126 31
Turkish Pages 375 [376] Year 1960
A lın ot
İKİ NESLİN TARİHİ
C n tt
ı;vı i
:c: C£ |—
AHMET CEVAT EMRE
î k :S k
uj
a: ^cü M u stafa K e m a l n ele r y a p tı? S on asırda m e m le k e tin g e çird iği en m ü h im tarih î v a k ’aların en can lı v e doğru h ik â y e v e ta sv ir i...
rI* ın
a
30(0
hun*
f HİLMİ KİTABEYİ
İ Kİ
NESLİN
MUSTAFA
KEMAL
TARİHİ NELER
YAPTI
Son asırda memleketin geçirdiği en mühim tarihi vak’alann en canlı ve doğru hikâye ve tasviridir.
Y azan: Ahmet Cevdet Emre
Naşiri Hilmi Kitabevi sahibi İbrahim Hilmi Çığıraçan
ÇOCUKLUK HAYATIM Doğduğum yer Girit fatihlerinden Veliyeddin Paşanın, Resmo şehri dı şında, m anastırdan çevirmiş olduğu Kaadirî tekkesinde doğdum. (1 Eylül 1876 : 19 Ağustos 1293). Dedem Sakallı Mehmet Baba, ermişliğiyle ün salmış bir ihtiyar olarak, Suda’dan alınıp bir ara postnişinsiz kalmış olan bu tekkeye şeyh verilmişti. Ondan yetişen ailemize Sakallıoğlu (1ar) deniliyordu (Suda adacığındaki Topçubaşı soyadı Resmoda kullanılmamıştı). Mehmet Baba ve haremi yüz yıldan fazla yaşadıktan sonra, aynı günde, abdetsli namazlı, gözlerini yum muşlardı. Tekkede Veliyeddin Paşanın yaptırmış olduğu güzel cami, önünde paşanın ve hareminin m erm er taşlı mezarları vardı. Tekke ile şehri karadan kuşatan kale surları arasında, ge niş bir yolla sağlı sollu ayrılıp iki kilometreden fazla, sayısız, bir çoğu m erm er taşlı, kavuklu, sarıklı veya kadın tarzı mezar lar ve orman hainde serviler uzanırdı. Kalenin her iki kapısı geceleri kapanırdı. Mısırlı İbrahim Paşanın Girit valiliğinde, kâtibi Mehmet Efendi, Hanyada kalmış, satın aldığı Mümyes çiftliğinde yerleş mişti. At üstünde dolaşmayı ve avlanmayı seven Mehmet Efen di, Akrotir kazasının Sternes köyünde rastladığı jandarm a yüz başısı Arnavut Zeynel ağanın güzel kızı Feride Hanımla evlen mişti. Vefatında dokuz yaşında yetim kalan kızı Yıldız, bir Rum karısından doğmuş, baba bir kardeşi; Haşanla, zengin Mürnyes çiftliğinin vârisi bulunuyorlardı. Akıllı ve işini bilir, büyük ba-
bam Mustafa baba, dul ve tamamiyle görgüsüz bir yaşta olan Feride Hanımla anlaşarak, küçük Yıldızı Resmoya götürmüş, bülûğuna kadar beklenmek üzere, büyük oğlu Haşan Efendiyle nikâhlarını kıydırmıştı. Ben onların, Haşanla Yıldızın, biricik oğluyum. Üçbuçuk yaşımda yetim Mürnyes çiftliği satıldıktan sonra, zahire ticareti yapmağa başlıyan babam şarabı severdi; ara sıra bana da içirdiğini ve sarhoş olup yastıkları büyüklerin başlarına attığımı hatırlıyorum; kahkahalarla çılgınlığıma gülen babamm çoha şalvarı, kırmızı Şam kuşağıyle hayali de uzun zaman zihnimden silinmemişti. Çoğu zaman kâtibiyle akşamcılık eder, geç vakit, kale kapısı kapalı olduğu için, arkadaşının yardımıyle, surdan, sebze bostanına çevrilmiş olan kale hendeğine iner, oradan eve gelir, bekliyen anneciğimle akşam yemeğini yerdi. Bunlar, tabiî sonradan edindiğim bilgilerdir. Soğuk ve zifiri karanlk bir ocak gecesi, babam, yine surdan inip arkadaşiyle vedalaştıktan sonra, yolu görememiş, ağzı açık bir bostan kuyusunun içine düşmüş, bütün çabalayışlarına rağ men kuyudan çıkamamıştı. Babamı bana teneşirde göstermiş lerdi: Kuyunun duvarlarındaki yabani incir fidanları, birer bi rer, ağır çoha şalvariyle tırmandıkça kopmuşlardı; en son, kol ları tırm anır bir vaziyette, yukarıya uzanmış kalmıştı. Bu feci tablo hâlâ zihnimden silinmemektedir. Ağlamamış, haykırmamıştım; bütün gece yaşlar dökerek eşini beklemiş olan ve şimdi hıçkırıkları dinmiyen anneciğime gidip boynuna sarılmıştım. O onaltı yaşında dul ben üçbucuk yaşımda yetim kalmıştık. Büyük babam Mustafa baba Büyük babam iki defa belediye reisi seçilmişti; ilk seçimin den sonra gelen paskalya yortusunda, tekkeye sepetlerle, akın
halinde, hediyeler taşıyan uşakları geri çevirmek için, tekkenin yola bakan balkonuna çkmış, bir el işaretiy le: — Selâm söyleyiniz, efendinize; ben geçen sene de burada oturuyordum! dediğini anneciğim anlatırdı. Mustafa baba, Resmonun Beyler (Türk ileri gelenleri) sos yetesini güzel konuşmaları ve akıllı öğütleriyle idare edermiş. Şeyhti ama sazlı sözlü eğlentilerden de geri kalmazmış. Babamın vefatında bir ticaret işi için Selânikte bulunan büyük babam, çok endişeli bir telgraf çekerek büyük oğlu Ha şanın sıhhatini sormuş! Meğer o gece rüyasında, bir havuzda yüzen üç balıktan en büyüğünün batıp bir daha suyun yüzüne çıkmadığını görmüş imiş! Bu rüyayı anneciğim hayretle anla tırdı. Anneannemin köyünde Anneannem Feride Hanım okumak yazmak bilmezdi, fa kat çok akıllı, çok çalışkan, çok ta hünerli bir kadındı. İkinci kocasiyle birlikte, annemle beni Resmodan alıp Kalives köyüne götürmüşlerdi. K atırlar sırtında, ovalar aşarak, akar su lar geçerek ve deniz kenarından uzaklaşmıyarak, epey uzun sü ren bir yolculuktu; pek hoşuma gitmişti. Yaslı anneciğimin ku cağında, neşeli neşeli, denizi ve dereleri seyrederek gevezelen diğimi hatırlıyorum. Kalives köyünün camii ve çevresinde Türk mahallesi ol duğu gibi, kilisesi ve çevresinde Rum mahallesi vardı. Köye geldiğimiz zaman Rum mahallesine yakm, çok sıkıntılı, karan lık, güneş almaz bir eve konmuştuk. Komşularımızın kızı Eleni beni, konuşkan, kıpırdak bir güçük oğlan olarak çok sevmişti. Daha ilk günlerde, kitap okuduklarını görmüş, ben de okumağa heveslenmiştim; elime bir yazar bozar verdiler, rumca harfleri yazdırıyorlardı. Dikkatle, (o, ı) yazıyor ve okuyordum; (a) yaz mak için bunları birleştirm ek lâzım dı: «Durun ben şimdi bağ larım» demem üzerine Eleni kahkahayı salıverdi: «Ahmede bir ip getirin, alfayı bağlasm!» demişti. Elemlerin aydınlık bahçe sinde geçen bu sahneleri hiç unutmuş değilim.
Zahire ticareti yaptığını az yukarıda yazdığım babamın ti carethanesi tasfiye edildikten sonra, köye gelen paradan anne annem bir miktar ayırarak Türk mahallesinde aydınlık, iki so kağa kapısı olan küçük bir ev a ld ı: Önünde bir değirmenin üç taşını çeviren, iki kenarı taş köprülerle birleşmiş, suyu buz gibi bir dere akıyordu. Karşımızın solunda, beyaz minaresiyle ve dere kenarına gelen geniş avlusiyle cami, alt yanımızda kahveler ve dükkânlar arasında asırlık bir çınar ağacının gölgelediği bir meydan var dı; oradan epey dükkânlı çarşıya ve Rum mahallesine geçili yordu. Köyün saatlerce uzayıp giden denizi ve çok geniş, kumsal plâjı ile daha sonra tanışacağım. Güneş, mevsime göre, yeıi değişmek üzere, bu denizden doğardı. Geceleri değirmen taş larının seslerine hoşa giden bir ninni gibi alışılmıştı. Annemin üvey babası, köyün bütün erkekleri gibi, kahveye çıkardı, beni de bir akşam beraber götürmüştü. Konuşmayı, an latmayı çok severdim; annemin çok güzel masallar bildiğini söylemek üzere ağzımı açar açmaz yediğim bir tokatla burnum kanamıştı. Eve kaldırdılar; beni avutan anneannem den: «Ya bancı erkekler içinde kadınlardan söz açılmıyacağmı» öğrendim, ve bir daha böyle bir şamarı hak edecek boşboğazlıkta bulun madım; fakat erkeklerin yanında niçin kadınlardan lâf etmenin yasak olduğuna akıl erdiremedim, sebebini öğrenmeğe de hiç meraklı görünmedim. Köyde nasıl yaşıyorduk Babamın ticarethanesi, az önce söylediğim gibi, tasfiye edil mişti; gelen paradan, bir miktar daha ayıran anneannem, evden başka, bir de akar su ile sulanır, soğan, bamya, domates yetiş tirir bir kaç dönümlük bir tarla almıştı, bunun iki kenarında ayva ağaçları da vardı; yarıcı eliyle işletilen tarladan yiyecek sebzeden, yemişten başka, biraz para da gelirdi. Fakat ev geçi mini küçük dokuma tezgâhiyle, anneannem sağlardı. Bu sanatı, ninemden, kendi annesinden öğrenmişti.
Anneannemin boş durduğunu hiç hatırlamıyorum: Çarşaf lık, gömleklik, şalvarlık bezler, güzel yün battaniyeler, kuşak lar dokurdu. Bezin biri tamam olur, onun yerine bir başkası tezgâha konurdu. Bu çalışkanlığın ve ustalığın küçük geliriyle, tavuklarımız, hindi ve ördeklerimiz olurdu, yumurtamız, pilici miz eksik olmazdı. Köy çobanı, her akşam, on onbeş koyunlumu zu getirir, sağardı. Sütten yapılan kimi gün yoğurt kimi gün çayır veya lor peyniri evde yendiği gibi ondalıkla bakkala da sattırılırdı. Höşmerim süt kaymağından çok sevdiğim bir ye mekti. Zeytin tarlamız yoktu, fakat devşirme payıyle, yedi sekiz testilik küpümüz dolardı. Bağ bozumuna da yardıma giden an neannem bir torba kuru üzüm ve bir kaç çıtalık kuru incir te min ederdi. Annem de çok ince, çok sanatlı dantel motifleri örmesini bildiği gibi, zeytinde, bağ bozumunda, annesinin iş ortaklığından kaçmazdı. Üvey baba katır, beygir m eraklısıydı: Kurada alır, tavlandırdıktan sonra satar, veya kiraya verirdi; köy sulak, çayırları zengindi. Büyüdükçe, benim de seve seve gördüğüm işler v a rd ı: Civcivleriyle bir tarafa uzaklaşan hindiyi arayıp geri getirmek, kaybolan ördek yum urtalarını bulmak, katırın çayırda yerini değiştirmek bana düşen ufak tefek işlerdi. Sabahları, kimi gün, değirmenin alt tarafında, derenin bir kısmının dibi sarı sarı buğdayla örtülmüş olurdu ayaklarımdan takunyalarımı atar, dizlerime kadar suya girer, sepet sepet, ka natlı hayvanlarımıza yem toplardım; bu işten çok haz ederdim, ve uyanınca, ilk işim dereye bir teftiş gözü atmaktı.. Yedi yaşıma doğru, epey kazançlı bir alış veriş bulmuştum: Ev kadınlarından yum urtaları toplar, cuma günleri namaza ge len askerlerin getirdiği tayın ekmekleriyle değiş tokuş ederdim; çok defa anneanneme borç para bile verirdim. Bölük Hanyaya kaldırılınca birzim alış veriş durmuştu. Köy okulunda Camiin sakallı imamı okulun da tek hocasıydı. Okula çok erken gitmeğe başladım, yaş sorulmuyordu. On oniki kadar er
kek çocuk devam ediyordu, kız hiç yoktu. Benden evvelki ço cuklar elifbeyi geçmişler, suparalardari okuyorlardı, yalnız bir tanesi, elifbede mıhlanmış kalmıştı. Elifbe harekeli harflerle okumayı öğretiyordu: be üstün be, be esre bi, be ötre bu... diye okunuyordu... Bir kaç gün içinde bu okumayı kavramış her harfin üstün, esre, ötre ile nasıl oku nacağını anlamıştım; harflerin de şekilleri aklıma girmişti; on dan sonra ben de suparadan okumağa başladım. Supara, çok., çok sonra öğrendiğime göre, K ur’an-ı kerimin otuz parçasından biri idi. Çocukların bir kaçı Amme, bir kaçı Tebareke suparasından okuyordu. Hoca, önündeki kitaptan bir kaç satır okurdu, her çocuk, aynı satırları, kelime kelime, tekrarlardı. Ben, önce, Ammecilerle beraberdim, hoca okurken ve ço cuklar tekrar ederken, gözlerimi bu kelimelerden hiç ayırmaz dım. Bir kaç hafta içinde bu okumayı da sökmüş, harflerin baş ta, ortada, sondaki şekillerini farkedebilmiştim. Bir kaç ay sonra Tebareke’yi de okuyabiliyordum. O zaman hoca, elifbeyi atlıyamıyan çocuğa beni hoca yaptı. Fakat İsmail (çocuğun ismini unutmadım) yine okumayı sökemedi. A nahtar isminde, türkçe, harekesiz ve resimli bir küçük kitap ta okunurdu; ondan çok hoşlandım, ne yazık ki İkincisi veya başka bir türkçe kitap yoktu. Haftalar, aylar hep suparaları tekrer tekrar okumakla geçiyordu. İmam Efendi bize namaz kılmasını, abdest almasını, beş vak tin rekâtlarını tekrar tekrar öğretirdi; Ammeden küçük sure ler de ezberletmişti. Bütün bunlara alışmış, büyük bir hevesle namaza da başlamıştım, ama beş vakit değil; kimi gün ve ara sıra.. Ammeden, Tebarekeden sonra, bütün k u r’an verilmişti, hatim indirmeğe çalışıyorduk. Altı yaşımı bitirirken, ilk defa hatim indirebilmeme çok sevinen anneannem bana bir beyaz gümüş mecidiye vermişti! Yazı da vardı, fakat hocamız mektup yazmak, defter tu t mak için lâzım olan ince yazıyı (daha sonra n k a denildiğini öğ
rendim) bilmezdi, kalın yazıyı (sülüs) öğretmeğe uğraşırdı, fa kat başka çocukların gibi benim de hiç elim yatmazdı. Anne annem ille ince yazı öğrenmemi istiyordu, evin defterini tu ta bileyim, mektup yazabileyim diye. Azat günlerinde Rum mektebi Anneannem komşu Rum çocuklarının ve kızlarının, mek tup yazdıklarını, defter tuttuklarını, resimli kitaplar okuduk larını görüyor, benim de öğrenmemi istiyordu; bizim okul per şembeleri yarım, cum alan tam azattı bu günlerde, beni Rum okuluna göndermek istedi.. Kilise avlusundaki Rum okulunun daskalosuna (öğretmenine) gittim, anneannemin arzusunu ahlat tım: daskalos sevinerek kabul etti, bana bir rumca alfabe ve bir yazarbozar alındı, anneciğimin diktiği, omuza asılan keseye bunlar kondu, Rum okuluna başladım; bu okulda alfabe okuyan çocuklar vardı, büyüklerden bir kız, ara sıra bizi okuturdu. Rum ca okumayı kolay ve çabuk öğrendim, bir senede kitabım üç de fa değişti; ikinci yılda hesap (aritmetik) dersi de alıyordum, ka lemle yazmağa başladığım defterim de vardı. Zihnim hesaba çok yatıktı, hiç yanılmadan yumurta alışverişini yapardım, ikin ci sene sonunda imtihan da etmişlerdi, aritmetikten, hiç unut mam, bir yumurta problemi vermişlerdi; verdiğim cevap daskalosu da, mümeyyizleri de güldürmüştü. İnce yazıya da başladım Rum okuluna gidip gelirken, tuz gümrüğünün önünden ge çerdim. İhtiyar gümrükçü değişmiş, uzun boylu, genç bir baş kası gelmişti, bize çok yakın ev tutmuştu, gümrük kolcusundan bizde taze yumurta ve süt bulunduğunu öğrenmişti Ben, bir perşembe akşamı, omuzumda kesem asılı, kısa pantalonla, yanından geçerken seslendi: — Küçük, dedi, ben sizin komşunuz oldum; sizde taze yu m urta ile süt varmış; yarın sabah bana iki yumurta ile yarım okka süt getirir misin?
— Anneanneme söylerim, Efendim, dedim. Evini tarif etti, bizim geçit kapımızdan beş adım yerde idi. Eve dönünce, yeni gümrükçü beyin söylediğini anlattığım anneannem çok sevindi: — İşte sana ince yazı öğretecek adam, dedi; yarın sütü, yum urtaları götürürsün, hem de ince yazı göstermesini rica edersin. Cafer Bey (isminin Cafer olduğunu kendisinden öğrendim) anneannemin türkçe yazı öğrenmemi istemesinden çok memnun k a ld ı: Perşembe ve cumadan başka günlerde, Türk okulundan sonra, gümrüğe gidecektim, bana ince yazı gösterecekti. Anne annemin yazıları kalın ve ince diye ayırmasma gülüyordu. Cafer Bey «ev, süt, tuz, el, yüz» kelimelerini meşk olarak yazdı, beni bir köşeye oturttu, kâğıt, yontulmuş kamış kalem verdi, bir mürekkep hokkası da önüme koydu: — Haydi bakalım, Ahmet, dedi; işte sana ince yazı! Hemen her gün meşk değişirdi, yeni., küçük kelimeler yaz dırıyordu. Çok dikkatli yazıyor, onunkine benzetmeğe çalışıyor dum. İki ay içinde Cafer Beye beğendirecek gibi yazabiliyordum, ancak yedi yaşındaki öğrencisinden memnundu. Yanına ara sıra İzzettin kalesinden gelen subay arkadaşlarına küçük öğrencisi nin başarılı yazısını gösterir, bundan iftihar etmiş görünürdü. Cafer Bey, kitap yokluğundan, bana resm î tahriratları oku turdu; önce bir şey anlamıyordum, ama gide gide mânayı da bir az anlamağa başlamıştım; tabiî, «emrü irade hazreti men lehülemrindir...» gibi formüller sarıklı imamın öğrettiği arapça dua lardan farksız geliyordu. Bir vazife ile Hanyaya giden Cafer Bey, dönüşte, bana bir kitap getirmişti; ismini hatırlıyorum: Tuhfei Vehbi. Ders b aşlad ı: Hanıdi bihat o keremfermaye, ki anin nimetidir bigaye. Bu satırların bazı heceleri uzun okunacaktı, Cafer Bey uzun heceleri altlarına çektiği kırmızı bir çizgi ile işaret ediyordu. Hamdi biîhat o kerem fermâye ki anın nimetidir bîgaaye.
Mânası bizim için karanlık olan bu kitabı galiba sonuna ka dar bitirememiştik. Cafer Bey, benimle türkçe konuşur, dersi türkçe anlatırdı. Yanma gelen iki subay Çanakkaleli Türktü. Onlarla türkçe' ko nuşurlardı, ben de dinlerdim, yavaş yavaş, yedi yaşımda türkçe konuşmağa başlamış ve epey alışmıştım. Annemin sanatkârlığı Anneciğim, okuması yazması yokken, çok güzel masallar bilir ve çok güzel anlatırdı. Bu masalları ninemden, anneanne min annesinden öğrenmişti. Genç dul kalmış olan anneannem Akrotirde, Sternes köyünde oturan annesinin yanına, Yıldızıyla beraber, çekilmişti. Ninem Yıldızı çok sever, çok şımartırmış; anneciğim de ondan en çok istediği masalmış.. Ben de, anneciğimin masallarına bayılırdım. Güzel masal ilk edebî zevkin kaynağıdır. Kalivesin en zengin adamları Büyükhanım (ismi söylenmez di) ve kocası Uzun İbrahim Beydi. Sonradan öğrendiğime göre Büyükhanım, Hanyadan, Kavurlar ailesindendi. Çocukları yok tu, zenci halayıklariyle, üç kişi oluyorlardı. Bizim geçit kapımı zın karşısındaki evlerinde kış aylarını geçirirlerdi. Anneannem, evi ve tarlayı bize satan Uzun İbrahim Beye, gelen paradan ar tan elli altını, senetle, borç v erm işti: Bu parayı annem ve be nim için ihtiyat akçesi olarak ayırmıştı. Büyükhanım, sık sık, akşamları, bizi çağırırdı; orada başka hanımların da toplandığı olurdu. Çiftlik gıahsulû portakallar, kuru üzümler, incirler ikram edilirdi. Sonra, Büyükhanımm ricasiyle, anneciğim, benim çok sevdiğim masallardan birini an latırdı: çıt olmaz, herkes meraklı gözlerle ağzına bakardı. Maaniler m
Benim, tabiî o yaşta, nazımdan, vezinden,, kafiyeden hiç bir şey anladığım yoktu, fakat anneciğiTnin düzüp düzüp söylediği maaniler (madinades) çok hoşuma giderdi.
Az yukarıda, Cafer Beyin bana Tuhfei-Vehbiyi okuttuğunu söylemiştim. O zaman veznin, kafiyenin ne olduğunu biraz an lamağa başlamıştım. Bu anlayış üzerine anneciğimin maanileriyle Tuhfei-Vehbinin beyitleri arasında bir benzerlik görür gibi olurdum. Cafer Beye: — Benim annem, bu beyitler gibi, madinades (maaniler) yapar, dedim. Hatırımda kalmış olan bir iki tanesini de söyledim. Cafer Beyin, bu madinades çok tuhafına ve çok hoşuna gitti: — Annene söyle, dedi, bunlardan sana çok çok yazdırsın, burada okuyalım. Anneciğim, bu sözleri kendisine anlattığım zaman, gülüm sedi, Cafer Bey için birkaç maani yaptı, ben de yazıp götürdüm; o da gülümsiyerek okudu. Meğer Cafer bey de maani düzme sini bilirmiş! Artık, arada gidip gelen maaniler benim için çok zevkli bir yazı ve okuma dersi oluyordu. Erotokritos Halk diliyle yazılmış, çok acıklı bir aşk destanıdır. Kıral, kızı Areteyi, sevdiği Erotokritos’a vermemiş, dadısiyle beraber bir zindana hapsetmiş. Bahtı kara kızcağız, hürriyetinden mah rum, gönlü yaslı, gözleri yaşlı, uzun zamanlar geçirmiş. Bir gün, yüzü siyah, kılığı bambaşka, bir genç, gizlice, dadının hoşgörür lüğüyle, Areteye, sevgilisinden haber getiriyor: «Dağda,'orm an da dolaşırken, Erotokritos’a rastgeldim: Bir arslanla pençeleşi yordu, hemen okla, mızrakla yardımına koştum, canavarı kaçır dım, lâkin zavallı g®nç yaralanmıştı; yürekten ah! çekiyor, Aretusa (Aretecik) ismi dudaklarından ayrılmıyordu. Can çekişir ken, şu yüzüğü çıkardı verdi, «Aretusama götür» derken göz lerini yumdu.» Sonra, elleriyle mezar kazdığını, gömdüğünü an latırken, bahtı kara Aretusa bayılır, dadısiyle yabancı adam ayıltırlar ve anlaşılır ki haberi getiren^ Erotokritosun kendisi! Sevgilisinin aşkını denemek için, yüzünü otlar öziyle siyaha bo yamış, kılığına değiştirmişti! Bu kitaptan anneciğime okurdum, gözlerinden sıcak yaşlar akardı. Derken, komşu kadın ve kızlardan üçü dördü gelip bu
acıklı destanı dinlemeğe başladılar. Vakit buldukça devam eden gençlerin yüreklerini yakan, gözlerini yaşartan bu destan oku malarının, yedi sekiz yaşındaki Ahmedin ruhuna aşıladığı hisleri şimdi tariften âcizim. Yavaş yavaş, anneciğimle Cafer Bey arasında sevgi denilen hissin başladığına inanıyordum. Cafer Beyin üvey babam olma sı eni büyük emelim olmuştu. İkisinde de birbiriyle görüşmek arzusu vardı. Anneciğim, sorduğum zaman, bu hissini gizleme di. Artık onları benden başka kimse görüştüremezdi. Bir akşam, anneannem Büyükhanımın ziyaretine giderken, anneciğim bir karın sancısı bahanesiyle evde kalmıştı; ben de tabiî onu yal nız bırakamazdım. Ortalık iyice karardıktan ve tenhalandıktan sonra, gidip, zaten heyecanla bekliyen Cafer Beyi çağırdım. Üçümüz bir zeytinyağı kandilinin kör ışığı altında idik. Cafer Bey annemi birinci defa görüyordu. Konuşuyorlar ve sigara içiyorlardı. Ne söylediklerini işitmiyordum, fakat hoşnutluk iki sinin de yüzünde okunuyordu. Anneannemin geleceği vakit yak laşınca Cafer Bey ayrıldı. Anneğim çabucak soyunup yatağa girdi, beni de sıkı sıkı kucaklayıp uyuttu. Annem ince yapılı, henüz yirmi yirmibir yaşında bir esmer güzeliydi. Anneannem de uzun boylu, yaşına göre cazibesini kaybetmemiş bir kumral güzeli idi. Epey aralıklı daha iki görüşmeden sonra, Cafer Bey, terfi ile, Giridin batı ucunda, Seline isimli bir kazanın gümrük me muru tayin edilmişti. Aralarında evlenme sözü geçmişti, fakat şimdilik ayrılık mukadderdi. Köyde posta olmadığı için mek tuplaşmağa da imkân yoktu. Annem için cehennem azabmdan daha acıklı bir hayat baş ladı. O sırada, kendisine, Armenus köyünden bir istiyen çıktı: Zengin ve genç bir adamdı. Anneannem partiyi çok uygun bu luyordu; annemse: «Ahmedim için bir köylü üvey baba ne ka dar fena olur!» diyordu. Annem samimî idi: Ona ancak beni se ven, kültürlü bir koca lâzımdı. Şimdi, Cafer Beyin ayrılmasiyle, Erotokritosu okumağa bol vakit buluyorduk, annemin de döktüğü göz yaşlarına bir sebep çıkm ıştı: Aretusanın Erotokritostan ayrılmış yaşaması!
KÖYDEN ŞEHİRE Zeytin devşirme mevsimi, kasım ayı idi; bir gün, Sudadan gelen bir kayıkçı, Cafer Beyden bana bir mektup getirdi: Selineden Y erapetre gümrüğüne yeni terfi eden büyük koruyucum, beni mektebe vermek için, anneannemden ve annemden izin alarak, gönderdiği kayıkla yanma gitmeye çağırıyordu. Zeytin tarlasına, sevinçten uçarak gittim, onlara büyük haberi götür düm. Bir kaç dakika içinde iki kadın beni hazırladılar, göz yaş ları dökerek uğurladılar. Uzaktan, Suda limanından kayığın yaklaştığını görüp iske leye gelen Cafer Beyin elini öptüm, teşekkürüm ü sevinçli bir kucaklaşma ile gösterdim. O gece, birinci defa gördüğüm Hanyanın bir otelinde kal dık, ertesi gün, vapurla Kandiya’ya geldik; benim için yepyeni, gönlümü ve gözlerimi büyüliyen bir hayat başlıyordu. Köyden şehire, büyük mektebe, güzel bir istikbale atılıyordum. Henüz dokuz yaşımı sürüyordum. Giridin güney-doğu sahilinde, Yerapetre, şirin bir kasaba idi. Tam sınıflı ilk okulu vardı, beni son sınıfa aldılar. Kitaplar türkçeydi, dersleri aynı hoca verirdi; hüsnü-hat (güzel yazı) ve kur’an saatleri de ayrılmıştı. Hocamız gençti, bir takım hüner leri vardı, bize de kitap ciltlemesini ve zeytinyağı fitili isinden siyah mürekkep yapmasını öğretmişti! Bütün derslerde başarı lar göstermiş, genç hocamın özel sevgisini kazanmıştım. Dersanenin bir duvarını kaplıyan Osmanlı imparatorluğu haritasından devletimizin büyüklüğü hakkında da bir fikir ediniyor, kollarım kabarıyordu., gönlümde ilk milliyetçilik hissi doğmuştu. Yerapetrede ancak birkaç ay kaldıktan sonra, Cafer Bey,
yine terfi ile, Kandiya gümrüğünün baş kâtipliğine, altıyüz ku ruş maaşla, tayin olundu. Kandiya İdadisinde Kandiya gözüme çok büyük bir şehir görünmüştü, bende her günkü uzun yollarm hatırası kaldı: Gümrüğün limandaki yerinden ev tuttuğumuz Yedibalta semtine, evden Üçkemerlerdeki çarşıya pazara, oradan gene eve ve tekrar evden mektebe çok uzun, kilometrelerle, mesafeler vardı. Evimiz küçüktü, ama biz de iki kişiydik, Yerapetreden, gö nüllü ve küçük bir aylıkla, Cafer beyin hizmetinden ayrılmak isfcemiyen yetmişlik, belki de seksenlik, Paraskevula ile üç kişi oluyorduk. Benim kendi odam vardı, yatağım bir sedire yayıl mıştı. Her sabah, Üçkemerlere koşup eti, sebzeyi, ekmeği... almak, eve dönmek, çeşmeden iki üç teneke su taşımak ve tam vaktinde mektebe yetişmek için, tabana kuvvet, çok tez davranmak lâzım dı. Hiç bir gün mektebe geç kaldığımı hatırlamıyorum. Mektep ten çıkışın, çoğu zaman, gümrüğe gider, başkâtiple beraber dö nerdik; ve hemen dinlenmeden, Cafer Bey bastonunu alır, eve yakın geniş sur üstünde gezintiye giderdi. Dersim olmadığı za man beni de beraber götürürdü. Başka eğlencemiz de yoktu. Muntazam bir masraf defteri tutardım. Paraskevula çorbayı, etli sebzeyi lezzetli pişirirdi. Sınıfı belirtmek için bir kitaptan okuttular, biraz yazı yazdır dılar, kerrat cetvelinden (çarpım tabolsundan) çok çok sordular, hepsine çok iyi cevaplar verdim, fazla olarak, rumcam da kuv vetliydi. Yedi sınıflı bir öğrenim üzerine kurulmuş olan mekte bin birinci senesine aldılar; aldılar ama senenin yarısı geçmiş ti. Derslerin okunmuş kısımlarını, tabiî bilmezdim. Nasıl yetiş tirecektim? Bu sınıfın başlıca ve gayet çetin dersleri, arapça ile mate matikti: ikisi de, benim gibi bu dersleri yeni gören dokuz yaşın da bir çocuk için çok güçtü. Buranın korkunç bir ceza sistemi
vardı: dersi bilmiyen öğrenciyi falakaya yatırırlar, yalın taba nına beşten az olmamak üzere, kızılcık sopasiyle değnek atar lardı. Bu ceza köyün Türk ve Rum okullarmda olmadığı gibi Y erapetre okulunda da yoktu. Yalnız dersi bilmiyene değil, ya ramazlık saydıkları hareketlerden dolayı da falaka vardı. Hattâ, mubassır adı verilen inzibat memurunun keyfi istedikçe, bir çocuğu, meydan dayağına yatırır, elinden düşmeyen değnekle döverdi. Ben, bu okula ilk ayak bastığım dakikada, daha hiç smıfa girmeden, öyle bir meydan dayağıyla karşılaştım! Ayaklarımın sızısından saatlerce, hattâ günlerce avunamadım. Bu başlangıç bende gerçekten ürkünç b ir hatıra bırakmıştır. Hocaların hepsi sarıklı cübbeli idi. îstanbuldan gelmiş olan matematik hocasından başkaları Kandiyalı idiler. Farsça hocası yumuşak adamdı, Şirazlı Saadinin Bostanım okuturdu, kolay anladığım ve çok hoşlandığım bir dersti. Yusyuvarlak bir ihti yar hafız olan tecvit hocası da falakaya yatırmazdı, fakat — nasıl anlatayım — dinsel bir itikat ile, çocuğun sesi tecvitli okumaya yatışsın diye, ağzına tükürürdü; bu pisliği yutmağa katlanmıyana sıfır verirdi. Yalnız hüsnühat (kaligrafi) için bir sivil, rumca için bir Rum gelirdi. Bunların ceza vermesi âdet değildi. Arapça hocası, arapça yazılmış kitaplardan okuturdu, bu kitaplardan biri Bina idi, yapı demekti; arapçanın 34 babı ve her babın yedişer çatısı öğretilirdi. Bu çatıların sebepleri (illet) gösterilirdi. İkinci kitabın ismi Hurafat (hayvan masalları) idi; bu nu kolay anlıyabilmiştim, hoşuma da gidiyordu. Binaya gelince baştan başa ezberlemekten başka çare yoktu. Kahramanca bir gayretle bu çetin ezberciliğe giriştim; haftalarca «i’lem inne elvabit-tasrifi...» (Bil ki morfolojik şekiller...) den sonuna ka dar ezberledim durdum, ve sonunda kale (dedi) fiilinin aslında kavele olduğunu... anlıyarak söyliyebilir hale geldim. Hacı İb rahim Efendiden, falaka dayağı yemeden, pek iyi derecede not alabildim. Matematik hocası yalnız aritmetik okutuyor, Teshilülhisap isminde bir kitaptan ders veriyordu. Oranlara gelmişler, üçler kuralarına geçmişlerdi. Kitabı aldım, en başından, satır kaçırma
dan, okuya okuya, kara tahtaya kalkabilecek bir duruma geldim. Ders senesi sonunda bütün imtihanlara girdim ve elli şu kadar mevcutlu sınıfta dördüncü geçtim. İkinci sene sonunda, m ükâfatlar dağıtımı merasiminde, rumca Antologiden «Lükianos’un rüyası» isminde b ir parçanın analizini alkış tufanı içinde yapmıştım; koltuklarım ciltli kitap larla dolmuştu. Cafer Bey de hazır bulunuyordu. Onun da mânen koltukları kabarmıştı. Tamamiyle korkusuz, yüreğim asla titrem eden geçirdiğim bu imtihan başarısının hatırasmı hâlâ unutmadım. GİRİTTE RUM İHTİLÂLLERİ Kalives köyüne yerleştikten bir kaç ay sonra, tahminime göre 1881 yazı, bir sabah, camiden değirmene kadar, evimizin karşısında yayılan silâhlı insanların vahşi haykırmalariyle uyan mıştık. 66 ihtilâlini görmüş olan anneannemin yüzü sararmış, bütün vücudu ürperiyordu. Fazla korkutmadan, Türk mahallesi ni basan bu vahşi insanlardan her fenalığın beklendiğini anlat tı: Her ân bütün köy Türklerinin canlarma kıyabilirlerdi. 66 ih tilâlinde, bütün köylerdeki Türkler Hanyaya ve Sudaya kadar varoşlara çekilmiş, evleri yakılmış, malları yağma edilmişti. Devlet, erkeklerden, gönüllü bayraklar (bayrak sahibi bölükler) silâhlandırmış, Rum ihtilâlini tenkile uğraşan muntazam kıta ların yardımına göndermişti. Kahvesin en zengin ve en erkeği çok Türk ailesi Gaganoğullarıydı. Bu aileden olan annemin üvey babası, ince bıyığından kinaye, İbrişim lâğabiyle anılan Ha şan ağa da gönüllülerdendi. Devlet, ihtilâl basıldıktan sonra da silâhları gönüllülerin ellerinde bıraktığı için evimizde bir m artin tüfeği vardı, fakat atıla atıla yalnız iki fişeği kalmıştı. İbrişim Haşan ağa da o gece, bir alış veriş için, Sudadaki iskân evindeydi. Bu evler 66 ihtilâ linde ve başka sebeplerle yurtsuz kalanlara verilmişti. Bütün günü ve geceyi ürküntüler içinde, ürpere titreye, geçirdik; anneannem yatağımızı birleştirmiş, yanma da, fişeği sürülü tüfeği almıştı; ilk girecek hayduda ateş edecekti; hazırİtt Neslin Tarihi — F. 2
lanan bir çanak dolusu külü, anneciğim gelenlerin gözlerine sa çacak, anneannem belki ikinci fişeği de kullanmağa fırsat bu lacaktı. Köy rumları, silâhlı haydutlar kadar Türk ve müslüman düşmanı olmakla beraber, Sudadan yetişecek bir harp gemisi nin top ateşinden korktukları için, ihtilâlcileri yumuşatmağa, evlerinde kapalı tutulan Türk ailelerinin korkularını avutmağa çalışıyorlardı. Ertesi sabah, suyumuz kalmamıştı; haydutlarda henüz sa bah uyanışı belirmeden, anneannemin elime verdiği ibrikle de reye koşup su doldurdum, tam evimize girerken «hay burma yavrusu!» haykırışı işitildi; anneannem birinin silâha davrandı ğını, fakat ateş etmediğini gördü. Burma, sünnetli yerine, müslüm anlara karşı kullanılan bir tahkirdi. Kalivesle İzzettin kalesi arasındaki bir Türk çiftliğinden kaleye haber verilmiş, bir kaç saat sonra da küçük bir ganbot Kalivesin önünde görünmüştü., bu tedbir ihtilâlcileri dağıtmağa kâfi gelmişti. Şimdi, Kandiya mektebinin üçüncü sınıfına geçtiğim sırada, — tahminimce 1887 d e — bütün Girit içinde, hazırlanışı çoktan sezilen büyük bir ihtilâl kopmuş, Kalives ve bütün Apokoron sancağı Türkleri Suda ile Hanyaya çekilmiş, evleri yakılmış, malları yağma edilmişti. Yüreğimi yakan kaygılar içindeydim. Tatil aylarmda, haftada iki defa, rumca hocamızdan ders alıyordum. Yunanistanın, haritada, kendisinden çok büyük, on kat, yirmi kat daha büyük görülen Osmanlı devletiyle boy ölçüşürcesine, Giritte silâhlı ihtilâller çıkarmasını havsalama sığdıramıyordum. Hocadan bu ihtilâllerden ne ümit ettiklerini sor dum. Cevabı şu o ld u : — Çok geçmeden Girit Elada (Yunanistan) olacaktır; İzmirin de alınması çok gecikmiyecektir. Milletime, Devletime karşı beslediği düşmanlığı bu derece serin kanlılıkla, övünerek söyliyen bu adamdan bir daha ders almadım. Yüreğimde milliyetçilik ateşi bir daha sönmemek üze re yanmıştı.
Annemin Cafer Beyle Evlenmesi Köyden ayrılalı iki seneyi geçiyordu. Kandiya gümrüğünün başkâtibi olan Cafer Bey keyfini eğlendirmekten geri kalmıyor du. Masrafına baktığım, defterini tuttuğum ev idaresi ayda se kiz dokuz mecidiye ile kapanıyordu. Aylıktan cebinde kalan para dan başka, büyük ithalâtçı, m anifaturacı tüccardan bir ikisi yanın da kredisi de büyüktü; mallarının kıymet tahmininde gördükleri cemilenin karşılığını, kredilerle ödemek yolunu bulmuşlardı. Akşam üstü, sur üstündeki gezintileri bir aracı kadının eli al tındaki yosmaların gün aşırı, gece ziyaretlerini sağlamıştı. K re di ile alman elbiselik kumaşlar, incikler boncuklar, yüzükler, broşlar bu hovardalık işine çok yarıyordu. Gümrükteki dairesi ne de, çalışma sonlarında, fıstık, badem ve hele kavrulmuş fın dık satanlar mallarının reklâmını yaparlardı. Cafer Bey eğle niyor ve eriyordu. Kötü bir öksürük başlamıştı. İhtilâl haftalarında, anneciğim ve anneannem için yüreğimi yakan kaygıları açtım, Sudaya gidip onları göreyim, dedim. — Fena olmaz, Ahmeı, dedi. — Anneciğimi alıp geleyim mi? diye sordum. Düşündü... Bir iki saniye sonra: ^ — Çok iyi olur, dedi. Ertesi gün, Kandiyadan Hanyaya seferini yapan küçük bir vapurla, birinci mevki yolcusu olarak, anneciğimin yolunu tu t muştum. Bilet yerine gümrük başkâtibinin bir kelimesi kâfi gel mişti. Sudada, küçük iskân evinde, beni sevinç göz yaşlariyle kucak ladılar. Ne için gelmiş olduğumu anlattım, fakat Cafer Beyin ha yat tarzı üzerinde hiç durmadım. Anneciğim, derin bir sezişle bocalıyordu. Düşündü, düşündü, sonra: — Senden ayrı yaşıyamıyorum, geleceğim, yavrum, dedi.
Anneannem olaylara boyun eğiyordu... Benim büyümüş, geliş miş olmama seviniyor, ağlıyor, hıçkırıklarla sevincini gösteri yordu. İhtilâlin patlıyacağı türlü alâmetlerden seziliyordu: Kalives’in en zengin Türklerinden bir genci, gece evine girip boğazlamışlardı. İbrişim Haşan ağayı, Suda ile Kalives arasında bı çaklam alardı, aylarca hasta yatmış, fıtıklı kalarak sürünüyordu. Bu gibi düşmanlıklar çoğaldığı gibi umumî- olarak Rumların ağ zından «Enosis!» (anavatanla birleşme) dileği hiç eksilmiyordu. Köyde yaşamak Türkler için artık mümkün değildi. En önce köyü terk edenlerden biri anneannem olmuştu. İhtiyat akçesi olarak tutulan 50 altını da Uzun İbrahim Beyden tahsil etmişti. Bu paralar, şimdi, onun sandığında sak lanmış duruyordu. Bu paradan anneciğim, eksiklerini tamamla mak için yalnız 15 altın ayırdı. Anneannem dokuma tezgâhını burada kurmuş, tavuklarıyle, hindileriyle, eski geçim yolunu tekrar bulmuştu. Bir hafta sonra Kandiyada bulunuyorduk. Cafer Bey, bü yük ve samimî bir sevinç gösterdi. Annem, onun eğlendiği has palardan daha genç ve daha güzeldi. Bir kaç günlük bir hazırlık görüldü. Cafer Bey anneme de, kredi ile aldığı beyaz b ir ipek elbiselik ve epey gösterişli bir broş hediye etti. Bir perşembe, evimize gümrükten, tüccardan çağrılan birkaç şahit huzurunda, âdet üzere, nikâhları kıyıldı. Beş on günlük bir evlilik hayatından sonra, Cafer Beyin kesilmiyen öksürüğü annemde ciddî endişe uyandırdı. Hasta mıza şehrin en meşhur doktoru, Mollazade Pertev Bey bakıyor du: Bakım, kuvvetli gıda ve odaları ayırmak tavsiyesinde bu lundu. Cafer Bey işine gidip geliyordu, yatalak olmamıştı. An neciğim canla başla, gıdasına, istirahatine bakmağa kendini vak fetmişti. Çok mânalı güzel maaniler de edebî bir ziyafet halini alıyordu. Öksürük azalıyor, daha fena olmuyordu. Bu hayat için de, ben de, açılan mektebime devama başlamıştım.
Bir aile baskım Cafer Beyin ağabeyi Mehmet Bey, Kartal reji m üdürlüğün de iken, bir müfettiş raporiyle, mevkuf (tutuklu) yargılanıyor du.. annesi, babası, karısı ve baldızı, çaresiz kalarak, Cafer Be yin yanına sığındılar. Bir gün, bu dört yakın, çıkagelmişti; bu beklenmedik bir baskındı. Mehmet Beyin karısı genç, güzel, görgülü bir hanım. Va lide hanım otoriter, Beybaba gözlerinden rahatsız bir ihtiyar. Cafer Beyin küçük kardeşine nişanlı baldız, evin ufaktefek iş lerine koşan onyedi onsekiz yaşlarında, hararetli bir genç kız. Annem odasını kayın valide ile elti hanımlara terketti; ken di, Cafer beyin odasında, yere serilip kaldırılacak bir yatağa yatmağa karar verdi. İhtiyar beybaba, 93 harbine iştirâk etmiş muhterem bir yüzbaşı emeklisi, dolap gibi bir yere, geceli gün düzlü oradan ayrılmamak üzere atıldı. Hararetli baldız, Suphiye, İlenimle bir yatakta yatırıldı! Ben on iki yaşımda idim, yatakta Suphiyenin sarılmalarını beklerdim. Anneciğim için bir cehennem hayatı başlamıştı. Buna üç ay katlanabildi. Bir akşam, yatakta yatan Cafer Beyin odasına girerken, elti hanımı fazla sokulmuş bir durumda görmüş, öpüş tüklerini sanmıştı. Kıskançlık kurdu artık yüreğini kemiriyordu. Cafer Beye, bir iki gün sonra: — Bu küçük evde fazla sıkıştık, ben Ahmedi alıp Resmoya gidiyorum, dedi; ve ertesi gün dediğini yaptı. Ondan sonra, bakılamıyan Cafer Bey, kan tükürm e öksü rüğüyle yatalak oldu; her gün gümrük veznesinden bir kolcuy la gönderilen bir gümüş mecidiye ile geçiniyorlardı; bir yıldan fazla dayanamıyan Cafer Bey, benim büyük velinimetim, fani hayata gözlerini yumdu. Kandiyadan Resmoya Annem Sudadan getirdiği onbeş altından üçünü harca mamıştı. Şimdi bu para ile yola çıkıyorduk. Dokuz sene evvel, o dul ben yetim olarak ayrılmış olduğumuz Kaadirî tekkesine
geldik. Büyük babam Mustafa baba çoktan ölmüş, amcalarım Istanbula gitmiş, büyüğü Hüseyin Daruşşefekaya, küçüğü Riza Sanayi Mektebine girmişti. Tekke şeyhsiz kalmış, zaten pek az olan vakıfları büsbütün yok olmuştu. Balkonlu odaları babaan nemle halam işgal etmişti. Bize — üç dört gün cami mahfelinde kaldıktan sonra — derviş hücrelerinden biri verilebilmiş ti. Resmo yerine Sudaya gitmiş olsaydık daha iyi geçinebilecek tik, fakat Sudada mektep yoktu, Hanya ise çok uzaktı, sabah akşam gidip gelinemezdi. Resmoda bir hami buldum: Cafer Beyin amcası Halim Bey Resmo gümrüğünün müdürü idi. Kambur, kısa boylu, gırtlağın dan çıkan bet bir sesle konuşan Halim Bey son derecede dürüst ve iyi kalpli bir ihtiyardı. Resmoda iki buçuk paralık mangır-, lar geçerdi, Devletin bir mangırını bile aramasıyle şöhret bul muştu. Beni evine kabul etti. Cafer Beyin olduğu gibi ihtiyar amcasının da alış verişine ben bakar, hesabını verirdim. Biç zenci kadını olan aşçısı yemeği pişirir giderdi; ısıtmak, servisi yapmak benim isimdi. Boğazım doyardı, kitapsız kâğıtsız kalemsiz kalmazdım. Anneme de dikişlerini diktirir biraz para verirdi, Annemin, Resmoda, asıl danteli biraz para getirirdi. Fakat ihti yat akçemizden kalan 35 altını getirinceye kadar epey zahme çekilmişti. M ektep: Resmoda orta okul (rüştiye) vardı: üç sınıflı bir okuldu fakat kimi vakit son sınıf iki sene ders görürdü, derslerin bi: yıl uzatılması başöğretmenlikte bulunan hocanın elinde idi. Sı nıflarm bütün dersleri, ilk okullarda olduğu gibi, bir hoca ta rafından verilirdi. Beni son sınıfa aldılar, fakat hocamız ancak iki yıl der verdikten sonra sınıfı şehadetnameye lâyık gördü. Başöğretmenimiz Bursalı Mehmet Sabri Efendi sarıklı cub beli idi; medreseden ve eski Darülmualliminden (Öğretmenle; okulu) getirilmiş bir âlimdi. Halis türkçe konuşan ilk hocan Mehmet Sabri Efendiydi.
Arapçanın syntaksını (nahiv) İzhar ismindeki arapça kita bın Adalı muribinden (analiz kitabı) okuturdu. Daha ilk derste benim çok iyi anladığımı görmüş, molla unvanını vermişti. Her gün, çok defa, kendi okumadan önce, «Hadi, molla, oku» em ri ni verirdi. Kandiyada, Bina ve Maksut ismindeki sarf (morfologi) kitaplarını, Hacı İbrahim Efendiden ne güçlüklerle sökmüş çlduğumu yerinde görmüştük; o derslerin ve iğlâl denilen ana lizlerin kuvvetiyle, İzharı şaşılacak derecede iyi anlıyarak oku yabiliyordum. Ertesi sene hoca Kâfiyeye geçirmişti, onu da aynı derecede anlıyordum. Dersi çalışıp hazırlamağa hiç ihtiyacım yoktu. Farsçadan Şirazlı Şeyh Sadinin Gülistanını, aşk üzerinde olan beşinci babıyle beraber, baştan başa okutmuştu. Bende ilk edebî zevk anneciğimin masallarıyle yeşermişti; Erotokritos ve eski grek antolojisi edebî zevkimi çok beslemişti; Gülistanla ruhumda estetik çiçekleri açıldı. Gülistanın beşinci babı gibi fasıllar, Hemedanlı Kadı hi kâyeleri, Şeyh Sadinin kendi genç arkadaşına dair hikâyesi genç lerin yolunu şaşırtan parçalardır. Bunun arkasmdan Divan ede biyatı: bütün divan sahibi şiir üstadları, asırlarca bu estetiği ihtiras ile duymuşlar, duyurmuşlar vö işlemişlerdir. Çocukluk çağımda bu sapık ahlâkın yaygın olduğunu seziyordum. Mehmet Sabri efendi bize Siyeri Veysi’den ve benzeri ede biyattan imlâ yazdırırdı: mânasını pek anlamazdık, ama başka türlü de Osmanlı edebiyatına hazırlanılamazdı. Matematikten Resmodaki hocamız da Teshilül-hisabı kul lanırdı, ve tahta başına dörder beşer çağırdığı öğrencilere, oran lı meseleler çözdürürdü. Bu mektepte de geometri (Hendese) okutulmuyordu. Rumca gramer hocamız takrirden âciz bir adamdı, sık sık beni imdadına çağırır, dersi arkadaşlara, bana izah ettirirdi. İkinci senede bar albay, gönüllü olarak bize resim dersi vermeğe geliyordu; bu ders için, alt katta, masalarla geniş bir oda donatılmıştı. Rumca hocasının o masalardan birinin demi rine takmayı âdet edindiği hasır şapkası, bir gün, sinirime do
kundu. Kandiya hocasının ağzından, devlet ve milletimize karşı besledikleri düşmanlık hislerini anlamış olduğumdan beri, Rum ların okumuşlarından nefret ediyordum. Hıncımı hasır şapka dan alırcasına, demir boyunca, aşağıya çektim, çok eski olduğu anlaşılan şapkanın tepesi yarı yarıya, yarıdan da fazla söküldü! Bütün arkadaşlarda kahkahalar! Yaralı şapkayı biraz onarıp ye rinde bıraktık. Hoca, farkına varmadan başına geçirdi, fakat yolda rastladığı, karı koca iki dostuna selâm vermek için ba şından çektiği şapkanın tepesi sarktı! Yüzü kıp kırmızı, yüreği ateşli, gerisin geri mektebe dönerek maarif müdürüne en ha raretli şikâyetlerde bulundu. Gülümsemesini güç zapteden mü dürün «Vah, vah!» ile başlıyan avutucu sözleri «merak etme yiniz, ben yapanları bulur, cezalarını veririm!» va’diyle bitiyor du. Müdür, hem gülüyor, hem hepimizi sorguya çekiyordu. Ar kadaşların bir çoğu, suçluyu tek göstermemeğe çalışıyorlardı; böylece müdür, beni ve iki arkadaşı merdiven altındaki münfe rit deliklere tıktı, orada birkaç saat mahpus bıraktı; müdürün senelerce gülerek her kese anlattığı bu yaramazlığım böylece kapanmıştı. Aynı senede ve o sınıfa mahsus kalmak üzere, mühim bir yenilik olmuştu: Resmonun Rum maarifi, jimnazın kız öğrenci lerine fransızca dersi vermek için Atinadan bir öğretmen iste mişti; oradan, gönüllü olarak gelen öğretmen- çok yakışıklı, uzun boylu, son derece şık giyinen yirmi beş yaşlarında bir de likanlı çıkınca, Rum maarifçileri bu hocayı kızlarının iffeti için tehlikeli buldular. Bizim çok uyanık maarif müdürümüz bu müs tesna fransızca hocasını bizim mektebe aldı: bizim sınıfa dört ay fransızca dersi verdirdi. Biraz sonra, İstanbul Kuleli İdadi sine kabul olunduğumuz zaman, bu dört ay içinde öğrendiğini fransızca, arkadaşlarımdan iki yıllık bir üstünlük kazanmama hizmet edecekti. Partizanlık Sahneleri Girit vilâyet meclisine büyük siyasal haklar verilmişti, si yasî partiler vardı, ve bir biriyle düşmanca savaşırlardı. Yedi
sekiz yaşında idim, iki parti arasında geçen müthiş bir çarpış mayı görmüştüm, ne zaman hatırlasam bütün korkunçluğuyla hayalimde canlanır: onu, şimdi, Resmoda geçen seçimler sıra sında, hatırlayıp anlatmaktan kendimi alamadım: Çok, pek çok sayıda, şalvarlı., kırmızı kuşaklı köylüler, Kaliveste, cami ile karakol arâsmdaki yoldan, kemençeler çalarak •kahveler ve dükkânlar arasındaki meydana doğru ilerliyorlardı. Yine çok, pek çok sayılı başka bir kalabalık, yine kemençeler çalarak çarşı yolundan aynı meydana yetiştiler: birbirlerinin üstüne atıldılar. Yumruk, sille, tokat yetişmedi, bir iki saniye içinde kahvelerin önündeki iskemleler kırıldı, parçalandı, parçalariyle kafalar yanlıyor, alınlar., gözler patlatılıyordu! Yirmi si otuzu kahvelerin, dükkânların damlarına çıktılar, söktükleri •kiremitleri hasımlarına, belki de — kör dövüşü içinde — kendi arkadaşlarına atıyorlardı. Bunlar, her iki tarafı, başka köyler den gelmiş partizanlardı. Partilere komata (Parçalar) deniliyordu, iki parti vardı, isimleri hatrımda kaldı: bir partiye karavanades (karavanacılar), öbürüne ksipoliti (yalnayaklar) deniliyordu. Zenginlerin, yeyicilerin partisi ve fakirlerin, çıplakların partisi demekti. Partizanlığın büsbütün başka mahiyette, diğer bir sahne sini, Resmoda yer alan belediye seçimlerinde gördüm: elli alt mış kadar fakir seçmenin oyu para ile satın alınmıştı; bu zaval lılar bir odada tutulup oy vermek sıraları bekletiliyordu; temsilî rejimde vatandaşın en kutsal hakkı olmak lâzım gelen seçim hakkının para ile satılmasındaki alçalışı o bedbahtlar hissetmi yorlardı. Seçimlerde pek olağan bir halde görülen bu sahnelerin her ikisi temsilî rejim lerin ne kadar aldatıcı ve vatandaşı alçal tım olduğuna apaçık delillerdir. Demokratlık sayılan temsilî re jim vatandaşları ya birbirine düşman, birbirleriyle dövüşen iki millete ayırıyor veya kutsal oyu (reyi) satılık bir meta alçalışı na indiriyor!
Kuleli idadisine doğru. O tarihte (1890), az sonra sadrıazam (başvekil) olacak Cevat Paşa Girit valisiydi; kardeşi Şakir Paşa Resmo garnizonu ku mandanı bulunuyordu, gümrükçü Halim Beyle de görüşürdü. Yakında Resmo mektebinden mezun olacağımı düşünen Halim Bey, benim Resmoda kalmayıp tahsil için İstanbula gitmek he vesimi münasip görmüş, Şakir Paşaya bundan bahsederek beni övmüştü; görmek arzusu göstermesi üzerine, Halim Bey beni onun yanına göndermiş ve iyi bir türkçe ile konuşmamı tavsiye etmişti. Bir çeyrek kadar süren yol boyunca, söyliyeceğim cüm leleri zihnimde hazırlıya hazırlıya, Şakir Paşanın huzuruna çık tım ve iyi bir intiba bıraktım. Umumî imtihanlara doğru, son sınıftan beş kişinin, Kuleli mektebine, Cevat Paşanın tensibiyle gönderileceği söylentisi dolaşıyordu. Birinci çıkacak çocuğa verilmek üzere Vali Paşanın gönderdiği kol saatini ben kazanmış, adaylar arasına girmiştim. Hocamız Mehmet Sabri Efendinin ricasiyle, altımızdaki sınıf tan, oğlu Ferruh ta altıncı olarak katılmıştı ki, gerçekten çok zeki bir öğrenci idi. Resmo maarifinin tayin ettiği kültürlü ve anlayışlı bir me murun nezareti altında hareket ettik. Anneciğimle istikbal ümi dinden ve ayrılık acısından sıcak göz yaşlariyle kucaklaşıp ve dalaştık. Annem de, benden sonra Resmoda kalmaya lüzum görmiyerek annesinin yanına çekildi, fakat şehir hayatının cazibe siyle ara sıra Resmoya da giderdi. İstanbulda formaliteler çok uzun sürdü, Asmaaltının biı hanında iki aydan fazla kaldık. O tarihte ticaretle meşgul olan büyük dayım (babaannemin ağabeyi) Bilâl Bey beni handan alıp evine götürmüştü, bu sayede İstanbul türkçesi konuşan bir aile
içinde bir zaman yaşamış oluyordum. Yanımda bulunan fransızca kitabım elimden düşmüyordu; sık sık Asmaaltma indik çe de Kulelinin yüksek bir sınıfına devam eden ve bana büyük bir sevgi gösteren bir arkadaştan, âdi ve ondalık kesirler üze rine ders alıyordum: Bu aritmetik bahisleri Resmo mektebinde hiç gösterilmemişti. Kulelide, ders nazırının odasında, birer birer imtihana çe kildik. İsmimi sordular: Ahmet Cevat dedim, birinci defa, Istanbulda tahsilime sebep olan zatın ismini mahlas olarak kul lanıyordum. A ritmetikten adî kesirler üzerine bir çıkarma yaptırdılar, fransızca, küçük bir kitaptan birkaç satır okuttular. Kara tahtaya çizdikleri basit bir peyzajı tebeşirle kopya et tirdiler. Hendese (geometri) okumamış olduğumu da anladılar. Rüştiyenin son senesine aldılar; bir az geometri görmüş olsaydım idadi bire geçirilecektim. Öbür arkadaşların üçü ikinci seneye, biri, Mehmed Sabri Efendinin oğlu Ferruh, üçüncüye alındılar. D ersler: Derslerden yalnız hiç görmediğim geometriye çalışmak ih tiyacı vardı; kitap çok anlaşılıklı yazılmıştı, noktadan çizgiden başlıyarak gelinmiş yere iki üç haftada yetiştim, artık bu ders te kolaylaşmıştı. Kavait dersini veren sarıklı hoca Şükrü Efendinin bol bol takdir ve tâhsinlerini kazanıyordum; daha sonra, bu ho camla siyasî arkadaşlık yapacaktım: ben Garp Tarabulusuna o Sivasa sürülecektik. Mantık dersi de vardı, hem arapça yazılmış bir kitap, İsaguci, okutuluyordu. Bana çok kolay gelen bu ders, benim gibi arapça kitaplardan, arapçanın morfologisini (syntaksını) okuma mış olanlar için, anlaşılması imkânsızdı. Bu dersi, şamarı yaman şaklıyan bir sarıklı okutuyordu. Kalan derslerin öğretmenleri subaydı. İmtihana tâbi bir din dersi yoktu, yalnız namaz mec burî idi; abdestli abdestsiz, yata kalka kılmıyordu. İnanç bakı mından ben itikadımı bozmamış, gusullü abdestli namazımı kıl
mağa gayret ediyordum. Hattâ, burnuma kulağıma veya başka bir yerime su değmemiş vehmiyle, hamama bir kere daha girip guslü tekrarladığımı hatırlarım. İmtihanda, çok iyi yazdığım ve tercüme ettiğim halde, fransızcadan, yakaladığı bir yanlışım yüzünden, Abdi hoca tam nu mara olan 45 ten 40 vermişti. Sınıfın birincisi olarak idadi (lise) bire geçmiş, dördüncü şubenin birincisi olmuştum. Beşiktaş rüş tiyesinden, parlak üniformasiyle, bir hünkâr çavuşu sınıf baş çavuşu olmuştu. Zadegân ismiyle anılan, çok güzel giyinmiş dört beş kişi de vardı ki, sınıfın sıralarına girmezler, kürsünün yanında onlar için konan sandalyelere otururlardı. İkinci seneye geçerken, hünkâr çavuşu yirmilere otuzlara düşmüştü; başçavuş ben olmuştum ve sınıf arkadaşlarım beni omuzlarında gezdirerek, imtiyazlı kimselere karşı olan hınç larını çok alenî bir şekilde göstermişlerdi. Sınıfta, hocalar derse girinceye kadar, hele gece müzakere saatlerinde, inzibatı muhafaza etmek başçavuş adı verilen sınıf birincisinin en güç işi idi. Dahiliye subayı, ille gürültü edenlerin jurnal edilmesi üzerinde dururdu, arkadaşlanm a ceza verdir mek ise bana çok ağır gelirdi. Arap Enver isminde, bücür bir teğmen musallat olmuştu, dâhiliyeye çağırır, azarlardı, ve bir gün çevirterek kıçıma beş değnek atmıştı. Gözlerim yaşararak, kürsüden, sınıfa yana yakıla sitem etmiş, «gürültü 'ederseniz si zin de canınızı yakmağa mecbur olurum» demeğe başlarken, pek çelebi bir arkadaşım olan Selim Biğa «sana yakıştırmayız» diye bağırmış, utancımdan beni ağlatmıştı. Şimdi dahi, bu ha tıramı yazarken gözlerim yaşardı.
