Doğu Avrupa Devrimleri [1 ed.]
 9753634498

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

DOGU AVRUPA DEVRİMLERİ

FERENC FEHER AGNES HELLER

DOGUAVRUPA DEVRİMLERİ Totaliter Toplumlardan Sivil Toplumlara...

DERLEYiP ÇEViREN: TARIK

DEMİRKAN

om o

Cogito - 37 ISBN 975-363-449-8 Doğu Avrupa Devrimleri 1 Ferenc Feho!r-Agnes Heller Derleyen ve Çeviren: Tank Demirkan

1. baskı: 2000 adet, İstanbul, Aralık 1995 Yayına Hazırlayan: ömer Çendeo�u Tasanm: Mehmet Ulusel Ofset Hazırlık: Nahide Dikel Yayın Koordinatörü: Aslıhan Dinç Baskı: Şefik Matbaası ©Yapı Kredi Yayınlan Ltd. Şti., 1995 Türkçe çevirinin tüm yayın haklan saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar d�ında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğalhlamaz. Yapı Kredi Yayınlan Ltd. Şti. Yapı Kredi Kültür Merkezi lstiklal Caddesi, No: 285 Beyoğlu 80050 Istanbul Telefon: (0-212) 293 08 24 Faks: (0-212) 293 07 23

İÇİNDEKİLER

Sunuş • 9 Seksenli Yıllarda Doğu Avrupa • 13 Komünizmin Sonu • 33 Komünizmin Ardından • 49 Kapitalizm mi, Demokrasinin Zaferi mi? • 67 Orta ve Doğu Avrupa'da Güneşin Altında Yeni Bir Şey Var mı? • 85 Marksizmin Politik Yas ilanı• 103 Çok Kültürlülük • 117 Avrupa'nın İkinci Rönesansı • 131 Avrupa'nın Değişik Yüzleri • 145

Derlernede temel alınan eserler: ]alta Utdn-Kelet Europa hosszu forradalma ]alta ellen (Yalta'nın Ardından -Doğu Avrupa'nın Yal­

ta'ya Kar�ı Uzun Süren Devrimi), Kossuth Yayınevi, 1990, Buda­ pe�te. Kelet-Eıır6pa "Dicsöseges Forradalmai (Doğu-Avrupa'nın "Şanlı" Devrirnleri), T-Twins Yayınları, 1992, Budape�te.

sunuş

Bazı ara�tırmacılar XX. yüzyılın -siyasi anlamda- insanlık tarihinin en kısa yüzyılı olduğunu öne sürerler: Birinci Dünya Sava!iı'yla ba!ilayan, uluslararası ili!ikilerin Soğuk Savaş'ın donduruculuğunda bir dünya elitillin halklar üzerinde oynadığı zorlu ve acımasız bir satranç müsabakasına indirgenmesiyle süren ve ardında türlü acı­ lar, bilenmi!i kinler,_ biriken nefretler, bir türlü inmeyen intikam duyguları ve sorunlar yumağı bırakarak 1989 Doğu Avrupa dev­ rimleriyle sona eren ilginç bir yüzyıldır bu. XX. yüzyılın sonu aynı zamanda iki merkezli dünyanın ve So­ ğuk Savaş'ın da sonudur; yeni ba!ilayan Sıcak Barış artık yirminci yüzyılın değil, insanlık tarihinin sonu nereye varacağı bugünden kestirilemeyen yeni bir sayfasının hikayesi olacaktır. XX. yüzyılın ba!iları Almanya'nın, ortaları Birle!iik Amerika ve Sovyetler Birliği'nin, sonları Uzak Asya ve Batı Avrupa'nın yıldızı­ nın parladığı dönemler olarak görülse de, �_X. yüzyılın asıl "gizli kahramanı", deyim yerindeyse "karakter oyuncusu" -her geli!imeye dalaylı ya da doğrudan damgasını vuran bölge- Doğu Avrupa'dır. XX. yüzyılın açılı!i ve kapanı!i parantezleri Doğu Avrupa'da konul­ mu!itui; Saraybosna'da veliahta atılan bombayla, sadece bir dünya sava!iı ba!ilamakla kalmamı�, imparatorlukların yelYüzünden silin­ diği, dünya haritasının altüst olduğu bir dönem açılmı!itır; birinci­ sini gölgede bırakan İkinci Dünya Sava!iı'nın kıvılcımının çaktığı mahal yme Tiogu Avrupa'dır. Bir türlü yerine oturmayan dengele­ riy1E:Çetnikve··siyasi nufuz bölgeleriyle i�tahı kabaran büyük devie­ rin ilk uzandığı bölgedir burası. Payla�ılamayan, üzerine sava�ılan topraklardır. Ve nihayet, bu çalkantılı yüzyıl yine, bu bölgede derinlerden gelen sarsıntıyla kapanmı�, Doğu Avrupa'nın, üzerine zorla giydi-

