Ehl-i Sünnet Akaidi: Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi [1 ed.]
 9786055634346

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

RıhleKitap 27

Ebubekir Sifil Kitaplığı 15

ISBN

978-605-5634-34-6

Bula

RAVZA YAYINLARI Kale iş Merkezi No: 51-52 Davutpaşa-Topkapı /İstanbul Matbaa Sertifika No: 31896

1. Baskı Haziran 2015

Yayınevi Sertifika No: 14183

RIHLEKİTAP Tel: (0212) 531 5030 - 531 5020 Fax: (0212) 532 11 34 www.rihlekitap.com .rihledergisi.com.tr - www.sahniseman.org

www

Bu kitabın tamamının ya da bir kısmının, önceden verilmiş yazılı izin olmaksızın herhangi bir şekilde ço{ıaltılması, basılma>ı ve da{jıtılması yasaktır.

Ebubekir Sim 25.12.1960 tarihinde Kars'ın Sankamış ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve Ortaokulu Sankamış'ta, Lise'yi Kars imam-Hatip Lisesi'nde okudu. 1978 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü'ne (şimdiki adıyla Eğitim Fakültesi) girdi. 1980 yılında bu okuldan aynldı ve aynı yıl Ankara Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu'na (şimdiki adıyla İletişim Fakültesi) girdi. 1984-85 öğretim yılında bu okulun Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. 1986 yılına kadar serbest çalıştı. Bu arada kısa bir süre bir özel şirkette Arapça mütercimlik yaptı. Aralık-1986 - Nisan-1987 tarihlerini kapsayan askerlik dönüşü bir süre yine serbest çalıştıktan sonra 1989 yılından 1993 yılı sonuna kadar Türkiye Diyanet Vakfı'nda yayın editörlüğü yaptı. 1993-1996 arası Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde (Van) ve 1998-1999 arası Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde (Eskişehir) Araştırma Görevlisi olarak çalıştı; her iki görevinden de kendi isteğiyle ayrıldı. Hadis Bilim Dalı'nda yaptığı Yüksek Lisansını (Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) 1996, Doktorasını 2006 yılında bitirdi. Halen Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 1999-2000 arası Yeni Mesaj gazetesinde, 2000-2013 yılları arasında Milli Gazete'de günlük yazılar yazdı. Evli ve 3 çocuk babasıdır. Arapça ve İngilizce bilmektedir.

timi ve Edebi Çahfmalan - 1989 yılından itibaren Girişim, Kitap Dergisi, him ve Sanat, Bilgi

ve Hikmet, lslami Araştırmalar, lslami Edebiyat, Beyan, Altınoluk, Semerkand gibi dergilerde yazılan yayımlandı. Halen sahibi ve

Genel Yayın Yönetmeni olduğu 3 aylık RIHLE dergisinde yazmaktadır.

- Modem lslam Düşüncesinin Tenkidi adıyla başlattığı bir seri

çalışmanın ilk ürünü (Prof. Dr. Yaşar Nuri ÔZTÜRK'ün görüşlerinin ele alındığı cilt) Mayıs 1997 tarihinde (5. baskı RıhleKitap, Temmuz 2013), Fazlur Rahman'ın görüşlerinin ele alındığı cildin 1. kısmı Ocak 1998 tarihinde (5. basla RıhleKitap, Temmuz 2013) ve 2. kısmı Aralık 1999 tarihinde Kayıhan Yayınevi tarafından neşredildi. Bu seri farklı ilim adamlarının görüşlerinin kritiğine tahsis edilecek çalışmalarla devam edecek. - Yukanda adı zikredilen dergilerde yayımlanmış bulunan yazılarının bir kısmı ile neşredilmemiş bazı makaleleri Çağdaş Dünyada lslamf Dun.ı.ş adlı kitapta (Rıhle yayınlan, 1999; RıhleKitap, 2010) bir araya getirildi.

- Modem Fetvalar Çağdaş Hurafeler adıyla Prof. Dr. Yaşar Nuri ÔZTÜRK'ün görüşlerinin eleştirisine tahsis ettiği bir seri çalışmanın ilk ürünü (1.baskı, Alperen yay., Aralık 2001) RihleKitap yayınlan arasında (Temmuz, 2014) yayımlandı.

- Arapça'dan çevirdiği Makalatu1-Kevserf adli eserin ilk cildi RıhleKitap yayınlan arasında neşredildi (Temmuz, 2014) -Arapça'dan yaptığı bir çeviri Risale Yayınlan arasında ihtilaftan Rahmete adıyla 1989 yılında neşredildi. 1997 yılında bu çalışmanın ikinci baskısı (Mezhep Meselesi ve Fıkhf ihtilaflar adıyla) yapıldı. 2012 yılında bu çeviri RıhleKitap yayınlan arasında neşredildi. - Milli Gazete yazılarını lslam ve Modem Çağ adıyla neşredilen (Kayıhan yayınlan, 2005; RıhleKitap, 2011) 3 ciltlik seride bir araya getirdi.

- İstikamet Yazılan adlı

iki ciltlik kitabı da yeni gazete yazılarından derlenerek oluşturuldu (RıhleKitap, 2012).

- Çeşitli ilıni dergiler tarafından neşredilen akademik makalelerini lslamf Bilincin ihyası (RıhleKitap, 2010) adlı kitapta bir araya getirdi. - Yine akademik formattaki diğer bir losım makaleleri idrak ve Tasdik isimliyle neşredildi (RıhleKitap, 2010). - Rıhle Dergisi'nde neşredilen makaleleri ihya bir araya getirildi (RıhleKitap, 2014).

ve

İnşa adlı eserde

- Semerkand Dergisi'nde neşredilen yazılarının bir kısmı Hikemiyat - Kalb-i Selim için, diğer kısmı da Muslumanca Bir Hayat için adlı eserde bir araya getirildi. (RıhleKitap, 2015).

-Doktora tezi, Hz. ômer ve Nebevf Sünnet adıyla basıldı (Kayıhan, 2007; RıhleKitap, 2010). - Çeşitli

yayın

organlarında

neşredilen

mülakatlan

Sözü

Müstakim Kılmak adlı kitapta (RıhleKitap, 2011) bir araya

getirildi.

- Gerek intemet üzerinden, gerekse yazılı basında İslami ilimlerin hemen her dalıyla ilgili olarak kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar Sana Din'den Sorarlar adıyla basıldı (RıhleKitap, 1. Cilt: 1. baskı, 2009, 3. baskı, 2012; il. Cilt: 1. baskı 2015). - Türkiye Diyanet Vakfı tarafından neşredilmiş olan İslam Ansiklopedisi'nde 20 civarında madde telif etmiştir. Telif ettiği maddeler, adı geçen ansiklopedinin XIV. cildinden itibaren neşredilmiştir. - 1980 yılından 1993 yılına kadar yazdığı şiirler Mavera, Dergah, Yedi iklim, lslcimi Edebiyat, Kayıtlar, Güneysu dergilerinde yayımlandı. - 2012 tarihinden bu yana !SEGAH (İslami İlimler Eğitim Araştırma ve Hizmet Vakfı) bünyesindeki Sahn-ı Seman İslami İlimler Eğitim ve Araştırma Merkezi'nde çok yönlü ilmi çalışmalarına devam etmektedir. - 2011-12 yıllannda TV Net kanalında Talha Hakan Alp'in sunduğu llm-i Hıll isimli ilmi programa daimi konuk olarak katkı verdi. - Sayılan lOO'ü geçmiş bulunan radyo-televizyon programlan ve yurt içi ve yurt dışı konferansları devam etmektedir.

İÇiNDEKiLER

içindekiler Önsöz

.........................................................................................................

7

................................................................................................................

9

Allah Teala'ya iman Zat'ta Tevhid Fiilde Tevhid Sıfatta Tevhid Esma'da Tevhid Ahkamda Tevhid

11 17 21 26 34 35

........................................................................................

.............................................................................................

.............................................................................................

........................................................................................... ........................................................................................

Kader

.......................................................................................

75 77 2. Allah Teala'nın Kudreti 79 3. Allah Teala'nın Meşieti/İradesi 80 4. Allah Teala'nın Kudreti ve iradesiyle insanın Kudreti, Fiilleri ve iradesi Arasındaki Bağlantı 82 4.1. Allah Teala'nın, Kulun Dilemesini İrade Etmesi 82 4.2. Allah Teala'nın, Kulun Fiilini irade Etmesi 82 5. Fiil işlerken, İnsanın Kudretini Aşan Durumlar 86 Cenab-1 Hakk "Şerr''i Murad Eder mi? 87 Ecel ve Rızık Değişir mi? 92 Kaza ile Kader Arasındaki Fark 94 Ecel ve Ömrün Uzaması 96 ..............................................................................................................

ı. Allah Teala'nın İlmi

............................................................................... ......................................................................... .............................................................

.............................................................................

.................................

.......................................... ......................................

......................................................

.......... ................................................................. ..................................................................

............................................................................

Peygamberimize iman Kur'an-ı Kerim'e İman

114

..................................................................................

119

.............. . ................. . . . . . . . . . . . ........................................

Allah Teala'yı Beşere Benzetmek Allah Teala'yı Görmek Mirac'a iman

129

............. .....................................................

133

...................................................................................

159

.................................................................................................

Havz-u Kevser, Şefaat ve Misak Havz-u Kevser'in Mahiyeti Nedir?

167 167

....................................................................

Allah'ın İlmine iman

..........................................................

172

......................................................................................

Ehl-i Sünnet Akaidi 8 Amellerin Durumu

.......................................................................................

Kaza ve Kader'e iman

...................................................................................

Levh-i Mahfuz'a iman Arş ve Kürsi'ye iman

175 177

..................................................................................

181

....................................................................................

185

Meleklere, Nebilere ve Semavi Kitaplara iman

...........................................

193

Allah'ın Zatı/Mahiyeti Konusunu Enine Boyuna Araştırmak, Allah'ın Dini ve Kur'an-ı Kerim'in Mahiyeti Hakkında Tartışmak

...............................

200

Günah işleyenin imanı

.................................................................................

204

iman Nedir?

.................................................................................................

Büyük Günah işleyenlerin Durumu Yöneticilere itaat

211

..............................................................

215

.........................................................................................

224

Ehl-i Sünnet Ve'l-Cemaat'e İttiba

.................................................................

Meleklere ve Kabir Hayatına iman Ahiret Gününe iman

226

...............................................................

229

....................................................................................

235

Cennet ve Cehennem'e İman

......................................................................

lstitaat (Fiil işlemeye Güç Yetirebilme)

.......................................................

237 239

Kulların Filleri Ve Teklif-i Ma La Yutak (Gücünün üstünde Birşeyden Sorumlu Tutmak)

........ .................................................................................

Ölmüşlere Dua, Allah Teala'nın Her Şeyden Müstağni Olması

.....................

241 243

Ashab-ı Kiram'ı Sevmek, Enbiya'nın Evliya'ya üstünlüğü Ve Eyliya'nın Kerameti

......................................................................................................

Kıyamet Alametlerine iman, Kahin ve Falcıları Doğru Bulmak

.....................

249

.............................................

253

.........................................................................................................

255

Allah Katında Geçerli Dinin İslam Dini Olduğu Son Söz

246

Bibliyografya

................................................................................................

Karma indeks

...............................................................................................

257 259

ÖN SÖZ

.JI ı)>-J

..Lu!

l:ı�

ı)>- İ')\....J!_, ö')la.11_, ,.:r.:lWI

YJ

Jı ..LJ-1

�i�) el-Akldetu't-Tahôviyye, Hanefi mezhebinin büyük H adis, Fıkıh ve Akaid alimi İmam Ebu Ca'fer et-Tahavi'nin, mezhebin üç imamı: İmam Ebu Hanife, imam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed (rh.a)'in ortaklaşa benimsediği Ehl-i Sünnet akaid ilkelerini ihtiva eden temel metinlerden biridir. Üzerine tarih boyunca muhtelif dönemlerde şerhler yazılmış olan bu kurucu metin, yazık ki son dönemlerde ülkemizde neredeyse unutulmaya terk edilmiş bulunmaktadır. Bilhassa Selefi/Vehhabi akidesi müntesiplerince son dönemlerde üzerinde 20'ye yakın çalışma yapılmış, bunlar arasında Türkçe'ye tercüme edilenler de olmuştur.1 Bu çalışmalar, metnin itibarından istifadeyle "Ehl-i Sünnet akidesi" adı altında yayılmakta ve büyük tahribat yapmaktadır. Metnin ruh ve maksadına uygun kısa notlarla yapılan bir çeviriyi2 dışarıda tutarsak bu metin hala Ehl-i Sünnet çizgi istikametinde 1

Mesela bkz. lbn Ebi'l-lzz, el-Akidetu't-Tahôviyye Ve Şerhi, (Çev: M. Beşir Eryarsoy), Guraba, lst-?; Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyyis, Gençler için Akaid Dersleri TahôviŞerhi, (Çev: M. Emin Akın), Guraba, lst-?. 2 İslam Akaid Metinleri (Notlarla Çeviren: Ali Pekcan), Rağbet, lst-2009.

Ehl-i Sünnet Akaidi 10

yapılacak şerhleri beklemektedir. Elinizdeki çalışma, RUZEM'deki Akaid dersinde takip ettiğimiz el-Akidetu't-Tahôviyye metni üzerine yaptığımız kısa açıklamalardan oluşmaktadır. Mevcut boşluğu bir nebze de olsa doldurmak amacıyla neşrettiğimiz bu çalışmada fazla detaya girilmemiş, ağırlıklı olarak orta seviye okuyucu hedeflenmiştir. Gü ncel mesele ve tartışmaları kapsamasına dikkat ettiğimiz bu çalışmayı -Yüce Allah nasip ederse- daha kapsamlı ve müdellel bir şerh takip edecektir. Gayret bizden, tevfik Yüce Allah'tandır. Ebubekir Sitil Çengelköy, 17 Receb 1436 5 Mayıs 2015

ALLAH TEA�'YA iMAN

Allame, Huccetü'l-lslam Ebu Ca'fer el-Verrak et-Tahavi el-Mısri (r.h) şöyle der: Bu; Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat akidesini, dinin asıllarından inanılması zorunlu olan ve alemlerin Rabbine kulluk yapılan hususları, lslam ümmetinin fakihleri olan Ebu Hanife Numan b. Sabit el-Kufi, Ebu Yusuf Yakub b. lbrahim el-Ensari, Ebu Abdlllah Muhammed b. El-Hasen eş-Şeybani (r.anhum)'un mezhebi üzere açıklama sadedinde kaleme aldığımız metindir. İmamların Usuli'd-Din/dinin temelleri cümlesinden olarak itikad edip inandıkları şeyleri bu risalede zikredeceğiz. Onlar alemlerin Rabbi olan Alla h'a bu itikad çerçevesinde iman ediyorlar, bunu din ediniyorlar, bununla tedeyyün ediyorlar. Dolayısıyla bizim için bu itikat metninde yazılı olan şey dindir, imandır, itikattır. Bu metin, ümmetin fukahasının mezhebi üzere kaleme alınmıştır. Şerhi, tek bir metne bağlı kalarak yapmayacağız; muhtelif şerhlerden istifade edeceğiz. Abdülğani el-Meydani şerhi var,

Ehl-i Sünnet Akaidi 12

Siracüddin el-Gaznevi var... Bu iki şerhten istifade ederek ilerleyeceğiz. Fakat tamamen bunları birebir takip etmeyeceğiz. Hemen belirtelim, el-Humeyyis şerhini tavsiye etmiyoruz. Bu, Selefi çizgide kaleme alınmış bir şerh. Türkçe olara k sadece lbn Ebi'l-lzz şerhi mevcut. Bu da selefi şerhidir. O şerhi de karşılaştırmalı olarak, tenkit edilmesi gereken yeri tenkit ederek işleyeceğiz. Yani paralel bir okuma faaliyeti yapacağız, tek bir metne bağlı kalmayacağız. Giriş cümlesinde dikkatimizi çeken bir şey var: imam et-Ta havi diyor ki, burada zikredeceğim hususlar Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat akidesinin, bu ümmetin fakihlerinin mezhebi üzere, yani bu Üç İmam'ın mezhebi üzere beya nıdır. Bu ifadeden şöyle bir şey a nlıyoruz: itikatta Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebi sadece bu üç imamın mezhebinden ibaret değil. İmam el-Eş'ari ve İmam el-Maturidi de Ehli Sünnet'tir. Bu imamların ihtilaflarını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dairesinden çıkartmıyor. Şöyle

düşünebilirsiniz;

itikat

birtakım

katmanlardan

ve

basamaklardan oluşur. En merkezde iman edilmesi farz olan hususlar; Amentünün beş ilkesi. Bir altında, iman edilmesi vacip olan hususlar; Kadere iman ve Amentünün altı ilkesinin açılımları. Onunda altında, iman edilmesi sünnet olan hususlar: Maturidiler ve Eş'ariler arasındaki teknik açıdan bir takım kelami detaylardaki ihtilaf mevzuları bu hususlardandır. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olanlar bunların tamamına iman ediyoruz. Tamamına iman etmeyip, mesela kadere imanı bir te'vile dayanarak inkar eden insanlar kafir olmuşlardır diyemiyoruz. "Onlar itikadın bir vacibini inkar ettiler dolayısıyla Ehl-i Bid'at oldular'' diyoruz. Eş'ariler ile Maturidiler arasındaki ihtilaflar için ulemanın bir kısmı, ihtilafların tamamıyla lafzi olduğunu ve aynı hakikati Maturidilerin

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 13

başka Eş'arilerin başka biçimde ifade ettiğini, kastedilenin aynı hakikat olduğunu, yani manen ve esasa ilişkin bir ihtilaf olmadığını söylüyorlar. işte bunları da biz akaidin sünnetleri içerisindeki ihtilaflar olara k değerlendirebiliriz. Mesele anlaşılsın diye böyle farz, vacip, sünnet diye anlatıyorum. Yoksa "akidenin. farzları, vacipleri, sünnetleri" temel Akaid metinlerinde rastlanmış bir husus değil.

Allah TeAIA'nın tevhidi hakkında -Allah'ın tevflkine inanarak- şöyle deriz: Şüphesiz Allah tektir ve O'nun hiçbir ortajı yoktur. Allah ortağı olmayan tektir. Doğru olan "tek" diye tercüme etmektir. Türkçede birdir diye ifade ediyoruz ama rakamsal "bir (l)"lik değil, "tek"lik anlamında birlik. Rakamsal birlik nedir? Diyelim ki bir tane bardak, yanına bir bardak daha koyarsak iki tane olur. Yani O'nun benzeri vardır. Bir şey bir taneyse aynısından eklendiğinde iki olur, üç olur. Dolayısıyla Tek olmaktan çıkar. Bir olan şey yanına bir ikinciyi almaya, iki olmaya, üç olmaya yatkındır ama tek olan şey yanına ikinciyi alamaz. Dolayısıyla tektir demek daha doğru olur. Aşağıdaki maddeler birinci maddenin açılımı olarak geliyor.

O'nun hiçbir misil yoktur. Burada da doğru tercüme "onun misli yoktur'' olmalıdır. "Misli yoktur'' ile "Benzeri yoktur'' birbirinden farklıdır. Bir şey bir şeye benzeyebilir; şekilde benzer, muhtevada benzer,

Ehl-i Sünnet Akaidi 14

sıfatta benzer, zatta benzer. Bir şey bir şeye birçok bakımdan, birçok vecihten benzeyebilir. Fakat birbirine benzeyen şeyler birbirinin misli midir? Birbirinin yerine geçer mi? Hayır, misli olmak başka bir şeydir. Misli olmak, tıpa tıp aynısı olmak demektir. Yani şöyle diyelim; insanlara, konuşmak bakımından benzeyebilen bir takım hayvanlar var. Örneğin, papağan gibi birtakım yönlerinden insana benzeyen varlıklar olabilir. Mesela insan ayakları üzerinde yürür. Maymun da yürür. İnsanda da maymunda da el var. Bu hususiyetler noktasında insan ile maymun birbirine benzer ama insan maymunun misli midir? Hayır, değildir. M isli, "birebir aynısı" anlamındadır. Eş dediğimiz zaman da aynı şeyi kastedemeyiz. Eş dediğimiz zaman, zevç, çiftin tekine eş diyoruz. Misli ile eş kavra mları birbirinin yerini tutmuyor. Özellikle akidede çok hassas davranıp kavramları birbirinin yerine kullanmamak gerekmektedir. Allah ile insan arasında nasıl bir benzerlik olur? Allah Teala da kızar, insan da kızar, O da hoşnut olur, insan

da.

Ama

O'nun

kızmasıyla

insanın

kızması,

O'nun

hoşnutluğuyla insanın hoşnutluğu bir değildir. Bu anlamda bir misliyyetten söz edilemez. Bundan dolayı İmamlarımız burada "onun hiçbir misli yoktur." ifadesini kullanıyor. "O'nun hiçbir dengi yoktur" da diyebiliriz.

Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz. Burada Allah'ın kudretine ve kudretinin galibiyetine vurgu vardır.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 15

"O'nun misli hiçbir şey yoktur''3 ayetinin bir a nlamda tefsiri olarak, hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz, demektedir İmam et-Tahavi. O'nun kudreti, bütün kudretlerin üstündedir. O'nun tasarrufu bütün tasarrufların üzerindedir. O'nun tasarrufuna, kudretine galip olacak hiçbir kuwet, kudret söz konusu olamaz. O mutlak galibiyet, mutlak hüküm, mutlak tasarruf sahibidir.

O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Burada biraz duracağız şimdi. Bilindiği gibi selefi akide metinlerinde buradaki paragrafın açılımında İbn Teymiyye'nin bilhassa vurguladığı bir tevhid-i ulOhiyet ve tevhid-i rububiyet meselesi vardır. Bu meseleye bir miktar değinmemiz gerekiyor. İbn Ebi'l-izz şerhinde, İbn Teymiyye'nin taksimine uygun olarak tevhid-i ulOhiyet ve tevhid-i rububiyet meseleleri işleniyor ve şöyle deniyor: "Müşrikler tevhid-i rububiyete, Cenab-ı Allah'tan başka Rabb olmadığına inanıyorlardı. Fakat onlar tevhid-i ulOhiyet meselesinde şirke düşmüşlerdi. Tevhid akidesi ise hem tevhid-i ulOhiyette hem de tevhidi rububiyette Cenab-ı Hakk'ın "bir"lenmesi ile gerçekleşir. Tevhid-i ulOhiyette şirke düşenlerin tevhid-i rububiyetteki tevhidi hiçbir işe yaramaz. Ama bir kimse tevhid-i u lOhiyeti kavrarsa onun içinde tevhid-i rububiyet de vardır. Dolayısıyla "Allah'tan başka ilah yoktur'' cümlesinin manasını, maksudunu, mazmununu anlayan kimse aynı zamanda Cenab-ı Hak'tan başka bir Rabb de olmadığını idrak eder, görür ve bunu da bu şekilde ifade etmiş olur."4 Buradan şöyle bir noktaya geliyorlar: M üşriklere "kainatı kim yaratır, güneşi, ayı kim doğurur, bitirir, mevsimleri kim döndürür?" 3

42/ŞOra, 11.

• lbn Ebi'l-lzz, Şerhu'l-Akideti't-Tah6viyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türki tahkikiyle) 11-29.

Ehl-i Sünnet Akaidi 16

diye sorsanız, "Allah" derler. Bu onların tevhid-i rububiyeti ikrarlarıdır. Fakat onlar ulOhiyet vasfını Cenab-ı Hak'tan başka varlıklara atfediyorlar. Mesela bir takım putların insanlara fayda ya da zarar verebileceğine inanıyorlar. İşte bu inanç tevhid-i ulOhiyeti zedeleyen bir inançtır. Dolayısıyla İslam dini içinde de Müslüman olduğunu söyleyen insanlar arasında da tevhid-i ulOhiyeti rencide eden, tevhid-i ulOhiyete aykırı inançlara sahip olan insanlar vardır. Bunlar mümin de görünseler muvahhid de görünseler, müşriktirler. Kimdir bunlar? Mesela (bir Peygamber bile olsa) "ölülerden dirilere bir fayda" gelebileceğine inanan insanlar tevhid-i ulOhiyeti inkar etmiştir. Rububiyette evet, tevhid ehlidir ama ölülerle diriler arasında böyle bir ilişki bulunabileceğini söyledikleri için onlar tevhid-i u lOhiyeti ihlal etmiş, müşrik olmuş insanlardır. Bu nokta son derece önemli. İbn Teymiyye böyle d üşünüyor diye günümüzde Veh habiler, onun çizgisini takip ettiğini söyleyenler böyle düşünüyor ve Peygamberler veya salih kimseler araya konularak, onlarla tevessül edilerek, onları vesile edinerek Cenab-ı Hakk'tan bir şey istemenin şirk olduğunu söylüyorlar. Bu, özellikle bugün Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çevrelerle kendine selefi diyenler arasındaki en önemli ihtilaf ve tartışma nokta larından birisidir. Bu iki kavramı, yani ulOhiyet ve rububiyet kavra mlarını yukarıda ifade etmeye çalıştık. "Alemi yaratan Allah'tır, kainatı döndüren Allah'tır, semayı üst üste direksiz bina eden Allah'tır, mevsimleri döndüren, gece gündüzü birbiri ardınca getiren Allah'tır. Bu Tevhid-i rububiyettir. Tevhid-i u lOhiyet ise münhasıran Cenab-ı Allah'tan istenmesi gereken birtakım şeyleri mahlukattan isteyen kimselerin tutumunda şirk olarak ortaya çıkıyor. Yani Cenab-ı Hak'tan istenmesi gereken bir şeyi Cenab-ı Hak'tan isteyeceksiniz. Bir varlıktan istediğinizde tevhid-i ulCıhiyeti zedelemiş olursunuz, çiğnemiş olursunuz, dolayısıyla 'şirke düşersiniz"' diyorlar. Özetle böyle söyleyebiliriz.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 17

Ehl-i Sünnet ulema arasında tevhid-i ulOhiyet ve tevhid-i rububiyet diye keskin bir ayrım yoktur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat imamları tevhid-i ulOhiyet ve rububiyet ayrımına göre hareket etmiş değildirler. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat akide imamları, Usuli'd-Din imamları tevhidi beş mertebe üzerine bina etmişlerdir: 1- Zat'ta tevhid 2- Fiilde tevhid 3- Sıfatlarda tevhid 4- Esma' da yani isimlerde tevhid 5- Ahka mda yani hükümlerde tevhid Zat'ta Tevhid Tevhidin aslı ve özüdür, Cenab-ı Ha kk'ın bir zatı var; O'nun varlığı, O'nun zatı başka hiçbir zata benzemez. Yani bizim şu alemde gördüğümüz hiçbir şeye Cenab-ı Hakk'ı n zatı benzemez. H içbir vasfında, özelliğinde benzemez. Cenab-ı Hakk var mıdır? Vardır. Ben de varım, siz de varsınız. Karşımdaki bilgisayar da var. İçinde oturduğum oda da var, bu odadaki kitaplar da var. Fakat bütü n bu varlıklar, var kılınmış olan varlıklard ır. Varlığı kendinden olan varlıklar değildir. Cenab-ı Hakk'ın varlığı kendindendir, zorunludur. Onun için bizim kelam alimlerimiz Cena b-ı Hakk'dan bahsederken "Cenab-ı Vacibü'l-Vücud", yani "varlığı zorunlu olan varlık" derler. Burada iki durum ortaya çıkıyor. 1. Varlığı zorunlu olan varlık. (Vacibü'l-Vücud) 2. Varlığı zorunlu olmayan varlık. (Biz buna mümkin varlık diyoruz. Mümkinü'l-Vücud)

Ehl-i Sünnet Akaidi 18

Cenab-ı Allah'tan başka Vacibü'l-Vücud bir varlık yoktur. Sadece varlığı zorunlu ve kendinden olan tek varlık Cenab-ı Hakk'tır. O'nun dışındaki diğer bütün varlıklara varlık veren O'dur. Onları var eden O'dur. Onları yokluktan, hiçlikten, varlık sahnesine çıkaran O'dur. Dolayısıyla o varlıkların hiçbirinin zatı Cenab-ı Hakk'ın zatına benzemez. Burayı kavrayabilirsek bütün bu akide metni boyunca Cenab-ı Hakk'ın tevhidine, sıfatlarına, fiillerine ilişkin, O'nun hakkında inanılması zorunlu olan şeylere ilişkin ve O'nun hakkında inanılması doğru olmayan şeylere ilişkin pek çok soru da kendiliğinden cevaplarını bulmuş olacaktır. Bunu biraz açmamız gerekiyor. Metinde ilgili maddeler geldiğinde detaylandıracağız. Cenab-ı Hakk için varlığı zorunlu varlık, dedik. Diğer bir deyişle, varlığı zorunlu olmaktan şunlar ortaya çıkar: Eğer bir varlığın varlığı zorunluysa, vücudu vacip ise, O'nun varlığının başlangıç noktası yoktur. Vacibü'l-Vücud olan bir varlığın bir başlangıç noktası yoktur. Son noktası da yoktur. Cenab-ı Hakk dışında bütün varlıklar, yani bütün mümkin varlıklar, sonradan olmuş varlıklar, bir an gelecek bu dünyadaki varlıkları sona erecek, fena bulacaktır. Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir. İ lgili madde gelince bu konuya değineceğiz.5 Yani, Vacibu'l-Vücud olanın varlığının başlangıcı da sonu da yoktur. Başlangıç ve son kelimeleri "zaman" içinde anlam kazanan kelimelerdir. Bir yerde zaman varsa bir şeyin başlangıç ve son noktasından bahsedebiliriz. Zaman yoksa başlangıç ve son da yoktur. Zaman yoksa mekan da yoktur. Dolayısıyla hareket de yoktur. Hareket, zamanda ve mekanda vuku bulan bir şeydir. Hareket, bir halden bir hale, bir noktadan bir noktaya intikaldir. Dolayısıyla zaman ve mekan içinde vuku bulur. Cenab-ı Hakk için hareket de söz konusu değildir, çünkü hareket zaman ve mekan s

Bkz. s. 53-54.

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 19

içinde olur. Zamana ve mekana bağlı, bağımlı varlıklar için söz konusudur. Ayrıca belli bir yönde olmak, belli bir yerde olmak, belli bir biçimde olmak... sadece mümkinü'l-vücud varlıklar için söz konusudur. Cenab-ı Hakk'ın varlığı zorunlu olduğu için, kendinden olduğu için O'nun varlığı hakkında konuşurken, hareket etme fiili düşünemeyiz. Biçim, suret düşünemeyiz. Siluet düşünemeyiz. Mümkin varlıkların sahip olduğu katı, sıvı, gaz hali. .. bunlar maddelerin halleridir. Bunları Cenab-ı Hakk için düşünemeyiz. Çünkü bunlar mümkin varlıkların halleridir. Onlara mahsus özelliklerdir. Şimdi böyle bakıldığında Cenab-ı Hakk'ın zatına ilişkin tevhidi bu noktada kavradığımızda arkasından fıllerinde, esmada, sıfatta ve hükümde tevhid kategorileri kendiliği nden önümüzde açılmaya başlıyor. Zatta tevhidi iyi kavrarsak bu noktayı zihnimize iyi yerleştirirsek ondan sonraki kategorileri anlamamız daha kolay olur. Mümkin varlıklar için söz konusu olan hiçbir şey Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Çünkü bunların tamamını yaratan O'dur. Tamamından müstağni olan O'dur. Müstağni ne demek? İhtiyaçsız demek. "Arşa istiva" konusunda bu meseleyi detaylıca ele alacağız.6 Böyle baktığınızda, evet Cenab-ı Hakk'ın bizim dünyamıza inmiş bir kelamı, bir sözü, bir kavli vardır. İşte Kur'an-ı Azimüşşan Kelamullah'tır. insan da konuşur, insanın da sözü vardır. Allah da konuşur, Allah'ın da sözü var. Fakat Allah'ın sözü, insanın sözü gibi değildir. Kur'an Allah Teala'nın mahluk olmayan kelamıdır diye bu metinde geçecek. Oraya geldiğimizde bunun mahiyetini açacağız. 7 Bütün bu nları üst üste koyduğu muzda Cenab-ı Hakk'ın zamandan, mekandan ve mümkin varlıklara mahsus herhangi bir özellikten münezzeh olduğunu söylememiz lazım. Cenab-ı Hakk zamandan, 6 7

Bkz. s. 185 vd. Bkz. s. 119 vd.

Ehl-i Sünnet Akaidi 20

mekandan ve mümkin varlıklar olan diğer hususiyetlerin tamamından münezzehtir. Çünkü zamanı yaratan O'dur, mekanı yaratan O'dur, varlığı yaratan O'dur, altı yönü yaratan O'dur. Zatta Tevhid'e ilave etmemiz gereken bir şey daha var; Cenab-ı Hakk'ın zatı gibi hiçbir zat yoktur, O'nun varlığı, vücudu hiçbir varlık gibi değildir dedik. Bizim gördüğümüz varlıklar, ihata alanımız içinde bulunan varlıklar, müşahede ettiğimiz varlıklar veya beş duyudan biriyle varlığını bildiğimiz varlıklar, maddenin hallerinin biri veya bir kaçının terkibi ile bir arada bulunuyor. Birkaç unsurun birleşmesinden oluşan varlıklar var. insana baktığımızda eti, kemiği, kanı, organları olan, eni, boyu, derinliği olan; yani boşlukta tecsim ederek yer/hacim kaplayan bir varlık. Varlıkları biz boyutlarıyla anlıyoruz. Cenab-ı Hakk'ın varlığı için bu tarz şeyler bahis konusu değildir. O'nun zatı gibi hiçbir zatın olmaması demek, bildiğimiz zatların özelliklerini O'na atfedemememiz demektir. Cenab-ı Allah'ın var olduğunu biliyoruz. O'nun zatından haberdarız ama zatının künhünü, mahiyetini bilmiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk'ı isimleri sıfatları ve fiilleriyle biliyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın zatı hakkında düşünmeyeceğiz. O'nun fiillerini, sıfatlarını ve esmasını düşüneceğiz. Cenab-ı Hakk bir takım azalara, organlara sahip olmaktan münezzehtir. Muhtaç olmaktan münezzehtir. Vahid demek bu demektir. Ya ni Cenab-ı Hakk şundan şundan oluşmuştur, -haşa­ şundan şundan mürekkeptir, şöyle şöyle cismi vardır, şöyle şöyle kütlesi vardır, şöyle şöyle boşlukta kapladığı yer vardır gibi ifadeler Cenab-ı Hakk hakkında kullanılmaz. Bu nokta son derece önemli. Kur'an'da ve Sünnet'te geçen bir takım müteşabih sıfatlar var. Allah'ın eli, Allah'ın gözü, Allah'ın yüzü gibi tabirleri, kavramları bizim dünyamızda günlük dilde anladığımız anlamda Cenab-ı Hakk'a atfetmeyeceğiz. O'nun bizim özelliklerimiz gibi özelliklere sahip olduğunu düşünmeyeceğiz. Va hid ismi şerifi Cenab-ı Hakk'ın zatta tevhidini ifade eder ve O bildiğimiz gördüğümüz bütün varlıklardan

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 21

başkadır. Cenab-ı Hakk'ın zatı hakkında aklımıza her ne geliyorsa "Cenab-ı H akk ondan başkadır, ondan fa rkl ıdır, ondan m ü nezzehtir" diyeceğiz. Bizim bu kısır düşüncemiz, kısır aklımız, sınırlı düşünme ve algılama kapasitemiz Cenab-ı Hakk gibi mutlak bir varlığı algılama kudretinden mahrumdur. Haddimizi, hududumuzu, sınırımızı bilmemiz lazım. Konusu gelince "Cenab-ı Hakk hakkında, O'nun zatı hakkında aklımıza gelen her ne varsa Cenab-ı Hakk O'ndan fa rklıdır'' diyerek detaylarına gireceğiz.8 Fiilde Tevhid Daha önce söylemiştik: Cenab-ı Hakk' ın zatında tevhidini anlarsak fiilde, isimde, sıfatta, ahka mda tevhidi kendiliğinden çözülecek ve anlaşılır hale gelecek. Şimdi Cenab-ı Hakk'ın fiillerini konuşacağız. Fiil denince aklımıza hemen ne gelmektedir? Bir iş yapma kudretine sahip veya fıtraten öyle bir meleke ile yaratılmış varlığı n işlediği fiiller anlaşılıyor değil mi? Yani bir yerden bir yere gitmek, yemek yemek, elini kolunu hareket ettirmek, bir binayı yaptırmak, bir yeri yıkmak, birisiyle konuşmak... Bunlar insanın fiilleridir. Cenab-ı Hakk böyle mi fiil işler? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Bizim fiil işlememiz organlarımız, azalarımız vasıtasıyla olur. Yemek yerken elimizi, parmaklarımızı kullanırız. Ağzımıza kaşığı götürdüğümüzde dilimizi, çenemizi kullanırız. Konuşurken sesle harfle konuşuruz. Bunlar hep bizim fiillerimizdir. Cenab-ı Hakk fiil işler ama bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Yasin Suresi'nde de geçtiği gibi9 Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını

a Bkz. s. 44 vd. 9

36/Y3sin, 82.

Ehl-i Sünnet Akaidi 22

istediğinde ol emrini verir, neyi murad etmişse, nasıl murad etmişse, o murad ettiği biçimde oluverir. Cenab-ı Hakk'ın fiilleri bizim fiillerimiz gibi değildir. Cenab-ı Hakk yaratır, evet, ama bütün bunları bizim yaptığımız gibi yapmaz. O azalara, organlara, aletlere, araç gerece muhtaç olmaktan münezzehtir. O'nun kudreti her şeye yeter. Zaten "şey'' derken kastettiğimiz her ne varsa onları yokluktan varlık alemine çıkaran O'dur. Bu bile düşünüldüğünde biz Cenab-ı Hakk'ın fiil işlerken asla ve kat'a aklımıza geldiği tarzıyla fiil işleme muhtaçlığından, noksanlığından münezzeh olduğunu anlamak kolay hale gelir. Şimdi düşünün, hiç birimiz yoktuk. Bu alem yoktu. Bu dünya, evren yoktu, kainat yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuyor ki "Allah vardı, Allah dışında hiçbir şey yoktu."10 Allah var ettiği her şeyi hiçten, yoktan var etmiştir. Şimdi bu fiili a nlamaya, idrak etmeye, nasıl gücümüz yetebilir? Biz hiçlik nedir bilmiyoruz ki ... Hiçlik yokluk dediğimiz şeyi kelime olarak ifade ediyoruz ama dilimizin söylediğini aklımız kavrayam ıyor. Yokluk nedir, hiçlik nedir bilmiyoruz. Tarif edemiyoruz. Cenab-ı Hakk işte hiçten, yoktan var etmiş. Yoktan var yapmak, yoktan var kılmak sadece O'na mahsustur. Dolayısıyla böyle akılların almayacağı bir şeye kadir olan Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemekten münezzehtir. Şimdi biz "Rahman Arş'a istiva etti" veya "Yüce Allah gecenin son üçte birlik kısmında dünya semasına nüzul eder" ifadelerindeki fiilleri nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk bir yerden bir yere mi intikal ediyor? Bir mekandan başka bir mekana mı intikal ediyor? Haşa ve kella ! Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir. Günlük dilde kullanılan bir söz vardır: Allah mekandan münezzehtir. Aslında Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir. Mekandan da, zamandan da, insandan da, kainattan da, evrenden de, melekten de, ci nden de, her şeyden mü nezzehtir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

ıo

el-Buhari, "Bed'u'l-Halk", ı.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 23

Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de kendini ifade ettiği gibi "Şüphesiz Allah, ôlemlerden müstağnidir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur}."11 Dolayısıyla meseleye böyle baktığımızda O'nun fiillerini de bizler gibi mücessem, varlığı cisim ifade eden varlıkların fiilleri gibi d üşünemeyiz. Cenab-ı Hakk fiil işler, istiva eder, nüzul eder evet ama bu bizim fiilimiz gibi değildir. Biz bir yerden bir yere inme fiilini nasıl kullanıyoruz? Ben apartmandan aşağı indim, paraşütle uçaktan atladım, aşağı indim veya ağacın üstünden atladım, yere indim. Yukarıdaki bir mekandan aşağıdaki bir mekana intikaldir bizim inme dediğimiz şey. Gündelik dilde böyle denir. İnme kelimesini bu fiil hakkında kullanırız. Fakat Cenab-ı Hakk'ın inmesi zamanla bağımlı, bağlantılı bir fiil değildir. Bir yerden bir yere hareket etmek, intikal etmek şeklinde işlenmiş bir fiil değildir. Cenab-ı Hakk şeytana hitap ederken "İki elimle yarattığım Adem'e seni secde etmekten alıkoyan nedir?"12 buyuruyor. Şimdi burada -haşa ve kella- şunu mu a nlamamız lazım: Cenab-ı Hakk'ın iki eli var? ! Cenab-ı Hakk Hz. Adem'i -haşa ve kella­ bir çömlekçinin çömlek yapması gibi, bir heykeltıraşın heykeli eliyle biçimlendirmesi gibi mi biçimlendirmiştir? Haşa ! Cenab-ı Hakk'ın ellere, organlara ihtiyacı yoktur, O böyle bir noksanlıktan münezzehtir. "İki elimle yarattım" ifadesi, bir insanın iki eliyle bir şeyi yapması gibi anlaşılmamalı. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle fiil işlemez. Ayet-i kerimeyi hatırlayın, Hz. Adem'i yaratmayı murad ettiyse "Allah ona ol der ve o olur." Burada iki elimle yarattım ifadesi mutlak surette bir şeyden mecazdır. Bir başka şeyden teşbihtir. Bize Cenab-ı Hakk bir şey ifade ediyor burada. Yani Cenab-ı Hakk Hz. Adem'i bütün alemlere üstün bir insan olarak halk ettiğini söylüyor. Kainatta daha ewel bir insan halk etmemiş Cenab-ı Hakk. Evet, melekler var, belki cinler var, belki başka varlıklar var. Ama insan 11 12

29/el-Ankebüt, 6. 38/S�d, 7S.

Ehl-i Sünnet Akaidi

24 yok. Cenab-ı Hakk insanı i radeli bir varlık olarak yaratıyor. Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle ahsen-i takvim üzere yaratıyor. En güzel kıvam, tarz, suret, biçim üzere yaratıyor. İşte bu O'nun inayet-i rabbaniyesini anlatan bir tabirdir. Hz. Adem'i iki eliyle yaratmasından murad, ona bir inayet-i rabbaniye göstermesidir. Adem (a.s)'ı diğer varlıklardan daha üstün, daha şerefli bir tarzda yaratmasıdır. Nüzul/inmek fiili de böyledir. Cenab-ı Hakk'ın dünya semasına nüzul etmesi, yüksek mekandan aşağıdaki mekana inmek olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki nüzul başka rivayetlerin de yardımıyla hatta bizzat el-Buhari'de geçen başka bir varyantta "yenzilü = jp." yerine "yetenezzelü = jµ" ifadesi ile gelir.13 Rabbimiz tenezzül buyurur. Bu ne demektir? Gecenin son üçte birlik kısmında Cenab-ı Hakk, hadis-i şerifte ifade buyurulan fiilleri işlemek için "Bağışlanma isteyen yok mu bağışlayayım, rızık isteyen yok mu rızık vereyim, benden bir talebi bir niyazı olan yok mu yerine getireyim" diye bir nidada bulunur. İşte bundan maksat Cenab-ı Hakk'ın kullarına rahmet, merhamet kapılarını açması, dua kapılarını açması, duaların kabul edildiği gecenin son üçte birlik kısmına -biz ona seher vakti diyoruz- vurgu yapıyor olmasıdır. Bunu böyle anlamamız gerekiyor. Keza Arş'a istivayı da bu şekilde a nlamamız lazım. Asla ve kat'a Cenab-ı Hakk -haşa- Arş'ın üzerine yerleşti, mekan tuttu, daha ewel başka yerdeydi sonra Arş'ı yaratınca onun üzerine istiva etti diye anlamak son derece yanlıştır. İ mamımız Ebu Hanife Hazretleri buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk'ın Arş'a istiva etmesi eğer Arş'ın üzerine mekan tutmak olursa, böyle anlatılır, böyle anlaşılmaya çalışılırsa o zaman sorarız biz, Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi? Bu son derece önemli bir sorudur. Cenab-ı Hakk'a mekan tayin etme gafletinde bulunan insanlar, ıı

el-Buhari, "Kitabu'd-De'avat", 13.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

25 O'nun Arş'ın üzerinde mekan tuttuğunu, yerleştiğini ifade eden, böyle bir cehalet sergileyen insanlar İmam Ebu Hanife'nin bu sorusuna cevap vermek zorundadır. Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi? Evet, nerede sorusu Cenab-ı Hakk için a bes bir sorudur. Allah Teala için kullara mahsus herhangi bir ifade kullanılmaz. Biz, mekan içindeki varlıklar için nerede sorusunu sorarız. Nerede sorusunun cevabı da yine mekan esas alınarak verilir. Şimdi biz bu soruyu zihnimizde kalıp haline gelmiş alışkanlıklar çerçevesinde soruyoruz. Ben neredeyim? Ben şu anda odadayım. Arkamda perde var. Önümde bilgisayar var. Sağımda kitap var. Solumda telefon var. Dikkat ederseniz nerede sorusunun cevabı hep mekan içerisindeki varlı kların birbirine karşı konumu esas alınarak verilir. Ay nerede? Yukarıda. Peki, kime göre yukarıda? Bize göre. Bir insan uzaya gidip ayın bulunduğu yüksekliğin üzerine çıksa ve o insana sorsanız: Ay nerede? Diyecektir ki aşağıda. Bakın mekanla irtibatlandırarak cevap veriyoruz. Çünkü soru da mekanla irtibatlı. Nerede sorusu bir mekan sorusudur. Nerede? Şurada, önde, arkada, sağda, solda, üstte, altta. Dolayısıyla bu mekan izafidir. Ben şurada oturuyorum, bizim evin alt katında oturan insana göre ben yukarıdayım. Ama üst katta oturana göre ben aşağıdayım. Bu duvara göre ben ön taraftayım . Öbür duvara göre arka taraftayım. Nerede sorusunu nereden sorarsanız ona göre cevap alırsınız. Şimdi mekanın yok olduğunu düşünün. Ya da uzaya gittiğinizi düşünün. Uzay aracına bindiniz ve uzay boşluğuna çıktınız. O boşluk içerisinde alt neresi, üst neresi sağ neresi, sol neresi, ön arka neresi, mekan kavramı uzayda kayboluyor değil mi? Uzaya çıktığın ız da mekan kavramı kayboluyor. Alt, üst, ön, arka, yan kayboluyor. Şimdi insan uzaya çıktığında mekan kavramı kayboluyorsa, uzayı yaratan Cenab-ı Hakk' ın mekanla bağlantılı olduğunu nasıl düşünebiliriz? Dolayısıyla, O'nun fiillerini de mekanda, organlar, azalar vasıtasıyla

Ehl-i Sünnet Akaidi

26 işlenmiş şeyler olarak d üşünmek son derece saçmadır, son derece yan lıştır. Tevhid inancıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla fiilde tevhid, gerçek a nlamda fiilde tevhidin künhüne vakıf olmak için, hakikatine ulaşabilmek için Cenab-ı Hakk'ı mahlukata benzetmekten tenzih etmemiz lazım ki fiilde tevhidin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilelim. Elbette fiilde tevhidin zatta tevhidle çok sıkı bir bağlantısı var. Yani zatı hiçbir varlığa benzemeyen Cenab-ı Hakk'ın elbette fiilleri de hiçbir varlığın fiillerine benzemeyecektir. Bu bahse metnin ilerleyen bölümlerinde tekrar tekrar değineceğiz. Sıfatta Tevhid Sıfatta tevhid meselesi -özellikle günümüzde- Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından da bir hayli çarpıtılmış bir meseledir. Cenab-ı Hakk'ın sıfatları vardır. Biz Cenab-ı Hakk'ı o sıfatları ile biliyoruz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatları dediğimizde bunları çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür. Genel kabul gören tasnif şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın iki türlü sıfatı vardır: Zati ve Fiili. Zati sıfatlar ikiye ayrılır: Selbi ve Sübuti. Selbi sıfatlar: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi Nefsih, Muhalefetun !il-Havadis. Sübuti sıfatlar ise Hayat, İlim, Sem', Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvin'dir. Cenab-ı Hakk ilim sıfatına sahiptir, Cenab-ı Hakk için herhangi bir şey konusunda bilgisizlik düşünülemez, tasawur edilemez. Böyle bir şey tevhidi ihlal eder. Hayat, Cenab-ı Hakk hayat sıfatıyla muttasıftır, hayat sahibidir, O'nun hayat sahibi olmadığını düşünemeyiz. Cena b-ı Hakk kelam sahibidir, kudret sahibidir, bunların zıddını düşünemiyoruz. Çünkü zıddı noksanlık ifade eder, eksiklik ifade eder. Cenab-ı Hakk da her türlü noksanlıktan, eksiklikten münezzehtir.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi

27 SübCıti sıfatlar hakkında, " başka varlıklarda da cüz'i, mecazi de olsa tasawur olunabilir" diyoruz. Yani Yüce Allah da ilim sahibidir, mesela insan da. Yüce Allah da kudret sahibidir, insan da ... Ancak Selbi sıfatlar böyle değildir.

Bunların başka varlıklarda da

bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle bir iddia Tevhid'e temelden aykırıdır. Yüce Allah Vücud (varlık) sıfatıyla muttasıftır ve bu varlı k, "kendinden ve zorunlu"dur. Diğer varlıklar varlıklarını O'na borçludur. Yüce Allah kıdem sıfatıyla Kadimdir. O'ndan başka kadim varlık yoktur. O'ndan başka, "kendi nefsiyle kaim kadim ve baki" bir varlık yoktur ... Keza Yüce Allah'ın fiili sıfatları vardır. O yaratıyor, halk sıfatı var; rızık veriyor, öldürüyor, diriltiyor. Bunlar Cenab-ı Hakk'ın fiili sıfatlarıdır. Az önce de ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk fiil işlerken bu sıfatlarıyla bu fiileri işler, yani yaratma (tahlik) sıfatıyla halk eder, terzik sıfatıyla da rızık verir. İmate sıfatıyla öldürür, ihya ile diriltir, ihya eder hayat verir. Bu sıfatlar Cenab-ı Hakk'ın fiili sıfatlarıdır. Cenab-ı Hakk hiçbir şey yaratmasaydı da Halık idi. Hiçbir şeyi yaratmasaydı da O' nda bir eksiklik meydana gelmezdi. Herhangi bir varlığı var edip ona rızık vermeseydi de Cenab-ı Hakk Rezzaklığından ve diğer kemal sıfatlarından herhangi bir şey kaybetmezdi. Öldürmeseydi, diriltmeseydi de ihya, imate ve diğer kemal sıfatlarında herhangi bir eksiklik, noksanlık meydana gelmezdi. Cenab-ı Hakk'ın selbi sıfatları vardır, sübuti sıfatları vardır. Selbi sıfatları bilhassa Kelam ulemasının son derece isabetli ve hayati bir şekilde tespit edip ortaya koyduğu şeylerdir. Sübuti sıfatları ise daha ziyade naslardan, ayetlerden, hadislerden birebir elde edilmiş, birebir çıkarılmış sıfatlar olarak anlıyoruz. Önce sübuti sıfatlara kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, iradesi vardır, kudreti vardır, kelamı vardır, yaratır tekvin sıfatı vard ır. Bu sıfatlar, cüz'i/mecazi

Ehl-i Sünnet Akaidi

28 anlamda başka varlıklarda da vardır. Başka varlıklar da hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, irade eder, kudreti vardır, kelamı vardır. Fakat bunlar Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle mevcut olmuştur. Cenab-ı Hakk'taki asılları ise mükemmel ve sonsuz olarak mevcuttur. Yani Cenab-ı Hakk mükemmel bir hayat sıfatıyla, sonsuz bir hayat sıfatıyla vardır. Cenab-ı Hakk'ta mükemmel bir ilim, mutlak ve sonsuz bir ilim sıfatı vardır. Keza Cenab-ı Ha kk'ın görmesi, işitmesi herhangi bir kayda, şarta bağlı olmayıp mutlaktır; herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan Cenab-ı Hakk işitir görür, kudretinin önünde hiçbir varlık engel teşkil edemez. Kudreti her şeye şamildir. İstediği şeyi var eder, istediği şeyi yok eder. Yokluktan varlığa çıkarmak da O'nun kudreti içindedir. Yokluğa terk etmek de O'nun kudreti içindedir. Yaratmak da, yaşatmak da, yok etmek de O'nun sıfatları ve sıfatlarının yansıması, tahakkuku, tezahürü içerisindedir. Selbi sıfatlara gelince onların her birini, ifade edeceğimiz kalıplar halinde Kur'an ve Sünnet'te bulamayabiliriz. Fakat bu o kadar enteresan bir istikra ile kelam ulemamız tarafından ortaya konulmuştur ki gerçekten bu konuda -Allah onlara rahmet etsin­ kelam

alimlerimizin

nassları

bütüncül

okumalarındaki

performansını, mükemmelliğini görüyoruz. Selbi sıfatlar derken neyi kastediyoruz? Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi nefsihi, Muhalefetu'I li'l-havadis... Bunları kastediyoruz. Vücut sıfatı: Cenab-ı Hakk vardır, varlığı kendindendir, zatidir, zorunludur. İ nsan olmasaydı ne olurdu diye bir soru sorabiliriz. Hiçbir şey olmazdı. Ağaç var olmasaydı ne olurdu? Bir şey olmazdı. Kainatta ya da Cenab-ı Hakk'ın yaratma fiilinde herhangi bir noksanlık bir eksiklik meydana gelmezdi. Ya da kainatta gördüğümüz her şey için bu soruyu sorabiliriz. Olmasaydı da olurdu. Çünkü vücudu, varlığı zorunlu değil. Biz bunun (vacib/zaruri/zorunlu) karşıtı olarak

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi

29 mümkin diyoruz. Türkçemizde mümkün diye ifade ettiğimiz tabirin aslı mümkindir. Ve bu kelami bir kavram, terim olarak zorunlunun, zarurinin karşıtıdır. Cenab-ı Hakk'ın varlığı zaruridir, vaciptir. Onun için bizim kelam kitaplarında "Cenab-ı Vacibu'l-Vücud" tabirini çok sık görürüz. Eskiler bu tabiri çok sık kullanırmış. Vacibü'l-Vücud diye bir ayet, bir hadis yok a ma bu, ayetten ve hadisten bütüncül okumayla elde edilmiş son derece harika, son derece mükemmel bir tasniftir. Cenab-ı Hak Vacibü'l-Vücut'tur. Varlığında bir başka varlığa muhtaç değildir. Muhtaç olsaydı ilah olamazdı. Herhangi bir varlık; var olmak için, yokluktan varlığa çıkarılmak için ya da varlığının devamı için bir başka varlığa muhtaçsa işte o ilah olamaz. Burada parantez içi bir şey söyleyelim. Özellikle ateist kesimden gelen bir ta kım sorularla karşı laşırız. "Siz diyorsunuz ki tanrı her şeye kadirdir, tanırının gücü her şeye yeter. O zaman tanrı kendisi gibi bir tanrıyı var edebilir mi? Bu soruya evet desek -haşa ve kella­ tevhid akidesi bozulacak. Hayır, desek Cenab-ı Hakk'ın kudretine bir sınır getirmiş gibi olacağız. Tuzak bir sorudur. Bu soruya nasıl cevap vermemiz lazım? İşte bu soru kelam ulemamızın bu istikrasında gizlidir. Herhangi bir varlık Cenab-ı Hakk tarafından var edilmişse, yaratılmışsa o ilah olamaz ya da daha genellemeci bir cümle kuralım: Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz. Dolayısıyla, varlığı zorunlu olmak, kendinden olmak, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmaktan münezzeh olmak, sadece ve sadece Cenab-ı Hakk'a mahsustur. İşte onun için bu soru yanlış bir sorudur. Yeri geldiğinde bir sorunun yanlış bir soru olduğunu söyleyebilmemiz lazım. Yani biri bize "Bir erkek hamile kaldığında kaç ay içinde doğurur?" dese, arkadaş bu yanlış bir sorudur, erkek hamile kalmaz deriz. Yahut bir ölü mezarda ihtilam olduğunda nasıl gusül abdesti alır? Bu yanlış bir sorudur; ölüler ihtilam olmazlar. İşte bunun gibi Allah kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi, sorusu da yanlış

Ehl-i Sünnet Akaidi 30

bir sorudur. Bu, işi kavrayamamış bir beynin yalpalamasını, zik-zak yapmasını ifade eder. Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz. Bu soruyu soran adam, ilah olma vasfı üzerinde ya da Vacibü'l­ Vücud sıfatı üzerinde düşünme imkanı bulamamış. Biz onu bu selbi sıfat üzerinde düşünmeye sevk edeceğiz. Ona "Cenab-ı Hakk Vacibü'l-Vücuttur. Varlığı zorunludur ve kendindendir. O'nun dışındaki her varlık mümkin varlıktır. Varlığı zorunlu değildir ve başka varlığın var etmesine muhtaçtır" diyeceğiz. Evet, selbi sıfatların başında Vücud geliyor. Sonra kıdem. Bunlar birbirleriyle bağlı sıfatlardır. Herhangi bir varlık varlığı zorunluysa kendindense ve Vacibü'l-vücud ise O Cenab-ı Hakk'tır. O'nun dışında böyle bir varlık yoktur. Dolayısıyla O'nun varlığının bir başlangıç noktası da olmamalıdır. Çünkü va rlık bir başlangıç noktasına muhtaçsa onu bir var eden var demektir. Burası önemli. Varlığı da yokluktan varlığa çıkarılmışsa, varlığının belli bir başlangıç noktası varsa o varlık ilah olamaz, Rabbu'l-alemin olamaz. O mümkinü'I vücuttur ve Allah Teala tarafından var edilmiştir, var kılınmıştır. Dolayısıyla varlığının bir ilk noktası, bir başlangıç noktası, Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Keza, Beka da öyledir, Cenab-ı Hakk bakidir ve bekası kendindendir. Cenab-ı Hakk varlığının devamında ve sonsuzluğunda herhangi bir varlığın O'nu var ve sonsuz kılmasından münezzehtir. O'nun varlığı kendinden olduğu gibi kıdemi de bekası da kendindendir. Dolayısıyla bu noktada akla şöyle bir şey gelir. Biz diyoruz ki, "Ahiret hayatı ebedidir Cennet ve Cehennem hayatı ebedidir, sonsuzdur." Demek ki, "Al lah Teala' dan başka varlık da sonsuz oluyormuş!" Hayır, böyle demiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk'ın on lara sonsuzluğu vermesiyle sonsuz olmuşlardır diyoruz. Yani Cenab-ı Hakk'ın bekasıyla ya da herha ngi bir varlığın, insanın, bir yaratılmışın bekası o noktada birbirinden temelli bir farkla ayrılır. Cenab-ı Hakk'ın bekası kendindendir, varlığının tabii

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 31

zorunlu bir yansımasıdır. i nsanın bekası ya da herhangi bir var kılınmış varlığın bekası ise kendinden değildir, zorunlu değildir. Baki olan Cenab-ı Hakk'ın baki kılmasıyla bu özelliğe kavuşur. Dolayısıyla bu iki beka arasında böyle bir hayati fark vardır. Bir diğer selbi sıfat da Vahdaniyettir. Cenab-ı Hakk Vacibü'l-Vücud olarak tektir. O'ndan başka Vacibü'l-Vücud olan varlık yoktur. Nitekim bu kainatı yaratan iki ilah olsaydı, mutlaka bu alem fesada giderdi. Yani işte düalistlerin ya da Mecusilerin dediği gibi iyilik tanrısı, kötülük tanrısı, ışık tanrısı, karanlık tanrısı ... Buna kelam alimleri "Burhan-ı Temanü" diyorlar. Kur'an'ı Kerim'den hareketle, böyle kudretleri sonsuz iki ilah olsaydı mutlak surette bunların iradeleri bir yerde çatışacaktır.14 Birisi bir varlık yaratmak isteyecek, öbürü belki o varlığın yaratılmasına itiraz edecektir veya birisi bir şekilde var etmek isteyecektir, öbürü hayır o şekilde değil şu şekilde olsun diyecektir. Dolayısıyla kainat fesada giderdi. Kainatta iki tane ilah ya da birden fazla ilah tasawur olunamaz. Bundan Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyeti aklen de kavranabilir bir şeydir. Onun için Kur'an'ı Kerim' de de bu meselenin altı çizilmiştir. Tekraren söyleyelim. Bütün bu sıfatlar -selbi sıfatlardan bahsediyoruz- Cenab-ı Hakk'ın Vacibü'l-Vücud olması vasfıyla irtibatlandırılarak düşünülür. Yani Vacibü'l-Vücud bir tek varlık vardır, O da Cenab-ı Hakk'tır. O'nun dışında varlığı zorunlu olan varlık yoktur. Dolayısıyla tek olması anlaşılabilir bir şeydir, hatta işin tabiatı gereği tek olmalıdır. Ve yine Vacibü'l-Vücud vasfının bir diğer yansıması olarak görebileceğimiz Kıyam bi Nefisihi'dir. Yani başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymadan varlığı kendi kendine ve zorunlu olarak devam eden varlık olarak Kıyam bi Nefsihi. Hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur,

14

21/Enbiy�. 22.

Ehl-i Sünnet Akaidi

32 varoluşta varlığının deva mında hiçbir varlığa muhtaç değildir. Bu da O'nun Vacibü'l-Vücud olmasının en tabi sonucudur. Ve nihayet selbi sıfatlar arasında en mühim olarak gördüğüm "Muhalefetün li'l-Havadis" sıfatı. Sonradan var edilmiş her ne varsa Cenab-ı Hakk'ın ona muhalif olması, ondan farklı olması demek. Sonradan var edilmiş her ne varsa, yani bütün a lem, Cenab-ı Hakk dışında her şey bir zaman içinde var edilmiştir. Dolayısıyla her şey kelami tabir ile "muhdes"tir. Kelam alimlerimiz "hadis" de derler. Zaman içerisinde sonradan olmuş, var edilmiş, muhdes demektir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk dışında her varlık, yani alem muhdestir, hadistir. İşte bu hadis/muhdes olan alem içindeki her bir varlık hangi özelliklere sahipse Cenab-ı Hakk ondan başkadır. Yani zati özellikler bakımından, fiil işleme bakımından, sıfatları ve isimleri bakımından muhdes varlıklar ile Cenab-ı Hakk arasında paralellik kurulmaması gerekir. Bu mesele O'nun zatı hakkında, fiilleri hakkında ewelki yaptığımız izahat akılda tutularak anlaşılmalıdır. Muhalefetün li'l­ Havadis, Cenab-ı Hakk' ın bütün vasıfla rında alemden ve alem içindeki her varlıktan başka olmasını anlatıyor. Bu Cenab-ı Hakk'ın özellikle haberi sıfatları söz konusu olduğunda önem kazanıyor. Burada teşbihe ve tecsime düşmemek için, ayağımızın bu yanlış noktaya kaymaması için, Muhalefetün li'l­ Havadis konusunun üzerinde durarak üzerine basa basa bu meseleyi zihinlerimize hatta bilinçaltımıza yerleştirmemiz lazım. Bizim alem hakkındaki algımız müşahede ve tecrübeye dayanır. Bize herhangi bir şeyden söz edilirken, örneğin tanımadığımız bir insandan söz ediliyorsa bile, onu bize bildiklerimiz üzerinden anlatmaya çalışırlar. Yani sokakta birisine rastlamıştır mesela bize onu anlatırken, ortak tanıdığımız bir başkasına atıf yaparak anlatır. Filana benziyordu, saçının şekli şöyleydi, şöyle bir elbise giymişti gibi herkes birisine atıf yaparak onu anlatmaya çalışır. Bu ne

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

33 demektir? Bizim zihnimizde daha ewelden mevcut olan bir kalıp vardır, bilmediğimiz bir şeyi anlatırken ya da anlatmaya çalışırken o kalıba gönderme yaparız, ona kıyas ederek anlamaya çalışırız. Buna teknik tabiri ile "görünmeyeni/bilinmeyeni görünene/bilinene kıyas ederek anlatmaya çalışmak" denir. İşte Muhalefetün li'l-Havadis gündeme geldiğinde bu şey iflas ediyor. Böyle bir şey söz konusu değil . Cenab-ı Hakk'ın künhünü, zatını idrak etmemiz Cenab-ı Hakk'ın var ettiği bu yapımız içerisinde mümkün olan bir şey değil. Şimdi biz Cenab-ı Hakk'ı ahirette göreceğiz. Evet, baş gözümüzle göreceğiz. İlgili ayetlerden ve rivayetlerden böyle olduğunu biliyoruz. Peki, nasıl olacak, biz Cenab-ı Hakk'ı, O'nun zatını ihata edemiyoruz, idrak edemiyoruz, nasıl göreceğiz? İşte bunda da alimlerimiz diyor ki, keyfiyetsiz bir şekilde göreceğiz. Bizim şuanda görme diye ifade ettiğimiz şey keyfiyetli bir şeydir. Yani biz bir şeyi gördüğümüz zaman ya da görmek için, gözümüzü o şeye çeviririz. O şeyi görüş açımızın içine alırız. O şeyi boyutlarıyla, boşluktaki eni, boyu, derinliğiyle idrak ederiz. O bizim beynimizdeki görme merkezine yansır. Ve biz onu boyutlarıyla görürüz. Ahirette Caneb-ı Hakk'ı böyle mi göreceğiz? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim bu gördüğümüz sınırlı boyutlara cisimlere sahip varlıklar gibi değil ki... Dolayısıyla O'nu görmemiz gerçekleşecek ama keyfiyetsiz. Yeri geldiğinde bu meseleyi de zihinlerimize daha kolay gelecek biçimde ilgili ayet ve hadisler desteğinde göreceğiz.15 Bütün bunları Muhalefetün li'l-Havadis temelinde anlamamız, anlamaya çalışmamız lazım. Cenab-ı Hakk hadis va rlıklar hakkında bildiğimiz gördüğümüz her ne varsa O'ndan başkadır, O'ndan farklıdır. Dolayısıyla bizim idrak kapasitemizin dışındadır diyeceğiz. Bu Muhalefetün li'l-Havadis sıfatı selbi sıfatlar içerisinde, Cenab-ı Hakk' ın bütün ilahi sıfatlarını özetleyen ve anladığımız takdirde ıs

Bkz. s. 133 vd.