HARBİ YEDE Sınıf veya şube birinciliğini elden bırakmıyarak Harbiyeye geçmiştim. Fakat ders, imtihan başarıları gözümde bir gaye ol maktan çıkmıştı; dersleri anlamak, okuduğumuz fransızca ki taplardan tercümeler yapmak, îstanbulda İsmail Safa Beyin çı kardığı Mektep dergisinde Manon Lesko’dan sayfalar neşrettir mek, küçük manzumeler yazmak... benim için zevkli eğlence lerdi. Şimdi dahi, genç öğrenciler için sinemaya veya operaya gitmek, türlü sporlar seyretmek veya oynamak gibi zevkli ve eğlenceli şeyler vardır, fakat bunlar hayat gayeleri sayılabilir mi? Ben artık milletin ve devletin bir ferdi olarak milletçe ne gayretler göstermek, neler başarmak zorunda olduğumuzu dü şünmeğe başlamıştım. Bir kere, meselâ bizim Giritte, durmadan devam eden ih tilâllerin hakkından gelemiyorduk. Kandiyada daskalosun ağ zından millî emellerini ve ümitlerini işitmiştim: yakında Girit bizim olacak, İzmir de bizim olacak! Slâhlı savaşlarla, çoktan bu yolu tutm uşlardı da! Küçük Yunanistana bile susturucu, düşmanlıktan pişman ettirici yumruğu indiremiyorduk. İhtiyar miralay Hayri beyin (son emeline kavuşunca Hayri Paşanın) okuttuğu Osmanlı tarihinden neler öğrenmiştik! Bir zamanlar dışardan, her hangi bir yardımcı memleketten silâh, top, tüfek almadan ordular sevkedebiliyorduk, bu kuvvetleri mizle, bütün Avrupanın birleşmiş hristiyan ordularını yenerek Macaristanı almış, Viyanayı iki defa muhasara etmiş, bir buçuk asır Macaristanı, Romanyayı birer Osmanlı ülkesi gibi idare edebilmiştik! Yine dışardan hiç bir şey almadan, altı ay içinde, yeniden bütün Avrupanın birleşmiş hristiyan donanmalarını ka çıracak derecede kuvvetli bir donanma hazırlar, Akdenize çıka
rabiliyorduk. Kaç asırdan beri ise idaresizlikten, zulümden çı kan isyanları bastırmaktan, eşkiya tenkilinden başka bir başarı gösteremiyoruz! Şimdi attığımız tüfekler, toplar, bindiğimiz vapurlar, hattâ tahtalara çaktığımız çiviler, gömleğimizi diktiğimiz iğneler bile dışarıdan, yabancı ve düşman memleketlerden geliyor! Fakirle şiyor, sefahat uğrunda aldığımız borçlarla, eski lûtuflanmızın düşmanlara ödenen haraçlar şekline girmesi demek olan kapi tülâsyonlarla savaşa çarpışa inkıraza doğru yürüyoruz. Bütün düşman devletler vatanımızı paylaşmayı kuruyorlar, ve adım adım maksatlarına yaklaşıyorlar. Kırımdan, Azaktan, Uraldan, Kafkastan bizi kovan Moskoflar, bir yandan Batuma, Karsa, Ardahana, öbür yandan Balkan larda tâ Edirneye kadar inmişler, (Ayastefanosta) Yeşilköyde bize yenilgimizi imzalatmış bulunuyorlar. Nemseliler de bütün iste diklerini ellerine geçirmişler, Son olarak Hersek sancağını da almışlardır. Biz şimdi, ancak büyük devletler, Rusya ile İngiltere aranısdaki rekabete ve Doğuya sarkmak için dostluk maskesine bü rünen Almanyaya dayanan bir yarı sömürge, (müstemleke) var lığıyla tutunabiliyoruz. Fakat son zamanlarda, rekabete rağmen, Rusya ile İngilterenin bizi paylaşmak için aralarında uzlaşmağa başladıkları görülmektedir. İşte, millet ve devlet ferdi olarak düşünülecek çok çetin işler bunlardır. Üç inkılâpçılık devri İdadi üçe ve Harbiye bire geçtiğim seneler, Giride gitmiş tim, Sudada anneannemin, Resmoda anneciğimin yanında ancak iki üç hafta kaldım, tatil aylarının kalan zamanını Hanyada, Vali Haşan Paşanın oğlu, arkadaşım Yahya Hayati ile geçirdim: Millet ve vatan için yüreği çarpan, kültürlü, şair ruhlu bir gençti. Onda kitap pek çoktu: Namık Kemal’in, Abdülhak Hâmidin, Ziya Paşanın, Şinasinin, Eşrefin, Sezayi Beyin... hemen bütün yasak kitaplarını onun evinde okudum. Mithat Paşanın II. Abdülhamide kabul ettirdiği Kanunu-Esasî’nin metninden
başka, müstebit padişahın büyük Türk inkılâp kahram anmı nasıl aldatıp muhakeme altına aldığını ve Tayifte nasıl boğdurdu ğunu anlatan yazıları da, orada, gözlerim yaşlı, gönlüm gayz ile dolu okumuştum. Y. Hayatı: Fransız postahanesi vasıtasiyle, Avrupaya kaç mış son inkılâpçı vatandaşlarımızın yayınlarını da alırdı; be raber okur, münkaşa ederdik. Tanzimat hareketini de inceler dik. Bu üç devri biribirine yaklaştırır, ikisinden çıkan netice lere göre, Genç Türkler (Jeunes Turcs) ismiyle anılan inkılâpçı neslin ne yapmak istediği ve ne yapabileceği üzerinde dururduk. Ben şöyle düşünüyordum: — Tanzimat fermaniyle, Avrupa devletlerinin tazyiki al tında, Abdülmecit ve veziri Mustafa Reşit paşa, hristiyan azın lıkları hukukça Türkler ve diğer müslümanlarla müsavi kıl dılar. Bununla padişahın istibdadı sınırlanmış, azaltılmış oldu. «Mithat Paşanın II. Abdülhamide Kanunu-Esasiyi kabul ettirmesiyle yine padişahın istibdadı sınırlandı, azaltıldı. «Şimdi, bu iki hamlenin tatbikin dan çıkan netice hedefe uygun geldi mi? Hayır, Reşit Paşanın ve Abdülmecidin ilân et tiği tanzimattan sonra, hristiyan azınlıklar Türklere yine düş man kaldılar!» Y. Hayatî derin düşünerek şöyle dedi: — Bu muhakeme doğrudur, fakat padişaha bir «temel ka nun» (constitution) kabul ettirilmedikçe bir kurtuluş yoluna gi rebilir miyiz? Şöyle cevap verdim: — Benim korktuğum, mazide hep hatalı yolların tutulm a sından geliyor. Devlet-i Osmaniye ancak, kendi toplarını, gemi lerini, yollarını, kanallarını... kendi yapabilmekle kurtulur; bu hedefi anlıyan bir inkılâpçı zümresi çıkamadı; koca Reşit Paşa ve halefi Âli Paşa bu hedefi anlamış, doğru yolu tutmuş insan lar değildi; hedefi çok daha iyi anlıyan bahtı kara Mithat Paşa, daha ilk adımda, kendi yok olmuştu. Tuna, Bağdat, Şam valilik
lerinde, ziraatte, gemi ve tramvay inşasında gösterdiği dirayet lerden kurtuluş yolunu kavramış görülüyor. Ne yazık ki, doğru hedefi müstebit padişah kavramamıştır; ve büyük adam, kendi sini mahvettirmekten başka bir netice elde edememiştir. Genç Türkler, müstebit padişahı Kanunu-Esasiyi ilâna mecbur ettik ten sonra Türkiyeyi kurtarabilecekler mi? Dostum Y. Hayatî ile beni derin derin düşündüren büyük problem ler bunlardı. «Genç Türklerin hedefi yine aynı padişahm istibdadını sı nırlamak üzere aynı Kanunu-Esasiyi kabul ettirm ektir; bu he defe ulaşırlarsa ne olacak? Hür, bağımsız (müstakil), kendini savunabilir bir Türkiye meydana gelebilecek mi? Avrupaca «Hasta adam» sayılan Türkiye iyileşip yaşıyabilecek mi? Pay laşmak üzere bekliyen Devletler bu mirastan vazgeçecekler mi? «Elbette hayır! O halde yanlış bir savaş yolu tutulm uştur, bu yoldan kendisini Avrupa devletlerine ve devletlerin himaye ettikleri hristiyan azınlıklara karşı müdafaa edebilcek kuv vetli bir Türkiye çıkamaz! Bizi paylaşmak emelini besliyen düş man devletler gayelerinden vazgeçmiyeceklerdir!» Benim bu görüşümü dostum Y. Hayatî kabul etti: — Evet! dedi, padişaha Kanunu-Esasinin bir kere daha ilânı kabul ettirilse de düşman devletler bizi paylaşmak niyetin den vazgeçmiyecekler, ve biz düşmanlara karşı hür varlığımızı müdafaa edemiyeceğiz. Fakat düşman devletlere karşı hür var lığını savunacak bir Türkiye nasıl yaratılabilecek? — Bu problemi şimdi çözemeyiz; yalnız tutulan- yolun iste nilen doğru yol olmadığı meydandadır. En önce hedef doğru olarak belirtilmeli: Hedef kendini düşman devletlere ve azınlık lara karşı savunabilecek bir Türkiye yaratmaktır. «Eğer koca Reşit Paşa doğru hedefi göz önüne koysaydı, me deniyette ileri bir Türkiye yaratmağa başlasaydı, bir asır için de, paylaşılma tehlikesini uzaklaştırmış bir Türkiye meydana çıkmış olurdu.
Azınlıklar Harbiye birde, izinli çıktığımız bir gün, sokaklarda insan cesetleriyle yüklü çöp arabaları geçiyor, sarkan kanlı bacaklar, patlamış başlar gözleri ve yürekleri ürküntü içinde bırakıyordu; seyir edenlerde yüzler sapsarı, ağızlar kilitliydi. Amcamın evine gitmiştim, Gülhane postahanesi müdürü olan Hüseyin amcamdan korkunç hâdiseleri dinlemiştim. Birinci defa olarak Ermeni me selesini öğreniyordum. Asırlar boyunca Osmanlı Devleti içinde, Türklerle sevişe rek, çoğu ermeniceyi unutup türkçe konuşarak yaşamış olan, Türk kültürüne büyük hizmetleri görülen Erm eniler arasında, son zamanda, müstakil bir Erm enistan için mücadeleye başlıyan çeteci partiler çıkmıştır. Birine Hınçak, öbürüne Taşnak deni len bu çeteler bizden ayrılmak için yine Avrupanın himayesi altında savaştılar. Bazı silâhlı adamları, Osmanlı Bankasını basıp işgal etmiş ler bir de bomba patlatmışlar. Sadrazam (Başvekil) Sait Paşa ener jik davranmış, asker ve jandarm a ile isyanı bastırmış, haydutları ele geçirmiştir. Fakat bu Ermeni isyanına çok öfkelenen padi şah emretmiş, gümrük hamalları sopalarla, Ermeni mahalle lerini basmışlar, isyana karışmamış masum Erm enilerden yüz lerce ve binlerce, yaş ve cins ayırmaksızm, öldürmüşler, mallaırm yağma etmişler! İşte Abdülhamidin azınlık meslelerini anlaması ve çözmesi böyle kandökücülükle idi, «kızılsultan» ismini alması da bu se beptendi. Rusyadan başka, bu hâdiseden sonra, İngiltere de Ermenilerin hamisi kesilmişti. Abdülhamidi meşgul eden Müslüman azınlıklar da vardı. Yemen, Arnavutluk, Cebeli Düruz, Havran, Garp Tarabulus... Abdülhamidin hep Türk ordulariyle tenkile ve baş eğdirmeğe uğraştığı Müslüman azınlıklardır. Yemen Anadolu yavrularının kanlı mezarlığı olmuştu: Anavatandan dörtyüz kişilik taburlar gider, yedi sekiz yıl sonra ancak dörtte biri, bitkin, sakat, hasta, yorgun dönerdi. * İki Neslin Tarihi — F. 3
Arnavutlar, uzun zamandan beri, Osmamlı Devleti içinde, bir muhtariyet için savaşıyordu, bol bol akıtılan Türk kaniyle bu isyanlar bastırılıyordu. Garp Tarabulusunda, bütün iç yolları tutm akta olan ve şe hir münevverleri kendilerinden olan Sünusîler de böyle bir muh tariyet peşinde idiler: Türk istibdadına düşmanlıklarını gizlemi yorlar, millî emellerini elde edecekleri zamanı bekliyorlardı. Hicazda, Irakın güneyinde, Basrada, muhtariyet arzusu besliyen ve silâhlı kuvvetlerle Türk ordusunu çok uğraştıran azın lıklar vardı. Ve bütün bu azınlıkların itaat altında bulundurul ması ancak büyük malî ve İktisadî fedakârlıklarla mümkün olu yordu: Anadolu Türkünün hem kanı dökülüyor, hem yorganı, kap kaçağı satılarak toplanan vergiler o uğurda harcanıyordu. İstibdadın zulmü altında, hemen her sene isyan ve tenkil edilen bir Dürzülük yarası da vardı. Ya bitmek tükenmek bilmiyen Rumeli ve hususiyle Makedonya çeteciliği en değerli subay larımızı ve mehmetciklerimizi eritiyordu. Azınlıklar meseleleri önünde derin derin düşünüyor, kendi k endim e: — Genç Türkler bu problemi nasıl çözecekler? diyordum. İstibdat altında her türlü münevverler Münevverlerin en yüksek zümresini teşkil eden gazeteciler, şairler, sanat veya sahne eseri yaratmak istiyenler, tehlikeyi gören doktorlar, subaylar, avukatlar, hukukçular... en dar, en sıkı, en gerilek, en katlanılmaz bir sansür, bir casusluk, bir ju r nalcilik rejim i altında kalemleri, elleri, dilleri, akılları, zihinleri paslanmış, sakatlanmış, felce uğramıştı. İleri milletler hangi re jimlerle, hangi müesseselerle, hangi kanunlarla idare olunur? Geri kalmış memleketler için hangi ilerleme yolları vardır? İn kılâp yapan milletler, meselâ Japonlar, yüksek medeniyete nasıl yetişmişler? Sınıflar arasındaki münasebetler: Ezilen sınıflar haklarını nasıl kazanırlar? Bankalar, şirketler, sendikalar, par lâmentolar, senatolar, medeniyetlerin bütün konuları, yasak tı... Mithat, Murat, Yıldız kelimeleri bile yasaktı!..
Yasak olmıyan, zülfiyare dokunmıyan ne kalıyordu? istib dadın İlâhî, mukaddes, bir hak olduğunu söylemek, müstebidde dua etmek, en mantıksız keyiflerine, en zalim iradelerine boyun eğmek! Bu esarete karşı isyanın en hafif cezası sürgündü. K ur tuluşun en mümkün çaresi Avrupaya, hür ve medeni memleket lerden birine kaçmaktı! Müstebide karşı mücadele için tek yol Avrupada bir gazete neşretmekti! Bu gazeteleri yaymaktı! Bu savaşta en cesur rolü talebeler, tıbbiye, harbiye, bahriye talebe leri oynamıştır, İttihat ve Terakki Cemiyeti de tıbbiyeliler ara sında doğmuştu. İstibdadın doğurduğu Genç Türkler (Jeunes Turcs) inkılâp savaşını doğru yoldan mı yürütüyorlardı? Hoca Kadri ile görüşmelerim Darüşşefekadan mezun olduktan sonra Parise gönderilen, üç senelik tahsilini bitirip İstanbula dönen Hüseyin amcamdan çok şeyler öğrenmiştim; beni şair İsmail Safa, Filozaf Riza Tevfik ve Hoca Kadri ile de görüştürmüştü. Hoca Kadri Lalelide, Yeşil Tulumbada, bir kahvenin aydın lık avlusunda oturmuş, kendi kendine fransızca öğreniyordu; o da kaçmayı düşünmede görünüyordu. Beni yanma oturttu. Benden başka kim bilir kaç harbiye, tıbbiye, bahriye talebeleriyle, doktorlar, memurlar, amcam gibi Avrupa görmüş kültürlülerle... görüşmüştü! Bir lider tanılı yordu. Benim düşündüklerimi anlamak iste d i: — Ben ne diyebilirim, dedim; fakat korkarım ki, KanunuEsasiyi bu padişah veya bir başkası ilân etse de kurtuluş yolu tutulamıyacaktır. Sultan Azizi tahttan indirebilecek, be şinci Muradı tahta çıkaracak, Abdülhamidi pazarlıkla ve elinden imzalı taahhüt kâğıdı alacak derecede kuvvetli bir başvekil olan Mtihat Paşa, memleketimizi padişahsız idare etmeyi hayalimden bile geçirememiştir! Halbuki hedef bu olmalıydı!
Hoca Kadri kırçıl sakallı saçlı yüzünü bana çevirerek süzdü, ve düşündükten sonra: — Çok doğru! dedi ve başiyle de tastik etti. Genç Türkler hakkında düşündüklerimi, endişelerimi an lattığım zaman: — Nasıl bir kurtuluş yolu tutmalı? diye sordu. — Bunun cevabım sizden öğrenmek isterdim, dedim; bence geç kalınmıştır diye ilâve ettim. — Evet, Mithat paşa saltanatı devirseydi, Meclis toplasaydı, belki daha iyi olurdu, dedi.
padişahsız bir
— Tanzimatı ilân eden Koca Reşit Paşa kurtuluş yoluna girişseydi, teknik ilerleme yollarını açsaydı! Meselâ vakıfların gelirlerinden bir baınka kursaydı! Bugün Avrupanın en kuvvetli ve en zengin memleketlerinden biri olurduk! Bu konular üzerinde Hoca Kadri ile iki defa görüştüm. Ben den sonra, amcam bir gün yine hocayı görmüş, «bizim küçüğü nasıl buldunuz?» diye sormuş; Hoca Kadri şöyle d em iş: — Bektaşiye Ali hakkında ne düşündüğünü sormuşlar, bektaşi şöyle cevap vermiş: «Allah büyük, Muhammet de büyük, ama Ali başka şey! Cevat da öyle: şu büyük, bu büyük, ama Cevat başka şey!
Mahir Saidin tutulması Mahir Sait, hastalık sebebiyle, bir sene geri kalmış bir ar kadaşımdı, Fakat Milletçe ve Devletçe tutulması gereken yolu açmak için, fert olarak ayrı ayrı ne gibi teşebbüslere girişile bileceğini gizli konuşabildiğim arkadaşlardan değildi. Onun en samimî arkadaşı, Küçük Haşan ismini verdiğimiz Haşan Kadır ga idi. Sınıfın nöbetçi çavuşu olduğum bir gün, Küçük Haşan yanıma gelerek şu haberi verdi: «Mahir Sait, amcası Şefik Beyle, kaçmış bulunduğu Paristen gizli muhabere etmiş, oradan gazeteler getirtmiş; şimdi mev kuf; bir hademe ile şu kâğıdı gönderdi». Mahir Sait şöyle yazıyordu «Dayım altıncı belediye dairesi reisi Mühip Beyin evinde gizli evrak vardır, tevkifim üzerine hafiyelerin evi basması ih timali büyüktür. Aman! Ona bir haber gönderilerek uyanık ol masına çalışılsa...» Ben nöbetçi olduğum için dâhiliyeye gidip geliyordum, nö betçi yüzbaşıdan, hususî bir işim için bir hademeye izin almama imkân vardı. Hiç bir tehlike sezinmiyerek, bir kâğıt yazıp, ha deme ile, Mühip Beye istenilen haberi ulaştırdım. Benim param olmadığı için Küçük Haşan hademeye bir mecidiye bahşiş ver mişti: dönüşünde hademe kâğıdı Mühip Beyin eline verdiğini söyledi; böyle, kurtarıcı bir rol oynamış olduğuma inanarak se vinmiştim. Meğer ne kadar aldanıyormuşum: Mühip Beye iyilik etmiş, fakat kendimi yakmıştım. Ertesi gün, akşam yoklamasına çıkmıştık. Yoklama defteri ni cebimden çıkarıp isimleri saymağa başlamak üzere iken, nö betçi yüzbaşı öküz Emin göründü, «Cevat Resmo» diye çağırdı.
Defteri ikinci çavuşa vererek Yüzbaşının arkasından gittim, önce dershanedeki dolabıma bakıldı, sonra koğuşa çıkıldı, ya tağımın altında Librairie Nationale’den alınmış, edebî iki kitap tan başka bir şey yoktu. Zaten, prensipim icabı, mektebe «za rarlı yaprak» getirmezdim; arkadaşlara da getirmemelerini, taşı mamalarını tavsiye ederdim: istibdadın devleti inkıraza, milleti en karanlık sefalete sürüklemekte olduğunu kendimiz görüyor ve ağızdan ağıza yayıyorduk. Gizli numaralarla cemiyet kurmayı boşuna tehlikeye atılmak sayıyordum. Ağız propagandasiyle mil let olgunlaşabilir, umumî ayaklanmaya da sıra gelebilirdi. Fakat işte, bir arkadaşın ricasiyle göze alınan küçük bir ihtiyatsızlıkla yakalanmış bulunuyordum. O gece, tutulm akta olduğum kahve ocağından, çok ilerlemiş saatte, Harbiye mektebinin nazırı Haşan Riza Paşanın yanına çağrıldım. Paşa beni yukarıdan aşağı süzdükten sonra: — Gidi seni'sinsi, dedi; kimse senden ummazdı. Bende sükût. Paşa karşısındaki yaldızlı levhayı gösterdi: «Ennecatu fissıclkı» Paşa sordu : — Mânası nedir? Cevap verdim: — Kurtuluş doğru söylemededir. — Haydi öyleyse, doğru söyle, niçin o kâğıdı yazdın? Ben, çok hafif bir sesle: — Öyle bir kâğıt yazmadım, efendim., dedim. Paşa sert bir sesle: — İnkârdan bir şey çıkmaz, dedi, dün bir hademeye izin alan sensin; kâğıdı mektebin bir hademesi götürmüş... Doğru söylemediğin meydanda. Bende sükût. Paşa başka bir yaldızlı levha gösterdi, mânasını sordu. Ben : — «Duai Sultan, sebebi gufran» diye okudum, mânasını da söyledim.
Paşa izahlı bir nasihate b aşlad ı: — Ben, dedi, Padişahımız efendimize, velinimetimize sada katle bağlıyım, onun için bu makamda bulunuyorum; hepimiz için bu doğru yol açıktır. Sadakat yolundan sapmamalıydm; in kâr etmezsen Padişahımız efendimiz merhametlidir, kusurunu bağışlar... Bende sükût. Sert bir sesle emretti: «Alın, götürün!» Ertesi gece, aynı, ilerlemiş saatte, yine Paşanın dairesine çağırıldım; Mahir Sait te orada hazırdı. Önce ona sordu: —: Mühip Beye yazılan kâğıdı anlat, nasıl oldu? Mahir inkâr etm ed i: — Ben ricada bulundum, Cevat, onun üzerine yazmış ola cak. Paşa Mahiri övdü, bana hakaret etti: — Bak, Türk çocuğu, doğruluktan ayrılmıyor, dedi. Kızgını, büyük bir hiddetle ayağa kalktı, sağlı sollu iki şa mar vurdu ve: — Çingene, seni! daha, doğrusunu söylemiyecek misin? Gözlerim yaşlı: — Efendim, dedim, itirafım belki arkadaşıma zarar verir, diye inkâr etmiştim; kendisi kabul ettikten sonra... — Arkadaşını Efendimizden üstün tuttun, öyle mi? Cevap verdim: — Mahiri, ben, Efendimize sadık biliyorum... Fazla bir şey söylemedi, her ikimizi yerlerimize gönderdi; yüzünün hiddeti geçmemişti. Doğru söyliyen Mahiri övmüştü, fakat doğru söylediği için affetmedi, Taşkışla Harp Divanına gönderdi, o da, benim gibi yargılanmış, aynı Şeref vapuriyle Garp Tarabulusuna, Fizana sürülmek üzere, gönderilmişti.
Helâ penceresinden kaçış Mevkuf bulunduğum kahve ocağı bir buçuk metre kare var yok, yarısında dahiliye subaylarına kahve pişirilen ocak, yarısın da bir ot yatakla hademenin küçük sandığı; buraya iki basamak la çıkılırdı, ve beni orada tutarlardı; örtü, yastık yoktu, soyun mak ta mümkün değildi; kömür gazları içinde uyuşur, kıvranır, uyuklardım. Kahve ocağının kapısiyle helânıın kapısı arasında ancak bir insan sığabilirdi; helânın dört dik demirle ve çapraz parçalarla perçinli penceresi Harbiye kapısının yanmdaki oıöbetçi kulübe sinden bir kaç adım ötede açılırdı. Bu pencerenin demirlerini yokladım, bir tanesi yerinden oynatılır gibi göründü. Ertesi gün «iştahım yok, canım sirke istedi» diyerek hademeye bir şişe aldırttım; gece, el ayak çekildikten sonra, zaten oynıyan demirin taş deliğini sirke ile yumuşatıp genişlete genişlete, demiri çe kerek kurtarabildim; açılan aralık çok dardı, geçebilmem şüp heliydi, demiri yerine takıp derin derin düşünmek üzere kahve ocağına çekildim. Kaçmak aklımı işgal ediyordu, tanıdığım iki üç yere uğrıyacaktım, belki beni de Avrupaya kaçırırlardı. Helâya döndüm; vücudum zayıf., nahifti., iki demir arasından ba şım ve ceketsiz omuzum ancak sığıyordu; sarkıp ayaklarım yere basarken hafif bir ses çıktı, tez davranarak ve epiyce yüksekten atlıyarak kendimi sokakta buldum. Dikkati çekmemek için, koş madım; sakin, normal yürümeğe başladım. Kendi askerî ceke timi kahve ocağında bırakmış, hademeninkini giymiştim; gece karanlığı pantalonumun kırmızı zıhını örtüyordu. Şükrü hocanın ve erkânı-harp (kurmay) yüzbaşısı kardeşi nin evine geldiğim zaman sabah olmamıştı. Uykudan uyanan Ho ca Şükrü Efendi beni sapsarı bir yüzle karşıladı, evi hafiye gö zetlemesi altındaymış! Avrupaya kaçırmaya onun hiç bir imkânı yoktu, evinde, daha doğrusu, eşiğinde durduğum her dakika onun için bir tehlike idi. Oradan ayrıldım, daha uzak başka bir semtte çaldığım ikinci kapıdan da tedehhüş ve tevahhüşten baş ka bir netice alamadım. Erken, tan ağarırken, evine uğradığım arkadaşım Y. Hayati, tevkif olunup helâ penceresinden kaçtı-
tığımı söylediğim zaman şaşaladı: aramızda kararlaşmış olduğu üzere yanımızda Cemiyetin ve başka Genç Türklerin yayınlan aslâ bulunmıyacaktı, numaralı kayıtlı üye de değildik. Nasıl tev kif edildiğimi, heyecanla ve sararmış bir yüzle, merak ediyordu. Kekeledim — Tehlikesiz sandığım bir ihtiyatsızlıkta bulundum, dedim, ve Mahir Saidin hikâyesini, utana sıkıla anlattım. Y. Hayati be ni aldı, ablasının, Paşa eniştesinin evine bağlı, henüz işlemeğe açılmamış bir pasajına götürdü, bir oda açtırıp yerleştirdi, im kân bulunca tekrar uğramak üzere ayrıldı. Yemeğimi getiriyor lardı, iki sandık kitap ta vardı; ümitsiz olmıyarak, ve kana' kana kitap okuyarak, günler geçiyordu. Bir sabah, çok erken, kahvaltıyı getiren adam, şöyle dedi: — Hanımefendi, yeni haber aldı, sizin burada kalmanızı istemiyor, hemen çıkıp gitmenizi rica ediyor! Diyecek bir şey yoktu, pantolonumun kırmızı zıhının sökül mesini rica ettim, son askerlik nişanından kurtulduktan sonra, sokağa çıktım; son gidebileceğim yer amcamın evi idi. Hüseyin amcamın iki aylık oğlu Ömer mışıl mışıl beşiğinde uyuyordu. Anlattılar: iki gün evvel beni orada aramışlardı. Alt katta bir polisin annesi babası oturuyordu, geldiğimi şüphesiz görmüşlerdi. Amcam, titriyen, ürperen, ağlıyan bir sesle evine gelişimle maruz kaldığı büyük tehlikeyi belirtti: — Beni de muhakkak tevkif ederler, dedi; şu yavru ve ana sı ne olacak? Haline acıdım, kendimi unuttum, ve sordum: — Ne yapmamı tavsiye ediyorsun? Hüseyin amcam anlattı: — Resmin polislerin elinde dolaşıyor; padişah seni bulup teslim edene 5000 altın verileceğini ilân ettirmiş! Karaköyde, Aziziye emniyet merkezinin kumandanı, Giritli Mustafa Paşa be ni dün çağırtıp bir çok tem inat verdi; en münasibi gidip ona teslim olmaktır.
Şöyle dedim — Benim için nasıl olsa kurtuluş yoktur, hiç olmazsa siz den tehlikeyi uzaklaştıralım: beraber gidelim, Mustafa Paşaya teslim olayım, onun ağziyle padişaha sığınmış görünürüm. Küçük amcam Riza, teslim olmamı istemiyor: — Ağabeyimi dinleme, kaç, Ahmet, diyordu. Bize ne ya parlar? Alıkoymak istedik, fakat tutamadık, kaçtı, deriz. H ar biye mektebinden kaçan bir çocuğu biz nasıl tutabiliriz. İçimden şöyle düşünyordum: «Rıhtıma gidip bir ecnebi va pura iltica etsem belki kaçmağa bir imkân bulunur.» Fakat be şiğinde uyuyan iki aylık masum yüreğimi titretiyordu: — Hayır, kaçmıyacağım; haydi, amca, gidelim! Testim oluşum Yolda amcam, inanarak veya avunarak, fakat her halde içi yanarak, bana söyliyecek teselli sözleri buluyordu. — Ben artık sürgünü, kalebentliği gözüme almışımdır, de dim; siz fazla üzülmeyiniz, amcacığım, eve dönünce Ömerciği benim için de öp. Bu sözleri amcamın vicdanına taş atmak için söylemiyor dum, onun çok ince bir ruh sahibi olduğuna inanmış bulunuyor dum, beni çok sevdiğine de şüphem yoktu. İsmail Safa, Hoca Kadri ve filozof Riza Tevfik ile tanıştırırken, kardeş çocuğuyla nasıl iftihar ettiğini, Hoca Kadri, bektaşinin İmam Ali hakkındaki o yüksek takdiri bana lâyık gördüğü zaman koltuklarının nasıl kabardığını o dakikada hatırlamıştım. Samimî olarak onu incit mek istemiyordum, fakat o, derinden bir alçaklığa düşmüş ol maktan sesi titriyerek: — Teslim olmaktan vazgeçelim, dedi, kendin kaçmayı daha iyi buluyorsan... Bu sözleri yüreği yanarak ilâve etmişti. — Amcacığım, benim için teslim olmaktan başka bir şey kalmamıştır, sen hiç üzülme.
Aziziye karakoluna gelmiştik; Mustafa Paşa yerinde idi. Amcam ona, teslim olmağa kendiliğimden geldiğimi kısa ve acıklı sözlerle anlattı; kulaklarına büyük bir müjde gibi gelen bu izah üzerine, Mustafa Paşa, bir baba şefkati takınarak, bana: — Padişahımız efendimiz çok merhametlidir, dedi; ken disine sadakatle sığındığını, uğrunda her şeyi feda etmiye hazır olduğunu bildirirsin, affeder. Faytonu hazırdı; amcamla, — söylenecek bir iki teselli sözü b ularak— vedâlaştım, Paşa ile, arabada yan yana, Yıldız yolunu tuttuk. Yıldızda, miralay rütbesinde, sivil giyinmiş bir yaverin ya nında kaldım. Mustafa Paşayı artık bir daha görmedim. Kendi sine 5000 altın kazandırmış olduğumu, biraz sonra, hafiyelerin hüsrana uğramış ağzından öğrenmiştim. Yaver öksüren, katranlı bir ilâç içen, çok zayıf, yüzü renk siz, fakat kibar ve yakışıklı bir insandı. Bana ne sert ne tatlı, hiç bir şey söylemedi, yalnız oturacak yer gösterdi. Beni bir kaç günden beri, ellerindeki resmimle, aramakta olan sivil hafiyelerden iki üç kişi, teslim olan Cevadı görmeğe gelmişlerdi. «Rastlasaydık bile tanıyamazdık» diyorlardı. Kitaplarım arasmda bulunan resmim, çavuş nişanlı, kılıçlı bir harbiyeliyi gösteriyordu, bir benzerlik bulmamada hakları vardı. Talim hocamız Rahmi Paşa, Yldız kıtalarındaki subaylara da ders verirdi; bir ara oraya gelmiş ve beni görünce, çok üzgün ve babacan bir atılışla yavere : — Beyefendi, dedi, Cevat benim talebemdir, padişahımız efendimize sadakatından tamamiyle eminim; vah, vah, bir yan lışlık olacak! Gideyim, müşür Paşaya arzedeyim; ve ayrılırken bana: — Ben kefil olacağım, diyerek yüksek ve samimî bir alâka ile müşürlük dairesine yürüdü.
Yıldızda, Mabeyinci Beyin yanında Akşam üstü, mabeyinci beyefendi diye anılan, ismi söylenmiyen birinin, çok dar, sıkıntılı odasına götürdüler; kürsü gibi yüksek bir yerde oturan zayıf, sararmış yüzlü mabeyinci uzun bir tespihin tanelerini ağır ağır çekiyordu. Odada albay rütbe sinde, babacan yüzlü bir askerî doktor da vardı; kapının yanın da gösterilen bir iskemleye oturdum. Kapıdan başlıyan kahve rengi bölmenin arkasından Efendimizin dinliyebileceğini, Dok tor, yavaşça hatırlatarak beni ikaz etmek istedi. Sararmış yüzlü mabeyinci, tespih çekmesini hiç kesmiyerek sordu: — Cemiyetteki numaram söyle! Şaşalamış bir çehre ile: — Hangi cemiyet, efendim, nasıl numara? Uzun tespihini ağır ağır çekmek hareketini 'hiç değiştirmiyen, yarı ölü yüzlü mabeyinci, ruhu, sinirleri sihirli etkisi al tında tutan bir sesle, ve tespih taneleri sırasiyle: — Söyle., söyle., söyle., doğrusunu söyle., söyle... Her ruh mukavemetini kesen bu emir tespihini sükûnet içinde dinliyordum. Doktor, hatıram ı uyandırmak maksadiyle ve cesaret v e re re k : — İttihat ve Terakki cemiyetini soruyorlar, dedi, cemiyet teki numaranızı söyleyin. Bitkin, bir s e sle : — Öyle bir cemiyete girmiş değilim, dedim, numaram da yoktur. Mabeyinci, o ağır, öfkesiz, sinirlere dokunan sesiyle: — Cemiyete dahil olduğunu bilen şahitler var, dedi. — Şahitler kimlerse yüzüme karşı söylesinler, dedim. Mabeyinci bir zil çaldı, gelene: — Harbiyeli İsmail gelsin, emrini verdi. İsmail benim sınıfımdandı, yalan söyliyeceğini ummadığım bir çocuktu; mabeyincinin sualine cevap v e rd i: — Hepimiz, Cevadın Cemiyete dahil olduğunu biliyoruz.
îsmaile sordum : — Nasıl biliyorsunuz? Sen mi dahil ettin? Seninle şimdiye kadar Cemiyete dair konuştuğum var mı? İsmail düşündü, ve açıkça cevap v e rd i: — Cemiyet üzerine seninle konuşmuş değilim, kimin dahil ettiğini de bilmem, ama cemiyetliler arasında böyle bir kanaat var. — Onların kanaati bir ispat sayılabilir mi? diye itiraz et tim; karşıma cemiyete dahil olduğumu, numaram varsa num a ram ı bilen gelmelidir, dedim. Harbiyeli İsmail dışarıya gönderildi, Giritli Abdülhalim çağırıldı; bu ark ad aş: — Neye söylemiyorsun? dedi; biz hepimiz itiraf ettik, affo lunacağız! Abdülhalime karşı da aynı itirazda bulundum, o da: — Kimin dahil ettiğini bilmiyorum, dedi, gazete filân alıp verdiğini de öğrenmedim, ama içimizde böyle bir kanaat var, tevkif olunup kaçmandan sonra, böyle düşündük. Abdülhalimden sonra başka şahit çağırılmadı. Sarı, ölü yüzüyle ruha ürküntü veren mabeyinci suali değiştirdi, aynı öfkesiz, sinirleri bozan sihirbaz sesiyle so rd u : — Harbiyeden niçin kaçtın? Cesur bir cevap vermeğe çalıştım : — Riza Paşanın, her gece yarısından sonra, ettiği zulümden kaçmak, padişahımız efendimizin merhamet ve adaletine sığın mak için kaçtım. Nerede gizlendiğimi biliyorlardı, çünkü Y. Hayatinin Paşa eniştesi mabeyne baş vurarak hâdiseyi bildirmiş, her türlü sa dakatsizlik şüphesinden uzak olduklarını ispat edebilmişti, fakat sorguya çeken sihirbaz bana dâ itiraf ettirmek ısrarında bulun du. Sonunda, zatı-şahaneye bir arîza yazmamı emretti, Doktor da nerede gizlenmiş olduğumdan bahsetmememi fısıldadı. «Atebe-ifelekmertebei-hilâfetpenahiye» diye başlıyan arîzamı yazarken, babacan Doktor, talisin ve takdir gözüyle bakarak : — Ne güzel yazıyor! demişti.
Taşkışla Divanı Harbinde Mabeyinden sonra, kapısiyle penceresi arasında süngü tak mış nöbetçi bekliyen bir odaya -kapattılar; bir masanın üstünde kızartılmış 'balık, ekmek ve su vardı; sabahtan beri ağzıma bir şey koymamıştım; yorgun, argın, bitkindim, karnım da çok acıkmıştı, önce doya doya balık yeyip su içtim, sonra pencere nin altındaki karyolaya serili, çoktan beri hasretini çektiğim kaba ve temiz çarşaflı yatağa kendimi attım, dinlendirici bir uyku çektim. Uyandırdıkları zaman, çoktan ortalık kararmış, gece iler lemişti. Bindirdikleri arabaya, erkânı-harp sınıfından Ferit ile Dağıstanlı Akçura oğlu Yusufu da almışlardı; sivil polis memur larının muhafazası altında Taş Kışlaya geldik. O saatlerde mev kuf sanıkların gelmesi kışla subaylarınca alışılmış olaylardandı. Beni Ahmet Efendi isminde sakallı bir yüzbaşı aldı, çok büyük ve bomboş bir koğuşun debboyunda yatırdı; bölüğün çizme lerini, donanma gecelerine mahsus fenerleri sakladıkları, pis kokular yayan bir yerdi; yatak olarak bir ot minder konmuşıu. üstünde ortasından yırtık bir beylik (örtü işini gören kilim) vardı. Biraz sonra sayısız tahtakurularının hücumuna uğrayacak, kirli çorabımın ökçesinden bir farenin ısırmasiyle zıplayacaktım. 5 numaralı bir gaz lâmbasiyle aydınlatılan debboyun tahta böl melerini kerih kokulu haşeratın kanlariyle bulaya bulaya saba hı buldum. Bekliyen süngü takmış nöbetçiden araba arkadaş larım erkânı harplara bir oda verildiğini öğrendim. Beni silâhlı nöbetçilerle bekliyen bölüğün çavuşu, Bursalı Mehmet çavuş, her sabah namazından sonra, hızlı sesle kur’an okurdu. Ricam üzerini, gündüzleri, bana da kutsal kitabı ver meğe başladı; arapçamın çok kuvvetli olduğunu yerinde anlat
mıştım. «Zalimleri elim azap» ve «cehennem ateşi» ile tehdid eden âyetler gamlı gönlüme biricik, fakat çok kuvvetli teselli oluyordu. K ur’an okuyuşum ve abdest alıp namaz kılmam çavu şun ve nöbete çıkan neferlerin hayretini ve saygısını çekiyordu. Değişecek çamaşırım yoktu, tahta kuruları ve pireler yetiş memiş, kehle denilen m urdar haşerat ta üstümü başımı sarmıştı; ceket diye giydiğim pırtının yaka kıvrımlarını bir beyaz kaytan gibi bitlerle örülmüş gördüğüm zaman gözlerimden yaş damlaları döküldü. Sıcağa gitmeğe izin veriliyordu, ertesi sabah hamamda yıkadığım biricik donumu gömleğimi yine orada kurutarak ça maşır değiştirmek rahatlığını duydum, sıfır makine ile de saç larımı kırktırarak şimdilik iğrenç böceklerden kurtuldum. Aynı sekizinci bölük erkâni-harpleri de beklerdi, bana ve onlara yakınlık gösteren Mehmet isimli, çok sempatik bir Bursalı genç aramızda muhabere aracılığı ediyordu. Abdülhamdin, Girit için Yunanistana harp ilân ettiği mev simdi, bizleri askerlerin gözünde kötülemek için, düşmana askeri plân ve haritaları sattığımızı yaymışlardı; Bursalı Mehmet, bizim iyi insan olduğumuza nasılsa kanmış, o iftiraya inanmadığını söy lüyordu, fakat padişaha sadakati bütündü, biz de bu itikaadmı sarsacak hiç bir şey söylemiyorduk. Bir gün Mehmet, inancı bo zulmuş, bize şunları söyledi: «Yıldızda cuma selâmlığına çıkan bir arkadaşım anlattı, de di: padişahımız efendimizin sakalında beyaz teller vardı, bir haf ta sonra simsiyah boyanmış!» Mehmedi padişahın din eksikliğine inandıran büyük suç bu idi, sakalını boyamasından ibaretti. Divanı-harp huzurunda Taşkışlaya geldiğimden bir hayli gün sonra, temmuz başı idi, bir gün, Mehmet ağa, hapishane müdürü, gelip Divanı-harpten (yüksek askerî mahkeme) çağırıldığımı söyledi; üstümdeki zavallı pırtılardan başka giyecek şeyim yoktu, yüzüm ü-aksetti recek bir ayna parçasından bile mahrumdum. Saçım epey bü yümüştü; iri yarı müdürle birlikte, beş azalı yüksek mahkeme ye geldik. İçimde korku yoktu, bir ümitsizlik ve gariplik için
deydim. Reisin karşısında, kendisinden epey uzak, (maznun) sa nık iskemlesine oturtuldum; miyopluğum mahkeme reisinin ve üyelerinin yüzlerini, gözlerinin rengini net görmeme, düşmanca mı veya lakaytça mı baktıklarını farketmeme el vermiyordu. Reis, İttihat ve Terakki cemiyetine dahil olmakla maznun (sanık) olduğumu söyliyerek ne diyeceğimi sordu. Titrek bir sesle cevap verdim: — Efendim, böyle bir cemiyete dahil değilim. Israr ederek: — İnkâr etme, şahitler var, dedi. — Efendim, dedim, Mabeyinci Beyim yanında dinlenilen şahitler mi? Onlar bildiklerini değil, başkalarından işittiklerini söylediler. R e is: — Onlardan başka şahit var, dedi; inkâr etme. — Ben hakikati söylüyorum, efendim: böyle gizli cemiyet lere dahil değilim. Şahitle — Reis artık şahitler demiyordu — başka bir gün karşılaştırılmak üzere yerime gönderildim. Beni debboya götürürken, hapishane müdürü Mehmet ağa, Reis Paşanın itiraf edenlere merhametli davrandığını söyliye rek inkârdan vazgeçmeğe teşvik etti. Ona da cemiyete dahil ol madığımı, korkusuz ve canlı bir tavırla söyledim. Üç gün sonra, yine yüksek mahkemeye çağırıldım. R eis: — İşte, dedi, smf arkadaşın, bak ne söylüyor. Sol tarafımda, benden oldukça uzak bir yerde, bizim sınıf tan, fakat ayrı şubeden, Hayri Küçükayasofya otuTuyordu. — Beni cemiyete dahil eden Cevat Resmodur, dedi. — Katiyen yalan! diye haykırdım. Bu arkadaşın sınıfça lâğabı Deli Hayridir, sınıftan kimi çağırırsanız size böyle söyliyecektir. "Sözüne inanmayınız, yalan söylüyor. Reis sordu: — Niçin yalan söylesin?
Birden, aklıma gelen ve makûl bulduğum bir cevap verdim: — Efendim, dedim, öyle görünüyor ki, benim kaçtığımı işitmiş, kendisini dahil edeni ele vermemek için böyle bir ifti rada bulunmuştur. Akılca muvazenesizliği yalan söyletiyor, ettiği fenalığı idrâk edemiyor. Ve şahide dönerek: — Kardeşim, Hayri, dedim, akimı başıma topla, başkasmı kurtarayım, diye beni, yakma. Deli Hayri sözünden dönüp hakikati söylemek mertliğini gösteremedi: — Beni cemiyete sokan başkası değildir, dedi. Reşit Paşa kanundan dışarı çıkmaz, âdil bir hâkim olduğu nu göstermek için şöyle d e d i: — Şahidin deli olduğunu iddia ediyorsunuz, on gün müd detle müşahede altına alınmasına ve alınacak tabip raporuna göre, hüküm verilmesine karar veriyoruz. Sağına soluna dönerek üyelerin fikrini sordu. Sağında otu ran — sonradan öğrendiğime göre — bahriye mektebi nazırı Ratip Paşa: — Hay hay, muvafıktır, dedi, öbür üyeler de sükûtla kararı onaylamış oldular. On gün sonra: Ben, sanık yerine oturduktan sonra, tabip raporu okundu; bu, «Harbiye ikinci sene talebesinden Küçükayasofyalı Hayri Efendinin on gün müşahede altında tutulup aklında hiç bir bo zukluk görülmediğini ifade eden» b ir rapor’du. Reis sordu: — Ne diyeceksin? Cevap yerine ben sual sordum: — Raporu veren tabip akıl ve ru h hekimliğinde ihtisas sa hibi midir? Fazla bir şey sorduğumu anlatmak ve beni susturm ak istiyen öfkeli bir sesle, Reis : İki Neslin Tarihi — F. 4
— Taşkışlanın doktoru, dedi, (tababeti-akliye) akıl hekim liği dersleri de gören, deliyi akıllıdan tefrika m uktedir bir he kimdir; ehliyetine itiraza hakkınız yoktur. Bu cevap üzerine, ben çılgına dönerek şöyle dedim: — Ben masumum, bana isnat edilen suçu işlemiş değilim. İhtisas sahibi olmıyan, benim pekliğimi bile tedaviden âciz bir hekimin raporuyla beni mahkûm edecek mahkeme zalim bir mah kemedir, tatbik edeceği kanun zalimane bir kanundur; zalimleri Hazreti Allah cehennemin ateşiyle yakacaktır! Reşit Paşanın yüzünü, çakmak çakmak alevler içinde kal dığını hayal ettiğim gözlerini görmüyordum; ürkünç bir gazap içine girdiğini anlatan bir sesle şu sözleri söyledi: — Cemiyetin de iddiasını aşan bir cürüm işlemiş, adaletipadişahiye itiraz etmiştir; alın götürün. Tek kelime söylememe imkân yoktu, Mehmet ağanın izbandut kolları arasında, gene debboya tıkıldım, o geceden itibaren 5 numara gaz lâmbası da alınmıştı: haşerat ile karanlıkta savaş mak zorunda kalıyordum. Yüksek mahkeme hakkımda idam hükmünü vermişti. Bana tebliğ edilmiyen bu hükmü, Fizana nefyedilmek üzere Şeref vapuruna bindirildiğimiz gece, affışahane ile bir arada öğren dim! Padişah affı — Fizana sürgün Temmuzun en sıcak günleriydi; Dömeke harbinden dönen ve ilk tedavileri görülen malûl gazilerle Taşkışla koğuşları ve bu arada bizim koğuş doldu. Kiminin kolu kiminin bacağı ke silmiş, kimi gözünü kaybetmiş, kulağı sağır olmuş Karadeniz lilerdi. Çehrelerinde bir hoşnutsuzluk okunuyordu. Vücudu en sağlam kalmışlardan biri, Hopalı Niyazi onbaşı; benim süngü takmış nöbetçi ile beklenen debboy içindeki felâketli halimle ilgilenmiş, konuşmak, dertleşmek arzusu göstermişti: Vatan uğ runda hayatları boyunca sakat kalacaklardı, fakat bunca feda kârlıklardan vatana hayırlı hiç bir netice çıkmamıştı! Dert yanı yordu : Yunanlılar teslim oluyor, «Recep Paşa, kopse fotya»
ateş kes!) diye bağırıyormuş! Atinaya girmek, sulhu orada im zalamak varken karılar gibi durulur muydu? Hopalı Niyazi on başı, bu şikâyetleriyle kimi suçlu bulduğunu açıklamadan «böy le korkacak olduktan sonra ne diye ümmeti Muhammedi kav gaya yolladı?» diyordu. Gazete aldırmak için param yoktu, boğazımdan artan tayın ekmeğini sattırıp elde edilen para ile gazete okuyabiliyordum. Bir mecidiye çeyreği arttırdım , Haşet kitabevini tarif ederek Hopalı Niyazi onbaşıya fransızca Telemaque kitabını bile aldırt mıştım. Hüseyin amcama mektup göndermiş, bir kat çamaşırla bir iki mendil de getirtmiştim. Artık can sıkıntısı çekmiyor, deb boy hayatına bile alışmış bulunuyordum. Çamaşıra izin vardı, Taşkışlaya gelen amcamla ancak izbandut Mehmedağanm ya nında konuşabilmiştim: duruşmanın acıklı sonuçlanmasından Hü seyin amcam ağlamaklı olmuştu; üzüntüsünü hafifletmek için güler yüzle teselli sözleri söylemek bana düşmüştü. Padişahın cülûs günü, 19 ağustos 1313-1 eylül 1897, yüzbaşı sakallı Ahmed Efendi, samimî bir sevinçle gelerek h ay k ırd ı: — Müjde, Cevat Efendi, affı-şahane oldunuz! Elindeki sa bah gazetesinden de haberi okudu. Hakikaten büyük bir müjde idi; sordum : — Ne zaman çıkıyoruz? — Her halde yakında, cevabını verdi. Ahmed Efendinin sevincinden, istibdada karşı olduğu anla şılıyordu; belki bütün Taşkışla subayları, yüreklerinde bastır dıkları bir hoşnutsuzluk, bir kin, patlamağa hazır bir hınç için de idiler! Gazetelerle ilân edilen affı-şahanenin esasını, ancak çok, çok sonra, öğrenebilmiştim: Abdülhamit, başyaverini, genç Türk lerle pazarlığa girişmek üzere Avrupaya göndermişti. En evvel satılan Türk inkılâpçı Mizan gazetesini çıkaran, tarih profesörü Dağıstanlı Murat Bey (Ebulfaruk) olmuştu: Mizanın neşrini tatil etmek mukabilinde Abdülhamit ona 15.000 altınla Istanbulda bir yalı vermişti; 30 altın maaşla da Şûrayı-Devlet (Danıştay)
azası tayin olunmuştu; Padişah, bu pazarlık arasmda, Taşkışla mahkûmlarını affetmeğe de söz veriyordu. Günler geçiyor, aftan üm itler kesiliyordu. Bir sabah, 5 eylül 1897, kışladaki mahkûmları ve muhakeme altmda olup çabucak' bir karara bağlananları birer birer çağırdılar; fotoğraflarımız çekildi, yeni birer takım setre pantolon verildi! Askerlikten ta rt edilmiş, bir tarafa sürgün gönderileceğimiz aşikâr olmuştu. Ertesi akşam, gecenin ilerlemiş bir saatinde, hepimizi alt katın bir koğuşunda topladılar, herkesin arkasında bir gün ev vel dağıtılan setre pantolon vardı. İsimleri okunanlar, iki sıra süngü takmış muhafızlar arasında, Kabataştan, İdarei-Mahsusanm Şeref vapuruna naklediliyor, ambara indiriliyordu. Top yekûn 81 kişi. Hepimiz, tek ses, inkılâp marşını çağırmağa baş ladık : Her tarafta âh-u zâru rahnı-u şefkat nâbedid... Yukardan Zülüflü Paşa ateş püskürünce marştan, aynı ma kamla bir şarkıya geçildi: Anberin zülfün getirdi başıma sevdaları. Affı şahane ile Garp Tarabulusuna gönderilmekte olduğu muzu, oradan da Fizana gideceğimizi Zülüflünün okuduğu ira deden öğrendik! «Af ile mahkûm» ve «Şeref kurbanları» isimleriyle, son raları, trajik yazılara konu olacaktık. Vapurda: Şeref vapuru yolcuları, ambarda, hayata düzen vermek he vesine düşmüş gibi, mektep mektep gruplaştılar, aralarında bi re r reis seçtiler, Harbiyeliler beni o makama lâyık gördüler; fa kat ben, düzenliyecek bir şey görmüyordum: karavanalarla ge tirilen çorbayı içmek için tayfanın verdiği dört beş tahta kaşıkla şundan bundan ortaya çıkan iki üç fincandan başka, bir şey yoktu; yan yana yere çökmüştük, aynı kaşık bir ağızdan başka
bir ağıza geçiyordu! Yatmak için debboyların yırtık beylik örtüleri bile yoktu.
ot minderleri,
Gündüz iyice açıldıktan sonra, çocuklar, kuru tahtanın et kisiyle çatırdayan kemiklerine daha rahat yerler bulmak için güverteye çıkmayı denediler, bir yasakla karşılaşmadılar, ay lardan beri ilk defa bizi süngü takmış nöbetçiler beklemiyordu. Başımıza konmuş olan âmirin iyi kalpli ve iyi niyetli olacağma hükmettik. Az sonra, kendisini görmüş, tanımış ta bulunuyor duk: Dragon alayından, en aşağı 120 kiloluk bir dev adam, al baylıktan generalliğe terfi edilerek bizi tâ Fizana götürmeğe memur edilmiş! Mustafa Paşanın altmışlık çehresinde sinire dokunacak, istibdada olan kinimizi harekete getirecek çizgiler yoktu; ilk bakışta onu hepimiz babacan bulmuştuk. Tıbbiyeli Münip sekiz deste bezik kâğıtlarını beraber ge tirmiş, kaptan köprüsüne yakın güvertede bir arkadaşiyle oynyordu. Az ötede oturan Mustafa Paşa oyuncuları seyrediyor du. Tıbbiyeli arkadaşlardan biri, M ünibe: — Baron, dört kişi oynıyalım, deyince Paşa güldü ve he celeri çeke ç e k e : — Ne biçim bârûn imiş? diye sordu. Münip, kendisi, ablak ve şakrak yüzünün gülümseyişiyle a n la ttı: — Efendim, arkadaşlar benim irice vücuduma baronluğu yakıştırmışlar, öyle çağırıyorlar. Bir aralık, bana seslenen bir arkadaşın ağzından ismimi işitti, yanına çağırdı: — Pencerenin demirini söküp kaçan Cevat Efendi sen mi sin? İsmim onun ağzında Cavat ile Camat arasında bir şey olu yordu. Endişeye benzer bir his ile, «acaba buradan da kaçmağa kalkar mı» düşüncesiyle süzüyordu; ilâve ed e re k :
Garp Trabulusunda Vapur limana girmemişti, şehrin içinden geçirilmemiz is tenmemiş olacak. Bizim için geniş avlusu kapalı; süngü takmış nöbetçilerle beklenen, kem er kemer, pencereleri deniz üzerine açılan bir yer hazırlamışlardı; kalabalıksız yoldan oraya gitmeğe elverişli bir meydana çıkarıldık; bununla beraber beyaz holi (ehram) giymiş büyük bir kalabalık, meydanın jandarm alarla tu tulan uzak cephesine üstüste yığılmış, meraklı meraklı bakıyor, fakat hiç ses çıkarmıyorlardı. Bizi sakalı kısa kesilmiş, yanakları tıraşlı, gayet güzel gi yinmiş, yakışıklı, orta boylu bir bey güler yüzle ve «Hoş geldi niz» selâmiyle karşıladı. Gırtlaktan, kürt aksaniyle, H sesini çıkaran bu adamın merkez kumandanı, albay Bahri Bey oldu ğunu sonra öğrendik: o da, bizim gibi, Garp Trabulusuna sür gün edilmiş Bedirhanlılar ailesindendi. Bizi bekliyecek bölüğün subayları, yüzbaşı Arap Galip ile teğmen Giritli Haşan, kemerli koğuşumuza geldiler, bizimle ku caklaştılar! Avrupadan Genç Türklerin gazetelerini alıyorlardı ve birinci günden, okumak istiyenlere getirmeğe başladılar. Şeref vapuruyla gelen 81 mahkûmdan ikisi, tabip yüzbaşı Reşitle dazlak Cevdet serbest bırakılmıştı, onlardan Reşit bele diyenin doktoru olarak kullanılmıştı. Bu iki doktor, bir müddet sonra merkez kumandanı Bahri Beyin torunları sayılan iki gü zel kızla da evlenmişlerdi. — Zeki Paşa, askerî mektepler nazırı, o daracık yerden nasıl kaçtığma şaşmış! dedi, kendini görseydi şaşmazdı! Beni zayıf, ince, çöp gibi buluyordu.
Dişlek Haşan, Paşanın yanına yardımcı verilen, mektepten koğulmuş, jurnacılıkla çavuşluktan yüzbaşılığa yükselmeğe yol bulmuş, tükürmek çin bile suratına bakılmaz bir mahlûktu. Sütlimanlık, ufkunda pek seyrek kara görünür, geniş bir deniz üzerinde yolculuğumuz altı gece beş gün sürmüştü. Kemerli koğuşa hapsedilenler arasında, çoğunluğu harbiye, askerî tıbbiye ve bahriye talebeleri teşkil ediyordu, fakat tabip yüzbaşı Süleyman Emin, kurmay yüzbaşı Silistreli Hamdi, kur may sınıfından Ferit, Yusuf Akçura, bahriyeli yüzbaşı Sami, Ali Fahri, Hafız Hayri, Saffet, ağabeyi Ali gibi subaylar, şeyhler, avu katlar, memurlar da vardı. İdam hükmünü giymiş 11 kişinin ya nında, 10, 5, 2 seneye mahkûm olanlar bulunuyor, hattâ bir ki şinin cezası altı ayı geçmiyordu. Mizancı Murat pazarlığiyle affedilen, ve afları cülûs günü İstanbul gazetlerinde ilân edilen bu siyasî mücrimler — Fizana sürülmek ü zere— Garp Trabulusuna getirilmişti. Kemerli koğuşa birinci günden neşeli bir hayat başlamıştı; herkese birer nefer erzakı ve gündelik altmış para tahsis edil mişti. Parası olanlar da istedikleri gibi paralarını kullanabiliyor du. Üzüm mevsiminde, eylül ayında idik ve Garp Trabulusunun nefis, bal gibi tatlı üzümleri vardı. Bahriyeli Saffet, ağabeyi Ali, ben ve daha bir kaç arkadaş, çabucak şira yapmak için ne lâ zımsa tedarik edivermiştik: otuz kırk kuruşa yüz okkalık büyük bir küfe üzüm almıştık, muhafız subaylarımız tencere, teneke gibi kaplar getirip verdiler. Beş on paraya, istiyen taze üzüm yiyebiliyor, istiyen bardak dolusu şira içiyordu; birinci günü tatlı olan şira bir gün sonra hafif mayalanmış, üçüncü günü ise neşe verecek mırmırık bir hal almış bulunuyordu. Bahriye subayı Hafız Hayri; aşçılığiyle ünlenmişti, man galara ayrılıp Hafız Hayrinin hocalığı altında, etli yemeğimiz, pilâvımız, pişerdi, bulaşığı da kendimiz yıkardık. Tıbbiyeli arkadaşlardan biri kırmızı teğelle beyaz külâhlaı işlerde, ben de bunlardan birine, fransızca, «Vive la liberté» (yaşasın hürriyet) yazmış, başıma geçirmiştim.
Trabulusun kıblî dedikleri sam yeli hatırı sayılır sıcak rüz gârlardandır. Bir gün, eylül ortasmda, böyle bir yel esmiş, av luya çıkılmaz, nefes almmaz bir ateş içinde kalınmıştı; yalmz koğuş, pencereleri denize açıldığından, serindi. Öğleden bir az sonra, 120 okkalık Mustafa Paşa, soluya ıkına, bizim serin ko ğuşa kendini atmış; Süleyman Emin Beyin yatağına ilişmişti. Acı acı şikâyete başladı : — Çocuklar, sıcaktan guşlar düşüyor! Fizana nasıl gidece ğiz? Ben, gülerek, damarına bastım : — Fizan da bizim vatanımız, paşam, gidelim, orayı da gö relim! Başımdaki krmızı yazılı külâha baktı, Dr. Süleyman Emin den ne yazılı olduğunu sordu, kendisine «Vive la liberté!» yi izah ettiler. Acınacak bir sesle : — Nedir bu liberta, Camat Bey, diye inledi. — îstanbulun hürriyetsizliğinden öcalyorum, paşam, de dim; hürriyet sözünü bırakınız da istediğim gibi haykırayım. Mustafa Paşa, bizi, padişaha bir arıza ile yalvarmaya teşvik için gelmişti. Sam yeli Mustafa Paşanın gözünü yıldırmıştı, Fizan yolculu ğu onun için ölüm demekti. Dr. Süleyman Emin, kurmay Hamdi, avukat Hakkı, şeyh Naili., v.s. ile anlaştı, «Biz mürahik kulları..» diye başlıyan bir arîza ile padişaha dualar edildi, sadakat tem i natı verildi. Mustafa Paşa bu arîzayı — bizi beş vakit namaz kı lar, efendimize dua e d e r— insanlar olarak tezkiye eden, «Divan-ı harbin yanılmış olacağına ihtimal veren» kendi mektubu ile beraber, mabeyne gönderdi. Mustafa Paşa, Trablus valisinde büyük bir müttefik buldu: Vali de bizi koruyan, Fizana gönderilecek insanlar olmadığımıza şahitlik eden başka bir mektup yazarak mabeyn-hümâyuna sun du; oysa ki vali semtimize uğramamış, nasıl yaşadığımızı ve ne düşündüğümüzü soruşturmuş bile değildi! Fizan yolculuğunu
kendisi için hayatî bir tehlike sayan Mustafa Paşa ile ağız birliği ederek padişahı aldatan valinin de bunda m enfaati büyüktü; 80 kişinin, yolu çöl içinde bir aydan fazla sürecek bir yere, Fizana, sürülmesi için bir bölük askere, bir kaç yüz deveye ve bu kadar büyük bir heyeti seferiyeye yetecek erzaka ihtiyaç vardı, vilâ yetin fakir bütçesi buna katlanamazdı! Padişahın güvendiği, sadakatlerinden emin olduğu bu iki kulu, tehlike müşterekliği ve menfaat birliğiyle Fizana sürül mekten kurtulmamıza hizmet etmiş, velinimetlerini aldatmış idiler. Kopan isyan ve sonucu Muhafız bölüğünün subayları, Arap Galip ile Giritli Haşan Beylerin, daha ilk günden bizimle kucaklaşıp kardeşlik göster diklerini ve Genç Türklerin yayınlarını koğuşa getirdiklerini söylemiştik. Bu gazetelerin meraklı okuyucuları pek azdı, kim lerin okuyup nerede sakladıklarını da bilmiyordum. Dişlek Ha şan koğuşa girmeğe cesaret etmezdi, hakaretlere uğrayacağın dan şüphesi yoktu; bu sebepten, bir akşam, geç vakit, koğuşa gelmesi umumun dikkatini çekti, ne yapacağına merakla bakı yorduk: doğru, en genç arkadaşımız, 16 yaşında, tıbbiyeli Etem Ruhinin yanına gitti, dolabından bir paket «evrak» çıkardı ve suç üstü yakaladığı arkadaşı beraber alıp götürmek istedi; he men, öne atılıp arkadaşımız Etem Ruhiyi elinden aldık ve ken disini avluya kadar kovaladık; orada, iki nöbetçiye «Vurun! süngüleyin!» emrini verdi. Ben, tüfeklerini çeviren fakat vurmağa da cesaret etmiyen, iki nöbetçiye haykırdım : — Dinlemeyin! O sizin âmiriniz değildir! Başınız belâya girer! Erler bu haklı ihtara kulak astılar, nöbet yerlerine gittiler biz de koğuşumuza girdik. Dişlek Haşana kim haber vermişti? Meselenin iç yüzünü bilenler vardı: genç, yakışıklı çocuğa
sapık sevgi gösteren ve yüz bulamıyan tıbbiyeli Muh... isminde biri kin bağlıyarak bu alçaklığı yapmıştı! Dişlek Haşan, Mustafa Paşaya, valiye baş vurarak, kendi sini avluya kadar kovalıyanların şiddetle cezalandırılmasını is tiyordu. Ertesi gün müddei-umumî (savcı) koğuşa geldi, tahki kat için, avludaki subay odasına, herkesin birer birer çağırıla cağını söyledi. Savcı Hacı Raşit Bey de, bir kaç yıldan beri Trabulusa menkûp (gözden düşmüş) olarak sürülmüş bulunuyordu. Teklifi şiddetli itirazımıza uğradı, başta ben, bağırıyorduk: — Tahkikat burada, herkesin önünde, olsun! Hacı Raşit Bey, sertlik göstermiyor, yumuşak konuşarak: — Kimseyi ayırmıyacağım, diyordu; sorgudan geçen koğuşa dönecek, neler sorulduğunu arkadaşlarına anlatacaktır, böylece, herkes tahkikatın nasıl yapılacağını öğrenmiş olacaktır. Sorgunun ayrı ayrı olması zaruridir, böyle yapılmazsa her kafadan bir ses çıkar, karışıklık olur. Bu düşüncelere karşı bir şey diyemiyorduk. Savcı teklif etti: — Kim isterse, ilk o gelsin, sorgusu ya pılsın, sıra ile gelecekleri de siz tespit edin. Bunun üzerine, benden başlamak üzere, Savcının yanma birer birer gidilerek tahkikat üç gün sürdü. Askerî zindanda Hacı Raşit Bey, Dişlek Haşanı avluya koğalıyanlardan ve bu isyanı doğru bulanlardan 21 kişi ayırmış, Etem Ruhiyi — ih timal sapıklığın önünü almak iç in — ayrı bir odaya vermişti. Ben, tabiî, 21 lerin içindeydim. Bunlar için askerî zindan boşaltılmıştı; ondördümüz aşağıdaki odalara, yedimiz merdiven le çıkılan ve alt taşlığa balkonu olan kısma ayrılmıştık. Subay ve subaylardan çok zayıf olanlar yukarıya verilmişti. Zindanın taş lığı üstüne gerilen sık dikenli tellere konan kuşlar üstümüze pislerlerdi.