lO

Doğu Avrupa Devrimleri

rilmeye çalışılan tek tip elbiseyi paramparça etmesiyle yeni bir dünyanın ilk cümlesi söylenmiştir. Tarihin ne garip bir cilvesidir ki, Saraybosna'da atılan bombayla başlayan yüzyıl, yine Saraybos­ na'daki -ama bu kez- yığınsal bombalamalada kapanış perdesini indirmektedir. Şimdi Doğu Avrupa dramatik bir adım atarak tarih sahnesine fırlıyor; devlet merkezcilikten, insan merkezli piyasa ekonomisine geçişin yollarını zorluyor; otoriter ve totaliter yönetim sistemlerin­ den sivil inisiyatifierin kendi varlıklarını yaşayabilecekleri plüralist yapılara yöneliyor; denenmemiş patikalardan geleceğe çıkışlar arı­ yor; top lumsal ve ekonomik kururnlaşmasında yeni modeller pe­ şinde koşuyor. Hangi süreçlerin sonucudur bu gelinen nokta? Doğu Avrupa'nın yaşadığı bu süreç bir yandan tarih içinde hep kendine özgü bir kimliği olan Doğu Avrupa'nın XX. yüzyıl sonlarındaki yeni kimlik arayışı olarak değerlendirilebilir; Batı Av­ rupa'nın Fransız devrimi ve İngiliz sanayi devrimiyle girdiği süreç­ te Anglosakson liberalizmi ve kıta Avrupa ülkelerindeki Keynesçi­ devletçi ideojilerin harmanlanmasıyla oluşan çağdaş kapitalizm ta­ rihin labirentlerinde dönüp dolaşan Doğu Avrupa ülkelerinde XX. yüzyıl sonlarında gündeme gelebilir mi? Batı'nın refah toplumları­ nın Doğu Avrupa'daki "yoksul kuzenleri"; Heller'in ünlü tanımla­ masıyla "modemizasyon sarkacı"nın ileri-geri salınımıyla Batı'nın ulaştığı senteze ulaşabilir mi? Geleneklerin ve tarihsel koşulların farklılığı, "Batı"daki çağdaş kurumların alınıp aynen uygulanması­ na izin verir mi? Batı'da ekonomik entegrasyonun ardından oluşan siyasi birlik ortamına dahil olabilmek sadece ekonomik farklılıkla­ rın, hayat standartlarındaki asimetrikliklerin ortadan kaldırılmasıy­ la mümkün olabilir mi? Doğu Avrupa halklarının 1848 devrimleri­ nin devamı olarak, ama 150 yıllık bir gecikmeyle yaşadığı "özgür­ lükçü" devrimler Batı'nın yarattığı "Bütünsel Avrupa"nın çok kül­ türlülüğünde ikinci bir rönesans yaşanmasını mümkün kılar mı? Bu devrimler.tE> bütünleşmenin önündeki engeller kalkmış, A vru­ pa'da evrensel değerler temelinde "Batı" ve "Doğu" sentezinin önü mü açılmıştır? Yoksa, dünyada büyük yankılar uyandırarak orta­ dan kalkan "Demir Perde"nin yerine şimdi ekonomik, siyasi ve kül­ türlere "yeni duvarlar"ın inşası kaçınılmaz mıdır? Yanıt aranması gereken ikinci grup sorular yumağı da XX. yüzyılın en büyük toplumsal deneyi olan sosyalizm üzerindedir: Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan sistemsel çö­ küş tarihsel anlamda "komünizmin sonu" olarak da değerlendirile­ bilir mi? Marksizmin tarihsel başarısı ve başarısızlığı nelerdir? Sa-

