İçimizdeki Karanlık Yan - Sapıklığın Tarihi [1 ed.]
 9786050202205

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İÇİMİZDEKİ KARANLIK YAN Sapıklığın Tarihi

Elisabeth Roudinesco (10 Eylül 1944, Romanya-) Fransız akademisyen ve psikanalist. Paris VII-Denis Diderot Üniversitesi'nde misafir araştırmacı. Yan Yahudi bir aileden gelen Fransa'nın ilk kadın başhekimi Jenny Aubry ve Romanya kökenli Alexandre Roudinesco'nun kızı. Anne ve babası dok­ tordu. Eğitimini Paris'te College Sevigne'de aldı. Sorbonne'da edebiyat çalıştı. Yüksek lisansım Tzvetan Todorov ve Paris VIII­ Vincennes' de Jean Levaillant'la çalışarak tamamladı. Michel de Certeau, Gilles Deleuze ve Michel Foucault'nun derslerine girdi.

1969-1981 yıllan arasında filozof ve psikoanalist Jacques Lacan tarafından kurulan Ecole Freudienne de Paris'in üyeleri arasında yer aldı. Aynı süreçte Revue Poetique'nin editöryal kadrosunda bulundu. Fransız ulusal gazeteleri Liberation ve Le Monde'da köşe yazarlığı yaptı.

Yapıtlarından bazıları: La Psychanalyse mere et chienne,

avec H.Deluy, (Anne ve Dişi

Köpek Olarak Psikanaliz)

1979, Paris, Union Generale d'Editions..

Jacques Lacan. Esquisse d 'une vie, histoire d'un systeme de pensee, Oacques Lacan, Bir Hayatın Eskizi ve Bir Düşünce Tarihi),

1993, Paris, Fayard.

Histoire de la psychanalyse en France, (Fransada Psikanalizin Ta­ rihi, cilt), 1994, Paris, Fayard.

Dictionnaire de la psychanalyse,(Psikanaliz Sözlüğü), avec Mic­ hel Plon, 1997, Paris, Fayard.

Pourquoi la psychanalyse?, (Niçin Psikanaliz?),

1999, Paris, Fa­

yard.

Philosophes dans la tourmente, (Kötü Zamanlarda Felsefe), 2005, Paris, Fayard.

İçimizdeki Karanlık Yan Sapıklığın Tarihi

Elisabeth Roudinesco

Fransızcadan Çeviren Nami Başer

Say Yayınlan

Psikoloji Dizisi İçimizdeki Karanlık Yan/ �lisabeth Roudinesco Orijinal Adı: La part obscure de nous memes ISBN 978-605-02-0220-5 Sertifika No: 10962 Yayın Haklan ©Say Yayınlan Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kısmen veya tamamen alınb yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğalblamaz ve yayımlanamaz. Fransızcadan çeviren: Nami Başer Sayfa düzeni: Tülay Malkoç Baskı: Kurtiş Matbaası Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 68 94 Matbaası sertifika no: 12992 1. Baskı: Say Yayınları, 2013 Say Yayınlan Ankara Cad. 22/12 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 512 21 58 •Faks: (0212) 512 50 80 www .sayyayincilik.com

• e-posta: [email protected]

www.facebook.com/sayyayinlari

Genel Dağıbm: Say Dağıbm Ltd. Şti. Ankara Cad. 22/4 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 528 17 54 •Faks: (0212) 512 50 80 e-posta: [email protected] • online sabş: www.saykitap.com

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

..............................................................................................

1. YÜCE VE İGRENÇ

........................................................ ........

2. KENDİNE BİLE KARŞI SADE

.............................................

9

17 47

3. AYDINLANMANIN .KARARMASI MI

YOKSA BARBAR BİLİM Mİ? 4. AUSCHWİTZ İTİRAFLARI 5. SAPIK TOPLUM

...............................................

81

................................................

131

.... ..............................................................

171

"Güzellik ne kadar büyükse, kirlenme o kadar derindir."

Georges Bataille

GİRİŞ Cinsel sapmalar birçok çalışmaya konu olmuş, bu alanda bir­ takım sözlükler (seksoloji, erotizm, pornografi) kaleme alın­ mıştır. Oysa sapıkların kendileri ile ilgili bütünlüklü hiçbir tarihi araştırma yapılmamıştır. Sapmanın kendisine gelince, adlandırma, yapı, sözcük olarak sadece psikanalistler tarafın­ dan incelenmiştir. Georges Bataille' den esinlenen Michel Foucault Cinselliğin Tarihi'nin içine, sapıklara, yani insan topluluklarının böyle adlandırarak kendi içlerindeki lanetli bir yönden sıyrılmaya çabaladık.lan sapıklar tabakasına adadığı bir bölüm ekleme­ yi tasarlamıştı. Ünlü adamların örnek alınacak yaşantılarının tersine diyordu temel olarak Foucault, sapıkların yaşantıları adlandırılamaz bile: utanç verici, üzerinde durulmaya değ­ mez, adı bile olmayan sefiller1 olarak kalırlar. Bu paralel ve anormal yaşantılar bilindiği gibi pek anlatılmaz ve genel ola­ rak sadece lanetlendikleri zaman yankı uyandırırlar. Bir ün kazandık.lan zamansa, insanı insan yapan özelliklerin dışında görülerek, insanlık dışı, canavarca, hayvansı olarak yargıla­ nan sıradışı bir suç işleme gücüyle gerçekleşmiş olur bu du1 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Paris, Gallimard, 1976; Alexina B. lakaplı Herculine Babin, Paris, Gallimard, "Paralel Hayatlar" dizisi, 1978, Sunan: Mic­ hel Foucault, Aynı şekilde bkz. Pierre Michon, Üzerinde Durulmaya Değmez Hayatlar, Paris, Gallimard, 1984. 9

lçimizdeki Karanlık Yan rum. Kendilerine korkunç lakaplar verilen sapkınlann,

büyük canilerin sürekli olarak yeniden uydurulan öyküleri de buna tanıklık eder: Gilles de Rais (Mavi Sakal), George Chapman (Karındeşen Jack), Elizabeth Bathory (Kanlı Kontes), Peter Kürten (Düsseldorf Vampiri2). Romanlarda, masallarda, film­ lerde ya da monografilerde pek çok kez hayatları sahnelenen bu lanetli varlıklar, yarı hayvan yarı insan bu yaratıklar, geri­ ye baktıkça tekrarlanan bir büyülenmeyi de tetiklemişlerdir. İşte bu yüzden, burada sapkınlığın evrenine olduğu kadar ona paralel giden sapıklann yaşantısına da iki evrensel konu aracılığıyla dönüşüm ve hayvanlıktan söz ederek giriş yapa­ cağız. İnsanların nasıl hayvana, bir çeşmeye3 ya da bitkiye dö­ nüştüğünü anlatan epik şiirlerden yola çıkmayacağız, daha çok insanın üstünü örtmeye çalıştığı ama bütün bir zulmü içerisinde onun yerini sonsuzca gösteren bir kabusa dalaca­ ğız. Yirmi yıl arayla1890ve1914 yılları arasında Avrupa ede­ biyatının iki kahramanı, Dorian Gray ve Gregor Samsa,4 ilki iktidardan çok sanata hizmet etmeyi tercih eden işsiz güçsüz bir aristokrasinin bağrındaki sapık arzunun büyüklüğünü zamanının tıbbına karşı bütün parıltısıyla ortaya sunarken; diğeri burjuva normalliğinin bağrındaki iğrenç çıplaklığın maskelerini kaldırarak bu alana kendilerini adamışlardır. Kusursuz güzelliği aracılığıyla portresiyle özdeşleşen Dorian Gray debdebeli bir hayat sürerken, gizliden gizliye 2 Bu vampir, 1931 tarihli Fritz Lang'ın yönettiği Alman filmi Lanetli M'ye mo­ del olmuştur. Filmde, hpkı kendisi gibi suçlu olan ve Nazilere benzeyen bir serseriler mahkemesi tarafından ölüme mahkfun edilen katil rolünü de Peter Lorre oynamışhr. 3 Mitolojide, Arethusa kendisine aşık olan Alpheus isimli bir göl tanrısından kaçarken, yolu Ortygia Adası' na düşer. Burada Artemis'ten yardım istemiş, o da Arethusa'yı bir çeşmeye çevirmiştir. -Çev. n. 4 Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi (1890), Paris, Gallirnard, 1992, Jean Gattegno'nun çevirisi, önsözü ve notlarıyla. Franz Kafka, Dönüşüm 1912, Pa­ ris, Gallirnard, 1989. Claude David'in çevirisi, önsözü ve notlarıyla.

10

Giriş

kendini suça ve kötülüğe adamıştır. Ebedi gençliğinin özel­ liklerini korurken, sapık öznelliğinin dönüşümleri lanetli bir ırkın amblemleri gibi resmin üzerine işlenir. Gregor Samsa'ya gelince aksine onun bütünüyle dev bir böceğe dönüşümü şef­ kate susamış ruhunun büyüklüğünü ortaya koyar, ama aile içinde pislik haline gelmiş vücudunun görüntüsü karşısında duyduğu nefret, onu önce çürümeye götürecek, sonra baba­ sı tarafından taşlanıp bir pislik olarak yok edilmesine neden olacaktır. Sapkınlık nerede başlar ve sapıklar5 kimlerdir? Bu kitabın yanıtlamaya çalıştığı temel sorun şudur; şimdiye kadar ayrı ayn ele alınmış yaklaşımları birleştirerek sapkınlık kavramı­ nın

çözümlemesine sadece sapıkların portrelerini ve büyük

cinsel sapkınlıklarının sunumunu eklemekle kalmayarak, başta 19. yüzyıl olmak üzere bu konuda geliştirilen sapkınlığı ve sapıkları irdelemeye yönelik teori ve pratiklerin de eleşti­ risini yapabilmek.

5

Fransızcada sapıklık anlamına gelen perversio adı Latinceden yola çıkarak uydurulmuş olup ilk olarak 1308-1444 arasında kullanılmaya başlar. "Sapık" sıfabna gelince ilk olarak 1190 yılında kullanılmış ve pervertere fiilinin geçmiş zaman ortacı olan perversus'dan ve perversitas'tan türemiştir: Pervertere'nin anlamlan şunlardır; tersine çevirmek, tersine döndürmek, içeriye yöneltmek ama aynı zamanda aşındırmak, kural dışına çıkmak, sıradışı şeyler yapmak. Birçok ad için bir tek sıfat olduğuna göre demek ki sapık, bir sapkınlığa ya da sapkınlığa dönüşmeye yani perversitas'a uğramış olan kişidir. Bkz. O. Bloch ve W. von Wartburg, Fransız Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Paris, PUF, 1964. Ay­ nca furule Llttre'de şöyle bir açıklama vardır: "iyiliğin kötülüğe dönüşümü. Törelerin sapıklığı. Bela, rahatsızlık. Diplopide görme, Pikada iştah sapkınlığı vardır. Fransız Dili Sözlüğü, cilt 5, Paris, Gallimard, 1966. (Fransızca da sak­ sağan anlamına gelen) "Pie" dan türeyen tıp terimi pica, bu kuşun her önüne geleni yemesinden ötürü ona verilmiştir. "Pica" sıradan yiyeceklerden uzak­ laşarak besleyici olmayan şeylere yönelik yeme arzusu olarak ortaya çıktığı için zevkte bir sapkınlığı gösterir: pica hastalığına uğrayanlar kömür, tebeşir ve kök yerler. Diplopi ise göz bozukluğudur, kötü bir çakışma sonucu göz bir yerine iki nesne görür.

11

içimizdeki Karanlık Yan

Bu tarihin seyri, beş bölüm halinde incelenecektir, sırasıy­ la önce Gilles de Rais, mistik aziz kadınlar, kendilerini kırbaç­ layanlar aracılığıyla Ortaçağ, Marquis de Sade'ın yaşamı ve yapıtları çevresinde 18. yüzyıl, cinsel sapıklıkların açıklama­ larına girişen akıl hastalıklarına özgü hp incelemeleri ve mas­ türbasyon yapan çocuk, eşcinsel ve histerik kadına kafasını takmış 19. yüzyıl, son olarak da Nazizmle ortaya çıkan 20. yüzyıl -en çok da Auschwitz'le ilgili olarak Rudolf Höss'ün itirafları- sapkınlığın en iğrenç dönüşümü olan tutum; günü­ müzde arhk bir kimlik rahatsızlığı bir suçluluk durumu, bir sapma olarak ele alman sapkınlık yine de çok değişik biçim­ lerde ortaya çıkmaktadır: Zoofili, pedofili, terörizm, transsek­ süalite. Bir zamanlar sapkınlık, sapıklıkla karıştırılarak, -en çok da Ortaçağ ve klasik dönemin sonunda-6 dünyanın doğal düzenini bozan ve insanları kötülüğe7 iten, onları yolundan çıkarıp bozmakla kalmayıp aynı zamanda hakikatin ve iyi­ liğin üstünlüğüyle her türlü karşılaşmadan uzaklaşhran bir tutum olarak görülürdü. Saptırma eylemi o zamanlar tanrısal bir otoritenin varlığına dayanıyordu ve bütün insanlığı yok etmeyi kendine misyon edinmiş kişi ise, tanrıya karşı bireysel olarak meydan okumasının yansımasını, ihlal ettiği yasanın yüzünde aramaktan başka bir kadere sahip olamazdı. Sapan kişi şeytanla işbirliği yapmış, lanetli, cani, feleğin çemberin­ den geçmiş, işkenceci, sefil, sahtekar, şarlatan, suçlu olarak, her şeyden önce çifte bir varlığa sahipti; bir yandan şeytan 6 Psikiyatri sapkınlığı bir hastalık olarak ele alacakbr. 7 Katolikliğin tanımladığı ünlü yedi temel günah, aslında birtakım kötü huylar, aşırılıklardrr. Dolayısıyla sapkınlığın özelliği olan ölçüsüz tutkululuk ve kö­ tülükten keyif almayı dile getirirler. Bu günahlara temel günahlar adı verilir. Çünkü diğer bütün günahlar onlardan çıkar ve onların her birine özel bir şey­ tan kılığı atfedilir: cimrilik (Mammon), öfke (Şeytan), tamah (Leviathan), obur­ luk (Belzebuth), şehvet (Asmodee), gurur (Lucifer), tembellik (Belphegor).

12

Giriş

kılığında tükenirken, öte yandan bir iyilik idealine de sahip olduğundan, bu ideali her yok edişinde, ustası ve celladı olan tanrıya bir çöp haline dönüşmüş kendi vücudunu sunmaya çalışıyordu. Tanrı otoritesinin yerine bilimin, ruhun yerine vücudun, kötülüğün yerine yoldan çıkmanın geçtiği bir dünyada yaşa­ sak da, istensin istenmesin sapkınlık sapıklıkla aynı anlama geliyordu. Ve hangi kılığa girerse girsin, yeni birtakım dönü­ şümler sonucunda hpkı eskisi gibi, yine özgürlüğün tersiyle ilgiliydi: yok olma, insanlık dışına çıkma, nefret, yok etme, başkasını ele geçirme, zulüm, keyif. Ama sapkınlık aynı zamanda yarahcılık, kendini aşma, bü­ yüklüktür. Bu açıdan en üst düzeydeki özgürlüğe giriş olarak da ele alınabilir. Çünkü onda ete kemiğe bürünmüş kişiye, aynı zamanda bir cellat ve aynı zamanda bir kurban, bir usta ve bir köle, bir barbar ve bir uygar olmayı sağlar. Sapkınlığın üzerimizde uyandırdığı büyülenme, onun bazen yüce, bazen iğrenç olabilmesinden kaynaklanır. Tam da insanların yasası­ na boyun eğmeyi reddeden, bu uğurda dışlanmayı göze alan, Prometheus karakterli başkaldıranlar ortaya çıkhğında, yüce olan sapkınlık, her türlü doğallıkla kurulan bağın acımasızca yok edilişinin aldırmaz bir dile getirilişi olarak en vahşi dikta­ törlüklerin uygulamasında ise iğrençliğe dönüşür. İster kötülükten keyif alma ister en üst düzeydeki iyiliği arama tutkusu olsun, sapkınlık insan türünün gerçeğidir: hayvan dünyasında sapkınlık olmadığı gibi suç da yer almaz. Her kültürde var olan bir insan gerçekliği olmakla kalmaz sapkınlık, aynı zamanda öncesinde sözün, dilin, sanatın, hat­ ta cinsellik ve sanat üzerine bir söylemin varlığını da gerekti­ rir: "Dili olmayan bir toplum hayal edelim, diye yazar Roland Barthes, "İşte orada bir adamın bir kadına arkadan yaklaş13

lçimizdeki Karanlık Yan ması ve bunu yaparken de işin içine biraz buğday hamuru karıştırması dile gelemez. Bu düzeyde, ortada sapkınlık falan yoktur."8 Başka türlü söyleyecek olursak, sapkınlık varlığın doğa­ nın düzeninden kopmasıdır.

O

andan başlayarak, sapıklık,

öznenin sözü aracılığıyla, ayrıldığı doğayla alay etmek için doğaya öykünür. İşte zaten bu yüzden sapkın söylem hep katı bir ikiliğe dayanır, varlığını borçlu olduğu gölge payını dışlıyormuş gibi görünür. İyiliğin mutlaklaşması kötülüğün çılgınlaşması, kötücüllük ya da erdem, lanetlenme ya da kur­ tulma: işte bunlar sapkının memnuniyetle gidip geldiği kapa­ lı bir alam oluşturur, ölümden ve zamandan kurtulabileceği düşüncesi onu büyülemiştir.9 Nasıl ki toplumlara egemen olan dinsel ya da laik temel birtakım yasaklar olmaksızın hiçbir sapıklık düşünülemezse, insana özgü olan hiçbir cinsel pratik de bir söz varlığı sanatı olmadan mümkün kılınamaz. Tıpkı cinayet, aile içi cinsel iliş­ kiler ve ölçüı!!üzlüğün arzulanır lığı gibi, sapıklık da sadece bir yasaya karşı gelme ya da yasadışı bir durum değildir, sınırsız keyfin büyük lanetinin hep dile geldiği, kendi kendisinden nefret eden, karanlık bir söylemdir. Bu nedenle de-teorik ola­ rak bunun temelini ilk kez Freud atmıştır- bütün insan cinsel­

lik biçimlerinde değişik derecelerde şöyle ya da böyle mevcut olmuştur. Anlaşıldığı gibi sapkınlık, bütün insan toplumlarında var olan cinsel, politik, toplumsal ve psişik nitelikli, tarihi de aşan yapısal bir olaydır. Eğer bütün kültürler -aile içi cinsel iliş­ kilerin yasaklanması, deliliğin sınırlarının çizilmesi, anormal 8 Roland Barthes, Sade, Fourier, Loyola (1971), Bütün Eserleri III, Paris, Le Seuil, 2002, s. 857. 9 Bkz. Catherine Millot, Gide, Genet, Mishima, Sapkınlığın AnlaŞı/ması, Paris, Gal­ limard, 1996.

14

Giriş

ya da canavarca olanın belirlenmesi- hıtarlılığı sağlamak için geliştirilen paylaşımlar içeriyorsa, sapkınlık da doğal olarak bunların içinde yer alır. Ama bir bölünmenin özüne gönder­ me yapan bir psişik yapıdan ileri geldiği için, aynı zamanda toplumsal bir zorunlulukhır. İnsan türüne zevklerin ve ya­ sayı ihlalin sürekliliğini sağlarken aynı zamanda normların sürekliliğini korur. Bize en ince yapıtları sunm uş olan Sade, Mishima, Jean Genet, Passolini, Hitchcock ve daha birçokları olmasa ne yapardık? İçimizde bulunan ve bastırdığımız, itiraf edemediğimiz eğilimleri tuhaf eylemleriyle dile getirenleri günah keçisi -yani sapkın- olarak göstermeseydik ne yapar­ dık? Sapkınlar sanat yapmaya ya da mistisizme kendilerini ve­ rerek yüceleşseler ya da öldürme içgüdülerine kapılıp iğrenç­ leşseler de onlar bizim bir yanımızdır; bizim sürekli olarak sakladığımızı onlar dışa vururlar. Bu bizim kendi olumsuzlu­ ğumuz, içimizdeki karanlık yandır.

15

1

YÜCE VE İGRENÇ

Yüzyıllar boyunca insanlar, evrenin ilahi bir ilkeyle yönetil­ diğine inanarak, Tanrıların, insanların Tanrı olma arzularını cezalandırmak için onlara acı çektirdiğini düşündüler. Sözge­ lişi Eski Yunan Tanrıları, ölçüsüz (hybris)1 davranan insanları cezalandırıyorlardı. Ayrıca At�eitler ya da Labdakidler2 gibi kral sülalesinin büyük anlatılarının aracılığıyla, bir yan-tanrı olan kahramanı, kah iktidar sarhoşluğuna kendini kaphrmış bir despot, kah da önüne geçilemez bir kadere boyun eğmiş bir kurban yerine koyan dönüşümlü hareketi en iyi bir biçim­ de kavrarız. Böyle bir evrende, her insan aynı zamanda kendisi ve kar­ şıtı -kahraman ve pislik- olabiliyordu. Yine de, Yasa ve onun ihlalinin, kural ve kuralı tersine çevirebilmenin sınırlarını ta­ nımlayan böyle bir düşünce sisteminin bağrında, ününün do­ ruğuna ulaşmış her insan, kendini sapkın -yani canavara dö­ nüşmüş, anormal- bulabiliyor ve bunun sonucunda paralel bir yaşantı, iğrenç bir insanlık yaşantısı sürmek zorunda ka­ labiliyordu. Oedipus, bunun ilk örneğidir. Zamanının en bü1 Hybris (Hubris) aşırılık, ölçüsüzlük ve küfür anlamına gelir. 2 Labdakidler: Yunan Mitolojisi'nde Labdakus'un soyundan gelenlere verilen isim. Eteokles, Lalos, Oidipus, Polynikes bunlardan bazılarıdu. -Çev. n.

17

içimizdeki Karanlık Yan

yük kralı olduktan sonra -kanlar içinde vücudu mahvolmuş­ bir kirlilik durumuna gerilemiştir, çünkü bilmeden ve "topal olmasına neden olan"3 bir soykütük yüzünden, suçların en büyüğünü işlemiş, annesiyle evlenmiş, babasını öldürmüş, öz çocuklarının hem babası, hem kardeşi olmuş, kendinden son­ ra gelecek kuşaklan cehennemlik etmiştir. Kendi istemeden, kabahat yapmadan suç işleyen, dolayısıyla tanrıların buyur­ duğu bir kaderin sorumlusu olan böyle bir insanın çektiği aa kadar hiçbir şey insana özgü değildir. Ortaçağ dünyasında, insanın ruhu da vücudu da birçok tanrıya değil de tek bir Tanrı'ya bağlanmaktaydı. Suçlu vic­ danıyla, düşüşle kurtulma fuu arasında sıkışıp kalmış insanın, hem niyetleri hem de eylemleriyle acı çekmek kaderiydi. Zira Tanrı onun tek yargıcıydı. O zaman da, ona kötülük ve sap­ kınlık zevki aşılayan, baştan çıkana şeytanın yüzünden cana­ varlaştıktan sonra, imanının gücü ya da Tanrı'nın inayetiyle, Tanrı'nın yolladığı belalan kabullenen azizler gibi yeniden insan olabilirdi. Bu Tanrı gücüne boyun eğmiş insanın kaderi böyleydi: insan, acı çekerek, ya da mağdur olarak, cemaatin bir araya gelmesini ve Georges Bataille'ın "lanetli yan"4 adını verdiği, Georges Dumezil'in ise, tanrı Loki5 öyküsü aracılığıy­ la her türlü toplum düzeninde zorunlu ama heterojen olarak tanımladığı bu yanı öğrenmesini sağlıyordu. Tanrı'ya vücut­ larını sunan mistiklere bakmanın yanı sıra, İsa'nın tutkusuna 3 Babası Laios topallıyordu. Bu, ailenin lanetli oluşunun işaretiydi. -Çev. n. 4 Georges Bataille, Lanetli Yan (1949), Bütün Eserleri, VII. cilt, Paris, Gallimard, 1976, s. 178-179. 5 Loki İskandinav dünya tanrılarından biridir, ahlaksızın tekidir, aydınlığı yoktur, küfürbazdır, ortalığı karıştırır, kılık değiştirir, kendini iğfal ettirir. Üç temel işlevin -egemenlik, savaş, verimlilik- hiçbirini temsil etmez. Öbür tanrılar topluluğundan dışlanmıştır gerçi ama yine de onsuz yapamazlar: on­ dan kuşku duyarlar, ama onun hizmetlerine ihtiyaçları vardır, arada bir onu "ekerler" ama yine de ararlar. Bkz. Georges Dumezil, Loki. 1948, Paris, Flam­ marion, 1986.

18

Yüce ve İğrenç

öykünüp kendilerini kırbaçlayanlara göz atar ya da Gilles de Rais gibi birinin kahramanlık ve kan dökme yollarını ince­ lersek -hiç kuşkusuz başka öyküler de bulunabilir-, değişik kılıklarda, içimizdeki karanlık yanın özelliği olan yücelik ve iğrençlik iniş çıkışını, en kapalı ama en aydınlık noktasıyla buluruz: Özgürlüklerin en üst aşamasının dile getirilişi ola­ rak görülen gönüllü bir köleliktir bu.

Lausiaque Tarihi nde6 anlatıldığı üzere, 4 . yüzyıldaki ermiş '

bir kızın kaderiyle ilgili 19 82' de yaptığı çarpıcı yorumda Mic­ hel de Certeau, insanlığın karanlığa dönük yüzünün yapısını canlı olarak yakalamıştır.

O zamanlarda, diye başlar bir azizin yaşantısıyla ilgili bu metin, manastırın bfrinde deli numarası yapan bakire bir kız yaşarmış. Diğerleri kendisinden iğrendikleri bu kızı mutfağa sürmüşler. Kız, o zaman aklına esen her hizmeti vermeye baş­ lamış, kafasına pis bir havlu sarılıp, durmadan dövülmesine, küfürler edilmesine, lanetlenmesine rağmen, her türlü hizme­ ti yerine getirir olmuş. Bir meleğin uyarısı üzerine manastıra uğrayan Azizlerden birisi, kendisine "sünger" lakabı takılan kadın dahil, tüm kadınlarla görüşme talep etmiş. Kabul sıra­ sı bu kıza geldiği zaman, kız Aziz'in ayaklarına kapanarak, öbür kadınların önünde ondan kendisini kutsamasını iste­ yince, diğerleri de artık onun azizliğine ikna olmuşlar. Ama oradaki sörlerin kendisine hayranlığına tahammül edemediği için, "sünger", manastırı terk ederek kayıplara karışmış. "Bir kadın, demek

ki" diyor, Michel de Certeau

"[ ..]. .

sade­

ce o iğrenme noktasında olmakla kendine destek buluyor,

6

Lausiaque Tarihi: MS iV. yüzyılda Palladius de Galatie'nin yazdığı keşişlerin ve manasbra kapananların efsanelerinin onları göklere çıkararak anlatıldığı bir eser.

19

lçimizdeki Karanlık Yan o 'hiçlik' onun çürüklüğünü gösteriyor. Onun tercih ettiği budur işte: sünger olmak

[ ... ].

Vücudun en aşağı işlevlerini

üstlenerek, her türlü dile getirme sürecinde, savunulamaya­ cak bir noktada kayboluyor. Ama bu "iğrenç" döküntü, öbür kadınların yemeğini, vücutlarına ve giysilerine göre seçildik­ lerini gösteren işaretleri, sözcüklerle kurulan iletişimi pay­ laşmalarını sağlıyor: dışl anmış olan kadın bütün bu gidişah olağan kılıyor."7

Günümüzde iğrençlik terimi, idrarın, dışkıların, kusmuğun ya da vücut sıvılarının8 fetişleştirilmesine bağlı cinsel pratik­ ler aracılığıyla en berbat pornografiye9ya da bütün yasakların bozulmasına gönderme yapıyorsa da, Yahudi-Hıristiyan ge­ lenek içerisinde, diğer yönden de pek ayırt edilemez bir aziz olma arzusu içeriyor. Kendini pisliğe demirlemeyle, eskiden simyacıların "uçma" olarak belirlediği noktaya yükselme ara­ sında, kısaca altta bulunan özellikler -bel altı ve pislik- ile üstte bulunan özellikler -kendinden geçme, şan şeref, ken­ dini aşma-, arasında demek ki garip bir yakınlık da vardır. Bu yakınlık inkardan, bölünmeden, itelemeden ve cazibeden oluşmuştur. Başka türlü söyleyecek olursak pisliğin içerisine dalma, bilincin ötesine geçmeyi gerektirir -yüce olanı sağladığı 7 Michel de Certeau, Mistik Masal, Gallimard, Paris, 1982, s. 51. 8 Aynı yer. 9 Pornografi: Bu terim başlangıcında fahişeliğe ve parayla satın alınan aşka ilgi duyan her türlü söyleme gönderme yapıyordu. Günümüzde ise cinsel ilişki­ nin değişik canlandırmaları içerisinde, seyredeni tahrik etmeye, yaralamaya, şok edip dehşete düşürmeye çalışan bütün özellikleri kapsar. Bkz. Philippe di Folca (ed.) Pornografi Sözlüğü, Paris, PUF, 2005, aynı zamanda bkz. Julia Kristeva'nın klasikleşmiş kitabı, Dehşetin Güçleri. lğrençlik Üzerine Deneme, Pa­ ris, Le Seuil, 1980. [Türkçesi: Korkunun Güçleri-lğrençlik Üzerine Deneme, çev. Nilgün Tutal, 1. baskı, Ayrıntı Yayınlan, 2004, İstanbul. -Çev. n.]

20

Yüce ve İğrenç

gibi- aynı zamanda Freudçu anlamda yücelmeyi de ortaya koyar.10 Böylece acının ve düşüşün içerisinden geçmek, ru­ hun en üst düzeydeki bilgeliği olan ölümsüzlüğe yol açar. "Batsın benim doğmuş olduğumu gören gün/ ve "gebe kaldığımı" söyleyen gün/ o gün her şey karanlık olsun/ tanrı yukarılardan onu istemesin, [ . . . ] niçin ben ölemedim karından çıkarken/ niye doğar doğmaz yok olamadım. 11 Se­ mitik bir geleneğin kahramanı olan Eyüp, Tanrı'nın büyük hizmetkarı olarak zengin ve mutlu yaşamaktadır. Ama Tanrı onun sadakatini sınaması için şeytana izin verir. Eyüp, ani­ den hastalanıp, malını mülkünü ve çocuklarını kaybeder, pisliklerin içinde yatar, yaralarını kaşır ve başına gelen bela­ nın adaletsizliğinden şikayetçi olur. Üç arkadaşı ona gelerek, çektiği acıların zorunlu olarak günahlarının bedeli olduğunu söyleyince, adil bir Tanrı'nın bir masumu cezalandırmasına anlam veremeyerek masumiyetini haykırır. Tanrı, ona bir ce­ vap vermeksizin, malını mülkünü ve sağlığını geri verir. Bu öyküye göre, insan acılarına katlanmalı ve başına ge­ lenler adil olmasa bile iman etmeyi sürdürmeli ve tanrıdan hiçbir cevap beklememelidir. Çünkü Tanrı, onu düşmüşlü­ ğünden kurtarıp özgürlüğüne kavuştururken bu lütuf karşılı­ ğında ondan yalvarmasını istemez ve böylelikle kendi aşkın­ lığını ortaya koyar. Bu yüzden Eyüp' ün öyküsü, dünya kendi öyküsünü yaşarken ölümlülerin hata ve sevaplarının ödül 10 Bilincin eşiğine doğru ruhun bastırdığı şeyleri belirlemek için, Johann Fri­ edrich Herbart (1776-1841) ilk defa olarak yüce olan terimini kullanmışhr. 1905'te, Freud "yüceltme" terimini kavramsallaştırarak, bu adlandırmayı toplumsal açıdan değeri olan nesnelerle ilişki kurduğu ölçüde gücünü cinsel güdümden alan yaratıcı bir etkinlik tipini anlatmak için kullanacaktır, bkz. tlisabeth Roudinesco, Michel Plon, Psikanaliz Sözlüğü (1997), Paris, Fayard, 3. baskı, 2006. 11 Kudüs Tevratı, Paris, Le Cerf, 1998, s. 791.

21

içimizdeki Karanlık Yan

ve cezalarla tasvip edildiğini iddia eden geleneğin yanlışlı­ ğını ortaya çıkarır. Edebi gücü ve kahramanın bağhlığından üzüntü duymasına rağmen Tanrı'nın buyruğunu benimse­ menin gücüyle, bu kıssadan hisse, antik kurban verme gele­ neğini tersine çevirerek ondan daha üstün görülen yeni bir kural ortaya koyar: Yahve'nin, mutlak varlığın, -ben, ben olarum12- herhangi bir borca karşılık bir şeref ödülü dağıtmamasıdır bu. Bu bakış açısına göre insanın kurtuluşu, koşulsuz bir acı çekmenin kabulünde yatmaktadır. Ve bu yüzden Eyüp'ün deneyimi, Hıristiyan şehitlerin -ve kadın azizlerin- deneyim­ lerine yol gösterici olmuştur. Bunlar bedenlerine zarar ver­ meyi bir yaşama sanalına dönüştürüp, en kirli deneyimleri de en mükemmel bir kahramanlığın dile getirilişi olarak gör­ müşlerdir. Kimi mistikler13 tarafından benimsendikleri şekliyle, bü­ yük kurban törenleri -kırbaçlamadan tutun da pislikleri yi­ yip bitirmeye kadar- kutsal bir kendinden geçip yücelmenin sınavı olmuşlardır. Bedeni yok etmek ya da etin işkencelerine kendini sunmakta yatan, iğrençlikten yüceye geçmeyi tek ba­ şına sağlayacağı söylenen bu tuhaf biçim değiştirme isteği­ nin kuralı bu olmuştur. Ayrıca Eyüp kitabının Hıristiyan bir yorumuna dayanan azizler kendilerine ilk görev olarak her türlü cinsel birleşme arzusunu yok etmeyi vermiş olsalar da, kadın azizler, vücutlarına pislikleri sürme ya da kötü kokan 12 Başlangıçta "mistik", bir sıfat olarak saklı olana gönderme yapar, yani "gi­ zemlerle" ilgili olan demektir. Sözcüğün isim olarak ilk kullanılışı 17. yüzyıl­ da görülür. O dönemde mistik, bir öznenin Tann'yı doğrudan bilmesini sağ­ layan, yol gösterici bir dil deneyimine yani kurumsallaşmış dini söylemleri aşan ya da tehdit eden bir vahye ya da bir ani aydınlanmaya verilen addır. Ama mistik aynı zamanda, bir ideali savunmadaki her türlü gizemciliği, ide­ alleştirmeyi ya da coşkuyu inceleme anlamına da gelir. 13 Tanrı'run Musa'ya çalı olarak göründüğünde söylediği söz. -Çev. n.

22

Yüce ve İğrenç

cinsel uzuvlarını tamamıyla kısırlaştırma yoluyla kendileri­ ni mahkum etmişlerdir. Erkek ya da kadın olsunlar, Batının Hıristiyan şehitleri İsa'yla bağlanhsını kurdukları bir vücut ilişkisine girerek, dehşet konusunda onunla rekabete giriş­ mişlerdir. İşte bu yüzden azizlerin hayatını anlatan dini bir yapıt olan

Altın Efsane,14 Sade'ın Sodom'un 120 Günü'nde sapık bir şekilde

Yasayı tersine döndürmesinin bir müjdecisi olarak da okuna­ bilir. İşkence gören, çıplak olmaya zorlanan, kirletilen vücutlar aynı şekilde orada da vardır. Kırmızı, ak, yeşil kutsal kurban­ lar. Kendini yaralamalar ve acıtmalarla dolu bu kapalı manashr modelinden yola çıkarak, Marki, Tann'nın varlığından yoksun bırakhğı bir seks bahçesi oluşturacak, orada vücutların sınırsız zevkine kendilerini bırakmaları söz konusu olacakhr.15 Kadın olarak doğduğu için temiz görülmeyen kutsal kur­ banların, aynı zamanda kendilerini arıtmaları gerekiyordu: verimliliğe adanmış bir kanın, kendini İsa'ya sunan bir kur­ ban kanına dönüşmesidir bu: ama azizden farklı olarak bu kadın, İsa ile "evlenebilmek" için asla etiyle günah işleme­ miş olmalıdır ve kendi içinde cins ayrımını yok ettikten son­ ra bakireliği ile bir tanrı askerine dönüşmektedir: "Bakire­ likten askerliğe nasıl geçilmektedir" diye yazar Jean-Pierre Albert. Elbette her cinsin kendine özgü izi ortada kalmakta, böylece kurban edilen genç bakireler genel olarak çocuk­ luklarından bu yana Hıristiyan olmalarına rağmen, askerler üstün körü din değiştirmekte ve o zaman kurban edilmek için acı çekmeye razı olmaktadırlar; kadınların çok erken 14 18. yüzyılın ortasında Jacques de Voragine (1230-1298) tarafından oluştu­ rulmuş erkek ve kadın azizlerin hayatlarının bir araya getirildiği ünlü der­ leme. 15 Alain Boureau, Jacques de Vorgine'in Anlatı Sistemi, Le Cerf, Paris, 1984, önsöz: Jacques Le Goff.

23

lçimizdeki Karanlık Yan

çağlarda kendini adamalarıyla, erkeklerin geç dönemlerin­ de din değiştirmeleri azizliğin bütün tarihini belirleyen bir durumdur."16 Anormallik karşısında kendilerinden geçen kadın ve er­ kek azizler, tamamen etten oluşan ya da kokuşmuş, işkence görmüş ya da tersine, el değmemiş ve yara beresiz vücudun karşısında büyüleniyorlardı. Bedenle kurulan bu özel ilişki, hiç kuşkusuz Hıristiyanlığın, Tanrı'yı insan vücudu şeklinde gören, Tanrı'nın insana dönüşerek ve kendini kurban ede­ rek yaşayıp ölmesini anlatan tek din olmasından ileri gelir.17 İşte bu yüzden Hıristiyanlık vücuda özel bir önem verir. Bir yandan vücut insanın kötü yanıdır, bir sefalet okyanusu ya da ruhun berbat bir giysisidir; öte yandan da yeniden doğ­ maya adanmıştır: "Ölü olsun, diri olsun, Hıristiyanın vücu­ du" diye yazar Jacques Le Goff, "sefil bir vücutta kendini kaybetmediğinde, görkemli bir vücuda dönüşmektedir. Hı­ ristiyanlığın ölümle ilgili bütün ideolojisi bu sefil vücutla, bu görkemli vücut arasında gidip gelir ve birinden çıkıp öbürüne girme şeklinde düzenlenir".18 Herhangi birisininkinden daha fazla olarak kralın vücudu, bu çift kaderle damgalanmıştı ve işte bu nedenle, azizlerin ol­ duğu kadar iktidardaki kralların da vücutlarındaki kalıntılar, yüzyıllar boyuncd pagan tavırlı özel bir fetişizmin nesnesi olmuşlardır; ki bu tutum, Hıristiyanlığın büyük ilkesi olan "sefil vücudu görkemli vücuda dönüştürme" ilkesini tersine çevirir gibiydi. Sözgelişi; IX. Louis 25 Ağustos 1270'te VIII . 16 Jean-Pierre Albert, Gök ve Kan, Hıristiyan Dünyasında Mistik Azizeler, Aubier, Paris, 1997, s. 101. 17 Jacques Gelis, "Vücut, Kilise ve Kutsal Olan", d' Alain Corbin, Jean-Jacques Courtine, Georges Vigarello'nun yönetiminde Vücudun Hikayesi, Le Seuil, Paris, 2005, 1. cilt, s. 106-107 18 Jacques Le Goff, Ortaçağ Kahramanları, Aziz ve Kral, Gallimard, Paris, Quarto Koleksiyonu, 2004, s. 407. .

24

Yüce ve İğrenç Haçlı Seferi'nde, Tunus'ta öldüğünde yandaşları etinin kemi­ ğinden ayrılması, yani "vücudun saklanılacak kıymetli yanı­ nın" geriye kalması için vücudunu suyla karışık şarap içeri­ sinde kaynatmışlardır.19 Kemikler beyazlaştıktan sonra vücut parçalanıyor ve iç kısımlar birbirinden ayırt ediliyor, bağır­ saklar da Sicilya Kralı'na armağan ediliyordu, kemikler ve yüreğe gelince Saint Denis bazilikasına verilmiştir. 1298'den itibaren IX. Louis aziz ilan edilişinin ardından -gerçek ya da sahte olsun- mucize yarattıklarına yönelik inanç oluştukça, bu kutsal kalıntılar çeşitli yerlere dağıtılmıştır. Philippe Le Bel'in taç giymesi sırasında ölü kralın kafası Sainte-Chapelle'e aktarılmış, dişleri, çenesi ve çene kemiği ise keşişlere terk edilmiştir. Sonrasında iskeletin parçalanması

iki yüzyıl boyunca sürmüş, yüreğe hiçbir zaman bir yer bu­ lunamamıştır. 1868'e kadar Sicilya' da kalan kutsal bağırsaklar, sürgüne gönderilen Bourbon hanedanının sonuncu kralı tarafından beraberinde götürülmüş, sonradan da Kartaca Katedralinin Beyaz papazlarına verilmiştir.20 Birçok yolculuktan sonra de­ mek ki vücudun iç kısmı, kutsal kralın ölümü bulduğu yere geri dönmüştü. Tam da o sırada Batı toplumunda, insan vü­ cudunun bütünlüğünün saygı görmesi gerektiği laik ilkesi kendini kabul ettirmeye başlıyordu.21 Günümüzde kutsal kalıntı fetişizmi ölüseverliğe bağlı bir hastalık olarak, yani cinsel sapkınlık olarak görülmektedir. Yasaya gelince, insan kalıntılarının her türlü ticaretini ve ora­ ya buraya dağıtılmasını yasaklamaktadır.22 19 Age, s. 427, o zamanlar mumyalama tekniği bilinmiyordu. 20 Age, s. 427-438. 21 Jacques Le Goff, daha 1999'da Papa VIII. Boniface'ın (boş yere) bu tür pratik­ leri barbarlık ve paganlıkla suçlayarak yasakladığının altım çizmektedir. 22 Bugün yakılma sonrası insan kalıntıları için ayru sorun yeniden ortaya çık­ mıştır. Bkz. Jean-Pierre Sueur, Ôliim !'e Bedeli, Le Monde, 1 Kasım 2006.

25

lçimizdeki Karanlık Yan

Michel de Certeau, 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar süren bu mistik havanın aydınlanma döneminde dağıldığını anlatır­ ken, bunu evrenin gitgide bozulan özelliğiyle karşılaştırmayı sonuna kadar götürdüğünün altını çizer, dünyanın birliğinin olası bir yapılandırılmasına dayalı meydan okuma üzerine te­ mellenmiş olan, bireyi hiçe sayan mistik edebiyat, dolayısıyla karşı geldiği ve varsaydığı bütün özelliklere böylece sahip ol­ muştur: "mistikler" demektedir, "bu gece meleğiyle savaşır­ ken yas tutmaktadırlar."23 Buradan mistiğin vücuttan geçen bir sınama, bir "deneysel bilim" olduğu düşüncesi ortaya çıkmış, başkalaşmayı mutlak bir biçimde gündeme getirmiştir: söz konusu olan sadece bi­ zim içimizdeki değil, aynı zamanda din kurumunun kendini inşa ettiği unutulmuş, bastırılmış -bilinmeyen, içine girilmesi gereken- bir yandır. Bu yüzden onun yeri "başka bir yerdir ve işareti de top­ lum dışılıktır [ ]". Başka türlü söyleyecek olursak, "normal ya da sıradan yollardan ayrılıp, dini bir gönderme ya da bir imanın toplumsal kalıpları arasına girmeyen, laikleşen ve bilimsel öğelerden oluşan bir bilgiye bağlı bir toplumun uç noktalarında kalan" her şey mistiktir.24 Bu açıdan mistik deneyim, Ortaçağdan25 çağdaş dö­ nemlere geçişin sürekli olarak müjdelendiği sırada silinme riskiyle karşılaşan manevi bir iletişimi yeniden oluşturma tarzıdır. Bu yüzden kaybolmuş bir egemenliği yeniden fet­ hetme girişimi, gitgide vücuda dayalı bir sözlük haznesiyle . . .

23 Michel de Certeau, Mistik Masal, s. 13. 24 Michel de Certeau, "Mistik" maddesi, Ansiklopedia Universalis, 11. cilt, Paris, 1978, s. 522. 25 Tarihçilere göre Ortaçağın, Roma lmparatorluğu'nun 476'da yıkılışından 1453'te Türklerin lstanbul'u almasına, yani yüzyıl savaşlarının son çalışma­ sına kadar sürdüğünü habrlatalım.

26

Yüce ve İğrenç ya da seçilmiş bir dilin bulunmasıyla görünür kılındığı öl­ çüde yayılır.26 Demek ki mistik söylem, tersine çevrilmeler, dönüşümler, sıradışılıklar ve anormalliklerle beslenir. Vücudu saptırma tarzı, onun dile gelmeyen bir düzeni özünde yakalamaya ça­ lışmasından kaynaklanır.27 Bedenin acıları söz konusu olunca, bazı mistik aziz kadın­ lar, en iğrenç vücut etkinlikleriyle maddeden ayrılmış bir ma­ neviyatın en yüce kendisini gösterişleri arasında kurdukları bağlar açısından, erkeklerinkinden daha vahşi bir biçimde kendi kendilerini aşabilmiş görünmektedirler. İşte bu yüzden Hıristiyan hayal gücünün dile geldiği azizlerin hayatını an­ latan hikayeler, kadın kahramanlarla doludur; bunlar İsa'yla "evlendikten" sonra, sır dolu hücrelerinde, öyle saf bir biçim­ de kendilerinden geçme (vecd) peşinde koşmaktadırlar ki, bu vecd vücutların yok edilmesinin dehşet verici planlaruşının aynı zamanda ters yüzünü oluşturmaktadır. Marguerite-Marie Alacoque28 kendisini o kadar hassas his­ settiğini söylemektedir ki, en küçük bir pislik bile yüreğini kaldırmaktadır ama İsa onu çağırdığında hasta bir kadının kusmuklarını sadece onları yiyerek temizleyebilmiştir. Son­ radan dizanteriye yakalanmış bir kadının dışkılarını emmiş ve bu ağız temasının kendisinde, yaraları ağzını kaplamış İsa'nın görüntüsünü resmettiğinin altını çizmiştir: "Bin tane

26 Certeau, epey atılgan davranarak mistisizmi psikanalize benzetmektedir: İkisi de özünde bireyin birliğinin ilkesini, bilincin ayrıcalığını ve ilerleme ef­ sanesini eleştirmişlerdir. 27 Mistiğin Yeniden Doğuşu ve Türevleri, Yeni Psikanaliz Dergisi, s. 22, Kasım 1980. Özellikle Didier Anzieu, Guy Rosolato ve Paul-Laurent Assoun metin­ leri. 28 Marguerite-Marie Alacoque (1647-1690), Visitation Tarikah'ndan olan bu ra­ hibe, Paray-le-Monial Manashn'nda yaşadığı büyük ınistik kendinden geç­ meleri (vecd) ile tanınmışhr.

27

içimizdeki Karanlık Yan

vücudum, bin tane aşkım, bin tane hayatım olsaydı, sizin kö­ leniz olmak için ayaklarınızın altına sererdim.29 Catherine de Sienne,30 günlerden bir gün, kanserli bir kadı­ nın memelerinin pis

irini kadar zevk veren bir şey yemediğini

söylemiştir. Çünkü bunu yaparken, İsa, onunla konuşmuştur: birtanecik sevgilim, demiştir ona, benim için büyük savaşlar verdin ve benim yardımımla zaferler kazandın ama hiçbir za­ man şimdiki kadar sevgili ve bu kadar hoş olmamıştm [ ...] sadece duyusal zevkleri küçümsemekle kalmadın, bana duy­ duğun aşkla berbat bir içeceğe bile neşeyle kendini vererek do­ ğayı yendin. İyi o zaman, mademki doğaüstü bir eylemde bu­ lundun, bende sana doğaüstü bir içecek vermek istiyorum.31 Tıbbın insanlara ne doğru dürüst bakbğı, ne de iyileştirdiği bir dönemde, hayat ve ölüm Tanrı'ya aitti; sonradan sapkınlık olarak görülecek farklı deneyimler, kirlenmeler, kendini yok etmeler, kırbaçlamalar ya da inzivalar mistikler için İsa'nm tutkusuyla özdeşleşmeyi sağlayan değişik tarzlardı.32 Gerçek kutsallığa ulaşmak isteyenler için, bedenin acılarına kendile­ rini gönüllü kurbanlar olarak dönüştürmek söz konusuydu: uyumadan, beslenmeden, dışarıya çıkmadan yaşamak, cinsel­ lik taşıyan vücuda pislik olarak bakmak, onu sakatlamak, onu dışkılarla kapatmak vs ... bütün bu deneyimler onları sahneye koyanı, Tanrı'ya adanan bir keyfin egemenliğini kendi üzerin29 Nicole Pellegrin, "Ortağın Vücudu, Vücudun Ortak Kullanımları", Vücudun Hikayesi, age, 1. cilt, s. 111. Gilles Tetard, "Kutsal Dışkı Yemeler, Hıristiyan Batıda Kirlenme ve Kutsal Beslenme", François Heritier ve Margarita Xant­ hakou ile beraber, Vücut ııe Duygular, Odile Jacob, Paris, 2004, s. 353-364. 30 Catherine de Sienne (1347-1380): Ailesine isyan ettikten sonra, Saint­ Dominique Kilisesi'nde günah çıkartarak, sörlerin yanına girip kendini dine vermiştir. Kendinden geçme ve kendine işkence etmeyi bol bol kullanmış 1461'de azize ilan edilmiştir. 31 Gilles Tetard, "Kutsal Dışkı Yemeler", age, s. 355. 32 "Her hastalık," diyordu Paracelse "bir kefarettir ve Tanrı onu sona erdirecek gibi görünmüyorsa hiçbir doktor onun hakkından gelemez".

28

Yüce ve İğrenç

de uygulamaya götürüyordu. Lydwine de Schiedam'ın33 en ttı­

haf biyografisini Joris-Karl Huysmans'a borçluyuz. Azize ka­ dının öyküsünü 14. yüzyıl sonu ve 15. yüzyıl başını içine alan

tarihsel bir döneme yerleştiren yazar, Avrupa'da iktidarda bu­ lunanların zulmü ve çılgınlığıyla mahvolmuş bir dönemin, ge­ rek salgınlarla, gerekse Kilisenin Büyük Bölünmesi'yle34 ya da daha korkunç, dine yönelik tehdit içeren hareketlerle dolu bir dönemin, kıyameti andıran bir tablosunu çizmiştir. Bu Ortaçağ dünyasıyla büyülenerek ve Tann'nın gücünün zamanın tıp bi­ liıninin sınıflandırmalanndan daha üstün olduğuna ikna oldu­ ğu için en iyi kaynaklara dayanarak kilisenin ruhunu ve ona sadık kalanları kendi vücudunu bir pislik yığınına dönüştü­ rerek kurtarmak isteyen bu Hollandalı mistiğin35 güzergahını, yazar yeniden çizmiştir. 33 Lydwine de Schiedam (1380-1433) Hollandalı bir mistik olan bu kadın sürek­ li yatakta kalmış ve Papa XIII. Leon tarafından 1890'da azize ilan edilmiştir. J. K. Huysmans Azize Lydwine de Schiedam (1901, Lyon), Tersine Yayınlan, 2002, Claude Louis-Combet'nin önsözüyle, Gilles de Rais ve diğer mistiklerin bi­ yografisini yazan Des Esseintes gibi sapık bir kahramanı yaratan Huysmans çağdaşlığa, akla ve bilime duyduğu nefret sonucunda Katolik olan dekadan bir hovardadu, iğrençlik ile büyülenmiş estet (güzeli yüce kabul eden) bir mistiktir: sanat demektedir, duayla birlikte ruhun doğru dürüst tek boşalma­ sıdu. Huysmans, Proust ve Wilde arasında gizli bir yakınlık vardır: Dorian Gray, Huysmans'ın Tersine adlı kitabını okuduktan sonra kötülük yapmaya itilir; bu romanın kahramanı kısmen Rober de Montesquiou'dan esinlenmiş­ tir, aynı kişi Proust'un kahramanı olan Baron de Charlus'e model olmuştur, Balzac'ın yarattığı Vautrin mirasçısı ve lanetli ırkın en önemli ete kemiğe bü­ rünmüş kahramanıdır, bkz. Marcel Proust, Sodom ve Gomorra, Yitik Zamanın !zinde, 3. cilt, Paris, Gallimard, Plaeide Kütüphanesi Koleksiyonu, 1988. 34 Bah kilisesinin büyük bölünmesi: kiliseyi 1378'den 1417'ye kadar bölen bu çahşma sırasında birçok Papa aynı anda iktidara gelmiş, kimileri Roma'da, kimileri de Avignon'da bunu yapmışlardır. Çahşma başlangıçta İtalyan ol­ mayan kardinallerin VI. Urbain'a duydukları düşmanlıkla başlamış ve bu kardinaller bir Fransız olan VII. Clement'i Avignon'a yerleştirmişlerdir. Bu bölünme Constance konsiliyle sona ermiştir (1414-1418) bkz. Dominique Val­ laud, Tarih Sözlüğü, Paris, Fayard, 1995. 35 Yazar onu aynı dönemin başka mistik kadınlarıyla karşılaşhrır. Bkz. Aynı za­ manda Jean-Noel Vuarnet, Kadınların Tanrısı, Paris, Meandres, L'Heme, 1989.

29

içimizdeki Karanlık Yan

Babası onu evlendirmek isteyince, Lydwine böyle bir kade­ re maruz kalmaktansa çirkinleşmeyi tercih ettiğini açıklamış­ tır ve öylece on beş yaşından başlayarak her türlü farklı cinsel ilişki perspektifi onu dehşete düşürdüğü için, donmuş bir ır­ mağa atlayarak kendini kurban etmek istemiş, böyle olunca da hastalığın pençesine düşmüştür. Tanrı sadece kirlenmiş etlere bağlandığından, bu efendiye itaat etmek istediğini söy­ lemekte ve onun idealine hizmet etmek için kendi kendisinin celladı olup güzel yüzünün çekiciliğinin yerine, şişmiş bir su­ ratın dehşet vericiliğini koymak istemektedir. Otuz sekiz yıl boyunca yatalak bir hayat sürmüş, vücuduna korkunç acılar vererek kangren, ülser, epilepsi, veba gibi hastalıklara kendi­ ni kaptırarak vücudunu parçalamıştır. Doktorlar kötülüğü onun içinden çıkarmak, organlarını in­ celemek, hatta bazen temizlemek, anlan vücudundan ayırmak için yatağının kenarında ne kadar çırpınıp dursalar, hastalığı o kadar berbatlaşıyor -ama onu ölüme kadar götürmüyordu-. Bunun sonucunda garip bir mutlulukla içinde bulunduğu du­ rumu Tanrı vergisi bir olay olarak ele alıyordu. Annesinin ölü­ münden sonra yatağı da dahil olmak üzere, bütün malını mül­ künü pek çok kişiye dağıtmıştır. Tıpkı Eyüp gibi, derisini irinli bir yaraya dönüştüren at yelesinden yapılmış bir kemerle, her tarafı pislikle dolu bir tahta üzerinde yaşamıştır. Ölüme direndiği için dine karşı gelmekle suçlandıktan sonra Lydwine'in her yerinde yaralar çıkmıştır. Ellerine Hindistan' dan ve doğu ülkelerinden gelen baharatların ko­ kulan sinmiştir. Yargıçlar, papazlar ya da iyileşmeyen hasta­ lar, ayaklarının allına doluşup ondan lütuf beklemektedirler. Bunun sonucunda kendinden geçmeler ve hayal görmeler başlamıştır. Bazı geceler hıçkıra hıçkıra ağlayarak, efendisi­ ne meydan okuyup ondan daha da fazla bela istemektedir. 30

Yüce ve İğrenç

Ölürken İsa onu ziyaret etmiş ve ona zamanın korkunçlukla­ rından bahsetmiştir: yozlaşmış ve delirmiş krallar, yağmalar, şeytan çıkarmalar, karanlık ayinler. Ama ote yandan tam, iş­ kencelerden umutsuzluğa düştüğü sırada, İsa ona bu iğrenç yüzyılın yüce yanını gösterebilmiştir: kurtuluşu yeniden elde edebilmek için bir azizler ordusu yürümektedir. Bu hayattan göçtüğü zaman, tanıklar, kendisinin öngör­ düğü gibi, ellerinin birbirine bitişip bitişmeyeceğini öğren­ mek istediler. Bu bir neşe çığlığına dönüştü: Tanrı'nın sevgili kulu yeniden "hastalanmadan önceki gibi olmuştu, taze ve sarışın genç ve tombul

[ . J yüzünü o kadar bozmuş olan al­ . .

nındaki yarıktan hiçbir dikiş izi kalmamıştı. Ülserle, yaralar ortadan kalkmıştı."36 Lydwine, 1890 yılında azize ilan edildi, sonradan, tam on yıl sonra akıl hastalıklarıyla uğraşan tıp da­

lının vecde kapılan kadınların yasalara karşı davranışlarını, sapıklıklar kategorisine koyduğu bir dönemde Huysmans tarafından göklere çıkarılmıştır: pislikten, kirlilikten, dışkılar­ dan, çamurdan keyif alma. Kimi zaman cezalandırmaya, kimi zaman da cinsel bir doyum elde etme ya da çocuk üretmeyi etkilemeye yönelik tamamen insanlara özgü bu pratiğin en önemli oluşturu­ cularından biri de, bütün kültürlerde ve bütün zamanlarda kırbaçlama olmuştur; bunun için kırbaç, öküz siniri, kamçı, sopa, diken, deve dikeni, ısırgan, raket ya da değişik işkence aletleri kullanılmıştır.37

36 J.-K. Huysmans, Aziz Lydwine, age, s. 274. Aksine, Dorian Gray, kötülüğün ete kemiğe bürünmüş hali olduğu için, portresi bozulduktan sonra ölüm anındaki haline dönüşür: "(. . . ) kınşıklıklan vardı, derisi kurumuştu, yüzü iticiydi." 37 Bkz. Brenda B. Love, Fantazmlar, Sapıklıklar ve Diğer Aşk Pratikleri Sözlüğü, (New York, 1992), Paris, Editions Blanche, 2006.

31

!çimizdeki Karanlık Yan Batı tipi ailelerde olduğu gibi İngiliz okullarında da kırbaç çok kullanılırdı. Bu uygulama,

20. yüzyıl boyunca önce eriş­

kinlere sonra çocuklara verilen değişik ceza tiplerinin gitgide yasaklanmasına kadar da sürdü. Ama her şeyden daha önemlisi, kırbacın kullanımı kendi kendini kırbaçlama biçiminde, insanların evreniyle tanrıların evreni arasında hemen hemen ontolojik bir bağ işlevi görü­ yordu. Şamanlar kendinden geçme ya da kendini kaybetme­ nin kaynaklarını onda buluyor, pag:an yığınlar kırbaçlamayı, toprağın, cinselliğin ve aşkın verimliliği için temel bir tören olarak kutluyorlardı ve son .:>larak Hıristiyanlığın keşişleri de 11. yüzyıldan itibaren kırbacı Tanrısal bir yaptırım aleti olarak gördüler; törelerin gevşemesiyle savaşı ve iğrenç sayı­ lan keyif dolu vücudu ölüme ulaşabilecek mistik bir vücuda dönüştürmeyi, kırbaçlama sağlayacaktı. Gönüllü köleliğin gerektirdiği pratik olarak kırbaçlama, Pierre Damien tarafın­ dan popüler hale getirildikten sonra, kurbanla cellat arasında birleştirici bir araca dönüştü.38 Kendini buna adayan kişi, ken­ dini suçlama yoluyla acı çekerek, kötülüğün insana sağladı­ ğı zevki telafi edebiliyordu. Böylece, kamçılama, bir mutlak arayışına -en çok da erkekçe bir mutlak arayışa39- dönüştü; kırbaçlama aracılığıyla özne sırasıyla yargıç ve suçlu olabili38 Pierre Damien, (1007-1070), Fonte Avellana Manastın'run başkarudır. Ma­ nasbr hayatında reformlar yapan Damien, Sodomi adıru verdiği eşcinselliğe şiddetle karşıdır. Eşcinselliği kötülüklerin en büyüğü olarak görmekte ve ki­ lisenin kendi gözünde yeni bir Gomorra'ya dönüşmesini de lanetlemektedir. Bu konudaki en iyi eser Patrick Vandermeersch'indir. Tutkunun Eti, Bir lnanç Hikayesi: Kırbaçlama, Paris, Le Cerf, 2002. 39 "Bir kadırun, kendini kırbaçlaması sonucunda, diye yazmaktadır Jean-Pierre Albert, vücudunda açılan yaralan ve karun fışkınşıru metinler betimlemek­ tedir. Ama kırbaçlama manyağı olan erkekler söz konusu olduğunda, metin­ lerde derilerinin sertleştiğini, korkunç bir kayışa dönüştüğünü ısrarla anla­ tırlar" (Kan ve Gök, age, s. 100) Kamu önünde kırbaçlanma "manyakları" en çok erkekler olmuştur.

32

Yüce ve İğrenç

yor, Tanrı'run ve Tanrı'run oğlunun yerini işgal edebiliyordu. Kendi kendine ceza vermek, kendi vücudunu eğitmek, ona hakim olmak ama aynı zamanda tanrısal bir düzene boyun eğdirmek için, ona işkence etmeyi istemek dernektir. Bu yüz­ den kırbaçlarnayı sağlayan alet için "disiplin" terimi kullanı­ lır, bedenleri sürekli acıya karşı uyarmak için derinin üzerine fark edilmeyecek şekilde de vurulabilir (keçi ya da at kılından da kırbaç yapılabilir). Azizelerin yaşamlarını övgüyle anlatan kitaplarda olduğu gibi, kırbaççılar, nefislerini köreltmeye yöneliyorlar ve önce­ leri manastır kurumundan ilham alırken gitgide yasaya karşı çıkışın her türlüsüne eğilim gösteriyorlardı. 18. yüzyılın sonundan başlayarak, kiliseden kopan, kır­ baçla kendilerini dövenler önce serseri yığınlar oluşturmuş, sonra da tarikatlar halinde yeniden birleşerek, laik birlikler ile bağnaz organizasyonlar arasında bir yere yerleşmişlerdir: "Önemli olan [ . . . ] diye altını çizmektedir Patrick Vanderrne­ ersch, hem kendine hem başkalarına, etin günahkar olduğu­ nu derinlemesine göstermek, kendi vücudumuzun yapısının bozuk olduğunu ortaya çıkararak, paylaşmak için başka bir vücut talep etmektir. Kırbaçlama yoluyla farklı bir vücutta olunduğu duygusu elde edilir.40 Bir yüzyıl sonra, belirli bir aranın ardından, kırbaçlayıcı­ lar yeniden hız kazanmış, kilisenin kontrolünden tamamen çıkmışlardır. Kırbaçlama, bir disiplin törenine dönüşüp, git­ gide yarı yarıya pagan sonradan da şeytan işi olup çıkmış­ tır. Kendini kırbaçlamaya veren insanlar toplumdan ayrılıp, lsa'run yaşadığı yıllara övgülerde bulunmak için otuz üç gün boyunca, bu olayın içinde yer almayı dilemeye başlamışlar­ dır. Beyaz gömlek giyip, başlarını bir kapüşonla kapatıyor, 40 Patrick Vandenneersch, Tutkunun Eti, age, s. 110.

33

lçimizdeki Karanlık Yan

haçları kaldırarak günde iki kere kendilerini kırbaçlıyor, ila­ hiler söylüyorlardı. Ne şehvetle ne oburlukla ne de diğer te­ mel günahlarla41 baştan çıkarılmamak için, gereksiz hiçbir şey yemiyorlar, her türlü cinsel ilişkiden kaçınıyorlardı. Lekesiz gebelenmeye42 kendilerini adadıkları için, vücutla­ değişimi aracılığıyla, Meryem Ana'nın bakire vücuduyla birleşerek, erkeklik kimliklerinin yerine, cinselliği olmayan, ilk günahla lekelenmemiş bir bakirenin kimliğini koyuyorlardı. O kadar ölçüsüz davrandılar, kendilerini her önlerine ge­ len şeye göre değiştirmeye çalıştılar ve yasaya karşı geldiler nnın

ki, yenmeye çalıştıkları şeytani tutkuların gitgide onların içine girmiş olduğuna inanılmaya başlandı.43 15. yüzyılın son�da bir deccalın geleceğini müjdelemek için Kilise'ye karşı gelme­ ye başladılar. O zaman Jean Charlier de Gerson44 bu barbar pratikleri lanetleyerek, vücuda tapınmanın yerine, aşka, gü­ nah çıkarmaya, söze dayalı bir Hıristiyanlığı öne çıkarmıştır. Aşırılığa karşı aklı öne sürerek, bedenin aşırılığına karşılık ceza yerine kendini zihnen terbiye etmeyi koymuştur. Tanrı'ya sunuda bulunma ya da kocaya bir tapınmadan ayrılarak kırbaçlanma, o dönem bir cinsel sapma ya da kılık değiştirmeye bağlı bir kötü huy olarak görülmeye başlandı; ünlü bir eşcinsel olan kral III . Henri, 1583'te bir tövbekarlar 41 Temel günahların listesi giriş kısmında verilmiştir. 42 Meryem Ana'nın lsa'ya gebe kalması. --Çev. n. 43 lsa'run tutkusuna adanan sapkın bir filmde, püriten ve dinci bir Hıristiyan

olan Mel Gibson, cehennemden ve işkence gören bedenlerden oldum olası büyülendiği için, kan gelene kadar kırbaçlanmış bir lsa'yı, suratı parçalan­ mış, ruhsuzlaşmış, duyulmamış bir dille konuşan ve taşlaşmış bir kurbanın donuk bakışlarına dönüşmenin ölçüsüz bir kin ve gururuyla sunarak bu ge­ leneği yeniden canlandırmıştır: başka türlü söyleyecek olursak böyle bir !sa Tanrı' dan çok Şeytan'a yakındır. 44 Jean Charlier de Gerson (1363-1429), Fransız ilahiyatçı, felsefeci ve vaiz. 1398'de Paris Üniversitesi'nin başkam olmuş, Constance Konsili döneminde önemli rol oynamıştır.