Birinin omuzuna binenin ancak parmaklarına güneş değebilirdi! Alt odaların duvarları iki parm ak koyuluğunda yeşil küfle kaplıydı. Ancak yerlere hasır serebilmiştik. Dışardan, teftiş veya başka bir iş için, burnunu tutm adan kimse giremi yordu. Kasımdan haziran ortalarına kadar, bu öldürücü şartlar altında süründük, yalnız ayaklarımıza, Dişlek Haşanın istediği demir pranga vurulmamıştı: Hacı Raşit Bey bundan fazla bir şey yapamamıştı. Onun yerinde bir padişah bendesi savcı ol saydı, yalnız yirmi birimiz değil, hepimiz zincire bağlanır, ayak larımıza demir vurulurdu. Başlıca işlerimiz, başta, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak, tavla ve bezik oynamaktı. Ayakkabı kalıbı, ariyet olarak bulmuş, eski festen ve eski kundura tabanından kendimize bir de terlik ler yapardık. Hatıra gazetemiz Balık tutkalı ve gliserinle bir poligraf (yazıçoğaltır) yap mak usulünü, Kandıyada, rahm etli Cafer beyin tam im ler için kullandığı pelteden öğrenmiştim. Bir eseri-cedit kâğıt büyüklü ğünde bir teneke kutu içine eritilen balık tutkalını dökmüş, gliserin de karıştırarak poligrafımızı yaratmıştık; anilin boyasiyle 20-30 sayıda bir tiraj sağlıyabiliyorduk. Bu hazırlıktan sonra, «Hatıra» ismiyle, dört sahifelik bir gazete neşrine baş ladık. Baron Münip bu işin baskısı için çok yardımda bulunu yordu. Benden başka, Yusuf Akçura, Ağababa ismiyle andığı mız Ali Fahri makaleler veriyorlardı. Her sayıdan ikişer tane, Romanyaya kaçıp gazetesini çıkaran Temo’ya (İbrahim Eteme) gönderiyorduk. Kemerli koğuşta kalanlar da heveslendiler, «Menfada» is miyle bir tane de onlar çıkarmaya başladılar. Orijinal olduğu kadar, nefse itimat veren, olgunlaştıran ve eğlendiren bir çalışma bulunmuştu. Hele gizliliği siyasî oyunu muza bir ciddilik getiriyordu.
İkinici affı şahane Kışı, baharı geçirmiştik, haziran ayında, bir gün, kemerli koğuştan sevinçli bir haber g eld i: İkinci bir affı-şahane ile ser best bırakılıyorduk. Vali, hepimizi birer birer çağırdı, kur’ana el bastırıp sada kat yemini formülünü okuttu; sonra: — Padişahımız efendimizin ömrüne dua edin, dedi; affı-şa hane ile serbest hayatınıza kavuşuyorsunuz. Sorduk: — Mekteplerimize dönüp tahsilimize devam edecek miyiz? — Şimdilik burada kalıyorsunuz, dedi; inşallah bu da olur, m erhamet ve adalet-i şahaneleri büyüktür. Şehrin dış kısmında tutulan büyük bir ev bize tahsis edildi; Garp Trabulusundan ayrılamıyacaktık, kendi kendimize iş ara yıp tutabilecektik; bir nefer tayiniyle 60 para gündelik devam edecekti. Genç Türklerle muhaberesi olanlardan affı-şahanenin esası anlaşıldı: Abdülhamit Osmanlı gazetesini de satınalmıştı, onu çıkaran Dr. Abdullah Cevdetle Dr. İshak Sükûti, Mizancı Murat Bey gibi, bir kaç bin altına mukabil neşriyatı tatil etmişler, birer sefaret doktorluğuna da tayin edilmişlerdi; bu pazarlık arasın da, padişah bizim de affedileceğimize söz vermişti. Ahmet Riza Beyin çıkardığı Meşveret, Doktor Behaettin Şakirle Doktor Nazımın ve Samipaşazâde Sezai Beyin neşrettiği Şûray-ı Ümmet mücadelelerinde sebat ediyorlardı. Hoca Kadri nin de, ayrı bir grupla, Mısırda neşrettiği gazete devam ediyor du. Keşke Mizan da, Osmanlı da satılmasaydı! İnkılâpçı bir sa vaşa atılanların düşmana satılması kadar büyük dâvaya ihanet olur mu? Serbest kalan arkadaşlardan Baron (Münip) bir saatçi dük kânı, tıbbiyeli Sabri usta bir demirhane açtı, Tavşan Kâmil bir yel tulumbası inşa etmek için hükümetle anlaştı; Dr. Süleyman Emine, kurm aylara... subaylara rütbeleri iade edildi; îstanbuldaki ailelerinden para alabilecekler de vardı. Salı pazarı mey
danına çıkarken, Çok büyük bir kahveyi de bizden daha eski sürgünlerden iki kişi tutup idare ediyorlardı. İşsiz kalanlar için en büyük ihtiyaç kitap okuyacak ve dinlenilecek bir yerdi. Tıbbi yeli Ali Ağa (Onbulak), Bahriyeli Ali, Ağababa (Ali Fahri), ben büyük kahveyi işleten arkadaşlardan, bir yandaki dükkânı tutup kitaphane haline getirdik: Herkes kitaplarını getirip oraya koy du, cüzi aidatla da Paristen kitap getirmeğe başlandı. «İrfan kitaphanesi» böyle kuruldu. Kitap eve de alınabilirdi, alan is mini deftere kendi yazar, iade tarihini kendi kaydeder, kitabı yerine kordu. Bu anarşik idare pekâlâ yürümüştü. Büyük evin bir kaç odası ve mutfağı vardı, yemeğimizi ken dimiz pişirirdik, aşçı dükkânına gitmeğe ihtiyacımız yoktu; bu hayata on ay süren mahpusluk sırasında lezzetli yemekler, ta t lılar yapmağa alışmıştık. Annem vev nişanlım Resmoda, Kaadiri tekkesinin bir köşesinde yaşadığımız za man nişanlanmıştık. Nişanlandığımız vakit ben 16, Ratibe N uri 14 yaşında idik. Kuleli İdadisinden sılaya gelmiştim. Anneciğim: «Resmonun en güzel kızı Ratibedir» diyordu: sırma saçlı, çakır göz lü, ince yapılı bir sarışın güzeliydi. Benden üç yaş büyük ağa beyi Ali Nuriyle iyi arkadaş olmuştuk; fakat Ratibe nişanlan madıkça benimle konuşmak istemiyordu; ben de bunun için, güzelliğiyle ve iffetiyle ün salmış bir kızla konuşabilmek için, annemi görücü göndererek Ratibeyi annesinden istetmiştim; çok neşeli, her işin alayında olan halam Hatice hanımm telekedeki balkonlu dairesinde, gayet mütevazi bir nişan töreni yaptık, annem sevgili gelinine Cafer Beyin hediyesi olan broşu vermişti. Bu gülünç formalitelerle çok beğendiğim kızla, tabiî ev içinde, konuşabiliyor, tekkenin bahçesinden topladığım gülleri, yase minleri ona verebiliyordum; çoğu zaman odada yalnız kalabili yorduk, on altı yaşmda bir erkek namzedi için bahtiyarlığın en yüksek derecesi bu olabilirdi.
Babaları Nuri Fafuloğlu Amnato kazasının zenginlerindendi; uzun boylu, mat beyaz, sarışın bir erkek güzeliymiş, oğlu Ali ile kızı ona çekmişlerdi. O tarihte tedavisi son derece güç sa yılan akciğer hastalığından (zatürreeden) Nuri ağanın ölümün den sonra, bütün aile, evkaf mütevellisinin himayesiyle, tekke nin bir hücresine sığınmıştı. Ali Nuri ilk okulu bitirmiş, bir ayakkabıcının yanma çırak girmişti, ara sıra da Amnatoya gi der, babasından, dedesinden kalma tarlaların, zeytinliklerin birini satardı, elde edilen para ile geçinirlerdi. Anneleri Cemile Hanım çok melankolik bir tip idi: konuş maz, gülmez, makina gibi çalışır bir kadındı; Ratibenin dayısı Mehmet Ali de sokaklarda dolaşan bir meczuptu. On dokuzun cu asrın ikinci yarısında, Giridin Türk ailelerinin genel terbi yesi ve göreneği bu veraset meselelerine hiç önem vermezdi, aklına bile getiren yoktu. Maalesef hâlâ yirminci asrın ortasın da da, evlenmelerde, bu aklî verasete karşı aynı ihmâl hüküm sürer. Annem, bir köyden başka bir şey olmıyan Sudada, annean nemin yanında istemiyerek otururdu; şehirde, Resmoda, bildik leri.. tanıdıkları arasında oturmayı tercih ederdi, hele oğluna nişanlı bir gelini olduktan sonra, Sudaya pek az gider, annesin den bir m iktar para alır, Resmoya dönerdi. Ondokuz yirmi ya şındaki güzel kemençe çalan, türkü söyliyen, yakışıklı Ali Nuriden, Ratibenin ağabeyinden de hoşlanırdı. Ben Harbiye mektebine geçtikten ve kendimi vatan düşün cesine verdikten sonra, Ratibeyi nişan esareti altında tutmayı büyük bir insaniyetsizlik saymağa başladım. Gizli cemiyetlere numaralı üye olarak girmemek, «evrak» dağıtmamak ihtiyatlılığımla tevkif olunabileceğimi hatırım a getirmiyordum, fakat sınıfta veya şubede birinciliği muhafaza ettiğim için, erkâm -harp (kurmay) sınıflarını da bitirip altı sene sonra yüzbaşı çıkacak tım, kızcağızı altı sene bekletmek büyük bir günahtı. Samimî bir mektupla bunları anneme yazdım, Ratibeyi serbest bırakmanın bir ahlâk borcu olduğunu anlattım. Fakat altı değil'on altı yıl dahi beklese, benimle ve yalnız benimle evlenmekten başka bir
şey düşünmediğini söyliyen Ratibecik, ağlamış, hıçkırmış ve sı cak- göz yaşları dökerek günlerini geçirmekten başka bir teselli aramaz olmuştu. Şu da vardı: annem de bu nişanın bozulmasını istemiyordu; yakışıklı kaynımın kemençe konserlerinden ayrıl mak genç dul için çok güçtü. Mahir Saidin ricasiyle dayısına yazdığım tezkere yüzünden Taşkışla Divanı-harbisince mahkûm olduktan sonra, Hopalı Niyazi onbaşı vasıtasiyle anneciğime bir mektup daha yazdım, Ratibeciğin serbest bırakılmasından başka bir şey düşünülemiyeceğini anlattım; fakat ondan cevap alamamıştım. Dömeke zaferinden sonra, korkak Abdülhamit, Giridin m uhtar bir prenslik olmasına razı olmuş, Osmanlı ordusu ada dan çekilmişti. Halk arasında panik uyandıran bu hâdiseler üze rine hicret başlamış, bizimkiler İzmire, halamgiller Istanbula göçtüler. Büyük sefalet çekilmiş, Ratibecik çiçek hastalığına tutulmuş, annem de verem olmuştu; nişanlımın gül yüzü harap olmuş, sırma saçlarından, çakır gözlerinden başka, o delik deşik çehrede ve bir deri bir kemik vücutta bakılacak hiç bir şey kalmamıştı. Affı-şahanenin yayılması üzerine, anneciğim, sevgili geli nini, melankolik kaynanamı, kemençesiyle kaynım ve dostum Ali Nuriyi ve küçük kaynım Mehmedi almış, beş kişilik bir aile olarak, vapurla Garp Trabulusuna gelmişti. Bana Giritlilik bağ lılığı gösteren ve o sırada limanda bulunup beni aradıklarını anlıyan ayakkabıcı Hüseyin ustanın delâletiyle, mutfakta ye mekle meşgul olduğum bir sırada, eşyaları bir arabada, kendi leri başka bir arabada, çıkageldiler. Annem «nişanlını öp» de diği zaman, HabaralıRatibeciği tanıyamadım. Lâzım gelen güler yüzü göstermek m etanetini kendimde buldum, kucaklaştık, öpüştük, birbirimize sarıldık; onlar hıçkırıyordu, benim de göz lerim yaşarmıştı. Pişirmiş olduğum yemekle karınlar doydu, hele ikram etti ğim hurma tatlısına bayıldılar, uzun zaman bu tatlının hatırası unutulmadı.
Vakit geçirmeden ev aramağa koştum; Dahrada, dış şehrin en fakir mahallesinde, aylığı 40 kuruşa, bir ev tuttum . Trabulus kerpiçi sayılabilen dövme toprakla örülmüş, üstü de toprakla ör tülmüş, bir küçük avlu etrafında üç odalı bir evdi. Bir kaç tah tayı, nasıl tedarik ettiğimi, kimlerden ariyet aldığımı hatırlam ı yorum, pılı pırtı bunların üstüne serildi, yorgun argın misafir lerim yatırıldı, ben yine kendi ot minderimde yattım. Bir iki arkadaştan aldığım dört beş mecidiye kadar bir kredi ile ev düzenine başladım ve hemen verecek ders aradım. Albay Şükrü Bey isminde iyi kalpli bir subaya tavsiye etti ler, geri kalmış ilk okullu oğluna türlü dersler verecektim, Şükrü Bey kendi maiyetinden zenci binbaşı Ferhat ağanın da geri kalmış çocuğunu buldu: haftada beş defa, Şükrü Beyin evinde, birer saat ders verecektim, albay 4, binbaşı 2 mecidiye verekti, ihtiyacımı düşünen albay ilk aylığı avans etmek lûtfunu, gayet nazik sözlerle, kabul ettirdi.
Dâvamızın büyük mücahidi kaymakam Şevket Bey Biz siyasî sürgünler serbest bırakıldıktan sonra, mareşal Recep Paşa Bağdattan Garp Trabulusuna getirilmişti, az zaman da başyaveri yarbay Şevket Beyin nasıl yüksek bir vatansever, cesur bir inkılâp mücahidi olduğunu öğrenmek fırsatını bulmuş tum. Bizim kurmay subayları, Feritle Yusuf, teğmen rütbeleriy le, Şevket Beyin maiyet ve himayesine girmişlerdi, onların tav siyesiyle beni de evine, sofrasına ve sohbetine çağırmağa baş lamıştı. Bir akşam, koca Reşit Paşanın tanzimat ve Mithat Paşanın meşrutiyet hareketleri üzerinde konuşuluyordu. — Muvaffak olmayan bu iki tecrübeden sonra vatanı için de bulunduğu m uhataradan kurtarm ak için hangi yoldan gidilme lidir? Şevket Beyin ortaya koyduğu bu fikir üzerine münakaşa baş lamıştı : Y. — Cemiyetin başında bulunanlar, Meşveret ve Şûrayı Ümmet gazetelerini çıkaranlar nasıl bir yoldan gitmek istiyor lar, önce bunu anyalım. F. — Mithat Paşamn temel kanunu geri getirilsin, m eşru tiyet gene ilân olunsun, Milleti temsil edecek Maclis, memle keti idare edecek kanunları yapsın. İstediklerinin hulâsası budur, zannederim. Y. — O tem el kanunun bir iki maddesi, bilindiği gibi, pa dişaha yüksek haklar veriyordu, Abdülhamit bunlara dayanarak ve taraftarlar satın alarak koca Mithat Paşayı yok edebilmişti; Vefik Paşaya idare ettirdiği Meclisi de dağıtabilmişti. Ş. B. — O halde, padişaha bu hakları vermiyen bir temel kanun için mücadele etmelidir. İki Neslin Tariki — F. 5
Y. — Öyleyse, Meşveret ve Şurayı-Ümmet gazetelerine bu fikirler bildirilmelidir. Şevket Bey benim de ne düşündüğümü anlamak istedi : — Efendim dedim, bu münakaşadan çok istifade ediyorum; şüphesiz o tem el kanunla, istibdadı kaldırmak için, padişaha o haklar verilmemelidir, fakat «hazine-ihassa» kalacak mıdır? Memleketin üçte bir geliri hazinei-hhassaya gidiyor, bu servet le müstebit en kültürlü, en m uktedir vatandaşların vicdanlarını satın alabiliyor; misal olarak Mithat Paşanın mahkûm olmasına, Üssi-inkılâp isimli eseriyle yardım eden Ahmet Mithat Efendiyi ihsanlariyle ve Karakulak imtiyaziyle satmalmıştır; buna karşı Hiss-i İnkılâbı yazan Şıpka kahram anı Süleyman Paşayı Bağdata sürmüş, ölünceye kadar, on beş yıl, orada tutmuştu. Şevket Bey: — Aferin, dedi; çok doğru! Padişahlar istib datlarını bu hazinei hassa kuvvetiyle yürütüyorlar. Y. — Hazinei-hassa sefahatlerine kâfi gelmiyor, Avrupa’dan, Avrupanm en çıfıt maliyecilerinden, yüz yerine 80’den borçla nıyorlar, milletin başına düyunu-umumiye belâsını getirdiler, Devlet gelirinin biri bütçe biri de padişah borçlarına gidiyor; başlıca vergileri, resimleri yabancı bir idare tahsil eder, Devletin istiklâli kalmıyor. Ş.B. — Konuştukça nasıl b ir tem el kanun için mücadele et mek lâzım geldiği meydana çıkıyor. F. — Padişahın hâkimiyeti İngiltere kırallarının hâkimi yeti gibi olmalı, padişah irsi bir reis haline getirilmelidir. Ş.B. — İkiniz, Siyasal bilgiler tahsiliniz için malî imkân bulmak üzeresiniz; sizi Parise kaçırırız, Ahmet Riza, Samipaşazade Sezaî, Dr. Bahaettin Şakir, Dr. Nazım ve diğer Genç T ürk lerle tanışır, konuşursunuz, Trabulusun düşündüklerini anla tırsınız; aramızda muhabere devam eder, bir yandan da tahsili nizi yaparsınız. «Cevat ta beraber gelebilseydi iyi olurdu, fakat ailesinin başından ayrılamaz, o bizimle burada kalır. (Bana dönerek) : — Siz şimdi ne ile meşgul oluyorsunuz? — Efendim, dedim, Bibliothèque Nationale (bibliotek nas-
yonal)’m ucuz kitaplarından, İrfan kitaphanesine bir kaç tane getirttik. Jan Jacque Rousseau’nun Contrat Social (kontra sos yal) ini okuyorum, tercümeye de çalışıyorum. Ş.B. — Üç gün sonra beni görün. Dr. Adnan ile Parise git miş olan N urettin Bey, Paşanın büyük oğlu, m ektepten usanç ge tirdi, siz onun iyi bir arkadaşı olabilirsiniz; konuşur, münakaşa edersiniz. Paşaya arzedeceğim. Büyük bir sevinçle kendisine teşekkür ettim. Recep Paşa ve oğlu Nurettin Bey Recep Paşa, siyasî sürgünler arasında, Paristen yeni dönen büyük oğlu Nurettin Beye, arkadaşlık ve hocalık edecek birinin bulunduğuna memnun olmuş, beni yanma çağırtmış, iyi bir yer göstererek oturtmuştu ki, bunu paşyı tanıyanlar büyük bir iltifat saymışlardı. Dömeke zaferinden söz açıldı, bozgun Yunan as kerinin kaçışmı anlattı ve Abdiilhamidin korkaklığına sert bir lisanla attı tuttu. «Sulh Atinada imzalanabilirdi. Devletler zafe rimizi hazmedeceklerdi, üstümüze ordu sevketmeğe hiç bir dev let cesaret etmiyecekti...» Bu tenkit Hopalı Niyazi onbaşmın ağzma ne kadar uygundu! Çünkü ikisi de, basit Mehmetçikle m ağrur başkumandan, aym millî yaraya, istibdat denilen yılana dokunmuş oluyorlardı. Ben büyük bir hürmetle dinlemiş, kahramanca vatansever liğine koltuklarım kabartacak sözlerle hayranlığımı göstermiş tim ve çok sevdiği tavlada yenilmesini de bilmiştim! Recep Paşanın nazarında insanlar ikiye yarılırdı, başta Arnavutlar gelirdi; Arnavut olmıyanları da ikiye ayırırdı: asker leri üstün tutardı. Bir başıbozuk (yani sivil) bir askere karşı dâvacı olsa, haklı olduğunu Recep Paşaya kabul ettiremezdi. Paşanın karakteri hakkındaki belirtilerim, burada tafsili fazla, işittiklerime ve sonraki kendi müşahedelerime dayanır. Paşanın himaye ettiği, kaydırdığı, refah imkânı bağışladığı Arnavutlar çoktu, bunlar arasında, Vilâyet reji müdürlüğüne tayin ettirdiği bir Ettim vardı; kendisine «Sen benim Allahımsın!» derdi ve Paşa hoşlanır, dalkavuğu susturmazdı.
O gün, Eftim de Paşanın yanına gelmiş, bu sıkılmaz dal kavukluğu benim yanımda da pervasızca tekrarlıyordu; benim konakta tutacağım yeri öğrenmiş, bana da iltifat etmişti, fakat: «Arnavut ta olsaydın ine kadar iyi olurdu!» demekten de geri kalmamıştı; fırsattan faydalanarak: «Ben yarı yarıya şkiptar’ım ( = am avutum) dedim, annemin büyük babası, Zeynel isminde bir jandarm a yüzbaşısı idi». Recep Paşanın himayesine iki katlı bir hak kazanmıştım: hem arnavut hem subay bir adamın torunu oluyordum. N urettin beyin yanma başyaver Şevket Beyle beraber git miştik. Geniş, serin, basit döşenmiş bir odanın en gölgeli yerinde, kapmın karşısında, oturmuş, elinden hemen hiç düşmiyen si garasını içiyordu, bizi görünce, tablaya koydu, ayağa kalkarak yaklaşan Şevket Beye elini uzattı. Ona muhabbet dolu bir ağa beylik etmekte olan başyaverin: — Size çok kıymetli bir arkadaş getirdim, demesi üzerine, bana da elini uzatt, ve: — Haberim var, sevinerek bekliyordum, dedi. O, sigarasını gene almış, tik halindeki kuru öksürüğünü boğmuş, yumuşak kanapesine oturmuştu, biz de birer kamış koltuğa geçtik. — Siz aranızda anlaşırsınız, vakitlerinizi nasıl geçireceği nizi konuşursunuz; diyen başyaver ayağa bile kalkmıştı, daha ziyade zamanı yoktu. N urettin Bey, gene kuru öksürüğünü boğ du, usta terzi elinden çıkmış gri kostümüne uygun getirli ayakka bısını halıya vurarak kanapesine otururken bana: — Size, bizim Mehmet Efendi, buraya yakm bir ev arıyor du, dedi ve zile basarak gelen hizmetçiye «Mehmet Efendi bu rada mı?» diye sordu. N urettin Beyin dersten, çalışmadan başka bir lâf konusu aradığı anlaşılıyordu. Üçüncü yaver teğmen (mülâzim) Mehmet efendi paşanın vekilharçlık işlerini görürdü; bana ev aramış ve şehir dışında, ko nağa yakın, aylığı 75 kuruşa münasip bir ev bulmuştu; birlikte evi görmeğe gittik, Dahradan göçümüzü de, askerî vasıta ile,
bu yaver sağlıyacaktı; paşanın bana 3 lira (altın) aylık tahsis et tiğini ondan öğrendim; bu bir mülâzim aylığı kadar bir şeydi. Ben dönünce, N urettin Bey, derslere çalışma işini de açtı: «Fransızca romanlar okuruz» programiyle ve yanında bu lunan «Fifie» isimli hafif, serbest sevişme sahneleriyle, neşeli, nükteli muhaverelerle dolu bir kitaptan başladık. Ben okuyor dum, N urettin Bey, sigarasını içerek, esprilere gülerek dinli yordu. Heyecanlı yerlerde tik (kuru öksürük) geldikçe öğrenci arkadaşım ayağa kalkıp tekrar otururdu. Bundan sonra okunacak rom anları tespit etmek için iki üç gün içinde bir edebiyat tarihine bakmayı üstüme aldım. Paristen ısmarlamağa karar verdiğimiz kitapların listesi, sipariş mek tubu az zamanda hazırlanmış ve on beş gün sonra kitaplar da gelmeğe başlamıştı. «Fifie» den çok eğlenen N urettin Bey Bernardin de Saint Pierre’in «Paul et Virginie» romamnın masum sahnelerine de bir ilgi gösteriyordu. Daha sonra rahip Prévost’» nun Manon Lescaut’sunu okuduğumuz zaman edebî zevki incelmiş, hissileşmiş bulunuyordu. Gittikçe, aylardan sonra, Guy de Maupassant’ın hikâyelerine bayılıyordu. «Bel ami» romanını ise bana saatlerce okuturdu.
Bir raporun tercümesi Vali Hafız Paşa, şehire, «Bumilyana» isimli bir sazlı kayna ğın suyunu akıtmak istiyordu; bu işi başarmak için, en önce mütehassıs bir yabancı mühendise gereken incelemeleri yaptır mıştı. Mühendis uzun zaman bu güç teşebbüsün nasıl gerçek leşeceğini yerinde etüd edip fransızca yazdığı raporunu Vali paşaya sunmuştu. Makiına ile yazılmış onbeş sayfa tutan bu raporu, vilâyette türkçeye çevirecek hiçbir memur yoktu. Vali, haftanın muayyen gününde, Recep Paşa ile görüşürken, Bumilyana suyunun şehire akıtılması hakkında verilmiş olan fransızca rapordan çıkan te r cüme imkânsızlığını söylemiş; Recep Paşa da tereddütsüz: «Bi zim N urettinin hocası bu raporu tercüme eder» demiş ve dosyayı bana göndertmişti. Üç dört gün sonra, tercüm enin hazır olduğunu bildirdiğim zaman, çok memnun kalan Paşa; «Kendin Vali Paşaya götürür, tercümeyi de raporu da eline verirsin!» dedi, görülen işe büyük bir kıymet verdiğini gösteren sözler de söyledi. Vali tercüm enin tetkikini mektupçu kalemi mümeyyizi ve mektupçu vekili Davut Efendiye havale etti. Bu münasebetle tanıştığım — ve az zamanda dostluğunu kazandığım— Davut Efendi çok iyi İtalyanca bilen, kültürlü, olgun ve çalışkan bir adamdı. Beraber oturup tercümeyi raporla, cümle cümle karşı laştırdık; fransızca gibi lâtince menşeli olan italyancasmm kuv vetiyle, tercümenin doğruluğuna kanaat getirdi, vali paşaya da güven verecek sözler söyledi. Bana bir ücret vermek iste d ile r: — Recep Paşa hazretlerinin em rini yerine getirmek benim vazifemdi, dedim, ve hiç bir ücret kabul etmediğimi söyledim.
Bu feragat misaliyle her iki paşanın, — ayrı ayrı saiklerle — takdirini kazandım, Davud Efendiyle de arkadaş olduk. Vaktiyle, Şemsettin Sami Beyin, mektupçuluğu zamanmda, tesis ettiği vilâyet gazetesi, şimdi, mümeyyiz Davud Efendi ta rafından aylık olarak nşrediliyordu. En çok ziraat, meyvacılık, toprağı kuvvetledirmek gibi konular üzerine makaleler yayın lardı; resim lerinin klişelerini de kendi yapardı. Davut Efendi bu işlerin bir kısmını, 250 kuruş aylıkla ba na vermek arzusunu gösterdi, valinin de tasvibini sağladı. Böylece, Bumilyana suyunun akıtılması raporunun tercümesi so nunda vilâyet gazetesinin ayhklı bir yazarı oluverdim. Bir müddettenberi, İtalyanların «Akşam sınıfları» «classe serale» ismiyle açtıkları kurs’a devam ederek İtalyanca öğreni yordum; zaten fransızca bilen için italyancanm tahsili çok ko laydır. Davud Efendinin bilgi kaynağı olan İtalyanca ziraat der gilerinden yazı tercüme etmek benim için işten bile değildi. Eh, iki sayfası türkçe ikisi arapça çıkan vilâyet gazetesine yetiştiri lecek iki sütun yazı için 250 kuruş (iki buçuk altm) almak p ar lak bir iş değil mi? H er ay almabilse, gerçekten, — benim gibi altı kişi geçindiren bir sürgün iç in — kârlı bir iş olurdu. Vilâyet gazeteleri kabile şeyhlerine gönderilirdi; araların da ne türkçe ne de — K ur’andan b aşk a— arapça okuyan yok ken, gazete ücretleri bir ek vergi gibi, âşar zamanında topla nırdı. At üstünde bir çöl partisi Çok sevgili arkadaşım F erit uzun süren bir göğüs hastalığiyle yatağa düşmüş, bütün sevenlerini ve onlar arasında beni acı kaygılar içine atmıştı. O tarihte zatürree (pneumonie) ve zatülcenp (pleuresie) gibi hastalıklar ancak kuvvetli bünye ve aylar boyunca itina ile bakım sayesinde yenilebilirdi. Yusuf ta, ben de baş ucunda bekledik, terini sildik, ilâcını verdik; tapınırcasına onu seven babaannesi Trabulusa yetişerek şefkatli ih timam geceli gündüzlü bir hale kondu ve hain hastalık mağlûp edildi. !
İki arkadaşın Pariste tahsili sağlanmak için, malî güçlük ler de bertaraf edilebilmişti. Büyük hamimiz Şevket Bey, yaklaşan mesut hâdiseleri öncelemek üzere, at üstünde bir çöl partisi tertip etti. Seyisle, yedi atlıdan bir kafile teşkil ediliyordu. Şevket Beyin büyük kızı Müfide de atlı olarak partiye iştirâk ediyordu. Zaviye kaza merkezine ve oradan Aceylâta gide cektik; bu kazanın kymakamı Şevket Beyin kayın biraderi Meh met Beydi, ona misafir olacaktık. Hareketimizden bir kaç gün önce, Şevket Bey’in arzusu ile, Davut Efendiyi görmüş, kendisinden Aceylat şeyhleri üzerine, vilâyet gazetesinin üç bin kuruş tutarm da makbuzlarını almış tım. Mevsim baharın başıydı, sıcaklar basmamıştı. Geniş bir kum çölü ortasından at üstünde geçen bu yolculuk bende unutamıyacağım bir hatıra bırakmıştır: sonsuzluk içinde dayanışan bir avuç dostun bütün ruhlariyle hürriyet havasını teneffüs etmeleri bir zafer timsali oluyordu. Zaviyede mola verdik, çadırlar altında, Zaviye kaymakamı nın tertibiyle şeyhlerin kırmızı biberi bol kuzu kebaplarım avuç larımızla yararak yedik, buz gibi ayranlar içtik. Zaviyeden yola çıktığımız zaman yorgunluğumuzu almıştık. Aceylâtta bir çöl mehtebmın parıltıları ve serinliği içinde, kay makam Mehmet Beyin hazırladığı fantazialı törenle karşılaştık. Kaymakamlık binasmda çatallı biçaklı sofrada nefis yemekler yedik, tatlı legbi (hurma ağacı özü) içtik. Kaymakam Mehmet Bey çok zeki, ince, kibar ve hoş bir Bağdat aksaniyle konuşan bir zat idi. Nükteli mizahî hikâyeler anlatmasını severdi: Gerbelâda ahontların paralı ve (kısa müd detli) m ut’a nikâhı kıymaları, başsız (meflûn başı görünmez) sefahat yerleri idare etmeleri, Şûdan sultanının dünya sultan larına selâm göndermeleri... v.s. bu hikâyelerin alaylı konuları idi. N urettin Beyin tik öksürüğü sıklaşmış, sinirleri bozulmuş tu, bedevi hayat onu öksürtüyor, vehimler içine atıyordu; onu
duyduğu antipatiden kurtarm ak için Aceylâtta iki geceden fazla kalmadık. Mehmet Bey vilâyet gazetesi makbuzlarını, — sonra, âdet üzere vergi ile birlikte tahsil etmek ü zere— kendi parasından dan ödemek cömertliğiyle beni m innettar etmişti. Bir kaç gün sonra, emniyetli bir yelkenli, Yusufu, Feridi ve nişanlısı olarak Şevket Beyin 16 yaşındaki büyük kızı Müfideyi Tunus sahilinin bir noktasına çıkarmıştı. (Yusuf ta, çok daha sonra, Şevket Beyin küçük kızı Selma ile evlenecektir.) Ayrıldığımız sırada aziz dostum Feride, Voltaire’in tercüm e et miş olduğum üç perdelik (Cesar’in ölümü) trajedisinin küçük bir cep defterine net çekilmiş müsveddesini andaç (souvenir) olarak hediye etmiştim. Bu tercüme kaybolup basılmamıştır. Rasim Paşanın bahçelerinde Bütün kazançlı çalışmalarım, memleketin ucuzluklarına rağmen, ikisi hasta, altı kişilik bir ailenin en basit gıdalarla bile karınlarını doyurmak, üstlerini eski püskülerle olsun giydirmek, ilâçlarını tedarik etmek belimi büken bir yük oluyordu. Büyük kaynım ve dostum Ali Nuri bir iş tutm aktan âcizdi. Küçük kaynım Mehmet bir kahvecinin yanında çıraklıktan başka ne yapabilirdi? Samimî bir dostlukla bağlanmağa başladığım Mektubî m ü meyyizi Davut Efendi, vekil olarak, eski vali Ahmet Rasim P a şanın bahçelerini idare ediyordu. Bu bahçelerden birindeki bir kaç bin portakal ve mandalina ağaçlarını sulamak çok zahmetli ve çok masraflı bir işti; Davud Efendi ziyan ettikten başka kıy metli zamanlarını da harcamaktan usanç getirmişti. Bana küçük bir ücretle kiralamasını teklif ettim. Çekişe tartışa, seneliği 40 altına, — ücret mahsulden ödenmek ü zere— kiralamağa razı oldu. Bende, sulama masrafını karşılamak için vilâyet gazetesi makbuzlarından, kaymakam Mehmed Beyin çömertliğiyle elde edilen 30 altın vardı. Sulama işleri çeşitli ve çetindi. Dört ku yudan su çekiliyordu: Birinciden ineklere çektirilen tulum ko valarla, İkinciden maden kömürüyle işliyen tulumba makinesi
ile, üçüncüden deve ile işliyen başka bir tulumba makinası ile; bir de hayvanlara yonca yetiştirm ek için ayrı bir tarlayı bir dördüncü kuyudan su çekip sulamak lâzımdı. İnekler ve tulum kovalarla su çekmeğe fizanlı bir işçi kul lanılıyordu, aynı işçi haftanm bir gününü yonca yetiştirmek işine verirdi. Ateşle işliyen tulumba için, haftada hiç olmazsa iki gün, bir ustaya ihtiyaç vaıdi: bu işi büyük kaynım Ali N uri üstüne alıyordu. Deve ile işliyen tulumbayı ise, gözleri bağlanan de venin kendisine çektirirlerdi, ara sıra haydalamak onu yürüt meğe yeterdi. Küçük kaynım Mehmet deve ile ve hayvanların yemleriyle meşgul olabilecekti. Kömür ve yem olarak otla ke pek satıkıalmdi, makinalar, tulum balar, tulum lar onarıldı ve işe başlanıldı. Fizanlı işçinin ücreti çok küçüktü, haftada bir gümüş me cidiyeden ibaretti. Benim gidip gelmeme, Recep Paşanın emriyle, yaşlıca bir beyaz kısrak tahsis edilmişti. Avlusunun ortası ulu bir okaliptüs ağacı ile gölgelenen, yerli mimarisiyle pencereleri avluya açılır iki katlı bir ev, bir de büyük bir havuza bakan, altlı üstlü, bir selâmlık köşkü vardı, bunun üst odası hasta anneme, alt odası büyük kaynıma tahsis edildi. Bütün ailece rahat, geniş yerleşiliyor ve ev kirasından kurtulunuyordu. Aceylattan dönüşün, tam sulama mevsiminde, işlere giri şildi. H u rm alar: Bağçede hurma ağaçları çoktu ve yemişleri tatlı, nefis olanla rı da vardı, bunlar portakaldan çok evvel olgunlaşırdı. Kendimiz yerdik, fizanlı Mebruk’a ve ailesine (karısına ve on yaşına kadar çocuğuna) bol bol verirdik, koparmak için ağaçlara tırmanan işçiye yüz para gündelikten başka istediği kadar hurma da ve rilirdi; artanları ineklere, deveye yedirirdik: pazara gönderip sattırm ak zahmetine değmezdi.Bir eşek yükü hurm a 10 kuruş bile getirmezdi. İşçiler hurm aları çok severler, Amura isminde
bir fizanlı, bahisle, yarım yük hurm a yemişti ve yüzüme baka rak, «devam edeyim mi, ya sîdi?» diye sormuştu! Bahçede beş on ağaç kayısı da vardı, bu nefis yemişler de satılmazdı, yenir, pestili yapılır ve işçilere yedirilirdi. Ratibeyi nikâh etmek zarureti Akşamları selâmlık köşkünde, hasta annemin odasına gi derdim, alttaki odada yatan kayın biraderim Ali N uri kemençe sini alır yanımıza gelirdi. Tulumba makinasmı işlettiğinden beri ona Ali usta diyorduk. Hasta annemi memnun etmek için kemençesiyle Girit havaları çalar, hafif sesle türkülerini de söy lerdi. Bir akşam yukarıya kemençesiz çıktı. Hüzünlü h ir yüzle, oturup susuyordu. Kendisine sordum: — Yorgun musun, Usta? Bu akşam konçerto yok mu? Düşünceli düşünceli şöyle cevap v e rd i: — Yorgunluktan değil, Cevat Bey, dedi; fakat bütün gün annenizin, Ratibenin gözlerinden dökülen yaşlardan bende tü r kü söyliyecek keyif kalmıyor. Maksadını anladım, kız kardeşiyle nikâhımızın uzayıp gitmesin den söz açmak istiyordu. Öksürük nöbetine tutulan annem, uzattığım sudan bir iki yudum aldıktan sonra, şöyle d e d i: — Günahtır, yavrum Ahmet! Yedi seneden beri gözünün yaşı dinmedi, daha ne zamana kadar ağlatacaksın! Annemin de gözlerinden yaş boşanmıştı. O ânda: «Ah, an neciğim, yedi sene evvelki Ratibeyi, Resmonun o sırma saçlı, firuze elâ gözlü, gül yüzlü kızını bulsam düğünden geri mi ka lırım?» diyemiyordum. Gözlerin yaşım kurutacak, hüzünlü yüreklere sevinç serpeecek cevap olmazdı bu.. Daha az acısını d enedim : — Bu ağlamalara sebep görmüyorum, anneciğim, dedim: birbirimizi görüyoruz, gönül kıracak hiç bir şey söylemiyor ve yapmıyorum; şimdiki hayatı niçin değiştirelim?
Bu sözlerin tepkisi daha şiddetli bir öksürük nöbeti oldu, Ali N uri su bardağından birkaç damla içirmeğe atıldı, yüzünün ifadesi daha ışıksız olmuştu. Gönüllerde bir ümit uyandıracak sözler arad ım : — Portakal mahsulüne kadar bekliyelim bari, dedim, eli mize bir az para geçsin, ona bir beyaz elbise olsun alabileyim. Annem: — Duvaksız, sırma telsiz olsun, dedi: bir kaç şahit, bir şerbet, yeter. Kızın gönlü olsun, kendisini atılmış görmek hakaretinden kurtulsun. Ömrümün sonuna -kadar pişmanlığını çekeceğim son sözü verdim. Nikâh için tespit edilen günde, at üstünde, Şevket Bey gelerek şahitler arasına katıldı. Dr. Süleyman Emin, Aga (Tıb biyeli Ali Onbulak), komşu şeyh Muhammet Sâdık ve fatihayı okuyacak sarıklı efendi hazır bulunmuştu. Aga nikâh kâğıdını yazdı, şahitler imzalarını attılar, imam duayı okudu ve sevinçli ağızlar beni tebrik ederken, kayınlar tepsi ile pembe şerbeti tutuyorlardı. Bu tören selâmlık köşkünün alt odasında, âdet üzere tamamiyle kadınsız, yer bulmuştu. Yeni bir çalışma hayatı (Hippolite Taine’den): Zekâya dair N urettin Beyle ders arkadaşlığı devam ediyordu, fakat fransız edebiyatı onun için bir ders olmaktan uzaktı. Metinleri yalnız ben okuyordum, o dinliyordu; daha sonra, metinlerin, ağızdan ve mümkün olduğu kadar çabuk, tercüm elerini dinle meyi tercihe başladı; o zaman benim önceden okuyup hazırlan mam lâzım geldi. Alphonse Daudet’den (Tartarin de Taraseon) bu ilk hazır layıp, kısım kısım, anlattığım roman oldu, gülünçlüğü ile Nu rettin Beyin bir az melankolisini dağıtmak maksadiyle bu ro manı seçmiştim. Ondan sonra, yine alaylı bir tenkit olan ve son kısmı olağan üstü bir maceralar seyahati gibi geçen, Voltaire.in Candide (Kandid)’iyle oyalanıldı, N urettin Bey bu türlere ol dukça neşeli bir ilgi göstermişti.
İnsanlık Komedisinin yaratıcısı Honore de Balzac’tan Eugé nie Grandet üçüncü olarak seçilmişti; ağır fakat yine gülünç bir ahlâk romanına geçmiş bulunuyorduk. Bir yandan da kendim için okuduğum eserlere sıra kalıyor du. Bende felsefi bügi, mantık, m erakını ilk olarak, rüştiye dört te okuduğumuz arapça İsaguci uyandırmıştı. Y. Hayati’nin ki tapları arasında bulduğum Sırrı Paşanın bir eseri bana hilkat sırlarım merak ettirmişti. Zindanda, tıbbiyeli arkadaşların elin den L. Buchner’in Force et Matière kitabını almıştım, bunu oku mağa bana Ali Aga (Onbulak) delâlette bulunmuştu. Madde ol madıkça kuvvet, enerji olmaz, kâinat içinde hiç bir şey kay bolmaz ve yeniden hiç bir şey yaratılmaz prensipleri hilkat sır ları üzerinde gözlerimi açmıştı: zihnimde yaratan ve yaratılan birleşiyordu. Pozitivizmin ve tekâmülcü felsefenin kurucusu olan H erbert Spencer’in «Les premiers principes» (ilk prensipler) ismindeki kitabiyle hilkat sırlarının bilinebilen ve bilinemiyenlerini kavrıyabildim. Sonsuzluk, sonsuz kâinat, insan aklı için bilinemiyen bir sırdır. Bu sır «hiç bir şey kaybolmaz ve hiç bir şey yaratılmaz» prenspiyle birlikte, zihnimde daha büyük bir kuvvetle, yaratanla yaratılanın aynı sonsuz varlık olduğunda hiç bir şüphe bırakmadı. Bilinebilen prensiplerin başında causaüté (illiyet: nedenlik) prensipi gelir: her hadisenin bir illeti (nedeni) vardır. Bu pren sip beni uzun zaman meşgul etti. Her şeyden önce, zekâmızın, aklımızın prensiplerini merak ediyordum. Zekâ üzerinde, yazılmış olan çok mühim bir eser: Hippolite Taine’in «del’ Intelügeance» ismindeki kitabını ge tirtip okumağa ve tercüm e etmeğe başladım. Taine, Zekâ bilimine, her şeyin kendisi yerine konabilen substitut «bedel» leri araştırm akla başlar. Meselâ, köpeğin ken disine bu ismi verdiğimiz gibi, resminden de — ister yağlı boya tablosu, ister gayet basiıt bir kalem çizgisi olsun — hayvanı ta nır, köpek deriz. Dünyada kaç cins köpek varsa, her cinsinin kaç türlü resmi yapüırsa, hepsine köpek deriz. H er şeyin yüz
lerce ve binlerce bedeli olur ve zekâ bütün bu bedellerden aynı şeyin bilgisini hasıl eder. Dimağın sathına basılan işaretlerin senelerce silinm em esi: meselâ bir bilginin lâtince okuduğu bir metni dinlemiş olan bir çocuğun, bir kaç sene sonra, uykusunda, aynen ezber okudu ğunun görülmesi. Uyanık iken, nâzım bir kuvvet ile fikirlerimizi gruplaştırır, sıralarız; uykuda ise o nâzım işlemediğinden fikirlerin karışık olarak, gülünç gruplaşmalarla rüyada görülebilmesi... Bu kitabı çok öğretici bulduğum için, baştan 20, 30 sayfa sını tercüm e edip Şevket Beye götürdüm. O akşam, Şevket Beyi ziyarete gelmiş olan Hacı Raşit Bey de bu tercümelerin okunmasında hazır bulundu. İkisi de Zekâ pren siplerine büyük bir alâka gösterdiler, haftada bir akşam Şevket Beyin evinde buluşup kitabın tercüme edilmiş kısımlarım oku yup her konu üzerinde durmağa karar verildi. Bu üç kişilik kurs toplantıları uzun zaman devam etti, ancak çok aktüel ve mühim konuların yer bulmasiyle aralık verilmişti. O tarihte İstanbulda Serveti Fünun dergisi Hüseyin Cahidin idaresi altında çıkıyordu; tercümenin ilk kısımları Istanbula gönderilmiş, Serveti Fünunda çıkmıştı. Bu kitap, İlmî kıymetini hâlâ muhafaza ettiğinden, daha itinalı bir bilimsel lisanla dili mize çevrilip basılmağa lâyıktır. O sene: eylül 1900, baba olmuştum: oğlum Cahit dünyaya geldi. Hüseyin Cahit, Ali Kemale karşı açtığı kampanyada bü yük bir zafer kazanmıştı, oğluma Cahit ismini vermede bu şöhretin tesiri olmuştur. Recep Paşanın verdiği ve geri aldığı söz «Hasta adam» ın, Osmanlı imparatorluğunun, can çekişme safhasına geçtiğini gösteren alâmetler belirmeğe başlayınca, va tanı kurtarm ak telâşı hanedan içinde bile kendini gösterdi: Abdülmecit kızı Seniye Sultanın kocası, damat Mahmut Paşanın iki oğlunu, prens Sabahattin ile Lûtfullahı yanma alıp Avrupaya kaçtığı işitildi. Prens Sabahattin, Rusyaya karşı İngiltereye
dayanarak ve düşmanca Türklerle savaşmakta olan a z ın lık la r la anlaşarak, yeni bir meşrutiyet (constitution) inkılâbı ile im para torluğun bir federasyon şeklinde kurtarılabileceği kanaatine varmıştı. Programm a ikinci umde olarak «şahsî teşebbüs» pren sibini koydu; bundan maksat: millete, ticarette, bankacılıkta,, tekniklerde, bütün ilerleme yollarında «Şahsî teşebbüse» alış tıracak bir terbiye vermekti. Büyük Türk milletiyle hristiyan ve yahudi azınlıklarda, birbirinden çok ayrı görenekler vardı: Türkler için kalem (büro) ve kışla mesleklerin ve şahsî m enfaat lerin kaynağı idi; padişah, bendelerini bu iki kaynaktan seçer ve satın alırdı. Bu tufeyli (parazit) kaynakların dışında kalan hristiyan ve yahudi azınlıkları türlü «şahsî teşebbüs» görenek leriyle zengin oluyorlar, ticareti, sarraflığı, imkân derecesinde zenaatleri ellerinde tututorlardı. Milletin en büyük unsuru olan Türklere ve umumiyetle müslüımanlara «şahsî teşebbüs» terbiyesi vermenin zarurî oldu ğu aşikâr idi. Genç Türklerin ikisi, Mizan ve Osmanlı gazetelerini çıka ranlar, yerinde gördüğümüz gibi, Abdülhamide satılmışlardı. Prens Sabahattin, Meşveret ve Şûrayı Ümmet gazetelerini çı karan ve İttihat ve Terakki Cemiyetini temsil edenlerle: Ahmet Riza, Dr. Behaettin Şakir Dr. Nazım ve diğerleriyle temasa geldi, hattâ kongre halinde toplanıldı; «Adem-i merkeziyet ve şahsî te şebbüs» programı üzerinde uzun uzun münakaşalar edildi, fakat anlaşmak mümkün olmadı: İttihat ve Terakkiyi temsil eden asıl Genç Türkler, azınlıklara m uhtariyetler vererek bir federasyon teşekilini vatanı «parçalamak» sayıyorlar, Osmanlı im parator luğunu temsilî bir meşrutiyet inkılâbiyle muhafaza etm ek dâvâsında sebat ediyorlar; devletlerden de, Abdülhamidi okşayıp «Drang nach Osten» gayesiyle Osmanlı im paratorluğu içindeki zengin petrol kaynaklarına ve ekonomik pazara doğru ilerlemek için İngiltere ile savaşmak cüretini gösteren Almanlara dayanı yorlardı, böylece Abdülhamidin kısa görüşlü politikasından ay rılmak gerekliğini aslâ anlamıyoralardı. Bu kısa görüşlü milliyetçilikle — şövinizm ile — karşılaşan
Prens Sabahattin, Recep Paşanın başyaveri büyük vatansever Şevket Beyle temasa geçmek yolunu kolayca bulmuştu. Muha bere neticesinde Malta adasında bir buluşma oldu. Şevket Bey «Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüsü şahsi» programını, yukarıda izah ettiğimiz gibi, isabetli buluyordu. Recep paşa tasvip eder de hareketin başına geçerse, İngiltereye dayanılarak bir inkılâp darbesine girişilecekti! Manevralar yapmak gayesiyle, tümen, şehirden çok uzak, vilâyetin ıssız, geniş doğu sahiüne gidecek, un yüklü İngiliz ti caret gemilerine binecek ve ambarlarda gizlenerek, Çanakkale boğazından geçerek, Yeşil Köyle Surlar arasında muayyen bir noktada karaya çıkacak, Harbiye nezaretindeki ikinci fırka ile birleşerek, Yıldızı savaşla alacaktı! Bu inkılâp daha sonra Rumelide patlıyan inkılâptan dört yıl önce yer bulacaktı! Recep Paşa, oynıyacağı büyük tarihî rolün gururu ile sermest olarak hareketin başma geçmeğe razı oldu; fakat iki gün sonra, korkuya tutularak vaz geçti. Kendisini yeniden uzun m ü nakaşalarla ve bilhassa bu maksatla Trablusa gizli gelen, paşa nın emniyet ettiği bir arnavudun bütün bir gece süren cesaret lendirici ve pehpehleyici nutuklariyle, sözünü bir kere daha ve ren Recep Paşa, tam manevralara çıkmak tertibine geçmek üze re iken, bir kere daha kararından vazgeçti. Müzakereleri hazır lamış olan yüksek vatansever Şevket Bey beyninden vurulmuşa döndü, bir daha kalkmamak üzere yatağa düştü. Sünûsiler Garp Trabulusunda, Mısırla Tunus ve Fizan arasındaki ti caret yollarını, Sünûsiler, merhale merhale, muntazam kervan seferleriyle ve emniyeti kollıyacak kadar silâhlı kuvvetlerle tutuyorlardı; bu, fiilî bir zaviye hükümetiydi, yalnız şehir ve kasabalarda ve vergi veren ehali üzerinde Osmanlı hükümeti nin hükmü geçerdi. Ehali, Osmanlı idaresini sevmezdi, kalkma sını Sünûsî idaresinin gelmesini isterlerdi; fakat silâhlı ayak lanm alar yoktu. Ehalinin yüreğinde Sünûsîlere karşı bir kin
uyanmıştı: Yürütmek için eşeğine, «tiri ya türki» diyen Trabuluslara rastlanmıştır. Davut efendinin anlattığına göre, ondan bir m üddet evvel Trabulus şehrinde, sidi Amura isminde biri hükümeti eline ge çirmiş, halkı, bilhhassa zenginleri kasıp kavuruyormuş: akşam ları, geç vakit, zenginlerin kapılarına bir iki silâhlı kölesiyle gelir, içeri bir yem torbası gönderir: «kölen Amura kapıda yem bekliyor!» diye haber gönderir, gümüş paralarla doldurulan torbayı alır, konağma dönermiş; başka bir vergisi yokmuş! Dev let, Istanbuldan Trabulusa bir harp gemisi gönderip sidi Amura ’nm elinden Trabulusu kurtarm ış, kendisini de beş parasız, ekmeğini dilenmek zorunda brakmış, başka ceza vermemiş! Devlet şehrin varoşlarına «kul oğulları» ismiyle sivil gar nizon yerleştirmiş, ağalarına imtiyazlı bir yetki vermiş, vergiden muaf tutmuştu; yavaş yavaş araplaşan bu teşkil türkçe ismini, el âga ve başâga unvanlarını muhafaza etmişti; daha sonra bir fırka «tümen» kuvvetinde askerle Devlet bütün eyalete, Mısı rın sınırlarından Fizana ve Tunusa kadar hâkimliğini yaymıştı; fakat ticaret yollarını tutan Sünûsilere dokunmamıştı. Ahmet Rasim Paşa zamanında, Kuloğullan, geniş bahçelerinde porta kal yetiştirmesini ilerletmişler, îtalyaya eksport (ihracat) yapa cak hale getirmişlerdi; bir de şehrin dışında büyük bir Sanayi mektebi kurulmuştu, onda modern dokumacılık, marangozluk, ayakkapıcılık gibi zanaatlar öğretiliyordu; -bu mektebe sürgün arkadaşlardan Tavşan Kâmil isminde, demircilikte usta, Kuleli idadisi öğretmeni bir subay alınmıştı: demirden yel tulum baları imaline bile başlanmıştı; bizim tıbbiyeli arkadaşımız Ali Ağa (Onbulak) mektebin muhasebecisi, tıbbiyeli Osman da m üdür mu avini olmuştu, m üdür ise bir Sünûsî idi. Onun ağır, ciddî, va karlı davranışları, kanun dairesinde kalıyordu, fakat Sünûsî olarak Osmanlı idaresini beğenmediği anlaşılıyordu. O sırada, Sünûsî olan ve münevverlerden sayılan iki kişi ile, şer’iye mahkemesinin başkâtibi sidi Muhammet ve o mah kemenin Avukatlarından sidi Ali ile tanışmıştım. Siyasî mak satlarını anlamak için onları iki üç defa evime çağırmış, çay ikram etmiştim. tkl Neslin Tarihi — F. 6
Trabulusta öksürük ve tükürük boldu, misafirlerin tükürmesi için kül dolu bir çanak bulundurm ak âdetti, bu âdetlerini bil mediğim için kül çanağı koymamıştım; koca mahkeme kâtibi ve avukat tükürm ek için bakındılar ve çanak görmeyince minde rin yastığını çevirip arkasına tükürdüler! Sünûsîler kutsal renge boyanmış bir milliyetçilik idi, gizli tutulan, henüz silâhlı isyana imkân görmiyen Sünûsilik az son ra anlayışlı tabakanın hissine girmişti; iç yolları tutarak mühim bir ekonomik rol oynuyor, dahilde emniyet ve asâyiş unsuru olabiliyordu. Böylece, Osmanlı hükümetiyle iç içe ve yan yana gelişmeler kaydetmekteydi. FASIL XII Hayatımın değişmesi Uzun müzakerelerin, dayanılan sağlam esaslarm neticesi olarak, akıllarda hasıl olan kanaatle kararlaşan inkılâp darbe sinden Recep paşanyı iki defa söz verip dönmesi Şevket Beyi yataklara düşürdüğü gibi beni de hamisiz bıraktı. O sırada, ha yatımı değiştiren iki olay daha yer buldu: 1) Nurettin Bey bir Avrupa seyahatine gitmek üzere Trabulustan ayrıldı, 2) Davudefendi, Rasim Paşa bahçeleri dört sene idarem altında kaldık tan sonra, kunturatı yenilemek istem ed i: ikinci çocuğum, kı zım Suat, yeni doğmuştu! Aile, dünyaya gelmiş olan iki çocuk la büyümüştü, annemin öksürüğü kanlı olmağa başlamıştı, ka ymlarım işsiz kalıyordu! Bahçelerin idaresi sonunda elimde 150 lira birikmiş bulu nuyordu, bu para ile yeni bir hayat kurmağa giriştim. En önce, şehir dışında bir ev tutarak ailece yerleştik. Sonra, Trabulusun Arbaarasat isimli meydanı üzerindeki büyük ve çok işlek kah veyi büyük kaynım Ali Nuriye, sürgün arkadaşlarımdan Hafız Hayri ile şerik olarak, tuttuk. O sırada, Girit muhacirlerinden iyi bir sabuncu ustasiyle tanıştım, Strati isminde Maltalı bir komisyoncu ile de temas ederek kostik soda ve Hindistan cevizi yağı getirtm ek için, ke
falete bağlı, kredi buldum. Bütün hazırlıklar tamamlanarak şehrin içinde bir sabunhâne açtım. Bir cuma günü, âdetim üzere annemin odasına gidip konuşu yorduk, üç aylık kızım Suat kucağımda idi; ebe geç kaldığı için çocuğu annem almış, kundaklamıştı; böylece ebeliğini de yap mış olduğundan Suadı tarifsiz derecede seviyordu. Yarım saat kadar yanmda kaldığım halde öksürük rahatsız etmemişti. Sa bunhanenin kurulmasına o da seviniyor, «Allah b ir kapıyı kav parsa başka birini açar» diyordu. Bir kaç arkadaşla anlaşmıştık: sur dışındaki Aneriko’nun bahçesine gidip legbi (hurma ağacı özü) içecektik, anneciğim de karşıki kapı komşumuz, İzmirli Mehmet Beyin eşi Âdile hanı ma geceçekti. Neşeli bir vedalaşma ile evden ayrıldım, yalnız kayın validem rahatsızdı, büsbütün sükûti ve yatalak olmuştu. Akşam üstü, eve doğru dönmek üzere, çarşıdan geçerken, ailece dostumuz ayakkabıcı Hüseyin Ustanm, çekingen bir ta vırla yanıma geldiğini gördüm; bir şey anlatmak istiyor, fakat söz bulamıyordu: — Şimdi sizden geliyorum, dedi, evinize bir doktor götür mek lâzım gelmişti de... Cümlesini tamamlayamıyordu. — Kayın valideye mi bir şey oldu? diye sordum. — Yok, dedi ve çekine çekine, «anneniz için doktor ;ağırılmıştı... (Duraladı, sonra...) «başınız sağ olstn!» diyebildi. Hüngür hüngür hıçkırıyor, kulaklarıma inanmak istemi yordum. Hüseyin Usta koluma girmişti, evde aziz arkadaşım tıbbiyeli Ali Ağayı (Onbulak) bulduk, hıçkırıklarım arttı, tesel li bulmaz bir yas içine atılmıştım... Komşunun evinde, öksürük gelmiş, oluktan akarcasına kan boşanmış, anneciğimi boğmuş! Hekim ölümü tespitten başka bir şeye yaramamıştı. iki hafta sonra kayın valideyi de kaybettik...... Can sıkıntısına karşı tepki Anneciğimi kara toprağa verdikten sonra bende yaşamak için bir ihtiyaç olan ruh şartları kalmamştı; o yaşımda anne-
çiğim artık güzel masallar anlatamıyordu, fakat güzel konuş masını bilirdi, ürkünç ak ciğer hastalığına rağmen güler yüz gös term ekten, sabırlı ve neşeli görünmekten bir an boş kalmazdı, hattâ, ara sıra, beni bir iki maani ile de güldürmesini bilirdi. Onun arkasından kayın valide de toprağa verildi. Râtibe, köle gibi çalışır, evin bütün işini görürdü, fakat zaten neşeli ve konuş kan değildi, şimdi, arka arkaya gelen iki büyük yas onda dudak larını açmak arzusu bırakmamıştı. Sabunhaneden şehir dışındaki eve gidip gelmek güç, boşuna zaman alıyordu, bir kadınla iki küçük çocuk için de koca ev büyüktü, fazla idi, evi bıraktım, sa bunhaneye göç ettik: bir kaç basamaklı bir merdivenle çıkılan küçük odaya biz, kayınlar da aşağıdaki mağaza odalarının birer köşesine sığışabiliyorduk. Sürgün arkadaşlardan dört beşi, mahkeme kalemlerinde bi re r yer tutmuştu; bana da Hacı Raşit Bey bir âza mülâzimliğini imtihanla vermiş, boşluk zamanımı doldurmuştu. İmtihan konusu «cinayetler ve cezalar» idi, yazılı verdiğim dört sayfalık cevabı, Hacı Raşit Bey mümeyyiz heyetine okumuş ve: «böyle bir cevabı Adliye Nazırı yazamaz» sözleriyle beni övm üştü: tarihin arka arkaya devirlerinde cinayet işliyenlere karşı verilen en ağır ce zaların, en ürkünç işkencelerin cinayetleri kaldramadığma işaret etmiş, ancak yüksek, medenî ahlâk ile, yüzlerce sene sonra, bel ki, insanın ta'biatindeki vahşi karakteri yumuşatabileceğim sonuçlamıştım. Şimdi gündüzleri bir işim vardı, fakat, akşamları, o can sıkıntısı yuvasında nasıl vakit öldürülebilirdi? Sabunhanenin bir odasında, kostik soda bidonları arasında, büyük bir fıçının içine atılan bir çuval kuru üzüm ıslatılıp bir kaç gün bekletildi, mayalanan şiradan bizim Hafız Hayri, teneke imbiğinden keskin bir rakı çekmeğe başladı; anasonlu yapması nı da biliyordu. Akşamları kurulan çilingir sofrasmın başına, gamlı, kaygılı üç dört arkadaş otururduk, neşeli türküler söyler delikanlılar olurduk. Karadenizli Hafız Hayriden başka, iki sofra arkadaşı, bende silinmez hatıralar bırakmıştır: İbrahim Cibali ile Neyyir Kaptan. İbrahim Cibali sürgün arkadaşlarımın en kuvvetlisi, en yakışık lısı, en «bonkör» ü ve kadın sevmekten yana en alçak gönüllüsü
idi. Anası yerinde Maltalı bir kadın Ibrahim i gönlünün tekeli altına alm ıştı: onu ütülü pantolon, temiz kolalı gömlek, pahalı kravatla, gezdirirdi; eve hangi saatte gitse her ihtiyacı görülür, kar gibi beyaz çarşaflı kaba yatak içine yatırılırdı! İbrahim, mahkeme kâtipliğinden aldığı maaştan başka, her ay, Istanbuldaki ağabeyinden üç altm alırdı, bu para mutlaka üç günde harcanmalıydı. Yangonun meyhanesinde, en zengin me zelerle, kurulan masa İbrahimin arkadaşlarına mahsustu. Onun eğlencesini, meyhaneye yaygaralarla gelen süngerci rum lar, şarkılariyle bozamazlardı. İbrahimakinin «Susun!» em rine boyun eğmemek ne hatlerine! En küçük bir terbiyesizlikleri üzerine bir iskemle kırar, bir bacağiyle üstlerine atılır, hepsini kapı dışarı ederdi! Yangonun asrışm kızı Aleksandra pencerede görünür, güzel gülüşüyle İbrahimakiyi selâmlardı. Hovarda İbrahim Aleksandradan başka hiç bir şey beklemez ve almağa kalkmazdı. Yangonun meyhanesinde para suyunu çekmemişse, İbrahim arkadaşlarını İtalyan madan Marinin genel evine götürür, bira konsomasyonuna oturturdu. Neyyir kaptanla orada tanıştım. Bir akşam, Ganbot süvarisi Ahmet kaptanın sofrası genişletilmişti; Suzanne, evin en güzel Fransız yosması, kaptanın yanında idi. Aftosu olduğu söyleniyordu; masaya iki İtalyan kız daha katıldı. Bir ara, Suzanne’a fransızca, hoşuna gidecek bir iki söz söyledim; pek memnun göründü. Neyyir kaptan tam çakır keyifiydi, bir az aşmıştı bile. Rumca şarkıya b aşlad ı: Aman aman Şotisa Mekames kârostisa (Aman aman Sakızlı bayan, Beni hasta ettin aman!) Neyyir kaptana sordum: «Sizin Sakızlı bayan nerede?» «— Sorma, kardeşim, dedi, onu İzmirde bıraktım. Yeoryiça ile evli olduğunu sonra öğrendim. Kalktığımız zaman Neyyir kapta nı koluma taktım, kendi kendine yürüyecek halde değildi. Ay rılırken Suzanne, fransızca, gündüz gitmemi söyledi; Ahmet kap tan franszca bilmiyordu.
