139 59 5MB
Turkish Pages 301 [303] Year 2021
4153
) ALFA 1 EDEBİYAT 1 478
JV 32
METEOR AV/
JULES VERNE
·
1828 yılında Fransa'nın Nantes kentinde doğdu.Ailesinin isteğine uyarak hukuk diploması aklı. Şahsen tanıştığı Victor Hugo, Ale xandre Dumas (Fils) gibi yazarların etkisinde tiyatro eserleri, şiir ler yazdı. Yaşadığı bohem hayata kızan babasının maddi desteğini çekmesi üzerine geçimini yazarak karşılamaya karar verdi. 1863 'te kaleme aldığı XX. ruzyılda Paris' i yayıncısı Hetzel fazla uçuk bulup yayımlamadı. Bir tarafa atılan bu müsveddeler ancak 1994'te bulu nup yayımlanabildi. Bir tek bu kitaba bakarak bile günün bilimsel ve teknolojik gelişmelerinden hareketle yüz yıl sonraki gelişmelere ilişkin kestirimlerde bulunmaktaJulesVerne'nin dünyada bir eşinin daha olmadığı görülür. Verne, "Olağanüstü Yolculuklar" üst başlı ğıyla yayımlanan romanlarında okurunu Fransa'dan başlayıp diğer Avrupa ülkelerinde, sonra Türkiye dahil Asya, Afrika, Amerika, Avustralya'da, kutuplarda, okyanuslardaki takımadalarda, derken ge zegenimizin içinde yolculuğa çıkardıktan sonra Ay'a, daha sonra da Güneş Sistemine götürür. Fantastik sayılabilecek roman ve öykü lerinin yanı sıra bilirnkurgu sınırlarında dolaşanları da bulunmakla birlikte eserlerinin çoğunun yarı-bilimsel romanlar olduğunu söy lemek pek yanlış olmaz. 1905'te Amiens'de öldüğünde aralarında Seksen Günde Devri Alem, İki Yıl Okul Tatili, Denizler Alt111da Yirmi Bin Fersah gibi dünyanın en çok okunmuş kitaplarının da bulun duğu, bir kısmı ölümünden sonra basılacak olan çok sayıda eser bı rakmıştı. Eserlerinin sayısını tam olarak vermek zordur. Bilinen 54 romandan başka 22 öykü kitabı, inceleme kitapları bulunmaktadır.
BÜŞRA UÇAR 1992 yılında İstanbul'da doğdu. 2009 yılında Vefa Li�esini bitir di. Ardından 2017 yılında Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde eğitimini tamamladı; bu süreç te Fransa'nın Perpignan şehrinde Universite de Perpignan Via Domitia'da altı aylık öğrenim gördü. Sosyal bilimler alanında Fran sızca-Türkçe, İngilizce- Türkçe serbest çevirmen olarak başladığı çevirmenlik kariyerine özellikle edebiyat ve sosyal bilimler alanla rında devam etmektedir.
Meteor Avı La chasse au meteore,1908 © 2021,ALFA BasımYayım Dağıtım San.
veT ic. Ltd. Şti.
Kitabın tüm yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla çoğaltılamaz.
Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedat Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Fransızcadan Çeviren Büşra Uçar İllüstrasyonlar George Roux Editör Gülden Kurt Gevinç Son Okuma Doğan Şima Kapak Tasarımı Elif Çepikkurt Sayfa Tasarımı Yavuz Karakaş
ISBN 978-625-449-382-9 1. Basım: Temmuz 2021
Çeviride,JulesVerne'in ölümünden sonra oğlu MichelVerne"" yayınc!Sl tarafından yayına hazırlanan 1908 tarihli baskı temel alınmıştır.
Kitabın içindeki görseller"Projet des lllustrationsJulesVerne" kapsamında B. Krauth (www.jules-verne-club.de) "" Rene Paul (RenePaul.neı) tarafından sağlanmıştır.
Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık ÇiftehavuzlarYolu,Acar Sanayi Sitesi,No: 8,Bayrampaşa-İstanbul Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29 Sertifika no: 45099
Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi,T icarethane Sokak No: 15 34110 Cağaloğlu İstanbul Tel: (0212) 511 53 03 Faks: (0212) 519 33 00 www.alfakitap.com - [email protected] Sertifika no: 43949
OLAGANÜSTÜ YOLCULUKLAR
Çeviren
ALFA
32
1
Yargıç John Proth, bahçesine geri dönmeden önce en hoş vazifelerinden birini yerine getiriyor.
Bu tuhaf hikayenin başladığı şehrin, Amerika Birleşik Devletleri'nin Virginia eyaletinde bulun duğunu okurdan saklamak için bir neden yok. Hatta istenirse şehrin adına Whaston diyebilir ve şehri Potomac Irmağı'nın sağ yakası üzerine, doğu bölgesine konumlandırabiliriz; fakat şehrin koordinatlarını daha fazla anlatmaya gerek ol duğunu düşünmüyoruz, zira en ayrıntılı Birleşik Devletler haritalarında bile aransa nafile. O senenin 12 Mart günü sabah saatlerinde doğ ru zamanda doğru yerde, yani Exeter Sokağında bulunan Whaston sakinleri, zarif bir atlının usul giden atıyla dik yokuşlu sokakta bir aşağı bir yu karı gidip geldiğini, sonra da hemen hemen şeh rin merkezinde yer alan Constitution Meydanında durduğunu fark etmişlerdi. Tam bir yanki gibi görünmekle beraber kendi ne has bir görünümü de olan atlı olsa olsa otuz yaşındaydı. Boyu ortalamanın üzerindeydi, gü zel ve sağlam bir fiziği, hoş bir yüzü vardı; saçları kumral, dudaklarının üstü sinek kaydı tıraşlı ve yüzünü olduğundan uzun gösteren sivri sakalı kestane rengiydi. Bacaklarını örten büyük man tosu dertop olmuş atının terkisinde duruyordu.
6
JULES VERNE
Çevik atını hem ustalıkla hem sebatla yönlendiri yordu. Her tavn bir eylem adamı olduğuna, azimli ve ilk adımı atmaktan korkmayan bir insan oldu ğuna işaret ediyordu. Kararsız insanlann arzu ile korku arasında gidip gelmeleri onda yoktu. Son olarak, dışarıdan bakan biri bu soğukkanlı görü nüşün altında güçbela gizlenen bir sabırsızlık ol duğunu anlardı. Bu atlı kendisini kimsenin tanımadığı ve bilme diği bu şehirde ne anyordu? Sadece geçip gidiyor muydu, yoksa bir süre kalmayı mı planlıyordu? İkincisi ise, iş otel bulmaya gelince hangi birini seçeceğini şaşıracaktı. Bu hususta Whaston'ı an mamak olmaz. Ne Birleşik Devletler' deki ne başka bir yerdeki hiçbir şehir merkezinde gezginler bu fiyata daha iyi konaklama, daha iyi hizmet, daha iyi yemekler, böyle dört başı mamur bir konfor bulabilir. Böyle avantajlarla dolu bir şehrin harita larda bu kadar belli belirsiz gösterilmesi ne yazık! Hayır, yabancı Whaston'da kalacakmış gibi gö rünmüyordu ve otel çalışanlarının davetkar gü lüşleri kuşkusuz onun üzerinde hiçbir etki bırak mıyordu. Etrafındakilere karşı kayıtsız, dalgın bir tavırla, halkın merakını celp ettiğini aklına bile getirmeden, Constitution Meydanının ortasındaki büyük göbeği çevreleyen yolda ilerliyordu. Ama halk meraklanmıştı bir kere ! Atlı görün düğünden beri otel sahipleri ve çalışanlan kapı önlerinde şöyle şeyler söylüyorlardı: "Nasıl gelmiş buraya? " "Exeter Sokağı üzerinden. " "Peki, nereden geliyormuş ? " "Wilcox banliyösünden gelmiş diyorlar. "
ME TEOR AV I
7
"Yanın saattir atıyla meydanı turluyor. " "Birini bekliyordur. " "Muhtemelen. Biraz da sabırsız mı ne ? " "Durmadan Exeter Sokağı tarafına bakıyor. " "Demek ki oradan gelecek." "Kimmiş bu gelecek olan? Erkek mi, kadın mı? " "Eh, bana kalırsa pek şık ! " "Randevusu var öyleyse ? " "Evet, randevusu var. . . ama sizin anladığınız anlamda değil. " "Ne biliyorsunuz ? " "Baksanıza, yabancı üçtür Bay John Proth'un kapısının önünde duruyor. . . " "Bay John Proth da Whaston'da yargıç olduğuna göre . . . " "Demek ki bu şahsın davaları falan var . . . " "Ve hasmı da gecikmiş. " "Hakkınız var. " "Neyse, Yargıç Proth bunları bir çırpıda banştınverir! " "Marifetli adamdır. " "Hem de dürüst. " Gerçekten de atlının Whaston'da bulunma se bebi bu olabilirdi. Bay John Proth'un evinin önün de birçok kez durmuş ama atından inmemişti. Evin kapısına, pencerelerine bakıyor, sabırsızlık tan yerinde duramayan atı onu tekrar hareket et meye mecbur edene kadar da eşikte birinin belir mesini beklermiş gibi kımıldamadan duruyordu. İşte tam da bir kere daha duraksadığı anda kapı ardına kadar açıldı ve kaldırıma inen kısa merdi venin sahanlığında bir adam belirdi. Yabancı, adamı görür görmez:
8
JULES VERNE
"Siz Bay John Proth'sunuz, öyle değil mi? " dedi şapkasıyla selam vererek. "Ta kendisi," diye yanıtladı yargıç. "Size cevabı sadece evet ya da hayır olan basit bir soru sormak istiyorum. " "Sorun, beyefendi." "Bu sabah biri gelip size Bay Seth Stanfort'u sordu mu? " "Bildiğim kadarıyla hayır." "Teşekkür ederim. " Daha laf ağzından çıkar çıkmaz bir kere daha şapkasıyla selam veren atlı, dizginleri gevşetip tı ns tırıs Exeter Sokağını çıktı. Artık yabancının Bay John Proth'la bir işi ol duğuna şüphe yoktu; genel kanı bu yöndeydi. Sorusunu sorma şekline bakılacak olursa Seth Stanfort'un da ta kendisiydi, randevusuna erken gelmişti. Ama aynı şekilde merak uyandıran bir soru daha vardı: Bahsi geçen randevunun saati geçmiş miydi ve bu meçhul atlı bir daha geri dön memek üzere şehirden ayrılacak mıydı ? Amerika' da, yani dünyanın en bahisçi halkının arasında olduğumuza göre, yabancının yakında geri geleceğine, yahut kesin olarak gittiğine dair iddiaya tutuşulduğuna inanmamak için bir sebep yok. Otel çalışanları ile meydandan geçen merak lılar arasındaki bahisler yanın dolan, hatta beş altı senti geçmiyordu, yine de kaybedenler güzel güzel parasını ödeyecek, kazananlar da parasını alacaktı, ne de olsa hepsi saygıdeğer insanlardı. Yargıç John Proth ise Wilcox banliyösüne doğ ru giden atlıyı bakışlarıyla izlemekle yetindi. Bir filozoftu şu Yargıç John Proth; her ne kadar sadece
9
M E T E O R AVI
yarım yüzyıldır hayatta olsa da nereden baksan elli yıllık ilim irfan sahibi, bilge bir yargıçtı. Başka bir deyişle, dünyaya geldiği anda zaten bir filo zof ve alimdi. Şunu da eklemek gerekir ki bekar olması sayesinde -ki bekarlık irfanın su götür mez bir kanıtıdır- hayatta dert tasa görmemişti ve takdir edersiniz ki bu da felsefe yapabilmesini büyük ölçüde kolaylaştırıyordu. Whaston'da doğ muş, ilk gençlik yıllarında bile Whaston'dan dışa rı pek çıkmamıştı ve davalarına baktığı ve onun her türlü hırstan arınmış olduğunu düşünen in sanlar tarafından hem sevilir hem de sayılırdı. Adalet duygusuyla hareket ederdi. Başkalarının zaaflarına, hatta zaman zaman hatalarına bile müsamaha gösterirdi. Önüne çı� an meseleleri çözmek, mütevazı mahkemesinde boy gösteren düşmanları barıştırıp göndermek, sivri köşeleri yumuşatmak, işleri yoluna koymak, toplumsal düzene özgü çatışmaları yumuşatmak; tüm bun ları ne kadar kusursuzca yapılabiliyorsa yapmak tı görevinden anladığı.
Yargıç John Proth'un evi
10
JULES VERNE
John Proth bir ölçüde rahattı. Hoşuna gittiği için yargıçlık yapıyordu ve yargıda daha yüksek mevkilere çıkmak gibi bir hayali yoktu. Kendisi için de başkaları için de sükunet isterdi. İnsanları komşu yaşamlar olarak kabul eder ve herkesle iyi geçinmekte fayda görürdü. Erken yatar, erken kalkardı. Eski ve Yeni Dünya'dan bazı sevilen yazarları okusa da daha ziyade şehrin cesur ve dürüst gazetesiyle, reklamların siyaset haberle rinden daha fazla yer kapladığı Whaston News 'la yetinirdi. Her gün çıktığı bir iki saatlik gezinti lerde insanlar onu selamlamaktan şapka eskit tiğinden, yargıç da üç ayda bir kendi şapkasını yenilemeye mecbur olurdu. Gezintiye çıkmadığı zamanlarda, mesleğini icraya ayırdığı zaman lar hariç, sakin ve konforlu köşkünde olur, bah çesinde çiçek yetiştirirdi; çiçekleri de bu ilginin karşılığında onu canlı renkleriyle büyüler, ondan tatlı kokularını esirgemezdi. Birkaç satırla anlatılan bu karakter, yani Bay John Proth'un portresi kendi çerçevesi içinde değerlendirildiğinde, mevzubahis yargıcın ya bancının sorusuna neden bundan daha fazla ilgi göstermediği anlaşılacaktır. Şayet yabancı, evin efendisi yerine ihtiyar hizmetçisi Kate'le konuş muş olsaydı, muhtemeldir ki Kate çok daha fazla sını öğrenmek isteyecekti. Şu Seth Stanfort konu sunun peşini bırakmayacak, gelip hakkında bilgi edinmek isteyen olursa ne demek lazım geldiğini soracaktı. Elbette, saygıdeğer Kate yabancının öğ leye doğru ya da öğleden sonra tekrar Bay John Proth'a uğrayıp uğramayacağını öğrenmeyi de hiç dert etmezdi.
M E T E O R AVI
11
Bay John Proth ise, kadın cinsinden olduğu için hizmetçisinde mazur görülebilen bu merakı, boş boğazlığı kendine yakıştırmazdı. Hayır, Bay John Proth meydanda aylak aylak gezenlerin yabancı nın gelişini, oradaki mevcudiyetini, sonra da çe kip gidişini dikkatle izlediklerini fark etmemişti bile. Kapısını kapattıktan sonra dönüp bahçesin deki güllerini, süsenlerini, sardunyalannı, karan fillerini sulamaya devam etmişti. Ama meraklılar onun yaptığını yapmadılar, seyretmeye devam ettiler. Bu sırada atlı, şehrin batı yakasına tepeden ba kan Exeter Sokağının başına varmıştı. Whaston'ın merkezine bu yolla bağlanan Wilcox banliyösü nün sınınnda durdu ve atından inmeden etrafına bakındı. Durduğu yerden bakınca bir buçuk kilo metrelik bir alanı görebiliyor ve çan kuleleri ufuk ta, Potomac Irmağı'nın ötesinde görünen Steel Köyü'ne kadar giden beş kilometrelik dolambaç lı yolu seçebiliyordu. Yola bakıp duruyordu ama nafile . Belli ki aradığı orada değildi. Sabırsızlığını bulaştırdığı atını zapt etmeye çalıştı. On dakika böyle geçti, tekrar usul adım Exeter Sokağına giren atlı beşinci kez meydana yöneldi. "Sonuçta," diyordu saatine bakmayı ihmal et meden, "henüz ortada bir gecikme yok. Randevu onu yedi geçeydi; oysa saat daha yeni dokuz buçuk oldu. O Steel'den geliyor, Whaston ile Steel ara sındaki mesafe, benim geldiğim Brial ile Whaston arasındaki mesafeye eşit ve yirmi dakikadan kısa sürede kat edilebilir . . . Yol güzel, hava açık ve köp rünün bir nehir taşkını altında kaldığını sanmıyo rum . . . Yani ne bir engel var ne de bir aksaklık . . .
12
J UL E S VER N E
B u koşullarda randevuya gelmiyorsa, öyle istedi ği içindir . . . Öte yandan dakik olmak demek tam vaktinde orada olmak demektir, erkenden varmak değil. . . Aslına bakılırsa, tertipli bir adama yakış. mayacak kadar erken geldiğim için dakik olmayan benim . . . Gerçi, hiçbir şeyden olmasa bile saygıdan dolayı randevuya ilk gelen olmam lazımdı!" Bu monolog, yabancı Exeter Sokağından iner ken sürüp gitmiş ve ancak atın toynaklan meyda nın asfaltına vurduğunda sona ermişti. Haliyle, bahsi yabancının döneceğini söyleyen ler kazandı. Böylece kazananlar otellerin önünden geçip giden atlıyı gülümseyerek karşılıyor, kaybe denlerse sadece bir omuz hareketiyle selamlıyordu. Belediyenin saati nihayet saatin on olduğunu haber verdi. Atını durduran yabancı, on gong sesi sayıp belediyenin saatiyle yeleğinin cebinden çı kardığı kendi saatinin aynı olduğundan emin oldu. Randevu saatinin gelip çatmasına ve de geç mesine yedi dakika kalmıştı. Seth Stanfort, Exeter Sokağının başına geri dön dü. Besbelli atı da kendisi de kıpırdamadan dura mıyordu. O sırada büyükçe bir kalabalık sokağı dolduru yordu. Seth Stanfort, yukan doğru gidenlerle hiçbir şekilde ilgilenmiyordu. Bütün dikkati inenlerdey di, yokuşun başında göründükleri andan itibaren herkesi bakışlanyla takip ediyordu. Exeter Sokağı, bir yayanın on dakikada katedebileceği kadar uzundu, ama bu mesafe hızlı giden bir arabanın veya tırıs giden bir atın üç dört dakikasını alırdı. Oysa bizim atlının yayalarla işi yoktu. Onları görmüyordu bile. En yakın arkadaşı yürüyerek
METE O R A V I
13
burnunun dibinden geçse fark etmezdi. Beklediği kişi ancak atla veya arabayla gelebilirdi. Peki, söylediği vakitte gelecek miydi? Şimdi en fazla üç dakikası vardı, yani tam Exeter So kağından inmek için gereken süre , ama sokağın başında ne motosiklet ne bisiklet ne otomobil, hiçbir araç görünmüyordu, ki bir otomobil saatte seksen kilometre yaparak randevu zamanından önce bile gelebilirdi. Seth Stanfort, Exeter Sokağına son bir kez bak tı. Kararlı bir sesle şu sözleri mınldanırken gÇ)zle rinde şimşekler çakıyordu: "Eğer saat tam onu yedi geçe burada olmazsa evlenmem. " Tam o esnada, bu sözüne cevap verircesine, sokağın başından dört nala gelen bir atın sesi du yuldu. Bu muazzam hayvanın sırtında, zarif oldu ğu kadar kendinden emin bir binici de olan genç bir kadın vardı. Sokaktan gelip geçenler ona yol verdiğinden meydana kadar hiçbir engelle karşı laşmadan geldi. Seth Stanfort gelenin beklediği kişi olduğu nu anladı. Yüzünde yeniden ağırbaşlı bir ifade belirdi. Ne bir söz söyledi ne hareket etti. Atın yönünü yargıcın evine doğru çevirdikten sonra ağır adımlarla ilerledi. Bu, meraklıların ilgisini yeniden çekmek için birebirdi! Böylece yabancı onların farkında bile olmasa da meraklılar yavaş yavaş yanaşıyorlardı. Birkaç saniye sonra kadın meydana varmıştı, ter içindeki atı kapıdan iki adım ötede duruyordu. Yabancı şapkasını çıkardı: "Bayan Arcadia Walker'ı selamlarım . . . " dedi.
14
JULES VERNE
"Ben de Bay Seth Stanfort'u," diye yanıtladı Arcadia Walker, zarif bir şekilde eğilerek. Şehrin sakinleri kendilerine büsbütün yabancı bu çiftten gözlerini ayıramıyordu desek yalan ol maz. Aralarında şöyle konuşuyorlardı: "Bir dava için geldilerse umalım ki ikisinin de hayrına sonuçlansın. " "Öyle d e olacaktır. Bay Proth' a boşuna mahir adam dememişler! " "Eğer bu ikisi başkalarıyla evli değilse, bu i ş ev lilikle sonuçlansa ne güzel olur! " İşte bunlar konuşuluyor, bunlar söyleniyordu. Fakat ne Seth Stanfort ne de Bayan Arcadia Walker, kendilerine yönelen bu basbayağı rahat sız edici merakı dert ediyor gibiydi. Seth Stanfort, Bay John Proth'un kapısını çal mak üzere atından inmeye hazırlanıyordu ki kapı açıldı. Bay John Proth eşikte duruyordu ve bu kez ih tiyar hizmetçisi Kate de arkasındaydı. Evin önündeki nal seslerini işitmiş ve biri bah çesini, diğeri de mutfağını bırakıp neler olup bit tiğine bakmaya gelmişlerdi. Böylece Seth Stanfort atının üzerinde kaldı ve oradan yargıca seslendi: "Sayın Yargıç John Proth," dedi, "ben Massac husetts, Boston'dan Bay Seth Stanfort." "Tanıştığımıza çok memnum oldum, Bay Seth Stanfort ! " "Yanımdaki de New Jersey, Trenton'dan Bayan Arqıdia Walker. " "Bayan Arcadia Walker'ın huzurunda bulun maktan onur duyanın! " ·
M E T E O R AVI
15
Bay John Proth yabancı adamı inceledikten sonra bütün dikkatini kadına yöneltti. B ayan Arcadia Walker çekici bir insan oldu ğundan, hakkında biraz daha kalem oynatmak boynumuzun borcu: Yaşı yirmi dörttü; gözleri açık m avi, s açları koyu kestaneydi; güneş yanı ğının bile bozamadığı tazelikte bir teni vardı; son derece düzgün dişleri kusursuz bir beyazlıktay dı; boyu ortalamanın biraz üzerindeydi; görünü.: şü büyüleyici ve yürüyüşü hem yumuşak hem de canlıydı, nadir görülen bir zarafeti vardı. Yan oturduğu atı tıpkı Seth Stanfort'unki gibi eşe lenip duruyor ve B ayan Arcadia Walker da za rifçe atının hareketlerine uyum sağlıyordu. Şık eldivenli elleriyle dizginlerle oynayıp duruyor du ve işin erbabı, kadının iyi bir binici olduğunu hemen anlardı. Her şeyiyle başkalarından ayrı şıyordu, şayet Yeni Dünya halkının demokrat doğasına hakaret sayılmayacak olsa, Amerikan aristokrasisine özgü denebilecek, kendine has bir havası vardı. New Jerseyli B ayan Arcadia Walker, uzak akrabalarından başka yakını kalmadığından is tediğini yapm akta özgür, serveti s ayesinde ba ğımsız, genç Amerikalılara mahsus m aceracı ruha s ahip ve hayatını keyfince yaşayan bir ka dındı. Erken yaşlarda seyahat etmeye başlamış tı ve Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde bulundu ğundan Paris'te, Londra'da, Berlin'de, Viyana' da veya Roma'da ne yapılır, ne konuşulur bilirdi. Bitmek bilmeyen seyahatleri sırasında işittik lerini ve gördüklerini Fransızlarla, İngilizlerle, Almanlarla, İtalyanlarla kendi dillerinde konu-
16
JULES VERNE
ş abilirdi. Bugün artık aramızda olmayan bir öğ retmenin yönetiminde titiz bir eğitim alan, iyi yetişmiş biriydi. Ticarette de başansız değildi; servetinin idaresinde, çıkarlarını koruma konu sunda kıvrak bir zekası vardı. Bayan Arcadia Walker hakkında söylenenler simetrik olarak -doğru ifade ancak bu olabilir B ay Seth Stanfort için de geçerliydi. O da özgür dü, o da zengindi, o da seyahat etmeyi sever di, bütün dünyayı dolaşmıştı ve doğduğu şehir Boston'da hemen hemen hiç durmazdı. Kışları, E ski Kıta'nın ve maceracı hemşerisiyle sık sık rastlaştığı büyük başkentlerin misafiri olurdu. Yazlan ise memleketine, varlıklı yankilerin ai lecek gittikleri s ahillere dönerdi. Buralarda da Bayan Arcadia Walker'la karşılaşırdı. Ortak zevkler bu iki genç ve cesur insanı za manla birbirine yaklaştırmıştı; öyle ki meydanda ki meraklılar, hele de kadınlar bu ikisinin birbir leri için yaratıldıklannı düşünüyordu. Eh, ikisi de seyahat düşkünüyken, ikisi de nerede kamuoyu nun ilgisini çeken bir siyasi ve askeri gelişme ya şansa oraya gitmek için sabırsızlanırken nasıl an laşmasınlardı ki? Seth Stanfort ve Bayan Arcadia Walker'ın yavaş yavaş hayatlannı birleştirme fik rine varmalan şaşırtıcı olmamalıydı; sonuçta alış kanlıklan hiçbir şekilde değişmeyecekti. Artık yan yana giden iki ayn gemi gibi değil, dünyanın tüm denizlerini dolaşabilecek, üstün niteliklerle inşa edilmiş, donatılmış, düzenlenmiş tek bir gemi gibi olacaklardı. Hayır, Seth Stanfort'la Bayan Arcadia Walker'ın Yargıç Proth'un huzuruna çıkmalarına yol açan
M E T E O R AV I
17
şey ne bir dava ne bir anlaşmazlık ne de bilmem hangi işin halledilmesiydi. Hayır! Massachusetts ve New Jersey yetkili makamları nezdinde tüm yasal gereklilikleri tamamladıktan sonra, o gün, 12 Mart günü, o saatte, tam onu yedi geçe, me raklılara göre bir insanın hayatındaki en önemli işi gerçekleştirmek üzere Whaston'da buluşmak için sözleşmişlerdi. Bay Seth Stanfort ile Bayan Arcadia Walker'ın yargıçla tanışması anlatıldığı şekilde gerçekleş tikten sonra, Bay John Proth'un, yolculara hangi gerekçeyle huzuruna çıktıklarını sormak dışında yapabileceği bir şey yoktu. " Seth Stanfort, B ayan Arcadia Walker'ın ko cası olmak arzusundadır, " diye yanıtladı yaban cı adam. Diğeri, "Bayan Arcadia Walker da Bay Seth Stanfort'un karısı olmak arzusundadır, " diye ek ledi. Yargıç, saygıyla eğilerek: "Emrinize amadeyim, Bay Stanfort ve Bayan Arcadia Walker," dedi. İki genç de saygıyla eğildi. "Bu evliliğin ne zaman gerçekleşmesi uygun dur sizin için ? " diye yeniden lafa girdi Bay John Proth. Seth Stanfort, "Hemen . . . eğer müsaitseniz," diye yanıtladı. "Ben B ayan Stanfort olduktan hemen sonra Whaston'dan ayrılacağız," diye açıkladı B ayan Arcadia Walker. Bay John Proth, varlıklarıyla şehri onurlan dıran bu güzel çifti Whaston'da daha uzun süre
18
J ULE S VE R N E
misafir edemeyecekleri için hem kendisinin hem de bütün şehrin duyduğu üzüntüyü tavırlanyla belli etti. Sonra, "Tamamen emrinize amadeyim,'' dedi; bir yandan da kapıyı açmak için birkaç adım ge rilemişti. Fakat Bay Seth Stanfort kapıyı açmasına engel oldu. "Bayan Arcadia ve benim attan inmemiz şart mı ?" diye sordu. Bay John Proth bir süre düşündü. "Hiç de değil, '' dedi. "Ayakta evlenilebileceği gibi at üstünde de evlenilebilir. " Şu tuhaf ülke Amerika' da bile ondan daha uy sal bir yargıç bulmak zordu. "Tek bir sorum var, " dedi Bay John Proth, "ya salann gerektirdiği tüm formaliteler yerine geti rildi mi? " "Getirildi," diye yanıtladı Seth Stanfort. Ardından, evlilik ruhsatı ücretlerinin ödenme siyle Bostan ve Trenton'daki nüfus memurlan ta rafından düzenlenen, usulüne uygun iki izin bel gesini yargıca uzattı. Bay John Proth kağıtlan aldı, altın çerçeveli gözlüğünü burnunun üzerine yerleştirdi ve usu lüne uygun tasdik edilmiş ve resmi damgalı bel geleri dikkatle okudu. "Belgeler usulüne uygundur," dedi, "ve size ev lilik belgesi vermeye hazmın," diye ekledi. Daha da kalabalıklaşan meraklılar grubunun çiftin etrafını s armasına şaşmamak gerek; baş ka bir ülkede olsa biraz sıra dışı kabul edilecek koşullarda gerçekleştirilen bir nikaha tanıklık
19
METEOR AVI
ediyorlardı. Fakat niyetleri ne nişanlılara engel olmak ne de onlan huzursuz etmekti. Bay John Proth merdivenin birkaç basamağını çıkarak her kesin duyabileceği bir sesle söze başladı: "Bay Seth Stanfort, Bayan Arcadia Walker'ı ka nnız olarak kabul ediyor musunuz?" "Evet." "Bayan Arcadia Walker, Bay Seth Stanfort'u kocanız olarak kabul ediyor musunuz ? " "Evet." Yargıç, birkaç saniyeliğine, sanki bir ayin fo toğrafçısı "Kıpırdamayın!" demiş gibi ciddi bir ifa� deyle hareketsiz kaldı ve şöyle dedi: "Kanunun bana verdiği yetkiye dayanarak, siz Boston'dan Bay Seth Stanfort ile siz Trenton'dan Bayan Arcadia Walker'ı kan koca ilan ediyorum. " Eşler, az önce gerçekleştirilen nikah işlemine son mührü vurmak istercesine birbirlerine yakla-· şıp el ele tutuştular. Ardından ikisi de yargıca beş yüz dolarlık banknotlar uzattılar. "Ücretler için," dedi Bay Seth Stanfort. Bayan Arcadia Stanfort da "Yoksullar için," dedi. Ve birlikte, yargıcın önünde saygıyla eğildikten sonra, dizginleri ellerine alıp Wilcox banliyö süne doğru yola koyuldular. Bu beklenmedik olay karşısında donup kalan ve hayret verici bir şekilde on dakikadır ağzını aç mayan Kate, "Nasıl olur? Nasıl? " deyip duruyordu. "Ne oldu, Kate? " diye sordu Bay John Proth. İhtiyar Kate, bir süredir terzi gibi kıvınp dur duğu önlüğünün eteğini bıraktı. "Bana kalırsa deli bu insanlar, Yargıç Bey." ·
20
JULES VERNE
"Kanunun bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri kan koca ilan ediyorum."
"Şüphesiz, sevgili Kate, şüphesiz," diye onay ladı Bay John Proth, usul usul bekleyen maşrapa sını yeniden eline alırken. "Ama bunda şaşılacak ne var? Evlenenler zaten biraz deli değil midir?"
il
Okur, Dean Forsyth'in evine gidiyor, yeğeni Francis Gordon ve hizmetçisi Mitz'le tanışıyor.
"Mitz ! Mitz ! " "Söyle evladım? " "Dean dayımın nesi var?" "Bilmem ki. " "Hasta mı? " "Değil! Ama böyle giderse olacak." Bu konuşma, tam da Amerikan tarzı nikahlann en tuhafının kıyıldığı Whaston şehrinde, Elisabeth Sokağında bulunan bir evin yemek odasında, yir mi üç yaşındaki genç bir adamla altmış beş yaşın daki bir kadın arasında geçiyordu. Elisabeth Sokağındaki bu ev Bay Dean Forsyth'e aitti. Bay Dean Forsyth kırk beş yaşındaydı ve ya şını da gösteriyordu. Darmadağın saçlı kocaman bir kafası, yüksek numaralı gözlüklerinin ardın da küçük gözleri, hafif kambur omuzlan, iki tur çevirdiği ve her mevsim çenesine kadar çektiği kravatıyla sardığı güçlü bir boynu, bol ve kınşık bir redingotu, alt düğmeleri hiç kullanılmayan pörsümüş bir iç yeleği, kocaman pabuçlanna ka dar güçbela uzanan pek kısa bir pantolonu, griye çalan inatçı saçlannın üzerinden arkaya yatırdığı püsküllü takkesi, çenesinde Kuzey Amerikalılara özgü küçük bir sakalla sonlanan kınşık dolu bir
22
JULES VERNE
yüzü vardı ve öfkesi her daim burnunda bir adam dı; yeğeni Francis Gordon'la ihtiyar hizmetçisi Mitz'in 21 Mart sabahı hakkında konuştukları Bay Dean Forsyth işte böyle biriydi.
Bay Dean Forsyth'in evi
ME TEOR AVI
23
Anne babasını küçük yaşta kaybeden Francis Gordon'ı dayısı Bay Dean Forsyth büyütmüştü. Dayısından belli bir servet kalacak olsa da sırf bu yüzden çalışmaktan muaf olduğunu hiç dü şünmemişti; Bay Forsyth de ondan farklı düşün müyordu. Ünlü Harvard Üniversitesi'nde Beşeri Bilimler okuduktan sonra eğitimini hukukla ta mamlamıştı ve halen Whaston'da avukatlık ya pıyordu; dulun, yetimin, bitişik evlerde oturan komşuların davaları için ondan daha azimli bir avukat bulunamazdı. Yasaları ve içtihadı en ince ayrıntısına kadar biliyor, sıcak ve insanın içine işleyen bir ses tonuyla, özgüvenle konuşuyordu. Genç, yaşlı tüm meslektaşları ona değer veriyordu ve hiç düşmanı olmamıştı. İnsan olarak iyi biriy di, bunun yanında kestane rengi güzel saçlan ve güzel, zarif, kara gözleri vardı; hiçbir kötü niyet barındırmadan nükteler yapardı; yardımseverdi ama bununla gösteriş yapmazdı; Amerikan sos yetesinin tutkuyla ilgilendiği birtakım spor dalla rında hiç de yeteneksiz sayılmazdı; haliyle niçin şehrin seçkin gençleri arasında yer almasın ve niçin Doktor Hudelson ile kansı Flora Clarish'in güzel kızı Jenny Hudelson'ı sevmesindi? Okurun ilgisini bu küçükhanıma çekmek için henüz erken. Kendisinin sahneye ailesiyle birlik te çıkması daha uygun olur, ama onun da zama nı değil. Aslında zamanının gelmesi çok da uzun sürmeyecek, yine de bu hikayeyi anlatırken net olmayı gerektiren titiz bir yöntem izlemek gerek. Francis Gordon'a dönecek olursak, Elisabeth Sokağındaki evde yaşadığını ve bu evden ancak Jenny ile evleneceği gün ayrılacağını ekleyebiliriz.
24
JULES VERNE
Fakat yine Jenny'yi bir yana bırakalım v e sadece hizmetçi Mitz'in, efendisinin yeğeninin sırdaşı olduğunu ve onu oğlu, daha da doğrusu torunu gibi sevdiğini söyleyelim; ne de olsa anne şefkati rekoru büyükannelerdedir. Mitz örnek bir hizmetçiydi, onun gibisini bul mak artık ne mümkün. Hem köpek hem de kedi gibi iş gören nesli tükenmişlerdendi: Köpek gibiy di, çünkü efendilerine sadıktı; kedi gibiydi, çünkü evine bağlıydı. Kolayca gözünüzde canlandırabi� leceğiniz gibi Mitz efendisinden sözünü sakın mazdı. Bay Dean Forsyth bir hata yaptığı zaman, renkli hayal gücünü dilimize ancak kısmen yansı tabileceğimiz türden ölçüsüz bir üslupla da olsa, açık seçik söylerdi. Şayet Bay Dean uzlaşmak is temezse yapabileceği tek şey vardı: oradan ayrılıp odasına dönerek kapısını iki kere kilitlemek. Üstelik Bay Dean Forsyth'in bu işte yalnız kal maktan endişe etmesine de gerek yoktu. Ortamda Mitz'in azar ve paylamalarından kaçan başka biri de muhakkak bulunurdu. Bu kişinin lakabı Omikron'du. Bu tuhaf adı bo yuna borçluydu; boyu bu kadar kısa olmasaydı hiç kuşku yok ki lakabı Omega· olurdu. On beş ya şında boyu 1,37 'ydi; sonrasında da bundan daha fazla uzamadı. Asıl adı Tom Wife olan adam eve daha o yaşta, Bay Dean Forsyth'in babasının za manında ve genç hizmetçi sıfatıyla gelmişti ve şimdi elli yaşındaydı; buradan anlaşılmaktadır ki otuz beş yıldır Francis Gordon'ın dayısının hizmetindeydi. Yunan alfabesinin harfleri; kelime anlamlan omikron "kü çük o" ve omega "büyük o" -çn.
M E TE O R AVI
25
Bu hizmetin neye dönüştüğünü, aslında Bay Dean Forsyth'in işlerinde ona yardım etmekten ibaret olduğunu da söylemek gerek. Efendisinin işlerine karşı en az onun kadar tutkuluydu. Yani Bay Dean Forsyth çalışıyor muydu ? Evet, amatörce çalışıyordu; ama nasıl bir şevk le ve coşkuyla çalıştığını ileride göreceğiz. Ne işle meşguldü Bay Dean Forsyth ? Özgür Amerika'nın pek çok yurttaşı gibi tıpla, hukukla, edebiyatla, sanatla veya ticaretle mi? Alakası bile yok. Kendinize, ne olabilir acaba, diye soruyorsu nuzdur. Yoksa bilimsel çalışmalarla mı meşguldü? Yine olmadı. Hayır, bilimsel çalışmalarla değil, tek bir bilimle meşguldü. Sadece ve özellikle, ast ronomi adı verilen o ulvi bilimle . . . Aklı fikri gezegen veya yıldız keşfetmektey di. Yerin yüzünde gerçekleşen hiçbir şey veya hemen hemen hiçbir şey ilgisini çekmiyordu ve hayatı sonsuz uzayda geçiyordu. Gelgelelim, uzayda ne kahvaltı ne de akşam yemeği olduğu için günde en az iki kez yeryüzüne inmesi gere kiyordu. İşte o sabah kahvaltıya her zamanki sa atinde inmemişti ve insanları bekletiyordu. Mitz de bu nedenle masanın etrafında döne döne homurdanıyordu. "Gelmeyecek mi? " deyip duruyordu. Francis Gordon, "Omikron orada değil mi?" diye sordu. "Efendisi neredeyse o da oradadır," diye yanıt ladı Mitz. "Bende bacak mı kaldı ki tüneğine çıka yım." Evet, saygıdeğer Mitz gerçekten de aynen böyle söylemişti.
26
JULES VERNE
Tünek dediği, e n üstteki balkonu evin çatısın dan altı metre kadar yukarıda olan bir kuleden ibaretti; adıyla sanıyla söylemek gerekirse bir ra sathaneydi. Balkonun altında dört ana yöne bakan dört pencereyle çevrili, daire şeklinde bir oda var dı. İçeride, hatın sayılır bir menzile sahip birkaç dürbün ve teleskop bir o yöne bir bu yöne dönüp dururdu. Merceklerinin yepyeni olmasının nedeni kullanılmamış olmaları değildi. Aksine, asıl Bay Dean Forsyth'le Omikron'un bu merceklere dayaya dayaya gözlerini bozmalarından korkmak lazımdı. Bu ikisi günlerinin ve gecelerinin büyük bö lümünü nöbetleşe bu odada geçirirdi. Bay Dean Forsyth'in adıyla anılacak bir keşif yaparız umu duyla bakar, gözlemler, yıldızlar arası bölgelerde dolanırlardı. Gökyüzü berrakken sorun yoktu; fa kat Virginia eyaletinden geçen otuz yedinci pa ralelin üzerinde gökyüzü her zaman berrak ol mazdı. Saçakbulutlar, yağmur bulutlan, kümebu lutlar, istediğiniz kadar ama şüphesiz efendiyle uşağının istemediği kadar bulut vardı. Bir esinti bu yünlü paçavraları sürükleye sürükleye getirdi ğinde gökkubbeye doğru sürekli mızmızlanıyor, tehditler savuruyorlardı! Tam da mart ayının o son günlerinde Bay Dean Forsyth'in sabn hiç olmadığı kadar sınanıyordu. Gökyüzü günlerdir inatla kapalı kalmaya devam ediyor ve astronomu büyük hayal kırıklığına uğ ratıyordu. 21 Mart sabahı batıdan esen kuvvetli bir rüzgar, insanın içini karartacak kadar yoğun bir bulut ta bakasını sürüklemeye devam ediyor ve neredeyse yer seviyesine kadar indiriyordu.
M E T E O R AVİ
27
"Yazık!" diyordu Bay Dean Forsyth belki onun cu kez iç çekerken. Yoğun sisi aşmayı amaçlayan son girişimi de sonuçsuz kalmıştı. "Bana öyle ge liyor ki çarpıcı bir keşfi kıl payı kaçırdık. "
Gökkubbeye doğru sürekli mızmızlanıyor, tehditler savuruyorlardı!
28
J ULE S V E R N E
"Pekala mümkün," diye yanıtladı Omikron. "Hatta çok olası, çünkü birkaç gün önce, bu lutların dağıldığı bir sıra sanki şey gördüm gibi geldi . . . " "Ben gördüm, Omikron. " "Yani ikimiz aynı anda, birlikte gördük! " "Omikron! " diye itiraz etti Bay Dean Forsyth. "Evet, tabii ki önce siz gördünüz," diye onayladı Omikron kafasını sallayarak. "Fakat söz ko nusu şeyi gördüğümü sandığım sırada bunun şey olduğunu sandım . . . bana şey gibi geldi..." "Bence kesin olarak," dedi Bay Dean Forsyth, "kuzeyden güneye hareket eden bir meteordu. " "Evet, Bay Dean, Güneş yönünde dikey olarak ilerliyordu. " "Gözlemlenen yönü itibarıyla, Omikron". "Gözlemlenen yönü itibarıyla tabii, söylemeye gerek yok." "Ve bu ayın 16'sıydı." "16'sı." "Saat yediyi otuz beş dakika yirmi saniye ge çiyordu. " "Yirmi saniye," diye tekrarladı Omikron, "ben de saatimizden bu şekilde saptamıştım." "Ve o zamandan beri bir daha görünmedi! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth, elini göğe doğru tehditkar bir şekilde savurarak. "Bunu nasıl yapar? Hep bulutlar yüzünden ! Bulutlar yüzünden! Bulutlar! Beş gündür gökyü zünde avuç içi kadar bile mavilik yok ! " " B u işte kasıt var," diye bağırdı Dean Forsyth ayaklarını yere vurarak. "Böyle şeyler de hep be nim başıma gelir zaten. "
M E T E OR A V I
29
"Bizim başımıza, " diye düzeltti Omikron; ken dini efendisinin çalışmalarının diğer yansı sayı yordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bölgenin tüm sakinleri, yoğun bulutların göklerini karartmasın dan şikayet etme hakkı bakımından eşitti. Güneş ışıyor mu ışımıyor mu, bu herkesi ilgilendiriyordu. Her ne kadar bu hak herkese ait olsa da kim se, şehrin üzerine en güçlü teleskopların, en mü kemmel dürbünlerin bile çaresiz kaldığı sislerden biri çöktüğü zaman kendini Bay Dean Forsyth kadar üzgün hissettiğini iddia edemezdi. Ve her ne kadar Whaston Thames Nehri'nin balçıklı su larıyla değil, Potomac'ın berrak sularıyla yıkansa da bunun gibi sisler şehirde hiç de nadir değildi. Her neyse, 16 Mart günü gökyüzünün açık ol duğu bir sırada, efendi ile uşak ne görmüşlerdi, yahut ne gördüklerini sanmışlardı? Gördükleri; büyük bir hızla ve gözle görülür şekilde kuzeyden güneye hareket eden ve güneşten yayılan ışığı bastıracak kadar parlak, küre biçimli bir gökta şından başka bir şey değildi. Vakitsiz bir sis ge lip bütün gözlemi engellemiş olmasaydı, hızına rağmen, yerden uzaklığı kilometrelerle ölçülebi leceğinden epey bir süre takip edilmesi mümkün olacaktı. O andan itibaren, bu talihsizliğin tetiklediği bir keşkeler zinciri oluşmaya başlamıştı. Göktaşı Whaston ufkundan bir kere daha geçecek miydi? Temel özellikleri, kütlesi, ağırlığı, yapısı belirle nebilecek miydi? Daha şanslı bir astronom onu göğün başka bir noktasında bulmayacak mıy dı? Onu teleskobunun ucunda çok kısa bir süre
30
J U L E S VE R NE
görebilen Dean Forsyth bu keşfe imza atma hakkı kazanacak mıydı? Sonuçta bütün bu şeref, hayat lannı gece gündüz uzayın altını üstünü aramakla geçiren Eski ve Yeni Kıta alimlerinden birine mi ait olacaktı? "Vurguncular! " diye isyan ediyordu Dean Forsyth. " Gökyüzü korsanlan ! " O 2 1 Mart sabahı, kötü havaya rağmen ne Dean forsyth ne de Omikron kuzeye bakan pencerenin önünden bir an olsun aynldı. Saatler ilerledikçe öfkeleri de arttı. Artık konuşmuyorlardı bile. Dean Forsyth'in gözleri, girintili çıkıntılı Serbor tepele rinin sınırladığı engin ufukta dolanıyordu; tepele rin üzerinde kuvvetli bir rüzgar kasvetli bulutlan kovalıyordu. Omikron ufacık boyunun sınırladı ğı görüş alanını artırmak için parmak uçlannda yükseliyordu. Biri kollannı kavuşturmuş, sıktığı yumruklannı göğsüne bastınyor, diğeri gergin par maklarıyla pencere pervazını dövüyordu. Birkaç kuş, sanki iyi ayaklı olduklan için yere çakılı kalan efendi ile uşakla dalga geçercesine tiz çığlıklar ata rak, yıldınm hızıyla geçip gitti. Ah, şu kuşlann pe şine takılıp bulut yığınını bir sıçrayışta aşabilseler! Belki o zaman, güneşin göz kamaştıncı ışığında yolculuğuna devam eden göktaşını görebilirlerdi! O esnada kapı çalındı. Dean Forsyth'le Omikron kendilerini kaptır mışlardı; duymadılar bile. Kapı açıldı ve Francis Gardan eşikte belirdi. Dean Forsyth'le Omikron arkalanna bile dön mediler. Yeğeni dayısının yanına gidip hafifçe koluna dokundu.
M E TE O R AV I
31
Bay Dean Forsyth yeğenine öyle uzak bir bakış attı ki Sirius yıldızından değilse de Ay'dan gelmiş sanılırdı. "Ne var?" diye sordu. "Yemek bekliyor, dayı." "Sahi mi? " dedi Dean Forsyth. "Yemek mi bek liyor? Ne güzel! Biz de bekliyoruz. " "Siz neyi bekliyorsunuz ? " "Güneşi," diye yanıtladı Omikron. Efendisi de bir işaretle bu cevabı onayladı. "İyi de, dayıcığım, eğer güneşi yemeğe davet etmediyseniz, sofraya onsuz da oturabiliriz. " N e yanıt verilebilirdi ki buna? O parlak yıldız bütün gün ortaya çıkmayacak olursa Bay Dean Forsyth akşama kadar inatla aç mı kalacaktı? Belki de . . . Sonuçta astronom, yeğeninin dave tine icabet etmeye meyilli görünmüyordu. Yeğen, "Dayıcığım, " diye ısrar etti, "Mitz sabır sızlanıyor, uyarayım. " Aniden Bay Dean Forsyth gerçeğin farkına vardı. Hizmetçi Mitz'in sabırsızlıklarını iyi bilirdi. Ona bir ulak yolladığına göre durum ciddiydi ve daha fazla gecikmeden gitmek gerekiyordu. "Saat kaç peki?" diye sordu. "On biri kırk altı geçiyor, " diye yanıtladı Francis Gordon. Gerçekten de saatin sarkacı tam o saati gös teriyordu; oysa normalde dayıyla yeğen saat tam on birde karşılıklı oturuyor olmalıydı. "On biri kırk altı geçiyor! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth, endişesini gizlemek için güya büyük bir hoşnutsuzluk içindeymiş gibi davranıyordu: "Mitz bu kadar düzensiz olsun, aklım almıyor! "
"Güneş! Güneş!"
M E T E O R AV !
33
"İyi de, dayıcığım," diye itiraz etti Francis, "üç tür kapınızı çalıyoruz, ama nafile. " Bay Dean Forsyth hiçbir şey söylemeden mer divenin yolunu tuttu; genelde yemeği servis eden Omikron ise güneşin geri dönüşünü gözlemek üzere orada kaldı. Dayı ile yeğen yemek odasına girdiler. Mitz oradaydı. Efendisinin yüzüne baktı; efen disi başıpı eğmişti. "Omikrop nerede ? " diye sordu; saf Mitz, Yunan alfabesinin beşinci sesli harfinin böyle telaffuz edildiğini sanıyordu. "Yukanda, meşgul," diye yanıtladı Francis Gardan. "Bu sabah onsuz yiyeceğiz." "Zevkle ! " diye yanıtladı Mitz, asık bir suratla. "Canıma minnet! İstediği kadar tasa hanesinde (ra sathane) kalabilir. O birinci sınıf şişkonun burada olmaması daha iyi." Sofraya oturuldu. Ağızlar sadece yemek yemek için açılıyordu. Genelde yemekleri getirirken, ta baklan değiştirirken seve seve konuşan Mitz ağ zını açmıyordu. Sessizlik ağır geliyor, baskı can sıkıyordu. Buna bir son vermek isteyen Francis Gardan laf olsun diye konuştu: "Bu sabah nasılsınız, dayıcığım ? " "Hiç iyi değilim, '' diye yanıtladı Dean Forsyth\. "Gökyüzü hiç elverişli değildi ve bu terslik bugürl bilhassa canımı sıktı." "Astronomik bir keşif mi yapmak üzereydiniz ? " "Galiba, Francis. Ama kesin bir şey söyleye mem, yeni bir gözlemle . . . " "İşte, Mösyö,'' diye araya girdi Mitz kuru bir ses le, "bir haftadır sizi kulenizde kök salmanıza, ge-
34
J U L E S VE R N E
celeri uykunuzdan uyanmanıza yol açacak kadar çalıştıran şey bu. " Efendisinin bir hareketi üzerine sağır olmadığını anlasın diye de "Evet!" diye ekle di, "dün gece üç kere kalktınız, sizi duydum, çün kü şükürler olsun dünyadan bihaber değilim . " Bay Dean Forsyth alttan alan bir sesle "Doğru, Mitz 'ciğim," diye onayladı. Yersiz bir sevecenlikti bu. Vakur hizmetçi ise "Astrokomik keşifmiş ! " diye devam etti öfkeyle. "Peki, elden ayaktan düştüğü nüz zaman, o borulardan baka baka bel fıstığı (fıtığı) olduğunuz zaman, bir yerleriniz tutuştuğu (tutul duğu) ya da zürafa (zatürree) geçirdiğiniz zaman tüm bunlar size derman olacak mı? Yıldızlarınız mı gelip size bakacak? Doktor size yıldızları hap gibi yutun mu diyecek?" Dean Forsyth konunun nereye geldiğini gö rünce, cevap vermemenin daha iyi olacağını dü şündü. Sessizce yemeğine devam etti; gelgelelim o kadar huzursuz olmuştu ki kaç kere bardağıyla tabağının yerini karıştırdı. Francis Gordon konuşmayı sürdürmeye ça lışıyordu ama duvara konuşuyordu sanki. Canı hala sıkkın olan dayısı onu duymuyor gibiydi. Sonunda havalardan bahsetmeye bile başladı. Ne diyeceğimizi bilemediğimiz zamanlarda ha vaların nasıl olduğundan ya da olacağından bah sederiz. Her tür zekaya hitap eden, bereketli bir konudur. Zaten atmosferle ilgili sorular Bay Dean Forsyth'in ilgisini çekiyordu. Böylece, çoğalan bu lutların yemek odasını daha da kararttığı bir anda kafasını kaldırdı, pencereye baktı, gevşeyen elin deki çatalı yere düştü.
M E TE O R A V I
35
"Şu Allah'ın belası bulutlar ne zaman gidecek de gökyüzü açacak? Sel gibi yağmur mu yağacak, ne olacaksa olsun! " diye bağırdı. "Tabii ya! " dedi Mitz, "üç haftalık kuraklıktan sonra topraktaki sebze meyvenin buna itirazı olmaz. " "Toprak . . . toprak . . . " diye mırıldandı Bay Dean Forsyth. Öyle hor görerek söylemişti ki ihtiyar hizmetçinin cevabı gecikmedi: "Evet efendim; toprak! Bence sizin yemek sa atinde bile inmek istemediğiniz gökten çok daha değerli!" "Ama lütfen, Mitz'ciğim . . . " dedi Francis Gordon yumuşak bir sesle. Nafile bir çabaydı. Hizmetçi Mitz kolay kandı nlacak bir havada değildi. "Mitz'ciğim filan yok," diye devam etti aynı tonla. "İlkbaharda yağmur yağdığını bilmek için kendinizi paralayana kadar Ay'ı seyretmenize ge rek yok. Martta da yağmayacaksa ne zaman ya ğacak? Soranın size. " "Dayıcığım," diye onayladı yeğen, "gerçekten de mart ayında, bahann başındayız, bunu hesa ba katmak lazım! Ama kısa süre sonra yaz gele cek ve hava açacak. O zaman daha iyi koşullarda çalışmalannıza devam edebilirsiniz. Biraz sabır, dayıcığım! " "Sabır mı, Francis ? " diye yanıtladı Bay Dean Forsyth, yüzü de hava gibi kararmıştı. "Sabırmış ! Ya göremeyeceğimiz kadar uzağa giderse? Ya bir daha ufukta görülmezse ?" Mitz araya girdi: "Kimmiş o?" Omikron'un sesi o esnada duyuldu:
36
JULES VERNE
"Efendim ! Efendim ! " "Bir şeyler oldu ! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth, aceleyle sandalyesini itip kapıya koşarken. Ama daha kapıya varamadan pencereden içeri parlak bir ışığın süzüldüğünü ve ışıltısının masayı süsle yen bardaklarla şişelerden yansıdığını gördü. "Güneş! Güneş ! " deyip duruyordu Bay Dean Forsyth merdivenleri hızla çıkarken. . Mitz sandalyesine otururken "Allah'ım bu nasıl iş?" dedi. "Gitti bile. Şimdi o mikrobuyla tasa hanesi ne kapanıp kapıyı da iki kez kilitledi mi ara ki bula sın! Yerinde teller geziyor (yeller esiyor) ! Yemeğini de bir başına yer, Usta Ruh (Kutsal Ruh) yardımcısı olsun . . . Hem de sırf yıldız uğruna . . . " İşte, efendisi onu duyamasa da Mitz renkli di liyle böyle ifade ediyordu kendini. Zaten efendisi duymuş olsaydı da nutuk boşa gidecekti. Bay Dean Forsyth merdiven çıkmaktan nefesi kesilmiş halde rasathanesine girdi. Güneybatıdan esen rüzgar hızlanmış, bulutlan doğuya sürükle mişti. Dağılmakta olan bulutlann arasından, me teorun görüldüğü noktaya kadar bütün gökyüzü, ta yukarılara kadar görülebiliyordu. Oda güneş ışıklarıyla aydınlanmıştı. "Yani?" diye sordu Bay Dean Forsyth. "Ne oldu?" "Güneş ," diye yanıtladı Omikron, "ama uzun sürmez, batıda yine bulutlar çıktı bile." "Kaybedecek bir dakika bile yok ! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth; uşak teleskobu ayarlarken o da dürbününü ayarlıyordu. Yaklaşık kırk dakika boyunca gözlem aletlerini büyük bir şevkle kullandılar. Tam yerlerine sabit leyebilmek için vidalannı büyük bir sabırla sıktı-
M E T E O R AVI
37
lar. Gökkürenin o kısmını büyük bir titizlikle köşe bucak taradılar. Göktaşı bu kadar düz bir yükseliş le ve böyle bir açılımla ilk kez görünüyordu ve tam Whaston'ın üstünden geçeceğinden emindiler. Sonra birdenbire yok oldu ! Meteora böyle gör kemli bir gezinti alanı sağlayan bulutların arasın daki açıklık şimdi bomboştu! O doğrultuda tek bir nokta bile görünmüyordu! Asteroidin izi bile kalmamıştı! "Hiçbir şey yok ! " dedi Bay Dean Forsyth, göz kapaklarına kadar kan oturmuş gözlerini silerken. Omikron da ağlamaklı bir yankı gibi "Hiçbir şey yok ! " dedi. Başka bir şeyler denemeye çalışmak için çok geçti artık. Bulutlar geri geliyor, gökyüzü tekrar kararıyordu. Bulutların arasındaki açıklık o gün lük bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Kısa bir süre sonra bulutlar kirli gri tek bir kütle haline ge lecek ve ince bir yağmur olup akacaktı. Efendiyle uşağının morali bozulacak olsa da gözlemden tü müyle vazgeçmek gerekiyordu. "Yine de,'' dedi Omikro :r:ı., "onu gördüğümüze eminiz. " "Evet, eminiz ! " diye bağırqı Bay Dean Forsyth, kollarını kaldırarak. Ardından endişe ve kıskançlıkla karışık bir sesle: "Ama emin olsak ne yazar, bizim gibi başkala rı da görmüş olabilir . . . Umalım ki tek biz görmüş olalım . . . Hele bir de o da gördüyse, o . . . Sydney Hudelson! "
11 1
Doktor Sydney Hudelson, kansı Bayan Flora Hudelson ve iki kızlan }enny ve Loo
"Şu dalavereci Forsyth de görmüş olmasa bari!" O 21 Mart sabahı Doktor Sydney Hudelson çalışma odasında tek başınayken kendi kendine böyle söyleniyordu. Doktor olmasına rağmen Whaston'da tıp ilmi ni icra etmemesinin sebebi, zamanını ve dehasını daha büyük ve ulvi işlere adamayı tercih etme siydi. Dean Forsyth'in hem yakın arkadaşı hem rakibiydi. Onunla aynı tutkulara sahipti; onun da gözleri engin göklerden başka bir şey görmüyordu ve o da tıpkı arkadaşı gibi zekasını s adece evrenin astronomik bilmecelerini çözmeye harcıyordu. Doktor Hudelson'ın hem kendine ait hem de asıl adı Flora Clarish olan Bayan Hudelson'dan gelme yüklüce bir serveti vardı. Akıllıca yöneti len bu servet hem kendi geleceğini hem de kızlan Jenny ve Loo Hudelson'ın geleceklerini güvence altına almıştı. Jenny on sekiz, Loo ise on dört ya şındaydı. Doktora gelince, onun yaşını anlatmak için "bu dünyada saçlarına kırk yedi kere kar düş tü," gibi edebi bir söz edebilirdik, fakat Doktor Hudelson en marifetli berberin usturasını bile kıskandıracak kadar dazlak olduğundan maale sef bu enfes benzetme anlamsız kaçacaktır.
M E T E O R AVI
39
Sydney Hudelson ile Dean Forsyth arasındaki bu üstü örtülü astronomi rekabeti, sık sık bir ara ya gelen iki ailenin ilişkilerine zarar vermiyor de ğildi. Filanca gezegeni, falanca yıldızı, ilk kaşifleri genelde anonim olduğu için bütün dünyaya ait gök cisimlerini tartışmazlardı elbette, ama me teorolojik ya da astronomik gözlemlerinin bazen hızla kavgaya dönüşen tartışmaların konusu ol ması nadir bir durum değildi. Bu kavgaları körükleyecek, hatta sonradan piş manlık duyulacak olaylara yol açacak bir şey var sa, o da bir Bayan Forsyth'in varlığı olurdu. Neyse ki söz konusu hanımın eşi olacak kişi bekar kaldığı ve evlenmenin hayalini bile kurmadığı için böyle biri yoktu. Yani Dean Forsyth'in barışma bahane siyle işleri daha da kızıştıracak bir eşi olmadığın dan, iki amatör astronom arasında bir dargınlık olması ihtimali kısa sürede bertaraf olurdu. Kuşkusuz bir Bayan Flora Hudelson mevcuttu. Ama Bayan Flora Hudelson barışçıl tabiatlıydı, kimseye kötü söz söyleyemez, yemeyip içmeyip dedikodu yapanlara veya insanlara kara çalanla ra benzemezdi, Eski ve Yeni Dünya'nın farklı top lumlarındaki saygın hanımların bir timsali olan harika bir eş, harika bir anne ve harika bir ev ka dınıydı. Şaşılacak iş, fakat örnek bir eş olan bu kadın, yakın arkadaşı Forsyth'le tartıştıktan sonra tepesi atmış bir halde eve gelen kocasını sakinleştirme ye çalışırdı. Bir diğer benzersiz durum da Bayan Hudelson'ın, eşinin astronomiyle ilgilenmesini ve çağırdığında geldiği müddetçe gökkubenin de rinliklerinde yaşamasını hiç yadırgamamasıydı.