Sunuş

ll

nayi devrimlerini yaşarnamış toplumlarda devletçi modernizasyon hamleleri olarak gündeme gelen sosyalist yapılanma tarihin hangi çıkmaz sokaklarından geri dönmek zorunda kalmıştır? Totali­ ter-patemalist devlet ve parti modelinin prototipi hangi koşullar içinde şekillenmiştir? Tarihsel determinizm düşüncesinden de güç alan totaliter devletin, ekonomik ve toplumsal süreçlerin derinler­ de işleyen mekanizmalarını durdurmaya neden gücü yetmemiştir? İçten içe uzun bir zamandır gerileyen bu sistemin yadsınamaz çö­ küşü neden ilk olarak açıkça Doğu Avrupa'da gündeme gelmiştir? Doğu Avrupa'da yaşanan dönüşüm süreçlerinin dünyaca ünlü uzmanları Ferenc Feher ve Agnes Heller'in yapıtlarından derlediği­ miz dokuz makaleden oluşan bu kitap, işte bu ve benzeri sorulara yanıt arıyor ve bölgede yaşanan sürecin yerel ve evrensel özellikle­ rini gün ışığına çıkartıyor. Ünlü Lukacs ekolünden gelen bu iki de­ ğerli filozofun eserlerine önem kazandıran bir başka ilginç nokta da, yazarların sadece geçmişin analizlerini yapmakla yetinrnemele­ ridir. Geçmişten bugüne uzanan çizginin, yarın neden olabileceği tasvirler, sadece Doğu Avrupa ülkelerini değil, tüm dünyayı etkile­ yebilecek oluşumlar ortaya çıkarabilir. Yazarların dünyada güçle­ nen yeni milliyetçilik ve rasizm olgusu karşısındaki öngörüleri, farklı kültürler temelinde yükselen evrensel değerler sentezinin ba­ şarısını engelieyebilecek olumsuzluklar üzerine değerlendirmeleri, son derece güncel tartışmalara ışık tutacak düşünsel zenginliğe sa­ hip. Doğu Avrupa'da yaşanan paha biçilmez toplumsal deneyi "Ba­ tı"ya tutulan ayna olarak da gören bu iki yazar, buradan çıkarıla­ cak derslerin, tarihsel gelişim içinde bugün artık önü tıkanan Batı tüketim toplumları açısından da son derece yararlı olacağını düşü­ nüyorlar. 1989-1990 yıllarında çok büyük ümitlerle yaşanan Doğu Avru­ pa devrimlerinin üzerinden bugün 5 yıl geçti. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla toplumun tüm dinamiklerini serbest bırakan, bu anlam­ da en temel özelliği "özgürlükçülük" olan bu devrimierin yarattığı heyecan geçen zamanla birlikte azalıyor. Hızlı kalkınma, Batı'nın yarattığı değerler ve kurumlar sistemine sancısız entegrasyon ümitleri yerini artık karamsarlığa, bazı ülkelerde sosyal, siyasi ve -hatta- yaşam tarzı anlamında bir entegrasyonun gerçekleşmesi bi­ le çok uzun zaman alacağa benziyor. Özgürlükçü devrimierin ate­ şinde başlayan "kimlik arayışı" geleceğe dair umutların azaldığı or­ tamda bir "kimlik bunalımına" neden olabilir mi? Üzerinde düşü­ nülmesi gereken önemli sorulardan biri de budur. Tüm bu nedenlerle Feher - Heller ikilisinin çalışmalarından

12

Doğu Avrupa Devrimleri

derlediğimiz bu yazıların Türkiye düşünce hayatında önemli bir boşluğu dolduracağını, bir başka boyutuyla ülkemizde gündeme gelen "değişirn-dönü�üm" sorunları üzerine yeni ve verimli tartış­ malar başlataeağını ümit ediyorum.

Kasım 1995 Dr. Tarık Demirkan

Seksenli Yıllarda Doğu Avrupa (•)