Ehl-i Sünnet Akaidi 34

diğer bütün sıfatlarını anlayabileceğimiz bir sıfat. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında da hiçbir varlığa benzemediğini, sıfatlarda tevhidin nasıl anlaşılması gerektiğini, O'ndan başka ilah olmadığını vurguladı metnimiz. Bu metinde yer alan ve tevhid hakkında bilmemiz gereken hususları bir zemin olarak döşüyoruz. Sıfatlardaki tevhidi anlattık. Şimdi de Esma'da (Cenab-ı Hakk'ın isimlerinde) Tevhidi anlatacağız. Esma'da Tevhid Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin kaynağı sıfatlarıdır. İsim ile sıfat arasında böyle bir ilişki vardır. Bunu bil mekte fayda var. Sıfat isimden önce mevcut olan şeydir. Cenab-ı Hakk'ın her bir sıfatı aleme taalluk ettiğinde, dış dünyaya tesiri olduğunda o sıfatla bağlantılı isim gündeme geliyor. Yani şöyle diyelim; Cenab-ı Hakk'da "rahmet" sıfatı vardır. Cenab-ı Hakk rahmet edilecek bir varlık yaratıp ona rahmet ettiğinde "er­ Rahman" ism-i şerifinin tecellisi ortaya çıkıyor. Ya da Cenab-ı Hakk'da "diriltme" sıfatı vardır. Bu sıfatla bir varlığı var edip, sonra öldürüp ondan sonra dirilttiğinde "el-Muhyi" isminin tecellisi ortaya çıkıyor. Veya "er-Rezzak" rızık veren demek. Cenab-ı Hakk zatı itibariyle "rızık verici" sıfatına sahiptir. Ama rızık elde edecek bir varlık yaratıp ona rızık verdiğinde "er-Rezzak" ism-i şerifinin tezahür ve tahakkuk ettiğini görüyoruz. İsimle sıfat arasında böyle bir ilişki vardır. Cenab-ı Hakk'ın ism-i şerifleri O'na mahsustur. Çünkü sıfatların kaynağıdır, dedik. Dolayısıyla sıfatlar O'na mahsus olunca isimleri de O'na mahsus olacaktır. O isimler hakkıyla en mükemmel şekilde sadece Cenab-ı Hakk için söylenebilir. Cenab-ı Hakk'ın dışındaki varlıklara Esma-i H üsna'ya dahil bir takım isimler ıtlak olunabilir (kullanılabilir). Kur'an'da mesela müminlere ... Kendi aralarında "

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

35 rahimdir/er''16 buyruluyor. Oysa Rahim ismi Cenab-ı Hakk'ın ismi şerifidir, O'na mahsustur. Yahut buna benzer bir takım kullanımları Kur'an ve Sünnet'te görüyoruz. Acaba burada esmada bir ortaklık söz konusu mudur? Hayır değildir. O esmanın altındaki, arka plandaki sıfat en kemal haliyle Cenab-ı Hakk'a mahsustur. İ nsanlarda sadece onun bir yansıması, cüz'i bir tezahürü olabilir. Cenab-ı Hakk merhametlidir. İnsan da merhametlidir. İnsandaki merhamet hissi esasen Cenab-ı Hakk'ın merhamet sıfatından ya nsımadır. Aslı Cenab-ı Hakk'da mevcuttur. Kemali Cenab-ı Hakk'da mevcuttur. İnsanda da onun cüz'i bir yansıması vardır. Dolayısıyla insandaki bu yansıma izafidir, sınırlıdır. Cenab-ı Hakk'daki ise sonsuzdur, sınırsızdır, mutlakdır. İsimler için de bunu düşüneceğiz.

Cenab-ı

Hakk'ın

isimlerinden

bazıları

insanlar

hakkında da kullanılır. Fakat bunların izafi olduğunu Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının insandaki cüz'i tezahürünün, tecellisinin bir yansıması olduğunu bilmekte fayda var. Bu isimler, yani diyelim ki er-Rahman, er-Rahim, et-Tewab, el­ Afuw, el-Gafur ismi şeriflerinin dayandığı sıfatlar sadece Cenab-ı Hakk'a ma hsus olarak O'nda mevcuttur. O sıfatlar dış aleme yansıdığında bu isimler gündeme geliyor. Ve bu isimler de yine mutlak anlamda Cenab-ı Hakk'ın zat-ı ulQhiyetine mahsustur. Ahkamda Tevhid Cenab-ı Hakk kulları üzerinde, var ettiği varlıklar üzerinde hükmünü dilediğince yürütendir. O herhangi bir konuda herhangi bir hüküm verdiği za man o hüküm tartışılmaz. Doğruluğu, yanlışlığı, nedeni­ niçini tartışılmaz. O diler, dilediği hükmü verir. O sorguya çekilmez. Cenab-ı Hakk, fiili için hiçbir kudret, hiçbir yetki, hiçbir otorite tarafından sorguya muhatap tutulamaz ama insanlar sorulurlar,

16

48/el-Fetih, 29.

Ehl-i Sünnet Akaidi 36

sorguya çekilirler. Cenab-ı Hakk'ın hükümde, ahka mda tevhidini anlatan Kur'an'ı Kerim'de pek çok ayet var. Mesela onlardan birisi Ra'd Suresi 41. ayetidir: "Allah hüküm verir ve O'nun hükmünü tenkid edecek -bu niye böyle oldu diyecek- sorgulayacak hiçbir kudret yoktur." Keza Maide Suresi'nde Allah Teala'nın indirdiği hükümlerle, insanların hükmetmekle yükümlü olduğu bize ifade ediliyor.17 Bu son derece önemli bir nokta. Yine Maide Suresi'nin 1. ayetinde "Allah dilediği hükmü verir." Keza Kasas Suresi'nin 88. ayetinde "Hüküm O'na mahsustur, hüküm verme yetkisi O'na aittir. Münhasıran O'ndandır ve siz O'na döndürüleceksiniz." buyruluyor. Buradaki "hüküm" den ne anladığımızı biraz açalım: İslam dünyasındaki kurtuluş savaşları, mücadeleleri ve hareketleri çerçevesinde bir miktar ideolojik mahiyetli şeyler de yazıldı, söylendi. İşte bu çerçevede Müslümanların devlet ta lebi gündeme getirilmeye başlandı. Müslümanlar üzerine, insanlar üzerine Allah'tan başka gücün hüküm koyma salahiyetine sahip olmadığı vurgulandı. İşte Seyyid Kutup -merhum- bu konuda yazdı. Mevdudi yazdı, daha başkaları yazdı. İnsanlar üzerine dünyevi ahkam ve devlet idaresi noktasında Cenab-ı Ha kk'tan başkasının hüküm koyma yetkisine sahip olmad ığı, Müslümanların münhasıran İslam ahkamıyla, Kur'an ve Sünnet ahkamıyla dünyasını, işlerini idare etmesi gerektiği, hayatı o ahkam üzerine inşa etmesi gerektiği vurgulandı. Biz ahkamda tevhidi işlerken hemen aklımıza bu meseleler gelir. Fakat bu meseleler öyle tekdüze ele alınmaması gereken meselelerdir. Buradan hareketle mesela şöyle diyenler oldu: "Herhangi bir Müslümanın içinde yaşadığı toplumun yönetim şekli/hukuku eğer İslam dışıysa orada hiçbir şekilde yaşaması veya 17

5/el-Maide, 44, 45, 47.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi

37 öyle bir hukuk sistemiyle idare edilen devlette görev alması, memur olması, belli kademelere gelmesi caiz değil. Çünkü Müslüman, gayr­ i İslami hükümlerin vücut verdiği bir sistemde fiilen görev alamaz." Bu tarz şeylere kadar işin ucu dayandı. Hatta hala bu sorularla muhatap oluruz. Bu tarz soruların bizlere sorulmadığı gün hemen hemen yok gibidir. Bir kere şu noktayı birbirinden ayıralım: Bir Müslümanın kendi hususi tercihi olarak yani tercih imkanının bulunduğu ortamda ve zeminde Allah Teala'nın hükümlerine aykırı başka hükümleri tercih etmesi asla caiz değildir. Fakat bizim dışımızda belirlenmiş bir dünya var, bizden önce gayr-i İslami bir sistem kurulmuş ve biz orada gözlerimizi açmışız. Biz o sistemde nasıl davranacağız, hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz, bu hukuk sistemiyle aramızdaki münasebet nasıl olacak? İşte burada iradi ve ihtiyari tercihle, zorunluluk durumunu birbirinden ayırmamız lazım ... Mesela diyelim ki; böyle bir sistem içerisinde avukat oldunuz, avukatlık yapıyorsunuz. Bu ülkede eskiden çok olurdu bu tarz şeyler; irtica suçuyla suçlandın ız. Bir yerde namaz kılıyordunuz, bir yerde toplu zikir yapıyordunuz, Risale-i Nur okuyordunuz veya İlmihal okuyordunuz. Geldi, polis bastı sizi -Allah korusun-, tuttu, aldı, toptan götürdü. Şimdi ne yapacaksınız? Burada birisi sizi savunacak, müdafaa edecek, sızın bir suç işlemediğinizi karşı tarafa anlatacak, onu bir şekilde ikna edecek ve sizi o mağduriyetten kurtaracak. Çoluğunuz var, çocuğunuz var, onların maişeti var, onların sıkıntı ları, problemleri var. Geride sizi bekleyen, merak eden bir sürü insan var değil mi? "Biz Allah yolunda hapse düştük, bizden sonrası önem li değil" diyemezsiniz. Yani dolayısıyla bir mağduriyet var, bir haksızlık var, o haksızlığın ortadan kald ırılması lazım, giderilmesi lazım. Sizi bir avukatın savunması lazım. O avukat sizi savunduğunda siz tekrar suçsuz yere atıldığınız o hapisten, o zindandan çıkarılacaksınız. Bunu nasıl yapacak? Yürürlükteki hukuk sisteminin donelerini, yaklaşımını,

Ehl-i Sünnet Akaidi 38

mantığını esas alarak yapacak değil mi? Diyecek ki, siz bu adamlara suçlu muamelesi yaptınız ama bu adamlar suçlu değil, bunların suçu yok, mağdur etmeyin diyecek, dışarı çıkaracak. Şimdi o avukat Allah'ın hükümlerinin dışında başka hükümle

hükmetmiş, tağutun

hükümleriyle

hüküm

vermiş

konumunda görülebilir mi? Görülmemelidir, çünkü o hükümleri veren başka, tercih edip oraya koyan başka, o hükümler çerçevesinde müdafaa edip mağduriyeti gideren insanın durumu başka . . . Yani bu ikisini birbirinden ayırmamız lazım. Şöyle diyelim; herhangi bir insan -sözün başında da söyledik- kendi dilemesine, tercihine, iradesine bırakılmış konularda Allah Tea la'nın ve Rasu lü'nün hükmü dışında bir hükmü tercih eder, O'na alternatif olarak O'nun rağmına başka bir hükmü tercih eder, onu hayatına hakim kılarsa, o hükmü doğru bulursa evet Maide 44-45-47. ayetlerin muhatabı olur. Ama böyle bir kastı yoksa hasbel kader böyle bir mağduriyet yaşamışsa ne yapacak? Kendisini oradan kurtaracak değil mi? Dolayısıyla şunu söylememiz lazım: Bir Müslüman elbette Müslüman olmanın tabi bir neticesi olarak yaşadığı ortamı İslam'la buluşturmak, İslam'ın diriltici soluğunu oraya götürmek mükellefiyetindedir. Bunu ulaştırmakla, telkin etmekle emr-i bil ma'ruf nehy-i ani'I münker yapmakla mükelleftir. Eli geldiğince, dili döndüğünce, gücü çattığınca bunu yapması gerekir. Fakat bunu yaparken özellikle bizim gibi toplumlarda bir anakronizme düşmemek lazım. Hemen yaşadığımız ortamla Mekke dönemi arasında bir paralellik kurulup, işte Mekke döneminde Efendimiz (s.a.v) şöyle yaptı, o müşrik topluma şöyle davrandı. Dolayısıyla biz de şöyle davranmalıyız. Ama bu toplum Mekke gibi arka pla nında putperestlik olan bir toplum değil ki. Bu toplumun üzeri kü llenmiş olan cevherini biraz üfürüp, silip süpürülüp asli şekline dönülürse ortaya ta m bir Müslüma nlık çıkıyor. Bizim

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

39 yaşadığımız ortamda bir takım insanları, bir takım kesimi, şirkle, küfürle vesaireyle itham etmeden önce onlara gerek şahsımızda hakkıyla yaşamak, gerekse tebliğ ederek İslam'ı anlatmak mükellefiyetimiz var. Biz bunu yaptık mı? İslam'ı hakkıyla temsil edebiliyor muyuz, hakkıyla anlatabiliyor muyuz? Bunları ne zaman yaptık, ne kadar süreyle yaptık? Bu mükellefiyeti tam anlamıyla yerine getirmeden, bu toplumla iman-küfür münasebeti kurmak, bu toplumla çatışmak doğru değil. Anlattığımız ve yaşadığımız konularda insanlar müşriklerin Ebu Cehil'in, Ebu Leheb'in direnciyle sizi karşılıyorsa buna diyeceğim bir şey yok. Efendimiz (s.a.v)'in sabrıyla biz onlara İslam'ı anlattı k mı? Bir de bu var. Karşı tarafı itham ediyoruz, karşı tarafa baştan bir tavır koyuyoruz, etiketliyoruz ama biz neredeyiz? Ne du rumdayız? Biz bu toplu mda Muhammedü'l-Emin imajı oluşturduk mu? Ne kadar gittik, ne kadar kime anlattık, İslam'ı kendi şahsımızda ne kadar yaşadık? Efendimiz (s.a.v)'in o toplumda oluşturduğu güvenin ne kadarını biz bu toplumda oluştura bildik? Bu toplumla çatışmaya dayalı bir ilişki kurmadan önce diyaloğa, tebliğe dayalı bir ilişki kurmamız gerekmiyor mu? Gerekiyor. Diyalog derken o zıvanadan çıkmış şeyi (Dinlerarası diyalog)

kastetmiyorum; iki kişinin konuşmasını

kastediyoru m. Evet, dolayısıyla Ahkamda Tevhid bahsini işlerken hukuki sisteme taalluk eden ahkam konusu aklımıza gelir. Ama ahkamda tevhidin tek boyutu burası deği ldir. Bir Müslüman için evet, aslolan Allah Teala'nın hükümleridir, Rasulullah Efendimiz (s.a.v)'in tebligatıdır. Bize kadar gelmiş olan Kur'an'dır, Sünnet'tir ve o çerçevede oluşmuş olan fıkhi müktesebattır. Ama biz bunları -bir tespit olarak alın bu söyleyeceğim şeyi- hayata yansıtmaya, yaşamaya ve yaşatmaya ne kadar layık isek Cenab-ı Hakk o kadar yaşamayı ve yaşatmayı bize nasip eder. Bizim liyakatimizle ilgili bir şeydir bu. Biz layık olursak,

Ehl-i Sünnet Akaidi 40

biz ehil olursak, biz hazır olursak Cenab-ı Hakk bizi o kıvama getirir ve o iklime bizi ulaştır. Ama biz ehil olmadığım ız bir şeyi istiyorsak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz hazır, ehil, layık olursak Cenab-ı Hakk dünyamızı da o ahkam çerçevesinde mamur ve imar etmeyi bize nasip eder. Ama ahkamda tevhidin tek boyutu bu değil. Bu işin bir boyutunda da Cenab-ı Hakk'ın bizim için dilediği, hepimiz için tek tek murat ve hükmettiği şey de var. Yani bize nasıl bir hayat dilemişse Cenab-ı Hakk nasıl bir kader takdir buyurmuşsa, bizim ona da teslim olmamız gerekiyor. İlgili yere geldiğimizde kader meselesini tekrar açacağız. Kader ve takdir derken meselenin Müslüman olarak itminan içinde bakmamız gereken bir boyutu daha var: "Cenab-ı Hakk bizi bazen acılarla, maddi-manevi sıkıntılarla, yokluklarla, afetlerle, musibetlerle imtihan eder. Bazen varlık imtihan olur, bazen yokluk imtihan olur. Cenab-ı Hakk'a her durumda teslimiyet içinde olmamız lazım. Üzerimize hüküm koyma noktasında mutlak yetki Cenab-ı Hakk'ta ise, hakkımızda ne dilemişse ona "kahrın da hoş lütfun da hoş" teslimiyetiyle boyun eğmemiz lazım. Bir şeyden emin olarak, biz hayatı O'nun muradı istikametinde yaşamaya çalışan insanlarız. O'na teslimiyetimizde bir problem yok, buna mukabil O'ndan gelen her şey baş göz üstüne ... Bunu böyle görmemiz lazım. Yoksa biz bihakkın yaşamıyoruz. Kaytarmalarımız çok fazla, sıkıntılarımız, zikzaklarımız çok fazla ... Buna mukabil gördüğümüz şeyleri -haşa ve kella- Cenab-ı Hakk'ın bize zulmü olarak anlama ya nlışına da düşmememiz lazım. Bu hayati bir hatadır. Mülk O' nundur dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediği ni vezir eder, dilediğini rezil eder. O'nun iradesine teslim olmak ve bu teslimiyette O'nun rızasına ulaşmak; aslolan budur. Dolayısıyla sadece hukuk sistemi olarak değil, hayatın acısıyla, tatlısıyla karşılaştığımız her enstantanesinde, her sahnesinde, her dönemecinde, her aşamasında O'nun hükmüne, takdirine, kazasına

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 41

razı olarak teslim olmak da ahkamda tevhidin ayrılmaz parçasıdır. Şimdi ikinci maddenin açılımına geçelim: Allah Teala tektir ve ortağı yoktur. Tevhidin aslı, özü budur. Allah Teala bu tevhidin, gördüğümüz beş boyutu çerçevesinde, bu beş boyutun aynı anda ifade ettiği şekilde tektir. Sayısal olarak değil, tabiri doğruysa nitelik olarak, sıfatları, fiilleri, isimleri, zatı ve hükümleri itibariyle ve bunların hepsinin birden ifade ettiği anlamda tektir. Onun bu tekliği yani tevhid, özellikle günümüzde Suudi Arabistan kaynaklı Vehhabilik hareketine mensup bir takım kimseler tarafından ikili veya üçlü bir kategorizasyon ile anlaşılıyor. Tevhid-i Uluhiyet, Tevhid-i Rububiyet ve Tevhid-i Sıfat şeklinde. Ve gerekçe olarak da şöyle bir arka plana dayanılıyor: Cenab-ı Hakk'ın bir Rububiyet vasfı var, bir de ulühiyet vasfı var. Cenab-ı Hakk'ın Rububiyet vasfı bu alemi yaratması, yağmur yağdırması, tabiat olaylarını idare etmesi, rızık vermesi, öldürmesi, diriltmesi vs. Bu Rububiyet vasfında müşrikler bile Cenab-ı Hakk'a iman ederler. Nitekim "Şüphesiz onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler.''18 mealindeki ayetten ve benzeri muhtevadaki ayetlerden hareketle İbn Teymiyye'den bu yana tevhid ikili sistemde anlatılır hale geldi. Tevhid-i Ulühiyet ve Tevhid-i Rububiyet. Bu ayet bize şunu anlatıyor: Müşriklere, gökleri kimler yarattı diye sorsak, "Allah" derler. Bu onların tevhid-i rububiyete inandıklarını gösteriyor. Rab olarak Allah'tan başka varlık tanımıyor müşrikler. Fakat ilahlık konusunda problemleri var. Allah'tan başkasına kulluk ediyorlar. Buradan da şu meseleye geçiş yapıyorlar; Allah'tan başka varlıklardan yardım istemek, başka varlıkları Allah'tan bir şey isterken araya koymak, yani tevessülde bulunmak veya başka varlıklardan yardım istemek, imdat istemek, medet istemek 1•

29/Ankebut, 61.

Ehl-i Sünnet Akaidi

42 tevhid-i uluhiyeti ihlal eden şeylerdir. Bu noktada tevhid ihlal edildiği zaman rububiyet tevhidinin de bir anlamı kalmaz. Çünkü uluhiyet tevhidi, ru bubiyet tevhidini de ihata edendir. Uluhiyet tevhidinde bir arıza, ihlal olduğunda rububiyet tevhidinin bir anlamı olmaz. Dolayısıyla müşriklere sorsanız "Allah" ceva bını alırsınız fakat bunlar Allah'tan başkasına kulluk ettikleri için müşriktir. Evet, bu çok yaygın olarak Selefi/Vehhabi çevreler tarafından ifade edilen bir şeydir. Bu uluhiyet ve ru bubiyet tevhidi hep bu şekilde anlatılır eserlerinde, bu şekilde işlenir. Şimdi, tevhid-i uluhiyet ve tevhid-i rububiyet ayrımı bizzat kendisi Kuran'a ve Sünnet'e dayanıyor mu? Kur'an' da ve Sünnet'te bunun bir zemini var mı? Bunun üzerinde durmak lazım. İ nsan-insan ilişkilerini, insan-devlet ilişkilerini kendi hayatıyla ilgili düzenlemeleri, birinden yardım istediğimizde ya da Allah'tan bir şey isterken araya bir varlık koyduğumuzda buna "başkasına tapınmak" diyorlar. İşte bu da Cenab-ı Hakk'ın ilah olma vasfında O'ndan başka ilah tanıma anlamına gelir. Dolayısıyla bir kimse tevessülde bulunduğunda uluhiyet tevhidini ihlal etmiş olur, dolayısıyla şirke düşmüş ol ur. "Kainatı Allah yarattı, rızkı O veriyor'' demenin bir anlamı kalmıyor, dolayısıyla bu kimse müşriktir diyorlar. İşte bu meseleyi biraz açmamız lazım. Bu tevhidin, uluhiyet ve rububiyet tevhidinin Kur'an'da İbn Teymiyye, M. bin Abdulvehhab ya da günümüz Vehhabilerinin ileri sürdüğü gibi kesin ayrıma gidebileceğimiz bir zemini var mıdır? Burası tartışmalı ... Müşrikler Allah'tan başka Rabb olmadığına inanıyorlar, onların problemi Allah'tan başka ilah tanımaları, dolayısıyla bir kimse Allah'tan başka ilah ta nıma ya da ilah tanıdığı anlamına gelecek işler yapsa o kimsenin imanı muteber değildir, o kimse müşriktir, diyorlar. Bunu Kur'an'daki "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

43 altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler."19 ayetine dayandırıyorlar. Fakat Allah'tan başka Rab tanımadıkları iddiası bizzat Kur'an-ı Kerim'in kendisine aykırıdır. Yani Kur'an-ı Kerim' de müşriklerin Allah'tan başka Rabb tanımadığını ifade eden bir ayet yok, tam aksine Allah'tan başka Rabb ta nıdığını, Allah'tan başkasına da Rabblık vasıfları atfettiğini gösteren ayetler var. Dolayısıyla Tevhid-i UICıhiyet, Tevhid-i Rububiyet dengesi ayetler esas alınarak sağlaması yapılmış bir sistem değil. Mesela Al-i İmran SCıresi'nde müşriklere hitaben "Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilôhlar edinin, diye de emretmez. " buyruluyor. Onlar Allah'tan başka varlıkları; melekleri ve peyga mberleri Rabb edinmişler. Tevhid-i Rububiyet kısmında problem var yani. Sizin dediğiniz gibi müşrikler Tevhid-i Rububiyet tevhidine inanıyor değil, Tevhid-i Rububiyette problem var. Keza aynı şekilde Yusuf Suresi 39. ayette Hz. Yusuf (a.s)'ın arkadaşlarının rüyalarını yorumla madan önce tevhidi tebliğ ediyor. Fırsat bilip tevhidi anlatıyor, arkasından rüyaları yorumluyor. "Birbirinden farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa Vahid ve Kahhar olan Allah mı?' Birbirinden farklı Rabblerden söz ediyor. Hz. Yusuf (a.s) onların birbirinden farklı Rablere iman ettiğini ifade ediyor, dolayısıyla Rububiyet tevhidi diye bir şey yok, ya ni müşrikler Allah'tan başka Rabb tanıyorlar. İbn Teymiyye ve onu ta kip edenlerin ulCıhiyet tevhidi ve rububiyet tevhidi tarzındaki ayrımının çok da Kur'ani bir temeli olmadığı nı, Kur'an' da bu ayrımla uyuşmayan ayetleri gördük. Bu ayrımda ısrar etmenin çok fazla anlamı yok. Zira biliyoruz ve Kur'an'ın birçok ayetiyle de sabittir ki şirk koşa nlar ulCıhiyetle şirk koşuyor, rububiyet tevhidine iman ediyor gibi kesin bir ayrım ya pmak mümkün değil. UICıhiyet tevhidinde de şirk var, rububiyet tevhidinde de şirk var. Kur'an'ı Kerim her iki kavramla ifade edilen şirke de yer veriyor. Dolayısıyla başka bir maksada ulaşmak için böyle bir ayrımı mutlaklaştırmak doğru değil. 19

29/Ankebut, 61.

Ehl-i Sünnet Akaidi 44

Nitekim lbn Ebi'l-İzz şerhine20 baktığımızda böyle kesin bir ayrım yapmanın çok da mümkün olmadığını görüyoruz. Konu hakkında detaylı izahattan sonra işi biraz gevşetmek zorunda kalıyor ve aynen şöyle diyor İbn Ebi'l-İzz: "Sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığın ı kabul etmek anlamında Rububiyet, şirk koşmanın imkansız olduğu insa nlar tarafından kesinlikle bilinen husus olduğu halde bazı müşrikler alemde kısmi bazı şeyleri yaratıcı olduğu inancına sahip olmuşlardır. İki tanrı kabul eden Seneviyye'nin varlık hakkında görüşü ..." diye devam ediyor. Demek ki insanlar rububiyet tevhidinde iman ediyor, ulOhiyet tevhidinde şirke düşüyor yahut ulOhiyeti kabul ediyor, rububiyet de şirke düşüyor gibi kesin ayrım yapmak doğru değil. Kur'an ve Sünnet tarafından da o ayrım bu şekilde mutlak tarzda ortaya konulmuş değil. Cenab-ı Hakk'ın hiçbir varlığa benzemediği noktasındaki temel akide ilkemiz üzerinde de durmamız gerekiyor. Zira bu ilke bize hiçbir vasfında hiçbir varlığın Cenab-ı Hakk'a benzemeyeceği, O'nun misli dengi benzeri olamayacağını ifadeye koyuyor. Nitekim Şura SOresi'nin 11. ayetinde de "Onun misli hiçbir şey yoktur." buyuruluyor. Cenab-ı Hakk'a benzer hiçbir şey yoktur. Demek ki bu benzersizlik zatta, sıfatlarda, isimlerde, fiillerde ve ahkamında böyledir. Bunların dördünün temeli birincisine dayanır. Yani zatta tevhide dayanır. Cenab-ı Hakk'ın zatı başka hiçbir varlığın zatına benzemez. Kur'an'ı Kerim böyle söylüyor. Efendimiz (s.a .v) buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk' ın zatı hakkında düşünmeyin, O'nun kudreti hakkında düşünün." O'nun ka inata ve vücudumuza serpiştirdiği varlığına, birliğine, kudretine götüren delilleri hakkında düşünün. Ama Cenab-ı Hakk'ın zatı hakkında d üşünmeyin. Allah Teala hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık O'na benzemez. Bu temel Akaid ilkesini tekrar ediyoruz. Herkesin bildiği bir şeydir, 20

lbn Ebi'l-İzz, Şerhu'l-Akideti't-Tahdviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türki tahkikiyle) 11-38.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

45 neden üzerinde bu kadar d uruyoruz diye aklınızdan geçebilir. Sebeplerini söyleyeyim: Elimde iki Arapça eser var. Bunlardan birisinin adı: "'Allah Adem'i Rahman'ın suretinde yaratmıştır' hadisinin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i iman tarafından müdafaası."21 Allah Teala'nın Hz. Adem (a.s)'ı kendi ilahi biçiminde, suretinde, şeklinde yarattığına dair bir hadis var. Ve bu kitap da bize diyor ki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman bu hadisin sahih olduğunu söyler ve savunur. Abdullah ed-Duveyş isimli bir Vehhabinin eseri. Demek ki böyle bir hadis var, Hz. Adem'in Cenab-ı Hakk'a benzediğini, O'na benzer biçimde yaratıldığını ifade eden bir hadis var, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman da bu hadisi müdafaa ediyor; kitabın kapağı bize bunu anlatıyor, muhtevasında da bu var. Nitekim muhtevasına baktığımızda yazar, "Bu hadisin tevili konusunda hataya düşenlerden birisi de el-Albanfdir, o da hataya düşmüştür" diyor. Niye hataya düşmüş? "Allah Adem'i Rahman'ın suretinde yaratmıştır" hadisinin zayıf olduğunu söylemiş el-Albani ve hataya düşmüş. O da biliyorsunuz günümüz selefilerinden birisiydi, vefat etti. Şimdi bu selefi el-Albanfyi burada hatalı buluyor ve diyor ki "el­ Albani bu hadise zayıf demekle hata etmiştir. Bu hadis zayıf değildir." Başka türlü iddialar da var. Meseleyi uzatmamak için geçiyorum. İkinci eserimiz selefi çevreye mensup et-Tüveyciri'ye ait. Tam adı Hammad b. Abdillah et-Tuveyciri, meşhur selefilerden. Kitabının adı "Ehl-i imanın akidesi: Allah'ın Adem'i Rahman'ın suretinde yaratmıştır."22 Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle diyor: "Şeyhü'l-islam İbn Teymiyye, Fahreddün-i Razi'ye bir reddiye yazmış, orada diyor ki "Bu hadis pek çok rivayet yoluyla, çok yaygın biçimde, Saha be-i Kiramdan da pek çok kişiden nakledilerek bize kadar gelmiştir. İslam'ın ilk üç asrında yaşamış sahabe, tabiin, ve tebe-i tabiin ittifak etmiştir ki buradaki zamir Allah Tea la'ya gider ve buradaki hadisin 21 22

Oi/d'u Ehli's-Sünne ve'l-İman an Hadisi 'Haleka Adem'e ald Sürati'r-Rahmdn. İthdfu Ehli'l-İmdn fi Ha/ki Adem'e ald Sürati'r-Rahmdn.

Ehl-i Sünnet Akaidi 46

manası şudur: Allah, Hz. Adem'i kendi biçiminde, kendi suretinde yaratmıştır." Kendi derken Allah Teala kendi ilahi suretinde yaratmıştır demektir. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin bunda ittifak( !) etmiştir diyor İbn Teymiyye. Bu hadis bize iki şekilde aktarılmış; birincisi "Allah, Hı. Adem'i suretinde yaratmıştır. " Bu varyantta kimin biçiminde yarattığı belli değil . Birinci rivayet şekli bu, İmam Buhari, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve benzeri sahih hadis kitaplarında nakledilen sahih varyantı budur. Bir de hadis imamları tarafından zayıftır denen -bir üstteki paragrafta zikrettiğim- varyantı var. Hatta selefilerin İmam kabul ettiği, gerçekten de hadis konusu nda otorite olan ama Akaid konusunda ciddi yanlışlara düşen İbn Huzeyme, itikad konusunda bir eser yazmış. Bu eserinde bizzat İbn Huzeyme bu rivayetin üç noktada kusurlu, illetli olduğunu ve sahih olmadığını söylüyor. Şimdi hadis imamlarının bu hadis hakkındaki hükmü bu. İbn Huzeyme üç noktada kusurludur, sahih değildir diyor. Sahih olan; Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi diğer hadis imamlarının naklettiği "Allah (c.c), Hı. Adem'i suretinde yarattı" varyantıdır. Bakınız, İbn Teymiyye ne diyor: "Bu hadis hakkında söylenebilecek şey şudur: "Selef ve ilk üç asırda yaşamış alimler arasında buradaki zamirin Allah Teala'ya ait olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Herkes aynı şeyi söylemiştir ki "suretihi = 0,:.." kelimesindeki zamir Allah'a gidiyor ve "Allah (c.c), Hz. Adem'i kendi biçiminde yaratmıştır." oluyor. Selef, sahabe, tabiin tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur" diyor.23 Burada, bir hadisin sahih rivayet yolunu bırakıyor, kendi meşrebini, kendi itikadını destekler göründüğü için ulema tarafından zayıf 23

lbn Teymiyye, "Bey6nü Telbisi'l-Cehmlyye fi Te'sisi Bida'ihim el-Ke/6miyyeH, (el­ Memleketü'l-Arabiyyetü's-SuOdiyye) VI, 373.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

47 bulunmuş varyantı esas a lıyor. Bunu esas alarak sahih varyantı, sahih şeklini tevil ediyor. Ondan sonra da bu iddiasına Tevrat'ı ve İ ncil'i delil gösteriyor: "Tevrat'ı açıp baktığımızda 'Tanrı, Rabb kendine benzer bir insanoğlu yaratı"' diyor. Tevrat'ın başında bu yer alıyor. Tevrat'ın ilk kitabında, Tevrat'ı oluşturan beş bölümün en başında böyle bir ifade var; "Rab kendisine benzer bir insan yarattı." Şimdi fecaate bakın: Bir hadisin iki tane şekli var. Birisi sahih imamlar tarafından kitaplarına alınmış, sahih olduğu söylenmiş orada zamirin mercii/gittiği yer yok. "Al lah (c.c), Hz. Adem'i suretinde yarattı." hadisindeki "suretinde yarattı" ifadesi nedir? Burada zamirin mercii yok. Zamirin merdini zayıf bir varyantı esas alarak tayin ediyor: "Buradaki zamir Allah'a gider, 'Allah (c.c), Hz. Adem'i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır' demektir. Sahabe böyledir, selef böyledir, tabiin böyledir, tebei ta biin böyledir. Bunların arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ehl-i Kitab'ın elindeki kitaplar da bunun böyle olduğunu gösterir." diyor. Bundan daha büyük bir fecaat olmaz, arkadan gelen ifadeleri daha fecaat: "Üçüncü asra geldiğimizde orada bazı alimler bu hadisi bu şekilde rivayet etmeyi çirkin buldular. Yani "Allah (c.c), Hz. Adem'i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır" sahih olan budur. Ama üçüncü asırda bazı alimler bu şekilde nakletmeyi kerih gördüler, çirkin buldular, kendi nefislerinden korktular, kendi akidelerini bu rivayetin tehlikeye düşürmesinden korktular." Yani -rezalete bakın- bazı alimler bir hadisi kendi itikatlarını bozar, akıllarını kafalarını karıştırır diye rivayet etmeyi kerih bulmuşlar. Bu ümmetin ulemasına atfedilebilecek bundan daha büyük bir iftira olabilir mi? Şimdi bütün bunu dışarıdan birisi söylese, örneğin bunu bir kelam alimi söylese İbn Teymiyye topunu tüfeğini kuşanır ve o adamı darağacına çeker. Sen bir hadis hakkında nasıl bunu düşünürsün. Bir hadisin zayıf varyantını esas alıyor, sahih varyantın ı o doğrultuda tevil ediyor. Olmadı, Tevrat'ı ve İncil'i delil getiriyor. Bir de bu ümmetin ulemasına bir iftira atıyor. Diyor ki, hadisi böyle nakletmeyi kerih buldular. Çirkin buldular. Bu ne demek? Bunu nasıl

Ehl-i Sünnet Akaidi 48

anlayalım nasıl tevil edelim şimdi? Bu ümmetin alimleri Efendimiz (s.a.v)'den gelen rivayetlere teslim olduğu için alim oldular, alimlik vasfını bu yüzden kazandılar. "Al/ahtan kulları içinde en çok alimler korkar''24 buyuruluyor Kur'an­ ı Kerim'de. Allah'tan korkan bir insan Efendimiz (s.a .v)'den sahih olarak nakledilmiş bir şeyi gizlerse, alim sıfatını bırakın mü'min sıfatını kazanmayı hak eder mi? Şüphesiz etmez. Peki, bu nedir? Bu bir fecaattir! İbn Teymiyye ve Vehhabilerin dilinde Cehmiyye, Muattıla gibi kavra mlar Ehl-i Sünnet kelam a limlerini anlatır, bunun altını çizelim. İbn Teymiyye diyor ki: "Üçüncü asırda Cehmiyye ortaya çıkınca onlardan bir grup bu "suretihi = 0�" kel imesinin sonundaki "hi'' zamirini Allah Teala'dan başka bir mercie gönderdiler. İlim ve Sünnet konusunda tanınan ulemadan bir gruptan da bu nakledilmiştir." "Suretihi" kelimesindeki zamirin mercii Allah değildir, başka yere gider demişler bu alimler. Ebu Sevr, İbn Huzeyme ve başka alimler bunla rdandır. O zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Bu adını saydığı alimler sahabe, tabiin, tebe-i tabiinin üzerinde ittifak ettiği bir meselede bu ilk üç nesle muhalefet etmişler. Bunlar bu itikattaki muhalefetleriyle alim vasfını taşımaya devam ediyorlar. Nasıl ol uyorsa böyle bir şey?! Peki, durum nedir? Bu rivayetin -baştan da söyledik- iki tane varyantı var: ı . "innallahe haleka Ademe ala suretihi = 0� Js. r:;ı .:;i> Jıı jı" şeklinde. "Allah (c.c), Hz. Adem'i suretinde yaratmıştır." Birinci nakil şekli budur, sahihtir. Buhari, M üslim ve diğer hadis imamları bunu

bu şekilde nakledip sahih olduğunu da belirtmişler. 2. "İnnallahe haleka Ademe ala sureti'r-Rahman = �� Js. f>l .:;l.> ;.iıı jl .j-'Jı" şeklinde. Sonunda bir Rahman kelimesi var. "ala suretihi" değil, "ala sureti'r-Rahman". Bu rivayetin de zayıf olduğunu 2• 35/Fatır, ıs.

Muhtasar Tahilvi Akidesi Şerhi 49

söylemişler. Ben bu rivayetin sahih olduğunu İbn Teymiyye dışında söyleyen bir başka alime rastlamadım. Az önce okudum, çağdaş selefılerden Nasruddin el-Albani bile bu konuda İ bn Teymiyye'ye itiraz ediyor, Şeyhu'l-İslam burada hata etmiştir, bu hadistir zayıftır, diyor. Şimdi boynuz kulağı geçer misali, birileri çıkıyor el-Albaniye, "Yok kardeşim sen yanlış söyledin, İbn Teymiyye ve diğer hadis imamları doğru söyledi, 'bu hadis sahihtir' dediler'' diyorlar. Az önce naklettiğim, sahih kaynaklarda şöyle bir arka plan var: Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: "Biriniz hizmetçisine vurduğu zaman veya birisiyle kavga ettiğiniz zaman karşınızdaki insanın yüzüne vurmaktan sakının. Çünkü Allah (c.c), Hz. Adem'i O'nun suretinde yaratmıştır." Allah Teala (c.c) Hz. Adem'i örneksiz yaratmıştır biliyorsunuz. İblis'e hitaben "Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir'?"25 diye hitap ettiği haber veriliyor bize. İşte burada iki eliyle yaratmaktan maksat şudur: Allah Teala Hz. Adem (a.s)'ı örneksiz yarattı ve yoktan var etti. Yani bir inayeti rabbaniyeye vurgu var burada . Cenab-ı Hakk'ın örneksiz olarak ve bir inayeti rabbaniye ile yarattığı Hz. Adem var, ondan sonra onun soyundan gelen herkesin yüzünün şekli, biçimi Hz. Adem gibidir. Dolaysıyla siz yüzü takbih edecek bir harekette bulunduğunuzda Cenab-ı Hakk'ın örneksiz yarattığı o yüze hakaret etmiş olursunuz. Oysa o Cenab-ı Hakk'ın, ahsen-i takvim üzere yarattığını da ifade buyurduğu bir kıvamdır. Dolayısıyla biriyle kavga ederken yüzüne vurmamaya dikkat edin. Hatta yüzü takbih etmeyin, yüze hakaret etmeyin. Hadisin arka planı budur. Dolayısıyla "�_,.:.. Js. r•T .jl;.. Jıı .'.ı('den maksat o yüzüne vurduğunuz adamdır. Hadis bize diyor ki, Allah Adem'i bu yüzüne vurduğunuz adamın suretinde, biçiminde yaratmıştır. Ya da yüzü kötü olsun, Allah çirkinleştirsin demeyin, çünkü o orijinal biçimi de Cenab-ı Hakk yaratmıştır. O'nun yarattığı bir şeyi takbih etmiş, küçümsemiş olursunuz ki bu doğru değil. Yoksa zayıf bir 25 38/Sid, 75.

Ehl-i Sünnet Akaidi 50

varyantı alıp meselenin merkezine yerleştirip, sahih hadisi o doğrultuda tevil edip, arkasından Tevrat ve İncil'den şahit getirip arkasından sahabe, tabiin, tebe-i tabiine iftira atmak herhalde sadece İbn Teymiyye ve takipçilerine nasip olmuş bir nasipsizliktir ! ! Acaba İ b n Teymiyye b u ü ç kuşakta ".)-'ı �_,.:.. Js- r>i .);... .tı �ı" şeklinin sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize? Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi, inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize. "Onun hiçbir benzeri yoktur'' diyor. Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz? Cenab-ı Hakk'ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c.c), Hz. Adem'i kendi ilahi biçimi nde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline koyduğumuzda siz bir varlığı Allah'a benzetmiş ol uyor musunuz olmuyor musunuz? Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe'den olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz. Şimdi bazı kardeşlerimiz "İbn Teymiyye M üşebbihe'dendir" dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Halbuki kendi ifadesi ortada. Yani ben

İbn Teymiyye'nin

Müşebbihe'den

Mücessime'den

olduğunu söylerken bundan bir tatmin hissediyor değilim ki; hakikat neyse onu ortaya koymak lazım, derdimiz bu. Akaid öğrenmedeki

hassasiyetimizin

arkasında

da

bu

var.

İbn

Teymiyye'nin kaşının üzerinde kara var, oradan kayıralım, onun bu türlü şeylerini görmeyelim dersek biz bu akideyi niye öğreniyoruz? Akidede tevil olmaz, hele böyle temel bir konuda ! Şimdi bu, ortaklaşa üç imamımızın üzerinde ittifak ettiği Akaid ilkelerini ihtiva eden metin. Bu metni günümüzün selefi uleması, Vehhabiler alıyor, utanmadan sıkılmadan diyor ki biz de bunu söylüyoruz! Sonra da çıkıp "Allah Adem'i kendi ilahi biçiminde yarattı" diyor. Bütün bunlar laf ca mbazlığıdır, işi karıştırmaktır, meselenin üzerini örtmektir.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 51

Yüze vurma meselesiyle ilgili olarak, İbn Teymiyye de bunu zikrediyor. Şöyle diyor: "Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, hizmetçini, kölenizi bir hata işlediğinde cezalandıracaksanız, vuracaksanız yüzüne vurmayın. Veya bir Müslümanla kavga ederken yüze vurmaktan sakının. Veya "kabaha/lahu vechek = :.lıı & .!..L.f.ô,.j = Allah senin yüzünü çirkinleştirsin" demeyin." Hani bizde de vardır: Türkçede "suratın dönsün" deriz. Böyle söylemeyin diyor Efendimiz (s.a.v). Neden? Allah (c.c), Hz. Adem (a.s)'ı yaratırken o yüzü beğenmiş, seçmiş ve onun hakkında takdir etmiş, Hz. Adem (a.s)'ı bu yüzün biçiminde yaratmış. Dolayısıyla adama "Allah suratını döndürsün, çirkinleştirsin" derseniz veya oraya vurursanız Allah'ın inayeti rabbaniye ile yarattığı bir yüzü takbih etmiş olursunuz. Hadiste sadece yüz ifade ediliyor, yüze vurmaktan sakının diyor. Burada, yüzü kaldırın bedenini belki başka bir varlığa benzetebilirsiniz ama insana özelliğini veren vücudun en önemli parçası yüzüdür. Yüzünü kaldırın atın ona insan muamelesi yapılmaz, o bir ceset olur. Ama yüz olduğunda bu insan vasfını kazanıyor. Boks ve diğer sporlar burada tehlikeye giriyor. Dolayısıyla yüze vurmaktan ibaret olan bir spor olmaz. Boks sporu yapmak caizdir diye hüküm veren kimse var mı bilmiyorum. Bana sorsanız ben caiz değildir derim. Bir şeye daha değinelim: İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu netleştirelim. Yine Beyanü Telbisi'l-Cehmiyye'nin 6/498. sayfasında İbn Teymiyye aynen şöyle diyor: "Allah Teala'nın kitabında, Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)'in sünnetinde,

sahabeden,

tabiinden

ya

da

tebe-i

tabiinin

büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne M üşebbihe ne de Allah Teala'yı mahlukata benzetmek zemmedilmiştir." Kendi ifadesi bu. Devam ediyor: "Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur." Buna benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur?

Ehl-i Sünnet Akaidi 52

Kur'an'da,

Sünnet'te,

sahabede,

tabiinde,

tebe-i

tabiinin

büyüklerinde yoktur. Devam ediyor: "Bu teşbih ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye'den gelmiştir." Bunu yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah'tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur'an' da Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur derken ne a nlatıyor bize? Bu ayet Allah Teala'yı mahlukata benzetmeyin teşbihe düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefımizin Akaid metnini okuyoruz, "Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur'' diyorlar. Hiçbir şeyi Allah'a benzetmeyin demek değil midir bu? Ta kendisi ! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını koyalım: Kur'an'a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i tabiine de iftira ediyor. Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve M üşebbihe'yi kötüleme yoktur diyor. Allah'tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki? Bu ifadeler Müşebbihe'den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen, teşbihi savunmak sana mı düştü? Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım, ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında d ünyamıza, akaidimize sokulan bir ifsat var. Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye'yi sadece tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur'an'a, Sünnet'e, selefe teslim olma k ! ! Böyle bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. İftira ediyorsam, sözünü çarpıtıyorsam söylediğimin yanlış-yanlı olduğunu düşünen varsa verdiğim cilt/sayfa numaralarına baksın. Bunun böyle olup olmadığını başka larından da test etsin, meseleyi araştırsın. "Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz." demiştik. Çok açık bir madde. Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeye yeter, O'nun dışındaki hiç bir şey mutlak belirleyicikte, kudrette O'nun seviyesi ne, makamına

Muhtasar Tah:M Akidesi Şerhi 5J

yükselemez. Her şeyi yaratan O olduğu için her şeyi çekip çeviren de O'dur. Hatta Kur'an-ı Kerim'de bir ayet var: Bizim kendi benliğimizden bile Cenab-ı Hakk bize yakındır.26 "Dilerse bizimle kalbimiz arasına girer."21 Bunun anlaşılmayacak bir yönü yok, bugün için bir tehlike de yok bu konuda. Cenab-ı Hakk -haşa- şu konuda aciz, bu konuda kadir diyen bir kimse yok bugün. Dolayısıyla bu madde hakkında birkaç şey söyleyip geçeceğiz ama "Onun benzeri hiçbir şey yoktur'' maddesinde biraz fazla d urmamız lazım. Ders ve sohbet verdiğim her yerde problem olarak bunlar karşıma çıkıyor. Belki bazılarınız bu tip şeylerle muhatap olmadılar ama olacaklar. Bu problem onların kapısına gelecek. Dolayısıyla bu konuları işlemekten maksadımız baştan tedbir alıp donanımlı olmaktır. "Ondan başka hiçbir ilah yoktur." demiştik. Cenab-ı Hakk ilahlık vasfında -haşa ve kella- başka hiçbir varlıkla ortak değildir. İ badet edilecek Cenab-ı Hakk'tan başka bir varlık yoktur. Çünkü yaratan başka bir varlık yoktur. Kime ibadet, kulluk edilir? Var edene kulluk edilir. Çünkü var ediliş görevidir kulluk. Cenab-ı Hakk, kendisine kul olalım diye yokluktan varlığa çıkarmıştır. "Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsin diye yarattım"28 buyurduğuna göre bizim Allah'tan başka ilah tanımamız kadar saçma bir şey olamaz. Dolayısıyla küfür kadar, şirk kadar saçma bir şey olamaz. Bu fıtrata da, akla da, var oluş kanunlarına da, insanın tabiatına da aykırıdır.

Öncesi olmayan kadim, sonu olmayan daimdir.

26 M•••Biz ona 27

sizden daha yakınız.# 5/VSkl'a, 85.

8/el-Enfal, 24.

28 51/ez-llri�t.

56.

Ehl-i Sünnet Akaidi 54

Cenab-ı Hakk'ın varlığı için öncelik söz konusu değil. Bizim varlığımızın bir öncesi var. Biz mesela bundan 100 sene önce hiç birimiz dünyada yoktuk. Varlığımızın bir başlangıcı var. Yaratılmış olan her şeyin, varlığının bir başlangıcı vardır. Yaratılmış olan her şey zaman içinde yaratılmıştır, zaman içinde yaratılmış olan her varlığın da bir başlangıç noktası vardır. Kelam terimi olarak "hadis" ve "muhdes" tabirlerini kullanıyoruz. Hadis kelimesiyle Hadis kelimesini karıştırmayalım. Hadis kelimesi Hadis-i Şerifi ifade eder. Hadis ise, sonradan var olan, zaman içinde varlığının bir başlangıç noktası olan demek. Muhdes de sonradan var edilmiş demek. Hadis ile muhdes kelimeleri aslında aynı şeyi a nlatıyor sadece sözlük anlamı olarak bir farklı lık var. Cenab-ı Hakk'ın varlığı ise zamanla birlikte olmadığı için O' nun varlığı nın bir başlangıç noktası söz konusu değildir. O'nun varlığı zamana bağımlı, bağlı değildir. Zaman da Cenab-ı Hakk'ın bir mahlukudur. Cenab-ı Hakk'ın kıdemini, öncesizliğini anlatırken bazen yanlış bir ifade çıkar hocaların ağzından; derler ki: "Cenab-ı Hakk'ın varlığının zamanda bir başlangıcı yoktur." Hayır, zaman Cenab-ı Hakk'ın varlığını kuşatamaz, zaman da bir mahluktur. Zamanı var etmeden önce de Cenab-ı Hakk vardı. Cenab-ı Hakk'ın varlığının başlangıç noktası yoktur. Çünkü varlığının başlangıç noktası olan her varlık yaratılmış varlıktır. Kendi kendine var olamaz. Çünkü yokluktan varlığa çıkıyor. Yokken, hiçken kendi başına var olamaz. Onu birisi var etmiştir. İşte bu var eden varlık Cenab-ı Hakk'tır. Bu anlamda varlığı ikiye ayırıyoruz. 1. Mutlak varlık: Cenab-ı Ha kk'tır. O'nun dışında mutlak varlık yoktur. O kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. 2. Mümkin varlık: Mümkin, varlığı zorunlu olmayan demektir. Olsa da olur, olmasa da olur, demektir.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

55 Cenab-ı Hakk'ın varlığı mutlaktır, vaciptir, gereklidir, zorunludur. Onun için kelam kitaplarında Cenab-ı Vacibü'l-VücCıd ifadesini görürüz: varlığı vacip olan, gerekli, zorunlu olan ... Olmasaydı olur muydu, diye düşünemeyeceğimiz tek varlık Cenab-ı Hakk'tır. Onun için O' nun varlığı vaciptir, yani zorunludur, gereklidir. Başka bir ihtimal düşünülemez. Ama alem için düşünebiliriz bunu. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Allah vardı, Allah ile birlikte hiç bir şey yoktu. İşte bu noktayı bir tahayyül etmeye ça lışın, Cenab-ı Hakk dışındaki her varlığın mümkin olduğunu gösteriyor bize. Ama biz Cenab-ı Hakk'ın var olmadığı herhangi bir an, durum, vetire tahayyül edemiyoruz. Cenab-ı Hakk zamandan önce de vardı, sonra da var olacak. O'nun varlığı zorunludur, kendindendir, onun için O'na Vacibü'l-VücCıd ya da mutlak varlık diyoruz. O'nun dışındaki hiçbir varlık kadim değildir. Kadim, eweli olmayan, varlığının başlangıcı olmayan demektir. O'nun dışı ndaki her şey varlıkta O'na muhtaçtır. Varlığında bir başkasına muhtaç olan varlık Vacibü'l­ VücCıd olamaz, mümkinü'I vücuttur. Olmasaydı, olma ması Cenab-ı Hakk'ta -haşa- herhangi bir eksiklik meydana getirmezdi. Sonu olmayan daim olması meselesine gelince, bunlar birbirini gerektiren şeylerdir. Cenab-ı Hakk'ın varlığının başlangıcı yoksa tabii ki sonu da yoktur. Çünkü varlığında ve varlığının devamında başka bir varlığa muhtaç değildir. Muhalifu'l lil-Havadis'tir. Havadis; hadis, sonradan var olmuş varlıklar mümkinü'l-vücuttur, varlıklarının bir başlangıcı vardır bir de sonu vardır. Bir gün gelecek Cenab-ı Hakk dışında hiçbir şey kalmayacak. Her şey yok olacak, sonra Cenab-ı Hakk ahiret a leminde varlıkları, insanları tekrar diriltip onlara sonsuz bir hayat bahşedecek. Burada bir noktaya dikkat çekelim. İbn Teymiyye "Rahman'ın Arş'a istivası" meselesinde -ileride de değineceğiz29- Allah Teala'nın Arş'a istivasını, Arş'ın üzerinde fiili bir yerleşme olarak kabul ettiği için bir problemle karşılaşıyor. 29 Bkz. s. 185 vd.

Ehl-i Sünnet Akaidi 56

İmam Ebu Hanife bu istiva meselesinde diyor ki: Eğer Allah Arş'a yerleşti, mekan tuttu, ayet-i kerime bunu anlatıyor dersek o zaman şöyle bir soru çıkar ortaya: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" Çünkü Arş mahluktur, muhdestir, sonradan var olmuştur. Allah Teala dışındaki her varlık sonradan var olmuştur. Dolayısıyla İbn Teymiyye'nin anlayışına göre -haşa- üzerine oturduğu yerleştiği Arş'ı da sonradan var etmiştir ve üzerine oturmuştur. Peki, o zaman İmam Azam Ebu Hanife soruyor: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" el-Vasıyye isimli eserinde şöyle diyor Ebu Hanife: "Allah Arş'ı ve Arş'ın d ışındakileri ihtiyaçsız olarak -yani onlara ihtiyacı olduğu için değil- korumaktadır. Eğer muhtaç olsaydı yaratılmışlar gibi kainatı var etmeye, icat etmeye ve yönetmeye muktedir olamazdı. Eğer Allah oturmaya ve mekan tutmaya muhtaç idiyse Arş'ı yaratmadan önce neredeydi? Allah Teala bu şekilde vasıflandırılmaktan yüce ve münezzehtir." Bu son derece önemli bir sorudur. Yani Cenab-ı Hakk ile mekan arasındaki ilişkiyi bu şekilde kuramayız. Cenab-ı Hakk yarattığı bir şeyle fiziksel bir temas halinde olmaz, bundan münezzehtir. Çünkü O'nun yarattığı hiçbir şeye ihtiyacı yok. Oturmak dediğimiz şey insanlara mahsus bir fiildir. Cenab-ı Hakk Arş'a oturdu denirse bir yerden oraya geldi de oturdu denmiş olur. Peki, mekanı var etmeden önce neredeydi? Bu soruya İbn Teymiyye diyor ki, Allah Teala Arş'ı yaratmadan önce neredeydi sorusu doğru bir soru değil. Neden? Çünkü Cenab-ı Hakk da kadimdir, Arş da kadimdir diyor. Nasıl kadimdir? Allah Teala'nın kıdemlik vasfı zatidir, zati bir özelliğidir, zatında mevcuttur, başkasından almaz kıdem vasfını diyor. Cenab-ı Hakk bizzat kadimdir. Arş ise kıdemi zemani itibariyle kadimdir. Allah Teala kendisi Arş'ı ezelden beri yaratıp üzerine istiva etmiştir diyor İbn Teymiyye. Şimdi burayı bir düşünün, bu ne kadar Kur'an'a ve Sünnete uyuyor, ne kadar tenzih akidesine uyuyor? "Onun gibi hiçbir şey yoktur,

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 57

hiçbir şey O'na benzemez" derken gerçekten biz Cenab-ı Hakk'ı varlıklara benzemekten tenzih etmiş oluyor muyuz? Konunun en başında söylediğimiz tevhidin beşli kategorisine gerçekten uyuyor mu bu durum? Cenab-ı Hakk da varlıklar gibi bir şey yaratıp, bir şeyi yapıp onun üzerine oturuyorsa o zaman bu vasıfta ona benziyor demektir. "O, zatına mahsus bir şekilde oturuyor'' demek meseleyi kurtarmıyor. Çünkü mekan tutmak dediğiniz nerede ve kim hakkında kullanılırsa kullanılsın aynı şeydir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başka kadim varlıklar tasavvur etme garabeti de çıkıyor buradan. Cenab-ı Hakk'ın Arş'a istivasını "oturma" olarak kabul ederseniz kendi sakat kabulünüzü teyit etmek için başka bir sakatlık daha işlersiniz; Cenab-ı Hakk'tan başka bir kadim varlık tasavvur etmiş olursunuz. "İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür'' demek lazım. Oturdu, karar kıldı, mekan kıldı, alçaldı falan demeyiz, keyfiyet atfetmeyiz, demek lazım. İşte bu İbn Teymiyye gibi Müşebbihe'nin yol açtığı arıza sebebiyle sonra gelen kelam alimleri diyorlar ki, biz bunu lügat anlamının izin verdiği ölçüde tevil edelim, sözlüğü zorlamayalım, nassları zorlamayalım. Ama insanların aklına da oturdu, kalktı gibi bir teşbih inancı da gelmesin. Arş'a istiva etmekten maksat Arş'ı kudret elinde tutmaktır diyelim. Çünkü Arş, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı en azametli, muazzam varlıktır. Cenab-ı Hakk onu bile kudretiyle tutuyor, demek ki "Ey insanlar Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bu muazzam büyüklük karşısında bir toplu iğnenin ucundan bile daha küçüksünüz. Haddinizi bilin, cirminizi aşmayın" gibi bir uyarı var. Dolayısıyla Allah'tan (c.c) başka kadim, öncesiz varlık yoktur. Bir de selefılerin kitaplarında kıdem meselesi söz konusu edilir: "Cenab-ı Hakk'ın "el-Kadim" diye bir ismi yoktur derler. Bu kelamcıların uydurduğu bir şeydir. Biz buna itibar etmiyoruz, "el-Evvel" ismi bize yeter'' derler.

Ehl-i Sünnet Akaidi 58

el-Kadim

ismi

şerifinin

Cenab-ı

Hakk'ın el-Esmaü'l-Hüsna'sı

arasında geçtiğini de söylemiyor zaten bizim kelam alimlerimiz ve itikad imamlarımız. İbn Mace'nin naklettiği bir rivayette el-Esmau'I Hüsna sayılırken el-Kadim ismi şerifi de geçiyor orada ama bu rivayetin senedi zayıf bulunmuş. el-Kadim Usuli'd-Din imamlarımız tarafından Cenab-ı Hakk'ın bir ismi olarak zikredilmiyor zaten, O'nun bir sıfatı olarak zikrediliyor. Kıdem Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. el-Kadim kelimesinin el-Ewel kelimesinden daha hususi bir anlamı vardır. Kelam alimleri böyle rastgele kelime seçmezler. Onun için, "Kur'an' da Sünnet'te geçmiyor dolayısıyla biz buna itibar etmeyiz" gibi fazla toptancılık, genellemecilik doğru bir şey değil.

O'nun sonu gelmez, yok da olmaz. Cenab-ı Hakk için varlığının sonu gelmek veya varlığı fena bulmak diye bir şey yoktur. Bu olsa olsa mahlukat için, mümkin varlıklar için söz konusu olur. Cenab-ı Hakk'ı -haşa- bir başka varlık var etmediği için, varlıkta bir başkasına muhtaç olmadığı için, varlığı kendinden ve zorunlu olduğu için yok olması ya da varlığında bir inkıta/kopukluk meydana gelmesi, bir kesinti meydana gelmesi söz konusu değildir. O kadimdir, daimdir ve bakidir. Varlığında ne ewel, ne kesinti ne de bir son nokta söz konusu değildir.

Ancak O'nun irade ettiği gerçekleşir. Bizler ancak Cenab-ı Hakk'ın bu alemde dilediği şeyleri diliyor ve yapıyoruz. Bizim dilememizi de Cenab-ı Hakk diliyor, bizim varlığımızı da O dilemiş, bizim her birimiz için bir ömür tayin etmiş. Bütün bunlar O'nun dilemesiyle oluyor. Dolayısıyla O dilemeden bir yaprak bile kıpırdamıyor. Biz her anımız ve her nefesimiz de,

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 59

vücudumuzda her an ölen ve yerine yaratılan yeni hücreler de O'nun dilemesiyle ve kudretiyle oluyor.

Vehimler O'na erişemez. Anlayışlar O'nu idrak edemez. Burası da önemli. Cenab-ı Hakk'ı zihnimizde canlandırmaya çalışmayacağız. O nasıldır? Aklımıza bu konuda gelen her ne varsa Cenab-ı

Hakk

ondan

başkadır,

farklıdır.

Bunu

hafızamıza

yerleştirince tenzih konusunda temel bir problemi aşmış oluruz. Cenab-ı Hakk'ın zatı konusunda aklımıza gelen her ne varsa Cenab­ ı Hakk ondan başkadır. Çünkü aklım ıza gelen şeyler gördüğümüz şeylerin yansımasıdır, suretleri, biçimleridir. Görmediğimiz bir varlığı tasawur edemeyiz. Size desem ki mesela, ben dün sokakta giderken bir adam gördüm kafasının üstünden çıkmış bir el vardı, tepetakla o elinin üzerinde geziyordu. Ayakları nın yerinde iki tane kol vardı kollarının yerinde kulakları vardı. Siz böyle bir şeyi tasawur edemezsiniz, daha önce görmediniz çünkü. "Yahu nasıl bir şey bu?" dersiniz. İnsanın zihninde tasawur ettiği her şey daha ewel görüp de zihnine nakşettiği şeylerdir. Cenab-ı Hakk'ı görmediğimize göre O'nun zatı hakkında aklımıza gelen her ne varsa Cenab-ı Hakk ondan

başkadır diyeceğiz.

Bunu tasawu rumuzun

temeline

yerleştireceğiz.

O, yarattıklarına benzemez. İkinci maddeyi açıklarken bu maddeyi açıklamıştık. Cenab-ı Hakk hiçbir şeye benzemez. O'nun dışındaki alem Cenab-ı Hakk'a hiçbir vasfında benzemez. Hangi bakımdan benzemez? Hiçbir bakımdan

Ehl-i Sünnet Akaidi 60

benzemez. Tevhidin beşli kategorisini aklımızda tutarak devam edeceğiz.

Ölmeyen diri, uyumayan kayyumdur. Ayete'l-Kürsi'de bu özelliklerini, hususiyetlerini görüyoruz. "Onu ne

uyku ne de uyuklama tutar."3° Cenab-ı Hakk için böyle zaaflar, noksanlıklar, eksiklikler söz konusu değildir. O her türlü noksanlıktan beridir, m ünezzehtir, müberradır.

Hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaratan, hiçbir zorluk söz konusu olmadan nzıklandırandır. Cenab-ı Hakk için herhangi bir konuda meşakkate düşmek, zorlanmak, bir şeyi zorlanarak yapmak gibi eksiklikler söz konusu değildir. "O bir şeyin olmasını dilediği zaman yaptığı şey ona "ol"

demektir. O hemen olur.''31 Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'a Yahudilerin inandığı gibi, "Kainatı altı günde yarattı, yoruldu. Yedinci gün istirahat etti" gibi noksanlıklar izafe etmek ya da Cenab-ı Hakk'ı başka herhangi bir vasfında nakıs, eksik, muhtaç varlıklara benzetmek doğru değil. Cenab-ı Hakk'ın mutlak anlamda bunlardan tenzih edilmesi lazım.

Korkusuzca öldüren, meşakkatsiz diriltendir.

30

2/Bakara, 255.

31 36/Y3sin, 82.

Muhtasar Tahilvi Akidesi Şerhi 61

Ölüm deyince hepimizin aklına bir ürperti gelir. Bu aslında bizim hayata bağlanmamızdandır. Aslında ölümden, Hz. Azrail'den (a.s) korkmamızın sebebi belki de ölüm ötesine çok hazırlıklı olmadığımızı düşünmemizdendir. Oysa ölüm ötesinde günahkarları bekleyen dehşet de, ölüm anında insanın yaşayacağı sıkıntı da Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Bütün bunları yaratan O' dur. Yani burada bu ifadenin yer alması şundandır: Bizim için en korkunç şey nedir? Canımızın elden gitmesidir. Her şeyi yaparız, düşünürüz, vazgeçmek son seçeneğimizdir bizim. Biri gelse bize dese "Ya seni öldüreceğim, ya da evini yakacağım!". "Beni öldür!" der miyiz? Hayır, başka bir seçeneğimiz yoksa "Evimi yak!" deriz. Bütün hayat boyunca çalışıp kazanıp biriktirdiğimiz her şeyi canımız için feda etmeyi göze alırız. İşte bu bizim limitimizdir. Ama Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değil. Meşakkatsiz diriltmek... Buna delalet eden ayeti kerimeler var Kur'an-ı Kerim' de. Yoktan var etmek, daha ewel var ettiği bir varlığı yeniden diriltmekten bize göre daha zordur değil mi? Bize ha ngisi zordur, diye sorsalar bizim ölçülerimize göre yoktan var etmek daha zordur. Mevcut bir varlığı öldürüp yeniden diriltmek diğerine göre daha kolay gelir bize. Ama Cenab-ı Hakk için ikisi de aynıdır. Yoktan var etmek de var edilmiş bir varlığı öldürüp tekrar diriltmek de aynı şekildedir. Cenab-ı Hakk için zor ya da kolay söz konusu değildir. Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda yer alan ayetlerin bizim dünyamıza, ölçülerimize göre ifade buyurulmuş olduğunu unutmayalım.

Mahlukatı yaratmadan önce mevcut olan sıfatlarıyla varlığı kadim/sürekli olandır. Cenab-ı Hakk bizi yarattığı için bir takım sıfatları hak etmiş değil, haşa ! Alemi var etmeseydi de insanı yaratmasaydı da O yaratandı, el-Halık idi. O. vasıflar O'nda bize ilişkin, aleme ilişkin bir şeyler yaptığı için yer almış değil. Bu vasıflar O'nda zatidir, zatına mahsustur, zatıyla birlikte vardır. Yaratmak, öldürmek, diriltmek,

Ehl-i Sünnet Akaidi 62

rızık vermek, affetmek, bağışlamak, intikam almak ... Bütün bunlar Cenab-ı Hakk yaratmasaydı da O'nda mevcut sıfatlardır. Şu anda kıyamet kopmadı, Cenab-ı Hakk hiçbir varlığı yeniden diriltmiyor (ba's) örneğin. Buna rağmen Cenab-ı Hakk el-Ba'is'tir; ölüleri diriltendir. Eş'arilerin bu noktada bir ihtilafı var mıdır? Eş'ariler derler ki, Cenab-ı Hakk'ın özellikle -Tekvin gibi- mahlukata dönük sıfatları, Cenab-ı Hakk alemi var ettikten sonra almıştır. Esasen Halık'tır, el­ Halık ismi şerifi vardır, halk etmek O'nun zati sıfatıdır. Somut bir varlığı var etmek anlamında Tevkin sıfatını Cenab-ı Hakk alemi var ettikten sonra almıştır. Bu lafzi bir ihtilaftır, asla taalluk etmez.

O önceden sahip olmadığı bir sıfata, alemi var ettikten sonra sahip olmuş değildir. Sıfatlarıyla ezeli olduğu gibi, ebedidir de. Biz Cenab-ı Hakk'ın varlığına bir şey katıyor değiliz. O bizden de, bütün alemlerden de, mahlukattan da müstağnidir. Bunların hiçbirisine hiçbir şekilde ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatı, ismi, vasfı edinmek için ya da bir vasıfta kemal seviyesine ulaşmak için -haşa- hiçbirisine ihtiyacı yoktur. O zatıyla kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Alemi yaratsa da O öyleydi, yaratmış olsa da öyleydi, yaratmamış olsaydı da öyleydi, öyle olmaya da devam edecek.

"el-Halık"

ve

"el-Bari"

sıfatlarını,

mevcudatı/mahlukatı

yarattıktan sonra elde etmiş değildir. Kendisini Rabb olarak gören hiçbir mahluk yokken de "Rabb"lık ve "el-Halık" sıfatına sahip idi.

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi

63 Yukarıda söylediğimiz şeyleri teyid eden, açıklayan, bir anlamda tefsir eden bir ifade.

Aynı şekilde O, "el-Ba'is/Ölüleri dirilten" sıfatını, onları dirilttikten sonra hak etmiş olmadığı gibi "el-Halık" sıfatını da onları var ettikten sonra hak etmiş değildir. Yani şu anda el-Ba'is değildir de kıyamet koptuktan, ölüleri dirilttikten sonra el-Ba'is olacaktır demiyoruz. Şu a nda da; Cenab-ı Hakk kıyamet kopmamış, ölüleri diriltmemiş olsa da el-Ba'is'tir diyoruz. O bu isme onları diriltmeden önce de sahip idi. Yine aynı şekilde bütün yaratıkları var etmeden önce de yaratıcı ismine sahipti. Bu çok açık, bunlar zati sıfatlar olduğu için Cenab-ı Hakk bunları sonradan, harici bir etken dolayısıyla almış değildir.