40
JULES VERNE
Efendisine sataşıp duran Mitz'e hiç benzemez, kocasına hiç sataşmazdı. Kocasının yemek saa tinde anlan bekletmesini hoşgörürdü. Geç kaldığı zaman dırdır etmez, yemekleri uygun sıcaklık ta tutmaya çalışırdı. Kocası bir işle meşgulken bu meşguliyete saygı duyardı. Hatta çalışmalan hakkında endişelenirdi ve iyi kalpli bir insan ol duğundan, astronom sonsuz uzayda yolunu kay betmiş gibi göründüğünde kendini eşine cesaret verecek sözler söylemeye mecbur hissederdi. İşte, tüm erkeklere, özellikle de astronom olan lara dilediğimiz türden bir eş. Ama ne yazık ki böy lesi sadece romanlarda olur! Büyük kızı Jenny annesinin izinden gideceğe, hayat yolunda benzer adımlar atacağa benziyor du. Jenny Hudelson'ın müstakbel kocası Francis Gardan muhakkak ki dünyanın en mutlu erke ği olacaktı. Niyetimiz Amerikalı genç hanımlan aşağılamak değil, lakin Amerika'nın hiçbir ye rinde ondan daha sevimli, daha alımlı, onun gibi insani özelliklerin tümüyle donanmış başka bir genç kız bulmanın zor olacağını söyleyebiliriz. Jenny Hudelson mavi gözlü, açık tenli, eli ayağı, boyu posu güzel, mütevazı olduğu kadar zarif, zeki olduğu kadar iyi yürekli, sevimli bir sarışın dı. O Francis Gordon'a ne kadar değer veriyorsa, Francis Gardan da ona o kadar değer veriyordu. Bay Dean Forsyth'in yeğeni Hudelson ailesinin saygısına çoktan mazhar olduğundan, bu kar şılıklı beğeni çok geçmeden bir evlilik teklifine dönüştü ve gayet münasip karşılandı. Gençler öyle uyumluydu ki! Jenny evcimen özellikleri sa yesinde yuvalanna mutluluk getirecekti. Francis
M E T E O R AV I
41
Gordon'ın ise dayısı vardı; dayısının serveti gü nün birinde ona kalacaktı. Ama şu miras konu sunu bir kenara bırakalım. İşimiz gelecekle değil, kusursuz bir mutluluğun tüm koşullarını bir ara ya getiren bugünle. Yani Francis Gordon Jenny Hudelson'a, Jenny Hudelson da Francis Gordon'a evlilik sözü ver mişti ve tarihine yakın zamanda karar verilecek olan nikahlan, güzelim Whaston şehrinin ana ki lisesi Saint-Andrew'da, Rahip O 'Garth tarafından kıyılacaktı. Düğünlerinin çok kalabalık olacağından h � ç şüpheniz olmasın, zira iki aile de erdemleri de recesinde itibar gören ailelerdi; yine, şüpheniz olmasın ki sevgili ablasının başnedimesi olacak sevimli Loo' günün en neşeli, en canlı, en keyifli kişisi de olacaktı. Henüz on beş yaşında olmadı ğından, Loo'nun çocukluk etmeye hakkı vardı ve size bu hakkını kullandığını söyleyebilirim. Her daim neşeli ve kıpır kıpırdı, "babamın gezegen leri" diye makara yapmaktan çekinmeyen afacan bir kızdı. Her hareketi affedilirdi, ona her şey ser bestti. Bu şakalanna ilk gülen Doktor Hudelson olurdu ve ceza olarak da sadece küçük kızın tatlı yanaklanna öpücük kondururdu. Aslında Bay Hudelson cesur bir adamdı ama çok dik kafalı ve epey alıngandı. Masum şakalanna mü samaha gösterdiği Loo dışında herkes onun tuhaf huylanna ve alışkanlıklanna saygı gösterirdi. Bay Hudelson astronomi ve meteoroloji çalışmalann da çok azimli, ispatlannda epey inatçı, yaptığı ya Louisa isminin kısaltması.
42
JULES VERNE
d a yapmış gibi davrandığı keşiflerinde kıskanç biri olduğundan, Dean Forsyth'i gerçekten sevmesine rağmen böyle dişli bir rakiple arkadaş kalmakta zor lanıyordu. Aynı av sahasında, nadir görülen bir av hayvanı uğruna çekişen iki avcı! Bu çekişme, arayı bozmama çabasında iki kızının ve Francis Gordon'ın desteğini alan iyi yürekli Bayan Hudelson'ın yatıştı ncı müdahalesi olmasaydı defalarca küslüğe kadar varabilirdi. Banş yanlısı bu dörtlü, gerçekleşecek evliliğin bu çekişmeyi hafifleteceğine dair umutlar besliyordu. Francis'le Jenny'nin evliliği iki aileyi bir birlerine daha sıkı bağlarla bağlayacak ve bu geçici fırtınalann sıklığı ve şiddeti azalacaktı. Kim bilir, belki bu iki amatör astronom samimi bir işbirliği içinde bir araya gelecek ve astronomi araştırmala nnı birlikte sürdüreceklerdi. Belki de uzayın engin derinliklerinde keşfedilen veya yakalanan avlan hakkaniyetle paylaşacaklardı. Doktor Hudelson'ın evi dünyanın en konforlu evlerinden biriydi. Bütün Whaston'da ondan daha iyisini bulmak zordu. Güzel ağaçlarla ve yemyeşil çimenlerle kaplı bahçesiyle, avlusuyla bu güzel ko nak Moriss Sokağının ortasındaydı. Bir zemin kat la birinci kattan oluşan konağın cephesinde yedi pencere vardı. Çatının sol tarafında, korkuluklu bir terası bulunan ve yaklaşık otuz metre yüksekliğin de kare biçimli bir tür kale burcu uzanırdı. Burcun bir köşesinde, pazar günleri ve resmi tatillerde Amerika Birleşik Devletleri'nin elli bir yıldızlı" bay rağının çekildiği bir de direk yükseliyordu. Gerçekte, kitabın yazıldığı tarihte ABD bayrağında 45 yıl dız bulunuyordu -ed.n.
43
M E T E O R AVI
Doktor Sydney Hudelson'ın evi
Burcun en üst kattaki odası sahibinin özel ça lışmalarına tahsis edilmişti. Doktorun gözlem aletleri, yani dürbünleri ve teleskopları bu oda da dururdu; tabii güzel gecelerde gökkubbeyi öz gürce tarayabilmek için gözlem aletlerini terasa taşımamışsa. Doktorun, Bayan Hudelson'ın tüm tembihlerine rağmen, en şiddetli nezlelere, en di rençli griplere yakalandığı yer de burasıydı. Loo neşeyle "Babam sonunda gezegenlerini de nezle edecek ! " deyip duruyordu. Fakat doktor söz dinlemiyordu ve gökkubbe bütün berraklığıyla önünde uzanınca kışın don durucu soğuklarına, eksi yedi sekiz derecelere bile meydan okuyordu.
44
JULES VERNE
Moriss Sokağındaki evin rasathanesinden Elisabeth Sokağındaki evin kulesi rahatlıkla gö rülebiliyordu. Mesafe en fazla sekiz yüz metrey di ve ikisinin arasında ne yükselen bir bina ne de dalları görüşü engelleyen bir ağaç vardı. Uzun erimli bir teleskoba gerek kalmadan, iyi bir dürbünle kuledeki veya kaledeki kişiler kolaylıkla seçiliyordu. Elbette Dean Forsyth'in Sydney Hudelson'a bakmak dışında işleri vardı ve Sydney Hudelson da zamanını Dean Forsyth'i izleyerek harcamak istemiyordu. Gözlemleri yu karıyı, çok daha yukarıyı hedefliyordu. Fakat Francis Gordon'ın Jenny Hudelson'ın terasta olup olmadığını görmek istemesi doğaldı ve sık sık cep dürbünleri aracılığıyla, gözleriyle konuşuyorlardı. Bana kalırsa bunda bir kötülük yoktu. İki ev arasında telgraflı veya telefonlu bir ile tişim kurmak kolay olurdu. Kale burcundan ku leye gerilecek bir hat Francis Gordon'ın Jenny'ye, Jenny'nin de Francis Gordon'a edeceği tatlı sözleri iletirdi. Fakat Dean Forsyth ile Doktor Hudelson, birbirlerine söyleyebilecekleri böyle tatlı sözle ri olmadığından hat çekmeyi hiç düşünmediler. Belki nişanlılar kan koca olduklarında bu eksiklik giderilirdi. İki aileyi daha da sıkı bağlarla bağla mak için evlilik bağı tesis edildikten sonra bir de elektrik hattı tesis edilirdi. Huysuz ve tatlı Mitz'in okura renkli kelime da ğarcığından numuneler sunduğu o günün öğle den sonrasında Francis Gordon, Bayan Hudelson ve kızlarına her zamanki ziyaretini gerçekl� ştir mişti (alınmış gibi yapan Loo "ve kızına" diye dü zeltiyordu) . Tabiri caizse evin tanrısı gibi karşı-
M E T E O R AV I
45
lanmıştı. Hem de daha Jenny'nin kocası bile de ğildi! Ama Loo onun şimdiden kendisine bir ağa bey olmasını istiyordu ve bu küçük kızın aklına giren bir şey kolay kolay oradan çıkmazdı.
Sık sık cep dürbünleri aracılığıyla, gözleriyle konuşuyorlardı.
46
J U L E S VE R N E
Doktor Hudelson ise sabahın dördünden beri kalesine kapanmıştı. Tıpkı Dean Forsyth gibi ye meğe geç geldikten sonra, yine tıpkı Dean Forsyth gibi güneş bulutların arkasından göründüğünde hızla terasa geri dönmüştü. En az rakibi kadar endişeliydi ve tekrar aşağı inecek gibi de görün müyordu. Gelgelelim, aile meclisinde gündeme gelecek o büyük soruya o olmadan bir cevap bulmak imkansızdı. Genç adam salonun kapısını açar açmaz "İşte ! " diye bağırdı Loo, "İşte, Bay Francis, yüce Bay Francis! Ondan başkasını gözümüz görmüyor! " Francis Gardan küçük kıza parmak sallamakla yetindi; oturur oturmaz da sıradan ve doğal bi,r sohbete koyuldular. Sanki birbirlerini daha bir gün evvel görmemişlerdi; aslında nişanlılar en azından hayallerde birbirlerinden hiç ayrılmıyor du. Hatta Loo sanki "yüce Francis" hep evdeymiş de sokak kapısından çıkıp bahçe kapısından giri yormuş gibi davranıyordu. O gün, her gün ne konuşuluyorsa o konuşul du. Jenny, Francis'in söylediklerini, güzelliğinden hiçbir şey eksiltmeyen ciddi bir yüzle dinliyor du. Birbirlerine bakıyor, çok da uzak olmayan bir gelecekte gerçekleşecek hayaller kuruyorlardı. Sahi, beklemek için bir neden var mıydı? Francis Gardan, Lambeth Sokağında, genç bir çift için biçilmiş kaftan, güzel bir ev bulmuştu bile. Batı tarafında bir mahalledeydi, Potomac Nehri man zaralıydı ve Moriss Sokağından çok da uzak de ğildi. Bayan Hudelson evi görmeye gideceğine söz vermişti ve müstakbel kiracının hoşuna giderse
M E TE O R AV I
47
ev bir hafta içinde kiralanacaktı. Tabii ki Loo da annesiyle ablasına eşlik edecekti. Fikrinin alın mamasını kabul edemezdi. "Aklıma gelmişken," diye bağırdı birdenbire "Bay Forsyth nerede? Bugün gelmesi gerekmiyor muydu? " Francis Gardan "Dayım saat dört civan gelecek," diye yanıtladı. Bayan Hudelson "Bu meseleyi halletmemiz için onun burada olması şart," diye uyanda bulundu. "Biliyor, randevuya gelmezlik etmeyecektir." "Hele bir gelmesin," dedi Loo küçük elini teh ditkar bir biçimde savururken, "beni başına bela eder ve ucuz da kurtulamaz." "Ya Bay Hudelson ? " diye sordu Francis. "Ona da en az dayım kadar ihtiyacımız var. " "Babam kalesinde, " dediJenny. "Çağırdığımızda aşağı iner. " "Bu işle ben ilgilenirim, " diye yanıtladı Loo. "O altı katı çabucak tırmanınm. " Gerçekten d e Bay Forsyth'le Bay Hudelson'ın orada olmalan önemliydi. Sonuçta söz konusu olan düğün tarihini belirlemek değil miydi? Aslında nikahın en yakın zamanda kıyılması gerekirdi, ama nedimenin güzel elbisenin, ilk kez bu unutulmaz günde giymeyi planladığı uzun nedime elbisesinin hazır olması için yeterli süre olması da şarttı. Bunun üzerine Francis şakayla kanşık sordu: "Peki, ya şu meşhur elbise yetişmezse ? " "O zaman düğünü erteleriz ! " diye buyurdu Loo. Bu yanıt öyle bir kahkaha kopardı ki B ay Hudelson bile kalesinin tepesinden kesin duy muştur.
48
J ULE S VE R N E
Gelgelelim, sarkaçlı saatin akrebi kadranın üzerindeki sayıları birer birer geçiyordu ama Bay Dean Forsyth ortalarda yoktu. Loo giriş kapısına bakan pencereden ne kadar sarkarsa sarksın Bay Forsyth görünmüyordu ! Sabır denen o silahı ku şanmak gerekiyordu, fakat Loo bu silahın nasıl kullanıldığını hiç bilmezdi.
Dean Forsyth
M E TE O R A V I
49
"Oysa dayım söz vermişti," deyip duruyordu Francis Gardan, "ama şu birkaç gündür nesi var bilmiyorum. " "Bay Forsyth rahatsız değildir umanın ?" diye sordu Jenny. "Hayır, ama endişeli . . . tasalı . . . Ağzından cım bızla laf alıyoruz. Kafasından neler geçiyor bilmi yorum. " "Yıldız yağmuru geçiyordur! " diye bağırdı kü çük kız. "Kocam da aynı durumda, " dedi Bayan Hudelson. "Bu hafta gözüme hiç olmadığı ka dar dalgın göründü. Rasathanesinden çıkarmak mümkün değil. Gökyüzünde sıra dışı bir şeyler gerçekleşmiş olmalı. " "Sahi!" diye yanıtladı Francis, "Dayımın davra nışlarına bakınca benim de buna inanasım geli yor. Artık dışarı çıkmıyor, uyumuyor, neredeyse yemek yemiyor, yemek saatlerini unutuyor. .. " "Mitz'in çok hoşuna gidiyordur! " diye bağırdı Loo. "Çılgına dönüyor, " dedi Francis, "ama ne fay da! Bugüne kadar ihtiyar hizmetçisinin azarlann dan hep çekinen dayım artık azarlara aldırış bile etmiyor. " "Bizde de aynı," dedi Jenny gülümseyerek. "Kardeşim babamın üzerindeki tesirini kaybet miş gibi. Ve ne büyük bir tesiri vardı bilirsiniz ! " "Mümkün mü, Loo Hanım?" diye sordu Francis aynı ses tonuyla. "Çok doğru ! " diye yanıtladı küçük kız; "Ama sabret! Mitz'le birlikte babamla dayının hakkın dan gelmemiz gerekecek."
50
J U LE S VE R NE
"Peki," diye araya girdi Jenny, "ne gelmiş olabi lir bu ikisinin başına?" "Kıymetli bir gezegeni gözden kaybetmiş olma lılar!" diye bağırdı Loo. "Tannın, düğünden önce bulsunlar yeter!" "Biz şakalaşıp duruyoruz ama,'' diye araya gir di Bayan Hudelson, "Bay Forsyth hala gelmedi." Jenny de "Saat neredeyse dört buçuk! " dedi. "Dayım beş dakika içinde burada olmazsa gi dip alıp geleceğim onu, '' dedi Francis Gordon. O sırada giriş kapısının zili duyuldu. "Bay Forsyth,'' dedi Loo. "İşte orada! Zili çalma ya devam ediyor! Aman bu ne ses! Her iddiasına vanm, bir kuyruklu yıldızın uçuşunu düşünüyor ve zile bastığının farkında bile değil! " Gerçekten d e Bay Dean Forsyth gelmişti. Salona girer girmez Loo'nun sitemleriyle karşılandı. "Geç kaldınız ! Geç kaldınız! Azar istiyorsunuz herhalde? " "Merhaba, Bayan Hudelson! Merhaba, Jenny'ci ğim!" dedi Bay Forsyth genç kızı kucaklarken. Ardından küçük kızın yanaklarını okşayarak bir kere daha "Merhaba!" dedi. Tüm bu nezaket gösterilerini sergilerken dal gın bir havası vardı. Loo'nun . tahmin ettiği gibi, Bay Dean Forsyth'in "kafası başka yerdeydi. " "Dayıcığım,'' diye araya girdi Francis Gordon, "kararlaştırdığımız saatte gelmeyince randevu muzu unuttunuz sandım." "İtiraf edeyim ki aklımdan çıkmış. Kusuruma bakmayın, Bayan Hudelson. Sağ olsun Mitz gü zellikle hatırlattı bana." "İyi etmiş ,'' dedi Loo.
Dr. Sydney Hudelson
52
JULES VERNE
"Üstüme varmayın, küçükhanım! Önemli me seleler var . . . Belki de dünyanın en enteresan ke şiflerinden birinin arifesindeyim. " "Babam gibi . . . " diye söze girdi Loo. "Ne ? " diye bağırdı Bay Dean Forsyth, san ki oturduğu koltuğun bir yayı gevşemiş gibi bir sıçrayışta ayağa kalktı. "Yani diyorsunuz ki Doktor . . . " Bayan Hudelson " Bir şey demiyoruz , sevgili Bay Forsyth, " diye aceleyle cevap verdi; koca sıyla Francis Gordon'ın dayısı arasında rekabete konu olacak yeni bir olaydan endişe ediyordu ve haksız da sayılmazdı. Ardından konuyu kapatmak için, "Loo, git ba bana haber ver, " dedi. Kuş gibi hafif küçük kız kaleye gitmek üzere yerinden fırladı. Hiç kuşku yok ki pencereden uçarak gitmek yerine merdivenden çıkmasının sebebi, kanatlarını kullanmak istememesiydi! Bir dakika sonra Bay Sydney Hudelson salona giriyordu. Düşünceliydi, gözleri yorgundu, yüzü ne öyle bir kan hücum etmişti ki beyin kanaması geçirecek sanırdınız . Bay Dean Forsyth'le gönülsüzce tokalaşıp kaçamak bakışlarla birbirlerini süzdüler. Sanki güvenmiyormuş gibi sinsi sinsi birbirlerini tar tıyorlardı. Fakat nihayetinde iki aile nikah gününe -ya da Loo'nun tabiriyle Francis ve Jenny adlı yıldızların kavuşma gününe- karar vermek üzere bir araya gelmişti. Herkes düğünün mümkün olan en kısa sürede yapılması gerektiğini düşündüğü için ko nuşma uzun sürmedi.
M E TE O R AVI
53
Bay Dean Forsyth'le Bay Hudelson dikkatleri ni konuya veriyorlar mıydı? Daha ziyade, uzayda kaybolan bir asteroidin peşine düştüklerini ve ötekinin asteroidi tekrar bulmaya yaklaşıp yak laşmadığını sorguladıklarını düşünmek daha ma kul olurdu. Her halükarda, nikahın birkaç hafta sonra ya pılmasına hiçbir itirazları olmadı. O gün 21 Mart'tı. Nikah için 15 Mayıs'ta karar kılınmıştı. Böylece, biraz acele etmeleri gerekse de tutula cak daireyi yerleştirmek için zamanlan olacaktı. "Ve benim elbisemin bitmesi için de," diye ek ledi Loo, gayet ciddi bir yüz ifadesiyle.
iV
Biri Pittsburg Rasathanesi'ne, diğeri Cincinnati Rasathanesi'ne gönderilen iki mektup göktaşları klasörüne ekleniyor.
"Pennsylvania'daki Pittsburg Rasathanesi Müdürüne,
Whaston,
24
Mart
Sayın Müdür, Astronomi bilimini ilgilendiren bir olayı dik katinize sunmaktan onur duyanın. 16 Mart saba hı, dikkat çekici bir hızla gökyüzünün kuzeyin den geçen bir göktaşı keşfettim. Açık bir şekilde kuzey-güney yönündeki yörüngesi yaptığım kati hesaplamalara göre boylamla 3 derece 31 daki kalık bir açı oluşturuyordu. Teleskobumun mer ceğine düştüğünde saat yediyi otuz yedi dakika yirmi saniye, gözden kaybolduğunda ise yediyi otuz yedi dakika yirmi dokuz saniye geçiyordu. O andan sonra, titiz araştırmalarıma rağmen göktaşını bir daha görmem mümkün olmadı. Sizden bu gözlemi kayda geçirmenizi ve söz ko nusu meteorun yeniden görülmesi halinde bu kıymetli keşifte önceliğimi güvence altına ala cak işbu mektubu kabul etmenizi rica ederim. Sayın Müdür, en derin saygılarımı kabul edi niz ve hep hizmetinizde olduğumu biliniz. Dean Forsyth, Elisabeth Sokağı."
55
M E TE O R A V I
"Ohio'daki Cincinnati Rasathanesi Müdürüne,
Whaston,
24
Mart
Sayın Müdür, Mart sabahı, saat yediyi otuz yedi dakika yirmi saniye geçe ile yediyi otuz yedi dakika yir mi dokuz saniye geçe arasında, gökyüzünün ku zeyinde, kuzeyden güneye hareket eden, görü nür istikameti boylamla sadece 3 derece 31 daki kalık bir açı oluşturan yeni bir göktaşı keşfetme şansına nail olmuş bulunmaktayım. O tarihten sonra meteorun yörüngesini teyit edemedim. Ancak ufkumuz üzerinde tekrar ortaya çıkarsa, ki buna hiç şüphem yok, çağımızın astronomi yıllıklarında sınıflandırılmayı hak eden bu keş fin sahibi olarak görülmemin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu amaçladır ki kabul ettiğiniz takdirde size minnettar olacağım işbu mektubu yollama cüretinde bulundum. Sayın Müdür, naçizane selamlarımı ve en de rin saygılarımı kabul ediniz. 16
Doktor Sydney Hudelson, 17, Moriss Sokağı."
Kaybedecek tek bir saat bile yoktu.
v
Bay Dean Forsyth'le Dr. Hudelson tüm gayretlerine rağmen meteorla ilgili haberi gazeteden öğreniyorlar.
Pittsburg Rasathanesi ve Cincinnati Rasathane si'nin müdürlerine hitaben yazılan ve iadeli taah hütlü ve üç damgalı olarak gönderilen yukarıda ki iki mektuba verilen cevap, sadece söz konusu mektupların sınıflandırma raporlu alındı belgesi olmuştu. İlgili kişiler de zaten bundan fazlasını beklemiyordu. İkisi de kısa süre içinde göktaşını yeniden göreceklerini düşünüyordu. Asteroidin yerçekiminin etkisinden kurtulacak kadar uzak laşıp gökyüzünün derinliklerinde kaybolması ve böylece dünyanın görüş alanına bir daha hiç gir memesi ihtimalini kesinlikle kabul etmiyorlardı. Hayır; meteor tartışmasız yasalara tabi olacak ve Whaston ufkuna geri gelecekti; geçişi sırasın da yakalanacak, tekrar bildirilecek, koordinatları belirlenecek ve gök haritalarında kaşifinin şanlı adıyla temsil edilecekti. Peki ama kaşif kimdi? Hz. Süleyman'ın ada letini bile zorlayacak hassas bir konuydu bu. Göktaşının bir kere daha göründüğü gün ikisi de bu zaferin kendilerine ait olduğunu iddia edecek ti. Francis Gardan ile Jenny Hudelson durumun ne kadar riskli olduğunu fark etmiş olsalardı, şu uğursuz meteor geri dönmeden evvel evlilik işi
58
JULES VERNE
sonuçlansın diye dua ederlerdi. Ve yine Bayan Hudelson, Loo, Mitz ve iki ailenin tüm dostları mutlaka bu dualara eşlik ederlerdi. Ama hiçbir fikirleri yoktu ve iki rakibin dile ge tirmeseler de gözle görülebilen kaygılanna rağmen Moriss Sokağındaki evin -Doktor Hudelson hariç hiçbir sakini gökkubbenin derinliklerinde olup bi tenler için endişe duymuyordu. Kimsede kaygıdan eser yoktu ve herkesin yapacak bir sürü işi vardı. Kabul edilecek misafirler ve iltifatlar, iade edilecek ziyaretler ve iltifatlar, gönderilecek davetiyeler, ev lilik hazırlıklan, düğün hediyelerinin seçilmesi; tüm bunlar küçük Loo'ya göre Herkül'ün on iki göreviyle yanşırdı ve kaybedecek tek bir saat bile yoktu. "İlk kızı evlendirmek zor iş," diyordu Loo. "İnsan alışkın değildir. İkinci kızı evlendirmekse daha ko lay olur; insan alışmış olur ve bir şey unuttuk mu diye korkmaya gerek kalmaz. Yani benimki daha kolay olacak." "Ne yani? " diyordu Francis Gordon, "Loo Hanım şimdiden evlilik hayalleri mi kuruyor? Kimmiş bu şanslı fani, öğrenebilir miyiz ? " "Siz ablamla evlenmenize bakın, " diye cevabı yapıştırmıştı küçük kız. "Bütün zamanınızı iste yen bir iş bu. Beni ilgilendiren meselelere de ka rışmayın! " Bayan Hudelson söz verdiği gibi Lambeth Sokağındaki eve bakmaya gitmişti. Doktora gelin ce, bu konuda ona bel bağlamak aptallık olurdu. Genç çiftin gelecekteki evlerini görmeye gitme teklifine karşılık, "Siz en doğrusunu bilirsiniz, Bayan Hudelson, size güveniyorum" demişti. "Zaten bu daha ziyade Francis'le Jenny'yi ilgilendiriyor."
M E TE O R A V I
59
"Haydi ama baba," dedi Loo, "düğün gününde de kalenizden çıkmayacak mısınız yoksa?" "Tabii ki çıkacağım, Loo, tabii ki. " "Saint-Andrew'da, kolunuzda kızınızla boy gösterecek misiniz ? " "Tabii ki, Loo, tabii ki." "Siyah ceket, beyaz yelek, siyah pantolon ve beyaz kravatınızla mı? " "Tabii ki, Loo, tabii ki. " "Peki, Rahip O'Garth'ın yapacağı duygu yüklü konuşmayı dinlemek için gezegenlerinizi unut maya razı olacak mısınız?" "Tabii ki, Loo, tabii ki. Ama o gün henüz gel medi! Bugün de gökyüzü açık olduğuna göre -ki epey nadir bir durum- siz bensiz gidin. " Böylece Bayan Hudelson, Jenny, Loo ve Francis Gordon, doktorun dürbün ve teleskobuyla oyna masına müsaade ettiler; öte yandan Bay Dean Forsyth de hiç kuşku yok ki Elisabeth Sokağındaki kulesinde aynı şekilde gözlem aletleriyle oynu yordu. Bu ikisinin inadının bir karşılığı olacak mıydı? Bir kez görülen meteor, aletlerin mercek lerinin önünden ikinci kez geçecek miydi? Lambeth Sokağındaki eve gitmek için Moriss Sokağından inip Constitution Meydanından geç tiler; meydandan geçerken sevecen Yargıç John Proth onları selamlamıştı. Ardından, tıpkı bir kaç gün önce Seth Stanfort'un Arcadia Walker'ı beklerken yaptığı gibi, Exeter Sokağından çıkarak Lambeth Sokağına vardılar. Modem konfor anlayışına göre düzenlenen ev çok güzeldi. Arkada, güzelim gürgenlerin gölge lediği ve baharın ilk çiçekleriyle dolu sepetlerle
60
JULES VERNE
süslü birkaç dönümlük bir bahçeye bakan çalış ma odasıyla yemek odası vardı. Kiler ve mutfak Anglosakson modasına uygun olarak bodrum ka tındaydı. İlk kat düzayaktı ve Jenny, nişanlısını böyle gü zel bir yer, böyle büyüleyici bir görünüme sahip villa tipi bir ev bulduğu için ancak tebrik edebilirdi. Bayan Hudelson kızıyla aynı fikirdeydi ve Whaston'ın başka hiçbir mahallesinde bundan daha iyisinin bulunamayacağını söylüyordu. Evin son katına çıktıklannda bu gurur verici övgülerin ne kadar yerinde old.uğu bir kere daha anlaşıldı. Bu katta, muhteşem bir panoramanın hemen göze çarptığı korkuluklu geniş bir teras vardı. Potomac boylu boyunca görülebiliyor, neh rin ötesinde de Bayan Arcadia Walker'ın, hayatı nı Seth Stanfort'la birleştirmeden önce yaşadığı Steel kasabası seçilebiliyordu. Kilise çanlanyla, kamu binalannın yüksek ça tılanyla, yemyeşil tepeli ağaçlanyla bütün şehir ayaklarınızın altındaydı. "İşte, Constitution Meydanı! " dedi Jenny, Francis'in tavsiyesi üzerine yanına aldığı cep dürbününden bakarken. "İşte , Moriss Sokağı . . . Evimizi görebiliyorum; kaleyi ve rüzgarda dal galanan bayrağı da! Bak! Kalede biri var. " "Babamdır! " diye yanıtladı Loo hiç tereddüt et meden. Bayan Hudelson da "Ondan başkası olamaz," dedi. Tek hamlede dürbünü kapan küçük kız "Evet, işte o," diye onayladı. "Görüyorum . . . Dürbünüyle oynuyor . . . B akın, dürbünü bizden yana çevir-
61
M E T EO R AVI
mek aklına bile gelmiyor! Ah, şu Ay'ın üstünde olsaydık! " "Loo Hanım, kendi evinizi görebildiğinize göre acaba dayımın evini de görebiliyor musunuz ? " diye araya girdi Francis .
Geniş bir teras vardı ...
62
J U LE S VEFi \JE
"Herhalde," diye yanıtladı küçük kız "bir baka lım . . . Kulesini görsem hemen tanının . . . Şu taraf ta olmalı. Bekleyin . . . Hah ! İşte, buldum. " Loo yanılmıyordu. Gerçekten de . Bay De an Forsyth'in eviydi bu. Bir dakika dikkat kesildikten sonra "Kulede biri var," diye devam etti. "Tabii ki dayımdır," diye yanıtladı Francis. "Yalnız değil." "Omikron da yanındadır." B ayan Hudelson da "Eh, ne yaptıklarını sorma nın anlamı yok," diye ekledi. "Babam ne yapıyorsa onu yapıyorlar, " dedi Jenny buruk bir sesle; Bay Dean Forsyth ile Bay Hudelson arasındaki gizli rekabet onu hep bir parça endişelendirirdi. Ziyaret sona ermiş, Loo ne kadar memnun kaldı ğını son bir kez daha dile getirmiş, Bayan Hudelson, kızlan ve Francis Gordon Moriss Sokağındaki eve geri dönmüşlerdi. Hemen ertesi gün villanın sahi biyle kira sözleşmesi yapılacak ve 15 Mayıs'ta hazır olacak şekilde mobilyalarla ilgilenilecekti. Bu arada Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson kendi işlerinde bir saati bile boşa geçirmiyorlar dı. Ufukta bir kere daha görünmemekte inat eden göktaşını aramak, onlara, zihinsel ve bedens.el yor gunluk ve havanın açık olduğu gündüz saatlerinde ve sakin gecelerde yapılan uzun gözlemler olarak geri dönecekti. İşi ne kadar sıkı tutsalar da, iki astronom da henüz amacına ulaşamamıştı. Meteor ne gündüz ne de gece Whaston semalanndan geçerken ya kalanabilmişti.
M E TE O R A VI
63
"Bir daha geçecek mi? " diye iç çekiyordu za man zaman Dean Forsyth, teleskobunun merce ğinden uzun uzun baktıktan sonra. Omikron da " Geçecek," diye yanıtlıyordu fütursuzca. "Hatta diyorum ki şu anda geçiyor. " "O zaman neden görmüyoruz ? " "Çünkü görünür değil. " Dean Forsyth "Üzücü," diyerek tekrar i ç çek ti. "Ama sonuçta biz göremiyorsak bir başkası da göremiyordur. En azından Whaston'dan biri ... " "Kesinlikle," diye onayladı Omikron. Efendiyle uşak böyle bir sonuca vanyordu ve aralanndaki konuşma, başansızlığı yüzünden aynı şekilde umutsuzluğa kapılan Doktor Hudelson'ın evinde de, ama monolog biçiminde sarf ediliyordu. İkisi de Pittsburg ve Cincinnati rasathanele rinin mektuplarına verdikleri cevapları almıştı. Whaston semalannın kuzeyinde 16 Mart günü bir göktaşı görüldüğüne dair bildirimleri dikkate alınmıştı. Aynca, o ana kadar göktaşını bir kere daha görmenin mümkün olmadığı, lakin yeni den görülecek olursa Bay Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson'a derhal haber verileceği söyle niyordu. Elbette rasathaneler bu cevaplan, iki amatör astronomun bu keşfin onurunu paylaşamadık lannı ve öncelik hakkı iddiasında bulunduklannı bilmeden ayn ayn yollamıştı. Elbette Elisabeth Sokağındaki kule ile Moriss Sokağındaki kale böyle bir cevaptan sonra yoru cu araştırmalanna ara verebilirdi. Rasathanelerin hem daha güçlü hem de daha hassas gözlem alet leri vardı ve şayet meteor başıboş bir kütle değilse,
64
JULES VERNE
kapalı bir yörüngeyi izliyorsa, sonunda daha önce gözlemlendiği koşullarda geri gelecekse Pittsburg ve Cincinnati'nin dürbünleriyle teleskoplan mete oru pekala geçiş anında yakalayabilirdi. Yani Bay Dean Forsyth ile Bay Sydney Hudelson bu ünlü ku rumlann bilim insanlarına güvenmekle bilgece bir iş yapmış olurlardı. Fakat Bay Dean Forsyth ve Bay Hudelson bilge değil, astronomdu. Böylece aynı şekilde çalışmaya devam ettiler. Hatta gitgide artan bir şevkle çalışı yorlardı. Endişelerini birbirlerine belli etmeseler de aynı avın peşine düştükleri hissine kapılıyor lardı ve diğeri öne geçecek korkusuyla bir an bile dinlenmeleri mümkün olmuyordu. Kıskançlık iç lerini kemiriyordu ve ruh halleri iki aile arasında ki ilişkileri etkiliyordu. Gerçekten de endişelenmek yerinde olurdu. Şüpheleri her geçen gün biraz daha artan Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson, bir zamanlar gayet samimi olduklan halde artık birbirlerinin evine adım dahi atmıyorlardı. Nişanlı çift için ne can sıkıcı bir durum! Yine de her gün görüşüyorlardı; sonuçta Moriss Soka ğındaki evin kapısı Francis Gordon'a kapanmış değildi. Bayan Hudelson ona hala aynı şekilde gü ven duyuyor ve dostluk gösteriyordu. Öte yandan Francis doktorun kendisinin varlığından hoşnut olmasa da bunu açıkça göstermediğini biliyor du. Fakat Sydney Hudelson'ın yanında Bay Dean Forsyth'in adı anıldı mı iş değişiyordu. Doktorun önce rengi atıyor, adam ardından kıpkırmızı ke siliyor ve gözkapaklanyla kapanana kadar gözle rinden alev çıkıyordu; karşılıklı bir antipatiyi ele
M E T E O R AVI
65
veren bu can sıkıcı belirtilerin hepsi Bay Dean Forsyth'te de görülüyordu. Bayan Hudelson iki eski dost arasındaki bu soğukluğun, hatta nefretin sebebini anlamaya çalışsa da nafile. Kocası bu konuda şunları söyle mekle yetinmişti: "Boşuna uğraşma, sen anlayamazsın . . . Ama Forsyth'ten böyle bir davranış beklemezdim ! " Nasıl bir davranış? Bir açıklama almanın imkanı yoktu. Loo, her hareketi hoş görülen şımarık Loo bile hiçbir şey bilmiyordu. Bay Forsyth'in peşine düşüp kulesine gitmeyi bile teklif etmişti, ama Francis onu bundan vaz geçirdi. "Hayır hayır, Hudelson'ın bana karşı böyle bir tutum takınabileceğine hayatta inanmazdım ! " Tıpkı doktor gibi, Francis'in dayısının d a ağzın dan alabildikleri tek yanıt işte buydu. Bay Dean Forsyth'in, kendisini sorgulamaya cüret eden Mitz'e verdiği karşılık her şeyi göste riyordu. "Siz kendi işinize bakın! " demişti sertçe. Bay Dean Forsyth dişli hizmetçisi Mitz'le böy le konuşabiliyorsa durum gerçekten de ciddi demekti. Mitz, kendisinin güçlü teşbihiyle söylemek ge rekirse, eşekten düşmüşe dönmüştü ve böyle bir küs tahlığa cevap vermemek için dilini kemiğe kadar ısırmak zorunda kaldığına yeminler etti. Efendi siyle ilgili fikri açıktı ve bunu saklamıyordu. Ona göre Bay Forsyth deliydi; aletleriyle göğe bakabil mek için girmek zorunda kaldığı rahatsız edici pozisyonları, hele de tam tepesindeki bölgeleri
66
J U L E S VE R N E
gözlemlerken mecburen kafasını arkaya yatırdığı pozisyonu doğal olarak bu delilikle açıklıyordu. Bay Forsyth'in böyle dura dura beyin omurgasında bir şeylerini kırdığını düşünüyordu. Gelgelelim, ne kadar iyi saklanırsa saklansın açığa çıkmayan sır yoktur. Omikron'un boşbo ğazlığı sayesinde neler blup bittiğini öğrenmişler di. Efendisi sıra dışı bir göktaşı keşfetmişti ve aynı keşfi Doktor Hudelson'ın da yapmış olmasından endişeleniyordu. Bu gülünç dargınlığın sebebi işte buydu! Bir meteor! Bir göktaşı, bir havataşı, bir kayan yıldız, bir taş . . . Tamam, büyük bir taş; ama nihayetin de bir taş, Francis 'le Jenny'nin düğün arabasının çarpmak üzere olduğu basit bir çakıltaşı! Nitekim Loo da "meteorların da cehenneme kadar yolu var, gök mekaniğinin de ! " demekten kendini alamıyordu. Bu arada zaman akıp gidiyordu. Mart ayı gün begün tükendi ve yerini nisana bıraktı. Nikah için belirlenen tarih de göz açıp kapayıncaya kadar gelecekti. Ama ya o tarihten önce bir şeyler olur sa? Bu can sıkıcı rekabet şimdilik varsayımlara, faraziyelere dayanıyordu. Ya beklenmedik bir olay bu rekabeti açık ve kesin hale getirirse, şa şırtıcı bir olay iki rakibi karşı karşıya getirirse ne olacaktı? Bu haklı endişeler evlilik hazırlıklarına engel olmadı. Her şey hazırdı, Loo Hanımın güzel elbi sesi bile. Nisanın ilk on beş gününde havalar korkunçtu: yağmur, rüzgar, arka arkaya gelen büyük bulut larla dolu bir gökyüzü... Artık ne gökyüzünde ol-
METEOR AV I
67
dukça geniş bir kavis çizen güneş, ne ışığıyla uza yı aydınlatan dolunay, haliyle ne de şu ele geçmez meteor görünüyordu. Bayan Hudelson, Jenny ve Francis Gordon'ın astronomik gözlem yapmanın imkansızlığından şikayet ettikleri falan yoktu. Rüzgardan ve yağ murdan nefret eden Loo bile bir türlü düzelme yen havalara masmavi bir gökyüzüne sevinmedi ği kadar seviniyordu. "En azından düğüne kadar böyle gitse," deyip duruyordu, "üç hafta daha ne güneş görelim, ne ay, ne de ufacık bir yıldız ! " Loo'nun temennilerine rağmen böyle sürüp git medi ve 15 Nisan'ı 16 Nisan'a bağlayan gece hava şartlan değişti. Kuzeyden gelen bir rüzgar tüm bulutlan kovaladı ve gökyüzü yeniden sükunete kavuştu. Bay Dean Forsyth kulesinden, Doktor Hudelson da kalesinden, Whaston'ın üzerindeki gökkubeyi ufuk çizgisinden tam tepe noktasına kadar tara maya koyuldular. Meteor dürbünlerinin önünden tekrar geçmiş miydi ? Hırçınlıklarına bakılırsa geçmediğini dü şünmek daha mantıklı olurdu. İkisinin de mora linin bozuk olması ikisinin de aynı şekilde başa rısız olduğuna işaret ediyordu. Evet, gerçekten de durum buydu. Hayır, Bay Sydney Hudelson gö ğün enginliklerinde hiçbir şey görmemişti ve Bay Dean Forsyth de ondan daha iyi durumda değildi. Yerçekiminin etkisinden kurtulan ve sonsuza dek başıboş dolaşacak bir meteorla mı uğraşmışlardı ? 19 Nisan günü gazetelerde çıkan bir haber bu konuyu açıklığa kavuşturdu.
68
J ULE S VE R N E
Boston Rasathanesi'nin kaleme aldığı yazı şöyleydi: Dün, 1 7 Nisan Cuma günü, saat akşam dokuzu on dokuz dakika dokuz saniye geçe, göğün batısından muazzam büyüklükteki bir göktaşı baş döndürücü bir hızla geçmiştir. Eşi görülmemiş ue Whaston şehri için gurur uesile si olacak bir olay; çünkü görünüşe göre meteor şehrin iki seçkin yurttaşı tarafından aynı gün ue aynı saatte keşfedilmiştir. Pittsburg Rasathanesi'ne göre bu göktaşı, Bay Dean Forsyth'in 24 Mart'ta ue Cincinnati Rasathanesi'ne göre de Doktor Sydney Hudelson'ın yine aynı tarih te bildirdiği göktaşıdır. Hem Dean Forsyth hem de Sydney Hudelson Whaston'da ikamet etmektedir ue ikisi de şehirde çok saygı duyulan insanlardır.
VI
Genel olarak meteorlar, özel olarak da hem Forsyth'in hem de Hudelson'ın keşfettiklerini iddia ettikleri göktaşı üzerine çeşitlemeler
Bulunduğu kıtayı, tıpkı çocuğuyla gurur du yan bir baba gibi gururlandıran bir yer varsa bu yer şüphesiz Kuzey Amerika'dır. Şayet Kuzey Amerika'yı gururlandıran bir ülke varsa bu ülke Amerika Birleşik D evletleri' dir. Ş ayet Amerika Birleşik D evletleri, fe derasyon bayrağının kö şesindeki elli bir yıldızla temsil edilen elli bir eyaletten biriyle gurur duyuyorsa bu eyalet, başkenti Richmond olan Virginia'dır. Son ola rak, şayet Virginia şehirlerinden biriyle gurur duyuyorsa bu şehir, çağın astronomi yıllıkların da önemli bir yer tutacak, yankı uyandıran bu keşfin yapıldığı Whaston şehridir! En azından Whastonlılann ortak kanısı bu yöndeydi. Gazetelerde, en azından Whaston'dakilerde, Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson hakkında coşku dolu yazılar yayımlanacağını tahmin et mek zor değil. Bu iki ünlü yurttaşın şöhreti bütün şehri aydınlatmıyor muydu? Bu işten kendine pay çıkarmayacak bir şehir sakini olabilir miydi? Whaston adı sonsuza dek bu keşifle birlikte anıl mayacak mıydı?
70
J ULE S V E R N E
B u övgü dolu yazıların, fikir akımlarının ko layca ortaya çıktığı ve tutkuyla s avunulduğu Amerikan halkı üzerindeki etkisi çok geçmeden hissedildi. H aliyle, o günden itibaren halkın gü rültülü ve heyecanlı kalabalıklar halinde Moriss Sokağı ile Elisabeth Sokağındaki evlere akın et tiğini söylersek okur şaşırmayacaktır; yok eğer şaşırdıysa da nezaket gösterip sözümüze gü venecektir. Kimse Bay Forsyth'le Bay Hudelson arasındaki rekabetin farkında değildi. Halkın coşkusu açısından aralarında bir fark yoktu. İnsanların gözünde bu iki isim birbirinden ayrı lamazdı ve kıyamete kadar ayrılmayacaktı; bin lerce yıl sonra bile haHi bir arada kullanılacakla rı için belki de geleceğin tarihçileri bu ismin tek bir adamın ismi olduğunu ileri sürecekti ! B i z zamanın bu hipotezlerin doğruluğunu sınamasını bekleyeduralım; o sırada B ay Dean Forsyth kulesinin ve B ay Sydney Hudelson d a kalesinin terasına çıkıp kalabalıkları selamla mak zorund a kalmışlardı. İkisi de hurra s esleri arasında e ğilerek insanları s aygıyla s elamlı yorlardı. Gelgelelim, iyi bir gözlemci iki adamın tavır larının kusursuz bir neşenin ifadesi olmadığı n ı fark ederdi. Güneşi örten bulutlar gibi, o n ların zaferlerini de gölgeleyen bir şeyler vardı. Kuledeki ç aktırmadan kaleyi, kaledeki de çak tırmadan kuleyi gözlüyordu. İkisi de diğerinin Whaston h alkını selamladığını görüyor, kendi sine yönelen alkışların, rakibinin şerefine ko pan alkışlardan biraz daha az uyumlu olduğu n u düşünüyordu.
M E T EOR AV I
71
Halk iki asttonom arasında aynm gözebniyordu.
Gerçekte alkışlar birbirine denkti. Halk iki astronom arasında aynın gözetmiyordu. Dean Forsyth, Doktor Hudelson'dan daha az alkışlan mış değildi ve ikisini de bir o evin bir bu evin önüne gidip gelen aynı yurttaşlar alkışlıyordu.
72
JULES VERNE
Alkışlar tüm mahalleleri gürültüye boğadur sun, bir yanda Francis Gordon'la hizmetçi Mitz , diğer yanda Bayan Hudelson, Jenny ve Loo bu işe ne diyordu ? Baston Rasathanesi'nin gazetelere yolladığı yazının can sıkıcı sonuçlan olacağından endişe ediyorlar mıydı? O zamana kadar bir sır olan şey artık açığa çıkmıştı. Bay Forsyth ile Bay Hudelson aralarında bir rekabet olduğunu alenen kabul etmiş oluyorlardı. İkisinin de, keşfin geti receği kazancı değilse bile keşfi yapmış olmanın onurunu sahipleneceklerini ve bunun sonucunda belki de iki aile için de çok üzücü olacak olaylar yaşanacağını düşünmekte haklı değiller miydi? Halk, evlerinin önünde sevgi gösterileri ya parken Bayan Hudelson ile Jenny'nin duygulannı tahmin etmek zor değil. Doktor kalesinin terası na çıkarken onlar balkona bile çıkmaya cesaret edemiyordu. İkisi de, yürekleri sıkışmış bir halde, perdenin arkasından hiç de hayra alamet olmayan bu gösterileri seyrediyordu. Bay Forsyth ile Bay Hudelson saçma bir kıskançlık yüzünden meteor konusunda ihtilafa düşerse halk tarafını seçmeye cek miydi? İkisinin de kendi taraftarlan olduğun da şehirde hüküm sürecek galeyanın ortasında, iki aileyi Capulet'lerle Montague'lere çevirecek bilim sel bir çekişmenin sonucunda müstakbel kan-ko canın, bu Romeo ile Jülyet'in hali ne olacaktı? Loo'ya gelince . . . Kızın tepesi atmıştı; pence reyi açmak, tüm o insanlara çıkışmak istiyor ve elinin altında, kalabalığı ıslatıp hurra seslerini soğuk su seliyle boğacak bir tulumba olmadığına hayıflanıyordu. Annesiyle ablası öfkeli kızın ga zabını güçbela yatıştırmıştı.
M E TE O R A V I
73
Elisabeth Sokağındaki evde de durum aynıydı. Francis Gardan da zaten gergin olan ortamı daha da kötüleştirme ihtimali bulunan tüm o hayranla rı cehennemin dibine seve seve gönderirdi. O da, Bay Forsyth'le Omikron kulede utanç verici şekil de caka satarken ortaya çıkmaktan sakınıyordu. Nasıl ki Bayan Hudelson Loo'nun sabırsızlı ğını yatıştırmak zorundaysa, Francis Gardan da amansız Mitz'in öfkesini yatıştırmak zorunday dı. Mitz kalabalığı süpürmekten başka bir şeyden söz etmiyordu ve değil mi ki onun ağzından çı kıyordu, o halde hiç de hafife alınacak bir tehdit değildi bu. Her gün büyük bir ustalıkla kullandığı süpürgenin onun elinde korkutucu bir alete dö nüşeceğine şüphe yoktu. Ancak, sizi alkışlamaya gelen insanları süpürge darbeleriyle karşılamak muhtemelen biraz sert olurdu! "Ah, evladım!" diye bağırdı ihtiyar hizmetçi, "Şu bağırıp duranlar delirmiş mi? " "İşte buna inanabilirim,'' diye cevap verdi Francis Gardan. "Tüm bunlar gökte dolanan büyük bir taş parçası için!" "Aynen öyle, Mitz. " "Bir meret hor için!" "Meteor, Mitz" diye düzeltti Francis, gülme ar zusunu zar zor bastırarak. "Ben de onu diyorum işte: meret hor, " diye tek rarladı Mitz kendinden emin. "Kafalarına düşse de şöyle yarım düzinesini ezip geçse! Neyse, sana soruyorum, sen bilirsin, ne işe yarar meret hor? " "Ailelerin arasını açmaya,'' dedi Francis Gardan, hurra sesleri daha da artarken.
74
JULES VERNE
Peki, iki eski dost neden göktaşını paylaşmaya razı olmuyordu? Ortada bir maddi kazanç, bir pa ras al getiri ihtimali yoktu. Sadece manevi değeri olan bir mesele, bir onur meselesiydi. O halde kı yamete kadar ikisinin adının birlikte anılacağı bir keşfi neden paylaşamıyorlardı? Neden? Nedeni basitti: Serde kendini beğenmişlik ve kibir vardı. İşin içinde kendini beğenmişlik varsa, kibir dev reye giriyorsa, kimse mantıklı davranmaya ikna edilemez ! İyi d e meteoru gören kişi olmak bu kadar onur duyulacak bir şey miydi? Tamamen tesadüf değil miydi? Göktaşı nezaket gösterip Bay Dean Forsyth ile Bay Sydney Hudelson'ın gözlem aletlerinin menzilinden, tam da adamlar mercekten bakıyor ken geçmiş olmasaydı, kendilerini tam anlamıyla dev aynasında gören bu iki astronom onu görebi lir miydi? Zaten bu göktaşlanndan, asteroitlerden, akan yıldızlardan yüzlercesi, binlercesi gece gündüz geçmiyor muydu ? Gökkubbenin karanlık derin liklerinde, sürüler halinde belirsiz yörüngelerini takip eden bu ateşten kürelerin sayısını bilmek ne mümkün! Bilim insanlarına göre, Dünya'nın atmosferinden sadece geceleri altı yüz milyon meteor geçiyor; bu da yirmi dört saatte bin iki yüz milyon meteor demektir. Yani, Newton'a göre on on beş milyonu çıplak gözle görülebilen bu ışıklı cisimlerin sayısı bile belli değil. "Bu nedenle, " diye yazıyordu Punch gazetesi (meseleyi alaycı bir dille ele alan tek Whaston ga zetesiydi) , "gökte bir göktaşı bulmak buğday tar lasında buğday tanesi bulmaktan bile kolaydır ve
M E TE OR AVI
75
bizim astronomlann pek de abartılmaması gere ken bu keşifte propagandanın cılkını çıkardıkları nı söylemek yanlış olmaz. " Hiciv gazetesi Punch laf ebeliği fırsatını kaçır masa da daha ciddi meslektaşlan Punch'ı taklit etmek şöyle dursun, kendilerinin de yeni edindiği ve en kıdemli uzmanlan bile· kıskandıracak bilgi leri satma fırsatının üzerine atladılar. "Kepler, " diyordu Whaston Standard, " göktaş lannın Dünya ' dan kopan parçalar olduğuna ina nıyordu. Ancak bu fenomenlerin, şiddetli yan ma belirtilerinin görülebildiği havataşlan olması daha olasıdır. Plütarkos'un z amanında bunlar Dünya'daki yerçekiminin etkisine kapılarak hız la yerküremizin yüzeyine düşen mineral kütle leri olarak görülüyordu. Göktaşı araştırmalan bunlann bugün bildiklerimizden hiçbir şekilde farklı olmayan minerallerden meydana geldiği ni ve bileşimlerinde tüm elementlerin yaklaşık üçte birini ihtiva ettiklerini gösteriyor. Fakat bu element bileşimleri büyük bir çeşitlilik sunu yor! Bunları meydana getiren parçacıklar bazen talaş kadar küçük, bazen bezelye yahut fındık büyüklüğünde ve oldukça sert oluyor ve arala rında kristalleşme belirtileri görülüyor. Bazılan tamamen doğal demirden oluşurken bazılannda nikel bulunuyor ve oksitlenme kesinlikle yapıla nnı bozmuyor. " Whaston Standard'ın okurlannın bilgisine sun duğu şeyler doğruydu. Bu arada Daily Whaston da geçmişteki ve çağdaş bilim insanlannın, meteor taşlannın incelemesine atfettikleri önem üzerin de duruyor ve şöyle diyordu:
76
J UL E S VE R N E
Apolonyalı Diyojen d e Aegospotami yakınlann da düşüşüyle Trakya sakinlerini dehşete düşüren, değirmen taşı büyüklüğündeki akkor gibi bir taştan bahsetmez mi? Öyle bir göktaşı Saint-Andrew'un çan kulesine düşsün, anında tuzla buz eder. Bu konuda, uzayın derinliklerinden gelip yerçekiminin etkisine gi rerek dünya üzerinde biriken bu taşlardan bazılannı saymamıza müsaade edilirse şunlardan bahsedebi liriz: Hıristiyanlık öncesinde Galatya'da Kibele sem bolü olarak tapınılan ve Roma'ya götürülen yıldırım taşı; Suriye' de bulunup güneş kültüne atfedilmiş olan bir diğeri; Numa'nın hükümdarlığında bulunan kut sal kalkan; Mekke'de büyük özenle korunan Hacerü'I Esvet; Antar'ın meşhur kılıcının yapımında kullanı lan yıldırım taşı. Hıristiyanlığın başlangıcından bu yana düştükleri yere göre adlandırılan havataşlan mevcuttur: Alsas'ta, Ensisheim'e yüz yirmi kiloluk bir taş; Provence'ta Vaison tepesinin üzerine, insan kafası biçiminde ve büyüklüğünde metalik siyah renkli bir taş; Makedonya' da Larini'ye, lületaşı oldu ğu söylenen ve sülfürlü bir koku yayan otuz küsur kilo ağırlığında bir taş; 1 763'te Chartres yakınlannda Luce'de el değmeyecek kadar sıcak bir taş düşmüştü. 1803 yılında Norman şehri L'Aigle'e ulaşan gökta şını da anmak yerinde olacaktır. Humboldt bu gök taşından şu sözlerle bahseder: "Öğleden sonra saat birde, çok berrak bir gökyüzünde güneydoğudan ku zeybatıya ilerleyen büyük bir göktaşı gördük. Birkaç dakika sonra, neredeyse kıpırtısız duran küçük kara bir buluttan beş altı dakika boyunca patlama sesleri duyuldu; bu patlamanın ardından üç dört patlama sesi daha geldi ve arka arkaya boş variller yuvarlanı yormuş, yaylım ateşi başlamış gibi bir gürültü işitil di. Her patlama kara bulutu biraz daha dağıtıyordu. Bölgede ışık saçan bir cisim görülmüyordu. Ardından,
M E TE O R AVI
77
güneydoğu-kuzeybatıya ekseninde uzanan ue çapı on bir kilometre olan eliptik bir yüzeyin üzerine binden fazla meteor taşı düştü. Taşlar tütüyordu ue aleu alev yanmasalar da son derece sıcaktılar; düştükten he men birkaç gün sonra kolay kırılıyorlardı, bekledikçe kırmanın zorlaştığı fark edildi. "
Daily Whaston bu üslubu daha pek çok paragraf
sürdürüyor ve hiç değilse editörlerinin ne kadar bilgili olduğunu kanıtlayan ayrıntılarda cömert davranıyordu. Diğer gazeteler de eksik kalmamıştı. Gündem astronomi olduğundan hepsi astronomiden bah sediyordu ve o saatten sonra artık bir Whastonlu göktaşı konusuna hakim değilse, bu ancak o kişi nin kötü niyetinden kaynaklanabilirdi. Daily Whaston'ın açıklamalarına Whaston News da kendi bilgilerini ekliyordu. 1254 yılında, dolu nay evresindeki Ay'ın iki katı çapında olan, sıra sıyla Hurworth, Darlington, Durham ve Dundee'de görülen ve arkasında altın rengi, geniş, yoğun ve göğün koyu mavisini ikiye bölen uzun ışıklı bir ser pinti bırakarak bir ufuktan diğerine patlamadan ilerleyen ateş küresini hatırlatıyordu. Ardından, Hurworth Göktaşı patlamamış olsa da, 14 Mayıs 1864 günü Fransa, Castillon'daki bir rasathaneden görülen göktaşı için aynı şeyin söz konusu olma dığı anlatılıyordu. Meteor sadece beş saniyeliği ne görülmüş olsa da öylesine hızlıydı ki o kısacık zaman diliminde altı derecelik bir yay çizmişti. Baştaki yeşil-mavi arası rengi beyaza dönmüş ve sıra dışı bir patlama gerçekleşmişti. Patlama ile ses arasında üç dört dakika vardı ki bu da meteorun
78
JULES VERNE
altmış ila seksen kilometrelik bir uzaklıkta oldu ğuna işaret ediyordu. Yani patlama, yerkürenin yüzeyinde gerçekleşebilecek en güçlü patlamadan bile şiddetli olmalıydı. Göktaşının boyutlarına ge lince, yüksekliğine göre hesaplandığında çapının en az dört yüz elli yedi metre olduğu düşünülüyor du; hızı saniyede yüz otuz kilometreden fazlaydı ve bu hız, Dünya'nın Güneş etrafındaki dönüş hı zından çok daha yüksekti. Ardından sıra önce Whaston Morning'e, sonra da Whaston Euening 'e gelmişti; bu ikinci gazete özellikle neredeyse tamamen demirden oluşan çok sayıdaki göktaşını ele alıyordu. Okurlarına; Sibirya düzlüklerinde bulunan meteor kütlelerin den birinin en az yedi yüz kilo geldiğini, Brezilya'da keşfedilen bir diğerinin ağırlığının altı tona kadar çıktığını, on dört ton ağırlığındaki bir üçüncünün Tucuman, Olimpo'da bulunduğunu ve son olarak Meksika'da Durango yakınlarına düşen bir diğeri nin de on dokuz ton gibi devasa bir ağırlığa sahip olduğunu hatırlatıyordu. Aslına bakılırsa, bazı Whaston sakinlerinin bu yazılan okuduktan sonra korkuya kapıldığını söylersek abartmış olmayız. Azımsanmayacak bir mesafede, malum koşullarda fark edilebildi ğine göre, Forsyth ve Hudelson'ın meteorunun Tucuman ve Durango göktaşlanndan çok daha büyük olması muhtemeldi. Çapının dört yüz elli yedi metre olduğu hesaplanan Castillon havata şı kadar ya da ondan daha büyük olmadığını kim bilebilirdi? Böyle bir cismin ne kadar ağır olacağı nı düşünebiliyor musunuz? Üstelik, söz konusu meteor Whaston semalarında göründüğüne göre,
M E T E O R AVI
79
bu durumda Whaston meteorun yorungesinin hemen altında bulunuyordu. Yani dairesel bir yö rüngesi varsa tekrar şehrin üzerinden geçecekti. Bu durumda meteor tam o anda, şu veya bu se beple, birden ilerleyişini durdurursa, bu durum dan hem de akla hayale gelmeyecek bir şiddet le etkilenecek olan Whaston olurdu! O korkunç yaşayan güç" yasasını bilmeyen sakinleri haberdar etmenin, bilenlere ise hatırlatmanın tam sırasıy dı. Bu yasaya göre kütle, hızın karesiyle çarpılır. Bundan daha da korkutucu olan cisimlerin düşüş yasasına göre ise dört yüz kilometrelik bir yük seklikten düşen bir göktaşının yeryüzüne çarptığı sıradaki hızı yaklaşık saniyede üç bin metre olur! Whaston basını vazifesini yerine getirmekten kaçınmıyordu ve kabul etmek gerekir ki günlük gazeteler daha önce hiç bu kadar çok matematik formülüne boğulmamıştı. Şehirde yavaş yavaş panik hakim oluyordu. Tehlikeli ve tehditkar göktaşı sokaktaki, evdeki her sohbetin konusu haline gelmişti. Hele halkın kadın kısmının yerle yeksan kiliselerden, yok ol muş evlerden başka rüya gördüğü yoktu. Erkeklere gelince, omuz silkip geçmenin daha şık bir hare ket olduğunu sanıyorlardı, ama olacaklardan ger çekten emin olduklarından yapmıyorlardı bunu. Gece gündüz, şehrin diğer yüksek rakımlı mahal lelerinde olduğu gibi Constitution Meydanında da kalabalıklar toplaşıyordu. Hava kapalı olsun ol masın, gözlemciler engel tanımıyordu. O zamana kadar optik dükkanları hiç bu kadar çok dürbün, •
Vis uiua
veya kinetik enerji -çn.