Ele�tirel dü�ünen ve olaylara sistemli yakla�maya çalı�an Doğu Av­ rupalıların relevance, yani, samimi ve "oto-sansür"e tabi turulmayan konu�malarında sık sık çok önemli bir soru gündeme gelir: "bundan sonra acaba ne olacak?" Daha doğrusu "bundan sonra neyin gelmesi gerekir?" Sıradaki siyasi dedikodular tabii herkes tarafından ilgiyle izieniyor (örneğin, Merkez Komitesi toplantılarında kim ne dedi vb.), ama kısa vadeli ve köklü değişiklikler olasılığı üzerine ümitler giderek azalıyor. Durumu en iyi ifade eden yenilik �u: bu rejim kesin bir şekilde güvenilirliğini yitirdi. Bu ifadede dile getirilmek istenen, Sovyetlerin ezici askeri üstünlüğünden kaynaklanan ulusal baskı değil. "Genel olarak" özgürlüğün olmaması da değil kastedilen. Hatta, -daha on yıl öncesine kadar kriz içinde bulunan- Batılı ülke­ lerle kıyaslandığında hayat standartlarındaki gerilik de değil. Doğu Avrupa'da tüm bunlar "sıradan insanlar" için artık defalarca tekrar­ lanan ve anlamını yitiren sıradan laflar. "Rejim kesin bir �ekilde gü­ venlilirliğini yitirdi" derken aslında neyin anla�ılrnası gerektiğini kavrayabilmek için bu bölgede yetmişli yıllarda olup bitenlere bir göz atmak yararlı olacaktır. Her �eyden önce, "yukarıdan aşağıya doğru uygulanan reform­ larla" ilgili olarak ortaya çıkan müthi� hayal kırıklığını hatırlatmak gerek. 1 953'te Stalin sadece fiziki anlamda ölmüştü. Siyasi olarak sahneden uzaklaşması 1956'da SBKP XX. Kongresi'nin "gizli oturu­ munda" ve Budapeşte ayaklanmasında, sokaklarda gerçekle�ti. Benzer bir �ekilde -en azından "yukarıdan a�ağıya doğru uygula­ nan" reformlariara ilgili ümit ve beklentilerle bağlantılı olarak­ Kruşçevizm de, 1964'ün Ekim ayında genel sekretere kar�ı düzenle­ nen darbenin hemen ardından ortadan kalkmadı. Kru�çevizmin yı(•)

Bu makale 1979'da

yazıl�tır.

14

Doğu Avrupa Devrimleri

kılı�ı daha sonra, 1968'de yönetiminde Kru�çevistlerin bulunduğu Çekoslovakya'nın istilasıyla gerçekle�ti. Bugünkü Leninist muhale­ fetin (Bahro ve Medvegyev) "daireyi dikörtgene dönü�türmek uğ­ runa" verdikleri cesur (ki bu sıfat da tartı�malıdır) mücadele de as­ lında ideolojisiyle ve tamamen dönemini doldurmu� tanımlama ve açıklamalarıyla bugün de kru�çevizmi temsil etmektedir. "Muhalif Leninistler" sadece tutucu değil, bwmn da ötesinde gereksizler de; üzerine çok söz edilen "sıradan insanlar" onlar olmadan da olup bi­ tenlere dair gerekli dersleri çıkarabiliyorlar. 1970'te polislerin ate� açarak kovaladığı Polonya işçileri, içine dü�tükleri ümitsiz duruma rağmen, Sovyet müdahalesine ramak kala, nerede eylemlerine son vermeleri gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. İ�çiler 1968'de Çekoslo­ vakya'da olup bitenlerden çok �ey öğrenmi�lerdi. Ate�e ate�le kar�ı­ lık verebilirlerdi, ama esneklikten tamamen uzak ve reforme edile­ rneyeceği açık olan bir sistemin deği�tirilemeyeceğini gayet iyi kav­ rariu�lardı. Biz "toplumsal adaleti" savunuyor değiliz, tezlerimiz sa­ dece pragmatist ve sınırlı olarak tanunlanabilir, ama bu tezler gerçek toplumsal dönü�ümleri hedeflemektedirler. Biz sadece (altmı�lı yıl­ larda kendimizin de savunduğu) �u tür diyalektik hayallere kar�ı sesimizi yükseltmek istiyoruz: biz her �eyi deği�tirebiliriz ve bu ara­ da her �ey -en azından siyasi anlamda- deği�meden kalabilir. İkinci olarak; yetmi�li yılların bir diğer özelliği de -her ne ka­ .dar inanılmaz gibi görülse de- bu yıllar süresince muhalefetin Do­ ğu Avrupa'da toplumsal hayatın yapısal bir parçası haline dönüş­ müş olmasıdır. Tabi muhalefetin gücü ülkeden ülkeye farklıydı. Her tarafta baskı altında tutuluyor ve toplumsal çatışmalarda önemli ölçüde yönlendirici güç rolü oynayamıyor. Ama aslında muhalefet hareketleri halkını katietmeyen (Hitlerci ve Stalinci olma­ yan) diktatörlüklerde de böyle umutsuz durumda oldukları için, bu durum aslında muhalefet hareketlerinin önemi azalrnıyor. Leniniz­ mi biraz olsun tanıyanların bileceği gibi; bu ülkelerde açık olarak muhalif grupların bulunm ası bile tahammül edilemez bir olaydır. Bunun da ötesinde ağır toplumsal çatışmalar gündeme geldiğinde -örneğin 1970 ve 1975 yıllarındaki Polanya'da i�çi isyanlarında- bu muhelefet "özgür düşüncenin" bereketli toprağı olan aydınları da aşarak yayılma eğilimi gösteriyordu ve bu durum muhalefetin ağır­ lığını daha da artırıyordu. Ve son olarak, pek yaygın olmayan, ama görüldüğü yerde kovuşturulan, toplanan, yok edilen, ama tekrar ve tekrar boy veren yayın faaliyetleriyle muhalefet halka ula�manın yeni yollarını keşfediyordu. Yetmi�li yılların üçüncü önemli özelliği resmi ideolojinin iflası

