Genel Felsefe [1 ed.]
 9786057768377

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Christian Wolff

Genel Felsefe

PİNHAN YAYINCILIK Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215 Topkapı/Zeytinbumu İstanbul Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74 www.pinhanyayincilik.com info®pinhanyayincilik.com Sertifika No: 40676 Kaynak Metin:

Preliminary discourse on philosophy in general,

Wolff,

Christian, Freiherr von (1679-1754), Indianapolis, Bobbs-Merrill, 1963.

Genel Felsefe Christian Wolff ©Pinhan Yayınalık, 2020 Türkçe çeviri©M. Mağsum Gökyüz Birinci Basım: Kasım 2020 Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever Çeviri Editörü: Y. Gurur Sev Kapak Tasarımı: Mahmut Sever Dizgi: Özlem Sümbül Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt: Yaylaak Matbaaalık San. Tic. Ltd. Şti. Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03 Sertifika No: 44865 Pinhan Yayınalık 254 ISBN: 978-605-7768-37-7

Bu kitabın tüm yayın haklan saklıdır. Taruhm amaayla, kaynak gös­ termek şarhyla yapılacak kısa alınhlar dışında gerek metnin, gerek görsel malzemenin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla çoğalhlması, yayımlanması ve dağıhlması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturur.

Genel Felsefe Christian Wolff çeviren M. Mağsum Gökyüz

�2

İçindekiler I

İnsan Bilgisinin Üç Türü: Tarih, Felsefe, Matematik 1 7 II

Genel Felsefe 1 19 III

Felsefenin Kısımları ya da Dalları 1 33 IV

Felsefede Yöntem 153 v

Felsefede Üslup 1 69 VI

Felsefe Yapma Özgürlüğü I

77

I İnsan Bilgisinin Üç Türü: Tarih, Felsefe, Matematik 1. Maddi alemde olan ve husule gelen şeyleri duyularla bi­ liriz. Ve zihin, kendi içinde husule gelen değişimlerin bilincinde­ dir. Kimse de bundan bihaber değildir-yeter ki dikkatini kendi­ ne yöneltsin. *Duyuların öncülüğünde hayvanların, bitkilerin ve madenlerin var olduğunu; güneşin doğup bathğını; aklın yönet­ tiği insanın hayvanların en az güçlüsü olduğunu; ruhun geçmişi hatırlayabildiğini; bilinmeyenin arzu edilmediğini biliriz. 2. imdi, duyuların maddi alemde olan ve husule gelen şey­ lerin bilgisine ne kadar nüfuz ettiğini veya ruhun kendi içinde husule gelen şeylerin bilincinde olup olmadığını araştırmıyoruz. Bunları başka yerde ele alacağız.1 Şimdilik duyular aracılığıyla ve dikkati kendimize yönelterek elde ettiğimiz bilgilerden kuşku duyulmayacağına dikkati çeksek yeter. Burada bu bilginin sınır­ larının üzerinde durmuyoruz, zira bu mevcut tartışma için yarar­ sız olurdu. 3. Maddi alemde ya da maddi olmayan tözlerde olan ve husule gelen şeylerin bilgisine "tarih" denir. *Örneğin, güneşin sabahlan doğup akşamları bathğını; baharın başında ağaçların tomurcuklarının çiçek açhğını; hayvanların üreyerek nesilden nesile çoğaldığını ve iyi veçhesinin alhndaki şeylerden başka bir şey arzu etmediğimizi bilen kişi tarihsel bilgiye sahiptir. 4. Mevcut olan veya husule gelen şeylerin neden var ol­ duklanru ya da husule geldiklerini anlamaya yarayan bir nedeni vardır. Bu ifadenin doğruluğu örneklerden açıktır-yeterli ilgi ve gerekli zekaya sahip olduğumuzu varsayarsak. *Örneğin, güneş ışınlan belirli bir yasaya göre düzenlenmiş su damlacıklarına düşmedikçe gökkuşağı husule gelmez. Gökler bulutlarla kaplı olmadıkça ve havanın durumu yağmurun oluşması için elverişli olmadığı sürece yağmur yağmaz. Zihin, iyi olduğuna hükmet1 Psychologia empirica, #234. 7

medikçe belirli bir nesneyi arzu etmez. Zihin sadece iyiyi arzu eder çünkü iyideki hazzı algılar. 5. Ne bir önceki ifademi daha açık hale getireceğim ne de onun evrenselliğini kanıtlayacağım. Bu meseleyi bir başka yerde daha detaylı soruşturacağız.2 Şimdilik, sadece tecrübeyle sabit olanı ortaya koysak yeter. Bütünüyle nedenden yoksun şeylere ilişkin aksi örnekler sunmak mümkün değil. Nedeni gizli saklı olan örnekler verilebileceğini inkar etmiyorum. Ancak, en azın­ dan, halihazırda hiçbir nedeni olmadığı açıkça gösterilebilecek örnekler olduğunu reddediyorum. Buradaki görevimiz, öne sü­ rülmüş olanların evrenselliğini kanıtlamak da değil. Herkesin önceki iddianın doğruluğunun apaçık olduğu çok sayıda durum olduğu konusunda hemfikir olması yeterli. Aynca, olan veya hu­ sule gelen şeylerin nedenlerinin bizce bütünüyle bilindiğini de düşünmüyoruz, herkesin görmesi için nedeni ortaya koyduğu­ muz yerler hariç. Bu nedenle, mevcut amaçlarımız için, iddia edi­ len şeyin evrenselliğinin kabul edilmesi veya kuşkulu görülmesi ya da tamamen reddedilmesi arasında bir fark yoktur. Nedenlere ilişkin bilgimize dair herhangi bir şart ileri sürmüyoruz. 6. Olan veya husule gelen şeylerin nedeninin bilgisine fel­ sefe denir. •örneğin, felsefi bilgiye sahip kişi, nehir yatağındaki suyun hareketi hakkında, bu hareketin tabanın eğimine ve yuka­ rıdan gelen basınca nasıl bağlı olduğunu açıklayabilen kişidir. Ayrıca felsefi bilgiye sahip kişi, arzunun felsefi bilgisine de sa­ hiptir, ki belirli bir nesneye duyulan arzunun neden o nesnenin bilgisinden kaynaklandığını gösterebilir. 7. Felsefi bilgi, tarihsel bilgiden farklıdır. Tarihsel bilgi, ol­ gunun yalın bilgisinden ibarettir (#3). Felsefi bilgi ise bir adım daha ileri gider ve olgunun nedenini gözler önüne serer ki, böy­ lece bu tür bir şeyin neden ortaya çıkabileceği kavranabilsin (#6). Buradaki büyük farkı görmemek mümkün mü? Olgunun yalın bilgisi ile olgunun nedensel bilgisi hiçbir suretle aynı şey değil­ dir. •örneğin, bir nehrin yatağında suyun akhğını bilmek bir şeydir; bunun tabanın eğimi ve yukarıdan gelen basınç nedeniyle olduğunu bilmek başka bir şeydir. İlki olguyu ifade eder; ikincisi ise olgunun nedenini ihtiva eder. 8. Bir olgunun başka insanlar tarafından iddia edilen ne­ denini bilen kişi, başka insanların felsefi bilgisine dair tarihsel 2 Philosophia prima sive ontologia, #56.

8

bilgiye sahiptir. Zira bir olgunun başka insanlar tarafından iddia edilen nedenini bilen kişi, söz konusu durumda o insanların fel­ sefi bilgisinin ne olduğunu bilir (#6). İmdi, bir başka insanın fel­ sefi bilgisi bir olgudur. Dolayısıyla bunu bilen kişi bir başkası hakkında bir olguyu bilir ve sonuç itibarıyla bu başkasının sahip olduğu felsefi bilginin tarihsel bilgisine sahiptir. •örneğin, bir in­ san Isaac Newton'un Güneş'in çevresinde dönen gezegenlerin, kuyrukluyıldızların ve gezegenlerin uydularının (mesela Jüpi­ ter'in ve Satürn'ün çevresindeki uydusunun ve Dünya'nın çevre­ sindeki Ay'ın) elips şeklindeki hareketinin nedeninin bu gökci­ simlerinin bir çekim kuvvetine maruz kalmaları ve merkez ola­ rak Güneş'e veya merkez olarak Güneş'in etrafında dönen geze­ gene doğru yerçekimi kuvveti ile hareket ettirilmeleri olduğunu söylediğini bilir. Böyle bir insan, gezegenlerin ve kuyruklu yıl­ dızların hareketi ile ilgili yüce bir adamın felsefi bilgisine dair ta­ rihsel bilgiye sahiptir. Çünkü bir olguyu bilir, yani Newton'un gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların elips şeklindeki hareketinin fiziksel nedenleri hakkında ne düşündüğünü bilir. 9. Eğer biri, bir olguya dair başka biri tarafından ileri sürü­ len nedenin gerçekten o olgunun nedeni olduğunu nasıl ispatla­ yacağını bilmiyorsa, söz konusu olgunun felsefi bilgisinden yok­ sundur. Sadece olgunun bir başkası tarafından ileri sürülen belir­ li bir nedeni olduğunu bilir; bunun neden ilgili olgunun nedeni olduğunu bilmez. Bu nedenle, bu kişinin nedenin bilgisine sahip olmadığı söylenmelidir. Böyle bir durumda o kişinin felsefi bil­ giden yoksun olduğundan şüphe edilebilir mi (#6)? •örneğin, Newton'un Güneş'in etrafında dönen gezegenlerin bir merkez olarak Güneş'in ve uyduların da Güneş'in etrafında dönen geze­ genlerin çevresinde yaphğı elips şeklindeki hareketin nedeninin çekim kuvveti ve yerçekimi olduğunu ortaya koyduğunu bilen biri olsun. Ancak dairesel hareketin ve özellikle elips şeklindeki hareketin, çekim kuvvetinden ve dönüş hareketinin kaynaklan­ dığı cismin merkezine doğru yerçekiminden nasıl etkilendiğini seçik bir şekilde açıklayamadıkça ve böylece gezegenlerin çekim kuvveti tarafından hareket ettirildiğini ve yerçekimi kuvvetiyle doğrusal hareketten uzaklaşhrıldığını kanıtlayamadıkça, bu kişi gökcisimlerinin hareketlerinin felsefi bilgisine sahip değildir. 10. Tarihsel bilgi -tecrübe [i] olan, [ii] husule gelen ve [iii] gelebilecek olan şeylerin nedenini verebilecek şeyleri tesis ettiği sürece- felsefi bilgiye temel teşkil eder. Tecrübeyle tesis edilen 9

şeyler tarihle bilinir (#3). Ve eğer siz, buradan hareketle olan ve­ ya husule gelen şeylerin nedenini keşfederseniz, felsefi bilgi üretmiş olursunuz (#6). Dolayısıyla tarih felsefi bilginin zemini­ dir. *Örneğin, deneylerden havanın hem ağırlığa hem de esnek­ liğe sahip olduğunu öğrenen, ama havanın ağırlığının ve esnek­ liğinin nedenini bilmeyen biri olsun. Bu kişi, buradan hareketle, tulumbalarda ve yapay çeşmelerde, mesela Heron Çeşmesi'nde, suyun yükselmesinin nedenini keşfedebilir. Böyle bir kişi, hava­ nın ağırlığı ve esnekliğine ilişkin tarihsel bilgiye sahiptir ve bu bilginin üzerine tulumbayla çektikçe yükselen ve çeşmelerden akan su hakkında felsefi bilgi inşa edebilir. 11. O halde, tarihsel bilginin felsefeye gönül verenler tara­ fından ihmal edilmemesi gerektiği açıkhr. Tarih, felsefeden önce gelmeli ve sürekli olarak felsefe ile birleştirilmelidir. Tarihsel bil­ gi, felsefe için temel teşkil ettiği zaman (#10), yalnızca hakikaten var olan ve husule gelen şeyler mümkün olarak kabul edilir (#3). Ve böylece tarih üzerine inşa edilmiş felsefi bilgi, sağlam ve sar­ sılmaz bir temele bağlı olur. O halde, felsefi bilgiye gönül verenin bu temel üzerinde çalışması gerektiğini kim inkar edebilir? De­ mek ki tarih felsefeyi öncelemelidir ve sürekli olarak felsefe ile birleştirilmelidir-ki sağlam bir temelden yoksun kalınmasın. 12. Daha önce (#10) sadece fizikten örnekler vermiş olsak da, yukarıda (#11) söylediklerimiz diğer tüm bilgi türlerine uy­ gulanabilir. İlk felsefe gibi soyut bilim dallarındaki temel kav­ ramlar, tarihsel bilgiyi tesis eden tecrübeden türetilmelidir (#3). Ahlak ve yurttaşlık felsefesi de ilkelere ihtiyaç duyar. Hatta ma­ tematik bile bazı aksiyomlarını ve nesnesinin kavramlarını türet­ tiği tarihsel bilgiyi peşinen kabul eder. Bu, saf matematik hak­ kında kendi görüşümdür. Karma matematikte aynı şey daha bile açıkhr. Nitekim onları karıştırmayalım diye (#7) tarihsel bilgiyi felsefi bilgiden (#3, #6) dikkatlice ayırdık, bununla beraber tarihi küçümsemedik veya onu reddetmedik (#11). Daha ziyade, her ikisine de hak ettiği değeri verdik. Sahiden de bütün felsefe bo­ yunca, bizler için, ikisinin kutsal bir evliliği vardır. Tarihsel bil­ ginin yalnızca felsefede kullanılmasını değil, aynı zamanda ya­ şam içindeki faydasını da savunuyoruz. Bu hususların her ikisi de tecrübeyle keşfedilir. Bunların nedeni mantığın kullanımını tartışhğımızda açıklanmış olacak.3 ' Philosophia raliorıalis sive logica, #743. 10

13. Sonlu her şeyin belirli bir niceliği vardır. Bu ifadenin doğruluğu örneklerden açıkhr; yeterli dikkati versek yeter. Bu­ nun nedenini görmek de zor değildir. Bir şey sonlu olduğu süre­ ce, arttırılabilir de azalhlabilir de. Ve bir şey arthrılabildiği veya azaltılabildiği sürece o şeye nicelik atfedilmesi gerekir. Demek ki sınırlı bir şeye, sınırlı olduğu sürece, belirli bir nicelik atfedilmesi gerekir. *Örneğin, ne aynı yerdeki öğle güneşinin sıcaklığı tüm yıl boyunca aynıdır, ne de belli bir günde farklı enlemlerde aynı­ dır. Sıcaklık kıştan yaz gün dönümüne kadar artar ve yine aynı nedenle yazdan kış gün dönümüne kadar düşer. Bu nedenle, yı­ lın herhangi bir gününde öğle güneşi, başka bir günün sıcaklı­ ğından saptanabilir miktarda artan veya azalan belirli bir sıcaklık derecesine sahiptir (öyle ki, derecelerin bilgisinden bu fark açıkça saptanabilir). Su, bir nehir yatağında belirli bir süratle akar, ki bu da suyun akhğı ve bir çark tarafından baskıya maruz kaldığı da­ ha az eğimli bir yapay kanalda azalır ve su bir sarp kayalığın üzerinden taştığında artar. Aynı şekilde Güneş'in çevresinde dö­ nen bir gezegen, yörüngesinin her bir noktasında Güneş'ten be­ lirli bir mesafe uzaktadır. Bu gezegenin belli bir noktada bir teğet boyunca hareket etmesinin dayanağı olan çekim kuvveti de belir­ li bir derecededir ya da belirli bir hız üretir. Aynı şekilde, geze­ geni bir düz çizgi boyunca hareket etmekten alıkoyan merkezcil kuvvetin de belirli bir derecesi vardır. Aynı şey, maddi olmayan şeylerde de bulunur. Dikkatin derecesi insandan insana değişir. Kiminin dikkati daha fazla, kimininki daha azdır. Biri uzunca bir ispah düşünüp çözmeye çalışırken dahi dikkatini sürdürebilir; bir diğeri ise kısacık bir ispatta bile dağılır. Erdem ve kötülüğün farklı meselelerde farklı derecelerde olduğunu kim bilmez? 14. Şeylerin niceliğinin bilgisine matematik denir. *Örneğin, öğle güneşinin sıcaklığının niceliğini bilen kişi onun matematik­ sel bilgisine sahiptir. Bu kişi, verili günlerdeki sıcaklığın oranını veya oranhsını algılar. Mesela, yaz gün dönümündeki öğle vak­ tinin sıcağını kış gün dönümündeki öğle vaktinin sıcağı ile karşı­ laşhnr ve birincisindeki sıcaklığın ikincisinden daha fazla oldu­ ğu sonucuna varır. Benzer şekilde, suyun bir nehir yatağındaki akışının belirli bir hız derecesinin, tabanın eğimi ve suyun derin­ liği tarafından nasıl üretildiğini bilen biri, bir nehrin hareketinin matematiksel bilgisine sahiptir. Yörüngenin belirli bir noktasın­ daki veya Güneş'ten belirli bir mesafe uzaktaki gezegenin hızı­ nın, kütle çekim kuvveti ve merkezcil kuvvetin niceliğine nasıl 11

bağlı olduğunu, bu çifte gücün gezegen üzerindeki etkisinin yö­ rüngede bir elips şeklini nasıl ortaya çıkardığını açıklayabilen bi­ ri, yörüngedeki bir gezegenin hareketinin matematiksel bilgisine sahiptir. Daha uzun bir ispat için gereken dikkat ile daha kısa bir ispat için gerekli olan dikkatin arasındaki oran ya da oranhyı kavrayan biri, dikkatin matematiksel bilgisine sahiptir. 15. Bir şeye bir başkası tarafından atfedilen niceliği bilen ki­ şi, bu başkasının matematiksel bilgisinin tarihsel bilgisine sahip­ tir. Zira bir başkasının sonlu bir şeye verdiği niceliği bilen, bir başkası hakkındaki bir olguyu bilir. Mademki tarih olgunun (#3), matematik niceliğin (#14) bilgisidir; sadece bir şeye bir başkası tarafından atfedilen niceliği bilen kişi, yalnızca bu başkasının matematik bilgisinin tarihsel bilgisine sahiptir. "'Örneğin, Newton, Güneş çevresinde elips şeklinde dönen gezegenlerin merkezcil kuvvetinin niceliğini ve yörüngenin belirli bir noktasındaki hız­ larını ispat etti. Newton'un yörüngenin belirli bir noktasında ve­ ya Güneş'ten belirli bir uzaklıktaki bir gezegen için ne kadar merkezcil kuvvet ve hız saptadığını bilen biri, Newton'un geze­ genlerin hareketi hakkındaki matematiksel bilgisinin tarihsel bil­ gisine sahiptir. 16. Eğer biri, bir şeye bir başkası tarafından atfedilen niceli­ ği ispatlayabilirse, o zaman o kişi de bu başkasıyla aynı şekilde o şeyin matematiksel bilgisine sahip olur. Zira bir şeyin niceliğini ispat edebilen kişi, o şeyin niceliğini bilir, dolayısıyla da o şeyin matematiksel bilgisine sahiptir (#14). Ve bir başkası ilk kez bu ni­ celiği saptamış ve böylece o şeyin matematiksel bilgisine daha önce sahip olsa da (#14), bu, daha sonraki bilgiyi etkilemez. Zira aradığı fark dışsal bir şey değil, o şeyde içkin olan bir ilkedir. •örneğin, Newton'un kanıhyla veya başka bir kanıtla, merkezcil kuvvetin niceliğini ve Güneş'ten belirli bir uzaklıkta olan ve Gü­ neş etrafında bir elips boyunca hareket eden bir gezegenin hızını ispat edebilen birisi olsun. Hem bu kişi hem de Newton, geze­ genlerin elips şeklindeki hareketinin matematiksel bilgisine sa­ hip olurlar. Bilginin kendisi ona ilk Newton'un sahip olduğu ol­ gusundan etkilenmez. 17. Matematiksel bilgi, hem tarihsel hem de felsefi bilgiden farklıdır. Zira tarih, olgunun yalın bilgisine dayanır (#3). Felsefe­ de ise olan veya husule gelebilecek şeylerin nedenini keşfederiz (#6). Matematikte de şeylerde bulunan niceliği saptarız. Olguyu tarihsel olarak bilmek bir şeydir, olgunun nedenini algılamak 12

başka bir şeydir ve yine şeylerin niceliğini saptamak bambaşka bir şeydir. *Örnekler, bu farkı açıkça gösterir. Öğle güneşinin sı­ caklığının bazen arthğını bazen de azaldığını bilen, tarihsel bilgi sahibidir. Daha yüksek bir sıcaklık derecesinin, bir düzleme çar­ pan ışınların daha yoğurı olmasına ve bu ışınların düşme açısının daha az eğri olmasına bağlı olduğunu bilen biri felsefi bilgiye sa­ hiptir. Işınların yoğunluğurıu ve açının ölçüsünü ve dolayısıyla sıcaklık derecesini saptayabilen biri matematik bilgisine sahiptir. Gerçekten de, ışınların yoğurıluğurıun ve açının ölçüsünün ve bunun neticesinde ortaya çıkan sıcaklık derecesinin saptanması­ nın, öğle güneşinin sıcaklığının bir zaman içindeki derecesinin diğerinden daha büyük olduğurıa dair basit bilgiden farklı oldu­ ğu açıkhr. Böyle bir saptamanın, daha fazla veya daha az sıcaklık derecesinin nedeninin bilgisinden farklı olduğu da daha az açık değildir. Aynı şey, daha önceden verdiğimiz diğer örneklerden de açıkhr. 18. Bazen tarihsel bilgi ve bazen de felsefi bilgi, matematik­ sel bilgiye temel teşkil eder. Bu olgu örneklerle kanıtlanmışhr. Bunun neden mümkün olduğunu ve ne zaman birinin ne zaman da diğerinin söz konusu olduğunu açıklamanın yeri burası değil. *Catoptrica' daki Optici başlıklı incelemem, aynaların ürettiği yan­ sıma görüntüsünün matematiksel bilgisini verir. O inceleme, göz­ lemden türetilen ve aksiyom olarak ele alınması gereken yansıma süreci ve görüntünün yeri ile ilgili önermeler ortaya koyar; örne­ ğin, yansıma açısı geliş açısına eşittir ve görüntünün yeri yansı­ yan ışınların dikmeyle kesişim noktasıdır. Ancak, yansıma açısı­ nın neden geliş açısına eşit olduğuyla ve neden görüntünün yan­ sıyan ışınların dikmeyle kesişim noktasında ortaya çıkhğıyla pek ilgilenilmez. Ve gökbilimciler, gökcisimlerinin hareketlerinin ma­ tematiksel bilgilerini, ilgili fiziksel nedenlerden bağımsız olarak gözlemden türetirler. Ağır şeylerin hareketinin matematiksel bir kuramını oluşhırurken Galileo, bu hareketin nedenlerini pek umursamadı. Daha ziyade, neden olarak yerçekiminin, etkilediği şey her ne olursa olsun, dünyanın merkezinden herhangi bir uzak mesafedeki ağır bir cisme de aynı şekilde etki ettiği gerçe­ ğini bilmekle yetinmekten hoşnuthı. Ancak öğle güneşinin deği­ şiklik gösteren sıcaklığı hakkında matematiksel bilgi üretmeye çalışan birinin, bu değişikliklerin nedenlerini bilmesi gerekir (#17). Elementa aerometriae'de, nedenlerin henüz bilinmediği yer­ de matematiğin deneylere nasıl uygulandığını ve sonuçların ne13

denlerin kuvveti ile oranhlı olduğunu gösterdim. Her iki duru­ mu da açıklayan örnekler mevcuttur. 19. Matematiksel hakikatlerin tarihsel bilgisi olabilir. Zira matematiksel ilkeler tarafından, özellikle de karma matematik tarafından kanıtlanan şeyler, aynca deneylerle de aynı şekilde görülebilir. Bu nedenle, matematiksel teoremlerin gerçekliğini tecrübeye başvurarak öğretenler, matematiksel ispatlardan ha­ bersiz olsalar dahi (#3), bu teoremlerin hakiki tarihsel bilgilerini sağlarlar (#16). *Saf matematikte bu deneylere karşılık gelenler, teoremleri açıklayan sayısal örnekler ve öne sürülen teoremlerin yanında inşa edilen figürlerin mekanik sınanmasıdır. İspatları ihmal eden ve bu örneklerle yetinenler yalnızca matematiksel hakikatlerin tarihsel bilgisine sahip olurlar. 20. Doğanın olguları bazen o kadar gizlidir ki, dikkatli biri­ ne bile kendiliğinden açılmazlar. Bu ifadenin doğruluğu, bilim­ lerde ustalaşan, dolayısıyla bildikleriyle yetinmeyen ve ilkelerin ortaya çıkma tarzını araşhranlar için muamma değildir. *Örneğin, güneş ışığı, doğası gereği, birçok farklı ışın veya ışıktan oluşur. Ancak bu olgu pek de bariz sayılmaz. Bu olgu güneş ışığını seyre dalan birine kendiliğinden açılmaz. Ne de aydınlahlmış nesneler üzerine deney yapılarak şıp diye bilinir. Sahiden de, güneş ışığı­ nın, bu olguyu görme duyusu ile algılanabilir hale getiren deney koşullarından bağımsız olmadığının veya bu koşullarla bileşik olduğunun ispatlanması gerekir. Güneş ışığının bileşeni olan ışıkların hem basit hem de heterojen olduğu özel ispatlarla kanıt­ lanmalıdır. Burada kanıtlanması gereken şeyin açıkça kanıtlana­ bilmesi için tarih, felsefe, matematik bilgisi ve birçok deney gere­ kir. Tüm bunlar, doğanın bu gizli olgusunu bizim için açığa çıka­ ran Newton'un Optik'inde oldukça nettir. Aynı şey, deneysel fel­ sefenin tamamında da görülebilir. Gökbilimi de bu argümana bi­ zim için ışık tutar. Psikoloji ve ahJak felsefesini ele aldığımızda da daha fazla örnekle karşılaşacağız. Doğanın bazı olguları gizli iken (#20), diğerleri o kadar 21. barizdir ki (#1), bu olguları görmek sadece dikkat ve elbette biraz zeka gerektirir. Gizli olgular usta araştırmacılar tarafından gün ışığına çıkarılmalıdır ve o zaman bile, akıl duyulara yardımcı olmadıkça bilinmezler. Sonuç itibarıyla, ortak ve gizli tarihsel bilgi arasında ayrım yapıyoruz. Birincisi, rasyonel doğa da dahil olmak üzere doğa olgularının bariz bilgisidir. İkincisi ise, rasyo­ nel doğa da dahil olmak üzere doğa olgularının gizli bilgisidir. 14

*Doğa olgularının, zihnimiz gibi maddi olmayan sonlu tözlerde husule gelen şeyleri de içerdiğini vurgulamak için "rasyonel do­ ğa da dahil olmak üzere" ifadesini ekliyorum. Bunlar, tarihsel bilgiyi maddi dünyada husule gelen şeylerden hiç de daha az il­ gilendirmezler (#3). Ortak tarihsel bilgi örnekleri için #3'e, gizli tarihsel bilgi örnekleri için #20'ye bakınız. 22. Ortak tarihsel bilgi, insan bilgisinin en alt basamağıdır. Çünkü tarihsel bilgi, gerçekte mevcut olan veya husule gelen şeylere kablan duyular tarafından edinilir (#1, #3). Dolayısıyla o, öncül olarak, kendisinden hareketle dolambaçlı ispatlar, zahmetli çıkarımlar yapılacak herhangi bir ön bilgi kabul etmez. Bu neden­ le, ortak tarihsel bilgiden daha aşağı bir bilgi türü yoktur. 23. Ve böylece, bu kaba bilginin ve yaşamımızda kullandı­ ğımız şeylerin bilgisinin ve daha birçok şeyin bilgisinin neden ta­ rihsel bilgi olduğu açıkbr. Çünkü kaba bilgi ile duyular aracılı­ ğıyla ilk farkına vardığımız şeylerden daha ileri gidemeyiz. Du­ yulara açık oldukları için şeylerin sebeplerini ve/veya nedenleri­ ni hasbelkader bilsek bile, bir şeyin nasıl diğerinin nedeni olabi­ leceğini ya da şu veya bunun şu nedenden dolayı nasıl ortaya çıkbğını seçikçe algılayamayız. Örnekler söylediklerimizi doğru­ lar. *Örneğin, herkes suyun ateşte kaynadığını bilir zira bunun olduğuna defalarca şahit olmuşlardır. Ancak suyun neden kay­ nadığını bilmezler-sahiden de buna çok azı kafa yorar. Ve kay­ namanın nedeni ateşin sıcaklığı olmasına rağmen, bu kaba bilgi sadece tarihsel bir bilgi olmaktan ibarettir. Çünkü bir sonucun iki şeyin birleşmesinden kaynaklandığının yalın bilgisi, bir sonucun nasıl ortaya çıktığına dair yapılan seçik bir açıklamadan oldukça farklıdır. Dolayısıyla bu, felsefi bilgi değildir (#3, #6). 24. Sanat, sıklıkla, gizli tarihsel bilgiyi ortak tarihsel bilgiye indirger. Sanat faaliyetleri ve ayrıca deneyler, genellikle, doğanın aksi takdirde gizli kalacak sırlarına ışık tutarak doğayı aydınlatır. Doğanın duyulara bir şey sunup sunmadığı ya da sanatın duyu­ lara başka türlü dikkatten kaçacak şeyleri sağlayıp sağlamadığı, bilen için bir fark teşkil etmez. Sanatın sağladığı yardımlarla, hem gizli hem de ortak tarihsel bilginin içeriğine erişmek için dikkat ve zeka yeter. O halde gizli bilgi sanat vasıtasıyla ortak bilgiye indirgenir. *Örneğin, metalleri eritme sanatı, gözlemciye ateşin gizli özelliklerini ve etkilerini sergiler. Hava basınçlı pom­ panın kullanıldığı deneyler, havanın gizli özelliklerini ve etkile­ rini gözler önüne serer. İsveç'teki metalürji fakültesinde bilirkişi 15

olan Emanuel Swedenborg tarafından yazılan Nova Observata cir­ ca ferrum et ignem [Demir ve Ateşe Dair Yeni Tespitler] ve Obser­ vationes miscellaneae circa res naturales [Doğal Şeyler Hakkında Çeşitli Tespitler] gibi kitaplarda bunlara dair örnekler mevcuttur. İlk eserin 8-10. sayfaları karbonun her yanı kaplandıktan sonra ısının karbona on veya on iki gün boyunca nasıl uygulandığıru aktarır: Karbonun içerisinde herhangi bir ateş kıvılcımı ortaya çıkmamasına rağmen, karbon, sıcaklık sayesinde, orijinal boyu­ tunun onda birine düşmüş. Ancak, yaklaşık çeyrek veya yarım saatlik bir dövme işleminin sonunda, karbondan bir anda ateşler ve alevler saçılmış ve demirci ocağıru kaplamış. Kaplamanın bir çatlağında tam yanmadan kalan bir karbon parçası havayla ser­ best temas edince asılı kalmış ve yanmaya başlamış. Alevler pek uçucuymuş ve karbonda herhangi bir kıvılcım oluşturmadan karbonun yüzeyinde adeta yalayıp geçermişçesine dönüp durmuş. 25. Buradan, atölyelerde ve başka sanat alanlarında (kırsal geçim bölgelerinde) tespit edilenlerin toplanmasının ve isabetli bir şekilde tasvir edilmesinin felsefeye yardımcı olacağı sonucu­ na varılabilir. Zira bu gibi şeyler, duyular (#24) tarafından elde edilemeyecek olan gizli tarihsel bilginin (#21) bir kısmını teşkil ederler. Ve böylece felsefi bilgi için aksi takdirde mahrum kalabi­ leceğimiz bir zemin oluştururlar (#10). 26. Biri bir şeyin husule gelebileceğini aklıyla bilirse ve tec­ rübeyle de bunun husule geldiğini gözlemlerse, felsefi bilgiyi ta­ rihle doğrulamış olur. Ne de olsa bir şeyin husule gelebileceğini akıl ile bilen, felsefi bilgiye sahiptir (#6). Bunun husule geldiğini gözlemleyen kişi ise tarihsel bilgiye sahiptir (#3). Dolayısıyla, mademki akıl yoluyla husule gelebileceği bilinen şeyin gerçekten husule geldiği gözlemlenebilir, o zaman tarihsel bilgi felsefi bilgi ile uyum içindedir. Gerçekten husule geldiği gözlemlenen şeyin meydana gelip gelemeyeceğinden kuşku duyulamayacağı için, bu tarihsel bilgi tüm kuşkulardan arındırılır ve felsefi bilgi tarih­ sel bilgi tarafından açıkça doğrulanır. *O halde, yukarıda açıkla­ dığımız üzere (#1 1), birbirleriyle aynı olmasalar da, tarihsel bil­ giyle felsefi bilgiyi neden devamlı birleştirmemiz gerektiği açık­ tır (#12). 27. Eğer bir etkinin niceliğinin nedenin kuvvetiyle oranhlı olduğu gösteriliyorsa, felsefi bilgi, matematik sayesinde, tam bir kesinlik elde eder. Çünkü bir etkinin niceliğinin nedenin kuvve­ tiyle doğru orantılı olduğunu ispatlayan matematiksel bilgiye 16

(1114), bir etkinin nedenini bilen ise felsefi bilgiye sahiptir (#6). Dolayısıyla, eğer bir etkinin niceliğinin, ona atfettiğimiz nedenin kuvvetini aşmadığı ispat edilebiliyorsa, matematiksel bilgi felsefi bilgi ile uyum içinde demektir. Ve bir etki bir nedenin, etkinin niceliğinin nedenin kuvvetine eşit olduğu bir durumdan daha açık bir şekilde sonucu olamayacağı için, felsefi bilgi matematik sayesinde tam bir kesinlik kazanmış olur. *İlk kez 1709'da yayın­ ladığım Elementa aerometriae eserime yazdığım önsözde, fiziksel bilginin kesinliğinin matematiğe birçok açıdan bağlı olduğuna dikkat çekmiştim. Ve bunun gözle görülebilir bir kanıhnı sun­ mak için, matematiği deneylere uygulayan fizik için bu matema­ tiksel öğeleri yazdım. Daha sonra, Hydraulica matheseos adlı ese­ rimde, bu öğelerin hatırı sayılır ölçüdeki kullanışlılığından fay­ dalanarak onları evrenin öğelerine uyguladım. 28. Buradan, mümkün olan en yüksek kesinliği arzu ediyor­ sanız, matematiksel bilginin felsefeyle birleştirilmesi gerektiği çı­ kar. *İşbu nedenle, her ne kadar felsefeden ayırmış olsak da, fel­ sefede matematiksel bilgiye ayrıcalıklı bir yer tahsis ediyoruz (1117). Nitekim hiçbir şeyin kesinlikten daha önemli olmadığını düşünüyoruz.