80
JULES VERNE
cep dürbünü veya başka tür optik aletler satma mıştı! Whaston halkının endişeli gözleri göğe hiç bu kadar çok çevrilmemişti! Meteor görünse de görünmese de tehlike her saat, her dakika, her sa niye mevcuttu.
İnsanlar gece gündüz toplaşıyordu.
M E T E O R AVI
81
Tehlikenin başka yerleri de, o yerlerde yörün genin altında kalan şehirleri, kasabaları, köyleri, mezraları da aynı şekilde tehdit ettiği iddia edile bilir. Muhakkak öyleydi. Göktaşı düşündüğümüz gibi yerküremizin etrafında turluyorsa yörün gesi altında bulunan her yer tehdit altındaydı. Gelgelelim, şu ultramodern ifadeyle söylersek, korku rekorunu elinde tutan şehir Whaston'dı ve bunun tek sebebi de göktaşının ilk görüldüğü ye rin Whaston olmasıydı. Ancak bu korku salgınına direnen ve mesele yi ciddiye almayı inatla reddeden bir gazete var dı. Fakat bu gazete, şehrin karşı karşıya kaldığı kötülüklerden şakayla karışık sorumlu tuttuğu Forsyth ve Hudelson'a karşı hiç de müşfik değildi. Punch şöyle yazıyordu: Neye burunlarını soktu bu amatörler? Dürbün ve teleskoplarıyla uzayı gıdıklamaları şart mıydı? Yıldızlarla alay etmeseler, gökkubbeyi rahat bıraksa lar olmaz mıydı? üstlerine vazife olmayan işlere ka rışıp pervasızca yıldızlararası bölgelere burnunu so kan yeterince bilim insanı yok mu? Gök cisimleri çok utangaç olur ve kendilerine bu kadar yakından bakıl masından hoşlanmaz. Evet, şehrimiz tehdit altında; artık kimse güvende değil ve bunun bir çaresi yok . Yangın, dolu, kasırga karşısında kendimizi koruya biliriz . . . Ama haydi gidin de belki Whaston hisarının on katı büyüklüğünde bir göktaşının düşüşüne karşı kendinizi koruyun! Hele bir de düşerken patladı mı, ki bu tür cisimlerin başına sık sık gelir, o zaman bütün şehrin bombardıman altında kalmasına, hatta ko pan parçalar akkor halindeyse yanmasına yeter! Her halükd.rda sevgili şehrimizin yerle bir olacağı kesin,
82
J ULE S VE R N E
bunu kabul etmemiz lazım! O zaman canını seven kendini kurtarsın! Canını seven kendini kurtarsın! Neden Forsyth ve Hudelson meteorları dikizlemek yerine evlerinin zemin katında sessiz sakin oturma dılar? Peroasızlıklarıyla meteorları kışkırtan, çevir dikleri dolaplarla meteorları kendilerine çeken onlar. Whaston yerle bir olursa, bu göktaşının altında ezilir veya yanarsa bu onların suçudur; sorumlu tutulması gerekenler onlardır! Gerçekten tarafsız tüm okurlara, yani tüm Whaston Punch abonelerine soruyoruz: Ne işe yarar astronomlar, astrologlar, meteorologlar ve diğer bilmemneologlar? Çalışmalarından bugüne kadar nasıl bir hayır gelmiştir? Cevap sorunun için dedir; bize gelince, bir Fransız dehası ol a n meşhur Brillat-Savarin'in şu ulvi sözlerle mükemmel bir bi çimde dile getirdiği o bilindik itikadımızda şimdiye kadar hiç olmadığımız kadar ısrarcıyız: "Yeni bir ye meğin keşfi, insanlığı, bir yıldızın keşfinden çok daha fazla mutlu eder!" Brillat-Savarin, basit bir göktaşı keşfetme zevki uğruna en kötü faciaları memleketle rinin üzerine çekmekten korkmayan bu iki suçluya ne gözle bakardı?"
VII
Bayan Hudelson doktorun tavırlarına çok içerliyor, hizmetçi Mitz ise efendisini bir güzel tersliyor.
Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson, Whaston Punch ın bu şakalarına ne cevap vermişti? Hiçbir cevap vermemişlerdi, çünkü bu saygısız gazetenin yazılannı görmezden geliyorlardı. Hakkımızda söylenen nahoş sözleri duymazdan gelmek üzül memenin en garantili yoludur, demişti Bay de la Palisse, tartışılmaz bir bilgelikle . Yine de az çok nükteli olan bu saçmalıklar hedef aldıklan kişiler açısından pek hoş değildi ve hedef alınan kişiler bunlardan haberdar olmasa da aynısı eşleri dost lan için geçerli değildi. Özellikle Mitz çok öfke liydi. Efendisini, halkın güvenliğini tehdit eden o göktaşını üzerine çekmekle itham etmek ha! Ona kalsa, Bay Dean Forsyth makalenin yazannın pe şine düşmeliydi; Yargıç John Proth onu tazminat ödemeye mahkum etmeyi bilirdi, iftira dolu söz leri nedeniyle hak ettiği hapis cezasından bahset miyoruz bile. Küçük Loo'ya gelince, meseleyi ciddiye almış ve hiç tereddüt etmeden Whaston Punch ' a hak vermişti. "Evet, haklılar," diyordu. "Şu kahrolası taşı bul mak Bay Forsyth'le babamın aklına nereden geldi? '
84
JULES VERNE
Onlar olmasa taş d a hiçbir zaran olmayan diğer pek çoğu gibi görünmeden geçip gidecekti. " Küçük kızın aklından geçen zarar veya daha zi yade felaket, Francis'in dayısı ile Jenny'nin babası arasında kaçınılmaz olarak yaşanacak rekabet ve bu rekabetin, iki aileyi birleştirerek aralarındaki bağlan daha da güçlendirecek evliliğin arifesinde doğuracağı sonuçlardı. Loo endişelerinde haklıydı ve kaçınılmaz olan ol muştu da. Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'ın birbirlerine sadece şüpheyle yaklaştıkları sıralar da hiçbir olay patlak vermemişti. Aralan soğumuş olsa da, karşılaşmamaya özen göstermiş olsalar da hiç değilse bundan daha ileriye gitmemişlerdi. Ama şimdi, Baston Rasathanesi'nin verdiği bilgi den beri, meteorun keşfinin Whaston'daki iki ast ronoma ait olduğu resmileşmişti. Ne yapacaklar dı? İkisi de keşifte öncelik mi iddia edecekti? Bu konuda hususi tartışmalar, hatta Whaston basının kuşkusuz zevkle yer vereceği yankı uyandıran po lemikler olacak mıydı? Kimse bilmiyordu, sadece zaman bu sorulara yanıt verecekti. Her halükarda Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'ın evlilik lafını ağızlarına alma dıkları kesindi, ama nikah tarihi, nişanlılara kalır sa yavaş yavaş yaklaşıyordu. Bay Dean Forsyth'in ya da Doktor Hudelson'ın yanında evliliğin lafı açıldığında, birden, derhal rasathanelerine gitme lerini gerektiren bir şeyi hatırlıyorlardı. Zaten za manlarının çoğunu orada geçiriyorlardı; her geçen gün daha endişeli ve daha dikkatlilerdi. Oysa, eğer meteor resmi astronomlarca tekrar gö rülmüşse, Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson'ın
METEOR AVI
85
meteoru bulma çabalan boşunaydı. Meteor, onlann gözlem aletlerinin menziline göre çok mu uzakta kalıyordu? Akla yakın bir varsayım olsa da doğru lamanın hiçbir yolu yoktu. Gökyüzünde en ufak bir açıklık olduğunda hemen bundan faydalanıyor, gece gündüz bitmez tükenmez gözlemlerden vaz geçmiyorlardı. Böyle giderse hasta düşeceklerdi. İkisi de, inatla biricik kaşifi olduklannı iddia ettikleri asteroidin temel özelliklerini belirlemek için harcadıklan nafile çabalardan bitap düşmüş tü. İhtilaflarını bir çözüme kavuşturmanın yolu · buydu. Bu iki ex aequo astronomdan, daha çalış kan bir matematikçi olanı birinci gelebilirdi. Fakat biricik gözlemleri, formüllerine yeterli bir temel oluşturamayacak kadar kısa süreli olmuştu. Göktaşının yörüngesini kesin bir biçimde belirle menin mümkün olması için başka bir gözlem, bel ki de pek çok başka gözlem gerekliydi. Bu nedenle Bay Dean Forsyth de Doktor Hudelson da rakibinin kendisini geçeceğinden endişe ederek aynı çaba ve aynı verimsizlikle gökyüzünü tanyorlardı. Nazlı meteor ise Whaston ufuklannda görünmüyor, ya hut görünse de kendini titizlikle gizliyordu. İki astronomun da ruh hali nafile çabalann dan etkilenmekteydi. Kimse yanlarına bile yak laşamıyordu. Bay Dean Forsyth günde yirmi defa Omikron'a sinirleniyor, o da aynı üslupla karşılık veriyordu. Doktora gelince, öfkeden kendi kendi ni yemeye mecbur kaldıysa bu onun suçu değildi. Bu koşullar altında evlilikten ve nikah törenin den bahsetmek kimin aklına gelir? Bir yanşmada eşit rütbe edinmiş iki taraf -çn.
86
J ULE S V E R N E
B u sırada, Bostan Rasathanesi'nin gazetele re yolladığı yazının üzerinden üç gün geçmişti. Akrebi güneş olan gök saati, şayet Büyük Saatçi bu saate tarih eklemeyi akıl etmiş olsaydı 22 Nisan gününü gösterecekti. Loo bütün sabırsızlı ğıyla hiç gelmeyecek gibi davransa da büyük an yirmi küsur gün sonra gelip çatacaktı. Mecbur olmadıkça Francis Gordon'ın dayısıyla Jenny Hudelson'ın babasına evliliği hatırlatmak gerekli miydi? Bayan Hudelson, kocasıyla ilgili olarak, sessizliği korumanın daha iyi olacağı ka nısındaydı. Düğün hazırlıklarıyla ilgilenmesi ge rekmiyordu, tıpkı eviyle ilgilenmesi gerekmediği gibi. O gün geldiğinde Bayan Hudelson sadece şöyle diyecekti: "İşte kıyafetin, şapkan ve eldivenlerin. Saint Andrew' a gitme z amanı geldi. Koluma gir de çı kalım. " Elbette hiçbir şeyin farkında olmadan kalkıp gelecekti; tabii sadece tam o sırada meteorun te leskobunun merceğinden geçmemesi şartıyla! Moriss Sokağındaki evde Bayan Hudelson'ın sözü geçiyor ve doktordan Bay Dean Forsyth'e karşı tavrını açıklaması istenmiyorsa da Bay Dean Forsyth yoğun taarruz altındaydı. Mitz hiç bir şey dinlemek istemiyordu. Efendisine sinirliy di; onunla başa baş konuşmak ve iki ailenin arası nın ufacık bir olayla bile açılabileceği kadar gergin olan bu durumu açıklığa kavuşturmak istiyordu. Neler olurdu neler! Nikah ertelenir, hatta belki hiç kıyılmazdı ve nişanlılar, özellikle de içten ge len, müşfik bir alışkanlıkla "evladım" dediği sev gili Francis'i umutsuzluğa düşerdi. Sonradan ba-
METEOR AVI
87
nşmayı imkansız kılacak türden, herkesin gözü önünde yaşanacak bir kavga olursa zavallı deli kanlı ne yapabilirdi ki? Nitekim 22 Nisan günü öğleden sonra yemek odasında Bay Dean Forsyth'le yalnız kaldığı, tam da istediği gibi başa baş oldukları bir anda, efen disi kulenin merdivenlerine doğru yönelmişken durdurdu onu. Bay Forsyth'in Mitz'le tartışmaya girmekten ka çındığını biliyoruz. Bu tartışmaların genelde kendi lehine sonuçlanmadığını aklından çıkarmaz, bu nedenle tartışmaktan kaçınmanın daha akıllıca olduğunu düşünürdü. Dolayısıyla Bay Dean Forsyth, fitili ateşlenmiş ve patlamaya hazır bir bomba gibi görünen Mitz'in yüzüne kuşkuyla baktı, sonra patlamanın etkisin den korunma arzusuyla kapıya doğru geri geri git ti. Ama daha kapının kolunu çeviremeden ihtiyar hizmetçi yolunu kesmişti bile; gözlerini, bakışları nı ürkekçe kaçıran efendisinin gözlerine dikti: "Efendim," dedi, " sizinle konuşmalıyım. " "Benimle konuşmalı mısın? Ama benim ş u an hiç vaktim yok." "Tabii ya ! Benim de yok efendim, öğle yemeği nin bulaşıklarıyla uğraşmam gerek. Ama benim tabaklarım da sizin borularınız gibi bekletilmeyi affedebilirler pekala. " "Ama Omikron? Galiba beni çağırıyor. " "O mikrop mu? O da bir başka bela! O mikrop da er geç benden nasibini alacak. Şimdiden haber verin isterseniz. Ne demişler: Arife tarife gerekmez ! Kelimesi kelimesine söyleyin bunu ona efendim. " "Gereğini yapanın, Mitz. Peki ya göktaşım ? "
88
JULES VERNE
"Gökbaşı mı ? " diye tekrarladı Mitz. "Onun n e ol duğunu bilmiyorum, ama siz ne derseniz deyin, efendim, eğer bir süredir kalbinizi taşa çeviren şey buysa, o zaman hiç de öyle başta filan değildir. " "Göktaşı, Mitz," diye sabırla açıkladı Bay Dean Forsyth, "bu bir meteor ve . . . " "Hah ! " diye bağırdı Mitz, "şu meşhur meret hor! Eh, O mikrop gibi o meret hor da görecek gününü! " "Nasıl yani?" diye bağırdı Bay Forsyth, hassas yerinden yakalanmıştı. "Zaten," diye devam etti Mitz "hava kapalı, yağmur yağacak, Ay'a bakarak eğlenmenin sırası değil." Doğruydu ve kötü havanın sürüp gitmesi Bay Forsyth'le Doktor Hudelson'ı öfkelendirmeye yeti yordu. Kırk sekiz saattir koyu bulutlar gökyüzünü istila etmişti. Gündüz tek bir güneş ışığı, gece de tek bir yıldız ışığı yoktu. Beyaz bulutlar, zaman zaman, Saint-Andrew çan kulesinin sivri ucunun yırttığı bir tül gibi bir ufuktan diğerine kıvrım kıvrım olu yordu. Bu koşullarda uzayı gözlemlemek, uğruna kapıştıkları göktaşını yeniden görmek imkansızdı. Hava koşullarının Ohio veya Pennsylvania eyalet lerindeki astronomların da, Eski ve Yeni Kıta'nın başka rasathanelerindeki astronomların da lehin de olmadığı göz önünde tutulmalıydı. Gerçekten de gazetelerde meteorun yeniden görüldüğüyle ilgili bir haber yoktu. Aslında meteor bilim dün yasını heyecanlandıracak kadar ilgi de uyandırmı yordu. Sonuçta, epey sıradan kozmik bir olay söz konusuydu ve meteorun dönüşünü öfkeye varan bir sabırsızlıkla beklemek için ancak Dean Forsyth veya Hudelson olmak gerekirdi.
89
METEOR AVI
" O d a gününü görecek."
Efendisi kaçmanın mutlak imkansızlığını fark edince, Mitz kollarını kavuşturarak sözüne de vam etti: "Bay Forsyth, Francis Gordon adında bir yeğe niniz olduğunu unutmuş olabilir misiniz acaba?"
90
J UL E S V E R N E
"Ah, sevgili Francis ! " dedi Bay Forsyth, hiçbir şeyden haberi yokmuş edasıyla başını sallaya rak. "Tabii ki unutmadım. Peki nasıl bizim cesur Francis ?" "Çok iyi, teşekkür ederim, efendim. " " Sanının onu bir süredir görmedim." "Aslında öğle yemeğinde gördünüz. " "Sahi ! " "Gözleriniz başka bir yerde miydi efendim? " diye sordu Mitz, efendisini kendisine dönmeye mecbur bırakarak. "Elbette hayır, Mitz ! Ne istiyorsun? Sadece bi raz endişeliyim . . . " "Sanının önemli bir şeyi unutacak kadar endişelisiniz. " "Önemli bir şeyi mi unuttum ? Neymiş o ? " "Yeğeninizin evleneceğini. " "Evlenmek. . . evlenmek . . . " "Hangi evlilikten bahsettiğimi sormayacak mısınız ? " "Hayır, Mitz ! Ama b u sorulann amacı ne ? " "Muziplik! Sorunun yanıt almak için soruldu ğunu bilmek için alim olmaya gerek yok herhalde. " "Hangi konuda bir yanıt, Mitz ? " "Hudelson ailesine karşı tavırlannız konusun da, efendim! Hudelson adında bir aile olduğunu, Moriss Sokağında yaşayan bir Doktor Hudelson olduğunu, Loo Hudelson ile yeğeninizin nişanlısı Jenny Hudelson'ın annesi Bayan Hudelson'ı bil miyor değilsinizdir ya? " Hudelson ismi Mitz 'in ağzından h e r defasın da daha da kuvvetli çıktıkça B ay Dean Forsyth, bu isim mermi olmuş onu yakın mesafeden vu-
M E TEOR A V I
91
ruyormuş gibi elini göğsüne, kamına, kafasına götürüp duruyordu. Acı çekiyor, nefesi daralı yordu; kan beynine sıçramıştı. Cevap vermedi ğini gören Mitz: "Yani? Duydunuz mu? " diye üsteledi. "Evet, duydum ! " diye bağırdı efendisi. "Yani? " diye tekrarladı ihtiyar hizmetçi sesini yükselterek. "Francis hala bu evliliği düşünüyor mu? " dedi sonunda Bay Forsyth. "Güzel çocuğum aldığı her nefeste bunu dü şünüyor! Hepimizin düşündüğü gibi, hatta sizin de düşündüğünüz gibi; öyle olduğuna inanmak istiyorum! " "Ne? Yeğenim hala Doktor Hudelson'ın kızıyla evlenmeye kararlı mı? " "Lütfen, efendim, onun adı Jenny! Ben size uya rımı yaptım, efendim , Francis kararlı! Tanrı aşkına, kararlı olmaması için pusulayı şaşırmış olması la zım! Bundan daha kibar bir nişanlı, daha alımlı bir genç kız nasıl bulacak?" Bay Forsyth araya girdi: "O adamın. . . işte onun . . . her neyse, nefesim daralmadan adını te laffuz edemediğim o adamın kızı ne kadar güzel olabilirse . . . " "Çok ileri gittiniz ! " diye bağırdı Mitz, sanki çı kanp atıverecekmiş gibi önlüğünün iplerini çö zerek. "Ama bakın . . . Mitz, " diye mınldandı efendisi, bu kadar tehditkar bir tavır karşısında biraz en dişelenmişti. İhtiyar hizmetçi önlüğünü havaya kaldırdı; ip leri yere değiyordu.
92
J U LE S VE R NE
"Her şey anlaşılıyor," dedi. "Elli yıllık hizmet ten sonra, kendi kanını parça parça eden bir adamın yanında kalmaktansa bir köşede uyuz köpek gibi çürümeyi yeğlerim. Yoksul bir hizmetçiden baş ka bir şey değilim, ama bir kalbim var efendim . . . kalbim var! " "Öyle mi Mitz?" diye yanıtladı Bay Dean Forsyth, gücenmişti. "Demek şu Hudelson'ın bana yaptığı nı görmezden geliyorsun?" "Ne yapmış size bu kadar?" "Benden çaldı ! " "Çaldı mı? " "Evet çaldı. Hiç utanmadan çaldı." "Neyinizi çaldı peki? Saatinizi mi? Para keseni zi mi? Mendilinizi mi? " "Göktaşımı! " "Hah, yine ş u gökbaşınız! " diye bağırdı ihtiyar hizmetçi, epey alaycı ve Bay Forsyth'e göre nahoş bir sıntışla. "Uzun zaman olmuştu bahsetmeyeli, sizin şu meret hordan! Tanrı aşkına, gezen bir makine için kendinizi böyle bir duruma sokmanız müm kün mü? Gökbaşmız sizin için Bay Hudelson'dan daha mı değerli? Adınızı üstüne mi yazdınız ? Herkesin, hepimizin malı, benim malım, şükürler olsun yok ama olsaydı köpeğimin de malı değil mi? Para verip mi aldınız, yoksa size miras mı kaldı?" "Mitz ! " diye bağırdı Forsyth, artık kendini tu tamıyordu. "Mitz falan yok!" dedi ihtiyar hizmetçi, öfke den deliye dönmüştü. "Tann aşkına, eski bir dost la, bir daha asla görülmeyecek pis bir taş uğruna küsmek için Satürn kadar kafasız olmak gerek. " " Sus! Sus ! " diye itiraz etti astronom, kınlmıştı.
M E TEOR AVI
93
"Hayır efendim, hayır. Susmayacağım. O şap şal mikrobu da yardımınıza çağırabilirsiniz . . . " "Şapşal Omikron! " "Evet şapşal, ama beni o d a susturamaz . . . Nasıl ki Tann'nın adına kıyameti ilan edecek baş meleği başkanımız bile susturamayacaksa ! " Bay Dean Forsyth b u korkunç lafı işittiğinde büsbütün şaşırdı; boğazı tek bir kelimenin bile çıkmasına müsaade etmeyecek kadar daralmıştı da, felç geçiren nefes borusundan ses mi çıkmı yordu? Kesin olan şuydu ki bir türlü bir yanıt ve remiyordu. Öfkenin galeyanıyla, sadık ama huy suz Mitz'e bir fiske vurup onu kapıya yapıştırmak bile istemişti, ama şu her zamanki sözleri bile te laffuz edemedi: "Çıkın dışan! Derhal çıkın dışan, bir daha sizi görmeyeyim! " Zaten Mitz d e kulak asmazdı. Elli yıllık hizmet ten sonra bir hizmetçi, eline doğan efendisinden sevimsiz bir meteor yüzünden aynlmazdı. Gelgelelim bu sahneyi sona erdirmenin zama nı gelmişti. Bay Dean Forsyth üste çıkamayaca ğını anlayınca, kaçıyormuş gibi görünmeden geri çekilmenin bir yolunu aradı. Yardımına güneş koştu. Hava birden aydınlan mış, canlı ışıklar bahçeye bakan pencerenin cam lanndan içeri dolmuştu. O esnada Doktor Hudelson kalesindeydi kuş kusuz; Bay Dean Forsyth'in aklına ilk gelen bu oldu. Rakibinin bu aydınlıktan faydalandığını, gözleri teleskobunun merceğinde uzayın derin liklerinde gezindiğini gözünde canlandınyordu. Daha fazla duramazdı. Güneş ışığı, gaz dolu bir balonun üzerinde nasıl bir etki yapıyorsa onun
94
JULES VERNE
üzerinde d e aynı etkiyi yapıyordu: Onu şişiriyor ve bir kaldırma kuvveti yaratarak atmosferde yükselmeye mecbur bırakıyordu. Bay Dean Forsyth -aynı benzetmeyle devam edecek olursak- içinde biriken bütün öfkeyi safra atar gibi boşaltarak kapıya yöneldi. Ne yazık ki Mitz öndeydi ve ona geçit verecek miş gibi durmuyordu. Onu kollarından tutmak, .onunla kavgaya tutuşmak, Omikron'u yardıma çağırmak mı gerekiyordu? İşin bu raddeye gelmesine gerek kalmadı. Kuşkusuz sarf ettiği efor ihtiyar hizmetçiyi bir hayli zorlamıştı. Her ne kadar efendisini azarla maya alışkın olsa da bu zamana kadar ona hiç bu kadar sert davranmamıştı. Bu sertliğin gerektirdiği fiziksel efordan mıdır, yoksa heyecanlı bir konunun, sevgili "evladının" gelecekteki mutluluğunun konuşulduğu tartışma nın ağırlığından mıdır bilinmez, Mitz birden bayı lacak gibi oldu ve güçlükle bir sandalyeye çöktü. Hakkını yemeyelim, Bay Dean Forsyth güne şi, mavi gökyüzünü ve meteoru bir yana bırak tı. İhtiyar hizmetçisine yaklaştı ve merakla nasıl hissettiğini sordu. "Bilmiyorum, efendim. Hani denir ya, midem ters yüz oldu sanki." "Miden ters yüz mü oldu ?" diye tekrarladı Bay Dean Forsyth, bu tuhaf rahatsızlık karşısında epey şaşırmıştı. "Evet, efendim," dedi Mitz, yakınan bir sesle. "Sanki göğsümde bir düğüm var. " "Hm ! " dedi Bay Dean Forsyth, bu ikinci açıkla ma da şaşkınlığını gidermemişti.
M E TEOR AVI
95
Ne olursa olsun, benzer durumdaki hastalara uygulanacak tedaviyi uygulayacaktı: korsesini gevşetmek, alnına ve şakaklanna sirke sürmek, bir bardak şekerli su vermek . . . Ama buna fırsatı olmadı. Omikron'un sesi kulenin tepesinden yankıla nıyordu: "Göktaşı, efendim! " diye bağınyordu Omikron, "Göktaşı! " Bay Dean Forsyth kainatın geri kalanını unut tu ve hemen merdivenlere koştu. Mitz gücünü yeniden toplayıp peşinden atıl dığında efendisi henüz gözden kaybolmamıştı. Spiral biçimli merdivenin basamaklannı üçer üçer atlayıp hızla yukan çıkarken hizmetçisinin hınç dolu sesi de peşinden geliyordu: "Bay Forsyth, " diyordu Mitz, "şunu unutma yın ki Francis Gordon ile Jenny Hudelson'ın evli liği gerçekleşecek, hem de kararlaştınlan günde. Gerçekleşecek, Bay Forsyth, yoksa. . . yoksa ben yapacağımı bilirim! " Değerli Mitz, aksi durumda ne olacağını işte böyle tatlı bir dille ifade etmişti! Ama Bay Dean Forsyth ne cevap verdi ne de ku lak astı. Aceleyle kulenin merdivenlerini tırmandı.
VIII
Basındaki polemikler durumu ciddileştiriyor ve sonunda beklenmedik olduğu kadar kaçınılmaz da olan bir durum ortaya çıkıyor.
"Bu o, Omikron! Evet, bu o ! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth, gözünü teleskobun merceğine dayar da yamaz. "Ta kendisi," dedi Omikron da. Ardından de vam etti: "Umanın Doktor Hudelson şu anda ka lesinde değildir! " "Ya d a kalesindeyse de,'' dedi Bay Forsyth, "di lerim göktaşını görememiştir! " "Bizim göktaşımız ,'' diye belirtti Omikron. Dean Forsyth ise "Benim göktaşım," diye dü zeltti. İkisi de yanılıyordu. Doktor Hudelson'ın dür bünü tam o anda güneydoğuya, meteorun gezin diği bölgeye çevrilmişti. Meteor göründüğü anda dürbünü onu yakalamıştı ve tıpkı kule gibi kale de meteoru güneydeki sisin ardında yok olana dek izledi. Öte yandan meteoru görenler sadece Whastonlı astronomlar değildi. Pittsburg Rasathanesi de gör müştü ve Bostan Rasathanesi'yle birlikte art arda üç gözlem yapılmıştı. Meteorun geri dönüşü ilgi uyandıran bir olay dı; tabii sadece meteorun kendisine ilgi duyanlar
M E T E O R AVI
97
için ! Dünya'nın görüş alanında kaldığına göre ke sin olarak kapalı bir yörünge izliyordu. Atmosferin alt tabakalannı sıyınp geçtikten sonra kaybolup giden akanyıldızlardan değildi; bir kere görünüp uzayda kaybolan asteroidlerden de değildi; görül mesiyle düşüşü bir olan havataşlarından da değil di. Hayır, bu meteor geri geliyordu, ikinci bir uydu gibi Dünya'nın etrafında dönüyordu. Yani önem verilmeyi hak ediyordu; bu nedenle Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson'ın bu meteor hakkın da ihtilafa düşecek kadar sertleşmelerini hoş gör mek gerekirdi. Meteor değişmez yasalara tabi olduğundan te mel özelliklerini belirlemenin önünde hiçbir en gel yoktu. Hemen her yerde insanlar bu meteorla ilgileniyordu, ama söylemeye lüzum yok ki kim se Whaston'dakiler kadar azimle ilgilenmiyordu. Gelgelelim, problemin tamamen çözülmesi için daha pek çok gözlem yapılması gerekecekti. Kırk sekiz saat sonra, adı Dean Forsyth ya da Hudelson olmayan matematikçiler tarafından saptanan ilk husus, göktaşının yörüngesiydi. Yörünge kesin olarak kuzeyden güneye ilerliyor du. Bay Dean Forsyth'in Pittsburg Rasathanesi'ne yazdığı mektubunda belirttiği 3 derece 31 dakika lık hafif sapma sadece görünüşteydi ve yerküre nin dönüşünden kaynaklanıyordu. Göktaşı yeryüzünden dört yüz kilometre uzak lıktaydı ve saniyede altı bin dokuz yüz altmış yedi metrelik muazzam bir hızı vardı. Yani Dünya'nın etrafındaki dönüşünü bir saat kırk bir dakika kırk bir saniye doksan üç salisede tamamlıyordu ve ilmin uzmanlanna göre, yüz dört yıl yüz yetmiş
98
JULES VERNE
altı gün yirmi iki saat boyunca bir daha Whaston semalanndan geçmeyecekti. Uğursuz asteroidin düşmesinden bu denli kor kan şehir sakinleri için iç rahatlatan, güzel bir tespitti bu. Artık düşse bile onların üzerine düş meyecekti. "Peki, hangi yöne düşecek? " diye soruyordu Whaston Morning . "Rotası üzerinde herhangi bir engelle karşılaşacağını düşünmek için bir sebep yok; dönüş hareketi de durdurulamaz. " Gerçekten d e öyleydi. "Elbette," diyordu Whaston Euening, "daha önce düşmüş ve düşmeye devam eden havataşlan mevcuttur. Ama bunlar daha ziyade küçük boyut ludur, uzayda başıboş dolaşırlar ve sadece geçer ken yerçekiminin etkisine kapılırlarsa düşerler. " Açıklama doğruydu ve bu kadar düzgün iler leyen bir göktaşı için de düşme söz konusu de ğilmiş gibiydi; Ay'ın düşmesi ne kadar olasıysa, meteorun düşmesi de o kadar olasıydı. Bu konu açıklığa kavuşturulmuştu, ancak so nuçta Dünya'nın ikinci uydusu haline gelmiş bu asteroid hakkında her şeyi bildiğimizi iddia ede bilmek için aydınlatılması gereken pek çok nokta vardı. Hacmi ne kadardı? Kütlesi ne kadardı; yapısı nasıldı ? İlk soruya Whaston Standard şu şekilde yanıt verdi: Göktaşının yüksekliğine ue görünür boyutuna bakıldığında, çapı beş yüz metreden fazla olmalı dır; en azından şimdiye kadarki gözlemlerden elde
99
ME TEOR A V !
edebildiğimiz sonuç bu. A m a yapısını belirlemek hala mümkün değildir. Elbette güçlü gözlem aletleri ne sahip olmak kaydıyla meteoru görebiliyoruz, ama onu görmemizi sağlayan asıl şey, o irtifada hava yo ğunluğu çok zayıf olmasına rağmen görünüşe göre meteorun atmosfer sürtünmesinden kaynaklı çok canlı bir ışıkla parlaması. Yani bu meteor gaz ha lindeki maddelerden oluşan bir yığından mı ibaret? Yoksa ışıkla çevrili katı bir çekirdekten mi oluşuyor? Eğer öyleyse bu çekirdeğin büyüklüğü nedir ve ya pısı nasıldır? İşte bunları bilmiyoruz ve belki hiçbir . zaman da bilemeyeceğiz. Özetle bu göktaşının ne hacmi ne de dönüş hızı bakımından bir olağanüstülüğü var. Tek hususi yanı kapalı bir yörünge çizmesi. Ne kadar süredir yerküre mizin eu:afında böyle dönüyor? Bunu bize gerçek ast ronomlar söyleyemeyecek, çünkü onlar bu muhteşem keşfi yapma şerefine nail olan iki hemşerimiz, Bay Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson olmasay dı göktaşını o zimmetli teleskoplarında hiçbir zaman göremeyeceklerdi.
Tüm bu olaylarda, Whaston Standard ın haklı olarak işaret ettiği gibi, editörün belagati dışında olağanüstü bir şey yoktu. Üstelik bilim dünyası, bu s aygıdeğer gazeteyi böyle heyecanlandıran meteorla normalden fazla ilgilenmiyordu; bili me meraklı olmayan halk ise epey az ilgi göste riyordu. Bir tek Whaston sakinleri, kendilerini, keşfi şehrin iki saygın ismine ait olan meteorla ilgili her şeyi öğrenmeye adamışlardı. Eğer gazeteler gitgide daha açık hale gelen imalarla Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson '
100
JULES VERNE
arasındaki rekabeti gün yüzüne çıkarmış olma saydı, belki de dünya üzerindeki diğer canlılar, Punch 'ın ısrarla "komik" olarak nitelediği bu koz mik olaya kayıtsızlıkla bakmayı sürdürecekler di. Ama bu rekabet dedikodulara yol açıyordu. Herkes bu kavga fırsatına balıklama atlamış ve şehir usul usul iki kampa bölünmeye başlamıştı. Bu arada nikah günü de yaklaşıyordu. Bir yan da Bayan Hudelson, Jenny ve Loo, diğer yanda Francis Gordon ve Mitz artan bir endişe içindey diler. Zıt elektrik yüküyle yüklü iki bulutun karşı laşması ve kıvılcımlanmasıyla düşen yıldınmlar gibi, iki rakibin karşı karşıya gelmesiyle meyda na gelebilecek bir patlamadan korkuyorlardı. Bay Dean Forsyth'in öfkesini yenemediği ve Bay Hudelson'ın öfkesinin de ortaya çıkmak için fır sat kolladığı biliniyordu. Hava genel olarak güzeldi; gökyüzü berrak, Whaston semalan açıktı. Yani iki astronom da daha fazla gözlem yapabilirdi. Göktaşı ufukta yir mi dört saat içinde on dörtten fazla kez göründü ğü ve rasathanelerin tespitleri sayesinde göktaşı nın her geçişinde merceklerini tam olarak hangi noktaya yöneltmeleri gerektiğini öğrendikleri için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. Kuşkusuz bu gözlemlerin rahatlığı göktaşı nın ufuktaki yüksekliği oranında değişiyordu. Ama göktaşı o kadar çok geçiyordu ki bu sıkıntı büyük ölçüde önemini yitiriyordu. Mucizevi bir tesadüfle ilk kez görüldüğü Whaston'ın mate matiksel doruğuna artık gelmiyor olsa da her gün o kadar yakınından geçiyordu ki pratikte aynı şey oluyordu.
M E TE O R A V I
101
Gerçekten de iki hevesli astronom, hemen üst lerinden geçen ve göz kamaştırıcı bir haleyle süs lenmiş meteoru seyrederek sarhoş olabilirlerdi! Meteoru bakışlarıyla yiyip bitiriyor, gözleriy le okşuyorlardı. Her ikisi de meteora kendi adını vermişti: Forsyth Göktaşı ve Hudelson Göktaşı. Meteor onların çocuğu, kanı canıydı. Bir çocuğun ebeveynlerine ait olması gibi, bir eserin yaratı cısına ait olması gibi meteor da onlara aitti. Her ortaya çıkışında yeniden heyecanlanıyorlardı. Gözlemlerini; meteorun yörüngesine, görünürde ki biçimine bakarak oluşturdukları varsayımları biri Cincinnati Rasathanesi'ne, öbürü de Pittsburg Rasathanesi'ne gönderiyordu; tabii keşifteki ön celiklerini talep etmeyi unutmadan. Kısa süre sonra, hala barışçıl olan bu kavga öfkelerini doyurmaz hale geldi. Her türlü kişisel bağı bitirerek diplomatik ilişkileri kesmekle yeti nemedikleri için, açık ve resmi olarak ilan edilmiş bir savaşa ihtiyaçları vardı. Bir gün Whaston Standard' da Doktor Hudelson'ın aleyhinde son derece saldırgan bir yazı çıktı. Bay Dean Forsyth'e atfedilen yazıda, bazı insanların başkasının dürbününden baktıklarında gözlerinin çok iyi gördüğü, halihazırda fark edilmiş olanı ko laylıkla fark edebildikleri söyleniyordu. Hemen ertesi gün Whaston Euening 'de, muh temelen bazı dürbünlerin iyi silinmediği ve mer cekleri küçük lekelerle dolu olduğundan bu le keleri meteorla karıştırmanın doğru olmayacağı söylenerek bu yazıya cevap verildi. O sırada Punch, iki rakibin olan biteni çok iyi yansıtan bir karikatürünü yayımladı; karikatürde
102
JULES VERNE
rakiplerin devasa kanatlan vardı v e kendilerine dil çıkaran bir zebra kafası şeklinde resmedilmiş gök taşını yakalayabilmek için mücadele ediyorlardı. Gelgelelim, her ne kadar bu yazıların, bu can sıkıcı dokundurmaların sonucu olarak iki rakibin hırgürü günbegün ciddileşmeye devam etse de henüz evlilik meselesine bulaşma fırsatları olma mıştı. Evlilik konusunu açmıyorlar, en azından işi akışına bırakıyorlardı ve Francis Gordon ile Jenny Hudelson'ın kararlaştırılan tarihte evlen meyeceklerini gösteren hiçbir şey yoktu. O eski Bretonya şarkısında söylendiği gibi: Ancak ölüm koparırdı, aralarındaki altın bağı.·
Nisan ayının son günlerinde hiçbir olay yaşan madı. Ama durum kötüleşmese de hiçbir iyileş me belirtisi de göstermiyordu. Bay Hudelson'ın evinde, yemek sırasında meteora dair en ufak bir imada dahi bulunulmuyor ve annesinin buyruğu üzerine sessiz kalan Loo, meteora hak ettiği gibi davranamadığı için deli oluyordu. Sırf pirzola sını kesişine bakarak bile küçük kızın göktaşını düşündüğü anlaşılırdı; pirzolayı geriye hiçbir iz kalmamacasına lime lime etmek istiyordu. Jenny ise doktorun görmek istemediği üzüntüsünü giz leme gereği duymuyordu. Belki de doktor, gerçek ten astronomik kaygılara gömüldüğü için kızının üzüntüsünü fark etmiyordu. Elbette ki Francis Gordon bu yemeklerde boy göstermiyordu. Sadece Doktor Hudelson kalesine (Fr.) "Auec un Iien d'or / Qui ne finit qu'a la mort" -çn.
ME TEOR A V I
103
gittiğinde günlük ziyaretlerini gerçekleştirmeye cesaret edebiliyordu. Elisabeth Sokağındaki evde de yemeklerin tadı tuzu kalmamıştı. Bay Dean Forsyth neredeyse hiç konuşmuyor ve Mitz'e bir şey söyleyecek ol duğunda da Mitz s adece evet ya da hayırla cevap veriyordu; havalar o sırada ne kadar kuruysa ko nuşmaları da o kadar kuruydu. Sadece bir kere, 28 Nisan günü Bay Dean Forsyth öğle yemeğinden sonra masadan kalktığı sırada yeğenine şunu sormuştu: "Hala Hudelsonlara gidiyor musun? " "Tabii ki, dayı," diye yanıtladı Francis net bir sesle. "Niçin gitmeyecekmiş Hudelsonlara? " diye sor du Mitz, sesi hemen hırçınlaşmıştı. "Sizinle konuşmuyorum ! " diye söylendi Bay Forsyth. "Ama size ben cevap veriyorum, efendim. Alçak uçan yüce konuşur, yüce uçan alçak konuşur! " Bay Forsyth omuz silkip Francis'e döndü. "Ben de size cevabımı verdim, dayı," dedi Francis. "Evet, her gün gidiyorum. " "Doktorun bana ettiklerinden sonra ! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth. "Ne etmiş size ? " "Onu keşfetme cüretinde bulundu . . . " " Sizin de keşfettiğiniz, herkesin keşfetme h akkına s ahip olduğu bir şeyi. Sonuçta nedir ki? Whaston'ın görüş alanından geçen binlerce göktaşından biri . " "Vaktini ziyan ediyorsun, evladım," diye araya girdi Mitz bıyık altından gülerek. "Görüyorsun ki
104
JULES VERNE
evimizin sınırları dışında lüzumu olmayan o taş, da yını meftun etmiş . " Mitz, şahsına münhasır diliyle böyle ifade et . mişti kendini. Bay Dean Forsyth de bu cevap kar şısında çileden çıkıp kendini tutamayacak hale gelmişti: "Pekala! Öyleyse Francis, ben de seni doktorun evine adımını atmaktan men ediyorum. " "Sözünüzü dinlemeyeceğim için üzgünüm, dayı," dedi Francis Gordon, sükunetini muhafa za etmeye gayret ederek, "bu isteğim isyankarca olsa da gideceğim." "Tabii ki gidecek," diye bağırdı ihtiyar Mitz, "he pimizi lime lime etseniz de gidecek." Bay Forsyth bu saldırganca lafı ciddiye almadı. "Demek planlarında hala ısrarcısın ? " diye sor du yeğenine. Yeğeni ise "Evet, dayı," diye yanıtladı. "Hala o hırsızın kızıyla evlenmeye niyetli mi sin ? " "Evet v e dünyada hiçbir şey bana engel ola maz ! " "Görürüz ! " Evliliğe karşı çıkma kararını bu sözlerle ifade eden Bay Dean Forsyth odadan ayrılıp kuleye gi den basamakları çıktı, kapıyı çarparak kapattı. Francis Gordon her zamanki gibi Hudelsonlara gitmeye kararlı olduğundan bunlar sorun değil di. Ama ya doktor da Bay Dean Forsyth'in izin den giderek ona kapısını kapatırsa? Karşılıklı bir kıskançlıkla, tüm garezlerin en kötüsü olan mu cit gareziyle gözleri kör olmuş bu iki düşmandan korkmak gerekmez miydi?
M E TE O R A V I
105
O gün Francis Gardan, Bayan Hudelson ve kız lannın karşısında üzüntüsünü belli etmemek için epey çaba harcadı. Yaşadığı olaydan bahsetmek istemiyordu. Dayısının verdiği emirde ısrarcı ola cağını bilse de, bu emri dikkate almamaya kararlı olduğuna göre ailenin endişelerini artırmanın ne faydası olacaktı? Makul bir insan nişanlılann evliliğinin bir gök taşı yüzünden engelleneceğini, hatta sadece erte leneceğini nasıl düşünebilir? Diyelim ki Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson törende yüz yüze gelmek istemiyorlar; eh, pekala bir köşeye çekilip durabilirlerdi. Her şeyden öte mutlaka gelmeleri de gerekmiyordu. Esas olan evliliğe nza göster mekten vazgeçmemeleriydi; en azından doktorun vazgeçmemesiydi, zira Francis Gordon sadece bir yeğendi, ama Jenny o babanın kızıydı ve onun n zasını almadan evlenemezdi. Üstelik, bu iki azılı düşman birbirini parçalayacak raddeye gelse bile Rahip O'Garth Saint-Andrew Kilisesi'ndeki nikah işl emini yine de tamamlayabilirdi. Bu iyimser düşünceleri doğrularcasına, du rumda hiçbir değişikliğin yaşanmadığı birkaç gün daha geçip gitti. Hava hep güzeldi ve Whaston gökleri hiç olmadığı kadar sakindi. Güneşin doğu şu ve batışı sonrasında kaybolan sabah ve akşam sisleri haricinde, göktaşının muntazam yolculu ğuna devam etmekte olduğu atmosferin berraklı ğını lekeleyen tek bir bulut bile yoktu. Forsyth ve Hudelson'ın göktaşını büyük bir hevesle, kucaklayacakmış gibi kollannı uzata rak ve içlerine çekecekmiş gibi derin derin nefes alarak izlemeye devam ettiklerini tekrara lüzum
106
J U LE S VE R N E
yok. Kuşkusuz, meteorun görünmesi onlan daha da coşt�ı rmak dışında bir işe yaramayacağı için kalın bir bulut tabakasının ardında saklanması daha hayırlı olurdu. Mitz de her gece yatmadan önce yumruğunu havaya sallıyordu. Boş tehdit ler! Meteor, yıldızlı gökkubbede ışıklı eğrisini çiz meye devam ediyordu. İşin vahametini artıran, halkın bu şahsi çekiş meye her geçen gün biraz daha açık bir biçimde müdahil olmasaydı. Gazetelerin kimisi tutkuyla, kimisi şiddetle Dean Forsyth'in ya da Hudelson'ın yanında saf tutuyordu. Kimse kayıtsız kalamıyor du. Adil olma kaygısıyla kimin önce keşfettiği mesele edilmiyordu ama kimse de işin peşini bı rakmak niyetinde değildi. Kavga, kule ile kalenin yükseklerinden yazı işleri ofislerine kadar inmişti ve büyük kanşıklıklar bekleniyordu. Şimdiden, bu konunun tartışılacağı toplantılar yapılacağı ilan ediliyordu. Özgür Amerikan vatandaşlannın coş kulu karakterleri göz önüne alındığında, bu top lantılarda taşkınlıklar yaşanacağına şüphe yoktu. Bayan Hudelson'la Jenny bu galeyandan dolayı telaşlıydılar. Loo annesini, Francis de nişanlısını yatıştırmaya çalışsa da nafile. İki rakibin giderek coştuğu, korkunç heyecanlann etkisi altında ol duklan artık gizlenemiyordu. Ortalıkta, Bay Dean Forsyth'in ağzından çıkan ya da çıktığı iddia edi len sözler, Bay Hudelson'ın söylediği ya da söyle diği iddia edilen laflar dolanıyordu ve her geçen gün, her geçen saat durum daha da korkutucu bir hale geliyordu. İşte sesi bütün dünyada yankılanan o şimşek çaktığında durum böyleydi.
ME TEOR A V I
107
Yoksa göktaşı patlamıştı da gökyüzünde yan kılanan patlamanın sesi miydi? Hayır, benzersiz bir olay söz konusuydu; telg raf ve telefonlar elektriksel hızlan sayesinde ha beri Eski ve Yeni Dün.ya'nın tüm cumhuriyetleri ne ve krallıklanna ulaştırmıştı. Haberin kaynağı ne Bay Hudelson'ın kalesi ne Dean Forsyth'in kulesi ne de Pittsburg, Bostan veya Cincinnati'deki rasathanelerdi. Haber bu kez Paris Rasathanesi'nden geliyordu ve 2 Mayıs günü basına dağıtılan şu bildiriyle medeni dünya altüst oluyordu: Virginia eyaletinin Whaston ş ehrinden iki say gıdeğer yurttaşın Cincinnati ve Pittsburg rasat hanelerinin dikkatine sunduğu ve şimdiye kadar yerkürenin etrafındaki dönüşünü kusursuz bir düzenle devam ettirdiği anlaşılan göktaşı, halen, dünyanın tüm rasathanelerinde, üstün yetenek leri ancak bilimin hizmetine sundukları hayran lık uyandıran fedakarlıklarına denk olabilecek bir seçkin astronomlar ordusu tarafından gece gündüz incelenmektedir. B u titiz gözlemlere rağmen hala yanıt bekleyen pek çok soru olsa da, Paris Rasathanesi en azından bunlardan birinin yanıtını bulmayı ve meteorun yapısını belirlemeyi başarmıştır. Göktaşından yayılan ışınlar spektral analize tabi tutulmuş ve tayf çizgilerinin dağılımı parlak cismin ana maddesinin kesin bir biçimde saptan masına olanak sağlamıştır. Parlak bir ışıkla çevrili ve gözlemlenen ışınla rın kaynağı olan çekirdek, gazlı değil katı bir yapı ya sahiptir. Pek çok havataşı gibi doğal demirden
108
JULES VERNE
olmadığı gibi, genel olarak b u gezici cisimleri mey dana getiren kimyasal bileşenlerin de hiçbirine sa hip değildir. B u göktaşı altından, saf altındandır ve gerçek değerini belirtemememizin sebebi, çekirdeğinin bo yutlarını net bir şekilde ölçmenin b u zamana dek mümkün olmamasıdır.
Bütün dünyanın bilgisine sunulan bildiri işte buydu. Yarattığı etkiyi hayal etmek tarif etmek ten kolaydır. Altın bir küre, değeri milyarları bu lan kıymetli metalden bir kütle Dünya'nın etra fında dönüyormuş ! Böyle sansasyonel bir olay da insanlar nasıl hayallere kapılmasın! Bütün dünyada, özellikle de bu keşfi yapma onuruna sahip Whaston şehrinde, daha da özel olarak artık ölümsüzleşen Dean Forsyth ve Sydney Hudelson adlı iki yurttaşın kalplerinde nasıl ar zular uyanmasın !
IX
Gazeteler, halk, Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson matematik şovu yapıyor.
Altındanmış ! Meteor altındanmış! Hissedilen ilk duygu şüphe oldu. Kimilerine göre bir hata olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı; kimilerine göreyse bu, cin fikirli soytarıların uy durduğu büyük bir yalandı. Eğer durum bu olsaydı, hiç şüphe yok ki Paris Rasathanesi kendi adıyla yayımlanan bu bildiriyi acilen yalanlardı. Hemen belirtelim ki böyle bir yalanlama gel medi. Aksine, tüm ülkelerden astronomlar Fransız meslektaşlarının deneylerini gıptayla tekrarlaya rak sonuçları oybirliğiyle onayladılar. Dolayısıyla, bu tuhaf fenomenin kanıtlanmış ve kesin bir olgu olduğunu kabul etmek gerekiyordu. Herkesi bir heyecan almıştı. Bilindiği gibi, bir güneş tutulması sırasında kayda değer miktarda optik cam piyasaya sürü lür. Bir de bu unutulmaz olay vesilesiyle satıla cak dürbünleri, teleskopları düşünün ! Hiçbir kral veya kraliçe, hiçbir ünlü şarkıcı veya dansçı, uza yın sonsuzluğunda, muntazam yörüngesinde ka yıtsız ve görkemli ilerleyen bu muhteşem göktaşı kadar tutkuyla seyredilmemiştir.
Hiçbir kral veya kraliçe bu kadar çok ve tutkuyla seyredilmemiştir.
ME TEOR A V I
111
Hava hala güzeldi ve gözleme müsaitti. Bay De an Forsyth kulesinden, Doktor Sydney Hudelson da kalesinden ayrılmıyordu. İkisi de dikkatli bir in celemenin ortaya çıkarabileceği sürpriz özellikleri de göz ardı etmeden, meteorun diğer özelliklerini, hacmini, kütlesini belirlemek için titizlikle çalışı yordu. Kimin önce keşfettiği konusunda net bir şey söylemek hiçbir şekilde mümkün olmasa da, meteorun birkaç sırnna erişecek olan rakip büyük bir üstünlük elde etmiş olacaktı. Göktaşı meselesi günün meselesi değil miydi? Gökkubbe başlarına yıkılmadığı müddetçe hiçbir şeyden korkmayan Galyalıların aksine, bütün insanlığın tek bir arzu su vardı: Göktaşı yörüngesinde ilerlemeyi bırakıp yerçekiminin etkisine kapılsın ve uçuşan milyar larıyla yerküreyi zengin etsin! Kaç tane milyar olduğunu saptayabilmek için o kadar çok hesap kitap yapıldı ki ! Ama ne yazık ki çekirdeğin boyutları hala bilinmediğinden bu hesapların da bir anlamı yoktu. Çekirdeğin değeri ne olursa olsun her halükarda olağanüstü olacaktı ve bu da insanların hayal gü cünü coşturmaya yetiyordu. 3 Mayıs tarihli Whaston Standard'ın bu konuda bir dizi görüşe yer veren yazısı şöyle sona eriyordu: Forsyth-Hudelson göktaşının çekirdeğinin sadece on metre çapında bir küre olduğu kabul edildiğinde, ağırhğı, eğer bu küre demirdense, üç bin yedi yüz yet miş üç ton olacaktır. Küre tamamen saf altından oluş tuğunda ağırlığı on bin seksen üç ton ue değeri de otuz bir milyar franktan fazla olacaktır.
Görüldüğü üzere, kendini modaya kaptıran Standard, hesaplamalarında metrik sistemi temel
112
JULES VERNE
alıyordu. B u bakımdan kendilerini içtenlikle teb rik edebiliriz ! Sonuç olarak, hacmi bu kadar küçük olsa bile ' gö ktaşının böyle bir de ğeri olacaktı! "Mümkün mü efendim ?" diye mırıldandı Omikron, söz konusu yazıyı okuduktan sonra. "Sadece mümkün değil, aynı zamanda mutlak da," diye yanıtladı Bay Dean Forsyth gösterişli bir tavırla. "Bu sonuca ulaşmak için kütleyi altının ortalama değeriyle çarpmak yeterli. Altının ki losunun 3 bin 100 frank olduğunu kabul edelim. Kütle de hacimle bağlantılı bir şey; hacme de şu formülle kolayca ulaşabiliriz: v
=
7t x d3 / 6
"Doğru ! " diye onayladı Omikron sanki anlıyor muş gibi; oysa bu konulara epey Fransızdı. "Öte yandan," diye devam etti Bay Dean Forsyth, "asıl iğrenç olan, gazetenin benim adımı o şahsın adıyla yan yana getirmekte ısrar etmesi!" Çok büyük ihtimalle doktor da aynı düşünce lere sahipti. Loo ise Standard'daki yazıyı okurken öyle aşa ğılayıcı bir tavırla dudak bükmüştü ki otuz bir milyar bu tavrı görse çok gücüne giderdi. Gazetecilerin mizaç itibarıyla, içgüdüsel ola rak yüksekten atmaya meyilli olduklarını herkes bilir. Biri iki derse diğeri hiç düşünmeden üçü yapıştırır. Bu nedenle, hemen aynı günün akşa mında Whaston Euening 'in utanmadan kalenin ta rafını tutan şu ifadelerle karşılık vermesine şaş mamak gerek:
METEOR AVI
113
Standard'ın değerlendirmelerinde neden bu ka dar tevazu gösterdiğini anlamıyoruz . Kendi açımız dan biz daha cesur davranacağız. Kabul edilebilir varsayımlar ışığında, Hudelson Göktaşının çekir değinin yüz metre çapında olduğunu düşünüyoruz. Buradan yola çıkarak, saf altından böyle bir kürenin ağırlığının on milyon seksen üç bin dört yüz seksen sekiz ton olacağını, değerininse otuz bir trilyon iki yüz altmış milyar frangı aşacağını buluyoruz. On dört haneli bir sayı!
Punch ise, hayal gücünün ötesindeki bu olağa
nüstü rakamlardan bahsederken şakayla karışık "Daha kuruşları saymadık bile, " diyordu. Havalar hal8. güzel gidiyordu; Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson en azından asteroid çekirdeğinin boyutlarını net olarak s aptayan ilk kişi olma umuduyla araştırmalarını hiç olma dığı kadar azimle sürdürüyorlardı. Ne yazık ki yaydığı ışık nedeniyle asteroidin ana hatlarını tespit etmek epey zordu. Sadece bir kere, ayın S 'ini 6'sına bağlayan gece Bay Dean Forsyth bunu başardığını sandı. Yayılan ışınlar bir anlığına zayıflamış ve yoğun ışıklı bir küre ortaya çıkmıştı. "Omikron ! " diye seslendi Bay Dean Forsyth, heyecandan boğulur gibi bir sesle. "Efendim? " "Çekirdek! " "Evet . . . Görüyorum. " " Sonunda! Yakaladık! " "Güzel! " diye bağırdı Omikron, "Ama artık gö rünmüyor! "
"Görüyorum!"
METEOR AVI
115
"Önemi yok, ben gördüm! Bu zafer benim ola cak! Yanndan tezi yok, sabah ilk iş Pittsburg Rasathanesi'ne bir telgraf. . . ve zavallı Hudelson bu kez hiçbir hak iddia edemeyecek . . . " Bay Dean Forsyth kendini mi kandınyor du, yoksa Doktor Hudelson gerçekten de onun öne geçmesine müsaade etmiş miydi? Pittsburg Rasathanesi'nin böyle bir mektup almaması gibi, biz de bu sorunun cevabını hiç alamayacağız. 6 Mayıs !:!abahı itibanyla bütün dünyada gaze teler şu bildiriyi yayımlamıştı: Greenwich Rasathanesi, hesaplamalarının ve tatmin edici bir dizi gözlemin sonucunda, Whaston şehrinin iki s aygıdeğer sakininin bildirdiği ve Paris Rasathanesi'nin tamamen saf altından meydana geldiğini ifade ettiği göktaşının, yüz on metrelik bir çapa sahip bir k üre olduğunu ve yaklaşık altı yüz doksan altı bin metreküplük bir hacme sa hip olduğunu halkın bilgisine sunma şerefine nail olmuştur. Böyle bir altın kürenin ağırlığı on üç milyon tondan fazla olmalıdır. Oysa hesaplamalar bunun böyle olmadığını göstermektedir. Göktaşının ger çek ağırlığı az önce verilen rakamın ancak yedide biri olmakta ve bir milyon sekiz yüz altmış yedi bin tona tekabül etmektedir; bu ağırlık yaklaşık dok san altı bin metrek üplük bir hacme ve yaklaşık elli yedi metrelik bir çapa karşılık gelmektedir. Yukarıdaki incelemelerden yola çıktığımızda kati surette vardığımız sonuç şudur: Göktaşının kimyasal bileşimi tartışmaya açık değildir; ya çe kirdeği oluşturan metalin yapısında büyük boşluk lar v ardır ya da, daha büyük olasılıkla, b u metal
116
JULES VERNE
toz halindedir, b u durumda d a çekirdek s üngere benzer gözenekli bir dokuya sahiptir. Bu bakımdan, hangisi olurs a olsun, hesaplama ve gözlemler göktaşının değerini daha kesin bir şe kilde belirlememize olanak tanımaktadır. Güncel al tın kuruna göre bu değer de en az beş bin yedi yüz seksen sekiz milyar franktır.
Başka bir deyişle, çapı Whaston Euening'in iddia ettiği gibi yüz metre değilse de, Standard'ın kabul ettiği gibi on metre de değildi. Gerçek, iki varsa yımın arasında bir yerdeydi. Öte yandan, meteor yerkürenin üzerinde sonsuz bir yörüngeyi takip etmeye mecbur olmasaydı, bu boyutlarıyla bile en açgözlü arzuları tatmin edebilirdi. Bay Dean Forsyth göktaşının değerini öğrendi ğinde "Onu ben keşfettim;'' diye bağırdı, "ben, ka ledeki o alçak değil. Bana ait. Olur da yeryüzüne düşerse beş bin sekiz yüz milyarım olacak, zen gin olacağım! " Öte yandan Doktor Hudelson d a kolunu teh ditkar bir şekilde kuleye doğru sallayarak kendi kendine söyleniyordu: "Benim malım o, bana ait . . . Çocuklarıma ka lacak, uzayda dönen bir miras . Yerküremize dü şecek olursa tamamen bana ait olacak ve beş bin sekiz yüz kere milyarder olacağım ! " Şurası kesin ki böyle bir şey olursa Vanderbilt, Astar, Rockfeller, Pierpont Morgan, Mackay, Gould ailelerinin ve diğer Amerikalı kalantorların, hatta Rothschild ailesinin bile serveti Doktor Hudelson'ın ya da Bay Dean Forsyth'inkinin yanında fındık fıs tık parası gibi kalırdı.
M E T E O R AVI
117
İşte, içinde bulundukları durum buydu. Eğer akıllarını yitirmedilerse sağlam bir kafaya sahip oldukları içindi. Francis ve B ayan Hudelson tüm bunların na sıl sonuçlanacağını kolaylıkla tahmin edebili yorlardı. Peki, bu iki rakibi bu kadar kaygan bir zeminde n asıl zapt edeceklerdi? Onlarla sakin s akin konuşmak mümkün değildi. Planlanan nikahı unutmuş gibilerdi ve akılları fikirleri, şehrin gazetelerinin acınası bir şekilde sürdür düğü rekabetteydi. Genelde epey sakin olan bu gazetelerde çıkan yazılar sertleştikçe sertleşiyor ve işe dahil olan can sıkıcı tiplerin, genelde daha insancıl olan ki şileri de işin içine çekme riski bulunuyordu. Punch, hiciv ve karikatürleriyle iki rakibi kı zıştırmaya devam ediyordu. Şayet bu gazetenin yaptığı yangına benzin dökmek değildiyse de en azından günlük şakalarıyla yangını körüklüyordu ve alevler giderek büyüyordu. Nihayet öyle bir noktaya gelindi ki Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson'ın, ellerinde silah larla göktaşı için kapışacaklarından ve sorunu Amerikan tarzı bir düelloyla çözeceklerinden kor kuluyordu. İşte, nişanlıların selameti için işin asla bu raddeye gelmemesi gerekiyordu! İki sabit fikirli adam her geçen gün sağdu yularını biraz daha kaybederken, neyse ki halk, herkesin hayrına olacak şekilde giderek sakinle şiyordu. Şu basit mantık herkesin aklına yatmış tı: Göktaşına ulaşılamadığı sürece altından mıy mış, milyarlarca frank değeri mi varmış ne önemi vardı?