Seksenli Yıllarda Doğu Avrupa

15

oldu. Lukacs'ı, Marksist döneminde Kolakowski'yi, Kosik'i, Praxis gurubunu rejimin "dolaylı savunucuları" olarak suçlayanlar aslında haklıydılar. En azından bu �ahıslar bu dönemde Marksizmin artık yok olmaya yüz tutan eski resmi akımiarına kar�ı kültürel yenilik de içeren yüzünü temsil ediyorlardı. Yetmi�li yılların yeniliği, bu dönemin atmosferinin, hiyerar�inin üst düzeylerinde o zamana ka­ dar görülmeyen bir pragmatizmin doğmasına neden olması idi. Bu geli�meyle kıyaslandığında Kru�çev kendi "gula� komünizmi" ta­ rumlamasıyla çok doktriner kalıyordu. Bugünkü genel sekreter da­ nı�manları arhk teknokratlar ve güvenlik uzmanları arasından seçi­ liyor, yani bu kadrolar Ba� Engizisyocu'dan çok elektronik sihirbaz olarak tanımlanabilir. Resmi ideologlar, hele bir de görevleri olan sahte teorÜer üretme i�ini ciddiye de alıyorlarsa, tatsız ve hatta teh­ likeli insan tipi olu�turuyorlar. Bunun nedeni basit: maoizmin ar­ dından "ideolojik fanatikler" artık �üpheyle izleniyor: onların heye­ canlı faaliyetleri "Çin tipi karga�alara" neden olabilir ve post-Stali­ nİst hükümetlerin faaliyetlerini garanti altına alan ilkesiz uzla�ma­ lann önüne doktriner engeller çıkarabilir. Djilas haklıydı; Doğu Av­ rupa'nın yöneticileri bugün artık kamuoyu önünde "temiz ülküleri­ miz" diye adlandırdıkları �eyleri dikkate bile almıyorlar. Açık bir �ekilde muhalefetle yüz yüze kalındığında, bir zamanlar kutsal İn­ cil'den farklı yorum getiren görü�lere ders veren kilisenin İhtarları­ na benzeyen kovu�turmalar artık eski sertliğini kaybediyor. Ama eğer yine de bu tür kovu�turmalar gündeme gelirse, bu artık 197273 yılları Macaristan'ındaki ideolojik temizlik hareketlerinde oldu­ ğu gibi, aslında görünen yüzeyin gerisindeki karma�ık siyasi oyun­ ları ortaya çıkarmaya yöneliyor. Öte yandan toplumsal hayatın de­ rinliklerinde giderek bir tür baba katili refleks güçleniyor ; bugün ya�adığımız her türlü sorunun aslında sorumlusu olduğu öne sürü­ len, geçmi�te dini saygınlığa sahip olan atamız yani "Marx öldürül­ meli". Bu çarpık heyecan giderek açık bir �ekilde aydınlanmaya da kar�ı olan bir vizyon haline geliyor ve yerel yönetici elitlerin her türlü kültüre muhalefetiyle de peki�iyor. Bu geli�me ideolojik an­ lamda etkin bir bölge olan Doğu Avrupa'yı sonu belli olmayan bir zaman dilimi için karanlıklara gömüyor. Dördüncü yeni olgu: sınırlı etkilere sahip olan ve Sovyetlere bağımlı devlet milliyetçiliğinin ortaya çıkı�ıdır. Bu olgu bazı ülkeler­ de -örneğin Romanya'da- altnu�lı yılların ortasında boy verdi ve eski "ulusal komünizmin" daha önceki varyasyonunun yerine geç­ mek iddiasıyla maddele�ti. "Ulusal komünizmin" tipik örneği Tito idi ve amacı da "Finlandiyala�mak" uğruna da olsa, gerçek ulusal

