Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi II: Kant'tan Bu Yana


277 125 5MB

Turkish Pages [446] Year 1998

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_001
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_002
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_003
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_004
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_005
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_006
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_007
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_008
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_009
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_010
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_011
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_012
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_013
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_014
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_015
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_016
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_017
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_018
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_019
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_020
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_021
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_022
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_023
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_024
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_025
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_026
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_027
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_028
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_029
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_030
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_031
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_032
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_033
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_034
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_035
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_036
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_037
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_038
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_039
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_040
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_041
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_042
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_043
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_044
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_045
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_046
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_047
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_048
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_049
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_050
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_051
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_052
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_053
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_054
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_055
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_056
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_057
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_058
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_059
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_060
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_061
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_062
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_063
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_064
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_065
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_066
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_067
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_068
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_069
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_070
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_071
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_072
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_073
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_074
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_075
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_076
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_077
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_078
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_079
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_080
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_081
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_082
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_083
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_084
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_085
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_086
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_087
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_088
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_089
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_090
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_091
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_092
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_093
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_094
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_095
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_096
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_097
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_098
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_099
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_100
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_101
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_102
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_103
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_104
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_105
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_106
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_107
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_108
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_109
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_110
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_111
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_112
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_113
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_114
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_115
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_116
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_117
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_118
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_119
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_120
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_121
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_122
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_123
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_124
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_125
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_126
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_127
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_128
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_129
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_130
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_131
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_132
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_133
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_134
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_135
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_136
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_137
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_138
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_139
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_140
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_141
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_142
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_143
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_144
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_145
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_146
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_147
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_148
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_149
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_150
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_151
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_152
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_153
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_154
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_155
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_156
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_157
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_158
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_159
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_160
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_161
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_162
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_163
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_164
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_165
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_166
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_167
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_168
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_169
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_170
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_171
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_172
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_173
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_174
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_175
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_176
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_177
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_178
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_179
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_180
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_181
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_182
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_183
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_184
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_185
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_186
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_187
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_188
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_189
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_190
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_191
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_192
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_193
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_194
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_195
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_196
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_197
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_198
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_199
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_200
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_201
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_202
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_203
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_204
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_205
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_206
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_207
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_208
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_209
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_210
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_211
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_212
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_213
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_214
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_215
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_216
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_217
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_218
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_219
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_220
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_221
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_222
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_223
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_224
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_225
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_226
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_227
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_228
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_229
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_230
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_231
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_232
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_233
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_234
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_235
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_236
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_237
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_238
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_239
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_240
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_241
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_242
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_243
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_244
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_245
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_246
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_247
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_248
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_249
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_250
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_251
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_252
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_253
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_254
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_255
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_256
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_257
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_258
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_259
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_260
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_261
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_262
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_263
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_264
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_265
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_266
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_267
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_268
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_269
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_270
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_271
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_272
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_273
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_274
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_275
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_276
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_277
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_278
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_279
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_280
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_281
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_282
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_283
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_284
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_285
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_286
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_287
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_288
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_289
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_290
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_291
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_292
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_293
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_294
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_295
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_296
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_297
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_298
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_299
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_300
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_301
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_302
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_303
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_304
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_305
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_306
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_307
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_308
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_309
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_310
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_311
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_312
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_313
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_314
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_315
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_316
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_317
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_318
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_319
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_320
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_321
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_322
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_323
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_324
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_325
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_326
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_327
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_328
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_329
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_330
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_331
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_332
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_333
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_334
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_335
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_336
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_337
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_338
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_339
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_340
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_341
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_342
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_343
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_344
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_345
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_346
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_347
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_348
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_349
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_350
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_351
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_352
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_353
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_354
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_355
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_356
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_357
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_358
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_359
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_360
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_361
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_362
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_363
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_364
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_365
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_366
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_367
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_368
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_369
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_370
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_371
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_372
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_373
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_374
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_375
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_376
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_377
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_378
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_379
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_380
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_381
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_382
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_383
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_384
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_385
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_386
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_387
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_388
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_389
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_390
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_391
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_392
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_393
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_394
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_395
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_396
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_397
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_398
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_399
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_400
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_401
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_402
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_403
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_404
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_405
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_406
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_407
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_408
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_409
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_410
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_411
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_412
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_413
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_414
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_415
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_416
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_417
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_418
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_419
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_420
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_421
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_422
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_423
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_424
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_425
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_426
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_427
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_428
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_429
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_430
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_431
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_432
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_433
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_434
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_435
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_436
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_437
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_438
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_439
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_440
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_441
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_442
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_443
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_444
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_445
Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi 2 Sosyal yayınları_Sayfa_446
Recommend Papers

Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi II: Kant'tan Bu Yana

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Friedrich Albert Lange

MATERYALiZMiN TARİHİ VE GÜNÜMÜZDEKi ANLAMININ ELEŞTİRİSİ

2.Cilt (Kant'tan bu yana)

Çeviren Prof.Dr.Ahmet Arslan SOSYAL

YAYlNLAR

Materyalizmin Tari hi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi

MATERYALiZMiN TARİHİ VE GÜNÜMÜZDEKi ANLAMININ ELEŞTİRİSİ •

Yazan FRİEDRİCH ALBERT LANG E

Çeviren Prof. Dr. Ahmet Arslan

Yayımlayan S O S YAL YAYINLAR

Genel Yayın Yönetmeni ENVER A YTEKİN

Basıldığı Yer S ENA OFSET, EKİM 1 998

FRİEDRİCH ALBERT LANGE

MATERYALiZMiN TARİHİ VE GÜNÜMÜZDEKi ANLAMININ ELEŞTİRİSİ İKİNCİ CİLT (KANT'TAN BU YANA)

Çeviren Prof. Dr. AHMET ARSLAN

SOSYAL YAYlNLAR

Babıali Cad. No: 14 Cağaloğlu-İsranbul Tel: 522 18 94- 527 79 82

BİRİNCİ KISIM ÇAGDAŞ FELSEFE Birinci Bölüm KANT VE MATERYALİZM

Alman felsefesinin Kant'a geri dönüşü - Eleştiriciliğin (Kritizismus) kalıcı önemi- Metafiziğin bakış açısının tersine dönmesi - Hareket ve duyum; feno­ men (Erscheinung) olarak dünya - Yapının (Organisation ) ürünü olarak deney (Erfohrung). Platon ve Epikuros 'la ilişkilerinde Kant - Öznelcifiğe (Subjectivis­ mus) ve şüpheciliğe karşı Kant. Hume 'un etkisi; Hume 'u n bakış açısı - Kant ve deney - Deneyin analizi. Sentetik a priori yargılar - A priori öğelerin keıfi Duyarlılık (Sinnlichkeit) ve anlık (Verstand) - Duyarlılığın formları olarak uzay ve zaman. Duyum, duyumla karşılaştırılamaz mı? Psikofizik - Bununla birlikte uzay ve zamanın a priori1iği savunulabilir - Materyalizmin uzay ve zaman öğretisine karşı tavrı - Kategoriler - Hume 'un nedensellik kavramına saldırısı - Kategorilerin dedüksiyonu - Dedüktifyöntemin kusurları - Sağduyu (der gesunde Menschenverstand). A priori kavramların temeli - Nedensellik kav­ ramına ilişkin farklı görüşler - Nedensellik kavramı karşısında deneycilerin (Ampirist) ve materyalist/erin tutumu - Kendinde şey (Ding an sich) - Kategori­ lerin türetitmesi ve ide/erin kaynağı - Seçme özgürlüğü ve ahlak yasası - İdeal olarak akılsal dünya. Eserimizin bölümlernesi içinde Kam'a tahsis ettiğimiz üstün yer, bugün (bundan aşağı yukarı sekiz yıl önce) onun ilk yayınlanışı sırasında gerektirdiğin­ den çok daha az bir haklı çıkarmayı veya sadece basit olarak açıklamayı gerektir­ mektedir. Gerçi ra o zaman da ülkemizde romamik felsefenin geri çekilişi anık uzun zamandan beri kesinleşmişri. Nasıl yenik bir ordu etrafına göz gezdirip tekrar roparlanabileceği ve kendisini yeniden düzene sakabileceği sağlam bir nokta ararsa, aynı biçimde sözünü ettiğimiz dönemde felsefe dünyasında her ta­ rafta şu söz duyuluyordu: "Kant'a geri dönelim.". B ununla birlikte ancak su son yıllarda ciddi olarak Kam'a geri dönüldü ve Könisberg'li büyük filozofun bakış açısının temelde bu vesile ile hala asla haklı olarak anık aşılmış olan bir bakış açısı olarak nitelendiri lerneyeceği ortaya çıktı. Tersine bugüne kadar bütün filo­ zofl ar içinde sadece Aristoreles'in kendisiyle onurlandırılmış olduğu en ciddi in­ celemeler yardımıyla Kanr'ın sistemi içine nüfuz etmek zorunludur.

7

MA T E RYA L İ Z M İ N T ARİ H İ

Enrelekcüel olarak zengin bir harekedilik döneminde binakım yanlış an­ ·lamalar ve cez canlı yazma cuckusu Kanr'ın spekülasyona çizmiş olduğu sınır­ ları delmek için birbirleriyle el ele verdiler. Mecafızik sarhoşluk dönemini iz­ leyen ayıl ma, bir zamanlar Kanr'ın ona ya çıkışıyla hemen hemen hiçbir iz bı­ rakmaksızın onadan kaybolmuş olan maceryalizmin cekrar kendisini göscer­ miş olmasından dolayı, zamanından önce cerk edilmiş olan pozisyona yeni­ den geri dönmeye daha da acil bir biçimde davec ecmekceydi. - Bugün keli­ menin daha dar ve daha geniş anlamında genç bir Kamçılar okuluna sahip olmakla kalmamakcayız;O) aynı zamanda başka yönlere doğru gicmek isee­ yenler de önce kendilerini herhangi bir şekilde Kanc'la hesaplaşmaya ve onun yolundan ayrılma nedenlerini ciddi olarak cemellendirmeye mecbur hissec­ mekcedirler. Hana Schopenhauer'in felsefesi lehine yapay olarak abarulmış bir biçimde onaya çıkmış olan harekecin kendisi de kısmen benzeri bir akım­ dan kaynaklandığı gibi bizzac kendisi de kısmen birçok daha aklı başında in­ san için Kam'a bir geçişi ceşkil ecmekcedir. Ancak burada özellikle doğa a raş­ mmacıları carafından göscerilmiş olan kabulü vurgulamak gerekir: B u doğa araşurmacılarının çoğu maceryalizmle yecinmedikleri ölçüde Kamçılıkla çok önemli çizgilerinde uyuşan bir dünya görüşünü benimsemeye doğru gicmiş­ lerdir. (1) Burada ilkin "Kant und die Epigonen" ( 1 865) adlı eserinde "Kam'a geri dönmek gerekir" (s. 215) sözleriyle görüşünü dile getiren Otto Liebmann'ı z.ikretmemiz. gerekir - "Beden ve ruh sorunu"nun doğurmuş olduğu tartışmanın en hararetli bir anında, daha 1 856 yılında, Kamçı ba­ kış açısından yapılmış en iyi incelemelerden birini vermiş olan J urgen B ona Meyer de ["Kant s Psycho/ogie", 1 870] çağımız. felsefesiyle ilgili olarak Kam'ın önemini benzer sözlerle belirtmiştir ["Ein/.eitung', s. 1 -3.] . - Dr. Hermann Cohen'in "Kant's Theorie der Eifahrung" (Berlin, 1 87 1 ) adlı eseri, özellikle kesin bir önem taşımaktadır: Çünkü ilk kez. b u eserde derinliğine bir çalışma­ nın bütün gücü, Kant'ın terminolojisine tamamen hakim olmak ve böylece en kesin tanımlar yardımıyla Könisberg'li filozofun düşüncesine daha derinden nüfuz. etmek amacıyla kullanılmış­ ur. Bu, Trandelenburg'la Kuno Fischer arasında cereyan etmiş olan o tuhaf tartışmanın herkese açıkça mutlak zorunluluğunu gösterdiği bir usuldür. Belki materyaliz.mle ilişkilerinde Kant'ın felsefesi üzerine bu incelememiz.in de göstereceği gibi, Hermann Cohen'in bu eserinde ortaya koyduğu bilimsel sağlamlık sonuçsuz. kalmamıştır: Eserimizin birinci baskısı üzerinde yaptığımız. değişikliklerin kaynağında, Kam'ın sistemini bütünüyle yeniden gözden geçirmemiz yatmakta­ dır. Biz.i buna iten ise başlıca Dr. Cohen'in bu sözünü ettiğimiz. kitabı olmuştur - Öz.el bir nok­ tanın titiz. bir incelemesini konu alan çok bilinçli bir diğer eser, Dr. Em ile Arnoldt'un ''Kant s transundanta/e ldealitaet des Raumes und der hit. Für Kant, gegen Trande/enburğ' adlı bilimsel çalışmasıdır ["Die altpreussischen Monatsschrijt', Bd. VII, (ayrıbasım Koenisberg, 1 870)] . Kant'ın felsefesinin ana noktasına ilişkin tam bir kavrayış, bir de 1 8 63 yılında Cari Twesten tara­ fından yayınlanmış olan "Schi//.er in seinem Verhae/mis zur Wissenschaft' adlı kitapta bulunmak­ tadır. Bu kitap, Twesten 'in ölümünden sonra, yakınlarda yayınlanmış olan ve içinde yazar ının poz.itiviz.m taraftarı olduğunu belirttiği tarihsel felsefi eserinden sonradır. Schiller hakkındaki bu eserin 2. sayfasında Twesten'in söylediği şeyler, onda Kam'ın Comte'ı yendiğini göstermektedir. -

8

ÇA G D A Ş F E LS E F E

Gerçekte kendisine b u kadar büyük ağırlık tanımamız gereken şey kesin­ likle ne gelenekçi (ortodoks) Kanrçılıktır, ne Kanr, Fries ve Apelri, Kepler, Newton ve Laplace ile karşılaştırarak bu insanların çalışmaları sayesinde "Ruh, Özgürlük ve T ann" idelerinin yıldızların harekerlerinin yasaları gibi bir kesinlik kazanmış olduğunu iddia eden Schleiden'in, mareryalizmi kendi­ si ile yere serdiğine inandığı dogmatik isrikamerrir.C2) Zaten Kanr'ın kendisi ne olumlu, ne olumsuz olarak kanıdanmaya elverişli şeyler olmadıkları ge­ rekçesiyle bu kavramları pratik felsefenin alanına göndermek sureriyle okul­ ların ramşma konuları içinden çekip çıkarmaya çok önem vermekle birlikte böyle bir dogmarizm "Salt Aklın Eleştirist nin zihniyerine ramamen yabancı­ dır. Çağdaşları üzerinde ne kadar güçlü bir erkide bulunmuş olursa olsun, Kanr'ın prarik felsefesinin bütünü onun felsefesinin değişebilir ve gelip geçici bir kısmıdır. Bu felsefenin sadece yeri ölümsüzdür, yoksa üstadın bu yer üze­ rinde inşa erriği bina ölümsüz değildir. Bu yerin, üzerine ahlak sistemlerinin kurulmasına elverişli bir yeri oluşturduğunu söylemek, Kanr'ın sisteminin kalıcı öğeleri arasında sayılmaması gereken bir şeyi söylemektir v e dolayısıyla eğer onun sisteminin hareker noktasını ahlak kavramlarının kurrarılmasının oluşturduğu ileri sürülürse, Newton veya Laplace bir yana, Kanr'ın Kepler'le karşılaşrırılması bile uygunsuz bir şey olur. Kanr'ın tesis ermiş olduğu büyük reformun bütün önemini daha ziyade teorik aklın eleştirisinde aramamız ge­ rekir. Hana ahiakla ilgili olarak da eleşririciliğin kalıcı değeri burada bulun­ maktadır. Eleşriricilik sadece belli bir ahlak kavramları sisteminin başarıya erişmesine katkıda bulunmakla kalmamıştır; aynı zamanda uygun bir biçim­ de geliştirildiği rakdiı;-de kültürün farklı dönemlerinin değişik taleplerine de benzer şekilde cevap verebilir. Kanr'ın kendisi, kendisini Kepler'le karşılaştırmak gibi bir düşünceden çok uzakrı. Ancak o daha anlamlı ve daha sağlam başka bir paralellik kurmakraydı: Yaptığı işi Kopernik'inkine benzeriyordu. Bu iş ise merafiziği n o zamana kadar benimsemiş olduğu bakış açısını tersine çevirmekren ibarerri. Kopernik "duyu­ lara ters düşen, fakat doğru olan bir tarzda" gök cisimlerinin gözlemlenen hare­ kerlerini, onların kendilerinde değil, gözlemleyenin kendisinde aramak cesareti­ ni gösrermişri. Kavramlarımızın kendilerini nesnelere göre değil, nesnelerin kav ­ ramlarımıza göre ayariadık/arı basit varsayımını ileri sürerek sarsılmaz bir güven­ le bütün tarihsel ve pozitif bilimlerle birlikte rüm deneyin bakış açısını tersine çeviren Kanr'ın yöncemi de tembel insan zihnine herhalde "duyulara aynı ölçü'

(2) Bkz. Dr. M. j. Schleiden, "Ueber den MateriaLismus der neueren deutschen Naturwissens­ chaft, Sein Wesen und seine Geschichtl', Leipzig, 1 8 63. Bu eserin şu ad altında keskin, ancak hak­ sız olmayan bir eleştirisi yayınlanmıştır: "M.}. Schleiden über den Materialismul' (yazarı belli de­ ğil), Dorpar, 1 864.

9

MA T ERYA L I ZM I N TARI H I

de ters düşen" bir şey olarak görünmüş olmalıdır.(3) Bu görüşren doğrudan doğruya çıkan sonuç, deney nesnelerinin genel olarak yalnızca bizim nesneleri­ mizden ibaret oldukları, tek kelime ile tüm nesnelliğin mutlak nesnellik olma­ yıp sadece insan ve insan gibi bir yapıya sahip olması mümkün olan varlıklar için bir nesnellik olduğu, buna karşılık şeylerin mutlak özünün, "kendinde şey"in, fenomenler dünyasının arkasında içine nüfuz edilemez bir karanlıkta gizlendiğidir. Bir an için ramamen serbest bir biçimde bu düşünce üzerinde duralım. Ş u a n için Kanr'ın bu düşünceyi nasıl geliştirdiğinin bizim için hiçbir önemi yok­ tur. Bundan dolayı burada bizi ilgilendiren sorun, bu yeni bakış açısına yerleşti­ ğimiz takdirde materyalizmin gözlerimiz önünde alacağı durumdur. Birinci cildin sonu, Almanya'daki okul felsefesinin mareryalizmle ciddi ola­ rak bir mücadeleye girişfiğini göstermişti. Yarı T ann'nın uçurduğu her başın yerine iki tane yenisi çıkan Hydra benzetmesi, bu kavgalara tarafsız gözle bakan bir gözlemcinin göreceği manzarayı kesinlikle doğru olarak yansıtmamaktadır: Mareryalizm hiç kuşkusuz her seferinde alundan kalkamadığı bir darbe almak­ tadır. Ne kadar beceriksiz bir biçimde yöneiriimiş olursa olsun her seferinde et­ kili olan aynı darbedir: Bilinç, maddi hareketle açıklanamaz. Onun maddi olay­ lara mutlak bağımlılığının kanıdanışındaki manrıksal sağlamlık ne olursa olsun, dış hareketin duyumla olan ilişkisi anlaşılmaz bir şey olarak kalmaktadır ve bu ilişki ne kadar çok aydınlığa kavuşrurulursa, bu çelişki o ölçüde açık bir hal al­ maktadır. Ancak şu da var ki ister Descarres, Spinoza, Leibniz, Wolff'ran, ister­ se Arisroreles'ren hareker ermiş olsunlar mareryalizme karşı savaşta ileri sürülen bütün sistemler de kendilerinde aynı çelişkiyi hana belki onunla birlikte daha da kötü cinsren bir düzine başka çelişkiyi, raşımakradırlar. Mareryalizmle hesap­ Iaşıldığında her şey apaçık olarak ortaya çıkmaktadır: Burada derinlikleriyle, sa­ nar, din ve şiire olan yakınlıklarıyla, parlaklıkları ve verimli önsezileriyle zihne verdikleri arılımları iribariyle diğer sistemlerin sahip olabilecekleri üstünlükleri kesinlikle bir yana bırakıyoruz. Mareryalizm, benzeri hazineler bakımından yok­ suldur. Ancak o diğer sistemlerin sözüm ona doğrularına erişmek için kendile­ rinden yararlandıkları yumruk büyüklüğündeki sofızmalarından veya kıl kadar inceliklerinden de aynı ölçüde yoksundur. Kendisinde yalnızca kanıdama ve çü(3) "Kritik du reinen Vernu nft' un 2. baskısının önsözüne bkz. Kam'ın burada [XXII. sayfa· daki not; Hanenstein, III, s. 20 ve devamı] şununla övünmek hakkına sahip olduğunu ihsas etti· ği kesindir; O, gerçekleştirmiş olduğu eleştiri ile Newton'un oynamış olduğu rolün aynısını oy· namışur . O Newton ki kuramı ile Kopernik'in ancak bir "varsayım'' olarak onaya anığı görüşün doğru olduğunu kanıdadığını düşünmektedir. Ancak Kam'ın gerçekleştirmiş olduğu reformun özü hakkında bir ilk fikre sahip olmak için daha önemli olan, önsözde sözü edilen Kam'ın ken· disiyle Kopernik arasında yaptığı karşılaşurmadır. lO

ÇA G DAŞ FELSEFE

rücmenin söz konusu olması gereken maceryalizme karşı verilen savaşca düşünce derinliğinin üscünlüklerinin hiçbir yararı yokcur ve gizli çelişkiler derhal gün ışı­ ğına çıkarlar. Ancak maceryalizmin karşısında çaresiz kaldığı ve gerçekce bu dünya görü­ şünü aşarak bizi şeyler hakkında daha üscün bir anlayışa göcüren bir ilkeyi çeşidi biçimleri alunda canımayı öğrenmişcik Çalışmamızın ca başında Procagoras'ın Demokriros'un ilerisine giuiğini görürken bu ilkeyle karşılaşmışuk. Daha sonra üzerinde durduğumuz son dönemde ulusları, düşünce carzları, meslekleri, inançları ve kişilikleri bakımından birbirinden farklı olan, a ncak her ikisi de aynı nokcada maceryalizmin alanını cerk eden iki kişiyle karşılaşıyoruz. Bunlar piskopos Berkeley ve macemacikçi d'Aiemben'cir. Bunlardan birincisi fenomen­ ler dünyasının.bücününü büyük bir duyu yanılgısı olarak görmekceydi. İkincisi ise bizim dışımızda gördüğümüzü zanneuiğimiz bir şeye karşılık olan herhangi bir şeyin olduğundan şüphe ecmekceydi. D'Holbach'ın kendisini çürücemeksi­ zin Berkeley'e nasıl sinidendiğini görmüşcük. Doğanın doğru incelenmesinde, günümüz maceryalisderinin fenomenler dünyasının gerçekliğine ilişkin kuşkuları öfkeli bir şekilde bir yana İcınelerine engel ceşkil eden bir alan vardır: Bu, duyu organlarının fızyolojisi alanıdır. Bu alanda gerçekleşcirilmiş olan ve ileride cekrar sözünü edeceğimiz hayrec verici ilerlemeler, insanın her şeyin ölçüsü olduğunu söyleyen Procagoras'ın eski cezini camamen descekleyici bir n icelikce görünmekcedirler. Duyusal algılarımızın ni­ celiğinin cümüyle (duyu) organlarımızın yapısına bağımlı olduğu kanıdanır ka­ nıdanmaz, duyusal algılarımızı içine sokcuğumuz siscemin bücününün, cek keli­ me ile bücün deneyimimizin zihinsel yapımıza (organisacion) bağımlı olduğunu söyleyen varsayım, anık "çürücülemez, fakac saçma" bir varsayım olarak dışarı aulamaz: Zihinsel yapımız bizi duyduğumuz gibi duymaya, düşündüğümüz gibi düşünmeye zorlamakcadır. Buna karşılık aynı nesneler başka bir yapıda olan bir varlığa cümüyle farklı görünebilirler ve kendinde şey, hiçbir ölümlü varlık carafından casavvur edilemez. Aslında düşünce carihinin bücün çağlarında fenomenler dünyasının, gerçek nesneleri içinde bulunduran bir başka dünyanın bulanık kopyasından ibarec ol­ duğu· düşüncesi varlığını korumakcadır. Yunanlılarda olduğu gibi daha eski Him filozoflarında da Kam'ın üzerinde yapmış olduğu değişiklikle birdenbire Kopernik'in kuramma yaklaşan bu aynı cemel düşünce, çeşidi biçimler alunda kendisini göscermekcedir. Placon, i dealar alemine, yani dünya üzerinde meyda­ na gelen her şeyin eıeii-ebedi ve mükemmel ilk-örneklerini (Urbild) içinde bu­ lunduran bir aleme inanmakcaydı. Kam, Placon'u akılsal nesnelerin en dikkace değer fılozofu olarak adlandırır. B una karşılık Epikuros'u da duyusal şeylerin en dikkace değer fılozofu olarak n iceler. Yalnız Kam'ın maceryalizm karşısındaki ll

MA TE RYA L I Z Mi N TA R İ H İ

[avrınm Plaron'unkinden nasıl [Ümüyle farklı olduğu, onun, varmış olduğu so­ nuçlarında deneyin sınırlarını hiçbir zaman aşmadığı için Epikuros'u açık ola­ rak övmesinden onaya çıkmak[adır. Buna karşılık ona göre örneğin Locke "bü­ [Ün kavram ve ilkeleri deneyden [Üreuik[en sonra, bu aynı deney yardımıyla Tanrı'nın varlığının ve ruhun ölümsüzlüğünün - aslında bu iki sorun [amamen her [Ürlü mümkün deneyin dışmda oldukları halde - herhangi bir ma[ema[ik [eoremi kadar apaçık bir biçimde kanıdanabileceğini öne sürecek kadar ileri gi[­ mek[edir" ,(4) Ö[e yandan Kam aynı ölçüde kararlı olarak fenomenler dünyasının, [asav­ vurumuzun (Vorscellung) bir ürünü olduğunu gös[ermekle yecinen filozoflar­ dan da ayrılmak[aydı. Pro[agoras'ın bu fenomenler dünyasında rahau yerindey­ di. O, mudak bir doğruya erişmek düşüncesinden [amamen vazgeçmiş ve bü­ [Ün sis[emini insan için doğru olanın ona doğru, iyi olanın ona iyi görünen şey olduğu [ezi üzerine kurmuşm. Berkeley, fenomenler dünyasının varlığına karşı çıkarken baskı alcında CU[ulan (Hıris[iyan) inancını yeniden canlandırmak isci­ yordu ve bu gerçek amaemın onaya çıkuğı nokcada onun felsefesi bi[er. Niha­ ye[ şüpheciler her [Ürlü görümünün doğruluğunu çürü[mekle ye[inirler ve sade­ ce i dealar ve fenomenler dünyasının varlığından değil, aynı zamanda düşünce yasalarımızm mudak geçerliliğinden de şüphe ederler. Ne var ki bizim Kam'ı şiddedi bir darbeyle sarsarak o zamana kadarki Alman üniversice felsefesinin yolu dışına a[mış ve yıllar süren bir çalışma ve düşünme devresi sonunda, içinde o ölümsüz "Salt Aklın Ele1tirist'nde bildirdiği amacına erişmiş olduğu yeni bir yöne yönel[miş olan da [am bir şüpheci düşünür olmuşmr. Eğer sis[eminin [Üm yapısını incelemeksizih Kam'm [emel düşüncesini açık bir biçimde yakalamak isciyorsak, önce David H ume'dan söz e[memiz gerekir. Hume; Bacon, Locke ve Hobbes gibi İngil[ere'nin en yüce düşünüderi ara­ sında sayılmayı hakkeder. Hana bü[Ün bu filozoflar içinde ilk sırayı onun işgal e[mesinin gerekip gerekmediğini kendimize sora biliriz. H u me, ı 7 ı ı yılında Edinburg'[a soylu bir İ skoç ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Daha ı 738 yı­ lında, Fransa' daki kalışı sırasında bilime ayırdığı boş zamanlarında yazmış oldu­ ğu insan doğasına ilişkin eseri yayınlandı. Ününün o kadar büyük bir bölümü­ nü borçlu olduğu [arihle ilgili çalışmalarına kendisini verebitmesi ise ancak bun­ dan ı 4 yıl sonraya rasdar. Çeşidi görevlerde bulunduk[an sonra sonunda İ ngil­ [ere'nin Paris büyükelçiliği sekre[eri ve en sonunda da bakanlık müs[eşarı oldu. Elimizde olmadan aklımıza gelen bir fikirler çağrışımı sonucu, bir fılozofu dai­ ma işare[ parmağı havada fakül[e kürsüsünde ders veren bir profesör olarak dü­ şünen biz Alınanların, İ ngiliz filozofları arasında ne kadar çok devle[ adamı ol( 4) Bkz. "Kritik der reinen Vernunft', tramzendantaie Methodmlehre, 4. Hauptst . ; Hartenste­ in, III, s. 5 6 1 . ız

Ç:A s; DA Ş FE LS EFE

ması veya daha dikkace değer bir olay olarak İngilcere'de devlee adamlarının ba­ zen fı.lozof olması, zorunlu olarak dikkacimizi çekmelidir. H ume düşünce carzı bakımından kendisi kadar şüpheci birinin olabileceği ölçüde maceryalizme yakındır. O, Hobbes ve Locke carafından yaraulmış ze­ minde bulunur. Hume bazen yanlışın onaya çıkışını - bu varsayıma pek fazla önem vermemekle birlikce - beyinde belli yerlerde lokalize olduklarına inandığı fikirlerin orada izledikleri· yanlış yönle açıklamakcaydı. M aceryalisderin kendile­ rinin nasıl savunacaklarını bilmedikleri zayıf nokca ile ilgili olarak Hume yecerli bir savunma bulm uşcur: Uzay içindeki harekecin nasıl olup da casavvur ve dü­ şünceye dönüşcüğünün açıklanamaz olduğunu kabul ecmekle birlikce Hume bu cür bir açıklanamazlığın yalnız bu sorunla ilgili olarak söz konusu olmadığını belinmekceyJi. O, aynı çelişkinin her cürlü neden-eser ilişkisinde de var oldu­ ğunu göscermekcedir: "Bir kaldıracın bir ucuna yarım kilo ağırlığında bir cisim asınız. Diğer ucuna yine aynı ağırlıkca bir başka cisim asınız. Bu cisimlerde mer­ kezden uzaklıkianna bağlı olan harekecin bir nedenini ne ölçüde keşfederseniz, düşünce ve casavvurun nedenini de o ölçüde keşfedeceksiniz" .(5) Belki bugünkü mekaniğimiz buna karşı çıkacakur; ancak şunu unucmaya­ lım ki bilimin bücün ilerlemeleri, Hume'un işarec eniği güçlüğü çözmek değil, yalnızca biraz daha geriye acmakla yecinmekcedir: Harekederi karşılıklı olarak birbirleri üzerinde eckide bulunan en küçük iki madde molekülünü veya iki gök cismini göz önüne alalım: Geri kalan her şeyin kolayca açıklamasını verebiliriz. Ancak bunlardan birinin diğerine doğru harekecini meydana geeiren çekim gü­ cünün cisimlerin kendileriyle ilişkisi bize hala her cürlü doğa olayının, özü bakı­ mından anlaşılmaz olduğunu göscermekcedir. Kuşkusuz bununla yer değişcirme harekecinin nasıl olup da düşüneeye dönüşcüğünü açıklanmaz; ancak bu açıkla­ namazlığın düşüncenin, uzaydaki harekece olan bağımlılığına karşı bir kanıc ceş­ kil ederneyeceği göscerllmiş olur. Maceryalizmin bu korunma karşılığında, efsa­ nedeki şeycanın, yardımı karşılığında iseediği fıyac kadar yüksek bir fıyac ödediği bir gerçekcir. Bücün doğa olaylarının açıklanamaz olduğunu kabul ecmesi duru­ munda maceryalizmin bücünü ebediyyen mahvolur. Eğer o bu açıklanamazlığa razı olursa, felsefi bir ilke olmakcan çkar. Bununla birlikce ayrımılı bilimsel araş­ urmaların cemeli olarak kalmaya devam edebilir. Aslında bugünkü "maceryalis­ ler"imizin çoğunun da cucumu budur: Onlar cemelde şüphecidirler. Duyuları­ mıza göründüğü biçimde maddenin, doğanın bücün sırlarının nihai çözümünü içerdiğine amk inanmamakcadırlar. Ama kesinlikle durum sanki böyleymiş gibi davranmakca ve pozicif bilimlerin kendilerinin, kendilerini başka varsayımiara (5) David Hume, Von der menschlichen Natıtr. übers. von L.H. Jacob, Halle, 1790, I, 4, S: Von der lmmaterialitaet der Seek. s. 480- Bkz. The Philosophical Works ofDavid Hume. Edin­ burg, 1826, I, s. 3 1 5 .

13

M A T ERYA Lİ Z!\1 İ N TA R İ H İ

kabul ermeye zorlamasını beklemekredirler. H ume'un mareryalizme yakınlığı, kişiliğin özdeşliği, bilincin birliği, ruhun hasirliği ve madde-dışılığı kuramma yönelttiği şidderli eleştirisinde belki daha göze çarpıcı bir biçimde kendisini göstermektedir: "Kendimiz (Alman felsefe di­ linde Ben'imiz) dediğimiz şeyin her an için derin bir biçimde bilincinde oldu­ ğumuzu, onun varlığını ve sürekliliğini hisserriğimizi, bir kanıdamanın kesinli­ ğini aşan bir tarzda onun her zaman kendi kendisinin aynı oluşundan ve hasirli­ ğinden emin olduğumuzu düşünen bazı filozoflar vardır" "Ancak ne yazık ki bütün bu pozitif iddialar, kanıdan olarak ileri sürülen deneye aykırıdırlar ve bi­ zim Ben'le ilgili burada sözü edilen şekilde rasavvurumuz yoktur . . . Kendi payı­ ma ben, kendim (Ben'im) diye adlandırdığım şeye derin bir biçimde nüfuz erri­ ğimde, her zaman belli bir algıyla veya rasavvurla karşılaşmakrayım. Bunlar sı­ caklık veya soğukluk, aydınlık veya karanlık, sevgi veya nefret, zevk veya acı ile ilgili algılar veya rasavvurlardır. Kendi Ben'imi hiçbir zaman bir algım olmaksı­ zın yakalayamıyorum. Gördüğüm her şey, her zaman için ancak bir rasavvur­ dur. Derin bir uyku esnasında olduğu gibi rasavvurlarım geçici olarak ortadan kalkrığında, kendi Ben'imi de kesin olarak algılayamıyorum ve gerçekren onun var olmadığı söylenebilir". Hume kendi içinde bir başka Ben'in varlığını hisset­ tiğini söyleyen kişiyle ramşmak isrememekredir: "O belki Ben'i diye adlandırdı­ ğı basit ve sürekli bir şeyi algılayabilmekredir. Ama ben kendi payıma buna ben­ zer bir şeyin bende bulunmadığından eminim. Öre yandan birkaç merafizikçi­ nin dışında bütün diğer insanların akıl almaz bir hızla birbirlerini izleyen ve sü­ rekli bir kargaşa ve hareker içinde olan farklı bir tasavvurlar demeri veya toplu­ luğundan ibaret olduklarını raharlıkla söyleyebilirim."(6) Burada merafizikçilere yöneiriimiş olan bu ince alay, bir başka yerde ranrı­ bilimcileri de vurmakradır: Hume'un bu görüşleri karşısında anık Kilisenin an­ ladığı anlamda ruhun ölümsüzlüğünün söz konusu olamayacağı aşikardır. Bu­ nunla birlikte Hume, bazen kendi görüşlerine rağmen ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin kanırların, ruhun hasirliği ve birliğine ilişkin alışılagelen varsayımda sa­ hip oldukları inandırıcı güçlerini devam ertirdikleri yönünde muzip gözlemini dile gerirmekren hoşlanır. Bu adamın Kanr'ın hiçbir zaman kendisini en büyük bir saygıyla anına­ mazlık etmediği, Kanr üzerine en derin erkide bulunan kişinin kendisi olması, bizi ra başran Kanr'ın mareryalizme karşı tavrını, insanların genellikle görmek istemedikleri bir ışık alunda görmeye irmekredir. Ne kadar kararlı bir biçimde mareryalizmle savaşmış olursa olsun, bu büyük zihin (Kanr) , felsefeye olan yete­ neklerini, mareryalizme karşı gösterdikleri sınırsız küçümsemeden başka bir şey(6) Von der mensch/ichen Natur, uebers. v. Jacob, ı, 4, 6: Von du persönlichen !dmtitaet, Bkz. Thephilosophical work ofDa11id Hume, ı, s. 3 1 9 vd.

487 vd.

-

14

s.

ÇA G D A Ş F E L S EFE

le kanıdayamayan insanlar arasında sayılamaz. " Gelecekteki Her Metafiziğe Giri/ inde Kam şöyle demektedir: " Doğa bili­ mi bize hiçbir zaman şeylerin iç yüzünü, yani fenomen olmayan, ancak fenome­ ne en üstün bir açıklama ilkesi olarak hizmet ermesi mümkün olan şeyi gösrer­ meyecektir. Ancak öte yandan doğa bi/iminin, açıklamalarında bu tür ilkelere '

ihtiyacı da yoktur. Tersine o kendisine bu tür ilkeler sunulmuş olsa bile (örne­ ğin tinsel varlıklarm etkisi), bunları geri çevirme/i ve açıklamalarım geliştirme­ sinde kullanmama/ıdır. O, açıklamalarmı her zaman duyularm nemesi olarak deney dünyasına ait olması ve deneyin yasalarma uygun olarak gerçek algı!arı­ mızla ilişki içine soku!ması mümkün olan şeyler üzerine dayandırmak zorunda­ dır."(?)

Tek kelime ile Kam, kesin olarak kendi eleştiri felsefesinin meşru ilk basa­ makları olarak iki dünya görüşünü, mareryalizm ve şüpheciliği kabul etmekte­ dir. O nların her ikisi de kendisince yanlışurlar; yalnız onlar Kam'a göre bilimin gelişmesinde zorunlu olan yanlışlardır. Güçlüğünden ötürü felsefe okullarının sınırları içinde kalacak olan şüpheciliğin tersine, anlaşılması daha kolay olma­ sından dolayı materyalizmin geniş halk kirlesi için zararlı olabileceğini kabul et­ mektedir. Ancak salt bilimsel yargı açısından bu her iki sistem de kendisine aynı ölçüde üzerlerinde durulmaya layık sistemler olarak görünmektedir. Bununla birlikte terazinin kefesini illa bir tarafa doğru basurmak gerekliyse, Kam şüphe­ cifiğe daha fazla değer vermektedir. Kanı'ı n bu sözü edilen iki sistemden daha şiddetle karşı çıktığı başka bir felsefi sistem yoktur. Özel olarak alışılagelen an­ lamda idealizmi ele alırsak, O, Kanr'ın transandamal idealizmine mudak olarak karşımr. Fenomenler dünyasının bize şeyleri kendilerinde oldukları biçimde göstermediğini kanıdamakla yerindiği sürece Kanr, bu idealizmle uyuşma için­ dedir. Ancak salt varlıklar dünyasına ilişkin herhangi bir bilgi vermek iddiasın­ da bulunur bulunmaz veya deneysel bilimin yerine kendi derin bilgilerini geçi­ rir geçirmez onun Kanr'ran daha uzlaşmaz bir düşmanı olması mümkün değil­ dir. Düşüncesiz bir eleştirmen Kanr'ın "Salt Aklın Eleştiristnde "üstün bir idea­ lizm" bulmuştu. Bunu Kam hemen hemen "üstün bir ahmaklık"la suçlanmış gibi değerlendirmiş olmalıdır: Demek ki o kadar kötü anlaşılmışu. Buna verdiği cevapta en kör olanlar için bile eleştiri felsefesinin özünü parlak biçimde onaya koyan iki rezini gördüğümüzde, bu büyük düşünürün ölçülülüğüne ve aynı za­ manda keskin görüşlülüğüne hayran olmamız gerekmektedir: "Elea okulundan piskopos Berkeley'e kadar bütün gerçek idealisrierin ana tezi şudur: Duyular ve deneyle kazanılan bütün bilgiler, salt bir görüntüden başka bir şey değildirler: (7) Prokgomena zu einer jednı künftigen Metaphysik. die als Wissenschaft wird aufireten köıı­ nen, Riga, 1 783, s. 204 ve devamı; Hartenstein, s. 1 21 ve devamı.

15

M A T ERYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

Doğru, ancak salt anlığın (Versrand) ve aklın (Vernunfr) verdiği fikirlerde bulu­ nur. Benim idealizmimin bütününü yöneren ve belirleyen ana rez ise bunun tersine şudur: Şeylere ilişkin olarak salr anlık veya salr akıldan gelen her türlü bilgi, salt bir görümüden başka bir şey değildir ve doğru, ancak deneyde bulu­ nur." (8 ) En saf bir deneyci bile bu konuda daha açık bir biçimde düşüncelerini orta­ ya koyamazdı . Yalnız bu kadar kesin olan bu ifadeyle, nesnelerin kendilerini kavramianınıza göre ayarladıklarını söyleyen o tuhaf sözü nasıl bağdaşnracağız? Kuşkusuz burada spekülasyonlara girişen biri tarafından gerçekren "uydu­ rulmuş" (gebildere) olan kavramlar söz konusu olamazlar. Belli bir anlamda aşı­ rı bir Hegelci veya Arisrorelesçi için de nesnelerin kendilerini, onların kavramia­ rına göre ayarladıkları bir gerçektir. Çünkü böyle bir adam, düşlerinin dünya­ sında yaşar ve dolayısıyla orada her şeyi düzenlemesini bilir. Bir nesnenin kendi­ si için gerçekren bir nesne olması demek, onun daha önceden zihnindeki kav­ rarnlara göre kendisini ayarlamış olması demektir. Ancak bütün nesneler bu ka­ dar uysal değildirler ve özellikle de deney böyle bir zihinsel yapıda olan fılozoflara en kötü oyunları oynar. Burada kuramını yalanlayan Jüpiter'in uydu­ larını görmemek için özenle teleskoptan bakmakran kaçınan Cremonini'yi ha­ tırlayalım . Her doğrunun deneyde bulunduğunu düşünen Kanr, nesnelerin kav­ ramlarımızia uyuşmasını böyle anlamış olamaz. Tersine Kanr'ın anladığı anlam­ da "kavramlarımız"ın erkisi öyle bir türden olmalıdır ki o özellikle en genel, en değişmez, bireysel arzularımıza en aykırı düşen deney verilerinde kendisini gös­ rermelidir. O halde bu bilmece, bizzat deneyin kendisinin bir analizi ile çözüle­ cek, bu analizde nesnelerden değil, bizzat kendimizden gelen enrelekrüel bir öğenin varlığını göstermek gerekecektir. Kam'a göre bütün yargılar ya analitik veya senrerikrir. Analitik yargılar, yüklemlerinde daha önceden öz�elerinin kavramında içerilmiş olan şeyden baş­ ka bir şey söylemezler. "Bütün cisimler yer kaplar" dediğim zaman, bu öner­ meyle cisimler hakkındaki bilgimi hiçbir şekilde genişlermiş olmam. Çünkü içi­ ne yer kaplama kavramını sokmaksızın cisim kavramını kesinlikle tasdik ede­ mem. Bu yargının bütün yaptığı, özne kavramını öğelerine ayrışrırmakran iba­ rettir. Bundaki amaç da bu öğelerden birini yüklem aracılığıyla vurgulamak ve böylece onu bilinç için daha açık bir hale getirmektir. Buna karşılık senrerik yargılar, özne hakkındaki bilgimizi genişlerirler: "Bütün cisimler birbirlerini çe­ kerler" dediğim zaman, bütün göksel cisimlere, "göksel cisim" kavramı içinde düşünülmemiş olan bir özelliği yüklerim. O halde bilgimizi gerçekren artıran şeyin yalnızca senrerik yargılar olduğu, (8) Prolfgomena. 1 783, s. 204 ve devamı; Har renstein, s. 1 2 1 ve devamı.

16

ÇA G D A Ş F EL S E F E

buna karşılık analitik yargıların uzlaştırmaya (Vermittlung), açıklamaya veya yanlışları çürütmeye yaradığı görülmektedir. Çünkü yükleminde daha önce öz­ nede düşünülmeyen bir şeyi söylemeyen bir yargı, olsa olsa daha önce sahip ol­ duğum bir bilgiyi bana hatırlatabilir veya kendisi olmasaydı dikkatimi çekmeye­ cek olan bazı özellikleri tebarüz ettirebilir. Ancak o bana gerçekten yeni hiçbir şey öğretemez. Yalnız yargılarının sentetik mi analitik mi olduğundan şüphe edilebilecek olan tüm bir bilim, belki de bütün bilimler arasında en önemli bir bilim vardır: Bu, matematiktir. Bu önemli konuya geri dönmeden önce kısaca a priori ve a posteriari bir yargının ne olduğunu açı!damamız gerekir: A posteriari bir yargı, geçerliliğini deneyden alır; a priori bir yargı ise ondan almaz. Bununla birlikte a priori bir yargı dolaylı olarak, yani yargı olarak değil de kendisini oluşturan öğelerinin de­ neyden alınmış kavramlar olmalarından dolayı deneye dayanabilir. Böylece ör­ neğin bütün doğru analitik yargılar, aynı zamanda a priori olarak geçerli yargı­ lardır. Çünkü bunlarda yüklemi özne kavramından çıkarınam için daha önce deneye başvurmam zorunlu değildir. Ancak bu durumda da öznenin kendisi, ancak deneyle tanıdığım bir nesneye işaret edebilir: Örneğin buz kavramı, de­ neyden elde edilen bir kavramdır. Ancak "buz, katı bir cisimdir" önermesi, ana­ litiktir; çünkü yüklem, bu kavramın ilk oluşturulmasından beri öznede düşü­ nülmüş bulunmaktadır. Kanı'ın araştırma alanı, sentetik yargılardır. Acaba onların tümü a posterio­ ri midir, yani deneyden mi türetilmiştir, yoksa onlar içinde geçerliliği deneyden türetilmiş olmaya ihtiyaç göstermeyen bazıları var mıdır? Kısaca sentetik a prio­ ri yargılar var mıdır? Metafizik, deneye"başvurmak ihtiyacını duymaksızın bilgi­ lerimizi artırdığını ileri sürmektedir. Yalnız acaba bu mümkün müdür? Genel olarak metafizik mümkün müdür? Yine genel olarak acaba sentetik a priori önermeler nasıl mümkündür? Burada bir an duralım: Bu soruya "vahiyle", " dehanın ilhamı ile", "daha önce içinde yaşamış olduğu idealar dünyasını ruhun hatırlaması ile", " ta do­ ğuştan itibaren insanda var olan, ancak farkına varmadığı fikirlerinin gelişmesi ile" vb. türünden verilecek cevaplar, bugüne kadar metafiziğin y:ınlışlar içinde el yordamlamalarından i leriye gitmemiş olduğu gerçeğinden ötürü çürütülme­ ye bile i htiyaç göstermezler. Eğer bu tür kurarnlar üzerinde, her seferinde ta baştan yeniden başlamak yerine emin adımlarla gitgide ilerleyen ve gelişen ger­ çek bir bilimin yükseldiği görülebilmiş olsaydı, belki bugüne kadar matematik­ te aksiyarnların kanıtlanamamasını kabul etmeye rıza gösterdiğimiz gibi bura­ da da daha sağlam temelierin olmayışma razı olabilirdik Ancak bugünkü ko­ şullarda, hangi metafizik sistem söz konusu olursa olsun, binasının bir temel üzerine oturduğu gösterilmedikçe, metafiziğin daha sonraki her türlü inşaı ya17

M A T ERYA L İZM İ N TARi H İ

rarsız olacakrır. Şüpheciler ve deneyciler işbirliği yapacak ve yukarıda sorulmuş olan "genel olarak semerik a priori önermeler nasıl mümkündür" sorusunu "hiçbir şekilde mümkün değildir" şeklinde cevaplandıracaklardır. Eğer onlar bunu kanıdamayı başandarsa bu sıkı irrifaklarıyla sonsuza kadar felsefe alanının efendileri olarak kalacaklardır. O zaman dogmarik materyalizmin de işi birmiş olacaknr; çünkü o kuramlarını, dünyanın kavranabilirliği aksiyomu üzerine dayandırmakra ve bu aksiyarnun aslında fenomenlerdeki düzen ilkes/ nden başka bir şey olmadığını fark ermemekredir. Yalnız mareryalizm bürün olayların en son nedenlerini gös­ termiş olduğu iddiasından vazgeçebilir. Gerçi o zaman o asıl özünü rerk ermiş olacakrır. Fakar şüphecilik ve formel deneyeilikle bir irrifaka girerek bu andan iribaren bürün diğer felsefi çabaları daha ciddi bir şekilde onadan kaldırmak tehlikesini gösrerecekrir. Buna karşılık Kam güçlü bir mürrefıği yardımına ça­ ğırmakradır: Bu, maremarikrir. Deneyi aşan bürün yargıları şüpheli sayan Hume'un, bu arada örneğin iki doğrunun son derece küçük bir açı meydana geririrken maremariğin isrediği gibi ancak rek bir nokrada kesişmeleri yerine belli bir uzunluk ra orrak bir doğru parçasına (segment) sahip olmalannın mümkün olup olmadığı konusunda şüp­ hesi vardi. Bununla birlikre Hume, maremariğin üsrün kanıdama gücünü kabul ermekre ve buradan bürün maremariksel önermelerin aslında basir olarak çeliş­ kisizlik ilkesi üzerine dayandıklarının, başka deyişle rümüyle analirik oldukları­ nın çıkarsanabileceğine inanmakraydı. Buna karşılık Kam bürün maremariksel önermelerin semerik olduğunu, deney tarafından doğrulanma ih riyacı içinde ol­ madıklarından dolayı da aynı zamanda doğal olarak semerik a priori olduğunu savunmaktadır. Burada ra başran iribaren Kam hakkında yanlış bir anlayışa sahip olmak is­ temiyorsak, sezgi (Anschauung) ile deneyi (Erfahrung) kesin olarak birbirinden ayırmamız gerekir. Bir sezgi, örneğin repesi girgide daha geniş açılı, rabanı ise girgide daha büyük olan bir üçgenler dizisinin sezgisi, şüphesiz aynı zamanda bir deneydir. Yalnız bu son durumda deney sadece benim bu belli üçgenler dizi­ sini önümde görmemden ibarerrir. Eğer ben daha sonra bu üçgenlerin sezgisin­ den, rabanı sonsuza kadar genişleren hayal gücünün (Phamasie) yardımıyla varlıkları daha önce bana kanıdanmış olan - açıların toplamının iki dik açıya eşir olduğu önermesini çıkarırsam, bu önerme asla bir deneyin ürünü değildir. Benim deneyim, bu üçgenleri görmüş olmam ve onlarda benim evrensel olarak doğru kabul ermem gereken şeyi ranımış olmamdan ibarerrir. Deneyden elde edilen bu rür bir önerme, her zaman yeni bir deney tarafından çürürülebilir. Yüzyıllar boyunca sabir yıldızların hiçbir harekeri olmadığı görülmüştü ve bun­ dan onların harekersiz oldukları sonucuna geçilmişri. Bu, deneyin verdiği bir

18

ÇA G D A Ş FELSEFE

önerme idi. Bu önerme daha doğru gözlemler ve hesaplamalarla düzeltilebilirdi. Nitekim de düzeltildi. Bilimler tarihi her sayfasında bunun örneklerini göster­ mektedir. Bugün deneyin konusu olan her şeyde pekin bilimlerin artık mutlak doğruları değil, ancak göreli doğruları ortaya koyduklarını görmemizi esas ola­ rak Fransızların mantık alanındaki üstün .yeteneklerine borçluyuz. Bundan do­ layı bugün bir bilginin hangi koşullarda kazanıldığı hatırlaulmakta ve bütün kurarnlar ancak daha sonraki bilgiler göz önünde tutulmak kaydıyla doğru ola­ rak kabul edilmektedir. Fakat matematiksel önermelerin durumu böyle değil­ dir. Onların tümü, ister basit sonuçları (Folgerung), isterse ana tezleri ifade et­ sinler, mutlak bir zorunluluk bilinci ile birlikte bulunurlar. Ancak bu bilinç kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Matematiksel önermeler, hatta aksiyomlar hiç şüphesiz başlangıçta keşfedilrnek zorunda kalmışlardır . Onlar derin düşün­ cenin (Nachdenken) veya sezginin (Anschauen) çabasıyla veya onların her ikisi­ nin çabuk ve mutlu bir birleşmderinin sonucu, bulunmak zorunda kalmışlar­ dır. Ancak bu bulma, temelde, zihnin soruna doğru bir biçimde yönelmesine dayanır. Bundan ötürü matematiksel önermeler, onları keşfetmek için ne kadar çok güçlük çekilmişse, aynı derecede kolaylıkla, teoremler olarak, herhangi bir öğrenciye aktarılabilirler. Yeni bir kuyruklu yıldız keşfedinceye kadar gece gün­ düz göğü gözleyen bir insan, matematiksel sezgiyle yeni bir doğruyu bulmaya çalışan bir insana benzetilebilir. Ancak nasıl ki bir teleskop sağlam gözleri olan herkesin onda kuyruklu yıldızı görmesi gerekeceği bir biçimde ayarlanabilirse, aynı şekilde yeni bir matematik önerme de düzgün bir sezgiye sahip olan herke­ sin, çizilmiş bir şekil veya sadece hayal gücünde oluşturulan bir figür yardımıyla onun doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacağı bir biçimde kanıdanabilir. Matematiksel doğruların aranması ve keşfinin genellikle çok zahmetli olmasının Kanı'ın onların a prio.rilikleri olarak adlandırdığı şeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu deyimden daha çok sezgi aracılığıyla kanıtlanır kanıtlanmaz matematiksel öner­ ınelerin insanda derhal evrensel ve zorunlu oldukları bilinci ile birlikte bulun­ malarını anlamak gerekir. Böylece örneğin 7 ile 5'in toplamının 12 olduğunu göstermek için de ben noktalar, çizgiler, küçük nesneleri vb. toplamak suretiyle sezgiden yararlanırım. Bu olayda deney sadece bu belli noktalar, çizgiler vb.' nin bana bu durumda bu belli toplamı verdiğini gösteren deneydir. Eğer bunun her zaman böyle olduğunu deneyle öğrenmem gerekirse, bu deneyi, fikirlerin çağrı­ şımı ve alışkanlığın bende bu kesin inancı doğurabileceği kadar çok sayıda tek­ rarlarnam veya tamamen farklı cisimlerde, bu cisimlerin farklı kombinezonla­ rında veya başka özel koşullarda bu sonucun tamamen farklı olup olmayacağını bilmek üzere sistemli deneyiere girişmem gerekir. İ nsanın bu bir defa gördüğü şeyi çabucak ve mutlak bir şekilde genelleştirmesi, sadece bütün sayısal ilişkile­ rin apaçık tekbiçimliliğiyle (gleichmassigkeit) açıklanamaz. Eğer aritmetik ve

19

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

cebrin önermeleri deneysel önermeler olmuş olsaydı, bütün sayısal ilişkilerin, sayılan cisimlerin özellik ve düzenlerinden bağımsız oldukları inancı bizde an­ cak en sonunda doğmuş olurdu. Çünkü her rümevarımda tümel önermeler her zaman rikel önermelerden sonra gelirler. Sayısal ilişkilerin sayılan nesnelerin do­ ğasından bağımsız oldukları önermesinin kendisi daha ziyade a priori bir doğru­ dur. Bu önermenin aynı zamanda senrerik olduğu da kolayca görülebilir. O nu sayılardan anladığım şeyin ranımı içine sokruğum rakdjrde bu senrerik doğanın varlığı açıkça orraya çıkar. Çünkü bundan derhal dış nesnelere uygulanabilir olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz kendi içine kapalı bir cebir çıka­ caktır. Oysa herkes bilir ki bizim cebrin ve arirmeriğin doğruluğu hakkındaki inancımız, aynı zamanda onların kendilerini bize takdim eden bütün cisimlere uygulanabilir oldukları inancını içerir. Kendilerini birer birer veya parçaları ba­ kımından saymak değil de ölçmek ve ranmak söz konusu olduğundan, doğada­ ki nesnelerin hiçbir zaman ram olarak belli sayılara karşılık olmamaları ve rümü bakımından ölçülemez olmaları bizim bu söylediğimiz şeyi en ufak bir biçimde geçersiz kılmaz: Sayılar · belli bir kesinlik derecesiyle her nesneye uygulanabilir­ ler. Sürekli olarak ısı değişikliklerine maruz kalan bir demir çubuğun sonsuz de­ recede küçük bir zaman parçasında, son derecede kesin bir biçimde ölçülebilir büyüklüğü (mass) olduğuna inanırız; buna karşılık bu büyüklü ğü ram olarak ölçme imkanlarımız hiçbir zaman için var olmayabilir. Ancak maremariksel­ fıziksel eğitim sayesinde bu inanca eriştiğimiz gerçeği, bu inancımızın a priorili­ ğini onadan kaldırmaz. Kanr'ın eşsiz kavram belirlemesine göre a priori bilgiler­ de, ne ruhra ramamen hazır olarak bulunan doğuşran fikirler (Vorsrellung), ne de duyusal-üstü ilhamlar veya kavramlamaz vahiyler söz konusudur. A priori bilgiler insanda deneyle kazanmış olduğu bilgiler kadar düzenli bir tarzda ve in­ san doğasına uygun bir biçimde gelişirler. Onlar deneyle kazanılmış olan bilgi­ lerden sadece evrensel ve zorunlu olduklarına ilişkin bir bilinçte birlikte bulun­ maları ve geçerliliklerinin deneyden bağımsız olması bakımından ayrılırlar. Tam da burada günümüze kadar en şidderli saldırılara yol açmış olan bir nokra ile karşılaşıyoruz: Bir yandan matematiksel kavramların a prioriliğine hü­ cum edilmekte, öre yandan da matematiksel yargıların senrerik bir yapıda ol­ dukları kabul edilmemektedir. Kanr'ın dünya görüşünün remellendirilmesinde maremariğin yapısına ilişkin anlayışın o kadar büyük bir önemi vardır ki bu iki saldırıyı ayrımılı olarak incelememezlik edemeyiz. Maremariğin a prioriliği görüşü en büyük bir canlılıkla, Hume'un erkisinin en derin kökler salmış olduğu İ ngiltere'de rarnşılmışrır. Seçkin bir türnevarım kurarncısı ve rarihçisi olan Whewell, maremariğin a prioriliği görüşünü savun­ muş ve matematiksel önermelere mal erriğimiz zorunluluğu erkin bir a priori öğeden, yani bilgilerimizin koşulları veya formundan çıkarrmışrır. Asrronom

20

ÇA G DA Ş F E LS EFE

Herschel ve hemen hemen her noktada onunla görüş birliği içinde olan J. Sru­ arr Mill ise Whewell'a karşı çıkmışlardır.(9) Bu deneycilerin öğretisi basit olarak şudur: Maremarikre kesin zorunluluk ancak ranımiara ve ranımiardan çıkarılan sonuçlara dayanmamız ölçüsünde mevcurrur. Aksiyomlar diye adlandırılan şeylerin en büyük bir kısmı, ranımiar­ dır veya onlara geri görürülebilirler. Geri kalanlar, özellikle Euklides geometrisi­ nin temel önermeleri, yani iki doğrunun hiçbir zaman bir uzayı çevreleyemeye­ cekleri ve sonsuza kadar uzarılan iki paralelin hiçbir zaman kesişemeyecekleri aksiyomları - bu biricik aksiyomlar -, deneyden türeriimiş genellemelerden, bir rümevarımın sonuçlarından başka şeyler değildirler. O halde bunlar da ranımia­ ra (veya Kanr'ın diliyle söylersek bütün analitik yargılara) özgü olan kesin zo­ runlu olma özelliğine sahip değildirler. B unların bilincimizdeki zorunlulukları yalnızca psikolojik olarak açıklanması gereken öznel bir zorunluluktur. O, bi­ zim sık sık aslında doğru olmayan önermeleri kabul ermekre bir zorunluluk ol­ duğunu düşündüğümüz veya belki yine bizim daha önce doğru olarak kabul et­ tiğimiz bir şeyin kavramlamaz veya düşünülemez olduğunu söylediğimiz duru­ ma benzer bir biçimde orraya çıkar. Matematiksel aksiyarnların böylece salr ola­ rak fikirler çağrışımından doğmuş olmaları ve psikolojik bakımdan birçok yan­ lışran daha iyi bir kaynağa sahip olmamalarından, ileride bir gün onların da red­ dedildiğini görmekren korkmamız gerektiği sonucu çıkmaz; onlarda bizim onlara yüklediğimiz kesinliğin, genel olarak deneysel bilgilerimizin kaynağından başka bir kaynağı olmadığı sonucu çıkar; o deneysel bilgilerimiz ki kendilerini meydana geriren rümevarımın gücüne veya zayıflığına göre bize mümkün, kesin veya murlak olarak zorunlu görünürler. O halde bu kurama göre maremarikre senrerik yargılar vardır; ancak bu yargılar a priori değildir. A priori yargılar vardır; ancak onlar da yalnızca anali(9) İngiliz dil filozoflarının matemadğin a prioriliği konusundaki tartışmaları "Mechanical Euclid' adlı eserinde Whewell'in, Dugald Scewarc tarafından cemsil edilen ve geometrinin öğele­ rinin varsayımiara dayandığını ileri süren görüşe karşı yönelttiği saldırıyla başladı. Edinburg Review'de Herschel tara fından yazılmış olan bir makale , Scewar r'ın görüşünü destekledi. Whe­ well, "Philosophy ofInductive Sciences"ında (London , 1 840) Herschel'in idraziarına c evap olarak özel bir bölüm içeren (I, s. 98 ve devamı) " The Philosophy of the Pure Sciences" başlıklı kısımda (I, s. 7 9 ve devamı) buna cevap verdi. Herschel Quarterly Review ı n haziran 1 84 1 �ayısında Whe ­ well'in iki ana eserini ("History ofthe lnductive Scimeel ve "Philosophy ofthe Inductive Sciencei') eleşdrisiyle tartışmayı sürdürdü. Bundan sonra Logic inde (1843) Mill de polemiğe kanldı ve Whewell'in kendisine özel bir yazıyla cevap vermesinden ötürü (On Jnduction, with a Special Re­ frrence to Mr. Mil/'s Systeme) "Logic inin daha sonraki baskılarında da kavgayı sürdürdü. Mill'in ''Logic"inde başka polemik yazıları ve tartışmalar da bulunmaktadır. Biz bu sergilernemizde Mill'in bu eserinin İngilizce aslının 3. baskısını (London, 1 851 ), Schiel'in onun orijinalinin 5. baskısından yapmış olduu çevirisinin 3. baskısını (Braunschweig, 1 868) ve Whewell'in "Philo­ sophy ofthe Inductive Sciences" ını kullandık. '

"

"

21

"

M A T E RYAL İ Z M İ N T AR İ H İ

rikrirler veya Mill'in dediği gibi rorolojik yargılardır. Bu kurama göre deneyin nesnelerine uygulanmada bütün yargılar ancak koşullu bir değere sahiptirler. Doğa hiçbir yerde bize geometrinin formlarını saf olarak gösrermez ve cebirsel bir formül hiçbir zaman mutlak bir kesinlikle bir büyüklüğün. veya kuvvetin ölçüsünü vermez. O halde ancak örneğin bir geze­ gen yörüngesinin kabul erriğimiz ve elips diye adlandırdığımız çizgiye karşılık olması durumunda, bu elips kavramından çıkan bütün özelliklerin aynı zorun­ lulukla diğerine de air olduğunu söyleyebiliriz. Bu özelliklerden hiçbirinin bu koşullu anlamdan başka bir anlamda bir gezegen yörüngesine air olduğunu söy­ leyemeyiz. Dahası var: Aslında gezegenin gerçek hareketi de hiçbir zaman ram olarak bizim varsayımlarımıza uygun düşmeyecektir. Kuramın özü budur. Whewell'a karşı yürütülen polemiğe gelince, o aslında bu uzun süre devam eden ramşma bütün olarak en kibar biçimler alunda yapıl­ mış olmasına rağmen, ne ram olarak doğrudur, ne de önyargılardan korunmuş­ mr. Genellikle karşıt bir görüşü ram bir dürüsrlükle ele almak ve açık bir biçimde sergilemek alışkanlığında olan Mill, burada her zaman ram bir ririzlik gösrerme­ mekre ve karşısındakinin birçok rezini gerçekte orraya konmuş olduklarından farklı bir bütün içinde vermekredir.OO) Bu şaşırtıcı olayın nedeni, Mill'in sürekli ( 10) Mill'in bu çok uzun polemiğ inin hiçbir yerinde Whewell'in fikirler ini ne kendi sözleriy­ le, ne de doğru bağlamları içinde aslına uygun olarak vermemesi büyük bir kusurdur. O sürekli olarak bunların yerine ranışma konusu olan sorunu kendi kişisel bakış açısından temsil eden kavramları geçirmekredir. Bu biçimde çarpıulmış olan pasajlardan bazı örnekler vereceğiz. Ancak her türlü şüpheyi ortadan kaldırmak amacıyla asıl memin kendisini de zikredeceğiz. Il. kirabın S. bölümü 4 . paragrafında (3. baskıda I. cild, s. 2 5 8' de) şöyle denmektedir: '1r is not necessary ro show that the nurhs which we cal! axioms are originally suggested by observation, and that we should never have known that rwo snaighr l ines cannot inclose a space, if we had never seen a maighr line: Thus much being adınitred by Dr. Whewell, and by all, in recenr times, who have raken his view of che subject. Bur they contend that ir is not experiencewhichproves che axioms; bur that irs nurh is percevied a priori, by the constirution of the m ind irself, from the firsr mo­ ment when the mean ing of the proposition is apprehended; and wirhour any necessiry for verify­ ing ir by repeared nials, as is requisire in che cases of nurh really ascerrained by observation" (Aksiyomlar diye adlandırdığımız doğruların kaynakları itibariyle, gözlem tarafından verilmiş, (telkin edilmij) oldukları ve eğer bir doğru görmemiş olsaydık, iki doğrunun bir uzayı çevreleye­ meyeceklerini hiçbir zaman bilemiyeceğimizi k anıdamak zorunlu değildir. Çünkü Whewell ve çok yakınlarda on un bu konudaki görüşünü benimseyen herkes tarafından çok şey kabul edil­ miştir. Yalnız onlar aksiyomun doğruluğunu kanıtlayanın deney olmadığını, bu doğrunun, öner­ men in anlamının kavrandığı andan itibaren, bizzat zihnin yapısı gereği a priori olarak kavrandı­ ğını ve gerçekren gözlem aracılığıyla kazanılmış doğrularda yapılması gerektiği gibi onu �ekrarla­ nan deneylede doğrulamanın zorunlu olmadığını iddia etmektedirler.). Yukarıda altını çizdiği­ miz telkin etme ve kanıtlama sözcükleri, Whewell'de ne bu anlamda, ne de bu bağlamda bulun­ maktadır. Bu şekilde telkin et men in, kanıdamanın karşısına yerleştirilmesi, deneyi hemen he­ men kişisel bir varlık olarak edilgin zihnin karşısına konan olup bitmiş, tamamlanmış bir şey gibi düşünen deneycilerin yüzeysel yöntemini sezinlermekredir. Whewell'e göre her bilgide mad-

22

ÇA G DAŞ F E LS E F E

olarak her carafca mecafızikce o kadar uzun bir süre önemli bir rol oynamış olan eski doğuşcan fikirler ve duyumsal-üscü bir dünyadan gelme Placoncu "vahiyler" görüşünün hayabiyle karşılaşuğına inanmasıdır. Bu görüşün en köcü cinscen ka­ ranlık ögelerle yakınlığı, aklı başında ve her cürlü miscisizme düşman birini sinirdi, edilgin ve nesnel bir öğeyle, yani "duyum"la (Kan r'a göre "duyum" veya "duyumun çeşidi aşamaları" ile), formel, e lkin ve öznel bir öğe (Whewell'in "ide", Kanr'ın "form" diye adlandırdı­ ğı öğe) bir arada bulunur. Açıkça anlaşılmak ladır ki aksiyomalik bir doğrunun ilk bilgisinde, fıl­ dişinden bir lavla z.arının formu ve maddesinde olduğu gibi, ancak zihinsel olarak birbirinden ayın edilebilecek iki elken birbiriyle işbirliğine girerler. O halde burada "deney"in, bu formel öğe olmaksızın aksiyoma işarel eHiğini kabul e lme yönünde verilmiş olan bir laviz. söz. konusu değildir; daha çok sadece bu form el öğenin ancak dış ve nesnel bir öğeyle b idikle çalışuğı gerçeği söz. konusudur. Aynı şekilde bir aksiyomun doğruluğuna ilişkin sez.gi de, kanıdayıcı elken ola­ rak, duyumsal öğeden (Sinnlichkei l) ayrılamaz.. O halde eğer zihnin yapısından (consli lUlion of lhe mi nd) söz. ediliyorsa, bu deyimden Plawncu bir anlamda "enreleklüel bir sez.gi"yi değil, ken­ disiyle genel olarak dışdünyadan iz.lenimler, dolayısıyla deneyi aldığımız. bu aynı duyumsal öğe­ nin formunu anlamak gerekir. Bununla ilgili olarak Whewell çok açık bir biçimde şunları söyle­ mekledir: ("Philosophy ofthe Inductive Sciences", I, s. 92) "Aksiyomlar, teslim edilmeyi değil, gö­ rülmeyi gereklirirler. Eğer herhangi birinin, doğruluklarını gönneksizin onları onaylaması söz. ko­ nusuysa, bu onaylamanın mannk bakımından hiçbir yararı yok lur. Çünkü bu durumda bu aksi­ yomların hangi durumlarda geçerli oldukları görülemez." (lhe axioms require nol w be granred, bur w be seen: If anyone were w assen r w lhem wi lhour seeing lhem w be uue, his assenr would be of no avail for purposes of reasoning; for he would be also unable w see in wha l cases lhey mighl be applied) - Bu aynı bölümde biraz. daha ileride şunları okuyoruz "Inrui lion is imaginary looking, bm experience musl be real looking: If we see a propeny of suaigh l lines w be uue by merely fancying ourselves lO be looking a l lhem, lhe ground of our belief can no l be senses, or experience; il mus l be somelhing menra O (5. paragraf) ("Sez.gi, hayali bir görmedir" [a.g.y s. 1 30); ancak deney gerçek bir deney olmak zorundadır. Sadece kendilerine bakuğımız.ı düşünerek doğruların herhangi bir öz.el�iğinin doğru olduğunu gördüğümüz. bir durumda, bu inancımız.ın lemeli ne duyumlar, ne de deney olabilir. Onun zihinsel bir şey olması gerekir). Mill'in Whewell'in düşüncesini aynen naklelliğini düşündüğü bu pasaj, açıkça Dr. Cohen'i, "Kant's Theorie der Eifahrung unch Whewell'e Leibniz.'inkine benzer olan (s. 95) ve Mill'in haklı olarak kendisiyle mücadele eniği bir görüşü iz.afe elmeye gölürmüşlür (s. 96) (Öle yandan Co­ hen bu eserde Mill'in Kan r'la ilişkilerini ender görülen bir açıklıkla sergilemekledir). Oysa aslın­ da böyle bir şey söz. konusu değildir: Tamamen böyle görünen "zihinsel bir şey" (some lhing menrai) deyimi, Mill larafından Whewell'e iz.afe edilmiştir. Bundan dolayı Whewell'in kullandı­ ğı "imaginary looking" deyimini "hayali bir görme" olarak değil, "hayal gücünde görme" Gmagi­ naeres Sehen - Sehen in der Phanrasie) olarak çevirmek gerekir. Ö le yandan bu pasajda (1, 1 30 ) Whewell, hayal gücünde görmeyi, gerçek görmeden ayın elmeyi düşünmemekledir. O daha zi­ yade açık olarak şunları söylemekledir: "On beş nesneyi üçerli beş dizi halinde sıraladığımız.da, gerçek görme veya hayal gücünde gönne, yani sezgi, rahallıkla bu nesnelerin aynı zamanda beşerli üç diziyi olu Şturan bir bülün olarak göz. önüne alınabileceğini görür (ıf we arrange fifleen lhings in fıve rows of lhree, i l is seen by looking, or by imaginary looking, which is in rui lion, lha l lhey may also be laken as lhree rows of fıve). O halde bilgi sürecinde, gerçek görmeyle hayal gücünde görmeye, açık olarak, aynı önem verilmek ledir. Böylece de Whewell, hiç olmazsa bu noklada saf bir Kan rçıdır. Bunu belinmeklen özellikle büyük bir muduluk duyuyoruz.; çünkü biz. de birinci baskıda, Mill'in bizi de halaya sürüklernesi sonucu bunu fark elmemişlik. .•

'

23

M AT E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

lendirecek bir özellik taşımaktaydı. Almanya'da bir Überweg'i Kanr'ın sistemine karşı en büyük haksızlıklara sürükleyen de bu aynı neden olmuştur. Kanr'ın a priorisinin arkasında da bütün bir doğa-üstü vahiyler sisteminin saklı bulundu­ ğuna inanılmışrır. Oysa Kanr'ın a priorisi, eski merafıziğinkinden ramamen farklıdır ve haHa onun bütün bu konularla ilgili anlayışı, aklın verdiği doğruları deneyin verdiği doğruların üzerine yerleştiren Leibniz'inkine ramamen zırur. Mill'in deneyciliğine dar anlamda Kanr' çı bir biçimde nasıl cevap verilebileceği­ ni birazdan göstereceğiz. Yalnız önce Mill ile Whewell arasındaki ramşmadan onaya çıkuğı biçimde onun zayıf taraflarını rebarüz eHirrnek istiyoruz. En açık güçlük, hemen geometrinin aksiyomlarında orraya çıkmaktadır. Sonsuza kadar uzarılan iki doğrunun bir uzayı çevrdeyemeyeceklerine ilişkin inancımız, Mill'e göre, deneyle kazanılmışur. Bununla birlikte bu konuda söz­ cüğün alışılagelen anlamında hiçbir deney yapamayız. Bu noktada Mill (iç) sez­ ginin, hayal gücünde dış sezginin yerini aldığını iriraf etmektedir. Ancak gene de kanıdamanın rümevarımsal türden olduğuna inanmakradır. Ona göre hayal gücü burada dış sezginin yerine geçebilir; çünkü biz hayal gücümüzün imgeleri­ nin kesinlikle dış şeyler gibi davrandıklarını bilmekreyiz. Yalnız bunu nereden bilmekreyiz? Deneyden mi? Ancak o zaman bizim bu uyumla ilgili olarak bildi­ ğimiz şey, ancak sınırlı uzunluklada ilgili olan şeydir. İ kinci bir güçlük, marematiğin yalnzca koşullu bir değere sahip olduğuna ilişkin varsayımın yererli olmayan bir biçimde kanulanmasında yatmaktadır: Whewell, fizik bilimlerin varsayımlarının hiçbir zaman zorunlu olmadıkları noktasına dikkati çekmekredir. Onlar az veya çok muhtemeldirler (wahrschein­ lich), ancak her zaman yerlerini başkalarına bırakabilirler. Buna karşılık mate­ matiksel önermeler zorunludurlar, o halde kesinlikle koşullu değildirler. Buna Mill görünüşte ikna edici olan bir mülahaza ile, zorunlu varsayımların da varsa­ yım oldukları görüşüyle cevap vermektedir: Zihnimizin yapısından ötürü daire­ ler, dik açılar vb.'nin olduğunu kabul ermeye kendimizi mecbur hisseHiğimizi varsayalım. Doğada herhangi bir yerde bizim bu matematiksel varsayımlarımıza ram olarak karşılık olan daireler, dik açılar vb.' nin olduğunu kesinlikle bilmedi­ ğimize göre bu varsayım gene koşullu bir varsayım değil midir? Ancak buna karşılık şunu belinmek gerekir ki bu kadar önemli bir sorunu kısır bir söz çekiş­ mesine indirgemek saçma olacaktır: Eğer bütün diğer varsayımlardan kendileri­ ni zorunlu olarak zihnimize kabul eHirmeleri ile ayrılan bir varsayımlar türü varsa, bir genelleştirme yaparak bu zorunluluğun gene de bir varsayım olduğu­ nun söylenmesiyle bir şey kazanılmış olmaz. Önemli olan daha çok bu zorunlu­ luğun özel yapısının iç nedenini bulmaktır. Buna ayrıca cisimler dünyasının matematiksel kavramlarımızia ilişkisi hakkında önemli bir düşünceyi de ekleye� biliriz: Aslında bizim matematiksel yargılarımızın kabullerine (Annahme) karşı-

24

ÇA G DA Ş FELSEFE

lık olan cisimler veya şeyler olduğuna ilişkin bir varsayımın'lız olduğu bile doğru değildir. Matematikçi önermelerini, cisimleri göz önüne almaksızın şekiller hak­ kındaki sezgisiyle (Anschauung) geliştirir. Ancak o hiçbir zaman ve hiçbir yer­ de, deneyin kendisine bu öneemelere ters düşecek bir nesneyi göstermeyeceğin­ den emindir. Dış bir nesne, matematikte geliştirilmiş olan hiçbir şekle tam ola­ rak karşılık olmayabilir. O zaman biz bu nesnenin gerçek şeklinin, basit mate­ matiksel tasavvurlarımızia tüm özünü tükeremeyeceğimiz kadar karmaşık ve belki değişken olduğunu düşünürüz. Ancak aynı zamanda onun zamanın son derecede küçük her parçasında, bizim sadece ilk öğelerini kesin olarak bildiği­ miz aynı matematik yasaları uyarınca son derecede büyük bir kesinlikle belirlen­ miş olduğunu düşünürüz. Son olarak burada tartışmaların ana noktası, matematiksel yargıların zorun­ luluğu fikri ve bu fıkrin kaynağıdır. Burada Mill tarihe dayanarak özellikle ken­ disini güçlü hissetmektedir: Geçmişte çoğu kez, daha sonraları doğru olduğu görülecek olan önceleri kesinlikle düşünülemez bir şey veya bunun tersine daha sonraları büyük bir yanlış olduğu kabul edilecek olan bir şey önceleri zorunlu bir şey gibi görünmüştür. Yalnız Mill'in düşündüğün ün tersine, tüm deneyeili­ ğin en zayıf noktası tam da burada bulunmaktadır. Çünkü bazı bilgilerin zorun­ luluğuna ilişkin bilincimizin bilgi yetimizin yapısı hakkındaki anlayışımızia iliş­ kili olduğu kanıtlanır kanıtlanmaz, bir varsayımı bilgi yetisinin y� pısından tü­ retme konusunda yapılabilecek yanlışlar ne olursa olsun, ana sorun aşırı deney­ ciliğe tamamen ters düşen bir doğrultuda çözülmüş olacaktır. Basit bir benzetme söylemek istediğimiz şeyi açıklığa kavuşturacaktır: Var­ sayalım ki ben renklerin kontrast sayesinde özel bir canlılık kazandığını görüyo­ rum. O halde önce bu,tekrarlanan deneyden elde edilen bir tümevarımdır. Ben bunun her zaman böyle olacağını tahmin edebilirim. Ama onu bilemem. Yeni ve beklenmedik bir gözlem benim bu açıklamarnı çürütebilir ve beni bu olayla­ rın ortak niteliklerini başka bir üst ilkeyle açıklamaya zorlayabilir. Şimdi varsa­ yalım ki ben gözlemimin nedeninin, gözümün yapısında (Beschaffenheit) bu­ lunduğunu keşfediyorum. Bundan derhal bunun her zaman böyle olması gerek­ tiği sonucuna geçeceğim açıktır. Sorunu tam olarak açık bir biçimde görmek için bir an burada da hala bir yanlış olduğunu kabul edelim. Örneğin bu sonu­ cu doğuran şey, kontrasun kendisi olmayıp sadece çoğu durumda bu kontrasta bağlı olan bir yan olay (Nebenwirkung) olsun. Birinci durumdaki yargırri sade­ ce assertorik, ikinci durumdaki apodiktik olmakla birlikte, bu durumda da ay­ nen birinci durumda olduu gibi yargıını değiştirmek zorunda kalabileceğim açıktır. Fizyolojik varsayımlarımda herhangi bir yaniışı keşfetmeden önce de­ neysel bir' olay sonucu, zorunlu bir yargı olarak kabul ettiğim şeyden vazgeçmek zorunda bile kalabilirim. Peki bununla ne ispat edilmiş olacaktır? Kuşkusuz zo-

25

M A T E RYAL İ Z M İ N T AR İ H İ

runluluğa ilişkin varsayımıının deneyden geldiği değil. Onu her özel deneyden önce ortaya koyabilirdim. Örneğin bir dürbünün camlarında lekeler olduğunu bilirsem, bu dürbünü kullanmadan önce sözünü erriğim lekelerin onu çevirece­ ğim bürün nesnelerin üzerinde görüneceğini bilirim. Varsayalım ki dürbünü alı­ yorum, onu bir manzara üzerine çeviriyorum ve . . . hiç bir leke görmüyorum. Bu durumda ne olacakur? Aslında benim yargım maddi bakımdan yanlışn. Ama zorunluluk biçimi şeyin doğasına ramamen uymakraydı. Ben beklediğim olayın genelliğinin nedenini biliyordum ve beni bu gruba giren bürün özel olay­ larla ilgili olarak apodikrik bir yargı biçimini kullanmaya yerkili kılan buydu. Belki ben lekeli camlı dürbün yerine onun hemen yanında bulunan ve camları lekesiz olan başka bir dürbünü aldım veya belki benim dürbünün camında leke diye gördüğüm şey bir gölge, benim kendi gözümdeki bir leke veya başka her­ hangi bir şeydi. Kısaca ben yanıldım. Bununla birlikre genel olarak bir yargı ile­ ri sürmemin mümkün olduğu ölçüde onu apodikrik olarak ileri sürme hakkına da sahiprim. Bilgimizle ilgili olarak en büyük genellik, o halde, açıkça zihnimizin yapısı rarafından belirlenmiş olan şeye ainir ve ancak bu anlamda düşünülmesi imkansız veya zorunlu şeylerden söz edilebilir. Yalnız burada daha kesin bir ay­ rım yapmadan önce belinmek gerekir ki sadece yanlış değil, bu kavramın apa­ çık bir körü kullanımı da söz konusu olabilir. S ruarr Mill'in çok iyi bir biçimde gösrerdiği gibi insanlar o kadar alışkanlığın erkisi alnndadırlar ki alışık oldukları bir varsayımı güçlendirmek veya hoşlanmadıkları yeni bir iddiayı çürürmek için gerçekre açıkça salr deney alanına air olan bilgileri, zihnin verilerine dönüşrür­ mek eğilimindedirler. Yalnız uzakran erkinin saçma olduğunun ileri sürüldüğü N ewron yasaları örneğinde olduğu gibi gerçekren zihnin işin içine karışnğının kabul edilebileceği bir durumda da isrer zihnin yapısına ilişkin olarak gerçekren yanılmış olmamızdan örürü, isrerse bu varlığını farz eniğimiz zihinsel yapıdan bir sonuç çıkarırken ikinci dereceden bir olayı ihmal ermernizden örürü, yine deney rarafından çürürülmemiz mümkündür. Mill, herhangi bir iddianın doğruluğunun kanıdayıcı gücünün gerçekren deneyde bulunduğuna ilişkin bu irirafı görünce, davasını kazandığını düşünebi­ lir. Ancak şimdilik söz konusu olan kesinlikle bu değildir; söz konusu olan daha ziyade yargının apodiklik biçiminin kaynağını açıklamaknr. Ben yargıını rek başına bir gözlemden değil, genel olan ve genelliği kabul edilmiş olan bir kay­ nakran çıkardığım rakdirde bu apodikrik biçim doğru ve meşrudur. Şimdi bu pasajda mümkün olduğu ölçüde Kam'ın bakış açısını en ram ola­ rak sergilerneye çalışalım: Euklides'in aksiyomlarını yeniden ele alalım. Mill'e göre iki doğrunun bir uzayı çevreleyemeyeceklerine ilişkin önerme, deneyle ka­ nıdanır; yani o hayal gücünün sezgisiyle birlikre bulunan deneyden çıkan bir

26

ÇA G DAŞ F E LS E F E

rümevarımdır. Şimdilik Kanr'ın bakış açısından buna karşı söylenecek fazla bir şey yoktur. Hayal gücünün bir sezgisini "deney" olarak kabul ermek, olsa olsa bir sözcük ramşmasına yol açabilir. Önermenin doğruluğunun idrakinin duyu­ sal sezgi aracılığıyla kazanıldığı, o halde onun rümevarımsal bir biçimde orraya çıkuğı ifade bakımından Kanr'a pek uymaz; ama esas bakımından belli ölçüde onun görüşleriyle ramamen uyuşur.O 1) Yalnız şu farkla ki Kanr, Mill'in birirdi­ ği yerde başlar. Mill için böylece sorun ramamen açıklanmıştır. Kanr için ise gerçek sorun yeni başlamaktadır. Sorun şudur: Genel olarak deney nasıl müm­ kündür? Bununla birlikte burada henüz bu sorunun çözümü söz konusu değil­ dir; burada sadece onun var olduğunu, deneyeiliğin çözemeyeceği bir sorunun varlığını sürdürdüğünün bir kanırı söz konusudur. Bu amaçla önermenin zo­ runluluğuna ve sıkı genelliğine ilişkin bilincimizin var olduğunu ve bu bilincin ancak deneyle ve deney vesilesiyle gelişmekle birlikte deneyden çıkmadığını ka­ nırlamak gerekir. Burada tekrar soruyu harırlaralım: İki doğruya ilişkin hayal gücüne daya­ nan imgelerimizin kesin olarak iki gerçek doğru gibi davrandıklarını nereden biliyoruz?( 1 2 ) Kanr buna şu cevabı veriyor: Çünkü bu uyuşmanın kendisini meydana geriren biziz. Yalnız kuşkusuz bu bireysel bir kapris eyleminin sonucu değildir, bütün fıkirlerle ilgili olarak dış dünyadan gelen izlenimle ilişki içine girmesi gereken zihnimizin kendisinin doğası gereğidir. Kendisine zorunlu ola­ rak ait olan ana özelliklerle birlikte uzayın sezgisi, deney fıilinde, zihnimizin bir ürünüdür. Bundan ötürü o hayal gücünün her sezgisine ait olduğu gibi aynı şe­ kilde ve aynı zorunlulukla her mümkün deneye de airrir. Yalnız burada biraz ileri gidip daha sonra söyleyeceğimiz şeyleri şimdiden söylüyoruz. Sözünü eniği­ miz cevap ne olursa olsun, şimdilik bu soruya bir cevap verilmesi gerektiğini göstermiş olmamız bizim için yeterlidir. Bu zorunlu yargının ram olarak doğru olup olmadığı ve kaynağının ne olduğu sorunu ise henüz sorunumuz değildir. Daha sonra bu sorunun "psikolojik" bir sorun olmayıp " rransandanral" bir so­ run olduğunu görecek ve Kanr'ın bu deyimini açıklamaya çalışacağız. B urada sıkı biçimde zorunlu bir yargının varlığı ve deneyin salt edilgin kısmından başka bir y�rden gelen bu zorunluluk bilincinin kaynağı söz konusudur. ( l l ) Bkz. Cohen, «Kants Theorie dn Erfohrımg," s. 95. Burada Mill'in iki doğrunun bir uzayı çevreleyemeyecekleri aksiyomunun uduyusat bir kanıtlamaya dayanan bir rümevarım" olduğuna ilişkin görüşü yanına şu sözler eklenmişür: «Bu, tamamen Kamçı bir görüştür". (12) Cohen, uKanrs Theorie der Erfohrung." s. 96'da şu düşünceyi belirtmektedir: «İki gerçek doğrunun iki hayali doğruya tamamen benzediklerini nereden biliyoruz ve nereden bilebiliriz?" diye sorulursa, Mill buna şu cevabı vermektedir: Gerçekte matema rikle ilgili olarak bundan baş­ ka bir kesinlik mevcut değildir. Ancak bunu söylemekle o, bu bilimin apaçıklığına ilişkin kendi­ sözlerinden vazgeçmiş olmaktadır"

27

MATERYA L İ Z M İ N T A R İ H İ

A prioriye değil, matematiksel yargıların sentetik niteliğine yöneiriimiş sal­ dırılara geçelim: B urada başlıca saldırı, bir önceki durumda olduğu gibi büyük­ lüklerle ilgili kavramların değil, sayılada ilgili kavramların tasarianmasına yönel­ rilmişrir. Ancak eğer ilke bütünüyle kanıdanmak isteniyorsa, doğal olarak geo­ metrik aksiyarnların da sentetik niteliklerinden soyulması gerektiği açıktır. Bu görüşün en yeni v e ünlü temsilcisi olan R. Zimmermann03) "Kant'm Matema­ tikle ligili Önyargısı ve Bunun Sonuçları" ( Über Kan ts Matematisches Vorurteil und dessen Fo/gen) adlı bir makale yazmıştır. Aslında Leibniz'in matemarikle il­ gili önyargısından söz edilse ve herhangi bir basit önermeler grubundan rama­ men analitik bir yolla, özel ve önceden kesririlemeyen sonuçlarla dolu rüm bir bilimin doğabileceği görüşü bu adla adlandırılsa daha iyi olacaktı. Özellikle Euklides'in sıkı rümdengelimleri şu sonucu doğurmuştur ki kıyaslar yüzünden geometrideki sentetik öğeye çok az dikkar edilmiştir. Bilim adamları salr çelişki­ sizlik ilkesine dayanarak bütün kavramlarını en basit öğelerden çıkartmak sure­ riyle geliştiren bir bilim karşısında bulunduklarını düşünmüşlerdir. Bu yanlış­ ran, yalnız başına formel mantığın büyüsünün yardımıyla böyle bir eseri yokran var etmenin mümkün olduğu önyargısı doğmuştur. Çünkü burada gerçekren a prioriyi kabul eden, yalnız her şeyi analitik yolla elde ermek isteyen bir bakış açısı söz konusudur. Daha doğrusu aksiyarnların kendilerini de ortadan kaldır­ mak veya onları rorolojik yargılara indirgemek söz konusudur.0 4l Bu tür bütün girişimler, uzayın özüne ilişkin bazı genel kavrarnlara indir­ genmekle sonuçlanırlar. Bu kavramlar ise, kendilerine karşılık olan sezgi olmak­ sızın boş sözcüklerdir. Fakat aksiyomların, sezgide kabul edildiği biçimde, uza­ yın genel özünden çıktıkları resbir edilirse, bununla Kant'ın kuramının çürürül­ mesi şöyle dursun, tersine o onaylanmış ve açıklığa kavuşrurulmuş olur. Kaldı ki aksiyarnlar veya uzayın genel özünün tasvirleri olarak öne sürülen birkaç önermenin geometrideki sentetik öğelerin bütününü oluşturduğuna inanmak ( 1 3) "Sitzungberichte der Wiener Akademie, philosophisch-historische Klasse," 67. Bd. ı 87 ı , s. 7 ve devamı. (14) Bundan dolayı daha önce Leibniz, aksiyomları uzaya ilişkin bazı genel temel kavrarnlara indirgerneye çalışmıştı. Onun Leibnitzens mathematischen Schriften'de yayınlanmış olan "In Euk­ lidis Prota" adlı yazısına bkz. Bu eser, Gerhardt tarafından yayınlanmıştır. Bu yazı ise bu eserde I. cild, 2. kısımda bulunmaktadır. O, Ü berweg'in tamamen aynı konuya uyan Delboeufün "Prollgomenes Philosophiques de la Geometri/' (Liege, ı 86 1 ) adlı eserini eleştiri yazısında (.Zeitsc­ hrift for Philosophie und Philologische Kritik, bd. 37) zikredilmektedir. Ü berweg burada daha önce ı 8 5 ı yılında geometrinin ilkeleri üzerine Leipziger Arehiv for Philologie und Paed.ıgogilire yayınlanmış olan makalesinde de yaptığı gibi (Bd. VII, s. ı ) matematiğin apodiktikliğinin, deney aracılığıyla elde edilmiş aksiyomlardan meydana gelen kaynağıyla uzlaşmılabileceğini kanıdama­ ya çalışmaktadır. Überweg, Delboeuf ve diğerlerinin bu yöndeki çabaları, uzayın genel özellikle­ rinin Euklides'in yaptığından daha akılsal bir biçimde açıklanmasının mümkün olduğunu, an­ c7k onların hiçbir zaman sezgi olmaksızın akılsal kavrarnlara indirgenemeye7eğini göstermekte­ dır.

28

ÇA G DAŞ F E LS E F E

d a büyük haradır. Bir kanıdamayı gerçekleştirmek amacıyla tesis edilen her yar­ dımcı konstrüksiyon, sentetik niteliktedir ve Überweg'in yaptığı gibi bu faktör­ lerin sentetik niteliğini kabul edip kanıdama bakımından değerlerini reddet­ mek, ramamen manrıksız bir biçimde davranmakrır.05l Überweg matematiksel önermelerin yararıcısı için matematiksel "sezgi"nin (Takr), "bakış"ın (Biick), konstrüksiyonlarda şüphesiz çok büyük bir önem raşıyabileceğine inanmakta­ dır. Ancak o bu geometrik "bakış"ın, geometrik akıl yürütmenin bilimsel kesin­ liği bakımından, sezginin diğer rümdengelimlerde uygun öncüllerin seçiminde sahip olduğu önemden daha fazla bir öneme haiz olduğuna inanmamakradır. Bu biçimde konuşulunca can alıcı nokta ramamen unutulmuş olmaktadır: Çünkü hiç olmazsa imkanını anlamak için geometrik konsrrüksiyonu görme­ miz veya hayalimizde rasarlamamız gerekmektedir. Sezginin bu zorunluluğu bu­ rada her zaman saf analitik önermeler olmayan ranımiara kadar bile uzanır. Ör­ neğin Legendre'da olduğu gibi düzlem "üzerindeki herhangi iki nokta arasında çizilmiş olan her doğrunun bütünüyle düzlem içinde bulunduğu bir yüzey" diye ranımlanırsa, sezgiye başvurmaksızın bir yüzeyin bütün noktalarının genel olarak doğrulada birleşririlebileceği bile bilinemez. Herhangi bir noktada sezgi­ ye başvurmadan, salt kıyasa dayanılarak, yüzeyin basit ranımı bir doğrunun ra­ nımıyla birleştirilmeye çalışılsın, bunun başanlamayacağı görülecektir. Ayrıca daha sonra " apogogik" yolla amaca erişmek için şekillerin bir özelliğinin, onla­ rın üsr üste konulması ile kanıdandığı sayısız kanıtlarnalardan biri incelensin. B urada Überweg'in düşündüğü gibi daha sonra salt kıyas gücüyle kanıdamayı sağlamak üzere basit olarak öncüllerin seçilmesi söz konusu değildir; her zaman için şekillerin imibaklarının sezgisi yardıma çağırılarak, hiç olmazsa öncüllerden birinin mümkün kılınmasıyla işe başlanacakrır. O halde Zimmermann'la birlik­ re doğrunun, iki nokta arasındaki en kısa yol olduğu önermesinin analitik oldu­ ğu söylenerek asıl sorunda herhangi bir değişiklik yapılmış olmaz. Çünkü rast­ lantıya bakın ki Kanr, tersini kanıdamak için ram da bu örneği seçmiştir: Kanr, doğru hakkındaki ranımında "en kısa yol" kavramının kendisinden çıkarılabile­ ceği hiçbir şey görmemekredir.0 6) Bu kavramın doğru ranımının içine sokula(15) Ü berweg, "Systmı du Logik," 8. Baskı, s. 267: uKanıdama gücü, yardımcı çizgilerde de­ ğil onların mümkün kıldığı daha önce kanıdanmış teoremlerin ve son çözümde aksiyomlar ve ta­ nımların kanıdanacak olan teoreme uygulanmalarında bulunur. Bu uygulama esa olarak kıyas biçimini taşır. Yardımcı çizgiler bilginin kılavuzlarıdır, yolları değildir. Onlar iskelelerdir, yapı taşları değildirler" - Doğal olarak burada söz konusu olan, bu ukılavuzlar" ve uiskeleler"in bili­ min gelişmesinde zorunlu olup olmadıklarını ve bilimin imkan ını görmek için (burada ude­ ney"le karışmılmaması gereken) usezgi"nin gerekip gerekmediğ ini bilmektir. (16) Zimmermann'ın utemelinde analitik" olduğunu söylediği (a.g.y s. 1 8) önermeyi Ü ber­ weg yukarıda 14 numaralı dipnotta zikredilen 1 8 5 1 tarihli makalesinde ayrınuh olarak ukanıda­ makta"dır. A priori olarak sentezden kurtulmanın iki farklı yolu!. .•

29

M A T ERYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

bileceğini ve böylece b u önermen in analirik bir önerme haline geririlebileceğini kabul edelim. Ama bunun hemen arkasından, bunun yanında doğrunun özüne ilişkin diğer belirlemeler, gerçi çok apaçık olan, ama sadece "sezgisel" alanda apaçık olan belirlemeler orraya çıkacaktır. Aksiyomların sayısını mümkün oldu­ ğu kadar azaltmaya çalışan Legendre buna benzer bir ranım seçmişrir. Fakar onun hemen arkasından bir ek gelmektedir: İki doğrunun parçalarının birbirle­ riyle çakışması durumunda onların kendilerinin de birbirleriyle çalışacakları apaçıkur. Fakar bu apaçıklık_ nereden gelmektedir? Sezgiden değil mi? Gerçekren bugüne kad;r hiç kimse görünüşte veya bir deneme kabilinden bile olsa geometriden semerik öğeleri ram olarak dışarı arınayı başaramamışrır ve son derecede büyük bir areşlilikle bu konuyla uğraşmış olan Überweg de bundan dolayı sonunda geomerride senrerik öğeyi kabul eden, ancak onu de­ neyle açıklayan Mill'in bakış açısını kabul ermek zorunda olduğunu görmüştür. Überweg'in bu konuda en çok kendisine karıldığı Beneke, geometrinin senrerik öneemelerinin genelliğini (AIIgemeinheir) , sonsuz sayıdaki durumların hızlı bir karşılaşrırılmasıyla açıklamakradır. Çeşidi şekillerin (Gebilde) birbirlerine göre içinde bulundukları sürekli ilişkilerden örürü (örneğin bir üçgende bürün dere­ celerden geçerek O derece ile ı 80 derece arasında değişen bir açı) bu hızlı göz­ den geçirme, Beneke'ye göre hemen hemen hissedilemeyecek kadar küçük bir zaman parçasında meydana gelm\kredir. Psikolojik açıdan bakarsak bu görüşre doğru bir şeyler bulunduğu şüphesizdir. Ama eğer Kam'ın kuramının böylece çürürülmüş olduğuna inanılıyorsa, birinci irirazla ilgili olarak ileri sürülmüş olan bu düşüncelerden Kam'ın kuramının basir olarak yanlış anlaşıldığı sonucu­ na geçmemiz gerekir. Yukarıda dediğimiz gibi arirmeriksel öneemelerin semerik yapıda olduğuna karşı yöneltilen saldırı, çok daha güçlüdür. Zimmermann, Kam'ın senrerik ol­ duğunu söylediği 7 am S eşirrir ı 2 yargısının sadece analirik olmakla kalmayıp aynı zamanda özdeş (idemisch) olduğunu ileri sürmektedir. O, 7 ile S'i birbiriy­ le birleştirmek için gerek ?'nin, gerekse S'in kavramlarının öresine geçilmesi ge­ rektiğini iriraf ermekredir; ancak bununla henüz yargının değil, sadece 7 am S'e ilişkin öznel kavramın elde edilebileceğini düşünmekredir. ı 2 yüklemi ise basir olarak bu kavramla özdeşrir. Ancak ne yazık ki Zimmermann yanılmakradır. Yoksa ilkokullarda öğret­ menler toplamayı öğretmek zahmetine girmezlerdi, sadece sayınakla her şeyi hallermiş olurlardı. İsrer parmaklarıyla, isrer kara rahrada, 7 ile S 'in sezgisini elde eder ermez ve ayrıca ı ı 'i izleyen sayının ı2 diye adlandırıldığını öğrenir ören­ mez bir çocuk için bile, 7 am S'in ı 2 erriği açık bir şey olurdu. Çünkü bu kav­ ramlar özdeş kavramlar değil midirler? Burada cazip bir irirazda bulunulabilir ve şöyle denilebilir: ı 2 kavramına sahip olmak için ı ı arn 1 'in ı2 erriğini bilmek

30

ÇA G DAŞ F EL S E F E

ye[mez; b u kavram, [am olarak gelişeirildiği cakdirde, kendisini meydana geei­ ren ı ı am ı, ı O am 2, 9 am 3 vb. gibi bü[Ün meydana gelme biçimlerinin bil­ gisini içermek zorundadır. Bu [alep, soyu[ bir ilkeye göre sayılar kuramını geliş­ [iren ma[emacikçi için bir anlam ifade edebilir. Bununla birlik[e aynı [alebin derhal ı2 sayısının, öğelerinde (Fakcor) meydana gelişi ve diğer herhangi bir [Ür işlem için de geçerli olacağı görülmek[edir. Bugün dön ariernecik işlemi yöne­ [en i lkeye uygun olarak daha yüksek sayılara geçmeden önce, hiç olmazsa l 'den başlayarak ı OO'e kadar her sayı için dön ari[me[ik işlenıle meydana gelme bi­ çimlerini ele alacak bir hesaplama yapmayı öğre[me yömemi de düşünülebilir. Böyle bir durumda sayma, [oplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemleri aynı zamanda öğrenilecek[ir ve böylece hiç kuşkusuz sayılar hakkında ca başlangıç[an icibaren daha kapsamlı bir görüşe sahip olunacakur. Bu [Ür imkanlar karşısında Kam'ın [ezinin doğru olduğu basi[ olarak şundan bellidir ki, biz bu söylediği­ miz biçimde davranma alışkanlığında değiliz;( 1 7) bunun [ersine daha ziyade ger(17) Kant'ın öğrelisinin, Zimmermann mafindan yapılan sergilemesinde gizil olarak içeril­ miş bulunan "yüzeysel" sıfannı hiç de hakkelmediğini, Zimmermann'ın üzerinde durmadığı lek bir düşüncesi kafi bir biçimde gösmmekledir: Kant, 7 ile S'in birbiriyle birleşmesi ile coplanma­ sını birbirleriyle karışurmadığını söylemekledir. Çünkü coplama kavramı S'in birimleriyle 7'nin birimlerinin yan yana getirildiği, böylece S' den idbaren sayılar dizisinde her seferinde bir birim olmak üzere S defa ileriye gidildiğini ifade eder. Bu, ilkokullarda sayınayı öğrendiklen sonra, ço­ cukların, zorlukla öğrenmek zorunda kaldıkları bir uslalıkm. O halde Kant "7 ile S'in birleşme­ si" ile, birimlerin coplarnma ve onların yeniden bir sayılrnalarına geri dönüşle meydana gelen bir­ leşmeyi kaslelmemekledir; çok basil olarak, sayılmış olan 7 grubunun, daha önce sayılmış olan S grubu ile birleşmesini kaslelmekledir. O halde gerek birleşme kavramında, gerekse aru işarednin asli anlamında bundan başka bir şey yokmr. Yalnız biz onu coplama diye adlandırılan işlemin işareli olarak da kullandığımız için Kant, Zimmermann'ın içine düşmüş olduğu yanlış anlamayı açık bir biçimde önlemek ihdyacını duymakladır [Bkz. "Kritik drr reinen Vemunft', Elementar­ lehre, Il. Teil, I Ableilung, II. Buch, 2. Haupm., 3. Abschni((, Harcensl in, IV, s. 1 S7] . "Kam'ın lezinin doğru olduğu basil olarak şundan bellidir ki biz, b u söylediğimiz biçimde dav­ ranma alışkanlığında değilizdir" dediğimizde, kuşkusuz analilik ve sentedk yargılar arasındaki farkın göreli olduğunu, dolayısıyla bir ve aynı yargının, yargılayan öznenin yapısına ve kavramla­ rının bülününe göre analilik veya semelik olabileceğini de söylemek isdyoruz. Bununla birlikle sayı kavramının hiçbir bilimsel analizi ile arilmedklen semelik öğe dışarı anlamaz. Olsa olsa an­ cak bu öğenin yeri değişlirilebilir veya o az veya çok küçüllülebilir. Ancak Ka m arilmedkle buna benzer sonsuz sayıda semedk önermenin bulunduğuna - ki bu nedenden dolayı onları "aksi­ yomlar" olarak değil, "sayısal formüller" olarak adlandırmakladır - inanırken, yanılmakladır. Bu önermelerin sayısı, (ersine, üç lane on'la iki lane on'un sentezinin, üç çakıl laşıyla iki çakıl laşı­ nın senteziyle kesinlikle aynı fonksiyon olmasından Ölürü, sayı sislemine labidir. Kant Öle yandan ["Einleitung' zur zweilen Ausgabe, V, 1 ] büyük sayıların sentelik nilelikle­ rinin özel bir açıklıkla kendilerini göslerdiğini ileri sürmekledir. Çünkü ona göre burada biz kav­ ramları islediğimiz gibi evirip çevirebiliriz; ama eğer sezgiyi yardımımıza çağırmazsak, kavramla­ rın sall analiziyle hiçbir zaman coplama erişemeyiz. Henkel ise bu iddiayı lamamen karŞI( bir id­ dia ile cevaplandırmakladır ["Vorleswıgm über die compkxm Zahlenn, emer Teil, Leipzig, 1 867, s. S3] : Beş parmak yardımıyla 2 kere 2'nin 4 e((iğini ortaya koyabiliriz; ama aynı yöntemle 1 000 .

31

MA T E RYA L İ Z M İ N T AR İ H İ

çekre önce sayı kavramlarını oluşrurmakrayız, daha sonra iki küçük sayıyı bi­ rimlerine böldüğümüz ve onları tekrar başran başlayarak saydığımız zaman, yeni bir şey olarak hangi daha büyük sayının meydana geldiğini öğrenmekreyiz. kere ı OOO'in ı .OOO.OOO ettiğini kanıtlamaya çalışmak, boşuna olacaknr. Bu son iddia tartışılmaz bir biçimde doğrudur. Buna karşılık Kant'ın iddiasının negatif yanı, sayı ile kastedilen şeyi doğ­ ru olarak anlamamıza hemen hemen imkan vermemektedir. Aslında büyük sayılada yapılan iş­ . lemler ne doğrudan kavramdan, ne de sezgiden çıkarlar. Onlar genel olarak sayı sistemlerine te­ mel ödevi gören ve arap rakamları sisteminde en mükemmel yazılı ifadesini bulan kısmi işlemle­ re bölme sistemine göre gerçekleşirler. Günlük hayatta biz hemen hemen sadece bu işaretierin sezgisiyle yetiniriz; bunu da kısmi işlemler dizisinde yapanı. Mill, çok iyi bir biçimde, işaretierin sezgisinin, şeylerin sezgisi yerine geçebileceğini göstermiştir ["System of l.ııgic', Book Il, c. VI] . Genel olarak biz, bu kısmi işlemler dizisinde salt mekanik bir tarıda iş görürüz. Yalnız bu rneka­ nizmin kuralları (Mill'in endüktif olarak adlandırdığı) a priori bir önermenin, aynı türden olan şeylerin birbirleriyle birleşmesinin aynı türden bir meydana getirdiği önermesinin yardımıyla, bi­ limsel olarak, azaltılmışur. Bu aynı önerme yardımıyla bilim, aritmetikteki sentetik önermeleri en aza indirgeyebilir, ama hiçbir zaman tamamen ortadan kaldıramaz ve burada da, geomeuide olduğu gibi, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda bilimin gelişmesi sırasında, zaman zaman, (yani yeni bir işlemler sınıfına geçildiğinde), sezginin yardımıyla elde edilmiş sentetik önermelere zorunlu ihtiyaç vardır - Bu arada şunu da ilave edelim: Benim çalışmamda kullanma imkanını bulamadığım "Mantık" ında Sigwart da Kant'ın analitik ve sentetik yargıları arasındaki farkın gö­ reliliğini ortaya koymuştur ["Logik", Tübingen, ı 873]. Ayrıca mantık açısından bakılırsa, tüm bu ayrımın çok kuşkulu bir değere sahip olduğu da itiraf edilebilir. Yalnız bununla, bu ayrımın "Salt Aklın Ekıtiristnde yerine getirdiği işlev, değerini kaybetmez. Fakat Sigwart, "bu gül, sarı­ dır", "bu sıvı, ekşidir" türünden tüm bireysel algı yargılarının analitik olduğunu söylediği za­ man, bu görüşe temel ödevi gören analitik sözcüğünün tanımı, Kant'ınkinden daha kuşku götü­ rür bir değere bürünmektedir. "Bu sıvı, ekşidir" yargısı, bu yargının her türlü kesin anlamı orta­ dan kaldırılmak istenınediği takdirde, Sigwart'ın özel bir eylem olarak bu yargının önüne geçir­ diği (s. ı ıo) tasarımların sentezinden ayrılamaz. "Bu gül, sarıdır" yargısı, mantıksal olarak bu önermenin içinde dile getirildiği koşulların kendileri kadar çok anlamlı bir yargıdır. "Sanık, suç­ ludur" yargısı da, bir tanığın ağzında (s. ı 03'deki not) artık analitik bir yargı olarak ele alınamaz; çünkü bunu söyleyen kişi, mahkemeden "sanık" kavramını almakta ve bu kavramı zihninde ana­ liz etmek için değil, yargıç veya jüri üyelerinde öznenin tasarımı ile yüklemin tasarımının sente­ zini meydana getirmek için, düşüncesini ifade etmektedir. Bir ve aynı dilsel deyimin psikolojik içeriğindeki değişikliklerin sonsuz çeşitliliği, ancak göreli olarak geçerli kavramlar içinde sınıfi an­ dırılabilir. Bundan başka bir biçimde onları sınıflandırmaya çalışmak, boşuna olacaktır. Kant'ın yapmış olduğu sınıfl.andırmanın değerlendirilmesi ve onun bu sınıflandırmadan çıkardığı sonuç­ larla ilgili olarak mesele önemli değildir. Çünkü Kant, bir an sonra ifade edilmekle birlikte, de­ neysel yargının meydana gelişinin, algının meydana gelişi anına rastladığını söylemektedir. 7 arn 5 eşittir ı2 yargısıyla ilgili olarak da durum kesinlikle aynıdır. Bu yargı, Kant'a göre, ı2 rakamı­ na ulaşan birimlerin toplanmasının başladığı, dolayısıyla tasarımların (Sigwart tarafından da zo­ runlu olduğu kabul edilen) sentezinin gerçekleştiği anda meydana gelir. Öte yandan Sigwart da bu psişik eylemin önüne tasarımların sentezini yerleştirmekte, arkasından da kendi tanırnma göre (s. ı O ı) bu tasarımların sentezini bir kere daha özne ve yükleme ayrıştıran artık analitik ni­ telik kazanmış olan yargıyı getirtmektedir. Sigwart'ın tanımı kabul edilse bile, Kant'ın iddiasının özü varlığını korur. Yalnız bu durumda o, artık yargıyla değil, algıda sencezin psişik eylemiyle, yargıyı mümkün kılan eylemle ilgili olmuş olur.