118
JULES VERNE
Göktaşına ulaşılamıyordu, orası kesindi. Dö nüşünü tamamlayan meteor her seferinde gök yüzünde, tam da hesaplamalarla belirlenen nok tada tekrar beliriyordu. Yani hızı sabitti ve Whas ton Standard 'ın daha başta söylediği gibi hızında herhangi bir azalma olması için sebep yoktu. So nuç itibanyla göktaşı, nasıl ki görünüşe göre ezel den beri Dünya'nın etrafını turluyorsa, gelecekte de, sonsuza dek turlayacaktı. Bütün dünyadan gazetelerin tekrar tekrar yaz dığı bu değerlendirmeler insanlann zihnen sa kinleşmesini sağlamıştı. Günden güne göktaşını daha az düşünmeye başladılar; hepsi bu ele geçi rilemez hazineyi düşünüp üzüntüyle iç çektikten sonra işine gücüne dönmüştü. 9 Mayıs tarihli Punch, halkın daha birkaç gün öncesine kadar herkesi heyecanlandıran bu konu karşısındaki kayıtsızlığının gitgide arttığını fark etmiş ve belli ki mükemmel olduğuna inandığı şakalanna devam ederek iki meteor kaşifinin üs tüne çullanmak için yeni bahaneler uydurmuştu. Punch, yazının sonunda öfkeli bir üslupla, "Daha önce kamuoyunun dikkatine sunduğumuz bu iki suçlu ne zamana kadar cezasız kalacak ? " diye yazıyordu: Doğdukları şehri tek bir darbeyle yıkmak iste meleri yetmiyormuş gibi, şimdi de iki saygın aile nin yıkılışına sebep oluyorlar. Geçtiğimiz hafta, aldatıcı ve yalancı sözlerine kanan bir dostumuz kayda değer bir mülkü kırk sekiz saat içinde çar çur etti. Zavallı, göktaşından gelecek milyarlara güveniyordu ! Milyarlar avuçlarımızın arasından . . .
M E T EOR A V I
119
hayır, avuçlarımızın üzerinden kayıp g ittiğine göre dostumuzun zavallı küçük çocuklarına ne olacak? Elbette bu dostumuzun temsilf olduğunu belirtme ye ve adının milyonlar olduğunu eklemeye gerek yok . Yerküre sakinlerinin oybirliğiyle karar alıp Bay Dean Forsyth ile Bay Sydney Hudelson'a beş bin yedi yüz seksen sekiz milyarlık hasar ve faizi ödet mek amacıyla dava açmasını öneriyoruz. Ve bunun gözlerinin yaşına bakmadan ödetilmesini istiyoruz!
İlgili kişiler, örneği görülmemiş ve zaten ha yata geçirilmesi de güç olan böyle bir davanın kendilerini tehdit edebileceğinin hala ' farkında değildi. Başka insanlar dikkatlerini dünyada olup bi tenlere çevirirken, Bay Dean Forsyth ile Sydney Hudelson gökte gezinmeye devam ediyor, inatçı teleskoplanyla gökyüzünün altını üstünü getir mekte diretiyorlardı.
x
Zephyrin Xirdal'in aklına bir, hatta iki fikir birden geliyor.
İnsanlar sık sık şöyle derdi: "Zephyrin Xirdal mi? Ne adam ama ! " Zephyrin Xirdal, gerek dış görü nüş gerek kişilik olarak pek de sıradan olmayan bir insandı. Uzun, sarsak bir vücudu vardı; gömleği genel de yakasız ve her daim manşetsizdi; büzgülü bir pantolon, üç düğmesinden ikisi noksan bir yelek, ıvır zıvırla dolu cepleri olan kocaman bir ceket giyerdi; kıyafetleri hep kirliydi ve alakasız parça lardan oluşan bir elbise yığınının içinden rastgele seçilirdi. İşte, Zephyrin Xirdal'in genel anatomi si böyleydi ve şık giyinmekten anladığı buydu. Mahzen tavanı gibi kamburlaşmış omuzlanndan çıkan kilometrelerce uzunluktaki kolları, sahibi ni.n sabunla ancak belirsiz aralıklarla temas ettir diği kocaman kıllı ellerle sonlanıyordu; öte yan dan bu eller olağanüstü marifetliydi. Şayet kafası herkeste olduğu gibi vücudunun en üstündeyse, bunun nedeni başka türlüsünün mümkün olmamasıydı. Ama bu tuhaf tip, çirkin liği paradoksa varan bir yüzü halkın beğenisine sunarak bu konudaki eksiğini telafi ediyordu. Birbirine zıt ve uyumsuz yüz hatlanndan daha "çekici" bir şey olamazdı: kaba ve köşeli bir çene ye, görkemli dişlerin sıralandığı ve kalın dudaklı
ME T E O R A V I
121
büyük bir ağza, epey yassı bir buma, kafatasıy la temas etmekten korkup da kaçmış gibi duran kepçe kulaklara sahipti; hepsi birlikte, son derece dolaylı da olsa, yakışıklı Antinous'u akla getiri yordu. Bunun yanında, hayran olunası asil çizgi lerle muazzam derecede biçimli duran alnı, hayal edilebilecek en büyük tapınağın bir tepeyi taçlan dırması gibi, bu tuhaf yüzü taçlandınyordu. Son olarak bu geniş alnın altında, hayret vericiliğine son noktayı koyarcasına, saatine göre en parlak zekayı ya da en büyük aptallığı ifade eden iki koca ve pörtlek göz gün ışığına açılıyordu. Kişilik bakımından ise çağdaşlannın sıradanlı ğına güçlü bir tezat oluşturuyordu. Her türlü düzenli eğitime karşı olduğu için daha küçük yaşlarda kendi kendini eğitmeye ka rar vermiş, ailesi de onun başa çıkılmaz iradesine boyun eğmek zorunda kalmıştı. Sonuç onlar için de kötü olmamıştı. İnsanlann haıa lise sıralann da süründüğü yaşlarda Zephyrin Xirdal -sırf eğ lencesine- tüm büyük okullan bir bir kazanmış ve istisnasız tüm sınavlarda birinci olmuştu. Mesela bu başarılar elde edildikleri anda önem sizleşirdi. Okullar, derslere girmeyi ihmal eden bu sınav birincisini tek tek yoklama listelerinden çı karmak zorunda kalırdı. Ebeveynlerinin ölümüyle on sekiz yaşında ken di kendisinin efendisi haline gelip yıllık on beş bin franklık bir gelirle zengin olan Zephyrin Xirdal, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla "amca" dediği, vasisi ve vaftiz babası bankacı Robert Lecreur'ün atmasını istediği tüm imzalan bir çırpıda attıktan sonra, her türlü endişeden kurtulmuş ve Paris'teki
122
JULES VERNE
Casette Caddesinde bulunan bir binanın altıncı katındaki iki odalı küçük daireye yerleşmişti. Otuz bir yaşında da haia bu dairede yaşıyordu. Burayı yuva bellediği günden bu yana daire büyümemiş, ama eve yığdığı eşyalar olağanüstü bir miktara ulaşmıştı. Karman çorman eşyaların arasından elektrikli makineler ve piller, dinamo lar, optik araçlar, karniler ve birbiriyle alakasız yüzlerce aygıt ayırt edilebiliyordu. Broşür, kitap ve belgelerden oluşan kuleler tabandan tavana varıyor, evdeki tek koltuğun ve masanın üzerini kaplıyor ve tuhaf adamımız bir fark hissetmesin, birinin üzerine oturup ötekinin üzerinde yazı ya zabilsin diye kuleler eşit bir şekilde yükseliyordu. Kağıt yığınlarından çok bunaldığında da bu soru nu kolayca çözüyordu. Bir tomar kağıdı şöyle eli nin tersiyle itiyor, böylece huzur içinde, üzerinde hiçbir şey kalmadığı için dümdüz ve bir sonraki istilaya hazır hale gelen masaya oturuyordu. Peki, Zephyrin Xirdal neyle meşguldü? Genel olarak, hiç sönmeyen piposunun aro malı dumanı eşliğinde hayallerinin peşinden git mekle yetindiği söylenebilir. Ama bazen, belirsiz aralıklarla, aklına bir fikir geldiği de olurdu. O gün de masasını kendi usu lünce, yani bir el hareketiyle süpürerek düzenle miş, ister kırk dakika sürecek olsun ister kırk saat, işini bitirene kadar kalkmamacasına masasına kurulmuştu. Ardından, son noktayı da koyduktan sonra, araştırmalarının sonuçlarının yazılı olduğu kağıdı, bir sonraki çalışma krizi geldiğinde her za manki gibi süpürülecek olan kağıt yığınının ilkini oluşturmak üzere masanın üzerine bırakmıştı.
M E TE O R . A V I
123
Birbiri ardına gelen ve düzensiz aralıklarla or taya çıkan bu krizler esnasında her şeyle biraz ilgilenirdi. Transandant matematik, fizik, kimya, fizyoloji, felsefe, temel ve uygulamalı bilimler; du ruma göre hepsi ilgisini çekerdi. Problem ne olur sa olsun onu aynı şiddetle, aynı öfkeyle ele alır, bir sonuca varana kadar da bırakmazdı; iş ki. . . İş ki başka bir fikir yine apansız aklını çelme sin. o vakit bu hayaller aleminde kendinden ge çip parlak renkleriyle onu hipnotize eden ikinci kelebeğin peşine düşebilir, yeni hayalinin verdi ği sarhoşlukla bir önceki meşguliyetini tamamen unutabilirdi. Ama böyle bir durumda bu, geçici bir unutuş olurdu. Güzel bir günde, birdenbire bir çalışma taslağını yeniden eline alıp taptaze bir coşkuyla işe koyulur ve art arda iki üç kesinti bile olsa mut laka bir sonuca ulaşırdı. Ne ustaca ve derinlikli değerlendirmeler, pozi tif yahut deneysel bilimlerin en çetin sorunlanna dair ne belirleyici açıklamalar, ne pratik müdaha leler yatıyordu Zephyrin Xirdal'in elinin tersiyle ittiği kağıt yığınlarının içinde ! Bu hazineden isti fade etmek hiç aklına gelmezdi; ta ki az sayıdaki arkadaşlarından biri karşısına geçip filanca konu üzerine bir araştırmanın faydasızlığından şikayet edene dek . . . "Bekleyin o halde," derdi Xirdal. "Şuralarda bir yerde bir şeyler olacaktı." Bunu söyler söylemez de elini uzatır, sorulan sorunun cevabıyla ilgili çalışmasını buruş buruş binlerce kağıdın arasından harika bir sezgiyle tek seferde bulur, kitapçığı en ufak bir kısıtlama
124
JUL E S V E R N E
olmaksızın faydalanılmak üzere arkadaşının önüne koyardı. Böyle yaparak menfaatlerine · ay kırı davrandığı düşüncesi bir kez olsun aklına gelmezdi. Para da neydi? Ne işe yarardı? Paraya ihtiyacı olduğunda vaftiz babası Robert Lecreur'e giderdi. Bay Lecreur vasiliğini bırakmış olsa da hala onun bankacısıydı ve Zephyrin Xirdal ona yaptığı zi yaretlerden kendini bir süre idare edecek parayı almadan dönmezdi. Cassette Caddesine yerleş tiğinden beri hep böyle, keyfine göre yaşıyordu. İnsanın sürekli yenilenen arzulara sahip olması ve bunları gerçekleştirebilmesi kuşkusuz mut lu olmanın yollarından biri; ama tek yolu değil. Zephyrin Xirdal arzunun kırıntısı dahi olmadan da gayet mutlu bir insandı. 10 Mayıs sabahı, oturduğu yerden birkaç san tim yukarıda duran pencere tutamağına ayakla rını dayamış, benzersiz koltuğunda rahat rahat oturan bu mutlu adam bir yandan güzel bir pipo tüttürüyor, diğer yandan da bakkalının öteberi ge tirirken kese kağıdı niyetine kullandığı gazetedeki bulmacalarla kelime oyunlarını çözerek kendini eğlendiriyordu. Bu önemli iş tamamlanıp da bul macalar çözülünce gazeteyi diğerlerinin yanına attı, istemsizce, eline gelen ilk şeyi almak maksa dıyla sol elini tembel tembel masaya uzattı. Sol elinin karşısına ilk çıkan, bir tomar okunma mış gazete olmuştu. Zephyrin Xirdal aralarından birini gelişigüzel aldı; bu, bir hafta kadar öncesi nin tarihini taşıyan ]ournal gazetesiydi. Gazetenin eski tarihli olması, zamanın ve mekanın dışında yaşayan bu okur için sorun değildi.
M E T E O R AVI
125
İlk sayfaya şöyle bir göz gezdirdi ama haliyle okumadı. İkinci sayfaya ve sonuncusuna gelene kadar tüm diğer sayfalara da aynı şekilde göz gez dirdi. Son sayfadaki ilanlarla epey ilgilendi; ardın dan, bir sonraki sayfaya geçtiğini sanarak farkına varmadan gazetenin ilk sayfasına geri döndü. Gözleri, gayri ihtiyari, başyazının girişine ta kıldı ve o saate kadar sadece kusursuz bir aptallık ifade eden o koca gözlerde bir zeka pırıltısı belir meye başladı. Yazıyı okumaya devam etti, sonlara doğru pı rıltı güçlendi, alev aldı. Zephyrin Xirdal yazıyı ikinci kez okumaya ha zırlanırken üç farklı tonda "İşte ! İşte ! İşte ! " diye mırıldanıyordu. Odasında tek başınayken yüksek sesle konuş ması alışıldık bir durumdu. Hatta bazen, kuşkusuz ağzından döküleceklere kilitlenen ve aralarında hiç sahip olmadığı ve asla olamayacağı öğrenciler, hayranlar ve dostlar bulunduğundan epeyce kala balık olan bir hayall izleyici kitlesi varmış havası vermek için çoğul konuştuğu da olurdu. Bu defa az konuşmuş, bu üç sözcükle yetin mişti. Journal'deki yazı epey ilgisini çektiği için sessizce okumaya devam etti. Peki, bu kadar heyecanla ne okuyordu ? Her şeyi en son öğrenen kişi olarak Whaston'da ki göktaşından haberdar olmuştu sadece, bir yan dan da göktaşının olağandışı yapısını keşfediyor du; muhteşem altın topla ilgili bu yazıya şans eseri denk gelmişti. "Şaka olmalı! " diyordu kendi kendine, ikinci kez okumayı bitirirken.
126
J ULES VE R N E
Bir süre durdu, ardından ayaklarını pencere tu tamağından indirerek masaya yaklaştı. Çalışma krizinin eli kulağındaydı. Hiç tereddüt etmeden dergilerin arasından aradığı bilim dergisini buldu ve derginin şeridini çıkarıp attı. Açması gereken s ayfa kendiliğinden açılmıştı. Bir bilim dergisinin büyük bir günlük gazeteden daha teknik olma hakkı vardır. Bu dergi de öyley di. Bilimsel eğrilerle ve cebir denklemleriyle dolu sayfaların ardından göktaşının temel özellikleri yörüngesi, hızı, hacmi, kütlesi, yapısı- birkaç keli meyle anlatılıyordu. Zephyrin Xirdal sindirmesi epey zor bu zihin sel gıdayı zorlanmadan yuttu; ardından gökyü züne şöyle bir bakıp, mavi göğü lekeleyen tek bir bulut bile olmadığını fark etti. "Göreceğiz! " diye mırıldandı; bir taraftan da hızlı el hareketleriyle birtakım hesaplamalar yapıyordu. Ardından, kolunu evin bir köşesinde duran kağıt yığınının altına soktu ve yığını ancak defa larca pratik yapmakla kazanılabilecek bir hassa siyetle, tek hamlede diğer köşeye gönderdi. Bu "düzenleme" , tahminlerine uygun şekil de, yüzyıllık bir şişe gibi toz içinde bir astronomi dürbününü bulmasını sağlayınca, "Bu kadar dü zenli olmam ne şaşırtıcı ! " dedi apaçık bir mem nuniyetle. Bir dakika içinde dürbünle birlikte pencerenin önündeydi, dürbünü hesaplama yaparak saptadığı noktaya doğrulttu ve gözünü merceğe dayadı. "Kesinlikle doğru," dedi birkaç dakikalık gözle min ardından.
M E T E O R AVI
127
Birkaç dakika da düşünmekle geçince sakin sakin şapkasını aldı, Druot Caddesine ve bu cad denin haklı gururu Lecreur Bankası'na gitmek üzere altı kat inmeye koyuldu. Zephyrin Xirdal için bir yerden bir yere gitme nin tek bir yolu vardı. Ne omnibüse binerdi ne tramvaya ne de arabaya. Ne kadar uzak olursa ol sun gideceği yere her zaman yürürdü. Ama sporların en doğalı ve en çok yapıla nı olan yürüyüşte bile kendine has olmasa ol mazdı. Şehrin sokaklarında gözleri yerde, geniş omuzlarını sağa sola s avurarak, s anki çöle düş müş gibi yürürdü. Araçları da yayaları da aynı sakin tavırla yok s ayardı. Çarptığı veya umursa mazca ayaklarına bastığı insanların onun arka sından "dangalak, " " görgüsüz , " "kaba" diye ba ğırdığı çok olurdu. Zephyrin Xirdal'in adının ka zazede olarak anılacağı bir adliye haberine konu olma endişesiyle atlarını son anda durdurabilen arabacıların mübarek ağızlarından da pek kalla vi küfürler s avrulurdu. Hiçbirine aldınş etmezdi. Hareket halindeki bir geminin dümen suyu gibi peşinden gelen kü für selinin tek kelimesini bile duymaz, geniş ve sağlam adımlarla istifini bozmadan yoluna de vam ederdi. Druot Caddesine ve Lecreur Bankası'na ulaş ması için yirmi dakika yetmişti. Kendisini ayağa kalkarak karşılayan çalışana "Amcam burada mı?" diye sordu. "Burada, Bay Xirdal." "Yalnız mı? " "Yalnız. "
128
JULES VERNE
Zephyrin Xirdal kapitoneli kapıyı iterek ban kacının odasına girdi. Manevi yeğenini gören Bay Lecreur "Sen mi geldin ? " diye sordu bir çırpıda. "Kanlı canlı karşında durduğuma göre," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal, "sorunun anlamsız ve cevap vermenin de lüzumsuz olduğunu söyleye bilirim. " Haklı olarak, dengesiz ama bazı bakımlardan bir dahi olduğuna inandığı vaftiz oğlunun tuhaf lıklarına alışkın olan Bay Lecreur, içtenlikle gül meye başladı. "Öyle ya! " dedi, "Ama sadece 'evet' desen daha kısa bir cevap olurdu. Ziyaretinin sebebini sorma ya hakkım var mı?" "Var, çünkü . . . " "Boş ver! " diye araya girdi B ay Lecreur. "İkinci sorum da ilki kadar anlamsız; tecrübeyle s abit ki seni s adece paraya ihtiyacın olduğunda gö rüyorum." "Haliyle ! " diye itiraz etti Zephyrin Xirdal, "Ban kacım değil misiniz ? " "Doğru," diyerek onayladı Bay Lecreur, "ama sen epey tuhaf bir müşterisin. Sana bu konuda bir tavsiye vermeme müsaade eder misin? " "Eğer sizi memnun edecekse . . . " "Tavsiyem biraz daha az tasarruflu olman. Çok yazık, sevgili dostum, gençliğini harcıyorsun ! Buradaki hesabına dair bir fikrin var mı? " "En ufak bir fikrim yok." "Hesabın tek kelimeyle doldu taştı! Ne olacaktı ki! Ailen sana yıllık on beş bin franktan fazla gelir bıraktı, ama sen dört binini bile harcamıyorsun ! "
M E T E O R A VI
129
"Demek öyle," dedi Xirdal, en az yirminci kez işittiği bu uyarı karşısında pek de şaşırmış görün müyordu. "Aynen öyle. Üstelik faizlerin de birikiyor. Cari hesabını tam olarak bilmiyorum, ama yüz bin frankı geçtiği kesin. Bu kadar parayla ne yapılır? " "Bu konu üzerine düşüneceğim," dedi Zephyrin Xirdal olabilecek en ciddi tavırla. "Öte yandan bu para sizi rahatsız ediyorsa tek yapmanız gereken ondan kurtulmak. " "Nasıl?" "Birine verin. Bu kadar basit." "Kime ?" "Kime olursa. Bana ne faydası olacak ki? " Bay Lecreur omuzlarını silkti. "Neyse, bugün ne kadar lazım ? " diye sordu. "Her zamanki gibi iki yüz frank mı? " "On bin frank," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal. "On bin frank ! " diye tekrarladı Bay Lecreur, epey şaşırmıştı. "İşte bu yeni bir şey! Peki, ne ya pacaksın on bin frankla ?" "Yolculuk. " "Harika fikir. Hangi ülkeye ? " "Bilmiyorum," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal. Bay Lecreur epey eğleniyordu; hem vaftiz oğlu hem de müşterisi olan adama alaycı gözlerle baktı. "Evet, Bilmiyorum çok güzel bir ülkedir, " dedi ciddi bir tavırla. "İşte sana on bin frank. Hepsi bu kadar mı? " "Hayır, " diye yanıtladı Zephyrin Xirdal. "Bana bir de arazi lazım." "Arazi mi? " diye tekrarladı Bay Lecreur, şoktan şoka savruluyordu. "Ne arazisi? "
130
JULES VERNE
"Arazi gibi arazi işte. Şöyle iki ü ç kilometreka relik." "Küçük bir araziymiş, " dedi Bay Lecreur soğuk kanlılıkla. Ardından, alaycı bir ifadeyle "İtalyan Bulvan olur mu ? " diye sordu. "Hayır, " dedi Zephyrin Xirdal. "Fransa'da ol mayacak." "Nerede peki? Söylesene ! " "Bilmiyorum, " dedi ikinci kez Zephyrin Xirdal, en ufacık bir telaşa kapılmadan. Bay Lecreur gülmemek için kendini zor tutu yordu. "Demek ki bir sürü seçeneğimiz var," dedi. "Söylesene, sevgili Zephyrin, birazcık üşütmüş ol mayasın ? Rica ediyorum söyle, ne anlama geliyor tüm bunlar? " "Yakında bir işim olacak," dedi Zephyrin Xirdal, düşünürken alnı kınşıyordu. "İş ha!" diye bağırdı Bay Lecreur, şaşkınlığı son raddeye varmıştı. Bu delinin aklında bir iş olması gerçekten kafa kanştıncıydı. "Evet, " dedi Zephyrin Xirdal. "Önemli bir iş mi? " "Eh ! " dedi Zephyrin Xirdal. "Beş altı trilyon franklık. " Bay Lecreur şimdi vaftiz oğluna endişeyle bakı yordu. Şaka yapmıyorsa aklını yitirmiş olmalıydı. "Diyorsun ki . . . " "Beş altı trilyon frank," diye tekrarladı Zephyrin Xirdal sakin bir sesle. "Aklın başında mı senin, Zephyrin ? " diye sor du B ay Lecreur. " Dünyada bu muazzam mikta-
M E TEOR A V I
131
nn beşte biri kadar bile altın olmadığını bilmi yor musun ? " "Dünyada yok, evet, " dedi Xirdal. "Başka bir yerde var mı, o da başka mesele. " "Başka bir yerde mi ?" "Evet. Buradan dikey olarak dört yüz kilometre uzakta." Bankacının kafasında bir şimşek çaktı. Uzun süre aynı konuyu işleyen gazeteler sayesinde her kes gibi durumdan haberdar olduğu için meseleyi anladığını sanıyordu. Gerçekten de anlamıştı. " Göktaşı mı? " diye mırıldandı, h afiften beti benzi atmıştı. "Göktaşı, " diye onayladı Xirdal kaygısız bir ta vırla. Bunlan vaftiz oğlu dışında biri söylemiş ol saydı şüphesiz Bay Lecreur kendini tutamayıp onu kapı dışan ederdi. Bir bankacının saniyesi bile akılsızlan dinleyerek israf edilemeyecek ka dar değerlidir. Fakat bunlan söyleyen başka biri değil, Zephyrin Xirdal'di. Kafadan çatlak olduğu kesindi kesin olmasına, ama bu çatlak kafanın içinde bir dahinin beyni vardı ve bu beyin hiçbir şeyi imkansız görmüyordu. "Göktaşındaki cevheri mi çıkarmak istiyor sun?" diye sordu Bay Lecreur, doğrudan vaftiz oğ lunun yüzüne bakarak. "Neden olmasın ? Tuhaflık bunun neresinde ? " "Ama b u göktaşı, senin d e demin dediğin gibi, yeryüzünden dört yüz kilometre uzakta. Herhalde oraya kadar gitmek niyetinde değilsin? " "Düşürsem nasıl olur?" "Hangi araçla? "
"Göktaşındaki cevheri mi çıkarmak istiyorsun?"
METEOR AVI
133
"Ben biliyorum, o kadan kafi." "Biliyormuş ! O kadar uzaktaki bir cisme nasıl etki edeceksin ? Dayanak noktan neresi olacak ? Nasıl bir kuvvet uygulayacaksın ? " "Size tüm bunları anlatmak çok uzun sürer," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal, "zaten faydası da olmaz. Anlamazsınız. " "Çok naziksin! " dedi Bay Lecreur; aslında danl dığı falan yoktu. Yine de, ısrarı üzerine, vaftiz oğlu birkaç kısa açıklama yapmaya razı oldu. Bu tuhaf hikayenin yazan gelişigüzel spekülasyonlara meyliyle meş hur olsa da bu ilginç fakat fazlasıyla cüretkar teo riler konusunda taraf tutmak niyetinde olmadığı nı belirterek bu açıklamalan daha da kısaltacaktır. Zephyrin Xirdal'e göre madde görünüşten ibaretti; gerçek bir varoluşa sahip değildi. Bunu da, maddenin iç yapısını gözümüzde canlandıra mıyor oluşumuzla kanıtladığını iddia ediyordu. Maddeyi moleküllerine, atomlarına, partikülleri ne ayırsak da geriye hep son bir parça kalacaktı ve bu parça için de aynı sorun bütünüyle tekrar ortaya çıkacak ve bu sonsuza kadar tekrarlana caktı; ta ki maddenin dışında bir ilk unsuru kabul edene dek. Bu madde dışı 'ilk unsur ise enerjiydi. Peki, enerji neydi? Zephyrin Xirdal enerji hak kında hiçbir şey bilmediğini kabul ediyordu. İnsan dış dünyayla yalnızca duyuları aracılığıyla ilişki kurabildiği ve insanın duyulan da yalnızca mad di uyanmları algılayabildiği için, madde olmayan hiçbir şeyi bilmiyordu. Saf akıl yoluyla madde dışı bir dünyanın varlığını kabul edebiliyor olsa da kıyaslama imkanından yoksun olduğu için bu
134
JULES VERNE
dünyanın doğasını tahayyül etmesi mümkün de ğildi. İnsan yeni duyular geliştirmedikçe bu böyle olacaktı ama ileride yeni duyular geliştirmek tü müyle imkansız da değildi. Sonuç olarak, Zephyrin Xirdal'e göre enerji evreni doldurmakta ve iki uç arasında sonsuza dek salınıp durmaktaydı: ancak enerjinin uza ya eşit dağılımı yoluyla sağlanabilecek mutlak denge ve kusursuz bir boşluğun çevrelediği tek bir noktada mutlak yoğunlaşma. Uzay sonsuz olduğundan bu iki uç da aynı oranda ulaşılmaz dı. Buradan çıkan sonuç şuydu: İçkin enerji de vamlı bir hareket halindeydi. Cisimler durma dan enerjiyi soğurur ve bu yoğunlaşma kaçınıl maz olarak başka bir yerde göreceli bir hiçliğe yol açarken, madde de içinde hapsettiği enerjiyi uzayda yayıyordu. Başka bir deyişle, klasik "Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz" aksiyomunun tersine, Zephyrin Xirdal "Her şey vardan yok, yoktan var olur" diyordu. Sürekli yok olan madde kendini sü rekli yeniden oluşturuyordu. Yaşanan her durum değişikliğinde bir enerji yayılımı gerçekleşiyor ve ilgili cisim yok oluyordu. Eğer bu yok oluş elimizdeki araçlarla gözlene miyorsa, bunun sebebi bu araçların kusurlu olu şuydu; maddenin bilinemeyen bir bölümünde büyük bir enerjinin gizli olması, Zephyrin Xirdal'e göre, yıldızların ortalama boyutlarına kıyasla mu azzam mesafelerle birbirlerinden ayn oluşlarını açıklıyordu. Bu yok oluş ölçülemese de vardı. Ses, ısı, elekt rik, ışık yok oluşun dolaylı kanıtlarıydı. Bu feno-
ME TE O R AVI
135
menler ışıyan maddenin sonuçlarıydı ve serbest kalan enerji, kaba ve yan maddi biçimde olsa da bu yollarla kendini gösteriyordu. Bir biçimde süb limleşen saf enerji sadece maddi dünyanın dışın da var olabilirdi. Saf enerji maddi dünyayı, kütle siyle doğru orantılı olan ve yüzeyden uzaklaştıkça azalan bir gerilime sahip bir dinamosfer ile sarma lıyordu. Bu enerjinin ortaya çıkışı ve sürekli daha fazla yoğunlaşma eğilimi bir çekim yaratıyordu. İşte, Zephyrin Xirdal'in serseme dönen Bay Lecceur'e anlattığı teori buydu. Kabul edelim ki onun yerinde kim olsa aynı şekilde sersemlerdi. " Sonuç itibarıyla," dedi Zephyrin Xirdal, sanki dünyanın en basit önermelerini ortaya koymuş gibi, "az miktarda enerjiyi serbest bırakmam ve bu enerjiyi uzayda uygun gördüğüm bir noktaya yöneltmem yeterli; böylece bu noktaya yakın bir cisme etki etmeyi başarabilirim. Özellikle de bu önemsiz bir cisimse ve büyük miktarda enerjiye sahipse. Çocuk oyuncağı ! " "Peki, b u enerjiyi serbest bırakacak araçların var mı? " diye sordu Bay Lecceur. "Aradaki tüm cisimlerle maddeleri bertaraf ederek cisim için bir geçit oluşturacak araçlarım var, ki bu da aynı anlama geliyor." "Bu hesaba göre," diye bağırdı Bay Lecceur, "bütün gök mekaniğini değiştirebilirsin! " Zephyrin Xirdal hipotezinin büyüklüğü karşı sında şaşırmış görünmüyordu. "Şu anda," dedi gösterişsiz bir tavırla, "yaptı ğım makine bundan çok daha zayıf sonuçlar üre tebilir. Yine de birkaç bin tonluk değersiz bir gök taşına etki etmek için yeterli. "
136
JULES VERNE
"Umanın ! " dedi Bay Lecceur, kafası kanşmaya başlamıştı. "Peki, bu göktaşını nereye düşürmeyi planlıyorsun?" "Kendi arazime." "Hangi arazi?" "Gerekli hesaplamalan yaptığımda benim için alacağınız arazi. Size bu konuda yazacağım. Elbette tercihim mümkün mertebe ıssız ve toprağın de ğersiz olduğu bir bölgede olması. Tabii, muhteme len satış akdini tamamlamada zorluk yaşayacak sınız. Fazla seçme şansım yok ve seçtiğim ülke de erişim açısından pek elverişli olmayabilir." "Orası benim işim," dedi bankacı. "Telgraf bu nun için icat edildi. Sana bu konuda cevap ya zarım. " Zephyrin Xirdal bu desteği d e aldıktan sonra, cebinde desteler halindeki on bin frankla tıpkı gelirken olduğu gibi büyük adımlarla geri döndü ve kendini evine dar atıp her zaman yaptığı gibi elinin tersiyle boşalttığı masasına oturdu. Çalışma şevki son raddesindeydi. Bütün gece hesaplamalarla uğraşmış, sabah olduğunda da bir sonuca ulaşmıştı. Göktaşına uygulanması ge reken kuvveti, bu kuvvetin ne kadar süre uygu lanması gerektiğini ve hangi noktalara yönlendi rilmesinin uygun olacağını, meteorun düşeceği yeri ve zamanı saptamıştı. Kalemi alıp Bay Lecceur'e söz verdiği mektu bu yazdı, mektubu posta kutusuna atmak üzere aşağıya indi, sonra tekrar evine kapanmak üzere geri döndü. Kapıyı kapatır kapatmaz, evvelki gün dürbü nün üzerini örten ve fevkalade bir titizlikle kaldır-
M E TE O R A V I
137
dığı kağıt yığınının durduğu köşeye gitti. Bugün · aynı işlemin tam tersini yapması gerekiyordu. Bunun için kolunu üst üste duran kağıtlann altına soktu ve tek eliyle geldikleri yere geri gönderdi. Bu ikinci "düzenleme"yle birlikte siyahımsı bir kutu gün yüzüne çıktı; Zephyrin Xirdal kutuyu zorlanmadan kaldınp odanın ortasına, pencere nin karşısına getirdi. Dışarıdan bakıldığında kutunun hiçbir özelli ği yoktu; koyu bir renge boyanmış, küp şeklinde sıradan bir ahşap kutuydu. İçinde, uçlanna daha ince bakır teller bağlanmış bir dizi ampulün ara sına yerleştirilen bobinlerden başka bir şey yoktu. Kutunun üzerinde, açıkta duran bir ampul daha vardı; metal reflektördeki yuvasına takılmış, hiç bir malzeme iletkeninin bir diğeriyle temas etme diği, ince uzun bir ampuldü bu. Zephyrin Xirdal metal reflektörü hassas alet lerinin yardımıyla ve bir gece önce yaptığı hesap lamalarda bulduğu yöne çevirdi; her şeyin yerli yerinde olduğundan emin olduktan sonra kutu nun altına canlı bir ışık saçan küçük bir tüp yer leştirdi. Bunlan yaparken de, her zaman yaptığı gibi, gösterişli bir dinleyici kitlesini belagatine hayran bıraktırmak istercesine konuşuyordu. "Beyler," diyordu "bunun adı Xirdalium; rad yumdan yüz bin kat daha radyoaktif bir cisim. Aramızda kalsın ama bunu kullanmamın sebebi, gösteriş. Zararlı olduğundan değil, ama aslında Dünya üzerine ekleme yapmamızı gerektirmeye cek kadar enerji yayıyor. Bu onun yanında denizde bir kum tanesi gibi kalır, ama bence bu türden bir deneyime böyle küçük bir gösteri çok yakışacaktır. "
138
J ULE S V E R N E
Bir yandan konuşurken bir yandan d a iki kab loyla rafın üzerine yerleştirdiği pile bağladığı ku tuyu kapattı. "Beyler, sarmal-nötr akımlar," diye devam etti, "nötr olduklan için, doğal olarak, ister az ister çok elektriklenmiş olsun istisnasız tüm cisimleri itme özelliğine sahiptir. Öte yandan, sarmal oldukla nndan, bir çocuğun bile anlayabileceği gibi, sar mal bir biçimde etki ederler. Bu arada, iyi ki akıl edip de bunlan keşfetmişim . . . Hayatta hiçbir şey boşa gitmiyor! " Elektrik devresi kapalıyken kutunun içinden cılız bir vızıltı sesi geliyor ve reflektöre takılı am pulden mavimsi bir ışık yayılıyordu. Birden am pul dairesel hareketlerle dönmeye başladı; başta yavaşken saniyeler içinde hızlandı ve baş döndü rücü bir hıza ulaştı. Zephyrin Xirdal bir süre ampulün bu hızlandı nlmış valsini izledi; sonra metal reflektörün bak tığı yöne kayan bakışlan donup kaldı. İlk bakışta makinenin hareketi herhangi bir maddi etki yaratıyormuş gibi değildi. Yine de dik katli bir gözlemci, belli belirsiz de olsa son derece tuhaf bir fenomeni ayırt edebilirdi. Havada asılı duran ve metal reflektörün etki alanında bulu nan toz zerreleri reflektörün sınırlannın ötesine geçemiyor ve görünmez bir bariyere çarpmışça sına sekip fır fır dönüyordu. Uzaktan bakıldığın da bu zerreler tabanı reflektörün çevresine denk gelen kesik bir koni oluşturuyordu. Makineden iki üç metre uzakta, ele gelmeyen ve fır fır dönen toz zerrelerinden oluşan bu koni yavaş yavaş bir kaç santim çapında bir silindire dönüşüyor ve bu
ME TEOR A V I
139
tozdan silindir, serin esintiye rağmen, uzaklarda gözden kaybolana kadar dışanda, açık havada da görülebiliyordu. "Beyler, sizlere her şeyin yolunda olduğunu açıklamaktan onur duyanın, " dedi Zephyrin Xirdal, tuhaf koltuğuna oturup ustaca hareket lerle doldurduğu piposunu yakarken. Yanın saat sonra, gün içinde daha pek çok kez çalıştıracağı makinesini kapattı; sonraki günlerde de her deneyde reflektörü uzayın farklı bir nokta sına çevirmeye gayret etti. On dokuz gün boyun ca_ mutlak bir titizlikle bu işleme devam etti. Yirminci gün , makinesini çalıştmp emektar piposunu yakmıştı ki icat şeytanı bir kez daha aklını çeldi. Bay Robert Lecreur'e kısaca bahset tiği, maddenin sürekli yok oluşundan bahseden teorinin sonuçlarından biri bir anda kafasına dank etti. Her zaman olduğu gibi birdenbire, ar dışık tepkimelerle kendi kendini yenileyebilen ve son tepkimeyle de bileşiklerini ilk hallerine geri döndürebilen bir pil fikri geldi aklına. Böyle bir pil muhakkak ki kullanılan m alzemeler ta mamen yok olup bütünüyle enerjiye dönüşene dek ç alışacaktı. Pratikte bu bir devridaim maki nesiydi. Büyük bir heyecanla, "Diyelim ki . . . Ama o za man . . . Diyelim ki. . . " diye mırıldanıp duruyordu. Bildiği yöntemle, yani yaşam enerjisini bir bü tün olarak tek bir noktaya odaklayarak düşünme ye başladı. Bir problemin karanlıkta kalan yanla rına yönelttiği bu odaklanmış düşünce, güneşin tüm ışınlannın toplandığı ışıl ışıl bir resim fırçası gibiydi.
140
J U L E S VE R N E
Nihayet, içsel çabasıyla vardığı sonucu yüksek sesle dile getirerek, "İtiraz istemez," dedi, "bunu yerinde denemek lazım. " Zephyrin Xirdal şapkasını aldı, altı katı yuvar lanır gibi indi ve hızla sokağın karşısındaki küçük marangoz dükkanına girdi. Kısa ve öz cümleler le zanaatkara ne istediğini anlattı: Demir bir ak sın üzerine yerleştirilmiş, çevresinde yirmi yedi delik bulunan bir tür çark istiyordu. Boyutlannı verdiği deliklerin içinde, çarkın dönüşü sırasında dikey konumda kalacak yirmi yedi adet cam kap koyulacaktı. Bu açıklamayı yapıp işin zamanında tamam lanması emrini verdikten sonra beş yüz metre ötedeki kimyasal ürünler satıcısına koştu; ney se ki s atıcı onu tanıyordu . Yirmi yedi adet cam kap seçti, satıcı kaplan sert bir kağıtla s ardı ve ahşap bir kulpa tutturulmuş sağlam bir iple de bağladı. Paketleme işi tamamlandıktan sonra Zephyrin Xirdal elindekilerle eve dönmeye hazırlanıyordu ki batın s ayılır bir bakteriyolog olan az sayıda ki . arkadaşlanndan biriyle burun buruna geldi. Hayaller aleminde kaybolan Xirdal bakteriyoloğu görmemiş, ama bakteriyolog onu görmüştü. "Hey, Xirdal! " diye bağırdı, dudaklan hoş bir gülümsemeyle aralanmıştı. "Ne tesadüf! " Bu tanıdık sesi duyan Xirdal gözlerini dış dün yaya açmaya razı oldu. "Hey ! " diye tekrarladı, "Marcel Leroux! " "Ta kendisi." "Nasılsınız ? Sizi gördüğüme pek memnun ol dum."
M E T E O R AVI
141
"Trene binmek üzere olan bir insan nasıls a öyleyim. Gördüğünüz gibi, içinde üç mendil ve pek çok kişisel temizlik malzemesinin bulun duğu bu sırt çantasıyla deniz kıyısına koşuyo rum ; sekiz gün boyunca temiz h avayla s arhoş olacağım. " "Şanslısınız ! " dedi Zephyrin Xirdal. " Siz de benim kadar şanslı olabilirsiniz . Biraz sıkışırsak ikimiz de trene sığarız. " . "Aslında . . . " diye lafa başladı Zephyrin Xirdal. "Tabii sizi şu an Paris'e bağlayan bir şey yoksa." "Hiçbir şey yok." "Hususi bir şey yok mu ? Devam eden bir deney filan ?" Xirdal hafızasını zorladı. "Hiçbir şey yok," diye yanıtladı. "Öyleyse kendinizi bundan mahrum etme yin. Sekiz günlük bir tatil size çok iyi gelecek. Kumsalda bol bol muhabbet ederiz ! " "Üstelik," diye sözünü kesti Xirdal, "gelgitler hakkında aklıma takılan bir noktayı açıklığa ka vuşturmak için de iyi bir fırsat. Bu sorunun, üze rinde çalıştığım genel sorunlarla bazı yönlerden ilgisi de var. Sizinle karşılaştığımda tam da bunu düşünüyordum," dedi içten bir tavırla. "Yani geliyor musunuz ?" "Evet. " "O zaman yola koyulalım! Ama herhalde önce size uğramamız gerek ve tren saat . . . " "Gerek yok," diye yanıtladı Xirdal, "ihtiyacım olan her şey yanımda." Yirmi yedi cam kabın bulunduğu paketi işaret ediyordu.
142
J U LES VE R N E
"Mükemmel! " dedi Marcel Leroux neşeyle. İki arkadaş büyük adımlarla gara doğru yola koyuldu. "Sevgili Leroux, biliyorsunuz bana kalırsa yü zey gerilimi . . . " Karşıdan gelen bir çift bu iki gevezenin arasın dan geçince cümlenin devamı arabalann gürül tüsü içinde kayboldu. Bu durum Zephyrin Xirdal'i rahatsız etmemişti; hiçbir şey olmamış gibi ge lip geçenlere hitap ederek açıklamasına devam ediyor, insanlarsa büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Hatip onlann farkında bile değildi, Paris denen bu okyanusta dalgalanan insan kalabalıklannı yara yara konuşmasına devam ediyordu. Bu esnada, yeni hevesinin peşinde sürüklenen Xirdal koşar adım onu şehirden, Casette Cadde sinden uzaklaştıracak trene doğru giderken, al tıncı kattaki bir odada görünüşte zararsız siya hımtırak bir kutu hala sessiz sakin tıkırdıyor, bir metal reflektör hala mavimtırak bir ışık saçıyor ve fır fır dönen toz zerrelerinden oluşan, hem sağlam hem de kırılgan silindir uzayın bilinmez liklerine doğru yol almayı sürdürüyordu. Zephyrin Xirdal'in kapatmayı akıl edemedi ği, şimdiyse varlığını tümüyle unuttuğu makine kendine halinde, karanlık ve gizemli işine devam ediyordu.
XI
Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson yoğun duygular yaşıyor.
Göktaşıyla ilgili her şey keşfedilmişti. Etrafında, hayali de olsa turlar atılmıştı. Yörüngesi, hızı, hac mi, kütlesi, yapısı, değeri saptanmıştı. Yörüngesini sabit bir hareketle takip ettiğine göre, hiçbir zaman Dünya'ya düşmeyeceği için endişeye de mahal yok tu. Üzerindeki gizem perdesi aralanan bu ulaşılmaz meteorun artık ilgi çekmemesi son derece doğaldı. Elbette bazı astronomlar, rasathanelerinden, tepelerinde dönüp duran altın küreye hala arada sırada şöyle bir bakıyor, ama çabucak kafalarını çevirip uzayın başka problemlerine yöneliyordu. Dünya'nın ikinci bir uydusu olmuştu; mesele bundan ibaretti. Bu uydunun demirden veya al tından olmasının, Dünya'yı matematiksel bir so yutlama olarak gören bilim insanları için ne öne mi vardı? Ne yazık ki Bay Dean Forsyth'le Doktor Sydney Hudelson o kadar masum değildi. Etraflarında yükselen kayıtsızlık hummalı hayal güçlerini ya tıştırmıyor ve taşkınlıkla karışık bir şevkle gökta şını -kendi göktaşlannı(!)- gözlemlemeye devam ediyorlardı. Gözleri dürbün yahut teleskop mer ceğine yapışmış vaziyette bekliyor, göktaşının hiçbir geçişini, ufkun sadece birkaç derece üzeri ne çıktığı anlan bile kaçırmıyorlardı.
144
JULES VERNE
Ne acıdır ki harikulade giden havalar d e deli liklerine zemin hazırlıyor ve avare yıldızı yirmi dört saatte on iki kere görebilmelerini sağlıyordu. Dünya'ya düşsün düşmesin, meteorun olağandı şı özellikleri, onu eşsiz kılan ve sonsuza dek ünlü kılacak özellikleri, onun biricik kaşifi ilan edilme ye dönük hastalıklı arzularını körüklüyordu. Bu koşullar altında iki rakibin barışmasını bek lemek delilik olurdu; aksine, aralarında günbegün bir nefret duvarı yükseliyordu. Bayan Hudelson ile Francis Gordon bunu açık seçik görebiliyordu. Francis Gordon dayısının kararlaştırılan düğü ne bütün gücüyle karşı çıkacağından artık şüphe duymuyordu; Bayan Hudelson da büyük gün gel diğinde kocasının huysuzluk etmeyeceğine dair inancını kaybediyordu. Artık kendilerini kandıra mazlardı. Nişanlılar umutsuz ve Loo ile Mitz öfke liydi; nikah kesin olarak iptal edilmiş değilse de en azından belirsiz bir tarihe, muhtemelen de çok uzak bir tarihe ertelenmiş gibiydi. Gelgelelim, halihazırda epey ciddi olan duru mun daha da karmaşık bir hal alacağı söylene bilirdi. 11 Mayıs akşamı, her zamanki gibi gözlerini teleskobun merceğine yapıştırmış olan Bay Dean Forsyth belli belirsiz bir şeyler söyleyerek aniden teleskobundan uzaklaştı, bir kağıda bir şeyler ka raladıktan sonra geri geldi, tekrar gitti, tekrar geri geldi ve bu gidiş gelişler göktaşı ufuktan kaybola na dek sürdü. O sırada Bay Dean Forsyth'in rengi öyle atmış, nefes alış verişi öyle güçleşmişti ki Omikron efen disinin hastalandığını sanıp yardımına koştu.
M E TEOR A V I
145
Ama Bay Dean Forsyth onu bir hareketle başın dan savdı ve sarhoş gibi kararsız adımlarla çalış ma odasına sığınarak kapısını iki kez kilitledi. O andan sonra kimse Bay Dean Forsyth 'i bir daha görmedi. Otuz saatten uzun bir süre ne bir şey yedi ne de içti. Francis sadece bir kere kapı yı aralamayı başarmıştı, ama onda da kapı çok az aralanmış ve o aralıktan dayısını öyle bitkin, öyle solgun, öyle deli deli bakar halde gören genç adam kapının eşiğinde afallayıp kalmıştı. "Ne istiyorsun benden?" diye sordu Bay Forsyth. "Dayı," diye seslendi Francis, "yirmi dört saat tir buraya kapanıp kaldınız ! Bırakın da en azın dan yemeğinizi getirelim! " "Sessizlik ve huzur dışında hiçbir şeye ihtiya cım yok," diye yanıtladı Bay Dean Forsyth, "sen den istediğim tek iyilik beni yalnız bırakman." Francis, karşı koyması zor bir kararlılıkla ve alışkın olmadığı bir sükunetle söylenen bu sözler karşısında ısrara cesaret edemedi. Zaten astro nomun son sözlerinin ardından kapı kapandığın dan ısrar etmesine imkan da yoktu. Böylece neler olup bittiğini öğrenemeden oradan aynldı. Francis 13 Mayıs sabahı, nihah arifesinde, en dişe verici bu yeni durumu yirminci defa Bayan Hudelson'a anlatıyor, Bayan Hudelson da onu iç çekerek dinliyordu. "Artık anlayamıyorum," dedi sonunda. "Her halde Bay Forsyth de kocam da hepten delirdiler. " "Ne ? " diye bağırdı Francis, "Eşiniz de mi? Dok tora da mı bir şey oldu? " "Evet," dedi Bayan Hudelson. " B u adamlar başka türlü davranmamaya yeminliler herhalde .
146
J U LE S VE R N E
Tek fark, kocamın krizinin daha sonra başlama sı. Dün sabah çalışma odasına kapandı; o za mandan beri de gören yok. Nasıl endişelendiği mizi tahmin edersiniz. " "Delirmek işten değil! " diye bağırdı Francis. "Bay Forsyth hakkında söyledikleriniz," diye araya girdi Bayan Hudelson "ikisinin de şu lanet göktaşıyla ilgili bir şey fark ettiklerini düşündü rüyor. Ruh hallerine bakılırsa hiç de hayra alamet bir şey değil bu. " "Ah, ş u evreni ben yönetecektim ki! " diye ara ya girdi Loo. "Ne yapardınız, sevgili kardeşim? " diye sordu Francis Gordon. "Ne mi yapardım? Çok basit. O iğrenç altın topu öyle uzaklara gönderirdim ki en iyi dürbün bile bir daha göremezdi." Gerçekten de göktaşı kaybolacak olsa Bay Forsyth'le Doktor Hudelson biraz sakinleşebilir di. Kim bilir, belki de meteor geri dönmemecesi ne gittiğinde o saçma kıskançlıklan bir anda son bulacaktı. Ama bu ihtimal pek gerçekleşecek gibi dur muyordu. Göktaşı sabit yörüngesinde şaşmaz bir düzenle ilerlemeye devam ettiğine göre, nikah gü nünde de sonrasında da orada olacaktı. "Neyse ! " dedi Francis "Göreceğiz. Kırk sekiz saat içinde kesin bir karar vermeleri gerekecek ve biz de o zaman neyle karşı karşıya olduğumuzu bileceğiz. " Elisabeth Sokağındaki eve dönerken hiç de ğilse daha kötüsünün olmayacağını s anıyor du. Gerçekten de Bay Dean Forsyth inzivasına
147
M E TEOR AVI
son vermiş ve sessiz s akin doyurucu bir yemek yemişti. Omikron efendisi için şehirde koşturup durur ken Bay Dean Forsyth de karnı tok, sırtı pek derin bir uykuya dalmıştı. "Uyumadan önce dayımı gördün mü? " diye sordu Francis yaşlı hizmetçiye. "Seni ne kadar gördüysem onu da o kadar gör düm, evladım" diye yanıtladı kadın, "yemeğini ben götürdüm." "Aç mıydı? " "Kurt gibi acıkmıştı. Bütün yemekleri oraya taşıdım: çılbırmış yumurta, soğuk rozbif, patates, meyveli puding ... Hepsini sildi süpürdü. " "Nasıldı?" "Çok kötü değildi; sadece fortlak gibi solgundu ve gözleri kıpkırmızıydı. Asitborit suyla yıkaması nı söyledim, ama beni duyacak halde değildi. " "Benimle ilgili bir şey demedi mi? " "Ne seninle n e başkasıyla ilgili . Ağzını bile açma dan yemeğini yedi ve Omikrop'u Whaston Standard'a gönderdikten sonra yatmaya gitti." "Whaston Standard ' a mı? " diye bağırdı Francis . "Her iddiasına vanm çalışmasının sonucunu bil.: dirmeye göndermiştir. Basındaki polemikler tek rar başlayacak! Bir bu eksikti!" Ertesi gün , B ay Dean Forsyth'in Whaston Standard ' a yolladığı yazıyı büyük bir üzüntüyle okurken, kaderin, mutluluğuna z aten ziyade siyle z arar veren bu rekabeti yeniden körükle diğini anladı. İki rakibin bir kere daha dead heaf . .
İng. Başa baş, berabere --çn.
148
J U LE S VE R N E
durumuna geldiklerini fark ettiğinde üzüntüsü daha da arttı. Standard B ay Dean Forsyth'in ya zısını yayımlarken, Whaston Morning de Doktor Sydney Hudelson'ın benzer bir yazısını yayım lamıştı. Yani, henüz savaşçılardan hiçbirinin en ufak bir üstünlük dahi sağlayamadığı bu çetin savaş devam ediyordu! İki astronomun başlangıç kısımlan aynı olan yazıları nihai sonuçlar bakımından farklılaşıyor du. Öte yandan, tartışmalara da yol açan bu fikir ayrılığı, icabında, iki rakipten birinin öne çıkma sını sağlayarak faydalı da olabilirdi. Elisabeth Sokağıyla Moriss Sokağındaki astro nomların açıkladıkları şaşırtıcı bilgiyi Francis'le aynı anda bütün Whaston ve Whaston'la aynı anda da telgraf ve telefon hatlanndan oluşan sıkı ağ sayesinde bütün dünya duymuştu ve haber iki yarımkürede de en coşkulu yorumların konusu oluvermişti. Bundan daha sansasyonel bir olay olabilir miydi, halk heyecanlanmakta haklı mıydı, bunun karan okura kalmış. Bay Dean Forsyth'le Doktor Sydney Hudelson yazılanna, ısrarlı gözlemleri sonucunda göktaşı nın yörüngesinde inkar edilemez bir sapma fark ettiklerini söyleyerek başlıyorlardı. O zamana ka dar kesinlikle kuzey-güney ekseninde olan yörün ge, hafifçe kuzeydoğu-güneybatı eksenine kay mıştı. Öte yandan, çok daha önemli bir değişiklik yeryüzüne uzaklığındaydı; bu mesafe çok az ama tartışmasız bir şekilde azalmış, hareket hızıysa değişmemişti. İki astronom bu gözlemlere ve göz lemlerin sonucu olan hesaplamalara dayanarak
M E T E O R AVI
149
meteorun sonsuza dek sabit bir yörünge izlemek yerine, kaçınılmaz bir biçimde Dünya'ya çarpaca ğı sonucuna varmıştı; ne zaman ve nereye çarpa cağını kestirmek de şimdiden mümkündü. Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson bu nok taya kadar hemfikir olsalar da bir konuda aynı fi kirde değillerdi. Birinin bilimsel hesaplamalarında göktaşının 28 Haziran günü Güney Japonya sınırına düşeceği öngörülürken, diğerinin de yine bir o kadar bilim sel olan hesaplamalan, astronomu, göktaşının 7 Temmuz günü Patagonya'da bir noktaya düşece ğini söylemeye mecbur ediyordu. Görüyorsunuz iki astronom nasıl da ortak nok tada buluşuyor! Seçim halka kalmış. Halkınsa o an için seçim yapmayı falan dü şündüğü yoktu. İlgilerini çeken tek bir şey vardı: Asteroid düşecek ve uzayda gezinen milyarlar da beraberinde olacaktı. İster Japonya'ya düşsün ister Patagonya'ya, o milyarlar her halükarda gelecekti. Böyle bir olayın sonuçları, bu boyutta bir altın arzının sebep olacağı ekonomik kargaşa her soh betin konusu olmuştu. Genel olarak, zenginler servetlerinin muhtemelen küçüleceğini düşünüp üzülüyor, fakirlerse pastadan pay alacaklarını sa narak seviniyordu. Francis 'e gelince, tam bir umutsuzluk içindeydi. Bu milyarların, trilyonların onun için ne öne mi vardı? Tek istediği, göktaşından ve onun uğur suz zenginliklerinden katbekat değerli bir hazine olan sevgili Jenny'siydi. Moriss Sokağındaki eve koştu. Uğursuz haber oraya da ulaşmıştı, ne gibi korkunç sonuçlan ola-
150
JULES VERNE
bileceği görülüyordu. Gökteki bir yıldızın üzerin de hak iddia eden iki meczup arasında şiddetli ve çözümsüz bir küslük kaçınılmazdı; hele de pro fesyonel kibre maddi çıkarlar eklenmişken . . . Francis içini çeke çeke Bayan Hudelson'la ve güzel kızl � nyla el sıkıştı. Kanı kaynayan Loo öf keden tepinmeye başlamıştı. Güzel Jenny de o ka dar çok gözyaşı döktü ki ne kardeşi ne annesi ne de nişanlısı bu gözyaşlarını dindirmeyi başara bildi. Nişanlısı ona sonsuza dek sadık kalacağını söylese de, gerekirse meteorun nihai sahibinin o beş bin yedi yüz seksen sekiz milyarı son kuruşu na kadar harcayacağı güne kadar bekleyeceğine yemin etse de nafile; gerçi görünüşe göre bu ye min, onu sonsuza dek bekarlığa mahkum edecek ihtiyatsız bir yemindi.
Xll
Bayan Arcadia Stanfort büyük bir sabırsızlıkla sırasını bekliyor; Bay ]ohn Proth yetkisiz olduğunu ilan ediyor.
O sabah Yargıç John Proth penceredeydi, hizmet çisi Kate ise odaya bir girip bir çıkıyordu. Hiç kuş kunuz olmasın ki göktaşı Whaston'ın üzerinden geçmiş mi geçmemiş mi yargıcın umurunda bile değildi. Kaygısızca, sessiz yuvasının ana kapısı nın açıldığı Constitution Meydanını seyrediyordu. Fakat Bay Proth'un önemsiz bulduğu konu, Kate'in gözünde hiç de öyle değildi. Efendisinin karşısında dikilip "Efendim, altından mıymış yani?" diye sordu. "Öyle görünüyor, " diye yanıtladı yargıç. "Sizi pek etkilemiş gibi görünmüyor, efendim. " "Aynen öyle, Kate . " "Ama altındansa değeri milyonlar etmeli! " "Milyonlar ve milyarlar, Kate . . . Evet, kafamızın üzerinde milyarlar dolaşıyor. " "Ve düşecek de, efendim! " "Öyle deniyor, Kate." "Bir düşünün, efendim, dünyada bir daha mutsuz insan olmayacak ! " "Yine d e olacak, Kate." "Ama efendim . . . " "Bunu anlatması uzun sürer . . . Hem sen bir milyarın ne kadar ettiğini biliyor musun? "
152
JULES VERNE
"Kafamızın üzerinde milyarlar dolaşıyor."
"Efendim, bir milyar, şey . . . şey . . . " "Bir milyonun bin katı." "Ne de çokmuş ! " "Evet, Kate; yüz sene yaşasan ve günün o n sa atini bu işe ayırsan bile bir milyan saymaya öm rün yetmez."
M E T E O R AVI
153
"Böyle bir şey mümkün mü, efendim?" "Kesinlikle. " Hizmetçi kadın, bir yüzyılın bir milyarı say maya yetmediği gerçeği karşısında donup kaldı. Ardından, süpürgesini, toz alma fırçasını alıp işe koyuldu. Ama dakika başı duruyor, düşüncelere dalıyordu. "Efendim, kişi başına ne kadar düşer? " "Ne ne kadar düşer, Kate?" "Göktaşı efendim, dünyadaki herkese eşit pay laştırılırsa . . . " "Hesaplamak gerek, Kate" diye yanıtladı Bay John Proth. Eline kağıt kalem aldı. "Şöyle hesaplasak, dünyada bir buçuk milyar insan var desek . . . kişi başına üç bin sekiz yüz elli dokuz frank yirmi sent düşer. " "Bu kadar mı ? " diye mırıldandı Kate, hayal kı rıklığına uğramıştı. "Bu kadar, " diye onayladı Bay John Proth, Kate dalgın dalgın gökyüzüne bakarken. Nihayet dünyaya geri döndüğünde ise Exeter Sokağının başındaki iki kişiyi fark edip efendisine haber verdi. "Efendim, bakın . . . " dedi, "şurada iki hanım bekliyor. " "Evet, Kate, görüyorum." "Şu hanıma bakın . . . uzun olanına . . . sabırsız lıktan tepinip duruyor. " "Sahiden de tepiniyor, Kate. Ama kim bu ha nım, bilmiyorum." "Efendim, iki ay önce bize gelen, atından in meden evlenen hanım işte."
154
JULES VERNE
"Bayan Arcadia Walker mı? " diye sordu John Proth. "Artık Bayan Stanfort." "Doğru ya, " dedi yargıç. "Ne yapmaya gelmiş buraya? " "Hiç bilmiyorum," diye yanıtladı Bay Proth "ve öğrenmeye de niyetim yok doğrusu." "Acaba yine bizden bir şey mi istiyor? " "Birleşik Devletler topraklarında iki eşliliğe izin verilmediğine göre, bu pek olası değil," dedi yargıç, pencereyi kapatırken. "Neyse, zaten ada let sarayına gitme zamanım geldi; bugün önemli bir dava görülecek. Tam da aklınızı karıştıran şu göktaşı hakkında. Şayet bu hanımefendi e'!e gele cek olursa söyle de kusuruma bakmasın." Bay John Proth bir yandan bunları söylerken bir yandan da gitmeye hazırlanıyordu. Yavaş adım larla merdivenden indi, evinin Potomac Sokağına açılan küçük kapısından çıktı ve karşıya geçip evinin tam karşısında yükselen Adalet Sarayı'nın içinde gözden kayboldu. Hizmetçi kadın yanılmamıştı: Gerçekten de o sa bah Bayan Arcadia Stanfort, hizmetçisi Bertha'yla birlikte Whaston'daydı. İkisi birden Exeter Soka ğı'nın uzun yokuşunu gözleyerek sabırsız hareket lerle bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Belediyenin saatinden on gang sesi duyuldu. "Görüyorsun hala gelmedi! " diye bağırdı Bayan Arcadia. "Belki de randevu gününü unutmuştur?" diye fikrini belirtti Bertha. "Unutmuşmuş! " dedi genç kadın, kızgın bir sesle.
M E T E O R AV!