34

Yüce ve İğrenç

topluluğu kurulduğunda, böyle bir pratiğe bağlanmasından kuşkulanıldı. "16. yüzyılın sonuna doğru, kralın herkesin içinde kendini kırbaçladığı görülmüştür; bu tutum ancak III. Henri'ye ve sarayına yaraşır bir tuhaflıktı: ayin sırasında be­ yaz elbiseler giyinmiş kralı izleyen oğlanlar tahrik oluyor, tö­ renden soma Louvre'un gizli odalarında bu sofu kişiler ken­ dilerini şehvet alemlerine veriyorlardı."45 Nefret edilen bedeni Tanrısal bir bedene dönüştürmeyi amaçlayan bir nefis köreltme ayini olarak ele alındıktan sonra, kırbaçlama sefahat eylemiyle bir tutulmuştur. Üstelik -sapkın bir cinselliği benimseme sürecine girmiş olan- tövbekarlar, eski geleneğin istediği gibi sadece sırtlarını kırbaçlamakla kalmıyorlar, vücutlarının tamamını bu işe ayırıyorlardı; be­ denin güçlü bir erotik uyarılmayı en alasından kabul edebile­ cek kısmı da kalçalar oluyordu. Zaten bu yüzden kendilerini kırbaçlatmaktan ve en yakınlarını kırbaçlamaktan büyük bir zevk alıyorlardı. 1700'de Kırbaçlayanların Tarihi nde, Boileau, "yukarının [sırtın] yerine aşağı [kalçalar] disiplini geldiğine" göre kırbaç­ lanmanın "cinsel" bir eylem olduğunun altını çizmiştir. Ayrı­ ca, bu tutumun -Hıristiyanlık bağlamında sadece bir kötülük olmadığını- aynı zamanda bir sapma olduğunu da gösterip kınamak için, bu konuda yazılmış tıbbi bir esere gönderme '

45 Tıp Bilimleri Ansiklopedik Sözlüğü'ndeki "kırbaçlama" maddesi, (1864, Paris, Asselin-Masson, 1878) Patrick Vandermeersch'in, Tııtkıınım Eti adlı kitabın­ da alınblamıştır (age s. 123). il Henri ile Catherine de Medicis'in üçüncü oğlu olan III Henri (1551-1589) Valois hanedanının son kralıdır, Katolik ve Pro­

testanları karşı karşıya getiren din savaşlarının en şiddetlileriyle baş etmek zorunda kalmıştır. Radikal Katolik Birliği'nin başkanı olan Guise Dükü'nü öldürttükten sonra kendisi de Jacques Clement tarafından katleqilmiştir. Fransa tarihinin ilk kral katili olan Clement'i sonradan Ravalillac ve Damiens izlemiştir. Ölümcül bir şekilde yaralanan III Henri, kendisini öldürmeye çalı­ şanın silahını geri teptirtrniş ve onu öldürmüştür, böylece katil de parçalana­ rak öldürülmekten kurtulmuştur.

35

lçimizdeki Karanlık Yan

yapıyordu; alanında bir ilk olan bu kitap "cinsellik konula­ rındaki vuruşların kullanımı"na adanmışh.46 Ama en çok da gitgide kadınlar tarafından kullanılmasına karşı geliyordu; çünkü dediğine göre bundan böyle bu pratik gizlice kadın manastırlarında kullanılmaya başlanmıştı. Aşağıdan yukarıya, sonra da Sodom'dan Gomorra'ya, önceleri arıtıcı bir eylem olan kırbaçlama, demek ki bundan böyle benliğin kendinden geçmesine odaklanmış bir zevk pratiği olmuştu sadece ve 18. yüzyılın hovardaları arasında bu şekilde yaygınlaştı. Kırbaçlamanın en hararetli savunucu­ larından olan Marquis de Sade bu tutumu, Sodomlu olmakla birleştiriyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru, 1870 yılında Leopold Sacher­ Masoch'un 1870'te Kürklü Venüs romanının yayımlanmasın­ dan sonra, kırbaçlama, psikiyatr ve seksologlar tarafından, baskı altında tutan birisiyle, baskı alhnda tutulan diğeri ara­ sındaki sado-mazoşist ilişkiye göre temellendirilmiş, cinsel bir sapkınlığın prototipi olarak sınıflandırılmıştır; erkek, gö­ nüllü olarak kendisinin celladı olmaya zorladığı bir kadının gönüllü kurbanı olabiliyordu sözgelimi.47

O andan başlayarak, Batıda, vücuda yönelik, cezalandır­ ma amaçlı yöntemlerin kullanımı ortadan kalkar ve tıp bili­ mi de bu farklı pratikleri sınıflandırmaya çalışırken, disiplin kavramı sapıklığa özgü bir düşünce sisteminin temel direği olarak benimsenir: bu yüzden hukukçuların ve psikiyatrla­ rın yazılarında ve erotik sanatlarını halka yaymak için sa46 Patrick Vandennersch tarafından alınblaıunışbr, Tutkunun Eti, age, s. 189. 47 Gilles Deleuze, Kürklü Venüs' ün tam metniyle birlikte Sacher Masoch'un taru­ blması, Minuit, Paris, 1967, sadizm ve mazoşizmi ilerideki bölümlerde ince­ leyeceğiz. Bugün, hukuk devletlerinde kırbaçlama pratikleri gönüllü olarak uygulanmıyorlarsa, bu durum onun suç hatta cinayet olarak görülmesinden ve yasa tarafından yasak.laıunasındadır.

36

Yüce ve İğrenç

pıkların yazdıkları eserlerde bu kavram kullanılmaya baş­ landı. Her türlü kendini Tanrı'ya sunmadan ayrı tutulan ve cinsel bir oyuna dönüştürülen söz konusu "disiplin" bugün, bunu içtenlikle ve gönüllü olarak bile bile benimseyenlerin, kendi uydurdukları baskılama ve itaat zorunlulukları anla­ mına gelmeye başlamıştır. Mistikliği, anormalliği ve şeytanlığı benimsemiş olan J. K. Huysmans, Ortaçağ döneffiinin en büyük sapık suçlusunun, Gilles de Rais'nin kaderine hayranlık duydu.48 Ama bu bulmacamsı mavi r nkalın mahkemesinin safha­ larının ilk kez yayınlanmasını Georges Bataille'a borçluyuz; onun eylemleri Sade'ın Yasayı tersine çevirmesini müjde­ liyor ve insanın kendisine özgü, kendi içinde bulunan in­ sanlık dışı yanın dışa vurulması olarak suç kavramına ant­ ropolojik bir içerik veriyordu: "Suç, diyordu Bataille, insan türünün özelliğidir, hatta bu türün tek özelliğidir, ama her şeyden önce gizli özelliğidir [ ] Gilles de Rais trajik bir suçludur: tragedyanın ilkesi suçtur ve bu suçlu, herkesten daha fazla bir tragedya kişisi olmuştur [ . . ] suç elbette ge­ ceyi çağırır; gece olmasa suç suç olmazdı ama derin olsa bile, gecenin korkunçluğu güneşin parlaklığına ulaşmak için can atmaktadır" 49 . . .

.

.

1404'te doğan Gilles de Rais babası tarafından Laval­ Montmorency hanedanına mensuptu, anne tarafından ise krallığın en zengin ailelerinden birinden geliyordu. Ama içinde yaşadığı dünya -yüzyıl savaşlarının dünyası- yağma48 J. K. Huysmans, Ötede (1891), Gamier-Flammarion, Paris, 1978, Sürekli ola­

rak öte bir yere gitmeyi ve duyuların düzensizleştirilmesini arayan modernli­ ğe karşı bir kahraman olan Curta), Gilles de Rais'nin bir biyografisini kaleme almaya karar verir. 49 Georges Battaille, Gilles de Rais'in Mahkemesi, 1959, Bütün Eserleri, 10. cilt, Gal­ limard, Paris, 1987, s. 277-279.

37

lçimizdeki Karanlık Yan

lara teslim olmuştu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcı­ ya dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. VI. Charles-deli kralın zamanında Armagnaclar ile Bourguignonlar arasındaki rekabet İngiliz iktidarına yarıyordu, çünkü kral­ lık otoritesi tam olarak asla yerine oturmuyor, kralın ya da Paris'in kontrolünü sırayla bu çatışanlardan biri alıyordu. 1922'de kralın ölümünden, Azincourt yenilgisinden beş yıl sonra, iki mirasçı onun yerine geçebilecek konumdaydı: bir yan­ da V. Henri'nin oğlu olan -henüz çocuk olduğu halde Bourguig­ nonslar tarafından desteklenen bir İngiliz-, öte yanda ise Troyes Anlaşması'nın yapıldığı 1420'den bu yana mirasını kaybetmiş ve Bourges'e sığınmış olan veliaht XII. Charles vardı. Fransız ta cının meşru mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece maskara haline gelmiş ve krallığını yeniden fethedebilmek için taç giymeyi beklemek zorunda kalmıştır. Annesinin babası Jean de Craon tarafından büyütülen Gilles de Rais'nın bu aşağılık eğiticisi, çok zengin bir derebe­ yiydi, cimri ve sefihti, daha on bir yaşındayken Azincourt'da ölen tek evladı için çok üzülmüştü, torununu da suça itti. On altı yaşındayken Gilles, dedesinin ikinci karısının torunu Cat­ herine de Thouars'la evlendi, ama bu evlilik, maiyetindeki bir delikanlıyı kendine sevgili olarak almasını önlemedi. Bu sev­ gili sonradan epey önemli bir çocuk katili olacaktır: "Gilles ve dedesini görünce" diye yazıyordu Bataille "Nazilerin yaptığı hoyratlıkları düşünmemek imkansız".50 1424'te Gilles bu berbat dedenin servetine kondu ve bu ser­ veti içki alemlerinde ve inanılmaz harcamalar yaparak aklına estiği gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmedi. Ölçüsüz hoyratlığı ve yaptığı küstahça hesaplarla yaşlı derebeyinin bi50 Age, s. 294. ·

38

Yüce ve İğrenç

riktirdiği serveti tüketiyordu. Birinin cimriliğini ötekinin har vurup harman savurması izliyordu. Ama bu tersine çevirme içerisinde, kötülük sürüp gidiyordu; iki avcı da gerçekten kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyorlardı. Vll. Charles'ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek

birini arayan ve Gilles'in bu çılgınlığının engellenmesi ge­ rektiğinin bilincinde olan Craon, bu yüzden onu askerlikte kariyer yapmaya yöneltti. Beklenilenin tersine, genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek, parlak bir savaş şefi oldu, idealindeki kişinin tam aksi bir profilin, Jeanne d' Arc'ın emrine girerek, cinayet işlemekten vazgeçti. Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan bir baki­ renin emri altında, monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluştu­ rulması arzusuna dayalı vatanseverlik duygusunun yeniden oluşturulup uyanmasına katkıda bulundu. Jeanne böylelikle hem dedesini hem de halkı terk edip, yağmalarla, saldırılarla coşarak, egemenlik ilkesine sırt çeviren suçlu soyluların tersi­ ne bir arzuyu ete kemiğe büründürüyordu. Orleans'da, sonra Tourelles'de, Jargeau'da sonra Patay'da, zamanının öbür şö­ valyeleriyle birlikte mertçe savaştı, öyle ki kendisine "silahta çok mert şövalye" takma adı verildi.

17 Temmuz 1429' da, krallara sürülmesi gereken kutsal kre­ min bulunduğu şişeyi Saint-Remi Manastırı'ndan alıp getiren oydu. Sonra Jeanne'm yanında, gözlerinden yaşlar süzülerek, Reims' de taç giyme törenine katıldı. Uğursuzluklarla dolu yaşantısının o şerefli gününde, Fransa'nın başmareşalı oldu. Birkaç ay sonra, mertliğine hayran olan Bakire'nin isteğiyle Paris'i kuşatmaya soyundu. "Unutmayalım, diye yazar Bata­ ille, "eğer o gün bir ok omzuna isabet etmeseydi, Bakire'nin umut ettiği karar mümkün olabilirdi, Gilles şahane bir savaş şefiydi. Savaş heyecanlarının öne çıkardığı kişilerdendi o. 39

içimizdeki Karanlık Yan

Eğer Jeanne d'Arc onu önemli zamanlarda yanında bulun­ durmak istediyse, bildiği bir şey vardır."51 Gilles ile Jeanne'ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde hiçbir kanıt yok.52 Ama yine de, savaş alanlarında Tanrı'nın hizmetkarının şerefle somutlaştırdığı ideal, kendi açısından ortadan kalkınca, şanının göstergelerini ayaklar al­ tına alıp, hırsızlığa, daha fazla yağmaya ve malını mülkünü yeniden hor kullanmaya başladı. Görünüşte Bakire'nin kade­ rine kayıtsız kalıyordu. Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç53 işlediği öne sü­ rülen, dinsiz, dine geri dönmüş ama yeniden sapmış, gev­ şek, dönme, puta tapar olarak tanınan Jeanne, bakire olma­ sına rağmen Şeytanla işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise Mahkemesi'nin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı'nın değil, karanlık ve gizli bir Kara Melek' in sesiydi. Celladı Papaz Cauchon, sözünden dönmesini bekleyerek, ona yapılan işkenceye kahldı. Beklediğine değdi: Jeanne, alevler arasında kendini İsa'ya teslim etti. Yirmi yıl sonra, onu terk etmiş ama onun sayesinde Fransız monarşisini yeniden dü­ zenleyen VII. Charles hakkında yapılacak bir araşhrmaya ön ayak oldu. 7 Temmuz 1456'da itibarı iade edildi, 1920'de papa V. Benoit tarafından azize ilan edildi.54 51 Age, s. 298. 52 Bkz. Michel Toumier, Gilles ııe /eanne, Gallimard, Paris, 1983. Bu kısa anlabda yazar "canavar"la, "azize" arasında bir karşılaşma hayal ederek, birbirleri­ nin "aynasında" var olabildiklerini göstermeye çalışmaktadır. 53 Michelet'nin bir vakaınüvisten aktararak anlatbğına göre, İngilizler önce elbisesinin yakılmasıru istemiş, yığınların kadın olduğuna anlamasıru sağ­ lamak için de bu "edepsiz ve terbiyesiz" kadının çıplak kalmasını istemişler­ dir. Jules Michelet, Ortaçağ, Paris, Laffont, coll. "Bouquins", 1981, s. 788. 54 itibarının iadesi için yapılan mahkemede, sapık bir suç işlemediğinin (kılık değiştirmediğinin) kanıtlanması gerekliydi. Sunulan iddiaya göre ona teca­ vüz etmek isteyen İngilizlere karşı bakireliğini korumak amaayla erkek kı­ lığına girmişti. Bkz. Sylvie Steinberg, Cinsiyet Karışımı. Rönesans'tan Devrime Kılık Değiştirme, Paris, Fayard, 2001.

40

Yüce ve İğrenç

1432 Kasımı'nda dedesinin ölümünden sonra, Gilles de Rais iyiden iyiye suç bataklığına daldı: Chaınptoce' de, Tiffauges'de, Machecoul' da, hizmetçilerinin sağladığı yardımlarla, köylü ai­ lelerinin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işken­ celer yapıyordu. Vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını söküyor, can çekişirlerken çocuklara tecavüz ediyordu. Çoğu zaman öfkeye kapılıp, sertleşmiş organını iş­ kenceden yaralanmış karınlara sürtüyor, boşalma anma doğru da kendinden geçiyordu. Estetiğe ve tiyatro mükemmelliğine önem verdiği için, en güzel çocukları seçiyor, tercihen erkek olan bu çocuklara kurtarıcıları gibi davranarak, onlara kötülük yapmaları için uşaklarını üzerlerine sürüyordu. Böylece diledi­ ği mimikleri elde ediyordu. önce baştan çıkmış, sonra da baş­ tan çıkarıcı olan çocuklar, onda büyük bir tahrik uyandırdık­ larının farkına varmadan onu kutsuyorlardı. Gilles, deliliğin üst düzeyine ulaştığında, onların kafataslarını yarıyor, transa girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm ve yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu.55 Savaşın bütün cinayetleri, Jeanne'ın elde ettiği, eski şanı­ nın korunduğu bir kaleye aktarılmış gibiydi. Dedenin ölümü,

torunda, daha önceden de karşı geldiği bir yasanın bütün sı­ nırlarını yok etmişti: "Onu mahveden öfkeyi artık hiçbir şey engelleyemiyordu. Bütün engellerin inkarı olan cinayet ona, delikanlıyken dedesinde bulunan sınırsız egemenliği sağlı­ yordu. Gilles, bir zamanlar izlediği -ve hayran olduğu-, ya­ şarken kendisini aşmış, bugün ölmüş ve onu yetiştirmiş olan o adamın rakibiydi. Sıra ona gelmişti, onu aşacaktı. Onu cina­ yet alanında aşacaktı."56

55 Gilles de Rais aşağı yukarı üç yüz çocuk öldürmüştür. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açmıştır.

56 Georges Bataille, Gilles de Rais'in Mahkemesi, age, s. 361.

41

içimizdeki Karanlık Yan

Gilles, bu derece bir iğrençliğe düşmüştü ama yine de Jeanne'ın anısını içinde koruyordu. Ve her türlü teşhir sanatı onu büyülediği için -oyunlar, farslar, tiyatro, gizem törenleri, bayramlar-, Orleans'ın kurtuluşunun yıldönümünü kutla­ mak istedi. Onun şerefine düzenlenen gösterileri muhteşem hale getirmek için servetini harcadı. Dört yıl sonra çocuk ci­ nayetleri bir yandan çoğalırken, öte yandan da gerçek Jeanne zannettiği Bakirenin bir benzerini kendi hizmetine aldı.57 Bu yıllar boyunca Masumlar Şapeli'nde görkemli törenler organize ederek genç çocukların koro halinde İsa adına şar­ kı söylemelerini sağlarken, aynı zamanda François Pelat adlı

Floransalı bir baştan çıkarıcının küstah ve yozlaşmış düşünce­ leri doğrultusunda, şeytanı çağırıyordu; Pelat, cinayetlerinin sayısını artırarak ya da boynuna kara toz sürerek kötü güçleri yanına getirebileceğine onu inandırmıştı. Yine de şeytan, mareşali hiçbir zaman ziyaret etmedi.



1439 Kasımı'nda, yağmalara ve cinayetlere bir son vermek amacıyla, VII. Charles bir ferman ilan ederek, büyük dere­ beylerinin haydutlardan oluşan çetelerinin yerine, düzenli ve hiyerarşik bir ordu kuracağını açıkladı: "Akıl tarafından dikte edilen bu düzenleme," diye altını çizmektedir Bataille, "artık Gilles de Rais gibi kişilerin yer alamayacağı yeni bir dünyanın doğuşunun göstergesiydi".58 Bu, kral egemenliği­ nin yeniden düzenlenmesinin ve yüzyıl savaşlarının sonunun müjdecisiydi. _Ertesi yıl cinayet dedikoduları çoğaldı ve Gilles de Rais önce kiliselere bağlı mahkemelerin, sonra da başlarında Mic­ hel de l'Hospital'in bulunduğu Nantes Mahkemesi'nin dini olmayan hakimleri tarafından suçlandı. Gilles, ilk önceleri 57 Bu sahtekarlık VII. Charles tarafından ortaya çıkarhlmışhr. 58 Georges Bataille, Gi/les de Rais'in Mahkemesi, age, s. 401.

42

Yüce ve İğrenç suçlamaların tamamını inkar etti, ama sonra (çocuklara te­ cavüz suçu, şeytan çağırmalar, kilise papazlarının dokunul­ mazlığını tanımama59) her şeyi itiraf etti; yardımcılarının en ufak bir katkısı olmadan kendi duyguları doğrultusunda, kendi başına hareket ederek suç işlediğinin altını çizdi. Söz­ lerinin halkın anlayacağı dile de çevrilmesini, böylelikle anne ve babaların çocuklarını artık tembellikle yetiştirmemelerini istedi. Yargıçlarına, sıcak şarap, baharat ve uyarıcıları tüket­ mekten uzak durmalarını salık verdi. Son olarak, Tanrı' dan af dileyerek, acı çektirdiği bütün kişilerin şarkılar ve törenler eşliğinde, ona yapılacak işkence sırasında onunla birlikte bu­ lunmalarını diledi.

İlk önce Hıristiyanlıktan çıkarılan Gilles de Rais, sonradan kiliseye tekrar kabul edilmiş ve ondan sonra asılıp yakılmış­ br. Yine de vücudu kül hale gelmeden önce odun yığınlarının arasından çıkartılmış ve soylu kadınlar tarafından gömül­ müştür. Dokuz yıllık bir aradan sonra bu soylu cellat, hayatı bo­ yunca bir hayalet gibi yanında gezen ve bir tanrı hizmetçi­ sinin alçakgönüllülüğüne sahip olan Jeanne D'arc'ınkinden daha adil bir mahkemeye hak kazanmışbr. Gilles de Rais'in

ilk biyografisini yazan Papaz Brossard'ın aktardığı bu ikinci mahkeme, bir noktadan bakınca ilkinin aksi yönde işlemiştir: "Bu iki mahkeme Ortaçağın, belki de çağdaş zamanların en ünlü iki mahkemesi olmuştur", ama Machecoul celladınınki Orleans bakiresininkiyle karşılaştırılırsa "her konuda onun tersi yönde gelişmiştir" .60 59 Paskalya'dan sonraki yortu gününde Gilles, Saint-Etienne de Mer Morte Kilisesi'ne silahlı adamlarıyla birlikte zorla girmiş olduğu için, bu durum onların kutsallığına bir hakaret sayılmıştır. 60 Abbe Eugene Brossart, Fransa Mareşali Gilles de Rais, 1886, alıntılayan Geor­ ges Bataille, Gilles de Rais'in Mahkemesi, s. 273.

43

içimizdeki Karanlık Yan

Birinci mahkeme sırasında iyilik uğruna yapılan dava ayaklar altına alınmış, iyilik suç sayılmış ve dinsizlikle suç­ lanmışhr. İkincisi sırasında tam tersine, kötülük uğruna gi­ rişilen bu dava, itiraf ve pişmanlık dolu bir lütufla Tanrı'ya yapılan bir sunuma dönüşmüştür. Şunu da eklemek gerekir. Suçlu, yargıçların önünde kendi içindeki karanlık yanı aydınlatmak için, ne doğal nedenlere ne de şeytani tutkulara başvurmuştu -ne hayvan içgüdüsü, ne de cinlere kapılma-. Daha sade bir üslupla gençliğinde kendisine verilen eğitimin aleyhinde konuşmuş, böylece nef­ ret ettiği dedesinin özelliklerini düşüşünün kaynağına yer­ leştirmiştir. Ayrıca yargıçlar ona niçin böyle suçlar işlediğini sordukları zaman, öfkelenerek şöyle cevap vermişti: "Bana işkence ediyorsunuz ve aynı zamanda kendinize de".61 Demek ki, 19. yüzyılda seksolojinin ve kriminolojinin ba­ yılacağı türden açıklamaların hiçbiri yoktur ortada; ne sıkıntı, ne psikolojik nedenler, ne iç dünya, ne kasıt, ne açıklama. Gil­ les, kendisini, çocukluğundan itibaren iğrenç, kötülüğe adan­ mış bir varlığa dönüştüren bir eğitimcinin yetiştirmesi olarak sunuyordu sadece. Öldürme deliliğine girmesinin, ona göre, tek sorumlusu dedesi Jean de Craon'du ve gelecek kuşakların bu konuda daha dikkatli olma�ıru istiyordu. Oysa dedenin işlediği suç­ lar torunun yaptıklarının yanında hiç kalırdı. Yaşlı derebeyi, sadece savaşçı, eski, kaba bir dünyanın temsilcisiydi. Yasaya karşı gelmesinin nedeni, kendi soyunun yasasına bağlılığın­ dan ileri geliyordu. Ama yine de bu nefret edilen kişinin yok edilmesi için Gilles sadece yasanın düzenini değil, suç yasasının düzeni­ ni de saptırmıştı. Cinsel suçlar -yani gereksiz, sadece keyfe 61 Age, s. 484.

44

Yüce ve İğrenç

dayalı, sapık ya da "doğaya karşı62" suçlar- işleyerek ne bir düşmanı ortadan kaldırmaya, ne de bir rakibi yok etmeye soyunuyordu; ama insanda insani olanı yok sayarak kendini yok etmenin suçlusu haline dönüşmüştü. Ve zaten tecavüz edilen, boğulan, kurban verilen çocukların manzarası, suç yasasıyla yolundan saptırılan ama aslında lütuf isteyen ken­ di çocukluğuna gönderme yapıyordu. "Bu kutsal canavar", diyecektir Bataille "aslında bir çocuktu, yani suçluların en sapığı ve en trajiğiydi." Mistiklerin ya da kırbaçlayıcıların aşırılıklarının gözlen­ mesi aracılığıyla olduğu kadar, sapık suçun nasıl adlandırı­ labileceği konusundaki araşhrma yardımıyla da, klasik çağın sonuna kadar şu soru sorulmuştur: Acaba kendi içimizdeki karanlık yan insana zorla verilen bir Tanrı buyruğu mudur -bu durumda lütufla düşüş arasında yer alacaktır- ya da tam tersine bir kültürün, eğitimin ürünü müdür? Ama aydınlanmanın ortaya çıkmasıyla, Tanrısal düzeye gönderme yok olacak, bunun yerine evrenin tamamının doğa yasalarına uyduğu ve insanın inancın, dinin ve imanın eski vasiyetlerinden kurtulabileceği düşüncesi yerleşecektir. İma­ na, doğaüstü düzen ve mutlak monarşiyi de katarsak, ruhun kurtuluşuna bağlı karanlık pratikler de bunun içine girecektir artık: kırbaçlamalar, işkenceler, cezalandırmalar, tövbe ayin­ leri vs. Bunun sonucu olarak, karanlık yanın kaynağı üzerine so­ rulan sorular başka yönlere kayacak ve Condillac, Rousseau, Diderot ve hovardalar şunu sorgulayacaklardır: Bu karanlık yan insanı hayvandan ayırt eden barbar bir doğanın ifadesi midir? İlerleme ve uygarlık aracılığıyla bunu düzeltmek ge62 Dönemin terminolojisine göre yapılan bu adlandırmaya geri döneceğim, bu­ nun anlanu "Tanrının zorla kabul ettirdiği doğuın düzenine karşı demektir."

45

!çimizdeki Kııranlık Yan rekir mi? Acaba aslında iyi olan insan doğasını saptıran şey bir kötü eğitim ürünü müdür? Yoksa tam tersine bu, her türlü masumiyetin (zorunlu) kaybının göstergesi olarak mı ele alın­ malıdır? Eğer böyleyse, bu karanlık yan, bedeni en sonunda altüst edici bir güce teslim eden doğal bir düzenin ilkesi doğ­ rultusunda keyif verme arzusunun dile getirilişi olacaktır. Bu son varsayımda Sade'ın seçimini görürüz: kendi içi­ mizdeki karanlık yöne doğal bir temel vererek, ruhlarını kay­ betme riski alan, vücutlarının zevk alma hakkını ideal olarak gören hovardaların idealinden böylece uzaklaşmak. Demek ki, Marquis de Sade Batıdaki söylemin en parlak temsilcisi ve sapıklığın çağdaş kavramının oluşturucusu olarak ele alını­ yorsa, bunun nedeni, onun arı bir cinsel saydamlık evreni icat eden jestinde aramak gerek. Tanrının vasiyetini reddetmesi ve bireysel özgürlüğü seçmesiyle aydınlanmacı olarak kalan Sade, aydınlanma projesini tersine dönüştürerek saptırmıştır da: sınırsız, gizli yüzü olmayan yeni bir disiplin düzeni kur­ muştur. Elbette bu yeni düzen, keyif alma buyruğuyla oluştu­ ğundan Tanrısal yasanın yok edilmesi üzerine kurulacaktır. Oluşmakta olan bilimlerle karşılaştırıldığında, bunlar, insan davranışlarını sınıflandırmanın peşinde koştuklarına göre, Sade'ın düzeni de bunun kurallarını ve biçimlerini benimse­ yecek ve onları mümkün kılan karanlık gücü kendi alanından çıkarmaya çalışarak aynı zamanda onların bir parodisini su­ nacaktır.

46

2

KENDİNE BİLE KARŞI SADE

Vücutlarını ruhlarının kurtuluşu için bir alete dönüştüren mistiklerin tersine, boyun eğmeyen ve başkaldıran hovarda­ lar, tanrılar gibi yaşamanın peşindeydiler; gerek kutsallığa karşı gelerek gerek de cinsellikte şehvet peşinde koşuştura­ rak, din yasasından kurtulmaya çalışıyorlardı. Tanrı'nın dü­ zenine karşı eşyanın, doğal bir düzenin egemen gücünü sa­ vunuyorlardı. Bu barok bireyciliğe göre deneyim dogmadan ve tutku da akıldan daha önemlidir: "Marivaux, bir erkek bir kadına aşıktır denildiği zaman", diye iddia ediyordu, "bu şu demektir: adam kadını görmüştür, bu görüntüyle yüreğinde birtakım arzular uyarılmıştır, adamın bütün arzusu cinsel or­ ganını kadınınkine yerleştirmektir ."1 Aşkınlık düşüncesi yok olmaya yüz tuttukça ve iyiliğin güçlerini tanımlamak için insanın Tanrı'ya gönderme yap­ masını artık sağlayamaz olduğu için, şeytanla anlaşma

Faust

efsanesinde olduğu gibi, zevk peşinde koşmanın tam aksine, kötülükten keyif almanın da insanın kendi içindeki bir tür dürtünün dile gelmesinden başka hiçbir şey olmadığını ka­ bul tarzına dönüşüyordu: insanın insan dışılığı artık kader 1

Bkz. Michel Delon, "Arzunun Bin Kaynağı", Le Magazine Litteraire, 371, Aralık 1998, s. 32. 47

içimizdeki Karanlık Yan

ya da Tamısal bir düzen tarafından ona zorla kabul ettirilen bir düşüşün sonucu olarak değil, kendi insanlığının temel bir özelliği olarak ele alınabilirdi.

14. Louis'nin ölümünün ertesinde hiçbir kısıtlama olma­ dan naip olan Philippe d'Orleans, kralların mutlakıyetçiliği­ nin yavaş yavaş yok olmasına katkıda bulunmuştur. Onunla ve kendi kendilerine "tekerlek2 işkencesine layık" adı veren sefahat arkadaşlarıyla birlikte hovardalık3 politik açıdan en gelişmiş biçimini bulmuş, zaten böylelikle bütün yüzyıla damgasını vurmuş ve devrimin oluş nedenlerinden biri ha­ line gelmiştir. Sefahat alemleri, sövgüler, ekonomik spekülasyon, fa­ hişelik, lüks, harcama ve kendinden geçmeler, kırbaçlama ve yasaya karşı gelmenin verdiği zevk: bütün bu pratikler geleneksel değerlerin çok geniş bir anlamda sorgulanma­ sına katkıda bulunuyorlardı, bu değerler yerine anlık par­ lamaların arzusu konuluyordu. En aşırı zevklerle baştan çıkmış olan aristokrasi, böylelikle kendi sonunu da içten içe hazırlıyor ayrıca düşmanlarına karşı koyacak hiçbir şeyi olmadığından, körü körüne kendi mahvoluşuna doğ­ ru ilerliyordu. Jean Starobinski şöyle yazar: "1789 yılının aristokratik evrenine bir süreliğine şöyle bakalım, kendisi­ ni nasıl anladıysa biz de onu içerisinden öyle anlamaya ça­ lışalım. Böylece onu mahkum eden düşünceyle alttan alta bir u yum buluruz."4

2 Tam tekerlek işkencesine layık görülmüşken Kral naibinin yapacağı iyilik ile kurtanlacaklardır.

3 1595-1600 yılları arasında din savaşlarının kanlı olaylarına tepki olarak çıkan dinsizlik ve hovardalık (çapkınlık) fenomeni. Bkz. Maurice Lever, Sodom'un Odun Yığınları, Fayard, Paris, 1985. 4 Jean Starobinski, C gürlüğün Bulunuşu, 1700-1789, aynı yerde Aklın Amblemle­ ri, Gallimard, Paris, 2006.

48

Kendine Bile Karşı Sade

İşte bu hovarda idealin bağrında yetişmiştir Marquis de Sade. Bazı açılardan onun eğitimi Gilles de Rais'ninkine ben­ zemiştir. Onun gibi, üç yüz yıllık bir aradan sonra, politik açı­ dan düzensizliklerle dolu bir Fransa'da, 1740'taki doğumun­ dan başlayarak çevresine hep çığırından çıkmış, av peşinde koşan kişileri doldurmuş, zevklerini gerçekleştirmekte sınır­ sız, kibirli bir soylu sınıfın sır dolu şatolarına çekilmiş sefihle­ ri toplamıştır: "Üst düzeyden bir insanlığa ait olduğuna ikna olmuş bir biçimde yetiştirildiği için", diye yazmaktadır Mau­ rice Lever, "çok gençken başkalarını küçümsemeye başlamış­ tır. Çok erken, kendini başkalarının üstünde görmüş ve onları kendi zevki için kullanmaya vicdanından ya da insanlığından kaynaklanan hiçbir sansürü kabul etmeden usta havalarına girerek konuşmaya ve hareket etmeye başlamıştır. Daha dört yaşındayken despotik doğası oluşmuştu, yıllar sadece onun daha sert olmasını sağladı. [ . . . ] çocukluğundan başlayarak, eylemleri herhangi bir şeyi dile getirememe trajedisini ortaya çıkarır".5 Ama Gilles de Rais ile karşılaştırma daha ileriye gitmez. Sade, gerçekten de işi hiçbir zaman kökten suç işlemeye kadar vardırmamıştır. Çünkü Sade yasayı tersine çevirme ütopyası­ nı eylemleriyle değil yazılarıyla gerçekleştirmiştir. Sapıkların başı olan, üç ayrı politik rejimde toplam yirmi sekiz yıl hapis­ te kalan Marquis de Sade -Vincennes Kalesi'nden başlayarak Bastille Hapishanesi'nden geçerek Charenton Deliler Evi'ne kadar dolaşmışhr- yazıp çizdiklerinde hovarda bir zihniyete tapınma ilkesine dayanan bir toplumu değil, sapık bir top­ lumdaki bu zihniyetin parodisini ve yok oluş ilkesini göklere çıkarmıştır.

5

Maurice Lever, Sade, Fayard, Paris, 1991, s. 60.

49

lçimizdeki Karanlık Yan Hiç kuşkusuz Marquis de Sade'ın roman evreni hovarda, büyük vahşi tiplerle doludur -Blangis, Dolmance, Saint-Fond, Bressac, Bandole, Curval, Durcet- ama hiçbir zaman bu kahra­ manlar herhangi bir zevk, erotizm, doğa ya da bireysel özgür­ lük felsefesinin peşinde koşmazlar. Tam tersine onların ortaya koyduğu irade, başkalarını ve kendilerini yok etme, duygu pat­ lamasıyla yok olma iradesidir. Böyle bir sistemde, doğa, doğal bir hukukun mümkün temeli olarak bir hak arayışı vesilesiy­ le gündeme getirilebilir ama bu ancak, her türlü despotizmin kaynağı olarak ele alınma koşuluyla gerçekleşir. Sade' daki anlamıyla doğa öldürücüdür, tutkuludur, aşı­ ndır ve ona hizmet etmenin en iyi şekli, onun örneklerinin peşinden gitmektir. Sade aydınlanmacıların yolunu saptır­ makta, "bir ölüm dansı içerisinde, bir suç ve hovardalık fel­ sefesi oluşturmaktadır".6 Dünyayı akıl aracılığıyla ve bilgi ve tekniklerin bir sunumuyla açıklamaya çabalayan ansiklope­ dicilere karşı, Sade bir kötülük ansiklopedisi geliştirmiştir, bunun temelinde sınırsız bir keyfe dayalı sert bir pedagoji zorunluluğu vardır. İşte bu yüzden hovardaların cinsel ilişkilerini anlatırken, Sade, tersten ilişkinin üstünlüğüne dayalı bu cinsel ilişkileri, mükemmel bir şekilde inşa edilmiş bir söylemin muhteşemli­ ğiyle karşılaştırır. Demek ki sapık cinsel ilişki, en üst düzeyde uygar ve en karanlık şekilde asi bir tarzda dile getirilişinde -buradaki Sade, henüz psikiyatrik sistemin sadist olarak ta­ nımladığı Sade değildir- her şeyden önce bir anlatıdır, bir ölüm ağıtıdır; ölümcül bir eğitimdir, kısacası dilbilgisi gibi iyi düzenlenmiş bir dile getirme sanatıdır ve bir retorik dersi gibi her türlü duygusallıktan yoksundur. 6 Michel Delon, "Giriş", Sade, Eserler, cilt l, Gallimard, Koleksiyon, Paris, "Pleiade Kütüphanesi", 1990, s. 55.

50

Kendine Bile Karşı Sade

Sade'a özgü cinsel eylem, anlamın insanın hayal gücünü

tahrik ettiği bir düzenleme içinde yer alır: sembolleştirilmesi imkansız saf durumdaki bir gerçektir bu.7 Sperm -ya da daha çok döl, ya da boşalma" - orada özne­ /1

nin yerini alıp onun adına konuşur: "İçinde bulunduğum du­ rum

icabı" der Dolmance, "tam da Madame de Sainte-Ange

tarafından Eugenie 'ele geçirildiği' anda, şimdi elleriniz ara­ sındayım hanımefendi. Lütfen, ben bu tanrısal kıçı emerken siz de ona dokunun, dilinizi daha da içeri itin, sadece emmek­ le kalmayın, şehvet dolu dilinizi ta derinlere kadar itin, onun boşalmasını çabuklaştıracak en iyi şey budur.''8 Ayrıca cinsel ilişki daima başkasını bir nesne haline indir­ gemek olduğuna göre, bu herhangi bir nesnenin başka bir nesnenin yerine konulabileceği anlamına gelebilir ve bunun sonucunda bütünüyle canlı dünya sadece bir eşya koleksi­ yonu tarzında değil, ama aynı zamanda tersine çevrilmiş bir kuralın ilkesi olarak da ele alınabilir. Dolayısıyla hovarda . -insan olsun olmasın- bütün varlıklarda şehvetin en yüksek derecesinde, en beklenmedik özellikleri arayacaktır: "Bir ha­ dım, bir hünsa, bir cüce, seksen yaşında bir kadın, bir hindi, bir maymun, çok büyük bir buldog, bir keçi, dört yaşında bir erkek çocuğu, yaşlı kadının torununun torunu, prensesin da­ dılarının bize sunduğu şehvet nesneleri oldular"9 Ayrıca hovarda, bu sıradışı özelliklerin koleksiyonu yerli yerine konulduktan sonra, canlandırılması en zor durumların 7

Burada gerçek terimini Lacancı anlamda yani, sembolleştirilmesi imkansız ve oluşturucularının dışa atıldığı tetikleyicilerinden oluşan algılanılabilen bir gerçeklik: Saf bir heterojen durum anlamında kullanıyorum.

8

Sade, Yatak Odasında Felsefe, Kütüphanesi, 1998, s.

22,

1795, Toplu Eserler, c. 3, Gallimard, Paris, Pleiade Sade Fouryer Loyola, alıntıla­

aynca Roland Barthes,

nan yer, s. 729.

9

Sade, Juliette'in

Hikayesi, 1797, Toplu Eserler, c. 3, alıntılanan yer s. 849-850.

51

lçimizdeki Karanlık Yan

büyük sahnesini sonsuza kadar çoğaltarak keyif duyacakbr. Tam boşalacağı sırada, boynunu severek bir hindiyi becer­ mek zorunda kalacak, sonra hünsanın hem erkeklik, hem kadınlık organını okşarken, dışkısını yapmakta olan yaşlı ka­ dının kıçına burnunu sokacak ve boşalmakta olan bir hadım ağasını kendi içinde isteyecektir. Keçi kıçından kadın kıçına, oradan küçük bir çocuğa geçecek, o esnada başka bir kadın, çocuğun boynunu kıracakbr: "Bir maymun tarafından be­ cerildim, der Juliette, sonra da bir buldog köpeği tarafından ama kıçıma önce bir hünsa, sonra bir hadım, sonra iki İtalyan, sonra da Olimpos'un dildosu girdi, gerisi beni coşturdu ve on saatlik en çarpıcı keyiflerden sonra bu yeni ve özel sefahat

alemlerinden çıktım" 10

Ama Sade sadece sayfalar boyunca sıradışı cinsel sahne­ leri dile getirmekle yetinmez. Diderot'tan etkilendiği kadar La Mettrie ya da D'Holbach'tan da esinlenerek, bu sahnelere aynı zamanda teorik ve toplumsal bir temel oluşturur. 1795'te yayımlanan

Yatak Odasında Felsefe'de

Madame de Saint­

Ange'ın "tatlı yatak odası"nda üç hovarda arasındaki diya­ log şeklinde geçen -Dolmance, Augustin, Mirvel şövalyesi-11 görüşmeleri sırasında babası bir sefih, annesi dindar bir ka­ dın olan on beş yaşında genç bakire Eugenie de Mistival ile tanışırlar. Eugenie'nin cinselliğe uyanışını anlattıktan sonra Sade, Dolmance'ye 1789' da yazdığı "Fransızlar, cumhuriyet­ çi olmak istiyorsanız, biraz daha gayret" adlı ünlü yergisini okutur. Bu hayranlık verici şekilde oluşturulmuş metinde hiç­ bir cinsel ilişki yoktur, Sade cumhuriyetin temelinde, insan

10 Age, s. 852.

11 Saint-Ange'ın hem kardeşi hem de sevgilisidir, Eugenie'nin bakireliğini boz­ makla görevlendirilecektir.

52

Kendine Bile Karşı Sade topluluklarını yöneten yasanın kökten bir tersine çevrilme­ sini önerir: ters ilişki, aile içi cinsel ilişkiler ve cinayet mec­ buri olacakbr. Bu sisteme göre hiçbir erkek kadınlara sahip olmanın dışında ilişki kuramaz, ama hiçbiri de özel olarak bir kadına sahip olmayacakbr. Sonuç olarak kadınlar sadece fahişelik yapmakla kalmayarak -sadece erkeklerle değil aynı zamanda kadınlarla da fahişelik- ama hayatları boyunca sa­ dece ve sadece fahişeliğe arzu duymalıdırlar, çünkü onların özgürlüğünün tek koşulu budur. Onlar da erkekler gibi hem becermeli, 12 hem de becerilmelidirler, çünkü onlar şehvet zevkleri için erkeklerden daha şiddetli eğilimleri doğadan al­ mışlardır. Böylece onlar doğa durumunu taklit edecek bir cin­ sel eylemin üretici ilkesine bağlıdırlar -ters koit (ilişki)- ama aynı anda da böylelikle cinsiyetler arasındaki farkların sınırı silinmiş olur. Eski Yunan antikçağında eşcinselliğe oğlancılık13 adı veri­ lirdi ve kuralların işlemesini sağlamak için gerekli bir kültür olarak görülüp site hayatıyla bütünleştirilmişti. Dolayısıyla üreme düzenine bağlı olarak kadınlarla ilişki hiçbir şekilde dışlanmamıştı, sadece aktif ve pasif ilke ayrımı yapılıyordu: özgür bir erkek ve bir köle, bir erkek çocuk ve olgun bir erkek vs. Başka türlü söyleyecek olursak eşcinselliğin işlevi genç­ lere cinselliği öğretmekti ve birlikte olanlar arasındaki eşit­ liği dışlayan bir hiyerarşi doğrultusunda, bu pratiği sadece

12 Kadınların da bir başkasını "becerebilmeleri" için Sade, dildo kullanmalarını önerir: "Dolmance Saint-Ange'a şöyle der: ben sizin kocanız oldum ama si­ zin de benim kocam olmanızı istiyorum; kocaman bir dildo alın, [ . . . ) lütfen kasıklarınıza dolayın ve sonra bana korkunç darbeler vurun", Yatak Odasında Felsefe, s. 103-104. 13 Yunanistan'da oğlanalık, birisinin öğretici, öbürünün öğrenci olduğu cinsel ve aşka dayalı, bazen cinsel birleşmenin olmayabildiği bir ilişki itli: genellikle bir erişkin (erast) ve 12-16 yaşlan arasında ve çoğunlukla ergen bir delikanlı (eromen).

53

içimizdeki Karanlık Yan

erkeklerin gerçekleştirme hakkı vardı. Ama bir eşcinsel, ka­ dınlarla ilişkisini keserse, ona sitenin kurallarına ve aile ku­ rumuna zarar verebilecek bir anormal gözü ile bakılıyordu. Demek ki sapık, ters ilişkide bulunan değil, ama ters ilişkiye olan eğilimini birleşme ve çocuk sahibi olma yasalarına karşı gelmek için kullanandı. Bütün tektanncı dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlık döne­ minde de eşcinsellik sapıklık örneğine dönüştü. Özelliği, bir cinsel eylemi, başka bir cinsel eylemin yerine tercih etmekti. Ters ilişki, cinsiyetler arasında "doğal" olduğu kabul edilen farkı, yani çocuk doğurma amacıyla cinsel birleşmenin farkı­ nı

hiçe saymak demekti, sonuç olarak bu kuralın dışında ka­

lan her türlü cinsel eylem, sapıklık olarak görülüyordu. Elle doyum, oral seks, dille temas vs. . . Şeytanlık olarak görülen ters ilişki, o zaman sapık etkinliğin en karanlık yanı olarak ele alınıp, dine karşı bir tutum olarak kabul edildiği kadar, hay­ vanlarla yani şeytanla girilen bir cinsel ilişkiye de eş görül­ müştür (hayvanseverlik). 14 Şeytani bir yaratık olarak görülen Hıristiyan dönemin eşcinseli, böylece sapıkların sapığı yerine konulmuş, aile bağına zarar verdiği için de odun yığınların­ da yakılmaya layık görülmüştür.15 Ama yine de birçok yerde, en çok da prenslerin ailelerinde bu duruma karşı toleranslı davranılabiliyor, ancak prensin evlenmeyi ve çoluk çocuğa karışmayı kabul etmesi isteniyordu. Ters ilişkiye zorlayarak, Sade doğaya karşı olmayı yani eşcinselliği yok eder, -Dolmance bu tutumun en saf temsil­ cisidir, çünkü "hayah boyunca hiçbir kadınla cinsel ilişkiye girmemiştir" ;16 bir ölçüde eşcinselliği aynı cinsin lehine özgür 14

Seksologlar tarafından zoofili adı verilen hayvanlarla ilişki sorunu Bölüm' de incelenecektir.

15 Bkz. Maurice Lever, Sodom'un Odun Yığınları, age. 16 Yatak Odasında Felsefe, age, s. 127. 54

5.

Kendine Bile Karşı Sade

bir seçim varsayar -bununla birlikte cinsel farkın ve yasala­ ra karşı gelme ve onları aşma arzusunun bilincine varılır-. Demek ki Sade, eşcinsel kişiyi, aynı cinste sadece başkayı sevdiğinden dolayı siteden atar, oysa yüzyıllar boyunca en evcilleştirilemeyen sapıklık, eşcinselde ete kemiğe bürünmüş olarak görülüyordu.17 Gerçekten de, Sade'ın felsefesine göre erkeklerin ve kadın­ ların en önemli görevi ters ilişkide bulunmak olduğu ölçüde, bunun sonucunda eşcinsel sadece lanetlilik ayrıcalığını kay­ betmekle kalmaz ama aynı zamanda biseksüelliğin yararına ortadan kalkar: Sade'ın evreninde, kadınlar da erkekler gibi davranarak cinsel organlarını kaldırıp ters ilişkide bulunarak boşalabilirler. Ters ilişki burada, çift bir yasaya karşı gelme hakkı olarak gündeme getirilmektedir, yasanın buyruğu bo­ yun eğdirme, köleleştirme ve gönüllü hizmetçiye dönüştür­ me olduğuna göre cinsiyet ayrımına, üreme düzenine karşı gelmek gerekir. İşte bu açıdan Dolmance, sadece ters ilişki pratiğiyle değil ama aynı zamanda çocuk öldürme, çocuk düşürme ve prezervatif kullanma pratiğiyle de insan

ırkının

muhtemel bir yok oluşu karşısında büyük bir neşe duyar.18 Ve eğer çocuk doğurmak için gebe kalma hakkı olsa da Sade'a göre çocuklar, her türlü cinsel zevkin dışında herhangi bir olası belirli baba kimliğini yasaklayan birden çok cinsel birliktelik sonucunda dünyaya gelmelidir. O zaman onlar sadece cumhuriyetin malı mülkü olacaklardır, anne ve baba­ ların değil. Ve çocukların doğar doğmaz anneden ayrılarak 17

"Doğaya karşı" terimi,

18.

yüzyılda, yüz karası terimiyle birlikte "doğaya

karşı kötülük" olarak adlandırılan bütün cinsel sapıklıkları, en çok da eşcin­ selliği işaret etmek için kullanılıyordu. Bu "doğaya karşı" olmaya değişik ad­ lar veriliyordu: "abla", "oğlancı", "fordçu", "kan", "sevici" vs. Lever,

18

bkz.

Maurice

Sodom'un Odun Yığınları, age.

Kondom: Meninin amacına ulaşma riski olmadan aktığı küçük deriden kü­ lah,

bkz Jean-Baptiste Jeangene Vilmer, Sade Ahlakı, Cenevre: Droz, 2005.

55

içimizdeki Karanlık Yan

birer zevk nesnesine dönüşmeleri gerekir. Sade'ın yatak oda­ sı, baba kurumunun ortadan kaldırılması ve anne işlevinin bertaraf edilmesine dayanır: "Şunu öğrenin hanımefendi der Eugenie'nin annesine Dolmance', "YeryüzünJe anne bal:: a ­ nın çocuklara ve çocukların da kendilerini dünyaya getiren bu kişilere karşı hissettiği duygular kadar uyduruk başka bir şey yoktur [ . . . ] . Anne babamıza hiçbir şekilde borçlu değiliz, çünkü doğumla ilgili haklar hiçbir şeyi kurmaz, hiçbir şeyi temellendirmez.19 Bunun sonucunda ustasının iyi bir öğrencisi olarak onun yergi dolu metnini okuduktan sonra Eugenie, annesiy!e ters ilişkiye girer ve işte o zaman Dolmance olaya uşağın da dahil olmasını ister. Sonra iki kadının yardımıyla bir dikiş iğnesi edinir ve ceza olarak kadının bedenindeki delikleri diker. Son olarak şövalyeye dönerek şöyle hitap eder: "Elveda şövalye, hanımefendiyi yolda becerme, şunu unutma kendisi artık di­ kilmiştir ve frengilidir"20 Görüldüğü gibi Sade'ın gözüyle kabul edilebilecek tek şey, avcı kardeşlerin oluşturduğu topluluktur; kadınlar kötülük et­ mekte erkekleri aştıkları için onların kah cellatları, kah da tıka basa cinayetle dolu bir doğanın yasalarına uymaktan vazgeç­ tikleri zaman kurbanları olurlar.21 Sade, bir yerde sapıklığın genelleştirilmesi üzerine kurulan bir toplumsal modeli öner­ mektedir. Ne ensest yasağı, ne yasadışı olanla canavar olanın birbirinden ayrılması, ne akılla deliliğin sınırlarının çizilmesi, ne de erkeklerle kadınlar arasındaki anatomik paylaşım onda 19 Sade, Yatak Odasında Felsefe, Age, s. 166. /Jkz. Lynn Hunt, Fransız Devriminin Aile Romanı, (1992), Paris, Albin Michel, 1995. 20 Sade, Yatak Odasında Felsefe, age, s. 177. 21 Sade'ın büyük romanlarının sonsuz ve temel tezi bu olacakbr: fııstine ya da Erdem'ın Başına Gelenler 1791, Kötülüğün Mutluluğu ya da fııliette, Yeni fustin 1797, Bkz. Sade, Bütün Eserleri, 2. cilt, Paris: Gallimard, Koleksiyon, "Pleiade Kütüphanesi", 1995, 3, cilt, age.

56

Kendine Bile Karşı Sade

yer almaz: ensesti, zinayı, ters ilişkiyi ve Tanrıya karşı gelme­ yi birleştirmek için, der, baba, dini kurallara uygun bir şekil­ de evlenmiş kızıyla ters ilişkiye girmelidir. Yine böyle bir sapıklığın genelleştirilmesi adına Marquis de Sade, "Ölüm cezasının kötülüğünden kurtulmak için onu tamamıyla yok etmeyi" önerir. Eğer, der Dolmance, insan do­ ğası gereği bir katilse, o zaman güdülerine uyması gerekir. Bu yüzden tutkularının etkisi altında başkasını öldürmek onun için sadece bir hak değil aynı zamanda görevdir. Buna kari>ın hiçbir insan yasası cinayetin yasal bir hale gelmesi için doğanın yerine kendisini ikame edemez. Başka türlü söyleyecek olur­ sak, doğanın özünde cinayet işleme olduğu için idam cezası­ nın ortadan kaldırılması koşulsuz şekilde gerçekleşmelidir. Bu yasayı yok sayıcı tutumunu desteklemek için Sade, pragmatik bir akıl yürütme gündeme getirir: İdam cezası hiçbir şeye yaramaz. Bu ceza, insanın doğasında bulunan ci­ nayet işleme eğilimini bashramadığı gibi, ona bir yerine iki insan öldürterek bir cinayete diğerini ekler.22 1785- 1789 yılları arasında hapishanede kaleme alınan uzun soluklu Bin Bir Gece Masalları'ru model olarak aldığı Sodom'un 120 Günü adlı eserinde Sade, ensest yanlısı, ters iliş­ kiye giren, alemci olan ve adam öldürten dört ünlü epey zen­ gin sefihin, XIV. Louis iktidarının sonlarına doğru hayal ettik­ leri evlilik sistemini anlahr. Üç kadından dul kalmış ve iki kız babası olan Blangis, Durcet'in kızı Constance'ın kocası olur, bu arada Durcet, Curval'ın kızı Adelaide'la evlenir. Curval'a gelince, o da Blangis'nin kızı Julie ile evlenir. Blangis'nin kar22 Sade,

Yatak Odasında Felse•e, age, s. 125. Pascal daha önceden şunun altını çiz­ miştir: "Kötülerin olmasını önlemek için öldürmek mi gerekir? O zaman bir yerine iki cinayet işlenir." Sade, Victor Hugo'dan önce idam cezasının koşul­ suz ortadan kaldırılması için açık tavır alan ilk kişidir. Bkz. Jacques Derrida, Elisabeth Roudinesco, Yarın neden . . . Diyalog. Paris: Fayard, 2001.

57

lçimizdeki Karanlık Yan

deşi olan papaza gelince, bu beraberlikler ağının içine yeğeni ve Blangis'in ikinci kızı olan Aline'i, öbür üçüne kendisi de katılına şartıyla, getirir. Her babanın kızlarıyla cinsel ilişkide bulunm a hakkı vardır ve hiçbir şey bize Aline'in amcasının mı yoksa babasının mı kızı olduğunu söylememize yardım­ a

olmaz, çünkü amcası babasından önce onun görümcesinin

sevgilisi olmuştur, zaten bu nedenle kızın eğitimi ona ve­ rilmiştir. Yoldan çıkmış kişilerin oluşturduğu bir topluluğa benzeyen bu garip aile tuhaf Silling Şatosu'nda buluşmaya ve kendilerini çevreleyerek iki tane saray kurmaya karar verir­ ler. Bir yanda genç oğlanlar, öbür yanda genç kızlar. Demek ki, bu birleşme, değiş tokuş ve evlat edinme sis­ teminin kuramsallaşması aracılığıyla bütün aile kurallarına alay edilerek karşı gelinebiliyor ve böylece dört sefih (Blan­ gis, Durcet, Curval, Papaz) mükemmel bir şekilde organize edilmiş bir törenler topluluğu aracılığıyla her türlü zulmü gerçekleştirebiliyorlardı. Silling Şatosu yaşantının her anının sert bir düzenlemeye bağlı olduğu bir kötülük manastırına benzemektedir. Her özne orada kıpırdamayan bir nesneye, bir tür bitkiye dönüşür, en küçük ayrıntılarına kadar bütün davranışlar ölçülüp değerlendirilir. Davranışlar, düşünce­ ler, yemek yeme tarzları, dışkılama, temizlik, uyku, giysileri: her şey gözetim altındadır ve her şey bir törenin gündemi­ ne alınmıştır. Bu ölümcül yerde insanlar, insan varoluşunun fetişleştirilmesinin gerçekleşmesi sonucu oluşan gönüllü bir kapatma kuralına uyan, kendileri de bir nesne haline gelen despotların iktidarda bulunduğu eşyalara indirgenmiştir. Ci­ nayet yasasının yönettiği bu berbat, pis, şehvet dolu evrenin bağrından hiç kimse kurtulamaz: ne cellatlar, ne kurbanlar. Ve bundan böyle dört ay boyunca, günden güne sapık birtakım oluşumlar gerçekleşir, saptırılmış bir tarih yazıcılık 58

Kendine Bile Karşı Sade modelinin doğrultusunda oluşan bir anlatı bunlara yön ve­ rir: ergenler birbirleri ile "evlendirilir" -Michette ile Giton, Narcisse ile Hebe, Colombe ve Zelamir, Cupidon ve Hya­ cinthe-, kendi kızları olan bu eşlerin suç ortaklığıyla sefihler, bu çocukların her birini mastürbasyon yapmaya zorlayarak bekaretlerini bozup ters ilişkiye yönlendirerek, sonunda da işkence ederler; karşılarında dört tane kadın Tarihçi vardır; bunlar elli yaşlarına gelmiş eski fahişelerdir ve görevleri sa­ dece bu kötülük tiyatrosunun aktörlerine ihtiyaç duydukları araç gereci sunmak değildir, aynı zamanda gözlerinin önün­ deki dehşeti bir anlahya dönüştürürler: güzel kıçlı olarak nitelendirilen Bayan Duclos, koca ana denilen La Martaine, Safa müridi Bayan Champville ve en sonunda bir gözü, altı dişi, bir memesi ve üç parmağı eksik, belden aşağısı yanık La Desgranges. Bu sonsuz söylemlerin ve sefahat alemlerinin bir biri ardı sıra geldiği bu sonsuz şölenin bağrında sapık bir cinsellik ka­ taloğu oluşturulur, bir yüzyıl sonra seksoloji uzmanlarına ge­ rekli göndermeleri bu katalog sağlayacaktır. "İkinci sınıf yüz elli tutku" arasından işte seçilmiş birkaç örnek: "dışkı dolu bir kıçı emer, diliyle o dışkı dolu kıçı canlandırır ve o çekildik­ ten sonra kızlar değiştirilir. [ . . . ] dört kadın ister; iki tanesiyle cinsel organları, ikisiyle de ağız yoluyla ilişkiye girer, bunu yaparken birinin cinsel organından çıkarttığı cinsel organını diğerine uzahr. Bütün bunlar olurken bir beşincisi bir dildoy­ la kıçını kaldırarak onun arkasına geçer."23 "öldürücü 150 tutku" listesinden ise başka örnekler verelim: "Kadının anü­ sünün içinde bir mumun sonuna kadar yanmasını izlemeyi severdi: ucuna bir iletici bağlayarak yıldırımla onun ezilme­ sini sağlar. 23

Sade,

[. . .]

adamın biri zeminde demir uçların olduğu

Sodom'un 120 Günü, Toplu Eserler, 1. cilt, age, s. 113-114.

59

içimizdeki Karanlık Yan bir yerde, bir kulenin dibinde durur, kulenin tepesinden ona doğru daha önce becerdiği iki cinsten de birçok çocuk atılır: onların demir uçlara çarpıp parçalanmalarından ve her yere kan sıçramasından büyük bir zevk duyar."24 Böylece topluma yasayı tersine çeviren bir temel sundu­ ğunu iddia ederek Sade, kendisini bütün sapıklıklarm büyük ustası olarak göstermek ister. Bu yüzden de onun bazı büyük metinlerinde -ve en çok da ünlü 120 Günde-, öyle ürkütücü bir öykünün içine dalarız ve en sıradışı durumları öyle bü­ yük bir iştahla anlatır ki, bu durumlar tersine de döndürü­ lebilir, durum, çocukların dünyasını belirleyen bu çok yönlü sapıklığa özgü bütün senaryoların içine alınabileceği yaratıcı bir oyuna benzemeye başlar. Bu zulüm dünyasında ayaksız örümcekler, biçimsiz insanlar, hayal ürünü atlar, bacakla­ rı birbirinden ayrılmış uçan yaratıklar, kısacası yapısöküme uzatılmış bir bedenin halleri sözlüğü ortaya çıkar, bilindiği gibi bunlar çocuğa dil evrenine girmenin onda uyandırdığı dehşeti kendi dışına yan.,ıtabilmesini sağlar. Buradan ortaya ters bir durum çıkar: Vücutların ve psi­ şik yapının mutlak bir saydamlığını merkeze alan, yani insan davranışlarının fantazmlar aracılığıyla çocuklaşması üzeri­ ne Sade öyle bir açıklama modeli getirir ki, bu sapıklığı yok sayarak onu daha çok normalleştirir -ve böylece sapıklığın yasaya meydan okuması yasaklanır-. Böylece Sade sapıklığı yasa haline dönüştürmek isterken, onu, insan mevcudiyeti­ nin karanlık yönü olarak da yok etmeye çalışır ve başaramaz. Bu açıdan Michel Foucault'un yargısını gönüllülükle kabul edeceğiz, ona göre Sade "disipline dayalı bir erotizm" icat etmiştir: "O zaman edebiyat açısından Sade'ın kutsallaştırıl­ ması karşısında ne yapalım diyeceğiz, Sade için de bir şey ya24 Age, s . 352-373.

60

Kendine Bile Karşı Sade pamayız: Sade bizi sıkıyor, o da bir disiplin tutkunu, bir seks çavuşu, kıçların ve benzerlerinin bir hesap uzmanı." 25 Demek ki gerçekten de Sade ile birlikte, 18. yüzyılın so­ nunda, ayrıca burjuva bireyciliğinin gelişmesiyle beraber, sapıklık cinselliğin doğadan ayrılmasının deneyimi olup, dünyanın doğal düzenini taklit etmeye başlamıştır. Yine de Sade, bir yandan insan doğasının bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu ve insanın ona hizmet etmek zorunda bulunduğu­ nu öne sürerken, diğer yandan da sapıklığı evcilleştirmeyi başaramaz. Hiç kuşkusuz sapıklık, her türlü tanrı yasasının yerine ikame edilen bir yasadır ama sürekli hareket halinde olan doğa mermerine kazındığından insanların kendisini ele geçirme çabalarından sıyrılır. Sonuç olarak, Sade'ın bu tersine döndürmesi aracılığıyla sapıklık kutsallığından uzaklaşır, aynı anda monarşi iktidarı da Tanrı imajı gibi egemenliğinden çıkmıştır. Ayrıca bu vahşi kızgınlık jestiyle Sade, iyilik kötülük ekseninin ötesine atıl­ mıştır. Artık kendisinden başka hiçbir şeye meydan okuma­ maktadır. "Usta" diye yazmaktadır, Christian Jambet, "tehdit edilemez, çünkü kimse ondan daha barbar olamaz."26 Ama Marki eğer sadece pornografi ve yergi düşkünü ba­ sit bir hovarda, herkesin rahat bir hayat sürdüğü bir dönem bağlamında feleğin çemberinden geçmiş biri olsaydı, Batı ta­ rihinde -edebiyat ve politik tarih de dahil- böyle biricik bir sapıkların prensi konumuna yerleşmezdi. Yasaya karşı gelen, bir disiplin erotiği yaratan, artık sadece kendine karşı gelen bir usta, üç politik rejimin cehenneme yollamaya çalıştığı açık 25 Michel Foucault, Söyledikleri ve Yazdıkları, lV. Paris: Gallimard, 1994, s. 822, aynı zamanda bkz. François üst, Sade ve Yasa, Paris: Odile Jacob, 2005. 26 Guy Lardreau ve Christian Jambet, Melek, Paris, Grasset, 1976, s. 185. Chris­ tian Jambet Sade modeliyle, -"keyif metafiziği"- liberal ekonominin benzer­ liğini gösteren ilk kişidir.