32

ÇA G DAŞ F E L S E F E

Burada coplamayı öğrenmenin, basi[ olarak verilen bir sayıyı e n basi[ bir bi­ çimde ifade e[mek için sözcük ve işarederin alışurmasını yapmak olduğu söyle­ nerek de bir icirazda bulunula bilir; buna göre ı2 sayısına ilişkin saf kavram onu meydana gecirme [arzlarından her biriyle, yani is[er ı aru ı aru ı vb. ile, is[er 6 aru 6 ile veya 9 aru 3 ile [am olarak verilmişcir. Ancak bu i[iraz da ciddi değil­ dir; çünkü her sayı kavramını biz, başlangıç[a, mudaka bir nesneler grubunun ­ bu nesneler is[er sadece parmaklarımız, is[er düğmeler veya bir hesap ale[inin yuvarlakları olsunlar - duyusal olarak belirlenmiş bir imgesi olarak elde ederiz. Burada sayı kavramlarının seme[ik bir ni[elik[e olduklarının [am bir kanın ola­ rak, ilkel veya kül[üre henüz yeni girmiş coplulukların hesaplama yömemlerini ve sayı hakkındaki deyimlerini verebiliriz: Bu copluluklarda her caraf[a [emel olarak sayının kendilerinin yardımıyla casarlandığı parmakların [eşkil eniği gru­ bun veya durumun duyusal imgesiyle karşılaşılmak[adır.0 8) Faka[ eğer ayrıca Scuan M ill ile birlik[e bü[Ün sayıların "bir şeyin sayıları" olduklan ve sayıları bildirilen bü[Ün nesnelerin, çokluklarıyla duyularımız üzerinde belli bir e[kide bulundukları görüşünden hareke[ edersek, is[er gerçek[en, is[er zihinsel olarak, iki ayrı [Ürden nesneler grubunu bir araya geeiren bir işlemin semecik ni[elik[e bir işlem olduğundan kuşku duyamayız. Bundan dolayı, ilkesine sadık kalan Mill, belli bir biçimde bir araya gelmiş üç nesnenin, biri biraz diğerlerinden uzaklaşurılıp, bü[ünün 2 aru ı gibi iki parçaya bölündüğü bir durumda da aynı coplamı meydana ge[irdiklerine ilişkin bilginin de deneye ai[ bir bilgi olduğunu gös[ermek[edir.( l 9) Kam'ın bu [Ür bir deneyi redde[mek[en çok uzak olduğunu (18) Bkz. Tylor, "Anfaenge der Kultur," übers. von Spengel und Post e, Leipzig, ı 873, Kap. 7: "Die Zaeh/kunsf', I, s. 238-268. Burada insanların sayıları ifa de edecek birimleri olmadan önce, parmaklarıyla saydıkları gösterilmektedir. Böylece Orinoko kenarında yaşayan bir yerli kabilesin­ de S sayısı, "bütün bir el" ile, 6 sayısı "diğer elden bir parmak al" anlamına gelen bir deyimle ifa­ de edilmektedir. ı O sayısı için "iki el" deyimi kullanılmaktadır. Sonra ayak parmakları gelmekte­ dir; öyle ki "bütün bir ayak" ı S, "diğer ayaktan bir parmak" ı6, "bir yerli" 20, "diğer yerlinin elinden bir parmak" 2 ı vb. anlamına gelmektedir - İncil'in bir Malenezya diline yapılmış bir çe­ virisinde 38 sayısı (" Yuhanna Inci/i," S, S) "bir insan ve iki taraf, S ve 3" ile karşılanmaktadır. Zulu dilinde var olan tuhaf bir gramatikal konstrüksiyon, sayılan şeylerin temsilinde nesneler ve yaratılmış kavramların ne kadar çok birbirleriyle kaynaşuğını göstermektedir: Zulular' da (ikinci elin) "işaret parmağı" sözcüğü (saymaya beş parmaktan başlanıyor) 7 sayısı anlamına gelmekte­ dir. Böylece örneğin "7 at vardı" önermesi şöyle ifade edilmektedir: "Adar, işaret parmağıyla gös­ terdiler". Daha sonraları parmaklara başvurmaksızın sayılar dizisinin terimleri tasarlandıklarında, sayılar, adları alınan nesnelerin özellikleriyle temsil edilmişlerdir: Örneğin her ikisi de tek olan Dünya ve Ay, ı sayısını, "gözler", "kollar", "kanatlar" 2 sayısını vb. ifade etmiştir. Bundan başka Lett'lerin dikkate değer bir sayma biçimleri vardır: Saymak istedikleri yengeç veya küçük balıkla­ rı üçer üçer yere atmak gibi bir alışkanlıkları olduğundan, bunlarda "mettes", yani "atış" sözcüğü 3 anlamına gelmektedir. Buna karşılık pisi balıklarını otuzarlı gruplar halinde yan yana dizdikle­ rinden "kahlis", yani "ip" sözcüğü de 30 anlamına gelmektedir. ( 1 9) Bkz. Mill, "System ofLogic " Book II, Ch. VI, parag. 2 ve Book III, Ch. XXVI, paragr. S.

33

M A T ERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

gösteren şey, onun 7 arrı S eşirrir 1 2 önermesini kanıdamak için S parma ğın veya noktanın sezgisine başvurmaya karşı çıkmamasıdır. Kanr yalnız, sayılada il­ gili önermelerin, Mill tarafından da gözlerolenmiş olan "dikkate değer özellikle­ ri" ni, yani onların, haklarında deney aracılığıyla bilgi sahibi olduğumuz bütün şeyler, bü rün nesneler, bütün varlıklarla ilgili olmaları ve rek bir nesneler sınıfıy­ la ilgili kanırlamanın, genel olarak, duyularıınızia algıladığımız her şeyle ilgili olarak da öyle olması gerektiğine bizi inandırmak için yererli olması özelliklerini daha çok derinleşrirmişrir. Ancak bu, bir önceki irirazın alanına girmektedir. Burada bizim konumuz sadece sayı kavramlarının senrerik bir yapıda oldukları­ dır ve bu ana konu ile ilgili olarak Mill, Kanr'la ramamen aynı görüşte görün­ mektedir ,(20) (20) Burada "sezginin bağları"ndan [Ümüyle kunulma ve sezgiden arınmış sal[ emelehüel bir ma[emadk yara[ma yönünde ma[emaükçilerin gös[ermiş oldukları çabaların da haurlaulması ge­ rekir. Bu çabalar meslehen ma[emaükçilerin çevresi dışına çıkmadığı ve ma[emaükçiler ilke ola­ rak felsefi sorunları [anışmak[an vazgeçükleri sürece, karşımızda Kam'ın simmine bilinçli bir karşı çıkışın mı, yoksa onun bir başka ifade ediliş [arzının mı bulunduğunu kolayca bilemeyiz. Bir anlamda normal ana li ük geome[ri şimdiden kendisini sezgiden kunarmışm - yani o geome[­ rik sezginin yerine çok daha basi[ olan ari[medk ve cebirsel büyüklüklerin birbirleriyle ilişkileri­ nin sezgisini geçirmehedir. Bununla birlik[e son zamanlarda daha da ileri gidilmişdr ve bugüne kadar henüz üzerinde konuşruğumuz sorunun [am bir açıklığa kavuşrurulmasına erişilememiş ol­ makla birlihe, basi[ olarak [ekniko-ma[emaük varsayımlarla, felsefi iddialar arasındaki sınırlar birçok bakımdan açılmış görünmek[edir. Böylece ı? numaralı nona adını zikreniğimiz eserin­ den Henkel birçok kez "genel formlar kuramı"nın her [Ürlü sezgiden arınmış sal[ emelek[üel bir ma[emaüği [emsil e[me özelliğine sahip olduğunu ileri sürmek[edir. Ona göre bu ma[emaük[e "kendi aralarında birbirleriyle birleşürilen şeyler, nicelikler veya onların imgeleri, sayılar değildir­ ler; onlar, emelehüel şeyler, ancak zihinde var olan nesnelerdir. Gerçek nesnelerin veya ilişkile­ rin onlara [ekabül e[mesi mümkündür, ancak zorunlu değildir" Bu ma[emaüğin konusunu [eş­ kil eder. genel ve formel ilişkileri de Henkel "uansandamal" veya gerçek ilişkilerin imkanını içer­ meleri bakımından "po[ansiyel" ilişkiler olarak adlandırmahadır [" Vor/.esungen über die comp/.e­ xen Zah/.en", I, s. 9 ve devamı). Henkel bu sal[ formel ma[emaük[e, hepimizin bildiği ari[meü­ ğin bir genelleşürilmesinden başka bir şey görmeyeniere şiddede karşı çıkmak[adır (s. ı 2). O bu­ nun "[ümüyle yeni bir bilim" olduğunu, bu bilimin kurallarının bu aynı ari[meük [arafından "kanıdanmadıkları"nı, yalnızca onda "örnekler" bulduklarını söylemek[edir. Bununla birlihe bu örnekler, cebrin genel sayısal işaretler, ari[medğin gerçek sayılar üzerinde yapuğına [amamen benzer bir biçimde, daha sonra zihinsel nemeler üzerine dedüksiyon yömemini uygulayabilecek olan bu yeni bilimin semeük [emelinin sezgisel bir kanıudırlar. Gerçek[e gerek Henkel, gerekse bu "genel formlar kuramı"nın gerçek yaraneısı olan Gassmann'ın [Tamamen felsefi bir biçimde ele alınmış olan "Lineale Auukhnımgs/.ehre" (Leipzig, ı 844) adlı eserine ve daha ayrımılı, daha dar anlamda ma[emaüksel bir biçimde kaleme alınmış olan "Ausdehnungslehre» (Berlin, ı 862)'sine bkz.] kullandıkları genel kavramların herhangi biri daha yakından incelenirse, sezgi fak[örü apaçık, elle rumlur bir biçimde kendisini gös[erir. Örneğin birbirleriyle birleşürilen veya birbirleri yerine geçirilen nesnelerin - onlar sadece a b ve b a harfleri olsalar bile - sezgisine başvurmadığımız [akdirde �birleşürme" veya "yerine geçirme" gibi kavramların herhangi bir an­ lam ifade eniğini nasıl bilebiliriz? - Son yüzyıllarda ma[emadğin gerçekleşürmiş olduğu en

34

ÇA G DAŞ F E L S E F E

Aşırı deneycilerin dikkac ecmedikleri nokca şudur: Deney, kendisiyle dış nesnelerin, oldukları gibi, bizim içimize nüfuz edebilecekleri bir açık kapı değil­ dir; cersine kendisi ile bizde 1eylerin fenomenlerinin (Erscheinung) meydana geldi­ ği bir süreçtir. Bu süreçce, bu "şeyler" in bücün özelliklerinin dışarıdan geldiği ve onları alan insanın onlara hiçbir şey eklernemesi gerekciğini ileri sürmek, doğa­ da, iki başka şey yardımıyla herhangi bir yeni şeyin meydana gecirilmesinde var­ lığı gözlemlenen olguya cers düşmek demekcir. "Sait Akim Eleftirist, sonuçları olan üçüncü bir kuvveci meydana geeirmek üzere iki kuvvecin bir araya gelmesi imgesini ne kadar aşarsa aşsın, bu imgenin deney konusunda yolumuzu bulma­ mııda bize yardımcı olabileceği kuşkusuzdur. Bir sesle onu meydana geeiren ce­ lin cicreşimleri arasındaki farklılığın kanıdayabileceği üzere, bizim şeylerimiz, bizzac kendileri bakımından ele alınan şeylerden farklıdırlar. Analizin daha son­ ra bu cicreşimlerin kendilerinde de diğer fenomenlerin varlığını kabul eniği ve en sonunda amacına erişciğinde, "kendinde şey"i basic bir düşünce konusunun erişilmez dünyası içine sokcuğu bir gerçekcir. Ancak sesle onu doğuran dış ne­ den arasında var olan fark, eleşcirinin hakkını ve onun ilk hazırlayıcı adımları­ nın anlamını çok iyi bir biçimde açıklığa kavuşcurabilir. İscer fizyolojik, iscer psikolojik açıdan celin cicreşimlerinin bizde bir ses olmasını meydana geeiren şey, bu deneysel olaydaki a priori öğedir. Eğer işierne duyusundan başka bir du­ yumuz olmasaydı, bizim için deneyin bücünü, seslerden meydana gelirdi; bücün diğer bilgilerimizin daha sonra deneyden çıkması mümkün olmakla birlikce, bu deneyin özü cümüyle işierne duyumuzun yapısı carafından belirlenmiş olurdu ve biz, muhcemel bir biçimde değil, apodikcik bir kesinlikle bücün olayların sesle ilgili olaylar olmaları gerekciğini söyleyebilirdik O halde deneyin meydana geli­ şinin deneyden çıkan bir sonuçcan cümüyle farklı olduğunu unucmamamız ge­ rekir. Bizim genel olarak deney aracılığıyla bilgi sahibi olmamız, kesinlikle dü­ şünce yapımıza bağlıdır(2 ı ) ve bu yapı deneyden önce gelir. Bu yapı bizi şeylerönemli ilerlemelerden çoğu. gibi "salt formel maremarik"in de, genelleştirme ilkesinden doğmuş olması mümkündür. Ancak onun önemi bundan Ölürü azalmaz ve biz aynı ilke uyarınca ve aynı yolla, maremariğin manuğı da yeni bir ışıkla aydınlalmasını mümkün görüyoruz - Riemann ve Helmholrz'un (felsefi anlamda) "aşkın" bölgelerde dolaşan araşurmalarını ilerde de zikredeceğiz. Yalnız burada J.C. Becker'in "Abhand/ımgen aus dmı Grenz gebiete dn Mathematik und der Phi­ /osophie" (Zürich, 1 870) adlı eserinde ve "Ober die Neuesten Untersuchungen in Betrejf ınıserer Anschauungen von Raume adlı makalesinde (Zeitschrift .for Mathematik und Physik, 1 7. Jahrh. s. 3 ! 4 ve devamı) bunlara karşı Kamçı anlamda sezginin önemini sağlam bir yerkiyle savunduğunu zikrelmekle yerineli m. (21) İlk baskıda burada "düşünme yerimize" ibaresi vardı. Bu deyimi Kanr'ın sık sık ruhun yerilerinden söz eniği genel anlamda, yani bu yeliler hakkında kesin bir psikolojik anlayışla her­ hangi bir ilgisi olmaksızın ondan söz konusu işievin basil imkanının kastedildiği anlamda kullan­ mışuk. Burada Skolasriklerin psikolojik anlayışları ile ilgili bir hamayı da uzaklaşurmayı lercih eltik. Öle yandan Herbart'ın ruhun yerileri kuramma ilişkin bilinen polemiğinin sadece bu aynı

35

M A TERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

de özel karakterlerin varlığını fark etmeye ve doğada çözülmez bir birlik ve eşza­ manlılık içinde birbirleriyle kaynaşmış bir durumda bulunan şeyleri, birbiri ar­ dından tasarlamaya, sonra bu tasarımı bir özne ve yükleme sahip yargılarda tes­ pit etmeye götürmektedir. Bütün bunlar sadece deneyden önce gelmekle kal­ mazlar, aynı zamanda onun koşuludurlar. Şimdi "Salt Aklın Elejtirist'nin doğ­ rudan doğruya amacı da, düşünce ve duyarlılıkta bu her türlü deneyin ilk koşul­ larının araştırılmasından başka bir şey değildir. Kant önce matematiği örnek olarak alıp, düşüncemizin gerçekten bazı a priori kavrarnlara sahip olduğunu, hatta sağduyunun kendisinin de bunlardan hiçbir zaman yoksun olmadığını göstermiştir. Bundan hareket ederek o, sadece matematikte değil, her bilgi eyle­ minde genel olarak bilgimizi tümüyle belirleyen a priori öğelerin katkısının bu­ lunduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Yalnız bu öğeleri nasıl keşfedeceğiz? Burada Kant'ın sisteminde, bu büyük düşünürün gerçek düşüncesini bilmek amacıyla yapılacak en bilinçli araştırma­ ların bile ancak zorlukla ortadan kaldırabileceği, karanlık bir noktayla karşılaş­ maktayız. Bununla birlikte bu soruna ilişkin genel bir yanlış anlamayı en kesin bir biçimde reddedebiliriz: Gerçekten bu konuyla ilgili olarak şöyle bir ikilemin ileri sürü lebileceği düşünülmüştür: Ya düşüncenin kendisinin a priori öğeleri de geçerli bir a priori öğeden türetilmişlerdir veya onlar deneysel bir yolla bulun­ muşlardır. Kant'ta böyle bir a priori ilkenin varlığına rastlanmamaktadır. De­ neysel yola gelince, o da mutlak anlamda zorunlu sonuçlar veremez. O halde Kant'ın transandamal felsefesi en iyi ihtimalle olsa olsa deneysel psikolojinin bir bölümüdür. H atta bazıları apodiktik olarak geçerli olan önermelerin ken­ dilerinin, sanki bu önermeleri kanıtlamak söz konusuymuş gibi, apodiktik bir yolla, yani a priori bir tarzda var olan bir ilkeden türetilmiş olması gerek­ tiğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.(22) Oysa Kant'ın bütün derdi, yalkuramın popüler ve çok yaygın bir çarpıtılmasına yöneiriimiş olduğunu belirtelim. Skolastiğin gerçekten klasik anlayışı hiçbir zaman şundan başkası olmamıştır: Bütün psişik fiilierde etkide bulunan, bir ve aynı ruhtur. Yeti de özel bir organ olmayıp, sadece bu etkinliğin (nesnel bakım­ dan) imk:inıdır. Sadece tanımlarıyla yetinildiği, çoğu kez bedensel organiara bakılarak oluşturu­ lan yeriler hakkındaki popüler antayışa dayanan yorumları göz önüne alınmadığı takdirde, Wolfrta da durum budur. - Kant, birlikli bir ruhun varlığını da kabul ederneyeceği için psikolo­ jik öğeyi soyutlamada daha da ileri gitmiştir. Onun için ruhun yetisi, bilinmeyen bir öznenin iş­ levinin imkanından ibarettir. Ve Kant'ın yeriler kuramını devam ettirmesinin nedeni, kuşkusuz bu kuramda fenomenlerin faydalı bir özetlernesi ve sınıflamasını bulduğuna inanmasıydı. Ancak bu sınıflama sonuçları, onu ekseriya ve büyük ölçüde amacından uzaklaştırmışlardır. - İleride neden dolayı fazla Kamçı olmayan "yapılış" (Organisation) veya onunla eşanlamlı "yapı" (Ein­ richtung) terimlerini muhafaza ettiğimizi açıklayacağız. (22) Özellikle Kuno Fischer'e ve daha önce adı geçen incelemesinde (/{ant's Mathematische Vorurteil, Sitzungsberichte der Wiener Akademie, Philosophisch-historische K/asse, Bd. 67, 1 87 1 , s. 24-28), kısmen onunla aynı görüşü paylaşan Zimmermann'a bkz. - J.B. Meyer (/{ant's Psycholo-

36

ÇA G D A Ş F E L S E F E

nızca b u a priori öğeleri "bulmak"rır, ve b u konuda kendisine yol gösteren şey de yalnızca şu sorudur: Deneyin varlığını açıklamak için neyin varlığını farzermeliyim? Sorunun psikolojik yanı Kant için asıl üzerinde durulması gereken bir şey olmamakla kalmaz; aynı zamanda Kant açıkça sorusunu, bu soruya verilecek cevabın herhangi bir ayrım gözermeksizin en farklı psikolo­ jik kuramlarla uyuşabileceği genel bir tarzda ortaya ararak sorunun bu ya­ nından kurtulmaya çalışır.(23) Fichre'den beri Kant izleyicilerinin yapnkları gibi onları merafizik bir ilkeden türermek de onun asıl amacı olamazdı; çünkü bu takdirde o, haklarını ve sınırlarını araştırmak istediği merafizik yöntemi daha önceden kabul ermek durumunda kalacakn. O halde Kant'ın önünde tek bir yol, hareker noktası olarak olayları alan normal akıl yürütme, yani yöntemli derin düşünme (Reflexion) yolu kalıyordu. Kant'ın bu yola bilinçli olarak girdiği kafi derecede kanıdanmış görünmek­ tedir. Yalnız böyle bir yöntemin sonuçları konu�unda yanılmış olması ge­ rektiği de açık m. Yoksa onun, yönteminin mutlak güv.e nil irliğini bu kadar kesin bir biçimde ileri sürmesi ve bu yöntemin başir olarak muhtemel bir yöntem olduğuna ilişkin düşünceleri o kadar büyük bir küçümseme ile gie, s. 1 2 9 ve devamı) ısrarlı ve yöntemli düşünme (Reflexion) yoluyla a priori öğenin keşfedil­ mesi olayını çok iyi bir biçimde tasvir etmektedir. Cohen'e de bkz: "Kmıt's Theorie der Erfoh­ rung. " s. 1 05 - 1 07 - Cohen (a.g.y.) ).B. Meyer'in tezini eleştirmektedir: "Kant, açık olarak, a pri­ ori formların deney aracılığıyla kazanılmadığını söylememiştir; deney üzerinde düşünme aracılı­ ğıyla bizim a priori forıniara sahip olduğumuzun bilincine eriştiğimizi söylemiştir". Bu açıdan ele alınırsa K ant'a yöneltilen eleştirinin haksız bir eleştiri olarak göründüğü bir gerçektir. Bunu n­ la birlikte Kant'ın "deney üzerinde düşünme" nin de tümüyle endüktif bir yöntem olduğunu ve başka bir şey olamayacağını hiçbir zaman yeterli ölçüde incelemediğini, çünkü bunu anlamadığı­ nı belirtmek ge�ekir. Kuşkusuz matematiksel önermelerin genelliği ve zorunluluğu deneyden (matematik nesnelerle ilgili deneyden) ileri gelmez; derin ve yöntemli düşünme (Reflexion) saye­ sinde keşfediler. Ancak bu düşünme, deney olmaksızın - matematik nesneler üzerine yönelen deney değil, bir nesne gibi göz önüne alınan metafizik üzerine yönelen deney - meydana gele­ mez. Bundan, her a priori öğenin tam keşfinin kesinlikle mümkün olduğunu ileri sürmenin sa­ vunulamayacağı ortaya çıkar. Kant, a priorinin a priori bir dedüksiyonuna dayanarak bu iddiayı ileri sürmemektedir; mantık ve psikoloji verilerinin sözüm-ona karşı çıkılmaz bir sınıflandırması­ na dayanarak onu ileri sürmektedir. (23) "Salt Aklın EkştirM'nde bulunan bütün karanlık noktaların en büyük bir bölümü, Kant'ın herhangi bir psikolojik ön-varsayımı (Voraussetzung) olmaksızın temelde psikolojik ni­ telikte bir araştırmaya girişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Onun yeni başlayanlara sık sık gereksiz bir biçimde yapay ve karmaşık görünen terminolojisi, her zaman, Ka m'ın her türlü de­ neyin zorunlu koşulları üzerine yaptığı araştırmasına, ruhun aşkın özü olduğunu kabul eden bütün görüşlere aynı ölçüde uyan genel bir biçimde girişmiş olmasından veya daha doğru bir tarzda ifade etmek gerekirse, bu araştırmanın, ruhun özüne ilişkin herhangi bir önvarsayımda bulunmaksızın, hatta genel olarak, bedenden ayrı bireysel bir öz olarak herhangi bir ruhun var­ lığını bile kabul etmeksizin, bilen insanın ("ruh"un değil) işlevlerini ele almasından ileri gel­ mektedir.

37

MATE RYAL İ Z M İ N TA R İ H İ

redderınesi imkansızdı.(24) Bu, Kant'ın içinde yetişmiş olduğu merafizik oku� lun bir sonucuydu ve Kant'ı bu konuda destekleyen diğer bir şeyin, kendisin� den yararlanabileceğini sandığı geleneksel mantığın hazırlayıcı çalışmalarının değerine ilişkin olarak sahip olduğu aşırı güveni olduğu anlaşılmaktadır. O, a prioriyi keşfetme yönteminin gerçekte türnevarım yönteminden başka bir şey olmayacağını görmüyordu. A priori bilgilerimizin temel ilkelerinin de a priori bir tarzda keşfedilmeleri ve salt olarak zorunlu kavramlardan dedüksiyonla çıkarsanmaları gerektiği apa� çık bir doğru gibi görünebilir. Bununla birlikte bu varsayım yanlıştır. Zorunlu bir önerme ile zorunlu bir önermenin kanıdanmasını birbirinden ayırmak gere� (24) "Salt Aklın Eleıtirist nin birinci baskısının ( 1 78 1 ) önsöz.ünde Kant şunları söylemekte­ dir: "Kesinlik konusuna gelince, bu konudaki yargımı belirttim: Bu tür incelemelerde z.annetme­ ye (meinen) dayanan bir düşünme tarzına iz.in yoktur, ve burada en ufak bir biçimde bir varsayı­ mı andıran her şey, en düşük bir fiyata bile satın alınamayacak, ancak varlığı keşfedilir edilmez. derhal el konulması gerekecek yasaklanmış bir maldır. Bunu a priori olarak saptanmak duru­ munda olan her bilginin kendisi gösterir. Böyle bir bilgi, mutlak anlamda zorunlu bir bilgi ol­ mak iddiasındadır; hatta daha da fazlası o, her türlü apodiktik (felsefi) kesinliğin ölçüsü, dolayı­ sıyla modeli olması gereken, bütün salt a priori bilgilerin bir ölçütü olmak iddiasındadır". Eğer bu aynı önsöz.den, Kant'ın bu biçimde konuşurken kastettiği şeyin, sadece her türlü deneyin ön­ koşulu olarak kategorilerin genel dedüksiyonu olduğu (birinci baskıda 92 ve 93. sayfalar) ve öte yandan onun burada "alelade manuk"ın bütün basit fiilierinin tümüyle ve sistemli olarak sayıla­ bileceklerini gösterdiği, dolayısıyla burada kategoriler tablosunun tam bir biçimde keşfine ilişkin varlığı ileri sürülen kesinliğin, ilkelerin a priori bir dedüksiyonundan ortaya çıkan bir kesinlik ol­ madığı, tersine varlığı ileri sürülen şeylerin bütün ayrıntılarını bir bakışta kavramadan ileri gelen kesinlik olduğu önyargısının etkisi altında bulunduğu onaya çıkmamış olsaydı, bu rol, tamamen Kuno Fischer'in [aslında tamamen yanlış olan yorumu (yukarıda 22 numaralı dipnota bkz.)] le­ hine açıklanabilirdi. - Ayrıca "Gelecekteki Her Metajiriğe Giri/ inde Kant'ın "ihtimal ve faraziye­ nin oyunu"nu şiddetle reddettiği ( 1 783 baskısında s. 1 95 ve devamı) ve arkasından "a priori ola­ rak kabul edilmesi gereken her şey, bundan dolayı, apodiktik olarak kesin bir biçimde verilmiştir ve dolayısıyla onun aynı biçimde kanıdanması gerekir" sözlerini ekiediği pasaj da böyle bir bilgi­ nin varlığının a priori olarak bir ilkeden çıkarılması gerektiğini söylememektedir. A priori olarak kesin olan, daha çok bu bilgilerin içeriğidir. Ancak Kam'a göre onların varlığı, çelişmez.lik ilkesi uyarınca, emin sonuçlar aracılığıyla içten algılanan bir olaydan çıkarılmıştır. - Bundan başka bu­ rada açık olarak şu noktayı da belirtmeliyiz. ki bu açıklama, ancak Kanı'ın gerçek yönteminden çıkarılmıştır. Ve Kanı'ın kendisinin bu büyük girişiminin yöntemle ilgili ilkeleri hakkında tam ve açık bir fikre sahip olduğunu karşı çıkılmaz bir biçimde kanıdayan hiçbir şey yoktur. Hatta Kanı'ın bu noktada daha önce " Ober die Evidmz in Metaphysischen Wissenschaftetl' ( 1 763) adlı yazısında ileri sürülmüş olan fikirlerin, "Salt Aklın Eleıtirist'nin bakış açısıyla artık kesinlikle uyuşmayan fikirterin etkisinden yeterli ölçüde kurtulamamış olduğu bile söylenebilir. O halde bu noktada da kesin nedenlerden ötürü Kanı'ın yöntemine ilişkin olarak "Materyalizmin Tari­ ht'nin birinci baskısında ileri sürülmüş olan görüşümüz.ü değiştirdik. Bununla birlikte şunu da belinmekten kendimizi alamıyoruz. ki yukarıda z.ikrettiğimiz. pasajlara benzeyen birçok pasaj ve aynı cinsten daha birçok başkası terazinin diğer kefesini büyük bir ağırlıkla aşağıya doğru bastır­ mak sonucunu yaramlar. '

'

38

ÇA GDAŞ FELS E F E

kir. A priori bir değere sahip olan öneemelerin ancak salt deney yoluyla buluna­ cakları, dahası gerçekren zorunlu olan bilgilerle tekrarlanan bir deneyin bizi kendisinden kurtarması gereken varsayımlar arasındaki sınırın hemen hemen gözden kaybolacak kadar belirsiz olduğu rahatça anlaşılabilir. Nasıl ki relesko­ bun her geçen gün bir diğerinin daha, ayrı yıldızlardan meydana gelen bir yıldız kümesi olduğunu göstermesine rağmen yıldızlı gökteki nebülözler arasında ba­ zılarının gerçekren bulur kümeleri olmaları büyük ölçüde muhremelse, aynı şe­ kilde bir yandan Kanr'ın temel kavramları ve en yüksek ilkeleri arasında çoğunu ancak görünüşte a priori kavramlar olduklarını ileri sürerek onadan kaldırma­ mıza, ancak öre yandan zihnimizde her türlü deneyden önce gelen ve psikolojik bir zorunlulukla deneyin kendisini düzenleyen temel kavramlar ve ilkeler oldu­ ğunu tasdik etmemize yapılacak bir itiraz yoktur. Her halükarda daha sonra yanlış oldukları görülecek birçok önermenin a priori bilgiler olarak kabul edildi­ ğini ona ya koyma başarısı, Mill'e ait olacaktır. Matematiksel öneemeleri deney­ den türermek yanlışlığını işlemiş olmakla birlikte, Mill'in bu konudaki başarısı ranışılmaz kalmaktadır. Bir önermenin genel ve zorunlu olduğuna ilişkin inan­ cında insanın yanılabileceği doğrudur; ama bu tür öneemelerin her zaman için yalnız başına deneyden çıkrığı kanıdanmış değildir. Mill'in kendisi, ram olarak doğru bir anlamda olmamakla birlikte, a priori yanlışlardan söz etmektedir ve gerçekren de bu tür birçok yanlış vardır. Genel olarak a priori doğru bilgiler ol­ duğu gibi, a priori yanlış bilgiler de vardır. A priori olarak yanlış bir düşünce, bilinçsiz olarak deneyle kazanılmış bir düşünce değildir, her özel deneyden önce, fiziksel ve psikolojik yapımızdan ötürü zorunlu olarak bize kendisini ka­ bul eniren bir düşüncedir.(25) Ancak o daha derin bir biçimde insan zihninde (25) "Fiziko-psişik yapı" deyimi belki iyi seçilmiş şanslı bir deyim değildir; yalnız fiziksel ya­ pının, fenomen olarak, aynı zamanda psişik yapı olduğunu belirtmek amacına yöneliktir. Bu, as­ lında Kant'ı aşmak demektir. Fakat bu ilk bakışta zannedilebileceğinden daha az ve başarıyla sa­ vunulması mümkün olan bir noktada onu aşmak demektir. Buna karşılık bu değişiklik, Kam'ın deneye ilişkin aşkın varsayımlarının hemen hemen kavramlamaz olan tasavvuru yerine, sezgiyle birlikte bulunan, anlaşılması çok kolay bir kavramı geçirmektedir. Buradaki bütün farklılık şun­ dan ibarettir: Kant, tamamen kavramlamaz olan "kendinde şey" de sentetik a priori yargıya temel ödevi gören şey yerine erişebileceğimiz bir şey olarak kavramları geçirmekte ve bu kavramlardan, yani kategorilerden, sanki a priorinin kaynağı imişler gibi söz etmektedir. Oysa olsa olsa bunlar onların en basit ifadesidirler. Eğer a priorinin gerçek nedenini belirtmek istersek, "kendinde şey"den söz edemeyiz. Çünkü neden kavramı ona kadar erişemez. Başka deyişle bu nedene iliş­ kin bir yargının, bizim tasarımlarımızın alanını tamamlamaktan başka bir anlamı yoktur. Bizim "kendinde şey"in yerine "fenomen'i geçirmemiz gerekir. Kavramın kendisi de bir fenomenden ibarettir. Fakat eğer kavramı, kavramın nedeni yerine koyarsak veya onu tabir caizse fenomeni meydana getiren şeyin içinde en son neden olarak alırsak, "yapı" deyiminin seçiminde söz konu­ su olabilecek şeyden çok daha tehlikeli bir biçimde bizi "Sait Aklın Elqtiristnin ana ilkesinden uıaklaştıracak bir Platonculuk içine düşeriz. Tek kelime ile Kant, kendisinin de aklını çelmiş gö-

39

M A T E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

kök salmış olan a priori fıkirlerin gücünden ötürü, bir deneyler dizisi bu fikirle­ re üstünlük sağlar sağlamaz, daha zorunlulukla ortadan kalkan bir düşüncedir. Metafızikçi, kalıcı ve özü itibariyle insan doğasından ileri gelen a priori kavramlarla, ancak insan doğasının gelişiminin belli bir derecesine karşılık olan gelip geçici kavramlar arasında - bu her iki cins a priori bilgiler.aynı ölçüde bir zorunluluk bilinci ile birlikte bulunsalar da - bir ayrım yapabilmek zorundadır. rünen "yapı" kavramını ısrarla ve kuşkusuz bilinçli olarak reddederken, materyalizm görüntü­ sünden kurtulmuş olmaktadır; ancak bunun hemen arkasından başka bir pasajcia bizzat yine kendisinin reddetmiş olduğu bir idealizme düşmek üzere ondan kurtulmuş olmaktadır. Bu iki­ lemden kaçınılmak istendiği takdirde "Sait Aklın Elejtiristnin bütünü, şu biçimde salt bir toto­ lojiye dönüşür: A priori sentezin nedeni, a priori sentezdir. Buna karşılık "yapı" kavramı kabul edilirse, sadece "Sait Aklın Elejtirist'nin en basit, fakat en haksız yorumunu teşkil eden bu toto­ lojinin değil, aynı zamanda kategorileri Platon gibi kişisel varlıklar olarak ele almanın zorunlulu­ ğunun ortadan kalktığı görülür. Gerçi burada materyalizm görüntüsü devam eder; ancak Kant'ın felsefesinin kuramsal kısmının her mantıksal yorumu bu görüntüyü kabul ermek zorun­ dadır - Kaygıların hangi noktada bulunduğunu ve yapı kavramının transandamal araştırmaya ne kadar yakın olabileceğini "Salt Aklın Eleştirisi"nin sorununu yeni bir biçimde çözmek için giri­ şiimiş bir çaba olduğu bilinen bir eserinde [" Theorie des menschlichen Vorstellungsvennögens", Prag und Jena, 1 789.] Reinhold en açık bir biçimde göstermektedir: Bu eser, tasarımın "koşulla­ rı" aracılığıyla tasarım yerisini tanımlamakla işe başlamaktadır. Böylece metafizik veya psikolojik bütün özel varsayımlardan kaçınmasında (ve totolojiye doğru girmesinde) yazar, son derece Kamçı görünmektedir. Bunun arkasından esas olarak, tasarım yerisinin açıklanmasında işin içine yapı kavramının sokulmaması gerektiğini gösterme amacını taşıyan uzun bir bölüm gelmektedir (s. 1 95 - 1 99). Bunun nedeni, yazara göre, tasarım yerisinin sadece yapıya mı dayandığı (materya­ listler bunu savunmaktadırlar), yoksa herhangi bir yapı olmaksızın bir tözden mi veya bu faktör­ lerin ikisinin bir işbirliğinden mi ileri geldiği konusunda filozofların görüş birliği içinde olmama­ larıdır. - O halde burada açıkça "kendinde şey" olarak yapının söz konusu olduğu görülmekte­ dir; çünkü o salt aşkın monadlarla ve metafizikçilerin diğer kavramlarıyla aynı grup içine sokula­ maz. Eğer bunun tersine bu yapı bir "fenomen" olarak ele alınırsa, yani onun bilinmeyen bir "kendinde şey''in fenomeni olmasının mümkün olduğu kabul edilirse, sözü edilen materyalizm ile birlikte bu varsayımı metafizikçilerin yaratımiarına bağlamak yönündeki her türlü hak orta­ dan kalkar. Bu metafizikçiler, bundan sonra keyiflerinin istediği gibi, bu yapının başka hiçbir te­ meli olmadığını (materyalistler) veya bir monadın etkinliğine dayandığını (Leibniz'in idealizmi) veya nihayet kesinlikle bilinmeyen birşeyden ileri geldiğini (eleştiricilik) kabul edebilirler. Feno­ men olarak yapı, veri olarak mevcuttur; geri kalan her şey ise bir hayaldir. Bundan dolayı "tasa­ rım yetisi" veya a priori sentezin nedeni ile, içinde insani varlığın bütün özelliklerinin nedensel ilişkiler içinde gerçekleştiği bu biricik veriyi aynı şekilde ilişki içine sokmak da bana kesin olarak zorunlu gibi geliyor. Yalnız o zaman örneğin bir Orro Liebmann'ın sık sık yaptığı gibi zihnin ya­ pısından söz etmemek gerekir. Çünkü bu yapı, aşkındır ve dolayısıyla diğer aşkın varsayımlada birlikte bulunmaktadır. Yapı veya fiziko-psişik yapıdan daha çok kesinlikle dış duyumuza fizik organizmanın psişik işlevlerle araçsız nedensel ilişkiler içinde bulunan parçası olarak görünen şeyi anlamak gerekir. Buna karşılık koşullu olarak bu fenomenin kendinde şeylerin salt tinsel bir ilişkisine veya tinsel bir tözün etkinliğine dayandığını kabul edebiliriz. A priorinin nedeni hak­ kındaki bu anlayışla ilgili Kant'ın tutumunu doğru bir biçimde değerlendirmek için aynı yönde, yalnız daha aç açık olan diğer birçok pasajın yanında, özellikle "Salt Aklın Elejtirisı"nin birinci

40

ÇA G DAŞ F E LS E F E

Yalnız b u konuda o ne a priori bir önermeden, ne de dolayısı ile salr düşünce adı ile adlandırılan şeyden yararlanabilir. Çünkü bu düşüncenin ilkelerinin kalı­ cı bir öneme sahip olup olmadıkları şüphelidir. O halde biz deneyden gelmeyen genel önermeleri araşrırma ve incelememizde, yalnızca bilimin olağan araçlarına başvurmak zorundayız. Şu anda elimizde hiçbir kanıt olmaksızın doğru diye ka­ bul ermek zorunda olduğumuz kavramlar ve düşünce biçimlerinin, insanın kalı­ cı yapısından çıkıp çıkmadıkları, başka deyişle onların her türlü insan bilgisinin gerçek temel ilkeleri mi oldukları, yoksa ilerde "a priori yanlışlar" olarak bir ra­ rafa mı arılacakları konusunda ancak muhtemel rezler ileri sürebiliriz. Şimdi Kanr'ın can alıcı sorununa dönelim: Semerik a priori yargılar nasıl mümkündür? Buna verilen cevap şudur: Her bilgide, dış etkilerden değil de bi­ len öznenin özünden gelen bir öğe vardır ve bundan ötürü bu öğe, dış etkiler gibi tesadüfi (zufallig) değil, zorunludur ve o sürekli olarak bütün bilgilerimizde bulunur. - Şimdi bu öğeyi bulmak söz konusudur ve Kam, bilme eyleminde, psikolojik ilişkileri ile ilgilenmeksizin, hangi a priori öğeler içerdiklerini görmek için zihnin belli başlı işlevlerini teker teker inceleyerek amacına erişebileceğine inanmakradır. O halde insan bilgisinde belli başlı iki kaynak kabul etmektedir: Duyarlılık (Sinnlichkeir) ve anlık (Versrand) . Kanr, keskin bakışı ile bunların her ikisinin bizim bilmediğimiz orrak bir kaynakran gelmelerinin mümkün ol­ duğuna dikkati çekmekredir. Bugün bu görüşün haklı çıkrığını söyleyebiliriz. Ancak onu doğrulayah ne Herbart'ın psikolojisi, ne de Hegel'in rinin fenome­ nolojisi olmayıp, duyu organlarının fizyolojisine ilişkin bazı deneylerdir. Bu de­ neyler ramamen araçsız görünen duyu izlenimlerine bile, bazı mantıksal aracı unsurların bir yana irilmeleri veya eklenmeleri sonucunda, bilinçli düşüncenin doğru veya yanlış sonuçlarına hayret verici bir biçimde karşılık olan bazı olayla­ rın karıldığını karşı konmaz bir biçimde kanıdamakradır. Kam, transandamal sorunun gerçek çözümünün ram da duyarlılık ve dü­ şüncenin birliğinde aranması gerekip gerekınediği sorununun kendisini dayar­ masının zorunlu olmasına rağmen, "Salt Aklın Eleştirist'nde duyarlılık ve aniı­ ğın belki de orrak bir kaynakran çıkrığına ilişkin düşünceden yararlanmasını bi­ lememişrir. Kuşkusuz o bu iki öğenin bilgide işbirliği yapmak zorunda oldukla-

baskısında 359 ve daha sonraki sayfalarda bulunan uansandanral psikolojinin ikinci paralojizmi· nin eleştirisinin sonucunu incelemek doğru olacaktır. Biz burada sadece şu sözleri zikredelim: "Böylece bir açıdan cisimsel diye adlandırılan şey, bir başka açıdan düşüncelerini göremediğimiz, ancak fenomenler dünyasında bu düşüncelerin işaretlerini seyredebileceğimiz düşünen bir varlık olacaktır. Böylece (özel bir tür tözler olarak) sadece ruhların düşündükleri deyimi geçerliliğini kaybedecek, bunu tersine genellikle dendiği gibi insanların düşündüğü, yani dış fenomen olarak bir uzama sahip olan şeyin, içten bakıldığında (kendinde) bir özne olduğu, bileşik olmayıp basit olduğu ve düşündüğü söylenecektir".

41

M A T E RYA L I Z M I N TAR I H I

rını söylemektedir. Ancak b u işbirliğini tasariama tarzının kendisinde, duyular­ dan tamamen arınmış saf bir düşüncenin varlığını savunan Platoncu kuramın açık etkisi kendisini göstermektedir. Bu kurarn ki bütün geleneksel metafizik boyunca devam etmiş ve en sonunda Leibniz'de, onun bütün sisteminde kendi­ ni gösteren ve Wolffçu okulun anlayışına da egemen olan ifadesini bulmuştur: Leibniz'e göre ancak akılsal düşünce, şeyleri açık ve özlerine uygun bir biçimde tasarlayabilir. Duyular aracılığıyla kazanılan bilgiye gelince, o bu öncekine eşit olan yeni bir bilgi kaynağı değildir, ondan değer bakımından kesinlikle aşağıda olan bir şeydir. O, bulanık bir bilgi, dolayısıyla saf düşüncenin tam bir mükem­ mellikle oluşturduğu şeyin bulanık ve karanlık bir imgesidir. - Kanr'ın gerçek bir reformcu olarak bu son derece yanlış olan kurama karşı ortaya koyduğu şey­ ler, onun meydana getirdiği en mükemmel ürünler arasındadır. Buna karşılık onun bu eski öğretiden alıp devam ettirdiği şeyler ise, sisteminin en acıklı ve za­ yıf noktalarını meydana getirirler. Kanr'ın değeri, duyarlılığı bilgi kaynağı olarak anlık düzeyine yükseltmesin­ dedir. Yaniışı ise hala duyuların etkisinden tamamen bağımsız bir anlık anlayışı­ nı sürdürmesindedir. Kanr, her düşüncenin son çözümde sezgiye indirgenmesi gerektiğini, sezgi olmaksızın bilgimizin hiçbir konusunun bize verilemeyeceğini söylerken tamamen haklıdır. Ancak düşüncenin herhangi bir katkısı olmaksızın saf sezginin hiçbir bilgi veremeyeceği, buna karşılık hiçbir sezgi olmasa da tek başına düşüncenin, düşüncenin formuna sahip olmakta devam edeceğini söyler­ ken Kanr sadece yarı yarıya haklıdır.(26) (26) Kant'ın da bu bakımdan içlerinde bir istisna teşkil etmediği metafizikçilerin anladıkları anlamda "salt düşünce"nin mevcut olmadığını göstermek, kuşkusuz. geleceğin çözeceği bir prob­ lemdir. Kant, duyarlılığı tamamen edilgin olarak bırakmaktadır. Bundan dolayı sadece duyusal nesnelerle ilgili basit bir uz.ay imgesi meydana getirmek için çokluğun birliğini yaratmak zorunda olan etkin anlıktır. Ancak bu kesinlikle zorunlu ve öz.nel olan sentez. fiilinde bizim alışageldiği­ miz. anlamda '"anlık" diye adlandırdığımız. şeye ait olan hiçbir şey yoktur. Ancak konuya yapay bir tarzda, her türlü kendiliğindenliğin düşünceye, her türlü edilginliğin ise duyarlılığa ait oldu­ ğu varsayımı sokulduktan sonradır ki izienimlerden şeylere giden sentez. anlıkla ilişki haline gir­ mektedir. Bununla birlikte izlenimlerin sentezinin, şeyde, töz. karegorisini gerektirdiği görülürse, şu soru sorulabilir: Kategori olarak mı� Bu sorunun cevabı ancak olumsuz. olacaktır. Kendisi üze­ rinde bir töz. kategorisinin gelişebileceği temel, daha ziyade izlenimlerin duyusal sentezidir. B ura­ da her türlü düşüncenin duyusal kaynağını tam bir biçimde kanıtlamak biz.i çok uzaklara götü­ recektir. Sadece şunu belirtmekte yerinelim ki mantığın apodiktikliğinin kendisi bile, kesin ola­ rak tasarlanan şeyle ilgili uz.ay imgesine indirgenmek zorundadır ve mantıksal dairderin (veya doğrular, açıların vb.) o kadar küçümsenen "hazırlık defterleri" (Eselsbrücken) basit didaktik bir süs olmaları şöyle dursun, tersine kendilerinde mantık kurallarının apodiktikliğinin temelini bu­ lundururlar. Birkaç yıldan beri mantık derslerimde bunun kanıtını sergiliyorum ve eğer bana daha birkaç yıl çalışma imkanı verilirse onu daha geniş çevrelere takdim etmeyi ümid etmekte­ yim.

42

ÇA G D A Ş F E LS E F E

Kant'ın, içinde bulundurduğu a priori öğeleri keşfetmek amacıyla duyarlılı­ ğı tecrid etme yöntemi de çok haklı bazı itirazlara yol açabilir. Çünkü o, yön­ temsel başarısını hiçbir şeyin garanti etmediği bir fiksiyon üzerine dayanmakta­ dır: Hiçbir bilgi eyleminde duyarlılık, deyim yerinde ise çalışma (Funktion) ha­ linde gözlenemez. Ama Kant bunun gerçekleşmesini mümkün görmektedir ve bu varsayımının sonucu sezgide a priori öğenin, maddeleri duyum tarafından verilen fenomenterin formu olması gerektiği iddiasıdır. Bu, bütün fenomenterin zorunlu ve genel formu, dış duyu ile ilgili olarak uzay, iç duyu ile ilgili olarak zamandır. Bu kanıtlama, birçok kusur içermektedir: Özellikle a priorinin zaman ve uzayla sınırlandırılması inandırıcı değildir. Hareketin de ona ait olup olmadığı­ nı kendimize sorabiliriz. Belki değişmeler altında varlığını koruyan töz kategori­ si gibi birçok kategorinin, gerçekte saf anlık kategorileri olmayıp sezgiler olduk­ ları kanıtlanabilir. Hatta belki renk, ses vb. gibi duyu izlenimleri i le ilgili ni.ı:e­ likler, bireysel şeyler, kendilerinden a priori önermelerin, yani dolayısıyla hiçbir nesnelliğin çıkamayacağı öznel şeyler olarak o kadar kesin bir biçimde reddedil­ meyi hakketmezler. Ancak her şeyden önce Kanı'ın kendisiyle düzenleyici for­ mun a priori olması gerektiğini kanıtlamak istediği önermesi, yani "bir duyu­ rnun başka bir duyum!a düzenli bir biçimde koordine edilmeyeceği' önermesi in­ sanda tereddüt uyandırmaktadır. Gelecekteki bir bilimsel psikolojinin zayıf ilk adımları arasında, alışılagelen sınırlar içinde, duyumun, bu duyuma tekabül eden uyarımın (Reiz) logaritmasıyla orantılı olarak arttığını söyleyen bir kanun vardır. Bu, Fechner'in "Weber kanunu" adıyla psikofiziğinin temeline koyduğu x eşittir log. y biçiminde formüle edilen kanundur. Bu kanunun, kaynağını dış (fiziksel) uyarımla bilinçli olma eylemini birbirinden ayıran psikofi zik olaylarda değil, bilincin kendisinde bulması muhtemel görünmektedir.ml O halde eşya­ nın kendisinde herhangi bir zorlamada bulunmaksızın (kelimelerin boyun eğ­ mesi gerekir), bilince gelen duyum miktarıyla (y), bilinç tarafından kabul edilen miktar (x) arasında bir ayrım yapabiliriz. Bu varsayıma göre düzgün bir araştır­ manın bizi götürdüğü matematik formüller, aslında ancak tek bir şeyi göster­ mektedirler: Bilince her an gelen duyum miktarı, kendisi vasıtasıyla bilincin her

(27) Baı.ı araştırmaların bunun tersini ortaya koyar gibi göründüğü bir gerçektir. Bununla birlikte konu, teyid edilme ihtiyacındadır. Gerçekten Bay Dewar ve Mc Kendrick'in ışığın retina üzerine etkisi sonucu görme sinirinin elektromotris gücünde meydana gelen değişme ile ilgili de­ neylerinden, bu değişmenin ışığın miktarıyla değil, bölmenin (quotient) logaritmasıyla orantılı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bundan Fechner'in psikolojik kanununun bilinçten değil, en son organın kendisinin anatomik yapısı ve fizyolojik özelliklerinden çıktığı sonucuna varılmıştır. "Nature" adlı lngiliı. dergisinin ıo Temmuz. ı 873 tarihli ı 93. sayısına ve Dr. Sklarek tarafından yapılan çevirisine bkz.: VI. Cilt, 37 . sayı, ı 3 Eylül ı 873.

43

MA T E R YA L İ Z M İ N TA R İ H İ

seferinde kabul edebileceği anma derecesini ölçtüğü birimdir. Nasıl ki bir duyurnun şiddetini onu başka bir duyurnla karşılaştırarak ölçe­ bilirsek, aynı şekilde duyum daha önce duyulrnuş olan duyumlada yan yana konarak düzenlenebilir. Sayısız olaylar duyurnların tamamen hazır bir forrna, yani uzay kavramına göre gruplanrnadıklarını, tersine uzay kavramımızın kendi­ sinin duyurnlarırnız tarafından belirlendiğini göstermektedir. Her biri bir du­ yum meydana getiren sayısız parçalardan oluşan bir çizgi, araçsız bilince, mate­ matiksel olarak uzunluğu bu birinci çizgiye eşit olan, ancak duyurnların uyarıl­ ması ile ilgili olarak özel dayanak noktalarına sahip olmayan diğer bir çizgiden her zaman daha uzun görünür. Uzaya ilişkin gündelik tasavvurlarırnız kesinlikle matematik-dışıdırlar ve bitmez tükenrnez bir ince yanılgılar kaynağını teşkil ederler. Bunun nedeni özellikle duyurnlarırnızın zihnimizde kendisine uygun olarak güvenli bir biçimde düzenlenebilecekleri tamamen hazır bir koordinas­ yon sistemiyle karşılaşrnarnaları, tersine son derece yetersiz böyle bir sisternin ancak duyurnların doğal birleşmeleri sonucunda bilinmeyen bir tarzda geliş­ rnesidir. O halde uzay ve zamanın, insan zihninin deney nesnelerine yüklediği form­ lar oldukları düşüncesi, kesinlikle, hemen reddedilecek bir görüş değildir. O, hayali bir cisirnler dünyasının bütün fenomenlerinin içinde birbirleriyle bir ara­ ya gelip düzene girdikleri uzayla birlikte salt düşünsel bir varlığın tasavvurların­ dan başka bir şey olmadığını ileri süren varsayım kadar gözü pek ve muhteşem bir düşüncedir. Ancak bu maddi idealizmin her zaman bizi temelsiz spekülas­ yonlara götürrnesine karşılık Kam, forrnel idealizrni ile bize sadece deney bilirn­ leriyle ilişkiyi koparınadan rnetafiziğin derinliklerine bir bakış fırlatrnak imkanını vermektedir. Çünkü Kant'a göre deneyden önce var olan bilgimizin bu formları, ancak deney yardımıyla bize bilgi verebilirler; deney alanırnızın dı­ şında ise bütün anlarnlarını kaybederler. " Doğuştan fikirler" kurarnı hiçbir yer­ de burada olduğu kadar tam bir biçimde reddedilrnerniştir. Çünkü eski rnetafi­ ziğe göre doğuştan fikirler adeta duyusal-üstü bir dünyadan gelmiş tanıklar ol­ dukları ve duyusal-üstüne ait oldukları veya özel olarak düyüsal-üstüne uygu­ lanmak üzere var oldukları halde, Kam' a göre bilginin a priori öğeleri sadece deneye hizmet ederler. Bütün deneyimizi belirleyen bu ögelerdir. Biz deney nes­ nelerimizin bütün zorunlu ilişkilerini bu öğeler aracılığıyla tanırız. Ancak işte tam bu her türlü insani deneyin formu olma özelliklerinden ötürü, bu aynı formların duyusal-üstüne uygulanması yönündeki her çaba sonuçsuz kalacaktır. Kuşkusuz burada bir soru zorunlu olarak aklırnıza gelmektedir: Eğer şeylerde ­ bu şeyler, artık şeyler değil, sadece "fenornenler"dir - bizzat kendimizin onlara koyduğumuz yasalardan başka bir şey görrnüyorsak, deneyin verdiği bütün bi­ lim nedir? Eğer mutlak olarak var olan şeyleri, yani "kendinde şeyler"i, uzay ve

44

Ç A G D A Ş F E LS E F E

zamanın dışında varlıklar olarak, dolayısıyla bizim için tamamen kavramlmaz bir biçimde tasavvur etmek zorundaysak, bütün bilimimiz ne işe yarar? Bu soru­ lara şimdilik başka bir soruyla cevap vermekle yetineceğiz: Bizim için tamamİyle kavramlmaz olan "kendinde şeyler"le meşgul olmamız gerektiğini kim söylüyor? Doğa bilimleri, felsefi eleştiriyle kendilerine doğru götürüldüğümüzü gördüğü­ müz şeylerin nihai ilkeleri hakkındaki spekülasyonlardan tamamen bağımsız olarak neyseler, o şeyler değiller mi ve hangi hizmetlerde bulunuyorlarsa yine o hizmetlerde bulunmuyorlar mı? O halde bu açıdan göz önüne alındığı takdirde uzay ve zamanın a prioriliği kuramını incelemeden reddetmek için hiçbir neden yoktur. Hatta uzay kavra­ mının psikolojik kaynağına ilişkin belirttiğimiz i tirazlar bile bu kuramı reddet­ mek için yeterli değildirler: Uzaya ilişkin kavramlarımızın meydana gelişinde duyurnun etkisiyle ilgili varsayımımıza gelince, bu varsayım sorunu çözmemek­ tedir: Çünkü uzaya ilişkin kavramlarımızı gelişmelerinde göz önüne almakla kendi kendimize şu soruyu sormamız başka başka şeylerdir: Biz nasıl olup da genellikle uzaysal olarak (raumlich) kavrıyoruz? Yani nasıl olupda duyumlarımız birlikte çalışmaları sonucunda, daha sonra kendisine sanki var olan her şeyin dördüncü boyutu gibi zamanın akışı (Zeitfolge) kavramının gelip eklendiği üç boyutta ölçülebilir yan yana duran bir varlık fikrini meydana getirmektedirler? Uzay ve zaman, ancak bizim şeylerle ilişkilerimiz sonucunda maddeyle dotmala­ rı gereken, tamamen hazır formlar olmamakla birlikte, başka varlıklarda bulun­ maması mümkün olan organik koşullardan ötürü zorunlu olarak bizim duyum mekanizmamızdan çıkan formlar olabilirler. Kuşkusuz bu çok daha sınırlı an­ lamda uzay ve zamanın a prioriliğinden kuşkulanmak hemen hemen mümkün değildir ve tartışma daha ziyade Kant'ın "uzay ve zamanın transandamal idealli­ ği" diye adlandırdığı şey üzerinde, yani uzay ve zamanın bizim deney dünyamı­ zın dışında herhangi bir şey ifade edip etmediği üzerinde cereyan edecektir. Çünkü Kant, kesinlikle bunu kabul etmektedir: Ona göre uzay ve zaman, du­ yusal sezgimizin zorunlu formları olmaları bakımından ancak insan deneyi ala­ nında bir gerçeklik ifade ederler. Bunun dışında onlar, deney alanının ötesinde yolunu kaybeden bütün diğer kavramlar gibi basit yanılgılardır (Trugbilder) . Bizi şeyleri uzay ve zamanda kavramaya zorlayan psikofızik yapının (Ein­ richtung), her türlü deneyden önce verilmiş olduğu kuşkusuzdur ve bir dış nes­ neden gelen ilk duyumun, ne kadar bulanık olursa olsun bir uzay tasavvuru ile birleşmesi gerektiği için uzay, duyusal sezginin a priori olarak verilmiş olan bir biçimidir. Yalnız Kant, ilkeleri yardımıyla, uzay ve zaman-dışı bir varlığa sahip olan "kendinde şeyler" olduğunu bize hiçbir zaman kanıtlayamaz. Çünkü b4, "kendinde şey"in özellikleri hakkında, olumsuz bir nitelikte de olsa, aşkın (tran­ szendent) bir bilgi olacaktır. Böyle bir bilgi ise Kam'ın kuramma göre tamamen

45

MATE RYA L I Z M I N T AR İ H İ

imkansızdır. Ancak Kam'ın kanaati bu da değildir. O , uzay ve zamanın ancak deneyin formları olarak öznede bulunduklarından dolayı her türlü deneyle ilgili olarak mutlak bir değere sahip olduklarını, dolayısıyla bu işlevleri dışında her­ hangi bir geçerlilikleri olamayacağını kanıtlamakla yetinmektedir. Buna karşılık bu tehlikeli alana ayak basmayı istediğimiz takdirde hiçbir şey bizi, onların ala­ nının tasavvurlarımızın alanından daha ötelere kadar uzanabileceklerini düşün­ memize engel değildir.(2 8 ) Kam'ın kendisi de bir yerde şöyle bir geçerken ortaya attığı bir varsayım olarak "bütün sonlu ve düşünce sahibi varlıkların bunda (yani uzay ve zamanla kavrama tarzında) zorunlu olarak (yani bilmediğimiz ge­ nel bir ilke uyarınca) insanla uyuşmaları gerektiğini" söylemektedir.(29) Başka (28) Burada Trandelenburg'un "boşluklar kuramı"nı (Lückentheorie) benimsemekten sakını­ lacağı şüphesizdir. Çünkü Trandelenburg sadece uzayın her öznel ve nesnel bütün olduğunu ile­ ri sürmekle kalmamakra, aynı zamanda ikisi arasında nedensel bir ilişki kurmakra ve Kam'ın böyle bir imkanı fark etmediğine inanmakradır. Oysa Kam, uzay ve zamanın genellik ve zorun­ luluğunu, dolayısıyla "ampirik realizm"i, özellikle de bu, yalnızca ve sırf öznel olmaları olgusu üzerine dayandırmakradır [Bu konuda Dr. Emile Arnoldr'un derin çalışmasıyla ("Kant's trans­ undantale iduiitaet tks Raumes und du Zeit', Koenisberg, ı 870), Dr. Cohen'in "Kant's Theorie du Erfohrung'una (V, s. 62-79) bkz.] . - Yalnız hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bu çok doğru ve sistemin bütünlüğüne tamamen uygun olan açıklamalarla ilgili olarak şunu be­ lirtmek gerekir ki kendinde şeylerin uzay-dışı ve zaman-dışılıklarını kanıdamayı istemek, hiçbir şekilde Kant'ın aklına gelemezdi. Çünkü bu, eleştirinin bakış açısının bütünü bakımından imkansızdır. Onun için (hakkında ancak tasarı mımız sayesinde bir şeyler bildiğimiz) uzay ve za­ manın, deneyin ötesinde, kesin olarak hiçbir değere sahip olmadıklarını göstermiş olmak yeterli­ dir. Kant, daha doğru olan "uzay hakkındaki tasarımımız hiçbir şey ifade etmez" sözü yerine "uzay hiçbir şey değildir" dediğinde, bunu her zaman aynı anlamda almak gerekir: Biz kendi uzayımızı ranırız, başka bir uzayı bilmeyiz. Diğer varlıklara gelince (bir sonraki nota bkz.), onla­ rın da uzaya ilişkin tasarımları olduğunu düşünebiliriz. Ancak kendinde şeylerin özelliği olarak uzaysallığın imkanını hayal meyal olarak bile sezinleyemeyiz. Olumsuzlama buraya kadar gider, daha ötesine girmez. Sistemin tamamen dışında bir varsayımda bulunup üç boyurlu uzarnın ken­ dinde şeylere ait olduğunu kabul etmek isteyecek bir insan, Kant tarafindan ancak bir hayalpe­ rest olmakla suçlanacaktır. Bu anlamda nesnel uzayın kanıdanmış bir imkansızlığı söz konusu olamaz. Yalnız bildiğimiz uzayın özelliklerini (örneğin sonsuzluğu) bu hayali uzaya nakletme yö­ nündeki her girişimin gayrı meşru olduğunu ve bu durumda hayali kavramının tamamen boş bir kavram olduğunu söylemek gerekir. (29) Transandamal estetik üzerine genel düşüncelerin son kısmına bkz: ı l . baskı, s. 72 (Har­ tenstein III, s. 79): "Uzay ve zamanla ilgili sezgi türünü, sadece insanın duyarlılığına tahsis etme­ miz, onunla sınırlandırmamiz da zorunlu değildir. Bütün sonlu, düşünen varlıkların bu noktada, zorunlu olarak, insanla uyuşmaları mümkündür; ancak bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz ve bu genel geçerlikten ötürü onlar 'duyarlılık' olmakran çıkmazlar" vb. Daha sonra doğal olarak aynı şekilde sistemin dışında olmak üzere, bir başka tasariama tarzının, yani "enrelekrüel sez­ gi"nin, sadece asli varlığa (Tanrı'ya) ait olduğu sık sık rekrarlanmaktadır. Öte yandan bir başka pasajda, bu entelektüel sezgi hayaleti, sistemle mükemmel bir biçimde uyuşmaktadır (yukarıda 25 numaralı dipnotta tartışılmış olan sadece düşüncemizin erkin olduğu, duyarlılığımızın ise ta­ mamen edilgin olduğu yönündeki keyfi varsayımda) - Bu arada şunu da söyleyelim: Kam'ın yu-

46

ÇA G D A Ş F EL S E F E

deyişle mümkün, fakat tamamen problematik olan tanrısal bilginin özel biçimi dışında, nesneler hakkındaki her çeşit bilgi, zorunlu olarak, bizim bilgimize benzer olabilir. Öte yandan özel yapıları gereği uzayı kesin olarak üç boyutta al­ gılama yeteneğine sahip olmayan, belki onu ancak iki boyutlu olarak kavrayan, hatta belki onu farklı boyutlarda kavramayan bazı varlıkları tasarlayabileceğimiz de kabul edilebilir ve bu aynı nedenden ötürü şeyler hakkında bizimkinden daha mükemmel uzay kavramlarına dayanan bir anlayışın da mümkün olduğu inkar edilemez. Öte yandan eğer evrendeki bütün varlıkların birbirleri üzerine etki ve tep­ kide bulundukları ve evrensel ilişkilerin değişmez yasalara tabi olduğu doğru ise, Schiller'in "ve bugünde şimdiden yarın yürüyor" şiirsel sözü, kelimenin en ger­ çek anlamında metafizik bir hakikat olacak ve bizim ancak birbiri ardından kav­ radığımız şeyleri eşzamanda kavrama yeteneğine sahip olan zihinleri de tasada­ mak gerekecektir. Kuşkusuz biz bütün bunlara ilişkin hiçbir şey bilemeyiz ve sağlıklı bir felsefe ancak karşıt imkanları ortaya koyarak uzayla ilgili kavramları­ mızın mutlak nesnelliği inancını çürütmek söz konusu olduğunda buna benzer sorunlarla uğraşacaktır. Her halükarda Kam, uzay ve zaman sezgilerinin ilkesi­ nin bizde a priori olarak bulunduğu görüşünde haklıdır ve onun bu ilk ve bü­ yük örnekle, a priori olarak sahip olduğumuz şeyin, zihnimizin yapısından ileri geldiğinden ötürü, deneyimizin ötesinde hiçbir değere sahip olmadığını kanıtla­ ması bütün zamanlar için ölümsüz bir hizmetti. Materyalizme gelince, o, genel olarak bütün duyusal dünya gibi uzay ve za­ manı da nesnel varlıklar olarak ele alır. Zaman zaman Moleschott'ta görüldüğü gibi bu bakış açısından sapmalar, materyalist sistemden sapmalardır. Materya­ lizm, Kam'ın eleştirisi karşısında en çok bu uzay ve zaman konusunda kendini güvende hisseder. Çünkü biz sadece zaman ve uzayın bir sınırı olmadığına veya zaman ve uzayla bağlı bulunmayan bir sezginin bulunduğunu tasavvur etmemiz mümkün olmadığına ilişkin bir bilince sahip olmakla kalmayız, aynı zamanda düşüncenin, içinde her türlü sezginin kesinlikle imkansız olduğu en yüksek so­ yutlamalarında bile, hayvansal yapıya sahip farklı varlıklar arasında uzay ve za­ manın kavranışının olsa olsa ancak derece bakımından bir değişme göstereceği­ ni, fakat şeylerin doğalarından ileri geldiklerinden ötürü bu formların kendileri­ nin, derin özleri bakımından her türlü mümkün kavrayışta mevcut bulundukla­ rını muhtemel bir şey olarak görmekte sebat ederiz. Kam, daha fazla şey yap­ mak istiyordu. Ancak en çoğu isterken hiç olmazsa en azı gerçekleştirdi. O, dükarıda zikrettiğimiz pasajında, problematik zorunluluğun, Prof. Schilling'in [" Beitraege zur Gesc­ hichte und Kritik des Materia/ismus", Leipzig, 1 867.] kendisinde "açık bir mantıksal çelişki"nin varlığını gördüğü bir sözcükler bütününün çok açık bir örneğiyle karşılaşmaktayız. Bunu ise sa­ dece mantığın ne kadar düşüncesizce ele alınabileceğini göstermek için zikrediyoruz.

47

M A T ER YAL i Z M i N TA R İ H İ

şünen sonlu varlıkların deneyleri dışında uzay ve zamanın hala bir şey ifade et­ tiklerinden şüphelenmek için elde sağlam nedenler bulunduğunu gösterdi ve bu sınırları terk edip metafiziksel spekülasyonlada "mutlak varlık"ın duyusal-üstü ve keşfedilmemiş bölgelerinde kendini kaybetmek yerine, o zamana kadar her­ hangi bir maddi idealist sistemin başarabileceğinden daha güçlü bir biçimde materyalizmin kendisine dayandığı şeyi, yani duyulara karşı gösterilen inancın ilkel saflığını sarstı; çünkü maddi idealizm, düşüncelerini asıl gerçeklik olarak önümüze serer sermez, aklı başında düşünürün mantıksal bilinci uyanır ve o za­ man biz böyle bir spekülasyonun şiirsel tasarımları ile birlikte tasavvur ettiğimiz biçimde duyusal dünyanın mutlak gerçekliğine karşı haklı olarak ileri sürülen kanıtları da reddetmek eğilimini duyarız. Kant nasıl duyusal dünya ile ilgili olarak uzay ve zamanı a priori sezginin formları olarak ortaya koyduysa, aynı şekilde anlığın alanı ile ilgili olarak da ka­ tegorilerin a priori olarak verilmiş olan kavramlar olduklarını kanıtlamış oldu­ ğunu düşünmektedir. Ne kadar yetersiz olursa olsun bu kanıtlama için o epeyi kafa yormuştur: Bu kavramlardan tek bir tanesi, Hume'un her şeyi çözüştüren şüpheciliğini kendisine yöneltmiş olduğu nedensellik kavramı, adeta Kant'a bü­ tün felsefesini keşfettirmiştir ve Wolff okulundan bir filozof, özellikle matema­ tik ve doğa bilimlerinde derin bilgisi olan bir bilim adamı olarak oldukça büyük bir ün kazandıktan sonra Kam'a felsefenin bir reformcusu olarak kendini ortaya koyma kararını verdiren büyük ihtimalle bu bütün kategoriler tablosunu sö­ züm-ona keşfedişi olmuştur. Fakat o kadar önemli sonuçlara yol açmış olan bu evrimin iç hikayesini Kam'ın kendisinden dinleyelim. Materyalizmin değerlen­ dirilmesi bakımından nedensellik kavramının o kadar büyük bir önemi vardır ki bu kavramın tarihinin en dikkate değer bölümü materyalizmin tarihinde anılmayı hakkeder.(30) "Gelecekteki Her Metafiziğe Giri/'in Önsözünde Kanr, eğer Hume, kendisini aniayabilecek bir dinleyici kitlesiyle karşılaşmış olsaydı, metafıziğin doğuşundan bu yana, bu bilimin kaderinde hiçbir olayın H ume'un kendisine yönelttiği saldırı kadar kesin bir sonuç dağurabilecek bir nitelikte ol­ madığını söylemektedir. Bunun ardından çok dikkate değer uzun bir pasaj gel­ mektedir ki bu pasaj aynen şöyledir: "Hume, başlıca hareket noktası olarak metafıziğin tek, ama önemli bir kav­ ramını, nedenle eser arasındaki ilişki kavramını (ve dolayısıyla bundan çıkan kuvvet, etki vs. kavramlarını) ele aldı ve bu kavramı içinde taşıdığını ileri süren akla, kendisini dinlemesini ve şunu söylemesini istedi: O, bir şeyin, bu şey bir kez kabul edilir edilmez, zorunlu olarak bir başka şeyin de kabul edilmesini ge­ rektiren bir yapıda olabileceğini - çünkü neden kavramının içerdiği budur (30) «Pro/.egomma zu einnjedm künfogm Metaphysill' Riga, 1788, s. 8-1 5; Hanensrein, IV, s. 5-9.

48

ÇA G DAŞ F EL S E F E

hangi bakla ileri sürmektedir? Hume, karşı çıkılmaz bir biçimde şunu gösterdi ki aklın a priori olarak ve salt kavramların gücüyle, zorunluluk içeren böyle bir ilişkiyi tasadaması tamamen imkansızdır. Çünkü bir şey var diye bir başka şeyin de zorunlu olarak var olması gerektiğini kesinlikle kavrayamayız. O halde neden dolayı böyle bir bağıntı kavramını a priori olarak kabul edeceğimiz anlaşılama­ maktadır. Hume bundan aklın bu kavramla ilgili olarak tümüyle yanılgı içinde olduğunu, aslında deneyden aldığı izlenimleri çağrışım yasaları altına yerleştiren ve çağrışımdan, yani alışkanlıktan doğan öznel bir zorunluluğu bilimin nesnel zorunluluğu ile karşıtıran hayal gücünün ürününden başka bir şey olmayan bu kavramı kendi çocuğu olarak görmesinde tamamen haksız olduğu sonucuna vardı. Yine bundan dolayı o, aklın genel bir biçimde bile olsa tasarımlar arasın­ da bu tür bağlantıları düşünebilme yetisine sahip olmadığı ve sözüm-ona a prio­ ri bir tarzda var oldukları ileri sürülen bütün kavramların, gerçekte iyi yorum­ lanmamış ve sıradan deneyler oldukları sonucuna geçti. Bu ise hiçbir yerde me­ tafiziğin olmadığı ve olamayacağı anlamına gelmekteydi" "Bu sonuç, ne kadar acele ile varılmış ve yanlış bir sonuç olursa olsun, hiç olmazsa araştırmalara dayanmaktaydı ve bu araştırmalar da, eğer mümkün ise, sorunu bu konulduğu biçimden daha başarılı bir tarzda çözmek için dönemin bütün sağlam kafalı insanlarının çabalarını birleştirmelerini gerektiriyordu. Bu işbirliğinden, gerçekten kısa bir zaman içinde bilimin tam bir reformu doğabil­ ıneli idi". "Yalnız metafiziğe karşı her zaman kötü davranmış olan kader, Hume'un hiç kimse tarafından anlaşılmamasını istedi. Reid, Oswald, Beattie ve son olarak Priesdey gibi hasımlarının, Hume'un kuramının ana noktası ile ilgili olarak ta­ mamen aldandıklarını, onun tam karşı çıktığı noktayı sanki üzerinde herhangi bir tartışma olmayan bir şeymiş gibi kabul ettiklerini, buna karşılık onun kendi­ lerinden kuşkulanmayı hiçbir zaman için düşünmediği şeyleri, büyük bir heye­ can ve çoğu zaman da belli bir kendini beğenmişlikle kanıtladıklarını görmek insana belli bir acı vermektedir. Kısaca onlar Hume'un metafiziğin ıslah edilme­ si amacıyla verdiği işareti o kadar az anladılar ki "statüko" sanki yeni hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Aslında söz konusu olan, neden kavramının doğanın tam bir bilgisi açısından meşru, faydalı ve vazgeçilmez bir kavram olup olmadı­ ğını bilmek değildi (çünkü Hume bundan hiçbir zaman için kuşku duymamış­ tı); bu kavramın aklın a priori olarak tasarladığı bir kavram olup olmadığını ve böylece her türlü deneyden bağımsız olarak bir iç doğruya, dolayısıyla sadece deney nesneleriyle sınırlı kalmayan daha geniş bir geçerliliği ifade eden bir değe­ re sahip olup olmadığını bilmekti. İşte Hume'un hakkında açıklamalar istediği buydu. Çünkü burada bu kavramın kullanılmasının zorunlu olup olmadığı de­ ğil, sat:l.ece kaynağı önemliydi. Bu kaynak sorunu bir kez aydınlığa kavuşturuldu

49

M A T E RYAL İ Z M İ N TAR İ H İ

mu, onun kullanım koşulları ve hangi alanlarda geçerli olacağı sorunu kendili­ ğinden çözürnlenecekri". "Ancak bu ünlü adarnın hasırnları, bu soruna doyurucu bir çözüm getir­ rnek için salt düşünceyle meşgul olması bakırnından aklın (Vernunft) yapısı hakkında çok derinlere inen araştırmalar yapmak zorunda kalacaklardı. Bu zo­ runluluk ise onların hoşuna gitrniyordu. Bundan ötürü onlar hiçbir bilgiye sa­ hip olmaksızın rnağrur olmanın daha kolay bir yolunu buldular: Sağduyuya başvurdular. Gerçekten sağduyuya (Gerneine Verstand) veya son zamanlarda denildiği gibi basit, rnütevazı (schlicht) duyuya sahip olmak, Tanrı'nın çok de­ ğerli bir armağanıdır. Bununla birlikte onu olaylarla, düşünülen ve söylenen şeylerdeki akla uygun, değerli şeylerle kanıdamak gerekir; yoksa insan kendini haklı çıkarmak için öne sürebileceği hiçbir aklı başında delili olmadığı zaman bir kahin gibi ona başvurrnarnalıdır. Basiret ve bilirnin olmadığı bir dururnda sağduyuya başvurmak, daha önce başvurrnarnak, yeni çağın ince buluşlarından biridir ve bu taktikle en sığ kafalı bir geveze, rahat rahat en yüce bir bilginle mücadeleye girişip, ona kafa tu.tabilir. Yalnız ufacık da olsa bir basicete sahip ol­ duğumuz sürece, bu en yüksek organa başvurmaktan kaçınrnarnız gerekir. Çün­ kü iyice incelenirse onun, filozofun kendisinden u tandığı, fakat kurnaz halk dalkavuklarının çok hoşlanıp gururla uyguladıkları çoğunluğun yargısına baş­ vurmadan başka bir şey olmadığı görülür. Ben Hurne'un da Beattie kadar sağ­ lıklı bir zihne sahip olduğunu, ancak hiç kuşkusuz Beattie'de olmayan bir şeye, spekülasyonlarında kendisini kaybetmemesi için sağduyuya sınırlar koyan veya sadece spekülasyonlar söz konusu olduğunda, ilkelerini doğrulama gücüne sa­ hip olmamasından dolayı sorunları kesin bir biçimde çözüme bağlamak isteme­ yen eleştirici bir akla sahip olduğunu iddia edebileceğini düşünüyorum. Çünkü sadece bu koşulla o sağlıklı bir zihin olarak kalacaktır. Yontma kalemi ve çekiç, bir tahta parçasını işlerneye yarayabilirler. Ama bakın oymak için çelik kalem gerekir. Aynı şekilde sağduyu ve spekülatif aklın her ikisi de faydalıdırlar, ancak her biri kendi alanında olması şartıyla: Bicinci�i. deneyde doğrudan doğruya uy­ gulamalarını bulan yargılar söz konusu olduğunda, ikincisi ise sağduyunun kendi kendisine bu adı takan veya ters anl:ırnda olmak üzere bu adla adlandırı­ lan "sağduyu"nun - konuşma hakkına sahip olmadığı metafizik alanı gibi için­ de genel olarak salt kavrarnlara dayanılarak akıl yürütmenin gerçekleştirildiği bir alan söz konusu olduğunda " "Şunu açıkça itiraf ediyorum: Uzun yıllar önce beni i l k olarak dogmatik uykurndan uyandıran ve spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarıma bambaşka bir yön verdiren, David Hurne'un hatırası olmuştur. Ben Hurne'un sadece so­ runun yetersiz bir biçimde incelenmesinden ileri gelen ve bu sorunun ancak bir kısmı ile ilgili olan sonuçlarını kabul etmekten uzakurn. Oysa bütün göz önüne

50

ÇA G D A Ş F E L S E F E

alınmadığı takdirde hiçbir çözüme varılamaz. Bir başkasının bıraktığı tam olma­ makla birlikte doğru olan bir düşünceden hareket edersek, bu aydınlığın ilk kı­ vılcımını kendine borçlu olduğumuz keskin görüşlü insandan daha ileriye gide­ ceğimizi umabiliriz" "Bundan ötürü Hume'un itirazının genel bir biçimde ortaya konup kana­ mayacağını araştırınakla işe başladım ve kısa bir süre sonra nedensellik kavramı­ nın zihnin kendisi aracılığıyla a priori olarak şeyler arasında bağlantılar kurduğu tek kavram olmadığını, tersine merafiziğin tamamen bu tür kavramlardan mey­ dana geldiğini anladım. Bu a priori kavramların sayısından emin olmak istedim ve arzu ettiğim gibi tek bir ilke yardımıyla bunu başarınca, artık şimdi Hume'nun korktuğu gibi deneyden değil, salt akıldan çıktığını kesinlikle bildi­ ğim bu kavramların dedüksiyonuna geçtim. Keskin görüşlü selefime imkansız görünen ve onun dışında hiç kimsenin, genel değerlerinin neden ileri geldiğini kendi kendilerine sormaksızın bu tür kavramlardan gözü pek bir biçimde yarar­ lanmaları söz konusu olduğu halde aklına gelmeyen bu dedüksiyon, metafizik lehine o zamana kadar girişiimiş olan bütün çabalardan daha zor bir şeydi. Ve işin en kötüsü, bu dedüksiyonun önce metafiziğin imkanını tesis etmekle işe başlamak zorunda olmasından dolayı, metafizik alanında o zamana kadar var olan hiçbir şeyin bana herhangi bir faydasının dokunamayacağıydı. H ume'un sorununu sadece özel bir durumla ilgili olarak değil, salt aklın bütün uygulama­ ları için geçerli olacak bir biçimde çözmeyi başardıktan sonra, ister sonuç olarak tüm salt aklın alanını belirlemek, isterse onun sınırlarını çizmek veya onun içe­ riğini tam bir biçimde ve genel ilkelere göre tesbit etmek amacıyla yavaş, fakat emin adımlarla ileriye gidebilirdim. Merafı.ziğin, sistemini sağlam bir temel üze­ rinde kurması için ihtiyaç duyduğu şey ise özellikle budur". K ant' ın bu sözleri, kuşbakışı olarak her şeyi, Alman felsefesi üzerinde Hume'un etkisini, aklın bütün eleştirisinin ve kategoriler tablosunun ortaya çı­ kışını, felsefenin reformcusu olan filozofuruuzun gerçek temel düşüncesini ve bütün yanlışlarının nedenini göstermektedir. Kanr'ın bütün yanlışları, hiç kuş­ kusuz, düşünce yasalarının yöntemli ve akılsal kullanışı ile genel kavramlardan hareketle dedüksiyon yapan spekülasyonu birbirine karıştırmasından ileri gel­ mektedir. Yukarıda adı geçen çelik kalem benzetmesi, uygulamasından daha iyidir: Felsefi eleştiride düşüncenin başarılarını sağlayan şey, ne tümüyle farklı bir ha­ reket noktası, ne de karşıt bir yöntem olmayıp sadece zihnin genel yasalarını kullanınada daha büyük bir titizlik ve doğruluktur. "Kavramların eleştirisi" ola­ rak metafizik, geleneksel bir metnin fılolojik eleştirisinde, bir rivayerin kaynak­ larının tarihsel eleştirisinde veya doğa bilimine ilişkin bir varsayımın matemati­ ko-fiziksel bir eleştirisinde biraz daha dikkatli ve kavrayışlı davranmak zorundası

M A TE RYA L i Z M i N TA R İ H İ

dır. Ancak temelde onun da her eleştiri gibi bazen tümevarımsal, bazen tüm­ dengelimsel olan tüm mantığın araçlarıyla çalışması ve deneye ait olanı deneye, kavrarnlara ait olanı kavrarnlara vermesi gerekir. Sağduyu (common sense) taraftarlarının yaniışı da kesinlikle biricik hareket noktası olarak deneyi almaktan ibaret olan yöntemlerinde değildir. Almanların "sağlıklı insan zihni" (gesunder Menschenverstand) deyimi, hemen hemen "pa­ muklu çorap üreticisi" (baumwollener Strumpffabrikant) deyiminin veya diğer sevimli bileşik kavramların anlamına benzer bir anlamda alınabildiği takdirde gerçeğe daha çok yaklaşacaktır. Gerçekten etimolojisi göstermemekle birlikte o, sağlığı yerinde olan bir insanın, yani kaba mantığından başka sağlıklı organlar da kullanan, yargılarında düzensiz bir tarzda aklından başka duygularını, sezgi­ lerini, deneyini ve ilişkiler hakkındaki bilgisini de konuşturan bir insanın onala­ ma zihnidir: O, gündelik hayata ilişkin sorunlarda ülkesinin önyargılarının ken­ disini içine hapsetmiş olduğu sınırların izin verdiği ölçüde iyi bir onalama yar­ gıda bulunan, hiçbir zaman eksantrik bir görüş ileri sürmeyen bir zihindir. O halde günlük hayatın mantığı tutarlı olmamak veya her şeyi ince elekten geçir­ memekle birlikte, sayısız başanya ulaşır. Halk kitlesi, genel önyargının bu man­ tığın sonuçları üzerindeki etkisini fark etmez; çünkü onun kendisi bu aynı yan­ lışların etkisi altındadır. Bundan ötürü sağduyu, zaferlerinin çoğunu bütün re­ form teşebbüsleri ile alay etmesinde, polis devletini desteklemesinde, zalimce ce­ zaları devam ettirmesinde, toplumun "aşağı sınıfları"nı ezmesinde, krallık kuru­ munun zorunluluğunu ve kendi küçük kentinin Avrupa'nın bütün diğer kent­ lerine olan üstünlüğünü savunmasında kutlar. Bununla birlikte önyargının arn bir etkisinin olmadığı, ele aldığı konunun mahiyeti gereği yargının, sezgi ve de­ neyle işbirliği yapmak zorunda olduğu bir durumda, sağduyunun daha olumlu bazı şeyleri gerçekleştirmek gücünde olduğu da görülür. Horatius'u eleştirisinde bir Bentley'in, Roma tarihine yeniden biçim vermesinde bir Niebuhr'un, Antik sanata ilişkin daha derin bir anlayışın yaygınlaştırılmasında bir Winckel­ mann'ın, tüm dünyayı içine alan bir araştırmalar topluluğunu savunma yönün­ deki cesur anlayışında bir Humboldt'un başarıları, büyük ölçüde kökten bilim­ sel bir zihnin, evren ve insanlık hakkında daha derinliğine bir bilgi ile veya ge­ nellikle kapalı oda bilginierinkinden daha güçlü olan bir duyarlılıkla birleşmesi­ nin sonucudur. Felsefi eleştiride bile bu öğe, hiçbir zaman tam olarak önemini kaybetmez; sadece göreli olarak geri çekilir. Bilimsel düşüneeye karşı çktığında içinde her türlü saçmalığı barındıran ve ortaya koyan bu öğe, sanatın bilinçli pratiği ile birleşip ona hizmet ettiğinde ve onu tamamladığında, evrende en yüce şeylerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunur. Hume' unki gibi yüce bir zihni, "sağduyu"nun temsilcileriyle karşılaştırdığında Kant, güçlü bir biçimde bunu hissetmiştir. Yalnız o, düşüncenin daha büyük gücünü ve kavrayışını, spe-

52

Ç AGDAŞ FELSEFE

külarif yöntemle karışrırmakraydı. Hume'un, kendisiyle Kanr'ı dogmatik uyku­ sundan uyandırdığı şey, salr manrığın gücünden başka bir şey değildi. Eğer Kanr H ume'un saldırısına, sadece kategoriler rablosunu icadıyla karşılık vermiş olsaydı, tepkisi haklı bir tepki olrnayacakrı. Yalnız bu spekülasyonun gür örtüsü arkasında Kanr'ı felsefenin reformcusu kılabilecek en derin bir düşünce gizlen­ mekre idi: Bu, insan deneyinin, bütün önemleri deneyi belirlemekren ibaret olan bazı temel kavramların (Srammbegriffe) ürünü olduğunun açık bir biçim­ de sezilmesiydi. Nedensellik kavramı üzerindeki ramşma genel bir biçimde ra­ sarlanmışrır: Buna göre Hume bu kavramların doğa-üsrü ve ranmal vahye daya­ nan kaynağını onadan kaldırmakra haklıdır. Ancak onları deneyden türerme­ sinde haksızdır. Çünkü insan, doğa tarafından, özne ile yüklemi, nedenle eseri �irbirleriyle birleştirecek bir tarzda yapılmış olmasaydı, "deney"le hiçbir şey öğ­ renemezdi. Aslına bakılırsa deneyden önce var olan, kuşkusuz kavramların kendileri değildir; sadece dış dünyadan gelen izlenimlerin kendileriniden ötürü bu kav­ ramlar tarafından birbirleriyle birleşririldikleri ve düzene sokuldukları yapılar, mekanizmalardır (Einrichrungen). Eğer cismin kendisi salr tinsel ilişkileri tasar­ lamanın veri olan basir a priori bir biçimi olmamış olsaydı (25 numaralı nora bkz.) cismin a priori olarak var olduğu söylenebilirdi. Belki ileride bir gün, ne­ densellik kavramının temelinin refleks hareketi ve sempatik sistemle ilgili uya­ rılma mekanizmasında bulunduğu görülecektir. O zaman Kanr'ın salr aklını fiz­ yolojiye çevirmiş ve böylece daha açık bir duruma getirmiş olacağız. Yalnız ger­ çekte sorun değişmeyecekrir; çünkü fenomenler dünyasının gerçekliğine ilişkin naif inanç geriye i tildikren sonra, fiziksel olanla tinsel olan arasındaki mesafe ar­ rık büyük değildir. Bununla birlikte özellikle kendisini ancak duyusal bir imge aracılığı ile kavrayabilmemizden ötürü, salr tinsel olan her zaman için bilinme­ yen olarak kalacakur. Nedensellik kavramına ilişkin yargı bu kadar büyük bir önem kazandığın­ dan, kavramla ilgili farklı görüşleri ve en sonunda kendi görüşümüzü dön kısa önerme halinde özedeyeceğiz: 1 . Eski metafizik: Nedensellik kavramının kaynağı deneyde değil, salr akıl­ da bulunur ve bu yüce kaynağından ötürü o, insan deneyinin sınırları öresinde de geçerli ve doğrudur. 2. H ume: Nedensellik kavramı, salr akıldan rürerilemez; tersine deneyden gelir. Onun uygulanmasının sınırları belirsizdir. Ancak her halükarda deneyi aşan hiçbir şey hakkında gççerli değildir. 3. Kanr: Nedensellik kavramı, salr aklın remel kavramlarından biridir ve bu özelliğiyle rüm deneyimizin temelini meydana getirir. Özellikle de bu nedenden ötürü onun deney alanında mudak bir değeri vardır. Fakar bu alanın dışında

53

M A T ERYALi Z M i N TA R İ H İ

hiçbir anlam iade ermez. 4. Benim görüşüm: Nedensellik kavramının kökleri, bizim insani yapımız­ da bulunur ve o, ilkesi bakımından her türlü deneyden öncedir. Özellikle de bu nedenden ötürü, deney alanında mutlak bir değere sahiptir. Ancak bu alanın dı­ şında hiçbir önemi yoktur. Araçsız deneyin sonucu olan ve genel olarak deney göz özünde tutularak benzerlik yoluyla tasarlanan her şey (örneğin atomlar kuramı) da deney alanına airrir.(3 1 ) Ancak Epikuros atomlarının aşağıya doğru düşüşlerinde hiçbir neden olmaksızın düz çizgiden bir sapma meydana getirmelerini kabul etmiştir ve ge­ nellikle o kadar ölçülü olan Kanr bu görüşü "küsrahça" bir görüş olarak nirelen­ dirmişrir.(32) Kuşkusuz o yarım yüzyıldan fazla bir zaman sonra büyük Hume'un bir yumaşı ve onunkine benzeyen bir zihnin sahibi olan birinin şu sözleri söyleyeceğini rüyasında bile göremezdi: " Soyutlama ve analize alışık olan ve yerilerini samimiyerle bunlar üzerinde uygulayan her insanın, hayal gücünün bir rasavvuru kabul ve muhafaza edebil­ mesi durumunda, bugünkü asrronomiye göre, örneğin evreni teşkil eden dün­ yaların herhangi bir yerinde olayların gelişigüzel ve herhangi bir belli yasa ol­ maksızın birbirlerini izleyebileceklerini düşünmekte hiçbir güçlük çekmeyeceği­ ne inanıyorum. Kaldı ki ne deneyimizde, ne de zihnimizde, böyle bir şeyin hiç­ bir yerde gerçekleşmediğine inanmamız için yererli bir nedeni, hatta herhangi bir nedeni sağlayabilecek herhangi bir şey mevcuttur".(33) Mill, nedenselliğe inancı irade-dışı tümevarımın basit bir sonucu olarak görmektedir. Bundan zorunlu olarak gerek dünyamızda, gerekse evrenin en uzak bölgelerinde herhangi bir neden olmaksızın bir olayın meydana gelebilece­ ği sonucu çıkmaktadır. Nedensellik yasasına ancak tek bir olayda sadakatsiz davranmış olan Epikuros, bu durumda Mill'e şu çok sevdiği sözleriyle karşı çık­ mak hakkına sahip olacaktı: "Ama o zaman her şey her şeyden çıkabilir!" Buna Mill "şüphesiz öyledir; yalnız olguların gösterdiği üzere bu kesinlikle muhtemel (31) Düşüncelerin zincirinden, burada, sadece aşkın olanla deneysel olan, fenomenle numen arasında tam bir ayrılığın (disjunktion) var olması anlamında deney alanının söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Kant'ın yazılarını bilen herkes derhal bunun Kant'ın sistemine uygun olduğunu anlayacaktır. Buna rağmen onun tam bir kanıtlamasını vermek zorunda kaldım ("Neuer Beitrag zur Ge�chichte des Materialismus", Winterthur, 1 867) ve bugün artık ölmüş olan Prof. Schil­ ling'in naif ve bilgiççe iddialarını reddedişimdeki acımasız üslubumun nedeninin, onun bu nok­ tada Kant'ın yazıları hakkındaki tam bilgisizliği olduğunu saklamayacağım. Eğer Konu Fischer'le Trandelenburg arasındaki polemiği hilmiş olabilsc:ydim, şüphesiz Schilling'e daha yumuşak dav· ranırdım. (32) "Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des HimmelJ'in ( 1 755) önsözünde şunları oku­ makıayız: "Epikuros atomların birbirleriyle karşılaşabilmeleri için doğru boyunca h;uekederin· den hiçbir neden olmaksızın sapııkiarını ileri sürebilecek kadar küstah u". (33) "System ofLogic', Book II, s. 96, 3. Baskı.

54

ÇA GDAŞ F ELSEFE

değildir. Bundan b u tür bir durum ortaya çıktığında tekrar söz ederiz" diye ce­ vap verecektir. Eğer daha sonra, daha önce bilirnin kabul ettiği bütün kavrarnla­ ra ters düşer gibi görünen bir olay ona ya çıkarsa, Mill, nedenselliği a priori ola­ rak verilmiş bir şey gibi gören bizim yapacağımız şeyin aynısını yapacaktır: Bili­ rnin kendisini daha büyük bir dikkatle inceleyeceği zamana kadar bu olayla ilgi­ li yargısını askıya alacaktır. Her zaman türnevarırnın kendi gözünde o kadar bü­ yük bir değer taşıdığını, dolayısıyla bu dururnun ileride genel nedensellik yasası içine sokulup açıklanabileceği yönündeki umudunu terk ederneyeceğini savuna­ cakrır. Tersinin kanıtlanması sonsuza kadar gidecek bir davaya yol açacaktır. O halde nedenselliğin a priori olduğu görüşünü savunanların, a priori olarak ve her türlü deneyden önce haklı oldukları kabul edilmediği takdirde, bu sorun salt bir sözcük kavgasına dönüşerek soysuzlaşrna tehlikesini göstermektedir. Mill eğer genel olarak nedensellik yasası ile ondan çıkan bugünkü doğa bilimi anlayışı arasında bir ayrım yapmış olsaydı belki bu kadar çok yanılrnazdı. Ne­ den ve eserlerin tümünün doğa yasaları içinde en sıkı bir biçimde birbirleriyle ilişki içinde olduğunu söyleyen, doğa yasaları dışında hiçbir şeye, hiçbir kavra­ ma nedensel bir önem vermeyen bu sonuncu anlayış, nedenselik yasasına ilişkin bu bilimsel ve doğru anlayış, kuşkusuz yenidir ve tarihsel bakırndan sınıriandı­ rılması mümkün bir süre içinde türnevarım sayesinde elde edilmiştir. Doğrudan doğruya insan zihninin yapısından ileri gelen, her şeyin bir nedeni olduğunu kabul etmenin zorunlu olduğu görüşü ise aslında çok az bilirnseldir. Bu konuda anlaşıldığına göre insana benzer bir yapıya sahip olan rnayrnunun, benzerinin (alter ego) görünrüsünü açıklamak için eliyle aynanın arkasını yoklaması veya benzerinin onadan kayboluşunun nedenini açıklamak için rnuzip mobilyayı ters çevirip arkasına bakrnası, nedensellik kavrarnından ötürüdür. İlkelin, gök gürültüsünü bir tanrının arabasına izafe etmesi veya güneş tutulması esnasında bir ejderhanın dünyaya ışık saçan bu varlığı yutrnak istediğini zannetrnesi de yine nedensellik kavrarnından ötürüdür. Süt bebeği, ağlarnasıyla annesinin kur­ tarıcı yardıma gelişi arasındaki ilişkiyi nedensellik kavrarnından ötürü kurar. O, böylece bir deney yapar. Her şeyi rastlantıya mal eden irntiyazlı ahrnağa gelince, o, rastlantının, kaprislerinin başına gelen bütün kötülükleri açıklaması müm­ kün olan şeytani bir varlık olduğunu düşünür - tabii eğer düşünürse! -.(34) (34) Nedensellik yasasının sonuçta zorunluluk, imkan tasarımları gibi, neden tasarımına ekie­ diğimiz antropomorfik ikinci dereceden kavramların tamamen onadan kalkacakları veya zararsız. bir asgariye indirgerrecekleri saf bir biçime indirgenmesinin gerekip gerekmediğini bilmek tama­ men başka bir sorundur. Ancak bu anlamda, kuşkusuz. nedensellik kategorisinin kendisi de do­ kunulmaz.lık iddiasında bulunamaz.. Ve örneğin Comte, neden kavramını tamamen onadan kal­ dırıp onun yerine olayların değişmez. sırasını koyduğu takdirde, neden kavramının a prilo­ ri'liğine dayanarak onun yöntemine saldırılamaz.. Bu yöntemde de vazgeçilmez. bir faktörle hayal gücünün eklentileri birbirinden ayırt edilebilir. Ve entelektüel kültürün ilerlemesi ölçüsünde

55

MA T ERYA L I Z M I N T A R I H I

Günümüzün materyalistleri belki bu sorunda kendi kendileriyle küçük bir turarsızlık içinde bulunrnaktadırlar: Her şeyi deneyden çıkarmak eğiliminde ol­ dukları için onlar nedensellik yasası ile ilgili olarak da istisnai bir dururnun var­ lığını kabul etmek isterneyeceklerdir. Öte yandan doğa yasalarının mutlak ve sı­ nırsız egemenliği, haklı olarak, onların en sevdikleri aksiyornlarıdır. Czol­ be' nin kararlı bir biçimde Mill'in görüşünü paytaşıyor gibi göründüğü bir gerçektir. Yalnız o, düşüncenin doğuştan yasalarından, doğuştan itibaren rnan­ tıksalo larak bilinçte bulunan yasaları anlarnaktadır. Acaba yanlış anlamalar or­ tadan kalktıktan sonra onun görüşü ne olacaktır? Bununla birlikte Czolbe, kav­ rarnlarırnızın duyusal sezgiden (Anschaulishkeit) ileri gelen bir apaçıklığa sahip olmaları gerektiğini kabul ederek Mill'in sistemiyle asla uyuşmayan, hatta ters yönden Kant'ın bile ötesine giden metafizik bir ilkeyi ortaya koymuştur. Büch­ ner, doğa yasalarının zorunluluğu ve değişrnezliği üzerinde kuvvetle ısrar etmek­ tedir. Bununla birlikte bu yasalara inancı, deneyden türetrnektedir. H atta Büchner, düşünce ve doğa yasalarının özdeşliğini kabul eden Oersted'in metafi­ zik görüşünün bile bazen doğru olduğunu düşünrnektedir. Günümüz materyalistlerinin çoğu belki sözünü ettiğimiz kavram karışıklı­ ğını bir ilke haline dönüştürrnek ve nedensellik kavramının deneysel anlayışı ile akılsal anlayışı arasında yapılmak istenen her türlü ayrımı boş incelikler olarak nitelendirmek eğiliminde olacaklardır. Bu, aslında savaş rneydanından kaçmak demektir. Çünkü nedensellik kavramının pratik kullanılışı için onu deneyden almanın yeterli olduğu aşikar bir şeydir. O halde daha kesin bir incelernenin an­ cak salt kurarnsal bir arnacı olabilir ve kavrarnlar söz konusu olduğunda da sıkı bir mantık, kimyadaki doğru bir çözümleme kadar zorunludur. Günümüz materyalistlerinin benirnseyebilecekleri uygun bir t utum, esas olarak Hurne ve Mill ile birlikte yürürneleri, nedensellik yasasına aykırı olan is­ tisnai bir dururndan çıkacak olan ölümcül sonuçlardan, böyle bir istisnai duru­ rnun sonsuz derecede az muhtemel olduğunu göstererek kaçınmaya çalışmaları olacaktır. Zorda kalınırsa bu, olağanüstü hikayelere meraklı kişileri püskürtrnek için yeterlidir. Çünkü her zaman deyim yerinde ise düşünce ahlakının talebi olarak varsayırnlarırnızın temelinde belirsiz bir imkanın değil, gerçeğe yakınlığın (Wahrscheinlichkeit) bulunmasını talep edebiliriz. Ne var ki bununla da gerçek sorun onadan kalkrnaz. Çünkü gerçek güçlük, şundan ibarettir: Eğer onların neden ve eser olarak birbirleriyle birleşmelerini belirleyen şey zihnirnizin yapısı olmamış olsaydı, ta başlangıçtan itibaren iki duyum, aralarındaki bağlantı üze(kuvvet kavramında olduğu gibi) bu tür bir saflaşnrma zorunlu olur. Nedenselliğe gelince, daha sonra göreceğimiz. gibi, hiç olmazsa ikinci dereceden antropomorfik tasarımladan birini, yaratıcı ve aktif bir kısım olarak ilk nedene, diziden daha yüksek bir değer ve önem iz.afe eden tasarımı ortadan kaldırmak gerekir.

56

1

"

ÇAG DAŞ F EL S E F E

rinde bir deney yapılması amacıyla asla yan yana getirilip birbirleriyle birleştiri­ lemezlerdi. Bu bakış açısından, fenomenlerle "kendinde şey"in ilişkileri üzerine yepye­ ni bir ışık tutulmaktadır: Eğer nedensellik kavramı, Kant anlamında bir katego­ ri ise, bütün diğer kategoriler gibi o da ancak deney alanında bir değer ifade eder. A priori kavramlar ancak duyular tarafından sağlanan sezgilerle birleştikle­ ri takdirde, genel olarak bir nesne hakkında geçerli olurlar. Anlığı gerçekleştiren, duyarlılıktır. Ancak eğer durum böyleyse, fenomenterin arkasında bulunan bir "kendinde şey"e nasıl geçilebilir? Bu durumda nedensellik kavramı, aşkın bir ni­ telik kazanmayacak mıdır? O, genel olarak mümkün her türlü deneyin ötesinde bulunan sözüm-ona bir nesneye uygulanmış olmayacak mıdır? "SaltAklın Eleştiristne yapılan ilk eleştirilerden bugüne kadar, bu itiraz ile­ ri sürülerek her seferinde Kant'ın �lt edildiği zannedilmiştir. Biz de bu eserin bi­ rinci baskısında Kam'ın sisteminin zırhının zayıf noktasının burası olduğunu söylemiştik. Yalnız Kam'ın daha derinlemesine bir incelemesi, onun bunu sa­ vuşturmak üzere tedbirler aldığını göstermektedir. Bizim Kant'ın sisteminin bir düzeltilmesi olarak ileri sürdüğümüz şey, aslından Kant'ın kendi görüşüdür: Kendinde şey, bir sınır kavramı'ndan (Grenzbegriff) başka bir şey değildir. Biz şunu söylüyorduk: "Havuzdaki balık, ancak suda yüzebilir, karada yüzemez. Ama başını havuzun zeminine ve kenarlarına vurabilir". Biz de o halde bu balık gibi, nedensellik kavramımızia bütün deney alanını ölçebitir ve bu alanın öte­ sinde bilme yetimize tamamen kapalı bir bölgenin var olduğunu görebiliriz.(35) O halde biz gerçekte bu "kendinde şey"in var olup olmadığını bilmiyoruz. Biz sadece dünyamızın ancak bir tasavvur dünyası (Vorstellung) olabileceğini kabul eder etmez, düşünce yasalarımızın mantıksal kullanışının bizi fenomente­ rin nedeni olarak tümüyle problematik bir şey fikrine götürdüğünü biliyoruz. Eğer kendi kendimize "peki ama bu durumda şeyler nerededirler?" sorusunu so­ rarsak, cevap şudur: "fenomenlerde!" "Kendinde şey" buharlaşıp basit bir tasav(35) Kişisel incelemelerim sonucu bu noktada görüşümü değiştirmeye hazırlanıyordum ki Dr. Cohen'in "Kants Theorie der Erfahrung" adlı önemli eseri yayınlandı. Bu eser beni Kant'ın "Salt Aklın Eleıtirist' üzerine olan düşüncelerimi tümüyle yeniden gözden geçirmeye itti. Sonuç· ta, Kant'ın fi.kirleriniıı nesnel bir sergilemesinin söz konusu olduğu ölçüde, çoğu noktada Co· hen'le aynı görüşte olduğumu kabul etmek zorunda olduğumu gördüm. Yalnız şu kayıtla ki bu· gün hala Kant bana asla Colıen'e göründüğü kadar çelişki ve tereddütlerden korunmuş bir insan olarak görünmemektedir . Bugün Kant fılolojisinin yakında muhtemelen taklit edilecek olan bir başlangıcında bulunuyoruz. Trandelenburg okulunun Aristotelesçi filolojisi gibi bu fılolojinin de incelemelerinin konusunu önce çelişkilerden korunmuş bir birlik yönünde anlamakla işe başla· ması doğaldır. Bu birliğin gerçekleşemeyeceği noktalar, bu yolda en emin bir biçimde kendileri· ni göstereceklerdir. Kendinde şeyin burada verilmiş olan tam anlamı için özellikle "fenomenler", "numenler" ve "düşünce kavramlarının çift anlamlılığı" ile ilgili bölümlerdeki pasajlara bkz. Ay· nca Cohen' e de bkz: "Kan ts Theorie der Erfahrung', s. 252 ve devamı.

57

M A T E RYA L I Z M I N TAR İ H İ

vura indirgendiği ölçüde fenomenler dünyası daha büyük bir gerçeklik kazan­ maktadır. O, genel olarak "gerçek" adını verebileceğimiz herşeyi içini almakta­ dır: Fenomenler, sağduyunun "şeyler" diye adlandırdığı şeydir. Filozof, onların basit olarak benim dışımda bulunan herhangi bir şey olmadıklarını, tersine zih­ nimin ve duyarlılığıının yasalarının bir ürünü olduklarını belirtmek için şeyleri "fenomenler" olarak adlandırır. Her gün, deneyin ayrıntıları içinde gözümün önünde gördüğüm şekilde neden-eser ilişkilerinden hareketle oluşturduğum bu aynı yasalar beni önümde bulunan bu, evren diye adlandırılan büyük bütünün de bir nedeni olduğunu farz etmeye götürmektedir. Nedensellik kavramı tara­ fından yönetilen deneysel araştırmalar bize kulağımızın dünyasının gözümüzün dünyasına tekabül etmediğini, mantıksal sonuçlar dünyasının araçsız sezginin dünyasından tamamen farklı olduğunu göstermiştir. Bu araştırmalar, fenomen­ ler dünyamızın bütününün duyu organlarımıza bağımlı olduğunu göstermekte­ dir. Ve Kant burada kategorilerimizin duyutarımızla aynı rolü oynadığını or­ taya koymuş olma yönünde kalıcı bir hizmette bulunmuştur. Şimdi eğer feno­ menler dünyasının kapsamlı bir incelemesi bizi, onun da bütününde doğal ya­ pımız tarafından belirlendiğini keşfetmeye götürüyorsa, benzerlik gereği, diğer organlarımızı tamamlamak ve düzeltmek için yeni bir organ kazanmamızın ar­ tık söz konusu olmadığı bir durumda bile sonsuz sayıda farklı tasavvurların mümkün olduğunu kabul etmemiz gerekir. Dahası var: Farklı biçimlerde orga­ nize olmuş varlıkların bütün bu tasavvur tarzlarının, sonuç itibariyle, fenomen­ ler dünyasının şeylerine' karşıt olarak, ortak, fakat bilinmeyen bir kaynağının ol­ ması gerekir. Bu, "kendinde şey"dir. O zaman anlığımızın kullanışının zorunlu bir sonucu olarak bu tasavvura rahatlıkla kendimizi teslim edebiliriz. Bununla birlikte araşurmalarımızı devam ettirdiğimiz takdirde, bu aynı anlık bu karşıtlı­ ğı bizzat kendisinin yarattığını itiraf etmeye mecbur kalacaktır: Biz her tarafta ancak "fenomen"le, bilindiği gibi anlığa sonsuz farklı derecelerde kendini göste­ ren "varlık" arasındaki ampirik zıtlığı görmekteyiz. Belli bir göz önüne alma (Betrachtung) düzeyinde bir "varlık" olan şey de bir başka göz önüne alma dü­ zeyinde daha derin bir biçimde gizil olan bir başka varlığa oranla "fenomen" olarak görünecektir. Fakat şeylerin gerçek özü, bütün fenomenterin en son te­ meli sadece bizim için bilinemez olmakla kalmaz; aynı zamanda o, deneyimizin dışında herhangi bir değeri olup olmadığını bilmediğimiz yapımız tarafından belirlenen zıtlığın en son ürününden ne daha fazla, ne daha eksik olmayan bir şeydir. Kant, "kendinde şey"lerin özü sorununun, en ufak bir önemi olduğunu reddedecek kadar ileri gitmektedir. O, Czolbe'nin deyimi ile veri olan dünya ile yetinen deneyci (empiriker) ile bu konuda o kadar çok uyuşmaktadır! Düşünce kavramlarının(Reflexbegriffe) çift anlamlılığını ele alan bölümde Kant şöyle de-

58

ÇA G DA Ş F EL S E F E

mektedir: " Kendinde şeylerin ne olduğunu bilmiyorum, bilmek ihtiyacını da duymuyorum. Çünkü bir şey bana her zaman ancak bir fenomen olarak görü­ nebilir". Ve daha ileride "maddenin içi"nin veya bize madde olarak görünen "kendinde şey"in, sırf bir düşren ibaret olduğunu söylemektedir. Kanr, şeylerin içini görmenin imkansızlığına ilişkin şikiyederin - Haller'in Goethe'yi de o ka­ dar rahatsız ermiş olan iddiasına açık ima - "tamamen haksız ve saçma" olduğu­ nu söylemektedir. Çünkü onlar duyuların yardımı olmaksızın bilebilmemizi, hatta bir sezgimiz olmasını isremekredirler. "Doğanın, yani fenomenlerin mun­ tazam bağlantılarının içine gelince, ona fenomenlerin gözlemlenmesi ve analiz edilmesi ile nüfuz edilir ve, zamanla bunun nereye kadar gideceğini bilmek de imkansızdır". (36) Nedensellik kavramı için geçerli olan her şey geri kalan diğer kategoriler için de söz konusudur. Onlar her türlü deneyimizin temelinde bulunurlar; fakat bizi ne mümkün deney alanının ötesine geçirebilirler, ne de eski merafiziğin in­ celemelerinin üzerine yöneldiği aşkın nesnelere uygulanabilirler. Kanr'ın düşün­ cemizin bütün a priori öğelerini kesin olarak tek bir ilkeden rürerebileceğini zannederek yeni bir metafizik yaratmış olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte o, teorik felsefesinin zayıf noktasıdır. Buna rağmen eğer Kam'ı felsefenin reform­ cusu olarak ortaya çıkmaya iten neden tam da bu "hayali keşfi" olmuşsa, unut­ mamalıyız ki hemen hemen hiç kimse bu tür düşünce şimşeklerinin büyüsüne karşı koyamaz ve daha da önemlisi, burada da belli bir doğruluk payı mevcut­ tur. Gerçekren Kam, . anlığın temel kavramlarını, manukra öğretildiği veya öğ­ rerilmesi gerektiği biçimde farklı yargı formlannda bulabileceğine inanmakray­ dL Kuşkusuz eğer biz yargının gerçek ve kalıcı temel formlarını bildiğimizden emin olsak, onlardan gerçek temel kavrarnlara geçmek hiç de saçma olmayacak­ ur. Çünkü yapımızın bütün deneyimizi belirleyen özelliklerinin anlığımızın faa­ liyetinin farklı doğrultuianna da damgalarını vurduklarını kabul etmemiz gere­ kir.(37) Ancak her yargının basit ve zorunlu öğelerini, bize gerçek kategorileri (36) "Doğanın içine, yaratılmış hiçbir zihin nüfuz edemez. Onun, kendisine sadece dış kabu­ ğunu gösterdiği insana ne mutlu!" ünlü mısraları, Goethe'nin 60 yıl önce "dolaylı olarak lanetie­ diği ["Gedichte", Abteilung Gott, Gemüt und Welt] bu mısralar, her duyusal sezginin, dolayısıy­ la doğa hakkındaki tüm imgemizin, tanrısal ve safbir düşüncenin (veya duyusal değil, entelektü­ el bir sezginin) bulanık tasarımından başka birşey olmadığını söyleyen Leibniz felsefesi yönünde anlaşılmalıdırlar. Kanı'a göre fenomenlerin aşkın temeli anlamında doğanın içi, bize kapalı kalır. Ancak onunla uğraşmada hiçbir menf3atimiz yoktur. Oysa doğal bilimler olarak doğanın içi, bil­ ginin sınırsız bir ilerlemesine açıktır. (37) Yukarıda 25 numaralı nota bkz. - Cohen'e gelince ("Kant's Theorie der Eifahnmg, s. 207), şunu da belirtelim ki farklı kategorilerin ortadan kalkması veya başka tarzda türetilmesi ge­ rekse bile, sisteminin varlığını sürdüreceğini söyleyerek Kanı'ı savunmak yeterli değildir. Onun

59

M AT E R YA L I Z M I N TA R I H I

verebilecek biricik öğeleri nereden öğreneceğiz? Kant'ın genellikle son derecede çekici olan "cek bir ilkeden cürecme" yöme­ mi cemelde, dön yacay çizgi tarafından kesilen beş dikey çizgiden meydana ge­ len bir şeklin çizilmesinden ve böylece oluşturulmuş olan on iki karenin içinin doldurulmasından ibarenir. Oysa örneğin "imkan" ve "zorunluluk" gibi iki yar­ gıdan olsa olsa ancak birinin asli bir form olarak ele alınabileceği, diğerinin ise olumsuzlama ile bundan çıkacağı aşikardır. Kacegorilerin dedüksiyonunda Aris­ coceles'in salc deneysel yömemi, aslında daha iyiydi. Çünkü hiç olmazsa bu ka­ dar cehlikeli yanılgılara göcürmüyordu. Kant'ın burada yapuğı yanlış, hiç kuş­ kusuz Alman okul felsefesinin bir öğrencisinde, geleneğin baskısından ancak çok büyük çabalarla kendisini kunarmış olan bir öğrencisinde çok doğaldı. Kant, formel mantıkta bulduğu "hazır önçalışma"nın değerini abanmaktaydı. O, anlığın yecilerinin cam bir sınıflandırılmasında kullanabileceğine inandığı deneysel psikolojinin uzmanlık çalışmalarına gereğinden fazla önem veriyordu. Geleneksel mantığın gramer ve dille olan doğal ilişkilerinden öcürü hala psikolo­ jik öğeler içerdiğini unucuyordu. O psikolojik öğeler ki insanbiçimsel öze.Hikleri ile manuğın gerçekten manuksal olan kısmından, yani bugün bile kendileriyle karışmış bir durumda bulunduğu mantık-dışı öğelerden bücünüyle ayıklanmayı bekleyen kısmından, çok farklıdırlar. Okul mamığından, kendisini değişeirmek sureciyle yargıların sınıflamasını alırken ve on ikili yargılar cecvelini farklı değer­ lere sahip olan çeşidi düşünceleri ile camamlarken Kant, hiç şüphesiz, spekülassisteminin, kategorilerin "metafıziksel değil", "uansandantal" dedüksiyonuna dayandığı, yani K ant'ın gerçek kanıdamasının bu kavramların sentetik a priori bilgilerin imkanının koşulları ola­ rak kanıtlanmasından ibaret olduğu, tamamen doğrudur. O halde a priori senteze temel ödevi gören "değişmeyen faktör"ün muhafaza edilmesi koşulu ile (34 numaralı nota da bkz.), bu temel kavramlardan herhangi birinin daha doğru bir analiz sonucunda ortadan kalkmasının önemli ol­ madığı düşünülebilir. Ancak şuna da dikkat etmek gerekir ki Kant'ı aşan bu analiz, çok muhte­ mel olarak aynı zamanda kategoriler tablosunun sınırlandırılmasına (belki de genişletilmesine) yol açacak ve böylece Kant'ın, sistemin tamamlanması bakımından çok önemli olan bir iddiası (kategoriler tablosunun mutlak doğruluk ve tamlığına ilişkin iddia) geçerliliğini kaybetmiş ola­ caktır. Salt transandamal bakış açısı, fazla vurgulandığı takdirde, daha önce dediğimiz gibi, toto­ lojiye varılacakm, yani deneyin, her türlü mümkün deneyin koşulları ile izah edilmesi gerekecek­ tir. Eğer transandamal dedüksiyonun da totoloji yerine "sentetik bir sonuç" vermesi gerekli ise, kategorilerin, deneyin koşullarını teşkil etmeleri dışında da bir şeyler olmaları zorunludur. Kate­ gorileri salt aklın temel kavramları olarak adlandıran Kant'ta aranması gereken budur. Biz ise on­ ların yerine "yapı"yı geçirdik Özellikle bundan dolayı Kant'ın içlerinden biri veya birkaçının, mantıksal bakımdan zorunlu en son temel-kavrama tekabül edip etmediklerinin hiçbir zaman söylenemeyeceği herhangi bir bulanık ve antropomorfik kavramlar bütününü değil; en son ve kalıcı "temel kavramlar''ı keşfetmek için çaba sarf etmesi gerekiyordu. Bu vesileyle şunu da belir­ telim ki Comte'un gösterdiği üzere sadece "neden" kavramı, vazgeçilmez bir kavram olmakla kalmaz; aynı zamanda özellikle "imkan" ve "zorunluluk" kavramları da, daha sonra gösterıneyi ümit ettiğimiz üzere, felsefenin dilinden tamamen dışarı aulabilirler.