155
"Belki bir kere daha düşünmüştür," diye araya girdi Bertha. Hanımı ise "Düşünmüşmüş ! " diye tekrarladı, bu kez daha şiddetli bir öfkeyle. Exeter Sokağına doğru birkaç adım attı, hizmetçisi de peşindeydi. Birkaç dakika sonra sabırsız bir sesle "Görüyor musun ?" diye sordu. "Hayır, hanımım. " "Ne zor işmiş ! " Bayan Stanfort saraya doğru döndü. "Yok! Hala kimse yok ! " deyip duruyordu. "Konuşup anlaştıktan sonra beni bekletmek . . . Bugün 18 Mayıs değil mi? " "Evet, hanımım. " "Saat d e o n buçuk olacak! " "On dakikası var." "Hadi bakalım ! Sabnmı sınamasın! Gerekirse bütün gün, hatta daha da uzun süre beklerim burada ! " Constitution Meydanındaki otellerde çalışan lar, iki ay önce genç kadını yargıcın huzuruna çıkarmak için bekleyen atlının sabırsızlığını fark ettikleri gibi, genç kadının da bir ileri bir geri gidip geldiğini fark edebilirlerdi. Tabii o sırada kadın erkek çoluk çocuk herkes bambaşka bir şey dü şünüyor olmasaydı . . . Aslında Whaston'da bu ko nuyu düşünmeyen tek insan Bayan Stanfort'tu. Herkesin tek ilgilendiği, o harikulade meteor, me teorun gökyüzünden geçişi ve şehrin iki astrono munun -farklı tarihlerde olsa da- gerçekleşeceği ni söyledikleri düşüştü. Constitution Meydanında gruplar halinde toplanan insanlar, otellerin kapı görevlileri Bayan Arcadia Stanfort'la ilgilenmi-
156
JULES VERNE
yordu. Aysarlarla' ilgili görüşe inananlann iddia ettiği gibi, Ay'ın insan beyni üzerinde bir etkisi olup olmadığını bilmiyoruz. Her hfüükarda, yer küremizde muazzam sayıda "meteorsar" oldu ğunu söylemek mümkün. Bu insanlar, milyarlar değerinde bir kürenin başlannın üzerinde gezin diği ve günün birinde düşeceği fikriyle yemeden içmeden bile kesilmişlerdi. Bayan Stanfort'un ise besbelli başka dertleri vardı. "Görebiliyor musun, Bertha?" diye tekrarladı kısa bir süre bekledikten sonra. "Hayır, hanımım." O sırada meydanın diğer ucundan çığlıklar yükseldi. Yoldan geçenler hızla o tarafa yöneldi. Yüzlerce insan civar sokaklardan koşup geldiğin den kısa sürede dikkate değer bir kalabalık top landı. O esnada otellerin pencereleri de meraklı larla dolmuştu. "İşte orada! . . İşte orada! . . " Ağızdan ağıza yayılan b u sözler tam d a Bayan Arcadia Stanfort'un beklediği şeydi; sanki ona söylenmiş gibi "Nihayet! " diye bağırdı. Hizmetçi "Ama hanımım, insanlar sizin için bağırmıyor ki," demek zorunda kaldı. Sahi, neden kalabalık Bayan Arcadia Stanfort'un beklediği kişiyi alkışlasındı ki? Neden onun gelişini fark etmiş olsunlardı? Öte yandan herkes kafasını gökyüzüne kal dırmış , kollarını uzatmış, gözlerini ufkun kuzeAy'a, Ay'ın hareketlerine, evrelerine ve Dünya'yla arasın daki mesafeye bağlı olarak huyunun değiştiğine inanılan kimse -çn.
M E TE O R A V I
157
yine çevirmişti. Şehrin üzerinde zuhur eden şey şu meşhur göktaşı mıydı ? Şehrin s akinleri mey danda onun geçişini selamlamak için mi toplan mışlardı ? Hayır. O saatte göktaşı diğer yarımküreden ge çiyordu. Dahası, oradan geçiyor olsa bile gündüz vakti çıplak gözle görülmesi imkansızdı. Öyleyse kalabalığın alkışları kimin içindi? "Hanımım . . . Bu bir balon! " dedi Bertha. "Bakın! Saint-Andrew'un çan kulesinin arkasında." Gerçekten de atmosferin yüksek tabakaların dan usulca yere inen bir aerostat vardı; kalabalık içten alkışlarla aerostatı selamlıyordu. Ne içindi bu alkışlar? Bu uçuşun kalabalık için özel bir an lamı mı vardı? İnsanların ona böyle bir önem at fetmesinin bir sebebi var mıydı? Aslında evet, vardı. Balon önceki akşam, içinde meşhur aeronot Walter Vragg ve bir yardımcısıyla birlikte komşu şehirden havalanmıştı ve bu uçuşun tek amacı göktaşını daha uygun koşullarda gözlemleyebil mekti. Bu ilginç girişimin sonuçlarını merak eden kalabalığın heyecanının sebebi buydu. Söylemeye gerek yok ki uçuşa karar verildikten sonra Bay Dean Forsyth da "orada bulunmayı" is temiş ve ihtiyar Mitz'i dehşete düşürmüştü; yine söylemeye gerek yok ki karşısında, aynı amacı taşıyan ve aynı şekilde Bayan Hudelson'ı dehşe te düşüren Doktor Hudelson'ı bulmuştu. Aeronot yanına sadece tek bir yolcu alabileceği için durum son derece hassastı. Böylece, aynı unvana talip olan iki rakip arasında mektuplar üzerinden bü yük bir tartışma çıktı. Sonunda, Walter Vragg'ın
158
J ULES VER � E
yardımcısı olarak tanıttığı ve onsuz yapamam de diği bir üçüncü kişi için ikisi birden reddedildi. Şimdi hafif bir rüzgar aeorstatı Whaston'ın üzerine doğru sürüklüyor, insanlar da aeronotlara görkemli bir karşılama yapmaya hazırlanıyordu.
"Hanımım
...
Bu bir balon!"
M E TEOR AVI
159
Belli belirsiz bir esintiyle tembel tembel sü rüklenen balon, ağır ağır alçalarak Constitution Meydanının tam ortasında yere indi. Walter Vragg ile yardımcısı yere atladıkları sırada yüzlerce kol balonun sepetini sımsıkı tutuyordu. Yardımcı, şefini balonu söndürme işiyle baş başa bıraktıktan sonra, sabırsızlıkla bekleyen Bayan Arcadia Stanfort'a doğru hızlı adımlarla ilerledi. Yanına yaklaştığında saygıyla eğilerek "İşte geldim, hanımefendi," dedi. "Saat onu otuz beş geçiyor," dedi Bayan Arcadia Stanfort sert bir sesle, bir yandan da parmağıyla belediye saatini işaret ediyordu. Adam, "Randevumuz da saat on buçuktaydı, biliyorum" dedi hürmet dolu bir nezaketle. "Yal vannm beni bağışlayın, aerostatlar her zaman bi zim isteklerimize uymuyor ve arzu ettiğimiz kadar dakik olmuyor. " "Yanılmadım yani? Balondaki, Walter Vragg'ın yanındaki sizdiniz ! " "Evet, bendim. " "Açıklar mısınız ? " "Çok basit. Randevumuza bu şekilde gelmek bana orijinal göründü, hepsi bu. Walter Vragg'ın beni saat on buçukta buraya indirmesi sözü karşılı ğında balonda birkaç dolara bir yer satın aldım. Beş dakikalık yanılma payı için onu affedebiliriz bence." "Edebiliriz," dedi Bayan Arcadia Stanfort, "so nuçta buradasınız . Sanıyorum niyetiniz değiş medi." "Hiçbir şekilde. " "Hala birlikte yaşamaktan vazgeçmemızın akıllıca bir iş olduğu kanaatinde misiniz ? "
160
JULES VERNE
"Bence öyle." "Benim kanaatim de birbirimiz için yaratılma mış olduğumuz." "Fikrinize tamamen katılıyorum. " "Elbette, Bay Stanfort, meziyetlerinizi görmez den gelecek değilim . . . " "Ben de sizinkileri layık olduklan şekilde tak dir ediyorum. " "Birbirimizden hoşlanmasak da birbirimize saygı duyabiliriz, ama saygı, sevgi demek değil dir ve bu kadar büyük bir karakter uyuşmazlığını kaldıramaz ." "Ne güzel söylediniz . " "Şayet birbirimizi sevmiş olsaydık. . . " "Her şey daha farklı olurdu. " "Ama sevmiyoruz ." "Orası kesin. " "Birbirimizi tanımadan evlendik ve karşılıklı hayal kırıklığına uğradık. . . Ah ! Keşke hayale ka pılmamızı engelleyecek işaretler almış olsaydık, belki şu anda her şey çok farklı olurdu. " "Ne yazık ki öyle olmadı. Ama beni mahvol maktan kurtarmak için servetinizi feda etmek zo runda da kalabilirdiniz. " ' "Ederdim, Bay Stanfort. Size gelince, siz de benim hayatımı kurtarmak için kendi hayatınızı tehlikeye atmak zorunda kalmadınız. " "Hiç tereddüt etmezdim, Bayan Arcadia. " "Biliyorum, ama öyle bir fırsat olmadı. Birbiri mize yabancıydık, öyle de kaldık." "Ne yazık ki doğru." "Aynı zevklere sahip olduğumuzu sandık, en azından seyahatler konusunda . . . "
M E TEOR A V I
161
"Ama hangi istikamete gideceğimiz konusun da bir türlü bir karara varamadık ! " "Ben güneye gitmek isterken sizin arzunuz ku zeye gitmekti." "Benim niyetim batıya gitmekken sizin niyeti niz doğuya gitmekti! " "Şu göktaşı meselesi d e bardağı taşıran son damla oldu." "Taşırdı. " "Hala Bay Dean Forsyth'in tarafını tutmakta kararlısınız, değil mi? " "Kesinlikle kararlıyım." "Meteorun düşüşüne tanıklık etmek için Ja ponya'ya gitmeye de kararlı mısınız ? " "Elbette. " "Bense Doktor Sydney Hudelson'ın görüşlerini takip etmeye kararlıyım . . . " "Ve Patagonya'ya gitmeye . . . " "Uzlaşmamız mümkün değil. " "Değil." "Öyleyse yapacağımız tek bir şey var. " "Tek bir şey! " "O da, beyefendi, yargıcın huzuruna çıkmak." "Hemen arkanızdan geliyorum, hanımefendi. " İkisi birlikte, yan yana, aralannda ü ç adımlık bir mesafe, Bay Proth'un evine doğru yürüdüler; hizmetçi Bertha da saygılı bir mesafeyle onlan ta kip ediyordu. İhtiyar Kate kapıdaydı. Bay ve Bayan Stanfort aynı anda "Bay Proth evde mi? " diye sordu. "Değil," diye yanıtladı Kate. İki davalının da yüzü düşmüştü.
162
J llLE S VE R N E
"Ne zaman döner?" diye sordu Bayan Stanfort. "Öğle yemeği s aatinde , " dedi Kate. "Öğle yemeğini ne zaman yer?" "Saat birde." Aynı anda "Saat birde döneriz," diyen Bay ve Bayan Stanfort oradan uzaklaştılar. Hala Walter Vragg'ın balonunun kapattığı meydana geldikle rinde bir anlığına durdular. "İki saatimiz boşa gidecek," dedi Bayan Arcadia Stanfort. Bay Seth Stanfort ise "İki saat on beş dakika," diye düzeltti. "Bu iki saati beraber geçirmek hoşunuza gider mi? " "Siz razı olduktan sonra . . . " "Potomac kıyısında bir gezintiye ne dersiniz ? " "Ben d e size bunu teklif edecektim. " Kan koca Exeter Sokağı istikametine doğru yü rümeye başlamışlardı ki üç adım sonra durdular. "Bir şey fark ettim, söylememe müsaade eder misiniz ? " diye sordu Bay Stanfort. "Elbette, " diye yanıtladı Bayan Arcadia. "Hemfikir olduğumuzu fark ettim. İlk defa, Bayan Arcadia!" "Ve son defa ! " diye cevapladı Bayan Arcadia, tekrar yola koyularak. Bay ve Bayan Stanfort, Exeter Sokağının başına ulaşmak için, aerostatın etrafını saran ve gitgide büyüyen kalabalığın arasından geçmek zorunda kalmıştı. Bu kalabalığın daha büyük olmaması nın ve tüm Whaston sakinlerinin Constitution Meydanında bulunmamasının tek nedeni, başka bir sansasyonel olayın halkın ilgisini daha çok çek-
ME TEOR AV.!
163
mesiydi. Günün ilk ışıklarından itibaren bütün şe hir Adalet Sarayı'na akmış, sarayın önünde çok geç meden muazzam bir "kuyruk" oluşmuştu. İnsanlar kapılar açılır açılmaz gürültüyle mahkeme salonu na hücum edip salonu göz açıp kapayıncaya kadar doldurmuştu. Yer bulamayanlar salondan çıkmak zorunda kalmıştı ve telafi niyetine Walter Vragg'in inişine tanıklık edenler, işte bu bahtsız avarelerdi. Gerçi bu inanılmaz davanın, daha önce hiçbir yargıcın bakmadığı ve gelecekte de hiçbir yargı cın bakmayacağı türden bir davanın görüldüğü mahkeme salonunu dolduran şanslı insanlarla birlikte sıkış tıkış olmayı tercih ederlerdi! Paris Rasathanesi, göktaşının ya da en azından çekirdeğinin saf altından olduğunu açıkladığında halkın galeyanı kuşkusuz doruk noktasına ulaş mıştı. Ama bu, B ay Dean Forsyth'le Bay Sydney Hu�elson asteroidin kesinkes düşeceğini iddia ettiklerinde dünyanın her yanında görülen gale yanla kıyaslanamazdı bile. Bu olay yüzünden de lilik vakalannda büyük bir artış yaşandı ve hepsi ne yetecek kadar akıl hastanesi de yoktu. Ama bu delilerin arasında başı çekenler, elbet te ki dünyayı sarsan bu .coşkunun sorumlularıydı. O zamana kadar ne Bay Dean Forsyth' ne de Doktor Hudelson böyle bir ihtimali düşünmüştü. Göktaşını kimin keşfettiği konusunda bu kadar şiddetle hak iddia etmelerinin sebebi göktaşının kimsenin sa�ip olamayacağı milyatlık değeri de ğil, birinin bu büyük astronomik olguya Forsyth, diğerinin de Hudelson adını vermek istemesiydi. Mayısın 1 1 'ini 12'sine bağlayan gece meteo run yörüngesindeki sapmayı tespit ettiklerinde
164
J ULE S V E R N E
durum tamamen değişti. Tüm sorulardan daha yakıcı o soru hemen akıllara geldi. Göktaşı düştükten sonra kime ait olacaktı? Şimdilik parlak bir haleyle çevrili bu çekirdeğin trilyonlan kimindi? Hale yok olsa bile -ki zaten ele gelmeyen ışınlarla bir şey yapılamazdı- çekir dek hfüa orada olacaktı. Çekirdeği ise şıkır şıkır paraya çevirmek hiç de zor değildi! Kime ait olacaktı? "Bana! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth hiç te reddüt etmeden, "Bana ait; Whaston semalannda göründüğünü ilk ben bildirdim! " Doktor Hudelson d a "Bana ! " diye bağırdı; o d a bir o kadar inançlıydı. "Keşfin sahibi benim! " İki deli, bu çelişkili ve uzlaşmaz iddialan ba sın yoluyla da duyurmaktan geri durmadı. İki gün boyunca Whaston gazetelerinin sütunlan iki ra kibin öfkeli yazılanyla doldu. Rakipler, dört yüz kilometre öteden onlarla adeta alay eden o erişil mez göktaşı üzerinden birbirlerine epey yakışık sız sıfatlar yakıştırmışlardı. Bu koşullar altında, planlanan nikahın gerçek leşmesinin söz konusu bile olmadığı açık. Böylece Francis ile Jenny 15 Mayıs gününü de nişanlı ola rak geçirdiler. Ama hfüa nişanlı sayılabilirler miydi? Bay Dean Forsyth, son kez şansını deneyen yeğenine keli mesi kelimesine şöyle demişti: "O doktor sefil herifin teki ve Hudelson ailesin den bir kızla evlenmene asla razı değilim. " Aşağı yukan aynı saatlerde adı geçen Doktor Hudelson da kızının gözyaşlanna karşılık baştan savma bir cevap vermişti:
M E T E Iİ> R A V I
165
"Francis 'in dayısı namussuz herifin teki ve benim kızım asla Forsyth ailesinden biriyle ev lenemez. " Her şey ortadaydı ve boyun eğmekten başka çareleri yoktu. Walter Vragg'ın aerostatıyla ya pılan uçuş da iki astronomun karşılıklı nefreti ni bir kere daha göstermelerine vesile olmuştu. Skandala susamış basının büyük bir hevesle ya yımladığı mektuplarda her ikisinin de kullandığı ifadeler öyle işitilmedik türdendi ki durumun hiç de iyiye gitmeyeceği anlaşılıyordu. Gelgelelim çözüm karşılıklı hakaret etmek de ğildir. Bir anlaşmazlık halinde, benzer durumdaki herkes gibi davranmak ve adalete güvenmek ge rekir. Bir ihtilafı sonlandırmanın en güzel ve biri cik yolu budur. İki düşman da sonunda bu karara varmıştı. Bu nedenle 17 Mayıs günü Bay Dean Forsyth, hemen ertesi gün saygıdeğer Bay John Proth'un huzuruna çıkmak üzere Doktor Hudelson'a bir mahkeme celbi göndermişti; Doktor Hudelson da bu nedenle Bay Dean Forsyth'e aynı şekilde bir mahkeme celbi yollamıştı ve yine bu nedenle, 18 Mayıs sabahı gürültülü bir kalabalık mahkeme salonunu doldurmuştu. Bay Dean Forsyth ile Bay Sydney Hudelson oradaydı. Karşılıklı yargıcın huzuruna çağrılan iki rakip yüz yüzeydi. O saate kadar mahkemede pek çok dava görül müş ve birbirlerini yumrukla tehdit ederek gelen taraflar mahkeme salonundan kol kola çıkarak Bay Proth'u mutlu etmişlerdi. Bay Proth'un huzuruna çıkacak iki rakip de salondan böyle mi çıkacaktı?
166
JULES VERNE
"Sıradaki dava ! " diye buyurdu Bay Proth. "Hudelson'a karşı Forsyth ve Forsyth'e karşı Hudelson," diye seslendi zabıt katibi. Yargıç koltuğunda doğrularak "Bu beyler yak laşsın," dedi. Bay Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson, kendilerine eşlik eden destekçilerinin arasından ilerleyip öne çıktılar. Yan yana duruyor, çakmak çakmak gözlerle birbirlerini süzüyorlardı, elleri ni yumruk yapmışlardı; bir kıvılcımın bile çifte patlamaya neden olacağı iki yüklü top arabası gibiydiler. "Mesele nedir, beyler?" diye sordu Yargıç Proth, aslında neler olup bittiğini biliyordu. İlk söz alan Bay Dean Forsyth oldu. "Haklarımı savunmaya geldim . . . " "Ben de," diye hemen araya girdi Bay Hudelson. Ortada ne üçlü ne altılı aralığa uygun, devamlı bir akortsuzluk halinde ve harmaninin tüm ku rallarına aykırı, perdesiz, kulakları sağır edici bir düet vardı. Bay Proth, dayanılmaz bir kakofoniye son ver mek isteyen bir orkestra şefinin batonunu kaldır ması gibi, fildişi tokmağını masaya vurdu. "Lütfen, beyler," dedi, "teker teker konuşun! Alfabetik sıraya uygun olarak sözü Bay Forsyth'e veriyorum. Sonra da Bay Hudelson rahat rahat ko nuşabilir. " Böylece meseleyi ilk aktaran Bay Dean Forsyth oldu; doktorsa kendini zor zapt ediyordu. Bay Dean Forsyth, 16 Mart günü, sabah saat yediyi otuz yedi dakika yirmi saniye geçe Elisabeth Sokağındaki kulesinde gözlem yaparken, gökyüzünde kuzey-
M E T E O R AVI
167
den güneye ilerleyen bir göktaşı gördüğünü, mete oru görülebildiği ölçüde takip ettiğini ve sonunda, birkaç gün sonra, keşfini bildirip önceliğini onay latmak için Pittsburg Rasathanesi'ne bir mektup gönderdiğini anlattı. Konuşma sırası Doktor Hudelson'a geldiğinde o da mecburen aynı açıklamayı yaptı; öyle ki yar gıç bu savunmalar yapıldıktan sonra bile eskisin den daha fazla bilgiye sahibi değildi. Gelgelelim Bay Proth başka bir açıklama talep etmediğine göre, herhalde savunmalar yeterli gö rülmüştü. Sakin bir tavırla sessizlik istedi ve ses sizlik sağlandığında da, daha iki düşman konu şurken yazmaya başladığı karan okudu. "Bir tarafta," diyordu kararda, "Bay Dean Forsyth'in 16 Mart günü sabah saat yediyi otuz yedi dakika yirmi saniye geçe Whaston üzerinde atmosferden geçen bir göktaşını keşfettiğini iddia ettiği; Diğer tarafta Bay Sydney Hudelson'ın aynı göktaşını, aynı saat, aynı dakika ve aynı saniyede gördüğünü iddia ettiği göz önüne alınarak. . . " "Evet! Evet! " diye bağırıyordu doktorun taraftar ları yumruklarını çılgıncasına havada sallayarak. Bay Forsyth'in taraftarları da altta kalmamış, ayaklarını yere vura vura "Hayır! Hayır! " diye ba ğırıyordu. "Lakin dava konusunun dakikalarla ve sani yelerle ölçüldüğü ve tümüyle bilimsel nitelikte olduğu; Bir astronomik keşfin kime ait olduğu konu sunda uygulanabilir bir kanunun yokluğu dikkate alındığında;
168
J U L E S IV E R N E
B u gerekçelerle, mahkememizin yetkisizliğini bildiriyor ve tarafları masrafları müştereken öde meye mahkum ediyoruz. " Elbette yargıç başka bir karara varamayacaktı. Öte yandan, biri diğerine üstünlük sağlayama dığından, en azından tarafların bu nedenle kar şılıklı şiddete başvurmalarından korkmaya gerek yoktu ve belki de yargıcın asıl niyeti de buydu. Bu da az şey değildi. Ama davanın böyle sonuçlanmasını ne da vacılar ne de destekçileri arzu ediyordu. Bay Proth, yetkisizlik beyanıyla işin içinden sıyrılma yı umut ediyorduysa da bu umuttan vazgeçmesi gerekiyordu. Kararın açıklanmasıyla oluşan uğultuyu iki ses bozdu. Bay Dean Forsyth de Doktor Hudelson da "Söz istiyorum," diye bağırdı. "Kararımı gözden geçirmem gerekmese de," diye yanıtladı yargıç, çok daha ciddi durumlarda bile eksik etmediği sevecen sesiyle, "Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson'a söz hakkı tanımak tan memnuniyet duyarım; tabii sırayla konuşma ları şartıyla." Bu, iki rakipten çok fazla şey istemek demek ti. Aynı anda, aynı laf salatasıyla, aynı hiddetle cevap veriyorlardı; ikisi de ötekinin bir kelime, hatta bir harf bile gerisinde kalmak istemiyordu. Bay Proth, bu şekilde devam etmelerine müsa ade etmenin en mantıklısı olduğunu anlayıp elin den geldiğince dinledi. Sonunda yeni münakaşa larının sebebini anlamayı başarabilmişti. Mesele astronomiyle ilgili olmaktan çıkmıştı; çıkar me-
METEOR A V I
169
selesi, mülkiyet talebi söz konusuydu. Kısacası, göktaşı önünde sonunda düşeceğine göre kime ait olacaktı? Bay Dean Forsyth'e mi, yoksa Doktor Hudelson'a mı? "Bay Forsyth' e!" diye bağırdı kuleciler. Kaleciler de "Doktor Hudelson' a ! " diye bağın yordu. Yüzünde filozofça, tatlı bir gülümseme ve hoşnut bir ifade beliren B ay Proth sessizlik is tedi ve sessizlik derhal sağlandı; herkes dikkat kesilmişti. "Beyler," dedi, "her şeyden önce izin verin size bir tavsiye vereyim. Göktaşının düşmesi duru munda, aslında . . . " "Düşecek! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'ın taraftarlan, birbirleriyle yan şırcasına. "Öyle olsun ! " dedi yargıç, Amerika'daki yüksek yargıçlarda bile pek görülmeyen alçakgönüllü bir nezaketle. "Benim açımdan hiçbir sakıncası yok ve tek istediğim bahçemdeki çiçeklerin üzerine düşmemesi. " Dinleyicilerin arasında gülüş meler oldu. B ay Proth bu gevşemeden istifade ederek iki dava lıya müşfik bir ifadeyle baktı. Ne yazık ki bu bakışların bir faydası yoktu. Deveye hendek at latmak bu uzlaşmaz davalıları barıştırmaktan daha kolaydı. "Bu durumda," diye tekrar lafa girdi babacan yargıç, "beş bin sekiz yüz seksen sekiz milyar de ğerinde bir göktaşı söz konusu olduğuna göre sizi paylaşmaya davet ederim! " "Asla!"
170
JULE S VERNE
Açık bir ret ifadesi olan b u cevap aynı anda tüm taraflardan gelmişti. Ne Bay Forsyth ne de Bay Hudelson paylaşmaya razıydı. Elbette böyle bir durumda ikisine de üçer trilyona yakın para düşecekti, ama izzetinefis söz konusuyken tril yonlann ne hükmü olurdu! Bay Proth insanlann zaaflannı iyi bildiğinden, tavsiyesi ne kadar akıllıca olursa olsun dinleyi cilerin oybirliğiyle karşı çıkmasına şaşırmamıştı. İstifini bozmadan bir kere daha hengamenin ya tışmasını bekledi. "Herhangi bir uzlaşma müm kün olmadığı için," dedi sesini duyurabildiği anda, "mahkeme kendi karannı verecektir. " Bu sözler üzerine mucizevi bir biçimde de rin bir sessizlik oldu; katibe sakin bir ses tonuy la karannı yazdıran Bay Proth'un sözünü kimse kesmedi. "Sayın Yargı Makamı, Taraflann görüş ve savunmalannı dinleyip . . . . . . ortaya atılan iddialann her iki taraf için de aynı hukuki etkiye sahip olduğu ve ispatlarla des teklendiği göz önünde bulundurulduğunda, . . . . . . bir meteorun keşfinin bcıhsedilen mülkiyet hakkını zorunlu olarak doğurmadığı, kanunda bu konuda bir hüküm bulunmadığı ve söz konusu ka nuni boşluk nedeniyle, geriye, hukuki yoruma da yalı emsal kararlardan başka bir şey kalmadığı; . . . . . .iddia edilen mülkiyet hakkının uygulanma sının temelleri olsa bile davanın özel koşullan nedeniyle aşılamaz zorluklarla karşılaşılabilece ği, verilecek karann hükümsüz kalma ihtimali nin bulunduğu, bunun da bütün sivil toplumun dayandığı ilkelere büyük zarar vererek, kamu
M E T E O R AVI
171
vicdanında, verilen kesin hükmün otoritesini sar sacak türden bir karar olacağı; . . . . . . böyle özel bir durumda dikkatli ve ihtiyatlı davranmak gerektiği; . . . . . . son olarak taraflann iddialanna bakılmaksı zın, yargılamanın gerçekleşmeyebilecek farazi bir olay üzerine başlatıldığı; . . . . . . dahası, meteorun yerkürenin dörtte üçünü oluşturan denizlerin üzerine düşebileceği; . . . . . .iki durumda d a tüm ihtilaflı meseleler ortadan kalkacağı için davanın dava listesinden kaldınlma sı gerektiği göz önünde bulundurulduğunda; . . . . . .b u gerekçelerle, . . . . . . duruşma, söz konusu göktaşının usulünce tespit edilmiş fiili düşüşünden sonrasına ertelen miştir. Nokta. " Bay Proth daha bunu söylerken koltu ğundan kalkmıştı. Duruşma bitmişti. Dinleyiciler, Bay Proth'un büyük büyük lafla nnın etkisindeydi. Gerçekten de göktaşının deni zin dibini boylaması imkansız değildi ve böyle bir durumda göktaşını denizin dibinden çıkarmak mümkün değildi. Öte yandan yargıcın ima ettiği "aşılamaz zorluklar" nelerdi? Bu gizemli sözler neyi ifade ediyordu? Tüm bunlar insanlan düşünmeye sevk ediyor du ve genelde düşünmek heyecanlı zihinleri sa kinleştirirdi. Ama Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'ın düşünmediği farz edilebilir, zira sakinleşmiş fa lan değillerdi, sakinleşmenin kıy�sından bile geç miyorlardı. Salonun iki ucundan kendi destekçi-
172
JULES VERNE
!erine nutuk atıyor ve birbirlerine yumruklarını gösteriyorlardı. "Bu karan tanımıyorum," diyordu Bay Dean Forsyth gür sesiyle, "tam bir saçmalık!" Aynı anda Bay Sydney Hudelson da avazı çık tığı kadar "Bu saçma bir karar! " diye bağırıyordu. "Benim göktaşımın düşmeyeceğini söylemek! .. " "Benim göktaşımın düşeceğinden şüphe etmek! .. " "Benim bildirdiğim yere düşecek! . . "Ben düşeceği yeri tespit ettim! " "Adalet yerini bulmadığı için . . . " "Bana hakkımı vermeyi reddettikleri için . . . " "Kendi haklarımı sonuna kadar savunacağım ve hatta bu akşam . . . " "Ne olursa olsun hakkımı savunacağım ve hat ta bugün . . . " "Japonya'ya gitmek üzere yola çıkacağım! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth. Doktor Hudelson da aynı şekilde "Patagonya'ya gitmek üzere yola koyulacağım! " diye bağırdı. Rakip taraflar hep bir ağızdan "Hurra! " diye ba ğırdı. Kalabalık dışarı çıkınca iki gruba ayrılmış ve bu gruplara mahkeme salonunda kendine yer bulamayan meraklılar da katılmıştı. Tam bir hengame yaşanıyordu; çığlıklar, kışkırtmalar, tehditler . . . Kuşkusuz bir saldın ihtimali de yok değildi, zira Bay Dean'in taraftarları apaçık bir şekilde B ay Hudelson'ı linç etmek istiyordu ve Bay Hudelson'ın taraftarları da B ay Forsyth'i linç etmeye hevesliydi; bir davayı sona erdirmenin son derece Amerikanca bir yoluydu bu.
M E T E O R AVI
173
Neyse ki yetkililer önlemlerini almıştı. Çok sa yıda polis ellerinden geldiğince kararlılıkla duru ma müdahale etti ve kavga edenleri ayırdı. Düşman taraflar birbirinden güçbela uzaklaş tınldıklannda nispeten yüzeysel olan öfkeleri de söndü. Ancak mümkün olduğunca çok yaygara koparabilmek için bir bahane gerektiğinden, ter cih etmedikleri tarafın lideri aleyhine bağırmak tan vazgeçseler de tarafını tuttukları liderin şere fine bağırmaya devam ediyorlardı. "Dean Forsyth için, hurra! " "Hudelson için, hurra! " Bağırışlar gök gürültüsüyle yanşıyordu. Kısa süre sonra da tek bir ses haline geldiler. Taraflar nihayet anlaşmaya vararak "Gara gi delim! " diye bağırdılar. Kalabalık kısa süre içinde ve kendiliğinden iki korteje ayrıldı; kortejler, Walter Vragg'ın balonu nun nihayet kaldınldığı Constitution Meydanın dan geçiyordu. Kortejlerden birinin başında Bay Dean Forsyth, diğerinin başındaysa Doktor Sydney Hudelson yürüyordu. Polisler bir sorun çıkması ihtimali kalmadı ğından, kayıtsız bir tavırla, ne isterlerse yapma larına müsaade ediyordu. Gerçekten de iki kortej arasında bir çatışma tehlikesi yoktu; kortejlerden biri Bay Dean Forsyth'i, önce San Francisco'ya, oradan da Japonya'ya gideceği Batı Gan'na doğ ru muzaffer bir edayla götürürken, diğeri de bir o kadar muzaffer bir edayla Doktor Sydney Hudelson'ı, bu son duraktan trene binerek New York'a, oradan da Patagonya'ya gideceği Doğu Gan'na götürüyordu.
Neyse ki yetkililer önlemlerini almışlardı.
ME TEOR AVI
175
Çığlıklar yavaş yavaş uzaklaştı, ardından hep ten kesildi. Kapısının eşiğinde durup yaygaracı kalabalığı izleyerek oyalanan Bay John Proth öğle yemeği vaktinin geldiğini fark edince eve girmek üzere adım attı. O esnada, meydanın çevresini dolaşıp yanına gelen bir beyle bir hanım yanına yaklaştı. "Biraz konuşabilir miyiz, Sayın Yargıç ? " dedi beyefendi. "Emrinize amadeyim, Bay ve Bayan Stanfort!" diye yanıtladı Bay Proth kibarca. "Sayın Yargıç," diye devam etti Bay Stanfort, "iki ay önce huzurunuza çıktığımızda evlenmek istiyorduk. " "Ben d e sizi b u vesileyle tanıdığıma çok mem nun olmuştum, " diye yanıtladı Bay Proth. "Bugün ise, Sayın Yargıç," diye devam etti Bay Stanfort, "boşanmak için huzurunuzdayız. " Tecrübeli bir adam olan Yargıç Proth, uzlaşma girişiminde bulunmak için doğru zaman olmadı ğını fark etmişti. "Bu vesileyle sizleri tekrar görmekten de aynı şekilde memnunum," dedi istifini bozmadan. İkisi de saygıyla eğildi. " Size zahmet, içeri giriniz," dedi yargıç. "Şart mı? " diye sordu Bay Seth Stanfort, iki ay önce sorduğu gibi. Ve yine iki ay önce olduğu gibi, Bay Proth da soğukkanlılıkla yanıtladı: "Elbette değil. " Bundan daha uzlaşmacı olunamazdı. Öte yan dan, her z aman bu türden anormal koşullarda
176
JULES VERNE
olmasa d a büyük Birleşik Devletler cumhuriye tinde boşanmak hiç de zor değildi. Görünüşe göre, Amerika denilen bu şaşırtıcı ülkede boşanmaktan kolay iş yoktu ve bozmak yapmaktan kolaydı. Bazı eyaletlerde boşanmak için göstermelik bir ikametgah yetiyordu ve bizzat başvurmak bile şart değildi. Tanıklan ayarlamak tan ve vekalet edecek kişileri bulmaktan sorum lu özel aj anslar vardı. Bu aj anslarda da sadece bu işle meşgul özel görevliler bulunurdu ve bazılan da epey meşhurdu. Bay ve Bayan Stanfort'un bu tür dalaverelere ihtiyacı yoktu. Başvurulannı gerçek ikametlerinde, Virginia'nın merkezindeki Richmond'da yapmış ve formaliteleri tamamlamışlardı. Şimdi Whaston'da bulunmalannın tek sebebi, evliliklerini nikahlannın kıyıldığı yerde sonlandırma fantezisiydi. "Usulune uygun belgeleriniz var mı? " diye sordu yargıç. "Benimkiler burada," dedi Bayan Stanfort. "Benimkiler de burada," dedi Bay Stanfort. Bay Proth belgeleri aldı, inceledi, kitabına uygun olup olmadıklanna baktı. Ardından şunu söylemekle yetindi: "İşte, basılı boşanma belgesi. Tek yapmanız gereken isimlerinizi yazıp imzalamak. Ama bura da yapabilir miyiz . . . " "Size bu mükemmel dolmakalemi takdim ede yim," dedi Bay Stanfort, Bay Proth'a kalemi uza tarak. Bayan Stanfort da hizmetçisinin elindeki bü yük düz kutuyu alıp yargıca uzatarak "Bunu da sümen olarak kullanabilirsiniz," dedi.
M E T E O R AVI
177
"Her şeye bir çözümünüz var," dedi yargıç; ba sılı belgedeki boş alanlan doldurmaya başlamıştı. Bu iş bittikten sonra kalemi Bayan Stanfort'a uzattı. Bayan Stanfort hiçbir yorum yapmadan, te reddütsüz, elleri titremeden adını yazdı: Arcadia Walker. Ardından da Bay Seth Stanfort aynı soğukkan lılıkla kendi adını yazdı. Sonra ikisi de iki ay önce yaptıkları gibi beş yüz dolarlık birer banknot uzattı. Bay Seth Stanfort yine "Ücretler için, '' dedi. Bayan Arcadia Walker ise yine "Yoksullar için," dedi. Daha fazla vakit kaybetmeden yargıcın önün de saygıyla eğildikten sonra birbirlerini selam ladılar ve arkalarına bakmadan uzaklaştılar; biri Wilcox'un banliyösüne, diğeri aksi istikamete doğ ru gidiyordu. Gözden kaybolduklarında Bay Proth da eve gir di; öğle yemeği uzun süredir onu bekliyordu. "Tabelama ne yazmalıyım biliyor musun, Kate ? " dedi ihtiyar hizmetçisine ; bir yandan da peçetesini çenesinin altına iliştiriyordu. "Hayır, efendim." " Şunu yazmalıyım: Burada, at sırtında evleni lir, ayaküstü boşanılır!"
Xlll
Yargıç Proth'un tahmin ettiği gibi önce üçüncü hırsız, ardından da dördüncü hırsız çıkageliyor.
Hudelson ailesinin büyük acısını ve Francis Gordon'ın çaresizliğini tasvir etmemek çok daha iyi olacak. Elbette Francis Gordon dayısıyla bozuşabi lir, onun rızasını almaktan vazgeçebilir, dayısının öfkesine ve bu öfkenin kaçınılmaz sonuçlarına gö ğüs gerebilirdi. Ama bunlan Bay Dean Forsyth'in karşısında yapabiliyor olsa da Bay Hudelson'ın karşısında yapamazdı. Bayan Hudelson kocasını yeniden razı edebilmek için çabalayıp durdu, ama nafile: İnatçı doktoru ne dökülen diller ne sitemler yumuşatmıştı. Küçük Loo bile yalvarmalarına, şı marmalarına ve gözyaşlarına rağmen acımasızca reddedilmişti. Akıllarını yitirdikleri kesin olan dayı ile baba uzak ülkelere doğru yola çıktıklarından artık bu şekilde çabalamaya devam etmek de mümkün değildi. Bu yolculuklara çıkmak o kadar gereksizdi ki! Bay Seth Stanfort ile Bayan Arcadia Walker'ın iki astronomun iddialan yüzünden boşanmaları da o kadar yersizdi ki! Şayet bu dört kişi sadece bir yirmi dört saat daha düşünmüş olsalardı, davra nışları kesinlikle farklı olurdu.
M E T E O R AVI
179
Ertesi sabah, Whaston gazeteleri ve başka yer lerdeki gazeteler, Boston Rasathanesi Müdürü J.B.K. Lowenthal imzalı ve olaya yepyeni bir boyut katan bir yazı yayımladı. Aşağıda tüm aynntıla rıyla aktanlan yazı iki ünlü Whastonlı için pek de hoş değildi. Son dönemde, Whaston şehrinden iki amatörün kaleme aldığı bir yazı halkı iyiden iyiye heyecanlan dırdı. İşleri yoluna koymaksa bize düşüyor. Öncelikle, bunun gibi önem arz eden yazıların böyle hafife alınmasından ve gerçek bilim insanları nın denetimine tabi tutulmadan yayımlanmasından duyduğumuz üzüntüyü ifade etmek isteriz. Böyle bi lim insanları var ve teminatı diploma ve sertifikaları olan mesleklerini çok sayıdaki resmi rasathanede icra ediyorlar. Elbette gökyüzüne çevrilmiş bir dürbünün görüş alanından geçme lütfunda bulunan bir gök cismini gören ilk kişi olmak harika bir duygu. Ama bu güzel tesadüf, sıradan amatörleri birdenbire profesyonel matematikçilere dönüştürmek gibi bir sihre sahip de ğil. Herkesin kabul edeceği bu gerçek görmezden geli nip uzmanlık gerektiren problemler düşüncesizce ele alınırsa, bizim düzeltmemiz gereken türden hatalar yapılması riski ortaya çıkar. Bütün dünyanın ilgisini çeken göktaşının son za manlarda bir sapma gösterdiği doğrudur. Forsyth ve Hudelson ise tek bir gözlemle yetinmekte ve bu yetersiz veriyi zaten hatalı olan hesaplamalara dayandırmak la büyük bir yanlışa düşmektedirler. Sadece 11 Mayıs akşamı, yahut 12 Mayıs sabahı fark ettikleri sapma hesaba katılsa bile vardıkları sonuçlardan tümüy le farklı sonuçlara ulaşılacaktır. Ama dahası da var. Göktaşının yörüngesindeki sapma ne 11 Mayıs'ta veya
180
J U L E S VE R N E
12 Mayıs'ta başlamıştır ne de bitmiştir. İlk bozulma 10 Mayıs'a kadar gitmekte ve hala devam etmektedir. Bu bozulmanın ya da daha ziyade zincirleme bo zulmaların bir sonucu göktaşının yeryüzüne yaklaş ması, diğeri de yörüngesinde sapma olmasıdır. 1 7 Mayıs itibarıyla göktaşının uzaklığı 78 kilometre ka dar azalmış ve yörüngesindeki sapma da 5 5 yay daki ka civarına ulaşmıştır. Gidişattaki bu çifte değişiklik tek seferde gerçekleş memiştir. Aksine, ayın 10'undan beri durmaksızın bir birinin üzerine eklenen küçük değişikliklerin toplamıdır. Göktaşında gözlemlenen bu sapmanın sebebi şim diye kadar anlaşılamamıştır. Gökyüzünde, bu durumu açıklığa kavuşturacak bir şey gözlenmemiştir. Bu hu _ sustaki araştırmalar devam etmektedir ve araştırmala rın kısa sürede başarıya ulaşacağına hiç şüphe yoktur. Bu bakımdan, ne olursa olsun asteroidin düşeceği ni ilan etmek, hele hele bu düşüşün yerini ve tarihini saptamak için erkendir. Muhakkak ki göktaşına etki eden belirsiz sebebin aynı şekilde devamı halinde gök taşı düşecektir, lakin şu ana kadar bunun böyle olaca ğını iddia etmeye imkan veren bir şey yaşanmamıştır. Halihazırda, takip ettiği yörünge kısaldığına göre bağıl hızı ister istemez artmıştır. Ancak göktaşına etki eden kuvvetin yok olması durumunda göktaşı düşme eğili minde olmayacaktır. Karşı varsayıma göre ise, meteorun her geçişi sıra sında fark edilen bozulmalar şu ana dek birbirine eşit olmadığı ve yoğunluk varyasyonları herhangi bir ya saya tabi görünmediği için bir düşüş olacağını öngör sek bile bu düşüşün ne yeri ne de tarihi belirlenebilir. Özetle, vardığımız sonuç aşağıdaki gibidir: Göktaşının düşüşü bir kesinlik değil, bir olası lıktır. Her halükarda bu düşüş yakın bir zamanda gerçekleşmeyecektir.
M E T E O R AV!
181
Bu nedenle, gerçekleşeceği kesin olmayan ve ger çekleşse bile pratikte herhangi bir sonuca yol açma yabilecek bu düşüş karşısında sakin olmayı tavsiye ediyoruz. öte yandan gelecekte, olayların gidişatını günbegün anlatacak günlük yazılarla halkı bilgilen dirmeye gayret edeceğiz.
Bay Seth Stanfort ve Bayan Arcadia Walker, J.B.K. Lowenthal'ın vardığı sonuçlardan haberdar mıydı? Bu husus net değil. Bay Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson'a gelince, Bostan Rasathanesi'nin müdürünün hakaretlerini biri Missouri eyaletinde, diğeri New York'ta okumuştu. Dayak yemiş gibi kıpkırmızı olmuşlardı. Acımasızca hor görülmüşlerdi, yine de boyun eğmek dışında yapabilecekleri bir şey yoktu. ] .B.K. Lowenthal gibi bir bilim insanıyla tartışılmazdı. Haliyle Bay Forsyth, parasını ödediği San Fran sisco biletini yakarak, Bay Hudelson da kendisini Buenos Aires'e götürecek kamaranın ücretini aç gözlü şirkete ödeyerek tıpış tıpış Whaston'a geri döndüler. Döner dönmez de biri kulesine, diğeri kalesine kapandı. Serseri göktaşını bulmakta epey zorlan dıkları ve göktaşının yanlış olduğu tartışma gö türmez hesaplamalarının belirttiği yerde olma dığını fark ettiklerinden J.B.K. Lowenthal'ın haklı olduğunu anlamaları uzun sürmedi. Çok geçmeden Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson can sıkıcı hatalarının etkilerini hisset meye başlamışlardı. Onları muzaffer bir edayla gara götüren kortejlere ne olmuştu? Halkın gö zündeki itibarlarını yitirdikleri açıktı. Popülerliğin
182
J U L E S VE R NE
tadına vardıktan sonra birdenbire bu sarhoşluk tan mahrum kalmak onlar için ne acıydı! Ama çok geçmeden dikkatlerini çok daha ciddi bir soruna yönelttiler. Yargıç John Proth'un üstü kapalı söylediği gibi, karşılarında üçüncü bir ra kip vardı. H aber önce kalabalıkta dolaşan bir fı sıltıydı; ardından, birkaç saat içinde resmiyet ka zandı ve urbi et orbi" duymayan kalmadı. Bütün medeni dünyayı şahsında bir araya geti ren bu üçüncü hırsız karşı konulması zor biriydi. Şayet Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson'ın bu noktaya kadar gözleri hırstan kör olmamış olsay dı, bu kişinin ortaya çıkışını en başından görürler di. Birbirlerine gülünç davalar açmak yerine, bazı devletlerin haliyle bu milyarlarla ilgileneceğini ve piyasaya birdenbire girecek bu paranın korkunç bir mali devrime yol açabileceğini akıl edebilir lerdi. Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson bu doğal ve basit akıl yürütmeyi ihmal ettiklerinden, bir uluslararası konferansın toplanacağı bilgisi onları yıldırım çarpmışa döndürmüştü. Teyit ettirmeye çalıştılar. Haber doğruydu. Söz konusu konferansın üyeleri belirlenmişti bile; konferans Washington'da toplanacak ve bazı de legelerin s eyahat süresinin uzunluğu nedeniyle ne yazık ki arzu edilenden daha geç bir tarihte ya pılacaktı. Ancak durum acil olduğundan devletler delegelerin beklenmemesine ve Washington'da görevli diplomatlar arasında hazırlık toplantıları yapılmasına karar verdi. Olağanüstü delegeler, konferansa zemin hazırlayacak bu toplantılar de(Lat.) "Şehirde ve dünyada" -çn.
M E T E O R AVI
183
vam ederken geleceklerdi ve konferansın eksik siz olarak toplandığı ilk oturumdan itibaren orta da belirli bir program olacaktı. Konferansa katılması muhtemel devletlerin listesini vermeye gerek yok. Daha önce belirtti ğimiz gibi, liste medeni dünyanın tamamını kap sıyordu. Hiçbir imparatorluk, hiçbir krallık, hiçbir cumhuriyet, hiçbir prenslik bu ihtilafa kayıtsız kalmamıştı ve sırasıyla Riga'dan Bay Ivan Saratoff ile Guangzhou'dan ekselanslan Li-Mao-Tchi tara fından temsil edilecek Rusya ve Çin' den, çıkarlan Bay Beveragi ile Bay Ramontcho tarafından savu nulacak San Marina ve Andora cumhuriyetlerine kadar tüm ülkeler birer delege atamıştı. Meteorun önünde sonunda düşeceği varsa yıldığında bile nereye düşeceğini kimse bilmedi ğinden, herkesin hırslanması normal ve herkesin ümide kapılması mantıklıydı. İlk hazırlık toplantısı 25 Mayıs'ta, Washington' da yapıldı. Toplantı, Forsyth-Hudelson meselesinde ne uarietur* bir çözüme vanlmasıyla başladı; bu iş en fazla beş dakikalannı almıştı. Bu beyefendiler sırf bu amaçla oraya kadar gitmiş olsalar da kendiler ini dinletmek için boşuna uğraşmışlardı. Önemsiz davetsiz misafirler gibi başlanndan savdılar anlan. Whaston'a dönerken ne kadar öfkeli olduklan tah min edilebilir. Ancak gerçekler, bizi, yakınmalannın yankı bulmadığını söylemeye mecbur bırakıyor. Bu iki adamı uzunca bir süre pamuklara sanp sar malayan basında şimdi anlan savunacak tek bir gazete yoktu. "Saygıdeğer Whaston sakini," "usta (Lat.) "Sonradan değiştirilmeyecek şekilde" -çn.
184
JULES VERNE
astronom," "seçkin ol�uğu kadar d a alçakgönüllü olan matematikçi" gibi sözlerle pohpohlamışlardı onları. Şimdiyse üslup çok farklıydı. "Bu iki kukla Washington'a ne demeye gelmiş ? Meteoru keşfeden onlarmışmış . . . E, yani? Bu te sadüf onlara bir hak mı veriyor? Meteorun düşü şüyle bir ilgileri mi var? Esasında, böyle gülünç iddiaları tartışmaya gerek bile yok ! " İşte, basın şimdi böyle konuşuyordu. Sic transit gloriamundi!" Bu mesele halledildikten sonra ciddi çalışma lara geçildi. İlk birkaç oturum, konferansa katılım hakkı tanınacak egemen devletlerin bir listesinin hazır lanmasına ayrıldı. Birçoğunun Washington'da özel temsilcileri yoktu. Konferansın konuyu esas tan ele almaya başlayacağı güne kadar ülkelerin işbirliği yapmasını sağlamak gerekiyordu. Bu lis tenin hazırlanması hiç de kolay iş değildi ve süre ceğe benzer canlı tartışmalar yaşanıyordu. Örne ğin Macaristan ve Finlandiya doğrudan temsil edilmek istediklerini bildirirken, Viyana ve St. Pe tersburg heyetleri bu isteğe karşı çıkıyordu. Öte yandan Fransa ve Osmanlı, Tunus Beyi'nin şah sen katılımının durumu daha da karmaşık bir hale getireceğine dair şiddetli bir tartışmaya baş lamışlardı. Japonya'ya gelince, Kore konusunda sorun çıkarıyordu. Kısacası çoğu ülke benzer zor luklarla karşı karşıya olduğundan, arka arkaya yedi toplantıdan sonra bile bir çözüme ulaşıla mamıştı. Ta ki 1 Haziran'da yaşanan beklenme dik bir olay kafaları karıştırana kadar. (Lat.) "Böylece geçiverir dünyanın görkemi" -çn.
Bu listenin hazırlanması hiç de kolay bir iş değildi...
186
JULES VERNE
J.B.K. Lowenthal, söz verdiği gibi, her gün dü zenli olarak gazetelere kısa yazılar gönderiyor ve göktaşı hakkında bilgi veriyordu. O tarihe kadar bu yazılarda özel bir bilgi verilmiyordu. Sadece meteorun ilerleyişinin çok küçük değişikliklere maruz kalmaya devam ettiği, tüm bu değişiklik ler yüzünden düşüşün gitgide daha olası oldu ğu, yine de düşüşe kesin gözüyle bakmanın hala mümkün olmadığı konusunda dünyayı bilgilen dirmekle yetiniyordu. Ama 1 Haziran günü yayımlanan yazı önceki lerden büyük ölçüde farklıydı. Sanki göktaşındaki sapma bulaşıcıymış gibi, J.B.K. Lowenthal da yo lunu şaşırmış görünüyordu. Şöyle diyordu: Tanık olduğumuz tuhaf fenomenleri, astronomi biliminin dayandığı temelleri ue insanlığın sahip ol duğu bilgiler birbiriyle bağlantılı bir bütün oluştur duğundan bizzat bilimin dayandığı temelleri bal talayacak kadar ileri giden olgulan halkın bilgisine sunmaktan dolayı gerçek bir heyecan duyuyoruz. öte yandan, her ne kadar bu fenomenler açıklanmamış ue açıklanamaz olsalar da reddedilemez bir kesinliğe sahip olduklarını görmezden gelemeyiz. Önceki bildirilerimiz, Whaston göktaşının yörün gesinde art arda ue kesintisiz sapmalar yaşandığı, şu ana kadar bu sapmaların sebebini ya da yasasını be lirlemenin mümkün olmadığı konusunda halkı bilgi lendirme amaçlıydı . Durum halen son derece anormal bir durumdur. Ama astronom gökyüzünü kitap gibi okuyan kişidir ue genellikle gökyüzünde öngöreme diği, en azından sonuçlarını tahmin edemediği hiçbir şey olmaz. Sözgelimi asırlar öncesinden haber verilen
ME TE O R A V I
187
güneş tutulmalan, ileri görüşlülüğü sayesinde gelece ğin sis perdesi arasından olacakları gören ue kehaneti gerçekleşene kadar yüzyıllar süren bir uykuya dalan bir ölümlünün emrine itaat edercesine belirli bir sani yede gerçekleşir. Gelgelelim gözlemlediğimiz bozulmalar anormal olmakla birlikte bilimsel uerilerle uyuşmazlık içinde değildi ue sebeplerinin anlaşılamamasının sorumlusu olarak kusurlu analiz yöntemlerimizi görebiliyorduk. Bugünse durum farklı. İki gündür, yani 30 Mayıs'tan bu yana göktaşının yörüngesinde yeni sapmalar meydana geliyor ue bu sapmalar yerleşik teorik bilgilerimizle mutlak bir çelişki içinde. Bu da demek oluyor ki doğrulukları apaçık olan ue hesap lamalarımızı dayandırdığımız ilkeler bu olayda uy gulanabilir olmadıklarından, tatmin edici bir açık lama bulma umudumuzu sonsuza dek kaybetmiş durumdayız. En beceriksiz gözlemci bile, göktaşının 30 Mayıs gününün öğleden sonrasındaki ikinci geçişi sırasında, 1 0 Mayıs'tan beri yaptığı gibi Dünya'ya yaklaşmak yerine, Dünya'dan gözle görülür biçimde uzaklaştı ğını fark etmiştir. öte yandan, yirmi gündür giderek kuzeydoğu-güneybatı çizgisine kaymaya başlayan yörünge eğimi ansızın belirsizleşmeye başlamıştır. Bu ani fenomen zaten anlaşılmazken, dün, yani 31 Mayıs günü, meteorun gündoğumundan sonraki dördüncü geçişi sırasında yörüngesinin bir kere daha neredeyse tam olarak kuzey-güney eksenine oturdu ğu, Dünya' dan uzaklığınınsa bir önceki güne kıyasla herhangi bir değişiklik göstermediği saptanmıştır. Meucut durum budur. Her ne kadar doğada tutar sızlık diye bir şey olmasa da, bilim, tutarsızlık olarak ifade edilebilecek her özelliğe sahip olan bu olayı açık lamakta aciz kalmıştır.
188
JULES VERNE
İlk yazımızda, hala kesin olmayan b u düşüşe en azından olası gözüyle bakılabileceğini söylemiştik. Şimdiyse bu kadarını bile söylemeye cesaret edemi yor ve alçakgönüIIü!ükle cehaletimizi itiraf etmekle yetiniyoruz.
Anarşistin biri sekizinci hazırlık toplantısının orta yerine bir bomba atmış olsaydı bile J.B.K. Lowenthal imzalı bu metin kadar büyük bir etki uyandıramazdı. Yazıyı ünlem işaretleriyle dolu yorumlarla birlikte veren gazeteler yüzünden tar tışmalar başladı. O gün bütün öğleden sonra, kon feransın zahmetli çalışmalarına ket vuran hayli gergin konuşmalarla ve fikir teatileriyle geçti. Sonraki günler daha da kötüydü. J.B.K. Lowenthal'ın birbirinden sarsıcı yazıları art arda yayımlanıyordu. Göktaşı, yıldızların böyle hari kulade bir düzende devam eden balesinin orta yerinde, ölçüsüz ve kuralsız, bir başına ve bir şovmen edasıyla kankan dansı yapıyor gibiydi. Yörüngesi kah üç derece doğuya doğru alçalıyor, kah dört derece batıya doğru yükseliyordu. Bir geçişinde Dünya'ya biraz yaklaşmış oluyorsa, di ğerinde kilometrelerce uzaklaşmış görünüyordu. Delirmek işten değildi. Bu delilik hali yavaş yavaş uluslararası konfe ransı da ele geçirdi. Tartışmalarının bir işe yara yacağından şüphe duymaya başlayan diplomat lar isteksizce ve sonuç alacaklarına dair sarsıl maz bir inanç duymadan çalışıyordu. Bu arada zaman akıp gidiyordu. Dünyanın her yerinden, her milletten delegeler son sürat Amerika'ya ve Washington'a hücum ediyordu.
ME TEOR AVI
189
Birçoğu çoktan varmıştı ve çok geçmeden yeterli sayıya ulaşıp daha uzaktaki meslektaşlarını bek lemeden toplanabileceklerdi. Peki, karşılarında daha aydınlatılamamış, çözülmemiş bir problem mi bulacaklardı? Hazırlık toplantılarına katılan üyeler bu işi gu rur meselesi yapıp zorlu bir çalışmanın ve faz ladan sekiz toplantının ardından konferansa de lege gönderecek devletleri sınıflandırmayı başar mışlardı. Sayıyı elli ikide sabitlediler; yirmi beş ülke Avrupa'dan, altı ülke Asya'dan, dört ülke Afrika'dan, on yedi ülke de Amerika'dan olacak tı. Ülkelerden on ikisi imparatorluk, on ikisi kral lık, yirmi ikisi cumhuriyet, altısı da prenslikti. Yani imparatorluklardan, monarşilerden, cum huriyetlerden ve prensliklerden oluşan bu elli iki devlet, kah kendileri kah uyduları ve koloni leriyle birlikte dünyanın yegane sahipleri olarak kabul edilmişti. Hazırlık toplantılarının bir s onuca varma sının zamanı gelmişti. Tartışmalara katılacak elli iki devletin delegelerin büyük çoğunluğu Washington'daydı ve her geçen gün sayıları ar tıyordu. Uluslararası konferans ilk olarak 10 Haziran' da, saat öğleden sonra ikide, en yaşlı üyenin başkan lığında toplandı; bu kişi, deniz bilimci ve Monaco Prensliği'nin delegesi Prof. Solies'ti. Derhal baş kanlık komitesinin oluşturulmasına geçildi. Oylamanın ilk turunda başkanlık, ev sahibi ül keye hürmeten, Birleşik Devletler'i temsil eden ve saygın bir hukuk danışmanı olan Bay Harvey'ye verildi.
190
JULES VERNE
Başkan yardımcılığı daha tartışmalı bir konuy du. Sonunda bu görev, Bay Saratoffun şahsında Rusya'ya verildi. Ardından Fransız, İngiliz ve Japon delegeler sekreter olarak atandı. Bu formaliteler tamamlandıktan sonra baş kan son derece kibar ve çok alkış alan bir konuş ma yaptı; ardından, demografik, mali ve hukuki açılardan en elverişli ç alışma yöntemini bul makla görevlendirilecek üç altkurul belirlenece ğini ilan etti. Oylama henüz başlamıştı ki bir mübaşir baş kanlık kürsüsüne çıkıp Bay Harvey'ye bir telgraf uzattı. Bay Harvey telgrafı okudu; okudukça yüzün deki şaşkınlık ifadesi artıyordu. Bir an düşündük ten sonra küçümser bir tavırla omuz silkti; yine de, bir süre daha düşündükten sonra, meslektaş larının dikkatini çekmek amacıyla çanını çaldı. Sessizlik sağlandıktan sonra: "Beyler, " dedi Bay Harvey, "biraz evvel aldığım bu telgrafı sizlerle paylaşmam gerektiğine inanı yorum. Bunun hiç komik olmayan bir şakacının ya da bir delinin işi olduğundan şüphem yok. Yine de okumamın daha uygun olacağını düşü nüyorum. Bu imzasız telgrafta şöyle deniliyor: 'Sayın Başkan, Konferansa konu göktaşının res nullius· olma dığını, benim şahsi mülküm olduğunu uluslara rası konferansın bilgisine sunmak benim için bir şereftir. (Lat.) "Sahipsiz mal" -çn.
M E TEOR AVI
191
Dolayısıyla uluslararası konferansın bir varlık sebebi bulunmamaktadır ve toplantılara devam edildiği takdirde çalışmalarının verimsizliği şim diden bellidir. Göktaşı benim isteğimle Dünya'ya yaklaşmak tadır ve benim arazime düşecektir; dolayısıyla bana aittir. ' " B u telgraf imzasız mı? " diye sordu İngiliz de lege . "İmzasız. " " B u koşullar altında dikkate almaya gerek yok," dedi Alman İmparatorluğu'nun temsilcisi. B aşkan "Ben de öyle düşünüyorum," dedi, "ve belgeyi derhal konferans arşivine göndererek meslektaşlarımın ortak hislerine tercüman ola cağıma inanıyorum. Katılıyor musunuz, beyler? İtirazı olan ? Beyler, toplantı devam ediyor. "
XIV
Dul Thibaut, dikkatsizliği yüzünden gök mekaniğinin büyük sorunlarına bulaşıyor ve bankacı Robert LecCEur'ü ciddi ciddi endişelendiriyor.