Neyyir kaptanı sabunhaneye götürdüm, iki kayınımı bera ber, onu Mehmedin yatağına yatırdım. Sabah mahmurluğunu şampanya gibi patlıyan bir şişe şarapla kırdık: bu nefis şarap ta o mayalanmış şiradan yapılmıştı. Suzanne’a söylediği saatte gittim, beyaz kâğıda sarılı bir buket te götürdüm, ona namuslu kadın gibi davranmış oluyor dum, çok hoşuna gitti: onun da ruhan böyle bir saygıya ihtiyacı vardı! Görüştüğümüz müddetçe benden çiçek, bonbon, koku (esans)’tan başka hiç bir şey almadı, bir defa da getirdiğim bir şişe konyaktan portakal likörü yapmış, bana ikram etmişti. Ben de ütülü elbise ve ağır kravatla ziyaretine giderdim: İtalyan ma dam Marinin evinde bir Fransız metresim vardı! ÇÖLGECENİN HİKÂYESİ ( Bizim Şeref Kurbanlarından bahriyeli yüzbaşı Sami Trabulustan en önce kaçanlardandı, fakat o Avrupaya değil, Mısıra kaçmış, oradan da Beirut’a geçmişti. Sahte evrak becererek kendisini Beirut liman reisli tayin ettirmişti ve epey uzun bir müddet, liman reisi olarak Genç Türklern ajanlığını görmekte iken yakalanmış, Fizana sürülmek üzere Trabulusa getirilmişti: bu sefer ayağına pranga vurulmuştu. Polis merkezine gidip pek acıklı halini görmüştüm. Fizandan müşterek arkadaşımız bahriyeli Saffete yolladı ğı mektupta yaşamak için çektiği katlanılmaz şartları anlatı yordu: subay ve memurların devam ettiği kahvede çıraklık edi yordu, kendisine müşterilerin, «Sami Bey, nargileye bir ateş!», «Sami Bey, bir paket sigara veya bir bardak su!» em irleri çok dokunuyordu. Trabulustan üç deve yükü kadar Fizanda geçen mallardan gönderilse kârlı bit ticaret yapılabileceğini, m allan gönderenlerin yüksek bir kazanç sağlayabileceğini, kendisi nin de sefaletten kurtulup gerçekten eskisi gibi Sami Bey ola bileceğini yazıyordu. Malları uzaklardan gelen kervan araplarına satacak, para yerine alacağı derileri Trabulusa gönderecekti, ticaret bu yolda yürüyecekti. Bu mektup Rasim Paşa bahçelerinin tasfiyesi sırasında gel-
inişti. Elimde birikmiş bulunan paradan 30 altın ayırarak dostu muz Sami Beye istediği gibi üç deve yükü mal yolladım. Sami kurtulmuştu, ticareti pek güzel beceriyor, çok kaza nıyordu, fakat Trabulusa hiç b ir şey göndermeden sahra kervanlariyle Tunus kafileleri arasında kazançlı bir değiş tokuşlu alış veriş yürütm ek yolunu bulmuştu. Sami çok para biriktirdi, 1908 de silâhlı bir kuvvet düze rek ve üç dört yaşındaki oğlu Yadigârı yanına alarak Sahrayı geçmiş, Gineye inmişti. Gineden kalkan bir vapurla Londraya vardığı gün Istanbulda Kanunu-Esasi ilân olunuyordu. Sami, milletler arası çapında bir seyyah, bir Çölgeçen olmuştu, fakat neşrettiği hatırasında benden gördüğü yardımı anmağı hatırına bile getirmemişti ve ancak bir kaç sene sonra, 30 altın yerine 30 kâğıt lira iade etmiştir! Bununla beraber, yeni mebus seçil miş olduğu Çankırıda, bir beyin kanamasından ölünceye kadar, Çölgeçen arkadaşımla dostluğumuz, sevişmemiz devam etmiştir. Recep Paşa sinir krizi İçinde Recep Paşanın dairesine bir gün uğradım; hasta yatan Şev ket Beyin yerine, kafkasyalı Haşan Bey, başyaver vekili bulu nuyordu: iri yarı, sakallı, kalpaklı bir subaydı; ötedenberi, Nu rettin Beyle arkadaşlığım sıralarında, dostça görüşürdük; ken disinden paşanın hiç keyfi kalmadığını, h er şeye öfkelendiğini, gelene gidene bağırıp çğırdığını, herkesin saparta yediğini öğ rendim; Haşan Bey: «bütün bu huzursuzluğu Şevket Beyin ra hatsızlığı sebep oluyor, sanırm» dedi. Şevket Beyin inisyativiyle, Prens Sabahattinle Paşa arasında geçen olaylardan Haşan Beyin ne dereceye kadar haberi veya hiç olmazsa sezinleyişi olduğunu bilmiyorum. Haşan Bey: «Sizi haber vereyim mi?» diye sorunca, «Ben de bir zılgıt yemek için mi?» dedim ve kendimi bildirtmedim. Paşanın, yeni gelen vali ile, hastalıklı olduğu için harem dairesinden ayrılmayan Haşim Beyle, hiç görüşmediğini de Ha şan beyden öğrendim: «Paşa şimdi belediye reisi Hasuna ile çok görüşüyor» haberini de verdi. Recep Paşa gibi nefsine itimadiyle, âleme yayılmış kahra
manlık şöhretiyle mağrur, müşürlüğe yükselmiş bir am avut için, iki defa verdiği sözünden geri dönmesi kadar ruhunu sı kan, ezen, bitiren bir şey olamazdı: onun kahramanlık şöhretine bir leke idi bu! Meçinin Vadisinin taşması, bana, Recep Paşanın, gördüğü müz hadiselerden sonra, inkılâpçılara ve her halde inkılâba tarif edilmez derecede düşman kesildiğine nüfuz etmek fırsa tını verdi: m etrelerle yükselen, genişleyip denize doğru taşan vadi, önüne gelen evleri yıkıyor, ağaçları söküyor, develeri., inekleri., koyunları sürüklüyor, kaçamıyan insanları, hastaları, kadın., ihtiyar ve çocukları boğup götürüyordu. Epey bir geniş likle akan vadi şehri ikiye ayırmıştı; sabahleyin dış şehirdeki evlerinden şehir içindeki işleri başına gidenler ailelerinin ma ruz kaldığı tehlike önünde, çaresiz, ürkünç âfetin seyircisi ka lıyorlardı; halbuki hafif bir tahta köprü kurup karşıki kenara çekmek mümkündü: kereste, alet ve usta insanlar bol bol var dı; belediyeye, merkez kumandanlığına koştum, aklımın erdiği imkânları anlatmağa çalıştım ve hepsini kızdırmaktan, kendi me tehditler ve hakaretler celbetmekten başka b ir netice elde edemedim. Bir gün sonra, Rcap Paşaya giderek belediye reisin den ve merkez kumandanından şikâyet ettim. Paşa benden ev vel, onların şikâyetlerini dinlemiş ve onlara hak vermiş bulunu yordu. Beni ayakta dinliyen Paşa şöyle d e d i: — Belediye reisi bana ne dedi bilir misin? N urettin Beyin hocası diye saydım, ama bir daha işime karışırsa onu yok ede rim! — Paşam, sizin karşınızda böyle caniyane bir tehditte na sıl bulunabilir? Hayatımı siz himaye etmezseniz, bana buradan kaçmak düşer? — Benen himaye umma! dedi; nasıl istersen öyle yap! Gözlerim dolu dolu, cevap verdim: — Hislerinizi saklamadığınız için teşekkür ederim, efen dim. Artık Trabulusta kalınamazdı. Büyük kaynım ve dostum Ali Nurinin kahvesi kazançlı idi Aileyi muvakkat bir zaman için ona terketmeğe karar verdim:
iki giin sonra, Trabulustan geçen İtalyan vapuruna ikinci mevki bileti aldırdım; sabunhaneyi, bütün mallariyle, üç gün sonra, komisyonu Stratiye teslim etmesini kayın biradere tenbih ettim: alacaklımız, dâvasız mevcut malı satacak, alacağını ala cak, kalanı kaynıma verecekti. Vapura binmek için, limandaki polis m emuruna bir zarf gösterdim: «bu mektubu vapura binen ticaret reisine götürü yorum» diyerek izin aldım; vapurun iskelesine ayak bastktan sonra sandalcıya bir mecidiye atarak 'beni beklememesini söy ledim ve hemen biletimle ikinci mevkideki kamarama girdim ve vapur hareket edinceye kadar benim için kopan gürültülere rağmen, oradan çıkmadım. Yarım saat kadar sonra, aramağa gelen, bağırıp çağıran polislere vapurun kaptanı beni teslim etmedi! Böyle olacağmı zaten biliyordum. Üç günlük bir yolculuktan ve Sicilya ile Napoliye uğradık tan sonra Giridin Hanya limanına çkmıştım. (Mayıs 1905). FA SIL: XXIII. GİRİTTE THERİSO İHTİLÂLİ Mayıs 1905 Sudada, anneannemi, yalnız başına, eski çalışkanlık hayatı içinde, sıhhati yerinde buldum; beni sevinçle kucaklıyor ve göz ayşları döküyordu: İbrişim Haşan ağa, kocası, b ir Rumun bıçağiyle fıtık olmuş, operasyon altmda ölmüştü; annemin ölüm haberini benden öğrendi. Talihin bu acı vuruşu üzerine hıçkırıyor, inliyor: — Ah, bu da ahumda yazılıymış! Vah! Yıldızım söndü! diyordu. Bir kaç dakika içinde, Trabulusta bıraktığım aileyi ve on lar için düşündüklerimi anlattım: — Beş yaşında Cahidim, üç yaşmda Suadım var, dedim, an neleriyle o yabancı memlekette kaldılar. Kaynım Ali Nuriye tu t
tuğum kahve kazançlıdır, fakat uzun zaman dayılarının elinde bırakamam çocukan... Resmoya gitmeği düşünüyorum... Önüm çok karanlık, anneanneciğim! Bana verdiği bir battaniye ile küçük yastığı bohça gibi kol tuğuma alarak, anneannemle vedalaştım; o gece, Hanyada büyük dayım, anneannemin ağabeyi Süleyman Zeyneloğluna misafir oldum: Süleyman dayım, gençliğinde, Hanyalı bir kıza âşık ol muş, onunla evlenmek için Stemes köyündeki malını mülkünü bırakmış, çifçiljikrten liman ameleliğiyle Hanyada yerleşmişti. Şimdi iki kızı ve iki oğlu vardı, büyük bir zaruretle ailesini ge çindiriyordu. Büyük kızı, Hüsniye, on üç on dört yaşında, bir esmer güzeliydi; vapur beklemek üzere evlerinde iki gün misa fir kalmamdan en çok o sevinmiş, beni ağırlamak için paralanmıştı. Giritten Osmanlı imparatorluğunun son hükümdarlık nişa nı olan ordusu kalkmış, Türk kaniyle yoğrulmuş şanlı Ada dört büyük devletin — İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalyanın— hi mayesine geçmiş, Yunan prensi Jo rj’un umumî valiliği altmda, m uhtar (autonome) bir devlet olmuştu; fakat Giritli Rumların siyasî partileri, başta Venizelosun partisi olarak, m uhtar idareyi kâfi görmüyor, kesin ilhak (enosis) uğrunda, hami devletlere ve prens Jo rj’a karşı silâhlı isyan ilân etmiş, Hanya varoşların dan Theriso’yu işgal etmiş bulunuyorlardı. Bu ayaklanmanın sebebi şimdi yeniydi, artık Osmanlı idaresinden kurtuluş dâ vası değildi; fakat eski ihtilâllerin görenekleri şimdi de takip edilmiş, köylerde kalmış olan Türk ehali yurtlarından sürül müş, m allan yağma edilmişti. Ben Resmoya geldiğim zaman köylü Türk vatandaşlarımı kasabanın içine atılmış, ihtilâlin zu lüm ve gadriyle ezilmiş çiğnenmiş buldum. Köylerinden koğulan, malları yağma edilen Türkler Resmoda Türk oteli yoktu. Bütün yakınlarım, — daha baş ka bir çok müslümanlar gibi, Osmanlı idaresi çekilirken — Türkiyeye hicret etmişti. Evine konacak akrabam kalmamıştı. îki büyük Türk kahvehanesinden birine gidip oturdum. Az zaman
da, temasa geldiğim halk ile konuşuyorduk. Etrafıma toplanan lara so rd u m : — Resmo dört büyük devletten hangisinin himayesi altın dadır? Köylülerden biri, Mustafa Hocaoğlu, cevap v e rd i: — Resmo sancağını, bütün nahiye ve köyleriyle, Rusya himaye ediyor. Bunun üzerine şöyle d ed im : — Bu sancağı himayesi altına alan Rusya, köylerinden ko vulan, malları mülkleri yağma edilen ehaliyi nasıl himaye edi yor? Mustafa H acoğlu: — Bizi ariyan sonran olmadı, dedi; akrabaları olanlar on ların evlerine sığındılar, olmıyanlar cami avlularına, Foriteca (kale) surlarına yığıldılar, sefalet içinde kaldılar. Ben, ihtilâlin zulmüne uğrıyanların Rus kuvvetlerine ku manda eden generalden himaye ve yardım istemeğe hakları ol duğunu ileri sürdüm — Ayrı ayr, her yurdundan kovulan bir dilekçe ile Rus kumandanına baş vurmalı, uğradığı ziyanları birer birer yazıp bildirmeli, tazminlerini istemeli ve ihtilâli bastırıp köylerine, evlerine döndürülmeleri üzerinde ısrar etmeldir. Hacoğlu ailesi genişti, Şehir içinde oturan Hacoğlular var dı, Mustafa akrabalarının yanında kalıyordu. Gerek kendi, ge rek şehirde oturan Hacoğlu terzi Ali, camcılık tüccarı Mehmet söylediklerimin haklı olduğunu anladılar, fakat böyle bir te şebbüse nasıl girişeceklerini bilmiyorlardı; köylü Hacoğlu Mus tafa : — Bu iş büyük iş, dedi, biz nasıl başarabiliriz? Okumamız yok, yazmamız yok! — Dilekçeleri, birer birer, ben size fransızca yazarım, de dim; sizden para da istemem; herkes bana gelsin, ismini, kö yünü, ziyanlarını yazdırsın, dilekçesini alıp Rus kumandanına götürsün. Şehirli ve köylü Hacoğlular tedbir ve teklifimi alkışlardı lar. Kahvenin bir tahta merdivenle çıkılır bir küçük odası var
dı, onu büro olarak kullandım, bir kahve masasının üstünde, dört gün, sabahtan akşama kadar, yanıma sıra sıra gelen h a sara uğramış köylülere fransızca dilekçeler yazdım, Rus ku mandanı general Ürbanoviç’e şevkettim. Beşinci gün, kuman dan Resmo m üslüm anlannı temsil edenlere haber göndererek yanına bir heyet çağırdı. Tüccardan Ali Vafinin mağazasında toplanan heyet bana haber gönderdi; toplantıda, girişmiş olduğum işin siyasî kıyme tine yüksek takdir gösterdiler, beni tebrik ederek, tercüman olarak kendileriyle beraber kumandanın yanına gitmemi rica ettiler. Heyeti teşkil edenler dört kişi i d i : Resmo mebusu Kâmi, tüccardan Ali Vafi, tüccardan Cinciarapzade Raif, sandal cılar reisi Hüseyin kaptan. Tâyin edilmiş saatte, general Urbanoviç’in yanına kabul olunduk. General, tercüman kullanarak fransızca k o n u ştu : — İsyanı bastırmak, dedi, bizim vazifemizdir, fakat mev cut kuvvetlerim büyük bir harekete kâfi değildir; Türklerden gönüllüler çıkarsa, hepsine silâh verir, yardımcı olarak âsiler üzerine gönderebilirdim; ne dersiniz? Kumandanın söylediklerini tercüme ettim. Heyet içinde rumca müzakere başladı. Benim ileri sürdüğüm düşünce heyet çe kabul edilerek, kumandana şöyle cevap v e rild i: — Ekselâns, Osmanlı hükümeti de müslüman gönüllüleri silâhlandırır, bölük bölük, bayrak bayrak, âsiler üzerine sevkederdi, bunun neticesi olarak ehalinin iki unsuru arasında düş manlık doğmuştur. Büyük devletlerin himayesi altmda, iki unsu eskisi gibi çarpıştınlırsa millî kin devam edecek, daha şid detli olacak, vatanımzda, beraber yaşamağa imkân kalmıyacaktır! Dikkatle dinliyen kumandan, verilen karşılığın haklı oldu ğunu kabul e t t i : — Haklısnız, dedi, Osmanlı hükümetinin yanlış yolundan yürümemeliyiz. Bir az düşündükten sonra ilâve e t t i : — Yarın sabah, erkenden, kışlanın karşısındaki köyleri üç taburla bastıracağım, işgal altına alabileceğim yerlerin bütün
hayvanlarını toplatıp şehire getirteceğim. Onları siz yurtların dan sürülmüş olanlara dağıtırsınız, isyan kalkıncaya kadar ge çinirler, daha sonra yerlerine dönerler. Kumandana teşekkür ederek ve başarılar dileyerek daire sinden ayrıldık. Ertesi sabah, Urbanoviçin vadettiği gibi, erkenden, Rus birlikleri kışladan çıkarak güney-batı yönlerine yayıldılar; biz yüksek kalenin (Forteca’nın) surları üstünden harekâtı seyredi yorduk : tek tük tüfek sesi işitiliyor, dumanı görülüyordu, fa kat hiç çarpışma olmadı, Rumlar meskenlerini ve hayvanlarını bırakıp kaçmışlardı. Bir kaç saat sonra, şehre, 8 inek, 5 boğa, 200 kadar koyun, keçi, 20 kadar eşek, 2 at sürülüp getirilmişti. Yurtlarından kovulmuş olan 62 hane halkına bu ganimetler da ğıtıldı, şehir içinde büyük bir sevinç yaratıldı. Evkaf m emuru oluşum Resmo Türkleri temsil heyeti içinde Cinciarapzade Raif Bey, kültürlü, hamiyetli bir vatanseverdi, Rus kumandanını fiilî himayeye mecbur etmek işinde oynadığım rolü çok takdir etmişti; öbür üyelerle görüşerek, beni Resmoda tutm ak gerek liğini hepsine kabul ettirmiş, 400 kuruş (dört napoleon altını) aylıkla Evkaf idaresine memur alınmamı sağlamıştı. Bu güzel kararı, takdir sözleriyle, bildiren Raif Beye teşekkür ettim ve kendisiyle samimî arkadaş oldum. Bir haftadan beri kahvede kalıyordum: bütün m üşteriler çekilip kahve kapandığı zaman, sigara ve nargile dumanları için de, üst oda kapısının bir kanadını iki iskemle üstüne kor bat taniyemin yarısını alta serer, öbür yarısı ile örtünürdüm . Gar son Hüseyin de ikinci kapı kanadının üstünde yatardı. Şimdi, aylıklı evkaf memuru olunca münasip, ucuz bir ev kiraladım; Trabulustan yanımda getirmiş olduğum paradan harcamağa, bir geçim yolu sağlamadıkça, cesaret etmiyordum. Tahtadan yaptırdığım bir sedir üstüne, kanaviçadan bir ot yatak doldurup serdim, yine anneannemin vermiş olduğu banttaniye ile yastığı kullanarak yatmağa başladım; Trabulustan çocukları getirmek
İçin, kaynını Ali Nuriye gereken direktifleri yazdım; üç ay son ra, küçük kaynım Mehmet aileyi alıp Resmoya getirebilmişti. Hepimiz tutmuş olduğum eve yerleştik. İkinci siyasî teşebbüs Osmanlı imparatorluğunun her tarafında olduğu gibi, Gi rifte de, müslüman vakıfları çok zengindi, geçmiş olan büyük ihtilâller sonunda, bu zengin vakıflar Rumların ellerinde kal mıştı; Resmo Vakıflar İdaresi de hıristiyanların istism arı al tında bulunan zeytinlikler, tarlalar, bağlar ve sair vakıf mal lardan bedel veya ücret alamıyordu. Adayı himayeleri altma almış olan büyük Devletlerden bu büyük ekonomik menfaatin teminini talep etmeğe Resmo vakıflar idaresinin hakkı vardı. Büyük hami Devletlerin diplomatik kurulu Hanyada, F ran sız baş konsolosunun reisliği altında idi, bir dilekçe ile, baş vurup islâm vakıflarını istism ar eltmekte olan hıristiyanların onları bir bedelle satın almağa veya kiralamağa mecbur kılın malarının istenmesi düşünüldü. Resmoda edindiğim ahbaplar arasında, bir de «Kandiya ayaklanması» ismiyle büyük bir siyasî hâdise söz konusu olu yordu: iki unsurun çarpışmasiyle yer bulan bu olaylar netice sinde 17 müslüman mahkûm olmuş, İzzettin kalesinin zindanı na atılmıştı. Büyük hami Devletler Giridin idaresine el koyduk ları zaman siyasî bir umumî af ilân edilmiş, mahkûm ve mah pus tutulan bütün hıristiyanlar serbest bırakılmış, fakat İzzet tin kalesi zindanındaki 17 kandiyalı müslüman hürriyete kavuşturulmamıştı. Bence bu vatan kahram anlarının umumî af tan faydalanmasmı istemek en büyük bir vazife idi. Teklifim üzerine, vakıf malları için verilecek dilekçenin, zindanda çürümekte olan vatandaşların tahliyesi talebiyle birleştirilerek yazılması kararlaştı. Ben dilekçenin müsveddesini hazırladıktan sonra, mebusu muz Kâmi Beyin reisliği altında Hanyaya giden küçük heyet Kandiya İslâm temsilcilerini de davet etmişti; Hanyada, bütün Girit müslümanları adma, diplomatik kurul reisi Fransız baş
konsolosuna sunulacak dilekçe gözden geçirilip imzalandı ve gereken makama götürülerek takdim olundu. Fransız baş kon solosu Girit müslümanları tarafndan verilen dilekçenin diplo matik kurulca görüşülüp bir hal suretinin bulunacağını vâdetti. İki ay sonra, İzzettin kalesinde mahpus bulunan 17 müslüman da umumî affa dahil tutularak serbest bırakılmıştır. Müslüman vakıflarının bir bedel mukabilinde satılması ve ki ralanması da hukukî bir tavsiye sureti olarak kabul olunmuştu. Hanyaya, heyetle, gelmiş olmayı Sudaya gidip anneannemi görmek için fırsat saydım. Epey yaşlanmış olan bu en yakınım ve çok sevdiğim kadını yanımıza almayı çok istedim; anneannem kesin bir karar vermek istemiyordu, fakat bir iki ay için Resmoya gelmeğe râzı oldu. Hanyada ağabeysi Süleyman dayımın evinde, vapur gününe kadar, misafir kaldık, bundan en çok se vinen yine Süleyman dayımın büyük kızı Hüsniye oldu: onu da yanımıza alıp Resmoya gittik. Râtibe hiç ses çıkarmadı, ancak bir nezaket sevinci göstermeğe çalıştı. Çok sevdiğim anneannemin vé güzel kuzinimin aramıza katılmasiyle aile hayatım bir az şenlenmişti, fakat Râtibe, annean nemle Hüsniyenin, ev işlerine yardımda bulunmak için göster dikleri her arzuyu retle karşıladığı için tecrübeli kadın alın mıştı, b a n a : — Karın bizi istemiyor, demişti; ev işlerine elimizi dokun durmak istememesi bunu gösteriyor. — Camm, dedm, niçin böyle söylüyorsunuz? Râtibe sizin iş görmenizi saygsızlık sayıyor. — Hayır, çocuğum, bu apaçık bir türlü kıskançlık! — Aldırma, anneanneciğim, sizi niçin kıskansın? Ne hak kı var? dedim. Ama yaşlı kadın bu fikirde değildi. Bir aydan fazla kalma dı; güler yüzlü, tatlı dilli ve çok zeki kuzinim Hüsniyeyi alıp Hanyaya döndü. Râtibe eski melankolik, sükûtî didinmesinde, köle gibi ça lışmasında kaldı, ben de yeni ahpaplarımla yaşamağa, geç va kitlere kadar eve dönmemeğe başladım.
Ruslara fransızca hocası Raif Bey, iyiliğimi ariyan bir dostumdu, Rusların fransızca ders verecek hoca aradıklarını işitmiş, beni teşvik e t t i : — Eczacı Yorgiye ısmarlamışlar, dedi, git, bak, kendini göster... Eczacı: — Evet, istiyorlar, dedi, hem üç yerden: bir albayın ma damı için, bir yüzbaşı için, bir de başka bir yüzbaşının çocuk ları için. Adresleri aldım, en önce albayın evine gittim; beni, misa fir odasına, fransızca konuşan yaşlı bir kadm kabul etti, neza ketle, yer göstererek: — Mösyö, dedi, kızım Jimnazdan (liseden) çıkmıştır, fransızcasını ilerletmek istiyor, onunla meşgul olmanızı rica edece ğim. — Rus ailelerinin, dedim, Fransız edebiyatına meraklı ol duklarını işitmiştim, Madam; n e arzu ettiğinizi anlıyorum. Trabulusta da, kumandan Paşanın lise talebesi oğlu ile böyle bir ders yapmıştık. Misafir odasına bir kapı açıldı: Annesinin fransızca hocasiyle konuştuğunu işiten müstakbel talebem yanımıza g eld i: — Bonjur, Mösyö! — Bonjur, Madam! Valide hanım tan ıttı: — Kızım Lidy Aleksandorvna; tifodan yeni kalktığı için saçları dökülmüş, ev içinde bile başım sarıyor. Bir Türk hocanın evlerine gelmiş olmasından çok mem nun kaldığı anlaşılan genç Bayan, ayakta: — Kabul ederseniz talebeniz olacağım, derken çakır göz leri siyah gözlerime dikilmişti. — Bu arkadaşlık, Madam, benim için bir şeref ve bir se vinç kaynağı olacaktır. Annesi, kitaptan söz açarak yanlarındaki kitapları aramak üzere odadan çıktı. Lidy Aleksandrovna şöyle konuştu:
— Tifo, bakınız, Mösyö, beni ne hale koydu; en çok canımı sıkan bu... — Hain hastalık, dedim, güzelliğinize büyük bir zarar ver memiştir; hele şu çakır gözler, tanrıça Atenenin gözleri! G ülüm siyerek: — Komplimanınıza teşekkür, dedi; arkadaşlığınız beni de çok memnun edecek: siyah, canlı gözleriniz var. Bir kucak kitapla odaya dönen yaşlı b a y a n : — Burada işinize yarıyacak, enteresan kitaplar var, d e d i: bir hristomathya, bir kaç roman... — Çok teşekkür ederim, Madam, dedim, beni büyük bir müşkülden kurtardınız: kitap bulmak çok güç bir iş olacaktı. Lidy Aleksandrovna arzusunu b ild ird i: — Romanı çok severim, okuyacağımız hikâyeleri naklet meğe de çalışmak isterim. — Programınız mükemmel, Madam; bir az da anlattığınızı yazmak gayretini gösterirseniz... Valide hanım bu fikri çok b eğendi: — Yabancı dil, dedi, konuşarak ve yazarak elde edilir... Lidy gayret gösferirse bu iş yürüyecek... Lidy gönlünü a ç tı: — Mösyö Ahmedin dersinden sıkılmıyacağım... Çok oku muş olduğu belli, dersleri beni sıkmıyacak ve çok şey öğrete cektir. Gülerek teşekkür ettim, haftada ikişer saatlik iki ders yap mak üzere mutabık kaldık, günleri ve saatleri de tespit ettik. Kızı tifodan kurtulduktan ve bir fransızca hocası bulun duktan sonra, valide hanım Resmodan ayrılmış, Rusyaya dön müştü. Kumral saçları yeniden geldikçe ve hastalığın verdiği solgunluk geçtikçe Lidya’nın güzelliği dersıleri büyülüyordu. Otuzbeş yaşlarında görünüyordu, on yaşında Şaşa, beş yaşında Dima isminde iki erkek çocuğu vardı. Elli yaşını geçmiş oldu ğunu öğrendiğim, fakat kendisiyle henüz karşılaşmadığım ko cası albay A. Sergeyeviç her gün çok içen, eve geç gelen bir subaydı. Ben yirmi dokuzumu sürüyordum. İki Neslin Tarihi — F. 7
Dersler misafir odasında veriliyordu, çocuklar her an oda ya girip çıkabiliyorlardı, mutfağa giden koridorun kapısı da açılınca aşçı askerin saygısız gözleri altındaydık, uslu uslu fransızcamızı yapıyorduk. Kumsalda Albayın evi, Rum mahallesindeydi, geniş denize bakan bir balkonu vardı; evin karşısındaki bahçeden sonra, güzel bir kum sala gidilirdi. Akşamları, hele mehtap vakitlerinde, bir iki genç Rus bayanı buraya bir iki Rum genciyle gezintiye çıkardı. Rumlardan biri doktor Yorgi Tsuderos, öbürü avukat, Manoli Kamaromenos, 35-40 yaşlarında idiler. Lidy Aleksandrovna, bir gün, bu gönül gezilerini anlattı ve izahat verdi : — Avukat bana kur yapardı, iki gündür, ben ona Grunya’yı buldum; bu akşam gelir misiniz, beraber plâja çıkalım? — Bahtiyar olurum, güzel Tanriçem, dedim. Saatini tespit ettik, koyu renkli vestonla gittim, fesi de at mıştım. Lidy Balkonda bekliyordu, kumsala yöneldik. Yelena İvanovna (bir binbaşı karısı) Dr. Tsuderosla, Grûnya Petrovna (bir yüzbaşı karısı) avukatla, ayrı ayrı geniş plâja yayılmışlardı. Bu kumsalın Doğu ucunda sınıf arkadaşım Ali Fehminin eniştesi, geceleri kapalı duran bir kahve işletiyordu, ben Lidyayı o tarafa yönelttim; mehtap ışıl ışıl, ortalık ıssız; rahat oturacak yerler bulmuştuk. Lidya, bu tabiat güzelliği içinde, Eros oklariyle heyecanlan mış bir sesle : — Dites moi quelque chose! (bana bir şeyler söyleyin) dedi. — Sizi kucaklayıp Olympos’a çıkarmak isterdim, tanriçem, Athena’m, dedim. Yaklaştı, kucakladı, kucakladı, birinci defa dudaklarımız b ir leşti. *** Rus kadınları, erkekleri veya dostları subaylarla, at üstün de, kırlarda dolaştıktan sonra, bir akar su kenarında, ağaçlarla
gölgelenmiş, bir kahvede, şaraplı., votkalı, havyarlı.. jambonlu partileri severlerdi. Lidy benim de bu partileri paylaşmamı is temiş, bana at tahsis ettirmişti: Sarı Girit çizmeleriyle, baş açık, binerdim, hep onun yanında gitmek üzere atımı sürerdim. Se kiz on çift olurduk, molalarda atları tutacak seyisler de vardı; yiyecek, içecek şeyler daha evvel kahveye gönderilmiş bulunur du. Bu partiler çok neşeli olurdu, fakat hiç taşknlık olmazdı. Genç bir Türkün, güzel bir Rus bayanına kavalyelik ede rek, samimî partilerine iştirak etmesi, bütün Resmoda, yankı lar, heyecanlı yorumlar uyandıran bir hâdise olmuştu. Rumlar bunu kin ve gayz ile karşılamışlardı, hele Dr. Tsuderosun, avu kat Manolisin yüreklerini yakan bir kıskançlıkla kıvrandıkları kolay anlaşılır: sevgilileri Yelena ile Grunya Lidy’nin cüretini gösterecek fırsatı bulmamışlardı, kocaları çok sertti. İki üç defa tekrarlanan bu hâdisenin Ruslar arasındaki tep kisi de büyük ve çeşitliydi: bekâr bir subay, teğmen Şaşa, Lidy Aleksandrovnada gözü ve sebkat etmiş bir kur hakkı vardı. Yaşlı subayların, evlerine genç bir teğmen alması Rus ordu sunda yerleşmiş bir âdetti; üçlü m enajlar eski bir görenekti. Şaşa kinini hazmetmeğe elinden geleni yapıyordu, fakat sözünü sakınmayan cadı anası Lidy’nin güzelliğiyle ve geniş gönlüyle hak ettiği şâd ve serazat yaşayışı ona, açıktan açığa ayıplamalariyle, zehir etmekten boş kalmıyordu. Lidy, benim için: «O be nim hocamdır ve arkadaşımdır, âşıkım değildir!» derdi. Kullan dığı priyatel deyimi türkçede «hoşa giden arkadaş» diye ifade edilebilirdi ki, âşık (lûbitel)’den farklı sayılırdı. Yelena ile Grun ya da, priyatelTerini atlı partilere getirmedikleri için şüphesiz kıskanıyorlardı, bunlar gibi, Lidyanın kuzini ve sırdaşı Feodora Petrovna da — çok sert ve orta yaşlı kocası yüzünden— üçlü menaj bahtiyarlığından bile mahrumdu: küçük bir koketlik sa yılacak hareketleri için biçare Feodora canavar kocasından da yak bile yerdi. Lidyanın kocası atlı partilere iştirâk etmezdi, üçitel (öğretmen)’in arkadaşlığına katlanırdı, ancak sarhoşluğu arasında, karısına, kabaca imalarda bulunurdu. Bir gün Lidy aıılatm ışt: «Albay dün gece çok sarhoştu, (hoca geldi mi) diye sordu,
sonra, en kaba deyimle, (seninle yattı mı) diye ilâve etti; ben de inadma «evet» dedim.» Genç ve münevver bir Türkün Ruslar arasında bu kadar yüksek bir itibar kazanması, Rus subaylariyle içli dışlı olması millî iftihar kaynağı olmuştu; hele koruyucu dostum Raif Beyin nasıl vatanî bir his içinde kaldığını anlatmak mümkün değildir. En samimî dostlarım Hacoğlu terzi Ali, saatçi İbrahim, avukat Raif ve başkaları, beraber gezmeğe vakit bulduğum zaman, be nim hesabıma sevinçlerini az çok dokunaklı taşlar atarak gös terirlerdi. Ratibe bile, çalkanan bu hâdise kulağına erişmiş, acaip bir iftihar duymuştu: melânkolik sükûtiliği içinde elbise mi ütülüyor, gömleklerimi kolalıyordu. (1907 -1908): Daha yaşlı görünmek için, Lidya’nın ricasiyle, sakal koyvermiştim ve siyah sakalımla Rus bayanlarının daha çok ho şuna gitmiştim. Fakat bahtiyarlığımın sonu g elm işti: Rus kuv vetlerinin bir kısmı değişiyor, yenileri gelmiş bulunuyordu. Al bay A. Sergeyeviç ve ailesi Giritten ayrılanlar arasında idi. Ramazandı; küçük kaynım Mehmet şehir dışındaki Ali Vafinin bahçesinde bahçıvandı, ondan arka kapısının anahtarını almıştım; Mehmet teravihten sonra ablasına — R atibeye— gi dip çamaşır değişecekti. O akşam, Lidy ile, son kumsal bu luşmamız olacaktı, onu kumsal yerine bahçeye götürdüm; bu ranın fiskıyeli güzel bir havuz önünde, nefis çiçekler arasında, rahat mobilyelerle döşenmiş köşkü vardı. Bu dekorlarla büyü lenen Lidya’dan tanı visal arzusu gösterdim. Çocuk almaktan korkuyordu, «ben eczahaneye uğradım, korku yok» demem üze rine kucaklaştk, ilk ve son olarak sevgilim benim olmuştu. Odesadan mektuplaşmamız, meşrutiyet inkılâbına kadar de vam etti, üç ay sonra albay ölmüş, Lidy Aleksandrovnaya, su baydan dul kalmış olduğu için, bir posta bürosu memurluğunu vermişlerdi; Îstanbula gelmek arzusunu bildiren mektubuna ce vap vermemiştim. Feodora Petrovna, Lidy’nin kuzini, Resmoda kalmıştı, si yah sakalımdan hoşlanan bir bayandı, 7 yaşındaki oğlu Kolya’ya
fransızca dersi vermemi rica etmişti, fakat kendisini gayet na dir görürdüm: sokağa çıkmak üzere, giyinmiş, Kolya ile meşgul olduğumuz odadan geçer, elini öptürürdü. Giyime kuşama çok itina ederdi, Lidy’den daha ince ve daha boyluydu; yüzbaşı, ko cası, sert ve korkunçtu: Fedora ders odasında oturmazdı, gö rüşmemiz ayak üstü ve ancak tesadüfi olurdu. Ona, bizim Ka diri tekkesi bahçesinden ve az ötede olan bektaşi dergâhından Çiçekler toplar, çocukla gönderirdim; bu kısa görüşmelerde, nazik, teşekkürde bulunurdu. Küçük Kolya, ara sıra, «Papa battu mama» (babam annemi dövdü» diye haber verirdi. Sebebi? Çoçuk: «Mama koket» d er di, bir mösyö var, papa kıskanıyor, diye anlatırdı. Güzel Feodoranın hazin hayatına bir neşe getirmeğe imkân yoktu. Bir dersim daha vardı: Rus - Japon harbinde ateşe girmiş, ruhu hırpalanmış, gayet sükûti ve pek terbiyeli bir teğmene fransızca öğretmeğe çalışıyordum; bu teğmenin iki sevgilisi vardı: bir İtalyan artisti bir de av köpeği; fransızcaya arzusu kadar istidadı yoktu. Aile işleri Son iki senede, Evkafa gittiğim saatlerde, oğlum Cahidin dersleriyle meşgul olurdum, ona okuma ile aritmetik öğretir dim; kızım Suadı da evimizin karşısında, küçük kız çocuklarına ders veren hoca hanıma gönderirdim; bu hoca hanımın kocası Cevdet Bey, o tarihte, Resmonun Türk maarifinin başında bu lunuyordu. 1908 başında, üçüncü çocuğum, kızım Muzaffer, dünyaya geldi, aile genişliyordu. Ratibe, sessiz sedasız, yeni hayat misafi rimizi de şefkat ve ihtimam ile kucaklamıştı. Lidy Aleksandrovnadan ayrılalı bir yıldan fazla geçmişti; her gün akşam üstü, dostum Hacoğlu terzi Ali ve tütüncü Etemle, kışla meydanına kadar gezintiye çıkar, Hacoğlu Ali Beyin Rum sevgilisi esmer güzeli Marika ile selâmlaşılırdı. Akşam ları, dostum saatçi İbrahimle kafe-şantana giderdik, Ibrahimin, artistler arasında, daima kur yaptığı bir kız bulunurdu. Ben,
bu »yalanmalar arasında, gönlümü hep Lidynin hatırasiyle dolu tutardım. 1908 içinde çok acıklı bir olay aile hayatımızı sarsmış, önü müze büyük müşküller çıkarmıştı: küçük kaynım Mehmette cinnet başladı. Zavallı genç b ir müddetten beri rufaî tarikatine girmiş, şeyhinin emrettiği yüzlerce zikirleri uzun bir tespih ile çekiyordu; yavaş yavaş kendini şeyhinin telkin ettiği m erte beye ermiş sanmağa başladı: yüzü değişiyor, gözleri alevler sa çıyordu: «Ben evliyayım! Peygamberim! İskenderim!» Korkunç nâralar atarak bunları haykırıyordu! Bağırarak dünyayı yıkacağını söylüyor, ağzından köpüklü salyalar saçı yordu : «Ben mehdiyim!», «Deccal, defol karşımdan!» Ve bu tehev vür içinde sokağa fırlıyor, sokaktan geçenler için azılı bir teh like halini alıyordu. Şeyhini çağırdık, bedbaht gencin ruhuna bir az sükûn ge tirmesini rica ettik. Mecnun, şeyhi görünce bir az toplandı, eline sarıldı, dizlerine kapandı ve sordu «Haykırayım mı? Kâfirlerin başına dünyayı yıkayım mı?» Şeyh afsunlar okudu, üfledi, tespihi elinden a ld ı: «Sana artık izin yok!» dedi, «tespih çekmiyeceksin! Bekliyeceksin! Anladın mı, Mehmet, bekliyeceksin!» O geceyi Mehmet sakin geçirdi, fakat ertesi sabah tehev vür nöbetleri yenilendi. Bedbaht gence bir muhafız tutmak zorunda kaldık. Yerinde görmüştük: önce dayısı Mehmet Ali, meczup, zararsız, sokak larda dolaşırdı.
Makedonya İsyanı Meşrutiyetin ilânı Resmoda siyasî hâdiseleri Atina gazetelerinden takip edi yordum. O yıllarda Makedonyada Komitecilik hızlanmış, büyük devletlerin müdahaleleri ürkütücü şekiller almıştı. Abdülhamit, bu tazyik karşısında, Makedonya vilâyetleri — Manastır, Selânik, Kosova — üzerine bütün dikkatini vermiş, oralara en iyi memurları, en cesur subayları, en kuvvetli birlikleri gönderir olmuş ve bu ülkelerin idaresini Hüseyin Hilmi Paşa isminde muktedir ve saltanata sadık bir vezirin umumî müfettişliği al tına koymuştu; fakat padişahın bütün tedbirleri, Rusya ile İngilterenin uzlaşmasına engel olamamıştı: Reval’de vukuu şayi olan mülâkatın Makedonyayı koparmak ve imparatorluğu parçala mak hedefine yönelmiş olduğuna şüphe kalmamıştı. Dışardan esen bu siyasî fırtına rüzgârı Makedonya kuvvetlerinin (3. or dunun) cesur, hamiyetli, vatansever subahlarını, Yıldıza karşı acele isyan etmek kararını vermek zorunda bırakmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyetinin Mânâstır ve Selânik vilâyet lerinde teşkilâtı kuvvetliydi. Bu teşkilât içinde subaylar — kuvvetleriyle b erab e r— en hâkim rolü oynamakta idi. Haziran 1908 ortalarında, Atina gazetleri, Makedonyaya dair çok mühim haberler vermeğe başladılar: Selânik merkez kumandanına sui-kast yapılmış, Resnede kolağası Niyazi Bey temmuzun ilk günlerinde, kuvvetleriyle ve b ir çok gönüllülerle dağa çıkmış, Yıldıza meşrutiyetin ilânına davet eden telgraflar çekmiş, kurmay binbaşı Enver Bey isyan eden kuvvetlere katıl mış; Padişah Manastıra âsilerle savaşmak üzere kuvvetler gön
dermiş; Yıldızın kuvvetlerine kumanda eden Şemsi Paşa, temmuzun yedinci) günü Manastır postahanesinden çıkarken Atıf isminde bir teğmen tarafından öldürülmüş! Bunun üzerine Manastır - Resne bölgesinde ve Selânikte halk meşrutiyeti ilân ederek bayram yapmış! Nihayet Padişah Abdülhamit, İstanbul gazetelerine, Kanunu - Esasinin tekrar, yürürlüğe girmesini em rettiğini bildirmiş! Temmuzun 11 inde, Türkiye, baştan başa, «Yaşasın meşrutiyet!», «Kahrolsun istibdat!» sadalariyle sevin cini göstermekteydi! Tür-kiyede meşrutiyetin yürürlüğe girmesini Atina gazete leri de alkışlıyordu. Daima iyiliğimi istiyen Cinciarapzade Raif Beyle konuşa rak benim bir ân önce îstanbula dönmeğe verdiğim kararı ken disine kolaylıkla kabul ettiirdiım ve maddî şartların tesvjiyesi için bana yardımını rica ve temin ettim: Evkaftan üç ayılk izin alıyordum, maaşım Resmoda kalacak aileme ödenecekti; İstanbulda iş bulduktan sonra aileyi çağıracaktım. Bir İtalyan vapuriyle, ağustos ortalarında, İzmire geldim. İdaresini ziyaret ettiğim Yeni Asır gazetesi bana saygı gös termiş ve ricasiyle kaleme aldığım bir yazımı neşretmişti. Bu yazıda çok mühim gördüğüm iki problem üzerinde durmuştum: 1) Azmlklar; 2) görenekler. Makedonya, Arnavutluk, Erm eni lik, Havran, Yemen, Trabulus v.b. Devletin bütün geliri ve mil letin en kıymetli gençliği bu azınlıkları etnik istek ve hislerin den uzaklaştırmak gayesine feda edilmekte, bu yüzden borçları mız kabarmakta, kapitülasyonlar şiddetlenmekte, iktisatça ve fizikçe fakirliğimiz artmakta, modern bir kuvvetli devlet ola rak gelişmemize imkân kalmamaktadır. Azınlıklar problemini, etnik temayüllere müsamahalı bir anlayış gösterilmedikçe ve bu siyasette — Rusyanın düşmanlı ğını tesirsiz bırakmak iç in — İngiliz ve Fransız dostluğuna da yanmadıkça, çözmeğe bir yol bulunamazdı. Görenekler problemi azınlıklar probleminden daha az mü him değildir ve daha kolay çözülemezdi; müslüman Türk için menfaat ve servet kaynağı kalem efendiliği ve orduda subaylık
kaldıkça ticaret ve sanayi mesleklerini benimsiyecek yeni ne siller yaratılamazdı. Müslüman Türk milletinin tüfeyli görenek leri ancak uzun ve metodik bir terbiye ile ticaret ve sanayi göre neğine ulaştırılabilirdi. İşte o yazıda ileri sürdüğüm fikirlerin hulâsası bu idi. Ertesi gün, aynı sütunda, Halil Bey (Menteşe) bu meseleler hakkındaki İttihat ve Terakki Cemiyetinin programını öne sü rüyordu: Osmanlı im paratorluğunun bütün unsurlarına, cins ve din farkı gözetilmeksizin, müsavi siyasî ve İçtimaî haklar temin edilecek; Türkler, Araplar, Rumlar, Ermeniler, Arnavutlar, Havranlılar... hepsi Osmanlı kardeşliği altında birleşecek, aynı Millet Meclisi içinde temsil edileceklerdir. Etnik ayrılıklara si yasî haklar tanımaktan imparatorluğun parçalanıp dağılmasın dan başka bir netice çıkamazdı. Bu yazıdan anlamış oluyordum ki, İttihat ve Terakki Ce miyetinin büyük temsilcileri, m uhtar eyâletlerden teşekkül et miş federatif bir Osmanlı İmparatorluğunun, üç kıta üzerinde, büyük bir iktidar sahibi olarak yaşayabileceğini müdrik değil diler. Halbuki fikrimce böyle bir Federal Osmanlı İm parator luğu, İngiliz ve Fransız İmparatorluklariyle dost ve m üttefik olarak, paydar bir sulh içinde, tam müvazeneli yeni bir yirmin ci asır dünyasının yaratılmasına imkân verebilirdi. İstanbulda Emirgânda, büyük dayım rahmetli Bilâl beyin ailesi oturu yordu; kızı, Çapa öğretmen okulundan çıkmış, kuzinim Hamide hanım Emirgân ilk okulunun başöğretmeni idi, beni samimî bir sevinçle karşıladılar, geçici olarak onlara misafir oldum. Cağaloğlunda, Şeref Efendi sokağında İttihat ve Terak ki Cemiyetinin Umumî Merkezi kurulmuştu; sürgün yerlerin den, Avrupa ve Mısrdan her gün İstanbula gelmekte olan siyasî mahkûm ve firariler için bu sokakta küçük bir oda tahsis edil mişti, fakat oraya baş vurup isimlerini kaydedenlere hiç bir vazife verilmiyor, yıllardan beri inkılâp uğrunda savaşmış, is tibdadın zulmüne uğramış olanlar hiç bir komite veya komisyo-
ıuı çağrılmıyor, hiç bir işe karıştırılmıyordu. Şûray-ı Ümmet intişar hazırlıkları görüyordu. Başta Tevfik Fikretin de dahil olduğu bir heyet tarafından, Tanin gazetesi — yavaş yavaş, ta rafsızlıktan Cemiyetin bir organı haline geçmek ü zere—, çık mağa başlamıştı: Erkenden Tevfik Fikret uzaklaştırılmış, ga zete Hüseyin Cahidin ve Selânikli M. Cavidin hüküm ve idaresi altında kalmıştı. Hükümeti kurmağa Abdülhamit yine eski sadırazamları (başvekilleri) memur ediyordu: ikinci Meşrutiyetin ilânı arefesinde sadrazam olan Avlonyalı Ferit Paşa çekilmiş, yerine Şapur Çelebi diye anılan II. Abdülhamidin en sadık bendesi kü çük Sait Paşa geçmişti, ve ilk işi, ordu ve donanmanın başku mandanı olarak, vekilleri sayılan harbiye ve bahriye nazırları nın tâyinini Padişaha bırakmak olmuştu. Cemiyetin müdaha lesiyle Şapur Çelebi düşmüş, hükümeti Kıbrıslı Kâmil Paşa kurmuştu; ve demokratik usulle, harbiye ve bahriye vekilleri ne, Cemiyetin güvendiği adamları getirmişti. Tanin erkenden, Devletçe yeni bir borçlanmanın propagan dasını yapan bir makale neşretmişti. İstibdadın en zararlı po litikası sefahat israflarına meydan veren, tüfeyliliklere, haram yeyiciliğe yol açan ve ecnebi tazyiki artıran yabancı borçlanma lar iken, meşrutiyetin aynı uğursuz yoldan yürümesi havsala ma sığmadı, bu teşebbüse itiraz ve lüzumsuzluğunu ispat yollu küçük bir yazı ile Hüseyin Cahidi ziyarete gittim. Trabulustan, Servet-i Fünûnun başında bulunan ve açtığı kampanyada Ali Kemali yenmekle edebî şöhreti büyüyen bu muharirle ara mızda — yerinde görülmüş olduğu gibi — küçük bir yazışma geçmişti. H. Cahit, bir operatör gömleği giymiş, iş başında, be ni kabul etti, fakat itirazımı anlayınca soğuk davranmıştı. Mek tubum Taninde çıktı ve bir müddet borçlanma hareketi durmuş oldu. Bir ân önce, kendime bir iş bulmak zorunda idim, İkdam ga zetesinin sahibi Ahmet Cevdet Beye baş vurdum. — Bizde, şimdilik, gazetenin musahhihliği boştur, dedi, 12 lira maaşla kabul ederseniz hemen başlıyabilirsiniz. Bu işte yal nız değilsiniz, bir yardımcınız da vardır.
O gece, yardımcı müsveddeleri okumak ve ben dinlemek üzere, İkdamın tashih işini gördüm, fakat sabaha karşı, yardım cını haber v e rd i: — Gazetenin birkaç seneden beri musahhihi olan bey iki ay süren bir hastalık geçirdi, dün yataktan kalkarak matbaaya geldi, Cevdet Bey zavallıya yol verdi: üç çocuk sahibi bir adam dır. — Bu nasıl olur? dedim, ben bu insaniyetsizliği kabul edemem. O günkü tashihi bitirip patrona gittim — Efendim, dedim, sizin hasta musahhihiniz iyileşip işinin başına gelmiş; benim artık devam etmeme imkân yoktur, tashih işini bırakıyorum; eski musahhihi alırsınız. Ve tek bir kelime söylemesine meydan vermeden Ahmet Cevdet beyin yanından ayrıldım. Şûray-ı Ümmette İkdamın, hemen bütün gece boyunca süren tashihi yüzün den, uykusuz, yorgun düşmüştüm, fakat içimde insanlık vazi femi görmüş olmanın ruh ferahlığı olduğu halde, sokağa çık mış, Cağaloğluna giden yokuşu tırmanmıştım; Şeref Efendi so kağının başında, durup konuşmakta olan iki kişi gördüm, biri Trablus arkadaşım, rahmetli Şevket Beyin damadı Ferit Beydi. Yanaştım, beni muhabbetle ve güler yüzle karşıladı ve yanın daki sivil giyinmiş kurmay binbaşı îsmali Hakkı Beye, sitayişkâr sözlerle, takdim etti. Konuşarak, Şûray-ı Ümmetin de idare evi olan Umumî merkeze geldik; benim iş aradığımı öğrenen İsmail Hakkı Bey : — Gazetede sizin gibi arkadaşlara ihtiyacımız var, dedi. Üçümüz Şûray-ı Ümmetin neşriyle meşgul Dr. Bahaettin Şakir Beyin yanına gittik; Ferit hararetli bir prezantasyon geçti, İs mail Hakkı Bey de ilâve etti: — Gazetenin muhabirliğiyle Bulgaristana gönderecek bir arkadaş arıyordunuz... Dr. Bahaettin Şakir, sevinerek, şöyle d e d i:
— Hemen pasaportunu almak için Sami Paşaya gider ve ilk trenle Sofyaya hareket eder. İsmail Hakkı Bey, makalesini başyazar Sami paşazade Sezai Beye bıraktıktan sonra, Feritle birlikte Umumî Merkeze çıktı lar, ben de Dr. Bahaettin Şakirin talimatiyle, iki üç saat içinde pasaportumu almış, kart vizitler bastrmış, Sofya yolculuğuna hazırlanmış bulunuyordum. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerek Bulgaristan meselesinden gerekse Avusturya - Macaristan Devletinin, işgali altındaki Bos na - Hersek eyalet ve sancağını ilhak etmesinden, bir harp çık masını istemiyordu. 93 (1876) Rus seferinden faydalanıp Mec lisi fesheden ve Meşrutiyete son veren Abdülhamidin bir kere daha aynı oyunu oynamasından korkuyorlardı. Dr. Bahaettin Şakir fazla direktiflere lüzum görmemişti, bütün seyahat için 20 lira verip başarılar dilemişti. FASIL XXV. ŞÛRAYI ÜMMET’İN MUHABİRİ OLARAK SOFYADA Birinci Mektup Sofya, 24 Eylül (1324) - 1 ekim 1908 Bir akşam, güneş batarken Sofyaya geldim. Grand otelde komiserlik kâtiplerinden biriyle görüştüm. Gazeteleri hemen mütalâadan geçirdim. Durumu arzediyorum : İlân olunan Bulgaristan istiklâli (bağımsızlığı), otuz yıldan beri, adım adım kazanılıyordu. Prenslik, bağımsızlığının ilk ve büyük kısmını, Berlin antlaşmasından sonra, geçen birinci se ne sonunda, ödemeğe mecbur olduğu parayı vermemekle kazan mıştır: miskin istibdat hükümeti antlaşmanın bu suretle ihlâl edilmesine ağız açmamıştı. Bulgaristan o zamandan beri ba ğımsız sayılır: komşularına harp ilân etmek, barışmak veya fii len savaşlara girişmek, yabancı devletlerle ticaret sözleşmeleri bağlamak gibi işlemlerle bağımsızlığını kazanmıştır, hattâ T ür kiye ile ticaret itilâfları akdetmiştir.
İstiklâlin şimdiye kadar ilân edilmemiş olması Bulgaristanın korkusundan değildir; prenslik o derece korkusuzdu ki, tâ başta Doğu Rumeli valisini kovmuş, koca eyaleti kendine kat mıştı. Sofyada 44 cami varken bugün ancak birinde Muhammedin ezanı okunmaktadır. Bu camileri, birer birer, müstebit padişahın millet, vatan, din hainliğine varan pısırıklılığı yıktırmıştır. Şimdi ilân olunan bağımsızlık bir formaliteden ibarettir, böyle iken, Bulgaristan, yeni m eşrutiyet idaremizin kudretin den korkmakta ve telâş göstermektedir. Prensin aleytarlan da vardır, sosyalistler ve cumhuriyet çiler gibi muhalifler bağımsızlığın ilânına iyi bir gözle bakmı yorlar, fakat, şimdilik, millî bir zafer gibi görünen çarizm’e ses çıkarmıyorlar. Tüccar zümresi de, mevcut itilâfnamelerin bozulmasından endişe içindedir: bu yüzden buranın ticaret ve sınaatı duracak, geriliyecektir: îslimye şayak fabrikaları kapanmak derecesinde zarar görecektir. Harp ihtimalinden de Bulgarlar korku içindedir. Harp ana lar ve babalar için büyük bir kara haberdir, çünkü meşrutiyet Türkiyesiyle açılacak harpten kimsede galip çıkmak ümidi yok tur. Bulgaristan, gerçi yenilse de erazi kaybetmiyecek ama, ev lâtlarından on binlerce kurban verecek, ekonomi bakımından da pek uğursuz sonuçlar doğacak! Bu düşüncelerle, uzağı gören Bulgarların çoğu bağımsızlık ilânından hiç bir sevinç duyma maktadır. Bulgar hükümeti askerlik tedbirleri almaktan geri kal mamaktadır. İhtiyat kuvvetlerinden bâzı sınıflar silâh altına alınmıştır, yüz bin kadar olan rediflerin de ilk emirde orduya çağırtabileceği söylenmektedir. Bu akşam, belediye bahçesindeki millî sevinç donanmasını gezdim; erkek, kadın ve çocuktan dört beş yüz kişilik b ir kala balık vardı: hükümet fenerler yaktırarak bahçeyi aydınlatmıştı, muzika da çalıyordu; fakat yaşlı başlı kimselerde bir neşelilik ¡görülmüyordu. Müftü efendiyi de ziyaret ettim, yanında dört beş müslü
man vardı. Bütün Sofyada ancak yirmi beş hane müslüman kalmıştır! Bulgaristanın nüfusu dört milyona yakındır; yirmi bin nüfus başına bir mebus çıkmaktadır; müslümanlar altıyüz bin olduğu halde ancak on mebuz çıkarabilmişler! Bu akşam çektiğim telgrafta, henüz, büyük devletlerden, istiklâl hakkında bir cevap, gelmediğini yazmıştım; bu dahi umumî efkârın endişesini artırmaktadır. Bu akşamki gazetelere göre, Avusturyadan başka yeni Çar majestelerine yüz veren devlet yoktur. Hükümetin resmî mesleki savunma yoludur, «Türkiye harp ilân etmezse biz hiç etmeyiz» diyorlar. Bu ifade doğru görünü yor, çünkü Bulgaristanın, harpten, bağımsızlıktan fazla hiç bir şey kazanacağı yoktur. İkinci Sofya mektubu (8. ekim 1908) Bugün ismini gizli tutmamızı istiyen, diplomatik kurulu üyelerinden, biriyle görüştüm. Bu zat Bulgaristanı, Bulgar or dusunu kuvvetli buluyor; «Avusturya - Macaristanın ve Romanyanın dostluğu da Bulgaristana istediği gibi bir destek oluyor» fikrini ilâve ediyor. Bu diplomat diyor -ki: «Genç Türkiye meşrutiyetinin Avru pa devletleri arasında mühim dostları vardır; bu dostluklar pek kıymetlidir, bunlardan faydalanmak için tedbirler almalıdır. «Türkiyenin savunacak hakları pek çoktur: devlet borçları nızdan Bulgaristana düşen hisseyi ona ödetebilirsiniz. Türk ti caret mallarına, Bulgarların koymuş olduğu oktruva ve akçiz resimlerini, Bulgar mallarını kabul etmemek tehdidiyle, kaldırtabilirsiniz. Eski ticaret itilâfları, tabiî, bağımsız Bulgaristanda yürürlükte kalamaz, gümrük gelirleriniz artar. «Şimdiye kadar Bulgarlar, Osmanlı uyrukları (tebaası) ola rak büyük haklardan faydalanıyorlardı; meselâ, Bulgar siyaset adamlarından Karayorgiyef ve Rizof Makedonyada nutuklar söylüyor, seçimleri idare ediyorlar. Meşrutiyet Türkiyesi bu tecavüzlere engel olabilir.
«Eksarhlık da artık ayrılmalı, Türkiyedeki Bulgarlar Bul garistan eksarhlığına bağlı kalmamalıdır. Bağımsızlık istiyenler bağımsızlığın sonuçlarına katlanmalıdır.» Bu mülâkattan sonra, nasyonalistler partisi liderlerinden M. Todor Todorof’u ziyaret ettim. M. Todorof bağımsızlık ilânı için şöyle diyor «Bağımsızlık, şüphesiz, izzeti-nefsi okşar, bunu istemiyecek kimse yoktur, fakat bundan önce, burada, kırallık taraflısı kimse yoktu; Geşof hâdisesi buna vesile verdi. «Geşofun Bulgaristana dönmesi bizi müşkül duruma soktu: o akşam Edirne ziyaretçileri şerefine ziyafet verilmişti, Türkiye ile Bulgaristan arasında samimî dostluk temenni eden nutuklar söylemiştik. Ziyafette bütün partilerin liderleri vardı; Geşof hâdisesi çıkmasaydı nazırlar da bulunacaktı. Bu toplantı göste riyor ki, bütün Bulgaristan Türkiyenin dostluğunu arıyor. P ar timiz bugün de dostluk ve anlaşma taraflısıdır. Tasdik ederim ki Türkiyenin izzeti-nefsi üzülmüştür, fakat bağımsızlığımızın ilâ nından Türkiye maddî hiç bir şey kaybetmemiştir; şimdi, ba ğımsızlığın sonuçları olarak kazançlarınız olacaktır; bu maddî menfaatleri bir tarafa atarak ille kendinize tâbi ettirm ek için kavga çıkarırsanız «av yerine gölgeyi kovalamak» olmaz mı? Bizi yenerseniz düşmanlığımızdan başka bir şey kazanmazsı nız.» Mösyö Todorof sözüne şöyle devam e t t i : «Genç Türkiye büyük bir vazife karşısında bulunuyor: Harp yerine, kuvvetlerinizi inkılâbımızın tepkilerini, kara cahilliği, istibdadın geri kafalı taraflılarını yenmeğe hazır tutmuş olsanız, vatanınızı kalkındırmağa, yüksek medeniyet seviyesine çıkarma ğa muvaffak olursunuz. «Bulgaristanın bağmızsızlığı eski istibdat rejimi zamanında olmuş bitmişti; ortada bizi yürekten yaralıyah size hiç faydası olmayan bir isim kalmıştı! «Bosna - Hersek ilhakı da eski fena idarenin kayıpların dandır; bu gün Yenipazar sancağını kazanıyorsunuz ve şüphe siz iyi bir diplomasi kullanırsanız, borçlarınızdan büyük bir his se Avusturya - Macaristana yükliyebilirsiniz.»
Mösyö Todorof, mülâkatın sonunda, partisinin yakında ik tidara geçmesi ihtimaline işaret etmek istiyerek, «yakında T ür kiye ile Bulgaristan arasında bilfiil dostluk münasebetleri tesi sine çalışmak emelinde» olduğunu söylemiştir. Diğer Sofya Mektubları I
Sofyadan Şûray-ı Ümmete on bir mektup, günü gönüne, hem Şûrayı Ümmette hem de Tanin’de nşerdiliyor, Türkiye umumi efkârı Bulgaristanda olan biten işleri, askerî hazrlıkları, yürütülen entrikaları, yüreklerde saklanılan korkuları, hükü metin, nazırların izah diye ileri sürdükleri safsataları, Bulgar partileri liderlerinin muhalif tenkit ve dostluk teminatını, dip lomatik kuruldan iki zatın samimî düşünce ve tavsiyelerini öğ reniyor, aydınlanıyordu. Bu mektuplarm gördüğü hizmet, o za manki gazetelerce, beni m innettar bırakan bir takdir kazan mıştı. Bu mektupları hatıralarıma almayı isterdim; menfadan dö ner dönmez, bana emniyet edilen bir millî vazifeyi, nasıl bir vatanseverlikle çırpınarak yerine getirdiğimi her satırlariyle aksettiren bu m ektuplar benim için kıymetlidir. Fakat seksen senelik hayatimin romanı içinde on beş günlük Sofya muhabir liğine fazla bir yer ayıramıyorum. Askerî kuvvetleri, kıtaların geceleyin hudutlara şevkini bildiran yazılarım her ân casus olarak tevkifimi sonuçlıyabilirdi, vatan aşkı bir ân bile böyle bir tehlikenin ürküntüsüne düşme me yer bırakmamıştır. Son olarak, Bulgar siyasileri bir Bulgar-Türk dostluk ko mitesi teşkil ettiler, bu komitenin davetiyle, Sofyaya Fethi Bey (Fethi Okyar), Faik Bey (Üsküdar m utasarrıfı Faik Paşa), edip Saffet Nezihi Bey gelmişti. Komitenin verdiği büyük ziyafete ben de Şûray-ı Ümmetin muhabiri olarak davetli idim. Bu yarı resmî toplantıda bütün partilerin temsilcileri bulunuyordu, hep dostluk ve iyi komşuluk münasebetleri üzerinde nutuklar söy lenmiş, kadehler kaldırılmıştı. Dönüşte Filibeye uğradım, dostum ve Trabulus arkadaşım
Etem Ruhinin evine bir gün misafir oldum. Etem Ruhi, Bal kan gazetesini, kendi yazar, kendi dizerdi, tek bir yardımcısı vardı. Haftanın belirli günlerinde, Sirkeci garında bekliyen ga zete dağıtıcıları Balkanı kapışırlardı. Az bir müddet sonra, Bal kan, renkli, resimli, İtalyanca Papagalo gazetesi biçiminde, çık mağa başlam ıştı,' İstanbulun basit halkı, duvarlara asılan Bal kanın resimlerine bakar, siyasî dünyanın gidişatını sezinlerdi. Dostum Etem Ruhi oynadığı rolden ve temin ettiği kazançtan çok memnundu. Şûray-ı Ümmete gönderdiğim m ektuplar Tanin gazetesin de de çıkıyordu.- Dr. Bahaettin Şakir muhabirliğimden mem nun kalmıştı; Tanin başyazarı da beni tebrik etmişti. Sofya mektuplarının Şûray-ı Ümmette neşredildiklçri tarihler: 3. mektup : 14. ekim 5. » 16. ekim 7. » 18. ekim 9. » 22. ekim 11. » 24. ekim
1908; 1908; 1908; 1908; 1908;
4. m e k tu p : 15. ekim 1908 » 6. 17. ekim 1908 8. » 20. ekim 1908 » 10. 23. ekim 1908
FASIL XXVI. OSMANLI PAZARI Milletçe ticaret ve sınaat hayatına atılarak Devlet memur luğu göreneğinden sıyrılmanın, modern bir medenî millet se viyesine yükselmenin, girişilmesi mümkün bir teşebbüs yolu var mıdır? Kendi kendimize sorduğumuz bu sual üzerine tatlıı tatlı hayallere dald ık : İstanbulun umumî ticaret merkezi olabilecek bir mahallesinde çok büyük bir (Osmanlı Pazarı) tasavvur ettik, öyle büyük bir (Osmanlı Pazarı) ki Osmanlı sanayi kurullarının bütün yetiştirdikleri şeyler onun içinde sergileri yapılıp satıl sın! Şamın ipeklileri, Bursanın dokumaları, Ankaranın sofları, İki Neslin Tarihi — F. 8
Uşak.. İsparta halıları, Hereke kumaşları, sözün kısası, bütün Os manlI mamûlleri onun içinde bulunsun. Aynı zamanda, dışardan getirmek ihtiyacında olduğumuz mallar da oraya getirilsin, yer li mamullerle yan yana satılsın, ve hiç olmazsa en sağlam, en ucuz ve dost devlet menşeli olduklarına kanaatimiz hasıl olsun. İşte böyle bir Osmanlı Pazarının hedefi halkımızın talep leriyle fabrikalarımız arasında tedbirli bir anlaşma organı ola rak, sanayimizin eksik şubelerini kurmak, yeni yeni fabrikalar.. yaratmak olsun. Böyle bir Osmanlı Pazarı dost devletlerin fabrikaları ve ticaret evleriyle de geniş işlemler yürüterek dış Osmanlı tica reti için kuvvetli bir terakki unsuru olsun. Böyle bir OsmanlI pazarı, gözümüzde, büyüyor, az zaman da îstanbuldan başka şehirlerimizde şubeler açıyor, Osmanlı sanayiinin hakikî sürüm yeri ve ilerleme organı oluyor. Böyle bir Osmanlı Pazarı, şubelerinde ve kontrol edeceği fabrikalarda yıldan yıla sayıları artm ak üzere, yüzlerce ve bini lerce gençlere işler verecek, ticaret ve sınaat terbiyesinin yeni nesilce muhabbetle benimsenmesine hizmet edecektir. Tatlı hayallerle oyalandığımız bu millî ticaret ve sınaat merkezinin kurulmasını imkânsız bulmuyorduk; böyle bir Os-j manlıPazarının bir «Osmanlı anonim ortaklığı» olarak gerçek leşebileceğini umuyorduk. Şûray-ı Ümmette buna dair yayınlanan bir makalenin so nunda şöyle deniliyordu: I «Düşündüğümüz Osmanlı anonim ortaklığı’nın ilk temel taşını atmayı Şûray-ı Ümmet deruhte etmek şerefiyle mübahi olur ve bu millî ve çok menfaatli müessesenin kurulmasına iş tirake muhterem halkımızı dâvet eder. «Tedavüle çıkarılacak, bir Osmanlı Lirası kıymetinde es hamdan satın almak istiyenlerin Şûray-ı Ümmete baş vuraral isteklerini kaydettirmeleri rica olunur. «Eshamdan yüz ve daha çok tane satın alacak vatandaşla: birinci müessis, elli ve daha çok esham satın alacak olanla: ikinci müessis sayılacak, birinci ve ikinci müessislere sermaye lerinin yüzde beşi nispetinde bir ikram yapılacaktır.
