944). The Life and Selected Writings of Thomas Jefferson, (Ed. A. Koch & W. Peden) Random House. Johnson, M. Glen (1987). “The Contributions of Eleanor and Franklin Roosevelt to the Development of InternationalProtection for Human Rights”, Human Rights Quarterly, Vol. 9, No. 1, pp. 1948. Johnson, M. Glen (1998). “A Magna Carta for Mankind: Writing the Universal Declaration of Human Rights”, The Universal Declaration of Human Rights: A History of its Creation and Implementation 1948-1998, UNESCO Publishing: Paris. Jones, Matthew (2016). “Freedom from Want”, The Four Freedoms: Franklin D. Roosevelt and the Evolution of an American Idea, (Ed. Jeffrey A. Engel), Oxford University Press: New York. Juhnke, E. William (1989). “President Truman's Committee on Civil Rights: The Interaction of Politics, Protest, and Presidential Advisory Commission”, Presidential Studies Quarterly, Vol. 19, No. 3, pp. 593-610. Kabir, Humayun (1948). “The Rights of Man and the Islamic Tradition”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, Paris. Kaneko, Sachiko (2018). “The Struggle for Legal Rights and Reforms: A Historical View”, Transforming Japan: How Feminism and Diversity are Making a Difference, (Ed. K. Fujimura-Fanselow) The Feminist Press: New York. Kelsen, Hans (1946). “The Preamble of the Charter: A Critical Analysis”, Journal of Politics, No. 8, pp. 134-159. Kıran, Abdullah (2008). “Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş” GAU Journal of Social and Applied Sciences, 3(6), 19-36. Korey, William (1998). NGOs and the Universal Declaration of Human Rights: “A Curious Grapevine”, St. Martin’s Press. Korey, William (2001). NGOs and the Universal Declaration of Human Rights: “A Curious Grapevine”, First PALGRAVE Edition: New York. Krumbein, Frederic (2015). “P. C. Chang – The Chinese Father of Human Rights”, Journal of Human Rights, ISSN: 1475-4835, pp. 1-21. Kunz, L., Josef (1945) “The Inter-American Conference on Problems of War and Peace and the Problem of the Inter-American System”, The American Journal of International Law, Vol. 39, No. 3, pp. 527-553.

Kaynakça

207

Lauren, G. Paul (2011). The Evolution of Universal Human Rights: Visions Seen, University of Pennsylvania Press: Pennsylvania. Lauterpacht, Elihu (2010). The Life of Hersch Lauterpacht, Cambridge University Press, New York. Lauterpacht, Hersch (2013). An International Bill of the Rights of Man, Oxford University Press, Oxford. Leary, Virginia (1992). “Post Liberal Strands in Western Human Rights Theory”, Human Rights in Cross-cultural Perspectives: A Quest for Consensus, (Ed. Abdullahi Ahmed An-Na-im), The University of Pennsylvania Press. Lewis, D. William (1945). “The Statement of Essential Human Rights by Representatives of the Principal Cultures of the World”, Proceedings of the American Philosophical Society, Vol. 89, No. 3. Lien, J. Arnold (1948). “A Fragment of Thoughts Concerning the Nature and the Fulfilment of Human Rights”, Human Rights: Comments and Interpretations, (A Symposium edited by UNESCO), UNESCO Publishing: Paris. Lindholm, Tore (1999). “Article 1”, The Universal Declaration of Human Rights: A Common Standart of Achievement, (Ed. G. Alfredsson), Martinus Nifhoff Publishers, The Hague. Liu, H. Lydia (2014). “Shadows of Universalizm: The Untold Story of Human Rights around 1948”, Critical Inquiry, Vol. 40, No. 4, pp. 385-417. Lo, Chung-Shu (1948). “Human Rights in the Chinese Tradition”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, UNESCO/PHS/3(rev.) Paris. Locke, John (2004). Hükümet Üzerine İkinci İnceleme: Sivil Yönetimin Gerçek Kökeni, Boyutu ve Amacı Üzerine Bir Deneme, (Çev. F. Bakırcı), Babil Yayıncılık: Ankara. Malik, Charles (1951). “Human Rights in the United Nations”, International Journal, Vol. 6, No. 4, pp. 275-280. Malik, Charles (1955). “The Spiritual Significance of the United Nations”, The Christian Scolars, Vol. 38, No. 1, pp. 19-30. Malik, Charles (2000) The Challenge of Human Rights: Charles Malik and the Universal Declaration, (Ed. Habib C. Malik), Charles Malik Foundation: Oxford. Mandela, Nelson (2000). Long Walk to Freedom, Boston: Little Brown. Maritain, Jacques (1944). The Rights of Man and Natural Law, The Cenetary Press: London.