Bu (Allah Teala'nın bu özelliklere sahip oluşu) şundan dolayıdır: Şüphesiz O'nun gücü her şeye yeter. Her şey O'na muhtaçtır. Her iş O'na kolay gelir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

"Onun misli gibi

hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."32

Bütün bunları daha evvelden açıkladık, Cenab-ı Hakk'ın kemal sıfatlarına delalet eden hususular bunlar. Cenab-ı Hakk'ın gücü her şeye yeter.

32

42/Şura, 11.

Ehl-i Sünnet Akaidi 64

Burada bazen çeldirici soru sorarlar, bir kere daha hatırlayalım: Allah'ın gücü her şeye yeter mi? Evet yeter. Peki, Allah acaba kendisinin yerden kaldıramayacağı ağırlıkta, büyüklükte bir taş yaratabilir mi? Ya da Allah kendisi gibi bir ilah yaratabilir mi? Bunlar muğalata, kafa karıştırıcı sorular. Ama O'nun gücünün her şeye yetmesiyle bu türlü soruların mantıkiliği arasında hiçbir bağlantı yok. Bu sorular mantiki değil, doğru değil, yanlış sorular. Cenab-ı Hakk'ı O'nun vasıflarını anlatırken yeterince tanımamaktan kaynaklanan, bir anlamda cehaletten kaynaklanan sorular bunlar. Cenab-ı Hakk kendisi gibi bir ilah yaratabilir mi? Yaratılmış varlık ilah olamayacağı için bu soru abestir yanlıştır, kurgusu hatalıdır. Yaratılmış bir varlıktan bahsediyoruz, sonra O'nun ilahlığından bahsediyoruz bu ikisi bir araya gelmez. Yani "Bana siyah bir beyaz getir" der gibi bir şey bu. Ya siyah ya da beyaz olur. İkisi aynı anda olmaz. Bu da böyle bir şey. Yani ilahsa Cenab-ı Hakk'tır, yaratılmışsa ilah değildir. Yaratılmış bir varlıktan bahsediyoruz sonra da O'nun ilahlığından bahsediyoruz. İki zıt bir arada bulunmaz, ictimau'z zıddeyn muhaldir, imkansızdır.

SUAL-CEVAP

Sual: Esma (Allah'ın isimleri) bir sıfatın mahluk üzerindeki tecellisidir dediniz. Peki, o zaman mahlukat yaratılmasaydı esma olmayacak mıydı? Ya da mahlukat yokken esma yok muydu? Esma da sıfatlar gibi ezeli değil midir? Cevap: Cenab-ı Hakk'ın isimleri sıfatlarından kaynaklanıyor. Sıfatları ise ezelidir. Bir sıfatın mahluk üzerindeki tecellisi olması o mahluk olmasa o esma olmayacaktı anlamına gelmiyor. Biz onu mahluk üzerinde tecelli ettiğinde anlıyoruz. Ne demek bu? Cenab-ı Hakk el­ Ba'is ismi şerifine sahiptir mesela. Bunun ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmiyoruz şu anda biz. Ama el-Halık ismi şerifini er­ Rezzak ismi şerifini biliyoruz. Çünkü bizi yarattı, gözümüzün önünde her an bir yaratma fiili cereyan ediyor ya da biz de dahil olmak üzere varlıkların rızıklandırıldığını görüyoruz. Bu söylenen söz bizim müşahedem iz bakımındandır. Yoksa varlıklar olmasaydı Esma ya da Sıfat ol mazdı anlamında değil. Ve bu isimler de yi ne mutlak anlamda Cenab-ı Hakk'ın zatı uluhiyetine mahsustur, diyeceğiz. Sual: Her an Mevla'nın yaratma fiili tecelli ediyor mu?

Ehl-i Sünnet Akaidi 66

Cevap: Evet ediyor. Bizim bedenimizde de, tabiatta da gördüğümüz görmediğimiz her zerrede Cenab-ı Hakk'ın öldürme ve yaratma fiili her a n tecelli ediyor. Sual: Hükümde Tevhid meselesi daha önceki asırlarda yok muydu? Cevap: Hükümde Tevhid meselesi, İslam coğrafyasının işgal ve istilalara maruz kalmasından sonra buralarda oluşan istilacılarla işbirliği yapan yönetimler söz konusu olunca gündeme geldi. Bu işbirlikçi yönetimler ortaya çıkınca onları tekfir edenler de ortaya çıktı. Bu işbirlikçilerin ortaya çıktığı bazı yerlerde tekfir noktasında bir yoğunlaşma oldu. İslam coğrafyasının her yerinde aynı şey yaşanmadı. Yani bir tarafta böyle bir yoğun tekfir faaliyeti yaşanırken öbür tarafta mesela Hindistan'daki İngiliz işgalini İslam adına onaylayan Muhammed İkbal gibi insanlar da söz konusu oldu. Onlara da İngilizler "Sir" (Sör) unvanı verdiler. Bu da ayrı bir bahis. Bu işgal ve istilalar üzerinden tekfir meselesi İslam dünyasında tartışılmaya başlandı. Sonra bu furya işbirlikçileri de aşarak Müslüman kitlelere doğru yönelmeye başladı. Artık gençlerimiz öyle bir aşamaya geldi ki gitti Suudi Arabistan'da üç dört sene okuyup geldi anasını, babasını, arkadaşlarını, milletini tekfir etmeye başladı. Bütün bunlar tabi meseleyi ideolojik bir zeminde okuma anormalliğinin verdiği bir arızadır. Birazcık oturmuş bilgi söz konusu olsa bunların hiçbirisine mahal kalmayacak. Sual: Ehl-i Sünnet'e göre, Zat'ta Tevhid ve Sıfat'ta Tevhid ayrımı yaptığımızda zat-sıfat ayrımı da yapmış oluyor muyuz?

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi

67 Cevap: Zat-sıfat ayrımı derken, Cenab-ı Hakk'ın tevhidinin hangi hususlarda gözetilmesi gerektiği, ikrar ve itiraf edilmesi gerektiği noktasında bunu söyledik. Yoksa Ehl-i Sünnet zat ile sıfat arasında kesin bir ayrım yapmıştır, zat başka sıfat başka bir şey demiştir demiyoruz. Ehl-i Sünnet için Cenab-ı Hakk sıfatları "zatının ne aynıdır ne gayrıdır''. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın zatının aynısı dersek o zaman aslında sıfatlar yoktur demiş oluruz. Zatıyla bilir, zatıyla merhamet eder, zatıyla yaratır, zatıyla yok eder demiş oluruz, sıfatlarıyla değil. Ama sıfatlar zatından başkadır dediğimizde ise bu sıfatların da Cenab-ı Hakk'tan bağımsız, müstakil varlıklar olarak kadim olduğunu ve dolayısıyla birden fazla kadim varlık bulunduğunu söylemiş olacağız. Oysa Cenab-ı Hakk kadim olan tek varlıktır. M utezilenin içine düştüğü çıkmazlar buradan da kaynaklanıyor. Dolayısıyla birden fazla kadim varlık vardır dememek için "Sıfatlar yoktur, sıfatlar zatın aynısıdır'' dediler. Ehl-i Sünnet de dedi ki: Sıfatlar zatın ne aynıdır ne gayrıdır. Cenab-ı Hakk el-Alim sıfatıyla bilir, er-Rahman sıfatı ile merhamet eder. Er­ Rezzak sıfatı ile rızık verir ... Bunlar zatının aynısı da değildir, gayrısı da değildir. Sual: Mevdudi'den önce alimlerin gayr-i İslami düşünceye karşı görüşü neydi? Cevap: Bu işgal ve istila İslam tarihinde ilk defa bu boyutta yaşandığı için bu dönemde gündeme geldi. Yoksa mesela Moğol istilasında ya da Haçlı işgallerinde bu mesele bugünkü gibi bir problem teşkil edecek boyuta gelmemişti. O zaman Moğolların da haçlıların da hükmü belliydi. İslam dünyasında onlara karşı bir duruş birliği vardı. Günümüzde problem şurada: Bu artık gayrimüslimlere yönelik

Ehl-i Sünnet Akaidi 68

olmaktan çıktı, doğrudan doğruya Müslümanlara yönelmeye başladı. Yani bizim fıkıh kitaplarında şöyle hükümler var: Bir İslam toprağı gayrimüslimler tarafından işgal edilse, orada bir M üslüman alim o devletten aldığı bir izinle kadılık makamına gelse orada Müslümanlar üzerine İslami hükümleri icra etse, Müslümanlar arasındaki davaları İslami hükümlere göre çözüme kavuştursa bu caizdir demişler. Hatta o kadıyı gayrimüslim yönetimin tayin etmesi de caizdir demişler. Yeter ki İslami hüküm lerle hükmetsin. Şimdi biz öyle bir noktaya geldik ki bir gayrimüslimden görev almak küfürdür diyoruz. Bu fıkıh kitabındaki hükümle bu ideolojik oku mayı yan ya na nasıl getireceğiz? O dönemde böyle bir kafa karışıklığı yaşamıyord uk. Çünkü o zaman hayatımıza fıkıh hükmediyordu. Fıkhi kaideler hükmediyordu. Yani bir konuda fıkhi kaideyi söylediğinizde iş biterdi. Ama şimdiki delikanlı fıkıhtan anlamıyor, fıkhi kaideden anlamıyor, usulden, hüküm çıkarma metotlarının hiçbirisinden anlamıyor. Onun eline bir kitap vermişler, orada okumuş,

Maide

44,

45,

47

"Kim

Allah'ın

hükümleriyle

hü kmetmezse kafirdir", bitti. Bu kadı da olsa böyledir, avukat da yargıç da öğretmen de ... Fark etmiyor ki, "sen Allah'ın hükümleriyle hükmetmiyorsun" deyip kılıcı savurup kelleyi düşürüyor. Bu gence oturup

fıkıhtan,

usul-i

fıkıhtan,

kavaid-i

fıkıhtan

nasıl

bahsedeceksiniz? Onun için bu dönemde bu iş problem oldu. Mesela Mevdudi'nin Dört Terim diye bir kitabı vard ır. Bu kitaba Ebu'I Hasen en-Nedvi merhum çok güzel bir reddiye yazmıştı.33 Biz Mevdudi'nin kitabını biliriz ama o reddiyeden haberimiz yoktu r. O reddiyeyi okuduğunuzda bir konuda İslami/fıkhi arka plana dayanarak konuşma farkını görüyorsunuz. Mevdudi merhumunki biraz ideolojik bir okumaydı. Ebu'I Hasen en-Nedvi bizim fıkhi müktesebatımızı yansıtan muhteşem bir mukabelede bulundu. 33

Ebu'I Hasen Ali En-Nedvi, islam 'm Siyasi Yorumu, Bedir Yayınları.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi

69 Onu da okumak lazım, karşılaştırmak lazım aradaki farkı görmek için. Sual: İbn Teymiyye'nin yüklediği manalar değil de farklı bağlamlarda ulCı hiyet-rububiyet tevhidinden bahsedenler yok mudur? Cevap: Hayır, bu ilk defa İbn Teymiyye ile ortaya çıkmış bir ayrımdır. Selefte, ulCıhiyet tevhidi şudur, rububiyet tevhidi budur şeklinde bir ayırım bilinmiyor. İbn Teymiyye aslında Selef adına konuşmayı çok seven biridir. Fakat kendisi selefin söylemediği o kadar çok şey söylemiş ki kita plarını okuduğunuzda "Bu adama selefi demek nasıl mümkün olur?" diye kendi kendinize soruyorsunuz. Bu da onlardan birisidir. Sorsa nız İbn Teymiyye'ye seleften kim böyle bir ayrım yapmış, hangi kitapta, hadiste var? Böyle bir şey yok. İlk defa İbn Teymiyye'nin ortaya attığı bir şey bu. Bunu da selef adına yapıyor. Böyle bir ayırıma gitmek aslına İbn Teymiyye'nin çizgisini esas alanlar açısından tam anlamıyla bir bid'attır. Selefin yapmadığı bir şeyi İbn Teymiyye yapıyor. O yapınca bid'at olmuyor, onun hedef tahtasına oturttuğu insanların her yaptığı bid'at oluyor. Sual: İbn Ebi'I İzz Tahôvi şerhini İbn Teymiyye'nin görüşüne göre mi yazmıştır? Cevap: Evet, öyle yazmıştır. . İbn Ebil-İzz Hanefi mezhebine nispet edilen birisidir. Bu zatın Hanefi mezhebine nisbetinde de ka ranlık noktalar var. Herhangi bir Hanefi tabakat kitabında, Hanefi alimlerinin anlatıld ığı kitaplarda böyle bir isme rastlanmıyor. Babası bir Hanefi alimdir, makbul bir muteber bir alimdir. Ama kendisinin adına rastlanmıyor tabakat kitaplarında. Ama Hanefi diye meşhur olduğu için, bakın Hanefi alim böyle söylüyor diye İbn Teymiyye'nin teşbih

Ehl-i Sünnet Akaidi 70

ve tecsim görüşünü bizim coğrafyamızda pazarlama imkanı buldu maalesef bir kısım çevreler. Sual: İbn Teymiyye'nin teşbih gibi anlaşılan bu sözlerine mecaz diyemez miyiz? Belki M uattıla fitnesine karşı aklı a lmayan insanları, baba­ anne örneği gibi bu fitneden kurtarmak için mecaz kullanmış olamaz mı? Cevap: Hayır, İbn Teymiyye mecazı reddediyor zaten. Kur'an ve Sünnet'te mecaz yoktur diyor. Bunu dile getirdiği çok uzun uzun fetva, makale ve risaleleri var. Mecazı reddediyor İbn Teymiyye. İkinci olarak: " �l .)-Jı v,.:.. J:s- r>I .:;l;. Jıı" hadisi illetli ve zayıf bir hadis. Bu Selefi-Vehhabi çevrenin de imam kabul ettiği, Hadis ilminde gerçekten otorite olan İbn Huzeyme Kitabu't-Tevhid isimli eserinde bu hadisin üç noktadan illetli olduğunu söylemiş ve "bu hadis zayıftır'' demiş. İbn Teymiyye eserlerinden birinde bu hadis üzerinde d ururken tam tersi bir şey söylüyor ve diyor ki; "Ewelki bazı alimler, avamın/halkın bu konuda selefe olan itimadı sarsılır, bu teşbihtir diyerek anlamaz diye bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir. Yoksa bu hadis esasen sahihtir, zayıf değil. Ama muhaddisler avamı d üşünerek buna zayıf demişler." Yani b i r hakikati böyle çarpıtmaya tabi tutmuş, inandığı şeyi terviç etmek, insanların gözünde geçer akçe haline getirmek için. Yani İbn Teymiyye bu işe kendisi inanıyor. Yaşadığı coğrafyada Cehmiyye yok ki, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını inkar eden kimse yok ki ! Niye İbn Teymiyye bunu bu şekilde savunmak zorunda kalsın ki? Yani insanlar Cehmiyye'nin düştüğü hataya düşmesin diye bunu yapmış diyebilmemiz için, o toplumda, Şam toplumunda ve hicri sekizinci asırda Cehmiyye akımının ortada olması lazım. Ama öyle bir şey yok. Cehmiyye tarihte kalmış bir akım. İbn Teymiyye kendi görüşlerini terviç etmek için Ehl-i Sün net kelam alimlerine

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 71

Cehmiyye diyor ve bu kendi akidesini, teşbih ve tecsim akidesini Cehmiyye diye nitelendirdiği Ehl-i Sünnet uleması üzerinden dile getiriyor. Fahruddin er-Razi'yi açın, el-Eş'ari'yi, el-Maturidi'yi açın bakın, hiçbirinde Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını inkar yoktur. Peki, neden Cehmiyye dedin sen bunlara ? ! Beyanü Telbisi'l-Cehmiyye eseri İ mam Fahruddin er-Razi'ye reddiyedir. Fahruddin er-Razi İbn Teymiyye'nin gözünde Cehmiyye'dir. Bu eseri de onu reddetmek için yazmış. Yoksa İslam toplumunda Cehmiyye yok ki l Cehm b. Safvan'ın, Allah'ın sıfatlarını inkar eden adamın takipçileri kalmamış. Bunlar tarihin çöplüğüne atılıp gitmişler. Sen gözünde bir Cehmiyye oluşturuyorsun, muhayyel bir Cehmiyye yapıp bunlara saldırıyorsun. Saldırdığın kişiler Ehl-i Sünnet imamları... Durum budur. Sual: İmam Malik (rh.a) şöyle buyurmuştur: "Allah semadadır, ilmi ise her yerde." İmam Şafii (rh.a) şöyle buyurmuştur: "İmam Malik, Süfyan ve onlardan başka Ehl-i Sünnet önderlerinden gördüğüm ve benim de üzerinde olduğum hak olan söz şudur: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet edip Allah Teala'nın da semasında Arş'ının üzerinde olduğunu, istediği gibi kullarına yaklaşıp istediği gibi de dünya semasına indiğini ikrar etmektir." Bunları hafız Zehebi, "Kitabu'I Uluvv" veya "e/-Uluvv /il Aliyyi'I Kahhar'' isimli kitabında naklediyor. Burada imamlarımız Allah Teala'nın Arş'ın üzerinde olduğunu söylüyor. Bundan ne anlamamız lazım? Cevap: Bundan iki şey anlamamız lazım. Cenab-ı Hakk'ın semada yani gökte olduğunu ifade eden nasslardaki sema kelimesi "sümüvv/yücelik" ifade eder. Bugün de Arapçada böyle bir tabir var. Bir Arap televizyon ka nalını izleyecek olursanız

mesela

Suudi

Arabistan

kralından

bahsederken

Ehl-i Sünnet Akaidi 72

"sümüwü'l-melik" der, yani "yüce melik" anlamında. Sümüw kelimesi

yücelik

anlatan

bir

kelimedir.

Sema

keli mesinin

söylenmesinin sebebi de budur. Biz gök diyoruz, bunu gök diye tercüme ediyoruz. Aslı yüceliktir. Biz başımızı kaldırıp başımızın üstündeki istikamette göğü görünce bir yücelik ifadesi olarak oraya sema diyoruz. Yoksa Allah Teala o istikameti mekan tutmuştur anlamında değil, haşa. Cenab-ı Hakk'ın semada olduğunu ima eden nassların anlattığı şey budur. Gök tabakası diye bildiğimiz evreni İbn Teymiyye şöyle tasvir ediyor bize: Evren merkezinde dünya vard ır, küçücük bir nokta gibidir. Onun dışında yedi kat sema vardır. Semaların dışında Kürsi vard ır. Semavat'ın Kürsi karşısındaki küçüklüğü bir çölün ortasına atılmış bir yüzük halkası kadardır. Düşü nün Kürsi ne kadar büyük, Semavat onun yanında çölün ortasına atı lmış bir yüzük kadardır. Onun dışında da Arş vardır. Arş'ın Kürsi'ye olan büyüklüğü de yine çölün ortasına atılmış bir yüzük nisbetindedir. Cenab-ı Hakk da bu anlayışa göre haşa Arş'ın üzerini mekan tutmuştur. Yani dairevi bir alem tasawur edin, en dışında Arş yer alıyor, onun içinde Kürsi yer alıyor. Sonra yedi kat Semavat var, sonra bunların merkezinde de dü nya yer alıyor. Artık dünya nın küçüklüğünü ifade etmek için insan bir kavram bulam ıyor. Şimdi mekan tayini anlamında "Allah semadadır" diyen aklı eweller Allah

Teala'yı

-haşa-

bu

semaya

nasıl

sığdırabiliyorlar? ! !

İmamlarımızı bundan tenzih ederiz, onlar Allah'a mekan tayini anlamında, Allah göktedir demiyorlar. İbn Teymiyye Kitabu'I Arş veya er-Risaletü'l-Arşiyye isimli eserinde: "Allah Teala Arş'a yerleşti, mekan tuttu, istiva bu anlamdadır. Mekan tuttuysa Arş'ın tamamını kaplamıştır. Allah Teala Arş'ın üzerindedir, Arş'tan herhangi bir fazlalık ya da Allah'tan herhangi bir fazlalık yoktur" diyor. Arş ne kadarsa Allah onu o kadar kaplamıştır diyor. Şimdi Kürsi'nin Arş'a oranını düşünün, çölün ortasındaki yüzük. Semanın Kürsi'ye oranını düşünün, çölün

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 73

ortasındaki yüzü k.34 Arş'ın tamamını kaplamış olan Cenab-ı Hakk bu yüzük içindeki yüzük içinde bulunan küçük dünya semasına nüzül edecek, inecek ... Birileri bizim aklımızla dalga geçiyor yah u ! Birileri Müslüman algısıyla dalga geçiyor. Birileri Allah Teala'ya şanına layı k olmayan noksanlıklar izafe ediyor, biraz aklımızı kullanalım yahu ! Aklı olmayan insanları Cenab-ı Hakk sorumlu tutmuyor, akıllı olanları sorumlu tutuyor. Emanetin, mükellefiyetin, sorumluluğun illeti akıldır. Aklı olmayanın dini yoktur. O zaman aklımızı kullanacağız; Kürsi'nin Arş'a oranla küçüklüğü bu kadardır, Semavat'ın Kürsi'ye oranla küçüklüğü bu kadardır gibi tabirler aslında sa hih hadis ... Bunlar Efendimiz (s.a .v)'in tabiridir. Dolayısıyla Allah Teala da Arş'ı tamamen kaplamışsa o yüzüğün içindeki yüzüğün içine nasıl sığacak ! ? Haşa ve kella ! Allah-mekan il işkisi böyle kurulmaz. Allah Teala bir mekana hulul etmez, girmez. Altı yön O'nu kuşatamaz derken ne anlatıyor imam larımız? "Allah semadad ır" diyen Allah'a (c.c) bir yön isnat ediyor. Dolayısıyla soruda imamlarımızdan nakledilen "Al lah semadadır" ifadesi yücelik anlamındadır, Allah'a (c.c) mekan izafesi değildir. Arş'ın üzerinde olması da istiva manasındadır. Yoksa Arş'ın üzerine mekan tuttu demek değildir. O zaman gökte değil Arş'ın üzerinde demek gerekir! ? Sorduğu nuz zaman "Allah nerededir" diye "göktedir" diyorlar. Gök başka bir şey, Arş başka bir şey. Ya göktedir, ya Arş'ın üzerindedir. İkisi birden olmaz. Mantık diye bir şey var. Dolayısıyla Allah Teala hakkında neyi düşüneceğiz, neye inanacağız, neye ina nmayacağız, bunu

Usuli'd-Din

alimlerimizden

ogreneceğiz.

Ne

İmam

Zehebi'den, ne İbn Abdilberr'den, ne İbn Huzeyme'den, ne de İbn Teymiyye'den öğreneceğiz. Neden? Çünkü her ilim ehl inden alınır. Biz şimdi fıkıh ilmini gidip hadis al imine soruyor muyuz?

"' el-Beyhaki, Kitôbü'l-Esmô ve's-Sıfôt, 376.

Ehl-i Sünnet Akaidi 74

Sormuyoruz. Onun uzmanlık a lanı hadistir, fıkhı onun gibi bilmez. imam Ebu Hanife'nin, el-A'meş isminde bir çağdaşı var. Bir gün bu el-A'meş, İmam Ebu Hanife'ye bir soru soruyor. İmam, sorunun cevabı şudur diyerek cevap veriyor. Delilin nedir diye soruyor el­ A'meş. Diyor ki : "Delilim senin bana falan zaman naklettiğin şu hadistir''. el-A'meş düşünüyor, bu hadisten böyle bir netice çıkmış. Yahu diyor, "Siz fakihler doktorsunuz, biz hadisçiler eczacıyız. İlaç bizim elimizde ama hangi ilaç neye iyi gelir bunu siz bilirsiniz, biz bilmeyiz." Onun için fıkhi bir mesele hadisçiye değil fakihe sorulur. Hadisin durumu fakihe sorulmaz, hadisçiye sorulur. Akaid de hadisçiden alınmaz Usuli'd-Din imamından alınır. Her ilim ehlinden alınır. Dolayısıyla akideyi biz, hadiste, tarihte ne kadar büyük, zirve olurlarsa olsunlar ne İbn Teymiyye'den, ne Zehebi'den, ne İbn Abdilberr'den, ne İbn Kuteybe'den, ne de İbn Huzeyme'den alacağız. Usuliddin imamlarından alacağız ki onların başında işte bu metnini okuduğumuz bizim imamlarımız geliyor.

KADER

Mahlukatı ilmi ile yaratıp onlara kaderler takdir etmiş, eceller tayin etmiştir. Bu nokta önemlidir. Kader meselesine taalluk ettiği için bu nokta üzerinde bir miktar duracağız. İki sebeple; birincisi kader, ikincisi ecel. Çünkü burada da mugalatalar yapılıyor, kafa karıştırmaları söz konusu: "Kader diye bir şey yoktur. Ecel değişir; insan kendi fiilleriyle ecelini öne de alabilir geriye de bırakabilir" gibi saçma iddialar görüyoruz. Bu iddiaların kıymeti harbiyesini detaylıca göreceğiz.

Mahlukatı yaratmadan önce O'na hiçbir şey gizli değildi. Onları yaratmadan önce onların ne yapacaklarını da bilmekteydi.

"Yaratan bilmez mi?!"35 Bilir. Bilmeseydi yaratamazdı. Bir insan bile yani herhangi bir şey yapacağı zaman önce onu tasarlıyor, planını projesini yapıyor, neresine ne yapacak, hangi ölçüde ne miktarda boyutta yapacak ... bütün bunları hesap ediyor ve ne yapacağını bildikten sonra o işi yapmaya koyuluyor. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk sadece takdir eder ve ilmindeki şeyin meydana gelmesi için "Ol" der

35 67/el-Mülk,

14.

Ehl-i Sünnet Akaidi 76

ve o şey olur. Bazen şöyle saçma sapan cümleler de kurarlar: "Cenab-ı Hakk karar veriyor, yapıyor!" Cenab-ı Hakk karar vermez, takdir eder ve yaratır. Hemen peşinden gelen madde de bu bağlamda dikkat çekici: "Yarattıklarına, kendisine itaat etmelerini emretmiş, karşı gelmelerini de yasaklamıştır." Şimdi bir itikad metninde bu cümle niye yer aldı? Çünkü Cenab-ı Hakk'ın mahlukatla ilişkisi -haşa­ kainatı yaratıp kenara çekilmiş bir ilah gibi değil. Cenab-ı Hakk kainatı, insanı yaratıyor, insana bir mükellefiyet yüklüyor, her şeyin bir maksadı, amacı, hikmeti, var ediliş gayesi var. Cenab-ı Hakk insanlar üzerine bir takım sınırlar, kırmızıçizgiler çizmiştir. "Şuralara girmeyeceksiniz, buralara dokunmayacaksınız, şunları yapın, bunları yapmayın" gibi emirler ve yasaklar koymuştur. İşte H ükümde Tevhid'in tezahürünü de burada görüyoruz. Metnimiz bize diyor ki: Cenab-ı Hakk yarattığı şeylere kaderler takdir etmiştir. Aynı şekilde eceller tayin etmiştir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadına mensup olan Müslümanlar kader diye bir meselenin varlığına iman ederiz. "Kuran-ı Kerim'de kader meselesi yoktur" diye bir iddia Kaderiyye ve onların takipçisi Mutezile -ki bir kısım eserleri günümüze kadar gelmiştir- mezhepleri tarafından dil lendirilmiştir. Bunların iddiasına göre kader diye bir şey yoktur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bunların karşısında Sahabe-i Kiram'dan din olarak öğrendikleri ne varsa, onları muhafaza ve müdafaa sadedinde kaderin var olduğunu ortaya koymuşlar, Efendimiz (s.a.v)'in böyle dediğini, sahabeye böyle öğrettiğini, onların da tabiin ve sonraki nesillere böyle naklettiğini söylemişlerdir. Kader diye bir şey vardır. Peki, nedir bu kader? "Kader yoktur" diyen insanlara sorulması gereken bir soru var: Siz bunu inkar ediyorsunuz da, olmadığını söylediğiniz kader nedir, bunu bir tarif edin. Örneğin M. İslamoğlu bunu yapıyor, bir kitap da neşretti bu konuda. "Yoktur" diyorsun, bütün kitabın boyunca ümmet-i

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 77

Muhammed'in selefine, fukahasına, m uhaddisine, ulemasına olmadık şeyler söylüyorsun. Onların Efendimiz (s.a .v)'e, Kur'an-ı Kerim'e iftira ettiğini söylüyorsun. Fakat bu senin olmadığını söylediğin, inkar ettiğin kader nedir, sen bundan ne anl ıyorsun? Kader meselesini netleştirebilmek için birkaç nokta üzerinde durmak lazım. ı.

Allah Teala'nın İlmi

Bunlardan birincisi Allah Teala'nın ilmidir. Allah Tea la'nın ilmi meselesini netleştirmeden kaderi konuşmak eksik olur, bir neticeye götürmez. Nassi delillere/Kur'an ve Sünnet'e baktığımızda Allah Tea la'nın -tıpkı diğer ezeli kadim sıfatları gibi- ilim sıfatı ezelidir, kadimdir, zatı ile kaimdir, sonradan elde edilmiş değildir. Eğer bir şey sonradan elde edilmişse zaten ilahi olamaz. Bir vasfa, sıfata sahip değilken sonradan sahip olmak bir marifetse bu kullara mahsus bir ma rifettir. Çünkü o şeye sahip olmamak bir nakisadır, eksikliktir. Onu sonradan kazanmak durumunda kalmak bir eksikliktir ve biz "Sübhanellah" dediğimizde Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksanlıktan, eksiklikten tenzih ediyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk' ın ilmi, Kelam ulemasının tabiriyle söylersek "husO li'' değil "hudOridir'', iktisabi (çalışarak elde edilmiş) değil zatı ile kaimdir. Ezelidir, kadimdir, başlangıcı yoktur, öğrenerek elde edilmiş bir ilim değildir. Cenab-ı Hakk'ın ilminin kadim ol masının bu meseleyle irtibatı şudur: Cenab-ı Hakk'ın ilmi kadimse, bizim zamansa llığımıza göre sonradan yaratacağı her ne varsa onunla i lgili bilinmesi gereken her şeyi biliyor olması gerekir. Çünkü bilmediği bir şeyi yaratamaz. La teşbih, bir kıyaslama ya palım: Bir mühendis düşünün, bina yapacak. Bu binayı daha önce zihninde tasarl ıyor, sonra o tasarımını bir kağıda döküyor ve planını, projesini yapıyor. Daha sonra bun lara bakarak binasını inşa ediyor. İşte Cenab-ı Hakk böyle tasarım yapmaz, plana, projeye dökmez. Bu Ya hudilerin inancıdır.

Ehl-i Sünnet Akaidi 78

Yahudilere göre Tevrat'ı Cenab-ı Hakk yazmış, sonra kainatı nasıl yaratacağını, ileride neler yapacağını da Tevrat'a yazmış, daha sonra vakti geldiğinde Tevrat'a bakarak -haşa- nereye ne yapacağını, yaratacağını ona göre yaratmıştır! Bu Yahudilerin tanrı tasawurudur. Alemlerin Rabbi değildir bu. Allah Teala mutlak ilmiyle bizim zamansallığımız içinde geçmiş, şimdi ve gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa hepsini aynı şekilde, aynı bilgiyle bilir. Dolayısıyla yaratacağı şeylerle ilgili en detaylı malumat Cenab-ı Hakk'ın İlm-i Ezeli'sinde mevcuttur. Mülk SCıresi'ndeki bir ayet bu durumu dikkatimize sunuyor:

"Dikkan edin! Yaratan bilmez mi?/"36 Yaratmayla bilgi arasında böyle varoluşsal, vazgeçilmez bir ilişki var. Cenab-ı Hakk eğer yaratıcıysa bunun tabii bir gereği olarak bilmelidir, bilen olmalıdır ki yaratsın. Cenab-ı Hakk'ın bilmeden yaratması gibi bir şey tasawur dahi edilemez. Bilmeden yaratılmaz. i nsan bile bilmediği bir şeyi yapamaz. Önce hakkında bilgi edinir, sonra onu yapar. İnsanda bu bilgi varsa Cenab-ı Hakk'ta evleviyetle vardır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın yaratacağı şeyleri, yaratacağı şeyle ilgili bilgiyi ezelde mutlak ilmiyle biliyor olması gerekmektedir; aksi haldeyaratamaz. Bu bakımdan birey olarak her birimizin hayatı nerede, nasıl, ne şekilde cereyan edecek; bir karınca ne zaman dünyaya gelecek, ne iş yapacak, ne zaman ve nasıl ölecek... bunları bile Cenab-ı Hakk mutlak ve ezeli ilmiyle bilir. Dolayısıyla bizim iradi fiillerimizden tutun evrenin var oluşuna, geçireceği evrelere, kıyamete ve kıyamet sonrası hayata dair en küçük detaylara kadar bilir ve bu ilmine göre yaratır. Kaderle ilgili aklımızda tutmamız gereken birinci mesele budur.

36

67/Mülk, 14.

Muhtasar Tahiivi Akidesi Şerhi 79

"Abdulaziz Bayındır böyle diyor" diye sorduklarında Mustafa lslamoğlu da bunu söylüyor nitekim. Diyor ki: "Hoca hata etmiştir. Hocayı tuzağa düşürmüşler. Allah her şeyi bilir. Geçmişi de, şimdiyi de, geleceği de bilir. O'nun ilmi her şeyi kuşatır ... " Dolayısıyla kader meselesinin bu boyutuyla ilgili olarak Mustafa İslamoğlu da bizim gibi düşünüyor. 2. Allah Teili'nın Kudreti Peki, geliyoruz ikinci noktaya: İlmi her şeyi kuşatan Allah Teala'nın gücü de her şeye yeter. "Her şeyi bilir ama bazı şeylere gücü yetmez" derseniz bu O'na noksanlık atfı olur. Bu sizi küfre götürür, pek çok Kur'an ayetine toslarsınız. "Şüphesiz O her şeye kadirdir. " ve "Şüphesiz O her şeyi bilendir. " diye biten, O'nun hem ezeli­ mutlak ilmine hem de ezeli-mutlak kudretine vurgu yapan bir çok ayet var. Peki, her şeyi bilen ve kudreti her şeye yeten Cenab-ı Hakk dilediği zaman insanların iradesinin rağmına bir fiil işleyemez mi? İşleyebilir. Kainatı yaratan ve ona bir düzen, sistem veren Cenab-ı Hakk dilediğinde bu sistemi durdurabilir mi? Durdurabilir. Fıtratında, tabiatında yakmak olan ateşe: "Ey nôr, İbrahim'e serin ve selômet ol!" der ve ateş yakma hassasını kaybeder mi? Amenna ve saddakna, kaybeder. Dolayısıyla ateş bize göre yakıcıdır, Cenab­ ı Hakk "yakma" dediğinde ateş yakmaz. i nsan suda yaşayamaz ama Cenab-ı Hakk dilerse yaşar. İnsan dünya d ışında herhangi bir ortamda, gezegende yaşayamaz ama Allah dilerse yaşar. Allah'ın kudretinin d ışında hiçbir şey yok, ilminin dışında hiçbir şey olmadığı gibi. Allah Teala dilediğinde herhangi bir hikmet gereği ya da bizim akıl erdiremeyeceğimiz bir gerekçeyle, kainata hakim kıldığı düzeni d urdurabilme kudretine sahip olarak bunu yapmış mı, yapıyor mu? Elbette yapıyor. Biz kendi algı dünyamız içerisinde, kendi sebep­ sonuç ilişkileriyle örülü hayat şartlarımız çerçevesinde bir takım

Ehl-i Sünnet Akaidi 80

şeyleri tasarlıyoruz; bazen yapıyor, bazen ya pamıyoruz, bazen hiç ummadığımız şeylerle karşılaşıyoruz. Bütün bunlar kainatın yürüyüş ve düzeninde hatta her birimizin hayatının işleyişinde, düzeninde mutlak belirleyici olmadığımızı gösteriyor. Bir şey yapmak istiyorsunuz birden bire bir telefon çalıyor, kapınız çal ıyor, aklınıza başka bir şey geliyor ve yapmaya karar verdiğiniz o şey aklınızdan uçup gidiyor, yapamıyorsunuz. Bunu ne sanıyoruz? Bu insanın kendi iradesiyle olan bir şey midir? Değildir. Bir bebek apartmanın beşinci katından kaldırıma çakıl ıyor, ölmüyor; başka bir adam yolda giderken ayağı takılıp düşüyor, kafasını taşa çarpıp ölüyor. Bun ları nasıl izaha kavuşturuyoruz. Nedir bu? İşte bu kaderin ikinci kısmıdır. Kaderin ikinci kısmında Cenab-ı Hakk' ın kudreti var. Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeyi belirleyendir. Evreni, bir gün gelecek nasıl yok edecekse, buna kudreti varsa, bizim hayatımızın en cüz'i anlarında bile, bize detay gibi gelen en küçük hususlarda bile Cenab-ı Hakk'ın kudreti devrededir. Bu demek değildir ki, Cenab-ı Hakk kainata herhangi bir yasa koymamış. Hayır, koymuş. Fıtratullah, Sünnetu llah dediğimiz bir şey var, bu şey Cenab-ı Hakk müdahale edene kadar yürürlüktedir. Müdahale eder mi? Eder. Etmiş midir? Etmiştir. O'nun kudretine sınır koyacak hiçbir kudret ol maz. Kader meselesinin ikinci kısmı da budur. 3.

Allah Teala'nın Meşieti/lradesi

Üçüncü kısım: Allah Teala'nın iradesi, meşieti ve murad ı. Evet, Cenab-ı Hakk bilir, bildiğini yapmaya gücü, kudreti vardır. Bunu nasıl yapar? İrade ederek yapar. Bu irade sıfatı da Cenab-ı Hakk'ın zatıyla kaim ezeli sıfatlarından biridir: Cenab-ı Hakk irade edendir. Cenab-ı Hakk'ın iradesine rağmen herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda herhangi bir varlık herhangi bir iş yapamaz. Cenab-ı Hakk irade edecek ki yapsın.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 81

Bir şey yapmamızı bırakın, yapmayı dilememiz bile Cenab-ı Hakk'ın dilemesine bağlı. O dilemedikçe biz bir şeyi yapmayı bırakın, dileyemiyoruz. Bize dileme kudretini veren de, dilediğimiz şeyi kuweden fiile çıkarma kabiliyeti veren de O'dur. Dolayısıyla O dilerse yapıyoruz, O dilemezse yapamıyoruz. İşte kader meselesinin üçüncü kısmı da Cenab-ı Hakk'ın iradesidir, dilemesidir, meşietidir. Bu ka inatta olup biten her şey Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, muradıyla oluyor, O murad etmezse olmuyor, dedik. Buna karşılık Mutezile bize bir soru soruyor, bunu M. İslamoğlu da soruyor: "Allah şerri murad eder mi?! Allah günahı diler mi?! Allah çirkinliği, haramı murad eder mi?!" Biz de "Evet, eder!" diyoruz. Cenab-ı Hakk'ın muradı, dilemesi başka şeydir, rızası başka şeydir. Her şey Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor ama O murad ettiği şeylerin bir kısmından razıdır, bir kısmına rızası yoktur. İmana rızası vardır, küfre rızası yoktur. Küfrü di leyen de O' dur, günahı dileyen de O' dur. Dilemezse olmaz. Peki, bunları niye diliyor? Çünkü bizi imtihan ediyor. İnsa na bir yol açmış Cenab-ı Hakk. İ nsanı bir yol ayrımına bırakmış, iradesine de bir ket vurmam ış, engel koymamış. Sen istediğini dile, ben sana istediğini vereceğim, dilediğin şeyi hayata geçirme imkanını sana vereceğim, küfür de istesen iman da istesen bunu işlemeni sana nasip edeceğim demiş. Fakat imana rızam var, küfre rızam yok. Böyle demezsek, insan Cenab-ı Hakk'ın istemediği, dilemediği şeyleri yapabilir gibi garip bir neticeye çıkarız. Mutezilenin bu noktada ayağı kayıyor, diyor ki: "Al lah'ta bir kudret varsa insanda da bir kudret var. Dolayısıyla insan hayatıyla ilgili olarak kendi istediği şeyi Cenab-ı Hakk'tan bağımsız olarak yapar. Cenab-ı Hakk istese de yapar, istemese de yapar. Cenab-ı Hakk insanın isteyip istememesine karışmaz." Bu -haşa- dolaylı olarak Allah'a acziyet

atfetmektir.

İkinci

olarak,

kainatta

Allah'ın

iradesinden bağımsız, hatta ona aykırı iradeler olabileceğini ifade etmektir ki bu, Cenab-ı Hakk'a noksanlık atfetmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla kader meselesinin üçüncü kısmı şudur: Cenab-ı

Ehl-i Sünnet Akaidi 82

Hakk'ın -ilmi ve mutlak kudretinin yanında- mutlak iradesi var. Meşiet kelimesi de farklı bir kökten, aynı anlama geliyor. Meşietle murad aynı şeydir. A. Bayındır burada bir mugalata/kelime oyunu yapıyor kendince, meşiet ve irade başkadır diyor. İşin özeti şu: Meşietle irade aynı şeydir, aynı şeyleri anlatır. Dolayısıyla O'nu n ilmi, kudreti ve meşieti kader meselesinin olmazsa olmaz üçayağını oluşturur. Allah Teala'nın Kudreti ve iradesiyle insanın Kudreti, Fiilleri ve iradesi Arasındaki Bağlantı

4.

Kader meselesiyle ilgili bilmemiz gereken dördüncü aşama: İnsanın iradesi, fiilleri, muradı, kudreti ve bunları n Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, kudretiyle bağlantı ve münasebeti. Bu nokta, yukarıdan beri yaptığımız açıklamanın kristalleştiği, meselenin inceldiği noktadır. Hafızamızda burayı net biçimde aydınlatabilirsek kader meselesini de inşallah çözeriz. 4.1.

Allah Teala'nın, Kulun Dilemesini irade Etmesi

"Alemlerin rabbi olan Allah bir şeyi dilemedikçe siz dileyemezsiniz."37 Bu, işin her aşamasında vardır. Yani Allah

Teala'nın insanı yaratırken ona bir dileme kabiliyeti, potansiyeli vermiş olması da, insanın herhangi bir fiilini hayata geçirmeden önceki dileme safhası da bu ayetin delalet sahası içindedir. Dolayısıyla Allah bizim dilememizi dilemeseydi herhangi bir şey dileyemezdik. İnsan fıtrat olarak buna uygun yaratılmış, bir şey dileyebilecek kabiliyette yaratılmış, başlangıçta da bunu ona Allah Teala vermiş. Bu birinci husus. 4.2. Allah

Teala'nın, Kulun Fiilini irade Etmesi

İ kinci husus: İnsan hayatın her safhasında kararlar veriyor, onda bir fikir oluşuyor, sonra onu "azm"e dönüştürüyor, sonra da onu

3 7 81/Tekvir,

29.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi H

azalarıyla kuvveden fiile çıkarıyor. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın dilemesine bağlıdır. Cenab-ı Hakk dilememize izin verdiği için biz o somut olayı yapmayı (fiil) dileyebiliyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz, biliyor muyuz? Belki çoğu muzun, insan nasıl fiil işler meselesinde çok fazla bilgisi yoktur. Ama bu çok enteresan bir şeydir. Cenab-ı Hakk'ın kudretini de gösteren bir şeydir. Şimdi biz bir fiil işlemeden önce bizim içimizde, iç dünyamızda bir dizi aşama gerçekleşir, bir dizi hadise olur. Bunlardan birincisi, ilk aşama bir şeyi yapma konusunda bizim içimizde, aklımızda bir fikir belirmesidir. Daha sonra bu fikir "karar"a dönüşür. Kelam alimlerinin açıklamada ihtilafa düştüğü alan burasıdır: Bir şeyi yapma fikri "karar"a nasıl dönüşür? Hatta bunu daha geriye götürerek şöyle sorabiliriz: Başlangıç itibariyle o fikrin oluşumu insan kaynaklı bir şey midir, yoksa o fikri bize ilham eden Cenab-ı Hakk mıdır? Bu aşamada Eş'arilerle Maturidiler arasında bir ayrılık var. Eş'ariler diyorlar ki: "Bu, Cenab-ı Hakk'ın yaratmasıyla olur. Biz buna "Cüz'i irade" diyoruz. Cüz'i iradeyi Allah yaratmıştır, O'nun yaratmasından bağımsız değildir." Dolayısıyla Eş'arilere göre bizim aklımızda beliren o ilk nüve de Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur. Maturidiler bu noktada ne diyor? Diyorlar ki: " İnsandaki bu irade, itibari bir şeydir. Yani bunun dış alemde bir varlığı yoktur. Dolayısıyla itibaridir." Nasıl olur bu? Elmalılı Hamdi Efendi'nin izahıyla anlatalım: insan aklına bir şey gelir; şunu şöyle yapayım mı, yapmayayım mı diye. Yapsam ne olur, yapmasam ne olur? Saat sarkacının sağa sola gidip gelmesi gibi yapayım, yapmayayım ... İ nsan böyle bir karar alma süreci geçirir. Hamdi Efendi bunu saatin sarkacına benzetiyor. Diyor ki, insan bu iki seçenekten birine karar verdiği zaman, örneğin fiili işlemeye karar verdiği zaman aslında pozitif bir fiil işlemiş olmaz. Onun karşıtı, alternatifi olan fiili işlemekten vazgeçmiş olur. Yani negatif bir fiildir bu. Bir fiil işlemek

Ehl-i Sünnet Akaidi 84

değil, bir fiil işlemekten vazgeçmektir. Onun için bunun hariçte bir varlığı yoktur. Bu bakımdan Maturidiler irade-i cüz'iyye emr-i itibaridir, mahluk değildir, diyorlar. Buna başka örnekler de zikredilebilir. İ nsandaki cüz'i irade ister mahluktur diyelim, ister mahluk değildir diyelim, bu "emr-i itibari" meselesini iyi anlamak lazım. Bunu iyi anlarsak Maturidilerin yaklaşımını çözebiliriz. Hariçte bir varlığı olmayan şeylere emr-i itibari diyoruz. Bu konuda biraz daha açıklama yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Bazı şeylerin varlığı bizim zihnimizdedir, dış alemde bir varlığı yoktur. Bunlara kelam alimleri emr-i itibari diyor, bunlar itibari varlıklardır, somut bir varlıkları yoktur. İnsanın cüz'i iradesi de böyledir, diyorlar. Buna biz, zaman kavramını da örnek olarak zikredebiliriz.38 Za man emr-i iti baridir, dışarıda bir varlığı var mıd ır? "Zaman" dediğimizde bizim aklımıza güneşin doğması, batması, kolumuzdaki saat geliyor. Ama dünyanın dışına çıktığınızda bu şey anlamını kaybediyor. Dünyanın dışındaki bir va rlık için, örneğin Mars'taki bir varlık için zaman nedir? Güneşin doğması, batması, saatin tik-takları bizim zaman için belirlediğimiz ölçülerdir. Biz onlara bakarak kendimizce bir zaman tahdidi yapıyoruz aslında. Zaman güneşin doğup batmasıyla kaim değil ki ! Güneşin doğup batması dünyanın dönmesinden ibaret bir şey. Başka güneş sistemlerine gittiğinizde ne yapacaksınız, ne diyeceksiniz? Onlar için zaman farklı. Dolayısıyla bu noktada "zaman emr-i itibaridir; onlara göre farklı, bize göre farklıdır" diyebiliriz. Dışarıda bir varlığı yok ki söz gelimi "Za man şu bir bardak sudur!" diyelim. Şöyle bir örnek daha zikredebiliriz: Bir binanın "önü, arkası, sağı, solu vardır" deriz. Bunu neye göre söyleriz? Binanın bir tarafı yola bakıyorsa ve giriş kapısı da o taraftaysa bu raya "binanın önü" deriz. 38

Burada zaman kavramı "emr-i itibari"ye örnek olması açısından (zamandaki izafiliğe dikkat çekmek amacıyla) zikredilmiştir. Yoksa Maturidiler de "zaman"ın Allah Teala'nın mahluku olduğunu söyler.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 85

Peki bir tarafından yol geçtiği halde kapısı başka bir taraftaysa? O zaman da mesela "girişi yan taraftan" deriz. Neye göre "yan taraf'? Yola göre. Yolu esas aldık ve giriş kapısının bulunduğu cepheyi "ön" değil de "yan" olarak itibara aldık. Bir de bu binanın dört yanından da yol geçtiğini ve dört cephesinde de giriş kapısı olduğunu düşünelim. Bu binanın önü, arkası, sağı, solu neresidir? İşte burada "itibari" bir durum ortaya çıktı. İşte insa nın cüz'i iradesinin de böyle itibari olduğunu söylüyorlar. Bu, dışarıda varlığı olan somut bir şey değildir. Onun için "illet-i tamme" olan ilahi irade ve kudretin taa ll ukuna mahal teşkil etmez. Onun için bunu Allah yaratmıştır diyemiyoruz. Evet, ister öyle olsun ister böyle olsun, Maturidilerin bu cüz'i irade tarifi ister doğru, ister hatalı olsun meselenin aslına taalluk etmez. Yani bir şeyi dileme kabiliyetini Cenab-ı Hakk bizde yarattıysa olur. Bunda her ikisi de müttefik. Eş'ariler de Maturidiler de, "Bizdeki bu dileme kabiliyeti, kudreti Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur, O bizim dilememizi dilediği için biz dileyebiliyoruz" diyorlar. Evet, ikinci aşamadaydık. Aklımızda bir fikir belirdi; şunu yapayım mı, yapmayayım mı? Aklımızda beliren o düşünce bizde bu karar verme aşa masında bir fikir haline dönüşüyor: "Ben yarın falanlara gideyim mi?" diye bir düşünce beliriyor önce. Arkasından başka işlerimiz aklımıza geliyor: "Yapayım mı, erteleyeyim mi, başka zaman mı yapayım?" derken "Yapayım ben" diye onu fikir haline dönüştürüyoruz. Fikir aşamasında da bırakmıyoruz, onu kesin karara dönüştürüyoruz. Kesin karar aşamasında da bırakmıyoruz onu "azm-i musammem"e dönüştürüyoruz. İnsan kendi içinde tahlil ettikçe bu aşamalara ulaşabiliyor. Yani önce bir düşünce (1. aşama) halindeyken, fikre (2. aşama), sonra kesin karara (3. aşama), sonra da azm-i musammeme (4. aşama) dönüşüyor. Önü nde herhangi bir engel de kalmayınca, ''Tamam ben yarın şu işi yapıyorum" diyerek, içimizde olup biten düşünceden azm-i musammem aşamasına gelen bu isteği en son aşamada azalarımızla "kuwe"den "fiil"e (5.

Ehl-i Sünnet Akaidi 86

aşama) çeviriyoruz. Bakın kuweden fiile çıkmadan önce dört aşamalı bir süreçler dizisinden geçiyor ve bundan sonra dış aleme yansıyor fiillerimiz. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın izin vermesiyle oluyor. Cenab-ı Hakk izin vermezse biz o düşünceyi fikre, karara, azmi musammeme, azalarımıza intikal ettirip fiile dönüştü remeyeceğiz. Nitekim bazen bir şey yapmaya karar veririz, elimizi uzatırız ama tutulur kalırız orada. Ya kolumuza kramp girer, ya belimize sancı girer. O azm-i musammem aşamasından fiil aşamasına geçene kadar bile Cenab-ı Hakk'ın iznine muhtacız. Parmaklarımıza bir şeyi kaldırma kabiliyeti, gücü veren O'dur. Parmaklarımızı öyle yaratan O' dur. Sonra elimizi uzattığımızda bardağı kavramamızı nasip eden de O' dur. Tüm bunlar O'nun izin vermesiyle, dilemesiyle, muradıyla oluyor. İşte bu da kaderin dördüncü aşamasıdır. 5.

Fiil işlerken, insanın Kudretini Aşan Durumlar

Ve nihayet beşinci aşama: Başımıza gelen her şey bizim irademizle olmuyor. Fikir, karar, azm-i musammem aşa masına gelir, bunu yapmak için evden çıkarız ama Cenab-ı Hakk o işi yapmamızı nasip etmemiştir. O işi yapmak için yola çıktığımızda yolda biriyle karşılaşırız, daha önemli bir şey söyler bize, onunla beraber başka yere gideriz. Veya daha önemli bir şey gelir aklımıza, döner o şeyi yapmaya gideriz. Yani bizim elimizde olmayan şeyler; çatının altından geçerken bir kiremit düşer başına, ölür. Bu insanın iradesini, kararını, ufkunu, ön görüsünü açan bir şeydir. Bütün bunlar kader diye ifade ettiğimiz bir tek kelimenin içindedir. Ve Cenab-ı Hakk bütün bunları bütün detaylarıyla bilir. Şimdi "Kader yoktur" diyebilmek için bütün bu hususları tek tek, bu şekilde ele alıp "Şu yoktur, çünkü böyle değildir, şöyledir" diyebilmek lazım. Böyle

diyemiyorsunuz,

meseleyi

böyle

netleştirip

ameliyat

masasına yatıramıyorsunuz ama kalkıp: "Efendim Allah Kuran-ı Kerim'de iki yerde iman edilmesi gereken şeyleri saymış, beş

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 87

madde. Altıncısı olarak kader diye bir şey yok, bunu sonra da alim dediğimiz insanlar ilave etmiş." diyorsunuz. Bu ne demek biliyor musunuz? "Yahudiler, Hristiyanlar nasıl kendi dinlerini, itikadlarını kendileri yazdı, M üslümanlar da kendi itikatlarını kendileri yazdı" demektir. "Peygamber'e, Allah'a iftira etti" demektir. Bu ümmet bunları yaptıysa kıyameti beklememiz lazım. Bu din 1400 sene böyle hatalı, arızalı yaşandıysa -haşa ve kella- "Cenab-ı Hakk'ın muradı din üzerinde tecelli edemedi, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in vefatından hemen bir asır sonra ümmet yoldan çıktı. Allah ve Peygambere iftira etti, o zaman İslam diye bir din kalmadı" demek lazım. Bu kocaman bir tarihi, tecrübeyi, varlığı, ümmeti inkar etmek demek, yok saymak demek, bunları tahkir, takbih etmek demektir. Aklı başında bir M üslümandan bugüne kadar böyle bir şey sadır olmadı. Bugün sadır oluyorsa anormallik "kader vardır'' diyen insanların zaafı değil, bu yanlışı diline dolayan adamın sözünün dinlenebiliyor olması dolayısıyla böyle bir ortama gelmiş olan bu ümmetin zaafıdır. Yoksa açın kelam, Usulu'd-Din kitaplarını, kaderle ilgili o kadar derin bahisler okursunuz ki, ondan sonra bu adamın "Ben falan ayetten delil getiriyorum kader yoktur" demesine gülesiniz mi, ağlayasınız mı, şaşırıp kalırsınız. Bu nasıl bir haldir? ! Aynı şekilde bu kader inancının inkarını Kur'an-ı Kerim'e yükleyen insanlar, "Allah şerri dilemez, murad etmez" diyen insanlar, aslında gerçekten Kur'an-ı Kerim'den haberdar oldukları için mi bunları söylüyor yoksa bizim Kuran hakkındaki cehaletimizden istifade mi ediyor? Burası da üzerinde düşünülmesi gereken başka bir konu. Cenab-ı Hakk "şerr"i murad eder mi? Peki, Cenab-ı Hakk şerri murad eder mi? Şerr, günah, kötülük, isyan Cenab-ı Hakk'ın izniyle mi olur? O izin vermediği halde mi olur? İlk olarak şunu söyleyelim: Kur'an-ı Kerim'de İblis, Hz. Adem'e (a.s)

Ehl-i Sünnet Akaidi 88

secde emrini yerine getirmeyip Cenab-ı Hakk'a isyan ettiğinde Cenab-ı Hakk onu katından kovuyor. Şeytan Cenab-ı Hakk'tan ahirete kadar kendisine bir süre vermesini istiyor. Cenab-ı Hakk da ona izin veriyor. Araf SCıresi'nde olay anlatılıyor, 14. ayette de şeytanın böyle bir talepte bulunduğu zikrediliyor. "İblis, insanlar, cinler, yeniden diriltilip kaldırılacak/an güne kadar bana mühlet ver, dedi. Cenab-ı Hakk da ona: 11

"Sen mühlet verilmişlerdensin. " buyurd u. O zaman şeytan ne dedi?: "Beni azgınlığa uğratmana karşılık olarak ben onlar için senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım.

11

Cenab-ı Hakk bunu bile bile şeytana izin verdi. Sonra İblis, "Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından geleceğim. Ve sen onların çoğunu şükredici/er olarak bulmayacaksın." dedi. O zaman Cenab-ı Hakk da Şeytan'a : "Kovulmuş ve uzaklaştırılmış olarak çık. Yemin olsun ki, insanlardan her kim sana uyarsa, senin ardınca gelirse kesin olarak sizin tamamımızdan Cehennem'i dolduracağım." diye mukabele etti.39 Evet, bir kere ka inattaki insanlar bakımından, kainattaki kötülüklerin dışsal kaynağı olan şeytan, Cenab-ı Hakk'ın izniyle a ramızda icraat yapıyor. O izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. O zaman şöyle diyebilecek miyiz: Şeytanın bu şeytanlıkları Cenab-ı Hakk'ın iradesi ve izni olmadan ol uyor. Hayır, Kur'an'a göre böyle diyemiyoruz. Şeytan izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. Şeytanın yapacağı işten O'nun rızası yoktur, bunu ayı ralım: Cenab-ı Hakk'ın izin verdiği, murad ettiği her şeyde rızası yoktur. Bir kısmında vardır, bir kısmında yoktur. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle rızasını birbirinden ayırmamız gerekiyor. İşte burada Araf SCıresi'nin ayetleri bize açık şekilde gösteriyor ki şeytana izin vermekle Cenab-ı

39 7/Arat, 14, vd.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 89

H akk şeytanın faaliyetlerini irade etti demektir. Şeytan, O'nun iradesi dahil inde faaliyet gösteriyor demektir. Mesele bundan ibaret midir? Hayır. Yani bu alemde gördüğümüz hayrın da, şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de başka ayetler de var. Bunlardan biri Nisa Süresi'nin 78. ayetidir: "O Müşriklere bir güzellik dokunduğunda derler ki, bu Allah katındandır.

Başlarına

bir

kötülük

geldiğinde

{Peygamber

Efendimize hitaben) derler ki, bu senin yüzündendir. Sen onlara de ki, Ey habibim! Hepsi (başınıza gelen iyilik de kötülük de) Cenab-ı Hakk nezdindendir.

11

Bir diğeri Bakara Süresi, 155. ayet: "Biz sizi biraz korkuyla, biraz açlıkla, mallardan, nefislerden ürünlerden biraz eksiltmeyle deneriz, imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!"

Demek ki başımıza, bize kötülük olarak gelen şeyler, korku, açlık, mallardan ürünlerden nesilden eksiltmeler suretiyle yaşadığımız şeyler Cenab-ı Hakk' ın imtihan esprisi olarak başımıza getirdiği şeylerdir, O'nun iradesi ve meşieti doğru ltusunda bunlar başımıza geliyor, O dilemezse bunlar başımıza gelmez. Bir diğeri de Enbiya Süresi'nin 35. ayeti: "Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi imtihan için hayırla da, şerle de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.

11

Mustafa İsla moğlu'nun, şer Allah'tan değildir, insandandır. Hayır Allah'tandır, şerri Allah'a atfetmeyin sözlerine Kur'an-ı Kerim'den getirdiği deli l. Nisa Süresi'nin 79. ayeti: "Başına gelen iyi şey Allah'tandır. Başına gelen kötü şey de kendi nefsindendir. 11

Ehl-i Sünnet Akaidi 90

Bunu Peygamber Efendimizin şahsında bize hitaben söylüyor Cenab-ı Hakk. Başınıza gelen iyi şeyler Allah'tandır. Başınıza gelen kötü şeyler de kendinizdendir, onları Cenab-ı Hakk'a atfetmeyin, diyor. Yukarıda okuduğumuz ayet-i kerimelerle bu ayet arasında açıkça bir tearuz görülüyor. Ne yapacağız? İki şey yapmak mümkün: 1. Haşa, Kur'an insan, peygamber sözüdür diyen insanların saçmalaması gibi: ''Teorik olarak bu iki ayet arasında çelişki var; ya o doğrudur, ya bu doğrudur'' diyebiliriz. 2. "Allah Kelamı'nda çelişki olmaz. O'nun kelamı tearuzdan, tutarsızlıktan münezzehtir. O zaman burada başka bir şey var'' deriz. İşte burada devreye Usul-i Fıkıh girecek. Usul-i Fıkıh olmadan, bu türlü ayetlerin içinden çıkmamız mümkün değil. Burada; 1. Umum-husus ilişkisi vardır, diyeceğiz. 2. Nüzül sebeplerine bakacağız. Bunlar olmadan mealler elimize tutuşturuluyor, "Hadi, Allah'ın kelamını okuyoruz!" diye biraz da gaz veriliyor, mealden okuyoruz. Fakat kafamız karışıyor işin içinden çıkamıyoruz, ya da işin içinden çıktığımızı sanıyoruz. Burası artık meal yazarının kabiliyet ve insafına kalmış bir şey. O ne düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünerek Kur'an'ı anladığımızı sanıyoruz. Aslında her iki ayet de ilahi hakikatin bir veçhesini anlatıyor. İlk gruptaki ayetler bize insan iradesinin Cenab-ı Hakk'ın izniyle iş görebileceğini ifade ediyor. Yani diyor ki: Sizin başınıza gelen hayır da şer de; yaptığınız iyi işler de kötü işler de Allah'tandır. Ne demek Allah'tandır? O şeyleri işleme kabiliyet ve kudretini size Allah verdi, Allah dilemeseydi siz onları işleyemezdiniz. Allah diledi, izin verdi, siz de işlediniz. Dolayısıyla iyilik de olsa kötülük de olsa işin kaynağını kendiniz olarak tayin etmeyin; sizde bir numara yok, Allah

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 91

dilemezse dileyemiyorsunuz. Dilediğiniz şeyi vücuda getirmeyi murad etmedikçe vücuda getiremiyorsunuz. Yani hem dileyemiyorsunuz, hem dileğinizi hayata geçiremiyorsunuz. Bütün her şey Cenab-ı Hakk'ın elindedir onun için havalara girmeyin. Son ayet de (Nisa, 79) bize diyor ki: Başınıza durup dururken bir kötülük geldiğinde "Yahu şimdi bu nereden çıktı?!" diye düşünürseniz, dönün, geri bakın. Allah hiç kimseye zulmetmez. Siz bir hata yaptınız, bir şeyi yanlış yaptınız, onun için bu geldi başınıza. Dolayısıyla kaynak olarak, dileme kudreti/kabiliyeti olarak bütün fiillerimizin kaynağı Allah'ın iradesidir fakat bunlar belli bir fıtrat yasası, sünnetullah çerçevesinde tecelli ediyor. Bazen insanın başına hoşlanmadığı bir iş geliyor. O zaman ne yapacak insan? Dönüp bakacak; ben nerede günah işledim de bu şer başıma geldi, diye. Çünkü Allah kimseye zulmetmez. Kendini kontrol edip hatasını tespit edecek ve bir daha yapmamaya çalışacak. Bu ayet-i kerime de bizi bir nefis muhasebesine yön lendiriyor. Eğer durup dururken başımıza iyi bir iş gelmişse de havalara girmeyelim, ben başardım, ben yaptım havasına girmeyelim, bu Allah'tandır, O'nun ihsa nıdır. Kötülük geldiğinde ise, "Ya Rabbi ben bunu hak etmemiştim, sen bunu niye verdin bana?!" demeyelim, geriye bakalım, hangi hatamızdan dolayı başımıza bu geldi, amellerimizi muhasebeye tabi tutalım. Demek ki bu iki grup ayet arasında herhangi bir çelişki yok. Meseleye biraz yakından baktığımızda ayetleri çarpıştırmamız gerekmiyor, her şey yerli yerine oturuyor. Bu da, Kur'an ayetlerini a ncak bir sistem içinde anlama ciddiyeti göstermemize bağlı bir durumdur. Yarattığı şeylere Cenab-ı Hakk'ın kaderler tayin etmesi konusunda baştan beri çizdiğimiz çerçeve, Cenab-ı Hakk'ın tek tek her birimiz için, toplumlar, dünya, evren/kainat için birer kader tayin etmiş olmasını, cüz'i planda, bizim anlayabileceğimiz planda izah etmeye

Ehl-i Sünnet Akaidi 92

dönük şeylerdir. Bütün bun ları topladığımızda Cenab-ı Hakk'ın var ettiği, takdir ettiği şeyler üzerindeki "kader'' i ortaya çıkıyor. İşte kader bu. Aklı başında kim böyle bir kader yoktur diyebilir? Eğer bu ümmete, alimlerine, selefine özel bir kastı, garazı yoksa aklı başında kim bunu inkar edebilir? Oturup konuları akıllı, mantıklı bir şekilde, ilmi ölçüler çerçevesinde anlayacak, müzakere edecek ve her şeyi yerli yerine koyacak ... Yok, adamın bir kastı varsa, bir projesi varsa siz ağzınızla kuş da tutsanız adama yetmiş değil yedi bin delil getirseniz o "Odun benim odunum" diyecek başka bir şey demeyecektir. Allah ıslah etsin diyelim. Mustafa İslamoğlu bu meseleyi inkar ederken diyor ki: "Kader ölçü, takdir, demektir. Hep aynı kökten geliyor. Allah her şeyi bir ölçüde yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında bir ölçüsüzlük, bir rastgelelik, bir dengesizlik yoktur." Bizim söylediklerimiz M. İslamoğlu'nun öne sürdüğü bu noktaya aykırı deği ldir. Amenna ve saddakna, Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır. Ama her şeyi bir ölçüyle yaratmış olması, her şeyi bir kader çerçevesine yaratmış olmasına mani değildir. O da bunun içindedir; "Al lah'ın her şeyi bir ölçüyle yaratması" da "her şeyi bir kaderle yaratması" külli hakikatinin içindedir. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamak gerek. Ecel ve Rızık değişir mi? Burada ecel meselesine de kısaca değinelim. Ehl-i Sünnet ve'l­ Cemaat inancına göre ecel değişmez. Allah Teala her yarattığı şey için bir ecel takdir, tayin etmiştir. Vakti za manı geldiğinde her şey cereyan eder. Dü nyaya gelecek olan gelir, dünyadan gidecek olan gider. Eceli değişmez. Mutezile'nin bir inancı var: Eceli insanlar değiştirebilir. Yani durup dururken tabancanızı çeker karşınızdaki adamı öldürürseniz onun ecelini öne almış olursunuz. Yoksa o adamı siz öldürmeseydiniz, kim bilir 60-70 sene yaşayacaktı. Abdülaziz Bayındır'ın da böyle saçma bazı sözleri var. İnsanın ölümünün aslında gerçekte bir tek sebebi vardır o da ecelinin gelmiş olmasıdır. Bu zahir planında bazen trafik

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 93

kazasıdır, bazen bir kaza kurşunudur, bazen bir hastalık, bazen başka şeylerdir. İşin arka planındaysa o insanın eceli gelmiştir de onun için ölmüştür. Zahir planında bizim görebi ldiğimiz şeyler o insanın ecelinin değişebileceğini anlatmaz. Onun vadesi o kadardı, o kadar yaşayacaktı. Zahir planında bize görünen sebep bu hakikati perdelememelidir. Burada aklımıza "Eğer Allah o adama o kadar ecel vermiş, o kadar ömür tayin etmişse ve ömrü o zaman bitecekse o zaman onun ölümüne sebep olan insanın da bir sorumluluğu olmamalıdır" gibi bir düşünce gelebilir. Burada insanın iradeli fiil lerinin, sorumluluğun kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda var. İnsan iradesini kullanarak bir şey yaptığında o şey ister netice versin ister vermesin fark etmez, insan sorumludur. Yani bir adam öldürmek için siz silahı çektiniz, adama doğrulttunuz, bastınız tetiğe ama tabanca tutukluk yaptı. Siz günah işlediniz mi? Evet işlediniz. Çünkü adamı öldürme kastınız va rdı. Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor: "İki kişi kılıçlarını çekip karşı karşıya geldiklerinde katil de maktul de ateştedir. " Sahabe sormuş, ya Rasulallah katili anladık, öldürdü de Cehennem'e gitti. Peki, maktul niye Cehennem'e gitti? "Çünkü o öldürmese bu onu öldürecekti. "40 Adamın kastında karşısındakini öldürmek olduğu için o fiili işlemiş gibidir. Bu hayli hassas bir mesele. Önemli detayları, açı lımları olan bir mesele olduğu için burada bu kadarla iktifa edip meselenin Kur'an'dan beyanatlarına bakalım. Ecel niye değişmiyor? Eh l-i Sünnet ve'l-Cemaat bunu söylerken nereye dayanıyor? Cenab-ı Hakk Al-i İmran Suresi'nin 154. ayetinde buyuruyor ki: "Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde saklıyorlar ve diyorlar ki: "Bu konuda bizim elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik. " De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, üzer/erine öldürülmesi yazılmış 40

el-Buhari, "Fiten", 10; Müslim, "Fiten", 4.