17

II

Genel Felsefe 29. Felsefe, olabilecekleri sürece mümkünlerin bilimidir. ..Bu felsefe tanımını, 1 703 yılında Leipzig Akademisi'nde özel felsefe derslerine kahlırken keşfettim. 1705 yılının başında, pek rafine bir muhakeme gücü olan Breslav Kilise ve Okulları'nın müfettişi Gaspar Neuman ile bu konu hakkında mektuplaşhm. Özel mek­ tuplarımda, bu yaphğım tanımı Bay Neuman'ın itirazlarına karşı da savundum. Daha sonra, yani 1709'da, yukarıda (#27) bahsetti­ ğim Elementa aerometriae kitabımın önsözünde bu tanımı kamuya açhm. Onu ilkin daha isabetli bir yöntemle ele almayı düşündük­ ten sonra bunu yaphm ki, felsefeden ne anladığım belli olsun. Nitekim felsefeye dair bütün fikirlerimi bu tanım doğrultusunda oluşturdum. 30. Bilimden kastım önermeleri ispat etme alışkanlığı, daha doğrusu kesin ve değişmez ilkelerden geçerli bir dizi çıkarımlar­ da bulunma alışkanlığı . ..Mantık incelemesinde,1 kesin ve değiş­ mez ilkelerin ve geçerli bir dizi çıkarımların ne olduğunu ve bun­ ların nasıl tesis edildiğini açıklayacağız. Felsefe yapmak için bu­ nun zorunlu olduğu yeterince açık. Ancak burada, böyle bir giriş kitabında, tüm terimleri yeterince açıklamamız ve tüm önermele­ ri yeterince kanıtlamamız imkansız. Yine de yöntemin yasalarını elimizden geldiğince ele alacağız. Felsefenin mümkünlerin neden gerçekten husule gelebi­ 31. leceğini temellendirmesi gerekir. Ne de olsa felsefe, olabilecekleri sürece mümkünlerin bilimidir (#29). İ mdi, mademki bilim öner­ meleri ispatlama alışkanlığıdır (#30), felsefenin de mümkünlerin neden gerçekten husule gelebileceğini ispat etmesi gerekir. Ve bir şeyin neden husule gelebileceğini ispat eden kişi, o şeyin neden husule gelebileceğine dair bir neden sunmuş olur. Zira bir neden, kendisinden hareketle bir şeyin olduğu gibi olma sebebinin anla1 Philosophia ratioııalis sive logica, #332, #564.

19

şıldığı ifadedir. O halde felsefenin husule gelebilecek şeylerin neden gerçekten husule geldiğinin bir nedenini sunması gerekir. 32. Hepsi eşit derecede mümkün olan birçok şey varsa, fel­ sefenin neden diğerlerinden ziyade şunun husule geldiğini veya gelmesi gerektiğini öğretmesi gerekir. Zira çok fazla mümkün varsa, hepsi aynı olamaz ve diğerlerinden ziyade belli birinin hu­ sule gelmesinin bir nedeni olması gerekir (#4). Ve bu yüzden mevcut olan ya da husule gelen şeylerin nedenlerini veren felse­ fenin neden onun veya bunun değil de şunun husule geldiğini açıklaması gerekir. *Örneğin, bir insanın iştahı düşmana yönelik nefrete yönelebileceği gibi, ona yönelik sevgiye de dönüşebilir. İ mdi, bu kişinin bir düşmanı sevmektense nefret etmeyi tercih etmesinin bir nedeni ve aynı şekilde sevmenin nefret etmeye ter­ cih edilmesinin de bir başka nedeni olmalıdır. Felsefenin bir in­ sanın neden düşmanına karşı nefret güttüğünün nedenini açık­ laması gerektiği gibi, bir insanın düşmanını sevgiyle kucaklama­ sına dair de bir neden sunması gerekir. 33. Felsefe, tam bir kesinliği elinde bulundurmalıdır. Felse­ fe, bir bilim olduğundan (#29), konusunu kesin ve değişmez ilke­ lerden geçerli bir dizi çıkarımlar yaparak ispat etmelidir (#30). İmdi, kesin ve değişmez ilkelerden hareketle geçerli bir dizi çıka­ rım yapılmışsa, bu çıkarımlar da kesindir ve onlardan kuşku du­ yulmaz. Bunun kanıtlanacağı yer ayrı.2 Dolayısıyla, mademki bir bilim olan felsefede kuşkuya yer yoktur, onun tam bir kesinliğe sahip olması gerekir. 34. Felsefenin ilkelerinin tecrübeden türetilmesi gerekir. İl­ keler, deneylerle ispat edilir, gözlemlerle doğrulanır. Ayrıca fel­ sefenin matematiksel bilgiyi kullanması gerekir. Ne de olsa felse­ fede tam bir kesinliğe sahip olmak isteriz (#33). Tecrübeden türe­ tilen ilkeler ispat edilmiş hakikatin temelini oluşturur (#10). Ve ispat edilen şeylerin sarsılmaz kesinlikleri deneylerden ve göz­ lemlerden elde edilir ki, böylece onların doğruluğu tüm kuşku­ lardan öte bir yere yerleştirilir (#26). Son olarak, tam bir kesinlik, birçok durumda, matematiksel bilgi ve ispata bağlıdır (#27). Fel­ sefede kendisi sayesinde hakikatin bilinir kılındığı bu şeylerin kuşkuya yer bırakmaması gerektiğini kim inkar edebilir? 35. O halde, tarihsel ve matematiksel bilginin felsefeye han­ gi şartlarda dahil edilmesi gerektiği açıkhr: Birincisi, kesin açık2 Philosophia rationalis sive logica, #537.

20

lamalar, sağlam ve değişmez ilkeler sağladığı sürece; ikincisi, de­ lili tamamladığı sürece. Tarihsel ve matematiksel bilgi, felsefeye, ancak felsefenin çalışmalarına yardıma oldukları sürece kabul edilebilir. Aksi takdirde, hiçbir neden yokken kabul edilmiş olur­ lar. Fakat eğer felsefeye bilim denecekse (#29), onun çalışmaları­ na yardımcı oldukları sürece, hem tarihsel hem de matematiksel bilgiye ihtiyacı vardır. *Bu argüman felsefedeki tarihsel ve ma­ tematiksel bilginin sınırlarını düzgünce tesis eder. Eğer söyledik­ lerim hala kapalı görünüyorsa, yukarıda verilen örneklerin (#10, #13) bu noktayı daha açık kılması gerekir. 36. Yukarıda öne sürülen sınırlılıklar kabul edilirse, tarihsel ve matematiksel bilgi felsefedeki hakikat bağıntılarını tahrip et­ mez. Mademki felsefede bir hakikatin bir diğerinden hareketle ispat edilmesi gerekir (#30), felsefenin ele aldığı her şeyin sürekli bir düzenle birbirine bağlı olması gerekir. İmdi, yukarıda belirti­ len sınırlılıklar kabul edilirse, o zaman (I) tarihsel bilgi sağlam ve değişmez ilkeler sağlar (#35). Dolayısıyla, belli şeyler için bir ne­ den verildiğinde (#10), bunlar kendi ilkeleriyle birleşmiş olur ve bu da tarihsel bilginin felsefedeki bağıntıları tahrip etmediği an­ lamına gelir. (2) Aynı nedenden ötürü, tarihsel bilgi, nedenlerle ispat edilen şeylerin hakikate yabancı olmadığını gösteren bol miktarda delil sağlar (#35). İmdi bu delil, hakikatini doğruladığı önermelere, sadece ispatlar ona bağlı olduğu için değil, aynı za­ manda delilin kendisi ispatlanan ile uyumlu olduğu ve söz ko­ nusu hakikatlerden çıkarılabilir olduğu için eklenmiştir. Gerçek­ ten de önermeler, delillerle birçok açıdan bağıntılıdır ve dolayı­ sıyla bu durumda tarihsel bilgi felsefedeki bağıntıları tahrip et­ mez. (3) Son olarak, yukarıda bahsi geçen sınırlılıklar kabul edi­ lirse, matematiksel bilgi delili tamamlar (#35) ve böylece birileri­ nin hala kuşkuyla bakabileceği şeyleri daha açık bir şekilde ispat eder (#27). Daha bol ve daha fazla ispat, hakikatlerin bağıntısını tahrip etmez, aksine onları daha sağlam bir şekilde ve daha fazla açıdan başka hakikatlere bağlar. Dolayısıyla bu durumda mate­ matiksel bilgi, felsefede her şeyin güzel bir düzen içinde birbirine bağlı olmasını engellemez. *Matematiksel ispatlar sayesinde fel­ sefede birbirine bağlı hakikatlerin sayısının arttığını iddia ettim. Bunu yapmak için, kişinin, matematiksel ispatlarla eklenen haki­ katleri, örneğin, nedene atfedilen etkinin onunla orantılı olduğu­ nu bilmesi yetmez, aynı zamanda, matematiksel olarak ispat­ lanmış olanlardan çıkarılmış olan ve -bu sınıflandırmaya dahil 21

edilmeleri gerekmesine rağmen- bu ispatlar olmaksızın felsefi hakikatler zincirine dahil olamayacak başka felsefi hakikatleri de bilmesi gerekir. Nitekim doğada, belirli bir figüre veya niceliğe dayandığı için, nedeni sadece matematiksel olarak ispat edilmiş olanlardan hareketle görülebilecek şeyler vardır. Eğer verili du­ rumda başka bir figür veya daha büyük veya daha küçük bir ni­ celik kabul edilseydi, başka türlü olurlardı. Örneğin, filozofun arıların peteklerini neden başka bir figür yerine altıgen şeklinde inşa ettiklerinin nedenini vermesi gerekir. Tam manasıyla güve­ nilir olmak isteyen birinin tarihsel ve felsefi bilgi kadar, matema­ tik bilgisine de ihtiyacı vardır ki verili bir durumda tüm müm­ kün figürlerden seçilen bir tanesinin, hepsinin arasında neden en uygunu olduğunu kanıtlayabilsin. Böyle ispatların felsefedeki değe­ ri büyüktür. 37. Tanımladığımız şekliyle felsefenin imkansız ve sonuç olarak ona ilişkin ispat ettiklerimizin (#31) boşuna olmasından korkmaya gerek yoktur. Zira felsefe imkansız değildir. Olan veya husule gelen şeyler, kendilerinden hareketle neden var oldukla­ rını ya da husule geldiklerini anlayacağımız nedenlerden yoksun değillerdir (#4). Dolayısıyla, olan ve husule gelen şeylerin neden var olabileceğini ve husule gelebileceğini ve neden verili bir du­ rumda şundan ziyade bunun husule geldiğini açıklayan bir bili­ min olması imkansız değildir. Ve bu bilim felsefe olduğundan (#31, #32), felsefenin imkansız olmadığı açıkhr. Aynı şey daha kı­ sa bir şekilde şöyle gösterilir: Olan ya da husule gelen şeylerin nedeninin bilgisi olan felsefe (#6), verili bir olgudur. Demek ki böylesi bir bilgiye sahip olmamızı sağlayan felsefe (#31, #32), mümkündür. *Yukarıda ifade ettiğimiz çözümü (#5) takip etme­ diğimiz ölçüde, husule gelen her şeyin neden husule geldikleri­ nin anlaşılabileceği bir nedeninin olup olmadığı sorusu tekrar gündeme gelir. Ancak buradaki amacımız, tüm mümkünlerin felsefeye havale edilip edilmeyeceğini sormak değildir. Şimdilik, şu yeterlidir: Olabileceğini veya husule gelebileceğini bildiğimiz şeylerin nedenleri araştırılmalıdır. Nedeni keşfedilen şeylerin fel­ sefeye havale edilmesi gerekir. Nedeni bilinmediği sürece diğer şeyler, haklı olarak, felsefenin dışında tutulur (#31, #32). Bunların da bir nedeni olup olmadığını tartışmak faydasızdır; çünkü eğer neden bulunursa, kuşkuya yer kalmaz. Bilinmediği müddetçe, bir neden olup olmadığına ilişkin soru varlığını sürdürür. Her iki durumda da felsefe susar. 22

38. Yukarıda (#29) tanımladığımız şekliyle bir felsefeye sa­ hip olabiliriz. Aslında, açık ki, olan ve husule gelen şeylerin ne­ denlerini geçerli bir başarıyla araşhrabiliriz. Varsın buna felse­ femizi kotardıktan sonra karar verilsin. Olan ve husule gelen şey­ lerin nedenlerini ispat edebilen biri, tanımladığımız haliyle felse­ feyi bilir (#31, #32). Dolayısıyla, felsefeye sahip olabiliriz. .. Bir in­ sanın felsefede ne kadar ilerleyebileceğini tartışmıyoruz. Bu gibi tarhşmalar nafile. Şimdilik, şu söylenebilir: Bu girişim, her insa­ na, neler yapabileceğini ve neyi taşımayı reddettiğini öğretecek­ tir. Filozoflar, keşfedilmiş olanları isabetli bir yöntemle ele alarak matematikçileri taklit ederlerse, devamlı ilerleyecek ve birçok yeni hakikate ulaşacaklardır. Hem felsefe hem de matematik her geçen gün birikir. Zira yeri geldiğinde,3 olan ve husule gelen her şeyin, olmaları ve husule gelmelerinin bir nedeni olduğunu ve insanın bu nedenleri araştıracak ve bu bilgiyle her geçen gün ilerleyecek yetilere sahip olduğunu göstereceğiz. Ancak burası manhk, ontoloji ve psikolojiden bir dolu ilke devşiren böylesi bir ispat için uygun değil-henüz felsefenin eşiğinde durduğumuz göz önüne alınırsa. 39. Hukukun, hbbın ve her bir sanatın da felsefesi ayrıca mümkündür. (1) İçtihatlar yasaları açıklar. İ mdi, bir devlette di­ ğerlerinden ziyade belli yasaların olmasının nedenleri vardır. Bu nedenleri açıklayan da bir bilim vardır: Hukuk felsefesi (#31, #32). (2) Tıp, sağlık ve onun korunması, hastalıklar ve devalarla ilgilenir. Ancak sağlık ve hastalığın da nedenleri vardır, aynı şe­ kilde diğerlerinden ziyade belli şeylerin sağlığı korumasının ve diğerlerinden ziyade bazı ilaçların deva olmasının da nedenleri vardır. Dolayısıyla, bu nedenleri açıklayan bir bilimin olması imkansız değildir: Hekimlik sanahnın felsefesinin. (3) Ve her bir diğer sanatta husule gelen şeylerin nedenleri vardır. Dolayısıyla, aynı şekilde, her sanatın bir felsefesi olması açıkça imkansız de­ ğildir. ..Örneğin, odunculuk, el ile yapılan en mütevazı sanatlar­ dan birine aittir. Ancak, ağacın kesilebilmesinin bir nedeni oldu­ ğu gibi, bunun kama veya balta ile yapılabilmesinin de bir nede­ ni vardır. Bir kama darbesinin gücü ve şiddeti matematiksel ola­ rak ispat edilebilir. Dolayısıyla, bu mütevazı sanatın, felsefi bilgi­ si ve felsefenin kendisi sayesinde tam bir kesinlik (#27) elde ettiği matematiksel bilgisi (#6, #14) vardır. Dolayısıyla bunun felsefeye 3 Phi/osophia prima sive ontologia, #70.

23

havale edilmesi gerektiğine kuşku yoktur (#31). Öte yandan, kendilerini felsefeye adamış olanlar, şimdiye dek, sanatlara dair pek az felsefe yapmışlardır. Ancak burada, çoğunlukla yapılan şeylerle değil; yapılması gereken şeylerle ilgileniyoruz. Yukarıda söylediğimiz gibi (#24), sanahn felsefeye yardımcı olduğunu ileri sürdüğümüz sürece, kamunun kullanımına açık bir sanat felsefe­ sinin de sanata birçok faydasının dokunacağını eklemekte tered­ düt etmeyiz. Bu, felsefi bilginin kullanımı hakkında az sonra ka­ nıtlayacağımız şey sayesinde açıklığa kavuşacakhr. 40. Sanat ürünleri felsefi bilgiye açıkhr. Zira bu tür şeyler, nedenlerden yoksun değildir. Bu bir gözlem olgusudur. Dolayı­ sıyla, yukarıdakiyle aynı şekilde (#39), sanat ürünlerinin felsefe­ ye dayandığı gösterilebilir. *Örneğin, binalar sanat ürünüdür. Ve binalar için saptanması gereken her şeyin nedenini açıklayan bir bilim vardır: Elementa matheseos universae' de, çoğunlukla yapıla­ geldiği şekliyle sanat olarak değil de bilim olarak ele aldığım mimarlık bilimi. 41. Felsefi olarak bildiğimiz şeyler, insan yaşamının sorun­ larına, yalnızca tarihsel olarak bildiğimiz şeylerden daha bir ba­ şarıyla uygulanır. Bir varolana yüklenen her şeyin, o varolana ancak belirli koşullarda ait olduğu manhkta ayrıca kanıtlanacak.4 Tanımda veya başka bir yerde bu belirli koşulun aranıp aran­ maması fark etmez. İmdi, felsefeyle içli dışlı biri, bir şeyin neden var olduğunu ya da husule geldiğini bilir (#7). Dolayısıyla, bu ki­ şi, bir şeyin bir varolana hangi durumda yüklendiğini algılar ve sonuç olarak ilgili koşulun sağlandığını görmeden bu şeyi söz konusu varolana yüklemez. Demek ki felsefi olarak bildiklerimi­ zi kullanırken hata yapmayız. Sadece tarihsel bilgiye sahip oldu­ ğumuzda ise, ya koşulun farkında değilizdir ya da onu tam ola­ rak kavrayamayız. Tarihsel bilgi sadece bir şeyin olabileceğini veya husule gelebileceğini söyler; bu şeyin neden olabileceğini veya husule gelebileceğini değil (#7). Bu nedenle, insan yaşamı­ nın sorunları ile uğraşırken, sık sık gerekli koşulların sağlanıp sağlanmadığına bakmaksızın bir şeyi bir varolana yükleriz. So­ nuç olarak, yargı yanlış olur. Böylece, felsefi olarak bilmediğimiz şeyleri kullanırken sıkça hata yaparız. Öyleyse, felsefi bilgiyi kul­ lanırken tarihsel bilgide olduğundan daha kesin bir başarı elde ederiz. *Bu gibi hataları her gün tecrübe ederiz. Söylediklerimi4 Philosophia rationalis sive logica, #515.

24

zin daha açık bir şekilde anlaşılabilmesi için, özellikle de kanıhn önkabul olarak aldığı bazı şeyleri henüz ele almadığımız için, birkaç örnek verelim. Biberiye fideleri toprağa ekildiğinde, kök salarlar ve bir fidan haline gelirler. Ancak bunu herhangi bir ağacın fidesinden yaparak aynı sonucu almaya çalışan kişinin çabaları boşa çıkar. İmdi, bu kişi, neden bunun sadece biberiye ile gerçekleştiğine dair yanıt arar ve bunun başarılı olmasına dair gereken koşulları keşfeder. Bunun neticesinde, bu kişi, eğer bu koşullar mevcut değilse, bir şeyi ekmekten ve boşa emek sarf et­ mekten kaçınır. Augustinus Mandirola, limon ağacının yaprakla­ rını özel işlemlerden geçirerek ağaçlar üretti. Ancak bu deney, Almanya' da birçok kişi tarafından denenmesine rağmen, ne ya­ zık ki başarılı bir şekilde sonuçlanmadı. Kuralları uygularken ba­ şarısız olmalarının nedenini Mandirola şöyle açıklar: Felsefi bil­ giden yoksun olmaları. Ahlaki ve siyasi sorunlara ilişkin felsefi bilgi, geçmişte göz ardı edilmemiştir. Ancak tecrübe, pratik me­ selelerle ilgilenmelerine rağmen, bu alanlardaki sonuçların nasıl da kuşkulu olduğunu gösterir. Başkalarının talihsizliğini bildi­ ğimizde acıma hissi duyarız. Nedenin bilgisi ve dolayısıyla felse­ fi bilgi olmadan, bu talihsizliğin bilinmesi durumunda, başkala­ rının da acımalarını bekleriz. Ancak bu beklenti aldahcıdır. Bazı durumlarda acıma olmaz, bazı durumlarda ise alay dahi söz ko­ nusu olabilir. İmdi, felsefenin rahle-i tedrisatından geçen biri, mağdurun sevilmediği yerde acımanın da bulunmadığını bilir. Dolayısıyla, bu kişi, acımaya sevk edenin sadece talihsizliğe dair bilgi olmadığını da bilir. Ya da bu kişi, eğer olası bir neden ön­ gördüyse, kesin bir sonuç beklemez. Başkasının insan türüne ilişkin sahip olduğu sevgi tarafından harekete geçirilip geçiril­ mediğini ve sevgisini göstermesini engelleyen özel bir neden olup olmadığını irdelemesi gerektiğini görür. Ve buna mukabil, başkasına karşı sevgi duymanın yollarını kendi içinde araması gerektiğini bilir. 42. Bir türe ait olanın nedeni cinsin kavramında içeriliyorsa, o zaman felsefi olarak bildiğimiz şeyler, sadece tarihsel olarak bildiğimiz şeylerden daha fazla insan yaşamı sorununa uygula­ nır. Çünkü tarihsel bilgiye sahip olan, bir şeyin mevcut olduğu­ nu veya olabileceğini bilir (#3). Dolayısıyla bir türe tabi bir şeyle ilgili bildiklerini sadece aynı türe tabi başka şeylere uygulayabi­ lir. İmdi, türe atfedilen yüklemin nedeni cinsin kavramında içeri­ liyorsa, o zaman bu yüklem tüm cinse ve sonuç olarak bu cinsin 25

diğer tüm türlerine uygulanır. Bu nedenle, tarihsel bilgi ile yeti­ nen kişi, daha birçok şeye uygulanması gereken şeyi sadece bir türe ait şeylere uygular. Ve böylece ilgilenebileceğinden daha az yaşam sorunuyla haşır neşir olur. Ancak eğer biri felsefi bilgiye sahipse, olan ve husule gelen şeylerin nedenini bilir (#6). Dolayı­ sıyla, bu nedenin türün mü yoksa cinsin mi kavramında içerildi­ ğini bilir. Cinsin kavramındaki nedeni keşfederse, tarihsel bilgi­ nin sadece bir türe uygulayabileceği yüklemi birçok türe atfede­ bilir. Ve böylece, insan yaşamını ilgilendiren daha fazla sorunla yüzleşir. ""Örneğin, bir nehrin yatağı daralırsa, su, nehrin daha önce olduğundan daha küçük bir bölümünde akacağı için daha hızlı hareket eder. Sadece tarihsel bilgiye sahip olan kişi, bu bil­ giyi bir nehir yatağındaki su akışını daha hızlı veya daha yavaş hale getirmek için kullanabilir. Fakat felsefi bilgiye sahip olan ki­ şi, sadece su olmasından ziyade ağır bir sıvı olduğu için suyun hareketinin hızlandığını veya yavaşladığını bilir. Sonuç olarak, eğimli bir kanaldan akan herhangi bir ağır sıvının hareketinin hızlandırılabileceğini ya da yavaşlatılabileceğini bilir. Ayrıca, yükselti nedeniyle suyun ivmelendiğini ve dolayısıyla onun ha­ reketinin hızlandığını da bilir-nehrin daha büyük bir kesitinden akan aynı miktardaki suyun şimdi aynı sürede daha küçük bir kesitten akması şartıyla. Bunun bütün sıvılar için geçerli olduğu­ nu da bilir-sıvının içinden aktığı aralık daraldığı için sıvıyı ha­ reket ettiren kuvvet arttığı sürece. Nehir yatağının daralmasının veya genişlemesinin, daha küçük veya daha büyük bir aralık an­ lamına gerektiği de o kişi için açıktır. Bu nedenle, şu evrensel önermeyi formüle eder: "Herhangi bir sıvının herhangi bir kuv­ vetle üzerinde ya da içinde hareket ettirildiği aralık daralırsa ve kuvvet aynı kalırsa, o zaman, daha önce daha büyük bir aralık­ tan geçen aynı miktarda sıvı, aynı zamanda, daha küçük aralık­ tan geçirilirse, sıvının hareketi büyük ölçüde hızlanır ve tersi du­ rumda yavaşlar." Herkes bu önermenin kullanımının önceden sadece özel bir olayı ifade etmesinden açıkça daha geniş olduğu­ nu anlar. Artık bu önerme, türler içinde büyük farklılıklar göste­ ren şeylere uygulanabilir hale gelir. Örneğin, bir nehrin yatağın­ dan akan su hakkında söylediklerimiz, şimdi bir körük tarafın­ dan üretilen daha güçlü bir rüzgara uygulanabilir. 43. Tarihsel bilgi tarafından özel durumlara indirgenen şey­ ler daha evrensel olarak ifade edilebildiği zaman, felsefi bilgi önerme sayısını azaltır. Dolayısıyla, daha az dağınık bir bilgiyi 26

kuşanan kişi, daha fazla duruma hazırlıklı olur. Çünkü felsefi bilgiye sahip biri, tarihsel bilginin özel bir durumla sınırladığı şeyin nedenini bilir (#6). Dolayısıyla, nedenin cinsin kavramında içerildiğini gözünden kaçırmaz. Nedeni bir cinsin kavramında içerilen bir şeye o cins yüklenmelidir-mantıkta5 bu daha açık bir şekilde gösterilecek. Bu nedenle, tarihsel bilginin belirli bir türle sınırladığı şey, daha önceden de kanıtladığımız gibi (#42), felsefe tarafından cinse genişletilir. Böylece çeşitli türlerle ilgili birçok önerme, tek bir önermeye indirgenir. Daha önceden birçok öner­ menin bulunduğu yerde bir tanesi yettiği zaman, daha az bilgiyi kuşanan kişi daha fazla durum için hazırlıklı olur. 44. Felsefi bilgi ruhu tarihten beklenemeyecek bir zevkle doldurur. Tarihsel bilgi bariz olanla uğraşırken, ruh kayıtsızdır ve herhangi bir nedenden dolayı kıpırdamaz. Eğer olur da tarih beklenmedik bir şeyi ortaya çıkarırsa, hayranlık duyarız. Bize ne bilmek istediğimizi söylerse, onu ilk keşfettiğimizde seviniriz. Ancak bu geçici zevk, bilgi tekrarlandığı zaman buhar olur gider. Fakat bildiğimiz şeylerin nedenlerini kavrarsak, bilgi ve hakikati arzu eden ruh, onları tekrar tekrar düşündüğümüzde dahi tek­ rarlanan harika bir zevkle dolar taşar. Felsefeye yeltenenler bunu iyi bilir. Bu zevkin nedeni, yeri6 geldiğinde açıklanacak ve savu­ nulacak psikolojik ilkelere dayanır. Ayrıca bilimden alınan zev­ kin diğer tüm zevklere fark attığını da tecrübe ederiz. 45. Felsefe, tarihsel bilginin yaşam sorunlarındaki yararlılı­ ğından dolayı küçümsememelidir. Çünkü felsefi bilgi yaşam so­ runlarına tarihsel bilgiden daha büyük bir başarı ile uygulanır (#41) ve kendisini tek bir özel durumla sınırlı tutmayarak daha fazla duruma genişletir (#42) ve böylece daha az dağınık bir bil­ giyi kuşanan kişi, daha fazla soruna hazırlıklı olur (#43). Dahası felsefe, ruhu öyle bir zevk ile doldurur ki bunu tarihsel bilgi asla veremez (#44). Dolayısıyla, eğer insan yaşamının sorunlarında kullanılmasına bakarsanız, felsefi bilginin tarihe nazaran önemli bir üstünlüğü vardır. Dolayısıyla, tarihsel bilgiden daha az yarar­ lı diyerek felsefeyi küçümsemek gülünç. Felsefe daha faydalıdır ve dahası ruhu insan mutluluğunun pek de küçük olmayan bir parçası olan özel bir zevkle doldurur. Bu da yeri geldiğinde gös­ terilecek.7

5 Philosophia ra/iorıalis sive logica, #235. 6 Psychologia empirica, #511. 7 Philosophia practica urıiversalis, #388.

27

46. Filozof, olan veya olabilecek şeylerin nedenini verebilen kişidir. Bu tanımın anlamı açıkhr. Onun felsefe dediğimiz bilim­ de yeteneği vardır (#29). Mümkünlerin neden gerçekten husule gelebileceğini temellendirir (#31) ve verili bir durumda mümkün olan şunun yerine neden bunun husule geldiğini de açıklar (#32). 47. Daha fazla şeyin nedenini verebilen daha büyük, daha az şeyin nedenini bilen ise daha küçük filozoftur. *Bu ölçüt, haklı olarak filozof addedilenleri uygun bir şekilde tanımlar. Ancak aklın melekelerine bağlı olan ve felsefe derecelerini belirleyen başka farklar da vardır. Bu son etkenler, manhğı daha yakından incelediğimizde değerlendirilecek.8 48. Mümkünlerin sayısı o kadar çoktur ki kimse bütün şey­ lerin nedenini algılayamaz. İmdi, ancak olan veya olabilecek şey­ lerin nedenine dair bilgi verebilen kişi filozoftur (#46). Dolayısıy­ la, kimse her şeyin filozofu değildir. Eğer biri kendini bu düstur ışığında incelemek isterse, sahiden de ne kadar küçük bir filozof olduğunu görecektir. İşte bu yüzden bizim felsefe kavrayışımız kibri yok eder. 49. Zira bizim tanımımıza göre, olan ya da olabilecek şeylerin nede­ nini veremediği sürece kimse filozof addedilemez (#46). İmdi, kendini bu düstur ışığında inceleyen, sadece her şeyin filozofu olamayacağını değil, aynı zamanda ne küçük bir filozof olduğu­ nu da bilir (#48). Ve böyle biri felsefi bilgisinden dolayı kibirlen­ mez. Demek ki felsefe anlayışımız kibri yok eder. *Bizim tanı­ mımızdan şu çıkar: Tarihsel bilginin yardımıyla, olan ve husule gelebilecek şeyleri bilen, fakat bunların neden olduğunu veya husule geldiğini görmeyen biri filozof değildir. Hiç kimse bu ar­ gümana gücenmesin ve bizim yargımıza göre filozof olmayan hiç kimse kınanmasın. Yaşamda yararlı olan bilgelik ve bilgiye sahip olduğunu inkar etmiyoruz. Bilimlerde farklı olduğu görü­ len şeyleri ayırt etmeli ve onlara farklı isimler tayin etmeliyiz. Tarihsel ve felsefi bilginin farklılık arz ettiğini (#7) açıkça göster­ dik ve bu farkı tanımlarda belirttik (#3, #6). Akıl yürütmenin ilk yasası, kavramlarla akıl yürüttüğümüzde, sadece tanıma karşılık gelen şeye isim vermemiz gerektiğidir. Biri bize kendi yargımıza göre filozof olmamasından yakınsaydı anlamsız olurdu. Zira biz­ ce olabilecek şeylerin nedenlerinden yoksun kişi filozof değildir (#46). Ve eğer bu nedeni bile bilmiyorsa, o kişiye böylesi bir bil" Philosophia rationalis sive logica, #1187. 28

giye sahip olmayı yükleyemeyiz, yani ona filozof diyemeyiz. Öte yandan, eğer bu nedeni biliyorsa, bizim için bir filozoftur. Ve bu kişi, olan veya olabilecek şeylerin nedenini verdiği her an filozof­ tur. Bir filozof, "filozof" adından zevk almaz. Daha ziyade, bu saygıdeğer adı reddetse de, o mertebeye ulaşmaktan hoşnut olur. 50. Felsefenin önermelerini bilen ve anlayan, ancak bunları ispat edemeyen kişi, felsefenin tarihsel bilgisine sahiptir. Zira fel­ sefenin önermelerini bilen ve anlayan, felsefede ne öğretildiğini bilir. Dolayısıyla, mademki bir olguyu bilir, tarihsel bilgiye sa­ hiptir (#3). Öte yandan, bu önermelerin doğruluğunu ispat ede­ mediğine göre, bilimden yoksundur (#30). Demek ki, felsefe ba­ kımından kof birinin sahip olduğu yalnızca felsefenin tarihsel bilgisidir (#29). Haliyle ona filozof denemez. Tabii tutarsız ko­ nuşmuyorsan-ki onun da felsefede yeri yoktur. *49' da söyle­ nenler kimseyi kınamak için söylenmemiştir. Kaldı ki, akıl bu şe­ kilde anlamamızı tembihler. Soylu ruhları, mükemmel ve takdire şayan şeyler için çabalamaya ve böylece bu bilimin semerelerini edinmeye ve hakikatin çok büyük bir rol oynadığı insan mutlu­ luğunu kazanmaya teşvik ediyoruz. Şimdiye kadar pek az kabul edilen başka değerlerin de farkındayız. Ancak onların hakikatleri açıkça gösterilebilir hale gelene dek onları incelemekten imtina ediyoruz. 51. Tarihsel felsefe bilgisine sahip olan kişi, onu insan ya­ şamının sorunlarına uygulayabilir. Ne de olsa felsefenin tarihsel bilgisine sahip olan biri, onun önermelerini bilir. Dolayısıyla, bir yüklemin hangi özneye atfedilmesi gerektiğini ve aynı zamanda ona hangi şartlar altında yüklenebileceğini bilir. Önermeleri an­ ladığından, terimlerin net tanımlarına ya da terimlerin işaret et­ tiği şeylerin net kavramlarına sahiptir. Mantıkta, yeri geldiğin­ de,9 aksi takdirde önermenin anlaşılamayacağı gösterilecek. İm­ di, bir şeyin tanımına sahip olan ya da en azından o şey hakkın­ da net bir fikre sahip olan, ona neyin sunulduğunu bilir. Dolayı­ sıyla, önermede ifade edilen koşul mevcutsa, yüklemin önerme­ de kendisine atfedildiği özne ile uyum içinde olduğu sonucuna varır. Bu nedenle, sahip olduğu tarihsel bilgiyi insan yaşamının sorunlarına uygular. *Felsefe matematikle aynı kaderi tecrübe eder. Matematiksel işlemlerin kurallarını ispat edemeyenler yine de yaşamın birçok sorununda pratik aritmetiği kullanabilirler. 9 A.g.y.