208

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Maritain, Jacques (1948). “Foreword”, Human Rights: Comments and Interpretations, (A Symposium edited by UNESCO), UNESCO Publishing: Paris. May, Martha (1982). “The Historical Problem of the Family Wage: The Ford Motor Company and the Five Dollar Day”, Feminist Studies, Vol. 8, No. 2, pp. 399-424. Mazower, Mark (2004). “The Strange Triumph of Human Rights: 1923-1950”, The Historical Journal, 47, 2 (2004), pp. 379-398. Mazower, Mark (2010). Büyülü Saray Yok: İmparatorluğun Sonu ve Birleşmiş Milletler’in İdeolojik Kökenleri, (Çev. N. İ. Elçioğlu) Alfa Yayıncılık: İstanbul. Mazower, Mark (2011). “The End of Civilization and the Rise of Human Rights. The MidTwentieth-Century Disjuncture”, Human Rights in the Twentieth Century, (Ed. Stefan-Ludwig Hoffman), Cambridge University Press: New York. Mazower, Mark (2013) Dünyayı Yönetmek – Bir Fikrin Tarihi (Çev. M. Moralı) Alfa Yayıncılık: İstanbul. McKeon, P. Richard (1948). “The Philosophic Bases and Material Cicumstances of the Rights of Man”, Human Rights: Comments and Interpretations, (A Symposium edited by UNESCO), UNESCO Publishing: Paris. Mitoma, Glenn (2010). “Charles Malik and Human Rights: Notes on a Biography”, Biography, Vol. 33, No. 1, Personal Narrative & Political Discourse, pp. 222-241. Mitoma, Glenn (2013). Human Rights and the Negotiation of American Power, University of Pennsylvania Press: Philadelphia. Mohney, Seth (2014). “The Great Power Origins of Human Rights”, Michigan Journal of International Law, Vol. 35, Issue 4, pp.827-860. Monteiro, A. R. (2014). Ethics of Human Rights, Springer Publishing. Moore, J. A. & Pubantz, J. (2017). The New United Nations: International Organization in the Twenty-First Century, Published by Routledge: New York. Morphet, Sally (1992). “Economic, Social and Cultural Rights: The Development of Governments’ Views, 1941-88”, Economic, Social, Cultural Rights: Progress and Achivement, (Ed. R. Berdard, D. M. Hill), Palgrave Macmillan: New York. Morsink, Johannes (1984). “The Philosophy of Universal Declaration”, Human Rights Quarterly, Vol. 6, No. 3, pp. 309-334. Morsink, Johannes (1991). Women’s Rights in the Universal Declaration, Human Rights Quarterly, Vol. 13, No. 2, pp. 229-256. Morsink, Johannes (1999). The Universal Declariton of Human Rights: Origins, Drafting, and Intent, University of Pennsylvania Press, Philadelphia. Morsink, Johannes (2009). Inherent Human Rights: Philosopical Roots of the Universal Declaration, University of Pennsylvania Press: Philadelphia.

Kaynakça

209

Morsink, Johannes (2017). The Universal Declaration of Human Rights and the Chalenge of Religion, University of Missouri Press: Columbia. Moyn, Samuel (2017). Son Ütopya: Tarihte İnsan Hakları, (Çev. Firdevs Ev), Koç Üniversitesi Yayınları: İstanbul. Mutua, Makau (2016). Human Rights Standarts: Hegemony, Law and Politics, State University of New York Press: New York. NAACP (1947). An Appeal to the World: A Statement on the Denial of Human Rights to Minorities in the Case of Citizens of Negro Descent in the United States of America and an Appeal to the United Nations for Redress, Prepared for NAACP, (Ed. W. E. B. Du Bois), New York. New York Bildirgesi (1929). Declaration of the International Rights of Man, Adopted by the Institut de Droit International at its Session of October12, 1929, Briarcliff Lodge, Briarcliff Manor, New York. NNC (1946). A Petition to the United Nations on behalf of 13 million oppressed Negro citizens of United States of America, Petition to the Economic and Social Council of the United Nations, 6 June 1946. https://archive.org/details/NNC-Petition-UN946/page/n1/mode/2up, Erişim tarihi: 20.04.2020. Normand R. & S. Zaidi (2008). Human Rights at the UN: The Political History of Universal Justice, Indiana University Press: Bloomington. Notter, Harley (1949). Postwar Foreign Policy Preparations, 1939-1945, Greenwood Press: Wesport. Nussbaum, Martha (2000). Aristotle, Politics and Human Capabilities: A Response to Antony Arneson, Charlesworth and Mulgan. Ethics, Vol. 111, No. 1, pp. 102-140. Oberleitner, Gerd (2007). Global Human Rights Institutions: Between Remedy and Rituel, Polity Press: Oxford. Obregon, Liliana (2006). “Noted For Dissent: The International Life of Alejandro Alvarez”, Leiden Journal of International Law, Vol. 19, pp. 983-1016. Obregon, Liliana (2009). “The Universal Declaration of Human Rights and Latin America”, Maryland Journal of International Law, 24. Pgs. 94-98. Paine, Thomas (2017). İnsan Hakları, (Çev. M. O. Dostel), İletişim Yayınları: İstanbul. Partington, J. S. (2008). “H. G. Wells: A Political Life”, Utopian Studies, Vol. 19, No. 3, pp. 517-576. PCCR (1947). To Secure These Rights, The Report of the President’s Committe on Civil Rights (PCCR), https://www.trumanlibrary.gov/library/to-secure-theserights#VII, Erişim tarihi: 20.04.2020.