«İstekler, her gün, saat yediden ona kadar, kayıt ve tesbit edilecek, kayıtlara bir ay devam olunacak, isteklilerin miktarı anlaşıldıktan sonra kanunî muamelelerin yürütülmesine geçi lecektir.» Bir ay devam eden kayıtlardan yedi bin lira (altın) kadar bir iştirâk isteği tespit edilmişti. Kayıtlar, her gün teşvikli ra kamlarla, bir az daha uzatılmış olsaydı iştirâk arzusunda bir kaç kat bir artm a görüleceğine şüphe yoktu. Anonim şirketinin ni zamnamesini hazırlamak ve kanunî muameleleri tamamlamak işi, Cemiyet Merkezince, Mehmet Cavit Beye havale olunmuştu; Bu zat, büyük manifatura mağazaları sahibi olan Selânikli tüc carla görüştükten sonra, Osmanlı Pazarı müessesesiyle artık meşgul olmak istememişti! Ekim ve kasım (1908) aylarında, milletçe, umum efkârca Avusturya ve daha hahfif derecede Bulgaristan, mallarına boy kotaj teşebbüserine girişilmişti; bu millî hamiyet kaynaşması, Osmanlı Pazarı gibi geniş çapta bir ticaret ve sınaat merkezinin kurulmasına çok elverişli idi, ne yazık ki, milletin iktisaden yükselmesini düşünmek ve gerçekleştirmek işi, iktisat profesö rü olarak güvenilen bir Selânikli bilgine emniyet edilmiş bu lunuyordu! Millete Ticaret ve Sınaat terbiyesi İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilk gördüğü büyük işlerden b i r i : mem urlar arasında tensikat yapmak ve kadro dışı bırak tığı memurlara tazminat ödemek olmuştur. Mehmet Cavit Bey, bu işler için Şûray-ı Ümmette yayınladığı (7. ekim. 1908) maka lesinde şöyle demektedir: «Binlerce vatan çocuklarının kıymetli hayatlarını' nihayet bin kuruş maaşlı bir memurluğa feda et melerine razı olmamalıyız. Resmî dairelerin kapılarını kapa malıyız, zira bu kapılar geniş geniş açık durdukça, çocuklarımızı o yoldan çevirmek müşkül olur... devlet dairelerinde sönüp mahvolan hayatların zararı yalnız kendilerine ait değildir: on ların canlı vücutları çürüyor, hazine de ödediği küçük büyük maaşlarla zarar görüyor; sonra da İktisadî meslekler muhtaç
oldukları ellerden mahrum kalıyor...» M. Cavit Bey gençlerin bankalarda, ticarethanelerde, demir yollarında iş aramalarını tavsiye ediyor, elde edilmesi güç olmıyan bu işlerin memurluk kadar şerefli olduğuna inandırmak istiyor, bir de kadro dışı m em urları ellerine geçen para ile, mütevazı ticaret teşebbüs lerine teşvik ediyor: «Bir küçük sermaye, bir dükkân, ilk sene nihayetinde küçük bir kâr, yıllar geçtikçe kazancın artması, da ha sonra bir mağaza, büyük bir mağaza, bir sıra büyük mağaza lar, içlerinde yüzlerce gençlere hizmetler sağlanacak... evlât lara miras bırakılacak servetler doğacak..» İttihat ve Terakki Cemiyetinin, hâzineye, epiy büyük bir borçlanmaya mal olan bu memur tensikat ve tazminat tedbir lerinden tek bir başarılı neticd alınmamıştır, alınamıyacağı da şüphe götürmez bir hakikat olduğu anlaşılmıştır. Bir memlekette, sosyal müessese olarak, yerleşmiş asırlık göreneğin, maaşlı memuriyet aramak, ihsan beklemek görene ğinin bıraktırılması yalnız müşkül değil, çaresiz ve imkânsızdır. Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hâmit gibi büyük OsmanlI ların bile, önce ve sonra, aradıkları ve kabul ettikleri devlet memurluğu ve maaşı olmuştur. Osmanlı genci, maaşı, şerefi için değil, biricik kolay ve emin geçim ve refah yolu olduğu için, aramak göreneğine bağ lıdır; hafiyeliğin, jurnacılığın nekadar iğrenç bir meslek oldu ğu hafiyelerce ve jurnacılarca da biliniyordu. Zülüflü veya Sa kallı Paşalar, meşrutiyetin ilâniyle linç edilen Fehim v.b., bile bile padişahın maaş ve ihsanına satılıyorlardı. Padişaha satılmak şerefsizliğini kabulden Mizancı Prof Murat Bey, Dr. îshak Sükûtî ve A. Cevdet gibi hürriyet ve meşrutiyet savaşçılarının çekin mediklerini yerinde görmüştük. Abdülhamit, Mithat Paşayı, Abdülâzizin kaatili olarak mahkûk ettirm ek için, Üssi-inkılâbiyle kendisine yardım eden Ahmet Mithat gibi kültürlü bir şahsiye tin vicdanını Karakulak imtiyazı gibi bir servet kaynağı ve baş ka ihsanlarla satın almamış mıdır? Hakikatin ispatı uğrunda Hissi-İnkülâbı yazan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa ise Bağdada sürülmüş, orada ölünceye kadar sefalet içinde bırakılmış tır.
Türkler, uçsuz bucaksız Orta Asya steplerinin, her yıl ken di kendine biten otları., çayırları ile sayısız sürülerini besliyerek, refah içinde, göçebe çoban topluluklar yetiştirirlerdi. A t ları kuvvetli ve çevik, çadırları kolay kurulur ve hafif idi. Bir konağın otu, çayırı tükenince, atlara çektirilen arabalara ağu’lıklar yükletilir, bir gün ötedeki konağa göç edilirdi. Bu göçebe çobanlıkla doğan sosyal tip patriarkal (pederşahi) bir topluluk tu; şah baba muhteremdi, işleri o tanzim ederdi, her kese hafif işler düşerdi ve herkes refah içinde yaşardı. Bu göçebe çobanlık hayatı içinde insanlar ve sürüler çabuk çoğalırlar, bir grupun silâhlanıp başka memleketlere akın et mesine ihtiyaç hasıl olurdu. Silâhlanma ihtiyacı önce savunma hedefiyle başlamıştı; sonra akıncılık gayesiyle ayrılan silâhlı grup, çiftçilik hayatiyle yerleşmiş bir topluluğu hâkimiyeti al tına alır, bir vergi mukabilinde o yerleşmiş çiftçileri başka akıncılara ve düşmanlara karşı müdafaa ederdi. Çok kuvvetli akıncı grupları patriarkal devlet şeklini alır, o devlet içinde herkes beyden (padişahdan) iş ve maaş bekler. Bizdeki maaş göreneği işte böyle, tarih öncesi asırlar boyunca gelişmiş bir müessesedir. ittihat ve terakki cemiyetinin, iktisat alimi olarak güven diği selânikli Mehmet Cavit Beyin teklifiyle aldığı tensikat-taznat tedbiri, birinci bütçeyi kapamak için, Osmanlı Bankasına iki milyona yakın lira borçlanmağa sebep olmuştur. Hıristiyan ve Yahudi çocuklarına gelince, bunlara hiç bir zaman Devlet maaşı kapısı açılmamıştır; onlar için aileleri ve etnik grupları içinde, küçükten şahsî teşebbüse atılmak, göre neği vardır. Kibrit veya karamelâ satmağa başlîyan yahudi ço cuğu hem okuluna devam edebiliyor, hem de 16 -17 yaşında babasına yük olmıyacak kadar para kazanabiliyor. Orta tahsili ni bitiren bir Rum, Ermeni veya Yahudi çocuğu için bu etnik grupların işlettiği ticarî müesseselerde hiç olmazsa çıraklık ve tezgâhtarlık hazırdır: işte bu şahsî teşebbüs göreniğinin im kân ları alınan tedbirlerle ve yazılan teşvik ve nasihat makaleleriy le yaratılamazdı.
Çocukların İstanbula getirtilmesi
Bulgaristandan döndükten sonra, Resmodaki dostlarıma, dostum Cinciarapzade Raif Beyle Hacoğlu terzi Ali Beye mek tup yazıp ailemi îstanbula göndermelerini rica ettim, Emirgânda da münasip bir küçük ev tuttum: Kuzinimin Emirgân ilk okulu başöğretmeni olduğunu ve benim onlarda misafir kaldğımı, bundin önce, yerinde yazmıştım; Türkçeyi iyi bilmiyen Ratibe için kuzinimin, anne ve hemşiresinin komşuluğunu faydalı ve gerekli bularak evi Emirgânda tutmuştum. Dostum Raif Bey, bu sefer de büyük dostluğunu göstere rek, Hacoğlu Ali Beye benim hesabıma kırk napolyon vermiş, küçük ailemin İstanbula gelmesini temin etmişti. Biçare küçük kaynım Mehmedin akıl hastalığı aynı şiddette devam ettiği için muhafızı Karamela Alinin de İstanbula beraber gelmesi lâzım gelmişti. Oğlum Cahit sekiz, kızım Suat beş buçuk yaşında idi, kızım Muzaffer ise ancak bir kaç aylıktı. Ben, sabahtan akşama kadar, gazetenin işleriyle uğraştığım için Ratibe ve çocuklar eve yalnız kalıyorlardı, Mehmet onlar için büyük bir tehlike idi, ablasının isteğiyle, yüreğimiz sızlayarak bedbaht mecnunu Toptaşına verdik: o senelerde Türkiyenin berbat şartlar içinde iki akıl hastahânesi vardı: biri Mağnisada, öbürü Üsküdarm Toptaşı semtinde. Cinneti tehevvür halinde devam eden zavallı genç orada dövülmüş, ıslatılmış, zincire vurulmuş ve iki üç senede çok acıklı hayatı sona ermişti. Akşamları, bazan, yemekten sonra, oturur, gazeteye yazı hazırlardım, fakat, çoğu zaman yemekten evvel, sokağa çıkıp İsmail Paşa korusuna doğru yollandığım ve Neyyir Kaptana uğradığım olurdu. Trabulusta tanıdığım ve çok sevdiğim bu çok
neşeli bahriyeli de benim gibi Emirgânda ev tutmuştu; Şotisa (Sakızlı) Yeoryitsasını İzmirden bekliyordu. Hem bir iki kadeh atar, hem de öteden beriden konuşurduk: ortalık, umumî efkâr, karışıyordu; Volkan, Serbesti, Hukuku Umumiye ve daha başka gazeteler çıkıyor, yergi b-roşürleri yayınlanıyordu; Murat Bey de Mizanı çıkarmağa başlamıştı. Konuşmalarımızın konusu bu gibi yayınlardı. ARALIK 1908 Bir akşam, Neyyir kaptan : — Emirgânda, bir kulüp açıldı; Cemiyete üyeler yazıyor lar. — Çok kişi müracaat ediyor mu? — Bu işi üç kişilik bir komite yapıyor: Makedonya ordu sundan iki subay, bir de Trabulustan yeni döndüğüm için, bir bahriyeli olarak beni de teşrik ettiler. Dün gece üç kişiye ye min ettirdik. — Nasl yemin ettiriyorsunuz? — Cemiyetin ant içirmek; yolunu ben de yeni öğrendim : karanlık odada, gözleri bağlı, fedayi kardeş, tabancaya el basa rak inkılâba sadakat yemini ediyor. Yarın akşam da toplantı var, beraber gidelim. — Sizin arkadaşlar inkılâbı iyi anlamışlar mı? — Sen konferens verirsin, daha iyi anlarlar: Şûray-ı Üm mette çıkan mektupların ve başka yazıların okunuyor, beğeni liyor. — Ben istediğim, aklımla ve gönlümle düşündüğüm gibi konuşursam Cemiyetin merkezindeki beyler bana düşman olur lar. Temoyu dinliyorlar mı? Temo ki, askerî tıbbıyede Cemiyeti kuranların en inkılâpçısıdır, önce Avrupaya, sonra Romanyaya kaçup Cemiyetin şubesini açmış, gazete çıkarmış, nihayet bura ya gelip Ahmet Riza Beyle, doktorlarla görüşmüş; dinlemek bile istemediler... Darülâceze müdürlüğünü teklif edip başların dan savdılar. — öyle ise önce aramızda konuşalım, koca Kritikos (Gi
ritli), dedi, Neyyir kaptan; seni dinlemek isterdim, diye ilâve etti: bir kaç günden beri memnun olmadığını sezinliyorum. — Cemiyet, İnkılâbın bütün başarı imkânlarını pisi pisine harcıyor, kardeşim, dedim; gün geçtikçe müşküller kalkacağına artıyor, yeni yeni tehlikeler yaratılıyor. Kanunu-Esasinin ilâ nından beri beş aydan ziyade zaman geçtiği halde, ancak iki gün sonra, Milleti temsil eden bir Mebuslar Meclisi toplanabilecek; hem de en muhafazakâr, Abülhamide bağlı şahsiyetlerden se çilmiş Âyan Meclisiyle beraber. Bunda ben hiç bir inkılâpçılık görmüyorum. Beş aydan beri, Meşrutiyet Türkiyesini, Abülhamidin otuz senelik istibdadına âlet olmuş tilki ve çakal ruhlu vezirler idare ediyor! «Kızıl Sultan» Cemiyetin mukaddes metbuu oldu! İnkılâp nerede kaldı? Dikkatle dinliyen Neyyir Kaptan- heyecanla sordu: — Pekiy, ne yapmalıydılar? — Resne dağlarına çıkan, Şemsi Paşayı vuran, Selânik merkez kumandanına komplo yapan, müstebidi dize getiren kah ramanlar, ellerindeki Üçüncü ordunun mühim bir kısmiyle îstanbula gelmeli, Abdülhamidi tahtından indirip veliahtı oturt malı ve kendileri kurtarılan vatanın mukadderatını ellerine al malıydılar! Paradan da hiç bir sıkıntı çekmiyeceklerdi, çünkü Yıldızdaki beş altı milyon lira ve bir kaç milyon lira kıymetinde mücevherler stoku ellerine geçecekti. Neyyir Kaptan yine heyecanla sordu : — Yuldzda bu derece büyük servetler var mıdır? — Buna hiç şüphen olmasın: Abdülhamit bendelerini, ha nedanı doyormak için Milletin kanı teri pahasına toplanan ser vetleri harcıyor, fakat ihtiyatlı ve tutum ludur da. 1891 Yu nan harbini biriktirmiş olduğu para ile yapmış, yeni bir borç yapmamıştı. Pısırıktır, korkaktır, zaferin meyvalarını topliyamamıştır, fakat ihtiyat parası pek çoktur. Midilli hâdisesinde de Fransızların direnerek ve adayı işgal ederek istediği tazminatı Abdülhamit kendi parasından ödemiş, yabancı müdahaleyi ber taraf etmişti. Yunan harbinden beri on bir yıldan fazla geçmiş tir, Abdülhamidin bugün birikmiş serveti çök büyüktür.
Neyyir Kaptanın heyecanı artm ıştı: — Venizelosun hemşerisi, anlat bakalım, Devleti nasıl ida re etmeliydiler? Benim de heyecanım artmıştı, en inkılâpçı bir milliyetçilik le, düşündüklerimi ifadeye çalıştım: — Çok kuvvetli bir geçici hükümete ihtiyaç vardı: Osmanlı İmparatorluk unsurlarını titreten, ürküten, gücendiren şövinist bir hükümet değil, Resne ve Manastır kahramanlarına, fedai lerin dayanan, Selânik, Şam, Trabulus... savaşçılarını ve diğer menfalarda sürünen inkılâp erlerini en tabii muhafızlar, yar dımcılar, müsteşarlar olarak kullanacak, Osmanlı unsurları sa mimî bir muhabbetle kucaklıyacak bir kuvvetli hükümet lâzım dı: içinde Niyazi, Enver, Talât, Atıf... ile yanyana Şama sürül müş olan Mustafa Kemal, Makedonya için çalışan baş komiteci Sandanski, Tobruk piri Sünusî, Arnavutluk için bir ideal besliyen İsmail Kemal, Ademi Merkeziyet uğrunda savaşan Prens Sabahattin, Sinopta zincire vurulmuş Hüseynilkâztmî, bir Vahabi, bir Suriyeli, bir Taşnak, bir Hinçak... içinde üye olarak bulunacak bir Meclis! Ancak böyle bir Meclisin seçeceği inkı lâpçı hükümet, Osmanlı İmparatorluğunu, parçalamayı değil, çok kuvvetli ve birbirine güvenen federe parçalardan oluşmuş, demokratik bir rejim sistemine sarılmış bir modern İm parator luk yaratmayı hedef tutardı.. Böyle bir hükümet, dost olsun düş man olsun, bütün büyük devletlerin takdir ve itibarını kazana bilirdi! Neyyir Kaptan, bir kadeh teklif etti, so n ra : — Şimdiki durumdan ne umulabilir? sualini attı. — Ağzımı açıp bir hayra yormak cesaretini kendimde bula mıyorum, Kaptancığım. Bir Ermeni, bir Arnavut, bir Rum, bir Vahabi... Osmanlı İm paratorluğunun fiilen yaşayan siyasî b irunsuruna mensup olmakta devam etmesini ister, Ermenilik, Arnavutltk, Vahabilik... nispeti kesilip yalnız Osmanlı denilmesi ne asla razı olmaz. Halbuki İttihat ve Terakki Cemiyetinin Mer kezindeki beyler Ermeniliği, Arnavutluğu, Sünusiliği, Yemenliliği, Havranlılığı... siyasî bir varlık olarak yok etmek, yalnız Os manlI Türkler, Osmanlı Ermeniler, Osmanlı Araplar, Osmanlı
A rnavutlar... görmek istiyorlar ve bu cansız kalıplarla Osmanlı İm paratorluğunun ayakta durabileceğini, yirminci asrın Devlet ve İm paratorlukları arasında yaşıyabileceğini sanıyorlar; bir Erm eni komitesinin yayınladığı çok mutedil seçim programına Şûray-ı Ümmette verilen cevabı okuyunca anladım ki, azınlık unsurlarının mebusları, şu iki gün sonra açılacak Millet Mec lisi içinde ayrılacaklar, muhalif gruplar haline geçecekler, ara larında birleşip Cemiyeti yıkmağa çalışacaklardır. «— İttihat ve Terakki Cemiyetine mensup olanlara, Türklerin ve müslümanlarin çoğunluğu «Conlar» diye kin ve nefret beslemektedir. Şimdiden Derviş Vahdeti gibi geri kafalı müslümanlarıri Volkan gibi kin ve gayz ateşi püsküren organları kapış kapış satılmaktadır. Şûray-ı Ümmetle Tanin bu umumî revaçtan mahrumdur. Bu durum beni korkutuyor, Kaptancığım.» Ayrılırken, ertesi akşam için, Kaptanı ben evime dâvet ettim. Şûray-ı Ümmetten 12 lira (altın) alıyordum, o zamanki fiatlara göre iyi bir para idi: has ekmek (francala) okkası I kuruşa, koca torik balığı 20 paraya, et üç dört kuruşa, pirinç-şeker iki kuruşa - doksan paraya idi, bunlar okka (400 dirhem) ile satı lırdı, kilo kullanılmazdı. Kırk elli kuruşa çocuklara elbise uydurulabilirdi; en iyi terzi elinden çıkmış bir kostümü dört lira ya yapınmıştım; Ratibe hiç müsrif değildi; iyi geçiniyorduk, Raif Beye olan borcumu ödemek için de ayda bir iki lira birik tirmeğe çalşıyordum. Kaç göç meselesi Ratibe ile odalarımız ayrıydı: A. Rasim Paşa bahçelerin den beri bu âdet bozulmamıştı, o sabah erken kalkmış, çalışı yordum: fransız yazarı Esmain’den Konstitusyon (hukuku esasi ye) makaleleri hazırlıyordum; Ratibe de kalkmış, kahvealtımı hazırlamıştı: o, çocuklarla beraber, daha sonra yerdi. Kendisi ne, akşama, Neyyir Kaptanın misafirimiz olacağını söyledim, memnunluk gösterdi: misafirden hoşlanırdı; zahir, hamaratlığı-
ğını göstermekten, kıymetini tastik ettirm ekten bir gurur du yardı». — Sen saç böreği hazırlarsın, bir de güzel salata, dedim; ben balık, portakal, beyaz peynir getiririm. Sonra ilâve ettim: — Artık sofraya da oturmamazlık et mezsin. — Ee! gene başladın mı? diyerek şikâyetli itirazda bulun du. — Canım, Neyyir Kaptan gibi bir dostumuzdan kaçgöç olur mu? Sana kötü gözle bakacak adam mı? — O bakmaz ama günah! — Günah ancak kötülük şartiyledir, hatırlıyor musun, Trablusta, komşumuz Şeyh Muhammet Sadıkın karıları gezgin sa tıcı! Yahudiden kaçmazlardı; sen kendin «niçin kaçmadıklarını» sormuştun da: «Horozdan kaçılır mı? Nikâh düşmedikten sonra haram yok» demişlerdi. Cevap vermedi, fakat sofraya oturmıyacağı da belliydi. Öğleden sonra, saat 8,30 da gazeteden çıktım. O senelerde saat ezani idi: 12 de akşam ezanı okunur, namazı kılınırdı, öbür vakitlerin saatleri buna göre belli olurdu. Şeref Efendi sokağın dan köprüye, her gün gibi, yayan indim. O devirde zenginler için bile taksi yoktu, otobüs işlemezdi. Sabah akşam, o yolu yayan keserdim, fakat hiç yorulmazdım. Balik pazarına uğrayıp uskumru, portakal, peynir aldıktan sonra vapurla Emirgâna, ak şam üstü geldim. Ratibe salataları, böreğin yufkasını, içini hazırlamıştı, us kumruyu da, İzgarasını yapmak üzere, ayıkladı, evde düziko (rakı) vardı. «Kerahet» vakti yaklaşmıştı, Siyasî havanın sıkıntılarını «düziko» ile dağıtacaktık; Kaptan, biraz gecikince, evine kadar yürüdüm, o da «fazla erken olmasın» diye düşünüp bekliyormuş. — Nerdesin, canım? demem üzerine: — Ben de yarım saatten beri, dedi, dikenler üstünde otu ruyordum, fakat belki henüz eve gelmemişsin diye çekiniyor dum.
— Kaçgöç münasebetsizliği, dedim; bu gerilik göreneğin den ne zaman kurtulacağız? Artık bizim gibi ileri kültür idea lini beslij'en insanlanlar olsun, bu gerilikleri sıyırıp atmamalı mıyız? Eve gelmiştik, yemek odasına mutfağa uğramadan geçili yordu, çilingir sofrası kurulmuştu; mevsim icabı, su soğuktu, fakat çini sobaya odun atmağa lüzum görmedik. Yüzlerimiz gü lüyordu, ilk kadehi, peynirle, salata ile içtik; «bir şey lâzım mı» diye odanın kapısından görünen oğlum Cahide «annen balığı hazırlasın» dedim, «hep beraber sofraya oturalım» diye de ilâ ve ettim. Daha rahat koltuklar almamıştım, Ratibe tahta iskemlelere birer yumuşak yastık koymuştu. Çocuk, ızgara balıklardan iki kişi için sıcak sıcak getirip çekildi; tam zamanında saç börekleri de öyle geldi, biz de Ratibeyi rahatsız etmeden, lezzetli yemekleriyle keyfimizce yedik içtik, bir yandan da konuşuyorduk. İşte bu konuşmaları dinle meye Ratibe çok muhtaçtı, kaçgöç bunun için büyük bir İçtimaî günahtı! İlk konuşma konusu kaçgöç göreneği oldu; Kaptan: — Bu âdete İstanbulun her tarafında rastlanıyor, dedi ve tanıdıkların evlerine gittiği zaman hanımlarının, erkeklerin ya nına çıkmadıklarını anlattı, yalnız yakın akrabalar arasında kaç göç yok.. — Benim kuzin, biliyorsun, dedim, Emirgânda ilkokul baş öğretmenidir, ona gelen misafir hanımlar benden kaçarlar. Tuhaf bir şey anlatayım, H. isminde genç bir dul hanım var, ka pı arkasından hatırımı sorar, makalelerimi okuduğunu söyler... de yüzünü açıp yanımıza gelmekten çekinir. Ben, çok defa, ona yeni çıkmış bir kitapla birlikte selâm da yollarım, teşekkürlü cevaplarını da alırım, ama aradan kaçgöçü bir türlü kaldırmıyor. Kaptan bir kahkaha a ta ra k : — Bu kadar naz âşık usandırır, bunu haspacık bilmiyor mu? Gülüştük. Tramvaylar, o kadana beygirlere çektirilen ray
lı arabalar, gözümüzün önüne geldi: çarşaflı hanımların yeri perde ile ayrılmış; vapurlarda kam araları ayrı. Erkekle kadının aynı arabaya binmesi yasak, erkek kadm ın kocası veya babası olduğunu karakola gidip ispata mecbur. Biz yalnız teknik me deniyette değil, moral bakımdan da Avrupa milletlerinden çok geriyiz! Bu konular üzerine konuşuyorduk, Neyyir Kaptan, az bir müddet önce Beşiktaşta yer alan cinayeti hatırlattı: — Bir Bulgar bahçıvanla evlenmek istediği için, müslüman kızı, halk parçalamıştı... — Hem de memurların ve subayların önünde! dedim; bir meşrutiyet inkılâbına sığar mı bu? yüz karası cinayet işlendiği zaman ben daha Giritte idim, yarı filozof, hür fikirli bir rum ahçı vardı, ara sıra dükkânına oturur, şaraplı yemeğini yerdim, bir taraftan da inkılâplardan, din ve tarikatlardan konuşurduk; müstebit Padişaha konstitusyonu kabul ettirmemizi, samimî alkışlamştı; Bulgarla evlenmek istediği için sokakta parçalanan müslüman kız hâdisesinde o ahçı Yani, bizim hesabımıza üzül müştü: gülmedi, ayıplamadı, sadece, «kafalar değişinceye ka dar çok zaman geçecek!» dedi. Sizin Emirgân kulübünde, Ce miyete girenlere, karanlık odada, tabanca üzerine inkılâba sa dakat yemini veren komite arkadaşların parçalanan kız için ne derler acaba, Kaptancığım? — Oh olmuş kaltağa! derler, eminim. — Ahçı Yaninin hakkı var: kafalar değişinceye kadar da ha kim bilir kaç sene geçecek? Bunun için ben karar veriyorum: en büyük savaşı kafalardaki gerilikleri yenmek için açacağım. Siperi Saika ismiyle bir gazete çıkarmak üzereyim: inkılâbı geri kafalılara ve gerikafalıları cesaretlendiren sözde münevver (in tellectuel) yazarlara karşı koruyacak bir gazete olacaktır. Der viş Vahdetinin Volkanını söndüremeyiz, fakat o Volkanın ateş lerini alevlendiren kin gazını Mizan, Uukuk-u Umumiye, Ser besti gazeteleri - saçmasa derviş Vahdeti mağlûp olur, belki. Böyle bir ümitle Siperi Saika intişare başlıyor! Kaptan bu kararı alkışladı, bir kadeh daha içtik, kucaklaşıp koruya doğru yürüdük.
CEMİYET VE KÂMİL PASA a Kâmil Paşa Meşrutiyetin ilânından beri geçen beş ay için de dış problemlerin hiç birini çözmemiş, hepsini yüz üstü bıra kıp İngilterenin hâkim rolü oynıyabileceği bir kongrenin top lanmasına bütün ümidini bağlamış bulunuyordu. Cemiyetin pro paganda kuvvetiyle büyük şehirlerin kalabalık yığınlarınca Avusturya ve bir dereceye kadar Bulgaristan mallarına karşı haykırılıp duran boykotajın tesiriyle, Bosna - Hersek ilhakı ve Bulgaristan - Doğu Rumeli meseleleri Osmanlı borçlarından bu devletlere birer hisse yüklemek suretiyle halledilebilirdi, hal buki ihtiyar başvekil (sadrazam) çok ağır davranıyor, meşrutiyelt inkılâbı, içten ve dıştan, yıpranıyor, sarsılıyordu. Mebusan Meclisinin açılması üzerine, bütün büyük ve küçük Devletler den gelen tebrik telgraflarına verilecek cevaplar müzakere edilirken, Kâmil Paşanın bir İngiltere Almanya meselesi ortaya çıktı: Kâmil Paşa düşerse İngiltere siyaseti düşüp Al manya siyaseti kuvvetlenecek, yorumları Mecliste ve gazeteler de göründü. İngiltere parlamentosu, yolladığı uzun tebrik telgrafında: «dünyanın en eski parlamentosunun 367 üyesi dünyanm en genç Millet Meclisine» en samimî, en hararetli tebrik ve selâmlarını ifade ediyor, başarılar dileyordu. Bu telgraf okunurken kopan alkış tufanı ihtiyar sadrâzamın politik bir zaferi sayılıyordu. Oysa ki, Rus Dumasının da tebriki daha az hararetli değildi ve çok alkışlanmıştı. Rusya büyük bir cemile göstermiş: Makedon ya (Manastr, Üsküp, Selânik vilâyetleri) için artık, Mebuslar lar meclisi açıldıktan sonra ayrı İslahat istemekten vaz geçmişti. İhtiyar başvekille Cemiyet arasmda süren bu zıddiyet öyle bir hal aldı ki, Taninde çıkan «Cemiyet dağılmalı mı dağılma
malı mı?» başlıklı makaleyi İstanbulun bütün büyük gazeteleri aldı ve yorumladı. O sırada İkdam’ın başyazarı olan Ali Kemal, İttihat ve Te rakki Cemiyetine karşı düşmanca davranıyor, Meclis açıldıktan ve Padişah Meşrutiyete sadakat yemini ettikten sonra bu ihtilâl cemiyetinin dağılmasını gerekli buluyordu: böylece en büyük Türk gazetesi de, irtica yapraklarının açtığı kampanyaya karış mış bulunuyordu. Şûray-ı Ümmet, pek tabii, İttihat ve Terakki Cemiyetinin inkılâp zaferinde oynadığı mühim rolü hatırlatıyor, ustalaşmış ihtiyar müstebid’e ve başvekiline güvenin tehlikeli olacağını söylemekten geri kalmıyordu. Cemiyet elbette kendi kendine dağılmağa karar veremedi ve Cemiyeti dağıtacak kuv vet de yoktu. «Kâmil Paşa çekilmelidir» deniliyordu. İstanbul mebusu Hüseyin Cahit, bir gensoru (interpellation) takriri ve rerek ihtiyar başvekili iç ve dış politikasını izaha ve Meclisten güven reyi almağa davet ediyordu. Padişahın nutku ve buna verilen cevap Abdülhamit, parlamento ile idare olunan memleketlerin göre neğine uyarak, Millet Meclisinin ilk toplantısına kendi gelip okut tuğu bir nutukla açılış törenini yerine getirmişti: bu nutukta is tibdadın bütün kurnazlıkları, sıkılmaz bir ikiyüzlülük maske siyle, kullanılmıştı: «Tanzimat gibi fermanlarla OsmanlI İmpa ratorluğunun muhtaç olduğu terakkiye ve medeniyet seviyesine yükseltilemiyeceğini kendi anlamış, 1293 (1876) da temsilî ida reyi kuran Kanun-u Esasiyi bağışlamış, fakat Rus harbinin çı kardığı gaile arasında, milletin o idareye idrâk ve şuur bakımın dan hazırlanmamış olduğu görülerek, hükümetin sorumlu adam larının (ricalinin) tavsiyesiyle, geçici olarak, meclisi dağıtmış, ondan sonra mektepler milleti yetiştirmiş, her tarafta gösteri len arzuya uyarak meşrutiyeti yeniden ilân etmiş...» Bu nutuk ta dış siyaset, Devletler arası bir kongreye, güvenle ve büyük ümitlerle bırakılıyor, Meclisin müvazeneli bir bütçe ile, im pa ratorluğu idare edebileceğinden emin olduğu ifade ediliyordu. Millet Meclisi Padişahın açılış nutkuna ikiyüzlülüğünü demaske eden, bütün yalanlarını yüzüne vuran, fakat yeni sadakat
yeminine saygı gösteren bir cevap verdi: «meşrutiyetle mem leket otuz iki sene idare olunsaydı İmparatorluk yüksek bir medeniyete erişecekti; istibdatla yürüttüğü idare Kanun-u Esa siyi istiyenleri menfalara sürdü, zindanlarda çürüttü, bu anla yışa erişenleri avlamak için yüksek maaşlarla, ihsanlarla bir hafiye ve jurnalci ordusu besledi, devlet borçları artırıldı1, dev letin geliri istibdadın israflarına ve yabancı kapitalistlerden alı nan borçların faizlerini karşılamağa harcandı, hazine tam takır kaldı, millet fakirleşti, ekecek tohum, yiyecek ekmek bulamadı, büyük devletlerden eski dostlarımız (Ingiltere, Fransa) düşman larımız (Ruslar) ile devleti paylaşmak üzerinde sözleşti, anlaş tı; bu tehlike karşısında hamiyeti feveran eden ordunun isyaniyle meşrutiyetin ilânma icbar edildi; bundan sonra, Millet Meclisinin idaresi altına geçen İmparatorluğun, büyük küçük, bütün devletlerin gösterdiği emniyete dayanarak, terakki edip medeniyet yolunu tutacağı umuluyordu. Bu cevabı kendisine tebliğ eden Mebuslar Meclisi reisi Ah met Riza Beye, meşrutiyete sadık kalacağına yemin üstüne ye minler etmiş, «meşrutiyete karşı geleni düşman sayacağım» söy lemişti. Abdülhamidin Millet Vekillerine ziyafeti Âbdülhamit demokrat bir devlet reisi tavrını takınmış, meş rutiyetin en büyük taraflısı ve koruyucusu olduğunu gösterme ğe çalışıyordu; bu hedefle, 31 aralık 1908 de, Yıldızda, millet vekillerine, son derece ihtişamlı bir ziyafet verdi, kendi de on larla birlikte yemek yedi, nutuklar söylendi, tufan gibi alkışlar koptu. Âbdülhamit sağma Meclis reisi Ahmet Riza Beyi, soluna başvekili almıştı; Havran ve Makedonya mebuslarına kendisine yakın yer vermişti. Yemek listesinde börekler, mayonezli levrekler, keklik bıl dırcın kebapları, dondurmalar... en nefis yemekler ve içkiler vardı. Abdülhamidin şahane ve aynı zamanda demokratik n u t kuna Meclis reisi Ahmed Riza' Bey, ihtiyar müstebid’i göklere çıkaran bir nutukla karşılık verm işti:
«Şevketli padişahım, zamanın meşhur vakalarını gelecek nesillere nakledecek Medeniyet tarihi, bu akşamki şahane ziya feti (maidei humayunu) bir şükür ve sitayiş diliyle yazacaktır...» Padişah, yemekten ve nutuklardan sonra, yerinden kalktı, tek başına millet vekilleri arasında dolaştı, ellerini sıktı1, ayrı ayrı şeflerle konuştu, en samimî meşrutiyet taraflısı olduğunu ağzıyla ve tavırlariyle anlattı. Denilebilir ki, bu ziyafetle, istibdat tilkisi meşrutiyet kah ramanı maskesini kendisine yakıştırablmşti. Kâmil Paşanın güvenlik oyu alması İstanbul mebusu Hüseyin Cahit Beyin hükümetin beş aylık iç ve dış siyaseti üzerinde verdiği gensoru takririne Kâmil Paşa iç ve dış işleri nazırlarına (vekillerine) cevaplar verdirmek ar zusunu göstermiş, kendisini Millet Meclisine karşı sorumlu gör memek istemişti, fakat Meclis kabine reisinin, siyasetini izah edip Meclisten güvenlik oyu istemesi üzerinde direndiği için, pâdişâhın ziyafetinden sonra, Kâml Paşa bu meşrutiyet görene ğine riayet edeceğini Meclise bildirmiş ve tâyin ettiği günde bizzat Meclise gelerek, hazırlamış olduğu uzun izahı başvekâlet (sadaret) mektupçusuna okutmuştur. Bunda: harbiye ve bahriye nazırlarının padişah tarafından tâyinleri meselesi üzerine hükümete getirilip kabinesini Mecli sin dileğince teşkil ettiğini söyledikten sonra, memleketin muh telif yerlerindeki asayişsizliğin ve Mekke ile Medinede çıkan karışıklığın kendi tedbirleriyle bertaraf edildiğini; meşrutiyet ilânndan sonra vilâyet ve eyaletlerde vergi vermemek isteığinin ileri sürülmesiyle tahsilâtm durduğunu ve maliye hâzinesinden 800.000 lira kadar bir paranın vilâyetlere gönderilmesi zorunda kalındığını ve ziraatçılara 300.000 lira kredi verildiğini; istib dat zamanında ingiltereye karşı gösterilen güvensizlik yüzünden siyasî vehametin baş göstermiş olduğunu, şimdi ise, kabinesinin takibettiği tarafsız politika sayesinde bütün devletlerin tevec cüh ve dostluğunun kazanılmış olduğunu anlatıyordu; Bulga ristan prensinin kendisini çar ilân etmesi, Doğu Rumeli eyaleti İki Neslin Trihi: F .: 9
demiryollarının işgal edilmesi, Avusturyanın Bosna - Hersek’i ilhak etmesi meseleleri istibdadın fena idaresiyle yaratılmış gösteriliyor, Berlin antlaşmasına imzalarını koymuş olan dev letlerin şimdi de bir konferans halinde toplanıp yeni statüyü tespit etmelerini lüzumlu görüyor ve Osmanlı boalarından mü him hisseler kabul ettirilebileceğine ümitler gösteriyordu. Bulgaristanla devam eden müzakerelerin yavaş yürümesine Bul garların Osmanlı borçlarından hisselerine yirmi sekiz mil yon franktan fazla kabul etmemeleri sebep gösteriliyor, Avusturyanın Yeni pazar sancağını tahliye etmesiyle Osmanlı borç larından hiç bir şey kabul etmediği halde, kabinenin ısrariyle ikibuçuk milyon lira kabul ettirilmesi bir muvaffakiyet olarak anlatılıyordu. Kâmil Paşa yapmak istediği ıslahatı uzun uzun tafsil edi yor, Meclisi ona göre bir bütçe kabulüne hazırlamak için inti zam altına alınmamış borçların durumunu anlatıyor, yirmi se neden beri, her yıl, maliye hâzinesinden borçlara iki milyon lira nın ayrıldığı söyleniyor, gelirlerin terhiniyle yeni borçlar alın dığı hikâye ediliyordu. Sonunda, Meşrutiyetin Meclis kontrolü ile, sağlıyacağı mâ kul ve âdil idare sayesinde her şeye çare ve tedbir bulunabile ceği ümitleri beyan ediliyordu. Cevabın heyeti umumiyesi reye konarak kâfi görüldü ve ihtiyar sadrazama, alkışlar arasında itimat reyi (güvenlik oyu) verildi. FASIL XXIX FEDAKÂRANI MİLLET PARTİSİNİN KAPATILMASI II. Abdülhamidin menfalara sürdüğü, zindanlara attırdığı hürriyet âşıkı ve meşrutiyet taraflısı münevverlerin sayısı hiç bir zaman araştırılıp tesbit edilmiş değildir, bu ihmal İ.T.C. için büyük bir gaflet sayılmalıdır: üç dört yüzü aşmıyan bu az çok seçkin zümre Cemiyetçe aranmalı, kudret ve meziyetlerine göre hizmetlerinden faydalanmağa çalışılmalı idi; hele Mevlân-
zade Rifat ve Avnullah Kâzımî gibi şahsiyetler kolaylıkla elde edilebilir, serlerine meydan verilmiyebilirdi. İstibdadın kahrı na uğramış olan bu seçkin zümreyi kullanmak Cemiyetin men faatine de uygundu. İstibdada karşı isyan yüzü gösteren Müşür (mareşal) Fuat Paşanın kâtibi olduğu için Sinop zindanında ayağına zincir vu rularak beş sene süründürülen Avnullah Kâzımî, Cemiyetin ilti fatından mahrum kalınca, daha açıkçası aç bırakılınca, kendi gibi menfalara sürülmüş ve şimdi Cemiyetçe bir hizmete veril meleri düşünülmemiş, otuz kırk kadar siyasî mahkûmu etrafı na alarak Fedakâranı Millet Partisini kurmuştu. Bu «fedakâran» nihayet, Cemiyete ve meşrutiyet hükümetine karşı silâhlı hir ayaklanma teşebbüsüne geçmeğe karar verdiler. Elde edilen vesikada: sayıca Cemiyetin belli başlı üyeleri sayısından az ol madıkları söylendikten sonra, refahlı bir hayat elde etmek için, partinin mensupları hayatlarını feda etmeğe, alçakça korkaklık (cebanet) göstermemeğe davet ediliyordu. En başta, Cemiyetin ve hükümetin şahsiyetlerine karşı suikastler yapılacak, ecnebi diplomatlardan veya uyruklardan (tebaa) bir kaç kişi öldürüp yabancı müdahaleye yer verilecek, bir hükümet darbesiyle ik tidara geçilecek! Bu ahmakça ve ümitsizce düşünülen ihtilâlin, önüne ge çilmese bile, başarılamıyacağı şüphesizdi, fakat bu gibi vesika lar elde edilince hükümet ve Cemiyet faaliyete geçmiştir. 31 Aralık 1908 salı günü, Fedakâranı Millet partisi ve Hu kuku Umumiye gazetesi kapatıldı, bu partinin ve gazetenin bel li başlı amillerinden otuz kadar kişi tevkif edildi, duruşmalarına başlandı ve bu suretle bu inkılâp hainlerinin şerrinden kurtulunmuş oldu. Padişahın mebuslara verdiği ziyafet aynı günün akşamına tesadüf etmekte idi. Volkan ve 31 M a rt: 13 Nisan 1909 İrtica Harekâtı Volkanı çıkaran Kıbrıslı Derviş Vahdeti, gazetesini neşre başlarken çok kurnazca maskelenmiş bir çehre göstermişti:
birinci sayıda (28 kasım 1324 - II aralık 1908) besmele ve hamdele ile başlaması içindeki yobazlığa delil sayılabilirse de istib dadın yıkılmasını, meşrutiyetin ve meşrutiyetle hürriyet ve mü savatın sağlanmış olmasını alkışlıyordu; sonuna kadar da hür riyet ve müsavata dayanarak maksatlarını basamak basamak ileri sürmekten başka bir şey yapmıyordu; denilebilir ki, m eşru tiyetten aldığı hürriyet ve müsavat haklariyle, meşrutiyeti yıka cak o geri kafalı yığınlar isyamnı hazırlamıştır. Kendisi gibi Kıbrıslı olan ihtiyar başvekil Kâmil Paşayı, ikinci sayıda, göklere çıkarması şeytanca bir ustalıktı. Sadraza m ı düşürmekten başka bir şey düşünmiyen fakat bunda âciz kalan î.v.T. Cemiyetine karşı Volkan, büyük bir siyasî hırs için de yanarak hayatının son devresini yaşamakta olan ihtiyar hü kümet reisi için kuvvetli bir müttefik rolünü oynuyordu. Otuz iki senelik istibdadiyle milleti gerilikler içinde, va tanı en büyük tehlikelere maruz bırakan Abdülhamidi yeniden meşrutiyeti ilâna mecbur eden İttihat ve Terakki Cemiyetine değil, onun yerini gaspeden, Şeref Efendi sokağındaki Merke zi Umumiye hücum ediyordu; Derviş Vahdeti: Dr. Bahaettin Şakire, Dr. Nazıma, hele Hüseyin Cahide ve Selânikli Mehmet Cavide ve nihayet Ahmet Rizaya çıkışarak, küfürler savurarak soruyordu: — Resne kahram anı Niyazi, silâhlı kuvvetlerle onunla bir leşen Enver, Şemsi Paşayı Manastır postahanesi önünde — kel lesini koltuğuna alarak — vuran yiğit, fedaî Atıf... nerede? Avrupaya kaçıp istibdada karşı savaşa atılan öbür mücahitler: Prens Sabahettin, Dr. Abdüllah Cevdet, Mizancı Murat Bey... nerede? Bunları neye çağırıp yanınıza almıyorsunuz? Memle ketin siyasetini perde arkasından idareye sizin ne hakkınız var dır? O kahramanlar, o büyük savaşçılar gelsin, bu siyasî kon trolü yapsın... Volkanm bu hücumlarına gizli veya aleni iştirâk eden ga zeteler ve şahıslar pek çoktu; sadrazam da, Abdülhamit de aynı hırsı yüreklerinde duyanlardan idiler, seslerini çıkarmayıp ay lar boyunca bu yayınlara seyirci kalmaları bundan başka neye delâlet edebilirdi?
Derviş Vahdeti kendi diliyle şöyle diyordu: im paratorluk saltanat ve hilâfettir, bu haysiyetle dini İslâm dinidir; Arnavutlar müslümandır, K ürtler müslümandır, Vehabiler müslümandr, Yemenliler müslümandır, Mısırlılar, Trabuluslular... hepsi müslümandır, bütün bu kimseleri Türklerle birleştiren bağ din dir : hepimiz Muhammet Ümmetiyiz! Bu mantıka dayanarak «İttihadı Muhammedi» fikri ileri sürülmüş, üstünde durulmuş ve az zamanda Istanbula ve hemen bütün Anadoluya yayılmış-* tı, artık Merkezi Umumî üyeleri yok edilmeliydi! Şeref Efendi sokağı bu dinsizlik damgasından temizlenmek için uğraşıyordu: 19 m art 1325: 1 nisan 1909 da, Mithat Paşanın ruhuna, Ayasofyada mevlût okutulmuştu! Tam o sırada, Volkan ve Volkanla beraber Istanbulda bulunan bütün softa ve yobaz cemiyet ve teşekkülleri İttihadi Muhammedi Cemiyetinin açılış töreni için büyük hazırlıklarda bulunuyorlardı: Cemiyetin a r ması olarak kabul edilen yeşil bayrak onbinlerle hazırlanmıştı, bütün irtica teşekkülleri, ertesi günü (20 m art 1325-2 nisan 1909) ellerine yeşil bayraklarını alarak sokaklara dökülmüşler, her semtten Ayasofyaya doğru, tekbirlerle yürümüşler, büyük ca mii tıklım tıklım doldurmuşlardı; kalabalık o derecede idi ki secdeye yarılamıyordu! Mevlût menkıbesini Hafız Osman isminde güzel sesli bir ünlü yobaz okumuştu. Bu misli görülmemiş irtica nümayişleri Merkezi Umumi yi, Millet Meclisini, gazeteleri ve nihayet hükümeti korkutmuş, şaşırtmış, coşturmuş, türlü tedbirlerle koşturmuştur. 23 m art gecesi, Serbesti gazetesinin başyazarı, Merkezi Umuminin en şom ağızlı düşmanı Haşan Fehmi, Galata köprü sünün üstünde öldürüldü, yanındaki arkadaşı da yaralandı. Ah met Samim isminde başka bir muhalif yazar da pek az önce, Bahçekapıda öldürülmüştü. Kaatiller bulunmuyor, adlî kovuş turm alara yer verilmiyordu. Asayiş bu derece bozulduktan sonra, 25 martta, başvekillk (sadrazamlık) Millet Meclisine bir Cemiyetler kanunu tasarısı gönderiyor, acele görüşülüp kabul olunmasını talebediyordu! Çok geç kalınm ıştı: irtica fikirleri, Millet Meclisinin mu
hafızları olmak üzere, bir müddet önce, Rumeliden getirilmiş olan avcı taburlarının, çavuşa kadar küçük dereceli amirlerine sirayet etmişti; subaylardan mektepli olanlar «Conlardan» yani dinsiz sayılıyor, alaylılar dinli ve şeriatçı biliniyordu. Çavuşlar ve onbaşılar neferlere şöyle diyorlardı: «Bizi aldattılar, yeni idare conların, dinsizlerin elindedir, kanunlar şeriate uygun değildir; dinsizleri kaldırıp şeriatçıları hükümete getireceğiz!» Çavuşlar Kasımpaşaya da geçip bahriyelileri de kendi tertip lerine çevirmişlerdi. Bu müthiş netice, 30 m art 1325 (12 nisan 1909) da, Merkezi Umumice haber almmamştı. Bir zabit imzasiyle, Volkancı Der viş Vahdetiye tehdit mektubu gönderilmişti! 31 Mart 1324
13, Nisan 1909 sabahı
lİer sabah gibi, Emirgândan Şûrayı Ümmete gitmiştim: bü rolar, makine daireleri bomboştu, yalnız genç ve aziz dostum Turhan benim gibi gazeteye uğramıştı. Orada fazla durmayı gereksiz bulup, endişeli bir kafa ile, sokağa çıktık. Yoldan ge çen tek tük insanlar Avcı taburlarının hükümete isyan ettik lerini, Bayezit meydanından Sultan Ahmet ve Ayasofya mey danlarına kadar her tarafı tuttuklarını birbirlerine anlatıyor lardı. Adımlarımızı hızlandırdık. İran elçiliğinin önüne geldi ğimiz zaman, yaylım ateş sesleri işitildi. Babıâliye (şimdiki İs tanbul vilâyetine) doğru yürüdüm; uzaktan, sadaretin mermer sahanlığı üstünde Mizancı Murat Beyi farkettim. Kan başıma sıçradı, bir iki saniye içinde, yanına seğirtmiştim; o anda bir yaylım ateş daha gürlemişti. Mizancı ile yüz yüze gelmiştik — Görüyor musun, diye haykırdım, ihtiraslarınızla vatanı mahvettiniz! Murat Beyin söylediklerini işitmeme zaman kalmamıştı, birisi koltuğuma girmiş, beni o tehlikeli yerden uzaklaştırıyor du: karadenizli Sudi isminde bir arkadaş; Ahmet Riza Beyin ve arkadaşlarının, hamdolsun, kaçıp kurtulm uş olduklarını anlatan Sudiden de ayrılıp Sabah gazetesinin idarehanesine gittim. Yazı işlerinde, hemşerim ve dostum Haşan Bedrettin ile Mahmut Sadık Bey beni görünce bir şaşkınlık g eçird iler:
— Beş dakika evvel, Avcılardan iki kişi gelip seni aradı lar; isminle: «Siperi Saikayı çıkaran giritli Ahmet Cevat» diye sordular. Beklemek caiz değildi. Başımdaki astragan kalpak conluğun en tehlikeli alâmetiydi. Para verip hademeye aldırdığım fesi başıma geçirdikten sonra sokağa çıktım. Bahçekapıda silâh satan bir dükkândan bir küçük brovning ile 20 fişek satın aldık tan sonra, Köprüye yürüdüm: hayatımı pahalıya savunmak ka rarını vermiştim! İskelede hazır duran Boğaz vapuruna atladı ğım zaman kendime tamamiyle hâkimdim. Emirgânda, en önce, kuzinimin başöğretmeni olduğu ilko kula uğradım: burası benim için en emin yerdi. Akşama kadar, Emirgân, hâdiselerden uzak ve habersiz kaldı: Avcılar Boğaziçini taramamışlardı, Cemiyetin kulüplerini teftiş etmesini hatırlarına getirmemişlerdi. Akşam üstü, sivil giyinmiş Neyyir Kaptanla Koru gezintimizi yapmış, birer kade himizi de içerek gönlümüzü ferah tutmağa çalışmıştık. Cebim den ayırmadığım tabanca ile de, büyücek bir hedefe 4 kurşun sıkarak elimi alıştırmasını ihmal etmemiştim. FASIL XXX HAREKET ORDUSU îstanbulda, anlattığımız gibi, patlıyan büyük irtica isyanını bastırmak için Rumeliden, birkaç gün içinde yetişen silâhlı kuvvete «Hareket Ordusu» ismi verilmişti; bu ordunun teşek külü ve Yeşil köye (Ayastefanos’a) sevkolunması ve bu kuvvet lerle isyanın bastırılıp Yıldızın ele geçirilmesi büyük ihtilâflar la naklolunmuştur. Çok sonra, Gazinin sofrasına devamlı mi safir olmak şerefine^ nail olduğum yıllarda, Gazinin ağzından, hareket ordusu hakkında işittiklerimi, vakiaların en sağlam şek li olarak bildiriyorum: 31 m art hâdisesini bildiren telgraflar Selâniğe geldiği za man, Mustafa Kemal kurmay kolağası (kıdemli yüzbaşı) olarak, ordu kurmay dairesinde bulunuyordu; hemen harekete geçerek
ordu kumandanını ve bütün kurmay subayları arkadaşlarını ik na etti, büyük bir sür’atle hazırlanan kuvvetler, dakika kaybet meksizin harekete geçirildi; ordu kurmay reisi. Mustafa Kemal olarak, 20 nisan 1909 da Yeşilköye yetişti: Mahmut Şevket Pa şa ordunun başkumananı idi. Millet Meclisinin, Yeşilköyde toplanıp padişahın tahttan in dirilmesine karar verdiği gün, ben de Emirgândan bu tarihî hâ diseleri görmeğe koşmuştum; o gün, aldığım bilgilere göre, meşhur geyiğiyle Niyazi Bey ve Makedonya savaşçısı Sandanski, bir mikdar çetecisiyle, Yeşilköye gelmişlerdi. Yayılan ha berlere göre hareket ordusunun kuvveti onbeş bindi, altmış top ve mitraliyözü de vardı. Burada, kalemimin yazmasına isyan ettiği bir tuzakla, Mus tafa Kemal uzaklaştırılmış, ordunun başına Enver geçmiştir! YILDIZIN SONU Beş perdelik Tiyatro Piyesi Yazan: Ahmet Cevat İrtica hareketini tasvir eden bu piyesten birkaç parça alı yorum : (Birinci perde, birinci meclis) Elmas ağa (padişahın musahiplerinden, yalnız): N efret ediyorum, bütün beyazlardan nefret ediyorum: on lar bizi, habeşileri, insan yerine koymuyorlar. Onların nazarın da habeşi, zenci nedir? Maddeten ve manen eksik, hiç bir büyük işe yetkisiz bir yaratık! Bakalım, bir habeşinin büyük işlere yetkisi var mıdır, yok mudur? Bu bir deneme, belki eşi geçmemiş bir tecrübe olacak! Hele conlar... padişahlarımıza ettikleri en büyük itiraz ha beşi kölelerin elinde terbiye edilmeleridir: «Bir habeşi parçası
nın büyüttüğü şehzade padişahlığa gereken yüksek vasıflan nasıl kazanabilir?» diyorlar, işte buna kızıyorum: hem bize kar şı maymundan aşağı bir davranış gösteriyorlar, hem bütün in san zevklerinden mahrum, her türlü cefalara katlanarak gös terdiğimiz hizmetleri aşağı görüyorlar... Bütün bu acıların intikamını alacağım, hem öyle alacağım ki bütün dünya hayrette kalacak!.. Conlar, göreceksiniz, otuz se nelik savaşlarnızın kazançlarını bir habeşi parçası otuz günde yok edecek! Dokuzuncu meclis Abdülhamit — Elmas ağa A bdülham it: İşi pek yaygın tutuyorsunuz, korkarım ki hiç bir şey yapamıyacağız. Askerlere, medreselere, softalara, şeyh lere para vermede tedbirli davranmıyorsunuz! Sonra sırlar dı şarıya sızar! Böyle büyük bir tertip sizin hiç birinizin eline ya kışmıyor. Ah, simdi İzzet, Fehim, Gani, Kâmil yanımda olsa lardı! Fakat çaresiz, talihi bir kere daha tecrübe edeceğiz! — Bu, akşam, Dirahşana haber ver, yanımda o bulunacak: muzika e r kenden çalmağa başlasın (Elmas çıkar). Onbirinci meclis Dirahşan (yalnız) Ah, ne felâket! Firavundan daha kötü bildiğim bir adamın kucağına girmek! Aman Allahım, ben ne talihsiz kız imişim! Kız kardeşim Gül Kafkasyanın o lâtif 'bayırlarında, gül gonca ları kadar sâf, nişanlısı Selimin âşikane sözlerini işiterek mes’ut yaşıyor! Babam beni îstanbula getirdiği zaman şüphesiz ancak benim bahtiyarlığımı düşünmüştü. Güzel olacağımı her kes söy lüyordu: Öyle bir güzellikle padişah sarayında mes’ut olmak muhakkak! deniliyordu... Aman Allahım! Ne büyük utanç! Öbür sefer, bir gorilin koynuna giriyormuşum gibi bütün kadınlığım utanmışti! Bu akşam da aynı cariyelik cezasiyle yüzüm kızaracak, yüreğim
sızlıyacak! K urtar beni Allahım, şu iblis ruhlu, şebek suratlı herifin pençesinden... Acaba Cemalciğim şimdi nerede? O senelerde, oldukça ser best, yalnız bir habeşinin nezareti altnda, araba ile çıkmağa mü saade ediyorlardı. Erkânıharp (kurmay) yakalığiyle, siyah bıyıklariyle, araba nın penceresine yaklaşmış, rayihalı tezkeresini atmıştı! Ben de cevap vermek cesaretini bulmuştum! Beni bütün kalbiyle seven, necip ruhlu bir gençti! Ya şimdi? Ah, ne felâket! Allahım, sen beni siyanet eyle! (perde iner) İkinci perde : Millet Meclisi önünde Hamdi çavuş Arkadaşlar, hepiniz biliyorsunuz ki bundan dokuz ay evvel, biz avcı taburları ve nice Rumeli gönüllüleri padişaha karşı ayaklanmıştık. Bugün anlıyoruz ki, o vakit yanılmış, aldatılmı şız! Padişah vilayetleri gâvuralra satıyor, dini-şeri'ati bırakmış, zevkine safasına bakıyor demişlerdi. Biz Osmanlılar vatanımızı, milletimizi, şeriatimizi severiz; subaylarımıza inandık, padişaha isayan ettik. Biz aldatılmışız, arkadaşlar! Asıl şeriati kaldırmak istiyenler conlardır! Hüseyin Zahittir, Mehmet Rizadır! Onlar bize şapka giydirmek istiyorlar! (Umum : Kahrolsun Conlar!) Kızlarımıza, gece yatmak üzere, bir ev yaptırmışlar, orası sözde mektep mis! Anlıyorsunuz ya! Bu şeyler bizim dinimize sığar mı? Umum : Hâşâ, Kahrolsunlar! (Akın akın softalar, hocalar geliyor). Sarıklı hocalardan b iri: (Hamdi Çavuşa) Aferin, yiğidim! (Umuma) Çavuşunuzun' çavuşlarınızın sözlerini iyi dinleyiniz, Allah sizden hoşnut ol sun! Çavuşunuz doğru söylüyor: Conlar Bosna - Herseki iki bu çuk milyon liraya sattlar, parayı da yediler, gâvur karılarına yedirdiler. Bu para ile gemi mi aldılar, top mu? Hayır, yediler, yedirdiler!
(Umum : Kahrolsunlar]) Uğradığımız bütün fenalıkların sebebi conların dini, şeria tı ayaklar altında çiğnemeleridir. Her müslümanın vazifesi İtti hadı Muhammedi Cemiyetine koşmaktır. Siz var olun, dinimizi, şeriatimizi siz kurtaracaksınız! Umum : Yaşasın şeriat, kahrolsun dinsizlik! Üçüncü perde : Bir gazino (Bir kaç müşteri, bir kaç fesli, bir iki şapkalı, iki madam) (Madamlara iki fesliden biri anlatyor) — Asiler, benim de mektepli subay olduğumu öğrenirler se, gelirler, şuracıkta, gözlerinizin önünde öldürürler! Madamlar: — Ne vahşet, söyleyiniz, mösyö Kenan, çok su bay öldürmüşler mi? K enan: — İşittiğime göre, iki üç yüz kadar! Kadınlar: Vah, vah! Ne büyük felâket! Hepsi de genç mek tepli subaylar mıydı? K enan: — Evet, hepsi de genç mektepli subaylar! Kadınlardan b ir i: — Almanyadan geçen sene gelen genç bir süvari subayı var... acaba onu da öldürdüler mi? Kenan : — Sami mi? Sami için hiç bir şey işitmedim, ma dam. K adın: — Ah, mösyö Kenan, niçin hakikati gizlemeğe ça lışıyorsunuz? Ne kadar müthiş olursa olsun, hakikati söyleyiniz! K en an : — (biraz muzip) Sami için bu kadar ısrar etmenizi anlamıyorum, madam! K ad ın : — Tavrınızdan biçare gencin öldürüldüğünü sak ladığınız anlaşılıyor; kimleri vardı? Annesi, hemşiresi...? K enan: — Var, madam, var... Kadın : — Evli miydi? K enan: — Hayır, madam, bu kadgr genç bir subay evli olamaz. K ad ın : — Ya nişanlısı? Sevgilisi? K en an : — Beş dakika evvelisine kadar bilmiyordum, ma dam, fakat şimdi anlıyorum ki, var! (gözlerinin içine gülümsiyerek bakar)
(Dışardan bir nâra işitilir). — Haat... yaman gider, imanım, ferman dinlemez tersa neli kulları! Kadınlar — Ah! Bu ne? K en an : — Asiler... artık işi edepsizliğe vurdular. (Kapıdan sıbyan bölüğünden iki nefer tersaneli girer) Tersanelilerden biri (halka): Ölüsü kmalı şeriat için çıktık! (garsona) İmanım, Apostol, buraya gel... Haat, tinini! Apostol, biz buraya şeriat için geldik! Müslümanlara rakı yasak, kumar da yasak, anladın mı, imamm? (Bir iskemlenin üstüne çöker, arkadaşı da oturm uştur) — Şimdi bana bak, Apostol, doldur bize iki duble, fino sundan olsun. (Kadınlar, fesliler grupu çıkıp giderler; garson rakıları ge tirir) İkinci te rsan e li: — Bana bak, Ali, sen fazla kaçırmışsın, imanım! Şu iki dubleyi de çekip tüyelim; avcılar matizleri top luyor, kodese atıyorlar! Birinci te rsan e li: — İmanım, bugünkü iş benim pek me rakıma dokundu: Bizim babaya, Âsarıtevfik kaptanına yüreğim yandı! Ne zalim Karadenizli imiş, şu geminin tayfası! Yüreğimin yağı eridi... ama ne halt edersin, ses çıkarsam bana da betelenecekler, «câvur oğli câvur» dan başlıyacaklar. Biz pişkin ço cuğuz, kendimizi lâzlara tepelettirir miyiz?.. Atalım şunu, im a nım! (içerler, garsona). — Apostol, gel buraya! Sen nerelisin be yavrum? Garson (rum aksaniyle): — Tatavlâli. T ersaneli: — Bizim semtli desene! Ben de Kasımpaşalı. Tersaneye uğrarsan, sor beni, bana Kasımpaşalı Sivri Haydar derler; uşaklardan kime sorsan seni yanıma getirir. Şimdi bun ları tazele, imanım! Hem bana bak, enalilik edip durma, sen zaar korkuyorsun. Anlatamadık, şu halka: biz ölüsü kandilli şeriat için çıktık; kimseye zararımız yok, siz yalnız müslümanlara ra kı vermiyeceksiniz, kâğıt oynatmıyacaksınız; işte bu kadar; hay di bakalım doldur da gel! (garson gider).