60

Ç AGDAŞ F E L S E F E

yonun fıksiyonlarında yeri olan, ancak anlığın çalışmasının temelleri üzerine yö­ nelen eleştirici bir araştırmada kesinlikle yeri olmayan, metafizikçilerin mimari (architektonisch) eğilimlerine boyun eğmekteydi. Bundan ötürü Kant, nicelik, nitelik, bağıntı ve kiplik gibi dört ana bölmesinin ve bunların üçerli alt bölüm­ lerinin uygulamasına giriştiği ölçüde, hiçbir değer taşımayan boş kavramların tehlikeli alanına girmek üzere eleştirinin sağlam zemininden uzaklaşmışur.(38) Daha sonra Kant'ın takipçiteri de gerçekte burada bizzak Kam'ın kendisinin o kadar doğru bir biçimde "görüntünün (Schein) gerçek yeri olan engin ve fırtı­ nalı okyanus" adıyla adlandırdığı şey üzerinde akıntıya kapılmış bir tarzda yapı­ lan bir yolculuk söz konusu olduğu halde, sanki evreni fethetmeleri söz konusu imiş gibi pupa yelken bu tehlikeli alana açılmışlardır. Eğer burada Kant'ın kategoriler tablosunu ayrıntılı olarak eleştirrnek ister­ sek, konumuzdan çok uzaktaşmış oluruz. Materyalizm sorunu ile ilgili olarak, diğer kategorilerden söz etmek yerine, burada, bir de bütün tartışmanın esas olarak üzerlerinde cereyan ettiği şu asıl anlamında " metafiziksel İdeler"in kayna­ ğını araştırmamız daha doğru olacaktır. Scleiden'e inanacak olursak, Kant, Tan­ rı, özgürlük ve ölümsüzlük idelerine sonsuza kadar içinde yaşayacakları bir sağ­ lamlık kazandırmıştır. Ne var ki bunun yerine biz burada, her şeyden önce, ku­ ramsal felsefe alanında kategorilerin dedüksiyonundan - eğer mümkünse daha tehlikeli olan bir dedüksiyonla karşılaşmaktayız; çünkü Kam, kategorileri olağan mantıktaki akıl yürütme biçimlerinden türettiği halde, bu ideleri, neden­ dir bilinmez, aklın saf kavramları olarak akıl yürütme biçimlerinden türetmek ihtiyacını duymuştur. Burada o böylece bir kez daha aklın kavramlarını keşfet­ miş olduğunun güvencesini bulduğunu düşünmekteydi. Ve böylece Kam çok yapay bir biçimde kategorik akıl yürütme biçimlerinden Evren idesini, hipote­ tik akıl yürütme biçimlerinden Ruh idesini, disjonktif akıl yÜrütme biçimlerin­ den Tanrı idesini geliştirmiştir. Kant'ın görüşüne göre kategoriler anlığımıza ancak deneyde faydalıdırlar. O halde İdeler ne işe yaramaktadırlar? Bu İdelerin bugün materyalizm tartışma­ sından aynadıkları önemli rolü göz önüne alırsak, burada Kant'ın diğer bazı sözlerini zikretmemiz yararsız olmayacaktır: Aklın bu İdelerinin nasıl türetilmiş olduklarına ne kadar az önem veriyorsak, bu İdelerin bilgimizde aynadıkları ro­ lün değerlendirilmesiyle ilgili olarak Kant'ın öncü kafasının olağanüstü açıklığı(38) Burada özellikle şunu belirtmek gerekir ki bu, sadece çoğu tamamen temelsiz olan "Pra­ tik Akim Ele1tirisl nin konstrüksiyonları için geçerli değildir; "Metafiziğin 1/ke/erı"' (Systematische Vorste!lımg al/er grımdsaetze) bir yana "Bütün ilkelerin Sistematik Tasarımı"nda ["Metaphysische Anfangrgrünek] da mahzur çok açıktır. Dolayısıyla 1 2 kategorinin bu temel üzerine dayandırıl­ ması düşünülürse, ciddi bir eleştiri hiç kuşkusuz "tek bir ilkeden türetme"nin lehine konuşmaya­ cakur. '

61

MATE RYAL İ Z M İ N TAR İ H İ

na o kadar hayran olmaktan kendimizi alamıyoruz. Kam, " Gelecekteki Her Metafiziğe Girij'inde şöyle demektedir: "Aklın ide­ leri kategoriler gibi anlığımızı deneyde kullanmamız açısından bize herhangi bir yarar sağlamazlar. Bu açıdan onlardan tamamen vazgeçilebilir. Hatta onlar akıl için bir engel, bir güçlüktürler. Bununla birlikte bu ideler belirlenmesi gereken bir başka amaç için zorunludurlar". "Ruh basit bir töz müdür, değil midir?'' "Ruhla ilgili fenomenlerin açıklan­ ması bakımından bunun bizim için hiçbir önemi yoktur. Çünkü biz basit bir varlık kavramını hiçbir deneyle duyusal, yani somut bir tarzda anlaşılır kılama­ yız. O halde fenomenlerin mahiyetinin içine nüfuz etme yönündeki umutları­ mız bakımından bu kavram tamamen boş bir kavramdır ve iç ve dış deneyin bize gösterdiği şeyin açıklaması ile ilgili olarak bize hiçbir ilke sağlayamaz. Evre­ nin bir başlangıcı olduğu veya ezeli-ebediliğine ilişkin kozmolojik ideler de dünyanın kendisinde olup biten herhangi bir olayı bize daha fazla açıklamazlar. Nihayet doğa felsefesinin doğru bir özdeyişi uyarınca doğanın yapısı ile ilgili olarak en yüce bir Varlık'ın iradesinden çıkarılmış her türlü açıklamadan vaz­ geçmemiz gerekir. Çünkü bu artık doğa felsefesi değildir; tersine bizim doğa fel­ sefesiyle işimizin bittiğini gösteren bir itiraftır. " Materyalisderimiz" arasında kesinlikle metafizikçi olmak istemeyenler ve genel olarak her alanda kesin araştırmalara özgür bir yol açmak arzusunda olan­ lar, bundan daha fazla bir şey isteyemezler. Yalnız onlar çeşidi nedenlerden ötü­ rü bu araştırmaların ötesinde kabul edilmesi istenebilecek şeylere kayıtsız kala­ caklardır. Dogmatik materyalist, pozitif bilimlerin gelişmesi üzerine hiçbir etki­ leri olmaması gerektiğine göre bu idelerin ne anlama geldiğini soracaktır. O sa­ dece bilimin ilerlemelerine karşı çıkmak amacıyla bilimsel tartışmalara bu idele­ rin dolaylı bir yoldan yeniden sokulmak istenmesinden endişe etmekle kalma­ yacak, genel olarak evrenin duyularımızdan ötürü bize göründüğü biçimde olduğunu metafizik bir dogma gibi korı.ımak istediğinden, duyusal deneyin öte­ sinde herhangi bir şeyin varlığını kabul etmek istemeyecektir. Bu arada Kant'ın kendisi değil de bazı çömezleri söz konusu olduğunda bu kuşkunun gerçekten çok yerinde olduğunu belirtelim: Felsefi güçsüzlükle birlikte bulunan bürokra­ tik bağnazlığın Kant'ın özgürlük kuramının bile, en sıkı deneyeiliğin alanını terk eder etmez hukuk klerikalizminin (juristischen Pfaffen thums) elinde bir ci­ nayet aracına dönüşen bilimde, yani adli yargılama psikolojisinde kötüye kul­ lanması olayına tanık olmadık mı?(39) Duyular dünyasının mutlak nesnelliğini (39) Bu konu ile ilgili olarak şu makaleme bkz: "Ü ber die Prinzipien der gerichdichen Psychologie, m ir besonderer Berücksichrigung von İdeler's Lehrbuch der gerichdichen Psycholo­ gie", Schneider, Schürmayer ve Knols'un "Zeitschrift for Staatsarzneikımdl' dergisi, Neue Folge, Bd. XI, Heft 1 ve 2, Erlangen, 1 8 58.

62

ÇA G DAŞ F ELS E F E

savunan metafizik dogmaya gelince, İdeler kendi doğal pozisyonlarında kalarak onun saldırılarına karşı kolayca direnmesini bileceklerdir. Anlık ayrıntılada uğraştığı halde, Kam'ın anladığı anlamda İdelerin kayna­ ğı olan akıl, her türlü mümkün deneyin bütününe yönelmiştir. Akıl, şeylerin bütününü kucaklamadığı sürece bilgilerimizin hiçbir dalından tatmin olmaz. O halde nasıl ki anlık deneyci (empirisich) ise, akıl da sistemcidir. Ruh, Evren ve Tanrı İ del eri, akılsal yapımızda bulunan bu birlik arzularının ifadesinden başka şeyler değildirler. Eğer onlara bizim dışımızda nesnel bir varlık izafe edersek, metafizik yanlışların uçsuz bucaksız denizine dalmış oluruz. Ama eğer onlara bi­ zim İdelerimiz olarak saygı gösterirsek, aklımızın kaçınılmaz bir talebine boyun eğmekten başka bir şey yapmış olmayız: İdeler, bilgilerimizi artırmaya değil, materyalizmin iddialarını ortadan kaldırmaya ve böylece Kam'ın, felsefenin en önemli bir kısmı olarak gördüğü ahlak felsefesine yer açmaya yararlar. Materyalizme karşıt olarak İdeleri meşru kılan şey, herhangi bir üstün haki­ kat-ister kanıtlanmış, isterse vahyedilmiş ve kanıdanamaz nitelikte olan bir ha­ kikat-olma iddiaları değildir; daha çok bunun tersidir, yani dış dünyaya yönelen bilimin alanında herhangi bir kuramsal değerleri olduğu iddiasından tam ye açık bir biçimde vazgeçilmesidir. İdeler di.işlerden, her şeyden önce, şu veya bu insanda gelip geçici bir tarzda ortaya çıkmayıp tersine temellerini i nsanın doğal yapısında bulmaları(40) ve genellikle düşlere mal edilemeyecek bir yararları ol­ ması bakımından ayrılırlar. Böylece eleştiri her dogmatik metafiziği, o halde dogmatik materyalizmi ortadan kaldırdığı halde, İdelere bir şey yapamaz. Eğer Kant'ın sayıları ve biçimleri ile ilgili olarak ileri sürdüğü tarzda İdelerin zorunlu olarak bizim doğal yapımızdan çıktıkları kesin bir biçimde kanıtlanabilirse, on­ ların savunmaları sarsılmaz temeller üzerine dayandırılabilir. Eğer bundan başka insanın bu doğal yapısı, herhangi bir deneyin yardımı olmaksızın salt akıl aracı­ lığıyla keşfedilebilirse, hiç kuşkusuz burada önemli bir bilim dalı kurulmuş ola­ caktır. Bu düşünceyi açıklığa kavuşturmak için dürbün zannederek eline bir ka­ leidoskop alan bir adam düşünelim: O, kendi dışında son derece ilginç nesneler gördüğüne inanmakta ve bütün dikkatini onları gözlernlemeye vermektedir. Bu adam dar bir yere kapatılmış olmalıdır. Burada bir yanda kendisine dışarıda sı­ nırlı ve bulanık bir manzarayı gösteren küçücük bir pencere, öte yanda yukarıda sözünü ettiğimiz ve kendisine bakarak uzakları gördüğünü zannettiği kaleidos(40) "İnsanın doğal yapısı" daha doğrudur; Birinci baskıda olduğu gibi "insan zihninindoğal yapısı" deyimi ise daha popülerdir. Kanı'ın "zihnin doğal yapısı" veya "ruhun doğal yapısı" de­ yimlerinden, özellikle bu yapının fiziksel yapıdan kendinde farklı olan bir şey olduğu izlenimini doğurmamak için kaçındığını görmek ilginçtir. Buna karşılık o tamamen rahat bir biçimde "ak­ lın doğası veya eğilimleri"nden söz etmektedir. Bunlarla, bedenle ruhun ilişkileri üzerine herhan­ gi bir sonuca varmaksızın, sadece insanın bir işlevini anlamak gerekir - 25 numaralı nota bkz.

63

MAT E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

kop olsun ve bu kaleidoskop da sıkı bir biçimde duvara yerleştirilmiş olsun. Şimdi bu adam bu kaleidoskopla odasının dışına bakmaktan özel bir zevk duya­ caktır. Bu bakış açısı, onun küçücük pencereden daha fazla hoşuna gidecektir. Bu yolla o, olağanüstü güzelliğe sahip uzak bir yer hakkındaki bilgisini sürekli olarak artırmaya çalışacaktır. İşte deneyin dar penceresini küçümseyen ve içinde İdeler dünyasının bulunduğu kaleidoskop tarafindan aldatılan metafizikçi böyle bir adamdır. Ancak bu metafızikçi yanlışını anladığı, kaleidoskopun özünü kav­ radığı zaman dahi bu araçtan vazgeçmeyecek ve uğradığı büyük hayal kırıklığı­ na rağmen bu alet onun için canlı bir ilgi konusu olmaktan çıkmayacaktır. O artık kendine "bu uzakta gördüğüm olağanüstü imgeler nedir, neyi ifade etmek­ tedir?" diye sormayacak, "bunları meydana getiren bu aletin yapısı nedir?" diye soracaktır. O halde burada küçük pencereden yapılan gözlem kadar değerli bir bilgi kaynağının bulunması mümkündür. Okuyucularımız daha önce kategorilere yöneltmiş olduğumuz itirazların aynılarının burada da geçerli olduklarını fark edeceklerdir: Aklımızda zorunlu olarak bize deneyle ilişkisi bulunmayan İdeleri gösteren bazı doğal yeriler oldu­ ğunu kabul edebiliriz. Dış dünya ile ilgili olarak bize bilgi verdikleri yönündeki aldatıcı görünüşlerinden kunulduğumuz zaman, bu tür İdelerin hatta kuramsal açıdan zihnimizin son derece değerli bir kazaneını teşkil ettiklerini de kabul edebiliriz. Yalnız onları güvenli bir biçimde bir ilkeden türetmek için elimizde hiçbir imkan yoktur. Burada çok basit olarak "psikolojinin alanı" içinde bulun­ maktayız - tabii eğer böyle bir bilimin varlığı kabul edilebilirse - ve kendisin­ den benzeri İdelerin çıktığı bu tür doğal yetilerin bilgisine - tabii eğer böyle bir bilgi genel olarak mümkünse - ancak özel bilimsel araştırmaları yöneten genel yöntem aracılığıyla erişebiliriz.(4 1 ) , İdelerin zorunluluğuna gelince, Kant'ın ileri sürdüğü anlamda bu zorunlu­ luğa kesinlikle karşı çıkılabilir: Duyumların çokluğunun birliği için bir özne olarak Ruh İdesine bakalım; onun zorunluluğunu kabul etmek olsa olsa muhte­ mel bir şey olarak görünmektedir. Akıl sahibi bir yaratıcı varlık olarak evrenin karşısına yerleştirilmesi bakımından T ann İdesine gelince, doğal yapımızda onu tasadamak yönünde varlığı ileri sürülen bir eğilim kesinlikle mevcut değildir. Bunu bizzat kendi varlıklarıyla materyalistler değil, Demokritos, Herakleitos, Empedokles, Spinoza, Fichte ve Hegel gibi Antik ve Yeniçağ'ın en büyük düşü(41) Gelecekte bilim adını almayı hakkermesinin mümkün olacağı rek anlamda psikolojinin ruh kavramından değil, psişik fonksiyonlardan hareker ermesi ve fizyolojiye dayanması gerekir. İleride kanıdayacağımız budur. Bununla birlikte eski merafiziğin anladığı anlamda ruhla beden ilişkilerini materyalist yönde bir sonuca bağlamak hiç de zorunlu değildir. Bu ilişkiler, ramamen basit olarak, mümkün deneyin sınırları içinde gerçek araştırmanın bizi götürdüğü incelemenin dışında kalırlar (bir önceki nora bkz.) .

64

ÇA G D A Ş F E L S E F E

nürlerinin çoğu açıkça göstermektedir. Ana sorunla ilgili olarak Kanr b u son ikisi, yani bu bakımdan amonoru Tycho Brahe ile karşılaşurılmaları mümkün olan Fiçhte ve Hegel'i büyük ölçüde aşmaktaysa da onlar burada Kanr'ın anla­ dığı anlamda, salt aklın evrenin akıllı bir yaraucısına ilişkin idealini hiçbir şekil­ de doğrulamayan soyudamaya yönelik sağlam düşünürlerin örnekleri olarak hizmet görmektedirler. Neden-eser ilişkisi içinde birbirlerine bağlı tüm olayların bütünü olarak Ev­ ren İdesiyle uğraşırken Kanr, seçme özgürlüğü sorununu da çözmeye çalışmak­ tadır. Şimdi zamanımııda materyalizm tartışmasında en büyük rolü oynayan da özellikle bu sorundur ve bu konuda materyalisrierin genel olarak, seçme özgür­ lüğünü reddetme alışkanlığında olmalarına karşılık, onların hasımları sanki Kanr seçme özgürlüğünün varlığını kesin biçimde kanıtlamış gibi hemen he­ men her zaman ona başvurmaktadırlar. Eğer Kanr'ın bu konudaki görüşünü açık ve kesin çizgilerle kısaca özedemeye muvaffak olursak, bu her iki grup için de zorunlu olarak sorunu aydınlığa kavuşturmuş olacağız: Fenomenler dünyasında her şey, neden-eser ilişkisi içinde birbirine bağlı­ dır. İnsan iradesi de bu konuda bir istisna teşkil etmez. O da bütünüyle doğa yasasına tabidir. Yalnız olayların tüm zamansal dizisi ile birlikte bu doğa yasası­ nın kendisi de bir fenomenden ibarettir ve aklımızın bütün doğal eğilimleri bizi, zorunlu olarak duyularımızla algıladığımız dünyanın yanında bir düşsel (eingebildete) dünyanın varlığını kabul etı;neye itmektedir. Kendisini herhangi bir şekilde kesin bir biçimde tasavvur edebilmemizin mümkün olması bakımın­ dan bu dünya bir görünüşler dünyası, bir hayaldir. Ama eğer onu sadece bizim deneyimizin dışında bulunan şeylerin doğasını ifade eden genel bir kavram ola­ rak göz Önüne alırsak, bu dünya düşten fazla bir şeydir. Çünkü fenomenler dünyasının bizim zihinsel yapımızın bir ürünü olduğunu kabul eniğimize göre, bilgi tarzlarımızdan bağımsız bir dünyanın, yani "akılsal" (inrelligible) dünya­ nın var olduğunu da kabul edebilmemiz gerekir. Bu varsayımımız, aşkın bir bil­ gi değildir; sadece deney verilerinin değerlendirilmesinde anlığımızın kullanılışı­ nın en son sonucudur. İşte seçme özgürlüğünü (veya özgür iradeyi) Kanr, bu akılsal dünyaya nak­ letmekte, yani onu günlük dilde "gerçek" dünya diye adlandırdığımız dünyanın, fenomenler dünyasının tamamen dışına yerleştirmektedir. Fenomenler dünya­ sında her şey, neden-eser ilişkisi içinde birbirine bağlıdır. Aklın eleştirisi ve me­ tafizik bir tarafa bırakılırsa, bilimsel araşmmaların konusunu teşkil eden sadece bu dünyadır. Günlük hayanaki insani eylemler, ubbi konsülrasyonlar, adli so­ ruşturmalar vb. ile ilgili yargılarda sadece bu dünya bir temel ödevi görebilir. Ancak pratik alanda, tutkularımıza karşı verdiğimiz savaşta, eğitimde veya irade hakkında bir yargıda bulunmanın değil, ahlaksal bir eylemin gerçekleştiril-

65

M A T E R YA L I Z M I N T A R I H I

mesinin söz konusu olduğu her yerde, durum tamamen farklıdır. O zaman içi­ mizde bize şu veya bu biçimde davranmamızı emreden bir yasanın varlığıyla karşılaşmamız gerçeğinden hareket etmemiz gerekir. Fakat bu yasanın aynı za­ manda gerçekleştirilebilir olduğuna ilişkin bir tasavvurla birlikte bulunması ge­ rekir. İçimizdeki ses bize ''bunu yapmak zorundasın, çünkü yapabilirsin" demi­ yor, "bunu yapabilirsin, çünkü yapmak zorundasın" diyor. Çünkü ödev duygu­ su, eylemde bulunma gücümüzden tamamen bağımsız olarak mevcuttur. Şim­ dilik Kant' ın bütün pratik felsefesinin temeline ödev kavramını yerleştirmekte haklı olup olmadığı sorununu incelemeyeceğiz. Gotik mimarinin aşırı süslerini hatırlatan bitmez tükenmez kavram tanımlarının labirentinde kendimizi kay­ betmeden Kant'ın ana düşünce çizgisini açık ve tam bir biçimde ortaya koyma­ yı başarırsak, ister doğru, ister yanlış anlaşılmış olsun, onun bu konuların ele alınmasında yapmış olduğu olağanüstü etki, bizi ve okuyucularımızı yeni tartış­ malar üzerinde sonu gelmez araştırmalara girişrnekten kurtaracaktır. Kant, her türlü deneyden bağımsız olarak, insanın vicdanında ahlak yasası­ nın, kesin bir dille buyuran, fakat her zaman mutlak bir itaatle karşılaşmayan iç sesin varlığını keşfettiğine inanmaktadır. Ancak insanın hayali değil, gerçek bir mükemmelleşmesi üzerinde belli bir etkide bulunulmasını sağlayan şey de insa­ nın, ahlak yasasının mutlak bir biçimde gerçekleşmesinin mümkün olduğu dü­ şüncesidir. Ahlak yasası kavramını, ancak düşüncelerimizin ampirik sürecinin bir öğesi, bütün diğer öğelerle, yani içgüdüler, eğilimler, alışkanlıklar, içinde ya­ şanılan anın etkileri vb. ile savaşmak zorunda olan bir öğe olarak göz önüne ala­ biliriz. Ahlaksal veya ahlak-dışı bütün sonuçları ile birlikte bu savaşın kendisi ise, verildiği bütün zaman zarfında, insanın da içinde bu bakımdan bir istisna teşkil etmediği genel doğa yasalarına tabidir. O halde mutlak kavramı, deneysel olarak ancak koşullu bir güce sahiptir. Yalnız bu koşullu güç, insanın kendisine mutlak emirler veren iç sesi daha saf, daha açık ve daha canlı bir biçimde duya­ bilmesi ölçüsünde daha güçlüdür. Şimdi bize "yapmalısın!" diye buyuran ödev kavramı, bu emrin gerçekleştirilmesinin mümkün olduğuna ilişkin diğer bir kavramla birlikte bulunmadığı zaman, açık ve doyurucu niteliğini sürdüremez. Bundan ötürü eylemlerimizin ahlaksallığı ile ilgili olarak tamamen akılsal dün­ yaya, içinde özgürlüğün varlığını tas:ırlamamızın mümkün olduğu o biricik dünyaya geçmek zo'undayız.(42) (42) Birinci baskıda Kant'ın özgürlük kuramının bu cephesini sergilemekle yetinmiştik. Bunu yaparken, bunun hiç olmazsa kuramsal açıdan, sorunun ana noktasını içerdiğini ve daha sonra ele alacağımız «Pratik Akim Ekjtirist ndeki pasajlar gibi pasajların («Kritik der praktischen Venıunft', Hartenstein, V, s. 1 OS) gerçek ilkeden sapmalar olarak göz önüne alınması gerektiği­ ni, çünkü özgürlük kavramının "nesnel gerçekliği" ne ilişkin 'kuramın tümünün, sorunun ana te­ melini karanlıklaştırmaktan başka bir şeye yaramadığı nı düşünmüştük. Birinciden daha tam olan bu sergilememiz ise, aşırı bir popülerlik arzusundan kaçınma kararımızla yakından ilgilidir ve "

66

Ç A G DAŞ F EL S E F E

B uraya kadar Kant'ın özgürlük kuramı ramamen açıkur. Ahlak yasasının a prioriliği konusu bir yana bırakılırsa, aynı zamanda karşı çıkılamazdır da! Yalnız Kant'ın ayrıca özgürlük kuramma daha büyük bir kesinlik kazandırması ve pra­ tik felsefesiyle kuramsal felsefesini birbirlerine bağlaması gereken bir bağa ihti­ yacı vardır. Bu bağı ortaya koyarken Kam özgürlük kuramına, ruhun ahlaksal arılımını teşvik edici görünen, fakat aynı zamanda fenomenler dünyası ile ken­ dinde şeylerin dünyası arasındaki bağlanuya ilişkin yukarıda sergilediğimiz biçi­ mindeki bu saf ve yalın kuramı üzüntü verici bir biçimde bozan ve böylece bü­ tün sistemini sarsan mistik bir arka-fon verdirmekredir. Sözünü ettiğimiz bağ, şu düşüncedir: Özgürlük kuramma pratik olarak say­ gı gösterebilmek için, onun hiç olmazsa kuramsal olarak mümkün olduğunu bu imkanın rür ve malıiyerini ram bir biçimde ayırt edemesek de - kabul erme­ rniz gerekir. Bu kabul edilmesi istenen imkan, fenomenlere karşır olarak kendinde şey­ ler kavramına dayandırılmaktadır. Eğer fenomenler materyalizmin ileri sürdüğü gibi bizzat kendinde şeyler olsalardı, özgürlüğü kurtarmak imkansız olurdu. Kanr, İdenin gerçekle, şiirin tarihle olan ilişkisi, fenomenlerle ilişkisinin aynı olan bir özgürlük kavramıyla yerinmemekredir. O, eğer insanın eylemleri yal­ nızca "fenomen olarak varlığının basit belirlenimleri" olmamış olsaydı, "insa­ nın, bütün sanat eserlerinin en yüce ustası tarafından yapılan ve yeriştirilen bir kukladan, bir Vaucanson roborundan başka bir şey olmayacağı"nı ve özgürlük bilincinin basit bir yanılgı olacağını söyleyecek kadar ileri girmektedir. Kanr'ın bu şüphe uyandırıcı adımlara rağmen hala doğa bilimsel insan in­ celemesiyle uyum içinde olduğuna dikkar ermek gerekir: Fenomenler dünyası, yani insanın halkalarından birini oluşturduğu bu zincir, her tarafından neden­ sellik yasası tarafından belirlenmiştir ve ödev duygusundan doğmuş olan en kahramanca eylem de içinde olmak üzere fizyolojik ve psikolojik olarak bireyin daha önceki gelişmelerine ve içinde bulunduğu onarnın özelliğine bağlı olma­ yan rek bir insan eylemi yoktur. Buna karşılık Kam, fenomenler dünyasında ne­ densel bir dizi olarak kendisini ortaya koyan bir olaylar dizisinin, akılsal dünya­ da özgürlüğe dayandığı düşüncesini vazgeçilmez bir şey olarak görmektedir. Kuümit ederiz ki genel olarak materyalizmin bilimsel bir tarihi ile ilgilenenler tarafından anlaşıla­ caktır. Sorunun önemli bir noktası, özgürlük kuramının pratik alana geçerken kazandığı mistik havanın, ampirik psikoloji alanında doğa yasalarının sıkı egemenliğini dışarıda bırakmamasıdır ve dolayısıyla bu alanda da Kam'ın "uansandamal özgürlüğü", kendisine Schleiden, İdeler ve di­ ğer "Kamçılar" tarafından izafe edilen özgürlük kuramından çok farklıdır. Biz burada genel ola· rak tezlerimizden her birini delillerle desteklemekten kaçınmak zorunda kaldık. Bu tezlerimiz ço­ ğunlukla Kam'ın öğretisinin memini değil, anlam ve ruhunu özet bir biçimde vermeye çalışmak­ tadır. Çünkü böyle yapmasaydık, sağlam bir biçimde geliştirilmiş olan bu sözlerin kendileri için ayrı bir cilt ayırmak zorunda kalırdık

67

M A T E RYA L I Z M I N TA R I H I

ramsal açıdan bu düşünce ancak mümkün bir şey olarak görünmektedir; ama pratik akıl onu gerçekmiş gibi ele almaktadır. Dahası var: Pratik akıl, ahlak bi­ lincinin karşı konulmaz gücüyle onu assertorik bir önerme haline getirmektedir. Nasıl mümkün olduğunu tasarlayamamakla birlikte özgür olduğumuzu biliyo­ ruz. Akıl sahibi varlıklar olarak biz özgürüz. Öznenin kendisi, ahlak yasasının kesinliğinde fenomenler dünyasının üzerine yükselmektedir. Ahlaksal eylemde kendi kendimizi bir "kendinde şey" olarak görmekteyiz ve kuramsal aklın bura­ da bizi takip edememesine rağmen, buna hakkımız da vardır. Sanki eylem anın­ da kuramsal akla bu mucizeyi kabul etmekten başka yapacak bir şey kalmamak­ tadır. Bununla birlikte düşünme anında onun, fazla kolay bulacağı ve güvenli bilgiler arasında sayamayacağı bir mucizedir bu! Bütün bu fikirler dizisi başından sonuna kadar yanlıştır. Kant, "ideal ile ha­ yat" arasındaki açık çelişkiden, kaçınılmaz çelişkiden kaçınmak istiyordu; o, ka­ çınılmazdır; çünkü özne ahlaksal savaşta da "numen" değil, "fenomen"dir. Salt aklın eleştirisinin ana sa vı, yani bizim kendinde varlığımızın ne olduğunu değil, ancak kendi kendimize nasıl göründüğümüzü bildiğimiz savı, ne Schopenhau­ er'ın anladığı anlamda genel olarak irade ile, ne de ahlaksal irade ile ortadan kal­ dırılabilir. Schopenhauer ile birlikte iradenin kendinde şey olduğunu veya Kant'la birlikte ahlaksal iradede öznenin akılsal bir varlık olduğunu kabul et­ mek istesek bile, bu bizi sözünü ettiğimiz çelişkiden kurtaramaz. Çünkü her ah­ laksal savaşta kendinde irade değil, bizim kendi kendimiz ve irademiz hakkında sahip olduğumuz tasavvurumuz söz konusudur. Bu tasavvur ise tartışmasız ola­ rak bir fenomen olarak kalır. " Gelecekteki Her Metafiziğe Giri/'inde kişisel görüşü olarak hakikatİn sade­ ce deneyde bulunduğunu ileri süren Kam, burada deneyin bütününü bir çırpı­ da kukla oyununa indirgemektedir. Oysa bir roboda ahlaksal davranışta bulu­ nan bir insan arasındaki bütün fark, ku§kusuz yalnızca iki fenomen arasındaki basit farklılıktan ibarettir. Kendilerine dayanarak şuradaki bir oyunu önemsiz, öte taraftaki bir eylemi ciddi ve üstün bir şey olarak değerlendiediğimiz değer kavramları, köklerini fenomenler dünyasında bulurlar. Onların her ikisini de duyularımız ve düşünederimizle kavrarız ve aralarında her iki durumda da or­ tak bir zorunluluk karakteriyle karşılaşmamızdan dolayı hiçbir şekilde azalma­ yan bir farklılık olduğunu görürüz. O bundan dolayı azalmış olsa bile, gene de "kendinde şey"in varlığına başvurmakla bir şey kazanmış olmayız. Çünkü karşı­ laştırma yapmak için numenlerin dünyasına sadece ahlaksal iradeyi değil, bütün fenomenleri nakletmek gerekir. O zaman kukla ne olur? Genel olarak doğanın mekanizması ne olur? Belki bu durumda şeylerin değerlendirilmesindeki farklı­ lık ortadan kalkar; o farklılık ki sağlam ve irade hakkındaki her türlü görüşten bağımsız olan köklerini, fenomenler dünyasında bulur.

68

ÇA G D A Ş F E L S E F E

Yalnız bütün b u itirazlar sadece sözünü ettiğimiz ölümcül yönelim sonun­ da "kendinde şey"in, içinde bir gerçeklik olmaya doğru gittiği çift anlamlı du­ rumla ve aslında bir bilgi olmayan bir bilginin, bizzat Kam'ın kendi varsayımıa­ nna göre bilim olarak adlandınlmaması gereken bir bilimin tesisi ile ilgili olarak geçerlidirler. Kam, daha önce Platon'un da anlamak istemediği bir şeyi, "akılsal dün ya"nın aslılnda bir şiir ( Dichtung) dünyası olduğunu ve onun bütün değer ve saygınlığının özellikle de bu noktada bulunduğunu anlamak istemiyordu. Çünkü burada kabul edilmesi gereken yüce ve kapsamlı anlamında şiire, amacı boş yaratılada eğlendirmek ve oyalamak olan ustaca kaprisin bir oyunu olarak bakılamaz. Tersine o, zihnin zorunlu ve insan türünün en derin özünden kay­ naklanan bir ürünüdür. Yüce ve kutsal olan her şeyin kaynağı olan o, yalnızca gerçeğin içinde kalmaktan doğan kötümserliğe karşı bir dengedir. Kam'ın, akılsal dünya hakkında böyle bir anlayışı kavrayabilecek bir zihni vardı. Yalnız emelektüel eğitimi ve bilimsel hayatının içinde ortaya çıktığı dö­ nem, onun tam olarak ortaya çıkmasına engel olmuştur. O, nasıl ki düşüncele­ rinin güçlü binası için Ortaçağvari süslerden arınmış üstün bir anlatım biçimini bulamamışsa, aynı şekilde pozitif felsefesini de tam ve özgür bir biçimde gelişti­ rememiştir. Kam'ın felsefesi, iki çağın birbiriyle birleştiği sınır noktasında Janus başlı ortaya çıkar ve Alman şiirinin büyük döneminin büyük yazadarıyla ilişki­ leri, gelip geçici ve bireysel etkiler alanının çok daha ilerisine gider. B undan do­ layı kısa bir süre sonra onun özgürlüğü kanıtlamaya çalışırken başvurdu ğu me­ tafıziksel incelikler unutulup gittiler. Ödev kavramını tasadamasındaki yücelik, gençliğin zihnini alevlendirdi ve yazılanndaki birçok pasaj, sert üslubunun ya­ lınlığına rağmen bir kahramanlık şarkısı gibi, çağın idealist rüzgarlannın hare­ kete geçirmiş olduğu ruhları, sarhoş etti. "Salt Aklın Eleştirisı"'nin sonuna doğru Kant, "bir ideal öğretmeni de vardır" diyordu ve yalnız bu kişiyi, filozof olarak adlandırmamız gerekiyordu. Dedüksiyonlanndaki bütün kusurlara rağmen Kam'ın kendisi işte böyle "ideal öğretmeni" oldu. İlkin Schiller büyük zihinsel kehanet gücüyle onun öğretisinin temelini kavradı ve onu her türlü skolastik dökümülerinden temizledi. Şiire verdiğimiz önemin haklı olduğunu gösteren en ikna edici delil, Schil­ ler'in düzyazılannda çoğu kez hocasının kusurlarını paylaşmasına, hatta onları daha aşırı ölçülere götürmesine karşılık, şiirde bu sistemin en yüce ilhamlanna uygun davranmasıdır. Kant, "akılsal dünya"nın duyulada görülemeyeceği (Anschaulichkeit), sadece "düşünceyle tasarlanabileceği" görüşündedir. Yalnız bu dünya hakkında düşündüğü, "nesnel bir gerçeklik"e sahip olmak zorunda­ dır. Schiller, haklı olarak bu akılsal dünyayı bir şair gibi ele alarak görünür hale getirdi. Bunu yaparken de kendi diyalektiğine ters düşerek duyusal-üstünü efsa­ nede duyusal hale getirmek suretiyle en yüce yaratımını gerçekleştirmiş olan

69

M A T E RYAL İ Z M İ N T A R İ H İ

Plaron'un izinden yürümekreydi. "Özgürlük şairi" Schiller, özgürlüğü açıkça "rüyalar alemi" ne, "gölgeler ale­ mi"ne taşıma cesaretini gösrerebilirdi; çünkü ideali hayarın karşısına koyan onun elinde rüyalar ve gölgeler, ideal düzeyine yükseliyorlar, sallantılı olan sabit kurup haline geliyor, puslu, belirsiz olan varlık, tanrısal bir bilim kazanıyor ve kaprisin oyunu, ezeli-ebedi yasaya dönüşüyordu. Dinin ve ahiakın iyi olarak içerdikleri her şey, başka hiçbir yerde, tanrıların işkence edilen oğlunun göğe çı­ kışı ile biten S chiller'in o ölümsüz ilahisinde olduğundan daha saf ve daha canlı bir biçimde temsil edilemez. Burada duyuların sınırlarından akılsal dünyaya ka­ çış olayı somut bir biçimde gösterilmektedir: "Alev alev yanarak insandan ayrı­ lan T ann''yı izlemekreyiz. Şiir ve hakikar rollerini değiştirmektedirler ve hayatın ağır hayali aşağı doğru inmekre, inmekre ve inmekredir.

Bu düşüncelerle ileride yeniden karşılaşacağız. Burada kendisini doğru ba­ kış açısından ele aldığımız takdirde Kanr'ın ahlakının kazanmış olduğu tarihsel önemin bize sadece anlaşılabilir görünmekle kalmayacağını, ayrıca bu önemin haklı olduğunu belinmekle yerinelim. Kanr'ın felsefesinin kalıcı sonuçları, "Salt Aklın Eleftirist'nde, hatta bunun da birkaç ana önermesinde bulunmaktadır. Ancak bir felsefenin önemi, sadece, aklın eleştirisine başarıyla karşı koyan ve in­ san bilgisinin kalıcı hazineleri arasında sayılan ögelerden ileri gelmez. Acımasız bir eleştirinin daha sonra ortadan kaldırması gereken gözü pek ve tabir caizse bi­ linçsiz bir şiirsel birleşimin yaratımları, ruhları ve muhrevaları ile en açık aksi­ yarnlardan daha derin ve daha yüce bir etki meydana getirebilirler ve bu sürük­ leyici, ancak biçimi bakımından gelip geçici vahiylerin göz kamaştırıcı alevi, in­ sanlık kültürü için, eleştirinin parlak ışığı kadar vazgeçilmez bir değerdedir. Şiir ve bilimi birbiriyle telif ermek konusunda başka hiçbir düşünce, şu düşünceden daha uygun olamaz: Bizim bütün "gerçek"imiz, içinde olayların kesin ve her türlü keyfilikren uzak bir biçimde birbirlerine bağlı olmalarına rağmen, bir "fe­ nomen" den ibarettir. Ancak bilimin de kesin olarak sahip olduğu önemli bir doğru vardır ki o da şudur: "Kendinde şey", bir sınır kavramından başka bir şey değildir. Onun negatif değerini pozitif bir değere dönüştürmek yönündeki her çaba, karşı konulmaz bir biçimde bizi şiirin alanına götürecekrir. Ve ancak bü­ yük bir ölçüde şiirsel saflık ve yüceliğe sahip olan şey, bütün bir kuşak için ders ve ideal olma iddiasında bulunabilir.

70

ÇA G D A Ş F E LS E F E

İkinci Bölüm KANT'TAN BU YANA FELSEFi MATERYALİZM

Metafizik, Almanya'ya kalırken çağ� felsefeyi yaratan ülkeler gerçek hayata yüzlerini çeviriyorlar - Almanya 'da entelektüel gelişmenin ilerleyi;i - Materyaliz­ min canlanmasının nedenleri: Doğa bilimlerinin etkisi; Cabanis ve fizyolojide so­ matik yöntem - Felsefi tartışmalar ve düşünce özgürlüğü alı;kanlığının etkisi Doğa felsefesine yönelim - 1830'dan sonra realizme doğru gidi; - Feuerbach Max Stirner - Şiirin gerilemesi,· Sanayinin ve doğa bilimlerinin gelişmesi - Eleştiri­ sel tanrıbilim ve genç Almanya - 1848 yılına kadar gitgide büyüyen zihinsel hare­ ket - Tepki ve maddeci ilgiler; Doğa bilimlerinin yeni atılımı - Materyalist tartış­ manın başlangıcı - Büchner ve felsefe - Büchner; Kişisel ayrıntılar; O, Mole­ schott 'tan etkilenmi;tir; Büchner 'in materyalizminin karanlığı ve kusurları - Mo­ leschott; Hege! ve Feuerbach 'tan etkilenmi;tir; Moleschott'u n bilgi teorisi materya­ list değildir - Kanı'tan sonra materyalizmin imkanı. Kategorik emperatif Veri/mi; dünyayla yetin - Czolbe. Çağdaş felsefenin gerçek vatanlan olan İngilrere, Fransa ve Hollanda, XVI ­

II. yüzyılın sonuna doğru metafizik kavgaların sahnesini terk ettiler. Keskin ba­

kışlı ve sağlam düşüneeli Mill'i saymazsak Hume'den bu yana İngiltere artık büyük bir filozof yetiştirmedi. Fransa'da buna benz�r bir boşluk Diderot ile Comte arasında vardır. Bununla birlikte bu iki ülkede başka alanlarda en büyük ilerleme ve devrimiere tanık olmaktayız. Birinde siyasal alanda genel bir istikrar sayesinde sanayi ve ticaretin görülmemiş patlaması, diğerinde Avrupa'yı sarsan ve arkasından bu ülkenin korkunç bir askeri güç haline gelmesini doğuran bir devrimle karşılaşmaktayız. Bunlar çok farklı, hatta birbirine zir iki ulusal gelişme olmuşlardır. Öte yandan bu iki "baulı güç" bir noktada uyuşmuşlardır: Onlar sadece gerçek ha­ yaun sorunlarıyla ilgilenmişlerdir. Biz diğer Almanlar'a ise bu zaman zarfında metafizikle uğraşmak kalmıştır. Bununla birlikte salt entelektüel çabalar tarafından belirlenen bu büyük çağ hakkında kafamızda sadece küçümseyici veya fazla sempatik olmayan bir anıyı devam ettirmemiz son derece büyük bir nankörlük olacaktır. Evet, Schiller'in şairine benzer bir şekilde dünyanın paylaşılmasından ellerimizin boş olarak çık­ uğı doğrudur. idealizmin sarhoşluğunun - hatta belki bütün kötü erkileri ile birlikte - artık dağılmış olduğu ve Jüpiter'in semasındaki ideal hayaun artık bize yetmediği de doğrudur. Diğer uluslardan daha geç erkeklik çağına girmek71

M A T E RYA Lİ Z M İ N T AR İ H İ

reyiz. Arıcak öte yandan da daha güzel, daha zengin, belki biraz fazla şiirsel bir gençlik yaşadık. Acaba bu entelektüel zevkler halkımızın gücünü mü azalttı, yoksa halkımız tam da bu idealist geçmişinde büyük sorunların çözümünde ye­ terli olabilmek için yeni yaratıcı kanallarda sevk edilmekten başka bir şeye ihti­ yaç göstermeyecek tükenmez bir güç ve hayatiyer kaynağına mı sahiptir, bunu görmek gerekecektir. Bu idealizm döneminde kendini gösteren tek pratik olay, yani Fransızlara karşı verilen bağımsızlık savaşlarında ( 1 8 1 3- 1 81 5) ortaya çıkan halk ayaklanması, şüphesiz kısmen bir düş özelliğini taşımaktadır; ancak o aynı zamanda amacına ilişkin olarak belirsiz bir sezgiden fazlasına sahip olmayan güçlü bir enerjiyi açığa vurmaktadır. Dikkate değer bir olay: Eski Yunan dünyasının gelişmesinden daha düzenli olan ulusal gelişmemiz, yavaş yavaş gerçeğe yaklaşmak üzere en ideal bir bakış açısından yola çıkmıştır. Kant'ın harekete geçirdiği felsefe çoşkun yürüyüşüne başlarken bir Goethe ve Schiller'in paralel yaratırnlarının büyük ve parlak döne­ mi çoktan zirve noktasına varmıştı. Schdling ve Hegel'in dev çabaları kesildi­ ğinde ise pozitifbilimlerin ciddi gözlemleri sahnede göründü. Almanya'nın fılo­ lojik eleştiri alanındaki eski şöhretine bügün bilimin bütün alanlarındaki parlak fetihler eklenmektedir. Burada bütün diğerlerinden önce Niebuhr, Ritter ve iki Humboldt öncüler olarak zikredilebilirler. Bugün yalnızca materyalizmle ilgili olarak bizi en fazla ilgilendiren pekln bilimlerde Almanya, Fransa ve İngilte­ re'nin gerisinde bulunmaktadır. Doğa bilimcilerimiz, fızikçi ve kimyacılarımız bunun suçunu felsefenin üstüne atmak eğilimindedirler: Onlara göre Alman fel­ sefesi, düşsel tasavvurlarıyla her şeyi istila etmiş ve sağlıklı araştırmalar zihniyeti­ ni boğmuştur. Bu suçlamada ne kadar gerçeğin bulunduğunu göreceğiz. Burada yalnızca pekin bilimlerin bizi şu anda meşgul eden pratik hayatın ihtiyaçlarına her bakımdan en fazla hizmet ettiklerini ve onların Almanya'daki geç gelişmele­ rinin yukarda işaret ettiğimiz gelişim sırasıyla sıkı ilişkili olduğunu belinmekle yerineli m. Birinci cillte materyalizmin erken bir tarihte Almanya'da kök saldığını, onun kesinlikle Fransa'dan ithal edilmediğini, tersine İngiltere'den kaynaklanan doğrudan etkiler sonucunda ülkemizde derin kökler salmış olduğunu gördük. Yine orada XV III. yüzyılda materyalist tartışmaların özellikle Almanya'da çok canlı geçtiğini ve dönemin egemen felsefesinin, görünüşteki kolay zaferlerine rağmen, bu savaşta ancak kendi zayıflığını gösterdiğine tanık olduk. Uzun zamandan beri Klopstock'un şiir alanında aşırı bir idealizmin temel­ lerini atmış olmasına karşılık, materyalizm kamu oyunda hiş kuşkusuz gitgide büyümekteydi. Ancak materyalizm açıkça ortaya çıkamazdı. Bu dönemde Al­ manya'nın durumunu hatırlarsak, bunu kolayca anlayabiliriz. Onun varlığını pozitif yaratırnlardan çok sürekli kavgalar açığa vurmaktadır. Bununla birlikte

72

Ç A G D A Ş F E LS E F E

Kant'ın sisteminin bütünü, şüpheciliğe düşmeksizin materyalizmi sonsuza dek ortadan kaldırma amacına yönelik dev bir girişim olarak görülebilir. Bu girişimin görünüşteki başansı incelenecek olursa, Kant'ın ortaya çıkışın­ dan günümüze kadar materyalizmin Almanya'da sanki bir fimnayla a:lınıp götü­ rülmüş gibi ortadan kaybolması anlamlı bir avantaj olarak görülecektir. İnsanın kaynağını doğacı bir tarzda hayvansal bir formun gelişmesiyle açıklamaya çalı­ şan bireysel çabalar-ki bu çabalar içinde Oken'inki ( l 8 1 9) en fazla yankı yarat­ mıştır- kesinlikle gerçekten materyalist olan düşünceler dizisine ait değiidirler. Tam tersine Schelling ve Hegel, panteizmi doğa felsefesinde egemen kurarn ha­ line getirmişlerdir. Şimdi panteizm belli bir mistik derinlik yanında, içinde he­ men hemen ilke olarak aşırı düşler tehlikesini gösteren bir dünya görüşüdür. Deney ve duyular dünyasını kesin olarak idealden ayırmak ve daha sonra insa­ nın doğasında bu iki farklı dünyayı barıştırmaya çalışmak yerine panteist, şiirsel akıl adına ve eleştiri felsefesini dikkate almaksızın zihinle doğayı birbirlerine öz­ deş kılar. M utlağı bilme iddiasının, Kant'ın eleştiri felsefesiyle ebedi olarak orta­ dan kaldırdığına i�andıgı iddianın kaynağı budur. Şüphesiz Kant, felsefesinin bir anda zafer kazanmasını umamayacağını gayet iyi biliyordu ve bunu açıkça söylemiştir. Çünkü Kopernik ve kuramının düşman önyargıyı alt etmesinden önce de yüzyıllar geçmişti. Ancak bu derin olduğu kadar da aklı başında olan düşünür, eleştirisinin yayınlanmasının üzerinden henüz yirmi beş yıl geçmemiş­ ken, Almanya'da I-legel'in " Tinin Fenomenolojist'ne benzer bir eserin ortaya çı­ kacağını düşünebilir miydi? Bununla birlikte ülkemizde metafizik fırtına ve ba­ sınç dönemi tam da ondan sonra patlak verdi. Schiller'in binalar inşa eden bir krala bemettiği bu adam, sadece yorum "arabacılan"na malzeme sağlamakla kalmadı; aynı zamanda Firavunlar gibi havada piramit üstüne piramitler inşa eden, yalnız onlara yerde temel sağlamayı unutan tutkulu taklitçilerden meyda­ na gelen bir entelektüeller hanedam da yarattı. Fichte'nin, nasıl olup da kendisinden yaratıcı Ben'ini çıkartmak üzere Kant'ın felsefesinden tam da en karanlık sorunlardan birini, algının asli sentetik birliği kuramını bulup seçtiği veya Schelling'in nasıl olup da deyim yerindeyse el çabukluğu bir marifede içi boş bir cevizden çıkarır gibi A A' dan evreni çı­ kardığı veya Hegel'in nasıl olup da üniversitelerimizdeki çalışkan gençliğin çoş­ kulu alkışiarı arasında varlık ve yokluğu birbirine özdeş ilan ettiği burada açıkla­ ma çabasına gireceğimiz şeyler değildir. Musalar'ın evlerinde bütün sokak köşe­ lerinde Ben'den ve Ben-olmayandan, mutlaktan, ideden söz edildiğinin duyul­ duğu dönem geçti. Materyalizm konusu bile bizi okuyuculanmız için o döneme yeniden dönmeye zorlayamaz. Bütün bu romantizm dönemi, materyalizm soru­ nunun doğru değerlendirilmesinde kalıcı bir değere sahip tek bir eser ortaya koymamıştır. Materyalizm hakkında şiirsel metafizik açısından dile getirilen =

73

M A TE RYA L I Z M I N TA R I H I

herhangi bir yargının iki bakış açısı arasında bir ayrım ortaya koymakran başka bir amacı olamaz. Kant'ta olduğu gibi düşünce için daha yüksek bir bakış açısı­ na erişemememiz durumunda bu tür konu dışı dağılmalardan kaçınmalıyız. Her şeye rağmen bir Schelling ve özellikle bir Hegel'in yapmış olduğu hiz­ metlere bugün hemen hemen moda olan tarzda küçümseyici bir bakış fırlara­ mayız. Ancak burada başka bir alana girmiş olacağız. Birkaç on yıl zarfında çoş­ kucu eğilimiere karşı konulmaz bir ifade kazandıran bir adam hiçbir zaman tam olarak önemsiz biri olamaz. Tarihin, özellikle kültür tarihinin yazılması tarzı üzerinde Hegel'in etkisini incelemekle yetinirsek, onun kendi payına bilimdeki iterlernelere güçlü bir şekilde katkıda bulunmuş olduğunu kabul etmemiz gere­ kir.(43) Bilimsel ve ansiklopedik bilgiler bakımından zengin bir kafadan çıktığı zaman düşüncelerin şiirinin bilim için büyük değeri vardır. Bu özelliğe sahip bir filozofun ortaya attığı düşünceler, araştırma sonuçları için ölü başlıklardan fazla şeydirler. Onların bilgimizin özüyle, dolayısıyla bizim için mümkün olan tek şey olan deneyin özüyle sonsuz ilişkileri vardır. Bilim adamı onları yerinde kul­ landığında, araştırmaları sırasında onlar kendisine hiçbir zaman bir engel oluş­ turmazlar. Ancak o, herhangi bir felsefi yargıya kendini kaptırırsa, o zaman her türlü özgünlükten yoksun olur. Herhangi bir kesin kavram söz konusu oldu­ ğunda metafiziğin sıkı deneyeilik (empirisme) karşısındaki tam güçsüzlüğüne ilişkin kuramımız, insan doğasında bilinç-dışı bir durumda bulunmaktadır. Herkes açık seçik gördüğü şeye ve bundan da fazla kendi yapmış olduğu deneye inanır. Ta başlangıcından, doğuşundan itibaren bilim, Aristoteles'in metafiziği­ nin binlerce yıl zarfında yaratmış olduğu zincirleri kırabilmiştir ve erginlik çağı­ na eriştiği bir zamanda bir Hegel mi deyim yerindeyse el çabukluğu marifet so(43) Bazan özellikle Hegel'in tarih yazma tarzı üzerine etkisi zararlı olarak nitelendirilmektey­ se, bu özellikle çok çarpıcı bir örneğini tam da Materyalizmin Tarihi l, s. 3 ! 4 vd. gördüğümüz onun olayları felsefi bir inşanın önünde eğdirme eğiliminden ötürüdür. Almanya'da tarih yönte­ minin Hegel'den önce henüz genel olarak yetersiz olduğunun fazla kolayca unutulduğu bir ger­ çektir. Zeller'in şu sözleri haksız değildir: "Eğer bugünkü tarih yazma tarzımız anık bilgince bir soruşturma, geleneklerin acımasız bir eleştirisi, olayların düzenlenmesi ve pragmatik açıklaması olmakla yetinmiyorsa, bunun tersine herşeyden önce olayların tam zincirlenişini anlamak, geniş olarak tarihsel gelişmeyi ve onu yönlendiren entellektüel güçleri tasariarnakla ilgileniyorsa bu ilerlemeyi büyük ölçüde Hegel'in tarih felsefesinin bu filozofun okuluna ait olmayanlar üzerinde bile etkisine borçluyuz." ("Gesch. d timtsehen Phil" s. 824) - Tarih yazımında Kanı ve Schil­ ler'le başlayan idealist anlayışı bugün genel olarak gerçekçi diye adlandırılan anlayış karşısına koymak gerçek bakış açısını biraz değiştirmek anlamına gelir. Alexandre von Humboldt idealist İstikameci fizyolojide "yaşam kuvvetleri" varsayımıyla karşılaşmdığında (bkz. Tomaschek, "Schil­ ler in seinem Verhalten zur Wissenschaft', s. 1 30) belki daha doğru olarak fıkir-olay ilişkisini Dar­ win'in doğa araştırmaları üzerine etkisiyle anlatmaktadır. Burada da bu kadar geniş bir bakış açı­ sının münferİt bir olayın tasadanması ve değerlendirilmesiyle ilgili önemi küçümsenmeksizin in­ şacı eğilim sıkı bir biçimde olaylardan hareket eden bir yönelimin yerini alabilir

74

Ç AGDAŞ FELSEFE

nucu onu Almanya'dan kovmaya muvaffak olacaktır? Durumun n e olduğunu bir sonraki bölümde daha iyi göreceğiz. Şimdi eğer Kant'tan sonra materyalizmin nasıl olup da yeniden belini doğ­ ruhabildiğini kendimize soracak olursak, her şeyden önce Almanya üzerine dü­ şen idealist çığın kendisiyle birlikte sadece materyalizmi değil, aynı zamanda "Salt Akim Elejtiris/'nin içerdiği gerçekten eleştirisel olan her şeyi alıp götürdü­ ğünü, öyle ki bu bakımdan Kam'ın hemen hemen kendi zamanından çok bu­ gün içinde yaşadığımız çağ üzerinde etkide bulunduğunu düşünmemiz gerekir. Kant felsefesinin materyalizmi kalıcı bir şekilde ortadan kaldıran unsurları fazla beğenilmediler. Ona ancak anlık bir engel oluşturan unsurları ise doğa yasasına uygun olarak kendi paylarına çağın zihniyetinde ortaya çıkan yeni bir gelişme tarafından geriye itildiler. Materyalistterimizin çoğu, şüphesiz, her türlü incelemeden önce, a priori olarak ve kategorik bir biçimde, fikirlerinin de la Memie'nin, hatta yaşlı De­ mokritos'un fikirleriyle bağlantısını inkar etmek eğiliminde olacaktır. Onların sevdikleri görüşlerine göre bugünün materyalizmi, çağımız fizik ve doğa bilim­ lerinin basit bir sonucundan, bu nedenden dolayı da anık geçmiş zamanların benzeri fikirleriyle karşılaştırılamıyacak olan - çünkü geçmişte bilimlerimiz mevcut değildi - bir sonucundan başka bir şey değildir. Eğer gerçekten öyle ol­ saydı, bizim bu kitabı yazmamıza gerek kalmazdı. Ancak eğer geçmiş zamanla­ rın daha basit tasarımlarıyla ilgili kesin ilkeleri birbiri ardın.dan· geliştirmemize izin verilmiş olsaydı, hiç olmazsa bundan sonraki bölümü bu bölümden öneeye koymamız gerekirdi. Bununla birlikte burada kolayca ortaya çıkabilecek bir yanlış anlamadan ka­ çınalım. Biz fikirler arasındaki bağlantıdan söz ederken örneğin Büchner'in "Madde ve Kuvvet'inde "Makine-İnsan"ın ustaca bir versiyonundan başkasını görmediğimizi söylemek istemiyoruz. Tarihsel bir bağlantının varlığına inanmak için ne benzeri yapıtların okunmasının vereceği bir uyarımı, ne bu eserler hakkın­ da yüzeysel bir bilgiyi kabul etmek zorunlu değildir. Nasıl içinde kor halinde kö­ mürler bulunan bir ocaktan çıkan ısı ışınları her yöne yayılıp, önüne yerleştirilen eliptik bir aynada yansır ve diğer bir ocağa yerleştirilmiş bulunan kavı yakarsa, aynı şekilde bir yazarın - ve özellikle bir filozofun - etkisi de kitlenin bilincinde kaybolur ve tez ve kurarn parçaları halkın bilincinden kalkarak daha sonra olgun­ luk çağına giren bireyler üzerinde, hiç olmazsa onlar arasında alma kapasiteleri ve toplumsal durumları bu ışınların yoğunlaşmasına uygun düşenler üzerinde etki­ de bulunur. Bu benzetmemizin yetersiz olduğu kolayca anlaşılacaktır. Ancak o hakikatİn cephelerinden birini aydınlatmaktadır. Şimdi diğerine geçelim. Eğer Moleschott insanın bir annebaba, süt annesi, yer, tarih, hava, su, ışık, yiyecek ve giyecek toplamı olduğunu söyleyebilmişse, aynı şeyi entelektüel etki75

M ATERYALİ Z M İ N TA R İ H İ

lerle ilgili olarak da söylemek mümkündür: "Filozof, bir gelenek ve tecrübe, be­ yin yapısı ve çevre, fırsar ve inceleme, sağlık ve toplum toplamıdır". M areryalisr bir filozofun da sistemini salr kendi incelemelerine borçlu olamayacağını olduk­ ça elle rurulur bir şekilde kanıdayacak bir cümlenin aşağı yukarı bu şekilde ifade edilmesi gerekir. Şeylerin birbirleriyle rarihsel bağlanrılarında ayağımız binlerce ipe rakılır ve bunlardan aynı zamanda ancak bir ranesini izleyebiliriz. Hana bunu bile her zaman yapamayız; çünkü kalın bir ip de zaman zaman gözümüz­ den kaçan çok ince iplikçiklere bölünür. Bugün fizik ve doğa bilimlerinin top­ lum içinde materyalizmin gelişmesi ve özellikle yaygınlaşması üzerinde yapnğı önemli erki kolayca anlaşılmaktadır. Ancak yapırımız burada söz konusu olan sorunların çoğunun kesin olarak eski sorunlar olduğunu ve değişenin marerya­ lisr kanıdamanın ne amacı, ne rarzı olmayıp, ancak onun içeriği olduğunu ye­ redi bir biçimde gösrerecekrir. Zaren idealise dönemimiz boyunca bile fizik ve doğa bilimlerinin etkisinin, mareryalisr kurarnların korunması ve yayılması bakımından her zaman olumlu olmuş olduğunu kabul ermek gerekir. Fizik ve doğa bilimlerine ilişkin daha ge­ nel ve daha canlı bir ilginin orraya çıkışı, dogmatik bir biçim alcında kendilerini göstermelerine izin vermemekle birlikre sponran olarak bu kurarnları yeniden canlandırdı. Burada Almanya'da felsefenin ayrı, ancak ulusun genel eğilimlerine cevap veren bir yola girerken, pozirif bilimlerin incelemesinin kozmopolit n ir e­ liğin i sürdürdüğünü unutmamak gerekir. Öre yandan diğer uluslar tarafından gerçekleş tirilen araşnrmalarla ilgilenirken Alman bilim adamı zorunlu olarak bu araşnrmalara kılavuzuk eden zihniyerren, ayrınrıları kendi aralarında birbirleri­ ne bağlayan düşüncelerden erkilenrnek durumundaydı. Şimdi bu dönemin en erkili uluslarında, sonuçları fazla sen bir dobra dobralıkla orraya konulmakran kaçınılmakla birlikre genel olarak XVII ve XVIII. yüzyılların görüşleri egemen­ liklerini sürdürmekreydiler. Özellikle Almanya'da ( 1 79S'dan bu yana) Schiller ve Fichre'nin, idealizmi en yüksek noktasına çıkarmaya çalışnkları bir zamanda. Fransa'da Cabanis fizyolojiye mareryalisr bir remel kazandırdı. Filozof olarak göz önüne alındığında Cabanis'in mareryalisr olmakran başka her şey olduğu doğrudur.(44) O, Stoacıların öğretisine bağlı olan bir panreizme yönelmekreydi (44) Bkı. Cabanis, "Rapport du physique et du moral de l'homme et Lettre sur fes causes premie­ res," notlar eklenmiş vb. 8. baskı, yay. M. L. Peisse, Paris ı 844. Yapıtın birinci kısmı ı 795 yılı sonuna doğru Akademi'de okunmuş ve ı 798- ı 799' da Akademi'nin bildirileri arasında yayınlan­ mıştır. İkinci yarısı ı 802 yılında yapıtın birinci kısmıyla birlikte tam eser olarak yayınlanmıştır. Cabanis'in son çalışmalarından biri olan "Lettre sur /es causes premieres" ancak yazarın ölümün­ den uzun zaman sonra ı 824 yılında yayınlanmıştır. "Leure''in panteist felsefesinin, özellikle onda açık bir biçimde ifade edilmiş olan vitalizmin (yani doğanın organik güçleri yanında ve üs­ tünde bir yaşam kuvveti varsayımının) ana yapıtın materyalist eğilimiyle uyuşup uyuşmadığı çok tartışılmıştır. Yayımcı Peisse birçok notunun yanında Cabanis'in hayatı ve öğretileri üzerine yaz-

76

Ç A G D A Ş F E LS E F E

ve öre yandan "ilk nedenler"in (veya Kant'ın dili ile söylersek "kendinde şey"in) bilgisinin imkansız olduğunu söylemekreydi.(45) Cabanis sık sık Epikuros'un kuramma saldırır. Yalnız insanın bilimsel incelemesinde somarik yöntemin yo­ lunu açmıştır: Fenomenle veya onun kendi dilini kullanmamız gerekirse insa­ nın bilgisine erişebileceği tek şey olan "ikincil nedenler"le yerindiğimiz takdir­ de, her yanda zihinsel işievlerin organizmaya bağımlı olduğunu ve duyumun, eylem gibi düşüncenin de temelini teşkil eniğini görmekteyiz. Cabanis'in yapı­ nnın amacı da bu bağımlı ilişkinin varlığını kanıtlamaktır ve onun okuyucuları, öğrencileri, felsefeye ilişkin başlangıç önermeleriyle veya şöyle bir geçerken ileri sürmüş olduğu görüşlerle fazla ilgilenmeksizin, doğal olarak bu yapma ilk gözle­ rine çarpan şeye, yani onun amacına ve bütününe önem vermişlerdir. Bundan dolayı Cabanis'ren bu yana şu veya bu fizyolojisderin her şeyin en son nedenleri üzerine görüşleri ne olursa olsun, genel olarak fizyolojide zihinsel işlevler sinir sisteminin faaliyetine indirgenmekredir. Özel bilimleri yöneren bir yasa, felsefi bilimlerin temelinin - eğer böyle bir temel varsa - sürekli olarak değişmesine karşılık, bilginin içeriği ve yönteminin elden ele geçtiğini söyler. Halk, göreli olarak değişmeyen fakrörle yerinir ve ilk olarak rasd�dığı yararlı ve pratik dü­ şünceleri meşru olan rek düşünceler olarak benimser. Felsefe bütün aydın sınıf­ larda karşı ağırlığını ortaya koymak zorunluluğunu duymadığı sürece, bu du­ rumda özel bilimlerin incelemesinden her zaman yeni bir mareryalizm, belki yandaşlarının evrene ilişkin felsefi bir sistem olduğunun bilincinde olmadıkları ölçüde daha da inatçı bir mareryalizm ortaya çıkar. Fakat bu aynı nedenden ötürü bu mareryalizm hemen hemen özel incelemelerin sınırını aşmaz. Doğa hakkında derin bilgisi olan insanı birdenbire dünya görüşünün ilkelerini açıklı­ ğa kavuşrurmaya iren daha derin nedenlerin olması gerekir ve bu süreç, felsefi niteliği tartışılmaz olan bir şeyden, yani düşünmeden ve birlikli bir açıdan dü­ şünceleri bir düzene sokmakran ayrılamaz. İngiltere ve Fransa'da mareryalizm şampiyonluğu önceden ilan edilmiş bir boksör olarak arn k ringe çıkmadığı bir sırada bu tür bir gelişme Almanya' da ordığı önsözünde de Cabanis'in yapıdarında şüphesiz tamamen sıkı bir felsefi tümdengelimi ara­ mamak gerektiğini, onun yazılarının birçok tereddüt ve hatta çelişkiyi içinde bulundurabilecek­ lerini, anc;ı.k bir görüş değişikliği veya ana yapıda metafizik mektup arasında bilinçli bir geri çe­ kilmenin varlığını kabul etmenin yeri olmadığını kanıtlamıştır. Böylece örneğin daha önceki bir yapıtın bir pasajı "Rappom"un kaleme alınmasından önce bile Cabanis'in Stahl'ın vitalizminin açık bir taraftarı olduğunu göstermektedir. "Rapports"un tarihle ilgili bölümünden, özellikle Sto­ acıların doğa felsefesi hakkındaki iddialarından Cabanis'in panteizme eğilimi rahatça çıkarsana­ bilir. Böylece Cabanis'te hemen hemen bugünün materyalistlerinde gördüğümüz bütün vecize­ lerle, örneğin düşüncenin beynin bir salgısı olduğu iddiasıyla (aynı yapıt, s. 1 38) karşılaşmamız bir çelişki değildir. (45) Bir önceki notta zikredilen baskıda l l . "Memoire," 8. § a (s. 1 4 1 ve 1 42) bkz.

77

MAT E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

raya çıkrıysa, bunun nedeni hiç şüphesiz Almanların bürün diğer uluslardan daha fazla felsefi kavgalara alışık olmalarıdır. İdalizmin kendisinin, bilimsel evri­ min kılavuz fikirlerini sistemli olarak geliştirmek arzusunu yarararak ve karşıdık yoluyla doğa bilimcilerinin gençlik areşini körükleyerek materyalizmin ilerleme­ sini reşvik erriği söylenebilir. Buna Almanya'da insanların başka her ülkede ol­ duğundan daha çok genel olarak kendilerini dinsel önyargıların ve Kilise'nin görüşlerinin erkisinden kurrarmış olduklarını eklememiz gerekir: Orada bürün eğirim görmüş insanlar için adera zorunlu ve vaz geçilmez bir hak olarak birey­ lerin düşünce özgürlüğüne sahip oldukları kabul edilmekreydi. Bu konuda da yolu açan idealizm olmuşru. Daha sonra herhangi bir engelle karşılaşmaksızın mareryalizm de bu yola girdi. Eğer mareryalisder bu durumu genellikle görme­ mezlikren gelmekte veya hana rümüyle çarpırmakraysalar, bu ekseriya onların öğretisinin içine işlemiş olan rarih-dışı zihniyerin bir diğer kanırından başka bir şey değildir. Bununla birlik re fizik ve doğa araştırmaları zevkinin Almanya' da hiçbir za­ man eksik olmadığını da unutmayalım. Yalnız bu eğilim ulusal lirerarürümüzün en parlak döneminde ahlak felsefesinin ve spekülarif çoşkunun gölgesinde kal­ mışrı. Kanr'ın kendisi sisteminde ve özellikle de eleştiri-öncesi dönemde bu iki eğilimi birleştirmeye muvaffak olmuşru. O sık sık mareryalizme yaklaşır. Öğ­ rencisi ve muhalifi olan Herder,(46) ramamen bilimsel zihniyede doluydu ve belki Kanr'la ilkeler konusunda zorlu ve yanlış anlamalarla dolu bir savaşa giriş­ rnek yerine pozirif bir rarzda kendi öğretilerini gelişrirmekle yerinmiş olsaydı Almanya' da bilimsel zihniyetin gelişmesine daha büyük bizmederde bulunabi­ lirdi. Bugün Goerhe'nin gerçek doğa bilimi hakkında nasıl doğru bir sezgiye sa­ hip olduğu her geçen gün daha çok kabul edilmektedir. Onun birçok özdeyişin­ de, kişisel zevkinin kendisini her geçen gün daha karşı konulmaz bir biçimde doğanın nesnel incelemesine sürüklemesine karşılık, haklı remelini değerlendir­ me yeteneğinde olduğu idealist eğilimin rek yanlılığına karşı sakin ve yumuşak bir hoşgörüyle karşılaşıyoruz. O halde Goerhe'nin doğa filozofları okuluyla iliş­ kileri konusunda yanılgıya düşmernek gerekir. Şair olan kendisi şüphesiz mes­ lekren fizikçi veya kimyacı birçok doğa bilgininden daha fazla hayal gücünün raşkınlıklarından kurrulmuşru. Ancak doğa filozoflarının kendileri de onu her yanda egemen olan romanrizıni e ruhaf bir biçimde birleşrirmekle birlikre, feno­ m enierin gözlemlenmesi ve birbirleriyle bağlanularının incelenmesi konusunda gerçek bir yerenek gösrermekredirler. Bürün bir ulusun bu rür ön-eğilimlerle (46) Burada Dr. H. Böhmer'in zeka ve bilgi dolu "Geschichte du Entwicklung der naturwis­ senschaftlichen Wdtanschauung in Deutschland'ına gönderebiliriz. Bu yapma yazar Kanc'ın zararı­ na olarak Herder'i yüceltmekte ve biraz ilerde zayıf yanlarını gösterıneyi umduğumuz bir "rea­ lizm"i savunmaktadır.

78

ÇAGDAŞ F E L S E F E

idealizm döneminden sağlıklı ve pozitif düşüncelere geçişi, e r ve geç zorunlu olarak mareryalizmi yeniden orraya çıkaracakrı. Almanya'da idealist dönemin birişini belinen kesin bir rarih vermek istenir­ se, karşılaşrığımız en önemli olay Temmuz 1 830 Fransız devrimidir. Bağımsızlık savaşlarını haber veren bağnaz ve idealist yurtseverlik, kapa­ tılmış olduğu zındanların ortamında hırçınlaşmış, sürgünlerde canlılığını yi­ tirmiş ve halk kitlelerinin kayırsızlığı karşısında uçup girmişti. Mu rlakiyerçi­ liğin hizmetine gireli beri felsefe iribarını kaybetmişti. İçinden gerçekle akıl­ salın birbirine özdeşliği rezinin çıkrığı büyük soyurlama Almanya'nın kuze­ yinde halkı sarhoşluğundan ayıiracak ve felsefeye karşı onda genel bir güven­ sizlik yararacak kadar uzun bir süre kölece ve bayağı bir rol oynamışrı. Şiirsel edebiyana romantizmden bıkıldı ve Heine'in "Seyahat Tabloları" (Reisebil­ der) , Schiller'in yurdunda hemen hemen beklenmeyecek hoppaca bir havayı benimsediler. Zamanın zihniyerini temsil eden bu eseri!l yazarı 1 8 30' dan beri sürekli oturma yeri olarak Paris'i seçmişri. Bu sırada Almanya'nın gele­ ceğinden umursuzluğa düşmek ve dönemin örnek ülkesi olarak daha gerçekçi olan Fransa'yı kabul ermek modası orraya çıkrı. Yine bu aynı sıralarda giri­ şimci zihniyer ricaret ve sanayi alanında serbestçe kendini göstermeye başla­ dı. Maddi ilgiler geliştiler ve kısa bir süre içinde İngiltere'de olduğu gibi in­ sanı en acil işinden saptım gibi görünen her şeye karşı fizik ve doğa bilimle­ riyle işbirliğine girdiler. Bununla birlikte edebiyar daha 30-40 yıl ulusal yö­ nelimleri karşılamaya devam eni. Ancak klasik ve romamikliğin yerine genç Almanya'nın ortaya çık n ğı görüldü. Materyalist sistemin ış ıniarı bir h uzme halinde yoğunlaşrılar. Gu rzkow, Th. Mundr ve Laube gibi adamlar yazıların­ da birçok Epikurosçu öğeleri ortaya koydular. Özellikle bunlardan sonuncu­ su Alman felsefesinin kendi mantığı üzerine sermiş olduğu saygı değer önü­ yü küsrahça bir tavırla sıyırıp am. Bununla birlikte genel olarak mareryalizmi yeniden canlandırdıkları ka­ bul edilen kişiler, sözünü eniğimiz büyük felsefi dönemin küçük ardılları (epigone) oldular. Czolbe, Alman mareryalizminin kurucusu olara� D. F . Srrauss'u görmektedir. Diğer bazıları daha haklı olarak Feuerbach'ı anmakra­ dırlar.(4 7) Bu adiara işaret edilirken dinsel ramşmaların göz önünde bulundu­ rulduğu kesindir. Bununla birlikte Feuerbach o kadar çok mareryalizme yaklaş­ maktadır !ci ona özel özel bir yer ayırmak zorundayız. Ünlü bir cinayet bilgininin (criminalisr) oğlu olan Louis Feuerbach erken bir rarihre ciddi, çalışkan ve keskin bir zekadan çok sağlam bir karaktere işaret eden bir yaratılışa sahip olduğunu göstermiştir. Hegel'in yaratmış olduğu çoş( 47) Burada doğal olarak Suauss'un son gelişmesi henüz söz konusu değildir.

79

M A T E RYAL i Z M i N TA R İ H İ

kucu akım içine sürüklenen Feuerbach 20 yaşında bir [anrıbilim öğrencisi ola­ rak Berlin'i ziyare[ e[miş[ir. Bu sırada ( 1 824) . Berlin'de Hegel resmi bir filozof olarak bü[Ün ihcişamıyla [ahunda hüküm sürmek[eydi. Resmi bildirilerde, He­ gel'in varlığı yoklukcan, olumlamayı olumsuzlamadan çıkarmadığı [ezleri "zayrf ve önemsiz" olarak ni[elendirilmek[eydiler.(4B) Feuerbach'un ciddi yaraulışı bir süre sonra Hegel'in karanlık uçurumlarından yakasım kunardı ve hiçbir zaman bu okulun düşünce derinliğini [Ümüyle [erke[memekle birlik[e belli bir "yüzey­ selliğe " yükseldi. Feuerbach hiçbir zaman açık bir manuğa ulaşamamışur. İdea­ lis[ dönemde her yanda olduğu gibi onun felsefesinin özü de bir gaip[en haber verme olarak kalmışur. Feuerbach'[a "dolayısıyla"sözü Kam ve Herban'[a oldu­ ğu gibi gerçek veya basi[ olarak arzu edilen bir sonuç anlamını içermez. Bu söz­ cük Schelling ve He gel'de olduğu gibi sadece düşüncenin yapmak is[ediği bir aulımı işare[ eder. Bundan Ö[Ürü onun sis[emi de duyusal dünya ve kanıdar üze­ rindeki vurguyu ye[erli ölçüde aydınla[mayan mis[ik bir karanlık içinde yüzer. "tik düşüncem, Tanrı oldu; ikinci akıl, üçüncü ve son düşüncem insandı" B u sözcüklerle Feuerbach, felsefesinin farklı aşamalarından çok gençliğinde en­ [ellek[üel gelişmesinin aşarnalarına işare[ e[mek[edir; çünkü üniversİ[e öğreni­ mini [amamlar [amamlamaz (l 828) o günden sonra her zaman kendisine bağlı kaldığı insanlığın felsefesinin ilkelerini açıkça ilan eni. Bu yeni felsefenin He­ gel'in akılcılığıyla ilişkisi, Hegel'in akılcılığının [anrıbılımle olan ilişkisi g ibi ola­ caku. Böylece içinde [anrıbilimin, hana me[afıziğin geri plana auldığı yeni bir dönem başlıyordu. Bu kuram, aynı sıralarda Paris'[e yoksulluk ve melankoliyle boğuşan, insan­ ları seven, ancak yalnız yaşamak[an hoşlanan soylu düşünür Com[e'un kurmaya çalışuğı sis[emle dikka[e değer bir benzerlik gös[ermek[edir. Com[e da insanlı­ ğın üç döneminden söz e[mek[edir. Bunlardan birincisi [anrıbilimsel, ikincisi me[afızik, üçüncü ve sonuncusu pozi[if dönem, .yani insanın bü[Ün duyuları, bü[Ün güçleriyle gerçeğe döndüğü ve doyumunu gerçek sorunların çözümünde (48) Dinler, milli eğirim ve sağlıkla ilgili işler bakanlığının kraliyet sirkülerinde (2 1 Ağustos 1 824) şöyle denmektedir: "Kraliyet bilimsel inceleme komisyonunu son zamanlarda gereğinden fazla ölçüde bütün felsefi. incelemeleri teşkil eden boş ve yüzeysel kurarnların yerlerini nihayet felsefenin ciddi incelemesine bırakmaları, gerçek felsefi incelemelerin faydalı olduğu kadar saygın yeri ve yönünü tekrar bulması ve üniversite gençliğinin bu sahte felsefeyle kafası karışurılıp yol­ dan çıkarılması yerine sağlam bir eğitim ve yüksek ölçüde felsefi bir zihniyet izlenerek zihinsel yerilerinin berrak, doğru ve derin kullanımına doğru yönlendirilmesi için aynı zamanda ciddi bir biçimde felsefenin sağlamlığı, iç değeri ve öğretim tarzıyla meşgul olmaya davet ediyoruz" (Ro­ enne, " Unterrichtswesen tks Preussischen StaCIIei', II, s. 42). Bu sahte felsefe şüphesiz Bene­ ke'ninkidir (bkz. Überweg, "Grundriss der Philosophil', III. Ü çüncü baskı). Sözü edilen kraliyet sirkülerine gelince zamanın hakim eğilimlerini göz önüne alırsak onun zorunlu olarak amacının Hegelci felsefe lehine bir tekel sağlamak olması gerekir.

80

ÇA G D A Ş F E LS E F E

bulduğu dönemdir.(49) Emelekcüel bakımdan Hobbes'la akraba olan Comce her bilime amaç ola­ rak fenomenleri yönecen yasaların bilgisini vermekcedir. Ona göre filozofun gö­ revi "öngörüde bulunmak için görmek, olacak şeyi bilmek için olanı araşurmak­ ur". Kendi payına Feuerbach da şunları söylemekcedir: "Yeni felsefe, içinde doğa, yani insanın cemeli olan şey de olmak üzere insanı felsefenin biricik, ev­ rensel ve en yüce konusu yapmakcadır. O halde içinde fizyoloji de olmak üzere insanbilimi (amropologie) evrensel bilim olmakcadır".( 5 0) İnsanın bu yücelcilmesinde Hegel'in felsefesine özgü olan ve Feuerbach'ı asıl anlamında maceryalisderden ayıran bir özellikle karşılaşmakcayız. Burada duyular felsefesi biçimi alunda gerçekce cin felsefesiyle karşılaşıyoruz. Gerçek maceryalisc her zaman bakışlarını, dış dünya denen büyük bücüne çevİrıneye ve insanı, maddenin öncesiz-sonrasız harekecinin okyanusunda bir dalga gibi ele almaya eğitimdir. Maceryalisce göre nasıl ki düşünce, fiziksel yaşam s üreçleri zincirinde özel bir ilinekcen başka bir şey değilse, insanın doğası da genel fizyo­ lojinin özel bir halinden ibareuir. Maceryalisc, fizyolojik olayları fizik ve kimya­ nın genel fenomenleri arasında saymakcan hoşlanır ve insanı elinden geldiğince diğer varlıklar dizisine geri göcürmeyi cercih eder. Kuşkusuz pracik felsefede o, benzeri carzda sadece insan doğasına geri dönecekcir; yalnız o bu alanda bu do­ ğaya T ann'nın niceliklerini veren Feuerbach'ı izlemek eğiliminde pek olmaya­ cakur. Kanc'la karşılaşurıldığında Hegel'in felsefesinin çok gerici bir eğilimi, onun bücünüyle öznel olan insani yöneerne oranla, şeyleri daha genel bir biçimde ca­ nımayı sağlayan bir yöncem düşüncesini camamen kaybecmiş olmasında_ yacar. Hegel'in bücün siscemi şeyler hakkındaki düşünce ve düşlerimizin çerçevesi içinde dolaşıp durur. Bu düşlere parlak adlar verilir; ancak genel olarak feno­ menlere ve onlardan çıkarılan kavrarnlara ne değer verilmesi gerekciği cam ola(49) Comte ve sistemi hakkında krş. John Stuart Mill, "Auguste Comte and Positivism," re­ printed from the Westminster Review (London 1 865 ) - Pozitivizmin kavramı ve eğilimi hak­ kında kısa bilgi Auguste Comte'un "Discours sur !'Esprit Positif,' Paris 1 844 (s. 1 08 ) de bulun­ maktadır. - Comte'un ana yapın alu cildik "Cours·ek Philosophie Positif /830-/844'dür. İkinci baskısı Lime'nin bir önsözü ile yayınlanmışm (Paris 1 864). - Almanya'nın dikkatinin Comte'a yönelmesinin tarihi yenidir. Überweg'de ("Grundriss" III, s. 361 vd.) Comte hakkında Paul Ja­ net tarafından kaleme alınmış bir bölüm vardır. Ancak bu bölüm üç dönem, teolojik, metafı.zik ve pozitif dönemler kuramını basit olarak onun sisteminin negatifkısmı olarak görmesi ve böyle­ ce pozitif kısımla ilgili olarak ortada iki fıkrin, "belli bir tarihsel varsayım" ve "bilimlerin belli bir sınıflandırılması"nı kabul etmesi bakımından tarafsızlıktan yoksundur. Gerçekte Comte'un başa­ rısı esas itibariyle bu fılozofa özgü olan "pozitivist" kavramını aydınlığa kavuşturması ve mantık­ sal olarak kanıdamasında yatmaktadır. Daha tam ayrıntılar için bkz. Dühring, "Kritische Ge­ schichte ekr Philosophie," Zweite Auflage, Berlin 1 873, s. 494-5 10. (50) " Grundsaetze ekr Philosophie der Zukunft," Leipzig 1 849, s. 8 1 , § 55. .



M A TERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

rak bilinmez. "Varlık"la "görümü" arasındaki zırlık, Hegel'de, sadece iki insani kavrayış biçimi arasındaki bir zırlıkran, kısa bir süre sonra onadan kalkan bir zıtlıkran ibarerrir. Fenomen Hegd' de "varlıkla dolu olan görümü" olarak ta­ nımlanır ve gerçek, fenomenin varlığın ram ve upuygun görüntüsü olduğu yer­ de bulunur. Feuerbach da fenomende . "varlığın ram ve upuygun görüntüsü" diye bir şeyin olabileceğine ilişkin bu yanlış görüşü benimsemişrir. Bununla bir­ likte o, gerçeğin duyarlılıkran başka bir şey olmadığını söyler v� onu marerya­ lisrlere y�klaşrıran nokta da burasıdır. "Hakikat, gerçeklik, duyular dünyası özdeş şeylerdir. Biricik doğru, biricik gerçek olan şey, duyusal varlıknr. Duyular dünyası rek hakikar ve rek gerçeklik­ tir" "Gerçek anlamında bir nesneyi bize veren kendinde düşünce değildir, du­ yuların aracılığıdır". Duyuların olmadığı bir yerde varlık, gerçek nesne yokrur" "Eğe� eski felsefenin hareker noktası "ben soyut bir varlığım, sadece düşünen bir varlık. Beden benim varlığıının bir parçası değildir" savı ise modern felsefe­ nin başlangıç noktası şu savdır: Ben gerçek duyusal bir varlığım; beden benim varlığıının bir parçasıdır, hana bütünü iribariyle beden, benini varlığımın, beni­ min ra kendl�idir'": Doğru ve tanrısal olan sadece hiçbir kanıdamaya ih tiyaç göstermeyen, doğrudan doğruya kendi kendisiyle kesin olan kendi adına konu­ şup kendisi bakımından doğrudan dikkati çeken, kendisinden hemen sonra der­ hal kendi varlığının tasdikini doğuran, murlak olarak açık, murlak olarak kuşku görürmeyen, güneş gibi ortada olandır. Ama güneş gibi ortada olan sadece duyular dünyasıdır. O halde her türlü kuşkunun, her türlü ranışmanın kesil­ meye başlaması gerektiği yer, sadece orasıdır. Araçsız bilginin sırrı, duyusal olandır" . ( 5 1 ) Feuerbach'ın "Felsefenin Ilkelert'inde (1 849) hemen hemen burada akrardı­ ğımız kadar kısa ve özlü görünen bu sözleri, oldukça mareryalisr bir havaya sa­ hiptir. Bununla birlikte duyular dünyası ile maddeselliğin özdeş kavramlar ol­ madıklarını belinmemiz gerekir. Madde kadar form da duyuların nesnesidir; hana gerçek duyusalın bize her zaman verdiği, form ve maddenin birliğidir. Biz bu form ve madde kavramlarının kendilerini ancak soyurlamayla, düşünceyle elde ederiz ve dUşünmeye devam ederek onlar arasındaki ilişkiyi belli bir biçim­ de tasariarnaya ulaşırız. Arisroreles her yerde önceliği forma verdirir. Buna· karşı­ lık mareryalisrler kendi payiarına bu önceliği madde için kabul ederler. Mater­ yalizmin vazgeçilmez ölçürlerinden biri, onun sadece kuvvet ve maddeyi birbi­ rinden ayrılmaz şeyler olarak görmekle kalmaması, aynı zamanda-kuvveti mad­ denin murlak bir niteliği olarak kabul ermesi ve daha ııonra maddelerle kuvvet(5 1) Bu cümleler u Grundsaetze dn- Philosophie der Zukunft' §§ 32, 33. 37 ve 39'da bulun­ maktadır.

82

ÇA G D A Ş F EL S E F E

!erin karşılıklı eyleminden bütün varlık formlarını çıkarrmasıdır. Duyusalı ilke olarak kabul etmekle birlikte sistemimizin ana ı:.e meli ile ilgili olarak Arisroreles­ çi, Spinozacı, harra Kamçı kalabiliriz. Kanr'ın bir varsayım olarak öne sürdüğü şeyi, yani duyarlılık ve anlığın bizde orrak bir bir kaynağa sahip olduklarını bir gerçek olarak kabul edelim. Sonra bir adım daha aralım ve duyu organlarımızın yapısında anlığın kategorilerini arayalım. Bu varsayıma göre fenomenler dünya­ sının bütününü oluşturan duyusalın kendisinin, gerçek özelliklerini bilmediği­ miz bir varlığın başka varlıkların etkisine uğrama biçiminden başka bir şey ol­ madığı savının geçerliliğini yitirmediğini göreceğiz. Bu andan itibaren hiçbir manrıksal ilke gerçeği, duyusallıkla uyuşabilecek bir tarzda ranımlamamıza en­ gel olmaz. Fakat burada aynı zamanda böylece insan için gerçeği oluşturan şe­ yin arkasında, farklı organlar tarafından rasarlandığında farklı görünecek daha genel bir varlığın saklı bulunduğu görüşünü devam ertirmek zorundayız. Harra burada akılsal düşüncelerle birlikte Kanr'ın erkin varlık bilincine dayalı kendine özgü bütün pratik felsefesini de koruyabiliriz. Yalnız bu durumda akılsal alemi, bir duyular aleini biçiminde düşünmemiz gerekecektir. O zaman Kanr'ın müre­ vazi ve sakin ahlakı yerine renkli, sıcak ve canlı bir ahlak ortaya çıkacakrır. Bu ahiakın hayali duyusalının araçsız duyusalın gerçeklik ve nesnelliğine sahip ol­ duğunu ileri sürerneyeceği bir gerçektir. Ama o Kanr'ın kavramları gibi akılsal alemin daha yüce ve daha genel g�rçekliğinin bir temsili olarak geçinebilir. Mümkün sistemler alanında yaprığımız bu küçük gezinride Feuerbach'ran oldukça uzaklaşrık. Ama herhalde Feuerbach'ın kendisinin sözcüğün dar anla­ mındaki mareryalizmden uzaklaşmasından daha fazla uzaklaşmadık. O halde bu duyusalın felsefesinin idealist yanını inceleyelim. "Varlık sezginin, duyumun, sevginin bir sırrıdıc. - Sadece duyumda, sadece sevgide "bu" -bu şahıs, bu şey-, yani bireysel olan, murlak bir değere sahiptir. Sonlu ve sonsuzun bulunduğu yer burasıdır. - Sevginin sonsuz derinliği, ranrı­ sallığı ve gerçeği sadece bundan ibarettir. Sadece sevgide başraki saçları sayan Tanrı hakikar ve gerçeklikrir" "insani duyumlar, eski aşkın felsefe anlamında deneysel, anrropolojik bir değere sahip değillerdir. Onlar onrolojik, merafizik bir değere sahiptirler. En derin ve en yüce doğrular duyumlarda, hatta gündelik duyumlarda gizlidirler. Böylece sevgi, zihnimiz dışında bir nesnenin var olduğu­ nu kanıdayan gerçek onrolojik kanınır ve varlıkla ilgili olarak sevgiden, genel olarak duyumdan başka bir kanıt yoktur. Sadece varlığı sevinç, yokluğu acı do­ ğuran şey vardır" .(52) Feuerbach da kuşkusuz daha sonra örneğin Jüpiter gezegeninde veya uzak bir sabir yıldızlar sisteminde canlı ve düşünen varlıkların varlığını imkansız bir (52) a.g.y., § 34.

83

M A T ERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

şey olarak reddermeyecek düşünceler ileri sürmüştür. Bununla birlikre eğer onun bürün felsefesinde insan, gelişmiş bir duyusal ve enrelekrüel varlığın düşü­ nülebilecek rek örneği, m udak olarak rek örneği olacak bir biçimde tasarlanmış­ sa, bunun nedeni Feuerbach'ın bilinçli olarak kendini sınırlamasıdır. Feuerbach bu nokrada Hegelcidir ve Hegel gibi o da remelde insanın herşeyin ölçüsü oldu­ ğunu söyleyen Proragoras'ın savını benimsemekredir. Ona göre doğru, insan için doğru olan, yani insani duyular yardımıyla algılanan şeydir. O halde Feuer­ bach, duyumların sadece anrropolojik değil, aynı zamanda merafizik bir değer­ leri olduğunu, yani onları sadece insanda doğal fenomenler olarak değil, aynı zamanda şeylerin doğrulukları ve gerçekliklerinin bir kanırı olarak ele almak ge­ rektiğini söylemektedir. Yalnız bu durumda duyusalın öznel önemi de arrmak­ radır. ,Eğer merafıziğin remeli duyumlarda bulunuyorsa, duyumlar, psikolojik alanda da rinsel olan herşeyin gerçek rözü olmak zorundadırlar. "Eski murlak felsefe, duyuları fenomenin, sonlu varlığın alanına sürmekle yerindi. Bununla birlik re bu nokrada kendisiyle çelişkiye düşerek mu dağı, ranrı­ salı sanarın konusu yaprı. Ancak sanarın konusu görme, işirme, dokunmanın konusu olan şeydir. Böylelikle sadece sonlu varlık, fenomen değil ranrısal varlık, T ann da duyuların konusudur. - Duyu, mudağın organıdır" "Biz sadece raşı ve rahrayı, sadece eri ve kemiği hissermeyiz; duyusal bir var­ lığın ellerini sıkrığımızda veya dudaklarını öprüğümüzde de duygular duyarız. Kulaklarıınızia sadece suyun şırılrısını veya yaprakların hışırnsını değil, aynı za­ manda sevgi ve bilgeliğin duygu dolu sesini duyarız. Biz sadece aynaların yüzü­ nü veya renkli rayfları görmeyiz; aynı zamanda insanın bakışını da görürüz. O halde yalnız dışarı değil içeri de, yalnız beden değil ruh da, yalnız şey değil ben de duyuların konusudur. - Böylece dolaysız olarak değilse de hiç olmazsa dolay­ lı olarak; sıradan insanın kaba duyuları ile değilse de hiç olmazsa eğirimin in­ celrriği duyuların yardımıyla; anaromici veya kimyaemın gözleriyle değilse de hiç olmazsa filozofun gözleriyle, herşey duyular rarafından algılanabilir".(53) Fakar "eğirimin incelrriği duyular", "filozofun gözleri" gerçekre kazanılmış düşüncelerin erkisi ile birleşen duyulardan başka bir şey midirler? Feuerbach'ın rezinin lehinde olmak üzere bu işbirliğinin biri duyusal, diğeri enrelekrüel iki fonksiyonun roplamı kadar basir mekanik bir işbirliği olmayacağı kabul edilme­ lidir. Gerçekren enrelekrüel gelişmeyle birlikre duyular enrelekrüel olanı ranı­ maya alışırlar ve en yüce, görünüşte en "duyusal-üsrü" nesneleri düşünürken be­ yindeki duyu merkezlerinin çok önemli bir karkısmın olması hayli muhtemel­ dir. Bununla birlikre zihinsel olarak duyusal öğeyi enrelekrüel öğeden ayırmak isrersek, bu ayırma, sanar alanında da başka herhangi bir alanda olduğu kadar (53)

a.g:y.,

§§ 40 ve 42.