Ehl-i Sünnet Akaidi 94

bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gideceklerdi. Allah, bunu göğüslerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arındırmak için yaptı. Allah, kalplerde olanı bilir. " İslam ordusu arasındaki müşriklerin, münafıkların bir iddiası vardı. Onlar diyorlardı ki, bizim elimizde bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. Bu iddiaya karşılık Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v)'e emir buyuruyor: Onlara de ki, buraya, İslam ordusunun içine girmeyip, bu topraklara gelmeyip evlerinizde otursaydınız bile içinizde burada ölmesi takdir edilmiş olanlar mutlaka kalkıp buraya gelecekti, burada ölecekti. Dolayısıyla ecel değişmiyor. İnsanın nerede, nasıl, ne zaman can vereceğiyle ilgili ilahi takdir değişmiyor. Ne yaparsanız yapın, eceli ne bir adım öne alabiliyorsunuz, ne bir adım geriye bırakabiliyorsunuz. Tıpkı rızkın değişmediği gibi. Ecel değişmiyor, rızık değişmiyor, ömür değişmiyor... Peki değişen ne? diye bir soru sorabilirsiniz. Burada önemli bir mesele gündeme geliyor. Araf Suresi, 34. ayetteki "Her ümmetin bir eceli vardır" ayeti ümmet planındadır. Biz fert planında olan ayetleri aldık. Yani ümmet planında olanlara bunlar itiraz etmezler belki. Hani İbn Haldun'un bir teorisi var malum: Her medeniyetin bir doğuş, yükseliş ve çöküşe geçiş süreci vardır, diyor. Hiçbir şey ebedi değildir. Dolayısıyla her kavmin bir eceli vardır, eceli geldiğinde o tarih sahnesinden çekilir. Buna kaderi inkar edenler itiraz etmeyebilirler. Çünkü sosyolojik bir şeydir, derler. Bizim kastettiğimiz daha ziyade bireysel olarak her birimizin ecelidir. O anlamda ecelin değişebileceğini savunuyorlar. Biz de buna cevap vermiş olduk. Kaza ile Kader Arasındaki Fark Şimdi şöyle bir mesele gündeme geliyor burada. Başımıza gelen şeyler, başımıza gelmeden önce kaza ve kader kelimelerinin kavramlarının anlattığı bir ilahi hakikat içinde yer alıyor. Kaderin bir

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 95

kısmı değişmiyor, bir kısmı değişiyor. Veya kaza ile kader arasında bir ayrım yapanlar bakımından kaza değişir ama kader değişmez. Söz kader meselesine gelmişken bu ikisi arasındaki farka da kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk, -ister insan olsun, ister hayvan, ister zerre olsun fark etmez- her bir yaratılmışın yaşayacağı şeyleri bildiği için bunları Levh-i Mahfuz'a yazdı. İşte bu kaderdir, değişmez. Cenab-ı Hakk'ın ilmi değişmez. Değişecek olan nedir? Bize göre değişecek olan kazadır. Yani vakti zamanı geldiğinde Levh-i Mahfuz'daki yazının, olduğu biçimde vukua gelmesi kazadır. Böyle bir ayrım yapılıyor Kader ile Kaza arasında. Değişirlik-değişmezlik meselesine de; kaza-i mübrem veya kader-i mübrem, kaza-ı muallak veya kader-i muallak diyorlar. Yani mübrem ve muallak... Burada ikili bir ayrım var; bunların değişeni var, değişmeyeni var. Değişmeyenler; ecel, rızık vs. Bunlar mübremdir, değişmez. Bir de "d ua ederek, hayır hasenat işleyerek insanın ömrü uzar", "bir sadaka bin belayı def eder'' gibi hakikatlerden hareketle yaptığımız bazı işler başımıza gelecek bazı kötülükleri def ediyormuş diye düşünürüz. O zaman bunlar kader değil mi? Bu mesele de tartışılır, konuşulur. Bunlar içinde mübrem olanı, değişmeyecek olanı vardır. Muallak olanı vardır, kulun fiiline göre netice verecek olanı vardır. Cenab-ı Hakk bunu da bilir. Kul hangi fiilini işleyecek ve netice neye göre tahakkuk edecek Cenab-ı Hakk bunu bilir, biz bilmiyoruz. Bizi de Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v) vasıtasıyla yönlendiriyor: "Hayır ve hasenetta bulunun, infak ve tasaddukta bulunun ki ömrünüz uzasın" veya "Tasaddukta bulunun, bol bol sadaka verin ki Cenab-ı Hakk sizden belaları defetsin" gibi. Demek ki başımıza gelecek belayı defetmeyi Cenab-ı Hakk bizim vereceğimiz sadakaya bağlamış. Biliyor, biz sadaka vereceğiz ve o bela başımıza gelmeyecek.

Ehl-i Sünnet Akaidi 96

Dolayısıyla bu mübrem-muallak meselesi bize göredir. Bizim bakımımızdandır. Yoksa bu ayırım, biz bunu işlersek başımıza bu gelecek, sadakayı verirsek ömrümüz uzayacak, vermezsek kısalacak. Acaba verecek miyiz, vermeyecek miyiz?.. bunları Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bilmediği anlamına gelmiyor. Tabi ki bilir. Verecek miyiz, bilir. Vermemiz karşısında ömrümüz ne kadar uzayacak, bilir. Mübrem-muallak meselesinin bize göre olduğunu söyledik. Cenab-ı Hakk bizi biliyor, ne yapacağımızı, biliyor. Buna mukabil başımıza neyin gelip gelmeyeceğini de biliyor. Bu mübrem-muallak meselesi bize göredir. Ecel ve Ömrün Uzaması Peki, ömrümüz uzayacaksa ecel değişmez diyoruz bu nasıl olur? Bunu da izah edelim: Sadakanın ömrü uzatması, ecel değişmiyorsa nasıl bir izaha kavuşturulabilir? Ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamında değildir. Yani sadaka vermemesi hal inde 70 sene yaşayacak bir insan sadaka verdiği için 150 sene yaşayacak değil. O insan yine 70 sene yaşayacak. Fakat Allah onun ömrüne öyle bir bereket verecek ki, o insan 150 sene içerisinde yapılacak işleri 70 sene içerisine sığdırabilecek. Yoksa 70 senenin sonunda öleceği, eceli takdir edilmiş bir kimse için "Sadaka verirse bunun ömrünü 100 sene daha uzatayım" şeklinde -haşa- bir kararsızlık, belirsizlik durumu Cenab-ı Hakk'ın ilmi ve takdiri için söz konusu değildir. Konumuzun en başına dönecek olursak: Mahlukatı yaratmadan önce O' na hiçbir şeyin gizli ka lmaması ve yine onları yaratmadan önce ne yapacaklarını bilmesi zorunlu bir şeydir. Bilmek ile yaratmak arasında zaruri bir ilişki var. Bilmeyen bir va rlık yaratamaz. Yaratıcı ise zaruri olarak aynı zamanda bilen de olmalıdır. Neyi bilecek? Bizim zamansallığımız içinde geçmiş-şimdi­ gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa, bilme konusunu teşkil eden ne varsa hepsini Cenab-ı Hakk bilir. "Olanları bilir, olmayanları

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 97

bilmez" gibi bir saçma tasniflere Kur'an ve Sünnet zemininde baktığımızda bir yer bulmak mümkün değildir. Zaten tarih içerisinde bildiğimiz kadarıyla Cehm b. Safvan ve Felasife {Filozoflar) dışında Cenab-ı Hakk cüz'iyyatı bilmez diyen kimse olmamıştır. Dolayısıyla aslı esası ol mayan bu saçma düşünce tarihte kalmıştır. Cenab-ı Hakk tabi ki mahlukatı yaratmadan önce neyi yaratacağını, yaratacağı şeylerin ne zaman, nasıl, hangi halde olacağını, hangi halden hangi hale geçeceklerini, ecellerini, ömürlerinin ne kadar olacağını bilir. Buna göre takdir eder ve yaratır. Bundan daha tabi bir şey olamaz.

Onlara (yarattıklarına), kendisine boyun ejmeyi emretmiş, karşı gelmeyi de yasaklamıştır. Bu önemli bir madde. Özellikle günümüzde "Biz tanrıya inanırız ama onun dışında bir şeye inanmayız. Peygam ber, kitap, vahiy yok! Bir yaratıcı var, onun dışında hiçbir şey yok. O yaratıcı da -tabiri caizse­ yaratmış alemi, sonra kenara çekilmiş; kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor'' diyen Deistlerin bulunduğunu biliyoruz. Deist anlayış diyoruz buna biz. Oysa metnimizdeki bu fıkra diyor ki: Öyle değil; O yaratmış, yarattıklarına da kendisine itaat etmelerini emretmiş. Emirlerine karşı gelmelerini de yasaklamıştır. Hayata doğrudan her an her salise müdahale eden bir yaratıcıdan bahsediyoruz. Böyle olmasaydı zaten onda bir nakısa, bir acziyet, bir eksiklik bulunurdu. Böyle bir eksiklik içinde olan bir varlık yaratıcı olamaz.

Her şey O'nun takdiri ve meşietiyle/dilemesiyle cereyan eder. O'nun meşieti mutlaka geçerli olur. Kulların meşieti, ancak O'nun

Ehl-i Sünnet Akaidi 98

dilemesiyle gerçekleşir. O, kullar için neyi dilemişse o olur; neyi dilememişse o da olmaz. Her şey O'nun takdir ve meşietiyle, dilemesiyle cereyan eder. Her şey O'nun takdiri ve dilemesi içindedir. O'nun takdirinden, dilmesinden bağımsız bir takdir dileme, bir oluş, bir hareket, eylem, fiil

düşünmek

mümkün

değildir.

Buna

bizim

fiillerimiz,

dilemelerimiz de şüphesiz dahildir. Onun meşieti mutlaka nafiz olur, geçerli olur. Cenab-ı Hakk bir şeyi dilesin de o hayata geçmesin bu mümkün değil, O neyi dilemişse o olur. Zaten O'nu n diledikleri dışında hiçbir şey olmaz. Hayatta olan ne varsa, olacak olan ve olmakta olan ne varsa tüm bunlar Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor. O'nun dilemesi dışında hiçbir şey, başka varlıklar istedikleri kadar dilesinler, olmaz. Geçerli olan, nafiz olan O'nun dilemesidir. Kulların dilemesi de ancak Allah'ın dilemesiyle oluyor. Kullar ancak Allah'ı n dilediği şeyleri dileyebilirler. Dolayısıyla bizim dileme kudretimiz kapasitemiz de sınırlıdır. Yani biz beş duyu alemi ve vahyin bize haberdar ettiği şeyler neyse onları biliyoruz. Bizim bilgi sahamız bunlarla sınırlıdır. Dolayısıyla dileme sahamız da bildiklerimizle sınırlıdır. Biz bildiklerimizin bir bölümünü ancak dileyebiliyoruz. Oysa hakikat bizim dilediğimiz şeylerden ibaret değil. Bizim algılayamadığımız kim bilir ne hakikatler var biz onları haberdar olmadığımız için bilmiyoruz. Dolayısıyla onlar hakkında bir dilekte, muratta bulunamıyoruz. Bizim neyi, nasıl, ne kadar dilememizi Cenab-ı Hakk takdir etmişse biz onu o kadar diliyoruz. Dolayısıyla bizim dilememizin Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle ancak mümkün olduğunu anlamak çok zor değil. Eşyanın tabiatı gereği bu böyledir zaten. Cenab-ı Hakk kullar için neyi dilemişse o olur. Kullar için neyi dilememişse o da olmaz. Bu aynı zamanda bir hadisi şerifin ifadesi. Cenab-ı Hakk'ın dilediği şey ancak varlıklar aleminde vücut bulur.

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 99

Dilemediği şeyler oluş haline geçemez, vücut bulamaz. Burada acaba bizde bir cebri/icbari durum mu oluyor? Biz ancak Cenab-ı Hakk'ın dilediklerini dileyebiliyorsak bizim dileme kudretimiz, muhayyerliğimiz, dolayısıyla imtihan nereye gidiyor? Bu ikisini çarpıştırmak, ikisi arasında bir tenakuz bulund uğunu söylemek zorunda değiliz. Yukarıda ifade edildi: Bizim dileme kudretimiz, kapasitemiz Cenab-ı Hakk'ın tayiniyle çerçevelidir. Çünkü bizim bilgi sahamız, malumatımız sınırlıdır. Biz o malumat çerçevesinde bildiğimiz şeylerin bir kısmını dileyebiliyoruz. Ama varlık ve hakikat bizim bildiğimizden ibaret değil. Kur'an-ı Kerim'de de ifade buyurulduğu gibi, Şüphesiz bize ilimden çok az bir şey verilmiş.41 Bildiklerimizle bilmediklerimizi

kıyasladığımızda

şüphesiz

bilmediklerimiz

bildiklerimizden çok çok daha fazla. Dilemelerimiz de bildiklerimizle sınırlı oluyor. Dolayısıyla biz sonsuz bir özgür iradeyle dilekte, tercihte bulunduğumuzu vehmediyoruz ama aslında böyle değil. Bizim tercihte bulunma özgürlüğümüz ya da irademiz de sınırlı bir iradedir.

Cenab-ı

Hakk'ın

çizdiği

sınırlar

içinde

tercihte

bulunabiliyoruz. Bu sınırlar içinde irademizi özgürce kullandığımızı d üşünüyoruz. Evet, bu sınırlar içerisinde özgürüz. Ama bu sınırların d ışı diye bir şey var, biz ondan haberdarız fakat detayını, cüz'iyyatını bilmiyoruz. Sadece çok az şey bildiğimizi biliyoruz, o kadar. Tercihlerimiz ve dilemelerimiz de bu sınırlı bilgimiz dahilinde olduğu için Cenab-ı Hakk'ın dilememizi dilediği kadarını ve şeyleri dileyebiliyoruz.

Dilememizi

dilemediği

şeyleri

de

dileme

kabiliyetinden, kudretinden mahrumuz. Dolayısıyla evet, insan özgürdür ama özgürlüğünün sınırlarını çizen Cenab-ı Hakk olduğu için bu mutlak bir özgürlük değildir. Cenab-ı Hakk'ın çizdiği sınırlar içinde bir özgürlüktür. Bu sınırların d ışı var mıdır? Vardır ama bunu bilemiyoruz. Çünkü bilgi verilmemiş bize; bunun d ışında ne olabilir,

41 17/lsrS, 85.

Ehl-i Sünnet Akaidi 100

nasıl olabilir... Bunun bilgisi verilmediği için dileme sınırları içerisinde dileyebiliyoruz.

Fazı u keremiyle dilediğini hidayete sevk eder, (dalaletten) korur, afiyet/esenlik verir. Adaletiyle de dilediğini dalalete sevk eder, yardımsız bırakır. Bu bakımdan hepsi, O'nun meşieti/dilemesi sınırları içinde fazl-u keremi ve adaleti arasında dönüp dururlar. Dilediğine hidayet verir. Dilediğini hidayete sevk eder. Dilediğini günaha düşmekten veya küfre sapmaktan, dalalete düşmekten korur. Dilediği kimselere afiyet, esenlik verir. Bu O'nun fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk'ın bize lütfettiği şey tamamen O'nun fazl u keremiyle idrak ettiğimiz şeydir. "Biz hak ettik", "ben başardım" demiyoruz. Bu mümin edebine de hakikate de aykırıdır. "Ben başardım" demeyiz, "Allah muvaffak kıldı", "Allah yardım etti, biz de bu işi yapabildik" deriz. Onun için kitapların önsöz veya sonlarında şu yazıya rastlarsınız: ''Tevfik Allah'tandır." Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilediği kimseye afiyet ve hidayet vermesi, onu küfür ve dala letten koruması tamamen Cenab-ı Hakk'ın fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk dilediği kimseleri de dalalete sevk eder, saptırır, ya rd ımsız bırakır. Tevfikten mahrum bırakır. Ve onu küfre veya dalalete müptela kılar. Bu da O'nun adaletinin bir neticesidir. Yani Cenab-ı Hakk' ın esenlik verdiği kimse bunu hak ettiği için almış değildir, Cenab-ı Hakk'ın lütfudur. Fakat saptırdığı kimse bunu hak ettiği için Cenab-ı Hakk onu saptırmıştır. Bu ikisi a rası nda, Cenab-ı Hakk'ın adli ile fazlı arasında böyle bir ilişki var. Bu çok mühim bir incelik gerçekten. Yani bizim başımıza gelen her iyi şey Cenab-ı Hakk'tandır. Her kötü şey de bizdendir.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 101

Kader meselesini incelerken, Mustafa lslamoğlu bağlamında gündeme getirmiştik. Onun, "Allah insanlar için şerri murad etmez" gibi bir iddiası var. Mutezilenin iddiası bu malum. Biz de buna Kur'an ayetlerinden hareketle cevap vermiştik: Müşrikler diyorlar ki, başımıza iyi bir şey geldiği zaman bu Allah'tandır, kötü bir şey geldiği zaman sendendir ey Muhammed diyorlar. Ayet-i kerime de buyuruyor ki "Hepsi Allah indindendir."42 Dolayısıyla başımıza gelen iyi şeyler biz hak ettiğimiz için gelmiyor; Cenab-ı Hakk'ın fazl u keremi olduğu için geliyor. Başımıza gelen kötü şeyler yani dalalet, sapkınlık, küfür, isyan, şirk, masiyet ... gibi şeyleri de Cenab-ı Hakk bize, biz hak edersek musallat kılıyor. Yani imandaki, hidayet yolundaki kimseyi Cenab-ı Hakk durup dururken küfre dalalete sevk etmez. O insan kendisi azar, kendisi yoldan çıkar Cenab-ı Hakk da onu istediği hedefe ulaştırır. Ama bir insan hidayetteyse, esenlik içindeyse bu Cenab-ı Hakk'ın lütf u keremidir, insanın hak etmesiyle olmuş değildir. Çünkü ayeti kerimede: "Allah Teôlô dilerse kişiyle

kalbi arasına girer."43 buyuruluyor. Dolayısıyla bütün varlıklar Cenab-ı Hakk'ın meşieti, dilemesi, iradesi çerçevesinde, O'nun fazl u keremi ile adaleti arasında döner dururlar. Kah adaletinin tecellisine, ka h lütfunun, fazl u ikramının tecellisine maruz kalırlar. Bunlar hep Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olan şeylerdir fakat bunun bir kanunu, kuralı, ilkesi vardır: Cenab-ı Hakk küfrü istemeyen hiç kimseyi -özellikle hidayette bulunanları-, dalaleti istemedikçe ve bunda ısrar etmedikçe saptırmaz, küfre döndürmez. Ama küfür içindeki bir kimseyi dilerse fazlı keremiyle hidayete sevk edebilir. Hidayete sevk ettiği insa nların tamamı da O'nun fazl u keremiyle hidayet bulmuştur, hepimiz böyleyiz. Dolayısıyla O'nun adaletiyle fazileti arasında böyle bir denge vardır, bunu gözden uzak tutmamak gerek. Kader konusunda çok hassas

42 4/Nis3, 78. •3 8/Enf�I. 24.

Ehl-i Sünnet Akaidi 102

bir meseledir bu. Bunu gözden kaçırırsak pek çok meselede izahı mümkün olmayan yollara gireriz, Allah korusun.

Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir. O'nun kazasını geri çevirecek, O'nun hükmünü kontrol edecek, O'nun emrine galip gelecek hiçbir kudret yoktur. Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir ve münezzehtir. Cenab-ı Hakk'ın zıtları var m ıdır? Vardır. Tüm mahlukat Cenab-ı Hakk'ın zıtlarıdır aslında. Biz, Sıfat-ı Selbiyye konusunda, Muhalefetün lil-Havadis'in, Cenab-ı Hakk'ın en mühim sıfatlarından birisi olduğunu söylemiştik. O yaratılmış gibi değildir, dolayısıyla O'nun zıttı çoktur. Cenab-ı Hakk ölümsüzdür, varlıklar ölümlüdür. Cenab-ı Hakk mutlak ilim sahibidir, varlıklarda mutlak ilim yoktur. Dolayısıyla buradaki zıtlar ifadesi üzerinde önemle durmak lazım. Cenab-ı Hakk varlıkların kendi zıddına muhalif işler yapamayacağı yegane mutlak varlıktır. Yani O, başka herhangi bir varlığın O'nun zıddına hareket edebilmesinden yüce ve münezzehtir demek istiyor imam et-Tahavi. Bu nokta üzerinde durma mış İbn Ebi'l-İzz. Ama bu metnin Kelami şerhlerine baktığımızda buradaki hakikat ortaya çıkıyor. Bu önemli bir şeydir. Cenab-ı Hakk'a denk hiçbir varlık yoktur. İhlas Suresi baştan sona bu hakikati haykırmaktadır. O'na, herhangi bir işinde muhalefet edecek bir kuwet ve güç yoktur manasındadır. Cenab-ı Hakk'ın "kaza"sını geri çevirecek hiçbir kudret yoktur. Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını takdir ettiğinde, ona hükmettiğinde bu hükmü geri çevirebilecek, ona direnebilecek hiçbir kuwet yoktur. O'nun hükmüne itiraz veya onu sorgulayabilecek hiçbir kuwet kudret yoktur.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 103

O'nun emrine galip gelecek, O bir şey dilediğinde başka bir şey dileyerek onu yapabilecek bir kuvvet sahibi hiçbir varlık yoktur. Dolayısıyla kainatın mutlak sahibi, tasarruf sahibi de Cenab-ı Hakk'tır. O'nun hükmünü, kazasını, takdirini geri çevirebilecek, O'nun verdiği hükmü durdurabilecek veya O'na galip gelebilecek herhangi bir varlık tasavvur olunamaz.

Bunların tamamına iman ettik ve hepsinin O'nun katından geldijine yakinen inandık. Bunları söyledikten sonra İmam et-Tahavi "Bütün bunlara iman ettik." diyor. Ve yakinen bilir ve iman ederiz ki hepsi Allah katından gelmiştir. Yani bu 23 madde içinde gördüğümüz şeylerin ve aşağıda gelecek olanların her biri mutlaka "nass"ların formüle edilmiş şeklidir. Her bir cümlenin arkasında en az birkaç ayet, en az birkaç hadis vardır. Onun için İmam et-Tahavi burada bunları ifade etmek için diyor ki: Bunların hepsinin Allah katı ndan geldiğine yakini bir biçimde iman eder, inanırız.

SUAL-CEVAP

Sual: Allah Teala "Kün" emriyle dilediğini yaratıyor. Allah Teala'nın yaratması Kelam sıfatının tecellisiyle mi oluyor, yoksa irade ve kudret sıfatlarının tecellisiyle mi oluyor? Cevap: Cenab-ı Hakk'ın "Kün" emri Kelam sıfatının tecellisidir. Cenab-ı Hakk'ın Kelam sıfatıyla verdiği bu emir iradesine ve ilmine de uygundur. Dolayısıyla bu emirde Cenab-ı Hakk'ın ilminin de iradesinin de taalluku vardır, kelamının da taalluku vardır. Yani Cenab-ı Hakk kelamıyla mı, el-Halık sıfatıyla mı, el-Mürid ismi şerifiyle mi yaratıyor? Bu yaratma işinde Cenab-ı Hakk'ın dilemesi, halk etmesi, var etmesi ve bununla ilgili sıfatlarının tamamının taalluku vardır, diyoruz. Sual: "Kün fe yekun = �hl :J" ayetindeki emir muhataba verilir. Haşa, burada Allah Teala karşısında bir varlık mı var?

Cevap: Bu, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin muradına tesirinin ifadesidir. Selef, bunu bu şekilde kabul edip, gerisini sorgulamamayı tercih etmiş, sonraki ulema ise birtakım yorumlar yapmışlardır. Bu bağlamda kayda değer olan şudur: Cenab-ı Hakk, "Kün = :J" dedi, bizi yarattı. Peki, biz birden bire mi yokluk a leminden varlık

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 105

alemine çıktık, insan olduk? Hayır, birden bire olmadık. Bir takım aşamalardan geçtik. Yani ana rahminde o embriyonun geçirdiği aşamalara bakın. Ona ruh üflendikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Dünyaya geldikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Bunlar aniden olan şeyler değil. Dolayısıyla "Künfe yekun = �� :!" ayetini, bir şeyi yaratılış sürecine sokmak olarak anlayacağız. Hz. Adem (a .s)'ın yaratılışı da böyledir. O balçıktan yaratıldı değil mi? Yani bir kıvamı vardı. Yaratılışın bir süreçleri vardı. Birden bire yoktan Adem olarak var olmadı Hz. Adem (a.s). Cenab-ı Hakk onu yaratılış süreçlerine tabi tuttu: Önce balçıktan yarattı. Sonra o balçığa ruh üflendi. O ruhtan Adem (a.s) oldu. Bunlar hep süreçtir. "Kün fe yekun = �� :!" emrini böyle de a nlayabiliriz. Sual: Kader meselesinde d uaların yeri nedir? Dualarımız kaderimizi değiştirmiş mi oluyor? Sadaka belayı defeder mi? Yani amellerimiz, isteklerimiz kaderlerimizi değiştirir mi? Cevap: Değiştirmez. Kaderimiz bellidir. Muallak olan kısmı bizim irademizi ne yönde kullanacağımıza bağlı olarak tahakkuk ediyor. Cenab-ı Hakk bunu biliyor mu? Tabi ki biliyor. O bize göre muallak, Cenab-ı Hakk onun nasıl tahakkuk edeceğini biliyor, biz bilmiyoruz. Bizim tercihimiz hangi yönde olursa Cenab-ı Hakk onu o şekilde yaratıyor ama bizim tercihimizin hangi yönde olacağını da biliyor. Meşhur bir misaldir: Yahudi'nin biri Hz. Ali'ye ( r.a) gelmiş, elinde bir lokma var. Demiş ki, "bu benim nasibim mi, değil mi?" Hz. Ali (r.a), nasibin dese adam yere atacak yemeyecek. Nasibin değil dese ağzına atıp yiyecek. Hz. Ali (r.a) ona ''Yersen nasibin, yemezsen değil" diye cevap vermiş. Dilimizde bir söz var: "Yersen yoğurt, içersen ayran". Dolayısıyla muallak kısmını, Cenab-ı Hakk tercihlerimize bırakmış ama

Ehl-i Sünnet Akaidi 106

tercihlerimizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor. Dolayısıyla bu muallaklık bize göredir, Cenab-ı Hakk'a göre değildir. O, neyin nasıl olacağını biliyor. Sual: "O, ateş ederek öldürdü" gibi bir söylemde takdir-i ilahinin ihmali gibi bir arıza olmuyor mu? Cevap: Biz burada sebep-müsebbeb şeklinde mecazi bir ifade kullanıyoruz. Yani aslına öldüren Allah'tır. "Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. (Savaşta ok, mızrak) attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. "44 Allah fail-i mutlaktır ama biz bazen sebepleri müsebbib yerine mecazen fail diye ifade ediyoruz. Yani birisi çekip karşısındaki adama ateş ettiğinde, "falan adam filanı öldürdü" diyoruz. Aslında "ölmesine vesile oldu, sebep oldu" dememiz lazım. Ama öldüren Allah olduğunu bildikten sonra bu tür mecaz ifadelerinde herhangi bir sorun yok. Kur'an ve Sünnet'te de buna mümasil şeyler bulunuyor. Dolayısıyla bu mecazi anlatımdır, bunda bir beis yoktur. Sual: Hasta lıkları, kazaları, felaketleri biz dilemeyiz. Bu olaylardaki konumumuz, mesuliyetimiz nasıl olur? Bunlar yaptığımız hatalardan dolayı mı gelir, yoksa başımıza gelen böyle musibetlerden dolayı ahirette mükafat var mı? Cevap: Her ikisi de olabilir. Ya da bir kısmı hak etmemizden kaynaklanır. Bu bize bir ders, ibret, ikazdır. Bir kısmı da durup dururken olur. Bunlar müminlere bir rahmet, günahlarına kefarettir. Yaşadığımız her bir sıkıntı günahlarımıza kefaret olur. Bunların bir kısmında bizim

44

8/Enf�I, 17.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 107

hatamız, kusurumuz vardır. Geri döner bakarız; bu binayı sağlam yapsaydım, bu 4,3 şiddetindeki sarsıntıdan dolayı bu bina yıkılmazdı. Yıkıldıysa bana Allah korusun çoluğuma zarar geldiyse geriye dönüp bakacağım; ben bir yerde hata yaptım ki bu başıma geldi. Ama binayı sağlam yaptım, 12 şiddetindeki depreme daya nıklı yaptım, buna rağmen deprem olduğunda ben pencereden fırladım ve öldüm veya sakat kaldım ... Bu da bir kefarettir, ibrettir. Dolayısıyla her iki neticede de kulun yapması gereken ilk şey Cenab-ı Hakk'ın rızasına teslim olmaktır. İ kincisi, bundan payına düşeni almaktır. Üçüncüsü, asla kadere isyan etmemektir. Hastalıklar da böyledir, bir kısmı tedbirsizlikten kaynaklanır. İnsan tedbir almaz, mikroplu yerlerde dolaşır, hijyene dikkat etmez ve hasta olur. Kendi fiillerinin neticesidir bu. Bir kısmı da durup dururken olur, kast u kusuru olmadan meydana gelir. İşte bu da kulun günahlarına kefaret olur. Sual: Kaderi inkar etmek küfrü gerektirir mi? Cevap: Gerektirmez. Çünkü kaderi inkar edenler nassları inkar etmiyorlar, tevil ediyorlar. Biz onlar için, "tevillerinden dolayı hata etmişlerdir, bid'ata sapmışlardır'' diyoruz ama "kafir olmuşlardır'' demiyoruz. Bizim diğerlerinden farkımız da budur. Sual: Maturidilerin cüz'i irade anlayışını başka örneklerle anlatabilir misiniz? Cevap: Bir takım şeyler itibaridir. Yani varlıkları aslında başka bir şeyin varlığına bağlıdır. O başka bir şeyin varlığının yansımasıdır diyelim. Dolayısıyla kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Şöyle bir örnek verelim: Bir ev yapıyoruz mesela. O evin varlığı hakiki, yani dışarıda

Ehl-i Sünnet Akaidi 108

mücessem bir varlıktır. Gözümüzle penceresini kapısını görebiliriz. Bunun varlığı izafi, itibari değildir, hakikidir. Bir de bu binanın önü, arkası, sağı, solu vardır. Bunlar da itibaridir. Ön, arka, sağ, sol derken bir şeyi ifade ediyoruz ama hakikatte bunların bir varlığı yok, bir şeye izafetle bunlara bir varlık atfediyoruz. Binanın aslında ön tarafı yoktur, binaya izafeten bizim söylediğimiz bir şeydir. Bina ortadan kalkınca ön taraf da ortadan kalkıyor. Dolayısıyla varlığı onun varlığına bağlı, izafidir. İşte kuldaki cüz'i irade de böyle. Cüz'i iradenin kendisinin hakiki bir varlığı yok. Yani cüz'i iradenin varlığını göster desek, gösterebileceğimiz bir şey yok. Onun bizim içimizde de doğrudan varlığını gösteren hakiki bir şey yok. Dolayısıyla "saatin sarkacı" örneği bunu açıklayan bir örnek: Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor; aslında eseri, bir fiil işlememekle dış dünyada tahakkuk ediyor. Dolayısıyla varlığı itibaridir. İşte cüzi irade de böyledir. Sual: Berat gecesinde bir yılda olacak olaylar karara bağlanır mı? Cevap: Böyle bir şey var. Yani Cenab-ı Hakk'ın takdiri Levh-i Mahfuz'da mevcuttur. Dolayısıyla bir yıllık eceller, o yıl içerisinde meydana gelecek hadiseler yıldan yıla, o takdir çerçevesinde ilgili melekler tarafından kuweden fiile çıkartılır. Bunu söylememiz yanlış olmaz. Sual: Cüz'i irade ve her şey Allah'ın dilemesi ise Allah'ın imtihanı nasıl oluyor? Haşa, o zaman bazımızı Cennet'e bazımızı · cehennem'e atmış olmuyor mu? Cevap: Allah insandan bir şey yapma kudretini, kabiliyetini almıyor. Yani Allah Teala önümüze iki yol koymuş, doğru ve yanlış, yapın veya yapmayın. Yani hiç kimse şunu söyleyemez: ben namaz kılmak

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 109

istemiştim aslında ama Allah buna mani oldu. Nasıl mani oldu? Hangi insan buna hayatından somut bir örnek verebilir? Yani Allah hayırla insanın arasına girmez. Ta ki insanın hayrından ümit kesmesine kadar. N itekim Kur'an-ı Kerim' de bu konuyla ilgili bir çok ayet-i kerime var. Cenab-ı Hakk buyuyor ki: Biz onlar hakikati görmeyecekleri

ıçın

onlara

işittirmedik.

İşitmeyecek

hale

gelmişlerdi hakikati onlara işittirmedik. İşittirseydik bile arkalarını dönüp gideceklerdi.45 İnsan Allah korusun bu aşamaya gelene kadar Allah Teala hakikatle insan arasına girmiyor. Ne zaman ki insan günahta, şirkte, isyanda artık geri dönülmez noktaya geliyor o zaman Allah onunla hakikat arasına giriyor o insana bir daha hakikate, tevhide, imana, hayra dönme imkanı kapıları kapanıyor. Bu aşamaya gelene kadar -ki bu artık insanın yoldan çıktığı aşamadır Allah korusun- Allah (c.c) hayırla, sevapla kulun arasına girmez. Kul kendi iradesine sahiptir, dilediği zaman bu yola, istikamete dönebilir. Bazen de Allah Teala dilerse bir insana bu hakikat, hidayet yoluna girmeyi lütfedebilir. Bu Allah'ın lütfudur; "Niye Allah böyle yaptı?" denmez. Çünkü bunu yapmakla kimseye haksızlık etmiyor, kimsenin elinden bir imkanı almıyor. Eğer bir insana re'sen/yekten hidayet verirse bu O'nun lütfud ur. Ama Cenab-ı Hakk iradesini hayra sevk etmeyi dileyen hiçbir insanla o hayır arasına girmez. Kötülükleri cezalandırır, iyilikleri mükafatlandırır. Adalet-i ilahiye budur. Sual: Bir insan Cehennemlik mi, Cennetlik mi, Allah bunu biliyor. Fiillerimizi yapmamıza izin veren de Allah'tır. Allah adildir ama sonumuz önceden takdir edildiyse biz nasıl iyi veya kötü olabilmeyi etkileyebiliriz. Adalet sarsılmış gibi olmuyor mu zahiren? Yani bir hocanın "Sen ne kadar çalışırsan çalış notun belli" demesinin adilliği ile arasındaki fark ne?

•s 8/Enfal, 23.

Ehl-i Sünnet Akaidi 110

Cevap: Allah Teala'nın bir şeyi bilmesi ve takdir etmesi bizi herhangi bir şeye zorlayan şeyler değildir. Bir kere bu ayrımı yapalım. "Allah böyle dilemiş ne yapayım benim elimde değilmiş" diyemeyiz. Allah'ın (c.c) dilemesi bizim dilememize mutlak manada mani değil, yani biz bir hayır işlemek istediğimizde Allah buna mani olmaz. Fakat bizim hayır işleyeceğimizi O biliyor, şer ise onu da biliyor. Şerri de hayrı da işlememizin önünü açmış. Bizim irademizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor ve bunu yazmış. Biz irademizi devreye soktuğumuzda O takdir ediyor ve biz işliyoruz. Yani Cenab-ı Hakk takdir ettiği için biz işlemiyoruz. Biz işleyecek olduğumuz için O takdir edip yazmıştır. Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: {Misaller her zaman eksiktir bunu göz önünde tutarak) Herhangi bir organımızı harekete geçireceğimiz zaman beynimize bir komut gönderiyoruz. Beyin o organımıza o komutu gönderiyor ve biz hareket ediyoruz. O komutu vermeyi beynimize biz emrediyoruz. Dolayısıyla beyin şunu diyebilir mi: "Ben bu azaya bu işini yapmasını emretmeyecektim, bana sen zorla yaptırdın." Veya o aza bunu söyleyebilir mi? Söyleyemez. Çünkü beyne o komutu vermesini biz söyledik. Yani aza "ben işlemeyecektim, sen beni zorladın" diyemez. Çünkü o emri beynimize biz gönderdik. Başta mesul biziz. Burada sorguya çekilmesi gereken aza ve beyin değil, insan. O emri onlara vasıtalı biçimde ileten insan. Dolayısıyla burada da böyle bir şey söz konusu. Biz fiili işleyeceğimiz için Cenab-ı Hakk'a onu, tabiri caizse dilekçe yazıp gönderiyoruz. "Ben falan adamı pencereden atacağım. Ya Rabbi, bana izin ver!" Cenab-ı Hakk da izin veriyor. Sonra kaldırıp adamı pencereden atıyoruz. Sonra diyebilir miyiz "Ya Rabbi, ben onu niye attım, buradan bana niye attırdın bunu?" Cenab-ı Hakk diyecek ki "bu dilekçeyi sen verdin bana, 'ben bu adamı buradan atacağım, bana kudret izin ver' diyen sendin. Ben de verdim sen de kaldırdın attın" ! Buna benziyor işte. Bizim fiillerimiz, kuweden iradeye çıkan her türlü fiilimiz bizim Cenab-ı

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 111

Hakk'a dilekçe vermemiz sonucu O'nun bize verdiği kuwet ve imkanlarla oluyor. Dolayısıyla burada sorumluluğumuz kalkmıyor, devam ediyor. Sual: Başımıza gelen bir musibet için dönüp kendimize baktığımızda bir hata göremiyorsak onu bir imtihan olarak görmemiz gerekir diyebilir miyiz? Cevap: Döndünüz baktınız bir hata göremediniz o za man bu bir imtihandır. "Allah'tan (c.c) geldi, lütfun da hoş, kahrın da ..." diyeceksiniz. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i kudsi'de buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk mümin kul işinden memnun olur, razı olur. O kul ki, başına bir hayır geldiğinde hamd eder, derecesi artar, fazileti, sevap hanesi artar. Başına bir musibet geldiğinde sabreder yine derecesi artar, sevap hanesi kabarır. Bu da Cenab-ı Hakk'ın hoşuna gider. " Yani her durumda işi bağlamamız gereken asıl mercii unutmazsak her durumda hayır ve salah üzere oluruz inşa l lah. Sual: Akıl ve gönül cüz'i irade midir? Cevap: Akıl başka bir şey, gönül başka bir şey, cüzi irade ise başka bir şeydir. irade derken insanın bir şey yapabilme kabiliyetini ve kudretini kastediyoruz. Onun içinde bir karar verme de var, o kararı uygulama da var. Akılla gönül belki dolaylı bir şekilde bunlarla ilgilidir ama bunlar cüzi iradedir veya onun gibidir diyemeyiz. Sual: Duanın belayı defetmesi meselesini, ömrün uzun olması meselesiyle kıyaslarsak "Başımıza bela gelecek a ma dua edersek en az hasarla atlatırız" şeklinde mi anlamalıyız?

Ehl-i Sünnet Akaidi 112

Cevap: Dua ederek biz Allah Teala'dan afiyet sağlık isteriz. Bunların bir kısmını fiili dualarımızla destekleriz. Bir kısmını fiili dualarımızla teyid etmeyiz. Duamızda "bize hayır ver doğru yola ilet, bize para ver" deriz ama bu isteğimizi fiili dualarımızla kuweden fiile çıkarmak için bir şey yapmayız. Böyle bir durumda Cenab-ı Hakk dilerse bizi ona kudretiyle rahmetiyle sevk eder. Ama genellikle kul yatarsa Cenab-ı Hakk öyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla kavli dua ve fiili dua birlikte yürür. Bir insan ömrüne bereket istiyorsa bunu "Ya Rabbi ömrüme bereket!" demekle yetinerek yapamaz. Sadaka verecek, dua edecek, salih amel işleyecek... Cenab-ı Hakk da onun ömrüne bereket verecek. Yani kavli duayı fiili duayla desteklemek durumundayız. Sual: Maturidiler Cüz'i iradenin mahluk olmadığını mı savunuyor? Cevap: Evet, öyle diyorlar. Bu da hariçte bir varlığı olmadığı içindir. Bina örneğini hatırlarsak, önü arkası, sağı solu ... Bu binanın önü derken kastettiğimiz şey mahluk mudur? Öyle bir şey yok ki, hariçte bunun bir varlığı yok yani... Bu itibari bir şey, biz onu öyle var sayıyoruz. Hadise budur. Sual: Kader hakkında fazla düşünmek, fikir yürütmek tavsiye edilmiyor bildiğim kadarıyla. Sınırı nasıl belirlemeliyiz? Cevap: Sınır amentüde gizli. 'Ve bi'/-kaderi hayrihive şerrihi minallahi teala = jw �ı � �J � .,.�i;-J" diye bilip bu şekilde inanmamız yeterli. Başımıza gelen her şey Allah Teala'dandır, O'nun dilemesiyle oluyor. İnsan kendi iradi fiillerinin sorumlusudur dolayısıyla kendi fiilini, hatasını Allah'a atfedemez. Biz bu kadarını bilirsek kader meselesi için yeterli olur.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 113

Sual: Kader-i Muallak'ı açıklar mısınız? Eğer Cenab-ı Hakk her şeyi takdir etmiş ise kader-i Muallak'ı nasıl anlamalıyız? Cevap: Cenab-ı Hakk katında her şey takdir edilmiştir. Kaderi-i muallak da takdir edilmiştir. Bizim fiillerimize bağlı olarak Cenab-ı Hakk tarafından takdir edilen takdir edilmiştir. Yalnız biz Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimize bağlı olarak yaratacağını ya da yaratmayacağını bilmiyoruz ama Cenab-ı Hakk biliyor. Örneğin, güzel bir rüya gördük, onun tahakkuk etmesini istiyoruz, Efendimiz (s.a.v)'in tavsiyesine uyarak onu salih insanlara, sevdiğimiz insanlara anlatıyoruz. O rüya tahakkuk ettiğinde bu kader-i muallaktır. Anlatmazsak tahakkuk etmeyecek. Bizim fiillerimize bağlı yani. Bizim onu anlatacağımız ya da anlatmayacağız Cenab-ı Hakk tarafından biliniyor. Kötü bir rüya gördük, bir başkasına anlatırsak tahakkuk edecek, aleyhimize olacak bunu da Cenab-ı Hakk biliyor. Biz onu anlatmazsak "anlatmayacağımızı biliyordu" diyeceğiz. Yani bizim fiillerimize bağlı olarak tahakkuk edecek takdir-i ilahi var. O zaman biz ta kdir-i ilahiyi ikiye ayırıyoruz: Birincisi, bizim fillerimizden ta mamen bağımsız, fiillerimizle hiç alakası olmayan. Biz ona boyun eğiyoruz. Mesela ne zaman öleceğimiz bizim fiilimize bağlı değil, erkek mi kadın mı doğacağımız, hangi tarihte doğacağımız, hangi milletten olacağımız bizim fiillerimize bağlı değil . Bunlar kader-i mübrem. İkincisi de kader-i muallak: Örneğin, sadaka verdiğinizde ömrünüz uzuyor; tevbe ediyorsunuz, günahlarınız bağışlanıyor; dua ediyorsunuz, bir şey istiyorsunuz Cenab-ı Hakk ona icabet ediyor. Fakat bunun muallak olmasının bize göre olduğunu unutmamanız lazım. Cenab-ı Hakk için bir meçhuliyet, bilinmezlik yoktur. Bilmeyen biziz. Cenab-ı Hakk biliyor. Kaderin bu kısmı bize göre muallaktır, Cenab-ı Hakk'a göre değil. Bunlar kaderin bize bakan yönü ile ilgili yapılmış izahtır.

PEYGAMBERiMiZE iMAN

Yine (iman ederiz ki), Hz. Muhammed (s.a.v) O'nun seçilmiş kuludur. O'nun seçkin nebisidir. Razı olunmuş resulüdür. Peygamberlerin, nebilerin sonuncusudur. Müttakilerin (takva sahiplerinin) imamıdır. Peygamberlerin önderidir. Alemlerin Rabbl'nin sevgilisidir. Onun nübüwetinden sonra ortaya atılacak herhangi bir nübüwet iddiası sapkınlıktır, hevaya tabi olmaktır. O hakk ve hidayetle, nur ve aydınlıkla cinlerin hepsine ve insanların tamamına gönderilmiştir. i mam et-Tahavi buradan itibaren "nübüwet" konularını işliyor. Yine iman ederiz ki, Hz. M uhammed (s.a .v) O'nun seçilmiş kuludur. O'nun seçkin nebisidir. Razı olunmuş rasulüdür. O peygamberlerin, nebilerin sonuncusudur. Biliyorsunuz, Nebi ve RasQI ayrımı kelam mezhepleri

arasında

hususlardan

birisidir. Kur'an-ı

"Hatemü'n-Nebiyyin"

tartışma olduğu

konusu Kerim'de

açıkça

teşkil

edenlerden

Efendimiz (s.a.v)'in

ifade

buyurulur.

Ama

"Hatemu'r-Rusul" olduğunu ifade eden bir ayet yoktur. Efendimiz (s.a.v)'in "rasul" olduğu dikkatimize sunulur ama "Hatemu'r-Rusul" olduğu, rasullerin de sonuncusu olduğu ifade edilmez.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 115

Dolayısıyla tarih boyunca hep yalancı peygamberler "rasul" olduklarını iddia ederek ortaya çıkmışlar. "Biz de vahiy alıyoruz" demişler: "Evet, Muhammed (s.a.v) "Hotemü'n-Nebiyyin"dir ama "Hatemu'r-Rusul" değildir, dolayısıyla biz rasullerden biriyiz." Bu iddia bildiğiniz gibi bugün de devam ediyor. Cenab-ı Hakk'tan vahiy aldığını vehmeden herkes böyle bir iddiada bulunabiliyor. "Rasul" ve "Nebi"nin ne olduğuna dair değişik tanımlar yapılmış kelam alimleri tarafından. Şöyle bir tasnif vadır, mesela: Rasul, Cenab-ı Hakk'tan vahiy alıp bunu insanlara, şeriatlı bir peygamber olarak tebliğ eden ve tatbik eden peygambere denir. Nebi, yeni bir şeriat getirmeyen, kendisinden ewelki bir peygamberin şeriatını tecdid misyonuyla görevlendirilen peygambere denir. Başka bir ayrım: Rasul, Cenab-ı Hakk'tan vahiy alıp bunu insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygambere denir. Nebi, Cenab-ı Hakk'tan vahiy aldığı halde bunu insanlara tebliğ etmekle mükellef olmayan peygambere denir. Yani bu taksime göre her nebinin insanlara dönük bir tebliğ misyonu olmaya bilir. Bu rasullere mahsus misyondur, sorumluluktur. Nebilerin böyle bir misyonu olmayabilir. Şöyle bir ayrıma da gidilmiş: Cenab-ı Hakk'tan vahiy alıp yeni bir şeriat getiren peygambere Rasul denir. Cenab-ı Hakk'tan vahiy aldığı halde yeni bir şeriat getirmeyen peygambere Nebi denir. H er halükarda biz biliyoruz ki Efendimiz (s.a.v)'in kendisinden önceki birçok peygamber gibi Kur'an'ı Kerim'de hem rasul hem nebi olduğu ifade buyurulmuş. Cenab-ı Hakk'tan haber almış ve insanlara bu haberi aktarmış. "Nebi" kelimesinin etimolojisinde de bir "haber'' var. "Nebe" haber demek, "Nebi" haber alan, kendisine haber verilen, gayptan, Cebrail (a.s) tarafından kendisine vahiy indirilen kişi demek. Bu anlamda Efendimiz (s.a .v) Hotemü'n­ Nebiyyin'dir, Cenab-ı Hakk'tan haber, va hiy alanların sonuncusudur. Bir kimse Efendimiz (s.a.v)'den sonra ben Cenab-ı Hakk'tan haber, vahiy alıyorum derse o kimse yalan söyler. Bu kelimenin etimolojisine de aykırı bir durumdur. Dolayısıyla "Ben

Ehl-i Sünnet Akaidi 116

Rasul'üm, Nebi değilim" şeklindeki demagoji, tarih içerisinde "kime Rasul kime Nebi denir'' tartışması ve ihtilafından beslenmek isteyen, buradan meşruiyet devşirmek isteyen bir uyanıklık tavrıdır. Kur'an-ı azimuşşan'da ifade buyurulduğuna göre Efendimiz (s.a.v) Hatemü'n-Nebiyyln olarak Cenab-ı Hakk'tan haber alan peygamberlerin sonuncusudur. O halde tartışma bitmiş demektir. Evet, metnimizdeki bu ifadeden de böyle bir sapkınlığa yol aramak mümkün değildir. Müttakilerin, takva sahiplerinin önderidir. Rasullerin efendisi, önderi, seyyididir. Alemlerin Rabbi Allah Teala'nın habibi, sevgili kuludur. Efendimiz (s.a.v)'den sonra ileri sürülecek her nübüvvet iddiası sapkınlık ve hevaya tabi olmaktır. Efendimiz (s.a .v) bütün cinlere ve bütün insa nlara gönderilmiş bir peygamberdir. Efendimiz (s.a.v)'den önceki peygamberlerin böyle bir misyonu yoktu. Bu bütün insanlar, tarihlere, coğrafyalara gönderilmiş olma, tebliği bütün tarihleri ve coğrafyaları kuşatan peygamber olma vasfı sadece Efendimiz (s.a .v)'e mahsustur. Efendimiz (s.a.v) buyurmuş ki: "Benden önceki hiçbir peygambere verilmeyen bana verildi". Birincisi, "Ben düşmanlarımın kalbine bir aylık yoldan korku salarım". İkincisi, "Ganimetler bana helal kılındı, benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştı". Önceki ümmetlere ganimetlerden faydalanmak yasaktı. Onlar ganimetleri toplayıp yakıyorlardı. Üçüncüsü, "Bana şefaat-i uzma hakkı verildi" . Mahşer yerinde, Arş'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli bekleyiş esnasında çok uzun sürecek olan o bekleyiş Efendimiz (s.a.v)'in şefaatiyle bitecek. Efendimiz (s.a.v) "Ya Rabbi, hesap-kitap mahkeme-i kübra başlasın, kulların helak oldu" diye secdeye

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 117

kapanınca mahşer yerindeki duruş başlayacak. İşte bu şefaat-i uzmadır.

bitecek

ve

mahkeme

Dördüncüsü, "Yeryüzü bana temizleyici ve mescit kılındı" . Yani namaz için abdest alacak su bulamayınca veya bulunan suyu kullanma imkanı olmayınca temiz toprak cinsi veya yeryüzü cinsi bir şeyle teyemmüm ederiz. Bu hükmi bir temizliktir ve namazımızı kılarız. Yeryüzünün temizleyici kılınması budur. Mescit kılınması da biz ibadet etmek için belli bir mekan aramayız. Namaz vakti, biz neredeyken gelmiş olursa olsun -yerin temiz olması şartıyla- biz hemen orada kıbleye döner ve namaza dururuz. Beşincisi,

"Benden

önceki peygamberler kendi

kavimlerine

gönderilmişti ben bütün insanlara gönderildim"46• Dolayısıyla Efendimiz (s.a .v)'e mahsus olan bu beş vasıf içerisinde bütün insanlığa gönderilmiş olma vasfı, onun son peygamber oluşuyla da

çok yakından irtibatlıdır. Çünkü ondan önceki her peygamber kendi kavmine gönderiliyordu. Başka kavimlere başka peygamberler gönderiliyor. Son peygamber olma vasfı diye bir şey yok. Ama son peygamber olarak geldiğinde artık hiçbir kavme ondan başka hiçbir peygamber gelmeyeceğine göre Efendimiz (s.a.v)'in son peygamber olması, bütün insanlığa bütün tarihlere ve coğrafyalara dönük bir misyonu olduğunu da ifade eder. Bütün insanlığa ve cinlere hak ve hidayetle gönderilmiştir, nur ve aydınlıkla gönderilmiştir. Bütün olarak metlüv vahiy veya gayr-i metlüv vahiy, Kur'an ve Sünnet, bütün insanlık için bir nur ve bir aydınlıktır.

46

el-Buhari, MEbvabü'l-Meskidw, 23.

KUR'AN-1 KERiM'E iMAN

Şüphesiz Kur'An Allah'ın kelamıdır, O'ndan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuş, elçisine vahiy olarak indirmiştir. Müminler de onu böylece hakk olarak tasdik ederek, onun gerçekten Allah Teala'nın kelamı olduğuna ve mahlOkatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına yakinen iman etmişlerdir. Onu işitip de, onun beşer sözü olduğunu iddia eden kesinlikle küfre girer. Allah Teala, bu kimseyi kınamış, ayıplamış ve şöyle buyurarak Sekar/Cehennem'le tehdit etmiştir: "Onu çok yakmda Sekar'a sokacağım/". Allah'ın, "Bu ancak bir beşer sözüdür" diyen kimseyi Sekar'la tehdit etmesinden anlıyor ve yakinen inanıyoruz ki Kur'an, beşerin yaratıcısının sözüdür, hiçbir şekilde beşerin sözüne benzemez. Kur'an-ı Kerim Allah Teala'nın sözüdür. Kur'an-ı Kerim Allah Teala'dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk'tan sadı r olması nedir? Bu söz insanların

Ehl-i Sünnet Akaidi 120

ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir! Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi ( ! ) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: "Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur" diyor. "Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz" diyor. Bir kere Kur'an ve Sünnet'te vahyin Kur'an'ın Allah Teala' dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur. Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye'nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. "Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız" gibi tırnak içi bir "Selefi" tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid'at vardır. Onlardan biri de budur. Seleften hiç kimse "Kur'an-ı Kerim (vahiy) Allah Teala'dan harf ve sesle sadır olmuştur" dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde "kalbe ilka". Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a.s)'ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a.s)'ın sesidir. Cebrail (a.s) Kur'an'ı nereden alıyor? Beyt-i Mamurdan alıyor. Levh-i Mahfuz'da yazılı Kur'an ve diğer bütün kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuzdadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a.s)'a veriyor. Cebrail (a.s) da alıp Efendimiz (s.a.v)'e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye'nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 121

bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu ... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur. "Kur'an (vahiy), Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle sadır olur'' dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. Çünkü bir takım rivayetler var; "Cenab-ı Hakk bir şeyi emrettiğinde Semavat'ta, mukarrabin meleklerinin bulunduğu katta zincir sesine benzer bir ses duyulur. Melekler kanatlarını çırparlar. Ondan sonra aşağıdaki alt sema katlarındaki melekler sorarlar: "Cenab-ı Hakk ne buyurdu?" Onlar da: "Hak buyurdu" derler." Bu hadistir.47 Yani, tabiri doğruysa kaydıyla söyleyelim bunu: Bir sahne düşünün, bir padişah karşısındaki görevliye bir şey emrediyor. O da haşyetten, korkudan titriyor, kendisini bir titreme alıyor daha aşağıdaki görevlilere bunu hemen korku içinde aktarıyor. Böyle bir sahne canlanıyor İbn Teymiyye'nin zihninde ki "Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle a ma keyfiyetini bilemeyeceğimiz harf ve sesle sadır olur'' diyor. Arkasından bu hadisi ekleyerek Cenab-ı Hakk'tan sadır olan bu sesin melekler tarafından d uyulduğunu söylüyor. Melekler tarafından duyulan bir ses nasıl keyfiyetsiz olur? Bir mahluk tarafından duyulan bir ses keyfiyetsiz olur mu? Olmaz. Dolayısıyla ne kadar "bila keyf" derseniz deyin bir tarafı ndan bir keyfiyet atfettiğiniz sü rece bu kayd-ı ihtirazinin hiçbir anlamı yok. Bu bir teşbihtir. Sözün Cenab-ı Hakk'tan başlaması; böyle bir hadis de var. "Kur'an Allah kelamıdır, O'ndan başlamıştır ve O'na dönecektir." Bu anlamda bir hadis var.48 Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala'nın kelamı olduğu açık. Kur'an'da ve Sünnet'te buna delalet eden onlarca nass var. Fakat bu sözün insan sözü gibi harf ve sesle sadır olduğuna dair bir tek ayet ve hadis yok. Kur'an-ı Kerim'in Cenab-ı Hakk'tan başlaması ne demektir? Bundan kasıt, bizim dünyamıza aktarılan

47

el-Buhari, "Tefsir", Süratü Sebe'.

48

es-Süyüti, Cdmiu'l-Eh8dis, 32/174.

Ehl-i Sünnet Akaidi 122

ilahi hakikatler var. Biz bunları Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle biliyoruz, melekler de öyle. Levh-i Mahfuz'dan onu okuyan melekler de Cenab-ı Hakk'ın kaleme emretmesiyle ona vakıf oluyorlar. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başlıyor bu kelam. Ona dönmesi ne demektir? Bu konuda alimler birkaç farklı şey söylemişler. Birincisi Kur'an-ı Kerim'in kıyamete yakın bir zamanda insanların arasından, dünyamızdan çekilip alınacağını ifade eden hadisler var. Bunların da anlattığı gibi Kur'an-ı Kerim tekrar sema katına yükselecek, dünyamızı terk edecek, tevbe kapısının kapatıldığı zamandan itibaren -ki müminler artık ölmüş olacak-, yeryüzünde Allah diyen kimse kalmış olmayacak. Kıyamet, inkarcıların başına kopacak. İşte bu durumu a nlatıyor demiş bazı alimler. Bazı alimler de demişler ki: Kelamın Allah Teala'ya tekrar dönecek olması yeryüzüne kıyamet koptuktan sonra, Cenab-ı Hakk'ın bu emirlerinin, şu anda mükellef kılındığımız emirlerin tatbik sahasının ortadan kalkması demek. Çünkü mükellefiyet unsuru ortadan kalkacak. Kıyamet, ahiret olunca öbür dünyaya biz geçince orası teklif yurdu değil; ya m ükafat ya da azap yurdu. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in hüküm getiren ayetleri bilhassa bu anlamda Cenab-ı Hakk'a rücu etmiş olacak, diyorlar. Kur'an-ı Kerim'i Allah Teala, Rasul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v)'e vahiy olarak indirmiştir. Bu vahiy Efendimiz (s.a.v)'in de ifade buyurduğu gibi birkaç türlü oluyor. Rüya ile veya meleğin kalbe ilka etmesiyle veya Cebrail (a.s)'ın bir insan suretinde gelip Efendimiz (s.a.v)'le konuşmasıyla veya Efendimiz (s.a.v)'in vasıtasız olarak bir çan sesi gibi bir ses duymasıyla oluyor -ki Efendimiz (s.a.v), vahyin en ağır şeklinin bu olduğunu söylüyor-. Böyle birkaç türlü vahiy inzal tarzı var. Vahiy bunlardan her biriyle Efendimiz (s.a.v)'e indiriliyor. Müminler de bunun bu şekilde (Cenab-ı Hakk'tan peygamberimize indirilmesi meselesinde söylediklerimizin hak) olduğunu tasdik ederler.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 123

Şüphesiz ki Kur'an Allah Teala'nın kelamıdır. Keyfiyetsiz bir söz olarak O'ndan başlamıştır. Ve Rasul-i Kibriya efendimize vahiy olarak indirilmiştir. M üminler onun bu şekilde hak olduğuna iman ve tasdik etmişlerd ir. Kur'an'ın hakiki olarak Allah Teala'nın kelamı olduğunu yakini olarak bilir ve iman ederler. Kur'an-ı Kerim yaratılmışların sözü gibi mahluk değildir. İnsanlar da, onların sözleri de mahluktur. Ama Kur'an-ı Kerim Allah Teala'nın kelamıdır ve mahluk değildir. Kur'an-ı Kerim'i işitip de bunun insan sözü olduğunu söyleyen kimseler kafir olurlar. Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmaması meselesi tarihte kalmış bir tartışma. Mutezile'nin böyle bir iddiası var. M utezile H ristiyanlarla Hz. İsa (a.s)'ın tabiatı konusunda münakaşa ederken Hristiyanlar ,, Kur'an Kerim'de Hz. İsa (a.s) hakkında "kelimetün minhu = � � ifadesinin geçtiğini söylüyorlar. Yani "Allah Teala'dan bir kelime, O'nun bir kelimesi..." Dolayısıyla O'nun bir kelamı, O'nun bir sözü olduğu söylüyorlar ve diyorlar ki bu "Kur'an mahluk mudur, değil midir?" Mahluktur deseler, "Kur'an-ı Kerim kelamullah olarak mahluktur" demiş olacaklar. Mahluk değildir deseler Hz. İsa (a.s) da bir kelamullah olarak "Mahluk değildir" tanımının içine girmiş olacak. Dolayısıyla Mutezile bu cendereden kurtulmak için "Hz. İsa (a.s) da mahluktur, Kur'an da mahluktur'' demişler. Bu o zaman yaşanmış ve tarihte kalmış bir tartışma. Abbasiler döneminde on beş sene böyle bir "28 Şubat" olmuş. Ehl-i Sünnet alimleri hakkında işkenceler, sürgünler, kovuşturmalar, soruşturmalar, tutuklamalar... On beş sene boyunca karanlık dönem yaşanmış Mutezile marifetiyle. Daha sonra bu dönem sona ermiş, Halife Mütevekkil iş başına geldiğinde M utezili akidesini benimsememiş, Ehl-i sünnet akidesine dönmüş ve bu sıkıntılı dönem sona ermiş. "Halku'l-Kur'an" meselesine "Mihne" de denir. Tarihte, Mihne olayları, Mihne süreci diye de anılır. Bunun bugüne bakan yüzünde, yansımasında şöyle bir şey söz konusu: Bugünkü tarihselciler,

Ehl-i Sünnet Akaidi 124

modernistler geçmişte M utezile tarafından ortaya atılmış bu iddiayı şunu söyleyerek istismar ediyorlar: Mutezile geçmişte Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla mahluk demek belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, oraya mahsus olmak üzere yaratılmış şey demek. Kur'an-ı Kerim'in mahluk bir kelam olduğunu söylediğinizde onun tarihselliğini de söylemiş olursunuz otomatik olarak. Dolayısıyla Mutezilenin bu görüşü, bugün Kur'an'ın tarihselliği iddialarına müthiş bir temel teşkil eder, diyorlar. Oysa hemen şunu söyleyelim: Mutezile "Kur'an mahluktur'' derken asla ve kat'a Kur'an'ın tarihselliği gibi bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddia Mutezile'nin aklının ucundan bile geçmemiştir. H içbir Mutezili, Kur'an'ın mahluk bir kelam olduğunu söylerken onun belli bir döneme kadar bağlayıcı, ondan sonraki dönemler için bağlayıcı olmayan bir kelam olduğu şeklinde bir iddiada bulunmamıştır. Böyle bir iddiada bir Müslümanın bulunacağını düşünmek mümkün değildir zaten. Dolayısıyla Kur'an'ın mahluk olduğunu söylemek ve iddia etmek başka bir şeydir, tarihsel olduğunu söylemek, iddia etmek başka bir şeydir. Mahluk olduğu iddiası kabul edilse bile buradan tarihsellik çıkmaz. Bu bir istismardır. Esasen elmalarla armutları toplamaya benzer bu. Onlar Kur'an'ın mahluk bir kelam olduğunu söylerken bağlayıcı bir kelam olmadığını söylemiyorlar. Bütün insanları bütün zamanları mekanları kuşatan, tamamına hükmeden, tamamını bağlayan mahluk bir kelam olduğunu savunuyorlar.

Yani

o

kelamın

antolojisiyle

tabiri

caizse

hükümranlığı bağlayıcılığı arasında böyle bir lazım-melzum ilişkisi yoktur Mutezileye göre. Evet, o mahluk bir kelamdır ama bağlayıcıdır. Tarihselciler de, "Madem mahluk bir kelamdır, o halde bağlayıcı da olmamalıdı r'' diyorlar. Bu ikisi arasında böyle bir lazım­ melzum ilişkisi yoktur ki 1 Dolayısıyla bu maddeyi okurken, bugünün dünyasına hitap edecek şekilde güncelleyecek olursak şunu söylememiz lazım: Kur'an-ı

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 125

Kerim mahlukatın sözü gibi mahluk değildir. Dolayısıyla tarihsel de değildir. Kur'an-ı Kerim'i işiten ve o insan sözüdür iddiasında bulunan kafir olur. Dolayısıyla onun tarihsel bir metin olduğunu söyleyen de kafir olur. "Allah Tea la'nın kelamı, hükmü, hitabı belli bir tarihi bağlar, bizi bağlamaz" diye bir itikada sahip kimse kafir olur. Çünkü Tevhid'in beşli kategorisinde gördüğümüz üzere hükümde tevhid ilkesini zedelediği için, hükümde Allah Teala'ya şerik koştuğu için o kimse Allah korusun kafir olur. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söyleyenleri kınamış ve "Onu yakında Sekar'a sokacağım" buyurmuş. Sekar, Cehennem'in bir adı. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söylemek küfürdür ve ahiretteki akıbeti Allah korusun çok acıdır, acıklıdır. Allah Teala "Bu ancak bir insan sözüdür'' diyenleri Sekar'a (Cehennem'e) sokmakla tehdit ettiğine göre biliriz ve yakin olarak inanırız ki bu beşerin değil beşeri yaratanın sözüdür. İnsan sözüne, beşer sözüne benzemez.

SUAL-CEVAP

Sual: Efendimiz (s.a.v)'in kalbine Cebrail (a.s)'ın ilkası ses ile midir? Cevap: Hayır, kalbe ilka ses ile olmaz. Lafzın ve mananın birlikte Efendimiz (s.a.v)'in bütün benliğine, tabiri caizse idrak ettirilmesi, nüfuz ettirilmesidir. Efendimiz (s.a.v) onu bütün benliğinde, dolayısıyla benliğin merkezi olan kalbinde bulur, hisseder, a nlar, idrak eder. Bunun mahiyetini Allah bilir. Vahyin mahiyetini bilmediğimiz için, Efendimiz (s.a .v)'in vahyi nasıl a nladığını, idrak ettiğini bilmemiz de mümkün değil. Sual: Elest bezmindeki hitaplaşma nasıldır? Orada ruhların bir ses işittiğine dair tefsir bilgisi okuduğumu hatırlıyorum. Cevap: Elest bezmi hakkında müfessirlerin bir çok görüşü var. Cenab-ı Hakk "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler."49 Bu böyle karşılıklı konuşma mıdır? Müfessirlerin ekserisinin tercihi odur ki, bu karşılıklı konuşma değildir. Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime de bunu gösteriyor. "Sümmestevô ile's-Semôi. . = ��' Jı ..s,.:.:..ı ?" Burada da karşılıklı konuşma gibi bir şey söz konusu. Cenab-ı Hakk yerlerle ve göklerle böyle karşılıklı konuşur mu? Bunu düşünmemiz mümkün değil. .