— Sen ne düşünüyorsun, Kara Cafer, keyfin yerinde dpğil mi? 4 — Mangiz tutmuyorum, Haydar, mangiz. Canm bir hovar dalık istiyor, ne haltetsek! — İkişer lira aldık ya, sarıklı hocadan? — iki lira ile hovardalık olur mu, be imanım? — Düşündüğün işe bak; çıkarken kasaturalardan birini rehin bırakırız. Sonra doğru bacıya gideriz, bize iki tane bulur, sabaha kadar kalırız. Çıkarken mavzerlerden birini bırakırız. Aklın erdi mi bu işe? — Ulan, yamansın be Haydar! Keyfim yerine geldi, (gar son rakılarla gelir) İmanım Apostol, bizimle hovardalığa gider misin? Yosma bir şeyle yatmak istersen bize yoldaş ol! Garson: — Ben buradan ayrilâmaz... H aydar: — Ee! Çok söylenme, ölüsü kınalı! Size yüz ver meğe gelmez ki... garson olmakla köle değilsin ya! Çorbacıdan biz izin alırız sana. Garson (ağlar): — Ben gitmez... gitmek istemez ben... ayağini öpeyim, paşam... benim ana gece ağlar... C âfer: — Köpoğlu ne diller döküyor? Sen bizi kandırm a ğa mı uğraşıyorsun? Nafile, haydi, dediğimizi yap... (Garson durur, ağlar; tersaneli kalkar, iki tokat aşkeder; bütün garsonlar koşuşurlar; bağırırlar). Câfer: — Sivri, sarpa saldık mı? Haydi şurdan kaçalım, avcılar yetişirse iş biçimsiz kaçar. H aydar: — Tabanszlık etme, be imanım! Çek şu kasatura yı,dediğimiz dediktir... (kapıdan iki avcı girer, Caferi yakalar lar, Haydar sıvışır; avcının biri arkasından ateş eder, kapının önünde yere serer.) C afer: — Kuyruğu tam kıstırdık! Dördüncü Perde : Yıldızda küçük mabeyn
k
Abdülhamit (yalnız, zile basar, Elmas gelir) — Elmas, hareket ordusundan ne haberler var? Elm as: — Efendimiz, bu âsilerin edepsizliği her haddi aştı,
Kahır paşa kulunuz diyor ki, efendimiz emretsin, hemen ağa larla, aıyıavut kullariyle gideyim, Mahmut Satvetin ve öbür pa şaların kafalarını getireyim. Allah için, kahramandır şu Kahır paşa! A bdülham it: — Ben sana ne soruyorum, sen bana ne ce vaplar veriyorsun? Hareket ordusundan sahih malûmat var mı dır? Kuvvetleri ne kadardır? Beş bin dediler, on bin dediler, yirmi bin dediler, otuz bin dediler, kırk bin, elli bine kadar çı kardılar. Sonra topları, mitralyozları var mıdır? Bunları anla mak stiyorum; malûmat var mıdır? E lm as: — Efendimiz, ağalardan biri Beşiktaştan geldi, ehali Beşiktaşı, Ortaköyü bırakıp kaçmış. Kışlaların etrafındaki halk iki gündenberi Boğaziçine ahbap evlerine misafirliğe gidiyor. Fakat hareket ordusunun kuvvetini kim bilecek? A bdülham it: — Bilmiyorsun da ne saçmalayıp duruyor sun? Mustafa tütün getirdi mi? Elmas : — Evet, Efendimiz, getirdi,. A bdülh.: — Getirdi de ne için bana haber veımedin? Ben size, uykuda bile olsam uyandırın diye tenbih etmedim mi? Elmasın getirdiği kutuyu açarken habeşiyi dışarıya gönderir; kutunun içinden curnalı alır, okur:) «Cenabı Hak Efendimize tükenmez ömürler versin, bugün Ayastefanosta idim, âsi ordu nun kuvveti epeycedir, Ayastefanosla Makriköy arasında dört beş tabur kadar askere tesadüf ettim. Bu gece mutlaka İstanbula gireceklerdir. Her ne yapılacaksa çabuk davranmalıdır. Donanmadan bir faide memul değildir. Kulunuz Ayastefanostan dönerken donanma Marmaraya çıkıyordu. Yanımdaki para ile sadık bir kulunuzu ordugâhta bir iğtişaş çıkarmağa memur et tim. Fazla para olsaydı, Mahmut Satveti öldürecek brini elde edebilirdim. Hemen fedakârlık ihtiyar buyrulursa ordularını başlarına geçiririz. Uğuru hümâyunlarında fedayı can etmek kulları için en büyük şereftir, ferman.» Şimdi hakikati anlıyabildik. Demek, donanma da âsilere katıldı. Hareket ordusu, şu anda, İstanbula ya girdi ya girecek. Şimdi ne yapılmalı? Mukavemet etmeli mi etmemeli mi? Muka vemet halinde, galip gelirler, Yıldızı havaya atarlar. Mukav»-
met edilmezse, taltif ile, ihsan ile, bir muvaffakiyet umulur... her halde mukavemet etmemeli, etmemeli...» (Beşinci perde: Yıldızda küçük mabeyn) Abdülhamit, başkâtip Suat Bey Abd.: — Hakkımda ne niyetleri olduğunu öğrenebildiniz mi? Suat Bey: — Hayır, Efendimiz, hiç bir şey anlamış değilim; fakat hayatınızın hiç bir tehlikeye maruz olmadığını emniyetle söyliyebilirim. Ordu istediği gibi tahkikat yapsın, zatı şahânelerinin irtica hareketine karıştığı hakkında hiç bir şey görmiyecektir. A bdülh.: — Öyle ise, o büyük zabiti bana ne teklif etmek için gönderiyorlar? B aşkâtip: — Hiç bir şey bilmiyorum, müsaade buyurunuz, gelsin, anlarsınız. (Abdülhamidin muvafakatiyle ordunun delegesi girer) Abdülhamit (ayağa kalkar) — Safa geldiniz, oğlum, ordu nun yetişmesine çok memnun oldum, kahramanlığınıza hayra nım. (Yer gösterir) oturunuz, evlâdım (kenefi de oturur) Şimdi, anlatınız, ordu neye karar verirse irademle tastika hazırım. Delege : — Ordunun en birinci emeli Meşrutiyeti en sağ lam temeller üzerine kurmaktır. Ordu irticai kâmilen bastıra caktır. Âsi askerler ve bütün irticaa sebep olanlar ve teşvik edenler muhakeme altına alınacak, en küçüğünden en büyüğü ne kadar, hepsi, cezaların en müthişine çarpılacaklardır. (Ab dülhamit ürperir). Zati şahânelerine gelince, ordu tahkikat yap madan sizi suçlandırmak niyetinde değildir, fakat muhafızlarını zın bile isyana karışmış olması, bir de :silerin üzerinde bulunan paralar... ordu bu işlere ne mâna verileceğini henüz bilemiyor. (Abdülhamit ürperir) Bunun için, Yüksek Ordu Meclisi sizi fe ragate dâvet etmeğe karar vermiştir. Bendeniz bu kararı tebliğe memurum. A bdülham it: — Oğlum, görüyorum ki ordu benim hakkım da bir şüpheye düşmüş... fakat ordu haksızdır, zerre kadar bir
ilişiğim yoktur. İyi niyetim, meşrutiyete sadakatim meydanda dır. Görüyorsuuz ki Yıldızdan tek tüfek patlamadı... Başkuman dana selâmımı söyleyiniz, orduya ve millete daha çok hizmet etmek isterim, hemen de sözümü yerine getirmeğe hazırım... D elege: — Efendimiz, Yüksek Ordu Meclisinin başka bir kararını daha tebliğe memurum: Yüksek Meclis sizi paraları nızı, mallarınızı, hâzineye terketmeğe davet ediyor... A bdülham it: — Oğlum, benim saltanattan faragate (çekil meğe) niyetim yoktur. Paralarım ın ve mallarımın gereken kısmı nı, tahtımda kalmam şartiyle, bağışlarım. Delege (ayağa k alkar): — Bendenizin vazifem bundan iba rettir; cevabını aynen Yüksek Meclise söyleyeceğim., Son sahne A bdülham it: — Eyvah, artık kurtuluş kalmamıştır... (Cülûs topları atılıyor...) (Ağalardan biri girer): — Efendimiz, Millet Meclisinden bir heyet geldi, huzuru şahaneye gelmek istiyor. A bdülham it: — Küstahlar, nankörler, benden ne istiyorlar? Beni rahat bıraksınlar! İşte istedikleri gibi her tarafı zaptetti ler, daha ne olacak? Söyle, defolup gitsinler, sonra pişman olurlar... (ellerini ceplerine sokar, iki tabanca çıkarır) Anlıyor musun? Git, öyle söyle!... Yok, gitme, dur! (tabancaları cebine kor) Git, söyle, gelsinler (Cülûs topları devam etmede; içeriye dört kişilik Meclis heyeti girer). Ne istiyorsunuz? Heyetten bir z a t: — Size bu yüksek kararı tebliğe memuruz. Abdülham it: — Hayatım... malım... söyleyiniz, ben ne ola cağım? / Aynı zat: — Korkmayınız, Millet intikam almağa tenezzül etmiyor. Hayatınıza dokunulmuyor. Malınızdan, servetinizden haberim yok; acaba meşru malınız, servetiniz var mıdır? Abdülhamit (ürküntü içinde) — Allah aşkına söyleyiniz, hayatım tehlikede mi? Aynı zat: — Bizim ağzımızdan yalan çıkmaz... Millet Mec lisi Yalnız tahttan inmenize k arar verdi.
(Abdülhamit yüzünü kapar, hüngür hüngür ağlar) Aynı z a t: — Ağla, «Kızıl Sultan» ağla! Zalimlerin akibeti böyle olur. Allahın kur’anında b u yrulm uştur: «Fenzur keyfe kâne akıbetül zalimin!» Not. Birkaç defa oynanan bu piyes sırpçaya da çevrilmiştir.
FASIL XXXI. SİPERİ SAİKAİ HÜRRİYET Âsi askerler Şûrayı Ümmet, Tanin ve Siperi Saika gazete lerinin idarehanelerini tahrip etmişlerdi. O sırada H ürriyet is miyle bir gazete neşretm ekte olan Hanyalı Kavuroğulları, ara larında bulunan profesör Aziz Beyin aracılığı ile, iki gazeteyi birleştirmek teklifnde bulundular; Hürriyetin imtiyaz sahibi li man dairesi veznedarı Kavuroğlu Kâzım Bey isminde biri idi. Sabah gazetesinin karşısında bir idare evi, İffet efendi isminde hukuktan mezun bir yazı işleri müdürü ve gazeteciliğe hevesli, darülfünûn talebesi fahrî bir m uharrir yardımcısı olan H ürri yetin bir eksiği vardı Gazetecilik tekniğinden! mahrumdu. Si peri Saika bir polemik organ olarak çıktığı zaman iyi satılıyor du, fakat idare evi ve basıldığı Şûrayı Ümmet Matbaası tahrip edilmiş olduğu için kendi başına çıkam azdı: Birleşip, Siperi Saikai H ürriyet ismiyle çıkmağa başladık. Milliyetçi bir ru h ile kaleme alman başyazıları, «Binbir Gece» başlığı altında mizahi günlük fıkrası, Şûrayı Ümmetten yanıma gelen usta bir havadis avcısının raporları bizim uzun isimli gazeteyi sattırmağa başla mıştı. Büyük bir afiş üzerinde, her günkü başlıca haberler kalın bir kalemle yazılır, kapının önünde teşhir edilirdi, bu reklâm usulü de sürümü arttırıyordu. «Askere kabalak giydiriliyor!» havadisini yalnız biz vermiş tik ve bu sansasyonel haber gazetemizin mütevazı yazı odasına Enver Beyin, ciddî bir çehre ile gelmesine sebep olmuştu. Mer kezi umuminin en büyük: rüknü gazetenin koleksiyonunu dikkat le gözden geçirdikten sonra, bana dö n erek : İlri V û d i n
TVîl ıı • T P
Ifi
— Niçin yazdınız? diye sordu. — Güzel bir haber olarak, alkışlıyarak yazdık, efendim; ce vabını verdim. Kendisince büyük ve tehlikeli sayılan bu tedbiri, askerlerin başından kırmızı fesi attırıp çuhadan bir serpuş giydirmeyi bir olup bitti halinde tatbik etmek istediği için, neşredilmesinden hoşlanmamıştı. Bir silâh arkadaşının, on beş sene sonra, bu mil lete, şapka denilen medenî serpuşu, öve öve giydirebileceğini Enver Bey, o saatte, kafasına ve havsalasına sığdırabilecek bir ruhiyet içinde değildi. Gazetenin fahrî muhabir ve yazarları çoğalıyordu, hattâ az zamanda büyük bir şöhret yapan bir Türk yazarı Hüseyin Avani (Akagündüz) imzasiyle bizim sütunlarımızda ilk olarak görün müştü. Şûrayı Ümmet çıkmayınca, o tarihte iç işleri vekilliğine geç miş bulunan Talât Beye gidip iş istemiştim, o da beni yeni teşkil edilen Polis ıslahatı Komisyonuna, binikiyüz kuruş maaşla, me mur etmişti, bundan dolayı Siperi Saikai Hürriyetin baş yaza rı da fahrî hizmet ediyordu. Böyle olduğu halde, zavallı Kâzım Beyin para tahsili ve hesap organizasyonu berbat olduğundan gazete, dört aylık neşriyattan ve tiraji beşbine yükseldikten sonra, kapanmağa yüz tutmuştu. Meğer bizim uzun isimli gazetenin şatafatlı afişlerle propa ganda edilmesinden ve tevzi çocuklarının «Yazıyor...» naraların dan, kendi gazetesi için bir^rakip sezinlemeğe başlıyan Mihran bana, bir adamını göndererek bin beşyüz kuruş aylıkla gaze tesine geçmemi teklif etti. Şüphesiz işim çok hafifliyecekti, dostlarım Haşan Bedrettin, Mahmut Sadık, Turhan, Mehmet Ali Tevfik beyler gibi yazı arkadaşları arasına katılmak da bana ca zip görünmüştü: Mihranın teklifini kabul ettim. Siperi Saikai Hürriyet de ölümü ile Kâzım Beyi daha çirkin bir iflâstan k u r tardı. Ben de «Polis ıslahatı Komisyonundan istifaya imkân bul dum: Bu komisyonun başındaki zat anlayıştan ve söz kavra mak idrâkinden mahrum bir adamdı. Üç ay, yanına gidip gel mekten ve Avrupa polislerinin nizamnamelerini tercüme etmek ten bıkmış usanmıştım.
Sabah Gazetesinde Telgrafların ve Avrupa mekalelerinin tercümesi iki üç saat ten fazla tutmuyordu, bu iş benimle Mehmet Ali Tevfik ve T ur han arasında oluyordu. «Mühim küçük haberler» başlığı altın da, üçer satırlık, asteriklerle işaretlenmiş bir havâdis sütunu açmıştım; bir de başyazar Diran Kelekyanın fransızca tarih ki taplarından verdiği parçaların tercümesiyle, telif olarak neşret tiği tarih kitabının işini bir hayli kolaylaştırıyordum. Bu sırada, Kitaphanei İslâm ve Askerî sahibi İbrahim Hilmi Bey, bir gün, Sabah gazetesine gelmiş, fransızra bir «Savoir vivre» kitabı getirmiş, ondan türkçe bir eser çıkarmamı rica et mişti, peşin on altın da vermişti: Akşam üstü, tercüme işlerine alıştrmakta olduğum bir gence okutarak giriştiğim adaptasyon bir hafta bile sürmemişti: Hilminin bastığı «Avrupada Adabı Muaşeret: A. Cevat» bu suretle doğmuştur (1909). Yine bu sırada, memleketimizin en büyük maarifçisi ve pedagoji bilgini sayılan Suriyeli Satı Bey, Maarif Vekili, büyük dalgınlığı ile meşhur Emrullah Efendiden, Darülmuallimini (Öğretmenler okulunu) modernize etmek yetkisini almış, her şeyden önce, o büyük işi başaracak seviyede bir hocalar kurulu yaratmağa girişmişti. Yeni Darülmuallimin (Öğretmenler Okulu) iki dereceli olarak kuruluyor, amelî yardımcı olarak bir de ta t bikat mektebi açılmış bulunuyordu. Şûrayı Ümmet, Siperi Saika ve Siperi Saikai H ürriyet ga zetelerinde çıkan yazılarım beni o senelerin kuvvetli yazarları seviyesine yükesltmişti; Hollandaya tahsilini ikmale gitmek üzeolan dostum Turhandan da bilgiler alan Satı Bey beni hazırla makta olduğu öğretmenler kuruluna a ld ı: bugüne kadar ara mızda devam eden dostluğun ilk taşı bu suretle atıldı. FASIL XXII. Modernize edilen Öğretmenler Okulu Satı Bey, müdür muavini olarak, Mülkiyeden arkadaşı Fuat Şemsi Beyi almıştı. Öğretmenler kurulunda fesahatiyle anılan
Ali Nusret Bey, Cenap Şahabettinin ağabeysi, Hamdullah Suphi, Fazıl Ahmet, Ruşen Eşref vardı. Büyük şair Tevfik Fikret, haf tada iki gün edebiyat konferansları veriyordu; iktisat profesörü Hamit Bey ara sıra iktisat musahabelerine geliyor, Paristen yük sek tahsilini bitirerek gelmiş olan profesör Mustafa Suphi de Sosyoloji dersleri veriyordu. Mösyö Dubois küçük pratik kita bından fransızcayı öğretmeğe çalışıyordu. Mektebin matematik hocası sarıklıydı: Meşhur Eyüplü Hafız Kemal Bey. Cevdet Bey isminde sarığı atmış fakat softalığı atmamış bir bilgin de öğ retim kurulunu tamamlıyordu. Türkçe dersleriyle meşgul olanlar, o senelerde şöhret ya pan Hüseyin Cahidin «Türkçe Sarf ve Nahiv» kitabını okutu yorlardı: Ben de aynı kitaptan iki şubeye ders vermeğe başla mıştım. Gramerler milletin edebî lisanını öğretmek gayesiyle yazılır; 1900 senelerinde bizim edebî lisanımız Namık Kemalin, Ziya P a şanın, Abdülhak Hâmidin, Tevfik Fikretin, Cenabın, Sami Paşa zade Sezaînin, Süleyman Nazifin... nesir ve nazımlarile temsil et tikleri lisandı; Hüseyin Cahit Beyin yarı alafranga Sarf ve Nahvi bu edebî dili öğretmekten çok uzaktı; bir kaç ay içinde, edebî Osmanlı dilinin tasarladığım gramerini telif ettim ve ismine «Lisani Osmanî» dedim. İbrahim Hilmi’nin hemen bastığı bu gram er Maarif Vekâletince Darülmuallimin (Öğretmen Okulu) ve o seviyedeki bütün okullar için kabul edilmiş ve 1910 (1326) yılında bütün lise derecesindeki okullarımızda yalnız Lisani Os manî okutulur olmuştu. Bu kitap benim «Gramerci Cevat» diye anılmama sebep olmuştu. Bir iki sene içinde, bütün Rüştiye sınıfları için hazırlanmış Sarf ve Nahiv kitaplarını dahi telife muvaffak olmuştum, hepsini İbrahim Hilmi basmış ve Maarif Vekâleti programlarına kabul etmişti. Tahrir (kompozisyon) dersi çok mühimdir: Öğrencileri gör düklerini, işittiklerini, düşündüklerini yazmağa alıştıran bu ders tir. Bu sanati kavrıyamayan, kaleme alınacak konuların hiç ol mazsa mantıkî bir sıra altında olmasına dikkat edemiyen öğret menler muvaffak olamazlar. Yazı konularını öğretmenin kontrol
edebilmesi -re öğrencilerin yazdıklarını ayrı ayrı okuması şart tır. Bunun için kart postal olarak basılmış resimlerden elli tane kadar seçmiş, öğrencilerden o kartlar üzerinde gördüklerini yazı ile anlatmalarını istemiştim: Kompozisyonlarına güzel bir sıra verecekler, hayallerini işletip canlı hikâyeler de uydura bileceklerdi. Öğrencileri, müsveddelerini okuduktan sonra, birer birer çağırıp yazdıkları üzerinde en müsamahalı, öğrenciye en geniş fikir ve hayal hürriyeti veren kontrolü yapardım. Az zamanda, bütün genç zekâlarda, şaşılacak bir gelişme görebilmiştim: Öğ rencilerim yazı sanatinden zevk alıyorlardı. Her hafta, kart postali değiştirerek konuyu yeniledikçe yazarlık zevkleri artıyordu. Bu canlı usul ile yetiştirdiğim üç sınıftan tek bir öğrencinin bile sınıfta kalmadığını söylemek isterim: Türkçeden randımanın son senelerde düşük olmasında kusurun öğrencilerden ziyade öğretmenlerde olduğuna hiç şüphem yoktur. O senelerde ben den değil, kitaplarımdan okumuş olanlara rastladıkça bana, ho caları imişim gibi saygı göstermekte olduklarını da söyliyebilmekten bahtiyarlık duyarım. Emirgândan Kapuağası mahallesine Darülmuallimin (Öğretmenler Okulu) ve tatbikat mektebi Divanyoluna yakın bir yerde idi, artık vapurla Boğaziçine gidip gelmeğe vaktim kalmıyordu, Sultanahmet semtinde, Kapuağası mahallesinde bir ev tutarak Emirgândan buraya göç ettim. Tat bikat mektebine verilen oğlum Cahit ve bir mahalle sıbyan mektebine başlıyan kızım Suat için de gündelik Emirgân yolcu luğu mümkün değildi: Neyyir Kaptandan, başöğretmen kuzinim den ve ahbaplarından uzaklaşmış, hususî hayatım çok değişmiş oluyordu. Tevfik Fikretle başlıyan dostluk Tevfik Fikret Beyin edebiyat konferanslarına, talebe gibi, devam ediyor, lâyık olduğu hürmeti kendisine gösteriyordum,
bu suretle aramızda hasıl olan dostluk, ara sıra, Satı Beyle bir likte, Aşiyanda misafiri olmamıza fırsat veriyordu. En yeni şiir lerini önce bize okurdu; Faust gbi büyük bir opera hazırlama yı da başına -koymuş, nazmettiği gayet dramatik parçalarını bize dinletmek lûtfunda bulunurdu. Tevfik Fikret böbrekten ve karaciğerden rahatsızdı, fakat «türlü» denilen yemeği de çok sever, taba-k dolusu yemekten kendini alıkomazdı. Rahatsızlığı sebebiyle benden, Robert Ko lejdeki derslerine yardım etmeği rica etmişti: Üç sene, haftada iki defa, karda yağmurda, kolejin yamacını tırmanırdım, bu da kendisiyle daha sık görüşmeme vesile olmuştu. O senelerde, Mihri Hanım isminde bir ressam büyük şairin portresini tecrübe ediyordu. Hislerin en yükseğiyle bağlılığını gizlemiyen bu sanatkâr Türk kadını, kocasiyle beraber, Fikretin perestişkârı idiler. Fikret istibdadı, zulmü, tufeyliyeti, haramyeyiciliği yermiş tel’in etmiş, kahramanca savaşarak kazanılan meşrutiyeti alkış lamıştı. Gençliğe medeniyeti, kültürüyle.. tekn|iğiyle alıp memle kete getirmeyi, yapıcılığı, yaratıcılığı en nefis şiirleriyle tavsiye etm işti: Kalbinde her dakika şu ulvî tahassürün Minkarı ateşinini duy, daima düşün: Onlar niçin semada, ben niçin çukurdayım? Gülsün neden cihan bana, ben yalınız ağlayım? Yükselmek asümana ve gülmek, ne tatlı şey! Asrın unutma, barikalar asrı feyzidir, Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir, Bir ufki itilâ açılır, yükselir hayat! Yükselmiyen düşer, ya terakki ya inhitat! Yükselmeli, dokunmak alnın semalara: Doymaz beşer dedikleri kus itilâlara... Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır... Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!
Fikret şiddet önünde iyilmekten nefret ederdi : «İnhina tavkı esaretten girandır boynuma» (Boynuma esirlik halkasından iğilmek daha ağırdır!) mısraı o yüksek karakteri ne güzel ifade etmektedir. Bir kartın arkasında ise : «Kıran da olsa kırıl, fakat eğilme sakın!» mısraını yazmıştı: Kendisinden sonra kalan kâğıtları arasında bulunmuştur. Büyük şair eşten dosttan çok çekmişti: Yakınların ve uzakların ahlâkça düşüklüğünü şu meşhur beyitle inlemiştir: «Milyonla barındırdığın ecsat arasından Kaç nasiyc vardır çıkacak pâkü dirahşan?» Kirli ve ışıksız alın sahiplerinden o derece usanç getirdiği bir yeis anında da şu beyti söylemiştir : «Artık tehi vücut, tehi dil, tehi hayal, Dünyada şimdi ben dahi bir fazla sikletim» FASIL XXXIII Manya Skokovska Pariste uzun zaman tahsilini yaparken yaşamış olan bu PolonyalI kadın fransızca konuşan bir dostluk çevresine beni de almış bulunuyordu: Öğretmen ‘Okuluna çok yakın bir iç sokak içinde, temelleri bile çürümüş eski bir tahta konak tutmuştu, bun da Dağıstanlı Celâl Korkmazla beraber bir kolaj hayatı yaşardı; o eski barakayı da yahudilerarası bir yarı münevver (intellec tuel) kolonisi haline getirmişti: oda oda, büyüklerini manav san dıkları ile ikiye hattâ üçe bölerek, mümkün olduğu kadar çok adam yerleştirmişti; sokakta bırakmağa gönlü razı olmadığı bir yeni tanrı misafiri düştüğü zaman, manavdan yemiş sandıkları alır, ona da bir deşik uydururdu.
Manya Skokovskanın kolonisi içinde çarmıha gerilmiş bir İsa solgunluğu ve suçsuzluğunda, sesi hemen hiç işitilmez bir polonyalı vardı; onu, aramızda, Celâl yokken, «mon Jésus» ismiy le anar, gözlerinden kutsal bir alev geçerdi. Sonya, Maşa, Sofya isimlerini taşıyan, aydınlıkları çok peşten, güzel cins örnekleri barakanın işlerini paylaşıyorlardı. En son, mültecisi dev gibi bir gürcü idi, dişini çeken hekimin kirli kerpeten kullanması yü zünden septisemi olmuş, bir düşkünler hastanesinde ölmüştü. Manyanın yetmişlik annesi bu barakaya sığınmış koloniye en saygı değer bir dekor ilâve ediyordu: kar beyaz çarşaflar içinde, gözlüklerini takmış, uzun uzun, kira ile alınmış fransızca romanlar okurdu; gıdadan ziyade laudanum damlalariyle yaşar dı, bu zehiri o derece artırm ıştı ki, bir defasında aldığı damlalar la sağlam yapılı beş genç ölebilirdi. Büyük tesellisi kör olma maktı: «biz mioplar kör olmayız mösyö Cevat» derdi, aynı te selliyi, miop olduğumu bildiği için, bana da verirdi. Manya Skokovskaya, haftada iki defa, Cahit ile Şuada fransızca dersi verdirmek ilk düşündüğüm iş oldu. Celâl Korkmaz Pariste Siyasal Bilgiler mektebinden geç meğe, çalışıyordu, fakat Şûrayı Ümmete konmak üzere hazır ladığı makaleleri Manya tashih eder, beyaza çekerdi. Celâl Kork mazı bana Dr. Behaettin Şakir tanıtmıştı. M. Dubois’nın kırk sayfalık broşüründen fransızcanın öğrenilemeyeceğine kani idim, «Méthode rationnelle pour apprendre le farnçais: Fransızcayı öğrenmek için mantıkî metot» ismiyle ve üç derece üzerine bir kitap hazırladım: bu eserin fransızca kısımlarını beyaza çekmek ve provalarını düzeltme işlerinde Manya Skokovskanın büyük yardımını görmüştüm. O eski tahta konağın kira bedelini ödemede güçlük çeken Manya Skokovskanın kefili olmuştum ve ara sıra ev sahibi Sü reyya Beye bu bedeli ödeyen ben olurdum: bin altıyüz kuruş maaşımdan başka gramerlerimden ve başka okul kitaplarımdan kazançlarım çoktu, Robert Kolejdeki dersten de sekiz yüz kuruş alırdım. Manya Skokovskaya ettiğim para yardımı, ondan sağladığim manevi menfaatlere nispetle, hiç hükmünde bir şeydi ve en büyük istifadem onunla fransızca konuşmak, içinde çal
kandığımız bütün politik ve pedagojik meseleleri onunla ve Ce lâl Korkmazla fransızca münakaşa edebilmekti. İstanbula gelen Fransız Truplarının verdiği temsillere gide miyorlardı, ben bir koltuk ücretiyle hepmizin, — Celâlin, Man yanın, Sonya ve M aşanın— pulayeden seyir etmemizi sağlıyabiliyordum. Çakır keyif, onları bir gazinoya götürdüğüm de olurdu. Çarlık Rusyası, Japonlara yenildikten sonra, Sibiryadaki sürgün Leh asilzadelerine memleketlerine dönmeğe izin ver mişti: dört atlı bir araba içinde, iki ay süren yolculukla Polonyaya ulaşmışlardı; Manya on sekiz yaşında idi, bu uzun seya hatte, arabada, yan yana yattığı ve ismini bile unutmuş olduğu delikanlı, üstünde bir an durmadan, belki de farkına varmadan, ilk âşıkı olmuştu. Sokakta yan yana gittiğimiz bir gün, düşünmeden, yere tü*kürmüştüm; Manya yüzüme bakıp : — Siz de mi? demiş, bir inkılâpçı münevverin sokağı k ir letmede gösterdiği lâubaliliğe şaşmıştı. Maalesef, Türk çoğun luğunun, yarım asır sonra da bu medeni ahlâkın önemini kavra mış olmadıklarını görüyoruz. Kuzinlerim Sonbahar 1910, Öğretmenler Okulu adresime yazılmış bir kartla, büyük dayım Süleymanın kızı Hüsniye, ailece İstanbula hicret ettiklerini bildiriyor, Aksarayın iç dar sokaklarından bi rinde adres veriyordu. Giritten Koruyucu devletlerin işgal kuv vetleri de çekildikten sonra, çoktan eşini kaybetmiş olan za vallı Süleyman dayım iki kızını, Hüsniye ile Halimeyi, ve kü çük oğlu Kâzımı almış, İstanbula getirmişti, büyük oğlu, ma kinist Ahmet, Mısıra gitmeyi tercih etmişti. Süleyman dayım yaşlanmış, beli bükülmüş, çalışamaz bir hale gelmişti. Hüsniye ile Halime, o zamanın modası olan bir çeşit kadın çantasının sırma nakışlarını gergefte işleyip iş ve ren bir ermeni mağazasından küçük bir ücret kazanıyorlardı. Sokaklarını arayıp oturdukları yere gittim, Hüsniye boynuma
sarıldı, bir ânda, içinde bulundukları siyah sefaleti unuttu. Hüsniyenin bir plânı da vardı Halime ile beraber hastabakıcı olacaklardı. Gittiğim saatte babaları evde yoktu, nerelere git tiğini de bilmiyorlardı, fakat her gün iki üç kuruş kazanabildi ğini sıkılarak söylediler. On İra bıraktım ve tekrar yoklıyacağımı söyledim. Eski tahta konağın, kapıcıya mahsus, ayrı kapılı küçük bir kısmı: düz ayak bir göz, merdivenle çıkılır bir de sofası: burayı Manya Skokovska temizletti, âdi sandık tahtalarından bir masa, kullanılmış üç dört iskemle, bir primus (gaz ocağı) uydurdu, üç gün sonra küçük aile buraya nakledildi; Hüsniye de hemen Haydarpaşa hastahânelerine baş vurarak kendisine ve Halimeye hastabakıclık temin etti, Kâzım tatbikat okuluna kaydoldu; ye meğini Manya Skokovska veriyor, ev işlerinde de çalıştırılı yordu. İzinli olduğu günlerde Hüsniye tahta konaktaki mesken lerine geliyor, neşeli bir aile havası yaratıyordu. Pedagojik suçlar Tevfik Fikret önce, Galatasaray lise (sultanî) sinin müdürü idi ve lise öğrencilerine modern pedagojinin tavsiye ettiği inkişaf şartları içinde bir hayat temin ediyordu; o zamanın, dalgınlığı ve ters mantığı ile meşhur maarif vekili, Emrullah Efendi, yazılı bir emirle, Fikretin pedagojik sistemine karıştığından büyük şair «iğilmemiş», müdürlükten çekilmiş ve bu yüzden Öğret menler Okulunda verdiği edebiyat konferanslarına devam ede mez olmuştu; bunun üzerine bu gayet mühim dersten mahrum kalan sınıfın öğrencileri hocaları büyük şairi öven ve ayrılma sından dolayı duydukları esefi bildiren imzalı bir yazıyı bir ga zeteye gönderip yayınladılar. O sırada, Öğretmenler okulunun bazı teknik ihtiyaçları yü zünden Emrullah Efendiyle ihtilâfa düşen Satı Bey de m üdür lükten çekilmiş, yerine tarihçi bir profesör tâyin olunmuştu; öğrenciler bu sefer de büyük pedagoji âlimini öven ve ayrılma sı sebebiyle duydukları esefleri anlatan bir yazı neşrettiler: ye ni müdür talebelerin bu mektubunu kendisine dokunaklı saya
rak cezalandırılmaları yoluna sapmış ve müdür muavini Fuat Şemsi Beyle oy birliği ederek, Şefik ismindeki sınıf birincisini tart cezasına çarptırmıştı: bununla büyük bir pedagojik suç iş lenmişti: yeni idarenin bu suçunu ve haksızlığını anlatan bir mektupla itirazda bulundum. Emrullah Efendi beni Galatasaray lisesine vererek Öğretmenler Okulundan uzaklaştırmak arzusu nu gösterdi, fakat ben «suçlu olan m üdürün uzaklaştırılması gerekliği» üzerinde ısrar ettiğim için Vekâlet emrine alındım. O gün, Satı Beyin Suadiyedeki evinde, Fuat Şemsi ile bu luştuk; Satı Beyin sınıf arkadaşı ve dostu olan Fuat Şemsi, ye ni müdürle birleşerek talebelerden en zeki ve en şereflisini tardetmenin dürüst olmadığını kabul ediyor, fakat mazeret ola rak kısa bir müddpt için bile maaşsız kalamıyacağını ileri sü rüyordu. Fuat Şemsi bekârdı, ben üç çocuklu bir aile reisiydim! Bu zat, az sonra, yüksek bir maaşla Mısırlı prens ve prensesle rin mallarını idare etmek vazifesine geçmiş, pedagojik meslek ten ayrılmıştı. Satı Bey, hemen o sırada, bir «çocuk yuvası» açmak üzere, Kibarzâdeler ve daha başka Selânikli tüccarlarla söyleşmekte idi: bu «Çocuk Yuvası» Türkiyede ilk ve en mükemmel bir de neme olarak, Divanyolunun bir iç sokağında kiralanıp modern organizasyonla çeyizlenen bir konakta açılmıştı: Balkan Harbi nin sonucu olan fecayi ve mezalimin yarattığı millî heyecana kadar bu «Çocuk Yuvası» nda ben de Satı Beyle çalışma arka daşlığı etmiştim. FASIL XXXIV. Garp Trabulusta İtalya ve Balkan harpleri Sırası geldiği zaman göreceğimiz gibi, ben, Gazi Musatafa Kemal Paşayı 1927 den sonra tanımış, sofrasının devamlı misa fir arkadaşalırından biri olmak bahtiyarlığına erişmiştim. O se nelerde kendisinden işittiklerime göre, Türk ordusu Makedonyayı ve ikinci meşrutiyetin ilânından sonra elimizde kalan Av rupa Türkiyesini, dört küçük Balkan devletinin ittifak etmiş
ordularına karşı savunabilir ve hepsini yenebilirdi; bi^im galip gelmemizle bitmek plânı üzerine tasarlanan harp oyunu, ken disinin, kurmay yüzbaşı Mustafa Kemalin, tezi idi; bu tez, Türk ordusunu yetiştirmeğe memur Alman von Dergoltz paşanın tef tişi altında, bir kolordunun kurmay subayları huzurunda, m ü nakaşa edilmiş ve büyük Alman generalinin yüksek takdirlerini kazanmıştı. Otuzbir Mart (13 Nisan 1909) irtica hâdisesi üzerine tahttan indirilen Abdülhamidin altın para ve mücevher olarak çıkan beş altı milyon lirası ile ordumuzun silâhları modernize edil mişti, -’'ftakyada silâhları mükemmel 120 tabur kuvvetinde bir Türk ordusu hazırdı: Mustafa Kemal, bu ordu ile, Bulgarları, Grekleri, Sırp ve Karadağlıları yenebilirdi! Avrupa devletlerinin kanaati de bu merkezde idi Türkiyenin dört balkan devletini yeneceğinden emin oldukları için, harbin sonunda, statuko’nun değişmiyeceğirû, erazi kazanılmıyacağı ve kaybedilmiyeceğini şart koşarak harbe engel olmamış lardı. Hareket ordusunun (1909) kurmay reisi kolağası Mustafa Kemal 1912 de, Balkan harbi patladığı zaman nerede idi? Ha reket ordusunun başkomutanı Mahmut Şevket Paşa nerede idi? Biri gene başkomutan ve öbürü gene kurmay reisi olsaydı dört Balkan devletini yenecek, Avrupa Türkiyesinde, çok daha kuv vetli ^olarak, kalabilecektik! Fakat... O tarihte Gazi Ahmet Muhtar Paşanın «büyük kabine» ismi verilen hükümetinin harbiye nazırı hiç bir kıymeti olmıyan Na zım Paşa isminde biri idi, Mahmut Şevket Paşa bir tarafa atıl mıştı. O tarihte, Selânikte, kolağası rütbesiyle bir alayın talim ve terbiyesi başına geçirilmiş olan ^ Mustafa Kemal, İtalyanların harp ilânı üzerine Mısırdan Libyaya geçmiş, Tobrukta İtalyan ları durdurmuş, Derne müdafaasını yüksek askerlik sanatiyle başarmakta idi; ondan önce ise kurmay binbaşı Enver Bey de Libyaya geçmiş, Bingazide İtalyanlarla savaşıyordu. Kurmay binbaşı Fethi (Okyar) ve daha bir kaç değerli subaylar, bir vatan parçası saydıkları Trabulusu savunmak için oraya koşmuş bulu
nuyorlardı. Recep Paşa ve yaveri büyük vatansever yarbay Şev ket Bey zamanında Trabulusta iyi talim görmüş, iyi silâhlanmış bir fırka asker vardı, Sünûsilerle beraber eyaletin imkân daire sinde savunulası sağlanabilirdi; fakat «büyük kabine» den önce ki Hakkı Paşa kabinesi o fırkanın en mühim birliklerini Trabulustan alıp Yemene göndermişti: böyle bir tedbirin alınması itti hatçıların azınlıklar ve memleketleri hakkmdaki siyasî içtihatla rından ileri geliyordu: Selânik, Manastır, Edirne... ile Yemen, Trabulus... Envere ve arkadaşlarına göre müsavi mahiyette vatan parçaları sayılı yordu! Mustafa Kemal, imparatorluğun müstemleke sayılması gereken kısımlariyle ana vatan arasındaki esaslı farkı anlıyan bir büyük adamdı, fakat Enver, daima, Mustafa Kemali rakîp görür, büyük işlerin başında hep kendisinin görünmesini ister di; bundan önce görmüş olduğumuz gibi, aynı istirkap sebebiy le, Enver entrika ile, Mustafa Kemali, kurmay reisi olduğu Ha reket ordusundan uzaklaştırmıştı. Bu sefer de, kuvvetsiz., silâh sız, komutasız bırakılmış olan Trabulusun savunmasına Enver koşmuş olduğu için, Mustafa Kemal de aynı vatanseverlikle Libyaya gitmişti. Gazi bu hâdiseleri, bir gece sofrada anlatır ken «niçin gittiniz, Paşam?» diye sormuştum, «Enver gittikten sonra ben durabilir miydim?» cevabını, çok basit bir eda ile vermişti. ’ Hakkı Paşa, Roma büyük elçiliğinden başvekilliğe geti rilmişti; Sefir olarak, İtalyanlarla çok iyi anlaşıyor, ekonomik menfaatlarla tatmin edilebileceklerinden emin bulunuyordu. Trabulusta talim görmüş, iyi silâhlarla çeyizlenmiş bir fırkanın Sünûsilerle müşterek mukavemetini hesapladıkça İtalyanların ekonomik imtiyazlarla yetinmeleri mümkündü, fakat Hakkı Paşa kabinesi talimli kuvveti Yemene gönderip Trabulusu kuvvetsiz ve kumandansız bıraktıktan sonra, Hakkı paşanın dost sandığı düşmanlar, gafil başvekile harp ilânını bildiren notayı bağteten ver^vermişlerdi! İstanbul içinde çalkanan, benim bile kulağıma gelen bir söylentiye göre, Hakkı paşa, o gün, İtalyan elçisinin evinde idi ve briç oynamakta bulunuyordu! Eline verilen notanın dostça
olacağını zannederek, okumadan, oyuna devam etmek istemiş ve ancak elçi karısmn ısrariyle açıp okumuş ve başı dönerek bayılacak bir hale gelmiş! Bu siyasî gaflet üzerine padişaha m ührünü götürüp vermiş, Gazi Ahmet Muhtar Paşanın reisliği altında «Büyük kabine» kurulmuş! Libyanın Derne ve Bingazi tarafı Sünûsilerin zaviye hâki miyeti altında idi; yerlileri organize eden Mustafa Kemal ve arkadaşları Demede, Enver ve arkadaşları Bingazide, birkaç ay, İtalyanları sahilleri bombardıman eden gemilerinde tutm uşlar dı. Trabulus şehrinde de vali ve kumandan, elindeki kuvvetle mukavemet göstermişti, fakat düşamana satilan belediye reisi Karamanlı Hasuna başa kaleye çıkarak kendi eliyle beyaz bay rağı çekmişti 1905 te Recep Paşaya beni yok etmek tehdidini savuran işte bu Hasuna Başa idi. İtalya donanması Anadolu sahilini ve Çanakkale Boğazını serbest serbest tehdit edecek hareketlerde bulundu ve kolaylık la Rodosu ve etrafındaki oniki küçük adayı, Dodekanez’i işgal etti; böylece bir Anadolu parçası olan bu adaları kaybettik. Donanmasız olan Türkiye İtalyan donanmasının tehditleri altmda iken, Balkan devltleri aralarında ittifak anlaşmaları bağlıyordu: «Büyük Kabine» ise dönen bu siyasî komplo hare ketlerinden tamamiyle habersizdi; dört devletin ittifak edebile ceğine inanmıyorlar, ihtimal bile vermiyorlardı: öyle derin bir gaflet uykusu içinde idiler ki, talim görmüş, Trakyada yığınak halinde bulunan orduyu terhis ettiler! Sabahtan akşama kadar tram pete ve borazan çalarak, terhis edilen asker Trakyadan îstanbula ve oradan Haydarpaşaya geçiyordu. Ancak harp ilânı notalariyle uyanan «Büyük Kabine» şaşkınlara dönmüştü. Mustafa Kemal, Enver, Fethi ve arkadaşları, yine gizli yol lardan, vatana döndükleri zaman, Lüleburgaz yenilgimiz üzerine ilerliyen Bulgarları ancak müstahkem Çatalca hattı tutabili yordu. Bozgun orduda ürkünç bir kolera çıkmıştı: cesetler büyük kireç çukurlarına atılıyor, hastalar Boğazın Anadolu kıyılarına taşınıyordu. Karantina yapılan yerlerde hastalar üst üste yığılı
yor, ölenleri gömmeğe imkân bulunmuyordu: karantina doktor ve memurları da bulaşık hastalığın kurbanları arasında ka lıyordu.
FASIL XXXV. Balkan fecayii ve Neşri Vesaik Cemiyeti Her gün, öküz arabaları üzerinde, perişan., acıklı., bitkin muhacir aileleri Çatalca - Yeşilköy yolundan akın ediyorlardı: bunlar canavar Balkanlıların kılıcından, süngüsünden, baltasın dan kurtulup ana vatana sığınabilen biçarelerdi. Bu kafilelerden yayılan haberler o derece feci idi ki, tüyler ürpermeden, gözler yaşarmadan, yürekler sızlamadan dinlemek mümkün değildi. Bulgaristan çarı Ferdinand de Koburg, 17 ekim 1912 de, umumî ordugâhı olan Stara Gora’dan Bulgar ordusuna ve Mil letine neşrettiği beyannamede Rilo ve Rodop dağlarının öbür tarafında, Makedonyada, oturan hıristiyanları kölelikten kurtar mak için Türklere harp ilân ettiğini ve hilâle karşı açtığı bu salip kavgasında Allahın yardımından umutlu olduğunu söylü yordu. Öbür Balkan kıralları da bu harbe, yirminci asırda bir haçlılar sefedi rengini veriyorlardı. Piyer Loti, bir yazısında, bu kıralları: «Ordularının arka sından kanlı çamurlar, kırmızı dereler içinden, atları üstünde* Hazreti İsa adına «yürüyüş yapan dört serseri şövalye!» cüm lesiyle tasvir etmişti. Türk padişahları, hükümleri altında altı asır kalan hıristiyan kavimler^ karşı en küçük bir dinî taassup göstermiş olsaydı «kölelikten kurtarılacak» hiristiyanlar kalır mıydı? Ferdinand de Koburgun «kölelik» iddiasını Bulgarlar le hine yazılmış bir kitaptan aldığımız satırlar çürütmeğe kâfidir: Reichpost gazetesinin harp m uhabiri teğmen Wagner şöyle di yor: «Makedonyada gerek halis Türk olup yerine göre Y ürük ler, ya Konyaklar denilen müslümanlar gerekse müslümanlığı kabul etmiş Pomaklar hiristiyan Bulgarlarla çok iyi anlaşıyordu.
Türkler umumiyetle merhametli, şefkatli olup hayırlı işleri se verler: susuz yerlere uzaklardan içecek su akıtarak köyleri, ka sabaları çeşmelerle çeyizlerler, fukara için im aretler kurarlar. Müslümanlar dostlarmı çok severler, komşulariyle iyi geçinirler ve başka dinden olmalarına bakmazlar.» Zaveti isimli, Bulgar taraflısı Rus dergisinin şubat 1913 sayısında, St. Volski imzasiyle çıkan yazıdan da şu satırları alı yoruz: «Bulgarların kırıp geçirdiği müslümanlarla kendileri ara sında, her yerde dostluk vardı, düşmanlık yoktu, komitecilik yüzünden fenalıklar doğmuştur. «Buna senelerden beri, Trakya ile Makedonyada, arka a r kaya devam eden komitecilik savaşları gayet canavarca, vah şice olmuştur, şimdi de komiteciler Türklere karşı, aynı vahşet le, yer yüzünden yok etme (extermination) kavgasına girişmiş ler: ele geçirdikleri Türkleri, yaş ve cins farkı gözetmeksizin, öldürmüşlerdir. «Yalnız Türklere değil, Bulgar olmıyan her kavme, Arnavutlara, Sırplara, Greklere karşı da aynı vahşi düşmanlığı gös termişlerdir.» Komitecilik denilen canavarca savaşlara karışmıyan Bul gar yoktur: Üniversite talebeleri, doktorlar, avukatlar, tüccar lar, yan yana, aynı vahşilikleri kullanarak komitecilik etmiş lerdir. Komitecilerin ve muntazam orduların Türklere karşı açtığı imha harbinin eşi görülmemiş fecayii, medenî hıristiyanlığı şef kate getirir ümidiyle, «Balkan mezalimi Neşri Vesaik Cemiyeti» ismiyle bir yayın komitesi teşkiline atıldım, fahrî sekerteri ola rak başına geçtim. Cağaloğlunda îfham gazetesini neşretmekte olan aziz dostum Ferit Bey (Recep Paşanın yaveri yarbay Şev ket Beyin damadı), teşkiline iştirâk ettiği bu Cemiyete, idare evinin içinde iki oda tahsis etti; Satı Bey, ağabeyi Bedi Nuri Bey, Prof. İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Cemiyetin öbür üyeleri idi. Neşri vesaik Cemiyetine yardımcı gençler koştu ve birer bi rer görgü tanıklarının verdiği güvendeğer haberleri tespitedilerek raporlar hazırlandı.
Bu işlerde çalışan gençlerden Şehap Nazmi Coşkunların ismini takdir ile anmayı bir borç bilirim: O zaman Öğretmenler Oku lunun genç bir talebesi olan Şehap Nazmi Yemende beş sene kalmış, bilâhare (ondan sonra) Galatasaray Sultanisinin müdür muavinliğinde bulunmuş, Büyük Millet Meclisi kütüphane mü dürlüğünden emekliye ayrılmış, çok kıymetli bir vatandaştır. Raporlar, günü gününe, türkçeleri İstanbulda çıkan gaze telere, fransızca tercüm eleri Beyoğlunda intişar eden «Le Jeune Turc» gazetesine tebliğ ediliyordu. Bu raporlar fransızca, İngi lizce ve macarca broşürler halinde, medenî hıristiyanlık âlemi nin basın ve parlamentolarına gönderiliyordu. Hatıralarım ara sında, bu raporlardan ancak bir kaçının özetini vermekten baş ka hiç bir şey yapamıyorum. «Les atrocités des coalisés balkaniques» ismiyle, fransızca üç broşür, Ankarada, Millî Kütüphanede vardır, arzu edenler ve yürekleri dayanabilecek olanlar bu broşürlerde, gerek Neşri Vesaik Cemiyetinin raporlarım gerekse Türk olmıyan tarafsız hattâ Bulgar taraflı şahitlerin neler yazdıklarını okuyabilirler. Birinci rapor, Serez kıtali : Bu faciaları, görgü tanığı olarak, Zelhova P.T. (Posta ve Telgraf) memuru Mehmet Sırrı Bey bildirmiştir. Serezin işgalinden sonra (23 ekim 1912), müslüman ehali, komitecilerin tellâllarla yaydıkları emre uyarak, ekmek bıçak larına kadar bütün silâhlarını götürüp belediye dairesine teslim ettiler. Ondan sonra komiteciler Bulgarlara ve Greklere (Rumlara) silâhlar dağıttılar. İki gün sonra (25 ekim 1912) Rodop kolordusundan 5 tabur Bulgar askeri şehre girdi, komutan meskenlere ve insanlara do ku nulmıyacağını vâdeden, fakat asayişi bozacak en küçük ha reketin şiddetle cezalandırılması tehdidinde bulunan bir beyanı duvarlara yapıştırttı. 26 ekimde en büyük bir dikkatle meskenler arandı. 27 ekim akşamı, tekrar müthiş yaylım ateş sesleri iştildi: sokaklarda bulunan müslümanların yerlere serildiği görüldü, İM Neslin Trihi : F. : 11
bıı kurbanlar nrasnda, dikkatsizliğe gelmiş birkaç Rum da var dı. Rum mctrepolitinin hemen atına binip Bulgar genarallerinin yanına gitmesi üzerine kıtal fasılaya uğradı; fakat aynı gece, evlerinden kaldırılıp götürülen birkaç yüz Türk kız ve kadını koleje kapatılmış, ırzlarına geçilmiştir. Mehmet Sırrı Bey, bürosundan bedbaht kadınların ümitsiz çığlıklarını işitiyordu, hattâ «yüz kızartıcı taarruzları» gözleriy le (¿e görebiliyordu. Aynı gece Bulgar askerleri bütün Türk ev lerine girerek m allarını yağmaladılar. Serez sokaklarında ölenlerin sayısı 4.700 tahmin edilmek tedir. Bulgarların işgali altına düşen yerlerden yüzlerce aileler korkudan öküz arabalarına binerek Serezde toplanmışlardı, bu muhacirler zorla, köylerine dönmek üzere, yola çıkarılmışlar, ve yolda hepsi, ihtiyar kocakarılar bile, süngüden, kılıçtan geçi rilmişlerdir. Bulgarlar, Serezde, ellerine geçen harp esirlerini de öldür düler. İkinci rapor, Strumca faciaları: Strumcadaki Osmalnlı kuvvetleri 3.000 kadar redif ve ihti yat askerinden ibaretti. Ordu hizmetinde hiç bulunmamış, türkolog Necip Asım Beyin kumandasında olan bu kuvvetler 22 ekim 1912 de Selâniğe çekilmeğe mecbur edildi. 23 ekimde al bay Mitof şehri işgal etmiştir. Az sonra müftü, Rum metrepoliti, Bulgar metrepoliti ve şehrin diğer dinî ve sivil şefleri hükümet konağına çağırıldılar; o toplantıda Mitof askerlik şerefi üzerine ehalinin can, ırz ve malına tecavüz edilmiyeceği vâdinde bulun du. Fakat maalesef iki saat sonra fecayi başlamıştır. Bulgar kuvvetlerinin1 şehirde kaldığı 48 saat zarfında, beşi çocuk ikisi ihtiyar olmak üzere 36 müslüman öldürülmüştür. Albay Mitof 24 ekimde çekilerek şehri bir Bulgar teğmeninin reisliği altın da bırakmıştır. Hemen 7 kişiden bir mahkeme teşkil edilmiş, Bulgar düş manlığı ile sanık tutulan müslümânların duruşmasına başlan
mıştır: 7 üyeden 2 sinin oy vermesiyle sanık idama mahkûm edi lirdi. Bedbaht, bir don bir gömlek, elleri arkasına bağlı, çarşı dan pazardan yayan geçirilerek şehir dışındaki'insan kanarası na götürülüp süngüleniyor, cesedi hazırlanmış çukura atılıyordu. Yirmi üç gün, 16 kasıma kadar, süren bu barbar mahkeme tarafından 591 mâsum idam edilmiştir: bunlar arasında 6 subay, bir doktor, Radevişte sorgu hâkimi, yüz kadar asker ve iki yahudi bulunmaktadır. Bu kanlı duruşma 16 kasımdan sonra da devam etmiştir. Ustrumcada sayısız yağma ve ırza tecavüz cinayetleri irti kâp- olunmuştu. Üçüncü rapo, Kavala fecay ü : Drama düştükten sonra, garnizonsuz olan Kavala da düş müştür. Vali, komiteci şeflere 27 ekim 1912 de, şehri teslim etmiştir. Burada Bulgarlar, başta askerî kuvvetleri olmadığı için, Rumlarla beraber hâkim olmuşlardır: kadınlara tecavüz edili yor, evler ve mağazalar yağmalanıyor, yoldan geçenler yakala nıp soyuluyordu. Her gün onlarla insan süngülenmiş ve boğaz lanmıştır. Birkaç bölük Bulgaf askeri geldikten sonra, fecayiin ikinci safhası başlamıştır: bu safhanm kurbanları 289 dur, bunların 43 ü Pravişte ve Kavala m em urlarından ve ehalisindendir, ka lanları içerlerden gelmiş muhacirlerdir. Zengin Türklerden olduğu kadar yahudilerden de büyük paralar çekilmişti, görgü şahitlerinin bildirildiği rakamlar: İ b rahim paşadan 7.000, tüccar yahudilerden 15.000 lira (altın), İhsan Efendiden 1.000, Haci Hüseyin Efendiden 3.000, Kirli Ali Osmandan 3.000, Mehmet Aliden 1000, Haci Hüseyin ağadan 1.000 lira (altm). Bunlardan başka, bütün atlar, katırlar, ara balar, kağnılar, yemler, erzaklar Bulgarlar tarafından müsadere edilmiştir. Praviştede 25, Muhtebarda 28 kişi öldürülmüştür, fakat Doskat ile Sarı Şabanda yığınlarla ehali kılıçtan geçirilmiştir: iiçyüz hanenin bütün erkekleri kanaraya götürülmüş orada ka-
rılan nın gözleri önünde süngülenmiş, parça parça edilmiştir. Kavalada 70.000 muhacir toplanmıştı, köylerine döndürül mek bahanesiyle, bu yığınlar, günlerce süren yollar boyunca kılıçtan, süngüden paladan geçirilmişlerdir. Cesetler yollarda bırakılarak ufunetten bulaşık hastalıklar çıkmıştır. Dördüncü rapor, Dedeağaç -fecayU: Balkan barbarlarının en çok kılıçtan geçirdiği, yakıp yağ maladığı şehirlerden biri Dedeağaçtır. Yusuf Kenan Bey ismin de bir görgü tanığı bildiriyor: Komiteciler, 6/19 kasım 1912 de, şehre girmiş ve en önce dinamitle elli kadar evi havaya uçurduktan sonra kalanları da yakıp yıkmağa başlaladılar. Ferecikten gelmiş 3000 kadar müslümanm sığındığı camii Jorj Stefan isminde bir komiteci dinamitle havaya uçurdu, kimse kurtulamadı. Yusuf Kenan Bey diyor ki; kıtal sokaklarda devam ediyor du, Avusturya - Macaristan konsoloshanesine sığınmıştım, benim ve konsolosun gözlerimizin önünde, Nuri Ağa isminde bir ihtiyar, istenilen parayı veremediği için yrmi süngü ile delik deşik edil mişti : bu facianın dehşeti içinde idik ki, kasap Atanas ile Manoli isminde iki vahşi hıristiyan yedi sekiz yaşnda bir kızcağızı, kuzu gibi yatırıp boğazladılar! Konsolos artık beni de himaye edemez olmuştu. Üç gün devam eden bu vahşi kıtaldan sonra, muntazam askerî kuvvetler şehre hâkim oldular; o günden itibaren, her akşam, subaylar sekiz on aile halinde sığınmış olduğumuz evlere giriyor, kızları ve genç kadınları, yirmişer otuzar, alıp götürü yorlardı! Nihayet kaçmağa muvaffak olduğum gün dört lâz kayıkçı nın parça parça edildiğini görmek bedbahtlığından geçtim. Beşinci rapor, Pürsıçan fecayü : Bulgarlar Nevrekop’a kadar bütün köyleri yakarak ilerle mişlerdi; 22 ekim 1328/5 kasım 1912 de Pürsıçan işgal edilmiş ti; düşmamn yaklaşması üzerine köylüler öküz arabalarına bine
re-k kafile kafile kaçıyorlardı. Bulgarlar bu silâhsız yığınlar üze rine toplarını çevirip ateş etmişlerdi. Evlere sığınmış olan lar da harp esiri sayılarak Rum mektebinde tutulmuşlar, dört gün susuz ekmeksiz bırakılmışlar, hattâ aptese çıkmaktan menedilmişlerdi. Ondan sonra, Strumcada olduğu gibi burada da bir mahke me kurulmuş, zengin m üslüm anların duruşmasına geçilmiştir, 300 kişiden 110’u ölüme mahkûm edilmiştir. Kavalaya sığınan Pürsıçanlılar, yola çıkarılıp süngüden geçirilmiştir: 26 ceset ara sında, yalnız berber Haşan isminde biri, ölmüş samlarak işi bitimemişti, gecenin serinliğiyle gözlerini açan ve kendini cesetler arasmda gören Haşan, yaralarının acılarına dayanarak kaçabilmiştir. Komitecilerin mahkemesi zenginlerin evlerini de yaktır mış, m allarını yağma ettirm iştir. Köyün iki camisinin minareleri dinamitle uçurulmuş, binalar kiliseye çevrilmiştir. Kızlar ve ka dınlar çarşafsız sokağa çıkarılmış ve ırzlarına tecavüz edilmiş tir. Altıncı rapor Çalıbaşı fecayii. Yedinci rapor Gümülcine ve civarı fecayii. Sekizinci rapor Doyran fecayii. Dokuzuncu rapor: S an Şaban fecayii. Onuncu rapor : Tikveş fecayii. Onbirinci rapor : Avrethisar fecayii. Her tarafta Türkler yığınlarla süngüden, kılıçtan geçirili yor, koyunlar gibi boğazlanıyor, kendilerine kazdırılan çukur lara, hendeklere atılıyor, veya yollar boyunca cesetleri çürüyüp fena kokularla havayı zehirlemek üzere bırakılıyordu. Her tarafta mallar, servetler yağma ediliyor, her tarafta kızlann kadınların ırzına tecavüz ediliyordu. Tam güvendeğer görgü tanıklarının söyledikleriyle tespit edilen bu raporları tafsil etmeğe sinirlerimiz katlanmamakta ve okuyucuların yüreklerine dayanılmaz acılar vermeğe vicda nımız razı olmamaktadır.