İyi niyetli insanlar, ahlak kurallan geliştikçe az işe çok para alınan arpalık işlerin yavaş yavaş ortadan kalkacağını söyler. Onlann sözüne ina nıyoruz. Yine de, burada anlatılan tuhaf olaylann yaşandığı dönemde bu türden en az bir iş vardı. Bu arpalık, geçmişte kasaplık yapan, şimdi ise Bay Zephyrin Xirdal'in evinin işlerini gören Dul Bayan Thibaut'ya aitti. Aslında Dul Thibaut'nun işi bu dengesiz bi lim insanının odasını toplamaktan ibaretti. Ama odadaki mobilyalan doğru düzgün görmek bile mümkün olmadığından, mobilyalann bakımı, Herkül'ün bir on üçüncü görevi olsaydı onunla bile kıyas kabul etmeyecek kadar zordu. Dairenin kalanı ise büyük ölçüde yetki alanının dışında ka lıyordu. Bilhassa ikinci odadayken, odayı doldu ran kağıt yığınına ne sebeple olursa olsun dokun ması yasaktı ve süpürgesinin, yalnızca çıplak par kenin göründüğü tam ortadaki küçük kare alanda gidip gelmesi konusunda açıkça uyanlmıştı. Temizliğe ve düzene doğal bir eğilimi olan Dul Thibaut, parkenin etrafını bir adacığı çevrele yen engin deniz gibi saran karmaşayı gördükçe
M E TE O R A V I
193
dertleniyor ve genel bir düzenlemeye girişme is teğiyle yanıp tutuşuyordu. Bir keresinde, evde tek başına olduğu bir sırada bu işe girişmeye cüret etti, ama Zephyrin Xirdal aniden eve dönmüştü; ona öyle öfkelenmiş ve genelde bön bön bakan suratı öyle vahşi bir ifadeye bürünmüştü ki Dul Thibaut sekiz gün boyunca sinirden titremişti. O zamandan beri yetki alanı dışındaki bölgeye en ufak bir saldın riskini göze alamadı. Mesleki becerilerini sergilemesinin önündeki birçok engel yüzünden Dul Thibaut'ya neredey se yapacak hiçbir iş kalmıyordu. Öte yandan bu durum her gün burjuvasının evinde iki saat geçir mesine engel değildi (kibar olduğunu sandığı bir hitapla Zephyrin Xirdal'den böyle bahsederdi) . İki saatin büyük bölümü sohbetle, ya da daha ziyade keyifli bir monologla geçerdi. Gerçekten de Dul Thibaut'nun sayısız özellikle rinden biri şaşırtıcı konuşma kabiliyetiydi. Elbette inanılmaz derecede geveze olduğunu iddia eden ler de çıkacaktır, ama bu iddia safı kötü niyetten dir. Kadın konuşmayı seviyordu; hepsi bu. Hayal gücüne çok başvuruyor değildi. Genelde, kendisinin de bir üyesi sayıldığı ailenin yüceltil mesi, açılış konuşmalarının başlıca konusu olurdu. Ardından başına gelen talihsizliklerden bahsetme ye başlar, kaderin bilmem hangi cilvesiyle bir ka sabın bir hizmetçiye dönüşmesini anlatırdı. Bu do kunaklı hikayeyi daha önce duymuş olmanızın da önemi yoktu. Dul Thibaut hep aynı şevkle anlatırdı. Bu konu bittikten sonra da o sıralar ya da geçmişte hizmet ettiği çeşitli insanlardan bahsederdi. Bu in sanların fikirlerini, alışkanlıklarını, davranışlarını
194
J U LES VE R NE
Zephyrin Xirdal'inkilerle karşılaştırırdı ve hepsini tarafsız bir şekilde ya yerer ya da överdi. Efendisi hiç yanıt vermez, eşsiz bir sabır göste rirdi. Aslında o sırada hülyalara dalmış olduğun dan bu boş laflan duymazdı bile. Doğrusu bu da kendisindeki sabır erdeminin değerini epey azal tıyor. Her neyse, yıllardır bu şekilde geçinip gidi yorlardı; biri sürekli konuşuyor, diğeri hi5 dinle miyordu ve kimsenin bir şikayeti yoktu. 30 Mayıs günü Dul Thibaut her zamanki gibi sabah saat dokuzda Zephyrin Xirdal'in evine geldi. Bilim adamı bir gün önce arkadaşı Marcel Leroux ile yolculuğa çıktığı için ev boştu. Dul Thibaut çok da şaşırmadı. Daha önceki bir dizi kaçamak yüzünden bu ani kayboluşlar onun için şaşırtıcı değildi. Sadece bir dinleyiciden mah rum kaldığına üzülüyordu; her zaman yaptığı gibi evi temizledi. Yatak odasını bitirdikten sonra di ğer odaya geçti; bu odaya çalışma odası diyordu. Odaya girdiğinde canı sıkıldı. Sıra dışı bir nesne, siyahımsı bir tür kutu, sü pürgesine ayrılan kare parke alanın meşru sınır larını önemli ölçüde daraltıyordu. Bu da ne de mek oluyordu ? Haklarına bu şekilde saldırılması na müsamaha göstermemeye kararlı Dul Thibaut tek hamleyle nesnenin yerini değiştirdi, ardından her zamanki işine koyuldu. Kulakları az işittiğinden kutudan çıkan vızıltıyı duymuyordu; metal reflektörden çıkan mavimsi ışık da o kadar zayıftı ki dikkatsiz gözleri ışığı fark etmiyordu. Gelgelelim bir an, tuhaf bir olay ister istemez dikkatini çekti. Metal reflektörün önün den geçerken karşı konulmaz bir güç onu yere ·
Odaya girdiğinde canı sıkıldı.
196
JULES VERNE
düşürdü. Akşam giysilerini çıkanrken sağ kalça sında mosmor bir çürük fark ettiğinde epey şaşır mıştı; bu durum ona çok tuhaf gelmişti çünkü as lında sol yanının üzerine düşmüştü. Şans eseri bir daha reflektörün etki alanına girmediğinden bu olay tekrarlanmamış, bu nedenle o da başına ge len bu kaza ile pervasızca yerini değiştirdiği kutu arasında en ufak bir bağlantı kurmamıştı. Ters bir hareket yaptığını düşünerek üzerinde durmadı. Büyük bir görev bilincine sahip Dul Thibaut, süpürme işini bitirdikten sonra kutuyu eski yerine koymayı da ihmal etmemişti. Hatta, hakkını tes lim etmeli, kutuyu tam olarak bulduğu yere koy mak için elinden geleni yapmıştı. Bunu başara mamış olsa da mazur görülmeliydi; dönüp duran küçük toz zerreciklerini normalden biraz farklı bir istikamete çevirmesi kesinlikle kasıtlı değildi. Dul Thibaut sonraki günler de aynı şeyi yap maya devam etti. Alışkanlıklan asil ve erdemliy di; neden değiştirsindi ki? Ancak kabul etmek gerekir ki siyah kutu zaman geçtikçe gözündeki önemini yitirmeye başladı ve günlük süpürme işleminden sonra kutuyu eski yerine koyma işine giderek daha az özen göster di. Elbette hiçbir zaman kutuyu pencerenin önü ne sürüklemeyi ihmal etmiyordu, zira Bay Xirdal onu oraya koymayı uygun görmüştü, fakat metal reflektör her seferinde bambaşka bir yöne bakı yordu. Tozdan silindir bir gün hafif sola, başka bir gün hafif sağa kaymış oluyordu. Dul Thibaut kötü niyetli değildi ve kararsız tavırlan yüzünden ] .B.K. Lowenthal'ı büyük bir sıkıntıya soktuğundan ha bersizdi. Hatta bir keresinde reflektörü ekseni et-
M E T E O R AVI
197
rafında döndürmekte ve yönünü de dosdoğru ta vana çevirmekte hiçbir sakınca görmemişti. Zephyrin Xirdal 10 Haziran günü öğleden son ra evine döndüğünde makinesini işte böyle yuka rı bakar vaziyette buldu. Deniz kenarında çok hoş vakit geçiriyordu ve şayet on iki günün sonunda çamaşırını değiştir mek gibi tuhaf bir düşünceye kapılmış olmasaydı belki biraz daha kalabilirdi. Bu düşünceyle pake tini eline almış, paketin içindeki geniş ağızlı yirmi yedi cam kabı görünce epey şaşırmıştı. Gözleri fal taşı gibiydi. Ne işi vardı bu yirmi yedi cam kabın orada? Ama kısa sürede anılar birbiri ardına can landı ve tamamen unuttuğu o heyecan verici pro jeyi, elektrikli pil projesini hatırladı. Kendini birkaç sağlam yumrukla cezalandırdık tan sonra cam kaplarını hızla tekrar paketledi, ar kadaşı Marcel Leroux'ya haber bile vermeden ken disini doğruca Paris'e götürecek bir trene atladı. Zephyrin Xirdal yolculuk sırasında acilen eve geri dönmesini gerektiren sebebi pekala unutabi lirdi. Bu hiç de sürpriz olmazdı. Fakat Saint Lazare Garında perona adımını attığı sırada yaşadığı bir olay hafızasını tazeledi. Yirmi yedi cam kabı yeniden paketlerken çok dikkatli davranmış olsa da paket bir anda yırtıldı ve asfalta dökülen içindeki kaplar tam bir kargaşa yarattı. Anarşist bir saldın var sanan yüzlerce in san dönmüş ona bakıyordu. Ama sersem sersem felaketi seyreden Zephyrin Xirdal dışında kimseyi göremediler. En azından bu felaket merhum cam kapların sahibinin o anda hangi amaçla Paris'te olduğunu
198
J U LE S VE R N E
hatırlamasına vesile oldu. Böylece Zephyrin Xirdal eve gitmeden önce kimyasal ürünler dükkanına gitti, bir kere daha yirmi yedi adet cam kap satın aldı, ardından sipariş ettiği çarkın on gündür boş boş beklediği marangoza gitti. Deneylerine başlayacak olmanın heyecanıyla titreyerek ve eli kolu paketlerle dolu halde acele acele kapıyı açtı. Ama makinesinin reflektörü nün yukan baktığını fark edince kapının eşiğinde mıhlanıp kaldı. Bir anda anılar Zephyrin Xirdal'in zihnine hücum etti; o kadar gerilmişti ki paketler güçsüz kollarından kayıverdi. Elindekiler hemen yerçe kimi yasalarına uyarak hiç tereddüt etmeden doğruca arzın merkezine doğru yönelmişti. Bir talihsizlik sonucu parke tarafından engellen memiş olsalardı, hiç şüphe yok ki varış noktala rına ulaşacaklardı. Yere düşen iskelet iki parça oldu, yirmi yedi cam kap büyük bir gürültüyle kırıldı. Bir s aatten kısa süre içinde elli dört cam kap kırmıştı. Böyle giderse Zephyrin Xirdal çok geçmeden banka hesabını kapatmak zorunda kalacaktı. Bu s aygın cam kıncı büyük katliamın farkın da bile değildi. Kapının eşiğinde kıpırtısız, hül yalı hülyalı m akinesine bakıyordu. Nihayet içeri girerken, "Dul Thibaut'nun işi bu," dedi; bu da hiç değilse sezgilerinin mükemmelliği ni kanıtlıyordu. Kafasını kaldırdığında tavanda ve tavanın da devamında, çatıda, tam metal reflektörün ekseni üzerinde küçük bir delik gördü. Bu sırada, reflek tördeki yuvaya takılı ampul çılgın dansına devam
M E T E O R AVI
199
ediyordu. Kalem boyutlarındaki delik bıçakla ke silmiş gibi dümdüzdü. Zephyrin Xirdal'in ağzı kocaman bir gülümse meyle açıldı; eğlenmeye başladığı kesindi. "Aman ne güzel! Ne güzel! " diye mırıldanıp durdu. Ama artık müdahale etmesi gerekiyordu. Ma kinenin üzerine eğildi ve makineyi durdurdu. Gü rültü derhal kesildi, mavimsi ışık söndü, ampul · yavaş yavaş durdu. "Aman ne güzel ! Ne güzel ! " diye tekrarladı Zephyrin Xirdal, "Neler olmuş burada ! " Sabırsız ellerle, masanın üzerindeki gazete yığı nının şeridini açtı ve J.B.K. Lowenthal'ın, Whaston göktaşının kaprisleri hakkında insanları bilgilen dirdiği yazılan bir bir okudu. Kelimenin tam anla mıyla gülmekten kınlıyordu. Öte yandan, bazı gazeteleri okurken de kaşla rını çatıyordu. Birkaç hazırlık toplantısının ardın dan ilk oturumu tam da o gün yapılacak şu ulus lararası konferans da neyin nesiydi? Göktaşının sahibini belirlemeye ne gerek vardı? Göktaşı, onu yeryüzüne indirecek birisi olmasa sonsuza dek uzayda gezineceğine göre, bu hak göktaşını yer yüzüne indirecek kişiye ait değil miydi? Zephyrin Xirdal müdahalesinden kimsenin ha berinin olmadığını düşündü. Bu nedenle, verimsiz kalacağı aşikar çalışmalarla vakit kaybetmemesi için uluslararası konferansa haber verilmesi gere kiyordu. Yirmi yedi cam kabın kınklannı ayağıyla iterek en yakın postaneye gitti ve Bay Harvey'nin baş kanlık kürsüsünden yüksek sesle okuduğu telgrafı
200
JULES VERNE
çekti. Dikkati b u kadar a z dağılan bir adamın hay ret verici bir dikkat dağınıklığı nedeniyle telgrafa adını yazmayı unutması kimsenin hatası değil. Sonra evine döndü, bir bilim dergisinden me teorun geliş ve gidişleri hakkında bilgi edindi, ar dından ikinci kez dürbününü gömüldüğü yerden çıkararak enfes bir gözlem yaptı; bu gözlem yeni hesaplamalara temel oluşturacaktı. Gece yansından sonra, tüm meseleler tama men çözülünce makinesini tekrar çalıştırdı ve yoğun ışık saçan enerjiyi uzaya, uygun bir isti kamete göndermeye başladı; ardından, bir yarım saat sonra makine durduğunda tasasızca yatağı na girdi ve hemen uykuya daldı. Zephyrin Xirdal'in deneyi iki gün daha sürdü ve bir öğle vakti makinesini üçüncü kez durdur muştu ki kapı çaldı. Kapıyı açtığında karşısında bankacı Robert Lecceur duruyordu. "Nihayet! İşte buradasın! " diye bağırdı bankacı içeri girerken. "Gördüğünüz gibi buradayım," dedi Zephyrin Xirdal. "Başına kötü bir şey gelmemiş ! " dedi Bay Lecceur. " Şu altı katı kim bilir kaç kere inip çıktım. Ne cehennemdeydin ?" "Uzaklardaydım," diye yanıtladı Xirdal, yüzü nün hafifçe kızarmasına engel olamamıştı. "Uzaklardaymış ! " diye bağırdı Bay Lecceur öfke dolu bir sesle. "Uzaklardaymış ! Ama bu korkunç bir şey! İnsan böyle endişelendirilmez ki! " Zephyrin Xirdal vaftiz babasına şaşkınlıkla baktı. Elbette onun kendisini sevdiğinden emindi. Ama bu derece sevgi . . .
M E T E O R AVI
201
"Ama amcacığım, bunun size ne zaran var?" diye sordu. "Bana ne zaran mı var?" dedi bankacı. "Ah za vallım, bütün servetimin senin avuçlannda oldu ğunu bilmiyorsun tabii." "Anlamıyorum," dedi Zephyrin Xirdal, ma sanın üzerine oturmuş, sandalyesini misafirine bırakmıştı. . "Fantastik projelerini anlatmak için bana gel diğinde," diye devam etti Bay Lecceur "itiraf edi yorum ki beni de ikna ettin. " "Elbette ! " dedi Xirdal. "Hiç düşünmeden senin üzerine yatının yaptım ve borsada aşağı yönlü bir pozisyon aldım. " "Aşağı yönlü mü ? " "Evet, satış yaptım. " "Ne sattınız ? " "Altın madeni. Senin anlayacağın, göktaşı dü şerse madenler ucuzlayacak ve . . . " "Ucuzlayacak mı? Kafam daha da kanştı," diye araya girdi Xirdal. "Makinemin bir maden ocağı üzerinde nasıl bir etkisi olacağını anlamıyorum. " "Haklısın, şüphesiz maden ocağı üzerinde et kisi yok," diye onayladı Bay Lecceur. "Ama hisse ler açısından durum farklı." " Öyle olsun, " dedi Xirdal daha fazla üstele meden. "Yani altın madeni hisseleri s attınız. Çok önemli bir şey değil. Demek ki elinizde his se varmış . " "Bilakis , bir tane bile yok." "Yok mu ? " dedi Xirdal, sersemlemişti. "Sahibi olmadığımız bir şeyi satmak çok kurnazca. Bende öyle bir güç yok."
202
JULES VERNE
"Buna vadeli işlem spekülasyonu denir, sevgili Zephyrin," diye açıkladı bankacı. "Hisseleri tes lim zamanı geldiğinde satın alacağım, hepsi bu. " "Peki bunun faydası n e ? Tekrar almak üzere satmak ilk bakışta pek akıllıca görünmüyor. " "İşte burada yanılıyorsun, çünkü o zamana ka dar maden hisseleri ucuzlayacak. " "Peki neden ucuzlayacak?" "Göktaşı sayesinde dünyada mevcut olandan çok daha fazla altın dolaşıma girecek. Dolayısıyla altının değeri en az yan yanya düşecek, böylece maden hisseleri sıfıra ya da neredeyse sıfıra dü şecek. Şimdi anladın mı? " "Elbette, " dedi Xirdal, a m a p e k de ikna olma mıştı. "Başta," dedi bankacı, "sana güvendiğim için kendimi takdir ettim. Göktaşının yörüngesinde fark edilen sapmalar ve kesin olarak düşeceğinin ilan edilmesi, ilk etapta madenlerde yüzde yirmi beşlik bir değer kaybına yol açtı. Çok heyecanlan dım, düşüşün daha da artacağına ikna olduğum için pozisyonumu önemli ölçüde yükselttim. " "Yani? " "Yani çok daha büyük miktarda altın madeni sattım. " "Yine sahip olmadan mı ?" "Tabii ki. .. Dolayısıyla, neler olup bittiğini fark ettiğimde yaşadığım sıkıntıyı tahmin edersin: Sen ortadan kayboldun, göktaşı düşmekten vazgeçip gökyüzünün dört bir yanında serseri gibi dolanıp durmaya başladı. Sonuç: Madenlerin değeri arttı ve büyük paralar kaybettim. Bu yaşananlardan sonra ne düşünmemi bekliyorsun ?"
METEOR AVI
203
Zephyrin Xirdal vaftiz babasına merakla bakı yordu. Bu soğukkanlı adamın böyle telaşa kapıl dığını hiç görmemişti. "Nereye varmaya çalıştığınızı tam anlayama dım," dedi sonunda. "Bunlar benim için fazla ka nşık işler. Ama anladığım kadarıyla göktaşının düştüğünü görmek sizi memnun edecek. Eh, içi niz rahat olsun; düşecek. " "Söz veriyor musun ? " "Söz veriyorum. " "Kesin mi? " "Kesin . . . Peki, siz benim için bir arazi satın al dınız mı?" "Elbette," diye yanıtladı Bay Lecreur. "Konuş tuğumuz gibi. Tapu senetleri cebimde. " " O zaman her şey yoluna girecek," dedi Zephyrin Xirdal. "Hatta size deneyimin 5 Temmuz'da bitece ğini söyleyebilirim. O gün Paris'ten ayrılıp göktaşını karşılamaya gideceğim." "Düşecek mi? " "Düşecek." "Ben de seninle geleceğim ! " diye bağırdı Bay Lecreur coşkuyla. "Nasıl isterseniz ! " dedi Zephyrin Xirdal. M. Robert Lecreur'e karşı hissettiği sorumluluk duygusundan mıdır, yoksa sadece onu tümüy le ele geçiren bilimsel meraktan mıdır bilinmez, bir şeyler onu yeni aptallıklar yapmaktan alı koymuştu. Başlayan deney yöntemli bir biçimde sürdürüldü ve gizemli makine 5 Temmuz'a kadar on dört kere, yirmi dört saatten biraz daha fazla vızıldamaya devam etti. Zephyrin Xirdal ara ara meteorla ilgili astronomik gözlemler de yaptı.
204
JULES VERNE
Böylece karşısına ufak tefek engeller çıkmayaca ğından ve her şeyin öngördüğü gibi gerçekleşece ğinden emin oldu. 5 Temmuz sabahı merceğini son kez gökyüzü ne çevirdi. "Oldu," dedi gözlem aletinden uzaklaşırken, "şimdi bırakalım da dolaşsın. " Hemen eşyalarını hazırlamaya koyuldu. Yanına öncelikle makinesini, birkaç yedek ampulünü ve dürbününü aldı. Yolculuk sırasında başlarına bir şey gelmesin diye bunları, büyük bir maharetle, kapitone kılıflarla sıkı sıkı sardı. Sıra kişisel eşyalarına gelmişti. Daha baştan, ciddi bir sorun yüzünden kala kaldı. Yanına alacağı eşyaları nasıl taşıyacaktı? Bir sandığa mı koymalıydı? Zephyrin Xirdal'in hiç sandığı yoktu ki. Peki ya bir valiz ? . . Uzun uzun düşündükten sonra bir valizi ol ması gerektiğini hatırladı. Gerçekten de bir vali zi olduğunun kanıtı, hiç de zahmetsiz olmayan araştırmalar sonunda, fazladan ev eşyalarının, bir yığın pılı pırtının bulunduğu ve benim diyen antikacının bile kendini kaybedeceği karanlık bir dolabın dibinde valizini bulmuş olmasıdır. Zephyrin Xirdal'in gün ışığına çıkardığı valiz vaktiyle bez kaplıydı. Böyle olduğu tartışmasız dı, zira mukavva iskelete yapışık kumaş parça lan vardı. Vaktiyle kayışlarının olması da muh temeldi ama kesin değildi, zira kayışlı olduğuna dair bir iz yoktu. Zephyrin Xirdal valizi odanın ortasında açtı ve valizin bomboş iki gözü karşı sında uzun süre düşüncelere daldı. Ne koyacak tı içine?
M E TE O R A V I
205
"İhtiyacım olmayan hiçbir şey koymayacağım," dedi kendi kendine. "Dolayısıyla sistemli hareket etmek ve mantıklı seçimler yapmak gerek. " Bu ilke gereğince valize üç ayakkabı koyarak işe başladı. Bir talihsizlik sonucu üç ayakkabı dan birinin düğmeli bir potin, birinin bağcıklı bir kundura, üçüncüsünün de terlik olmasından daha sonra pişman olabilirdi. Ama en azından o an için bu durum sorun teşkil etmiyordu ve va liz şimdiden epeyce dolmuştu. Z aten hep böyle olurdu ! Üç ayakkabısını paketledikten sonra yorgun dü şen Zephyrin Xirdal alnındaki teri sildi. Düşünmeye başladı. Düşüncelerinin sonucunda, paketleme sana tındaki yetersizliğinin belli belirsiz farkına var mıştı. Böylece, klasik yöntemlerle iyi bir sonuç alma ümidini yitirdiğinden ilhama bel bağlamaya karar verdi. Bunun üzerine ellerini çekmecelerine ve gardı rop görevi gören kıyafet yığınına daldırdı. Valizin bir tarafına fırlatılan karman çorman bir dolu eşya kısa sürede atıldıkları yerde bir yığın oluştur du. Muhtemeldir ki valizin diğer gözü hala boştu, ama Zephyrin Xirdal bunun farkında değildi. O kadar ki zarfla mazruf aralarında anlaşma sağla yana kadar giysilerini buyurgan topuk darbeleriy le valize tıkıştırması gerekmişti. Valizin etrafı sağlam bir halatla sarılmış ve ha lata bir dizi düğüm atılmıştı; düğümler o kadar karışmıştı ki muhtemelen sonradan kendisi de çözemeyecekti. Gururlu ve kendinden memnun bir şekilde eserini seyretti.
206
J ULE S VE R '. E
Geriye bir tek gara gitmek kalıyordu. İş yürü meye geldi mi gözü pek biri olsa da makinesini, dürbününü ve valizini gara kadar elinde taşımayı düşünemiyordu. İşte bu can sıkıcıydı. Herhalde, Paris'te araba kiralanabildiğini ni hayet keşfetmiştir diye düşünebilirsiniz. Ama böyle bir akıl yürütme kıyısından bile geçmedi. Bay Robert Lecreur kapıda belirdi. "Hazır mısın, Zephyrin ? " diye sordu. "Gördüğünüz gibi sizi bekliyordum," diye yanıt ladı Xirdal samimi bir tavırla; oysaki vaftiz baba sının da onunla geleceğini tamamen unutmuştu. "Haydi o zaman," dedi Bay Lecreur. "Kaç parça eşyan var?" "Üç; makinem, dürbünüm ve valizim. " "Birini bana ver, ikisini sen al. Arabam aşağıda." "Ne iyi düşünmüşsünüz ! " dedi Zephyrin Xirdal arkasından kapıyı kapatırken.
xv
J.B.K. Lowenthal büyük ikramiyeyi kimin kazandığını açıklıyor.
J.B.K. Lowenthal'ın sert bir dille ortaya koyduğu hatalarına, uluslararası konferanstaki girişimle rinin küçük düşürücü başarısızlığı da eklenince, Bay Dean Forsyth ve Doktor Sydney Hudelson yaşam sevinçlerini kaybetmişlerdi. Unutulmuş, sıradan vatandaş mertebesine düşmüşlerdi; şöh retin verdiği sarhoşluğu tattıkları için halkın ka yıtsızlığını hazmedemiyorlardı. Son sadık destekçileriyle konuşurken yığınla rın körlüğünü şiddetle eleştiriyor ve davalarını pek çok argümanla savunuyorlardı. Bir hata yap tılar diye hemen böyle tepki göstermek adil miy di? Onları bu kadar ağır eleştiren J.B.K. Lowenthal bile aynı şekilde yanıldığını, aciz kaldığını itiraf etmek zorunda kalmamış mıydı? Buradan çıkarı lacak sonuç göktaşının istisnai ve anormal oldu ğu değilse neydi? Bu koşullar altında hata yap mak son derece doğal ve affedilebilir değil miydi? "Elbette ! " diye onaylıyordu son sadık destek çileri. Uluslararası konferansa gelince, konferansta haklarının verilmemesinden daha adaletsiz bir şey düşünülebilir miydi? Dünyanın mali düzeni ni korumak için gerekli önlemleri alıyorlarsa al sınlar, ama meteorun kaşifinin hakkı ne cüretle
208
JULES VERNE
teslim edilmezdi? B u kaşif göktaşını dünyaya du yurmamış olsaydı varlığından haberdar olunacak mıydı, yeryüzüne düşeceği zaman da bu düşüş önceden bilinebilecek miydi ? "Ve bu kaşif de benim ! " diyordu Bay Dean Forsyth var gücüyle. Doktor Hudelson da yine var gücüyle "Benim ! " diyordu. "Elbette ! " diye onaylıyordu son destekçileri de. Bu destekçilerin onaylamalan ne kadar teselli verici olursa olsun kalabalıklann coşkulu alkışla nnın yerini tutmuyordu. Yine de geleni geçeni bir bir ikna etmek maddeten imkansız olduğundan, epey seyrekleşen hayran kitlesinin bu mütevazı övgüleriyle yetinmeye mecburlardı. Yaşadıkları hayal kırıklığı hiddetlerini azaltmak bir yana körüklüyordu. Göktaşı üzerinde herhangi bir haklan olmadığı söylendikçe daha da saldır ganca hak iddia ediyorlardı; hak iddialan ciddiye alınmadıkça ikisi de ısrarla göktaşının yegane sa hibi olduklarını iddia etmeye devam ediyorlardı. Böyle bir ruh hali içindeyken barışmaları imkansızdı. Z aten bunu düşünmüyorlardı da. Her yeni gü n zavallı nişanlıları birbirlerinden biraz daha uzaklaştırıyordu s anki. Forsyth de, Hudelson da kendilerini mağduru olarak gördükleri bu soyguna karşı son nefesleri ne kadar s avaşma ve her türlü yasal yola başvur ma niyetinde olduklarını yüksek sesle dile geti riyordu. Ne şahane gösteri olurdu ya! Bir yanda Bay Forsyth, diğer yanda Doktor Hudelson ve kar şılarında dünyanın geri kalanı. İşte size büyük bir dava ! . . Tabii, yetkili bir mahkeme bulabilirlerse.
M E T E O R AVI
209
Şimdilerde nefret dolu düşmanlara dönüşen bu iki eski dost evden çıkmaz olmuştu. Biri kule sinde, öteki kalesinde yabani ve münzevi bir ha yat sürüyordu. Bulundukları yerlerden, akıllarını başlarından alan meteoru gözlemleyebiliyor ve hfüa gökkubbenin derinliklerinde günde birkaç kere ışıltılı eğriler çizip çizmediğini kontrol ede biliyorlardı. Açık düşmanlıklarıyla yakınlarının katlanılmaz acısına acı katıyor, yine de onlardan kaçabildikleri yükseklerdeki bu mekanlarından nadiren çıkıyorlardı. Kendisini oraya bağlayan sayısız çocukluk anısı yüzünden Francis Gordon Elisabeth Sokağındaki evden ayrılmamıştı ama artık dayısıyla tek keli me konuşmuyordu. Yemekler tek söz etmeden yeniyordu. Mitz bile artık dişlerini sıkmıyor, sivri dilini kullanmıyordu; ev, manastır gibi sessiz ve kederliydi. Doktor Hudelson'ın evinde de aile içi ilişkiler bundan daha iyi halde değildi. Loo babasının yal varan bakışlarına rağmen acımasızca surat asıyor du; Jenny annesinin nasihatlerine rağmen durma dan ağlıyordu. Anne ise gülünç mü korkunç mu bir türlü karar veremediği bu durum karşısında zamandan medet umarak iç çekmekle yetiniyordu. Bayan Hudelson'ın hakkı vardı, çünkü zaman her şeyin ilacıdır derler. Gelgelelim bu kez zaman iki zavallı ailenin yarasını iyileştirmekte acele et miyordu. Bay Dean Forsyth ile Doktor Hudelson çatılarının altındaki kınayan bakışlara duyarsız lardı ama öyle olmasalardı da bu kınama baş ka bir durumda yaşayacakları kadar büyük bir acı vermezdi onlara. Sabit fikirli olduklarından,
210
J ULES VE R N E
göktaşıyla ilgili olmayan her duyguya karşı bir ka yıtsızlık zırhıyla kuşanmışlardı. Ah, şu göktaşı! . . Kalplerinin bütün sevgisi, akıllanndan geçen her düşünce, tüm varoluş özlemleri meteora dairdi! ].B.K. Lowenthal'ın günlük yazılannı ve ulus lararası konferans oturumlarının tutanaklannı öyle bir tutkuyla okuyorlardı ki! Bunlar ikisinin ortak düşmanlanydı ve sonunda düşmanlanna karşı duyduklan öfkede birleştiler. Hazırlık toplantılarında boğuşulan sorunlan öğrendiklerinde memnun oldular; nihayet topla nan uluslararası konferansın ne kadar yavaş ve ne kadar dolambaçlı yollardan, sorunlu ve muğ lak bir anlaşmaya doğru ilerlediğini öğrendikle rinde ise çok daha memnun oldular. Amiyane tabirle ifade edecek olursak, aslında Washington' da bir piyango çekilişi yapılıyordu. Uluslararası konferans daha ikinci oturumun da bu önemli işi sorunsuz bir şekilde tamamlaya mayacağı izlenimini uyandırmıştı. Altkurullarca yürütülen derinlemesine incelemelere rağmen, bir anlaşmaya varılabilmesi daha baştan oldukça zor görünüyordu. Ortaya atılan ilk sağlam öneri, göktaşının mülki yetini düşeceği ülkeye bırakmaktı. Bu da işi piyan go çekilişine çevirmek demekti; ama ortada tek bir ikramiye vardı ve epey de büyük bir ikramiyeydi. Uçsuz bucaksız topraklara sahip devletlerden Rusya'nın ortaya attığı, İngiltere ile Çin'in de des teklediği bu öneri, parlamentolarda "hararetli tartışma" dedikleri şeye yol açtı. Diğer devletler kararsızdı. Oturuma ara vermek zorunda kaldılar. Gizli görüşmeler, kulis çalışmaları yapılıyordu . . .
M E TE O R A V I
211
Sonunda, hiç değilse can sıkıcı bir oylamadan kurtulabilmek için, İsviçre'nin sunduğu erteleme önerisi oyçokluğuyla kabul edildi. Bu çözüm, ancak adil bir paylaşım üzerinde anlaşmaya varılamazsa tartışılabilirdi. Peki, böyle bir durumda neyin .adil olduğuna nasıl karar verilecekti? Çok hassas bir konuydu bu. Tartışmalardan bir türlü net bir görüş çıkma yınca uluslararası konferans art arda ve çoğu da epey hararetli geçen toplantılar yaptı; öyle ki bir keresinde Bay Harvey şapkasını alıp başkanlık kürsüsünü bile terk etti. Bu tavır o gün meclisteki tansiyonu düşürmede etkili oldu, ama her zaman olacak mıydı? Heye canlı ruh hallerine, karşılıklı ifadelerin sertliğine bakılırsa bundan emin olmamak gerekirdi. Ger _ çekten de gerginlik öyle bir hal almıştı ki silaha başvurmanın gerekeceği günün er geç geleceği ön görülebilirdi; böyle bir durum, konferansta temsil edilen egemen devletlerin itibarına zarar verirdi. Yine de gidişat böyle bir skandalı işaret ediyor du. Tansiyonun düşmesi için sebep yoktu. Aksine, ].B.K. Lowenthal'ın günlük yazılarında göktaşının düşüşü her geçen gün biraz daha olası görüldü ğünden tansiyon da günbegün artıyordu. Kah meteorun baş döndüren sarabandını kah gözlemcisinin çaresizliğini anlatan duygu yük lü bir düzine basın bülteninden sonra gözlemci kendini toparlamıştı. Meteorun, 11 Haziran'ı 12 Haziran'a bağlayan gece, kaprisli gezintilerinden ansızın vazgeçtiğini ve tekrar, ne olduğu tam bi linmese de akla uygun, düzenli ve sürekli bir kuv vetin etkisi altına girdiğini fark edince huzura ka-
212
JULES VERNE
vuşmuştu. O andan sonra J.B.K. Lowenthal, gök cisminin neden on gün boyunca delirmiş gibi dav randığını araştırma işini sonraya bırakarak, ma tematikçilere özgü dinginliğe tekrar kavuşmuştu. Sayesinde bütün dünya çok geçmeden bu nor male dönüşten haberdar oldu ve bundan sonraki günlük yazılar, yörüngesi tekrar kuzeydoğu-gü neybatı eksenine kayan ve Dünya'yla arasındaki mesafe sürekli ama ].B.K. Lowenthal'ın mantığını anlayamadığı bir biçimde azalan meteordaki ha fif sapmaları kaydediyordu. Yani düşme ihtimali her geçen gün artıyordu. Kesinleşmese de her ge çen gün biraz daha düşmeye yaklaşıyordu. Uluslararası konferansın çalışmalarını bir an önce tamamlaması için ne geçerli bir sebep ! Boston Rasathanesi'nin bilgili müdürü, 5 Tem muz'dan 14 Temmuz'a kadarki son yazılarında daha cesur çıkarımlarda bulunuyordu. Her geçen gün daha az üstü kapalı sözlerle hem göktaşının yörüngesinde yeni ve çok önemli bir değişikliğin yaşandığını, hem de bunun sonuçlan hakkında halkı büyük olasılıkla çok kısa bir süre içinde bil gilendirilebileceğini söylüyordu. Uluslararası konferans tam da 14 Temmuz günü büyük bir çıkmaza girdi. Tartışılan tüm çö zümler art arda reddedildiğinden ellerinde tartı şacak bir şey kalmamıştı. Delegeler kaygılı göz lerle birbirlerine bakıyordu. Zaten tüm yönleriyle tartıştıkları ama hiçbir sonuca varamadıkları bu sorunu hangi ucundan tutacaklardı? Meteordan gelecek milyarların ülkeler ara sında yüzölçümleriyle orantılı olarak paylaşıl ması daha ilk oturumlarda reddedilmişti. Yine
M E T E O R AVI
213
de yüzölçümü büyük olan ülkeler hem ihtiyaç ları daha fazla olduğu hem de bu paylaşıma razı olmakla büyük bir fırsatı teptikleri için -ki bu fedakarlık da bir telafi gerektiriyordu- bu çözüm amaçlanan hakkaniyete uygundu. Fakat bu bile yöntemin yoğun nüfuslu ülkelerin sert muhalefe ti sayesinde reddedilmesine engel olmadı. Söz konusu ülkeler paylaşımın kilometreka reye değil nüfusa göre yapılmasını teklif ettiler. İnsanların eşit haklara sahip olması ilkesine uy gun olduğundan yine bir anlamda hakkaniyetli olan bu sisteme; Rusya, Brezilya, Arj antin Cum huriyeti ve seyrek nüfuslu birçok ülke karşı çıktı. Monroe Doktrini'nin ateşli bir taraftarı olan Baş kan Harvey'nin Amerika kıtalarından iki cumhu riyetin dile getirdiği görüşe katılmaktan başka çaresi yoktu ve sonucu belirleyen onun oyu oldu. Yirmi çekimser ve on dokuz karşı oy varken den geyi ret yönünde değiştirdi. Mali sıkıntılar yaşayan devletler -durumlarını en kibar böyle ifade edebiliriz- gökten düşecek al tının, gezegenin tüm sakinlerine aşağı yukarı eşit miktarda düşecek şekilde pay edilmesinin hakka niyetli olacağını öne sürdüler. Bu sosyalistçe siste me, tembelliğe prim verileceği ve pratikte gerçek leştirilmesi mümkün olmayan karmaşık bir payla şım yöntemi gerektireceği söylenerek derhal itiraz edildi. Ama bu itiraz, bazı konuşmacıların birtakım ayarlamalar yapıldıktan sonra şu üç faktöre göre hesap yapılması gerektiğini ileri sürüp meseleyi daha da karmaşık bir hale getirmesini engelleme di: yüzölçümü, nüfus, zenginlik. Her faktöre ha� kaniyete uygun katsayılar atanacaktı.
214
JULES VERNE
Hakkaniyet! Herkesin ağzında aynı laf. . . Ama bunun lafta kalıp kalmadığı şüpheliydi; çünkü muhtemelen lafta kaldığından yavaş yavaş her kes kendisi için bir fayda ummaya başlıyor ve tüm öneriler bir öncekiler gibi reddediliyordu. Son oylama 14 Temmuz'da yapıldı ve delege ler oylamada kaygılı gözlerle birbirlerine bakıyor lardı. Bir hiçlikle karşı karşıyaydılar. Rusya ve Çin, yapılan erteleme teklifiyle daha başta gündemden düşen öneriyi, bu kez sivri kö şelerini yumuşatarak yeniden gündeme getirme fırsatını kolluyordu. İki devlet, diğer ülkelere kişi başına bin frank tazminat ödenmesi şartıyla, gök teki milyarların mülkiyetinin kurayla belirlenecek ülkelere bırakılmasını önerdi. Öyle büyük bir bıkkınlık vardı ki eğer Andora Cumhuriyeti engeliyle karşılaşmasalardı bu uz laşmacı çözüm belki de hemen o akşam oyla nacaktı. Ama Andora temsilcisi B ay Ramontcho bitmek bilmeyen bir konuşmaya başladı; başkan tüm koltukların boşaldığını fark edip oturuma son vermeye ve tartışmalara ertesi gün devam etmeye karar vermiş olmasaydı daha da devam ederdi. Sadece nüfusa dayalı bir paylaşımdan yana olan Andora Cumhuriyeti, Rusya'nın önerisinin hemen oylanmasını engelleyerek ustaca bir poli tika izlediğini sanıyorsa bir hayli yanılıyordu, zira bu öneri ona her halükarda oldukça önemli avan tajlar sağlayacakken şimdi tek bir kuruş bile ala mama ihtimali vardı ki bu durum çenesini kapa mayı beceremeyen Bay Ramontcho'nun hesaba katmadığı can sıkıcı bir sonuçtu.
Bay Ramontcho bitmek bilmeyen bir konuşmaya başladı . . .
216
JULES VERNE
Ertesi gün, yani 1� Temmuz sabahı, uluslara rası konferansın çalışmalarını boşa düşürecek ve başarısını muhakkak ki tehlikeye atacak türden bir olay gerçekleşti. Göktaşının nereye düşeceği bilinmediği müddetçe olası paylaşım yöntemle rini tartışmak mümkündü, oysa bu bilinmezlik ortadan kalktığında tartışmaya devam edilebilir miydi? Çekiliş yapıldıktan sonra ikramiyeyi kaza nan kişiden ikramiyesini paylaşmasını istemek · nahoş olmaz mıydı? Ne olursa olsun böyle bir paylaşımın o saat ten sonra uzlaşma yoluyla yapılamayacağı kesin di. Çekilişi kazanan ülke buna asla razı olmazdı. J.B.K. Lowenthal'ın o günkü yazısına göre avare milyarları kazanacak şanslı ülke olan Grönland'ın delegesi Bay de Schnack de bir daha toplantılarda yer almayacak ve uluslararası konferansın çalış malarına katılmayacaktı. Baston Rasathanesi'nin bilgili müdürü şöyle yazıyordu: Aşağı yukarı on gün boyunca birçok defa mete orun yörüngesindeki önemli değişiklikten bahsettik. Bugün de bu konudan fakat daha kesin bilgilerle bahsedeceğiz. Zaman geçtikçe bu değişikliğin kati olduğuna ikna olduk ve hesaplamalar birtakım so nuçlara ulaşmamızı sağladı. Değişiklik kısaca şudur: 5 Temmuz'dan beri göktaşına etki eden kuvvet ortadan kalkmıştır. O g ünden sonra göktaşının yörüngesinde en ufak bir sapma dahi tespit edilememiş ve göktaşı Dünya 'ya ancak hareket koşullarının emrettiği şaşmaz oran da yaklaşmıştır. Bugün Dühya'dan elli kilometre kadar uzaktadır.
M E T E O R AVI
217
Göktaşı üzerinde etkide bulunan kuuuet birkaç gün önce ortadan kalkmış olsaydı, göktaşı merkez kaç kuuueti gereğince gezegenimizden uzaklaşacak ue baştakine yakın bir mesafeye gerilemiş olacaktı. Fakat şimdi durum bu değil. Meteorun, atmosferin yoğun katmanlarında meydana gelen sürtünme kuu ueti nedeniyle azalan hızı meucut yörüngesinde kal masına yetmektedir. Dolayısıyla meteorun yauaşla masına yol açan neden, yani haua direnci olmasaydı, meteor sonsuza kadar uzayda kalacaktı. Lakin haua direnci uar olmaya deuam ettiği için göktaşının düşe ceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Dahası uar. Haua direnci eksiksiz olarak incelen miş ue iyi bilinen bir fenomen olduğundan, bugünden itibaren meteorun düşüş eğrisini takip etmek müm kün. Beklenmedik durumlar bir tarafa bırakılırsa önceki olaylar bu ihtimali yok saymamıza engel ol maktadır- şu an itibarıyla aşağıdaki olayların kesin olarak gerçekleşeceğini söyleyebilecek durumdayız: 1 . Göktaşı d üşecektir. 2. Düşüş 1 9 Ağustos günü sabah saat iki ile on bir arasında gerçekleşecektir. 3. Merkezi Grönland'ın başkenti Upernauik' olmak üzere on kilometrelik bir yarıçap içine düşecektir.
Bankacı Robert Lecceur, J.B.K. Lowenthal'ın bu yazısından haberdar olsaydı herhalde mutlu olurdu. Nitekim haber yayılır yayılmaz tüm piya salarda bir çöküş yaşandı, Eski ve Yeni Kıta' da al tın madeni hisseleri yüzde seksen oranında değer kaybetti.
Gerçekte, başkent Godthab (bugünkü adıyla Nuuk) -ed.n.
XVI
Meraklılar Grönland'a gidip bu sıra dışı meteorun düşüşüne tanık olma fırsatını kaçırmıyor.
27 Temmuz sabahı büyük bir kalabalık, Güney Carolina'nın büyük limanı Charleston'dan ay rılan Mozik adlı geminin yola çıkışını izliyordu. Grönland'a gitmek isteyen meraklılar öyle bir üşüşmüştü ki daha günler öncesinden bin beş yüz tonilatoluk gemide, üstelik bu istikamete gi den tek gemi olmamasına rağmen tek bir boş ka mara bile kalmamıştı. Farklı ülkelerden daha pek çok yolcu gemisi Davis Boğazı'na ve Atlantik'e, Kuzey Kutup Dairesi'nin sınırlarının ötesinde ka lan Baffın Denizi'ne gitmeye hazırlanıyordu. J.B.K. Lowenthal'ın yankı uyandıran yazısının insanlarda yarattığı coşkuya bakılacak olursa, bu akında şaşılacak bir yan yoktu. Bu bilgili astronom yanılıyor olamazdı. Bay Forsyth'le Bay Hudelson' a öyle çıkıştıktan sonra aynı eleştirilere maruz kalmayı göze alamazdı. Böyle istisnai durumlarda düşüncesizce konuş mak affedilemezdi ve kendisinin de gayet iyi bil diği üzere halkta öfkeye neden olurdu. Dolayısıyla, J.B.K. Lowenthal'ın vardığı sonuç lara kesin gözüyle bakmalıydı. Göktaşının düşe ceği yer ulaşılmaz kutuplar ya da hiçbir gücün erişemeyeceği derin okyanus çukurları değildi.
M E T E O R AVI
219
Göktaşının ezip geçeceği yer, Grönland toprak lanndaydı. Talih kuşunun evrendeki tüm diğer ülkele re yeğleyerek başına konacağı bu yer, vaktiyle Danimarka'ya bağlı olan ve Danimarka Krallığı'nın meteorun ortaya çıkışından birkaç yıl önce ba ğımsızlık bahşettiği o engin topraklardı. Gerçekten de bu topraklar öylesine genişti ki kıta mı, yoksa bir ada mı olduğuna karar verilemi yordu. Altın küre kıyıdan uzakta bir noktaya, yüz lerce kilometre içerilerdeki bir alana düşebilirdi ve bu durumda meteora ulaşmak son derece güç olurdu. Ama milyarlara ulaşmak için bu güçlükle rin aşılacağını, kutup soğuklanna ve kar fırtınala nna meydan okunacağını v� gerekirse kutba kadar yelken açılacağını söylemeye elbette gerek yok. Neyse ki bu güçlüklere katlanmak zorunda de ğillerdi ve düşüş yeri nokta atışı saptanabilmişti. Yer olarak Grönland gayet iyiydi ve Parry'lerin,· Nansen'lerin" ya da kuzey enlemlerini gezen di ğer denizcilerin soğuk zaferlerine kimsenin gıpta ettiği yoktu. Şayet okur Mozik gemisinin aralannda birkaç kadının da bulunduğu yüzlerce yolcusundan biri olsaydı, tanıdık beş kişiyle karşılaşabilirdi ve en azından dördünün gemide bulunmasına hiç mi hiç şaşırmazdı. Bunlardan biri Bay Dean Forsyth'ti; yanında Omikron, Elisabeth Sokağındaki kulesinden çok uzaklara doğru yol alıyordu; diğeri ise Moriss Soka ğındaki kalesini terk eden Bay Sydney Hudelson'dı. "
William Edward Parry; İ ngiliz-Galli kaşif ve hidrograf -çn. Fridtjof Nansen; Norveçli kaşif, bilim insanı ve diplomat -çn.
Jenny'yi ve Francis Gordon'ı deniz tutmuyordu.
M E TEOR AVI
221
İşini bilen seyahat şirketleri Grönland turları organize eder etmez iki rakip hemen gidiş dönüş biletlerini almıştı. Gerekseydi ikisi de Upemavik'e kadar gemi kir9lardı. Elbette altın kütleye dokun mak, sahip çıkmak ya da onu Whaston'a götür mek gibi bir niyetleri yoktu. Yine de düşüş anında orada olmak istiyorlardı. Kim bilir, belki nihayet göktaşına kavuşan Grönland devleti gökten düşen milyarlardan on lara da biraz verirdi. Bay Forsyth ile doktorun Mozik'te yan yana ka maralarda kalmamaya büyük özen gösterdikle rini söylemeye gerek yok. Yolculuk sırasında da, tıpkı Whaston'da olduğu gibi, bir kere bile muha tap olmamışlardı. Ne Bayan Hudelson kocasının gidişine karşı çıkmıştı, ne de ihtiyar Mitz efendisini bu yolcu luktan caydırmaya çalışmıştı. Gelgelelim doktor büyük kızının ısrarlarına karşı koyamamış, inat çılığı yüzünden kızının çektiği acılar direncini kı rıp onu daha anlayışlı olmaya zorladığından so nunda onu da yanında götürmeye razı olmuştu. Yani Jenny babasına eşlik ediyordu. Genç kızın bu şekilde ısrar etmesinde bir maksat vardı. İki ailenin arasını açan büyük olaylardan son ra Francis Gordon'dan ayrı düşmüştü ve Francis'in de dayısına eşlik edeceğini düşünüyordu. Haliyle, nişanlılar birbirlerine bu kadar yakın olmaktan mutluluk duyacaklardı; üstelik yolculuk boyunca konuşup buluşmak için bol bol fırsatları olacaktı. Durum, kızın doğru akıl yürüttüğünü göste riyordu. Francis Gordon gerçekten de dayısına eşlik etmeye karar vermişti. Yokluğunda Moriss
222
JUL E S V E R N E
Sokağındaki eve giderek doktorun açık emirlerini çiğnemek istemiyordu. Bu nedenle, ihtiyaç halin de iki düşmanı ayırabilmek ve bu acınası durumu düzeltebilecek her fırsattan istifade edebilmek için Omikron'un yaptığı gibi yolculuğa katılmak daha iyi olacaktı. Belki de göktaşı düştükten son ra, ister Grönland devletine ait olsun ister Kuzey Buz Denizi'nin derinliklerinde kaybolsun, durum kendiliğinden düzelecekti. Nihayet J.B.K. Lowenthal da bir insandı, dola yısıyla hata yapabilirdi. Hem Grönland iki deniz arasında değil miydi? Yani bunca açgözlülüğe yol açan meteorun beşeri hırslardan kurtulabilmesi için, bilmem hangi atmosfer koşulunun tetikle yeceği bir sapma yeterliydi. Böyle bir akıbetten memnun olmayacak tek kişi, uluslararası konferansın Grönland delegesi olan ve Mozik'in yolcuları arasında bulunan Bay Ewald de Schnack'ti. Ülkesi bir anda dünyanın en zengin devleti olacaktı. Devlette o trilyonları sak layacak büyüklükte ya da sayıda kasa bile yoktu. Ne mutlu o millete ki bir daha asla vergi verme yecek, sefalet nedir bilmeyecekti ! İskandinavların bilgeliği düşünüldüğünde, büyük altın kütlenin büyük bir ihtiyatla piyasaya sürüleceğine şüphe yoktu. Bir başka deyişle, mitolojik hikayelere ina nacak olursak Jüpiter'in Danae 'nin· üzerine yağ dırdığı yağmuru andıran bu olay sayesinde para piyasaları çok büyük bir sıkıntı çekmeyecekti. Yunan mitolojisinde Zeus, D anae adlı ölümlü kadın la birlikte olabilmek için altından yağmur olup kadının odasına sızar. Perseid meteor yağmurlan adı bu birlikte likten doğan Perseus'tan gelir -çn .
ME TEOR A V I
223
Bay de Schnack geminin kahramanıydı. Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson, Grönland tem silcisinin kişiliği karşısında silinip gitmişti ve iki rakip, bu ölümsüz keşifleri için kendilerine hiçbir paye vermeyen -ki bu olsa olsa manevi bir paye olurdu- devlet temsilcisine duydukları nefretin etrafında birleşiyordu. Charleston ile Grönland'ın başkenti arasındaki mesafenin üç bin üç yüz mil, yani altı bin kilomet reden fazla olduğu tahmin ediliyordu. Mozik 'in kömür ikmali için duracağı Boston'ı hesaba kat tığımızda yolculuğun on beş gün kadar sürmesi gerekiyordu. Aynı istikamete giden diğer gemiler gibi Mozik de birkaç aylık erzakını yanında taşı yordu, zira kente akın eden meraklılar yüzünden Upemavik'te yiyecek bulmaları imkansızdı. Mozik önce Birleşik Devletler'in doğu kıyılan boyunca görüş mesafesinde seyrederek kuzeye yelken açtı. Ancak yola çıkışının ertesi günü Kuzey Carolina'nın en uç noktası olan Hatteras Bumu'nu geride bırakarak rotayı açık denizlere çevirdi. Temmuzda Atlantik'in bu kesiminde hava ge nelde güzel olurdu; rüzgar batıdan estiğinde kı yılar rüzgarı kestiğinden gemi sakin denizde sü zülüyordu. Ama bazen rüzgar ne yazık ki açıktan esiyor, bu nedenle de yalpa yapmanın ve baş kıç vurmanın bilindik etkileri ortaya çıkıyordu. Bay de Schnack'te bir trilyonerin güçlü bünyesi vardı, oysa Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson için durum böyle değildi. Yolculuğun daha başında tann Neptün'ün ga zabına uğramışlardı; yine de bu maceraya atıldık larına bir an bile pişman olmadılar.
224
JULES VERNE
Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'ı zayıf düşüren rahatsızlığın nişanlıların işine geldiğini söylemeye gerek yok. Jenny'yi ve Francis Gordon'ı deniz tutmuyordu. Birinin babası, diğerinin de da yısı kalleş Amphitrite'nin* mideyi altüst eden dar beleriyle içler acısı bir halde ağlayıp sızlarken, on lar kaybettikleri zamanı telafi ediyorlardı. Sadece, hastalarıyla ilgilenmeleri gerektiğinde birbirlerin den ayrılıyorlardı. Gelgelelim işbölümü yaparken biraz muziplik de yapmışlardı. Jenny Bay Dean Forsyth'i teselli ederken, Francis Gordon da Doktor Hudelson'ın sarsılan özgüvenini yerine getirmeye çalışıyordu. Deniz biraz durgunlaşınca Jenny'yle birlikte iki talihsiz astronomu kamaralarından çıkarıyorlar, üst güverteye götürüp açık havaya çıkarıyorlar ve mesafeyi de gitgide azaltmaya dikkat ederek birbirlerinden çok uzak olmayan koltuklara otur tuyorlardı. ]enny, bacaklarını örtmesi için Bay Forsyth'e örtü götürdüğünde, "Nasılsınız ? " diye sordu. "Pek kötüyüm! " diye iç çekti hasta adam, ki minle konuştuğunun farkında bile değildi. Francis de doktorun sırtını sıra sıra dizilmiş yas tıklara dayamasına yardımcı olurken, kibar bir ses le, "Böyle iyi mi, Bay Hudelson?" diye sordu; sanki Moriss Sokağındaki evden hiç kovulmamış gibi. İki rakip, yanlarındakilerin ancak hayal me yal farkında olarak orada birkaç saat oturuyordu. Birazcık canlanmaları için tek gereken; ayaklarını Amphitrite: Yunan mitolojisinde denizlertannsı Poseidon'un eşi, deniz dibi tannçası -çn.
ME TE O R A V I
225
yere sağlam basan, çalkalanan denize gülüp ge çen bir gabyacı gibi kendinden emin görünen, altın hayalleri kuran ve baktığı yerde altın gören biri gibi bumu havada yürüyen Bay de Schnack'in yanlanndan geçmesiydi. İşte o zaman kendilerin de nefret dolu sözler geveleyecek gücü bulan Bay Forsyth ile Bay Hudelson'ın gözlerinde zayıf bir ışık parlamaya başlıyordu. "Seni göktaşı gaspçısı seni ! " diye mınldanıyor du Bay Forsyth. Bay Hudelson da "Seni meteor hırsızı seni ! " diye söyleniyordu. Bay de Schnack aldınş etmiyordu; gemide ol duklanndan haberi bile yoktu. Bütün dünyanın borcunu yüz kez kapatacak kadar çok parası olan bir ülkeden gelmenin verdiği özgüvenle, küçüm seyici tavırlarla etrafta dolanıyordu. Sonuç olarak yolculuk hayli elverişli koşullar da devam ediyordu. O esnada, doğu yakasındaki limanlardan yola çıkan gemilerin kuzeye, Davis Boğazı'na doğru yelken açmış ve aynı istikamette giden başka gemilerin de Atlantik'i geçiyor olma lan muhtemeldi. Mozik durmaksızın New York açıklanndan iler ledi ve kuzeydoğuya yönelerek Boston'a doğru de vam etti. 30 Temmuz sabahı, Massachusetts eyale tinin başkentinde mola verdi. Ambarlannı doldur mak için bir güne ihtiyacı vardı, zira Grönland'da yakıt ikmali yapamayacaktı. Yolculuk elverişsiz şartlarda geçmese de çoğu yolcuyu deniz tutuyordu. Beş altı kişi, bu kadar yeter deyip yolculuktan vazgeçmiş, Boston'da gemiden inmişti. Elbette bunlar arasında ne B ay
226
J U L E S VE R N E
Dean Forsyth vardı ne de Doktor Hudelson. Yal p alar ve baş kıç vurmalar yüzünden son nefes lerini verecek olsalar bile, en azından bu son ne fesi arzulannın nesnesi olan meteorun yolunda vereceklerdi. Daha dayanıksız olan bazı yolcular gemiden indiklerinden, Mozik'in pek çok kamarası boş kal mıştı. Boston'a uğradıklannda fırsattan istifade gemide yerlerini alan meraklılar da yok değildi. Bu meraklılar arasında, boş kamaralardan birini almak için erkenden gelen hoş görünüm lü bir beyefendi göze çarpıyordu. Bu beyefendi, Whastonlı Yargıç Proth'un huzurunda Bayan Arcadia Walker'la anlattığımız şekilde evlenen ve de boşanan Bay Seth Stanfort'tan başkası değildi. Bay Seth Stanfort, üzerinden şimdiden yakla şık iki ay geçen boşanmanın ardından Boston'a dönmüştü. Seyahat etmeyi halö. çok sevdiği ve ].B.K. Lowenthal'ın yazısı üzerine Japonya'ya git mekten vazgeçtiği için Kanada'nın önemli şehir lerini ziyaret etmişti: Quebec, Toronto, Montreal ve Ottawa. Eski kansını mı unutmaya çalışıyordu? Bu pek olası değildi. Eşler başta birbirlerini beğen miş, ama sonradan beğenmez olmuştu. Nikahlan kadar tuhaf bir boşanmayla da ayrılmışlardı. Her şey bitmişti. Elbette bir daha asla görüşmeyecek lerdi ve birbirlerini görecek olsalar bile belki de tanımayacaklardı. Bay Seth Stanfort, J.B.K. Lowenthal'ın sansasyo nel yazısından haberdar olduğunda, Dominyon'un' •
İ kinci Dünya Savaşı öncesinde, (Kanada, Avustralya vb.) İ ngiliz Milletler Topluluğuna üye özerk devletlere verilen ad. -ed.n.
I . / Bay de Schnack'in yanlarından geçmesi yeterliydi.
228
J U L E S VE R N E
şimdiki başkenti Toronto 'ya henüz ulaşmıştı. Meteor binlerce kilometre uzağa, Asya'nın veya Afrika'nın en ücra köşelerine düşecek olsa bile oraya ulaşmak için elinden geleni yapardı. Onun ilgisini çeken, meteorun kendisi değildi; nispeten sınırlı sayıda izleyicinin olacağı bir olaya tanık ola bilmek, milyonlarca insanın göremeyeceği bir şeyi görebilmekti. Bu katlan, maceraperest bir beye fendiyi, en uçuk yolculuklan bile mümkün kılan bir servete sahip büyük bir seyahat aşığını baştan çıkarmaya yeterdi. Neyse ki dünyanın öbür ucuna gitmesi gerekmi yordu. Bu astronomi şöleninin sahnesi Kanada'nın burnunun dibindeydi. Böylece Bay Seth Stanfort önce Quebec'e giden ilk trene atladı, sonra da Dominyon'un ve New England'ın düzlüklerinden geçerek Boston'a va racak olan trene bindi. Beyefendinin gemiye binişinden kırk sekiz saat sonra ise Mozik, karayı gözden yitirmeden ve semaforlann* menzilinde kalmaya devam ederek önce Portsmouth, ardından da Portland açıkla nndan geçti. Belki semaforlar gökyüzü açık oldu ğunda çıplak gözle görülebilecek göktaşına dair haber verebilirlerdi. Semaforlardan ses yoktu; gemi büyük Nova Scotia limanı civanna geldiğinde Halifax semafo ru da pek gevezelik etmedi. Nova Scotia ile New Brunswick arasındaki Fundy Körfezi'nin ne doğu ne de kuzey yönünde Bayrakların kullanıldığı eski bir uzun mesafe haberleşme yöntemi -çn.