61

lçimizdeki Karanlık Yan saçık pislik, bütün yasaklara direnebilen dönüşmüş bir dil27 de yaratan Sade aynı zamanda kötülüğü, kötülükten alınan28 keyfi, sapıklığın kendisini arzulanabilir kılnuşhr. Kötülüğü asla ondan nefret edilsin diye anlatmamıştır.29 Sade'ın eserini, sapıklık konusuna yeni bir bakış örne­ ği haline getiren sürekli tersine çevirmelerin ve Sade'ı önce bir utanç nesnesi, sonra da klinik bir durum olarak ele alışın mantığını anlamak için, onun hayatını eserinin yazılmasına bağlayan diyalektiği anlamak gerekir: "Sade" diye yazar Ba­ taille, "uzun hayatı boyunca bir tek şeyle derinlemesine meş­ gul olmuştur, kendisini tüketene kadar insan varlıklarını yok etme olasılığı, onları yok etmenin ve onların ölmelerinin ver­ diği düşüncenin ve acının keyfini sonuna kadar sıralamak."30 Sade çocukluğunu, sefahat ve ters ilişki31 düşkünü, kız ço­ cuklarını olduğu kadar erkek çocuklarını da seven hovarda bir babayla, oğlunu daha çok gençken kendi kocasının met­ resi olan Conde prensinin karısına emanet eden bir anne ara­ sında geçirmiştir. Prens öldüğü zaman Sade'la onun kardeşi uğraşmıştır, Charolais Kontu unvanı taşıyan bu kardeş, cin­ sel dengesizlikleri ve zulmüyle ün kazanmıştı: avdayken sırf zevk için insanların üzerine ve en çok da kendisine ait yerler­ de çalışan işçilerin üzerine ateş ederdi. Beş yaşındayken Donatien diğer çocuklara her türlü şid­ deti uyguluyor, bundan dolayı herhangi bir suçluluk hisset-

27 Roland Barthes, Sade, Fourier, Layola, age, s. 701-861. 28 Bkz. Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, (1957), Paris: Gallimard, col. "Folio­ denemeler", 2004, s. 83. 29 Bu konuda Jeangene Vilmer'in tezini paylaşmıyorum, Ahlakçı Sade,

age, s.

88. 30 Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, age, s. 88. 31 Bugüne kadar Sade'ın ilk biyografisini yazan kişi olan Maurice Lever, haya­ tıyla eserin oluşumunu birbirine bağlayarak onu daha iyi anlamamızı sağla­ mıştır.

62

Kendine Bile Karşı Sade

miyordu, duygusuzdu. O zaman babası onu, Saumane' da bir cemaatin yaşadığı yere Provence'a yollamaya karar verdi,­ orada rahibeler ona küçük bir İsa muamelesi yaplilar. Ama yapılan bütün iyilikler sadece onun kızgınlığını ve küstahlı­ ğını arhrınaya yaradı, en sonunda amcası Paul Aldonse de Sade onun velayetini üzerine aldı. Voltaireci bilgili bir hovar­ da olan bu papaz, işine geldiği gibi kullandığı iki kadınla (bir anne ve kızı) kendisini pornografiye ve kırbaçlamaya vermiş halde yaşıyordu. Marquis de Sade'ı edebiyat ve felsefe ala­ nında çok iyi eğitti, onun eğitimini bir hocaya teslim etti, ama bir yandan da kendisi, yeğeninin önünde çamaşırcı kadınlar­ la ve fahişelerle sefahat alemlerine dalıyordu. On yaşına geldiği zaman Donatien, Saumane Şatosu'ndan

ayrılarak Paris'e geldi ve Cizvit papazlarının yönettiği ünlü Louis-le-Grand Koleji'ne girdi. Orada ona verilen eğitim, çoğunlukla tiyatro sanalına göndermeler içeriyordu, ayrıca çocuklara gündelik olarak kırbaçlanma ve vücutlarına acı ve­ recek cezalar veriliyordu. Delikanlı çağına gelen ve ters iliş­ kiyi ustaları ve kolejdeki diğer öğrenciler aracılığıyla öğrenen genç Marquis de Sade, yaz aylarını babasının eski bir metre­ sinin, Madame de Raimond'un yanında geçiriyordu. Az veya çok hovarda bir yığın kadınla çevresi sarılan Marquis de Sade mastürbasyona yönlendirilen bir melek gibiydi, kadınlar ona badem yağı banyoları yaphrıyorlardı. Bu da babasının çok hoşuna gidiyordu, sonucunda baba oğluna aşırı derecede aşık oldu. Bu yüzden onu aristokratik dünyasının içerisine soktu, genç adam burada her türlü hovardalık pratiğine başladı. İşte o dönemde Sade, teğmen olarak kraliyet ordusunun hizmetine girdi ve birkaç yılını savaş alanlarında geçirdi. Özellikle adam öldürmekten çok hoşlanıyordu. Sefahate ve kumara alışan Donatien, Paris'te yaşamayı seçti, oysa babası 63

içimizdeki Karanlık Yan

kötü huyları nedeniyle ve parasını müsrifçe harcamasından rahatsız olduğu için ona güzel bir eş bulma çabasındaydı. İlk önce kendisinden daha yaşlı bir kadınla evlenmek istedikten sonra ona aşık olduğu halde, çok daha çirkin abuk suratlı ve eski elbiseler giyen zengin bir burjuva kadınla evlendi. Bu kadının annesi Marie-Pelagie de Montreuil, kendisine başkan diye hitap edilen bir kadındı, hayattaki tek amacı ailesinin kaderini Fransız soylu sınıfının en büyük adlarından birine bağlamakh. Kaynanasının evine 1763 yılında yerleşen Sade, karısına her türlü alçaklığı yaparak c :m dövdü, küfür etti, kadın bir yandan annesinin arzusuna uymak istiyor, öte yandan bu öfkeli kocayla yasaların dışına çıkarak yaşamaktan haz du­ yuyordu. Başkana gelince, damadıyla bütün hayalı boyunca öyle bir nefret ve karşılıklı büyülenme ilişkisine girdi ki, bu ilişki ikisini birden ömür boyu ölümüne bir kavganın içinde tuttu. Yaşlı kadın ne kadar onu iyiliğin egemenliğine bağla­ mak isterse, Sade da üstesinden gelmeye aynı oranda gücü yetmese bile yasayı ete kemiğe büründürerek ve erdemi ter­ sine çevirerek her türlü yasaya karşı gelen eylemleriyle ona meydan okuyordu: "Madame de Montreuil" diye yazmakta­ dır Maurice Lever, "düzensiz ve müsvedde olarak gördüğü rakibine karşı bir yöntem, bir düzenlilik düşüncesi ile hareket ederek acımasız bir sertliği karşısına aJıyordu. Nasıl kendisi oyunlarında önce ihtiyatlı davranıp sonra kurbanın üzerine birdenbire atılıyorsa, o da hep doğru çıkan ve çabucak ka­ rar verdiği hesaplar yapıyordu. Onun nefreti, baştan çıkarıl­ dıktan sonra aldatıldığını düşündüğü için daha da acımasız olacaktır."32

32 Maurice Lever, Sade, age, s. 121. 64

Kendine Bile Karşı Sade Demek ki evlilik Marquis de Sade'ı kötü huylarını sür­ dürmekten alıkoymamıştı, bu sıralarda hamile bir genç işçi kadın olan Jeanne Testard'la arada bir partilere katılarak bu sefer dine karşı bir düşmanlık geliştirmeye başladı. Günler­ den bir gün kutsal bir kasenin içine bel akıtarak kadının anü­ süne kutsal ekmekleri soktu, sonra da iyice kızdırılmış bir kırbaçla kendisini kırbaçlattı. Kadını kendisine küfür etmeye zorlayarak, bir haç önünde rahatlaması için lavman yapma­ ya zorladı. Suçlandıktan sonra da Vincennes Hapishanesi'ne kapa­ tılmasının ardından kitap yazma kararı aldı.

İki

yıl sonra

Provence'ta Lacoste Şatosu'na yerleşti. Orada bohem bir ha­ yat sürdü, parasını pulunu mahvoluncaya kadar harcadı ve ti­ yatro kariyerine başladı. Ömrünün sonuna doğru dine dönen babasının ölümünden sonra ise, bütün Fransız krallığındaki en sefih insan oldu, sıradışı maceraları ve oyuncu kadınlarla yaşadığı çeşitli ilişkileriyle hem ün kazanmıştı, hem de ken­ disinden korkuluyordu. Daha yazmadan önce bile hayatını, gelecekteki bir eseri için kullanmaya hazır hale getirmişti. 1 768'de pamuk işçiliği yaparken, uşaklarıyla birlikte dilen­ ciye dönüşmüş Rose Keller adlı bir kadınla kırbaçlama, ters ilişki, Tann'ya karşı gelme eylemlerine girişti. Uzun süren bir mahkemeden sonra şatosunda kapalı kalmaya zorlandı ama yine Marsilya' da skandallar çıkarıyordu. Bir sefahat alemi sı­ rasında dışkılarını daha iyi içlerine alabilmeleri için fahişelere kantarit verdi. Sade bir süre sonra zamanının sosyetesi tarafın­ dan klinik bir kişi olarak görülmeye başlandı: yeni bir Gilles de Rais, bir canavar, tuhaf merhemler icat eden biri idi o. Ra­

hibe olan karısının kız kardeşini, Anne-Prospere de Launay, baştan çıkardıktan sonra aynı zamanda ensest ilişkiye giren biri olarak tanındı. 65

içimizdeki Karanlık Yan

Bu kadın, eniştesiilln kendisine öğrettiği bütün pratikle­ ri büyük bir zevkle uyguluyordu. Renee-Pelagie'ye gelince,

birkaç yıl boyunca onun suç ortağı oldu, gerçi kocasının ters ilişkilerinden tiksinti duyuyordu ama onun kız olsun erkek olsun genç hizmetçilerle giriştiği sefahat alemlerine elinden bir şey yapmak gelmeksizin katılıyordu. Cinayet, Tanrı'ya karşı gelme, ters ilişki, zehirleme33 suçlarından mahkum olan Sade, kaynanasının talebiyle 1777' de önce Vincennes Hapishanesi'ne, sonra da 1784'de Bastille'e kapatıldı. Orada beş yıl boyunca altı yüz ciltlik bir kütüphaneyle çevrili olarak düzgün bir yaşam sürmüştür. İşte bu döneminde, "büyük uygunsuzluk"34 denilen alana girmiştir. Artık eyleme geçemediği için ve sadece öfkeli bir mastürbasyonla sınırlı kaldığı ve ayrıca hemoroid ağrıları, şişmanlık başlangıcı ve gözleriilln gitgide daha az görmesi gibi olumsuzluklara rağmen bu kapanmadan yararlanabil­ miş, kendisiyle şiddetli bir hesaplaşmanın sırrı içerisinde öz­ gürlüklerin en yükseğini, ulaşabilecekleriilln en önemlisini elde etmiştir: her şeyi söyleme -ve dolayısıyla her şeyi yaz­ ma- özgürlüğü. Başkalarına karşı uzun bir suçlama dizisiyle belirlenmiş bu yolculuk deneyimi sırasında, iğrençlikten yü­ celtmeye, içgüdülerin barbarlığından cinsellik konusunda bir edebiyat geliştirme aşamasına geçmiştir. Kısacası, cinsel sapık statüsünden, insan sapıklıklarının kuramcısına dönüşmüştür. Toplumun kabul edemeyeceği bir eserin yazarı olma bilinci­ ne vararak Sodom'un 120 Günü'nü yazmış ve onu küçük rulo kağıtlara elyazısıyla yeniden geçirerek saklamayı becermiştir: "Yazıldığı zaman" der Roland Barthes "dışkı kokmaz". "Sade 33 Sade, ömrü boyunca hiçbir zaman ne bir cinayet işlemiş, ne de bir zehirleme girişiminde bulunmuştur.

34 Bu söz Maurice Blanchot'ya aittir, Büyük Uygunsuzluk, Paris, Pauert, Coll "Li­ bertes", 1965.

66

Kendine Bile Karşı Sade

ilişkiye girdiği kişileri ne kadar dışkıyla sıvarsa sıvasın, biz bunların hiçbirini üstümüzde hissetmiyoruz, sadece soyut bir hoşnutsuzluk işareti alıyoruz."35 Hücresinde, "Kalenin içerisinde bazı mahkumları öl­ dürüyorlar" diye bağırdığı için Sade, 2 Temmuz 1789'da Charenton Deliler Evi'ne nakledilmiştir. 12 gün sonra geri döndüğünde hücresi altüst edilmiş ve oradaki kıymetli ru­ lolar kaybolmuştur. Sade onları yeniden asla görmeyecektir. Soylu, bir aile tarafından bulunup toparlanarak, orada üç kuşak boyunca saklanmış, sonra da bir Alman koleksiyon­ cuya satılmıştır. Bu koleksiyoncu ise onları bir kutuya ka­ patmıştır. İlk olarak 1904 yılında, Alman psikiyatr ve sekso­ log (Marquis de Sade'ın bir biyografisini yazmış olan) Iwan Bloch36 tarafından yayınlanan bu elyazması, yasalara karşı gelmesindeki güç açısından türünün tek örneği olan bu el­ yazması 1929 yılında Almanya'yı terk etmiştir. O yılın ocak ayında Fransız doktor ve yazar Maurice Heine elyazmasını Fransa'ya geri götürmek için Bedin' e gitmiş ve Sade incele­ melerini başlatmıştır.37 Sade ancak, 1790' da hükümdar buyrukları yürürlükten kalktıktan38 sonra, Charenton Tımarhanesf ni terk edebilmiş, bu sırada karısı ondan ayrılma karan almıştır. Devrimin man35 Roland Barthes, Sade, Fourier, Loyola, age, s. 820. 36 d'Eugene Duehren takma adıyla. 37 Bu, Marquis de Sade'ın bilinen tek elyazmasıdır, Bastille Hapishanesi'nin yıkılması sırasında Arnoux de Saint-Maximin ruloyu bulmuş, Villeneuve­ Trans ailesine aktarmış, onlar elyazmasını Iwan Bloch'a (1872-1922) emanet etmişler, o da metni Fransızca olarak ama kısmen yayınlamışbr. Bundan sonra Maurice Heine (1883-1940) Vicomte Charles de Noailles (1891-1981) adına sabn almış ve onu okuyucuların 3 cilt halinde almayı üstlenmesiyle yayınlamışbr. Jean-Jacques Pauvert metni yeniden yayınlamış, bu yüzden de aleyhine bir dava açılmışbr, 1955-1956. Elyazması bugün Cenevre'de Martin­ Bodmer Vakfı'nda bulunmaktadır. 38 13 Mart'ta Millet Meclisi'nin aldığı karar.

67

lçimizdeki Karanlık Yan

zarası, bu kadında çok garip bir dine dönüş uyandırmıştır. Annesinin düzenine karşı insanların yasasına karşı gelen, ki­ liseyi küçümseyen bir kocanın titizliklerine uymuş olsa da, şimdi dine karşı gelme ve ters ilişki yasaları ortadan kalktığı zaman kocasını itici bulmuştur. Ve yağmalanan kiliseler kar­ şısında kocasını, mutlak kötülüğün ete kemiğe bürünmüş bir hali olarak görmeye başlayarak, onu, hiçbir zaman karşı ge­ linmemesi gereken bir gerçeğin, Hıristiyan değerlerinin mah­ vedilmesinin kanlı girişimcisi saymıştır. Sade'a gelince, onu hapisten kurtaran bu devrime övgüler düzerken her yerde kendisinin edebiyatçı olduğunu söylü­ yor, sıradan tiyatro eserlerini takma adlarla yayınlıyor, aynı zamanda gizliden gizliye en yıkıcı eserlerini kaleme alıyordu. Devrim nasıl Renee-Pelagie'nin hayatının akışım değiştirmiş­ se, şimdi de Sade'ın yasa ile olan ilişkilerinde yeni bir yarık açmıştır. Devrim sayesinde Marquis, resmi olarak içindeki karan­ lık yandan ayrılabilmeyi becerebilmiş, bu arada alttan alta saklı eserlerinin aracılığıyla da yapılarının epey sarsıldığı bir toplumun ideallerine mayın döşemiş, zamanla, devrimden önceki hayatının tam tersi bir hayat sürmeye başlamıştır. Alçakgönüllü orta sınıftan bir oyuncu olan Marie­ Constance Quesnet ile yaşadığı zamanlar şiddet dolu olan bu büyük hovarda avcı, birdenbire, erdemli olmasa da hemen hemen sadık bir sevgiliye dönüşmüş ve hatta baba olmuştur. Evliliğinden doğan çocuklarına hiç ilgi duymamasına, hatta onları lanetlemesine rağmen yıllar boyu metresinin oğluy­ la epey meşgul olmuş, ama gerek yeni eşine gerekse oğluna takma adla yayınladığı eserlerden hiç bahsetmemiştir. -her şeyden önce birisi mutluluğa mahkfun, erdemli, diğeriyse kö­ tülük yapan ve rahat içinde yaşayan iki kız kardeşin bitip tü68

Kendine Bile Karşı Sade

kenmek bilmeyen hikayesinin (Justine ve Juliette) birinci cildi olan Justine ya da Erdemin Felaketleri39 başta olmak üzere.-40 1792 Eylülü'nde devrim birimlerinden birinde yer alarak, kendisine "vatandaş Sade" dedirtmiştir. Hiç kuşkusuz o za­ manlar devrime ihanet etmeyen bir devrim düşlemektedir, bu devrimin ilkesi: "Fransızlar cumhuriyetçi olmak istiyorsa­ nız biraz daha gayret" . . . Hiç kuşkusuz o zaman gerçekleşe­ ceğine pek de inanmadan, kategorik buyruk olarak kendisine cinayet, ensest ve ters ilişkiyi veren sapık bir toplumun ku­ rulmasını özlüyordu. Hiç kuşkusuz, ne olursa olsun bu ne­ denle, bu karışıklık tçinde, herhangi bir yenidünya düzeniyle özdeşleşme peşinde koşmamıştır. Sadece yok olmuş yasanın boşluğunda asılı kalan bir mücevher gibi, içinde yaşadığı an onu ayakta tutmaktadır zira. Sapıkların prensi olan Marquis, devrimin büyük tiyatro­ sunun değişik sahneleri gözlerinin önünde gerçekleşirken, kendine verdiği rolleri çok güzel oynamaktadır. Bu yüzden onun için herhangi bir grup, bir tarikat veya bir çete içerisinde yer almak imkansızdır: "Ben Jakobenim ama onlardan ölesi­ ye nefret ediyorum, krala tapıyorum ama suiistimallerinden nefret ediyorum; anayasadaki birçok makale hoşuma gidiyor, diğerlerine karşı geliyorum, soylulara tekrar itibarları geri ve­ rilsin istiyorum, çünkü itibarlarını onlardan geri almak bizi bir yere götürmez; kralın milletin başına geçmesini istiyorum [ . . . ]. Ben şu anda ne oluyorum o zaman, aristokrat mıyım, de­ mokrat mıyım, bunu bana siz söyleyin, çünkü ben bu konuda hiçbir şey bilmiyorum."41 39 Türkçesi: Erdemle Kırbaçlanan Kadın, çev. Yaşar llksavaş, 4. baskı, Oğlak Ya­ yınlan, İstanbul, 2009. -Çev. n. 40 Sade, Justine ya da Erdemin Felaketleri, Yeni Justine ya da Kötülüğün Mutlulukları

ile birlikte Erdemin Felaketleri.

41 Sade, 5 Aralık 1791 tarihli mektup. Alınblayan Georges Bataille, Edebiyat ııe Kötülük, age, s. 85.

69

içimizdeki Karanlık Yan

Vatandaş olarak tutuklandıklarında nefret ettiği kayınpe­ deri ve kaynanasının hayatlarını kurtarmıştır: "onlar benim en büyük düşmanlarım, pis herifler, alçaklar, ama acıyorum onlara," diye yazar. Aslında kitaplarında egemen bir güdü­ den ileri gelen doğal eylemler olarak her türlü işkence ve ci­ nayeti öneren Sade, daha önce söylediğimiz gibi suçun ola­ sı bir kurumsallaşması düşüncesinden bile nefret ediyordu. İdam sehpasını görmek bile onu kusturuyor, kafası kesilen vücutların görüntüsü onu bir terör uçurumuna abyordu. En ince cinsel sapıklıkların kuramcısı olan Sade, barbar hayal gücünün bir olayın gerçekliğiyle karşılaştırılması düşünce­ sine bile tahammül edemiyordu, çünkü vahşiliği yüzünden -büyük terörün vahşiliği- bu durum onun içindeki şeytanı atma, hatta yok etme riski taşıyordu. Marie Antoinette, ensest ve sapık cinsel eylemlerle suçlanarak idam edildiği zaman, düşmüş kraliçenin kaderiyle kendini özdeşleştirerek, onun maruz kaldığı aşağılamalara karşı içi acımayla dolmuştu. Sade'ın evreniyle devrimci maceranın gerçekliği arasın­ daki bu imkansız karşılaşmanın en trajik anı, devrim Hıristi­ yanlığa karşı geldiğinde daha da belirgin şekilde ortaya çıkb. Kökten bir dinsizliği savunan Sade kafasına kırmızı bir bone geçirerek olayı kutladı: "Acaba baskıcı boş inançlarla nasıl savaşmayacaktı? İkisi de aynı fanatizmin evladı olan, aynı beşikte beslenen kilisede papaz ve tahtta monark adı alan bu iki gereksiz şey aynı temelden kaynaklanıyordu ve ikisi de varlığını korumak zorundaydı."42 "Bu kutsal aptallıklar" a yönelik böyle bir karşı gelişin üze­ rinden daha bir hafta geçmemişti ki Robespierre Hıristiyan düşmanlığı kampanyasına son verdi: "Ayin yapılmasını ön42 Maurice Lever, Sade, age, s. 110.

70

Kendine Bile Karşı Sade

leyen" diyordu, "ayini yapandan daha fanatiktir. Birtakım insanlar boş inançları yok etmek bahanesiyle daha ileri gide­ rek dinsizliğin kendisini bir dine dönüştürmek istiyorlar [ . . . ] eğer Tanrı yoksa bile onu icat etmek gerekir."43 Yeni anayasa tarafından yürürlükten kaldırılan, Tanrıya karşı gelme ve ters ilişki gibi özellikleri nedeniyle eski dö­ nemde suçlanan Sade, bu yeni dönemde dinsizlik ve ılımlı olmakla suçlanmış, ardından da eskiden fahişelerin yaşadığı bir manastıra kapatılmış, boş yer olmadığı için üç hafta bo­ yunca tuvaletlerde kalmıştır. Oralardaki kokuya hiç taham­ mül edemeyen Sade daha önceki dönemde yazılarında bu konuya yer vererek, dışkı kokusunun gücüne yönelik gerçek bir tapınmanın başlabcısı ve propagandacısı olmuştur. Zaten bu açıdan aydınlanmacıların hizmetinde olmak istemesine rağmen, hovardaların hepsini büyüleyen bu pis kokuların eski evrenine bağlı kalıyor ve yeni bir sağlık ilkesi kurmayı arzulayan burjuvaziye44 ters düşüyordu. 43 Konvansiyon söylemi, 21 Kasım 1793, age de alıntılarunıştır, s. 511. 44 Bkz. Alain Corbin, Pis Koku ve Fulya, 18. ve 19. yüzyılda Koku ve Toplumsal Hayal, '

Paris, Aubier, 1982. Eski soyluların pis kokulan ile yeni bir sağlık isteyen bur­ juvazinin özlemleri arasında sürekli gidip gelen 18. yüzyılın koku gücünün dönüşümlerinin en ince çözümlemesini, bir roman halinde Koku adıyla sunan Patrick Süskind'e borçluyuz. Yazar, bu romanda Sade'a ve Marat'ya benzetti­ ği ve en sapık canilerin özellikleri ile donattığı Jean-Baptise Grenouille adlı bir kahraman yaratmıştır. Sürekli olarak balık kesmekle meşgul olan bir annenin pis kokulu bir Paris sokağında doğurduğu Jean-Baptise, duygusuz, bilinçsiz ama büyülü bir koku alma özelliğine sahip bir canavar gibidir ve zamanının en büyük koku alıcısı olmasını sağlayacak olan bu özelliği, onun en aşağılık iğrençlikten en yüksek uygarlık düzeyine ulaşmasını sağlayacaktır. Ama ka­ zandığı bu başarı, onun dehasını yıkıcı güdülerin hizmetine sunmasını en­ gellemez. Karşılaştığı herkesin ölümüne yol açtıktan sonra, en ince kokuyu yakalayabilmek için insan vücudunun özünü ulaşmaya çalışrr. Bu amaçla en ufak bir suçluluk duygusuna kapılmadan ve kendi kokubilimi adına en kor­ kunç cinayetleri işler. Kendi kendinin kurbanı olarak, masumlar mezarlığının ceset kokulu ortamında bir eli bıçaklı orospu çetesi tarafından çiğ çiğ . / ..

71

içimizdeki Karanlık Yan Ne olursa olsun dışkılama ve dışkı yeme ile ilgili pratikleri uç noktaya vardırıp tören haline getirerek, Sade, aydınlanma­ alann dilinde bir pislik olan ve buruna kötü kokular getiren pedagojinin en karanlık yüzünü sahneye koymayı becerebil­ mişti, bunun izini seksologların söyleminde olduğu kadar Nazizm taraftarlarında da bulacağız. Marquis de Sade, ülkesine olan sadakatini tekrar tekrar boş yere dile getirmesine rağmen ]ustine'nin yazarı olduğu için değil de, dinsiz olduğu için 1794 Martı'nda ölüme mahkum edildi. Giyotinden kaçarak, para karşılığında kendilerine bir sığınak bulan zengin aristokrat ve delilerin gittiği Coignard evinde kalabilmeyi becerdi. Her akşam Konvansiyon45 em­ riyle bekçiler bu evin bahçesine kafalarını kesilmekten son anda kurtaran kişilerin kanlı bedenlerini atıyorlardı. Kitapla­ rındaki kişilerin yaptığı gibi böyle manzaralardan keyif du­ yacağı yerde, Sade bu durum karşısında dehşete düşüyordu. Robespierre'in düşüşü onun özgürlüğü yeniden bulmasını sağladı. Sivil toplum içerisinde böyle bir adamın varlığını hiçbir rejim kabul edemezdi. Ve eylemleri artık yasaya kar­ şı olmadığı için, şimdi sadece kendisinde değil eserinde de onun içeri tıkılmasını sağlayacak kötülüğü bulmak ve onu delilikle suçlamak gerekiyordu. Zaten odasında "balmumu ile yaptığı ve kendisinin de kullandığı kocaman bir alet icat etmemiş miydi, bu aletin üzerinde, kullanıldığına dair izler de vardı.46

.. / . yenilerek ölecektir. Bkz. Patrick Süskind, Koku: Bir Caninin Hikayesi (Zürih 1985), Paris, Fayard, 1986; [Türkçesi: Koku: Bir Katilin Hikayesi, çev. Tevfik Turan, 14. baskı, Can Yayınlan, İstanbul, 2012, �ev. n.] 45 Fransız Devrimi'nin ve kurucu meclis ile meşruti meclisten sonra gelen üçüncü dönemini simgeleyen devir. �ev. n. 46 Polis Raporu, alıntılayan Maurice Lever, Sade, age, s. 593.

72

Kendine Bile Karşı Sade

Üstelik böyle bir nesne zaten Justine'nin roman dünyasıy­ la da ilişkili değil miydi, onda da "inanılmaz korkunç zulüm koleksiyonunun canavarca ürünleri" yok muydu?47 Daha önce de söylediğimiz gibi, artık suç sayılmayan Tanrı'ya karşı gelme, sefahat alemine dalma, ters ilişki ya da mastürbasyon­ dan başka bir şey bulmak gerekiyordu ve bunun sonucunda da Marquis de Sade'ın deli olduğuna hükmedildi. 1803'te Marquis de Sade'ı bir yıl sonraki ölümüne dek48 kalacağı Charenton tımarhanesine götürecek uzun yolculuk başladı. Ayru tarihlerde bütün bir yüzyıl boyunca hukukçuları ve psikiyatrları karşı karşıya getirecek bir savaş da başlamış oldu, deliliğin tanımı ve onun iyileştirilip iyileştirilmeyeceği tarhşılıyordu. İnsanların büyük tutkularının tıp yoluyla nor­ malleştirilmesi sürecinin başladığı bu dönemde, ortaya sapık­ lığın doğasının ne olduğu sorusu çıkmışh, hasta muamelesi gören sapıklar böyle bir dünyada Tanrı'ya meydan okuyama­ yacaklardı, kendilerine ufuk olarak sadece bilime başvurmak kalmıştı. Burjuvazinin imparatorluk döneminde Sade'ı delilerin arasına yollayarak eserinin üstünü örtmesi ve böylece kendi iktidarını güçlendirme kaygısı duymasının nedeni anlaşılabi­ lir bir durumdur. Ama Sade'ın statüsüyle ilgili tartışmaları yok sayamayız: aşikar bir şekilde aklı başındayken ona deli denilebilir miydi? Tımarhanenin müdürü eski solcu ve bir zamanlar mesleği olan papazlığı bırakmış birisiydi. François Simonet de Coulmier, delilerin ahlaki ve insancıl bir şekilde 47 Alınblayan Michel Delon, Sade, Bütün Eserleri, cilt 1, age, s. XXXV. 48 Daha önce Bicetre'te kalmışh: "Delilik ve frengi orada sefalet ve suçla bir aradaydı, yaşlılar, sakatlar, saralılar, deri ya da akıl hastalan, zührevi hasta­ lar, dilenciler, serseriler, hırsızlar, dolandırıcılar, sahtekarlarla karışık halde birbirlerini eziyorlardı." (Bkz. Maurice Lever, Sade, age, s. 594).

73

lçimizdeki Karanlık Yan

incelenmesi temeli üzerine kurulmuş Pinel49 psikiyatrisinin taraftarlarından biriydi. 1797' de buraya atandıktan sonra, yönelimlerini paylaşan başhekim Jean-Baptiste Josephe'nin yardımıyla bütün enerjisini hastaların kapatılma koşulları­ nın iyileştirilmesine vermiş, vücuda verilen maddelerin zihin üzerindeki etkilerine özel bir önem atfetmiştir: diyetler, kan tahlilleri, söktürücüler. Kendisine, Bakanlık tarafından Marquis de Sade'ı sıkı sıkı­ ya gözetlemesi tembih edilmişti ama o aksine, bu ünlü yazara doğru dürüst yaşama, yazma ve kendisini tiyatro tutkusuna verme imkanı sundu. Dahası Constance'ın onun yanına gel­ mesini sağladı. Böylece Sade'ı deli kategorisine koymayı red­ dedip, ona güdülerini tiyatro haline dönüştürmenin yolunu açtı. Hiç kuşkusuz Marquis'nin içinde bulunduğu durumun bilincindeydi, Marquis herkesin kendine düşman olduğu­ nu zannediyordu ama başhekim Marquis'nin kabiliyetlerini tımarhanedeki cemaatin yararına kullanmasına yol açarak, onu günlük hayatta her an dönüşebileceği bir Dolmance ya da Bressac olmaktan kurtardı. İkiye bölünme sanatında git­ gide ustalaşan kurban bir oyuncu, sahneye koyucu, şefkatli bir bakıcıya dönüşen Sade artık romanlarındaki kahraman­ lara benzemiyordu. Bu yüzden açık saçık metinlerin yazarı olduğunu inkar etmeyi sürdürüyor, bu arada polisin sürekli üzerine gelmesine rağmen yine de bu tür metinler yazıyordu. Korkunç olarak nitelendirilen eserlerinin sahibi olduğunu 49 Philippe Pinel, Valentin Magnan ve Etienne Esquirol bu tarhşmarun büyük önderleriydi. Philippe Pinel (1745-1826): Fransız psikiyatrisinin kurucusu, Bicetre tımarhanesinin başhekimi, sonrada Salpetriere hastanesi başheki­ mi. Jean-Etienne Dorninique Esquirol (1772-1840): Pinel'in öğrencisi, çağ­ daş tımarhanenin düzenleyicisi ve tek yanlı manilerin kuramcısı. Valentin Magnan (1836-1916): Soysuzlaşma teorisini benimseyen Fransız psikiyatrı. Sapmalar yerine cinsel sapıklıklar deyimini empoze etmiştir. Bkz. Elinizdeki eserin üçüncü bölümü.

74

Kendine Bile Karşı Sade

reddederek -en çok da Justine ve Juliette50 efsanesini-, kendi­ sini zamanının en erdemli tiyatrocusu olarak gösteriyor, de­ liler ve oyuncular için hmarhanede oynanacak bir sürü oyun yazıyordu. Sade delilerle dansında olsun, kendi içinde olsun, kah Ju­ liette kah Justine rolü oynayarak kalabalıkları kendine çeki­ yordu. Kapatılmış olduğu yerden dünyanın yeni düzeniyle alay ediyordu. Bu düzende bir yandan keyif alma arzusu du­ yulurken, öte yandan da sapıklar, anormaller, yasadışı kişiler normalize edilebiliyordu. Ve zaten bu yüzden de burjuva tıp biliminin temsilcileri, zamanın toplumu üzerinde, bu tür eski zamanlardan kalma bu eski kurdun kötü etkiler bırakacağın­ dan endişeleniyorlardı: "İnsan çapkınlığını beraber yaşadığı kişilerle giderebilir, ama en çok da düşünceleri onları ahlak açısından baştan çıkarabilir"51 Sade'ın delilerle birlikte canlandırdığı tiyatro eserlerinin başarı kazanması, onu suçlu olarak gören kişilerin hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden 1805 yılında Castaldy'nin yerine Antoine Royer-Collard gelince bu tiyatro olayını bitirmek istedi. Bour­ bonların bu eski savunucusu sıradan bir doktordu ve Sade'ı iflah olmaz bir ahlak bozucu olarak görüyordu: "Onun yeri hastane değil, bir hapishane ya da kapatılacağı bir şatodur, onun deliliği herkesi bozar, toplum onu düzeltme umudu besleyemez, onu en acımasız bir şekilde bir yere kapatmak 50 Efsanenin yazarı olmadığını kanıtlamak için 1800 yılında kendi adına Aşk

Cinayetleri adlı bir hikayeler toplamı yayınladı, burada cinayetleri, ensestleri ve sapıklıkları bir yandan bol bol anlatırken, öte yandan böyle cinayetleri işleyen kişilerin kötülüğünü ortaya çıkardığını söylüyordu. Bu tutum, aslın­ da kendi adını koymadan yayınladığı romanlarda var olan yasanın tersine çevrilmesini de tersine çevirerek yapbğı bir şeydi, yoksa kötülük hfila nefret edilecek bir şey değildi. Bkz. Sade, Aşk Cinayetleri, Koleksiyon Folyo,

ler, Gallimard, Paris, 1970. 51 Michel Delon, Sade, Bütün Eserleri, l.

Deneme­

cilt, age, s. 39.

75

lçimizdeki Karanlık Yan

gerekir. Charenton'da elinde bulundurduğu özgürlük çok fazla. İki cinsten de birçok insanla iletişime girebilir

[ . . . ]. O

korkunç öğretisini kimilerine anlabyor; kimilerine de kitap­ larını veriyor."52 Hastalar her türlü kaynaktan yoksun oldukları için, bu tiyatro deneyiminin iyileştirici yönünü reddederek Sade' a öldürücü bir darbe vurdular. Deliler tarafından yalnız bıra­ kılmış olan Sade, Charenton' da kaldı, oradaki bir hemşirenin kızıyla son bir ilişkiye girdi: kıza bir yandan okuma yazma, bir yandan ters ilişkiyi öğretti. Ölümünden sonra hastanenin doktoru, Franz Joseph Gall'in frenolojik teorilerini benim­ semiş bir doktor olarak, Sade'ın kafatasının her açıdan bir kilise babasının kafatasına benzediğini iddia etti.53 Ama bu tez sonradan Gall'ın başlıca Avusturyalı müridi tarafından çürütülmüştür, ona göre tam tersine Marquis'nin beyin dü­ zeni onun kötülüklerinin, yoldan çıkmışlığırun ve nefretinin tanığıdır . . 54 .

Marquis de Sade'ın deliliğinin "sapıklaştırma deliliği" olduğuna kuşku yok. Ama böyle bir teşhis koyarak Royard Collard, Sade'ı yeni bir tür haline getiriyordu, eğer Marquis de Sade gerçek bir deli değilse, sadece bir kalede hapsedil­ mesi gerekiyorsa, bir bmarhanede iyileşmeyecekse o zaman nasıl delilikten bahsedebilirdik. Böylece burada yeni doğ­ makta olan psikiyatriye Sade'ın bir problem oluşturduğunu görüyoruz: Sade bir deliydi ve başka deliler gibi muamele 52 Age, s. 38. 53 Franz Joseph Gali (1758-1828): Bu Avusturyalı doktor, beyin anatomisi uz­ manıydı, kafatası incelemeyle yöntemlerini o bulmuştur (sonradan bu bilime frenoloji ya da "kafatası çıkıntılarının bilimi" adı verilmiştir), buna göre bir bireyin karakteri onun kafatasındaki inişli çıkışlı yerlerin incelenmesiyle or­ taya çıkarılabilir. 54 Bkz. Maurice Lever, Sade, age, s. 659. Sade'm kafatasının bir kalıbı İnsan Müzesi'ne teslim edilıniştir.

76

Kendine Bile Karşı Sade

görmeliydi ya da bir suçluydu ve hapishaneye gitmeliydi; ya da bir kötülük dehasıydı, daha önce duyulmamış bir yasaya karşı gelişi eserlerinde dile getirmişti ve o zaman, onun is­ tediği gibi yazmasına ve hareket etmesine izin verilmeliydi. Bu da 1810 yılının yeni yasalarına rağmen politik ve ahlaki açıdan imkansızdı. Dolayısıyla Marquis de Sade ne deli, ne suçlu ne de top­ lum tarafından kabul edilebilir bir kişi olduğu için yeni bir tür ortaya çıktı, yani psikiyatrik terminolojiye göre o bir sapıktı -yan deli, uyanık deli, ahlaki deli-: "Teoride hiç kuşkusuz sa­ pık bir adamdı" diyecekti onun için eski konvansiyoncu Marc Antoine Baudot, "ama deli değildi, onu eserlerinden yola çı­ karak yargılamak gerekirdi, yoldan çıkmaya çok meyilliydi ama bu delilik sayılmaz. Sade'ın çalışmaları çok düzenli bir beyine sahip olmayı gerektirir. Eserlerinin düzenlenişi bile gerek eski, gerek çağdaş edebiyat üzerine yapılmış pek çok araştırmaya dayalıdır ve amacı bu şekilde Yunanlıların ve Romalıların da bu tür ahlak bozukluklarına izin verdiklerini kanıtlamaktır."55

19. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak, Sade'ın adı böy­ lece sapıklık tanımının bağrında cinselliğin sergilenişinin ol­ duğu kadar, sapıklığın yapısına bir örnek olarak da yankılan­ maya başladı; bu tanım özneyi ölüme mahkum bir bedenin sonluluğuna ve keyif almanın gerçeğiyle sınırlanmış bir ru­ hun hayal gücüne getiriyordu. Bunun en büyük kanıtı 1838 yılında sadizm sözcüğünün yaratılmış olmasıdır. Bu sözcük seksologlar için temel bir kavram olacak, "mazoşizm"le birlikte anılacak, Marquis de

55 Marc Antoine Baudot, Milli Konvansiyon, Direktuvar, lmparatorluk Üzerine Ta­ rihi Notlar ve Oy Verenlerin Sürgünü, Paris, 1893, s. 64.

77

içimizdeki Karanlık Yan Sade'ın eserini okumamış olan Freud,56 sado-mazoşizm ikili­ ğinde cinsel bir pratiğin varlığına işaret etmekten öte evrensel nitelikte bir güdü boyutu ortaya çıkaracakhr: başkasına acı çektirerek bunu yapmaktan keyif duymak ve bu keyfi başkası üzerinden almak. Marquis de Sade'ın büyük bir okuyucusu olan Gilles Deleuze'e gelince, o, Freud'un birleştirdiği iki te­ rimi birbirinden ayıracak, mazoşizme ayrı bir yer verecektir; her türlü sembolizasyondan uzaklaşan cellatlarla kurbanlar arasında yapılan birtakım sözleşmeler ve ceza vermeler, kor­ kunç aşağılamalarla dolu bir dünyadır bu.57 Ama Sacher-Masoch'un bu dünyasının Sade' da zaten daha önceden, hem de daha fazla bir karşı gelici güçle varolduğu­ nu görmemek nasıl mümkün olabilir? Marquis de Sade'ın lanetli adı artık bir küfre dönüşüp bü­ tün 19. yüzyıl boyunca düşmanın kimliğine yönelik iğrenç bir yaralama ilkesine gönderme yapmaya hizmet edecektir: kendi kendinin düşmanı, başkasının düşmanı, milletin düş­ manı. Sözgelişi, zamanının insanları arasındaki en bozulmuş kişi olan Barras, Napolyon'un kahramanlığına gölge düşür­ mek isteyince onun için "politikanın ve savaşın Sade'ıdır" demiştir.58 56 Londra'daki Freud Müzesi'nin kütüphanesindeki katalog Freud'un sadece sadizme ilgi duyduğunu ama Marquis de Sade'ın bir tek d' Albert Eulenburg

tarafından yazılan 1901'de yayınlanan biyografisini okuduğunu göstermek­ tedir. Freud'da Marquis'nin eserlerinin hiçbiri bulunmuyordu. 57 Gilles Deleuze, Kürklü Venüs, adlı metne yazarın yazdığı Sacher-Masoch'un tarubm metni. 58 /ııstine'i okuduktan sonra Napolyon, istememesine rağmen 1810 yılında Mar­ quis de Sade'ın Charenton'da hapiste kalmasını onaylayan yasayı imzalamış­ br. Bkz. Maurice Lever, Sade, age, s. 634-636, Marat'nın adı da buna benzer bir kadere maruz kalmışbr. Kendisine karşı gelenler için Marat, halkın bütün kötülüklerinin bir işareti olmuş, sonra da Edouard Drumont'nun Yahudi Fran­ sa adlı kitabından ileri gelen Yahudi düşmanı söylemlerde de Yahudiler için kullarulmışbr. Bkz. Elisabeth Roudinesco ve Henry Rousso, "Yahudi Marat: Yahudi Düşmanlığı ve Karşı Devrim (1886-1944), L'Inl'ini dergisi, sayı 27, 1989.

78

Kendine Bile Karşı Sade

Yasa tarafından tam olarak bir suçlu olamayan -ve sürekli olarak peşi peşine gelen değişik iktidarlar tarafından hapse ablan- Sade, böylece sınıflandınlamaz bir eser ortaya koy­ muştur. Eğer hayatının üçte birini hapiste geçirmemiş olsaydı hiç kuşkusuz bir ters ilişkicinin, fahişelere tecavüzcünün, er­ gen gençlerin baştan çıkarıcısının kariyerine sahip olarak, baş­ kalarının celladı ve kendinin kurbanı olmuş olurdu. Bu yüz­ den şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: eğer Sade, edebiyat tarihinin -"büyük uygunsuzluk", "kötülük incili", "uçurum parçası", "kötülükle erdemin paylaşılmasının tersine çevril­ mesi"- gibi adlarla anılan, tanımlanması en imkansız eserini yarattıysa, bunun nedeni hayatta olduğu sürece monarşiden imparatorluğa kadar gördüğü üç politik rejimin hepsine de karşı gelmesinden kaynaklanır; bu değişik dönemler Sade'ı ve eserini, kendilerinin de gerçekleşmelerine neden olan en karanlık yanımıza çevirmişlerdir. O zaman Sade'ın sonradan gelenler tarafından, kah sek­ solojinin bir öncüsü, kah satanizmin ya da mistik geleneğin -"Tanrısal Marquis"- mirasçısı, kah da Nazi iğrençliğinin atası olarak görülmesini anlayabiliriz. Sapıklığın olası bütün kılıklarını somutlaştırmış olan Sade, krallara meydan oku­ duktan, Tanrı'ya hakaret ettikten ve yasayı tersine çevirdik­ ten sonra, ölümünden sonra bile ve bir hayalet halinde, kötü­ lükten alınan keyfi evcilleştirmeye çalışan biyokrasinin bütün temsilcilerinin beyhude iddialarını tehdit etmeyi sürdürmek­ ten asla vazgeçmeyecektir.

79

3

AYDINLANMANIN KARARMASI MI YOKSA BARBAR BİLİM Mİ? "19. yüzyılın burjuva toplumu, diyordu Michel Foucault, hala bizim içinde yaşadığımız toplumdur, ulu orta sapıktır ve sapıklığı patlak vermiştir

[ . . . ]." 1 Belki de Batı yeni zevkler

bulamamış ve hiç kuşkusuz öncesi olmayan kötülükleri de ortaya çıkarmamıştır, ama iktidarların ve zevklerin oyunları­ na yeni kurallar getirmiştir: sapıklıkların donmuş yüzü orada çizilmiştir." Hiçbir şey bana bu yargının dile getirdiği açıklama kadar doğru görünmemektedir. Gerçekten de bütün tarihçiler, 19. yüzyılın, cinsel pratik­ lerin erotikleştirilmesine katkıda mı bulunduğunu ya da ak­ sine onları baskı altında mı tuttuğunu sorgulamıştır. Daha yakından bakacak olursak, aslında bu iki tutumun, birbirine ters düşmek şöyle dursun, birbirlerini tamamladığını görü­ rüz. Ayrıca, bu tamamlayıcılık, -sapıklığın kendisinin olma­ sa da- bıraktığı izlerin önce dehşet verici bir şeyken, sonra

1

Michel Foucault, Bilgi lradesi, Paris, Gallimard, 1976, s. 64. [Türkçesi: Bilme lstenci Üzerine Dersler, çev. Kerem Eksen, 1. baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul, 2012. --Çev. n.]

81

lçimizdeki Karanlık Yan nasıl olup da bir inceleme nesnesine dönüştüğünü anlama­ mızı sağlar.

1810' dan itibaren Fransız Devrimi ve imparatorluktan kaynaklanan Fransız ceza kanunu törelerle ilgili yasaları öy­ lesine değiştirmiştir ki değişik derecelerde ve bütün yüzyıl boyunca, bu kurallar Avrupa ülkelerinin tamamına bir re­ ferans modeli oluşturmuştur. Bu kurallar zaten aydınlanma hareketinden, Cesare Beccaria2 ilkelerinden ve 1791' deki ya­ sama meclisinin oyladığı kanunlardan esinlenmiştir: " Eski yasalarımızı gereksiz yere şişiren bu hayali suçlar deliliği en sonunda ortadan kalkacaktır göreceksiniz," diyordu bu ta­ rihte Michel Le Peletier de Saint-Fargeau. "Yeryüzünü kana boğan tanrı adına yapılan büyücülük, falcılık, kutsal olan şeylere karşı gelme, din açısından farklı tarikatlar kurma gibi suçlan artık yeni yasalarda bulamayacaksınız."3 Bu perspektiften bakılınca bütün cinsel pratikler laikleş­ tirilmiş ve içlerinden hiçbiri, özelleştirildikleri ve gönüllü partnerler arasında uygulandıkları sürece suç ya da cinayet sayılmamışlardır. Yasa sadece küçükleri korumak, skandalı cezalandırmak -yani kamuya açık yerlerde gerçekleştirilen aşınlıklan denetlemek- ve gönüllü olmayan kişiler üzerinde sürdürülen şiddet ve suiistimalleri cezalandırmak için müda­ halede bulunabilir.4 Ceza kanununda sadece zina suç sayılmıştır. Çünkü aile ilişkilerine ters düşmektedir: baba belli olmadıkça, ona sa­ dık olmayan kadının herhangi bir erkeğe kendi dölünden 2 Cesare Beccaria (1738-1794), Ansiklopedistlere yakın olan bu İtalyan hukuk­ çusu, Suçlar ve Cezalar Üzerine lnceleme adlı ünlü bir eser yazmış (1764) ve burada ceza hukuku üzerine çağdaş düşüncenin temellerini atmıştır. Aynca Ortaçağ kalıntılarını temizleyip yok etme konusunda kararlılık göstermiştir. 3 Jean- Baptiste Jeangene Vilmer, Ahlakçı Sade, age, s. 98. 4 Sakatlama bazı durumlarda hpkı damgalama durumunda olduğu gibi (par­ mak kesme) suç sayılmıştır.

82

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

olmayan bir çocuğu evlat saydırması ne olursa olsun önlen­ melidir. Pornografik, açık saçık, erotik, şehvet içeren, ya da ahlak dışı yazılara gelince, bunlar "kamuoyu ahlakına ha­ karet edici" nitelikler taşıdıklarında yasaklanabilirler.5 Özel­ likleri ne olursa olsun gönüllü erişkinler arasındaki cinsel pratikler, artık ceza hukukuna tabi değildirler; oysa bunlar­ la ilgili yazılar, bunları yaydıkları için acımasızca baskı al­ tında tutulmaktadır. Sonuç olarak, en sapık eylemler olarak yargılanan cinsel tuhaflıklar - hayvanlar.la cinsel ilişkide bulunmak, ters iliş­ ki, eşcinsellik, fetişizm, oral ilişki, kırbaçlama, mastürbasyon, karşılıklı şiddet uygulama vs . . . artık yargılanmamaktadır. Çünkü yasa, vatandaşların kendi yaşantılarının özelindeki orgazma ulaşma tarzlarına karışmamaktadır. Böylece, bu tip eylemlerde bulunanlar, o dönem için pornografik lanetleme­ lerden kurtulmuş olurlar ama çok karmaşık bir terminoloji içerisinde yeni adlar alırlar. 19. yüzyılın tıp edebiyatında artık alenen eylemin adından, cinsel uzuvlardan, farklı mastürbas­ yon yollarından, cinsel ilişkide bulunma, ters ilişki, dışkıyla bağlantılı ilişkilerden vs. bahsedilmez. " Patolojik" adı veri­ len bu tür bir cinselliği sınıflandırmak için şaşırtıcı bir şekilde Yunanca kökenli birçok alimane terim6 icat edilir. Ve bir eyle­

mi adlandırırken açık saçıklığını örtbas etmek için Latinceye de başvurulur. 5

1857 yılında Baudelaire ve Flaubert'e savcılığın açbğı davalar (Kötülük Çiçek­ leri ve Madam Baııary için) buna tanıklık eder. Sade'ın eserinin nihayet yayın­ lanması için, yayıma Jean-Jacques Pauvert' e açılan yeni bir davadan sonra 20. yüzyılın ikinci yansını beklemek gerekecektir. Bkz. Eırunanuel Pierrat, Cinsel­ lik ve Yasa, Paris, La Musardine, 2002. 6 Zoofili, nekrofili, ekzibisyonizm, pedofili, koprofazi, transvestizm, voyeu­ rizm, onanizm, sadizm, mazoşizm vs. bu pratiklerin tam listesi tanım icabı sınırsızdır. "Sapıklıkların, Fantazmların ve Başka Aşk Pratiklerinin Sözlüğü" adlı eserde 500 madde ve 100 resim bulunmaktadır.

83

içimizdeki Karanlık Yan Restorasyondan ikinci imparatorluğa kadar olan dönem­ deki burjuvalara gelince, alttan alta hovardalık arzularına, zevklerine ve kötülüklerine kendilerini bırakabilecekler, ama kamuoyu ahlakı adına bu pratikleri kınıyorlarmış gibi yaparak, insanlığın sürmesi için gerekli olan aile içerisinde çoğalma yasalarına saygı duyacaklardır. Bayıldığı birtakım cinsel sapkınlıkları, kapalı kapılar ardında gizlilikle uygu­ larken, sanayileşmiş püriten toplum, cinsellik sorgulayıcı­ larını uzaklaştırırken, cinsel sapıklıkları lanetleyecek ama yine de "sapıklar topluluğunu" yok etmek istemeyecektir. Bu aşamada iyi ve kötü sapıklar arasında acımasız bir ayrım yaparak bazı sapıkları "tehlikeliler sınıfı"na ya da "lanet­ li bir ırka" mal ederek -ikisinden de nefret edecek ve yok olmalarını isteyecektir- diğer sapıkları da iyileştirilebilir, düzeltilebilir ve üst derecede bir uygarlık düzeyine getire­ cektir. Bu bağlamda akıl hastalıklarıyla ilgili hp kökenli poziti­ vist söylem, sürekli olarak düşlediği ahlakı, yükselmekte olan burjuvaziye sunar: bu koruyucu model artık dinle de­ ğil, bilimle şekil bulmaktadır.7 Psikiyatriden türemiş olan iki disiplin, seksoloji ve kriminoloji, insan ruhunun en karanlık yönlerini baştan sona incelemeyi ilke edinmişlerdir.

7

84

Bu konuda en iyi incelemeyi Georges Lanteri Laura, Sapıklıkların Okunması, Tıbbın Onları Benimsemesinin Tarihi adlı eserinde yapmıştır, Paris, Masson, Psişik Alan Koleksiyonu, 1978. "Sapıklık sözcüğünün tıpta ilk kullanımı 1842'de Oxford İngilizce Sözlüğü'nde ortaya çıkmıştır, Oxford, Clarendon Press, 1933, cilt 7, s. 732. Fransa'da 1849'da, Fransız psikiyatrı Ludger Lunier (1822-1895)'nin tanımını yaptığı Çavuş Bertrand olayı ile ilgili anlatıyı 1849 yılında kaleme alan psikiyatr Claude-François Michea (1815-1882) ilk defa gündeme getirmiştir. Kadın cesetlerini sakatlayıp tecavüz etmekle suçlanan bu astsubay sadece mezarlıklara tecavüzden suçlanmıştı. Lunier bu yargıya şiddetle karşı gelerek, yargıçların bu eylemdeki cinsel özelliği görmediklerini iddia ederek onlan suçlamıştı. Sapıklık sözcüğü bundan sonra bütün Avrupa dillerine kendini kabul ettirip yayılacaktır.

Aydınlanmanın K.ırarması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

19. yüzyılın sonunda, önce Xavier Bichat, sonra da Claude Bemard'tan miras kalan bilimsel tıbbın ortaya çıkışıyla yeni bir adlandırma tarzı kendini göstermiştir, psikanaliz de bu adlandırmanın mirasçısıdır. Tamamen kutsallığından sıy­ rılmış olan sapıklık, hiçbir zaman tam olarak tanımlanmasa da bütün cinsel sıradışı durumların genel adı haline gelmiş­ tir: artık sapıklıktan değil zorunlu olarak cinsel özellikler taşıyan sapıklıklardan söz edilmektedir. Ve bunun sonu­ cunda da insan davranışının kurallara uymayan ve tehlike içeren durumlarını teknik olarak sınıflandırmaya soyunu­ larak, bununla ilgili kişilerin statüsü kökünden değiştiril­ miş olur: sapık artık insanlıktan ayrılarak bir bilim nesnesi olmuştur.8 Cinsellikle ilgili söylemde her türlü sapıklığın tanımı ve­ rilirken, kötülükten keyif almadan, yani sapkınlıktan, nef­ retin erotikleştirilmesinden, vücudun dışlanmasından ya da güdünün yüceltilmesinden böyle bir uzaklaşma, Marquis de Sade'ın adının da silinmesi ve yerine sadizm adının konulma­ sı ile birlikte gider. Böylece bütün yüzyıl boyunca "tanrısal Marquis"nin eserinin satışı yasaklanacak ve adı da bin kere lanetlenecektir. 9 Bilimin dışladığı bu eski açık saçık sözleri, bu durumda, nefret ettikleri bir burjuvaziye ve gülünç buldukları bir sekso­ lojiye karşı olan yazarlar gündeme getirmeye başlarlar -Bau­ delaire ve Maupassant'tan Flaubert ve Huysmans'a kadar-10, kötülüğün yeni güçleri onların elindedir: fahişeler, genelev-

8 "Ters ilişkide bulunan dinden çıkmışbr," diyecektir Foucault, "ve eşcinsel de bir cinstir." age, Bilgi iradesi, C.-F. Michea, "Zührevi İştahın Hastalıklı Sapma­ ları", Tıp Birliği, 17 Temmuz 1949. 9 Lanetlenmenin nedeni dine ve törelere karşı gelme yasasından kaynaklanır. 10 Başka yazarlar üzerine de benzer bir gözlemde bulunabiliriz: Proust, Edgar Allan Poe, Dostoyevski vs. Ve tabii ki Oscar Wilde.

85

lçimizdeki Karanlık Yan ler, pornografi, frengi, suni cennetler, 11 hüzün, egzotizm, mis­ tisizm. Bunun sonucunda da Sade, bu yazarlar için yeni ahlak düzenini altüst edebilecek bir kötülük bilincinin yeraltı kah­ ramanına dönüşür. Sade'ın adı, bizzat sapıklığın "içimizdeki karanlık yan" olarak yücelmesini sağlar, ama aynı Z!lmanda sapıklık, akıl hastalıkları bilimsel inceleme kataloğundan dış­ lanır: Yvan Leclerc şöyle yazar: "Sade, görünmeyen yazardır (yüzü yoktur)" ama her yerde okunmaz ve bulunmaz bir halde mevcuttur, "Baudelarie, Poulet-Malassis'ye danışarak

/ustine romanının bir nüshasını nereden tedarik edebileceğini sorar." Sade'ın adı bile anılmaz (Flaubert ona tanrısal Mar­ quis ya da ihtiyar adını verir). Kitapları ustadan müritlere bir miras gibi gizlice verilir.12 Eşcinsellik13 kavramının genelleşmesiyle birlikte, cinsel eylemin özelliği ya da partnerler arasındaki ilişkiyi eşitsizlik temelinde nitelendirme düşüncesi ortadan kalkar. Psikiyat­ rinin eşcinseli artık, erkek çocukları erkeklere özgü zevkler almaya alıştıracak "site" de ihtiyaç duyulan adam ya da doğa yasalarına karşı çıkarak lanetli ters ilişkide bulunan bir içe dönük14 olarak tanımlanmamaktadır. Sınıflandırma tercihlere 11 Baudelaire'in bu adla yazdığı uyuşturucularla ilgili kitabırun adıdır. -Çev. n. 12 Yvan Leclerc, "Sade'ın Çocukları", Edebiyat Dergisi, sayı 371, Aralık 1998, s. 44-47. 13 Eşcinsellik; 1869 yılında Macar doktor Karoly Maria Kertbeny (1824-1882) ta­ rafından icat edilen bu terim aynı biyolojik cinsiyete sahip kişiler arasındaki ten aşkırun bütün biçimlerini içermektedir. 1870-1910 arasında eski adlandır­ maların [sodoınluk, tersçilik, üranizrn (cinsel sapkınlık), oğlancılık, safizm, lezbiyanizm) yerine geçerek kendini kabul ettirir. 1880'ler de uydurulan he­ teroseksüalite sözcüğüne karşılık olarak bulunmuşhır. 14 Ablalardan, lanetli bir ırktan oluşan Sodom taraftarlarına kadar Proust, eş­ cinsel yerine içe dönük-terimini kullanarak zamarunın bbbi görüşleriyle alay etmektedir. Çiçekten genç kızlara bir ergenlik eşcinselliğinin en tatlı özellik­ lerini yayar, "lanetli ırk" niteliğini ise olgun yaştaki erkekler için kullanmak­ tadır. Zaten bu iki site Sodom ve Gomorra lanetleıunişlikte aynı noktada birleşirler. Baron de Charlus onun örnek kişisidir: incedir, kadınsıdır, . / ..

86

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

göre yapıldığı için kişinin kendine benzeyen bir kişiyi zevk nesnesi olarak seçmesi onu sapık yapmak için yeterlidir. Eşcinselliğin yeniden tanımlanmasını sağlayan, ne varlık­ lar arasındaki hiyerarşi ne de doğaya karşı gelmedir; bilimin çözdüğü dünyanın doğal düzeninin işaretleri olarak kavra­ nan bir farkın ve bir başkalığın ihlal edilmesidir. Bu durum­ da sapık kişi, -ve dolayısıyla patolojik kişi- kendisiyle aynı nesneyi (eşcinsel) ya da kendi vücudunun bir kısmını, yahut dışkısını başkasının vücudunda aramayı seçendir [fetişist, koprofil (dışkıdan cinsel haz alma)]. Başkasının vücuduna onun kabulü olmadan zorla giren ya da başka vücudu kont­ rolü altına alan kişiler de sapık olarak tanımlanır [tecavüzcü, pedofil (çocuklara cinsel ilgi duyan kimse)], kendilerinin ya da başkalarının bedenini yok eden ya da bir tören edasıyla mahveden kişiler de buna dahildir (Sadist, mazoşist, antropo­ faj, otofaj, nekrofaj, nekrofil, skalifikator),15 kendi vücutlarını ya da kimliklerini değiştirenler (travesti), vücudu bir zevk nesnesi olarak sunan ya da ele geçirenler (teşhirci, dikizci, narsistik, otomatizmi savunan) de sapıkbr. Son olarak, tür­ lerin arasındaki sınırlara meydan okuyan [zoofil (hayvanlara cinsel ilgi duyan)], evlatlık ve aynı kandan gelme yasalarını inkar edenler (ensest yaşayanlar) ya da türü koruma yasasını .. / . kibirlidir, muhteşemdir ama ayru zamanda zalim ve yan delidir, kötü huylarım sürekli gizlemektedir, çevresinde apaçiler ve dalkavuklar vardır. Morel onu kullaıur ve Charlus kendisini Jupien'in kerhanesinde kırbaçlabr. Geçmiş Zaman Peşinde adlı romanda Proust'un gözünde sadece Yahudiler ve içe dönükler sapkın, seçilmiş bir cemaati en yüksek uygarlığı, ama ayru zamanda lanetli bir cemaati oluşturur. Bkz. Sodom ve Gomorra, age, Antoine Compagnon, "kendisine kötülük edilen kişinin şu titreyen yüreği", Nefret Aşkı, Paris, Gallimard, Koleksiyon Folio, 2001, aynca bkz. George D. Painter, Marcel Proııst, 2 cilt, Paris, Mercure de France, 1985. 15 Antropofaj, insan eti yiyen kimse; otofaj, kendi kendini yeme; nekrofaj, ölü­ leri yiyen kimse; nekrofil, Ölülere cinsel ilgi duyan kimse, skalifikator, sakat­ layıcı. --Çev. n.

87

lçimizdeki Karanlık Yan

hiçe sayanlar (mastürbasyon yapanlar ya da cinsel suç işleme eğilimi olanlar) da sapıktır. Göstergebilimin iki büyük ilkesi (göstergelerin betimlen­ mesi) ve taksonomi (varlıkların sınıflandırılması) çerçeve­ sinde bütün yüzyıl boyunca şaşaalı bir şekilde en normalin­ den en patolojiğine kadar bütün cinsel pratiklerin kontrolü, ölçülmesi, izlerinin ve kimliklerinin bulunması iktidardaki seçkinler tarafından büyülenmiş bir şekilde sürdürülür. İtiraf edilen amaç, cinselliğe ve cinsel suça antropolojik bir temel kazandırmak ve böylece sağlığın, üretimin, zevkin sınırlandı­ rılmasının hesaplanmış "normal" adı verilen bir cinsellik ile, kısırlığın, ölümün, hastalığın, gereksizliğin, keyfin yanında yer alan "sapık" adı verilen bir cinselliği kökten birbirinden ayırmayı temellendirmektir. 16 Bizim yaşadığımız çağdan önce, hiç kuşkusuz kötülüğü önce anlabp sonra da marjinalleştirme iradesi kendini hiç bu derece­ de göstermemiştir; oysa aynı dönemde, devrim sonrası Avrupa dünyası monarşinin egemenliğine dayanan ateşli bir eskiye dön­ me arzusuyla, bu monarşinin temelden yok edilmesi için önüne geçilmez cazibe arasında gidip geliyordu.

Bütün yönleriyle cin­

selliği inceleyen bu yeni bilimi tam da aydınlanmaya kablma ile aydınlanmaya karşı gelme arasında bir yere yerleştirmek gere­

kir. Önce dehşetin, sonra normun bilimi olan bu bilim, sonra da suçu bilmeye eğilim göstererek tersine dönecektir. Loş ışıkların düşünürü olan Freud, bu norma dayalı bilimin mirasçısı olacak, ama sonra da onun temellerine karşı gelecektir. Bu dönemde aynı zamanda seksolojinin büyük kurucuları arasında birçok eğilim çarpışmaktaydı. 17 Bazıları sapıklıklar16 Bkz. Cf. Georges Lanteri Laura, Sapıklıkların Okunması, age, s. 39. 17 Johann Ludwig Casper (1787-1864), Albert Moll (1862-1939), Iwan Bloch (1872-1922), Havelock Ellis (1859-1939), Alfred Binet (1857-1911), Richard von Krafft-Ebing (1840-1902), Cari Heinrich Ulrichs (1826-1895), Cari / .

88

..