BABIÂLİ BASKINI (23 Ocak 1913, saat 15.15) İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir darbe ile, Kâmil Paşa kabinesini devirip iktidarı eline alması hâdisesine «Babıâli bas kını» ismi verilmektedir. «Büyük kabinenin harbiye nâzırı Na zım Paşayı yerinde tutan Kâmil Paşanın çabuk sulha kavuşmak için, Edirneyi de feda etmek üzere ,olduğu işitiliyordu, bu söy lentiler milletin yüreğini yakıyor, hele Enver Beyin etrafmda toplanan genç subayları kızdırıyor, galeyana getiriyordu, fakat «Baskın» son derece gizli tutuluyor, hiç bir şey sızmıyordu. îfhan gazetesinin idarehanesindeki Neşri Vesaik Cemiyetin de 23 ocak 1913 te, her gün gibi, raporlarımızla meşgul bulunu yorduk; öğleden sonra, saat 3 ü çeyrehk geçe, Babıâli (şimdiki İstanbul Vilâyeti) cihetinden sesler işitildi, pencereden bakılın ca büyük bir kalabalık görülüyordu: bir hatip, yüksek sesle nu tuk söylüyordu. Az sonra, «İttihatçılar Kabineyi devirdiler» ha beri bizlere kadar geldi, fakat tafsilât ve teferrtıat ancak ertesi günü gazetelerde okun d u : Edirnenin feda edilmesi şayiasından coşkun bir halde bu lunan subaylar, birkaç günden beri, Meserret Kıraathanesini tıklım tıklım dolduruyordu: meğer İttihatçılar, başta Enver ve Talât Beyler olmak üzere bir darbe ile kabineyi devirmeğe ka ra r vermişler imiş! Subaylar, tabancalı olarak, emir bekliyor larmış! Enver Bey bir kır at üzerinde görülmüş, Cemiyetin hatibi Ömer Naci nutuk söylemeğe başlamış: «Vatandaşlar hükümet Edirnemizi Bulgarlara bırakmağa karar verdi! Midye Enez hu dut kabul ediliyor! Yürüyün!..» Kır atından inen Enver; kapıdan içeri girerek: — Vazifelilerden başka kimse içeri girmesin! emrini ver miş, ve bir kaç arkadaşı ile, Babıâlinin m erm er merdivenlerine sıçramış. Ittihattçılardan birinin (söylendiğine göre Sabancalı Hakkının) «Selâm dur!» kumandasiyle nöbetçiler selâm durmuş, Enver ve arkadaşları da büyük salona girmişler. Tabanca sesleri duyulmuş, yere serilenler olmuş; tabanca sesleri üzerine dışarı
fırlayan harbiye nazırı Nazım Paşa Enveri görünce şaşıra kalmış! Enver: «Vatanı satanlara ordu müsaade etmiyecektir.» deyince tehevvür eden Nazım Paşa, İttihatçılardan birinin (söylediğine göre Yakup Cemilin) tabancasıyla vurularak dev gibi vücudu yere yuvarlanmış! Enverle subaylar vükelâ meclsinin toplandığı odaya girdi ler, Yalnız ihtiyar sadrâzam yerinde kalmıştı: «İstadiğiniz m üh rü hümayun değil mi» demiş ve yazılı olarak istifasını vermiştir. Vükelâdan birinin otomobiline atlıyan Enver ve arkadaşları mührü hümayunu ve istifayı, Dolmabahçe sarayında, Sultan Reşada götürüp milletin ve ordunun Edirneyi Bulgarlara terketmeğe razı olmadığmı anlattılar. Padişah, «Memnun oldum, E n ver oğlum, demiş; beni bu âciz insanlardan kurtardınız» ve Enverin isteğiyle Mahmut Şevket Paşayı kabineyi teşkile memur etmiştir Bu hâdise ile iktidar İttihatçılara geçmiştir. FASIL XXXVI. AVRUPA BASIN VE PARLEMENTOLARI Balkan fecayiini bir kaç dille yazılmış broşürler ve olağan üstü bir faaliyetle neşrediyorduk; fakat Avrupa basın ve parla mentolarında hiç bir akis görmüyorduk: Balkanların Rumeli Türklerini imha kastiyle devam ettirdikleri kıtali durdurmak için büyük medenî memleketlerin hiç birinde, basın veya par lamentosunda, tek bir ses yükselmiyordu. Bu medenî büyük mil letler de acaba «dört serseri Balkan şövalyesinin» açtığı «haçlı lar seferini» sükûtlariyle alkışlyorlar veya, en azdan, doğru buluyorlar mıydı? Bu suale nasıl «evet» diyebiliriz ki, bir çok harp m uha birleri, bir çok ecnebi ataşeler, konsoloslar, diplomatlar, rahip ler ve rahibeler Balkan mezalimini görmüş, kurbanlara acımış, cellâtlara lânet okumuş, hislerini bildiren mektuplar, makaleler yazmışlardır: Ankarada Millî kütüphanede bulunduğunu az yu karıda bildirdiğimiz üç fransızca «Les atrocités des coalisés bal-
kaniqus» broşüründe, )Neşri Vesaik Cemiyetinin raporlarından başka, yabancıların da rikkat ve merhamet dolu şahitlikleri var dır: bunlara bakılınca, Balkan kırallarm ın güttüğü Salip ve Hilâl dâvası medenî hıristiyanlığm ruhunda tasvip edici b ir tepki uyandırmamıştır, fakat mezalimi durdurmak için de, hiç bir basın ve hiç bir parlamento, ciddî ve müessir olarak, sesini yük seltmemiştir. Berlinde îstanbulda bütün parti ve hizipleri, siyasal ve kültürel teşekilleri içinde toplıyan bir Millî Kongre vardı; o günlerde, Londradan aldığım bir mektup bende hafif bir ümit uyandır mıştı: Türkiyeyi desteklemeğe mail, parlamentoya mensup bir gruptan bahsediliyordu; bu grupla temasa gelmek için ileri sür düğüm arzuyu Millî Kongre tasvip etti; dahiliye vekili Talât Bey de münasip gördü ve Berlinden geçerek büyük elçi Galip Kemali Beyi görmemi tavsiye etti. Berlinde, Talât Beyin selâmiyle, ziyaretine gittiğim Galip Kemali Bey: «Beraber hariciye vekiline gideriz, dedi, fakat fesi atmalı, kıyafet de daha resmî olmalı» tavsiyesinde bulundu. Ertesi gün, melon şapka ve koyu renkli setre ile yanına gittiğim zaman, dikkatle bakarak beğendi, tebessümle «şimdi kibar giyin miş bir Avrupalı oldunuz» takdirinde bulundu. Büyük elçimizin beni, Balkan mezalimi yayın komitesi sek reteri olarak tanıttığı Alman dış işleri vekili, kendisinden «par lamentoda fecayiin takbihini rica» etmeme, çok hafif bir sesle «Almanyanın çok nazik bir durumda olduğunu ve böyle bir teşebbüsün, hasım devletler parlamentolarında hoşa gitmiyecek şeylerin konuşulmasına meydan verebileceğinden» bahsetti. Al manya, dostluğunu ve ittifakını aradığı Türkiyeyi, siyasî yolda, ağzına almaktan korkuyordu. Makedonya ve Trakya Türklerinin uğradığı kıtal ve mezalime acımayı düşünmese bile bütün Rumeliyi kaybetmemize Almanya derinden esefleniyordu: 'Alman askeri talim ve terbiyesiyle yetişmiş Türk ordusu dört müttefik Balkan devletini yenmiş olsaydı yüreği en büyük bir cesaretle
şişecek, siyaset meydanına koltukları kabarmış çıkacaktı! Fakat yenilgiden sonra, Alman hariciye vekili süklüm püklüm susmayı zarurî görüyordu. Pariste Manya Skokovskanın vermiş olduğu adresle, Celâl Kork mazı buldum: tahsiline devam etmek üzere Parise gelmişti. Pantheon civarmda, hiç boşaltmadığı bir ■çatıarası odasında oturu yordu, oraya yakın bir küçük otelde benim için de bir oda tu tu l du: bu otelin başlıca misafirleri Japon talebeleri idi. Öğle yeme ğini, Kartiye Latende bir talebe restoranında yedik: içine çiy at eti kıymasından bir köfte (boulette) atılan sıcak et suyunu lez zetle içiyorlardı. «Un appel turc» ismiyle, Balkan mezaliminin durdurulması için yazdığım hitabeyi basacak matbaaya müsveddeler verildi; gece, baş mürettip, «bon â tirer» imzası için yanıma gelerek son provayı okuttu, bir tek nokta, bir tek harf bile yanlış yoktu. Bu* broşür bütün gazetelere ve bütün parlamento üyelerine, posta ile, gönderildi: fakat gazetlerde buna dair tek bir satır yazılmadı, Mecliste tek bir ses yükselmedi. Türkiyenin acıklı bir mersiyesi, ve yüksek Türk ahlâkına sitayişçi bir kaside sayılan «Türkiyenin Başucunda» kitabının yazarı, Stephane Lozan’ı görmeğe gittim: Le Matin gazetesinin başyazarı, alçak Balkan cellâtlarının kurbanlarına samimî bir acıma göstermekle beraber, polemik bir yazıya zamanın hiç el verişli olmadığını söyledi: Balkan devletlerinin, zafer sonunda, attıkları küstah nâralar arasında, Fransanın tutacağı siyasî yol hakkında Le Matin’in başyazarı yazacak hiç bir şey bulamıyordu. Parlamentoya gittim, bir fiş doldurarak Jaures’e gönderdim. Sosyalist partisinin lideri ve Humanite gazetesinin baş yazarı çok bekletmeden yanıma geldi: benden her hangi bir önsöz din lemeden, ciddî bir eda ile: «Size ıztırap ile söylüyorum» dedi, «vatanınıza karşı kombinezonlar vardır. Buralarda dolaşmakla va kit geçiren arkadaşlarınızla, Cavit ve Cahit Beylerle, konuşunuz;
(Canailles = köpekten alçak) gazetecilerden bir kaç tane satın almağa bakın, bir propaganda yaratmağa çalışın, Humanite sı rası gelince sizi destekliyecektir.» Büyük adama teşekkür ettim ve parlamentodan ayrılarak, Cavit ve Cahit Beyleri görmek üzere Türkiye sefarethanesine uğradım. Düşünceli bir çehre ile beni karşıladılar, Jaures’in söyle diklerini harfi harfine kendilerine tekrar ettim. Yanlarından ayrılırken, o akşam, bir okulun salonunda verilecek konferans için, dâvet kartları verdiler; toplantıdan önce, bu ittihatçı bey lerin hazırlamakta olduğu propaganda konferansının mahiyeti ve konferansçının değeri hakkında bir fikir edinmek için, konferans verecek Monsieur Alfred Durand’ı evinde ziyaret ettim. Hususî bir okulun tarih öğretmeni olan Monsieur Durand Türklerin ih tişam devirlerinden, hıristiyan azınlıklara gösterdikleri yüksek müsamahadan, bütün o kavimlerin refah içinde çoğaldıklarından, şimdiki vahşi ve zalim nankörlüklerinden... bahseden bir konfe rans hazırlamıştı. Fakat kendisini dinlemeğe kimler gelecekti ve nerede konuşacaktı? Monsieur Durand beni nezaketle uğurlarken, gözü parm a ğımdaki yüzüğe ilişti, bir açgözlülük parıltısı ile: «ne kadar gü zel bir pırlanta!» dedi. Gülerek: «Yok a canım, değersiz bir şey» dedim ve elini sıktım. Konferans, o akşam, Monsieur Durand’ın öğretmen bulun duğu okulun salonunda verildi, dinleyiciler de okulun on onbeş öğrencisinden ve Türk sefarethanesinin dört beş mensubu ile Cavit ve Cahit Beylerden ibaretti! Otelde, Dahiliye vekili Talât Beye hitaben, Berlin ve Paris ziyaretlerimin bütün olaylarını anlatan ve Jauresin söyledikleri üzerinde duran bir mektup yazdım. Ertesi gün biletlerimi alarak Londraya hareket ettim. Londrada Viktorya oteline indim, orta sınıftan, bir oteldi, fakat benim için müstesna bir ihtişam temsil ediyordu. Üçüncü kattaki oda ma yerleştikten ve yıkanıp gömlek değiştirdikten sonra, telefo-
nun bulunduğu salona indim. Lord Lamington’un kâtibesi sıfatiyle bana mektup yazmış olan Miss Z. ye telefon ederek Viktorya otelinde kendisini beklediğimi bildirdim. Öğle yemeği za manında geldi: 40 yaşlarında, iri yarı bir kadındı. Yemek çanı çalınıyordu, teklifimi kabul ederek beraber yemek salonuna gir dik, iyi giyinmiş bir garsonun gösterdiği karşılıklı iki yere otur duk: başlıca yemekler beyaz bir çeşit balıkla yeşil salata ve pas ta idi, sonunda kahvemizi de orada içtik. Yemekte bizim dâvaya göstermiş olduğu ilgiye teşekkür ettikten sonra, mektubunda bahsettiği mebus grupu hakkında istediğim bilgileri aldım. Mebuslar liberal partiden üç kişi idi: Mr. O. Herbert, Mr. W alter Kiniş, Mr. Mark Saykş. En samimî ve ciddî alâkayı gösteren Mr. O. H erbert’e telefon edildi. Bu zat nezaketin büyüğünü göstererek beni akşam yemeğine dâvet etti, adres vererek saat tespit etti, Mr. Kiniş ile Mr. Sayks’ın da yemekte bulunacağını bildirdi. Sofrada iki kadın vardı: Missis H erbert ile bir arkadaşı. İkisi de genç, iyi giyinmiş ve oldukça güzeldi: bir Türk görme sini merak ediyorlardı, fakat gördükleri adamın fransız olmadı ğına inanmıyorlardı! Bu Türk dostları kuvvetli bir dost Türkiyenin İngiltere için çok kıymetli olacağını takdir ediyorlar ve öyle olmasmı istiyor lardı. Abdülhamidin Almancı olması İngiltereyi soğuknuştu, -Taşnakların Osmanlı bankasını basması üzerine Ermenilerin İstanbulda Kürt hamallarına kırdırılması müstebit padişaha, Batıda ve bilhassa İngilterede, «Kızıl Sultan» ismini verdirmişti. Bu meseleler dostça tebessümlerle konuşuluyor, sulhtan sonra kuv vetli bir dost Türkiyenin doğması şerefine kadehler kaldırılıyor du. Bu konuşmalar içinde ben, Balkanlarda devam eden «atro city» lerin (fecayi ve mezalimin) durdurulm ası için ne yapılabi leceğini sormaktan geri kalmamıştım. Açık konuşmasını seven Mr. Sayks şöyle d e d i: — Zafer sarhoşu olan bu komitecilerin her hangi bir dip lomatik ihtar ile huylarından vaz geçeceklerini sanabilir miyiz? Mr. H erbert söze k a rış tı:
— Biz gene hükümetten, dedi, «atrocity» leri durdurmak için ne yapmak niyetinde olduğunu sorarız. — Hepinize teşekkür ederim, dedim, orada korkunç bir imha (exteruination) kıtali devam ediyor; İsa (Jesus) aşkına yalvaryorum. Bu son cümle hanımların rikkatini harekete getirdi, Lady Herbert, bayağı ağlamaklı bir sesle: — Ah, ne vahşet! dedi; Kadınlara, çocuklara da mı? — Sormayın, Milady, dedim, yüreğinizi sızlatmak istemiyo rum, raporları okumanızı dahi tavsiye etmiyorum. «İçlerinde bir medenî kadının katlanmıyacağı trajik üstü cinayetler ve yüzünü kızartacak, bütün vücudunu ürpertecek şenaatler vardır.» İngilizce konuşuyorduk: Trabulusta parasız İngilizce okutan bir misyonerden iki ay kadar ders almıştım; İstanbulda ise, Tevfik Fikretin yardımcısı olarak, Robert Kolej (College) de ede biyat hocası iken, bir Amerikalı öğretmenle ders mübadelesi ediyorduk, ben ona türkçe okutuyordum, o da bana İngilizce dersi veriyordu. H er iki derste İngilizce konuşulduğu için ben çok faydalanmıştım. Hindistanlı avukat Abdülmecit İki gün sonra, otelde, bir hindistanlı ziyaretime geldi, ken disini : — Avukat Abdülmecit, diye takdim etti. Renk: hindistanlı rengi, fakat boylu boslu, yakışıklı bir adamdı. Paristen gelirken, trende ve vapurda konuştuğum kim seler arasında bir iki Hindistanlı vardı, benim ne maksatla Londraya geldiğimi öğrenmişler, Balkanlıların «atrocitty» lerine bü yük teessür göstermişlerdi; avukat Abdülmecit, bunlardan, in diğim oteli öğrenmiş, ziyaretime gelmişti. — Burada yabancısınız, dedi, bir çok şeye ihtiyacınız ola bilir, size yardım etmek isterim. Müslim kardeşlerimize reva gö rüaen «atrocity» 1er, Türkler kadar Hindistanlı müslümanlar için de millî bir dâvadır.
Çok teşekkür ed e re k : «Hakikaten sizin gibi bir yardımcıya büyük ihtiyacım vardır, dedim, bugün, dış işleri nazmına yazılı olarak baş vurmak, Bal kanlıların açtığı haçlılar seferlerine son verilmesi için İngilterenin müdahale etmesini rica etmek istiyorum, bu mektubu, avu kat olduğumuz için, siz çok güzel yazabilirsiniz.» Abdülmecit büyük bir memnunlukla masa başına geçerek istediğim mektubu yazdı. Îmazalamp zarflanan m ektup postaya verildi, üç gün son ra da cevabı geldi: Vekil «atrocity» leri tel’in ediyor, diploma tik yoldan Balkan devletlerinin adalet ve hakkaniyete davet edi leceklerini bildiriyordu. Türk muhipleri grupu da hükümetten «atrocity» lerin durdurulm ası için ne yapmak niyetinde olduğu nu sormuş, buna benzer bir cevap almıştı. Abdülmecit, konuşmaları arasında, Hoca Kemaleddin ismin deki muhterem Hindistanlı bilgini övmüş, beni ziyaretine git meğe teşvik etmiş, adresini de vermişti. Bir öğleden sonra, otel den geze geze âlimin mahallesine gittim; sokağını sormak lâzım gelmişti, bir kapının önünde oturup örgü örmekte olan yaşlı bir İngiliz kadınından Hoca Kemalettinin ismini söyliyerek soka ğını sordum. İhtiyar İngiliz kadmı yüzünü bir acaip ekşitti: «the black mann?» (siyah adamı mı?) dedi ve parmağı ile sokağı gös terdi. Irk düşmanlığının bu derece karakteristik bir ifadesine o güne kadar rastgelmemiştim: bütün «black mann’lar» (siyah adamlar) kıtır kıtır kesilmiş olsa, eminim, o İngiliz acuzesinin yüreği hiç acımıyacaktı! Abdülmecit, «Ağahanı da ziyaret etsek!» demişti ve 'ra n devu alarak otelinde ziyaretine beraber gitmiştik: İsmaililerin tanrısal şefi bizi gayet dar bir odada, duygusuz bir çehre ile karşılamıştı. Ziyaret maksadmı anlatarak ona da ricamı tekrar ettik. Soğuk kanlılıktan ve lakaytlıktan zerre kadar ayrılmıyarak şöyle d e d i: — Balkan kırallarunı kızdıracak her şey sulhu geciktirir, Türkiyenin en büyük ihtiyacı ise bir ân evvel sulha kavuşmaktır. Teşekkürle kendisinden ayrılmamız aynı hassasiyetsizlik içinde geçti.
Ağahanın sözlerinde bir hakikat yok değildi! Bu ziyaretten bir merakım tatmin olunmuştu: güzel artistlerle gönül eğlen dirmekten başka bir düşüncesi olmıyan tanrısal İsmail! şefini, gözlerimle görmüştüm: irin renkli bir şehvet fıçısını andırıyordu. .t Edirnenin Kurtarılması İngiliz gazeteleri Balkan harbinin ikinci bir safhaya girdi ğini bildiren telgraflar neşrine başlamışlardı. Makedonyanın paylaşılması Bulgar, Sırp ve Grek kırallarının arasını açmıştı: Manastır ile Selânik vilâyetlerinden Bulgarların uzaklaştırılması için Sırp ve Grek orduları Bulgarlar üzerine taarruza geçmişti; harbin birinci safhasında tarafsız kalan Romanya dahi, şimdi Dobrucayı ele geçirmek için Bulgarlara karşı harbe girmişti; bu tazyik altında, Bulgarların ihtiraslarını temsil eden Çar Ferdinand de Koburg Çatalca ile Edirne arasındaki kuvvetlerini çek meğe mecbur kalmıştı. Babıâli baskınından beri, iktidar, Mah m ut Şevket Paşanın reisliği altında İttihatçıların elinde idi, ara da geçen birkaç ay zarfında Osmanlı ordusu, Çatalcadan bu ya na, kendini toparlamış, kuvvetli süvari alayları yaratılmıştı: Mah m ut Şevket Paşa hem başvekil hem harbiye nâzırı idi, yarbaylığa terfi eden Enver Bey ise ordunun kurmay reisi olmuştu. Gfeceli gündüzlü çalışan ve söylediğimiz gibi orduyu can landıran Mahmut Şevket Paşa bir suikasta uğradı: 11 haziran 1913 te, harbiye nezaretinden, otomobille, Babıâliye doğru yola çıkan Sadrâzam ve harbiye nazırı, bir cenaze alayı önünde saygı duruşu yapmağa lüzum görmüş ve o sırada otomobiline, komp loya hazırlanmış *bir kaç kişi tarafından boşaltılan tabancalarla kendisi, bir yaveri ve muhafız ağası öldürülmüştü. îngiliz gazetlerinin verdiği bu kara haber benim ve dostum Hindistanlı Abdülmecit için büyük bir matem olmuştu. Bu sırada ben, bir yandan o zamanki İngiliz romancıların dan, bir kaç eser sahibi Mr. Huston Gibs ile arkadaş olmuş, bir yandan da İngiliz İstihlâlk kooperatifleri ve İngiliz Boyskautları (keşşafları: imcileri) üzerinde araştırm alar yapıyordum: biraz sonra bahisleri gelecektir.
21 temmuz 1913 te, İngiliz gazetleri, en sevinçli bir haber verdi: OsmanlI süvarileri, başlarnda kurmay yarbay Enver Bey olduğu halde, Edirneye girmişti, Bütün İngiliz dostlarımdan teb rik telgrafları aldım, Avukat Abdülmecit ise en vatansever bir Türk gibi benimle kucaklaşmağa gelmişti. Millî başarının bu büyük hâdisesini, Picadilly’de, müzikli bir lokantada kutlamağa karar verdik. Mr. Huston Gibs, üç defa, gece yatılı olarak, metro ve tren ile gidilen bahçeli villâsına davet etmiş, genç ve güzel karısı ağırlamada hiç kusur etmemişti. Onun evinde Kosyaçenko is minde UkraynalI bir milliyetçi inkılâpçı ile de tanışmıştım. Edirnenin kurtuluşunu samimî bir sevinç ile vaki tebrikine te şekkür ederken, akşam yemeğini, kendisiyle ve muhterem ma dam Gibs ile birlikte, lokantada kutlamağa dâvet ettim, mem nunlukla kabul etti. Telefonla, dört kişilik bir masa angaje e t tim, çünkü çok defa masa bulunmadığnı Abdülmecitten öğren miştim. Ömrümde birinci defa olarak, orkestrası mükemmel, ışıklar içinde, gala elbiseli garsonların hizmet ettiği bir lokan tada, üç davetli arkadaşımla birlikte, Wiskili.. şaraplı, bir akşam yemeği yemiş oldum, pahalıya da oturmamıştı. FASIL XXXVII. - İSTİHLÂK KOOPERATİFLERİ İstihlâk Kooperatiflerinin doğduğu, büyüdüğü, (1913 te) geniş bir sanayi ve istihsal safhasına geçmiş bulunduğu mem leket İngilteredir. Fakir dokumacı işçileri ve kadınları arasında bir kaçı, sınıflarının ondokuzuncu asırdaki siyah sefaletinden kurtarılması için düşünüp buldukları çare bu yardımlaşma or taklıklarıdır. . Müstahsilin elinden, malm, çıktığı andan müstehlikin eline geçtiği zamana kadar fiatı büyük b ir değişiklik gösterir: müs tahsil o malı küçük bir fiatla satmış iken bakkal, manav, .mani fatura mağazası büyük bir kâr sağlayan bir fiatla fakir müşteriye satar; bu ticaret yoluyla, fakir müstehlik sınıfın ziyanına zengin
tüccar ve zanaatçı sınıflar doğmaktadır. Kooperatifçilik bu bü yük fiat farklarını fakir müstehlik sınıfına kazandırmak yolu nu bulmuştur. Kooperatif, malı, müstahsilin elinden, toptancı tüccarın sa tın aldığı fiatla satın alır ve parakendeci tüccarın sattığı fiatla ortaklarına ve başka istiyenlere satar, altı ay sonunda beliren farkı «boni» namiyle ortaklığın üyelerine dağıtır. «Boni» edil miş olan kârın hepsi değildir, belirli bir nispeti ayrılıp birikti rilir ve bu sermaye birike birike sanayileşme safhasına geçmeğe imkân bulunur. Kooperatif bu yolda kurulduğu için tüccar sı nıflarla savaşmağa lüzum kalmamış, alışveriş kanunları değiş meden büyük sermayeler biriktirilebilmiş, iktisatta inkılâp ya ratılmıştır. Bir iki semtin kooperatif mağazalarını gezdim, yarım asırlık bir gelişmeyi temsil eden kuram ların bir şubesinde, kasap, ma nav, bakkal dükkânlarında satılan şeyler bulunuyordu, bunun yanıbaşında ise, üyelerin kullandığı bütün manifatura eşyasını, ve hazır elbiseleri içine alan, gayet düzenli mağaza daireleri var dı. Bu manifatura eşyasının bir çok çeşitleri merkez koopera tifin fabrikalarında imâl olunmuştu. İhtiyaç duyulmıyan, üyeleri teşkil eden işçi ve memur ailelerinin kullanıp harcamadığı çe şitler yoktu, satın almak ihtiyacında oldukları çeşitlerin hepsi vardı. Böylece, her evin bayanı, kendisi, kocası ve çocukları için muhtaç olduğu her şeyi kooperatifin şube ve mağazalarında bu lup alabiliyor, altı ay sonunda yüzde yirmiden aşağıya düşmiyen bir «boni» elde edebiliyordu. Altı ayda, meselâ, 500 sterlin harcayan bir kooperatifçe ailenin eline geçen 100 sterlin, aile iktisadında ne kadar mühim bir rol oynıyabildiği kolay düşü nülebilir; yüzde 2 veya 3 nispetinde biriken ihtiyat sermaye siyle de ortaklığın istihsal merkezi yaratılıyordu. Ortak ailelerine ev hazırlıyan yapı şubeleri de teşkil olun muştu; her altı ayda alman «boni» m iktar mm bir kısmı, koo peratif evlerinin ödeneklerini karşılıyabiliyordu. Kooperatiflerin merkez idaresine baş vurarak bu ortaklık ların doğuşunu ve gelişmesinin bütün safhalarını anlatan broşür ve listeleri elde ettim, kitabını yazmağa karar vermiştim. Dö
nüşte, kooperatifçiliği çok ilerlemiş bulunan İsviçrenin Bazel (Bâl) şehrinden geçerek oradan da gerekli bilgileri topladım. Londradan hareketim den iki gün evvel, Mr. Herbert, bir seçim münasebetiyle, kulüplerinde verilen bir ziyafete beni de dâvet etti: iyi ama elbise? Frakım yoktu. Dostum Abdülmecidin delâletiyle, tam kendime uygun bir elbise kiralayıp ziyafette bulunabildim! FASIL XXXVIII. BİR OSMANLI MİTİNGİ UĞRUNA İstanbula döner dönmez Talât Beyin yanına giderek son raporumu verdim. İttihat ve Terakki iktidarının dahiliye vekili bana bir «aferin!» verdikten sonra, ciddî bir çehreyle şöyle dedi: — Büyük bir miting yapmak istiyoruz: bütün Osmanlı un surlarının millî birliğini tebarüz ettirecek bir miting; Rum Patriki müşkülât çıkarıyor, sen Fenere gider, konuşur, ikna eder sin. — Hay hay efendim, dedim ve hemen teşebbüse geçtim. Patrik’in kendisiyle görüşmek mümkün değildi, onu temsil eden metropolitle münakaşada bulundum. Metrepolit: — Bu siyasî bir mitingdir, Patriklik dinî bir makamdır, nasıl karışsın? Cevap verdim: — Ermeni P atrik’i mitinge iştirâk ediyor, dinî siyasî behaneleri sürmüyor; Haham başı da, memnunlukla, Osmanlılık birliğini dünyaya gösterecek olan bu geniş toplantı ya katılıyor, Bulgar eksarhı bile bu birlikten ayrılmak isteğin de değildir. Rumlar Türkiyenin tarihinde müstesna bir yer tutuyorlar, bugünkü İstanbulun ticareti, kazancı her unsurdan ziyade Rumların elindedir... Metrepolit: — Kutsiyetpenaha (patrik’e) sorayım, diyerek yanımdan ayrıldı. Ben Fenere yayan gelmiş terlemiştim, yağmakta olan yağ murdan da sır sıklam olmuştum. Yarım saatten fazla bir zaman sonra, yanıma gelen metre İki Neslin T rihi: F . : 12
polit, «kutsiyetpenah» m mitinge iştirâke râzı olduğunu bildir di. Bunun üzerine, söylenecek nutuklar üzerinde konuştuk: «Fatihin Patrikhane hâkimiyetini İmparatorluk içinde yaşıyan bütün Ortodoks hıristiyanlar üzerine teşmil etmiş olmasından bahsedilirse, bugün de Rumların hürriyetine ve bütün hakları na riayet edildiği, tam bir emniyet içinde ticaretlerine, kazanç larına devam ettikleri söylenirse iyi bir tesir hasıl olacağını» söyledim. Bu bahisler üzerinde de Patrik’in fikri alındıktan son ra, yine yayan olarak, kan ter içinde Babıâliye döndüm, Talât B ey e: — Uzun uzun konuşıldu, dedim, Patrikhanenin muvafaka ti elde edildi. Buna karşı, «hikmetinden sual olunmaz», koca Talât Beyefendi ne dese beğenirsiniz? «İyi ama, biz mitingten vaz geçtik!» Dona kaldım, «Emir sîzindir» diyerek, titriye ürpere eve geldim. Fena halde bir soğuk algınlığı ile yatağa yattım. Çağı rılan doktor: «Bronşit» teşhisini koydu, reçete yazdı, rejim tarif etti. O vakte kadar malaryadan başka hastalık görmemiştim. Az sonra nefes darlığı başladı, kimi astma, kimi enfizem dedi, ateş 38 den aşağı inmiyordu; Manya Skokovska beni Taksimdeki Fransız hastahanesine yatırdı, gayet hâzik (uzman) bir doktorun tedavisiyle, on gün sonra, taburcu olmuştum, fakat bronşitten ömrüm boyunca kurtulamadım; ara sıra tepip beni ateşli astma ile yatağa düşürmüş, hattâ pnömoni’ye çevirmiş, hayatım teh likede kalmıştır. FASIL XXXIX İSTANBULDA KOOPERATİFÇİLİK Kooperatifçilik, İngilterede, çok geniş bir işçi sınıfını, gör düğümüz gibi, refaha kavuşturmuş, istihsal ve bina kooperatifi safhalarına ulaştırmıştır; Türkiyede aynı istihlâk ortaklığı fakir ve çalışkan tabakalar arasında aynı ekonomik inkılâbı yarata bilirdi. Böyle derin bir iman ile çalışmağa başladım, önce «İk
tisatta İnkılâp» başlığı altında İstihlâk yardımlaşma ortaklık larını (teavün şirketlerini) sabırlı ve yazılı bir metotla anlatan ki tabı yazdım, çok gayretli editör dostum İbrahim Hilmi(Çığıraçan) da bastı. Kooperatifçilik tarihimizde ilk kitap budur ve kooperatifçilerimiz kitabımın hakkını tanımada kusur etmiyor lar, şunu da ilâve edelim ki, bir İkincisi yazılmıyan bu kitabın yeni harflerle basılması gereklidir. Bu kitabın yayınlanmasiyle, arzu ettiğim ve umduğum or taklık hareketinin, kendiliğinden, başlıyamıyacağını biliyordum. İstanbul’un kooperatifçilik için, en münasip semti Fatih mahal leleri i.di. Oranın kahvelerini dolaştım, bir kaç emekli zabitle temasa geldim, bu elemanlara kooperatifçiliği anlatmak, sevdir mek, benimsetmek güç olmamıştı. Bir kaç gün içinde, Çırçırda, mahallenin kadın ve erkeklerini toplayıp İngiltere kooperatif çiliği üstünde iki konferans verdim, üçüncü konferansta bu ha rekete bizde nasıl başlıyabileceğini açıklamağa giriştim ve az za manda, ilk olarak, «Çırçır istihlâk kooperatifi» kuruldu. Dükkânın cadde üstünde bulunmasına değil, ucuz ve ye ter derecede geniş olmasına dikkat edildi. Kooperatifçiler ara sından, emekli subay ve memur olanlardan, beş kişilik fahrî bir idare heyeti seçildi. Konferanslarımı dinliyenler arasında, Meh m et Ali isminde bir gümrük memuru kooperatifin defterlerini fahrî olarak tutmak dileğinde bulundu. İdare heyetinin reisli ğine bir emekli binbaşı geçirildi. Dükkâna mal almağa gelince, mahalle bakkallarının yaptığı gibi, toptancılardan almak usulü kabul edilmekle beraber, mahallede müşterisi olmıyan eşyanın dükkâna konmamasına dikkat edildi. Dükkânda bir vezne me muru ile açıkgöz bir çıraktan başka kimse kullanılmıyordu. Kooperatifçilerin satın aldığı eşyayı vezne memuru defterlerine yazıyordu. Dükkân çok iyi işliyor, mallar çabuk harcanıyor, sü rüm sağlanıyordu. İkinci kooperatif Unkapanında kuruldu. İs mini andığım gümrük memuru Mehmet Ali Bey, kooperatifçi likte benim büyük bir yardımcım olmuştu, bu mahallenin kadın ve erkek elemanlarını Mehmet Ali Bey toplamıştı, ben de, Çır çırda yaptığım gibi, konferanslar vererek bu ortaklığı bu ma halleye de sevdirmiş, benimsetmiştim. Bir aydan beri işlemekte
olan Çırçır kooperatifi yeni dükkân için bir örnek teşkil et mişti. Üçüncü kooperatif Karaköyde, Perşembepazarında açıldı. Burada da Mehmet Ali Bey zemini hazırlamış, konferansları ben vermiştim. Çırçır ve Unkapanı örnek alınarak bunun da dükânı açıldı. Üç dört ay içinde üç mahalle kooperatifinin açı labilmesi büyük bir başarı idi. İttihat ve Terakkinin müdahalesi Fatih kulübü sekreterinden aldığım bir dâvet mektubu bütün gayretlerimi bir anda kesiverdi: Cemiyetin bu kulüp sek reteri, Kara Kemalin bir emrini tebliğ etti: biz konferans vere cektik, kooperatifleri Cemiyet açacaktı! O sırada Paristeki tale be müfettişliğinden ve tahsil ikmalinden gelmiş olan Yusuf Ke mal Bey de Fatih kulübüne çağrılmış, ona da aynı emir veril mişti! Kara Kemal Asmaaltından bir kaç tüccar topladı, binlerle liralar tahsisiyle, Istanbulun on semtinde o meşhur büyük koo peratifleri açtı, bizim açtıklarımız kapatıldı! Kara Kemalin ma ğazaları açık vere vere piyasadan isimleri silindi gitti. FASIL XL. TALEBE DEFTERİ Londradan dönüşümde, 1913 yazında, kitapçı Ahmet Halit «Talebe Defteri» ismiyle, gençlere mahsus bir dergi çıkarıyor du; bu dergiyi okuyanlara İngilterenin iki büyük teşkilâtını an latmak, sevdirmek, benimsetmek arzusunu ümitli olarak duy dum. Bu teşkilâttan biri «keşşaflar» diye tercüme ettiğim «boykauts» öbürü de kooperatifçilik, yardımlaşma ortaklığıdır. Keşşaflar teşkilâtı daha sonra, başka himmetlerle de memle ketçe benimsenirken «İzciler» ismini almıştır. Talebe Defteri ne bu teşkilât hakkında makaleler yazdığım gibi türkülerini de nazmettim; rahmetli Zatî Bey tarafından bestelenmiş olan tü r küyü veriyorum.
Keşşaflar Türküsü Ben bir keşşafım, bacağım, kolum, Kafam, vücudum, her yerim sağlam. Milletime, vatanıma kulum, Düşmana.gönlüm besler intikam! Haydin sefere, çevik keşşaflar, Bize istikbal zaferler saklar. Yürekten kopan yanık türküler Bizim alaydan yok mu çağıran, Öyle türküler ki versin haber Yıkılan yurttan, garip vatandan. Haydin sefere Vardır kardeşim, burada bütün Bağırlar yanık, yürekler ezik: Dimağımızdan nasıl silinsin Resne, Manastır, Üsküp, Selânik! Haydin sefere Sus kardeşçiğim, bu kadar yeter, Yaşlı gözümüz şimdi kan ağlar; Nasıl dayansın yanık yürekler, Bu acı, katı taşları dağlar. Haydin sefere
Makedonyada, Trakyada, bütün Rumelide ve daha önce Giritte yüzbinlerce suçsuz Türk kardeşlerimizi boğazlıyan, süngüden, kılıçtan geçiren, diri diri yakan, ırzlarını namuslarını' lekeleyen, mallarını yağma, mülklerini talan eden düşmanlara karşı, genç
nesiller, yüreklerinde kin, intikam hisleri besliyerek keşşaflar terbiyesi görmeli, askerlik çağına erişmeliydi. Önümüzde, Bal kan harbinden daha kanlı savaşlar bekliyordu; Jauresin «ıstırap ile söylüyorum: Je vous le dis avec angoisse» cümlesiyle başlıyan vatanımıza karşı tertiplenm ekte olan kombinezonları haber veren sözleri kulağımdan hiç çıkmıyordu; .Rumeliyi kaybettik ten sonra, kalan vatanda hür bir millet, bağımsız (müstakil) bir devlet olarak yaşıyabilmemiz için genç neslin bu millî kin ve hınç hisleriyle — kolu, bacağı, kafası, her yeri sağlam — izciler olarak yetişip bizi bekliyen o kanlı savaşlarda düşmanları yen mesi lâzımdı. Keşşaflar türküsünden başka, aynı duygularla, «Dertli Ka val» gibi manzumeler de yazdım, bütün İstanbul ilk okullarının müzik hocası rahmetli Zati Bey tarafından bestelenen bu tü r küler umduğumdan fazla ölçüde, uzun seneler süresince, yayılabiliyordu. Keşşaflar (İzciler) terbiyesine çok önem vermiş, Talebe Def terinde «Dağlar çocuğu: Tabiî keşşaf» ismi altında dört beş hi kâye yazmış, Türk çocuğunu, bu savaşçılık göreneğine alıştır mak istemiştim. Türk ve müslüman diye bize karşı o mezalimi irtikâp eden Balkanlılar insan değil, insan suretinde canavarlardır. Genç ne siller, keşşaflar terbiyesi görmüş askerler olmalıdır. Bu yazıları takip eden Filozof Riza Tevfik Bey «Vatan ve İnsaniyet» başlığı altında endişeli bir yazı ile kin telkin eden neşriyata itirazcı göründü; verdiğim cevapta tezimi kolaylıkla açıklamış ve savunabilmiştim. Kooperatifçilik, benim nazarımda, o zamandan bugüne ka dar, milletimizi, patriarkal haya'ta mahsus maaş ve ihsan göre neğinden ticaret ve sınaat göreneğine alıştıracak ikinci İngiliz teşkilâtı idi, az yukarıda gördüğümüz gibi, bu teşkilâtın benim senmesi için giriştiğim teşebbüslerin ümitli verimliliği Kara Kemalin müdahalesiyle mahvedlmişti. Benimle gümrük memu ru Mehmet Ali Beyin candan atıldığımız ilk denemenin İttihat çıların cahilliğine kurban gitmesine duyduğum eseflere bir te
selli olmak üzere, Talebe Defterinde, bir sıra musahabeler yaz mağa koyuldum. «Ortaklık» başlığı altındaki yazılarımın hedefi çocukları, mektep sıralarında, kooperatifçiliğe, tatbikattı olarak alıştır maktı; «Artırma sandığı» yazılarımla da bankacılık hakkında bir fikir vermeğe çalışıyordum. «Gözlüklü babanın marifetleri» ismi ve Gözlüklü babanın çırağı» imzasiyle de, merak verici kimya oyunları hazırlıyordum (Erimiş kurşun çanağına el nasıl sokulurmuş... v.b.) Bunlardan başka, Endelus masalları, Öğretmenlik mesleği ni seçen Lami ile musahabeler: Medenileşme sırrı, Bayram el bisesi, İzinsiz cezası, Esaretten dönüş v.b., nihayet Nacii Sağîr (Küçük Naci) imzasiyle edebiyat tarihi dersleri... hazırlayıp ya yınlamakta idim. Bu faaliyetim, «Osmanlı Mitingi» münasebe tiyle anlattığım bronşitten ve astmadan «oda esiri» bulunduğum aylara rastlamaktadır. Ahmet Halit Bey aramızdaki şeriklik sözleşmesini bozmasaydı bu yayınlardan umduğum terbiye ye mişleri dirilebilirdi. Kırmızı Siyah Kitap Balkan harbinde yenilmekle uğradığımız büyük, çok büyük felâket bir ân bile milletin hatırından çıkmamalıydı, uzun uzun üstünde durmalı, bir daha böyle> bir felâkete düşmemek için nasıl bir millî programla yeni hayata atılması gerektiği düşü nülmeliydi. Aklımdan bir ân ayrılmıyan bu fikirlerle, Londradan döndükten sonra, oturup bir de «Kırmızı Siyah Kitap» is miyle yeni bir eser hazırladım, bunu da dostum ve naşirim İbra him Hilmi bastı (1913). Fransızca ve İngilizce resimli dergiler, Edirnenin, kahra manca bir savunmadan sonra, Bulgarların eline düşmesini, Tür kün Avrupadan ayrılmasını tasvir eden hazin, ibret verici fotoğ raflar neşretmişlerdi: Edirneden Selimiye camii içinde yabani bakınan Bulgarlar, tırnaklariyle söktükleri ağaç kabuklarını yi yen yaralı Türk askerleri... Bu acı levhalar zihinlerden nasıl si linirdi?
Süngülenen, gaza bulanıp yakılan, camilere... samanlıklara kapatılıp ateşe verilen, namusları lekelenen binlerle vatandaş lar... En acele ve en büyük fedakârlık istiyen vazifelerimizi ih tar eden âfetler... İşte Kırmızı Siyah Kitabı bana yazdıran dü şünceler bunlardı. Bu hatıraları buraya kadar takibedenler, Balkan harbinde hangi sebeplerden dolayı yenilmiş olduğumuzu bildikleri gibi, Osmanlı İmparatorluğunu çöktüren derin faktörleri de anlamış lardır. Şimdi de, biz kendimizi hür bir millet, kalan vatanımızı bağımsız (müstakil) bir devlet olarak, ne zaman ve nasıl kurtara bileceğimizi anlatmak için, bir sonuçlam olarak, Kırmızı Siyah Kitapta yazmış olduğum şu satırları veriyorum: «Her ne zaman ondördünden altmışına kadar, bütün nesil si lâh kullanmağa, nişan atmağa, günde on oniki saat yol yürüme ğe, toprak kazmağa, ağaç kesmeğe, dağlara tırmanmağa, ırmak lar.. göller aşmağa, izci terbiyesiyle ve her türlü sporlarla ken disini alıştırmış olursa... «Her ne zaman silâhlarımız., toplarımız Fatih Kanunî devrinde olduğu gibi tophanelerimizde, donanmalarımız tersa nelerimizde, cephanemiz., mühimmat ve levazimimiz fişekhane., baruthane ve her türlü sanayi merkezlerimizde; uçaklarımız, de mir yollarımız - lokomotifleri ve vagonlarıyle - fabrikalarımızda kendi sanat ve ustalığımızla yaratılabilirse... «Her ne zaman hâkimlerimiz hâkimliklerini, idarecilerimiz önderliklerini, gazetecilerimiz gazeteciliklerini, öğretmenlerimiz öğretmenliklerini, sanatçılarımız sanatlerini, bütün meslek sa hipleri mesleklerini hakkıyle bilir ve daha iyi öğrenmeğe çalı şır, ilmini., hünerini son hadde getirmeğe uğraşmada kusur et mezse... «Her ne zaman mahkemelerimizden adaletsizlik, daireleri mizden rüşvet ve iltimas, kalblerimizden kıskançlık, ruhlarımız dan millî menfaatten üstün tutulm uş şahsî ihtiras, partilerimiz den demagokluk, davranışlarımızdan her türlü tüfeylilik ve ha ram yeyicilik kalkarsa...
«Her ne zaman bu hakikatlere iman eder, maddî ve manevi hayatımızda yürürlüğe getirmeğe çalışırsak... ancak o zaman yüksek medeniyete erişmek yolunu açmış oluruz.» FASIL XLI NİŞANTAŞINDA DARULMÜREBBİYAT Kibarzadeler ve öbür kurucu Selânikli tüccarlar «Çocuk Yuvası» nın teknik idaresine karışmak istemişler, bazı tesisleri fazla masraflı, bulmuşlardı, bunun üzerine Satı bey Yuvayı terketmiş, ondan ayrı olarak, Nişantaşında kiraladığı bir konakta «Darulmürebbiyat» (Mürebbiyeler Okulu) ismiyle yüksek bir mektep kurmuştu: Buradan mezun olacak genç kızlar (Çocuk Yuvası) derecesinde mektep açıp idare edebilecekti. Zaten, Divanyolundaki Yuvada, bu maksatla dersler gören ve edebiyat okuyan iki sınıf vardı. Bahriye nazırlığı etmiş Hüsnü Paşanın kızı Cemile hanım la evlenmiş olan Satı Bey bu yeni okulu da onunla beraber ida re ediyordu. Ben de, yine fahrî olarak, hocalığımdan ayrılma mış, o kültür ve zekâ muhiti içinde kalmıştım: talebelerim öyle saygı ve sevgi gösteriyorlardı ki, haftada iki günümü sevine se vine oraya vermeğe katlanıyordum; bu çevreye ne derece bağlı olduğumu anlatmak için Kadıköyden vapurla köprüye, köprü den de Nişantaşına yayan gittiğimi söylemeliyim, çünkü tram vayı çeken kadana beygirleri orduya alınmıştı! Darülmürebbiyatın rüştiye derecesinde bir sınıfı da vardı, benim gibi bu sınıfa Türkçe dersi veren arkadaşım Süleyman Şevket bey, nasılsa kendisine gösterilen saygıyı küçümsemiş ve öğrencilerine açık açık «hangi hocanızı en çok seviyorsunuz?» diye sormuş, (Cevat beyi) cevabını almıştı! Bir hocayı talebele rinin saygı ve sevgisinden çok ne bahtiyar edebilir? Bâhusus sı nıfın 12-14 yaşındaki kız talebelerinin hepsi birden, oy birliğiy le beni en çok sevdiklerini söylemişlerdi. Bu sırrı Türkçe öğret menlerine ifşa edeyim: Kompozisyonlarını, birer birer, kendile riyle kontrol ederdim ve yazılarında şahsiyetlerinin belirmesine
itina eylerdim, buluşlarını, sentakslarını kıymetlendirirdim, orijinal birer yazar yetişmelerine bütün gönlümle çalışırdım. Bu çok zevkli sul ile, küçüklerden, sanat eseri sayılacak kompozisyonlar yaratanlar oluyordu: İzzet Paşa isminde bir za tın küçük kızı, 12 yaşmda Talât -bu ismi evlerinde Lûlû’ya çe virmişlerdi- her edebî dergiye konabilecek nuveller yazacak bir olgunluk göstermişti. Talebelerimin saygı ve sevgisi bilhassa yemekhanede görü lürdü: Ben girer girmez, her masadan «Cevat bey, bizim sofra ya!» davetleri yükselirdi, hangi sofrayı tercih edeceğimi şaşırır dım. Ediplerimizin en güzel hikâyelerini bu sınıfta okur ve oku turdum; Halit Ziya beyin küçük hikâyeleri pek hoşlarına gider di. Fuzûliden, Nedimden, Bâkiden -kendi zevkleriyle- ezberle dikleri şiirler pek çoktu. Bedi Nuri beyin büyük kızı Bedia pek hoşa gider bir edâ ile şiirler okurdu. Dersler edebî bir müsamere halini alırdı. Ne yazık ki, bu güzel mektebin ömrü ço kkısa oldu: Bir ta til gecesi, içinde kimse yokken, yangınla kül oldu. Satı bey on dan sonra mektep açmak teşebbüsünde bulunmadı. Ara sıra, Suadiyedeki evinde ziyaretine gider, yatıya kalırdım. Darüşşafaka müdürlüğünde iken, benden de fransızcadan türkçeye te r cüme dersi rica etmişti. FASIL XLII HACOĞLU MEHMET BEY AİLESİ Giritte, yerinde görmüş olduğumuz gibi, Hacoğlularla, ge rek terzi Ali bey, gerek tüccar Mehmet beyle, sıkı dost olmuş tum. Darülmuallimin hocalığım sırasında, Mehmet bey, bir yahudi kadınından doğmuş oğlu Tariki, bir mektebe vereyim ricasiyle, bana yollamıştı. Tarabulus ve Balkan harbleri sırasında, Tarık, Darülmuallimine (öğretmenler okuluna) devam ediyordu, fakat zeki ve .çalışkan olmadığı için, üzüntü vermekten başka
bir işe yaramıyordu. Mektebin tatil aylarında Giride, sılaya, gi den Tarık, bana hiç danışmadan, kız kardeşi Nuriyeyi de yanı na alarak îstanbula gelmişti. Benim de çocuklarım, yeni doğan Lemanla dört olmuştu: Hacoğlunun çocuklariyle Ratibenin ev işleri çok artmıştı, kızım Muzafferin tifodan hasta yattığını da ilâve edersem ev sıkıntılarının büyüklüğü bir az anlaşılır, sanı rım. Büyük kayınım Ali Nuriye bir kunduracı dükkânı açmış tım ama, djükkân da ziyana çalışıyordu. Hacoğlu Mehmet beyin haremi, Hanyanın Kuyumcular ailesinden Elmas hanımdı, Nuriye onun kızıydı. Şıpka kahra manı Süleyman Paşanın oğlu, Maarif erkânından Sami bey, bir müddetten beri bana muzaharet ve hürm et ederdi, ricamı iyi karşılıyarak Nuriyeyi Çapa kadın öğretmen okulunun ihzari kıs mına yazdırmıştı. Nuriye ondört yaşında, endamsız fakat yüzü güzel, saçı açık kumral bir kızdı. İki üç ay sonra, bir gün, Çapa mektebinin müdüresi Samiye hanımdan gelen bir telefon üzerine Mektebe faytonla gittim; Müdüre, çok üzülerek Nuriyenin 39° ateşle yattığını, mektep ten almak zarurî olduğunu anlattı: İstanbulda böyle hasta bir talebeyi yatıracak hastahane yoktu. Arabada, nöbet ateşinden yanmakta olan kızcağıza teselli verdim, hastalığın zatürree olduğunu, inşallah çabuk iyi olaca ğını söyledim. Evde hastalar ikileşmişti, tifodan yatan Muzaffer iyileşmeğe ve saçları dökülmeğe başlamıştı. Nuriyeyi evde tutmak bütün çocuklar için, hattâ büyükler için, tehlikeliydi. Babasına yazdım, o da, Elmas hanımla birlik te kalkıp îstanbula, bizim kira ile Kadıköyde oturduğumuz eve geldiler. Mehmet Beyin züccaciyeden hiç kazancı yoktu, zaten sermaye bacanağı Hüsnü beye aitti. Hastayı evden ayırmak için, bizimle hemen aynı sokakta bir ev kiralayıp Hacoğlu ailesini oraya yerleştirdim. Satı beyin Darülmürebbiyatı açtığı sene idi; Bedi Nuri be yin kızları ve Suriye ile Bağdattan gelen talebe kızlar için, Büyükadaya Cemile hanımla b e ra b e r,giderek, Ay-Nikolada güzel bir villa tuttuk; ben de, kendim için, iskeleye ve deniz hamamı
na yakın bir yerde küçük bir ev tuttuğum gibi Nuriye ve anası babası için de Hristosta bir başka küçük ev kiraladım. Ben kendim ailem için tuttuğum evde yatardım. Ratibe de nize girmediği için, Süleyman dayımın -küçük kızı Halime ço cukları deniz banyosuna götürürdü. Hüsniye hastabakıcılığın dan ayrılmıyordu. Halime büyüdükçe ablasından daha güzel ol muştu; bir ay için kendi hastanesinden izinli idi. Öyle yemeğin den evvel, hemen her gün, Satı beyin villasına giderdim; akşam üstü Ay-Nikoladan Hristosa tırmanır, Hacoğlu ailesini ve hasta Nuriyeyi yoklardım, O sırada Kupet (Coupette) isminde bir fransız, hasta karısı ve küçük üvey kızıyla Hristosta ev tutm uş tu, ona da gider, fransızca konuşurduk: Dünya politikası üstün de münakaşa ederdi-k. Ratibenin kıskançlığı Bir akşam üstü eve geldiğim zaman yalınız kuzinim Halimeyi buldum: — Yengem çocukları aldı, dedi, birinci vapurla Kadıköye götürdü. — Sebep? — Belli degilmi ya, dedi, kıskançlık. Nuriyeyi kıskanıyor. Güleceğim yoktu, fakat kahkaha ile gülerek: — Halime, kızım, dedim,* gel bana sarıl; senin gibi yirmi sine basmamış, sıhhatli, enli boylu, bir esmer güzelini kıskan mıyor da verem, bodur, çocuk sayılacak yaştaki kızı kıskanıyor! Ertesi sabah hiç bir şey düşünecek halde değildim; böbrek ağrılarından, bir müddetten beri, her sabah kıvranırdım; efervesan ilâcımı aldım Halimeye de sıcak banyoyu hazırlattım. Ağ rılar savuştuktan sonra, giyinip villâya gittim; Cemile hanıma, kıskançlık hâdisesini anlattım, Bedi Nuri beyin kızları da dinli yorlardı. G ülüştüler: — Eğer Nuriye kızla bir şey varsa, sizi daha serbest bırak tı, dediler, çocuklarının sıhhatmı da düşünmedi... Mantıklı bir kadın böyle düşünürdü, fakat zavallı Ratibe!..
İlk akşam vapuriyle Kadıköye gittim, onları evde de bula madım. Ratibe, kayınım Ali Nurinin dükkânı üstündeki odaya çocukları tıkmış, gaz ocağmda yemek hazırlıyordu. Kendisine mantıksızlığını anlatmağa çalıştım: — O zavallı verem kızla, dedim, vallahi aklımdan bile geç miyor; yaşı da pek küçük, insana hiç, ama hiç, sevişme arzusu vermiyor. Yaşı elverişli olsa bile, ben veremden korkarım; an nem bu hastalıktan gitti, kendimi ateşe atar mıyım? Benimkisi sırf bir acıma... Ratibede tıs yok. Bir az sıkılmış, pişman olmuş gibi. Kayı nım Ali Nurinin yardımıyla, hep kalkıp eve gittik, çarşıdan bö rek, yemiş, pasta aldırttım, kayınımla bir iki kadeh içerek iki günlük gamı bastırdım. Ratibe Adaya dönmeğe razı olmadı, er tesi sabah kayınıma para bırakarak, yalınız başıma döndüm. Akşamları aslan Halimeyle kucaklaşır dik, sabahları efervesan ilâçla ve sıcak banyo ile böbrek sancılarını savuştururdum, gü nümü de Ay-Nikola ile Hristos arasında geçirirdim. Halimenin izini bitmişti, hastanesine döndü, ben de ister istemez Hacoğlu Mehmet bey ailesi yanında yerleştim. Sıcak banyolarımı Nuriyenin sadık dadısı, Rumdan dönme Fatma ısıtır, Elmas hanım da her türlü istirahatımı temine çalışır, kibar bir edâ ile şük ranını ifade ederdi. Nuriye hepsinden daha müteşekkirdi, ve hiç şüphesiz yüksek arzuların doğuşunu duymağa başlamıştı. Kitaplar Son iki senede, anlattığım faaliyetler arasında, yeni kitap lar da yazmıştım. Güzel Kıraatler, Musahabat-ı Ahlâkıyeler, Güzel Elifbalar, Kuran okuyorum elifbası çok basılıyordu... Ka zancım -fazla sıkıntı çekmeden- işlerin içinden çıkarabilecek durumda idi; intibah serisine giren Bizde Kadın ve Haram yeyicilik bu senelerde yazılmış ve basılmıştı.
FASIL XLIII HARAM YEYİCİLİK Millet ve Devlet topluluğu içinde zararlı fertler çoğaldıkça o topluluğun Millet ve Devlet olarak devam ve bekası güçleşir. Millet ve devletin devam ve bekasına tehlike teşkil edecek de recede çoğalan zararlı ve hattâ sadece faidesiz fertlerin azaltıl ması için tedbir alınmazsa o topluluk Millet ve Devlet olarak dağılır, yok olur. Alınacak tedbirlerin en büyüğü fertleri Vatan aşkı sahibi kılacak bir terbiye ile yetiştirmektir. Fertlerin Vatan aşkıyla terbiyesi aile içinde başlamalı, okullarda, kışlada ve bütün mes leklerin içinde devam etmeli, devamlı olarak kuvvetlenmelidir. Cezalar Vatan aşkı telkin etmez; Vatan aşkıyla terbiye edil memiş bir topluluk içinde cezalar zararlı fertleri azaltmaz, k u r naz ve hilekâr yapar, daha zararlı kılar. Nimet külfete göre (alınana para çekilen emeğe göre) ol malıdır. Külfetsiz nimet (haramdır). Külfetsizce nimete konan lar da (haram yeyici) dir. Bizde, ne yazık ki, külfetsizce nimetlere, hak edilmemiş servetlere konanlar, (haram yeyiciler) pek çoktur. Bütün nimet lere konanların külfete katlanmadıkları söylenemez, fakat pek çok yerde ve zamanda (suyu getirenle testiyi kıran) bir tu tu l maktadır. Tufeyliyet İlim lisaniyle haram yeyiciliğe (tufeyliyet) (parasitisme) is mi verilir. Tufeyl (başkasının ziyanına yaşıyan varlık)tır. Hayvanlarda tufeyliyet çok çeşitli olur; bazı hayvanlar baş ka cinsten hayvanların kanını emerek veya bağırsaklarına yapı şarak yaşar; bit ve şirit (tenya) gibi. Bazıları da başkalarının kı lığına girerek yanlarına sokulur, aldatarak avlar veya avlan maktan kendilerini kurtarırlar. însan topluluklarında, vaktiyle faydalı sosyal hizmetler gö
ren bir sınıf fertler sonradan zararlı olmağa başlar; meselâ ha yırlı işlere vakfedilmiş gelirleri iyi idare eden mütevelli faydalı bir insan olduğu halde bir müddet sonra o gelirleri kendi ye meğe, vakfedenin istediği hayırlı işlere bakmazsa aynı mütevel li veya yerine geçen oğlu zararlı bir adam, bir haram yeyici olur. Devlet halindeki insan toplulukları (hükümet) ismi verilen kurullar idare eder; bunların başında, bir padişah veya millet tarafından seçilen bir cumhur reisi, Millet Meclisi olabilir; hep sinde vezirler, nazırlar, vekiller bulunur. Hükümetler bütün teşkilâtlariyle idare ettikleri memleketleri ileri, kuvvetli, hür, bağımsız olarak yaşatabilirlerse faydalı hükümetler olur. O memleketleri geriliklerle batırırlar, düşmanlara karşı savunmayıp yenilgiye uğratırlarsa zararlı, tufeyli, haram yeyici kurul lar olurlar. Hayvanlardaki tufeyliyetle sosyal tufeyliyet arasında esas lı bir fark vardır, bit daima zararlı, tufeyli bir hayvandır, fakat insan topluluklarında kimse tufeyli olarak doğmaz; âdil bir Pa dişahın oğlu zalim ve zalim bir hükümdarın oğlu âdil olabilir; keza doğru bir mütevellinin halefi hırsız ve hırsız bir mütevel linin halefi doğru olabilir. Hayvanlarda tufeyliyet verasetle, in sanlarda görenekle olur. Fakat görenek te çok defa veraset ka dar değiştirilmesi imkânsız bir tufeyliyet halini alır; curnalcılık, casusluk, rüşvet yemek çok yaygın, salâh bulmaz görenek ler şeklini alabilir. İnkilâpların tesirleri Görenek halinde yerleşen tufeylilere, büyük., başarılı bir inkilâp ile son vermek mümkündür. Japon inkilâbı bize örnek olarak gösterilebilir. Birleşik Amerika Cumhuriyetleri Japonyaya, limanlarını açtırmak için bir donanma göndermiş, sahil leri bombardıman ettirmişti. Bu mehabetli (Kara gemiler) Japonlara inkılâp gerekliğini hissettirdi. Japonlar derhal anladılar ki, beyazların hâkimiyeti altına düşmemek için onların gemileriyle, çabuk ateşli toplariyle başa
çıkacak gemiler, toplar yapabilmek zaruriydi! Maksat belli idi ve ancak bu hedefe ulaşmak için inkılâba koyuldular. Bunun için içlerinde hüküm süren derebeylikleri kaldırıp milleti b ir leştirmek lâzımdı. Millet birleştirildikten sonra, sanayide daha ileri olan beyaz milletlerden buharı, elektriği, dinamiti, çelik sanayiini, çabuk ateşli topları, Kara Gemileri almak lâzımdı. Japonlar işte bu ihtiyacı bütün şiddetiyle anlamışlardı. 1868 in kılâbı da bu maksatları olağan üstü bir erginlikle sağlıyabildi Dört sene sonra inkilâbın güzel yemişlerini derebiliyorlardı; 1872 de Tokyodan Yokohamaya giden şimendiferi, ilk hat ola rak, açabilmişlerdi! Bu ilk hat bizzat Japonyalı mühendisler ve usta işçiler tarafından inşa olunmuştu! 1868 de Japonya’nın im port ve eksport (idhalât ve ihra cat) ticareti yıllık tutarı 26.245.545 yen iken, 26 sene sonra, 1894 te 230.828.071 yene ve 1906 da 842.539.000 yene ulaşmış tı. 1904 te 8.836 fabrika kurmuş bulunuyorlardı, bu fabrikalar da 558.041 işçi çalışıyordu. Bugün Japonlar Batının bütün sanayiini elde etmişler ve bazılarında bir az geçmişlerdir. Bizde böyle bir inkılâp olmamış, çünkü vatanın hakiki ih tiyacı düşünülmemiş, hedef belirtilmemiştir. Bizde ıslahat ve inkılâp hareketleri Bizde ıslâhata doğru atılan ilk adımı 1839 da neşredilen Gülhane fermanı teşkil eder ki, Japonların Meci inkılâbından 29 sene evveldir. O zamandan beri geçen üç çeyrek asır zarfın da nasıl bir ilerleme yaratabildik? Hiç bir ilerleme yoktur, te r sine, gerilemeler vardır. Çünkü maksat vatanı hâkimiyetimiz altında tutabilmek iken, yolunu arama ve bulmasını asla başa ramadık, ve bu gün (1913 te) Rumeliden Edirneye kadar koğulmuş, Anadoluda ise yeni tehditlere maruz kalmış bulunuyoruz. Bu tehlikeleri ortadan kaldıracak kuvvetimiz yoktur. Çünkü hâ lâ uçaklarımız, harp gemilerimiz yok, demir yollarımız, trenle rimiz, lokomotiflerimiz yok... Bunların nasıl yapıldığını araştır madık, bu sanatları öğrenmek gerekliğini anlıyamadık. Zannet
tik ve hâlâ sanıyoruz ki, borçlanarak bütçe açığımızı kapamak, silâh ve mühimmat satm almak milletçe ve devletçe varlığımı zı kurtarmağa yeter. Hayır, borçlanma yoluyla biz h er gün bir az daha yok olma uçurumuna sürükleniyoruz. Bu yol gaflet, tenbellik, tufeyliyet yoludur. Altı buçuk asırlık vatanımızı yok olma uçurumuna sürükliyenler; idarecilerimiz, hükümetlerimiz, bunların kaynağı olan münevverler tabakamızdır. Tarihimiz, hattâ tarih öncemiz idarecileri, münevverleri hazır yeyici, haram yeyici, tufeyli yaptı, ve nice yıllardan beri, hükümetlerin kaynağı olan sözde münevvelerimiz, çoğunlukla, milletin ıztıraplarına karşı lâkayt, vatanın maruz bulunduğu tehlikeleri düşünmez bulunuyor. 1868 den önce Japonya dahi aynı tufeyliyet içindeydi, fa kat dıştan gelen tehdit onların münevverleri arasında mühim bir tabaka kurtuluş yolunu gördü, Milleti inkılâba ulaştırdı. Bugün biz, iki asırdan beri devam eden dış tehditlerin en korkunçları karşısında bulunuyoruz, artık biz de hakikî ilerle yiş ve kurtuluş yolunu görmeli, ona atılmalıyız. Tarihimizde tufeylilik çeşitleri Devlet işlerinin idaresi başlıca üç sınıfın elinde idi: ilmiye, kalemiye, askeriye; bu sınıfların her üçünde çeşit çeşit tufeyliyetler, haram yeyicilik şekilleri gelişmişti; bunlara ancak kısa bir yer ayırabiliyorum; A. İlmiye (akademik kurumlar) Eskiden büyük mekteplere medrese denilirdi: Tıp, heyet (astronomie), kelâm (felsefe), fıkıh., feraiz (théologie), arapça nahiv (syntaxe), maanî (rhétorique) şubelerini haiz olan m edre seler külliye (université) ismini alırdı. Osmanlı devleti kuruldu ğu zaman bu medreseler için ulema (bilginler, profesörler) yok tu, padişahlar büyük maaşlar tahsis ederek İran, Horasan, Bağ dat gibi yerlerden ulema getirtirlerdi. Ulemanın bir kaç unvanı vardı: müderris (profesör), mülâöm (doçent) molla (assistant), softa (étudiant), çömez (doktor namzedi) v. b. ik i N eslin Tarihi — F. : 13
Gide gide, ilmiye denilen bu akademik mesleklerin sahip leri nufuzlarmı kötüye kullanmışlar, beşik ulemalığı adı veril miş olan tufeyliyet şeklini yaratmışlar; bir müderrislik, bir mülâzimlik boş kalsa, yeni ölen müderrisin, mülâzimin yerine ko nacak kimse olmasa, yetişmek üzere, tahsilde olan hattâ tahsil çağına bile girmemiş oğluna maaşı ve maaşla beraber unvanı verilirdi; sanki ulema (profesör., doçent) çocukları analarından ulema doğarlardı! Yıllar boyunca paye boş kalır, fakat maaşı verilirdi. Profesörlüğün uzun zaman boş kalmasından üniversi teden çıkmış kadılar, naipler (hâkimler, yargıçlar), m üftüler (dinsel savcılar) bulunmazdı; tahsili noksan kimselerden, onla rın yerlerine vekiller gönderilirdi; bu vekillerse rüşvet vererek payelerini elde ettiklerinden halka adalet yerine zulüm eder lerdi. B. Kalemiye (bürokratik kurumlar) Kalem: Daire-büro mânasına kullanılmıştır, devletin ida recileri ve yüksek m emurları bu kurum lan teşkil ederdi. Bu kurumlarda da çeşit çeşit tufeylilikler gelişmiştir; eski kuram ların bir çoğu kalktığı halde isimleri kalmış ve o isim leri taşıyanlar yüksek maaşlar almağa devam etmişlerdir: Şıkkı evvel ve Şıkkı sani defterdarları maliye nezaretinin bir nevi m üsteşarları idi, bu fonksyonlar kalktığı halde bu isimleri taşı yan bol maaşlı memurluklar devam edip durmuştur. Nişancılık, tevkii-divanıhümayun gibi isimlerle anılan yüksek memuriyet ler de kalkmış fakat bu isimde bol maaşlı makam sahipleri ber devam kalmıştı. Bu kurum larda hüküm süren rüşvet yeyicilik ve rüşvetle makam satın almalar çok yaygın olarak devam etmiştir. C. Askeriye (ordu kurum lan) Ordu kuram larının asıl vazifesi vatanı savunmak veya yeni memleketler açmak için harbe gitmek ve gitmeğe hazır olmak tı; fakat çok defa iktidarı ele geçirmek için kullanılan ordu ku ram ları, yeniçeriler., sipahiler, şimartılmışlar, istediklerini pa dişahlara ve sadrazamlara zorla yaptırabilecek hale getirilmiş lerdir.