16

Doğu Avrupa Devrimleri

bağımsızlığı elde etrnekti. Bu modelin en son temsilcisi Dubçek'ti ve onun siyasi kaderi "ulusal komünizm" üzerine kurulan hayallerin son kırıntısını da sildi attı. Sınırlı ve Sovyetler'e bağımlı devlet milli­ yetçiliğinin yelpazesi oldukça çe�itliydi: bağımlı hükümetlerin sinik ve göstermelik sahte merkezkaççılığından (bunun en tipik örneği Sovyet-Doğu Alman ekonomik ili�kileridir), dü�manca ve açıkca söz dinlemez tavırlardan, "sınırları a�rnak"tan çekinıneye kadar uzanan ve bunun birini diğeriyle deği�tiren denge siyaseti gibi de­ ği�ik siyasetierdi bunlar (bu son tipe örnek olarak Sovyetler Birliği­ Romanya ili�kileri gösterilebilir). Sınırlı ve Sovyetlere bağımlı dev­ let milliyetçiliği -hangi tipi olursa olsun- aslında Sovyet yayılrnacı­ lığı döneminde gerçek bağımsızlığın elde edilebileceği gibi bir ha­ yal pe�inde ko�rnuyor. Ama tüm bunlara rağmen bu durum Sovyet hükümetini oldukça sıkıntıya sokuyor ve bu nedenle bu tür her gi­ ri�im Sovyetler tarafından daha filizienirken boğulmaya çalı�ılıyor. (Altmı�lı yılların sonunda, Çavu�esku rejiminin benzerini Palon­ ya'da olu�turrnasına az kalan moczarizmin ortadan kaldırılmasının nedeni de budur). Sınırlı ve Sovyetlere bağımlı deği�ik devlet milliyetçilikleri de toplumsal i�levleri açısından bakıldığında bazı farklılıklar ta�ırlar. Bazıları kendi milliyetçi imajlarını in�aa ederlerken aslında XX. Kongreden sonraki dönemde de kendi yarı Stalinist faaliyetlerini sürdürebilmeyi amaçlıyariardı (Gheorghiu-Dej döneminde ortaya çıkan Romanya bölücülüğünün hareket noktası buydu). Ama bu tür tavizsizlik ve uzla�malara yana�mama tavrı bu yönetimleri "ta­ bandan" gelen bazı tepkilerle kar�ı kar�ıya bırakabiliyor. Stalinİst ve yarı Stalinist rejimler ise yönettikleri kendi halklarıyla yanlız kalma­ yı pek göze alamazlar. Milliyetçi gruplara doğru yakla�rna bu an­ lamda her zaman rejimin toplumsal dayanaklarını arttırabilmek ve geni�letebilmek için bir araç olarak görülmü�tür. komplocu teorilerin dünya çapındaki ve tarihsel yenilgisinin

ardından ortodoks Stalinistlerin yumu�ak geçi�lerle nasıl neo

Thatcherist olduklarına bir göz atmak yeterlidir. Kaldı ki, tüm bun­ lar dünyada daha komünizmin ya�amaya devam ettiği yörelerdeki

küstahlıkla da bütünle�iyor ve oralarda yazılı tarihin en korkunç suçları arasında yer alan eylemelerde herhangi bir sorumluluğun

olmadığı ileri sürülüp, her türlü suçlama da reddediliyor. Eğer bu­

nu, 1920'li yılların komünist bilinçlenmesinin moral ve entelektüel düzeyiyle kar�ıla�tırırsak, aradaki farkı daha iyi görebiliriz.

1920'li yılların ba�larında komünizm görünü�teki parlak zafe­

rin aksine, aslında Rusya iç savaşında feci bir yenilgiye uğramı�tı.

Dünya devrimi bir türlü ba�lamıyordu! Komünistler Rusya'da ikti­

darı ellerinde tutmak için · temel ilkelerinin bazılarından tamamen

vazgeçmek zorunda kalmı�lar ve NEP'i uygulamaya koymu�lardı.