#1158-59. 29

Haritaalar ve askeri planlamacılar, nasıl ispat edeceklerini bil­ meseler de, geometrinin kesin pratik kaidelerini severek kullanır­ lar. İspatları kavrayabilenlerin yetenekleri daha büyüktür. Bu­ nunla birlikte, bu önermeler hala ispatlar olmadan ve felsefeden tamamen koparılmış gibi öğretilebilirler. Diğer taraftan, kendini felsefeye adamadan önce kişinin felsefenin tarihsel bilgisini edinmesi faydasız değildir, zira felsefi ispatlar daha önceden aşi­ na olunan önermeleri peşinen kabul eder. Bu nedenle, ispatları incelemeden önce bu önermelerle haşır neşir olan biri kanıtları daha kolay öğrenir ve felsefede bütün bunlardan bihaber olan bi­ rinden daha hızlı yol alır. 52. Sadece felsefenin tarihsel bilgisine sahip olan biri, felsefe tarhşmalannda yargıda bulunamaz. Çünkü felsefede tartışmalı bir tez hakkında yargıda bulunan birinden, yargısının diğer tez­ lerle çelişip çelişmediğini ya da onlardan meşru bir şekilde çıkıp çıkmadığını göstermesi beklenir. Bu, ispat alışkanlığı, dolayısıyla da bilim gerektirir (#30). İmdi, sadece felsefenin tarihsel bilgisine sahip olan kişi, bilime sahip değildir (#50). Dolayısıyla, açık ki, felsefe tartışmalarında yargıda bulunamaz. 53. Bir başkasının felsefi bilgisine dair tarihsel bilgiye sahip olan birinin felsefe tarhşmalarında yargıda bulunma imkanı da­ ha bile azdır. Zira sadece başkasının bir olgu için öne sürdüğü nedeni bilir (#8). Dolayısıyla, felsefenin tarihsel bilgisine sahip olandan daha bile az önemli bir bilgiye sahiptir (#50). Bu neden­ le, önceki (#52) felsefe tartışmalarında yargıda bulunamıyorsa, bu (#53) hiç bulunamaz. 54. Tarihsel olarak bildiği ancak ispat edemediği felsefi tez­ leri deney ve gözlemle doğrulayan biri, tarihsel ve felsefi bilginin arasında bir seviyeye ulaşmıştır. Yalnızca tarihsel bilgiye sahip olan biri, felsefenin önermelerini bilir ve anlar fakat onların doğ­ ruluğunu algılayamaz (#50). Ve bu önermelerin deney ve göz­ lemle doğrulandığını bilen biri, filozofun husule gelebileceğini nedeniyle bildiği şeyin husule gelebileceğini bilir (#26). Fakat ne­ deni algılayamadığı için, felsefi bilgiden yoksundur (#6, #9). Do­ layısıyla bilgisi felsefeden aşağı, tarihten yukarıdır ve bu nedenle tarih ve felsefe arasında orta bir seviyede durur. *Felsefi ispatlar konusunda yeteneği ya da zamanı kısıtlı olanların bu orta seviye için gayret etmeleri umulmaktadır-hpkı optiğin teoremlerinin onları ispat edemeyecek olanlarca deneylerle kanıtlanması gibi. Zira bu, felsefeye en yakın düzeydir ve onun başlangıcı olarak 30

adlandırılabilir. Eğer felsefeye kademeli olarak yaklaşılsaydı, in­ sanlar felsefede oldukça güzel ilerlerdi. Hafızası güçlü olanlara önce felsefenin tarihsel bilgisi verilirdi. Sonra, hafızaya ahlan şeyler deney ve gözlemle doğrulanırdı. Son olarak da, yeteneği olanlar felsefe biliminin kendisine yönlendirilirdi. Bunun devlete de önemli bir katkısı olurdu. Zira bu, felsefeyi kısmen kibir ve kısmen uygunsuz mizaç yüzünden mahveden korku dolu tar­ tışmaları ortadan kaldırırdı. Bunu siyaset incelememizde açıkla­ yacağız.10

10 Institutiones juris naturae et gentium, #85, #1157.

31

III Felsefenin Kısımlan ya da Dallan 55. Bildiğimiz varolanlar Tanrı, insan ruhları, cisimler ya da maddi şeylerdir. Kendimizi incelersek, dışımızda olan ve duyu­ larımıza etki eden şeylerin bilincinde olduğumuz zaman, kendi­ mizin de bilincinde olduğumuzu fark ederiz. İçimizde kendinin bilincinde olan şeye ruh denir. Şekil ve büyüklük bakımından birbirinden farklı olan ve dışımızda sezdiğimiz yayılımlı ya da uzamlı [İng. extended] şeylere cisim denir. Böylece iki varolan cinsi kabul ediyoruz: Cisimler ve insan ruhları. Ve cisimlerle in­ san ruhlarının müstakil varolanlar olmadığını, yani kendi güçleri sayesinde ortaya çıkıp varlıklarını sürdürmediklerini görür gör­ mez, hem cisimlerin hem de ruhların bir Faili olduğunu kabul ederiz, ki bu Failin gücü sayesinde bu iki varolan cinsi üretilmiş­ tir. Var olduğunu bildiğimiz şeylerin Failine "Tanrı" deriz. De­ mek ki, felsefe yapmadan önce, kendimizi inceleyerek bildiğimiz varolanlar Tanrı, insan ruhları ve cisimlerdir. Dolayısıyla, felsefenin üç kısmı vardır. Bir kısmı Tan­ 56. rı'yı, bir kısmı insan ruhlarını ve üçüncü kısmı da cisimleri veya maddi şeyleri inceler. Tanrı, insan ruhları ve cisimlerden başka varolan bilmeyiz (#55). Dolayısıyla, mademki sadece bu üç varo­ lan cinsinin farkındayız, demek ki felsefenin üçten fazla kısmı olamaz. *Cisimler, ruhlar ve Tanrı dışındaki varolanların var ol­ duğunu inkar etmiyoruz. Kutsal Kitap'ın, meleklerin var olduğu öğretisinden de kuşku duymuyoruz. Biz sadece felsefe yapma­ dan önce ruhlar, cisimler ve Tanrı, yani Fail dışında felsefenin uygun nesnesi olan hiçbir varolan cinsi bilmediğimizi söylüyo­ ruz. Gerçekten de felsefe henüz gelişmediği için, Tanrı'nın varlı­ ğını şimdi ispat edemeyiz. Ancak burada bunu makul nedenler­ den dolayı kabul ediyoruz, tıpkı ruhlar ve cisimler arasındaki farkı kabul ettiğimiz gibi. Zira biz, duyular ve kendi üzerimizde yaptığımız düşünüm ya da yansıma [İng. reflection] ile bulanık bir şekilde bildiğimiz şeyler hakkında kesin bilgi edinmek için felsefe yapıyoruz. 33

57. Felsefenin Tanrı'yı ele alan kısmına doğal teoloji denir. Dolayısıyla, doğal teoloji, Tanrı vasıtasıyla mümkün olduğu bili­ nen şeylerin bilimi olarak tanımlanabilir. Çünkü felsefe, olabile­ cekleri sürece mümkünlerin bilimidir (#29). İmdi, Tanrı'nın var olduğunu kabul eden kimse Tanrı' da var olan ve onun sayesinde husule gelebileceği anlaşılan şeylerin mümkün olduğunu inkar edemez. Bu nedenle doğal teoloji, Tanrı sayesinde mümkün olan şeylerin bilimidir. "Tanrı sayesinde neyin mümkün olduğunu is­ pat edebilen, Tanrı' da neyin mevcut olduğunu bilir. Tanrı' da mevcut olan şeylere onun sıfatları denir. Ve bu sıfatların gücüyle Tanrı sayesinde husule gelebileceği bilinen şeyler, Tanrı'nın iş­ lemleridir, örneğin evrenin yaratılması ve hıfzedilmesi. Dolayı­ sıyla, doğal teolojinin Tanrı'nın sıfatlarını ve işlemlerini ele alma­ sı gerektiği açıkhr. İmdi, bu ilk konuşmada, önermelerden so­ nuçların çıktığı düzeni mümkün olduğunca incelemeliyiz. Bu nedenle, doğal teolojiyi tanımlarken Tanrı'nın sıfatlarını ve iş­ lemlerini açıkça belirtmedik. Bunun yerine, doğal teolojiyi, felse­ fenin genel tanımından özel bir tanım olarak çıkarılan genel te­ rimlerle ifade ettik. Yol-yordam bilmez kişiler tanımda teolojinin neyi incelemesi gerektiğini belirtmedik diye mızmızlanmasınlar diye buraya dikkat çekiyoruz. Tanımlama kuralları mantıkta1 or­ taya konduktan sonra doğal teoloji tanımımızın kurallara uygun olduğunu göstermek daha kolay olacak. Kaldı ki, bir tanımın, kendisinden başka şeylerin çıkarılması için gerekenden fazlasını içermemesi gerekir. Ve doğal teoloji tanımımızdan incelenmesi gereken şeyleri çıkarabiliriz. Yeri2 geldiğinde bunu da yapacağız. Ne yapabileceğimi biliyorum ve bu, yapılamayacak olandan ayırt edilmelidir. 58. Felsefenin ruhu inceleyen kısmına psikoloji diyorum. Dolayısıyla, psikoloji, insan ruhları sayesinde mümkün olan şey­ lerin bilimidir. Bu tanımın nedeni, yukarıdakiyle aynıdır (#57). Ne de olsa genel olarak felsefe, olabilecekleri sürece mümkünle­ rin bilimidir (#29). Mademki psikoloji felsefenin ruhu ele alan kısmıdır, o zaman o insan ruhu aracılığıyla mümkün olan şeyle­ rin bilimidir. 59. Son olarak, felsefenin cisimleri inceleyen kısmına fizik denir. Dolayısıyla fizik, cisimler sayesinde mümkün olan şeyle1 Philosophia rationalis sive logica, #152. 2 Theologia natura/is,

#1. 34

rin bilimi olarak tanımlanır. Bu tanımın nedeni de yukarıdakiyle aynıdır (#57). Felsefe, olabilecekleri sürece mümkünlerin bilimi­ dir (#29) ve fizik, cisimleri incelediğinden, cisimler aracılığıyla husule gelebilecek şeylerin bilimidir. Yukarıda doğal teolojinin tanımı hakkında söylediklerimiz (#57), mutatis mutandis psikoloji ve fizik tanımlarına da uygulanabilir. Daha sonra, bu özel disiplin­ lere yazacağımız prolegomenada,3 her birinin incelemesi gereken şey­ leri belirlemek için bu tanımların yeterli olduğunu göstereceğiz. 60. Ruhun, bilme [İng. cognitive] ve iştah duyma [İng. appeti­ tive] olmak üzere iki yetisi vardır. Bundan tecrübe sayesinde eminiz. Yeri geldiğinde bunun açıklanıp geliştirilmesi gerekir.4 Bu yetilerin her birinin hatalı işleyebileceği de açıktır. Bilme yeti­ si doğrudan, iştah da iyiden sapabilir. Böylece ilki doğru yerine yanlışı benimser ve ikincisi ise iyi yerine kötüyü seçer. *Bunları psikolojide derinlemesine açıklayacağız. Şimdilik, terimlerin açık kavramları ve açıklamalarımızı doğrulayan bariz tecrübeler ye­ terlidir. 61. Felsefenin, doğruyu bilmek ve yanlıştan kaçınmak için bilme yetisinin nasıl kullanılacağını araştıran kısmına mantık denir. Dolayısıyla mantık, bilme yetisine hakikatin ya da doğru­ nun yolunu gösteren bilim olarak tanımlanır. *Bu tanımın kesin anlamı mantığa prolegomenada5 açıklanacak. 62. Felsefenin iyiyi seçmede ve kötüden kaçınmada iştah ye­ tisinin kullanımını ele alan kısmına pratik felsefe denir. Dolayı­ sıyla pratik felsefe iştahı iyiyi seçip kötüden kaçınmaya yönelt­ menin bilimidir. 63. İnsan, iki şekilde ele alınabilir, [i] insan olarak ya da [ii] vatandaş olarak. Başka bir deyişle, [i ] bir insan türü toplumunda, doğa durumunda yaşayan biri olarak, ya da [ii] sivil toplumda yaşayan biri olarak. Bu ikili yön nedeniyle pratik felsefe iki bö­ lüme ayrılmıştır. 64. Felsefenin, insanın doğa durumundaki haliyle ya da in­ san türü toplumunda yaşadığı düşünülen kısmına etik denir. Bu nedenle etiği, insanın doğa durumunda ya da kendi başına hare­ ket ettiği ve bir başkasının gücüne tabi olmadığı sürece özgür ey­ lemlerini yönetme bilimi olarak tanımlarız. İmdi, bir başkasının

' Psychologia empirica, #1; Psychologia rationalis, #1; Cosmologia gcneralis, #1. 4 Psyclıologia empirica, #509; Psychologia rationalis, #480. 5 Philosophia rationa/is sive logica, #1.

35

gücüne tabi olduğumuz bir doğa durumunda yaşamasak da, bir sivil devlette, insanın özgürlüğü eylemlerinin tamamında olmasa da çoğunda sınırlanmışbr. Ancak yine de büyük bir özgürlükle eylemlerini gerçekleştirir. Bu eylemler, sanki doğa durumunda yaşıyormuş, hiç kimsenin gücüne tabi değilmiş ve kendi eylem­ lerinin efendisiymiş gibi incelenmelidir. 65. Felsefenin, insanın bir devlette veya sivil toplumda ya­ şadığını dikkate alan kısmına siyaset denir. Dolayısıyla siyaset, bir sivil toplumdaki veya devletteki özgür eylemleri yönetme bi­ limidir. 66. Devletin veya sivil toplumun yanı sıra, devletten farklı olan ve insanın doğa durumuna ait, örneğin evlilik birliği [İng. conjugal], babanın hakimiyeti [İng. paternal] ve hane birliği [İng. domestic) gibi daha küçük toplumlar da vardır. Bu tür toplumlara basit toplumlar denmelidir. 67. Felsefenin insanın daha küçük bir toplumun üyesi oldu­ ğu düşünülen kısmına hane idaresi ya da iktisat [İng. economics] denir. O halde iktisat devletten ayrı olan küçük toplumlarda öz­ gür eylemleri yönetme bilimidir. ..Disiplinlerin geleneksel bö­ lümlerini muhafaza ettik ve tanımları müşterek bilgiye uygun olarak kurduk. 68. İnsan bilmediği iyiyi arayamaz, bilmediği kötüden de kaçamaz. Bu nedenle, felsefenin, hangi eylemlerin iyi ve hangile­ rinin kötü olduğunu öğreten doğa kanunu Uus naturae) adı veri­ len bir bölümü vardır. Bu nedenle, doğa kanunu, iyi ve kötü ey­ lemlerin bilimi olarak tanımlanır . ..Doğa kanunu belli ki bir pra­ tik felsefe kuramıdır (#62), yani etik, siyaset ve iktisadın (#64). Bununla birlikte, burada kuram ve uygulamayı birbirinden ayırmak amacımız olmadığından, doğa kanunu, etik, iktisat ve siyaset içerisinde incelenebilir. 69. Pratik felsefenin her kuram ve uygulamasının dayandığı belli başlı genel ilkeler vardır. Bu ifade, yalnızca bu tür genel il­ kelere dikkat çekilerek kanıtlanmışhr. ..Bu aynı zamanda a priori de kanıtlanabilir. Ancak böyle bir kanıt ontoloji ve psikolojiye ait sıradan insanın bilmediği şeyleri peşinen kabul eder. Dolayısıyla, uygun yöntem burada bu kanıtı vermemizi engeller. Zira ilkeler­ le kanıtlanabilecek önermeden daha fazla zorluk yaratacak ilke­ leri önden kabul etmek [İng. postulate] durumunda kalırdık. 70. Felsefenin pratik felsefenin genel kuram ve uygulaması­ nı inceleyen kısmına evrensel pratik felsefe diyorum. Bunu özgür 36

eylemleri en genel kurallarla yönetmeye ilişkin "tesirli pratik bilim" [İng. affective practical science] olarak tanım­ ladım. *1703'te matematiksel yöntemi kullanarak evrensel pratik felsefe üzerine bir inceleme yazmıştım. Bu çalışmayı kamuya açık bir tartışmada Leipzig Akademisi'ndeki mürekkep yalamış­ ların incelemesine sundum, zira yönetmelikler doktora derecesi alacakların akademik bir tez savunmasını zorunlu tutuyordu. Bu çalışmayla ilkin, Johannes Mencke'den çalışmamın bir kopyasını edindikten sonra beni lütfuna ve arkadaşlığına layık gören, Le­ ibniz tarafından tanındım. Bu çalışmayı genç bir adamken yaz­ mıştım-ortak bir evrensel matematik çerçevesinde aritmetik ve geometrinin ilkelerinin genel bir incelenmesini veren yakın dö­ nem matematikçilerin bazılarını taklit ederek. Kuram üzerinde daha derin düşündükten ve nedenlerini derinlemesine inceledik­ ten sonra bile, bu çalışmada ha!a sıkı bir içerik buluyorum. Ev­ rensel pratik felsefe ispatlayıcı bir şekilde çalışıldığında en büyük yardımcılardan biridir. Bunu "tesirli" olarak tanımladım çünkü iradeyi yaklaşmaya ve kaçınmaya yönlendiriyor. Ayrıca bunu "pratik" bir bilim olarak tanımladım çünkü bu kişiye içsel eylem­ lerle uyumlu bir biçimde yer değiştirme yetisinin nasıl kontrol edileceğini öğretiyor. 71. Şimdiye kadar ihmal edilmiş olsa da, sanatların felsefesi de ayrıca mümkündür (#39). Buna teknik veya teknoloji adı veri­ lebilir. Dolayısıyla teknoloji, sanatların ve sanat ürünlerinin bili­ midir. Veya sizin tercih ettiğiniz şekliyle, insanın vücudun or­ ganlarını, özellikle ellerini kullanarak ürettiği şeylerin bilimidir. *Teknolojinin vücudun yapısının, ellerin ve bir sanat eseri üret­ mek için gerekli olan diğer organların hareketini nasıl mümkün kıldığını açıklaması gerekmez. Bunu irdelemek fiziğin işidir (#59). Daha ziyade, sanat kurallarının ve sanat ile üretilen eserle­ rin nedenini vermesi gerekir. Bir hasat artışının nedenini belir­ leme denemesiyle, bu tür felsefeye tarım üzerinden bir örnek sunmuştum. Dolayısıyla, bir sanat felsefesinin mümkün olduğu açıktır-felsefenin geri kalanını önceden gerektirse de. Zira şey­ lerin nedenlerini içeren sanat kuralları vardır, tıpkı felsefi teo­ remler arasında çıkarımlar olduğu gibi. Eğer bu kurallar mucitle­ ri tarafından keşfedilmeseydi, onları kullanan sanatkarlar tara­ fından da bilinmezdi. Daha da şaşırtıcı olanı, sanatkarların genel­ likle çalıştıkları alanlardaki kurallar hakkında belirgin bir kavra­ yışa sahip olmamalarıdır. Yukarıda (#40), bir bilim olarak gelişen 37

mimarlık üzerine yaphğım incelemenin bu tür felsefeye örnek olduğundan bahsehniştim. Zira mimarlık, bu şekilde ele alındı­ ğında, bir teknoloji türüdür. 72. Bir bilim biçimine indirgenmişlerse, özgür sanatların da bir felsefesi olabilir. Örneğin, genel olarak dilbilgisine ilişkin ge­ nel kuralların nedenlerini veren fakat farklı dillerin özel nedenle­ rini dikkate almayan bir dilbilgisi felsefesi vardır. Alışılmış ifa­ deyi kullanarak buna "grammatik felsefe" de denebilir. Aynı şe­ kilde retorik felsefeden ya da poietik felsefeden de bahsedilebilir. Grammatik felsefe ilkelerini ontoloji, manhk ve psikolojiden ödünç alır. Retorik felsefe ontolojiyi, manhğı, psikolojiyi ve ayrı­ ca pratik felsefeyi gerektirir. Thomas Campanella grammatik, re­ torik ve poietik felsefeyi rasyonel felsefenin kısımları yaph ve on­ ları kendi ilkelerine göre inceledi. Bilimsel tarih yazma becerisi olarak tanımladığı tarih yazımını da bunlara ekledi. Ne ki, felse­ fenin bu bölümleri genellikle ihmal edilir. 73. Tüm varolanlar için ortak olan ve hem ruhlara hem de doğal ve yapay cisimlere yüklenen bazı şeyler vardır. Felsefenin genel olarak varolanı ve onun genel hallerini inceleyen kısmına ontoloji ya da ilk felsefe denir. Dolayısıyla ontoloji ya da ilk felse­ fe, genel olarak varolanı ya da varolanı varolan olarak ele alan bilim olarak tanımlanır. *Bu gibi genel kavramlar öz, varoluş, sı­ fatlar, kipler, zorunluluk, olumsallık, yer, zaman, tamamlanma, düzen, basitlik, bileşim gibi şeylerdir. Bunlar ne psikolojide adam akıllı açıklanır, ne de fizikte; zira her iki bilim de, felsefenin diğer kısımlarında olduğu gibi, bu genel kavramları ve onlardan türetilen ilkeleri kullanır. Dolayısıyla her bilim ve sanatın ve hat­ ta yaşamın kendisinin bile (eğer bir düzene sokulacaksa) sürekli olarak kullandığı bu kavramları ve genel ilkeleri açıklayan özel bir felsefe dalına ihtiyaç vardır. Gerçekten de ontoloji olmadan felsefe ispata dayalı bir yönteme göre geliştirilemez. Hatta keşif sanah bile ilkelerini ontolojiden alır. 74. Bir de gizli hakikatin araşhrılmasında aklı yönlendiren kurallar vardır. Bunun örnekleri gizli hakikatleri kolayca gün yüzüne çıkaran ve bilimini günbegün geliştiren matematikçilerin cebir ve tüm analitik sanatlarıdır. Felsefenin aklı gizli hakikate yönlendirme kurallarını açıklayan kısmına keşif sanah [ars inve­ niendi] denir. Dolayısıyla keşif sanah gizli hakikati araşhrma bi­ limi olarak tanımlanır. *Keşif sanah, sıklıkla mantıkla karıştırılır. Ancak mantığın keşif sanatına önemli bir katkısı bulunmasına 38

rağmen, aynı sonuçları elde ehnesi zordur. Özel durumlarda ke­ şif sanah manhk dışındaki bilimlerden türetilmiş ilkeleri kulla­ nır-ontolojiden sıklıkla yararlandığını belirhniştim. Ve özel so­ runlarla uğraşırken, felsefenin her dalından birçok şeyi önkabul olarak alır. Ne ki, henüz kimse keşif sanah adı verilebilecek bir eser yayınlamamışhr. 75. Fizikte incelenen birçok cisim cinsi vardır. Dünyanın bi­ leşeni olan birtakım bütün cisimler [İng. whole bodies] vardır. Ve bütün cisimlerde kısmi cisimler vardır, örneğin madenler, bitki­ ler ve hayvanlar alemi. Dolayısıyla fizik her birinin kendi adı olan kısımlara ayrılmışhr. 76. Fiziğin cisimlerin genel halleriyle ve birçok türde ortak olan hallerle ilgilenen kısmına genel fizik denir. Dolayısıyla ge­ nel fizik, tüm cisimlere ya da çeşitli cisim türlerine ait olan şeyle­ rin bilimi olarak tanımlanır. *Tüm cisimlere veya çeşitli cisim türlerine ait olan şeylerin özel bir bilim içinde ele alınması gere­ kir, aksi takdirde aynı incelemelerin birçok kez tekrarlanması ge­ rekir. Ayrıca cisimlerin genel özelliklerinin nedeni ortaya çıka­ rılmışsa, diğer gizli özellikler de keşfedilebilir. 77. Fiziğin dünyanın toptan cisimlerini [İng. total bodies] ele alan ve dünyanın o cisimlerden nasıl oluştuğunu öğreten kısmı­ na kozmoloji denir. Dolayısıyla kozmoloji, bu haliyle dünyanın bilimidir. *Dünyanın toptan ya da bütün cisimleri hareket ettiği­ ne göre, fiziğin de bu cisimlerin hareketlerinin nedenini vermesi gerekir. Kozmolojide gökcisimlerinin hareketlerinin nedenlerini inceleyen kısma Kepler "göksel fizik" adı vermiştir. 78. Mevcut dünyada ve herhangi bir başka mümkün dün­ yada ortak olan şeyleri açıklayan genel dünya anlayışı da vardır. Felsefenin bu genel ve soyut kavramları geliştiren kısmına tran­ sandantal veya genel kozmoloji diyorum. Dolayısıyla genel kozmoloji genel olarak dünya bilimi olarak tanımlanır. *Genel kozmoloji, yer yer onun konularına değinmiş olsalar da, eskiden filozoflar tarafından pek bilinmezdi. Bu bilimi kurmaya karar verdim çünkü psikoloji, doğal teoloji ve fizik bu bilimden ilkeler devşirir. Dahası, genel kozmolojinin konuları başka hiçbir yerde doğru düzgün incelenmez. 79. Psikoloji ve doğal teoloji bazen "pnömatik" ortak adıyla anılır. Pnömatik genellikle ruhların bilimi olarak tanımlanır. On­ toloji, genel kozmoloji ve pnömatik, "metafizik" ortak adının al39

hna düşer. Dolayısıyla metafizik varlığın, genel olarak dünyanın ve ruhların bilimidir. 80. Fiziğin hava olaylarını inceleyen kısmına meteoroloji denir. Dolayısıyla meteoroloji, hava olaylarının, yani atmosferde husule gelen şeylerin bilimidir; sözgelişi yağmur, gökkuşağı, yıl­ dırım ve kuzey ışıklarının [aurora borealis]. Fiziğin madenleri inceleyen kısmına "oriktoloji" denir. 81. Dolayısıyla oriktoloji, madenlerin bilimidir. *"Madenler" terimi çeşitli topraklara ve pıhhlaşmış edilmiş sıvılara işaret eder; mese­ la tuz, kükürt, taşlar, mücevherler ve metallere. Doğa tarihinin bir parçası olan minerallerin tasvirine de "oriktografi" denir. 82. Fiziğin akışkanları inceleyen kısmına "hidroloji" denir. Dolayısıyla hidroloji, akışkanların bilimidir. *Fizik, şeylerin ne­ denlerini vermelidir. Bu nedenle hidrolojinin suyun nehirlerdeki, denizdeki, pınarlardaki, kaynaklardaki, kaplıcalardaki vb. hare­ ketinin nedenini vermesi gerekir. 83. Fiziğin bitki veya zerzevah inceleyen kısmına "fitoloji" denir. Dolayısıyla fitoloji bitkilerin bilimidir. Bazen kendi başına incelenen çeşitli zerzevat türleri vardır. Dolayısıyla fitolojinin farklı kısımları vardır. Örneğin, botanik otların tasviridir. Bu, doğa tarihinin bir kısmıdır. Fiziğin bitkilerin kendilerine has özelliklerinin nedenlerini sunan kısmına "botanoloji" denir. Fizi­ ğin ağaçların özelliklerini açıklayan kısmına "dendroloji" denir. Dolayısıyla botanoloji otların bilimi olarak tanımlanır. Dendroloji ise ağaç ve fidan bilimi olarak tanımlanır. Geçmişte bitkilerin ge­ nel bilimi olan fitoloji henüz yeterince gelişmemişti. Bu nedenle burada onun özel kısımlarını atlıyoruz. Yine de, insanlığa büyük değer vaat eden ne çok şeyin fizikte hala araşhrılmayı beklediği­ ni belirtmek için birkaç ayrım yaptık. 84. Son olarak, fiziğin canlı cisimleri ya da bedenleri ve özel­ likle insan vücudunu inceleyen kısmına "fizyoloji" denir. Bazen buna hayvan iktisadı [İng. animal economics] de denir. Claude Perrault buna "hayvan mekaniği" diyor. Fizyoloji, canlı cisimle­ rin ya da bedenlerin [İng. animated bodies] bilimi olarak tanımla­ nır. Hekim tarafından, daha dar anlamda, sağlıklı insan vücudu­ nun bilimi olarak tanımlanır. "Antropoloji" adı bazen insanın fi­ ziksel incelemesine işaret etmek için de kullanılır. "Patoloji" te­ rimi, hekim tarafından, hasta bedenlerin incelenmesine veya be­ deni etkileyen hastalıkların incelenmesine işaret etmek için kul-

40

lanılır. Tıp felsefesi varsa (#39), fiziksel patoloji diye de bir bilim olmalıdır. Mademki felsefe olan ve husule gelen şeylerin nedeni­ ni verir (#31), fiziğin de hasta bir vücutta husule gelen şeylerin nedenini vermesi gerekir. Demek ki fiziksel patoloji hasta bede­ nin bilimidir. *Fiziğin fizyolojinin bir alt bölümü olarak fiziksel patolojiyi içermemesi için hiçbir neden yoktur. Sağlık ve hastalık, insan vücudunun iki halidir ve fizik bu durumların nedenini vermelidir. Bu koşulların her ikisinin de nedeni, insan vücudu­ nun yapısında ve doğasında ve ayrıca vücudun yapısı ve doğası yoluyla oluşabilecek işleyişleri etkileyen ilgili dış nedenlerde bu­ lunmak zorundadır. Öte yandan, olur da hekimlerin yaphğı gibi patolojiyi fizyolojiden ayırmak isteyen biri çıkarsa, bunu kına­ mayız. Uygulamada bir fark yaratmadığı sürece ikisini de kabul edebiliriz. 85. Doğal şeylerin nedeni iki şekilde verilebilir: Bunların biri failde bulunur, diğeriyse amaçta. Failde aranan nedenler daha önce tanımladığımız bilimlere aittir. Bu bilimlerin yanı sıra, do­ ğal felsefenin şeylerin amacını açıklayan başka bir kısmı daha vardır. Çok önemli ve yararlı olmasına rağmen, bu disiplinin adı yoktur. Buna teleoloji adı verilmelidir. 86. Bu noktaya kadar felsefenin kısımlarını gözden geçirdik. Böylece filozofun işinin de çerçevesi çizilmiş oldu. Ancak doğa­ nın tüm hazinesinin bu kadar olduğunu ya da tüketildiğini de düşünmemeliyiz. Gizli kalmış daha birçok felsefe disiplini var. Bu hazineler, zamanı gelince, mürekkep yalamışlar kendilerini felsefeye ciddiyetle adadıkça, elbet gün ışığına çıkacaktır. Bu in­ sanlar başkalarını küçümseyip aşağılamayı zafer sananlara öze­ nip boş hırsların peşinden koşmaktan ziyade gelişen bilimin meyvelerini toplayacaktır. Felsefede böylesi bir işi tek bir kişi ko­ taramaz, birden fazla kişinin çabası gerekir. Bizim mütevazı gö­ revimiz, felsefe disiplinlerinin henüz hepsi keşfedilmemiş olsa da, felsefenin kısımlarını tasnif edip düzenlemeye yardımcı ol­ maktır. 87. Felsefenin kısımları diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kısımlar önce gelecek şekilde terkip edilmiştir. Felsefe bir bilim­ dir (#29). Bu nedenle, ele aldığı şeyler, kesin ve değişmez ilkeler­ den geçerli bir dizi akıl yürütmeyle çıkarılmalıdır (#30). Dolayı­ sıyla, felsefenin diğer kısımlara ilke sağlayan kısımları önce; ilke­ leri ödünç alan kısımlar sonra gelmelidir. Bunu reddetmek de­ mek, kendi ispat ilkelerini diğer disiplinlerden alan disiplinlere 41