84

ÇA G DAŞ F E L S E F E

uygulanabilir bir şeydir. Junon başının ideali, merrnerde değil, mermere verilen biçimde bulunur. Duyu duyu olarak önce mermerin parlak beyazlığını görür; biçimi tasadamak için daha önc,eden bir sanatsal kültür gereklidir ve bu biçimi tam olarak değerlendirmek için seyircinin düşüncesinin sanatçının düşüncesini karşılaması gerekir. Şimdi nasıl ki en ince bir deseni çizmek bile tebeşir veya ka­ lem olmaksızın mümkün değilse, aynı şekilde en soyut bir düşüncenin bile an­ cak duyu malzemesi yardımıyla ifade edilmesi söz konusu olabilir. İşte bu nokta Feuerbach'ın bakış açısını aşan noktadır. Bununla birlikte nasıl biz Köln kated­ ralinin formunu, onun yapılışında kullanılan volkanik taşlardan ayırıyorsak, aynı şekilde duyumların düzeninin sonucu olan formu da ayırt edebiliriz. Şimdi bir desende bile bu katedralin formunu tasarlayabiliriz. Peki o zaman bu du­ yumların düzeninin sonucu olan formun - ki bu form, seyredilen sanat eserin­ de önemli entelektüel öğedir - özü bakımından insani duyurnun sağlamış oldu­ ğu tesadüfi malzemeden, şüphesiz biz diğer insanlar için bu insani duyurnun değişmez bir biçimde kendisine bağlı olduğu malzemeden, bağımsız olduğu dü­ şüncesinden uzaklaşmış mı olacağız? Bu düşünce transandanttır, ancak çelişki ıçermez. En üzücü nokta, Feuerbach'ın tamamen Hegelci bir anlamda, duyurnun dışında, ona bütünüyle yabancı bir düşüncenin varlığını kabul etmesi ve böyle­ ce insanın özüne tedavi edilmez bir uyumsuzluğu sokmuş olmasıdır. Feuerbach, halk kitlesiyle birlikte tamamen salt, tamamen soyut, duyu-dışı bir düşüncenin var olduğu yönündeki önyargıyı paylaşmaktadır. Ne yazık ki bu önyargı fizya­ logların ve filozofların çoğunda vardır. Yalnız Feuerbach'ın sistemi bu düşün­ ceyle başka her sisteminkinden daha az uyuşur. En kuvvetli duyumlarımızın ah­ laksal kişiliğimizle ilgili olarak genellikle ikinci dereceden bir değere sahip olma­ larına, mantıksal bakımdan ise daha da az önemli olmalarına karşılık, en önemli düşüncelerimiz çok ince, - hatta kendini baştan savma inceleyen birinin farkına varamayacağı kadar ince - duyumların meydana getirdiği bir malzeme içinde gerçekleşirler. Fakat ortaya çıktığı anda aynı sınıftan diğer duyumlada belli bir ilişki içermeyen hemen hemen hiçbir duyum yoktur. Bir çan sesi duyduğumda bu duyumum, ilk ortaya çıktığı andan itibaren çan kavramımla belirlenmiştir. Daha önce hiç duymadığımız bir sesin bizi o kadar alışılmadık bir tarzda heye­ canlandırmasının nedeni budur. Madde formda olduğu gibi genel olan tikel olanda, mantık fizyolojidedir. Feuerbach'ın metafizik olarak ikiye ayırdığı şey, aslında ancak mantıksal olarak bölünme durumundadır. İçinde sadece geneli barındıran hiçbir düşünce yoktur. Öte yandan içinde herhangi bir ölçüde geneli içermeyen hiçbir duyum da yoktur. Fe':lerbach'ın düşündüğü tarzda kendi başı­ na du yusala gerçekte rastlanmaz ve dolayısıyla o biricik gerçeklik olamaz. Aklı başında muhalifleri tarafindan Feuerbach'a yapılmış olan bir irirazı biz 85

M A TE RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

her zaman tuhaf bulduk. B u insanlar, Feuerbach'ın sisteminin ahlaksal açıdan zorunlu olarak saf bencilliğe girmek mecburiyerinde olduğunu ileri sürmekte­ dirler. Oysa ona yöneleilmesi gereken daha çok bunun tersi olmalıydı: Feuer­ bach açıkca kuramsal bencillik ahlakını kabul ediyordu. Buna karşılık sistemi­ nin bütünü mannksal olarak buna ramamen ters bir sonuca girmek zorundaydı. Varlık kavramını sevgiden çıkaracak kadar ileri giden biri hiçbir zaman "Doğa Sistemi"nin ahlakını devam erriremez. Feuerbach'ın ahlakının hiç kuşkusuz onun kendisinin birçok kez oldukça kaba bir biçimde tersini söylediği gerçek ilkesinin daha çok ikinci şahıs zamiriyle adlandınlması gerekir: Feuerbach bencilliği değil, "sencilliği" (ruisme) yararmışur. Onun bu konudaki ranımını dinleyelim: "Bütün fikirlerimiz (idees) duyulardan doğarlar. B u konuda deneyeilik ta­ mamen haklıdır. Yalnız o insani duyuların en önemli, en esaslı nesnesinin insa­ nın kendisi olduğunu, insanlarda bilinç ve anlığın ışığının yalnızca insanın ha­ kışında parladığını unutmaktadır. O halde fikirlerin kaynağını insanda aramak­ ra idealizm haklıdır. Ancak o da onları kendi kendisi için var olan bir varlık gibi yalnız başına yaşayan insandan, ruh olarak dondurulmuş insandan, tek sözcükle duyular tarafından verilen bir "sen" olmaksızın yalnız başına "ben"den türet­ mekte haksızdır. Fikirler ancak insanın insanla ilerişiminden, konuşmasından doğarlar. İnsan tek başına değil, ancak iki kişi olduğunda fikirlere, genel olarak akla ulaşır. İster fiziksel, ister enrelekrüel insani bir varlığı meydana gerirmek için iki insani varlık gereklidir. İnsanın insanla birlikte yaşaması hakikarin ve genelin ilkesi ve ölçürüdür" "Ayrı başına, yalnız kendisi için yaşayan insan, ne ahlaksal, ne düşünen bir varlık olarak insan özüne sahip değildir. İnsanın özü ancak toplumda, insanın insanla derin birliğinde bulunur. Bununla birlikte bu birlik, bazan ben ve senin gerçek ayrımı üzerine dayanır" "Yalnızlık, sonluluk ve sınırlılıknr. Birlikte olma, toplum özgürlük ve son­ suzlukrur. Kendi kendisi için insan (alışılagelen anlamda) insandır; bir insanla birlikte insan, ben ve senin birliği, Tanrı'dır".(54) Eğer turarlı olmuş olsaydı, Feuerbach'ın bu önermelerden, bütün insan ah­ lakının ve üstün enrelekrüel yaşamının, başkasının varlığını kabul ermeye da(54) "Philosophie der Zukunft," §§ 42, 61 ve 62. - Bu son derece önemli pasajlar Schaller ta­ rafından tümüyle ihmal edilmiştir ( Darsullung und Kritik der Philosophie Feuerbach s, Leipzig, 1 874). Bundan dolayı bu yazarın Feuerbach'ın ahlakını Stirner'inkine özdeş kılması ve bencillik ve safsata sanatının, "ruhun sistemli demoralizasyonu"nun, Feuerbach'ın ilkelerinin kaçınılmaz sonuçları olduğu sonucuna varması bizi şaşınmamalıdır. - Burada ayrıca doğal olarak Feuer­ bach'ın "sencillik" ini (tuismus) Comte'un özgeciliğiyle karşılaştırma· arzusu duyabileceğimize işaret edilmelidir. Ancak bir yandan benzerliği abanınaktan kaçınırken öte yandan iki sistemin onak noktalarını onaya çıkarmak için uzun açıklamalar yapmak gerekecekti. Feuerbach hareket noktası olarak daima kendini başkasıyla tamamlamaya çalışan ve ancak bencilliğin etkisiyle genel "

86

ÇA G DAŞ F E L S E F E

yandığı sonucunu çıkarması gerekirdi. Ancak bunun yerine o yeniden kuramsal bencilliğin içine düşmüştür. Bunun nedenini kısmen düşüncelerinin birbirini tutmazlığında, kısmen de dine karşı verdiği kavgada aramak gerekir. Dinsel öğ­ retilere karşı düşmanca tutumu onu aslında sistemine ters düşen Holbach'ın ah­ lakını benimsemeye sürüklemiştir. Alman edebiyannda en kesin ve en tutarlı bir tarzda bencillik ahlakını vaz etmiş olan adam, Max Stirner, Feuerbach'la zıtlık içinde bulunur. "Birey ve Özelliği" adlı ünlü eserinde ( 1 845) Max Stirner her türlü ahlak kavramını red­ detıneye kadar gitmiştir. İster dış bir güç, ister basit fikir olarak herhangi bir bi­ çimde bireyin ve onun keyfinin üstüne konulan her şeyi S tirner benin kendi kendisini iğrenç bir sınıriandırması olarak reddeder. Bildiğimiz en aşırı bir eser olan bu kitabın ikinci bir kısımla, pozitif bir kısımla tamamlanmamış olması yazıktır .. Bu çalışma, Schelling'in felsefesinin pozitif bir tamamlamasını bul­ maktan daha kolay olacaktı. Çünkü ben, kendi payıma, sınırlanmış benden dı­ şarı çıkmak için iradem ve düşüncemin bir ifadesi olarak herhangi bir idealizmi yaratabilir im. Gerçekten Stirner iradeye o kadar büyük bir değer vermektedir ki irade insani varlığın temel gücü olarak ortaya çıkmaktadır. Stirner bize Scho­ penhauer'i hatırlatabilir-Her madalyonun, işte böyle tersi vardır. Stirner'in materyalizmle sıkı ilişkileri yoktur. Zaten kitabı onunla daha fazla ilgilenmemiz gerekeceği ölçüde büyük bir etki uyandırmamıştır. Şimdi dikkatimizi içinde yaşadığımız döneme çevirmemiz in zamanı gelmiştir. Bize göre ı 830 yılında ortaya çıkan Alman idealizminin gerilemesi, hisse­ dilmez bir şekilde var olan siyasal ve dinsel güçlere karşı bir savaşa, dönemin bü­ tün karakterinin materyalizme dönmeye başlamasına karşılık içinde felsefi ma­ teryalizmin önceleri ancak ikinci dereceden bir rol oynadığı savaşa dönüşmüş­ tür. ı 830 yılı ile birlikte Alman şiirini kapatabiliriz ve gerçekten önemli olari hiçbir yapıtı dışarda bırakmış olmayız. Artık klasik dönem bitmiş olduğu gibi romantikler de şarkılarını kesmişlerdir. Souabe okulunun çiçeklenmesi, yeni dö­ nem üzerinde o kadar büyük bir etkide bulunmuş olan Heine'de durmuştu. Hala idealist bir soluğun canlandırdığı bütün yapıtlar sözünü ettiğimiz tarihten öncedirler. Ünlü şairler ya ölmüşler, ya susmuşlar veya düzyazı yazarlarının safı­ na geçmişlerdi. Yaratılmasına devam edilen herşey yapay bir özelliğe sahipti. Spekülasyonla şiir arasındaki derin ilişki üzerine, ancak bu gelişmenin felsefeye nasıl yansıdığına bakarak kesin bir kanıt verebiliriz. Önceleri döneminin zihni­ yetinin en bilinçli bir sözcüsü durumunda olan ve bitmez tükenmez bir verimliçıkara uygun bir yönde davranma eğiliminde olan bireyi hareket almaktadır. Comte'da ise hare­ ket noktası toplum ve insani toplumsallıkur. Onun "başkası için yaşama" ahlak kuralı, tutku gibi içimizden kendiliğinden çıkmaz. Bu kuralın topluma karşı ödev düşüncesi tarafından des­ teklenmeye ihtiyacı vardır. 1

87

M AT E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

likle eserler üretmiş olan Schelling artık hiçbir şey yazmamaktaydı. Erken mey­ veleri ile birlikte özgünlük, daha sonra suların çekilmesine boyun egen fırtınalı bir dalga gibi geçip girmişti. Çağdaşları üzerinde hüküm sürer gibi görünen He­ gel, düşünceyi taşlaşmış formüller içine hapsetmeye çalışmaktaydı. Evet, onun sistemi sayesinde yeni kuşak üzerinde büyük idealist çağın en açık etkisi hala de­ vam etmekteydi. Ama hangi değişmelerle birlikte! - Özellikle Schiller, toplumda Boerne'nin acımasız eleştirilerinin karşılaştığı rağbetin gösterdiği gibi, prestijini kaybetmişti. Ulusal varlığın şiir döneminin bir duraklama zamanı geçireceği düşüncesini açık olarak ifade eden Gervinus, bunun ardından zorunlu olarak bir siyasal dö­ nemin geleceğine ve Almanya'nın siyasal bir Luther'in yönetiminde daha iyi bir yaşam biçimine yükseleceğine inanıyordu. Ancak o, kastettiği anlamda biçimi yeniden canlandırmak üzere, her halükarda yeni bir idealist atılımın gerekeceği­ ni, oysa yeni başlayan bu gerçekçi dönemde maddi refah ve sınai gelişmenin ilk planda geldiğini unuruyordu. Şüphesiz "gerçekçi" Fransa'ya hatta politik ba­ kımdan da özel bir gıptayla bakılıyordu. Yalnız Temmuz monarşisini ve Fransız anayasal sistemini artık egemen duruma gelen çevreler için o kadar sevimli kılan şey, onların varlıklı sınıfların maddi çıkadarıyla olan ilişkisiydi. Bundan böyle artık sadece H ansernan gibi bir tüccar, bir hisse senedi şirketinin kurucusu kamu oyunun sözcüsü olabilirdi. 1 830 dan sonra Almanya'da birçok sanayi şir­ keti ve diğer benzeri ortaklık mantar gibi ortaya çıktılar. Liseler ve üniversitele­ rin tartışma götürmez yerersizliklerine kötü niyet mikroskobuyla bakılırken, ulusal eğitim alanında zengin kentlerin burj uvaları tarafından politeknik okul­ lar, sanayi kurumları, ticaret okulları açıldı. Hükümeder bu eğilimlerin muzaf­ fer olmasını engellemeye çalışıyorlardı. Ancak genel olarak onlar da aynı zihni­ yetten esinlenmiş görünüyorlardı. Küçük bir karakteristik olay: idealist eğilim­ lerinden ötürü cezalandırılıp ölüme mahkum edilmiş olan lise öğretimi, daha sonra sırf sağlıkla ilgili nedenlerle yeniden canlandırıldı. Hükümeder çabalarını özellikle ticari ilişkilere yönelttiler ve toplumsal ve siyasal açıdan 1 830- 1 840 dö­ neminin en önemli olayı, Alman gümrük birliği oldu. Bundan daha da önemli bir olayı kısa bir süre sonra demiryollarının yapılması oluşturdu. Bu olay, sözü­ nü ettiğimiz onyılın ikinci yarısı boyunca Almanya'nın en zengin ricaret kentle­ ri arasında bir rekabet ve yarışı başlatu. Almanya'da nihayet fi zik bilimleri zev­ kinin doğması da tam bu zamana rasdadı ve bu alandaki ana rolü de pratik kay­ gılarla en derinden ilişkili olan bir bilim, kimya oynadı. Liebig, Giessen'de Al­ man üniversitelerinin sahip olduğu ilk laboratuvarı kurduğunda önyargıların barajı yıkıldı ve Giessen okulu birbiri ardından başarılı kimyacılar çı karmaya başlayınca, diğer üniversiteler de birbirleri ardından bu okulun verdiği örneği izlemek zorunda kaldılar. Fizik bilimlerinin en fazla gelişme gösterdiği kentler-

88

ÇAGDAŞ FELS EFE

den biri, t a o zamandan Avrupa çapında bir şöhrer haline gelmiş olan Alexandre von Humboldr'uri 1 827 yılında gelip yerleştiği Berlin'di . Berlin'de 1 830'dan 1 840'a kadar Ehrenberg'in, Dove'un ve biri kimyacı, diğeri mineralojist iki Rose'un çalışmaları ile sivrildikleri görüldü. Bunlara gençliğinde doğa felsefesi okulundan geçen, ancak bu okulda bir araştırmacı bilginin soğukkanlılık ve enerjisini kaybetmeyen Jean Müller katıldı. "Fizyoloji El Kitabı" ( 1 833) ve yo­ rulma ranımayan öğretimi Müller'i bir doğa bilimi kabul edilen fizyolojiye ka­ zandırmış olduğu tümüyle fiziksel doğrultunun en erkili öncüsü yapmıştır. Bu çalışmalarında o sıralar Leipzig' de kendini göstermekte olan Erne� c Henri W e­ ber'in daha derin ve özellikle matematik kesinlik bakımından dikkate değer ça­ lışmaları tarafından güçlü bir şekilde desrekleı;ımişrir. Buna, Almanya'da yeni­ den çok önem kazanmış olan Fransız etkisinin zihinleri aynı yönde sevkermesi olayını da ekleyelim. Flourens, Magendie, Leuret ve Longet'nin fizyoloji, özel­ likle beyin ve sinir sistemi fizyolojisi alanındaki araştırmaları, Almanya'nın yet­ kili kişileri arasında büyük yankı uyandırdılar ve Vogt ve Moleschou'un daha sonraki ortaya çıkışını hazırladılar. Bu tarihren itibaren Almanya'da bu araştır­ malardan - ancak bu konuda daha sonraları gösterilecek olan içtenlik henüz or­ raya konmamış olarak - ruhun yapısı üzerine sonuçlar çıkarmaktan çok hoşla­ nıldı. Psikiyatri ile ilgili en güçlü atılım da yine Fransa'dan geldi. Çünkü 1 838' de Almanca'ya çevrilen büyük bilgin Esquirol'un eserlerinin incelenme­ sinden başka hiçbir şey tanrıbilimci Heinroth'un ve yandaşlarının aşkın düşleri­ ne sonsuza dek son vermek bakımından daha uygun düşemezdi. Bu aynı yıl, Belçika'lı bilgin astronom ve israrisrikçi Quereler'nin, insan eylemlerine ilişkin olarak rakamlara dayanan bir fizik ortaya koymaya çalıştığı insan üzerine eseri de Almanca'ya çevrildi. Burada en büyük erkide bulunan şey, din alanında idealist selin geri çekil­ me hareketi oldu. Dindar romantizm ve şiirsel klasisizm karşısında duyulan çoş­ kunluk ortadan kayboldu ve yerine otorite ilkesine karşı çıkan yeni bir edebi inancın mareryalizmi geçti. Berlin' de Hengstenberg zihinleri bu yöne sevkeder­ ken Almanya'nın güneyinde buna tamamen karşıt bir yol izleyen Tübingen okulu her zaman olduğundan daha büyük bir areşlilikle acımasız bir bilimin araçları yardımıyla kilise geleneklerini temelinden dinamidemeye çalışıyordu. Önceleri Hegel' e karşı duyulan hayranlıkla birleşen bu çabalar Hengsren­ berg'in, onun koruyucularının ve yandaşlarının gösterdiklerinden çok daha faz­ la gerçek bir idealizmin varlığına işaret ediyor idiyseler de Kursal Kirab'a ve Ki­ lise'nin tarihine soğukkanlı ve sıkı bir biçimde aklın taleplerine uyan bir eleştiri­ nin uygulanması, yeni dönemin işaretlerinden biri olarak kendini gösteriyor ve pratik ve akılcı unsurun kısa bir süre sonra kazanacağı evrensel zaferini haber veriyordu. 89

M A T ERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

Bununla birlikte yeni dönemin özelliğini ifade eden ve onu pratik ve maddi iyi­ leştirmelere doğru iren bu ana çizginin yanında siyasal reformlar arzusunun ve hükumetierin gerici eğilimlerine karşı aydın sınıfların duyduğu nefrerin de zi­ hinlerin yoğun bir mayalanmasını beslediği inkar edilemez. İnsanlar siyasal alanda kendilerini ne kadar zayıf hissediyor idiyseler bilimsel ve edebi alanda o kadar güçlü hissediyorlardı. İçlerinde hüküm süren 9-a.ş kaldırıcı zihniyerren örürü "jeune A/lemagne"nın yazıları gerçek değerlerinin çok üstünde bir değer kazandılar. Almanya'da ilk demiryolunun hizmete açıldığı yıl olan ı 835'de Mundr'un "Madonna"sı ve Gurzkow' un, yazarının Hıristiyanlığa karşı saldırıla­ rından örürü hapse arılmasına neden olan " Wa//y"si yayınlandı. Bununla birlik­ re aynı yıl yayınlanan diğer bir kirap, o zamanlar her rürlü ororirenin güvencesi olarak kabul edilen resmi Hıristiyanlığa çok daha büyük bir darbe vuracakrı. Bu kirap, Srrauss'un "İsa 'm n Hayatı" adlı kitabıdır. B u kirap sayesinde Almanya, İngiltere' de başlayan ve Fransa' da devam eden dinsel gelenekiere bağımsız eleş­ ri ri uygulama harekerinin başına geçti. Zaten tarihsel ve fılolojik eleştiri Alman bilimi'nin bir yüz akı olmuştu. Buradaki kanıdar ve cevapların kavranması spe­ külasyon sahasında olduğundan daha kolaydı. Ve bu kirap kendisini değerlendi­ rebilecek kadar bilgili olduğunu düşünen herkese yöneiriimiş doğrudan bir kış­ kırtma niteliğini kazandı. Daha önceki romamik ve rasyonalisr dönemlerden kalan idealizmle dolu, ancak karanlık çeşidi ara görüşler bu tarihren itibaren sa­ vaş alanının galipleri durumuna gelen eleşiri sorularına başlarını çarparak parça­ landılar. Böylece zihinlerdeki bölünme daha keskinleşri. ı 840'dan ı 850'ye kadar zihinlerin reformlar doğrulrusundakı aniımı sal­ dırgan bir nitelik kazandı. Arrık özgür bir söz, gözü pek bir düşünce ileri sür­ mekle yerinilmiyordu. Ruge'ın "Anna/es de Ha//e''de ilk işareti vermesinden iti­ baren şeylerin var olan düzeninin kesinlikle tahammül olduğu söyleniyordu. Si­ yasal özgürlük yönündeki eğilimler, muhalefet güçlerini saldırı birliklerine dö­ nüştürmek üzere çeşidi türden bilimsel ve sosyalist eğilimlerle birleştiler. Öze­ likle din adamları sınıfı düşmanlıkla karşılaşrı. Hegelcilik ve akılcı eleştiri ön safra dövüşmekle birlikte, genel olarak mareryalisr düşüncelere de değerli yar­ dımlar geriren şeyler gözüyle bakıldı. Din alanında özellikle geçmişi yeniden saygınlığa kavuşturmak yönünde her geçen gün artan turkunun bilime vurmak istediği zinciriere çok öfkeleniliyordu. Siyasal alanda özellikle geçmiş dönemle­ rin fikirlerini yeniden canlandırmak yönünde bulanık bir romantizm tarafından kalkışılan denemelere çok sinirleniliyordu. İktidar trafından konulan engellerle savaş halinde olan bilimsel bir atılımın kısa bir süre sonra bir bunalımla sonuç­ lanacak olan gerilimin zembereğini oluşturduğuna inanılabilirdi. Her zaman ol­ duğu gibi bu hareket, ilerlemeler gösrerdikçe girgide daha idealisrleşri. Din ve şiirin silahlarına baş vuruldu. Siyasal şiir doruk noktasına ulaşrı. Alman karolik90

ÇA G D A Ş F EL S E F E

liği ilk bozuşmayı başlam. Sonra bir dizi fırtına bütün Avrupa'yı yaladı ve uzun süreden beri bastırılan kinler 1 848'de aniden patlak verdiler. Materyalizm bu kavganın başlangıcında belli bir rol oynadıysa da kesin sa­ vaş anı geldiğinde tümüyle idealist eğilimlerin arkasına saklandı . Gericiliğin za­ feri zihinleri yeni bir heyecanla materyalist sorunla ilgilenmeye ve onun lehine, aleyhine ileri sürülmüş olan her şeyi, ancak oldukça yüzeysel bir biçimde ele alıp tanışmaya iui. Almanya'da ilerici hareketin genel eğiliminde özel bir değişikliğin varlı­ ğına birçok kez işaret edilmiştir. Bazı egemen fıkirlerin ortak bir saldırı için bütün güçleri biraraya topladığı bir dönemin ardından herkesin kendi özel uzmanlık alanında çalıştığı yeni bir dönem gelmektedir. İşte böylece Alman­ ya'da her geçen gün anan sayıı:ia kongrelerin, gezilerin, festivallerin, her mes­ lekten insanların mümkün olan her amaçla ilgili olarak düzenledikleri genel toplamıların ortaya çıktığı görüldü ve bu toplantı zihniyetin sonucunda ses­ siz sedasız ve pratik olarak yeni bir toplumsal güç doğdu. Yalnız 1 84 8 yılının idealist ve siyasal fırtınasından sonra keskin bir geri çekilme hareketinin ilk belinileri kendilerini gösterir göstermez özel bir canlılıkla maddi ilgiler yeni­ den ortaya çıkular. Temellerine kadar sarsılmış olan Avusturya, sinai ilerle­ me aracılığıyla ciddi bir yeniden canlanınayı gerçekleştirmek istedi. Çoşkun bir heyecanla M. de Buck yol üstüne yol yapu. Anlaşmalar, spekülasyonlar ve mali önlemler hızla birbirlerini izlediler. Arkasından özel girişimcilik gel­ di. Bo hemya' da taşkömürü yarakları işi erildi; yüksek fırınlar ve demiryolları inşa edildi. Almanya'nın güneyinde pamuk sanayii dev bir atılım gösterdi. Saksonya'da meral ve dokuma sanayilerinin hemen hemen bütün kolları geç­ miştekinden daha büyük bir çapta geliştiler. Prusya'da insanlar benzeri gö­ rülmemiş bir a teşiilikle madenierin işlerilmesi ve demir döküm çalışmalarına giriştiler. Dönemin parolası, taşkömürü ve demir oldu. Silezya'da, daha da büyük ölçüpe Rhenan bölgesinde ve Wesrfalya'da İngiltere'yle rekabet edildi. 10 yıllık bir sürede Saksonya krallığı, taşkömürü üretimini iki kauna çıkardı. Rhenan eyaleri ve Westfalya kendilerinkini üç katına çıkardıar. Silezya, ikisi arasında bir üretim gerçekleştirdi. Bu eyalette çıkarılan ham demirin miktarı iki kauna çıku. Prusya krallığının batı bölgesinde ise beş katına çıktı. Maden ürünlerinin bütününün genel değeri üç kattan fazla arm. Fabrika ürünleri de aynı artışı gösterdiler. Demiryolları kitle halinde malları taşımak için uygun bir duruma getirildiler ve trenlerin sayısı beklenmeyen bir ölçüde arm. Ar­ matörler zenginleştiler ve dışsatımlar özellikle büyük bir gelişme gösterdi. Anık parlamento olmadığı bir zamanda Almanlar Alman birliğini ağırlık ve para sayesinde gerçekleştirmeye çalıştılar. İlginç bir nokta: Kambiyonun düzen­ lenmesi büyük birlikçi eğilimleri hatırlatan hemen hemen tek önlem oldu. 91

M A T E RYALİ Z M İ N TARİ H İ

Maddi iledernelere yeniden fizik bilimlerinin gelişmesi karşılık oldu. Özel­ likle kimya, yaşamın ihtiyaçlarıyla girgide daha sıkı ilişkiler içine girdi. Bu tarih­ ren itibaren pozitif olaylarla, özellikle yukarıda sözü edilen bilimiere borçlu olu­ nan yararlı sonuçlarla yerinilebilir ve geri kalanla ilgili olarak İngiltere' de oldu­ ğu gibi rahat ve fikirlerden yoksun bir gelenekçiliğe boyun eğilebilirdi. Bu, en mükemmel bir tarzda pratik mareryalizm olacakn. Çünkü hiçbir şey, fenomen­ terin birbirleriyle bağlantısı ve deneyle gelenek arasında ortaya çıkan çelişkiler üzerine her türlü düşünmeyi yararsız bir şey olarak bir yana iren bu ruhun ram bir harekersizliği kadar kuvvederimizi kazanç getiren işlerde harcamak üzere emin bir biçimde birikrirmemizi sağlayamaz, dünya zevklerinin kaygısız bir tarzda peşinde koşmamızı deseekleyemez ve kalbirnizi kendi mükemmelliğimiz­ le ilgili olarak iğrenç merhamet ve kuşku duygularına düşmekren koruyamaz. Almanya hiçbir zaman kendini tümüyle bu mareryalizme bırakamayacak­ nr. Çünkü onun sanat yaranmlarına olan eski eğilimi hiçbir zaman ortadan kalkmayacakm. Geçici bir süre anavaranın birlikçi çabaları unurulabilirdi. An­ cak akl ın birlikçi çabaları unurulamazdı. Bu mimari bizim için Orta Çağ kared­ rallerimizin mimarisinden daha değerlidir. Patent sahibi mimar uyurken ,resmi filozof uyuklarken meslek serbestisi çalışmaya devam eder ve kimyacılarla fızyo­ loglar merafiziğin malasını ellerine geçirirler. Almanya, dünyada bir eczaemın yapnğı işin evrenin bütünüyle ilişkisinin ne olduğunu kendi kendisine sorma­ dan herhangi bir ilaç hazırlamadığı tek ülkedir. Felsefe, çamura barmış bir vazi­ yette bulunurken, memnun edilmeleri çok kolay eğitim görmüş "aydın kidele­ ri"ne günlük çalışma ve deney alışkanlığının öresinde içinde dolaşılınası insan ruhuna ferahlık veren ve onu yücelren sınırsız bir alanın uzandığını handarmak üzere, hiç olmazsa bizim aramızda, materyalist tartışmayı yararan bu idealist eği­ timdir. Günümüz Almanya'sının fizik bilimine bir katkısını sonsuza kadar kabul ermerniz gerekir: Gücü ve zekası ölçüsünde o, akla hakaretre bulunan gözü pek kişilerin bilimin yüzüne fırlarmış oldukları eldiveni yerden kaldırmışm. Felsefe­ nin güçsüzlüğünün ve alçalmasının en inandırıcı kanın, sefil hükümdarların aşağılık gözdelerinin düşüneeye geri dönme emrini verdikleri bir sırada felsefe­ nin gösterdiği suskunlukrur. Doğayı inceleyen bilim adamlarının, en küçük bir bilimsel neden olmaksı­ zın doğa incelemesinde egemen olan sisteme karşı çıkmaya irildiklerini hisseden bizzat kendi aralarından çıkmış insanlar tarafından harekete geçirilmiş oldukları da bir gerçektir. Ausburg'ra yayınlanmakra olan "Gazette Universelll' ki eski­ den herkese sütünlarında yer vermediği halde şimdi ikinci sınıf bilim adamları­ na bile makalelerini yazdıracak kadar düşmüştü - bu kavgayı başlatmış olmakla övünebilir. 1 8 1 2 yılının başında R. Wagner'in "Fizyolojik Mektupkır"ı çıkn. Ni-

92

Ç A G DA Ş F EL S E F E

san ayında Moleschott "Hayatın Do/aşımı nın önsözünü yazdı ve eylül ayında Vogt "Hayvansal Hayat Tabloları''nı yayınlayarak, muzaffer olduğunu zanneden ororiteci hastalığa dişlerini göstermenin zamanının geldiğini haber verdi. Materyalist eğilimin bu iki sözcüsünden biri, doğa felsefesinin bir izleyici­ si idi; diğeri ise imparatorluğun eski bir öğretmeni, yani ümitsiz bir idealistti. Kişisel araştırmalar tutkusundan yoksun olmayan bu iki insan bununla birlikte özellikle anlatım yetenekleriyle sivrilirler. Vogt'un ayrıntılarda daha açık ve daha kesin olmasına karşılık, Moleschottt genel görüşlerini daha iyi ifade eder. Vogt, Moleschon'a oranla daha fazla kendi kendisiyle çelişkiye düşer. Buna kar­ şılık Moleschott genel olarak hiçbir anlama gelmeyen ifadeler bakımından daha zengindir. Bu tartışmada Vogt'un ana eseri, "Sıradan lmanın imanı ve Bilim", ancak 1 854 yılında doğa bilginlerinin Göuingen'de yaptıkları ve az kalsın Re­ form döneminin büyük dinsel manzarasını yeniden başlatacak gibi görünen kongreden sonra yayınlanmıştır. Kavganın en şiddetli anında ( 1 8 5 5) Büch­ ner'in " Kuvvet ve Madde"si, yani bu aynı türden yapıdar içinde en fazla yankı uyandırmış, en şiddetli eleştiriler doğurmuş olan kitap yayınlanmıştır. Bu kü­ çük yapıtın birinci baskısı sırasında B üchner hakkında ortaya atılmış olan ah­ laksızlık suçlamalarını şiddetle reddetmemiz gerekir. Buna karşılık Büchner'in felsefi özgünlüğe sahip olduğu iddiasını da kabul edemeyiz. O halde önce onun felsefeye kabul ertirmek istediği koşulları incelemekle başlayalım. Bu yapıtın önsözünde felsefede teknik bir dil kullanılmasına karşı nefreti­ nin gerekçesini gösterdikten sonra Büchner düşüncesini şu sözlerle açıklığa ka­ vuşturur: "Felsefe, özü bakımından, herkeste ortak bir entelektüel alandır. Bü­ tün bilgili insanlar tarafından kavramlamaz olan felsefi kanıtlar, bizim görüşü­ müze göre, onları basmak için kullanılan matbaa mürekkebine değmezler. Açık olarak düşünülen bir şey, açık olarak ve kaçarnaksız bir tarzda ifade edilebilir". Burada B üchner felsefe hakkında oldukça belirsiz olmakla birlikte yepyeni bir tanım vermektedir. Bugüne kadar felsefe diye adlandırılan şey, hiçbir zaman herkesin ortak bir alanı olmamış ve hiç olmazsa geniş ve derin hazırlayıcı incele­ meler yapılmaksızın bütün "bilgili insanlar" tarafından anlaşılamamıştır. Herak­ leitos, Arisroteles, Spinoza, Kant ve Hegel'in sistemleri çok büyük çabalar ge­ rektirirler ve eğer onların söyledikleri her şey aynı ölçüde anlaşılabilir değilse, bu onların hatası değildir. Bizderi öncekilerin gözünde bu sistemlerin matbaa mü­ rekkebinden daha değerli oldukları açıktır. Eğer böyle olmamış olsalardı, basılıp satılmaz, satın alınmaz, kiralanmaz ve özellikle de herhalde sık sık okunmazlar­ dı. Yalnız burada Büchner'in sözcüğün en gözü pek anlamında sadece "yaşayan­ lar"a hitap ettiği açıktır. Bu sistemlerin geçmiş için sahip olabilecekleri öneme gelince, B üchner onunla ilgilenmemektedir. Bu geçmişin şimdiki zaman üzeri­ ne hangi etkide bulunduğunu ve zorunlu bir gelişme sürecinin tesadüfen çağı''

93

M A T ERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

mızın fikirlerini bu filozofların çabalarına bağlayıp bağlamadığını da kendi ken­ dine sormamakradır. Bununla birlikre Büchner'in felsefe tarihinin önemini red­ dermediğini kabul ermerniz gerekecektir. Çünkü doğadaki nesnelerin çoğu gibi insan düşüncesi de incelenmeye layıkur ve bu durumda zihinsel erkinliğin en önemsiz ürünleriyle yerinilemez. Büchner'in kendisi Schopenhauer üzerine bir makale yazmışnr. Gerçi o bunu sadece bu filozofun sisremi hakkında halka bir fikir vermek için yapmışnr. Ancak bu makalede bugün dahi Schopenhauer'ın "bugünkü felsefi gelişmemizin iledeyişi üzerinde güçlü bir erkide bulunmasının gerekli olduğu"nu kabul ermekredir. Öre yandan Schopenhauer Kanr'ınki ile karşılaşnrılırsa gerici olarak nitelendirilebilecek, ayrıca anlaşılması kolay olma­ yan bir idealizmin remsilcisidir. Bundan başka Büchner kesinlikle felsefenin daha iyi ve daha anlaşılır bir sergilenmesini isremekle yetinmemekredir; çünkü bugünç kadar felsd"e diye ad­ landırılan şeyde en halka açık kavramların bile daha fazla aydınlığa kavuştura­ madığı sorunlar - çünkü güçlük sözcüklerden değil, şeylerin kendilerinden kay­ naklanmaktadır - orraya çıkmakraydı. İçinde bulunduğumuz zamanın zihniye­ tinin filozofların gizli öğretimi diye adlandırılan şeyin kesin bir biçimde onadan kaldırılmasını emrerriği konusunda Büchner'le ramamen aynı görüşreyiz. Şüp­ hesiz eğer gerçek görüşlerindeki kökrencilik, düşüncelerinin prarik uygulamala­ rında ekseriya en ruhaf dolambaçlı yollarla sergiledikleri esneklikler kadar apa­ çık olmuş olsaydı, filozofların çoğu içinde yaşadıkları çağlarda görevlerinden alı­ nırlar ve susrurulurlardı. Fakar bu bile insanlığın iledeyişi için büyük bir felaker olmazdı. Yüce fiki rlere sahp bir insan olmasına ve ayrıca Büyük Frederik'le onun aydın bakanı Zedlirzin himayesinde bulunmasına rağmen Kanr, örneğin, anlaşılırlığından örürü mareryalizmi, çok daha fazla sayıda yarı bilinen ilkeler gerektiren şüphecilikten daha tehlikeli görebilecek ölçüde eski gizli (esorerique) ilkeleri korumuşrur. Kam'a özgü olan derin kökrencilik, bakış açısının zorlu­ ğundan veya üslubunun karanlığından örürü o kadar üsrü önük kalmışnr ki an­ cak en ince,önyargılardan en uzak incelemelerle onaya çıkabilmektedir ve eğer Büchner Kanr incelemelerine girişme cesaretine sahip olsaydı belki onda Scho­ penhauer'da olduğundan daha fazla sayıda çağdaş düşünürlerin kullanımına su­ nabileceği malzeme bulabilirdi. Konuya yabancı olanların önüne dikilen hesaplı kapalılık ve karanlıklara anık sonsuza dek bir son vermek gerektiğini düşündü­ ğümüz için Büchner'le aynı görüşü paylaşmak zorunluluğunu duymakla birlikre felsefe konularının bizzar özleri gereği içlerinde taşıdıkları güçlüklerin kesin ola­ rak onadan kaldırılmasını ne ümir, ne de arzu edebiliriz. Bir yandan aruk akıl­ cılık ve özgür düşünce havarılerinin kendilerine sakladıkları sırları olmasına izin vermeyen ve halk kiriderinin bürün insanlık tarafından gerçekleştirilmiş olan çalışmaların sonuçlarından pay almasını isreyen büyük demokratik hareketin

94

ÇAGDAŞ FELSEFE

karşı konulmaz mantığı bulunmaktadır. . Öte yandan halk kitlelerinin ihtiyaçla­ rına ilişkin bu kaygının yanında, bilimin yoksullaşmasına izin vermemek ve fel­ sefi bilgeliğin hazinelerini el değmeden korumak sureriyle elden geldiğinde çağ­ daş kültürün yıkılmasına engel olmak yönünde de bir arzu mevcuttur Felsefi öğretilerin sonuçlarıyla ilgili bu halka dönüklük, "eğitim görmüş" insanların meydapa getirdiği büyük sayıya verilen bir taviz olmakran çok, çok daha büyük sayıdaki halk kitlelerinin, büyüyen görevlerinin bilincine yavaş yavaş erişen aşa­ ğı halk rabakalarının özgürlüğüne kavuşturulmasının yardımcı bir aracı olarak talep edilmektedir. Buna karşılık "aydın sınıflar"ımız parlak havailikleri içinde o kadar bıkkın bir durumdadırlar ki onların kafasında felsefede herşeyin, en ünlü filozoflar kadar kendilerinin de ellerini uzarsalar hemencecik alabilecekleri kadar yakın bir yerde bulunduğu düşüncesini ıiyandırmanın bir yararı yoktur. Eğer halkın kendilerine verilen konferanslardan aldıkları bilgiye,olsa olsa kendilerini en kaba boş inançlara düşmekten kurtaran bilgiye, felsefe adını vermek gerekir­ se, bütün bilimlerin genel kuramını ifade eden felsefeye yeni bir ad bulmak ge­ rekir. Veya acaba bu anlamda ve bugünün biliminin bakış açısından bir felsefe­ nin hala mümkün olduğunu red mi edeceğiz? Öte yandan açık olarak tasarlanan her şeyin aynı biçimde ifade edilebilmesi gerektiği iddiası da , temelde ne kadar doğru olursa olsun, bazı üzücü körüye kullanırnlara yol açabilir. Kuşkusuz büyük Laplace " i htimaller Hesabının Ana­ litik Kuramı"nda açık seçik bir anlatırnın en mükemmel bir örneğini vermiştir. Bununla birlikte genel eğitim amacıyla biraz da matematik öğrenen insanlar arasında ancak küçük bir grup, o da ancak epeyi çaba sarfermek suretiyle bu eseri okuyup aniayacak bir durumda olacaktır. Zaten anlanlmak istenen kav­ ramlarla bir tanışıklığı olmayan birine, matematikteki en küçük bir gelişme bile , sanki önünde yabancı bir dil konuşuluyormuş gibi, anlaşılmaz gelecektir. Ke­ sinlikle benzeri olan bir durum felsefede de ortaya çıkabilir. Böylece diğer kanıt­ larla birlikte felsefi bir tarzda anlatılınaya elverişli olmayan tek bir matematik dalının olmadığını hatırlarabiliriz. Laplace ihtimaller hesabının ilk unsurlarını bile felsefi bir açıklamaya tabi tutmuştur ve bu eser felsefi olduğu için değil, te­ mel kavramları ele aldığı için analitik kurarndan çok daha anlaşılabilirdir. Bü­ tün bunlara rağmen "ihtimal/er Ozerine Felsefi Deneme' birçok iyi eğitim gör­ müş insan için ciddi güçlükler gösterebilir. B urada aslında Büchner'den yana şu itiraz yapılabilir: Felsefe sadece bilim­ lerin özü, onların sonuçlarının karşılaştırılmasının son sözü olarak kendini orta­ ya koymaz; o aynı zamanda bir giriş ve hazırlık olma iddiasındadır. Ta S kolas­ rik, felsefeyi bu son anlamda anlamakraydı ve üniversitelerimiz şu son zamanla­ ra kadar özel incelemelerinin önüne felsefe derslerini koyma alışkanlığını muha­ faza etmişlerdir. Fakat İngiltere ve Fransa'da, şeylerin felsefi açıklamasıyla halk 95

M A T ERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

için kaleme alınan açık, anlaşılır yazılar çoğunlukla birbirlerine karıştırılmıştır. İngiltere ve Fransa' daki sayısız taraftarlarının kendisini daha çok gerçek bir filo­ zof olarak görmek eğiliminde olmalarına karşılık Almanya'da Büchner'in özel­ likle kalem kavgaları yapmakran hoşlanan popüler bir yazar olarak görülmesinin nedeni de budur. Fikirlerimizin göreli olduğunu gösteren en dikkare değer örneklerden biri­ ne şu olayda rastlanabilir ki halk kirlesi gözünde Büchner'i daha açık kılan şey, dar anlamında bilimin açıklıkran anladığı şeye ram da karşıt olan şeydir: Örnek vermek gerekirse, eğer Büchner "varsayım" kavramını bilimin kabul erriği an­ lamda almış olsaydı, herhalde okuyucularının büyük bir kısmı tarafından anla­ şılmayacaktı. Çünkü bu kavramı kavrayış sahibi bir zihnin anlayabileceği bir bi­ çimde ranıml,amak için bilimler rarihtnden edinilmiş birkaç kavram yanında ol­ dukça geniş bir mantık kültürü gereklidir. Oysa Büchner'de "varsayım", örne­ ğin felsefi spekülasyonlardan çıkarılmış görüşler gibi, her çeşit remellendirilme­ miş faraziye (supposirion) anlamında kullanılmakradır.(55) "Mareryalizm" söz­ cüğüne Büchner bazen tarihin ona verdiği anlamı verdirmekredir. Bazen ise bu sözcüğü "realizm" ve "aınpirizm" yerine kullanmaktadır. Hatta Büchner'de bü­ tün felsefi terimler içinde en kesin bir anlama sahip olan bu terimin ramamen olumsuz bir anlamda kullanıldığı ve hemen hemen şüphecilikle bir düştüğü pa­ sajlar bile vardır. Büchner' de "idealizm" sözcüğünün anlamı daha büyük değiş­ meler gösterir. O, çoğunlukla hemen hemen "gelenekçilik" (orrhodoxie) anla­ mına gelir. Bu anlam belirsizliği, bu kavramları, onların ram olarak kullanım alanlarını bilmeyen, bununla birlik re onlardan söz ermek ihtiyacını duyan kişile­ re, açık seçik kavramlar gibi gösterir. Burada adeta aradaki uzaklıklara ve görüş farklılıklarına göre gözlüklerin meydana getirdiği erkilere benzeyen bir etki söz konusudur. Bu konularda sadece kendi gözleriyle uzağı gören bir kişi, Büch­ ner'in gözlüğüyle baktığı zaman her şeyi daha donuk görür. Buna karşılık mi­ yop biri, bu gözlükle her şeyi çok net gördüğünü düşünür ve onları çıplak gözle gördüğünden gerçekren de daha iyi seçer. Ne yazık ki bu gözlük,çok renklidir. Büchner sürekli olarak filozofların gerçek öğretilerini "safça" (naiv) şeyler olarak görmekte israr etmektedir. Bu ısrarının nedeni, onun, bu öğretilerin, turucu eğilimleri sonucu, genellikle gündelik hayarın büyük yanlışlarıyla ilişkili olduk­ larını fark ermiş olmasıdır. Böylece özellikle doğuşran düşüncelere ayrılan bö­ lüm, bize ancak, cahil bir vaizin hiraber gücünün ürünlerini veya çalışkan öğ­ renciler için yazılmış bir okuma kitabının şüpheli bölümlerini hatırlarabilir. (55) "Kuvvet ve Madde'nin "s on düjünceler" inde (birinci baskıda s. 259 vd.) "varsayım" keli­ mesinin en büyük bir kötüye kullanımı söz konusudur. Burada dinsel dogmalar bile varsayım adını almaktadırlar. Buna karşılık dilin doğru bir kullanımı, örneğin atomculuğun "bilimsel bir varsayım" olarak adlandırıldığı "Narure et Esprit' s. 83'te bulunmaktadır.

96

ÇAGDAŞ FELSEFE

Buna karşılık çağdaş felsefede Büchner'in saldırdığı öğretileri gerçekten savunan bir adamı boşuna aramak durumundayız. Gereğinden fazla incelmiş filozofları­ mızın iki yüzlülüğüne arılan bu dayağı haklı bir cezalandırma olarak görebilece­ ğimiz doğrudur. Ancak burada bir tür kendi duygularına dalmış halkın kendile­ rine en ufak bir sempati duymadığı insanların sokak ortasında rokadanmaları söz konusudur. Özel kavramları kullanmasında kararsız ve keyfi davrandığına göre Büch­ ner, doğaldır ki açık bir biçimde ifade edilmiş, belli ve kesin bir ilkenin temsilci­ si olarak görülemez. O sadece yadsıma da kesin, acımasız ve tutarlı dır. Yalnız çok belirgin olan bu yadsıma kesinlikle kuru ve salt eleştirici bir zihnin ürünü değildir. O daha çok insanlığın ilerlemesi, doğrunun ve iyinin zafere ulaşması yönünde bağnazca bir çoşkudan ileri gelmektedir. Büchner ilerlemeye ayak bağı olan engelleri, onlara acımasız bir ateşiilikle saidıracak kadar iyi incelemiştir. Ona birçok zararsız şeyin kuşku uyandırıcı görünmüş olması da muhtemeldir. O, kuşku uyandırıcı olmayan, arkasında bir dalavera gizler görünmeyen, bilim­ sel ve ahlaksal ilerlemeye kötü niyetin sonucu olarak bir engel oluşturmayan herşeyi kullanabileceğine inanır. Büchner idealist doğmuştur. Şiire karşı büyük bir yeteneği olan bir aileden gelmektedir. Vakitsiz ölmüş olan bir kardeşi şair olarak büyük ümitler vermekteydi. Diğer bir kardeşi de aynı şekilde kendini bir şair ve şiir tarihçisi olarak tanıtmıştır. Kızkardeşi Louise Büchner genel olarak dikkate değer edebi yeteneği ve Alman dünyasına mensup kadın şairlerden yap­ tığı derlemelerle ün yapmıştı. Bu konuda de la Mettrie'yle benzerliği olan Büch­ ner'in kendisi de öğrenci iken edebi, felsefi, şiirsel incelemeleri ve üslubunun parlaklığıyla sivrilmişti. O da babasının arzusunu yerine getirmek için up ince­ lemelerine yönelmişti. Bu açıdan da Fransız öneeliyle karşılaşnrılabilir; çünkü daha başlangıçtan itibaren tıbta akılcı okulun tarafını tutmuştur. De la Mett­ rie'den daha ciddi ve daha sağlam bir düşünür olan Büchner, daha sonra büyük ve çok yönlü yeteneğini bir yandan bilimsel araştırmalara, diğer yandan çağımız fizik bilimlerinin ulaşmış olduğu sonuçları gerek yazılı, gerekse sözlü olarak hal­ ka indirmeye yöneltmiştir. Bütün bu etkinliği boyunca incelemelerinin, insanlı­ ğın iledeyişinde çözmek ödeviyle karşı karşıya bulunduğu büyük sorunlarla iliş­ kisini hiçbir zaman gözden kaybetmemiştir. Gösterişli havasını ve tumturaklı üslubunu taklit ettiği Moleschou'un etki­ si alunda bulunan Büchner'in, açık bir materyalizmi savunmasına karşılık ger­ çek eğilimi, - yazılarındaki az çok çelişik pasajlardan anladığımız kadarıyla görelicidir.(56) O birçok kez yaşam ve varlığın en son sırlarının tamamen çözü(56) Moleschott'tan alınmış genel olarak şeylerin ancak birbirleriyle ilişkilerine göre var ol­ dukları cümlesi görelici (hatta belki idealist) bir görüş olarak kabul edilmelidir (aşağıda 5 8 . nota bkz). B urada aynı şekilde onun sonsuz küçüklerdeki sonsuzluk ve ona zorunlu olan bağlanan

97

M AT E RYA Lİ Z M İ N TAR İ H İ

lemez olduğunu söyler.(57 ) Bizi doğruya götürebilecek biricik şey olan deneysel araştırmalara gelince, onlar herhangi bir duyusal üstünün varlığını kabul etme­ mize izin vermemektedirler. Düşüncemiz deneyin sınırlarını aşarsa, sonsuza dek yaniışiara düşeriz. Bu andan itibaren olaylarla artık işi olmayan inanç, bu bölge­ lerde yolunu kaybetmeye gidebilir. Ama akıl burada onu ne izleyebilir, ne de iz­ lemelidir. Felsefe, fizik bilimlerinin sonucu olmalıdır. Bu yolla daha derin bir görüşe ulaşmadığımız sürece fizik bilimlerinin bize öğrettiği şeyle yetinmeliyiz. Büchner'in felsefi veya dinsel savların şiirsel ve simgesel önemini kabul et­ mek istemediğine dikkat edilmelidir. Bu konularla ilgili olarak şiirsel eğilimleri­ ni bırakmıştır ve o andan itibaren ancak doğru veya yaniışı kabul etmektedir. Böylece o esas olarak spekülasyonu, dinsel inancı, hatta bir düşünceyi imgesel bir üslupla ifade eden her türlü şiiri inkar etmektedir. Moleschott ve B üchner şu veya bu sorunun açıklığa kavuşturulmasında ço­ ğunlukla büyük ve gerçekten felsefi bir kavrayış göstermektedirler. Ancak bu kavrayışı bazen akıl almaz sıradan sözler izlemektedir. Böylece örneğin B üch­ ner'in "Kuvvet ve Madde''sinde "Düşünce Hakkında" adlı bölümün en büyük bir kısmı, ihtiyatlı bir diyalektik örneğidir. Doğruyu söylemek gerekirse o sade­ ce bir parçadan ibarettir; çünkü Vogt'un düşüncenin beyinle ilişkileri hakkında­ ki ünlü iddiasının mükemmel eleştirisi, sonunda kuvvet ve madde ikiciliğine, daha sonra hiçbir uzlaştırma çabasına gidilmeyip basit olarak cümlelerin hızlı bir biçimde birbirlerini izlemeleri arasında gözden kaybolan bir ikiciliğe varır. atom fikrinin göreliliği kuramı da bulunmaktadır ["Kraft und Stof!', B irinci baskı, s. 22 vd; "Na­ tur und Geisl', s. 82 vd.]. Bununla birlikte Büchner'in başka yerlerde atomları olaylar, keşifler vb. olarak ele almasına saşmayalım. - "Six Conferences sur la Theorie de Darwin"de ["Sechs Varle­ sungen über die Darwinisehe Theorie", Leipzig ı 868, s. 383 vd] Büchner kesin olarak sistematik materyalizmi reddetmektc ve kendi felsefesini "realizm" olarak adiandırmayı istemektedir. (57) Söz konusu pasajlar özellikle "Nature et Esprit'de ["Natur und Geisl', Frankfurt ı 857] bulunmaktadır. Bu yayın genel olarak büyük halk kitlesine felsefesini sakin ve mümkün olduğu kadar tarafsız bir tartışma biçiminde sunmacia o kadar usta olan yazarın tamamen başarısız bir girişimi olmuştur. O şöyle demektedir (s. 83): "Bilgimiz doğanın kalbine kadar nüfuz etmemek­ tedir ve maddenin derin, gizli özü muhtemelen bizim için her zaman bir bilmece olarak kalacak­ tır". - (s. ı 7 3): "sana zaman ve öncesiz-sonrasızlık, uzay ve sonsuzluk konusunda bilgisizliğimizi itiraf etmeyi tercih ederim". - B üchner'in düşünce biçimiyle ilgili olarak özellikle bir pasaj en yüksek ölçüde karakteristiktir (s. ı 76 vd.). Bu pasaj uzay ve zamanın sonsuz)uğu ile ilgilidir. B üchner uzay ve nedensellik kavramlarımızın koyar göründüğü sınırların "dünya ve madde hak­ kındaki felsefi anlayışıma engel olamayacak bir uzaklıkta bulunduğunu" söylemektedir. - Kuvvet ve Madde'nin birinci baskısında 26 1 . sayfada bulunan (daha sonra büyük ölçüde çıkarılmış) şu pasaj da çok dikkate değerdir: "Duyusal bilgimize kapalı olan şeyin arkasında şüphesiz düşünüle­ bilir her şey var olabilir. Ancak varsayım onları sadece keyfi olarak, ideal olarak, metafizik olarak gösterebilir. Deneyciliği reddeden genel olarak her türlü insani açıklamayı reddeder ve o hatta insan bilgisi ve düşüncesinin gerçek nesneler olmaksızın bir anlamsızlık olduğunu bile anlama­ mıştır" İşte aşağı yukarı Kant'ın da - yalnız başka sözcüklerle - söylediği şey.

98

ÇAGDAŞ FELSEFE

Büchner şöyle demektedir: "Düşünce,zihin,ruh kesinlikle maddi bir şey de­ ğildirler. Onlar hana madde değildirler; fakat birliğe dönüşmüş bir çeşidi kuv­ vetler bütünü, kuvvet veya özelliklere sahip birçok maddenin biraraya gelişinin sonucudurlar". Gerçekren Büchner bu sonucu, bir buhar makinesinin etkisine benzetmektedir. Buhar makinesinin görünmeyen, kokusu olmayan ve elle turul­ mayan bir kuvveti olmasına karşılık, çıkardığı buhar ikincil bir şeydir ve " maki­ nenin amacı"yla hiçbir ilgisi yoktur. Herhangi bir kuvvet ancak görümülerine bakarak "ortaya konabilir" veya kitabın birinci baskısında daha mantıklı ve tu­ tarlı bir biçimde dendiği gibi "zihinsel olarak inşa edilebilir". Kuvvet ve madde birbirinden ayrılamazlar; ancak kavramsal olarak birbirlerinden çok uzakta bu­ lunurlar; "Haua bir anlamda birbirlerini inkar ederler" Hiç olmazsa onları maddi-olmayan, yani doğal olarak maddeyi dışarı aran veya ona karşı olan şey­ ler olarak almadığımız takdirde zihin ve kuvveti nasıl tanımlayacağımızı bileme­ yiz". Bu temel üzerine bütün sistemini oturtmak için en inançlı bir spritüaliste bundan daha fazlası gerekmez ve yine burada kendisine destek ödevi gören bü­ tün bilgilerin yardımıyla doğa hakkında materyalist anlayışın yaygınlaşmasının kendisinin, bir gün, insanın dinsel veya boş inanç niceliğindeki düşüncelerini doğa olayları hakkındaki kuramsal görüşlerinden çok daha önce içine nufüz eden moriflerle kendillerine yöneldiği dinsel boş inanç ve düşüncelerini­ kökünden koparacağı ümidinin ne kadar haksız olduğu yeniden açıkça görüle­ bilir. Gözle görülen, elle turulan doğayla ilgili olarak kuvvet ve maddenin ayrıl­ maz birliği yeterli ölçüde kanıtlanmıştır. Fakat eğer kuvvet, özü gereği duyusal­ üstü bir şeyse, duyutarımızla algılayamadığımız bir dünyada kendi başına veya tinsel tözlerle birleşmiş olarak o niçin var olmayacaktır? Her türlü kuvveti maddenin hareketine, basınç ve çarpmasına indirgeyen ve özellikle Toland'ın hayranlık verici bir biçimde yapuğı gibi maddeyi kendin­ den hareketli , sükuneti ise ancak hareketin özel bir durumu olarak tasarlayan eski materyalisder, sorunu Büchner'le karşılaşunlamayacak kadar daha açık ve mantıklı bir tarzda anlamakradırlar. Bu kuramın kanıdanmasıyla ilgili olarak tümüyle kavramlmaz bir nitelik taşıyan uzakran etki görüşüyle çağdaş fizikren ileri gelen güçlükler bir yana bıra­ kılsa bile,bütün materyalist sistemleri güç duruma düşüren bir diğer nokta kal­ maktadır: Yalnız bu güçlük Büchner'in mekanik kuvvetle ruhu birbirine karışu­ ran tam açık olmayan anlayışında daha iyi gizlenmiş bir durumdadır. Gerçekten B üchner kuvvetin korunması yasasını tanımadan evrenle ilgili bütün görüşünü oluşturmuş ve ana eserini kaleme almışur. Bu yasayı öğrendiğinde, bu önemli kuramının ışığı alunda yeniden tümüyle eserinin bütün kısımlarını aydınlar­ maksızın, ona yeni bir bölüm ayırmış ve bu yasayı basit olarak evren hakkındaki 99

M AT ERYA L I Z M I N T AR l H l

materyalist görüşünü destekleyen yeni bulgular arasına yerleşririvermiştir. Eğer bunu yapmamış olsaydı, Büchner beyindeki olayların da sıkı bir biçimde kuvve­ tin korunması yasasına boyun eğmek zorunda olduklarını ve bu durumda ilerde daha ayrımılı olarak göstereceğimiz gibi bütün kuvvetlerin aynı şekilde mekanik kuvvetler, harekerler ve gerilimler olduklarını kolayca görecekri. Böylece zihin­ sel erkinliğinin bütün görünümleriyle birlikte insanın bütünü mekanik olarak inşa edilebilir: Beyinde olup biten herşey basınç ve hareker olacakur. Ama bura­ dan "zihin"e veya haua bilinçli duyuma giden yol hala çok uzun, maddeden zi­ hine giden yol kadar uzundur. Büchner bu konuda hemen hemen açıklığa ulaşamamışur. Kitabının daha sonraki haskılarına sızmasına izin verdiği ve ruhla kuvvet arasındaki her türlü karışıklığı devam eniren tuhaf bir ek bunu kanıdamakradır: Bu ekre B üchner zihin kadar özel bir eseri meydana geriren beynin, bütün organlar içinde yoru­ lan ve uykuya .ihtiyaç duyan tek organ olduğunu söylemektedir ve bu durum ona göre sadece organlar arasında değil, zihinsel etkinlikle genel olarak mekanik erkinlik arasında da esaslı bir ayrım yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Daha son­ ra B üchner kasları düşünmekte ve bir fızyolojisr için hemen hemen bağışlana­ maz bir düşüncesizlikle şunları eklemekredir: "Aynı durum hayvansal sinir sisre­ mi aracılığıyla beynin harekete geçirdiği organlar, dolayısıyla istemli kaslar için de geçerlidir". Fakat beyin hala kendisine yeni çalışma uyarıları göndermeye de­ vam etse bile içinde birikmiş olan gerilim kuvvetleri tümüyle kullanıldığı zaman kaslar da yorulurlar. Bu hiç şüphesiz Büchner'in aklına gelmeyen bir olaydır. Moleschou ve B üchner kadar yerenekli ve iyi niyetli insanların konularını derinleştirmelerine engel olan şey, kuşkusuz felsefenin yerine halka dönük bir açıklama ve tartışmayı geçirmek yönündeki başlangıç arzularından ileri gelme­ mektedir; çünkü böyle bir amaç peşinde koşmanın kendisi daha yüce talepleri yerine getirebilir ve halka dönük açıklama, bundan dolayı felsefenin programını onadan kaldırmaksızın gerçekren felsefi bir değere sahip olabilir. Ancak o za­ man hiç olmazsa bu açıklamayı açık, turarlı ve belirgin bir anlayışa dayandır­ mak gerekir. Bu ise genel olarak bu materyalisrierin bir özelliği değildir. Bunun nedeni de Schelling-Hegel felsefesinin erkisinde bulunabilir. Yukarda Moleschou'u doğa felsefesinin bir ardılı olarak adlandırdık ve bunu bilerek yapuk. Bunun nedeni onun gençliğinde canla başla Hegel'i incele­ miş olması, daha sonra Feuerbach' a saygı göstermiş olması değildir. O kadar ru­ rarlı olduğu ileri sürülen mareryalizminde her yerde, haua ram merafiziğinin en can alıcı noktasında bu eğilimin çok açık olmasıdır. Aynı şeyi Büchner hakkın­ da da söyleyebiliriz.: O, genellikle ororire olarak güçlü, ateşli, fakat son derece karanlık bir düşünür olan ve daha sonra kendi görüşleriyle sık sık belirsiz bir pameizm içine düşen Feuerbach'ı vermektedir. 1 00

ÇA G DAŞ F EL S E F E

Özellikle sözünü ettiğimiz nokta çok iyi bir biçimde açıklığa kavuşrurulabi­ lir. O, Kanr sonrası Alman felsefesinde mantıksal açıdan adeta Newton'un dü­ şen elması gibidir: Bilgide özne ile nesne arasındaki ilişki. Kanr'a göre bilgimiz özneyle nesnenin karşılıklı olarak birbiri üzerine erki­ sinden doğar. Bu son derece basit, bununla birlikte her zaman tekrar ve tekrar yanlış anlaşılmış bir rezdir. Bu kurarndan fenomenler dünyamızın, yalnızca hayal gücümüzün bir ürününden ibaret olmadığı (Berkeley-Leibniz), bununla birlikte gerçek şeylerin upuygun bir tasarımı da olmayıp öznel bir biçimde işlenen nesnel etkilerin sonucu olduğu orraya çıkar. Belki rek bir adamın ilineksel bir eğilimi veya kusurlu bir yapılışı sonucu şu veya bu biçimde algıladığı şeyi değil, insanlı­ ğın bütününün, duyulan ve anlığı gereği bilmek zorunda olduğu şeyi Kanr, belli bir açıdan nesnel diye adlandırmakraydı. Kanr onu sadece kendi deneyimimiz­ den söz ettiğimiz ölçüde nesnel diye adlandırmakraydı. Buna karşılık benzeri kavramları kendinde şeylere, yani mu dak ve bilgimizden bağımsız olarak var olan şeylere uyguladığımızda, bu şeyin aşkın, harra yanlış olduğunu söylüyordu. Ancak Kanr'ran sonra gelenler mutlak bilgiye susamışiardı ve derinlemesine analizin yolunu tümüyle rerk ederek kendilerine rezlerinin dogmarikliği ile bu bilgiyi yaramlar. Böylece Büchner'in de içinde sıkışmış ve tursak olmuş olduğu­ nu gördüğümüz öznel ve nesnelin birliği büyük aksiyomu, düşünceyle varlığın birliğine ilişkin ünlü sav ı kanıdama (peririo principii) ortaya çıkmıştır. Kanr'a göre bu birlik ancak deneyde mevcuttur. Ancak o, bir kaynaşmanın sonucudur. O salt düşünce değildir ve salr varlığı vermez. Oysa Hegel'e göre durum, bunun rersidir: Mutlak düşünce mutlak varlıkla bir düşmek zorunda­ dır. Bu düşünce çağın ihriyaçlanyla orantılı muhteşem saçmalığından dolayı güç kazanmaya başladı. Ünlü doğa felsefesinin temeli budur. Hegelci okulun karışık fermenrasyonunda bu düşüncenin ram anlamını belirlemek çoğunlukla zordu. O a priori olarak gerçek bir merafizik ilke veya merafiziği sınırlandırma­ ya yönelik dev karegorik bir emperarif olarak rasarlanabilirdi. Bu son durumda Proragoras'a yaklaşılır: Doğru, iyi, gerçek vb.'ni nasıl ranımlamalıyız? Sadece in­ san için öyle olanları doğru, iyi, gerçek olarak adlandıracağımız bir tarzda mı onları ranımlamalıyız, yoksa insanın öyle olduğunu kabul ettiği şeyin var olan veya var olması mümkün olan bütün düşünen varlıkların gözünde de aynı değe­ re sahip olduğunu mu düşünmeliyiz? Gerçek ve başlangıçtaki Hegelciliğe uygun olan tek görüş olan bu son gö­ rüş bizi kaçınılmaz bir biçimde panreizme götürür; çünkü burada bir aksiyom olarak insan ruhunun evren ruhuyla ve bütün diğer ruhlada birliği kabul edil­ mektedir. Bununla birlikte Hegel'in izleyicilerinden bir kısmı Feuerbach'la bir­ likte ikinci anlayışla, yani karegorik emperarifle yerinmişrir: Gerçek olan, insan için gerçek olandan ibarettir, yani kendinde şeyler hakkında hiçbir şey bilemi ye101

M AT ERYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

ceğimize göre oniar hakkında artık hiçbir şeyi bilmek de istemiyoruz. B u kadar. Eski merafizik kendinde şeyleri bilmek istiyordu. Doğa felsefesi tekrar bu yanılgının içine düştü. Sadece Kanr kesin ve son derece açık bir açıya yerleşti: Bu açıya göre bizim kendinde şeyler hakkındaki bilgimiz ram da Feuerbach'ın bir yana bıraktığı şeyden ibarettir. Kant'a göre biz bu kendinde şeyleri zihnimi­ zin zorunlu bir sonucu olarak varsaymak zorundayız, yani insan bilgisi, her tür­ lü mümkün bilginin geniş okyanusu içinde sadece küçük bir adayı temsil eder. Feuerbach ve yandaşları, işte bu noktaya dikkar etmedikleri için sürekli olarak aşkın Hegelciliğe yeniden düşmekredirler. Feuerbach'ın "duyusal"ını in­ celediğimiz zaman, aklımıza zorlukla göz, kulak veya bu organların pekin bilim­ lerdeki kullanımı gelir. Feuerbach'ın duyusalı, pozitif deneyi tümüyle bir yana bırakan mutlak düşüncenin yeni bir biçimidir. Bununla birlikte eğer o özellikle bazı doğa bilimcileri üzerinde büyük bir erkide bulunmuşsa, bu olguyu deneysel bilimlerin yapısıyla değil, doğa felsefesinin genç Almanya üzerinde meydana ge­ tirmiş olduğu etkiyle açıklayabiliriz. Bir an için Moleschorr'da mutlak ruhun doğumunu rakip eden acıları in­ celeyelim. "Hayatın Dolaşımı" adlı yapınnda bu usta yazar insanda bilginin kay­ nağı üzerinde de durur. Arisroreles hakkında insanı şaşırran bir övgünün ve Kant'a ilişkin bir pasajın arkasından - bu pasajda gerçek Kanr'ın sistemine bir zarar vermeksizin kabul edebileceği bazı savlar yardımıyla Kant'ın hayaleriyle dövüşülmekredir - göz önünde rurruğumuz kısım gelir. Bu kısım, insanın ör­ nek verebileceği bir açıklıkla söze başlar. Ancak daha sonra yavaş yavaş bizim puslu ülkemizde bile benzeri aranabilecek merafizik bir sise bürünür. Sistemi­ mize sadık kalarak bu karanlık bölümleri iralik harflerle vurgulayacağız: " Bütün olaylar, bir çiçeğin, bir bokböceğinin gözlemlenmesi ve insanın ni­ teliklerinin incelenmesi, bütün bunlar nesnelerin duyutarımızla ilişkilerinden başka nedirler? Eğer rorifer basit bir korneadan meydana gelen bir göze sahipse, bundan başka bir göz merceğine ve saydam bedene sahip olmakla övünebilecek olan örümcekren başka imgelere sahip olmayacak mıdır? Bundan dolayı sineğİn bilimi, sineğin dış dünyadaki eserler hakkındaki bilgisi insanın bilimi ve bilgi­ sinden farklıdırlar. Hiçbir insan, hiçbir tanrı, nesnelerle onları kavramak için yapılmış olan araçlar arasındaki ilişkilerin üzerine yükselemez." "O halde biz her şeyin bizim için olduğunu biliyoruz. Güneşin bizim için nasıl parladığını, çiçeğin bizim için nasıl kokular neşrerriğini, havadaki rirreşim­ lerin bir insan kulağına nasıl çarptığını biliyoruz. Bu bilgi sınırlı bir bilgi, duyu­ lara boyun eğen insani bir bilgi, ağacı bizim için nasıl göründüğü açısından in­ celeyen bir bilgi olarak adlandırılmıştır. Ama bazıları bunun az olduğunu, ken­ dinde ağacın ne olduğunu bilmek, arrık onun bize göründüğü gibi olduğunu düşünmemek gerektiğini söylemekredirler"

1 02

ÇAGDAŞ FELSEFE

"Fakat aranan bu kendinde ağaç nerededir? Her bilgi, bilen bir varlık, yani nesne ile gözlemcisi - bu gözlemci solucan, bokböceği, insan veya eğer melekler varsa, melek olsun - arasında bir ilişki gerektirmez mi? Eğer her ikisi, yani ağaç ve insan, mevcursalar, ister ağaç, ister insan için birincinin ikinc�yle bir ilişki için­

de olması, göz üzerindeki izienim/e kendini gösteren ilişki içinde olması zorunlu­ dur. Üzerine ışınlarını gönderdiği gözle ilişkisi olmaksızın ağaç mevcut değildir. /şte kendinde ağaç tam da bu ilişkiyle vardır' "Her varlık, öznireliklerden örürü bir varlıkrır. Ancak basit olarak bir ilişkiy­ le mevcut olmayan hiçbir öznitelik yoktur'

" Çelik, yumuşak olan rereyağına oranla semir. Sadece sıcak el soğuk buzu, sadece sağlıklı bir göz yeşil ağaçları tanır" "Yeşi!, ışığın gözümüzle ilişkisinden başka bir şey midir? Ve eğer o başka bir şey değilse, yeşil yaprak tam da bizim gözümüz için yeşil olduğundan dolayı

kendinde var değil midi�" "Fakat o zaman bizim için şeyle kendinde şeyi birbirinden ayıran duvar delin­ miş olur. Bir nesne ancak diğer nesnelerle ilişkisinden ötürü, örneğin gözlemcisiyle ilişkisinden ötürü var olduğuna, nesne kavramı, nesnenin ilişkilerinin bilgisiyle ka­ rıştığına göre, bütün bilgimiz ancak nesnel bir bilgidir'

Şüphesiz bütün bilgimiz ancak nesnel bir bilgidir; çünkü o nesnelerle ilişki­ lidir. Dahası var: Nesnelerin duyularıınızia ilişkilerini sıkı yasaların yönerriğini kabul ermek zorundayız. Deneysel ve duyusal bilgi aracılığıyla nesnelerle yaprlı­ şımızın izin verdiği ölçüde mükemmel ilişkiler içinde bulunmakrayız. Bu bilgiyi "nesnel" olarak adiandırma hakkına sahip olmamız için daha fazla ne gerekir? Ancak nesneleri kendilerinde oldukları gibi algılayıp algılamadığımız başka bir sorundur. Şimdi yukarıda iralik olarak zikrerriğimiz pasajları inceleyelim ve felsefe or­ manının hangi bakir kısmında bulunduğumuzu k�ndimize soralım. Acaba dış dünyada bizim nesneler hakkındaki rasarımlarıfl}!�a karşılık olan herhangi bir şeyin olduğunu kabul etmeyen aşırı idealisrierin yanında mı bulunuyoruz? Gö­ zümü kapadığımda ağaç onadan kalkrı mı? Benim dışımda evren 'var' değil mi? Yoksa acaba insan zihninin mudak'ı rasarlayabileceğini düşünen düşçü panreisr­ lerin yanında mı bulunuyoruz? Yeşi! yaprağın, kendisinde ve kendisi için yeşil olmasının nedeni, örümceğin, bokböceğinin ve meleklerin gözlerinin o kadar iyi yargıçlar olmamalarına karşıhk yeşil yaprağın sadece insan gözü üzerinde bu izlenimi meydana getirmiş olması mıdır? Gerçekren bu iddialarda, mareryalizm bir yana, cemsil edilmemiş olan çok az felsefi görüş vardır. O halde bu kehaner­ lerin cemeli nedir? B uzun sadece kanımızın sıcaklığıyla zıdık içinde bulunduğundan dolayı so­ ğuk olduğunu söyleyebilmemiz, akıl için bu belli cismin, her türlü temasran ba1 03

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

ğımsız hiçbir yapısı - kendisinden dolayı cismin duyulu veya duyusuz çevresiyle belli bir ısı alışverişinde bulunduğu yapısı - olmadığı anlamına mı gelir? Ve eğer bu alışveriş, özü itibariyle, çevreleyen cisimlerin ısısı veya diğer özelliklerine bağlıysa, aynı zamanda buza da bağlı değil midir? Kendisinden ötürü buzun ba­ zen şu, bazen öteki çevreyle ısı alışverisinde bulunduğu bu yapı kendinde buzun bir özelliği olmayacak mıdır? Dokunduğumuz zaman bu özellik bize düzenli olarak bir soğukluk duyumunu ilermekredir. Üzerimizde meydana getirdiği iz­ lenime bakarak ona ad vermekte ve onu soğuk diye çağırmakrayız. Ancak fizyo­ lojik olarak siniderimizde olup biten şeyle cismin kendisinde fiziksel olarak olup biten şey arasında ayrımı tesis ermeyi de pekala bilmekreyiz. Bu cismin kendisinde olup biten şey, bizim kendimizde olup biten şeye göre kendinde şey­ dir. Daha sonra sadece duyu siniderimizi değil, zihinsel rasarımımızı da bir tara­ fa bırakmamız ve buzun arkasında ne uzayda, ne zamanda var olmayan bir ken­ dinde şeyi aramamız gerekip gerekınediği meselesiyle şimdilik meşgul olmak is­ temiyoruz. Şeylerin özellikleriyle rasarımlarımız arasında bir ayrım yapmamız gerektiğini ve bir şeyin, kendisine ilişkin herhangi bir algımız olmamasına karşı­ lık özelliklere sahip olabileceğini, var olabileceğini göstermek üzere armamız ge­ reken tek bir adım vardır. Bir solucan, bir bokböceği, bir insan ve bir melek bir ağaca baktıklarında, ortada beş ağaç mı vardır? Bir ağacın muhtemelen birbirlerinden çok farklı dört tasarımı vardır. Ancak bu rasarımlar, kendi başına alınan her varlığın kendisin­ de ne olduğunu bilemeyeceği, çünkü ancak onun hakkında sahip olduğu kendi bireysel tasarımını bildiği bir ve aynı nesneyle ilgidirler. İnsanın bu konuda rek bir avamajı vardır: Bu, kendi duyu organlarını hayvanlar dünyasınınkilerle kar­ şılaştırma ve fizyolojik araştırmaları sonucu kendi tasarımının farklı hayvan sı­ nıflarının rasarımlarıyla aynı ölçüde eksik ve kısmi olduğunu düşünmeye eriş­ me gücüdür. Bizim için şeyle kendinde şey arasındaki duvar nasıl delinmişrir? Eğer şey ancak diğer nesnelerle ilişkileriyle varsa Moleschorr'un bu merafizik kuramını akla uygun bir biçimde ancak rek bir şekilde anlamak mümkündür: Kendinde şey, diğer nesnelerle olan sınırlı sayıdaki ilişkilerinden ibaret değildir, bütün iliş­ kilerinin toplamından ibarettir. Gözlerimi kapadığımda biraz önce ağacın çeşidi kısımlarından gözbebeklerime gelen ışınlar arrık sadece gözkapaklarımın dış yü­ zeyine vurmaktadırlar Meydana gelen bütün değişme budur. Bir nesne bir di­ ğer nesneyle arnk ışık, ısı ışınları, ses dalgaları, elektrik cereyanları, kimyasal maddeler ve mekanik temaslar alışverişinde bulunmadığı zaman hala var mıdır? Sorun şüphesiz budur. Bu doğa felsefesinin yol açabileceği düşünce incelikleri­ nin gösrerilebileceği çok hoş bir konu olacaktır. Ancak Moleschorr'un çözümü kabul edilmek zorunda kahnsa bile kendinde şeyle benim için şey arasında, son1 04

Ç A G D A Ş F E LS E F E

suz sayıda faktörlerin ürünü olan bir şeyle, yalnız başlarına alınan b u faktörlerin ürünü olan şey arasında var olan ayrım kadar büyük bir ayrım kalacakrır.(5 8) Hayır. Kendinde şey, benim için şey değildir. Ancak üzerinde düşündü­ ğüm zaman, soğukluk ve sıcaklık hakkındaki tasavvurumu cisimlerin ısı koşulla­ rı yerine koyduğum zaman yaprığım gibi bu sonuncuyu (benim için şeyi), diğe­ rinin (kendinde şeyin) yerine koyabilirim. Eski materyalizmin bu ikisini aynı şey görmek gibi bir saflığı vardır. Ancak iki neden bu sonucu sonsuza kadar im­ kansız kılmışrır: Dalga kuramının zaferi ve Kanr'ın felsefesi. Bu sonuncunun ya­ nından sıvışıp gi�ilebilir. Ancak böyle yaparak çığır açılmaz. Kanr'la anlaşmak lazımdı. Doğa felsefesinin mutlak düşünceyi tanrılaşuran bir vahiy sarhoşluğu biçiminde yapuğı şey budur. Soğukkanlı ve sakin bir anlaşma başka türlü ger­ çekleşmek zorundadır. Ya kendinde şeyle fenomenler dünyası arasındaki farkı (58) Bu tam olarak B üchner için de geçerlidir. O "Insanın Doğadaki Yerı"' (Leipzig) adlı yapı­ tının 82 numaralı notunda şiirsel doğal özelliklerine yapılan övgülere teşekkür etmek için ken­ dinde şeye bir övgü dizmiş ve onun başına çok açık olmayan uzun bir tartışmayı geçirmiştir. Bu­ rada Büchner'in Kant'ın kavramlarımızın şeylere göre değil, şeylerin kavramlarımıza göre kendi­ lerini düzenledikleri cümlesinin anlamını kesinlikle yanlış anladığını hatırlatmayacağız. Kant'a ayırdığımız bölümde bu cümleyi anlamak için zorunlu verileri bulmayan biri bu notta yapacağı­ mız yeni açıklamada da onları bulmayacaktır. - Büchner önce kendinde şeyle fenomen arasında­ ki farklılığı eski birincil niteliklerle ikincil nitelikler arasındaki farklılığa indirgerneye çalışmakta­ dır. Ancak o materyalizmin doğru olan tek sonucunu, yani hareketli atomların "kendinde şey" olduğu sonucunu çıkarmaya cesaret etmemektedir. Bu sorunla ilgili olarak duyu organlarının fız­ yolojisinin önemi, bu sorunun bilimsel cephesiyle kesinlikle ilgilenmeyen B üchner tarafından yüzeysel bir şekilde ele alınmaktadır. Uzun zamandan beri ana noktanın bilindiği söylenecek ma­ teryalizm konusunda genellikle gösterilen aynı düşüncesiılikle bu sorun baştan savılinaktadır. Bi­ limin bugünkü durumunun daha önce ortaya çıkmış olan genel bir düşünceyi yeniden canlan­ dırmak ve derinleştiemek üzere yapmaya izin verdiği şeyi Büchner görüşlerine uyduğu her sefe­ rinde en canlı bir biçimde vurgulamakta, ancak sistemi onda en ufak güçlüklerle karşılaştığında onu tamamen bir yana bırakmaktadır. - Büchner'in bize Kanı'ın "kendinde şey"inin yeni bir "akılsal", "tasavvur edilemez", "bilinemez" vb. bir şey olduğunu öğretmesine ihtiyacımız yoktur. Ancak Büchner bir solukta "düşünülemez" sıfatını bunlara ekiediğinde o tamamen başka bir şey­ dir. Şimdi o kendinde şeyin "düşünülemez" olduğunu söylemektedir; "çünkü bütün şeyler ancak birbirleri yle ilişkilerinde vardırlar ve karşılıklı ilişkiler olmaksızın onlar hiçbir anlam ifade etmez­ ler". Ancak bir şeyin insanla olan bu ilişkileri bu şeyin bizim tarafımızdan algılanan özellikleri ol­ duğunda (zaten başka ne olacaklardır?) bu cümle "kendinde şey''i tasdik etmekle aynı şey değil midir? B üchner'in dogmatik idealizmle görüş birliği içinde olarak kabul ettiği gibi hiçbir ilişkisi olmayan şeyin bir anlam ifade etmemesi mümkündür. Ancak o zaman bile o farklı diğer şeylere tüm gerçek ilişkilerinin ilkesi olarak tasavvur edildiğinde bilincimizin algıladığı bizimle olan ba­ sit ilişkisinden başka bir şeydir. Şimdi bu son ilişki gündelik dilin "şey" (das Ding), eleştiri felse­ fesinin "fenomen" (die Erscheinung) dediği biricik şeydir. Daha sonra Büchner duyusal algıların öınelliğini duyu yanılgıianna indirgeme ta�zıyla bu alandaki ampirik malzemeyle kafi derecede tanışık olmadığını sezdirmektedir. Bu konuya daha uygun bir fırsatta yeniden dönmeyi vaat et­ mektedir. Eğer bu dönüş konu hakkında tam bir bilgiyle gerçekleşirse fazla güçlük olmaksızın uzlaşma ortaya çıkabilir.

105

MA T ERYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

kabul ermek ve Kanr'ın özel kanıdamasını iyileştirmekle yerinmek veya karego­ rik emperarifın kollarına arılmak ve böylece adeta Kanr'ı kendi silahlarıyla vur­ maya çalışmak gerekir. Doğrusunu söylemek gerekirse, burada küçük bir açık kapı daha vardır. Kanr, insan deneyinin dışında bulunan geniş ve boş alanı içinde akılsal dünyası­ nı inşa ermek amacıyla kullanıyordu. O bunu karegorik emperarif gereği yapı­ yordu. "Yapabilirsin; çünkü yapmalısın". O halde özgürlüğün var olması gere­ kir. Anlığımızın gerçek dünyasında özgürlük yokrur. O halde onun akılsal dün­ yada bulunması gerekir. Ancak kendinde şeyde akılsal bilincimize özgürlük ola­ rak kendini gösteren nedenlerin olmasını rahatça mümkün bir şey olarak göre­ biliriz; buna karşılık bu aynı şeyler analitik akıl tarafından incelendiklerinde yalnızca bir neden ve eserler zinciri manzarası gösrermekredirler. Ama ya bir başka karegorik emperarifle başlarsak? Ya her türlü pozitif felse­ fenin başına şu önermeyi, "Verilmiş . olan dünyayla yerin" ön ermesini koyarsak? O zaman akılsal dünyanın serabı sihirli bir değnek darbesiyle onadan kalkmış olmayacak mıdır? Kanr buna içimizde iyilik yapmamızı emreden karegorik emperarifın, dış dünyada doğa yasası kadar zorunlu ve genel bir bilinç olayı olduğunu, Feuer­ bach'ın emperarifı olarak adlandırdığımız diğer emperarifin ise zorunlu olarak insanda bulunmadığını, tersine öznel kaprise dayandığını söyleyerek cevap vere­ cektir. B urada karşıt rarafin görüşünü benimsernek yanlış olmayacakrır. Ahlak yasasının kültür tarihi boyunca yavaş gelişriğini ve zorunluluk ve mudak geçer­ lik niteliğini ancak bilinçte olduğu ölçüde kazandığını göstermek kolaydır. Eğer külrür tarihinde daha sonraki bir gelişme ahlaksal bilincin cemeli olarak bu dünyayla uzlaşma savını ortaya atarsa hiç kimsenin buna bir i rirazı olmayacak­ ur. Bunu göreceğiz. Şüphesiz bunu göreceğiz. Ancak burada daha büyük güçük ortaya çıkmak­ tadır. Kanr'ın lehine tanıklık eden şey, enrelekrüel bir gelişme geçiren her insan­ da ahlak yasası bilincinin kendini gösrermesidir. Bu yasanın içeriği birçok ba­ kımdan farklılık gösterebilir. Ama biçimi aynı kalır. insanda bu iç sesin varlığı sapranmışrır. Onun genelliği ranışılabilir veya bunun tersine yukarı dereceden hayvanlarda da bulunduğu ileri sürülebilir. Bütün bunlar asıl önemi olan konu­ da kesinlikle hiçbir şey değişrirmez. Feuerbach'ın emperarifıne gelince, bugüne kadar fenomenler dünyası ve şeyler hakkındaki duyusal anlayışla gerçekren yeri­ nilebileceği kanıdanmamışrır. Eğer bu kanıdanırsa, şimdilik onun bir ahlak sis­ cemi inşa ermeye yarayabileceğine inanacağız. Gerçekren ne inşa edilemez ki? Nasıl Kanr'ın sistemi, eğer ra başlangıçran itibaren kendisine dikkar edilmiş olsaydı anlıkran ileri gelen bilgiyle bir çelişki içinde bulunacak idiyse, aynı şekil­ de uzlaşrırma siscemi de aklın birlikçi eğilimleriyle, deneyin sınırları öresine geç1 06

ÇAGDAŞ FELSEFE

rnek isteyen sanat, şiir ve dinle açık bir çelişki içinde bulunmaktadır. Geride bu çelişkileri uzlaşurmaya çalışmak kalmaktadır. Böylece naif materyalizm kendi çağımızda yeniden sistematik biçim altında ortaya çıkmayacaktı. Zaten o Kant'tan sonra hemen hemen yeniden dirilemez. Diğer dogmalar gibi atomlara mutlak inanç da ortadan kaybolmuştur. Artık dünyanın kesin olarak gözlerimiz ve kulaklarımızın bize öğrettiği gibi yapılan­ mış olduğu kabul edilmemektedir. Ancak kendinde dünya ile bir işimiz olmadı­ ğını söyleme konusunda ısrar edilmektedir. Bu bakış açısına ters düşen güçlükleri sistemli bir biçimde çağdaş materya­ listler içinde tek bir insan çözmeye çalışmıştır. Ancak bu düşünür daha ileri git­ miştir. Hatta gerçek dünyanın duyumlarımızın dünyasıyla uyumunu kanıdama­ ya veya hiç olmazsa bu uyumu akla uygun bir şey kılmaya çalışmıştır. "Duyum­ culuk Üzerine Yeni A çıklama sında Czolbe'nin giriştiği şey budur. Danzig yakınında bir toprak sahibinin oğlu olan Czolbe gençliğinden itiba­ ren, asıl amacı tıp olduğu halde, tanrıbilimsel ve felsefi sorunlarla uğraşmışur. Burada bir düşünürün daha sonraki eğiliminin hareket noktasını, bugünkü materyalisderin, yönelimlerinin tam tersi bir şey olarak göstermekten hoşlan­ dıkları ve materyalizmin sözcüleri arasında sadece Carl Vogt'un etkisinden ken­ dini kurtarabiimiş olduğu doğa felsefesinde bulduğunun yeni bir örneğiyle kar­ şılaşmaktayız. Czolbe için özellikle önem taşıyan Hölderlin'in "Hyperion"u, yani vahşi ve muhteşem bir şiirde Schelling ve Hegel tarafından başlatılmış olan panteizmin canlı örneğini veren ve Alman kültürü karşısında Yunanlıların ruh ve doğa arasında kurmuş oldukları birliği yücelten eser oldu. Daha sonra Stra­ uss, Bruno Bauer ve Feuerbach genç hekimin eğilimini belirlediler. Dikkate de­ ğer bir nokta, materyalizm hakkındaki özel sistemini gerçekleştirmesinde ona nihai teşviği veren kişinin bir filozof, - hatta eğer Feuerbach'ın sözlerine göre bu bir çelişki değilse - bir felsefe profesörü olmuş olmasıdır. Bu kişi, hemen hemen hiç istemeyerek materyalizmin gelişmesine katkıda bulunmuş olan ve bilimsel eleştiri alanında zamanımızın en keskin görüşlü, en sağlam filozoflarından biri olan Lotze'dur (Carl Vogt'un gerçek Göttingen ru­ hunun oluşturulmasına katkıda bulunan biri olarak kendisine "dökük saçık ço­ c � k" (Struwelpeter) adını verdiği bu aynı kişidir) . Lotze'un Wagner'in "Portatif Sözlük"'ündeki " Yaşam Kuvvett' makalesi ve "Doğanın Mekanik Bilimleri Ola­ rak Genel Patokıji tJe Terapötik"i yaşam kuvveti hayaletini ortadan kaldırmış ve hekimlerin patoloji diye adlandırdıkları şu boş inançlar ve bulanık kavram1ar­ dan meydana gelen değersiz şeyler yığınına bir düzen getirmiştir. Lotze kesinlik­ le doğru yola girmişti; çünkü felsefenin görevlerinden biri, pozitif bilimlerin sağladığı malzemeyi eleştirici bir tarzda kullandıktan sonra gerçekten onlara et­ kide bulunmak ve özel bilimsel araştırmaların sağladığı altın karşılığında bilgin"

1 07

M A TERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

lere daha geniş görüşlerin ve daha sıkı mannğın ürünlerini sunmaktır. Eğer bu aynı sıralarda patolojiin pratik reformcusu olarak Virchow ortaya çıkmamış ve Lotze'un kendisi bir fantezi metafıziğini benimsememiş olsaydı, bu alandaki katkılan şüphesiz daha fazla takdire değer olacakn. "Yaşam kuvveti" gibi duyusal-üstü bir fikrin dışarı atılmasının harekete ge­ çirdiği Czolbe, bu dışarı arınayı bütün dünya görüşünün ilkesi haline getirmeye girişri. Ta fizyolojinin ilkeleri üzerine bilimsel incelemesi (Berlin, ı 844) bu eği­ limleri açığa vurmaktadır. Bununla birlikte Czolbe, bundan ancak ı ı yıl sonra, materyalizm üzerinde verilen kavganın en şiddetli anında "Duyumculuk Üzerine Yeni Açıklama"yı yayınlamıştır. Felsefi mareryalizm kavramını genel olarak oldukça sınırlı bir anlamda ta­ nımladığımız için önce "duyumculuk" adını taşıyan bir sisteme burada niçin özel bir önem verdiğimizi açıklamak zorundayız. Duyusal sezgi kavramının ge­ nellikle düşüncesinin gidişini belirlemiş olmasından ötürü Czolbe'nin kendisi­ nin bu adı seçmiş olması muhtemeldir. Şimdi bu duyusal sezgi (Anschaulichke­ ir), tam da her şeyin madde ve onun hareketine geri götürülmesinden ibarettir. Dolayısıyla duyusal sezgi, düzenleyici bir ilkeden başka bir şey değildir ve mad­ denin kendisi, merafizik ilkedir. Eğer duyumculukla materyalizm arasına kesin bir sınır çizgisi çizmek isre­ nirse, birinci başlık altına ancak bilgilerimizin kaynağını duyularda aramakla ye­ tinen ve evreni atomlar, moleküller veya diğer madde biçimleriyle inşa edip er­ memekle hiç meşgul olmayan sistemler sokulabilir. Duyumcu, maddenin basit bir tasarım olduğunu kabul edebilir; çünkü algımızın doğrudan sonucu "mad­ de" değil, duyumdur. O, Locke gibi ruhu maddeye indirgerneye hazır da olabi­ lir. Ancak maddenin bli rün sistemin zorunlu temeli kılındığı durumdadır ki gerçek bir mareryalizm karşısında bulunuruz. Bununla birlikte Czolbe'de bile daha önceki dönemlerin eski ve naif marer­ yalizmine rasdanamaz. iddialannın çoğunu şartlı bir ifade biçimi altında dile getirmesinin kaynağında sadece her yanda gösterdiği kişisel alçakgönüllülüğü bulunmamaktadır; o merafizik dogmalann körülüğünü bilecek kadar Kanr'ın derslerinden yararlanmıştır. Genellikle sistemi, karşılıklı etki ve tepkinin bir so­ nucu olarak, çok özel bir şekilde hücum ettiği Kanr'ın sistemiyle karşıdıklar ka­ dar benzerlikler de gösterir. O halde bir önceki bölümde saptanan sonuçlan ram da bu Czolbe'nin düşüncelerinin incelenmesi aydınlığa kavuşturacaktır. Czolbe materyalizmin lehindeki ve aleyhindeki şiddetli tartışmalara rağ­ men şeyler hakkındaki bu anlayış biçimini doyurucu bir sistem içinde düzenle­ mek konusunda henüz hiçbir şey yapılmamış olduğunu düşünmektedir: , "Son zamanlarda Feuerbach, Vogr, Moleschorr ve diğerlerinin bu amaçla yaptıkları şey, sorunu derinlemesine incelemek İsteyen birini doyurmakran uzak kısmi id1 08

Ç A GD A Ş F E LS E F E

dialar ve önerilerden ibareHir. Onlar genel bir rez olarak her şeyin salr doğal bir yömemle açıklanabileceğini söylemekle yerindikleri, bunu daha özel olarak ka­ nıdamaya çalışmadıkları için, remelde hala ramamiyle saldırdıkları dinin ve spekülarif felsefenin alanında bulunmakradırlar".(59) Ne var ki Czolbe'nin ken­ disinin de bu alanı rerk ermediğini göreceğiz. Czolbe duyumculuğunun ilkesinin, yani duyusal-üsrünün dışarı arılması­ nın bir önyargı veya peşin bir hüküm olarak adlandırılabileceğini kabul ermek­ redir: "Ancak böyle bir önyargı olmaksızın fenomenlerin birbirleriyle bağlamıla­ rı üzerine bir kurarn oluşrurma genel olarak imkansızdır". İç ve dış deney ya­ nında varsayımları bir dünya görüşünün oluşrurulmasında zorunlu bir unsur olarak görmekredir. Ever, bununla birlik re bir gün karar vermek ve önyargıyla: kahinin cevabı, varsayımla şiir arasında bir ayrım yapmak gerekecekrir. Ancak eğer varsayım sa­ dece felsefenin iledeyişi boyunca orraya çıkmak zorunda kalmayıp aynı zaman­ da basir "önyargı" kılığında bizi ra eşikre karşılıyorsa, hangi nedenden örürü şu ya da bu remel başlangıç varsayımını seçmemiz gerekriğini kendimize sormak zorunda kalacağız. Czolbe bu soruya iki çok farklı cevap vermekredir. Birine göre o rümevarım aracılığıyla varsayımına erişecektir. Diğerine göre ise Kanr'ra olduğu gibi ahlak her rürlü pozirif felsefenin remelini oluşrurmakradır. Çünkü sadece aklın sıkı kullanımına başvurmak sureriyle merafizik bir ilkeye benzeyen hiçbir şey elde edilemez. Her biri kendi rüründe olmak üzere bu iki cevap da doğru olabilir. Czolbe, Bacon'un duyusal-üsrünü dışarı armak sureriyle felsefede önemli bir ilerleme gerçekleşrirdiğini görmekredir ve aynı yönremi izleyerek ni­ çin yeni bir ilerlemeye erişemeyeceğimizi kendi kendisine sormakradır. Lorze, yaşam kuvverini dışarı armışrır: Bürün aşkın güçleri ve varlıkları dışarı armak niçin imkansız olacakrır? Bununla birlikre duyumculuğun açıklamasında salr rümevarım değil, rüm­ dengelim kullanıldığından, bu rümevarım ancak rastannsal nedeni olduğu sisre­ min gerçek remeli olamaz. Temel daha önce de birkaç kez zikredildiği gibi ah­ lakra veya daha çok "Verilmiş olanla yerin" karegorik emperarifinde bulunur. Doğa felsefesinin dayanak nokrası prarik bir önerme olduğu halde, ahlakını böyle bir emperarifin yardımı olmaksızın kurabilmek mareryalizmin karakreris­ rik bir özelliğidir. Böylece Epikuros doğanın bilgisi aracılığıyla ruhun arındırıl­ ması, boş inançlardan kurranlmasını ahlaksal bir kural biçimine indirgediğinde bizzar doğanın yürüyüşüne dayanan bir ahlaka sahip olmuşru. Czolbe ahlakı, insanların karşılıklı ilişkilerinde doğal bir zorunluluğun ge­ lişrirdiği iyi kalplilikren (bienveillance) rürermekredir. Duyusal-üsrünün dışarı (59) "Neue Darsullung des SensualismuS', Leipzig, 1855, Vorwon, s. VI.

109

M A T E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

atılması ilkesine gelince, onun belli bir moral amacı vardır. B urada genellikle kendisini ancak basit, hatta yetersiz sözcüklerle ifade et­ mesine veya herhangi bir otoriteye dayanmasına karşılık filozofuruuzun ahlakı­ nın derin kökleri vardıc. İçinde yaşadığımız çağ bütün anlayış ve ilişkilerin tam ve görkemli bir reformunu, b�lki de sessiz ve sakin bir biçimde gerçekleşmekte olan reformu beklemektedir. Ortaçağ döneminin ancak bugün gerçekten sona erdiğini ve Reform'un, hatta büyük Fransız Devrimi'nin belki ancak yeni bir çağın şafağı olduklarını hissediyoruz. Almanya' da büyük şairlerimizin etkisi bu eğilim ve düşünceleri teşvik etmek üzere çağımızın siyasal, dinsel ve toplumsal özlemleriyle birleşti. Ancak başka birçok alanda olduğu gibi bu alanda da paro­ layı veren bütün Ortaçağ boyunca birbirleriyle o kadar şiddetli bir karşıtlık için­ de bulunmuş olan doğayla ruhun birleştirilmesini İsteyen Hegel oldu. Daha önce Fichte, Yeni Ahit'te vaat edilmiş olan Kutsal Ruh'un dünyaya gönderilişi­ ni, çağının aydınlanmasına uygun olarak, İsa ve havarilerinin Eski Ahit'in pey­ gamberlerini yorumlarken göstermiş oldukları gözü peklikle yorumlamak cesa­ retini göstermişti. İnsan aklının doğal sezgisi tam olarak ancak zamanımızda ge­ lişti. Bu sezgi hakikat olarak kendini göstermektedir. Hegel bu düşüncelere daha kesin bir yön verdi. Onun evrensel tarih anlayışı, ruh ve doğanın ikiliğini, daha aşağı bir dönemi saf, birlikli ve daha yüksek bir döneme bağlayan büyük bir geçiş devresi olarak göz önüne almaktadır. Bu düşünce bir yandan Kilise'nin öğretisinin en derin güdülerine, diğer yandan her türlü dinin bütün olarak orta­ dan kaldırılmasıyla sonuçlanan eğilimiere bağlanmaktadır. Bu düşüncelerin git­ gide yayılmasından ötürü Almanya doğal olarak geriye dönüp klasik İlkçağ'a ve özellikle kendisininkiyle o kadar çok benzerlik gösteren bir dehaya sahip olan Yunan'a, tekrar kendisine doğru gitmemiz gereken bu ruh ve doğanın birliğinin başka her yerde olduğundan daha iyi bir biçimde kendisinde gerçekleştiği Yu­ nan' a bir göz atmak gereğini duydu. Czolbe mutlu bir raslantıyla özellikle Strauss'un bir pasajında bu düşüncelerin sonucunu özetlenmiş görmektedir. "İmparator Julien üzerine düşüncelerinde S trauss şöyle demektedir: "Mad­ di olarak bu imparatorun eski geleneklerden korumaya çalıştığı şeyler, geleceğin bize getireceği şeylere yaklaşmaktadır. Bunlar, uzun Ortaçağ Hıristiyan döne­ minden, onun entelektüel ve moral hazinelerinden zenginleşmiş olarak çıktık­ tan sonra şimdi yeniden elde etmeye çalıştığımız şeyler, yani Helenizmin özgür ve uyumlu hümanizmiyle sadece kendine dayanan Roma dehasının erkekliği­ dir." Gelecekteki dünya görüşünün nasıl olacağı sorulursa, buna açıklığın bütün bilinçli yaşamımızın uyumlu birliğini talep eder gibi göründüğü ve bilimin imkansızlığını veya hiçliğini kanıdadığı şeyden vazgeçmenin belli bir duygu veya karakter erkekliğini gerektirir gibi göründüğü ölçüde duyumculuğun S trauss'un ümidini gerçekleştireceği cevabı verilebilir"

1 10

Ç A GD A Ş F EL S E F E

Czolbe böyle demektedir ve daha sonra bilincin kaynağı üzerine yazmış ol­ duğu bir yazıda yeniden bu pasaja dönmesinden duyumculuğunun bir ifadesi olarak aynı pasaja verdiği temel önemi daha da açık bir şekilde görmekteyiz: "Yukarıda materyalizmin estetik önemi hakkında söylenen şeylere, şunu da eklemek gerekir ki doğru orta, ölçülülük Yunan sanannın şaheserlerinin ana bir özelliği olduğundan bu noktada da özlemlerimiz estetiğe uygundur. Şimdi bu tür araştırmaların yöneldiği tarihsel ideal, günümüz materyalizminin ilk öncüsü olan David S trauss tarafindan tam bir güvenle belirlenmiştir".(60) Böylece Srrauss'un nasıl çağdaş materyalizmin babası olarak ilan edilme şe­ refini hakkeniğini öğreniyoruz. Çünkü Czolbe'ye göre materyalizmin tümü ger­ çekten bir estetik ve moral tohumdan çıkmıştır. Temelde Czolbe tamamen ide­ ale yönelmiştir ve emelektüel gelişmesi onu gitgide daha çok bu yöne götür­ mektedir. Bu hiçbir şekilde özgün mükemmellik bakımından duyumculuğa iliş­ kin kuramının sahip olduğu değeri ortadan kaldırmamaktadır. O halde bir baş­ ka alınuya kulak verelim: " Dünyevi yaşamımızın bize telkin ettiği memnuniyetsizlikten doğan ahlak­ sal denen ihtiyaçlar aynı derecede doğru olarak ahlaksızca şeyler diye adlandırı­ labilirler. Duyusal-üstü bir dünya yararmak sureriyle bilinebilir dünyayı düzelr­ mekte ve kendisine duyusal-üstü bir unsur vererek insanı doğaya üsrün bir var­ lık yapmakta alçakgönüllülük değil, tersine ram bir gurur ve kendini beğenmiş­ lik vardır. E ver, fenomenler dünyasının bize relkin eniği memnuniyersizlik, du­ yusal-üstü anlayışların en derin motifi, ahlaksal bir motif değildir, ahlaksal bir zayıflıktır. Nasıl ki üzerinde kuvvetin uygulanacağı doğru nokta bulunduğunda bir makineyi harekete geçirmek için en az güç sarf etmek gerekir ve doğru ilke­ lerin sistemli geliştirilmesi yanlış fikirlerin geliştirilmesinden daha az emelekrüel sezgi gerektirirse, benzer şekilde, bir duyumcu da daha büyük bir zihin keskinli­ ğine değil, daha saf ve daha sağlam bir ahlaka sahip olduğunu iddia eder". Czolbe'nin "sistemi" birçok çare bulunmaz kusura sahipti. Ancak Czol­ be'nin kendisi yaşamı boyunca saf ve sağlam bir ahlaklılık örneği göstermiştir. O, aralıksız olarak dünya görüşünü mükemmelleştirmeye çalışmış ve en dar an­ lamında alınan materyalizmi çok erkenden rerk ermiş olmasına karşın verilmiş olan dünyanın yeterli olduğu ve her türlü duyusal-üstünün dışarı animası ge­ rektiği ilkesine her zaman sadık kalmıştır. Dünyanın sonsuza kadar bugünkü durumunda devam edeceği, ancak birkaç ufak tefek değişikliğe uğrayacağı görü­ şüyle kendinde parlak, kendinde sesli şeyler olarak tasarladığı ışık ve ses dalgala­ rının mekanik olarak görsel ve işitsel sinirler aracılığıyla beyne ileriidiğini ileri (60) "E1ı(stehung des Selbstbewusstseins", Leip:ıig, 1 856, s . 52 vd.; "Neue Darstellung des Sensu­ alismus", s . 5 Ayrıca bk:ı. C:ıolbe, "Die Grenzen und du Ursprımg der menschlichen ErkentnisS', Jena und Leip:ıig. 1 86 5, s . 280 vd. -

lll

M A T ERYA L İ Z M İ N TA Rİ H İ

süren kuram, Czolbe'nin binasının pozitif araştırma mensupları tarafından en büyük düşmanlıkla saldırılmış olan iki ana sütununu oluşturmaktaydı. Ancak Czolbe kararlı bir şekilde bu görüşlerinde ısrar etmiş ve bütün bilimsel itirazları, bilimin ilerlemesinin yanlışlığını kanıtlayacağı salt görümüler olarak ele almış­ ur.(62) Böylece o evren hakkındaki mekanik tasarımdan en aşırı sonucunu çıka­ rabileceğine inanırken, hiç şüphesiz mekaniğin kendisinden mahrum olmuştur. Öte yandan Czolbe, atomların mekanizmiyle duyurnun iki ayrı ilke olduk­ larını çok erkenden kabul etmiştir. Bundan dolayı da bu kabulünün sonucunu, ahlakının ilkesiyle herhangi bir çatışma içinde olmadığından ötürü dünya görü­ şü içine sokmaktan korkma mıştır. Bunun sonucu olarak 1 865 yılında yayınla­ mış olduğu ve "/nsan Bilgisinin Sınırları v e Kaynakları" adını taşıyan yapıtında Czolbe, değişmez bir biçimde atomların titreşimlerine bağlı bulunan duyumlar­ dan oluşan ve yaşamla ruh olayının bütününü meydana getirmek üzere insan organizmasında yoğunlaşan bir tür "alem ruhu"nun varlığını kabul eder. Bu iki ilkeye bir üçüncüyü, yani ta baştan beri birbirlerine sıkı bir şekilde bağlı olan atom gruplarından meydana gelen ve yardımlarıyla olayların gelişimi içinde or­ ganizmaları açıklayabileceğimiz temel organik formları ekler. Bu tür düşünce­ lerle Czolbe'nin Darwin'in öğretisinden yararlanamamış olması anlaşılabilir. Czolbe Darwin 'in ilkesinin organizmalardaki bazı değişimleri ustaca ve başarılı bir biçimde açıkladığını itiraf etmekteydi; ancak onun türlerin kaynağı kuramı­ nı benimseyemiyordu. Sisteminin özünde bulunan bu güçlükler ve varsayım üzerine varsayım yer­ leştirmek yönündeki çok büyük eğilimi(63) gerek ahlaksal hareket noktası, ge(61 ) "Neue Darstellungeks Sensualismul', s. 1 87 vd. ( 62) "Die Grenzen und ekr Urrprung ekr menschlichen Erkenmisf' adlı yapına Cıolbe görme siniriyle ilgili olaylar üzerinde akılsal psikolojiye yaklaşacak tarıda düşüncelerini ifade etmektedir (s. 2 1 O vd.). Bununla birlikte onda evren düzeninin değişmeıli ği, güneş sistemimizin öncesiı­ sonrasıl durumu vb. fikriyle yeniden karşılaşılmaktadır (s. 1 29 vd.). Bu fikir Cıolbe tarafindan mekaniğin en karşı çıkılmaz sonuçları hakkında hayret verici bir küçümsemeyle savunulmakta­ dır. (63) Czolbe tarafindan izlenen bu usule yapılabilecek itirazları seımek kolaydır. İyi ve büyük varsayımlar genellikle çok sayıda olayda doğrulanabilecek tek bir kabul içerirler. Burada ise tersi­ ne deneyen hemen hemen doğrulamayacağı uzun bir varsayımlar dizisi karşısında bulunmakta­ yıı. Ayrıca onlar doğa incelemesinde sık sık ortaya çıkuğı gibi münferit şeyler değildirler veya özel durumları açıklamaya hizmet etmezler. Tersine her biri tüm sistem için olduğu gibi diğeri için de zorunlu bir destektir. Onlardan sadece biri yanlış olursa, tüm sistem yanlış olacakur. On­ l'ardan her birinin doğruluk ihtimalinin tersine eşit olduğunu, dolayısıyla bu ihtimalin 1 /2 oldu­ ğunu düşünelim. Bu durumda tüm sistemin doğruluğuyla ilgili olarak karşımıza 1 /2n (n varsa­ yımların sayısına işaret etmektedir) gibi bir bir ihtimaliyet formülü çıkar. Yardımcı zorunlu var­ sayımiara ihtiyaç gösteren her türlü inşanın rahatsız ediciliğinin nedeni işte bu basit matematik yasadır. Mamafih bunu matematik bir kanıt olmaksızın da hissediyoruı.

1 12

Ç A G DA Ş F E L S E F E

rekse kuramının ahlaksal ilkesiyle bağlantısı icibariyle büyük ölçüde ilginç olma­ ya aday olan bir felsefi denemenin önemini azaltmaktadır. Daha "Bilincin Olu­ şumu"nda kendisine özgü olan açık yüreklilikle şöyle demektedir: "N asıl yargı­ lanacağıını düşünebiliyorum. Çünkü bana öyle geliyor ki ilkemin beni zorla kendilerine götürdüğü sonuçlar beni bir büyülü düşünceler dünyasının içine sokrular" (a.g.e. s.53). Onda kendi görüşünün zayıf noktaları hakkındaki bu iri­ rafa başkalarının görüşlerine karşı aşırı bir hoşgörü eklenmektedir. 1 865 yılında yayınladığı eserinde şöye demektedir: "Her türlü doğa-üstünü dışarı atma ilkesi­ ni bize kabul eniren şeyin fizik bilimlerince tesis edilmiş olayların gücü olduğu görüşünü ileri süren materyalizmin en ünlü temsilcilerinin bu inancını hiçbir zaman paylaşmadım. Ben her zaman şu inançra oldum ki dış ve iç deney tara­ fından verilen olaylar çok farklı yorumlara izin verirler ve tartışılamaz bir hakla ve herhangi bir mantık suçu işlemeksizin ikinci bir dünya varsayımıyla tanrıbi­ limsel veya sprirüel olarak da açıklana bilirler". Başka bir yerde şunları söylemek­ tedir: "R. Wagner bir gün kendisini maddi-olmayan bir ruh kabul ermeye iren şeyin fizyoloji olmayıp evrende ahlaksal bir düzenin olduğuna ilişkin içinde taşı­ dığı ve kendisinden ayrılmaz bir biçimde bulunan bir düşünce olduğunu söyle­ miştir. Wagner, tanrıbilimci . düşünürlerin beynine, onların fikirlerinin yönü­ nün zorunlu bir şam olarak bir inanç organını yerleşcirmekreydi. Ben de aynı şekilde beni ruhun madde-dışılığını inlclr ermeye götüren şeyin ne fizyoloji, ne doğa-üstünün dışarı atılması akılsal ilkesi olmayıp her şeyden önce evrenin do­ ğal düzenine karşı ödev duygusu olduğuna tanıklık ederim, Bu düzen bana yet­ mektedir". " Beyin maddesinin belli bir kimyasal ve fiziksel bileşimi "dinsel ihti­ yaca, bir başka bileşimi ise ranmanımazca bir ihciyaca uygun düşebilir. Ma­ reryalizm ve zıddı, bilim ve akıldan doğmazlar; inanç ve ahlaksal mizaçran do­ ğarlar. (64) Bu aşırı görüşün içinde ne kadar doğru içerdiğini ileride birden fazla göre­ ceğiz. Ancak burada her şeyden önce hiç şüphesiz hiçbir zorunluluk olmadığı halde Cıolbe'nin fizik bilimleri anlama tarzındaki zayıflık ve yetersizliğin sonu­ cu olarak onun materyalizmin en güçlü yanını feda euiğini belinmemiz gerek­ mektedir. Bu filozof hiç olmazsa aşırı bir kendini beğenmişlik örneği vererek ve naif bir şekilde gerçeğe benzer olanla kanıdanmış olanı birbirine karışurarak doğru yoldan ayrılan bir Büchner kadar, fakat ondan başka bir yönde doğru yoldan ayrılmaktadır. Anlık bu konularda Czolbe'nin sandığı kadar tarafsız de­ ğildir. Tersine o, türnevarım yoluyla sıkı mekanik bir dünya düzeninin son de­ rece gerçeğe yakın olduğu görüşüne götürür. Bu dünyanın yanında aşkın ideali( 64 ) "Die Grenzen und du Unprung du menschlichen Arkenmiss, im Gegensat:u zu Kant und Hegel Naturalistisch-teleologische Dun:hfohrung des mechanischen Princips von Dr. Czolbl, Jena und Leipzig, ı 86S, s . SO ve S ı .

1 13

M A T E R YA L İ Z M İ N T A Rİ H İ

te, ancak bir "ikinci dünya"da ileri sürülebilir. Buna karşılık akılsal bir dünya­ nın varlığını kabul ettiğimizde, deney hakkında "tanrıbilimsel" veya "spritüel" her türlü açıklamayı haklı çıkarmaktan hala uzağızdır. Burada Czolbe ancak tu­ tarsızlıkta tutarlıdır. "Akılsal dünya"sı aslında doğa incelemesinin bütün sonuç­ larıyla uzlaştırılabilir olan Kam'a karşı amipatisi, Czolbe'yi bu filozof hakkında kaba sözler sarf etmeye götürmüştür. Buna karşılık o fenomenler dünyasının ar­ kasına gizlenmiş "ikinci bir dünya"yla yetinmeleri şöyle dursun, temel dogmala­ rı bakımından genellikle deneysel bilimlerin en su götürmez sonuçlarıyla çoğu zaman çatışma içinde bulunan geleneksel kilisenin en aşırı görüşlerinin göreli olarak doğrulanabilir şeyler olarak geçinmelerine izin vermiştir. Czolbe Überweg'le sayısız kişisel ilişkilerinden ötürü materyalizm tarihinde dalaylı bir önem de kazanmıştır. Bu ilişkiler Überweg'in ileride sözünü edeceği­ miz materyalist dünya görüşüne son biçimini verdiği bir zamanda ortaya çık­ mıştır. Diğer konular yanında Überweg'in dünya görüşünün bir açıklamasını içeren Czolbe'nin ölümünden önce yayınlanmamış olan bir eseri hala yayınlan­ ınayı beklemektedir. Czolbe kendisini tanıyan insanlar tarafı ndan büyük saygıy­ la çevrelenmiş ve hatta soylu eğilimlerinden ötürü düşmanları tarafından bile takdir edilmiş olarak 1 873'de ölmüştür.C65)

(65) Czolbe'nin kişiliği ve görüşleri üzerine daha özel ayrıncılar Dr. Ed. ]ohnson'unA/tpreus­ sischen Monatsschrift, X bd. Heft 4, s. 338-352'deki biyografı denemesinde (bu deneme ayrıca da basılmışm: Könisberg, A Rosbach Matbaası, l 873) mevcuttur.