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

da hayvanlar aleminde zaten mevcut olan ve özel bir biyo­ lojik ya da fizyolojik işleyişten ileri gelen doğal bir olay gö­ rüyorlardı; diğerleri ise tam aksine bunların sonradan ortaya çıktıklarının, insanlığa özgü ve bu açıdan da bütün kültürler­ de değişik biçimlerde var olduklarının altını çiziyorlardı. Son olarak bir başka grup, sapıklıkların, dünyanın doğal düzeni­ ne karşı gelmekten kaynaklandığını savunuyor, dolayısıy­ la bunların kalıtım kökenli bir hastalığa -hesaplı bir delilik, sanrısız manya, yarı delilik, içgüdü sapmasına- dayandığını ve kötü bir eğitim sonucu çocuklukta bulaştığını inanıyordu. Ama yönelimleri ne olursa olsun bu yaklaşımın bütün incele­ yicileri, sapıkların sapık olmaktan acı çektiklerini ve bu yüz­ den de onların yeniden eğitilerek iyileştirilmeleri gerektiğini düşünüyor, cezalandırmaya bu savın da eklenmesini gerekli görüyorlardı. Böylece, aydınlanma felsefesinin değişik savunucuları­ nı daha önceden bölen tartışma, başka bir biçimde yeniden tekrarlanıyordu. Kötülük doğadan mı, kültürden mi kay­ naklanır? Oysa aydınlanmanın insanları, dünyayı tanrısız ve maneviyatının bilincinde olan insanlık şeklinde ikiye böl­ mekten vazgeçmiş; insan gerçekliğini bütün farklılıklarıyla incelemeye koyulmuş ve olası bir ilerlemeye -vahşi bir du­ rumdan bir uygarlık durumuna- geçileceğine inanmışken,

19. yüzyılın bilim insanları evrim teorisinden yola çıkan bambaşka bir doğa tanımını zorla kabul ettirdiler. Onların gözünde doğal durum, insanlığın taşıdığı ilkel hayvanlığın iktidarından başka bir durum değildi: "İnsanla", demişti .. / .Westphal (1833-1890), Magnus Hirschfeld (1868-1935), Cesare Lombroso

(1836-1909). Bu isimlere birçok inceleme adanmışhr. Bkz. Bilhassa Frank J. Sulloway, Zihnin Biyolojicisi Freud, (New York, 1979), Paris, Fayard, 1988, Michel Plon'un önsözüyle.

89

lçimizdeki Karanlık Yan

Darwin, "üst düzeydeki memeli hayvanlar arasında bir fark yoktur".18 Freud için Darwin insanlığı ikinci defa yaraladıysa da,19 bilim insanları için bu yeni örnek şu anlama geliyordu: eğer insanın bir alt türü olan hayvan zaman içerisinde ondan daha önce gelişmişse de uygar insan, bu önceliğin ve alçaklığın si­ linmez izlerini değişik düzeylerde -vücut fonksiyonları açı­ sından olduğu kadar, ahlaki ve zihinsel özelliklerinde de- ko­ rumuştu. İçten içe, demek ki bir hayvan olan insan, insanlığı içerisinde bir hayvana dönüşebilirdi. Bu Darwinci paradigma, akıl hastalıklarıyla uğraşan bbbın söylemine, doğaya bakıştaki bu değişim aracılığıyla girmiştir. O günden başlayarak sapık, Tanrı'ya, dünyanın doğal düze­

nine -hayvanlar, insanlar, evren- meydan okuyan olarak de­ ğil, içgüdüleri aracılığıyla insanın kökenindeki hayvansallığı her türlü uygarlık biçimi dışında gündeme getiren kişi olarak gösterildi. 1871 yılında vampir efsanesini yeniden canlandıran Bram Stoker'in20 Drakula romanının yayınlanmasından, İngiliz dok­ toru Frederick Treves'in 1885'te kamuoyuna sunduğu ünlü John Merrick (Elephant Man) vakasına gelinceye kadar hay­ van canavarlığının insanlar tarafından hayal edilmesinin ola­ sı bir türlerin sınırlarını aşma ile ilgili her türlü fanatizmin kaynağını nasıl teşkil ettiği görülür. Bir yandan, kan içen, fa­ relerin, yarasaların ve kefenlerin efendisi olarak zamanların gecesinden fırlayan birisi karşısında duyulan dehşetin yarat-

18 Charles Darwin, Türlerin Kökeni, (Londra, 1859), Paris, La Decouverte, 1989; lnsarun Geldiği Yer, (Londra, 1871) 2 cilt, Bruxelles, Complexe, 1981. 19 Sigmund Freud, "Psikanalizin Bir Güçlüğü" 1917, Kaygı Verici Tuhaflık ve Başka Denemeler, Paris, Gallimard, 1985. Bkz. Lucile B. Ritvo, Darwin'in Freud Üzerindeki Etkisi, 1990, Paris, Gallimard, 1992. 20 Bram Stoker, Drakula, (1871), Paris, Marabout, 1977.

90

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

tığı terör, öte yandan tıp bilimi sayesinde kendinden nefret etmekten vazgeçip hayvanlığının yüce bir içselleştirilmesine dönüşen bir anormale reva görülen insanlık dışı uygulamalar karşısında acıma.2ı Freud'un çağdaşı olan Avusturyalı Doktor Richard von

Psychopathia Sexualis22 adlı ünlü eserinde bütün seksoloji akımlarının en

Krafft-Ebing, birçok kere yeniden yayınlanacak

tutarlı sentezini gerçekleştirmiştir. Burada sapıkları "Doğanın kendi özelliklerinden doğan çocuklar olarak tanımlar" ve on­ larda akıl hastalıkları bulur, cinselliği yaşamaları "terstir" ve bu durum hayvanlığın uygarlık üzerine hakiki bir zaferidir. Bu yüzden insanların merhametine çağrıda bulunur, kaldı ki bilimin incelemeleri sonucunda günün birinde bu bahtsızla­ rın onurlarına tekrar kavuşacaklarına ve cahil önyargıların Üzerlerine gelmeyeceğine inanır. Krafft-Ebing, okuyucusunu, toplumun bütün sınıflarının temsilcilerinin23 yan yana durdukları bir varoluş cehennemi­

nin kocaman alanında gezdirir: organlarını gösteren her türlü deliklerinden hayvanların içine giren, şehirlerde ve köylerde yaşayan aptallar, tuhaf korseler takan ya da kadın ayakka­ bıları giyip gülünçleşen üniversite hocaları, mezarlıklara da­ danıp buralardan çıkmayan ünlü kişiler, gösterişli giysiler ve paçavralar giyinerek kılık değiştirme peşinde koşan travesti­ ler, sakin aile babaları olmalarına rağmen küçük çocukların 21 Bkz. David Lynch, Elephant Man, Amerikan Filmi, 1980, oynayanlar: John Hurt üohn Merrick.) ve Anthony Hopkins (Frederick Treves). Ayıu şekilde bkz. Amold Davidson, Cinselliğin Ortaya Çıkışı, 2001, Paris, Albin Michel, 2005, bilhassa "Canavarlar Karşısında Duyulan Dehşet" bölümü. 22 Richard von Krafft-Ebing, Psychopathia Sexualis, Doktorların ve hukukçuların kullaıurıu amaayla bbbi ve hukuki bir inceleme. (Stutgart, 1886, bu kitabın 16. ve 17. basımları Albert Mali tarafından yeniden birleştirilmiştir (Bedin 1923, Paris 1931) Payot, 1969, Pierre Janet'in önsözüyle. 23 Tam sayı 447'dir.

91

lçimizdeki Karanlık Yan

ya da ölmekte olanların tecavüzcüleri ve suiistimal edicileri, papaz olmalarına rağmen Tann'ya küfürler eden ya da ken­ dilerini fahişeliğe verenler vs. Bu birbirlerine paralel götürülen alçak yaşantılar topla­ mından her türlü metamorfozu toparlayan psikiyatr bilimi, trajediye komedi katarak hiç de hoş olmayan bir tablo serer önümüze. Anlathğı kişilerin hiçbiri özel ya da genel bir tarihe gönderme yapmaz, ne nereden geldikleri bellidir, ne de on­ lardan önce neler olduğu. Onların sapıklıklarının tek nedeni bilimin onlara atfettiği nedenselliktir. Anlamı olmayan şey­ ler düzeyine indirgenme koleksiyonudurlar: yüzük fetişizmi. 19 yaşındaki X, nevropat (nevroza eğilimli) bir babanın öte yandan sağlıklı bir ailenin çocuğudur, raşitik bir kafa yapısı­ na sahiptir, çocukluğundan beri sinirli ve ergenliğinden beri nörasteniktir.24 [ ]. 11 yaşındayken yüzüklere, her şeyden çok da kalın ve altından yapılmış yüzüklere ilgi göstermeye başladı [ .. ]. Ne zaman böyle bir yüzüğü parmağına geçirse bir elektrik çarpmışçasına sarsılarak boşalmaktadır vs.25 Böyle bir kitabı okurken, insan elinde olmadan bu şekilde dile getirilmiş bu korkunç itirafların ortaya döktüğü eylemle­ rin, onları sınıflandıran söylem kadar sapık olduğunu düşün­ meden edemiyor. Sapıkların kaleme aldıkları değişik sapıklık katalogları, kendileri tarafından seçilmiş bir topluluğa bağlı olduklarını kanıtlama kaygısıyla ortaya çıkarılmışlardır ve bunlarla, akıl hastalığı uzmanları tarafından gerçekleştirilen sınıflandırıcı sentezler arasında hiçbir fark yoktur: iki taraf­ ta da -aktörler ve gözlemleyiciler- zaman geçtikçe ve gitgide önem kazanan seksoloji adına cinsel kızgınlığın evcilleştiril•••

.

24 Genellikle erkeklerde görülen bir hastalık ve sıklıkla ağır bedensel ve zihinsel yorgunluk sonrası ortaya çıkar. -Çev. n. 25 Richard von Krafft-Ebing, Psychopathia Sexualis, age, s. 381. 92

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

mesine hizmet eden bir iradenin uzmanları haline dönüşme­ mişler midir? Eğilimleri ne olursa olsun 19. yüzyılın seksologları demek ki sapıklıkların sınıflandırılması tutkusuyla hareket ediyor­ lar, bir yandan da aynı zamanda sapıkların acılarına, itiraf­ larına ve pratiklerine ilgi duyuyorlardı. Ama bunun sonu­ cunda da birdenbire, bilimin söylemindeki eşcinselliğin diğer sapıklıklar ile aynı statüde yer alamayacağını fark ediyorlar­ dı. Gerçekten de cinsel sapıklıkların tanımlanması groteske, canavarlığa, merhamete yer açıyorsa da eşcinsellik çok farklı bir durumdaydı. Onun tanımlanması psikiyatrları şu bakım­ dan da birbirine düşürüyordu, her birini, uygarlığın ürettiği büyük adamlar arasında sık sık eşcinsellerin bulunduğunu kanıtlamakta hemfikirim: Sokrates, Büyük İskender, Shakes­ peare, Michelangelo, Leonardo da Vinci, Papa II. Jules, III. Henri, Cambaceres vs. Böylelikle eşcinsellik bütün bu bilim yüzyılı boyunca ayrı bir sapıklık türüne ya da sapıklığın en karanlık kısmına dönüşür. İlerici seksologlar için -Ulrichs, Westphal, Hirschfeld- eş­ cinseller serbest bırakılmalı, doğadan ileri gelen farklı cinsel yönelimlerden birisi olarak ele alınmalıdır: erkek beyninde bir kadın ruhu, erkek vücudunda bir kadın beyni.26 Demek ki eşcinselliği yeni bir biyolojik düzen adına normalleştirmek gerekir. Diğer seksologlara göre aksine, eşcinsellik sapıklıkla­ rın en kötüsü olarak ele alınmalıdır, çünkü eşcinsellik hiçbir görülür klinik işaret ile kendini ortaya koymamaktadır: ger­ çekten de eşcinselin kendisi ile aynı cinsten birini sevmek için ne davranış bozukluğuna, ne bir sakatlığa, ne de vücudunda

26 Eşcinselliğe verilen değişik adlar üzerine (tersler, üraniyenler, üçüncü cins vs.) bkz. Laure Murat, Toplumsal Cinsiyet (Tür) Yasası, Üçüncü Cinsin Kültür Tarihi, Paris, Fayard, Düşünce Tarihi Koleksiyonu, 2006. 93

içimizdeki Karanlık Yan

değişik bir ize ihtiyacı vardır. Kısacası, o bir hasta değildir. Bu yüzden de ontolojik açıdan sapıktır. Çünkü üretim yasalarını bozarak, sanatın ve insan yarahsının en parlak işaretleri ile süslenmektedir. Bu acıdan yapılma uygarlığın sapığı, sapıklı­ ğın özünü ete kemiğe büründüren -yeni bir Sade- kişi olarak belirlenmelidir, oysa öbür sapıklıklar patolojik bir nedenle acı çeken hastalardır. Aynca bu dönemde vücut, kendini ortaya koymakta zorluk çıkaran bir hastalığın izini sürebilmek için doktorun başvurduğu tek tanığa dönüşmüş olduğundan eşcinselliği tanımlamak amaayla vücudun cinsel bir patoloji olarak ele alınıp zehrini yaydığı vücut deliklerini iyiden iyiye incelemek gerekir. Bu yüzden gerek hukuk, gerek hp dilind� gitgide eş­ cinseller cinsel ilişkiye girdikleri yerde izlenmeye başlanacak­ lardır. Suçüstü yakalanıp uzmanlar tarafından incelendikten sonra vücutları, toplumdan ve bilimden sakladıkları kötülü­ ğü en sonunda gösterecektir. Başka türlü söyleyecek olursak eşcinselin maskelerini düşürmek için hp-hukuk karışımı bir söylem, eşcinseli bir travestiyle, bir pomografla, bir fahişeyle, bir fetişistle kısacası yabancılaşmış bir cinsel sapıkla, suçlu ya da caniyle karıştıracaktır. Demokratik devletin kendisinden korunmak istediği, "sap­

kın" adı verilen bir cinselliğin yol açacağı kötülükleri, sonsuz­ ca dile getirmeyi apaçık hedef haline getiren bu tür pozitivist akıl hastalıkları söyleminin en sapık temsilcisi hiç kuşkusuz, ünlü Fransız doktoru Ambroise Tardieu olmuştur.

Törelere Karşı Gelmenin Tıbbi ve Hukuki İncelemesi27 adlı ça­ lışmasında bir böcekbilimci titizliğiyle "oğlancılık bozuklu­ ğu" adını verdiği hastalığın, ona göre pis kokan işaretlerini 27 "Törelere saldırılar" (1857) adıyla, Georges Vigarello'nun önsözüyle yeniden yayınlanmıştır, Paris, Jerôme Millon, 1995.

94

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

belirlemektedir: kalçaların aşın gelişmesi, genişleyip sarkma­ sı, anüsün hunileşip bozulması, sfenkterlerin gevşemesi, anal deliğin aşırı yayılması, ince ya da kalın penis, bir köpek surah gibi küçülen başı, tersleşen ağız, kısa dişler, kalın dudaklar. Bu gizli sapıkların vücudunda ortaya çıkan bozukluklar işte bunlardır: "Gerçekten insan mı bu? Kafasının ortasından ay­ rılan saçları, şımarık bir kızın saçları gibi yanaklarının üzerine düşüyor. [ . ] . Gözleri can çekişen birinin gözleri, ağzı yürek biçiminde, İspanyol bir dansçı gibi kınhyordu ve tutuklandı­ ğında cebinde dudaklarına sürmek için ruj vardı. İkiyüzlü bir edayla ellerini birleştiriyor ve kışkırhcı, yam sıra gülünç yüz hareketleri yapıyordu."28 Bu hijyen yanlısı söylemde, daha o zamandan sözüm ona "iyi" bir ırktan, "kötü" diye yargılanan başka bir ırkı ayırt edecek bir suçbilimin adlandırmasına dayanan ilke kendini göstermektedir. O andan başlayarak, "aşağı" denilen ırklar gibi, sapıklar da ötekileştirilecektir. Biyolojik açıdan sapık olarak görünen eşcinsel de bunların başında gelmektedir. 19. yüzyılda eşcinsel, kendi kötü huyu doğrultusunda yaşayıp, üretim yasalarına karşı geldiği için ötekileştirilmiş­ tir. Kendi başına cinselliğini doyuran da onunla aynı yolun yolcusudur. İki durumda da sadece kendini buna veren kişi -€ŞCinsellik ya da onanizm- aile düzenine meydan okumak­ taydı. Bu yüzden eşcinsellerin peşine nasıl düşülüyorsa, ço­ cuklar da kısır ya da eşcinsel olurlar endişesiyle korunmaya alındı. Geniş sapıklıklar kataloğu içinde, çocuk da böylece yeri­ ni buluyordu, eski zamanlarda olduğu gibi kah masum bir ruh kah da sadece bir keyif nesnesi gözüyle ele alınmıyordu. Tamamıyla cinselliği olan bir varlık kabul edildiği için, daha .

.

28 Age, s. 130. 95

içimizdeki Karanlık Yan

Freud, çocuğu, "çok yönlü sapık"29 olarak tanımlamadan önce, sınırsız bir otoerotizme sahip olmuştu: geleceğin olgun insanıyla maymunca davranışlarda bulunan vahşi arasında orta bir yoldaydı. Tıp biliminin temsilcileri, işte bu çocukluk alanına, henüz hiçbir eğitim almamış ama daha şimdiden sapıklaşabileceği kuşkusu içeren bu alan üzerine eğildiler. Yeni bir patolojik kategori ortaya çıkardılar, nasıl oluştuğunu anlayıp üstesin­ den gelebilecekleri çocukluk deliliğiydi bu. Deli olmasa da sa­ pık olarak doğabileceğine göre, çocukta bu deliliğin özel bir uygulamayla -mastürbasyon· a- belireceğine inanıyorlardı, şimdiye kadar bu tutumun kötülükleri anlaşılmamışh daha. O sıralarda cerrahi sanat geliştiği için de kendi uydurdukları

bu hastalığa yine kendilerince önleyici bir derman buldular, kızların klitorisinin erkeklerin de organlarının sünneti. Hiç kuşkusuz çok uzun zamandan beri bir çocuğun da deli ya da yarı deli olabileceği üstünde durulmuştu ama psikiyat­ rideki kural, gerçek bir akıl hastalığının ancak ergenlikten sonra oluşacağına dair inanca dayanıyordu. "Çocuk", demiş­ ti Frederick Augustus Carus 1 808'de "aptal olabilir ama asla deli olamaz". Üç yıl önce Asquirol ünlü bir beyanda bulun­ muş, "çocuk bu korkunç hastalığın pençesine düşmez" diye­ rek Carus'un sözünü tekrarlıyordu. O sıralarda yaygın görüş, çocuk deliliğini açıklamak için,

bunu bir beyin hastalığı olarak ele almak gerektiğiydi. Böyle­ ce çocukluğun her türlü psişik hastalık belirtisinden muaf tu­ tulacağı düşüncesi sürdürülüyordu ama durum bu kadar ba­ sit değildi, çünkü psikiyatrik söylem deliyi, bir çocuğa, yani eylemlerinden sorumlu olmayan bir varlığa benzetiyordu.30 29 Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine Üç Deneme, (1905), Paris, Gallimard, 1987. 30 Bütün bu konular üzerine ilgi ile okunacak bir kitap varsa, o da Carlo Bonomi'nin Sulla soglia della psicoanalisi. Freud et la foglia infantile, . / ..

96

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

Sonuç olarak eğer çocuğa deli denilemiyorsa bile onu sa­ pık olarak, yani yan deli olarak görmek ve tanımlamak pekala mümkündü. Böylece çocuğun masum olduğu düşüncesi psi­ kiyatrik bilgi tarafından yıkılmış ama ortaya birçok çelişkili tez çıkmıştı. Sözgelişi Darwinci bakış açısından çocuğun in­ sanlık dışı doğduğunu, vücudunda ve cinsel organlarında aşamadığı bir hayvaniliğin izlerini taşıdığını düşünebilirdik. Ama eğer çocuk sapıksa, bunun onun ruhundan kaynaklan­ dığını -yani insanlığa özgü bir kötü ruhun onda da olduğu­ nu- iddia edebilirdik. İşte bu andan başlayarak mastürbasyon yapmak, sadece çocuklarda sapıklığın değil ama aynı zamanda histerik ya da yan deli denilen bütün öznelerde ortaya çıkan hezeyanların te­ mel nedeni olarak görülmeye ve bt:na da cinsel sapıklıklar gö­ züyle bakılmaya başlandı: histerikler cinselliği kendi başlarına uyguluyorlardı. Diğerleri, bilhassa kadınlar, çocuklukların da mastürbasyon yoluyla atlattıkları birtakım cinsel travmaları (suiistimal edilme, baştan çıkanlma, tecavüz vs.) çocukluk­ larına da yamamışlardı. Freud bu sorunu incelemeden önce, histerikleri kadın sapıklar olarak görüyordu, çünkü vücudu­ na birden hücum eden delilik aracılığıyla bu kadın, kendisini üretme düzeninin dışına koyuyordu. Andre Breton'un31 sözü­ nü anarsak, çırpınmaya dayalı güzelliğiyle kadın cinselliğinin -ya da daha doğrusu kadın cinsel organının- bütün aşınlıkla­ nn nasıl da gündemine oturacağı anlamına geliyordu. Çok eskiden beri bilinen ama üretime yaramadığı için dışlanan mastürbasyon, Batıda ancak 18. yüzyılın başında hem cerrah hem de pornografi düşkünü bir İngiliz doktorun, .. / . Torino, Bollati-Boringhieri, 2007' dir. Bu yapıt için kaleme aldığım önsö­ zün bazı özelliklerini yeniden gündeme getiriyorum. 31 Gerçeküstücülüğün kurucusu A. Breton, "Güzellik, çırpınma biçiminde ger­ çekleşecektir" demiştir.

97

içimizdeki Karanlık Yan 1712' de

Onania

adlı bir kitap yayınlamasıyla bir terör nesne­

sine dönüşmüştür. O, "başkasının yardımı olmadan her iki cinsten kişilerin vücutlarını kirlettikleri, doğaya karşı gelen bu pratiğe" savaş açlığını iddia ediyordu. "İğrenç hayal güç­ lerine kendilerini kaphrarak, iki cinsin vücutlarının birleş­ mesi sırasında, türümüzün sürdürülmesi için bize ek olarak Tanrı'nın bahşettiği duyuyu, kendi başlarına taklit etme uğ­ raşına dayanır bu pratik."32 Onanizm terimi Tevrat'ın bir bölümünden alınmıştır. Onan, bilindiği gibi, ölmüş kardeşinin kansına çocuk doğurt­ mayı reddetmiştir oysa Levirat Kanunu kendisinden bunu istemektedir. Bu kanuna göre herhangi bir ailedeki küçük ço­

cuk, ölmüş ağabeyinin yerine bir zürriyet oluşturma zorun­ luğundadır, bunun sonucunda onun biyolojik çocuklarının vesayetini de üstlenir, ölmüş olduğu halde ağabey, yine on­ ların babası olarak kalmaktadır, böylece çocukları kendisinin sayılmaz. Bu yasaya karşı gelen Onan, kendisi için hazırlanan zev­ cesinin (ölen kardeşinin karısının) vücuduna yaklaşmamış, Tanrı'ya meydan okumuştu. Bu yüzden ölümle cezalandı­ rıldı. Görüldüğü gibi onun durumunda olan şey kişisel zevk amacı taşıyan bir mastürbasyon pratiği değildi. Yine de "Ona­ nizm" sözcüğü sapık ya da sağlıksız bir pratiğin bilimsel adı olarak kendini bu şekilde kabul ettirdi ve tanrısal egemenliğe karşı gelme anlamında, bir kötü huy ve bir meydan okuma olarak kaldı. Aydınlanma çağının doktorlarından S. A. O. Tissot bu konuyu yeniden ele aldı ve 1 760 yılında bir yüzyıl boyunca büyük yankı yapacak bir eser yayınladı:

Onanizm, Mastür-

32 Alıntılayan: Thomas W. laqueur, Tek Başına Seks. Cinsellik Tarihine Katkı. (New York, 2003), Paris, Gallimard, 2004, s. 29.

98

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

basyon Sonucu Üretilen Hastalıklar Üzerine inceleme. Bu prati­ ğin çiçek hastalığından daha kötü bir organik hastalığa dö­ nüşeceğine inandığı için -ki kendisi bu hastalıkta uzmandı-, Tissot, mastürbasyonu bir tür kendi kendini uyuşturmak ya da satmak gibi görerek, bilimsel tıbbın buna karşı gelmesi ve bununla da kolera ve veba gibi belalarla uğraşıldığı gibi uğ­ raşılması gerektiğini öne sürdü. Mastürbasyon deliliğine tu­ tulduğunu söylediği can çekişen birisini, bakın kendisi nasıl anlatmaktadır: "Canlı bir varlıkla değil samanların üzerinde yatan zayıf, solgun, pis, çevreye berbat bir koku yayan bir cesetle karşılaştım, canlı bir varlık değildi bu ( ... ). Sık sık sol­ gun ve sıvı bir kan geliyordu burnundan, ağzındansa sürek­ li salyalar akıyordu. ( ... ) Bel akıntısı da sürekliydi. Gözleri çapaklıydı, donmuştu, feri sönmüştü, artık kımıldamıyor­ lardı. Bilinci de yerinde değildi, ne düşüncesi vardı ne de hafızası, iki kelimeyi bir araya getiremiyordu, kaderini dü­ şünemiyor, kendisi için kaygılanmıyordu. ( ... ). Bir zamanlar insan türüne ait olduğunu zar zor anlardınız. Bütün vücudu şişti, öylece öldü."33 Bir zamanlar, nasıl ki din kendini erdemle kötü huylan ayırmaya verdiyse artık aynı biçimde, Aydınlanma adına, çağdaş devletlerin, insanların cinsel pratiklerinin tamamına müdahale edebilmesinin bir görevi olduğu düşüncesi oluş­ maya başladı. Böylece polisin vücuda müdahalesine ve biyok­ rasiye yol açılmış oldu. 19. yüzyıl boyunca zaferler kazanan burjuvazi adına, zorla topluma cinsel bir ahlak kabul ettirildi, burada romantik veya duygusal aile ön plana çıkıyordu: ev­ lilikte kadınların mutluluğu, aynı zamanda bununla birlikte babanın övülmesi, ailenin babası ve çocukların koruyucusu olarak babanın konumu öne çıkarılıyordu. 33 Fantazmlar, Sapıklıklar ve Diğer Aşk Uygulamaları, age, s. 252.

99

lçimizdeki Karanlık Yan

Mastürbasyon yapmanın tehlikeli görülmesi, Jean-Jacques Rousseau'da da mevcuttur. 1 762 tarihli Emile'de, "Eğer ço­ cuk, bu tehlikeli ikameyi tanırsa" demekle kalmaz, ölümün­ den sonra yayınlanan

ltin�flar' da,

1780'de şöyle yazar: "Yılla­

rın geçtiğini hissediyordum, tasalı mizacım birdenbire ortaya çıkmışb, hiç de istemeden ilk patlayışında, sağlığım bozuldu; o zamana kadar yaşadığım masumiyeti hiçbir şey bundan daha iyi anlatamaz. Bir süre sonra kendime geldim, arbk teh­ likeli ikameyi öğrenmiştim, doğayı kandırıp benim gibi genç kişilere bir kurtarış olarak görünen bu tutum, ne yazık ki on­ ların bazen sağlığını, gücünü hatta hayatlarını darmadağın eder."34 18. yüzyılda "tehlikeli bir ikame" olarak ortaya çıkarılan mastürbasyon bir yüzyıl sonra eşcinsellikle birlikte, sapık­ lıkların en büyüğü olarak görülmeye başlandı: insanı delili­ ğe ve ölüme dek götüren tehlikeli bir yoldu. Kısacası, bura­ da kaybedilen madde doğanın yerine ikame ediliyor, onun yerine hareket ediyordu35 ve öyle bir cinsellik kültürü zorla kabul ettiriliyordu ki bu, canlı dünyanın doğal düzenine ters­ ti. Bunun sonucu olarak, deniliyordu, insan kendi üzerinde gerçekleştirdiği baştan çıkarmadan sorumludur, çünkü onda otoerotizm vardır. 1880'e doğru, bu "tehlikeli ikame"nin verdiği dehşet, en çok da Almanya ve Fransa'da, Tissot ve müritlerinin varsa­ yımlarını sorgulayacakları yerde, birçok doktorun bu haya­ li belanın kötü sonuçlarını yok etmeye çalışmaları sonucu, zırvalamaya dönüşen bir bp uygulamasına yönelmelerine neden olmuştu. Bu onanist belanın üstesinden gelebilmek 34 Jean-Jacques Rousseau, ltiraf/ar, (1780), Bütün Eserleri, cilt 1, Paris, Galli­ mard, Koleksiyon, "Pleiade Kütüphanesi", 1959, s.108-109. 35 Bkz Jacques Derrida, "Şu Tehlikeli İkame"', Grammatologie, Paris, Minuit, 1967.

100

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

için bir sürü tedavi uydurulmuştu: Mastürbasyon yapmayı önleyici korseler, ereksiyon kılıfları, kızların bacaklarını açık tutmalarına yarayan aletler, hadım tehditleri ve buyrukları, ellerin kelepçelenmesi, çocuklara zarar vermekle suçlanan süt anneler ve son olarak da klitoris, yumurtalık, erkeklik organ­ lan üzerinde ameliyatla gerçekleştirilen değişiklikler. Ama bu uygulamaları gerçekleştirmek ve bu tür tehditler­ de bulunabilmek için, cinsel uyarının kanıtını bulmak gerek­ liydi. Bu yüzden aileler bile bu lanetli uygulamanın peşine düşerek, hbbın emrine girerek, sistemli bir şekilde iz aramaya başladılar. Bir kızarıklık, bir herpes (uçuk) çıkh mı, bir ödem, bir şiş belirdi mi, jenital bölgelerde bir mikrop kapma oldu mu hemen mercek allına alındl. Ardından da, mastürbasyon sadece kendi başına bir uygulama olarak değil, başkalaşmayı gerektiren anonim bir zevk olarak kavrandı: sürtünme, bilin­ meyen bir el, giysiler, dokunma ya da koku alma duyusu. Aynı düşünce

doğrultusunda,

ürojenital

organlardaki

kimi bozuklukların zaten mastürbasyon yapmaya yol açan bir çocukluk histerisinden ileri geldiğine inanılmaya başlandı. Pastör'ün tezlerinin kabulünden epey sonra bile, Tissot'nun uydurduğu masala inanılıyor, mastürbasyonun her türlü virüs ya da mikrop içeren hastalığın kaynağı olduğu sanılıyordu. Yine de, eğer mastürbasyon "tehlikeli bir ikame" idiyse, bu da onun kültür aracılığıyla ortaya çıkhğını gösteriyordu. Ve eğer durum böyleyse, sorun çocuğun kendi kendini mi baştan çıkardığı yoksa bu işi onu suiistimal eden bir erişki­ nin mi gerçekleştirdiğiydi. Sonradan Freud tarafından terk edilecek olan bu varsayımlardan, bir yandan travma ile ilgili, öte yandan çocuk cinselliği teoriler üzerine tarhşmalar ortaya çıkmıştır; Freud zaten her türlü mastürbasyon yolunu "tehli­ keli bir ikame" olarak ele almaktan da vazgeçecektir.

101

lçimizdeki Karanlık Yan

Ama söz konusu olan, sadece çocukluk dünyası değildir. Kötülüğün kaynağı çocuktan mı yoksa baştan çıkarıcı erişkin­ den mi geliyor sorularının sorulması gibi, daha önce belirtti­ ğim üzere, histerinin doğası hakkında da sorular sorulmaya başlanmıştı. Bu sinir hastalığının -nevroz olsun psikonevroz olsun- rahimin -uterus- uyarılmasından kaynaklandığına artık inanılmıyorsa da, ergenlikten önce çocuklarda kendini gösterebileceği, öte yandan kadınlarda görülen bir hastalık olmasının nedeninin de onanizm olduğu düşünülüyordu.

Öyle

ki cerrahi bir müdahale ile (yumurtalıkların alınması)

ya da kokain aracılığıyla vajinanın duyarsızlaştırılması her­ kes tarafından kullanılan bir tedavi haline gelmişti ve bazen de kadınların kendileri bunu istiyorlardı. Görüldüğü gibi cerrahi delilik, Avrupa'da 1850'den 1900'a dek egemen olmuş ve aynı zamanda histerik kadını ve mas­ türbasyon yapan çocuğu da etkilemiştir. Bunların ikisi de zaten tıpkı eşcinsel gibi, Rousseau'yu o kadar tasalandıran "tehlikeli ikame"nin en hararetli oyuncuları değil miydi? En önemli ortak noktaları, bu yeni tıbbi bakış açısından, üreme­ ye yönelik bir cinselliktense, otoerotizmi tercih etmeleriydi. Dolayısıyla eşcinsel kadından ziyade histerik kadın, eşcinsel erkekler ve mastürbasyon yoluna giden çocuklar bir arada düşünülmüş ve bütün bunların temelinde bir yığın fanteziye destek sağlayan bir terör zemini olarak, ailenin ve üremeye dayalı düzenin mümkün bir sapıklaştırılması olasılığı çok daha çok korkutucu olmuştur.36 Tuhaf bir rastlantı eseri, bu sürekli genişleyen tıp bilimi, çok eskide kalmış törenleri yeniden gündeme getirirken, aynı anda sömürgelerin fethiyle (en çok da Fransa'nın Afrika'daki 36 Bilme lradesi'nde Michel Foucault, bu üç özelliği, üreme düzenine karşı gelen bir cehennem üçlüsü olarak ele alır

102

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

fethiyle) "aşağı" denilen halklara beyaz uygarlığın tedavi edici erdemlerini getirdiğini iddia ediyordu. Gerçekten de bu halklarda ve daha birçoğunda, kadının sünnet edilmesinin amacı, daima kadın vücudunun çocukluktan beri erkek ik­ tidarının egemenliğine bırakılmasıdır- babalara, ağabeylere kocalara; çünkü klitoris, vajina orgazmını kolaylaştırıcı gü­ cün bulunduğu yer olarak algılanıyor ve erkeğin bu orgazm­ dan kendini koruması gerekiyordu.37 Bu sünneti yapan kişi, çoğu zaman bir kadındı. İşaret parmağıyla başparmağı arası­ na klitorisi sıkıştırıp bıçakla bir hamlede onu kesiveriyordu. Haremlerde, aynı şekilde kadınlar, aralarındaki lezbiyenliği önlemek amacıyla sünnet ediliyor ve haremağalan tarafından sürekli gözetleniyorlardı. Yukarı Mısır'da daha önce uygulanan sünnete gelince,38 aynı anlamı taşımıyordu. Büyümenin bir aşaması özelliğini belirtiyor, genç erkeğin kadınların egemenliğindeki çocukluk dünyasından çıkarak, erkek değerlerine, savaşçılığa geçişini belirtiyordu. En eski Yahudilikte ise sünnet, bu tür bir geçiş değil de bir anlaşma, Tanrı ile İbrahim'in soyunun seçilmiş bağının erkek özne tarafından tekrarı olan bir anlaşmaydı. Anlaşmanın dışında kalmaması için her erkeğin etinde bu an­ laşmanın izini taşıması gerekiyordu. 19. yüzyıl sonu seksologları tarafından çocuk, tehlikeli cinselliğe sahip -yani sapık, otoerotik ve çok yönlü- olarak ele alındığı için, özel bir koruma sisteminin ona uygun ola­ bileceği düşünüldü. Artık pasif bir varlık olmadığı için, bur­ juva toplumundaki çocuğun, kız olsun erkek olsun bir usta tarafından cinselliğe başlatılması gerekmiyordu: bu ne özgür37 Michel Erlich, Yaralı Kadın, Paris, L'Harmattan, 1987. 38 Sünnet sözcüğünün kimi zaman, kadın sünneti dahil bütün sünnetleri içeren bir anlamı vardır.

103

lçimizdeki Karanlık Yan lükçülük adına ne de pedagoji adına olabilirdi. Sonuç olarak pedofil, -ve en çok da aynı zamanda kendi doğurduğu ço­ cuğu arzulayan ensestçi pedofil- sapıkların en sapığı sayıldı: alçakça bir seksin başlalıcısıydı o. Bundan sonra gerek bazı Avrupa ülkelerinde gerek Atlantik ötesinde, pedofil, bilim adına kendisinden nefret edilecek kişi ilan edilecek, lanetle­ necektir; haz alma organı kesilerek ya da kimyevi bir hadım­ dan sonra39 eşcinselin yerini alarak kamuoyu nefretinin yeni hedefi alacaklı.

19. yüzyılın sonunda ve bütün 20. yüzyıl boyunca sapıklık kavramı bu anlamda gelişmiştir. Ne kadar biyolojik, kalıhm­ sal, organik kökenli bir patoloji olarak tanımlanıp kutsallığın­ dan uzaklaşıyorsa, o kadar da uygarlık için gerekli görülmü­ yordu. Sapık milletine gelince, bunlar cinsel sapıklar kataloğunun bitip tükenmez canlandırmalarına konu olup, hasta, yarı deli, yozlaşmış, bozulmuş olarak gösterilmişler, tehlikeli denilen sınıfların proleterleri gibi sayılmışlardır: kötü bir ırk. O dö­ nemde sapıklar, daha önce de belirttiğim gibi, eğer doğru dü­ rüst davranmazlarsa sadece kentlerden değil insanlıktan da atılmakla tehdit edilmişlerdir. Artık nefret yanlılığı gibi yapısal olarak değil de nesne se­ çimi açısından -sapıklılar olarak- ele alınan sapıklık kavra­ mının genelleşmesiyle, Balı toplumlarındaki cinsellik organi­

zasyonu ve öznellik tepeden tırnağa değişmiştir. Eğer sapık, birtakım hijyenik psikiyatri yoluyla ya da seksolojinin erdem­ li çalışmalarıyla tekrardan belirli bir norma girebilecekse, bu şekilde tanımlanıyorsa, bu, aynı zamanda kendisinin bir hete­ rojen parçası ya da kutsallaşlırılmış kişi olmasından kaynak­ lanıyor, uygarlık için gerekli görülmüyordu: o, artık sadece 39 Bkz. 5. Bölüm. 104

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

bir hasta, cinsel hastaydı ya dehşete ya da acımaya kendini adamış bir kişiydi. Freud hiçbir zaman büyük bir Sade oku­ yucusu olmamıştır, ama hiç bilmeden Sade ile paylaşhğı ortak düşünce, insan varoluşunun iyiliğe ya da erdeme yönelmeye değil, sürekli olarak kötülükten keyif alma peşinde koşma­ ya eğilim gösterdiğidir: ölüm içgüdüsü, zulüm arzusu, nefret yanlılığı, mutsuzluğa ve acı çekmeye özlem.40 Aydınlanma­ cılara karşı olmasa da, onlardaki karanlık yönün düşünürü olan Freud, sapıklığın, toplumların lanetli yönü ve bireyin karanlık yanı olarak, uygarlık için gerekli olduğu düşünce­ sini yeniden gündeme getirmiştir. Ama o, kötülüğü dünya­ nın doğal düzeni içerisine yerleştirmek ve insanın hayvanlı­ ğının aşılmaz aşağılık bir işareti olarak görmektense, sadece kültüre ulaşmanın insanlığı kendi yok olma içgüdüsünden kurtarmayı sağladığını savunmayı tercih etmiştir: "Karan­ lık yanlarımıza eğilen düşünürler" diye yazacaktır Theodor Adorno, "insan doğasındaki ortadan kaldırılamayacak kötü­ lük düşüncesinden ayrılmayıp, karamsar bir şekilde otorite­ nin gerekliliğini öne sürerler" ve -Freud bu açıdan Hobbes, Mandeville ve Sade'ın yanında yer alır- göz ardı edilemezler. Kendi çevrelerinde de iyi karşılanmamışlardır.41. "Her türlü yüceltmenin önkoşulu", diyordu Freud, "yok etmeye yöne­ lik içgüdüdür. Çünkü insana özgü olan -eğer böyle bir şey var ise- en güçlü barbarlıkla, en yüksek uygarlık derecesinin onda birleşmiş olması, böylece doğadan kültüre geçebilmesi­ dir." Ayrıca 1937'de Marie Bonaparte'a "Keşif güdüsü ente40 Sigmund Freud, Uygarlıkta Hoşnutsuzluk, (Viyana 1929), Paris, PUF, 1971. Jacques Le Rider, Michel Plon, Henri Rey Flaud, Gerard Raulet, Freud'un

Kültüründe Hoşnutsuzluk Uzerine, Paris, PUF, 1998. (Türkçesi: Kültürün Hu­ zursuzluğu, çev. Veysel Atayınan, Say Yayınlan, İstanbul, 2011. -Çev. n.] 41 Yirmiyahu Yovel, Spinoza ve Diğer Heretikler, Paris, Le Seuil, coll "libre exa­ men", 1991 ve Zeev Strenhell, 18. yüzyıldan Soğuk Savaşa Aydınlanma Karşıtla­ rı, Paris, Fayard, 2006.

105

lçimizdeki Karanlık Yan

lektüel bir merakhr" diye yaznuşh, "saldırgan ya da yok edici içgüdünün tam bir yüceltilmesi olarak ele alınabilir"42 Freud zamanının eşcinsel, histerik ve mastürbasyon ya­ pan çocuktan oluşan cehennem üçlüsünde, aptallığa indir­ genmiş bir sapıklık kavramının gerçekleştiği düşüncesine inanmayan -birçok gidiş gelişten sonra-43 tek bilim insanı olmuştur. Ve nasıl, üremeden dışlanan kişilerin gösterdik­ leri sözüm ona belirtileri yorumlayarak sapıklığı evcilleştir­ mekten vazgeçti ise, aynı şekilde seksolojiden kaynaklanan sınıflandırmaları da bırakmış ve bunun sonucunda cinsel sapıklıkların röntgenci (yani sapık) bir tasviri ilkesinden ta­ mamen uzaklaşmıştır. Bu düşünce yapısının yerine sapıklı­ ğın psişik mekanizmasının bir kavramsallaştırmasını ikame etmiş, böylece de sapık milleti tarafından akıl hastalıkları ile uğraşan tıbba sunulan itirafların "hikaye oluşu" na dikkat et­ meme riskini de almıştır. Bu yüzden sapık yapıya -kötülükten haz alma, nefretin erotikleştirilmesi- bozukluk, soysuzlaşma ya da yasadışılık olarak bakmayıp, ona insani bir boyut eklemiş, bu yapıyı, klinik düzeyde çok yönlü bir eğilimin ürünü olarak görmüş; kaynağının da kah ilkel bir tapınma geleneğinden miras kal­ dığım, kah dizginlenemeyen bir çocuk cinselliği gelişiminden kah da anatomik cinsel farkın kökten inkarından ileri geldi42 Theodor Adomo, Psikanalizi Yeniden Gözden Geçirme, devamında /acques Le Rider, Uygunsuz Müttefik, Paris, Editions de L'Olivier, 2007, s. 39. 1670-1733 yıllan arasında yaşamış olan Bemard de Mandeville, ahlakçı ve özgür bir dü­ şünürdür, ahlaken bozulmuş bireylerden oluşan bir toplumla ilgili bir masal üretmiştir. Ahlak reformları yapıldıktan sonra, üyeler erdemli hale gelirler ama yine de toplum bir süre sonra sefalet içinde mahvolur. 43 Emest Jones, Sigmund Freud'un Hayatı ve Eseri, cilt 3, Paris, PUF, 1969, s. 522. Bunların izine Wilhelm Fliess'e Mek tupla r' da rastlanır (1887-1904) İngilizce­ si Jeffrey Moussaieff Masson tarafından 1985' de Michael Schröter ve Ger­ hard Fichtner'in düzeltmeleriyle Almancası ve Françoise Kahn ve François Robert'in çevirileriyle de Fransızcası yayınlanmışbr, Paris, PUF, 2006.

106

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

ğini öne sürmüştür: "Negatif histeri olan sapıklıkları, Semi­ tik Doğu' da dine (Moloch, Astarte) dönüşmüş ilkel bir cinsel tapınmanın izleri olarak ele almalıyız"44 Bu konuda şunu da yazmıştır: "Şu anda sapıklıkların temelinde doğuştan gelen bir şey olduğu sonucuna varabiliriz ama bu, bütün insanların paylaştığı bir şeydir ve eğilim olarak, yoğunluğunda farklı­ lıklar gösterebilir" .4s Böylece Freud, psişizm içerisine "sapık farklılık" adını ve­ rebileceğimiz bir evrensellik getirmiş oluyordu. Her insan suç işleme, seks, yasaya karşı gelme, delilik, olumsuzluk, tutku, kendini kaybetme, eşcinsellik gibi özellikler taşımaktadır ama hiçbir insan bütün bir ömür boyunca nedenleri önceden veril­ miş ve bu nedenle aşamayacağı bir durumda da değildir. İlk aşamada, nevrozu sapıklığın bir negatifi haline getirdik­ ten sonra, Freud, sapık cinselliğin yaban, barbar, çok yönlü, ve içgüdüye benzer özelliklerinin altını çizdi: Bu kaba haldeki cinsellik ne ensest yasağını ne bastırmayı ne de yüceltmeyi tanıyan bir cinsellikti. Sonradan Freud iki tür sapıklık arasın­ da bir ayrım gözetti: Nesne sapıklıkları, amaç sapıklıkları. Bi­ rincileri bir partnerle girilen cinsel ilişkilerin içine yerleştirdi (ensest, otoerotizm, pedofili), ikincilerde de üç değişik pratik tip ayırt etti; görsel zevk (teşhircilik, dikizleme), acı çektirme ve acı çekme zevki (sadizm, mazoşizm), erojen bir vücut böl­ gesini aşırı beğenme. 1915'ten başlayarak, cinsel sapıklıkların tasviri yerine, genel olarak sapıklığın bir kavramsallaşhrmasını güçlendirme yolu­ na giderek, bunu üçlü bir yapıya yerleştirdi: Bir gerçekliğin46 hallüsinosyon yoluyla yeniden yapılandırılması olarak tanım-

44 Age, 24 Ocak 1897 tarihli mektup. 45 Sigrnund Freud, Cinsellik Üzerine Üç Deneme, age, s. 88-89. 46 Daha önce belirttiğim gibi, Lacan buna gerçek adıru verir.

107

içimizdeki Karanlık Yan lanan psikozun, iç bir çalışmanın ürünü olup sonra da bir bas­ hrma gerektiren nevrozun yanında sapıklık, çocuk cinselliğine bağlı kalmayla kastrasyonun inkarı olarak ortaya

çıkh.

Özetleyecek olursak, Freud'a kadar cinsel sapıklıklar, po­ zitivist bilim doğrultusunda, bir normdan ayrılma olarak gö­ rülüyordu. Yanılgılar, kazalar ya da geriye dönmeler olarak, bu normlara karşı gelmelerden türüyor ve biyolojik bir lağı­ ma doğru yol alıyorlardı. Özneye gelince, karanlık tarafından koparılarak, bu söylemin içerisinde, kaybolmuş bir nesneye dönüşüyor, onu anlamsızlığa iten bu sınıflandırmanın hay­ huyunda kaynıyordu. Freud'la beraber ise tam tersine, sapıklık eğilimi normalli­ ğe zorunlu bir geçiş olarak kavranmaya başlandı: bu normalli­ ğin sınırlan esnekti. Her özne Yasanın ilkelerini, temel yasak­ lar olarak içselleştirdikten sonra normalleşmiş eski bir sapık olarak tanımlanabilirdi. Bu açıdan patolojik olan normları açığa kavuşturuyordu, tersi olamazdı:47 "Öldürmeyeceksin emrinin üzerinde tam da bu kadar çok durulması, kanlarında öldürme zevki taşıyan, sonsuz uzaklara giden cani soyundan geldiğimizin bizim de onlardan olduğumuzun kanıtıdır" .48 Freud'a göre Sapıklık, insanın bir yerde doğasında vardır.

Klinik açıdan psişik bir yapıdır: insan sapık doğmaz, değişik yaralanmaların, bilinçdışı özdeşleşmelerin, eğitimin birbirle­ rine kanşhklan, tekil ve toplumsal bir tarihten miras alınarak ancak sapık haline gelinir. Sonrası, her öznenin geri kalanı, kendisinde taşıdığı sa­ pıklığı, neye dönüştürdüğüne bağlıdır: başkaldırma, kendini aşma, yüceltme ya da tam tersine cinayet, kendi kendini ve 47 Bkz. Georges Canguilhem, Narmal Olanla Patolojik Olan, (1943), Paris, PUF. Aynca Georges Lanteri-Laura, Sapıklıkların okunması, age, s. 86. 48 Sigmund Freud, "Savaş ve Ölüm Üzerine Güncel Düşünceler" (1915), Psika­ naliz Denemeleri, Paris, Payot, 1981, s. 35.

108

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

başkalarını yok etme. Bu açıdan Gilles de Rais ve Sade, kendi yüzyıllarının oldukları kadar, onlardan sonra gelenlerin oluş­ turdukları bir aile soy kütüğünün de ürünleridirler. Freud'la birlikte, Tanrı'nın yokluğu bir kere benimsendik­ ten sonra, psişik bir yapı olarak sapıklık artık arzu düzeninin içerisine alındı. Sade'ın bir haz alına disiplinini sahnelediği yere Freud, sözüm ona bir cinsiyet bilimi değil, bir arzu te­ orisi ikame etti. Sade bir yerde, pornografik söylemi en üst noktasına çıkarıyordu, Freud ise normalliğin ve bundan çe­ kinmenin sözüm ona ahlakına dayanan pozitivizmi, ayrıca sapıkları nesneleştirip koleksiyon haline getiren dehşeti gü­ lünçleştiriyordu. Sapıklık eğiliminin insanın kendine özgü bir tutumu olduğunu göstererek, her öznenin potansiyel olarak onu içinde taşıdığını kanıtlayarak -ve böylece normu aydın­ latan şey, patolojinin kendisi oluyordu, tersi değil.- Freud, sapıklığın iğrenç bir şekilde gelişmesini sınırlama yolunun, ancak ve ancak aşk, eğitim ve yasa, uygarlık gibi değerlerin ete kemiğe büründüğü bir yüceltmeden kaynaklanacağını onaylıyordu. Bir yüzyıl arayla Sade'la Freud, böylece sapıklığın eserleri­ nin, eylemlerinin bir tür kutsallıktan çıkarılmasına ya da laik­ leştirilmesine katkıda bulundular. Ama kutsallıktan çıkarma yoluyla her türlü sapıklığı sınırlamaya ya da yok etmeye ça­ lışan akıl hastalıkları tıbbının tersine, Freud, sapıklığı insanlı­ ğın kendisine özgü bir antropolojik kategoriye bağlıyordu. O zaman sapıklığın bilim söylemine gitgide karıştığı ne Tanrı'ya karşı gelmeye ne monarşileri sorgulamaya ne de iyilik ve kötülüğün dönüşümlerini dile getirmeye yarayan, gitgide zaferler kazanan bu pozitif dünyanın içerisinde ka­ ranlık yan nereye yerleştirilecekti? En büyük yazarlar (Balzac, Flaubert, Hugo ve daha birçoğu) bu soruya akıl hastalıkla109

!çimizdeki Karanlık Yan

rıyla uğraşan tıptan daha tutarlı cevaplar vermeyi denediler. Aralarındaki farklara rağmen ortak bir şekilde burjuva dü­ zeninden nefret ediyorlardı ve bu düzenin normatif idealleri özenle bastırılmış bir patolojinin görünür yüzü gibi geliyor­ du onlara. Onlar açısından insan tutkularım, yasaya en fazla karşı olanlarını bile, evcilleştirmeyi hedefleyen bu pozitivist ahlaktan hiçbir şey daha fazla sapık olamazdı. Balzac'ın yarattığı Vautrin adlı kahraman,

19. yüzyılın

ilk dönemindeki bu burjuva toplumunun ters yüzünü deği­ şik yönleriyle çok güzel ortaya koyar. İnsanlık komedyasının yazarı Balzac, Darwin öncesi dönemin, Buffon, Cuvier ya da Geoffroy Saint-Hilaire gibi bilim insanlarının sınıflandırmala­ rından esinlenerek, toplumdaki ikiyüzlülüğü ortaya çıktığını iddia ediyordu. Vautrin'in yüzü çökmüştür, elleri korkutucu­ dur, kızıl tüyleri vardır, favorilerini boyar ve yüz hareketleriy­ le insanı korkutur. Aslında hapishaneden kaçmış bir forsadır ama aynı zamanda acımasız bir baştan çıkarıcıdır da. Kadın­ lan küçümser ve genç erkeklere aşık olur, en soylu başkaldır­ ma olarak nefret tutkusunu besler. Kırk yaşında Vauquer49 Evi'nde pansiyonerdir, tabii ki kılık değiştirmiştir ve kendisini rant sahibi biri olarak göstermektedir. Eugene de Rastignac'ı baştan çıkarmaya karar verir ve çok soğuk bir şekilde, ona, acımasız bir şekilde pansiyonda kalan bir kadının kardeşini öldürmeyi önerir; böylece kadın babanın mirasına sahip çı­ karak, Rastignac'la evlenecektir. Hiç kuşkusuz Rastignac bu anlaşmayı reddeder ama Vautrin eğitici eserinin gelişmelerini seyrederek zafer kazanır. Çünkü sadece kurbanının ruhunu saptırmayı becermekle kalmamış aynı zamanda onun ahlaki

49 Honore de Balzac, Goriot Baba (1837), Bütün Eserleri, cilt III, Pierre-Georges Castex yönetiminde yayınlanmiştır, Paris, Gallimard, 1977, "Pleiade Kitap­ lığı".

1 10

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

açıdan gitgide aşağılanmasından kendi payına da keyif almış­ hr. İçinde bulunduğu duruma göre ismini değiştiren, Jacques Collin,50 Trompe-la-Mort (ölüme bile pabucunu ters giydiren) papaz Carlos de Herrera olan Vautrin bu değişik kılıklarda her seferinde yasaya meydan okur. Ama Lucien de Rubempre'ye duyduğu büyük tutku onu bir tür kendinin tersine dönüşen bir imaja çevirir. Rubempre kadınların sürekli olarak ona para falan verdiği bir tür fahişelik yapan genç bir adamdır ve gitgi­ de Vautrin'in fahişesi olma aşamasına varır. Tam genç adamın vücuduna ve ruhuna sahip olduğunu düşündüğü anda, genç adam ona ihanet eder ve onun hiçbir şekilde kendisinden inti­ kam almasına fırsat vermeyecek şekilde intihar eder. Fedakarlık etmek zorunda kalan Vautrin, bu sefer emni­ yet müdürü olur, cinayet meleği durumundan vazgeçip, bir zamanlar karşı geldiği bir düzenin savunucusu haline gelir. İşte o sırada soğuk ve tutkusuz bir polis olan-solgun yüzlü ve yılan gözlü- itibar için her türlü hizmeti verebilecek yapıdaki Corentin'le tanışır. Gitgide iyilik idealiyle kendini özdeşleş­ tiren eski forsayla, ruhsuz bir yasallığın gönüllü hizmetçisi olan bu iki kişi arasındaki savaş, bir tür alan paylaşımı şek­ linde sonlanacaktır. Bu öyle lanetli bir yandır ki küstah bir biçimde büyük bir şaşaayla benimsenen bir lanetli yön şeklin­ de yasallaştırılacaktır: "Eğer benim alanıma girerseniz yazık olur size," diye bağırır Vautrin. "Nasıl uşaklar kendi ustaları­ na aynı adla hitap ediyorsa, siz de kendinize o şekilde devlet adını veriyorsunuz. Ben ise kendime adalet adını veriyorum, 50 lnsanlık komedyasında Vautrin, Balzac'ın Marat'run metresi olarak göster­ diği Jacqueline Collin'in yeğenidir. Asya takma adıyla anılmakta, altsıruflan temsil etmekte ve gizli polisin isteği üzerine Celestin Crevel'in zehirlenmesi olayına kablmaktadır. Adı kendi adına benzeyen Valerie Mameffe diye bi­ riyle evlenmiştir. Ve bu kadının vücudu, uzun bir hastalık sonrası bir ça­ mur yığınına dönüşecektir. Daha önce belirttiğim gibi, Proust'un Charlus'ü Vautrin'in mirasçısıdır.

111

lçimizdeki Karanlık Yan

bu yüzden sık sık karşılaşacağız. İkimiz de aşağılık yaratık­ lar olmaya devam ettikçe, aynı şekilde birbirimize uyumla ve saygınlıkla davranmalıyız." Balzac'tan daha da ileri giden Flaubert, çağdaş romanın kurucusu olarak, yaşadığı yüzyılın değerlerine kesin olarak karşı gelmiştir. Gitgide kararan bir aydınlanmanın insanı olarak o, sömürgeciliği, ahlak düzenini ve kanılara dayalı demokrasiyi küçümsüyordu. Tarihte yığınların çoğalmasını, sanayileşmenin halkı gereksiz birtakım inançlara yani bilime tapınmaya, karanlık inançlara götüreceğinden korkuyordu. Buna rağmen Doğu yolculuklarında51 giderek kendisine zevk veren bir pornografiyi savunarak, içinde bulunduğu yüzyılın tarihini sarsıcı bir biçimde benimsiyordu: "Onda, ve onun aracılığıyla diye yazıyor yazar Claude Duchet, ar­ dından gelen edebiyatın bir tanımlamasını ortaya çıkaran ve temellendiren bir şey vardır: Olumsuzluk söz konusudur ama buradaki olumsuzluk bir reddediş değil, nitelikli bir düşmanlıktır. Red dışlama değildir ama polemik bir şekil­ de bir içselleştirmedir, kaçma değildir, meydan okuyarak ileri gitmedir, nihilizm değildir ama uyanık ve yaratıcı bir alaydır söz konusu olan ( ... ) Flaubert alışılmış düşüncelerin üzerine rüzgara karşı yürür gibi yürümüş, kendi yüzyılına karşı düşünmüş ve yazmıştır."52 51 En çok Lübnan ve Mısır'daki genelevleri seviyordu. Beyrut'ta kendisine pek çok genç kız sunuldu. Esseh'de ünlü fahişe Küçük Harum'la karşılaştı: "Organı kadife kıvrımlarıyla beni pisletiyordu. Acımasız hissettim kendimi. [ ... ] yarılmış burun delikleri ile etli butlu memeli, hükümet gibi karıydı [ ... ) Boğazı şekerli bir terebentin kokusu yayıyordu. [ ... ] kudurmuş gibi atlayıp, emdim onu [ ... ] birkaç kere atladım, hepsi iyiydi, en çokda üçüncüsü yırtıa, sonuncusu duygusal oldu. Gustave Flaubert, Mektuplar, 1. cilt, Paris, Galli­ mard, Pleiade kitaplığı koleksiyonu, 1973, s. 605. 52 Claude Duchet, "yüzyılına karşı Flaubert, ya da beyaz bir şey" Edebiyat der­ gisi, 4001, Eylül 2001, s. 20: Pierre-Marc de Biasi tarafından kayda değer bir şekilde hazıranmış dosya.

1 12

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

İmparatorluk avukah Emest Pinard'ın53 Flaubert'e karşı gelmesi, sonra da avukat Senard'in onu savunmasıyla gitgide Flaubert'in, Madame Bovary54 aracılığıyla okuyucusuna yeni burjuva toplumun ideallerini neredeyse sadist bir şey olarak ortaya sunduğunu görebiliriz. Pinard, Flaubert'i kamu ahlakının benimsediği kurallara saygı duymadığı için suçluyordu. Bu zehirli kitabın yazan taşradaki bir kadının kocasını aldatma hikayesini anlahyor ve bu kötülükleri de sadece, bu kadının yoldan çıkhğını gös­ tererek onu mahkfun etmek için dile getiriyor ama gerçekte hikayenin taşıdığı üslup aracılığıyla, yazar, roman kurallarını olduğu kadar ahlak kurallarını da saphrma iddiasında bulu­ nuyor, çünkü bu kadın kahramanın yok edici keyif almasının suç ortağı oluyordu. Bu yüzden Flaubert de kahramanı gibi evlilikten nefret etmeyi, eşini aldatmayı benimseme, şehve­ te yönelme, evliliklerin para yüzünden mahvolmasını övme, annelik içgüdüsünü ihmal etme ve sonunda intiharı göklere çıkarmakla suçlanmalıydı. Söylediklerini kanıtlamak için Pinard, Flaubert'in ahlaka ve dine, dili bozarak karşı geldiğini ve bunu da söz sanatla­ rının kullanımını tersine çevirerek sağladığını not ediyordu. "Yazar," diyordu mesela, "evliliğin kirliliklerinden" ya da "bir kocayı aldatmanın hayal kırıklıklarından" bahsediyor, oysa "evliliğin hayal kırıklıklarından" ve "bir kocayı aldatmanın kirliliklerinden söz etmeli, öyle" yazmalıydı. Suç işledikten sonra kahramanın geldiği alt sınıfı eleştireceği yerde, aslında 53 Mahkeme 24 Ocak 1857'de gerçekleşti. Flaubert, mahkemeyi kazanmasına rağmen kınlmışh ve "suçlu sandalyesine oturtulmuş" olmak onu iğrendir­ mişti. Avukahna yine de ilk romanına beklenmedik bir otorite sağladığı için teşekkür etti. 54 Gustave Flaubert, (1856), Eserler, l. cilt, Paris, Galimard Pleiade kitaplığı ko­ leksiyonu, 1951.

113

lçimizdeki Karanlık Yan

onun güzelliğinin şehvetli, tahrik edici ve baştan çıkarıcı şa­ hane bir portresini sunuyordu Flaubert. Son olarak da Mada­ me Bovary'nin öldüğü fuu anlatırken, uzun bir can çekişme tasvirinden sonra, sokaktan geçen iğrenç bir kişi uyduruyor­ du: Bir kör. Savcı, o körün söylediği şarkının, can çekişmekte olanların son dualarını dini açıdan bozduğunu savunuyordu. Onun açısından Emma, demek ki, Flaubert'in arzusuyla bir yandan gülümsemekte olan alaya bir şeytanmışçasına ölü­ yor ve Tann'nın yasasına karşı geliyordu: "Kör, diye bağırdı Emma ve gülmeye başladı, tüyler ürpertici, kendinden geç miş, umutsuz bir gülüştü bu, sanki ebedi karanlıklar içerisinde dikilip onu dehşete düşüren bu sefil adamın suratım gördü­ ğünü sanıyordu. Bir çırpınma onu şilteye attı yeniden. Hepsi yaklaştı. Artık yaşamıyordu."55 Flaubert'in savunma avukatı olan Senard usta, işini yaparken savcıya karşı gelerek romanın ne dine ne de kamu ahlakına karşı geldiğini, çünkü kötülüğü insanlarda ona karşı bir dehşet uyandırmak için anlattığını sa­ vunuyordu. Bilindiği gibi, Flaubert bu suçlamalardan beraat etti. Şöyle deniyordu beraahnda: "Temel olarak yaşanması ge­ reken çevreye uygun olmayan bir eğitimin sonucunda ortaya çıkan tehlikeleri gösteren ve bu düşünce doğrultusunda, baş­ kahraman kadının kendisi için olmayan bir dünyaya ve toplu­ ma özenişini göstermektedir ( ... ) ilk önce annelik görevlerini unutmuştur sonra da eş görevine boş vermiştir. Mahvoluşunu, giderek kocasını aldatmaya vardırarak, en sonunda da intihar ederek tamamlamıştır ve bu süreçte hırsızlığa kadar giderek en büyük aşağılamaların bütün aşamalarından geçmiştir."56 Bu karşı karşıya gelmede Pinard, Flaubert'in metnini bu şekilde tahlil etmekte aslında haksız değildi. Sadece müs55 Bkz. Flaubert'e Karşı Mahkeme, age, s. 629. 56 Age, s. 682.

114

Aydınlanmarun Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

veddelerin daha derli toplu bir incelemesine gitseydi bile her türlü umudun dışında savunmasını besleyecek başka şeyler bulurdu.57 Sürekli olarak kendi kaderinden başka bir kaderin peşinde koşan, nedensiz yere isyan etmiş cinsel bir köleye ve ilk sev­ gilisinin mahvettiği bir karikatüre dönüşmüş, annelik ve eşlik değerlerini bir türlü benimseyemeyen Emma, bu kadına özgü keyfin, bu deli aşkın çılgınlığının ve kendini öldürmenin bu çekiciliğinin bir yerde en üst noktada ete kemiğe bürünme­ sidir. Tıp bilimi cana kıymanın kötülüklerini gösterecek fa­ kat hiçbir zaman önleyemeyecektir. Bir sinir hastalığının58 çoğu belirtileri görülmektedir onda -ateşlilik, çırpınmalar, kusma- bir yerde kendisinin bir türlü doymayan arzusunun melankolik bir tasviri içerisinde boğulmuştur. Kötülüğün çekici yönleriyle, erdemle kırbaçlanan kadınlar yani Justine ve Juliette arasında bir seçim yapamadan, yarı yolda kalan Flaubert'in kahramanı, yolunu ancdk kendini yok ettiği bir günah eyleminde bulur. Böylece bir anda kendi elleriyle dolu dolu arsenik tozunu yutar. Madame Bovary'nin içinde yaşadığı dünya, gülünç fi­ gürlerle doludur. Baştan çıkarıcı tefeci, cinsellik peşinde koşan noter, kendi aptallığı sonucu sapıklaşmış koca, kadı­ nın üzerindeki hakimiyetinden korkan sevgili, hiçbir şeye inanmayan papaz, serserilerin yaşadığı semtlerden fırlamış .

57 "Rouen çıkışlarında gözyaşlarına ve şampanyaya boğulmuştu, [ . . ] her .