öncelik vermek demektir. Bu da henüz tanımlanmamış terimler ve henüz ispatlanmamış ilkeler kullanmak anlamına gelir. Bu durumda terim ve ilkeler kesin ve değişmez olmayacak. Öner­ meler yarım yamalak anlaşılacak, felsefenin diğer kısımları ol­ madığı sürece onların doğruluğundan da emin olamayacağız. Ancak bu bilime aykırı olur (#30), oysa felsefenin bir bilim olması gerekir (#29). Bu, felsefenin aradığı tam kesinlikle tutarlı da ol­ maz (#33). Bu nedenle, felsefenin diğer kısımlar için ilkeler sağ­ layan kısımlarına öncelik veren bir terkibi titizlikle yapmamız gerekir. Ancak bu şekilde felsefede ele alınan konular doğru düzgün anlaşılıp ispat edilebilir. *Bu sırayı takip etmeye karar verdik zira çünkü felsefenin hakikatlerini birbirine bağlı bir dizi içinde sunmayı planlıyoruz. Başka hiçbir düzen formüle ettiği­ miz felsefe kavramıyla tutarlı değildir. 88. Verimli bir felsefe yapmak istiyorsanız manhğı ilk sıraya koymanız lazım. Manhk, bilme yetisini hakikatin bilgisine yönel­ ten kuralları ele alır (#61). İmdi, felsefeyi tam bir kesinlik elde edecek şekilde çalışmalıyız (#33). Dolayısıyla, felsefe çalışan kişi­ nin hakikatin bilgisine nasıl ilerleyeceğini bilmesi gere­ kir-dolayısıyla da mantıkla haşır neşir olması. O halde manhk ilk sıraya konmalıdır. *Felsefeye başlayanların acemiliklerinin üstesinden mantık çalışarak geldikleri de söylenmeli. Bunun ne­ denini zaten vermiştik. Manhktan bihaber biri tanımları ve ispat­ ları nasıl titizlikle inceleyeceğini bilmez. Bu nedenle delillerle tam örtüşmeyen şeyleri kolayca kesin addeder ve çoğu zaman incelemediği şeyleri anladığını sanır. 89. Ancak, eğer manhktaki her şey eğer ispatlanacaksa, ilke­ ler ontoloji ve psikolojiden alınmalıdır. Manhk, aklı tüm varlığın bilgisine yönelten kuralları inceler (#61), zira manhğın tanımı onu herhangi bir varolan türüyle sınırlamaz; bu nedenle onun bize şeyleri bilmek için nelere bakmamız gerektiğini öğretmesi gerekir. İmdi, varolanm genel bilgisine ait olan, ontolojiden türe­ tilmiştir (#73). Dolayısıyla, açık ki, mantık kurallarını ispatlamak için ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Dahası, mademki man­ hk aklın hakikatin bilgisine nasıl yöneltileceğini öğretir (#61), onun aklın işlemlerinin hakikati bilmede nasıl kullanılacağını da öğretmesi gerekir. İmdi, psikolojiden bilme yetisinin ve onun iş­ lemlerinin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir (#58). Dolayısıyla, açık ki, manhk kurallarını ispatlamak için psikolojiden ilkeler alınması gerekir. •Bu, mantığı öğrendiğinizde ve onu ontoloji ve 42

psikoloji ile karşılaşbrdığınızda daha açık olacakbr. Manbk ku­ rallarını ve onların nedenlerini dikkatle araştırırken bunu birçok kez tecrübe ettik. 90. Manbktaki her şey sahih kanıtlarla titizlikle ispat edile­ cekse, mantığın ontoloji ve psikolojiden sonra gelmesi gerekir. Mantık, ilkelerini ontoloji ve psikolojiden alır (#89). İmdi, felsefe­ nin kısımlan diğer kısımlar için ilkeler sağlayan bu kısımlar önce gelecek şekilde tertip edilmelidir (#87). Bu nedenle, eğer manbk­ taki her şey titizlikle ispat edilecekse ve kuralları sahih bir şekil­ de karutlanacaksa ontoloji ve psikolojinin manbğı öncelemesi ge­ rekir. 91. İspatlayıcı yöntem, manbğın ontoloji ve psikolojiden sonra ele alınmasını gerektirir (#90). Bununla birlikte, öğrenme süreci manbğın, ontoloji ve psikoloji de dahil olmak üzere, felse­ fenin diğer tüm kısımlarından önce gelmesini gerektirir (#88). İkisi bir arada olmaz. Bunu daha dikkatli tartarak, mantık bilmeyenin ontoloji ve psikolojiyle fay­ dalı bir ilişki kuramayacağını anlamamız Jazım. Bununla birlikte, ontoloji ve psikolojinin manbğa özgü ilkeleri mantığın içerisinde kolayca açıklanabilir. Bu nedenle yöntem olarak ispattan önce öğrenmeyi seçiyoruz. *Bu yaklaşımın daha tercih edilesi olması­ nın bir nedeni de ontolojik ilkelerin tanımlar olması ve psikolojik ilkelerin tecrübeyle de edinilebilmesidir. Sonuç olarak, ontoloji­ nin diğer konuları henüz incelenmemiş olsa da, ontolojik ilkeler anlaşılıp doğru kabul edilebilir. Mantığın ispatı psikolojide olan önkabulleri ise, a posteriori kavranabilir. Daha sonra psikolojide öğrenilecek olan ispat, manbkta kabul edilmiş olanlarla uyum içerisinde olacakbr. 92. Eğer pratik felsefedeki her şey ispat edilecekse, ilkelerin metafizikten ödünç alınması gerekir. Pratik felsefe, iştahın nasıl iyiyi seçip kötüden kaçınmaya yönlendirileceğini açıklar (#62). Fakat insan ruhuyla mümkün olan şeyleri açıklayan ve bunun nedenlerini veren psikoloji (#58), iştah yetisinin zihnin diğer yeti­ lerine bağlı olduğunu öğretir. Demek ki pratik felsefe psikoloji­ den ilkeler alır. Pratik felsefenin bir parçası olan doğa kanunu (#68), insanın Tanrı'ya ilişkin ödevlerini açıklar. Etik de, sivil oto­ rite tarafından herhangi bir dış zorunluluk getirilmeden insanın bu ödevleri nasıl yerine getirebileceğini öğretir. Ancak Tanrı'run bilgisi olmadan, insanın etik ve doğa kanununda tanımlanan Tann'ya ilişkin ödevlerini kanıtlamak ve gözlemlemek imkansız43

dır. İmdi, Tanrı'nın felsefi bilgisi doğal teolojiden türetilmiştir. Bu nedenle, etik ve doğa kanunu ispatlayıcı bir şekilde tesis edi­ lecekse, ilkelerin doğal teolojiden alınması gerekir. Evrensel pra­ tik felsefe, pratik felsefenin tüm kısımlarının genel kuram ve uy­ gulamasını açıklar (#70). Bu gibi genel kavramları kurarken, pek çok açıdan doğal teoloji ve psikolojiye başvurması gerekir. Bu iki disipline aşina biri bunun nedenini anlayacakhr. O halde, evren­ sel pratik felsefe doğal teoloji ve psikolojiden ilkeler alır. Son ola­ rak, pratik felsefenin de, felsefenin geri kalanı gibi, ispatlarında ontolojide geliştirilen evrensel kavramları kullanması gerekir. Bu, pratik felsefenin formülasyonunda oldukça açıkhr. Demek ki, pratik felsefe ontolojiden de ilkeler alır. Kanıtladıklarımızdan açık ki pratik felsefe metafiziğin kısımları olan ontoloji, psikoloji ve doğal teolojiden ilkeler alır (#79). Dolayısıyla, eğer evrensel pratik felsefedeki her şey ispat edilecekse, ilkelerin metafizikten alınması icap eder. ,.Ludwig Philipp Thümmig, Almanca anlath­ ğım "felsefenin kısımları" derslerinin bir özetini yazdı. Çalışma­ sının adı Institutiones Philosophiae Wolfianae [Wolff'ün Felsefeler Tasnifi]. Dolayısıyla, bilimlerin yapısında görülebilecek şeylere işaret ettiğimde, Thümmig'in Institutiones'ine başvurulabilir, ne de olsa eser bizim düşüncelerimizi açıklar. Hakikati arzu edenler için yazarız. Her türlü engeli ortadan kaldırmaya ve hakikati el­ de etmeye yardımcı olabilecek hiçbir şeyi atlamamaya çalışıyo­ ruz. Metafiziğin pratik felsefede nasıl kullanıldığını gösteren bir­ çok başka argüman ortaya konabilirdi, ancak daha fazla kanıt is­ teyen kişiler Thümmig'in Institutiones'ini dikkatlice okurlarsa tatmin olacaklardır. 93. Söylenenlerden şu çıkar: Pratik felsefe ispatlı bir şekilde geliştirilecekse, metafizik pratik felsefenin tüm kısımlarından ön­ ce gelmelidir. Zira pratik felsefe ispatlı bir şekilde geliştirilecekse, ilkelerinin metafizikten alınması gerekir (#92). Ve felsefenin kı­ sımları, diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kısımlar önce gelecek şekilde sıralanmıştır (# 87). O halde metafiziğin pratik felsefeden önce gelmesi gerekir. 94. Eğer fiziğin içindeki her şey kesin bir şekilde ispatlana­ caksa, ilkelerin metafizikten ödünç alınması gerekir. Fizik, cisim yoluyla mümkün olan şeyleri açıklar (#59). Eğer bu şeylere ispat­ layıcı bir şekilde yaklaşılacaksa, o zaman cisim, madde, doğa, ha­ reket, öğeler vb. diğer genel kavramların bilinmesi şarttır. Zira bu gibi kavramlar pek çok şeyin nedenini içerir. İmdi, bu kav44

ramlar genel kozmoloji ve ontolojide açıklanır (#73, #78). Bu ne­ denle, fizikte her şey kesin bir şekilde ispat edilecekse, genel kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alınmalıdır. Gerçekten de, onto­ lojide geliştirilen hemen her kavram fizikte kullanılır, zira fizikte nedenden sonuca her ispat ontolojik ilkelere dayanır. Dolayısıy­ la, fizikle arası iyi olan biri ontolojinin fiziğe tuttuğu ışıktan bi­ haber olamaz. İspat edilenlerden çıkan şu: Fizikte her şey kesin bir şekilde ispat edilecekse, metafiziğin kısımları olan genel kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Demek ki fizik, metafizikten ilkeler alır. 95. Dolayısıyla, açık ki, eğer fizik ispatlı bir şekilde geliştiri­ lecekse, metafiziğin fizikten önce gelmesi gerekir. Çünkü fiziğin, eğer ispatlı bir şekilde geliştirilecekse, metafizikten ilkeler alması gerekir (# 94). İmdi, felsefenin kısımları, diğer kısımlar için ilke­ ler sağlayan kısımlar önce gelecek şekilde terkip edilmelidir (#87). O halde metafizik fizikten önce gelmelidir. 96. Eğer doğal teoloji ispat edici bir şekilde ele alınacaksa; kozmoloji, psikoloji ve ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Doğal teoloji Tanrı'nın varlığını, sıfatlarını ve işlemlerini ele alır (#57). Eğer bunlar ispabyla ele alınacaksa, o zaman Tanrı'ya atfedilen yüklemlerin kesin ve değişmez ilkelerden çıkarılması gerekir (#30). Tann'nın varlığının ve sıfatlarının sağlam bir şekilde kanıt­ lanabileceği bu gibi değişmez ilkelerin dünyayı temaşa ederek türetilmesi gerekir. Zira dünyanın olumsal varlığından hareketle Tann'nın zorunlu varlığına ulaştığımızı iddia ediyoruz. Ve dün­ yanın eşsiz Fail'ini açıklayan bu sıfatları Tann'ya yüklememiz gerekir. Dolayısıyla doğal teoloji kozmolojiden ilkeler alır çünkü genel kozmoloji, dünyanın ilahi sıfatlara bağımlılığını açığa çıka­ ran, genel dünya temaşasıdır (#78). Ruha özgü şeylerin kavram­ larından tüm sınırlılıkları kaldırdığımızda ilahi sıfatların kav­ ramlarını oluştururuz. Dolayısıyla, ruhun bilgisi psikolojiden tü­ retildiği için (#58), doğal teoloji psikolojiden ilkeler alır. Son ola­ rak, ontolojide geliştirilen genel kavramlar (#73), doğal teolojinin ispatlarında sıklıkla kullanılır. Dolayısıyla, doğal teoloji ontoloji­ den de ilkeler alır. *Burada, doğal teolojiye ait olan ve şimdilik ispat edemediğimiz birçok şeyi varsayıyoruz. Bunlar için, yine, Thümmig'in Institutiones'ine başvurulabilir (#92). Ontoloji ve psikolojinin doğal teolojideki kullanımı, doğal teolojiyi tam ma­ nasıyla sistematik olarak ele alındıktan sonra çok daha açık olacak. 97. Genel kozmoloji ispatlayıcı bir şekilde ele alınacaksa, on45

tolojik ilkeleri kullanması gerekir. Genel kozmoloji dünyanın, dünyayı oluşturan cisimlerin ve bu cisimlerin bileşeni olan öğe­ lerin genel açıklamasıdır (#78). Bu nedenle cisimler, cisimlerin öğeleri ve dünyanın genel sıfatlarıyla ilgili daha özel ilkelerin is­ patlanması gerekiyorsa, varlığa ilişkin genel kavramların peşinen kabul edilmesi gerekir. Dolayısıyla, mademki bu kavramları on­ toloji açıklar, o halde genel kozmoloji ontolojik ilkeleri kullanır. •örneğin ontoloji [i] yalın ve [ii] bileşik varolanlardan söz eder. Kozmoloji [i] ilkini cismin öğelerine, [ii] ikincisini de cisimlere uygular. Ontoloji, kozmolojide cisimlerin yayılım ve sürekliliği­ ni, onların etki ve edilgilerini, doğanın düzenini ve evrenin mü­ kemmelliğini ispatlamak için kullanılan uzay, zaman, sürey, dü­ zen, tamamlanma, güç, imkan vb. kavramlarını geliştirir. 98. Psikoloji, eğer ispatlayıcı bir şekilde ele alınacaksa, koz­ moloji ve ontolojiden ilkeler alması gerekir. Hiç kimse ruhun du­ yu organlarında meydana gelen değişimlere göre evreni temsil etme gücüne sahip olduğunu inkar edemez. Dikkatli bir çözüm­ leme bu kavramın asli olduğunu ve zihnin yetilerinin ve bu yeti­ lerin anladığı şeylerin öbür değişimlerinin nedenini verdiğini gösterecektir. Bu güç, genel güç kavramı ontolojiden ve dünya­ nın genel anlayışı kozmolojiden alınmadığı sürece seçik anlaşıl­ maz (#73, #78). Dolayısıyla psikolojinin kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alması gerekir. Psikolojinin güncel yapısı onun ontolojide geliştirilen birçok başka genel kavramı kullandığını açıkça göste­ rir. 99. Metafizikte ontoloji veya ilk felsefe önce gelir, genel kozmoloji ikinci, psikoloji üçüncü ve doğal teoloji sonuncu gelir. Metafiziğin kısımları, diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kısımlar önce gelecek şekilde tasnif ya da terkip edilmelidir (#87). Doğal teoloji psikoloji, kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alır (#96). Psiko­ loji genel kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alır (#98). Kozmoloji de ontolojiden ilkeler alır (#97). O halde, ontolojinin birinci, kozmo­ lojinin ikinci, psikolojinin üçüncü, doğal teolojinin de dördüncü olarak ele alınması gerektiği açıkhr. Fiziğin teleolojiden önce gelmesi gerekir. Fizik doğal 100. şeylerin fail nedenlerini gösterirken, teleoloji onların amaçlarını ya da ereksel nedenlerini gösterir. İmdi, amaçlar, fail nedenler tanındıktan sonra anlaşılır. Dolayısıyla teleolojik ispatların ilke­ leri fizikten türetilir. Bu nedenle, mademki felsefenin diğer kı­ sımlara ilkeler sağlayan kısımlarının önce gelmesi gerekir (#87), fiziğin de teleolojiden önce gelmesi icap eder. 46

101. Teleoloji doğal teolojide kurulan Tanrı bilgisini doğrular. Teleoloji doğal şeylerin amacını açıklar (#85). İmdi, ilk amaç Tan­ rı'yı şeylerin Fail'i olarak bilmektir. Ve böylece, doğal şeyleri sey­ re dalarak zihin, doğal teolojide ispat edilen Tanrı'ya yükselir. Teleoloji ayrıca Tanrı'nın doğal şeylerden hareketle nasıl bilindi­ ğini de göstermelidir. Tanrı'ya dair ispat edilen şeyler, bu tür araştırmalarla doğrulanır. Demek ki, doğal teolojide edinilen Tanrı bilgisi, teleolojiyle açıkça doğrulanır. •Teleoloji, son derece faydalıdır. Tanrı'ya dair bilgimizi güçlendirdiğimiz sürece, Tan­ rı'ya karşı ödevlerimizi daha gönülden yerine getiririz ve onun ihtişamı tüm eylemlerimizde parlar. Bu bilgi her bir sağlam er­ dem çeşidinde kendine yer bulur. Bunlar, pratik felsefenin tüm gelişimi boyunca apaçık olacaktır. 102. Teleoloji, doğal teolojiden sonra ele alınmalıdır. Teleolo­ ji, doğal teolojide kurulan Tanrı bilgisini doğrular (#101). Bu ne­ denle, teleoloji sadece ilahi mükemmellikler hakkında kavramla­ ra sahip olduğumuzu değil, aynı zamanda bu mükemmelliklerin Tanrı'ya ait olduğunu da ispat edebileceğimizi varsayar. Dolayı­ sıyla, mademki bu bilgi doğal teolojide kurulmuştur (#57), teleo­ loji doğal teolojiden sonra ele alınmalıdır. 103. Evrensel pratik felsefenin etikten, iktisattan ve siyasetten önce gelmesi gerekir. Evrensel pratik felsefe, pratik felsefenin genel kuram ve uygulamasını açıklar. Bu nedenle pratik felsefe­ nin özel kısımları (#62, #64, #65, #67) olan etik, iktisat ve siyaset, pratik felsefenin ilkelerini kullanır. İmdi, felsefenin kısımları di­ ğer kısımlar için ilkeler sağlayan bu kısımlar önce gelecek şekilde tertip edilmelidir (#87). Bu nedenle, evrensel pratik felsefe, etiği, iktisadı ve siyaseti öncelemelidir. 104. Etiğin iktisattan, iktisadın da siyasetten önce gelmesi ge­ rekir. Bu disiplinlerin güncel yapısından, iktisadın etikte ispat edilen ilkeleri kabul ettiği ve siyasetin iktisat ve etikten ilkeler kullandığı açıktır. Dolayısıyla, yukarıdakiyle aynı nedenden (#87), etiğin iktisattan, iktisadın da siyasetten önce gelmesi gerek­ tiği açıktır. •Doğa kanunu etik, iktisat ve siyasetten ayrılabilir, zi­ ra bu disiplinlerin kuramını içerir (#68). İmdi, kimse uygulama­ nın zemini olan kuramın önce gelmesi gerektiğini inkar edemez. Dolayısıyla doğa kanununun etik, iktisat ve siyasetten önce gel­ mesi gerekir. 105. Pratik felsefe metafizikten hemen sonra ele alınabilir. Çünkü pratik felsefe kuram ve uygulamasını ispat etmesine ya47

rayan ilkeleri doğal teolojiden ve özellikle psikoloji ve ontoloji­ den alır (#92). Onun fizikten türettiği ilkelerin tecrübeyle bilindi­ ği farz edilebilir. Bu nedenle, pratik felsefenin metafizikten he­ men sonra ele alınmasına engel yoktur. Ahlaki uygulamada tele­ olojinin değeri yadsınamaz (#101). Sonuç olarak, madem teleoloji fizikten sonra gelir (#101), fizik pratik felsefeden önce gelse ge­ rektir. Fakat doğal teolojide Tann'ya ilişkin kanıtlanmış şeyler, pratik felsefenin ispatları için yeterlidir. Teleoloji, doğal teolojide öğretilenleri anlamada çok yardıma olur. Ancak teleolojinin hakkını teslim ehnek için onu pratik felsefeden sonra ele almak daha yerinde olur. 106. Fizik, metafizikten hemen sonra ele alınabilir. Diğerleri­ nin hepsini kuşatan başat disiplinler metafizik, fizik ve pratik fel­ sefedir (#59, #62, #76). Metafiziğin fizikten önce gelmesi gerektiği gösterilmişti (#95). Fizik de pratik felsefeden hiçbir ilke almadı­ ğına göre, onun pratik felsefeden önce gelmesine engel yoktur (#87). Demek ki fizik metafizikten hemen sonra ele alınabilir. *Demek ki fizik de önce gelebilir, pratik felsefe de (#105). Ancak fiziğin bir kısmı olan teleoloji (#85), pratik felsefenin kimi ilkele­ rini önkabul olarak alır, dolayısıyla da pratik felsefeden sonra ele alınmalıdır (#87). Bunun sonucu olarak, bir bütün olarak fiziğin pratik felsefeden sonra ele alınması daha yerinde görünebilir. Ancak evrensel pratik felsefeyi ve doğa kanununu metafiziğe, etik ile siyaseti de fiziğe katmak isteyenler çıkabilir. Nitekim be­ riki disiplinlerin öğretileri öteki disiplinlerde kullanılır. Kaldı ki, fiziğe dayalı olan teknoloji (#71) dahi siyasete birtakım ilkeler sağlayabilir. 107. Fizik, cisimlerde husule gelebilecek şeylerin nedenini verir (#31, #59). İmdi, genel kozmolojinin ispatlarından çıkan, ni­ hai nedenlere ulaşamayacağımız, en yakın nedenlerden türetilen­ lerle yetinmemiz gerektiği, bu açık. Dolayısıyla ilkeler, husule gelen şeylerin nedenini verebilecek olan, tecrübelerden türetil­ melidir. Bu ilkeler her zaman gözleme açık olmadığı için, onların deneylerle açığa çıkarılmaları gerekir. Kaldı ki, fizikte ispat edi­ lenler de deneylerle doğrulanır (#34). Kişi tarihle felsefe arasın­ daki bu orta bilgi seviyesine ulaşh mı, arhk fizik bilimi için ge­ rekli hazırlığa sahip olur (#54). Felsefenin fizik ilkelerini deneysel olarak kuran ve fizikte ele alınan şeyleri gözler önüne seren bu kısmına "deneysel fizik" denir. Dolayısıyla, deneysel fizik, şeyle­ rin doğasında husule gelen şeylerin nedenini verebilecek ilkeleri 48

deneysel olarak kurma bilimi olarak tanımlanır. ""Fizikte ispat edilenleri doğrulamak için deneyler kullanılırsa, bu deneyler is­ patlara katılabilir. Deneysellik, felsefenin diğer kısımlarına da genişletilebilir. Ve böylece, genellikle fizikle sınırlandırılsa da, deneysel fizikten daha fazlasına uygulanabilir. Örneğin, teleoloji, doğal teolojide Tanrı hakkında ispat edilen şeyleri doğanın eser­ lerini temaşa ederek doğruladığı ölçüde, deneysel teolojidir. Geçmişte ihmal edilseler de, ahlaki ve siyasi deneyler vardır. Bu deneyleri yeri geldiğinde6 göstereceğiz-yalan yanlış bir şey id­ dia ediyor gibi gözükmeyelim diye. 108. Deneysel fiziğin takdimiyle birlikte "fizik" terimi genel bir isim haline gelir. Daha önceden fizik dediğimiz (#59) bilimi deneysel fizikten ayırmak için, öncekine artık "dogmatik fizik" denecek. Burada dogmatik fiziği tanımlamaya gerek yok. Yuka­ rıda fiziği nasıl tanımladıysak (#59), onu da aynı şekilde tanımla­ yabiliriz. 109. Deneysel fiziğin dogmatik fizikten önce gelmesi gerekir. Deneysel fizik, dogmatik fiziğe ilkeler sağlar ve kişiyi dogmatik fiziği daha kolay ve daha düzgün bir şekilde anlamaya hazırlar (#107). İmdi, dogmatik fiziğe ilkelerini sağlayanın ondan önce gelmesi gerekir (#87). Kaldı ki, kişiyi fizik bilimine hazırlayan bir şeyin ondan önce gelmesi gerekir. Deneylerin, sonraki deneylerin nedeni daha önceki de­ 110. neylerde bulunabilecek düzende ayarlanması gerekir. Tecrübele­ rim, pek yapılmamış olsa da, bunun yapılabileceğini söylüyor. Husule geleceği bilinenin kolaylıkla kabul edilmesi gerekir. De­ neyler, şeylerin doğasında husule gelen şeyin nedenini verebile­ cek ilkeleri kursunlar ve bizi dogmatik fiziğe veya doğanın bi­ limsel bilgisine hazırlasınlar diye, dogmatik fizikten önce gelirler (#107). İmdi, deneyler, sonraki deneylerin nedeni önceki deney­ lerde keşfedilebilecek düzende ayarlanmışsa, bu deneyler husule gelenin nedeninin verilmesinde kullanılan ilkeleri sağlamakla kalmaz, bu ilkelerin nasıl kullanılacağını da öğretir. Dolayısıyla deneyler iki amaca da hizmet eder. O halde, deneylerin bu şekil­ de ayarlanması gerektiğinden kim şüphe edebilir? ""Bu argümana göre, deneysel fiziğin dogmatik fiziğe ait birçok şeyi ele almasına engel yok. Deneysel fizikte ele alınanlar, dogmatik fizikte genel­ likle hesaba katılmaz. Gerçekten de, doğanın o kadar zengin bir 6 Philosophia practica uniııersalis,

il, #261 . 49

hazinesi vardır ki, dogmatik fiziğe her zaman tarhşma konusu bulunur. Bir tezin doğru olduğunda hemfikir olduğumuz sürece, onu deneysel ya da dogmatik fizikten öğrenmiş olmamız çok da önemli değildir. Yukarıda (#107) deneysel fiziğe ait şeylerin dogmatik fizikte tekrar ele alınması gerektiğini görmüştük. Fel­ sefede aradığımız tam kesinliği dikkatle ve bilgece elde etmek için (#33), disiplinlerin sınırlarının bir bilimin konusu başka bir bilimde ele alınmayacak şekilde daraltılmaması gerekir. Bunun nedeni mantıkta7 açıklanacak. Buna yeterince aşina olduğum için, bunun doğru olduğunu biliyorum. Bunun bir başka faydası daha var. Deneysel fizik, bahsettiğimiz şekilde ele alınırsa, fiziğin kısımları -sayıları da az değil (#80)- herhangi bir kafa karışık­ lığı yaratmadan geliştirilebilir. Fiziğin bir kısmında ele alınan şeyler genellikle diğer bir kısımda önkabul olarak alınır. İmdi, fi­ ziğin farklı kısımlarının ortaklaşa kullandığı ilkeler deneysel fi­ zikte geliştirilir. Dolayısıyla, deneysel fizik sağ olsun, dogmatik fiziğin kısımları ispat edilebilir bir şekilde geliştirilebilir ve hiçbir kısım başka bir kısımda ispat edilenleri önkabul olarak alma ih­ tiyacı duymaz. Ayrıca bir kanıtın sonucu için önkabul olarak alı­ nan şeylerin kanıtladıkları önermeden bağımsız olarak ispat edilmesi ispatlayıcı yöntemle oldukça tutarlıdır. Bunun hem öğ­ retmen tarafından gözetilmesi gerekir (ki döngüselliğe düşme­ sin), hem de öğrenci tarafından (ki hata olmadığından emin ola­ bilsin). Fiziğin henüz ele alınmamış olan kısımlarından alınan şeyler deneysel fizikte önceden kurulmuş ise, böyle bir derdimiz olmaz. 111. Psikoloji, insan ruhuyla mümkün olan şeylerin nedenini verir (#31,#58). İmdi psikoloji mantık (#89), keşif sanatı (#74) ve aynı zamanda pratik felsefe (#92) için ispat ilkeleri sunar. İnsan eylemlerine rehberlik eden bu beriki disiplinlerin kesinliğinin, özel nedenleri genel nedenlere büyük dikkat ve bilgelikle da­ yandırarak muhafaza edilmesi gerekir (#33). Bu nedenle, psikolo­ jinin ilkelerinin tecrübelerden türetilmesi (#34) ve tıpkı deneysel fizikte olduğu gibi (#110) daha sonraki ilkelerin nedeninin önce­ kilerde keşfedilebileceği şekilde ayarlanması gerekir. Bu nedenle, felsefeye, tecrübenin insan ruhu aracılığıyla husule gelen şeylerin nedenini verebilecek ilkeler kurduğu, "ampirik psikoloji" adında bir dal açtık. Dolayısıyla, ampirik psikolojiyi insan ruhunda hu7 Philosophia ratiorıalis sive logica, #564.

50

sule gelen şeylerin nedenini veren ilkeleri deneysel olarak kurma bilimi olarak tanımlıyorum. *Böylece, ampirik psikolojinin de­ neysel fiziğin dengi ve dolayısıyla deneysel felsefeye ait olduğu açıkhr. Deneysel psikolojinin ve deneysel fiziğin, yöntemimize (#1 10) göre ele alındıklarında, tarihin kısımları olmadıkları da açıktır. Zira ampirik psikoloji sadece ruhta gözlenenlere bakmaz. Aynı zamanda yetilerin ve alışkanlıkların da kavramlarını for­ müle eder ve başka ilkeler tesis eder. Hatta bazı şeylerin nedeni­ ni verdiği bile olur. Ve felsefi bilgiye özgü olan (#6), yalnızca ta­ rih (#3) olarak sınıflandırılamaz. Ampirik psikolojiyi felsefenin yukarıda (#58) psikoloji 112. adı alhnda tanımladığımız kısmından ayırmak için, berikine "rasyonel psikoloji" diyelim. Burada rasyonel psikolojiyi bir da­ ha tanımlamaya gerek yok. *Rasyonel psikolojide, felsefeye uy­ gun oldukları sürece, ruha ait olduğu a posteriori gözlenen ve bu gözlemlerden çıkarılan şeyleri, insan ruhunun eşsiz kavramın­ dan a priori türetiriz. Bu, önceki görüşe aykırı olan yeni ve cesur bir girişimdir. Çoğunluk genellikle ilk başta bir yeniyi kabul et­ mekte gönülsüzdür. Rasyonel ve ampirik psikolojiyi birbirinden ayırmamın temel nedeni, psikoloji bilgisinin ayrım gözetmeden reddedilmesini önlemektir. Ahlakla siyasetin kuram ve uygula­ ması, ayrıca onlardan ispahyla bildiğimiz şeylerin çıkarılması için psikolojik ilkeler gereklidir. Pratik felsefe önemlidir ve onu tarhşmalı ilkelere dayandırmak istemeyiz. Bu nedenle, pratik fel­ sefenin hakikatlerini sadece ampirik psikolojide tecrübeyle açık­ ça tesis edilen ilkelere dayandırmalıyız. Felsefenin özel meyvesi­ nin hakiki erdem olduğuna inanırız. Dolayısıyla da, yöneldiği­ miz amacın önündeki tüm engelleri dikkatle ortadan kaldırırız. Delilin hakikate uyduğunu gösteren hiçbir şeyi atlamayız. 113. Teknoloji fizikten, özellikle de deneysel fizikten ilkeler alır. Teknoloji, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini verir (#71). Sanat, fizikte bilinen doğal cisimlerle ilgilenir (#59). Dolayı­ sıyla, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini veren kişinin, fiziğe dönmesi gerekir. Kaldı ki, sanat birçok alet kullanır. Bu aletlerin yapı ve kullanımının mekanik ilkelerle değerlendirilme­ si gerekir. Bu ilkeler, deneysel fizikte deneylerle keşfedilir ve doğrulanır, hatta matematikten bihaber olanlar bile bunları anla­ yabilir. Demek ki, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini veren kişinin deneysel fiziğe dönmesi gerekir. Dahası, deneysel fizik, hem sanat yoluyla husule gelen şeyleri hem de şeylerin do51

ğasında husule gelen şeyleri açıklamak için kullanılan fiziksel il­ keleri tesis eder. Dolayısıyla, açık ki, teknoloji fizikten ilkeler alır, özellikle de deneysel fizikten. *Teknoloji, bizim yaphğımız gibi bir bilim olarak ele alınırsa, mimarlığı da içerir (#71). Mimarlığın öğelerini bizim onu ele aldığımız şekliyle anlayan biri, fiziksel il­ kelerin kullanımını kabul edecektir. 114. Teknoloji, fizikten sonra ele alınmalıdır. Teknoloji, hem dogmatik fizikten, hem de deneysel fizikten ilkeler alır (#1 13). İmdi, felsefenin kısımları diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kı­ sımlar önce gelecek şekilde terkip edilmelidir (#87). Dolayısıyla teknoloji fizikten sonra ele alınmalıdır. *Birçok sanat var. Her­ halde bu sanatların sayısı kadar teknoloji dalı olduğunu söyle­ meme gerek yok. öte yandan, sanatların çeşitli cinslere ayrıldı­ ğını ve teknolojinin kısımlarının bu cinslere göre ayrılacağını söylemek daha yerinde olur. Aksi takdirde gereğinden fazla tek­ nolojinin dalı olur. Bu konuda daha fazlasını söyleyemeyiz. Bi­ limlerin tarihi kadar isabetli bir sanatlar tarihine sahip değiliz. Bilinen ve tesis edilen bilimler olarak kabul gören şeyler hakkın­ da da daha fazla konuşmaya gerek yok.

52

IV Felsefede Yöntem 115. Felsefi yöntem, filozofun dogmaları ele alırken kullan­ ması gereken düzendir. *Bu, felsefenin tek tek kısımlarında göz­ lenmesi gereken yöntemdir. Dolayısıyla burada bahsettiğimiz düzen, bir önceki bölümde ispatladığımız (#87), çeşitli disiplinler arasındaki düzenle aynı şey değildir. Orada farklı disiplinlerin nasıl düzenlenmesi gerektiğini gösterdik; burada ise her disiplinin kendi içindeki dogmaların nasıl düzenlenmesi gerektiğini açıklıyoruz. Manhkta,1 bu yönte­ min disiplinleri geliştirmede nasıl kullanıldığını göstereceğiz. Bununla birlikte, manhk bilgisi olmadan da anlaşılabilecek bu yöntemle ilgili belli şeyleri burada açıklayamamamız için bir ne­ den yoktur. 116. Felsefede sadece isabetli tanımlarla açıklanan terimler kullanılmalıdır. Zira felsefede sadece isabetli tanımlarla açıklan­ mış terimleri kullanırsak, her önermenin anlamı açık olacakhr. Mademki felsefe bir bilimdir (# 29), onun tüm iddialarının ispat edilmesi gerekir (#30). Dolayısıyla, anlamı kesin olmadığı sürece bir tez ispat edilemeyeceğine göre, ayrıca her felsefi önermenin anlamının kesin olması gerektiği için, felsefede sadece isabetli ta­ nımlarla açıklanan terimlerin kullanılması gerekir. ,.Açıklanmamış veya isabetsiz bir şekilde tanımlanmış terimler kullanırsak, an­ lam kapalı veya en azından müphem olacaktır. Öteki durumda, bu terimlerle oluşturulan önermeler anlaşılmayacak; beriki du­ rumda ise kuşkuyla yorumlanacaklar. Dikkatli biri bunun felse­ fede arzulanması gereken tam kesinlikle tutarlı olmadığını fark edecektir (#33). Dahası, anlamlan kesin olmayan, bulanık veya belirlenmemiş olan önermeler somut meselelere hatasız uygula­ namaz. Ve böylece felsefenin onun bilgide ve yaşamdaki kulla­ nışlılığından başka bir şey olmayan meyvesinden mahrum kalı1 Philosophia rationalis sive logica,

#5 1 5 . 53

rız. Bu en değerli semereyi arzuladığımıza göre, terimlerimizin isabetli tanımlarını formüle etmeye özen göstermemiz gerekir. Manhkta isabetli tanımların ne olduğunu açıklayacağız.2 117. Felsefede yalnızca yeterince kanıtlanmış ilkelerin kulla­ nılması gerekir. Felsefe bir bilim olduğundan (#29), onun iddiala­ rının kesin ve değişmez ilkelerden hareketle geçerli bir dizi akıl yürütmeyle çıkarılması gerekir (#30). İlkeler yeterince kanıtlan­ mamışsa, doğrulukları bizim için kesin olmayacaktır. Dolayısıy­ la, güvenilmez olacaklardır. Dahası, kuşku duyan biri itiraz etti­ ğinde, biz de ilkelerin doğruluğundan bizzat şüphe etmeye baş­ layabiliriz. Bu durumda, ilkeler değişmez olmayacakhr. Ama bu, ispat edilene ters. Dolayısıyla, açık ki, felsefede yalnızca yeterin­ ce kanıtlanmış ilkelerin kullanılması gerekir. *Yeterince kanıt­ lanmamış ilkeler kabul edersek, felsefedeki tam kesinlik telef olur. Manhkta3 şunu göstereceğiz: Bir önerme, kendisinden ha­ reketle kanıtlandığı ilkelerden daha kesin olamaz. Bir ilkenin ne zaman yeterince kanıtlanmış olduğu sorusunu manhkta4 yanıt­ layacağız. Ne de olsa manhk, doğru ilkelerin hem tecrübe hem de akıl yürütmeyle nasıl tesis edildiğini açıklar. 118. Yeterince kanıtlanmış ilkelerden geçerli olarak çıkarıl­ madığı sürece, hiçbir önerme felsefeye kabul edilmemelidir. Çünkü felsefe bir bilimdir (#29), bu nedenle de önermelerini ke­ sin ve değişmez ilkelerden geçerli bir dizi akıl yürütmeyle çı­ karmalıdır (#30). O halde, önceki ilkelerden, yani yeterince kanıt­ lanmış ilkelerden, geçerli bir şekilde çıkarılmadığı sürece hiçbir önerme kabul edilemez, zira bunlar felsefede kullanılması gere­ ken yegane ilkelerdir (#1 1 7). *Felsefede arzuladığımız kesinliğin sadece yeterince kanıtlanmış ilkelerde değil, aynı zamanda bu il­ kelerden geçerli bir şekilde çıkarılmış önermelerde de bulunması gerekir. Manhkta5 sonuçların ilkelerden nasıl geçerli bir şekilde çıkarıldığını açıklayacağız. 119. Müteakip tanımlarda kullanılan felsefe terimlerinin ön­ ceki tanımlarda açıklanmış olması gerekir. Burada dikkate alın­ ması gereken iki husus var. Tanımlarda kullanılan terimler ya tam olarak açıklanmamışhr ya da müteakip tanımlarda açıklanır.