49 7/A'rU, 172.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 127

Bunun ontolojik bir mesele olduğunu düşünmekte fayda var. Yani Cenab-ı Hakk ruhları yarattığında onlara verdiği fıtrat, Cenab-ı Hakk'ı Rabb olarak bilmeye tabii olarak yönlendiren bir fıtrat idi. Dolayısıyla böyle bir temsili soruya muhatap olduklarında bütün ruhlar "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. Bu göklerin ve yerin "İsteyerek geldik ya Rabbi!" demeleri gibidir. Yani temsili bir anlatımdır. Dolayısıyla buradaki akt ve misakın lafzi ve kavli boyutunun olduğunu söylemekte fayda var. Bu, onların fıtratına yerleştirilmiş tabii bir haldir; Cenab-ı Hakk'a itaat etmek, O'nun rabbliğini itiraf etmek tabii bir durumdur diyor müfessirlerin ekserisi. Sual: Peygamberimizin Mirac'ta Rabbimizle görüşmesindeki konuşma ve buluşmasının mahiyetine değinebilir misiniz? Ses ve görme bakımından vahiy, perde arkasından olunca da sesin gelişi, yönlerden münezzeh midir? Cevap: İki tane ayrı soru var burada. Birisi, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in Mirac'ta Rabbimizle görüşmesi. Mirac'ta Efendimiz (s.a.v) Rabbimizle görüşmedi. Vahiy aldı mı? Aldı. Malum, "Amene'r­ Rasülü = j,.:.'ı ./T" diye başlayan ayeti aldı. Beş vakit namaz orada farz kılındı, bunu da bir emir, vahiy olarak aldı. Fakat orada Allah Teala ile görüşmesi söz konusu değildir. Mirac'a çıkması yani yükselmesi, Semavat'a çıkması, hatta mahlukat aleminin son noktası olarak ifade edilen Sidre-i Münteha'ya kadar varmış olması Efendimiz (s.a.v)'in -haşa- Cenab-ı Hakk'ın yanına, Cenab-ı Hakk'ın bulunduğu yere gittiğini göstermez. Cenab-ı Hakk'a yaklaşmak mekanla ol maz. Yani biz, "Secde et ve yaklaş"50 ayetini okuduğumuzda ne anlıyoruz? Bu mecazidir, manevi olarak yaklaş demektir. Secde ettiğimizde manevi olarak Cenab-ı Hakk'a yaklaşmış oluyoruz. Efendimiz (s.a.v) de Mirac'a çıktığında Cenab-ı Hakk'a manevi olarak yaklaşmış oldu. Çünkü Cenab-ı Hakk'a yaklaşmak mesafe ile olmaz. "Cenab-ı Hakk'a yakın, uzak" dediğimizde biz manevi yakınlık ve uzaklığı kastederiz. Mesela 50

9/Alak, 19.

Ehl-i Sünnet Akaidi 128

"Melaike-i Mukarrabin" vardır. Bunlar Cenab-ı Hakk'a mekansal olarak yakın melekler midir? Hayır, haşa. Onlar manevi olarak diğer meleklerden daha yakındır. İnsanlar içinde de Mukarrabin, Ebrar vardır biliyorsunuz; Evliyaullah'ın mertebeleri vardır. Bu da böyledir. Yeryüzünde insanların bir kısmı Ebrar, bir kısmı Mukarrabin. Cenab-ı Hakk'a yaklaşmış, ya klaştırılmış olanlar mesafe ile değil, manevi olarak, makam olarak yaklaştınlmışlardır. Efendimiz (s.a.v)'in Mirac'taki yakınlığı da bölyedir, manevidir. Efendimiz (s.a .v) Mirac'a çıkmakla, dünyadaki bir insana nazaran Cenab-ı Hakk'a mekansal olarak daha fazla yaklaşmış olmadı. Cenab-ı Hakk'a böyle yaklaşılmaz. Çünkü O' nunla insanlık alemi arası ndaki ilişki mesafesel yakınlık ve uzaklık ilişkisi değildir. Cenab­ ı Hakk bizim algı sınırlarımızın dışındadır, O bizim algılayabildiğimiz her türlü varlıktan ve onların her türlü özelliklerinden beridir, uzaktır, münezzehtir, farklıdır. Sual: Kur'an-ı Kerim Allah'ın kelamıdır. Peki, ayetlerde geçen kişilerin sözleri için ne demeliyiz? Örneğin Bakara Suresi, 8. ayet, "Münafıklar inanmadıkları halde Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler. Cevap: Cenab-ı Hakk ilm-i ezelisiyle münafıkların böyle diyeceğini biliyor. Ezeli Kelam sıfatında da münafıkların böyle diyeceklerini, buna mukabil kendisinin de bize karşı şöyle şöyle uyarıda bulunacağını biliyor. Dolayısıyla Allah Teala ilminde olan şeyi bize naklediyor. Münafıkların böyle diyeceği Cenab-ı Hakk'ın ilminde, dolayısıyla Kelam-ı Nefsi' sinde mevcuttur. İlminde mevcut olan bir şeyi Cenab-ı Hakk bize haber veriyor. Dolayısıyla vakti zamanı geldiğinde münafıklar Cenab-ı Hakk'ın ilminde mevcut olan şeyi söylüyorlar. Cenab-ı Hakk da bunu bize haber veriyor. Yoksa bunlar, O'nun bilmediği şeyler değil; münafıklar söylediğinde Cenab-ı Hakk'ın haberi oldu da bunu haber verdi şeklinde değil, haşa. Ezeli ilminde bunlar mevcuttur.

ALLAH TEAl.J\'YI BEŞERE BENZETMEK

Allah'ı beşere özgü manalardan birisiyle vasıflandıran kimse klfir olur. Bunu, basiretle idrak eden de gerekli dersi çıkartır, kafirlerin sözleri gibi sözler söylemekten kaçınır ve bilir ki, O sıfatları bakımından beşer gibi delildir. Bu madde son derece mühim. Bu metnin a na omurgalarından birini oluşturuyor. Her kim Allah Teala'yı beşere özgü sıfatlardan, manalardan birisiyle manalandırırsa o kimse kafir olur. Özellikle günümüzde Müşebbihe-Mücessime dediğimiz taifenin farkında olmadan ayağının kaydığı en temel noktalardan birisidir bu. Allah Teala'nın herhangi bir noktada, meselede başka bir varlığa benzetilmesi, bilhassa beşere mahsus bir sıfatla sıfatlandırılması bunu yapanın küfrüyle neticeleniyor. Dolayısıyla O'nu; isimlerinde, fiillerinde, sıfatlarında, zatında ve ahkamında yani her bakımdan bu tevhidin beşli kategorisi demek- mahlukata benzetmekten tenzih etmek lazım. Bazı aklı ewel Vehhabiler şöyle derler: Siz Cenab-ı Hakk'ı her bakımdan insanlardan veya diğer varlıklardan ayrı tutuyorsunuz, tutmaya çalışıyorsunuz ama Cenab-ı Hakk ile varlıklar arasında her bakımdan bir ayrılık yoktur. Bazı bakımlardan Cenab-ı Hakk diğer varlıklarla ortaklık içindedir. Mesela varlık diyoruz, Cenab-ı Hakk var mıd ır? Vardır. İnsan var mıdır? Vardır. Demek ki var olma noktasında Cenab-ı Hakk ile insanlar arasında bir ortaklık var. Cenab-ı Hakk bilir mi? Bilir. İnsan bilir mi? Bilir. Demek

Ehl-i Sünnet Akaidi 130

ki bilme noktasında da bir ortaklık var. İ rade etme, dileme, fiil işleme vs. bütün bu alanlarda Cenab-ı Hakk ile insanlar arasında bir ortaklık var. Dolayısıyla hiçbir konuda Allah Teala insana benzemez demeyin derler. Aksi halde siz bunları da inkar etmek durumunda kalırsınız. Bu iddianız sebebiyle -haşa- Allah yoktur demek zorunda kalırsınız, diyorlar. Oysa biz biliyoruz ki gerek var olma noktasında, gerek bilme noktasında, gerek diğer fiilleri ve sıfatları noktasında Cenab-ı Hakk ile insan arasındaki bu irtibat her cihetten bir müştereklik, her cihetten bir benzeme, her bakımdan, her yönden bir ortaklık değildir. imam Zahid el-Kevseri'nin burada bize verdiği çok önemli bir kaide var: Cenab-ı Hakk'a mahsus bu ve benzeri şeylerin insanlarda veya diğer varlıklarda da bulunduğunu söylediğimizde bu sıfatların ya Cenab-ı Hakk'ta hakiki bizde mecazi anlamda bulunduğunu söylememiz lazım ya da bizde hakiki Cenab-ı Hakk'ta mecazi anlamda bulunduğunu söylememiz lazım. Bunlardan birincisi daha doğrudur. Allahu a'lem. Yani Cenab-ı Hakk var mıdır, evet. Biz de varız. Cenab-ı Hakk'ın varlığı mutlaktır, bizimki izafidir. Biz va rlık dediğimizde Cenab-ı Hakk'ın mutlak varlığını ewela aklımıza getirmemiz lazım. Cenab-ı Hakk'ın yokluğunu düşünemeyiz çünkü. Fakat insanın yokluğunu düşünebiliriz. Cenab-ı Hakk'ın -haşa- cehaletini düşünemeyiz, insanın cehaletini düşünebiliriz. Cenab-ı Hakk'ın acziyetini -haşa­ düşünemeyiz, insanın acziyetini düşünebiliriz. Cenab-ı Hakk'ın yok olmasını -haşa-düşünemeyiz, insanın yok olmasını düşünebiliriz. Dolayısıyla bu hususlarda insanla Cenab-ı Hakk arasındaki ortaklığı nın böyle bir müştereklik ifade edecek şekilde algılanması büyük bir hatadır. O'nun varlığıyla bizim varlığımızı, her iki varlığı aynı kelimeyle ifade ediyoruz a ma bu iki va r arasında dünya ile ahiret kadar büyük bir fark var. Cenab-ı Hakk var mıdır? Vardır. Peki biz O'nun varlığını beş duyumuzla idrak edebiliyor muyuz, görebiliyor muyuz? Hayır. Var olan hemen her varlığı, bir şekilde algılayabiliyoruz, gözlemleyebiliyoruz en azından, hakkında

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 131

tespitlerde bulunabiliyoruz. Ama Cenab-ı Hakk hakkında O kendisi bilgi vermedikçe hiçbir bilgiye sahip olamıyoruz. O'nun sıfatları, esması, zatı hakkında bir bilgi sahibi olamıyoruz. O zaman bu iki var arasında da müthiş bir fark var. İnsanı n varlığını lütfen bu alana teşmil etmeyelim, O'nun varlığı izafidir, kısmidir, hadistir, muhdestir, mutlak değildir. Cenab-ı Hakk'ın varlığı ise bunların tam tersidir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ı insanlara mahsus herhangi bir vasıfla vasıflandırmamak gerektiği noktasında bu söylediklerimizin altını kalın çizgilerle çizelim. Her kim bunu basiretli bir biçimde anlarsa bundan gerekli dersi çıkartmış olur, ibreti a lmış olur. Onun için bu cümle son derece önemli. Bu hakikati anlayan kimse kafirlerin sözlerine benzer sözler söylemekten de sakınma imkanına kavuşmuş olur. Yani biz bu hakikatin farkındayız, Cenab-ı Hakk mahlukata mahsus hiçbir vasıfla vasıflandırılmaz. Burada kelam ilminin, Usuli'd-Din formasyonunun fa rkı ortaya çıkıyor. Bu cümle üzerinde imam et-Tahavl' nin bu kadar durmasının sebebi budur. Her kim Cenab-ı Hakk'ı beşere mahsus sıfatlarla tavsif etmenin küfür olduğunu iyi anlarsa, bu konuda tefekkürü ta m olarak yerine getirirse, bundan ibret alır ve kafirlerin sözlerine benzer, onların sözlerini andıran sözler söylemekten de kendisini sakındırmış, alıkoymuş, korumuş olur diyor imam et­ Tahavi. Bu böyle okuyup geçilecek bir metin değil, üzerinde en az bir ders boyunca durmak lazım ama bu kadar uyarının inşallah yeterli olmuş olacağını umarız. Yine bu uyarı cümlelerinin devamı olarak imam et-Tahavi diyor ki : Kim bu söylediklerimize basiret gözüyle bakarsa oradan gerekli ibreti alır, kafirlerin sözlerine benzer sözler söylemekten kendini korumuş olur. Bir de Allah Teala'nın sıfatları bakımından mahlukat gibi olmadığını bilmiş, fark etmiş olur. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla mahlukatın sıfatlarını birbirine karıştırmaktan kendini korumuş olur.

ALLAH TEALA'YI GÖRMEK

Cennetliklerin, keyfiyet ve ihata söz konusu olmadan Cennet'te Cenab-ı Hakk'ı görmesi, Rabbimizin kitabının "O gün bir takım yüzler vardır ki, apaydmlıktır. Rabblerine bakarlar." şeklinde ifade buyurduğu üzere haktır. Bu ayeti, Allah Teala'nın bildiği ve irade ettiği manaya havale ederek açıklamak gerekir. Allah Rasulü'nden (s.a.v) bu konuda gelen sahih hadisleri de O'nun söylediği gibi kabul etmek ve anlamlarını O'nun kastettiği manaya havale etmek gereklidir. Biz, kendi görüşlerimizle tevil ederek ve isteğimize göre anlam vererek bu konuya müdahil olmayız. Zira O'nun dini hakkında güvende olmak, Allah Teala ve Rasul'üne (s.a.v) teslim olmakla ve müteşabih konuların bilgisini "Bilen"e havale etmekle ancak mümkün olabilir. Cennetlikler için Cennet'te Cenab-ı Hakk'ı görmek haktır. Onlar Cenab-ı Hakk'ı görecekler. Nasıl görecekler? Biz, gördüğümüz varlıkları, görme alanımız içinde bulunan, görerek idrak ettiğimiz varlıkları boyutlarıyla ihata ederiz. Yani eni, boyu ve derinliğiyle idrak

Ehl-i Sünnet Akaidi 134

ederiz. Mesela elimizi şöyle bir yarım metre mesafeye açalım bakalım. Evet, elimizi idrak ediyoruz bütün boyutlarıyla, boşlukta kapladığı yerle elimizi idrak ediyoruz. Ama elimizi gözümüze doğru getirelim, gözümüze iyice yanaştırdığımızda elimizi idrak ve ihata etme kabiliyetini kaybederiz. Çok yaklaştığımızda bir nesneye onu idrak ve ihata edemez hale geliriz. Keza çok uzaklaştığımızda onu da idrak ve ihata edemeyiz. Küçülür ve görme, algılama alanımızın dışına çıkar. Bu sebeple göremez, idrak edemeyiz. İşte insanın görmesi ve idrak etmesi ihata etmek suretiyle oluyor. Onu boyutlarıyla, siluetiyle birlikte beynin görme merkezine gönderiyor ve orada algılıyor. Cenab-ı Hakk'ı böyle mi göreceğiz? Hayır, haşa ve kella. Onun varlığı için ihata edilmek söz konusu değil. O'nun varlığı için sın ırlar yok ki biz O'nu -haşa- bir siluet gibi bütün boyutlarıyla gözümüzde canlandıralım ve algılayalım. Cenab-ı Hakk'ın varlığı hakkında

düşünürken

O' nun

ihatasız,

keyfiyetsiz

olarak

Cennet'tekiler tarafından görüleceğini söyleyip burada bırakmak lazım. Çünkü biz gördüğümüz şeyi nasıl görürüz? Bir kere görme açımızın içine alarak görürüz. O varlığa döneriz veya onu önü müze alırız. Gözlerimizi onun bulunduğu istikamete çeviririz. O bir yöndedir, biz o yöne döneriz. Ve onu görme alanımız, açımız içindeyse boyutla rıyla, eni, boyu derinliğiyle, boşlukta tuttuğu yerle, siluetiyle algılarız, idrak ederiz. Görme fiili böyle cereyan eder. Ama Cenab-ı Hakk'ı böyle mi göreceğiz? Bir yönde olmak, sınırlara/son

noktalara sahip olmak,

bizim idrak ve ihata

edebileceğimiz somut vasıflara sahip olmak, bunlardan yüce ve münezzeh olan Cenab-ı Hakk için d üşünülemez. Onun için "keyfiyetsiz olarak göreceğiz" deniliyor. Ehl-i Sünnet'in inancı da budur. N itekim Cenab-ı Hakk'ın ayetleri, Kur'an-ı Kerim de bize böyle söylüyor:

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 135 "O gün bir takım yüzler vardır ki, apaydınlıktır. Rabblerine bakarlar."51

Bu ayeti kerimenin tefsiri, Allah Teala'nın beyan ettiği, irade ettiği ve bildiği gibidir, deriz. Yüzlerin O'na bakmasından maksat bizim burada yüzümüzü bir varlığa döndürüp O'na baktığımız gibi değildir. İhatasız ve keyfiyetsizdir. Keyfiyetsiz demek bizim tarafımızdan bilinemez demek. Çünkü bildiğimiz şeyleri bir keyfiyet atfederek biliyoruz. Nasıl diye bir soru soruyoruz. Sonra da bildiğimiz şeylerden biriyle onu tarif ediyoruz. Yani bir duvar gördüm. Nasıl, yüksek! Nasıl, beyaz ! Nasıl, uzak! Nasıl, alçak gibi. .. Bildiğimiz keyfiyetleri atfederek onu anlıyor ve anlatıyoruz. Ama Cenab-ı Ha kk'ı görme olayımız için böyle bir keyfiyet söz konusu değil. Hakikatini Allah bilir, biz bilemeyiz. Ru'yetullah konusunda Efendimiz (s.a.v)'den gelen hadisler Efendimiz (s.a.v)'in buyurduğu gibidir. O, Cenab-ı Hakk'ı göreceğimizi söylüyor. Biz buna inanır, iman ederiz. Burada bir parantez açalım: İmam Buhari52, İmam Müslim53 ve daha başka hadis imamları tarafından nakledilmiş uzunca bir rivayet üzerinde bir miktar duralım. Rivayet şöyle: Mahşer yeri olduğunda, insanlar diriltildiğinde, haşr edildiğinde bir araya toplanır. Müminler de, aralarında münafı klar olduğu halde o mahşer yerinde toplanırlar, bekleşirler. Rivayet şöyle devam ediyor: "Biz bir münadi işittik, şöyle nida ediyordu: '"Her kavim dünyadayken taptıklarının peşine düşsün, onlara katılsın .. .' Biz de Rabbimizi bekliyoruz" diyecek müminler. Bizim dışımızdakiler; her bir din mensubu, kime, nasıl, hangi nesneye tapıyorsa o onun peşine gitti, biz de burada Rabbimizi bekliyoruz. Daha sonra el" 75/Kıyame, 22-23. 52

"Kitabu't-Tevhid", 24.

53

"Kitabu'l-lman", sı.

Ehl-i Sünnet Akaidi 136

Cebbar olan Allah Teala daha evvel görd üklerinden başka bir suretle gelir. Der ki, "Ben sizin Rabbinizim". Onlar derler ki: {Müslim'in rivayetinde) "Senden Allah'a sığınırız, sen bizim Rabbimiz olamazsın". Başka bir rivayette, iki veya üç kere "Biz Allah'a şirk koşmayız" derler. Cenab-ı Hakk der ki, "Sizinle Rabbiniz arasında, O'nu tanıyacağınız bir alamet var mıdır?" Çünkü O daha evvel tan ıdıklarınızdan başka bir surette geldi ve "Ben sizin Rabbinizim" dedi, onlar da kabul etmediler. Dolayısıyla sorar: "Rabbinizi tanıdığınız bir alamet var mı?" Bunun üzerine Rabbimiz "sak"ını açar. Motamot çevirisi şu: "Rabbi 'baldır'ından açar. Her mümin ve mümine O'na secde eder. Bu dünyadayken, görsünler, duysunlar diye secde eden kimseler secde edemezler. O secde etmeye davranır ama sırtı dümdüz bir tabaka haline getirildiği için secde etmeye güç yetiremez." Bu rivayet bizim "müteşabih" dediğimiz rivayetler cümlesindendir. Cenab-ı Hakk'ın müminler tarafından farklı suretlerde görüleceğini zahiriyle ifade ediyor. Fakat hadisin izahı yine kendi içindedir. Nasıl kendi içindedir? Bir kere hadiste şu ifade geçiyor: "Müminler bekleşmekteyken onlara daha evvel gördüklerinden farklı bir suretle gelir." Müminler Allah Teala'yı ne za man gördüler ki, daha evvel gördükleri suret bu yeni suretle benzeşmediği için "Ben sizin Rabbinizim" demesine rağmen O'nu kabul etmediler? imam Müslim'in rivayetinde "Nelızu billahi mi nke ..." derler. "Biz senden Allah'a sığınırız, sen bizim Rabbimiz olamazsın" derler. Peki, o zaman soru şu: Bu "daha evvel onların gördüğü suretten farklı suret" ifadesi neyi anlatıyor? Biz müminler olarak Cenab-ı Hakk'ı ne zaman, nasıl gördük ki, orada göreceğiz de o ilk görüşümüz aklımıza gelecek ve diyeceğiz ki: Hayı r sen O'na benzemiyorsun, sen O olamazsın? Dolayısıyla burada hadisin zahiri ifadeleri böyle bir şey anlatıyor olsa da anl ıyoruz ki burada kastedilen hadisin zahiri ifadesi değil. Birinci mesele bu.

Muhtasar Tahivi Akidesi Şerhi U7

İkincisi: Cenab-ı Hakk soruyor: "Sizinle Rabbiniz arasında O'nu tanıyacağınız bir alamet var mıdır?" Onlar da diyorlar ki, "sak" yani baldır. Kur'an-ı Kerim' de de "Feyükşefü on sôkin = .;ı.:. y. �,, diye geçiyor: "Baldırdan açıldığı zaman ... " Motamot çeviri, zahiri çeviri, lafzi çeviri böyle. Bu "baldır'' nasıl bizimle Cenab-ı Hakk arasında bir alamete işarettir? Bunun şu anda, dünyada bir cevabı yok. O ana kadar da müminler Cenabı Hakk'ı herhangi bir şekilde görmüş değildir. Baldır nedir, buna dair bilgi yok. Dolayısıyla bu nasıl bir alamettir Cenab-ı Hakk'la m üminler arasında ki m üminler O'nu gördüklerinde Cenab-ı Hakk'ı tanıyacaklar? O zaman diyeceğiz ki bu sak/baldır ifadesi Arap dilinin kullanımlarında sadece baldır anlamına gelmiyor, başka anlamları da var. "Keşfü's-sak" ifadesi ayette herhangi bir işin, bilhassa savaş gibi zorlu işlerin, kızıştığı ve artık tozun dumana karıştığı bir hali, aşamayı anlatır. Artık işler iyice zorlaştı, her şey birbirine girdi, işte bu "Keşfü's-sak" ifadesi bu hali anlatır. Dolayısıyla müminlerle Cenab-ı Hakk arasında burada geçtiği ifade buyurulan bu konuşma zahiri üzerine a nlaşılmamalıdır. Böyle gayretkeşlikler içine girmemek lazım. Yoksa hadisi kendi içinde izah edemez bir çelişkiye sokmuş oluruz. Çünkü bu sözünü ettiğim noktalar hadisi zahiri üzere anlama ısrarında olanlar tarafı ndan izah edilmesi mümkün olmayan noktalardır. Bir hadisin sahih olması başka bir şeydir. Bildirdiği, delalet ettiği anlam üzerinde konuşmak başka bir şeydir. Hadis imamı bu hadisi bize nakleder, vazifesini yapmış olur. Sonra bu hadisin ne anlattığını da bize Usulü'd-Din imamı anlatır. Selefi-Vehhabi çevrenin akıl edemediği budur. Yani hadis imamı bize Akaid anlatmaz, bize bu hadisin ne anlattığı nı hadis imamı anlatamaz. Onun formasyonu değildir bu çünkü. O hadisi nakleder, sahih şartlarla tespit eder ve bize aktarır. Onu alır Usulü'd-Din, Akaid imamı, nasıl anlaşılması gerektiği noktasında yolumuzu, kafa mızı aydınlatarak anlatır. Dolayısıyla hadisin sahih olmasıyla delalet ettiği anlamı birbirinden ayırmal ıyız. Hadisi, hadis imamından alacağız ama delaletini, manasını, ne anlattığını hadis i ma mından değil Usulü'd-Din ya da

Ehl-i Sünnet Akaidi 138

ehil hadis şarihlerinden soracağız. Onlar Usulü'd-Din formasyonundan geçmiş, bu ilmi tahsil etmiş imamlar olarak bunu bize açıklayacaklar. Aynı şey Kur'an-ı Kerim ayetleri için de söz konusudur. Bu türlü müteşabih ayetler geldiğinde bu ayetleri Usulü'd-Din imamlarına götüreceğiz, o da bize izah edecek. Yoksa Selefe ittiba adı altında bu türlü nassların, ayetlerin za hirine teslim olursak varacağımız nokta Allah korusun Vehhabilerin vardığı noktadan başkası olmaz. Bir husus daha var, onu da belirtelim: Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala' dan "bila keyfiyyetin kav/en" çıktığını, sadır olduğunu söyledik metinde. Biz bunun karşılıklı konuşma şeklinde olmadığı nı gördük, öyle anlattık. Ama bu hadisi şerifte sanki bir karşılıklı konuşma var. Cenab-ı Hakk onlara gelecek, "Ben sizin Rabbinizim" diyecek. Onlar da "Senden Allah'a sığınırız" diyecekler. Sonra Cenab-ı Hakk onlara soracak, "Sizinle Rabbiniz arasındaki alamet nedir? .. Böyle, sanki karşılıklı konuşma gibi geliyor bize ilk bakışta. Fakat bunun böyle iki kişinin karşılıklı konuşması gibi an laşılması şart değil, doğru da deği l. Çünkü Kur'an­ ı Kerim'de de bu türlü iki kişinin ka rşılıklı konuşması şeklinde anlaşılması mümkün olmayan ama fakat böyle a nlatılan ayetler var. Cenab-ı Hakk böyle ifade ediyor bize. Fussilet SCıresi'nin, 11. ayeti örnek olarak verilebilir: Yerleri ve gökleri yaratma aşamasında, yerler ve göklerin yaratılması henüz tamamlanmadığı o süreçte Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Sonra Cenabı Hakk göğe yöneldi, o dumandı. Göğe ve yere şöyle buyurdu: 'Boyun eğerek ya da istemeyerek gelin!'. Semavat ve Arz dediler ki: 'Boyun eğerek geldik'. "

Şimdi gökler ve yere Cenab-ı Hakk böyle hitap ediyor. Sanki aralarında böyle bir konuşma geçiyor gibi. Biz bunu somut iki kişinin konuşması gibi anlamaya çalışırsak yanlış yaparız. Bu ontolojik olarak mümkün değil. Dolayısıyla buradaki ve buna benzer rivayetlerdeki "konuşma" tabirini; bir hükmün muhatabı kılma,

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 139

hakimiyeti altına alma veya ona belli bir yasayı hakim kılma olarak anlıyoruz. Burada da böyle bir şey söz konusudur. Hatta imam M üslim'in varyantında "Gider, onlarm bildikleri surette yeniden gelir" diye bir ifade var. Bütün bunlardan biz Cenab-ı Hakk'ın tecellilerini anlayacağız. Yani m üminler bir yerde d uruyor, Cenab-ı Hakk onların yanına bilmedikleri biçimde geliyor. Sonra onlar, "Senden Allah'a sığınırız" diyorlar. Sonra Allah gidiyor, bildikleri surette geliyor... İfadenin zahiri bize böyle anlatsa bile işi muhkem nasslara götürdüğümüzde bu m üteşabih bir hadistir. Bunu, muhkem hadis ve ayetlere götürdüğümüzde böyle bir hakikat olduğu ortaya çıkıyor. Müminlerin ahirette, Cennet'te, Cenab-ı Hakkı göreceklerini anlatan hadisler, rivayetler Efendimiz (s.a.v)'in buyurduğu, anlattığı gibidir, diyor İmam et-Tahavi. Malum olunduğu gibi Ru'yetullah konusundaki rivayetler mütevatirdir. "Bu hadislerin bildirdiği, Efendimiz (s.a.v)'in muradı gibidir, o neyi anlatmak istediyse öyledir" diyoruz. Bu konuda kendi şahsi görüşlerimizi

sokarak

tevil

cihetine

gitmeyiz.

Kendi

indi

görüşlerimizle bu hadisleri tevil etmeyiz. "Bi la keyfiyye" göreceğiz Cenab-ı

Hakk'ı,

deriz.

Meselenin

detaylarına

kendi

şa hsi

görüşlerimizi esas alarak girmeyiz, tevil etmeyiz. Meseleyi, kendi

hevamızı esas alarak bir takım vehimlere

dönüştürmeyiz. Yani kendi vehmimiz, algımız nasılsa o hadisler de onu anlatıyor şeklinde bir duruma dönüştürmeyiz. Bir mümin

müteşabih

nassların

nasıl

anlaşılması

gerektiği

konusunda onların ilmini Allah'a ve Rasulü'ne havale ederek ancak selamete çıkar. Yoksa biz bunlara burnumuzu sokarak "Şöyle oldu, böyle olacak" demeyeceğiz; ilmini, hakikatini Allah'a havale edeceğiz. Hadiste böyle geldi, inandık. "Nasıl"ını, detayını, keyfiyetini Allah'a havale ederiz, deriz.

Ehl-i Sünnet Akaidi 140

lslam'ın ayaklan teslimiyet ve kabulle karşılamak üzerine kuruludur. Bilinmesi sakındırılmış bir bilgiyi arayıp, kavrayışı da teslimiyetle ikna olmazsa bu arayışı, onun saf tevhid inancını, marifetin özünü ve sahih imanı elde etmesini engeller. Bu durumda o kimse, ne tasdik eden bir mümin ne de yalanlayan bir inkarcı olarak; küfürle iman, tasdik ile tekzib, ikrar ile inkar arasında; vesveseli, yolunu kaybetmiş ve kararsız bir halde gider­ gelir. İmamlarımız diyor ki İslam'ın ayağı, ancak nasslarda gelenlere boyun eğip teslim olmanın, onları kabul etmenin şartı üzerine oturur. İslam ancak böyle bir teslimiyet üzerinde oluşur, böyle bir teslimiyete bağlıdır. Yani bir yerde teslimiyet yoksa onun üzerine İslam inşa etmek mümkün olmaz. Temelde teslimiyet olacak; itikadi alanlarda aklımızla izah edemesek bile teslimiyet olacak ve o teslimiyet üzerine imanı mızı bina edeceğiz. Akaid'in, her şeyin temeli olduğunu da imamları m ız bu şekilde anlatmış oluyor. İlmi insanlara yasaklanmış, peşine düşmek insanlara yasaklanmış olan hususlar var. Cenab-ı Hakk bazı konuların ilmini insanlara açmamış, kullara kapatmıştır. Dolayısıyla kim kullara kapatılmış olan bu ilmin peşine düşerse, a nlayışını nasslarda gelen şeylere teslim etmez, buna yanaşmazsa, "ben bunu akılla izah edeceğim" derse, onun bu a macı kendisini tevhidin özüne ulaşmaktan alıkoyar. "Her şeyi kendi aklınızla izah etmeye kalkmayın, nasslarda nasıl gelmişse ona o şekilde teslim olun. Herhangi bir şekilde nasslarda açıklanmamış şeylerin peşine düşmek gibi ya nlış bir tavır ve

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 141

davranış içine girmeyin. Yoksa tevhidin özüne ulaşmaktan kendi kendinizi alıkoymuş, mahrum etmiş olursunuz. Cenab-ı Hakk hakkında marifeti n saf haline, bozulmamış haline ulaşamazsınız ve sahih imana da vasıl olamazsınız. Dolayısıyla sahih imana, marifetin özüne ve tevhidin halesine ulaşmak istiyorsanız bilgisi sizden saklanmış, size kapalı bırakılmış şeylerin arkasına düşmeyin." Bu kimse sadece tevhidin özüne, sahih imana ve saf marifete ulaşmaktan mahru m olmakla kalmaz, bu yanlış tavrın bir sonucu daha olur; böyle kimseler iman ile küfür arasında gider gelirler. Yani bu yanlış arayışları, yasak vadiye girmeleri, kendilerine yasaklanmış olana u laşma çabaları, içine girmeleri m ümkün de olmayacak bir sahanın kapısını zorlamaları, kendilerini iman ile küfür arasında gidip gelmek gibi -Allah korusun- bir d uruma düşürür. Böyle kimseler, kah iman eder, kah küfre düşer. Bir mesele de tasdik eder, bir mesele de tekzip eder. Doğru bir iş yaptığını zanneder, doğru gittiğini zanneder ama bu tavırları farkında olmadan onu bir tasdike, bir tekzibe götürür. Bir ikrar eder hakikatleri, bir inkar eder. Yani bir istikrarı olmaz böyle kimselerin. Sürekli git-gel yaşarlar. Bundan daha tabi bir şey de olamaz; bunlar vesveselerinin esiri olmuşlardır. Şek ve şüphe içindedirler, şaşkındırlar, kaçınılmaz olarak tereddütler yaşarlar. Dolayısıyla böyle kimseler ne hakkıyla vahyi tasdik eden bir muvahhid olur, ne de tam anlamıyla bilerek inkar eden bir inkarcı, bir yalanlayıcı olur. Böyle bir durumdaki kimsenin itikadi durumu nedir? Böyle bir kimse imanında yakini bilgi üzere, teslimiyet üzere bulunma imkanını kaybettiği için, imanı muteber değildir. İman yakinlik, kesinlik ister, her türlü şüphe ve tereddütten uzak olmak ister. "Ben kaderi bilmiyorum; var mıdır yok mudur, inanayım mı, inanmayayım mı, henüz karar vermedim" veya "Cenab-ı Hakk haşa- mahlukatına benzer mi benzemez mi, henüz tam bilemedim, araştırıyorum" veya "Ahirette Cennet ve Cehennem hayatı ebedi mi, değil mi, araştırıyorum ... " İtikad böyle şeyleri kaldırmaz. İtikatta

Ehl-i Sünnet Akaidi 142

kesinlik olur. Tereddüde yer yoktur. İmamlarımız ısrarla bu hakikatin altını çiziyorlar.

Selam yurdu ehlinin (cennetlikler) Allah'ı (c.c) görmeleri konusunu vehimle değerlendirenlerin veya kendi anlayışlanna göre tevil edenlerin imanı sahih değildir. Çünkü Allah'ı (c.c) görmek ve rububiyete taalluk eden bütün manaların tevili, tevili terk ederek teslimiyete sarılmaktır. Müminlerin dini de bu usul üzerinedir. Burası da az önce söylediğimiz şeyi teyid ediyor. Allah Teala'nın ahirette cennetlik kullar tarafından görüleceği hakikatine vehimle yaklaşan veya bunu tevil eden kimselerin imanı sahih olmaz, diyor imamlarımız. Yani Ru'yetullah meselesi; Cennet'te müminler Allah Teala'yı görecek olmaları bir hakikat ve itikad meselesidir. Mu'tezile'nin dediği gibi "Ben görecekler demem de Allah'ı bekleyecekler'' falan derim demek olmaz. M u'tezile diyor ki, konuyla ilgili mezkur ayetteki54 "nazıra" kelimesi "nazara" dan gelir. Nazara kelimesi "baktı" demektir. "İ ntezera" da aynı kökten gelir, o da "bekledi" demektir. M. İslamoğlu'nun çok sevdiği etimoloji meselesi bu... Bu etimoloji insanları nereye sürüklüyor bakın. Mutezile, "O gün yüzler vardır apaydınlıktır, rabblerine bakar" ayetini, "Rabbleri'nin rahmetini beklerler" anlamına gelir diye tevil ediyor! Bunu yaparken de etimolojiye başvuruyor. Dolayısıyla bu mesele çok hassastır ve her olur olmaz yerde ayetin hükmü mutlak mıdır, mukayyed midir; ayet m uhkem midir,

54

7S/el-Kıyame, 22-23.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 143

müteşabih midir yoksa müfesser midir; Efendimiz (s.a.v)'in bir hadisi var mı, sahabenin tutumu nedir diye bakmadan, kafanıza göre etimolojiye

dalarsanız,

yukarıda

söylediğimiz

duruma

düşersiniz Allah korusun. imamlarımız da bizi bu konuda uyarıyor. Yani Allah'ı bu dünyada görmek mümkün değil, ama ahirette ilgili nassla r bunu böyle söylediği için biz buna teslim oluruz. Konunun başındaki bir cümleyi bir kez daha hatırlayalım: "İslam binası ancak teslimiyet üzerine kurulur." Biz bunu burada aklımızla izah edemiyoruz, onun için müminler Cennet'te Allah Teala'yı keyfiyetsiz olarak görecek, diyoruz. Yani haşa, "Allah Teala bizim bu dünyada eşyayı gördüğümüz gibi bir yönde duracak da biz O'na bakacağız, O'nu ihata edeceğiz, -haşa- O'nu boyutları içinde, bizim görme alanımıza düştüğü için o şekilde algılayacağız" demiyoruz. Allah muhafaza, bu teşbih ve tecsimdir. Ehl-i Sünnet itikadına tamamen aykırıdır. Ne diyoruz peki? Keyfiyetsiz olarak göreceğiz diyoruz. Göreceğimize inanıyoruz, çünkü kesin nasslar var. Hadiste geçen "Ayın on dördünde ayı nasıl görüyorsanız o şekilde göreceksiniz"55 ifadesi "Başınızı kaldırın, ayı tepsi gibi gördünüz, Allah'ı da o şekilde göreceksiniz" demek değil. Yani ayın on dördünü açık seçik görüyorsunuz. Önünde bir şey yok, bulut yok. Nasıl onu o şekilde açık seçik görüyorsanız Cenab-ı Hakk'ı da o şekilde göreceksiniz. Ama nasıl? Nasılını bilmiyoruz; Bila keyf... Demek ki, bu Ru'yetullah ile ilgili, Allah'ın görülmesi ile ilgili hadisleri ve ilgili ayeti tevil etmeyeceğiz, nasslarda geldiği gibi iman edecek, "öyle geldiyse öyledir" deyip teslim olacağız. Zira imamlarımız diyor ki: bu ru'yet meselesini tevil etmek ve Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine izafe edi len yedullah (Allah'ın eli), vechullah (Allah'ın yüzü) gibi haberi sıfatları tevil ile yorumlama cihetine gitmemek lazım, bunları nasslarda geldiği gibi kabul edip teslim 55 el-Buhari,

"Kitabü't-Tevhid", 24.

Ehl-i Sünnet Akaidi 144

olmak gerekir. Çünkü M üslümanların dininin özü budur. İman bu itikad ile bina edilir. İşin aslı budur. Nasslarda gelen bir şeyi tevil etmemek gerekmektedir. Şimdi imamlarımız böyle söylüyor ama yedullah gibi, vechullah gibi, Allah'ın eli, yüzü, gelmesi, inmesi gibi şeyleri ne yapacağız? işin aslı şudur: Bunlar teşbih ifade etmeyen nasslardır. Bazı kimseler, aklı yetmeyen cahil insanlar veya cehl-i mürekkep insanlar, bu tür nasslardan hareketle Allah'ı insanlara benzetiyorlar. Allah'ın eli, yüzü, inmesi, gelmesi... bunları mahlukatın eline, yüzüne, inmesine, gelmesine benzetiyor. Bu tabiidir, çünkü insan a klı bildiği şeylerden hareket ederek çalışıyor. Biz inme fiilini, gelme fiilini hep böyle kullanıyoruz değil mi? Bir şeyin bir yerden bir yere inmesi yukarıdan aşağıdaki bir mekana intikal etmesidir. Böyle biliyor, böyle görüyoruz. Dolayısıyla inmek fiilinin bizdeki karşılığı budur. Ama Allah Teala "Leyse kemislihi şey'un = �� #.:,-;]" demekle kendisini böyle özelliklerden tenzih etmemizi söylüyor. O'nun gibi hiçbir şey yok. Dolayısıyla O'nun gelmesi bizimki gibi değil, inmesi bizimki gibi değil, O'nun eli bizim elimiz gibi değil, O'nun yüzü bizim yüzümüz gibi değil. Bütün bunlar sıfat. Cenab-ı Hakk'ın sıfatı. Dolayısıyla bütün bunlar tevil değil. Tevil nedir7 Tevil; bir kelimeyi sahih Arap dilinin izin verdiği ölçülerde nassları esas alarak zahirinden başka bir anlama sevk etmektir. Yani nassın zahiri bize ne der. Der ki, "Errahmônu ale'l-Arşi'stevô

=

..s.P'

.;;aiı J:s. Y,.Jı

=

Rahman Arş'a istiva etmiştir." Zahir anlamı şudur: Arş diye bir şey var; taht koltuk, divan ... İstiva'nın anlamı da, oturmak, yerleşmek, kurulmak. O halde "Allah tahtına oturdu" mu diyeceğiz, haşa? "Allah divana, koltuğa oturdu" mu diyeceğiz? İşte nasslara teslimiyet diye bunu ortaya atmak yanlış. Bize nasslar diyor ki

"Leyse kemislihi şey'un = �� µ .:,-;]", "Kul Huvallôhu Ehad =

�ı

;. j

�1" bunlar tenzih ayetleridir. Dolayısıyla diğer müteşabih ayetleri

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 145

bu muhkem ayetler temelinde anlamamız lazım. Tenzih ayetleri muhkemdir, diğerleri müteşabihtir. Muhkem ayetleri merkeze alarak müteşabih ayetleri a nlamamız gerekmektedir.

Nefiy ve teşbihten sakınmayanın ayağı kayar ve tenzih'i bulamaz. Cenab-ı Hakk'a nasıl iman edilmesi gerektiği konusunda üç farklı tavır vardır: Bunlardan birincisi Nefy: Cenab-ı Hakk'ın hiçbir sıfatı yoktur demek. Cehmiyye'nin kurucusu Cehm b. Safvan bunu savunuyor. Cehm b. Safvan, "Cenab-ı Hakk'ın sıfatları yoktu r'' diyor. Bilahare Mutezile de böyle söylüyor. Bundan kaçınmak lazım. İ kincisi Teşbih: Cenab-ı Hakk' ın sıfatlarının var olduğunu ka bul etmek ama bu sıfatları doğrudan veya dolaylı biçimde kulların sıfatlarına benzetmek. İlki ifrat, ikincisi tefrit.. . İmamlarımız bu ikisinden kaçı nın diyor. Kaçınmazsanız ayaklarınız kayar ve tenzih akidesini tutturamazsınız diyor. Demek ki akide; İfrat, Tefrit ve Tenzih diye üçe ayrılıyor. İfrat, Cehmiyye'nin tavrıdır; "Cenab-ı Hakk'ın sıfatları yoktur'' demektir. Tefrit, "Cenab-ı Hakk'ın sıfatları vardır ama insan larınki gibidir; O'nun eli, yüzü, gelmesi, gitmesi vs. insanlarınki gibi, mahlOkatınki gibidir'' demektir. Bunu doğrudan demekle dolayl ı yoldan demek arasında bir fark yoktur. Üçüncüsü de Tenzih akidesidir ki, aslolan odur. O ikisini bertaraf etmedikçe tenzih akidesini tutturmak ve o yol üzerine yürümek mümkün değil. İmamlarımız bizi bu konuda uyarıyor. Nefy ve teşbihten kaçınmayan kimse tenzihe isabet edemez. Tenzih noktasında bulunmak istiyorsak -ki o tenzih, Cenab-ı Hakk'ın her türlü noksan lıktan beri olduğuna inanıp bunu söylemektir- nefy ve teşbihten kaçınmamız gerektiğini söylüyor.

Ehl-i Sünnet Akaidi 146

Rabbimiz celle ve ala, vahdaniyet sıfatlarıyla sıfatlanmış, ferdaniyet özellikleriyle vasıflanmıştır. Yarattıklarından hiçbiri O'nun özellliine sahip delildir. "Bu niye böyledir?" diye akla gelebilecek soruya bir açıklama yapıyor. Çünkü Rabbimiz celle ve ala vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur. Vahdaniyet, Cenab-ı Hakk'ın vahid olması, ehad olması sadece kendisine özgü sıfatlarla muttasıf olması demektir. Başka bir varlık yoktur böyle. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet sıfatları ile mevsuf olduğunu söylüyoruz, buna inanıyoruz. Sadece ona mahsus özellikleri vardır. Cenab-ı Hakk o sıfatlarla bize kendini a nlatıyor. Biz bunları esas alarak nefy ve teşbihten kaçınacağız. işte bu Cenab-ı Hakk'ın sahip olduğu vahdaniyet ve ferdaniyet sıfatları öyle sıfatlardır ki yaratılmışlardan hiçbirinde bunlar yoktur. Konunun en başında detaylıca ele aldığımız gibi, Tevhid'in beş kategorisinde Cenab-ı Hakk gibi hiçbir şey yoktur ve yine bu beş noktada Cenab-ı Hakk yaratılmışların özelliklerine benzemekten münezzehtir.

O, sınırlardan, gayelerden, erkan ve azalardan, araç-gereçler(e ihtiyaç duymak)dan yücedir. Sonradan var olan dljerlerl(ni kuşattığı) gibi, altı yön O'nu kuşatamaz. Akidenin en temel noktalarından birine geldik, Cenab-ı Hakk bir takım hudutlardan, yani varlığının son noktaları bulunmaktan münezzehtir, yücedir. Bir takım azalara, alet ve edevata sahip olmaktan yüce ve münezzehtir. Sonradan yaratılmış varlıklarda olduğu gibi altı yön Cenab-ı Hakk'ı kuşatamaz. Bu sonradan

Muhtasar Tahıivi Akidesi Şerhi 147

yaratılmış mahluklara mahsus bir şeydir. Altı yön onları kuşatır, Cenab-ı Hakk'ı kuşatamaz. Burada dikkatimize sunulan iki husus var: Birincisi: Cenab-ı Hakk bir takım hudutlara sahip olmaktan münezzehtir. Bu "Cenab-ı Hakk cisim değildir" demektir. Çünkü cisimlerin bir boyutu, eni, boyu, derinliği var. Varlıklarının bir son noktası, bir sınırı, bir siluetleri var. Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir. "Onun varlığı şurada başlar, şurada biter" denilmez. O'nun varlığı için son nokta ve sınır tayin etmek mümkün değildir. İkincisi: Cenab-ı Hakk bir takım organlara sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü onlara sahip olmak, o organlara muhtaç olmak demektir. Onlarsız iş yapamamak demektir. Cenab-ı Hakk böyle bir noksanlıktan münezzehtir. Üçüncüsü de diğerleri kadar önemlidir: Altı yön Cenab-ı Hakk'ı kuşatamaz. Altı yönden maksat alt, üst, sağ, sol, ön ve arkadır. Biz buna en, boy ve derinlik de diyebiliriz. Bu türlü izafetler Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Cenab-ı Hakk bir şeyin önünde veya arkasında, sağında veya solunda, altında veya üstünde değildir. Bu yönler mekan içi ifadelerdir. Cenab-ı Hakk cisim, mücessem olmadığı için varlığının son noktaları ve sınırları olmaktan, bir takım aza ve organları bulunmaktan münezzehtir. Tıpkı mahlukatta olduğu gibi altı yön Cenab-ı Hakk'ı kuşatamaz. Kuşatılmak mahlukata mahsus bir şeydir. Cenab-ı Hakk bundan yüce ve münezzehtir. Burada üç şey nefyedilmiş oldu; Cenab-ı Hakk'ın varlığı için son nokta ve sınırlar bulunması, aza ve organlara sahip olması, altı yön tarafından kuşatılmış olması. Bunlar Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. İmamlarımızın ortaya koyduğu akide budur. imam Ebu Davud'un es-Sünen'i ve imam Buhari'nin es-Sahih'ine şerhler yazmış olan Ebu Süleyman el-Hattabi, -dördüncü asrın

Ehl-i Sünnet Akaidi 148

sonlarına doğru vefat etmiştir- M üşebbihe, M ücessime ve bunların karşısında yer alıp Cenab-ı Hakk bütün sıfatları nefyeden Muattıla'yı anlatıyor. Diyor ki: "Bunlardan bir grup da Cenab-ı Hakk'ın bir sınırı ve hududu olduğunu iddia etmiştir." O mesele üzerine delillerini izah ettikten sonra şöyle devam ediyor: "Allah onları affetsin, onlar şunu bilmeliler; Cenab-ı Hakk sıfatları sadece Kitab ve Rasulullah (s.a.v)'in sözlerinden alınır." Yani Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk'ın sıfatları hakkında ne söylediyse onu alırız. Kur'an-ı Kerim'de ne varsa onu alırız. Onun dışında kimsenin söyledikleri bizi bağlamaz. Çünkü bizi bağlayan Kitap ve Sünnet'tir. Bilhassa Akaid babında bu böyledir. Devam ediyor: "Kim olursa olsun bu fark etmez; Cenab-ı Hakk'ın sıfatları ya Efendimiz (s.a.v)'in sözlerinden ya da Kitabullah'tan alınır. Herhangi bir insanın sözünden Cenab-ı Hakk'ın sıfatları ile ilgili bir delil çıkartılmaz." Yine devam ediyor: "İster önceki asırlarda yaşasın, ister sonraki asırlarda yaşasın fark etmez." Cena b-ı Hakk'ın sıfatları ile ilgili delil Kur'an ve Sünnet'te vardır. Bu iki kaynağın dışında kimsenin söylediği söz bizi müstakil bir delil olarak bağlamaz, diyor. Devam ediyor el-Hattabi: "Çünkü Cenab-ı Hakk'ın sıfatları ile ilgili meseleler içtihad ve kıyas yolu ile bilinmez." Onlar akılla bilinecek meseleler değildir ki üzerinde fikir yürütelim, kıyas ve içtihad yapalım. Dolayısıyla bu akılla bilinebilecek bir mesele olmadığı için ben akıllıyım, idrak sahibiyim diyerek insanların fikir yürütmesi mümkün değil. el-Hattabi böyle dedikten sonra, İbn Teymiyye onun bu sözünü alıyor, Beyanu'I Telbisi'I Cehmiyye isimli eserinde şöyle diyor: "el­ Hattabi'ye ve onun tarafını tutanlara, onun arkadaşlarına ben derim ki; Eh l-i İsbat bu konuda cevaplar vermişler ve birkaç noktada itiraz etmişlerdir. Onlardan birisi şudur; Eğer onlar Cenab-ı Hakk'ın "had" diye bir sıfatı vardır demiş olsalardı Hattabi haklıydı. Ama onlar böyle bir şey söylemiyorlar. Had dediğimiz şey bir şeyi diğerlerinden ayıran sıfat ve miktar demektir. Nitekim varlıklar aleminde de biz had-sınır kelimesini bu anlamda kullanıyoruz ve şöyle diyoruz: "İnsanın haddi, insanın sınırları." Bu sıfat, bir varlığı

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 149

başka varlıklardan ayırsan sınırlard ır, sıfatlardır, özelliklerdir. Hatta "evin sınırları, bahçenin sınırları" deriz. Böyle dediğimiz zaman evi, diğer evlerden ayıran yönlerini ve yanlarını kastetmiş oluruz ki bu yön ve yanlarla o ev ve bahçe diğerlerinden ayrılır. Bu anlamda kullanılması lügat ve örfte yaygın ve bilinen bir şeydir. Cehmiyye dediğimiz kimseler Cenab-ı Hakk'ın sıfatları yoktur, dolayısıyla O mahlukatından ayrılmaz diyorlar. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını ve miktarını reddediyorlar. Hatta Mutezile şöyle der; "Cenab-ı Hakk'ın Hayy, Alim, Kadir olduğu söylendiğinde biz Cenab-ı Hakk'ın hakikatini mahiyetini öğrenmiş, bilmiş oluruz. Cenab-ı Hakk başka varlıklardan ayrılmaz ... ""56 İbn Teymiyye, Cehmiyye'nin bu sözlerine değindikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: "Cehmiyye diyor ki: Cenab-ı Hakk'ın haddi, sınırı, son noktası yoktur. İbn Teymiyye buna cevap veriyor: Herhangi bir varlığın son noktaları, sınırları yoksa o başka varlıklardan ayrılmaz, o alemlerin üstünde de olamaz. Çünkü başka varlıklardan ayrılmak ve alemlerin üstünde olmak bir "had"de sahip olmayı gerektirir. Abdullah İbn Mübarek'e -ki kendisi bütün ilimlerde emiru'I müminindir-, "Rabbimiz'i neyle biliriz?" diye soruyorlar. İbn Mübarek de "Cenab­ ı Hakk Semavat'ının, Arş'ının üstündedir ve yarattıklarından ayrıdır" diyor. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın "yoktur" dediği şeyi Abdullah İbn Mübarek ve diğer selef vardır demiş oluyorlar. Dolayısıyla "O yaratıklarından ayrıdır, Semavat'tadır, Arş'ın üstündedir" demekle Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ile mülhid Cehmiyye'nin sözleri arasındaki farkı anlayan herkes onların bu sözünü de anlamış olur." Dolayısıyla "Cenab-ı Hakk'ın bir sınır noktası, varlığının bir sonu vardır" diyor İbn Teymiyye. Bu Beyônü Telbisi'l-Cehmiyye'den yaptığım bir alıntı. Şimdi imamlarımız "Cenab-ı Hakk hadlerden, varlığı bakımından son noktalardan, azası, edevatı, organları 56

lbn Teymiyye, «Beyônü Telbisi'l-Cehmiyye fi Te'sisi Bida'ihim el-Kelômiyyen, (Matbaatül-Hükumeti Mekketi'l-Mükerrame) I, 443.

Ehl-i Sünnet Akaidi 150

bulunmaktan münezzehtir" diyor. İbn Teymiyye'de diyor ki "Cenab­ ı Hakk'ın bir son noktası vardır." Burada calib-i dikkat bir nokta daha var. İbn Ebi'l-İzz, et-Tahavi şerhinde şöyle diyor: "İmam et-Tahavi (rh.a) buradaki ifadeleri ile, (Cenab-ı Hakk'ı yarattıklarına benzeten) Müşebbihe'nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Onlar, "Allah bir cisimdir, O'nun cüssesi ve organları vardır diyen ve buna benzer kanaatler ile süren Davud el­ Cevôribi ve benzerlerinin görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah

böylelerinin söylediklerinden çok yücedir'' .57 Eğer Cenab-ı Hakk'ın va rlığının bir son sınırı, haddi bir nihayeti varsa ki İbn Teymiyye az önce alıntıladığımız yerde böyle söyledi. Böyle olunca acaba İbn Teymiyye de Müşebbihe, Mücessime'den midir? Dolayısıyla İbn Ebi'l-İzz'e göre de İbn Teymiyye'nin bu görüşü merduttur, merdud olmalıdır. İmam et-Tahavi'nin ortaya koyduğu metin de bize bunu açık bir şekilde söylüyor. İbn

Ebi'l-İzz

devam

ediyor:

"Böylelikle

Şeyh

et-Tahavi'nin

maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırları ile kuşatıl maktan yüce ve münezzehtir." Bakın şimdi İmam et-Tahavi "Cenab-ı Hakk sınırları olmaktan, hadleri olmaktan, sınır noktaları olmaktan münezehhtir'' dedi. İbn Ebi'l-İzz ise "Al lah herhangi bir kimse tarafından sın ırları ile kuşatılmaktan müzehhtir" diyor. Bu ifade Cenab-ı Hakk'ın bir sınırı vardır fakat o sını rlar, son

noktalar mahlukat tarafından

kuşatılamaz, idrak edilemez demek oluyor. Oysa İmam et-Tahavi Cenab-ı Hakk' ın son nokta ları olmaktan münezzehtir, böyle bir şey söylenemez, diyor. İbn Ebi'l-İzz ise "Sınır vardır ama mahlukat tarafından kuşatılamaz" diyor.

s7

İbn Ebi'l-İzz, Şerhu'l-Akideti't-Tah6viyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türki tahkikiyle) il, 261.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi ısı

Şimdi bu Selefi akidesi oluyor; İmam et-Tahavi'nin akidesini bize açıklıyor bu metin ! Oysa bunun imam et-Tahavi'nin söylediklerini cerh eden, yanlışlayan bir yorum olduğu açık. İmam et-Tahavi "o sınırları ile kuşatılmaktan münezzehtir" demiyor, "sınırları bulunmaktan münezzehtir" diyor. Demek ki Cenab-ı Hakk'ın varlığının son noktaları, sınırları vardır diyemeyiz. Nitekim İbn Teymiyye başka eserlerinde de; Cenab-ı Hakk Arş'a istiva ettiği için ve bu istiva ona göre somut bir yer kaplama, mekan tutma olduğu için Cenab-ı Hakk'ın bize göre üst taraftan, kendisine göre Arş'a gelen kısmından, varlığının Arş'ın üzerine gelen kısmından bir son noktasının olduğunu söylüyor. İstiva fiilini, Arş'ın üzerinde fiilen yerleşip mekan tutmak olarak anladığımız zaman kaçınılmaz olarak söyleyeceğiniz şeydir bu: "İstiva yerleşmektir, mekan tutmaktır. Dolayısıyla yerleştiği zaman Cenab-ı Hakk'ın varlığının, vücudunun Arş'a gelen kısmında bir son sınırı, çizgisi vardır" demiş olacaksınız kaçınılmaz olarak. İmamlarımız "Cenab-ı Hakk'ın varlığının haddi, sı nırı yoktur" diyor; bunlar da diyor ki: "Vardır". Bu da güya Selefin akidesi oluyor! Dikkatimizi çekmesi gereken bir husus gerçekten. Yeri gelmişken şunu da belirtelim: İmam et-Tahavi'nin bu ifadelerinin nasıl çarpıtıldığını Tenzihü'l-Hakki'l-Ma'bOd isimli eserinde, Abd ulaziz el-Hadisi isimli bir zat çok güzel açıklamış. Sadece bu cümle üzerine, yani et-Tahaviyye metnindeki "O, sınırlardan ve gayelerden yücedir/münezzehtir." cümlesinin ne anlama geldiğini açıklayan bir kitap yazmış. Bu kitapta İbn Teymiyye'nin görüşlerini de ele alm ış, bazı çağdaş Selefi-Vehhabi kişilerin görüşlerini de ele almış. Onlar arasından ibretamiz olan bir şeyi burada aktarmak istiyorum. et-Tahavi'ye de şerh yazmış olan el-Humeyyiz adındak! malum, meşhur zat... Bu zat da ayn ı şeyi kendi şerhinde iddia ed iyor ve diyor ki: "Cenab-ı Hakk'ın hissi, somut olarak varlığının son sınırları vardır." Bu ifade bize Selef akidesi olarak anlatıl ıyor! Selef akidesini halbuki İmam et-Tahavi bize burada verdi. Dolayısıyla meseleye gözünü açarak bakanlar için

Ehl-i Sünnet Akaidi 152

bu akidenin Selef ile hiçbir bağlantısının olmadığı görülüyor. Bu Vehhabi akidesidir, Tecsim, Teşbih akidesidir. Bunun Ehl-i Sünnet ile hiçbir ilişkisi yoktur. et-Tahavi metinde dikkatimizi çeken bir diğer mesele, Cenab-ı Hakk'ın altı yön tarafından kuşatılmasının söz konusu olmadığıdır. Yukarı, aşağı, sağ, sol, ön, arka ... bu altı cihet Cenab-ı Hakk'ı kuşatamaz. Cenab-ı Hakk için bir şeyin altında olmak, üstünde olmak, sağında-solunda olmak, önünde-arkasında olmak söz konusu değildir. Bu yönler aslında hakiki değildir, itibaridir. Daha önce Maturidilerin, İrade-i Cüz'iyye'nin emr-i itibari olduğunu söylediklerini görmüştük. Bunun da aslında dış alemde hakikati yok. Yani "üst" ün, "alt"ın dış a lemde bir varlığı var mı? Bir şey başka bir şeye göre üstünde veya altında, önünde veya arkasında, sağında veya sol undadır. Bu yönler, izafidir itibaridir. Bu yönlerin dışarıda somut bir varlığı, yoktur. İtibari derken kastettiğimiz budur. Şöyle bir bina düşünün: Binanın "ön"ü vardır. Neresidir? Binaya giriş kapısının bulunduğu yerdir. Bu giriş kapısının bulunduğu yönün aksi ise "arka"sıdır. "Sağ''ı, giriş kapısına yöneldiğinizde sizin "sol"unuza gelen kısı mdır. Kapıya yöneldiğinizde sizin "sağ"ınıza gelen kısım ise binanın "sol"udur. Bunların izafi olduğunu anlamak için, bu bina örneğini şöyle çevirelim: Bu binanın bir değil de dört yönünde kapısı olsun. Dört tane istikametten binaya giriş söz konusu olunca bu binanın önü neresi. Arkası, sağı, solu neresi? Kayboldu. Dolayısıyla bunların emr-i itibari olduğu, izafi olduğu ortaya çıktı. Dört taraftan girişi olan bir binanın önü, arkası, sağı, solu neresidir? Bu yön dediğimiz şey izafidir ve dolayısıyla varlıkların birbirine olan konumunu anlatır. İki varlık vardır ve biz bu kelimelerle, o iki varlığın birbirine olan konumunu ifade ederiz. Bir varlık, başka bir varlığın yüzünü döndüğü tarafta ise "önündedir" deriz. Aksi istikamette ise "arkasında" deriz. Baş üstü hizasında ise ona "yukarıdadır" deriz. Ayakaltı hizasında ise "aşağıdadır" deriz. Sağ da böyledir, sol da

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 15J

böyledir. Yani varlıkların birbirine karşı konumlarıdır, durumlarıdır bunlar. Ayrıca bunlar bir mekan içindeyken söz konusu olur. Mekanı ortadan kaldırdığınızda yönler ortadan kalkar. Biz şimdi Doğu-Batı kavramlarını neye göre söylüyoruz. Güneşin dünyamıza göre doğduğu istika mete Doğu, battığı ufka ise Batı diyoruz. Peki, Dünya'nın dışında çıktığımızda neresi Doğu, neresi Batı, neresi Kuzey, neresi Güney? Kayboldu. Emr-i itibari dediğimiz, izafi dediğimiz şey budur. Dünya içinde mekanı kaybettiğimizde bile yön kavram ları anlamını kaybediyor. Dünyanın dışında çıktığımızda -ki orası mekanın dışı bile değil, dünya dışı evren de bir mekandır­ yönleri kaybediyoruz. Dolayısıyla altı yön Cenab-ı Hakk'ı kuşatamayacağını söylerken imamlarımız bu hakikati dikkatimize sunuyor. Gök tabakasına çıktığımızda, dünya dışına, uzaya çıktığımızda yönler anlamını kaybediyor. Dünya dışına çıkmış bir insan düşünün. Uzaydasınız ve biri size diyor ki: "Cenab-ı Hakk yukarı cihettedir". Bu Vehhabilerden birini tutsanız ve astronot elbisesi giydirip Dünya'nın dışına gönderseniz, sonra da ona "Hani sen diyordun ya Cenab-ı Hakk yukarı cihettedir, hadi şu "yukarı"yı bana bir göster, neresi bu?" deseniz ne diyecek size? Hangi yönü işaret edecek "Cenab-ı Hakk şuradadır'' diye? Yukarı yönü anlamını kaybetti. Bu türlü ısrar gösteren insanlar Cenab-ı Hakk için böyle bir nakisa iddia ediyorlar ve bunun farkında değiller. Güya Cenab-ı Hakk'ı tenzih edecekler, tanzim edecekler ama O'na bir yön izafe etmekle O'na bir noksanlık izafe ediyorlar ve bunun farkında değiller. Dünyanın dışına çıkardığınızda bu Vehhabileri a kılları başlarına gelecek ama şu anda böyle bir imkan yok. Akıllarını kullanmaya da niyetleri olmadığı için bu meseleleri onlarla epey konuşup tartışacağız. Öyle anlaşılıyor .58 Biz zamanı, mekanı ve bu ikisinin ..