.

şeyi yerlere atarak aamasız bir biçimde soyunuyordu [ . ] Madame Bovary Leon'un parmağndaki karu emdi- öyle şiddetli bir aşk duyuyordu ki kendi­ sinde bu, sadizme dönüşüyordu ve hissettiği işkencenin zevkiydi" Pierre­ Marc de Biasi, Magazine Litteraire, age, s. 27. 58 Onun histerik olduğuna inanılıyordu. Adı da hp bilimi tarafından benim­ sendi ve patolojik olan bu duruma Bovarizm adı verildi. Bkz. f:Iisabeth Ro­ udinesco, Fransada Psikanalizin Tarihi, l. cilt, 1982, Paris, Fayard, 1994. Bkz. M. Kauffman, Üç Kişilik Beraberlik: Edebiyat Tıp ve Din, Villeneuve -D'Asck, S. Guillaume, Üniversite Yayınlan, 2007.

115

içimizdeki Karanlık Yan

deli, kör, sakat doğmuş yaratıklar ve en sefil koşullarda sa­ kat edilen kişiler ve daha berbatı Bay Homais, korkunç bir eczacı figürü olarak -David Tissot ile Ambroise Tardieu ara­ sında- sapıkların arasında bir sapık olarak Flaubert tarafın­ dan yaratılmıştır. Akılcı, cömert, pozitivist, bilgin ve papazlığa karşı oldu­ ğunu sanan Bay Homais, Flaubert'in kaleminde, iddia ettiği şeylerin tam tersine dönüşür. Cimridir, cahildir, aydınlanma­ dan anlamaz, zehirlere, iksirlere kafasını takmıştır, irinleri çıkaracağı doktor bıçaklarıyla büyülenmiştir. Çağdaş toplu­ mu kemiren aptallığın merkezinde59 olan Homais, fazlasıy­ la kötülükle dolu olduğu düşünülen Emma neredeyse laik bir azizeye dönüştükçe, şeytanlaşır.60 İşte o zaman Emma Bovary'nin karşısına, başka zamanlardan gelen bir hayalet gibi, erdemin, bilimin ve iyiliğin karışımı, bütün aptallar tara59 Flaubert, aptallığı mutlak bir kötülük olarak (hayvani bir kötülük olarak), burjuva demokrasisinin gelişiyle tam bir günaha dönüşmüş ve bir türlü orta­ dan kaldınlamayan düşman olarak tanımlar. O, aptallığı bir sapıklık olarak tanımlayan ilk kişidir, çünkü oradan buradan gelmiş düşüncelerin halkın üzerinde yaphğı etkiyle aptallığı aynı şey olarak görür ve aynı zamanda sah­ te bir bilimin idealleri de onun için aptallıktır. Charles Bovary'nin neredeyse doğuştan gelen enayiliğinin yanında, Home, yarathğı sapık kahraman, bu tür sapıklığın bir sözcüsüdür, bkz. Pierre-Marc de Biasi, Flaubert "Düşmana Meydan Okuma!" Magazine Litteraire. Aptallık, modem bir buluş, sayı 466, Temmuz-Ağustos 2007. Jacques Lacan bu tezi unutulmaz bir formül içeri­ sinde yeniden ele alacakhr. Psikanaliz, diyecektir kendisi, her şeyi yapabilir ama aptallık karşısında iktidarsızdır. 60 "Kötülük onda kendine bir ev bulmuştur" diye yazar Pierre Michon. Emma eczanede arsenik bulacak ve bu arseniği küçük bir şişe olarak gördüğü za­ man, onu sanki kendisinin bir kopyası olarak algılayacaktır. Mavi bir bardak ve sarı balmumundan bir ilaç. Zaten Emma'nın giyinmek için sevdiği renk­ lerdir bunlar ve içeride de kendi eti kadar beyaz bir şey vardır, o güzelim arsenik. Home'nin bir şeytan olduğu daha ilk ortaya çıkışından itibaren bel­ lidir. Çünkü yeşil deriden terlikler giymektedir, kimde vardır yeşil deri, ro­ manın son sözleri harfi harfine kabullenilmelidir. Cehennem kadar müşterisi var" bkz. Kral lstediği Zaman Gelir, Edebiyat Üzerine Söyleşiler, Paris, Albert Michel, 2007, s.

116

354, 355.

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

fından şeytan olarak görülen, önemli bir kişi çıkar. Lariviere adlı doktor: "Bir tanrının birdenbire ortaya çıkışı, bundan daha fazla heyecan vermezdi ( ... ) o Bichat Okulu'ndan çıkma büyük cerrahlardandı), Şimdilerde artık ortadan kalkmış bu doktorlar aynı zamanda filozoftular ve tutkulu bir şekilde sa­ natlarına aşkla bağlıydılar, bilgelikle ve coşkuyla uyguluyor­ lardı sanatlarını ( . . . ) bu doktorlar ne ün ne unvan ne akademi severlerdi ( ... ) sahip olduğu ince zeka, kendisini bir şeytan olarak göstermekten korkması yüzünden onu neredeyse bir evliya olarak kabul ettirebilirdi.( . . . ) kapı açılır açılmaz kaşla­ rını şöyle bir çattı. Emma'nın cesedini uzaktan gördü. Emma orada yalıyordu, ağzı açıklı ( ... ) ve bu adam, acılara o kadar alışmış olmasına rağmen o anda önlüğüne düşen gözyaşını tutamadı. 6 ı Hiçbir tanığın hatırlayamayacağı bu sahneyi anlattıktan sonra, Flaubert, romanını Homais'nin zaferiyle bitirir. Top­ lumda erdemleriyle kendisine saygı duyulan bu şeytan kişi yeşil deriden ayakkabılarıyla Charles Bovary'nin ölümün­ den sonra Yonville' deki insanlara sağlıkçı bir politikayı zorla kabul ettirmeye çalışır ve bir yerde, o acayip eczanesinde de sürekli olarak bunun için birtakım işkence aletleri, zehirler, iksirler hazırlar. Bilim ve ilerleme adına kendi bölgesinden bütün istemediği kişileri, sefilleri, hastaları, sokakta gezen­ leri, anormalleri, serserileri kovalar, yasanın imkan verdiği ölçüde insanlık türüne duyduğu nefretin keyfini çıkarır: "Bir cehennem kadar müşterisi vardı ama otorite onu savunuyor, koruyor ve kamuoyu da ona arka çıkıyordu. Şimdi de şeref madalyası aldı". 62

61 Gustave Flaubert, Madame Bovary, age, s. 184. 62 Age, s. 611. 117

içimizdeki Karanlık Yan Kendisini "insanlığın hizmetinde bir vatanperver" ola­ rak tanımlayan, ilerlemenin uyur gibi gözüktüğü anda bile63 "yürüdüğüne" ikna olmuş birisi olan Victor Hugo, Sefiller ile edebiyat anlatısının kodlarının başka tür bir tersine çevrilme­ sine soyunuyordu. Gerçi Flaubert 1856'da Homais'in cumhu­ riyet idealini nasıl saptırdığını arılatıyorsa da, birkaç yıl sonra Hugo, toplumun derinliklerinden, ondaki lanetli yönü çıkar­ tıyordu: kürek mahkfunlan, caniler, marjinaller, dilenciler, pezevenkler, fahişeler, terk edilmiş çocuklar. Böylece, şehrin içerisinde bulunan kocaman bir pislik bi­ rikintisini -barikatlarla64 olduğu kadar lağımlarla da sembol­ leştirilmiş bir yığını- ışığa çıkartıyor, burjuva normalliğinin görünüşteki sağlam binası dayanağını yapısöküme uğratı­ yordu: "Yasalar ve törelerin suni olarak yarattığı toplumsal bir lanet, medeniyetin ortasında, cehennemler oldukça, bütün burılar tanrısal kaderin insana düşen kısmını karmaşık hale getirdikçe; yüzyılın üç önemli problemi olan, insanın prole­ tarya haline dönüşerek değerini kaybetmesi, kadının açlıkla düşüşü, gece tarafından çocuğun sakatlanması çözümlenme­ den kaldıkça; bazı bölgelerde toplumsal bir boğulma müm­ kün oldukça; başka terimlerle ve daha yaygın bir bakış açı­ sıyla söyleyecek olursak, dünya üzerinde cehalet ve sefalet sürdükçe bu tür kitaplar gereksiz olmayacaktır."65 İğrençliğin çekiciliği ve lütufa özlemin yan yana durduk­ ları, normların tersine döndüğü -bozulmuş insan, bozulmuş erkek, düşmüş kadın, sakat çocuk- bu dünyanın yeraltı yaşa-

63 Victor Hugo, Sefiller, 1862, Paris, Laffond, Coll. "Bouqins" 1985, s. 975. Su­ nan, açıklayan ve notlar ekleyen: Guy Annette Rosa. 64 Hugo, barikatı -barikat olmasının ötesinde- bir tarih konusu olarak ele alır ve Paris lağımlannı Lı?ııiatluın'ın bağırsağına benzetir. Bkz. Barikat konusun­ da Jacques Derrida, Marx'ın Hayaletleri, Paris, Galileo, 1993. 65 1845'te yazılmaya başlanılan bu roman 1862'de yayınlanacaktır.

118

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi? rruru

anlatmak için Hugo çelişkili birtakım formüllerin ustaca

yan yana getirilmesine veriyordu kendini: "çıplak ayaklıların akropolü", "Olimpos lağımı", "alçak melek", "iğrenç kahra­ man" ya da "bu bir pislik yığınıydı ve Sina Dağı'ydı orası", "gübremiz altındır", "gölgede yani ışıkta" vs. Sefaletten ileri gelen, kötülük yapma arzusuyla ya­ nıp tutuşan Jean Valjean, atsız ve küçük bir kahramandır. Hugo'nun kalemiyle 1815 sonbaharında yirmi yıl kürek mahkftmluğundan sonra, kendisiyle aynı yıl doğan Napoleon büyük tarihten çıkarken, Sefiller'in paralel tarihine girer. Bu yüzden Waterloo felaketi romanın ortasında, yüzyılın kaderi­ nin ve üç örneğinin alttan alta bağlı olduğu bir imparatorluk macerasının sonu olarak tasvir edilir: muhteşem Valjean'ın ensest ve kurtarıcılık kokan ve yasaya karşı gelen mistik ör­ neği, iğrenç Thenardier'nin pis ve canice örneği, son olarak da aptal Javert'in dokunaklı ve trajik örneği. Digne Papazı olan yarı laik kutsal insan monsenyör Myrel tarafından İyilik aşkına kendini adamış kilisenin kendisi­ ne verdiği şerefli ödülleri66 kabul etmeyen, bu eski forsa en ufak bir cinsel ilişki bile tanımamıştır. Ne babasını, ne anne­ sini, ne kardeşini, ne sevgilisini, ne dostunu sevmiştir. Ama Tanrı'nın lutfu onu bulduktan sonra değişime uğramış, çok dişi bir adı, mösyö Madelaine adını alarak Montreuil Beledi­ ye Reisi olmuştur. Orada kendisi gibi müfettiş Javert tarafın­ dan aranan eski fahışe Fantine ile karşılaşır. Karısının ve iki kızının yardımlarıyla, kızı Cozette' e en ağır aşağılamaları uy­ gulayan Thenardier'lerin pençesinden onu kurtarma sözünü Fanteine'e verir.67

66 Kendisine takma ad olarak monsenyör "hoş geldin" adı verilmiştir. Ölümün­ de Mösyö Madeleine'ye dönüşmüş olan Valjean onun yasını tutar. 67 Thenardier'lerin üç çocuğu vardır, Eponine, Azelma, Gavroche.

119

lçimizdeki Karanlık Yan

Dokuz ay, yani bir hamilelik süresi sonunda Valjean çocu­ ğu getirir, ona pahalı bir bebek hediye eder, üstündeki paçav­ raları atıp yerine siyah elbiseler alır, kimliğini tanımadığı bir annenin yasını böyle tutacaktır. Fantine'i sevme ve de onunla evlenmek, hatta onun için herhangi bir arzu duymak için bile vakti kalmayan Valjean, Cosette'yi evlat edinir ve resmi olarak onun babası olur -ru­ hani babası olur-, gece elbiseleri arasında uyurken ona baktığı anda hayatında ilk defa "kendini kaybetmeye kadar giden bir aşk vecdi duymakla kalmaz, ama aynı zamanda ne olduğunu pek de anlamadan bir anne gibi doğum sancıları duymaya başlar.68 Valjean böylece çocuğun aynı zamanda mistik aşığı, tanrısal babası, besleyici annesi olur. On yıl sonra, Cosette ile Marius'un evliliğinden sonra -bir happy and69 şeklinde kamufle edilen kabus-, Valjean, burju­ va normalliğinin düzeninden ayrı düşmüş biri olarak, büyük bir fetişizm hummasına girer. Öksüz kızla ilk karşılaştıkların­ da ona giydirdiği elbiseleri, özenle saklayıp kilitlediği70 valiz­ den çıkarır. Ve aniden, artık asla geri dönmeyecek bir şekilde kaybolmuş bu çocuğun ayakkabılarını, yeleğini, çorapları­ nı gözyaşlarına boğulmuş yüzüne yaklaştırarak yıkılır: "İlk önce küçük siyah elbise, sonra siyah atkı, sonra o güzelim ço­ cuk pabuçları, ayağı öyle küçüktü ki hala bunları giyebilirdi. Kalın örgüden yeleği, yün etekliği, sonra cepli önlüğü, sonra yün çorapları. Bu çoraplarda halen küçük bir bacağın biçimi şekilleniyordu. Hepsi siyah renkliydi."71 Hugo, Jean Valjean'ın hikayesine Javert'i bir hayvan benzetmesiyle getirir. Bu benzetme Darwin'inkinden değil 68 69 70 71

Victor Hugo, Sellller, age, s. 345. Mutlu olmak korkunç bir şeymiş "!", age, s. 125. Bu küçük bavula "ayrılma" adı verilmiştir. Age, s. 1087.

120

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

Buffon'unkinden esinlenmiştir: Bir dişi kurdun yavrusu olan bu köpeğe, bir insan suratı verirseniz ortaya Javert çıkar [ . . . ] . Vahşi bir hayvan burnu gibi, burnunun çevresinde basık ve yaban bir kıvrım vardı. Javert bir buldog köpeği gibi ciddiydi, güldüğü zaman bir kaplandı [ . . . ] . Bakışı karanlık, dudakları sıkı ve korkutucuydu.72 Falcı bir anneyle kürek mahkumu bir babadan hapishane­ de doğmuş olan Javert de sefaletten gelmektedir. Ama top­ lumun dışında büyüdüğünden, toplumdan ona kalan sadece "lanetli yan"ı olmuştur, "Toplum ona saldıranlardan ve onu koruyanlardan oluşur"73• Polis olmuştur ama başkalarının suç işlemesine benzer bu. Soğuk ve bezgin, siyahlar giyen, duygusuz, namuslu ve özverili olan Javert'in en büyük tut­ kusu kitaplardan nefret etmek, her türlü başkaldırma biçimi­ ni sindirmeye çalışmak, otoriteye taparak Yasayla kendini bir tutup, onu daha da yolundan saptırmaktır. Bu yüzden kendisi yasayı uygulamayı ancak düşünmez­ se gerçekleştirebilir. Aptallığın ve yasaya boyun eğmenin timsali olan Javert neyin yasal, neyin yasal olmadığına inan­ cının yanılmaz olduğunu zannettiği için, eylemlerinin anla­ mını asla sorgulamadan görevini yapmaktadır. Fantine'i yok eder, çünkü o bir fahişedir, iğrenç bir burjuvayı ise korur -Bamatabois-74 çünkü o yerleşik düzenin temsilcisidir. Onun gözünde, bu adamın dişleri sökülmüş ve hasta olan bu kadını 72 Age, s. 106. 73 Aynı yer. 74 Bamatabois her karşılaştığında Fantine'e küfür eder. Fantine hiçbir zaman cevap vermez. Günlerden bir gün Bamatabois arkasından sinsi adımlarla yaklaşıp onun sırtına bir kartopu atar, Fantine o zaman kükrer, sonra onu tırmalar ve ona küfür eder. Aamasız davranarak Fantine'in yalvarmalarına rağmen, Javert kendi açısından düşünüp onu hastaneye yollar. Cosette'in Thenardier'lerde kalabilmek için parası olmadığı zamanlarda dişlerini sattı­ ğını bilmek bile istemez (aynı eser s. 150-153).

121

içimizdeki Karanlık Yan

sırf zevk için bu kadar aşağılaması hiç önemli değildir. Javert, kötülüğün sıradanlığının75 ete kemiğe bürünmüş bir halidir: "Bir fahişe" diye yazar Victor Hugo, "bir burjuvaya karşı gel­ miştir. JaverJ bunu görmüştü, sessizce bunu yazıyordu [ ] Javert için ideal olan insan olmak, büyük olmak, yüce olmak değildi; kusursuz olmakb."76 Jean Valjean, barikatta onu zincirlerinden kurtardığnda, en büyük düşmandan emir almış olmasına rağmen Javert, onun kendisini neden öldürmediğini anlamaz. Daha da be­ teri, Valjean'ın saklandığı yerin adresini ona vermesini de kabul edemez. Zira işte bu Valjean'ın "intikam"ıdır: kendi­ sini kıyıma uğratana, karşısındakinin ondan hiçbir zaman alamayacağı bir armağan vermektedir -kendi kaderini seç­ me olanağı- başka türlü söyleyecek olursak Valjean, Javert'i -kötülüğün sıradanlığının kusursuz eğlencesini- "yolundan çıkmış" bir Javert'e dönüştürür. Ayrıca Valjean, hayatında bir kez olsun iyiliğin egemenliğinin öldürücü patlamasını fark ettiği için kendi ölümü pahasına onu kurtarır: "Şimdi ne yapmalıydı? Jean Valjean'ı teslim etmek kötüydü; Jean Valjean'nı teslim etmemek, yine kötüydü. Birinci durum­ da otorite insanı olarak, kendisi kürek mahkumunun altına düşüyordu; ikinci durumda bir forsa yasadan daha yuka­ rılara tırmanıyor ve yükseliyordu. İki durumda da Javert için onursuzluk söz konusuydu [ . . ] bu canavara, bu alçak meleğe, bu iğrenç kahramana kendisini direnmeden teslim etmemişti. Yirmi kere o arabada Jean Valjeanla karşı karşıya kaldığında içindeki kaplan kükremişti [ . . . ] büyümüş Jean Valjean'ın yanında Javert kendisini düşmüş olarak görüyor. . .

.

75 Hannah Arendt, bu deyimi kötülük yapbğıru bilmenin ya da duymarun imkansız olduğu durumlarda suç işleyen bir suçlu tipini belirtmek için kul­ larur. Bkz. Kudüste Eichmann (1963) Paris, Gallimard, 1966, s. 303. 76 Victor Hugo, Seliller, s. 1040.

122

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

du. Bir forsa kendisine iyilik yapmıştı [ ] ve kendisi de -bu işitilmemiş bir şeydi- iyi olmayı becermişti. Demek ki yo­ lundan çıkıyordu."77 Kendi "yoldan çıkışının" görüntüsüyle hesaplaşmayı be­ ceremeyen Javert, düzenin coşkun hizmetçisi olarak "hizmet uğruna" birkaç gülünç gözlemi kaleme aldıktan sonra intihar eder. Ama bu kendini öldürme Emma Bovary'ninkinin ter­ sine, onu ne kusurlarıyla hesaplaşmaya götürür, ne de can çekişerek kurtuluşunu sağlar. Lanetli bir dünyadan çıkmış ve şimdi boğularak kendisinin loş yanına geri dönmüştür: "Ses­ siz bir çırpıntı oldu ve sadece gölge, suda kaybolan bu karan­ lık biçimin çırpınmalarının sırrına erdi."78 Bu zulüm eden ve zülüm gören iki kaderin kesiştiği yer­ de Thenardier tersine dönmüş bir tür hommeisti. Tıpkı eczacı gibi o da kendini materyalist, Voltaire' ci, ilerici, liberal, Bona­ partist, filozof, Victor Hugo'nun dediği gibi "filusof"79 olarak görür. Zayıftır, kemiklidir, çıkıntılı suratlıdır, sağlığının çok iyi olduğunu saklamak için hep hasta numarası yapar: bir ede­ biyatçının suratına, bir devlet adamının hareketlerine ve bir sansarın bakışma sahiptir, aynı zamanda mallarını mülkle­ rini çalmak için kirlettiği cesetlerin pis kokuları da üstüne sinmiştir. Napolyon destanının savaş alanlarında yaralıların katili80 ve ölülerin anahtarlarının hırsızı olarak hüküm sürdükten sonra, büyük, al, yağlı, dört köşe, sakalı çıkmış eşinin yanın. . .

77 Age, s. 1038-1042. 78 Age, s. 1047. Javert'in intihan Jean Valjean ve şefleri tarafından bir delilik eylemine benzetilir, age, s. 1062. 79 Filu, Fransızcada dolandırıcı, hırsız anlamına gelir. -Çev. n.

80 Waterloo'da Marius'un babasını kurtarıyormuş numarası yaparak onun ce­ sedini daha iyi soyar ve sonra da kendini bir kahraman gibi gösterir.

123

içimizdeki Karanlık Yan da meyhaneci olmuştur: "okumuş olduğu romanlar olmasa ve bu öcü kadının altında yatan gülünç kadını bu okuduğu romanlar tuhaf bir şekilde göstermese, kimsenin onu görünce bu bir kadındır diyeceği yoktu

[ . . . ] o konuştuğu zaman bu

bir jandarmadır derdik; o içki içerken ona bakınca bu bir at arabacısı denirdi, bu kadının Cosette'e kötü davrandığını gö­ rünce ise bu bir cellat81 derdik" . Kendisine duyduğu tutkuyla kendinden geçen Thenardier, ne kötülüğün sıradanlığın ne de yasanın sapık yüzünü ger­ çekleştirir. Sırf bir pislik olup insan türünün yok oluşuyla beslenir, üstelik de buna kendi ailesiyle başlar: Eponine, yani kızı, onu aldatan Marius'u kurtarırken ölür. Kansı ise bir enkaz gibi hapishanede yok olur. Oğlu Gavroche'a gelince, babasının tersine, dönüştükten sonra barikatların kenarında kahramanca, Jean Valjean'a benzeyerek düşer: sokak çocuk­ larının kardeşlik peygamberidir Kendi genosunun82 yok edicisi, kötülüğün, nefretin ve zul­ mün prensi olan Thenardier, Azelma ile birlikte Amerika'ya kaçacak ve orada en

gÜ.çlü özlemini gerçekleştirerek köle sa­

hcısı olacak; böylece insanlığın evrensel celladı statüsüne yer­ leşecektir. Sadece yaşlı Avrupa, aşırı sapık bir alacakaranlık progra­ mının

ilk dile getirilişini ortaya koyarak pozitivist bilimin ile­

rici ideallerini kökünden tersine çevirecek, "ırk sağlığı" adına sinsice bir suç bilimi kuracakhr. 19. yüzyılın ikinci yansı boyunca Darwinizmin doğrul­ tusunda, seksologlar sapıklıkların ilk yeni sınıflandırmaları­ nı geliştirmeye ve yazarlar da ileri giden bir toplumun kötü

yönlerini ortaya koymaya başlarlarken, Alman tıp biliminin 81 Age s. 300. 82 Genos: aile, ırk, soy sop, bir soyu devam ettirmeyi sağlayan bağ.

124

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

yüksek otoriteleri biyokrasiyi83 yani halkları bir tarih felsefe­ sine dayanan bir politika aracılığıyla değil de o dönemde bi­ yolojiye bağlanan insan bilimleri "antropoloji, sosyoloji vs." ve hayat bilimleriyle yönetme sanatını icat etmişlerdir. Tutucu ya da ilerici, namuslu ve erdemli bir aydınlanma­ nın mirasçıları olan bu bilim insanları, sanayileşmenin sağ­ lıksız fabrikalarda sömürü yoluyla gitgide maddi ve manevi açıdan ağırlığını hissettirdiği kötü durumların bilincine var­ mışlardı. Dine şiddetle düşmandılar, sahte ahlak ilkeleriyle dinin insanları aldattığını düşünüyor, ülkelerinin bilimsel ve kültürel yapılarını düzeltmek ve sanayi çağdaşlığına girmiş olan insana bağlı bütün "dejenerelik" durumlarına savaş aç­ mak istiyorlardı. Bu yüzden tuhaf bir bilim tarzı -Darwinci, Nietzscheci, Prometheci- icat ettiler, Goethe ve Hegel'in mirasçısı olan klasik Alman kültürünün gücünü en üst düzeyde gerçekleşti­ rebilecek cesur bir örnekti bu, bilim tarafından insan yeniden doğrulacak, akıl ve kendini aşma yoluyla yenilenecekti. Ve kısa bir sonra komünistler84 olduğu kadar, siyonizmin ku­ rucuları, en çok da Max Nordau85 onları taklit etmiştir. Max Nordau'ya göre Yahudilere özgü kendinden nefretten ve Ya­ hudi düşmanlığının onları içine attığı sersemletici durumdan Avrupa Yahudilerini kurtarmanın tek yolu, vaat edilmiş top­ rağa geri dönmekti. Tıpkı bilim insanları gibi siyonistler de yeni bir Yahudi yaratmak istiyorlardı. 83 Foucault buna "biyo-iktidar" adını vermiştir. Bkz. Paul Weindling, Irk Sağlı­ ğı, 1. cilt, Alınanya'da Tıbbi Irk Güzelliği ve Irk Sağlığı, 1870-1933, Paris, La Decouverte, 1998, Benoit Massin'in önsözüyle. 84 Yeni komünist insan elleriyle çalışarak kendini yeniden doğuracaktır. 85 1849-1923. Almanca yazan filozof, politikacı bu yazar, Theodor Herzl (18601904) ile siyonizmin kurucusudur. Bkz. Max Nordau, Delphine Bechtel, Domi­

nique Bourel ve Jacques Le Rider tarafından yayınlanan metinler, Paris, Le Cerf, 1996.

125

içimizdeki Karanlık Yan

Kadınların özgürleşmesini destekleyen ve döllemeyle ilgi­ li konularda bir tür ustalık arayan bu aydınlık doktorları bir devlet projesi olarak vücutların ve ruhların yeniden doğma­ sını canlandırmaya çalıştılar. Bu ırkı güzelleştirici program, bbbi olarak kontrol edilmiş evlilikler aracılığıyla halkın an­ laşmasını sağlayacakh; onlar da halkı buna itiyorlardı. Ayru zamanda yığınların kötülüklerinden kurtulmasını sağlamaya çalıştılar ve yığınların alkolden, tütünden ve düzensiz bir cin­ sellikten uzak durmalarını sağlamak için, onları buna mecbur ettiler. Toplumsal alanlan içten içe yiyip bitiren hastalıkların da peşinde koşarak onları incelemeye başladılar; sözgelişi frengi, verem vs. Magnus Hirschfield -ki daha önce ondan bahsetmiştik- eşcinsellerin kurtuluşunun ilk düşünürlerin­ den biri olarak bu programa katıldı, çünkü yeni bir eşcinsel tipin en sonunda lanetli ırkın sapık mirasından kurtularak bi­ lim tarafından yeniden yaratılacağına inanmaya başladı. O da siyonizmin kurucuları gibi yeni bir insan yaratmak istiyordu, "yeni eşcinsel" . Devamını biliyoruz. 1920'den başlayarak yenilmiş ve ne­ redeyse hayalet haline dönüşmüş Almanya' da, haksız bir Versailles Anlaşması'yla galiplerin, kendilerine zorla aşağı­ lamalar uyguladığı Almanya' da Biyokrasi'nin mirasçıları bu programın uygulanmasını hukuki olarak istediler ki buna ötenazinin ve kısırlaştırmanın sistematik bir pratiğini de ek­ lediler. Böylece aydınlanmadan aydınlanmaya karşı gelme­ ye, zaten barbar olan normatif bir bilimden suç işlemekten korkmayan ve soykırım projesinin gerçekleşmesinden başka nesne tanımayan bir bilime yöneldiler. Irkın bozulacağı dehşetiyle takıntılı bir şekilde korku­ lar içinde yaşayarak, olumsuz hayat değeri diye bir kavram icat ettiler, bazı hayatların yaşamaya değer olmadığına ikna 126

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

oldular: Örneğin iyileşmez hastalığa yakalanmış olanların, engellilerin, anormal özellikleri olanların, biçimsizliklere sa­ hip olanların, akıl hastalarının en son olarak da aşağı denen ırkların yaşamaya hakkı yoktu. Avrupa dünyasının en uygar biliminin ürettiği "yeni insan" adlı kahramanlaştırılmış figür o zaman tersine çevrildi, iğrenç bir kılığa bürünerek SS üni­ formaları giymiş senyörler ırkına dönüştü. Sapık ve dine dönüştürülmüş bir bilimden yola çıkan bir program, sapık bir programdı. Üstelik bu programın ha­ kikat ideali, aşağılanmaya kendini adamış bir ülkede sap­ tırılmıştı. "Irk Hijyeni" her şeyden önce insan cinselliğinin bütünleştirici bir hakimiyeti iddiasına dayanıyordu. Uygar­ lığa hizmet ettiklerini zannediyorlardı ama aslında sapıklı­ ğın özünde bulunan kendine özgü antropolojik bir çemberi tekrardan kat etmekten başka hiçbir şey yapamadılar. Öyle aşın derecede insaniydi ki, bu insanın kendisini yok etme projesi, onun yerine sözüm ona mükemmel birtakım yeni ırklar ikame etme ve arı bir ırk insanını yaratmaktan başka bir şeye yaramadı (lebensbom)86 Bunun müritleri, ilk önce akıl hastalarının87 ötenazi yoluyla öldürülmesini sağladılar, sonra da Auschwitz'te Yahudileri, çingeneleri, Yehova Şa­ hitlerini, Komünistleri, eşcinselleri ve başka dejenere tipleri ya da anormalleri (cüceler, ikizler, kamburlar, cinsel sap86 Hayat çeşmeleri anlamına gelir. Aryan, saf ırktan öznelerin doğmasına yöne­ lik çalışmalar yapan kurumlardır. İlki 1936 Ağustosu'nda H. Himmler tara­ fından yaratılmıştır. Bkz. Marc Hiller, Irk Adına, Paris, Fayard, 1971 87 İşte bunun nozografisi şudur: Şizofreni, epilepsi, yaşlılıktan ileri gelen bu­

nama, frengi, idiosi, ansefalit, huntington hastalığı, son sınırlarına ulaşmış başka nörolojik etkilenmeler, cinsel sapmalar. Eugen Kogon, Hermann Lang­ bein, Edelberg Rugel, Gaz Odaları Devlet Sırrı, Frankfurt, 1983, Paris, Minuit Yayınları, 1984. ve A. Ricciardi P., Nazi Almanyası'nda Akıl Hastalarının Yok Edilmesi, (Bonn, 1948) , Ramonville-Saint-Agne, Eres, 2001.

127

içimizdeki Karanlık Yan

malar gösterenler vs.)88 sürmeye başladılar, yani kötü ırkın temsilcilerinin hepsi ortadan kalkmalıydı, bunların hepsi sapık bir milletti. Marxçı ve eşcinsel bir sinemacı olan lanetli ırkın mirasçı­ sı olarak görebileceğimiz Luchino Visconti, Lanetliler89 adlı filminde tarihçilerden çok daha çarpıcı bir şekilde, antropo­ lojik bir çemberin yok edici özelliklerini göstermiştir. İdea­ lizasyon ve yok olma arasında gidiş geliş yeni insanın sapık büyük rüyasını tersine çevirmiştir. Krupps ailesinin yapısın­ dan olduğu kadar Thomas Jv.ann'ın roman dünyasından da birçok özelliği alan Visconti, burada büyük bir ailenin acı­ masız bir şekilde kendini yok edişini sahneye koymaktadır ve bu sanayici aile Essenbeck ailesidir. Visconti, bu gönüllü olarak yok etmeye dayalı Ödipiyen trajediye fon olarak Na­ zizmin Alman milleti içerisinde öldürücü bir şekilde yer al88 Christian Bemadac, Lanetli Doktorlar, Paris, Pocket, 1977, Eugen Kogon, 55 Devleti Alman Toplama Kampları Sistemi, Paris, Le Seuil, col. Poemes Poli­ tiques, 1970. SS'lerin ve Gestapo'nun Şefi olan 1940-1945 H. Himmler, Hitler tarafından son çözümü gerçekleştirmekle görevlendirilmişti ve eşcinselliğe en çok karşı gelen kişilerden biri oydu. 18 Şubat 1937' de Bad Tölz' deki söyle­ minde eşcinsellerin sadece kendi aralarında yaşayabildiklerinden, bunların devletin genel bozulmasının en büyük sorumluları olduğunu iddia etti ve şunu ekledi: "Cinsel sapmalar hayal edilebilecek en sıradışı şeyleri insan­ da tahrik ederler. Bu şekilde hayvanlar gibi hareket ettiğimizi söyleyerek, hayvanlara hakaret etmiş oluruz çünkü hayvanlar eşcinsellik gibi bir pratiğe başvurmamaktadırlar." Bkz. Jean Boisson, Pembe Üçgen, Paris, La Fon, 1988 Müttefiklerle ilişkiye girmeyi denedikten sonra Himmler savaşı kazananlar tarafından teşhis edilmiş, bunun üstüne de Nümberg Mahmekesi'nde yargı­ lanmamak için kendisini siyanür içerek zehirlemiştir. 89 Lanetliler ya da Tanrıların Düşüşü, 1969, Visconti'nin İngilizce olarak yaphğı ilk İtalyan filmi. Oynayanlar: Dirk Bogarde (Frederick Bruckmann), Albrecht Schoenhals Ooachim von Essenbeck), Ingrid Thulin (Sophie von Essenbeck), Rene Kolldehoff (Konstantin von Essenbeck), Helmut Berger (Martin von Essenbeck), Renaud Verlay (Gunther Thalman) , Umberro Orsini (Herbert Thalman), Charlotte Rampling (Elizabeth Thalman), Helmut Griem (Aschen­ bach).

128

Aydınlanmanın Kararması mı Yoksa Barbar Bilim mi?

masını sağlayan dört büyük olayı kullanmıştır: Hitler'in ikti­ darı ele alması, Reichstag yangını, uzun bıçaklar gecesi, Batı kültürünün temel eserlerinin yakılması. Avrupa'nın üretmiş olduğu en sapık sistemi -soykırım sistemini- anlatan bu ef­ sane anlatının gücü, başlıca ·kahramanların sırayla kurbanı ve celladı oynamalarından ileri gelir. Her biri sadece muhte­ şem bir kibarlığın ve şaşırtıcı bir vücut güzelliğinin taşıyıcısı değildir, aynı zamanda eşcinsel, travesti, yasaya, dine karşı gelen bir suçludur. İnceden inceye birtakım görüntüler altın­ da Alman kültürünün büyük geleneğinin en prestijli işaret­ lerinin kendini gösterdiği parlak bir malikanede herkes bir

55 onbaşısmın gerçekleştirdiği Nazi yeni düzeninin uşağı olmak için uğraşmaktadır -kendisine kuzen adı verilmekte­ dir- oysa kendisi ne kurban ne de cellattır. Ruhu ve vücudu olmayan bir Mefisto gibi olan Aschenbach gerçekten de ne ön adı ne de duygusu olan birisidir. Bu yeni senyörler ırkı­ nın arı bir temsilcisidir. Onun tek görevi mantıksal bir kural dahilinde Essenbeck ailesinin üyelerini birbirine bağlayan, onları soy yapan (genos90) bağlantıyı tamamen yok etmek­ tir çünkü bu bağlantıyı yok etmek sembolik olarak Alman milletinin de genosunu yok etmek ve dolayısıyla öncesinde bu genosa madalyonun öbür yüzündeki öldürücü özelliği, soykırım güdüsünü ikame etmektir. Aschenbach tarafından köleleştirilen annesinin sapıklaş­ tırdığı Martin, Essenbecklerin son temsilcisidir. Senyörler ırkının hizmetinde bir suçlu olarak Aschenbach, onu aynı zamanda bir sevgili haline getirmiştir. Martin sırayla traves­ ti olur, aşağılanır, tecavüzcüdür, pedofildir ve en sonunda 90 Yunan trajedisinde ve bilhassa Sophokles'in Büyük Üçlüsü'nde (Ödip, Ödip Kolonada, Antigone) Ödip bilmeden babasının katili, annesinin kocası ve çocuklarının kardeşi olarak genosu yok etmektedir. Ve bu yüzden de Labda­ lılar soyunun devamı ondan sonra imkansız hale gelmektedir.

129

lçimizde/d Karanlık Yan

iç düzensizliği içerisinde yeni Nazi düzenine vahşi ve üst düzeyden bir şekilde katılır; ama daha önceden ensest töre­ ni doğrultusunda, ölümcül bir erotizm eşliğinde annesinin vücuduna sahip olur. Annesi bu arada delirir ve tıbba teslim edilir. Vücudu artık tamamen bozulmuştur, daha önce olmuş olduğunun hayaleti haline gelmiştir. Akıldışılığın kemirdiği bu güzellik, oğlu tarafından siyanürle intihara zorlanacak­ tır. Sevgilisinin yanında ve kanunun temsilcilerinden birinin barbar bir düğün sahnesi sırasında evlenen kişilerin Yahudi ırkından olmamasını rica ettiği bir düğünle evleneceklerdir.

130

4

AUSCHWİTZ İTİRAFLARI

Amerika'daki sürgünlerinde, Theodor Adomo ile Max Hork­ heimer, ünlü bir kitapta,

Aklın

Diyalektiği'nde, aklın sınırlan

ve ilerlemenin idealleri üzerine uzun bir açıklama çabasına giriştiler.1 Loş ışıkların düşünürleri olarak, uygarlığa ulaşma­ nın

tek yolunun, Freud'un ölüm içgüdüsüyle ilgili düşüncesi

olduğunu benimsemişlerdi: bu içgüdü sınırlarını ancak -kö­ tülükten keyif alma biçiminde- yüceltme duygusunda bula­ bilirdi. Freud, 1930'da, "İnsanlar", demişti, "doğa güçlerini öyle evcilleştirdiler ki, bu güçlerin yardımıyla, birbirlerini sonuna kadar yok edebilirler." Almanya örneği, gerçekten de ilerleme ideallerinin tersine dönebileceğini ve aklın kökünden bir kendini yok etmesi ile sonuçlanabileceğini gösteriyordu. Ve akıl yürütmelerini des­ teklemek için Frankfurt Okulu'ndan bu iki filozof, Kant, Sade ve Nietzsche'nin adlarını birleştirerek 'Juliette'in Öyküsü'nü diyalektik bir an olarak görüyor, orada geriye dönmenin ver­ diği keyfin (amor intellectualis diaboli) bugün Batı düşünce­ si tarihinde bu uygarlığı kendi silahlarıyla yok etme zevkine dönüştüğünü iddia ediyorlardı. Bazılarının iddia ettiği gibi 1 Max Horkheimer, Thedor W. Adomo, Aklın Diyalektiği, (Amsterdam, 1947), Paris, Gallimard, "Olduğu gibi" Koleksiyonu, 1974.

131

lçimizdeki Karanlık Yan

Sade'ın eserinin Nazizmin bir müjdelenmesi olduğunu kabul etmek şöyle dursun, Sade tarafından yasanın tersine dön­ dürülmesinin daha ziyade "totaliter dönemin, tarihyazımı açısından erkenden hissedilmesine" benzediğini ilan etmiş­ lerdir. Pozitivizm savunucuları, diyorlardı temelde, Kutsal Marki'den nefret etmeyi sürdürürken, aslında kendi içlerin­ de en yüksek ahlakın maskesini ödünç alarak içlerindeki yok etme arzusunu bashrmaktan başka bir şey y apmamışlardır. Bu yüzden insanları nesne olarak görmeye yönelmişler, poli­ tik durumlar buna el verdikçe de, insan normalliğine uyma­ yan kalıntılar ve en sonda da ceset yığınları olarak ele almış­ lardır. Auschwitz'i2 tarihsel kesintisinin ötesinde -bilim ide­ alinin olası en büyük saptırılması örneği olarak- alırsak Adorno ve Horkheimer, insanlığın kitle kültürüne ve haya­ tı biyolojik planlamaya girmesinin, yeni totaliter biçimleri doğurma riski içerdiğini iddia etmişlerdir; bunu önlemek için akıl kendini eleştirme ve yok edici eğilimlerini aşma­ lıdır.

2 Auschwitz'in adı günümüzde Nazilerin Yahudileri soykınma uğratmasının, yani Son Çözüm çerçevesinde beş buçuk milyon Yahudinin yok edilmesinin genel adının sembolüdür. Beş yıl içersinde aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu bir milyon üç yüz bin insan, Auschwitz kampına zorla götürül­ müş ve bunlardan % doksanı Yahudi olan bir milyon yüz bini yok edilmiştir. Heinrich Himmler'in emrine verilen Auschwitz, üç kamptan oluşan bir sana­ yi kompleksidir: birinci Auschwitz temel kamp olup 20 Mayıs 1940'da açıl­ mış bir toplama kampıydı; ikinci Auschwitz ise Birkenau adını alan toplama ve yok etme kampıydı (gaz odaları ve fırınları) ve 8 Ekim 1941'de açılmıştır; üçüncü Auschwitz, Monowitz, 31 Mayıs 1942'de açılan 1G-Farben fabrika­ larının kull anımı için tasarlanmış bir çalışma kampıydı. Bu üç kamp civar bölgelere yayılmış ve aynı yönetim birimine bağlı elli kadar küçük kampla ta­ mamlanıyordu. Auschwitz adı insan türünün ve dolayısıyla Yahudi, Çingene ve saf olarak görülmeyen bütün ırkların temsilcilerinin soykınmının, Naziler tarafından yok edilişinin işaretidir aynı zamanda.

132

Auschwitz İtirafları 1961 yılında

New Yorker

gazetesinin temsilcisi olarak, 5

milyon Yahudinin3 yok edilmesinden sorumlu olan Adolf Eichmann'ın ölüme mahkum olması ve asılmasıyla4 sonuç­ lanan Kudüs'teki mahkeme sırasında Hannah Arendt, Ak­

lın Diyalektiği'nin

iki yazarının sorularına benzer bir soruyu

kendi kendine sordu. Eichmann ne sadıktı, ne psikopattı, ne cinsel sapıktı; ne canavardı, ne de görünür herhangi bir has­ talığı vardı. Kötülük ondaydı, ama ortada herhangi bir sapık­

lık işareti yoktu. Tek kelime ile söyleyecek olursak; normal­ di, korkunç derecede normaldi, cinayeti norm haline getiren bir yasanın tersine çevrilmesinin eylemcisiydi. Sonuç olarak, yapmış olduğu bütün korkunçlukları itiraf ederken, mil­ yonlarca bireyi gaz odalarına yolladığını söylerken, sadece emirlere uymakla yetindiğini iddia ediyor, hatta antisemit ol­ duğunu bile inkar ediyordu.5 "Eichmann'ın bir canavar oldu­ ğuna inanmak işin kolayına kaçmaktır [ . . . ], ifadesinin altını çiziyordu Arendt. Dünyanın çeşitli yerlerinden bir sürü basın temsilcisine teşhir etmek için mahkeme duvarla rının arkasın­ daki bir tür mavi sakalı getirmek saçma olurdu. Eichmann'da insanı rahatsız eden şey, ona benzer birçok kişinin olmasıdır, bunlar ne sadık, ne sapıktırlar; o zaman olduğu gibi bugün de korkunç derecede n·ormaldirler. Bizim kurumlarımız ve etiği­ miz açısından bu normallik, bütün vahşetlerin bir araya gel­ mesinden bile daha korkunçtur çünkü bu yeni suçlu tipi [ . . . ] öyle durumlarda suç işliyor sayılmaktadır ki bunu kendisi de bilemez, kötülük olarak algılayamaz. 6

3 Son çözümü Himmler gerçekleştirdi ve Eichmann lojistiğini yapb. Birçc;, kamptan sorumlu olan Rudolf Höss'e gelince; o da başlıca elebaşıydı. 4 31 Mayıs 1962'de asılmışbr. 5 "5 ınilyon Yahudiyi öldürdüğüm için mezara atlayarak" demişti "kahkaha­ larla güleceğim, işte bana çok fazla zevk ve memnuniyet verecek olan şey". 6 Hannah Arendt, Kudüs'te Eichmann, age, s. 303.

133

lçimizdeki Karanlık Yan

Bu nedenle Arendt böyle bir suçlunun eylemlerinin ceza­ ya meydan okunduğunu düşünüyor ve böyle ölçüsüz suçla­ rın sorumlusunu ölüme mahkum etmenin saçma olduğunu ileri sürüyordu. Ve zaten Eichmann da sadece bunun rüya­ sını görüyordu: herkesin gözünün önünde asılmak ve kendi öldürülüşünün keyfine vararak kendini bir tanrı gibi ölüm­ süz sanmak.

Öyle ki idam sehpası önünde, kendi idamına ha­

zırlandığını unutup yargıçlarına, onları günün birinde tekrar göreceğini söyleyerek, meydan okuyordu: "Sanki bu sözle­ riyle, bu son anlarda kötülüğü üzerine yapılan bu uzun ince­

kötülüğün korkunç, sıradanlığı."7

lemenin, bize öğrettiği dersi özetliyordu; dile getirilemez, düşünülemez

Dolayısıyla uç bir normalliğin ortaya çıkarılmasıyla Eich­ mann sapıklığı en iğrenç biçimiyle ete kemiğe büründürü­ yordu: kötülükten haz alma, duygu yokluğu, makineleşmiş jestler, acımasız mantık, ayrınblara ve en anlamsız özelliklere tapma, en korkunç cinayetleri üstlenmede, Nazizmin kendi­ sini nasıl bir canavara dönüştürdüğünü sergilemek için rol kesmede inanılmaz bir beceriklilik. Kendisini Kantçı görmek isterken gerçeği söylüyordu, çünkü Arendt'e göre, onun için verilen emrin alçaklığı, emrin kendisinin özelliği yanında önemsiz sayılıyordu. Böylece en ufak bir suçluluk duygusu duymadan soykırımcı olmuştu. 1962 yılında, Adomo ve Horkheimer'in tezini f ustine ya da _ için yazdığı bir önsözde yeniden ele

Erdemin Başına Gelenler

alan Lacan, Kant ile Sade'ın ikisini de bertaraf ediyordu. Hiç kuşkusuz, Foucault'un

Deliliğin Tarihi'nde

kutsal Marki'ye

adadığı sayfalardan haberdardı: Sade ve Goya' dan sonra ve onlardan beri diyordu filozof, akıl dışı çağdaş dünyada her 7

Age, s. 277.

134

Auschwitz İtirafları

eserde bulunan en önemli özelliğe bağlıdır: yani her eserde öldürücü ve zorlayıcı olarak bulunan özelliktir bu" .8

Haksız olarak Lacan, Sade'ın Freud'u "sapıklıkların katalo­ ğunu verme açısından bile" müjdelemediğini iddia ediyordu. Ama haklı olarak da 19. yüzyıl boyunca Sade'ın eserinin "kö­ tülükte mutluluk" konusunun yükselmesinin başlangıç nok­ tası olduğunu öne sürüyordu. Demek ki onun gözünde Sade, sapıklığın yeni bir teoriye dönüştürülmesinin yaratıcısıydı ve eseri de Kant'ın dönüm noktasını oluşturduğu bir altüst etmenin ilk adımıydı. Bu yoruma göre Sadecı anlamıyla kö­ tülük, Kantçı anlamıyla iyiliğin eşdeğeri olarak sunulmuştu, iki yazar gerçekten öznenin yasaya teslim olmasının ilkesini

dile getiriyorlardı. Ama Lacan'a göre, Sade büyük başkasını işkenceci olarak birden ortaya çıkartıp (küçük a) arzu nesne­ sinin görünmesini sağlarken, Kant nesneyi, öznenin hukuk tarafından özerkleştirmesinin bir teorisini önererek ortaya çı­ karıyordu. Sade'ın söyleminde keyif alma mecburiyeti öne çı­ karılıyor ve arzu, özgürlüğün iradeci aracı olarak yasaya tabi kılınıyordu: keyif almak zorundasın. Kantçı söylemde tam tersine arzunun yok olması ahlak yasasında kendini gösteri­ yordu: "duygusallıktan kendini kurtarmalısın." Böylece Kantçı ahlak, Lacancı yorum doğrultusunda, bir özgürlük teorisinden değil nesnenin bastırıldığı bir arzu teo­ risinden kaynaklanmaktaydı. Bu bastırma sonradan Sade söy­ lemi tarafından "açıklanıyordu". Demek ki, Sade'ın haz alma emriyle Kant'ın kategorik emri arasında bir simetri vardı.9 8 Jacques Lacan, "Kant ile Sade", Yazılar, Paris, Le Seuil, 1966, Michel Foucault, Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, 1961, Paris, Gallimard, 1972, s. 554. 9 Bkz. Elisabeth Roudinesco, Jacques Lacan: Bir Hayatın, Tarihin, Düşünce Siste­ minin Taslağı, Paris, Fayard, 1993, s. 408. Ben bu tarihte Lacan'ın Eichmann

Mahkemesi konusuna Hannah Arendt'in adadığı sayfaları Lacan'ın okuyup okumadığını kesinlikle öğrenemedim.

135

içimizdeki Karanlık Yan

Auschwitz olayından başlayarak gerçekten de bütün bu yazarlar (Adomo, Horkheimer, Foucault, Arendt, Lacan ve daha birçok kişi)10 her biri kendi tarzında, aklın kendi kendini yok edişinden olduğu kadar, sıradan gibi görünen insanla­ bir kurala uyma uğruna Yasayla ilişkilerini değiştirmele­

rın

rinden kaynaklanan, bunun soncunda da insanlık türünün bütün tarihinde rastlanılan en canavarca suçu işlemeye sü­ rükleyen yeni bir sapıklık biçiminin dökümünü yapmayı de­ nemişlerdir. Auschwitz suçu, türlerin doğal seçimini evcilleştirme ama­ ClİU

güdüyordu gerçekte, bunun yerine insanlığın sözüm ona

biyolojik bir yeniden yapılandırılmasına temellendirilen bir ırk bilimi ikame ediliyordu. Bunun sonucunda Naziler dünya adlı gezegende kimin oturup oturmayacağına karar verme hakkını küstahça kendilerine vermişlerdir. Bu yüzden kökten kötülük, insanın insan olarak önemsiz görülebileceği bir sistemin mey­ vesiydi: burada diye yazıyor Saul Friedlander, "hiçbir rejimin ne tür bir suçluluğa neden olursa olsun,, şimdiye kadar hiç de­ nemediği bir şey vardır. Bu anlamda Nazi rejimi benim gözüm­ de dış bir teorik sınır türüne ulaşmıştır: hatta teknolojik olarak daha etkili bir yok etme aracı ve daha fazla sayıda kurban dü­ şünebilir, ama bir rejim eğer kendi ölçütleri temelinde grupların dünya üzerinde artık yaşama hakkının olmadığına karar veri­ yorsa ve aynı zamanda onların ortadan kaldırılması sürecinde bunun yerini ve zamanını veriyorsa, burada uç bir eşiğe varmış olunur. Benim açımdan bu sınır, çağdaş insanlık tarihinde bir

kere ulaşılmış sınırdır, bunu da Naziler becermiştir."11

10 Primo Levi gibi. 11 Saul Friedlander, Memory, History and the Extermination of the Jews of Eu­ rope, Bloomington et Indianapolis, Indiana UP, 1993, s. 82-83. Bkz. Enzo

Traverso'nun mükemmel sentezi, Çağdaş Barbarlığın Bir EleŞtirisi için. Yahudi­ lerin Tarihi ve Anti Semitizm Uzerine Yazılar, Paris, Editions Page deux, 1997.

136

Auschwitz İtirafları

20. yüzyılın büyük barbarlık eylemleri arasında farklı bir yerde duran Auschwitz'in tekilliğini yapan işte budur. Koly­ ma (goulag) ya da Hiroşima ondan farklıdır. Nazizm öyle bir suçluluk usftlü keşfetmiştir ki, sadece devlet aklını değil ama aynı zamanda suçluluk içgüdüsünün kendini saptırmıştır, çünkü böyle bir durumda suç akıllaşhrılmış bir kural adına işlenmekte ve evcilleştirilemeyen bir içgüdünün ya da bir yasaya karşı gelmenin dile getirilmesi olarak ele alınmamak­ tadır. Bu açıdan Nazi suçlu, hatta iki durum da suç yasanın tersine dönmesinin sonucunda ortaya çıksa da sadist suçlu­ nun mirasçısı olamaz. Sade' daki anlamında suçlu, kendisini belirleyen vahşi bir doğaya uyar ama Nazi suçlunun yaptığı gibi kendisini bir suç yasasına bağlı kılacak bir devlet gücü­ ne asla boyun eğmez: "Cellatlar söz almaz" diyordu Bataille, "konuştukları zaman devlet dili ile konuşurlar". Bu tekilliği adlandırmak gerekiyordu ve işte bu yüzden dört tür cinaye­ ti yargılamak zorunda kalan Nümberg Mahkemesi12 -barışa karşı suç, savaş suçu, insanlık suçu ve bu üç suçtan birisini gerçekleştirebilmek için kasti plan geliştirme- soykırım teri­ mini benimsemiştir. Soykırım (genosit)13 Rafael Lemkin tarafından 1944'te icat edilen bu yeni sözcük (neolojizm) ceza hukukunda o zama­ na kadar bilinmeyen bir insanlık suçunu nitelendirmek için kullanılmaya başlanmıştır: bir halkın, bir gruba, 14 bir soya ya 12 Uluslararası Nümberg Askeri Mahkemesi, 8 Ağustos 1945'te, Fransa, Ameri­ ka, İngiltere ve Sovyet Rusya arasında imzalanan bir anlaşma doğrultusun­ da oluşturulmuştur. 20 Kasım 1945 ile 1 Ekim 1946 arasında 24 büyük Nazi savaş suçlusu bu mahkemede yargılanmışlardır. Bu hukuki süreçten sonra da, iki yüz başka suçlu geçmiş bir arada, bin alh yüz tanesi de diğer askeri mahkemelerde yargılanmışlardır. 13 Yunancada genos, doğum, soy, sop, cins, tür; Latincede ise caedere (öldür­ mek) fiilinden oluşturulmuştur. 14 Bu, etnik, dini, ulusal ya da ırktan ileri gelen bir grup olabilir. Nazi soykı­ rımcıların kabul ettikleri ölçüler bunların uzanhsı olup bir engelliyi, bir . / ..

137

lçimizdeki Karanlık Yan da bir cinse ait olduğu için istenmeyen ilan edilerek, o halkın içindeki kişilerin, kanıları ya da düşünceleri hiç dikkate alın­ madan tamamının fiziksel olarak yok edilmesi. Soykırım ey­ leminin bu şekilde nitelendirilmesi için, yok etmenin kasıtlı, sistematik ve planlı olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Anlaşıldığı gibi devletler tarafından organize edilseler bile, kitlelerin katledilmesi bu nitelendirme içerisine girmez, bu nitelendirme örtülü olarak bir devlete ait toprağın dışında­ ki yok etmek için var olan kişilerin peşine düşmeyi varsayar. Soykırımda yok etmeye çalışılan sadece başkası değil, onun bağlı olan soydur söz konusu olan. Bu yüzden soykırımda yok edilecek halk, her türlü devlete ait toprağın dışında da, her türlü sınırın dışında da aranılır ve birçok kuşakta tekrar ortaya çıkması önlenerek çoluk, çocuk, anne, baba ve onların ebeveynleri de öldürülür.15 Bu açıdan Yahudilere yapılan soykırım Nürnberg Mah­ kemesi tarafından bütün öbür soykırımların ilk örneğini oluşturmuş, sonradan Birleşmiş Milletler yeni organizasyon anayasası (ONU) tarafından yenileri de tanınm aya açık bıra­ kılmışhr. İnsan nasıl soykırımcı olur, bu cellatlar kimlerdir? Bunlar mutlak bir kötülük tarafından mı ele geçirilmişlerdir? Hangi tür bir sapıklık onları insan türünün katilleri olmaya kolektif olarak itmiştir? Bunlar doğal olarak canavar mıdırlar, yoksa tam tersine bir eğitimin ya da bir kültürün ürünleri midirler? Akıllı mıdırlar, aptal mı? Vicdan azabı ve bilinçlenme duya­ bilirler mi? Cinsellikleri neyi içerir? Ve bu soykırımı yapan kişilerin psikopatolojik bir özellikleri var mıdır? ../. bozukluğu, ya da sapık sayılan bir cinselliği oluşhırabilirlerdi (akıl has­ talan, anormaller, cüceler, kamburlar, siyam ikizleri, ikizler, cinsel sapıklar, eşcinseller vs.). 15 9 Aralık 1948' de ONU genel meclisince kabul edilmiştir.

138

Auschwitz ltiraflan

Nürnberg' de kötülüğün kaynağı üzerine tartışma bu yüzden tekrar ortaya atıldı. Ama sapık bir bilim doğurarak cellatların kendilerini biyolojinin tanrılan olarak görmelerini sağlayan bu laikleşmiş Batı dünyasında, bu soruya hukuki bir yanıt, dinden ya da ahlaktan değil sadece bilimsel bir psikolo­ jiden ileri gelebilirdi. Psikiyatri, psikoloji ve nörolojide birçok uzman -ki bunla­ rın arasında Douglas M. Kelley, Gustave Gilbert ve Leon Gol­ densohn vardı- bu sıradışı mahkemede yargılanan nasyonal sosyalizmin büyük şeflerinin üzerinde testler uygulamak ve araştırmalar yapmak için çağrıldılar. Şöyle ya da böyle ve aralarındaki farklara rağmen içlerin­ den çoğu, sadece demokrasinin insan zulmünü yenebileceği­ ni oysa totalitarizmin tam tersine insanın sadizminin16 öldü­ rücü amaçlarda kullanılabileceğini savundular. Nazizmin özgünlüğü söz konusu olunca, bazıları bu siste­ min her türlü duygudan ve normal akıldan yoksun yeni bir "öldürücü şizoid robotlar"17 türettiğinin altını çizdiler; baş­ kaları Nazi yöneticilerin çok ciddi hastalıklara yakalandıklarını, soysuzlaştıklarını, diğerleri de Nazilerin demokratlara karşı bir komplo geliştirdiklerini iddia etmişlerdir. Rudolph Höss'ün entelektüel açıdan normal olduğu ama "şizoid" bir duygusuzluğa" yakalandığı yargısında bulunuluyordu. Leon 16 Daha önce albru çizdiğim gibi, psikopatolojik söylem tarafından icat edilen sadizm kavramının Sade'ın geliştirdiği kötülük teorisiyle alakası yoktur. 17 Gustave M. Gilbert, Nürnberg Günlüğü, Paris, Flammarion, 1948; Psychology of Dictatorship, New York, Ronald Press, 1950. Gilbert çok iyi Almanca konuşan ve psikoloji eğitimi almış Amerikan istihbarabndan bir subaydı. Psikiyatr meslektaşı Douglas M. Kelly gibi o da elinde bulundurduğu savaş suçluları­ nı "laboratuvar fareleri" olarak görüyor ve bir yandan onları küçümserken, öte yandan bundan keyif alıyordu.

139

·

lçimizdeki Karanlık Yan

Goldensohn'a gelince o daha tarafsız bir tavır takınarak kasti olarak düzenlenen bir komplo tezini benimsiyordu.18 1960 tarihli bir makalesinde toplama kampı kökenli Viyana­ lı Emst Fedem, Amerikan psikiyatrlarının aksine, Auschwitz kampırun kumandanı olan Rudolph Höss'ün şizoid bir du­ rumda olduğuna inanmıyor ama onun yakalandığı hastalığı şöyle anlatıyordu: "kişiler arası anlamlı ilişkiler kuramama­ ya bağlı kompülsif bir davranış ya da şizofrenik çekirdekli şizoid bir mizaç ya da klinik çevrelerinde psikiyatrlara ya da aile hekimlerine başvuran kişilerde gözükebilecek kişilik bozukluklan."19 Bugün hatırı sayılı bir tarihyazımı kaynağı oluşturan ve bir araya getirilen bütün bu tanıklıklar, Nazi suçluluğunun bu yorumlan, pozitivist bilimden ve psikanalizden kaynak­ lanmaktadır, pek ciddiye alınabilir zenginlikte değildirler. En can alıcı kusurları da böyle eylemlerde bulunduk.lan için soykırımcı Nazilerin görünüşte normal olmalarına rağmen, psikopat ruh hastası, pomograf, cinsel sapkın, uyuşturucu tutkunu veya nevrozlu olmaya çalıştıklarını kanıtlamaya ça­ lışmalarıdır. Bunun sonucunda da Nürnberg'den sonra geli­ şen bu akıl hastalıklarını inceleyen tıbbın temsilcileri Stalin'i 18 Bkz. Leon Golden Sohn, Robert Gellatelli'nin Sunduğu Nuremberg Söyleşileri, Paris, Flammarion, 2004. 19 Emst Fedem "Soykınmın Psikopatolojisi Üzerine Klinik Birkaç Not", Psi­ kanalizin Tanığı, (Londra,1986), Paris, PUF, 1994 s. 83. Aynı kitapta Robert Wiilder'le arasındaki mektuplaşma bulunabilir. Cellatlar psikolojisi üzerine sorgulama yapmak yerine, 1938'den 1939'a kadar önce Dahcau, sonra "yok etmeden önce" Buchenwald kampında kalan Bruno Bettelheim "uç durum" kavramıru geliştirmiştir. "Uç durum" ona göre, öyle hayat şartlarıru günde­ me getirir ki insan ya çevresinin, celladın olduğu kadar konjonktürlerin de oluşturduğu yok edici güçle özdeşleşerek vazgeçer ya da fazladan yaşama stratejisi uygulayarak direniş gösterir, bu strateji özneyi otistik tipte bir iç dünya oluşturmaya ve dış dünyadaki saldınlardan kendisini koruyabilecek güçlendirici kaleler yapmaya götürür. Bruno Betteıiheim Fazladan YaŞamak New York, 1952; Paris, Laffont, 1979.

140

Auschwitz İtirafları

paranoyak, Hitleri sapık ve fobik eğilimli bir histerik olarak ele almışlar ve daha da ileri giderek Londra'da 1948'de top­ lanan ünlü bir akıl sağlığı kongresi sırasında bütün büyük devlet adamlarını tedaviden geçirerek onlardaki saldırgan içgüdüleri azaltmayı ve böylece dünya sağlığını korumayı önermişlerdir. 20 Gerçekte Nazi soykırımcılarının tanıklıklarında çarpıcı olan, kanıtlamaya çalıştıkları inanılmaz normalliğin, sözcü­ ğün klinik anlamında bir sapıklığın (cinsel şizoid ya da başka tür bir sapıklığın) değil sapık bir sisteme bağlılığın ve kendi başına olası bütün sapıklıkların tamamını sentetik bir şekilde sunabilecek bir sistemin belirtisi olmasıdır. Gerçekten de kamplarda tamamıyla devletleştirilmiş ya da normalleştirilmiş bir kötülükten keyif almanın bütün oluştu­ rucuları mevcuttur: kölelik, işkenceler, suda ya da boğazlaya­ rak boğma, elektrik verme, aşağılama, ezme, tecavüz, vücuda zarar verme, kirletme, canlılar üzerinde deney yapma, üzerine numara yazma, aç bırakma, cinsel şiddet, fuhuşa sürükleme, hbbi deneyler, köpeklere parçalatma vs. Kısacası soykırım sisteminin tamamı "insan türünün" saf olmayan diye nitelen­ dirilen kısımlarının yok edilmesini hedeflemiyordu sadece ama aynı zamanda Eugen Kogon'un21 formülünü kullanacak olursak SS cellatlarının bu yok etme sırasında alabilecekleri "sıradışı zevkin" üretilmesine de yarıyordu. Nazizme özgü sapık yapının özünü güzelce özetleyen, bu yapıda -kurbanlık bile olsa- yüceltmeye olası bir erişmenin kesinlikle dışlandı­ ğını gösteren bir anlatı buna tanıktır: "SS subayı üç Yahudi müzisyeni sıradan çıkartır, onlardan Schubert'in Triosunu

20 Elizabeth Roudinesco, Fransada Psikanalizin Tarihi, Paris (86) Fayard 1993. 21 Eugen Kogon, L 'Etat SS, s. 27. Germaine Tillion, Ravensbrück, Paris, Le Seuil, 1988.