2 A.g.y. #152. 3 A.g.y. #564. 4 A.g.y. #669. 5 A.g.y. #332.

54

Öncelikli husus, yani yeterince açıklanmamış terimleri kullandı­ ğımız durum, daha yaygındır. Bunun tanımlarda ya da önerme­ lerde olması bir şey değiştirmez. İmdi, sonuç itibarıyla, bir kişi­ nin açıklanmamış terimleri kullanması şöyle dursun, yeterince açıklanmamış terimleri bile kullanamayacağını gösterdik (#1 16). Dolayısıyla mevcut tartışma daha ziyade önceki tanımlarda kul­ lanılan terimlerin müteakip tanımlarda açıklandığı ikinci durum­ la ilgilidir. Şu sebepten, bunun tersinin olması gerektiği kanısın­ dayız: Felsefede kuşkuya yer vermeyecek bir kesinlik arzulama­ mız gerekir (#33). İmdi, bir tanımda henüz açıklanmamış terim­ ler kullanıyorsak, anlamı açıkça yakalayamayız. Ve bu kesinliğe engel olduğundan, yalnızca önceki tanımlarda açıklanmış olan terimleri kullanmamız gerekir. Her ne kadar önceki tanımları oluşturan terimleri müteakip tanımlarda açıkladığımızda kesin­ liğe engel olan şeyi ortadan kaldırsak da, bu oldukça sakıncalı­ dır, zira bu sefer de döngüselliğe düşüp düşmediğimizi araşhr­ mak zorunda kalırız. Bunun bir başka sonucu da, okurun kuşku­ ya kapılabilmesidir, ki bu da aranan kesinliğin tersi. Dahası, bir kısır döngüden kaçınmak gibi bir külfet meydana gelir. O halde, kimse müteakip tanımlarda kullanılan terimlerin önceki tanım­ larda açıklanmış olması gerektiğini inkar edemez. *Tanımların düzeni arhk açık olsa gerek. Bu, aynı zamanda, tanımlar verildi­ ğinde ve haklı olarak reddedilebilecek bir şeyi kabul etmemeye dikkat edildiğinde neyin yapılmaması gerektiğini de açıklar. 120. Sonraki ispatlarda kullanılan felsefe önermelerinin ön­ cekilerde ispatlanmış olması gerekir. Burada da dikkate alınması gereken iki husus var. İspat sırasında ilke olarak [i] ya ispat edilmemiş önermeleri kullanırız, [ii] ya da sonraki ispatlarda is­ pat edilenleri. [i] Ötekini burada incelemeye gerek yok. Bunu za­ ten yukarıda (#1 17) tartıştık. Dolayısıyla şu an asıl sorun [ii] beri­ ki. Konumumuzu şöyle kanıtlarız: Felsefede kuşkuya mahal vermeyecek bir tam kesinlik arzularız (#33). İspat sırasında ilke olarak önceden ispat edilmemiş bir önerme kullanırsak, bunun doğru olup olmadığından kuşkulanırız. Kuşkulu bir ilkeden ha­ reketle ispat edilen önerme de kuşkulu ve kesin olmaktan uzak olur. İmdi bu, olması gerektiğini gösterdiğimiz tam kesinliğin tersidir. Dolayısıyla müteakip ispatlarda ilke olarak kullanılan önermelerin önceki ispatlarda ispat edilmiş olması gerekir. Nite­ kim önceki kanıtlarda doğru olduğu varsayılan önermeler son­ raki kanıtlarda ispat edildiğinde hakikatin önündeki engel kaldı55

rılmış gibi olsa da, daha sonra bir döngüselliğe düşüp düşmedi­ ğimizi didik didik etmek zorunda kalacağımız için, bu epey uy­ gunsuz olur. Bunun bir başka sonucu da okurun kuşkuya kapı­ labilmesidir ki bu da bulunması gereken hakikatin tersi (#33). Dahası, bu bize, hiç gereği yokken, döngüselliğe düşmediğimiz­ den emin olmak için önceki ispatlarda kullanılan önermelerin müteakip ispatlarını incelemek gibi zahmetli bir iş çıkanr. O hal­ de, sonraki ispatlarda kullanılan önermelerin önceki ispatlarda kanıtlanması gerektiğini kim inkar edebilir? *Buradan, önermele­ rin düzeninin açık olması gerektiği çıkar. Bu, aynı zamanda, bir önerme kanıtlandığında ve haklı bir itirazdan kaçınmak için fel­ sefenin kısımlarını geliştirmeye özen gösterildiğinde ne yapıl­ maması gerektiğini de açıklar. Böylesi bir giriş kitabında tanım­ ların ve önermelerin düzenini tümüyle gözetmenin neden müm­ kün olmadığını yukarıda (#30) zaten açıklamışhk. 121. Felsefi önermelerde, bir yüklemin bir özneye uyacağı ya da bir şey için bir şeyin evetlenip değilleneceği koşulu isabetli bir şekilde belirlememiz gerekir. Zira felsefenin mümkünlerin neden gerçekleşebileceğini (#31) ve buna bağlı olarak bir şeyin bir şey için neden söylenmesi ve değillenmesi gerektiğini açıklaması ge­ rekir. Dolayısıyla, bir yüklemin bir özneyle uyumlu olmasının nedeni bir tanımda ya da bir koşulda ise, filozofun da bu yükle­ min bu özne ile nasıl uyum içinde olduğunu tanım ya da koşul üzerinden göstermesi gerekir. Dolayısıyla da tanım veya koşul üzerinden ilgili yüklemin bu özneye atfedilip atfedilemeyeceği belli olacak şekilde önermeyi açıklaması gerekir. Demek ki yük­ lem özneye tanım gereği yani mutlak ait olmadığı sürece koşu­ lun isabetli bir şekilde belirlenmesi gerekir. Bu nokta başka şe­ kilde de kanıtlanabilir. Bir yüklemin bir özneye ait olduğu koşul önermede isabetli şekilde ifade edilmezse, yüklem özneye her koşulda mutlak surette mi uyuyor, yoksa belli koşullarda ve bazı durumlarda mı, kuşku doğar-bunun hangi durum olduğunu görmek şöyle dursun. Böyle bir bilgisizlik durumunda kişi, tam bir kesinliği yakalamak şöyle dursun, belli bir bilgiye bile sahip değildir. Ve bu, felsefe kavramına terstir (#33). *Sahiden de, bir yüklemin bir özneye [i] mutlak olarak mı yoksa [ii] sadece belirli bir koşulda mı ait olduğu bilinmediği sürece, özellikle [ii] beriki koşul isabetli bir şekilde belirlenmediğinde, bir önerme ispat edi­ lemez. [i] Öteki durumda akıl yürütme tanımla ya da tanımın zo­ runlu sonucu olan ya da ondan zaten çıkarılmış olan şeylerle 56

başlar. [ii] Beriki durumda bir öznenin belirlendiği koşulla başla­ rız. Bunlar manhğın ispat öğretisi incelendiğinde daha iyi anlaşı­ lır. Buradaki esas noktamızın kanıtı mantığı ele aldıktan sonra daha açık olacak. 122. Bir yüklemin bir özneye atfedildiği felsefi önermeler hem bilime hem de pratik meselelere yarar. Çünkü bilimde önermeleri diğer önermelerin doğruluğuna dair akıl yürütmek için kullanırız. Dolayısıyla, bir yüklemin bir özneye atfedileceği koşulu bilirsek, varsayılan ya da ispatlanmış olanlar sayesinde ilgili koşulun sağlandığını bilmediğimiz sürece, bu önermeyi akıl yürütmede asla kullanmayız. Bu şekilde, önceden bilinen öner­ melerden hareketle henüz bilinmeyen başka önermeler çıkarabi­ liriz. O halde, bir yüklemin bir özneye atfedileceği koşulun doğ­ ru olarak belirlendiği önermeler bilim için yararlıdır. Günlük ya­ şamımızda şeyleri değerlendirmek için önermeler kullanırız. Do­ layısıyla, bir yüklemin bir özneye atfedildiği koşul bu önerme­ lerde doğru bir şekilde ifade edilirse, bu koşulun sağlandığını bilmedikçe bir yüklemi bir şeye atfetmeyiz. Bir koşuldan ziyade bir tanım söz konusuysa, günlük yaşamda karşılaşılan nesne, fel­ sefede verilen tanımla bilinir (#1 16). Sonuç olarak, yüklem yal­ nızca tanıma uyana atfedilmiş olur. Böylece günlük tecrübenin nesnelerini doğru değerlendiririz. *Burada, felsefi bilginin tarih­ sel bilgiden daha fazla pratik değere sahip olduğu hakkında yu­ karıda (#41) söylediklerimizi hatırlayabiliriz. Bir yüklemin bir özneye ait olduğu koşulun önermede isabetli bir şekilde ifade edilmemesi durumunda, böyle bir önermenin hem bilimde hem de pratik meselelerde hatalı kullanılacağı oldukça açık. Bu nok­ tanın ayrıntılı bir kanıtına gerek yok. Tecrübe yeterince örnek sağlar. Bu, aynı zamanda, yargıların neden bu kadar sık hatalı olduğunu açıklar. Mademki pratik meseleler hakkındaki değer­ lendirmelerimiz eylemlerimizi belirler, o zaman kesin önermeleri ihmal etmek büyük zarar verir. Bu nedenle, en değerli insanlar önermeleri isabetli hale getirenlerdir. 123. İspatlar önceki önermelere aşina olan okurun kanıtı ta­ mamlamak için hatırlaması gerekenden fazlasını içermemeli. Çünkü isabetli ve yöntemli bir şekilde geliştirilen bir felsefede, sonuçlar öncülleriyle anlaşılır ve ispat edilir (#1 19, #120). Bu du­ rumda sadece öncüllere aşina olanın sonuçlara karar vermesi ge­ rekir. İmdi, belirli bir ispatta öncüllerle aşina olan bir okur, kanıtı tamamlamak için neyin gerekli olduğunu hatırlayabilirse, zih57

ninde mükemmel ve mutlak bir ispat yaratabilir. Demek ki başka bir şey eklenmeye gerek yok. ,.Filozof, okurunun işin üstesinden geleceğini varsayar. Felsefe gerekli mesaiden yoksun birinin, ne­ yin doğru olarak varsayıldığını kendiliğinden hahrlayamayaca­ ğını kendine itiraf etmelidir. Ve felsefi hakikati elde etmek için yeterli yeteneğe sahip olmayan birinin felsefeyle uğraşmayı bı­ rakması gerekir. Böyle birinin yaşamın sorunlarının üstesinden gelmesini sağlayacak bir tarihsel felsefe bilgisiyle ya da felsefeyle tarih arasındaki orta bilgi seviyesiyle yetinmesi gerekir. 124. Bir ispattaki tek tek önermelerin, ispah kavrayanın zih­ nine girdikleri sırayla düzenlenmesi gerekir. Manhkta her ispahn önceki çıkarımların sonuçlarının sonrakilere öncül olacak şekilde bağlandığı belli sayıdaki bir dizi akıl yürütmeden oluştuğunu göstereceğiz.6 Dolayısıyla bir ispah net bir şekilde kavramak is­ teyenin ispattaki tüm önermeleri belli bir düzen içinde ele alması gerekir. Mademki bu usul felsefede arzuladığımız kesin bilgi için gerekli (#33), önermelerin ispah kavrayanın zihnine girdikleri sı­ rayla düzenlenmesi gerektiğini kim inkar edebilir? Başka bir dü­ zen için bir neden yok. ,.Matematiksel ispatlarda bu düzenin sık­ lıkla ihlal edildiğini reddetmiyorum. Ancak bunun ispahn ken­ dine has doğasının bir sonucu olarak gerçekleştiğini reddediyo­ rum. İlineksel olan veya dışsal nedenlere dayanan şeyler kural­ lardan sapmadır ve onların yerini alamazlar. 125. Denenmiş bir kullanışlılık ispat edilemiyorsa ve ancak olası olarak savunulabiliyorsa, bu olasılığın kesin olandan dik­ katlice ayırt edilmesi gerekir. Zira felsefede tam bir kesinlik arzu ederiz (#33) ve sadece olası olan, kesin değildir. Herhalde kimse olasının kesinden ayırt edilmesi gerektiğini inkar etmez. Aynı şey başka bir şekilde de kanıtlanabilir. Felsefenin yeterince kanıt­ lanmadıkça bir ilkeyi (#1 1 7), yeterince ispat edilmedikçe de her­ hangi bir önermeyi (#118) kabul etmemesi gerekir. Bu nedenle, denenmiş kullanışlı bir şeyin, örneğin pratik yaşam için bilinmesi gereken bir şeyin, eğer kesin değilse, kullanışlılığı nedeniyle fel­ sefeye bir olasılık olarak kabul edilmesi (kesin bilgi elde edilene kadar) ve bu olasılığın kesin olandan ayırt edilmesi gerekir. Bir­ çok olasılık derecesi olduğunu manhkta göstereceğiz.7 Zira olası bilgi bir öngörünün olası kurulma tarzına dayanır. Bu şekilde ' A.g.y. #549. 7 A.g.y. #579.

58

olasılık derecesini değerlendirebilir ve kesin olmayan ancak ek­ sikliği onarılarak kesinleşebilecek şeyleri anlayabiliriz. Olasılık, manhkta göstereceğimiz üzere,8 uygun bir nedene dayanmalıdır. *Olasılıklar felsefeye esasen yaşamdaki kullanışlılıkları nedeniy­ le kabul edilirler. Bununla birlikte, olasılıkların bilimde kullanışlı kabul edilmesinin özel bir nedeni vardır. Şöyle ki, daha önceki olasılık olmadan kesin bilgi edinilemez. Bu nokta, ilk nokta ka­ dar bariz olmadığından, onu daha net bir şekilde açıklayalım. 126. Felsefede belli olayların nedenini verdiği varsayılan şey­ ler, hakiki nedeni içerdikleri ispat edilemese de, bir felsefi hipo­ tez teşkil eder. Ben de, bir felsefi hipotezi, henüz ispat edilemese de bir neden ortaya koyan varsayım olarak tanımlıyorum. *Örneğin, gökbilimin ilk hareket sorununa ilişkin, dünyanın merkezde duradurduğu ve gök kubbenin onun üzerinde doğu­ dan batıya hareket ettiği varsayılabilir. Bu varsayıma durağan dünya hipotezi denir. 127. Felsefenin, hakikatin keşfine giden yolu açhğı sürece, hipotezleri kullanması gerekir. Zira bir felsefe hipotezinde, husu­ le geldiği gözlenen şeylerin nedenini verdikleri için, sıkı bir şe­ kilde kurulmamış belli şeyler varsayılır (#126). İmdi, husule geldiği gözlenmeyen başka şeyleri de çıkarabi­ lirsek, aksi takdirde gözden kaçırabileceğimiz şeyleri gözlemle­ me veya deneysel olarak tespit ehne fırsahmız olur. Böylece hi­ potezin sonuçlarının tecrübeye ters olup olmadığına daha bir emin oluruz. Çıkarımlarımız tecrübeye ters olursa, hipotez yan­ lışhr. Çıkarımlar tecrübeye uyuyorsa, o zaman hipotezin olasılığı artar. Bu şekilde hakikatin keşfinin yolu açılır. Bir varsayımın, husule geldiği gözlenen şeylerin nedenini verdiğini gördüğümüz sürece, varsayımın hakiki nedeni içerip içermediğini araşhrma fırsahmız olur. Böylece, hakikatin keşfinin yolu açılır. *Gökbilimi, özellikle kuramsal veçhelerinde, yüzyıllardır hipotezlerle iş gö­ rür. Nitekim başlarda gezegenlerin hareketlerine ilişkin doğru bir kuram geliştirilememişti ve bunun sonucu olarak gökbilimci­ ler gökcisimlerinin hareketlerini açıklamak için hipotezler ortaya koydular. Bu hipotezlerden hareketle de, sonuçlarını gözlemle­ riyle karşılaşhrdıkları çıkarımlar yaphlar. Böylece hiç akıllarına gelmeyecek şeyleri gözleme ve nihayet hakikati keşfedene kadar hipotezlerini sürekli ve adım adım düzeltme fırsah buldular. Ve 8 A.g.y. #578.

59

bence, filozoflar olarak, varsayımlarda bulunarak hakikati keş­ fetme zemini bulabileceğimiz sorunlarla karşılaştığımızda gökbi­ limcileri taklit etmeliyiz. Hipotezlere ilişkin örnekler, beni felse­ fede hipotezlere daha sıcak bakmaya teşvik eden aritmetikte de bulunur. Sözgelişi bir Pythagoras abaküsünde bir bileşik bölenle yapılan bölme işlemi doğru bölümü vermez. Bu durumda, felsefi bir hipoteze benzer şekilde, bir varsayım yapılır: Bölünenin ilk rakamı bölenin ilk rakamının kaç katıysa, bölünen de bir bütün olarak bölenin o kadar kahdır. Bunu sınayarak hipotezin başarı­ sız olup olmadığını görürüz. Başarısız olursa hakikate uyana ka­ dar düzeltiriz. Önümüze gelen her hipotezi de kanıtlamaya ça­ lışmayız. Daha ziyade, bir hipotezden o hipotezin kendisi için varsayıldığı şeyler zorunlu olarak çıkarılamıyorsa, hipotez bo­ zuktur. Felsefede hipotez seviyesinin ötesine geçmeyen şeyleri kesinlikle kanıtlamayız. Bu, ifade ettiğimiz felsefe kavramına (#29) ve felsefede arzuladığımız tam kesinliğe (#33) ters olurdu. Her hipotezi aynı özenle ölçüp biçmeli ve değerlendirmeliyiz. 128. Felsefeye dogma olarak kabul edilen önermelerin ispa­ tında hipotezler ilke olarak kullanılmamalıdır. Çünkü felsefi hi­ potezler henüz kanıtlanamayan, dolayısıyla kesin olmaktan uzak şeyleri varsayar (#126). Bu nedenle, felsefeye dogma olarak kabul edilen önermelerin ispatında hipotezleri ilke olarak kullanırsa­ nız, dogmaları kanıtlamak için kesin olmayan ilkeler kullanmış olursunuz. Bu, felsefenin hakiki doğasına terstir. O halde, öner­ meleri ispat etmek için hipotezler asla kullanılmamalıdır. *Ruh ve beden arasındaki ilişki konusunda Leibniz ve diğerlerinin öne sürdüğü hipotezi ele alalım. Bu hipotezi ahlak ve siyaset felsefe­ sinde kullanmayacağız ki pratik yaşamın idaresi için önemli olan temel hakikatler belirsizlik denizinde dalgalanıp durmasın. Her ne kadar filozof bu hipotezi ruh ve beden ilişkisini açıklamak için kullansa da, onun sınırlarını tıpkı herhangi bir başka felsefe hi­ potezindeki gibi çizmesi gerekir (#127). Benzer şekilde, Tanrı'nın varlığı bir felsefe hipotezinden hareketle ispatlanmaya çalışılırsa, hiçbir şey kanıtlanamaz-tabii eğer bir kafirin kuşkusu çürütül­ müyorsa. Zira felsefi hipotezler, yaygın kabul görmeden önce, genellikle küfrün orta yerinde koyutlanırlar. Bütün bir tarih buna tanıklık eder. 129. Kendisinden önce gelenler kullanılarak bir hipoteze iliş­ kin bir şeyler ispat edilebiliyorsa, hipotezin gerçeğe uyup uyma­ dığı henüz belirlenmemiş olsa bile, ispatın verilmesi gerekir. Ni60

tekim felsefenin her önermenin kendisinden öncekiler sayesinde ispat edilebileceği bir tertibi olması gerekir (#120). Dolayısıyla, kendisinden önce gelenler kullanılarak bir hipoteze ilişkin bir şeyler ispat edilebiliyorsa, ispatın hemen oracıkta verilmesi gere­ kir. Böylece, ilkeler kolayca hatırlanacağı için, ispat da çok daha kolay anlaşılacaktır. Hipotezin gerçeğe uygunluğu kendisinden önce gelenlerle henüz tespit edilmemiş olsa da, korkacak bir şey yoktur. Hipotezle ilgili ispat edilenler yalnızca uygun bulacağı­ mız durumlara uygulanacaktır. Ve eğer bir hipotezin imkansız olduğunu keşfedersek, ona dair ispat edilenleri de reddederiz. Bu yolla, varsayımsal bir önerme hatayı çürütmeye yarar. Dola­ yısıyla, bir hipotezden çıkanların, yeterli ilkeler mevcut oldu­ ğunda, onun hakkında ispat edilmesi gerekir-hipotezin müm­ kün olduğu henüz belirlenmemiş olsa, hatta sonuçlarından hare­ ketle onun imkansız olduğunu görsek bile. *Örneğin antolojide, tam manasıyla bir yalın varolanın, yani tümüyle kısımsız bir şe­ yin, var olup olmadığı veya hatta var olup olamayacağı henüz belirlenemez. Yine de, yalın varolan kavramından çıkanların an­ tolojide ispat edilmesi gerekir. Çünkü düzgün akıl yürüten biri, yalın varolan kavramından çıkanları sadece kısımlardan tümüyle yoksun olduğunu bildiği şeye yükler. Kısımlara sahip olduğunu bildiği şeyleri reddeder. Kaldı ki, yalın varolanların var olup ol­ madığından korkmaya gerek yoktur. Zira yalın varolanın özel­ liklerinin ispatı, bileşik varolanlar hakkında neyin reddedilmesi gerektiğinin belirlenmesine de yarar-ki onlara yalan yanlış şey­ ler yüklemeyelim. Psikolojide,9 insan ruhunun bir yalın varolan olduğunu tekrar tekrar göstereceğiz. Kozmolojide,1 0 öğelerin ya­ lın varolanlar olduğunu göstereceğiz. Dolayısıyla, genel olarak yalın varolan hakkında ispatlanan şey insan ruhuna ve öğelere uygulanacaktır. İmdi, yalın varolan kavramı bir hipotez olarak kabul edildiği için, yalın varolanın genel özelliklerinin ispatı at­ lanmışsa, o zaman, antolojide bir kez sunulabilen ve sunulması gereken bu aynı ispatın, kozmolojide maddi şeylerin öğeleri için, psikolojide ruhlar için ve doğal teolojide Tanrı için tekrar edilme­ si gerekir. Felsefede bunun örneği boldur, matematikte de daha az sayılmaz. Kaldı ki, daha sonra kullanmak üzere belli şeylere girişen filozofun, sırf bir şey söylemiş olmak için kullanışsız ve kısır hipotezler uydurmayacağı açıktır. #48. 10 Cosmologia generalis, #176.

9 Psychologia rationalis,

61

130. Felsefi bir önermenin yükleminin isabetli bir şekilde be­ lirlenmesi gerekir ki, özneye kendisinden önce gelenlerden hare­ ketle ispat edilebilecek olanlardan fazlası atfedilmesin. Zira eğer yüklem isabetli bir şekilde belirlenmezse, yani özneye kendisin­ den önce gelenlerden hareketle ispat edilebilecek olanlardan faz­ lası atfedilirse, her türlü ekleme keyfi olur. Öte yandan felsefe yalnızca önceki argümanlarda yeterince kanıtlanmış ilkelerden hareketle geçerli bir şekilde çıkarılanları kabul edebilir. Dolayı­ sıyla, bir özneye kendisinden önce gelenlerden hareketle ispat edilebilecek olanların dışında atfedilen yüklemler kestirmeden kabul edilemez. *Örneğin, biri zorunlu ya da müstakil bir varo­ lanın, yani Tanrı'nın var olduğunu ispat edebilir. Ancak buradan hareketle Tanrı'nın dünyanın Fail'i olduğu söylenemez. O'nun dünyayı hiçlikten yarathğını söyleyebilmek şöyle dursun. Çünkü bu henüz kanıtlanmamış olana, yani Tanrı'nın dünyanın Fail'i olduğuna ve onu hiçlikten yarattığına dair kestirme bir varsayım olurdu. Ve bunun, doğru olsa bile, kanıtlanması gerekir çünkü felsefede tam bir kesinlik arzu ederiz (#33). Kestirme varsayım, eğer isabetli bir şekilde tanımlanmadığı sürece hiçbir terim yük­ lem olarak kullanılmazsa, bertaraf edilmiş olur (#1 16). İmdi, eğer biri "Tanrı" sözcüğünün anlamının doğru bir tanımını belirtmiş­ se, akıl yürütme yasalarına dikkat ederek, Tanrı kavramının içe­ riği o varolana denk düşmediği sürece, "Tanrı" sözcüğünü var olduğunu kanıtladığı hiçbir varolana yüklemez. Belki bazıları bu konuyu gereksiz uzathğımızı düşünebilir. Ancak bir yüklem isa­ betli bir şekilde belirlenmediği için kestirme varsayımların ne sık ortaya çıktığını bilen biri farklı düşünecektir. 131. Her durumda bir özneye ait her şeyi ispat etmeye çalış­ mamamız gerekir. Zira yukarıda (#130) söylediklerimizden açık­ ça çıkar ki, özneye kendisinden öncekilerden hareketle ispat edi­ lebilecek şeylerden fazlasının yüklenmemesi gerekir. Bu nedenle, belli bir yerde bir özneye ait olandan azı ispat edilebiliyorsa, ön­ ce diğer şeylerin ispat edilmesi gerekeceğinden, bundan fazlasını ispat etmemeliyiz. Diğer ispatların daha uygun bir zamana bıra­ kılması gerekir. *Örneğin, doğal teolojide ilk olarak Tanrı'nın olumsal evrenin yeter nedenini içeren varolan olduğunu ispat etmemiz gerekir. Buradan da ilahi sıfatları ispatlayabiliriz. Ve Tanrı, dünyayı hiçlikten yaratmasına rağmen, yine de, başlangıç­ ta dünyanın Tanrı'nın varlığına bağlı olduğuna işaret eden her şeyi ispat edemeyiz. Çünkü bizim ispat yöntemimize göre, doğal 62

teolojinin başlangıcında ispat edilemeyecek birçok şey vardır. İl­ kin ilahi sıfatları tesis etmemiz gerekir, ancak o zaman yaratılışın hiçlikten bir şey türetme eylemi olduğunu çıkarabiliriz. Bunun bir başka örneği Eukleides'te görülebilir. Eukleides, doğrusal bir üçgenin üç açısının iki dik açıya eşit olduğunun farkındaydı. Ay­ rıca, bir üçgenin bir köşesindeki geniş dış açının diğer köşelerde­ ki iki iç açıya eşit olduğunu da biliyordu. Buna rağmen başlan­ gıçta sadece dış açının diğer iç açıların birinden daha büyük ol­ duğunu ispat eder, çünkü bu teoremi dış açının iki diğer iki iç açının toplamına eşitliğini çıkardığı başka şeyleri ispat etmek için kullanmak zorundadır. Peter Ramus, Scholae mathematicae'de, Eukleides'i burada ve birçok başka durumda geriye doğru akıl yürütmekle itham eder. Öte yandan, bu itiraza rağmen, geomet­ rinin öğelerine ilişkin Eukleides'in adımlarına uymayı tercih ede­ riz. Aksi takdirde Ramus'un geometrisinde terk ettiği ispat titiz­ liği elden kaçar. Kaldı ki Eukleides ispatlarında son derece titizdi. 132. Felsefenin her kısmında şu düzeni gözetmek gerekir: Kendisinden sonra gelen şeylerin anlaşılması, ispat edilmesi ya da en azından olası addedilmesine yarayan şeylerin önce gelmesi gerekir. Felsefenin her kısmında, mantıkta da gösterileceği gibi,11 yalnızca önerme ve tanımlar kullanılabilir. İmdi, felsefenin her kısmında, sonraki tanımlarda kullanılan terimleri önceki tanım­ larda açıklamak gerekir (#1 19) Sonraki ispatlarda kullanılan önermeleri önceki ispatlarda kanıtlamak gerekir (#120). Tek tek ispatlarda, önceki kanıtların sonuçları sonraki kanıtların öncülü olacak şekilde akıl yürütmek gerekir (#124). O halde, açık ki, fel­ sefenin her kısmının, sonrakilerin anlaşılmasını ve ispatlanması­ nı ya da en azından olası addedilmesini sağlayan şeylerin önce geleceği şekilde düzenlenmesi gerektiği açıktır. Zira olasılığın, kesinlikten açıkça ayırt edildiği sürece, felsefenin dışında bıra­ kılmaması gerekir (#125, #127). 133. Felsefi yöntem filozofun dogmaları ele alırken kullan­ ması gereken düzendir (#115). İmdi, daha şimdi (#132) felsefenin daha sonraki şeylerin anlaşılmasını ve ispat edilmesini ya da en azından olası addedilmesini sağlayan şeyler önce gelecek şekilde düzenlenmesi gerektiğini gösterdik. Demek ki, felsefi yöntemin en yüce yasası, sonraki şeylerin anlaşılması ve tesis edilmesine yarayan şeylerin önce gelmesidir. ıı Philosophia ralionalis sive logica, #198.

63

134. Bu, felsefenin kısımlarının terkibinde gözetilmesi gere­ ken düzenin aynısıdır (#87). Demek ki, felsefenin bütününde bir ve aynı düzen kullanılır. Bu düzenin temel yasası, sonrakilerin bilgisi bir şekilde kendisine bağlı olan şeylerin önce gelmesidir. *Burası felsefi yöntemin can alıcı noktasıdır. Bu noktayı felsefede arzuladığımız tam kesinlik kavramından yola çıkarak daha önce ispat etmiş olabilirdik (#33). Ve daha sonra verdiğimiz özel ku­ ralları da ondan türetebilirdik (#1 16). Ancak özel kuralları felsefe kavramından ve onun kesinliğinden türetmeyi tercih ettik ki, özel kuralların önemi daha akılda kalıcı olabilsin. 135. Eğer biri felsefeyi yöntemi uyarınca ele almak istiyorsa, ilkin mantık kurallarını bilmeli ve sonra bunları somut meselele­ re uygulama alışkanlığını kazanmış olmalı. Felsefeyi yöntemi uyarınca ele alan biri, kullandığı tüm terimleri isabetli bir şekilde tanımlamalı (#1 16). Ayrıca ilkelerini yeterince kanıtlamalı (#1 17) ve onlardan önermeleri geçerli bir şekilde çıkarmalı (#1 18). Her önermenin öznesini ve yüklemini isabetli bir şekilde belirlemeli (#121, #130). Her şeyi, sonrakilerin anlaşılmasını ve tesis edilme­ sini sağlayan şeyler önce gelecek şekilde düzenlemeli (#133). İs­ patlarının tek tek önermelerini ispatı kavrayanın zihnine girdiği sırayla düzenlemeli (#124). İspatı tamamlamak için yalnızca ön­ cekilere aşina olan okurun hatırlayabileceği önermeleri kullan­ malı. İmdi, mantık, isabetli bir tanımın nasıl yapılacağını; belirli önermelerin nasıl formüle edileceğini ve geçerli bir şekilde nasıl ispat yapılacağını açıklar. Dolayısıyla, felsefi yöntemin kuralları­ nı gözeten biri, mantığın kurallarını bilmeli ve anlamalı, aynca bu kuralları somut meselelere uygulama alışkanlığını geliştirmiş olmalı. *Bu, layıkıyla felsefe yapmak için mantığın neden zorun­ lu olduğunu net bir şekilde açıklar. Burada mantığın layıkıyla tanımlama, yargılama ve ispat edebilme yolunu açıklayabildiğini varsayıyoruz. Yeri geldiğinde mantığın görevini yerine getirip getirmediğine karar verme ölçütünü sunacağız.12 Bununla birlik­ te, mantık kurallarını bilen biri, onları hemencecik somut mesele­ lere uygulayamaz. Tanımlama, yargı oluşturma ve ispat etme alışkanlığının ancak bir dolu alıştırmadan sonra edinildiği tecrü­ beyle sabittir. Mantıkta,13 felsefi yöntemi alışkanlık haline getiren alıştırmaları açıklayacağız. 12 A.g.y. 13 A.g.y.