58

Oaru'l-Hikme'de vaktiyle yaptığım "lslami Bilincin lhyAsı" seminerleri vardı. Mekin ve mekansal kavramlar, zaman ve zamansal kavramlar, zaman ve mekAnın birbiriyle

Ehl-i Sünnet Akaidi 154

birbiriyle münasebetini tam kavrayamadıkça akaidimiz ve tenzih inancımız tam yerine oturamaz, mümkün değil. Zaman ve mekan birbirine bağlı iki kavramdır, biri olmadan diğeri olmaz. Dolayısıyla "zamandışı"lık ve "mekanüstü"lük dediğimiz şeyi, bu ikisini kavramadan kavrayamayız. Bu iş olmayınca bir şeyi daha kavrayamayız; Ehl-i Sünnet kelam kitaplarında geçen bir ifade vardır, "La dahile'l-alem vela haricehu = ..,.Jt> "ılJ �wı J>-ı• "ıl = Cenab-ı Hakk alemin ne dışındadır ne içindedir". Şimdi bu kardeşlerimiz bunu da anlamıyor. Cenab-ı Hakk ya alemin dışındadır, ya içindedir diye düşünüyorlar ve '"Ne içinde ne dışındadır" dediğinizde "yoktur" demiş olursunuz" diyorlar. Bunları kafalarını kullanmaya, zihinlerini çalıştırmaya nasıl alıştıracağız bilmiyorum ama şöyle diyelim biz; bir şeyin, başka bir şeyin içinde olduğunu söylemek ile dışında olduğunu söylemek a rasında O' na mahlukata mahsus özellikler atfetmek bakımından hiçbir fark yok. Yani iki tane cisimden bahsediyoruz. Bu cisim başka bir cismin ya içindedir ya d ışındadır. Ya ni ben bu evin ya içindeyim ya dışındayım. Dolayısıyla herhangi bir mekan tarafından kuşatılmış olmak o mekanın içinde ol mak; onun dışına çıkmak da dışında olmaktır diyoruz. Peki, o "dış"ı dediğimiz yer neresidir? Şimdi alemi düşünü nce sonsuz bir boşluk diyoruz ama alemin de sınırları var, sonuçta mahluk. Her bir mahlukun bir sınırı vardır, bizim muhayyilemize sığmasa bile. Arş en büyük mahluktur ama onun da Cenab-ı Hakk'ın bildiği sınırları vardır. Dolayısıyla Arş'ı ve Arş altı alemi tahayyül ettiğimizde bunları, bir ceviz ve cevizin içi gibi düşünüyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk ile alem arasında da böyle bir ilişki vardır diyoruz. Ya içindedir ya dışındadır. Fakat bir şey atlıyoruz. Cevizin içinde veya dışında olmak mekanın dışına çıkmak anlamına gel miyor. Cevizin içindeki varlık, mekan içinde bir mekandadır.

ilişkisi gibi konuları da işlediğimiz söz konusu dersleri izlemenizi tavsiye ederim: https://www .youtube.com/watch ?v=QQDRyFrTBXg

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 155

Cevizin dışındaki bir varlık da cevizin dışındadır a ma yine bir mekanın içindedir. "Allah alemin dışındadır'' dediğimizde "Alemin dışı neresi?" sorusu aklımıza geliyor. Neresi sorusunu sorduğumuz her yerde mutlaka bir mekan vardır. İstanbul, Ankara neresi, Ay ne tarafta, yıldız ve Güneş nerede? Hep mekan soruyoruz gördüğünüz gibi. "Cenab-ı Hakk nerede?" dediğimizde Cenab-ı Hakk'ın da mekanını sormuş oluyoruz. "Alemin dışında" dedik, diyelim. Alemin dışı ne? Bir şeyin dışı yine bir mekan değil midir? İçi mekansa d ışı da mekandır. Alemin dışı dediğiniz şey ne kadar büyük ve cesametli olursa olsun alemin dışı dediğinizde bir mekanı kastetmiş olursunuz. Dünya etrafında dönen uydu dünyanın dışındadır. Haşa, Cenab-ı Hakk uydunun, dünyanın dışında olduğu gibi mi alemin dışındadır. Dünyanın dışı bir mekan, atmosfer ve dünyanın yörüngesi bir mekan, hepsi birinci kat semanın içindedir. Alemin dışı neresi? Alemin d ışını bir mekan olmadan tahayyül edemiyoruz. Ne düşünürsek düşünelim alemin dışına dair bir mekan gelecek aklımıza. Dolayısıyla "Cenab-ı Hakk orada" dediyseniz, "alemin dışında" deseniz bile bir mekanda olduğunu söylemek zorunda oluyorsunuz. Bir mesele daha var: Cenab-ı Hakk alemin dışında ise ki öyle iddia ediyorlar, -haşa- "Arş'ına istiva etmiştir, yarattıklarından ayrıdır'' diyorlar. Bu nasıl bir şeydir? Cenab-ı Hakk Arş'ın üzerine yerleşmişse -haşa- Cenab-ı Hakk Arş'a temas ediyor mu, etmiyor mu? Arş'a temas ettiği anda O'nun varlığının Arş'ta bittiğini söyleyeceksiniz. Cenab-ı Hakk'ın varlığı bitti, sonra Arş geldi ve Arş'ın altındaki alem geldi. Peki, Cenab-ı Hakk'ın bu akide metnine göre varlığının bir son noktası-sınırı yoktu, siz şimdi Cenab-ı Hakk' ın bir sınırının var olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Hadi bu Akaid metnini geçtik, Efendimiz (s.a.v)'den rivayet edilmiş böyle bir şey var mı? Cenab-ı Hakk'ın varlığının bir son noktası vardır, Arş'ın başladığı yerde Cenab-ı Hakk'ın varlığı biter diye bir ayet veya hadis

Ehl-i Sünnet Akaidi 156

var mı? Yok. Peki, Selefin, Efendimiz (s.a.v)'in ve Kur'an-ı Kerim'in söylemediği bir şeyi siz nasıl söylüyorsunuz? Bir de, "Nasslarda nasıl geldiyse öyle teslim oluruz, onun dışına bakmaz, d ışına çıkmayız" diyorsunuz. Cenab-ı Hakk'ın son sınırının olduğu, Arş başlayınca Cenab-ı Hakk'ın varlığının bittiği, Cenab-ı Hakk' ın Arş'a temas ettiği hangi nassta gelmiş? Nerede geçiyor bu? Hiçbir yerde geçmiyor! Cenab-ı Hakk, Arş'a temas etmeksizin onu kapladığında ise, Cenab-ı Hakk ile Arş arasında ne var? Hava var deseniz o zaman hava alemin dışında olacak. O zaman mahlukat alemi dışında Cenab-ı Hakk'tan başka bir şeyin var olduğunu söylemiş olacaksınız. O havanın mahiyeti nedir? Cenab-ı Hakk her şeyi bir mekan içinde yarattığına göre bu hava nerede? Alemin dışı da bir mekandır, unutmayın ! O zaman sizin iddianıza göre Cenab-ı Hakk d ışında da bu alemi kuşatan başka bir şey var, o da havadır. Bu hava peki mahluk mudur, değil midir? Mahluksa eğer bir mekan içinde olmak zorundadır. Mekan dışında bir mahluk söz konusu olamaz, tasawur edilemez. O zaman bu hava nedir? Bunu bize açıklayın. Dolayısı ile sorular üzerine sorular gelecek ve hiçbirine cevap olmayacak. Biz bunları ninemize öğretmeyeceğiz. "Allah mekandan münezzehtir'' desin, öyle bilsin yeter. "Allah yukarıdadır'' demesinler... Onlar belki Allah yücelerdedir manasında söylüyorlar. Allah yukarı cihettedir diyen ne bir ayet ve ne bir hadis var. Vehhabi taifesinin bu konuda getirdiği delillerin hiçbirisi sarih değil.

SUAL-CEVAP

Sual: Keyfiyetsiz mi, keyfiyeti bilinmeksizin mi görülecek Cenab-ı Hakk? Cevap: Keyfiyetsiz olarak. Keyfiyetsiz demek başka bir şey, keyfiyeti bilinmeden demek başka bir şey. Yani keyfiyeti vardır dediğinizde şöyle demiş olursunuz: Biz şu anda bunu bilmiyoruz. Bunun nasıllığı var; bir şekilde bizim tarif edebileceğimiz, algılayabileceğimiz bir şey ama şu an biz bunu bilmiyoruz. Bu şuna benzer: Ben size desem ki, Afrika'nın balta girmemiş ormanlarına gittiğimde bir adam gördüm boyu beş metre. Siz düşünürsünüz, beş metrelik adam nasıldır diye. Onu görene kadar bu meseleyi keyfiyeti bilinmiyor olarak anlatırsınız, bu adam nasıl yaşıyor, boyu apartman kadar. Bu adam ne yiyor, ne içiyor, nerde barınıyor? Bu keyfiyetleri bilmiyorsunuz ama bir keyfiyeti var onun. Ama keyfiyetsiz dediğinizde "idrak/ihata alanımız içinde değil" demiş olursunuz. Kim, nasıl, ne kadar yaşarsa yaşasın, kimin ilmi nereye kadar uzanırsa uzasın bunu bilemez demektir. Bizim tarafımızdan bilinemez bu demektir. Keyfiyetsiz demek başka bir şey, keyfiyeti bilinmeden demek başka bir şey; bunu unutmamak gerek. Sual: "Rabbimizi daha önce görmüş olduğumuz" ifadesi ruhlara "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" dediği zaman olabilir mi?

Ehl-i Sünnet Akaidi 158

Cevap: Bizim Cenab-ı Hakk'ı gördüğümüze dair bir delil yok. Böyle bir hitap var ama bu Cenab-ı Hakk'ı gördüğümüz anlamına gelmez. Esasen O'n u görmüş olsak bile O'nu hatırlamıyoruz. Fakat orada "Daha ewel gördüğümüze benzemiyorsun, senden Allah'a sığınırız" diyeceğiz. Ama biz bilmiyoruz ki ruhlar aleminde bu konuşma nasıl cereyan etti. Bir şey gördük mü, gördüysek neyi, nasıl gördük? Dolayısıyla meseleyi oraya atfetmek ikna ve izah edici olmuyor.

MIRAC'A iMAN

Mirac haktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) geceleyin götürülerek, uyanık halde bedeniyle semaya, sonra da Allah'ın dilediği yüceliklere yükseltildi. Allah ona, dilediği şeyleri ikram etti, vahyettiklerini de vahyetti. "Kalp gördüklerini yalanlamadı." Allah, ahirette ve dünyada ona salat ve selam eylesin. Mirac haktır. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz, bedeni ile ve uyanık iken semaya, göğe yürütüldü. Sadece ruhu yürütü lmedi. Ruh-beden birlikte ve uyanıkken Semavat'a yükseltildi. Sonra Cenab-ı Hakk'ın dileği ile yüceliklere Efendimiz (s.a.v) yürütüldü. Sonra Allah Teala bu Mirac tecrübesinde ona istediği şeyleri ikram etti, lütufta bulundu. Ona vahyettiklerini vahyetti. "Kalp gördüklerini yalanlamadı'159 Yüce Allah ahirette ve dünyada Efendimiz (s.a.v)'e salat ve selam eylesin. Mirac, Efendimiz (s.a.v)'in mekan içinde b i r yolculuğudur. Efendimiz bir gece Mescid-i Haram' dan Mescd-i Aksa'ya yürütüldü. Buna "İsra" diyoruz, Kur'an-ı Kerim'de müstakil bir surenin adıdır, inkarı küfürdür. Herhangi bir kimse dese ki Efendimiz (s.a.v) 59

53/en-Necm, 11.

Ehl-i Sünnet Akaidi 160

Mescid-i Haram' dan Mescid-i Aksa'ya yürümemiştir, gitmemiştir. O kimse dinden çıkar. Çünkü Kur'an nassı ile sabittir. Mirac kısmı ise Mescid-i Aksa'dan Sema'ya, Sidre-i Münteha'ya kadar olan yükselme yolculuğudur. Bu, hadislerle sabittir. Bu hadisler

ulemanın

beyanına

göre

"Meşhur

hadisler''

kategorisindedir. Bu bakımdan Mirac'ı inkar edenleri tekfir etmiyoruz.

Bid'ate

sapmışlardır diyoruz

ama

kafir oldular

demiyoruz. Bir takım hadis kitaplarında Mirac hadislerinin mütevatir olarak ifade edilmesi, tevatürün tarifinde Usul-i Fıkıhçılar ile Usul-i Hadisçiler arasındaki ihtilafı ifade eder. Usulu-i Hadisçilere göre herhangi bir rivayetin üçten fazla ravi ta rafı ndan rivayet edilmiş olması, onun tevatür olarak ifade edilmesi için yeterlidir. Ama

Usul-i

Fıkı hçılar diyor ki

bizim

bir rivayete tevatür

diyebilmemiz için onun kitlesel bir nakil ile sayıya, hesaba gelmeyecek kalabalıkların birbirine naklettiği haber olması gerekir. Dolayısıyla biz Usul-i Fıkıhçılara göre Mirac hadislerini mütevatir olarak göremeyiz. Sonuçta onu nakleden sahabilerin adedi bellidir, biz bunların inkarı küfürdür diyemiyoruz bu bakımda n. Ama bid'atçidir diyoruz. Bid'atçi olmak da günümüzde küçümsenen bir şey haline geldi. Selef'in en fazla sakındığı şeylerden birisiydi bid'ate düşmek, bid'ate sapmak. Özellikle akidede ... Amelde neyse de akidede bid'ati Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin asla tolere etmemiş, küçümsememiştir. Bu son derece önemli bir tehlikedir mümin için. Evet, Efendimiz (s.a .v) Mirac'a yükseldi, Cenab-ı Hakk ona vahyedeceğini vahyetti. Mirac, Efendimiz (s.a.v) için bir teselli idi biliyorsunuz. Mekke döneminde Efendimiz (s.a.v) üst üste, Hz. Hatice (r.anha) validemizi, sonra hamisi Ebu Talib'i kaybetti. Mekke'nin işkence ve baskı dönemi içinde bun lar Efendimiz (s.a.v)'e çok ağır geldi. Cenab-ı Hakk da teselli olması kabilinden başka hiçbir peygambere nasip olmayan bir ikramda bulundu ve onu Sidre-i Münteha'ya kadar yükseltti.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 161

Efendimiz Mirac'ta Cenab-ı Hakk'ı gördü mü? Bir iki nakil dışında Ehl-i Sünnet'in hemen hemen tamamı diyorlar ki "Hayır, görmedi". "Ya Rasulallah, Cenab-ı Hakk'ı gördün mü?" diye ona sorulduğunda buyurdu ki: "Bir nur vardı. Ben Cenab-ı Hakk'ı nasıl göreydim. " Efendimiz (s.a .v)'in gördüğü bir nurdur, o nur Cenab-ı Hakk'ı perdeleyen bir nurdu. Cenab-ı Hakk' ı görmedi, bir nur gördü. Ehl-i Sünnet'in hemen tamamının itikadı budur. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.v) Hz. Yunus'tan (a.s) üstün tutulmaması gerektiğini söylemiş. "Benim Yunus'tan daha üstün olduğumu söylemeyin" buyurmuş. Bu sözünün hikmeti de budur. Bu hadis aynı zamanda, İmamu'I Haremeyn'in bir istidlalidir. Cenab-ı Hakk'ın mekandan münezzeh olduğuna bu hadisle delil getirmiş İmam Gazali'nin hocası İmamu'I Haremeyn... Orada bulunanlar bunun nasıl delil olduğunu sorunca demiş ki "Yunus (a.s) denize atılıp balık tarafından yutulduğunda, balığın karnında mesafe olarak Cenab-ı Hakk'a ne kadar yakın idiyse Cenab-ı Peygamber de Mirac'ta o kadar yakın oldu. Daha fazla değil." Çünkü Cenab-ı Hakk'a mekansal olarak yaklaşılmaz. O'na yaklaşmak manevi olarak olur. Çünkü yaklaşmak mekan içi bir hareketi ifade eder. Cenab-ı Hakk haşa bir mekanda olmadığı için O'na yaklaşmak somut, mesafesel ve mekansal olmaz. Efendimiz buyurmuş ki "Kulun rabbine en yakın olduğu an secde anıdır." Bakın bu ne kadar önemli bir hadis. Şimdi Cenab-ı Hakk'ın -haşa- yukarı cihette olduğunu söyleyenlere soralım: Cenab-ı Hakk diyor ki: Siz alçaldıkça Cenab-ı Hakk'a yaklaşıyorsunuz. Yani insan secde ettiğinde artık daha fazla alçalacağı yok. Ayakaltı hizasına başını koyuyor. Başını koyduğunda Cenab-ı Hakk'a yaklaşıyor. Yani aşağı cihetten sıfır noktasına indiğinde kul Rabbine yaklaşıyor. Peki, bu d urumda Cenab-ı Hakk'ın yukarı cihette olduğunu nasıl söyleriz? Bu hadisi nasıl ve niye tevil ediyoruz? İ kinci bir husus, Secde Suresi'nin son ayetinde buyuruluyor ki: ... Vescüd vakterib", " ... Secde et ve yaklaş". "Ey mümin kulum, bana "

Ehl-i Sünnet Akaidi 162

secde et ve bana yaklaş" şeklinde emir bu. Demek ki kul alçalarak yükseliyor, Allah'a yaklaşıyor. Buradaki yükselme nasıl manevi ve mecazi ise Cenab-ı Hakk'ın yukarı cihette olduğunu zannettikleri nasslar da böyledir, aynı şekildedir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'a yukarı ciheti izafe etmek İslam a kaidine sokulmuş son derece tehlikeli bir bid'attır. Sahih hadis kitaplarında şöyle bir rivayet var: Efendimiz (s.a .v) mescidin kıble tarafında bir balgam görmüş ve sinirlenmiş, o balgamı oradan temizletmiş, sonrada buyurmuş ki: "Sizden biriniz namaz kılmak üzere kıbleye döndüğünde, Rabbi ile karşı karşıya geliyor, öyle bir durumda tükürmekten nasıl hayô etmez?!" Bu sahih bir hadis. Şimdi namaz kılmak üzere kıbleye doğru dönen mümin Rabbini karşısına almış oluyor. O'nunla karşı karşıya gelmiş oluyor! Sahih hadis. Hani Allah yukarı cihetteydi, semadaydı, hani Cariye Hadisi şöyleydi, böyleydi? Cariye Hadisi son derece tartışmalı, bu çok daha sahih. Cariye Hadisi hakkında Sana Dinden Sorar/ar da yazdığımız uzun bir makale var, onu mutlaka okuyun.60 Bu Cariye Hadisi, bir kere delaleti çok tartışmalı, sonra "Muzdarib" bir hadis. Farklı farklı ifade kalıpları ve metinlerle nakledilmiş bir hadis. Ama bu söylediğim rivayet, son derece sahih ve hakkında hiçbir tartışma yok. Neden bu hadisi esas almayız da Cariye Hadisini esas alırız? Hadise ve nasslara teslimiyet böyle mi olur? Onu tevil ediyorsunuz da bunu neden tevil etmiyorsunuz. Bu bir tutarsızlıktır. Bu heva ve hevese tabi olmaktır. Allah böyle bir duruma düşmekten bizleri korusun ... Efendimiz (s.a.v)'in Mirac mucizesi; ewelinde "İsra" adında Kur'an-ı Kerim'de müstakil bir surenin bulunduğu İsra yolculuğu, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya ve onun arkasından yedi kat semaya ve onun ardından Sidretu'l-Münteha'ya uzanan bir mucize yolculuk. Mirac rivayetleri -daha önce de belirtmiştik-, Hadis uleması tarafından mütevatir olarak ifade edilmiş. İsra ve Mirac 60

Sana Din'den Sararlar, 1, (RihleKitap yay.), 164-171.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 163

hadislerini 45 civarında sahabi rivayet etmiş. Dolayısıyla Hadis Usulü ulemasının kriterlerine göre bu rivayetler mütevatir. Ama Fıkıh Usulü ulemasının kriterlerine göre buna mütevatir demek mümkün değil. Çünkü sayıya, hesaba gelen bir topluluk. 45 de olsa, 50 de olsa, 100 de olsa sayılabilir bir kemiyet söz konusu. Dolayısıyla bu tür rivayetlere Fukaha, "Meşhur" veya "Müstefız" demeyi tercih ediyor. Bu bakımdan bu tür rivayetlerle sabit olmuş hususları inkar edenleri hemen tekfir etmiyoruz. Bunların Ehl-i Bid'at olduğunu söylüyoruz, kafir olduğunu söylemiyoruz. Bid'at derken itikadi bid'atten bahsediyoruz. İnsan amel işlediğinde iki şey olur, zimmetindeki bir borcu eda etmiş olur; Namaz, Oruç, Zekat, Hace, birer borçtur, mükellefiyettir. Bunlar eda edilmeli ki zimmetimizden düşsün. Biz bu edayı yaptığımızda sadece bir borçtan kurtulmuş olmayız, aynı zamanda Cenab-ı Hakk bize bir sevap yazar. Sadece ibadetler değil, her türlü salih amelde sevap yazar, onunla derecemiz yükselir. Aynı zamanda o ibadetler günahlarımıza da kefarettir. İ ki vakit namaz o arada geçen günahlara kefarettir, iki Cuma arada geçen günahlara kefarettir. Hace, geçmiş bütün günahlara kefarettir. Bütün bunlar hadislerde sabittir. Ama Ehl-i Bid'at için bunlar söz konusu değildir. Ehl-i Bid'at sadece zimmetindeki bir borcu eda etmiş olur. O amellere karşı sevap almaz, derece elde edemez. Dolayısıyla Bid'at Ehli olmak küçümsenecek bir şey değil. Allah korusun. İşte bu tür rivayetleri inkar edenler Bid'at Ehlinden olur. Allah korusun bid'atin ötesi de ucu küfre kadar varabilecek tehlikeli bir süreçtir. M irac rivayetleri hakkında şunu da belirtelim; Necm SOresi'nde "Fekône kôbe kavseyni ev ednô = .J;l _;l .;..:.;.i ..:,..\j �� = "O kadar ki, iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu."61 ayeti var. Orada ayetin tefsiri bağlamında Efendimiz (s.a.v)'in Cenab-ı Hakk'a mekansal

61

53/Necm, 9.

Ehl-i Sünnet Akaidi 164

olarak yaklaşması, arada iki yay mesafesi bir aralık kaldığı şeklinde yorumlara rastlarsınız. Bu son derece sakat bir yorumdur. Efendimiz (s.a.v)'in orada gördüğü ve görenin gördüğünü yalanlamadığı varlık Cebrail (a.s)'dır. Efendimiz (s.a .v) onu orada asıl su retiyle görmüştür. Dolayısıyla orada "Allah'ı gördü, Allah'a yaklaştı" şeklindeki tevil ve yorumları sakın ola ki dünyanıza ve itikadınıza almayın. Bunlar sahih yorumlar değildir.

SUAL-CEVAP

Sual:

"Beni Hz. Yunus (a.s)'dan üstün tutmayın" hadisini ne bakımdan üstün tutmak olarak anlayacağız? Cevap: Efendimiz aslında pek çok bakımdan Hz. Yunus (a .s)'dan da diğer peygamberlerden de üstündür. Yani şefaat-i uzma hakkı ondadır. Bütün insanlara, mesajı ulaştıran insan olma vasfı sadece efendimizdedir. Kendisi de ifade buyurmuş: "Benden önceki peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi."62 Bu beş şeye baktığımızda Efendimiz (s.a.v)'in diğer peygam berlerden üstün olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi, "Ben düşmanımın kalbine bir aylık yoldan korku salarım." İkincisi "Bana şefaat-i uzma hakkı verildi." Üçüncüsü "Bana az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti verildi." Cevami'ul-Kelim diyoruz buna. Dördüncüsü "Yeryüzü benim için temizleyici ve mescid kılındı" Beşincisi "Bana ganimetler helal kılındı". Bir başka varyantında "Her peygamber kendi kavmine gönderilmişti ben bütün insanlığa gönderildim." buyurmuş. Bu vasıflar itibari ile zaten Hz. Yunus (a.s)'tan üstü ndür. "Beni Yunus b. Metta'dan üstün tutmayın" derken bunlardan başka bir şeyi kastetmiş olmalı Efendimiz (s.a.v). Nedir o ve niçin özellikle Hz. Yunus (a.s)? İşin arka planına baktığımızda Hz. Yunus (a.s)'ın balık tarafından yutulması 62

el-Buhari, "Ebvabü'l-Mesiicld", 23.

Ehl-i Sünnet Akaidi 166

meselesini görüyoruz. Efendimiz (s.a.v) Mirac'a çıktığında, Cenab-ı Hakk'a ne kadar yakın idiyse Yunus (a.s) da balığın karnında o kadar yakındı. Dolayısıyla Efendimiz (s.a .v), "Ben Mirac'a çıktığım için Hz. Yunus'a göre Allah'a daha yakın olduğumu vehmetmeyin" buyuruyor. Bu ba kımdan beni ondan üstün tutmayın. Çünkü Cenab­ ı Hakk'a yakınlık Mirac'a çıkmakla olmaz.

HAVZ-U KEVSER, ŞEFAAT VE MiSAK

Allah Teali'nın, ümmetine yardım için Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) ikram edeceii Havz(-ı Kevser) haktır. Havz-ı Kevser ile ilgili olarak, en az 57 sahabeden gelmiş rivayetler var. Dolayısıyla Usul-i Hadis ulemasının kriterlerine göre bunlar da mütevatirdir, inkarı kişiyi bid'atçi yapar. Havz-u Kevser'in mahiyeti nedir? Bildiğiniz gibi diriliş vuku bulduktan sonra, kabirlerden kalkış ve hesap için bekleme söz konusu olduktan sonra, orada güneş son derece yakın bir mesafede, tepede olacak. Beyinler kaynıyor, son derece sıkıntılı bir bekleme safhası var ve çok uzun sürecek bu bekleyiş. İşte orada Allah'ın (c.c) Arş'ının altında gölgelenecek insanlar var. Bu insanların evsafı çeşitli hadislerde sayılmış. imam es-Süyuti'nin bu konuda bir risalesi var.63 Arş'ın gölgesinden başka gölgenin olmayacağı o hengamda, hangi insanların Arş'ın gölgesinde gölgeleneceği hadislerde sayılmış. İmam es-Süyuti bunları toplamış. Yetmiş küsur insan zikrediliyor hadislerde. Bunların, tek tek, her bir hadiste ayrı bir vasfı zikrediliyor: "Yedi kişi vardtr ki Al/ah'm gölgesinden başka gölgenin olmadığı o bekleme aşamasmda Al/ah'm gölgesinde gölgelenecek."64 gibi rivayetler var.

63

Temhidü'l-Ferş fi'l-Hısfıli'l-Miıcibeti lizilfıli'l-Arş.

64

el-Buhari, "Kitabü'l-Cema'a", 8; el-Müslim, "Kitabü'z-Zekat", 30.

Ehl-i Sünnet Akaidi 168

Burada yedi kişi sayılmış, başka hadislerde başka sayılmış. Toplamı yetmiş küsura ulaşıyor. Burada bir nokta dikkatinizi çekmiştir, hemen açıklığa kavuşturalım. Hadiste "Allah'ın gölgesinden başka gölgenin olmadığl' ifadesi geçiyor. Oysa Allah'ın (c.c) gölgesi olmaz. Esasen bu tarz rivayetleri zahir anlamlarıyla aldığımızda açıklayamayacağımız bir takım h ususlar olur. Onların başında Allah Teala'nın gölgesinin olabilmesi için güneşin O'nun üstünde olması gerekir. Bizim gölgemiz nasıl oluyor? Güneş yukarıdan vurunca bizim gölgemiz ortaya çıkıyor. Ama Allah içiz böyle bir şey tasawur olunamaz. Hatta az önce de söyledim, güneşin insana iki mızrak boyu yakın olacağı, beynin kaynayacağı kadar bir yakınlık söz konusu iken, güneşin -haşa- Allah Teala'nın üstünde durması, O'nun gölgesinin insanların üstüne düşmesi gibi bir saçmalık itikada konu edilmemeli. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'a mücessem bir varlı k atfedenlerin çıkmaza girdiği bir nokta budur. Her ayet ve hadis zahiri üzere alınmaz. Her birinin mu hkem nasslar doğrultusunda makul ve meşru bir şekilde a nlaşılması lazım. Yoksa saçma sapan itikatlara gitmek her an söz konusu olabilir.

Haberlerde rivayet edildiği gibi, onlar (Ümmet-i Muhammed) için ayırdığı şefaat haktır. Efendimiz (s.a.v)'in şefaat-i uzma diye ifade edilen, hadislerde bize gelen şefaati haktır. Bunun dışında, detayı Akaid kitaplarında a nlatılan başka şefaatler de vardır. Efendimiz (s.a .v)'e mahsus şefaat-i uzma ya da şefaat-i kübra : Mahşer yerindeki sıkıntılı sürecin sona ermesi ve Mahkeme-i Kübranın başlaması için Efendimiz (s.a .v)'in Cenab-ı Hakk'a niyaz etmesidir. O arada her ümmet bütün peygamberlere gidip onlardan şefaat isteyecek. Peyga mberler "bu benim işim değil" diyecek ve nihayet Efendimiz (s.a.v)'e gelecekler.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 169

Efendimiz bunu Cenab-ı Hakk'tan niyaz ettiğinde o sıkıntılı bekleyiş sona erecek ve hesap, Mahkeme-i Kübra başlayacak. Bundan başka Efendimiz (s.a.v)'in kullanacağı başka şefaatler de vardır. Bunlardan bir kısmı mesela Ü mmet-i M uhammed'den bir kesimin hesapsız-kitapsız olarak Cennet'e gitmesidir. Bir kesimin günahkar, Cehennem'e gidebilecek durumda olduğu halde günahlarının şefaatle bağışlanıp Cennet'e gönderilmesidir. Bir kısmının Cehennem'de bir süre yandıktan sonra şefaat ile Cehennem'den çıkartılıp Cennet'e sokulmasıdır. Bütün bunlar Efendimiz (s.a.v)'in şefaat ediciliğinin çerçevesi içine giren şefaat türleridir. Ayrıca, şefaat edeceği hadis-i şeriflerle sabit olan insanlar vardır. Şehidler böyledir, Ulema böyledir, Evliya böyledir, sabi iken ölmüş çocuklar böyledir, Kur'an hafızları böyledir. Cenab-ı Hakk onlara da şefaat yetkisi verecek ve onlar da Cenab-ı Hakk'ın izni ile kullanacaklar. Kur'an'daki şefaat ile ilgili ayetlere baktığımızda birçok ayet şefaat olmadığını, o gün hiçbir varlığın şefaat yetkisi olmadığını ifade eder. Bu ayetlere bakarak esasen "Şefaat meselesi Kur'an'a aykırıdır'' gibi aceleci hükümler vermekten kaçınmak gerekir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de başka ayetler var ki bu ayetlerin şefaat meselesine delaletleri çok açıktır. Onlardan bir kaçını zikredelim:

"Menzellezi yeşfe'u i'ndehCı il/ô bi iznihi = ��� �l �� F ._.�, ,; .:/'65 Burada bir "istisna" (illa) var. Esasen şefaat diye bir şey vardır fakat bu şefaat Cenab-ı Hakk'ın izni ile olacaktır. Cenab-ı Hakk izin vermeden hiç kimse hiç kimseye şefaat edemeyecek. Böyle bir yetkiye malik değil. Buradaki istisna cümlesi "Onun indinde şefaate

malik olacak kimmiş, O'nun izni olmadan '?" diye tercüme edilebilir. Dolayısıyla buradaki istisna cümlesi, şefaatin hiç olmayacağını değil,

65

2/Bakara, 255.

Ehl-i Sünnet Akaidi 170

izn-i ilahiye tabi olduğunu gösteriyor. Şefaat vardır ve izn-i ilahiden sonra vukuu bulacaktır. Bir başka ayet: Enbiya Suresi, 28. ayeti: "Allah onların önlerindekini

de arkalarındakini de, (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başka şefaat etmezler ... " Meleklerle ilgili bir ayet bu. Eweline baktığınızda "Onlar (Ehl-i Kitab) derler ki, Rahman evlat edindi. Haşa O, ondan münezzehtir. Bilakis melekıit lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. Mükremıindur. Onlara ikram edilmiştir. Onlar Allah Teôlô'dan emir almadan, O'nun iznini almadan söze girip konuşmazlar, O izin verdiğinde konuşurlar ve O'nun emri ile hareket eder amel işlerler. " Ve arkasından yukarıdaki ayet geliyor: "Allah onların yaptıklarını da yapacakların da bilir. O melekler ancak Allah Teôla'nın razı olduğu kimselere şefaat edeler." Yani Allah'ın şefaat edilmesine rıza gösterdiği kimselere şefaat ederler. Demek ki Allah Teala onlara şefaat yetkisi vermiş ve bu yetkiyi kime karşı kul lanacaklarını da tayin buyurmuştur. Dolayısıyla şefaat yoktur gibi genellemelerde bulunmaktan kaçınmak gerekir. Şefaat ile ilgili hadisler de mütevatirdir. Çok çeşitli bağlamda şefaat ile ilgili rivayetler var. Bunlar da çok sayıda sahabeden nakledilmiştir. Yine tevatür seviyesine ulaştığı Hadis Usulü uleması tarafından bel irtilmiş rivayetlerdir. Bu şefaat meselesi ile ilgili olarak, müfessir İmam Kurtubi'nin "et­ Tezkire" isminde; kabir ve ahiret hayatı ile ilgili köşe taşı eserlerden sayılacak bir eseri var. Orada Efendimiz (s.a.v)'in kaç kere şefaat edeceği, hangi duru mlarda şefaat edeceği ve ondan başka hangi varlıkların, kimlerin şefaat edeceği ile ilgili çok geniş ve detaylı malumat var. Konu ile ilgilenenler bu eserden istifade edebilirler.

Aynı şekilde Allah Teala'nın, Hz. Adem ve onun soyundan aldıiı misak haktır.

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 171

Burada da Hz. Adem (a.s) ve onun soyundan, sulbünden gelecek olanlardan Cenab-ı Hakk'ın bir misak aldığını ve bu misakın hak olduğu, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadı doğrultusunda iman etmek gerektiği, açık ve net bir şekilde imamlarımız tarafından ifade ediliyor. Araf Suresi, 172. ayeti: Kıyamet gününde "'Biz bundan habersizdik' demeyesiniz diye Rabbin Ademoğullarından zürriyetlerini çıkardı, onları birbirlerine şahit tuttu, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?' dedi, onlar da buna şahit oldu. " buyuruyor. Bu ayete "Elest bezmi" de deniyor dilimizde. Bu ahit, ayet-i kerimede bize cereyan ettiği bildirilmiş bir a hittir. Biz bunun hak olduğuna iman ederiz. Bunu hatırlamıyor oluşumuz, bunun olmadığını göstermez. Gayb'a iman eden insanlar olarak bizler, hatırlamıyor olsak bile Cenab-ı Hakk'ın bize haber verdiği bu hakikati kabul ederiz, buna iman ederiz. Bunun inkarının küfür olduğunu söyleriz, çünkü ayet ile sabittir. Bizim hatırlamıyor olduğum uz bu gerçeği değiştirmez. Zira biz ana karnındaki halimizi de hatırlamıyoruz. İlk birkaç yaşımızda dilimizin neye döndüğünü, neler konuştuğumuzu da hatırlamıyoruz. Bütün bunları hatırlamıyor oluşumuz, bu safhalardan geçmediğimizi göstermediği gibi Elest bezmini de hatırlamıyor ol1:1şumuz onun mevcut ve vaki olmadığını göstermez.

ALLAH'IN iLMiNE iMAN

Allah Teila ezelde, Cennet'e ve Cehennem'e gireceklerin adedini tek bir bilişle ve tümüyle bilmiştir. Bu adetlerde ne bir artma ne de bir eksilme olmaz. Kulların, yapacaklannı bildiği filleri için de aynı şey söz konusudur. Herkes, kendisi için takdir edileni yapmaya müyesser kılınır. Allah Teala ezelde Cennet'e gireceklerin adedini bilmiştir. Kaç kişi Cennet'e gidecek, bunları biliyor. Ateşe, Cehennem'e girecek olanların sayısını da tek bir bilişle bilir. Bunları tek tek sayarak değil, yaratan zaten O olduğu için tek bir bilişle, aynı anda bilir. Kaç kişi Cennet'e, kaç kişi Cehennem'e gidecek, bunların adedi bellidir. Bu adetlerde ne bir eksilme, ne bir artma olur. Cennet'e gidecek kaç milyar insan varsa bunların adedi bellidir, Cehennem'e gidecek kaç milyar insan varsa bunların adedi bellidir ve Allah bilir. Bu her iki adette de artma ya da aza lma olmaz. Kullarının dünya sahnesine gönderildikten sonra ne yapacağını, ne edeceğini, hangi fiilleri işleyeceğini, nasıl bir hayat yaşayacağını, nerede, ne zaman, ne yapacağını da Cenab-ı Hakk yine tek bir bilişle bilir.

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 173

Cenab-ı Hakk'ın ilmi mevzusu üzerinde daha ewel durmuştuk. Bu bizim için meşhur oldu artık; münazara vesilesiyle, orada da ifade etmeye çalışmıştık ... 66 Cenab-ı Hakk'ın yarattığı insanların ilerde ne tür fiiller işleneceğini bilmesinde garipsenecek bir şey yok. "Yaratma" ile "ilim" arasında bir lazım-melzum ilişkisi vardır. Yani Cenab-ı Hakk eğer "yaratan"sa, o halde kaçınılmaz olarak "bilen" de olması lazım. İnsana bu iradeyi veren Allah'ın, insanın bu iradeyi nasıl kullanacağını da bilen olması gerekir. Yoksa insanın nasıl kullanacağını bilmeyen ama bununla birlikte o iradeyi yaratan bir ilah düşünülemez. Yaratan ile yapan arasındaki fark budur. Abdülaziz Bayındır diyor ki: "Allah robot yapımcısı değildir, insanı bir robot gibi programlayıp ne yapacağını önceden tayin etmemiştir." Evet, Allah böyle yapmamıştır. Robotu insan yapar, insanı da Allah yaratır. Bir yerde yaratmaktan söz ediyorsak, insanın iradi fiillerini de o yaratıcının bilmesi lazım. İnsan ile Allah'ı (c.c) kıyaslamaktan kaynaklanan vahim bir durumdur bu. Allah'ı temsillere benzetmeyin, başka varlıkları Allah'a misal vermeyin, buyruluyor ayette.67 Yani insanı insana kıyas edebilirsiniz. Meleği insana, cini meleğe kıyas edebilirsiniz. Ama yaratanı yaratılmışa kıyas etmeyin . Aksi takdirde yanlış sonuçlara varırsınız. "Kıyas ma'al-farık" diyoruz buna. Kıyas edilen ile kıyas eden arasında ortak bir nokta bulunacak ki kıyas geçerli olsun. Ama burada yaratanı yaratılan ile kıyas ediyorsunuz. Bu son derece saçma bir şey. i nsanların iradi fiillerini Allah' ın bilmesi; insanı daha yaratmadan önce, insan daha dünyaya gelmeden önce, ileride ne yapacağını bilmesi son derece tabii, hatta zaruridir. Çünkü "Yaratan bilmez mi?" ayeti bunu kafamıza vururcasına ifade ediyor. "E/ô ya'lemu men ha/ak . = � :; � � = Yaratan bilmez mi?" Elbette bilir. Ama bazı insanların aklı buna erer, bazılarınınki ermez. ..

66

Söz konusu münarayı izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=tsAWs7Glxuw

67

16/Nahl, 74.

Ehl-i Sünnet Akaidi 174

Cennetliklerin adedi, Cehennemliklerin adedi bellidir. Bu adetlerde artma eksilme olmaz. Bununla ilgili çok rivayet var. Burada aklımıza bir soru gelebilir belki: Günahkar mümin kullar, şefaate uğramamış, Cenab-ı Hakk'ın affına mazhar olamamışsa, Cehennem'de temizlendikten sonra Cennet'e gidecekler. Cennet'e gideceklerin ve Cehennem'e gideceklerin adedi bellidir artma olmaz, eksilme olmaz şeklinde geçti metinde. Burada bir tezat yok mu? Hayır, tezat yok. Netice itibarıyla, ila nihaye kimlerin Cennet'te, kimlerin Cehennem'de kalacağı sabittir. Bir kısım müminlerin Cehennem'de yanıp sonra Cennet'e gideceği bu hakikate aykırılık teşkil etmez. Her insanın ezelde kendisi için takdir edileni yapmasına izin verilir. Herkes sonuçta nereye gidecekse (Cennet veya Cehennem'e), kendisini oraya götürecek ameller ona kolaylaştırılmıştır. O amelleri işlemekten zevk alır, mutlu olur ve sonunda o ameli onu gideceği yere götürür.

AMELLERiN DURUMU

Ameller, son andaki duruma göre deler kazanır. (Ahirette) mutlu kişi, Allah Teala'nın kazası/hükmüyle bahtiyar olmuş insandır. Hüsrandaki kişi de yine Allah Teala'nın kazası/hükmüyle bedbaht olmuş kişidir. Ameller, son andaki duruma göre değer kazanır. Bir kul, bütün ömrü

boyunca

cehennemliklerin fiilini işler,

ömrünün

son

aşamasına gelir, orada Cenab-ı Hakk ona tevbe nasip eder, o kişi imana gelir, tevbe eder ve bu hal üzere ölür ... Bu kişi Cennet'e gider. Bir kişi de cennetliklerin a melini işler. Ömrünün son aşamasına gelir ve Allah korusun birden bire şeytana uyar, ayağı kayar ve küfre düşer. Bu kişinin son ameli küfür olduğu için kafir olarak dünyadan ayrılır ve Cehennem'e gider. Buradan iki şey anlıyoruz. Birincisi; hali hayatta, şuanda yaşamakta olan bir kimse için "kesin cennetliktir" demeyiz. Çünkü son anında ne olacak Allah bilir. İkincisi, ne amellerimize güvenerek Cennet'i garanti ettiğimizi düşünelim, ne de günahlarımız dolayısıyla ye'se düşelim. Kişi akıbet-i ömrünün hayr olmasını Allah'tan niyaz etmeli. Allah'tan tevbe ile bağışlanma istemeli. Çünkü son hal, çok önemlidir. insanın akıbetini asıl belirleyen de odur.

Ehl-i Sünnet Akaidi 176

Mutlu kişi, bahtiyar kişi, akıbette Cennet'e gidecek olan kişi, Allah Teala'nın kazası ve hükmü ile bahtiyar olmuş insandır. Şaki kişi, bedbaht kişi, hüsrandaki kişi, cehennemlik kişi de yine Allah Teala'nın kazası ve hükmü ile böyle olmuştur. Allah'ın iradesinin, hükmünün, kazasının, takdirinin dışında hiçbir şey olmaz. Cennet'lik olan da öyle, cehennemlik olan da öyle. Daha önce söylemiştik; Allah Teala her dilediğinden razı değildir. Her şey O'nun dilemesi ile olur ama O'nun dilediği şeylerin bir kısmına rızası vardır, bir kısmına yoktur. İmana rızası vardır, imanı dilemiştir. Küfre rızası yoktur ama küfrü de dilemiştir. Şeytanın var olmasını dilemiştir ama Şeytana rızası yoktur. Şeytan O'nun dilemesine rağmen var olmuş değildir. O'nun dilemesiyle, takdiri, iradesi, meşieti ile var olmuştur. Ama ondan ve onun fiillerinden rızası yoktur. Kafirler de hakeza, Cenab­ ı Hakk'ın takdiriyle, dilemesiyle, kazasıyla var oluyor, dünyaya geliyor ve yaşıyor. O küfür fiillerini yine böyle işliyor ama Cenab-ı Hakk'ın bunlardan rızası yok. Günlük dilde, "Ben şunu murad ederim" dediğimizde bu söz arzuyu, istediğimiz bir şeyi anlatır. Buradaki irade ile itikad metinlerindeki iradeyi birbirinden ayırmamız lazım. Bu çağrışım nedeniyle bu meseleyi bazı arkadaşlarımız anlayamıyor ve "Cenab-ı Hakk nasıl hem küfrü yaratıyor, hem m urad ediyor, hem de küfür üzerine yaşayanlara azap ediyor?" diyor. Cenab-ı Hakk her murad ettiğinden razı değildir. Buradaki murad, Türkçedeki murad değildir. Cenab-ı Hakk'ın bir şeyin meydana gelmesine "izin verme"sidir. İzin verdiklerinin bir kısmından razıdır. Bir kısmından değildir.

KAZA VE KADER'E iMAN

Kaderin aslı, Allah'ın mahlQkatına ilişkin gizlediği bir sırdır. Bu bilgiye ne mukarreb bir melek, ne de gönderilmiş bir nebi vakıf olamaz. Bu meselede derine dalıp akıl-fikir yürütmek ilahi yardımdan mahrumiyete bir vesile, mahrumiyete uzanan bir merdiven, azgınlığa sevk eden bir basamaktır. O halde bu konuda akıl yürütmekten, fikir üretmekten ve vesveseden olanca gayretinle sakın ! Zira Allah Teala, kaderin bilgisini yarattıklarından gizlediği gibi, onu elde etmeyi istemekten de onları sakındırmıştır. Nitekim Allah Teala, kitabında şöyle buyurur: "Allah yaptıklarından sorguya çekilmez, halbuki onlar

Ehl-i Sünnet Akaidi 178

Bu bakımdan, her kim "Niçin yaptı?" şeklinde sorgularsa Kitab'ın hükmünü reddetmiş olur. Kitab'ın hükmünü reddeden ise kafirlerden olur.

sorguya çekilecekler."68

Bu meseleler, Allah Teala'nın dostlarından kalbi nurlanmış kişin ihtiyaç duyduğu şeylerin özetidir. Bunlar, ilimde derinleşmiş kimselerin mertebesidir. Zira ilim iki türlüdür: 1. Mahlukatta mevcut ilim, 2. Mahlukatta bulunmayan ilim. Mahlukatta mevcut olan ilmi inkar etmek küfürdür. Aynı şekilde mahlukatta bulunmayan ilmi (bildiğini) iddia etmek de küfürdür. İman, mahlukatta mevcut olan ilmi kabul etmek ve mahlukatta bulunmayan ilmi (elde etmeyi) istemekten vazgeçmekle ancak gerçekleştir. Kaderin aslı Allah'ın mahlukatından gizlediği bir sırdır. Mahlukatından sakladığı ama onlar üzerinde cari olan bir sırdır. Hakikatini Cenab-ı Hakk'tan başkası bilmez. Bu kaderin bilgisini, aslını, mahiyetini, Cenab-ı Hakk'a yakın melekler de bilemez, gönderilmiş peygamberler de bilemez. Kaderin aslı nedir, ne zaman, nasıl meydana gelecek onu da Cenab-ı Hakk'tan başkası bilmez. Kader meselesinde çok derine dalmak, ince eleyip sık dokumak, ben bunu bulup ortaya çıkaracağım, akli izahlara kavuşturacağım demek, insanı Cenab-ı Hakk'ın merhametinden, rahmetinden, yardımından mahrum kalmaya -ki biz buna "hizlan" diyoruz­ götüren bir sebeptir, diyor imamlarımız. Yani kader meselesini çok fazla kurcalamayın, bu kurcalamanız sizi hizlana götürebilir. Cenab­ ı Hakk'ın lütfundan, yardımından mahrumiyete götürebilir. Dolayısıyla tuğyanın bir derecesine adım atmış olursunuz. Bundan ötesi -Allah korusun- azıtmak ve sapıtmaktır. Cenab-ı H akkın rahmetinden dışarı çıkmaktır. Bu meseleyi fazla karıştırmayın, fazla kurcalamayın. Bu meseleyi gü ndem etmeyin, "aslına, künhüne vakıf

68

Enbiya, 23.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 179

olacağız" iddiasında bulunmayın. Siz, siz olun bundan sakının. Ne bu konuda araştırma yapın, ne tefekkür edin, ne de kalbinize bu mesele ile ilgili vesveselerin gelmesine izin verin. Zira Allah Teala kaderin bilgisini yarattıklarından, mahlukatından dürmüştür, gizlemiştir, saklamıştır. Bu dürülmüş bir meseledir. Bizim buna ulaşmaya, vasıl olmaya yetkimiz de yok, kudretimiz de yok. Cenab-ı Hakk yarattıklarını, inananları bu meselenin peşine düşmekten sakındırmıştır, men etmiştir. Ondan uzak durun. N itekim Cenab-ı Hakk, kitabında şöyle buyurur. "Allah yaptıklarından sorguya çekilmez, insanlar sorguya çekilecekler." Evet, Cenab-ı Hakk yaptığı hiçbir şeyden sorguya çekilemez. Böyle bir kudret yoktur. O'nun yarattığı mahlukatta Cenab-ı Hakk'a "Ya Rabbi bunu neden böyle yaptın?" diyebilecek bir kabiliyet, bir kudret yoktur. Bu mahlukatın kudretine terstir. Kimse şu sorunun cevabını Cenab-ı Hakk'tan istemesin: "Ya Rabbi sen falan çocuğu anne karnında öldürdün; falan çocuk da doğdu, iki yaşına geldi öldü. Ya Rabbi bunu niye yaptın?" Böyle diyebilir mi kimse? "Lô yüs'el a'mmô yefal = � l!S. j� �": Cenab-ı Hakk hiçbir yaptığından sorguya çekilmez. Hatırlayın Hz. Musa (a.s) ile Hz. H ızır'ın (a.s) kıssasını. O küçük çocuğun öldürülmesine Hz. Musa (a.s) tahammül edemedi ve sorguladı. Arkadaşlık da orada bitti: "Bunu niye yaptın, bu çocuk günahsızdı? Hz. H ızır (a.s) da: "Bu çocuk büyüdüğünde annesini, babasını tuğyana ve küfre sevk edecekti. Bundan endişe ettik ve onun için öldürdük. Daha sonra Allah onlara daha hayırlı ve muhlis evlat nasip edecek" cevabını verdi. Şunu sorabilir miyiz peki : "Ya Rabbi sen o çocuğu neden hayırlı yapmadın da, sonra gelecek çocuğu hayırlı bir evlat yaptın?" Bunu sorabilecek, bir kudret var mıdır? Yoktur. Dolayısıyla, "Lô yüs'el a'mmô yefal = � l!S. j� �": Cenab-ı Hakk hiçbir fiilinden sorguya çekilmez. Çünkü O'nu sorguya çekme kuvveti aklen ancak O'nun kuvvetine sahip başka bir varlık tarafından yerine getirilebilir. Böyle bir varlık olmadığına ve Cenab-ı Hakk tek olduğuna göre, -tevhidin beşli kategorisini hatırlayın-,

Ehl-i Sünnet Akaidi 180

O'n u sorguya çekecek, "Bu niye şöyle oldu, böyle oldu?" sorularını soracak varlık yoktur. Kim Allah Teala'ya "Şu fiili neden işledi, bunu niye böyle yaptı?" diye sorarsa yukarıda zikredilen Enbiya SOresi'nin 23. ayetinin hükmünü reddetmiş olur. Kitap'ın hükmünü reddeden kimse -Allah korusun- kafirlerden olur. İşte bütün bunlar, Allah Teala'nın velilerinden kalbi nurlandırılmış kimselerin, bilmeye ihtiyaç duyduğu şeylerdir. Yukarıdan beri anlattığımız şeyler, mümin kulların bilmeye ihtiyaç duyduğu şeylerdir. Bunlar ilimde "rusQh" mertebesine ulaşmış; derinlemesine ilim sahibi olmuş kimselerin derecesidir. Çünkü ilim iki türlüdür. Birinci tür ilim, yaratılmışlara verilmiş olan ilimdir. İkinci ilim de, mal110kattan gizlenmiş, onlar ta rafından bilinemeyecek olan ilimdir. Cenab-ı Hakk'ı n yarattığı va rlıklara verdiği ilmin inkarı küfürdür. Nedir bu ilim? En başta sahih haber ki, vahiydir bu. Allah Teala inananlara vahiy göndermedi, bir bilgi vermedi demek küfürdür. "Cenab-ı Hakk'ın insanlardan, yarattıklarından gizlediği ilmi ben biliyorum" demek de küfürdür. Çünkü Cenab-ı Hakk o ilmi kimseye vermedi, o ilmi bildiğini iddia eden kimse kafir olur, Allah korusun. iman ancak Cenab-ı Hakk'ın insanlara, yarattıklarına verdiği bu ilmi ka bul etmek, itiraf etmekle olur. Cenab-ı Hakk' ın insanlara vermediği ilmi terk etmekle olur. Demek ki ilim; Cenab-ı Hakkın verdiğini kabul etmek, vermediğinin de peşine düşmemek ... bu ikisi üzerine mütevakkıftır.

LEVH-1 MAHFUZ'A iMAN

Levh-i Mehfuz'a, Kalem'e ve orada yazılanların tamamına iman ederiz. MahlQkatın tümü, Allah Teala'nın Levh-i Mahfuz'da olacağını yazdığı bir şeyin olmaması için bir araya gelse buna kesinlikle güç yetiremezler. Aynı şekilde Allah Teala'nın Levh-i Mahfuz'da olmayacağını yazdığı bir şeyin olması için mahlukatın tümü bir araya gelse buna kesinlikle güç yetiremezler. Zira kıyamete kadar olacakları yazan kalem(in mürekkebi) kurumuştur. Kula isabet etmeyecek şeylerin ona isabet etmesi

Ehl-i Sünnet Akaidi 182

mümkün değildir. Aynı şekilde kula isabet edecek şeylerin ona isabet etmemesi de mümkün değildir. Bu durumda kulun şunu bilmesi gereklidir: Allah, mahlukatından meydana gelecek her şeyi önceden bilmektedir. Bu hususu son derece muhkem ve kesin bir şekilde takdir edip hükme bağlamıştır. Göklerinde ve yerinde bulunan mahlukatından hiçbiri bu hükmü nakzedemez, kontrol edemez, yok edemez, değiştiremez, eksiltemez ve çoğaltamaz. Bu durum, iman bağı, marifetin temeli, Allah Teala'nın vahdaniyetini ve rububiyetini itiraf etmekten kaynaklanır. Nitekim Allah Teala Kitab'ında şöyle buyurur: "Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatmı tayin edendir."69 Yine Allah Teala şöyle buyurur: "Allah 'm emri mutlaka yerine gelecek, yaztlmış bir kaderdir.1170

Kader konusunda hastalıklı bir kalple fikir yürüterek Allah'a hasım olan kişiye yazıklar olsun 1 Çünkü böyleleri son derece gizli olan gaybı, kendi vehimlerini belirleyici kılmak suretiyle araştırmaya kalkışmışlar ve bu konuda söyledikleri şeylerle müfteri ve günahkar hale dönmüşlerdir. Levh-i Mahfuz'da olmuş ve olacak olan her şeyi yazmış kaleme ve Levh-i Mahfuz'da yazılmış her şeye iman ederiz. Onlar da haktır. Onların da bir itikad mevzusu olduğunu ikrar ve bunlara iman ederiz. Bunlarla ilgili pek çok hadis var. Hadis uleması kalem ve Levh-i Mahfuz ile ilgili rivayetlerin de mütevatir olduğunu söylüyor. Allah Teala'nın olacak diye yazdığı bir şeyi, oldurmamak için bütün mahlukat bir araya gelse, ona muktedir olamazlar. Cenab-ı Hakk "bu olacak" diye yazdıysa, o olacaktır. Allah Tea la'nın Levh-i Mahfuz'a yazmadığı bir şeyi oldurmak için de bütün insanlık bir araya gelseler onu oldurmaya muktedir ola mazlar. Kıyamet gününe kadar her ne olacaksa, onu ka lem Levh-i Mahfuz'a yazmıştır, kalemin mürekkebi kurumuştur. Kıyamet gününe kadar orada bir değişiklik olması söz konusu değildir. 69

10

25/Furkan, 2. 33/Ahzab, 38.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 183

Kul neye isabet etmeyecekse, kulun başına ne gelmeyecekse, onu yapması mümkün değildir. Kula isabet edecek şey de onu sekmez, mutlaka onun başına gelir. Yani biz bir şey yaşayacaksak, başımıza bir şey gelecekse, iki dünya bir araya gelse o şeyi bizim başımızdan savamaz. Bir şey de bizim başımıza gelmeyecekse, iki dünya bir araya gelse o şey başımıza gelemez. Dolayısıyla sadece Allah Teala'nın takdir edip Levh-i Mahfuz'a yazdığı şeyler olacak, yazmadığı şeyler olmayacaktır. Kula düşen şunu bilmektir: Allah Teala'nın yarattığı her şey üzerinde, bütün varlığın öncesinde, Cenab-ı Ha kk'ın ilmi mevcuttur. Cenab-ı Hakk, o il mine istinaden, varlığın ilerde ne yapacağını, neyi ne zaman nasıl meydana geleceğini takdir etmiştir. Değişmez ve muhkem bir şekilde takdir etmiştir ve onu kaydetmiştir. Bu muhkem/mübrem takdiri bozacak hiçbir kuwet yoktur. "Niye bu böyle oldu? Bunu değiştirelim, şöyle yapalım" diyecek bir kudret de yoktur. Onu silip ortadan kaldıracak, yok edecek bir kuwet de yoktur. Onu değiştirecek, başka bir şeyi onun yerine ikame edecek bir kuwet yoktur. Onu eksiltecek, noksanlaştıracak bir kimse ve kuwet de yoktur. Arttıracak; ona ilavede, ziyadede bulunacak bir güç, kuwet, varlık da yoktur. Ne Semavat'ında ne Arz'ında ... İşte bu söylediğimiz şey, iman bağının düğümlenmesidir. Akide düğüm atmak demektir. İman da a ncak itikad ile olur. İman edilecek hususular, kör düğüm halinde bağla nmış, bir daha açıl mayacak ve kesin bir şekilde iman edilecek şeylerdir. İşte bu söylediklerimiz, imanın özüdür, aslıdır, mahiyetidir. Marifetin aslıdır. Allah Teala' nın tevhidi ve rububiyetinin bir itirafıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "Her şeyi yarattı ve her şeyi bir kaderle takdir etti".71 Her şeyi bir kaderle çerçeve içine aldı. Yine Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: "Allah Teôla'nın emri, hükme bağlanmış bir kaderdir."72 Kader konusunda hastalıklı bir kalbe sahip olan 71 12

25/Furkan, 2. 33/Ahzab, 38.

Ehl-i Sünnet Akaidi 184

kimselere yazıklar olsu n ! O kimse kendi vehimlerinin peşine d üşerek gizlenmiş, ketmedilmiş olan; bir "sır" olan kaderi araştırmaya, keşfetmeye çalıştı. Bu araştırmaya girişerek vehmi ile kader meselesinin peşine düştü ama sonuçta geri dönüp eli boş ve yüzü kara olarak gelecek fakat günah hanesine bir şeyler yüklen miş olacak; günahkar bir iftiracı olacak. Çünkü "Cenab-ı Hakk şunu şunun için, bunu bunun için yaptı?" demesi için elinde kesin bir bilgisi yok. Vehme dayalı bir iftira var elinde ve bu kişi, bu hali ile günahkardır, isyankardır. Allah korusun. Kader meselesi hakkındaki bu uyarılar, -özellikle günümüzde de kader meselesinin yeniden gündem olduğunu düşünürsek- bu gün özellikle ayrı bir ehemmiyet ve ağırlık arz ediyor. Dolayısıyla, "Kul kendi kaderini kendisi çizer" gibi şeylerden geçeceğiz. Bunlar bizim aklımız, irademiz ile çözeceğimiz şeyler değil. Kur'an-ı Kerim'de, Sünnet'te nasıl izah edildi, nasıl anlatıldıysa onu o şekilde anlayı p, o şekilde teslim olmaktan başka çare yoktur.

ARŞ VE KÜRSl'YE iMAN

Arş ve Kürsi haktır. O, Arş'tan da, ondan daha küçük varlıklardan da müstağnidir. Her şeyi kuşatan ve her şeyin üstünde olandır. Mahlukatını, O'nu kuşatmasından aciz bırakmıştır. Arş ve Kürsi haktır. Arş, Arap dilinde birkaç anlama gelir. Akla gelen ilk an lamı taht ya da koltuktur, divandır, sedirdir. Üzerine oturulan, yüksekçe yerdir. Kürsi ise, mütevatir anlamıyla masadır. Padişahı düşünün; padişah tahta oturduğu zaman ayaklarını yere koymuyor değil mi? Ayaklarını koyduğu bir basamak var. İşte o da Kürsi. Fakat Cenab-ı Hakk' ın Arş'ı ve Kürsi'si böyle değil; tıpkı O'nun eli bizim elimiz gibi olmadığı, gözü bizim gözümüz gibi ol madığı gibi. O'nun yüzü bizim yüzümüz gibi olmadığı gibi, O'nun Arş'ı ve Kürsi'si de bizim arş ve kürsümüz gibi değildir. Buna çok dikkat etmek lazım. Bu Arş ve Kürsi meselesi -bilhassa Arş meselesi- ayakların kaydığı bir meselesidir. İbn Teymiyye gerek Der'u Teôruzi'l-Ak/i ve'n-Nakl isimli eserinde, gerekse Şii-Rafizi ekole yazdığı reddiyesi Minhôcu's­ Sünne isimli eserinde diyor ki: Arş bize göre, mahl ukata göre tavan gibidir. Bizim üstümüzdedir. Cenab-ı Hakk'a göre ise koltuk gibidir, divan gibidir, Arş O'nun a lt tarafındadır. Dolayısıyla burada bir mekan tayini söz konusu Cenab-ı Hakk'a. İşte o Arş'ı biz lügat manasıyla alırsak, "insan için Arş budur, dolayısıyla Cenab-ı Hakk için de budur" dersek akıl, hata yapma yolunda ilk önemli adımını atmış olur. Bundan sonrası da çorap söküğü gibi gelir.

Ehl-i Sünnet Akaidi 186

Arş, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı en büyük, en muazzam, en azametli mahluktur. Cenab-ı Hakk için böyle bir taht söz konusu değildir. Cenab-ı Hakk için, a ltı yönün O'nu kuşatması söz konusu değildir. Dolayısıyla "Arş O'nun a ltındadır. Cenab-ı Hakk Arş'ın üst tarafındadır" demek doğru değil. Bu Mücessime'ye ait bir algı tarzıdır. Usuli'd-Din eğitimi görmemişsek bu konudaki müteşabih hadisleri kolayca yanlış a nlarız. Günümüzde Vehhabi çevrenin ayaklarının kayması, nasslara teslimiyet adı altında Cenab-ı Hakk'a cisim özellikleri atfetmelerinin sebebi budur. Kafayı kullanmayı bil miyorlar. "Nasslarda nasıl gelmişse öyle teslim oluruz" diyerek aslında nasslara tam ters bir durum olan teşbih ve tecsim akidesine sürükleniyorlar. Cenab-ı Hakk bize akıl vermiş, bize muhkem nasslar göndermiş... Dolayısıyla müteşabih nassları o muhkem naslar esasında anlamamız lazım. Arş meselesi ile ilgili olarak bir örnek verelim: İmam Buhari ve Müslim'in es-Sahih'inde, İmam Ahmed'in el-Müsned'inde vs. geçen sahih bir hadis var: Efendimiz (s.a.v) buyurmuş ki: "Allah Teôla mahlukatı yaratmayı murad ettiği zaman, bunu kitabına yazdı. O kitap Arş'ın üstünde Cenab-ı Hakk'ın yanındadır. O kitabına "Rahmetim gazabıma galip geldi" yazdı."73 Allah mahlukatı yaratmayı takdir ettiğinde Arş'ın üzerinde, yanında bulunan kitaba böyle yazmış. Dolayısıyla İbn Teymiyye ve onun takipçileri, uzantıları diyorlar ki: "Bak bu sahih bir hadis, Allah Teala böyle bir kitap yazmış, bu kitap Arş'ın üstünde, Allah'ın yanında. Demek ki, Allah Arş'ın üstünde, yanında bir boşluk var ve kitap da Arş'ın üstünde, Allah'ın yanı nda bulunuyor". Hadisi zahir anlamı ile aldığınızda anlaşılan mana budur. Fakat buradaki "indellah" (Allah'ın indinde) ifadesini böyle anlamak zorunda mıyız? Değiliz. Bunu başka ayet, hadis ve nasslara götürdüğümüzde ortaya bakın, nasıl enteresan bir durum çıkıyor:

73

el-Buhari, "Kitabü Bed'i'l-Halk", l; el-Müslim, "Kitabü't-Tevbe", 4; Ahmed b. Hanbel,

el-Müsned, Xlll, 479.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 187

Firavun'un eşi mümindi, Cennet'lik bir hatundu. et-Tahrim SOresi'nde onun Cenab-ı Hakk'a şöyle dua ettiği bildiriliyor: "Ya Rabbi benim için Cennet'te, senin yanında bir köşk, bina et."74 Burada, "Cennet'te, senin yanında bir köşk bina et" diyor. Haşa, Cenab-ı Hakk Cennet'te midir? Cennet bir mekandır. Cennetlik kulların mekanıdır. Bir de Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te bir mekan bina etmesi var. Bir yapı ustasının bir ev yapması gibi adeta ! Bu ayette böyle bir ifade var. Oysa Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te olmadığı, aklen ve naklen kesin bir şekilde sabittir. Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bir yapı ustası gibi orada bir köşk yapmadığı sabittir. Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı n üstünde olması v e yanında bir kitap bulunması meselesi d e bu ayetteki "indiyyet" esas alındığında ortaya çıkıyor. Demek ki burada ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın mekan olarak yanı değil. Bu hadiste ifade edilen, "yanında bulunmak" ne demek? O'nun katı nda bulunmak, demek.

"Sizin en kerem/iniz, en şerefliniz, en üstününüz Allah katında (indinde) en şerefliniz, en fazla takva sahibi olanınızdır."75 buyuruluyor başka bir ayette. Şimdi buradaki "indallah" kelimesiyle oradaki "indellah" kelimesi a rasında hiç fark yok. Bu kelime, Allah katında, Allah nezdinde, Allah (c.c) nazarında demektir. Allah Teala'nın kitap yazmaya ihtiyacı mı var? Levh-i Mahfuz, Allah'ın (c.c) yanında mı? Haşa ! Hayır! Dolayısıyla bu tür ifadeleri muhkem nasslara götürerek anlayacağız. Yoksa -Allah korusun- ayağımızın kaymaması mümkün değil. Arş ve Kürsi üzerinde epey münakaşa edilmiş. Genelde Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından gündeme gelmiştir bu mesele. Efendimiz (s.a.v)'den gelen sahih hadislerde Kürsi, "İki ayağın bulu nduğu ya da iki ayağın basılacağı yer'' şeklinde tanımlanıyor. Usuli'd-Din formasyonu almamış insanın gözünde sanki bir Arş var, taht var, onun üzerinde oturan bir padişah var, ayaklarını da 74

55/Tahrim, 11.

75

49/Hucurat, 13.

Ehl-i Sünnet Akaidi 188

kürsünün üstüne koymuş!.. Oysa Efendimiz (s.a.v) sahih hadiste buyurmuş ki, "Semavat'ın Kürsi'ye oranı, çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir."76 Yani Semavat o yüzüktür, Kürsi de o çöldür. Kürsi'nin Arş'a nisbeti de öyledir." Kürsi çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir. Dolayısıyla burada vehme dayalı bir tahayyülde bulunmak asla doğru değil. İnsanın ayağının kaymasına sebep olur. Cenab-ı Hakk hakkında müteşabihattan hareketle zihnimizde bir takım suret ve şekillerin oluşmasına müsaade etmemek lazım. Arş ve Kürsi haktır. Cenab-ı Hakk Arş'tan da, Arş'ın atındakilerden de müstağnidir. Bunlara muhtaç ve mahkum değildir. Her şeyi ve her şeyin üstünü Cenab-ı Hakk kudretiyle, ilmiyle ihata etmiştir. Buradaki "ve fevkahü = her şeyin üstünü" ifadesine dikkat etmek lazım; bu rastgele bir cümle değildir. Her şeyi ve her şeyin üstü nü Cenab-ı Hakk kuşatmıştır. Dünya da, sema da, Kürsi de, Arş da bu 'her şey'in içine girer. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk her şeyi ve her şeyin üstünü ilmi ile kuşatmıştır dediğimizde Arş'ı da Arş'ın üstünü de kuşatmış demektir. Arş bir mekandır, Arş'ı n üstü de bir mekandı r. Bu bakımdan Allah (c.c) Arş'ın üstündedir demek doğru değildir. "Arş'ı n üstü ndedir'' dediğinizde "Allah (c.c) bir mekandad ı r'' demiş olursunuz. İmam Azam' ı n (rh.a) sorduğu: "Eğer Allah (c.c) Arş'ın üstü dediğiniz bir mekanda ise -haşa-, orayı yaratmadan önce nerede idi?" sorusunu cevaplandıramazsı nız. Bu sorunun cevabı yok. Mekansızlıktan mekana mı intikal etti? Allah -haşa­ havadise/yarattıklarına hulul etti demiş olursunuz. Yaratıcı, yarattıkları ile "bizzat" temasa girdi derseniz, sonrada temas eden şey de bir hadis olur. Dolayısıyla onunla ilişkisi mekansal olmuş olur. İçinde, dışında, altında, üstünde, sağında, solunda, önünde ya da arkasında olmuş olur. Bütün bunlar, mahluklar arasında mekan içi ilişkidir. Cenab-ı Hakk'ı -haşa- mekan içinde düşündüğünüz anda havadis O'na hulul eder demiş olursunuz. Bu da değişimi gerektirir. 76

lbn Hibban, es-Sahih,

ıı, 76.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 189

Bakın şimdi burada ne çıkıyor: Cenab-ı Hakk, havadise hulul ettiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. Bir va rlık başka bir varlığın içinde değilken sonradan içine girdiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. En azından mekansal olarak bir değişim meydana gelir. Bir yerden başka bir yere intikal etmiş olur. Herhangi bir varlıkta bu şekilde bir değişim meydana geliyorsa o varlık ezeli olmaz. Çünkü ezeli olmak değişime uğramaya ta mamen aykırıdır. Herhangi bir varlık ezeli ise değişime uğramaz. Değişime uğruyorsa onun başına bir hal geliyor, bir halden başka bir hale dönüşüyor demektir. Bu da hadis, muhdes varl ıkların özelliğidir. Ezeli olan Cenab-ı Hakk böyle bir hale düşmekten münezzehtir. Dolayısıyla "Cenab-ı Hakk önceden mekan tutmamıştı, sonradan mekan tuttu" dediğinizde "Cenab-ı Hakk değişime maruz kaldı, bir halden başka bir hale geçmiş oldu" demiş olursunuz. Bir halden başka bir hale geçmek de bir nakisadır. O mahlukata mahsustur. Cenab-ı Hakk bir halden başka bir hale gelmekten, hareket etmekten münezzehtir. Böyle şeyler mahlukata mahsus özelliklerdir. Cenab-ı Hakk Arş'ı da, Arş'ın üstündekini de, Semavat'ı da, Semavat'ın üstündekini de, Dünya'yı da, Dünya'nın üstündekini de ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır. Mekanlar arası değil, cisimler arasındaki özelliklerde olduğu gibi değil, ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır. Mahlukatını da kendisini ihata etmekten mahrum bırakmış, hiçbir yaratılm ışa böyle bir özellik vermemiştir Cenab-ı Hakk ...