İsyan eden, kazan kaldıran bir ordu vazifesini görmekten tamamiyle ayrılmış olduğu için baştan başa tufeyli olur; tarihi mizde bu isyanlar pek, pek çoktur. Tımarlar, Z eam etler: Osmanlı ordusunun atlı kuvvetine Sipahiler denilirdi, bu askerleri besleyip yetiştiren, devamlı olarak harbe hazır bir halde tutan beylere tım ar ve daha büyüğü zeamet namiyle erazi parçalarının geliri tahsis edilirdi. Zeamet sahiplerine beyler beyi denilirdi; beyler ve beylerbeyiler yetiştirdikleri atlı ve zırhlı askerlerinin başında olarak harbe ve manevralara gider lerdi. Bir bey oğulsuz öldüğü zaman padişahın, sadrazam vasıtasiyle, o tım arın başına genç, kuvvetli bir subayı gönderme si, tım arı başsız bırakmaması âdetti. Zenbil tım a rla rı: Sonraları bu tâyin ve tahsis işi kötüye kullanılarak, tımarının başına gitmiyen, Îstanbuldan ayrılmıyan kimselere, güzel halayıkların ricasiyle kardeşlerine, oynaşlarına tım arlar verilmeğe başlamıştır, bunlara zenbile düşmüş tım ar lar denilirdi. Bu tufeylilik bundan da kötü bir şekil almış, tım arlar ar tırma ile, en çok rüşvet verenlere satılır olmuştur. Rumelide aslında on iki bin tım ar vardı, bunlarm gelirle riyle kırk binden fazla sipahi, harbe hazır, yetiştirilirdi* Gide gide, bu atlı kuvvet, III. Murat zamanında (1030 tarihinde) se kiz bine inmişti. Tımarlar vezirlerin adamlarına arpalık, güzel cariyelere paşmaklık olmuştu. Zenbile düşen tım arların gelirlerini derip köyleri idare et mek ve kalan paraları Istanbuldaki tımar sahibine göndermek üzere (mütesellimler) yollanırdı, bunlar halkı soyarlar, kasıp kavururlardı. M üftharlık: «Müft» haksız yenen paradır, «Müft yeyicilik» âşikâr bir tufeylilik, bir haram yeyicilik şekli idi, hicri on ikinci asırda başlamıştı. Yeniçeriler maaş (alufe) beratlarını iratçı ismini ver
dikleri sarraflara satarlar, aldıkları para ile esnaflığa, alışverişçiliğe başlarlar, askerlikten ilgilerini keserlerdi; iratçmın ise askerlikle hiç bir alâkası yoktu, fakat alufe çıktığı zaman, maa şı yeniçeri beratlarını satın almış olan iratçılar alırdı, böylece hâzineden para çıkardı, fakat harbe gidecek askerlerin sayısı gide gide çok azalmıştı. İratçıların satın almış oldukları yeniçeri beratlariyle hâzi neden alufe olarak aldıkları paralar müft yani haram sayılırdı Alûfe (maaş) beratını yeniçeri, memleketinden gelen para lı, fakat askerlikten anlamaz kimselere de satarlardı. Ortanın (yani alayın) alâmetini o taşra uşağının koluna, baldırına dövdürürlerdi, bu sahte yeniçeriler halka zulmederek geçimlerini toplarlardı. Veledeş tufeyliliği: Dördüncü Mehmet zamanında devşirme usulü kaldırılmış, ağaların, vezirlerin oğlum, evlâdım dedikleri serseri delikanlı lar yeniçeri yapılır, ortalara yazılırdı; çok defa bir yeniçeri ağa sının, bir vezirin elliden, yüzden fazla kimseyi evlât diye alûfe defterine yazdırdığı görülüyordu. Bu gençler ortalara, kışlalara devam eden askerler değildi, ağaların, vezirlerin kendi işlerin de çalıştırdıkları kimselerdi, alûfe çıktığı zaman bunların maaş larını, evlâdı olarak yazılmış oldukları ağalar, vezirler alırdı; bunlar veledeş kaydıyle alûfe defterine yazılırdı; az zaman için de, askerlerin hakiki sayısı elli bin iken veledeş’lerle yüz otuz bine çıkmıştı, seksen bin kişinin alûfesini ağalar, vezirler alır dı! Saray ve konak tufeylilikleri: îstanbulda, padişah sarayı en büyük tufeylilik merkezi idi. Sarayda maaş alanların sayısı iki binden aşağı değildi; erkekli kadınlı saray halkının yirmi bine çıktığı çok görülmüştür. Silâhtarlar, musahipler yüksek maaşlar alan tufeylilerdi. Halayıklar, kullar, köleler yüzlerle sayılırdı. Padişahtan sonra vezirlerin, beylerin de konakları büyük
tufeylilikler merkezleri idi. Çok defa sadrazamların konakları padişah saraylarının ihtişamını bile geçerdi. Taşralardaki beyler, beylerbeyiler, valiler de aynı ihtişam ve sefahat hayatı içinde hükümlerini sürerlerdi. Şairler bu sefahati metheden kasideler yazarlar, caize ismi verilen ihsanlar alırlardı; nazarlarında padişah, sadrazam, vezir, padişahın atı, sadrazamın konağı, onlara şarap döken sakiler, güzel delikanlılar, güzel cariyeler... her şeydi; kasideler, gazel ler bunlar için yazılır, bestelenirdi. Bu geniş sefahatin, bu büyük ihtişamın parasını alın feriy le kazanıp ödeyen millet ne yapıyordu, diyeceksiniz. Ne yapsın ki en küçük bir şikâyet isyan sayılıyor, zulm ile bastırılıyordu. Dün ve bugün 1913 Çok uzun bir zamanın, bizde nasıl bir tufeylilik içinde geç tiğini gördük; bununla beraber son yetmiş yıl içinde bu tufeyliyeti uzaklaştırmak için mühim teşebbüsler olmuştur. Ne ya zık ki, inkılâp teşebbüslerinin maksadını anlıyacak derecede terbiye edilmiş, hazırlanmış değildik. İnkılâp hareketlerini ya ratanların düştüğü h a ta : Değiştirilmesi istenilen nedir? Değiştirilmemiş olsa ne gibi tehlikelere maruz kalırız? Bu mühim nokta araştırılıp anlaşıl mamış, inkılâp, millete âdeta, zorla kabul ettirilmiştir. Reşit paşa ile Mithat paşa haleflerinin atılan ileri adımı görememiş olmaları buna hazırlanmamış olmalarından neşet et miştir. İnkılâp ferman ile, kanun ile, tazyik ile vücuda getirilmez; terbiye ile hazırlanmış milletin hür olarak harekete karışmasiyle inkılâp yaratılabilir. Ne Reşit paşanın halefleri, ne şehit Mithat paşadan sonra gelenler, ne de 1908 (1324) temmuz inkılâbından sonra geçen hükümetler, umumî terbiye ile millete inkılâbı benimsetmek gerekliğini idrâk bile etmediler. Hele ikinci Abdülhamit ve hükümetleri, milleti inkılâba hazırlamak şöyle dursun, kendini hafiyeler ve casuslarla çevirt
miş, gittikçe fakirleşen vatanı yok olma uçurumuna sürükle miştir. Milletin Vatan, Hürriyet, Adalet... aşkıyle terbiye edilme sine doğru en ilk adımı atan Namık Kemal beydir, Ziya paşa ile Şinasi de bir dereceye kadar bu millî terbiyeye karışabilmişlerdir. Abdülhamit kıymasaydı ve onları valilik., mutasarrıflık maaşlariyle susturmasaydı o hürriyet volkanından anlayış n u r ları fışkırıp gidecekti. İttihatçıların, yerinde anlattığımız, hatalarından sonra Abdülhamide zeki, hattâ dâhi diyenler görülmektedir. Ne büyük küfür! Devletinin inkıraz sebeplerini göremiyen en müstebit padi şah oturduğu dalı kesmeğe teşebbüs eden adamdan farksızdır. Zamanında arka arkaya iki nesil, cehalet ve gaflet içinde, gö nülleri en aşağı arzular ateşiyle alevlenmiş, gözleri menfaat hır sıyla bürünmüş yaşamışlardır. Vatan kaçınılmaz bir inkıraza doğru yürürken, İstanbulda lâle devrini andıracak bir sefahat hüküm sürüyordu. Abdülhamidin casus bendeleri (bu devlet ba tıyor, ne kaparsak kâr!) demekten utanmıyorlardı. Bu mu Abdülhamimdin dehası! İkinci Abdülhamit, Tarih nazarında, mil leti, vatanı batıran ahmak bir müstebitten başka bir şey değil dir. O menhus devirde millet öyle bir tazyik altında tutuluyor du ki «kahrolsun istibdat!» demekten başka kim, ne yapabilir di? Abdülhamit dâhi değil, kendi hesabına dahi o derece gafil idi ki, o katlanılmaz istibdadı sarsmak için olsun, ordunun ve milletin isyan edeceğini bile kavrıyamamış, sonuna kadar istib dat üzerinde ısrar etmişti! Beş seneden, ikinci meşrutiyetin ilânından, beri İstanbul da, «münevverler» (aydınlar) denilen mağrur ve bencil tabaka, genel olarak, şahsî menfaat hırsı içinde yaşamaktadır; her kes cesetler ve yıkıntılar üzerine basarak yükselmek istiyor, elleri ne geçirdikleri millet sofrasından dişleriyle tırnaklarıyla bir az daha koparmağa çalışıyor. Abdülhamit devrinin tufeylilik ruhu meşrutiyet devrinin münevverler tabakasında devam etmekte
dir, bu ruh asırlardan -hattâ tarih öncesinden- beri idareci sı nıflarına sinmiştir: İktidarı ele geçirenler tufeylilikle mücadele edecekleri yerde, kendi ruhlarını o uğursuz göreneğe kaptırı yorlar. Bununla beraber bugün, hiç olmazsa hükümet dışmda, ve tufeyli tabakanın ihtiraslarına rağmen, iyiliğe doğru bir akm başlamış görünmektedir. Sosyal ve siyasal fırtınalar arasında, tehlikelere maruz bulunan geleceğimiz için, vatan aşkıyla çalış mağa hazırlanmış küçük bir münevverler zümresi belirm ekte dir. Uğradığımız felâketler, hiç olmazsa küçük b ir zümrenin aklını başına getirecek derecede ciddidir. İntibah serisinde çı kan eserler: Kırmızı siyah kitap, Haram yeyicilik, Ey Türk uyan, (İbrahim Hilmi) Bizde kadın... bu küçük zümrenin yara tılmasına hizmet ettiği düşünülebilir. Hân-ı Yağma Tevfik Fikretin meşhur Hân-ı Yağma manzumesi ikinci meşrutiyetin münevverler tabakasmda erken erken görülen ha ram yeyiciliği için yazılmıştır. Bu manzumenin bir kaç kıtasını alıyoruz: Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizde bellidir; Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir? Su nâdii niam bakın, kudumunuzla müftehir. Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak ta elde bir... .>
3
Yiyin, efendiler, yiyin; bu hânı iştiha sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsa: mâlini, Vücudunu, hayâtını, ümidini, hayâlini, Bütün ferag-ı hâlini, olanca şevki bâlini. Hemen yutun, düşünmeyin haramını helâlini... Yiyin, efendiler, yiyin; bu......................
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak, Yarm bakarsınız söner bugün çatırdıyan ocak. Bugün ki mideler kavi, bugün ki çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın kapış kapış, çanak çanak... yiyin, efendiler, yiyin; bu hân-ı pürneva sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! Haziran 1328-1912 K elim eler: Hân-ı yağma (=yağm a sofrası), nadii niam ( = nim etlere dâvet eden; manzumeyi yazan şair), kudumunuzla m üftehir ( = gelmenizle iftihar eden; istibdadı yıkıp meşrutiyeti kazandığınız için alkışlamış olduğuna, şimdi ise aldanmış oldu ğunu gördüğüne, istihza ile anlatıyor (humeur, ironie sanatı) bütün ferağ-ı hâlini ( = şimdiki bütün mesut zamanını), olanca şevk-i bâlini ( = gönlünün olanca ferahlığını). FASIL XLIV BİRİNCİ CİHAN HARBİ Enverin rolü Burada birinci cihan harbinin tarihini yazmak bana düş mez, bu tarih kendi başına ayrı, büyük bir eserdir, Türk ve ya bancı yazarlar tarafından bir kaç türlüsü yazılmış ve yorum lanmıştır; ben ancak hâdiselerin karşısında düşündüklerimden bahsetmekle yetineceğim. Bence en mühim nokta, Türkiyenin üçlü İngiltere-Fransa Rusya itilâfından uzaklaşıp üçlü Almanya-Avusturya- İtalya ittifakıyle birleşerek harbe girmesi ve bu yüzden Devletin da ğılmasıdır. Bu mühim hâdiselerde en bariz rolü Enverin oyna dığına hiç şüphe yoktur: Göben zırhlısiyle Breslau kruvazoruna Çanakkale boğazını açan (Ağustos 1914), alman amirali Suşonu Türk donanmasının başına geçiren, Boğazların müdafaa sını alman generali Liman von Sanderse veren Enverdir. Ami-
rai Suşonun Rus gemilerini batırmasiyle Rus sahil ve limanla rını bombardıman etmesinde Enverin rolünü tesbit etmek güç tür, faakat Alman amiralinin bizi Rusya’ya harp ilânına mecbur etmek için elinden gelen her şeyi yapacağını anlamak büyük bir kehanet veya keram et değildi. Enver, 1881 de, Istanbulda doğmuş olduğuna göre, 1914 te, 33 yaşında, harbiye nazırı general Enver Paşa olmuştu! Bingazi ve Balkan harplerine iştirak ettiği için, üçer senelik kıdem zammiyle bu rütbeyi elde etmişti. Başkumandan olan parişahın vekili olarak (21 Ekim 1914 te) bütün iktidarı eline geçirmişti. Sadrazam (başvekil) mısırlı prens Sait Halim Paşanın İn giltere dostluk ve ittifakından ayrılmak istemediği neşrolunan bir mektuptan anlaşılmıştı, fakat başvekil zayıf ruhlu bir adam dı, istediğini yapamadı. Enver almanların yenilmezliğine samimî olarak inanıyor du, Meclisi vükelâ (kabine) içinde ancak dört kişinin iştirâk et tiği bir müzakere sonunda Almanya ile ittifakımız bağlanmıştı. Bahriye nazırı Cemal Paşaya bile haber verilmemişti. (Ağustos 1914). Enver Saltanat ve Hilâfet kuram larına bağlıydı; Abdülmecit oğlu Süleyman efendinin kızı Emine Naciye Sultanla evle nerek damat olmuştu. Enverin bu Saltanat-Hilâfet siyasetine uygun olarak, 14 Kasım 1914 te Cihadı Ekber ilân edildi, sancakı şerif halka gösterildi. Fakat bu siyaset Almanların yenil mesine mani olamamıştı; İngiliz ve Fransızlar müstemlekeleri nin müslümanlarından teşkil ettikleri orduları halifeye karşı şevketmişler, onlarla bizi yenmişlerdi. Enver, Almanların üstünden Rus kuvvetlerini çektirmek için, 170 bin kuvvetinde büyük bir ordumuzu Sarıkamışa gön dermişti; tifustan, açlıktan, soğuktan kâmilen kırılan bu güzide Türk ordusunun kumandanı İsmail Hakkı Paşa bile bu hasta lığa kurban gitmişti. Bu meşum harp uğrunda helâk olan Türklerin sayısı mil yonları aşmıştır.
FASIL XLV MUSTAFA KEMAL İN ROLÜ Bütün iktidarı elinde toplıyan Enver Paşa orduda geniş tensikat yapmış, kendisine körü körüne bağlı olanlardan başka subay bırakmamıştı; tenkitten ve doğru bildiği yolu göstermek ten çekinmeyen Mustafa Kemal’i de Sofya’ya ataşe-militer tâ yin ederek ordudan uzaklaştırmıştı. Fethi bey de, Mustafa Ke'ih a l’in yakın arkadaşı olduğu için elçiliğe getirilmişti. Enverin almancı olarak Türkiyeyi harbe nasıl soktuğunu gördük. Mustafa Kemal ise ne almancı ne İngilizci idi; ona göre iki dev üçlüler arasında patlak veren cihan harbinde acele girilmiyecekti; beklenecek, harbin seyri en büyük dikkat ve a n layışla takip edilecek, tam zamanı gelince fırsat kaçırılmıyacak, seçilecek tarafla ittifak edilerek zafer sağlanacak, böylece Av rupa devletleri müvazenesinde, kuvvetli, bağımsız, hür bir yeni Türkiye yaratılmış, kültür ve medeniyet yolu bize de açılmış olacaktı. Mustafa Kemalin, -yanına gelenlere söyliyerek veya mek tuplar yazarak- belirttiği bu fikirler Enverin almancılığına zıt bir siyasî programdı. Fakat harbe girildikten sonra, askerlik sanatını çok iyi bilen Mustafa Kemal tehlikeye maruz gördüğü vatana hizmet etmek aşkıyle cepheye tâyin edilmesini istedi. Enver, dostlarından biriyle, Mustafa Kemale şöyle bir tek lifte b u lu n d u : — Sizi bir tümenle İran hududuna gönderelim, İrandan, Afgandan geçer, müslümanları İngilizlere karşı isyan ettire ettire Hindistana girersiniz, vatanın bu büyük düşmanını sıkıştı rırsınız. Mustafa Kemal bu işin ciddiyetsizliğine gülümsiyerek şöyle cevap vermiş : — Hayallere kapılmamalıyız, böyle bir avantürle vatan kur tarılmaz. Bu sergüzeştçiliğe bir tümen Türk askerini fedaya ne ihtiyaç var? Afgan ve Hint müslümanları mı isyan ettirilecek, yoksa bir tümenle İngilizlerin Hint ordusu mu mağlup edilecek?
Düşman tecavüzüne uğrıyacak her vatan parçasını, harbe hazırlıyacağım askerimle müdafaaya canımı dahi fedaya hazırım. Harbiye nezaretinin kurmay dairesine baş vurdu, nihayet kendisine Tekirdağında bir fırka (tümen) verdiler. Mustafa Ke mal Sofyada ataşemiliter iken kaymakamlığa (yarbaylığa) terfi etmişti, rütbesi fırka komutanlığına yeterliydi. Mustafa Kemal harbiye nezaretinden Tekirdağına gelip tü meni aradı, birliklerinin kuvvetleri çok zayıf, alayları boş bir kadro denilecek bir halde buldu. Tümeni yeniden teşkil edercesine ikmal ve ihzar etmek için bir ay uğraştıktan sonra, Geliboluya, yarımadanın Maydos ismindeki mevkiine geçip karargâhını kurdu. Dünyanın en ölüm saçan, en can yakan kavgaları bu ya rımada üzerinde, Mustafa Kemal’in komutası altında başlamak üzere idi. Düşmanların Çanakkale boğazını denizden zorlıyamaması İstanbul gazeteleri, 15/M art/1915, düşmanların, İngilizler le Fransızların, Bozcaada önünde ve Boğazın girişinde, donan malarını yığdıklarını yazıyorlardı. 18/M art/1915 sabahı, 16 zırhlı, 2 kruvazör, birkaç mayın tarama gemisi, birkaç destroyer (muhrip)... eşi görülmemiş bir bombardımanla boğazı zorlamak teşebbüsüne geçmişti. Bu müt hiş bombardımana karşı bizim tabyalar susuyordu; düşman ge milerinin aşırma ateşi altına gelmelerini beklemek lâzımı geli yordu. Düşman donanmasının beşyüzden fazla irili ufaklı topla açtığı' bombardıman saat 11 den 18 e kadar devam etti. Nihayet m ağrur donanmaların dev zırhlıları bizim tabyaların tam aşır ma ateşi altına gelmeleriyle, birer birer yanıp battıkları görül dü! Ocean, Irresistible, Bouvet Boğazın koyu lâcivert sularına gömülmüştü; ağır yaralı olarak Inflexible, Gaulois, Suffern zırhlıları da harp meydanmdan çekiliyordu. Düşmanların mu azzam donanmalarını Türk tabyalarının küçük çaptaki 150 ka dar topla açtığı tam isabetli ateşle yenilmişti! Bu güzel haberler üzerine Îstanbulun Türk halkı derin ya sından silkinmiş, yüzleri gülmüş, bayram yapmıştı.
FASIL XLVI ARIBURNU - CONK BAYIRI - ANAFARTALAR Mustafa Kemal’in İstanbul yolunu kurtarm ası Düşmanlar, İngilizlerle Fransızlar, denizden İstanbul yolu nu açmak uğrunda donanmalarmın birkaç zırhlısını ve kruva zörünü kurban verdikten ve bahriye nazırı bulunan Churchill istifaya mecbur olduktan sonra -ne pahasına olursa olsun- ka radan, büyük kuvvetler feda ederek, İstanbulu fethetmek hede fi üzerinde inatla direndiler. Bir kaç noktadan karaya kuvvetler çıkardılar, siperler ka zıp içlerine gömüldüler ve ağızlarını kat kat dikenli tellerle ört tüler; fakat güney-doğu yönlerinden başardıkları kuvvet çıkar m alarından Gelibolu yarımadasını ele geçiremiyeceklerini ça buk anladılar; ondan sonra kuzey sahilinde Kabatepe ile Ece li manı arasmda, donanmanın en korkunç bombardımanları altın da büyük kuvvetler çıkararak taarruz hareketlerine başladılar; bu bölgenin başlıca üç mevziinde, Arıburnu, Conk bayırı ile Büyük ve Küçük Anafartalarda, en büyük ihtiras ile, son üm it lerini tüketinceye kadar, savaşacaklar ve sonunda yenilerek çe kilecekler, zaferi yenilmez, genç stratejimize, Türk Serdarı Mus tafa Kemale bırakacaklardır. Mustafa Kemal Arıburnunda geçen o en müşkül savaşları şöyle anlatıyor: «Kabatepeden, bir nisan sabahı, top sesleri gelmesi üzeri ne, süvari bölüğünü durumu inceleyip rapor vermek üzere Kocaçimen üzerine gönderdiğim gibi bölge komutanlığından da malûmat istedim. Edindiğim bilgilerle, düşmanın, karaya bü yük kuvvetler çıkarmakla meşgul olduğuna kanaat getirdim. Bölge komutanlığı, düşmanın çıkarma teşebbüsüne karşı bir ta bur sevkedilmesini tavsiye ediyordu, fakat kendi kanaatimce, bir tabur değil, bütün tümeni kullanmak lâzım geliyordu. Kim seden emir beklemiyerek bütün kuvvetlerimi harekete geçir dim.
«Yol yoktu, kendim at üstünde yol keşfine çıktım, Funda lık ve kayalık bir araziden top arabalariyle bütün tümeni geçir mek zorunda kaldım. Asker yorulmuştu, denizden görünmiyecek bir tertip üzere tümene kısa rahatlam a verdim. «Yol öyle çetinleşmişti ki, kendim de attan inerek yürüyü şe yayan iştirâk ettim. Bu sırada, başka bir tümene mensup bir birliğin dağılıp kaçıştıklarını gördüm; önlerini keserek bağır dım : «— Niçin kaçıyorsunuz? «— Efendim, düşman...» Düşmamn bir avcı hattı kaçışan askerin terkettiği tepeye yaklaşıyordu. Daha yüksek sesle b ağ ırd ım : «— Düşmandan kaçılmaz! Karşılık v erd iler: «— Cephanemiz kalmadı...» Bütün kuvvetimle haykırdım : «— Cephaneniz yoksa süngünüz var! Süngü taktırıp yere yatırdım. Düşman da yere yattı. Hemen, az arkadaki tümenden icabı kadar kuvvet yetiştirmek üzere emir subayını koşturdum. Başlıyan kavgada düşman yenildi, istediği tepeyi ele geçireme di, sahile kadar ricat ederek donanmanm himayesine sığındı.» Bu heyecanlı zafer levhası sofra başındaki arkadaşları coş turdu; bütün göğüslerden (Yaşasın, Mustafa Kemal!) alkışı yük seldi. Conk Bayırı Zaferi: 10 Ağustos 1915 Nisanda geçen Arıburnu zaferinden 10 Ağustosa kadar dört ay boyunca, İstanbul yolunu, Mustaaf Kemal, Siper savaşlariyle müdafaa etmiştir. Düşmanın, 38 lik bir kaç yüz topu ağızların dan attığı çelik mermiler bizim siperlerin kayalık erazisini darma dağın ediyor, sonra hücumla, askerimizin tuttuğu bir tepeyi almak için ileri atılıyor; fakat, tepe verilmiyecek, tersine, bizim hücumumuzla düşman, dikenli tellerle ağızları örülmüş siperle rinin içinde, süngüden geçirilerek, tuttuğu tepe alınacak!
Dört ay boyunca, kulakları sağır eden, kayaları parçalıyan, kahram anları amansız biçen bombardımnalar altında, savaşıl mış, siperler karşılıklı alınmış verilmiş, tepeler el değiştirmiş, fakat İstanbul yolu, hiç bir fedakârlıktan kaçınmıyarak, tutul muş, düşmana kapatılmıştır. Conk bayırı savaşları diye anılan, geceli gündüzlü devam eden kavgaların, Zafer şanını bizde bırakan sonuncusunu Mus tafa Kemal anlatıyor: «Bütün geceyi uykusuz geçirdim. Fırka tertibatını almıştı. 23. Alayın iki taburu birinci hatta, safıharp nizamından, bir ta buru da bu hattın gerisinde, Conk bayırına taarruza hazırlan mıştı; 28. Alay da aynı hizada, Şahinsırt’a hücum tertibatını ik mal etmişti. Tan ağarmak üzere idi. «Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyor dum. Hücum ânına kadar orada bekliyecektim. Birkaç dakika sonra ortalık ağaracak ve düşman askerimizi görebilecekti. «Kısa bir teftişten sonra, askerlere selâm vererek şöyle d ed im : «— Askerler, karşınızdaki düşmanı yeneceğinize şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin, evvelâ ben ileri gideyim; kır bacımla işaret vereceğim; kırbacı sallayıp aşağı indirdiğimi gör düğünüz zaman hep birden atılırsınız!» «Kumandan ve zabitlere de askerlerin işaretim üzerine dik katini çekmelerini emrettim. Ondan sonra, hücum safının önün de, bir yere kadar gittim, kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini vermek ânını bekledim. «Bütün askerler, zabitler artık her şeyi unutmuşlar, gözle rini verilecek işarete dikmişlerdi. Süngüleri ve bir ayakları ile ri uzatılmış askerlerimiz, ve onların önünde -tabancaları ve k ı lıçları ellerinde- zabitlerimiz kırbacımın aşağı inmesini görür görmez, aslanlar gibi ileri atıldılar. Bir saniye sonra, düşman siperlerinin içinde, gökten inmiş bir tekbirden başka bir şey işitilmiyordu: «Allah, Allah, Allah, Allah!...» «Düşman silâh kullanmağa vakit bulamadı. Boğaz boğaza savaşıldı, ve ilk hattaki düşman kâmilen imha edildi.
«Dört saat mücadeleden sonra 23. ve 24. Alaylarımız Conk bayırını düşmandan temizlemişlerdi. 28. Alay da Şahinsırt’ın en yüksek sırtını aldıktan sonra, Batıya, Sarıtarla ve Ağıl üzerine saldırdılar, önlerine çıkan bütün düşman birliklerini yendiler, perişan ettiler. «Conkbayırı tepesi askerimizin eline geçtikten sonra, düş man tabii durmadı, denizden ve karadan bombardımana geçe rek tepeyi cehenneme çevirdi. Gökten şarapnel, çelik, demir, mermi yağıyordu. Büyük çaplı deniz toplarının mermileri yerin içine giriyor, her tarafta büyük lâğımlar açıyordu. Etrafımız yı ğın yığın şehitler ve yaralılarla doldu. İmkân dairesinde siper lere ve karargâha sığıtıdık. «Muharebe meydanını gezerken bir şarapnel parçası göğ sümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati parça parça etti, vücuduma dokunmadı, yalınız cildimde bir kan lekesi bıraktı. Bu saat parçalarım, hâtıra olarak istiyen Liman Paşaya verdim, o da aile armasını havi kendi saatini bana verdi.» Alman generali, açıkgöz ve aç gözlü davranarak Türk ta rihini en şerefli kahramanlık vesikasından mahrum bırakmıştı. Bil-ahare bu saat parçaları Liman von Sanders’ten de çalınmış, vesika tamamen zayi olmuştu. Ne yazık! ANAFARTALAR MUHAREBELERİ
*
Mustafa Kemal anlatıyor :
21 (Rumî 8) Ağustos 1915 günü sabahtan akşama kadar al dığım muhtelif malûmattan ve 180 rakımlı tepe civarındaki ka rargâhımdan bizzat vuku bulan müşahedelerimmden anlaşılı yordu ki, düşman Conkbayıiında siper kazılarında devam et mektedir. Düşman efradı bu siperler içinde gizlenmekte ve kum torbaları koymaktadır... Vaziyetin çok mühim olmasından Conkbayırı emir ve kumandası! için mafevk karargâhların dikkatle rini çekmekten geri kalmıyordum. Ordu erkânı harbiye reisi, ordu kumandanı Liman von Sanders tarafından beni telefon başına çağırdı. Kendisine Conk
bayırı vaziyetinin nazikliğini izah ettim ve durumu İslah için daha ancak bir ân kaldığını ve bu ân da kaçırılırsa felâketin pek muhtemel olduğunu büyük bir ısrar ile söyledim; durumun vehameti umumileşmiş, düşman Anafartalara büyük kuvvetler çıkarmış ve çıkarmakta devam etmektedir; buna göre umumî tedbirler almak, sevk ve idareyi birleştirm ek lâzımdı! Bunun üzerine erkânı harbiye reisinin «Çare kalmadı mı» sorması üze rine (bütün mevcut kuvvetlerin kumandamın altına verilmesin den başka çare kalmadığını) söyledim. «— Çok gelmez mi?» dedi, «Az gelir,» cevabını verdim 21/22(8/9) Ağustos 1915 te gece yarısından takriben b ir iki saat evvel, şimal grupu kumandanlığı vasıtasiyle aldığım ordu em rinde, A naafrtalar Grupu kumandasmı üstüme almak üzere he men Çamlıtekkeye hareketim ve 22 (9) Ağustos günü fecirle beraber taarruz etmek gerekliği bildiriliyordu. 18 (5) Ağustostan beri devam eden muharebeler beni üç gün üç gece uykusuzluğa ve mütemadi çalışmalara mecbur et mişti. Âdeta hasta bir halde idim. Zaten üç dört aydan beri de vam eden Arıburnu cephesinin kanlı muharebeleri beni o ka dar yormuş, o kadar zayıf düşürmüştü ki bu son günlerin yor gunluğu olmasaydı gene hasta denecek bir haldeydim. Bunun için, fakat bundan daha mühim bir sebep için fırka başhekimi Hüseyin beyi beraber almak istedim. Bu sebep şu idi: Pek âlâ tahmin ediyordum ki, A nafartalar Grupunda geçmekte ve ge çecek olan muharebelerde pek çok yaralı yığılmış ve daha da yığılacaktır. Bu kahraman yaralıların derhal hayatını k u rtar mak için olağan üstü bir sağlık reisine ve teşkilâtına ihtiyaç vardı. Gece yarısından yarım saat evvel, 19. fırka karargâhından Çamlı Tekkeye hareket ettim. Muharebeyi bizzat idare etmek üzere Çamlıtekke şimalinde Anafartalar bölgesinin tarassut mahalli olan bir tepeden saat 6 raddelerinde gördüğüm manzara şu id i: Küçük Anafartaların doğu ve güney sırtlarındaki batarya larımız düşmanın ilerliyen kolları üzerine ateş etmekte, 12. fır ka kıtaları Teketepe ve Kavaktepe sutlarında düşmanla m uha
rebeye başlamış. Teketepe üzerine ileri geri bir takım dalgalar oluyor. Kendi askerlerimizi gördüğüm gibi düşman efradını da görüyordum. Kocaçimen bölgesindeki kuvvetlerimiz karşılarındaki düş manla karşılıklı ateş verişiyor, topçularımız düşmanı ateş al tında tutuyordu. Öğleden evvel saat 10 da beliren durum şu idi: Küçük Anafartayı geçip Teketepe sırtlarına kadar ilerlemeğe muvaffak olan düşman kuvvetleri geri çekilmeğe mecbur edilmişti! Düşman takviye kıtaları alarak aynı cephelere karşı ikinci defa olarak taarruzunu tekrarladı. Fakat bu defa da Yusufçuk tepesine karşı vaki olan hucumu defedildi ve yalınız 34. alay cephesinde bir jandarma bölüğü geri çekilmeğe mecbur oldu ise de icra edilen süngü hücumuyla aynı siperler düşmandan yine geri alındı. Düşman akşam altıya doğru faik kuvvetlerle -efradı İngiliz asilzadelerinden 2 süvari fırkasiyle, üçüncü defa olarak taar ruzu tekrarlayıp iki bölüğümüzü geriye püskürttü ve Yusuf çuk Tepesine girdi. Buna karşı derhal mukabil taarruza geçile rek düşman ikinci defa bu siperlerimizden kovuldu. Düşmanın Azmak güneyine vaki taaruzu da püskürtüldü, fakat Kavacık Ağılı Tepesinin yamaçlarında bir kısım siperlerimiz zaptedildi. Bu suretle 21 (Rumî 8) Ağustos 1915 günü, düşman, en az biri taze olmak üzere üç fırka ile yaptığı taarruz neticesinde, 5000 ölü ve en aşağı bir misli yaralıya mukabil yalınız 40-50 metrelik bir siper hattına girebilmiştir. Bizim kayıplarımız ise ancak 2,500 mıktarındadır. Düşmanın maksadı Kayacık Ağılı, Ismailoğlu ve Yusufçuk tepelerini zaptedip grupun cephesini yarmak ve bu hat içinde Doğuya ilerlemek idi. Düşmanın en ziyade toplu olarak hücum lar yaptığı cephe 12. fırka cephesi idi. Bu fırkanın kıtaları, bil hassa 34. alay ile buna pek çabuk yetişerek tam vaktinde tak viyeye muvaffak olan 9. fırkanın 64. alayı, düşmanı Yaya ve Süvari fırkasiyle yaptığı hücumları göğüs göğüse, süngü sün güye karşılıyarak bu kuvveti imha etmiş ve muvaffakiyet neti cesini kazanmıştır! İki Neslin Tarihi — F. : 14
GENERAL HAMİLTON’UN RAPORLARINDAN
Arıburnunda, Birdwood, hücumunda muffak olarak biraz ilerledi, fakat yine Türklerin, üst üste, dehşetli mukabil taarruzlariyle duruladı. Bu arada Damakçılık Bayırı, kuvvetleri miz tarafından, zaptedilmişti; 21 (rumî 8) ağustos günü Birdvvood’un emrindeki 13. tümen (fırka) ile Gurkla Hint birlikleri K urt geçidini tuttular. Yeni ZelandalIlar Conk Bayırını işgal ettiler. Lâkin büyük bir talihsizlikle K urt geçidindeki kuvvetleri mizi kendi topçumuz dehşetli bir topçu ateşi altına aldı, bütün kuvvetlerimiz bu ateşle eridi ve Kurt Geçidi, bir daha elimize geçmedi; 48 saat sonra da Conk Bayırındaki kuvvetlerimiz Türklerin omuz omuza yaptıkları büyük bir hücumla kısa bir zamanda geri atıldı! Stopford ise bu sırada Suvla sahiline çıkmış bulunuyordu. Lâkin evvelce söylediğim sebepler dolayısiyle, ilerliyemedi, kumandanlarının cesareti kırıldı. Netice olarak, bu harekâtımız başarısızlıkla sona ermiş bulunuyor. 53. tümen (fırka) dağılmış bir vaziyette. 54. tümen de işe yaramaz bir halde. Birdwood’un zayiatı 13.000 kişi. Suvladaki 10. ve 11., 53. ve 54. tüm enlerin mevcudu 30.000 den aşağı inmiş bulunuyor. Kayıplarımız pek ciddîdir! Şimdiki halde: 8. ordu 23.000 tüfek, Birdwood’un kuvvetleri 25.000 tüfek; Fransızlarda 17.000 tü fek kaldı. Bütün kuvvetimiz 95.000 civarında kalmıştır. İlk fırsatta İsmailoğlu tepesiyle Küçük Anafartayı zaptetmek mec buriyetindeyim. Fakat bunu yapmak için de takviyeye ihtiyacı mız var. 9.000 kişilik bir takviyenin yola çıkarıldığı haberi gel di, bunu hiç kâfi bulmuyorum: Kiçner’e bir telgraf çekerek
45.000 kişilik ikmal kuvvetiyle 50.000 kişilik taze kuvvet gön derilmesini istedim. Bu 95.000 kişi gelmezse Çanakkale sefe rini başarı ile sona erdirmemiz imkânsızdır! Çünkü çok iyi sevk ve idare edilen ve pek cesur harbeden Türk ordusunun kar şısında bulunuyoruz! 22. (rumî 9) ağustos 1915 Amzak’tan Suvla sahiline gittik. Karaya çıktık. Bu cephe de işlerin yine tersine gitmiş olduğunu gördük. 70 rakımlı tepe ve Ismailoğlu tepesi zaptedilmemişti. Bombardımanlarımız te sirsiz kalmış, mermilerimiz isabet kaydetmemişti. Erazi üzeri ne çöken ince sis ve Türklerle 29. Tümen arasındaki fundalık sahada çıkmış olan yangınların topçumuzun isabetli atışlarına engel olduğunu söylediler. Yangınlar ve sis perdesi hâlâ devam ediyor... Artık 11. tümenle yeniden taarruza girişmek hiç bir faide vermiyecekti. Bu birliğin iyice istirahat edip kendini toplama sı lâzım geldiği kanaatindeyim... 11. tümenle 29. tümenin harekâtı pek acayip olmuş: tümenin askerleri birbirinin hücum sahasına tecavüz ederek birbirlerine karışmışlar! O sırada Lâlebabadan hareket eden ih tiyat birliğimiz 11. tümenin içine dalarak onu taarruz sahasından dışarı atmış! Bu intizamsızlıkları gören general Marshall, grup kumandanına malûmat vermiye vakit bulmadan, bütün birlik lere derhal geri çekilme (ricat) emrini vermiş. Bu emri bir çok birlikler alamamış, etraflarındaki birlikler çekildiği halde on lar ortada ve açıkta kalmışlar. Sabah olup ortalık aydınlanınca, Türkler bu ileride kalan kıtalara dehşetli hücumlarda bulundu lar, onları büyük zayiata uğrattılar: bu yüzden 6.000 kişi kadar kayıbımız oldu! 23. (ı*. 10.) ağustos 1915. Bugün Kiçnerden bir telgraf geldi. Takviye kuvveti ola rak istediğim 95.000 kişiyi gönderemiyeceğini bildiriyor. F ran
sız cephesinde büyük bir taarruz harekâtına geçileceği için di leğimin yerine getirilmesi imkânsız kalıyormuş! Maamafih Max well Mısırdan belki bir mikdar kuvvet gönderebilirmiş! O da göndermezse elimizdeki kuvvetle durumu idare etmeliymişiz! Bu cevaba ben de derhal şu mukabelede bulundum: «Kıtalarımız arasında hastalık olağanüstü bir artış göste riyor: 6 ağustosa kadar ölü, yaralı, hasta yekûnumuz 40.000’i geçmektedir. Halen elimdeki kuvvet 85.000’e indi. Fransız bir likleri de 15.000 den fazla tutmuyor. İhtiyattaki birliklerimiz bile harp dışı oldukları halde, Türk topçu ateşinden devamlı olarak kayıplara uğramaktayız. Amzak birlikleri arasında her gün dok tora 100 kişi çıkarken bu arada bu rakam 500’e fırlamış! Bahriye tümenlerimizde ise, hastalık yüzünden, günde 60 kişi kıtalarını terk ediyor. Sadece günlük kavgalar yüzünden, aylık zayiat tutarımız umum mevcudun yüzde 24’ünü buluyor. Ciddi taarruzlarda ise bu nispet üç kat fırlamaktadır. Amzak birlikleri, 29. ve 42. tü menler ciddi surette yorgundur, muhakkak istirahate ihtiyaç ları vardır. Bu vaziyette, taarruzdan vazgeçip müdafaada kalmağa mec buruz. Şayet kayıplarımız bu tempo ile devam ederse, aralık ayma kadar elimdeki 100.000 kişilik kuvvetten (Fransız birlik leriyle berabeî) ancak 60.000 kişi kalır. Bu mikdar askerle hem Amzak hem Suvla cephesini muhafaza edemeyiz, birini terk et meyi düşünüyorum. Kanaatimce Suvla cephesini boşaltıp Am zak cephesinde yerleşmek daha münasip olur. Takviyeler ge linceye kadar, Amzaktan, küçük hücumlarla, Türkleri taciz et meye çalışırız. 25 ağustos 1915 Istirahatteyiz. Brodrich fena hastalanıp hastane gemisine gönderildi.
26 ağustos 1915 Generaller arasında görüşmeler yaparken Türk şarapnel leri, sahil boyunca, devamlı surette misket saçmakta idi. Bu arada 15 lik büyük mermiler, saniyede bir, düşüyordu. Bizim askerler bu ateş altında ikmal yapmağa uğraşıyordu. Mevzileri kısa bir teftişten sonra, îmroza döndük, çadırıma girdiğim zaman Kiçnerden şifreli şöyle bir telgraf geldiğini gördüm: «Adenden Mısıra dönmüş olan bir tuğay, takviye olarak size gönderilecektir. Donanma acaba kara kuvvetlerine fazla yardımda bulunamaz mı?.. Anafarta üzerinde ve gerilerinde bulunan Türk tesislerini tesirli şekilde ateş altında tutması mümkün olabilir. Yarın kabine toplanıyor...» Şu Çanakkale harekâtı uzaktan ne kadar basit görülüyor! Sanki burada çete kavgaları yapıyoruz! Birkaç tabur ve birkaç tugayla Çanakkale zaptediiecek, İstanbul alınıverecek zanne diliyor!.. 27 ağustos 1915 Mısırdan Maxwell, bana yedi muhtelif birlikle bir Skoç birliği gönderebileceğini yazdı, ben de Kiçnerin şifreli telgra fına şu cevabı çektirdim: «Mısırdan gelecek kuvvetlerle Adenden gönderilecek tu ğay, boşluklarımızın bir kısmını doldurmaya hizmet edecektir. Fakat kayıplarımızın pek yüksek olduğunu ve halen cepheyi muhafaza edemiyecek kadar zayıf düştüğümüzü bundan evvel de bildirmiştim. Türklerin devamlı taarruzları karşısında, ancak müdafaada kalabilmekte, kazanılan toprakları güçlükle ve bü yük fedakârlıklarla tutmaktayız. «Donanma, fazlasiyle, kara kuvvetlerimize yardım etmek tedir. Onun desteği sayesinde sahilde tutunabiliyoruz...»
FASIL XLVIII BİNBAŞI CELÂL BEY Mustafa Kemal, Birinci Cihan Harbine girdikten sonra; gördüğümüz gibi, bütün vatan aşkı ve yüksek askerlik sanatiyle, fedakâr Türk askerinin başında olarak, beş aya yakın bir zaman süren Arıburnu Conkbayırı A nafartalar siper muha rebelerini sevk ve idare ederek düşmanı: İngilizlerle Fransızları yenmiş, muaazzam donanmalarının desteği altında dahi müdafaa halinde kalmak zorunda bırakmış, İstanbulu düşün düğü gibi kurtarmıştı. Onun, sıhhatini feda ederek, kazandığı büyük zaferin sar hoşluğu ile, Enver ve kabinesi, karşılarına çıkan sulh fırsatını ayak altında çiğniyerek, sevgili vatanı inkıraza götürünceye kadar o meş’um kavgaya devam etmişlerdi. Gazi Mustafa Kemal devri 'tarihisinde, sofra arkadaşları sırasına erişmek kaderiyle, ben de sık sık, bu dillere destan olan Gelibolu kavgalarını, türlü iftihar menkıbeleriyle, O’nun ağzından dinlemekle bahtiyar olurdum. Bir akşam, binbaşı Celâl Bey isimli bir Arıburnu kahra manı sofraya davetli idi. Gazi, Celâl Beyi, siperler grupu kumandanı, diye takdim ettikten s o n ra : «— Söyle, Celâl Bey, dedi, taarruz emrimi nasıl yerine getirdin?..» Yakışıklı bir subay olan binbaşı, ayağa k a lk tı: «— Paşam, dedi, kahramanlar, tereddütsüz, taarruza atıl dılar!» G azi: «— Evet- atıldılar, dedi, ve ses kesilince, kalktım, kendim yanınıza geldim. Kahramanlar atılm ışlar ve deniz topçu ateşiyle biçilmişlerdi, fakat siperlerini kurtarm ışlardı: düşman muka bil hücuma cesaret etmemişti, hâlâ da etmiyordu...» Az sonra şehitler gömülmüş, yeni gönderilen kahram anlar Türk siperlerini aynı vatan aşkiyle tutmuştu. Siper kavgaları
nın nasıl bir kahramanlık destanının göğüslerden fışkıran man zumeleri olduğunu o akşam, taçsız liderin sofrasında anlamış,, vatan sevgisiyle bir daha coşmuştum. Binbaşılık rütbesini Arıburnu siperler kavgalarında kaza nan Celâl Bey, Muin isminde bir sınıf arkadaşımın kardeşiydi; babası binbaşı olarak Trabulusta, Recep Paşa zamanında as kerlik hizmetinde bulunan bir subay idi: Celâl’i genç bir harbiye talebesi olarak tanımıştım, evimizde şampanya gibi köpük fış kıran şarabımın tecrübesini de yapmıştık; kendisine, anneci ğimin etrafımıza saçılan şarap köpüklerihi nasıl temizlediğini hatırlattım, hem gülüştük, hem anneciğime rahm et okuduk. MUSTAFA KEMALİN KARARGÂHI Gelibolu yarımadası üzerinde, dünyanın en kuvvetli ve irili ufaklı gemi sayısı en çok bir donanmanın en şiddetli bombar dımanı altında, beş ay süren siper gavgaları vukua gelmekte iken tümenlerin ve ordunun — topçu ateşi dışında kalabilen — karargâhları var idi. Her tümen komutanının en ilk işi kendi sine öyle emniyetli bir yer bulup karargâhını yaratmaktı. Mus tafa Kemalin karargâhını ziyaret edenler, orada gördükleri olağanüstü intizam ve emniyete hayret ediyorlar. Topların korkunç sesleri işitilmemiş olsa, kendilerini îsviçrenin yeşil ormanları arasında mevsim tatilini geçirmeğe gelmiş turistler zannedebilirler. Mustafa Kemal, Arıburnu taaruzları ve muka bil hücumları yapılırken, ziyaretine gelen bir Osmanlı parla mento heyetini böyle zarif ve emniyetli bir karargâhta kabul etmiş, mükemmel bir restoranın hazırlıyabileceği düğün çor bası, etli patatesi, böreği, pilâvı, tatlısı ve daha nice nefis taamı olan bir ziyafet çekmişti, fakat Mustafa Kemal karargâhının temin ettiği huzur ve rahattan çok az faydalanmıştı: vatan aşkı ve meslek kahramanlığı ile yanan ruhu en büyük tehlikelere atılmasına, er meydanlarında en fedakâr askerine dahi liderlik etmesine imkân kaynağı olmuştu. Yorgun, argın, bitkin bir hale gelmişti, fakat ordu komu tanının hükmü altındaki bütün kuvvetler kendi kumandası al
tına verilmedikçe Anafartalar zaferinin kazanılamıyacağını gör müş ve hasta vücudunu — düşmana son ümitsizlikle baş eğdirinceye k a d a r— vatanın emrinden bir ân bile ayırmamak ka rarını vermiş ve gereken şecaati de göstermişti.
FASIL XLIX TEVFİK FİKRETİN VEFATI 18 ağustos 1915 sabahı, Sâtı Bey, çok kederli bir çehre ile, bana uğramış: — Büyük Şairi kaybettik! demişti. Renal sancıları şiddetlenmiş, uyuşturucu enjenksiyon tesir siz kalarak, çok genç bir yaşta, o ahenkli ses ebediyyen susmuştu! Bu hâdise her ikimiz için de çok acı bir sürpriz ol muştu, çünkü çok gayretli ve sabırlı olan Tevfik Fikret, Azrailin önünde bile «inhina» etmeden kırılarak can vermişti: üç gece önce davetli misafirleri olduğumuz halde, hastalığın aman sız ıztırapları hakkında kulağımıza hiç bir şikâyet erişmemişti! Aşiyan’a geldiğimiz zaman, iki odayı dolduran ziyaretçilerin sayısfndan epiy geçikmiş olduğumuzu anlıyorduk. Kocasının itidal tavsiyesine aldırış etmiyerek aziz cenazenin üstüne atılan ressam Mihri Hanımın: «Bırak, kötüsü desinler!» haykırışı ise, onun bizden de daha geç kaldığını gösteriyordu. En ince alçı ile güzel maskesi klişeleniyordu; bir daha açılmıyacak o ateşin gözlerin yumulmuş hali bütün yürekleri ü r pertiyordu. Fikretin hanımı, aşağıda, ziyaretçilerin hanımları ile be raber kalmıştı; Şairin misafiri kaldığımız akşamlar da, Hanı mefendi yanımıza çıkmaz, sofrada beraber oturmazdı: 40 sene evvel îstanbulda böyle bir kaç göç göreneği hüküm sürüyordu.
Haber, onu tedavi eden doktordan yayılmıştı: Suadiye - Ka dıköy semtlerine Bayezit - Fatih mahallelerinden daha geç ulaş mıştı, Boğaz içi de havâdisi geç almıştı: Meşrutiyetin yedinci senesinde telefon şebekesi henüz örülmemişti. Ağustosun or tasında, bir hastahaneye nakledilmiyen şanlı şerefli cenaze Eyüpte hazırlanan makberinin toprağına emanet edilmişti. FASIL L * BİRİNCİ UYANIKLIK DEVRİ I. Darülfünûnda verdirilen konferanslar t
Millî stratejimiz, yenilmez büyük serdarımız Mustafa Ke malin sevk ve idaresi altında, kahraman ve fedakâr Türk as kerinin Çanakkale zaferini kazanmasından ve İstanbulun düş man donanma ve ordularının amansız taarruzlarından kurtarıl masından sonra, maarifimizde bir uyanma devrinin açıldığını gösteren ileri teşebbüsler yer almıştır, bunların başında Darülfününi salonunda verdirilen konferanslr gelir. «Meclisi-kebiri-maarif: Büyük Maarif Meclisi» ismi verilen kültür kurulunun içinde ileri görüşlü ve vatansever bir âza vardı: Şıpka kahramanı Süleyman Paşanın oğlu Sami Bey; bu zatın teşebbüsüyle Besim Ömer Paşaya, Darülfünun salonunda verdirilen «Çocuk Bakımı» konferansları cidden faideleri iyi düşünülmüş bir millî terbiye konusu idi. Sami Bey bana da kadınlara bir seri konferanslar vermemi teklif etti, mevzularını tayinde beni serbest bıraktı. Kabul et tiğim ve haftada iki defa, öğleden sonra, vermeğe başladığım bu konferanslara «Aile ahlâkı» ismini veriyordum. Mevzuları «Moda, Geçimin gelire göre ayarlanması, Meslek, Külfet ve ni met, Aile bütçesi, Geliri artırm a yolları gibi İçtimaî ve İktisadî (sosyal ve ekonomik) meselelerdi. En başta modadan bahsetmek isteyişim, o sırada, yine «Maarif Kurulu» âzasından bir zatın, bütün uğradığımız felâketlerin sebebini kadınların açık saçık gezmesine atfeden yazılar yazmış olmasından ileri geliyordu.
Kur’anı Kerimde Mekke muhacirlerine mensup kadınların Medinede — cariye muamelesi görmemeleri, sokakta Medine erkeklerinin sarkıntısına uğramamaları iç in — hür Medine ka dınları gibi giyinmelerini, üste giydikleri libasın uzatılmasını tavsiye eden âyetler vardır; bu âyetler hür Medine kadınları nın giyim ve kusanım, yani modasını anlatmaktadır; her taraf ta müslüman kadınlarının on dört asır evvelki Medine kadınları gibi giyinmesi gerekli olduğu bu âyetlerden çıkarılamaz. Dünya da öyle sıcak bölgeler var ki, erkekleri ve kadınları en hafif tyr peştemalden başka hiç bir şey giyemezler. Yine dünyada öyle bölgeler vardır ki, develer üzerinde dolaşan erkekler, kum yağ m urundan korunmak için yüzlerini yaşmaklı tutarlar, evlerde ve bahçelerde serbest çalışan kadınları ise öyle bir yaşmak kul lanmazlar... İstanbul kadınlarının giyim ve kuşamına ancak şerefli ha nımlarımızın makbul saydığı moda hâkimdir: açıklık saçıklık nis petlerini tespit eden de modadır; fakat giyim kuşam probleminin çözümü «aile ahlâkı» içinde İktisadî (ekonomik) şartlara bağ lıdır. Giyinme ve kuşanma «her köseye uygun» gelecek ve şe refli sayılacak şekillerde olmalıdır. Kocasının gelirini, çocuk ların tahsilini düşünerek giyim kuşam masraflarını ayarlamak her şerefli hanımın birinci vazifesidir. Ayakkabının, el çanta sının şekil farkından, kumaşın ipekli veya pamuklu olmasından ileri gelen fiat farkları şaşılacak derecedelerde değişik olur. Mütevazî giyinme kuşanma ailenin şerefini ihlâl etmez. «Aile ahlâkı» yalnız kadınları değil, erkekleri de aynı eko nomik şartlara uygun giyinip kuşanmağa davet eder. «Ayağı yorgana göre u zatm ak prensipi yalnız giyimde kuşamda de ğil, geçimin bütün maddelerinde tatbiki aynı «Aile ahlâkı» icaplarmdandır: turfanda yemişler, sebzeler, nadir balıklar, havyarlar, şampanyalar, türlü içkiler... mütevazı gelirli aileleri imrendirmemeli, birkaç gün veya bir iki hafta sonra çıkacak yemiş ve sebzeleri beklemeğe kendilerini alıştırmak, ucuz ba lıklara, içkilere, hattâ yalnız temiz suya kanaat etmek aile ah lâkının bir icabıdır. M eslek: Herkesin mesleğini sevmesi ve hakkiyle öğren
miş olması aile içinde benimsenmiş bir görenek olmalıdır. Mes leğin insan topluluğuna zararlı olmaması da şarttır. Kaçakçı lık, afyonculuk, gizli genelevcilik... kanunun cezalandırdığı mesleklerdir, fakat cezalar bu zararlı ve çirkin zanaatların yok edilmesine kâfi gelmez. Aile ahlâkı ile yüreklerden sökülme dikçe zararlı ve çirkin meslekler ancak kurnazlaşıp şekil değiş tirir. Tütün içmek vaktiyle idam ile cezalandırılan bir suç sayılmken, bugün sigara ticareti Devlet içinde Tekelin en büyük gelir kaynaklarından olmuştur. İçkilerde de aynı toplumsal zih niyet değişikliği hasıl olmuştur. Aile ahlâkı ile zihinleri terbiye etmek büyük bir sosyal gerekliktir. Meslek seçiminde cinsin rolü büyüktür. Medeni memleket lerde bile kadınlar erkeklerin bütün mesleklerini yapamazlar: mebus olmak hakkı kadınlara o tarihte hemen hiç verilmemiş ti. Öğretmenlik kadınların çok iyi başardığı bir meslektir. Ter zilik te kadınlara yakışan mesleklerdendir. Ağır işçilikler ise kadınların bünyesine göre değildir. Ev kadını bir çok meslek leri birden görür: aşçıık, çamaşırcılık, ütücülük, çocuk ve has tabakıcılık, dikişçilik... ev kadınının yüklendiği ve şikâyetsizce katlandığı işlerdir. «Nimet külfete göre olmak» p ren sip i: Külfetsizce nim etler kazanmanın çeşit çeşit yolları vardır: piyangolar, at yarışları, rulet, bakara ve diğer kumarlar, çok defa kazançlı olmamakla beraber daima külfetsizce servetler elde etmek ihtirasına da yanmaktadır. Çok kuvvetli bir Aile ahlâkı olmadıkça bu ihtiras ların ruhlardan sökülüp atılması çok müşküldür. Gün geçtikçe bu ihtirasların mütevazi aileler arasında dahi yerleşip gönülleri esir ettikleri görülmektedir. Külfetsizce nimet elde etmenin bir şekli de rüşvettir. Me murların rüşvet alması daima Devlet ve millet ziyanınadır. Bü yük çapta nüfuz ticareti şeklini aldığı zaman rüşvet yeyicilik dev leti batıran, milletin medeni gelişmesine engel olan bir töhmet sayılmalıdır. İhtikâr ve ticaret — Ticaret: malı çıktığı zaman ve çıktığı yerden alıp kullanacak kimselerin pazarlarına, çarşısına getirip bir kâr ile satmaktır. Ticaret faideli ve gerekli meslektir. Ka
zanç fazla olursa rakipler çıkar, kâr mutedil olur. İhtikâr da bir ticarettir ama ticaretin zararlı bir şeklidir. Çok parası olan biri, buğday pirinç nohut fasulye - yağ peynir... gibi yi yecek maddeleri her taraftan toplasa ve fiat çok yükselmedikçe satılığa çıkarmasa bütün orta halli halkın sıkıntı çekmesine se bep olur. İhtikârcınin kazandığı servet, külfetiyle hiç oranlı olmıyan, haram bir kârdır. Aile ahlâkı ihtikâra nefretle bakar, ihtikârcıyı halkın düşmanı sayar, kanun da onu cezalandırır. Fakat cezadan ziyade aile ahlâkının telkin ettiği nefret ih tikârı sökmeğe hizmet eder. Konferanslarımın konuları hakkında bir fikir vermeğe ça lıştım. En son konu aile bütçesiydi, onun üstünde epiy durul muştu. «Aile ahlâkı» ismiyle, İstanbul Darülfünûn salonunda ver diğim konferanslar serisinin ancak bazı konuları burada kısaca anlatıldı. Her konferanstan sonra, dinleyici hanımlar izaha muh taç gördükleri noktaları sorarlardı, ben de açıklamağa çalışır dım. Muntazam olarak 30-40 hanım tarafından takip edilen bu tezlerin tesirsiz kalmadığını söyliyebilirim. Bir kaç sene sonra, Gazinin sofrasında karşılaştığım Vekil Esat Beyin hanımı bu konferansların kendisinde ve arkadaşlarında canlı bir hatıra bıraktıklarını söylemişti. FASIL LI Profesör Gicse’ye asistan «Aile ahlâkı» konferansları devam ederken Süleyman Pa şazade Sami Bey şu teklifte bulundu: — Profesör Giese isminde bir Alman türkoloğu altı aydan beri «Ural-Altay Dilleri» kürsüsünü tesis etmiş, tedrisata baş lamıştır, yanında asistan olarak bulunan İbrahim Necmi Bey bu profesörden ayrılıp Edebiyat profesörü Ali Ekrem Beye asis tan olmak istiyor. Siz Profesör Giese’ye yardımcı olmak ister misiniz? Ziya Gök Alp ile görüştüm, her ikimiz sizi münasip görüyoruz, ne dersiniz?
— Acaba yapabilir miyim? Profesör Giese bu yardımcı de ğişiminden memnun kalır mı? — Siz türkoloji’ye geçmek arzusunu duyuyorsanız, yapar sınız. .. — Teveccühünüze teşekkür ederim... Milletimizin dilini etüd etmek bana çok cazip geliyor... Bu önsözden sonra Ural Altay Dilleri bilgini Profesör Giese’nin asistanı oldum. Profesör ilk altı ay içinde, müracaat edenlerden dört beş öğrenci seçip küçük bir sınıf teşkil etmiş, onlara Orkhon yazısını öğretmeğe ve kitabelerden (yazıt) birini okutmağa başlamıştı. DanimarkalI âlim Wilhelm Thomsenin ki tap ve makaleleri, Radlofun da buna ait broşürleri vardı, fransızca yazılmıştı; Prof. Giese de oldukça fransızca konuşuyordu, ciddi bir etüde başlamak ve Profesöre istediği gibi yardımda bulunmak benim için hiç güç olmamıştı. Profesör Ural dilleri ne ilişmiyor, Altay dillerinden de en eski Türkçe sayılan Kök Türklerin dilini ele almış, rünik ismi verilen en eski Türk yazısını ve bu yazı ile yazılmış olan Orkhon - Yenisey kitabe lerini, (yazıtlarını) ders konusu kabul etmişti. Profesör Giese ağır, fakat gayet esaslı bir metot takip ediyordu, öğrenciler gibi ben de faydalanıyor ve günden güne büyüyen bir hevesle önüme açılan türkolojiye bir iptilâ gös teriyordum. Profesörden fonetik ve lengüistik (dilbilim) ders leri rica ettim, o da teklifimi memnunlukla kabul etti: Ziya Gök Alpın ıstılah (terminologie) tarzınca, o kültür safhasında Savtiyat ve Lisaniyat isimleri verilen ilimlere dört el ile sarıl dım, ve bir kaç ay içinde, Büyük Mecmuada bu ilimlerle ilgili makaleler neşredebiliyordum. Profesör Giese ile arkadaş ol muştuk, beni yetiştirmekte olmasından bir sevinç duyuyordu ve bu hissinden Ziya Gök Alp,a da bahsetmişti. Orkhon ve Yenisey yazıtlarının tereddütle okunan ve mâ na verilen yerleri pek çoktu. Profesör, altı ayda bir, Türkçe olarak yazılı bir konferans hazırlardı. Benim de buluşlarımı beğenirdi. Profesör Giese’nin tedrisleri Mondoros mütarekesine kadar üç buçuk sene devam etti. Enver Paşanın almancı siyaseti tama-
miyle yıkılmıştı; ittihatçılar vatanı insafsız düşmanlara bırakıp kaçmaktan başka kendileri için kurtuluş yolu bulmamışlardı. Darülfünûnda toplanan m üderrisler kurulu çaresiz Ural Altay kürsüsünden ayrılması gereken profesör Giese’nin mütalâ asını dinledi, benim Muallim unvaniyle tedrise devam etmeme karar verildi: bu teklif Ziya Gök Alptan gelmiş, Emin Bey (Erişirgil) tarafından da desteklenmişti. Profesör Giese’nin eh liyetim hakkında beyan ettiği kanaat, beni sevmiyen ve çekemiyen profesörlerin ağzını kapatmıştı; fakat az sonra, Ali Ke malin reisliği altında toplanan üç kişilik bir komisyon Ural Altay kürsüsünün lağvına karar verdi! Muallim unvanı, Üniver site ve fakültelerde doçent kademesiyle karşılaşırdı. Bu k a ra r üzerine muallim unvanını muhafaza ediyor, tahsisatımı Darülfünûndan alıyordum; bugün dahi bu unvan ile emekliye geçmiş bulunyorum. FASIL LII MONDROS MÜTAREKESİNE KARŞI İttihatçıların almancı siyaseti Arıburnu-Anafartalar kahra manı Mustafa Kemalin yanılmaz mantıklı görüşüyle tahmin et miş olduğu gibi, iflâs etmiş, onların yerine geçen hükümet Mondros mütarekesini imzalamıştı.