# 545 . #1135 . 64

136. Eğer biri, felsefeyi ele alırken felsefi yöntemi kullanmaz­ sa, ne neyi ele aldığını yeterince anlayabilir, ne de onun hakika­ tini açıkça kavrayabilir. Zira felsefe sorunlarını ele alırken felsefi yöntem kullanmayan biri, isabetli bir şekilde tanımlanmamış te­ rimler kullanır (#1 16). Ve terimlerinin bir kısmını tanımlasa bile, daha sonraki tanımlar tarafından önkabul olarak alınan tanımla­ ra öncelikli bir yer vermez (#1 19). Bu nedenle, önermelerinin an­ lamı kuşkuya açıkhr ve beriki durumda tanımlarında bir döngü­ selliğe yol açmış olabilir. Dolayısıyla bu önermeler yeterince an­ laşılmaz. Dahası, kanıtlanmamış ya da yeterince kanıtlanmamış ilkeler kullanır (#1 1 7). Önceki durumda sonra gelmesi gereken üzerinden kanıt yapar. Dahası, yüklemin özneye atfedilme ne­ denini zar zor belirtir ve mutlak bir ispat vermez. Dolayısıyla, bu ilkelerin ve ispata konu önermelerin hakikatini açıkça kavraya­ maz. 137. Dolayısıyla, buradan, felsefi yöntem göz ardı edilirse ke­ sin ve seçik bir bilginin elde edilemeyeceği çıkar. Çünkü felsefi yöntem göz ardı edilirse ne terimler yeterince anlaşılır, ne de önermeler (#136). Dolayısıyla eşyanın bilgisi çorba olur. Dahası, ele alınan şeyler açıkça doğru addedilmez (#136). Bu durumda tüm bilgi kesinlikten uzak ve kuşkulu olur. *Tecrübesizler uz­ manlara kapalı veya kuşkulu gelen şeyleri açıkça anladıkları ko­ nusunda kendilerini ikna edebilirler. Bir önermenin doğruluğu­ na kani olduklarını düşünürler; öte yandan, ispatlara aşina kişi­ ler orada hala birçok kuşkulu durum görürler. Burada tecrübe­ sizlik hakkında vaaz vermek niyetinde değiliz. Yalnızca böyle bir şeyin var olduğuna işaret etmek istiyoruz. Olmayan pek çok şey var görünür. Filozof ise olan şeylerle ilgilenir. 138. Eğer biri, felsefeyi ele alırken felsefi yöntem kullanmaz­ sa, kullanışsız veya insan yaşamının sorunlarına gerektiği gibi uygulanamayacak şeyler öğretir. Burada, neyi ele aldığını yete­ rince anlayamadığı hususunu vurgulamıyoruz (#136). Zira kimse yeterince anlaşılmayan şeylerin insan yaşamının sorunlarına ge­ rektiği gibi uygulanamayacağını reddetmez. Bu nokta, başka bir şekilde daha açık kanıtlanabilir. Felsefeyi ele alırken felsefi yön­ temi kullanmayan kişi, bir önermenin yükleminin öznesine ait olduğu koşulu doğru bir şekilde belirleyemez (#121). İmdi, yük­ lemin özneye ait olduğu koşulun doğru olarak belirlendiği şekil­ de formüle edilen önermeler, hem bilimde hem de yaşam sorun­ larında kullanışlıdır (# 122). Bu nedenle, eğer koşul doğru bir şe65

kilde belirlenmezse ve sonuç olarak önerme bulanık ve belirsiz olursa, kullanışlı olmaktan çıkar. 139. Felsefi yöntemin kuralları, matematiksel yöntemin ku­ rallarıyla aynıdır. Nitekim felsefi yöntemde yalnızca isabetli ta­ nımlanmış terimler kullanmak gerekir (#116). Ve yalnızca yete­ rince ispat edilmiş olanlar doğru kabul edilebilir (#1 17, #118). Her önermenin hem öznesinin hem yükleminin isabetli belir­ lenmesi gerekir (#121, #130). Her şeyin sonrakilerin anlaşılmasını ve tesis edilmesini sağlayanlar önce gelecek şekilde düzenlenme­ si gerekir (#123, #124, #133). İmdi, Elementa matheseos universae'de matematiksel yöntemi ve matematiğin geliştirildiği isabetli yolu dikkatlice inceledim. Burada, matematiğin gelişiminde kullanı­ lan terimlerin isabetli tanımlandığını; sonraki tanımlarda kullanı­ lan terimlerin tanımdaki içerik başka bir yoldan yeterince anla­ şılmadığı sürece önceki tanımlarda açıklandığını; matematiğin ilkelerinin layıkıyla tesis edildiğini; matematiksel önermelerin hem özne hem de yükleminin isabetli belirlendiğini ve bu öner­ melerin önceden belirlenmiş tanım ve önermelerden hareketle ti­ tizlikle ispat edildiğini; nihayet matematiğin sonrakilerin anla­ şılmasına ve ispat edilmesine yarayan şeylere öncelik verme ya­ sasını dikkatle gözettiğini gösterdim. O halde, matematiksel yön­ temin kurallarının felsefi yöntemin kurallarıyla aynı olduğunu kim inkar edebilir? *Felsefi ve matematiksel yöntemin özdeşliği yalnızca matematikle felsefenin kurallarının türetildiği ortak kaynağı bilmeyeni şaşırhr. Felsefi yöntemin kurallarını, kanıtla­ dığımız üzere, felsefede arzu edilmesi gereken kesinlik kavra­ mından çıkardık (#33). Matematiksel yöntemin nedenini araşh­ ran biri, bunun her matematikçinin kendi alanında aradığı bilgi­ nin kesinliği olduğunu görür. Kesin bilgiye sahip olabilecekken kesin olmayanı tercih etmek çılgınlık olurdu-özellikle de kesin bilgi yaşamın sorunlarıyla başa çıkmada şaşmaz bir başarı vaat ederken? Dolayısıyla, mademki felsefi ve matematiksel bilginin kuralları aynı nedene dayanır, bu kuralların aynı olmasına şaş­ mamak gerekir. Buna felsefenin matematiksel yöntemle gelişti­ rilmesi gerektiğini eklememeli. Zira matematik mevcut olmasay­ dı veya adanmışlara kesin bilgi sunacak kadar gelişmemiş olsay­ dı bile, tesis ettiğimizden başka bir felsefi yöntem olmayacaktı. Bu, elbette, bu durumda dahi kesin bilgiyi ve hem bilimlerde ilerlemek hem de yaşam sorunlarıyla başa çıkmak için kullanışlı bilgiye sahip olmayı arzu edeceğimizi varsayar (#122). O halde 66

matematiksel yöntemdeki her kusuru felsefeye uygulamak boş ve kullanışsızdır, nitekim felsefe yöntemini matematikten almaz; daha ziyade, felsefe de matematik de yöntemini hakiki manhk­ tan alır. Bu nedenle felsefe, hem bilimlerde ilerlemek hem de ya­ şam sorunlarıyla baş etmek için kullanışlı olan kesin bilgiye ulaşmasını sağlayan tek yöntem olduğu sürece, kendi yöntemini tanır. Kesin olmayan bilgiden tatmin olanlar da vardır. Bu tür bilgiler, katkıda bulunmak şöyle dursun, bilimlerde ilerlemeye karşıdır. Tek faydaları bizi rastlanhya ve müphem tahminlere teslim etmek ve ruhu sık sık boş umutlarla doldurmakhr. Böyle insanlara kendi tarzlarında iş gördükleri için kızgın değiliz. En yüksekle en düşüğü karışhrırlar; belirli bir fikre karşılık gelme­ yen terimler kullanırlar; öznenin ve yüklemin layıkıyla belirlen­ mediği bulanık önermeler savunurlar; bir çelişkinin her iki ucunda benzer bir doğruluğu tartışırlar. Ayrıca, kesin bilgiden bihaber, sözde zaferlerinin ihtişamıyla kendilerini pohpohlama­ larına da hınç duymuyoruz. Kendi payımıza, biz kesin bilgiyi ar­ zuluyoruz, gösteriş için değil, bilimleri genişletmek ve yaşam so­ runlarıyla baş etmek için. Felsefenin kesin bilgiye ulaşıp ulaşa­ mayacağını tarhşmak da yersiz. Bence bunun yerine neleri başa­ rıp neleri başaramayacağımızı görmek için çaba sarf etmeliyiz. Çabalarımız derhal ve bütünüyle başarılı olmazsa, nihayet ara­ dığımız açık hakikati elde edene kadar hipotezimizi boyuna dik­ katle düzeltmeliyiz. Bitmek bilmez çalışkanlık ve dirayetleriyle kendi yüksek beklentilerinin dahi ötesinde şeyler keşfetmiş olan gökbilimcileri taklit etmeliyiz. Yıldızların bilimsel bilgisinin imkansız olduğunu düşünmüş olabilirlerdi. Yıldızların olağanüs­ tü mesafesine, insan aklının gizli veya bilgimize uzak şeyleri in­ celerken düştüğü acze ya da yüzyıllarca en parlak zihinlerin bile çabasının boşa çıktığına dayanan çeşitli argümanlarla ikna olmuş olabilirlerdi. Fakat şimdi kimse gökbilimcilerin insan aklının za­ yıf, boş ve tembel olduğunu düşünenlerin övgüsünü kazandı­ ğından şüphe edemez. Yıldızların bilimi muazzam bir biçimde büyüdü ve şimdilerde imrenilen sıkı bir onur mevkiine yükseldi.

67

v

Felsefede Üslup 140. Felsefi üslup filozofun kullanması gereken yazma tarzı­ dır. *Burada filozofun kullanabileceği herhangi bir dil için geçerli olan üslubun genel özelliklerini açıklıyoruz. Felsefemizi Latince sunsak da, Latince ifadelere ilişkin özel bir açıklamamız olmaya­ cak. 141. Felsefi üslubun tek amaa anlamı başkasının zihnine açık kılmakhr. Çünkü felsefe sadece yeterince anlaşılmış ve kanıt­ lanmış olanı kullanmalıdır. Niyetimiz başkasını cazip sözcüklerle alt etmek ya da onun rızasını kazanmak değil. Dolayısıyla felsefi üslubun tek amaa anlamı başkasının zihnine açık kılmaktır. *Burada asıl niyetimiz uygun felsefi üslubu kurmak ve ona hangi yüklemlerin neden atfedilmesi gerektiğini göstermek. Niyetimizi ya da manayı [İng. lntention] okura açıkça iletmek için büyük bir sözcükler alayı kullanıyoruz. Zira aksi takdirde felsefi literatürü okumak için gerekli dikkate sahip biri dahi kaybolabilir. Sözcük­ lerin gücüyle değil, nedenlerin ağırlığıyla rıza kazanırız. Umarız başkaları da bizim çalışmalarımızla kesin bilgi yoluna sokulmuş olur. 142. Felsefede sözcüklerin tesis edilmiş anlamlarından sap­ mamalıyız, demem o ki, sözcüklerin yaygın olarak işaret ettikleri şeylerden başka bir şey için kullanılmaması gerekir. Çünkü felse­ fi üslubun ana amaa kendimizi başkasının zihnine açıkça ifade etmektir (#141). Sözcükleri yaygın olarak işaret etmedikleri şey­ ler için kullanırsak, okur düşüncemizi ya takip edemez ya da zar zor edebilir. Her iki durumda da ya sözcüklerimizin bir tanımını vermemiş oluruz, ya da okur tanımı her zaman hatırlayamayabi­ lir. Dolayısıyla, sözcüklerin anlamı değiştirilirse, felsefi üsluba yaraşır duruluk tahrip edilmiş olur. *Ortak olanlar dışındaki ta­ nımlar kullanıldığında sözcüklerin işaret ettiği şeylerin değişti­ ğini düşünenler var. Ama yanılıyorlar. Zira aynı şey aynı sözcük­ le adlandırıldığı sürece sözcüğün işaret ettiği şey aynı kalır. Bu, 69

aynı figürü farklı şekillerde tanımlayan geometriciler tarafından uzun süredir kabul görüyor-sözcüğün işaret ettiği şeyin rastge­ le değiştirilmemesi gerektiğinin epey farkında olsalar da. Sözge­ lişi Apollonius, parabolün bir koninin eksen üçgeninin tabanını dik kesen bir doğruyu taban kabul eden ve ekseni koninin kena­ rına paralel olan bir koni kesiti olduğunu söyler. Claudius Dec­ hales ise bir parabolü apsisleri onlara karşılık gelen ordinatları­ nın kareleri gibi birbiriyle orantılı olan şekil olarak tanımlar. İm­ di, parabol teriminin bu anlamı Apollonius'unkinden farklı de­ ğildir çünkü tanımların her ikisi de aynı şekle işaret eder. Benzer şekilde, bazıları Tann'yı müstakil bir ruh olarak tanımlarken, Descartes Tanrı'yı en mükemmel varolan olarak tanımlar; biz ise Tanrı'yı olumsal evrenin yeter nedeni olan müstakil varolan ola­ rak tanımlıyoruz. İmdi, bu "Tanrı" sözcüğünün işaret ettiği şey üç durumda da aynıdır. Çünkü müstakil ruh da, en mükemmel varolan da, olumsal evrenin yeter nedeni olan müstakil varolan da aynı varolandır. 143. Felsefede ya da en azından felsefenin herhangi bir kıs­ mında bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit kalması gerekir. Bu­ nun nedeni önceki kuralla aynıdır. Bir sözcük hep aynı şeye işa­ ret edecek şekilde kullanılmazsa, anlamı müphem olur, okur da kolaylıkla kaybolup gider. Bu da felsefede olması gereken duru­ luğu tahrip eder (#141). Bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit ol­ ması gerekliliğinin başka bir nedeni daha var. Felsefede, sonraki önermeler öncekilerden hareketle ispat edilir (#121); dolayısıyla sonraki önermelerdeki sözcüklerin işaret ettiği şeylerin önceki önermelerdekilerle aynı olması gerekir, aksi takdirde mantıkta kurulan akıl yürütme yasaları sonraki önermelerin ispatında ön­ cekilerin kullanılmasını yasaklardı. *Mantığın bütününe hakim olan, yani felsefi yöntemi yakından tanıyan ve daha net anlayan herkes, isabetsiz bir dilin felsefi yönteme ne denli aykırı olduğu­ nu rahatlıkla görür. Gerçekten de, hiçbir şey isabetsiz dilden da­ ha yaygın değildir. Öte yandan, hiçbir şeyin de felsefi yönteme ondan daha ters olmadığını görürüz. 144. Buradan, bir sözcüğün neye işaret ettiği, dilin isabetsiz kullanımı nedeniyle bulanık ve/veya kesin olmaktan uzak kal­ mışsa, filozofun onun neye işaret ettiğini belirlemesi gerektiği sonucu çıkar. Felsefenin sözcüklerin işaret ettiği kabul gören şey­ lerden sapmaması gerektiğini de söylemiştik (#142). Demek ki, bulanık ve belirsiz bir imlemi, eğer terime böyle bir anlam zaten 70

atfedilmişse, sürdürmemiz gerekir. Ama felsefenin herhangi bir kısmında bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit olması, bulanık olmaktansa belirli olması gerektiğini de söylemiştik (#143). De­ mek ki, yaygın da olsa, dilin isabetsiz kullanımından kaçınmalı­ yız. İmdi, bu kuralların her ikisini de gözetemeyiz, çünkü aynı sözcüğe hem sabit hem değişken bir anlam ya da imlem atfede­ meyiz. O halde, bu kurallardan biri için bir istisna söz konusu olmalı. İmdi, bir sözcüğün neye işaret ettiği isabetli bir şekilde tanımlandığında (#1 16), onun anlamı yalnızca özensiz ve verilen tanıma dikkat etmeyen okur için müphem olur. Kaldı ki, isabet­ siz dil felsefi yönteme terstir (#143). Bu durumda önceki kurala bir istisna yapmak gerekir, yani dilin yaygın kullanımıyla ilgili olana. Dolayısıyla bulanık ve belirsiz bir imlemi belirli ve sabit kılmak gerekir. *Felsefi üslup dediğimizde temelde sözcüklerin manhğın buyurduğu şekilde kullanımını kast ederiz. Manhk ge­ liştikçe, yalnızca felsefi üslup hakkında söylediklerimizi açıkla­ makla kalmayacak, bu üslubun nasıl kullanılabileceğini de net bir şekilde gösterecek. Filozofun işi yaygın olarak bulanık ve be­ lirsiz şekilde kullanılan sözcükler için sabit ve belirli imlemler ya da anlamlar tesis etmektir. Bu da isabetli tanımlarla yapılır. Ta­ nımları sonraki tanımlardaki sözcükler öncekilerde açıklanacak şekilde düzenlemeye çalışhğımızda, işler daha da zorlaşır. Dön­ güselliğe düşmemeye dikkat etmek gerekir. Öte yandan, mate­ matikte sağda solda sunulan tanımları başarıyla toplamayı ve düzenlemeyi denemişseniz, bir uzman olarak konuşanlara olan inancınızı kaybetmezsiniz. 145. Sabit bir içkin farkla birbirinden ayrılan şeyler için felse­ fede farklı isimler kullanılması gerekir. Çünkü filozof, olan veya olabilecek olan şeylerin nedenini verir (#46). İmdi, olan şeylerin nedenleri, şeyleri birbirinden ayıran içkin etmenlerdedir. Dolayı­ sıyla filozofun şeylerin cins ve türünü onların içinde bulunan şeyler vasıtasıyla belirlemesi gerekir. Böylece bir yüklemin bir şeye genel bir nedenden ötürü mü yoksa özel bir nedenle mi ait olduğunu bilecektir. Böylelikle yargıları da isabetli formüle edilmiş olacakhr. Bunları manhkta daha ayrınhlı açıklayacağız.1 Dolayısıyla, mademki şeylerin cins ve türü onların içkin farkla­ rından hareketle belirlenir, sabit içkin farklar kadar cins ve tür olması gerekir. Ve her bir cins ve türe ayn bir isim vermek gere1 Philosophia rationalis sive logica, #1004. 71

kir. O halde, sabit bir farkla birbirinden ayrılan şeyler için felse­ fede farklı isimler kullanmak gerekir. *Farklı şeylerin farklı isim­ lerle ayırt edildiğine dair ortak kanının de sebebi budur. Öte yandan, ortak isimlerin gelişiminde ya çok az düşünce vardır ya da hiç, çünkü dikkate alınacak çok fazla mesele vardır. Sonuç olarak, şeyler cins ve türlere belirgin ya da seçik kavramlardan ziyade karışık olanlar üzerinden ayrılmışhr. O halde, şeylerin farklarını daha isabetli irdeleyen filozofun, verili bir cinste pek çok şeyi dışarıda bırakmasına şaşmamak gerekir. 146. Felsefi terimler, sıradan insan tarafından değil, filozof tarafından birbirinden ayrılan şeylere verilen isimlerdir. *Farkları genel olarak tanınmayan şeylerin özel bir ismi olmaz. Nitekim şeylerin tür ve cinsleri, ayrıldıkları farklar tanınmadığı sürece, gizli kalır. İmdi, filozof böyle şeyleri adlandırdığında, günlük dilde yeri olmayan terimler kullanır. Böylelikle felsefe kendi terimlerine sahip olur. Matematik, teoloji, hukuk, tıp ve tüm sanat dallarında da bu böyledir. Bu disiplinlerin her biri, fel­ sefeyle aynı nedenden, kendi terimlerine sahiptir. Ancak madem felsefi terimlerden hoşlanmayanlar var, bunları iyice açıklamak için uğraşmaya değecektir. 147. Ha.Jihazırda kullanımda olan felsefi terimlerin değişti­ rilmemesi gerekir. Fakat bunlar yeterince isabetli tanımlanma­ mışsa, tanımların daha isabetli olanlarla değiştirilmesi gerekir. Halihazırda belirlenmiş olan felsefi terimlerin değiştirilmemesi gerektiğini, sözcüklerin yerleşik anlamının değiştirilmemesi ge­ rektiğini kanıtlamak için yukarıda verdiğimiz argümanı kullana­ rak kanıtlayabiliriz (#142). Aynı şey farklı bir yoldan da kanıtla­ nabilir. Önceden belirlenmiş terimleri yenileriyle değiştirirsek, eskisine aşina olan okur yenisini anlamaz. Okurun çalışmaları­ mızda kullanılan terimlere aşina olması gerekir. Öte yandan okur ilkin yenileri öğrenmişse, bu sefer de eskileri anlamaz. Okurun diğer yazarlar tarafından kullanılan terimlere de aşina olması ge­ rekir. Dolayısıyla diğer yazarlarla haşır neşir olan biri bizim ça­ lışmalarımızı okuyamaz ya da tam tersi olur. Ya da çalışmaları­ mızdaki terimlerin diğer yazarların hangi terimlerini karşıladığı­ nı ezberlemek ve hahrlamak gibi bir gereksiz iş yüküyle karşı karşıya kalınır. İmdi, okurun enerjisini gereksiz işlere yönelhnek arzulanır bir şey değildir. O halde, yerleşik ve bilinen felsefe te­ rimlerini değiştirmemek gerekir. Kaldı ki, felsefede kullanılan tüm terimlerin isabetli tanımlanmış olması gerekir (#1 16). Dola72

yısıyla, terimler başkaları tarafından yeterince isabetli tanımlan­ mamışsa, bunların yerine daha isabetli olanları koymamız gere­ kir. *Antik felsefede kullanılan terimleri kullanmayı sürdürme­ mizin nedeni de budur. Bu, söz konusu terimler yabana görünse ve işaret ettikleri şeylerle etimolojileri uyuşmasa bile, ahmakça olmaz. Çünkü biz, kavramlarından hareketle akıl yürütürüz, te­ rimlerin grammatik türeyişlerinden değil. Felsefe ince sözden değil, hakikatten tat alır. Söylediklerimize örnek olarak yanlış kanılardan kaynaklanan terimleri kullanmayı sürdüren gökbi­ limcileri verebiliriz. Örneğin, "çakılı yıldızlar" ve "gezegenler veya gezinen yıldızlar" isimlerini bir düşünün. Bu isimler, bir ha­ tadan kaynaklandı, zira ilk başta çakılı yıldızların katı bir gökyü­ züne sabitlendiğine ve gezegenlerin de kesin olmayan bir yasaya göre gökyüzünde dolaştığına inanılıyordu. Kepler, Yeni Gökbili­ mi'nde [Astronomia Nova] eski gökbilimcilerin terimlerini kul­ lanmayı sürdürdü. Aynı zamanda, yeni kuramında eski kuram­ lardan alınan şeylere işaret ettiğinde, bu terimlerin imlem ve/veya anlamının değiştirilmesi gerektiğini savundu. Yine de, Kepler, terimlerin kullanımını bizim anladığımız şekliyle anla­ maz. Zira yukarıda söylediğimiz üzere, yeni bir tanım, öncesinde isabetsiz tanımlanmış olan bir terimin işaret ettiği şeyi değiştir­ mez (#142). Dahası, yeni bir şey bulunmuş gibi görünsün ya da ortaya çıkan şey müstakilen keşfedilmiş sanılsın diye başkaları­ nın söylediklerine yeni terimler de uydurmamak gerekir. Filozof laf ebesi değildir. 148. İsabetli tanımlanmış terimler seçik bilgi üretir ve hem bi­ limlerin ilerlemesi hem de yaşamın sorunlarıyla baş etmek için kullanışlıdır. Çünkü terimler isabetli tanımlanmışsa, akıl şeylerin farklarını seçik bir biçimde algılar. Böylece şeyleri özel isimlerle ayırt eder, onlara uygun cins ve türleri belirleriz. Mantıkta, seçik bilginin şeylere uygun cins ve türlerin isabetli belirlenmesinin sonucu olduğunu göstereceğiz.2 Dahası, farklı şeylerin cins ve türlerini isabetli bir biçimde belirleyebilirsek, şeylere cins ve tür­ lerine has özellikler yükleyerek isabetli önermeler formüle edebi­ liriz. İmdi, bu tür önermeler, hem bilimde ilerlemek hem de ya­ şamın sorunlarıyla baş etmek için kullanışlıdır (#122). Dolayısıy­ la, isabetli tanımlanmış terimlere dayanan felsefi bilgi, hem bi­ limde ilerlemek hem de yaşamın sorunlarıyla baş etmek için kul2 Phi/osophia rationalis sive logica,

#710. 73

lanışlıdır. "Hiç terim olmasaydı, onların yerine tanımlar kullanı­ lırdı. Böylece, bir tanesinin yeteceği yerde birçok sözcüğe ihtiyaç duyardık. Tanımların boyuna tekrarlanması sık sık kafaları karış­ hrırdı. Kareden her bahsedildiğinde karenin tanımı verilseydi, geometri bıkhrıcı olmaz mıydı? Sözgelişi ünlü Pisagor Teoremi şöyle ifade edilmek zorunda kalırdı: Kenarı bir dik üçgenin hipo­ tenüsü olan dik açılı dörtgen şekil, kenarları aynı dik üçgenin iki dik kenarına sırasıyla eşit olan dik açılı eşkenar dörtgen şekle eşittir. İspatlara aşina olan ve önermelerin kendi terimleri üze­ rinden birbirine bağlandığı ispat biçimine özen gösterenler, açık­ lamaya çalışhğım şeyin yeterince farkındadır. Yine de, felsefenin kendine has terimleriyle kapalı hale geldiği yanılgısına kani olanlar da vardır. Oysa isabetli tanımlanmış terimler, sıklıkla kullandığımız tanıdık sözcüklerden daha aydınlatıcıdır. Bu te­ rimleri kullanmadan bilimde ilerleme bekleyemeyiz. Sonuç ola­ rak, felsefenin eşiğinde duranlar onlarsız da yapabilirler. Son zamanlarda aritmetik terimleri kullanmanın kişiye kafa karışhrı­ cı ve anlaşılması zor büyük sayılar hakkında nasıl da rahat ve se­ çik konuşma imkanı sağladığını gözlemledim. 149. Felsefe yerinde sözcükler kullanmalı, hakikati açıkça ifade etmeye yetecek olandan fazlasını elemeli. Zira felsefede şeylerin tanımlarını belirleriz (#116). Tanım gereği veya belirli bir koşul alhnda şeylere neyin uygun düştüğünü ispatlar (#121, #130), belli şeyleri nasıl yapabileceğimizi gösteririz (#58, #71). İmdi, manhkta bir tanıma tanımlanan nesneye işaret edenden fazlasının kahlmaması gerektiğini göstereceğiz.3 Dahası, felsefi önermelerde bir yüklemin bir özneye ait olduğu koşulu isabetli belirlememiz gerekir (#121). Demek ki bir önermenin yalnızca bir özne, bir yüklem ve bunların ilgili ya da gerekli [İng. pertinent] belirlenimlerini içermesi gerekir (#121, #130). Son olarak, ispatla­ rın yalnızca kanıtı tamamlamak için neyin gerekli olduğunu ha­ hrlatması (#123), ispatın anlaşılmasını sağlamak için yeterli olanı aşmaması gerekir. Ve bir şeyleri nasıl yaptığımızı açıkladığımız­ da, herhalde yalnızca hedefimize ulaşmak için yapmamız gere­ kenleri açıklamamız gerekir. Sonuç olarak yalnızca tanımlar, be­ lirli önermeler, bu önermelerin ispatları ve sorunların çözülmesi veya şeylerin işlemesi için gerektiği kadar sözcük kullanmalıyız. Bundan fazlasını kullanmayan, hakikati seçik ifade edebilir. Da3 A.g.y. #836.

74

hası, sözcükler atfedildikleri şeylere sebatla işaret ettiklerinde "yerinde" olurlar. Demek ki, eğer yalnızca geliştirdiğimiz fikirle­ ri bir başkasına aktarmak için gerektiği kadar sözcük kullanma­ mız gerekiyorsa, o zaman yerinde sözcükler kullanmalıyız. Aynı şey başka yoldan da kanıtlanabilir. Felsefede yalnızca isabetli ta­ nımlanmış terimler kullanılmalıdır (#116). Felsefe sözcüklerin yerleşik imlem veya anlamlarını terk ehnemelidir (#142). Sonuç olarak, tek tek şeyler hakkında konuşurken, dilin ortak kullanımı veya filozofun kastı gereği bir şeylere sebatla işaret eden sözcük­ ler kullanmalıyız (#144). O halde yerleşik tanımlarla yerinde hale getirilmiş sözcükler kullanmalıyız. *Burada söylemiş oldukları­ mız, felsefi üslubun yüce yasasıyla uyum içindedir: Üslubun tek amacı, anlamı başkasının zihnine açık hale getirmektir. Kaldı ki, söylediklerimizin örneği başından beri geometride vardır. Nite­ kim geometriciler sadece yerinde sözcükleri kullanmış, hakikati seçik ifade ehnek için gerekeni aşmamışlardır. Tek niyetimiz başkalarına öğrehnek olduğunda, eldeki meselenin gerektirdi­ ğinden başka veya fazla sözcük kullanmak için neden yoktur. Fi­ lozof, ilehnek için yazar-ne hatip gibi ikna ehnek için, ne de şair gibi hoşnut ehnek için. Filozofun tek amacı, ileri sürdüğü hakika­ ti bilinir kılmaktır. Çünkü o, hakikat aşkıyla cezbolanlara yazar. Yine de, buradan, aynı zamanda birer filozof da olan şair veya hatibin bir başka yerde başka bir amaç için söylediklerini kına­ mak gerektiği sonucuna varmamak gerekir. Öte yandan, saf fel­ sefi hakikatin sevilmediği yerde dahi, kanıtları kavrayamayan­ larda hakikat sevgisi oluşturmak için şairlerin veya hatiplerin onu süslemesinin uygun olduğunu düşünmüyorum. Doğrudur, yaşamın sorunlarıyla baş etmede kullanışlı olan hakikatin müm­ kün olan her şekilde tüm insanların aklına kazınması gerekir. Ama yine de, felsefeye yabancı olan şeylerin felsefi dünyadan sürülmesi gerektiğinde ısrarcıyım. Ne ki, bu, onların kınanması veya yazın dünyasından dışlanması gerektiği anlamına gelmez. 150. Buradan, filozofun hatiplerin kullandığı süslü sözlerden kaçınması gerektiği sonucu çıkar. Bu gibi ifadeler, her ikisi de felsefi üslubun duruluğuna aykırı olan, [i] yerinde olmayan veya [ii] müphem sözcüklere dayanır (#149). *Önceki paragrafa ekle­ diğimiz not burada tekrarlanabilir.