METEOR AVI
229
bir çıkışı olmadığına kim bilir kaç yolcu pişman olmuştur! Eğer bir çıkış olsaydı, yolcuları Cape Breton Adası'na varana kadar sarsan şiddetli dal galara tahammül etmek zorunda kalmazlardı. Hasta saymakla bitmiyordu ve Jenny ile Francis'in gösterdikleri ilgiye rağmen hastalar arasında Bay Forsyth ile Bay Hudelson da göze çarpıyordu. Mozik'in kaptanı hasta düşen yolcularına acı mıştı. Newfoundland kıyı şeridini takip ederek, Belle isle Boğazı üzerinden açık denize çıkmak için St. Lawrence Körfezi'ne girdi. Ardından Davis Boğazı'nı boylu boyunca geçerek Grönland'ın batı kıyılarını takip edecekti. O andan itibaren yolcu luk biraz daha sakin geçti. 7 Ağustos sabahı Confort Bumu göründü. Grön land topraklan, biraz daha doğuda, Kuzey Atlan tik Okyanusu'nun dövdüğü Farewel Bumu'nda sona eriyordu. Hem de nasıl bir öfkeyle dövüyor du! Newfoundland ve İzlanda sahillerinin cesur balıkçıları çok iyi bilirdi! Neyse ki Grönland'ın doğu kıyıları boyunca ilerlemek gerekmiyordu. Bu kıyılara yanaşmak neredeyse imkansızdı. Gemilerin yanaşabilece ği uygun noktalar yoktu ve açık denizden gelen dalgalar dosdoğru kıyıya vuruyordu. Ama bunun aksine, Davis Boğazı'nda sığınacak yerler vardı. Ya fıyortların diplerine ya da adaların arkaları na kolayca sığınmak mümkündü ve rüzgar doğ rudan güneyden esmedikçe elverişli koşullarda yolculuk yapılabilirdi. Gerçekten de yolculuk, yolcuların şikayet et mesine neden olacak olaylar yaşanmadan de vam etti.
230
JULES VERNE
Farewel Bumu ile Disko Adası arasındaki Grön land kıyı şeridi, genellikle, açık deniz rüzgarlarını kesen yüksek rakımlı yaşlı falezlerle çevrilidir. Kutup akıntılarının Kuzey Okyanusu'ndan sü rükleyip getirdiği buzlar kış aylarında bile bu kıyı şeridini tümüyle kapatmaz. İşte Mozik bu koşullar altında Gilbert Koyu'nun sularını hızlı pervane leriyle dövüyordu. Godthab'da birkaç saat mola verilmiş, gemi aşçısı buradan çok miktarda taze balık tedarik etmişti. Sonuçta Grönlandlı kabile lerin temel besinleri de denizden çıkmıyor mu? Ardından, sırasıyla Holsteinborg ve Christiansha ab limanlarının açıklarından geçildi. Bu ikinci köy Disko Koyu'nun içlerinde kalıyordu ve iki köy de kayadan duvarların ardında öyle iyi gizlenmişler di ki insan orada bir köy olabileceğine inanmaz dı. Buralar, Davis Boğazı'ndan geçerek zaman za man Baffin Denizi'nin sınırına kadar gidip balina, denizgergedanı, denizaygın ve fok avlayan pek çok balıkçı için faydalı mola yerleriydi. Geminin 9 Ağustos günü sabahın ilk saatlerin de ulaştığı Disko Adası, Grönland kıyılarındaki sıra sıra adaların en önemlisiydi. Bazaltik falez lerle çevrili adanın güneyinde, Godhavn denilen bir yerleşim yeri vardı. Buradaki evler taştan de ğil ahşaptandı; evlerin, rüzgar girişini engellemek üzere kalın katran tabakasıyla sıvanmış, karemsi, kirişli duvarları vardı. Meteorun büyüsüne kapıl mamış yolcular Francis Gardan ve Seth Stanfort, bazı çatı ve pencerelerin kırmızısı sayesinde ka ranlığı iyice göze batan bu köyden çok etkilen mişlerdi. Bu iklimde kışlan hayat nasıl oluyordu? Aşağı yukarı Stockholm' de veya Kopenhag'da
M E T E O R AVI
231
nasıl yaşanıyorsa öyle olduğunu söylediklerinde oldukça şaşırmışlardı. Bazı evler, eşyası az olsa da konfordan yoksun değildi. Salonlan, yemek odalan, hatta kütüphaneleri bile vardı; tabiri ca izse, Danimarka kökenli bu "yüksek sosyete" ede biyattan da mahrum kalmıyordu. Buradaki yetkili kişi de merkezi Upemavik'te bulunan hükümetin temsilcisiydi. İşte Mozik , Disko Adası'nı geride bıraktıktan sonra, 10 Ağustos günü akşam saat altıda bu şeh rin limanına demir atmıştı.
XVII
Muhteşem göktaşı yerküreye ue bir yoku da Oregonlu başka bir yolcuya kauuşuyor.
Grönland "yeşil toprak" demek. Oysa karla kap lı bu ülkeye "beyaz toprak" dense daha isabetli olurdu. Grönland, isim babası Kızıl Erik'in hoş bir latifesi sonucu bu adı almıştı ve bir onuncu yüzyıl denizcisi olan Kızıl Erik de muhtemelen Grönland ne kadar yeşilse o kadar kızıldı. Belki de bu İskandinavyalı, hemşerilerini, uzak kuzey deki bu yemyeşil topraklan kolonileştirmeye ikna etmeyi ummuştu. Başanlı olduğu söylenemez. Bu büyüleyici ad kolonicileri hiç etkilememişti; hiilihazırda Grönland nüfusu yerliler de dahil ol mak üzere on bini geçmiyordu. Beş bin yedi yüz seksen sekiz milyar değe rinde bir göktaşını karşılamaya uygun olmayan bir ülke varsa, itiraf etmek gerekir ki o ülke işte bu ülkedir. Merakın Upemavik'e sürüklediği bu kalabalık yolcu grubundaki herkesin aklına bu düşünce birkaç defa gelmiş olmalı. Şu göktaşı birkaç yüz kilometre güneye , Dominyon'un ya da Birleşik Devletler'in geniş düzlüklerine, ra hat rahat bulunabileceği bir yere düşse daha iyi değil miydi? Ama hayır, bu unutulmaz olay, en geçit vermez ve en misafir düşmanı diyarlardan birinde s ahnelenecekti !
233
M E T E O R AVI
Farklı farklı milletlerden insanlann oluşturduğu bir kalabalık vardı.
Aslında, hatırlanması gereken geçmiş olaylar vardı. Grönland'a daha önce de göktaşı düşme miş miydi? Nordenskiöld,' Disko Adası'nda, her Adolf Erik Nordenskiöld (1832-1901): İ sveçli kaşif, jeolog ve mineralog -ed.n.
234
J U LE S VE R NE
biri yirmi dört ton çeken, muhtemelen meteorta şı olan ve halihazırda Stockholm Müzesi'nde ser gilenen üç demir blok bulmamış mıydı? Neyse ki göktaşı, şayet J.B.K. Lowenthal yanıl madıysa, epey ulaşılabilir bir bölgeye ve sıcaklı ğın donma derecesinin üzerinde olduğu ağustos ayında düşecekti. Toprak, yılın bu zamanların da, Yeni Kıta'nın bu bölgesine dalga geçercesi ne atfedilen yeşillik niteliğini yer yer doğrulardı. Bahçelerde bazı sebzeler ve buğdaygiller yetişirdi, ancak içerilere gidildikçe botanikçiler yosun ve li kenden başka bir şey bulamazdı. Kıyı boyunda, buzlar eridikten sonra meralar ortaya çıkar ve bu meralar az da olsa çiftlik hayvanı yetiştirilmesine imkan verirdi. Elbette öküz ve inek sayısı yüzlerle ifade edilemezdi, ama zor koşullara dayanıklı ta vuk ve keçi görülebiliyordu; ren geyikleriyle çok sayıdaki köpek de unutulmamalı. En fazla iki üç ay süren yaz mevsiminden son ra; bitmeyen geceleriyle, kutup bölgelerinden ge len sert hava akımlanyla ve tüyler ürpertici kar yağışlanyla kış geri gelirdi. Toprağı örten kabu ğun üzerinde buz tozu, yani kriyokonit denilen ve Nordenskjöld'ün ilk örneklerini topladığı mikros kobik bitkilerle dolu bir tür gri toz uçuşurdu. Meteorun anakaranın içlerine düşmeyecek ol ması yüzünden, mülkiyet hakkının da Grönland'a verileceği kesin değildi. Upernavik sadece deniz kıyısında bir yer de ğildi; deniz Upernavik'in dört tarafını çeviriyordu. Kıyı boyunca dizilmiş sayısız takımadanın orta sında bir adaydı ve çevresi elli elli beş kilomet re bile olmayan bu ada, tahmin edileceği üzere,
M E TE O R A V I
235
o hava güllesi için epey küçük bir iniş alanıydı. Matematiksel bir kesinlikle hedefi tutturamaz sa, Baffın Denizi'nin sularına gömülürdü. Oysa kuzey sularında deniz derindi ve iskandiller bin ya da iki bin metre sonra denizin zeminine ula şabiliyordu. Eğer denize düşerse, yaklaşık dokuz yüz bin tonluk bu kütleyi uçurumun dibinde bul bulabilirsen artık! Bu olasılık B ay de Schnack'i ziyadesiyle en dişelendiriyordu ve yolculuk sırasında arkadaş lık kurduğu Seth Stanfort' a bu endişesini birçok defa itiraf etmişti. Ama bu risk karşısında ya pılabilecek hiçbir şey yoktu ve bir bilim insanı olan J.B.K. Lowenthal'ın hesaplarına güvenmek zorundalardı. Öte yandan, Bay de Schnack'i endişelendiren bu talihsizlik, Francis Gordon ve Jenny Hudelson tarafından en hayırlı çözüm olarak görülüyordu. Göktaşı yok olursa, mutluluklarının bağlı olduğu kişilerin sahip çıkacakları bir şey de olmazdı; gök taşına adlarını verme şerefine bile nail olmazlar dı. Bu da, o çok istedikleri banş için önemli bir adım demekti. Mozik'teki ve o sırada Upemavik'e demirleyen, farklı farklı ülkelerden gelen onlarca gemideki sayısız yolcunun bu iki gençle aynı fikirde olduk ları kuşkulu. Bu insanlar bir şeyler görmeye can atıyorlardı, çünkü bunun için gelmişlerdi. Her hftlükarda, bu arzularını gerçekleştirmele rinin önündeki engel gece karanlığı olmayacaktı. Bu enlemde, yansı yaz gündönümünden önce ya nsı da sonra olmak üzere seksen gün boyunca gü neş ne doğar ne de batardı. Yani büyük ihtimalle
236
JULES VERNE
J.B.K. Lowenthal'ın iddia ettiği gibi talih göktaşını merkez civarında düşürürse meteoru net bir bi çimde görebilecek, yanına gidebileceklerdi. Adaya vardıklarının ertesi günü, farklı fark lı milletlerden insanların oluşturduğu kalaba lık, Upernavik'in küçük ahşap evlerinin etrafını sarmıştı; bu evlerden ilkinde Grönland'ın kırmı zı haçlı beyaz bayrağı göndere çekilmişti. Daha önce hiçbir Grönlandlı bu uzak sahillerine akın eden bu kadar çok insan görmemişti. Epey meraklı tiplerdi şu Grönlandlılar, özel likle de batı kıyısındakiler. Kısa ya da ortalama boylarıyla; bodur, güçlü vücutları ve kısa bacakla rıyla; ince elleri ve bilekleriyle; sarıya çalan beyaz tenleriyle; burunları yokmuş izlenimi veren ko caman yassı suratlarıyla; hafif çekik kahverengi gözleriyle; yüzlerine düşen kara ve sert saçlarıyla fok balıklarını andırıyorlardı. Foklardaki sevimli surat ve soğuktan koruyan yağ tabakası onlarda da vardı. Kadınlar da erkekler de aynı giysile ri giyiyordu: bot, "amaat" kumaşından pantalon ya da şapka. Yine de genç kadınlar daha alımlı ve güler yüzlü oluyor, saçlarını topluyor, modern kumaşlarla ve rengarenk kurdelelerle süsleni yordu. Eskiden epey moda olan dövmeler misyo nerlerin etkisiyle unutulmuştu, ama kabileler tek eğlenceleri olan şarkı ve dansa ha.Ia aynı tutkuyla bağlıydılar. İçecekleri su, besinleri ise fok, yenile bilir köpek eti, balık ve yosundu. Uzun lafın kısa sı, Grönlandlıların hayatı kasvetli bir hayattı. Upernavik Adası'na bu kadar çok yabancının gelmesi adada yaşayan yüzlerce yerliyi epey şa şırtmıştı ve bu akının sebebini öğrendiklerinde
M E TEOR AVI
237
şaşkınlıkları azalmak şöyle dursun daha da arttı. Artık altınla işi olmayan yoksul insanlar olma yacaklardı. Gerçi talih kuşu onların başına kon maya gelmiyordu. Milyarlar onların topraklarına düşecek ama onların ceplerini doldurmayacaktı. Polinezyalıların kıyafetlerinin aksine, Grönlandlı ların kıyafetleri cepsiz olmazdı ve bunun da bir nedeni vardı. Oysa bu milyarlar devletin kasasına girecekti ve her zaman olduğu gibi bir daha da ka sadan çıktığı görülmeyecekti. Yine de "meseleye" duydukları ilgiyi kaybetmediler. Kim bilir, belki Grönland'ın yoksul yurttaşlarının hayrına da bir şeyler olurdu. Ne olursa olsun "meselenin" çözüme kavuşa cağı gün gitgide yaklaşıyordu. Gelen başka gemiler de olsaydı Upemavik li manı hepsini almaya yetmeyecekti. Öte yandan, ağustos ayı geçiyordu ve gemiler bu kadar yük sek bir enlemde daha uzun süre kalamazdı. Eylül demek kış demekti, çünkü eylülle birlikte kuzey deki boğazlardan ve kanallardan buzullar gele cek ve kısa bir süre sonra Baffin Denizi'ni aşmak imkansız olacaktı. Kaçmak, uzaklaşmak ve bir an önce Farewel Bumu'nu geçmek gerekiyordu, aksi halde Kuzey Buz Denizi'nin yedi sekiz ay süren sert kışında buzullar arasında sıkışıp kalacaklardı. Saatler süren bekleyiş sırasında gözü pek tu ristler adada uzun yürüyüşler yapıyorlardı. Orta kısımlardaki bazı yükseltiler hariç neredeyse düm düz olan kayalıklı zemin yürümeye elverişliydi. Sağda solda, yosundan ve yeşilden ziyade sarımsı bitkilerden oluşan bir örtünün üzerinde, asla ağaç olamayacak ağaççıkların yükseldiği düzlükler uza-
238
JULES VERNE
nıyordu. B u güdük ağaçlardan bazılarına yetmiş ikinci paralelin yukarısında da rastlanıyordu. Hava genelde pusluydu ve çoğu zaman gök yüzünde doğudan esen rüzgarların sürüklediği büyük alçak bulutlar oluyordu. Sıcaklık sıfırın üstünde on dereceyi geçmiyordu. Yolcular ge milerinde, köyde bulamayacakları bir konfor ve ne Godhavn'da ne de başka bir kıyı istasyonunda bulabilecekleri yemekler olduğu için memnundu. Mozik'in varışının üzerinden beş gün geçmişti ki 16 Ağustos sabahı Upemavik açıklarında son bir gemi görüldü. Demir atmak üzere takımadaların arasından geçerek gelen bir buharlı gemiydi bu. Randasının gizinde Amerika Birleşik Devletleri'nin elli bir yıldızlı bayrağı dalgalanıyordu. Şüphesiz gemi, bu büyük meteoroloji olayının yaşan a cağı yere yeni bir meraklılar grubunu geti riyordu; bunlar gecikenlerdi ama geç kalmamış lardı çünkü altın küre atmosferde dönmeye de vam ediyordu. Oregon adlı gemi sabah saat on bire doğru di ğerlerinin yanına demir attı. Derhal gemiden bir sandal indirildi ve muhtemelen diğer yolcular dan çok daha fazla acelesi olan bir yolcu sandalla karaya çıktı. Söylenti ağızdan ağıza yayılmıştı; gelen, Boston Rasathanesi astronomlarından Bay Wharftu ve devlet başkanını ziyarete gelmişti. Devlet başkanı çok geçmeden Bay de Schnack'i yanına çağırttı; o da çatısında ülke bayrağının dalgalandığı küçük eve gitti. Büyük bir endişe hakimdi. Yoksa göktaşı, tam da Francis Gordon'ın umduğu gibi kimseye bel-
ME TEOR A V I
239
li etmeden uzaklaşacak ve bir hırsız gibi sinsice uzayın başka bir noktasına mı gidecekti? Ama bu endişe kısa zamanda giderildi. Hesap lamalara göre J.B.K. Lowenthal'ın vardığı sonuç kesindi ve Bay Wharfun bu uzun yolculuğa kat lanmasının tek sebebi, müdür vekili sıfatıyla gök taşının düşüşüne tanıklık etmekti.
Gemi yeni bir meraklılar grubunu getiriyordu.
240
JULES VERNE
16 Ağustos günüydü. Yani göktaşının Grönland topraklarında istirahate çekilmesi için üç kere yirmi dört saat geçmesi gerekiyordu. "Denizin dibini boylamazsa tabii! " diye mırıl dandı Francis Gordon; bunu aklına getirebilecek ve bu umudu dillendirebilecek tek kişi oydu. Mesele gerçekten bu şekilde mi çözülecekti, işte bunu öğrenmeye daha üç gün vardı. Üç gün de az bir zaman sayılmazdı; hele de çok eğlenceli bir yer demenin fazla iddialı kaçacağı Grönland için uzun bir .zamandı. Kısacası insanların canı sıkılıyor ve aylak turistlerin çeneleri bulaşıcı es nemelerle açılıp kapanıyordu. Zamanın yavaş aktığını düşünmeyen biri var sa o da Bay Seth Stanfort'tu. Kararlı bir gezgin olarak, çok önemli olmasa da görülecek bir şey lerin olduğu her yere seve seve gittiğinden, yal nızlığa alışkındı ve "kendi kendini oyalamayı" iyi biliyordu. Yine de bu son bekleyiş günlerinin sıkıcı tek düzeliğinin bozulması en çok onun yararına ola caktı, zaten ilahi adaletsizlik de bunu gerektirirdi. Bay Seth Stanfort Oregon yolcularının gemiden inişlerini seyrederek sahilde dolanırken, fılikalar dan birinin karaya bıraktığı kadını görünce do nup kaldı. Gözlerine inanamayan Seth Stanfort biraz daha yaklaştı ve şaşkın ama kesinlikle hoşnutsuz olmayan bir sesle: "Bayan Arcadia Walker, siz misiniz ? " dedi. "Bay Stanfort!" diye yanıtladı kadın yolcu. "Sizi bu uzak adada görmeyi beklemiyordum, Bayan Arcadia. "
ME TEOR AV I
241
"Ben de beklemiyordum, Bay Stanfort." "Nasılsınız, Bayan Arcadia ? " "Daha iyi olamazdım, Bay Stanfort . . . Ya siz ?" "Çok iyiyim, her şey yolunda ! " Resmiyeti bir kenara bırakarak, büyük bir tesa düf eseri karşılaşan tanıdıklar gibi laflamaya baş ladılar. Bayan Arcadia Walker önce eliyle gökyü zünü göstererek, "Hala düşmedi mi? " diye sordu. "Hayır, rahat olun, daha düşmedi ama yakında düşer." "Orada olacağım öyleyse ! " dedi Bayan Arcadia Walker büyük bir memnuniyetle. "Tıpkı benim gibi, " diye yanıtladı Bay Seth Stanfort. Şimdi, aynı merak duygusunun Upemavik sa hilinde buluşturduğu iki kibar insan, belki iki eski dost değil ama herhangi iki kişi gibiydiler. Neden olmasın ? Doğru, Bayan Arcadia Walker idealindeki kişiyi Seth Stanfort'ta bulamamıştı, ama belki idealindeki gibi biri zaten hiç var olma mıştı, çünkü başka bir yerde de çıkmamıştı karşı sına. İçinde, romanlarda "yıldırım aşkı" dedikleri kıvılcım hiç çakmamış ve bu efsanevi kıvılcımı yaşamadığından kimsenin ışıltılı sözlerine kanıp gönlünü kaptırmamıştı. Bu gerçek tecrübe, evli liğin ona uygun olmadığını göstermişti ve aynı sı Bay Seth Stanfort için de geçerliydi. Yine de Bayan Arcadia Walker, kocalıktan vazgeçme ne zaketini gösteren bu adama çokça sempati bes liyor ve Bay Seth Stanfort da eski kansını zekj, özgün biri olarak hatırlıyor ve artık kansı da ol madığından tam anlamıyla kusursuz biri haline geldiğini düşünüyordu.
242
J U LE S V E R N E
Sitem etmeden, birbirlerini suçlamadan ay rılmışlardı. Kendi yollarına gitmişlerdi ve hayal leri ikisini de bu Grönland adasına sürüklemişti. Neden birbirlerini tanımazdan gelip üzülsün ler? İnsanın önyargılara ve aptalca geleneklere mahkum olmasından daha bayağı ne olabilir? Kısa bir konuşmadan sonra Bay Seth Stanfort Bayan Arcadia Walker'a yardım etmeyi teklif etti, Bayan Arcadia Walker da Bay Seth Stanfort'un yardımını seve seve kabul etti ve akıbeti kısa za manda belli olacak meteoroloji olayı dışında bir şey konuşmadılar. Zaman geçtikçe, bu uzak kıyılarda toplanan meraklıların, özellikle de göktaşıyla doğrudan ilgi li kişilerin gerginliği artıyordu; bu ilgililer arasında Grönland'ın yanı sıra, ısrarla kendilerine bu sıfatı yakıştırdıklarına göre Bay Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson'ı da saymak gerekiyordu. "Yeter ki adaya düşsün! " diye düşünüyordu Bay Forsyth ile Bay Hudelson. "Yakınına değil, adaya! " diye düşünüyordu Grönland devlet başkanı. "Ama kafamıza da değil! " diye ekliyordu bazı endişeliler de. Çok mu yakına düşecek? Çok mu uzağa düşe cek? Gerçekten endişe veren iki soru bunlardı. 16 ve 17 Ağustos olaysız geçti. Talihsizlik ese ri hava kötüleşiyor, sıcaklık hissedilir ölçüde azalıyordu. Belki de bu sene kış vaktinden önce gelecekti. Kıyı boyundaki dağlar şimdiden kar la kaplanmıştı ve o yönden esen rüzgar o kadar sertti ve insanın içine öylesine işliyordu ki gemi lerdeki odalarına sığınmak zorunda kaldılar. Bu
METE O R AVI
•
243
enlemlerde daha fazla kalmanın gereği yoktu ve meraklılar, meraklarını giderdikten sonra seve seve güneye doğru yola koyulacaklardı. Belki sadece, kendilerine - hak gördükleri şeyi almakta ısrar eden iki rakip hazinenin yakının da kalmak isteyebilirdi. Bu cins delilerden � er şey beklenirdi, ama sevgili Jenny'sini düşünen Francis Gordon bu uzun kışı ne zaman gözünde canlandırsa kaygıya kapılıyordu. Ayın 17'sini 18'ine bağlayan gece takımada nın üzerinde fırtınalar kopuyordu. Bostonlu ast ronom, hızı sürekli azalan göktaşını en son yir- . mi saat önce gözlemleyebilmişti. Fırtına o kadar _ şiddetliydi ki insan göktaşını da alıp götürecek sanırdı. 18 Ağustos günü fırtınanın şiddetinde hiçbir azalma olmadı ve gecenin ilk saatleri o kadar zor geçti ki limandaki gemi kaptanları büyük endişe ye kapıldı. Ancak ayın 18'ini 19'una bağlayan gecenin ilerleyen saatlerinde fırtına büyük ölçüde dindi. Sabah saat beşten itibaren de tüm yolcular bu du rumdan istifade karaya çıktılar, çünkü 19 Ağustos, göktaşının düşüşü için belirlenen tarihti. Vakit gelmişti. Saat yedide kulakları sağır eden bir patlama duyuldu; o kadar şiddetliydi ki adayı temelinden sarstı. Birkaç dakika sonra yerlilerden biri Bay de Schnack'in bulunduğu eve doğru koşuyordu. Bü" yük haberi götürüyordu. Göktaşı, Upemavik Adası'nın kuzeybatı ucuna düşmüştü.
XVl l l
Bay de Schnack ile işbirlikçileri göktaşına ulaşabilmek için haneye tecavüz suçu işliyor.
Kısa sürede tam bir hücum başladı. Anında yayılan haber turistleri ve Grönland halkını coşturmuştu, mürettebat da limandaki gemileri terk ediyor ve yerli habercinin söylediği yere doğru bir insan seli akıyordu. Herkes dikkatini meteora vermemiş olsaydı, tam o sırada açıklanması güç bir olayın gerçekleş tiğini fark edebilirlerdi. Koyda demirli gemilerden biri, şafak vaktinden beri bacasından duman çı karan bir buharlı gemi, gizli bir işaret almışçasına demir alıp açık denize doğru son sürat yol alma ya başlamıştı. Uzun bir gemiydi, yüksek ihtimalle de hızlıydı. Birkaç dakika içinde falezin ardında kayboldu. Şaşırtıcı bir durumdu. Upemavik'e kadar gelip, tam da görülmeye değer bir şey olurken gitmek de neyin nesiydi? Ancak herkes büyük bir telaş içinde olduğundan, durum ne kadar tuhaf olursa olsun kimsenin dikkatini çekmedi. İçinde birkaç kadının, hatta çocuklann bulun duğu kalabalığın tek derdi mümkün olduğunca hızlı bir şekilde olay yerine gitmekti. Kargaşa ha linde, birbirlerini ite kaka ilerliyorlardı. Neyse ki sükunetini koruyan biri vardı. Artık hiçbir şeyin
M E T E O R AVI
245
fazla heyecanlandıramadığı bir gezgin olan Bay Seth Stanfort, herkesin çılgına döndüğü ortam da merakını bastırmayı başarıyordu. Hatta -artık nezaketten mi, yoksa başka bir duygudan mı bi linmez- Bayan Arcadia Walker'ı bulup kendisine eşlik etmeyi teklif etmek üzere arkasını döndü ve insanların gittiği istikametin tam tersi yöne gitmeye başladı. En nihayetinde, aralarında bir dostluk ilişkisi olduğuna göre, göktaşını keşfet meye birlikte gitmeleri doğal değil miydi? Bayan Arcadia Walker'ın ağzından çıkan ilk sö:l!ler, " Sonunda düştü, Bay Stanfort! " oldu. Bay Seth Stanfort da "Sonunda düştü ! " diye ya nıtladı. Adanın kuzeybatı ucuna doğru giden kalabalık da " Sonunda düştü ! " diye tekrarlayıp duruyordu. Beş kişi diğerlerinin önüne geçmeyi başar mıştı. Bunların başında uluslararası konferansın Grönland delegesi Bay Ewald de Schnack vardı; en sabırsızlar bile kibarca ona yol vermişti. Bu sayede boşalan yere de turistlerden ikisi so kuluvermişti; Bay Dean Forsyth ile Bay Hudelson şimdi en önde yürüyorlardı ve Francis'le Jenny de yanlarındaydı. Gençler, Mozik'te yaptıkları gibi rol değişimine devam ediyorlardı. Jenny, Bay Dean Forsyth'in yanında durmaya özen gösterirken, Francis Gordon da Doktor Sydney Hudelson'la il gileniyordu. Kabul etmek gerekir ki bu ilgileri her zaman hoş karşılanmıyordu, ama o sırada iki ra kibin aklı o kadar karışıktı ki kimse kimsenin far kında değildi. Dolayısıyla ikisinin ortasında, yan yana yürüyen iki gencin muzipliklerine karşı çık maları söz konusu bile değildi.
246
JULES VERNE
Bay Forsyth, "Delege hemen göktaşına sahip çıkacak, " diye söyleniyordu. "Ona dokunacak ilk kişi de o olacak," diye ek ledi Doktor Hudelson, Francis Gordon'a cevap verdiğini sanarak. "Ama bu beni haklarımı savunmaktan alıkoya maz ! " dedi Bay Dean Forsyth, Jenny'ye dönerek. "Elbette koyamaz ! " diye onayladı Bay Sydney Hudelson da, kendi haklarını düşünerek. İki düş manın birbirlerine duydukları nefreti unutmuş, öfkelerini ortak bir düşmana yöneltmiş gibi gö rünmeleri birinin kızını, birinin de yeğenini son derece memnun ediyordu. Hoş tes adüflerin bir araya gelmesiyle hava koşulları tamamen değişmişti. Rüzgar güneye doğru estikçe fırtına dinmişti. Güneş hala ufkun yalnızca birkaç derece üzerinde olsa da en azın dan ışığın s aydamlaştırdığı son bulutların ara sından ışıldıyordu. Artık yağmur da yoktu bora da; açık, durgun bir hava ve sıfırın üzerinde se kiz dokuz s antigrat derece civarında seyreden bir sıcaklık vardı. İstasyondan meteorun düştüğü yere kadarki yürüme mesafesi yaklaşık beş altı kilometreydi. Upemavik kenti araç temin edebilecek durumda değildi. Zaten, taşlı bir yapıya sahip düz zeminde yürümek kolaydı ve iç kesimlerle bazı yüksek fa lezlerin bulunduğu kıyı boyu hariç ciddi bir eğim de yoktu. İşte, göktaşı tam olarak bu falezlerin arkasına düşmüştü. İstasyondan görülemiyordu. Büyük haberi getiren yerli rehberlik ediyor du. Peşinden Bay de Schnack, Bay Forsyth, Bay
M E T E O R AVI
247
Hudelsoİl, Jenny ve Francis geliyordu; onlann ar kalannda da Omikron, Bostonlu astronom ve geri kalan turist kafilesi. Biraz arkalardaki Bay Seth Stanfort da Bayan Arcadia Walker'ın yanında yürüyordu. Eski eşle rin iki aile arasındaki olaylı küslükten haberi var dı ve Bay Seth Stanfort yolculuk boyunca yakınlık kurduğu Francis'in verdiği bilgiler sayesinde küs lüğün sonuçlanndan da haberdardı. Bayan Arcadia Walker olanlan öğrendiğinde "Düzelecektir," diye bir öngörüde bulundu. "Umanın," dedi Seth Stanfort. "Elbette! " dedi Bayan Arcadia. "Bundan sonra sında her şey daha iyi olacak. Biliyorsunuz, Bay Stanfort, evlenmeden önce yaşanan zorluklar, endişeler o kadar önemli değil. Çok kolay yapılan evliliklerin de bozulma ihtimali var. Siz de öyle düşünmüyor musunuz ? " "Kesinlikle, Bayan Arcadia. Mesela biz; bizim evliliğimiz bunun kanıtı. Beş dakikada . . . at sırtın da . . . göz açıp kapayana kadar . . . " "Altı hafta sonra da geri döndük. . . Ama bu kez ayrılmak için ! " diye araya girdi B ayan Arcadia Walker gülümseyerek. "Eh ! Francis Gordon'la Jenny Hudelson at sırtında evlenmeyeceklerine göre mutluluğu yakalayacaklarına emin olabi lirler. " Genç nişanlılan saymazsak, o sırada, meraklı kalabalığın ortasında olup da meteorla ilgilenme yen, meteor hakkında konuşmayan, tam da söy lediği bazı sözleri hatırlayınca güler yüzünü de hatırladıklan Bay John Proth'un yapacağı gibi fel sefe yapan tek kişilerin sadece Bay Seth Stanfort
248
JULES VERNE
ile Bayan Arcadia Walker olduğunu söylemeye gerek yok. Yer yer seyrek çalılıkların bulunduğu düz lükte hızlı hızlı ilerliyorlardı; Upemavik'te daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış olan kuş lar uçarak uzaklaşıyordu. Yarım saat içinde beş kilometrelik yolun dörtte üçünden fazlası kate dilmişti. Bir falezin ardında gizlenen göktaşına ulaşabilmek için bin metre kadar daha gitmele ri gerekiyordu. Grönlandlı rehbere göre göktaşı oradaydı ve yerli yanılıyor olamazdı. Toprakta çalıştığı sırada meteorun şimşeği andıran ışı ğını net olarak görmüş ve düşüş seslerini duy muştu; gerçi uzak olsalar da sesleri diğerleri de duymuştu. O bölge için alışılmadık olan bir durum tu ristleri bir süre ara vermek zorunda bıraktı. Hava sıcaktı. Evet, ne kadar inanılmaz görünür se görünürsün, s anki daha ılıman bir enlemde lermiş gibi kendilerini alınlarındaki teri kuru larken bulmuşlardı. Meraklıların hepsinin ter lemesine s ebep olan şey hızlı yürümeleri miydi peki ? Elbette bunun da etkisi vardı, ama hava sıcaklığının da artmakta olduğu açıktı. Adanın kuzeybatı sının yakınındaki bu noktada ter mometre Upemavik merkezine göre kesinlikle birkaç derece daha yüksek gösteriyordu. Hatta hedefe yaklaştıkça sıcaklık kendini daha çok hissettiriyordu. "Göktaşının gelişi takımadanın iklimini mi de ğiştirdi acaba?" diye sordu Bay Stanfort gülerek. "Grönlandlılar için ne iyi olur!" diye yanıtladı Bayan Arcadia yine gülerek.
M E TE O R AVI
249
Bostonlu astronom, " Muhtemelen atmosfer deki sürtünmeyle ısınan altın kütle haıa akkor halinde, " diye açıkladı. "Yaydığı ısı buradan bile hissediliyor. " "Çok iyi ! " diye bağırdı Bay Seth Stanfort, "so ğumasını beklememiz gerekir mi? " "Adanın üstüne düşmek yerine dışına düşseydi çok daha hızlı soğurdu," dedi Francis Gordon kendi kendine; o en çok istediği şey yine aklına gelmişti. Francis Gordon da terliyordu ve yalnız da de ğildi; Bay de Schnack, Bay Wharf, hatta bütün ka labalık ve daha önce hiç böyle bir şenlik görme miş Grönlandlılar bile aynı şekilde terliyordu. İyice soluklandıktan sonra tekrar yola koyul dular. Beş yüz metre kalmıştı, falezi dönünce me teor bütün ihtişamıyla görünecekti. Ne yazık ki iki yüz adım sonra en önde yürü yen Bay de Schnack tekrar durmak zorunda kaldı ve onun ardından Bay Forsyth ile Bay Hudelson, onlann da ardından bütün kalabalık aynı şekil de durdu. Bu zorunlu ikinci molanın sebebi sıcak değil, beklenmedik bir engeldi; böyle bir ülkede görüleceği akla bile gelmeyecek, olabilecek en beklenmedik engellerden biriydi bu. Üç sıra demir telle çevrili kazıklardan yapılma bir çit upuzun bir eğri halinde kıvnla kıvnla gide rek sağdan ve soldan kıyıya kadar iniyor ve geçi şi her taraftan kapatıyordu. Diğerlerinden daha yüksek olan bazı kazıklann üzerinde, İngilizce, Fransızca ve Danca aynı ibarenin yazılı olduğu levhalar vardı. Bu levhalardan birinin önünde du ran Bay de Schnack şaşkınlıkla yazıyı okudu: "Özel mülktür. Girilmez."
"Özel Mülktür. Girilmez."
M E T E O R AVI
251
Bu uzak bölgede bir özel mülk; işte bu sıra dışıydı! Akdeniz'in güneşli kumsallarında ya da okyanusun sisli sahillerinde bir yazlık ev anlaşı labilirdi. Ama Buz Denizi'nin kıyısında . . . Mülkün sahibi olan tuhaf insan bu kurak ve çakıllı toprak la ne yapıyordu? Ama Bay de Schnack'in sorunu bu değildi. Saçma olsun olmasın, sonuçta bir özel mülk yolu kapatmış ve ahlak kurallarına tamamen uygun bu engel hızını kesmişti. Bir devlet görevlisi olarak, medeni toplumların dayandığı ilkelere elbette saygılıydı ve konut dokunulmazlığı bütün dünya nın kabul ettiği bir haktı. Üstelik mülk sahibi, bu hakkı, unutmaya mey ledeceklere hatırlatmayı da ihmal etmemişti. "Girilmez" sözü, özel mülkiyet teorisinin mantı ğını üç dilde ilan ediyordu. Bay de Schnack şaşkındı. Oraya kadar gelip de durmak ona çok zalimce geliyordu. Diğer yandan, tüm ilahi ve insani yasaları görmezden gelip bir başkasının mülkiyet hakkını ihlal etmek de vardı . . . Yürüyüş kolunun sonunda başlayan mırıltılar her dakika biraz daha yükselerek hızla ön tarafa ulaştı. Neden durduklarından habersiz son sıra lar, sabırsızlığın verdiği hırsla bu duraklamadan dolayı şikayet ediyordu. Ama ne olduğunu öğ rendiklerinde de yatışmadılar ve huzursuzlukları artmaya başladığında da herkesin hep bir ağız dan konuştuğu cehennemi bir uğultu başladı. Çitin önünde öylece duracaklar mıydı? Oraya kadar binlerce kilometre katettikten sonra, kah rolası demir teller yüzünden aptal gibi duracaklar mıydı? Mülkün sahibi, meteorun da sahibi oldu-
252
JULES VERNE
ğunu iddia etmek gibi bir çılgınlık yapamazdı. Bu durumda geçmelerine izin vermemesi için hiçbir sebep yoktu. İzin vermese de çözüm basitti; yine de geçeceklerdi. Bay de Schnack'in bu şiddetli argümanlar karşısında kafası karışmış mıdır? Eh, ilkeleri bi raz sarsılmıştı. Hemen önünde, öylesine bir iple çite tutturulmuş küçük bir kapı duruyordu. Bay de Schnack bir çakıyla ipi kesti ve bir yere kapıyı kırarak girmenin onu adi bir hırsıza dönüştürdü ğünü düşünmeden yasak bölgeye girdi. Kalabalığın geri kalanı da kimisi kapıdan geçe rek, kimisi demir tellerin üzerinden atlayarak pe şinden gitti. Birkaç dakika içinde üç binden fazla insan "özel mülkü" istila etmişti. Huzursuz ve gü rültücü kalabalık kendi arasında bu beklenmedik olay hakkında yorumlar yapıyordu. Ama yaşadıkları şaşkınlık yüzünden ansızın bir sessizlik oldu. Çitin yüz metre ilerisinde, o zamana kadar bir yükseltinin ardında gizlenmiş olan ahşap bir baraka gözler önüne serildi ve bu üflesen yıkılacak viranenin kapısı açıldığında olabilecek en tuhaf görünüme sahip adam kapıda belirdi. Adam istilacıları sorguya çekmeye başla dı. Sonra, Fransızca "Şuraya geçin! " diye bağırdı kulak tırmalayan bir sesle, "Haydi haydi, utan mayın. Kendi evinizmiş gibi! " Bay d e Schnack Fransızca biliyordu. B u neden le hemen durdu; onun arkasından, meraklı gözle rini tuhaf sorular soran adama diken üç bin turist de aynı şekilde durdu.
XIX
Zephyrin Xirdal göktaşından ve göktaşının yol açtıklarından tiksinmeye başlıyor.
Zephyrin Xirdal tek başına olsaydı hedefine so runsuz bir şekilde ulaşır mıydı? Mümkün, zira her an her şey olabilir. Ancak aksi yönde bahse girmek daha ihtiyatlı bir davranış olurdu. Neyse ki bu konuda bahse girmeye gerek kal madı, zira bu tuhaf adamın şans meleği, pratik zekasıyla onun aşırılıklarını dengeleyen bir akıl hocasının koruması altına almıştı onu. Zephyrin Xirdal'in yaptıkları bu son derece zor yolculuğun güçlüklerinden haberi bile olmadı, çünkü Bay Robert Lecceur bu işi yolun karşısına geçmek ka dar kolay bir hale getirmişti. İki yolcu, ekspresle birkaç saatte vardıkları Le Havre limanından hemen muhteşem bir buharlı gemiye geçti; gemi hızla halatları laçka edip baş ka yolcu beklemeden açık denizlere doğru yol al maya başladı. Atlantik bir yolcu gemisi değildi; Bay Robert Lecceur'ün kiraladığı ve sadece onların emrine amade beş altı tonilatoluk bir yattı. Bankacı, söz ko nusu menfaatlerin büyüklüğünü göz önüne alarak, medeni dünyayla istediği zaman iletişim kurabil me imkanına sahip olmanın faydalı olacağını dü şünmüştü. Altın madeni spekülasyonundan o za-
254
JULES VE R :· : E
mana kadar elde ettiği kar da soylular gibi cüretkar olabilmesine imkan verdiğinden; İngiltere'deki di ğer yüz geminin arasından seçilen bu geminin key fini sürüyordu. Multimilyoner bir lordun fantezisi olan Atlantik, en yüksek hızda gidecek şekilde tasarlanmış tı. Uzun ince yapısı ve dört bin beygirgücündeki makinelerinin sağladı� itiş gücü sayesinde saatte yirmi knota ulaşıyor, ' hatta yirmi knotu da geçi yordu. Bay Lecceur'ün seçiminde bu özellik etkili olmuştu ve gerektiğinde çok önemli bir avantaj sağlayacaktı. Zephyrin Xirdal, bulundukları geminin emirle rine amade oluşuna hiç şaşırmamıştı. Hatta belki bu ayrıntıyı fark _etmemişti bile. Oylece iskele ka pısından geçmiş ve ufacık bir gözlemde bile bu lun,m adan kamarasına yerleşmişti. Le Havre ile Upemavik arası sekiz yüz deniz mili kadardı; Atlantik tam kapasite çalıştığında bu yolu altı günde alabilirdi. Ama Bay Lecceur'ün hiç acelesi olmadığından yolculuğa on iki gün ayrıl mıştı ve Upemavik' e ancak 18 Temmuz akşamı ulaşmışlardı. Bu on iki gün boyunca Zephyrin Xirdal'in ağzı nı bıçak açmadı. Mecburen bir araya geldikleri ye mek saatlerinde Bay tecceur defalarca yolculuk larının amacı hakkında sohbet etmeye çalışmış ama hiçbir sorusuna yanıt alamamıştı. Boşu bo şuna meteordan bahsedip duruyordu; vaftiz oğlu meteoru unutmuş gibiydi ve durgun bakışlarında hiçbir zeka pırıltısı görünmüyordu. Xirdal o sırada "kendi içine" bakıyor ve başka sorunlara çözüm arıyordu. Neydi bu sorunlar? Ser
ME TEOR AVI
255
verip sır vermiyordu. Ama herhalde bir şekilde denizle ilgiliydiler, çünkü Xirdal günlerini gemi nin kah baş tarafında kah kıç tarafında dalgalara bakarak geçiriyordu. Arkadaşı Marcel Leroux'yla konuştuğunu sanarak yoldan gelip geçenlere an lattığı yüzey gerilimi fenomeni hakkındaki çalış malarını zihninden devam ettirdiğini düşünmek çok da uçuk olmayabilir. Hatta belki o sırada, ile ride dünyayı şaşırtacak o harika icatlarından bi riyle ilgili çıkarımlar yapıyordu. Upemavik'e vardıklarının ertesi günü umudu nu yitirmeye başlayan Bay Lecceur, vaftiz oğlu nun önüne koruyucu kılıfından çıkardığı makine yi koyarak Zephyrin Xirdal'in dikkatini yeniden oraya çekmeyi denedi. Tahmininde haklı çıkmış ve sorunu kökten çözmüştü. Makinesini gören Zephyrin Xirdal sanki bir rüyadan uyanır gibi sil kindi; yine eskisi gibi metanet ve irfan dolu göz leriyle makineyi süzüyordu. "Neredeyiz ? " diye sordu. "Upemavik'te," diye yanıtladı Bay Lecceur. "Arazim ne oldu? " "Şimdi oraya gidiyoruz. " Bu tam olarak doğru değildi. Önce, önünde ki bayrak sayesinde hemen göze çarpan Kuzey Müfettişliği'nin müdürü Bay Biam Haldorsen'e uğramaları gerekiyordu. Biraz hoşbeşten sonra, Bay Lecceur'ün ihtiyatlı davranıp önceden ayar ladığı tercüman aracılığıyla ciddi meseleleri ele almaya başladılar. Başlar başlamaz da ilk zorluk ortaya çıktı. Bay Biam Haldorsen kendisine ibraz edilen tapu se nedine itiraz etme niyetinde değildi, ama senet
256
JULES VERNE
yoruma açıktı. Usulüne uygun hazırlanmış ve is tenen her türlü imzayla ve resmi damgayla kaplı bu senede göre, Kopenhag'daki diplomatik elçisi eliyle temsil edilen Grönland devleti; her bir ke narı üçer kilometre uzunluğunda olan, doğrudan bir ana yöne bakan, 72° 5 1 ' 30" kuzey enlemi ile 55° 35' 18" batı boylamı üzerindeki bir merkezi noktayı dik açıyla kesen ve bu noktaya eşit uzak lıkta olan, fiyatı kilometrekare başına beş yüz kron, yani toplamda altı bin franktan biraz daha fazla olan dokuz kilometrekarelik bir alanı Bay Zephyrin Xirdal'e devrediyordu. Bay Biam Haldorsen elbette senedi onaylaya caktı, sadece o merkezi noktanın nerede olduğu nu bilmesi gerekiyordu. Enlem ve boylam diye bir şeylerden bahsedildiğini duymamış değildi; bu tür şeylerin varlığından haberdardı. Ancak Bay Biam Haldorsen'in bilgisi bununla sınırlıy dı. Ona göre enlemin bir tür hayvan ya da bit ki, boylamın da bir tür mineral ya da bir mobilya olması gayet mümkündü ve bu yüzden ne dese bilemiyordu. Zephyrin Xirdal, Kuzey Müfettişliği Müdürü'nün kozmografya bilgisini birkaç kelimeyle tamamladı ve yanlışlarını düzeltti. Ardından, gerekli gözlem ve hesaplamaları Atlantik'teki araç gereçler yardı mıyla bizzat yapabileceğini söyledi. O sırada liman da demirli bulunan Danimarka gemisinin kaptanı da Ekselansları Biam Haldorsen'in içi rahat etsin diye çıkan sonuçlan kontrol edebilirdi. İşin bu şekilde halledilmesine karar verildi. Zephyrin Xirdal çalışmasını iki günde bitirdi; Danimarkalı kaptanın da çalışmanın titizliğini ve
M E T E O R AVI
257
doğruluğunu onaylamak dışında yapacağı bir şey yoktu. İkinci zorluk da bu aşamada ortaya çıktı. Koordinatları 72° 5 1 ' 30" kuzey enlemi ile 55° 35' 18" batı boylamı olarak verilen alan denizin için de, Upemavik Adası'nın kuzeyinden yaklaşık iki yüz elli metre açıkta bulunuyordu! Bunu öğrendiğinde şaşkına dönen Bay Lecreur, öfke dolu suçlamalara başladı. Şimdi ne yapacak lardı? Tanrı'nın unuttuğu bu topraklara, aptal gibi göktaşının suyun dibini boylayışını görmek için mi gelmişlerdi yani? Nasıl böyle bir düşüncesizlik yapardı? Nasıl olur da Zephyrin Xirdal -bir bilim insanı!- bu kadar büyük bir hata işleyebilirdi ? Bu hatanın açıklaması son derece basitti: "Upemavik" sadece yerleşim yerinin adı değildi, aynı zamanda adanın da adıydı, ama Zephyrin Xirdal'in bundan haberi yoktu; mesele bundan ibaretti. Göktaşının düşeceği yeri matematiksel olarak hesapladıktan sonra, küçük bir okul atla sından alınan uyduruk bir haritaya güvenmişti. Sayısız ceplerinden birinden çıkardığı haritayı öf keli bankacının önüne koydu. 72° 5 1 ' 30" kuzey enlemi ile 55° 35' 18" batı boylamındaki noktanın Upemavik kasabasına yakın olduğu haritadan peka.Ia anlaşılıyordu, ama harita, cömertçe ka ranın iç kesimlerinde gösterdiği kasabanın tam aksine denizin ortasında, aynı adı taşıyan ada nın üzerinde olduğunu söylemiyordu. Zephyrin Xirdal da daha fazla araştırma yapmamış ve bi raz fazla el yordamıyla hazırlanmış bu haritanın sözüne güvenmişti. Bu da ona ders olsun ! Bu hikayeyi okuyanlar coğrafya bilimine sıkı sıkı sarılsın da Upemavik'in
258
J U LE S VER N E
bir ada olduğunu unutmasın! Beş bin yedi yüz seksen milyarlık bir göktaşının peşine düştükleri gün işlerine yarar. Öte yandan, artık bu bilginin Whaston meteo runa bir faydası yok. Arazi hiç değilse biraz daha güneye kaydınla bilseydi, meteorun yönünde de bir sapma olma sı halinde bu dalavereden belki bir sonuç alına bilirdi. Ama Zephyrin Xirdal, Ekselansları Biam Haldorsen'in eğitimini tamamlama ve bir hayli can sıkıcı hale gelen denetimi kabul etme ihtiyat sızlığında bulunduğu için bu mütevazı hile artık mümkün değildi. Ne pahasına olursa olsun duru mu olduğu gibi kabullenmek ve kısmen su yüze yinde kısmen karada satın alınan araziyi teslim almak gerekiyordu. Karadaki kısım sudaki kısımdan daha ente resandı ve bu kısmın güney tarafındaki kenarı, son tahlilde, Upemavik'in kuzey kıyısından bin iki yüz elli bir metre iç erideydi; üç kilometre olan uzunluğu, adanın bu taraftaki genişliğini bile aş tığından doğu ve batı kenarları okyanusun için den geçiyordu. Yani Zephyrin Xirdal'in elinde, parasını ödediği dokuz kilometrekare yerine, sa dece iki yüz yetmiş iki hektardan biraz fazla bir alan vardı; bu da bu gayrimenkul alımı işlemini büyük ölçüde dezavantajlı hale getiriyordu. Kötü bir alışveriş olmuştu. Göktaşının düşüşü meselesinde de durum berbattı. Zephyrin Xirdal'in ustalıkla hedef olarak belirlediği nokta denizdeydi! Elbette bir sapma olasılığını öngörmüştü, zira göktaşı bin beş yüz metrelik bir çap içinde her yöne gidebilecek gibi
M E T E O R A VI
259
bir "havadaydı. " Peki hangi yöne gidebilirdi? İşte bunu bilmiyordu. El}?ette meteorun, elinde kalan sınırlı bölgeye düşme ihtimali vardı, ancak aksi de şaşırtıcı olmazdı. İşte bu durum Bay Lecceur'ün canını sıkıyordu. " Şimdi ne yapacaksın ? " diye sordu vaftiz oğ luna. Vaftiz oğlu ise bilmiyorum dercesine kollarını iki yana açtı. "Ama bir şey yapmalı," diye devam etti vaftiz baba öfkeli bir sesle. "Bizi bu çıkmazdan kurtar malısın. " Zephyrin Xirdal bir süre düşündü. "Yapılacak ilk şey," dedi sonunda, "arazinin etrafını çevirip sadece · yaşayabileceğimiz kadar bir baraka inşa etmek. Gerisini düşüneceğim. " Bay Lecceur i ş e koyuldu. Sekiz gün iÇinde Atlantik'teki denizciler, verilen yüksek ücreti be ğenen bazı Grönlandlılann da yardımıyla, uçlan iki taraftan denize uzanan ve tel örgüyle çevrili bir çit çektiler ve ahşap bir baraka inşa edip sade ce gerekli eşyalarla öylesine döşediler. Zephyrin Xirdal, göktaşının düşeceği tarih ten üç hafta öncesine denk gelen . 26 Temmuz günü çalışmalarına başladı. Atmosferin . yüksek katmanlarında meteora dair birkaç gözlemden sonra, matematiğin yüksek katmanlarına hava landı. Yeni hesaplamalarının tek işlevi, eski he saplamalarının ne kadar mükemmel olduğunu kanıtlamak oldu. En ufak bir hata yoktu. En ufak bir sapma görülmüyordu. Göktaşı tam öngörülen yere, yani 72° 51' 30" kuzey enlemi ile 5 5 ° 35' 18" batı boylamının kesiştiği noktaya düşecekti.
260
J U LE S VE R NE
"Yani denize," diyordu Bay Lecreur öfkesini gizlemekte güçlük çekerek. Xirdal ise dingin bir tavırla "Evet, denize," diye yanıtladı; gerçek bir matematikçi gibi, hesapla malarının tartışmasız kesinliğini fark ettiği için sadece büyük bir memnuniyet duyuyordu. Ama kısa süre sonra sorunun asıl amacını kavradı. "Kahretsin! " dedi. Sesinin tonu değişmişti, ne yapacağını bilemez bir halde vaftiz babasına ba kıyordu. Vaftiz babası sükunetini korumaya çalışıyordu. Küçük bir çocukla konuşan ihtiyar bir adam edasıyla, "Haydi ama, Zephyrin," diye söze girdi, "herhalde elimiz kolumuz bağlı bekleyecek deği liz. Bir hata yapıldı, şimdi de telafi etmek gerek. Göktaşını gökten buraya indirebildiğine göre, bir kaç yüz metrelik sapma yapmasını sağlamak se nin için çocuk oyuncağı." "Öyle mi sanıyorsunuz ?" diye yanıtladı Zephyrin Xirdal başını iki yana sallayarak. "Ben uğraştığım sıra meteor dört yüz kilometre uzaktaydı. O me safede Dünya'nın yerçekimi, göktaşının bir cep hesine gönderdiğim enerji miktarının kayda değer bir denge bozulmasına sebep olmasını sağlayacak kadar etki ediyordu. Ama artık öyle değil. Göktaşı şimdi daha yakın ve yerçekimi onu öyle büyük bir güçle çekiyor ki biraz daha fazla ya da az güç hiç bir şey değiştirmez. Öte yandan, göktaşının mutlak hızı azalmış olsa da açısal hızı epey arttı. Artık en elverişli konumda bir şimşek gibi geçip gidiyor ve üzerinde herhangi bir etkide bulanabilecek zama nımız yok."
M E T E O R AVI
261
"Bir şey yapamaz mısın yani? " diye üsteledi Bay Lecceur, kötü bir şey söylememek için dudak larını ısırıyordu. "Öyle demedim," dedi Zephyrin Xirdal. "Ama çok zor. Yine de tabii ki deneyebiliriz." Gerçekten de öyle büyük bir sabırla denedi ki, 17 Ağustos günü çabalarının başarıya ulaşa cağına kesin gözüyle bakıyordu. Yolundan kesin olarak saptırılan göktaşı kıyıdan elli metre kadar içeriye, karaya düşecekti; bu mesafe de herhangi bir tehlikeyi önlemek için yeterliydi. Ne yazık ki takip eden günler boyunca Uper navik limanındaki gemileri silkeleyen şiddetli fırtına yerin yüzünü resmen süpürmüştü ve Xir dal, haklı olarak, havanın bu hırçın hareketleri yüzünden göktaşının yörüngesinin değişip değiş mediğini bilmiyordu. Bilindiği gibi fırtına ayın 18'ini 19'una bağlayan gece dindi, ama barakanın sakinleri kudurmuş ha vanın herkesi rahat bıraktığı bu süreden istifade edemedi. Düşüş beklentisi bir dakika bile dinlen melerine imkan vermiyordu. Akşam saat on buçu ğu biraz geçe, güneşin batışını gördükten yaklaşık üç saat sonra, hemen hemen tamamen bulutsuz gökyüzünde seher yıldızının doğuşunu izlediler. Düşüş, tam Zephyrin Xirdal'in söylediği sa atte gerçekleşti. Saat altıyı elli yedi dakika otuz beş saniye geçe, kuzey bölgesinde, şimşek gibi bir ışık bir saattir kapı eşiğinden ufku gözleyen Bay Lecceur ile vaftiz oğlunun gözlerini kör ederce sine göğü delip geçti. Hemen hemen aynı anda kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu ve yer korkunç bir darbeyle sallandı. Meteor düşmüştü.
262
JULES VERNE
Zephyrin Xirdal ile Bay Lecreur görme yetile rine tekrar kavuştuklannda ilk fark ettikleri şey, beş yüz metrelik mesafede duran altın kütle oldu. "Yanıyor, " diye mınldandı Bay Lecreur, hala yaşadığı heyecanın tesirindeydi. "Evet," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal, ağzın dan kısa bir evetten başka bir şey çıkmamıştı. Ama yavaş yavaş sakinleştiler ve gördükleri şeyi daha doğru bir şekilde algılamaya başladılar. Göktaşı gerçekten de akkor halindeydi. Sıcaklığı bin derecenin üzerinde ve erime noktasına yakın olmalıydı. Gözenekli yapısı net bir şekilde görü lüyordu ve tam da Greenwich Rasathanesi'nin söylediği gibi süngerimsi bir yapıya sahipti. Işıma nedeniyle soğumakta olduğundan rengi de fark lılaşmaya başlayan yüzeyin altındaki sonsuz sa yıda kanaldan parlak kırmızı metalin bulunduğu iç taraf görülebiliyordu. Birbirinden aynk duran, birbirlerini çapraz kesen, kıvnm kıvnm kanallar sayısız petek meydana getiriyor ve sıcak hava tıs lar gibi sesler çıkararak bu peteklerden kaçıyordu. Göktaşı baş döndürücü düşüşü sebebiyle iyice yassılaşmış olsa da hala küre biçimini koruyordu. Üst kısmı epey biçimli bir yuvarlakken, parçala nıp ezilmiş olan alt kısmı zemindeki engebelerin şeklini almıştı. "Ama . . . denize doğru kayacak! " diye bağır dı Bay Lecreur birkaç dakika sonra. Vaftiz oğlu sükunetini koruyordu. "Kıyıdan elli metre içeriye düşecek demiştin! " "On metreye indi, çünkü yançapını d a hesaba katmak gerek. " " O n metreyle elli metre aynı şey değil."