141

içimizdeki Karanlık Yan

çalmalarını ister. Hayran olduğu bu müzikle sarsılan bu SS Subayı, gözlerinin yaşla dolmasını engelleyemez. Parça bitin­ ce üç müzisyeni gaz odasına yollar." Bu noktada insan, Borges'in anlafuğı ünlü Lazarus Morell'in hilcl.yesini düşünmeden edemiyor. O da kendisini bir insanlık kurtarıcısı olarak sunuyor, köleleri sabn alıyor, daha sonra da yok etıllenin zevkinden daha iyi keyif alabil­ mek için onları özgürlük bırakıyordu.22 Kendilerini belirleyen bütün farklılıkların ötesinde -Höss, ne Eichm.ann' a ne Himmler'e ne de Göring'e de benzer- Nazi ileri gelenleri ve soykırımcılarının ortak noktalan gerçekleş­ tirdikleri eylemleri ink.ir etmeleri olmuştur. Bu suçu itiraf et­ seler, böyle bir şeyin varlığını inkar etseler de durum.lan hep aynıdır. Bazen bir eylemi yok saymak söz konusudur, bazen de bir eylemi bilmiyormuş gibi yapıp, kaynaktaki nedenselli­ ği idealize edilmiş bir otoriteye bağlarlar. Sanki "ben emirlere uydum" cümlesi suçu işleyen kişiyi masum hale getirecek, yerini inkar ve değiştirme sanatının keyfinin alınmasına bı­ rakacaktır. Sapık bir sisteme fanatik bir şekilde bağlanma, insanı ey­ lemin üst düzeyden bir inkarına götürüyorsa o zaman Nazi soykırımcıların işledikleri cinayeti sadece inkar etmemekle yetinmemelerinin nedenini anlayabiliriz. Onlar, her tarafta inkara, ek bir inkar daha · ekleyerek mükemmel bir suç işli­ yorlardı; ve bu suç da yok etmenin her türlü izini silmekten ibaretti. Bir Yahudiyi öldürmek ama aynı zamanda bu öldür­ meye tanık olan kişiyi de öldürmek, yok etme sorumlularının üst düzeydeki emirleri buydu. SS'ler tarafından gaz odalarını

22 J. L. Borges, Alçaklığın Tarihi, UGE, Paris, 10/ 18 Koleksiyonu, 1975 s. 21-24. Jonathan Little'in Gözetleyiciler adlı romanının mimarisini de ayıu yapı sağ­ lar. Gallimard, Paris, 2006.

142

Auschwitz İtirafları

boşaltmak ve fırınlarda vücutları yakmakla görevlendirilen Sonderkommandolar, Yahudi oldukları için seçilmişlerdi, kendileri de zamanı gelince yok olacaklardı ve böylece görmüş oldukları olaylara hiçbir şekilde tanıklık edemeyeceklerdi.23 Ayru nedenlerden ötürü, son yenilgiden önce, bu yok edici­ ler, kendi kurbanlarına aşın şiddet uygulayarak ve kendi asker­ lerinin ölüm alayındansa onların geçişini tercih ederek kurban­ larını katletmeye özen göstermeye başladılar.24 Sonra müttefik birliklerinin gelmesine birkaç saat kala aynı zamanda suç alet­ lerini, gaz adalan ve fırınları, en sonunda da kendi kendilerini yok ettiler; sanki onlar ya değişik kimliklerle dünyanın öbür tarafına gidip kaybolarak, böylece nefret ettikleri ve kendileri­ ni yargılayacak bir dünyada yeniden ortaya çıkmamak için, ya da kendilerini öldürerek Alınanya'yı mahvediyorlardı. 30 Nisan 1945'te Hitler, sığınağında bir Alman köpeği üze­ rinde etkin mi değil mi diye denediği25 Prusya asitini metresi Eva Braun'la evlenmesinin ardından, önce ona içirip sonra da kendisi içerek kafasına bir kurşun sıkh. Hemen arkasından Magda Goebbels onu taklit etti. Magda Goebbels aynı zehir­ le 4- 12 yaşlan arasındaki altı çocuğunu serinkanlı bir şekilde öldürdü . Ardından kocası Joseph Goebbels'le birlikte intihar etti. Niçin ortada bir köpek vardı? Niçin altı çocuk söz konu­ suydu? Niçin bu maskaralıklar sergileniyordu? 23 Bkz. Schlomo Venezia Sonderkommando. Gaz Odalarının Cehenneminde, Albin Michel, Paris, 2007. 24 Bkz. Raul Hilberg, Avrupa Yahudilerinin Yok Edilmesi, Fayard, Paris, 1988. 25 Naziler bazı hayvanların, en çok da köpek ve atların koruyucusu olmak istiyorlardı. Görüldüğü gibi, Himmler eşcinsellerin hayvanlar gibi davran­ dıklarını söylemenin bir küfür olduğunu söylüyordu. Hitler bütün haya­ b boyunca dişi köpeği Blondie'den başka kimseyi sevmedi. Kavgam adlı eserinde Yahudileri farelere, örümceklere, sülüklere, topraktaki böceklere, vampirlere, parazitlere ve basillere benzetiyordu. Göring bir yasa çıkartarak canlı olarak hayvanları kesmemenin gerektiğini iddia etti ama insanları par­ çalamanın normal olduğunu düşünüyordu.

143

lçimizdeki Karanlık Yan

Bu soruların yanıtı bütün bu ölüm sahnesinin temel oyun­ cusu tarafından verilmiştir. Kavgam' daki (Mein Kampf) bir­ takım lanetleri vasiyetnamesinde yeniden tekrarlayan Hitler, savaşın çıkmasından ve AlmanlMın yenilgisinden Yahu­ diliğin sorumlu olduğunu açıklıyor ve sonucunda da Son Çözüm'ün bütün kurbanlarının, aslında Nazilere atfedilen suçun gerçek sorumluları olduğunu iddia ediyordu. Bolşe­ vikleşmiş bir Yahudi dünyasının egemen olduğu bir gelecek­ te yaşamamak için, o sadece kendi kendine köpeğiyle birlikte ölmeyi değil aynı zamanda karısının ve kedisinin vücudunun da yakılmasını emrederek işlediği cinayetin izlerini de silme­ yi planlamıştı. Goebbels ve karısı da kendi çocuklarını aynı asit yardımıyla -Ziklon B26 adında gaz odalarında kullanılan bir asittir bu- öldürerek aynı şeyi yapacaklardır. Buradaki in­ tihar başka birtakım intiharlara hiçbir şekilde benzememekte­ dir. Ne Emma Bovary'nin gururlu ve umutsuz intiharıdır bu, ne de işkence altında konuşmaktansa kendilerini öldürmeyi tercih eden direnişçilerin. Ne kamplardan geldikten sonra kendilerini öldürenlerin ne de İkinci Dünya Savaşı'ndan son­ ra kendilerini öldüren Japon generallerin seppuki'sine27 ben­ zetilebilir. Çünkü onlar halklarının yeniden doğabilmesi için, feodal bir gelenek içerisinde yenildiklerinden dolayı impara­ tordan özür dilemek adına bunu yapmışlardır. Kasti olarak kendini öldürmenin diğer biçimlerinin aksi­ ne, Nazilerin intiharı Yahudilere karşı işlenilen soykırımın gülünç derecede eşdeğerli bir eylemiydi. Onlar bunu sadece Yahudilere karşı değil aynı zamanda saf olmadıkları söyle­ nen ırklara karşı da gerçekleştirmişlerdi. Buradaki intihar, 26 lan Kershaw, Hitler, 2. cilt, age, s.1199. 27 Bkz. Morris Pinguet, Japonyada Kendi Kendini Öldürme, Gallimard, Paris, 1984.

144

Auschwitz İtirafları

sapık bir intihardır. Minyatür haline dönüştürülmüş şekil­ de bir kendi kendini soykırıma uğratmaktır; hiçbir şekilde bir kurtarılışa başvurmadan yapılan bir eylemdir. Bu eylem bütün Almanya'ya sanki model olarak ama beyhude şekilde kendini gösteriyordu. Kadınlar, erkekler, insanlar, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, ölmeyip yaşayanlar, hayvanlar hepsi şef­ lerinin örneğini izlemek ve bir daha ortaya çıkmamak üzere kaybolmak zorundaydılar. "Sonuç olarak Hitler'in kendisiyle birlikte yok olmaya hazır olarak gördüğü Alman halkı" diye yazmaktadır lan Kershaw, "Hitler'den daha fazla yaşama becerisini gösterebildi

[ . . ]". Eski Almanya onunla birlikte .

ölmüştü. Onun doğurduğu, vizyonunda geleceğini gördüğü ve ona gönüllü olarak hizmet veren, kısacası onun hybrisine (ölçüsüzlüğüne) katılan Almanya, şimdi onun Nemesis'ini28 paylaşmak zorundaydı. Üstelik bu kendine ve başkalcırına soykırım uygulama ira­ desinden, bu Nemesis zorunluluğuna karşı, 70'li yılların tarih inkarcılığı türeyecektir (Negationmsme). Geçmişi yeniden gözden geçirme bahanesiyle ortaya çıkan bu tarihyazıcılığı, Robert Faurisson, Paul Rassinier, Serge Thion, Eski Köstebek gibi kişiler tarafından uydurulmuş, sonradan düşünce öz­ gürlüğü hakkının saptırılmasıyla Noam Chomsky tarafından savunulmuş bu akım -kimileri buna "Bellek katilleri" adını vermiştir29- gaz odalarının varlığını reddederek, anlatılarında inkara yer vererek, sadece Yahudilerin soykırıma uğratıldığı­

nın değil ama aynı zamanda onların izlerinin de silindiğini yok sayacaktır. Nazizm kadar sapık bir düşünce yapısına sa­ hip olan inkarcı tarihçilik aynı zamanda soykırım projesinin 28 Yunan mitolojisinde gecenin kızı olan Nemesis tanrılardan insanların ölçü­ süzlüğünü ve deliliğini cezalandırmalarını isteyen tanrıçadır. -Çev. n. 29 Bkz. Pierre Vidal-Naquet, Bellek Katilleri, La Decouverte, Paris, 1987.

145

lçimizdeki Karanlık Yan özüne uygun düşer çünkü bu iddiada bulunanların mükem­ mel bir suç işleyerek bu suçu işlemeyi sürdürmelerini, tarih­ siz, izsiz, anısız ve belleksiz suç işlemelerini sağlar. Auschwitz'den kaçanlardan biri olan Primo Levi, Ador­ no ve Arendt'in perspektifinden çok farklı bir perspektiften yola çıkarak, soykırım sisteminin yasanın tersine çevirilme­ sini ortaya çıkardığını savunarak, insanı insan öncesi biyolo­ jik köklerine döndürdüğünü savunuyordu. Bu düşüncesini kanıtlamak için de Konrad Lorenz'in yani çağdaş etolojinin kurucusunun çalışmalarına gönderme yapıyordu.30 1935'ten itibaren Lorenz, Oarwinci gelişim teorisiyle eski zooloji arasında insan ve hayvan davranışının biyolojisinde ortak bir nokta bulmuştu. İddiası şuydu: Uygar insanla şem­ panze arasında eksik olan halkayı bulmuştu. Kötülüğün bi­ yolojik kökenine gelince" diyecektir kendisi sonralan, insanın içgüdüsüyle ve daha doğuştan saldırgan ve şiddetli psişik ya­ pıya sahip bir hayvan olmasından ileri geliyordu bu durum. Sonuç olarak hayvan ekolojisi, canlı dünyanın yaşayanları­ nın ortak davranışlarının incelenmesinde şematik bir model olmalıydı. 31 Bu perspektif içerisinde insan, hayvan dünyasından kendi varoluşunun bilincinde olduğu için değil, söze ve dile sahip olduğu için de değil, kendi türünü öldürebilecek bir özellik gösterdiği için farklılık taşımaktadır. Bu yüzden insane bil30 Primo Levi, Ocak 1944'ten Şubat 1945'e kadar 3. Auschwitz'de kampta kal­ mış ve Sovyet askerleri tarafından kampın kurtarılışına da dahil olmuştur. Aynı zamanda kamplarla ilgili deneyimini şahane bir kitapta anlatan ilk ki­ şidir: "Eğer bu bir insan ise" [1947] Laffont, Paris, 1996. 31 Konrad Lorenz, Etolojinin Temelleri, 1935, Flammarion, Paris, 1984; Saldır­ ganlık. Kötülüğün Bir Doğal Tarihi 1963 Flammarion, Paris, 1977. tık defa olarak Geoffroy Saint-Hilaire tarafından hayvan davranışının doğal çevrede­ ki durumunu incelemek için kullanılan zoolojideki etholoji terimi Lorenz ta­ rafından insan ve hayvan davranışlarının birbirleriyle kıyaslanarak biyolojik açıdan incelenmesi -Darwin sonrası- anlamında kullanılmıştır.

146

Auschwitz İtirafları

hassa başka hayvanlardan ziyade fareye benzemektedir. Sıra­ dışılık açısından gerçekten de insan ve farenin ikisi de, Lorenz tarafından, kendi türlerinden rakiplerini yok etme özelliğine sahip olan canlılar olarak tanımlanırlar. Diğer canlılar kendi türlerinden rakiplerini sadece belli bir mesafede tutmalarına rağmen, bunlar onları yok da edebilirler.32 Lorenz demek ki "İnsan insanın kurdudur"33 formülü yerine bilimsel açıdan daha doğru bir formül getirmektedir: "İnsan insan için bir fa­ redir", çünkü kendi türünden diğer kurtlan öldürmediği için normal olarak ele alınabilir. Lorenz'in çalışmalarının okunmasından başlayarak Primo Levi, Auschwitz'in aklın bir t�rsine çevirmesinin sonucu ola­ rak ortaya çıktığını iddia ediyordu. Ama o bu sistemi insanın içindeki en öldürücü içgüdülerin uyanışının bir belirtisi ola­ rak görüyordu. "Soykırımcıların görünüşte alçakgönüllü ve sıradan olmaları" diyordu öz olarak, "çağdaş büyük kurum­ ların kör ve anonim akılcılığıyla tamamen uyuşmaktadır." Buna rağmen Levi, Auschwitz'in Batı toplumları tarihinde gerçek bir kara leke olduğunu, aynca hayatın hem akla asi­ metrik hem de hayatın kendisine bağlı olduğunu düşünüyor­ du. Ona göre, soykırım deneyimi, insanlık tarihinin lanetli bir yanıydı, ancak bir anma tarihi içerisinde -kurbanların tanık­ lığıyla ya da yeniden yapılandırılan bir tarih aracılığıyla- ta­ rihçilerin tarihyazıcılığıyla tanınabilirdi. Buna karşın Levi'ye göre, soykırıma başvuranların yani cellatlarının açısından ele alınacak olursa anlaşılmaz hale dönüşüyordu. Üstelik bunun

32 Lorenz bu konuda yarulmışhr: Birçok hayvan aslında sıradışı olmayan bir şekilde de birbirlerini öldürmektedir. Bu zaten onların insan gibi suçlu ya da yok edici oldukları anlamına gelmez. Çünkü cinayeti ve cinayet bilincini belirleyen doğanın ya da biyolojinin yasalan değil, insanların yasasıdır.

33 Plautos tarafından icad edilen insan insanın kurdudur, (Homo homini lu­ pus) formülü İngiliz filozofu Thomas Hobbes tarafından halka yayılmışhr.

147

lçimizdeki Karanlık Yan

tekrarlanmamasını umuyordu: "Auschwitz'in yarahcılan ka­ rarlı, sakin ve sıradandırlar. Onların tarhşmalan, bulunduk­ ları beyanlar, tanıklıkları şimdiki zaman da olsun öldükten sonra arkalarından yapılanlar olsun, soğuk ve boştur. Biz onları anlayamayız [ ... ] Biz insanın bunları yorumlama bece­ risini ve anlatma becerisini göstereceğine inanıyoruz. Bizim Avrupamızın ve yüzyılımızın bağrında "öldürmeyeceksin" emri tersine döndürülmüştür ve bir daha yeniden o kadar kolay doğmayacaktır."34 Ne iyi ki makalelerinde olduğu kadar tanıklıklarında da Primo Levi kendi tezlerine uymamıştır.35 Onun ve diğer kamplardan kaçanların anlatılan sayesinde şunu iyi biliyo­ ruz ki Nazizm insanın insan tarafından uç bir düzeyde in­ sanlığından edilmesi girişimi olarak icat edilmiştir ve daha da kötüsü vahşi bir durumda yaşayan barbarlar tarafından ya da Lorenz'in etolojisinin yeniden incelediği ve düzeltti­ ği Darwinci insan topluluğunun ilkeleri tarafından değil, Avrupa'nın en uygar halklarından biri tarafından bulunmuş­ tur. Oysa saldırganlığı ne olursa olsun, içgüdülerinin organi­ zasyonu ne düzeyde olursa olsun hiçbir hayvan hiçbir zaman kötülükten keyif duymaz. Bunu daha önce de söylemiştik hayvan: ne sapıktır ne suçlu. Ve zaten Himrnler, Auschwitz'de kamp bekçilerinin yeri­ ne köpekleri koyma düşüncesini geliştirdiğinde ya da köpek­ leri suçluları gözetlemek için kullandığında deneyleri bekle­ diği sonucu vermemiştir. Suçluların öldürülerek yenmesine alışhnlmış olan Lager köpekleri bile hiçbir zaman Naziler gibi olmamışlardır, zira Naziler onlardan kurban değil aynı 34 Primo Levi, Asimetri ve Hayat, Laffont, Paris, 2004, s. 62. 35 Primo Levi, Eğer Bu Bir insansa; Batan Gemiden Kurtulamayanlar ve Kurtu­ lanlar. Auschwitz'den 40 Yıl Sonra, 1986, Gallimard, Paris, 1989.

148

Auschwitz İtirafları

zamanda cani çıkarmışlardır. En berbat hayvan, hayvan değil insandır. Cellatların tanıklıklarına gelince, bugün şunu biliyoruz ki kamptan kurtulanlardan da öğrendiğimiz gibi Yahudi­ lerin yok edilme mekanizmasının anlaşılmasına bunlar da önemli katkılarda bulunmuşlardı.36 Rudolph Höss'ün otobi­ yografisinin en iyi yorumlarından birini de Primo Levi'ye borçluyuz: "Kamptaki diğer kişiler nasıldı? Hepsi kötü müy­ dü? Gözleri hiçbir zaman en ufak insan ışığını yansıtmıyor muydu? Bu kitap bu soruya tam bir yanıt vermektedir. Nasıl olup da kolaylıkla iyiliğin kötülüğe kendini teslim ettiğini ve kötülük tarafından ele geçirildiğini, daha sonra sadece iş ol­ sun diye fazladan yaşamını sürdürdüğünü göstermektedir. İyi düzenlenmiş bir aile hayatı, doğaya duyulan aşk, Victo­ ria dönemi tarzı bir ahlakçılık."37 1946 yılında Nüremberg Mahkemesi'nin psikoloğu olan Gilbert ve Höss'ün avukat­ larının talepleri üzerine yazılan bu otobiyografi,38 yazarının insani niteliklerini Polonya' daki üst düzeydeki mahkeme önünde değerlendirme amacı gütmektedir. Bu mahkeme, suçları yüzünden onu yargılayacaktır. Suçları şudur: Dört milyon kişinin yok edilmesi, işkenceler, cesetlerin üzerinde 36 Bu konuda ilgiyle okunacak bir eser Franz Stangl'ın yani Treblinka'nın ku­ mandanın kitabıdır. Bu taruklığı toparlayan Gitta Sereny, Karanlıkların Di­ binde (Londra, 1974) Denoel Yayınlan, Paris, 2007. Shoah adlı 1986 yapımı filminde Claude Lanzmann kurbanları olduğu kadar cellatları da birbirlerine ters iki dil düzeyi kullanarak konuşturrnuştur. 37 Primo Levi, Asimetri ve Hayat, s. 152. Bu Rudolph Höss'ün Auschwitz Ku­ mandam Konuşuyor kitabının İtalyanca edisyonuna yazılan bir önsözdür. 1947 Paris, La decouverte, livre de poche, 2005 Fransız yayınlarına önsözü yazan Genevier Decrop'dur. 38 Hikaye iki metinden oluşmaktadır: Birincisi Kasım 1946 tarihlidir ve Nüremberg'deki Emest Kaltenbrunner'e karşı kullanılmaktadır, ayru yılın Nisan ayında kaleme alınmıştır. Auschwitz toplama kampında Yahudilere Son Çözürn'ün uygulandığını ayrıntılarıyla anlatmaktadır. İkincisi Şubat 1947 tarihlidir ve otobiyografinin kendisini oluşturmaktadır.

149

lçimizdeki Karanlık Yan

birtakım işlemler yapılması, asmalar, tıbbi deneyler vesaire. Bu aslında biricik bir belgedir çünkü Almanya'nın yenilme­ sinin hemen sonrasında gaz odalarının varlığının kanıtı ola­ rak, Auschwitz' de bunu başlatan kişinin kendisi tarafından burada itiraf edilmektedir. İdam edileceğinden kesin olarak emin olduktan son­ ra Höss,39 bu tanıklığı yoluyla işlediği soykırım eylemlerini inkar etmeyi değil açıklamayı istemektedir. Başka türlü söy­ leyecek olursak, Nüremberg' deki diğer birtakım suçlanan ki­ şilere -çünkü bunlar her türlü sorumluluğu reddetmişlerdir­ ters düşerek, ayrıca Himmler'in intihar ettiğini, Eichmann'ın kaçtığını bilmesine rağmen Höss, teslim alındıktan ve suçunu itiraf ettikten, kolektif olarak işlenen bu suçu meşru kıldıktan sonra bile hala gelecek için herkesin nefret ettiği bir katil de­ ğil, bir tür iyi kalpli kahraman olmayı ummaktadır. O yüzden bu metnin sahici oluşunun inkarcı tarihçiler tarafından niye reddedildiğini anlıyoruz. Çünkü sayfalar boyunca çağdaş ta­ rih yazıcılarının ortaya koydukları birçok kanıtın aksine, bu tarihçiler yazarın bunları zorla yazdığını veyahut hepsinin uydurulduğunu iddia etmektedirler. Hiçbir şekilde utanç duymadan Höss kendisinin nasıl olup da bütün zamanların en büyük katliamcısı olduğunu anlatmaktadır. Üstelik anlatısında kanıtladığı sapıklık ne iş­ lediği eylemin inkar edilmesinden, ne bu eylemin izlerinin de silinmesinden, ne alçakça bir emire boyun eğişinin hatırlatıl­ masından kaynaklanmaktadır. Bu alçakça emir -Eihmann'ın kendi mahkemesi sırasında söyleyeceği gibi- sonucunda ken39 Kendisi hakkında araştırmalar yapmak ve nasıl bir cezayı hak ettiğini ona sormakla yükümlü olan Leon Goldensohn'a Höss şu şekilde bir cevap ver­ miştir: "Asılmak istiyorum." Burada ölüme layık olduğunun albru çizmemiş, fakat kendi kaderinin başka suçlularla aynı olduğunu belirtmek istemiştir. Bkz. Nüremberg Söyleşileri, s. 381.

150

Auschwitz İtirafları

disinin bir pisliğe dönüşebileceğini itiraf etmiş olacaktı. Ama en önemli özellik şudur ki kendisi gayet içten olarak kurban­ ların kendi yok edilişlerinden sadece kendilerinin sorumlu olduklarına inanmaktadır. Aptallaştırıcı bir şekilde gündeme getirdiği nedensellikleri böyle bir dönüşüme uğratmaktadır. Ona göre kurbanlar kendilerinin yok edilmesini istemişler ve arzulamışlardır. Bunun sonucunda cellatlar sadece ve sadece bu kurbanların kendi kendilerini cezalandırma iradesinin ye­ rine getiricileridir ve bu kurbanlar aynı zamanda kendi sapık­ lıklarından bu şekilde kurtulmayı ve saf olmayan bir ırka ait oldukları için bu şekilde kendilerini yok etmeyi düşünmüş­ lerdir. Bu akıl yürütme doğrultusunda Höss, kendini, acı çeken bir insanlığın kurtarıcısı olarak görmekte, gereksiz bir hayatı sürdüren kamp suçlularının, gaz odalarına atılarak hayatla­ rına son vermelerine yardımcı olmaktadır: "Kamuoyu beni isterse adi bir hayvan, zalim bir sadist ve milyonlarca insanı yok eden bir katil olarak görsün,40 yığınlar asla Auschwitz'in eski kumandanı hakkında böyle düşünemezler. Onlar hiçbir zaman şunu anlayamazlar ki benim de bir kalbim vardı." Kendisiyle ilgili böyle bir imajı inandırıcı kılmak için Höss, köyde geçirdiği katolik çocukluğunu gayet sakin olarak anlat­ maktadır. Komik bir babası vardır, çok sert ve aynı zamanda çok aptal bir annesi41 Baştan çıkarıcı olarak yargılanan şehir dünyasına karşı bir durum olarak Höss Kara Ormanlar'daki güzel doğallığı göstermektedir. Günün birinde bir çingene 40 Rudolph Höss, Auschwitz Kumandanı Konuşuyor, s. 222. 41 Ölüm Benim Mesleğimdir adlı kitapta (Gallimard, Paris, 1952). Robert Merle, Rudolph Höss'ün şeytani bir çocukluk geçirdiğini uydurmuştur; bunu onun otobiyografisine ve Gilbert'ın verdiği notlara dayandırmıştır. Aynı tarzda Norman Mailer, Hitler' e berbat bir çocukluk icat etmiş ve kader kisvesi altın­ da şeytanı göstermeye çalışmışbr. (Un Chateau En Foret Ormanda Bir Şato, Plom, Paris, 2007).

151

içimizdeki Karanlık Yan

çetesi tarafından orman kenarında oynarken kaçınlmıştır. Bundan böyle o güzelliği idealleştirmekten vazgeçmiş, orma­ nın varlığı bile onun için bir tehdit haline gelmiş, bu yüzden hayvanlarla beraber olmayı insanlarla beraber olmaya tercih etmiştir. Aynca annesi Poney ahna duyduğu ölçüsüz aşkı görünce tasalandığı için, bu sefer hayvanlarla ilgili bir sürü anlahyı okumaya başlamış ve kendisinin haksızlıklara kar­ şı gelme arzusunu da bu şekilde beslemeye devam etmiştir. Höss: "Poney benim tek sırdaşımdı, sadece o beni anlıyordu. Ondaki ailevi ve kardeşsi duygular benim doğamda yoktu. Ben arkadaşlarım tarafından korkularak kendisinden kaçılan biriydim çünkü ben kurban olduğum her türlü haksızlığı dü­ zeltmenin peşinde aamasız bir şekilde koşan biriydim."42 On üç yaşında, babasının tavsiyeleri üzerine kendini dine vermeyi düşünür ve hemen sonrasında kendini Afrika' da bir misyoner olarak idolleri yok etmeye çalışırken bulur, kendi­ sinin yerlilere iyilik getirdiğine inanır ama itirafçı olarak kul­ landığı papaz tarafından aldatılmıştır. Çünkü bu papaz anne ve babasına okulda olmuş küçük bir olayı anlatmayı kendini borçlu bilmiştir. Bu olay sırasında istemeden bir öğrenciyi it­ miştir. Birden bire bu darbe sonucunda dine olan güvenini kaybetmiş ve bundan sonra hiçbir insana suçlarını anlatma­ yacağını söylemiş ve üst düzeyde bir tanrıyla gizli ve ayrıca­ lıklı bir ilişki kurduğunu iddia etmiştir: "Tanrı benim duala­ rımı duymuş ve benim davranışımı kabul etmekte olduğunu söylemiştir. [ .. ] Gerçek iman, derin iman çocuksu iman artık yoktu."43 1915'te orduya girmiş, artık babası ve büyük babası gibi subay kariyeri yapmayı düşünmektedir. Babası öldüğü ve .

42 Rudolph Höss, Auschwi.tz Kumandanı Konuşuyor, s. 47.

43 Age, s. 49. 152

Auschwitz İtirafları

içinde bir öldürme güdüsü de olduğu için artık sadece düş­ manla karşılaşmayı düşünmektedir. Filistin'de Türk cephe­ sinde büyük bir soğukkanlılıkla Hindistan ordusundan bir askeri öldürür, üstelik dediği gibi "Bu benim ilk öldürdüğüm kişiydi, büyük bir büyü çemberini aşmıştım."44 Kendi kuşa­ ğının birçok Almanı gibi seçkin bir kasta ait olduğuna ikna olmuş olan Höss ülkesinin yenilgisini ve en çok da Versailles Antlaşması'ru bir alçalma olarak yaşamıştır. Ayrıca insanlığa duyduğu nefret yüzünden asker olduğu ve Kara Ormanlar' da hem ailesi hem din hem de Hristiyan tanrısı tarafından al­ datıldığı için bütün hayatı boyunca tanrılarla özdeşleştirdiği ancak hizmet etmek üzere eğitilmiş savaş insanlarını sevebi­ lecektir. Demir haçla ödüllendirildikten sonra 1919 fılında Ross­ bach Alayı'na girer ve Bask ülkelerinde savaşmaya gider. Orada "düşmanın her yerde olduğu"nu görür Letonyalıların Almanlara karşı gerçek bir katliamcı olarak davrandığını keş­ feder: "Kaç kere karbonize edilmiş çocukların ve kadınların yandığı samanlıkların korkunç manzarasını gördüm.

İlk defa

gördüğüm zaman bu korkunç tablo karşısında taş kesildim. O zaman bana insanların öldürücü deliliği en üst düzeye gel­ miş gibi göründü ve bundan da daha ileri gidilemezdi."45 Yine de hayatını işte bu "öteye" doğru yöneltmektedir. Her şeyden çok Hitler'in gelecekteki savaşçıları gibi askeri birliklere hayranlık duymaktadır; antisemitizmin mahvettiği ve artık kanından olmuş bir Almanya'da Kayser'in eski or­ dusunun kalıntıları, işsizleri, maceracıları, sefilleri ve rövanş almayı bekleyenleri ve sıradan insanları cirit atmaktadır. Kı­ sacası bütün bir halk suç, ölüm ve iğrençlik üzerine temelle44 Age, s. 52. 45 Age, s. 57.

153

lçimizdeki Karanlık Yan nen normatif bir yeni düzenin tutarlılığını getirecek bir yasayı tersine çevirmenin araştırması için uğraşmakta ve bunun pe­ şinde koşmaktadır.

1922 yılında Höss, Nasyonal Sosyalist Parti'ye kaydolur. Bir yıl sonra ilk politik cinayetini işler: Komünist bir ilko­ kul öğretmeni olan Walter Kadow'u öldürerek yapar bunu. Walter'in Fransızlara Alman bir vatanseveri teslim ettiği iddia edilmektedir. On ay hapse mahkum olduktan sonar, kendi ülkesinin mahkemelerine onu yargılama hakkına sa­ hip olmadıklarını söyler. Bu mahkemelerde bir yığın yabancı Yahudi komünist yok mudur? Hapishanede Höss kendisini bir kurban olarak görmektedir; Brandebourg Hapishanesi'ne kapatılması, onu ruhsuzlaşbrmış ve hiçbir şey olmamış gibi gelecekteki mesleğine, soykırımcılığa onu hazırlamıştır, ileri­ de bundan yararlanacakbr. Sonsuz bir keyif içersinde dört yıl boyunca hapishaneler­ de bulunan halkı sınıflandırma ve hiyerarşize etmeyi öğrenir. Berlin' de en ağır suçluların ileri gelenleriyle düşe kalka "ha­ yatın gerçek anlamı"ru öğrenir: Emirlerin en aptalcasına bile uyulmalıdır, başkalarından gelecek iyilik reddedilmelidir, asla zayıflık göstermemeli ve hapishanedeki durumu düzel­ tecek her türlü önlemi cehenneme kadar yolun var diyerek geri çevirmelidir. Bir af sonucu kurtulan ve ancak disiplin­ li bir cemaat içerisinde yaşamayı beceren Höss, Artalanlar Tarikab'na girer. Bu tarikat; kendilerine Alman köylerinin or­ tasında modem birtakım çiftlikler yaratmayı vaat etmiştir. Bu çiftliklerde üst düzeyde insan ırkları en sonunda kendilerine benzeyen hayvanlarla birlikte saflıktan nasip almayan insan­ lardan tamamen uzaklaşarak yaşayabileceklerdir. İşte burada Höss kansı olacak kadınla karşılaşır ve ondan beş tane çocu­ ğu olur. Bu kadın, kocasının Auschwitz'de ne tür işlerle uğ154

Auschwitz İtirafları

raştığını ömür boyu bilmeyecektir. Flaubert'in çok güzel bir şekilde alay ettiği aptallıkhr bu yine, insan aptallığı. 1934'te Höss'e Himmler tarafından destek gelir, SS'lerin bütün değişik derecelerinde ilerler. İlk önce SS sonra

W�(fen

olur

Totenkopfuerband'ın yani Ölümün Kafası biriminin üyesi

olur ve en sonunda berbat biri olan Theodor Eicken'in emriy­ le, Dachau da Blockführer (Toplama Kampı Komutanı) olur. 1938'e kadar Dachau'da işkencecilik mesleğini büyük bir co�­ kunlukla sürdürür. Bir zamanlar kendisinin de hapise düş­ tüğünü hahrladıkça bir yandan mahkumlara karşı büyük bir acıma duymakta, öte yandan onlara karşı acımasız bir insan olması gerektiğini düşünmektedir. Kendisinin bu yeni göreve ne kadar üst bir düzeyde hazır olduğunu kanıtlamak için oradaki gardiyanların davranışla­ rını da inceden inceye gözlemler. Şöyle bir sınıflandırmaya ulaşır: Acıma duymayan ve her türlü alçaklığı yapabilecek olan sapıklar başta gelir, onlardan sonra emirlere uyan aldır­ mazlar ve bir de üçüncü bir sınıf olarak oradaki suçluların al­ databildiği iyi niyetli gardiyanlar vardır. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarır ki kampların içerisinde mahkumiyet koşulları­ nı daha da iyileştirmek için en sapık gardiyanlara çok çabuk bir terfi verip onları yükseltmek gerekir: Böylece öldürmenin, aşağılamanın, cezalandırmanın ve işkencelerin etkinliği on katı artacaktır. Höss, en sapık gardiyanları savunsa da, daha iyi bir şekilde ölüme yollayabilmek için davranışlarını hiyerarşize etmekten vazgeçmediği diğer sapıklara özel bir nefret duymaktadır. Bir gün cinsel açıdan takıntılı olan bir Romanyalı Prens'le meşgul olurken mastürbasyoncu, fetişist, eşcinsel ve bedeninin tama­ mı dövmeli olan bu adamı aşağılayarak gözlemlemekten özel bir zevk aldığını hisseder. Bedenine birçok pornografik sahne 155

lçimizdeki .Karanlık Yan

işlenmiş bu kişi, çıplak bir şekilde Höss'ün karşısına çıkmak istemez ve Höss kendi dikizciliğini önleyemediği içfil bu canlı albümün nerden çıkb.ğıru ona sorduğunda, Romanyalı dünya­ nın her yerinden toplanmış bir koleksiyondan gelen bu dövme modellerinin gerçekte birtakım resimler olduğunu söyler. Daha fazla acı vermek ve umutsuzluğunun albru çizmek içfil, Höss onu katlanılamayacak bir takım koşullarda çalış­ maya zorlamıştır. Birkaç hafta sonra Romanyalı'nın ölüm ne­ deninin onun cinsel özelliklerinden ileri geldiğini ve bu ada­ ma yapılan korkunç işkencelere dayanamadığını iddia eden Höss, Reichführer'den oğlunun cesedinin yanına annesini davet etmesini rica eder; bu sayede annenin kendini teskin edilmiş bir şekilde hissettiğini anlatmaya başlar: "Bu ölüm" diye yazar, "gökten gelmiş ve onun için en iyisi olabilecek bir kutsamaydı, her yerde kuralları bozulmuş bir cinsel hayat sürdüğü için, hayab.ru imkansız hale getirmişti; kadın Avru­ panın bütün uzmanlarına başvurmuş ama en ufak bir başarı sağlayamamışb., [

. . .

] umutsuz bir şekilde annesi ona intiharı

önermişti ama o buna cesaret edememişti, şimdi en azından böyle bir şey yapabildiği için rahat uyumaya başlayabilirdi. Bugün yine onu düşünürken tir tir titriyordu."46 Bu olayla il­ gili hikaye demek ki Höss'ün bir kere daha kendini insanlığın kurtarıcısı olarak görmesini sağlamıştır. Temel olarak şunu demektedir: Kendi kendini kurtaran kişi, bu kendi kendini öldürme sonucunda, üstünün emirlerine uymayı başarmış, yeryüzünden sapık bir kişinin vücudunu yok etmekle kalma­ mış ama yardımı aracılığıyla iyi bir annenin mutsuzluğuna kulak vererek bir türlü düzeltilemeyen bir oğuldan da kur­ tulmasını sağlamıştır. Dahası Höss, şunu da iddia etmektedir ki, kurban kendisine yapılan aşağılamaların sonucunda ken46 Age,

156

s.

1 17.

Auschwitz İtirafları

disine layık olmayan bir kaderden en sonunda kurtulmuştur. Bu yüzden titremektedir çünkü o kadar güçlüyken öyle adi, aşağılık bir insanın, kendi sefil varlığının devam edebileceği düşüncesi onu korkutmaktadır. Onu yok etmek gerekiyordu, çünkü onu yok etme arzusu cellattan değil adamın kendisin­ den gelmekteydi. Dört yıl sonra Hauptsturmführer olarak Höss, Sachsen­ hausen'e atandığı zaman bu dayanma- tahammül uygula­ malarını tamamlar, görevinin kendi ruh durumlarına baskı yapmak olduğunu düşünmektedir. Gerçekte bu hapishane evreninin manhğına girdikçe, gitgide daha berbatlaşır -muha­ sebesini, uzmanlığını, verimliliğini gitgide daha iyileştirmek­ tedir- aynı oranda da onda seçkinler ırkına ulaşhğı duygusu uyanmaktadır, çünkü emirlere uymaktan keyif almaktadır. O zaman daha başka içeri tıkılmışlarla kendisini karşılaştırarak, onların barışseverlikleri yüzünden hapse düştüklerini düşü­ nerek Almanya'run düşmanları olduklarına inanır, Yehova Şahitleri bunlara bir örnektir.47 Üstelik yüzlercesini katletme görevi kendisinde olduğun­ dan, nitelikleri olmasına dikkat eder, onları hapishane ve ce­ zalara bayılan bilinçli birtakım işçiler olarak tanıtır. İdam seh­ pası önünde bile onların şarkı söyleyerek kendilerini oraya athklarını gördüğünde zevk duyar. Bu şunu kanıtlamaktadır, der, onlar tanrılarına ulaşmak için insanlıklarından uzakla­ şacakhr, kendilerinin yok edilmesini arzulamaktadırlar: "İn­ sanlıkla hiçbir alakası olmayan bir mutlulukla yüzleri parla­ yarak tahta panonun önüne kendilerini yerleştirirler. Tahta pano onlara hedef işlevi görüyordu. Ve ben de Hıristiyanlığın ilk şehitlerinin de böyle olduğunu düşünüyordum. Onlar da arenalarda ayaktaydılar ve vahşi hayvanlar tarafından parça47 Kendisi bunlara Tevrat tarikatçısı der.

157

lçimizdeki Karanlık Yan

lanmayı bekliyorlardı. Vecd içinde bir neşe ifadesiyle birlikte

[ . . . ] bu insanlar ölümü kabullendiler. Bu idama kablınakta olan herkes hatta orada bulunan askerler bile derinlemesine heyecanlanmıştı."48 Höss, 4 Mayıs 1940'ta Auschwitz kumandanı görevini üstlenecektir. 1 1 Kasım 1943' e kadar burada kalacak, Son Çözüm'ü burada gerçekleştirecek ve Kari Fritzsch'in girişimi ile yeni ve daha etkili bir yok etme usulü icat edecektir: Gaz odalarının deliklerine Ziklon-b denilen siyanidraktik asitin kristal tabletlerini koyarak oradaki kurbanları gazlamak.49 Kasım 1943'te kampların (Almanca'da WDHA olarak kı­ saltılır) teftişinin politik bölümünün şefi olarak atanır. Ken­ di ailesi de 1944 yılına kadar Auschwitz'de ikamet eder. Son Çözüm'ün organizasyonunu kendisi denetler, sonra da Sov­ yet askerlerinin gelişine dek orada tutulan mahkumların bo­ şaltılması anına kadar orada kalır.50 Gerçekleştirmek zorunda olduğu büyük çalışmanın onda uyandırdığı ağır yorgunluğa 48 Rudolph Höss, Auschwitz Kumandanı Konuşuyor, age, s. 110. 49 Höss, Yahudilerin Himmler tarafından tamamıyla yok edilmesi emrinin veri­ lişini 1941 yazı olarak gösterirken yanılmaktadır, zaten tam olarak tarihi ha­ brlamadığının albru çizmektedir. Aslında Himmler kamptaki kişilerin yığın halinde yok edilmesi doğrultusunda planlar geliştirilmesini ondan istemiştir ve bu 1941 Ağustos ve Eylülü'nde Sovyet mahkumlarının ilk gazla öldürül­ mesi gerçekleşmiştir. Ama sonradan Hitler tarafından Berlin'de 12 Aralık 1941'de Nasyonal Sosyalist Parti'nin ileri gelenlerinin toplandığı bir anda, sonra da 21 Ocak 1942'de Vanves Konferansı'nda son çözüm ortaya ablmış­ br. Ve belirlenen hedef bir yıl içerisinde 11 milyon Avrupa Yahudisi'nin yok edilmesidir. Höss'ün ve haleflerinin eylemi sonucunda Auschwitz o zaman bütün Nazi toplama kampları sisteminin en büyük ölüm fabrikası haline dö­ nüşecektir; ta ki Sovyet askerleri 27 Ocak 1945'te buraya gelene kadar. Bkz. Florent Brayard "Yahudi Sorununda Son Çözüm: Karar Verme Tekniği, Za­ manı ve Kategorileri", Fayard, Paris, 2004. 50 WVHA, "Wirtschafts und Verwatlungshauptamt" burası SS organizasyo­ nunun ekonomik idaresinin merkezi bürosudur. Höss toplam olarak haya­ brun 9 yılını kampların işleticisi olarak geçirmiştir bunun üç buçuk yılı da Auschwitz'de gerçekleşmiştir.

158

Auschwitz ltiraflan

rağmen yine de gözlemci olarak orda kalmayı başaran Höss, oradaki bütün mahkumları daha önce belirlenmiş birtakım kategorilere göre sınıflandırmayı sürdürür; bu kategoriler şöyle ya da böyle ünlü üçgenlerin sembolize ettiği kategori­ lerdir: Politikacılar için kırmızı, sosyal olmayanlar için siyah, Çingeneler için kahverengi, genel hukukla ilgililer için yeşil, eşcinseller için pembe, Yahudiler için san.51 Nacht und Nebel (NN), gece ve sis kategorisi, yargılanmaları ve gizlice öldü­ rülmeleri gereken mahkumlara karşılık gelir. Bu yüzden kendisi Rusların Polonyalıların ve komünistle­ rin insan altı yaratıklar olduklarını düşünmekte, Çingenelere ise en aptal yaratıklar olarak bakmaktadır; bu yolla, sürekli katliamla, bir zamanlar Kara Ormanlar' dayken, Çingenelerin ona yaptığının kendi üzerinde uyandırdığı dehşetten kurtul­ mak istemektedir. Temel olarak demektedir ki, onlar niçin burada kampta olduklarını bile anlamazlar: "Auschwitz' de bana bunlar çok fazla kaygı verdiler çünkü şunu söyleye­ yim ki benim tercih ettiğim mahkumlar onlardı. [ . . . ] Onları yok etmekle ilgili bana verilen emri düşünürken, eğer sürek­ li bir dehşet hissi duymamış olsaydım onların hayatlarına daha çok ilgi duyar olurdum."52 Höss, hiç kuşkusuz pislik ödülünü yine de Yahudilere verir ama aynı zamanda onlara karşı hiçbir düşmanlık duymadığını iddia eder; hatta Julius Streichert'in pornografik antisemitizmini mahkum eder, ona göre böyle bir tutum ciddi bir antisemizmi gülünç kılar . . . 53 51 En berbabndan [ırk pisleticileri olarak) Yahudiler bir üçgen içerisinde bir başka san üçgen ile belirtiliyorlardı, ikinci üçgen ters olarak konulmuştu, böylece toplam olarak 6 uçlu bir yıldız ortaya çıkıyordu. Bkz. Eugen Kogon "SS Devleti", age, s. 42. 52 Rudolph Höss, Auschwitz Kumandanı Konuşuyor, s. 27. 53 Julius Streichert, 1885-1946 antisemit bir gazete olan Der Stürmer'in kurucu­ su ve başyazarı. Nüremberg Mahkemesi tarafından insanlık suçuyla suçlan­ dığı için asılmıştır.

159

lçimizdeki Karanlık Yan Yahudileri bu kamplara gelmekten ve zavallı SS'leri onları yok etmeye zorlamaktansa Almanya' dan kaçmalarının daha iyi olacağını anlamayan kaba yaratıklar olarak anlatır. Kö­ tülüğün kişileşmesini, sapıklıklar arasında en sapığı temsil eden Yahudi, Höss'ün sınıflandırmasına göre, başkalarında uyandırdığı nefretin de sorumlusudur. Ve dolayısıyla kendi kendisinin öldürülmesi zorunluluğunda, o ortaya çıkışı tah­ rik etmektedir. Bu derece sapıklıktan dehşete düşmüş olarak şöyle söyler: "Bir Yahudi tanıyorum, bir kutu sigara hediye ettiği bir hastabakıcıya ayak tırnaklarını söktürerek, kendisini hastaneye yatırtmayı sağlamı ;tır."54 Ölmemek için, kendisine yapılan kötülüklerin tek svçlu­ su olarak bu uç durumdaki kurbanı suçlamakla yetinmeyen Höss, sınıflandırmasına birtakım alt kategoriler ekler, bu doğrultuda başkalarından daha barbar olan Yahudiler oldu­ ğu ayrımını yapar. Yahudi erkeklerden daha kötüsü Yahudi kadınlarıdır, Yahudi entelektüelleridir çünkü Yahudi ente­ lektüelleri öbür Yahudileri sıradan bir kaderden kurtarmaya çalışarak bozmaktadırlar. Ve bunun sonucunda en adileri olarak sonderkommando­ lar gelir çünkü bunlar kendi kardeşlerini yok etmektedirler ve her şeyden.önce köpeklerin onları izlemesini kendi yarar­ larına döndürmüşlerdir. En iy şekilde eğitilmiş köpekleri bile kendi doğrultularına· çevirerek katil gibi hareket etmekten onları alıkoymaktadır. Sonderkommando demek ki Höss için mutlak kötülüğün ete kemiğe bürünmesidir (Sonderkom­ mandolar öbür Yahudileri öldürmek, sonra da kendi kendi­ lerini öldürmekle yükümlüdürler). Öbür sapıklardan daha sapık olan, öbür Yahudilerden bu iğrençlik hiyerarşisinde daha da Yahudi olan sonderkommando kendi türünden in54 Rudolph Höss. Auschwitz Kumandam Konuşuyor, s. 158.

160

Auschwitz İtirafları

sanların gerçek soykırımcısı olarak ortaya çıkmakta ve hay­ vanlar aleminin de ustası, daha berbatı olarak görülmektedir. İtiraflarında Höss kendi özel hayatını da anlatır. Hamile ol­ duğu halde öldürmeye çalıştığı yeşil üçgen takan bir kadın mahkfunla cinsel ilişkiye girmek istediğinden söz etmekten de kaçınır.55 Kendisi püritendir, erdemlidir, ne sigara içer ne içki, çok alçakgönüllü biçimde giyinir, karısını çok sever, onun kay­ gılarını sürekli olarak dindirir. Beraber oturdukları evin dı­ şında neler döndüğünü anlamamasına rağmen çocuklarıyla birlikte orada oturmasına saygı duyar, geceleri hüzünlendiği zaman ahırdaki atlarının yanına sığınır. Bütün Son Çözüm sı­ rasında çocuklarına iyi bir eğitim vermeye çalışır, onlara vah­ şi hayvanlar alır, ördekler, yılanlar, kediler . . . Evde kendisine mahkumlar tarafından hizmet edilir. Bir bahçıvanı vardır, bir de aşçı kadını. Karısı . resepsiyonlar verdiği zaman yasadışı bir şekilde hiç ödeme yapmadan yiyecek tedarik eder. Tama­ men aptal ve dar kafalı olan Höss, Eichrnann'ın kendisinin söylediğine göre yok etmenin yetkinliğine hakim değildir: "Acımasız, zalim ve dar kafalı bir toplama kampı kumandanı değildi. Hayır. Kendi kendini yargılamaya alışık bir adamdı. Bütün yaptıklarının dökümünü vermeyi seven bir adamdı."56 Her şeyi kendisi doğrulamayı o kadar severdi ki günlerden bir gün gaz odasına girmiştir. Dediğine göre orada nasıl ölündüğünü öğrenmek istemektedir çünkü kurbanlarını acı çektirme düşüncesi onu kaygıya düşürmüştür. Orada bir mu­ cize gerçekleşir, izlediği insanların kendilerini kasmadıkları 55 Höss, 55 yargıcı Conrad Morgen tarafından suistimalle suçlanmıştır ama bu olayın üstü hemen örtülmüştür. Bkz. Hermann Langbein, Auschwitz'de Er­ kekler ve Kadınlar, Fayard, Paris, 1971, s. 391. 56 Adolf Eichmann'ın tanıklığı, Leon Poliakov'un Auschwitz adlı eserinde, Jul­ liard, kolleksiyon, arşiv, Paris, 1964, s. 186.

161

lçimizdeki Karanlık Yan

vücutlarına ve yüzlerine bakarken, birden bire içinde büyük bir rahatlık duyar. Sonderkommandoların tanıklığı ile gazla ölen insanların vücutlarının ve yüzlerinin ne kadar ölümcül yaralar aldığını, şiştiğini, bozulduğunu ve bilhassa bu pislik, bozulma ve yok olma cehenneminin ne acayip dayanılamaz kokular çıkardığını insan bildiği zaman, Höss'ün nasıl olup da bu kadar sapık bir inkar gücüyle kendi kendini ikna ettiği­ ne, çevresindekileri duymak, görmek, hissetmek istemediği­ ne şaşırıyor. O anda Höss'ün duyduğu bu keyif, Nazi evreni­ nin özellikle belirten kaba durumdaki ölüm içgüdüsünün bu gerçeğinin korkunç bir şekilde dile gelmesidir. Hitler'in intiharını öğrendiği zaman, karısıyla birlikte kendisi de intihar etmeyi düşünür ama tereddüt eder, çünkü çocukları vardır. Sonradan bu kararından pişman olacakhr: "Ölmeliydik aslında. Ölüm bizi birçok acıdan kurtaracakh, bilhassa karımı ve çocuklarımı. Onları nelerin beklediğini hala bilmiyorum. Ama yıkılmaz bağların bizi bağladığı dün­ ya ile birlikte biz de aslında yok olmalıydık."57 Höss, 16 Nisan 1947'de Auschwitz fırınlarının önünde asılmıştır. Kötülüğün sıradanlığı içerisine gömülmüş, inanılmaz bir aptallık tarafından ele geçirilmiş, aldatıcı bir tanrının kökten reddedilmesiyle kendine takıntılar edinmiş, kendisine tapı­ nılan bir Führer'in komik ve tutarsız hayatının boşluğuyla özdeşleşmiş olan Höss, ne Sade ne Gilles de Rais idi. Ama Javert kılığına girmiş bir T... ve H . . . karışımıydı. Devlet suç­ lusu, berbat kariyeri Almanya' da trajik birtakım durumlarda bir biyokrasinin58 ortaya çıkmasının temelindeki bir iktidar 57 Rudolph Höss, Auschwitz Kumandam Konuşuyor, age, s. 211. 58 Biyokrasi konusundaki en iyi çalışma, Paul Weindling'nin Irkın Hijyeni'den sonra Benoit Massin'inkidir, Bilim İnsanı, Irk ve Politika Alman İnsan Bilim­ lerinin Irk Bilimine Dönüşümü (1890 1914) Bilimsel Bir Disiplinin Politik Ta­ rihi ve Nazi Irkçılığının Kaynaklarının İncelenmesine Katkı, Jean-Pierre. / ..

162

Auschwitz İtirafları

tarafından desteklendi. Bunun ideali tersine dönüşmüştü ve insanların diğer başka insanlar tarafından tutarlı bir şekilde seçilmelerinin ilkesine artık ait olmayacak olan bir dünyadaki nefret burayı kurmuştu. Nazizmin kaynakları üzerine yüzler­ ce kitap yazılmıştır ve konuyu hiçbirinin tamamıyla işleme­ diğini gözlemek zorundayız. Çünkü fanatizm, mesiyanizm, patolojik içgüdüler, antisemitizm, idari fermanlar, arkaik tep­ kiler, bilimcilik, gizlicilik, kasıtçılık, işlevcilik vesaire arasın­ da gidiş gelişler çok büyüktür . Kötülüğün sıradanlığına sonuna kadar batmış, inanılmaz bır aptallığa ad anmış, aldatıcı bir Tanrı'nın kökten reddiyle takıntıdan takıntıya geçen, hayran olduğu bir Führer'in tutar­ sızlığı ve gülünç hayatının boşluğuyla kendini özdeşleştiren olan Höss ne Sade' dı ne Gilles de Rais ama o, Javert kılığına girmiş bir Thenardier ve Homais karışımıydı. Acınacak devlet adamı kariyeri Almanya' daki bu trajik şartlarda biyokrasinin iktidara gelişine temellendirilmiş idealinin tersine dönüştü­ ğü, insanların başka insanlar tarafından sert bir seçimine da­ yanmayan bir dünyadan nefreti desteklemesiyle onun lehine işledi. Nazizmin kaynaklan üzerine yüzlerce kitap yazılmıştır. Yine de konuyu tamamıyla tüketmediklerini gözlemlemek zorundayız, fanatiklik, mesihçilik, patolojik dürtüler, anti­ semitizm, idari buyruklar, arkaik tepkiler, bilimcilik, gizli inançlar, niyetçilik, işlevcilik vs . . . öylesine iç içe girmiştir. Kötülüğün sıradanlığı kavramına dayanarak bu gibi du­ rumların yaşandığı bir dönemde her önüne gelenin Nazi hatta soykırımcı olabileceği söylenmiş, bundan sonra da şu iddiaya .. ! . Peter tarafından L'EHESS' de yönetilen 2003 tarihli tez. Benoit Massin,

"lrkçı Antropoloji ve Nasyonal Sosyalizm: Irk Paradigmasırun lyi ve Kötü Yanlan" Jossien Olff Nathan'ın yönettiği Üçüncü Reich döneminde Bilim, Le Seuil, 1993.

163

lçimizdeki Karanlık Yan

gelinmiştir: Sıradan insanları koşullandırmak, eğitmek, bi­ çimlendirmek, onları kana susamış cellatlara, en ufak bir duy­ gu hissetmeksizin benzerlerini yok etme gücü taşıyan canile­ re dönüştürmek mürnkündür.59 Bütün bunlar doğru değildir. Bu tür akıl yürütmeler Lorenz ya da Stanley Milgram'ın çok tartışılır çalışmalarından türeyen koşullandırma teorisinin kusursuz geçerliliğini varsayar.60 Aslında, Avrupa Yahudileri'nin soykırımına katkıda bu­ lunan çok sayıda bürokrat, muhbir, demiryolları ya da dev­ let memuru, asker, subay, hukukçu bilim insanı, her türden memur61 vs olduysa da, bu konumda bulunan herkesin de o sistemin sarmalına yerleşen bir Rudolph Höss olması gerek­ miyordu. Ayrıca Son Çözüm'ün üst düzeydeki temsilcileri bunu öyle iyi biliyorlardı ki SS'leri hep özel kişiler arasından seçiyorlardı. Kurt Gerstein'ın hikayesi bu koşullandırma tezinin ye­ tersizliklerini ortaya koyar. Koyu bir dindar olan bu maden mühendisi, Nasyonal Sosyalizme karşı geldikten bir süre son­ ra SS Waffenlarına katılmış, soykırım uygulanan kamplarda ziklon B gazı tedariğinden sorumlu kılınmıştır. Gazla öldür­ me sahnelerinden dehşete düşerek, ikili oynamaya başlamış, sorumluluğunu üstlendiği ürünleri sabote etmiş, kurbanların daha insani şartlarda ölmesini sağlamıştır. En önemlisi de Nazi suçluluğunun en önemli özelliği olan izleri de ortadan 59 Bu en çok da Daniel Jonah Goldhagen'in tezidir. Hitler'in Gönüllü Cellatlan, Paris, Seuil, 1997. Bu kitabın eleştirisi için Philippe Burin'in muhteşem maka­ lesine bakılabilir. "Kökten Kötülüğün Kaynaklarında: Yahudi Soykınmırun Tarbşmaları" Diplomatik Dünya. Haziran 1997. 60 Stanley Milgram'ın: Bu Amerikalı psikolog "Otoriteye boyun eğme" adı ve­ rilen bir deneyi keşfetmiştir; buna göre bir özne koşullandırma sonucu vic­ danına ters düşen bir öldürme emrini gerçekleştirebilecek bir konuma getiri­ lir. Bkz. Otoriteye Boyun Eğme, Paris, Calmann-Levy, 1974. 61 Raul Hilberg, Cellatlar, Kurbanlar, Tanıklar. Yahudi Felaketi (1933-1945) 1992, Paris, Gallimard, 1994.

164

Auschwitz İtirafları

kaldırma düşüncesine hiç sıcak bakmamış, müttefikleri ken­ disinin de katıldığı Son Çözüm sürecinde (beyhude yere) bil­ gilendirmeye çalışmıştır. İkili oynamayı kendine karşı da sürdürerek çift taraflı bir ajan olan Gerstein, kendisini Nazi suçlusu olarak gören Fransız otoritelere teslim olmuş, hücresinde gaz odaları ko­ nusunda tarihsel ilk tanıklık bilgilerini veren metinler kaleme almıştır. Katillerle Suç Ortaklığı'nda bulunduğu için yargılanan, Tann ve insanlar tarafından terk edildiğine inandığı için Cherche-Midi Hapishanesi'nde 1945 Temmuzu'nda hücre­ sinde kendini asarak canına kıymıştır. Biyografisini kaleme alan Saul Friedlander tarafından göklere çıkarılan, ölümün­ den sonra kendisini başkaldıran ama güçsüz, iyilikle kötülük arasında tereddüt eden, çelişkili ve mistik bir kahraman ola­ rak inceleyen bir romancı ve bir sinemacı tarafından hayatı iş­ lenen bu kişiye günümüzde adalet peşinde koşan biri olarak bakılmaktadır.62

Kendi ölümü pahasına, sapıklığını ihbar ettiği bir sisteme bir yandan bağlı kalırken, öte yandan o alçakça düzene bo­ yun eğmeyi reddetmiş ve sanki Yasanın tersine çevrilmesine hizmet etmiş bir tarafta yer aldığı için kendini cezalandırmış­ tır. Oysa Höss, katliam gösterileri karşısında Beyler ırkının Tanrısallığına inandığı için bunun zorunluluğuna inanmıştı. Başka türlü söyleyecek olursak, kendisine verilen emirlerin sıradan bir yerine getiricisi olmak şöyle dursun, bu alçakça emirleri önceden benimseyen biriydi. Soylu olmayan bir işle uğraştığından sürekli şikayet ederdi gerçi ama bu da böyle-

62 Saul Friedliinder, Kurt Gerstein ya da İyiliğin Çelişkisi, Paris, Casterman, 1967. Rolf Hochhut, Papaz, Paris, Le Seuil, 1953. Film olarak Costa Gavras'ın yönetmenliğinde, Amen, 2002. 165

içimizdeki Karanlık Yan ce şikayet ederek bu işi yapmaktan daha da derin bir keyif almayı ummasından kaynaklanıyordu. Üstelik -sapıklığın en üst düzeyine ulaşıyoruz burada- kıyım uygulayan birine dönüşmek için, bu kişinin aynı zamanda bu kıyımın berbat olduğunu söyleme gereksinmesini duyan bir ahkakçıya bir muhbire dönüşme zorunluluğunu hissetmesidir. Höss'ün sapıklığı bu açıdan görünür bir sapıklığın yokluğundan ve içindeki iyiliğe eğiliminden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan Eichmann'ın tam bir mürididir: boş, düz, dar kafalı, tutarsız, normal. Farklı bir tarzda Höss kadar sapık olan Joseph Mengele, Alman kurumlarının bilim anlayışının saf bir ürünüdür. Ka­ tolik bir sanayici aileden gelen ve çocukluğundan başlayarak anormallikler tarafından büyülenen Mengele, eğer koşullar farklı olsaydı, Nazizmin onu dönüştürdüğü soykınmcıdan başka bir özelliğe sahip olabilirdi: Bir çocuk tacizcisi, bir suç­ lu, dikizci, teşhirci, suçluların cinselliklerini inceleyen bir uzman, gereksiz deneyimlere atılan biri, sahtekar, şarlatan, uyuşturucu taciri gibi. 1935'de Hitler'in iktidara gelişinin ikinci yılında, Münih antropoloji kurumunda "Dört ırk grubunda çenenin arka kıs­ mının ırk açısından morfolojik değerlendirmesi" konusunda

bir doktora savundu. Sonrasında parlak bir tıp kariyerine başlayarak, gitgide Nazi Biyokrasi anlayışına yaklaşan Al­ man antropoloji ve jenetisyen cemaatinin elit katmanına epey uyum sağladı. Irk sağlığına kendini verip, 1939' daki tıp tezini "Dudak çene yarığı -tavşan gagası-" açısından ailelerin ince­ lenmesine adadı, sonrasında da SS Waffen'lara katıldı. Mayıs 1943'ten başlayarak Birkenau' da Deutsche Forsc­ hungsgemeinschaft' a63 bağlı bir araştırmacı olarak, kalıtıma 63 Alman Araştırma Topluluğu. 166

Auschwitz İtirafları

dayalı hastalıklar, ikizler, tüberküloz, tifo, özel protidler, göz rengi, kangren yapan nomatitler üzerine çalıştı.64 Güçlü tedavilere ve araştırmalarının geçerli olduğunu ka­ nıtlamaya kafayı taktığı için, teşhislerine tutkuyla bağlıydı; Tifo hastala rının tamamını hiç düşünmeden gaz odalarına yollayarak düzeltmeye çalışıyordu. "Yahudi yakmaca" oyun­ larının oynandığı çingene kamplarında çocuk bahçeleri ku­ rup, kampa gelir gelmez küçük yaştakilerden kendisini seç­ meler yapmaya başladı. Diğer mahkumlara verilenden daha fazla gıdayla bu çocukları besleyip, sabahları beyaz önlüğünü giyerek onları ziyaret ediyordu. Şeker verip arabasıyla onla­ rı gezintiye çıkarıyordu. Bu şekilde onları baştan çıkardık­ tan sonra gözlerine renklerini değişterecek birtakım ürünler aşılayarak, pervasızca araştırmalarını sürdürüyordu. Diş ve çene bozuklukları olduğu kadar, gözlerdeki pigman anoma­ lileri de onun ilgisini çekiyordu. Bazen iki ikizin damarlarını biribirlerine bağlayarak Siyam ikizleri gibi, yapışık ikiz bir tür ortaya çıkarmaya çabalıyordu. Çocuklar bu korkunç koşullarda, yavaş yavaş enfeksiyon sonucu öldükleri zaman, kendisini bu kadar büyüleyen ikili­ ğin biyolojik mekanizmasının nedenlerini bulmak için, ölü­ lerin yakıldığı fırınların içine yerleştirdiği bir anamopatoloji laboratuvarında, cesetleri incelemeye alıyordu. Bir gün an­ nesinin doğum yaptığı için kayırılmasını isteyen bir çocuğa kızarak, tuttuğu gibi onu ateşe fırlattı. Bir başka gün altmış ergen ikiz çiftin birden öldürülmelerine neden oldu. Bunun dışında Mengele'nin cücelere karşı da gerçek bir tutkusu vardı. Uygun olanları aileler arasından özellikle ken­ disi seçiyor, onları makyaj yapmaya, gülünç kıyafetler giy64 Kötü besleruneye dayalı bu hastalık diş ve çene kemiklerini ortaya çıkartır, yanak hücreleri bozulur.

167

lçimizdeki Karanlık Yan meye zorluyor, dudaklarında sigarayla bir operet kralı gibi aralarında dolaşıyor, saatler boyunca onları gözlemlemekten keyif alıyordu. Gece, bu kadar soytarılık suyunda yıkandıktan sonra, yakılacak olanları fırına götürüyordu. Çalışmalarının sonuçlarını düzenli olarak Kayser Wilhelm-Geselleschaft' a65 yolluyor, bu raporların burada büyük bir titizlikle incelenme­ sini sağlıyordu. Yakışıklıydı, havalıydı, kokular sürünerek, Tosca opera­ sından parçalar söyleyerek, beyaz eldivenleriyle, deri çizme­ lerine kırbacını vura vura Birkau rampalarında hava atarak geziniyor, insanlardan bazılarını seçiyordu. Beethoven'in senfonilerini taparcasına dinliyor, köpeklere hayranlık du­ yuyor, elmalı pastasını yerken herkese kibarca hitap ediyor, hiçbir rahatsızlık verici özelliği yokmuş gibi küstahlıklık ve duygusuzluk sergiliyor, fanatik bir biçimde bilime bağlı ol­ duğunu, akıllı oldukları için Alman ırkını aşağılayan Yahu­ dilerden nefret edişini her fırsatta dile getiriyor, onların yok edilmeleri gerektiğini savunuyordu. Özel bir titizlikle günlük hayatın en küçük olaylarını -lava­ boların hkanması, elektrik kesintileri, aspiratör tamirleri- bile kaydediyordu. Aynı şekilde, bir yığın insanı fırınlara yollar­ ken, günlük tutuyor, oraya, bir anatomopatoloji kütüğü gibi, baş ağrılarından baş dönmelerinden tutun da çiş bozukluk­ larından amel olmasına, romatizmalarına kadar başına gelen küçük felaketleri kayda geçiriyordu.66 Auschwitz' den kaçtıktan sonra Güney Amerika'ya sığına­ rak yakalanmaktan kurtuldu, Yahudilerin insan düşmanı ol­ duğuna hala inanıyordu. 1979' da Brezilya' da bir plajda kalp 65 Alman araşhrma kurumu. 66 Bkz. Emst Klee, Nazi Tıbbı ve Kurbanları, (Frankfurt 1997) Arles Solin Actes­ sud, 1999. Hermann Langbein, Auschwitz'de Erkekler ve Kadınlar, age, kol­ lektif eser: Nazizm, Bilim ve Tıp, Paris, Glyphe, 2007.