75

VI Felsefe Yapma Özgürlüğü 151. İki koşul alhnda felsefe yapabiliriz. [i] Ya doğru veya yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyi açıkça ifade etmemize mü­ saade edilir ya da [ii] yalnızca başkalarının düşündüklerinin doğru olduğunu savunmamıza. Herhalde kimse ilk durumda özgürce felsefe yaphğımızı, ikinci durumda özgür olmadığımızı inkar etmez. O halde, felsefe yapma özgürlüğü, felsefe meselele­ rinde kendi görüşümüzü alenen açıklamamıza müsaade edilme­ sidir. ,.Özgürce çalışan filozof, kendi görüşleri uyarınca tanımlar, yargılar ve kanıtlar. Tanımın hakiki manhk kurallarına ters ol­ duğunu fark edip de, sırf başkaları istiyor diye, bir tanım formü­ le etmez. Kendi görüşü uyarınca yargıda bulunur, başkalarının hakikate ters görünen fikirlerine göre değil. Bir tezi kanıtlamak için başkası tarafından bir argüman sunulduğunda, ilgili argü­ manda birçok kuşkulu nokta tespit edip de, argümanın geçerli olduğunu söylemez. Nitekim özgürce felsefe yapan birinin kendi felsefi yargısını temel alması gerekir. Bir gökbilimci Dünya'nın yılda bir kez Güneş'in etrafında döndüğüne dair gökbilimsel ar­ gümanlara ikna olursa, dünyanın bir yıl içinde güneşin etrafında döndüğünü söyler ve bu hareketin sonucu olarak ortaya çıkan gezegen sapmalarını açıklar. Mesela Kepler, gökbilimde tecrübe­ siz olanların duruşunun saçma ve kafirce olduğunu söylemeleri­ ne rağmen, gökyüzündeki olayların gözlemiyle tutarlı olduğunu söylemeyi sürdürerek böyle bir hareketi savundu. Böylece Kep­ ler felsefe yapma özgürlüğü kazandı. 152. Felsefi esaret başkalarının felsefi görüşlerini doğru kabul edip savunmaya zorlanmaktır-bu görüşlerin doğru olduğunu düşünmesek de. *Felsefede özgürlük değil de yalnızca kokuşmuş bir esaret söz konusuysa, felsefi meseleler hakkında kişinin kendi görüşünü açıkça ifade etmesine izin verilmez. Felsefi esaret al­ hndaki kişi, hakikatle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını gör­ se bile, başkalarına hakikat görünen şeyi kabul eder. Tanımlama 77

kurallarına tamamen ters olmasına rağmen, tanımları başkalarını da hoşnut edecek şekilde formüle eder. Hakikati karşılamadıkla­ rını görse de, başkalarının yargılarının devamlılığına katkıda bu­ lunur. Tezleri kanıtlarken, zayıf olduklarını bilse de, başkalarının geçerli saydığı argümanları kullanır. Bir gökbilimci düşünelim. Bu gökbilimci gözlemlerinin Dünya'nın Güneş etrafındaki yıllık hareketiyle tutarlı olduğuna ve Güneş'in hareketsiz Dünya'nın etrafında hareket ettiği görüşüyle tutarsız olduğuna kanaat ge­ tirmiş olsun. Bu kişi, can sıkıcı bir eleştiriye maruz kalmamak için, Güneş'in sabit Dünya'nın etrafında hareket ettiğini pekala söyleyebilir. Böyle biri, felsefi özgürlükten yoksundur ve esaret altında inler durur. Örneğin Galileo, Engizisyon' daki Kardinaller tarafından İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog kitabında geçerli argümanlarla ortaya koyduğu hareketli yeryüzü iddiasını inkar etmeye zorlandı. Böylece felsefe yapma özgürlüğünü ta­ damamış oldu. Felsefe yapma özgürlüğünün yerinde durmasını veya bazı durumlarda onu kısıtlamanın uygun olup olmadığını henüz sormuyoruz. Bunu birazdan (#167) tarhşacağız. Şimdilik sadece felsefede özgürlük ve esaretle ne kastettiğimizi açıklıyo­ ruz. Engizisyon'un eylemleriyle ilgili görüşümüzü de burada araya sıkıştırmayacağız. 153. Eğer biri felsefe geliştirirken felsefi yöntemi kullanacak­ sa, felsefi esaretin boyunduruğu ona dayatılamaz. Çünkü felsefi esaretin boyunduruğu altında emek sarf edenler, manhk kuralla­ rına aykırı olduğunu bildikleri tanımları, sırf başkaları bu tanım­ ların iyi olduğunu düşündüğü için sahih kabul ederler. Kuşkulu gördükleri ya da yanlış olduğunu bildikleri önermeleri başkaları doğru saydığı için doğru addederler. Oldukça kusurlu olduğunu bildikleri önermeleri ispatlanmış sayarlar, çünkü başkaları bu argümanların titiz ve geçerli olduklarını söylemiştir (#152). Felse­ feyi geliştirirken felsefi yöntemi kullanan kişi isabetli tanımlar (#1 16, #1 19); ihtiyatlı yargılar (#121, #130); titizlikle ispatlar (#1 17#123) ve sabırla düzenler (#124). Felsefi yöntemin kurallarına ria­ yet eden, başkalarına hürmeten bu kurallara ters şeyler ileri sü­ remez. O halde, felsefe geliştirmede felsefi yöntemi kullanan kişi, bu esaretin boyunduruğu altında emek sarf edemez. "Tarif etti­ ğimiz şekliyle felsefi esaretin çağların geleneklerine ters olduğu­ na kani bazıları olacaktır. Burada kendi başıma gelenlerden bah­ setmeyeceğim. Ne yazık ki, bugün yalnız felsefede değil, kutsal meselelerde dahi her türlü ehliyeti tekeline alan, başkalarına ise 78

esaretin boyunduruğunu layık gören insanlar var. Bunun başka örnekleri de var. Utrecht teoloğu Gisbert Voet, Descartes'ı ateizm ile ya da en azından ateizmi savunmakla suçlamadı mı? Neden? Çünkü Descartes, Tann'nın varlığını ispat ederken, geleneksel argümanları kullanmak yerine, bu denli önemli bir mesele için daha güvenli bir yaklaşım benimsemişti. Descartes ne yaptı? Me­ ditasyonlar kitabına eklediği, hem kendisine yöneltilen eleştirileri hem de bunlara yanıtlarını içeren bir mektupla kendini Voet'e karşı savundu. Campanella da başkalarına bu felsefe yapma öz­ gürlüğünü sunmayan insanlar tarafından benzer şekilde suç­ lanmadı mı? Yine o da Atheismus triumphatus kitabında ateizmle savaşırken alışılagelmiş silahları kullanmamıştı. İğrenç. Aklı ba­ şında insanlara bu deli ve hasta zihniyetin örneklerini sunma­ mayı yeğlerim. Eğer felsefe felsefi yönteme göre geliştirilecekse, kişinin 154. görüşlerini belirlerken yalnızca hakikatin gücüne dayanması ge­ rekir. Çünkü felsefeyi felsefi yönteme göre geliştiren birinin yal­ nızca yeterince kanıtlanmış ilkelerden geçerli olarak çıkarabile­ ceği önermeleri kullanması gerekir (#1 18). Sadece yeterince ka­ nıtlanmış ilkeleri (#1 1 7) ve sadece isabetli tanımlanmış terimleri (#116). İmdi, tanımlar yalnızca mantık kurallarına karşılık geldi­ ğinde isabetli olur (#1 16); bu nedenle kişinin sadece bu kurallara karşılık geldiği gösterilebilecek tanımları kullanması gerekir. Mantıkta kesin ilkelerin hem akıl hem de tecrübe ile nasıl tesis edildiği açıklanacak (#1 17).1 Demek ki filozof, doğruluğunu man­ tık kurallarıyla kabul ettiği, yeterince kanıtlanmış ilkeleri kulla­ nır. Son olarak, mantık, geçerli sonuçların ilkelerden nasıl çıkarı­ lacağını öğretecek (#1 18).2 Bu yüzden filozof, sadece mantık ku­ rallarıyla ispat edildiğini gösterebileceği şeyleri ispatlanmış ola­ rak kabul eder. İmdi, tüm felsefi bilgiler, mantıkta gösterileceği üzere, tanımlara, önermelere ve onların ispatlarına indirgenir. Bu nedenle, biri felsefi yönteme göre felsefe geliştirecekse, yalnızca mantık kurallarıyla tesis edilebilecek şeyleri kabul edebilir. Zira mantık, bilme yetisini hakikatin bilgisine yönlendiren kuralları açıklar (#61). Sonuç olarak, sadece mantık kuralları ile tesis edi­ lebilecek olanları kabul eden, kabul ettiği şeyin doğru olduğu­ nun açıkça farkına varır. O halde, felsefeyi felsefi yönteme göre 1 Philosophia rationalis sive logica, #669.

2 A.g.y. #332. 79

geliştirenin, görüşünü belirlerken yalnızca hakikatin gücüne da­ yanması gerekir. 155. Bunu, felsefi yönteme göre felsefe geliştirenin, görüşünü belirlerken tüm dışsal nedenleri dışlaması gerektiği izler. Çünkü filozofun birtakım görüşleri incelerken ve hakikatle uyumlu ola­ nı seçerken yalnızca hakikatin gücüne dayanması gerekir (#154). Bu nedenle filozof, doğru görüşü şeyler hakkındaki bilgisine da­ yanarak seçer, herhangi bir başka nedenden ötürü değil. *Felsefi yöntem söz konusu olduğunda, bir hakikat uzun zamandır mı biliniyor yoksa ye!li mi keşfedildi; bir hakikate değer mi veriliyor yoksa bu hakikat kınanıyor mu; hakikat başkaları tarafından mı keşfedildi yoksa bağımsız olarak mı; ünlü bir yazar tarafından mı savunuldu yoksa kuyhı köşedeki bir yazarın çalışmasında ör­ tük olarak mı. . . fark etmez. Çünkü filozof, hakikati sırf hakikat aşkına sever ve onun için çalışır. Şöhreti, gücü ya da başkalarının gözüne girmeyi hakikate tercih etmez. Hakikat pahasına mala mülke tamah etmez. Aksi takdirde, felsefi yönteme göre felsefe geliştirecek olan, başkalarının gözüne girmek ve/veya ünlü ol­ mak ve/veya dikkatsiz okura istediğini vermek için yanlışı doğru ve kuşkulu olanı da kesin addeder. Ve sonuçları kanıtlamak için öncülleri kullanırken (#132), hatalı olan ve kesin olmayan sonuç­ ları kanıtlamak için yine hatalı olan ve kesin olmayan ilkelerden yola çıkar (#1 17). Böylece, hatayı kendi kazancı için boyuna ço­ ğalhr ve başkalarını da hataya sürükler. Öğrettiği şeyler de ge­ rektiği gibi birbirine bağlı olmaz. Öte yandan, anlaşılmamış olandan felsefi yöntemle feragat edilmelidir. Çünkü yeterince kanıtlanmış ilkelerden (#1 18) geçerli olarak çıkarılmadıkça hiçbir önerme felsefeye dahil edilmemelidir. Herhalde kendi çıkarı uğ­ runa başkalarını kandırmanın saygın insanların dürüstlüğüne ve geleneklere ters olduğunu söylememe gerek yok. 156. Eğer biri felsefi yönteme göre felsefe geliştirecekse, onun kendi yargılarını temel alması gerekir, başkalarınınkileri değil. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, yalnızca isabet­ li tanımlanmış terimleri (#116) ve yalnızca yeterince kanıtlanmış ilkeleri (#1 1 7) kullanır. Dahası, yalnızca yeterince kanıtlanmış olan ilkelerden geçerli çıkarılan önermeleri kabul eder (#1 1 8). Ve kullanışlılığı kanıtlanmış bir şey ispat edilemezse, onun olası ol­ duğunu göstermek için gerekli argümanları kullanır ve bu olası­ lığı kesinlikten özenle ayırır (#125). Mantık hangi tanımların isa­ betli olduğunu, ilkelerin nasıl yeterince kanıtlandığını ve henüz 80

bilinmeyen sonuçların ilkelerden geçerli şekilde nasıl çıkarıldığı­ nı açıklar (#1 16, #117, #118, #125). O halde, felsefi yönteme göre felsefe geliştiren birinin manhğın genel kurallarını bu özel du­ rumlara, yani tanımlara, ilkelere ve önermelere uygulaması ge­ rekir. Böylece tanımları, ilkeleri ve önermeleri değerlendirirken başkalarınınkini değil de, kendi yargısını temel alır. Başkalarının yargılarını temel alsaydı, böylesi bir soruşturmayı sürdürmesi gerekmezdi. Ama bu, felsefi yönteme ters. *Birtakım sayıları top­ layan kişi, bir başkası zaten doğru toplamı bulmuş olsa bile, top­ lamı kendi belirler. Fakat eğer başka birinin belirlediği toplama güvenmeyi tercih ederse, hesabı kendi tutmamış olur. Benzer şe­ kilde, eğer kişi bir başkasının yetkesi alhnda tanımları, ilkeleri ve önermeleri kabul ederse, başkaları tarafından tasdik ya da red­ dedilen şeyleri manhk kurallarıyla bizzat karşılaşhrmamış olur. Ne de mantık kurallarını öğrenmeye ve bu manhk kurallarını somut olaylara uygulama alışkanlığı kazanmaya çaba göstermiş olur. Öte yandan, felsefeyi felsefi yönteme göre ele alacak birinin böyle yapması gerekir (#135). Kendi yargılarını görmezden gelen ve sadece başkalarının yetkesi altındaki tanımların isabetli oldu­ ğunu, ilkelerin yeterince kanıtlandığını, önermelerin ilkelerden geçerli çıkarıldığını ve diğer önermelerin olası olduğunu kabul eden biri olsun. Böyle biri yalnızca başkalarının söylediklerini bi­ lir, dolayısıyla da yalnızca başkalarının bilgisi hakkında tarihsel bilgiye sahiptir (#3). Böyle birinden yalnızca başkalarının felsefi bilgisine dair tarihsel bilgiye sahip olmasını bekleyebilirsiniz (#8). Doğrusal bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunun kanıtı için Eukleides'e ve matematikçilerin ev­ rensel uzlaşısına başvuran bir matematikçiye kim gülmez? Yuka­ rıdaki teoremin bir kanıtını sunarken "bu, paralel çizgiler arasın­ daki iç ters açıların eşitliği ile ispat edilir, tüm matematikçiler de bu kanıtın geçerli olduğunda hemfikirdir" diyen bir matematik­ çiye kim gülmez? Kim bu şekilde tartışan birini kınamaz? Aynı nedenden, sırf ünlüler böyle söyledi diye bir tanımı doğru, ilkeyi kanıtlanmış ya da bir önermeyi ispatlanmış veya olası olarak ta­ nıtanlara da gülmemiz gerekir. Ayrıca, argümanlarını sahih bir ispat biçimine indirgemek için çaba göstermeyip başkalarından sağlam ve geçerli argümanlar alanlarla da alay etmeliyiz. Aklı başında kimsenin kuşku duymayacağı şeylerin neden dikkatle incelenmesi gerektiğini merak edenler olabilir. Bu onlara zaman kaybı gibi gelebilir. Ancak bunu yapmanın zahmete değer oldu­ ğunu yeterince gösterdik. 81

157. Felsefi yönteme göre felsefe geliştirecek biri, başkaları­ nın vardığı sonuçları, ilkeleri anlayıp ispat edemediği sürece, ha­ kiki kabul etmemelidir. Çünkü felsefeyi felsefi yönteme göre ge­ liştiren biri, tanım ve önermelerinde daha önce açıklanmış terim­ leri kullanmalıdır (#1 1 6, #1 19). İspatlarında, yalnızca daha önce ispat edilmiş olan önermeleri kullanmalıdır (#120). Dolayısıyla, başka birinin tanımını kullanacaksa, ilgili tanımdaki terimleri açıklayabilmelidir. Ve eğer başka birinin önermesini kullanacak­ sa, ilgili önermedeki terimleri açıklayabilmeli ve onu daha önce ispat ettiği önermelerden hareketle ispat edebilmelidir. O halde, ilkelerini anlayamadığı ve ispat edemediği sürece, başkalarının vardığı sonuçları kullanmaması gerekir. 158. Buna bağlı olarak, felsefi yönteme göre felsefe geliştiren kişi, konuya bir itirazı olmasa da başkalarının kullandığı sözcük­ lere itiraz edebilir. Ya da tam tersi, konuya kahlmasa bile, bir başkası tarafından kullanılan sözcüklere kahlabilir. Felsefi yön­ teme göre felsefe geliştiren biri, imlemi ve/veya anlamı bulanık olan sözcükleri sabit anlamlı sözcüklere dönüştürür (#144). Ve aynı anlamı sebatla sürdürür (#143). İmdi, biri bir şeye işaret et­ mek için farklı bir sözcük kullanabilir. Bu ya bu kişi isabetsiz ko­ nuştuğu için olur ya da adını bulamadığı bir şeye kendince uy­ gun gördüğü bir isim verdiği için. Ve eğer filozof bu şey hakkın­ da her ikisinin de yargısının doğru olduğunu görürse, konuya katılır, fakat diğer kişinin kullandığı sözcüğe katılmaz. Öte yan­ dan, eğer bir başkasının bir sözcükle adlandırılan bir şeye ilişkin yargısının yanlış olduğunu görürse, bunun, sözcüğün yanlış şeye işaret etmek için kullanmasından kaynaklandığı hükmüne varır. Bunun sonucu olarak, diğerinin kullandığı sözcüğe kahlır, fakat konuyla ilgili hemfikir olmaz. *Buradaki niyetimiz sözcüklerde uzlaşılan ancak konuya ilişkin hemfikir olunmayan ya da tersi konuya ilişkin hemfikir olunan ama sözcüklerde uzlaşının olma­ dığı tüm durumları tarhşmak değil. Her ikisinin de olabileceğini göstermiş olmak bize yeter. Öte yandan, nedenlere gereken önemi vermeyenler için bunu netleştirmek adına söylediklerimi­ zi örneklerle pekiştireceğiz. Teodise başlıklı dikkat çeken çalışma­ sında Leibniz, "dünya" sözcüğünü genel olarak varolanların bü­ tün evrenini ve evrende karşılıklı olarak birbirini izleyen varolan dizilerini belirtmek için kullandı. Çünkü sözcüğün bu anlamının kendi amaçları için en uygunu olduğunu ve dilin ortak kullanı­ mına da ters olmadığını düşünüyordu. Ayrıca, şeylerin bir dizi 82

halinde bulunduğu bu evrenin mümkün tüm dünyaların içinde en iyisi olduğunu söyledi. Dolayısıyla, mevcut dünyanın en iyi dünya olduğunu kabul etti. Öte yandan Kutsal Kitap, "dünya" sözcüğünü insan ırkına işaret etmek için kullanır. Sözcüğün bu imlemini kullanarak, kutsal yazar bütün dünyanın kötü olduğu­ nu söyler. Dolayısıyla, kutsal yazar ve Leibniz, sözcükler üzerin­ de anlaşmazlar, fakat konuda anlaşırlar. Nitekim ne Leibniz tüm insan ırkına ahlaki kötülüğün bulaşhğını reddeder, ne de Kutsal Kitap Tann'nın mümkün dünyaların en iyisi olan bir şeyler dizisi seçtiğini. Gerçekten de, dikkatli bir şekilde incelersek, Leibniz'in Teodise' de insan ırkına ahlaki kötülüğün bulaştığından kuşku duymadığını görürüz. Aynca Kutsal Kitap'ın beyanlarının Tan­ n'nın mümkün dünyaların en iyisi olan bir şeyler dizisi seçtiği fikrine kahldığını da görürüz. Matematikte de sözcükler ve/veya konu hakkında anlaşmaya dair söylediklerimizi doğrulayan ör­ nekler bulunur. Optikte, ışık yayan bir cisimden farklı olarak, opak bir cismin ışık yaymayan bir cisim olduğu söylenir. İmdi, optiğin hakikatlerini kendi biliminde kullanan gökbilimci, "opak cisim" ifadesini optikteki imlem ve/veya anlamıyla kullanır. Ve bu imlem ve/veya anlamı kullanarak, Ay'ın opak bir cisim oldu­ ğunu söyler. İmdi, kutsal yazar "aydınlatma" sözcüğünü, opak cisimlere ışık tutulmasına işaret etmek için kullanır. Bu bağlam­ da hem Ay hem de Güneş için "aydınlahcı" denilebilir. İmdi "Ay opak bir cisimdir" ve "Ay bir aydınlahcıdır" önermelerinde, söz­ cüklere ilişkin bir anlaşmazlık vardır, fakat konuya ilişkin yok­ tur. Çünkü hem gökbilimci hem de kutsal yazar, konunun içeri­ ğinde hemfikirdir. Kutsal yazar, Ay'ın ışık yaydığını söylemez, dolayısıyla onun opak bir cisim olduğunu reddetmez. Gökbilim­ ci de Ay'ın yeryüzündeki opak cisimlere ışık tuttuğunu ve böy­ lece onları aydınlattığını reddetmez. Ay'ın, Güneş'in yaphğı gibi ışık yaymadığı pek tabii doğrudur, nitekim kendisi ışık vermez. Yine de bu görüş, Ay'ın Güneş ışığını Dünya'ya yansıttığı ve böylece yeryüzünde karanlıkta olabilecek cisimleri aydınlatabile­ ceği düşüncesiyle tutarlıdır. Yine, benzer şekilde, Leibniz kalkü­ lüsün veya diferansiyel yöntemin diferansiyel niceliklerin hesap­ lanması olduğunu söyler. Fakat Newton'a göre diferansiyel yön­ tem verili sayıdaki noktayla bir eğri çizmenin özel bir yöntemi­ dir. Diferansiyel yöntemi Leibniz'in anladığı haliyle alarak, kök işaretinin alhnda kesir veya nicelikler içeriyor olsalar bile, tüm cebirsel eğrilerin teğetlerinin kolayca belirlenebileceği eklenebi83

lir. Öte yandan, aynı şey, Newton'un anladığı şekliyle diferansi­ yel yöntem için de söylenebilir. Dolayısıyla Newton'un anladığı diferansiyel yöntemle Leibniz'inkinin aynı olmadığını söyleyen biri, yalnızca sözcük bakımından bir anlaşmazlık yarahr, konu­ nun içeriği bakımından değil. Başka bir örnek: Newton, sürekli artan nicelikleri arthran ve sürekli azalan nicelikleri azaltan son­ suz küçük nicelikleri ifade etmek için "akışlar" [İng. fluxions] sözcüğünü kullanır. Bununla birlikte, Leibniz, aynı şeyden dife­ ransiyeller veya diferansiyel nicelikler olarak bahseder. Bu du­ rumda, Newton ve Leibniz sözcüklere ilişkin mutabakat sağla­ mamış olsalar da konunun içeriğinde anlaşmış olurlar, yani hem akışların hem de diferansiyellerin değişkene veya değişene ora­ nının belirlenemez olduğu konusunda. 159. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, bir önermeyi kendisiyle aynı önermeyi dile getiren birinden farklı bir neden­ den ötürü öne sürebilir. Zira felsefi yönteme göre felsefe gelişti­ ren biri, yeterince kanıtlanmış önceki önermelerden geçerli bir şekilde çıkarmadıkça, bir başkasının önermesini kabul etmez (#1 18, #120). Dolayısıyla, eğer onun ilkeleri bir başkasının bir önermeyi kanıtlamak için kullandıklarından farklıysa, vardığı sonucu, bir başkasının aynı sonucu öne sürmek için sahip oldu­ ğundan açıkça farklı bir nedenden ötürü öne sürer. Demek ki aynı önermeyi kanıtlamak için farklı nedenlerin kullanıldığı olur. *Matematikte de olur bu. Yalnızca tecrübesizler veya yeterince okumamış kişiler aynı teoremin farklı şekillerde ispat edilebile­ ceğini bilmez. Zira aynı şeyi söylemek ve/veya evetlemek veya değillemek için farklı nedenler olabilir. Bir yazar, başkası tara­ fından yetersiz bir şekilde kanıtlanmış bir tezi savunduğunda, önceki kanıtın yetersizliğine işaret etmeden önce kendi kanıtları­ nı sunar. Henüz kimse doğru olduklarını ispat etmemiş olsa da, şeyler doğru olabilir. Birinin sonradan çıkıp doğru olduklarını açıkça kanıtlaması imkansız değildir. Sırf henüz yeterince kanıt­ lanmadı diye bir tez yanlış olmaz. Bilakis, onun yanlışlığının açıkça kanıtlanması gerekir. Bir ve aynı şeyin birden fazla nedeni olabiliyorsa, bu şey farklı şekillerde layıkıyla kanıtlanabilir. Ör­ neğin, matematik çalışmanın filozof için yararlı olmasının birçok nedeni vardır. Çünkü matematik felsefeye ilkeler ve felsefenin kural ve kavramlarını çok iyi gösteren örnekler sağlar. Ayrıca, zihni de bilime hazırlar. Bu argümanlardan herhangi biri mate­ matiğin kullanışlılığını kanıtlamada kullanılabilir. Benzer şekil84

de, ruh ve beden arasındaki fiziksel akış kuramının şimdilerde eleştirilmesinin ve reddedilmesinin birden fazla nedeni vardır. Bazıları bu kuramı net bir şekilde açıklanamadığı için reddeder; öte yandan, bu kuramı reddeden herkesin onu iyice anlayamadı­ ğı için reddettiğini söylemek yanlış olur. Sonlu bir ruhun madde üzerinde etkide bulunamayacağı iddiasıyla fiziksel akış kuramını reddeden başkaları da vardır ve bu kuramı reddeden herkesin bu nedenle öyle yaphğını söylemek de aynı derece yanlış olur. 160. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, bir başkasının görüşünün tamamını değil de bir kısmını kabul edebilir. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, daha önceden tesis etmiş olduğu öncüllerden geçerli bir biçimde çıkarmadıkça bir başkasından hiçbir şey almaz (#118). Dolayısıyla, eğer kendi ilke­ lerinden hareketle bir başkası tarafından savunulan şeyin sadece bir kısmını çıkarabiliyorsa, başkasının görüşünün tamamını de­ ğil, yalnızca kendi ilkelerinden çıkarabileceği kısmı alır. *Felsefi yönteme göre felsefe yapmayan kişiyse, yukarıda yeterince açık­ ladığımız üzere, yargılarını hem içkin hem de dışsal nedenlere dayandırır (#155). Ve bu nedenle, sadece bir kısmı kendi ilkele­ riyle uyum içinde olsa bile, genellikle başkalarının görüşlerinin tamamını kabul eder. Öte yandan böylesi bir acelecilik, dışsal nedenleri reddeden felsefi yöntemle de tutarsızlık içerisindedir. Örneğin skolastikler, ayrıca antik teologlar da, sadece Tanrı' da bulunan mutlak veya bağımsız sonsuzlukla dünyaya aykırı ol­ madığını düşündükleri bağımlı sonsuzluğu birbirinden ayırdılar. İmdi, biri, ilkeleriyle ispatlayabileceği için, bağımlı ve bağımsız sonsuzluk arasındaki bu ayrımı kabul edebilir. Fakat dünyanın işler halde ya da gerçekten [İng. actually] ezeli olduğunu değil, yalnızca imkan halinde [İng. possibly] ezeli olduğunu iddia etmiş olur. Nitekim imkanı öne sürenin işlerliği de öne sürdüğünü söy­ lemek uygun olmaz. Ve dünyanın sonsuzluğunu bir imkan ola­ rak görenler, bağımlı sonsuzluğu da bir imkan olarak görürler. Öte yandan, yalnızca bağımlı ve bağımsız sonsuzluk ayrımını kabul edenler, bağımlı sonsuzluğun imkanının bir hipotez oldu­ ğunu öne sürerler, yani dünyanın sonsuzluğunun bir imkan ol­ duğunu varsayarlar. Leibniz, maddi şeylerin öğelerinin sınırlı bir güçle evreni temsil eden monadlar veya yalın tözler olduğunu ile­ ri sürdü. İmdi, biri maddi şeylerin öğelerinin yalın tözler oldu­ ğunu kabul edebilir ve onlara devamlı değişmelerini sağlayan bir güç atfedebilir. Ama bu, bu kişinin buradan hareketle onlarda 85

evreni temsil etine gücü keşfettiği anlamına gelmez. Zira bir va­ rolanın bir cinse ait olduğunu belirleyen biri, buradan hareketle bu varolanın bu cinsin şu türüne ait olduğu sonucuna varamaz, en nihayetinde bir cinsin birçok türü vardır. Copernicus, Dün­ ya'nın da dahil olduğu gezegenlerin etrafında döndüğü merke­ zin Güneş olduğunu iddia etti. Tycho Brahe de Güneş'in, etra­ fında gezegenlerin hareket ettiği bir merkez olduğunu savundu. Fakat buradan hareketle Dünya'nın da Güneş'in etrafında dön­ düğünü iddia ehnedi. 161. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, başkalarının söylediklerini gözden geçirdiğinde, onu daha net anlar, kesinleş­ tirir ve diğer hakikatlerle ilişkilendirir. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, yalnızca terimlerini açıkladığı (#1 16) ve yeterince kanıtlanmış öncüllerden geçerli bir şekilde çıkardığı önermeleri kabul eder (#117, #1 18). Dolayısıyla, bu kişi bir başka­ sından önermeler alırsa, bunları kendi tanımlarıyla açıklayıp kendi ilkelerinden hareketle ispatlar. Ve eğer diğer yazar öner­ melerinin terimlerini tanımlamamışsa ya da en azından yeterince isabetli tanımlamamışsa, o zaman filozof daha iyi tanımlar orta­ ya koyar. Ve böylece başkalarının söylediklerini daha net anlar. Benzer şekilde, eğer diğer yazar önermelerinin doğruluğunu is­ pat ehnemişse ya da en azından uygun şekilde ispat ehnemişse veya bunları diğer hakikatlerle ilişkilendirmemişse, filozof daha kuvvetli bir ispat ortaya koyar ve sonuçlarını sistematik bir bi­ çimde diğer hakikatlerle ilişkilendirir. Ve böylece başkasının önermelerini kesinleştirip diğer hakikatlerle ilişkilendirir. *Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, sıklıkla başkalarının söylediklerini yeni bir ışıkla aydınlatır. Ve bunları kendi tanımla­ rıyla açıklayıp kendi ilkelerinden hareketle ispat ettiği sürece, başka şeylerle birlikte onları da ispatlarında ilkeler olarak kulla­ nabilir, böylelikle de onları kendi mülkiyetine alır. Başkalarının söyledikleri genellikle bu şekilde aydınlatılmadıkça yeterince an­ laşılmaz ve doğru görülmez. Örneğin, Robert Hooke, ana geze­ genlerin Güneş'e doğru çekildiklerini ve bu çekiminin kuvveti nedeniyle doğrusal hareketten saptıklarını iddia etti. Ne ki, Hoo­ ke bu hipotezi ispat edemedi. Ancak Newton, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri [ Principia] adlı kusursuz çalışmasında, azami bir geometrik titizlikle şunu ispat etti: Kepler' in gözlemle tesis et­ tiği yasalara da uygun şekilde, kütle çekim kuvveti ve yerçekimi nedeniyle bir merkez olarak Güneş'e doğru çekilen gezegenler 86

Apollonius elipsi adı verilen yatık çemberden başka bir yörün­ gede hareket ettirilemez. Ayrıca, gezegenlerin doğrusal hareket­ ten saptırıldığı kuvvetin, yerçekimi kanunları gereğince, bir merkez olarak Güneş'e doğru yöneldiğini de kanıtladı. İmdi, gökcisimlerinin hareketlerinin fiziksel nedenlerinin daha önce Hooke tarafından açıklandığını söyleyip Newton'un keşiflerini küçümsemeye çalışmak yersiz olur. Nitekim Newton'un ispatları özel bir yetenek, parlak bir zeka ve derin matematik-geometri bilgisi gerektirir. Bunlar olmasaydı, Kepler'in elips şeklindeki yörüngelerine ve Galileo'nun atılan cisimlerin parabol hareketi açıklamasına aşina biri, elips şeklindeki hareketin, daha doğrusu eğri şeklindeki hareketin Güneş' e doğru çekildiğini göremezdi. Felsefi yönteme göre felsefe geliştirmeyenler, yalnızca diğer ya­ zarların sözlerinden hareketle bir bulamaç yaparlar. Başkalarının söylediklerini yeni bir ışıkla aydınlatmadıkları gibi, daha da ka­ rartırlar. Hiçbir şekilde başkalarının söylediklerini açıklamaz ve­ ya ispat etmezler, aksine onların anlamlarını çarpıtırlar. Başkala­ rının güzelce söylediklerini berbat eden bu gibi çarpıtmalara son vermemiz gerekir. 162. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri karşıt fikirleri çü­ rütmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe ya­ pan biri, bir önermeyi düzgünce kanıtladığı ilkelerden çıkarma­ dıkça, doğru kabul etmez (#1 17, #1 18). Dahası, olasılığı kesinlik­ ten ayırır (#125) ve dogmaların ispatı için hipotezleri ilke olarak kullanmaz (#128). İmdi, iki kişi aynı fikirde olmadığında, biri ya diğerinin söylediğini reddeder ya da diğerinin ispat ettiği şeyin kesin olmadığını veya diğerinin kesin olmadığını söylediği şeyin aslında kesin olduğunu söyler. Ancak evetleyici olan ispat edilir­ se, değilleyici olan böylece ortadan kaldırılır. Dolayısıyla ispatı anlayan biri evetleyici olanı doğru kabul ettiğinde, değilleyici olanı kendiliğinden reddeder. Bu nedenle, değilleyici bir görüşü çürütmek epey gereksizdir. Aynı şekilde, eğer değilleyici olan is­ pat edilmişse, evetleyici olanı çürütmeye gerek kalmaz. Benzer şekilde, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri bir önermenin yalnızca olası olduğu sonucuna varmışsa, başkasının ona kesin demesinden rahatsız olmasına gerek yoktur. Ne de olsa önerme­ nin ispatını engelleyen kusuru tespit etmiştir. Ve muhatap, bu kusurun üstesinden gelemediği sürece, ilgili kusurun farkında olan kimse tarafından kabul görmez. Dolayısıyla muhatabın gö­ rüşünü çürütmeye uğraşmaya değmez. *Bu sebepten, filozof sa87

dece önermelerinin doğruluğunu kanıtlamakla ilgilenir. Ve bir görüşe karşı çıkhğı zaman, ya onun yanlış olduğu onun kendi ispahnın doğal sonucudur, ya da onun yanlışlığını doğru bir önermeyi dolaylı olarak güçlendirmek için ispat eder. Filozof bu yolu ilgilendiği şey sadece hakikat olduğunda izler. Felsefi yön­ tem kullanıldığında olması gereken de budur. Duyguyla hareket etmeyen, başkalarının hatalarından zevk almayan, yalnızca baş­ kalarının kendisinin sahip olduğu hakikatten pay almasını arzu eden biri, yanlışları çürütmenin karşıt doğruları ispat etmekten daha iyi bir yolu olmadığını fark eder. Zaferi başkalarının hatala­ rında aramanın ne denli boş olduğu, manhkta hatanın kökenle­ rini incelediğimizde daha açık olacak.3 163. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, açığa çıkmış ha­ kikate ters bir şeyi savunamaz. Felsefi yönteme göre felsefe ya­ pan biri yalnızca yeterince ispatlanmış olanları kabul eder (#117, #1 18). Olur da bir hata yaparsa, hatalı önermenin ilkelerine ters olduğunu görünce hata yaptığına kolayca ikna olur. Sadece ha­ kikatle ilgilendiği için de (#154), farkına varılan bir hatayı kabul etmez, düzeltir. Bunu yapması gerekir, aksi takdirde öncüllerden sonuçları çıkardığında aşama kaydetmez (#120). İmdi, felsefi ya da doğal hakikatin açığa çıkmış hakikatle çelişemeyeceğinin is­ pat edileceği yer burası değil, bunu yeri geldiğinde kanıtlayaca­ ğız.4 Demek ki, felsefi yönteme göre felsefe yapan birinin açığa çıkmış hakikate ters bir şeyi savunmaması gerekir. *Filozofun, Kutsal Kitap'ın hatalı yorumlarına veya Kutsal Kitap'tan geçerli çıkarılmamış şeylere ters olanları savunması mümkündür. Ne de olsa Kutsal Kitap'ın hatalı yorumları ve Kutsal Kitap'tan geçerli çıkarılmamış şeyler, açığa çıkmış hakikatler değildir. İmdi, bazen filozofun teolojik bir önermeye ya da bir Kutsal Kitap yorumuna ters bir önerme ortaya koyduğu da olur. Öte yandan, mademki filozof kadar teolog da hata yapar, yalnızca filozofun değil, teo­ loğun da Kutsal Kitap'a dair yorumunu veya teolojik önermesini gözden geçirmesi gerekir. Örneğin, bazı kilise babaları bir za­ manlar dünyanın yuvarlak olmasının Kutsal Kitap' a aykırı oldu­ ğuna inandılar, çünkü Kutsal Kitap'taki bazı parçaları dünyanın yuvarlaklığıyla tutarsız olarak yorumlamışlardı. Fakat gökbilim­ le içli dışlı olan filozoflar, dünyanın yarımküre olmadığını, yu' Philosophia rationalis sive logica, #623. ' A.g.y. #968. 88

varlak olduğunu ispat ettiler. Dolayısıyla, bu felsefi tez, bazı Kutsal Kitap yorumlarıyla çelişir. Gelgelelim Kutsal Kitap'ın yo­ rumunun doğru olduğu ve dolayısıyla felsefi tezin yanlış olduğu da varsayılamaz. Aksine, filozof ispahnı yeniden incelemekle, teolog da Kutsal Kitap yorumunu gözden geçirmekle mesuldü. Filozoflar, meseleyi yeniden inceledikten sonra, dünyanın yuvar­ lak olduğunun kuşkuya yer vermeyecek kadar açık bir şekilde ispatlandığı sonucuna vardılar. Teologlarsa, şaşkınlıkla, yorum­ larının yanlış olduğunu fark ettiler, filozoflara müteşekkir oldu­ lar. 164. Felsefi yönteme göre felsefe yapan kişinin öğretileri er­ deme ters olamaz. Zira felsefi yönteme göre felsefe yapan biri yalnızca kanıtlanmış olanı doğru kabul eder (#1 1 7, #118). Olasılı­ ğını doğru bir şekilde belirleyemediği sürece hiçbir şeyi olası ka­ bul etmez (#125). Ve dogmaları kanıtlamak için hipotezlere baş­ vurmaz (#128). İmdi, doğru ilkelerden hareketle ispat edilebile­ cek bir şey erdeme ters olamaz, zira evrensel pratik felsefede gös­ terileceği üzere,5 erdem kavramı böyle ilkeleri temel alır. Dahası, olasılıkları dogmaları tesis etmek için kullanmayan biri, olasılık­ ları hakikate uymasa dahi, erdemi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmaz. Ve bir hipotezi sadece bir olasılık olarak kullanan biri, hipotezin yanlış olduğu kanıtlansa bile, erdemi tehlikeye atmış olmaz. *Örneğin, felsefi yönteme göre felsefe yapan birinin ruh­ beden ilişkisini açıklamak için bir hipotez kullandığını farz ede­ lim. Bu hipotez başarısız olursa, erdem için herhangi bir tehdit oluşmaz. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe yapan biri hipotezi ispatlanmış hakikat addetmez. Dolayısıyla ahlaki ilkeleri ispat etmek için bir hipotez kullanmaz. O, tecrübenin kesin olduğunu iddia eder ve bir hipotez tecrübeyi açıkladığında ona ilke mua­ melesi yapar. Öte yandan, tecrübeye uygunluk, filozofun tecrü­ beyi açıklamak için kullanabileceği bir hipotezin kusurlarını örtmez. Bir filozofun Leibniz'in ruh-beden ilişkisini açıklamak için icat ettiği önceden kurulmuş uyum [harmonia praestabilita] dizgesini benimsediğini varsayalım. Ruh ve bedenin birbirlerine karşılıklı olarak tesir ediyormuşçasına etkileşimi bir tecrübe ol­ gusudur. Leibniz'inki de dahil olmak üzere, bu ilişkiyi açıklamak için oluşturulan her hipotez, bu hakikati benimser. Dolayısıyla pratik ahlakta bunun tecrübeye uyduğunu savunur, ruh ve be5 Philosophia practica universalis, I, #321.