1 14

F t z t K B İ L İ M LE R İ

İKİNCİ KlSlM FİZİK B İLİMLERİ Birinci Bölüm MATERYALİZM VE PEKİN ARAŞTIRMALAR

Materyalistler ve uzmanlar; fizik bilimleri ve felsefede amatörlük ve okul - Fi­ zik bilimlerine ve felsefeye uygun düşünme tarzı - Doğa bilgisinin sınırları - Du Bois - Reymond - Materyalisılerin ve tanrıbilimci/erin yanlış anlamaları - Du Bois - Reymond'un sonuçlarının düzeltilmesi - Doğanın bilgisinin sınırları genel olarak bilginin sınırlarıdır - Mekanik evren tasarımı bize şeylerin derin özünü gös­ teremez - Materyalizm kuramı gerçekte, araçsız verı:ri görünüşte değiştirir. - Du­ yum, maddenin hareketliliğinden daha temel bir olaydır - Duyusal bir madde var­ sayımı da bütün güçlükleri ortadan kaldırmaz; bilinmeyen üçüncü şey - Materya­ lizme yapılan haksız eleştiriler - Materyalizm, felsefi ve tarihsel bilim tarafindan yenilgiye uğramaktadır - Kuramiarın değeri - Doğanın incelenmesinde materya­ lizm ve idealizm. Materyalizm her zaman doğa incelemesine dayanmışnr. Bugün o kuramın­ da anık doğa olaylarını mümkün olmaları bakımından açıklamakla yetinemez. Pekin araşnrmalar zeminine yerleşmesi ve bu mahkemeyi, davasını burada zo­ runlu olarak kazanacağından emin olduğu, için seve seve kabul etmesi gerekir. Haua materyalisderimizin birçoğu benimsedikleri evren tasarımının, pekin araşnrmalar zihniyetinin, olayların tam ve sistemli bir incelemesine geçmek üze­ re spekülatif yömemin terk edilmesinden bu yana fizik bilimlerin gerek derin­ lik, gerekse genişlik bakımından kazanmış oldukları muazzam gelişmenin doğal bir sonucu olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedirler. O halde materyaliz­ min muhaliflerinin bu varlığı ileri sürülen zorunlu sonucu reddeden ve haua materyalizmin kendisini olayları kötü açıklayan bir şey, basit gevezelerin deme­ sek bile yüzeysel araşnrmacıların basit bir hatası olarak gösteren ciddi bir bilim adamının her cümlesine çok özel bir sevgiyle sarılmalarına şaşmayalım. "Kimya Üzerine Mekıup/a r ında materyalisrieri amatörler olarak ele aldığın­ da Liebig bu tür bir yargıda bulunmaktaydı. Genel olarak materyalist öğretiyi yayma alışkanlığında olanlar özellikle en ciddi araşnrmacılar, icat ve keşif sahip­ leri, özel bir alanın en dikkate değer üstadarı değilseler ve Büchner, Vogt ve hat'

115

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

ta Czolbe gibi insanlar kesin bir yöntemin taraftarlarının gözünde bazı haralar işlemiş olsalar da, Liebig'in bu sözünü sınırsız bir biçimde kabul edemeyiz. Önce bugün iş bölümünün sonucu olarak bütün zihinsel çabalarını bilimin özel bir dalı üzerinde yoğunlaşurmış olan uzmanın her tarafta bir başkasının en emin sonuçlarını deriemek ve onlardan bir bütüncül görüş oluşturmak amacıyla fizik bilimlerinin geniş alanını baştan başa kat etmek yönünde ne bir arzusu­ nun, ne de kapasitesinin olmaması son derece doğaldır. Çünkü bu onun için nankör bir çalışma olacaktır. Onun kişisel önemi, keşiflerine bağlıdır ve bu ke­ şifleri de o ancak özel bir alanda gerçekleştirmeyi umabilir. Her fizikçinin belli ölçüde bilimsel genel bilgileri kazanmasını, özellikle kendi uzmanlık alanına en yakın dalları mümkün olduğu kadar iyi incelemesini isternek doğrudur. Hatta bununla işbölümü ilkesi, sonuçlarında ortadan kalkmaksızın ancak iyileştiritmiş olacaktır. Hana doğa bilimleri alanında genel bir bilgi elde etmeye çalışan bir uzmanın başka insanlara düşüncelerini kabul euirmek yönünde en ufak bir arzu duymaksızın veya sadece onların gerçek bir değere sahip olduklarını iddia et­ meksizin evrenin özü ve onda hüküm süren yasalar hakkında belli bir anlayışa ulaşması da mümkündür. En aklı başında düşünceler böyle bir ihtiyadılığı tel­ kin edebilir; çünkü uzman kendi özel bilgisiyle başkalarının çalışmalarından edinilmiş kavramların öznel değeri arasında var olan önemli farkın her zaman bilincinde olacakur. O halde uzmanlık, ihtiyatlılık telkin eder. Ancak bazen o bencilliğe ve ken­ dini beğenmişliğe de götürür. Bir uzman sadece kendisinin komşu bilimleri göz önüne alma tarzının geçerli olduğunu söylediğinde, başka herkese kendi çalışma alanına giren şeyler hakkında herhangi bir yargıda bulunmayı yasaklamak iste­ diğinde, dolayısıyla araştırmalarının amacı olarak doğa hakkında bütüncül bir görüş sahibi olmayı düşünen biri için zorunlu olan düşünme tarzını mutlak ola­ rak reddettiğinde özellikle görünen budur. Böylece örneğin kimyacı fizyologa kimya hakkında tek kelime söz etmeyi yasaklamak isterse veya fizikçi atomların mekaniği üzerine bir söz söylemek isteyen kimyacıyı amatör olarak reddetmek isterse, karşısındakinin hafifliğini kanıdamak üzere elinde sağlam argümanları olmasına özen göstermelidir. Eğer onun böyle argümanları yoksa, eğer eserini ciddi olarak incelemeden önce deyim yerindeyse mesleğinin sözüm ona hakları adına "yabancı"nın resmi olarak dışarı animasını talep ederse son derece kınan­ ması gereken bir iddia ileri sürüyor demektir. Bu kendini beğenmişlik özellikle yeni görüşlerin ileri sürülmemesi, sadece uzmanların kendilerinin varlığını ileri sürdükleri uygun bir şekilde saptanmış olan olayların düzenlenmesi ve onların kendilerinden geniş kapsamlı sonuçlar çıkarılması amacıyla başka bir alandan edinilmiş olaylarla birleştirilmesi veya onların, fenomenin şeylerin en son ne­ denlerinden çıkma tarzıyla ilgili olarak yeni bir yoruma tabi turulmaları söz ko-

ı 16

F I Z I K B I LI M LE R I

nusu olduğunda özellikle mahkum edilmesi gereken bir şeydir. Eğer bilimlerin sonuçları sadece onların yararıcıları tarafından yor�ımlanabilseydi - ki bu iddia­ nın acıklı sonucu budur - bilimlerin sistemli bağlamılan ve genel olarak zihnin yüksek kültürü tehlikeye düşmüş olacakur. Bazı bakımlardan bir ayakkabıyı en iyi değerlendirme durumunda olan ayakkabıcıdır; ancak bir başka bakımdan onu giyen adamdır. Nihayet başka bazı bakımlardan o anaromisr, ressam ve heykeluraşur. Bir sinai ürünü yargılama durumunda olan sadece onun üreticisi değildir; aynı zamanda tükericisidir. Bazan bir aleti saun alan kişi onu, onu ya­ pan kişiden daha iyi kullanmasını bilir. Sıradan olmalarına karşın bu örnekler burada kullanılabilirler. Bürüncü bir görüş kazanmak için doğa bilimleri alanı­ nın bütününe dikkatli bir şekilde göz gezdiren biri bu alana ait özel bir olayın önemini genellikle bu olayı keşfermiş olan birinden daha iyi değerlendirebilir. Öte yandan doğanın bütününe ilişkin bir görüş elde etmek isteyen kişinin yaptığı çalışmanın felsefi bir çalışma olacağı rahatça görülmektedir. O halde materyalizmin felsefi amatörlük eleştirisini, karşıt öğretilerden çok daha fazla hakkedip etmediğini kendi kendimize sorabiliriz. Gerçekren de sık sık bu suçla­ maya rasdanmakradır. Ancak bunun materyalizmin tarafsız ve haklı bir eleştiri­ siyle ilgili olarak bize hiçbir yardımı dokunmaz. Sözcüğün gerçek anlamında "amatör" diye incelemeler yapmamış birini göstermek gerekir. Ancak yetkili yargıçlada öyle olmayanlar arasmda bir ayrım yapabilecek kadar kendi öğretisi­ nin sağlamlığından emin olan felsefe okulu hangisidir? Bugün sanaua olduğu gibi pozitif bilimlerde de her tarafta bir "okul" un ne demek olduğunu söyleye­ biliriz, ama felsefede bunu söyleyemeyiz. Büyük bir ustanın sanarının pratiğinin bireysel iletimi söz konusu olduğunda sözcüğün kazandığı özel anlamı bir yana bırakırsak iyi bir "okul"dan yetişmiş bir t arihçi, fılolog, kimyacı veya istatistikçi­ nin ne olduğu da çok iyi bir biçimde bilinmektedir. Buna karşılık filozoflar söz konusu olduğunda "amatör" sözcüğü en sık bir tarzda yanlış ve haksız bir bi­ çimde kullanılmaktadır. Ayrıca ondan yapılan düşüncesiz kullanırola bu düşün­ cenin kendisi felsefenin saygınlığına ve önemine büyük ölçüde zarar vermiştir. Belli bir sistemin öğrencilerini bir yana bırakarak gerçek bir felsefi eğitimin ne olduğunu genel olarak belirlemek istersek bu eğitime ne ait olacakur? Her şey­ den önce formel manuğm kurallannın ve bütün çağdaş bilimlerin, ihtimaller öğretisinin ve tümevanın kuramının temelleriyle ilgili en ciddi ve en sıkı bir uğ­ raşmanm sonucu olarak sahip olunması gereken sıkı bir mantık kültürü. Peki böyle bir eğitimi bugün nerede bulabiliriz? On üniversite profesöründen biri bile buna sahip değildir. Hele bunu adlarının sonu "ci, çi" ile biten insanlarda, yani Hegelci, Herbarrçı, Trandelenburgçularda veya diğer herhangi bir okul ku­ rucusunun çömezlerinde daha da az aramak gerekir. Gerçek bir felsefi eğitimin ikinci koşulu, her birine bütün ayrıntılannda hakim olmak için değil - çünkü l l7

M A T E R YALİ Z M İ N TARİ H İ

bu imkansızdır ve ayrıca da gereksizdir -, fakat tarihsel gelişimlerinden hareket­ le, bugünkü iledeyişieri ve durumlarını anlamak, her merodolojinin ilkelerine göre bağlantılarını derinleşrirmek ve yöntemlerini kavramak için pozitif bilimle­ rin ciddi bir incelemesi olacaktır. Burada yeniden soracağız: Gerçekren felsefi bir eğitim almış insanlar nerededirler? Şüphesiz adlarının sonunda "ci, çi" rakısı bulunanlar arasında değil. Örneğin düşüncesiz bir şekilde kendini ilk koşulu ye­ rine getirmekle sorumlu saymamış olan Hegel hiç olmazsa ikinciyi yerine gerir­ mek için ciddi çaba sarfermişrir. Ancak onun çömezleri kendisinin incelediği şeyi incelememekredirler; onlar yalnızca Hegel'i incelemekredirler. Bundan çı­ kan şeyin ne olduğunu yereri ölçüde gördük: Boş bir lafazanlık, kendini beğen­ mişliği ciddi bilgi sahibi her insanı riksindirecek düşçü bir felsefe. - D üzgün bir felsefe eğitimi sisteminde felsefe tarihinin derinliğine bir incelenmesi ancak üçüncü veya dördüncü sırada gelecektir. Eğer bugün yapıldığı gibi felsefe tarihi­ ni, felsefe eğitiminin birinci ve rek koşulu yapacak olursak ve ona herhangi bir felsefe sisteminin benimsenmesini eklersek bunun kaçınılmaz sonucu felsefe ta­ rihinin kendisinin bir düş niteliğine bürünmesi olacaktır. Çünkü bu durumda geçmiş zamanların düşünürlerinin kendileriyle evreni anlamaya çalıştıklan for­ müller, içinde doğmuş olduklan bilimsel temelden kopanlmış ve böylece her türlü gerçek değerlerini kaybetmiş olacaklardır. O halde amatörlük suçlamasını bir yana bırakalım; çünkü ona karşıt nireli­ ğin ne olduğu ram olarak bilinmememekredir ve ram da felsefi alanda gerçek özgünlüğün yararı çoğunlukla okul geleneklerini dengelemekredir. Materyalist­ ler, eğer sadece olaylan doğru bir biçimde saptar ve bu aynı olaylardan sonuçlar çıkarınakla yerinirlerse, pekin bilimler karşısında çalışmalannın felsefi eğilimini haklı çıkarabilirler. Sistemlerin bağlamısı kendilerini deneysel bilimlerin alanına tecavüz eden varsayımlar ileri sürmeye ittiğinde veya önemli bilimsel araştırma sonuçlarını hiçbir şekilde göz önüne almadıklannda, böyle bir durumda olan her filozof gibi haklı olarak yetkili kişilerin eleştirilerini üzerlerine çekerler. An­ cak bu yetkili kişiler bununla bu tür yazarların her türlü çabasına küçümseyici bir biçimde muamele ermek hakkını kazanmazlar. Bununla birlikte üzerinde konuştuğumuz konuda amatörlük suçlamasının kesin hiçbir anlama gelmediği­ ni kabul ermek zorundaysak da felsefe ile ilgili olarak materyalisrierin hala ram olarak haklı olmadıklarını söylemeliyiz. Önce evrene ilişkin felsefi bir anlayışın sırf fizik bilimler üzerine dayandığını iddia eden her sistem, çağımızda, en kötü cinsren bir yan-felsefe olarak nitelendi­ rilmek zorundadır. Büchner gibi deneyci bir doğa filozofunun rekyanlı özel araş­ mmacıya karşı çıkmaya ne hakkı varsa çok yönlü eğitim almış her filozofun da Büchner'e karşı çıkmak ve onu olaylara dar açıdan bakması sonucu zorunlu ola­ rak ortaya çıkan bütün önyargılarından ötürü o kadar eleşrirme hakkı vardır. l lS

FİZİK B İ LİMLERİ

Bununla birlikte felsefenin b u iddiasına iki itirazla karşı çıkılabilir. B unlar­ dan ilki, asıl materyalist itirazdır. İkincisi ise pekin bilimlerle uğraşmakla birlik­ te kesin olarak materyalistler arasında sayılmak istemeyen birçok insan tarafın­ dan desreklenmekredir. Doğanın dışında hiçbir şey yoktur. Bilgiye daha geniş bir temel aranmasını isteyen felsefenin arzusuna karşı ileri sürülen ilk itiraz budur: Sizin metafıziği­ niz, sağlam temellerden yoksun bir sahte bilimdir. Sizin psikolojiniz beyin ve si­ nir sistemi fızyolojisinden ibarenir. Mantığa gelince, düşünce yasalarını sizin güçsüz okul formüllerinizden daha iyi bildiğimizin en iyi kanıtı bizim başarıları­ mızdır. Ahlak ve esretiğin evrene temel ödevi gören kuramsal ilkelerle hiçbir or­ rak yanı yoktur ve onlar diğer temeller kadar materyalist temellere de dayanabi­ lirler Eğer böyleyse felsefe tarihinin bizim için ne değeri olabilir? O doğası gere­ ği bir insani haralar tarihinden başka bir şey olamaz. Böylece günümüzde o kadar ün kazanmış ve biraz ilerde derinliğine ele ala­ cağımız soruna, doğanın bilgisinin sınırları sorununa geldik. Ancak önce ikinci itirazla ilgili bazı görüşlerimizi belirrelim. Fizik bilimleri kampında genellikle şöyle denmektedir: Filozoflar bizimkin­ den tamamen farklı bir düşünme tarzına sahiptirler. O halde felsefeyle her türlü temas ancak doğa incelemesine zarar verebilir. B unlar birbirinden farklı alanlar­ dır ve birbirinden ayrı kalmalıdırlar. Bu itiraz çoğu zaman gerçekren samimi midir? Hayır, tersine o çoğu kez felsefenin bir yığın saçmalıkran başka bir şey olmadığı düşüncesinin bilgiççe ifa­ desinden başka bir şey değildir. Ancak onunla uğraşmayalım. Gerçekte doğa bilginlerinin çoğunluğu, kendi görüş açılarıyla fılozoflarınki arasında ram bir farklılık olduğuna kanidir. Büyük boranik bilgini Hugo von Mohl Tübingen üniversitesinde bir fizik ve doğa bilimleri fakültesinin kurulması münasebetiyle yaptığı bir konuşmada bu inancı çok güçlü bir biçimde dile getirmiştir.O) Do(1) Birinci baskıdaki bir pasajı burada olduğu gibi vereceğiz. Bu pasaj, metinde fıkirlerin daha sıkı bir sergilenmesine ve burada kendisinden söz etmek zorunda olduğumuz yeni malzerneye ye­ rini bırakmak zorunda kaldı. Ilk baskıda özel bir doğa bilimleri fakültesinin kurulması olayı do­ layısıyla şunu söylemekteydim: "Eski fakülteler, kuruluşu Almanya'da model ödevi görmüş olan Paris üniversitesinin ortaya çıkışından sonra oldukça hızlı çoğaldılar. Onların herbirinin belli bir pratik meslekle en yakın ilişkileri vardır. Çünkü felsefe fakültesi ancak diğer üç fakülteden ayrıldıktan sonra özel bir bü­ tün teşkil eni. Diğer özel üç fakülte karşısında genel fakülte olarak kaldı ve kısmen özel araştır­ maların ortak hazırlığına, kısmen özgür bilime hasredildi. Yeni yaratılan bütün bilimler eğer daha sıkı bağlarla diğer üç fakülteden birine bağlı değil idiyseler doğal olarak onun payına düştü­ ler. Eğer üniversitelerin ortaya çıkışının başlangıçtaki ilkesi canlılığını devam ettirmiş olsaydı, belki birçok yeni fakülte, örneğin bir maliye fakültesi veya eğitim fakültesi veya ziraat fakültesi olarak ilk fakültelerin örneğine göre teşekkül edecekti. Aslında yeni bir ilkeye göre yeni bir fakül-

1 19

M AT ERYAL İ Z M İ N T A R İ H İ

ğal olarak materyalistler kendilerinin bu "felsefe" tanımı içinde yer almadıkları­ nı düşünmektedirler. Onlar kendi görüşlerine bilimsel araştırma yoluyla eriştik­ lerini söylemektedirler. Olsa olsa özel araştırmaların izin verdiğinden daha çok varsayım kullandıklarını kabul etmektedirler. Bütün bu kurarn felsefe olarak sadece Kant sonrası Alman felsefesi tarihi­ nin göz önüne alınmasına dayanmaktadır. O, Descartes'tan Kant'a kadar çağ­ daş felsefenin karakterini tamamen görmezlikten gelmektedir. Schellingciler, Hegelciler, Yeni-Aristotelesçiler ve diğer çağdaş okulların yöntemleri, doğrusu, doğa bilimcilerinin genellikle felsefeden tİksinerek uzaklaşmalarını haklı çıkara­ cak bir özelliktedir. Buna karşılık Alman romantik felsefesinin idealist tuhaflık­ ları bir yana bırakılırsa, çağdaş felsefenin tüm ana ilkesi tamamen farklıdır. Bu takdirde bazı önemsiz istisnalar dışında karşımızda bulunan şey, duyular tara­ findan bize verilmiş olan her şeyin sıkı bilimsel bir açıklaması, ancak bunun ya­ nında aynı zamanda duyular yoluyla kazanılmış dünya görüşünün sahip olabile­ ceği tek yanlılığı spekülasyon yardımıyla düzeltmek üzere girişilen bazı deneme­ lerdir. tenin kurulmasına yapılacak bir itiraz yoktur. Biz sadece durumun böyle olduğunu saptamak is­ tiyoruz. Sonra bu yeni ilkeyi daha yakından inceleyeceğiz. Şimdi önümüzde fakülteler arasında gerçek bir savaş var ve felsefe şüphesiz bu savaşta en üzü­ cü rol oynamaktadır. Hekimler önce bir doğa bilimleri fakültesinin kurulmasını istiyorlar. Doğa bilimlerinin tümü Facuitas Artium'un anaç kollarından aynimak istiyor. O zamana kadar mes­ lektaşları olmuş olanlar onları bırakmak istemiyor. Bu gerçek bir bağımsızlık savaşı. Özel incele­ melerine kapanmış bir fılologun gelecekteki fılologların eğitiminde kendisini belli bir birlik arzu­ suna kaptırmış olması anlaşılabilir. Ancak gerçek bir filozofun mevcut düzenlemeye dört kolla sarılarak böyle bir gerçek ayrılma ihtiyacına karşı çıkmaması gerekir. Onun daha çok bu ayrılma­ yı gerektiren gerideki itici gücün kaynağını kendine sorması gerekir. Tutmak istediğimiz insanlar için kendi eserlerimizle vaz geçilmez olma yönünde çaba sarfetmemiz gerekir. Eğer bir üniversi­ tenin böyle durumlarda anlaşmazlığın üstüne yükselmeyi bilen ve her şeyden önce meselenin özünün ne olduğunu kendine soran adamları yoksa, o üniversitenin filozoflarının olmadığı söy­ lenebilir. Feuerbach bir filozofun ayırt edici özelliğinin felsefe profesörü olmaması olduğunu söylerken büyük ölçüde abartmaktadır. Ancak kesin olan şey, bugün Almanya'da özgün ve bağımsız bir düşünürün zorlukla bir profesör kürsüsü elde edebileceğidir. Diğer bilimlerin ihmal edildiğinden şikayet edilmektedir. Felsefenin boğulduğundan şikayet edilebilir. Bir cenazeden aynimak için sarf ettikleri çabalardan dolayı Tübingen'le doğa araştırmacıianna öfkelenmemek gerekir. Ancak bu ayrılmanın fiziksel araştırmalar ve felsefenin özü tarafından talep edildiğine itiraz etmek gere­ kir. Doğa bilimleri açık va parlak yöntemlerinde, deney ve kanıtlamalarının ikna edici gücünde, öğretimlerinin, araştırmalarının ilkesine tamamen karşıt yönde çalışan insanlar tarafından tahrif edilmesine karşı güçlü bir korumaya sahiptirler. Bununla birlikte felsefe bir kez basurıldı ve orta­ dan kaldırıldı mı bir Reichenbach'ın doğa bilimleri fakültelerinde Od'un kuramını öğreteceği veya bir Richter'in Newton'un yasasını reddedeceği günler gelebilir. Felsefede gerek entelektüel bir suçun işlenmesi gerekse bu suçun ört bas edilmesi daha k&laydır. Sağlıklı ve doğru olanın öl-

1 20

FİZİK B İLİ MLERİ

Fizikçi Descartes matematikçi Desartes'tan daha az güçlüdür. O birden faz­ la ciddi olarak yanılmış, ancak bazı noktalarda da bilimi gerçekten ilerietmiştir ve hiç kimse onun gerçek bilimsel yönteme yabancı olduğunu ileri sürmeyecek­ tir. Bununla birlikte o cisimler dünyasının yanında içinde bütün dış nesnelerin sadece " temsil" edildiği bir ruh dünyasını kabul etmekteydi. Sisteminin kusurla­ rı ne kadar büyük olursa olsun Descartes, tam da her materyalizmin durması gereken, hatta en pekin araştırmaların gelip sonuçlandığı noktaya parmak bas­ mıştır. Varlığa gelen her şeyin mutlak bir zorunluluğa boyun eğdiğini ve bütün doğa olaylarının birliğini savunan büyük Spinoza o kadar çok materyalistler ara­ sında sayılmıştır ki hemen hemen onu evren hakkındaki materyalist anlayışına yaklaştıran şeyin ne olduğunu sormaktan çok bu anlayıştan ayıran şeyin ne ol­ duğunu ortaya koymak zorunlu hale gelmiştir. Bu ayrılma noktaları Desear­ tes'la aynı konuda belirginleşir: Spinoza'ya göre mekanik anlayışın bizi götürdü­ ğü evren tasarımı, şeylerin özünün ancak bir cephesini, onun diğer cephesiyle, yani tinsel cephesiyle iyi bir uyum içinde bulunan bir cephesini ifade eder. Ba­ con'un döneminden itibaren hemen hemen bütün İngiliz fılozofları doğa bili­ minin yöntemiyle çok iyi uyuşan bir yöntemi kullanırlar. Zaten İngiltere' de biz­ de söz konusu olan şu felsefe-doğa incelemesi zıtlığı hiçbir zaman ortaya çıkma­ mıştır. Aralarında Hobbes gibi birkaç tanesinin daha basit olarak materyalizmi çütüyle ilgili olarak doğa bilimlerinin duyusal olarak açık, mantıksal olarak kesin olan ölçütün­ den daha iyi bir ölçüt yoktur. Son çare olarak geçici bir zaman için bu ölçüderden birini teklif etmek istiyoruz. Doğa bilimciler yeniden, kendiliklerinden, yöntemlerinden en ufak bir şey de­ ğiştirmeksizin felsefeye yaklaşacakları, fakülteler arasındaki bütün kesin çizgilerin yararsız oldu­ ğunun kabul edilmeye başlanacağı, bir uç olmak yerine tersine en farklı bilimler arasındaki bir bağlantı halkası olacağı ve pozitif bilimlerin sonuçlarının verimli bir değiş tokuşunu kolaylaşura­ cağı zaman, felsefenin ana görevini yeniden üsdeneceğini kabul edeceğiz. Bu ana görev eleştiri­ nin meşalesiyle bilginin ışınlarını bir ocağa yoğunlaştırarak tarihsel devrimleri kolaylaştırmak ve yumuşatmak ve böylece yüzyılımızın önüne geçmekten ibarettir. Eğer Almanya'da doğa bilimleri ihmal edilmekteyse bunun nedeni felsefeyi baskı altında tu­ tan ve bozan tu'ucu eğilimdir. Önce para yoktur ve maalesef bu konuda İngiltere ve Fransa'nın düzeyine erişmek için epey zaman gerekecektir (Fransa ile ilgili olarak bu daha doğrudur). M.R. von Mohl, bir Alman üniversitesinin fizik odasında b ir hava makinesini temsil etme iddiasında olan olan korkunç bir şey görmüştür. Fizik profesörünün isteklerini yerine getirmek veya yoluna koymakla görevli akademik komisyon işin yabancı bir useaya verilmesini önlemek için hava ma­ kinesini yangın tulumbası imalatçısına yapurmışrır. Fizik profesörüne meslektaşları tarafından uygulanan bu koruyuculuğa ne kadar üzülsek yeridir. Ancak bunun için fakülteleri birbirinden ayırmaksızın fizik profesörüne serbestçe kullanabileceği zorunlu fonların tahsisini düşünemez miyiz? Ve şeylerin bugünkü durumunda bilimsel yöntemleri ve onların uygulama koşullarını bil­ mek durumunda olan filozof, fizik profesörünün doğal bir müttefiği değil midir? Hayır değildir. İşte güçlüğün kaynağı budur. Spinoza, Leibniz, Descane' bu rolü oynarlardı. Günümüz felsefe profesörlerinin çoğuna gelince, onlar hayır... Evet, M.de Mohl haklıdır. Ancak bugün böyle bir işbirliğine karşı çıkan güçlükleri felsefenin kendisinin, özellikle de felsefi düşün­ cenin özünün hesabına yazmamalıydı.

121

M A T E RYALİ Z M İ N TARİ H İ

kabul ermiş olmalarına karşın belli başlı İngiliz filozofları fenomenler dünyasını mareryalisderle aynı ilkelere göre kavramışlardır. Doğanın incelenmesinde Newton gibi atomları kabul eden Locke, felsefesini madde üzerine değil, du­ yumcu bir yönde yorumlamakla birlikte öznellik üzerine kurmuştur. Bu konu­ da o zihnimizin, varlıkra kendilerini ortaya koyan bütün sorunları çözme yete­ neğine sahip olduğundan kuşku duymuşrur. Bu Hume'un daha sonra büyük öl­ çüde geliştirdiği Kan r'ın eleştiri felsefesinin bir başlangıcıdır. Bütün filozoflar içinde doğada herşeyin salt doğal bir tarzda meydana gelmesini apaçık bir doğru olarak görmeyen rek bir kişi yoktur ve onların zaman zaman Kilise'nin öğretisi­ ne vermiş oldukları tavizler aslında hayli görünüşredir. Ancak onlar, Hobbes müsresna, şeylerin mutlak özüyle zihnimiz ve duyularımıza evrenin imgesi ola­ rak görünen şeyin bir ve aynı şey olduğunu ileri sürmekren de çok uzak olmuş­ lardır. Sistemlerinin çok çeşidi evrimlerine karşın çağdaş felsefeyi eski felsefeden ayıran nokta her rarafra karşımıza çıkmaktadır: Bu, evren hakkındaki rasarımı­ mızın ·özü iribariyle zihnimize özgü olan bir tasarım olduğudur. Leibniz'in monadların tasarımı kuramında tasarım olarak evren görüşü en üç noktaya görürülür; bununla birlikte Leibniz fenomenler dünyası hakkındaki anlayışında en sıkı bir mekanizmi kabul eder ve onun fızikle ilgili konulardaki yöntemi diğer fizikçilerin yönteminden farklı değildir. Son olarak Kanr felsefeyle mareryalizm arasındaki ilişkileri en büyük bir açıklıkla ortaya koymuştur. Gök cisimlerinin uzaya dağılan maddenin basit çekimi sonucu doğduğu kuramını ilk kez geliştiren bir adamın, ra o zamandan Darwinciliğin ilkelerini bilen ve halka açık konferanslannda insanın ilkellikren insanlık durumuna geçmiş olduğunu söylemekren korkmayan bir adamın, "ruhun merkezi" sorusunu ramamen saç­ ma bir şey olarak reddeden ve kendisinin ruh ve bedenin farklı organlar tarafin­ dan algılanan bir ve aynı şey olduğunu oldukça açık bir biçimde hissettiren bir filozofun, (yani Kam'ın) mareryalizmden öğreneceği hemen hemen hiçbir şey yoktur. Çünkü materyalizmin bütün evren anlayışı, idealist karakterini değişrir­ meksizin, Kam'ın sisteminde adeta içerilmiş bulunmaktadır. Kam, doğa bilimi alanına giren bütün varlıklarla ilgili olarak doğa biliminin yöntemine sıkı bir bi­ çimde uygun akıl yürürmekreydi. Bu, ramşma götürmez bir gerçektir. Çünkü "Doğa Biliminin Metafizik İlkelert a priori bir tarzda temel aksiyomları bulmak üzere bir girişimden başka bir şeyi içermezler ve dolayısıyla asla her zaman dene­ ye dayanan ve aksiyomları ranışılmaz veriler olarak kabul eden deneysel araşur­ maların yetki alanı içine girmezler. O halde Kanr deneylerimizi duyular tarafin­ dan verilmiş dünyaya uzarmanın, onları düzene sokmanın ve böylece içine mey­ dana gelen bütün olayların nedensel bağlanularında bu dünyayı bize kavrarma­ nın büyük ve biricik aracı olarak doğa bilimine ilişkin düşüncenin bütün içeriği­ ni kendi yerinde ve saygınlığında bırakır. Bununla birlikte evrenin fizik ve meka1 22

F i Z i K B İ L İ M LE R İ

nik anlayışıyla yetinmediği, bu anlayışla henüz sorunun çözülmediği, düşünceler dünyasını da göz önüne almak gerektiğini, ne fenomenler ne düşünceler dünya­ sının yalnız başlarına şeylerin mutlak olarak özü kabul edilemeyeceklerini söyle­ diği zaman, böyle bir adamın kayıtsız bir şekilde yanından geçmekle veya daha uzun ve daha derin araştırmalar yapmak ihtiyacını duymadığımızı ileri sürerek onun bütün bu sözlerini görmezlikten gelmekle iyi mi yapmış olacağız? Eğer uzman biri, bu tür fıkirlerin peşinden giderek incelemelerinin konu­ sundan fazla uzaklaşmaktan korkarsa ve dolayısıyla bu sahada birkaç müphem kavramla yetinmeyi veya kendisine yabancı bir alan olarak felsefeden uzaklaş­ ınayı tercih ederse, ona yapılabilecek fazla itiraz yoktur Fakat bizim materya­ listlerimiz gibi "filozof' geçinen, hatta felsefenin reformcusu olarak çığır açmak üzere dünyaya geldiğini düşünen biri bu sorunları bir kenara itemez. Materya­ list için felsefe tarihinde kalıcı bir yer edinmesinin tek yolu bu sorunları tümüy­ le incelemektir. Eski düşünceleri yeni sözcüklerle dile getirmekten başka bir şey yapmayan materyalizm, bu entellektüel çalışma olmaksızın, dinsel geleneğin en kaba görüşlerine karşı verilen savaşta bir koç başından ve zihinlerin mayalanma­ sının anlamlı bir belirtisinden başka bir şey değildir.(2) (2) "Kuvvet ve Madde''nin ı2. baskısı dolayısıyla Büchner bir "kendi kendisinin eleştirisi"ni ka­ leme almıştır [" Nature und Wissenschaft'ın (Leipzig, ı 87 4) üçüncü baskısında] . Bu eleştiride o fel­ sefeye doğa bilimleri alanında haklarını yeniden kazandırmış olmakla övünmektedir. Başka koşul­ ların da bunda katkısı olduğunu itirafetmektedir. Ancak ona göre "Kuvvet ve Madde" , yolu düzleş­ tirecek ve bilim-dışı dünyada olduğu gibi bilimin dünyasında da felsefeye genel sempati kazandıra­ cak tarzda mücadeleyi başlatmıştır ve yazar, o zamandan bu yana belli bir sonuç elde etmeksizin yeniden başını yastığa koymamıştır. Bu bakımdan "Kuvvet ve Madde"nin gerçekten "çığır açtığı" söylenebilir ve de söylenmelidir. Bu kitabın bu özelliğiyle zikredilmesi ve tartışılması gerekecektir ve o bu özelliğiyle bilim tarihinde de - böyle bir tarih var oldukça - zikredilip tartışılacaktır" Büchner daha çok adının kalıcı bir biçimde genel kültür tarihinde anılacağını ileri sürebilir. Çünkü o uygun bir zamanda çok kişinin düşündüğü ve şüphesiz birden fazla kişinin gerek doğa bilimleri açısından, gerekse felsefi açıdan kendisinden daha iyi aydınlığa kavuşmrabileceği bir şeyi büyük bir başarıyla büyük çana asmıştır. Acaba onlar da aynı ölçüde başarılı olacaklar mıy­ dı? Bu başka bir sorundur; çünkü Büchner'in başarısını sağlayan tam da ondaki bilimsel kesinlik eksikliği ve olayların sadece yüzeyini görmedeki kararlılığı olmuştur. Büchner "kuramı"na bilim­ sel bir önem atfettiğinde şüphesiz yanılmaktadır. Çünkü o ne bütün olarak ne ayrıntılarda yeni bir şey söylememiştir. Tersine çoğu zaman görevinin gerektirdiği şeyin çok gerisinde kalmakta­ dır. Bu görev ana hatlarıyla evrenin mekanik bir tasarımının tam bir tablosunu vermektir. Böyle­ ce örneğin Büchner'in kendi kendisini eleştirisinde kuvvetin sakımı kuramını büyük bir saflıkla kitabının 5. baskısına tarihlendirerek kendi bakış açısını doğrulayan sonraki bir gelişme olarak sunmaktadır. Oysa her doğa bilimcisi, ansiklopedik bir eğitim almış her filozof ı 855 yılında, yani "Kuvvet ve Maddi' nin ilk baskısının yayınlandığı tarihten itibaren bu önemli kuramı bil­ mek durumundaydı. ı 842 yılında Ma yer bu yasayı ilan etmişti bile. ı 847'de Helmholtz'un "Kuvvetin Korunması üzerine' [" Ober die Erhaltung du Kraft'] yapıtı yayınlandı ve ı 854'de aynı bilim adamının Doğa Kuvvetlerinin Karşılıklı Etkisi üzerine ["Ober die Wechselwirkung du Nff­ turkraifte] halk için yazmış olduğu kitabı ikinci baskısını yapmıştı bile.

1 23

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

Şimdi evren hakkında mekanik bir anlayışın sistemli savunmasını yapan havarilerin o kadar ihmalci bir biçimde üzerinden geçip gittikleri nokta - doğa­ nın bilgisinin sınırlan sorunu -, daha derin uzmanlar tarafından derinliğine ele alınmışur. Aynı zamanda görülmektedir ki sağlam bir genel kültüre ek olarak uzmanların ciddi ve derinliğine araştırmalan bizi tüm doğa incelemesi alanında basit bir ansiklopedik geziden daha derin bir biçimde doğanın özüne nüfuz erri­ rebilir. Tek bir alanın tartışılmaz hakimi olan, keskin gözleri bu alanın prob­ lemlerinin bütün derinliğine inen biri, benzer bütün alanlan büyük bir kavra­ yışla yargılama araçlarına sahiptir. Böyle bir insan her tarafta kolayca yönünü bulacak ve böylece son derece "felsefi" olarak adlandırılabilecek bürüncü bir gö­ rüşe süratle erişebilecekrir. Oysa gereğinden fazla konulara dağılmakla işe başla­ yan doğa felsefesine ilişkin incelemeler kısa bir süre sonra kendilerini bilgi kura­ mma ilişkin sorunları unuran her dogmarizme özgü yan-bilim içine saplanmış bulacaklardır. O halde şu önemli noktayı vurgulayalım ki çağımızda felsefe ala­ nına girmek cesaretini gösteren en büyük doğa araştırıcılannın hemen hemen tümü kendilerini bilgi kuramma ilişkin sorunlar karşısında bulmuşlardır. ilkin 1 872 yılında Leipzig'de Alman doğa bilimcileri ve hekimleri kongre­ sinde "Doğanın Bilgisinin Sınırları Üzerine" Du Bois-Reymond tarafından yapı­ lan ünlü konuşmayı inceleyelim. Bu konuşmanın kendisi ve doğurmuş olduğu bazı tepkiler, her materyalizmin eleştirisinde göze çarpan noktayı geniş olarak en canlı bir biçimde aydınlığa kavuşturmak fırsatını verecektir. Doğa hakkındaki her türlü bilgi son rahlilde atomların mekaniğine indirge­ nir. Bundan dolayı Du Bois-Reymond, insan zihninin hiçbir zaman erişemeye­ ceği, bununla birlikte anlamak gücünden de yoksun olmadığı en yüksek bir amaç olarak bu mekaniğin ram bilgisini teklif etmektedir. Laplace'ın bir sözüne dayanarak Du Bois-Reymond, veri olan çok kısa bir an için evrendeki atomla­ rın yerini ve harekerini bilen bir zekanın, mekanik yasalara göre, bundan bütün geçmişi ve geleceği de çıkarabileceğini ileri sürmektedir. Böyle bir zeka evren hakkındaki formülünün uygun bir tartışılmasıyla Demir Maskeli Adam'ın kim olduğunu veya Başkan'ın nasıl öldüğünü bize söyleyebilecekrir. N asıl ki bir asr­ ronom uzun yıllar sonra evrenin derinliklerinden kopup gelen bir kuyruklu yıl­ dızın gökyüzünde tekrar hangi gün görüneceğini önceden haber vermekreyse, aynı şekilde bu zeka Ayasofya üzerinde Yunan haçının ne zaman yeniden parla­ yacağını, İngiltere'nin en son taş kömürü parçasını hangi gün yakacağını denk­ lemlerinde okuyacaknr. Eğer evren formülüne r,.-x'i koyarsa şeylerin karanlık­ lar içinde bulunan ilk biçimi onun gözleri önüne serilecekrir. O, sonsuz uzayda ya daha o zamandan hareker içinde bulunan veya eşit olmayan bir şekilde dağıl­ mış olan maddeyi görecektir; çünkü maddenin eşit bir yeniden dağılımıyla ka­ rarsız denge hiçbir zaman bözulmuş olmayacaktı. Bu zeka r'yi am yönde sonsu1 24

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

za uzatarak Carnor reoremine göre sonsuz veya sonlu bir zaman süresi içinde ev­ reni büyük bir buzul döneminin rehdir edip etmeyeceğini öğrenecektir. Bürün nitelikler ancak duyumlada doğarlar. "Tevrar'ın, Işık var oldu sözü fizyolojik bakış açısından yanlışur. Işık ancak bir haşlamlının kırmızı görme nokrası ilk kez aydınlığı karanlıkran ayın euiğinde var olmuşrur". " Kendisi ba­ kımından sessiz ve karanlık, yani öznel analiz bakımından her rürlü nirelikren yoksun olan evren, nesnel gözlemin sonucu olan mekanik anlayış, yani ses ve ışık yerine sadece niteliklerden yoksun, şurada ağırlığı olan bir maddeye, öbür rarafra ağırlığı olmayan bir maddeye dönüşen başlangıçtaki bir maddenin tirre­ şimlerini bilen anlayış bakımından bakımından da aynı şekildedir" O halde Laplace'ın tasarladığı zekanın bile durmak zorunda kalacağı iki nokra vardır: Biz atomları aniayabilecek bir durumda değiliz ve aromlar ve onla­ rın harekerleri yardımıyla en ufak bir bilinç olayını bile açıklayamayız. Madde ve kuvver kavramları istenildiği kadar evirilsin çevirilsin sonunda her zaman boşlukra uzakran erkide bulunan kuvvetlerin kabul edilmesinde ol­ duğu gibi kavramlmaz bir nokrayla, harra belki ramamen saçma bir şeyle karşı­ laşılacaknr. Bu sorunu herhangi bir zamanda çözmek için hiçbir umur yokrur. Bu engel, aşkın bir engeldir. O, her rürlü bilgimiz nitelikleri maremariksel ilişki­ lere dönüştürmeye yönelirken, duyusal niteliklerden rümüyle yoksun bir şeyi ra­ sarlayamamızdan ileri gelmektedir. O halde Du Bois-Reymond'un doğa hak­ kında bürün bildiğimiz şeyin gerçekre hala bir bilgi olmayıp, sadece bir açıkla­ ma raslağı, bir "gölge açıklama" (surrogar) olduğunu söyleyecek kadar ileri gir­ mesi nedensiz değildir. Bürün kültürümüzün birçok ve önemli bakımdan ram mudak olduğu ileri sürülen bilginin yerini alan bir "gölge" bilgiye dayandığını hiçbir zaman unutmayacağız. Kesin olarak doğru olan şudur ki kendisini bu nokraya kadar i niğimiz ve bizi buraya kadar getirmiş olan aynı ilke aracılığıyla daha ileri girmeye çalışnğımız rakdirde doğanın bilgisi bize kendi yerersizliğini gösrermekre ve kendi sınırlarını koymaktadır. Du Bois-Reymond doğanın bilgisi konusunda organizmaların orraya çıkı­ şında herhangi bir ciddi güçlük görmemekredir. Bilmediğimiz, yaşamın ilk kez nerede ve hangi biçim alunda orraya çıknğıdır. Fakar Laplace tarafından tasarla­ nan ve evrenin formülüne sahip olan zeki bize bunu söyleyebilir. Kaba inşaarı yeni birmiş bir bina, bir yandan içine hammaddelerin aknğı, öbür yandan ma­ mul maddelerin, kimyasal ürünlerin ve anıkların çıkrığı makine ve teçhizadarı olan bir fabrikadan ne kadar farklıysa, bir krisralle organizma birbirinden o ka­ dar farklıdır. Burada yalnızca "son derece zor bir mekanik problem"le karşı kar­ şıyayız, o kadar. İnsan ayağı basmamış rropik bir ormanın rengarenk rablosu analirik bilim için ancak hareker halinde bir maddeyi ifade eder. O halde doğanın bilgisinin ikinci sınırının bulunduğu yer burası değildir. 125

M AT E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

Ona bilincin ilk ortaya çıkışında rasdanmakradır. Öre yandan burada kesinlikle biliminin ve şiiirinin doruğunda olan insan zihni söz konusu değildir. "Nasıl bir insan veya hayvan kasının en güçlü ve en karmaşık bir fiili, gerçekte rek bir ilkel kas lifleri topluluğunun basit kastlmasından daha karanlık değilse, nasıl bir rek salgı bezi hücresi bütün salgılama sorununu içinde gizlerse, aynı şekilde maddi koşullardan hareketle ruhun en yüce fiili de temelde bilincin ilk basamağından, yani duyumdan daha anlaşılmaz değildir. Dünya üzerinde hayvansal yaşamın başlangıcında en basit varlığın duyduğu ilk zevk ve acı duygusuyla bu aşılmaz uçurum ortaya çıkmışrır. O andan itibaren dünya iki kar anlaşılmaz olmuştur". Du Bois-Reymond bunun kanırını bütün felsefi kurarnlardan bağımsız ola­ rak doğa bilimcisine de açık olan bir tarzda vermek istemektedir. Bu amaçla o beyinde olup biten her şey, yani sadece bilincinde olmadığımız fenomenler de­ ğil, zaman bakımından her zaman zihinsel olaylarla bir düşen, dolayısıyla onlar­ la zorunlu bir bağlantı içinde olması gereken olaylar hakkında ram ("asrronomik") bir bilgiye sahip olduğumuzu farz etmektedir. O zaman eğer "belli bir zihinsel olay ortaya çıknğında sinir düğümlerinin belli yuvadarında ve sinir liflerinde atomların belli bir harekerinin meydana geldiğini söyleyebilirsek" şüphesiz büyük bir zafer kazanmış olacağız." "Zihinsel fenomenterin maddi ko­ şullarının açık bir görüsü" bugüne kadar doğa bilimince elde edilmiş herhangi bir sonuçran daha fazla bizi aydınlaracaknr; - ancak zihinsel olayların kendileri bizim için şimdi ne kadar anlaşılmazlarsa o zaman da aynı ölçüde anlaşılmaz ka­ lacaklardır. "Erişebileceğimiz en yüksek nokta olan beynin ram ("asrronomik") bilgisi gözlerimiz önüne sadece harekette olan bir maddeyi sermektedir". Bu bil­ gi yardımıyla bellek, düşünceler dizisi vb. gibi hiç olmazsa bazı zihinsel feno­ menler veya yerileri kavrayabileceğimizi zannedersek, yanılgıya düşmüş oluruz. Biz burada ancak zihinsel yaşamın bazı koşullarını tanımayı öğrenmiş oluruz; ama bu koşullardan zihinsel yaşamın kendisinin nasıl çıknğını öğrenmeyiz. "Beynimdeki belli atomların belli hareketleriyle "bir acı duyuyorum, bir zevk duyuyorum, hoş bir rat alıyorum, bir gül kokusu duyuyorum, bir org sesi duyuyorum, kırmızı bir renk görüyorum" gibi benim için ilkel, ranımlanamaz, ranışılamaz olan olaylar ve bunların sonucu ol!ln aynı ölçüde araçsız olarak sa­ hip olduğum "o halde varım" kesinliği arasında hangi düşünülebilir bağlanrı vardır? Bilincin, atomların biraraya gelişinden nasıl doğabileceğini düşünmek imkansızdır. Atomların kendilerinin bilinçli olduklarını kabul etsem dahi bilin­ ci açıklamış olmayacağım ve bireyin birlikli bilincini anlamarnı sağlayacak bir şey kazanmış olmayacağım". Doğanın bilgisinin bu ikinci sınırı da Du Bois-Reymond tarafından mut­ lak olarak nirelendirilmekredir; Doğa bilimlerinde bize bu sınırı aşmabilecek hiçbir ilerleme düşünülemez. Ancak doğa bilimeisi gene de "efsaneler, dogmalar 1 26

F İ Z İ K B İ Lİ M L E R İ

ve İlkçağ'ın kendini beğenmiş sistemlerine kendini kapurmaksızın ruh ve mad­ denin ilişkileri konusunda türnevarım yoluyla kendi görüşünü oluşturma hakkı­ nı savunmaya devam edecektir" "O binlerce olayda maddi koşulların zihinsel yaşam üzerine etkide bulun­ duğunu görmektedir. Onun her türlü önyargıdan arınmış zihni, duyu izlenim­ lerinin gerçekten ruh denen şeyle ilişki içinde oldukları konusunda kuşku duy­ mak için hiçbir neden görmemektedir. O insan zihninin deyim yerindeyse be­ yinle birlikte büyüdüğünü görmektedir" "Descartes'ta olduğu gibi hiçbir ön­ yargı onun hayvanların ruhlarının insan ruhuyla akraba olduklarını ve onların aynı gelişme dizisinin tedrici olarak daha az mükemmel bireylerini oluşturduk­ larını kabul etmesine engel olmamaktadır. O, omurgalılarda ruhun etkinliği art­ tıkça, fızyolojinin de zihnin yüksek dereceden fonksiyonlarının etkenleri olarak ele almak zorunda olduğu beynin kısımlarının etkinliğinin nasıl yavaş yavaş ge­ liştiğini görmektedir." "Son olarak doğal ayıklama kuramıyla birleşen evrim ku­ ramı ona ruhun, bazı maddi birleşimlerin hissedilemeyecek ölçüde yavaş gelişen bir bileşkesi olduğu ve belki bireye yaşam kavgasında faydalı olan diğer kalıtım­ sal yeriler gibi onun da sayısız bir oluşumlar dizisinden geçerek geliştiği ve mü­ kemmelleştiği görüşünü kabul ettirmektedir" İnsan hemen hemen bunun materyalizmi memnun etmek için yeterli ola­ cağını düşünebilir. Üstelik Du Bois-Reymond bu tavizlere ayrıca bir tane daha ekiernekte ve Vogt'un o kadar eleştirilen şu görüşünü kanatları altına almakta­ dır: Safranın karaciğerle veya idrarın böbreklerle ilişkisi neyse düşüncelerin be­ yinle ilişkisi odur.(3) Fizyoloji estetik kaygılara dayanan bir hiyerarşinin varlığını tanımaz. Onun için· böbreklerin idrar salgılaması daha yüce organların işlevleri kadar saygı değer bir şeydir. "Vogt'u da ruhun etkinliğini beynin maddi koşul­ larının bir ürünü olarak almasından dolayı eleştiremeyiz." Onun yaniışı sadece salgının salgı bezleriyle açıklanabildiği kadar ruhun etkinliğinin de doğası bakı­ mından beynin yapısı ile açıklanabileceği düşüncesini yeniden canlandırmak ol­ muştur. Fakat materyalizmi isyan ettiren de tam bu noktadır. Eğer "anlaşılmaz" herhangi bir şey kalırsa, materyalizm hala doğa incelemesinin mükemmel bir formülü olabilir (ki bize göre de gerçekten odur), ancak artık bir felsefe olmaz. Çünkü diğer öğretiler, özellikle şüphecilik "anlaşılmaz" olanı benimseyebilirler, hatta onu sistemlerinin temeli kılabilirler; ancak materyalizm, özü gereği, temel kurarnlarını tamamen dogmatik bir biçimde sergileyen ve diğer önemli iddiaları (3) Burada ek bilgi olarak o kadar sözü edilmiş olan "Vogt'un cümlesi"nin ana hatlarıyla daha önce Cabanis'in yapıdarında bulunduğuna işaret edelim: Beyin "düşünce salgılama" görevini ya­ par. "Rapporrs du Physique et du Moral de L 'Homme', Paris 1 844, s. ! 38 - Yayıncı L. Peisse bu vesileyle "bu cümlenin ünlü olduğu"nu söylemektedir.

1 27

M A T E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

yanında evrenin bütününü bize kolayca kavrarabileceğini iddia eden pozitif bir felsefedir. Bir önceki bölümde gösterdiğimiz üzere bugünkü materyalistlerimiz istedikleri gibi gelip geçici şüphecilik ve gördieilik heveslerine kapılabilirler, is­ tedikleri gibi varlıkların en son nedenlerinin anlaşılamazlığından söz edebilirler veya şeyler hakkında diğer bir tasarımın var olabileceği konusunu bir yana bıra­ karak bilimsel araşnrmanın biricik konusunu insana göründüğü biçimde evre­ nin oluşturduğunu düşünebilirler. Ancak tinsel dünyanın anlaşılabileceği iddia­ sından vazgeçemezler; çünkü materyalizmin kendi kendine verdiği ana görevler­ den biri hayvanlarda olduğu gibi insanda da ruhun etkinliğini ram olarak mad­ denin işlevleriyle açıklamaknr. Eserimizin birinci cildinde yererli ölçüde açıkladığımız gibi burada büyük bir yanlış anlama vardır. Ancak materyalist sistemi savunmak amacıyla Du Bois-Reymond'a karşı ortaya çıkmış polemikte olduğu kadar başka hiçbir yerde bu yanlış anlamanın daha sornur bir kanıuna rasdamamakrayız. Kanr'ın H ume'un hasımları hakkında söylediği şeyin aynısını (yukarıda 49.sayfaya bkz) biz D u Bois-Reymond'un hasımları hakkında söyleyebiliriz: "Onlar H ume'un kendisinden şüphe ettiği şeyi üzerinde bir ramşma olmayan şey olarak kabul er­ mekreydiler; buna karşılık Hume'un kendisinden şüphe ermeyi aklına bile ge­ tirmediği şeyi büyük bir heyecanla ve çoğu zaman da büyük bir kendini beğen­ mişlikle ispat ermekreydiler". Özellikle küçük bir broşürde (Viyana, 1 873) Du Bois-Reymond'un "Doğa­ nın Bilgisinin Sınırları' ndan söz eden ruh doktoru Langwiser hakkında yukarı­ daki mülahaza geçerlidir. Langwieser 1 87 1 yılında "Ruhsal Durumların Mekani­ ği Üzerine Bir Deneme" adlı, içinde kötü bir biçimde sunulmuş olmakla birlikte beynin işlevlerinin gelecekteki kavranmasıyla ilgili olarak bazı değerli görüşler taşıyan küçük bir kitap yazmışrır. Yazar doğal olarak ileri sürdüğü açıklamaların kapsamını abarrmakradır; Kendi bakış açısından beynin mekanik işleyişini ka­ nıtlamak sureriyle bilinci açıklamış olduğunu zannederken bütün mareryalisr­ lerle orrak olarak paylaşrığı bir haraya düşmektedir. Du Bois-Reymond gibi kış­ kırtıcı bir adamın sahneye girmesiyle insan böyle bir yazarın hiç olmazsa "dog­ matik uykusundan uyanması"nı ve sorunun can alıcı noktasını ram olarak gör­ mesini bekliyor. Ancak bunun yerine ram bir yanlış anlama karşısında bulunu­ yoruz. Eğer rüm bir benzeri yanlış anlamalar klasik dizisi karşısında bulunduğu­ muzu düşünmeseydik ve eğer bu nokta materyalizmin değerlendirilmesinde en büyük bir öneme haiz olmasaydı rek bir yazarın yanlış anlaması üzerinde uzun zaman durmazdık Sözünü erriğimiz yanlış anlama o kadar kabadır ki Langwieser açık olarak şöyle demektedir (sayfa 10): "Du Bois-Reymond, Laplace'ın şaşmaz bir evren formülüne dayanan öndeyilerine ilişkin savını kabul etmekle kendi kendisiyle '

1 28

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

çelişki içine düşmektedir. İnsan zihninin içinde temel bir etken olarak rol aldığı veya alacağı geçmiş ve geleceğe ilişkin olayları atomların mekaniğiyle hesapla­ mak için, insanlığın çeşidi zihinsel eğilimlerinin (dispositions) de atomların sözü edilen bilinebilir mekaniği alanına ait olmaları gerekir. Oysa Du Bois­ Reymond bunu kesin bir dille reddetmektedir" "Eğer Du Bois-Reymond buna Laplace'ın tasadamış olduğu zeki varlığın bütün insanların beyinlerindeki atomların hareketlerini de bileceği ve değerlendireceği, öyle ki bu verilere daya­ narak insanın zihinsel süreçlerinin maddi olaylar üzerindeki etkisini de hesapla­ yabileceği, ancak bu atom hareketlerinden zihinsel olayların açıklanmasının onun için mümkün olmayacağı yönünde cevap verirse burada yeni bir çelişki ortaya çıkacakur. Çünkü eğer her düşünceyi atomların bir hareketi olarak açık­ layabiliyorsa ve onlardan hareketle daha sonraki sonuçları ve etkileri önceden kestirebiliyorsa aynı zamanda bu sonuçlardan hareketle başka her yerde olduğu gibi zihinsel olaylar alanında da konunun özünü kabul ediyor demektir. Çünkü bir şeyin özü, etkileri ile görünen şeydir, başka bir şey değildir" O halde burada işte tam da Du Bois-Reymond'un kendisinden şüphe eui­ ği bir şeyin kabul edildiği ve apaçık bir şey olarak görüldüğü bir durum karşı­ sında bulunmaktayız. Broşürün geri kalan kısmı ünlü fizyologun hiçbir zaman şüphe etmediği, tersine açıklığa kavuşturulmasının kendisine hakkı olduğu ünü sağlamış olan şeyin kanıtianmasına ayrılmışnr. Du Bois-Reymond'un "Doğanın Bilgisinin Sınırları Üzerine' adlı inceleme­ sinin tarafsız ve yetkili bir okuyucusu, yazarın bütün atomlardan insan beyninin atomlarını da anladığından ve onun için insanın, bütün "iradi" fiilieri ile doğa bilgininin gözünde ancak geniş evrenin diğer kısımlarıyla tamamen aynı türden bir parçadan ibaret olduğundan bir an için bile şüphe etmeyecektir. Buna karşı­ lık Du Bois-Reymond "zihinsel olayların maddi olaylar üzerine etkisi"nden söz etmekten kaçınacakur; çünkü yakından bakıldığında böyle bir etki bilimsel ola­ rak anlaşılmazdır. Tek bir beyin atomu, "düşüncenin " etkisiyle, mekanik yasalar

uyarınca izlemesi gereken yoldan sadece bir milimetrenin milyoncia biri kadar bile sapabilecek olsa, "evren formülü " artık geçerli olmaktan çıkacak ve anlamsız bir şey olacaktır. Ancak insanların fiilleri, haua Ayasofya camiinin üzerine haçı dikecek

olan askerlerin, onların generallerinin, bu harekeue payı olan diplomatların fiil­ leri, doğa biliminin bakış açısından göz önüne alınan bütün bu fiiller, düşünce­ lerden değil, bir yürüyüş yapmaya, kılıcı kımndan çıkarmaya, kalemi kullanma­ ya, askeri bir emir vermeye vey.ı: bakışları tehdit alnnda bulunan bir noktaya yö­ neltmeye yarayan kasların hareketlerinden çıkarlar. Kasların hareketi sinirlerin fiili sonucunda meydana gelir. Sinirlerin fiili beynin işlevlerinden doğar. Bey­ nin işlevleri beynin yapısı, nakil kanalları, sinirlerin merkezcil fiilierinin ilave et­ kisi alnnda maddenin değiştokuşunun meydana getirdiği atomların harekerleri 1 29

M A T E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

vb. tarafından belirlenmiştir. Tamamen anlamsız bir şey olmak istemiyorsa kuv­ vetin korunması yasasının beynin içinde hiçbir istisna kabul ederneyeceği anla­ şılmalıdır ve dolayısıyla şu sonuca yükselrnek gerekir ki ister birey, ister toplu­ luklar söz konusu olsun insanların bütün harekerleri ve fiilieri tek bir bireyde bile düşünce gibi, duyum gibi vb. bir şey olmaksızın gerçekren meydana gelmiş oldukları gibi meydana gelebilirler. İnsanların bakışları aynı ölçüde "canlı" ola­ bilir; seslerinin tonu aynı ölçüde "dokunaklı" olabilir; ancak bu ifadelere hiçbir "ruh" karşılık olmayabilir. Hiç kimse "dokunsan ağlayacak gibi" olmaz, yüz çiz­ gileri daha yumuşak bir ifade almak üzere bilinçsiz bir şekilde değişir veya bey­ nin atomlarının rnekanizınİ dudaklarda bir gülümseme veya gözlerde yaş mey­ dana getirebilir. İşte Descanes hayvanlar dünyasını başka türlü değil, ram böyle düşünmek­ reydi ve doğa biliminin yasalarına aykırı bir şey olarak bu varsayıma karşı çık­ mak için en ufak bir neden yoktur. Evet bu varsayım yanlışur; ancak bunu biz sadece hayvanların duyumlarının belinilerinin bizim kendimizde bildiğimiz du­ yumlarımızın belinileriyle benzerliğinden biliyoruz. Ancak biz bizzat kendimiz müsresna bütün' diğer insanlara bilinci de yalnızca bir benzerlikren hareketle izafe etmekteyiz. Bilincin bizde bedensel olaylara bağlı olduğunu görüyoruz. Bundan haklı olarak başkalarında da öyle olması gerektiği sonucuna geçiyoruz. Ancak doğabilimsel olarak - ilk ve son kez söyleyelim - biz sadece dışımızda bulunan düşüncenin belinileri ve "koşulları"nı bilebiliriz, bu düşüncenin kendi­ sini bilemeyiz. Du Bois-Reymond'a hareker noktası ödevi gören görüşe en açık, haua en muzaffer bir ifade kazandırmak için şöyle bir şey farzedelim: Her ikisi de insan­ larla ve onların fiilieriyle dolu iki dünya düşünelim. Bu iki dünyada hareketle­ rin ifadesi ve sesin tonu gibi - tabii bu sesin ronu, bu sesi duyabilecek, yani sa­ dece işitme sinirleri aracılığıyla bu sesin titreşimlerini beyne kadar nakletmekle kalmayıp aynı zamanda onun bilincine varacak bir adam için - evren tarihinin akışı da aynı olsun. Şimdi bu iki dünya mutlak olarak birbirinin aynı olacakur; yalnız şu farkla ki birinde bütün mekanizma herhangi bir duygu veya düşünce söz konusu olmaksızın bir roborun çarkları gibi işleyecekrir; ikinci dünya ise bi­ zim dünyamız olacakur. O zaman evren formülü her iki dünya için de aynı ola­ caknr. Pekin araşnrmaların bakış açısından birini diğerinden ayırt ermek müm­ kün olmayacakur. Eğer bu iki dünyadan birine inanmıyorsak, bu sadece her birimizin kendi iç dünyaınııda tanıdığımız biçimiyle kendi kişisel bilincimiz hakkında sahip ol­ duğumuz araçsız bilgimizin erkisinden örürüdür. Bu bilinci dış görünüşü bakı­ mından bize benzeyen her şeye yüklemekreyiz. Ancak düşüncenin dış belinileri­ nin algısıyla bilincimizin ra doğuşumuzdan beri bizde kökleşmiş bulunan bir 1 30

F İ Z İ K B İ Lİ M L E R İ

alışkanlıkran ötürü b ı.i algıya ilişkin yorumunu o kadar çok birbirine karışrır­ makrayız ki bu birleşik durumda bulunan iki faktörü birbirinden ayırmak için gerçekren keskin görüşlü ve önyargılardan arınmış bir düşünür gereklidir. Maddi olaylarla bu olaylara bağlı zihinsel olaylar arasındaki neden-eser iliş­ kisi sorunu apayrı bir sorundur. Du Bois-Reymond bu bakımdan doğanın bil­ gisinin sınırları dışına çıkmaksızın zihinsel olanın ramamen fiziksel olana bağlı olduğu görüşünün ileri sürülebileceğini açıkça kabul etmektedir ve eğer mater­ yalisrierin doğa-üstü müdahaleler ve tesadüfierin onadan kalkrığını görmekren başka bir arzuları yoksa bu öğretinin açıklaması onları ramamen rahadarabilir. Du Bois-Reymond olsa olsa onların kendilerinin dogmatik bir güvenle ileri sür­ dükleri şeyin mümkün harra gerçeğe yakın olduğunu kabul etmektedir. Öre yandan bu açıdan Laplace'ın görüşünde, Langwieser'in çok iyi bir biçimde işa­ ret ettiği gibi basit bir imkandan fazla bir şey söz konusudur. Tinsel olanla fizik­ sel olan istenildiği kadar gizemli bir biçimde birbirleriyle birleşmiş olsunlar, fi­ ziksel olanın doğası istenildiği kadar açıklanamaz olsun, bu iki olayın birbirleri­ ne ram olarak karşılık oldukları ve fiziksel olayların maddenin fonksiyonlarının ifadesinden başka bir şey olmayan sıkı ve değişmez yasalara boyun eğdikleri ka­ nıdanır kanıdanmaz tinsel olanın genel olarak fiziksel olana bağımlı olduğunu kabul ermek gerekir. İ leride daha derinlemesine bir düşüncenin bu kurama geri­ rebileceği değişiklikler üzerinde duracağız. Ancak materyalistler gibi onların ram karşı kurupları olan tanrıbilimciler ve tanrıbilimci filozoflar da "Doğanın Bilgisinin Sımrları"nda sergilenmiş olan ku­ ramı yanlış anlamışlardır. Onlar Du Bois-Reymond'un geliştirdiği görüşlerin açıkça materyalist olan karakterine önem vermeksizin sadece ana nokrayla ye­ rinmişlerdir: Du Bois-Reymond doğa incelemesine mutlak, aşılmaz sınırlar koy­ maktadır. Ne kuvvet, ne madde açıklanabilir. Aromun bilgisi ancak gerçek bil­ ginin bir "gölge"sidir. Böylece mareryalizm ilk doğa araşrırıcılarımızdan biri ta­ rafından reddedilmekredir. O halde boş bırakılan alanı doldurmak ve doğa bili­ minin kendisinin bilmediğini kabul ettiği şeyi büyük bir yetkiyle öğretmek üze­ re spekülasyon ve tanrıbilim niçin mutlu bir tarzda geri dönmeyecekrir? Aslında onların kendileri de bu alanda fazla bir şey bilmemekredirler. Ama olsun, zararı yok. Ünlü fizyolog bilincin ve harra en basit duyurnun doğanın incelemesine kapalı olduğunu söylemiştir ya. O halde kuklalarını göstermek ve onları boşalu­ lan alanda yeniden dans ertirmek için merafizik ve eski bilgiç idealist kurarn ni­ çin geri dönmeyeceklerdir? Korkunç hayalet onadan kaybolmuşrur. Sadece bil­ diği şeyi söyleyen doğa bilimci remsilde hiçbir rol almayacağını vaat etmiştir. O halde haydi mutlu bir şekilde yeniden alanlarımızı işgal edelim. Böylece tinsel alanda yapacak bir şeyi olmadığı için sanki doğa incelemesi mevcut değilmiş gibi yeniden işe koyulunur. 1 31

M A T E RYA L İ Z M İ N T A R İ H İ

Eğer böyle yanlış anlamalar mümkünse bu kısmen bilgi kavramını kesin bir biçimde belirlememek ve şeyleri anlama fiiliyle onların nedensel bağlantılarını kavrama fiilini birbirine özdeş kılmak yönündeki eski köklü bir alışkanlığımız­ dan ileri gelmektedir. Bunun harası şüphesiz broşürün yazarına, ancak söylediği şeyden ziyade de sessiz bıraktığı şeye, nihayet onun broşürün içinden her türlü bilginin eleştirisini içeren bir bölümü ele almış olduğu konunun diğer konularla ilişkisi üzerine yererli açıklamalar vermeksizin kamuoyuna fırlarmak üzere kopa­ rıp alma tarzına yüklenmelidir. Öre yandan yazarın felsefe tarihinden haberi varmış gibi görünmesine karşın bu alanda yönünü bulamamış olması da müm­ kündür. Daha derin bir açıklamayı ancak incelemenin sonlarında bulmakrayız: Du Bois-Reymond doğa bilgisinin iki aşırı ucunun resadüfen aynı şeyler olup olmadıklarını, "yani madde ve kuvvetin özünü anladığımız takdirde aynı za­ manda onlara temel ödevi gören rözün de bazı koşullarda duyma, arzu etme ve düşünme yeteneğine sahip olduğunu anlayıp anlayamayacağımızı" kendine sor­ maktadır (sayfa 33). İşre bu eleştiri felsefesinin rarafrarına şu soruyu esiniendire­ bilecek ramamen materyalist bir dönüşrür: Eğer biz bilincin doğadaki nesneleri rasarlama rarzımızla olan ilişkisini ramamen anlarsak o zaman ram bir açıklıkla bilimsel düşüncede evrenin rözünü {nadde ve kuvvet olarak tasadamak zorunda olduğumuzu niçin görmeyecegiz? Gerçekren bu iki sorunun aynı sorun olması muhtemelden öredir. Netice olarak bir torolojiye varılacak ve acaba bunun mu ona indirgenebileceği, yoksa onun mu buna geri görürüleceği noktasına geline­ cektir. Bununla birlikte bu açıklamalardan biri materyalist, diğeri idealist eği­ limlidir. Düşünülen çözüm, tabii eğer böyle bir çözüm mümkünse, marerya­ lizm idealizm çelişkisini ortadan kaldıracaktır. Çok iyi tasarlanmış bu bilimsel incelemede sadece yanlış anlarnalara müsa­ it olmakla kalmayan, aynı zamanda sornur olarak yanlış olan rek bir pasaj var­ dır. Şu andan itibaren eleştirisel gözlemlerim izi yönelreceğimiz kısım bu pasaj­ dır. Laplace tarafından farz edilen zekanın hareketli dünyasında beyin atomları da "sessiz bir oyunda" imiş gibi hareker ederler (s. 28) . Biraz daha ileride şu cümleyle karşılaşmaktayız: "O bir bakışta rüm grubu kavrar; onların siperlerine nüfuz eder. Ancak onların jestlerini anlamaz. Onlara düşünceler yüklemez ve bundan ötürü onun dünyası niteliklerden yoksun kalır" Önce bu zekanın beyin atomlarının harekerlerinin doğal sonuçları olarak insanların eylemlerini de bir bakışta kavradığını hatırlayalım. Bu zekanın anahta­ rına sahip olduğu zorunluluk yasasının, bütün hareketleri, onlar arasında en ince ve en ifadeli olanlarını, örneğin bakışları, yüz çizgilerini, ses tonlarının değişiklik­ lerini yönettiğini ve insanların kinde, sevgide, şaka yapmada, tartışmada, kavga­ da ve çalışmadaki davranış ve birbirleriyle işbirliği içinde bulunma tarzlarının hiç olmazsa dış fenomen olmak bakımından bu zeki tarafindan mükemmel bir bi132

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

çimde anlaşılabilme durumunda olduğunu hatırlayalım. Bizim bir ay turulması­ nı önceden tahmin ettiğimiz gibi bu zeka gizli bir kıskançlığın veya zımni bir an­ laşmanın en ince bir gölgesini insanın bir bakışından önceden haber verebilir. Sonra bu zekanın insanla akraba bir varlık olarak tasarlandığını, dolayısıyla onun kendisinin de matematik formüllerinin ifade ettiği ruhun bütün hareketlerini yapma gücüne sahip olduğunu hatırlayalım. O halde o kendi duyumlarını dışsal olarak önünde gördüğü şeye naklermekten kaçınabilecek midir? Başka insanlar­ da kıskançlık, hiddet, minnettarlık veya sevgi fark ettiğimizde bizim yaptığımız da budur. Biz de bu zeka gibi yalnızca jestleri fark ederiz ve onları kendi iç dün­ yamıza göre yorumlarız. Bu hesaplayıcı zekanın sadece formülleri olmasına karşı­ lık bizim dolaysız sezgiye sahip olduğumuz bir gerçektir. Ancak bütün yapacağı­ mız, ona biraz hayal gücü, bizim de sahip olduğumuz türden son derece zeki bir hayal gücü vermektir. O formülleri sezgilere dönüştürmeyi bilecektir. Ş üphesiz şu anda onunla konuşan sadece formüllerdir. Bu formi.Hler bizim gündelik hayattan bildiğimiz dış görüntüleri ifade etmektedirler. Ancak eğer o dış olayın beyin atomlarının hareketiyle nedensel bağlantısını bilirse kısa bir süre sonra bu harekette onların nedenlerini ve sonuçlarını okuyacaktır. O za­ man o nasıl telgraf memuru biraz alışurmadan sonra kağıt üzerine yazılmış işa­ retleri okuma ihtiyacı duymaksızın maniv�lanın düzenli tıkınısına bakarak ge­ len relgrafları derhal aniarsa bu zeka da insanların dış jestleri üzerine etkilerine bakarak bu atomların "jesr"lerini anlayacaktır. Eğer bu zeka redrici olarak daha yüksek bir noktaya yükselmiş olan bütün diğer insani niteliklerden ayrı olarak yeterli ölçüde gelişmiş eleştirisel bir kavra­ yışa sahip olsa, bilirnde olduğu gibi gündelik hayatta da nesnel bilgi yoluyla zi­ hinsel hayatı kavramadığını, kendi deneyinden edindiği şeyi bazen formülleri­ ne, bazen sezgilerine naklettiğini rahatça anlayacaktır. Bundan başka o başkala­ rının duyumlarının doğrudan bilgisine sahip olmadığını ve duyum ve bilincin maddi hareketlerden çıkma tarzı hakkında da hiçbir fikre sahip olmadığını seve seve iriraf edecektir. Bu noktada Du Bois-Reymond'la birlikte rahatça bilgisizli­ ğini ifade edecektir. Bununla birlikte o düşünebileceğimiz en mükemmel psiko­ log olacaktır ve bilim olarak psikoloji bizim için hiçbir zaman bu zekanın bütün zenginliğiyle sahip olduğu bilginin bir parçasından başka bir şey olamayacaktır. Ancak yakından bakarsak, göreceğiz lci salt bir bilgi görüntüsü (appearence) söz konusu olmadığı takdirde istisnasız olarak bütün bilimlerde durum aynıdır. Bir anlamda her şey doğa bilgisidir. Çünkü tüm bilgimizin amacı sezgidir (Ans­ chauung). Bilgimizin sabit yasaların keşfiyle kendisine yöneldiği şey, sadece nes­ nedir. Kendilerini ruhsal hayata nakletmek bakımından farklı formları öznemiz­ den çıkarıyoruz ve canlandırıyoruz. Ruhsal olanın araçsız bilgisi sadece bilinci­ mizde bulunmaktadır. Ancak nesne tarafından yönerilmeksizin sadece bilinçle

1 33

M A TERYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

bir bilim tesis etmek isteyecek herkes kaçınılmaz bir biçimde aldanacaktır. Eğer böyleyse doğa bilgisinin sınırları olduğu kanıtının ne değeri vardır? "Manevi bilimler" diye adlandırılan şeyin metodotojik özelliği fizik bilimlerin­ kinden istenildiği kadar farklı olsun, sadece hayal gücüne değil, gerçek bir bilgi­ ye dayanmaları bakımından Du Bois-Reymond doğa bilimlerine ilişkin idealin­ de onların tümünü birleştirmiştid4) Böylece materyalizmin zaferinin kesin ol­ duğu ve bu öğretinin hasımlarının ünlü fızyologun cesurca kabulünden ötürü dile getirmiş oldukları teşekkürlerinin artık bir varlık nedeni olmadığına inanı­ labilir. Ancak eğer Kanr üzerine bölümümüzü hatırlarsak, durumun böyle ol­ madığını kolayca anlarız. İdeal anlamında alınmış "doğa bilgisinin sınırları" ge­ nel olarak bilginin sınırlarıyla aynıdır. Onun önemini artıran da özellikle budur ve kavrayışlı bir biçimde gerçekleştirilen her araştırma, bilimin bakış açısından bilgi kuramında eleştiri ilkesinin bir doğrulanmasıdır. Bilginin sınırı gerçekte bu bilginin, içinde bulunduğu yolda belli bir nokta­ da doğal ilerleyişine kaba bir biçimde karşı çıkacak hareketsiz bir engel değildir. Mekanik dünya görüşü, önünde ve arkasında sonsuz bir göreve sahiptir. Ancak bir bütün olarak ve özü bakımından o kendi içinde, güzergahının hiçbir nokta­ sında kendisini terk etmeyen bir engel taşımaktadır. Fizikçinin kırmızı ışığı, ona karşılık olan titreşimler sayısını gö�tererek açıklaması bir tesadüf müdür? Fizikçi (4) Mill "Mantık" ında tinsel bilimlerle doğa bilimleri arasında var olan farkı açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Gerçi o bu sonunculada ilgili olarak esasta aynı araştırma yöntemini iste­ mektedir. Ancak (İngiliz çağrışım psikolojisinin bakış açısından) burada hesaba kattığı hemen hemen tek yöntem olan öznel gözlemin faydalarını fazla abartmaktadır. Buna karşılık bu bilimle­ re psikolojik olaya karşılık olan fenomene yönelen kişilerin sağladığı itilimi, yani fizyolojik yön­ temi fazla değersiz görmektedir. Helmholtz "Doğa Bilimlerinin Bilimlerin Bütünüyle llişkilerz" [" Ober das Verhaelmis der Naturwissenschaften zur Gesammtheit der Wissenschaft, Populaere Vor­ traege. I, s. ! 6 vd.) üzerine konferansında bu farkı daha doğru bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu konferansta onların malzemeleri, yöntemleri ve kanıdama araçlarının çeşidiliğinden ileri ge­ len farklılık üzerinde durmaktadır. Helmholrı. aynı zamanda tarihçi, fılolog, hukukçu için "insan ruhunun hareketleri hakkında ince ve zengin bir anlayış" talep ettiğinde - ki bu anlayış da kendi payına duyguların belli bir sıcaklığına ve başkalarının ruh hallerinin gözlemlenmesinin gösterdiği yarara dayanmaktadır - bunu ona vermek gerekir. Bunlar sözler, yazılar, jestler ve her türlü iz ve anıdar gibi dış gözleme tabi olan işaretleri daha incelik ve çabuklukla tasariamanın ve daha iyi analiz etmenin araçlarıdır. Laplace tarafindan tasarlanan cinin bu bakımdan hiçbir üstün zekaya ihtiyacı yoktur. Tüm tinsel bilimlerin en mükemmel bir sezgisine sahip olmak için insanların ortalama zekası ona ye­ ter. Çünkü dış olaylar hakkındaki bilgisi kendisine işaretierin yorumlama kurallarını denetleme ve düzeltme imkanını sağlamaktadır ve o aynı zamanda bütün dilleri bildiğinden - çünkü Lapla­ ce'ın evren formülü, anlamı olan bütün seslerin ortaya çıkması ve değişmesine ilişkin ayrıntıları da içine almaktadır - kabiliyeri en yüksek olandan en sınırlı olana kadar insan zihninin nasıl en­ telektüel şeyleri açıkladığını bilmektedir. Fakat o şüphesiz eğer doğal olarak şiirsel bir yetenekle donatılmış olsaydı, bilgilerinin sonsuzluğuna rağmen bir şair olamazdı.

1 34

F İ Z İ K B 1 Lİ M LE R İ

fenomenle ilgili olarak açıklayabildiğini açıklamakta, geri kalanı fızyologa bırak­ maktadır. Fizyolog kendi payına açıklayabildiğini açıklamaktadır. Ancak onun bilimine şu anda sahip olmadığı bir mükemmelliği atfetsek bile sonuç olarak onun da fızikçi gibi eli altında bulunan şey, sadece atomların harekederidir.(5) Dairenin yayı onda merkezcil sinir akımlarının merkezkaç akımlara dönüşme­ siyle sona ermektedir. O halde o geri kalanı bir başkasına gönderemez ve "doğa bilgisinin sınırı"nı ilan eder. Ancak sınır çizgisi burada fızikçide olduğundan başka türlü mü çizilmiştir veya bu sonuncunun titreşimlerinin fizyologunkiler gibi tamamen başka türden bir fenomene bağlı olmadıkları konusunda bir ga­ rantimiz mi vardır? Benzerliğin çok doğal ve haklı olarak bizi bu titreşimierin arkasında gizli bir başka şeyin bulunduğu sonucuna görürmesi gerekmez mi? Beynin titreşimleri arkasında kendi duyumlarımız gizlidir. O halde bu noktada doğa bilgisinin sınırını işaredeyebiliriz. Ancak düşününce onun ancak orada ol­ duğu, bilginin kendisinin özelliğinde bulunmadığını çok az muhtemel bir şey olarak göreceğiz. Burada en farklı spekülasyonların kendisiyle ilişkili olduğu bir noktayla karşılaşmamız sebepsiz değildir. Du Bois-Reymond evrenin yapısında insan beyninin yapısıyla hiçbir benzediğini görmediğimizi söyleyerek bir "alem ruhu" kavramını redderınektedir (s. 32) . Bu kanıt bu alem ruhunun her türlü insanbi­ çimci tasarımına karşı oldukça güçlü bir kanıttır; ancak daha genel bir biçim al­ tında bu görüşe karşı güçlü değildir. Schopenhauer'un iradeyle hareket ettirici güdüyü özdeşleştirmesi, Spiller'in(6) kendisiyle Du Bois-Reymond'la mücadele­ ye giriştiği "alem esiri", Überweg'in duyma yeteneğine sahip maddesi vb. aşkın spekülasyonlar olarak kapı dışarı edilebilirler. Ancak içinde bu spekülasyonların birbirleriyle karşılaştığı alan varlığını korur ve biz negatif bir biçimde güvenle şunu söyleyebiliriz: Bilimsel olarak fenomenlerin nedensel zincirini ortaya koy­ mak istediğimizde bizim için bir tasarım teşkil ettikleri dışında titreşen atomla(5) Kirchman, Czolbe, Spiller vb. Locke'dan, hana Demokritos'tan bu yana "ikincil" ve basit olarak "öınel" diye bakılan niteliklerin nesnel bir gerçekliğe sahip olmalarını talep eniklerinde, onların bu isteği önce bilgi hakkında yetersiz bir görüşe dayanmaktadır ve bu konuda, yani "kır­ mızı"nın, "ekşi tat"ın, "çan sesi"nin vb. öznede fenomenleri teşkil eniği konusunda değiştirme­ miz gereken bir şey yoktur. Ancak duyumların şüphesiz orada mevcut olmasına (yani ampirik gerçekliğe sahip olmasına) karşılık doğa bilimci bana beyinde de söz konusu fenomenlere karşılık olan atom hareketleri olduğunu gösterdiğinde çok rahat bir şekilde şu sonuca geçebilirim ki tit­ reşim halinde olan telde de başka bir şey, titreşen, sanki nesneler hakkında sahip olduğum tasarı­ ma tam uymayan, ancak onlarla hareket halinde olan atomdan daha fazla bir benzerliği olan bir şey vardır. (6) Spiller (Phil), "Das Narurerkennen nach seinen angeblichen und wirklichen Grenzen', Ber­ lin 1 8 73. Du Bois-Reymond'a karşı olan bu yapıt da metinde işaret ettiğimiz türden yanlış anla­ malar bakımından zengindir.

135

M A T E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

rın ölü, dilsiz ve sessiz dünyası hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ancak bir nok­ tada bu zorunlu tasarımın deneyin araçsız verilerini, yani duyumlarımızı değil, yalnızca onların meydana geliş ve ortadan kalkışlarının belli bir düzenini açıkla­ dığını gördüğümüze göre bu tasarımın tüm doğası ve zorunlu ilkeleri bakımın­ dan bize şeylerin en son, derin özünü açığa vurma özelliğine sahip olmadığını anlamalıyız. Hareket noktası olarak kuvvet ve maddeyi aldığımızda da tamamen aynı sonucu elde ederiz. B urada bilgiye karşı çıkan güçlüğün her zaman aynı kalma­ sına karşılık veri olan her tasarım tarzıyla ilgili kuramsal fiziğin önünde daha sonsuz sayıda ince açıklama ve matematik analizler bulunduğunu göstermek ko­ laydır. Ancak atarnlara geri dönmek ihtiyacı olmaksızın her yanda mekanik an­ layışın yetersizliğinin izleriyle karşılaşılmaktadır. Hume, bilindiği gibi, düşünce hakkında mekanik bir anlayışa yöneltilen i tirazları onunla ilgili kavramlmazlık durumunun aynısının nedensel ilişkinin bütün diğer örneklerinde de bulundu­ ğunu iddia ederek ortadan kaldırmaya çalışmaktaydı (bkz. yukarıda s. 1 3) . Bun­ da haklıydı. Ancak bu noktada materyalizme verdiği destek bir başka noktada sistemin aleyhine dönmektedir. Çelişkiler "kendinde şey"e ait olamayacaklarına göre kaynağını bilme tarzımızda bulmalıdırlar. Bilinç ve hareket birinin diğeri üzerine etkisinin anlaşılması mümkün ol­ maksızın bir düşüyorlarsa, yankısıyla çoğu kez Kant'ta karşılaştığımız her ikisi­ nin farklı bilgi organlarında yansıyan bir ve aynı şey oldukları yönündeki eski Spinozacı düşünceden kaçmak imkansızdır. Materyalizm maddesinin gerçekli­ ğine ve hareketlerine o kadar sıkı bir biçimde sarılır ki onun samimi bir taraftarı duyurnun ancak bir tür görüntü ve nesnelliğin aldatıcı yansısı olmasına karşılık beynin hareketinin gerçek ve nesnel olan olduğunu savunmakta uzun boylu te­ reddüt göstermez. Şimdi "görünüş, aldatıcıdır" ve görüntü kavramı sık sık ya­ nıltıcı bir şey olarak kabul edilmiştir. Özellikle İlk çağ filozofları bir şeyi "gö­ rüntü" olarak niteleyebildiklerinde ondan kurtulduklarını sanmalarıyla büyük bir naiflik örneğini sergilemekteydiler. Sanki görüntü kavramının kendisi göreli bir şey değilmiş gibi. Hafif bir ışık, bir sis bulutu bir form gibi görünür. Ama ışık ve sis, ışık ve sis olarak gerçekten vardırlar. Örneğin hareketin bir görüntü olduğu söylendiğinde, şüphesiz kendinde şeyi öncesiz-sonrasız bir tarzda hare­ ketsiz bir şey olarak kabul etmek için neden vardır. Ama görünen hareket bu yargıya meydan okur. O sözü edilen hafif ışık veya sis bulutu gibi karşı çıkılmaz bir veridir. Eğer beynin hareketi gerçek özüne yükseltilrnek istenirse materyalizmin du­ yumu ele alış tarzı da böyle değerlendirilmelidir. Bu nokta Du Bois-Reymond'a karşı polemiğinde Langwieser tarafından en kesin bir bir tarzda özellikle tartışıl­ mıştır. O şöyle demektedir (s. 1 2) : "Bilincimiz bize bedenimizin anatamisini 1 36

F I Z I K B l Ll M LE R !

veya hiç olmazsa beynimizin liflerini ranıramaz. Bundan dolayı o sözcüğün nes­ nel anlamında bilinç değildir. Aynı şekilde biz öznel olarak duyumlarımızın kendileri bakımından ne olduklarını bilemeyiz" Görüldüğü gibi duyu izlenimlerine ilişkin eski ve naif anlayış çağdaş nesnel ve öznel kavramlarının işin içine karılmasıyla daha da güçlendirilmekredir. As­ lında öznel olan var değildir. Başka deyişle öznel varlık, sadece bilimin konusu olan gerçek, hakiki varlık değildir. Descarres'ran bu yana filozoflar için tüm dü­ şüncenin hareker noktası olan kendi bilincimiz, ancak bu tür öznel bir feno­ mendir. Ancak fenomenin kendisinde gerçekleştiği beynin kısımlarını ve bu kı­ sımlarda hareker eden akımları bildiğimiz zaman bu şeyin ne olduğunu bilmiş olacağız. O zaman bilinci nesnel olarak tanımış ve böylece makul bir tarzda arzu edebileceğimiz bütün sonuçlara ulaşmış olacağız. Felsefeyi "mistik" olarak küÇümseyen materyalist bir doğa filozofunun bu anlayışına felsefi bir eğitim almış bir bilim adamının görüşüyle karşı çıkacağız. "Kuyruklu Yıldızların Doğası Üzerine" adlı dikkare değer ve derin kitabında gök bilgini Zöllner herhangi bir nesnenin rasavvuruna ancak duyumla erişebileceği­ mizi göstermektedir. Duyumlar kendilerinden gerçek dış dünyanın inşa edildiği maddelerdir. Bir organizmada birbirini izleyen duyumların bir araya gelişini dü­ şün ür düşünmez, rasarlayabileceğimiz en basit duyum türü kendinde zaman ve nedensellik fikrini içerir. Zöllner sözlerini şöyle bitirir: " Bundan bana şu sonuç çıkıyor gibi görünmektedir ki duyum olayı maddenin hareketliliğinden çok daha temel olan bir gözlem olayıdır. Maddenin hareketliliğinin kendisi duyusal değişınderin anlaşılabilmesinin koşulu olması bakımından en genel bir özelliği olarak duyuma yüklemek zorunda olduğumuz bir şeydir".(?) Gerçekren de duyumdan atomlar ve onların hareketi fikrini kolayca çıkara­ biliriz; ancak atomların hareketinden duyumu çıkaramayız. O halde fizik bili­ minin engellerini devirmek ve deyim yerindeyse doğanın tümünü psikolojinin alanı yapmak için duyumdan hareker ermeyi deneyebiliriz. Ancak daha sonra yine yererli ölçüde göreceğimiz gibi böyle bir psikoloji kendisinde pekin bir bi­ lim olmanın araçlarına sahip değildir. Ancak duyumlarımızı ve duyum rasarım­ larımızı soyut olarak en basit unsurlara, nüfuz edilemezliğe, dirence, harekete indirgediğimiz zaman bilimin işlemlerinin zorunlu temelini elde etmekteyiz. Duyusalın bu en soyut tasarımlarında bilgimizin a priori unsurları aracılığıyla bütün insanların uyuşmasının ortaya çıkması bakımından bu rasarımlar, daha somut, hoşlanma ve hoşlanmamayla birlikte bulunan, öznemizin kendilerinde bütün diğer duyusal öznelerle genel ve zorunlu bir uyum içinde bulunmamasın(7) Zöllner, "Ober die Natur du Kometen, Beitraege zur Geschichte und Theorie du Erkent­ niss", Zweite Auflage, Leipıig 1 872 s. 320 vd.

1 37

M A T E RYA L I Z M I N T A R İ H İ

dan dolayı "öznel" diye adlandırdığımız duyumlada karşılaştırıldığında gerçek­ ten "nesneldir"ler. Bununla birlikte temelde her şey öznededir; "nesne" sözcüğü başlangıçta ancak düşüncemizin üzerlerinde işlemler yapacağı "konu" anlamına gelir. D uyum ve duyurnun tasarımı genel olandır; atomlar ve onların titreşimle­ rinin tasarımı özel olandır. Duyum gerçektir, veri olandır. Atomlara gelince, onlarda aslında kendileriyle imgelerini oluşturmaya muvaffak olduğumuz soluk duyumların artığı olan şeyin dışında ne gerçek ne de veri olan bir şey vardır. Bu imgeye "özne"mizden tamamen bağımsız olan bir dış şeyin karşılık olduğu dü­ şüncesi çok doğal olabilir. Ancak o ne zorunludur, ne de karşı çıkılmaz dır. Öyle olsaydı Berkeley türünde idealistler hiçbir zaman var olmamış olurlardı. O halde eğer duyumla atomların hareketi arasında bir seçim yapmak gere­ kirse, eğer bu şeylerden birini gerçek, diğerini basit görüntü olarak nitelernek gerekirse, duyum ve bilincin gerçek şeyler olduklarını, atomlar ve hareketleri­ nin ise basit görümülerden ibaret olduklarını söylemek için daha iyi nedenleri­ miz vardır. Doğa bilimimizi bu görüntüler üzerine kurmamız, bu konuda bir şey değiştirmez. Bu durumda doğa bilgisi sadece gerçek bilginin bir benzeri, yani zihnen içinde gezindiğimiz bir ülkenin kendisi olmaktan uzak olmakla bir­ likte bize mükemmel hizmet veren bir harita gibi yönümüzü bulmamızın bir aracı olacaktır. Ancak böyle bir ayrım ne zorunludur, ne de yararlı. Duyum ve atomların hareketi bizim için fenomenler olmak bakımından aynı derecede "gerçek"tirler. Bununla birlikte onlardan birincisi araçsız bir fenomendir. Atomların hareketiy­ se ancak dolaylı, düşünülen bir fenomendir. Madde ve onun hareketi varsayımı­ nın tasarımlarımız arasında kurduğu sıkı bağlantı nedeniyle, madde "nes­ nel"sıfarını hakkeder. Çünkü ancak onun sayesindedir ki nesnelerin çeşitliliği düşüncemizin sürekli "temel"i olarak benimizin değişken içeriği karşısına koy­ duğumuz büyük, kapsayıcı, tek bir "nesne" olmaktadır. Ancak tüm bu gerçeklik transandamal idealite ile son derece uzlaşabilir ampirik bir gerçekliktir. Bilgi kuramma dayanan eleştiri felsefesinin bakış açısından karşımızda bu­ lunan yabancı ve düşman bir güç olmayıp, kendi özümüz oldukları için sözü edilen "doğa bilgisinin engelleri"ni devirmek yönündeki her zorunluluk gerçek­ ten ortadan kalkar. Bununla birlikte eğer daha popüler bir tarzda uzlaşmaz bir ikicilik görümüsünü ortadan kaldırmak üzere son bir teşebbüste bulunmakta ıs­ rar edilirse diğerleri arasında Zöllner'in açmış olduğu yola girilebilir, kendinde maddeye duyum izafe edilebilir ve mekanik süreçlerin düzenli ve evrensel bir bi­ çimde duyum fenomenleriyle birleştiği tasavvur edilebilir. Bununla birlikte bu şekilde elde edilmiş açıklamanın kesinlikle doğa biliminin bir verisi olmadığı, spekülasyonun yararımı olduğu ve ana sırrı, yani fenomenin anlaşılamazlığını ortadan kaldırmak yerine geriye attığını hiçbir zaman unutmamak gerekecektir. 138

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

Doğabilimsel değere sahip olması için b u kuramın, hareket eden kısımların duyusal süreçlerinden insani duyurnun meydana gelişini, hiç olmazsa hücreler­ den hareketle cisimlerin yapısı veya dış dünyada meydana gelen mekani k hare­ ketin sinir sistemimizin hallerine dönüşmesi kadar güçlü bir biçimde açıklaya­ bilmesi gerekir. Gene de iki sır her zaman çözülmesi gereken sırlar olarak kala­ caklardır. Kuvvet ve madde kavramları daha büyük yeni bir güçlükle birlikte es­ kiden var olan bütün güçlüklerini göstermeye devam edeceklerdir. Evet, bir bağ, bilinci maddeye bağlayacaktır; ancak bilincin kendisini meydana getiren duyumların çokluğuna göre olan birliği, temelde onun eskiden beyin atomları­ nın titreşimleriyle ilişkisinin içerdiği anlaşılmazlığın aynısını içinde bulundura­ caktır. Öte yandan böyle bir kuramın muzaffer bir biçimde kanıdanması duru­ munda, bina bittiğinde sökülüp bir tarafa atılan iskele gibi atomlar ve onların titreşimlerini tümüyle reddetme noktasına gelip gelmeyeceğimizi sorabiliriz. B u durumda veri olan tek şey olan duyum dünyası, kendi öğeleriyle açıklanmış ola­ cak ve artık bir dış desteğe ihtiyaç göstermeyecektir. Eğer buna rağmen atom kavramını devam ertirmek için yeterli bir neden varsa, maddi dünyanın kendisi bir tasarım dünyası olacak ve iki birbirine göreli dünyanın, yani maddi dünya ile duyum dünyasının arkasında üçüncü, bilmediğimiz, her ikisinin nedeni olan bir dünyanın bulunduğu faraziyesi diğer iki dünyanın basit olarak aynı dünya olduğunun kabul edilmesinden daha fazla bizi hakikare nüfuz ettirecektir. Doğanın derinliğine incelemesinin kendi sonuçlarıyla bize nasıl materyaliz­ mi aştırdığını görüyoruz. Ancak bu her zaman ancak doğa araştırmasının tüm dünyasını bir fenomenler dünyası olarak, yanında ruhsal fenomenterin görünüş­ te maddeye tüm bağımlılıkianna rağmen özleri gereği bir yabancı ve bir başkası olarak kaldıkları fenomenler dünyası olarak tasadamak zorunda olduğumuzda ortaya çıkmaktadır. Başka hareket noktalarından, örneğin özellikle duyu organ­ larının fızyolojisinden kalkarak doğanın bilgisinin aynı sınırının saptanmasına varılabilir. Ancak tüm mekanik dünya görüşünde bu sınırın varlığıyla uyuşma­ yacak ve derinlemesine maddi araştırmalar sayesinde mekanik görüşün yanlışlı­ ğını tesis etmeye imkan verecek hiçbir nokta yoktur. Genellikle yetkili bir uz­ manlık mahkemesinin kürsüsünden materyalisrierin "amatörlüğü"ne yöneltilen eleştiriler ya sağlam değildir veya materyalizmin özüne zarar vermezler; onlar olsa olsa onun taraftarlarından birinin rastlantısal bir iddiası hakkında geçerli­ dirler. Bu özellikle Liebig'in "Kimya Üzerine Mektuplar"ında materyalizme yaptığı bazı karşı çıkışları ile ilgili olarak doğrudur. Örneğin o, 23. mektupta şöyle de­ mektedir: "Doğa biliminde pekin araştırmalar belli bir dönemde dünyanın, içinde her türlü organik hayatın imkansız olduğu bir ısıya sahip olduğunu ka139

M A TERYA L İ Z M İ N T A R İ H İ

nıdadılar. Çünkü 78 derece sıcaklıkta kan, pıhnlaşmamaktadır. Onlar organik yaşamın dünya üzerinde bir başlangıcı olmuş olduğunu gösterdiler. Bu doğrula­ rın büyük ağırlığı vardır ve onlar yüzyılımızda elde edilmiş biricik sonuçlar olsa­ lar da felsefeyi doğa bilimine teşekkür etmeye zorlamaktan geri durmayacaklard ır , Evet, doğa biliminde pekin araştırmalar Lyell'in yerküremizin bugünkü şeklinin ezeliliğini kanıdadığı kadar az şey kanıdamıştır. Bütün bu alan a priori olarak ancak az veya çok olaylar tarafı ndan desteklenen bir varsayıma açıktır. Tarih deney ve gözlemle tesis edilmiş her ola yın bilgimizin kalıcı ve devamlı ha­ zinesini zenginleştirmesine karşılık büyük kurarnların nasıl ortaya çıktıkları gibi kaybolduklarını öğretmekcedir. Bundan başka felsefe pekin bilimler tarafından elde edilen bütün sözde sonuçların kendi malı olduğunu söyleyecek kadar nan­ kördür. Kam insan aklının birlikçi eğilimlerinin bir son talep etmesine karşılık anlığımızın zorunlu olarak her nedene daha önceki bir neden, görünüşteki her başlangıca daha önceki bir başlangıç aradığını gösterdiği zaman birbiriyle dövü­ şen kurarnların amropolojik kaynağı tümüyle açığa çıkmış oldu. O halde kanıt­ lamalara devam edilebilecektir; ancak felsefeden doğa bilimlerinin alacalı bula­ calı kıyafederi alunda onları yeniden bulduğunda kendi çocuklarını tanımama­ sını talep etmek gerekmeyecektir. Organik hayatın başlangıcını kanıdama iddiasının paralelini Liebig'de dün­ ya üzerinde tüm hayatı hücre organizmasından çıkartmak için hiçbir çekinme göstermeksizin sonsuz bir yıllar dizisini kullanan en basit amatörlere karşı fırlat­ nğı küçümseyici bakışta bulmaktayız. Bugün mevcut olan doğal cisimlerin doğuşuyla ilgili bir varsayım tesis eder­ ken sonsuz bir yıllar dizisini kullanmaya hakkımız olmadığını kanıdamak için görünüşte makul olan bir kanıt bulmak ilginç olacaktır. Başka kanıdara dayana­ rak organizmaların cedrici olarak ortaya çıktıkları varsayımına karşı çıkabiliriz. Bu başka bir sorundur. Ama eğer onu olağanüstü sayıda yıllara ihtiyaç göster­ mesinden ötürü mahkum etmek iddiasındaysak, alışılagelen düşünce tarzının en tuhaf yanlışlarından birini yapıyoruz demektir. Birkaç bin yıl bizim gözü­ müzde fazla bir şey değildir. Jeologların irmesiyle milyonlada hesap yapmaya gidebiliriz. Dahası, gök bilginlerinin uzaydaki mesafeleri milyarlarca fersah ola­ rak tasavvur etmeyi bize öğretmesinden bu yana, dünyanın meydana gelişiyle il­ gili olarak bu sayı, astronomide olduğu gibi hesaplamadan dolayı bu tür varsa­ yımları kabul etmeye mecbur olmadığımızdan bize biraz fantastik gelse de mil­ yarca yılları da kabul edebiliriz. Kendisine yükselme alışkanlığında olduğumuz en son sınır olan bu sayıların arkasından sonsuzluk, öncesiz-sonrasızlık gelmek­ tedir. Burada yine sevdiğimiz bir alandayız. Mutlak öncesiz-sonrasızlık uzun za­ mandan beri gerçek bir tasarımına sahip olamadığımız bizim için açık olmasına 140

F 1 Z 1 K B 1 L 1 M LE R 1

rağmen ilkokuldan beri alışık olduğumuz bir kavramdır. Milyar veya trilyonla sonsuzluk arasında bulunan şey, içinde sadece en düzensiz hayal gücünün yolu­ nu şaşırdığı masalımsı bir bölge gibi görünmektedir. Bununla birlikte en sıkı mantık bize a priori olarak ve deneyin yargısını vermesinden önce organizmala­ rın yaşına tahsis edebileceğimiz en büyük sayının bu aynı sayının herhangi bir üstünden daha muhtemel olmadığını söylemektedir. Hatta deneye ilişkin olgu­ ların bir daha büyüğünün akla yakın olduğunu kanıtlarnalarına kadar mümkün olan en küçük sayıyı farz etmek, yöntem bakımından doğru bir ilke olamaz. As­ lında konuyu tersine çevirmek daha doğru olacaktır; çünkü tam da çok yavaş ve çok büyük değişmeler söz konusu olduğunda asıl sorun bu değişmeleri gerçek­ leştirmek için doğa güçlerine kaç yılın gerektiği konusunda bir görüşe sahip ol­ maktır. Farz edilen rakam ne kadar az yüksekse, kanıtların o kadar çok ikna edi­ ci olması gerekir; çünkü en kısa zaman a priori olarak akla en az yakındır. Tek sözcükle önyargının kabul ettiği gibi maksimumu değil, minimumu kanıdamak gerekir. O halde büyük sayıların yarattığı korkuyu gözü pek veya sayısız varsa­ yımların neden olduğu korkuyla karıştırmamak gerekir. Ağır ağır ve ilerleyen bir doğuş varsayımı başka nedenlerle gözü pek ve haksız bir varsayım olarak gö­ rünebilir. Ancak sayıların büyüklüğü onu kesinlikle daha rastlannlara bırakılmış yapmaz. Liebig şu kategorik iddiayı ileri sürdüğünde aynı ölçüde eleştiriden yoksun olduğunu göstermektedir: "Kimya hiçbir zaman laboratuvarında bir hücre, bir kas lifı, bir sinir, tek kelimeyle bütün yaşam özelliklerine sahip gerçekten orga­ nik bir organizmanın herhangi bir parçasını, tabii haydi haydi organizmanın kendisini, üretmeye muvaffak olamayacaktır" Neden olamayacaktır? Çünkü materyalistler organik maddeleri organik kısımlada karıştırmışlardır. Ancak bu, bu iddia için bir neden olamaz. Bu karıştırma düzeltilebilir ve hücrenin kimya­ sal yeniden üretimi bundan dolayı askıda olan ve tamamen boş olmayan bir konu olmaya devam edebilir. Bir süre için organik kimyanın maddelerinin an­ cak organizmada doğacağına inanılmışu. Ancak bu inanç şimdi ortadan kalk­ mıştır. Bugün organizmanın kendisinin ancak organizmalardan meydana gele­ ceğine inanıyoruz. Bir dogma öldü. Yaşasın yenisi. Bundan daha ziyade bu tür dogmaların bilimsel değerinin fazla olmadığı sonucuna varmamız gerekmez mi? Gerçekte pekin araştırmalar materyalizmi yaratmaz; ancak onu, hiç olmazsa materyalizmin hasımlarının çoğunluğunun anladıkları anlamda, çürütmez de. Çünkü gerçek anlamında alınmış "doğa bilgisinin sınırları" hasımların yığını için yeterli olmaktan uzaktır. Burada sorunun bir çözümünü bulmak ve bu çö­ zümle yerinmek için yüksek ölçüde bir felsefi kültür gereklidir. Doğa araştırması yaşamda ve görüşlerin gündelik değiş tokuşunda materya­ lizme karşı son derece sıkı bir biçimde akıl yürütülmüş olsa olacağı kadar taraf-

141

M A TERYAL İ Z M İ N TAR İ H İ

sız, hatta olumsuz davranmaz. Materyalist dünya görüşünün yenileştirilmesinin Almanya'da hemen hemen sadece doğa araştırmacıları tarafindan gerçekleştiril­ mesi şüphesiz bir tesadüf değildir. Günümüzde materyalizmin bu kadar çok kez "çürütülmesi"nden sonra sanki sorun uzun zamandan beri karara bağlanmış gibi sakin sakin materyalist görüşlerden hareket eden her zamankinden fazla po­ püler doğa-bilimsel kitaplar ve gazete makalelerinin yayınlanması da bir tesadüf değildir. Tüm olay yukarıda verdiğimiz bilgilerde geniş ölçüde açıklamasını bul­ maktadır. Çünkü eğer materyalizm pozitif sorunlar alanında her tarafta başarı kazanırken ancak bilgi kuramsal eleştiri tarafından benaraf edilebilmekteyse, bu büyük sınır gözden kaçırıldığı sürece doğa bilimlerini inceleyen büyük kütle için sadece materyalist sonuçlar dizisinin göz önünde bulundurulacağını tahmin edebiliriz. Bu zorunlu gidişten ancak iki koşulla kaçınabiliriz: B unlardan biri ar­ kamızdadır, felsefenin otoritesi ve dinin kalpler üzerindeki derin etkisidir. Diğe­ ri oldukça uzakta önümüzdedir; o da bilimsel incelemelere kendilerini vermek isteyen herkese felsefi bir kültürün kazandırılmasıdır.(B) (8) Burada da yine ilk baskıda yer alan bazı pasajları olduğu gibi vereceğiz. Bunlar botanikçi von Mohl'un konuşmasıyla ilgili olan ve doğa araştırmacılarının sahip olmaları gereken felsefe kültürünü özel olarak ele alan pasajlardır. "B ugün doğa araştırmacısından daha büyük bir felseft kültür talep ediyoruz. Ancak ondan daha özgün sistemler yaratma konusunda daha güçlü bir arzu duymasını istemiyoruz. Tersine bu bakımdan doğa felsefesi çağının başımıza sarmış olduğu hastalıktan henüz tam olarak iyileşmiş değiliz. Materyalizm en önemsiz botanikçi veya fizyologun insan türünün mutluluğu için bir sis­ tem tasadaması gerektiğine inandığı dönemin son sürgünüdür. Okan Nees von Eseeenbeck, Steffens ve diğer doğa araştırıcılarını doğayı incelemekten çok felsefe yapmakla kim görevlendirdi? Hiçbir filozof, hatta en kötü baş dönme döneminde dahi herhangi bir filozof ciddi olarak kesin araştırma yerine kendi kişisel sistemini geçirdiğini iddia etti mi? Çağdaş filoıofların en kibirlisi olan Hegel bile hiçbir zaman sistemini bizim karşı çıktığı­ mız anlamda bilimsel bilginin nihai sonucu olarak göz önüne almamıştır. Şüphesiz o farklı bi­ limlerin düşünürün hizmetine sunduğu zengin fdseft hazineleri görmeyecek ve özellikle pekin bilimlerin entelektüel değerini gereğinden fazla hafife alacak kadar kör olmuştur. Buna karşılık o dönemin doğa bilimcileri de bir tanrıça önünde diz çöker gibi spekülasyonun önünde huşu için­ de diz çökmüşlerdi. Eğer kendi bilimleri Almanya'da daha iyi tesis edilmiş olsaydı spekülasyo­ nun kasırgaianna daha büyük başarıyla direnebilirdik". Birinci baskıda daha sonra Mohl'un iddiasıyla ilgili olarak çoğu zaman doğa incelemesiyle fel­ sefe arasında bir karşılıklı anlaşmanın kesin olarak imkansız olduğunu söylüyorduk. "Böylece doğa araştırmacısı şeylerin kendilerinden öğrenir. Filozof ise her bilgiyi kendisinden çıkarmak ister ve bundan dolayı da onlar birbirlerini anlamazlar. Yanlış anlama ancak aynı şey­ lerden bahseden her ikisinin farklı yöntemlere göre farklı bir şeyi kanıdadıkları zaman var olabi­ lir. Bu noktada onlar farklı yöntemlere göre iş gördüklerinin ya farkındadırlar ya da değildirler. Örneğin bir felsefe profesörü hekimlere "doğa bilimleri yolu"yla her türlü metafizik hokus poku­ su kanıdamak isterse, bu profesör ve yalnızca o, yanlış anlamaların nedenidir. Her gerçek filozof böyle bir antropolojisti bir doğa bilimci kadar kesin, hatta belki de daha sert bir şekilde redde· cektir. Çünkü o her iki yöntemi de bildiğinden yöntem bakımından yapılan yaniışı çabucak se-

1 42

F İ Z İ K B İ L İ MLERİ

Tarih kültürü felsefe kültürüyle el ele yürür. Felsefeye gösterilen küçümse­ menin hemen arkasından doğa bilimlerimizle sık sık birlikte bulunan tarih-dışı duyguda materyalist bir eğilimle karşılaşılmaktadır. Günümüzde sık sık "tarih" duygusundan muhafazakarların duygusu anlaşılmaktadır. Bu kısmen tarih bili­ minin, modası geçmiş iktidariara destek olacak ve ortadan kalkmış hakimiyede­ ri yeniden canlandırmak, ulusların haklarına zarar veren iktidar gasplarını teşvik ermek sureriyle haydurların çıkarlarına hizmet edecek ölçüde para ve ün uğruna kendini alçaltınasından ileri gelmektedir. Doğaya ilişkin araşurmalar yapıları iri­ bariyle kolayca bu tür körüye kullanırnlara müsait değildirler. Belki pekin araş­ urmalarla uğraşan insanların alışık oldukları zorunlu mahrumiyeder de insanın karakterini güçlendirmekredir. Bu son bakış açısından göz önüne alındığında doğa bilimleri araşurıcılarına yapılan tarih duygusuna sahip olmama suçlaması ancak onların lehine dönebilir. Ancak madalyonun bir de tersi var. Tarih duygusunun yokluğu genel olazecektir. Bilim polisi konusunda bu türün bir örneğini birkaç yıl önce ( 1 857) oğul Fichte'nin "Antropologie"sine karşı yazdığı hicivde Lmze vermiştir. Yalnız o Homeros'un kahramanları gibi bilimsel alandan tümüyle dışarı anığı birinin elini sıkmak ve onunla karşılıklı hediyeler değiş to­ kuşunda bulunmak hatasını işlemiştir. Homeros'un kahramanları öldürdükleri hasımiarına anık hediye vermezlerdi. Bir doğa bilimci aynı hatayı işlediğinde, yani metafizik saçmalıklarını saptanmış olgular ola­ rak takdim etmek istediğinde de kesinlikle aynı şey söz konusu olabilir. Yalnız bu durumda işle­ nen suçu en çabuk bir şekilde telafi edecek olan özellikle daha sıkı bir doğa bilimeisi olacaktır; çünkü o, söz konusu olayların meydana gelişinin tarihi hakkında en sağlam bilgiye sahiptir. Ma­ teryalistlerin bazen böyle bir kötü maceraya teşebbüs ettikleri bilinmektedir. Fakat filozofve doğa bilimcisi, yöntemlerinin farklılığının bilincinde olduklarında, yani birin­ ci spekülatif, diğeri ampirik bir tarzda iş gördüklerinde bundan dolayı onların öğretileri arasında bir çelişki mevcut değildir; çünkü birincinin ruhsal bir ihtiyacı, yaraeıeı bir içgüdüyü doyurmaya çalışmasına karşılık aklın takdir etmesi gereken deneysel bir olgudan söz eden sadece ikincidir. Örneğin bir Hegelci duyumu "kendisinde tüm. doğanın kendinde zihnin sağır bir dokuma gibi göründüğü şey" olarak tanımladığında buna karşılık fizyolog onu " sinirsel sürecin beyin üzerine" veya "bilinç üzerine etkisi" olarak adlandırdığında bu iki insanın sinirlenmeleri ve birbirlerine sırdarını dönmeleri için hiçbir neden yoktur. Filozofun fizyologu anlaması gerekir. Fizyologa ge­ lince, onun metafizikçiyi dinlemesi bir zevkveya eğer isterseniz bir ihtiyaç meselesidir. Bir doğa araştırıcısırrdan üstün bir felsefi kültür talep ettiğimizde bu kadar ısrarla ona tavsiye etmek istediğimiz kesinlikle spekülasyon değildir, felsefı eleştiridir. Bu felsefi eleştiri bizzat ken­ disinin özel araştırmalarının bütün kesinliğine rağmen kendi düşüncelerinde boğamayacağı me­ tafizik spekülasyondan ötürü onun için vazgeçilmezdir. İşte tam da kendi aşkın fikirlerini aşkın fikirler olarak daha iyi tanıması ve ampirizmin kendisine verdiği şeyden daha emin bir şekilde ayın etmesi için onun kavramların eleştirisine ihtiyacı vardır. O halde eğer felsefeye bazı adli fonksiyonlar vermek istiyorsak, demek istediğimiz onun bir koruyuculuk hakkı olduğunu iddia etmesi değildir. Çüı:ıkü bir defa bu anlamda düşüncenin ge­ nel yasalarını kullanmasını bilen herkes filozof olabilir. Ayrıca hakimin yargısı hiçbir zaman için gerçekten ampirik olan hakkında geçerli değildir. O sadece tanışmaya sızması m ümkün olan

1 43

M A T E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

rak ilerlemenin ipini koparmaktadır. Araştırmaların gidişini dar kafalı fikirler yönlendirmektedir. Geçmişi küçümserneye bilimlerin bugünkü durumunun verdiği dar kafalı gurur eklenmektedir. Sokakta dolaşan varsayımlar aksiyomlar diye kabul edilmekte ve kör gelenekler bilimin sonuçları olarak geçinmektedir. Çoğu kez tarih ve eleştiri bir ve aynı şeydir. Yedi aylık bir cenini sekiz aylık bir ceninden daha fazla yaşama şansına sahip kabul eden sayısız hekim, genel olarak bu olayı deney tarafindan kanıdanmış bir şey gibi görmektedirler. Bu gö� metafizik ile ilgili olarak veya kavramın teşekkülünün sonucunun tamamen mantıksal cephesi hakkında geçerlidir. O halde doğa bilimlerinin felsefeyle ilişkilerinin teologların dogmaları kar� şısında felsefenin tavrıyla karşılaştırılması ne işe yarar? Eğer böylece yeni bir bağımsızlığa kavuş� manın zorunluluğuna işaret etmek isteniyorsa, önümüzde çok büyük bir anakronizma var de­ mektir. Felsefenin kendini kesinlikle dogmalara göre ayarlamaması gerektiği çok açıktır. Tersine o, her zaman araştırmalarının konuları olarak bu dogmaları inceleme hakkını talep edecektir. Felsefe için dogma, doğa biliminin bir tezi değildir, inancın eğilimlerinin ifadesi, tarihin bir dö­ neminin spekülatif etkinliğinin ifadesidir. Eğer o bu alanda görevini yerine getirmek istiyorsa, insan kültürünün tarihsel gelişmesiyle bağlantısında dogmaların ortaya çıkış ve kayboluşiarını anlamaya çalışmak zorundadır. Nihayet kesin araştırmaların-her filozofun günlük gıdası olması gerekir. Ampirik olan kibir duygusuyla kendi özel alanına çekilmek istese dahi, filozofu kendisini bu özel alanda takip etme­ sine engel olamaz. Bugün artık hiçbir felsefe kesin araştırmalar olmaksızın tasarlanamaz. Kendi payiarına kesin araştırmalar da sürekli olarak felsefi eleştiri tarafından aydınlığa kavuşturulmak ihtiyacındadırlar. Filozof tüm doğa bilimlerinin en önemli sonuçları veya araştırma yöntemleriy­ le haşır neşir olduğunda özenti içinde değildir. Çünkü bu inceleme onun bütün işlemlerinin zo­ runlu temelidir. Aynı şekilde araştırma ve sonuçlarının görünüşteki nesnelliğine rağmen kendisi� ne ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu insani düşünce süreciyle ilgili olarak tarihe ve eleştiriye da­ yanan doğru bir görüş elde etmek istediğinde doğa araştırmacısı da bir özenti içinde değildir. Bi­ zim mahkum edilmesi gereken özenti olarak adlandıracağımız şey (ayrıcalıklı zihinlerin gerçek­ ten her iki alanı kucaklayabileceklerini de inkar etmeksizin) bir filozofun Bacon gibi kafi derece­ de hazırlanmış bir zihin, ancak fazla kullanılmayan bir elle baştan savma ve sistemsiz deneyler yapması, buna benzer şekilde bir doğa bilimcinin de kendisinden önce düşünülmüş ve söylenmiş olanla ilgilenmeksizin kendisine metafizik bir sistem kurmak üzere bütün geleneksel kavramları alt üst etmesidir. Ancak şurası da daha az gerçek değildir ki filozof ve doğa bilimeisi her ikisi arasında ortak bir alan olan ve de öyle kalması gereken alana geçtiklerinde başarılı bir şekilde birbirlerine yar­ dımcı olabilirler. Bu alan mümkün tümdengelimlerle ilgili olarak kesin araştırmaların malze� mesinin eleştiri sahasıdır. Her iki yandan sağlıklı ve sıkı bir mantıktan yararlanılırsa kalıtımsal önyargılar etkili bir çapraz ateşe tutulacaklar ve böylece iki taraf birbirlerine hizmet edecekler­ dir. Anlaşmanın mutlak olarak imkansızlığı sonucu karşılıklı olarak iki tarafın diğerini serbest bı­ rakması görüşü ne anlama gelmektedir? Bize öyle geliyor ki materyalizmin en yüksek tekelciliği tam da bu ilkede yatmaktadır. Bu ilkenin genel uygulamasının sonucu her şeyin bencil çevrelere ayrılması ve parçalanması olacaktır. Bu durumda felsefe fakültelerin kotacı zihniyetinin boyun­ duruğu altına girecektir. Din - ve bu özellik ahlaksal materyalizmin de özelliğidir - kaba bir ge­ lenekçiliğin formu altında Kilise'nin toprak kazançları ve siyasal haklarına dayanacaktır. Sanayi ruhsuz bir biçimde teşebbüslerin ansal çıkarlarının peşinden gidecektir. Bilim tek yanlı bir toplu­ mun moda sözcüğü olacak; devlet sezarcılığa yönelecektir"

1 44

F 1 Z 1 K B 1 L 1 M LE R 1

rüşün kaynağının astroloji olduğu keşfettiğimizde(9) ve Satürn'ün öldürücü et­ kisinden şüphe edecek kadar aydın kafalı biri olduğumuzda varlığı ileri sürülen olayın doğruluğundan da şüphe ederiz. Tarih bilmeyen biri geleneksel ilaçlar içinde yakın zamanların deneylerince açık olarak karşıt özellikleri kanıdanmamış olanlarını sağlığa yararlı kabul ede­ cektir. Ancak bir kez olsun bir XV I. veya XVII. yüzyıl reçetesini görmüş olan ve iyice düşündükten sonra hastaların bu korkunç ve saçma ilaçlarla bile "iyileşti­ rilmiş" olduklarını kendi kendisine söyleyen biri artık sıradan "deney"e güven­ meyecekrir. Tersine o bundan böyle ancak herhangi bir ilacın veya zehrin sıkı bir biçimde belirlenmiş etkilerine, pozitif bilimlerin en bilinçli modern araştır­ maları tarafından sağlam bir şekilde tesis edilmiş olan etkilerine inanacakrır. Ta­ rih biliminden haberdar olunmadığı için seksen, doksan sene önce çağdaş kim­ yanın ana "element"lerinin kesin olarak kanıtlanmış. olduğu görüşüne varılmış­ u. Oysa bugün biz girgide daha çok sadece yeni elemenderi bulmak ve belki es­ kilerin elemenderinin bazılarını ayrıştırmak gerektiğini düşünmekle kalmamak­ rayız; aynı zamanda genel element kavramının günün ihtiyaçları için kullanılan geçici bir terimden başka bir şey olmadığına inanmakrayız. Birçok kimyacı, bilimlerinin tarihini Lavoisier ile başlarmakradır. Nasıl ço­ cuklar için tasarlanmış tarih kiraplannda karanlık Ortaçağ'ın anlaumı "ve Lur­ her ortaya çıku" cümlesiyle birmekreyse kimyacılar da fılojisriğin sislerini dağır­ mak için gelen Lavoisier'nin ortaya çıkışından benzeri bir dille söz etmektedir­ ler. Onlar fılojistik hayalerinin ortadan kalkmasından sonra bilimin sağduyudan kendiliğinden doğduğunu söylemekredirler. Tabii. Konuyu bizim ele aldığımız gibi ele almak gerekirdi. Akıllı bir adam başka türlü davranamazdı. Aslında uzun zaman öncesinden bu yola girebilirdik. Ah şu lanet filojisrik olmamış ol­ saydı! İhtiyar Srahl nasıl olup da bu kadar kör olabilmişrir! Fakat tarihte doğru ve yanlışın birbirinden ayrılmaz karışımını gören, son­ suz derece uzakta olan amaca, yani mükemmel bilgiye girgide daha çok yaklaş­ mak için sayısız ara derecelerden geçmek gerektiğini anlayan, yanlışın kendisi­ nin nasıl değişik ve kalıcı bir ilerleme faktörü haline geldiğini anlayan kişi, gü­ nümüzün ramşma götürmez ilerlemesine bakarak varsayımlarımızın kesin değe­ rine kolayca geçmeyecektir. İlerlemenin yanlış bir kuramın, dahi bir insanın gözleri önünde dağılan sis gibi aniden dağılmasıyla ortaya çıkmadığını, tersine yanlışın en ustaca yöntemler yardımıyla zorlukla bulunmuş olan daha üstün bir kuramla sadece geriye irildiğini bilen kişi, yeni ve alışılmadık bir görüşü kanırla(9) Astrolojinin kurallarına göre şüpheli Ay yedinci ayı; uğursuz Satürn sekizinci ayı yönetir ve Jüpiter, mutluluk ve mükemmelliğin yıldızıdır. Böylece Satürn'ün etkisi alunda meydana ge­ len bir doğuşa Ay'ın etkisi altında meydana gelen doğuşa oranla çok daha büyük felakederin teh­ didi altında bulunan bir şey olarak bakılmaktaydı.