210

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Pemberton, Jo-Anne (2020). The Story of International Relations, Part One: ColdBlooded Idealists, Palgrave Macmillan: Switzerland. Plesch, Dan (2011). America, Hitler and the UN: How the Allies Won World War II and Forged a Peace, I. B. Tauris: London. Pollis, A., & Schwab, P. (1980). “Human Rights: A Western Construct with Limited Applicability”, Human Rights: Cultural and Ideological Perspectives, pp. 1-18, New York; London. Pollis, Adamantia (1992). “Human Rights in Liberal, Socialist, and Third World Perspective”, Human Rights in the World Community: Issues and Actions, (Ed. R. P. Claude & B. H. Weston), University of Pennsylvania Press: Philadelphia. Puntambekar, S. V. (1948). “Human Freedoms and Hindu Thinking”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, UNESCO/PHS/3(rev.) Paris. Rappaport, Helen (2001). “Ichikawa Fusae”, Encyclopedia of Women Social Reformers, ABC-CLIO: California. Rietzler, Katharina (2011). “Experts for Peace: Structures and Motivations of Philanthropic Internationalism in the Interwar Years”, (Ed. Daniel Laqua), Internationalism Reconfigured: Transnational Ideas and Movements Between the World Wars, I.B. Tauris Publishing: London. Riezler, Kurt (1948). “Reflections on Human Rights”, Human Rights: Comments and Interpretations, A Symposium edited by UNESCO, UNESCO/PHS/3(rev.) Paris. Roosevelt, D. Franklin (1941). “Address of 6 January 1941”, The Public Papers and Address of Franklin D. Roosevelt, (Ed. S. Rosenman), Random House: New York. Roosevelt, Eleanor (1999). Courage in a Dangerous World: The Political Writings of Elaonor Roosevelt, (Ed. A. M. Black), Colombia University Press: New York. Roosevelt, Eleanor (2010). The Eleanor Roosevelt Papers, Volume 1: The Human Rights Years: 1945-1948, (Ed. A. M. Black) Virginia of University Press. Roosevelt, Eleanor (2018). The Autobiography of Eleanor Roosevelt, Zed Books Ltd: London. Roosevelt, Eleanor (2021). “A Comprehensive Electronic Edition of Eleanor Roosevelt's My Day Columns”, https://www2.gwu.edu/~erpapers/myday/browsebyyear.html. Son erişim tarihi: Kasım 2021. Rosenberg, Pam (2004). Eleanor Roosevelt: First Lady, Humanitarian, and World Citizen, Child’s World: US.

Kaynakça

211

Roth, I. Hans (2016). “Peng Chun Chang, Intercultural Ethics and the Universal Declaration of Human Rights", Ethics and Communication: Global Perspectives, (Ed. Göran Collste), Rowman & Littlefield: London. Roth, I. Hans (2018). P C. Chang and the Universal Declaration of Human Rights, University of Pennsylvania Press: Philadelphia. Sabine, H. George (1951). “Review of Human Rights: Comments and Interpretations by UNESCO”, The Philosophical Review, 60 (1), pp. 104-106. Samnøy, Åshild (1993). Human Rights as International Consensus: The Making of the Universal Declaration of Human Rights 1945-1948, Report, Chr. Michelsen Institute: Bergen. Samnøy, Åshild (1999). The Universal Declaration of Human Rights: A Common Standart of Achievement, (Ed. G. Alfredsson & A. Eide), Martinus Nijhoff: The Hague. Samore, William (1958). “The New International Law of Alejandro Alvarez”, The American Journal of International Law, Vol. 52, No. 1, pp. 41-54. Santoro, J. Nicholas (2006). Atlas of Slavery and Civil Rights: An Annotated Chronicle of the Passage from Slavery and Segregation to Civil Rights and Equality under the Law, iUniverse, Inc.: New York. Scarfi, P. Huan (2017). The Hidden History of International Law in the Americas: Empire and Legal Networks, Oxford University Press: New York. Schabas, A. William (2013). Universal Declaration of Human Rights: The Travaux Préparatoires, Cambridge University Press: New York. Scott, J. B. (1916). “The American Institute of International Law”, The American Journal of International Law, Vol. 10, No. 1, pp. 121-126. Sen, S. N. (1991). Europe and the World: 1763-1945, New Age International Publishers: New Delhi. Siddiqi, Javed (1995). World Health and World Politics: The World Health Organization and the UN System, University of South Carolina Press: Columbus. Sikkink, Kathryn (2015). “Latin American’s Protagonist Role in Human Rights”, International Journal on Human Rights, Vol. 12, No. 22, pp. 207-219. Sikkink, Kathtyn (2004). Mixed Signals: U.S. Human Rights Policy and Latin America, Cornell University Press: Ithaca & London. Simpson, A. W. Brian (2001). Human Rights and the End of Empire: Britain and the Genesis of the European Convention, Oxford University Press, Oxford. Somerhausen, Luc (1948). “Human Rights in the World Today”, Human Rights: Comments and Interpretations, (A Symposium edited by UNESCO), UNESCO Publishing: Paris.