89

denin karşılıklı etkileşim içinde olmasının olası sonuçlarını ko­ nuşuruz. Fakat eğer önceden kurulmuş uyum dizgesi tecrübeye ters çıksaydı, belli tecrübe dayatmalarının yanlış olduğu sonucu­ na değil, hipotezin yanlış olduğu sonucuna varırdık. O halde, önceden kurulmuş uyum dizgesinin erdemi baltalayacağından çekinmeye gerek yoktur. Roma' da papalık mahkemesi Curia ta­ rafından Copemicus dizgesinin gökcisimlerinin hareketlerini açıklamak ve hesaplamak için bir hipotez olarak kullanılmasına izin verildiğinde de aynı şeyin farkına varıldı. Yine de, doğrulu­ ğu dünyanın yuvarlaklığı kadar bariz olmadan, teologları Kutsal Kitap yorumlarını gözden geçirmeye zorlayacak bir dogma ola­ rak kullanılmamalıydı. Açığa çıkmış hakikatle çelişenler ve ge­ çerli sonuçları hakikate ters olan şeyleri öğretenler felsefi yönte­ me göre felsefe yapmazlar. Çünkü kesin olmayan ilkeler ve zayıf ispatlar kullanırlar. Kendi ilkelerini ihlal etmelerine, özellikle de ilkelerinin kesin ve tutarlı olmamasına dikkat çekmeliyiz. 165. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri kamu yaşamına ters şeyler öğretmez. Kamu yaşamı gerekenden yozlaşmış değil­ se, yukarıdaki ispat (#164) demek istediğimizi kanıtlar. Eğer yoz­ laşmışsa, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri yine de herhangi bir kargaşaya yol açmaz. Çünkü yalnızca münasip bir kamu ya­ şamının genel özellikleri öğretir ve tek tek olayları tartışmaz. Dahası, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, güçlü bir yurttaş­ lık felsefesine dayanan iyi yasalara ve kamu düzenine karşı çık­ mayacakhr, çünkü o hakikatlerin birbiriyle ilişkisini gözetir (#133). Dolayısıyla, kargaşaya yol açma korkusu olmadan dogmaları sunamayacağını anlarsa, hem yurttaşlık düzeninin hem de kili­ senin bekası için sessiz kalacaktır. *Felsefi ispat, rıza kazanmak için akla başvurur. Dolayısıyla, özellikle kamu yaşamının mevcut durumuna uygulanmazsa, duyguları hemen hiç rahatsız etmez. Bunu, siyaset incelememizde ayrıntılı açıklayacağız.6 166. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren birinin felsefe yapma özgürlüğüne sahip olması gerekir. Zira felsefi yönteme göre felsefe geliştiren birinin görüşlerini belirlerken hakikatten başka bir şeyle ilgilenmemesi gerekir (#154). Başkalarınınkilere değil, kendi yargılarına dayanması gerekir (#156). Kendi ilkele­ rinden hareketle anlayıp ispat edemediği sürece, başkalarının söylediklerini kabul etmemesi gerekir (#157). Dolayısıyla onun • Institutiones juris naturae et gentium, Praefatio.

90

kendi görüşünü kamuya açıklamasına izin verilmesi gerekir. Başka bir deyişle, felsefe yapmasının engellenmemesi gerekir, ki bu hem saçma hem de yukarıdaki paragrafta belirttiğimiz şeye de ters olur. İmdi, kişinin kendi görüşünü açıklamasına izin ve­ rilmesi felsefe yapma özgürlüğüdür (#151). Dolayısıyla, felsefi yönteme göre felsefe geliştiren birinin felsefe yapma özgürlüğü olması gerekir. ""Birinin sırf felsefi yöntemi kullanıyor diye felsefe yapmasını engellemenin saçma olacağını söylemiştim. Aksi tak­ dirde kişinin felsefi yönteme karşı felsefe yapması gerekirdi. Bu durumda yalnızca tam manasıyla anlamadığı ve doğru olduğu­ nu açıkça görmediği şeyleri öğretenlerin felsefe yapmasına izin verilirdi (#136). Dolayısıyla, böyle birinin bilgisi ne kesin olurdu ne de seçik (#137). İnsan yaşamın sorunlarına da doğru düzgün uygulanamazdı (#138). Bunun saçma olduğu bariz, en nihayetin­ de felsefe yaşamdaki kullanışlılığı için öğrenilir. Bunu inkar eden, öğrenildikten kısa süre sonra unutulacağını ümit ettiğim şeyler öğretiyor demektir. Fransa'da Paris Kraliyet Bilimler Aka­ demisi üyelerine felsefe yapma özgürlüğü verildi, çünkü hakika­ ti doğru yöntemle aradılar ve tüm gayretleri gizli hakikati açığa çıkarmak üzerineydi. Öte yandan, Paris Üniversitesi'ndeki felsefe profesörleri sadece Aristotelesçi felsefeyi öğretmeye ve savun­ maya yönlendirildi, çünkü felsefeyi yalnızca skolastik teolojide kullanılsın diye öğretiyorlardı. Bu konuya Sorbonne mensubu ve Paris Akademisi'nde felsefe profesörü olan Jean-Baptiste Duha­ mel Philosophia vetus et nova [Eski ve Yeni Felsefe] eserine yazdığı girişte değinmişti. 167. Felsefi yönteme göre felsefe yapanlara sınırsız felsefe yapma özgürlüğü verilmesi din, erdem veya devlet için bir tehdit oluşturmaz. Nitekim felsefi yönteme göre felsefe yapan biri açığa çıkmış hakikatle çelişmez (#163). Erdeme ya da kamu yaşamına ters düşen bir şey öğretmez (#164, #165). Eğer felsefi bir tez ile bir Kutsal Kitap yorumu veya teolojik tez arasında anlaşmazlık do­ ğarsa, bunu hakikati daha isabetli araşhrmak ve daha sağlam be­ lirlemek için fırsat bilir. Sonuç olarak, eğer Kutsal Kitap yorumu veya teoloji tezi hatalıysa, bu, yukarıda söylediğimiz üzere, der­ hal fark edilir (#163). Bir görüşün savunulması yurttaşlık düze­ nine yahut dini yaşama zararlı olursa, yukarıda söylediğimiz (#165) ve yeri ve zamanı gelince kanıtlayacağımız üzere/ filozof 7 Institutiones juris naturae et gentium,

#1050. 91

bir süreliğine kendi hakikatine sessizce perde çeker. Devlette fel­ sefe yapma özgürlüğü sınırlanacaksa, bu yalnızca dine, erdeme ya da kamu yaşamına muhalefetin engellenmesi için yapılabilir. Bunu siyaset incelememizde kanıtlayacağız,8 zira bütün bunlar siyasetin ilkelerinden çıkar. Dolayısıyla felsefi yönteme göre fel­ sefe yapan biri kendi sınırını belirler-çoğu zaman başkalarının çiğnediği sınırlar. Dolayısıyla eğer ona felsefe yapma özgürlüğü verilirse din, erdem ya da kamu yaşamı için tehdit oluşturmaz. "Tecrübenin bunun aksini gösterdiği itirazı yükselebilir. Denebi­ lir ki Spinoza felsefi yöntemle aynı olan matematiksel yönteme göre felsefe yapmışb (#139), ama bu onun dine ve erdeme ters şeyler öğretmesini engellemedi. Buna şöyle cevap veririm: Felsefi yöntemi uygularken hata yapılabilir ve böylece zarar verici yan­ lışlar doğabilir. Fakat yöntemden böylesi bir sapma, başkaları ta­ rafından açıkça ispat edilebilir ve haliyle hata da düzeltilir ve bu hatalar felsefede kabul edilmez (#118). Etika'da Spinoza, tanımla­ rını, aksiyomlarını, önermelerini ve ispatlaruu düzenlemek ve/veya sıralamak için geometrik yöntemi kullandı. Ancak buradan Spi­ noza'nın felsefi yönteme göre felsefe yaphğı ve böylece tanımla­ rındaki bütün terimleri yeterince açıkladığı, yalnızca tam mana­ sıyla kanıtlanmış ilkeleri ispatlarında kullandığı ve felsefi yön­ temin gerektirdiği sahih ispat yöntemini gözettiği çıkmaz (#116, #118, #124). Spinoza'nın doğru yöntemden nasıl saphğını ince­ lemeyen için onun zararlı hatalarının nedenleri açıkhr. Burada bu arenaya inmek istemiyoruz. Yine de geçerken bir uğrayalım: Spinoza'nın töz ve özgürlük tanımlarına göre, tek töz ve özgür olduğu söylenebilecek tek varolan Tanrı'dır. Nitekim Spinoza, tözü, kendi başına var olan ve kendi aracılığıyla kavranabilen, yani kavramının ifade edilmesi için başka bir şeyin kavramına ihtiyaç olmayan şey olduğunu belirtti. Özgürü ise yalnızca kendi doğasının zorunluluğu gereği var olan ve eylemi yalnızca kendi­ si tarafından belirlenen olarak tanımladı. Bu tanımları inceleyip de birincisinin müstakil varolanın tanımı olduğunu kim görmez? Tanrı yegane müstakil varolan olduğu için de, bu tanım sadece Tanrı'ya uygulanabilir. Spinoza'nın özgür varolan tanımının da yalnızca Tanrı için geçerli olduğunu kim fark etmez? Zira kendi zorunluluğu gereği var olmak, müstakil bir varolanın özelliğidir ve yalnızca Tanrı için geçerlidir. Birinin kendisini tüm diğer şey• A.g.y.

#1024. 92

lerden müstakil olarak belirlemesi de sadece Tanrı'da bulunan bir özelliktir. Öte yandan, felsefi yönteme göre felsefe yapan, sözcüklerin yerleşik anlamından sapmaz (#142). Sonuç olarak, çoğu zaman hem Tanrı'nın hem de insanın yüklemi olarak anla­ şılan şeylerin yalnızca Tanrı'run yüklemi olabilecek şekilde ta­ nımlanmaması gerekir. Bu tanımlarda arzulanan başka şeylere değinmeyeceğim. Felsefi yönteme göre felsefe yapanların zaman zaman felsefe özgürlüğünü suiistimal etmesinin kaçınılmaz ol­ duğunu kabul edelim. Yine de bu, felsefe yapma özgürlüğü ol­ madan var olamayan felsefi yöntemi bastırmayı (#166) ve yerine bilimlerde ilerlemeye zararlı bir esareti getirmeyi meşrulaştırabi­ lecek bir neden değildir (#152). Bu büsbütün yanlış olurdu. Çok daha aydın bir yöntem aramak zorunda kalmayalım diye zaman zaman suiistimallere izin vermeliyiz, özellikle de siyasette9 tartış­ tığımız yasal çözümler bu suiistimallere uygulanabileceği için. Felsefi yöntem daha yakından anlaşılırsa ve filozof da bunu bir alışkanlık haline getirmek için alıştırmalar yaparsa, suiistimaller daha az olur. Zihinsel alışkanlıkların hızla kazanılabileceği dü­ şüncesi, terk edilmesi gereken bir hayaldir. 168. Felsefi bir önermenin teolojik bir önermeyle ya da Kutsal Kitap'ın kabul edilmiş bir yorumuyla çeliştiği düşünülüyorsa, bu çelişkinin açıkça ispat edilmesi gerekir. İmdi, iki tür çelişki var­ dır. İlk olarak, bazı çelişkiler barizdir. Örneğin Ptolemaios Dün­ ya'nın evrenin merkezinde hareketsiz durduğunu, Copernicus da gezegenler arasında ara bir konuma sahip olan Dünya'nın Güneş'in etrafında döndüğünü söyler. Sonra, bazı çelişkiler ör­ tüktür. Örneğin, "biri diğerine içeriden temas eden iki çemberin merkezi aynı olabilir" geometrik önermesi, "aynı çemberin tüm yarıçapları eşittir" önermesiyle çelişir. Örtük çelişkilerin nedeni bazen sözcüklerin farklı şeylere işaret edecek şekilde kullanılma­ sıdır. İmdi, felsefi esaret, zorunlu olarak felsefe yapma özgürlü­ ğünü de içeren (#166) felsefi yöntemle (#153) çelişir. Dolayısıyla, filozofun tam manasıyla anlamadığı ve doğruluğunu açıkça kav­ rayamadığı şeyleri tartışması istenmedikçe felsefi yöntem redde­ dilemez (#136). Bu durumda, onun bilgisi ne kesin olur, ne seçik (#137). Yaşamın sorunlarına da uygulanamaz (#138). O halde, fi­ lozofa çelişki dayatılamaz, daha ziyade başkalarının yargısıyla değil de kendi yargısıyla onu fark edebilsin diye, çelişkinin açık9 A.g.y.

#1048. 93

ça ispatlanması gerekir (#156). Dahası, sözcüklerde anlaşmazlık olsa bile, konuda hemfikir olunabilir (#158). Dolayısıyla, bir çe­ lişki ancak, hem filozof hem de teolog sözcükleri aynı şeye işaret edecek şekilde kullansa dahi, filozofun öncül olarak kullandığı tanımlardan gerçek bir anlaşmazlık çıktığı gösterilebilirse bariz addedilebilir (#1 16). Eğer bir çelişki örtük ise, o zaman bu çelişki, tezin yazan tarafından sunulan ilkeleri öncül alarak, çelişkili ol­ duğu söylenen teolojik tezden geçerli bir şekilde türetilmelidir. Dolayısıyla, teolojiye veya Kutsal Kitap'a ilişkin çelişkinin, felsefi yönteme zarar vermediği sürece, filozofa dayatılamayacağı açık­ tır. Demek ki bir çelişkinin, ister örtük isterse bariz olsun, açıkça ispatlanması gerekir. *Bu, çüriihnenin nasıl yapıldığını açıklaya­ cağımız mantıkta10 ve felsefe yapma özgürlüğünün devletle nasıl ilişkili olduğunu açıklayacağımız siyasette11 çok daha açık hale getirilecek. Burada şimdilik şuna dikkat çekmek yeterli olur: Açığa çıkmış hakikatle çelişen keyfi iddialara izin vermek, felsefi yönteme zarar vermektir. Üstelik şu da açık: Kutsal Kitap'ın veya teolojik tezlerin kabul gören yorumlarına ilişkin çelişki, özellikle de bunlar Hristiyanlar tarafından hala tartışılıyorsa, Kutsal Ki­ tap'ın kendisine ya da açığa çıkmış hakikate zarar vermez. Zira bir çelişki kanıtlanırsa, buradan felsefi tezin yanlış olduğu sonu­ cu kendiliğinden çıkmaz (#163). Dünya'nın yuvarlaklığı, kilise babalarının Kutsal Kitap yorumlarıyla çelişir (#163). Ama bura­ dan Dünya'nın yuvarlak olmadığı sonucu çıkmaz. Bununla bir­ likte, ilk zamanlarda, daha Dünya çepeçevre dolaşılmadan önce (Geographia, #6), teologların Kutsal Kitap sözlerinde ima edilen anlamı fark etmesine yardımcı olacak kadar kanıt yoktu. Galileo, dine zarar vermek için felsefe yapma özgürlüğünü suiistimal et­ mekle suçlandığında, Roma'daki papalık mahkemesi Curia, onun söylediklerini dikkatle inceledi. Engizisyon' daki Kardinaller, Ga­ lileo'ya bir çelişki dayatmaktan ziyade Galileo'nun kendisinin inkar edemeyeceği bariz bir çelişkiye dikkat çektiler. Hepimiz bi­ liyoruz ki Copernicus'tan önce yaşayan herkes ve Tycho Brahe dahil ondan sonra gelen pek çok kişi, Güneş'in hareketini ele alan Kutsal Kitap metinlerini lafzi anlamıyla kabul etti ve böyle­ ce Güneş'in günlük dönme hareketine ilişkin iddiayı sürdürdü­ ler. Kutsal Kitap'ın bu yorumuna dayanarak Dünya'nın evrenin ıo Philosophia rationalis sive logica,

#1017. #1075.

1 1 Institutiones juris naturae et gen ti um,

94

merkezinde hareketsiz durduğunu düşündüler. Ancak Copemi­ cus'u takip eden Galileo, Dünya'nın hem Güneş'in çevresinde hem de kendi ekseni etrafında döndüğünü ileri sürdü. Ve böyle­ ce, yeryüzünün değil de Güneş'in evrenin merkezinde durduğu sonucuna vardı. Dolayısıyla, Galileo'nun konumu ile Kutsal Ki­ tap'ın yerleşik yorumu arasında açık bir çelişki söz konusu oldu. Yine de, Roma'daki papalık mahkemesi Curia, bu yorumdan ha­ reketli Dünya hipotezinin yanlış olduğu sonucunun çıkmadığı kanaatine vardı. Nitekim kilise mahkemesi başkanı rahip Honore Fahri, 1 665 tarihli Transactiones Anglicani' de şunu söyledi: "Co­ pemicus'u izleyenler yeryüzünün hareketini kesin olarak ispat ederlerse ya da ettikleri zaman, bu, Kutsal Kitap'a aykırı olmaya­ cak; öte yandan, bir skandaldan kaçınmak için bunun doğru ol­ duğunu ileri sürmemek gerekir." Hareketli Dünya hipotezi ile karşı karşıya kalındığında, Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumu ısrar­ la kabul edilebilir veya reddedilebilir. Fahri, her iki durumda da bir skandalın kaçınılmaz olduğunu anlamışh. Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumunda ısrar edilirken aynı zamanda Dünya'nın ha­ reketi de doğru olarak savunulsaydı, bazıları Kutsal Kitap'ın ha­ kikate ters şeyler öğrettiği sonucuna varabilirdi. Demek ki, bir hipotez veya bir diğeri kabul edildiği sürece, dine ters pek çok sonuç çıkabilir. Diğer taraftan, henüz ispat edilmemiş bir hipote­ ze dayanarak Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumu reddedilirse, ilgili hipotez daha sonra yanlış da çıkabilir. Bu tehlike her zaman var­ dır. Dahası, yeterli delil olmadığında, teoloğun filozofa itibar et­ memesi gerekir. O halde, her iki durumda da dinle tutarlı olma­ yan sonuçlar olur. Bu tutarsızlıklar, sonuçların çıkarıldığı akıl yürütme süreçlerinde öncül olarak kullanılabilecek hipotezlere göre değişir. Böylece Fahri makul bir şekilde skandalı öngördü ve felsefi bir hipotezle karşılaşhğında Kutsal Kitap'ın yerleşik yo­ rumu lehine tavır aldı. Curia Dünya'nın hareketinin ispat edil­ meden önce doğru kabul edilmesini istemiyordu ki herhangi bir skandal patlak vermesin. Ö te yandan, Curia bu kuramın gökci­ simlerinin hareketlerini hesaplamak ve gökyüzü olaylarını açık­ lamak için bir hipotez olarak kullanılmasını yasaklamadı. Nite­ kim Giovanni Riccioli bunu bir hipotez olarak kullandı. Paris Kraliyet Bilimler Akademisi'nde gökbilimci James Cassini de 1717'de bu hipotezi ispat etmek için çakılı yıldızların ıraklık açı­ sına [ İng. parallax] ilişkin gözlemlerini Akademi'ye sundu. Bu son olay Roma Kilisesi'nin Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumuna 95

aykırı hipotezlerin doğruluğunu soruşturmaya izin verdiğini açıkça gösterir. Bu örnek ayrıca ispatladıklarımızı da destekler. Zira felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, yeterince kanıtlanmış ilkelerden geçerli çıkarılmamış hiçbir şeyi doğru kabul ederek felsefeye dahil etmez (#1 18). Olasıyı kesinden isabetli bir şekilde ayırt eder (#125). Hipotezleri yalnızca saf hakikatin keşfine giden yolu hazırladıkları sürece kullanır (#127). Dogmaların ispahnda ilke olarak kullanmaz (#128). Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri sadece felsefi yönteme uygun düşen felsefe yapma özgürlü­ ğünü talep eder. Dolayısıyla, bir hipotezin olasılığını tesis eden argümanlara kani olduğunda, hipotezini daha ileri bir araştırma için kamuya sunabiliyorsa, bundan memnun olur. Bir felsefe hi­ potezi Kutsal Kitap' taki bir metnin yerleşik yorumuna ters olur­ sa, daha önce başka bir yerde göstermiş olduğumuz gibi (Astro­ nomia, #577), bu felsefi gelişmeden dolayı Kutsal Kitap'ın anlamı kesinliğini yitirmez. Kutsal Kitap yorumunda mantığın kullanı­ mını açıkladığımızda,12 söylediklerimiz daha açık olacak. Burada detaylara girmek niyetinde değiliz. 169. Felsefe yapma özgürlüğü yoksa bilimde ilerleme de yok­ tur. Çünkü felsefe yapma özgürlüğü yeşermezse, kimsenin yer­ leşik görüşe uymayan bir felsefi görüşü kamuya sunma izni ol­ maz (#151). Bu durumda herkes, hakikate ters görünse bile, yay­ gın görüşü savunmak zorunda kalır. Sonuç olarak, kimsenin fel­ sefi yönteme göre felsefe yapamadığı (#153) bir felsefi esaret (#152) doğar. İmdi, eğer felsefe felsefi yöntem olmaksızın gelişti­ rilirse, ele alınan şeyler yeterince anlaşılamaz ve açıkça doğru kabul edilemez (#136). Böyle bir bilgi ne kesin olur, ne de seçik (#137). Yaşamın sorunlarına da uygulanamaz (#138). Böyle bir durumda felsefede kayda değer bir ilerleme kim bekleyebilir? Aynı şey başka bir şekilde de kanıtlanabilir. Filozofların, mate­ matikçiler gibi, bilmedikleri şeyleri kabul etmemeleri gerekir. Fakat olur da bu tür şeylerden söz ederlerse, hem başkalarına hem de kendilerine yetkinliklerinin çok dışında kalan şeyleri de bildikleri izlenimini vermek istiyorlar demektir. Dolayısıyla, eğer felsefe yapma özgürlüğü yok edilmişse ve başkalarının yargıla­ nru savunmak gerekiyorsa (#151), hakikate ters şeyler savunmak durumunda kalınabilir. Bir hata kabul edilir, sonuçlar çıkarmak için ilke olarak kullanılırsa, nice yeni hatalar üretilir. O halde, bir 12 Philosophia rationalis sive logica, #968.

96

hata fark edilirse, o noktada durmak gerekir. Hatanın düzeltil­ mesine izin verilmez ve hakikate ters olan hakikatin yerini alırsa, ilerleme beklenemez . ..Tarih, felsefi esaretin çağlar boyunca bi­ limlerde ilerlemeye ne denli ket vurduğunu gösterir. Aristoteles­ çi-Skolastik görüşten bir saç teli kadar sapmaya bile izin veril­ mediği zamanlarda felsefenin çok az geliştiğini görmemek mümkün mü? Felsefi disiplinler esareti reddeden, felsefe yapma özgürlüğü talep eden ve başkalarına yaranmaya çalışanlarla alay edenler sayesinde gelişir. Felsefi esaretin sonucu olamayacak pek çok kabahatin felsefe yapma özgürlüğünden kaynaklandığını inkar etmiyoruz. Öte yandan, böyle bir esaret, tembel gençleri memnun edip bundan çıkar sağlamak isteyenlerin yapacağı yü­ zeysel felsefi incelemelerin önünü açar. Söz konusu kabahatler felsefe yapma özgürlüğünden değil, felsefi yöntemin uygunsuz kullanımından kaynaklanır. Felsefi yöntem kullanıldığında kim­ senin korkmasına gerek kalmaz. Zira felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, kendi ilkelerinden hareketle anlayamadığı ve ispat edemediği sürece başkalarının söylediklerini kabul etmez (#157). Tam manasıyla kanıtlanmış ilkelerden çıkmadıkça herhangi bir şeyin doğru olduğunu savunmaz (#1 18). Olasıyı kesinden ayırır (#125). Başkalarının söylediklerini daha net anlar, kesinleştirir ve diğer hakikatlerle ilişkilendirir (#161). Bu yüzeysel bir inceleme olmaktan Güneş' in Dünya'ya olan uzaklığı kadar uzaktır. Felsefe yapma özgürlüğünün hem felsefi yöntemle tutarlı olduğunu hem de ondan ayrılamayacağını gösterdik (#166). Dolayısıyla onun bilimler için zararlı olmamasında şaşacak bir şey yoktur. Ancak felsefi yöntemi kullanmayanlar felsefe yapma özgürlüğü­ nü gasp ederse, bunun sonucu yüzeysel bir inceleme ve birçok çarpık görüş olur. Ve felsefe yapma özgürlüğü ortadan kalktı­ ğında, bilimsel gelişmeler genellikle suçlamalara dönüşür. Utanmaz insanlar, hakikati savunma bahanesiyle, başka sebep­ lerden nefret ettikleri yazarlara zorluklar çıkarırlar. Sokrates, asıl neden Anytos'un özel bir sebepten dolayı ondan nefret etmesiy­ ken, dinsizliği öğretmekle ve gençleri yanlış yönlendirmekle suç­ lanıp baldıran içmeye zorlanmadı mı? Güneş'in duyumdan ve akıldan yoksun olduğunu öğrettiği için Sokrates'in hocası Anak­ sagoras, Kleon tarafından dinsizlikle suçlanmadı mı? Bunun için hapse ahldı ve ölüme mahkum edildi. Aristoteles'in kendisi de, başkalarının da söylediği gibi, rahip Eurymedon veya Demophi­ los tarafından dinsizlikle suçlanmamış mıydı? Bu nedenle Ati97

na' dan ayrıldı ve dediğine göre Sokrates' e öfkeli olan Atinalıla­ rın felsefeye karşı ikinci kez günah işlemesine izin vermek iste­ mediği için Khalkis'e gitti. İnsanlar felsefi yönteme göre felsefe yapmaya başladık­ 170. larında, ortak çabalarıyla bilimlerin sınırlarını genişletirler. Çün­ kü felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, manhk kurallarını öğ­ renir ve bunları somut olaylara uygulama alışkanlığı kazanır (#135). Sonuç olarak felsefi yönteme göre felsefe yapıp yapmadı­ ğını bilir. Olur da hata yaparsa, derhal fark edip düzeltir. Aynı şekilde, aritmetikle ilgilenen ve hesap yapma alışkanlığını geliş­ tiren biri de dikkatli olduğu zaman matematik işlemlerini doğru yaptığını bilir. Ve yine aynı şekilde, hata yaparsa hemen fark edip düzeltir. İ mdi, felsefi yönteme göre, yalnızca isabetli tanım­ lanmış terimler (#1 16) ve yeterince kanıtlanmış ilkeler (#1 17) kul­ lanmalı. Yeterince kanıtlanmış ilkelerden (#1 18) geçerli bir şekil­ de çıkarılan önermeler kullanmalı ve ispatlar da isabetli olmalı (#120, #123, #124). Hipotezler, yalnızca hakikatin keşfinin yolunu açtıkları sürece kullanılmalı (#127, #128). Kesin olan, pratik ya­ şamdaki kullanışlılıkları nedeniyle kabul edilen olasılıklardan ayırt edilmeli (#125). Ve son olarak, sözcükleri şeylerden isabetli bir şekilde ayırt etmeli (#158). Dikkatli olunduğunda tanımları­ nın yerinde olup olmadığı, ilkelerinin yeterince kanıtlanıp kanıt­ lanmadığı, önermelerinin tam manasıyla ispat edilip edilmediği, ispatlarının mutlak olup olmadığı, bir önermenin olası olup ol­ madığı ve hipotezlerin hakikatin keşfine giden yolu hazırlamak için kullanılıp kullanılmadığı fark edilir. Yine de bir şey unutul­ muş veya dikkatsizlik sonucu mantık kurallarını uygulamada hata yapılmış olunabilir (mantıkta13 bunu daha ayrıntılı açıklaya­ cağız). Bu durumda, uygun bir zamanda düşünceler sakince gözden geçirilerek hatalar fark edilir. Daha sonra ya hata düzelti­ lir ya da doğrusu henüz bilinmiyorsa, basitçe reddedilir. İmdi, felsefi yönteme göre felsefe yapan herkes bunları yapar. Dolayı­ sıyla biri bir başkası tarafından tesis edilmiş bir hakikati hemen tanır ve ilerleme kat etmek için kullanır. Başka biri de ya bir ha­ taya dikkat çeker ya da onu düzeltir. Ve böylece hatayı yapan da hatasını fark eder ve başka biri henüz düzeltmemişse hemen dü­ zeltir. Böylece ortak bir çabayla bilimlerin sınırları genişletilmiş olur. *Felsefi yöntem hakkında söylediklerimizin tecrübeye ters olduğuna kani olanlar çıkabilir. Zira insanlar, yaptıkları hatalara 13 Philosophia rationalis sive logica,

#634. 98

ne kadar dikkat çekilirse çekilsin, onları inatla savunmak için pek çok neden bulurlar. Tespit edilen hataların böylesine inatla sa­ vunulması, hepimizin bildiği gibi, yaygın bir şeydir. Çünkü pek çok yanlış doğru görünür ve doğruymuş gibi savunulur. Dolayı­ sıyla, görünen o ki, yaygın olarak da inanıldığı üzere, akıl delile ters yönde işler ve iradenin emrini yerine getirir. Bir ispatı hiçbir zaman seçik bir şekilde anlamayanlar, hakiki mantıktan ya da mantığı uygulama alışkanlığından yoksun olanlar, yargılarını ak­ lın sunduğu delile değil de, türlü türlü dış etmenlere dayandırır­ lar. Dolayısıyla, rızaları iradeye dayanır ve bu nedenle çelişkinin her iki tarafına da kayıtsızdır. Bugün şevkle savunduklarının ak­ sini yarın aynı coşkuyla savunduklarını görürsünüz. Bugün biz­ zat savundukları şeyleri öğrettiği için yarın başkalarını kınadık­ larını görürsünüz. Fakat bu örnekler, söylediklerimize halel ge­ tirmez. Zira herhangi bir hata yüzünden azarlanmış olanın yön­ teme aşina olan ve onu somut olaylara uygulama alışkanlığını geliştirmiş biri olduğunu varsaydık. Ayrıca, başkasının hatasına dikkat çekenin de bu iki erdeme sahip olunduğu farz ettik. Aksi takdirde kişi, cehaletten, bu erdemlere sahip biri tarafından ka­ nıtlanabilecek şeyleri kınayabilir. Felsefi yönteme aşina birinin tespit edilmiş bir hatayı inatla sürdüreceğinden korkmaya gerek yoktur. Zira delilleri gözden geçirince hatasını kabul edecektir. Hata yapmış gibi görünmesin diye bile isteye hatasını savunursa, hatasından utanıyor olsa gerektir. Ancak felsefi yönteme aşina biri başkalarının hatasını fark etmeyeceğine ve/veya bir hatada bile isteye ısrar ettiğini anlamayacağına kani olamaz. Hatasından utanıyorsa, azarlanmasın diye hatasında ısrar etmekten daha faz­ la utanacaktır. O halde tespit edilmiş bir hatayı hata yapmış gö­ rünmesin diye inatla savunamaz. Öte yandan bu, delili anlama­ yanlar için alışılmış bir durumdur. Başkalarını kendileri gibi sa­ narak, onları eksik ve kusurlu argümanlarla ikna edilebilecekle­ rine inanırlar. Fakat felsefi yöntemde tecrübeli biri, bir anlık unutma veya diğer kaygılarının neden olduğu dikkat eksikliği nedeniyle ne zaman hata yaptığını bilir. Ve bu hatayı kabul et­ menin ve düzeltmenin, basit güdülerle onu savunmaktan daha iyi olduğu yargısına varır (bu tür güdüleri başka bir yerde14 tartı­ şacağız). Ne ki, felsefi yöntem ve onun pratik uygulaması henüz çok iyi bilinmiyor ve haliyle söylediklerimizin aksi yönde örnek­ ler de mevcut. Genel olarak felsefe hakkında söylediklerimizin 14 Philosophia practica universalis,

!, #322. 99

felsefedeki amaçlarımızı açıklayacağını umuyoruz. Çok daha faz­ lası söylenebilirdi, ama şimdilik bu kadarı yeter. Geri kalanı za­ manı gelince sağlam bir şekilde ispat edilecekleri yerde açıklana­ cak. Söylediklerimizden hareketle, okur, onları anlamak ve on­ lardaki hakikati görmek istiyorsa, çalışmalarımızı okurken nasıl özenli olacağını bilecektir.

100