Bu politika, uygulamaya koyan Lenin ve Buharin açısından bile

çok net bilinmiyordu. Avrupa'da sıruf sava�ının sürdüğü her cep­

hede, her �eyden önce de Almanya ve İtalya'da geriliyorlardı. Hin­

distanla ilgili girişimlerinin hatalı olduğu ortaya çıktı. Çin'e yönelik

müdehaleler ise neredeyse bir felaketin neden olabileceği sonuçlara

ula�tı. Stalin'in meydan okurcasına ortaya attığı slogan olan "tek ülkede sosyalizm" aslında Rusya dı�ındaki komünistlere yön gös­ termeden çok, kabul edilen yenilginin dile getirildiği bir mesajdı.

Ama bu dönemde komünizm her �eye rağmen içinde bulun­

duğu kritik durumla entelektüel düzeyde ve sanat düzeyinde yüz­

le�ebiliyordu. Lukacs ve Gramsci'nin felsefesinden ba�layıp -her ikisi de yenilginin kayda değer yorumcularıydılar- ilk Troçkist de­

rin sosyolojik analizlerine (bu çalı�malar Troçkizmin daha sonraki 4)

Hegel tarafından "hizmetçiler tarafından yazılan tarih" olarak tanımlanan bu tür çaresiz göz ya�ı dökmelere bir örnek olarak eski Polit Büro üyesi, Haneeker döneminin "reformisti" Günter Schabowski'nin satırlan gösterilebilir. Schabowski anılannda eger kendinin ve diger "reformistlerin" güvenlik güçlerini denetleyebilselerdi durumun nasıl farklı olabilecegini an­ latmaya çal�ıyor.

ran 1990.

A Wistful Glance Back at When the Wall Fell, The Ni?w York Times , 8 Hazi­

Doğu Avrupa Devrimleri

54

mirasçılarının sığlığıyla mukayese bile edilemezdi) ve Silone ve Malraux'nün romaniarına kadar komünist kimlik analizlerini öyle­ sine ciddi bir fiekilde gerçekle�tinni�lerdi ki, bu hareketin iç dina­ mizminin ciddi bir ifjaretiydi. Diğer kutupta ise Stalin'in yarathğı muzaffer ve katil kurwnu çevresinde teorik yaratıcılık çabası sürü­ yordu: sonuçta dünya çapında iktidara aç elitlerin her �eye çare ilaç olarak kullandıkları totaliter iktidarın temel ilkelerini, yani iktidar olma tekniğini Hitler veya Mussolini değil, onlar geliştirmi�lerdi. İfjte bu entelektüel ve çoğunlukla

infernal canlılığın sonuna ge­

lindi. Komünistler iktidardan uzakla�malarının ardından başarısız­ lıkla sonuçlanan �u va da bu taktik eylemlerinin üzerinde zaman zaman dü�ünmüyorlar değil, ama uğradıkları yenilgi, önlerinde so­

nuçta kapanmı� bir kitap gibi duruyor. Sanki kim olduklarını da bi­ lemez durumdalar, �a�kınlar; eğer artık kendilerini "en geli�miş

üretim biçimine" doğru ilerleyen görkemli kalkınınanın kutsal yol göstericileri, "nesnel rasyonalitenin" toplum hayahndaki temsilcile­ ri, Tarih'in kendilerine özel misyon yüklediği, bu nedenle de, iyi olacağını düşündükleri h.e r şeyi yapmaya haklan olan ki�iler olarak da göremeyeceklerse, o zaman kirndi onlar ve ne gibi tarihi talebi yerine getireceklerdi.

Şimdi burada biraz da Hegelci bir üslupla, kim olduğunun far­

kına varma sürecinin, önemli ölçüde kimlik bunalımı yaratacağını da söyleyebiliriz, çünkü bilinçsiz kimlik olamaz (sonuçta ulaşhklan

korkunç yenilgiyle yüzlefjmek istemeyen komünistlerin çaresizce korumaya çalıştıkları kimliğe gelince; bu, kimlik bunalımına çare olamayacak dinsel bir eylemdir). Bir zamanların, engizisyonculan­ nı

aktif bir fjekilde ç�hran, ama kendi teologlarını da acımasızca

susturan ve sonuçta dinden sapma olarak gördüğü eğilimleri asi­ mile etmeye gücü yetmediği için idam etmek durumunda kalan

ecclesia militans'ı

gibi, komünizm de bugün yedek bir ideolojiden

yoksun. Daha önceki sapmalar bile, planın sonsuz zamanlara kadar kısır kalacağını fark etmelerinin ardından kiliseyi terkettiler!