212

Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’NİN KISA TARİHİ (1918 – 1948)

Stienstra, Deborah (1994). Womens’s Movements and International Organizations, Saint Martin’s Press: New York. Sun, Pinghua (2016). “Pengchun Chang’s Contributions to the Drafting of UDHR”, Journal of Civil & Legal Sciences, Vol. 5, No. 5. Pp. 982-1002. Sun, Pinghua (2018). Historic Achiement of a Common Standart: Pengchun Chang and the Universal Declaration of Human Rights, Spinger: Singapore. Taşdemir, F. & Özer, A. (2017). Uluslararası Hukuk Perspektifinden Self-determinasyon ve Ayrılma, Hukuk Yayınları: Ankara. Townley, Edward (2002). Mussolini and Italy, (Ed. Martin Collier) Heinemann Educational Publishers: Oxford. UN Doc. (1945) “Verbatim Minutes of the Sixth Plenary Session”, Documents of the U.N. Conference on International Organization, San Francisco, 1945, Vol. I, London, New York: United Nations Information Organizations, 1945, Doc. 55 P/13, pp. 416–55, at p. 425. UNCIO Doc. (1945). Report of Rapporteur of Committee I to Commission I, UNCIO Doc. 944, I/1/34(I), p. 11. UNESCO (1947a). Proceedings of the First General Conference, held at UNESCO House, Paris, from 20 November to 10 December 1946. https://atom.archives.unesco.org/1st-general-conference-paris, Erişim Tarihi: 20.04.2020. UNESCO (1947b). Document Phil/1/1947, “Memorandum on Human Rights”, 27 March 1947. Van Bueren, Geraldine (1998). The International Law on the Rights of the Child, Martinus Nijhoff Publishers: The Hague. Waltz, Susan (2001). “Universalizing Human Rights: The Role of Small States in the Construction of the Universal Declaration of Human Rights”, Human Rights Quarterly, Vol. 23, No. 1, pp. 44-72. Waltz, Susan (2002). Reclaiming and Rebuilding of the History of the Universal Declaration of Human Rights, Third World Quarterly, Vol. 23, No 3, pp. 437-448. Waltz, Susan (2004). “Universal Human Rights: The Contribution of Muslim States”, Human Rights Quarterly, Vol. 26, No. 4, pp 799-844. Weissbrodt, D. & Vega, De La C. (2007). International Human Rights Law: An Introduction, University of Pennsylvania Press: Pennsylvania. Welles, Sumner (1942). The American News Letter: A Review of Facts and Trends in World Affair, Issues 1-51, Business Publishers International Cooperation.

Kaynakça

213

Wells, H. George. (2015). The Rights of Man Or What We Are Fighting For?, Penguin Books: London. Werth, Leon (2018). Deposition 1940-1944: A Secret Diary of Life in Vichy France”, (Edited and translated by David Ball) Oxford University Press: New York. Whelan, J. D. & Donnelly, J. (2007). “The West, Economic and Social Rights, and the Global Human Rights Regime: Setting the Record Straight”, Human Rights Quarterly, No. 29, pp. 908-949. Willetts, Peter (2011). Non-Governmental Organizations in World Politics: The Construciton of Global Governance, Routledge Publishing: London. Winter, J. & Prost, A. (2013). René Cassin and Human Rights: From the Great War to the Universal Declaration, Cambridge University Press: Cambridge. Wright, Quincy (1943). Human Rights and the World Order, Commission to Study the Organization of Peace, New York. Wyers, Frances (1976). Miguel de Unamuno: The Contrary Self, Tamesis Books Limited: London. Zweig, Stefan (2019). İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar: On Dört Tarihsel Minyatür, Can Yayınları: İstanbul.