M E T E O R AVI
263
"Fırtına yüzünden sapmış olmalı." Bundan başka bir şey konuşmadılar ve altın küreyi sükunet içinde seyretmeye koyuldular: Gerçekten de Bay Lecreur endişelenmekte haksız değildi. Göktaşı falezin başladığı yerden on metre içeriye, falezi adaya bağlayan eğimli zeminin üzerine düşmüştü. Tam da Greenwich Rasathanesi'nin dediği gibi yarıçapı elli beş met reydi ve bunun kırk beş metresi boşluğun üzerin deydi. Zaten ısıdan yumuşamış olan ve bu şekil de askıda duran büyük metal kütle falez boyunca aşağı doğru deyim yerindeyse akmış ve denizin yüzeyine az bir mesafe kala acınası bir vaziyette durmuştu. Ama kelimenin tam anlamıyla zemin deki kayaya yapışmış olan diğer kısmı, kütleyi okyanusun üzerinde tutuyordu. Düşmediğine göre şüphesiz dengede duruyor du. Yine de görünüşe göre bu denge son derece hassastı ve ufacık bir itişin bile bu efsanevi hazi neyi uçuruma sürüklemeye yeteceği anlaşılıyor du. Yokuş aşağı inmeye başlasa hiçbir şey onu durduramazdı; karşı konulamaz bir şekilde deni ze akar ve sular üzerini örterdi. Acele etmek için bir sebep daha, diye düşün dü Bay Lecreur kendine geldiğinde. Aptal aptal meteoru seyrederek zaman geçirmek, çıkarlarına büyük zarar verecek bir delilik olurdu. Hiç vakit kaybetmeden barakanın arka tarafına gitti, Upemavik önünde demirli gemilerden fark edilecek kadar yüksek bir direğe Fransız bayrağını çekti. İşaretin görüldüğünü ve anlaşıldığını biliyo ruz, zira Atlantik hemen en yakın telgraf istasyonu na gitmek üzere yola çıktı; buradan, Robert Lecreur
264
JULES VERNE
Bankası, Drouot Caddesi, Paris adresine açık bir dille yazılmış bir telgraf çekilecekti: "Göktaşı düş tü. Satın." Paris'tekiler bu emri yerine getirmek üzere işe koyuldu; bu da işini sağlama alan Bay Lecc:eur açısından daha büyük kar anlamına geliyordu. Göktaşının düştüğü öğrenildiğinde değerli ma denlerin fiyatlarının son bir defa daha düşeceğine şüphe yoktu. O zaman da Bay Lecc:eur mükemmel koşullarda tekrar alım yapacaktı. Her halükarda işler tıkınndaydı ve Bay Lecc:eur'ün azımsanma yacak kadar milyonu cebe indireceği kesindi. Bu bayağı çıkarlarla ilgilenmeyen Zephyrin Xirdal seyre devam ederken büyük bir gürültü duydu. Arkasını döndüğünde, başlarında Bay de Schnack'in bulunduğu bir turist kafilesinin arazi sine girmeye cüret ettiğini fark etti. İşte mesela, bu hoş görülemezdi! Araziyi, bulunduğu yer sa dece ona ait olsun diye satın alan Xirdal bu pata vatsızlık karşısında öfkelenmişti. Hızlı adımlarla patavatsız istilacıların karşısı na çıktı. Grönland delegesi onu yolun yansında karşıladı. Xirdal delegenin üzerine yürüyerek, "Beyefen di, benim arazime nasıl girersiniz ? Levhaları gör mediniz mi? " diye sordu. "Kusuruma bakmayın, beyefendi" diye kibarca yanıtladı Bay de Schnack, "elbette gördük, ama böylesine istisnai koşullar altında genel kabul gö ren kurallara karşı gelmenin affedilebilir olduğu nu düşündük. " "İstisnai koşullar mı? " diye sordu Xirdal s a f bir tavırla. "Hangi istisnai koşullar? "
M E T E O R AVI
265
Bay de Schnack haklı olarak şaşırmıştı. "Hangi istisnai koşullar mı? " diye sordu. "Be yefendi, Whaston göktaşının az önce bu adaya düştüğünü size ben mi öğreteceğim ?" "Elbette biliyorum," dedi Xirdal. "Ama bunda istisnai bir durum yok. Göktaşı düşmesi epey sı radan bir olay." "Göktaşı altındansa, değil." "Altın ya da başka bir şey, göktaşı göktaşıdır." "Ne bu beyler ne de bu hanımlar böyle düşünüyor," diye yanıtladı Bay de Schnack, çoğu bu diyalogdan tek kelime bile anlamayan kalabalığı göstererek. "Tüm bu insanlar Whaston göktaşı nın düşüşüne tanık olmak için burada. Siz de ka bul edersiniz ki böyle bir yolculuktan sonra tel bir bariyerle durdurulmak kolay değil. " "Doğru," dedi Xirdal, uzlaşmaya hazırdı. İşler yoluna girmek üzereydi ki Bay de Schnack ihtiyatsızlık edip şöyle dedi: "Bana gelince, yerine getirmekle yükümlü olduğum resmi göreve engel oluşturduğundan, bariyerinizin karşısında durmam mümkün de ğildi. " "Ne görevi?" "Göktaşına, şu an temsilcisi olduğum Grönland adına el koymak." Xirdal irkilmişti. "Göktaşına el koymak mı?" diye bağırdı. "Aman beyefendi, siz delirdiniz mi?" "Neden delireyim?" diye yanıtladı Bay de Schnack ciddi bir tavırla. "Göktaşı Grönland top raklanna düştü. Kimseye de ait olmadığına göre, bu durumda Grönland devletine ait. "
266
JULES VERNE
"Çok laf ettiniz ama içinde doğru yok!" diye çı kıştı Zephyrin Xirdal, yavaş yavaş sinirleniyordu. "Öncelikle, göktaşı Grönland topraklarına değil, Grönland'ın bana para karşılığında sattığı, bana ait bir toprağa düştü. Aynca göktaşı birine ait ve bu biri de benim. " "Siz misiniz ? " "Aynen öyle, benim." "Hangi açıdan?" '�Nereden bakılırsa bakılsın tüm açılardan, be yefendiciğim. Ben olmasam göktaşı uzayda, ne yin temsilcisi olursanız olun gidip de getireme yeceğiniz yerlerde dönüp durmaya devam ederdi. Benim evime düştüğüne ve düşüren de ben oldu ğuma göre nasıl bana ait olmuyormuş ? " "Yani diyorsunuz ki . . . " diye üsteliyordu Bay de Schnack. "Yani diyorum ki göktaşını ben düşürdüm. Öte yandan, Washington'da toplanan uluslararası konferansı da bu konuda bilgilendirmeyi ihmal etmedim. Öyle sanıyorum ki telgrafımdan sonra konferans çalışmalarına son vermiştir. " Bay d e Schnack muhatabına kuşkuyla bakı yordu. Bir soytarıyla mı karşı karşıyaydı, yoksa bir deliyle mi? "Beyefendi," diye yanıtladı, "ben de uluslara rası konferansın bir üyesiydim ve sizi temin ede rim ki ben Washington'dan ayrıldığımda toplan tılar hala devam ediyordu. Aynca, yine sizi temin ederim ki bahsettiğiniz telgrafa dair hiçbir bilgim yok." Bay de Schnack doğruyu söylüyordu. Zaten ku lakları biraz ağır işitirdi ve her saygın parlamen-
M E TE O R A V I
267
toda olduğu gibi teke tek konuşmaların yarattığı uğultunun ortasında, okunan telgrafın tek keli mesini bile duymamıştı. "Ama ben böyle bir telgraf gönderdim," dedi Zephyrin Xirdal, sinirlenmişti. "Yerine ulaşmış olsun olmasın, benim haklarım bakidir. " "Haklarınız mı? " diye karşılık verdi Bay de Schnack; tartışma onu da sinirlendirmeye başla mıştı. "Ciddi ciddi göktaşı üzerinde hak iddia et meye cüret mi ediyorsunuz ? " "Hayır, olsa olsa tenezzül ediyorumdur! " diye bağırdı Xirdal alay ederek. "Altı trilyon franklık bir göktaşı! " "Ne olmuş yani? Ü ç yüz bin milyon milyar tril yon trilyar da olsa benim olmasına mani değil." "Sizin mi? Şaka yapıyorsunuz . . . Bir adam tek başına dünyanın geri kalanından daha fazla altı na sahip olacak ha! .. Olacak iş değil." "Olacak iş mi değil mi ben orasını bilmem," diye bağırdı Zephyrin Xirdal, artık patlamıştı. "Bildiğim tek şey, göktaşının bana ait olduğu." "Göreceğiz," dedi Bay de Schnack soğuk bir sesle. "Şimdilik sadece yola devam etmemize katlanmak durumundasınız ." Delege bunu dedikten sonra hafifçe şapkası nın kenarına dokundu ve bir işaretiyle yerli reh ber yürümeye başladı. �ay de Schnack rehberin arkasında, üç bin turist de Bay de Schnack'in ar kasında yürüyordu. Uzun bacaklarının üzerinde öylece dikilip kalan Zephyrin Xirdal, onu görmezden geliyor gibi görü nen kalabalığa baktı. Keyfi kaçmıştı. İzni olmadan topr�klarına girilmesi ve topraklarındayken sanki
268
JULES VERNE
fethedilmiş bir ülkedeymiş gibi davranılması ha! Haklarının çiğnenmesi demekti bu! Hadlerini aş mışlardı. Gelgelelim böyle bir kalabalık karşısında ya pılabilecek bir şey yoktu. Bu nedenle son yaban cı da yanından geçip gittiğinde barakasına çekil mek zorunda kaldı. Yenilmişse de ikna olmuş değildi ve barakasına doğru giderken öfkesini boşaltıyordu. "İğrenç . . . iğrenç! " diyordu bıkkın bir sesle, bir yandan da semafor gibi elini kolunu sallıyordu. Bu sırada kalabalık hızlı adımlarla rehberin ar kasından gidiyordu. Rehber sonunda adanın en uç noktasında durdu. Buradan ileriye gidilemezdi. Bay de Schnack ile Bay Wharf hemen rehberin yanına gitti; onların ardından da Bay Forsyth ile Bay Hudelson, Francis, Jenny, Omikron, Bay Seth Stanfort ve Bayan Arcadia Walker gittiler. En son da gemilerin Baffin Denizi'nin bu kıyısına boşalt tığı meraklılar yığım geldi. Evet, daha ileriye gitmek mümkün değildi. Dayanılmaz bir hale gelen sıcaklık bir adım daha atmaya müsaade etmiyordu. Zaten adım atmaya gerek yoktu. Yaklaşık dört yüz metre uzaktaki altın küre oradan da görülebi liyordu ve herkes göktaşını bir saat önce Zephyrin Xirdal'le Bay Lecreur'ün seyrettiği gibi seyredebi liyordu. Uzayda yörüngesinde ilerlerken olduğu gibi ışıldamıyordu artık, ama o kadar parlaktı ki doğrudan bakmak çok zordu. Sonuç olarak, gök yüzünden geçerken nasıl ele geçirilemez görünü yorduysa, yeryüzünde istirahate çekildiği sırada da aynı şekilde ele geçirilemez görünüyordu.
269
M E T E O R AVI
Dört yüz metre ötedeydi!
Bu bölgede kıyı şeridi, yerli dilinde Unalek adıy la bilinen bir kayalık alandan oluşuyor ve düm düz uzanıyordu. Denize doğru eğim yapan düz lüğün sonunda, deniz seviyesinden otuz metre yüksekteki dimdik bir falez bulunuyordu. Göktaşı
270
J ULES V E R N E
işte bu düzlüğün kıyısına düşmüştü. Birkaç met re sağa gitseydi, falezin önündeki dipsiz uçuruma gömülecekti. Kendine engel olamayan Francis Gordon, "Ah! Yirmi adım daha gitse dibi boylayacaktı! " diye mırıldandı. "Oradan da kolay kolay çıkaramazlardı, " diye tamamladı Bayan Arcadia Walker. "Bay de Schnack de henüz meteora el koymuş değil, " dedi Bay Seth Stanfort. "Grönland devleti nin alıp kasaya koyması gerek. " Doğruydu, ancak b u e r geç olacaktı. Sadece zaman meselesiydi. Soğumasını beklemek yeter di ve kutup kışı yaklaştığına göre çok geçmeden soğurdu. Bay Dean Forsyth ile Bay Sydney Hudelson orada, deyim yerindeyse gözlerini yakan altın kütlenin karşısında hipnotize olmuş gibi kımılda madan duruyorlardı. İkisi de ileri gitmeye yelten di, sonra ikisi de, neredeyse rosto gibi kızaracak olan sabırsiz Omikron gibi geri çekilmek zorunda kaldı. Dört yüz metre uzakta sıcaklık elli santigrat dereceye ulaşıyordu ve meteorun yaydığı ısı ne fes almayı bile güçleştiriyordu. "Ama nihayetinde . . . burada . . . adada duru yor. . . Denizin dibini boylamadı. . . Zayi olmadı. . . Şanslı Grönland'ın ellerinde! . . Sadece beklemek . . . beklemek gerekecek . . . " Boğucu sıcaklık yüzünden falezin tam karşı sındaki alandan daha ileriye gidemeyen meraklı lar işte böyle söylüyorlardı. Evet, sadece beklemek gerekiyordu . . . Ama ne kadar bir süre beklemek? Göktaşının soğuması
271
M E T EOR AVI
bir ay, belki iki ay sürmeyecek miydi ? Bu kadar yüksek sıcaklığa ulaşan bu tür metal kütleler uzun süre akkor halinde kalabilirdi. Çok daha kü çük meteorlarda rastlanmıştı buna. Aradan üç saat geçti ama kimse oradan ay nlmayı düşünmüyordu. Göktaşına yaklaşmanın mümkün olacağı ana kadar beklemek mi istiyor lardı ? Ama bu soğuma ne o gün olacaktı ne ertesi gün. Kamp kurup erzak getirmedikleri müddetçe gemilerine dönmeleri daha iyi olurdu. "Bay Stanfort," dedi B ayan Arcadia Walker, "sizce akkor halindeki bu blokun soğuması için birkaç saat yeter mi? " "Ne birkaç saat yeter n e d e birkaç gün, Bayan Walker. " "Öyleyse Oregon' a geri döneceğim, ileride tek rar gelmek üzere . " "Kesinlikle
haklısınız , "
diye
yanıtladı
Bay
Stanfort "ben de öyle yapacağım ve Mozik'e gide ceğim. Zannediyorum öğle yemeği saati de geldi. " E n mantıklı
hareket buydu,
ama
Francis
Gordon 'la Jenny'nin Bay Forsyth'le B ay Hudelson'ı bu en mantıklı hareketi yapmaya ikna etmeleri imkansızdı. Kalabalık yavaş yavaş uzaklaşıyormuş, Bay de Schnack Upemavik istasyonuna geri dönmeye karar vermiş, nafile ! Bizim iki manyak meteorla nyla baş başa kalmakta inat ediyordu. "Geliyor musunuz, baba ? " diye onuncu defa sordu Jenny Hudelson; saat öğlen iki civanydı. Cevap olarak Doktor Hudelson ileri doğru bir kaç adım attı. Ama sonra hızla geri çekilmek zo runda kaldı. Sanki bir fınnın içine girmişti. Onun
272
JULES VERNE
gibi ileri atılan Bay Dean Forsyth d e aynı hızla geri çekilmek zorunda kalmıştı. "Haydi, dayıcığım," dedi Francis Gordon, "hay di, Bay Hudelson! Gemiye dönme zamanı. Haydi artık, lütfen! Göktaşını şu anda kurtaramayız. Onu gözlerinizle yemek doyurmayacak ki kar nınızı. " Nafile . Ancak akşam olup d a yorgunluk ve aç lıktan bitap düştüklerinde, ertesi gün geri gelme ye kararlı olarak oradan aynlmaya razı oldular. Gerçekten de sabahın ilk saatlerinde geri gel diler ama bu kez, kıymetli meteorun güvenliği ni sağlayan elli . kadar silahlı adamla -yani tüm Grönland kuvvetleriyle- karşı karşıya kalmışlardı. Devlet bu önlemi kime karşı almıştı? Zephyrin Xirdal'e karşı mı? Bu durumda elli adam fazlay dı. Hem göktaşı kendi kendini pekala koruyordu. Dayanılmaz sıcaklık en mangal yüreklileri bile belli bir mesafede tutuyordu. Bir önceki gün den beri ancak bir metre ileri gidilebilmişti. O noktadan itibaren, Bay de Schnack'in hazineye Grönland adına gerçek anlamda el koyabilmesi için aylar gerekiyordu. Yine de hazine koruma altındaydı. Beş bin yedi yüz seksen sekiz milyar söz konusu oldu ğunda ne kadar ihtiyatlı olunsa azdır. Limandaki gemilerden biri B ay de Schnack'in ricası üzerine telgrafla bütün dünyaya büyük haberi vermek üzere yola çıkmıştı. Yani göktaşı nın düştüğünü kırk sekiz s aat içinde herkes öğ renecekti. Bu durum B ay Lecreur'ün planlannı bozar mıydı? Asla ! Atlantik yola yirmi dört saat daha erken çıktığı ve yat çok daha hızlı olduğu
M E T E O R AVI
273
için bankacı otuz altı saat öndeydi; bu süre mali spekülasyonunu başanyla tamamlaması için yeterliydi. Grönland devleti elli muhafızla bile kendi ni güvende hissettiğine göre, aynı gün öğleden sonra meteoru aslında yetmiş kişinin gözle diğini fark e dince kim bilir ne kadar güvende hissetmiştir . . . Öğleye doğru bir kruvazör Upemavik önünde demirlemişti. Amerika Birleşik Devletleri'nin yıl dızlı bayrağını taşıyordu. Yirmi adam daha çapa suya değer değmez kruvazörden indi ve bir asteğ menin komutasında göktaşının çevresinde kamp kurdu. Bay de Schnack'in güvenlik güçlerinin arttığı nı fark ettiğinde hissettiği duygular çelişkiliydi. Kıymetli göktaşının böyle gayretle korunmasın dan memnun olsa da silahlı Amerikalı denizci lerin Grönland topraklanna çıkması onda ciddi endişelere yol açmıştı. Bu düşüncesini açıkladığı asteğmen ona bilgi veremiyordu, o sadece üstle rinin emirlerine itaat ediyor ve bundan ötesini düşünmüyordu. Bunun üzerine Bay de Schnack hemen ertesi gün şikayetini kruvazördekilere iletmeye karar verdi ama bu planını hayata geçirmek üzereyken iki sorunla karşılaştı. Gece bir kruvazör daha gelmişti; bu seferki bir İngiliz kruvazörüydü. Meteorun düştüğünü öğre nen komutan, Amerikalı meslektaşı gibi, yirmiye yakın denizciyi karaya çıkardı ve bunlar da yine bir asteğmenin komutasında hızla adanın kuzey batısına doğru ilerledi.
274
J U LE S VE R N E
Bay de Schnack şaşkınlık içindeydi. Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Zaman geçtikçe şaşkınlığı daha da arttı. Öğleden sonra, Fransız bayrağı taşı yan üçüncü bir kruvazör bildirildi ve iki saat için de, bir teğmenin komutasındaki yirmi Fransız as ker göktaşının etrafında nöbet tutmaya gidiyordu. Durum ciddileşiyordu ve orada da kalmayacak tı. Ayın 21'ini 22'sine bağlayan gece bu kez bir Rus kruvazörü çıkageldi; bu da dördüncüydü. Ardından 22'sinde, gündüz vakti, sırasıyla Japon, İtalyan ve Alman gemilerinin geldiği görüldü. Ertesi gün, yani 23'ünde Arjantin'in ve İspanya'nın kruvazör leri geldi; hemen arkalanndan bir Şili gemisi, onun da ardından biri Portekiz'in diğeri Hollanda'nın ol mak üzere iki gemi daha geldi. 25 Ağustos günü, on altı savaş gemisi Upemavik önlerinde, bu kuzey sulannın daha önce hiç gör mediği türden uluslararası bir donanma meyda na getirmişti; Atlantik de gizlice tekrar yanlanna demir atmıştı. Her gemi bir subayın komutasın daki yirmi adamını karaya çıkardığından her milletten üç yüz yirmi denizci ile on altı subay, ne kadar cesur olursalar olsunlar elli Grönlandlı askerin savunamayacağı topraklan doldurmuştu. Her geminin kendi haber kaynağı vardı ve yarattıklan etkiye bakılacak olursa bu haberler hiç tatmin edici değildi. Uluslararası konferans Washington'da toplanmaya devam etse de otu rumlar artık sadece adet yerini bulsun diye yapı lıyordu. Şimdi söz diplomasideydi. "Tabii top tü fek devreye girene kadar," diye ekleniyordu özel sohbetlerde. Makam odalannda sert tartışmalar dönüyordu.
M E TE O R AV !
275
Gemiler birbiri ardından gelmeye devam et tikçe haberler de daha endişe verici olmaya baş lıyordu. Kesin olarak bilinen bir şey yoktu, ama kurmay heyetlerinde ve denizciler arasında söy lentiler dolaşıyordu; farklı ülkelerin askeri bir likleri arasındaki ilişkiler de her geçen gün biraz daha geriliyordu. Oysa önce Amerikalı tuğamiral İngiliz mevki daşını masasına davet etseydi, İngiliz de bu zarif davete icabet edip bu fırsattan istifade Fransız kruvazörünün kumandanına en içten saygılannı sunsaydı, iş uluslararası nezaketle halledilirdi. Şimdiyse her biri kendine gemisine kapanmış, fırtına habercisi hafif esintilerle başlayacak gibi görünen rüzgann hangi yönden eseceğini anla maya çalışarak bir yol belirlemeye çalışıyordu. Geçen zaman Zephyrin Xirdal'in öfkesini din dirmemişti. Bay Lecreur, Xirdal'in bitmek bilmez sızlanmalarını dinlemekten bıkmıştı ama onu sağduyuya davet ederek boş yere kendini yıpra tıyordu. "Sevgili Zephyrin," diyordu, "Bay de Schnack'in haklı olduğunu ve böyle devas a bir servetin tek bir insana bırakılmasının mümkün olmadığını kabul etmen gerek. Dolayısıyla müdahale olması doğal. Ama bana zaman ver. Şu ilk heyecan ya tışsın, ben de müdahale edeceğim. Bence haklı davamızı sonuna kadar göz ardı etmeleri müm kün değil. Bir şeyler koparacağım, buna şüphe yok . " "Bir şeyler mi? " diye bağırdı Xirdal. "Sizin o bir şeyleriniz umurumda değil. O altınla ne yapaca ğımı sanıyorsunuz? Benim ona ihtiyacım mı var?"
276
JULES VERNE
" O zaman neden bu kadar kızdın? "
"Çünkü göktaşı bana ait. Birinin onu almak is temesi sinirimi bozuyor. Buna katlanamıyorum. " "Bütün dünya karşısında n e yapabilirsin ki, sevgili Zephyrin ? " "Bilsem yapacağım zaten. Ama sabır . . . Ş u de lege bozuntusunun benim göktaşım üzerinde hak iddia etmesi yeterince mide bulandırıcıydı. Bir de bugüne bak! Ne çok ülke, ne çok hırsız var! Hak talep ettikleri şey uğruna birbirlerini par çalayacaklarından bahsetmiyorum bile! Ellerim kopsaydı da göktaşını yerinden oynatmasaydım! Bana oyun gibi gelmişti. İlginç bir deney olduğu nu düşünmüştüm. Ah, bilseydim . . . Cebinde me telik olmayan zavallı yoksullar şimdi bu milyarlar için kavga edecek. . . Siz ne derseniz deyin, bu iş gittikçe iğrenç bir hal alıyor! " Xirdal vazgeçmiyordu. Her halükarda Bay de Schnack'e öfkelenmekte haklıydı. Öte yandan, zavallı delege tabiri caizse iki ateş arasında kalmıştı. Grönland topraklarının bu şekilde istila edilmesi hayra alamet değildi ve cumhuriyetin muazzam hazinesi sallantıda gö rünüyordu. Peki, ne yapmalıydı? Elli adamıyla üç yüz yirmi yabancı denizciyi denize döküp etrafla rını saran on altı zırhlı canavarı da topla torpille denizin dibine gönderebilir miydi? Elbette, hayır. Ama hiç değilse şunu yapabi lirdi ve yapmalıydı da: ülkesi namına, egemenlik haklarının ihlaline karşı çıkmak. Bir İngiliz komutanla bir Fransız komutanın birlikte sırf meraktan karaya indikleri bir gün Bay de Schnack, fırsattan istifade, diplomatik itidalin
M E T E O R AVI
277
vahametini gizleyemediği bu durumla ilgili yarı resmi açıklama talep etti. Cevap İngiliz tuğamiralden geldi. Özetle, Bay de Schnack'in telaşlanmakta haklı olduğunu söy lüyordu. Limandaki gemilerin komutanları sade ce kendi amirallerinden gelen emirlere uyuyor du. Emirleri tartışmak da yorumlamak da onlara düşmezdi; sadece uygulamakla yükümlüydüler. Bununla beraber, bu uluslararası çıkartmanın tek amacının, bir meraklı akını olması durumunda düzeni sağlamak olduğunu sanıyorlardı; mevcut akın gerçekten ciddi boyuttaydı ama kuşkusuz daha da artacağı düşünülüyordu. Bunun dışın da Bay de Schnack'in sakin olması gerekiyordu. Mesele incelenmekteydi ve herkesin hakkına ko şulsuz şartsız saygı duyulacaktı. "Çok doğru," diye onayladı Fransız komutan. "Madem herkesin hakkına saygı duyulacak, o zaman ben de kendi haklarımı savunabilirim," diye bağırdı birdenbire tartışmaya giren bir şahıs . "Kiminle konuşma şerefine nail oluyorum acaba?" diye sordu tuğamiral. "Whaston'dan Bay Dean Forsyth, göktaşının babası ve meşru sahibi," diye özellikle vurgulaya rak yanıtladı araya giren şahıs. Bay de Schnack ise hafifçe omuz silkmişti. "Ah ! Ne hoş ! " dedi tuğamiral. "Adınızı çok duy dum, Bay Forsyth . . . Elbette, haklarınız varsa ne den savunmayasınız ki?" "Haklar!" diye araya girdi o sırada ikinci bir kişi. "Peki, benim haklarıma ne demeli? Meteoru dünyanın dikkatine sunan ben, Doktor Sydney Hudelson, bir tek ben değil miydim ?"
278
JULES VERNE
"Siz mi? " diye karşı çıktı Bay Dean Forsyth, yı lan sokmuş gibi sıçrayarak arkasına döndü. "Ben ! " "Bir kenar mahalle üfürükçüsü m ü böyle bir keşfe talip olacakmış ! " "Sizin gibi bir cahildense . . . " "Dürbünü bile doğru tutmayı bilmeyen bir palavracısın ! " "Hayatında teleskop görmemiş bir soytarısın! " "Bana ha . . . cahil ha ? " "Bana ha . . . üfürükçü ha?" "Bir sahtekarın maskesini düşürmeyi bilmeye cek kadar cahil değilim. " "Bir hırsızı teşhis edebilecek kadar doktorluk bilirim. " " B u kadarı da fazla ! " diye bağırdı Bay Dean Forsyth boğuk bir sesle ve ağzından köpükler sa çarak. "Gardınızı alın, beyefendi! " İki rakip yumruklarını sıkmış, öfkeli bakışlar la birbirlerini tehdit ediyordu ve Francis'le Jenny ayırmasa işin sonu muhtemelen kötü biterdi. "Dayı ! " diye bağırıyordu Francis, Bay Dean Forsyth'i zapt etmeye çalışarak. Jenny ise gözyaşları içinde "Baba! Yalvarıyo rum! Baba ! " diye yakarıyordu. Bu trajikomik sahneye uzaktan tanık olan Zephyrin Xirdal o sırada tesadüfen yanında bu lunan Bay Seth Stanfort'a, "Kim bu kabadayılar? " diye sordu. Seyahatteyken insanlar arasındaki nezaket kuralları kolayca esnetilebilir. Bay Seth Stanfort da bir yabancının teklifsizce sorduğu bir soruya teklifsizce yanıt vermişti.
M E T E O R AVI
279
"Dean Forsyth ile Doktor Sydney Hudelson adlannı duymamış olamazsınız. " "Whastonlı iki amatör astronom mu? " "Ta kendileri." "Buraya düşen göktaşını keşfeden kişiler mi? " "Onlar. " "Ne diye böyle kavga ediyorlar?" "Keşfi ilk önce kimin yaptığı konusunda uzlaşamıyorlar. " Zephyrin Xirdal küçümseyerek omuz silkti: "Aferin onlara! " "İkisi de göktaşının kendilerine ait olduğunu iddia ediyor," diye devam etti Bay Seth Stanfort. "Tesadüfen gökyüzünde gördüler diye mi?" "Aynen öyle. " "Küstahlık ediyorlar," dedi Zephyrin Xirdal. "Peki şu genç adamla genç kız, onlar ne yapıyor lar orada ? " B ay Seth Stanfort hiç üşenmeden durumu açıkladı. Nişanlılann tarihi belirlenen nikahtan hangi koşullar altında vazgeçtiklerini ve saçma bir kıskançlık yüzünden iki aileyi ayıran gare zin şefkat ve s evgi dolu bağlarını kopardığını anlattı. Xirdal altüst olmuştu. Sanki bir doğa olayı izler gibi bakıyordu; Francis Gordon, Bay Dean Forsyth'i tutmuş, Jenny Hudelson da incecik kollanyla çile den çıkmış babasına sanlmıştı. Bay Seth Stanfort hikayesini bitirdikten sonra Zephyrin Xirdal en ufak bir teşekkür etmeden bir çığlık kopardı: "Ama bu çok acı ! " Ardından büyük adımlarla uzaklaştı. Hikayeyi anlatan, bu tuhaf adamı soğukkanlılık la izledi, sonra üzerinde daha fazla düşünmeden,
280
JULES VERNE
b u kısa diyalog sırasında epey yalnız kalan Bayan Arcadia Walker'ın yanına döndü. Bu sırada Zephyrin Xirdal kendinden geçmişti. Barakasının kapısını sert bir darbeyle açtı. "Amca!" dedi, bu darbe karşısında sıçrayan Bay Lecceur'e, "Çok iğrenç bir durum ! " "Yine n e oldu ? " diye sordu Bay Lecceur. "Tabii ki göktaşı! Yine o kahrolası göktaşı! " "Ne yapmış göktaşı?" "Samimi söylüyorum, dünyayı mahvetmek üzere. Artık kötülükleri saymakla bitmiyor. Tüm bu insanları birer hırsıza dönüştürdüğü yetmez miş gibi şimdi de her yere nifak ve savaş tohum ları ekerek dünyayı birbirine kırdırma riski taşı yor. Dahası da var. İşte , şu nişanlıların arasını da açmadı mı? Gidin de bir görün o küçük kızı, am cacığım, bana da haberini verirsiniz . Karşısında taş olsa taşı ağlatır. Tüm bunlar kesinlikle çok iğrenç . " Serseme dönen Bay Lecceur "Ne nişanlısı? Hangi genç kızdan bahsediyorsun ? Neyin haberi ni verecekmişim? " diye soru yağmuruna başladı. Zephyrin Xirdal ise yanıt vermeye tenezzül etmi yordu. "Ah, ne iğrenç ! " dedi öfkeyle. "Ama bu böyle gitmeyecek! Her şeyi yoluna koyacağım! " "Nasıl bir aptallık edeceksin, Zephyrin? " "Tabii y a ! O kadar zor bir i ş değil. O göktaşını suya atacağım." Bay Lecceur bir sıçrayışta ayağa kalktı. Kalbini sıkıştıran yoğun bir duygunun etkisiyle beti benzi attı. Xirdal'in öfkesine yenik düşüp yapamaya cağı şeylerle ilgili tehditler savuracağı bir an bile
M E TE O R A V I
281
aklına gelmedi. Xirdal neler yapabileceğini kanıt lamıştı. Ondan her şey beklenirdi. "Bunu yapmayacaksın, Zephyrin," diye bağırdı Bay LecCEur. "Bilakis, yapacağım. Hiçbir şey bana engel ola maz. Burama kadar geldi artık ve bunun için bir dakika bile beklemeyeceğim." "Ama beni düşünmüyorsun, zavallı . .. " Bay LecCEur birden durdu. Ansızın, şimşek çak ması gibi, dahiyane bir fikir geldi aklına. Bu fikrin artılarını ve eksilerini tartmak için para savaşları nın bu büyük komutanına birkaç dakika yetmişti. "Aslında . . . " diye mırıldandı. Bir kere daha dü şünüp planının mükemmel olduğundan emin oldu. Bunun üzerine Zephyim Xirdal'e döndü ve dakikaları sayan bir adamın sabırsızlığıyla, "Artık sana itiraz etmeyeceğim," dedi. "Göktaşını denize mi atmak istiyorsun ? Öyle olsun! Ama bana bir kaç gün müsaade edemez misin? " "Zaten başka çarem yok!" diye bağırdı Xirdal. "Makinenin işlevini değiştirmek için bazı değişik likler yapmam gerekecek. Bunun için de beş altı gün lazım." "Yani 3 Eylül'e kadar sürer desek ... " "Evet. " "Pekala," dedi Bay LecCEur; dışarı çıkıp hızla Upemavik'e yöneldi, vaftiz oğluysa çoktan işe ko yulmuştu. Bay LecCEur vakit kaybetmeden Atlantik'e ulaş tı; kısa süre sonra geminin bacası kara duman lar kusmaya başlamıştı. Geminin sahibi iki saat sonra yeniden karaya çıktı, Atlantik ise son hızla uzaklaşarak ufukta gözden kayboldu.
282
JULES VERNE
Her dahiyane şey gibi Bay Lecreur'ün planı da muazzam bir basitlikteydi. İki yol vardı: Ya vaftiz oğlunu uluslararası silahlı kuvvetlere ihbar edip bir şey yapmasına engel olacak ya da işi akışına bırakacaktı. Bay Lecreur ikincisini seçmişti. İlk durumda, ilgili hükümetlerin bu iyiliği tak dir edeceklerine güvenmek için makul sebepleri vardı. Müdahalesi sayesinde kurtarılan hazine nin bir kısmı kuşkusuz ona ayrılırdı. Ama hangi kısmı? Muhtemelen değersiz olan, hatta, mantık olarak, bu metalin piyasaya arzıyla yaşanacak de ğer kaybı yüzünden değeri daha da düşecek olan kısmı. Öte yandan, eğer sessizliğini korursa hem bu uğursuz altın kütlesinin, tohumlarını bağrında taşıdığı ve yıkıcı bir sel gibi yeryüzüne yayacağı tüm musibetleri ortadan kaldırmış hem de kişi sel sakıncalardan kaçınmış olurdu, hatta aksine büyük avantajlar de elde edebilirdi. Sadece beş gün bu sırrı saklayacak, böylece durumu lehi ne çevirecekti. Bunun için de Atlantik aracılığıy la Druot Caddesine yeni bir telgraf göndermesi yeterliydi, telgraf deşifre edilince şu mesaj oku nacaktı: "Sansasyonel bir olayın eli kulağında. Alabildiğiniz kadar maden satın alın. " B u emir hemen yerine getirilecekti. O sıralarda göktaşının düştüğü kesin olarak öğrenilmişti ve altın madeni hisseleri neredeyse sıfırlanmış ol malıydı. Hiç şüphe yok ki çok düşük fiyatlardan satışa çıkarılmalarına rağmen alıcısı olmuyordu. Sonra, maceranın neticesi öğrenildiğinde, bum ! Büyük bir hızla ilk fiyatlarına yükselecek ve şans lı alıcılarına öyle bir kar ettireceklerdi ki!
M E T E O R AVI
283
Bay Lecreur'ün bakış açısının doğru olduğunu hemen söyleyelim. Telgraf Druot Caddesine ulaş tığında borsadaki talimatları harfiyen yerine geti rildi. Lecreur Bankası satıştaki tüm altın maden lerini nakit ve vadeli olarak satın aldı; aynı işlem ertesi gün de devam etti. Banka o iki gün içinde öyle çok alım yaptı ki! Senedi birkaç sent olan önemsiz madenler, önce leri verimli olsa da iki üç franga kadar düşmüş ma denler, değeri on on iki franga kadar inmiş birinci sınıf madenler; ayırt etmeksizin hepsini topladı. Kırk sekiz saatin sonunda borsa çevrelerinde bu satın alımlara dair haberler dolaşmaya başla mış ve biraz da telaşa yol açmıştı. Öngörüleriyle meşhur ciddi bir firma olan Lecreur Bankası belli bir hisse kategorisinde böyle dikkatsizce hareket etmezdi. Bunda bir iş olmalıydı. Herkes böyle dü şündüğünden fiyatlar önemli ölçüde yükseldi. Ama artık çok geçti. Olan olmuştu. B ay Robert Lecreur dünya altın üretiminin yarısını ele ge çirmişti. Paris'te bunlar olup biterken Zephyrin Xirdal de yola çıkarken yanına almayı unutmadığı araç gereçleri kullanarak makinesinde değişiklikler yapıyordu. Makinenin içindeki kabloları karma şık devreler halinde, birbirini kesecek şekilde bağ ladı. Dışında ise, iki yeni reflektöre tuhaf biçimli ampuller taktı. Belirlenen tarih olan 3 Eylül' de her şey bitmişti ve Zephyrin Xirdal harekete geç meye hazır olduğunu açıkladı. Vaftiz babasının varlığı sayesinde bu defa ger çek bir dinleyiciye sahipti. Hitabet yeteneğini ser gilemek için eşsiz bir fırsattı. Bu fırsatı kaçırmadı.
284
J U L E S VE R N E
"Makinemin," dedi elektrik devresini kapa tırken, "ne gizemli ne de şeytani bir tarafı var. Bir dönüştürme aracından başka bir şey değil. Elektriği sıradan biçimiyle alıp benim keşfettiğim üstün bir biçime dönüştürüyor. Şurada gördü ğünüz ve çılgınca dönmeye başlayan bu ampul, göktaşını çekmeme yarayan ampuldür. Takılı ol duğu reflektörün yardımıyla uzaya kendine has bir akım göndermektedir; bu akıma ben spiral bi çimli nötr akım adını veriyorum. Adından da an laşılacağı üzere spiral biçiminde hareket ediyor. Öte yandan kendisiyle temasa geçen her türlü maddeyi şiddetle itme özelliğine sahip. Bir bütün halinde spiraller bir silindir meydana getiriyor; bu silindirin içinden hava da diğer tüm maddeler gibi dışan püskürtülüyor, böylece silindirin için de bir hiçlik oluşuyor. Hiçlik kelimesinin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyor musunuz, amca? Sonsuz uzayın her yerinde bir şeyler olduğunu ve atmosfere giren görünmez silindirimin bir an için evrende hiçbir şeyin olmadığı tek nokta olduğunu anlıyorsunuz, değil mi ? Çok kısa, şimşek çakma sından daha kısa bir an için. Mutlak boşluğun hü küm sürdüğü bu eşsiz ortam, yerkürenin yoğun madde ağlan içinde hapsedip biriktirdiği güçlü enerjinin sıkıştınlmış dalgalar halinde uzaklaş tığı bir çıkış yolu. Benim buradaki rolüm ise bir engeli ortadan kaldırmaktan ibaret. " Epey ilgilenmiş görünen Bay Lecceur, bütün dik katini bu tuhaf açıklamayı takibe yoğunlaştırmıştı. "Bir hassas noktası var," diye devam etti Zephyrin Xirdal, "o da spiral biçimli nötr akımın dalga boyunu ayarlamak. Etkide bulunmasını iste-
M E TE O R A V I
285
diğimiz nesneye değerse onu çekmek yerine iter. Bu nedenle nesneden belli bir uzaklıkta olmalı, ama açığa çıkacak enerjinin nesnenin çevresine ulaşmasını sağlayacak kadar da yakın olmalı." "İyi de göktaşını denize yuvarlamak için çek mek değil itmek lazım," diye itiraz etti Bay Lecceur. "Hem evet, hem hayır," diye yanıtladı Zephyrin Xirdal. "Beni izleyin, amcacığım. Göktaşıyla ara mızdaki mesafeyi tam olarak biliyorum. Bu me safe tam beş yüz on bir metre kırk sekiz santim. Akımın aralığını buna göre ayarlıyorum." Xirdal bir yandan konuşuyor, bir yandan da elektrik kaynağı ile makine arasındaki devrenin içine yerleştirdiği reostayı hareket ettiriyordu. "İşte oldu," diye devam etti. "Şimdi akım gök taşına üç santimetre kadar kala, kuzeydoğu yö nündeki dışbükeyde sona eriyor. Yani açığa çıkan enerji yoğun bir ışımayla bu cepheye etki ediyor. Yine de, zemine sıkı sıkı oturmuş böyle bir kütle yi hareket ettirmek için bu kadan yeterli olmaya bilir. Bu nedenle, daha ihtiyatlı davranıp iki yar dımcı araç daha kullanacağım." Xirdal elini makinenin içine daldırdı. Kısa süre sonra yeni ampullerden biri şiddetle zangırdama ya başladı. "Amcacığım," diyerek yorumlarına başladı, "bu ampulün diğeri gibi dönmediğini fark etmiş sinizdir. Çünkü bunun etkisi başka türdendir. Etrafa saçtığı yayıntılar kendine hastır. Sizin için de uygunsa, öncekinden ayırmak için buna doğ rusal nötr akım diyeceğiz. Bu doğrusal akımın bo yunun ayarlanması gerekmiyor. Akımı meteorun güneybatı dışbükeyine yansıtmasam görünmez
286
J U LES VE R N E
bir biçimde sonsuza kadar giderdi. Yolunun üze rinde durmanızı tavsiye etmem. Yoksa iki seksen yere yapışırsınız; ama sporla kafayı bozmuş in sanlann dediği gibi, düşmeden sporcu olunmaz ! Neyse, sadede gelelim. Nedir bu doğrusal akım ? Spiral biçimli akım gibi ve hangi türden olursa ol sun tüm elektrik akımlan gibi, ses gibi, ısı gibi, hatta ışık gibi, maddesel atomlann ileri derecede basitleştirilmesinden başka bir şey değil. Şu anda bu atomlann kene gibi yapıştıklan altın blokun yüzeyine saniyede yedi yüz elli milyon darbe vur duğunu söylediğimde bu atomlann ne kadar kü çük olduğuna dair bir fikriniz olacak. Yani mer milerin hafif oluşunun sayıyla ve hızla telafi edil diği tam bir bombardıman. Bu itiş gücüne, tam karşısındaki yüzeye etki eden yerçekimini ekledi ğimizde tatmin edici bir sonuca ulaşmış oluruz. " "Ama göktaşı kımıldamıyor," diye itiraz etti Bay Lecc:eur. "Kımıldayacak," dedi Zephyrin Xirdal sakince. "Biraz sabır. Aynca, işte, burada işleri hızlandıra cak bir şey var. Bu üçüncü reflektörle de atomdan mermiler gönderiyorum, ama göktaşına değil kı yıya, göktaşının bulunduğu zemine. Toprağın ya vaş yavaş ufalandığını göreceksiniz; ağırlığın da yardımıyla göktaşı eğimli zeminden aşağı doğru kaymaya başlayacak." Zephyrin Xirdal yine kolunu makinenin içine daldırdı. Üçüncü ampul de zangırdamaya başladı. "İyi bakın, amcacığım," dedi. "Bence çok eğle neceğiz. "
xx
Okuduğunuza pişman olabilirsiniz, ama tarihe sadık kalma kaygısıyla yazar, olayları, günün birinde astronomi yıllıklarının aktaracağı şekilde yazmaya mecbur oluyor.
Çığlıklar tek ses olmuştu; altın kütlenin ilk titre yişinde kalabalıktan kükremeye benzer muaz zam bir ses duyuldu. Tüm gözler aynı yere çevrildi. Neler oluyordu? Herkes aynı halüsinasyonu mu görüyordu, yoksa meteor gerçekten de hareket mi ediyordu? Eğer öyleyse, sebebi neydi? Zemin böyle yavaş yavaş parçalanırsa hazine uçuruma düşmeyecek miydi? "Dünyayı sarsan bir olay için tuhaf bir son olur bu, " dedi Bayan Arcadia Walker. "Belki o kadar da kötü bir son olmaz, " diye ya nıtladı Bay Seth Stanfort. "En iyisi bu, " diye devam etti Francis Gordon. Hayır, yanılmıyorlardı. Göktaşı adım adım denize doğru kayıyordu. Zeminin yavaş yavaş çöktüğüne hiç şüphe yoktu. Bu hareket durdu rulmazsa altın küre düzlüğün sınınna kadar yu varlanacak ve denizin dibini boylayacaktı. Herkes hem şaşkınlık içindeydi hem de böyle muhteşem bir yükü taşımayı beceremeyen zemine lanetler yağdınyordu. Meteorun, o milyarlann Grönland kıyılanndaki sağlam bazaltik falezlerin üzerine, yani açgözlü insanlann elinden kurtulma ihtima-
288
J ULE S VE R N E
linin olmadığı bir yere değil de bu adaya düşmüş olması ne acı! Evet, meteor kayıyordu. Belki iş birkaç saat bile sürmeyecekti; şayet zemin meteorun ağırlığı altında aniden çökerse birkaç dakika bile yeterdi. Yaşanmakta olan bu talihsizlik karşısında her kes çığlık çığlığayken, Bay de Schnack de dehşet içinde bağırıyordu. Elveda, ülkesini milyarder ya pacak biricik fırsat! Elveda, tüm Grönland yurt taşlarını zengin etme hayali! Bay Dean Forsyth'le Doktor Hudelson'a gelin ce, gören delireceklerinden korkardı. Kollarını çaresizce iki yana açmış, yardım çığlıkları atıyor lardı. Sanki bu çağrıya karşılık vermek mümkün müş gibi! Göktaşının daha kararlı bir hareketiyle iyice kendilerini kaybettiler. Doktor Hudelson, nasıl bir tehlikeye atıldığını düşünmeden muhafızları aşa rak altın küreye doğru atıldı. Ama fazla uzağa gidemedi. Ateş gibi sıcak hava yüzünden nefesi kesildi, yüz adım sonra aniden durup olanca ağırlığıyla yere yığıldı. Bay Dean Forsyth rakibinin aradan çekilmesiyle bu rekabetin tamamen sona ermesine sevinebilir di. Ama o, tutkulu bir astronomdan önce namuslu bir adamdı ve duygularının yoğunluğu onu gerçek tabiatına döndürmüştü. Yersiz nefreti, bir kabustan uyanır gibi ansızın yok olmuştu; şimdi yüreğinde sadece eski günlerin hatırası vardı. Böylece Bay Dean Forsyth düşmanının ölümüne sevinmek ye rine, cesurca, bir an . bile tereddüt etmeden, adeta bir refleksle hareket eder gibi tehlikedeki eski dos tunun yardımına koştu; ne kadar övsek azdır!
Bay Dean Forsyth dostunun yardımına koştu.
290
JULES VERNE
Ancak gücü cesaretine denk değildi. Doktor Hudelson'ın yanına zar zor ulaşmış, onu birkaç metre geriye zar zor taşımış, ama sıcak havayı so lumaktan onun da nefesi kesilince doktorun yanı na düşüp bayılmıştı. Neyse ki Francis Gordon arkasından atıldı, Bay Seth Stanfort da hiç tereddütsüz onun peşinden gitti. Görünüşe göre Bayan Arcadia Walker da ka yıtsız kalamamıştı. Eski eşinin atıldığı tehlike onu korkuttuğundan istemsizce "Seth! Seth ! " diye ba ğırıyordu. Hava o kadar solunamaz durumdaydı ki Francis Gordon, Seth Stanfort ve peşlerinden gelen birkaç cesur · seyirci, ağızlarını bir mendille kapatarak toprağın üzerinde sürünmek zorunda kalmışlar dı. Sonunda Bay Forsyth'le Doktor Hudelson'ın yanına ulaştılar. Onları alıp, geçilmesi yasak olan sınırın gerisine kadar taşımasalardı iç organlarına kadar yanacaklardı. İhtiyatsızlıklarının kurbanı olan bu iki adam neyse ki tam zamanında kurtarıldi. Gereken her şey eksiksiz yapıldığından hayata döndüler, fakat bu sefer de umutlarının yıkılışına tanıklık ede ceklerdi. Göktaşı hala usul usul kayıyordu; hem eğimli düzlüğün üzerinden kendi hareketiyle, hem de ağırlığı altında yavaş yavaş çöken toprak yüzün den kaymaya devam ediyordu. Ağırlık merkezi, denizin üzerinde dimdik yükselen falezin ucuna yaklaşıyordu. Her yandan, kalabalığın duygularına tercü man olan çığlıklar yükseliyordu. İnsanlar nede nini bilmeden bir oraya bir buraya kaçışıyordu.
M E T E O R AVI
291
Aralannda Bay Seth Stanfort'la Bayan Arcadia Walker'ın bulunduğu bazılan da en azından bu fe laketin hiçbir aynntısını kaçırmamak için müm kün olduğunca hızla deniz tarafına doğru koştu. Bir an umutlandılar. Altın küre durmuştu ! . . Ama sadece bir anlığına . . . Birdenbire korkunç bir çatırtı duyuldu. Kayalık pes etmişti ve meteor denize batıyordu. Şayet kalabalıktan çıkan büyük uğultu dalga dalga kıyıda yankılanmadıysa, sebebi, gök gürül tüsü sesinden daha şiddetli bir patlama sesinin bu uğultuyu anında bastırmasıdır. Aynı anda ha vada oluşan güçlü bir akım adanın yüzeyini sü pürmüş ve tek birini bile atlamadan izleyicileri yere yıkmıştı. Göktaşı patlamıştı. Altın süngerin sayısız pe teğinin yüzeyindeki binlerce gözeneğe nüfuz eden su, akkor halindeki metalle temas eder et mez buharlaşmış ve meteor da aşın ısınmış bir kazan gibi patlamıştı. Şimdiyse patlamadan ka lanlar parça parça ve kulaklan sağır eden bir ıslık sesiyle birlikte suya gömülüyordu. Deniz patlamanın etkisiyle kabardı. Kıyıya hü cum eden devasa bir dalga sonsuz bir gazapla kı yıda patladı. Denize yakın duran gafiller korkup kaçıştılar; yokuşun başına ulaşmaya çalışıyorlardı. Ama hepsi ulaşamadı. Korkunun hayvanlaş tırdığı bazı insanlann alçakça ittiği Bayan Arcadia Walker dalgaya kapılarak yere kapaklanmıştı. Sıvı kütle geri çekilirken onunla birlikte sürükle necekti ! . . Bay Seth Stanfort onu izliyordu. Kurtarabilece ğine dair neredeyse hiç umudu yoktu ama hayatını
292
J U LE S VE R N E
onun için riske atarak yardımına koştu. Oysa böy le bir durumda işin sonunda olsa olsa bir yerine iki kurban olurdu. Ama öyle olmadı. Seth Stanfort genç kadını tutmayı başardı, bir kayadan güç alarak o kor kunç akıntıya karşı koyabildi. Kısa süre sonra da pek çok turist yardımlarına koştu ve anlan geriye taşıdı. Kurtulmuşlardı. Bay Seth Stanfort'un bilinci yerinde olsa da Bayan Arcadia Walker hareketsizdi, ama çok geç meden aralıksız çabalarla hayata döndürüldü. İlk sözleri eski eşi içindi. "Yardıma ihtiyacım olduğu anda yardımıma ilk sizin koşacağınızı biliyordum," dedi şefkat ve minnet dolu bir bakışla eski eşinin elini sıkarak. Bayan Arcadia Walker kadar şanslı olmayan göktaşı ise uğursuz kaderinden kurtulamadı. Göktaşından kalanlar, insanların ulaşamayacağı bir yeri, denizin dibini boyluyordu. Olağanüstü çabalarla böyle bir kütleyi bu dipsiz uçurumdan çıkarmak belki mümkündü ama şimdi bu umut tan da vazgeçmek gerekiyordu, çünkü patlama yüzünden parçalanan çekirdek binlerce par ça olup açıklara saçılmıştı. Bay de Schnack, Bay Dean Forsyth ve Doktor Hudelson kıyıda küçücük de olsa bir parçasını arasalar da nafile. Beş bin yedi yüz seksen sekiz milyar, hem de son kuruşu na kadar yitip gitmişti. Sıra dışı meteordan geriye hiçbir şey kalmamıştı.
XXI
Hikayenin bir sonuca bağlandığı ve son sözün Whastonh yargıç Bay ]ohn Proth'a kaldığı son bölüm
Meraklarını gideren kalabalığın oradan ayrılmak dışında yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Hallerinden memnunlar mıydı? Orası kesin değil. Böyle bir son bu tür bir yolculuğun yor gunluğuna ve masrafına değer miydi? Meteora en fazla dört yüz metre yaklaşabilmiş olmak pek parlak bir bitiş değildi. Yine de bununla yetinme leri gerekiyordu. Günün birinde bunun acısını çıkarmayı uma bilirler miydi? Gökyüzünde ikinci bir altın göktaşı görünür müydü? Hayır. Bu tür bir maceranın tek rarı olmaz. Kuşkusuz uzayda dolanan başka al tın yıldızlar olabilir, ama Dünya'nın yerçekimine kapılma ihtimalleri o kadar zayıftır ki bu ihtimali hesaba katmamak gerekir. Sonuçta olması gereken olmuştu. Dolaşıma gi recek altı trilyonluk altın, ona sahip olmayanlar için önemsiz fakat kalan herkes için son derece değerli olan bu metalin değerini ölçüsüzce dü şürecekti! Bu nedenle dünyanın mali dengesini altüst etmekle kalmayıp belki de dünya çapında bir savaşa yol açabilecek göktaşının yok olmasına çok da üzülmemek gerekirdi.
294
JULES VERNE
Gelgelelim ilgili kişilerin bu neticeyi hayal kı rıklığı olarak görmeye haklan vardı. Bay Dean Forsyth'le Bay Sydney Hudelson, göktaşının patla dığı yere nasıl da hüzünlü gözlerle bakıyorlardı! O altın gökcisminden hiçbir şey alamadan eve dön mek çok zordu. Bir kravat iğnesine ya da kol düğ mesine yetecek, hatıra olarak saklayacak kadar bile bir şey alamamışlardı. Bay de Schnack'in de ülkesi için hiçbir şey talep edemediğini de unutmayalım. Ortak acılar iki rakibe gelip geçici rekabetlerini unutturmuştu. Zaten aksi mümkün mü? Doktor Hudelson'ın, onu kurtarmak için böylesine cö mertçe ölümü göze alan birini bağışlamaması ola cak iş mi? Bizim uğrumuza neredeyse canından olacak birine bağlanmak gayet insani değil mi? Göktaşı gitmiş, kavga bitmişti. Artık var olmayan bir meteor için kavga etmenin ne anlamı vardı? Yeniden başlayan dostluklarının baharında kol kola yürürken iki eski düşman bunları mı dü şünüyordu? Birbirlerine bencilce saldırdıklarının, cömertlik göstermekte geç kaldıklarının farkına varmışlar mıydı? Doktor Hudelson, "Forsyth Göktaşı'nın kaybol ması çok büyük talihsizlik oldu," dedi. "Hudelson Göktaşı," diye düzeltti Bay Dean Forsyth. "Göktaşı size ait, sevgili dostum. Size ait. " "Asla! " diye itiraz etti doktor. "Siz benden önce gözlemlemiştiniz. " "Sizden sonraydı, sevgili dostum. " "Değildi! Cincinnati Rasathanesi'ne yolladığım mektuptaki belirsizlik bunu kanıtlayacaktır. Sizin gibi şu saatten şu saate demek yerine 'şu saat ile şu saat arasında' dedim. Bu başka o başka! "
Ortak acılar iki rakibe gelip geçici rekabetlerini unutturmuştu.
296
JULES VERNE
Doktor vazgeçmek istemiyordu, ama Bay Dean Forsyth de vazgeçmeyecekti. Yine tartışmaya başlamışlardı, neyse ki bu seferki zararsızdı. Buralara kadar varan bu dokunaklı dönüşün komik bir yanı da vardı. Yine de bu durumla alay etmeyi aklından bile geçirmeyen tek kişi, yeniden sevgili Jenny'sinin resmen nişanlısı olan Francis Gordon'dı. İki genç, atlattıkları onca badireden sonra güzel günlerin tadını çıkarıyor ve kaybet tikleri zamanı telafi ediyordu. Upemavik açıklarında demirli savaş ve yolcu gemileri, 4 Eylül sabahı güney enlemlerine doğ ru gitmek üzere demir aldı. Kuzeydeki bu adaya birkaç gün boyunca canlılık katan tüm meraklı lardan geriye yalnızca Atlantik'in dönüşünü bek lemek zorunda olan Bay Robert Lecreur'le yeğeni kalmıştı. Yat ancak ertesi gün geldi. Bay Lecreur'le Zephyrin Xirdal de hemen yola çıktı. Upemavik Adası'nda geçirilen fazladan bir yirmi dört saat onlara yetmişti. Patlayan göktaşı nedeniyle kabaran dalgalar ahşap barakalarını yıkınca geceyi açıkta, acınası koşullarda geçirmek zorunda kalmışlardı. Deniz evlerini yerle bir etmekle kalmamış, iliklerine ka dar da ıslatmıştı onları. Kutupların zayıf güneşin de kuruyamamışlardı; birkaç saatlik gece boyun ca kendilerini soğuktan koruyacakları bir örtüleri bile yoktu. Kamp eşyalarından Zephyrin Xirdal'in valiziyle araç gereçlerine kadar her şey felaketle birlikte yitip gitmişti. Meteoru defalarca gözlem lediği sadık dürbünü sizlere ömür. . . Meteoru önce yeryüzüne çekip sonra da denizin dibine sürükle yen makine de mevtaydı.
Her şey felaketle birlikte yitip ginnişti.
298
JULES VERNE
Bay Lecreur, böyle muhteşem bir aygıtın yok olmasını bir türlü içine sindiremiyordu. Xirdal ise aksine sadece gülüyordu. Bu makineyi yapabildi ğine göre ondan çok daha güçlüsünü ve çok daha iyisini yapmasına bir engel yoktu. Elbette yapabilirdi, buna hiç kuşku yoktu, ama ne yazık ki bir daha böyle bir makine yapmak hiç aklına gelmedi. Vaftiz babası işe koyulması için baskı yapsa da nafile, sürekli erteleyip durdu; so nunda bir gün, belli bir yaşa geldiğinde, sırrı da kendisiyle birlikte mezara gitti. Bu nedenle, o olağanüstü makinenin sonsuza kadar yitip gittiğini ve dünyaya yeni bir Zephyrin Xirdal gelene kadar çalışma prensibinin sır olarak kalacağını kabul etmemiz gerek. Zephyrin Xirdal evine Grönland'a gitmeden önce olduğundan daha fakir döndü. Araç gereç leri ve zengin gardırobu bir yana, geriye sadece büyük bölümü deniz altında olduğu için satması epey zor olan geniş bir arazi bıraktı. Buna karşılık vaftiz babası bu yolculukta milyon lar kazanmıştı! Dönüşünde milyonları onu Druout Caddesinde bekliyordu ve Lecreur Bankası'nı en güçlü finans kuruluşlarıyla aynı düzeye çıkaran muhteşem servetin kaynağı işte buydu. Doğrusu Zephyrin Xirdal de bu muazzam güç artışının bir parçasıydı. Xirdal'in neler yapabi leceğini bilen Bay Lecreur ondan epeyce fayda landı. Banka, bu dahinin akıl ettiği tüm icatları pratik bir bakış açısıyla kullandı. Şikayet edilecek bir şey yoktu, nitekim kasasını gökten gelenle de ğil ama yerdeki altının hatırı sayılır bir kısmıyla doldurmuştu.
M E T E O R AVI
299
Elbette Bay Lecreur bir Shylock' değildi. Zephyrin Xirdal zaten kendi eseri olan bu servetten payını alabilirdi; hatta istese en büyük payı da alırdı. Ama Xirdal bu konu açılınca öyle aptal aptal bakıyordu ki insan ısrar etmemeyi tercih ederdi. Paraymış, altınmış ... Ne yapacaktı bunlarla? Belirsiz aralık larla, mütevazı ihtiyaçlarına yetecek küçük bir meblağ onun için pekala uygundu. Bu amaçla da hayatının sonuna kadar yürüyerek "amcasını" ve bankacısını ziyarete gitmeye devam etti ve hiçbir zaman ne Casette Caddesinde, altıncı katta bulu nan evini ne de ölene kadar onun geveze hizmet çisi olmaya devam eden eski kasap Dul Thibaut'yu bırakmaya razı oldu. Bay Lecreur'ün Paris'teki kişiye o telgrafı yol lamasından yedi gün sonra bütün dünya, gökta şının sonsuza kadar yok olduğunu öğrenmişti. Upemavik'ten dönerken haberi ilk semafor istas yonuna veren Fransız kruvazörü olmuştu; bura dan da haber olağanüstü bir hızla bütün dünyaya yayıldı. Tahmin edilebileceği gibi büyük bir üzüntü duyulsa da bu his de kısa sürede kendiliğinden geçti. Olan olmuş, biten bitmişti ve artık üzerinde düşünmemek en iyisiydi. Kısa süre içinde herkes tekrar kendi dertleriyle ilgilenmeye başlayıp acı nası, hatta biraz da komik denebilecek bir sonu olan bu gök habercisini düşünmeyi bıraktı. 18 Eylül günü Charleston limanına demir atan Mozik'ten hiç bahsetmedik. Shakespeare'in Venedik Taciri oyununda zengin bir tüc car -çn.
300
JULES VERNE
Geri dönen Mozik'ten ilk yolcular dışında biri, gidişte gemiye binmemiş bir yolcu iniyordu. Bu yolcu, eski eşine duyduğu minneti uzun uzun ifade edebilmeyi arzuladığı için hemen Bay de Schnack'ten boşalan kamaraya yerleşen Bayan Arcadia Walker'dan başkası değildi. Güney Carolina ile Virginia arası mesafe fazla de ğildi ve Birleşik Devletler de tren yollarından mah rum değildi. Hemen ertesi gün, yani 19 Eylül günü bir yandan Bay Dean Forsyth, Francis ve Omikron, diğer yandan da Bay Sydney Hudelson'la kızı dönüş yolundalardı; biri Elisabeth Sokağındaki kulesine, diğeri Moriss Sokağındaki kalesine dönüyordu. Sabırsızlıkla bekleniyorlardı. Charleston tre ninin yolcularını indirdiği sırada hem Bayan Hudelson ve kızı Loo hem de saygıdeğer Mitz gar daydı. Gerçekten de karşılama anı bundan daha dokunaklı olamazdı. Francis Gordon müstakbel kayınvalidesine sarıldı; Bay Dean Forsyth de san ki hiçbir şey olmamış gibi Bayan Hudelson'ın eli ni içten bir tavırla sıktı. Hala biraz endişeli olan Loo emin olmak istemiş olmasaydı, o zor günlere dair imada dahi bulunulmayacaktı. "Sonunda bitti, değil mi? " diye bağırdı Bay Forsyth 'in boynuna atılırken. Evet, bitmişti; hem de güzel bitmişti. 30 Eylül günü Saint-Andrew'un çan seslerinin o Virginia şehrinde olanca gücüyle çınlaması bunun kanı tıydı. Rahip O'Garth, onca zikzaktan sonra neyse ki sağsalim limana varan Francis Gordon'la Jenny Hudelson'ın nikahını anne babaların, iki ailenin dostlarının ve şehrin ileri gelenlerinin bulunduğu büyük bir kalabalığın önünde kıydı.
M E T E O R AVI
301
Loo'nun da dört aydır hazır bekleyen güzel el bisesiyle sevimli bir nedime olarak törende bu lunduğundan şüpheniz olmasın. Hatta euladımn mutluluğuna hem ağlayıp hem gülen Mitz bile oradaydı. Hiç bu kadar helecanlı olmadığını söylü yordu konuştuğu herkese. Hemen hemen aynı saatlerde daha az şata fatlı başka bir nikah kıyılıyordu. Bu kez Bay Seth Stanfort ile Bayan Arcadia Walker ne at sırtında ne yayan gitmişlerdi Yargıç John Proth'a. Bu defa konforlu bir arabanın içinde yan yana oturuyor lardı ve usulüne uygun belgelerini daha gerçek çi koşullarda takdim etmek üzere yargıcın evine girdikleri sırada kol kolaydılar. Yargıç, birkaç hafta önce boşanan eski eşleri yeniden evlendirerek görevini yerine getirdi ve kibarca reverans yaptı. "Teşekkürler, Bay Proth," dedi Bayan Stanfort. Bay Seth Stanfort da "Ve elveda ! " diye ekledi. "Elveda, Bay ve Bayan Stanfort!" diye yanıtladı Bay John Proth; ardından kendine hakim olama yıp bahçesindeki çiçeklerle ilgilenmeye koyuldu. Ama vakur filozofun aklına bir şey takılmıştı. Üçüncü kez doldurduğu kovasıyla solmuş sar dunyaların üzerine bereketli bir yağmur yağdınr k�n eli ansızın hareketsiz kaldı. Ağaçlı yolun ortasında düşünceli düşünceli durdu, "Elveda mı? " diye mırıldandı. "Görüşmek üzere desem daha iyi olurdu aslında . . . "