SUAL-CEVAP

Sual: İbn Teymiyye'nin, Arş'ın fevkinde sözünü zaman ve mekan mefhumunun olmadığını düşünürsek doğru olma ihtimali yok mu? Cevap: Bir şeyin üstü yine bir mekansallık ifade eder. Arş'ın üstü dediğinizde, alt, üst, ön, arka ... Bunlar mekansallık içinde izafi kavramlardır. Arş'ın üstü dediğimizde neyi kastediyoruz? Yani şimdi dünya denen mekanda bulunuyoruz. Dolayısıyla bizim için üst, başucumuzun geldiği noktadır değil mi? Peki şu anda, güney Amerika'da olan bir insan için üst neresidir? Yukarı neresidir? Tam tersidir. Bizim için başucu olan kısım, onlar için ayakucudur. Onlar için ayakucu olan kısım da bizim için başucudur. Çünkü dünya yuvarlaktır. Her birimiz yukarı diye kendi bulunduğumuz tarafı ifade ediyoruz. Birimiz için yukarı olan, diğeri için aşağıdır. Dolayısıyla Arş'ın üstü dediğimizde biz nereyi kastediyoruz? Bir şeyin üstü de mekansal bir kavramdır ... Arş'ın üstü için Arş aşağıdadır değil mi? O zaman orası da bir mekandır. Alt-üst kavramı iki varlığın birbirine karşı konumudur. Bir cisim diğerine göre üsttedir, alttadır, sağdadır, soldadır. Arş'ın üstü dediğinizde de siz bir mekan anlatmış oluyorsunuz.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 191

Sual: Bazı platformlarda konuştuğumuz, tartıştığımız bazı İbn Teymiyye müdafii kardeşler, "Biz cisim lafzını ya da bir kimseyi Mücessime ilan etmeyi Ehl-i Sünnet'in menhecinde bulamıyoruz. Bu yüzden sizin İbn Teymiyye'yi Mücessimili kle isimlendirmenizi değil, onun Selef-i Salihin'e aykırı olup olmadığını ispat etmenizi önemseyeceğiz. Bizim için Akide, ilk dönem ulemanın sabitelerine aykırı düşünü ldüğünde kişiyi sapıklığa düşürmeyen şeydir. Vel-hasıl biz Mücessimilik diye bir sınıflandırma tanımıyoruz". Bunun doğruluğu nedir? Sahabe ve ilk dönem uleması geçen ıstılahları kullanmış mıdır? Cevap: İbn Teymiyye'nin sık söylediği bir şeydir bu. Selef, M ücessime diye bir şeyi reddetmemiştir. "Selef Allah'a cisim denir mi, denmez mi?" diye meseleyi ne reddetmiştir ne de kabul etmiştir. Dolayısıyla böyle bir meselenin üzerinde durmak, bunun akideden saptıran bir şey olduğunu söylemek, Selefin yolundan saptıran bir şey olduğunu söylemek doğru değildir diyor. Bu konuda kendi içinde çelişkileri de var. Birkaç yerde böyle diyor. Selef aşırı giden M üşebbiheyi tenkit etmiştir, ama Mücessime ıstılahı selefte yoktur. Dolayısıyla biz de bunu kullanmıyoruz bid'attir bu diyor. Daha sonra başka bir eserinde diyor ki, "Eğer Kur'an'da, Sünnet'te ve Selef ulemasının sözlerinde "Allah cisim değildir'' diye bir ifade yoksa Allah'ın cisim olmadığı ifade edilmiyorsa, ben "Allah cisimdir'' demekle Kur'an, Sünnet ve Şeriat'ten dışarı çıkmam" diyor. Daha önce de söylemiştik, "İbn Teymiyye Selef adına konuşur, her söylediğini Selefe dayandırır ama Selefin söylemediği şeyleri de yeri geldiğinde bal gibi söyler!" Bu da onlardan birisidir: "Benim Allah'a cisim demem Kur'an'a, Sünnet'e, şeriata aykırı bir şey değildir'' diyarı İbn Teymiyye'nin bu argümanına ne diyebiliriz? Bu anakronizmdir. Yani Selef-i Salihin döneminde ortaya çıkmış itikadi yanlışlar neyse

Ehl-i Sünnet Akaidi 192

meseleyi orada donduralım, onun dışında ortaya çıkmış itikadi yan l ışlar hakkında "bunlar itikaden yanlış demeyelim çünkü selef böyle demedi" diye düşünelim ! Peki, ben şimdi size sorayım: Selef "tarihsellik" diye bir şey bilmiyordu. Onların döneminde böyle bir iddia yoktu. "Kur'an nassları tarihseldir, o günü bağlar, bizi bağlamaz" diyen insanlara bu kardeşlerimiz ne diyecek? "Selefin menhecince tarihsellik diye bir şey yoktur dolayısıyla biz bu konuda susuyoruz" mu diyecek? İşte bu Usulu'd-Din ilmine kör bir inatla direnmenin oluşturduğu ironik bir durum. Kelam'ı orada donduracağız, "Ondan sonraki tarihler içinde kim ne demişse demiş bizi ilgilendirmez" mi diyeceğiz? İbn Teymiyye'nin kendisi Vahdet-i Vücut meselesine niye itiraz etti o zaman? Selef'ten kim demiş Vahdet-i Vücut küfürdür, şirktir'' diye? Kendisi bizzat devam etmiş, kendi metodunca devam ettirmiş bunu. Şimdi kendisinin işine gelen konularda bunu devam ettirecek ama işine gel meyen konularda "Selef demedi biz de demeyiz" diyecek!.. Bu çifte standarttır. İbn Teymiyye'nin ne kadar çifte standartlı, ne kadar işine geldiği gibi davranan bir insan olduğunu, ne kadar usulden, tuta rlılıktan yoksun hareket ettiğini gösteren önemli bir h usustur bu.

MELEKLERE, NEBiLERE VE SEMAVİ KiTAPLARA iMAN

iman, tasdik ve teslimiyetle şöyle deriz: Şüphesiz Allah lbrahim (a.s)'ı dost ittihaz etmiştir. MOsi (a.s) ile kelam ederek konuşmuştur. Şimdi bu mesele üzerinde biraz duralım. Allah Teala Hz. Musa (a.s) ile konuşmuştur, evet. Bu konuşmanın mecazi olduğunu da söyleyemiyoruz. Çünkü burada ayet-i kerime mastar ile teyit edilmiş olduğu için Arap dili kuralları gereği burada mecaz vardır diyemiyoruz. Allah Teala hakiki a nlamda Hz. Musa (a.s) ile kelam ederek konuşmuştur. Fakat bu konuşmanın mahiyetini nasıldır, nedir? Burada üç görüş var; Cenab-ı Hakk Hz. Musa (a.s)'a vadinin sağında bir ağaçtan seslendi. Mutezile diyor ki: Allah ağaçta bir ses yarattı, Hz. Musa (a.s) Cenab-ı Hakk'ın ağaçta yarattığı o sesi duydu. İmam Eş'ari diyor ki: Hz. Musa (a.s) keyfiyetsiz olarak Cenab-ı Hakk'ın Kelam-ı Nefsisini duymuş olabilir. Nasıl ki biz ahirette Cenab-ı Hakk'ı keyfiyetsiz olarak göreceğiz, Hz. Musa (a.s)'da Cenab-ı Hakk'ın Kelam-ı Nefsisini keyfiyetsiz olarak -hatta altı yönden diye geçiyor kaynaklarda- duydu, işitti. Maturidiler de diyor ki: Hz. Musa (a.s)'ın işittiği Cenab-ı Hakk'ın Kelam-ı Nefsisi değil, Kelam-ı Lafzi'si idi.

Ehl-i Sünnet Akaidi 194

Kelam-ı Nefsi, Cenab-ı Hakk'ın zatı ile birlikte kaim olan ezeli sıfatlarından biridir. Cenab-ı Hakk nasıl yaratıcıdır, dirilticidir, rızık vericidir, Rahman' dır, Rahim'dir ... aynı şekilde Cenab-ı Hakk'ın Kelam sıfatı da vardır. Bu sıfat da ezelidir. Biz bunun mahiyetini bilmiyoruz. Ama Kelam-ı Lafzisini biliyoruz. Kuran-ı Kerim Arapça indirildi, bu Kelam-ı Lafzidir. Cenab-ı Hakk' ı n ezeli Kelam sıfatı Arapçadır diyemiyoruz. Bu Kelam-ı Lafzi'nin sıfatıdır. Dolayısıyla Maturidiler diyorlar ki: Hz. M usa'nın (a.s) işittiği Cenab-ı Hakk'ın Kelam-ı Nefsisine götüren bir kelamdı, Kelam-ı Lafzi idi. Hz. Musa (a.s) onu işitti. Yoksa Cenab-ı Hakk'ın sesini işitti değil. "Cenab-ı Hakk konuşur, O'nun kelamı vardır, o kelam harf ve sestir". İbn Teymiyye, Vehhabiler ve genel olarak Mücessime­ M üşebbihe taifesi böyle diyor. Cenab-ı Hakk' ı n harf ve ses ile konuşan kelamı vardır diyorlar. Biz de diyoruz ki: Hz. Musa'nın (a.s) işittiği Cenab-ı Hakk'ın sesi değildi, haşa. Cenab-ı Hakk'ın Kelam-ı Nefsisine delalet eden Kelam-ı Lafzi'yi işitti Musa (a.s). O Cenab-ı Hakk'ı n sesi değildi. Nasıl ki biz Kuran-ı Kerim'i okuyoruz, mesela Abdussamed Kuran-ı Kerim'i okuduğunda Kelamullah'ı din liyoruz değil mi? Allah'ın kelamını dinliyoruz ama Abdussamed'in sesi. Allah'ın sesi değil, haşa. Teşbih-Tecsim ehlinden böyle diyenler var. "Biz Kur'an okunduğunu duyduğumuzda o harf ve sesler Allah'ın sesidir" diyorlar. Bunu Makôlôt tercümesinde delilleri ve kaynaklarıyla yazdık.77 İbn Teymiyye de böyle söylüyor, ondan önce böyle söyleyenler de var. İbn Ebi'l-İzz de Selefi-Vehhabi çevrenin bedava dağıttığı, et-Tahavi Akidesi şerhi olan eserinde böyle söylüyor. Cenab-ı Ha kk'ın harf ve ses ile konuştuğu söyleniyor, Allah Teala bundan yüce ve münezzehtir. Cenab-ı Hakk Hz. Musa (a.s) ile kelam ederek konuştu, biz buna iman ederiz, tasdik ederiz ve buna teslim oluruz. Nasslarda böyle

77

Makôlôtü'l-Kevseri, I, 175.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 195

geldiği için bunun inkarı küfürdür. Biz buna, bu şekilde iman ile teslim oluruz.

Meleklere, Peygamberlere ve Peygamberlere indirilen kitaplara da iman ederiz. Peygamberlerin apaçık bir hakk üzere olduklarına şahitlik ederiz. Meleklere iman ederiz, melekler vardır. Cenab-ı Hakk'ın melek diye yarattığı varlıklar vardır. Nebiler ve Peygamberlere iman ederiz. Gönderilen kitaplara da iman ederiz ve on ların apaçık hak üzerine olduklarına şahitlik ederiz.

Kıblemize dönüp namaz kılanları, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in söylediği ve haber verdiği her şeyi tasdik edip, bunları inkar etmediği sürece Müslümanlar ve Müminler olarak isimlendiririz. Bunun istisnası yok mudur? Elbette vardır. Mesela diyelim ki bir kimse Efendimiz (s.a.v)'in getirdiği her şeyi, Kur'an ve Sün net bağlam ında ka bul etse ve teslim olsa, fakat buralarda gelmemiş ve yer almamış şeyleri de iddia etse, bunlara da iman etse, iman diye bunlara da bağlansa bu adamın durumu ne olur? Mesela diyelim ki Kur'an'da ve Sünnet'te Cenab-ı Hakk'ın, yemek yediğine veya yemediğine dair bir ayet, bir hadis yok. Cenab-ı Hakk yemez ve ya Cenab-ı Hakk hasta olmaz diye bir nass, bir ayet, bir hadis yok. Bir kimse dese ki "Ben Efendimiz (s.a .v)'in getirdiği her şeye iman ettim amenna. Ama ayette ya da hadiste Cenab-ı Hakk hasta olmaz diye nass yok, ben Cenab-ı Hakk hasta olur desem ne olur, ne lazım

Ehl-i Sünnet Akaidi 196

gelir?" Cenab-ı Hakk'a noksanlık izafe etmek olur ki bu küfürdür. Bunun için özel bir nass bulunması gerekmiyor. "Leyse kemislihi... ", "Kul huvallôhu ehad = j_;.f �ı J.' j" dediğiniz zaman, Cenab-ı Hakk'ın bütün alemlerden müstağni olduğunu söylediğinizde siz aslında bütün kemal sıfatlarla muttasıf bir Ma'bOd ifade etmiş olursunuz. Bunun için tek tek şöyle olmaz, böyle olmaz diyen bir nass bulunması gerekmiyor. İbn Teymiyye diyor ki: "Kur'an ve Sünnet'te Cenab-ı Hakk'ın cisim olmadığı ifade edilmiyor. Bununla ilgili bir ayet, bir hadis yok. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk cisimdir dediğimde, bu Şeriat'a, Kur'an ve Sünnet'e aykırı olmaz". "Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in getirdiği her şeye inansa, kıblemize dönüp na maz kılsa M üslümandır deriz" ifadesinin istisnasında bu tür şeyleri de düşünmemiz lazım. Bir başka örnek: Şia'nın "Masum İmamlar'' diye bir iddiası var. Kur'an ve Sünnet'te "Masum imam yoktu r'' diye bir şey yok değil mi? "Masum imamlar yoktur'' diye tayin edici bir nass yok. Bir kimse buna inansa ve biraz daha ileri gitse, "Bizim masum imamlarımızın Allah ile öyle bir halleri vardır ki, ona ne mukarreb bir melek ne de bir nebi muttali ol maz" dese -Humeyni böyle söylüyor mesela-78 bu insanın peygamber inancı ne kadar muteberdir? Dolayısıyla metinde geçen bu maddeyi bir takım kayıtlar ve şartlarla sınırlandırmak zorundayız.

78

Humeyni, e/-Hukıimetu'l-İslômiyye, 52.

SUAL-CEVAP

Sual: Bi'dat ehli kafir midir? Cevap: Hayır, kafir değildir. Bi'dat ehli içinde bid'ati, küfre varanlar vardır. Biz bir şeyin küfür olduğunu söylediğimiz zaman o şey kimden sadır olmuşsa, sadır olduğu kişinin kafir olduğunu söylemiyoruz. Bu ikisi otomatik olarak birbirini gerektiren şeyler değil. Bir söz küfür olabilir ama o sözü söyleyen kişi kafir olmayabilir. Bir tevili vardır, daha sonra tevbe etmiştir, farklı durumlar söz konusudur. O şeyin küfür olduğunu söyleriz, onu söyleyen herkes otomatik olarak kafi rdir demeyiz, bu ikisi birbirinden farklıdır. Sual: Akaid'de Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki Humeyni'nin ifadelerine nasıl ulaşabilirim?

farklar

nelerdir,

Cevap: Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki itikadi farkların en önemlilerinden birisi İmamet'in nass ve vahiy ile tayin edildiğini söylemeleridir. Yani Hz. Ali (r.a) ve ondan sonra on iki imam olarak saydıkları imamların imamlıklarının vahiy ile sabit olduğunu söylerler. Dolayısıyla bu imamet silsilesini kabul etmeyenlerin vahye karşı geldiğini söylerler. İ kincisi imamların masumluğu meselesidir. Bu on iki imam masumdur, hatasızdır, ilimlerini doğrudan Allah Teala'dan alırlar. Bunların diğer insanlara karşı mutlak bir üstünlüğü ve bağlayıcılığı vardır.

Ehl-i Sünnet Akaidi 198

Sonra "beda" diye bir inançları vardır. Cenab-ı Hakk'ın ilmi değişebilir. Bir şeye bir vakit ak demişken daha sonra kara diyebileceğini savunuyorlar. Yani Cenab-ı Hakk'ın fikri değişebilir, ilmi değişebilir diyorlar. Bu da temel inanç esaslarından birisidir. Takiyye bir itikad meselesi olarak Ehl-i Sünnet'ten temel bir fark olarak gelir. Şii'nin kendisi için emniyetli, güvenli bir ortam bulana kadar inancını gizlemesi bir farzdır. İtikadi bir farz olarak görürler ve her Şii bunu yapmakla mükelleftir. Efendim, Hu meyni demiş ki: "Sün ni kardeşlerimizin arkası nda namaz kılabilirsiniz. Ümmetin birliği bütünlüğü falan filan . .. " Takiyyedir. Takiyye yapmayan bir Şii, Şii olamaz. Bu hakikatleri bir Şii ile konuşurken mutlaka aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekiyor. Hu meyni el-Hukumetü'I islômiyye isimli kitabının 52. sayfasında şöyle

diyor:

"Bizim

mezhebimizde

inanıl ması

zaruri

olan

hususlardan birisi şudur: Bizim imamlarımızın öyle bir makamı vardır ki, o makama ne mukarreb bir melek, ne de gönderilmiş bir peygamber ulaşabilir." Buna mümasil daha pek çok görüşü var Humeyni'nin. Onu diğer Şii alimlerden ayıran herhangi bir şey yok. Yani o İran'da bir devrim yaptı, Sünnilerle ya kınlaşmayı temin etti falan... Bunlar tamamen propaganda. Humeyni tarih içerisinde asırlardan beri gelip geçmiş Şiilerden bir Şii, alimlerinden bir alimdir. Onun Ehl-i Sünnet'e bakışı ile diğerlerinin bakışı arasında bir fark yoktur. Böyle bir fark beklemek anormaldir, beklememek lazım. Sual: Allah'ı, hiçbir beşeri sıfatla sıfatlandıramayacağımızı öğrendik. Günümüzde kendini Selefi diye adlandıran Vehhabileri tekfir edebileceğimizi mi söylüyorsunuz? Bunlar kafirse kafir arkasında namaz kılınmaz. Avru pa'da birçok Arap asıllı, "Kur'an ve Sün net yolu" diye bu Selefilerin yolundan gidiyor. Bun ların arkasında da mı namaz kılı nmaz?

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 199

Cevap: Hayır, öyle söylemiyoruz. Biz bunlara kafir demiyoruz. Bunlar ne yaptıklarını bil miyorlar. Cenab-ı Hakk'ı herhangi bir beşerin sıfatıyla sıfatlandırdıklarının farkında değiller. Biz bunlara bunları söylediğimizde "Hayır, biz nasslarda geldiği gibi söylüyoruz, öyle inanıyoruz, nassların gereği budur" diyorlar. Dolayısıyla bir tevil yapıyorlar. Bu tevil dolayısıyla onları tekfir etmiyoruz ama işin hakikati kendilerine izah edildikten sonra hala bu görüşte ısrar edenin küfründen korkulur. Bunların beşere mahsus şeyler olduğunun farkında değiller. Bu gerekçeli biçimde anlatıldığında hala ısrar ederlerse akıbetlerinden korkulur ama şu anda kafir olduklarını söyleyemeyiz. Sual: Kaderi inkar etmek kişiyi Ehl'i bid'at yapar dediniz. Bid'attan bahsederken de kişiyi küfre sokan bid'at ve sokmayan bidat ayırımı yaptınız. Küfre sokan bid'at ehlinin ardında namaz kılınmaz diye ilave ettiniz. Bu durumda kaderi inkar edenleri küfre sokan bid'at ehline girmez mi? Cevap: Hayır, kaderi ilgili nassları tevil ettikleri için, tevil ederek inkar ettikleri için biz onlara kafir demiyoruz. Bid'at ehli diyoruz. İlgili nassları inkar ederlerse kafir olurlar. Ama tevil ediyorlar. Tevil ettikleri için de onlara kafirdir demiyoruz. Bid'at ehlinin arkasında namaz kerahatle caizdir. İmamlarımızın söylediği budur. Mekruh tabiri Hanefi Usulünde tek başına kullanıldığında keraheti tahrimiyye ifade eder, yani harama yakın mekruhtur. Dolayısıyla mecbur kalmadıkça böyle bir şey ya pılmamalıdır. Bid'at ehliyle aramıza özellikle dini meseleler bağlamında zaten bir mesafe koymak zorundayız. Hacca gittik Vehhabi bir imamın arkasında namaz kılmak zorunda kaldık. Tamam, bunu anlarız ama normal zamanlarda niye Ehl-i Sünnet biri varken bid'atçı birinin arkasında namaz kıla lım ki?

ALIAH'IN ZATI/MAHiYETi KONUSUNU ENiNE BOYUNA ARAŞTIRMAK, ALIAH'IN DiNi VE KUR'AN-1 KERİM'IN MAHiYETi HAKKINDA TARTIŞMAK

Allah Teala('nın zatı/mahiyeti) hakkında derine dal(arak enine boyuna araştırma yap)mayız. Allah Teala'nın dini hakkında tartışmaya girmeyiz. Kur'an hakkında mücadeleye girmeyiz. Onun, alemlerin Rabbinin kelamı olduğuna şahitlik ederiz. Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail a.s.) vasıtasıyla indirmiş ve peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'e (s.a.v) öğretmiştir. "Kur'an hakkında mücadele etmeyiz" sözünden maksat; kelam olarak hak olduğu konusunda bir tartışmaya girmeyiz, gerekse mahiyeti konusunda bir tartışmaya girmez, bu Kelamullah'tır deriz. Onun, alemlerin Rabbinin sözü olduğuna şahitlik ederiz. Onu, RCıhu'l-Emin olan Cebrail (a.s) indirmiştir. Cebrail (a.s) onu, Rasullerin efendisi olan Efendimiz (s.a.v)'e öğretmiştir. Allah ona ve tüm aline salat u selam etsin. Cebrail (a.s)'ın Kur'an-ı Kerim'i Efendimiz (s.a .v)'e öğretmiş olduğu vurgusuna burada dikkat edelim. Cebrail (a.s) bir postacı değildi. Sadece vahyi sözlü olarak Efendimiz (s.a.v)'e teslim edip gitmiyordu. Onu Efendimiz (s.a .v)'e öğretiyordu . Kur'an-ı Kerim'in mücmel ayetlerinin nasıl tafsil edileceğini öğretiyordu. Nasıl namaz kı lınacak, her rekatta neler

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 201

olacak, nereye dönülecek, kaç vakit kılınacak, Hace nasıl yapılacak, zekat nasıl verilecek hepsini öğretiyordu. Bütün bunları Cebrail (a.s) Efendimiz (s.a.v)'e öğretiyor, o da ümmetine öğretiyor. O da bir postacı değil, haşa. Efendimiz (s.a.v) Cebrail (a.s)'dan gayr-i metluv olarak aldığı vahyi ü mmetine öğretiyordu. İbrahim (a.s)'ın duasını hatırlayın: "Ya Rabbi bizim soyumuzdan gelecek olanlara bir peygamber gönder, o senin Kitab'ını ve hikmetini onlara öğretsin. Onları tezkiye etsin, temizlesin."79 Efendimiz (s.a.v) sadece mübelliğ değil aynı zamanda muallimdir. Kur'an ve Sünneti bize hem öğretir, hem tefsir eder.

O, Allah Teala'nın kelamıdır. Mahlukatın kelamından hiçbir şey ona denk olamaz. Onun mahluk olduğunu savunmayız. Müslümanlann cemaatine muhalefet etmeyiz. Kuran-ı Kerim Allah Teala'nın kelamıdır. Yaratılmışların sözünden hiçbir şey ona denk, onunla aynı seviyede olamaz. Kuran'ın mahluk bir kelam olduğunu söylemeyiz, o mahluktur demeyiz. M üslümanların cemaatine bu bağlamda da muhalefet etmeyiz. O, Cenab-ı Hakk'ın sözüdür, kelamıdır. Cenab-ı Hakk'ın kelam sıfatı da ezelidir, deriz. Burada Kur'an-ı Kerim'in tarihselliğine de değinmek lazım. Bugün Kur'an-ı Kerim'in tarihsel bir metin olduğunu savunanlar, buradan hareketle Kur'an nasslarının evrensel, tarihler ve coğrafyalar üstü olmadığın ı söylüyorlar. Dolayısıyla "Sadece indiği dönemin insanlarını, indiği toplumu bağlar, bizler için de olsa olsa bir örneklik ifade eder" diyorlar. İslam modernistlerinin bu konuda açık açık beyanları var. Örneğin Fazlurrahman diyor ki: "Kur'an bize normatif

79

2/Bakara, 129.

Ehl-i Sünnet Akaidi 202

hüküm vermez. "Şu konuda şunu yapın, bu bir kanundur'' demez. Bize a ncak birtakım ahlaki yönlendirmelerde bulunur. Yani "hırsızlık kötüd ür, içki kötüdür, şirk kötüdür, anne babaya isyan kötüdür" gibi ahla ki bir takım yönlendirmeler verir. Bunların bağlayıcı, normatif hukuk kurallarına dönüştürülmesi bize kalmış bir şeydir. Biz hırsızlığın kötü olduğunu Kur'an'dan anladığım ız a ndan itibaren, bunu önlemek için insan ve toplum algısında, suç-ceza anlayışında, nasıl bir formül bulacaksak buluruz. Orası bize kalmış bir şey. Kur'an "Hırsızın elini kesin" dedi diye hırsızın elini kesmek zorunda değiliz. Bu o dönemin bedevi Araplarının anlayacağı dil idi." Hatta şöyle diyor Fazlurrahman: "Onlar ancak bu kadar ileri gidebilirdi. Kur'an­ ı Kerim onları ancak bu kadar ileri götürebildi". O bedevi dediği de Sahabe-i Kiram. "Onlar ancak bu kadar ileri gidebilirdi" diyor: "Ama biz bugün daha gelişmiş bir dünya olarak, insanlığın daha gelişmiş nesilleri olarak, vahyin hazır ka lıp verilerine muhtaç değiliz. Kendi kurtu luş kaderimizi kendimiz çizebiliriz. Kendi normlarımızı, yasalarımızı, hukuk sistemimizi kendimiz oluştururuz. Kur'an'dan da ancak bize ne tür ahlaki yönlendirmelerde bulunuyor diye istifade ederiz". Şimdi baktığınızda Kur'an'ın tarihselliği anlayışı kendisini, Mutezile'nin Kur'an'ın mahluk olduğu şeklindeki tezine dayandırmaya çalışıyor: "Nitekim Mutezile de bundan bin küsur sene önce bu hakikati gördü, fakat Ehl-i Sünnet'in baskısı altında bunu ifade edemedi, Eh-i Sünnet mahalle baskısı yaptı" vs. söylemleri dile getiriyorlar. Ama şunu biliyoruz ki hiçbir aklı başında Mutezili alim Kur'an ayetlerinin tarihsel olduğu anlamına gelecek hiçbir şey söylememiştir. Kur'an ayetlerinin Efendimiz (s.a.v)'den ve Sahabe-i Kiram' dan sonraki nesiller için bağlayıcı olmadığını söyleyen bir aklı başı nda Mutezili yoktur. Kur'an'ın mahluk olduğu nu savu nmak başka bir şeydir, Tarihsel olduğunu savunmak başka bir şeydir. Bu ikisi arasında lazım-melzum ilişkisi yoktur.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 203

Fazlurrahman medrese eğitimi görmüş Pakistanlı bir adam. Sonradan felsefe eğitimi görmüş ve sapıtmış. Londra'da ömrünün sonuna doğru Katar İslam Üniversitesi Rektörü merhum Mahmud Gazi ile bilimsel ilmi ortamda bir araya gelmişler. Ona çok üzgün olduğunu söylemiş, Mahmud Gazi merhum sebebini sorunca demiş ki: "Benim bir oğlu m vardı Amerika' da, Hristiyan oldu. Çok uğraştım onu çevirmek için, tekrar İslam'a döndürmek için. Bir gün bana dedi ki "Baba neden bu kadar uğraşıyorsun, sen değil miydin "Hristiyanlar da Yahudiler de Cennet'e gidecek" diyen. Ben Cennet'e gideceksem Ya hudi, Hristiyan ya da Müslüman olarak Cennet'e gitmem neyi değiştirecek ki? Hristiyanlığı tercih ettim, nasıl olsa Cennet'e gideceğim" dedi bana. Ne büyük bir hata işlediğimi anladım ama iş işten geçti".

Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi' nin ikinci cildinde80 Fazlu rrahman'ın bu görüşleri de tartışılmıştı. Bugün bu dinlerarası diyalog fitnesini savunanların görüşlerini, Bakara, 63 ve Maide, 69'dan hareketle Yahudi ve H ristiyanların Cennet'e gideceğini daha o zama nlardan savunmuştur.

811

Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, (RihleKitap) il, 3, 27, 41, vd.

GÜNAH iŞLEYENiN IMANI

Ehl-1 Kıble'den hiçbir kimseyi, helal görmediii sürece, günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. imanlı olmakla beraber günah işleyene, günahının zarar vermeyeceilni de savunmayız. Ehl-i Kıble olan kimseyi yani bizim kıblemize dönüp namaz kılan hiç kimseyi işlediği bir günah sebebi ile tekfir etmeyiz. "Falan kişi falan günahı işledi, kafir oldu" demeyiz. Yeter ki işlediği o günahı helal saymasın; "Bunu işlemek helaldir, caizdir'' demesin. "Haramdır ama şaştık, düştük" tarzında bir algıya sahipse büyük olsun, küçük olsun herhangi bir günah işledi diye bir kimseyi iman dairesi dışına atmayız. Atanlar var mı? Daha ewel dile getirilmişti; Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağını söylemişler. Hariciler "dinden çıkar ve kafir olur" der, Mutezile "dinden çıkar ama kafir olmaz, fasık olur'' der. Yani iman ile küfür arasında bir yerde kalır der. "el-Menzile beyne'l-menzileteyn"de; iman ile küfür arasında bir yerde kalır, dinden çıkar ama küfre girmez, der. Ahiretteki durumu, encamı, akıbeti nedir? Akıbetinde değişen bir şey yok, Haricilere göre de Mutezileye göre de büyük günah işleyen mümin ebedi cehennemliktir. Daha doğrusu mümin değil, mümin vasfını kaybeder ve ebedi cehennemlik olur büyük günah işleyen kimse.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 205

Herhangi bir dini hükümle, herhangi bir dini sembol ile alay eder, dalga geçerse bu, o insanı dinden eder. Bizim fukahamız, ulemamız "Elfaz-ı küfür" yani, "İnsanı küfre düşürebilecek sözler ve haller" başlığı altında müstakil kitaplar yazmışlar. Burada insan ne yaparsa, ne söylerse, hangi konuda nasıl davranırsa imanından olur, tek tek maddeler halinde sıralamışlar. Yani bir adam dini bir sembolle alay ederse; mesela ezan okunurken "Ya bu nedir, günde beş vakit kafamızı şişiriyor" dese Allah korusun kafir olur. Veya bir Müslümanın kıyafetiyle alay etmek maksadıyla "Bu nedir ya, bu geçmişte kaldı, böyle bir şey olmaz" falan dese -Allah korusun­ dinden çıkar. Bu şiardır, semboldür, dine ait bir şeydir. Dolaysıyla dine ait bir şeyi alay konusu yapmak, istihza konusu yapmak kişiyi dinden eder. Akaid metinlerinin sonunda Elfaz-ı Küfür listesi vardır. Onlardan da istifade edilebilir. "İşlediği günahı helal saymadıkça Ehl-i Kıble olan hiç kimseyi tekfir etmeyiz" dedikten sonra, herhangi bir günahın o günahı işleyen kimseye zarar vermediğini de söylemeyiz. Mutlaka bir za rar verir. Verdiği zarar güna hın derecesine göre değişir. Yani büyük günahlardan ise onun kişiye vereceği zarar daha fazladır. "Seyyiat'' dediğimiz küçük günahlardansa o alışkanlık halinde getirilip daimi suretle işlememek şartıyla, telafisi öbürlerine göre daha kolaydır. Bir de tabi kul hakkına taa lluk eden günahlar var. Onların affedilmesi, silinmesi tövbe istiğfarla birlikte hakkına girilmiş kişiden helallik almaya bağlıdır. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Beş vakit namaz, aralarında işlenmiş küçük günahlara kefarettir. Cuma namazı, kendisinden önceki cumadan kendisine kadar işlenmiş küçük günahlara keffarettir. İki Ramazan, aralarında işlenmiş günahlara keffarettir."81 Yani tekrar bir Ramazan-ı Şerif idrak edeceğiz, bir evvelki Ramazan'dan bu Ramazan'a kadar işlediğimiz küçük günahlarda o Ramazan-ı Şerif hürmetine bağışlanıyor. Keza Hace, 81

Alı med b. Hanbel, el-Müsned, Xll, 30.

Ehl-i Sünnet Akaidi 206

bütün günahları siliyor; kul hakkı hariç. Dolaysıyla günahların mumıne zarar vermemesi meselesi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir. Günümüzde tövbe, istiğfar ve günahın mümine zarar vermesi bahsi söz konusu olduğunda aklımıza ameli günahlar gelir: işte harama bakmak gibi, kötü söz söylemek gibi, faiz yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, iftira, gıybet, dedikodu vs. bunlar ameli günahlardır. Hemen bunlar aklımıza gelir ama bir şeyi unutuyoruz: İtikadi arızalar ameli arızalardan daha önemlidir. Yani bir kimsenin ameli olarak herhangi bir eksikliği, noksanlığı olmasa ama mesela diyelim ki "Hadisleri tanımıyorum ben, kaynak olarak sadece Kur'an'ı kabul ederim, ötesini tan ımam" derse bu insanın imanının göreceği zarar, bu insanın ahiretteki akıbeti diğer ameli noksanlığı olan insanlara göre çok daha büyüktür. Çünkü amel lerin makbuliyeti, yani amellerin sıhhati imanın sıhhatine bağlıdır. Biz bir amel işlediğimizde üç şey olur. Örneğin namaz kıldığımızda; 1. Namaz kılmak borcumuz. Bu borcumuzu ödüyoruz, 2. O namaz vesilesiyle Cenab-ı Hakk bizim günahlarımızı affediyor, 3. Bize bir sevap yazıyor. Dolayısıyla ma nevi seviyemiz, derecemiz yükseliyor. Bir kimsenin itikadında arıza olduğu zaman, bid'at bir itikada saplandığı zaman o kişi sadece zimmetindeki bir borcu ödemiş olur, diğer iki husustan mahrum kalır. Yani işlediği o amel için kendisine bir seva p verilmez, o ameli daha önce işlediği küçük günahlara kefaret olmaz, sadece borcunu ödemiş olur. Bu itikadi arızalar çok önemli. En az ameli arızalar kadar, hatta onlardan daha fazla üzerinde durmak zorundayız. Ameli günahları, ameli arızaları hemen hemen herkes biliyor ama itikadi arızalar büyük ölçüde gözden kaçar hale geldi. İnsanlar serbest tercihlerde bulunduklarını düşünüyorlar; "Bu Sünnet hakkında şöyle düşünüyorum, ben şu ayetten şunu anlıyorum, Ebu Hureyre de kim oluyor, Sahabe

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 207

dediğimiz insanlar da iktidar kavgasına düşmüş, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den sonra birbirlerini öldürmüşler, dünyalık kavgasına düşmüşler'' vs. Bir şuurlu müminin ağızından çıkmaması gereken, İtikadi arızalara işaret eden ifadelerdir bunlar.82 Dolaysıyla bunlara en az diğerleri kadar dikkat etmek durumundayız. Böyle bir arıza varsa bir an ewel tövbe-istiğfar edip, bağışlanmanın, arınmanın yoluna bakmamız gerek.

(Allah Teili'nın) müminlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine sokacağını umarız. Onlar aleyhinde (Allah'ın (c.c) azabına uğramayacaklarından) emin olamayız, onların kesin Cennet'e gireceğini söylemeyiz. Onların günahkirları için istiğfar ederiz, başlanna gelecek şeylerden korkarız, ümitlerini de kırmayız. İ hsan ehli müminlerin af edileceklerini umarız. Cena b-ı Hakk'ın bunları affedip rahmeti ile Cennet'e sokacağını umarız. Ancak bundan emin ola mayız. "Falan kimse kesinlikle cennetliktir'' demeyiz. Efendimiz (s.a.v) ve Kur'an-ı Kerim'in cennetlik olduğunu haber verdikleri dışında "bu kişi kesinlikle cennetliktir" demeyiz. Efendimiz (s.a.v) birçok kişinin cennetlik olduğunu söylemiştir. Aşere-i Mübeşşere bunların başında gelir. Aşere-i Mübeşşere dışında da Efendimiz (s.a.v)'in Cennetlik olduğunu söylediği insanlar vardır. Mesela bir gün bir bedevi gelmiş Efendimize (s.a.v) demiş ki "Ben senin hak peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Ben Müslüman oldum, İslam'a girdim, ne yapmam lazım?" Efendimiz 82

Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Münavi, Feydu'/-Kadir, el-Hadilcatu'n-Nediyye, 1, 132 vd.

ı, 72; Abdülgani en-Nablusi,

Ehl-i Sünnet Akaidi 208

(s.a.v) ona "Beş vakit namaz kılman lazım" demiş. "Fazlasını kılarsan sen bilirsin, ama şart değil. Bir ay Ramazan orucun var, fazlasını tutarsan sen bilirsin, kendi menfaatine ama tutmak zorunda değilsin.. . " Böyle İslam'ın şartlarını saymış, adama tebliğ etmiş. Adam demiş ki "Ben beş vakit namazı kılarım üstüne de bir vakit daha kılmam, senede bir ay oruç diyorsun onu tutarım, bir gün fazla tutmam." Böyle -tabiri caizse- pazarlığını yapmış, sonra da kalkmış gitmiş. Efendimiz (s.a .v), orada oturan Sahabe-i Kiram'a demiş ki: "Cennetlik birini görmek isteyen bu adama baksın."83 Şimdi bu adam da Cennetlik. Dediklerini yapacak ve Cennet'e gidecek ama adını bilmiyoruz, böyle vakalar çoktur. Cennet'le müjdelendiği, Cennet'i hak ettiği, belki Cennet'e gireceği haber verilen insanlar d ışında hiç kimsenin cennetlik olduğunu söylemeyiz. "İnşallah cennetliktir" deriz ama fa lan adam kesinlikle cennetliktir demeyiz. Onların günahları için bağışlanma dileriz, istiğfar ederiz. Azap görmelerinden de endişe ederiz. Ama ümit de kesmeyiz, yani kesinlikle cehennemlik olduğunu da söylemeyiz. Bir kimse için ameli ne kadar düzgün olursa olsun, ne kadar ehl-i tarik, ehl-i vera, ehl-i zühd, olursa olsun bu kişi de kesinlikle cennetliktir demeyiz. Bu Akaid metni çok açık. Biz bu ifadeleri, başka herhangi bir Ehl-i Sünnet akaid metninde de görebiliriz. Güna hlarımızdan dolayı ümitsizliğe düşmeyiz, "benim işim bitti ben de cehennemlik oldum" demeyiz yahut "ben artık paçayı kurtardım, köprüyü geçtim, ben artık cennetliğim" de demeyiz. Korku ile ümit arasında (havf ile reca) bir denge noktası var ki onu tutturmamız isteniyor bizden. Yani ümidimizi kaybetmeyeceğiz ama emin de olmayacağız. Kendimizi garantide görmeyeceğiz ama umutsuzluğa da d üşmeyeceğiz.

83

el-Buhari, "Kitabü'z-Zekat", 1; el-Müslim, "Kitabü'l-lman", 4.

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 209

Günümüzde pek çok çevrede "Falan adam kesin cennetliktir'' diye bir algı var. Bir insana böyle bakıldığı zaman onun ağızından çıkan her söz vahiy gibi bağlayıcı telakki ediliyor. Bu adam hata yapmaz, yanılmaz, kusur işlemez, sürçmez diye inanılıyor. Adamın her amelinde, her sözünde, her davranışında binbir hikmet aranıyor. Bu da za manla kitleleri yanılgıya sürüklüyor, felakete, helaka sürüklüyor. Evet, cemaatlerde bir itaat, bir hiyerarşi vardır. "En aşağıdaki adam en yukarıdaki adamı diline pelesenk etsin, hakkında istediği gibi ileri geri konuşsun" demiyoruz. Ama sorgulanamaz olduğu şeklindeki bir inancının yerleşmesine de m üsaade etmemek lazım. Yani her yapı kendi içinde bir öz denetim, bir iç m uhasebe, bir öz eleştiri mekanizması kurmalıdır. O mekanizma Kur'an adına, itikat adına gidişatı, kararları, adımları tenkid etmeli, gözden geçirmeli, ona göre adım atı lmalı. Yoksa İslam adına yapılan acaib-garaib durumlar ortaya çıkıyor ve öyle bir çarpılma hali, öyle bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bir hedefe varmak için Müslüman kitlelere dinin muhkemleri çiğnetiliyor! İşte bu baştaki adamın sorgulanamaz olduğundan kaynaklanıyor. Birisi de çıkıp demiyor ki "Hocam Allah bunları haram kılmış, bunlar muhkem hüküm. Biz onları neye istinaden işleyeceğiz? Hangi gerekçeyle, "maksat" için meşru bir muhkem emri çiğneyeceğiz? Burada varacağımız yer nasıl meşruyiet olabilir?" Dolaysıyla hiç kimse "la yüs'el"dir, sorgulanamazdır demeyeceğiz, işin mekanizmasını kuracağız. Yani Efendimiz (s.a.v)'den sonra Sahabe-i Kiram'ın ortaya koyduğu düzene bakın: Peygamber'i terk­ i dünya etmiş bir toplumun kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiği, nasıl durabileceği tecrübesi ortada. Bunu son derece çarpıcı ve can l ı bir biçimde görüyoruz. Orada Efendimiz (s.a.v)'in yetiştirdiği dirayet ehli sahabelerin olaylara nasıl vaziyet ettiğini, gerektiğinde nasıl tavır koyduğunu görüyoruz. İşte bu tarz kadroların yetişmesi, din-i mu bin'in toplum hayatına girmesi, ete kemiğe bürünmesi, ideal mümin ve ümmetin inşası yolunda canlı bir

Ehl-i Sünnet Akaidi 210

mekanizma olarak çalışması gerekiyor. Yoksa bir adamın eliyle, bir liderin inisiyatifiyle bu işler yürümez. M utlak surette "ŞOra"ya, ortak akla, ortak iradeye ve en önemlisi dini kaynaklarını bilen, dini ilimlere vakıf, dirayet ehli insanların oluşturduğu şura kadrosuna ihtiyaç var. Yoksa "la yüs'el" liderlerin arkasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulup gitmeye devam ederiz. Allah akıbetimizi hayr etsin.

Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) lslam dininden çıkartır. Ehl-i Kıble için dojru olan yol bu ikisi arasındadır. Ümitsizlik, kendini garanti görmek insanı dinden, Millet-i İslam'dan çıkarır. Korku ile ümit arasındaki o dengeyi tutturacağız. Ehl-i kıble için hak yol, bu ikisinin ortasıdır. Ye's de yok, ümitsizlik de yok, emin olmak da yok. Günahlarımız için endişe duyacağız ama imanımıza da güvenip, "imanımız bizi kesin Cennet'e götürür'' demeyeceğiz. "Gü nahlarımız bizi kesinlikle Cehennem'e götürür'' de demeyeceğiz. Korkacağız ve umacağız; bu ikisi arasındaki dengeyi tutturacağız.

Kul, imana sokan hususları inkir etmedikçe imandan çıkmaz. Kendisini bu dairenin içine sokan hususları bilerek, isteyerek inkar etmedikçe kul iman dairesinden çıkmaz. Biz neleri kabul ederek, kalben tasdik, dil ile ikrar ederek iman dairesine girdiysek bu daireden geri çıkışımız da ancak onlardan birini inkar etmekle olur. İmamlarımız bunu bize bu şekilde anlatıyor.

iMAN NEDiR?

iman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik etmektir. Allah Rasulü'nden (s.a.v) şeriat ve beyan adına sahih olarak gelen . şeylerin hepsi haktır. iman tektir. iman ehli temelde (iman etme konusunda) eşittirler. Aralanndaki üstünlük; haşyet, takva, heviya muhalefet ve evll olana sarılmakla gerçekleşir. iman nedir? Kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir, inandığımız şeyleri, iman ettiğimiz şeyleri dille ikrar etmek de gerekir. Efendimiz (s.a.v)'den şeriat ve beyan zımnında her ne gelmiş ise hepsi haktır. Şeriat ve beyan kelimeleri üzerinde kısaca duralım. Efendimiz (s.a.v) bize Kur'an'ı tebliğ eder, aynı zamanda Kur'an'da yer alan hükü mlerin açılımını da yapar. Yani hem tebliğ eder, hem tefsir eder. Onun bir beyan etme görevi vardır. O sadece Kur'an-ı Kerim'i tebliğ edip bırakmaz. Öyle yapmış olsaydı risalet görevini yapmamış olurdu. Hem tebliğ edecek hem öğretecek. Kur'an-ı Kerim'in metninde yer alan icmali hususların tafsil edilmesi gerekiyor, kapalı olarak yer alan hususların açıklanması gerekiyor. Bunlar Efendimiz (s.a.v)'in görevi. Ayrıca Kur'an-ı Kerim' de yer almayan hükümler de Sünnet-i Seniyye tarafından vaz edilebilir. Efendimiz (s.a.v)'in

Ehl-i Sünnet Akaidi 212

"teşri/hüküm koyma" yetkisi vardır. Bu yetki yine bizzat vahye dayanır. Efendimiz (s.a.v), Cenab-ı Hakk'tan iki türlü vahiy alır. Metluv vahiy; Kur'an' dır ve gayr-i metluv vahiy; Sünnettir. Sünnet, Kur'an'ın boş bıra ktığı alan ları doldurmak üzere, yine vahye dayanarak dini tatbik görevini üstlenmiştir. Dolayısıyla Efendimiz (s.a .v) hem teşri olarak, hem de Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini beyan olarak bize her ne getirmişse, her ne iletmişse onların hepsi haktır. İman tektir. Birden fazla iman olmaz. Neye, nasıl iman edeceğimiz bel lidir. Bunlara iman eden insanlar da iman etmiş olma vasfında eşittir. Araları nda bir fazilet, derece farkı var mıdır? Vardır. Bu neye göredir? Kim Cenab-ı Hakk'a haya duyar, kim daha fazla takva sahibidir, kim hevasına, heva-i nefse muhalefet eder ve uyulması evla olan hükümlere kim daha titizlikle uyarsa o diğerlerinden daha üstündür. Bütün müminler iman edilecek hususlarda, "Amentü" dediğimiz esaslarda eşittir. Herkes imanın aslı nı tasdik eder ama aralarındaki derece farkı; birinin öbürünün iman etmediği şeye iman etmesine göre değildir. Çünkü böyle iman olmaz, herkesin asgari olarak iman edilmesi gereken şeylere mutlaka iman etmesi gerekir. Üstünlük bunların üzerine ne koyduysa; takvada, vera'da, zühdde, ibadette, nefse muhalefette ve kim titiz davrandıysa o diğerlerinden daha üstündür.

Müminlerin hepsi Rahman'ın dostlandır. Allah katında onların en keremli olanı, en çok ibadet eden ve Kur'an'a en çok tabi olanıdır. Bütün müminler Rahman olan Allah Teala'nın dostudur. O müminlerin arkasındadır. M üminler ile beraberdir. Görünür,

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 213

görünmez orduları ile müminleri destekler, teyit eder, mümin bir kulunun tövbe etmesinden hoşnut olur, mümin bir kulunun günah işlemesinden dolayı, Cenab-ı Hakk öfkelenir, gazap eder. Müminlere her bakımdan daha yakındır. Yani bir mümin bir salih amel işlediğinde, bire on, bire yedi yüz veya sınırsız sevap yazar. Onun derecelerini yükseltip, affeder. İşte bunlar aradaki velayet ilişkisini gösteren şeylerdir. Müminler içerisinde Cenab-ı Hakk'a en yakın olanı, Cenab-ı Hakk katında en değerli olan kimse, itaati en fazla olan kimsedir, Kur'an-ı Kerim'e en sıkı ittiba eden kimsedir. Müminlerin tamamı Cenab-ı Hakk' ın evliyasıdır, velisidir, ama onlar içerisinde bir kısım insanlar taatleri ve ittibaları ileri boyutta olduğu için Cenab-ı Hakk nezdinde daha büyük kıymete sahiptir.

iman, Allah'a (c.c), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayırlısıyla-şerlisiyle, acısıyla-tatlısıyla kaderin Allah Teala'dan olduğuna inanmaktır. Biz bunların tamamına iman ederiz. "Onun peygamberlerinden hiçbiri arasında aymm yapmayız."84 Onların tamamını, getirdikleri esaslar üzere tasdik ederiz. Şimdi iman edi lmesi gereken hususları sayıyor imamlarımız. iman, Allah'a inanmaktır, meleklerine, kitaplarına, resul lerine, son güne; ahiret gününe, kadere, yaşadığımız, gördüğümüz, başımıza gelen her şeyin -hayrıyla şerriyle, acısıyla tatlısıyla, iyisiyle kötüsüyle­ Cenab-ı Hakk'tan olduğuna inanmaktır. Daha önce de söylemiştik, Mustafa islamoğlu "Allah şerri dilemez, hayrı diler. Şerri dileyenler insanlardır, bunu da "Allah diledi" diye 84

2/Bakara, 285.

Ehl-i Sünnet Akaidi 214

O'na atfederler" diyordu. Ama Kur'an-ı Kerim bize bunun böyle olmadığını söylüyor. Nisa Suresi'nin 78. ayeti "Onlara bir iyilik erişirse "Bu Allah'tandır" derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, "Bu senin yüzündendir" derler. Ey Muhammed! De ki: "Hepsi Allah 'tandır." Yani insanların başına gelen iyi şeyler de kötü şeyler de Allah katındandır. Demek ki, Allah Teala şerri de murad ediyor ama şerre rızası yok. Acısıyla-tatlısıyla hayatı Allah Teala'dan bilmek bizim kader inancımızı oluşturuyor. Biz bütün bunlara iman ederiz. Allah Teala'nın peygamberleri arasında hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Onların tamamını tasdik ederiz. Bize getirdiklerini, ümmetlerine getirdikleri şeylerin tamamını kabul ve tasdik ederiz.

BÜYÜK GÜNAH iŞLEYENLERiN DURUMU

Ümmet-i Muhammed'den (s.a.v) büyük günah işleyenler, tevhid ehli olarak öldüklerinde, tevbe etmeseler bile bilerek ve inanarak Allah'a kavuştuktan sonra Cehennem'de ebedi olarak kalmazlar. Bu kimseler, O'nun dilemesine ve kararına bağlıdırlar; (Allah) azze ve celle dilerse, kitabında "... Bundan (şirkten} başkasını, (günahları} dilediği kimse için bağışlar''85 buyurduğu gibi fazlından onları mağfiret eder, bağışlar; dilerse onları adaletiyle Cehennem'de cezalandırır. Sonra onları rahmetiyle ve taat ehlinden olan şefaatçilerin şefaatiyle Cehennem'den çıkarır, cennetine gönderir. Allah Teala, kendisini tanıyanların velisi olduğu için onları, iki dünyada hidayetinden sapan ve dostluğuna

85

4/en-Nisii, 48.

Ehl-i Sünnet Akaidi 216

erişemeyen inkarcılar gibi saymamıştır. Ey lslam'ın ve ehlinin velisi Allah'ım, sana kavuşuncaya kadar bizi lslam üzere sabit kıl l Ümmet-i Muhammed'den büyük günah işlemiş olan kimseler Tevhid üzere ölmüşler ise Cehennem'de ebedi kalıcı değildirler. Günahları sebebi ile oraya atılırlar ama orada ebedi kalıcı değildirler. Ümmet-i Muhammed'den büyük günah işleyen kimseler, iman üzere ölmüş olmak kaydıyla, tövbesiz ölmüşlerse eğer Cehennem'e giderler, Cehennem'de günahları kadar azap görürler. Allah Teala'ya O' nu bilen kullar olarak kavuştuktan sonra Cenab-ı Hakk'ın dilemesine ve hükmüne tabidirler. Dilerse fazl u keremi ile onları bağışlar. Nitekim Nisa Suresi 48. ve 1 16. ayetlerinde, şirk dışındaki günahları dilediği kimse ıçın bağışlayacağını buyuruyor Cenab-ı Hakk. Dilerse bağışlamaz affetmez, adaletin tecellisi olarak onlara azab eder. Sonra ra hmeti ile Cehennem'den çıkarır. Ehl-i taat olan; ta kva ehli, sa lah ehli insanların şefaatleri ile ve kendi rahmeti ile Cehennem'den çıkarır. Sonra onları cennetine gönderir. Ehl-i Sünnet inancı budur, bir kimse günah işlemişse -iman üzere olmak kaydıyla- Cenab-ı Hakk dilerse bu kimseyi affeder ve cennetine gönderir; bu O'nun fazl u keremidir. Dilerse günahları kadar Cehennem'de azap eder, onları daha sonra alır Cennet'e gönderir. Bu O'nun ada letinin bir tecellisi ve gereğidir. Şimdi Kur'an-ı Kerim'de böyle bir ayet var mı? Günahkar müminler günahları ölçüsünde Cehennem'de yanarlar daha sonra oradan çıkarıl ı rlar, Cennet'e koyulurlar. .. Böyle bir ayet Kur'an-ı Kerim'de yok. Peki, biz bunu nereden çıkarıyoruz? Geçtiğimiz yıllarda bazı insanlar kitaplarında böyle söylemişti. Hatta Cehennem azabını işkence olarak ifade etmiş ve Cennet'e gidenin de, Cehennem'e gidenin de bir daha çıkamayacağını, her ikisinin de ebedi azapla orada devam edeceğini söylemişti. Biz de buna mukabil Milli Gazete'de birkaç yazı yazmıştık. Cennet'e girenlerin Cennet'ten çıkmayacakları doğru ama bu tespitin yarısı doğru, öbür

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 217

yarısı yanlış. Çünkü Cehennem'e giren herkesin ebedi kalacağını gösteren bir ayet yok. Şimdi Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet var. Müminleri Cehen nem azabı konusunda uyarıyor ve Cehennem azabını esasen kafirler için hazırlandığını söylüyor. Peki, kafirler için hazırlanmış bir azaptan müminleri niçin uyarıyor acaba? Mesela Tahrim Suresi'nin 6. ayetinde "Ey iman edenler kendinizi, nefsiniz ve ehlinizi ateşten koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." Şimdi bu ayet bize neyi anlatıyor? İman edenlere Cenab-ı Hakk kendinizi ve aile fertlerinizi Cehennem ateşinden koruyun buyuruyor. Cehennem ateşi kafirler için hazırlanmış. O zaman Cenab-ı Hakk neden müminlere böyle bir ikazda bulunuyor? Çünkü müminlerden oraya girme ihtimali bulunanlar olacak. Öyle ol masa "İmanınızı kaybedip cehennemlik olmaktan sakının, küfre düşmekten sakının" buyurabi lir. Öyle buyurmuyor. Bu demektir ki: Kafirler için hazırlanmış olan ateşten kendinizi ve ailenizi koruyun. Demek ki müminlerin oraya girme ihtimali va r. Nisa Suresi'nin 29. ve 31. ayetleri: "Ey iman edenler karşılıklı rıza ile akdettiğiniz ticari olanlar müstesna olmak üzere mallarınızı aralarınızda batıl yollarla yemeyin, nefislerinizi de öldürmeyin. Allah size karşı cidden bağışlayıcıdır. Kim haddini aşarak ve zulmederek bunu yaparsa yarın onu bir ateşe yaslayacağız. Allah'a göre bu kolaydır. Eğer siz nehyedildiğiniz günahların büyüklerinden kaçınırsanız küçük günahlarınızı örter ve sizi şerefli bir makama iletiriz." Cenab-ı Hakk burada müminleri birbirlerinin mallarını hileyle, desiseyle, haram yollarla yememelerini konusunda uyardıktan sonra haddi aşarak bu tür büyük günah işleyenlerin Cehennem'e atılacağını ifade buyuruyor. Bunlar mümin, iman edenlere hitap ediyor Cenab-ı Hakk. Bunlardan kaçının, bunlardan sakının buyuruyor. Bunlardan sakınmamanın küfre düşüreceğine delalet eden ayetler olmadığına göre, ayetin devamı da onu gösteriyor; büyüklerinden sakınırsanız küçük günahlarınızı örteriz buyuruyor. İşte o örtme işi de beş vakit namazla, Cuma'yla, Ramazan'la, Hacc'la oluyor. Bunlar küçük günahlara keffaret oluyor.

Ehl-i Sünnet Akaidi 218

Şura Suresi'nin 17. ve 18. ayetleri: "Bu Kitab'ı ve mizam hak ile indiren Allah'tır. Ve ne bilirsin belki kwamet yakmdır. Ona inanmayanlar onun bir an önce gelmesini isterler, iman edenler ise ondan korkarlar ve hak olduğunu bilir." İman edenler niye korkar kıyametten, günahlarımız bağışlanmazsa Cehennem'de azap görme ihtimali vardır diye. Oysa bu korkuyla ebedi Cehennemlik olacak olanların durumu elbette bir değil. Evet, bu ve benzeri birçok ayet iman edenleri Cehennem azabından sakındırıyor. Cehennem azabından korktuklarını ifade buyuruyor. İman edenlerle Cehennem arasındaki ilişki, imanlarını kaybedip küfre düşmeleri sebebiyle olmayacak. Çünkü bunu gösteren ayrı bir delil yok. Dolaysıyla iman üzerine oldukları halde Cehennemlik olmaları söz konusu olabilecek. Bu ve benzeri ayetler bunu gösteriyor. Ayrıca konu ile ilgili rivayetler tevatür seviyesindendir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadı, bu ayetler ve bu ayetlerin tefsiri şeklindeki hadisleri kaynak alıyor. Hadislerle başı hoş olmayanların bu rivayetleri dikkate almamaları gayet tabidir. Bakara Suresi'nin 23. ve 24. ayeti: "Eğer siz kulumuza indirdiğimiz Kur'an hakkmda bir şüphe içindeyseniz onun sureleri gibi bir sure getirin. Eğer sadıklarsamz, doğru sözlüler iseniz, şahitlerinizi de çağırm. Yok, yapamazsamz ki hiçbir zaman yapamayacaksmız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, kafirler için hazırlanmış ateşten sakmm. " Cehennem ateşi esasen kafirler için hazırlandığını bu ayet açık bir şekilde ifade ediyor. Esasen kafirler için hazırlanmış ateşe, müminlerin düşmesi nasıl olur, açıklaması nedir? İşte yukarıda söylediğimizdir. Bir de şefaattü'ş-şafiin'den bahsediyor imamlarımız: Çoğul şefaat ediciler. Efendimiz (s.a.v) dışında ya da peygamberler dışında başka şefaat ediciler de var. Bu konuyla ilgili olarak hadis-i şerifler var. Mesela, Ali el-Kari Fıkhu'l-Ekber Şerhi' nde diyor ki: "Peygamberler dışında meleklerin de şefaati vardır. Şu ayet-i kerime ona dalalet

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 219

eder : "O gün ROh (Cebrail (a.s)) ve melekler saf halinde dururlar. O zaman Rahman'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Rahman'ın izin verdiği konuşanlar da doğru söylerler. "86 Meleklerin günahkar müminlere şefaat edeceğine delalet eder. Aynı şekilde alimler de şefaat eder diyor Ali el-Kari. Efendimiz (s.a.v)'den Tirmizi ve İbn Mace'nin naklettiği şöyle bir rivayet var: "Ben-i Temim kabilesinin nüfusundan çok daha fazla kişi ümmetimden bir adamın şefaati ile Cennet'e girer."87 Ulema dışında başka kimler şefaat eder? Ali el-Kari merhum devam ediyor: Veli kullar şefaat ederler, şehitler şefaat ederler, şükreden fakirler ve yoksullar da şefaat ederler. Müminlerin küçük yaşta ölmüş çocukları da, başlarına gelen musibete sabredenler de bu sabırları sebebi ile elde ettikleri derece vesilesiyle şefaatçi olurlar. Efendimiz (s.a .v)'den İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Tirmizi ve el­ Beyhaki'nin naklettiği bir başka rivayet: "Her nebiye bir hediye verildi ve onların hepsi onu bu dünyada kullandılar. Bense kendi "atiyye"mi, bana verilen hediyeyi kıyamete tehir ettim. Ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere ahirete tehir ettim. Ü mmet-i Muha mmed' den bir adam bir topluluğa şefaat eder ve onlar onun şefaati ile Cennet'e gider. Başka bir adam bir kabileye şefaat eder; başka bir adam bir sülaleye şefaat eder; başka bir adam üç kişiye, iki kişiye ve bir kişiye şefaat eder." İmam Kurtubi'nin et-Tezkire'sinden naklediyorum: Bir de Efendimiz (s.a.v)'in şefaat türleri var. Bunlardan birisini görmüştük: Şefaat-i uzma. Yani hesap başlamadan önce, mahşerdeki o dehşetli bekleyişin sona ermesi için Efendimiz (s.a.v)'in gösterdiği şefaat. İkincisi, Ümmet-i Muhammed'den bir grubun, bir kesiminin hesapsız olarak Cennet'e gitmesi konusunda Efendimiz (s.a.v)'in şefaati. Üçüncüsü, esasen günahları sebebi ile ateşe atılmayı hak etmiş bir gruba Efendimiz (s.a.v)'in ateşe atılmamaları konusundaki 86

78/En-Nebe', 38.

87

et-Tirmizi, "Sıfatü'l-Kıyiime", 13; İbn Miice, "Kitiibü'z-Zühd", 37.

Ehl-i Sünnet Akaidi 220

şefaati. Dördüncüsü, günahkar bir kısım müminlerin Cehennem' de azap görmekte iken oradan çıkartılmaları konusunda Efendimiz (s.a.v)'in şefaati. Beşincisi, bir kısım Cennet ehlinin derecelerinin yükseltilmesi için efendimizin göstereceği şefaat. Bu söylediğimiz şeyler Cenab-ı Hakk'ın kendisini bilen, tanıyan, itaatkar, mümin, muvahhid kullarına veli olmasından, dost olmasından kaynaklanır. Allah Teala bu m ümin, muvahhid kulları, her iki dünyada kendisini inkar eden, kendisinin de sevmediği kullar gibi bir muameleye tabi tutmaz. Kendisini sevmeyen, kendisine itaat etmeyen, kendisinin de sevmediği kullar Cenab-ı Hakk'ın hidayetinden

mahrum

kalmışlardır.

Onlar

Cenab-ı

Hakk'ın

velayetine nail olamazlar. Ey İslam'ın ve Müslümanların velisi olan Rabbimiz bizi İslam' da sabit tut; ta ki İslam üzere sana kavuşalım.

Ehl-i Kıble'den itaatkar ve günahkar olanların arkasında ve bu kişilerden ölenlere namaz kılmayı caiz görürüz. Onlardan herhangi birinin Cennet'e veya Cehennem'e gittiğini söylemeyiz. Kendilerinden bu yönde bir şey zuhur etmedikçe onlar aleyhine, küfür, şirk ve nifakla şahitlik etmeyiz. Onların gizli yönlerini Allah Teala'ya havale ederiz. Ehl-i Kıble'den itaatkar ve günahkar olanların arkasında namaz kılarız, onlar öldüklerinde de cenaze namazlarını kılarız. Bu bize çok soruluyor: "Hacca gidiyoruz, Vehhabi imamlar var ya da Şiilerin arkasında namaz kılınır m ı?" Burada Ehl-i kıble ifadesinden ne anlıyoruz? Hemen onu biraz açalım. Bir kimse Amentü esasların tamamına iman etse, ameli mükellefiyetlerinin tamamını fazlasıyla yerine getirse ama o adamın zarurat-ı diniye dediğimiz bir alana

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 221

dair herhangi bir yanlışı, eksiği, yamuğu varsa o adam farkında olmadan dinden çıkar. İşte o adam Ehl-i kıble olarak ifade edilemez. Mesela bugün Pakistan kaynaklı bir hareket var: Kadıyanilik. Bu hareket dünyaya da yayıldı. Emperyalist hareketler bunları özel olarak destekliyorlar. Avrupa'daki kardeşlerimiz bilir bunları. Ahmediler veya Kadıyaniler cemaati. Hindistan'da Gulam Ahmed Kadıyani diye bir adam vardı. Bir ara Mesih olduğunu iddia etti. Bu konuda kitaplar yazdı. Bu konuda bir grup oluşturdu. O zaman Hindistan uleması ( Pakistan yoktu o zaman) bu adamın kafir olduğu konusunda icma ettiler: "Bu adam kendisini Hz. İsa (a.s) olarak anlatıyor, tanıtıyor. Bu adam Hz. İsa (a.s) değildir. Bu adamın Hz. İsa (a.s) olmadığı kesin deliller i le sabittir. Dolaysıyla bu adam sahte peygamberlik iddia ettiği için dinden çıkmıştır'' dedi ler. Şimdi bu adam Amentü esaslarının ta mamına inanıyor. Mükellefiyetlerini yerine getiriyor, hizmet ediyor, ama adam zarurat-ı diniyeden olan bir şeyi inkar ettiği için dinden çıktı. iskender Evrenesoğlu diye bir adam var Amerika'da. O da kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor, o da sahte peygamber. Dolayısıyla o adam da kafirdir. istediği kadar namaz kılsın, istediği kadar din anlatsın, istediği kadar Amentüde bizimle aynı şeyleri düşündüğü nü söylesin, inandığını söylesin fark etmez, zaru rat-ı diniyeden olan bir şeyi inkar ettiği için kafir olur. Şiilerin hepsi bir değil tabii ki. Şii dediğimizde aklımıza Caferilik, İran Şiiliği gelir. Bunlar itikatta "İmamiye"dir. İsna Aşeriyye de denir. On iki imamcılık da denir. Amelde Caferi oldukları için Caferiye diye de anılırlar. Bunlar arasında bir güruh var ki çok şedit, çok şiddetli ler: Başta ilk üç halife olmak üzere Sahabe-i Kiram'ın dinden çıktığına inanırlar. Bunu böyle açıktan söylemezler ama kitaplarında, kaynaklarında, biz bunları açık bir şekilde görüyoruz. En azından Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz. Aişe (r.anha) ve diğer sahabiler -Allah onlardan razı olsun- hakkındaki kanaatleri müsbet değildir. Yani çekinmeden söyledikleri bir şey var: "Bunlar

Ehl-i Sünnet Akaidi 222

fasık olmuştur''. Yani Hz. Ali (r.a), Hz. Selman ( r.a), Hz. Mikdat (r.a), Hz. Ebu Zer (r.a) ve bunlar dışında birkaç sahabi dışında sahabenin geriye kalan tamamının fasık olduğunu, Hz. Ali'nin (r.a) imamet hakkını gasp ettikleri için gasıp olduklarını savunuyorlar. Hz. Ali (r.a) ve Hz. Aişe (r.anha) arasında Cemel vakası yaşandığında yöneticiye isyan ettiği için Hz. Aişe'nin ( r.anha) fasık olduğunu söylüyorlar. Biraz daha kanyaklarına inenler bunu bilirler ki buradaki "fasık oldu" dan kasıt, "kafir oldu" demektir. Yasir el-Habib isimli fanatik bir Şii var. Bir videosu var, daha ewel Maliki mezhebine mensup Mağrib'li bir genç var videoda. İhtida (1 ) etmiş, Şiiliğe geçecek. O n u imana davet ediyor, nasıl Müslüman olacağını ona telkin ediyor el-Habib: "Eşhedü enla ilahe illallah = �ı \ıı .ıı 'J .:ıı .J..µl" diyor, genç de tekrar ediyor. ''Ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah = �ı j_,.:-3 ı:d �l .J..µl_3" diyor, o yine tekrar ediyor. "Ve eşhedü aliyyen veliyyullah = �ı 0j � .'.ı..µlj", o da tekrar ediyor. "Masum imamların varlığına, imamlığına, şahitlik ederim" diye bir bölüm var, ona da şahitlik ediyor genç. Sonra arkasından şunu ekliyor el-Habib; "Ben şahitlik ederim ki Ebubekir, Ömer, Osman, Aişe ve Hafsa ateştedir!" Bu videoyu hazırlayan Arap kanalı spikeri diyor ki: "Sen bu adamı imana mı soktun, Cehennem'e mi soktun ? !" Bunları söyleyen adam imandan çıkar, sen güya imana soktun ! ! Şimdi b u Şii adamın arkasında kılınan namaz sahih olur mu? Olmaz. Bu imam kafir! Zarurat-ı diniyye dediğimiz şeyleri inkar edenler kafir olurlar. Onun için "Ehl-i kıble olan her günahkar ve itaatkar insanın arkasından namaz kılarız, öldüklerinde cenaze namazı kılarız" şeklindeki cümle mukayyeddir, sınırlıdır. Kaydı da şudur: Bid'atı küfre düşürecek bir bid'at olmayacak. Öyle olursa adamın Ehl-i kıble olması bir şey ifade etmez. Ehl-i kıbleden hiç kimsenin ne Cennetlik ne de Cehennemlik olduğunu söyleriz. Yani "Bu zarurat-ı diniyyeden bir şey inkar ediyor, bunun için cehennemliktir'' demeyiz. Belki son nefesinde tevbe etmiştir, böyle bir ihtimal de var. Kesin cennetlik ya da cehennemliktir şeklinde şahitlikte

Muhtasar Tah�vi Akidesi Şerhi 223

bulun mayız. Eh-i kıble olan bid'at ehlinin kafir olduğunu, müşrik olduğunu, münafık olduğunu söylemeyiz. Bu tarz bir şey kendilerinden zahir olmadıkça, açıkça ortaya çıkmadıkça biz onların kafir olduğunu söylemeyiz. İç dünyalarını, derunlarını Allah'a havale ederiz. Biz onlarının kalplerini bilmekle mükellef değiliz. Kalplerinde olana göre onlara muamele etmekle mükellef değiliz. İç yüzlerini Allah'a havale eder, dışlarına bakarız.