145

M A TE RYALİ Z M İ N TARİ H İ

maya çalışan bir bilim adamının çabalarını kolayca alaycı bir gülümsemeyle kar­ şılamayacaktır. Bu kişi bütün temel sorunlarda geleneğe az, yönteme çok güve­ necek, yöntemden yoksun bir zihne ise hiç güvenmeyecektir. Almanya'da Feuerbach, Fransa'da Comte, bilimsel zihniyetin, düşleriyle yolunu tıkayan hayal gücünü geriye i ttikten sonra tam olarak kendi gücüne eriş­ miş sağduyudan başka bir şey olmadığı görüşünü topluma yaymışlardır. Oysa tarih bize hayal gücünün yolunu tıkayan engellerini bir yana itmekle yetinen sağduyu tarafından gerçekleştiritmiş bu ani sıçramanın hiçbir örneğini göster­ memektedir. O tersine her tarafta bize önyargının yarattığı engeller arasında kendine yol açmaya çalışan yeni görüşlerin varlığını göstermektedir. Bu görüşler ortadan kaldırmak zorunda olduklan yanlışların kendileriyle kaynaşmakta veya dolambaçlı bir yolda etkide bulunmak üzere bu yanlıştan yararlanmaktadır. Ge­ nel kural olarak nasıl bir makinenin temizliği ancak o makinenin tam olarak gerçekleştirilmesinden sonra yapılmaktaysa aynı şekilde önyargının tam olarak dışarı atılması da ancak sürecin sonunda gerçekleşmektedir. Dahası var: Kısa konuşmak ve bu benzetmeyi devam ertirmek için şunq da diyeceğim ki yanlış, tarihte çoğu kez hakikat çanının içinde eridiği kalıp, ancak iş bittikten sonra kı­ rılan kalıp gibi görünmektedir. Burada kimyanın simyayla, astronominin astro­ lojiyle ilişkilerini hatırlatabiliriz. En önemli pozitif sonuçlann ancak bilimin te­ melleri atıldıktan sonra kazanılmış olması doğaldır. Ayrıntılarda Kopernik'e bu­ gün astronomide bilgilerimizin pek azını borçluyuz. Ana asidi ararken hala eski simyanın bir kalımısını sürdüren Lavoisier bugünün kimyasında ancak bir ço­ cuk olacaktır. Bir bilimin temelleri sağlam bir biçimde atıldıktan sonra hiç kuş­ kusuz kendiliğinden ve göreli olarak çok ufak zihinsel çabalada bir yığın sonuca erişilir. Bir çanı çalmak, onu dökmekten daha kolaydır. Ancak ilkelerin yolunda ileri doğru önemli bir adım atıldığında hemen her zaman aynı görüntüye, yeni bir düşüncenin önyargılara rağmen, hatta bazen bu önyargıların yardımıyla ye­ rini alması görüntüsüne tanık olunur. Yeni bir fikir ancak serpilip geliştiğinde çürümüş kabuklarını kırar. Bu fıkrin var olmadığı bir zamanda önyargıyı dışarı atmakla bir Şey kazanılmaz. Ortaçağ'da birçok insan astrolojinin önyargıların­ dan uzakn. Bütün dönemlerde Kilise'nin ve kilise dışı güçlerin bu boş inanca karşı çıkışlannın izlerine rasdanmaktadır. Ama astronominin ilerlemeleri sadece astrolojiden çıkmıştır. Tarihsel incelemelerin en önemli sonucu varsayım ve kuramlarımızın bir düşmanlık veya inançla karşılaşmaksızın, olduklan gibi, zihinsel gelişmemizin muhtemel amacı olan hakikare bizi yaklaştıran sonsuz yol üzerinde dereceler olarak kabul edilmelerindeki akademik sakinliktir. Böylece maddenin aşkın var­ lığına inancı öngerektirmesi bakımından her türlü materyalizmin tümüyle orta­ dan kalkacağı bir gerçektir. Pozitif bilimlerin ilerlemesi söz konusu olduğunda 1 46

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

en çok sayıdaki keşifler, hiç kuşkusuz dünün kuramını küçümseyen ve ancak bugünün kuramı üzerine yemin eden biri tarafından değil, tersine bütün ku­ ramlarda yalnızca hakikare yaklaşmanın, olaylar hakkında bütüncü bir görüş elde etmenin ve kendilerinden yararlanmak üzere onlara egemen olmanın bir aracını gören kişi tarafından yapılacaknr. Dogmalara inanır gibi kurarnlara inanınayı reddersek bile, onları kullan­ mak hakkımızdır. Öte yandan şeylerin birbirleriyle bağlamılarına dair bütün ge­ nel görüşleri, ta orraya çıktıkları andan itibaren boğmak ve inatçı bir biçimde ancak tek tek olaylara, yani duyulada açıklanabilir olaylara sarılmak istersek yine doğru yoldan ayrılmış oluruz: Nasıl ki insan zihni en yüksek hazzını bilim­ sel doğrular alanının çok ötesinde ruhunun yarancı derin köklerinden çıkarmış olduğu düşüncelerde bulmaktaysa aynı şekilde o, kavramda, yani evrensel dü­ şüncede deyim yerindeyse dinlenmeksizin ve onda yeni bir güç kazanmaksızın bilimsel araştırmaların çok zahmetli ve ciddi çalışmasına başarılı olarak kendini veremez. Türe ilişkin kavramlar ve yasalar, bir yandan Helmholtz'un doğru bir biçimde gösterdiği gibi belleğe yardımcı, göz alabildiğine geniş bir olaylar ve nesneler bütününü özedeyici birer araç görevini görürler; öte yandan olaylar çokluğunu birliğe indirgeyen bu özetleme, bütün incelemelerde birlik peşinde koşan zihnimizin özelliğini oluşturan sentezci eğilime cevap verir. En basit ay­ rınnlarda olduğu gibi kocaman evren hakkında oluşturduğumuz bütüncü gö­ rüşte de bize bir nesneler çokluğunu özedeyecek kavramlar gereklidir. Biz bu­ gün artık Platon'un yaptığı gibi tümele tikele oranla daha büyük bir gerçeklik ve düşüncemizden bağımsız bir varlık ranıyacak değiliz. Ancak tümel, öznelliği­ mizin sınırları içinde bizim için olayları birleştiren basit çekiçten de fazla bir şey olacaktır. Ve yapımızdaki bu öznel ihtiyaçların doğa bilimci için de önemi vardır; çünkü doğa bilimci basit bir keşif makinesi değildir, kendisinde insanın özünü meydana geriren bütün yetilerin ayrışmaz bir birlik içinde erkide bulunduğu bir insandır. Ancak burada yine materyalizmin muhalefetiyle karşılaşmaktayız. Fe­ nomenlerin özüne ilişkin büyük varsayımları kan bir dogmaya dönüştürmeye doğru giden zihin eğilimi, öre yandan, doğa incelemesinde düşüncelerin işbirli­ ğine düşmanca davranmaktadır. Uzlaşmaz bir kanlıkla atomlar ve onların hare­ kerine ilişkin büyük dogması üzerinde israr erriği ve yeni cesur düşüncelere an­ layış gösrermediği için materyalizmin Antik Çağ' da nasıl kısır kaldığını gördük. Buna karşılık idealist okullar, özellikle Plaroncu ve Pyrhagorasçılar İlkçağ'da bi­ limsel düşüncelerin en berekedi hasadını yapmışlardır. Modern çağda keşif ve icar payıyla ilgili olarak olaylar mareryalizme çok daha elverişli gelişmişrir. Böylece eskiden sadece olayların imkanı üzerine dü­ şüncelere görüren atomculuk, Cassendi'den bu yana gerçek olaylara yönelen fi1 47

MA TE RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

ziksel araştırmaların temeli olmuştur ve Newton'dan b u yana bu, mekanik açık­ lamanın keşiflerini bütün doğaya genişletmesine engel olmamıştır. Böylece bir an için "doğanın bilgisinin sınırları"nı unuracak olursak, bugün mareryalizm, doğaya ilişkin bütün araştırmal;ı.rın sadece sonucunu değil, aynı zamanda hare­ ker noktasını oluşturmaktadır. Öre yandan bu olayın genelleşmesi ve elle rum­ lur bir hale gelmesi ölçüsünde, doğa bilimcileri arasında, özellikle onların en ünlüleri ve en derin olanları arasında kendi payına ilke olarak materyalizmi or­ radan kaldıran bilgi kuramının eleşririci bakış açısı ortaya çıkmıştır. Doğa araş­ tırmalarının ferhedici ilerleyişine ne maddeye ilişkin naif inancın ortadan kalk­ ması, ne de doğa sahnesinin arkasında duyuların verdiği dünyayla en yakın, en sıkı ilişkiler içinde bulunan, hana belki ona özdeş olan, yalnızca bir başka açı­ dan onun görünrüsünü ifade eden yeni, sonsuz bir dünyanın keşfedilmesi kesin­ likle bir engel teşkil ermemekredir. Ancak atomlar ve onların ezeli-ebedi salı­ nımlarının dünyası bizim öznemize, bütün eğilimleriyle benimize ne kadar so­ ğuk ve yabancı ise bu yeni dünya, derin özünün gerçek varanını teşkil eden bir şey olarak onun için o kadar ranıdıktır. Şüphesiz mareryalizm de atomların dünyasını ruhun gerçek varanı yapma­ ya çalışır ve bu çaba onun yöntemi üzerinde etkisini gösterir. Mareryalizm du­ yulara güvenir; Onun merafiziği de deney dünyasına dayanarak oluşturulmuş­ tur. Onun atomları küçük cisimciklerdir. Bu atomların ne kadar küçük olduk­ larını tasariamanın imkansız olduğu, çünkü bunun her türlü insani tasarımı aş­ nğı doğrudur. Bununla birlikte onlar karşılaştırmalı olarak, sanki görülüyor ve duyuluyorlarmış gibi rasarlanabilirler. Materyalist için bütün evren tasarımı du­ yular ve aklın kategorileri aracılığıyla gerçekleşir. Ancak ruhumuzun bu organla­ rı en büyük ölçüde nesnel yapıdadır. Onlar bize kendinde şeyi değilse de şeyi verirler. Daha derin bir felsefe bu şeylerin kendi rasarımlarımız olduğunu göste­ rir. Ancak o, aklın ve duyusalın aracılığıyla şeylerle ilişki içinde bulunan bu ra­ sarımlar sınıfının en büyük bir sabidik, güven ve düzene ve dolayısıyla ezeli­ ebedi yasalar tarafından yönerilen bir dış dünyayla muhtemelen aynı zamanda en sıkı bir bağlanuya sahip olmasına engel olamaz. Mareryalizm fenomenler dünyasının unsurlarını tasarladığı zaman şiir de yazar. Ancak o duyuların yönerimi alunda en naif cinsren şiir yazar. S ürekli ola­ rak bilgimizin unsurları içinde en düzenli fonksiyonlara bağlandığı için şaşmaz kuralların oluşturduğu rükenmez bir kaynağa, hayal gücünün yanlışları ve uy­ durmalarına karşı bir korunmaya ve doğru bir anlamda şeylerin diline sahiptir. Ancak fenomenler dünyasının kendisine verdiği ve duyu izlenimleriyle ku­ ramı ayrışmaz bir bütün içinde eriren heyecansız tarmin aynı zamanda onun ce­ zası olur. O nasıl duyusal olayların görünüşteki nesnelliğini aşmak üzere her­ hangi bir arzu duymazsa, aynı şekilde paradoksal sorularla şeylerden yeni cevap148

F İ Z İ K B İ Lİ ML E R İ

lar almak veya bilgi binasını basit olarak ayrımılarda mükemmelleştirmeyi he­ deflemek yerine egemen anlayışı yıkmak ve bilimler alanında yeni perspektifler açmak üzere deneyiere başvurmak arzusunu da duymaz. Kısaca materyalizm doğa bilimlerinde tutucudur. Bununla birlikte daha sonra onun bazı durumlar­ da yaşamın en önemli sorunları ile ilgili olarak nasıl devrimci bir mayaya dönüş­ tüğünü göreceğiz. idealizm, doğası gereği metafizik fıksiyondur. Gerçekten o bize üstün ve bi­ linmeyen doğruların esinlenmiş temsilcisi olarak görünebilir. Kalbirnizin derin­ liklerine şiirsel ve yarancı bir içgüdü konulmuştur. Felsefede, sanatta ve dinde bu içgüdü ekseriya duyularımız ve anlığımızın verdiği şeylerle doğrudan bir çanş­ ma içine girer. Yalnız bu onun en cömert, en aklı başında insanların basit bilgi­ den üstün tuttukları binakım yaratımları meydana getirmesine engel olmaz. B u idealizmin d e bilinmeyen hakikade, ancak materyalizmden tamamen başka bir tarzda, ilişki içinde olduğunu kanıtlar. Duyuların tanıklığı konusunda bütün insanlar aynı fıkirdedirler. An lığın saf yargıları ne kuşku götürür, ne de aldancı­ dır. Fikirler bireyin belki büyüleriyle çağiara ve uluslara hakim olacak kadar güçlü şiirsel yaranmlarıdır. Ancak onlar hiçbir zaman evrensel ve değişmez de­ ğildirler. Bununla birlikte idealist, pozitif bilimlerde materyalist kadar emin adımlar­ la yürüyebilir; yerer ki fenomenler dünyasının - her zaman basit fenomen ol­ makla birlikte - her şeyi sarsmak tehlikesini göstermeksizin içine yabancı uzuv­ ların sokuşruramayacağı sürekli bir bütün olduğu gözden kaybedilmesin. Fakat bir kez ideal bir dünyaya nüfuz ermiş olan insan onu sürekli olarak duyular dünyasıyla karışurmak ve böylece deneyi çarpıtmak veya fıksiyonlarını - bu ifa­ delerin ancak duyuların ve anlığın verdiği bilgilere ait olduğu düz anlamda "doğru" veya "pekin" şeyler olarak adlandırmak tehlikesine maruzdur. Çünkü sanat ve dinin "derin doğru" diye adlandırılan şeyi, yani ölçütünü insan ruhuna verdiği memnuniyer ve uyum duygusunun teşkil ettiği ve bilimsel bilgiyle hiç­ bir ortak yanı bulunmayan şeyi bir yana bırakırsak "doğru" adını ancak bize gö­ ründüğü gibi insan yapısına sahip olan her varlığa zorunlu görünen şeye verebi­ liriz ve bu doğruluk ancak duyular ve zihinden kaynaklanan bilgilerde bulunur. Şimdi fıkirlerimizle bu duyusal bilgiler arasında da bir bağiann vardır: Kav­ ramları doğayı ancak kanaader ve niyeder olarak aşan zihnimizdeki bağlantı. Bunun yanında onlar insani yapının düşünceleri ve ürünleri olarak aynı zaman­ da içinde zorunlu yasalar tarafından her şeyin birbirlerine bağlı olduğu feno­ menler dünyasının da üyeleridirler. Tek kelime ilefikirlerimiz, düşlerimiz duyu­

sal algzlarımızı ve anlığımızın yargılarını meydana getiren aynı doğanın ürünleri­ dir/er. Onlar zihinde resadüfen, düzensiz bir tarzda ve yabancı varlıklar olarak ortaya çıkmazlar. Ancak anlık bakımından göz önüne alındıklarında onlar, için1 49

M A T E RYAL İ Z M İ N T AR İ H İ

de duyusal algılarımızın da bir rol oynadığı psikolojik bir sürecin ürünleridirler. Fikir, düşten değeri bakımından ayrıdır, kaynağı bakımından ayrı değildir. Fa­ kat değer nedir? İnsanın özüyle bir ilişki, insanın mükemmel, ideal özüyle bir ilişki. Böylece fikir fikirle ölçülür ve duyusal tasarımlarımızın kaynağı gibi tinsel değerler dünyamızın kaynağı da insanın gözlemimizden kaçan en derin özünde kaybolur. Psikolojik olarak fikri beynin bir ürünü olarak açıklayabiliriz. Ente­ lektüel bir değer olarak ise onu ancak benzeri değerlerle ölçebiliriz. Köln kared­ rali ancak diğer katedralle, onun taşları da başka taşlarla karşılaşurılabilir. Bilimlerin ilerlemesi için olay ne kadar zorunlu ise fikir de o kadar zorunlu­ dur. Her seferinde deneyi aşmakla birlikte o zorunlu olarak merafiziğe götür­ mez. Bir kristalden çıkan ışık gibi beklenmedik bir anda ve birdenbire deneyin unsurlarından fışkıran fikir, deneye tekrar dönebilir ve onda teyidini veya mah­ kumiyerini arayabilir. Anlık, fikir yaratmaz; fakat onu yargılar ve ona saygı gös­ terir. Bilimsel fikir, şiirsel merafizik fikir gibi bireysel zihnin bütün unsurlarının karşılıklı fiilinden doğar. Fakat içinde sadece duyular, anlık ve bilimsel kesinli­ ğin toplantı halinde bulunduğu bilimin yargısına boyun eğerek bambaşka bir yol izler. Bu mahkeme mutlak doğruyu talep etmez; aksi takdirde insanlığın ilerlemesi bundan zarar görürdü. Pratik yarar, fikir tarafından başlarılan deney­ de duyuların ortaya koyduğu şeyle uygunluk gösterme, karşıt görüşlerden tartı­ şılmaz bir tarzda üstün olma işte fikre bilimin krallığında vatandaşlık hakkı ve­ rilmesi için yererli olan şeyler! Henüz çocukluk safhasında olan bilim her zaman fikri olayla karışurır; yöntem bakımından kesinlik kazanmış gelişmiş bilim pe­ kin araştırmalar yolunda fikri önce varsayıma, sonra kurama dönüştürür. En aşırı bir idealist bile hiçbir zaman deneye kendi yetersizliğini kabul ertir­ me yönünde bir girişimde bulunmayı tümüyle küçümsemeyecektir. Eğer duyu­ sal dünyanın kendisinin olaylarında duyuların bize gerçek şeyler hakkında sade­ ce renkli, belki de tamamen yetersiz bir görüntü verdiklerini gösteren hiçbir be­ lirriye rasdanmamış olsaydı, idealistin bu inancı sağlam bir ternde dayanmaya­ caktı. Ancak duyuların en sıradan yanılgıları onun kanaatini desteklemeye gel­ mektedir. M üzik tonlarının sayısal oranlarının keşfi asli duyu verisine ters dü­ şen pythagorasçıların bir fikrinden doğmuştur. Çünkü seslerle ilgili olarak kulağımız bize sayısal orana ilişkin en ufak bir bilgi vermez. Bununla birlikte duyuların kendileri bu fikrin lehine tanıklık etmişlerdir: Telin bölünmesinin, meral çekiçierin farklı boyudarının farklı ses tonlarıyla açıkça bir uyum göster­ diği görülmüştür. Yine böylece ışığın titreşimleri kuramı önce reddedilmiş, son­ ra duyuların tanıklığı ve anlığın hesaplarına dayanılarak kabul edilmiştir. Giri­ şim (imerference) olayları görülebilmekteydi. Bundan idealistin kendisinin bir bilim adamı olabileceği sonucu çıkmakta­ dır. Ancak nasıl idealist devlet, toplumsal yaşam ve egemen töreler konusunda ı 50

F İ Z İ K B İ Lİ M LE R İ

devrimci düşünceyi temsil etmekteyse onun araştırmaları da genel olarak dev­ rimci bir karaktere sahip olacaktır. B urada sadece bir azlık veya çokluk farkının söz konusu olduğu unutulma­ malıdır. Az sayıdaki tutarlı sistem temsilcilerini bir yana bırakırsak, bireylerden oluşan belli, ayrı sınıflar olarak ne kadar flegmatik ve bilyö varsa hayana o kadar az idealist ve materyalist vardır. B üyük ölçüde materyalist anlayışiara sahip her­ hangi bir adamın geleneksel kavramlan temelinden yıkacak bilimsel bir görüşü ileri süremeyeceğini düşünmek çocukça olacaktır. Özellikle zihinlerin yürüyüşü­ nün bu yönde olduğu günümüzde ancak gördükleri ve duydukları şeyi kabul et­ mekle birlikte bilim adamlarımızın hemen hemen hepsi kafi derecede idealizme sahiptirler. Modern bilimlerin tarihinde materyalizmin etkilerini idealizmin etkilerin­ den İlk çağ' da olduğu kadar kesin bir biçimde ayıramayız. Bilimsel ileriemelerin belli başlı önderlerine ilişkin insanın bütününü kucaklayan, ayrıntılı yaşam öy­ külerine sahip olmadığımız sürece kaygan zemin üzerinde bulunduğumuzu ka­ bul etmek zorundayız. Kilise'nin baskısı çoğunlukla düşüncenin içten ifadesine engel olmuştur ve bugüne kadar ,birçok üstün nitelikli insan bize sadece yapmış olduğu keşiflerinden söz etmiştir. Ama biz bu insanlarda büyük bir zekanın, güçlü zihinsel kavgaların ve derin bir düşünceler hazinesinin varlığını farz ede­ biliriz. Bilginlerimizin çoğu bu düşünceler, varsayımlar ve kurarnlara hemen he­ men hiç önem vermemektedirler. Buna karşılık Liebig, Bacon üzerine konuş­ masında deneyciliği tümüyle reddettiğinde materyalizme karşı kininde yeniden gereğinden ileri gitmektedir: "Bacon araştırmada deneyime büyük değer vermektedir. Yalnız onun öne­ mini bilmemektedir. Onu, harekete geçirildiği zaman kendi kendine iş gören mekanik bir alet gibi görmektedir. Oysa doğa biliminde her araştırma tümden­ gelimsel veya a prioridir. Deneyim hesap gibi düşüncenin işlemesine yardımcı bir araçtan başka bir şey değildir. Eğer deneyimin herhangi bir anlamı olması gerekliyse düşüncenin bütün durumlarda zorunlu olarak ondan önce gelmesi gerekir. Sözcüğün gerçek anlamında "deneysel" bir doğa araştırması yoktur. Kendi­ sinden önce bir kuramın gelmediği bir deneyimin, yani bir fıkrin doğa incele­ mesine olan durumu, bir kaynana zmitısının müziğe olan durumunun aynıdır" Bunlar çok iri sözler! Gerçekte deneyeilik o kadar hasta değildir. Liebig'in Bacon'un denemeleri hakkındaki mükemmel analizi, filozof ve tarihçilerin ger­ çekten ona karşı minnet duymaları gereken analizi bize sadece Bacon'ın dene­ melerinin verimsiz olduğunu değil, ayrıca onların verimsiz olmak zorunda oldu­ ğunu göstermiştir. Bunun birçok nedenini Bacon'ın yönteminin havailiği ve ha-

ısı

M A TE RYA L i Z M i N T AR İ H İ

fifliğinde, inceleme konularını seçme ve bırakmasındaki kaprisli heyecanında, dikkatini yoğun ve sürekli bir biçimde bir konu üzerinde tutamamasında, son olarak yönteminin pratik bölümünü engelleyen ve herhangi bir pratik uygula­ ma imkanı hazırlamaksızın bireysel arzu ve tembelliğini teşvik eden yöntemle il­ gili fantezilerinin bolluğunda buluyoruz. Eğer Bacon hiç de önemsiz olmayan negatif ve pozitif durumlar kuramıyla türnevarım kuramını geliştirmekle yerin­ miş olsaydı, kendi yöntemi ona daha büyük bir sabitlik kabul ettirecekti. Ancak bunun tersine o, kuşkusuz en sevdiği görüşlerini kanıdayabilmek amacıyla gelip geçici, gizli, münferit olaylarla kesin olmayan ve fantezinin her türlü kaprisleri­ ne izin veren sınıflandırmalar tasarlamaktadır. Bize göre onu araştırmalarında bir fıkrin yönetmiş olması kesin demesek bile, muhtemeldir. Örneğin Liebig'in o kadar acımasız bir biçimde gözler önüne serdiği sıcaklık kuramı, tümüyle bir önyargı havasına sahiptir. Kanıdama kuramını gereksiz düşüncelerle daldururken Bacon karşı çıktığı Skolastiğin kendi üzerindeki zararlı etkilerini açığa vurmaktadır. Bununla bir­ likte onun verimli araştırmalar yapmasına engel olan fantastik fikirleri olmamış­ tır. Bunun nedeni insanı araştırmaya yetenekli kılan biricik niteliklerden tü­ müyle yoksun olmasıydı. Bacon nasıl düzenli bir deneyi tasariama gücünden yoksun idiyse eski bir yazarın eserinin kritik eclisyonunu yapmaktan da o kadar aciz olacaktı. ( l O ) Verimli düşüncelerin ayıncı özellikleri şudur: Onlar kural olarak ancak zi­ hin belli bir konu üzerinde derinliğine ve sehatkar bir biçimde uğraştığında geli­ şirler veya böyle bir çalışma, kurarnlar tarafından yönetilmese bile verimli olabi­ lir. Kopernik bütün yaşamını gök cisimlerini incelemeye, Sanctorius terazisine ayırmıştır. Kopernik'i yöneten felsefenin ve gözlemin uzun yıllardan beri kendi­ sini götürdükleri bir kuramdı. Ancak Sanctorius da kendi payına bir bilim ada­ mı değil miydi ?( l l ) (1 O) Bacon'un bilimsel ve kişisel özelliği ile ilgili olarak bkz. Birinci cilt s. 206, not 60.

( l l ) Birinci baskıda burada kitabın amacı bakımından fazla ayrımılı olan yöntembilimsel bir

tanışma bulunmaktaydı. Gene de burada onun bizce hala değeri tamamen onadan kalkmamış olan bir pasajını olduğu gibi vereceğiz. "Belirsiz genel konuşma tehlikesine düşmernek için düşünederimizi son yıllarda Almanya'da ortaya çıkmış olan dikkate değer bir zıtlık örneğiyle açıklığa kavuşturmak istiyoruz. Sözünü etti­ ğimiz olay aritmetiğin usullerinin anlan:ıı ve değeri üzerine matematikçi Radicke'nin bir tezine bazı fızyologların gösterdikleri tepkidir. Radicke ! 856'da ["Arehiv for physische Heilkunde] fizyo­ lojik-kimyasal keşiflerin çok bol ve zengin malzemesini bir elemeye tabi tutmak amacına yönelik uzun bir çalışma yayınladı. Bunda deneyler dizisinin sonucu olan aritmetik onalamanın m ünfe­ rit olayların gösterdiği bu onalamadan sapmalara oranını mantıksal olarak doğrulamak için doğ­ ru olduğu kadar ustaca ve özgün bir yöntem izledi. O zamana kadar saygıyla karşılanan birçok araştırmada geliştirilmiş ilkelerin uygulaması sonucunda ayn araştırmaların aritmetik ortalama-

1 52

F İ Z İ K B İ Lİ M LE R İ

nın belli bir ihtimaliyede aranan etkinin sonucu olduğunu gösteremeyecek kadar büyük farklı­ lıklar içermesinden dolayı bu araştırmalardaki deney dizilerinin genel olarak bilimsel sonuçlar vermemiş oldukları kanıtlandı. Büyük önemi olan ve matematiksel bir bakış açısından asla hü­ cum edilmemiş olan bu kitaba bazı büyük hekimler karşı çıktılar. Onların bu tanışmaları burada anınayı gerekli gördüğümüz tuhaf değerlendirmeleri doğurdu. Özellikle Vierordt genel olarak yapıtı tasvip etmekle birlikte belli bir matematik kesinlikle kanıtlayan salt formel bir ihtimaller hesabı mantığının dışında sayısız vakalarla ilgili olarak uygun bir maharetle kullanıldığı takdirde uzman olan için az veya çok kanıtlayıcı bir değere sahip olan olayların kendilerinin bir mantığı olduğu görüşünü ileri sürdü. Bu görünüşte cazip olan ancak esasta kötü seçilmiş olan "olayların mantığı" deyimi matematik yöntemin mutlak kesinliğinin hiç şüphesiz rahatsız ettiği birçok in­ sanda yankı buldu. Ancak bu tür sorunları aydınlığa kavuşturma konusunda son derece yetenek­ li olan Überweg tarafından onun değeri çok azaltıldı [«Archiv for pathoklgische Anatomie, XVI] . Ü berweg başarılı bir biçimde şunu gösterdi ki son tahlilde olayların mantığı olarak adiandınima­ sı mümkün olan şey belki belli bir yararı olan birçok durumda «hemen hemen bir şeyi matema­ tiksel bir kesinlikle ölçme imk:i.nımız olmadığı müddetçe çıplak gözle ölçmeye benzer olan «ke­ sin bir araştırmanın birinci aş'}masıdır. Ancak bilinçli olarak gerçekleştirilmiş bir hesaplamadan sonra olayların mantığının yardımıyla elde edilmiş farklı bir sonuç söz konusu olamaz. Gerçekte uzman kişinin deneylerini yaparken elde ettiği araçsız inanç herhangi bir peşiı:ı hükmün kendisi gibi hataya maruzdur. Bu tür inançların deneyim esnasında ortaya çıkabileceklerinden şüphe et­ mek için bir neden olmadığı gibi onlara genel olarak bilimsel olmayan yollarla ortaya çıkan inanırlardan daha fazla değer atfetmek için de herhangi bir neden yoktur. Kesin bilimlerde ger­ çekten kanıdayıcı olan maddi olay, duyular üzerine araçsız etkisinde deney değildir; zihinde meydana gelen sonuçların birelmesidir. Şimdi birçok bilim adamı, özellikle fizyolog doğal olarak deneyin mantıksal-matematiksel sonucuna değil de kendisine araştırmanın ana noktası olarak bakmak eğilimindedirler. Bundan çıkan sonuç onların en keyfi kurarn ve varsayımiara kolayca yenicien düşmeleridir. Çünkü ·nesnelerle duyu organlarımız arasında doğrudan bir alışverişe iliş­ kin materyalist görüş her zaman, hatta görünüşte en araçsız olan duyu organlarının çalışmasında bile önyargının etkilerini işin içine karıştıran insan doğasıyla uyuşmazlık içindedir. Şimdi ister ortalama değerlerle çalışılan durumlar söz konusu olsun, ister tek bir deneyin çok önemli olduğu durumlar söz konusu olsun bu önyargının etkilerini ortadan kaldırmak özellikle kesin bilimlerin her türlü yönteminin büyük sırrıdır. Gerçekten ortalama değer herşeyden önce nesnel varyasyon­ ları dışarı atmaya yarar. Ancak öznel hatalardan kaçınmak için de ilk şart ortalama değerle ilgili olarak gayrımeşru açıklamaların alanını kesin bir biçimde sınırlandıracak muhtemel hatanın be­ lirlenmesidir. Ancak muhtemel hatanın genel olarak bir sonucu kabul edilebilir olarak göreceği­ miz ölçüde önemsiz olduğu durumdadır ki gözlemler dizisi bütünü itibariyle şeyin doğasının belli bir ortalamanın yardımıyla nesnel dalgalanmaların dışarı atılmasını gerektirmediği alanlarda yapılmış tek bir deneyle aynı mantıksal zemin üzerinde bulunur. Örneğin bir deneyin amacı yeni bir metalin mıknatıs karşısında davranma biçimini inedemekse tek bir deney bir kanıt ver­ mek için yeterli olacaktır; yeter ki bütün alışılagelen önlemler alınmış olsun ve iyi araçlar kulla­ nılmış olsun. Çünkü bu durumda her zaman ortaya çıkan etkinin bütününde küçük eşitsizlikie­ rin kanıdanmak istenen tez üzerine belli bir etkileri olmaksızın söz konusu fenomen rahatça tek­ rarlanabilir.

ı 53

M AT E RYALİ Z M İ N TA R İ H İ

Voit'in Radicke'ye yönelttiği daha ılımlı eleştiriyi de ["Unıersuchungen über den Einfluss des Köhsal.zes, des Kajfees und der Musketbewegungen", München, 1860) bu söylediklerimiz ışığında değerlendirmemiz gerekir. Gerçekten o kendi araştırmalarında gözlem değerleri arasında rastlan­ tısal değişiklikler olarak değil de daha çok organizmanın doğasının belirlediği ve düzenli bir bi­ çimde kendini gösteren eşitsizlikler olarak alınmaları gereken eşitsizliklerle karşılaşmaktadır. Böylece örneğin aynı deneye tabi tutulan ve aynı etle beslenen bir köpek önce çok az, daha sonra daha büyük bir miktarda üre salgılamaktadır. Bu köpek aç kalmaya zorlandığında ise bunun ter­ si ortaya çıkmaktadır. Ancak bu eşitsizlikterin şeyin doğasında var olduğu farz edildiğinde ortala­ ma değerler üzerinde çalışılmadığı o kadar açıkur ki bu durumun Radicke'ye karşı çıkmak için nasıl kullanılabildiğini anlamak zordur. Voit'in ileri sürdüğü gibi bu durumda her ayrı deneme­ ye bir deney değerini yüklemek mi gerekir? Bu bütün deneyler için olduğu gibi tümüyle benzeri koşullarda onları tekrarlama kolaylığına bağlıdır. Ancak bu tekrar esnasında her ayrı denemede kanıdanması gereken şeyin yeterli açıklıkta kendini gösterip göstermediği veya kendilerinden or­ talama değerlerin çıkarılması için bir dizi deneyi tamamen başka bir tarzda birleştirmenin zorun­ lu olup olmadığını saptamak gerekir. Örneğin birinci deney dizisinde basit varyasyonlar yerine daha çok belli bir ilerleme gösteren a,b,c,d . . . değerleri elde edersek bu ilerlemeyi saptamak için a I , b I , c I , d 1... değerlerini verebile­ cek yeni bir denemeye başvurmak gerekir. Eğer o zaman bu ilerleme daha açık bir biçimde görü­ lürse ve eğer sadece genel olarak onu saptamakla yetiniliyorsa, bu noktada kalınabii ir. Ancak eğer sayısal bakımdan kesin sonuçlar elde etmek isteniyorsa ve eğer uyuşma tam değilse, yapılacak tek şey üçüncü bir a2,b2,c2,d2 ... dizisi aracılığıyla devam etmek ve böylece neticede an,bn,cn,dn'e kadar varmakur. Bu durumda kendiliğinden ortaya çıkacak olan şey ise bu a l ,a2,a3 ... an değerle­ rini b l .b2.3.... bn değerleriyle birleştirmenin gerekeceğidir. Ancak o zaman Daiecke tarafından tesis edilmiş yöntemin bütün kesinliğiyle bu birlı:şimlere uygulanması gerekecektir.

1 54

F 1 Z İ K B 1 L İ M LE Rİ

İkinci Bölüm KUVVET VE MADDE

Atom kavramının tarihi - Boyle - Newton 'u n çekim yasası ve Hobbes 'u n tesis etmiş olduğu atom kavramının göreciliğinin etkileri - Dalton - Richter - Gay Lussac - Avogadro 'n un molekül kuramı. Berzelius, Dukmg ve Petit - Mitscherlich ve izomorfizm - Tipler kuramı - Kuramiara ilişkin kuşkular; olaylarla varsayım arasında daha sıkı ayrım - Matematikçi/er ve fizikçiler - Uzamdan yokmn atom­ lar varsayımı - Fechner - Uzamdan yoksun atom/ara itirazlar - Uzamsız bir kütle hakkında W Weberin görüşü - Yeni kim..ra kuramlarının ve sıcaklık mekaniği ku­ ramının atom kavramı üzerindeki etkisi - Kuvveti macUieye tabi kılmak yönünde materyalist/erin çabası; Bu çabanın eleştirisi - Moleküller gitgide daha iyi bilini­ yor/ar; buna karşılık atomlar gitgide belirsizleşiyorlar - Kuvvetin korunması yasası - Bu yasanın madde kavramı üzerindeki etkisi; şey, madde ve kuvvetin görelici ta­ nımları - Fechner ve Zötlner'in görüşleri. Kuvvet ve macUie problemi, bir: bilgi ku­ ramı problemidir. " Dünya, atomlar ve boşlukran meydana gelir" Atom kavramı zamanla hangi değişmeden geçmiş olursa olsun, içinden çıkmış olduğu unsurların basit­ liğine karşın o kadar karmaşık olan evrenin doğuşuna ilişkin kurarnlar birbirle­ rinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, İlkçağ ve Yeniçağ'ın materyalist sistem­ leri bu yukarıdaki tezde birbirleriyle uyuşmakradırlar. Bugünkü materyalizmin en naif itiraflarından biri, bugünün atomlarını "doğa incelemesinin ürünü olan keşifler", İlkçağ'ın atomlarını ise "keyfe bağlı spekülatif rasarımlar" olarak adlandıran Büchner'in gözünden kaçmışur.( ı 2 ) Oysa gerçekte aromculuk bugün hala Demokriros'un zamanında n e idiyse odur. Bugün de o merafizik karakterini sürdürmektedir. Öre yandan o İlk­ çağ' da da doğada gözlemlenen olayların açıklamasına yarayan fiziksel bir varsa­ yımdı. Atomculuğumuzun eskilerin aromculuğuyla bağıncısı nasıl tarih tarafın­ dan kanıdanmakraysa, bugünkü atom kuramında gerçekleşririlmiş olan büyük ilerleme de redrici olarak felsefe ve deneyin karşılıklı erkilerinden ortaya çıkmış­ ur. Atomculukla işbirliği yaparak bu verimli gelişmeyi meydana getiren, kuşku­ suz çağdaş bilimlerin temel ilkesi olan eleştiridir. " Çalışmalarının doğayı inceleme yüce amacı dışında başka bir amacı olma­ yan ilk kimyacı" Robert Boyle, genç yaşran itibaren ram Gassendi ile Descarres (12) Büchner, "Natur und Geisf', s. 1 02 : "Eskilerin atomları felsefi kateoriler veya yaratımlar­ d ır; çağdaşların atomlarıysa doğa incelemesinin sonucu olan keşiflerdir�

ı 55

M AT E RYALI Z M I N TAR İ H İ

arasındaki bilimsel tartışmanın alevlendiği bir sırada bilgi ve görgüsünü artır­ mak için kıta Avrupa'sını baştan başa dolaştı. Daha sonraki yaşamını bilime adamak için Oxford' a yerleştiğinde atomculuk metafizik bir kurarn olarak itiba­ rını çoktan yeniden kazanmıştı. Ancak Ortaçağ mistisizmi ve Aristotetelesçi gö­ rüşlerin zincirlerinden kendisin.i en geç bir zamanda kurtaran bilim, tam da Boyle'un çalışmalarını adadığı bilim olmuştur. Boyle, atom kuramını ileride bu görüşü en çok kullanacak olan bilimin içine sokmuştur. Ancak aynı Boyle daha ı 66 ı yılında yayınlamış olduğu eserinin adında (Chemista Scepticus: Şüpheci Kimyacı), içinde atomların, felsefe taşından daf.a fazla bir dogma niteliğini kaza­ namayacakları pekin bir bilime götüren yola girmiş olduğunu göstermektedir. Boyle'ın atomları Gassendi'nin onları yeniden bilime soktuğu biçimde he­ men hemen Epikuros'un atomlarının aynıdır. Boyle'ın atomlarının da bileşim­ Ierin kalıcılığı veya kalıcı olmayışı üzerinde etkide bulunan çeşidi biçimleri var­ dır. Şiddetli hareketler sonucunda birarada bulunan bazı atomlar birbirlerinden ayrılırken eski atomculukta olduğu gibi pürtüklü yüzeyleri, çıkımıları, testere gibi dişleriyle birbirlerine takılan başka bazı atomlar birbirleriyle birleşirled ı 3) Kimyasal bir bileşimdeki değişme esnasında üçüncü bir cismin en küçük mole­ külleri, söz konusu bileşen iki cismi birbirinden ayıran gözeneklere girerler. O zaman bu küçük moleküller yüzeylerinin biçimi sayesinde sözü edilen cisimle­ rin biriyle bu cismin daha önceki diğer cisimle birleşmesinden daha iyi bir bi­ çimde birleşebilirler. Bu durumda atomların hızlı hareketi bu sonuncu cismin atomlarını alıp götürür. Boyle'un atomculuğu eskilerinkinden tek bir nokta·

(13) Ko pp ["Geschichte der Chemi(', Il, s. 307 vd.] Boyle'a yanlış olarak bir atomların çekimi kuramı izafe etmektedir. O şöyle demektedir: "Bu kimyacı bütün cisimlerin çok küçük molekül­ lerden meydana geldikleri, birleşme ve ayrılma olaylarının bu moleküllerin karşılıklı olarak bir­ birlerini çekme olayiarına tabi olduğunu kabul etmekreydi. İki cismin birbirlerine karşı yakınlık­ ları ne kadar fazlaysa onların çok küçük molekülleri birbirlerini o kadar güçlü çekerler, birleşme esnasında onlar birbirlerine o kadar çok yaklaşırlar" (aynı yer). Bu açıklamanın sadece son sözleri aslında doğrudur. Öre yandan Kopp'un zikreuiği örnekte ne yakınlık, ne çekme söz konusudur. Diğerleri yanında "koalisyon" ve "assosiyar" sözcükleri de sadece temas suretiyle birleşme için geçerli olmalıdır. Boyle'un gerçek görüşü "De Origine Qualitatum et Formarum" adlı eserin (Ge­ neve, 1 688) 2 1 -30. sayfaları arasında yer alan De Generatione, Corruptione et Altaretione bölü­ münde çok açık bir biçimde kendini göstermektedir. Bu bölümde her tarafta atomların bir bir­ leşmesi ve şiddetli ayniması söz konusudur ve değişmenin nedeni "morus, quacumque orrus" ( §4), yani daha önce İlkçağ yazarlarının kabul ermiş oldukları şu atomların hızlı ve sürekli hare­ ketleri, kaynağını genel ve öncesiz-sonrasız düşüşe bağladıkları harekettir. Boyle şüphesiz bu tümdengelimi kullanamazdı. Ancak o onun yerine çekim ve irimi, otuz sene kadar sonra New­ ton'un gravirasyon kuramının erkisiyle gelişmiş olan kavramları geçirmekren uzaktır. Tersine Boyle spekülatif olarak akıl yürüttüğünde atomların hareketinin kaynağını Tanrı'nın fiiline yük­ lemektedir. Ancak doğanın alışılagelen gözlemlenmesinde bu kaynağını gölgede bırakınayı tercih etmekte ve yalnızca bu hareketin varlığını kabul etmekle yetinmekredir.

1 56

F İ Z İ K B İ Lİ M LE R İ

da farklıdır: O , Descartes'la birlikte atomların hareketi sonucu maddenin parçalanmasını (morcellemenr) kabul ermekre ve bu hareketin kaynağında ise ya bilinmeyen bir nedeni veya Tanrı'nın doğrudan bir müdahalesini gör­ mekteydi. Atomculuğun bu biçimi, Newton'un çekim yasası kabul edildiğinde, önce İngiltere' de olmak üzere ortadan kalkmak zorunda kaldı. Eserimizin ilk cildinde Newton'un çekio1e ilişkin salt matematiksel varsayımının daha sonra ne kadar büyük hızla o zamana kadar var olan bütün görüşlere taban rabana ters düşen yeni bir kurama dönüşrüğünü gördük. Maddenin en küçük özelliklerinin sahip oldukları çekim özelliği, atomların pürtüklü yüzeylerini ve değişik biçimlerini artık gereksiz kılmakraydı. Şimdi artık aralarında herhangi bir temas zorunlulu­ ğu olmaksızın onları birarada turabilecek başka bir bağ vardı. Bu, çekimdi. Ci­ simciklerin birbirlerine çarpması önemini kayberri. Newton'un faaliyetinden çe­ kim kavramını çıkarmaya çalıştığı o ağırlığı olmayan şeyle ilgili olarak da benze­ ri bir ilke bulundu: Birbirlerini iren kuvvetler ilkesi. Sadece İngiltere'yle ve fizikçilerle filozofların bu ülkede geliştirmiş oldukla­ rı fikirlerle yerinirsek atom fikrinin rüm değişim tarihi çok açık olur. Önce o kadar büyük erkide bulunmuş olan Hobbes'un atom kavramını görelileşrirmiş olduğunu hatırlayalım. Ona göre bir marematikçinin sonsuz küçüğün farklı türlerini birbirlerinden ayın ermesi gibi adeta farklı türden atomlar vardı. B u görüşün bir uygulaması, birbirini çeken maddeler arasındaki aralıklarda bulu­ nan ve maddi aromlara oranla sonsuz derecede daha küçük varlıklar olarak ka­ bul edilen ağırlığı olmayan atomlar varsayımıdır. Çarpışma mekaniği üzerinde ısrar edildiği sürece hareketleriyle bir yandan örneğin ışık olaylarını, diğer yan­ dan birinci türden atomların çekimini meydana getiren, bu ikinci tür aromlar­ dı. Ancak uzakran etki düşüncesi ortaya çıkar çıkmaz, bu düşünce mantıksal olarak aynı şekilde ağırlığı olmayan aromlara da uygulandı. Bu atomlar bu an­ dan itibaren herhangi bir gerçek temas, çarpma olmaksızın itici kuvvetlerini gösterdiler. Böylece Dalton'a kendini göstereceği şekilde maddenin yapısı görü­ şü hemen hemen ramamen hazır hale gelmiş oldu. Çünkü Dalton'un zamanın­ da olduğu gibi ikinci tür atomların varlığını kabul ermek önemli bir yenilik de­ ğildi; asıl önemli yenilik, ağırlığı olan atomların etrafında sürekli bir ışık ve sı­ caklık örtüsünü kabul ermekri. Daha önce Descartes ve Hobbes, uzayın rama­ men dolu olduğunu kabul etmişlerdi ve büyük moleküller arasındaki her aralı­ ğın girgide daha küçük moleküller tarafından doldurulmuş olduğunu düşün­ müşlerdi. Her halükarda Dalton XVIII. yüzyıl sonuna doğru adına bilimler tarihinde kalıcı bir yer sağlayan görüşlerine yöneldiğinde bu kuramı da çokran hazır bulmuştur.

1 57

M AT ERYAL İ Z M İ N T AR İ H İ

Dalton cisimlerin farklı biraraya gelme durumlarına ilişkin bir gözlemin ardından şunları söylemektedir: "Bu gözlemler dolaylı olarak bizi genellikle ka­ bul edilir görünen bir sonuca götürmektedir. Bu sonuç, ister kan, ister sıvı, dik­ kare değer bir büyüklüğe sahip olan bütün cisimlerin, bir çekim kuvvetinin, şid­ deti duruma göre değişen ve moleküllerin birbirlerinden ayrılmasına karşı koy­ ması bakımından "içyapışkanlık (Kohaesion) çekimi", dağılmış olan molekülleri (örneğin kendilerini suya dönüştürmek üzere su buhan moleküllerini) biraraya gerirmesi bakımından "birleştirme çekimi" veya daha basit olarak "yakınlık" (Affı n iraer) diye adlandırılmayı hakkeden çekim kuvvetinin biraraya getirdiği çok büyük sayıda ve son derece küçük moleküllerden veya madde atomlanndan meydana geldikleridir. Zaten adları ne olursa olsun, bunlar her zaman aynı kuv­ vere işaret ederler. . . " Şu veya bu biçimde genel olarak ağırlığı olan cisimlere ai r olan çekim gücü dışında, gene evrensel nitelikli olan veya bildiğimiz bütün maddeler üzerine erkide bulunan diğer b.ir kuvvetle karşılaşıyoruz. Bu "itme kuvveti" dir. Bugün genellikle ve kanımca haklı olarak bu kuvvet, sıcaklığın et­ kisine yüklenmekredir. Bu ince, akıcı unsurdan oluşan bir atmosfer, bütün ci­ simlerin atomlannın errafinı sarmakra ve onların doğrudan temaslarına engel olmaktadır". ( 1 4) XVIII. yüzyılın ilk onyıllarında Newton'un öğrencilerinin erkisi sonucu çe­ kim hakkında fiziksel bir anlayışın kabul edilmeye başlandığını düşünürsek, eski atom kavramını, Dalton'un artık kendisini olup birmiş bir şey olarak önün­ de bulacağı şekilde, ramamen değiştirmek için 50 yıllık bir dönemin yererli ol­ muş olduğu ortaya çıkmaktadır. Her türden varlığın bütün küçük molekülleri­ nin birbirine eşit olduğu görüşü, aydınlığa kavuşrurulmasını Dalton'un zekisına borçlu olduğumuz bu nokta, temelde fiziğin temel kavramlannda ger­ çekleştiritmiş olan büyük devrimin bir sonucundan başka bir şey değildir. Çün­ kü artık birbirleriyle doğrudan temas etmediklerine göre çıkımılan veya dişle­ riyle birbirlerine takılan, birbirine geçen, farklı biçimlerde atomlan kabul ermek için bir neden yoktu. Dalton'da özel kimyasal görümülerinde genel çekim kuvvetinden başka bir şey olmayan "yakınlık" (Affı niraer), başlangıçta simyacılann gözde kavramların(14) Dalton, "New System oJChemical Philosophj', [, 2. baskı, London, 1 84 2 s. l 4 1 vd. ve " 1 43 vd. - Bkz. Kopp, "Geschichte der Wissenschaften in Deutrchland· Entwicklwıg du Chemil, München 1 873, s. 286. Ancak bu sayfada yazar daha uzun pasajın ona kısmıyla, yani atomların türdeş cisimlerde eşitliğinin tasdiki ile ilgili olarak bunun genel olarak böyle kabul edildiği görü­ şünün hiçbir değeri olmadığı noktasına yeter derecede dikkat etmemektedir. - Weinrich "An­ sichten der Neueren Chemil', s. ?'de baron d'Holbach'a mal etmemiz gerekiyor gibi görünen aynı cisi md e atomların eşitliği ve farklı cisimlerde onların farklılığı görüşünün Anaksagoras'a ka­ dar geri gittiğini söylemektedir. Ancak burada geleneğin izini görebileceğimiz bir biçimde ger­ çekte ne d'Holbach Anaksagoras'la ne Dalton d'Holbach'la uyuşmaktadır. ,

1 58

F İ Z İ K B İ L İ M LE R t

dan birini oluşturan gerçek bir skolasrik nicelikren ibarerri.0 5) O halde eğer çe­ kim kuramının almış olduğu aşkın biçim yardımına gelmemiş olsaydı, diğer benzeri kavramlar gibi onun da evren hakkındaki mekanik anlayışın yayılmasıy­ la zorunlu olarak dışarı arılması gerekecekri.06) Newton ağırlığı olan maddenin en küçük parçalarında bile çekim kuvvetlerini kabul ediyordu. Yalnız bu çeki­ min ağırlığı olmayan maddenin hareketiyle daha sonraki bir uygulamasını ken­ dine saklıyordu. Newton'un kimyasal yakınlıkla çekimin aynı şeyler oldukları görüşüne karşı çıkmasının biricik nedeni, kuvvetin uzaklığa olan bağımlılığının bu iki durumda farklılıklar gösterdiğini düşünmesidir. Daha XVIII. yüzyılın ba­ şında ilerlemenin güvenli bir yolu bulunmuştu. Buffon, kimyasal çekimle genel çekimin aynı şey olduğunu söylemekreydi ve XVIII. yüzyılın en uyanık zekalarından biri olan Boerhaave, Empedokles'in "philia"sına (dosduk) geri döndü ve açıkça kimyasal eserlerin mekanik bir çarpmanın sonucu olmayıp bir birleşme arzusu tarafından meydana getirildiklerini söyledi - O, "amiciria" söz­ cüğünü böyle açıklıyordu -. Bu şanlar alunda Skolasriklerin "affiniras" (yakın­ lık) sözcüğü de rekrar orraya çıkmaya cesaret erri. Yalnız bu deyimin erimolojik anlamını feda ermek gerekliydi. "Akrabalık" basic bir isim olarak kaldı; çünkü aynı türden olmaklığa dayanan eğilimin yerine daha çok zıdıklara dayanır gibi görünen biraraya gelme, birleşme eğiliminin ortaya çıkrığı görüldü. Kopp şöyle demektedir: "XVIII. yüzyıl başlarında birçok bilim adamı, özel­ likle dönemin fızikçileri, onu kullandıkları takdirde yeni bir gizli niceliğin (vis occulta) varlığını kabul ermek zorunda kalacaklarından korkcukları için bu deyi­ me karşı çıkıyordu. Özellikle Fransa'da o zamanlar "yakınlık" deyimine karşı bir antipari duyuluyordu ve dönemin ( 1 7 1 8 ve sonrası) en fazla saygı gösterilen otoritelerinden biri olan Sr. F. Geoffroy, kimyasal yakınlıkla ilgili olarak bu ke­ limeyi kullanmakran kaçınıyordu. O, "iki maddeye bu iki maddeden birine olan yakınlığı, onların birbirlerine olan yakınlıklarından daha fazla olan üçüncü bir madde geldiğinde, bu iki madde ayrışırlar" demek yerine "ikisinden biriyle ilişkisi daha fazla olan madde geldiğinde" demekreydi.( 1 7) İşre burada bir sözcü( 1 5) Kopp, " Geschichte du Chemie", Il, s. 286 vd. "affınitas" sözcüğünün kimyaya ancak ı 696'da Barchusen tarafından sokulduğu görüşünü çürütmektedir. O bu sözcükle ı 648'den iti­ baren daha önceki yazarlarda (Glauber) ve hatta ı 5 ı 8'de basılmış olan "De Rebus Metailicil adlı risalesinde Albertus Magnus'ta karşılaşıldığını kanıdamaktadır. "Afiinis" sözcüğünün kimyasal anlamda daha ı 630'da Alsted'in "Arısiklopedtsinde ve şüphesiz bu derlemeci yazarın yararianmış olduğu kaynaklarda bulunduğunu da biz söyleyelim. Kavramın simyasal kaynağı tartışılamaz. (16) Burada "Chemista Scepticus" gibi önceki eserlerinde hala yakınlık kavramını kullanan Boyle örneğini verebiliriz (bkz. Kopp, "Geschichte dn Chemil', Il, s. 288). Buna karşılık o Gas­ sendi'nin kuramını benimsediği yukarıda ( 1 3. notta) zikredilen "De Origine Qualitatum et For­ m arum"da b u sözcüğü kullanmaktan kaçınmaktadır. ( 1 7) " Geschichte der Chemil' I I. s. 290.

1 59

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

ğün sadece fikirlerin eksik olduğu bir yerde değil, onların gereğinden fazla bu­ lunduğu bir yerde de nasıl uygun bir zamanda ortaya çıknğını görüyoruz. Ger­ çekte bu iki deyimde de basit olayın birer sözcüğe çevrilmesinden başka bir şey söz konusu değildir. En soluk deyim, en renkli bir deyimden daha az ayrımısal ve daha az yanılncı düşünceler uyandırır. Eğer genel olarak yöntem bilimi açı­ sından kavramlar ve adlar o kadar tehlikeli olsalardı, bu, haralan önlemeye yar­ dımcı olabilirdi. Ancak bilim tarihinin "yakınlık" kavramıyla ilgili yaşamış ol­ duğu tecrübe, pratik araştırmalar düzenli bir yolu izledikleri takdirde tehlikenin o kadar büyük olmadığını göstermektedir. Bu durumda "gizli nitelik" mistik büyüsünü kaybermekre ve sadece doğru bir biçimde gözlemlenmiş ve kesin bir tarzda sınırları belirlenmiş bir olaylar sınıfını işaret eden üstün bir kavramdan ibaret olmaktadır. O halde buraya kadar eski atom kavramının geçirmiş olduğu bütün değiş­ me, genel çekim yasasından ötürü mekaniğin temel kavramlarında meydana ge­ len değişmenin rek ve önemli bir sonucundan başka bir şey değildir ve hana ya­ kınlık kavramı da kuvvet ve maddenin özünü gerçekren yeni olan bir ilkeyle zenginleşrirmeksizin faydalı bir unsur olarak bu yeni tasarımlar sınıfı içine girer. Kimyasal deneyin, atomların ağırlığı kuramını tesis eden Dalton sayesinde, maddenin özü anlayışı üzerinde doğrudan erkide bulunması ancak şimdidir. D alton'u atomların ağırlığına ilişkin verimli kuramma görüren fikirler dizi­ si son derece açık ve basirrir. Alman kimyacısı Richter gibi( l S) incelemeleri onu kimyasal birleşmelerin çok basit sayısal oraniara göre meydana geldikleri varsa­ yımına götürdü. Yalnız Richter'in gözlemden doğrudan doğruya en genel kav­ rama adamasına, yani bütün doğa olaylarının ölçü, sayı ve ağırlık tarafından yö­ nerildiği sonucuna varmasına karşılık Dalton birleşmelerdeki. ağırlıklara ilişkin bu basit sayıların üzerine dayanabiieceği ilkelerin duyusal bir tasarımını elde er­ meye çalışıyordu ve işre atomculuk bu yönde ilerlerken onun karşısına çıkn. Bundan dolayı Dalton'un kendisi zaman zaman kimyasal olaylan açıklamak için söz konusu olan şeyin sadece genel olarak kabul edildiği şekliyle atomculu­ ğun doğru sonuçlarını çıkarmak olduğunu söylemektedir. Eğer atomculuk doğ­ ruysa, bu birleşimlerin ağırlıklarının hayret verici düzenliliğini ancak onlara kar­ şılık olan atomların biraraya gelmesiyle açık bir şekilde rasarlayabiliriz. Eğer kimyasal birleşimden bir maddenin her atomunun diğer bir maddenin bir veya iki vb. atomuyla birleşmesini anlarsak, birleşimlerin ağırlıklarının düzenliliği ram olarak açıklanmış ve gözler önüne serilmiş olur. Bundan doğrudan çıkan sonuç, birbirleriyle birleşen kütlelerin ağırlık farklarının nedeninin onların rek ( 1 8) Kopp, "Geschichte der Wissenschaften in Deuschland da (München 1873) Entwicklung der Chemie kısmında s. 252 vd. da Richter ve keşifleri hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir. '

1 60

F I Z I K B I L t M L ER I

tek atomlarında bulunmak zorunda olduğudur. Eğer bir atomun mutlak ağırlı­ ğını belirleyebilirsek atom ağırlığını atomların sayısı ile çarparak bu atomun bir parçasını meydana getirdiği cismin belli bir miktarının ağırlığını hesaplayabili­ riz. Veya bunun tersi atomun ağırlığını ve verilmiş olan kirlenin ağırlığını göz önünde tutarak basit bir bölme yardımıyla bu kidede bulunan atomların sayısı­ nı bulabiliriz. Richter'in daha spekülatif düşüncesinin onun çok önemli keşiflerinin yayıl­ masına zarar vermesine karşılık yöntemsel ve bilgi kuramsal açıdan Dalton'un bu duyusal tasarımının derhal elde euiği itibarı belirtmemiz gerekir. Birçok du­ rumda bütün bu tasarım biçimlerinin ancak nedensel zinciri saptamaya yarayan geçici çareler oldukları ve bizi bu tasarımların meydana getirdiği yapıyı baştan aşağı yeniden kurmaya zorlayan yeni talepler karşısında onlarda maddenin yapı­ sına ilişkin kesin bir bilgiyi bulma çabalarının başarısızlığı uğradığı kanıdanmış olmasına rağmen duyusal sezginin, olayların ortasında yönümüzü bulmamız için her zaman kaçınılmaz bir şey olarak kendini gösterdiğini ve hemen her za­ man büyük başarılar elde eHiğini açıkça gösteren özellikle çağdaş kimyanın tari­ hidir. Dalton'un atom kuramının kesin zaferinden kısa bir .süre sonra yeni keşif ve düşünceler, kavramların önemli bir değişiminin, ancak uzun zaman küçüm­ sendikten sonra üstünlüğünü kabul ettiren değişimin temellerini amlar. Daha önce birleşimdeki ağırlıkların düzenliliğinin keşfı gibi Gay Lussac'ın aynı basınç alunda ve aynı sıcaklıkta bulunan farklı gazların birbirleriyle basit oranlarda bir­ leştikleri ve böyle bir birleşimin hacmının, onu meydana getiren parçaların hac­ miyle çok basit bir bağımı içinde olduğuna ilişkin buluşu ( 1 808) yeniden ku­ ramcıların keskin zihinlerini harekete geçirdi ve yine kesinlikle Dalton'da oldu­ ğu gibi, yani bu davranışın nedeninin duyusal bir tasariama tarzını ararken Avo­ gadro önemli molekül kuramına ulaştı. O aynı basınç altında, aynı ısıda kimya­ sal birleşimlerde bütün gazların davranışlarında görülen düzenliliğin, ancak farklı gazların eşit miktarlarında bulunan en küçük parçalarının sayısının eşit sı­ caklık ve basınç altında aynı olduğunun kabulüyle açıklanabileceğini gördü ( 1 8 1 8) . Ancak o bu varsayımını karşı çıkılmaz kılmak için birleşik gazlarda küt­ lenin en küçük miktarında bile birçok atomun birarada bulunduğunu kabul et­ mekle kalmadı; aynı zamanda, hiç olmazsa kısmen, gazların son derece küçük parçalarını birçok atomun meydana getirdiği gruplar olarak görmek zorunda kaldı.( ı 9) Böylece birçok bakımdan moleküller atomların yerlerini aldılar. Yal-

(19) Avogadro'nun varsayımı için bkz. Lothaire Meyer, "Die Modernen Theorieen du Chemie und ihre Bedeutung for die chemische Statilt', Zweite Auflage, Breslau, s. 20 vd. - Ayrıca bkz. Weihrich, "Ansichten den neueren Chemil', Mainz 1 872, s. 8 vd.

161

MATERYA L İ Z M İ N TARİ H İ

nız onlar basit değildiler, atom birleşimleriydiler. Atom diye genel olarak mad­ denin en küçük parçalarına denirken, kimyasal bakımdan belli bir cismin en küçük parçaları molekül adıyla adlandırılmaktaydı. Atomlar kendilerini, deyim yerindeyse bireysel olarak ancak kimyasal birleşim ve çözülmelerde göstermekte­ dirler. Onlar yer değiştirirler ve farklı bileşimlerde moleküller olarak gruplanır­ lar. Avogadro'nun varsayımı bu sıralarda kimyasal olaylar hakkındaki bilginin kazanmış olduğu büyük ilerleme karşısında yaşayamazdı. Berzelius, Dalton'un kuramını kabul etmiş ve onu atomların farklı yakınlıklarının nedenini onların elektriksel durumlarında aramak gerektiğini söyleyen varsayımı ile tamamlamış­ u. Uzun süre bu kuramla yerinilebildi ve araştırıcıların bütün çabası analize yö­ neldi. Genç kimya bilimi koşar adımlarla doğa araştırıcılarının beğenisini ve sa­ nayi önderlerinin saygısını kazandı. Temellerinin henüz büyük kimyacıların kendilerine faaliyette bulundukları alanın bilim adını almaya hakkı olup olma­ dığını sormaya devam ettikleri kadar zayıf olmasına karşın kimya artık bir güç olmuştu. Temel bir önem taşıyan ilk keşifler elektro-kimyasal kuramın doğmakta olan· dogmatizmini sarsamadılar. Dulong ve Petit, 1 8 1 9 yılında, basit cisimlerle ilgili olarak özgül sıcaklığın atoll_l ağırlığı ile ters orantılı olduğuna ilişkin keşfi, henüı. gerçek bir doğa yasası düzeyine yükselernemiş deneysel bir yasanın başına gelebilecek şeylerin en iyi bir örneğini veren keşfi yaptılar. Çelişki, fazla şaşırtıcı olan ve hiçbir tesadüfle açıklanamayan ana olayın varlığını sürdürmesi, her tür­ den değişmeler ve ikinci dereceden varsayımlar, bu tuhaf fakat önemli bağlantı­ nın iç nedeni henüz yeterli ölçüde aydınlığa kavuşturulmaksızın, bu kuramla il­ gili olarak ortaya çıktılar. Bu arada küçük fakat önemli bir ayrıntı fazla fark edil­ medi. Bu, atom ağırlığının ilk kez kaba varlığından öte maddenin diğer özellik­ leriyle belli bir ilişki içine sokulmasıydı. Zamanın egemen kuramında bulunan ciddi bir kusurun farkına vanlmadığı sürece bu devam etti. Mitscherlich'in izomorfızmi keşfi ( 1 8 1 9), atomların nasıl tabakalar halinde düzenlendiğini sezdirir gibi oldu. Ancak o, esas olarak, sadece herkes tarafından kabul edilen atomculuğun uygun bir zamanda ortaya çıkmış bir doğrulaması olarak alındı. Daha sonra benzer kısımlardan oluşan maddelerin tamamen farklı bir tarzda kristalleştikleri (dimorfizm), benzer unsurların eşit miktarlarından meydana gelmekle birlikte (isomerie) bütün kimyasal ve fiziksel özelliklerinde, hatta gazların özgül ağırlıklarında farklı olan cisimlerin var olduğu ortaya çıkın­ ca, elde henüz bu birleşimler hakkında değişmez ilkeler olmaksızın atomların yer değiştirmeleri ve farklı gruplaşmalarına başvurmak zorunda olunduğu görül­ dü. Organik kimyanın gelişmesi kısa bir süre sonra bu henüz ne oldukları bilin­ meyen birleşimlerin sayısını ihtiyatlı kimyacıları tam bir şaşkınlık içinde bıra1 62

F İ Z İ K B İ Lİ M L E R İ

kan bir miktara çıkardı. Buna bilimin ilerlemesiyle elekrro-kimyasal kuramın yetersizliğinin girgide daha fazla açıklık kazanması eklendi. Bir şüphe ve tereddüt dönemi kaçınılmaz­ dı. Atomların moleküller içinde gruplandıklarına ilişkin görüşleri güvenli bir yola yöneltmekle sonuçlanan düzeltilmiş türler kuramı (Typenrheorie) madde­ nin yapısına ilişkin her türlü spekülasyonu reddermekle ve belli bir birleşim tü­ rüne sahip bir cisimde, belli kurallara göre, bir unsurun yerine başka bir unsu­ nın geçebilmesi olayıyla yerinmekle işe başladı. Liebig, organik asiderin yapısı hakkında çığır açıcı bir eserinde ( 1 838) "kimyasal bir birleşimde birbirleriyle birleştikleri andan itibaren birleşen iki cismin unsurlarının içinde bulundukları durum hakkında hiçbir şey bilmediğimizi ve birleşimde unsurların gruplaşması hakkında düşünülen şeyin alışkanlık ve var olan egemen görüşün kursallaşurdı­ ğı bir uylaşımdan başka bir şeye dayanmadığı"nı ileri sürdü.(20) Schönbein Combe- Varin 'in Albümü nde daha da süpheci bir iddia ileri sürdü: " Kavramla­ rın olmadığı yerde ram zamanında bir sözcük ortaya çıkmaktadır ve kuşkusuz Descartes'ın zamanından bu yana özellikle kimya alanında hayal gücünün oyunlarına dayanılarak henüz bütünüyle karanlık bir durumda bulunan olayları açıklamak ve zihni kandırmak ümidiyle moleküller ve onların gruplanmaları son derece körüye kullanılmışnr". Aslında "hayal gücünün oyunları" zihni kandırmaya değil, bilgi kuramında derin bir biçimde tesis edilmiş olan bir ilke uyarınca daha çok ona kılavuzluk ermeye ve onu desteklemeye yararlar. Bu ilke, ancak duyusal görünün sıkı uygu­ lamasının bilgimizi sözcüklerle yapılan daha tehlikeli oyuna karşı koruyabilece­ ğini söyleyen ilkedir. Maddi olarak yanlış bile olsa iyi ifade edilmiş bir duyusal görü (Anschauung), çoğunlukla büyük ölçekte bir imge ödevi görür ve geçici olarak doğru görünün yerini tutar. Onu olayların nesnel dünyasının yasalarıyla ilişki içinde bulunan duyarlılığımızın kendisinin yasaları her zaman belli sınırlar içinde tutar. Buna karşılık kendilerine açık seçik kavramların dolayısıyla duyu­ sal tasarımların karşılık olmadığı sözcüklerle iş görmeye başlandığı andan itiba­ ren her türlü sağlıklı bilgi imkanı ortadan kalkar ve bu durumda bizi doğruya görüren aşamalar olarak hiçbir değer taşımayan, dolayısıyla kendi payiarına ba­ sit olarak dışarı atılmaları gereken görüşler ortaya çıkar. Maddi olaylar hakkındaki düşüncelerimizin düzene sokulmasında hayal gü­ cünün kullanılması içinde bulunduğumuz kimya çağında olduğu gibi henüz ge­ nel bir tereddüt ve el yordamıyla ilerlemenin söz konusu olduğu bir zamanda bile gerçekte salt bir oyundan fazla şeydir. Buna karşılık bu el yordamlamaları­ nın bittiği, dümdüz ve şimdilik pozitif bir sonuca görüren sağlam ve iyi çizilmiş '

(20) Kopp, "Entwicklung der Chemi(', s. 597.

1 63

M AT ERYA L İ ZM İ N TARİ H İ

bir yolun onaya çıknğı durumda hayal gücü, varsayımlarımızın doğruluğu hak­ kında bize güvence vermekren uzaktır. Kekule, " Organik Kimya Üzerine İnceleme sinde ( 1 8 6 1 ) , örnek bir açıklıkla kimyacılara varsayımla gerçek arasında bir sınır olduğunu handarmaya çalışn. O, birleşim ağırlıklarının oransal sayılarının olay değerine sahip olduğunu ve kimya formüllerinin harflerinin hiç çekinmeden bu olayların basit ifadesi olarak göz önüne alınabileceğini göstermektedir. "Fakat eğer bu formüllerin harflerine başka bir anlam verilirse, eğer onların bugün genellikle karşıtaşıldığı gibi atom­ ların ve unsurların atom ağırlıklarının bir ifadesi oldukları kabul edilirse, kendi kendimize şu soruyu sorabiliriz: Atomların büyüklüğü veya (göreli) ağırlığı ne­ dir? Atomları ne ranabileceğimize, ne de ölçebileceğimize göre belli atomların ağırlığına ilişkin bir varsayıma bizi görürecek olanın sadece gözlem ve spekülas­ yon olacağı açıktır". En yakın döneminde kimyanın, kendine güven dolu olarak daha şimdiden çok gelişmiş bir kuramı yeniden izleyen kimyanın, maddeyi ne olarak aldığını incelemeden önce maremarikçi ve fizikçilerin görüşlerine bir göz atmanın zama­ nıdır. Tarih bize çağdaş fiziğin de atomlar kuramma dayanmak zorunda kaldığını göstermektedir. Gassendi, Descanes, Hobbes, Newton hareker noktası olarak evren hakkında fiziksel bir anlayışı almışlardı. Boyle ve hatta Dalton fizik ve kimya araştırmalarını eşzamanlı olarak yürürmüşlerdi. Bununla birlikte kimya­ sal olayların hala kendisine kapalı ' kalmasına karşılık matematik analiz fiziği ele geçirme imkanına kavuşrukça fizikle kimyanın yolları ayrıldı. Dalton'un atomların kimyasal kuramı henüz yeni doğmuşru ki oprikre uzun zamandan beri görmemezlikren gelinen dalga kuramı onaya çıkn. O ko­ layca zafer kazanmadı; çünkü önyargı, ışık hakkındaki Newtoncu emisyon ku­ ramına sımsıkı sarılmakraydı. Young'ın farklı renklerin titreşim sayılarına ilişkin hesaplaması ra 1 80 1 yılından kalmadır. 1 8 1 9 yılında Fresnel, ışığın kırılmasına ilişkin çalışmalarından ötürü Paris Bilimler Akademisi'nden bir ödül aldı. O za­ mandan beri ışık kuramı girgide daha çok bir esir mekaniği oldu. Atom kavra­ mına gelince, o yeniden hesaplama ihtiyacının ortaya çıkardığı bütün değişik­ liklere rıza göstermek zorunda kaldı. Bu değişikliklerden en büyüğü - ki aslında genel çekime ilişkin aşkın görüşün nihai bir mannksal sonucundan başka bir şey değildir - atomların herhangi bir büyüklüğü olduğunu reddetmekren iba­ rerti. XVIII. yüzyıl onalarından itibaren Cizvir Boscovich bu görüşü ileri sür­ müşrü. (2 1 ) Boscovich, atomların çarpışması kuramında binakım çelişkiler bul­ du. Bu çelişkiler ancak genellikle madde moleküllerinin karşılıklı olarak birbir'

(21) Fechner, uAtomenkhre", Zweite Auflage, Leipzig, l 864, s. 229 vd.

1 64

F İ Z İ K B İ L İ M LE R İ

lerine çarpmasından meydana geldiği kabul edilen eserlerin icici kuvvetlerden ileri geldiği düşünülürse ortadan kalkabiliderdi ve bu kuvvetler uzayda belli, yalnız herhangi bir uzamdan yoksun noktalardan çıkmakradırlar. Bu noktalar maddenin temel parçacıkları olarak kabul edilmektedir. Bu kuramın tarafran olan fizikçiler onları "basit atomlar" olarak adlandırmakradır. Bu kuram, Moscovich'in onu sergilemesindeki ustalığına rağmen XIX. yüz­ yıldan önce bir yankı bulmadı. O, özellikle atomların mekaniğiyle uğraşan Fransız fizikçilerince kabul edildi. Gerçekren Fransız araştırmacılannın sağlam ve mantıksal düşünceleri kısa bir süre içinde atomun çağdaş mekaniğin dünya­ sında uzama sahip madde olarak çok gereksiz bir rol oynadığını farkeni. Atom­ ların Gassendi ve Boyle'da olduğu gibi cisimsel kütleleriyle birbirleri üzerine et­ kide bulunmakran kesilip boşlukta ve yıldızlar arasında uzanan çekim ve irim güçlerine boyun eğmelerinden bu yana atomun kendisi bu kuvvetlerin basit bir erkenine dönüşmüştü. Onun -salt varlığı dışında - bu kuvvetlerde de en mü­ kemmel bir ifadesini bulamayacak hiçbir niteliği yoktu. Duyularımız üzerinde erkide bulunan olaylar da içinde olmak üzere her eser boşlukta bulunan duyusal olmayan kuvvet tarafından meydana gecirilmiyor muydu? Küçük cisimcik gele­ neği artık boş bir kavram olmuştu. Ona artık sadece errafımızda gördüğümüz ve ellerimizle dakunabildiğimiz büyük cisimlerle gösterdiği benzerlikren ötürü önem veriliyordu. Bu elle turulur olma özelliği gerçekren duyusalın kendisine ait olduğu gibi duyusalın unsurlarına da aitmiş gibi görünüyordu. Ancak yakın­ dan incelenirse, tutma ve dokunma, hele hele görme ve işitme fiilleri artık genel çekim kuramma dayanan mekaniğe göre doğrudan ve maddi bir temas aracılı­ ğıyla değil bu tümüyle duyumlanamaz kuvvetler tarafından gerçekleştirilmekte­ dir. Materyalistlerimiz duyusal olmayan kuvvere duyusal bir madde bırakmak istedikleri için duyusal madde molekülüne önem verirler. Fransız fizikçiteri ise duyarlılığın bu tür talepleriyle uğraşamazlardı. Doğa biliminde artık atomların uzama sahip oldukları lehinde herhangi bir kanıt yok gibi görünüyordu. O za­ man bu gereksiz kavranü devam enirmenin ne anlamı vardı? Gay-Lussac diferansiyel hesapra girgide küçülen büyüklük benzetmesine dayanarak atomları, onlardan meydana gelen cisimlere oranla sonsuz küçük var­ lıklar olarak göz önüne aldı. Atomları, sözcüğün en dar anlamında alan Ampere ve Cauchy, onlara hiçbir uzam vermediler. Seguin ve Moigno da aynı görüşre­ dirler. Yalnız bu sonuncu uzamsız cisimler yerine Faraday'la birlikte basit kuv­ vet merkezlerini tercih ederdi. Böylece atomculuğun basit gelişmesi sayesinde, spekülatif felsefenin yardı­ mıyla değil, pekin bilimlerin yardımıyla doğanın dinamik anlayışına ulaşmış ol­ duk. Sessiz gözlemci yukarıda Ampere, Cauchy, Seguin ve Moigno hakkında 165

M A TE R YA L İ Z M İ N T AR İ H İ

verdiğimiz bilgileri kendisine borçlu olduğumuz usta doğa filozofu ve fizikçi­ nin(22) aromculuk konusunda nasıl bir tutum rakındığını özel bir sevgiyle ince­ lemektedir. Schelling'in eski öğrencisi, miscik ve efsanevi "Zend Avesta"nın ya­ zarı, düşçü ve çoşkucu bir felsefenin her zaman sağlam araşurmalar zihniyerine zararlı olmadığının kanıu olan Fechner, felsefeye bir reddiye göndermek için özellikle arom kuramından yararanmışur. Kuşkusuz Fechner burada genel ola­ rak felsefeyle kendisinin bütün genişliğiyle incelemiş olduğu felsefeyi birbirine karışurmakradır. Fechner'in düşüncesinin ustaca gelişmeleri, güçlü hayal gücü­ nün yaramğı sayısız imge ve karşılaşurmalar, en ince kanıdar, bütün bunlar onun her filozofta, bizzat kendisinin kurbanı olduğu aynı yanlışlar tarafından yanıltılan bir adamı gördüğünü göstermektedir. Genellikle Fechner'in tasarladığı biçimde felsefeyle fizik arasındaki çatışma, gerçek bir anakronizmdir. Bugün pek akla yakın olmayan bahanelerle fizikçitere aromculuklarını yasaklama cesareti gösterebilecek bir felsefe olabilir mi? Burada Fechner'in "basit" aromlarının artık atomlar olmadığını ve hiçbir uzama sahip olmayan kuvvet merkezlerini kabul eden bir kozmogoninin kesin olarak dina­ mik anlayışlar içinde sayılması gerektiğini bir tarafa bırakıyoruz. Hareker nokta­ sı olarak boşluğu reddeden dinamizm, Fechner'den de öyle ödünler koparmak­ tadır ki Fechner'in sadece felsefenin fızikle ilişkileri söz konusu olduğu takdirde sakin bir biçimde barış imzalamasına engel olan artık felsefi bir kaygı değildir, yalnızca kısa görüşlü gururdur. Fechner, aromların bölünmezliğine önem vermemekle kalmıyor, son tahlil­ de onların büyüklüğünü de önemsiz görüyor. Bundan başka çok haklı olarak fı ­ zikçinin " aromlar arasındaki uzayın tamamen boş olduğunu, onlar arasında ince ve sürekli bir maddenin, artık kendisinin incelemek durumunda olduğu olaylar üzerinde herhangi bir erkisinin olmadığı maddenin uzanmadığını" savunacak kadar ileri gidemeyeceğine dikkati çekiyor. "Fizikçinin, kendisi için bir önemi olmayan bu imkanlardan söz etmemesinin nedeni onların kendisine hiçbir yara­ rı olmamasıdır. Eğer onlar fılozofa bir hizmeue bulunabilirlerse, filozof onlarla uğraşsın. Eğer onlar filozofu pekin bilimleele uyum haline koymayı başarabilir­ lerse, ona oldukça hizmet ermiş olacaklardır. Fizikçinin aromlara yalnızca başta ihtiyacı vardır, sonda değil. Filozof fızikçinin atomlarını kabul etmekle başlarsa fizikçi de sonunda filozofa uzayın dotuluğunu bahşedebilir. Bu iki ödün kesin­ likle birbirleriyle çelişik değildir" .(23) Hayır, şüphesiz değildir. Bu iki alanı birbirinden bu kadar sert bir biçimde ayırdığımız sürece fızikçinin aromculuğu doğrudan doğruya, yani teknik bir (22) a.g.y. s. 23 1 vd. (23) a.g.y., s. 76 ve 77.

1 66

F İ � İ K B l Ll M L E R İ tarzda kullanmasının meşruluğuna karşı çıkmayı isteyecek bir filozof, tuhaf bir filozof olacaktır (AJmanya'da her zaman bu tür birkaç filozofumuz olac her çağda topluma ancak rnülkiyetin kurulması ve düzenli bir biçimde ak!a:-ılrnasıyla düzen getirilmiştir. Bundan önce toplum ancak otorite geleneklerine, efendi köle ilişkilerine dayanrnaktaj76

A H LA K ! M A T E RYA L İ Z M VE D İ N

dır ki şimdilik bunu bir tarafa bırakacağız. Şimdi törderin yumuşamasından özellikle çıkan ve halkların gelişip serpilmesini sağlamış olan şey, mülkiyet, yasal koruma, miras vb. kurumlarıdır. Ancak öte yandan mülkiyet eşitsizlik­ lerinin gitgide artması belasını meydana getiren de bu kurumlardır. Bu bela belli bir noktaya erişince bütün karşı ağırlıklardan daha güçlü bir hal alır ve kaçınılmaz bir biçimde bir ulusu çökmeye götürür. Bu süreç en çeşitli biçim­ ler alunda tekrarlanıp durur. Ahlaksal bakımdan daha zayıf olan bir ulus, fazla gelişmemiş olsa bile bu hastalığa yenilir. Bugün.kii İngiltere gibi daha güçlü, hatta daha başarılı bir yapıya sahip olduğunu söyleyebileceğimiz bir ulus ise oldukça büyük ölçüye varmış olan bu hastalığa, ortadan kalkmaksı­ zın tahammül edebilir. Bugün örneğin ortadan kalkma noktasında bulunan halklarda rastlandığı şekilde böyle bir servet eşitsizliği barbarlık durumunda ne ortaya çıkabilir, ne de devam edebilirdi. Paytaşılacak ganimetin olduğu yerde en güçlü olan önce en büyük payı kendine ayırır. En zayıf olan belki en sert, en güç acılara katlanmak zorundadır. Ancak köle durumuna düşmüş olsa bile onun durumunun, bütün olarak, efendisininkinden farkı, içinde miras olaylarından doğan ilişkilerin sü­ rekli bir biçimde geliştiği bir toplumda yoksulun durumunun zengininkinden farkı kadar büyük olamaz. Tekrar edelim: Bu eşitsizlik başlangıçta kesinlikle düşünülmüş d�ğildir. Yoksa ta gençliklerinden itibaren halkların bilinçli olarak bencilliğin dogmatiz­ mine önem vermeleri gerekirdi. Oysa onların bu dönemlerdeki duyguları tama­ men farklıdır. Horatius eski Romalılar'dan söz ederken,

Privatus il!is census erat brevis Commune magnus demektedir ve toplumun çıkarlarına karşı büyük bir ilgi ve sevginin kendini gösterdiği dönemleele bencilliğin egemen olduğu dönemler arasındaki karşıt­ lık nadiren bu şair tarafından ortaya konduğu kadar çarpıcı ve gerçekçi bir biçimde ortaya konmuştur. Bununla birlikte Avrupa'nın haLi hayran olduğu ve kullandığı yasaları kaleme alanlar da bu eski Romalılar' dır. O halde eğer yasal koruma ve mülkiyerin kutsallaşurılması güllerle birlikte dikenierin de boy atmasına imkan vermişse, yasa koyucuların arzularına aykırı olarak bu sonucu meydana getiren koşulların, başlangıçta fark edilmeyen veya belki ke­ sinlikle kaçınılmaz olan koşulların var olması gerekir. Eğer yasal ve munta­ zam bir düzenin ancak toplumsal çıkariara bağlılık ve bencilliğin kaba eği­ limlerinin azaltılmasıyla doğabileceği, ancak eski Romalılar'ın devleti gibi bir 377

MA T E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

devlette bile bencilliğin hala çok önemli bir rol oynadığı ve sadece adeta için­ de meşru kabul edildiği birtakım sınırlar içinde azaltıldığını düşünürsek, bencillikle toplumsal çıkar duygusu arasındaki sağlıklı dengeyi korumak üze­ re mülkiyetin gitgide artan eşitsizliğine karşı niçin benzeri sınırlar konulma­ dığını kendi kendimize sormak gereğini duyarız. Daha sonra eski Roma'da en soylu ve en erdemli yurttaşların boşuna bu sorunu çözmeye ç alışmış ol­ duklarını görürüz. Öte yandan mülk sahipleri içinde zekalarının keskinliği ve cömertlikleriyle sivrilmiş olan kişilerin de bencilliğin savunucuları olmamak­ la birlikte servetierin artmasını sınırlandırmak yönünde yapılan girişimleri salt mülklerine karşı bir saldırı olarak görmeleri de çok doğaldır. Çıkarları var olan düzene sıkı sıkıya bağlı olduğu için toplumun temellerinin sarsılma­ sı onlara abartılmış renkler altında görünmüş olmalıdır. Toprak kavgaları sı­ rasında Roma'nın büyüklerine bir aynada daha sonraki yüzyılların tarihi ve Roma'nın çöküşüyle zenginlikterin artması arasındaki ilişki gösterilebitmiş olsaydı belki Tiberius ve Caius Gracchus üstün öngörülerini hayatlarını ve ünlerini kaybetmekle ödemiş olmazlardı. Zenginleşmeye konan sınırların yasa-dışı olduğunu söylemenin gerçek bir savı kanıtsama olacağına dikkati çekmek tümüyle yararsız değildir. Bura­ da asıl sorun hakkın ne olması gerektiğini bilmektir. Tüm doğanın kabul et­ tiği ilk hak, en güçlü olanın hakkı, yumruk hakkıdır (Faustrecht). Ancak daha üstün bir hakkın varlığı kabul edildikten sonradır ki bu hak, haksızlık olur ve yeni hak topluma gerçekten daha iyi hizmetler sağladığı sürece o hak­ sızlık olarak kalmaya devam eder. H akkı oluşturan ilke ortadan kaybolursa, en kuvvetlinin hakkı tekrar kendini kabul ettirmek üzere ortaya çıkar. Fakat salt ahlak alanında onun yeni biçimi birinciden daha iyi değildir. İster en kuvvetli olduğum için komşumun boynunu kırayım, ister işler ve yasalar hakkında daha bilgili olduğum için ona emeğinin ürününün yasal olarak bana döneceği ve kendisinin yoksulluk içinde çürüyüp gideceği bir tuzak ha­ zırlayayım, bu iki eylem hemen hemen aynı değerde olan iki eylemdir. Ser­ mayenin basit gücünün açlık karşısında kötüye kullanılması, ondan hiçbir şeyi olmayanın daha büyük bir bağımlığından başka bir şey çıkmasa bile, kuvvetin yeni bir hakkını oluşturur. Yasama tarafından başlangıçta öngörül­ memiş olan şey, tam da sermayeye ve hukuk bilgisine sahip olmanın, zararlı sonuçlarında eski kuvvetin hakkını bile aşan bir kullanımının imkanıdır. Bu imkan kısmen daha önce sözünü ettiğimiz kar getiren bir iş seçme kabiliye­ tinde, kısmen XVI I I. yüzyıl ekonomi politiğinin açığa çıkardığı, ancak bu noktayı açıklığa kavuşturma yönünde özellikle J.S. Mill tarafından harcanan saygı değer çabalara rağmen bugün hala yapıları ve etkileri bakımından tam olarak derinleştirilmemiş olan nüfus yasasıyla sermaye birikimi arasındaki 378

A H LA K İ M AT ERYA L İ Z M VE D İ N .

ilişkilerde yatmaktadır. "Mil/'in Toplumsal Sorun Hakkındaki Düşüncelert ve " Carey 'in Toplum Biliminde Gerçekleştirdiği İleri Sürülen Sözde Devrini' adlı eserimde kendi payıma bu sorunların eleştirisel bir çözümüne katkıda bulun­ maya çalıştım. Burada sadece bizi amacımıza götürebilmeleri açısından bura­ da elde ettiğim sonuçları kullanmakta yetineceğim.(9) XVIII. yüzyılda Benjamin Franklin'in de aralarında bulunduğu birçok bü­ yük insan bir engelle karşılaşmadığı takdirde hayvanlar ve bitkiler gibi insanla­ rın da kısa süre içinde bütün yer küresini dolduracak bir tarzda çoğalacakları görüşünü ortaya amlar.OO) O zamana kadar kimsenin dikkat etmediği bu so­ mut ve tanışılmaz doğru, Kuzey Amerika'da nüfusun hızla artışını Avrupa dev­ letlerinin durumuyla karşılaştıran gözlemci bir zekaya kendini zorunlu olarak kabul ettirecekti. Nüfus artışının evlenme sayısının çokluğuna değil, üretilen yi­ yeceklerin miktarına bağlı olduğu görüldü. Malthus'un üne kavuşturduğu, fa­ kat kendisine burada sözünü etmeyeceğimiz birçok yanlış ayrımıların da eklen­ diği bu basit fikir, istatistiğin gösterdiği ilerlemelerden bu yana kesin bir doğru niteliğini kazandı. Hemen hemen eşzamanlı olarak başlangıçtaki şeklinde şüphesiz yanlış diğer bir ku ram, toprağın geliri kuramı ortaya çıktı. Toprak sahiplerinin ser­ mayelerinin faizinden ve emeklerinin karşılığından başka toprağın bitmez tü­ kenmez gücünden özel bir kar, bu doğa gücünün kullanımının tekelinden doğan özel bir kar elde ettikleri kabul edildi. Daha sonra bunun ancak top­ rak miktarının sınırlı olması veya bazı nedenlerden (göç etmekten hoşlanma­ ma, verimli toprakları tarıma açmak için zorunlu sermayenin olmaması, öz­ gürlük yokluğu vb) ötürü onun sınırlı olarak kabul edilmesi koşuluyla doğru olduğu kanıtlandı. O zaman dünyanın işlenebitir bütün toprakları özel mül­ kiyet konusu olacağı zaman mutlak olarak hakim olması gereken durum şim­ di belli ölçüde geçerli olarak kendini göstermektedir. Buna göre, evet, toprak rantı kuramının ancak göreli bir geçerliliği söz konusudr; bununla birlikte her ülkeyle ilgili olarak onun belli ölçüde geçerli olacağı bir durum ortaya çıkmaktadır. (9) Burada esas olarak bir ranun, bir eşyaya sahip olan kişiyle ilgili olarak başkasının çalışma­ sından doğduğunu kanıdamak söz konusudur ve bu rantın en önemli özel hali, toprak ranudır. "Öncelik rancı" olarak wprak ranu kavramı "Die Arbeiterfragl adlı eserimin son iki baskısında, "mülkiyet, miras hakkı ve wprak ranu" başlığını taşıyan VII. bölümde daha geniş olarak işlen­ miş ve daha net bir biçimde açıklığa kavuşturulmuştur (3. baskıda ilgili dipnodarıyla birlikte 297-322. sayfalar arasında). (lO) Franklin, "Observations concmıing the increase of Mankind', ı 75 ı Bkz. Mohl, "Ge­ schichte und Literatur der: Staatswissenschaft', III, s. 476; Malthus'un diğer öncelleri ile ilgili ola­ rak aynı esere bkz. Ayrıca Roscher, Volkswirschaft, I, § 242, ı 5. dipnot ve Karl Marx, "Das Ka­ pital', birinci baskı, s. 603, 76. dipnot. -

379

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

Sonunda sermayeye sahip bir girişimcinin, taşınmaz mal veya diğer kaynak­ iara sahip olmaksızın salt emeğiyle yaşamak zorunda olan kişilere ödeyeceği üc­ retin miktarının başka herhangi bir mal gibi arz-talep kuralı tarafından belirlen­ rnek zorunda olacağı keşfedildi. O halde arz talepten fazla olduğunda bunun so­ nucu emeğin fıyatının azalmasıdır. Bencillik kuramının tam da bu noktada yüksek bir ölçüde gerçeğe yaklaşması çok doğaldır. Çünkü burada birbiri ardın­ dan ancak küçük miktarlar söz konusudur ve çıkarını mevcut hukuk düzeni içinde gören bir patronun kendisinin bu ilişkinin sonuçları hakkında ancak be­ lirsiz bir fıkri vardır. Büyük barbarlık döneminde gerek ikiimin sertliği ve yiyecek yokluğun­ dan, gerekse yenilenlere vahşice muamele edildiği çatışma ve savaşlardan do­ layı nüfus aralıksız olarak kırılır, sermaye birikimi büyük güçlükler gösterir. Emekçi bolluğunun ardından kıtlık gelir. Satın alınabilecek toprağın eksikli­ ğini çok düşük fıyatla koca arazileri elde etme imkanı izler. Ancak en kötü tutkular durulmaya, toplumsal çıkar duygusu ve yasaların hükümranlığı tek­ rar ortaya çıkmaya başlar başlamaz, yukarıda işaret ettiğimiz ilişkilerin sonu­ cu kendini yeniden hissettirmeye başlar ve o buğdaylar arasında kalamık ·gibi gelişir. Nüfus artar, işlenebitir toprak bulunmamaya başlar, topragın geliri yükse­ lir, emeğin fiyatı azalır. B üyük toprak sahibiyle çiftçi, çiftçiyle gündelikçi işçinin durumu arasındaki fark gitgide büyür. Şimdi gelişme dönemine girmiş olan sa­ nayi işeiye daha yüksek bir ücret önermektedir. Ancak sanayiciye o kadar çok kol uzanmaktadır ki aynı süreç burada yeniden kendini göstermektedir. Bugün nüfusun artışını durduran.tek etken yoksulluktur ve aşırı yoksulluktan kurtul­ manın tek yolu ne pahasına olursa olsun bir iş bulmaktır. Mutlu girişimci bü­ yük servetler kazanmaktadır. İşçiye gelince o sefil varlığını sürdürebilecek imkanı zor elde etmektedir. O ana kadar bencillik dogmatiği işe karışmaksızın her şey yürümektedir. O anda proletaryanın sefaleti acıma duyan kalpleri dehşete düşürür. Yalnız o anda törderin eski basitliğine geri dönmek imkansızdır. Zenginler yavaş yavaş yaşamın değişik ve ince zevklerine alışmışlardır. Bilim ve sanat gelişmiştir. Pro­ leterterin köle gibi çalıştırılması birçok zeki insana kendilerini araştırmalara, icatlar ve yaratırnlara vermeleri için boş vakit ve imkanlar sağlar. İnsanlığın bu değerli ürünlerini korumak bir ödev olarak görülür ve onların bir gün bütün in­ sanlığın ortak malı olacağı düşüncesiyle teselli bulunur. Bununla birlikte zen­ giniikierin hızlı artışı kalpleri sert birçok insanı bu zevklere ortak eder. Diğerle­ ri ahlak bakımından soysuzlaşır. Onlar kendi zevkleri dışında bulunan her şeye karşı dikkat ve sempatilerini kaybederler. Izdıraba karşı duyulan acımanın canlı formları ayrıcalıklı insanların aynı zevklere sahip olmalarından ötürü ortadan 380

A H LA K İ M A T E RYA L İ Z M VE D İ N

kaybolur. Onlar kendilerini başka doğada olan varlıklar olarak görmeye başlar­ lar. Hizmetkarlarını ancak birer makine olarak görürler. Mutsuz insanlar onlar için mutluluk tablolarındaki ışığı ortaya çıkaran gölgelerdir. Artık başkasının bahtsızlığını anlamazlar. Toplumsal bağların ortadan kalkması eskiden insanları düzensiz zevklerden uzaklaştıran utanma duygusunu yok eder. Rahatlık entelek­ tüel canlılığı boğar. Yalnız proletarya sert, ezilmiş olarak kalır; ancak zihin canlı­ lığını korur. H ıristiyanlık ve barbar istilaları göz alıcı parlaklığına son vermek üzere gel­ diğinde İlkçağ toplumunun durumu buydu, O ortadan kalkmak için olgunlaş­ mıştı.

381

M A T E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

İkinci Bölüm H IRİSTİYANLIK VE AKILCILIK

Toplumsal kötülük/ere karşı ilaç olarak Hıristiyanlık fikirleri - Mille göre on­ ların açık etkisizlikleri - Do/aylı ve yavaş yavaş gerçekleşen etki - Hıristiyanlık ve toplumsal reform bağlantısı - inancın kısmen destekleyici, kısmen karşı çıkıcı etki­ leri - Ahlakta ve dinde formun önemi - Dinin hakikate sahip olma iddiası - Şiir­ siz akılsal bir dinin imkansızlığı - Papaz Lang bu öğretiye itiraz etmektedir. Birçok kez bugünkü toplumun durumunu, çözülüşünden önceki Antik dünyanın durumuyla karşılaştırdık ve gözlerimizin önünde çarpıcı benzerlikler bulunduğu inkar edilemez: Çağımızda da zenginliğin ölçüsüz artışı var; törele­ rin ve dinin çöküşü var. Farklı devletlerin anayasalarının tümü tehdit altında ve genel ve yakın bir devrim inancı her tarafta yaygın ve derin kökler salmış du­ rumda. Ancak bunun yanında çağımızın güçlü önlemlere sahip olduğu da bir gerçek ve eğer geçiş bunalımının fırtınaları her türlü ölçü yü aşmazsa insanlığın Merovenjler döneminde olduğu gibi tüm entelektüel çalışmasına yeniden başla­ mak zorunda kalacağı muhtemel değil. Sivil toplumun Yeni Ahit'in prensleriyle barışını çok erken bir tarihte yap­ mış olduğu bir gerçektir. Ticaret ve alışveriş, yüksek politika ve Kilise yönetimi gibi davranmıştır. " Özgürlük" üzerine dikkate değer eserinde Mill şöyle diyor: " Bütün Hıristiyanlar yoksulların, mutsuzların ve bu dünyanın talihsizlerinin kutsanmış olduğuna, bir zenginin cennete girmesinin bir devenin iğne deliğin­ den geçmesinden daha zor olduğuna, eğer yargılanmak istemiyorsak başkasını yargılamamamız gerektiğine, yemin etmenin bir günah olduğuna, yarın için en­ dişelenmemek gerektiğine, mükemmel olmak için her şeyimizi satmak ve on­ dan elde edeceğimiz parayı yoksullara dağıtmamız gerektiğine inanıyorlar. Bun­ lara inandıklarını söylerken içtenlikten yoksun da değiller. Sürekli olarak övülen ve hiçbir zaman saldırılmayan her şeye inandıkları gibi bunlara da inanıyorlar. Ancak davranışımızı düzenleyen bu canlı inanç yönünde bu öğretilere, ancak onları uygulamak alışkanlığında oldukları ölçüde inanıyorlar . . . M üminler kitle­ si bu öğretiler tarafından kavranmıyor; kalpleri onların hakimiyeti altında bu­ lunmuyor. Aralarında yankılandıklarını duymuş oldukları için onlara karşı kalı­ tımsal bir saygıları var; ancak sözcükleri, işaret ettikleri eylemiere geçiren ve ruhu bu eylemleri kabule ve ifadelere uydurmaya zorlayan inançları yok." Bununla birlikte yüzyıllar boyunca bu aynı ifadelerin tekrarlanmasının, bu sözcüklerin benimsenmesinin, bu düşüncelerin doğurduğu aralıksız döoüşün insanlıkta izleri kalmak zorundaydı. Bütün çağlarda diğerlerinden daha duyarlı 3 82

A H LA K I M AT ERYA L İ Z M VE D I N

ruhlar olmuştur ve eğer tam da Hıristiyan ülkelerinde nihayet ve ancak 1 500 yıl sonra Kilise'nin şekil ve dogmaları gerilerneye başladığı dönemde yoksullara ya­ pılacak yardımlada ilgili düzenli bir örgütlenme ortaya çıktıysa ve kitlelerin yoksulluğunun insanlık için bir ayıp olduğu, ne pahasına olursa olsun bu belanın kökünü kazımak gerektiği fikri geliştiyse şüphesiz bu bir rastlantı değil­ dir. Kilise'nin gücünün doruk noktasında olduğu dönemde, sadaka dağıtımı merasiminin uygulanması amacıyla yoksulluğun deyim yerindeyse korunması ve halkların hiçbir zaman rahiplerin boyunduruğu kadar ağır bir boyunduruk altında iniernemiş olmaları olgusu kafamızı karıştırmamalıdır. Profesyonel din­ darların ahiakla gereğinden fazla uzlaşmayı bilen insanlar olmaları ve Kilise'nin hizmetkarları, kendileri zenginlerin masasına oturup yoksullara durumlarına rıza gösterıneyi öğütlerierken bütün düşüncelerini, bütün eylemlerini ezilen in­ sanlığa · adamış insanların, özgür düşünürler, hatta mevcut kilisenin düşmanları olmuş olması da gözlerimizi kamaştırmamalıdır. Yeni Ahit in ahlakının Hıristi­ yan dünyasının halkları üzerine derin bir etkide bulunduğunu kabulden bu et­ kinin özellikle genel olarak öğretinin lafzıyla en çok meşgul olanlarda kendini göstermesi gerektiği sonucu çıkmaz. Mill ile birlikte bu sözcüklerin genel olarak bireyler üzerindeki etkisinin, özellikle gençliklerinden itibaren bu sözcüklerle içli dışlı olmuş ve onlara, kapsamları üzerinde hiçbir zaman düşünmeksizin veya onlarda başlarıo,-ıçta var olan enerjinin soluğunu hissetmeksizin bazı tumturaklı duygular bağlamaya alışık olmuş olan insanların üzerinde nasıl zayıf olduğunu gördük. Burada geleneksel fikirlerin basit aktarırnlarının tam da şüpheler, kısmi bir muhalefet, yeni ve heterojen düşüncelerin ortaya çıkışı tarafından engellen­ dikleri yerlerde özel bir canlılıkla etkili olduklarının daha muhtemel olup olma­ dığını bilmek yönünde psikolojik bir soruşturmaya girişrnek istemiyoruz. Yalnız şurası saptanmalıdır ki özellikle bu sözler Hıristiyan dünyasında her tarafta yan­ kılandığı ve kuşaktan kuşağa aktanldığı için onların gerçek anlamı, iletilen ener­ jisi pupa yelken eski fikir çağrışımlarına dalan bir zihin gibi içinde fılizlenebile­ ceği yeni bir alanı temsil eden bir zihni de yakalayabilirdi. Bütünü göz önüne aldığımızda XIX. yüzyılda toplumu ezilen kitlelerin lehine olmak üzere değiştir­ mek yönünde girişilen şiddetli, hatta devrimci çabaların, bu çabaların sahipleri­ nin başka bakımlardan bugün Hıristiyanlık diye anılmaktan hoşlanılan şeye karşı savaş verdiklerine inanmalarına karşın, Yeni Ahit in fikirleriyle sıkı bir bağ­ lantı içinde olması çok muhtemeldir. Tarih, XlV. yüzyıl reformcularının aşırı solcuları tarafından gerçekleştiritmiş olan dinsel ve komünist fikirlerin karışı­ mında bu bağlamının bir kanıtını vermektedir. Maalesef en saf formlar bugün henüz ne tam olarak bilinmekte, ne de değerlendirilmektedir. Kaba renkler al­ tında bize nakledilen münferit karikatürler ise bu dönemin baskın genel düşün­ celeri temeline dayanmamaktadır. Katolik partisinin değerl.i insanları bile bu fi'

'

383

M A T E RYALİ Z M İ N TARİ H İ

kirlerin etkisinden kendilerini kurtaramamışlardır. Thomas Morus komünist eğilimli " Ütopya" sını şaka olsun diye değil, dar anlamda imkansız durumları tasvir etmek yoluyla da olsa çağdaşlarının zihni üzerine etkide bulunmak ama­ cıyla yazmıştır. Ütopya onun için başka bir biçim altında anlatmaya pek cesaret ederneyeceği ve gerçekte çağını çok aşan fikirlerini yayma aracı olmuştur. Böyle­ ce o, bugün ilkesinin evrensel olduğu kabul edilen dinsel hoşgörüyü savunmuş­ tur. Onun fikirlerini paylaşan dostu Louis Vives'in ölçülü bir biçimde Alman köylü savaşlarının komünist şiddetine karşı yazılar yazdığı bir gerçektir. Ancak bu aynı adam, yoksulların bakımının sadakanın tesadüflerine bırakılmaması ge­ rektiğini açık olarak söyleyen ilk insanlardan biri olmuştur. O Hıristiyanlar ara­ sında ödevin, sivil toplumun düzenli kurumlarla yeterli ve sürekli bir biçimde yoksullarla ilgilenmeyi talep ettiğini sözlerine eklemiştir.O 1 ) Kısa bir süre sonra önce İngiltere'de yoksullara yapılacak yardım için sivil bir örgüt kurma kararı alınmıştır ve Fransız devriminden bu yana medeni nikah, sivil vaftiz ve diğer benzeri kurumlar gibi kilise yasalarına aykırı görünen bu kurumun kendisi ko­ layca kanıtlanabileceği gibi yine Hıristiyan kaynaklıdır. Bir fikrin bu tür değiş­ meleri .kültür tarihinde seyrek değildir ve Hegel gibi her şeyi zıddına dönüştür­ meksizin büyük bir düşüncenin kararlı eyleminin çoğunlukla dönemin diğer unsurlarıyla farklı bir biçimde birleşerek tamamen karşıt bir yön aldığı i tiraf edilmelidir. Aynı şekilde Comte'un ahlakının ilkelerinin Hıristiyanlığın ilkele­ riyle benzerliği de bizi şaşırtmamalıdır. Comte'da dinsel bir atılımı görmemek imkansızdır ve Fransız komünizmiyle İngiliz komünizminin ortaya koyduğu olayların çoğunluğu, bu benzerlik özelliğine sahiptir. Her şeyden önce burada servetini yoksullar için feda etmiş ve zamanın Hıristiyanlığının kitleleri içine dalmış oldukları sefalerten kurtarmaya muktedir olmadığı inancından ötürü şeh va ni ve kibirli dindarlar tarafından mahkum edilmiş olan saygı değer O wen anılmayı hakketmektedir. Bencilliğin kabına sığmayıp taştığı, geleneksel dinin maddi ilgilerle barış imzaladığı zamanlarda dinin eski tinsel hayatının soluğunu yakalamış bu tür kişilerin mevcut formları parçalamaları sadece çok doğaldır. O halde çağımızia antik dünyanın çöküş çağı arasında var olan benzerlikler içinde şeylerin eski düzeninden o zamanlar yeni bir inanç cemaatini çıkartan o yaratıcı özlemierin ve birlik ihtiyacının bulunması imkansız değildir. Ancak burada sos­ yal bilimlerin halkların hayatını bir dinin kurallarının yapabileceğinden daha doyurucu bir biçimde düzenlemeyi öğrettiğinden bu yana, dinlerin artık moda­ sının geçmiş olduğu iddiasıyla karşılaşmaktayız. Oysa sosyal bilimlerin hiç ol­ mazsa benzeri bir etkiyi henüz meydana getirmediklerini gördük. Evet onlar ( l l) "Encydopaedie des gesammten ET?iehwıg und UnterrichtswesenJ', IX. cih, özellikle s. 76 1 ve devamında Vives üzerine makaleme bkz.

384

s.