168

Auschwitz İtirafları

krizi sonucunda öldü, kendi adıyla değil de başka bir adla gömüldü. Ama o kadar saptırmaya çalıştığı bilim, "Ölüm Meleği" takma adını alan Mengele'yi ölümünden sonra buldu: 1992' de mezarından çıkarılan cesedi genetik testler sonucu onun cese­ di olarak teşhis edildi. Nazizm, bir devletin, aydınlanma ideallerinin ters yönün­ de giderek nasıl olup da sapıttığını, kökten kötülüğe batarak, bilimi araç olarak kullanıp, nasıl insanlığı yok edebileceğini göstermiştir. Bu yüzden de Batı uygarlığının sürekli olarak karşı gelerek savaştığı evcilleştirmeye çalıştığı tutkular, içgü­ düler ve bedenlerin bastırılmış yeraltına atılmış içgüdülerin bir gerçekliğini, yeniden ortaya çıkarmıştır. Sapık olarak gör­ düğü halkı, bunların arasında en sapık olarak bildiği Yahudi­ leri yok etmeyi hedefleyen sapık bir sistemdir. Bu açıdan, temsilcileri olan -Führer'in- Kershaw'ın altını çizerek belirttiği gibi, "sadece boş ve tutarsızın teki"ydi, tek "afrodizyak"ı Almanya, yakınları ve yığınlar üzerine ikti­ dar uygulamaktı, (führerprinzip) böylece hayatının ilk yarı­ sının acı hayal kırıklıklarını telafi edebiliyordu. [ ... ] İnadı, sertliği, geri adım atmaması tüm engelleri yenmesini sağ­ lıyor, küstah beceriksizliği ve gözüpeklikliğiyle en önemli durumlara atılıyordu: Bu etmenlerden her biri onun iktida­ rını biçimlendirmeye katkıda bulundu. Bütün bu karakter özellikleri Hitler'in iç dürtülerinin temelindeki bastırıcı bir potada eriyordu: Manyaklık derecesinde bencillik.[ ... ] bu sınır tanımayan manyaklık gitgide ilerleyip Hitler rejimini içerden çökerten kaçınılmaz kendini yok etme tohumlarını taşıyordu; kendi intihar eğilimleriyle bu durum tam olarak uyuşuyordu."67 67 lan Kershaw, Hitler, l. cilt, s. 31-32. 169

lçimizdeki Knranlık Yan

Gerçi mistikler, vücudu yok edip Tanrı'ya sunarak, özgür­ leştirici bir köleliğin fantezisini yaşamışlar, Sade ve hovarda­ lar da vücudu Tanrı'ya karşı, tek keyif yeri olarak almayı öne sürmüşler ve son olarak da seksologlar, bir "sapıklık katalo­ ğu" icat ederek, zevklerini ve atılımlarını evcilleştirrnişlerdi ama Naziler sapıklık türlerini bir devlet terörizmine dönüş­ türecek sonuca kadar götürmeyi başardılar. Kısacası bilimi kendisinden keyif alınacak bir kötülük uygulaması aracı hali­ ne getirdiler, böylece yasal olanla olmayan, yüce olanla alçak olanın temsilinden ayrı kalan bir alanda, insan topluluklarını -yani insan türünü- sapık bir halk olarak görmeyi başardılar. Bu insanlık, sayılabilir, nesnelere dönüştürülmüş atıklardan ibaretti: Et, bağ, kaslar, kemikler, eller, deri, dişler, gözler, or­ ganlar, tüyler, saçlar. O zaman Adomo'nun -haksız yere- "Auschwitz' den son­ ra düşünmek" mümkün müdür diye sormasını anlayabiliriz; akıl ile lanetli yan arasındaki uzlaşmaya olan inanç bir kere daha sarsılıyordu bir yerde.

170

5

SAPIK TOPLUM

Nazizme karşı kazanılan zafer, komünistlerin ve demokrat­ ların birleşmesiyle mümkün olmuştu. İkisi de bir özgürlük, ilerleme, aydınlanmacılardan gelen bir aşma ideali taşıyor­ lardı. Ama yine de galip gelenler, insan ve insanın özlemleri konusunda aynı kavrayışa sahip değillerdi. Komünist mo­ delin zafer kazandığı toplumlarda, 1930'lu yıllardan başla­ yarak suçu, kötülükten haz almayı ve her türlü özgürlükten yoksun kalmayı besleyen, beslemeyi sürdüren büyük sos­ yalist ütopyanın bir tür dönüm noktasına v arılmış olduğu için, ilericiler açısından şöyle bir sorun ortaya çıkıyordu; bilhassa kadınların, etnik azınlıkların, sömürgeleştirilenle­ rin köleleştirilmesi aracılığıyla bütün bu gidiş gelişler öte­ sinde devrim zihniyeti sürdürülebilir miydi, sürdürülemez miydi? Bu sorunun sorulmasının bir önemi de bireycilik, özgür rekabet ve merkantilizme dayalı demokratik sistemin açık bir şekilde üstünlüğüne rağmen, kendi ilkelerine ters birtakım sapmalara, çoğu zaman yasanın tersine döndürül­ mesiyle götürmekten pek de o kadar muaf olmamasıydı. Bu demokrasilerde cadı avı yapılıyordu, emperyalist birtakım fetihler ortaya çıkıyordu, insan davranışlarını normalleştir­ mek gibi birtakım gülünç iddialar vardı, kültür aşağılanı171

!çimizdeki Karanlık Yan yordu, bir iyilik ideali doğrultusunda baskılar yapılıyordu, püritanizm ve pornografi ortaya çıkıyordu vs. Bu iki insan anlayışı arasındaki çatışma, bilindiği gibi Berlin duvarının düşüşünden sonra, dünyanın olduğu gibi kabul edilmesi­ ne dayanan ve tarihin bitmiş olduğunu akıldışı bir şekilde müjdelediğini söyleyen, toplumu mühendislik uygulaması gibi gören ve dolayısıyla bütün insan davranışlarını bu tür bir değerlendirme1 içerisinde ele alacağını düşünen liberal demokratik modelin zaferiyle sona ermiştir: bu, bir yerde yeni bir biyoiktidardır, insan ufkundan �oğunlukların ya­ rarına- sadece Ulus-devletleri değil, insan ve hayvan arasın­ daki sınırların da yok edileceği varsayılıyordu, hatta insan dünyasının içerisinde her türlü çatışma, karşı gelmeye öz­ lem, kendi kendini yok etme arzusu ve kendimizin içindeki karanlık yanın ortaya çıktığı bütün aşırılıklar bir yerde -ço­ ğunlukların yararına-2 ortadan kalkacaktı: ne bir sapıklığa, ne bir yüceltmeye3 yer verilecekti artık. Bugün dünyada küreselleşmiş, adlarına postmodem de­ nilen demokratik toplumların yeni ütopyası şu olmuştur: sa­ pıklıkla işi bitirmek. Kötülük, çatışma, kader, ölçüsüzlük sili­ necek, bunların yerini organik hayatın sakin sakin işlenmesi ideali alacaktır. Ama böyle bir proje, toplumun içerisinde yeni birtakım sapıklıklar, yeni sapık söylemlerin ortaya çık­ ması riskini taşımıyor mudur? Kısacası toplumun, kendisini sapık bir topluma dönüştürme riski yok mudur? 1 Jean-Claude Milner, Şeylerin Politikası, Paris, Navarin, 2005. 2 Bu terim küreselleşmiş kapitalizmin dönüşümlerini tarumlamak ve ona karşı gelmek için değişik anlamlarda da kullarulmıştır 3 Bemard Stiegler, yeni sanayi toplumunu belirleyen bu duruma, yüceltmenin yok olması adını veriyor. Bkz. lnançsızlık ve Gözden Düşürme, Paris, Galileo, 2006. Öte yandan Jean Baudrillard, kendi açısından, gerçeğin tamamıyla he­ saplanmasına bağlı acımasız bir suadanlığın ortaya çıkışından söz etmekte­ dir. Bkz. Uyanıklıkla AnlaŞma ya da Kötülüğün AnlaŞılması, Paris, Galileo, 2004. 172

Sapık Toplum

Auschwitz'in ertesinde insana özgü olanı tanımlayacak terimlerin tamamı ciddi bir şekilde sorgulanmaya başladı. Madem ki insan, bilimin ve tekniğin ilerlemeleri sayesinde insanlık tarihinde o zamana kadar hiç görülmeyen bir insanı yok etme tarzı icat edebilmişti, canlı dünyanın bağrında onun yerinin ne olacağını sormak acildi. Gitgide gelişen etoloji bilimi, insan ve hayvan davranışla­ rının karşılaştırmalı incelenmesine yöneldikçe, Descartes'tan gelen vücut ve ruhun birbirinden ayrı olduğu teorisi yetersiz kalıyor, o zaman kötülüğün kaynağı sorunu, Darwin devri­ minden sonra olduğu gibi yeniden gündeme geliyordu. En alçak insan, öbür insanların celladı olan insan bile,4 insanlık dışı ya da hayvani olarak görülebilir, bilhassa ken­ disine benzer kişilerle olan ilişkilerinde kendisindeki derin hayvanlıktan ileri gelen bir zulmü kullanıyorduysa eğer, o zaman insanların hayvanlar karşısındaki tutumu hakkında ne düşünmeliydi? "Batılı toplumlarda" diye yazmaktadır Catherine Clement, "insanların ve insan olmayanların yerli toplumlarda paylaştığı hayatın düzeyinde değiliz daha. Biz de bir evcil hayvanı, bizim başımıza bela olduğu için terk ede­ biliriz ya da ona bir kıyafet giydirip, saçlarını �arayıp, güneş gözlükleri takabiliriz [ . ] . Güya onlara acı çektirmeme ama­ cımızmış gibi havalar atıp, hayvanların öldüresiye canını ya­ karız; hatta onların yanına bile gitmeyiz; onlara hayvan mu­ amelesi yaparız"5 . .

4 Kudüs mahkemesi sırasında Gideon Hausner, Adolf Eichmann'ı hayvanlık düzeyine inmiş "insan olmayan" birisi olarak belirlerken yanılmıştır. Çünkü sadece insanlar böyle suçları gerçekleştirebilirler. Bkz. Rony Brauman, Eyol Sivan, Bir Uzmaıı, Fransız belgesel, 1 999. Bertolt Brecht, faşizmi ve Nazizmi belirlemek için "lmmonde", "pislik" sıfatını eklemiştir. Yuhanna lncili'ndeki iki hayvana gönderme yapıyordu bu şekilde. Bir tanesi şehit olan kuzu, öbürü de şeytani ejderhaydı. 5 Catherine Clement, Bir llk Halk Nedir?, Paris, Panama, 2006, s. 111.

173

içimizdeki Karanlık Yan Hayvanlara işkence çektirme hakkımız var mıdır? Ya da insanlarla yapıldığı gibi onları da fetiş haline getirebilir miyiz?6 Hayvanları, sanayileşmiş mezbahaların, dehşetine bırakarak ölüme yollamaya hakkımız var mıdır? Hayvanları laboratuvarlara kapatıp onlar üzerinde, acı çekmelerine aldır­ madan, bazen tamamı)�.a gereksiz birtakım deneyler yapma hakkımız var mıdır? Hayvanları insanların cinsel sapıklık­ larını doyurmak için eğitme hakkımız var mıdır? Uygarlaş­ mış bir insanlığın, hayvanları insanları öldürmek ve işkence çektirmek için araç haline getirmesi çok alçakça bir şey değil midir? İnsanla hayvan arasındaki fark nedir? Maymun ile in­ san arasında ortak olan şey nedir? Hayvan ile insan arasında hangisi daha öldürücü, hangisi en zalim olandır? Hayvan sa­ pık mıdır? Biz maymunlardan gelen varlıklar olarak tekrar maymuna dönüşmeye mahkum muyuz? Davranış ve tanıma (bilişsel) bilimleri, insan olan ve olmayan primatlar arasında bir süreklilik görüyorlar ve insan olmayanlara sadece zihni duygular ve heyecanlar değil, aynı zamanda karşı gelinebilir ve biraz da tesadüfi bir şekilde sembolik bir organizasyon ve aynı zamanda bir dil atfetmiyorlar mı?7 Son olarak ortada şöyle bir sorunun olduğunu söyleyebi­ liriz: mademki Avrupa'ya büyük maymunların gelişi insan haklarının geliştirilmesi ile aynı zamanda olmuştur, o za6 Şunu habrlatalım: Nürnberg Mahkemesi'nin, raporunun üçüncü maddesinde her türlü tedavi ya da deneysel yaklaşımın daha önce hayvanlar üzerine bir denemeden sonra gelmesi gerektiğinin alh çizilmiştir. Nazi deneyleri karşı­ sında dehşete düşen bu raporun yazarları, insanların diğer insanlara yaphk­ ları işkencelerin aynılarını hayvanlara da yapabileceklerini unutmuş gibiydi­ ler. 7 Eski Yunandan günümüze felsefenin hayvanlık sorunu üzerine bakışıyla ilgi­ li olarak d'Elisabeth de Fontenay'ın hayranlık uyandıracak kitabına bakmak gerekir, Hayvanların Sessizliği, Paris, Fayard, Düşünce Tarihi Koleksiyonu, 1998. Bkz. Pascal Pick, Yves Coppens, lnsanlığrn Kaynaklarına Giriş, 2. cilt, lnsa­ na Ôzgii Olan, Paris, Fayard, 2001.

174

Sapık Toplum

man -Darwin devriminden 150 ve 20. yüzyılda kitlelerin öl­ dürülmesinden 60 yıl sonra- insanların çılgınlığı yüzünden yok olma tehdidi altında olan primatlar içinde bu hakları sa­ vunmak bundan böyle yasal mıdır? Ünlü bir metninde Levi­ Strauss şöyle diyordu: "Önce insanı doğadan ayırmakla işe başlanmıştır ve onu egemen bir iktidar oluşturucusu olarak görmüşüzdür; ondan sonra onun her şeyden önce canlı bir ya­ ratık olduğunu, yani en reddedilmeyecek özelliğini yok edile­ bilir zannetmişizdir. Ayrıca bu ortak özelliğe kör kalarak her türlü suiistimale açık bir alan bırakılmıştır. Tarihi boyunca, Batılı insan hiçbir zaman son 400 yılında olduğu kadar insan­ lığı hayvanlıktan radikal olarak ayırmanın küstahlığını anla­ mamış, bir tanesinde olmadığını söylediğini öbürüne vererek lanetli bir kısır döngü açmıştır. Ve insanla hayvan arasındaki sınır da sürekli olarak sonraya bırakılmış, insanları başka in­ sanlardan ayırmaya hizmet etmekten başka bir şey yapma­ mıştır, gitgide daha da kısıtlanan azınlıkların yararına da bir insancılık, hümanizma ayrıcalığı, Batılı insan tarafından hak olarak aranmıştır. Oysa ilkesini ve kavramını her şeyden önce kendine insanın duyduğu sevgiden aldığı için, bu hümanizm doğar doğmaz, zaten aynı zamanda bozulmuştur."8 İnsanlar ile hayvanlar arasındaki ilişkiler, insan topluluk­ larınm kaynağının temelindeki mitolojilerin bağrındadırlar. Böyleyse eğer, hayvanlık sözcüğünün yüzyıllar boyunca sa­ dece insan acımasızlığı anlamma değil -bir hayvan olmak ya da bir hayvansı varlık olmak- ama aynı zamanda yüzyıllar boyunca insanla hayvan arasındaki cinsel ilişkinin tüketilme­ si anlamına geldiğini de bilmemiz gerekir. Bu açıdan türler arasındaki sınırın cinsel açıdan aşılması ya da "cinsel birlikte­ lik", diğer başka efsane anlatılarıyla, Minotor'un, tanrı Pan'ın, 8

C. Levi-Strauss, Yapısal Antropoloji 2, Paris, Plon, 1 963, s. 53.

175

içimizdeki Karanlık Yan Zeus'un, Leda'nın, erkekliklerini çoğaltmak için timsahlarla cinsel ilişkide bulunan Mısırlıların, ya da ilkel halklardaki totemlerle cinsel ilişkide bulunmaların anlatılarıyla karıştırıl­ mamalıdır. Hayvanlarla cinsel beraberlikte, ortaya çıkan bütün hayal­ lere rağmen, hayvanlar değil, insanlar böyle bir cinsel ilişkiyi sürdürmektedirler, çünkü sadece onlar kendilerini çeken bir nesneyi seçme ayrıcalığına sahiptirler. Bu yüzden, bir bayram havasıyla, öldürücü, bir tören havasıyla gerçekleştirilen insa­ na özgü hayvanlık eylemi, değişik derecelerde bir zorlama­ dan, yani hayvan vücudunun sapık bir kullanımından ileri gelmektedir. Burada söz konusu olan, hayvana acı çektirir­ ken, insanın başka insanlara ya da kendi kendisine verdiği acılardan da haz almasıdır. Bu açıdan zaten iki anlama çeki­ lecek olan zorla eğitim, çıraklıktan farklı bir şeydir -hayvanın sözgelişi evcilleştirilmesini ya da insanlar arasında yaşayabi­ lecek bir şekilde, eğer gerekirse ona yardım edilmesini amaç­ lar çıraklık-.9 İnsanlarla cinsel ilişkide bulunmaları amacıyla gıda veya görsel koşullandırmalar kullanarak özellikle eğitilmiş erkek hayvanlara

"androzoon"

adı verilmiştir. Gerek bilimsel, gerek

pornografik edebiyat bununla, hayvanların insanlarla cinsel birliktelikleriyle ilgili mümkün bütün hallerini içeren dehşet verici anlatılarla doludur. Gladyatörlerin kendi yok oluşları­ na katkıda bulunmak zorunda oldukları gibi, Hıristiyanların sadece yığınların sapıklığına sunulan bir yiyecek olarak aç aslanlara atıldıkları gibi, aynı şekilde insanlarla cinsel ilişkide bulunmak için eğitilen hayvanlar, bir zamanlar sirk gösterile­ rinin ayrıcalıklı aktörleri olmuştur. 6. yüzyılda İstanbul are­ nalarında imparatoriçe Theodora, bir ayı oynatıcısının kızı, 9

Fransa' da 35 milyon evcil hayvan bulunmaktadır.

176

Sapık Toplum

fahişelerin, kocalarını aldatan kadınların şiddetli ve sefih bir koruyucusuydu. Aynı zamanda da Hıristiyanlık içinde geli­ şen monofizik doktrini benimsemişti. önünde diz çöken ve kendinden geçen yığınların karşısında bedenini teşhir ederek bacaklarını açıyor ve o sırada özel olarak eğitilmiş kazlar kı­ zın bacak arasındaki tohumları yemeye çalışıyorlardı. Eğer hayvanlar, tıpkı köleler veya gladyatörler gibi kral­ ların veya imparatorların cinsel iştahlarını doyurmaya hiz­ met ediyorlarsa, aynı zamanda işkence edebilmek için de kullanabilirlerdi. Bu açıdan ayılar, keçiler, köpekler, boğalar veya zebralar öldürmeye veya tecavüz etmeye koşullandırı­ lıp birtakım ölüm mahkumları veya sıradan mahkumlar için kullanılmışlardır.10 Ama başka dönemlerde genelevlerde ya da bazı özel salonlarda farklı cinsel amaçlar için de hayvan­ lar kullanılmıştır: "bir kuşun jçerisine cinsellik yoluyla giren bir insan, orgazm olacağını hisseder ve hayvanın boynunu o anda koparır, boğazlar ya da kırar, hayvanın kasları o zaman büzülür ve insanın aldığı zevk çoğailr" .ıı Daha küçük hayvanlar ise -fareler, böcekler, küçük yı­ lanlar- her dönemde, bazen ölmeleri bazen de kendilerinin de işkenceye maruz kalmaları pahasına insanların insanlara yönelik icat ettiği korkunç işkencelerin aracısı olmuşlardır. Frtud'un hastalarından biri olan, fare takıntılı Emst Lanzer'in vücudunun içine bir kemiricinin girmesiyle oluşturduğu ünlü pratiği herkes bilir. 1907'de bir askeri uygulama sırasın­ da bu kişi, zalim onbaşı Nemeczek'i dinlerken şöyle bir şey duymuştu; vücutla ilgili cezaları benimseyen bu onbaşı ona, 10 Hayvan derilerine bürünen Neron, işkence çektirilen ve direklere bağlanan kişilerin cinsel yerlerine doğru atılıyordu, Tiberyus' a gelince suyun albndan, onun hayalanru emmeye zorlanan genç çocuklara "Golyan Balığı" adını ve­ riyordu. Bkz. R. Masters, E. Lea, Perııer Crimes in History, New York, 1963. 11 Fantazmlar, Sapıklıklar ve Diğer Pratiklikler Sözlüğü, age, s. 417.

177

içimizdeki Karanlık Yan Doğuya özgü bir işkenceyi anlatmıştı. Bu işkencede mahpus yere diz çöktürülür, sırtını eğmesi istenir. Sonra da kalçaları­ na bir kayış aracılığıyla bir lazımlık bağlanır, bunun içerisin­ de de fare vardır. Aç bırakılan ve lazımlık içerisine sokulan kızgın demirden tahrik olan hayvan yanmaktan kaçmak için, mahpusun rektumunun içine girer ve böylece onda kanlı ya­ ralar oluşmasına yol açar. Yarım saat içerisinde işkence çekti­ rilen kişi ile birlikte hayvan da ölür.12 Tıpkı ters ilişkide bulunma ve mastürbasyon yapma gibi, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından bir suç ve din dışılık olarak görüldüğü için, hayvanlarla yaşanan cinsel ilişki de doğaya karşı bir suç, doğanın üretim düzeninin ihlali olarak ele alınmıştır. Sapık eğlenceler için ya da işkence amaçlı hay­ van eğitme ve buna benzer eski teşhir eylemlerinin hepsi ka­ nunen yasaklanmasına rağmen, bazı hayvanlarla cinsel ilişki­ de bulunan zavallı, saf köylüler yüzyıllar boyunca odunlarda yakılmaya mahkum edilmişlerdir. Şeytanla böyle bir ilişkinin canavarlar doğurduğuna ina­ nan hak.imler, hayvanı ölümle cezalandırıyorlar ve suç orta­ ğıyla birlikte onu da sapık olarak yargılıyorlardı. Sözgelişi,

1601 'de Claudine de Culam, Revere-Court papazının yanın­ da hizmetçidir, Rozay-en-Brielli bir köylü ailesinden gelmek­ tedir, 16 yaşındayken alevler arasında yakilmaya mahkUın edilmiştir, çünkü üstünde kızıl lekeler olan beyaz bir köpekle cinsel ilişkide bulunurken yakal anmıştır: şöyle demektedir 12 Sigrnund Freud, Obsesyonel Nl!VToz Durumu azerine lncelemeler, 1909, Bkz. Beş Psikanaliz, Paris, Puf, 1954, s. 199-261. Sinek banyosu adı verilen işkencede, mahpusun gözlerine bir bant çekilir, elleri ve ayaklan bağlanır, ondan sonra vücudunun bazı yerlerine bal sürülür, sözgelişi koltuk altlarına, anüse, du­ daklara, genital bölgelere ve burun deliklerine. Ve ardından aniden beliren bir bulut gibi o bedene sinekler üşüşürler ve iki saatten kısa bir zaman içe­ risinde işkence çeken kişi delirir ve ölür. Sinek yerine karıncalar ya da daha kötüsü anlar da kullarulabilir.

178

Sapık Toplum

papaz; "Claudine'i dinlenme yatağı üzerinde bir köpekle birlikte buldum, köpek onun içine girmekteydi ve baldırla­ rındaydı, kız beni görür görmez eteklerini indirerek köpeği kovdu, ama o anda köpek de onun eteklerini burnuyla kaldır­ makla meşgul olduğu için ben ona bir tekme attım, uluyarak ve topallayarak çıkh gitti." Genç kız, o zaman, tabii ki darbe­ lerle öldürülen köpeğini savunmaya çalıştı. Kendisinin masum olduğuna inanan annesinin talebi üzerine bu kız, uzmanlar tarafından hayvanın gözü önünde incelenmiş, mahkemenin yanındaki bir odada kendisine ba­ kılmışhr. Uzmanlar, "Köpeğin Claudine'in üzerine onu bir "dişi köpek olarak" ele geçirmek üzere fırladığını gözlemle­ mişlerdir. Aynı kaderin birleştirdiği bu iki suçlu -iki sevgili de diyebiliriz- yakılmadan önce boğulmuşlardır, sonra kül­ leri yok edilmiştir ki bu korkunç cinsel birleşmeden hiçbir iz kalmasın."13 Bu trajik hikayeyi okuduktan sonra kendi köpe­ ğine aşık olan zavallı Claudine'in hikayesiyle, Theodora'nın korkunç hikayesinin aynı olduğunu söylemeye kim cesaret edebilir? İkisi de hiç kuşkusuz hayvanlarla ilişkide bulunu­ yorlardı, ama Theodora öyle bir eğitim sistemi icat etmiştir ki, hayvanlar insanların haz alma ve egemen olma eylemleri­ nin araçlarına dönüşmüşlerdir. Bir yandan hayvan üzerinde egemen bir güç uygulanmaktayken, öte yandan bir kurban hayvanla aynı zamanda cellatların eline bırakılmaktadır. 19. yüzyılın seksologlan için insan sapıklığının en üst düzeyindeki üç önemli örnek eşcinsel, mastürbasyon yapan çocuk ve histerik kadındı. Ama bundan farklı olarak hayvan­ larla cinsel ilişkide bulunm aktan zevk alan kişi -arkadan ve hayvanlarla cinsel ilişkinin suç olmaktan çıkarılmasından 13 Maurice Lever, Sodom'un Odun Yığınları, age, s. 94-96.

179

içimizdeki Karanlık Yan

sonra her türlü cezadan14 muaf olmuşlardır- o dönemde artık toplumsal tehlike taşıyan bir gerçek sapık olarak görülmüyor­ du. Sadece sosyal ya da psişik bir aptallık türüne yakalanmış sıradan bir hasta olarak görülüyordu. Krafft-Ebing birbirinden ayrı üç tane zoofili türü ortaya koymaktaydı: hayvanlık (hayvanın kirletilmesi), zooerasti (insanla cinsel ilişkide yaşanan iktidarsızlık sonucu hayvan arama), erotik zoofili (hayvandan ileri gelen afrodizyak bir eylem tarafından ortaya çıkan bir fetişizm). O asla hayvanın sessiz acısına önem vermemiştir. Ve hayvan cinselliğinin ger­ çekliğini de ciddiye almamıştır. Bu şekilde Krafft-Ebing nasıl kilise mahkemelerindeki yargıçlardan ayrılıyorsa, çağdaş eto­ loglar da aynı şekilde ondan ayrılacaklardır. Ne olursa olsun, bilimsel bilginin bağrına yerleşmiş olan pozitivist tıp, hayvanı sapıklık içeren büyük kataloglara dahil etmekten artık vazgeçmiştir. Öyle ki örneğin, onu bir hasta olarak ele almamış ve Ortaçağda olduğu gibi bir insanla cin­ sel ilişkiye girdiği için suçlu olarak görüp, ona cezalar yazma­ ya kendini zorunlu hissetmemiştir. Seksolojinin iktidara gel­ mesiyle sadece insan cinselliğinin davranışları sapıklıkların sınıflandırılması (nozografi) içerisine girmiştir. Ve ondan iti­ baren, aşağı yukarı bir yüzyıl boyunca, bir yığın acayip isim, etkileyici bir şekilde ortaya çıkarılmış ve böylece bilimsel açıdan bu durumun korkunçluğunun, dehşetliliğinin mas­ kelenmesi sağlanmış ve türler arasındaki sınırın aşılmasıyla ilgili mümkün bütün pratikler bunun içine girmiştir: aviso­ domi (uçan kuşlarla ilgili), cynofili (köpeklerle), nekrobes­ tializm (ölü hayvanlarla), ofidisisizm (yılanlarla), simyofili 14 Bugün bir hayvana kötü davranmak sadece yasalar açısından suçtur. Ama bir kadın veya bir erkeğin, bir hayvanla cinsel ilişkide bulunması acaba ona kötü davranma olarak görülebilir mi? Bu temellendirilmiş bir şey midir, de­ ğil midir? Bu sorun günümüzde hala büyük bir tartışma konusudur.

180

Sapık Toplum

(maymunlarla), hayvan dikizciliği ya da pisodozoofili (cinsel oyunlar aracılığıyla partnerinin bir hayvan gibi davranmasını sağlamak), hayvansı sadizm vs. Hayret verici bir metinde, Hemi F. Ellenberger 1964 yı­ lında hayvanların kapatılmasının değişik tarzlarını birbirle­ riyle karşılaştırıyordu. Ve üç tanesini birbirinden ayırıyordu: eski İran' daki paradeisoslar, ki burada hayvanlar özgür ya­ şıyorlardı; Azteklerin zoolojik bahçeleri, ki burada hayvan­ lar metodik olarak cücelerle, kamburlarla ve doğuştan anor­ mallerle, albinolarla birlikte oluyorlardı ve en sonunda Batı dünyasının hazırladığı birtakım yerler, ki bunların içinde hayvanlar soytarılar gibi kralları eğlendirmeye yarıyorlardı, Ellenberger sonradan da Fransız Devrimi'nin hayvan üzerine bu egemence el koymasının devrimle beraber bittiğinin altını çiziyordu.15 "Devrim" diyordu Ellenberger, "aynı anda çağdaş zoolo­ jik hayvanat bahçelerine ve insanların kapatıldığı tımarha­ nelere yer vermiştir." Ardından şunun üzerinde duruyordu ki, deliler ne kadar kapatılmanın erdemleriyle birlikte onla­ rı aşağılamak isteyen yığınların bakışlarından uzaklaştırıl­ mışlarsa, hayvanlar da o kadar tam tersine o derece bakış­ lara sunulmuşlardır.16 En sonunda da, Ellenberger hayvanat bahçelerine gitmenin deliler üzerinde ne tür bir tedavi etki­ si yapacağı üzerine sorular soruyordu. Hayvanın bakışıyla

15 La Fontaine'in dehasının, insanın hayvan üzerindeki bu egemenliğini geniş ölçüde daha önceden kırdığını söyleyebiliriz. 16 Michel Foucault'un Klasik Çağda Deliliğin Tarihi adlı eserine yazdığı önsözde. Hatta Elisabeth de Fontenay haklı olarak deliye bakışla hayvana bakış ara­ sında bir benzerlik bulur ve bunun altını çizer, deli kelimesi yerine hayvan kelimesini, bunun bilincine varmamız için kullanmamızı önermektedir. Bkz. Aynı zamanda anormallerin ve yerlilerin pornografik karakterli teşhirleri üzerine N. Bancel, P. Blanchard, G. Boetsch, E. Deroo, lnsan Hayvanat Bahçe­ leri, Hottentot Venüsünden Reality Showlara Paris, la Decouverte, 2002. 181

içimizdeki Karanlık Yan

temas eden deli bir tür saygınlık kazanır diyordu. Hayvana antromorfik yani insan gözüyle baktıkları için, hayvanların özgürleşmesini17 yobazca savunanlara karşı çıkıyor. Ve do­ ğayı olduğu kadar hayvanların düzenini yok edenlere karşı da İran'daki eski paraideisoslara -cennetlere- geri dönmenin mümkün olduğunu savunuyordu.18 Anormallerin, hayvanların ve delilerin bu birbirleriyle ke­ sişen hikayelerinin, değişik yönlerini incelemektense ya da Jacques Derrida ve Elisabeth de Fontenay'ın yaptıkları gibi insanların hayvanları nasıl incelediğini araşhrmaktansa, eto­ loglar, bilişimciler, davranış bilimciler çalışmalarını sadece bir tür sınıflandırmasına ve hayvanların yaşama tarzlarına dayandırmakla kalmayıp, aynı zamanda onların cinsellikleri­ ni incelemişler ve -bilhassa büyük maymunların u zmanların­ ca- kendilerine hedef olarak insan olan ve olmayan primatlar arasındaki bütün mümkün benzerleri keşfetmeyi seçmişler­ dir. Söz konusu olan, Darwin sonrası perspektif içerisinde arhk insanı maymundan üretmek değil, maymunu da insan özelliklerine çıkarmak. İlk aşamada öne sürülen düşünce şuydu: memeli hay­ vanlarda yüz yüze cinsel ilişki olmadığına göre bu onların cinselliğinin temelinde hayvanlık, şiddet, saldırganlık, ege­ men olma arzusunun -ve niçin olmasın başkasından haz alma- işaretidir. Bunun sonucunda yüz yüze cinsel ilişkide bulunma, insana özgü bir şey olarak görülüyordu ya da insan cinselliğinin bir normalliğinin işaretiydi bu, cinsellik farklılık­ larının üstünlüğünün zorunlu olarak tanınması merkezliydi. Bu gözlemden, kadın orgazmının hayvanlar aleminde olma17 Onlara o zamanlar hayvan savunucuları adı veriliyordu. 18 Henri F. Ellenberger, "Hayvanat Bahçesi ve Psikiyatrik Hastane", (1%4) Rıılı Doktorluğu, Deliliğin ve Psişik lyileştirmenin Tarihi Üzerine Denemeler, Paris, Fa­ yard, Düşünce Tarihi Koleksiyonu, 1995.

182

Sapık Toplum

dığı sonucuna çıkılıyordu . Ve hemen bunun sonucunda pri­ matologlar ve memeli hayvan uzmanları, bu karşılıklı cinsel ilişkiye misyoner pozisyonu adı verdiler, bunun uygarlıkla bir ilişkisi olduğunu düşünüyorlardı, daha doğrusu Hıristi­ yan Batı'nın uygarlaştırıcı bir misyonu olarak görüyorlardı: "karşı karşıya bulunarak cinsel ilişkide bulunmanın" diye yazar Frans de Waal, "bir duyarlılık ve saygınlık işareti ol­ duğu görülmüştür. Bu şekilde, uygarlaşmış insanların insan altı yaratıklardan ayrılması sağlanmıştır. Bu cinsel ilişki şekli, kültürel bir yenilik düzeyine çıkarılmış, erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkiyi kökünden değiştirmiştir. Yazıları olmayan halkların bundan büyük faydalar çıkaracağı düşünülüyordu. Bu yüzden de buna misyoner pozisyonu adı verilmiştir."19 Hayvanların düzeninde böyle bir pozisyonun yokluğu in­ sanı hayvandan ayırmanın en önemli işretlerinden biri ola­ rak ele alınabiliyorduysa eğer, bu şu anlama geliyordu ki, insanlarda tersten sevişmenin varlığı onlarda hayvan davra­ nışlarının tam olarak bitmediği şeklinde yorumlanmalıydı. Ahlakçılar için hatırlanacağı gibi bu tür cinsel ilişki hayvani ve dolayısıyla şeytani ya da sapık bir içgüdünün sonucunda olan bir şeydi, şeytan daima aşırı derecede şehvetli bir hay­ van şeklinde gösterilirdi, aynı şekilde kadın orgazmı bu pers­ pektif içerisinde sapık doğalı bir hayvanlığın ifadesi olarak belirtiliyordu. İkinci bir aşamada, Darwinci ve gelişimci natüralistler, in­ sanlarda tersten cinsel ilişkide bulunmanın sadece iki düzen arasındaki mutlak bir sürekliliğin gerçekliğini kanıtladığını kabul ettiler. Bu perspektiften bakınca, hayvanlarda da bir tür iyilik ve kötülük bilinci vardı, bazıları sapıktı, diğerleri ya 19 Frans de Waal ve Frans Lanting, Bonobolar, Maymun Olmanın Mutluluğu, Pa­ ris, Fayard, 1999, s. 101.

183

içimizdeki Karanlık Yan değildi ya da değişik derecelerde sapıkh. Böyle bir varsayım, sapıklığın doğal bir fenomen olduğunu kanıtlama peşindeydi ve eğer erkek maymunlar aralarında cinsel ilişkide bulunu­ yorlarsa, bu onların da eşcinsel olduğunu gösteriyordu. Peki, niye inekler de bunlardan olmasındı, onlar da kendi meme­ lerinden meme emebildiklerine göre, onların da fetişist ya da mastürbasyon eğiliminde oldukları düşüncesine hiçbir şey karşı çıkmıyordu. Psikanalistlere gelince, yüz yüze cinsel ilişkide bulunma­

nın her şeyden önce insanlara özgü olduğunun ortaya konul­ ması sonucunda, her erkeğin annesiyle kaynaşma arzulayan bir evlat olarak kendini sunmasını, her kadının da kendi vücuduna sperm bırakan erkeği kendi vücudunun uzanhsı olarak almasını, Ödip öncesi bir kompleksin varlığının ka­ nıtı olarak görme eğilimindeydiler. Bu şekilde cinsel ilişkide bulunarak diyorlardı, özünde, erkek kadına karşı, kollarında tuttuğu meme emen bir çocuk oluyor. Ve kadın da bu pozis­ yonda erkek için meme emen bir çocuk yerine geçiyordu. Bonobolarla ilgili gözlemler bütün bu yargıları yerinden etti. Şempanzelerin kuzeni olan bu sıradışı maymunlar aca­ yip bir toplum oluştururlar, bu toplumun içerisinde erkekler ve kadınlar cinsel zevkin veya yemek yemenin, fethin veya başkalarını egemenlik altına almanın zevklerine çok önem verirler. Bunlar yüz yüze cinsel ilişkide bu lunur, oral sel\si ve mastürbasyonu deneyimlerler, dahası onların doğrudan doğruya üremeye yönelik olmayan cinsellikleri vardır. Ba­ zen, erkekler diğer erkeklerle, kadınlar diğer kadınlarla ilişki kurar, iki cins tarafından paylaşılan orgazm çok yoğun zevk gösterilerine yol açar. Kısacası primatologlar, bütün etkinlikleri içerisinde bono­ boların, insanlara en çok benzeyen hayvanlar olduğunun, en 184

Sapık Toplum

azından görünüşte böyle olduğunun albru çizmişlerdi. Genç maymun, sözgelişi alaycı bir çocuk havasına bürünebilir ve ona yemek verilmezse de hayal kırıklığını dile getirir. Bir cin­ sel ilişki sırasında kadın zevk haykırışlarında bulunabilir ya da koltuk altlarını veya göbeklerini gıdıklamak için erkek­ lerin oyununa karışabilir. Özetleyecek olursak, bonobolar hayvanlar arasında davranışları açısından insanlara en fazla yaklaşanlardır. Ama yine de primatologlara karşı şunu söylemek zorun­ dayız, ne olursa olsun, hatta "insana özgü" kavramını eleş­ tirsek bile, hiçbir zaman hayvan cinselliği insan cinselliğine benzemeyecektir. Bunun temel bir nedeni vardır, çünkü hay­ van cinselliğinde hiçbir zaman kompleks bir sembolik dil ve dolayısıyla kendi kendinin bilinci hali olmayacaktır. Bu yüzden hayvan cinsiyeti üzerine her türden gözlem, araştırmacıların antropomorfist varsayımlarını tetikler ya da bundan daha beter bir şekilde sapık bir girişimde bulunmala­ rını ve hatta tamamen Darwin' e karşı gelerek, insanı bir may­ mun, maymunu da bir insan yerine koymalarına yol açar. Hiçbir bilijn, gerçekten de eğer sapık değilse, hayvan düze­ ninde herhangi bir sapıklığın varlığını tanımlayamayacaktır. Hayvanlar ne yasayı, ne yasaya karşı gelmeyi bilirler. Onlar ne fetişist, ne pedofil, ne zoofil, ne nekrofil, ne koprofil, ne suçlu, ne sadik, ne mazoşist, ne dikizci, ne de teşhircidirler, yüceltme onların yapabileceği bir şey değildir. Onlar ne trans­ seksüel, ne travesti, ne eşcinsel, ne biseksüel, ne de hetero seksüeldir. Hayvanların cinsel etkinliği bu sınıflandırmaların hiçbirine karşılık gelmez ve bazı erkek primatların kendilerini dünyaya getiren kadınla20 cinsel ilişkide bulunmaktan nefret 20 Bu durum biyolojik bir kendi kendine ket vurmadan ileri gelir. İnsan top­ lumlarındaki ensest yasağıyla hiçbir ilişkisi yoktur. İnsan, ensest eylemi / .. .

185

lçimizdeki Karanlık Yan etmeleri ya da bir erkeği başka bir kadına tercih etmeleri gibi durumlar hiçbir şekilde büyük maymunların ensest yasağını ya da ters ilişkinin hazzını bildikleri anlamına gelemez.21 Hay­ van zulmü insan zulmüne benzemez, çünkü içgüdüseldir. Hiçbir zaman bir zulümden haz almaya benzetilemez. Geor­ ges Bataille'nin çok iyi bir şekilde altını çizdiği gibi, erotizm kadar suç işleme de hayvanların düzeninde yoktur: "Erotizm üzerine şunu söyleyebiliriz; hayatın ölümde bile onaylanma­ sı diyebiliriz ona

[ . . . ] insanın iç dünyasının özelliklerinden

biridir [ . . . ] insanın seçimi hayvanınkinden farklıdır: insanın kıpır kıpır çok karışık bir iç hareketliliği vardır, insana özgü olan budur. Hayvanın bir öznel hayab vardır, ama bu öznel hayat herhalde başından beri, tıpkı hareketsiz nesneler gibi, ona, ilk ve son olarak verilmiştir. İnsanın erotizmi hayvanın cinselliğinden şu bakımdan ayrılır ki insanınki iç hayabnı so­ run haline getirir" . 22

Demek ki hayvan dünyasında hiçbir şekilde erotizm yok­ tur: Ne vücut erotizmi, ne yürek erotizmi, ne de kutsal ero­ tizm. Yine de canlılık düzeyine ait oldukları için hayvanlar, bir hayali dünya içerisine yerleşmişlerdir. Bu dünya onların, biz­ de olduğu gibi, acılarını dile getirmeyi sağlar, bu da insanla­ rın yani tek yasa ustaları olan canlıların, hayvanları da hukuk alanına sokmalarını sağlar: "insanların başka insanlara yaptı­ ğı, diye yazmaktadır Elisabeth de Fontenay, hiçbir hayvanın yapamayacağı bir şeydir. Ve bu yüzden de herhangi bir suça

.. / . arzuladığı için ve bu yasağa karşı geldiği zaman kendini ket koyulmuş olarak değil de suçlu hissettiği için bu tutum bir yasağa dönüştürülmüştür. Hayvanlar tehlikeli, saldırgan, öldürücü, zalim oluyorlar diye -hatta evcil­ leştikleri zaman bile böyle olabilirler- bundan onların insanları ya da ben­ zerlerini sadece yok etmek için öldürdükleri anlamı çıkamaz 22 Georges Bataille, Erotizm, Biitiiıı Eserleri, x. cilt, age, s. 16-33.

21

186

Sapık Toplum

hayvani bir suç demek korkunç bir anlamsızlıktır. Çünkü hay­ vanların en azından bizim tanıdığımız şekilde en iyiye veya en kötüye götüren aşırılığı uyaran bu ölçüsüzlüğe tamamen yabancı kaldıklarını söyleyebiliriz. Hiçbir hayvan öznelliği, başkasını kendisininkine benzer öznellik taşıyan birisi olarak tanıyamaz, bu arada yasayı da canlandırmaz: dolayısıyla hiç­ biri bizimle herhangi bir sözleşmeye giremez" :23 hayvanları insanlar gibi davransınlar diye ne kadar evcilleştirirsek ev­ cilleştirelim, onlar üzerinde ne kadar hormon etkileri dener­ sek deneyelim, elektrik verip veyahut cerrahi müdahalelerde bulunursak bulunalım, şunu kabul etmemiz gerekir: sapıklık sadece insana özgüdür.24 Başka türlü söyleyecek olursak, in­ sanın hayvan düzenine ait olduğunu, yarahcılığa inananla­ rın yaptığı gibi ya da dünyada bir "intelligent design", "akıllı bir amaç" vardır diye tutturanların yaptığı gibi yok saymak, inkar etmek yanlıştır. Ama aynı şekilde insanla hayvan ara­ sında hiçbir fark olmadığını söylemek derin ekolojicilerin ya da bilişimci davranışçıların iddia ettiği gibi hayvan modeliyle insan modeli arasında mutlak bir süreklilik olduğunu iddia etmek de yanlıştır. Birinci durumda insan, Tanrı'nın yarattığı neredeyse bir tanrı olabilme riskini üstlenir ve hayvanların, aşağı denilen insanların yeteri kadar tanrısal olmadıkları için yok edilmesi kabul edilir. İkinci durumda da insan, kendi kaderinin bilincinden tamamen yoksun edilen bir saçma be­ lirleyicilik içerisinde değerlendirilir. İyiliği ve kötülüğü ayırt etmesi ve özgürce davranması yok sayılır.

23 Elisabeth de Fontenay "Uç Ahlak Açısından Başkasını Severlik", Bilim 11e Ha­ yat, seri dışı, Hayvanların ahlaki düşünceleri var mıdır? 2004. 24 Bkz. Robert Stoller, Nefretin erotik biçimi olarak sapıklık, 1975, Paris, Payot, 1978, Bazı psikiyatrlar evcilleşmiş hayvanları da sapık olarak görmekte te­ reddüt etmemişlerdir. Bunlar arasında başta köpekler gelir, onlar hiperaktif olarak tanımlanırlar ve bazı doktorlar onlara antidepresan bile vermişlerdir.

187

içimizdeki Karanlık Yan Zaten, hiç şaşırmamız gereken bir şey varsa o da nasıl ya­ ratıcılığa inananlar Darwin'in insanın hayvandan gelmesiy­ le ilgili büyük uğraşını yok sayıyorlarsa, davranışçıların da Darwin'in mirasçısı Freud'u "bela" olarak görmeleridir. Fre­ ud da insanı, merkezi olmayan, ama hayvanla birlikte kendi kaderini özgürce paylaşmaya zorlandığı için aşağılanmasının bilincinde olan, ister sevsin ister işkence yapsın yine de "baş­ ka türden" bir kardeşi olan hayvana yaklaştırmıştı. Bir yerde, yanlış yorumlanan bir etolojiyi aşarak ikisinin birleşmeleri gerektiği kabullenilmelidir. "İnsan diyordu Darwin, ahlaki bir özelliği olan tek, biricik varlıktır. Kesinlikle bunu gözlem­ leyebiliriz

[ . . . ] ve insanlarla hayvanlar arasındaki en büyük

ayrımı oluşturan da zaten budur."25 Hayvanlar sapık değildir gerçi ama insanların hayvanları düşünmek için icat ettikleri teorilerden bazıları öyledir. Ya­ rarcılık akımını benimsemiş olan, İkinci Dünya Savaşı sonrası filozoflarından Avusturalyalı Peter Singer, hayvan özgürleş­ tirmesi hareketinin kurucularından biridir ve onun hayvan­ lıkla ilgili bütün dünyada sıradışı olarak kabul görmüş, garip bir teorinin yaratıcısı da olduğunu görürüz 1975'te yayım­ lanan kitabında -birçok dile çevrilmiş26 bir kitaptır bu- Batı toplumunun bilimci bir idealle sapıklaşıp hayvanlara yaptığı işkencelerin neler olduğunu ortaya koyar: birtakım uyarıla­ rın nasıl olduğunu görmek veya insanlar yerine kobay ola­ rak kullanmak için maymunların zehirlenmesi, ısıtılması, gaz odalarında yok edilmesi, hayvanların laboratuvarlarda sırf zehirleri test etmek için katledilmesi, canlı canlı tavukların sanayi mezbahalarının odalarına girmeden önce ayakların­ dan asılması, danaların yenilirken etleri daha lezzetli olsun 25 Charles Darwin, insanın Geldiği Yer, age. 26 Peter Singer, Hayvanın Ôzgürleştirilmesi, Grasset, 1993.

188

Sapık Toplum

diye, kansız olsun diye kutulara pörsük pörsük tıkılmaları, domuzların boyunları sıkıştırılarak, doğum sırasında kötü davranılarak mahvedilmeleri vs. Bütün bu anlatılar ve bütün bu görüntüler insanın midesini bulandırmaktadır.27 İnsan koşullarının daha da iyileştirilebilmesi için meşru bir kavgaya çağırmakla yetineceği yerde, Singer hayvanı in­ sanla bir tutar. Ayrıca bundan şu sonucu çıkarır: insanın -sa­ dece işkence ederek değil- aynı zamanda yiyerek hayvana reva gördüğü kader, insanlık tarihinde, iktidarı ellerinde bu­ lunduranların yönetilenlere reva gördükleri kaderle aynıdır, ırkçı, sömürgeci, soykırımcı, işkenceci, faşist, antisemit, kadın düşmanı, homofob vs. oluş da aynı yolla ortaya çıkmıştır. Buradan, ırkçılığa benzer, insanın hayvanla olan ilişki­ sinin özünü belirleyecek özgün ayrımı yapan "türcülük" ("specisme") diye çevirebileceğimiz sözüm ona kavramı icat etmiştir. Faşizme, sömürgeciliğe feminizme ya da ırkçılığa karşı gelen bir özgürleşme hareketi, benzeri bu durumda tür­ cülüğe karşı gelmeyle aynı kapıya çıkacaktır. Görünüşte bu tez cömerttir ve hayvanları savunan birçok kişiye cazip gelmiştir. Bu insanlar, bilhassa her türlü hayva­ nın mahvedilmesine veya deneyimci bilimin hayvanlarla ilgi­ li bir Pazar kurmasına karşılık, bundan sorumlu olanların hiç

kılını kıpırdatmamaları sonucunda hayal kırıklığına uğramış kişilerdir. Ama daha yakından bakarsak insandan, hayva­ na benzer değil hayvanın altında bir türün temsilcisi olarak bahseden ve doğa yasalarının bir tür tersine döndürülmesine dayanan bir tezdir bu: insan burada bir tür hayvan-altı varlık olmaktadır. Ayrıca, Singer, bu et yeme içgüdüsü yüzünden 27 Bugün gereksiz deneyimlerin arasında birtakım memeli hayvanlarda, onla­ ra kimyevi bazı maddeler vererek ya da emdirerek delilik durumları ortaya çıkarılmasını sayabiliriz. Hayvan ve insan modelinin aynı olduğunu kanıtla­ mak için yapılmaktadrr bu. 1 89

lçimizdeki Karanlık Yan

soysuzlaşmış insanın koşullarını yok edip yeni insanın doğu­ şunu sağlamak için çağrıda bulunmaktadır. Yeni insan veje­ taryen insan olacakhr ve ona göre öbür insanları -jambonlu sandviçler yiyen28 adi insanlardır bunlar- katil statüsünden kurtaracak olan tek insan türü bu vejetaryen insan29 olacaktır. Singer, hayvan yemenin, hayvanı zevk için işkence etmekten de daha iğrenç bir suç eylemi olduğunu düşünmektedir. Bu yüzden her et yiyen insanı bir tür soykırıma, cinayete ortak olarak görmektedir. Tür sınıflandırmalarına karşı gelenlerin savundukları tez, sadece insanlığa duyulan nefretin bir biçimi değildir, aynı za­ manda yeni, et yemeyen bir karşıt insan grubunun göklere çı­ karılmasıyla sonuçlanıp, türler arasındaki sınırların sapık bir şekilde yok edilmesiyle ilgili bir girişimdir de.30 Gerekirse Bu­ nun kanıtı da insan varlığını tanımlarken başvurdukları "ye­ niden gözden geçirme"dir. Hayvanları şiddetten korumak ya da hayvanların haklarıyla ilgili bir yenilik ortaya koymak de28 Peter Singer, jambonlu sandviç yiyenlere karşı bir takıntı geliştirmiştir. Kita­ bının önsözünde tatlı yaşlı bir İngiliz hanımefendinin evinde çay içerken, bu kadının hayvanları korumasına rağmen kendisine küçük bir sandviç surun a­ sıyla dehşete düştüğünü anlatır. Çünkü bu kadın bir yandan köpeklere ve kedilere duyduğu aşkı anlatmaktadır. Ama diğer yandan ona içinde hayvan eti bulunan sandviç vermektedir. Ona kendisinin hayvanları sevmediği gibi bir cevap vermiştir. Yakınında hayvan olmadığını fakat onlara insan gibi davranılması için mücadele ettiğini anlatmıştır. 29 Vejetaryenler ve sadece bitkiyle yetinenler, vegipride -vejetaryen gururu­ adı verilen bir harekette birleşmişlerdir. Gaypride'a benzeyen bir model içe­ risinde rakiplerini etçi olarak belirlemektedirler. 30 Bu tez, şunu belirtelim ki Jacques Derrida'run tutumuna tamamıyla yaban­ cıdır. Jacques Derrida'nın tutumu felsefenin hayvanlığı nasıl düşündüğünü sorgulayarak, temellerini incelemeden felsefenin nasıl olup da insanın hay­ vandan üstün olduğunu iddia ettiğini tartışmaktır. Bu perspektif içerisinde Derrida, pozitif bilimi, insanla hayvan arasında kendisine yakın hayvanlar, memeli hayvanlar ve primatlar arasındaki farkları yok saydığını iddia ettiği için reddeder çünkü bu pozitivist bilime karşı gelirken Derrida, insana özgü kavramının zorunlu bir yapısökümünü gündeme getirir Bkz. Demek ki Oldıı­ ğıım Hayvan, Paris, Galileo, 2006

190

Sapık Toplum

ğildir dertleri, "insan olmayan büyük maymunlara" insanla aynı hakları verme çabasıdır. Bu akıl yürütme, Singer ve onun sav uum:ulanıun emin olduklarını iddia ettikleri bir duruma bağlanmaktadır o da şudur, büyük maymunlar birtakım bilişsel modellerle donan­ mışlardır ve aslında onlar da insanlar gibi dile ulaşabilirler ve delilik, yaşlılık ve nörolojik hastalıklara yakalanan insan­ lardan daha da insandırlar. İnsan ve insan olmayan arasında yeni bir sınır çizerek doğa ve kültür31 arasındaki klasik or­ ganizasyonu bir yerde altüst eden bir sınırı ortaya çıkararak, hayvanların özgürleştirilmesini sağlama taraftarları, bir yer­ de yanlış bir teoriden yola çıkmakta ve bunun sonucunda, ya­ saya uymayan insanları aşağı görmekte ya da akıldışı olarak dışlamaktadırlar. Handikapları, delileri, trisomikleri, Alzhe­ imer hastalığına yakalananları vs. Ayrıca bunu yaparken de -anormal insanların insanlığından üstün olarak yargıladıkla­ rı- büyük maymunların hayvanlığını, hayvan dünyasının di­ ğer türlerini küçümseyerek ayrıcalıklı bir yere koymuşlardır: memeliler, uçanlar, sürüngenler vs.32 Böylesine sapık bir sistem icat ettikten sonra Singer'in kal­ kıp da zoofiliyi göklere çıkarmasına hiç şaşırmamak gerekir. Bunun için Hollandalı biyolojist Midas Dekkers'in tezine da­ yanır. Midas Dekkers, hayvanlık üzerine bir kitap yazmışhr, burada hayvanların insanları cinsel olarak arzuladıkları gibi (sapkın) bir düşünceyi savunmuştur. Koku alma gücünü ger31 Bu klasik taıum, Oauda Levi- Strauss'a aittir. 32 Bir yandan Jacques Derrida, öte yandan Elisabeth de Fontenay Singer'in taraftarlannınkinin tam tersi bir biçimde hayvan koşullarııun iyileştirilme­ si savunrnasrm üstlenmişlerdir. Bkz. Paola Cavalieri: insan Olmayan Büyük Maymunlar için insan Hakları mı? Le Debat, 108, Ocak-Şubat 2000, s. 156-162 ve bu makaleye Elisabeth de Fontenay'ın verdiği yanıt, "Hayvanlar Ne İçin Bir Hayvan Haklarına Sahip Olma Haklarını Bulundurmasınlar ki?" Le De­ bat, 109, Mart Nisan 2000.

191

içimizdeki Karanlık Yan

çek bir arzuyla aynı kapıya çıkararak, zoofilinin üzerindeki ağır tabunun kalkmasını istemiş, insanlar ve insan olmayan­ lar arasındaki cinsel ilişkilerin insanları birleştiren ilişkilerle aynı olarak ele alınmasını savunmuştur, çünkü hayvanlar bu ilişkileri kabul etmektedir. Bu perspektif açısından zoofiller bugünkü eşcinseller gibi ele alınmalıdır ve sevdikleri hay­ vanları kendilerine eş olarak seçip -niye olmasın onları tercih edip evlenmeli-, çift olarak yaşamalıdırlar.33 Hiç kuşkusuz böyle tezleri savunduktan sonra Singer, kendi yandaşları tarafından barbarlıkla suçlanmış, haY"an sa­ vunucuları kendisine iyi göz] � bakmamışlardır. Çünkü sapık birtakım teoriler aracılığıyla insanın et yiyici özelliğini inkar ederek, hayvanların kaderini düzeltmek mümkün değildir; Levi-Strauss'un çok iyi anlattığı kısır çemberden bu şekilde çıkılamaz. Zaten Singer tarafından istenilen eşitlikçi perspek­ tif açısından, hayvana kendi benzerlerini yemeyi yasaklama­ dan insanın hayvanı yemesi nasıl önlenebilinir? Bütün et yi­ yenleri, otyiyenlere mi dönüştürmek gerekir? İnsanın, günümüzün yığınları öne çıkaran toplumunun, sanayi yoluyla hayvanları öldürmesinin gelişmesi sonucun­ da, sadece soyluların avlanma hakkından yararlanabildikle­ ri kırsal bir kesimde yaşayan a talarından daha fazla et yiyen haline dönüştüğünü biliyoruz. Ama bu hiçbir zaman hayvan yemenin yasaklanması gerektiği anlamına gelmez. Demokra­ tik toplumlarda böyle bir şeyden vazgeçmek, ancak bireysel olarak mümkündür ve yeni bir insan ideolojisi doğrultusun­ da, bu ideolojiye hizmet eden tek yanlı yobazca bir kendini adamanın sonucu olamaz. Günün birinde aynı ilke doğrultu­ sunda insana bazı hayvan türlerini yok etmenin de yasaklan33 Bkz. Peter Signer, "Heavy Petting", Nenıe Magazine, Mart-Nisan, 2001, Türcü­ lüğe Karşı Defterler, 22 Şubat 2003.

192

Sapık Toplum

ması, hayata ya da hasatlara zararlı oldukları için, yok etme­

nin de yasaklanması düşünülebilir mi? Ve eğer hayvanların korunması sorunu çevre bilimi üze­ rine çağdaş tartışmalarda bu kadar temel bir hale geldiyse, zoofili de bizim hayvanlarla ilgili bakışımızı geliştirmemizde o kadar önemlidir. Elbette çağdaş hukukta iki yüz yıldır ortadan kaldırılmış olan hayvanlık suçunu yeniden gündeme getirmek yanlış olurdu, fakat kendi varlıklarının en içten yaşantılarında hayvanlarla birlikte yaşayan zavallıları artık öldürmemek ya da artık onlara dokunmamak, zoofili sorununu çağdaş bir problematik içerisinde yeniden düşünmeye engel ol­ maz. İnternet üzerinden pornografik fotoğrafların teşhiri, kata­ loglardan cinsel kullanıma açık hayvan satışları, köpeklerin, kedilerin, kanatWarın veya yılanların eğitilmesi ya da onlarla cinsel ilişkiye girme ve bütün bunları birtakım işkenceler ya da öldürme yoluyla yapmak, ağza alma törenleri ve bunla­ rın pratikleri. Evcil hayvanlara34 zoraki olarak birtakım sa­ katlıkları reva görmek: bütün bunlar, bugünün zoofilisinin yüzüdür.35 Yasal olarak gerçek bir kötüye kullanma söz ko­ nusudur. Fakat gereksiz laboratuvar deneyleri gibi, bunlar da bir tür köleliğe benzerler. 34 Kedilerin pençelerinin yok edilmesi, kuşlann kanatlarının çıkarblınası ve

böylece onlann uçrnalannı önleme, maymunların dişlerinin zorla sökülmesi vs. bütün bu kötüye kullanımlar, hiç kuşkusuz anestezi altında ve dolayısıyla çoğu zaman aa vermeden gerçekleştirilir. Ama yine de hayvanın vücuduna karşı sapık bir tutumdan ileri gelmektedirler. Bkz. Catherine Siıılon, Yeni Eş

Olarak Kullanılan Hayvanlardan Kim Karkar, Le Monde gazetesi 19-20 Aralık 2004.

35 Hayvanlar çoğu zaman insanların uyguladıkları ters ilişkinin sonucunda ölürler. Hayvanların organlarını ağzına almaya çoğu zaman kadınlar ken­ dini adar, insanlarla cinsel ilişkide bulunabilmeleri için hayvanları eğitebi­ lirler.

193

içimizdeki Karanlık Yan Şunu gözlemlemek zorundayız; zoofil insanlar ve hay­ van eğitiminin ustaları36 tarafından koşullanmış hayvanlar arasındaki pornografik sahnelerin dünya çapında yaygın oluşu bugün kolektif, anonim ve sapık bir sistemin ifade­ sidir. Hayvanlar, köylüler ve onların kendi hayvanları, şe­ hirde oturanlar ve evlerinde bulunan hayvanlar arasında­ ki sanal olmayan cinsel ilişkilerden daha da önemlidir bu durum.

İlk

olarak bu durumda gerçek ya da olası zoofiller,

hayvandan, sanki bir malmış gibi keyif almaya kendilerini götüren zalim bir bağımlılığın savunucuları olmaya itilmek­ tedirler; diğer durumda ise kendileri içgüdüsel bir şekilde davranmaktadırlar ama bu kez kurumları, bir üçüncünün aracılığı yoktur. Çok daha genel olarak konuşacak olursak, insan ve insan olmayanların cinselliklerinin ve vücutlarının dünya çapında fetişleştirilmesinin idealine özdeşleşme ve her türlü sınırın silinmesinin genelleştirilmesinin öne çıkması aracılığıyla -in­ san ve insan olmayan vücut ve ruh, doğa ve kültür, kural ve kurala karşı gelme vs.- günümüzün merkantil toplumu git­ gide sapıklaşmaktadır. Bu, görüntülerin yayılmasıyla olduğu kadar, sanal bir pornografinin düzenlenmiş, temiz, sağlıkçı, görünüşte tehlikesi olmayan özelliklerinin kurumsallaştırma­ sıyla sağlanmaktadır. Bu toplum artık tanımlayamadığı ama iyice bastırmak için haz alma iradesini sürekli olarak sömür­ düğü sapıklardan bir yerde daha da sapıktır. Hayvanların özgürleştirilmesiyle ilgili türcülüğe ve bu türden birçoklarına 36 Zoofil özellikli pornografik web siteleri üzerinden teşhir edilen fotoğraflar istedikleri kadar yasal olsunJar, yasal olarak görülmeyen pedofil siteleri ka­ dar korkunçturlar. Bugün gitgide gelişmekte olan zoofil özellikli pornog­ rafik yayınJar pazarıyla gerçek zoofil sayısının hesaplanması arasında bir uyumsuzluk vardır: Bu tür eylemler, insan cinsel etkinJiğinin % l'ini oluş­ turmaktadır. Bkz. Philippe Brenot, insan Cinselliğinin Sözcüğü, Paris, L'Esprit de remps, 2004.