Kendisine kılıç çekmenin vacip oldutu kimseler dışında Ümmet-i Muhammed'den (s.a.v) hiçbir kimseye kılıç çekmeyi caiz görmeyiz. Ü mmet-i Muhammed'den herhangi bir kimseye silah çekmeyi caiz görmeyiz; öldürülmesi vacip olan kimseler hariç. Yani öldürülmesi vacip olmuş kimseler dışında ümmet-i Muhammed'den kimseyi öldü rmek kastıyla harekete geçmeyiz. Öldürülmesi vacip olanlar kimlerdir? Bunlardan birincisi adam öldürenler. Bir cana kıyanlar kısas cezasına muhatap olur ve öldürülürler. Diğeri evli iken zina etmiş olanlar. Yol kesenler, devlete başkaldıranlar da böyledir. Bir kimse mürted olmuşsa zaten Ehl-i iman vasfını kaybetmiştir, öldürülmesi vaciptir. Mümin vasfını kaybettiğinden dolayı o kimseyi bu gruptan saymıyoruz.

YÖNETiCiLERE iTAAT

İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz. İ mamlarımıza, devlet başkanlarımıza, işlerimizi idare edenlere, idarecilerimize, zulmetseler bile isyan etmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el miktarınca bile ayrılmayız, onlara itaate devam ederiz. Bize günah işlememizi emretmedikleri sürece onlara itaat etmeyi Allah Teala'ya itaat gibi farz görürüz. Onların afiyet ve salah üzere olmaları için dua ederiz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikat kitaplarının hemen tamamında gördüğümüz bir itikad ilkesidir bu. Müslüman olmak kaydıyla yöneticiye isyan edilmez, onların afıyetleri ve yola gelmeleri için dua edil ir. Allah'ın onlara hidayet etmesi istikamet vermesi için dua edilir ama isyan edil mez. Bir zalim yöneticiyi devirmek üzere ayaklandığımız zaman, tarihi tecrübeler de onu gösteriyor ki daha büyük ve daha sürekli kırılmalara yol açıyoruz. Ya ni Ehl-i Beyt'in Emevi ve Abbasilere karşı

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 225

ayaklanmalarına bakın. İmam Zeyd ve imam Yahya'nın ya da diğerlerinin ayaklanmaları problem çözmekten çok problem oluşturmuş. Hz. H üseyn (r.a) efendimizin Yezid karşısındaki pozisyonuna bakın. Gerçi Hz. Hüseyn (r.a) efendimiz kendisine gönderilen bey'atlara bel bağlayarak huruç hareketine kalkışıyor. Ama sahabeden hemen hemen kimse onu desteklemiyor, hatta ona engel olmaya çalışıyorlar. Ehl-i Beyt'ten, Hz. Ali (r.a)'ın başka bir hanımından olma çocuğu Muhammed b. Hanefıyye dahi sütkardeşi olarak Hz. Hüseyn'i bu hareketinden alıkoymak için gayret ediyor. Abullah b. Abbas (r.a) ve Abdullah b. Ömer (r.a) engellemeye çalışıyor. Fakat Hz. Hüseyn (r.a), KOfe'den gelen bey'at haberlerine güvenerek orada bir zemin olduğunu düşünüp böyle bir harekete kalkışıyor. Esasen Ehl-i Beyt içerisinde Hz. H üseyn'in (r.a) soyundan gelenler arasında başka bir isyan hareketi görmüyoruz. Zeydi kanat dışında, İslam tarihinde iz bırakmış, etki yapmış huruç hareketleri çok fazla görünmüyor. Dolayısıyla bu ilke işletildiği içindir ki bu saydığımız huruç hareketlerini dışarıda bırakırsak İslam tarihinde devamlılık esastır. Yöneticinin günahkar hatta zalim olması bile fark etmez. Bize günah işlememizi emretmedikleri sürece biz onlara itaat ederiz. Bunun arkasında böyle yukarıda değindiğimiz gibi bir tecrübe var. Peki, hiç mi isyan edilmez, edildiğinde günahkar mı olunur? Hayır. O zalim yöneticiyi a laşağı edecek kuwetimiz varsa, -Bediuzzaman Said Nursi bunu yüzde yetmişlik bir oran ile sınırlıyor-, yani onu alaşağı edeceğimizden eminsek o zaman huruç edelim. Bu kuwete sahip değilsek huruç etmek, kaş yapalım derken göz çıkartıyor.

EHL-1 SÜNNET VE'L-CEMAAT'E ITTIBA

.

,

.

. ((� � 81 ,

-

.

Sünnet'e ve Cemaat'e ittiba ederiz. Şaz görüşlerden, (Cemaat'e) muhalefet etmekten ve (Cemaat'ten) ayrılmaktan kaçınırız. Adalet ve emanet ehlini severiz, zalimlere ve hainlere de buizederlz. "ilmi bize karışık gelen meseleleri en iyi bilen Allah'tır" deriz. Sünnet, Efendimiz (s.a.v}, Cemaat ise Sahabe-i Kiramdır. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'iz dediğimizde Efendimiz (s.a.v)'in ve Sahabe-i Kiram'ın üzerinde bulunduğu çizgide bulunduğumuzu söylemiş oluyoruz. Başından itibaren Sahabe-i Kiram'ı takip edenler hep çoğunluğu oluşturduğu için bundan bir çoğunluk ifadesi de anlaşılmıştır. Cemaatten kasıt a na gövde demektir. Ana gövde Sahabe-i Kiram'ın izinden gidenlerdir. Sahabeye tabi olduğunuzda sahabeye tabi olanların arasına girmiş oluyorsunuz. Tabi bu her dönemde böyle olmuyor. Ahmed b. Hanbel'in Halku'l-Kur'an fitnesi (Mihne olayları) döneminde yaşadığı bir hadise var. Ona kırbaç vuranlar bir taraftan diyorlar ki: "Hani siz çoğunluktunuz, kendinize Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat diyordunuz, hani nerede bu cemaat?" imam Ahmed'in ona verdiği bir cevap var, çok ibretamiz: "Cemaat demek tek kişi bile olsa hak taraftarı olmak demektir." Dolayısıyla bu cemaat kavramını kemiyete indirgemek doğru değil. Evet,

Muhtasar Tah3vi Akidesi Şerhi 227

kemiyet vardır ancak ona asıl karakterini veren husus keyfiyettir. Bu keyfiyet zaman zaman kemiyet planında kendini gösterebilir ancak belirleyici olan bu değildir. Belirleyici olan muhtevadır, keyfiyettir. "Cemaat" deyince anlamamız gereken husus budur. Şaz görüşler benimsemekten, yani cemaatin görüşünün dışında kalmaktan, itikadi bakımdan cemaatin görüşlerine muhalefet etmekten kaçınırız. Onlardan ayrılıp ayrı bir fırka oluşturmaktan sakınırız. Adalet ve emanet ehlini severiz, zalimlere ve hainlere de buğz ederiz. Deriz ki: "Bize karışık gelen, kapalı gelen hususların ilmini Allah'a havale ederiz." Bu önemli bir tavırdır ve tarih boyunca bütün ulemanın bu tavırda olduğunu görürüz. Emin olmadığımız meselelerde "Allah-u a'lem" deriz.

Rivayetlerde geldiği gibi, seferi ve mukim iken mestler üzerine meshi caiz görürüz. Mestler üzerine mesh konusu aslında a meli bir konudur, itikadi değildir. Böyle bir konunun bu metinde yer alması, mestler üzerine mesh rivayetlerinin kemiyeti ile ilgilidir. Bir de Şiilerin bu konuda aykırı tavırları var. Onlar mestler üzerine meshin caiz olmadığını söylüyorlar. Biz bu rivayetlerin m uhkem olduğuna inanır ve bu rivayetleri inkar etmenin kişinin itikadını tehlikeye attığını söyleriz. ,,.

JI



o

...: o

o

{

o

, , 0l:..;:ı \.; S1 � - ıı- .e.. � ııU' .:..- - � . I • J ıı � ·�ı J_;' 1 � ı· -'j'; ') ı· -'-/- � � ,,. � '-' e::- - 'J , -, ,,. ı � Jı ı_., ,,� - , ' � 'I • -� ,,,, J ı,, . � ,, , .. •

!.A





• o ·'

• 44 � lJ



, "ı.S"' �

�'-"-' Cı..::?

Hace ve cihAd, iyi olsun kötü olsun Müslümanların yöneticileri ile birlikte kıyamete kadar devam edicidir. Bunlan hiçbir şey bozamaz, geçersiz kılamaz.

Ehl-i Sünnet Akaidi 228

ister iyi olsun, adil olsun, ister zalim olsun; Müslümanların yöneticileri ile Hace ve Cihad ibadetinin kıyamete kadar devam edici olduğunu söyleriz, diyor imamlarımız. Hiçbir şey bu iki ibadeti nakzedemez. Bunlar kıyamete kadar bakidir. Burada Müslümanların, cemaat şuuruna bir vurgu var. Bir de küffara karşı tavrımıza bir gönderme var. Yani Hace bütün ümmetin bir anlamda evrensel kongresidir. Ve her ne olursa olsun, yol emniyeti, azık vs. olduğu sürece devam eder. Dolayısıyla M üslümanlar bu ibadeti devam ettirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır. İkinci olarak Cihad devam eder, burada yöneticinin vurgulanmış olmasına dikkat etmek lazım.

MELEKLERE VE KABiR HAYATINA iMAN

Kirlmen Kltibin meleklerine iman ederiz. Allah onlan bizim üzerimize koruyucu kılmıştır. Varlıkların ruhlarını kabzetmekle görevli ölüm meleilne de iman ederiz. Yazıcı meleklere iman ederiz. Allah Teala bu melekleri bize koruyucu kılmıştır. Bazı alimler hafaza melekleri ile Kiramen-Katibin meleklerinin farklı olduğunu söylemişler. Allah-u a'lem doğru olan budur. Ancak Kiramen-Katibin melekelerinin aynı zamanda hafaza melekleri olduğunu söylemekte de bir beis yoktur. Burada geçen metin Kiramen Katibinin aynı zamanda hafaza melekleri olduğunu söylüyor. Varlıkların, insanların, cinlerin ruhlarını almakla görevli ölüm meleğine de iman ederiz.

Allah Rasulü'nden (s.a.v) ve Sahabe'den (r.anhum) gelen rlvayetlerde geçtlil üzere hak etmiş olanların kabir azabına çarptınlacaiına, Münker ve Neklr'ln kabirde (kişiyi) rabbinden,

Ehl-i Sünnet Akaidi 230

dininden ve peygamberinden sorguya çekeceiine iman ederiz. Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir azabı ile kabir sıkması genellikle birbirine karıştırılır. Kabir sıkması, bevle dikkat etmemek, idrarın sıçraması gibi konulardan dolayı müminlerin de yaşayacağı bir şeydir. Cenab-ı Hakk hepimizi muhafaza buyursun, o kabir sıkmasıdır. Kabir azabı ise başka bir şeydir. Münker ve Nekir isimli meleklerin kabre konulmuş ölüye Rabbini ve peygamberini bilip bilmediğini sual etmesine de iman ederiz. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) ve Sahabe-i Kiram'dan da gelen nakiller var: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarmdan bir çukurdur."88 Ölü kabre konulduğunda Münker ve Nekir isimli iki melek geliyor ve ona "Rabbin kim, Dinin ne, Peygamberin kim?" diye soruyorlar. Eğer mevta müminse, hayatını mümince yaşamış ve son nefesini öylece vermişse bu konulara kolaylıkla cevap verecek ve ona kabrinden bir pencere açılacak. "Burası senin ahirette kalacağın yerdir, orayı seyret" diyecekler. Kabri genişleyecek, ferahlayacak ve diriltileceği güne kadar oradan Cennet'teki makamını seyredecek. Eğer kişi dünyada küfür üzere yaşamışsa o sorulara cevap veremeyecek, kabri daraltılacak, sıkışacak. Öyle ki kaburgaları birbirine geçecek ve Cehennem'den oradaki yerini gösteren bir pencere açılacak. "İşte senin gideceğin yer burası, gideceğin yeri diriltilene kadar seyret" denilecek. Bu bile başlı başına azaptır. Biliyorsunuz günümüzde bazı kimseler kabir azabının olmadığını söylüyorlar. Bu konuya da bir takım Kur'an ayetlerini delil

88

et-Tirmizi, "Sıfetü'l-Kıyame", 27.

·

Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi 231

getiriyorlar. Kur'an-ı Kerim'in kabir azabına delalet eden ayetleri üzerinde biraz duralım: M ümin Suresi 11. ayet: "Diyorlar ki HRabbimiz sen bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin, günahlarımızı itiraf ettik. Bizim için bir çıkış yolu var mıdır?"" Buradaki "iki kere öldürdün ve dirilttin"den kasıt nedir? Kafir ve inkarcı kul öldüğünde birinci ölüm; ruhun bedenden ayrılmasıdır. Kabre konulduğunda tekrar ruh geliyor, bedene giriyor, sorgu vaki oluyor. Münker ve Nekir melekleri ruh bedene tekrar girdikten sonra kabirde sorguda bulunuyorlar. Sorgunun bitiminde Cehennem'deki yerini görmek suretiyle kıyamete kadar o azap içinde kalıyor. Mümin Suresi 46, Firavun ve hanedanı hakkında bir ayet: "Onlar sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün Firavun'un ailesini azabın en şiddetlisine sokun denilir." Ayetin ifadesi çok açık, kıyamet kopmadan önce Firavun ve ailesi ateşe arz olunuyor. Nasıl oluyor bu? Kabirde o pencere açılıyor ve "İşte gideceğiniz yer burasıdır" diyerek azap olunuyorlar. Kıyamet koptuğu zaman da "Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun" denilir ki o da Cehennem azabıdır. Bundan daha açık bir delalet olur mu? Kıyametten önce sabah akşam ateşe arz olunuyor, Kıyamet kopunca da azabın en şiddetlisine sokuluyorlar. Tevbe Suresi 101. Ayet: "Onlara iki kere azab edeceğiz. Sonra onları büyük bir azaba muhatap edeceğiz." İmam Azam Ebu Hanife de bu ayeti esas alıyor, el-Fıkhu'I Ekber' de ve diyor ki: "Kabirde ruhun kula iade edilmesi, kabrin sıkıştırması ve kabrin azabı; bütün kafirler ile günahkar Müslümanların bir kısmı için haktır, m ümkündür ve vakidir."89 Dikkat edilirse imam Azam da burada kabir sıkıştırması ve azabı diye iki ayrı şeyden bahsetti. el-Vasıyye isimli eserinde de 89

imam Ebu Hanife, el·Fıkhu'/-Ekber, (Mektebetü'l-Furkiln) 137.

Ehl-i Sünnet Akaidi 232

şöyle diyor. "Hakkında hadisler bulunması dolayısıyla Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri hak ve vakidir."

el-Fıkhu'l-Ebsat'da şöyle diyor: "Kim kabir azabını tanımıyorum, öyle bir şey yoktur derse o, helak olacak olan Cehmiyye zümresindendir''.90 imam Ebu Hanife ile aşağı yukarı çağdaş Cehm b. Safvan diye bir ada m var; kabir azabını ilk inkar eden kişi bu adam. Daha pek çok konuda ilk münkerleri ortaya atmış. Onu takip edenlere Cehmiyye deniliyor. imam Azam da onlara atıf yaparak diyor ki: "Kim Kabir azabını inkar ederse helak olacak olan Cehmiyye zümresindendir. Çünkü "Onlara iki defa azab edeceğiz"91 ve "Zulmedenler için bundan ayrı bir azap daha vardır'92 ayetlerini inkar etmiş olur. Eğer bir kimse derse ki ben ayete inanıyorum fakat onun tevil ve tefsirine inanmıyorum, -yani bu ayetlerin kabir azaplarını anlattığına inanmıyorum derse- o da kafir olur. Çünkü Kur'an'daki bazı ayetlerin tevili tenzilinin aynıdır, inkar eden kafir olur'' diyor lmam-ı Azam. ''Tevili tenzilinin aynısıdır'' demek; "Bildirdiği hüküm açıktır, bu ayet m uhkemdir ayrıca tevil yapılmaz" demek. Söylediği şey açık ve nettir. Dolayısıyle "ben bu ayetin teviline inanmıyorum" diyen kimse makbul gerekçe ileri sürmüş olmaz. Bu açıklamasının onu kurtarmadığını, o kimsenin küfre düştüğünü söylüyor imamımız. Kabir azabı meselesi bu kadar önemli bir meseledir.

90 imam

EbQ Hanife, el-Fıkhu'l-Ebsat, (Mektebetü'l-Furk3n) 137.

91

9/et-Tevbe, 101.

92

52/et-TOr, 47.

SUAL-CEVAP

Sual: Kabir azabının inkarı konusunda Kelam ulemasının genel durumu nedir? imam Gazali ve diğerleri ne diyorlar? Cevap: Kabir azabını inkar edenlerin tekfir edileceği konusunda genel olarak kelam alimlerinin bir tespitini ben bilmiyorum. Bu da diğer meseleler gibidir. Mutezile kabirde azap olmadığını, olamayacağını söylüyor ama biz M utezileyi tekfir etmiyoruz. Burada da kelam ulemasının genel tutumu budur. Fakat ortada İmam Ebu Hanife'nin ( rh .a) böyle bir tespiti de var, bunu da görmezden gelmemiz mümkün değil. Soru: Kabir azabını, ilgili ayetleri tevil yoluyla "farklı anlıyorum" diyerek inkar eden net olarak tekfir edilir mi diyeceğiz? Cevap: imam Ebu Hanife böyle diyor. El-Fıkhu'l-Ebsat'taki ifadeleri çok açık. Dolayısıyla biz kabir azabını diline dolayıp da "böyle bir şey yoktur, bunu diyen insanlar uyduruyor, bunu hadislere dayanarak söylüyorlar, bu mesele Kur'an' da geçmez" diyen i nsan çok tehlikeli bir şey yapıyor. Biz o insana "sen kafir oldun arkadaş, karın boş oldu, malın helal oldu" demeyelim. Adamın katlinin vacip olduğunu, mürted olduğunu söylemeyelim ama bu meseleyi de küçümsemeyelim. insanlara dilimizin döndüğünce anlatalım.

AHiRET GÜNÜNE iMAN

���j

":;"�� J='_;aj'J ��' rY- ���' f:\?.-J .�..:.si� ��j -��� ��� ":;"�� ":;"�� ":;"L:ŞJı

Öldükten sonra dirilmeye, kıyamet günü amellerin karşılıiının görüleceiine, amel defterlerinin arz olunacaiına, Hesib'a, amel defterlerinin okunmasına, sevap ya da azab verilmesine, Sırit'a ve Mizin'a iman ederiz. Herkese kitabının okunacağına, herkesin mükafat veya ceza göreceğine iman ederiz. Sırat ve amellerin tartılacağı Mizan'a iman ederiz. Bunlar haktır. Bütün bu hususlar, çok sayıda rivayetle sabit olduğu ve bir kısmına da ayetler delalet ettiği için, bid'at fırkaların önemlice bir kesimi bunlara da iman etmiştir. Günümüzde bütün bunların inkar edildiğini biliyorsunuz. Bu inkarcıların, Mutezile'nin eline su bile dökemeyeceğini akıldan çıkartmayalım. Biz Mutezileye bid'at ehli diyoruz ama bu günümüz bid'atçıları Mutezileyi mumla aratacak, onlara rahmet okutacak kadar ileri gidiyorlar. Kadı Abdulcebbar, Mutezile'nin son dönem büyük alimlerinden birsi. Onun "el-Usulü'l-Hamse" ve "Fadlu'l-İ'tizôl ve Tabakôtü'l­

Mutezile" isimli eserleri var. Oralarda aynen şöyle diyor; "Kabir

azabına, mizana iman ederiz, ikrar ederiz." Hatta el-Muhtasar fi

Usuli'd-Din diye bir eseri var, orada da bu söylediklerini toplu olarak

Ehl-i Sünnet Akaidi 236

tekrar tekrar söylüyor: "Bunlar haktır, iman ve ikrar ederiz" diyor. Dolayısıyla günümüzde Kur'an Müslümanlığı adı altında iman hakikatlerini inkar eden kimseler Mutezileyi bile aşmış geçmiş, son derece büyük bir sapkınlığa savrulmuş insanlar. Cenab-ı Hakk şerlerinden bu ümmetin çocuklarını korusun.

CENNET VE CEHENNEM'E iMAN

Cennet ve Cehennem yaratılmışlardır, ebediyen son bulmaz, yok olmazlar. Allah Telli mahlQkatı yaratmadan önce Cennet'i, Cehennem'i ve onlara (girmeye) ehil olanları yaratmıştır. Kimi Cennet'e (sokmayı) dilerse bu O'nun fazlından, kimi Cehennem'e (sokmayı) dilerse bu da O'nun adaletinden kaynaklanır. Herkes kendisi için tayin olunmuş şeyleri yapar, kendisi için takdir edilene dojru gider. Hayır ve şer (Allah tarafından) kullara takdir edilmiştir. Cennet ve Cehennem elan mevcuttur. Kesinlikle son bulmaz, fani olmazlar, kesintiye uğramazlar, her ikisi de sonsuzdur. Cenab-ı Hakk mahlukları yaratmadan önce Cennet ve Cehennem'i yaratmıştır. Daha sonra cennetlik ve cehennemlikleri yaratmıştır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk kullarından bir kısmını kendisinin fazl u keremi olarak Cennet'e koyacaktır. Kimin de Cehennem'e gitmesini murad etmişse onu da adaleti gereği Cehennem'e sokacaktır. Yani o kul Cehennem'i hak edecek ki Cehennem'e sokacak. Her iki grup da, (cennetlikler de cehennemlikler de) Cenab-ı Hakk'ın bildiği amelleri işleyerek Cennet ve Cehennem'e gidecekler. Bu iş

Ehl-i Sünnet Akaidi 238

kesinleşmiş, bu mürekkep kurumuştur. Kimlerin Cennet'e, kimlerin Cehennem'e gideceği bellidir. Biz dünyaya geldiğimizde irademizi kullanarak amel işliyoruz, bu a mel neticesinde Cenab-ı Hakk'ın ezelde bildiği ve yazdığı şey tahakkuk ediyor; bir kısmımız Cennet'e, bir kısmımız Cehennem'e gidiyor. Herkes kendisi için takdir edilmiş hedefe, kendisi için yaratıldığı menzile doğru gidiyor. Hayır da şer de Cenab-ı Hakk tarafı ndan kullar üzerine takdir edilmiştir. "De ki haytr da şer de Allah katmdandır'93 ayetini okuduk. Evet, her ikisini de takdir eden Cenab-ı Hakk'tır, fakat şerre rızası yoktur, hayra rızası vardır.

93

4/en-Nis�, 78.

ISTITAAT (FiiL iŞLEMEYE GÜÇ YETiREBiLME)

Yaratılmışlara sıfat olarak vermenin caiz olmadığı, "muvaffak kılmak" kabilinden, fiilin meydana gelmesini gerektiren (güç anlamındaki) istitaat, fiille beraber bulunur. Fakat sağlıklı olma, potansiyele sahip olma, imldın bulma ve orgaların sağlam olması bakımından istitaat, fiilden önce bulunur ve hitap bu istitaate bağlıdır. Bu durum Allah Teala'nın şöyle buyurduiu gibidir: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.1194

İmamlarımız burada "istitaat"ten bahsediyor; teknik bir tabirdir; bir şey yapabilme kabiliyeti, kudreti demektir. Bu da iki kısımdır, birisi burada ifade edilen şeydir; bu istitaat fiil yapmayı mümkün kılan bir istitaattir/güçtür. Bu bizde bulunan bir kudrettir. Fiil yapabilme kabiliyetidir. O kabiliyet fiil ile birlikte olur. Bir istitaat daha var ki o da fizik şartlarımızla ilgilidir. Elimiz ayağımız, azalarımız, kas gücümüz, organlarımız, fiziki yapımız ile ilgilidir. Bu bizde, fiilden önce bulunur. Birinci istitaat ile ikinci istitaat a rasındaki fark şudur: Birinci istitaat fiil yapabilme kabiliyet ve kapasitesidir ki, fiil ile 94

2/Bakara, 286.

Ehl-i Sünnet Akaidi 240

birlikte bulunur. Ulemamız buna "istitaat-i batıne" demiş. Diğeri fiilden önce bulunur ki, insan bir şey yapacağı zaman, mesela kolunu kaldıracağı zaman onda kolunu kaldıracak kuwet olacak ki kolunu kaldırabilsin. Bu da "istitaat-i zahire"dir. Neden böyle bir tartışma yapılmış? istitaat fiilden önce olsa ne olur, sonra olsa ne olur? İstitaat-i batıne'nin kulda fiilden önce bulunduğunu söylersek, kulun, fiil işlemede Allah Teala'dan bağımsız olduğunu söylemiş oluruz. Mu'tezile bu hataya d üşmlüştür. Oysa metnimizde daha önce geçmişti: Kim bir göz açıp­ kapama süresince Allah Teala'dan istiğna eder, O'na ihtiyacı olmadığını söylerse kafir olur. Kulda ki "bir şey yapabilme kudreti" ne gelince, kulu mükellef yapan, teklife ehil yapan budur. İlahi teklif bu "yapabilme kudreti" sebebiyle kula yönelir. Nitekim -metinde de geçtiği gibi- Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah Teôla hiç kimseye, gücünün yetmediği şeyi yüklemez."

KULLARIN FiLLERi VE TEKLIF-1 MA LA YUTAK (GÜCÜNÜN ÜSTÜNDE BIRŞEYDEN SORUMLU TUTMAK)

Kulların filleri Allah'ın mahlQku, kulların da "kesb"idir. Allah Teala onlara, ancak güç yetlrebllecekleri şeyleri teklif eder. Onlar da ancak (Allah'ın) kendilerine teklif ettiii şeylere güç yetirebilirler. Bu durum "La havle vela kuwete illa billah / Tasarruf ve güç sadece Allah'a aittir." sözünün tefsiridir. Şöyle deriz: Allah'ın yardımı olmadan hiçbir kimse Allah'a isyandan uzaklaşamaz, kıpırdayamaz ve güç bulamaz. Yine Allah'ın tevfiki olmadan hiçbir kimse, Allah'a itaati yerine getirmeye ve bu istikamette sebat etmeye güç yetiremez. Kulların fiilleri Allah Teala'nın mahlukudur, yaratığıdır; kullar o fiilleri kesbeder, işlerler. Yaratıcısı Allah, işleyicisi kuldur. Kul kendi fiilini yaratmaz. Allah'ın yarattığını işler. Bu nasıl olur? Kul bir şey yapmak ister, azmeder. Bu cüzi iradedir. Sonra onu kuweden fiile çıkarır, azalarını organlarını kullanır, kullanmadan ewel Cenab-ı Hakk o fiili yaratır, o kul da işler. Teklifi fiiller konusunda insan bir fiil işlemeden önce Cenab-ı Hakk'ın o fiili yaratması söz konusu değil. Dolayısıyla yaratan Cenab-ı Hakk; işleyen, kesbeden kul. Allah Teala kulların ancak gücü yettiği şeyleri kullara yükler. Onlara ancak

Ehl-i Sünnet Akaidi 242

güç yetirebildikleri şeyi teklif eder. Kullar da ancak Cenab-ı Hakkın kendilerine yüklediği şeye güç yetirebilirler. "U havle vela kuwete illa billah" sözünün açıklaması budur. H iç kimse için bir çare, çözüm yoktur, kimse için hareket söz konusu değildir. Allah'ın muvaffak kılması dışında hiç kimse için geri dönüş, kurtuluş, kaçış söz konusu değildir. Allah Teala'nın emirlerini yerine getirmeye ve bunda devam etmeye hiç kimsenin gücü yoktur. Ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla mümkün olur.

Her şey Allah'ın meşieti/dilemesi, ilmi, kader ve kazasıyla meydana gelir. O'nun dilemesi, tüm dilemelere galip gelmiştir. O'nun kazası da tüm tedbirlere galip gelmiştir. O asla zulmetmeden dilediğini işler. Kötülük ve çirkinliğin her türlüsünden temizdir, ayıp ve noksanlığın her türlüsünden de münezzehtir. "O, yaptığmdan sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklard1r.1195

Onun ilminin, kazasının, kaderinin, hükmünün dışında hiçbir şey yoktur. Allah'ın meşieti, dilemesi O'nun dışında bütün varlıkların dilemesine galip gelir. Cenab-ı Hakk'ın kazası da ona karşı alınmış tedbirlere galip gelir. O'nun kazası, hükmü karşısında hiçbir tedbir duramaz. Dilediğini yapar olduğu ha lde asla zalim değildir. Cenab-ı Hakk'ın hiçbir fiili zulüm diye nitelendirilemez. Yani mesela çocuk annesinden doğuyor bir azası eksik, bir takım normal insanlar dışında farklı özellikleri var. "Allah bunu neden böyle yaptı?" diyen insan Allah korusun Allah'ın ona zulmettiğini söylemiş olur. Bu tehlikeli bir şeydir. "Allah Teôla yaptıklarından sorguya çekilmez, insanlar sorguya çekilirler." 95

2 1/Enbiya, 23.

ÖLMÜŞLERE DUA, ALLAH TEAl.A'NIN HER ŞEYDEN MÜSTA�NI OLMASI

Dirilerin dua ve sadakalarında ölmüşler için menfaat vardır. Allah Teala dualara icabet eder, ihtiyaçlan giderir. O her şeyin sahibidir fakat hiçbir şey O'na sahip olamaz. Hiçbir şey bir an bile Allah Teala'dan müstağni değildir. Allah'tan bir an bile müstağni olduğunu iddia eden kimse küfre girer, asilerden olur. Dirilerin duaları ölülere fayda eder. Vehhabi çevreler sebebiyle günümüzde çokça tartışma konusu olmuş bir meseledir bu. Dirilerin Kur'an okumaları, sadakaları, duaları ölülere fayda eder. Bu husus hadislerle, Sünnet'le sabittir. Bunu inkar eden bid'atçi olur. Bütün mezhep uleması da bu konuda ittifak halindedir. Dirilerin okuduğu Kur'an'ın, dirilerin yaptığı infak ve tasaddukun ölülere faydası var mıdır? Tabi ki vardır. Bu konudaki hadisler de mütevatirdir. Bunu unutmayalım. Allah Teala dualara icabet eder ve onların ihtiyaçlarını giderir. Allah Teala her şeye maliktir, hiçbir şey O'na malik olamaz. Allah Teala'dan bir göz açıp kapama süresince bile istiğna söz konusu değildir. Biz göz açıp kapama sürecinde bile Allah'a muhtacız. Kim

Ehl-i Sünnet Akaidi 244

"Bir göz açıp kapama süresince benim Allah'a ihtiyacım yok" diye d üşünürse kafir olur. Bu kimse dinden çıkar ve cehennem ehli olur.

Allah gazaplanır ve razı olur ancak yaratıklardan herhangi biri gibi deill. Metnin başlarında dediğimiz gibi, "Leyse kemislihişey'un"; "Cenab-ı Hakk'ın dengi gibi hiçbir şey yoktur".96 Burası da o ayetin kapsamına dahildir. Cenab-ı Hakk gazaplanır, razı olur, hoşnut olur. Ama bu insanların gazaplanması ya da hoşnut olması gibi değildir.

96

42/eş-ŞOr3, 11.

SUAL-CEVAP

Sual: Rıza kelimesinin anlamı nedir? Allah'ın rızası vardır cümlesinin a nlamı nedir? Rıza, "şikayetsiz kabulleniş" midir? Cevap: Hayır, rıza kabul etmek, hoşnut olmak demektir. Hoşumuza giden bir şeyi sadece benimsemez, ondan razı da oluruz, ondan hoşnut da oluruz. Cenab-ı Hakk'ın rızasını da bu kelimelerle açıklayabiliriz.

ASHAB-1 KIRAM'I SEVMEK, ENBIYA'NIN EVLIYA'YA ÜSTÜNLÜ�Ü VE EYLIYA'NIN KERAMETi

Allah Rasulü'nün (s.a.v) ashabını severiz. Onların hiçbirinin sevgisinde ifrata gitmeyiz. Onlann hiçbirisinden teberri etmeyiz. Onlara buğz eden ve onları hayırdan başka bir şey ile anan kimselere buğz ederiz. Biz Sahabe-i Kiram'ı ancak hayırla yad ederiz. Onlara muhabbet beslemek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğz etmek, küfürdür, nifaktır ve tuğyandır. "Ben ondan beriyim, Hz. Muaviye şöyle, Hz. Ebu Hureyre (r.anhum) böyleydi" demeyiz. Onların tamamını severiz. Onlara buğz edene biz de buğz ederiz. Onları hayırdan başka bir şey ile anan kimselere biz de buğz ederiz. Biz Sahabe-i Kiram'ı ancak hayırla yad ederiz. Onlara sevgi mu habbet beslemek dindir, imandır, ihsandır. Dikkat edin, dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğz etmek, küfürdür, nifaktır ve tuğyandır.

Muhtasar Ta havi Akidesi Şerhi 247

Allah Rasulü'nden (s.a.v) sonra, kendisini ümmetin tümünden faziletli sayıp öne geçirdiğimiz için hilafetin ilk olarak Hz. Ebubekir es-Sıddik'a (r.a), sonra Ömer b. el-Hattib'a (r.a), sonra Hz. Osmin'a (r.a), sonra da Ali b. Ebi TAiib'e (r.a) alt olduğunu tasdik ederiz. Bunlar Raşit Halifeler ve hidayet imamlarıdır.

Allah Rasulü (s.a.v)'in isimlerini vererek Cennet ile müjdelediği on kişinin cennetlik olduğuna, Allah Rasulü (s.a.v)'in şahitliğine dayanarak şahitlik ederiz. Onun sözü haktır. Onlar; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha (b. Ubeydullah), Hz. Zübeyr (b. Awam), Hz. Sa'd (b. Ebi Vakkas), Hz. Sa'id (b. Zeyd), Hz. Abdurrahman b. Avf ve bu ümmetin "emin"i olan Hz. EbO Ubeyde b. el-Cerrah'tır. Allah onların hepsinden razı olsun.

Allah Rasulü (s.a.v)'in ashabı, her türlü lekeden tahir zevceleri ve her türlü pislikten mukaddes zürriyeti hakkında güzel sözler söyleyen kimse münafıklıktan emin olur.

Ehl-i Sünnet Akaidi 248

Önceden yaşamış Selef ilimleri ve peşlerinden gelen Tabiin neslinden hayır, eser, fıluh ve nazar ehli olanlar ancak güzellikle anılırlar. Onlan kötü yid edenler (doiru) yolun dışı(nda bir yol) üzeredirler. Selef alimleri, onlardan sonra gelen Tabiini -ki bunlar hayırla rivayet ehlidir ve dirayet ehlidir- ancak yad-ı cemil ile anarız. Onlar hakkında da hayır ve güzel söz söyleriz. Onları andığında dilini kötülüklere bulaştıran, onları tezyif ve tahkir eden kimse yoldan çıkmıştır.

Velilerden hiçbirini, peygamberlerden (aleylmusselim) hiçbirine üstün tutmaYJZ, "Bir peygamber tüm velllerden faziletlidir'' deriz. Onlann (velilerin) kerametlerinden bize nakledilenlere; güvenilir (ravi)ler(ln rivayetlerin)den sahih olanlanna inanını. Hiçbir veliyi hiçbir peygamberden üstün tutmayız. Deriz ki: "Bir tek peygamber bütün velilerden daha üstündür". Velilerin kerametleri cümlesinden bize kadar nakledilen şeylerin doğru olduğuna iman ederiz. Güvenilir raviler yoluyla o kerametleri bize nakleden rivayetlerin de sıhhatine inanırız.

KIYAMET ALAMETLERiN E iMAN, KAHiN VE FALCILARI DO�RU BULMAK

Kıyamet alametlerine iman ederiz: Deccalln huruç etmesi, Meryem ollu Hz. lsa (a.s)'ın semadan inmesi Güneşin batıdan dolmasına, Dibbetü'l-Arz'ın bulundulu yerden çıkacalına iman ederiz. •••

Bunlar hadislerle sabit hususlardır. Deccal hadislerini nakleden sahabilerin sayısının lOO'e ulaştığını söylemişlerdir. Yüz civarında sahabi Deccal hadislerini nakletmiş. Mehdi hadislerini 20 kadar sahabi nakletmiş. Bu konu ile ilgili özel kitaplar da var. Hz. İsa (a.s)'ın gökten inmesi hadisesine dair 30 küsur sahabi rivayeti gelmiş bize. Bu rivayetlerden 72'si, sahabiler tarafından doğrudan Efendimiz (s.a.v)'den nakledilmiş, 47'si de sahabi sözü olarak bize kadar gelmiş. 119 rivayet var Hz. lsa (a.s)'ın gökten geleceğine dair. Güneşin batıdan doğacağını anlatan rivayetler 15 sahabeden gelmiş; Dabbetu'l-Arz hadisleri 7 sahabiden gelmiş, Ye'cüc ve Me'cuc rivayetleri en az 5 sahabiden gelmiş, Havz-ı Kevser rivayetleri 57 sahabiden gelmiş, Ru'yetullah ile ilgili rivayetler 28 sahabiden gelmiş, Kabir azabı 32 sahabiden gelmiş ... Bunla rın hepsi m ütevatir rivayetler olarak itikadi kabullerimizi oluşturuyor.

Ehl-i Sünnet Akaidi 250

Kahinleri, falcıları ve Kitap, Sünnet ve icma-1 ümmete aykırı bir şey iddia eden kimseyi tasdik etmeyiz. Bakın burada önemli bir şey var: imamlarımız bize kimi, hangi konuda tasdik edeceğimizi söylüyor. Bir adam "Bana ilham olundu şöyle şöyle oluyor'' dese bunu tasdik etmek zorunda değiliz. Bediuzzaman demiş ki "Bana Risale-i Nur ilham ile yazdırıldı". Bunu tasdik etmek zorunda değiliz. Muhyiddin İbn Arabi demiş ki : "Bu kitaplar bana yazdırıldı", bunu da tasdik etmek zorunda değiliz. Bizi bağlayan nedir? Edille-i Şer'iyye! Alimlerimiz gereken ölçüyü koymuş. Rüyada şöyle olmuş, ilham gelmiş böyle olmuş, keşifte şöyle gelmiş... Biz bunların hak olduğunu inkar etmiyoruz. Bunlar haktır, bunları kabul ediyoruz ama bunlar bizi "bağlamaz"; bunları tasdik etmek zorunda değiliz. Falanca veli zat falanca konuda bir şey söylediğinde bu sözü Kitab'a, Sünnete, İcma'ya uyuyorsa alırız, uymuyorsa "Kendisini bağlar, bizi bağlamaz" deriz. Ölçüyü bu şekilde koyarsak hiçbir problem kalmıyor. Yoksa bugün yaşadığımız türden problemleri yaşamak zorunda kalırız. Tarih içinde yaşanmış binbir türlü hadiseler var, onları yaşamak zorunda kalırız. Ölçü; Kur'an, Sünnet ve icma'dır. Bizi bağlayan bunlardır. Buna uyanları alırız, uymayan şeyleri sahiplerine iade ederiz.

Cemaati hak ve doğru görürüz. Ayrılığı, sapkınlık ve azap olarak görürüz. Cemaatle birlikte bulunmayı hak ve doğru ka bul ederiz. Ayrılığı, ayrı bir fırka tutmayı, tefrikayı da sa pıklık ve azap olarak görürüz.

SUAL-CEVAP

Sual: İmam Rabbani Mektubat'ında "Nüzul-i İsa (a.s) ve Mehdi (a.s)'ın gelişini inkar edenler kesinlikle kafir olmuştur" diyor. Mütevatir hadisleri inkar insanı küfre düşürür mü? "Hadislerin sıhhatiyle ilgili şüphelerim var" veya "hadisleri yeterli bulmuyorum" demesi onu kurtarır mı? M ustafa İslamoğlu'nun Hz. İsa (a.s) ve Mehdi (a.s)'ın gelişleriyle ilgili düşüncesi bu yönde. Cevap: Şurası çok önemli bir meseledir: U lemanın genelinin kabul ettiği bir kural var. Belki biraz detaylı ama bu önemli. Mütevatir derken iki şey a nlıyoruz: Usul-i Fıkıhçıların mütevatir tarifi ve Usul-i Hadisçilerin mütevatir tarifi. Usul-i Fıkıhçılar diyorlar ki: "M ütevatir, sayıları hesaba gelmeyecek kadar kalabalık kitlelerin birbirlerine nakli suretiyle Efendimiz (s.a .v)'den bize kadar intikal etmiş haberdir". Yani burada kitlesel rivayet var. Hesaba gelmiyor, sayıya gelmiyor, sayamıyoruz kaç kişi... Bunun inkarı küfürdür, bu konuda tüm Eh l-i Sünnet ulema ittifak halinde. Usul-i Fıkıhçıların bu tarifi tevatürü oluşturan insanların sayıya hesaba gelmeyecek kadar kalabalık olması üzerine kuruludur. Bir de Usul-i Hadisçilerin tarifi var. Onlar da diyorlar ki: "Yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayan sayıdaki insanın birbirine nakli suretiyle bize kadar gelmiş haberdir". Burada kriter değişti. İlkinde sayıya hesaba gelmeyecek kalabalıklar vardı. Usul-i Hadisçilerin tarifinde ise yalan üzerinde ittifak etmeleri, bir rivayet

Ehl-i Sünnet Akaidi 252

uydurma konusunda söz birliği etmeleri mümkün olmayacak sayıdaki insan ... Bu kaç kişidir? Birine göre beş kişi, birine göre elli kişi, başka birine göre beş yüz kişidir; değişebilir. Bu tartışmayı en son şu noktaya bağlamış Usul-i Hadisçiler. Diyorlar ki: Tevatür tarifinde aslolan bize gelen bu rivayetin bizde ilim hasıl etmesidir, deriz. Yani "Bizde kesin bilgi hasıl ediyorsa bu m ütevatirdir. "Zan" düzeyinde bilgi hasıl ediyorsa; "olabilir de olmayabilir de" gibi... Veya kuwetli zan düzeyinde bilgi hasıl ediyorsa; "kuwetle muhtemeldir ki böyledir" gibi... o zaman bu mütevatir değildir" diyorlar. M ütevatirin şartı bizde ilim hasıl etmesidir. Şimdi bu i kinci grup tevatürü inkar edenler tekfir edilmezler. "Bunlar bid'at ehlidirler" denir. Nitekim fukahamız diyor ki, bir insan Mirac hadislerini inkar etse kafir olmaz. Bunlar Usul-i H adisçilerin tasnifidir, onlara göre de bu rivayetler mütevatir değil, meşhurdur. Diğer tevatür bulduğu söylenen hadiseler hakkında da aynı şeyi söylemek -Allahu a'lem- yanlış olmaz. Dolayısıyla açık bir Kur'an nassına dayanmayıp da hadislerle sabit olan bir mesele ... Kur'an ayetleri hakkında yorum yapıyorlar, tevil ediyorlar. Tevile müsait mi? Müsait. İlgili rivayetler de manevi tevatürle mütevatir olmuş. Dolayısıyla böyle durumlarda biz bu inkarcıların kafir olduğunu söylememe yolunu tercih ediyoruz. İmam Rabbani Hz.lerinin Mektubatlnda Nuzul-i İsa (a.s) meselesini inkar edenlerini tekfir etmesini ayrıca kendi içinde okuyup düşünmek lazım.

ALLAH KATINDA GEÇERLi DiNiN ISLAM DiNi OLDU�U

Göklerde ve yerde Allah'ın dini tektir. Allah TeAIA şöyle buyuruyor:

"Allah katmda din, şüphesiz /s/am 'dır.'191

ayet-1 kerimede) şöyle buyuruyor:

(Başka bir

"Sizin için din olarak /s/dm'ı

beğendim. '191

Din Allah'ın dinidir, yerde de gökte de tekdir. O da İslam dinidir. Yani bütün peygamberlerin getirdiği İslam' dır. Bütün peygamberler kavimlerine M üslümandır.

İslam'ı

tebliğ

etmiştir.

Dolayısıyla Yahudilik,

Bütün

peygamberler

H ristiyanlık, Sabiilik vs.

sonradan insanlar tarafından uyd urulmuş şeylerdir. Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: "Allah katmda yegône din İslam'dır". Yine şöyle buyurur: "Sizin için din olarak İslam'dan razı oldum, onu beğenip

seçtim."

97 3/Ali lmr3n, 19. 98 5/M3ide, 3.

Ehl-i Sünnet Akaidi 254

(lslam dini) ifrat ile tefrit, teşbih ile ta'til, cebr ile kader ve emn ile iyis arasında bulunur.

O

İfrat ile tefrit arasında orta yoldur İslam . Teşbih ve ta'til arasında da orta yoldur. Yani Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarını ne inkar ederiz, ne de kulların sıfatlarına benzetiriz. Birincisi ta'til i kincisi teşbihtir. Bildiğiniz gibi Cebriyye var, Kaderiyye var; Cebriyye diyor ki "Kul Allah'ın iradesi, dilemesi, meşieti karşısında rüzgar önündeki kuru yaprak gibidir. Rüzgar onu dilediği yöne savurur''. Bu Cebriyyedir, kulun iradesini sıfırlar. Öbürü de Kaderiyye'dir, "Allah kulun işine karışmaz, kul kendi fiilini kendisi yaratır" der. Birisi kulun iradesini inkar eder, biri Allah'ın iradesini inkar eder. Dolayısıyla gerçek itikad, itidal bu ikisi arasındaki ortak noktadır. "Ben kesin cennetliğim" de demez, "kesin cehennemliğim" de demez. Bakın itidal çizgisini nasıl koydu imamlarımız. Teşbih de değil, ta'til de değil. Cebir de değil, Kaderiyye de değil. Umut da değil, umutsuzluk da değil.

SON SÖZ

İşte bunlar zahiri ve batini dinimizdir, inancımızdır. Belirttiğimiz ve açıkladığımız hususlara muhalif olan herkesten Allah'a sığınırız. Allah Teala'dan bizi iman üzere sabit kılmasını, bu haldeyken hayatımıza son vermesini, çeşitli hevalardan, farklı görüşlerden, Müşebbihe, Mutezile, Cehmiyye, Cebriyye, Kaderiyye ve bunların dışında (Ehl-i) Sünnet ve'l-Cemaat'e muhalefet edip dalaletle barışan aşağılık mezheplerden bizi korumasını isteriz. Biz onlardan uzağız. Onlar bizim nazarımızda sapık ve hakir kimselerdir. ismet ve tevfık Allah'ın yardımıyla ancak mümkün olabilir. İşte bu saydığımız şeyler, zahiren ve batınen gizlide ve açıkta dinimiz ve itikadımızdır. Bu açıkladığımız ve beyan ettiğimiz hususlara muhalefet eden her kim olursa biz o kimseden beriyiz. O kimseden Allah'a sığınırız. Allah Teala' dan dileriz ki bizi iman üzere sabit kılsın. Son nefesimizi iman üzere teslim etmeyi nasip etsin. Bizi

Ehl-i Sünnet Akaidi 256

çeşitli hevalara tabi olmaktan korusun. Fırkalara, tefrikaya sebebiyet veren aşırı yanlış/batıl görüşlere saplanmaktan bizi korusun. Çirkin, pis, aşağılık mezheplere saplanmaktan bizi korusun : M üşebbihe, M utezile, Cehmiyye, Cebriyye, Kaderiyye ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e muhalefet eden diğer fırkalar böyledir. Biz bunlara sapmaktan Allah'a sığınırız. Bunlar Sünnet'e ve Cemaat'e muhalefet etmiş, dalalet ile de barışmışlardır. Biz onlardan beriyiz. Onlar bizim nezdimizde sapık ve bayağı kimselerdir. İsmet ve tevfık, yani sapmaktan korumak ve doğruya yöneltmek Allah Teala' dandır. Böylece et-Tahavi metnini tamamlamış olduk. Allah'a hamd ediyoruz. Dualarımızın sonu şudur: Elhamdü lillahi Rabbi'l-alem'in ..

BIBLIVOGRAFYA

Kur'in-ı Kerim, Kütüb-i Si'tte, AHMED b. HANBEL, el-Müsned, (Ahmed Muhammed Şikir (1-Vlll. ciltler) ve Hamza Ahmed ez-Zeyn (IX-XVlll. ciltler) tahkikiyle), Daru'l-Hadis, Kahire-1416/1995, 1-XX (Son iki cilt fihrist). EL-BEYHAKT, Ebu Bekir Ahmed b. el-Hüseyin, Kitôbu'l-Esmô ve's-Sı/ôt, (Muhammed Zihid el-Kevseri tahkik ve ta'likiyle), Diru lhyii't-Turisi'l-Arabi, Beyrut-?. EBO HANTFE, en-Nu'min b. Sibit el-Kufi, imam-ı Azam (1son61), el­ Fıkhu'l-Ebsat, (Mustafa Öz tarafından lmam-ı Azam'tn Beş Eseri adıyla yapılan çeviriyle birlikte basılan Arapça mecmua içinde), lstanbul-1991 .

.................., el-Fıkhu'l-Ekber, (Aynı mecmua içinde) . .................., el-Vasıyye, (Aynı mecmua içinde). .................., Risale ilô Osman el-Betti, (Aynı mecmua içinde). İBN EBl'L-IZZ, Ali b. Ali b. Muhammed ed-Dimaşki, Şerhu'l-Akideti't­ Tahôviyye, (Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türki-Şu'ayb el­ Arnaut tahriç, tahkik ve ta'likiyle), Müessesetu'r-Risale, Beyrut-1412/1991, 1-11 . .................. , .................., (Heyet ve M. Nasıruddin el-Albani tahkik ve tahriciyle), el-Mektebu'l-İslami, Beyrut- 1404/1984.

Ehl-i Sünnet Akaidi 258

İBN HIBBAN, Ebu Hatim Muhammed b. Hibban b. Ahmed et-Temimi, Sahihu lbn Hibbôn bi Tertibi İbn Belebôn, (Şu'ayb el-Arnaut tahkik, tahriç ve ta'likiyle), Müessesetu'r-Risale, Beyrut1418/1997, 1-XVll l (son iki cilt fihrist).

Beyônu Telbisi'l-Cehmiyye fi Te'sisi Bida'ihimi'l-Kelômiyye (Nakdu Te'sisi'l-Cehmiyye), (Muhammed b. Abdirrahman b. Kasım

İBN TEYMİYYE, Takiyyuddin Ahmed b. Abdilhalim el-Harrani,

ta'likiyle), Matba'atu'l-Hükume, Mekke-1391-2/1971-2, 1-11. EL-KEVSERİ, Muhammed Zahid, neşri, ?-1388/1968.

Makôlôtu'l-Kevseri, Ratib Hakimi

EL-MÜNAVİ, Zeynuddin Muhammed Abdurrauf b. Taci'l-Aritin el­ Haddadi, Feydu'l-Kadir Bi Şerhi'l-Cômi'i's-Sağir, Daru'l­ Ma'rife, Beyrut-1391/1972, 1-VI. EN-NABLÜSİ, Abdülgani b. İsmail, Kütübi'l-llmiyye, ?-?.

el-Hadikatu'n-Nediyye, Daru'l­

SIFIL, Ebubekir, Modern islam Düşüncesinin Tenkidi, RıhleKitap, lstanbul-2013, 1-11 .

.................., Sana Din'den Sorarlar, RıhleKitap, lstanbul-2011, ES-SÜYÜTİ, Celaluddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, Daru'l-Fikr, ?-?.

..................,

Temhidü'l-Ferş fi'l-Hısôli'l-Mucibeti

Mektebetü'l-islami - Daru Ammar, ?-?.

1-11 ...

Cômiu'l-Ehôdis, lizi/ôli'l-Arş,

el­

KARMA iNDEKS

A Abbasiler, 123 Abdullah b. Ömer, 225 Abdurrahman b. Avf, 247 Abdülaziz Bayındır, 92, 173 Adem, 23, 45, 46, 49, 51, 87, 105, 170, 171

Arap dili, 137, 144, 185, 193 Arş, 22, 24, 55, 56, 57, 71, 72, 73, 116, 144, 149, 154, 155, 156, 167, 185, 186, 187, 188, 189, 190 Avrupa, 198, 221 ayetler, 43, 89, 90, 138, 145, 169, 217, 218, 235

Afrika, 157

B

ahiret, 55, 122, 128, 130, 170, 213 Ahmed b. Hanbel, 46, 186, 205, 219, 226 Hz. Aişe (r.anha), 222 Akaid, 13, 44, 46, 50, 52, 74, 137, 140, 148, 155, 168, 197, 205, 208 Akide, 183, 191

Batı, 153 batıl, 217, 256 Berat gecesi, 108 beyan, 135, 211, 212, 255 el-Beyhaki, 73, 219 büyük günah, 204, 205, 215, 216, 217

el-Albini, 45, 49

c

Hz. Ali (r.a), 222 amel, 163, 170, 206, 235, 238 Amentü, 212, 220, 221 Amerika, 190, 203, 221 Ankara, 155 Arabistan, 41, 66, 71, 120 198, 222

caiz, 37, 51, 220, 223, 224, 227, 239 cebr, 254 Cebrail (a.s), 115, 120, 122, 126, 164, 200, 219 Cebriyye, 254, 255, 256

Ehl-i Sünnet Akaidi

260 cehalet, 25

Ebu Zer (r.a), 222

Cehennem, 30, ı4ı, ı12, 2ı6,

Efendimiz (s.a.v), 22, 38, 39, 44,

2ı8, 230, 23ı, 237

48, 49, sı, 55, 73, 76, 77, 87,

Cehennem azabı, 2ı6, 2ı8, 23ı

93, 94, 95, ı11, 113, ıı4, 1 15,

Cehmiyye, 46, 48, Sı, 52, 70, ı45,

116, 117, ı20, ı22, ı26, ı27,

ı48, ı49, 232, 255, 256 Cemel vakası, 222

135, 139, ı43, ı48, ıss, ıs9, ı60, ı6ı, ı62, ı63, ı6S, ı68,

cenaze namazı, 222

ı69, ı7o, ı86, ı87, ı9s, ı96,

Cennet, 30, ı4ı, ı12, 174, ı87,

200, 202, 205, 207, 209, 2ıı,

203, 220, 230, 237, 247

2ı2, 2ı8, 2ı9, 226, 249,2Sı

cerh, ısı

Ehl-i Beyt, 224, 225

ahAc:I, 228

Ehl-i Bid'at, ı63

cinler, 23, 88

Ehl-i Kltab, 47

Cuma namazı, 205

Ehl-i Sünnet, 11, ı2, ı6, ı7, 45, 48, so, sı, 52, 66, 67, 70, 1ı,

D dalalet, ıoı, 2ı8, 256 Hz. Davud, ıso

76, 92, 93, ı23, ı34, ı43, ı49, ıs2, ı54, ı6ı, ı1ı, ı9ı, ı97, ı98, ı99, 202, 2ı6, 2ı8, 224, 226

Deccal, 249

Elest bezmi, ı26, ı11

deiişim, ı89

Elmalılı, 83

Din, 11, ı7, 58, 73, 87, ı3ı, ı37,

eser, 45, 46, 248

ı86, ı87, ı92, 253

ezan, 205

Dinlerarası diyalog, 203 Dolu, ıs3

F

dua, 24, 95, ıll, ıı2, ıı3, ı87, faiz, 206

224, 243

fakihler, 74

E Ebu Dawd, ı47 Ebu Hanife, ıı, 24, 56, 74, 23ı, 232, 233

farz, ı2, ı3, ı27, ı98, 224 fetva, 70 fıkıh, 68, 73, 248 Fıkıh Usulü, ı63 fıtrat, 82, 9ı, ı27

Ebu Hureyre, 206, 246

Firavun, ı87, 23ı

Ebu Sevr, 48

Fiten, 93

Ebu Talib, ı60

Fukaha, ı63

Ebu Ubeyd, 247 Ebu Ubeyde, 247

• Karma indeks • 261 G

lbn Huzeyme, 46, 48, 70, 73 lbn Kuteybe, 74

Gayb, 171

lbn M3ce, 219

gıybet, 206

lbn Teymlyye, ıs, 16, 41, 42, 43,

gusül abdesti, 29

45, 46, 47, 48, 49, 50, 51, 52,

günah, 87, 91, 93, 184, 204, 213,

55, 56, 57, 69, 70, 72, 73, 120,

216, 224, 225

148, 149, 150, 151, 185, 186, 190, 191, 192, 194, 196

H Hace, 163, 201, 205, 217, 227, 228 Hadis uleması, 162, 182

Hz. lbrahlm, 11, 79, 193, 201 icma, 221, 250 lçtlhad, 148 iftira, 47, 50, 52, 77, 87, 120, 184, 206

Hadis Usulü, 163, 170

ilham, 83, 250

hadis-i kudsi, 111

mm, 26, 21, 73, n, 102, 173, 178,

Hz. Hafsa, 222

180, 252

hakaret, 49

illet, 85

hakikat, 13, 50, 94, 98, 99, 102,

imam EbQ Hanife, 231, 232

109, 139, 142

imam el-M3turidi, 12

Hanefi mezhebi, 69

imam Zeyd, 225

haram, 209, 217

imamet, 197, 222

Harun, 216

iman, 11, 12, 39, 41, 43, 44, 45,

haıyet, 211

50, 76, 81, 86, 103, 114, 119,

helal, 116, 165, 204, 205, 233

123, 128, 140, 141, 143, 145,

hidayet, 100, 101, 109, 224, 247

171, 181, 182, 183, 194, 195,

hikmet, 79, 209

204, 207, 210, 211, 212, 213,

Hindistan, 66, 221

214, 216, 217, 218, 220, 223,

Hristiyanlar, 87, 123, 203 Hristiyanlık, 253

229, 230, 235, 248, 249, 255 inanç, 16, 198 lncll, 47, 50 inkıta, 58

ıslah, 92

insan aklı, 144 lran, 198, 221 irtica, 37 Hz. lsa (a.s), 123, 249, 251, 252

lbn Abdilberr, 73 lbn Hibb3n, 188

lslam, 11, 16, 36, 38, 39, 45, 49, 66, 67, 71, 87, 94, 140, 143,

Ehl-i Sünnet Akaidi 262 162, 203, 207, 209, 210, 216,

Kuran, 42, 76, 87, 194, 201

220, 225, 253, 254

el-Kurtubi, 170, 219

lslam akaidi, 162

küfür, 39, 53, 81, 100, 101, 131,

lslam coğrafyası, 66

141, 171, 175, 176, 197, 204,

İslam dünyası, 36, 66, 67

205, 220, 230

lslam tarihi, 67, 225 İslam toplumu, 71

L

lslam ümmeti, 11

Levh-i Mahfuz, 95, 108, 120, 122,

lsra, 162

181, 182, 187

lstanbul, 155 istiva, 19, 22, 24, 56, 57, 72, 73, 144, 151, 155

K Kader, 40, 75, 76, 77, 80, 82, 86,

M Mağrib, 222

Makôlôt, 194 Mantık, 73

92, 94, 95, 101, 105, 112, 113,

masum imamlar, 196

178, 182, 183, 184

Maturidiler, 12, 83, 85, 112, 193,

Kaderiyye, 76, 254, 255, 256

194

kaza, 93, 94, 95, 102

Mehdi, 249, 251

keffaret, 217

Mekke, 38, 160

Kelam, 26, 27, 32, 54, 58, 77, 83, 104, 128, 192, 193, 194 Kelam uleması, 27, 77

Mekke dönemi, 38, 160 melekler, 23, 108, 120, 122, 128, 170, 178, 195, 219

kesb, 241

Mescid-i Aksa, 160, 162

el-Kevseri, 130, 194

Mescid-i Haram, 159, 162

kıble, 162, 210, 220, 222

el-Mevdudi, 67, 68

kısas, 223

el-Meydani, 11

kıyamet, 62, 63, 78, 122, 218,

Mirac, 127, 159, 160, 161, 162,

231, 235

163, 166, 252

kıyamet günü, 235

Modern lslam Düşüncesi, 203

kıyas, 33, 148, 173 Kıyas, 173

Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, 203

Kitab, 148, 170, 178, 182, 183,

modernistler, 124

201, 250

Moğol istilası, 67

KOfe, 225

mucize, 162

kul hakkı, 205, 206

Muhammed ikbal, 66 mukabele, 88



Karma i ndeks



263 Hz. Musa, ı79, ı94

ö

Mustafa l slamoğlu, 79, 89, 92, ıoı, 2ı3, 2sı Mücessime, 26, 50, ı29, ı48,

H. Ömer, 222, 247 özgürlük, 99

ıso, ı86, ı87, ı9ı, ı94 mücmel ayet, 200

p

el-Mün�vi, 207 münker, 38

Pakistan, 22ı

el-Müslim, 46, 48, 93, ı3S, ı36,

peygamberler, 115, ı11, ı78,

139, ı67, ı86, 208 Müslümanlar, 36, 68, 76, 87, ı95,

2ı8, 253 peygamberlik, 22ı

228

e/-Müsned,

R

ı86, 205

Müşebbihe, 26, 50, sı, 57, ı20, ı29, ı48, ıso, ı87, ı94, 255, 256

Ramazan, 205, 208, 2ı1 ruh, ıos, 23ı

müteşabih ayetler, 138, ı44

s

müteşabih nasslar, 139, ı86 mütevatir, ı60, ı62, ı82, ı85, 249, 2Sı, 2s2

N namaz, 37, ıo8, 117, ı27, ı62, ı63, ı9s, ı96, ı98, ı99, 200, 204, 205, 206, 208, 220, 22ı, 222 nefis muhasebesi, 9ı nur, 114, 117, ı6ı

o Hz. Osman, 222

Sahabe, 45, 47, 76, 93, ı60, ı9ı, 202, 206, 208, 209, 22ı, 226, 229, 230, 246 sahih hadis, 46, 50, 73, ı33, ı87 salih amel, ıı2, ı63, 213

Sana Din'den Sorarlar,

ı62

Selef, 46, 69, ı04, ı10, 138, ısı, ıs6, ı60, ı9ı, ı92, 248

nazar, ı42, 248

oruç, 208

sadaka, 95, 96, ıı3

Selef-i Salihin, ı9ı Hz. Selman (r.a), 222 sevap, ııı, ı63, 206, 2ı3, 235 Hz. Süleyman, ı47

es-Sünen, ı47 Sünnet, ı2, ı7, 20, 28, 35, 36, 39, 42, 44, 45, 48, 52, 58, 70, 7ı, 76, 77, 97, ı06, ıı1, ı20, ı2ı, ı48, ı6ı, ı84, ı9ı, ı9S, ı96,

Ehl-1 Sünnet Akaidi

264 198, 202, 211, 212, 226, 250, 255

tevbe, 113, 122, 175, 197, 215, 222

Sünnetullah, 80

tevessül, 16

es-SüyOti, 121

Tevhid, 15, 16, 17, 20, 21, 26, 27, 34, 35, 39, 41, 43, 66, 70, 76,

ş

125, 146, 216 tevil, 47, 50, 57, 107, 133, 139,

Şam, 70

142, 143, 144, 161, 162, 164,

şefaat, 116, 165, 168, 169, 170,

199, 232, 233, 252

218, 219

Tevrat, 47, 50, 78

Şeytan, 88

teyemmüm, 117

Şia, 52, 196, 197

et-Tirmizi, 219, 230

şirk, 16, 43, 44, 53, 101, 136, 202,

u

216, 220

T et-Tah3vi, 11, 12, 15, 102, 103,

ulema, 17, 46, 104, 251 Usul-i Fıkıh, 90, 160, 251 Usul-i Hadis, 160, 167, 251, 252

114, 131, 139, 150, 151, 152,

uydurma, 252

256

uzay, 25

takva, 1 14, 1 16, 187, 211, 212, 216

o

Tarih, 120, 250 tarihselllk, 124, 192 Tebe-i Tabiin, 160

Ommet-i Muhammed, 168, 169, 215, 216, 219, 223

teblil, 39, 43, 115, 208, 211, 253 tecdid, 115

v

tecslm, 70, 71, 186 tefekkür, 179 tekfir, 66, 160, 163, 198, 199, 204, 205, 233, 252 tenzih, 26, 56, 59, 60, 72, 77, 129, 144, 145, 153, 154

vahiy, 97, 115, 117, 119, 120, 122, 123, 127, 180, 197, 209, 212, 221

el-Vasıyye, 56, 231 veli, 220, 250

Tenzih akidesi, 145 teşbih, 50, 51, 57, 69, 70, 71, 77, 143, 144, 186, 254 tevatür, 160, 170, 218, 252

y Yahudilik, 253 Hz. Yahya, 225



Karma indeks



265 HZ. Yakub, 11

Zek3t, 163, 167, 208

yed, 195

Hz. Zeyd, 247

Hz. Yunus, 161, 165

zikir, 37 zina, 223

z ez-Zehebi, 71

zulüm, 242 Hz. Zübeyr, 247 Zühd, 219