737-8 14,

A H LA K ! M A T ERYA L İ Z M V E D İ N

güçlü ve ihtiraslı bir rahipler sınıfının halkların ekonomik, entelektüel ve moral gelişmesini engeliernekte katkıları olduğunu, aydınlanma ve eğitimdeki ilede­ rnelerin genel olarak rahiplerin sayı ve etkisini azaltmak sonucunu doğurduğu­ nu, basit olarak lafza önem veren inançtan ayrılamaz olan batı! itikat zayıfladık­ ça ağır suçların azaldığını göstermeye muvaffak olmaktadır. İnanç ve inançsızlı­ ğın toplumda insanların davranışını, bu davranışın dışsal olarak belli önemi olan fıillerle kendini göstermesi bakımından pek fazla etkilemediğini biliyoruz. inançlı veya inançsız, ahlaksal veya ahlak dışı, hatta kriminal olarak, ilkeleriyle bağlantısı nadiren görünür olan ve hatta o zaman da fıkirlerin çağrışımının ikin­ ci_! bir sonucu olarak görünen nedenlerle eylemde bulunmaktadır. Farklı olan yalnızca psişik süreç biçimidir. Biri Şeytan'ın ayartmasına yenik düşer ve akl-ı selimini korumaya devam ederken yukarıdan bir sözde esinienmeyi izlediğine inanır. Diğeri soğuk bir havailik veya tutku sarhoşluğu içinde günah işler. Din­ dar canilerin iki yüzlü varlıklar olarak göz önüne alınmaları doğru değildir. Di­ nin dış bir maske ödevi gördüğü durumlar bugün nadirdir. Bunun tersine çoğu durumda en utanç verici eylemler gerçekten derin bir dindarlık duygusuyla bir­ leşmiş bulunur. Bu düşüncenin · kusursuz dindarlarınki gibi yukarıda Mill'in kavramlarıyla tanımladığımız zayıflıklardan da etkilendiği bir gerçektir. Dinsel duygularla sürekli meşgul olmaktan çoğu zaman ahlaksal bir kızgınlığın ortaya çıkması da söz konusu olabilir. Ancak şüphesiz her zaman durum bu değildir ve çoğu zaman inanç, bir karakterin enerjisini hayranlık verici bir biçimde keskin­ leştirir görünmektedir. Böyle olmasaydı bir Luther'in, Cromwell'in yapısını na­ sıl açıklayabilirdik? Bilimsel olarak inanç veya inançsızlığın ahlaksal sonuçları hakkında saptanmış hiçbir şey yoktur. Çünkü inanç konusunda şekle köle olan halkların ahlaksal bakımdan göreli olarak daha büyük kabalığı aslında hiçbir şeyi kanıtlamayan dolaylı bir sonuç olabilir. Bu tür halklarda dinsizliğin en bü­ yük ahlaksızlıkla birlikte bulunmasına karşılık daha aydın toplumlarda en fazla rahatsız edici şeyler, müminlerin ahlaksal töreleridir. İstatistik bize bütün diğer şeylerin eşit olması durumunda Almanya'da protestan devletlerde daha fazla al­ datmanın, katolik devletlerde ise şahıslara karşı daha fazla şiddetin varlığını gös­ termektedir. Ancak bütün bu olgular kalplerin derinliklerinde olup biten şeyler hakkında yargıda bulunmamıza izin vermemektedirler. Çünkü yakından bakıl­ dığında daha büyük sayıdaki aldatma vakalarının daha büyük sayıdaki ticari iş­ lemlere karşılık olduğu görülecektir. Şahıslara karşı daha büyük şiddet olayları­ na gelince, onlar da Meryem'in Tanrı' dan hamile kalması inancından değil kili­ se yönetiminin baskısı ve onun sonucu olarak yoksullukla ilişkili eğitim noksan­ lığından kaynaklanmaktadır. Ahlak istatistiğine ilişkin sayılardan sonuçlar çıkar­ manın ne kadar güç olduğunu yukarıda gördük ve bundan dolayı burada biz bazı ilginç noktaların özel eleştirisine girmeyeceğiz. Çünkü bizi meşgul eden so385

M ATERYALİ Z M İ N TA R İ H İ

runla ilgili olarak nihai sonuç her halükarda olumsuz olacaktır. Bütün inançsız­ Iarın ahlaksal bak ından bozuk oldukları yönündeki kilise kuramının deney ta­ rafından doğrulanmadığı kesindir. Aynı şekilde inancın ahlaksal bakımdan teh­ likeli olduğunun kanıtlanamayacağı da açıktır. Dünya tarihine bir göz atarsak sadece ahlaksal değil, entelektüel ilerlemelerimizi de Hıristiyan Elkirlerin büyük ölçüde yavaş, ancak sürekli eylemine izafe etmemiz gerektiği, ancak bu fıkirlerin bütün etkinliklerini yalnızca bir ağacın tohumunun, sert kabuğu içinde bulun­ ması gibi içine kapatılmış olduğu kilisesel ve dogmatik formu kırmak suretiyle ortaya koyabilecekleri bana tartışma götürmez görünmektedir. Hıristiyanlığın bu yararlı etkisiyle ilgili madalyonun öteki yüzünü kalplerde dogmaların ve kilisenin kalıcı ve mutlak hakimiyetinin kendileriyle temellendi­ rildiği öğreti ve kurumlarda aramak gerekir. Her şeyden önce zihinleri baskı al­ tında tutarak ve rahiplerin kibir duygularını geliştirerek çağdaş uluslar için sayı­ sız felaketiere yol açmış olan şey, Hıristiyan dogmaları çevresine erken bir tarih­ te ithal edilmiş olan tüm insanlığın lanetlenmiş olduğu ve cehennemde insanla­ rı ebedi cezanın beklediği öğretisi olmuştur. Kilisenin sahip olduğu çözme ve bağlama hakkı, hiyerarşinin köşe taşı olmuştur ve hiyerarşinin kendisi de bütün biçimleri ve dereceleriyle çağdaş ulusların belası olmuştur. Görünüşte kırılmış olduğu yerlerde bile yükselme hırsı, bir kast olarak göz önüne alınan rahipler sı­ nıfının hakim tutkusu olmuştur ve dinsel düşüncelerle kilise geleneklerinin zen­ gin kaynakları çok büyük bir başarıyla kendisini her türlü büyük düşüncenin doğrudan eylemine duyarsız kılacak ölçüde zihni zincire vurmak için kullanıl­ mışlardır. Böylece tarihsel Hıristiyanlık bir yanda az sayıda seçkinler ve gerçek­ ten özgür zihinler, öbür yanda ezilmiş ve aptallaşmış kitle arasında bir uçurum meydana getirmiştir. Bu, maddi alanda sanayileşmenin doğurduğu olayın tinsel alandaki karşılığıdır ve ulusal hayatta meydana gelen bu kopukluk orada olduğu gibi burada da bugün büyük hastalığın nedenidir. Ahlaksal bakımdan bir dinin özelliğini teşkil eden şey, onun ahlaksal öğre­ tisinden çok bu öğretiyi zafere ulaştırma çabasının biçiminde bulunur. Materya­ lizmin ahlakı, bu ahiakın zafere ulaştırmaya çalıştığı öğretilerinin biçimine ka­ yıtsızdır. O her bireysel unsurun maddesi, içeriğiyle ilgilenir; öğretilerin belli ahlaksal özelliğe sahip bir bütün oluşturma tarzıyla ilgilenmez. Bu özellikle çı­ kar ahlakında kendini gösterir. Çıkar ahlakı en elverişli durumda bize kalıcı çı­ karı geçici çıkarın, önemli olanı, önemi olmayanın üzerine koymayı öğreten bir vicdan bilimidir (casuistique). O halde ekseriya teşebbüs edildiği gibi bütün er­ demlerin bencillikten çıkarılması sadece sofıstçe değildir, aynı zamanda soğuk ve sıkıcıdır. Ancak diğerine karşı doğal sevgi ilkesine dayanan ahlak da daha önce gösterdiğimiz gibi sadece fiziksel materyalizmle gayet iyi bir biçimde uyuş­ ınakla kalmaz, aynı zamanda materyalist bir özellik taşır ve kendisine göre insa386

A H LA K I MAT E RYA L İ Z M VE D I N

nın benzerleriyle ilişkilerini düzenlemeye ve genel olarak fenomenler dünyasın­ da uyum tesis etmeye çalıştığı ideal ortada olmadıkça bu özelliğini korur. Ahlak sadece sempati duyguları pratiğini vurguladığı ve bize benzerlerimizle ilgilenme­ mizi ve onlar için çalışmamızı tavsiye ettiği sürece, açık bir biçimde bencillik ye­ rine fedakarlığı tavsiye etse bile, özü itibariyle materyalist bir çizgiyi korumaya devam eder. Formel bir evrim ancak bütün çabaların merkezine bir ilke konul­ duğu zaman gerçekleşir. Ahlakı maddi olarak Comte ve Mill'in ahlakına çok yaklaşan, ancak bir parçasını oluşturduğumuz bütünün uyumuna ilişkin acıma­ sız ve sarsılmaz talebiyle ahlak yasasını a priori bir veri kabul etme:;i bakımından genel çıkar kuramından çok açık bir şekilde ayrılan Kant'ın durumu budur. Bu kuramın doğruluğuna gelince, o muhtemelen kategoriler kuramının doğruluğu­ nun aynı olacaktır. ilkenin dedüksiyonu kusurludur; ilkenin kendisi iyileştirile­ bilir. Ancak bu bütüne ilişkin ilginin tohumu yapımızda deneyden önce bulun­ malıdır; çünkü aksi takdirde ahlaksal deneyin başlangıcı tasarlanamaz. Ahiakın ilkesi a priori'dir; ancak o hazır ve şekillenmiş vicdan olarak değil, özünü ve faa­ liyet tarzını ancak kendi bedenimizin doğasını tanımayı öğrendiğimiz tarzda yani yavaş yavaş, a posteriari bir tarzda ve kısmi olarak tanımayı öğrendiğimiz asli doğamızın istidadı olarak mevcuttur. Ancak bu bilgi gerçeğin sadece bir cep­ hesini içeren belli bir ilkenin ifade edilmesiyle engellenmez. Burada, hiç olmaz­ sa kuramsal olarak, fiziksel araştırmalarda kabul edilen şeyin, yani ilerleme için fikrin deney kadar önemli olmasının kabul edilmesi gerekir. Ancak basit ola,rak doğru ahlak felsefesini bilmenin değil, sadece kendini asil ve iyi eylemiere bırak­ manın önemli olması ölçüsünde bilgi alanında deneyeiliğin basit çarkları yanın­ da gerçek hareket ettirici güç gibi görünen fikir daha yüksek bir önem kazanır. Ancak burada yeniden hareket ettirici fikrin sık sık yanılıp yanılmadığı sorulabi­ lir ve özellikle dinsel sistemler karşısında şu soru sorulabilir: Kendimizi basit olarak doğal sempatinin asilleştirici eylemine bırakmak ve böylece yavaş, fakat emin bir biçimde ilerlemek, geçmişte insanları çoğu kez en korkunç bağnazlık­ lara sürüklemiş olan peygambersi sesleri dinlemekten daha iyi değil midir? Dinlerin başlangıçta ahlaka hizmet etmek gibi bir amacı yoktur. Doğanın güçlü olayları karşısında duyulan korkunun ürünleri, hayal gücünün, barbar eğilimlerin ve fikirlerin ürünleri olan dinler doğa halinde bulunan halklarda en kaba biçim altında bile basit çıkar çatışmasının doğurması mümkün olmayan bir vahşilik ve saçmalıkların kaynağıdırlar. Bu şekilsiz uns . rlardan ne kadarı bu­ gün de uygar halkların dinini kirletmektedir? Bu soruya Epikuros ve Lucreti­ us'un görüşleriyle cevap verebiliriz. Çünkü antik mitolojinin yüce yanlarıyla gözleri kamaşmış olan bizler İlkçağ toplumlarının dininin özüne doğrudan doğ­ ruya ancak güçlükle nüfuz edebilmekteyiz. Bununla birlikte mutlak güce sahip doğa üstü varlıklara inanç, ahlak fikirlerinin doğal gelişmesine önemli bir birleş387

M A T E RYA L İ Z M İ N T AR İ H İ

me noktası sağlamış olmalıdır. Bütünün, insanlığın bütününün bireye karşıdığı doğa halinde bulunan insan için anlaşılması zor bir şeydir. Fakat insanlığın dı­ şında ·intikam alıcı bir varlık fikri burada erken bir tarihte rasarlanabilirdi. Ger­ çekren cinayeHen suçlu insanları cezalandıran bir Tanrı fikri henüz kaba kav­ rarnlara ve bazen korkunç ridere sahip halklarda bile görülmektedir. Kültürün gelişmesiyle tanrı tasarımları mükemmelleşmiştir ve başlangıçta korkunç veya hayırhah bir doğa gücünü temsil eden tanrıların yavaş yavaş daha kesin ahlaksal bir anlam kazandıklarını görmekteyiz. Böylece antik Yunan'ın klasik dönemin­ de tanrıların başlangıçta ahlaksal anlamları yanında sahip oldukları doğacı anla­ mın izlerini keşfermekreyiz. Bu iki karaktere paralel olarak halkın kaba boş inançlarında meydana gelen ve Yunan şiiri ve heykelinin muhteşem geleneğine bakarsak tahmin edebileceğimizden daha fazla dinin gündelik pratiklerinde kendisini gösteren soysuzlaşmayı gözlernek bizim için kolaydır. O halde din halkın karakterine karşılık olarak orijinal biçimler alunda ideal bir dünyanın de­ ğişik imajlarını verirken aynı zamanda moral ilerlemeye katkıda bulunabilir ve korkuları kursallaşrırabilir. İnsan düşüncesinin yaraumlarında bütünün parçayla ilişkileri antik proble­ mi rekrarlanmakradır. Mareryalizm cisimler dünyasını aromlara indirgediği gibi dinin tinsel formlarını unsurlarına ayrışurmakran asla vazgeçemeyecekrir. Onun için dini oluşturan hayal gücü, korku, yanlış akıl yürütmelerdir ve din bu ayrı nedenlerin ürünüdür. Eğer o dine ahlaksal bir eylem yüklerse, bu eylemi geçiş­ lerle doğal ahlakran doğaüstü fikirlere geri götürecekrir. Dinin Onaçağ'da bin­ lerce insanı H açlı seferlerine sürüklernesinde ve çağımızda Mormonları savaşlar ve mahrumiyeder alunda Tuz gölü çölüne sığınmaya irmesinde, Müslümanlı­ ğın bir şimşek hızıyla ulusları dönüştürmesi ve kıraları kaynama haEne gerirme­ sinde Reform'un tarihte yeni bir dönem açmasında olduğu gibi ister iyi ister kötü yönde ekseriya insanlar üzerinde büyük erkide bulunması, bütün bunlar materyalist için ancak duyarlılık, turku, yanlış veya eksik bilgi faktörlerinin özel olarak erkili bir bir araya gelişlerinden başka bir şey değildir. Buna karşılık biz burada dış şeylerde olduğu gibi nesnenin değer ve özünün şu veya bu faktörleri­ nin basit olarak bir bir araya gelmesi olayından ibaret olmayıp, onların bir araya geliş tarzlarında bulunduğunu haurlayacağız ve bizim için pratik bakış açısın­ dan en önemli olan bu ra.rz, soyut faktörlerde değil, ancak asıl anlamında bü­ ründe görülebilir. Arisroreles'i maddeden çok forma, kısımlarından çok bütüne öncelik ranımaya iren şey, onun derin bir biçimde pratik olan doğası, ahlak duygusu olmuştur ve pekin araştırmalarda ona sürekli olarak karşı çıkıyorsak ve bütünü parçalarıyla, formu - elimizden geldiği kadar - maddi unsurlarıyla açık­ lamaya her zaman mecbursak da Kant'ran bu yana bu sürecin tüm zorunluluğu­ nun analiz için yapılmış anlığımızın yapısının bir yansımasından başka bir şey 388

A H LA K I M A T ERYAL I Z M VE D I N

olmadığını, onun hiçbir zaman verilmiş olan bir problem karşısında gerileme­ mesi gerekmekle birlikte bu sürecin hiçbir zaman tam olarak amacına ulaşma­ yan sonsuza giden bir süreç olduğunu biliyoruz. Aynı çelişkinin bir bütünün bitmiş ve özel doğasıyla onun kısımları yardımıyla yaklaşık açıklaması arasında her zaman var olduğunu biliyoruz. Bu çelişkide şeylere tüm, bitmiş, tamamlan­ mış olarak yalnızca şiir yoluyla; kısmi, yaklaşık olarak, bununla birlikte göreli bir kesinlikle ancak bilgi yoluyla ulaşrnarnıza imkan veren yapımızın doğasının yansıdığını biliyoruz. Evrensel tarihin bütün yanlış anlamaları, bütün hataları gerçekte şiirin ürünleri, bir iç sesin emirleri, bir dinin vahiylerinin mutlak haki­ katler olarak bilginin sağladığı doğrulada çarışma haline sokulrnası veya onlara halkların bilincinde herhangi bir yer vermenin reddedilmesi s uretiyle bu iki ta­ sarım tarzının birbirine karıştırılmasından ileri gelmekte değil midir? Şüphesiz. Şiirin ve vahyin bütün ürünleri bilincirniz için bu tasarım imgelerinin kendile­ rinden doğdukları koşulların kendileriyle birlikte bilincimize girmemeleri anla­ mında rnutlaklık, doğrudanlık karakterine sahiptirler. Şüphesiz öte yandan iti­ raf etmek gerekir ki maddi içeriklerine kesin bilginin ölçütünü uygularsak bü­ tün fiksiyonlar, bütün vahiyler basit olarak yanlışurlar. Bu rnutlağa gelince onun ancak imge olarak, dünyamızın ötesinde bulunan ve hiçbir zaman bilerne­ yeceğirniz bir mudağın sembolü olarak değeri vardır. Bu yanlışlar, gerçeğin bu bilinçli unututmaları ancak onlara maddi bilgilerle aynı değer yüklendiği zaman zararlıdırlar. Bundan dolayı din belli bir kültür ve dindarlık derecesini birleşti­ ren dönemlerde daima sanattan ayrılmaz bir şey olmuş, buna karşılık öğretileri kesin bilimle karıştığında bir gerileme veya kuruluk sembolü olmuştur. Birinci­ de tasarımların gerçek değeri formda, deyim yerindeyse tasarımların mimarisi­ nin stilinde ve tasarımlar mimarisinin ruhta meydana getirdiği izlenirnde bulu­ nur. ikincide ise bunun tersine bütün tasarımların ister yalnız başlarına ister birleşik olarak maddi bakırndan doğru olmaları gerekir. Ancak dinin ne pahasına olursa olsun hakikat içermesi istenmektedir. Onun insani bilgiden değilse bile hiç olmazsa üst bir sezgiden, insana Tanrı ta­ rafından açınılanmış şeylerin özüne ilişkin bir bilirnden çıkması istenmektedir. Bu konudaki düşünederimizi yeteri ölçüde açıkladık: Yöntemli bilirnin sonuç­ ları karşısında dinsel bilgilere hiçbir biçimde eşitlik, tabii haydi haydi üstünlük tanıyarnayacağırnızı söyledik ve biz dinin sanada ve metafizikte ortaklığı tezinin fazla uzak olmayan bir gelecekte benirnseneceğine inanma eğilirnindeyiz. H atta bize öyle geliyor ki bu ilişkiler en açık dindarlarca genellikle itiraf edildiğinden daha büyük ölçüde kabul edilmekte veya hiç olmazsa sezilrnektedir; Bütün din­ lerin müriderinin büyük kitlesi muhtemelen bir peri masalını dinleyen çocukla­ rın ruh yapısına benzer bir ruh yapısı içindedirler. Gerçeklik ve tanışma kabul etmez kesinlik hakkında tam erkeksi duygu henüz gelişrnerniştir. Ancak bu duy389

M A T E RYA L I Z M I N T A R İ H İ

gu hakim olduğunda bu hikiyelere inanmak bir yana bırakılacaktır; çünkü o za­ man hakikati bilmek üzere farklı bir ölçüte sahip olunacaktır. Şiir sevgisine ge­ lince, insanlığın her üyesi hayatının bütün dönemlerinde ona sadık kalacaktır. Eskiler şairde tümüyle konusu tarafından doldurulmuş, zihnin kendisini alıp sıradan gerçeklikten uzaklaştırmış olduğu çoşkulu bir peygamberi görmek­ teydiler. Bu, fikir tarafından alınıp kaçınlma durumu dinde de var olma hakkı­ na sahip değil midir? Eğer kendileriyle ilgili olarak şeylerin gündelik gerçekliği­ nin ortadan kalkacacağı ölçüde derin bir biçimde bu heyecanlara gömülmüş ruhlar varsa, onlar zihinlerinin duyduğu deneyin canlılığı, sürekliliği ve etkinli­ ğini "hakikat" sözcüğünden başka neyle ifade edebileceklerdir? Şüphesiz bu "ha­ kikat" sözcüğü ancak imgesel (mecazi) bir anlama sahiptir; fakat bu, bütün gü­ zelliği ancak bir imgenin bir yansıması olarak bir değer ifade eden gerçeğin ken­ disinden daha fazla değer verilen bir imgenin anlamıdır. Sadece ismen Hıristi­ yan olan birinin kafasından, din kitabının belleğinde bırakmiş olduğu öğretinin boş lakırdılarını mantığın yardımıyla silip atabilirsin. Ancak bir mümine iç ha­ yatının değerini reddettiremezsin. Ona yüz defa duyduğu şeyin ancak öznel bir duygu olduğunu söyleyebilirsin; o senin öznel ve nesnellerinle cehenneme kadar yolun olduğunu söyleyecektir. O ölümlü ağzının bir üfleyişiyle yüksek mazgal­ larının İsa'nın ışığı ve T ann'nın ebedi ihtişamıyla parladığını gördüğü Sion'un duvarlarını yıktığım iddia eden senin saflığınla alay edecektir. Mantık gibi inanç fakiri olan kitle, peygambersi bir inancın gücünü aritmetik bir işlemin ka­ nıtı gibi doğrunun ölçütü olarak alır ve öte yandan dil halka ait bir şey olduğu için bu andan itibaren ve geçici bir süre için "hakikat"sözcüğünün çift kullanı­ mına tahammül etmek bizim için zorunluluk olacaktır. Bana burada çift girişli muhasebe defterinden bahsedip durmayın. İki kere reddedilmesi gereken bu kavram önce anlaşıldığına göre hayatında hiçbir zaman bir tüccar defteri görmemiş ve her halükarda üçlü bir karşılaştırmadan (tertium comparationis) başka her şeyi düşünen bir profesör tarafından icat edilmiş olan yanıltıcı bir ad taşımaktadır. Sonra gerçeklikle ilgili olarak da o biraz yukarıda betimlediğimiz üzere çocuk masallarının alaca karanlık alanına aittir. O, bilim­ sel bir çalışma alışkanlığı edindikten sonra kendi uzmanlık alanına giren şeylerle ilgili o larak yöntemli ve bilinçli bir biçimde doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü­ nü kazanmış olan, ancak doğrunun gerçek ölçütünü henüz başka alanlara nak­ letmeyi bilmeyen, bu alanlarda geçici olarak bulanık duygularına en fazla uyan şeyi doğru kabul eden insanların bakış açısına karşılık olmaktadır. Filozof " haki­ kat" sözcüğünün ikinci anlamının kullanılmasına izin verebilir. Ancak onun imgesel anlamda alındığını asla unutmamalıdır. Hatta o ideal içeriğinin halkı­ mız için hala bir değeri olduğuna ve bu değerin akılcılığın formlara karşı düşün­ cesiz bir saldırıdan sağladığı faydadan daha fazla zarar gördüğüne inandığı tak390

A H L A K İ M AT E RYA L İ Z M VE D İ N

dirde, dinin "hakikader"ine kör bir areşlilikle karşı çıkılmamasını da ravsiye edebilir. .Ancak o bundan ileri gidemez ve onun doğaları gereği zamanla değişen öğretilerin insani bilgilerin kalıcı hazinesini göz önüne alan herhangi bir kiraba kaydedilmesine izin vermemesi gerekir. Bilimin ilişkilerinde sürekli olarak çoğa­ lan, ancak parçalar olmakran çıkmayan hakikar parçalarına sahibiz. Felsefenin ve dini n fikirlerinde hakikati gözümüzde rümüyle remsil eden, ancak her zaman biçimi bakımından anlayışlarımızın bakış açısına göre değişen basir bir imge olarak kalan hakikar imgesine sahibiz. Peki o halde Kam'ın akılsal dini nerededir? Akılcılar, Kam veya çağımızın özgür toplulukları, kelimenin en dar anlamında hakikati öğreten ve boş inançla­ rın her rürlü cürufundan veya Kam'ın dediği gibi boş inançların saçmalığından ve bağnaz düşlerin deliliğinden kunulmuş olarak sadece dinin ahlaksal amacını göz önüne alan bir din kurmaya muvaffak olmadılar mı? Bu soruya cevap, hakikar sözcüğünü alışılagelen anlamında aldığımız, me­ cazi anlamda almadığımız takdirde kesin bir "hayır"dır. Hiçbir kanıdamaya müsair olmayan dogmaları olmayan bir din yokrur. Eğer Kanr'la birlikre akıl­ dan, ideleri rasarlama yerisini anlarsak, eğer kanıdama yerine ahlaksal kursamayı koymakla yerinirsek, ahlak tarafından kursanan her şey aynı hakları kazanır. Hana bu takdirde Kam'ın minimumundan, yani Tanrı, ölümsüzlük ve özgür­ lükren bile vazgeçebiliriz. Özgür ropluluklar bürün bunları armışlardır. Bu top­ lulukların vaz ermiş oldukları ilkelerden de vazgeçebiliriz. Sonuçta insanın genel özelliklerine veya başka herhangi bir kanıra dayana­ rak bu öğretilerden yoksun olan bir toplumun zorunlu olarak ahlaksızlığa düşe­ ceceği kanıdanmış olmadığı takdirde bürün bu öğretilerden vazgeçebiliriz. Ama örneğin bugünkü durumunda Almanlarınki gibi belli bir roplum söz konusu ol­ duğu takdirde ahlaksal ilişki bakımından en değerli kavramların oluşturduğu demerin Kam'ın akılsal dine remel olarak vermeyi düşündüğünden daha çok sa­ yıda kavram ralep ermesi mümkündür. Bu - kaba bir deyim kullanmak gerekir­ se - bir zevk meselesidir. Şüphesiz o bir bireyin öznel zevki değildir, kavramla­ rın çağrışımının hikim biçimini ve sonsuz sayıda erkenin eyleminin doğurmuş olduğu ruhun belli bir yapısını belirleyen halkların kültürünün bütününün zev­ kidir. Geçen yüzyılın akılcıları, dönemin emelekrüel bir ariswkrasi kurmaya gö­ türen genel eğilimini paylaşmakraydılar. Halkın çıkarlarını gelenekçilerden daha areşii bir biçimde önemsemekle birlikte onlar gene de hareker nokrası ola­ rak aydın sınıfların ihtiyaç ve özlemlerini almakraydılar. Onlar ramamen doğru olan bir dini mümkün görmekreydiler; çünkü doğru eleştirilere imkan veren her şeyi bir kenara amkran sonra geride mu dak olarak hiçbir şeyin kalmayacağı­ na henüz yererli ölçüde ikna olmamış idiler. Her halükarda bunu Kam'ran öğ391

M A T E RYAL I Z M I N TARİ H İ

renebilirlerdi. Ancak Kant, dinin salt ahlaksal temeli görüşüyle çok küçük bir insan grubu tarafından anlaşılmıştı. Bundan dolayı zamanımııda her türlü yan­ lıştan arınmış bir din anlayışına geri dönülebildi. Hakikat hakkında en yüce bir duygudan esinlenmiş bir broşürde ("halka açık bir mektuba cevap", 1 860) Uh­ lich, akılcı Hıristiyanlığın Protestanlıktan tam bir ayrılmaya gidişinin özgür topluluk kurucuianna nasıl ileri doğru önemli bir adım attırdığını çok iyi tas�ir etmektedir: "Eğer kilisemizde aklımız ve vicdanımızın uzun zamandan beri ken­ disine karşı çıktığı şeyi dışarı atmış olursak, geri kalanın temel ve biçim bakı­ mından bizi tatmin edeceğini ve bizim için gerçek ve mutluluk verici dini teşkil edeceğini düşünüyorduk. Ancak yavaş yavaş şunu anladık ki din alanında birey­ sel düşünceyi doğru olarak kabul edip ödev olarak uyguladıktan sonra gelenek­ sel olan her şeyi, hatta başlangıçta şaşırtıcı görünmeyen şeyi, ezeli-ebedi hakikat ilkesi üzerine dayanıp dayanmadığını görmek üzere dikkatle incelememiz gerek­ mektedir" Ama özgür toplulukların dininin kendisine dayanması gereken bu ezeli-ebedi hakikat ilkesi nedir? O, bilimin kendisi ve öncelikle de doğa bilimi­ dir .. Uhlich dini "bilimlerin bilimi" olarak adlandırmaktadır. O örneğin bilinçli bir alem ruhu gibi sadece ihtimal veya önsezi üzerine dayanan her türlü teoremi reddetmektedir. Hakikatin "insan ruhunda gerçeğin; şeyleri, güçleri, yasaları ve olaylarıyla gerçek dünyanın yansıması" olduğunu söylemektedir. Araştırmaların sınırları dışında bulunan şey, dine de ait olamaz. Bundan başka din, ona göre ahlaksal bakış açısından "insanlığın ezeli-ebedi bir düzeni veya daha doğrusu kendisine boyun eğmesi gereken kutsal bir gücü tanıması" dır. "ihtiyacını hisset­ tiğimiz tek şey," bir doğru, iyi ve güzelin alanının teşekkülüdür. O halde tüm öğretinin temeli, ahlaksal kısımla entelektüel kısmın buluşma noktasında, ken­ disiyle kesin bilimsel bilginin ahlaksal eyleme ulaştığı ilkede bulunmaktadır. Şimdi bu ilke doğrunun, iyinin ve güzelin birliği ilkesidir. B u ilkenin etkisi so­ nucu hakikatle daha tam ve daha soylu bir insanlık (ve vice versa) da elde edilir. Bu iki şey de birlikte bizi en yüksek güzelliğe, en saf neşe ve mutluluğa götürür­ ler. O halde burada sözcüğün bütün anlamında sadece kanıtlanmış olmamakla kalmayan, aynı zamanda dikkatle incelendiğinde doğru da olmayan bir dogma karşısında bulunmaktayız. Ancak fikir olarak devam ertirildiğinde o, bütün di­ ğer dinsel fikirler gibi insanı yüksek duygulara ulaştırabilir ve duyular dünyası­ nın sınırları üzerine yükseltebilir. Gerçeklik anlamında hakikat sadece güzellikle bir düşmemekle kalmaz, hatta onunla açık bir zıtlık oluştunır. Güzel olan her şey şiirdir; araçsız olarak duyuların konusu olan şeyin kendisidir. Çünkü duyu­ ların temel faaliyetine bir önceki bölümde gördüğümüz üzere zihnin ürettiği bir harç eklenir. Dolaysız temaşa eyleminde sanatçı, nesnesini, sanatçı olmayan daha az duyarlı insandan daha güzel görür ve gerçekçi ressamlarımız idealistler­ den ancak eserlerinde gerçeğe ilişkin daha fazla nitelikleri kabul etmeleri ve esas 392

A H LA K ! M A T ERYA L İ ZM VE D İ N

fikri, nesnenin saf fikrini, onun çeşidi hallerinin fikirleriyle birleştirip karışur­ malarıyla ayrılırlar. Onları hiçbir şekilde idealleştirmemiş olsalar, artık sanatçı olmazlar. Aşkın gözü, şiirleştirir; kalbin ateşi, şiirleştirir. Eğer bütün bu şiir orta­ dan kaldırılabilirse hayatın hala kendisini yaşanmaya değer kılan bir şey içerip içermediğini kendi kendimize sorabiliriz. Böylece Uhlich'te dinin vazgeçilmez bir parçası olan tüm doğa anlayışı bir şiirden ibarettir. O şöyle demektedir: "Bir gülü incelemek için eğildiğimde hakiki ve gerçek izlenimim ve duygum, Tan­ rı'nın bana oradan baktığı ve bana tatlı bir koku gönderdiğidir" Çok iyi, ancak bu, dua esnasında Tanrı'nın yakınında olduğunu hissettiği ve duasını yerine ge­ tireceğini bildiğinde müminin de hakiki ve gerçek izlenimidir. Onun izlenirni­ nin dış kaynağına karşı çıkılabilir; ama izieniminin kendisine itiraz edilemez. Ancak doğada güzeli ve göreli mükemmeli seyretmek için durduğumda doğa­ nın kendisini güzel ve iyi hakkındaki fikrime çeviriyorum. Ne bir çiçeğin çeneği üzerindeki kuru lekeye, ne yapraklar üzerinde urtılların bıraktığı kırpıntı izleri­ ne dikkat ediyorum ve bahçemde bir çiçek büyüyüp etrafa nahoş bir koku saldı­ ğında aynı şekilde şeytana biraz hayran olmak üzere ondan yararlanmıyorum; onu söküyor ve doğanın bende yüksek duygular meydana getirme konusunda daha da az uygun bir yerine götürüp onu oraya atıyorum. Doğada sırf mükemmel olanı mı yoksa kusurlu olanı mı gördüğüm, güzel hakkındaki kavramımı doğanın içine taşıyıp daha sonra ondan onu bin defa daha büyümüş olarak mı çıkardığım, yoksa her yanda kokuşmanın, bozulma­ nın, yok etme savaşının izlerine mi rastladığım bana bağlıdır. Eğer daha sonra yaşam ve ölümün birbirlerini izlemesini, varlığın bolluğu ve erken ölümü göz önüne alırsam kendimi Baküs kültünün kaynağında bulurum ve en yüksek ide­ alle canlı olan her şey arasındaki zıtlığa fırlamğım bir bakışla kefaret ihtiyacımn tam ortasına düşerim. Bu sözlerimin amacı özgür topluluklar anlamında yüksek duygular uyan­ clırmanın kesin olarak mahkum edilmesi gereken bir şey olduğunu gösteymek değil, onun ancak diğer yüksek duygular uyandırma biçimleri karşısında mutlak bir hakikat ayrıcalığı iddiasında bulunamayacağını göstermektir: Daha az veya daha çok hakikat veya şiir söz konusudur ve özgür toplulukların kurucularının bunu kabul etmek istememelerinden dolayı onların dinsel anlayışları emelektü­ el bakımdan Kant ve Fichte'ninkinin aşağısında olmaktadır. Bununla birlikte bu anlayış bundan dolayı aynı zamanda ancak geleneksel görüşte karşılaşılan bir naiflik havasını kazanmaktadır. Felsefe adına, ilerleyen bilgide gelecekteki dinin temeli olarak, özgür toplu­ lukların yaptıkları gibi iyi niyetle gerçekten hala inanmaya devam edebileceği­ miz bir noktayı, içinde bizim için eleştirisel düşüncenin sonucuyla dinsel duy­ gunun sonucu arasındaki farkın - daha sonraki zamanlarda yeniden ortaya çıksa 393

M A T E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

bile - tamamen onadan kalkacağı bir noktayı seçmek gerektiğine işaret edilmiş olduğu bir gerçektir. Ancak bu dinsel i nancı metafizik inanç üzerine dayandır­ maktan başka bir şey midir? Şimdi eğer bu sonuncu ancak şiirsel fiksiyonla var olabilmekteyse, dinin kendisi neden dolayı metafıziğe ihtiyacı olmaksızın doğ­ rudan doğruya şiirsel fiksiyonla var olmayacaktır? Eğer spekülasyon geleceğin dinsel fikirlerinin bazı despotik karakterlerin öznel eğilimleri tarafından çok faz­ la belirlenmesine - Reform döneminde şüphesiz durum buydu - izin vermeme konusunda katkıda bulunabilirse, eğer o bu fikirlerin tüm kültürel gelişmemizin merkezinden çıkarılmasına, onların sadece kilise tartışmalannın yüzeysel deste­ ğinden derlenmemesine katkıda bulunursa, o zaman onun çalışması memnun­ lukla karşılanacaktır. Yalnız bu durumda arnk naif bir şekilde onlara hakikader olarak bakmak ihtiyacında olmayacağız. l!erici reform teolojisinin bir temsilcisi, sevimli ve belagadi papaz Lang "Bir Hıristiyan Dogmatiği Denemesı"' adlı eserinde(l2) dinlerin "arnk kendilerine ina­ nılmadığı bir za�ıanda her zaman onadan kalknklan", buna -karşılık şiirlerin estetik olarak bizi memnun ettikleri sürece değerlerini koruduklarını söyleyerek bizim bakış açımıza karşı çıkmaktadır. Bugüne kadar kendini mutlak hakikat olarak vaz etme alışkanlığında olan ve çömezlerinin de bir mürninler çevresini oluşturduğu metafizik spekülasyonla ilgili olarak da hemen hemen aynı şeyler söylenebilir. B ununla birlikte en önemli sistemler bile mutlak bir mürit bula­ mamıştır ve Herbart'ın okulunda olduğu gibi böyle bir durum ortaya çıktığında bile o belli bir yoksulluğa ve zihinlerin içinde hareket ettikleri tüm düşünceler (12) Bkz. Lang, " Vmuch einer christlichen Dogmatik. allen denkem/m Christen dargeboml', ikinci baskı, Berlin, 1 868, s. 3-6. - Filozofun "dinsel bir insan olarak" Meryem'in veya kişisel bir Tanrı'nın önünde secde edip ecmediğini bilmenin "tamamen önemsiz" bir şey olduğu görüşüme yöneltilen eleştiri (S. sayfa) insanlığın fikirlerinin hayatında zorunlu bir gelişmenin akışını kabul ettiğimiz görüşüne indirgenmektedir. Herhangi bir şiir bize faydalı olamaz; ancak çağımıza ve kültürümüzün derecesine cevap veren şiir öyle olabilir. - Eğer Lang "çifc defcer tutma"ya geri dönüyorsa, bunun nedeni en kesin beyanlara rağmen bilgi açısından her şeyi tasariama tarzında­ ki tek yanlılıktır. Böylece o şu cümleyi söyleyebilmiştir: "Eğer dünyada inançla bilim arasında bu kadar saçma bir ikilik mevcutsa, dünyanın bilimsel bilgisi mevcut olamaz". Bilim yalnızca bilgiy· le yetinirse neden olamaz? İnanç unsurlarının da hesaba kanlması gerektiğine inanmakta ısrar eden sadece tanrıbilimcidir. "İkili bir dünya, ancak birlikli bir dünyayı bilmesi mümkün olan bi­ limin konusu değildir". Fakat bilim ikili dünyayı bilmemektedir. Çünkü onun için her fikri ya· şam ancak psikolojik süreçlere dayanır. Bunlar ise sonsuz incelikleri ve derinliklerine rağmen gene de son tahlilde bütün diğer psişik olaylarla aynı doğa yasa.larını izlerler. Bu noktaya kadar tekçiliğin talebi mükemmelen haklıdır. Ancak bilgi ve şiir, duyarlılık ve irade, algı ve yaratım iki­ liği de ortadan kaldırılmak istendiğinde bilginin birliği için gece ve gündüzün ikiliğini ortadan kaldırmak istememizde söz konusu olacağı kadar saçma bir biçimde davranmak söz konusu ola­ caktır. O halde ideal ile gerçek arasındaki karşıdık var olmaya devam eder. Bilimsel bilgiye gelin­ ce, onun gerçekle bir ilgisi yoktur. Onun için birlik, ideal dünyanın aynı zamanda psikolojik bir olay olmasından ötürü sağlanmış olur.

394

A H LA K i M A T E RYA L İ Z M VE D İ N

çevresinin belli bir serdiğine tanıklık ermekredir. Kaç rane dini bürün Kamçı ol­ muştur? Sisteminin ününe en fazla katkıda bulunan ve onun etkisini yayma ko­ nusunda en fazla çaba göstermiş olan güçlü kafalar içinde rek bir isim bile zor­ lukla zikredilebilir. Hegel'in sistemi, inananları çevresinin çok öresine erkide bulunmadı mı? En iyi meyvelerini özellikle ram bir özgürlük içinde ele alındığı çevrelerde vermedi mi? Doğrudan izleyicileri arasında belki hiç kimsenin tüm­ dengelimlerinin olduklarını iddia enikleri ölçüde sıkı olduğuna inanmamış ol­ masına karşılık fikir lerinin şiiri iki bin yıl sonra bugün bile hala güçlü erkisi ni göstermeye devam eden Plaron hakkında ne diyeceğiz? Şimdi diniere gelelim. tıkçağ'da Sroacılar yüzyıllar boyunca halkın boş inançlarını ahlak fikirlerinin şiirsel kılığa bürünmüş şekilleri olarak ele almadılar mı? Buna rağmen onlar dinsel yaşamı bütün rahip sınıflarından daha fazla yay­ gınlaşurmadılar mı? Lang'a göre çoktanncılığın ranrılarına ilişkin duyusal tasa­ rımının anık bilginin ilerleyişine yermemesinden, Hıristiyanlığın yerkin tekran­ ncılığında üstün bir hakikarin varlığı kabul edildiğinden J up irer yerini Yeho­ va'ya, Olimpas da yerini Hıristiyan göğüne bırakmak zorunda kalmışur. Fakar Roma impararorları döneminde bilgi gerçekren Sokrares veya Proragoras'ın dö­ neminden çok daha mi ileriydi? Kideler hiç Hıristiyanlığın yayılması dönemin­ de olduğundan daha boş inançlı, büyükler mucizelere daha düşkün, filozoflar hiç daha az misrik olmuş mudur? O halde bu onadan kalkmak zorunda kalmış olan Jupirer ve rüm Olimpas dini gerçekren ne zaman var olmuştur? O binlerce yerel külre bölünmüş olan ulusal dinin amik parçalanmasına karşı zahmedi ça­ balar sarfederek o sırada başlayan akılcılıkla eş zamanlı ve deyim yerindeyse adım adım mücadele ermişrir. Şiire bahşedilmiş olan dini geliştirme ve şekillen­ dirme hakkı şüphesiz sokaklarda ilan edilemezdi; ancak vardı ve Yunan kültürü­ nün rüm çiçeklenmesi, dinsel öğretiler ve anlayışları geliştirmekle meşgul şairler ve filozofları göstermektedir. Şüphesiz yerel bir külne mudak bir inanç ralep edilmekreydi. Ancak bu inanç insanın içinde doğduğu şehrin aziz ilan edilen ge­ leneğine zihnin dindarca boyun eğmesinden başka bir şey miydi? Ve inancın bir şehirden diğerine, bir köyden diğer köye değiştiği ve eğitim görmüş her insanın bürün yerel inançlara hoşgörülü olmayı ve saygı gösterıneyi bir yasa bildiği bir zamanda bundan başka bir şey olabilir miydi? Sonra Hıristiyanlığın yayılması sırasında en aydın kafaların, filozof ve düşünürlerin yeni dini kabul eden ilk in­ sanlar oldukları görüldü mü? Felsefi bilgi büyük şahsiyerlerin din değiştirmeleri tarihinde ana rolü oynamakta mıdır? Halk kideleri yeni dini kabule zorlandıkla­ rını gördüklerinde gerçekren eski rannlara inanınayı bıraknlar mı? Tarih bize büyüyen bir akılcılıkran ramamen farklı bir süreci gösrermekredir: Evrensel bir roplumsal çözülme, halkın bütün rabakalarında kavga ve yılgınlık, genel bir acı ve bu dünyada gerçekleşmeyecek bir kunuluşa karşı dille ifade edilemez bir öz395

M A T E RYAL İ Z M İ N T A Rİ H İ

lem, işte büyük devrimin gerçek nedenleri bunlardır. Akılcılık Jüpiter ve Olim­ pos'a çok rahatlıkla bağlanabilirdi. Böylece onun işi Hıristiyanlığı salt bir akıl dinine dönüştürmeye çalışan bügünkü reformcu tanrıbilimcilerimizin işinden daha kolay olurdu. Lang soruyor: "Reform niçin çok daha renksiz, çok daha az şiirsel bir göğe yerini bırakan katolik göğü, azizleriyle birlikte, ortadan kaldırdı?" Gene cevap bilginin ilerleyişinde bulunacaktır. Ancak biz kendi hesabımıza soralım: Katolik gök niçin Fransızlar ve İtalyanlar kadar aydın uluslarda ortadan kalkmadı? Al­ manya bilimsel bilgi bakımndan diğerlerinden önde olduğu için mi Reform'u gerçekleştirdi veya farklı nedenlerle hiyerarşinin boyunduruğunu ve dinin mut­ lak birliğini kırdığı için mi zamanla diğer ulusları bilgi bakımından geçti? Niha­ yet eğer protestan dünyanın niçin gitgide daha fazla gelenekçilikten uzaklaştığı­ nı kendimize sorarsak ve bunun cevabını bilimsel keşiflerin etkisinde bulursak şu noktayı işaret etmeye mecbur oluruz ki özellikle bu keşifler reformcu tanrıbi­ limcilerin Hıristiyanlık envanterinde korumaya çalıştıkları şeylerle en açık çatış­ ma içinde bulunmaktadırlar. Buna karşılık onlar örneğin kendisini insan türü­ nün kurtuluşu için feda eden Tanrı'nın Oğlu'nun ölümü seçişi gibi öğretilerle çok daha az çatışma içindedirler. Üzerinde bu reform tanrıbiliminin istilacı ma­ teryalizmin hücumlarına karşı ' koymaya çalıştığı dalgalar tarafından dövülen toprak şeridi çok dardır ve eğer bazı dogmalar ayakta tutulmak isteniyorsa başka hiçbir yerde burada olduğu kadar fıkirlerin şiirine ihtiyaç yoktur. Lang'ın ken­ disi bize karşı bir eleştirisini yönelttikten hemen sonra dinsel ihtiyaçlarının ken­ disini baba Tanrı'nın adını yardıma çağırmaya ittiğini söylemektedir. Ancak onun Tanrı'sı yalnızca "var olan her şeyin nedeni, ezeli-ebedi, kendinde mü­ kemmel ve evrenin oluş süreçlerinin üzerinde bulunan bir varlık" tır. Bu Tanrı mucizeler gerçekleştirmemiştir; insan duygularına sahip değildir; yaratıklarının mutluluk veya mutsuzluğu ile özel olarak ilgilenmez; hiçbir yerde doğa yasaları­ nın işleyişine karışmaz. Varlığı sadece materyalizme karşıt olarak var olan her şeyin meydana getirdiği basit bütüne bir neden bulma ihtiyacına dayanır ve işte var olan her şeyin bu nedeninden bir "baba" yapılmaktadır. Neden? Çünkü ru­ humuz bizi şahsen seven ve üzüntü içinde olduğumuzda çok güçlü kolunu bize uzatan bir varlık tasadamaktan kendini alamaz. Dindeki şiirsel unsura ilişkin bundan daha güçlü bir kanıt arzu edilebilir mi? Homeros her zaman etkisini korumadı; ancak kendisini değerlendirmesini bilen bir kuşak ortaya çıktığında onu tekrar kazandı ve Yunan tanrıları onunla birlikte tekrar yaşadılar. Schiller bu tanrılar dünyası hakkında "şiirde ölümsüz olarak yaşaması gerekenin, önce yaşaması ve ölmesi gerekir" derken Sokrates ve Platon üzerinde olduğu gibi bizim üzerimizde de etkide bulunan şeyin bu şey, Yunan teogonisinin ruhu, hatta kalbi olan bu şey olduğunu biliyordu.

396

A H L A K ! M A T ERYA L İ Z M VE D İ N

Üçüncü Bölüm AHLAKSAL MATERYALİZMLE VE DİNLE İLİŞKİLERİNDE KURAMSAL MATERYALİZM

Dine karşı alışılagelen saldırıların özelliği - Anlık ilkesinin ağır basması Yeni bir dini n planları. Comte 'un yeni hiyerarşisi - Doğa bilimine ilişkin bilgiler kilisesel olarak değil salt laik bir tarzda ele alınmalıdırlar - Dini meydana getiren ahlaksal eğitim değildir, ruha geçirilen trajik heyecandır - Insanlık kültümüzün dinsel biçimlere ihtiyacı yoktur - Materyalizmin daha tutarlı olarak yapacağı şey,dini tümüyle reddetmektir - Ahlaksal materyalizmle kuramsal materyalizm arasındaki bağlantının incelenmesi - Überweg'de materyalizmin gelişmesi - Daha önceki bakış açısı - Fizyolojisinin materyalist karakteri - Erekbilimi - Tanrı 'nın varlığı - Überuieg materyalizme geçiyor; Czolbe'ye ve yazara gönderdiği mektuplar­ da bunun kanıtları - . Czolbe 'in Überweg'e izaft ettiği tanrıtanımazcı/ık üzerine şüpheler - Evren anlayışının ahlaksal sonuçları - Hristiyanlıkta ilişkileri - David Frederic Strauss. Son ve nihai evren anlayışı özü itibariyle materyalisttir - Mater­ yalizmi doğru ve tutarlıdır - Toplumsal ve siyasal sorunları tartıştığında Strauss yüzeyseldir. Tutucu eğilimleri - Hristiyan ahlakının özel karakterlerini reddetmek­ tedir. Iyimserlik. 6zgür toplulukların kültünün eleştirisi - Halka ve ihtiyaçlarına karşı ilgisizlik - Zengin sınıflar materyalizme dönmektedirler - Sosyalistler - Uy­ garlığımızyıkılma tehlikesi altındadır. Olgunluğuna erişmiş tlkçağ materyalizmi hemen arkasından ve açık olarak Lucrerius'un tam bir biçimde ortadan kaldırılmasını insanlığın en önemli işi olarak gördüğü dine karşı yöneltilmiştir. Yeniçağ materyalizmi de çoğunlukla aynı eğilimi açığa vurmaktadır; ancak bu eğilim seyrek olarak açık bir biçimde kendini göstermektedir. Öyle olduğu zaman bile genel olarak dinden çok Hıris­ tiyanlığa saldırmaktadır. Halkın inancını yavaş yavaş her türlü boş inançsal un­ surdan kurtarmak düşüncesi o kadar derin kökler salmıştır ki boş inançların düşmanlarının çoğunluğu kendi ilkelerinin çok daha geniş bir kapsamı olması­ na karşılık farkında olmaksızın bu gruba bağlanırlar. Voltaire'in bir yandan Tanrı'ya inancını korumak isterken öte yandan Kilise'ye ve Kilise'nin inancına yanşmak bilmez bir kinle karşı çıkmasından bu yana fırtınanın ağırlığı her za­ man ve her şeyden önce gelenekçiliğe, Kilise'nin geleneksel öğretisinin lafzına yöneltilmiştir. Buna karşılık her türlü inancın temeli, insan üstü güçler karşısın­ da bağımlılığımızın bilinci bundan seyrek olarak etkilenmekte, hatta onlar ço­ ğunlukla açıkça kabul edilmektedirler. "Her varlığın ilkesi"nden şefkatli bir baba yapmayı başaran değişmeler ve felsefi yorumlar, çeviri ve dönüştürme ince397

MATERYA L İ Z M İ N T ARİ H İ likleri, genç rahiplerin gelişmesi tarihinde önemli bir rol oynamaktadır; halk inancı ile aydın sınıfın görüşleri arasında belli bir bağlamının sürdürülmesinde daha az rol oynamaktadır; nihayet materyalistler ve diğer inançsızlık savunucu­ ları tarafından dine yöneltilen saldırılarda hemen hemen hiçbir rol oynamamak­ tadır. Bazen bilimsel teolojinin genellikle dogmalarla uzlaşmayı bilme tarzı hay­ ret verici bir biçimde bilinmezlikten gelinmektedir. Daha serbest aracı bakış açı­ ları, Kilise geleneklerinin tinselieştirilmiş yorumları hiç yokmuş gibi görülmekte ve Hıristiyanlık acımasız bir biçimde sokaktaki insanın bütün kabalıklarından, uç görüşlerin bütün tuhaflıklarından sc rumlu tutulmaktadır. Buna rağmen ço­ ğunlukla "her türlü boş inançtan arınmış bir Hıristiyanlık", "saf bir teoloji" veya hatta "dogmaları olmayan bir din", insanlığın yaşamının vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilmektedir. Bu tartışmanın sonucunu seçmek kolaydır. A:z veya çok aydın tanrıbilimci­ lerin büyük kitlesi bu saldırılardan alınmamaktadırlar ve bu tür hasımların "ce­ halet"ine küçümseyici bir bakış fırlatmaktadırlar. İnananlar kendileri için kutsal olan şeylere karşı y apılan bu alaylardan .kendilerini incinmiş hissetmektedirler ve belki kendilerinin eleştirrnek eğilimde olacakları noktalarda bile kulaklarını her türlü eleştiriye kapatmaktadırlar. Kazanılanlar, yalnızca uzun zamandan beri dinden uzaklaşmış ve inançsızlığın yeni .havarilerinin kendilerine olan güvenle­ rinden etkilenen tereddüt içinde olanlardır. Daha önceden materyalizm ve radi­ kal akılcılık grubuna dahil olan herkes ise inananlara karşı daha doğrulanmış ve daha hırçındırlar. Sonuç toplumumuzu bölen bir zıtlıkların keskinleşmesi, gele­ ceğin problemine barışçı bir çözüm bulma şansının azalmasıdır. Dinin kendisinin devamı sorununu ciddi olarak ve güçlü bir biçimde tehli­ keye düşürecek bir tartışmanın etkisi tamamen başka olmalıydı. Çağımız Lucre­ tius'la birlikte şunu tekrarlamamıza geniş ölçüde izin vermektedir: "Tantum re­ ligio potuit suadere ma/orum" ve ilk ve son kez olarak daha dikkatle ağacın mey­ veleriyle kökleri arasında var olan ilişkilerin incelenmesi yararsız olmayacaktır. Richard Rothe0 3) gibi zeki ve dindarlık dolu tanrıbilimciler şimdiden Kili­ se'nin yavaş yavaş devlet içinde erimesi gerektiği fikrine varıyorlarsa özgür düşü­ nürlerin kendileri de kör bir şekilde eski formları tamamen yabancı bir içerik üzerine taşımak yerine bireyin hayatına siyasal toplumla dinsel toplum ayrımını sokan ikiliği acımasız bir eleştiriye tabi tutsalar iyi yapacaklardır. Kısa bir süre­ den beri "özgür topluluklar" içinde eski dogmaların her türlü kalımısını reddet­ mekle kalmayan, aynı zamanda bireyin dinsel cemaatiyle ilişkisiyle ilgili bazı fı­ illerin resmi, törensel yerine getirilmelerini ortadan kaldırmayı yeni bir ilerleme (13) Bkz. "Stilk Stımden", Richard Rothe'un metruk el yazmalarından aforizmalar, Witten­ berg, 1 872, s . 273 vd., s. 3 1 9 vd.

398

A H LA K t M A TE R YA L İ Z M VE D İ N

olarak gören bir tarikatimiz var. Örneğin bugüne kadar hiç olmazsa annebabayı çocuğun eğitimiyle meşgul olmaya törensel olarak teşvik etme ve çocuğu tüm bir toplumun iyilikseverliğine sunma ödevi görmüş olan vaftiz, ruhhan sınıfının gereksiz bir müdahalesi ve dolayısıyla kilise despotizminin bir kalınnsı olarak ortadan kaldırılmıştır. Çok genel bazı dogmaları ve bu dogmalara karşılık olan basit tapınma biçimlerini korumaya önem veren Ronge, Baltzer ve hareketin di­ ğer eski lider leri çoğu zaman yetkilerini kötüye kullanan papazlar olarak ele alınmakta ve özgür toplulukların mensupları tarafından yanılmaz papayla he­ men hemen aynı düzeye yerleştirilmektedirler.( 14) Bununla birlikte cemaatler teşkil edilmeye, vaizler tayin edilmeye ve olumsuzlamanın tekdüze tekrarıyla el­ den geldiğince yüksek duygular kazanılmaya devam edilmektedir. Cemiyederin kurulmasını engellemeye devam eden, buna karşılık hemen hemen fark edilmez dinsel bir h avaya sahip olması koşuluyla dinsel cematierin kurulmasına izin ve­ ren hükümetin hatası sonucu cemaade cemiyet arasındaki sınır belirsiz kalmak­ tadır. Zaman zaman her türlü dine karşı kinlerini hemen hemen gizlemeyen bu insan toplulukları içinde vaiz olarak bazı insanların ortaya çıktığı görülmekte­ dir. Ancak onların yazıları incelendiğinde gelenekçiliğin ve sofuluğun en ileri uçlarında bulundukları, hiçbir zaman dinin kendisinin hakkını ilkeler üzerine dayanan ve özgür bütün bakış açılarını kucaklayan bir eleştiriye tabi tutmayı düşünmeksizin köktenciliklerini sadece alaylarının ve yergilerinin gözü pekliğin­ de gösterdikleri görülmektedir. Bu toplamılarda dinsel hayat hiçbir şekilde ideal cephesiyle değerlendirilmemekte ve kamuoyu için doğru olduğu kanıdanama­ yan her şeyin eleştirilebilirliği kendiliğinden açık bir şey gibi görülmektedir.O S) Anlık ilkesinin bu tek yanlı egemenliği kararlı bir "doğacı" tarafından din­ sel bir "bilenler" (cogitams) cemaatinin kurulması yönünde girişiimiş olan çaba­ da görülmektedir. Ancak burada birkaç kelimeyle, ahlaksal materyalizme karşı kararlı bir protesto i htiyacı olarak tanımlanabilecek yeni bir ihtiyaç kendini gös­ termektedir. Doktor Löwenthal'ın bilenleri, "toplumsal ve insansever bir din topluluğu", bir yandan düşünce ve bilimin kendilerini tapınmalarının nesnesi yapacak, öbür yandan insan onuruna saygı ve insanseverlik üzerine dayanacak bir topluluk kurmak durumundadırlar.( 1 6) Doktor Edouard Reich külte ve se­ remonilere daha da büyük öne� vermektedir. Bu yazar bir dizi eserinde mater(14) "Neue religiöse Reform" dergisinde Johannes Ronge'nin "Die neue Bildstümıerel' adlı ma­ kalesine bkz. (Darmstadt ı 874 , 29-32. sayı) ( lS) Diğerleri arasında Dr. Frederik Moouk, "Daı Leben ]esu for daı Volk bearbeitd', Zürich Verlags-Magasin, ı 873 'e bkz. ( 16) ı 865 yılında Dr. Ed. Löwenthal tarafından yayınlanan "Der Cogitant, Flugblamer for Freunde naturaliseher Weltanschauung' gazetesinin ilk sayılarına bkz. Yayıncı Dr. Löwenthal birçok baskısı olan bir kitabın yazandır: "System und Geschichte der Naturaismui', Leipzig, ı 862. •

399

M AT E RYAL I Z M I N TAR İ H İ

yalist dünya görüşünün lehine görüş ortaya koymuş ve aynı zamanda özel bir ri­ salesinde bir "İnsanlık Kilisesi" projesinin taslağını yapmıştır. Reich de insanda ruhun ve şiir duyusunun ihtiyaçlarının hesaba kanlmasım istemektedir ve bol bol bayramlar, marşlar, korolar ve törensel yürüyüşler düzenlemektedir. Sembo­ lik eylemler, kilisenin parlak bir şekilde süslenmesi, dilekte bulunmalar ve kut­ sama ayinleri "ezeli-ebedi ışık" dinine var olan dinlerin hiçbirinin kendisiyle ya­ rışamayacağı bir görkem vermektedir. Davullar, trompeder ve dümbelekler, dindar kitlenin dinsel duygularını harekete geçirmek üzere org ve çan seslerine kar ışmak tadır. Bu insanlık dini fikrini en ileri götüren Comte olmuştur. Onun sisteminde din bireylerin ve ulusların yaşamında her zamankinden daha fazla yer işgal ede­ cektir. Her gün iki tam saat duaya ayrılmıştır. Dua anne, eş ve kız imgesi alun­ da bizde saygı, sevgi ve bağlılık fikirlerini uyandırdığımız bir duygular taşmasın­ dan ibarettir. Comte'da halk dininin seksen dön bayramı ve dokuz töreni var­ dır. Yüz çeşit zararsız tuhaflık dışında en dikkat çekici olan şey, halkı yönlendi­ ren bir hiyerarşi yönünde gösterilen kararlı bir tercihtir.0 8) Reich'ta da hiyerar­ şik olarak örgütlenmiş bir ruhhan sınıfıyla karşılaşmaktayız ve bilenlerin dini­ nin, hiç olmazsa işlevlerinde belli bir otorite sahibi bir "din ü stadı" vardır. O halde burada Hıristiyan dininin "kendisi öldükten sonra varlığını devam ettiren" bir unsuru kabul edilmektedir ve bu unsur, yani örgüdenmiş ruhhan sı­ mfi ve görev yetkisi hiç şüphesiz en ciddi ve en tehlikeli unsurlardan biridir. Sa­ vunulamaz öğretiler, mistik bir karanlığa sahip dogmaları kabul etmek, ancak bunun için hiyerarşiyi ortadan kaldırmak veya tamamen akılsal öğretileri savun­ mak, ancak hiyerarşinin zincirlerini yeniden takmak zorunda kalmak arasında seçim yapma imkammız olsaydı bu kararımızın tamamen farklı sonuçlara yol açıp açmayacağını ciddi olarak kendimize sorabilir iz. Halkın üzerinde bulunan her hiyerarşiyi, her ruhhan sınıfim iktidar düşkü­ nü kılan, onda otoritesini devam euirme tutkusunu uyandıran psikolojik yasa­ lar, temellerini insan doğasında bulmakta değil midirler? Onlar, değişmez ve dogmalardan bağımsız değil midirler? Gerçekten bu kaçınılmaz sonucu sadece Tibet hiyerarşisinin, Ortaçağ hiyerarşisinin büyük tipik formlarında değil, aynı zamanda emografyamn en yakın dönemlerinin sağladığı verilere dayanarak en uzak halkların en küçük dinsel gruplarında, en aptal zenci kabilelerinde ve Bü­ yük Okyanus'ur{ en küçük adalarında bulmaktayız. Eğer akılcı bir kuramda bu tehlikeye karşı bir korunma bulmak ümit edili­ yorsa önce insanın elinde olmaksızın içine sızan tahakküm hırsını dengeleyebi(17) Edouard Reich, "Die Kirche der Menschheil', Neuwied, 1 873. (18) Bkz. Mill, "Auguste ComıeandPositivism", London, 1 865, s. 1 40 vd.

400

A H LA K l M ATERYAL İ Z M VE D l N

lecek gücün nereden gelebileceğini göstermek gerekir. O kesinlikle kuramsal in­ celemelerin sonucu değildir ve hakikatin antıcı gücü hakkında ne denirse den­ sin, onun hiçbir yerde böyle bir işin üstesinden gelebildiği görülmemiştir. Re­ formcular da tüm hakikati kavradıklarına ve tüm yaniışı ortadan kaldırdıklarına inanmaktaydılar. Ama çağdaş devletin ağırlığını koyması kendisine boyun eğdi­ rinceye ve engel oluncaya kadar Lutherci ruhban sınıfının üyeleri arasında ne kadar çok tahakküm hırsı, hoşgörüsüzlük ve işkence düşkünlüğünün ortaya çık­ tığı görülmedi mi? Eğer tesadüfen Kilise'nin öğretisinin artık mutlak akılcılığa büyük ve ateşli tartışmalar ve sapkınlıklar malzemesini veremeyeceği sanılıyorsa, Ronge'un gençliğin din kitabına girebilecek kadar sarsılmaz ve önemli gördüğü doğa biliminin bazı tezlerine bir göz atılsın yeter.0 9) Bu kitapta her zaman iler­ leyen bilimin kısmen hatalı, kısmen çok şüpheli kabul ettiği çok sayıda iddia bulunmaktadır. Benzer hataların okullara her zaman sızdığı ve bazen hayret ve­ rici bir dirençle devam ettiği bir gerçektir. Merkezi bir güneşin varlığına, nebü­ lözlerde tekrarlanan kapalı samanyolu sistemine, gök cisimlerinin çoğunda in­ sanlar gibi akıllı varlıkların oturduğuna ilişkin kurarnlar ve benzeri diğer birçok görüş fazla zarar meydana getirmeksizin insanların zihninde uzun zamandan beri varlıklarını sürdürmektedir. Ancak bu tür fikirler dinin kutsamasını aldık­ larında ve işin daha kötüsü bu din, otoritesine çok düşkün bir ruhban sınıfı ta­ rafından desteklenip devam ettirildiğinde, onların sonuçları zamanla çok daha tehlikeli olmaktadır ve özgür ve bağımsız bir doğa biliminin böyle bir ortamda sonuçta bir gün ortadan kalkıp kalkmayacağını bilmek henüz imkansızdır. Dar­ w incilik gibi kanıtlanmış büyük ilkelerin ortaya çıkışı ne kadar büyük kavgalar doğurabilir! Zaten Darwincilik şimdiden bu kavgayı doğurmuştur. Ancak her­ hangi bir türden dinsel kavgalada karşılaşrınlırlarsa onlar ne kadar zararsızdırlar ve eğer bugün dinle ilişkilerin tartışmaya getirdiği belli sertlik olmamış olsaydı ne kadar daha da zararsız olabilirlerdi. Eğer devlet doğal ödevi olduğu üzere bütün ilk okullara doğa bilimi öğreti­ mini koymaya karar verirse, önemli ve verimli bir ilerleme sağlanmış olacaktır. O zaman kitlenin fikirlerini bilim adamlarının fikirlerinden ayıran uçurum aza­ lacak, her yurttaşın bağımsızlığı, her türlü aldatmaya ve boş inançlara direnme kabiliyeri artacak, bu öğretimin dinle ilişkileri herhangi bir fikir çatışmasına yol açmaksızın, zorunlu ve hissedilmez bir biçimde şimdiden bilim adamlarında ol­ duğu gibi olacaktır. Bu öğretim ne kadar tarafsız bir biçimde ve herhangi bir kavga art düşüncesi olmaksızın olay adına yapılırsa, eski fikirlerle yenileri arasın( 1 9) ]. Ronge, "Religionbuch for dm Unterricht der ]ugend', Erster Teil, Die Gesetze der N at ur sind Gesetze Gortes und in Harmonie mit der Gesetzen der Sirdichkeir ader die narurli­ che und sittliche weltordnung Gottes als freies Vorbild unsrer Lebens-ordnung, Frankfurt am­ Main (neden siyah bir kapakla?).

401

M A TE RYALİ Z M İ N TAR İ H İ

daki barışma o kadar kolay olacaktır. Fakat bir kilise veya herhangi bir dinsel cemaat, sorunları bu ölçüde sakin ve tarafsız bir biçimde ele alamaz. O öğretile­ cek savlara, onların ihtiyacı olmadığı bir kutsama ve önem verecek ve ayrıntılara ne kadar bağlanırsa bütünün esprisini o kadar bozacaktır. Genel olarak kuramsal ve akılsal bilgileri yaymak için hiçbir ruh yüceliğine ihtiyaç yoktur. Hatta o yararlı bile değildir; çünkü doğru bilgiye en çabuk ve en kolay bir biçimde yöntemli ve soğukkanlı bir araştırmanın en büyük sakinliğin­ de rastlanır. Hakikatin büyük uluslararası bir topluluğa da ihtiyacı yoktur; bu topluluğu kendisi yaratır ve o bütün toplumsal ve cağrafı sınırların ötesinde kendisini gösterir. Ahlakta bütünün mutluluğu için arzuların bastırılması veya güdülerin yön­ lendirilmesinde durum böyle değildir. Ancak burada da salt ahlaksal bir öğre­ tim, kendilerine boru sesleri ve marşların uygun düşeceği bir ruh halini pek ya­ ratmayacaktır. Her şiir gibi her din de insanın sevinçleri, acıları, korkulan, arzu­ ları ve ümitleriyle ilgilidir. Eğer dinin aleyhine olarak onun korku ve şehvetten doğduğu hatırlatılırsa, dinin tam da korku ve şehveti arıtma ve yüceleştirmeye özgü bir alan olduğu cevabı verilebilir. Ancak bu eylemi gerçekleştirmek için dine insan hayatının doğal olaylarının, doğum ve ölümün, evlenme ve felaketie­ rin yeteceği çok şüphelidir. Heyecanların nesnesinin içinde bulunulan andan uzak bir geleceğe aktarılması ve böylece arzuların sonlu olandan sonsuz olana yöneltilmesi gerekli olduğunda efsane kendi haklarına sahip olur. Bir yandan gerçekten insani olana, öbür yandan tanrısal ve sonsuz olana işaret ederek kalp­ leri etkileyen bir unsur, kendisine ayrılmaz bir biçimde dinin ahlaksal eğilimi­ nin bağlandığı temeli teşkil eder. Bundan dolayı tanrıların oğlunun çektiği acı­ lara ilişkin trajedi ta eski Yunanlıların sırlarından Hıristiyanlığın aşırı protestan­ iarına gelinceye kadar asıl anlamında dinsel hayatın bütün diğer gelenek ve öğ­ retilcrden daha özsel bir unsuru olmuş olabilir. Şimdi böyle bir unsur yapay ola­ rak yaratılamaz. Onun doğal olarak meydana getirilmesi gerekir. Bu unsura ar­ tık ihtiyaç olmadığında ise genel olarak herhangi bir dine hala ihtiyacımız olup olmadığını sorabiliriz. Belli bir insanlık dini doğmak üzeredir. Ancak çok şükür bu din tekelci bi­ çimlere ve rahipler sınıfına sahip bir kilisenin tohumunu içinde bulundurma­ maktadır. Büyük insanların, önemli kültür ocaklarının kurulmasının, hayır ku­ rumları ve derneklerinin yaratıimasının hatırasına düzenlenen bayramlar; bilim­ ler ve sanatları geliştirmeye veya önemli ilkeleri yaymaya yönelik büyük ulusal veya uluslararası kongreler, Comte tarafından keyfi olarak kaleme alınmış aziz­ ler takviminden ve Reich'in Hıristiyan bayramlarının yerine geçirmek istediği "uyum", "büyük adamlar" vb. bayramlarından çok daha sağlıklı çabalarla insan­ lık dininin açılışını yapmaktadırlar. Ancak burada bir insanlık dininin başlangı-

402

A H LA K I M A TERYA L I Z M VE D I N

cını görebilmemize karşın bu din hiç olmazsa kendisi bakımından dinin özüne ait hiçbir şeye sahip değildir. Yukarıda bir rahipler sınıfının yokluğunu söyle­ dik. Bundan başka iç bakımdan, kalbi yüceltmesi, insanlığın yüksek özlemleri için yapılacak kavgada güçleri birleştirmesi gereken bu yeni yaranınların zihni­ yeti, genellikle din diye adiandırma alışkanlığında olduğumuz şeyden tamamen farklıdır. Buyük adamlarda, güçlerine tabi olduğumuzu hissettiğimiz tanrıları yüceltmemekteyiz, kendimizin de bir parçasını oluşturduğumuz bir ağacın muhteşem çiçekleri ve meyvelerini yücelrmekteyiz. Hana geçmiş zamanların büyük dehalarının damgalarını vurdukları biçimlere düşünce ve duygularımızın tartışılmaz bağımlılığı, dinsel bir itaat olarak değil, kendisinden beslendiğimiz hayat kaynaklarına, fışkırmaktan kesilmeyen ve her zaman yeni ve zengin bir hayat yaymayı vaat eden kaynaklara gösterdiğimiz bir saygı olarak düşünülmek­ tedir.( 20) O halde kuramsal materyalizm sadece en tutarlı bir şekilde davranınakla kalmamaktadır, aynı zamanda dini tümüyle reddettiğinde ve ahlak ve insanlığın savunmasını kısmen devlete, kısmen bireysel çabalara terk ettiğinde insanlığın tinsel geleceği için göreli olarak en yararlı bir amacı hedeflemektedir. Bugün Ki­ lise' in uhdesinde olan çok sayıda görev o zaman okula geçecektir. Ancak okulun kendisini insanlığı yönlendiren ve adeta Kilise'nin mirasçısı yerine geçen tekelci bir kurum olarak ortaya koymasından sakınmak gerekecektir. Çünkü bu takdir­ de ondan ancak yeni bir ruhban sınıfı (Pfaffemum) çıkmış olacaktır. Okul an­ cak devletin organı ve ne istediklerinin bilincinde olan toplum çevrelerinin öz­ gür bir girişimi olarak kendisiyle birlikte hiyerarşik bir kastın tehlikelerini ve bir loncanın hırslı politikasını getirmeksizin gerçek öğretimi ve gerçek ahlaksallığı ilerietmeye katkıda bulunacak bir gelişme gösterebilir. Bundan sonra kendi kendimize kuramsal materyalizmin nihai sonucunun çok daha ileri gidip gitmeyeceğini, devletin bütün ahlaksal amaçlarını bir yana itip itmeyeceğini ve bizi içinde toplumun her atomunun kendi çıkarları peşinde koşacağı bir toplumsal aromculuğa götürüp götürmeyeceğini sorabiliriz. Bu soruya cevap verirken atomculuğun aşırı bireyeilikle basit benzerliğinin bizi yanılemasına izin vermememiz gerektiği gibi öte yandan materyalistlerimi­ zin bu sonuca karşı çıkabileceklerine işaret etmekle de yetinmemeliyiz. tikeler (20) Din üzerine incelemelerinde Stuart -Mill tüm insanlığın mutluluğu için duyduğumuz duyguları ve büyük insanlar veya ölmüş dostların hatırasının verdiği ahlaksal atılımı gerçek bir din olarak adlandırmaktadır. Aynı zamanda dinin özünün duygularımızın, bencil bir açgözlülü­ ğün bütün nesnelerinden üstün ve mukemmel bir şey olarak kabul ettiğimiz ideal bir nesneye ciddi ve güçlü yönelimi olduğunu söylemektedir. Bu ölçüte vurulduklarında Schiller'in bütün dramları ve lirik şiirlerinin üçte ikisi dinsel şiirlerdir. Dahası var: Bütün saygınlığında ele alınan iiir, kendisiyle birlikte bir başka sınıfa girdiği dinle aynı şey olur (a. g. y. s. 1 09).

403

M AT E RY AL İ Z M İ N T A R İ H İ

açısından yetersizliği bir yana, benzerlik bizi fazla ileri götürmeyecekrir; çünkü materyalist, atomların yardımıyla meydana gelen şeylerin böylece bir bütünün formunu kazandıklarını, bu bütünün formunun da kendi payına parçaların ha­ reketine erkide bulunduğunu bir zorluk çıkarmaksızın kabul edecektir. Marer­ yalisderin karşı çıkışına gelince, o da problemi karara bağlamaz; çünkü problem bir şahıs problemi değildir, ilke problemidir. Mevcut dinlerle barış imzalayan veya yeni bir din kurmak isteyen materyalistler olabileceği gibi materyalizmin yardımıyla bütün dinlerin temelini ortadan kaldırmak isteyenler de vardır. Bun­ dan başka günümüzün bütün materyalistlerinin ahlaksal mareryalizme karşı çık­ maları, daha sonraki bir okulun ise onu zorunlu ve kesin bir sonuç olarak kabul ermesi de söz konusu olabilir. Tarih bize ahlaksal materyalizmin endüstri çevre­ lerinde, kuramsal materyalizmin ise doğa araştırmacıları arasında geliştiğini gös­ termektedir. Bunlardan birincisi kilise gelenekçiliği ile en mükemmel bir uyum içinde olmuş, ikinci ise hemen hemen her zaman akılcılık için çalışmıştır. Bu­ nunla birlikte her iki olayı aynı kültür durumunun sonuçları olarak özü itiba­ riyle aynı kaynaklardan çıkartacak daha derin bir bağlantı mevcut olabilir. B u durumda önce birbirinden ayrı olarak ortaya çıkan iki olay, sonuçta ramamen birbirleriyle birleşrnek üzere yavaş yavaş derin iç ilişkilerini ortaya koyacaklardır. Materyalisılerin mareryalizmden yalnızca "şehevi zevklerin aranması"nı an­ layan görüşe karşı çıkmaları doğal olarak ramamen haklıdır. Şehevi turkuların raşkınlığı her şeyden önce mizaç ve eğitim sorunudur. O hangisi olursa olsun herhangi bir felsefi bakış açısıyla temelde bağdaşmaz. Ancak fiiliyana çok iyi bağdaşır. Aristippos veya de la Memie'de olduğu gibi anın zevki ilke düzeyine yükseltilse dahi insanın kendisi üzerine hakimiyeti, zevk alma yeteneğinin deva­ mının sağlanması için bile olsa hala felsefenin talep ettiği bir koşul olarak alır. Buna karşılık tam da bir felsefe son derece çileci ilkeler ilan ettiğinde onun ta­ raftarları çoğu zaman ister kendi düsrurlarını açıkça ihlal ederek ister irade-dışı yanılgının dolambaçlı yollarında kendilerini kaybederek ateşli bir şekilde şehevi zevkler üzerine adarlar. Bu kısmın birinci bölümünde haz peşinde koşmanın çağımızın karakteris­ tik bir çizgisi olarak göz önüne alınamayacağını gördük. Çağımızın karakterisri­ ği daha çok özellikle para kazanmak söz konusu olduğunda insanın vahşi bir şe­ kilde kendi çıkadarıyla ilgilenmesidir. Şimdi kendisinde ahlaksal materyalizmin özünü gördüğümüz insanın sadece bireysel çıkadarıyla ilgilenmesi ilkesi şüphe­ siz örneğin Büchner'de "Kuvvet ve Maddi'nin ilk baskısında, bundan daha da çok kitaplar yazmayan materyalistlerde gördüğümüz gibi, çoğu zaman kuramsal mareryalizmle birlikte bulunur.(2 1 ) (21 ) Büchner, "Kraft und Stojf, Frankfurt, 1 855, s. 256

404

vd.

A H LA K İ M A T E RYA L İ ZM VE D İ N

Ahlaksal materyalizmle kuramsal materyalizmin ilişkisi probleminde belir­ leyici olan ne tarihsel araştırma, ne çağdaş tanıklıkların toplamıdır; sorunu bir karara bağlamak için kuramsal materyalizmin görüşlerinden hareketle ahlaksal bir ilkenin doğaya uygun bir biçimde temellendirilmesinin mi mümkün oldu­ ğu, yoksa tersine kuramsal materyalizmin verilmiş olan bir ahlaksal ilkeyle uz­ laştırılmasının mı mümkün olduğunu araştırmak gerekir. Şimdi daha önce sıkı bir biçimde materyalist bir anlayıştan sadece bencillik ilkesinin değil, aynı za­ manda onun güçlü karşı unsurunu, yani sempatiyi çıkarmanın mümkün oldu­ ğunu gördük. Bu iki ilke aşkın fıkirlerin veya boş inanca dayanan varsayımların hiçbir etkisi olmaksızın basit olarak insanın duyusal doğasından çıkarsanabilir­ ler ve onlara saygı gösteren biri böylece sözcüğün bütün anlamında materyalist olur. Kant'ın ahlakının ilkesine gelince, eğer materyalizmle bağdaştırmak isteni­ yorsa hiç olmazsa onu a priori öneminin yüksekliğinden indirmek ve saf psiko­ loji üzerine dayandırmak gerekir. Buna karşılık bu ahlak yasasının a prioriliğin­ den emin olan hiçbir düşünür kuramsal materyalizmde durmayacaktır. Ahlak yasasının kaynağı sorunu onu sürekli olarak deneyin sınırlarının �tesine götüre­ cek ve onun için sadece deneye dayanan bir dünya görüşünü tam ve kesin ola­ rak doğru bulmak imkansız olacaktır. Öte yandan sempati, idealist için, materyalist için olduğu şey değildir. Büchner bir yerde acımanın aslında "ince bir bencillikn olduğu noktasına dik­ kat çekmektedir ve bu tanım gerçekten hiç olmazsa aynı yazarın materyalist sis­ temince kabul edilebilir.(22) Bu sisteme göre sempati doğal olarak içinde ortak çıkarla karşılaşılan en dar çevrelerde, örneğin ailede başlar. O bu çevrenin dışın­ da bulunan her şeye karşı en büyük bir bencillikle bağdaşabilir. Buna karşılık idealist, bir sıçrayışta genel çıkara ulaşır. Kendisini bir dosta bağlayan bağ onun için, Schiller'in dediği gibi "Mogol'dan son meleğin yanında bulunan Yunan peygamberine varıncaya kadar" bütün varlıkları kucaklayan sonsuz bir zincirin bir halkasından başka bir şey değildir. Daha dar çevrelerde uyanan doğal duygu­ lar araçsız olarak genel bir nedene geri götürülür ve mutlak bir değer talep eden bir fıkre bağlanır. İdeal bir mükemmelliğin ilkesi kalpte doğar ve bu idealin te­ maşası bütün eylemlerin kendisine göre ayarlandığı bir yıldız olur. Kuramsal materyalizm kendisiyle tutarlı kalarak bu bakış açısına yükselemez; çünkü onun için her türlü deneyden önce gelen bir bütünden ve genel bir ilkeden hareket et­ mek bir hata teşkil eder. Materyalist Schiller'in şu öğüdüne boyun eğemez: "Al­ danma ve hayal kurma cesaretini göster"; çünkü dünya görüşünün aklın ve du­ yuların sonuçlarıyla kesin uyumu onun için en yüksek yasadır. (22) Büchner, "Die Stellung des Memehen in der Natur', Leipzig, 1 870, 1 04 numaralı dip not, s . CXLIII vd.

405

MATERYALİ Z M İ N TAR İ H İ Materyalizm toplumun varlığı için zorunlu olan bütün erdemleri kendi il­ kelerinden çıkarma gücüne sahip olsa da psikolojik yasa kendini burada hissetti­ recektir. Bu yasa ilkelerimizin uygulanmasında ilk hareket noktalarının, en çok tekrarlanmalarından ve kalbin en derin yerlerine nüfuz etmelerinden ötürü her zaman belli bir üstünlük kazandıklarını söyleyen yasadır. Materyalist dünya gö­ rüşünün yayılması bu nedenle zamanla zorunlu olarak ahlaksal materyalizmi teşvik edecektir. Buna karşılık ahlak ilkesi olarak bencilliğin taraftarları başlan­ gıçta kurarnlar alanında tamamiyle farklı görüşler ileri sürmüş olsalar bile kendi­ lerinin yavaş yavaş materyalizme doğru sürüklendiklerini hissedeceklerdir. Gerçekten daha şimdiden kuramsal materyalisderin tercihen Hıristiyanlı­ ğın çağdaş endüstriyel dünyanın zihniyetine o kadar açık bir şekilde aykırı dü­ şen özelliklerine saldındarken her şeyden önce sermayelerini artırma peşinde koşan ve pratik bir bencilliğe itaat eden sınıflarda dünya görüşünün gitgide ma­ teryalizme doğru yöneldiğini görmemek zordur. Son zamanlarda sadece Hırist­ yanlığın efsanevi geleneklerine değil, aynı zamanda ahlakına karşı yöneltilen sal­ dırılar arasında Hıristiyanlığı yoksulların, zenginlere karşı kıskançlık ve kinleri­ nin dini olarak ilan eden saldırı en önemsiz bir rol oynamamaktadır. llerki sayfalarda mantıkları ve düşüncelerinin açıklığı gibi felsefi bilgileriyle de temayüz etmiş ve ancak olgunluk dönemlerinde materyalist bir dünya görü­ şünü benimseme kararını vermiş olan iki insan tarafından geliştirilmiş dünya görüşünü incelediğimizde bütün bu ilişkiler ve karşılıklı bağlannlar bizim için daha anlaşılabilir olacaklardır. Bu sayfalarda belki aynı zamanda ''Materyalizm­ Tariht mizin memnuniyet verici bir ekiyle de karşılaşılacaknr; çünkü açıklaya­ cağımız sistemlerden hiç olmazsa biri yarım yüzyıl var ki büyük heyecan uyan­ dırmıştı; diğerine gelince o da bir mektuplaşmanın sessizliğinden ilk defa bura­ da gün ışığına çıkarılmaktadır. Frederich Überweg'le David Frederic S uauss'un sistemlerinden söz ediyorum. Suauss' da olduğu gibi Überweg' de de materyalizm sadece uzun bir geliş­ menin nihai sonucudur. Bu şaşırtıcı görünebilir; çünkü materyalizm, doğal ola­ rak felsefenin kendisinden hareketle kolayca duyumculuğa ve idealizme geçilen ilk biçimini, en kaba biçimini temsil eder. Oysa kendinde tutarlı başka hiçbir bakış açısı deney alanının basit genişletilmesiyle veya mantıksal işlenmesiyle ma­ teryalizme indirgenemez. Gerçekten de birazdan göreceğimiz gibi Darwinci­ lik'in her ikisi üzerinde önemli ve belki de belirleyici bir etkide bulunmuş olma­ sına karşılık Überweg ve Strauss'ta gelişmenin cereyanı böyle olmamıştır. Felse­ fe yapmaya başladıklarında Überweg ve Strauss daha ziyade geleneğin ve çalış­ malarının yönünün etkisi altında eğik bir düzlem üzerinde bulunmaktaydılar. Düşünceleri kendilerini nesnel bakımdan savunulamaz olan ve ne yapılarına, ne de eğilimlerine cevap veren bir dünya görüşüne getirmişti. O halde birbirini iz'

406

A H L A K I M AT E R YA L İ Z M VE D I N

leyen adımları özü iribariyle bir ayrışma süreci ve materyalizmin görünüşte sağ­ lam olan alanında nihai bir dinlenme oldu. Überweg ra başran kendisini fikirlerinin gelişiminde yönlendirmiş olan Kam'a karşı duyduğu kararlı amipariyle( 2 3) deyim yerindeyse doğal olarak ma­ reryalizm için yararılmışrı. İngiliz fılozoflarına bağlı ve psikolojiyi ana bilim yap­ mak isreyen Beneke'nin çömezi olan Überweg henüz daha öğrenciyken hocası­ na göre bu psikolojinin doğal evrimini temsil ermekreydi. Ancak o aynı zaman­ da Arisrorerelesçi Trandelenburg'un etkisine uğramakraydı. O halde kendisini mareryalizmden ayıran ve düşünce biçimini değiştirmesi için yavaş yavaş yen­ mesi gereken şey aynı zamanda Arisroreles'in felsefesinin unsurlarıydı. Bu hare­ kerre üç aşamayı ayırr edebiliriz: Birinci aşamada erekbilimsel ilke Überweg'de hala ram gücünü korur. ikincide o, Überweg'in doğacılığıyla mücadele halinde­ dir. Nihayet üçüncüde erekbilimsel ilke tümüyle onadan kalkmışrır. Yakın dosru ve "Mantık"ını yazdığı dönemde ( 1 855) . onun akrif rnekrup arkadaşı olan dokror Lasson'un( 24) merafizik hakkında bize verdiği hızlı rasiak­ ran öğrendiğimiz üzere Überweg birinci aşamada mareryalizmden henüz uzakrı: Metafizik, akılsal bir omoloji, teoloji ve kozmolojiyi içinde bulunduracakrı. Gi­ riş, mamığa göndermelerle bir fenomenoloji teşkil edecekti. Buna göre omoloji en soyut olanlarından itibaren deneysel olarak verilmiş olan formları göz önüne alır ve onların gerçeklik ve anlamını inceler. O genel olarak varlık (algıya benzer olan zaman, uzay, kuvvet ve röz), kendinde varlık (sezgiye ve kavrama benzer olan birey, rür, öz ve fenomen) , bileşik varlık (yargıya, akıl yürütmeye, sisteme benzer olan bağınrı, nedensellik, erek) kuramiarına bölünür. Sonra tanrıbilim (genel akılsal ranrıbilim) bu onrolojik rarrışmalara dayanarak Tanrı'nın varlığı­ nın kanıdarını ve aynı zamanda Tanrı'nın özünü inceler. Kozmoloji Tanrı'nın özüne ve yararıının amacına dayanarak evreni ve formlarını anlamaya çalışır. Evren, Tanrı'nın bir kendini açığa vurması, uzay ve zamanda Tanrı'nın ezeli­ ebedi ve bölünmez mükemmelliğinin temsili olarak göz önüne alınır. Şüphesiz hemen hemen Hegel'inkileri hamiaran bu kurgulara bakarak (23) Tanıtma yazıma bkz. "Friedrich Oberweg', von F. A Lange, Berlin, 1 871 (Reicke ve Wichert tarafından yayınlanmış Altpreussiche Monatsschrift, VIH. cilt, 5/6. fasikül, s. 487-522 de). Burada (37. sayfa) zikredilen Überweg'in özel olarak Kant'la ilişkilerini gösteren Überweg'in "Profesör Dilthey'e" mektubu, aslında Dilthey'e değil, "Kant's Theorie der Erfohrung'un yazarı olan Dr. Hermann Cohen'e yazılmıştır. Bu mektup Cohen tarafından profesör Dilthey'e gönde-' rilmiş, Dilthey onu Überweg'in yayımcısı Dr. Toeche'ye, Dr. Toeche de zarfsız ve herhangi bir daha kesin bilgi vermeksizin diğer malzemeyle birlikte bana göndermiştir. (24) Bu vesileyle Friedrich Überweg'le ilgili tanıtma yazımda ufak bir düzeltme daha yapmak istiyorum: 1 6. sayfadaki "Herbartçı Lazarus" ifadesi yerine Dr. Lasson'u koymak daha iyi olacak­ tır. Überweg onu mektuplarında ekseriya Lazarus diye çağırmaktaydı. Çünkü Dr. Lasson Hıris­ tiyan olmadan önce Lazarussohn (Lazarus'un oğlu) adını taşımaktaydı.

407

M AT E RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

Überweg'in o zamanlar savunduğu görüşler hakkında ancak çok eksik bir fikir sahibi olabiliriz. Merafıziğine ilişkin bu özene ramamen önük bulunan felsefesi­ nin mareryalisr çizgisi daha o zamanlar "Mantık"ını biririr birirmez başka her konuya rercih ederek ele alacağı psikolojisinin planında oldukça gelişmişri. Ben Überweg'le 1 855 'in sonbaharında ranışum ve onunla günlük sohbederimizde bu psikolojiden çok söz eniğini, buna karşılık merafizikren hiç söz ermediğini duydum. Daha o zamanlar merafızik-reolojik görüşleri onasında kararsız bir durumda olup olmadığını bilemeyeceğim. Her halükarda bu kararsızlık daha sonraki yıllardan iribaren onaya çıku. Ancak bu zaman zarfında o remel psiko­ lojik anlayışlarında sabir ve değişmeden kaldı. Bu psikoloji çok çelişikrir; ancak seyrek resılanan bir sağlamlığa sahip bir dizi akıl yürürmeye dayanmakradır. Mümkün olduğu kadar özer olarak onu bu­ rada rekrar edeceğiz: Bize görünen dünyanın şeyleri rasarımlarımızdır. Şeyler uzamlıdır; o halde rasarımlarımız uzamlıdır. Tasarımlar ruhradır; o halde ruh da uzamlıdır. Bun­ dan başka madde uzamlı röz olduğuna göre uzamlı ruh da maddidir. Biz ruhun dışında rasarımlara sahip olamayız. O halde ruhumuz da güneş, ay ve yıldızlar da içinde olmak üzere algıladığımız her şeyin bürününden daha geniş bir alana uzanır. Bundan başka güçlü benzerliklere göre bu dünyaların ruhra dış nedenler olmaksızın meydana gelmemiş olmaları ve onları meydana geriren nedenlerin ki Überweg onlara "kendinde şeyler" demekıedir - fenomenlerle aynı şeyler ol­ masalar da onlara çok benzer olmaları çok muhremeldir. Camera obscura imgesi daha sonra bireylerin evren hakkında oluşrurdukları uygun imgelerde yansıyan yukarıda sözünü eniğimiz göreli olarak kocaman ve belki rersine çevrilmiş asli bir evren varsayımına görürür. Eğer ruh, "kendinde şey" olarak maddiyse, ken­ dinde şeylerin de genel olarak öyle olduklarını düşünmek gerekir. O halde önü­ müzde maddi bir beyinle maddi bir cisim de bulunmakradır ve bu beynin her­ hangi bir küçük parçasında, içinde rasarımlarımızın meydana geldiği ve dolayı­ sıyla yapıdan yoksun basir röz olarak görünen şeyler dünyasının rümünü içine alan uzay bulunmakradır.(26) Überweg'in kendinde şeyler dünyasının uzaysal olması ve fenomenler dün­ yamıza benzer olarak üç boyura sahip olması gerekriğini sıkı bir biçimde mare­ mariksel olarak kanıdayabileceğini inandığını daha önce söyledik. Geride mad­ de ve onun bilinçle ilişkileri üzerine fikirlerini sergilememiz kalmakradır. Überweg aromları kabul ermemekreydi, sadece maddenin sürekli olarak uzayı doldurduğunu kabul ermekreydi ve bu maddeye bürün kısımlarında önce (25) Lasson, Bergmann "Zum Andenken an Friedrich Oberweg', Philosophische Monatshef­ ten, VII. cilt, 7. fasikül, Berlin, 1 87 1 'de. a.g.y. s. 20'ye bkz. (26) Yukarıda s. 4 1 5 vd.' na bkz. Ayrıca F riedrich Ü berweg tanıtma yazımda s. 1 2 vd.' na bkz.

408

A H LA K İ M AT ERYA L İ ZM VE D İ N

mekanik kuvvetler tarafından harekete geçirilmek, sonra mekanik hareketlerin doğurduğu, ancak bu hareketler üzerine etkide bulunmaları da mümkün olan "iç haller"i kazanmak özelliğini yüklemekteydi. Beyinsel maddemizin iç halleri tasarımlarımızdır. Überweg inorganik maddenin ve daha aşağı düzeyden orga­ nizmaların " tasarım"ıı:,ın bilincimizle ilişkisini Leibniz'in aşağı düzeyden mo­ nadlarının tasarımının yukarı düzeyden manadlarla ilişkisine benzer düşünmek­ teydi. Yalnız inorg�nik maddenin düşe benzeyen veya daha da aşağı olan tasarı­ mı ona belki Leibniz'e göründüğü gibi evrenin kusurlu bir tasarımı gibi değil, basit ve asli bir şey, daha mükemmel bir şekilde organize olmuş bir maddeyle birleştiğinde daha mükemmel psişik imgeler teşkil eden basit bir duyum veya zayıf bir duyum benzeri bir şey gibi gelmekteydi. Burada Überweg'in o zamanki fikirlerinin materyalizmden ayrıldığı nokta• yı açıklığa kavuşturabiliriz. Maddenin "iç halleri"ni dış harekete, mutlak olarak bağımlı, buna karşılık dış hareketi iç hallerden bağımsız olarak düşünürsek atomcu kurama en azından eşit olan, hatta ondan üstün olan kararlı bir mater­ yalizme ulaşırız. Öte yandan materyalizmde kalmak için iç hallerin maddenin hareketi üzerine herhangi bir etkisinden vazgeçmek ihtiyacında da değiliz. Bu etkinin daha önceki fiilierin mekanik eşdeğerlerine göre gerçekleşmesi kafidir. Başka deyişle, inor'ganik dünya gibi organizmalar da kuvvetin korunması yasası­ na itaat etmelidirler. Bütün cisimlerin hareketi, iç hallerin araya katılmasıyla, sanki iç haller yokmuş gibi meydana gelmelidir. Ama o zamanlar Überweg'in görüşü kesinlikle bu değildi. O kuvvetin korunması yasasının psişik olaylarda kesimiye uğradığını kabul etmekteydi.(2 7) Bu varsayımı kabul etmeye onu zorlayan şey, her şeyden önce Aristoteles'in erekbilimine bağlılığıydı. Überweg ondan vazgeçer geçmez, sistemi zorunlu ola­ rak materyalizme dönüşrnek zorunda kaldı. Gerçekten organizmalarda onların fikirlerinden formu belirleyen kuvvetler çıktığı sürece bu form sadece fiziksel ve kimyasal kuvvetlerin eseri olamaz. Nihayet insan düşüncesinde fikirler dizisi her (27) 9 Ocak 1 8 63 tarihli bir merupra Überweg hali basit rnekanizmin ancak maddenin iç hallerinin değişmeden kaldığı ve hareketin yönü üzerinde hiçbir erkiye sahip olmadıkları durum­ larda var olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Psişik olaylarla ilgili olarak ise mekanizm ona muhtemel görünmemektedir. Bununla birlikte bütün harekerleri yalnızca kuvvetin korunması yasasıyla yani ramamen mekanik olarak açıklamaya çalışacak bir varsayımın bilimsel v:ır ol� a hakkına karşı çıkmak isrememekredir. Hatta artık bu varsayımı ortaya atmak uygun olacaktır ve onu en başarılı bir şekilde kanıdayacak olan, psikoloji tarihinde şeref yerini alacaktır. - Profesör Dilthey "Zum Andenken an Friedrich Oberweg" adlı bilimsel incelemesinde Ü berweg' e şu görüşü mal etmekte haksızdır: uPsişik süreç ve hareker süreci olarak çift görünen, aslında her noktada aynı süreçtir". Überweg Spinozacı olan bu görüşü sık sık iç hallerin dış bir hareker sonucu mey­ dana geldiğini ve bu hareketin yönü üzerinde erkide bulunduğunu, ancak ona özdeş olmadığını söyleyen kendi görüşünden ayın etmektedir.

409

M A T E RYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

türlü fizyolojik temelden ramamen ayrıdır. Evet düşünceler belli bir anlamda beyinsel maddenin özellikleridirler; ancak onlar salt manuk yasalarını izlerler ve maddenin harekerinin koşulları ile açıklanması söz konusu olmayan nihai bir sonuç verebilirler. Bu varsayım da Arisroreles're ereğin aynı zamanda kendisine yardımda bulunmak üzere bütün diğer manuksal faktörlerin bağlandığı yönetici düşünce olmasından ötürü erekbilimseldir. İnsanın kaderini gerçekleştirmesi için yaşamının kendisine doğru yönelmesi gereken makul erek fikri, maddeyle meşgul olmaksızın hakim olmaya doğru yönelmelidir. Dünyayı bilinçli olarak yöneren bir Tanrı varsayımını da Überweg erekbili­ me dayandırmakraydı. Ancak kararsızlığının başladığı ilk nokta da burası ol­ muştur. Anonim olarak yayınlanmış olan "Philalethes 'e Mektup"unda Überweg önce evrenin formundan çıkarılmış kanıra karşı Tanrı'nın varlığının basit imkanını savunmaya çaba göstermektedir. Ancak bundan sonra erekbilim yardı­ mıyla bu varlığın gerçekliğini kanıdamaya çalışmaktadır. Yukarda sözünü eniği­ miz itiraz belki başka birçok yazarın gözünde biraz ağırlığa sahip olabilirdi. An­ cak Überweg'in kendisi için o hemen hemen ezici olmuştur. H ayvanlar dünya­ sının, özellikle insanın iç halleriyle benzerlik onu tanrısal düşünce için de zo­ runlu olarak evrene yayılmış bilinç unsurlarının benzeri bir yoğuntaşmasını ka­ bule görürecekti ve o, Du Bois-Reymond'un da talep eniği gibi burada bir ev­ ren beynine ve evren sinir sistemine ihtiyaç duymuşrur. Bu sırada hala kendisini güçlü bir biçimde savunmasına rağmen erekbilimsel ilkenin zayıflığını da bilmi­ yor değildi. Böylece ı 8 kasım ı 860 tarihli bir mektupta bana şöyle demekteydi: "İnsanların ereklilik kavramının salt öznel anlamına karşı çıkma alışkanlığında olduğunu gayet iyi biliyorum. Ancak bu da rarrışmalıdır. Bu noktada Spino­ za'nın yanına geçen biri, ereklilik kavramı olmaksızın, bu kavram yardımıyla en kolay bir biçimde açıkladığımız organik hayat olaylarını nasıl rasavvur edebile­ ceğimizi kanıdamalıdır. "Nedensellik" genellikle nesnel anlamda alınmaktadır. Ancak onu böyle anlarken zarları birbirleri üzerine arar gibi atomları birbirleri üzerine ararak şüphesiz güçlükren kurrulamayacağız. Hegel'in "iç ereklilik"i, ya­ raucı "kavram"ı, aromculukla erekbilim arasında açık olmayan bir yerde bulun­ makta ve okuyucuyu başka ilkelere başvurmaya zorlamakradır. Kanr'ın kuramı, üç eleştiride olduğu şekilde bütün olarak savunulamaz olan ve Fichre'de daha delice bir hale gelen Kanrçılıkran ayrılamaz. Ben hemen hemen Herbart'ın bu­ lunduğu aynı kararsızlık durumu içinde bulunmakrayım. Bir yandan varsayım zorunludur; öte yandan (Herbarr' ın merafıziğine göre) yerine getirilemez veya (Fechner ve benim bakış açımıza göre) hiç olmazsa gerçekleştirilmesi zordur. Beni bu güçlükren kurrarırsanız minnenar olurum. Ancak bunun için benim kendimin fazla akla yakın olduğunu düşünmediğim bir şeyin akla yakın olma­ dığını kanıdamanız yetmez. Önüme belli bir noktaya kadar makul görünecek

4ıo

A H LA K ! M A TERYAL İ Z M VE D İ N

bir başka perspektif açmanız gerekir. Bana gelince ben böyle bir perspektifi bil­ miyorum" T ann'nın varlığı ile ilgili olarak aynı mekruba şunları eklemekredir: "Öre yandan benim biricik amacım veya ana amacım deyim yerindeyse ne pahasına olursa olsun kişisel T ann'yı kurtarmak olduğunu sanmayın. Din konusunda aklı başında insanlar onun insanbiçimci, dolayısıyla basit olarak şiirsel olan un­ surlar içermesi gerektiğini rahatça kabul etmektedirler. Ancak eğer insanbiçim­ ciliğin dinsel bir varlık nedeni olması gerekliyse insanbiçimsel olarak tasarlanan şeye bir gerçeklik ranımak gerekir ve gerek felsefe gerekse felsefeye dayanan bü­ tün dinsel cemaatler için böylece şiirsel tasarımı güzelleştiren şeyin doğasını ta­ nımak önemli bir konudur. Bu, evrenin birliği midir? Ancak bu birlik hangi bi­ çim alunda nesnel bir varlığa sahiptir? İnsan zihni midir? Evren ruhuylu birey­ sel ruh arasındaki ilişkiler nelerdir? vb." Daha sonra "Philalethes 'e Mektup"ra ar­ tık kendisi için önemli olanın sonuçran çok ramşmanın kendisi olduğuna işaret etmektedir. O aynı zamanda liberal .olduklarını iddia eden, ancak tanrıtanımaz olmakran korkan insanlara iriraz edilmez düşüncelerin bir Tanrı varsayımını çok makul kıldığını, ancak öre yandan bu varsayım önünde de bazı büyük güç­ lüklerin bulunduğunu, dolayısıyla özgür bir tanışmaya razı olmak gerektiğini göstermek isremişri. Überweg'in bu ikinci gelişme aşamasını, mareryalizmle erekbilim arasında kararsız olma aşamasını, 1 8 7 1 yılında Berlin'de yayınladığım onun felsefesine ilişkin bir ranırma yazısının temeli olarak aldım. Aramızdaki mekruplaşmada bile görülen Überweg'in mareryalizm yönündeki tercihine işaret eden bazı izlere dayanarak onun bu sistemini felsefesinin nihai sonucu olarak ilan ermeye kendi­ mi yetkili görmedim. Özellikle benim anlarnğım Überweg'in genel olarak o ka­ dar beğenilen mükemmel eserlerin bir çeşir resmi yazarı, bütün sorunları ele alan, doğru bir şekilde onları eleşriren, bununla birlikte her noktada hoşgörülü olan bir düşünür olması hasebiyle bunu yapmaya kendimi yetkili görmedim. Bu küçük biyografımin yayınlanmasından kısa bir süre sonr:ı ranınmış materyalist, Könisberg're Überweg'in en yakın dosru olmuş ve hayarının sonuna kadar her gün onunla yakın ilişki içinde bulunmuş ve felsefe yapmış olan doktor Czol­ be'den birçok rnekrup aldım. Czolbe bu rnekruplarda Überweg'in arrık kesinlik­ le Arisroreles'in erekbiliminin bir tarafran olmadığını söylemektedir. Han­ ınann'ın "Bilinçdışı Felsefesi"nin kendisini olumlu yönde etkilemediğini bildir­ mekre ve Überweg'in açık Darwinci olduğunu ileri sürmektedir. 7 Ağusros1 871 tarihli bir rnekrup ram ramına şöyle demektedir: " O profesör resmi sıfatıyla ilk görevinin öğrencilere felsefe tarihini öğretmek, onları usta diyalekrikçiler yap­ mak olduğunu düşünmekle birlikte her yönde kararlı bir tanrıtanımaz ve marer­ yalisrri . Überweg esas olarak ''Materyalizm Tariht'nize airrir ve yine o benim için 411

M A T E RYA L l Z M İ N T AR İ H İ

materyalizmin temellerinin bilgisizlik, aptallık ve bayağılık olmasını isteyen ran­ rıbilimciler ve filozofların ahmaklığının parlak bir örneğidir. Onu mareryalisder arasında sa yınakla kesinlikle Überweg'in yönünde hareker ermiş olacaksınız" .(28) Bu iddiasını desteklemek üzere Czolbe(29) kendisi Leipzig'deyken Über­ weg'den almış olduğu dört rnekrubu zikrermekredir. Bunlar 4 Ocak, 1 7, 22 Şu­ bar ve 16 Mart 1 869 tarihli mekruplardar. 4 Ocak tarihli mekrupra diğer şeyle­ rin yanında Überweg şunları söylemektedir: "Beynimizde meydana gelen şey bence burada en güçlü veya en yoğun bir şekilde ortaya çıkan bu aynı şey, ben­ zeri bir tarzda yalnız çok daha küçük bir ölçekte çok genel olarak meydana gel­ memiş olsaydı, mümkün olmazdı. Bir çift fare ve bir fıçı un. Bildiğiniz gibi size sık sık bu örneği verdim. Bu bol yiyecek sayesinde bu hayvanlar çağalırlar ve onlarla birlikte duyumlar ve duygular da çoğalır. İlk fare çiftinin sahip olabildi­ ği birkaç duyum ve duygu basit olarak genişlemiş olamaz; çünkü o zaman daha sonraki kuşakların daha zayıf duymaları gerekirdi. O halde duyum ve duygular unda var olmalıdırlar; ancak onlar onda beyinde olduğu gibi yoğun bir biçimde değil, zayıf ve soluk bir durumda olmalıdırlar. Beyin bir damırma aleti gibi ça­ lışmaktadır. Eğer duyumlar ve duygular hayvanların beyinlerinde titreşimler ta­ rafından harekete geçirilebilmekreyseler, duyumların bu özelliği bu özelliğe do­ ğuştan, yani daha henüz un biçimindeyken (yani henüz un olarak veya unda var olduklarında) (daha zayıf) bir derecede sahip olmadıkları takdirde, nasıl kazan­ mış olabilecekleri anlaşılamaz". Daha ileride aynı mekrupra şöyle denmektedir: "Bir anlamda benim maddeden tümüyle vazgeçriğimi söylerken haklısınız. Be­ nim görüşüm bir yandan kaba bir biçimde materyalist olduğu kadar öre yandan da ramamen ruhçudur. Madde dediğimiz şeyin tümü duyumlar ve duygulardan (ancak Berkeleycilerin anladıkları anlamda sadece bizim duyum ve duyguları­ mızdan değil) meydana gelir ve bu anlamda o ruhsaldır. Ancak bu ruhsal olan uzamsaldır ve dolayısıyla 'maddi'dir; çünkü madde ranımı gereği ' uzamsal bir röz'dür." Diğer üç rnekrup Kanr ve Laplace'ın kuramiarına özel bir çizginin eklen­ mesiyle diğerlerinden ayrılan Überweg'in kozmogonisini içermekredjr. Gerçek­ ren Überweg Kanr'ın bir ifadesini payiaşarak iki komşu gök cisminin veya gü­ neş sistemlerinin bütününün ve daha büyük kozmik birimlerin zamanla birbir­ leriyle çarpışacakları sonucunun zorunlu olduğunu göstermeye çalışmaktadır. (28) Bu bakımdan Überweg'in karakterini kesin olarak Czolbe gibi benim de rakdir etmem kolayca anlaşılabilir bir şeydir. Ben eminim ki Überweg eğer öleceğini tahmin ermiş olsaydı (Czolbe'ye göre son dakikaya kadar iyileşebileceğini düşünmüşrür) ana fikirlerini yayınlama du­ rumuna gerirmedikçe rahat edemeyecekri. (29) Bu mektuplar diğerleriyle birlikte istediğim gibi kullanmam için Czolbe tarafından bana verilmiştir. Bundan dolayı Czolbe' nin ölümünden sonra da benim kağıdarım arasında kaldılar. 412

A H LA K ! M A TE RYA L İ Z M VE D İ N

Sonuç her seferinde aynı olacakrıı;: Maddenin yanması ve uzaya dağılması. Bun­ dan sonra güçlerin işleyişi yeni bir evrenin reşekkülünü meydana gerirecekrir. Hayar gök cisimlerinin ilerleyen soğuması ile onadan kalkar. Ancak gök cisim­ lerinin çarpışması sıcaklığı yeniden er ve geç resis eder ve hayarın yeniden orraya çıkmasına hiçbir şey engel olamaz. Ancak hayarı bizde meydana geriren aynı ne­ denlerle onun ram olarak nasıl meydana geldiğini bilmemekreyiz. Kanr'ın ve Laplace'in evrenin başlangıç hali o halde ancak göreli olarak bir başlangıç hali­ dir. O daha önceki dünyaların yıkılmasını gerektirir ve bu olay çoğunlukla son­ suza kadar rekrarlanacakrır. Çünkü madde ve uzayın sonsuzluğundan şüphe er­ mek için hiçbir nedene sahip değiliz. Savunulması kolay olduğu kadar usraca olan bu kurama Überweg kendisi­ ne büyük değer verdiği ve Darwinciliğini önceden varsayan daha geniş bir bakış açısını bağlamaktadır. Überweg dünyaların birbirini izleyen onadan kalkmaları­ nın arkasından her seferinde daha büyük gök cisimlerinin onaya çıkması ve on­ larda hayar geliştiğinde kendisinden zorunlu olarak girgide daha mükemmel formların çıkacağı hayar kavgasının girgide daha büyük boyudar kazanması ge­ rektiğini söylemektedir. Eğer Überweg'in yukarıda ana hadarına işarer erriğimiz evren rasarımı pla­ nına bu çizgileri eklersek, şüphesiz rurarlı ve ram bir mareryalisr sisrem elde er­ mekreyiz. Başka bir anlamda bu sisreme "ruhçu" (sprirüalisr) sıfatını verebilece­ ğimizden şüphe edilebilir. Çünkü asıl anlamında ruhçuluk her zaman evrenin dar anlamda mekanik nedenlerinin zincirlenişini dışarı arar. Öre yandan Über­ weg mektuplarında çoğu zaman ve severek kendisini mareryalisr olarak adlan­ dırmakla birlikre evren tasarımının bu cephesini çok seyrek vurgulamakradır. Kuramı üzerinde gerçekren rurarlı bir materyalizmin kurulabileceği düşüncesi henüz ram olarak bu yönde bir karara varmamış olduğu bir dönemde bile onun aklına gelmişri. Böylece bana Könisberg'ren yazmış olduğu 14 Aralık 1 8 62 ra­ rihli bir mekrupra Czolbe'ye karşı Alman mareryalisderinin Walhalia'sından alınmış su iğneleyici sözü (Münsrer, 1 86 1) harırlarmakraydı: "Aklın henüz ram olarak amacına ulaşmamışrır; çünkü sonsuz evren senin kafarasını doldurmu­ yor". Bu iğnelerneye şu düşüncesini eklemekredir: "Eğer şair 'Görme Yönü Kura­ mı' adlı ineelememi görseydi, gerçekren bu sonucu çıkardığırndan dolayı belki bana karşı bir beyir dizrnek mecburiyerinde olduğuna inanırdı. O zaman da şu 'mareryalizm gerçekleşririlemez' başlığını koruyup korumayacağını bilmek ister­ dim. Eğer o bunun yerine (Czolbe ve diğerlerinde) 'gerçekleşmemişrir' diye yaz­ saydı, onunla aynı fikirde olurdum" Bürün bu söylediklerimizden sonra Überweg'e geniş kapsamlı ve özgün bir mareryalisr sisremi yüklememiz gerektiğinden şüphe edilemez. Bununla birlikre

413

M AT E RYA L İ Z M İ N TAR İ H İ

Czolbe'nin Überweg'i kategorik olarak "tanrıtanımaz ve materyalist" olarak ad­ landırmakta haklı olup olmadığını kendimize sorabiliriz. Gerçekten her· şeyden önce kendimize eğer daha uzun süre yaşamış olsaydı Überweg'in bu bakış açısı­ nı aşıp sistemine yeni bir gelişme kazandırıp kazandırmayacağını sorabiliriz. Bence o hiç bir zaman kesin olarak bir sonuca varmamaktaydı ve hatta son mektuplarında eğer zamanı ve sağlığı izin vermiş olsaydı, evren tasarımının önemli kısımlarını yeniden gözden geçirme yönünde bir niyetinin varlığı görül­ mektedir. "Tanrı tanımazlığı"na gelince, Überweg'le yakınlığına rağmen Czol­ be'nin bu konuda tam olarak yetkili bir yargıç olduğunu sanmıyorum. Mater­ yalizmine rağmen Czolbe papalığın ateşli bir yandaşıydı. Dolayısıyla bu konuda onunla Überweg arasında hemen hemen hiçbir temas noktası yoktu. Öte yan­ dan onun Czolbe'ye gönderdiği mektuplarda dinsel sorunla ilgili bir tartışma­ nın izine rastlanmamaktadır. Überweg'in materyalizmi her zaman bir alem ruhu varsayımını tümüyle dışlamamaktadır. Bu filozof bir T ann kül tü ne ulaş­ mak için sadece insanbiçimci anlayışa göre Tanrı'ya dönüştürülebilecek bir var­ lığın varlığını talep etmektedir. Şimdi özet olarak Überweg'in dünya görüşünün ahlaksal sonuçlarının han­ gileri olduğu sorusunu sorarsak önce onun siyasi görüşleri bakımından temelde muhafazakar olduğunu söyleyeceğiz. Şüphesiz o Almanya'da uzun süre "muha­ fazakar" diye geçinmiş olan o zehirli restorasyon hastalığını paylaşmamaktaydı. Monarşik devlet kurumları ve mevcut olduğu biçimde hukuksal ilişkiler alanın­ da her problemin mümkün olduğu kadar sakin bir çözümü yönünde açık bir tercihi bulunmakla birlikte büyük ılımlı liberalizm akımını izlemekteydi. Bu tu­ tum onu hatta politikada mantığı temsil ettiğini düşündüğü meşruiyetçiliğin sa­ vunucusu olmaya götürdü. Filozof olarak o modası geçmiş bir geleneğe karşı düşüncenin hakkını, dolayısıyla devrim hakkını reddetmeyebilirdi. Ancak onu en seyrek durumlarla ve bir iç zorunluluğun en tartışmasız örnekleriyle sınırlı görmek istiyordu. ı 866 yılının getirdiği değişmeler onu endişelendirmemiştir. Tersine o ı 85 8' den bu yana Almanya' da şeylerin almış oldukları biçimden son derece memnun görünmekteydi. Toplumsal sorun konusunda kendi incelemeleri olmadığı için "Schulze­ Delitzsch'e karşı içgüdüsel bir sempati"si vardı. Benim tamamen farklı bir yön­ de yazılmış çalışmalarımı dikkatle okuyor, özellikle kuramsal tartışmalarda fikir­ lerimin çoğunu onaylıyordu; ancak daha sonra tüm pratik sonuçlarla ilgili ola­ rak mümkün olduğu kadar statükoyu savunmaya geri dönüyordu.(3 0) Ama bundan dolayı Überweg dinsel gelenek konusunda daha az radikal de(30) Überweg 12 Şubat 1 865 tarihli bir mektupta (şüphesiz henüz çok kusurlu olan ilk baskı­ sına dayanarak) "Arbeiterfragl' adlı yapmmın kendisinde uyandırdığı izlenimleri bana yazdı.