194

Sapık Toplum

gelince, ilerlemenin ve aydınlanmanın ideallerini parodiye dönüştürerek, bu evcilleşmiş pornografinin görünür yüzü­ nün püriten tersini sunmaktan başka bir şey yapmamaktadır­ lar. Zoofili ile ilgili bu canlandırma örneklerinin ve onların altında bulunan öyküleme özelliklerinin ortaya çıkardığı bir şey varsa, o da 19. yüzyılda olduğu gibi bir kere daha psi­ kiyatrik söylemin, çağdaş topluma, aradığı ahlakı sağlama­ sıdır. Eski zamanların seksolojisi, sapıkları değişik tipler halinde sınıflandırmaya, anormal olarak yargılanan bir cinselliğin de­ ğişik özelliklerini sonsuza kadar adlandırmaya, son olarak da mastürbasyon yapan çocuk, histerik kadın ve eşcinselin gö­ rülmez tehlikesini damgalamaya yaramıştı. Oysa günümüzde bu perspektifin bir tür tersine çevrilmesiyle karşı karşıyayız. Türcülük karşıtları, davranışçılığın diğer fanatikleri, insanı maymunla bir tutmakta ve türler arasındaki sınırları bir şe­ kilde inkar etmektedirler, aynı şekilde psikiyatri, sapıklığın olasılığı düşüncesini bile tamamen yok ettiğini iddia ederek, kendisine sözcüğün telaffuzunu bile yasaklamıştır. 1 974'te gay ve lezbiyen özgürleşme hareketlerinin baskı­ sı sonucu, APA (Amerikan Psikiyatri Derneği) referandum yoluyla eşcinselliği akıl hastalıkları listesinden çıkarmaya ka­ rar vermiştir. Bu büyük bir skandala yol açmıştır. Amerikan psikiyatri cemaatinin, eşcinselliğin doğasını bilimsel olarak tanımlamaktan yoksun olduğu için, demogojik bir şekilde kamuoyunun baskısına teslim olduğunu ve üyelerini hiçbir şekilde seçim kararına bağlı olmaması gereken bir konuda seçim yapmayı zorladığını göstermiştir. 1987' de, 13 yıl soma teorik herhangi bir tartışma bile olmadan, sapıklık kavramı, tıpkı histeri kavramı gibi, dünya psikiyatrik terminolojisinden 195

içimizdeki Karanlık Yan ç!kartılmış ve onun yerine parafili37 kavramı konulmuştur. Bu kategorinin içinde artık eşcinsellik buluruP amaktadır. Elbette ki bu olay, iki ayn zamanda gerçekleşen bu olay -ilk önce eşcinselliğin sınıflandırmalardan çıkartılması, sonra da sapıklığın hiçbir yerde gündeme getirilmemesi- azınlık­ lara kurtuluş hareketleri için kesin bir zafer sağlamıştır. Bu kadar Üzerlerine gelindikten sonra, eşcinseller kendileri ile birlikte birtakım sapıkları da yanlarına alarak, en sonunda cinselliği psikiyatriden kurtarmayı başarmışlar ve hp bilimi­

nin temsilcilerine ve yasa yapanlara aynı cins için duyulan aşkın toplumda herhangi bir kaos yaratmadan, başka diğer cinse karşı duyulan aşkla hemen hemen aynı statüyü taşıdı­ ğını göstermişlerdir. Batı'da eşcinselliğin hukuki olarak suç olmaktan çıkarılışı -1975'ten itibaren yavaş yavaş olmuştur­ mantıken psikiyatriden kurtulma ile beraber yürümüştür, çünkü eşcinsellik terimini yaratan psikiyatrik söylem 19. yüz­ yılın sonundan itibaren bu alanda eşcinseli psişik bir hastaya dönüştürmekten başka yeni bir şey icat edememiştir. Ama eğer daha yakından bakarsak, bu zaferin, tıp bilimi­

nin psişizme yaklaşımının başarısızlığının belirtisi olduğunu fark ederiz. Tam bu sırada ünlü

Akıl Rahatsızlıklarının Statis­ tik ve Diyagnostik ElKitabı (Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders DSM)'nı38 gündeme getirenler ortaya çık­ mıştır. Bunlar -60 yıl boyunca psikiyatriye bir özne felsefesi vererek onu insanlaşhran- psikanalitik, psikodinamik veya fenomenolojik terminolojiyi kesinlikle terk ederek, onun ye­ rine öznelliğe her türlü göndermeyi dışlayan davranış ölçüt37 Parafili, Yunancadan gelen bir kavram (para: sapan, fili: aşk), parafil ise

"tahrik-yarut modeline bağlı olmayan cinsel nesnelere cevap verebilecek bir uyan peşinde" olan kişi. 38 Stuart Kirk, Herb Kutchins, DSM'yi Seviyor musunuz? Amerikan Psikiyatrisi­ nin Zaferi, New York, 1992, Le Plessis-Robinson, Syhthelabo, 1998.

196

Sapık Toplum

!erini geçirmişlerdir. Hedefleri ruh rahatsızlıkla nrun sadece psikofarmokolojiye ya da cerrahiye ait olduklarını ve bir tür bozukluğa, düzensizliğe yani bir motor bozukluğuna indir­ genebileceğini kanıtlamakh. Gitgide dünyanın her yerine yayılan bu yaklaşıma göre -ve gezegenin bir yanından ötekine neredeyse bir otorite ola­ rak kabul edilmektedir- parafili sözcüğü sadece bir zamanlar sapık diye nitelendirilen cinsel pratikleri değil -teşhircilik, fe­ tişizm, sürtünmecilik, pedofili, mazoşizm, cinsel mazoşizm, cinsel sadizm, dikizcilik, transvestizm (kılık değiştirme)- aynı zamanda sapık pratiklere hiçbir şekilde benzemeyen sapık fantazmları da içermektedir. Bunlara ayrıca "tam olarak be­ lirtilmemiş parafililer" de eklenmiştir: telefon yoluyla küfür, nekrofili, parsiyalizm (vücudun bir kısmına aşırı bir şekilde odaklanma), zoofili, koprofili, klisterofili, ürofili. Görüldüğü gibi parafili terimi, pedofili ve teşhircilik dı­ şında yasanın suç ya da cürüm olarak gördüğü birtakım ey­ lemlerle, yani tecavüz, cinsel suç, suçun tekrarı, kadın ticareti, terörizmle sınırlı kalmamaktadır. Son olarak, birçok klinikçi­ nin kendi kendini yok etme olarak tanımladığı toksikomani, bulimi, anoreksi gibi bağımlılıklar, narsisizme dayalı kendi egosunu şişirmeler, parafiliye dahil edilmerniştir.39 Psikiyatri sözcük haznesinden sapıklık sözcüğünün kaldırılması, çağ­ daş tıp biliminin her önüne geleni parafili olarak damgala­ masına yol açmıştır: sapık fantazmları tekrarlayan özneler olduğu kadar, (gezegenimizde var olan insanların çok önemli bir kısmıdır bu) gerçekten sapık cinsel (yasal olsun olmasın) pratiklere kendilerini teslim edenler. Eğer sapıklık kelimesi

39 Bkz. Paul C. Racamier, Divansız Psikanaliz, Psikanaliz ve Psikiyatrik Tedavi Ku­ rumları, 1970 Payod, Paris 1993, Andre Sirotta, Toplumsal Sapıklığın Kılıkları, Paris, EDK, 2003. 197

lçimizdeki Karanlık Yan

ortadan kalkhysa, hiç kimse sapık değilse arhk, her bir kişi aynı zamanda sapık olabilir, çünkü belirli bir şekilde sado­ mazoşist, fetişist ve suça yönelik fantazmlara takınh olarak defalarca başvurmakla suçlanabilirler. Böylece karanlık yanı hiçe sayan bir terminolojiye başvura­ rak sapıklığın içi boşalhlmışhr. Tıp biliminin bu yeni söyleminin öznesine gelince, arhk, o tutkularına ya da şiddetli davranışları­ na gönderme yapmadan ele alınmaktadır. Dille bağlanhsından tamamen yoksun bir koşullandırma içerisinde açıklanmakta­ dır. Aynı zamanda sürekli olarak ondan kuşku duyulmaktadır, çünkü onun fantazmlan bir yerde sapık birtakım eylemlerle yeni adıyla parafililerle bir tutulmaktadır. Günün birinde aca­ ba bu fantazmların sistematik bir şekilde peşinde koşulmalan, değerlendirilmeleri, şeyleştirilmeleri, dosyalara konulmaları mı istenecektir? Hayali olan her şeyin evcilleştirilmesinde aşınya gitmenin manhğına göre, bu böyle olabilir. Sapıklığın, sapıkların ve cinsel sapıklıkların sapık sınıflan­ dırılması olarak -ve onlardaki vurucu gücü yok eden- DSM, ölümcül bir tarzda Sadevari toplumun projesini bir yerde gerçekleştirmektedir: farklılıkların ortadan kalkhğı, öznelerin gözetim alhndaki nesnelere indirgendiği, disiplin ideolojisi­ nin özgürlük etkinliğinin yerini aldığı, suçluluk duygusunun gitgide ortadan kalkhğı, arzu düzeninin hiçe sayıldığı bir du­ rumdur bu vs . . 40 .

Yine de karşılaşhrma buradan ileri gitmez, Sade' daki ütopya bilindiği gibi gerçekte hiçbir zaman uygulanmayacak

40 19 Temmuz 1993'te Pentagon, ordudaki eşcinsellerle ilgili yeni direktifleri kamuoyuna açmışb.r. Buna göre eşcinselleri kendilerini bu şekilde gösterme­ me koşuluyla kabul etmektedir ordu. Bu, tamamen püriten bir davraruşb.r. Tıpkı DSM'nin oluşturulmasına götüren davraruş gibi. Judith Butler bu so­ runu çok güzel bir şekilde incelemiştir. Sözcüklerin Gücü, Performatif Politikası, 1997, Paris, Amsterdam Yayınlan, 2004. 198

Sapık Toplum

bir proje olarak hovarda biri tarafından geliştirilmiştir. Sade, trajik bir yazardır; toplumdan kopuk bir hayat sürdürmüştür. Hayatı boyunca suçlular ve delilerle aynı yere kapatılmıştır. Onun anlatılan devrimci eylemin sonuna kadar sürdürülme­ sidir ve yok edici bir fantazm içerisinde eski ve yeni toplum arasındaki geçişi, bir yerde okuyucuyu onun içerisine atmayı hayal ederek, kendisi sürdürmektedir. Günümüzün davra­ nışçı psikiyatrları ise aksine anonim bir bürokrasinin püriten ajanlarıdır. Davranışın, değerlendirmenin ve iz bulmanın bu yeni psi­ kiyatrisinin zafer kazanmasıyla bilgi düzeni ile hakikat dü­ zeni arasında bir kayma gündeme gelmiştir. Psikiyatr artık sadece gerçekleştiricisi olduğu sapık bir sistemin yararına kendi otoritesinden vazgeçerek, kendisini sadece seyirci ya­ pan bir durumda (artık aktör değildir) telepatik yani tedavi edici bir birleşimin parçasıdır. Kendi disiplinlerinin gidişa­ tından -hatta yok olmasından- dehşete düşen birtakım pra­ tikçilerin yazıp çizdiklerine veya söylemlerine tanıklık olarak bakacak olursak onlar da sürekli olarak bu durumdan şikayet etmektedirler. Bu değişiklik üstünden tedavi olmaya gelenlerden artık zorunlu olarak kamuoyu önünde durumlarını açıkça gös­ termeleri istenmektedir. Ve onlar kendi patolojilerinin ve acı çekmelerinin bir yerde uzmanları olmaktadırlar. Bu yüzden bir itiraf zulmünün dile gelmesinden başka bir şey olmayan teşhisleri kendi Üzerlerinde yapmaktadırlar. Aynı anda bilindiği gibi görsel ve işitsel medya, herke­ sin kendini teşhir ettiği postmodern büyük sahnesine bütün oyuncuları kabul ederek, pornografinin olduğu kadar pü­ riten ideolojinin de başlıca aracı olmuştur. Bütün dünyada gerçekçi ya da herkesin kendi içselliğini gündeme getirdiği 199

içimizdeki Karanlık Yan iddia edilen televizyon programlarında sanki açık bir tımar­ hanede gibiyiz, bu bmarhane açık bir tımarhanedir. DSM'nin sınıflandırmalarını esinleyen zihniyetten pek de uzak olma­ yıp, durdurulmuş bir zamanın ve sonsuz bir gözetlemenin bir krallığı gibi, organize edilen geniş bir hayvanat bahçesidir. Saydamlığa,

gözetlemeye, kendi içindeki lanetli yö­

nün yok olmasına bu kadar bağlanan bir toplum, sapık bir toplumdur. Ama -ki işte paradoks da buradadır- böy­ le bir saydamlık doğrultusundaki görsel ve işitsel medya, bunu kategorik bir buyruk haline getirmektedir. Demokra­ tik devletler artık kendilerinin barbar, utanılacak ve sapık pratiklerini saklayamamaktadırlar. Eğer bir örnek verilecek olursa; işkencenin tarihini buna tanık olarak gösterebiliriz. Cezayir' de, Fransız ordusunun en yüksek otoriteleri tara­ fından açık bir şekilde kabul edilerek uygulanırken, alttan alta susarak yapılırken, varlığının kanıtını dile getirmek için tarihçiler, kurbanlar ve tanıklar tarafından yılların geçmesi beklenmiştir. Bugün Irak Savaşı'nda, yakın bir tarihte gö­ rüldüğü gibi, işkenceciler kendi eylemlerini teşhir eden ilk kişiler olmaktadır: kendi aralarında, kendi fotoğraflarını çekmekte ve bunu sahneye koymaktadırlar, klişeler ondan sonra bütün dünyaya yayılmaktadır.41 Uygarlığın ilerleme­ sini sağladığı kadar, onun özelliklerini, onlarla alay etmeyi hatta yok etmeyi aynı anda sağlayan sapıklığın değişik yön­ lerinin, ne kadar farklı bir şekilde ortaya konulduğunu ne kadar söylesek azdır. Eğer bugünkü, sanayi ve teknoloji toplumu, kah vücutla­ rın pornografik fetişleştirilmesi aracılığıyla, kah sapıklık kav­ ramını yok sayan püriten bir bp aracılığıyla, kah da insan ve hayvan arasındaki ilişkilerle ilgili aptalca birtakım tezlerin 41 Jean-Luc Douin, Sinemada Sansür Sözlüğü, Paris, Puf, 1998. 200

Sapık Toplum

geliştirilmesiyle sapıklaşıyorsa, bundan sonra sapıkların ne ya da kim oldukları, sapıklığın nerede başladığı ve bugünkü sapık söylemin oluşturucularının kimler olduğunu bulmak gerekir. Eski zamanın eşcinselleri insan ilişkilerinden uzaklaşmış, lanetli bir yanı benimsemiş ve çocuk doğurmaya dayanan üretici düzenden dışlanarak atılmış olan kişiler -Oscar Wil­ de, Proust ve bu kişilerin roman kahramanları- tanınabilirdi, kimlikleri vardı, birtakım özellikleri bulunuyordu ve bu nok­ talardan damgalanmışlardı. Denildiği gibi ünlü bir sapıklar milleti oluşturuyorlardı: bu, "lanetli bir ırktı." Proust'un za­ ten üzerinde durduğu gibi bunlar, kah kadınlarla (ablalar), kah Yahudilerle bir tutuluyordu. Bu yücelik gösterebilen elit bir ırktı. Bugün Avrupa da birçok hukuk devleti tarafından aile kurma arzuları bile kabul edilen eşcinseller, düşmanları tarafından görünürlükleri azaldığı için daha tehlikeli olmak­ tadırlar. Bunun sonucunda artık her türlü gericinin rahatsız olduğu şey, aile modelinin içerisinden homoseksüellerin dış­ lanması değil, tam tersine aile modelinin içerisine onların da girmesini istemesidir. Bu da bize şunu gösterir. Eşcinseller bu üretme düzenine katılmak için bir yerde yüzyıllar boyunca kendileri için ayrılmış olan yerden vazgeç­ mek zorunda kalmışlardır. Bunun sonucunda sapık söylemin bugün lanetli ırktan gelen birtakım isyancılardan ve yasaya karşı gelebilecek kişilerden değil, ama eski eşcinsellere yeni bir yasal statü vermeyi isteyenlerden geldiği gibi bir duygu içerisindeyiz. Zira cinsel farkın ve nesne tercihi kavramının kutsallaştırılması adına bu söylemin savunucuları yeni norm­ lara düşman olarak her türlü medeni yasa reformuna karşı gelmekte ve evlenmeyi iki birey arasında laik bir birleşme olarak görmek istememektedirler.

201

içimizdeki Karanlık Yan

Bu yüzden bundan böyle bakışın tersine döndürülmesiyle, bir zamanlar yıldırdı.klan bu lanetli ırka bir yerde değer ver­ mekte ve şöyle ya da böyle yerinde tutmak istemektedirler, çünkü kendi kendinin gölgesi olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan normatif düzenin yıkılmasından korkmaktadırlar. Bu gülünç ve neredeyse fetişist bir şekilde eşcinselin lanetli biçiminin yeniden değerlendirilmesi, hiçbir şekilde Proustva­ ri edebiyata benzememektedir. Bu, temelinde ona verilen adı yok ederek, onu yok ettiğini iddia eden bilimin söyleminin arkaik bir versiyonundan başka bir şey değildir. Ama böyle söylemlere sapık niteliği vermek yeterli değil­ dir. Anlaşılması gereken şey, bugün pürltanizmle pornografi temelinde, mastürbasyon yapan çocuk, eşcinsel ve histerik kadın yerine hangi kişilerin geldiğidir. Psikiyatri söylemi her ne kadar sapıklık yerine parafili diyerek Tanrı'ya, iyiliğe, kötülüğe, yasaya ve yasaya karşı gelmeye ya da keyif alın­ masına veya arzuya gönderme yapan bu terimi yok ettiğini sanırsa sansın, bir o kadar da bu sapıklık değişik bir adla sivil topluma geri dönmektedir. Gerçekten de sapık etki cümlesi, hiçbir zaman bugünkü kadar çok kullanılmamıştır. Temelin­ de, haklı bir davada önceden ayarlanmış bir özelliğin, düşü­ nülen veya hayal edilenlerin tersine birtakım sonuçlar verme­ si anlamına gelmektedir. Bu açıdan yola çıkan Christophe Dejours, yeni toplumsal dertlerin gözlemcisi olarak "sapık bir sistem" sanayi sonrası kapitalizmin iç yüzünü bize açıklamaktadır. Tamamıyla kar ve değerlendirmenin mükemmelleştirilmesi üzerinde dönen, neredeyse maddi özelliklerini yitirmiş kapitalizm, gerçekleş­ tirdiğini iddia ettiğiiıin tam tersini doğurmaktadır. Randıma­ nı ve etkinliği daha iyi hale getireceğine, özneleri kendi kendi­ lerini yok etmeye götüren, toplumsal dokunun yozlaşmasını 202

Sapık Toplum

üretmektedir. Bu yüzden de intiharlar, ekonomik yenilgiler çoğalmaktadır: söz konusu olan diye altını çizmektedir, ya­ zar: "emeğin niteliğinin iyileştirmesiyle ilgili değil, sadece çı­ kar amaçlı icralardır. Mesela günümüzde her yerde gündeme getirilen total kalite eğilimini ele alalım. Bu, sapık ve korku veren bir sistemdir. Çünkü total kalite diye bir şey yoktur. Eğer var diye tutturuluyorsa, bu, insanları hile yapmaya ve düzenbazlığa iter."42 Bu yüzden ve aynı nedenlerden ötürü, gitgide tutukluların kapatılması üzerine ya da azınlıkların kurtulmasını sağlayacak ilerici yasaların gündeme getirdiği sapık yan etkilerden daha sıklıkla bahsedilmektedir. Bilimin terk ettiği bu sözcük, konuş­ ma dilinde o kadar kullanılmaktadır ki, bazen şu veya bu uz­ man tarafından tutarsız bir şekilde yeniden ele alınmaktadır. Bir etik komitesi, sözgelişi, tedaviye dayalı klonlamayı, sa­ pık bir etkiyle klonaj yoluyla türemeyi gizliden tekrarlayaca­ ğı korkusuyla yasaklayacaktır. Aynı şekilde her türlü bilimsel yeniliklerden korkulacaktır. Çünkü sapık birtakım biçimlerde karanlık, daha iyi bir ırk yaratmanın eski ideallerinin yeniden doğacağından ya da Auschwitz de icat edilen o berbat yaratı­ ğın yeniden gelmesinden dehşete düşülecektir. Şu anda içinde yaşadığımız bireyci ve artık birtakım ya­ nılsamalardan kurtulmuş toplumda, şu veya bu politik so­ rumluluğu sapık olarak nitelendirmek de az görülen bir şey değildir. Bu açıdan bir komplo, iktidara karşı oyun ya da or­ ganize hilekarlıkla ilgili bütün büyük çağdaş mitolojiler, hiç kuşkusuz iyilik ve kötülük, tanrısal olaP ve şeytansal olan eksenine göre yeniden düzenlenmiş bir sapıklık kavramının kendiliğinden güncelleşmesine aittir. 42 Christoph Dejours, Çalışırken Acı Çekmek, Stefal Lauer tarafından yapılan söy­ leşi, Le Monde, 22-23 Temmuz 2007.

203

içimizdeki Karanlık Yan Ve sonuç olarak cellatlar hiçbir zaman, yazarları ve gaze­ tecileri, onların iç yüzünü göstermekle uğraşanları bu kadar büyülememiştir. Aynı şekilde, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonrasının tarihçileri, kahramanların destanlarını göklere çı­ kardıktan sonra kurbanların kaderi üzerine eğilmiş ve en so­ nunda da soykırıma kurban olmuş kişilerin kaderlerine ilgi duymuşlardır. Kısacası günlük sözcük haznesinde bu sözcük, akıl hasta­ lıkları bilimleri tarafından terk edildiğinden beri kaybetmiş olduğunu zannettiğimiz korkutucu anlamını yeniden kazan­ mışsa eğer, bunun nedeni; ne psikolojinin, ne etolojinin, ne de psikiyatrinin artık sapıklığı hir yapı olarak düşünememesin­ den ve sapıkları tutarlı bir şekilde açıklayamamasından ileri gelir. Sanki Tanrı'nın yerine geçen bilimci söylem, psikanali­ zin ve felsefenin reddedilmesinden sonra özneye ve öznenin bilincine, psişizme her türlü özel statüyü vermekten vazgeç­ tikten sonra, sadece bilimselliğini değil, aynı zamanda etiğini de kaybetmiş olmaktadır. Bu pozitivist bilim zaten sapıklığın statüsünü düşünmekte iktidarsızdır. Asla bütün bu alanlardaki, en ileri araştırmalara rağmen, en ufak bir şekilde genetik veya biyolojik bir düzen­ sizlikle, bunlar arasında ciddi bir ilişki de bulunamamıştır. Günün birinde kötülükten keyif alma düşüncesinin sadece insana özgü olsa da, öznel psişik, ve toplumsal bir tarihten ileri geldiğini kabul etmemiz gerekecek. Ve sadece, yasaya, ilerlemeye ve uygarlığa ulaşma, Freud'un da kabul ettiği gibi hiçbir evcilleştirmenin içine sığmayan içimizdeki bu yanın düzeltilmesini sağlar. Sonuç olarak, hptan, etnolojiden ya da biyolojiden ileri gelen tutarlı bir düşüncenin yokluğunda sapıklara veya sa­ pıklığa kurumsal yüzünü veren hukuk olmuştur. Hukuki

204

Sapık Toplum

söylem gerçekten de cinsellik konusunda yasal olan pratik­ lerle, yasanın üzerinde durduğu ve kabul etmediği pratikleri birbirlerinden ayırmışhr ve mademki devlet vatandaşların içlerinden geçenlerle arlık uğraşmamaktadır -hiç kuşkusuz bu önemli bir gelişmeyi temsil eder- bunu benimsemiş eriş­ kinler arasındaki her türlü cinsel sapıklıklara bundan böyle izin verilmiştir.43 Her özne, bugün özgür bir şekilde eş değiş­ tirici, isterse özgür bir şekilde mastürbasyoncu, sado mazo­ şist, ensestçi, koprofil, koprofaj, fetişist, fahişe, travesti, zoofil, nekrofil, dil fanatiği, arka odacı, fistingci, dövme benimseyicisi, pearcingci, kırbaç sevici ya da şeytani bir sekse bağlı olabilir. Fakat bütün bunları kamuoyu önünde yapmaması gerekir, mezarlıklara tecavüz etmemesi, cesetleri oradan çıkarmama­ sı, vücudunu satmaması ve organlarını ticari amaçlarla kul­ lanmaması, insan yememesi ve (hayvanlarla cinsel ilişki söz konusu olduğu zaman) içgüdüsünün nesnesine kötü davran­ maması gerekir. Bu bağlamda, yasa onları toplum için tehlikeli diye ta­ nımlamadıkça ve sapıklıkları özel hayatlarında kaldıkça sa­ pıklara arlık sapık gözüyle bakılmaz. Bundan böyle, onlar normalleştirilmiş, kendilerine izin verilmiş, suçsuz görülmüş psikiyatrik açıdan değerlendirilemeyen sapıklardır ve bun­ lar birtakım derin, erotik, pornografik, psikanalitik, sekso­ lojik eserlerde, Marquis de Sade' dan bu yana yazarlar ya da psikopatolojinin tarihinin uzmanları tarafından ge1i�tirilmiş zevklerin, tutkuların, yasaya karşı gelişlerin ve kötülüklerin o uzun anlahsına kendi açılarından girişmişlerdir. 43 Elbette burada bunu kabul eden kişilerin sağlıklannın yerinde olması gere­

kecektir, yine de bu benimsemeye, eğer işe yaramıyorsa bir sınırlandırma ge­ tirilebilir. Mesela, eğer bir kişi kendisinin sömürülmesini benimsiyorsa, bil­ hassa evde köleliği, kadın ticaretini ya da suç ve cinayet işleyen bir tarikata bağlı olınayı kabulleniyorsa, bu benimseme geçersiz olarak değerlendirilir.

205

içimizdeki Karanlık Yan En değişik şekillerinde hiçbir zaman seks, bugünkü kadar çalışmalara konu olmamış, bu kadar insanları büyülememiş, bu kadar incelenmemiş, bu kadar teorik olarak ele alınmamış, bu kadar derinlemesine incelenip, dibine kadar inilip, teşhir edilip yorumlanmamışhr. Bizim toplumumuz, ahlaki düzene köle gibi bağlanmaktan, zorlamalardan ve sansürden, cinsel­ liği kurtardıktan sonra, vücutların keyif alışının dile getiril­ mesinde, arzunun ve onun gidiş gelişlerinin muammasına bir çözüm getirdiğini zannetmiştir. Bunun sonucunda psikiyatrinin yerine hukuk geçerek, toplumsal, yani yasa açısından sakıncalı olan eylemlerde bu­ lunan, tecavüzcü, pedofil, manyak katil, cinsel suçlu, teşhirci, mezar tecavüzcüsü, tacizci "parafilleri" bazı konularda ken­ dilerine izin verilen diğer "parafillerden" ayırmak böylece sağlanmıştır. Bu "suçlu" ya da "ana yoldan sapmış" katego­ risine, cellat olsun, kendilerinin veya başkalarının kurbanı ol­ sun toplumsal düzeni bozarak, biyoiktidarın taşıdığı idealleri nihilist ve bozucu bir davranışla zedeleyenler de girer: AIDS virüsü ile enfeksiyon kapmış, her türlü önlemi reddeden, bu yüzden de virüsü başkalarına da aktarma riski taşıdıkları için suçlu olarak yargılanan göçmen eşcinseller, suçlarını sürekli tekrar eden ergenler, hiperaktif denilen çocuklar, aile ya da okul otoritesinden kaçan saldırgan ve şiddet uygulayan ço­ cuklar, obez erişkinler, depresifler, narsistikler, her türlü te­ daviye bilerek karşı gelen intihar eğilimindeki kişiler. Bugün vardığımız noktada, kendi bedensel hastalıklarının ortaya çıkışından keyif aldıkları kendi davranışları sorumlu davranan özneler de eklenecektir -İngilizce konuşan ülkeler de bu şimdiden başlamışhr-.44 44 En çok da İngiltere'de, çok ciddi bir bağırnWık sonucu (alkol, tütün vs.) hasta­ landıkları kesinlikle saptanabilen kanser ya da kalp damar hastalıklanndan. / ..

206

Sapık Toplum

Yine de kamuoyunda yerleşmeye başlayan insan sefale­ tinin bu hiyerarşisinin içerisinde, evsizler, pis olanlar, alko­ likler, köpekleriyle yaşayan45 ve pis kokanlar, günümüzde en zararlılar -yani en sapık- olarak görülmeye başlanmışhr. Çünkü onlar ayrıca çalışmamakla suçlanmaktadırlar. Ve çağ­ daş hijyen saplanhsının yeni Homais'leri onların pis kokula­ rıyla savaşmak ve onları kentten uzaklaştırmak için Üzerle­ rine daha da kötü kokan maddeler boca ediyorlar; bir yerde yasayı saphrmadan, bir pisliğe karşı devletin kabul ettiği baş­ ka bir pislikle savaşmak mümkün müdür?46 Bu durumlarda, adı verilmese bile sapığın mutlak bir öteki haline dönüştürüldüğünü, insanın sınırları dışına atılarak, bal gibi de sapık bir şekilde onun bir pislik olarak görüldüğünü ve bazen de tam tersine gerçekte rahatsız edici bir iktidar elde ettiğinde onun zorbalığıyla savaşıldığını görmemek mümkün mü? Onun iktidarı, diye düşünülmektedir, öyle rahatsız edici olacaktır ki, sadece toplumun kendisinin en kıymetli özelli­ ği olarak gördüğü cinsin -çocuk- değil, ama aynı zamanda toplumun kendisinin yani yasalarla idare edilen bir cemaatin yıkıcısı olabilir. Bu açıdan günümüzde en nefret edilecek biçimde sapıklığın özünü canlandıran kişi eşcinsel değil pedofildir. Çünkü doğru­ dan çocuğa saldırmakta, dolayısıyla oluşum halindeki insanı yok etmektedir. Yine de sapıklar arasında sapık olarak teröris­

tin üzerinde bütün çağdaş fantazmlar kendilerini gerçekleştir­ mektedir. Çünkü toplumun mümkün bir soykırım tehdidi on-

.. / . mustarip özneler, artık tıp tarafından diğer hastalar kadar tedaviye layık görülmemektedir. 45 Bkz. Patrick Declerck, Kazaya Uğramışlar. Paris Serserileriyle Birlikte, Paris, Plon, İnsan Dünyası Koleksiyonu, 2001.

46 Argenteuil Belediye Reisi yakın bir tarihte bu durumda olanların iticiliğini püskürtmek için bir ürün satın almıştır. Bkz. Le Monde, 26-27 Ağustos 2007.

207

içimizdeki Karanlık Yan

!ardan kaynaklıdır. Çağdaş terörist, mutlak kötülük düzerunde zaten Nazilerin mirasçısı olarak ele alınmaktadır. Psikopatoloji tarihinde Freud, çocuk cinselliği sorununu te­ orik olarak ele alan ilk kişi olmuştur ve daha önce söylediğim gibi böyle yaparak mastürbasyonun üzerindeki laneti kaldır­ mıştır. Aynca çocuk bundan böyle aynı zamanda bir hukuk öznesi ve cinselliği olan bir varlık olarak tanındığı için vücudu bir kutsallaştırma konusu olmaktadır. Bugün çocukların kendi cinsel organlarına dokunmalarını önlemeye çalışacak girişim­ lerde bulunmak isteyen ya da cerrahi operasyonlar gerçekleş­ tirmeyi düşünen bir doktor, hiç kuşkusuz bir sapık olarak gö­ rülürdü ve ona karşı eczaneden alınacak ilaçların üstünlüğü savunulurdu. Erişkinlerin mastürbasyon yapmasına gelince -eğer bu teşhircilik ya da tacize götüren takıntılarla birlikte de­ ğilse- aksine, sapık bir pratik olarak bile görülmemektedir. Cinsel açıdan saydamlık peşinde koşan bugünkü toplu­ mumuzda olduğu kadar, narsisjzm tapınması egemen ol­ duğundan bu yana tek başına cinsellik hiç bu kadar değer taşımamışhr. Freudçu açıdan cinselliğin normal bir aşaması olarak düşünüldükten sonra bu tehlikeli ikame günümüzde özgürleştirici bir hareketin son vardığı nokta olarak dayahl­ maktadır. Ayrıca tek başına yapılan cinsellik rahatsız edici partnerleri, rahatsız edici çatışmaları, tutkulu kıskançlıkla­ rı - ve en çok da cinsel açıdan bulaşan hastalıklar belasını önlemerun en iyi aracıdır. Bu yüzden öznenin, sadece kendi sonluluğuna değil seks shop sanayisinin ona sağladığı zevkle karşılaştığı cinsel yönelimin kendisi olmuştur ve bu şekilde hukuka girmiştir; seks shoplarda kadınlar için pazarda gitgi­ de daha karmaşık sonsuz sayıda dildo ve erkekler içinde her tür şişme bebek vardır.47 47

Bkz. Thomas Laqueur, Tek Başına Seks, age.

208

Sapık Toplum

Mastürbasyon zaten teşhircilikle çok iyi birleşir: "yüzler­ ce genç kadının iç dünyasına giriniz", demektedir "internet­ te dolaşan binlerce kişiye yollanan bir mail, bütün dünyaya yerleştirilmiş iki yüzden fazla kameranın kontrolü sizin ol­ sun. Tuvaletler, duşlar, yatak odaları, salonlar, yüzme havuz­ ları, jinekoloji muayenehaneleri, saunalar, jakuziler, banyo salonları, onlar sizi görmeden kızların orada ne yaptıklarını siz göreceksiniz. En içten yönlerini sizlere gösteriyorlar, he­ pimiz şöyle böyle dikizci ve meraklıyız, bugün görülmekten korkmadan gerçekte neler olduğunu sakince görebilme şan"ı sizin." Ne yazık ki bu postmodern bireyciliği belki de doyurma­ ya yönelik şahane program, sadece otoerotizmi aşmak için kullanılan sapık bir çabanın umutsuz gösterisidir. Arzunun belalarının en iyi anlatıcısı olan çağdaş büyük romancı Phi­ lip Roth, bu tür mastürbasyon çılgı" lıklarının en coşkun olanlarını roman sayfalarında anlatmıştır: "buruşturulmuş klineksler, kolalı mendiller, lekeli pijamalar, evrenin orta­ sında çıplak ve şişmiş cinsel organımı tutuyor, tam boşalır­ ken bu adiliğim görülecek diye de sürekli olarak korkuyor­ dum [ . ] " . "O en büyük sensin, en büyük sensin bana ver", diye yalvarıyordu "okuldan sonra vazelinlediğim şeyimle birlikte deli etmek için zemin altındaki çöp tenekesine sak­ ladığım boş süt şişesi", "gel en büyüğüm", "kasaptan bir öğleden sonra sapıkça satın aldığım çıldırmış böbrek par­ çası uluyordu, dahası, ister inanın ister inanmayın bar mitz­ vah töreninden önce hazırlık dersine gideceğim diye yola çıkmışken bir afiş panosunun arkasında o böbreğin ırzına geçtim" .48 . .

48 Philip Roth, Portnoy ve Kompleksi, 1967.

209

!çimizdeki Karanlık Yan

Sanılanın aksine, pedofili49 ergenler arasında ya da genç kızlar ile yaşlılar arasındaki evliliklerin aileler tarafından ön­ ceden hazırlandığı bir dönemde bile sapıklık yüklü, kanun­ ları ihlal eden bir eylem olarak görülmüştür. Bilindiği gibi Marquis de Sade kitaplarında pedofiliyi önermiş ama kendi hayatında hiç buna başvurmamıştır. Krafft-Ebing ona "erotik pedofili" adını verir ve böyle davranışlarda çocuğun vücudu sadece bir keyif alma nesne­ sine dönüştüğü için fetişizme yaklaştırır. Eğilimin doğası ne olursa olsun (çocuktan nefret ya da çocuk aşkı) bunları yol­ dan çıkmışlar ya da dejenereler olarak görür ama haklı olarak bu terimi, erişkin bir kişi ile daha olgun olmamış bir çocuk arasındaki ilişkinin özelliği olarak niteler, böylece pedofililiği bir yandan oğlancılıkla, öte yandan hebefililikle -gençseverli­ likle- karıştırmayı böylece önler. Birinci terim söylenildiği gibi Yunan eşcinsel geleneğine ve ikincisi ise "hebefili" kadın olsun erkek olsun, erişkin birinin genç ergenlere duyduğu özel ilgiye gönderme ya­ par. Sonuç olarak bugün yasa on beş yaşından küçük birisiyle her türlü ilişkiyi yasaklıyorsa da, kelimenin tam anlamıyla on dört yaşındaki bir kız ya da bir erkek ergenle on altı ya da on sekiz yaşındaki genç bir erişkinin ilişkisine pedofili adını vermek zordur.50 19. yüzyılın sonunda ve doktorlar mastürbasyon yapan çocuğun peşinde koşmayı sürdürürken, erişkinlerin küçük yaştaki çocuklara yönelik cinsel suiistimaller (ensest olsun olmasın) ciddiye alınmaya başlamıştır. Bu suiistimaller uzun 49 Pedofil çoğu zaman bir erkektir ve bir kadın pedofil olursa, bu genel olarak onu köleleştiren bir erkeğin zorlaması ile olur. 50 Demek ki tam anlamıyla pedofili, bir erişkinin bir çocuk vücudu üzerinde işlediği cinsel bir suçtur (yaşı küçük birinin baştan çıkarılması değildir).

210

Sapık Toplum

süre saklanmış ve bir yandan psikanalizin yaygınlaşmasıy­ la, öte yandan seksolojinin gözlemleriyle ortaya çıkarılmış­ lardır. Ama o tarihte bu suiistimaller çocuklar tatafından, eylem sırasında doğrudan doğruya değil seneler sonra eriş­ k.inlikleri esnasında kendilerini tedavi eden doktorlara itiraf edilmiştir. Eğer -genel olarak histerik kadınlar- kurbanlar,

ruh doktorlarının özel muayenehanelerinde geçmişteki acı­ larını böylece ortaya döküyorlarsa da saldırganlar sessiz kalıyordu. Ve onlar sapıklıklarını ahlaka karşı gelmeleri so­ nucunda yasal tıpla karşılaştırıldıkları zaman açıklıyorlardı. Başka türlü söyleyecek olursak çocuk katili olmaksızın, hatta vahşi varlıklara da en azından görünüşte dönüşmeden "sı­ radan" pedofiller aile içinde dokunma yoluyla kendilerini tatmin ediyorlardı. Ya kendi çocuklarına ya da çevrelerin­ deki çocuklara uyguladıkları bu dokunmalar sonucunda ço­ cuğun vücudunun kendilerine ait olduğunu düşünüyor ve sonucunda baştan çıkarmanın, cinsel olarak erişkinin hoşuna gitmeye çalışan çocuğun kendisi tarafından gündeme getiril­ diğini zannediyorlardı. Geriye dönerek yapılan itiraflar o kadar sıklaşmıştı ki Freud ilk anda histerik nevrozun yaralayıcı kaynağının ço­ cuklukta yaşanan bir cinsel suiistimal olduğunu düş-t:ndü. Ayrıca Freud bu nevroz açıklamasının doğruluğuna ikna olduğu için kendi yaşlı babası Jacob'un kendi çocuklarını ağzına vermeye zorlayan bir sapık olabileceğinden şüphe­ lenmeye başladı. Ama ikinci bir aşamada 21 Eylül 1897' de, ünlü bir mektubunda bu baştan çıkarma teorisinden vazge­ çerek, gerçek suiistimaller olsa bile nevrozun tek nedeninin, kaynağının bunlar olamayacağını savundu. İşte zaten o za­ man fantazm kavramını geliştirdi. Zamanın bilim insanla­ rının hepsinin incelediği bu ünlü cinsel sahnelerin bal gibi

211

içimizdeki Karanlık Yan

de hayal edilmiş olabileceğini ve psişik gerçekliğin maddi gerçeklikle aynı özellikte olmadığını gösterdi.51 Günümüzde artık kendilerine parafil denilen pedofiller "cinsel tercih rahatsızlığı"na yakalanmış hastalar olarak gö­ rülüyorsa ve yasada geriye dönüşlü tanıklığın geçerliliği ko­ nusunda tartışmalar olsa da itiraflar için çocukların kendile­ rini konuşturmak gereklidir. Bu durum, günümüzde çocuk statüsünün değişmesiyle ilgilidir. Freud'un ve ondan sonra gelenlerin çalışmaları sonucunda çocuk bugün masum ve saf bir yaratık olarak değil aksine, çok yönlü bir sapık olarak ele alınmaktadır. Bu cinselliğin üzerine baskı yapılmamalı, baştan çıkarma deneyleriyle tahrik de edilmemelidir. En çok da vücudu, çocuklukta yapılan suiistimallerin kötü sonuç­ larının bilincine varıldıkça daha da yasak hale gelmiştir. Ve sonuç olarak itiraflar harfi harfine kabul edilmeye başlan­ mıştır. Oysa deneyim bize "çocuktan al haberi" sözünün doğ­ ruluğunu gösteriyorsa da, çocuktan çıkan bu haber yeniden yorumlanmış ve tahrif olmuştur. Başka türlü söyleyecek olur­ sak suiistimal kurbanı olan çocuklar çoğu zaman kendilerini gerçekten suiistimal edenler yerine, çevrelerindeki veya daha uzaklardaki başka kişileri suçlamaktadırlar. Yaşanmış yara­ layıcı bir gerçeklikten yola çıkarak çoğu zaman aşırı abartılı cinsel sahneler icat edip iç içe geçmiş ağlar, komplolar, gizli güçler hayal etmektedir.52 Ayrıca çağdaş pedofili, çok geniş bir ölçüde pornografik sitelerde teşhir edildiği ve medya da üst üste gösterildiği için her suçlanma tekrarında fantazmın sanal bir gerçekliğe uygun düşmesi de nadir değildir. 51 Sigmund Freud, Wilhelm Fliess'e Mektuplar, (1887-1904), age, Freud'un baştan çıkarına teorisini tekrar etmesiyle ilgili tarbşmalar konusunda Roudinesco, Niçin Psikanaliz, Paris Fayard, 1999. 52 Outreau davasında böyle olmuştur.

212

bkz. Elisabeth

Sapık Toplum

Çocuk, ister suiistimal edilmiş, ister kendisine yakın bir erişkin tarafından ihmal edilmiş, dövülmüş, kendisinden nef­ ret edilmiş, terk edilmiş ya da baştan çıkarılmış olsun, her se­ ferinde "bir ruh cinayetiyle karşı karşıya kalır, bu durumlarda kendisine olan saygısını kaybederek, kendisine reva görülen bu kötü davranışın suçlusunun da kendisi olduğunu zannede­ rek bu gibi eylemleri tekrar etmeye yönelir ve hatta kendisinin ve kendi çocuklarının da celladına dönüşür. Leonard Shengold "bazı hastalar öyle hikayeler anlabyor ki" diye yazmaktadır, "bunlar karşısında hıçkıra hıçkıra ağlarsınız: "Babam bizi öyle kötü dövüyordu ki, kemiklerimizi kırıyordu [ . . . ]". "Annem geri zekalı kardeşimin yulaf tanelerinin içerisine bulaşık suyu koyuyordu [ . . . ]". "Annem eve erkek getirdiği zaman onlarla seviştiğini bize göstermek için odanın kapısını açık bırakıyordu

[ . . . ]". "Üvey babam benimle birlikte banyo yapıyor boşalana kadar bana istemediğim bir şeye zorluyordu ve bunu anneme söylediğim zaman, o bana yalancı diyerek tokat atb."53 İtiraflar sadece cinsel suiistimaller için değildir. Aynı zamanda Shengold'un bize anlatbğı gibi, nefretin ve aldır­ mazlığın, sessizliğin ve maskelenmiş deliliğin ustaca ikti­ darda olduğu ahlak işkenceleridir. Çok zengin bir aileden gelen, depresyon geçiren ve intihar eğilimli genç bir adamın hikayesi buna örnektir. Alkolik babası atlarına karşı ölçüsüz bir aşk göstermiş ama onu hep bir nesne olarak görmüştür. Annesine gelince, bir yandan ona aşırı bir lüksle debdebeli maddi doyumlar sağlarken, öte yandan da onu durmaksızın aşağılamıştır. Bir analize başladığım öğrendiği gün, bu anne oğluna kendi babasına ait bir çift tabancayı doğum günü he­ diyesi olarak vermiştir. 53 Leonard Shengold, Ruh Cinayeti, Kendilerine Kötü Davranılan Çocukların Kaderi (New Haven, 1989), Paris, Calmann Levy, s. 23.

213

lçimizdeki Karanlık Yan

Daha önceden gördüğümüz gibi birçok büyük sapığın ço­ cukluklarında böyle korkunçluklar vardır. Ve bilindiği gibi nefret, saldırganlık, kötü davranış, aile içi sırlar arasında ruh cinayetlerine uğramış olan bu kurban çocuklar büyüdükleri zaman başkalarından çok daha fazla oranda pedofillerin düş­ lediği kurbanlar olmaktadırlar; pedofiller onları okşamalarla ya da güzel sözlerle rahatlıkla baştan çıkarmakta, sonra da baş kaldırma arzusunun çocuğunun kendisinden geldiğini iddia ederek onları mahvetmektedirler. Yine de kurbanların acıları kabul edilmişse de günümüzde cinsel sapmalar adı verilen özellikler nasıl ele alınmaktadır? Yirmi yıldan beri Amerika ve Kanada da seksoterapi ko­ nusunda uzmanlaşmış psikiyatrlar bu sapıklara kendi rıza­ larıyla vücut ve ruh açısından epey garip tedaviler uygula­ maktadırlar. Araşhrma laboratuvarlarına yerleşmiş olan bu psikiyatrlar, bu şekilde araç haline getirdikleri hastalarına bütün taleplerini doyurmaya yönelik sentez imajları ve tek­ nolojik aletler sağlamaktadırlar. Öznenin vücudundan psişik hakikati çıkarmaya çalışarak, artık onlar istemeyinceye kadar pornografik filmler seyrettirerek, heyecanlarının, ereksiyon­ larının yoğunluğunu ölçebilecek değişik makinelere onla­ rı

bağlamaktadırlar: luxmetre-ışıkölçer, thermistor-ısıölçer,

transdüktör, standart kullanılan yazma polygraphe, gözbebe­ ğinin yanıtlarını ölçmeye yarayan biriktirici entegratör vs.54 Tedavicilerin yanında gelişen cinsel eylemlerini ya da tanıma kusurlarını dokunmalar yoluyla düzeltme görevini üstlenen

54

Bkz. Sylvere Lotringer, Doyasıya Kadar, Paris, Desordes-Laurence Viallet, 2006. Şurasıru belirtelim ki davraruşçı terapilerin kurucularından biri olan Hans Jurgen Eysenck, Nazi Almanyası'ndan kaçanlardan biridir. Oradan kaçmasına rağmen eşitsizlikçi teorilerden etkilenmiştir. Alain de Benoist'nın önsöz yazdığı lnsanııı Eşitsizliği (Paris, Copernic, 1977) adlı eseri buna taruk­ lık etmektedir.

214

Sapık Toplum

partnerleri bunları göklere çıkarır. Böylece sapmış oldukları­ na inanılan cinsel sapıklar

kendi istekleriyle zorlanarak laboratu­

var farelerine dönüşürler.55 Suç işlerken gerçekleştirdikleri eylemleri fantazm düze­ yinde tekrarlayarak koşullanmaları sonucunda artık bunları arzu etmemeye itilmektedirler. Kontrol altında normal adı verilen cinsel birleşmeler gerçekleştirerek kendilerini yeni­ den eğitmeye zorlanmaktadırlar, değişik tedaviler etkisiz ilan edildiklerinde bu seks doktorları önce kimyevi (hormon aşı­ lama56 sonucu), soma cerrahi, testiküllerinin -hayala�­ alınarak hadım edilmelerini önermektedirler. Bu alanda da gönüllüler fazlacadır. Bu gibi pratiklerin başarısı övülebilir mi? Sözgelişi bir tra­ vestiye, kılık değiştirirken travesti olmaktan duyduğu deh­ şetten onu kurtarmak ve onu iyileştirmek için elektroşok uy­ gulamak kabul edilebilir mi? Bir eşcinsele ilaçlar vererek, her ereksiyon olduğunda kusmasını sağlayarak, kendisi istedi diye nefret içerisinde yaşadığı eşcinsellikten onu vazgeçir­ mek hakkına sahip miyiz? Genel olarak yasa tarafından yaptırıma uğradıktan soma suç tekrarlama oranının göreceli olarak zayıf olduğunu bile bile cinsel sapıklara ille de cerrahi davranış değiştirici ya da tıbbi bir yanıt mı verilmelidir?57 Daha klasik tedavilere başvu­ rarak bütün yaklaşımları -kimyevi tedavi, psikoterapi, göze55 Daha önce albnı çizdiğimiz gibi, hayvanlık düzeninin savunucuları diğer araştırmacıların farelere gereksiz yere uyguladıkları acıları mahkfun etmek­ tedirler.

56 Erkekteki cinsel arzuyu hareketlendiren erkek cinsel hormonunu yani testes­ teronu prostat kanserinde kullarulan ilaçlar yardımıyla azaltmaktır söz ko­ nusu olan. Bu tedaviler pedofillerin cinsel arzularım azaltmamakta, akciğer amboli risklerini ve eklem ağnlarıru tetiklemektedir. Gönüllüler üzerinde davraruş terapisine bağlı testlerde başka moleküller de denenmektedir.

57 Erişkinler için ülkelere göre % 9-13, ergenler için de % 2 olan bu sayıyı bu konuda önemli bir belgeye sahip olan Sylvere Lotringer'ye borçluyum.

215

lçimizdeki Karanlık Yan tim, toplumsal sorumluluğu üstlenme, kapatma-58 birbirine karışbrmak ve önceden bilinen veriler üzerinden tıbba bağlı olmayan protokollere dayanmak tercih edilmemeli midir? Aslında bu tür öznelerin bir hastalıktan acı çekmeleri söz ko­ nusu değildir. Onların öznellikleri saptırılmıştır. Bu yüzden onlar içlerinde bulundukları kendilerine özgü durum günde­ me getirilerek tedavi edilmelidir.59 Bu açıdan Yasanın varlığı aynı zamanda yaptırım demektir ve Freud'un da altını çizdiği gibi, haksız yere kontrolsüz oldukları iddia edilen güdülerin kontrolü için koşullanmadan çok daha önemlidir? Deli ya da sayıklamalar içinde kaybolmuş olanlar değil de sapık oldukları için, pedofiller, hiçbir tehlikenin onları tehdit etmediğini doğruladıktan sonra, gayet açık bir zihinle, eyle­ me geçerler: bir polisin, tanıkların yakınlığı, çocuğun baştan çıkarmalarına direnmesi vs. tehlikedir onlar için. Ne derler­ se desinler, demek ki güdülerini kontrol etmektedirler ve bu yüzden de çocuk köleliğinin organize olduğu ülkelerdeki seks turizmine başvururlar ellerinden geldiği kadar. Kaldı ki en tehlikeli sapıklar, tecavüzcü ve çocuklara karşı suç işleyenler, suçu tekrar edenler, er geç Yasaya karşı gelir­ ler. Sanki öfkeleriyle, toplumun cezalandırıcı iradesini sonu­ na kadar götürüp yaptırım biçimlerini yenilgiye uğratmaktan keyif alıyor gibidirler, hatta uyuşturucunun gücünü de kendi taraflarına çekerler.60

58 Yalnız burada bir koşul da şudur: hapishane, başka mahkumlar tarafından tecavüz edilen ya da çoğu zaman kendilerine saldırılan sapıkların koşullanru daha da berbatlaşhran bir yer olmamalıdır. Mahkumlar kendilerinin maruz kaldıkları cezalan başkalarına uygulayarak onları cezalandırdıklanru düşü­ nebilirler. 59 Sapıkların tedavilerinin üstlenilmesi onların tekrarlanma oranlarını azaltma­ maktadır. 60 Irzına geçtikleri çocuklara da uyuşturucu verirler ya da kendi libidolarını uyarmak için uyana temin ederler.

216

Sapık Toplum

Şimdiye kadar kimse sapıkların tedavisinin başarılı oldu­ ğunu asla kanıtlayamamışhr. Sapıklar yasaya meydan okur. Yasanın yerine ikame edilen bilim böyle "terapileri" destek­ lese de, bu sadece sapığın Yasaya daha da meydan okumasını sağlar. Stanley Kubrick

Otomatik Portakal'da bu mekanizmayı

çok iyi karutlamışhr. Çoğu zaman insanlığa karşı suçlarla kar­ şılaştırılan böyle eylemler söz konusu olduğunda, suça gale­ be çalmak insanlığın görevi değil midir? Bu sapık tedavi yöntemleri, eskiden verilen vücut ceza­ larının maskelenmiş bir tekrarından başka bir şey değildir temelde. Bir yerde Moliere'in doktorlarının, bilimsel tıbbın gelişmesinden önce uyguladıkları kan almalardan ya da söktürücülerden daha etkili değildir. Bu açıdan bu çılgınca davraruşçılığın61 savunucularının henüz, suç tekrarlarında, kimyevi olarak önceden hadım edilmiş suiistimalcilerin el­ lerini ya da dillerini de kesmeyi düşünmemiş olmamaları gariptir. Günün birinde belki bunun da sırası gelecektir.62 Kayda değer bir makalesinde, Daniel Soulez-Lariviere, pe­ dofilinin insanlarda uyandırdığı dehşet yüzünden hukuk­ ta, Fransa ve Almanya' da, idam cezasının kalkmasından sonra, yok olmuş olan "elemek" düşüncesinin, sinsice yeni­ den gündeme getirildiğinin altını çizer: "Sıfır derecede su­ çun tekrarı, gerçekten de suçlunun tam olarak elenmesiyle mümkündür ancak. Uçak kazalarının tam olarak orta dan 61 Fransa da henüz bu yoktur. 62 Bu aşırı tedavi yöntemleri, avukatların ve yargıçların çoğu tarafından, (suç tekrarının gösteriye dönüşüp medyaya mal olduğu her seferinde) gereksiz olarak görülmektedir. Kimileri pedofili eylemlerinin uyardığı heyecanın küstahça sömürülmesine temel olan "suça ceza verme" popülizmini suç olarak görürler ve öte yandan suçun tekrarının çoğu zaman, kapatılma­ larının başında suçluların sorumluluğunu üstlenenlerin ellerindeki mali araçların yetersizliğinin altını çizerler. Bkz. Françoise Cotta ve Marie Dose, "Cezada Popülizm" ve Yves Lemoine, "Çocuğun Yeri", Liberation, 24 Ağus­ tos 2007.

217

lçimizdeki Karanlık Yan

kalkması ancak uçakların havada gidiş gelişinin sona erme­ siyle olur" .63 Tahmin edileceği gibi, bu tür tedavilerin64 gündeme geti­ rilmesi, yolundan sapmış denilen cinselliğin, sadece tedavisi­ nin yapılabileceği değil aynı zamanda önceden bilinebileceği düşüncesini de yaygınlaştırmıştır: fantazmalar gözetlenile­ bilir ya da ergenlerin yanlarına yaklaşma eylemi pedofil ol­ duğu varsayılan kişilere yasaklanabilir sanılmışhr. Yakın bir tarihte Kaliforniya' da, önceden bir şey yapmadığı ve hukuki suç dosyası bulunm adığı halde, esinleyeceği dehşetten ke­ yif almayı umduğu için, bir sapık, kendi sitesinde mümkün karşılaşma yerleri ayarlayarak, kendisinin pedofil olduğunu, küçük kızlara aşık olduğunu söylemiştir. Ailelerin talebi doğ­ rultusunda, yerel otoriteler 17 yaşından küçük çocukların ve ergenlerin yanına yaklaşmasını yasaklamışlardır. Sonrasında sürülmüş ve kendisine vebalı gözüyle bakılmıştır.65 Aldıkları sonuçlardan memnun kalan seks doktorları, su­ çun öngörülmesinin etkili olabilmesi için (ergen ya da eriş­

kin) sadece potansiyel sapıklara değil, o zamana kadar koru­ nan bir kitleye, üç yaşından küçük çocuklara da uygulanması gerektiğini düşündüler. Fransa' da bu program hatırı sayılır66 ölçüde bir protesto hareketiyle -hatta iğrençlikle- karşılansa da, Kanada ve İngiltere'de uygulanmaya başlamıştır. Suçlu63 Daniel Soulez-Lariviere, "Heyecan ve Akıl", Le Figaro Magazine, 25 Ağustos 2007. 64 DSM'lerin dönüştürülmeleri sonucu 1980'lerde Atlantik ötesine getiril­ miştir. 65 Carla Hali, "Restraining order against pedofile OK'd", Time Staffwriter, 4 Ağustos 2007. 66 Pedopsikiyatrlann başıru çektikleri bir dilekçe iki yüz bin kişi tarafından im­ zalanmıştır. Bkz. Çocukta davranışın önceden bilinmesi, izinin sürülmesi mi? 11 Kasım 2006'da Fransız Halk sağlığı derneği tarafından yapılan Uç Yaşından Aşağı Çocuklarda Hal ve Gidiş Sıfır Değil kolokyumunun bildirileri, Collection "Sante et Societe."

218

Sapık Toplum

luk konusunda gerçek bir politikanın organik ya da genetik bir iz sürme pratiğinden ileri geleceğine inandırmakhr söz konusu olan, klasik bir öngörme bunu yapamayacaktır. Bu yüzden de küçük yaştaki çocukların davranışlarının peşine düşmek yerine artık fetüslere geçilmiştir. 2007 Mayısı'nda İngiltere' de gündeme getirilen bir program, birtakım hbbi incelemeler sonucu, annenin hamile kalmasından on altı ay sonrasında, doğacak bebeklerden suç potansiyeli ya da top­ lumsal dışlanma konusunda en riskli olanların belirlenebile­ ceği doğrultusundadır: "Ebeveynlerin bu stratejik yönetimi" denilmektedir, "anne babaya yeniden kontrol vermek, daha doğmadan çocukların suç işlemelerini önleyerek onlara ço­ cuklarının yaşam koşullarını iyileştirmeyi sağlamaktır."67 Ayrıca bu programın daha da inandırıcı olması için, sağlık otoriteleri beyindeki bazı görüntülere dayandıklarını iddia etmişlerdir, bu görüntüler anne baba tarafından sevilen ve sevilmeyen arasındaki nörolojik farklılıkları gösteriyormuş. Aslında bu sonuncu program, hamileliklerinden başlayarak, güç durumda olan bekar annelere ya da fakir çevrelerden gelenlere yardım için geliştirilmiştir. Ama en zor durumda olanlara yardım için geliştirilen bir projenin yararına, beyin uzmanlıkları ya da hiçbir özelliğe dayanmayan nörolojik farklılıklardan söz etmenin ne gereği vardır? Bugüne kadar bilimin güncel durumunda, cinsel sapmayla ya da suçluluk­ la, nörolojik ve beyin değişimleri arasında en ufak bir ilişki bulunmamışhr. Beynin fantastik elastikliğinin, psişik deği­ şikliklere duyarlı olması aşikardır ama buradan yola çıkarak eylemlerimizin, arzularımızın, tarihimizin, iyilik ve kötülükle ilişkimizin anlamını verdiğini çıkartamayız. Bu açıdan beyin, 67 Jean-Marc Manach, "Bebeklerin Suç İşlemesini Önlemek İçin Bir İngiliz De­ neyimi", Le Monde, 16 Mayıs 2007.

219

lçimizdeki Karanlık Yan düşündüğümüzü bilmemizi sağlayan bir organdan başka bir şey değildir. Bu barbar pratikler, sapıklığı sapıklardan ayırmayla sonuç­ lansalar da başkalarına ve kendilerine sapıkların verdikleri zararları önleyememişlerdir, yine de başka bir hasta grubuna da uygulanabilirler: DSM tarafından ağır organik rahatsızlık­ lara kapılmış engelliler gibi gösterilen takıntılı nevrozlara.68 Gereksiz cerrahi müdahalelere bağlı kılınan bu hastalar, labo­ ratuvar hayvanları gibi, nörolojik hastalara69 uygulanabile­ cek ama nevrozlarda hiçbir etkisi olmayan elektrotlarla uyarı tekniklerine bırakılırlar. Böylece hastalar daha da hasta olur. Bu sakatlayıcı ve tehlikeli pratiklerde bir yığın adlandırmalar eşlik eder. Ön taraftan kapsülotomi, ön sengülotomi, alt yak­ malı traktomi, blembik lefkotomi,70 vs. tomi kesme olduğuna göre burada hep vücudun bazı kısımlarının alınması operas­ yonları kastediliyor diye not düşelim. 1 1 Eylül 2001'den beri, aile soy kütüklerini mahveden baş­ lıca sapıklık ajanı olan pedofilin yanında, terörist de ortaya çıkmıştır, o da sadece. devletlerarası sınırlan silip kendine gönderme yapan bir devlet olduğu için değiF1 aynı zamanda Batının üretebildiği en büyük bilimi kendisine karşı dönüştü­ rebildiği için bu adı almıştır. Bugünün teröristi -Amerika'nın en iyi üniversitelerinde bilimsel bilgiyle donatılmış hatta şı­ martılmış biridir- beslendiği bilgiyi saptırabilir, ondan geze­ genin yok edilmesiyle ilgili olanakları çıkartabilir. Genellikle saygıdeğer ve görünüşte normal bir aileden çıkmıştır, içinde 68 Onların takınblanna bu sefer de TOC yani zorlayıa takınh rahatsızlık.lan adı verilmiştir zaten. 69 En çok da Parkinson hastalığına. 70 Bkz. Steven Wairuig, "Psikiyatri: Yeni TOC öznelliğine doğru", -akınhlara verilen ortak ad-, Le Monde, 6 Aralık 2006. -Çev. n. 71 Bundan böyle bunlara "Serseri Devlet" adı verilmektedir. Bkz. Jacques Derri­ da, Serseriler, Paris, Galilee, 2003.

220

Sapık Toplum

yaşadığı toplumla tamamen bütünleşmiştir- Londra, lkrl in, New York'ta ya da başka bir yerde çalışır ama gerçekll' nef­ ret ve fanatizmden oluşan başka bir yaşamı sürdü rmekll'dir ve kendi vücudunu bir yok etme silahı olarak kullanacağı bir rakibi hedeflemediği her şeyi tersine döndüreceği gün gelene kadar bekler, sonunda kendi vücudunda olduğu kadar po­ tansiyel kurbanlarının vücudundan da keyif alır. Bu terörist, 1 1 Eylül'de ikiz kulelere hücum edendir, ne askeri hedeflere uçağıyla atılan Japon kulelerine hücum eden kamikazeler gibidir ne de bir zamanlar ülkelerini savunmak için savaşan ve bu tür silahlan kullanmak zorunda kalan bom­ ba kullanıcılara benzer. Hiç kuşkusuz bir intihar intihardır. Ama Nazi intiharında, altını çizdiğim gibi, politikada olduğu kadar savaşta da gönüllü ölümlerin anlamları aynı değildir. Sapıklığın korkunç bir yüzünü oluşturan İslam terörizmi, kendi ilkelerinin sürüklenmesine tanık olan kurban bir Batı

aklının ürünü olduğu kadar, eyleme geçen kişinin kendisini geçmişinden koparma iradesinin de dile getirilişidir. Zira nef­ ret edilen bir sistemin anlam verici özellikleri yok edilirken, Usame bin Ladin'in müridi, Batının olduğu kadar İslam'ın da Işıklarını reddetmektedir. Kendini tarihe bağlayan bağı ko­ parmakta, yani tektanrılı bir anlayış içerisinde Yasa dininden çıkmaktadır. Bu bozguncu sakallıların, uçuk lanetlerinin bir teknoloji dehasını karanlıklar prensi olarak seçmeleri tesadüf olamaz (şunun da üstünde duralım ki bu kişinin de fizik güzel­ liği kendisi suça battıkça tıpkı Dorian Gray'in portresi gibi bo­ zulmaktadır), beddualarının hedefi de demokrasinin kadınlara tanıdığı onlara göre dejenere ünlü cinsel özgürlüktür. Bu İslamcılar için, kadın olarak kadın yani arzu edilen var­ lık erkekliğini bozan eşcinselden daha da sapık bir figürdür. Aynca bu yüzden de gönüllü kölelikten kurtulup kaçmak 221

lçimizdeki Karanlık Yan istediğinde, dövülmeli, öldürülmeli, işkence edilmeli, taşlan­ malı, katledilmelidir. Kökten bir temiz olamamayı canlandır­ dığından vücudunun saklanmasıyla kimliğinin yok edilmesi arasında seçim yapabilir sadece. Kökten İslamcılıkla, Amerika' da gelişen din köktenciliği arasında da bir simetri olması tesadüf değildir. İkisinin de kaynağı bir terör ilkesi, ikisinin de gündemi cinselliğe mü­ dahale iradesidir, ikisi de bilime dayanarak onun ideallerini saptırıp iyilik kötülük ekseninde temellenen manikeist72 bir din anlayışına dayanırlar. Yine de demokrasi iç şeytanlarıyla mahvedilse bile, hep mükemmelleştirilebilir, oysa bu terö­ rizm, mutlak bir kötülük olarak, karşısındakiyle konuşama­ dığı için her türlü kurtarmanın dışında kalır ve akla dönemez: onun için sadece ölümden keyif duyma kalır. Pedofillere uy­ gulandığı gibi ona da sadece barbar tedaviler uygulamak için bir neden olamaz bu. Bütün bu bölüm boyunca, çağdaş tıp biliminin, insanların acılarını bir ölçüde dindirse de -hastalıkların hemen hemen tamamını tedavi etse de- psişik alanda aynı sonuçlara ula­ şamadığını gösterdik. Deliliğin yüzünü de psikofarmoloji aracılığıyla değiştirmeyi başarsa, tımarhanelere ve uzun sü­ reli kapatmalara son verdiyse de, söz konusu olan sapıklıklar olunca kendi sınırlarına çarpmıştır. Uygarlığın en yüksek yaratmalarının zanaatçıları olsalar da bir yok etmenin arı keyfinin müritleri olsalar da, sefil ya­ şantılarıyla toplumların lanetli yanını gösterseler de sapıklar, psişik güçleriyle her türlü tıp bilimine direnirler. Tann'nın artık onları duyamayacağı bir dünyada bilimi de alay konusu yapmaktadırlar. Aralarından bazıları bilime sahip çıkarsa bu 72 Manikeist: İyi ile kötüyü kesinlikle birbirinden ayıran Mani dininin özelliği. -