4ı4

A H L A K I M A TE RYA L I Z M VE D I N

ğildi. Felsefi fikirlerinin gelişmesinin ikinci döneminden itibaren özgür roplu­ lukların safma geçmesinin ödevi olup olmadığmı kendi kendisine sormuştur. Bu fikrinin arkasmı gerirememesinin nedeni ancak öğretmenlik için yaraulmış olduğu ve zihninin bu özel yeteneği göz önüne alındığında açık bir haksızlık yapınaclıkça bu durumunu korumasmm hakkı olduğu inancı olmuşrud3 1 ) Derslerinde ve kiraplannda şüphesiz hakikare aykırı hiçbir şey söylemediği, bu­ nunla birlikte hakikati de bütünüyle ifade etmediği düşüncesinden dolayı ken­ disini rahatsız hisserrikçe mektuplarmda pozitif Hıristiyanlığa karşı düşünceleri­ ni daha sen bir biçimde ifade etmiştir. Bana göndermiş olduğu 29 Aralık 1 862 tarihli özellikle heyecanlı bir rnekrubunda üzerinde durduğu diğer şeyler yanm­ da Reform'u kabul errirmek için oruz yıl, hana daha uzun süre kanlı savaşlar yapmanm gerekmiş olduğunu söylüyordu. "Eski dönemin Pürirenleri gibi ya­ şamlarını feda edecek ve eski akılcılarla birlikte karolik ve proresranları, gerekir­ se, oruz yıl süreyle mitralyözleri ile zevk içinde biçecek bağnaz mareryalisder or­ raya çıkmadıkça, mareryalizmi kuramsal görüş olarak benimseyen roplulukların kabul edileceklerine ve güvenlik kazanacakları"na inanmamakraydı. "Ancak za­ ferden, çok pahalıya mal olacak bir zaferden sonra hoşgörü ve insanlık ilkelerini yeniden canlandırmak güzel ve çekici bir iş olacaktır. Salr dinsel savaş olmaya­ caktır. Konsranrin'in savaşları ve Oruz Yıl savaşlarının kendileri de öyle değildi­ ler. Ancak şundan eminim ki uzak olmayan bir gelecekte dinsel unsur, dünya görüşlerinin zıdığı, siyasal zırlıklar ve savaşlada çok sıkı bir işbirliği içinde bulu­ nacaktır" .(32) Bundan üç yıl so(\ra, şüphesiz zihninde üçüncü aşamanın dünya görüşü­ nün anık ramamen oturmuş olduğu bir zamanda 3 1 Aralık 1 865'de roplumsal sorundan daha fazla önem verdiği dinsel sorunla ilgili olarak Überweg bana şunları yazmakraydı: "Dogmalarında bilime aykırı düşecek hiçbir şeyin olmadı­ ğı bir din bence şüphesiz ı) mümkündür; ıı) zorunludur. Ancak sevgili dostum, Allah aşkına, bu cümleyi dinin kendisinin bilimle karışması gerektiği şeklinde anlama. Saf dinde bilimle şiirin her ikisi açık bir biçimde birbirinden ayrı, an­ cak derin bir biçimde birleşik olacaklardır. Bu ayrılık ve birliktelik, çağm bilim­ sel bilincinin kendisini aşması ölçüsünde tahammül edilmez olacak ve bizi alı­ maklık veya kölece ikiyüzlülüğün korkunç dilemınasma görürrnek durumunda kalacak olan başlangıçtaki karışırom yerini alacaktır" "Dinin, özü bakımın­ dan, çocukluk durumunda kalması gerektiğini iddia etmiyorum. Bakışiatını (31) Übeıweg'in bana yaıdığı 12 Kasım 1 860 ve 28 Aralık 1 861 tarihli mektuplar. (32) Bugün hala bu heyecanlı mektubun psikolojik açıklamasından, Friedrich Übeıweg hak­ kındaki tanıtma yaıımın 22. sayfasında verdiğim açıklamadan vaıgeçemiyorum. Bununla birlik­

te öte yandan bugün onun Hıristiyan!* hakkındaki sen yargısına ansal bir kızgınlığın yargısı ol­ maktan daha büyük bir önem vermek ıorundayım.

415

M A TERYA L I Z M I N TA R I H !

kapsayıcı bir biçimde bürüne, evrenin düzenine yöndren v e böylece okul öğreti­ minin raçlanmasını teşkil eden evrensel tarih ve doğa tarihi öğretiminden başka bir "dogmatik", başka bir "din kitabı" yoktur. Ancak kilise dogmatiği kilise kür­ süsüne ne kadar az yakışırsa bu öğretim de üniversite kürsüsüne o kadar az yakı­ şır. Öğreti yalnızca vaazın kuramsal temelini oluşturur; o dindarın ruhunu orga ve şarkıya ve eğer isterseniz tablolara, merasimlere bağlayan bağdır. Bununla birlikte aralarındaki mutlak ayrılığa rağmen sıkı bir ilişkinin olması gerekir" Überweg daha sonra yeni kuramın yeni bir dinsel sanan doğurması gerektiğini kanıtlamaya çalışmaktadır. O halde burada Hıristiyan dinine ramamen benzer olan bir din perspektifi karşısında bulunmakrayız. Bu evrim kuramı 28 Nisan 1 869'da yazılmış olan mektubun içeriğinden ramamen farklıdır. Bu mektupta Überweg üç işlevin, bil­ gi, duygu ve iradenin ancak eğitimin ilerlemesiyle birbirinden kesin bir tarzda ayrıldığına işaret etmektedir. O zaman bilim, sanat ve ahlakın, teorik, esretik ve etik olanın yan yana yürüdükleri görülmektedir: "Başlangıçta bu üç işievin ro­ hum halinde bir bir arada bulunuşu (veya Schelling gibi konuşmak gerekirse bir "farklılaşmamışlığı") mevcurrur ve bu başlangıç karışımı esas iribariyle dinin içinde bulunduğu durumdur. .. (Dinsel tasarımların esreri k imgeler olarak yo­ rumla nınası değil) dinde birlikte bulunanın bu üç forma ayrışması, Goerhe'nin 'kimin bilim ve sanarı varsa, dini vardır. Kimin bilim ve sanarı yoksa, dini de yoktur' veeizesine uygun olarak arzu edilir ilerleme olacaknr". Şimdi gerçekren Überweg'in din konusunda birazdan görüşlerini inceleyeceğimiz Srrauss'la ke­ sinlikle aynı noktaya varıp varmadığını kendimize sorabiliriz. Bu evrim kuramının ranışılmaz bir kusuru dinin başlangıçtaki tohum ha­ lindeki karışımından çıkarak gelişmeleri gereken teorik, esretik ve etik unsurla­ rın aynı zamanda nitelik bakımından değişmeleri ve dinsel rohumda içerilmiş bulunan şeyin hemen hemen ram karşıuna dönüşmelerinde yatmaktadır. Ku­ ramsal unsur hakkında daha önce söylenenlere hiçbir şey eklernemize ihtiyaç yoktur. Überweg'in geleceğin dinine kabul errirmek istediği esretik ve moral ko­ şullara gelince, onlar Hıristiyanlık ilkelerinden çok farklıdırlar. Birçok kez ona Hıristiyanlığın halkın hayarında hala güçlü köklere sahip olduğunu, öre yandan psikolojik ve toplumsal nedenlerle onun yerine bazı genel ilkelerin geçirilmesi­ nin imkansız olduğunu kanıdamaya çalışnm. Felsefi bir eğitim almış olan ve iç­ tenlikle halkın iyiliğini sağlamaya çalışan birinin halkla ilişki içinde kalması, harra onun kalbinin arışiarını anlaması gerektiğini Überweg'e söylüyordum. Ancak bunun için Kanr ve Hegel'in hazırladıkları tarzda dinsel felsefi bir aracı­ ya, yani dinsel biçimleri felsefi fikirlere çevirmeye ihtiyaç vardır. Eğer bu sanat gerçekse, dine ilişkin şeylerde duygu sürecinin fllozofi:a, özü itibariyle, mürnin­ de olduğunur,ı aynı olması gerekir. O halde fı.lozofa kiliseden çıkması yasaklan416

A H LA K I M A TE RYA L I Z M VE D I N

makla kalmamalı; aynı zamanda o bu fikirden kuvvetle vazgeçirilmelidir. Çün­ kü bunu yapmak, halkın dinsel hayanndan doğası gereği ilerlemeye yönelik bir unsuru çekip almak ve halk kitlesini sa vunmasız bir biçimde kör bağnazların hakimiyerine teslim ermek demektir. Filozofta ve naif müminde ruh süreçlerinin bu "izomorfizm"ini Überweg ancak çok az ölçüde haklı kabul ermek istiyordu. Şüphesiz bunun özellikle ne­ deni onun, ilke olarak, Hıristiyanlığın ralep ettiği ruhun dinsel süreçlerini red­ dermesiydi. Dinsel yaşamın esretik yanıyla ilgili olarak biz geleceğin dininin, esas iribariyle Hıristiyanlığın feda ermiş olduğu dünya hayarının ramlığı yönün­ de kararlı bir vurguyla birlikte bir barışma ve sevinç dini olması gerektiği konu­ sunda aynı görüşteydik Ancak Überweg bu ilkeye dayanarak Hıristiyanlığın bütün acı ve feryat şiirini, - bu şiire bağlanan insanı o kadar derinden erkileyen şarkıları ve benim şahsen kendilerine o kadar önem verdiğim Onaçağ'ın soylu mimarisiyle birlikte - reddediyordu. Beni gorik üslupta yeni bir insanlık dini kurmayı istemekle eleşririyordu. Kendisinin yeni ve güler yüzlü bir mimari üs­ lubunu tercih ettiğini söylüyordu. Onun dikkarini ne sosyal sefaleti, ne bireysel üzüntüleri tümüyle onadan kaldıramayacağımız, herkesin, hatta en doğru adamların bile, suçlu olduğu görüşünde derin bir anlam olduğu, bireyin irade gücüne sınırsız olarak başvurmanın büyük bir yalan, büyük bir a daletsizlik içer­ diği noktasına çektim. Yani ben geleceğin dininin yeni ve güler yüzlü mabedi­ nin yanında hiç olmazsa acı çeken insanlar için benim gorik küçük kilisemin ve ulusal dinde, kendileri sayesinde mutlu insanların yoksulluğun uçurumunun di­ bine dalmayı ve aynı kurtuluş ihtiyacı içinde ralihsiz, hatta kötü olan insanlarla buluşmayı öğrenecekleri bazı bayramların olmasını istiyordum. Tek sözcük le eğer bizim bugünkü Hırisriyanlığımızda feryat ve tövbe genel kuralı oluşturu­ yorsa ve eğer onda zaferin verdiği sevinçli arılım ve zevk bir istisna ise, rüm var­ lığımız boyunca bize refakar eden karanlık ve hüzünlü yanı ortadan kaldırmak­ sızın bu oranı tersine çevirmek istiyordum. Bir gün aşağı yukarı Hıristiyan dini içine mezmurların ithal edilmiş olduğu gibi bu yeni dinin içine de en iyi kilise şarkılarımızı koymak zorunluluğundan konuşruğumuzu gayet iyi hatırlıyorum. Überweg bana protestan şarkı kirapla­ nndan hangi şarkıyı tercih edeceğimi sordu. Aramızdaki farkın ramamen bilin­ cinde olarak ona heil)en "Ey kan ve yarayla örtülü baş" sözleriyle başlayan şarkı­ yı seçeceğimi söyledim. Überweg başını çevirdi ve o günden sonra geleceğin ki­ lisesinin dinsel şiiri konusunda benimle sohbet ermekren vazgeçri. Überweg Hıristiyan ahlakına da daha az düşman değildi. Evet, sevgi ilkesi­ ni kabul ediyordu ve ona kalıcı bir değer vermeye razıydı. Ancak ona göre özel­ likle de bundan ötürü lürufa dönüşen sevgiye şiddetle karşı çıkmak gerekiyordu. Özellikle "/şçi Sorunu" üzerine kirabırnın onu ( 1 2 Şubat 1 865 tarihli mekru-

417

M A T E R YA L İ Z M İ N T A R İ H İ

bunda) bu konuda kesin bir ifadede bulunmaya iniğini hacırlacmam gerekir. O bu mekcubunda Hıristiyan ilkelerinin gerçekleşmesinden değil, cersine onların değişcirilmesinden önemli coplumsal iyileşcirmeler beklemekcedir: " Zengin adam ve yoksul Lazarus; yoksullara karşı cömerdik, dünyaya rıza göscerme, yok­ sulları seven Tann'nın bu hayanan sonra bu dünyada ayrıcalıklı durumda ol­ muş insanlardan cehennemin ebedi cezaları vasuasıyla alacağı imikam, işce Me­ sih'in krallığını kuran adamın cemel fikirleri ve Zachaus sahip olduğu şeylerin yarısını yoksullara dağıcacağını vaac euiğinde İsa'nın hoşuna neyin gideceğini gayec iyi biliyordu. En karakceriscik biçiminde ahlaksal ikilik budur. M ammon haksızdır; bu onun doğasıdır. Mammon'u unucmamak, Tanrı'nın ve insanların vereceği bağışları beklemek, doğru olan budur ve kÖcüler vermeyecek kadar kan yürekli olduklarında (veya sadaka vermek yerine çalışmayı calep euiklerinde) in­ sanlar çalışmayı yücelcmeyecekler, yoksulluğa kadanacaklar ve İsa'nın hüküm­ darlığının veya genel olarak gelecekceki hayann cennecimsi casarımlarının bir af­ yon ödevi görerek sağlayacağı sarhoşlukca yoksulluklarını unucacaklardır. Saim Paul dilencilik hakkında İsa kadar kaba fikirlere sahip olamayacak kadar iyi eği­ cim görmüş bir adamdı ve iş hayannı iyi bilmekceydi. Ancak Hırisciyanlığın acı­ nacak dilencilik ilkesi onunla içeriye girmiş ve bundan dolayı da orada eckisi daha da zararlı olmuşcur. Tanrı'nın lücfu bilinçli ahlaksal eylemin yerine geçmiş ve vahiy ilkesi araşcırma çalışmasının yerini almışcır. Barbarları ehlileşcirmeye başlamak için emelekcüel afyonun sarhoşluğu iyi olabilirdi. Ama bugün onun eckisi felç ecmekce ve alçalcmakcadır" Vallis'in "insanın Ödevleri Kuramı nda(33 ) Hırisciyan ahlakının eleşcirisi vesilesiyle bana yazdığı 29 Haziran 1 869 caribii mekcupca da düşüncelerini aynı şekilde ifade ecmekcedir: "Yazar Hırisciyan ahlakının kusurlarına, özellikle onun 'düşmanını sevmek' gibi ahlak hokkabazlıklarını deseeklemesine karşılık - ki bu sevgi de öce yandan H ırisciyanlığın düşmaniarına ve acaları yoksulların kıskanç­ lığını üzerine çekmiş olanlara karşı dile geeiriimiş olan cehennemde ebedi ceza­ lara çarpnrılma fikriyle ile birlikce bulunmakcadır - (sözcüğün en geniş anla­ mında) çalışma konusuna önem vermemesine işarec ecmekcedir. O kişisel say­ gınlık ve bağımsızlığı bir Mesih, Tanrı'nın biricik oğlu haline gecirilen efendiye karşı iğrenç köleliğe feda eden Hırisciyan ahlakını göscermekcedir" Bücün bunlardan Überweg'in ahlakı camamen fiziksel ve amropolojik bir bilim olarak cesis eniği anlaşılnıakcadır. Bununla birlikce Rud. Reicke'nin Über­ weg'in bıraknğı elyazmalarından çıkardığı ahlak siscemi caslağı (Könisberg 1 872) a priori olarak verilmiş olan bir ahlak ilkesi varsayımına dayanan siscem"

(33) "Die Lehre von dm Menschenpjlichten in ihrem Verhaelniss zur christlichen Sittenlehre. A us tkn hinerrlassenen Papieren eints Philosophen', herausgegeben von Rudolph Vallis, Winterthur, 1 868.

418

A H LA K İ M A T E RYA L İ Z M VE D İ N

lere yaklaşmaktadır; ş u anlamda ki Überweg ahlakını çeşitli psişik fonksiyonlar arasında var olan değer farklılıkları üzerine kurmaktadır. O, bu fonksiyonları iki ana sınıfa ayırmaktadır: "Zevk ve acı, yararlı ve zararlı olanın karakteristik özel­ liğidir. Saygınlık ve utanma daha aşağı ve yukarı fonksiyonlar arasındaki farkı belirler". Ancak eğer yukarı ve aşağı fonksiyonlar arasında böyle bir asli farklılık duygusu varsa doğal bir bilinç de vardır ve bu takdirde bu duygunun öznel ne­ deniyle nesnel bir ilke arasında bir bağlantı kurmanın mümkün olup olmadığı yönünde araştırma yapmak arzusunu duyarız. Überweg'i ölümün, çalışmaları ve projeleri ortasından alıp götürmesine karşılık, David Frederic Strauss yaşamının amacını tümüyle gerçekleştirmek mutluluğuna erişti. Kendi tanıklığına göre son kitabıyla insanlığa söylemek iste­ diği son sözünü söylemiştir. Şimdi bu son söz materyalist bir dünya görüşünün kabulüdür. Gerçi Strauss Schopenhauer ve "Materyalizm Tariht nin yazarına dayanarak materyalizm ve idealizmin birbirleri içine geçtikleri ve temelde ikici­ liğe karşı ortak bir muhalefeti teşkil ettiklerine işaret etmiştir. Ancak bu ilişki herhangi bi.r noktadan hareket etmenin fark etmeyeceği veya materyalizmle ide­ alizmi birbiri yerine geçirmenin mümkün olabileceği bir anlamda tasarlanma­ malıdır. Gerçekte materyalizm ancak bir aşamadır, en doğal aşamadır; ancak o dünya görüşümüzün en az yüksek aşamasıdır. İdealizm alanına varılır varılmaz materyalizm spekülatif sistem olarak tümüyle değerini kaybeder. İdealist, doğa araştırmasında her yerde materyalistle aynı görüşleri ve aynı yöntemleri kullana­ bilir, hatta kullanmalıdır da. Ancak materyalist için nihai hakikat olan şeyi idea­ list sadece yapımızın zorunlu bir sonucu olarak görür. Öte yandan bunu sadece itiraf etmek de yetmez. Yapımızın sonucunun meşgul olmamız gereken tek şey olduğu düşüncesi ağır basar basmaz, bakış açımız özü itibariyle materyalist ola­ rak kalır; meğer ki diğerleri yanında Büchner tarafından da benimsenen bu tu­ tumu ifade etmek için özel bir ad bulunmak istenmesin. Gerçek idealizm her zaman fenomenler dünyasının ·yanına ideal bir dünyayı yerleştirecek ve bu so­ nuncu, ancak bir düş gibi görünecek olsa bile, ona bu dünyanın tinsel hayatımı­ zın ihtiyaçlarıyla ilişkilerinden kaynaklanan bütün hakları verecektir. O halde o, her zaman tercihen materyalist bir yönde şeylerin tüm özünü anlamanın imkansız olduğu noktalara göndermede bulunacaktır. S trauss hiçbir yerde idea­ lizmin ne pozitif, ne eleştirisel ana çizgisini gösterınemektedir ve onun Du Bois­ Reyınand tarafından doğa bilgisine konulmuş sınırları tartışma tarzı açık olarak materyalizmin ne kadar kararlı bir taraftarı olduğunu göstermektedir.(34) Stra­ uss parlak bir keskin görüşlülükle Du Bois-Reymond'un doğa bilgisine koyd�(34) Krş. "Der alte und der neue Glaube' adlı yapıtının yeni baskısının önsözü olarak son sözü, Bonn, 1 873, s. 22 vd.

419

M ATERYA L I Z M I N TAR I H I

ğu sınırlarıyla onun özünü, yani tutarlı mekanik dünya görüşünü sorgulamayı veya modası geçmiş dogmaların bu sınırların arkasında dikilmesine izin vermeyi düşünmüş olamayacağını gösteren bütün noktaları ortaya koymaktadır. Bilgi kuramı sorununun ana noktasına gelince, Strauss ondan hemen hemen onu an­ lamaksızın ve sanki önemsiz bir şeymiş gibi söz etmektedir. Beyin atomlarının hareketiyle duyumu birbirinden ayıran mutlak mesafe, Strauss için, bu mesafe­ ye ilişkin göreli şüphesi bir yana bırakılırsa, hiç olmazsa iki olay arasındaki ne­ densel bağlantı muhtemel kılınır kılınmaz, kendisinde durmak için yererli bir nedenin var olmadığı bir konudur.(3 5) Oysa çözülmez problemi erteleyen ve bu mevkiden dine karşı polemiğini başlarmak için nedensel yasanın kapalı dairesiy­ le yetinen tam da materyalizmin bu bakış açısıdır. Aristotelesçi erekbiliminin yıkılmasından sonra Überweg'in yaptığı gibi Hegel'in felsefesinin zincirlerinden kurtulmuş Srrauss da hemen hemen karşı konulmaz bir biçimde materyalizme girmek zorundaydı. Çünkü hiçbir çağdaş filozof eleştiri felsefesinin ana noktasını Hegel'in düşünce ve varlığın özdeşliği öğretisiyle yaptığı kadar örtmüş ve kavramsal varlıklarla istila etmiş değildir. Gerçek bir hegelcinin tüm zihni, deyim yerindeyse farkında olmaksızın mater­ yalizmle idealizmin birbirinden ayrıldığı noktanın yanından geçececeği bir şe­ kilde eğitilmiş ve alıştırılmıştı. Strauss'ta bu gelişme veya hiç olmazsa bu geliş­ menin başlangıcı büyük tanrıbilimsel çalışmalarından hemen sonra ortaya çık­ mıştır. Ancak bu süreci bütün aşamalarında sergilemek güç olacaktır (Bu, bura­ da temas edemeyeceğimiz biyografısinin görevlerinden biri olacakrır).(36) Ma­ teryalist vasiyeti "Eski ve Yeni !nan( (Leipzig, 1 872), tümüyle yılların olgunlaş­ tırdığı bir meyve gibi görünmektedir ve yazarın bir defa daha bu bakış açısını aşma niyeti söz konusu olamaz. O kadar çok gürültü koparmış ve o kadar çok sayıda muhalifi Strauss'a kar­ şı ayaklandırmış olan bu küçük kitap amacımızla ilgili ihtiyacımız olan her şeyi içinde bulundurmaktadır. T annbilimsel eğilimleri yazarım, içlerinde iki önemli soruya cevap aradığı iki bölümle kitabını başlarmaya itmektedir: Hala Hıristi­ yan mıyız? Hala dinimiz var mı? Sonra şu bölüm gelmektedir: Evreni nasıl anlı­ yoruz? Srrauss'un materyalist kelime-i şahaderi gerçekte burada bulunmaktadır. (35) a.g.y. s. 28 vd: " Üstadın bu sözünün gerçekten bu konuyla ilgili son söz olu p olmayaca­ ğını ancak zaman gösterecektir. Ancak ben, kendi kişisel görüşümü korumakla birlikte şimdilik seve seve onunla yetinebilirim". Ancak burada herhangi bir üstadın otoritesinin yapacak bir şeyi olmadığını ve konuyu anlayan herkesin yargısının onun yargısıyla aynı değere sahip olduğunu söyleyebileceğimiz bir nokta söz konusudur. (36) Bu arada Zeller'in mükemmel yapıtında bazı destek noktalarına sahibiz: uDavid Fried­ rich Strauss. in seinem Leben und seinen Schriften geschilderl', Bonn, 1 874. Bu tam bir biyografi değildir ve Zeller'in kendisi önsözün IV. sayfasında buna işaret etmektedir.

420

A H LA K I M A TERYA L İ Z M VE D İ N

"Hayatımızı nasıl düzenlemekteyiz?" adını taşıyan son bölüm bizi ahlak alanına götürmekte ve geniş olarak bize yazarın devlet ve toplum üzerine düşüncelerini tanıma fırsatını vermektedir. Önce son iki bölümle meşgul olacağız ve daha sonra sadece daha önce gelen bölümler üzerine bir göz atacağız. "Evreni nasıl anlıyoruz?" sorusunun cevabı bir evren sisteminin canlı ve öz anlatımı olarak bir şaheserdir. Polemiğe girmeksizin ve konudan gereksiz sap­ malara gitmeksizin S trauss açıklamasının doğal sonuçlarıyla sisteminin kendi �endisini kanıtlamasına izin vermektedir. Duyu izlenimlerinden başlayarak hızlı ve emin bir adımla güçlü bir biçimde sonsuzluğunu tasdik ettiği evrene ilişkin tasarımımıza geçmektedir. Kozmogonide doğa bilimlerinin bugünkü durumu­ nu da özenle dikkate alarak tümüyle Kant'a dayanmaktadır. Überweg gibi mad­ denin başlangıçtaki yayılmasının daha önceki evren sistemlerinin yıkılışının so­ nucu olarak görülmesi gerektiğini kabul etmektedir. Ancak Überweg'in Dar­ wincilikten ve bu süreçten gitgide daha büyük bir mükemmelliğe yönelen bir ilerlemeyi çıkarmasına karşılık Strauss sonsuz bütünün ezeli ebediliğine ve te­ mel tekbiçimliliğine daha fazla önem vermektedir. Mutlak anlamında evren sü­ rekli olarak sağuyan ve ölen dünya sistemleri yanında bunların ortadan kalkma­ sı sonucunda yeniden doğan diğer sistemleri içine almaktadır. Yaşam ebedidir. Burada biterse, orada yeniden başlamaktadır ve diğer noktalarda da gücünün bütün zenginliğiyle kendini göstermektedir. Bu sürecin Kant'ın zannettiği gibi bir başlangıcı olmamış olduğu gibi bir sonu da olmayacaktır. Böylece bir Yaratı­ cı'yı kabul etmek için her türlü neden ortadan kalkmaktadır. Bunu takip eden diğer gök cisimlerinde hayatın olup olmadığına ilişkin so­ runun ustaca tartışmasında belki Strauss'un bizim tarafımızdan bilinen doğa koşullarına dayanan sınırları biraz daha dar tutması gerekirdi. Ancak burada da işaret etmemiz gereken önemli hatalar yoktur. Günümüzde egemen olan uz­ manların görüşlerini sıkı sıkıya izleyerek Strauss kısaca dünyanın meydana geliş dönemlerini ele alır ve daha sonra insan da içinde olmak üzere organik varlıkla­ rın doğuşu ve gelişmesi sorunu üzerinde daha ayrıntılı olarak durur. Burada S trauss her yanda Darwin'i ve Almanya'nın en önemli Darwincilerini takip eder ve birçok yol karşısında bulunduğunda hemen hemen her zaman emin bir sezgi ile en akla yakın ve en doğal olanını seçer. Bütün bu bölüm, bu sorunlar hakkında ciddi ve zekice bir inceleme izlenimi uyandırır. Okuyucu burada bi­ linçli ve derin araştırmaların hafif ve ince bir biçimde temas edilmiş nihai sonu­ cundan başka bir şeyle karşılaşmaz. Bundan ötürü sayısız hasımlarının polemik­ lerinin Strauss'un doğa bilimlerinde her bakımdan yanılmış olduğu ve Darwin­ ciliğinin sadece doğabilimsel dogmaların düşüncesiz bir kabulünden ibaret ol­ duğunu kanıtlamaya çalıştıkları yerler gerçekte bizde en zayıf yerler izlenimini bırakırlar. Tanrıbilimci ve fılozof hasımları, Strauss'u yere serrnek için doğa bi-

42 1

M AT E R YA L İ Z M İ N TARİ H İ

limcilerinin polemiğinden en şüpheli malzemeleri toplamışlardır. Buna karşılık uzman olan herkes Srrauss'un bürün bu iriraziarı çok iyi bildiğini, ancak kendi amacını ve bu iriraziara rahsis edebileceği zamanı gayer iyi değerlendirdiği için onları ne zikrermek, ne de çürürmeyi görev olarak düşünmediğini kolayca an­ lar. Hemen hemen bürün ayrımılarda hasımları karşısında haklı olmasına rağ­ men Srrauss'un sergilediği sadece doğru mareryalizmdir ve bu dünya görüşünün bürün zayıflıkları ve yetersizlikleri genel olarak çağdaş mareryalizm için olduğu gibi onun için de geçerlidir. Bunların örneklerini biraz daha ileride göreceğiz. Şimdi onun ahlak ve siyaser konusundaki fikirlerini ele alalım. Burada ramamen farklı bir rablo kendini gösrermekredir. Srrauss ancak alı­ lakın genel ilkelerine doğacı bir remel sağlamanın düşünmesi ölçüsünde bilim­ sel incelemeler ve derin düşünceler alanında dolaşmakradır ve aslında burada bile belli bir ilkeyi sıkı bir biçimde kanıdamamakradır. Ancak siyasal ve sosyal kurumlar alanına geçer geçmez onun öznel izlenimleri ve fazla derin ve sağlam olmayan görüşlerinin arrık güçlü bir biçimde hakim olduklarını görmekreyiz. Srrauss ramamen rurarlı ' olarak ilk remel erdemleri toplumsallıkran ve dü­ zenli bir toplumsal hayann ihtiyaçlarından çıkarınakla işe başlamaktadır. Sonra buna sempari ilkesini eklemekredir. Ancak ahlak alanını henüz yererli derecede aydınlarmadığına inanmakra ve doğacı ilkelerden idealisr bir ilkeye sıçramakra­ dır: Ahlaksal eylemlerinde insan kendini rür kavramına göre yönlendirir. Srra­ uss insanın rür kavramına, sonra insanlığın "kader"i tasarımına nasıl vardığını incelemez. Bunu izleyen ramşmalar daha ziyade insanın ne olduğunu ve kaderi­ ni nerede bulduğunu nesnel olarak açıklamaya yönelirler. Bundan da daha son­ ra ödevler çıkarılır. Bu çıkarımları ayrımılı olarak izlemeye değmez. Ancak sonuçların önemi vardır. S rrauss her yanda Überweg'den daha muhafazakar görünmektedir ve bu sonuncunun hiç olmazsa farklı görüşleri anladığını göstermesine karşılık Srrauss rüm bu alanda kısa görüşlü ve yüzeysel olduğu ölçüde karegorik ve dogmarikrir. Böyle bir keskin görüşe sahip birinin nasıl olup da bu fikirlere saplanıp kalabil­ diğini belli bir nokraya kadar açıklamak için eski Alman dar kafalılarının (Phi­ lesrer) dar görüşlüğüne başvurmak gerekir. Ancak Srrauss'un en keskin bir rarzda karşı çıknğı şey, sosyalizmdir ve bu rurum Überweg için olduğu gibi onun için de çağdaş sanayiye verdiği yüksek değer ve Hıristiyanlığın çalışma düşmanı eğilimine karşı dile gerirdiği acunasız mahkum ermeyle ilgilidir. Srrauss zengini öbür dünyada bekleyen cehennem azabı ve varlıklı gence verilen malını mülkünü sarıp ondan elde edilecek geliri yoksullara dağırma emrini güçlü bir biçimde kınamakradır: "Gerçek bir yoksul­ luk ve dilencilik külrü, Hıristiyanlık ve Budizmde orrakrır. Bugün Roma'daki

422

A HL A K t M AT E RYALİ Z M VE D t N

dilencilik gibi Onaçağ keşişlerinin dilenciliği de Protestan ülkelerinde ancak tü­ müyle farklı bir kaynağa sahip olan bir eğitimle sınırlandırılmış bulunan son de­ rece Hıristiyan kurumlardır. ". Scrauss, Suckle'ın zenginlik, çalışma ve para sev­ gisinin şerefine dizdiği övgüyü benimsemekce ve ona şu düşüncesini eklemekce­ dir: "Buckle'ın çalışmaya dizdiği övgü, kazanç sevgisinin bütün diğer turkular gibi akıllıca sınırlamalar gerektirdiğini dışlamaz. Ancak İsa'nın öğretisinde ka­ zanç sevgisi ilke olarak reddedilmekcedir. Onun eğitim ve insanlığın ilerlemesi üzerindeki erkisi anlaşılmamakcadır. Bu bakımdan Hıristiyanlık açık olarak kül­ türe düşman bir ilke olarak görünmektedir. Buna rağmen eğer o çağımızın kül­ türlü ve çalışkan halkları arasında yaşamaya devam ecmekceyse bunu ancak laik bir akılcılığın kendisine getirmiş olduğu iyileştirmelere borçludur ve bu akılcılık bu iyileştirmeleri kendisine değil aslında karşı olduğu Hıristiyanlığa mal edecek kadar cömerr veya zayıf veya iki yüzlüdür". Scrauss'un acı ilkesi, bağnaz çilecilik, dünyayı küçümseme ve Hıristiyanlı­ ğın diğer benzeri karakteristik çizgilerini reddedeceği kolayca anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık kokan her şeye karşı yürünüğü yorulmak bilmez kavgasından çıka­ rabildiğimiz kadarıyla onun ahlakı, tümüyle insanın kaderinin, bu dünyada ça­ lışma ve sosyal düzen sayesinde uygun bir biçimde yerini düzenlemek ve sanat ve bilimle varlığını yücelemek ve en ince emelekcüel zevkleri sağlamakcan ibaret olduğu düşüncesine dayanmaktadır. "Hala Hıristiyan mıyız?" sorusuna S crauss kesin bir "hayır"la cevap vermektedir. "Hala dinimiz var mı?" sorusuna ise ko­ şullu bir "evec"le cevap vermektedir. Gerçekren dini hala evren ve onun yasala­ rına karşı duyulan bağımlılık duygusu olarak adlandırmak isteyip istemediğimi­ zi bilmek söz konusudur. Bu duygu üzerine anık bir din kuramayız; ancak o hala ahlaksal bir erkide bulunmaktadır ve belli bir dindarlıkla (piece) ilişkilidir. Bu dindarlık örneğin Schopenhauer'in köcümserliğinde olduğu gibi iyi değer­ lendirilmediğinde kendimizi incinmiş hissecmekceyiz. Birey, bütünün üstüne yükselemez. Yasalar tarafından yönetilen, yaşam ve akıl dolu olan Bütün, en yüksek kavramımızdır. Bundan dolayı felsefe adına layık her felsefe, zorunlu olarak iyimserdir.( 38) S crauss özgür toplulukların dinini olumsuz olarak yargılamakcadır. Bu din­ ler mancıksal olarak her türlü dogmatik geleneği reddederek ve tarih ve doğa bi­ lim alanına yerleşerek çalışmakcadırlar. Ancak dinsel bir cemiyecin işlevi bu ola­ maz. "Özgür toplulukların birçok törenine kauldım ve onları korkunç derecede kuru ve sıkıcı buldum. Hayal gücü ve kalbe biraz taemin sağlamak için Kursal (37) "D" alte und tkr rıfUe Glaubl', z.weite Auflage, s. 63 ve 64. (38) a.g.y. s. 1 41 - 1 47. Strauss'un kendisiyle kötümserliği çürütmeye çalıştığı acınacak yanılt­

macaya (s. 1 45) işaret etmek gerekir: "Eğer dünya kötüyse, kötümserin düşüncesi de kötüdür. Eğer o kötüyse, dünya iyi olmalıdır".

423

M AT E RYA L I Z M I N TAR I H I

Kirap'raki bir efsaneye veya Hıristiyan bayramları takvimine bir göndermede bulunulmasının şiddede hasretini çekiyordum. Ancak bu rahadamayı hiçbir za­ man bulamadım. Hayır, doğru yol bu da değil. Çıplak ve düz roprak üzerinde bir din ve ahlak saari geçirmek için kiliseyi yıkmak, insanın sırrında ürpertiler dolaşuracak kadar acıklı bir şey". Devler cömert bir şekilde yeni kiliseye eskisi­ nin bürün imciyazlarını bahşermeyi kabul erseydi bile Srrauss bir "Akıl Kilise­ si"ne girmezdi . O ve onun gibi düşünenler her rürlü kiliseden vazgeçebilirler. Onlar yüreklerini insanlığın bütün üstün çıkarlarına ve her şeyden önce ulusal yaşama açık rurarak yüksek duygulara erişirler. Onlar bir yandan doğa bilgileri­ nin alanını genişlecirken öre yandan yurtseverliklerini rarihsel incelemelerle des­ teklemeye çalışırlar. "Sonuç olarak biz büyük şairlerimizin yazılarında, büyük besrekarlarımızın müzikal eserlerinin icrasında zihin ve yürek, hayal gücü ve espri için mükemmel aulımlar bulmakrayız". "Böyle yaşıyoruz; böyle mudu bir şekilde dolaşıyoruz" Biz de öyle olabiliriz. İ mkanlarımız buna izin vermektedir. Çünkü Srra­ uss'un adiarına konuşruğu "biz"ler, kendi ranımlamasına göre, "sadece bilim adamları değil, aynı zamanda memurlar, askerler, sanayiciler ve roprak sahipleri­ dir". Halk ancak çok yüzeysel bir biçimde zikredilmekredir. Ulusal şairlerimiz kendilerini halka sunmakradırlar; ancak şimdilik konserlerden vazgeçmek zo­ rundayız. Lessing'in "Nathan"ı, Goerhe'nin "Hermann ve Dorothea"sı da "kur­ tuluş hakikaderi" içermekredir. Her halükarda onlar birçok ranrıbilimcinin an­ lamadığı Kirab-ı M ukaddes'ren daha fazla anlaşılabilirdirler. Halkın Kirab-ı Mukaddes're Baba-Oğul geleneği aracılığıyla keşfeuiği kurtuluş hakikaderi, in­ sanların bu aynı Kirab-ı Mukaddes'e ilişkin olarak sahip olduklarına inandıkları kavrayış uzun zamandan beri arrık söz konusu değildir. Bu geleneksel fikirlerde Kirab-ı Mukaddes'in o kadar reseliiye muhraç yoksulların ve zayıfların yüreğiyle ilgili olarak sahip olabileceği en yüksek bir değer bulunmakraysa da bunlar var olma hakkına sahip olmayan yanlışlardır. Okullarımız Yahudilerin rarihiyle daha az meşgul olur olmaz, büyük şairlerimiz kideler rarafından daha iyi anlaşı­ lacakur. Ancak bu kadar iyi örgüdenmiş yönecimimizde bu kadar verimli bir değişikliği meydana gecirecek bu arılım nereden gelecekcir? Srrauss bunu daha fazla araşurmıyor. Öre yandan o zorunlu da değildir; çünkü bürün bu bakış açı­ sının doğru sonucu remelde şudur: Halk evrenin kursal yasaları uyarınca şimdi nerede ise orada kalmalıdır; yerer ki biz, bilim adamları ve mülk sahipleri anık olmadığımız şey, yani Hırisciyan görünmek ve kendimizi Hırisciyan olarak ad­ landırmak yükünden nihayer kendimizi kurtarabilelim. Bürün bu söylediklerimizden sonra özellikle bundan sonra gelecek son bö­ lüm bu sorunlar karşısındaki rurumumuzu bir kere daha ram olarak aydınlığa kavuşruracağından anık bu bakış açısını ayrımılı olarak eleşrirmemize ihriyaç

424

A H LA K İ M AT E RYA L İ Z M VE D İ N

yokrur.(39) Her halükarda Srrauss ve Überweg gibi o kadar iyi donarımlı, o ka­ dar soylu, bununla birlikte doğaları o kadar farklı iki insanın çağdaş sanayinin haklı çıkarılmasını mareryalizmlerine bağlamaları ve mursuz ve ezilmiş insanla­ rın dini yerine kilisede halk kirlesiyle her rürlü birarada olmadan vazgeçen ayrı­ calıklı bir arisrokrasinin dinini geçirmeleri kesinlikle salr bir raslanrı değildir. Çağdaş külrürümüz, gemileri sağlam bir şekilde demir armamış olan herkesi ar­ kasından sürükleyen bir mareryalizm akınının isrilası alrındadır. Filozoflar ve ekonomistler, devler adamları ve sanayiciler içinde bulunduğumuz çağı ve onun meydana getirdiği sonuçları övmede birleşmekredirler. Zamanımızın övgüsüne gerçeğin dini eklenmektedir. idealin Borsa'da korası yoktur. Anık kendilerine karşı bir sempati beslenmeyen yasaklanmış inançlara halkın binlerce sevinç ve zevki bağlı olsa bile bilim ve rarih açısından kendini haklı çıkaramayan her şey onadan kalkmaya mahkumdur. "Önsöz olarak Sonsöz"ünde Srrauss temelde mareryalizmi muhafazakar po­ litikaların ilkeleriyle birleştirmek istediği için bürün raraflarla arasının açıldığına işaret etmektedir. Bunu söylerken kendi 'ordusunu, adiarına konuştuğu "biz" leri unutmaktadır. Sonsöz'ün bu pasajını okuduktan sonra kitabı bir an elimden bı­ raknm ve o sırada resadüfen masamın üstlinde bulunan eğlenceli bir mizah ga­ zetesinin yapraklarını karışrırdım. Gözüm ilk olarak bir "komünisr"in karİkarü­ rüne takıldı. Sonra alunda çok övücü sözlerle Feuerbach'ın hayarına ilişkin bir makalenin yer aldığı Feuerbach'ın çalışma odasını remsil eden bir gravürü sey­ rerrim. Bu gazerelerin redaktörleri büyük halk kirlesinin neyi sevdiğini çok iyi biliyorlar ve denebilir ki onların okuyucu kirlesinin çekirdeğinin Srrauss'un ad­ larına kelime-i şahaderini ilan erriği toplumla yakın bir akrabalığı bulunmakta­ dır. Ancak sosyalistler de mareryalizme saygı gösteriyorlar. Bu daha önce belirr­ riğimiz bir düşüncemizi asla çürürmemekredir. Sosyalistler ve muhafazakarlar dinlerin gelecek hayara ilişkin vaaderini reddermekre görüş birliği içindedirler ve onlar insanlığın mutluluğunu bu dünyada gerçekleştirmek istiyorlar. Ayrıca bu konuda örnek olan sosyalistlerin liderleri çoğunlukla hiç olmazsa Alman­ ya'da Feuerbach'ın okulundan geçmiş olan eğitimli insanlardır. Onların taraf­ tarlarının çoğunluğu bu konuda oldukça kayıtsızdır. Felakerlerinin bilinciyle harekete geçirilmiş olarak kendilerine kesin bir iyileştirme, hatta sadece kesin bir savaş ve imikam umudu vaat eden insanın koliarına arılmakradırlar. Geri (39) Bu arada şuna işaret etmekle yetinelim ki Strauss'un talep ettiği minimum d inin hala ka­ nıtlanmamış dogmaları ve ahlaksal bir amaçla gerçeği aşan ilkeleri vardır. Her şeyden önce evre­ nin sonsuz büyüklüğü kanıtianmamıştır ve kanıtlanamaz. Ancak iyimserlik, dindarca bir hatadır; çünkü o karşıtı olan kötümserlik gibi ancak insan ideolojisinin ürünüdür. Gerçeğin dünyası ne iyidir, ne de kötü.

425

M ATERYALİ Z M İ N TARİ H İ

kalanla ilgili olarak onlar papanın yanılmazlığını veya tanrı ranımazlığı kabul edebilirler. Uzun yıllar boyunca sosyalizm, devierin mürrefiği olarak Kilise'den nefret ermeyi ermeyi öğrendi. Devler ve Kilise'nin arası bozulur bozulmaz çok doğal, fakat çok redbirsizce bir rurumla sosyalisderin bir bölümü Kilise'ye kur yapmaya başlamıştır. Sosyalisderin en ileri önderleri sadece her şeyi yakıp yık­ mayı düşünmekredirler. Olayların doğası öyledir ki kirider ancak aşırı görüşlere kapılma özelliğine sahip olduklarından mümkün olan sadece en ileri önderler­ dir. Eğer sosyalizm bu en yakın, ancak ramamen olumsuz olan � macına ulaşırsa ve eğer daha sonra genel karışıklığın ortasında onun fikirlerinin pozitif bir ger­ çekleşmesi orraya çıkarsa en üsr gücün soyur akla verileceği hemen hemen hiç muhtemel değildir. Eğer bugünkü külrürümüz yıkılırsa arkasından gelecek olan ne var olan bir kilise, ne de bundan daha az muhtemel olarak mareryalizm ola­ caktır. Genel olarak bilinmeyen bir köşeden Mormonların kirabı veya ispirriz­ ma gibi korkunç bir delilik boy gösterecektir. O zaman geçerli olan fikirler bu delilikle birleşecek v.e böylece belki ilerideki binlerce yıl için yeni bir evrensel düşünce merkezi ortaya çıkmış olacaktır. Bu yıkılına veya karanlık durgunluk alrernarifıni önlemenin ancak rek bir çaresi vardır. Ancak bu çare Srrauss'un zannerriği gibi sosyalisdere ve demokrar­ lara çevrilmiş top namlularında bulunmamaktadır. O sadece ve sadece ulusal yaşamımızda eğitimli insanlarla bugüne kadar emelekrüel ihtiyaçları doyurul­ mamış halk arasında mevcut olan karşırlığın onadan kaldırılmasında yarmakra­ dır. Fikirler ve fedakarlıklar hala külrürümüzü kurtarabilir ve her şeyi yıkacak devrime giden yolu, iki yanını yardımsever reformların işarerlediği bir yola dö­ nüşrürebilir.

426

A H LA K İ M A T E RYA L İ ZM V E D İ N Dördüncü Bölüm

İDEAL BAKIŞ AÇISI

Gerçekliğin felsefesi olarak materyalizm. Gerçeğin özü - Spekülasyon ve dinde sentezin fonksiyonları - iyimserlik ve kötümserliğin kaynağı - Gerçeğin değeri ve önemi; Sınırları; ideale götüren adım - Gerçeğin ideal bir dünyayla tamamlanma­ ya ihtiyacı vardır; Schiller'in felsefi jiirleri. Dinin geleceği ve derin özü - Din felse­ fesi, özellikle Fichte. 1ç hayatlarının biçimine göre insanların gruplandırı/ma/arı Kritik dönemlerde dinin kaderi. Yeni din biçimlerinin imkanı. Dinin var olabilme kojulları - Taban tabana zıt bakı1 açıları arasında barıjın kojulları - Materyaliz­ me ilijkin tartıjma çağımızın ciddi bir belirtisidir - Toplum sorunu ve pek yakın­ da çıkacak kavgalar. Barıjçı bir değijmenin imkanı. Materyalizm felsefenin ilk, en aşağı, ancak göreli olarak en sağlam derecesi­ dir. Doğrudan doğruya doğa bilgisine bağlandığından bu doğa bilgisinin sınır­ larını .görmeyi ihmal ederek bir sistem oluşturur. Doğa bilimleri alanında hü­ küm süren zorunluluk en doğrudan bir tarzda bu bilimiere dayanan sistemin kı­ sımlarının her birine önemli bir tekbiçimiilik ve sağlamlık derecesi sağlar. Bu sağlamlığın ve bu zorunluluğun bir yansıması sistem üzerine de düşer. Ancak bu yansı yanıltıcıdır. Tam da materyalizmi bir sistem yapan şeyin kendisi, doğa­ nın parça parça bilgilerini ortak bir bağla bir bütün düzeyine yükselten temel varsayım, sadece en az güvenilir bir kısım değildir, aynı zamanda derin bir eleş­ tirinin hücumlarından en az korunmuş kısımdır. Materyalizmin dayandığı özel bilimlerde, dolayısıyla sistemin tek tek bütün kısımlarında da kesin .olarak aynı ilişki tekrarlanır. Bu kısımların sağlamlığı, ışık altında bakılırsa, bilimin olayları­ nın sağlamlığından başka bir şey değildir ve bu sağlamlığa özellikle özel olaylar­ da, deneyin bu araçsız verilerinde rastlanır. Olayları bilimiere ve bilimleri siste­ me dönüştüren bütünsel görüş özgür sentezin bir ürünüdür ve dolayısıyla ideali yaratan aynı kaynaktan doğar. Ancak ikincinin tam bir özgürlük içinde malze­ meyle oynamasına karşılık sentezin bilgi alanında sahip olduğu sadece insanın şiirsel aklından doğan bir başlangıç özgürlüğüdür. Öte yandan o, bilginin keyfi:. mize tabi olmayan zorunlu faktörleri arasında mümkün olan en büyük uyumu tesis etmek göreviyle yükümlüdür. Nasıl ki bir icatta bulunurken, bu icat fikri­ nin zihninden özgür bir biçimde fişkırmasına karşılık teknisyen bu icadın eriş­ mek durumunda olduğu amaca bağlıysa, aynı şekilde her bilimsel türnevarım aynı zamanda hem verilmiş olan bir problemin çözümü hem de şiirsel aklımızın bir ürünüdür. Başka her sistemden daha çok materyalizm gerçeğe, yani zorunlu olarak

427

M AT E R YA L İ Z M İ N T A R İ H İ

duyuların maruz kaldığı izienimler tarafından verilmiş olan zorunlu fenomente­ rin bürününe bağlıdır. İnsanın kendisini rasavvur erriği ve bu hayal sarsıldıkran sonra arzu ermeye devam erriği şekilde gerçeğin kendisine, yani bizden bağımsız olan, bununla birlikre bizim tarafımızdan ranınan mudak olarak sağlam varlığa gelince, böyle bir gerçek yokrur ve de olamaz. Çünkü bilgimizi yararan senrerik fakrör gerçekte duyuların ilk izlenimlerine ve manrığın unsurlarına kadar uza­ nıd4 0) Evren sadece bir rasarım değildir, aynı zamanda bizim rasarımımız, her deneyin genel zorunlu çizgilerinde rürün yapısının bir ürünü, özgür bir şekilde nesnesini istediği gibi kullanan senrezinde bireyin bir ürünüdür. O halde şu da denebilir ki aldatıcı görünüşün birey için bir fenomen olmasına, kendisine bir gerçeklik, yani rür için bir varlık izafe edilmesinden örürü bir fenomen olması­ na karşılık, "gerçek", rür için bir fenomendir. Fakar fenomenlere uyum ve ampirik verilerin çeşidiliğine birlik gerirme, sa­ dece deneyin senrerik faktörlerine değil, aynı zamanda spekülasyonun senrerik faktörlerine de air bir görevdir. Bununla birlikre burada rürün birlik sağlayıcı yapısı bizi rerk eder. Birey kendi tarzında şiirselleşririr ve bu şiirin ürünü rür için, yani ulus ve çağdaşlar için ancak bu şiiri yararan bireyin güçlü ve düzenli bir biçimde donarılmış olması, düşünce rarzında ripik olması ve enrelekrüel gücü sayesinde yönlendirme kabiliyerine sahip olması ölçüsünde önem raşır. Bununla birlikre spekülasyonda kavramların şiiri haLa ram olarak özgür de­ ğildir. Ampirik araşrırma gibi o da verilerinin bütününden birlikli bir rablo meydana gerirmeye çalışır. Ancak deneyin ilkelerinin koruyucu zorlaması onda eksikrir. Bilinçli bir biçimde gerçeğin alanını rerk ermeye izin veren sadece en dar anlamında alınan fiksiyon, sadece şiirdir. Spekülasyonda biçim maddeye üs­ rün gelir. Şiirde ise onu ramamen egemenliği alrına alır. Şair, zihninin özgür iş­ leyişiyle, çok hareketli maddeye değer ve anlamını bilgi problemlerinden bağım­ sız olarak kendinde raşıyan bir form empoze ermek üzere keyfine göre bir dün­ ya icar eder. Bireyin henüz rürün idare erriği ilkelere ramamen bağlı göründüğü senrezin en aşağı derecelerinden şiirde yarancı gücün zirvesine kadar bu fiilin özü daima birliğin, uyumun, mükemmel formun yararımı tarafından yönlendirilir. Mudak (40) Dar anlamda ele aldığımızda A=A denkleminin gerçekte hiçbir karşılığı yoktur. A. Spir yakın zamanlarda bunu güçlü bir biçimde ortaya koymuş ve kendi felsefi sisteminin temeli kıl­ mıştır. Bununla birlikte bu yöntemin içerdiği bütün güçlükler bir başka yolda daha kolayca orta­ dan kaldırılabilirler. A=A denklemi şüphesiz her bilginin temelidir; ancak onun kendisi bir bilgi değildir. O her düşüncenin zorunlu başlangıcı olarak doğada göreli veya yaklaşık bir tanda ken­ disiyle tekrar karşılaşılan, ancak mutlak veya tam olarak hiçbir zaman görülmeyen bir eşitliği veya devamlılığı tesis eden zihinsel bir gerçek, asli bir sentez fiilidir. O halde A=A denklemi daha mantığın girişinden hemen sonra her türlü bilgimizin görelilik ve idealliğini göstermektedir.

428

A H LA K I M AT E RYA L I Z M VE D I N

efendi olarak güzelin alanında, sanat ve şiirde hüküm süren aynı ilke eylem ala­ nında gerçek ahlaksal norm olarak, ahiakın bütün ilkelerinin temeli olarak ve bilgi alanında da evren tasanmımızı belirleyen ve şekillendiren faktör olarak gö­ rünür. Böylece duyuların bize verdiği evren tasarımı elimizde olmaksızın bizim içi­ mizde taşıdığımız ideale göre teşekkül etmekle birlikte tüm gerçek dünyası gene de sanatın özgür yaratımlan karşısında uyumsuz ve çelişkilerle dolu görünür. Her türlü iyimserlik ve kötümserliğin kaynağı da işte burada yatar. Karşılaştır­ ma yapmasaydık, dünyanın niteliği üzerine bir yargı sahibi olamazdık Yüksek bir noktadan bir manzarayı seyrettiğimizde bütün varlığımız ona güzellik ve mükemmellik yüklerneye hazırdır. Dağın yamacında sakin bir şekilde varlığını sürdüren kulübelerde mutsuz ve kaygılarla beli bükülmüş insanların oturduğu­ nu, belki şu küçük karanlık pencerenin arkasında bir hastanın en korkunç acılar çektiğini, rüzgarın dalgalandırdığı uzak tepelerin üstünde yırtıcı kuşların avian­ nı parçaladıklannı, nehrin gümüş dalgacıklan arasında hayata henüz gözlerini açmış binlerce küçük yaratığın zalimce bir ölümün tehdidi karşısında bulun­ duklarını hatırlamak üzere analizin yardımıyla bu tablonun güçlü birliğini par­ çalamakla işe başlamamız gerekmektedir. Bütüncü bir bakış fırlatan bizim için bu kuru dallar, karamukların kemirdiği bu buğday tarlalan, güneşin yaktığı bu çayırlar, gözümüzü okşayan v e yüreğimizi yükselten bir resmin gölgelerinden başka bir şey değildirler. Evren iyimser bir fılozofa böyle görünür. Filozof, bizzat kendisinin koymuş olduğu uyumu över. Ona karşıt olarak kötümser bin durumda haklıdır. Bunun­ la birlikte kendimizde taşıdığımız doğa hakkındaki ideal imgemiz olmasa, kö­ tümserlik de olmaz. Gerçeği kötü yapan sadece bu ideal imgeye zıdıktır. Sentez ne kadar eylem özgürlüğüne sahip olursa evren tasarımı o kadar es­ tetik olur ve bu tasarım o kadar da ahlaksal bakımdan bizim bütün eylemleri­ miz üstünde etkide bulunur. Şiir gibi spekülasyon da, görünüşte bilgiden başka bir amacı olmamasına karşılık, güzelin eğitici gücünden dolayı özü itibariyle es­ tetik ve ahlaksal görüşler tarafından yönlendirilir. Bu anlamda şüphesiz S tra­ uss'la birlikte her gerçek felsefenin zorunlu olarak iyimser olduğu söylenebilir. Ama felsefe şiir yapmakla yetinen bir spekülasyondan farklı bir şeydir. O aynı zamanda içine mantık, eleştiri ve bilgi kuramını da alır. Sanatın özgür yaraumlarında zihnin yüksekten uçuşuyla karşılaştırılırsa du­ yulann ve anlığın bize gerçeği veren fonksiyonlan tek tek ele alındıklarında aşa­ ğı olarak adlandınlabilirler. Ancak bütün olarak ve bağlantılannda onlar başka hiçbir entelektüel faaliyete tabi olamazlar. Gerçeğimiz kalbirnizin arzularına pek uygun olmayan bir gerçek olmakla birlikte bütün entelektüel yaşamımızın sağ­ lam temelidir. Birey, türün alanından hareketle büyür ve evrensel ve zorunlu

42 9

M ATERYALl Z M İ N T A Rİ H İ

bilgi, bireyin kendisinden evrenin escecik casanınma yükseldiği biricik güvenli cemeli ceşkil eder. Bu cemel ihmal edilirse spekülasyon anık ne cipik, ne de önemli olabilir. O fancezide, öznel keyfılikce ve çocuksu önemsizlikce kaybolur. Ancak her şeyden önce gerçeğin mümkün olan en doğru anlayışı, gündelik ha­ yaun en cam .temeli v e insani coplumsallığın zorunlu koşuludur. Bilgide cürde onaklık aynı zamanda her cürlü fikir alışverişinin yasasıdır. Ancak o bundan da fazla bir şeydir; o aynı zamanda doğayı ve onun güçlerini egemenilk aluna al­ manın cek yoludur. Psişik sencezin dönüşcürücü eckisi şeylere, nesnelere ilişkin en cemel casa­ rımlarımıza kadar inmekle birlikce öce yandan bu casarımlar ve onlardan çıkan dünyanın cemelinde bizim kendimizden kaynaktanmayan bir şeyin bulunduğu inancına sahibiz. Bu inanç cemelde sadece bizim şeyler arasında, kendilerine göre bu şeyleri casarladığımız bir plan olması mümkün olan bir bağlamıyı keş­ fecmemize değil, aynı zamanda onlar arasında bizim düşüncemizle ilgilenmeksi­ zin kendi yolunu izleyen, bizi kavrayan ve yasalarına boyun eğdiren bir işbirliği­ nin bulunmasına dayanmakcadır. Bu yabancı öğenin, bu "ben-olmayan"ın cek­ rardan bizim düşüncemizin konusu olmasının nedeni sadece onun her birey ca­ rafından cürün bilgisinin genel ve zorunlu formlarında kavranmış olmasıdır. Ancak o bundan dolayı yalnızca bu bilgi formlarından ibarec değildir. Doğa ya­ salarında önümüzde bulunan şey, sadece bizim bilgimizin yasaları değildir; aynı zamanda bir başka şeyin, bazen bize hakim olan, bazen bizim kendisine hakim olmamıza izin veren bir gücün işarederi, canıklıklarıdır. Bu güçle ilişkilerimizde camamen deneye ve kendi gerçeğimize bağımlıyız ve hiçbir spekülasyon salc dü­ şüncenin büyüsüyle şeyler dünyasına nüfuz ecmenin yolunu bulmamışur. Bizi aynı zamanda hem doğanın bilgisine, hem de ona egemen olmaya gö­ cüren yöncem, öznel olan her şeyi onadan kaldırmak amacıyla, kendileri alunda dünyanın bize göründüğü sencecik formların aralıksız olarak onadan kaldırılma­ sından başka bir şey calep ecmez. Olaylara daha uygun düşen yeni bilginin cek­ rardan ancak semez yoluyla bir form ve kararlılık kazanabiieceği bir gerçekcir. Bununla birlikce araşurma, sonunda mekanik dünya görüşünün ilkelerinde dur­ mak zorunda kalacağı nokcaya kadar gicgide daha daha basic casanınlara i cilmiş­ cir. Gerçeğin her cahrifi ruhsal varlığımızın cemellerine bir saldırıdır. Doğanın özüne nüfuz ecme ve basic kavrarnlara dayanarak sadece deneyin bize öğrecebile­ ceği şeyi belirleme iddiasında olan maceryalizm, o halde, bir karşı-ağırlık olarak gerçek bir nimeuir. Ayrıca sadece gerçeğe bir değer acfecme eğiliminde olan bü­ cün felsefi siscemler zorunlu olarak maceryalizme yönelmek mecburiyecindedir­ ler. Buna karşılık maceryalizm özgür insan zihninin en yüksek fonksiyonlarına camamen yabancıdır. Kuramsal yecersizliği bir yana, o, uyarıcılar bakımından

430

A H LA K I M AT ER YA L I Z M VE D I N

yoksul, bilim ve sanat bakımından kısır, insanın insanla ilişkileri konusunda ka­ yıtsız veya bencilliğe eğilimlidir. O, idealizmden alıntı yapmaksızın sisteminin son halkasını ilk halkasına bağlayamaz. Srrauss'un kendisine rapınabilmek için evrenini nasıl süslediğini incelersek, aslında onun yaradancılıkran (deisme) pek fazla uzaktaşmadığı düşüncesine va­ rırız. Öyle görünüyor ki erkek "Tanrı"ya veya dişi "Doğa"ya veya (Almanca'da) cinsiyeri olmayan "Bütün" e rapmamız hemen hemen bir zevk meselesidir. D uy­ gular aynıdır ve bu duyguları esiniendiren nesneyi temsil tarzı temelde farklı de­ ğildir. Kuramsal olarak bu Tanrı şüphesiz arrık kişisel bir Tanrı değildir ve ru­ hun çoşkulu yükselişinde Bütün de bir şahıs gibi ele alınır. Bu, doğa biliminin meşrulaşrıramayacağı bir sonuçtur. Tüm doğa bilimi� analitiktir ve tikel olandan ileri girmez. Bizi rikel bir keşif sevindirir ve sürekli bir keşifler dizisi belki bakışımızı girgide daha mükemmel bir bilimin sonsuz ge­ leceğine doğru yönlendirir. Ancak o andan itibaren biz sıkı doğa bilim alanını terk ermiş oluruz. Salt doğabilimsel olarak kavradığımız evren heceleyerek sök­ meye çalıştığımız bir "//yada" dan daha fazla bizi heyecanlandıramaz. Bunun ter­ sine nasıl ayrımılarda birçok uyumsuzluğunun gözlemlenmesinin mümkün ol­ masına karşılık bir manzarayı seyrederken onu uyumlu bir biçimde yapıtandırı­ yorsak aynı şekilde Bürün'ü bir birlik olarak aldığımızda senrez yoluyla nesneye kendi varlığımızı sokmakrayız. Her bütünsel görüş esretik ilkelere boyun eğer ve Bütün' e doğru arılan her adım, ideale doğru arılan bir adımdır. Bütünsel bir görüş üzerine dayanan kötümserlik de düşüncenin bir ürünü­ dür. Onda yaşamın binlerce rersliği, doğanın zalim soğukluğu, bütün varlıkla­ rın acı ve kusurları özel çizgilerinde birleştirilir ve bu gözlemlerin toplamı ev­ renle ilgili ezici bir suçlama fiili olarak iyimserliğin ideal imgesi karşısına konur. Fakat bu yolla evrenin ram bir tablosu elde edilmiş olmaz. Sadece iyimserliğin evren tasarımı ortadan kaldırılmış olur. İyimserlik dogmarikleşme ve kendini gerçeğin hakiki temsilcisi olarak ortaya koyma iddiasına sahip olduğunda bu önemli bir hizmeHir. Büyük Bütün'ün uyumunda eriyen ayrıntılardaki uyum­ suzluk, içinde bütün sırların çözüldüğü ve güçlüklerio ortadan kalktığı dünya­ nın tanrısal, bütünsel remaşasıyla ilgili bütün bu güzel düşünceler, kötümserlik tarafından başarılı bir şekilde yok edilirler. Ancak bu yok ediş, ideale değil, sa­ dece dogmaya zarar verir. O, zihnimizin ezeli-ebedi olarak kendisinde yeniden ve yeniden uyumlu bir evren tasarımı meydana gerirmek için yaratılmış olduğu gerçeğini, her tarafta olduğu gibi burada da ideali gerçeğin yanına ve üstüne koyduğu ve düşünceyle her türlü mükemmellikler dünyasına yükselrnek sureriy­ le yaşamın kavga ve zorunluluklarından kurrulduğu gerçeğini onadan kaldıra­ maz. İnsan zihninin ideale doğru bu eğilimi, gerçeğimizin kendisinin mutlak bir

431

M A TE RYALi Z M i N TA R İ H İ

gerçek olmadığı, fakat bir fenomen olduğu düşüncesiyle yeni bir güç kazanır. Bu bir yandan bireyi zorlar ve onun ilineksel birleşimlerini düzelrir; diğer yan­ dan rürle ilgili olarak bilinmeyen fakrörlerle işbirliği içinde onun yapısının zo­ runlu bir ürününü teşkil eder. Bu bilinmeyen faktörleri bizden bağımsız olarak var olan ve dolayısıyla biraz önce imkansız olduğunu söylediğimiz o mutlak ger­ çeğe sahip olan şeyler gibi rasavvur ederiz. Ancak bu imkansızlık devam etmek­ tedir. Çünkü daha varlığın sonsuz zincirlenişinden bir birlik olarak koparılmış bu "şey" fikrinde, insani gerçeğimizin unsuru olarak ramamen yerinde bulunan, ancak bunun öresinde gerçeğimizin örneğine göre mutlak olarak kavranamaz olan, bununla birlikte zorunlu olarak kabul edilmesi gereken şeyle ilgili olarak ancak uçurumu doldurmaya yarayan öznel faktör yatmaktadır. Kanr kesin bir çözümün imkansızlığından ötürü her varlığın gerçek temel­ lerini arayan merafiziğin çabalarını reddeHi ve bu bilimin görevini, deneyin a priori olarak verilmiş olan bütün unsurlarını keşfetmekle sınırladı. Ancak bu yeni görevin kendisinin de yerine geririlemez olup olmadığını kendimize sora bi­ liriz. Bundan başka Kanr'ın bizzat kendisinin kabul eHiği merafiziğe karşı doğal eğilimi dolayısıyla insanın her zaman yeniden bilginin sınırlarını ortadan kaldır­ maya ve boşlukta sözde şeylerin mutlak özünün bilgisini veren alacakaranlık sis­ remler inşa ermeye çalışıp çalışmayacağını da kendimize sorabiliriz. Çünkü bu çabayı mümkün kılan yanılrmacalar (sophismes) sayısızdır ve bu yanılrmacalar ustaca bir şekilde eleştirinin etrafından dolanırken dahice bir cehalet her zaman­ kinden daha parlak bir başarı�la bütün engelleri aşar. Kesin olan şey, insanın gerçeği bizzat kendisinin yaranığı ideal bir dünyayla tamamlamak ihtiyacı içinde olduğu ve ruhunun en yüksek ve en soylu işlevleri­ nin bu yararımlarda işbirliği içinde bulunduğudur. Ancak ruhun bu özgür eyle­ minin, aralıksız olarak, kanıdayıcı bir bilimin aldatıcı biçimini yeniden alması mı gerekir? Eğer durum öyleyse mareryalizm her zaman gerçek ve kanıdanabilir olanın üzerine minimum bir yükselmeyle aklı birliğe görüren eğilimi tarmin er­ meye çalışarak daha gözü pek spekülasyonları ortadan kaldırmak için yeniden ortaya çıkacaktır. Schiller"in felsefi şiirlerinde en soylu bir düşünce kesinliğini gerçeğin üstü­ ne en fazla yükselmeyle birleştiren ve kendisini açık bir biçimde hayal gücünün alanına ararak ideale karşı konulmaz bir güç kazandıran bir başarı örneğinin önümüzde bulunmasından bu yana özellikle Almanya'da problem e bir başka çözüm bulmakran ümidimizi kesmemeliyiz. Bununla her spekülasyonun şiir bi­ çimini alması gerektiğini söylemek istemiyoruz. Bununla birlikte Schiller'in fel­ sefi şiirleri, doğal spekülasyon eğiliminin basit ürünlerinden fazla şeylerdir. On­ lar insanın bugüne kadar tanrısal ve dünya-üstü olarak rapınmış olduğu her şe­ yin saf ve berrak kaynaklarına doğru ruhun gerçek bir dinsel yükselişinin taşma-

432

A H LA K ! M A T E RYA L İ Z M VE D İ N

larıdır. Bırakalım merafizik çözülmez problemlerini çözme çabalarına devam edip dursun. O ne kadar kuramsal kalmak ve gerçeğin bilimleriyle kesinlik ko­ nusunda yarışmak isterse o kadar az genel bir öneme sahip olacakrır. Buna kar­ şılık ne kadar var olanın dünyasını değerlerin dünyası ile bağiann içine sokar ve bizzat fenomenlere ilişkin anlayışıyla ahlaksal bir eyleme yükselebilirse o kadar çok formu madde üzerine egemen kılacak ve olayları zorlamaksızın, fikirlerinin mimarisinde ezeli-ebedi ve tanrısal olana bir saygı tapınağı inşa edecektir. Öz­ gür şiire gelince o gerçeğin alanını tümüyle terk edebilir ve dile geririlemez olanı dile gerirmek üzere efsaneye yönelebilir. O halde burada dinin az veya çok yakın geleceği problemi konusunda tü­ müyle doyurucu bir cevap karşısında bulunmakrayız. Basit akılcılığın savunula­ maz dogmalardan hiçbir zaman kurtulmaksızın yavanlığın kumsalında kaybol­ duğu görüldükren sonra iyice düşünüldüğünde aralarında seçim yapılması gere­ ken ancak iki yol vardır. Bu yollardan biri her türlü dini tümüyle onadan kaldı­ rıp yok ermek ve onun görevini bilim ve sanara vermekren ibarettir. Diğer yol ise dinin özüne nüfuz ermek, gerçeğin üstüne bilinçli bir yükselme ve onun şüphesiz bilginin amacına hizmet ermesi mümkün olmayan efsane yoluyla tah­ rif edilmesinden nihai olarak vazgeçmeyle her türlü bağnazlığı ve boş inancı or­ radan kaldırmakran ibarettir. Bu yollardan ilki kendisiyle birlikte enrelekrüel bir yoksullaşma tehlikesini getirmektedir. ikincide ise ram da şimdi dinin özünün, kendisini emniyerli bir şekilde kavramayı zorlaştıran bir değişim içinde bulunup bulunmadığını bilme sorunu ortaya çıkmaktadır. Ancak ikinci tehlike daha az büyüktür; çünkü ram da dinin tinselleştirilmesi ilkesi çağdaş kültürün ilerleyen ihtiyaçlarının talep et­ tiği her türlü geçişi kolaylaştırmak ve yumuşarmak zorundadır. Bundan başka birçok iyi kalpli düşünüre ne kadar arzu edilebilir görünürse görünsün her türlü dinin onadan kaldırılmasının mümkün olup olmadığını kendimize sorabiliriz. Aklı başında hiç kimse bu konuda ani veya sen bir adım atmak gerektiğini düşünemez. Daha çok bu ilke hemen hemen dinden geride bıraktığı şeyin burada yapacağı fazla bir şey olmayan Srrauss tarzında en aydın sınıf için bir düsrur olarak görülecektir. Bundan sonra dini yavaş yavaş halkın yaşamından çıkarmak ve sistemli olarak onadan kalkmasını hazırlamak üzere devler ve okul kullanılmaya çalışılacaktır. Bu rür bir yöntemin kullanılması du­ rumunda hana okulun saçtığı aydınlıklara rağmen halkra din hakkında bağnaz ve dar bir anlayışın benimsenmesi yönünde bir tepkinin orraya çıkıp çıkmayaca­ ğını veya geride kalan rek kökren sürekli olarak yeni vahşi, fakat canlı filizler çı­ kıp çıkmayacağını kendi kendimize sorabiliriz. İnsan gerçeğin hakikarini arar ve kendini özgür hisserrikçe bilgilerini genişiermeyi sever. Ama onu duyular ve akılla ulaşılabilecek şeye zincirlerseniz, o zaman öfkelenecek ve hayal gücü ve

433

M ATERYAL İ Z M İ N T AR İ H İ

ruhunun özgürlüğüne belki insanın onadan kaldırmakran murlu olduğu form­ lardan daha kaba formlar verdirec�krir. D inin özü Tann, insan ruhu, yararım ve evrenin düzenine ilişkin belli ku­ ramlarda arandığı sürece mamıksal olarak samanı buğdaydan ayırmakla işe baş­ layan her eleştirinin sonuçra ram bir inkara varması zorunlu olarak onaya çık­ makraydı. O kadar çok dekren geçirme sonucunda sonuçra orrada hiçbir şey kalmamakraydı. Eğer bunun rersine dinin özü olarak ruhların gerçeğin üzerine yükselmesi ve bir ruhlar ülkesinin yararılması kabul edilirse en saf formlar cahil kitlelerin inancıyla özü iribariyle aynı olan psişik süreçleri doğurabilir ve o zaman fikirle­ rin bürün felsefi incelmesine karşılık hiçbir zaman sıfıra kadar iniimiş olmaz. Bu rürün en mükemmel bir örneği Schiller'in "Gölge/erin Hükümdarlığı"nda esre­ rik bir kunulaş fikriyle Hıristiyanlığın kunuluş öğretisini genelleştirme rarzıdır. Runun inançra yükselmesi burada içinde her çalışmanın dinlenmesini, her kav­ ganın barışını ve her ihtiyacın doyumunu bulduğu güzelliğin düşünceler ülkesi­ ne bir kaçış olmaktadır. Ancak hiçbir ölüıniünün kendisine karşı direnemediği yasanın korkunç gücünün dehşere düşürdüğü kalp kendi iradesinin gerçek özü olarak ranıdığı tanrısal iradeye kendini açmakra ve böylece ranrıyla barışmakra­ dır. Kısa süreli olmakla birlikre bu yükselme anları insan ruhu üzerinde onu kunarmak ve arırmak sureriyle erkide bulunmakradıdar ve biz uzaklarda hiç · kimsenin elimizden alamayacağı ve göğe yükselen Herkül imgesiyle remsil edi­ len nihai murluluğu sezmekreyiz. Bu şiir Hırisriyan unsura şüphesiz fazla geniş bir pay vermeye isrekli olma­ yan bir dönemin ve emelekrüel onarnın ürünüdür. "Yunanistan Tanrıları''nı kaleme alan şair kendini inkar ermemekredir. Belli bir anlamda burada her şey pura rapardır. Bununla birlikre Schiller keyfi bir şekilde Tanrı fikrini devam er­ riren, ancak akıldışı diye kurruluş öğretisini rerk eden dogmarik bilginden daha fazla Hıristiyan inancının geleneksel yaşamına yaklaşmaktadır. O halde tarihsel ve bilimsel bilgiyle her rürlü ilişki dışında, ancak aynı za­ manda bu bilgiyi rahrif de ermeksizin kendinde yarancı fikir ilkesine bugüne kadar verildiğinden daha yüksek bir değer vermeye alışalım. Fikirler dünyasında her rürlü insani ilerlemeyle ilgili olarak anlığın bilgileri kadar vazgeçilmez olan ram hakikarİn imgesel bir tasarımını görmeye alışalım ve her fikrin az veya çok önemini ahlaksal ve esrerik ilkelerle ölçelim. Bu öğüdün birçok eski veya yeni mümine ayağının alundan zemin çekildikren sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi ayakra durmasını isremeye benzer bir fıil gibi görüneceği bir gerçekrir. An­ cak burada şunu soruyoruz: Fikirler zemini nedir? Acaba onların fikirler dünya­ sının bütününde ahlaksal düşüncelere göre sınıflandırılmaları mıdır, yoksa fikir­ lerin kendileriyle ifade edildikleri tasarımların deneysel gerçeklikle ilişkisi midir? 434

A H LA K ! M AT E RY AL İ Z M VE D İ N

Dünyanın hareketi kanırlandığında bütün dar kafalı insanlar eğer bu tehlikeli kurarn reddedilmezse zorunlu olarak düşeceklerini düşünmüşlerdir. Hemen he­ men aynı şekilde kısa bir süre önce birden fazla budala eğer W ogr ruhu olmadı­ ğını kanırlayabilirse bir odun kütüğü olmakran korkmuşrur. Eğer dinin bir de­ ğeri varsa ve eğer bu kalıcı değer onun mantıksal içeriğinde değil de ahlaksal içe­ riğinde bulunmaktaysa harfi harfine inanç ne kadar vazgeçilmez görülmüş olur­ sa olsun bunun geçmişte de böyle olmuş olması gerekir. Eğer bu durum bilgeler tarafından açık bir şekilde anlaşılmış ve haHa halk tarafından hiç olmazsa belirsiz bir biçimde sezilmiş olmasaydı, Yunan ve Roma' da şairler, heykelrıraşlar nasıl olup da efsaneyi canlı bir biçimde devam ettirmeye ve tanrı idealine yeni biçimler vermeye cesaret edebilirlerdi? Görünüş­ re o kadar karı olan Karolikliğin kendisi bile, şair efsanede, filozof skolasriğİn derin ve cüretkar spekülasyonlarında dirisel malzemeyi istediği gibi şekillendirir­ lerken, dogmayı ancak kilisenin dev birlikli yapısının çökmesini önlemek için güçlü bir rurkaç olarak kullanmıştır. Belki Yeniçağ'a gelinceye kadar "ezeli­ ebedi hakikatler"in duyular ve aklın değişmez fonksiyonlarıyla ilişkisi üzerinde hiçbir zaman ram bir açıklık hüküm sürmemiş ise de şüphesiz dünyanın var oluşundan bu yana en kaba boş inançların üstüne yükselebiten insanla, hiçbir zaman dinsel bir dogmayı duyuların verdiği bir bilgiyle, bir aritmetik işlemin sonucuyla veya anlığın basit bir çıkarımıyla aynı ölçüde doğru bir şey olarak görmemişlerdir. En aşırı gelenekçiterin konuşma veya yazılarında, her zaman onların açıkça dogmaların sembolik yorumuna girdikleri ve kendileriyle nisbi olarak nesnel olan, büyük bir topluluk tarafından kabul edilen ve bireyi-er için saldırılamaz olarak bakılan öğretileri o kadar duyusal ve o kadar sornur olarak anlarınayı bildikleri aynı ifadeler, aynı canlı renklerle dinsel düşüncenin öznel bir işlenişini tekrar eHikleri noktalar keşfedilebilir. Kilisenin genel öğretiminin bu hakikarleri bütün diğerlerinden, haHa çarpım cetvelinin kullanılması sonu­ cunda ortaya çıkanlardan daha üstün olarak övülürlerse de bu üsrünlüğün daha büyük bir kesinliğe değil de daha büyük bir saygıya dayandığı yönünde hiç ol­ mazsa bir sezgi daima varlığını korur. Şimdi bu saygı ne mantıktan, ne yoklayan elden, ne gören gözden bir zarar görebilir; çünkü ahlaksal durumun formu ve özü olarak fikir en gerçek maddeden daha güçlü bir özlem konusu olabilir. Fa­ kar açık sözlerle dinsel hakikarlerin daha büyük, daha yüksek, daha pozitif ke­ sinlikleri övüldüğünde dahi bu sözler fikirlerin tanrısal dünyasından fışkıran yüksek duyguların, gücün ve hayarın canlı kaynağına doğru kalbin güçlü yöne­ lişini, anlığı insanın ne için kullanacağını bilmediği değersiz bir parayla zengin­ leştiren sağlıklı bilginin çok üzerine yerleştiren çoşku dolu bir ruhun dolambaçlı ifadeleri veya küçümsemelerinden başka bir şey değildir. Bu ruh yapısının en yüksek ifadesi, muhalefetiyle binlerce yıllık bir geçmişi olan bir biT'ıayı yıkarken

4 35

M A TE RYA L İ Z M İ N TARİ H İ

ateşli mizacının bütün gücüyle yeni bir çağın fikri olarak kavradığı şeye direnç gösteren aklı lanerlerneye kadar giden Lurher'in ruhunda bulunmaktadır. Ger­ çekren dindar ruhların inancın kanıtı olarak iç deney ve yaşanrıya her zaman verdikleri değer de bundan doğmaktadır. Ruh huzurlarını dua esnasında ki ateşli atılırnlara borçlu olan ve İsa'yla bir insanla konuşur gibi konuşan bu mürninte­ rin çoğu benzeri ruh süreçleriyle ramamen farklı dogmalarda da karşıtaşıldığını ve aynı başarı, aynı erkinin ramamen farklı diniere mensup insanlar tarafından da elde edildiğini kuramsal olarak çok iyi bilmekredirler. Onlar bu inançların karşıdığının ve karşıt fikirleri aynı güçle destekleyen bir kanıdamanın belirsizli­ ğinin genel olarak bilincinde değildirler; Bunun nedeni onların ruhunu genel­ likle harekete geçiren şeyin her türlü inançla inançsızlık arasındaki karşıdık ol­ masıdır. O halde sorunun özünün bu anlayışların ve öğretilerin her birinin mantıksal-tarihsel içeriklerinde değil de tinsel sürecin formunda yarrığı aşikar değil midir? Bu içeriklerin, cisimler dünyasında maddelerin karışımıyla onların kristal formu arasında olduğu gibi, sürecin formuyla ilişkisi olabilir. Ancak bu ilişkiyi kim kanıdayacak ve bu tür bir izomorfizmin yasalarını kim ortaya koya­ cakrır? Formun inançraki bu üstünlüğü şu dikkare değer olayda kendini gösterir ki farklı, harra birbirlerine düşman dinlerin mürninleri kendi aralarında daha çok uyuşur ve en areşii düşmanlarına, dinsel konulara karşı kayırsızlık göstereniere gösterdikleri sempatiden daha Fazla sempati gösterirler. Ancak dinsel biçimcili­ ğin gösterdiği en orijinal olay Almanya'da özellikle Kanr'ran bu yana reşekkül ermiş olduğu şekilde din felsefesinde bulunmaktadır. Bu felsefe, dinsel öğretile­ rin merafizik öğretilere biçimsel çevirisidir. Materyalisrierin hiçbir zaman ola­ mamış oldukları kadar sokaktaki insanın imanından uzak olan, tarihsel­ olmayan gelenekler ve fiziksel imkansızların düşmanı olan Schleiermacher di nin ahlaksal ve ideal yanını vurgulayarak gerçek bir dinsel yenileme akımı meydana getirmiştir. Güçlü Fichre Kursal-Ruh'u her beden üzerine saçarak yeni bir çağın şafağını haber vermiştir. Yeni Ahir'in İsa'nın çömezlerini her türlü hakikare gö­ rüreceğini söylediği Ruh, günümüzde kendini göstermiş olan bilimin ruhundan başka bir şey değildir. O bize gizli olmayan bir bilgide ilk olarak İsa tarafından dünyaya bir mecaz olarak ilan edilmiş olan insani varlıkla tanrısal varlığın mut­ lak birliğini öğrermekredir. Tanrı'nın hükümdarlığının vahyedilmesi Hıristi­ yanlığın özüdür ve bu hükümdarlık irademizin Tanrı'nın iradesiyle birleşmesiy­ le, ölüm ve yeniden diritmenin birbirleriyle kaynaşmasıyla kazanılan özgürlü­ ğün hükümdarlığıdır. Sözcüğün fiziksel anlamında ölülerin yeniden dirileceğine ilişkin bütün öğretiler, gerçekte evren hakkında yeni bir anlayışın ilkesi olan göklerin hükümdarlığının haralı yorumlarıdırlar. Fichre gayet ciddi olarak ideal mükemmelliğinde insanlığın kendisini, bencillik içinde kaybolmuş bireyin kar-

436

A H LA K! M A TE R YA L İ Z M VE D İ N

şısına koyarak insan türünü dönüştürmek iddiasındaydı. O halde Almanya'nın en kökrenci fılozofu, aynı zamanda düşünce ve eğilimleri ekonomi poliriğin bencillik düsruruyla ve her türlü· bencillik dogmariğiyle en çarpıcı bir karşıdık gösteren adamdı. Demek ki Fichre'nin Almanya'da toplumsal sorunu ortaya aran ilk adam olması boşuna değildir. Eğer çıkarlar insan eylemlerinin biricik motifleri olsaydılar; eğer ekenomi poliriğin soyut olarak doğru olan kuralları, insanlığın en soylu üyelerinin kendisi uğruna binlerce yıldır savaş verdikleri ve acılar çektikleri üstün fikir hiçbir zaman kendini göstermeksizin doğanın biricik yasalarını teşkil ederek insanlığın çalışmaları ve kavgalarının gidişini ezeli-ebedi ve değişmez bir biçimde düzenleyen şeyler olsalardı, toplumsal sorun mevcut ol­ mazdı. "Hayır, insanlığın palladyumu, çalışmalarımızın her birinden, acılarımızın her birinden kardeşlerimiz için yeni bir mükemmelliğin, yeni bir sevincin doğa­ cağı, onlar için çalışnğımız ve boşuna çalışmadığımız, bugün yorulduğumuz ve ayaklar alnna alındığımız ve - daha da kötüsü - hata eniğimiz ve kaba bir şekil­ de yanıldığımız yerde bir gün iyilikren başka bir şey istemediği için her zaman istediği her şeyi şeyi yapabilecek yeni bir kuşağın ortaya çıkacağı, buna karşılık bizim yukarıdaki bölgelerde bizden sonra gelenlerden memnun olacağımız ve erdemlerinde onlara bıraknğımız tohumların gelişmiş olduğunu göreceğimiz ve onları kenqimizinkiler olarak kabul edeceğimiz reselli verici düşüncesi, bizi terk etme. Ey bu geleceğin düşüncesi, bizi çoşrur ve bize saygın olduğumuz duygu­ sunu ver. Şu andaki durumumuz ona aykırı olsa da hiç olmazsa yapımızda onu göster. Çabalarımız üzerine gözüpeklik ve soylu bir çoşku saç. Onlar başarısızlı­ ğa v_ğtasa bile bizi şu ikinci düşünceyle canlandır: Amğım hiçbir tohum ahlak dünyasında kaybolmuş olmayacak. Hasar gününde onların meyvelerini görece­ ğim ve onların saplarından kendime ölümsüz çelenkler yapacağım".(4 1 ) Fichre'nin bu sözleri kaleme aldığı esnadaki şiirsel yükselişine vesile teşkil eden şey, belirsiz bir dinsel remaşa değildir, Kanr ve Fransız devrimidir. O halde onda yaşam ve öğretiler bu kadar sıkı bir biçimde birbirine karışmakraydılar ve yaşamın sözü ölümün, bilgisizliğin, bu dünyanın hükümdarının hizmetinde olan Kilise'nin paralı askerleri tarafından orospuluğa zorlanırkan Fichre'de bü­ tün zincirleri kıran ruh kendini göstermekteydi ve o Fransa'da mevcut olan şe­ yin yıkılmasının hiç olmazsa insanlığı alçaltınaya yönelen desporik yönerimler­ den daha iyi bir şey meydana getirdiğini ilan ermekreydi. Daha derin bir biçimde incelendiğinde insanların görüş ve çabalarının çoğu zaman genel olarak göründüğünden ne kadar farklı bir tarzda gruplandığına (4 1 ) J. H. Fichte, "Beitrag zur Berichtigung der Unheile des Publikums über diefranzösische Re­ volution�, 1 793, I . kitap, 1 bölümün sonu.

437

M A T ERYA L İ Z M İ N TA R İ H İ

dikkar edilmelidir. Uçların buluştukları sıradan bir sözdür. Ancak b u her zaman doğru değildir. Kararlı bir özgür düşünür hiçbir zaman Kilise'nin karı yönerimi ve ölü lafıi inanç için bir sempati duymayacaknr. Ancak o Kelam'ın ere bürün­ düğü ve kendisini kavrayan ruhun varlığını gösteren dindar insanın peygamber­ si atılırnma sempati gösterecektir. Bencilliğin dogmarikleşririci bilgininin hiçbir zaman kulübelerinde dizleri üstünde bu dünyaya air olmayan bir hükümdarlığı arayan bu dünyanın sessizlerine karşı semparisi olmamıştır. Ancak o yiğirçe bir biçimde inancını savunmasını, uygun bir biçimde saygınlığını sürdürmesini ve usra bir· biçimde malını mülkünü yönermesini bilen, elinde rurruğu şampanya bardağıyla zengin sınıfa air bir çocuğun vaftizini veya bir demir yolu hamnın açılışını kurlamak üzere kadeh tokuşturan zengin bir rahibe sempati duyacaknr. Nasıl ki tinsel hayarın biçimi insanın en derin temelini açığa vurursa, aynı şekilde başka türlü düşünenlerle ilişkiler, doğruluk içinde olup olmadıklarını anlamak için ruhların gerçek denekraşlannı teşkil ederler. İsa efendimizin yaşa­ yanlan ve ölüleri yargılamak için bulurlar üzerinde görüneceği zaman Fichre gibi bir tanrı tanımazı sağına yerleşrireceği, buna karşılık gelenekçilerle birlikte "Efendimiz, Efendimiz" diye haykıran binlerce insanın onun soluna geçeceğini düşünmemek için gerçek dindarlık anlamında İsa'nın körü bir öğrencisi olmak gerekir. A. H. Franke'yi bir düşçü veya Lurher'in duasını yalnızca boş bir yanıl­ gı olarak küçümsemek için, hakikarin ve hakkaniyerin dostu olmamak gerekir. Gerçekte din, özünde, ahlaksal mareryalizme karşı çıktığı sürece, en iyi eğitim görmüş ve: en liberal insanların saflarında dosrlara sahip olmaya devam edecek­ tir ve kendimize soracağımız şey sadece onda ahlaksal mareryQiizmin ilkesinin, ranrıbilimcilerin kullandıklan rerimle "dünyasallaşma"nın (Verwelrlichung) daha mükemmel bir hale gelmiş vicdanın, inancın daha önceki bütün biçimle­ rinden kurtulmaya ve yeni yollar aramaya mecbur olacağı bir tarzda üstünlüğü eline geçirip geçirmeyeceğidir. Bu noktada, mevcut dinlerin çağlarının kültürü­ nün bütünüyle ilişkilerinde onların varlıklarını sürdürmeleri gibi değişmelerinin de gerçek sırrı yarmaktadır ve ne kadar temelli, ne kadar karşı çıkılmaz olursa olsun eleştirinin bütün saldırıları onların çöküşünün veya mensuplarının enre­ lekrüel hayarının bütününde büyük bir mayalanmanın nedeni değildir, sadece onun belirtisidir. Bundan dolayı Hegel'le din felsefesinin aldığı turucu gelişme Fichre'ninkilere benzer genel yorumlarına rağmen ne Kilise için ne de felsefe için kalıcı meyvelere sahip olmadı . Artık gizli olmayan hakikarin bilgisini sadece fılozoflara vermek ve kirlelf'ri eski sembolün yarı karanlığına yeniden daldırmak mümkün değildir. Nasıl ki politikada var olan her şeyi haklı çıkaran kuram, mutlakiyerçiliği zararlı bir biçimde teşvik ettiyse felsefe de Schleiermacher ve Hegel ile eski çağ misrisizminin naif masumluğunun rerk edilmesiyle dini olumsuzlamanın olumsuzlamasıyla kurtarmaya çalışan bir eğilime katkıda bu438

A H L A K ! M AT E RYAL İ Z M VE D İ N

!undu. Karedrallerin yükseldiği, güçlü din şarkılarının doğduğu zamanlarda di­ nin dogmalarını eleştirinin pençesinden koruyan şey, ihriyarlı savunmacıların cevapları değildi, ruhun sırları kabul etmedeki kursal saygısı, müminin vicda­ nında hakikar ile uydurmanın birbirinden ayrıldığı sınıra dukunmakran kaçın­ dığı dindarca korkuydu. Bu dindarca korku duyusal-üstünü kabul ertiren man­ nk yanılrmacalarının sonucu değildir, daha ziyade onların nedenidir ve belki bu neden-eser ilişkisi kültürün ve dinlerin henüz gelişmemiş oldukları en eski za­ manlara kadar geri girmektedir. Epikuros'un kendisi korku yanında düşre görü­ len rannların yüce biçimlerini dinin kaynakları arasında saymıyor muydu? Her türlü dindarlık ortadan kaybolduğunda, dinsel hayarın derin heyecan­ larını hiç tanımamış veya değişen duygulada onlardan uzaklaşmış yeni bir kuşak orraya çıktığında dinin "hakikarler"i ne olacaktır? Her apral genç sırlada alay eder ve hala böyle saçmalıklara inanabilecek kadar salak olanları küçümseyerek seyreder. Din tüm gücüyle devam ettikçe ilk olarak kendilerinden şüphelenilen şeyler, en paradoksal dogmalar değildir. Eleşririci tanrıbilimciler en geniş bilgi­ lerini, en büyük uzmanlıklarını, geleneği inancın temel ilkelerinden çok uzak olan noktalarda düzelrmek için harcarlar. Doğabilimciler münferir bir mucize hikayesini fiziksel olarak açıklanabilir bir olaya indirgeme fırsatını bulurlar. B u noktalar oyulmaya devam edildiğinde ve saldırı ve savunma konusunda bütün silahlar rükendiğinde dinsel geleneği çevreleyen saygı ve dokunulmazlık halesi de genel olarak onadan kalkar. Yalnızca o zaman çok daha basit sorulara ulaşı­ lır: Tanrı'nın murlak gücü ve iyiliğini dünyadaki kötülükle nasıl uzlaşnrabiliriz? Diğer halkların dinleri neden bizimki kadar iyi olmasın? Neden bugün sornur mucizeler artık gerçekleşmemekredir? Neden Tanrı'nın hizmetkarları bu kadar körü ve inrikamcılar? vb. Nihayet Kilise geleneği, hakkı olarak istediği özel kre­ diyi kaybettiği ve Kirab-ı Mukaddes başka herhangi bir kitap gibi ele alındığın­ da da üçün bir edemediğini, bir bakirenin çocuk doğuramayacağını, erli, canlı bir insanın mavi göğe uçaınayacağını ram olarak anlayamayacak bir kafadan daha dar bir kafa düşünülmez olur. Eğer bunlara doğa bilimlerinden de birra­ kım kavramlar, örneğin ilkokula giden herkesçe bilinen kavramlar gelip eklenir­ se sıra dışı hiçbir zekaya veya sağlam bir eğitime sahip olmaksızın alaycı birinin kendileriyle eğlenebileceği sonsuz saçmalıkların orraya çıktığı görülür. Eğer buna rağmen zeki ve eğitim görmüş insanlar hala dine bağlı kalmakraysalar, bu­ nun nedeni çocukluklarından itibaren duyarlılığın onların hayariarında önemli bir rol oynamış olması, hayal gücünün, kalbin, murlu saarlerin hanrasının ken­ dilerini binlerce köklerle inançlarının eski ve sevilen temellerine bağlamış olma­ sıdır ve böylece dinsel hayarın ırmağının kendilerinden çıkıp yayıldığı kaynakla­ rın nerede bulunduğunu bize açıkça gösteren bir karşıdık karşısında bulunmak­ rayız. 439

M A TE R Y AL İ Z M İ N TAR İ H İ

Din, kapalı kilise cemaaderinde halka kendilerini tanrısal sırların ayrıcalıklı dağırıcıları olarak rakdim eden rahipler tarafindan işlendiği sürece, dinde ideal hiçbir zaman ram saflığıyla orraya çıkamaz. Öre yandan ideolojiye çok kolayca harfi harfine inancın zehiri karışır. Bir azizin imgesinin pura dönüşmesi gibi sembol, elde olmaksızın ve yavaş yavaş karı bir dogmaya dönüşür ve şiirle akıl arasındaki doğal kavga, dinsel inanç alanında doğru, yararlı ve uygun olan her şeye karşı nefrere dönüşerek soysuzlaşır ve o çağımızda her yanda özgür bir ruhu sıkışrırır gibi görünür. Soylu bir zihne sahip birçok insanda ideolojiden roman­ tik ruhaflıklara ve nihayet zararlı körümserliğe geçişin meydana getirdiği bütün kötülük bilinmektedir. Kimse hakikar ve ilerleme dosdarını, çağımızın düzyazı­ ya doğru genel sürüklenişine direnç göstermek isteyen her şeye karşı gösterdik­ leri güvensizliklerinden ötürü eleştiremez. Çünkü kurtuluş savaşları sonrasında ( 1 8 13- 1 8 1 5) romantizm soylu amacına ulaşır gibi göründüyse de öre yandan çağımızın icarlar, keşifler, siyasal ve toplumsal iyileştirmeler yönündeki eğilimiç­ rinin bugün kocaman, hana insanlığın geleceğiyle ilgili olarak belki belirleyici problemleri çözmek durumunda olduğu bir gerçektir ve bu problemleri ciddi ve başarılı bir biçimde işlernek için ciddi bir çalışmanın bütün soğukkanlılığı, eleş­ ririci bir bilincin ram ve gerçek bir hakikar duygusunun zorunlu olduğu şüphe­ sizdir. Daha sonra hasar günü geldiğinde nasıl başardığını bilmeksizin atomlar­ dan bir bürün meydana geriren deMnın şimşeği yeniden parlayacak m. Ancak bu arada dinin eski biçimleri kesinlikle ram olarak onadan kalkmış olmayacaklardır ve ahlaksal idealizmin yeni biçimleri orta ya çıkmadan önce suyu sıkılmış bir limon gibi onların ahlaksal içeriğinin ramamen dışarı arılması söz konusu olmayacaktır. Dünyevi görüşler ve özlemierin birbirlerini izlemele­ rinde olaylar hiçbir zaman bu kadar basit ve açık bir tarzda cereyan etmezler. Hıristiyanlık orraya çıkrığında Apollon ve Jüpiter külrü henüz rüm önemini kaybermemişri. Lurher kendisine saldırmak için ortaya çıkrığında Karoliklik hala zengin bir zeka ve canlılık hazinesini içinde bulundurmakraydı. Aynı şekil­ de bugün de eski planrasyonun birçok ağacı en canlı bir biçimde varlıklarını sürdürür ve meyve vermeye de�am c;derken yeni bir dinsel cemaar, fikirlerinin gücü ve toplumsal ilkelerinin büyüsüyle bir hamlede dünyayı ferhedebilir. Basit inkar geçmişin ve ölümün durduğu yerde ancak güçsüz olarak yeniden ortaya çıkar. - Eski inançlardan da benzeri bir yeni yaşam kaynağının fişkırıp fişkırma­ yacağını veya bunun tersine dinsiz bir toplumun aynı ölçüde yakıcı bir alevi ru­ ruşrurup ruruşrurmayaca�ını bilmiyoruz. Ancak bir şey kesindir: Yeni bir çağ başlamak, eski bir çağ onadan kalkmak zorunda olduğunda iki büyük şeyin bir­ biriyle birleşmesi gerekir: Dünyayı alevlendirme gücüne sahip ahlaksal bir fikir ve ezilen kitleleri hissedilir derecede yükselrecek toplumsal bir yön. Bu, soğuk akılla, yapay sisremlerle gerçekleşmez. Parçalayan bencillik ve kalbin öldürücü

440

A H L A K ! M ATERYA Lİ Z M VE D İ N

soğukkanlılığı üzerine zaferi, ancak başka bir dünyadan gelmiş bir yabancı gibi görünecek ve imkansızı isterken gerçeği çerçevesinden çıkaracak büyük bir ideal kazanabilir. Bu zafer kazanılmadıkça, yeni bir toplumsal yaşam yoksulun, umursuzun kendisinin de insanlar arasında bir insan olduğu duygusunu duymasına izin ver­ medikçe hastalığın kendisinden daha kötü bir ilaca başvurmamak için inançla mücadelede çok aceleci olmamak gerekir. Önce bilim yayılsın; bütün dillerde hakikar ilan edilsin. Sonra ne olursa olsun. Bağımsızlık savaşına gelince, sistemli ve yorulmak bilmez mücadele, özgürlüğün tehdit edildiği, hakikar ve adaletin engellendiği noktalara, kendileriyle dinsel tarikarların soysuzlaşnrıcı bir erkide bulundukları siyasal ve toplumsal kurumlara, halkların özgürlüğünü sistemli olarak tahrip eden ahlaksız bir hiyerarşinin zorbaca şiddetine yönelrilsin. Bu ku­ rumlar onadan kaldırıldığında en karşıt görüşle, bağnazlığın aşırılıkları ortaya çıkmaksızın ve yararıcı fıkrin sürekli i_lerlemesi engellenmeksizin, yan yana hare­ ker edebileceklerdir. Bu ilerlemenin, boş inançlara dayanan korkumuzu onadan kaldıracağı bir gerçektir. Zaten bu ortadan kalkma, toplumun en aşağı rabakala­ rında dahi büyük ölçüde çokran gerçekleşmiştir. Eğer din bu boş inançlada bir­ likte yok olacaksa, bırakalım yok olsun. Eğer yok olmayacaksa, bunu zaman kendisini bir başkasıyla değiştirineeye kadar bu biçim alunda devam edecek ide­ al içeriğine borçlu olacak ur. Hana dinin içeriğinin müminlerin çoğunluğu, har­ ra rahipler sınıfının bir kısmı tarafından lafı.i anlamda doğru olarak görülmesin­ den fazla şikayerçi olmaya da gerek olmayacakrır. Çünkü bütün zorlamalar ona­ dan kalknkran sonra erkisi her zaman zorunlu olan bu ölü ve boş lafıi inanç ar­ rık hemen hemen mümkün olmayacaktır. Eğer kilise adamı kendisinde egemen olan fıkirlerin çağrışımı sonucu sa­ vunduğu ideal yaşam unsurunu ancak bayağı gerçekliğe sahip bir şey olarak dü­ şünmek sureriyle rasavvur edebilmekreyse, eğer o ancak sembolik bir değeri ol­ ması mümkün olan şeyi tarihsel değere sahip bir şey olarak almaktaysa o zaman rahip sınıfının elinden sivil lonca haklan da dahil olmak üzere her türlü dünyevi güç alındığı ve bütün görümüleri alunda bu devler içinde devletle mücadele edildiği takdirde reokrasinin en tehlikeli silahı yok edilmiş olacakrır. Ayrıca ge­ rek saf bilim, gerek onun halka indirilmesi konusunda sınırsız bir öğretinin öz­ gürlüğü gerekecektir. Aynı zamanda bütün körüye kullanmaların, bütün kötü­ lüklerin eleştiritmesine izin vermek gerekecektir. Devlet, sübvansiyonları ve gü­ cüyle dinsel grupları desteklemeye devam euiği müddetçe, bunların üyelerinden belli bir bilimsel kültür derecesi isteme hakkına sahiptir. Bu, apaçıkrır. Bugün­ kü koşullardan çıkıldığında bu ödevi ihmal ermek ve Kilise'yle devler arasında sözde ayrımın iabirendinde kaybolmakran kaçınmak gerekir. Samimi bir biçim­ de gerçekleşririldiğinde bu ayrım mannksal tek çözümdür. Mürninler roplulu-

44 1

M A T E RYA L İ Z M t N TARt H t

ğunun kilise biçimindeki her örgüdenmesi devler içinde devleri oluşturur ve o her an kolayca sivil alana tecavüz edebilir. Uygarlığın çıkarına onun harap ve tükenmiş bir hükümeri havaya uçurma hakkı ve ödevine sahip olabileceği du­ rumlar vardır. Ancak genel olarak ve vaktiyle kiliseye terk edilmiş olan uygadaş­ urma görevinin girgide daha çok devlete revdi edildiği günümüzde kilisenin si­ yasal örgüdenmesi devler için bir güvensizlik ve çok ciddi endişe nedeni olmak­ tadır. Sınırsız dinsel özgürlüğü mümkün kılacak rek şey, kilisenin siyasal örgüt­ lenmesini onadan kaldırmakrır. Ancak kilise hırslı görüşlerine rağmen halk ara­ sında ahlaksal idealizmi temsil erriği sürece devler dinsel dogmariği onadan kal­ dırmaya çalışamaz. Evet, Fichre kideyle eğitimli insanlar arasında aracı rolü oynama görevine sahip halkın dini eğiticisinin dinsel sistemini filozofun oku­ lundan almasını talep ermekreydi. "Sırlar konusundaki iddiaları"ndan aleni bir şekilde vazgeçmediği takdirde tanrıbilimin tümüyle üniversiteden kovulmasını, eğer onlardan vazgeçerse, pratik kısmın bilimsel öğretinin tümüyle kaynaşacak olan kuramsal kısımdan ayrılmasını isriyordu.(42) Kendisi bakımından son dere­ ce haklı olan bu talep bugün Fichre'nin onu dile getirmiş olduğu döneme göre daha az gerçekleşririlebilir. Halkla aydın sınıf arasında aracı rolü, böyle bir role ciddi olarak reşebbüs edildiğinde dahi, ancak psikolojik koşulların hesaba karıl­ masıyla yerine getirilebilir. Yani bu rol çok zaman ve redrici bir ilerleyiş gerekti­ rir. Öre yandan rahip sınıfına incelemelerin basit bir yeniden düzenlenişiyle kafi derecede derin bir felsefi öğretim verilemez. Bu arada halkra idealin dininin var­ lığı sürdürülmelidir. Şüphesiz her kilise adamının hiç olmazsa her idealin değeri ve sınırları üzerinde aydınlarılması arzu edilir olacaktır. Ancak eğer zihin darlığı ve öğretim imkanların yetersizliği, fikri yaymak için kullanılacak gücü zarara uğrarmaksızın buna izin vermezse bu durumda güç yerine öğretimi feda ermek gerekir. Öre yandan materyalist doğacı için de ramamen aynı durum söz konusu­ dur. Şüphesiz onun verimli ve özveri dolu araştırmalarının sonucu esas iribariy­ le seçtiği insani faaliyet dalıyla ilgili ateşli çabası tarafından belirlenmiştir. Sade­ ce acımasız ve yöntemli bir ampirizmin onu amacına görürebileceği, duyular dünyasının kavrayışlı ve �nyargısız bir gözleminin ve sonuçlarında kesin bir mantığın onun için vazgeçilmez olduğu, nihayet materyalist varsayımların her zaman ona yeni keşiflerin en büyük perspektifini açtığı kuşkusuzdur. Eğer zih­ ni, yaptığı araştırmalar alanına karışıklık, karanlık veya verimsiz bir rereddüdün sızmasına izin vermeksizin bu şekilde düzenlenmiş bir etkinliği ideali kabulüyle birleştirebilecek kadar derin ve geniş ise, o zaman o kuşkusuz daha büyük bir (42) J. H. Fichte, "Deduzierter Plan einer z u Berlin schrieben im fahre 1807', Stuttgart und Tübingen, 1 8 1 7,

442

errichtenden höhern Lehranstait, ge­ 59 vd.

zu s.

A H L A K l M A T E RYA L İ Z M VE D l N

hakla gerçek ve mükemmel bir insan sıfarını [alep edebilir. Ancak eğer bunu ümi[ edemezsek, ekseri durumda ve bu alanlarda kaba ma[eryalisdere sahip ol­ mak, zayıf ve karışık zihinli düşçülere sahip olmahan daha iyidir. Vazgeçileme­ yecek kadar zorunlu olan ideal - büyük insan kidesinin elde edebileceğinden daha fazla ideal - büyük bir ilkeye ve önemli bir inceleme dalına karşı basi[ öz­ veride za[en mevcuuur. Bilimlerinde gerçek hizmeder yapan ma[eryalisder ço­ ğunlukla olumsuz misyoner rolü oynama konusunda fazla is[eğe sahip değildir­ ler. Ancak böyle bir rolü kabul e[seler dahi onlar insanlığa, karışıklığın havarile­ rinden daha az zarar vereceklerdir. Eğer iki uç, [ekyanlılıklarında gerçek[en haklılarsa, bağnazlığın son izleri yasama alanından kaybolur kaybolmaz wplumda sevgi dolu olmasa bile [aham­ mül edilebilir bir birlik[e yaşamanın gerçekleşmesi gerekir. Gerçek[en onun or­ [aya çıkıp çıkmayacağı bir başka sorundur. Durum, kapımızda olan wplumsal devrimle ilgili olarak neyse dinsel devrimle ilgili olarak da odur. Geçiş dönemi­ ni barış içinde geçirebilsek iyi olacaknr. Ancak fınınanın kopacağı daha muh[e­ meldir. Böylece ma[eryalizme ilişkin günümüz [aruşması zamanın ciddi bir belireisi olarak önümüzde durmak[adır. Kam ve Fransız Devrimi'nden önce gelen dö­ nemde olduğu gibi bugün de felsefi merakın genel bir sönüşü, fikirlerio gerileyi­ şi ma[eryalizmin ilerlemesinin nedenleridir. Benzeri dönemlerde, nasıl haya[ kı­ vılcımının sönmesinden sonra organik cisim kimyasal güçlerin daha genel kuv­ vecinin eline düşüp önceki biçimindeki varlığını kaybederse a[alarımızın üzerle­ rine kendilerini aniayabildikleri ölçüde yüce ve [anrısal olanın damgasını vur­ dukları ölümlü madde, eleş[irinin alevleri [arafından kemirilip yumlur. Ancak nasıl evreni baş[an başa dolaşan dairesel süreç[e eski öğeler kaybolurken aşağı maddelerin çözülmesi yeni bir yaşamı, daha yukarı düzeyden bir varlığı meyda­ na ge[irirse, aynı şekilde fikrin yeni bir arılımının insanlığı bir derece daha yu­ karı çıkaracağını ümi[ edebiliriz. Bu arada çözücü güçler yalnızca görevlerini yapmak[adırlar. Onlar aşkının fiksiyon unda, zihnin kendisini [erk e[mesinden ve yeni formlar yara[maya çalış­ masından Ö[Ürü lafız baskın hale gelir gelmez, düşüncenin acımasız ka[egorik emrine, uyanmış olan anlığın bilincine İ[aa[ ederler. Faka[ insanlık ancak sana[­ [a, dinde ve felsefede her [Ürlü fiksiyonun ölümsüz doğası bilindiği.nde sürekli huzura kavuşacakur. Bu bilgi [emeli üzerinde bilimle fiksiyon arasındaki çarış­ ma ebedi olarak sona erecek[ir. O zaman bugün ampirik hakikauen başka bir şey kabul e[meyen özgür wpluluklarımızın kendisine sarıldığı karı birlik yerine doğru, iyi ve güzelin değişken uyumu onaya çıkacakur. Gelecek yeni ka[edralle­ rin yükseldiğini mi görecek, yoksa sıcak, iyi aydınlarılmış salonlarla mı ye[ine­ cek[ir? Acaba org ve çan sesleri yeni bir güçle havayı mı sarsacak, yoksa Yunanlı443

M A T E RYA Lİ Z M İ N TA R İ H İ

ların anladıkları şekilde beden eğirimi ve müzik evrensel rarihin yeni bir döne­ minin eğitiminin temelini mi reşkil edecektir? Her halükarda geçmiş olan rama­ men kaybolmayacak ve eski olan da değişmeksizin yeniden orraya çıkmayacak­ ur. B ir anlamda dinin fikirleri de ölümsüzdür. Palesrrina'nın bir ayinini (messe) kim redderrnek veya Rafael'in Madonna'sını kim yanlış olmakla suçlamak isre­ yecekrir? Gloria in Excelsis evrensel bir güç olarak kalacak ve insan duyarlılığının yüce olanın ürpertisiyle uyarılması mümkün olduğu sürece yüzyıllar boyunca yankılanacakur. Sonra iradesini evreni yöneren T ann'nın iradesine reslim erme yoluyla bireyin kurruluşu düşüncesi; hiçbir nesrin anık soğuk sözlerle kalbin rüm varlığını remsil ermeye mukredir olmamasına karşıhk insanın yüreğini oy­ narabilecek en heyecan verici, en yüce duyumları ifade eden ölüm ve yeniden dirilme imgeleri; nihayer ekmeğimizi aç insanla paylaşmamızı ve yoksullara ' murlu haberi bildirmemizi emreden öğreriler, bürün bu remel fikirler zekasıyla bir defa daha iyi bir hükümet kurdu mu ve kavrayışı ile her zaman yeni olan buluşlar sayesinde her zaman yeni ihtiyaçlarının bir defa doyurdu mu amacına erişmiş olacak olan bir roplumun fikirlerine yerlerini rerk ermek üzere hiçbir za­ man onadan kaybolmayacaklardır. Daha önce de çoğu kez bir mareryalizm dö­ nemi ancak bilinmeyen derinliklerden fırlayan ve dünyaya yeni bir biçim veren fırtınadan önceki sükuner dönemi olmuştur. Eleştiri kalemimizi toplumsal so­ runun, geniş zemini üzerinde bilimin, dinin ve siyaserin bürün devrimci ögeleri­ nin büyük ve nihai bir savaş vermek üzere pozisyon almış göründükleri bir so­ runun Avrupa'yı aşırı kızışnrdığı bir zamanda bırakıyoruz. İsrer bu savaş sadece zihinleri kızışnrsın ve kan dökmesin, isrer bir yer sarsınusına benzer şekilde dünya tarihinin geçmiş bir döneminin kalınularını yıldırımların parılnsı arasın­ da yerle bir ersin ve milyonlarca insanı yıkımılar içine gömsün, şüphesiz yeni çağ, ancak bencilliği süpürüp aracak ve ulaşılması gereken yeni bir amaç olarak ramamen bencil bir kaygının yaramğı sürekli çalışma yerine insani toplumda insani mükemmelliği geçirecek büyük bir fikrin bayrağı alunda zafer kazanacak­ ur. insani gelişme ve tarihsel süreçlerin doğasının bilgisi roplumu yöneren in­ sanlara daha genel bir rarzda kılavuzluk ermiş olsa şüphesiz gelecekteki savaşlar daha az öldürücü olacaktır ve uzak bir gelecekte insanlığın yangın ve kıyımla kirlenmeksizin en büyük değişınderin gerçekleşeceğini görmekren ümidimizi kesmemiz gerekir. Şu andan iribaren korkunç fedakarlıkları bir yana irerek kaçı­ nılmaz olanın orraya çıkması için kolay bir yol bulmaya ve bu yeni döneme kül­ türümüzün hazinelerini zarar görmemiş bir biçimde raşımaya yardımcı olabil­ mek hiç şüphesiz enrelekrüel çalışmanın yorgunluğunun en güzel ödülü olacak­ ur. Ancak bu manzara şüphelidir ve tarafların kör turkularının girgide arrnğını ve acımasız çıkarlar çanşmasının girgide daha çok kuramsal araşurmaların erki­ sinden kurtulduğunu gizleyemeyiz. Fakar ne olursa çabalarımız ramamen so-

444

A H LA K! MA TERYA L İ Z M VE D İ N

nuçsuz kalmayacaktır. Hakikar geç olmakla birlikte gene de kafi derecede erken bir zamanda ortaya çıkacakur. Çünkü insanlık henüz tümüyle ortadan kalkmış olmayacaktır. Özel kişilikler uygun anı yakalarlar. Ancak gözlemleyen düşünü­ rün şu anda kendisini az kişinin dinleyeceğini bilmesinden dolayı susma hakkı yoktur.

445