II. Tarihsel anlamda artık ortadan kakmıfi görebileceğimiz komünizm geriye ne bıraktı? Ekonomik anlarnda iflas ve bir zamanlar komü­ nizmi eleştirenleri bile hayrete düfjürecek düzeyde bir kaos. Komü­ nist düşüncelerin objektif elefjtirisinin geleneksel çizgisi "her şeye

Komünizmin Ardından

55

çözüm getiren" planlamanın ulaştığı sonuçları ister istemez kabul ehnek zorunda kalıyor, ama bu göz kamaştıran sonuçlara ulaşılma­ sı uğruna insan hayatında ve özgürlükler alanında verilen kurban­ ıara karşı çıkıyorlardı.(S) Ama bugün artık Sovyet ekonomisi hara­ beler içindeyken, bir zamanlar törenlerle kutlanan o büyük başarı­ ların nereye kaybolduğunu sormak hakkımız olsa gerek. Ve daha da önemlisi acaba, "her şeyi başaran" planlamacıların önceki dö­ nemlerdeki başarıları aslında vitrin düzenleme ve makyaj değil miydi? Şu an gündemde olan ekonomik çöküşün dört değişik faktörü tespit edilebilir ve bu faktörler birlikte ele alındıklarında komünist kumanda ekonomisinin, kendi ön koşullarının çerçevesi içinde ne­ den reforme edilemeyeceğini de açıklıyor. İlk olarak nomenklatur, ülkede alttan alta yaygınlaşan kayıt dışı ekonomileri (yarı piyasala­ rı) sisteminin içinde bağımsızlaştırıp, normal ekonomiler ve özel­ likle de tüketim ekonomisi haline getiremedi. Gereğinden fazla kah idi, böyle bir dönüşümün siyasi bedelinin ödenmesi gerektiği ko­ nusunda sabit fikirli idi. Oysa geçen seneki seçimlerin de gösterdiği gibi en azından bu bazı bölgelerde gerçekleşebilirdi.(6) İkinci olarak, Stalin'in her şeye hakim planlamacıları şaşkınlık yaratan başarıları­ nı kapitalist dünya pazarının, koordineli ve global bir dünya eko­ nomisi yolunda ilk ürkek adımları attığı zamana denk geldi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından hem teknik koşullar (enformatik devri­ minin ulaştığı başarılar anlamında), hem siyasi koşullar (Batı dün­ yasının bağlaşıklığı olarak) mevcuttu ve sonunda global ekonomi yaratıldı; bu noktada nomenklatur'un, eğer varlığını sürdürmeyi is­ tiyorsa yeni bir opsiyonla ortaya atılması gerekiyordu. İki dünyaya dair Stalinci teori,(7) ya da başka biçimde ifade edecek olursak, ko­ münist totalitarizmin dünyanın diğer yörelerinden ve global dünya pazarından zorla ve tam olarak uzak tutulmaya çalışılması, no­ menklatur'un her zaman için temel teorik ilkesi oldu. Bu tavır, poli­ tik olarak destalinizasyon yolunda bazı adımlar ahnak istediği ve­ ya ahnak zorunda kaldığı durumlarda da değişmedi. Her zaman olduğu gibi, bu durumda da Stalin'in totalitarizmin dahisi olduğu ortaya çıktı. Omın bulduğu çözüm şu inanca temellendirilmişti: yaS) Bkz. Raymond Aron'un son kitabı. Bu kitap, derin bir karamsarlık içinde, ama yine de Sov­ 6)

7)

yet ekonomisinin "objektif olarak" anla�ılmasına çalışıyor. Les derniaes aıınees du gel, Paris, 1984. Nomenklatura'ın çökü�ünün benzer bir yorumu (önemli bir noktada farklılık da gösteriyor) için bkz. Charles Maier, The German Reunification and the Collapse of Marksizm. New York'taki New School for Social Research Graduate Faculty tarafından 10-11 Mayıs 1990 tari­ hinde düzenlenen Gorbaçov ve Almaıı/ar ba�lıklı konferansta sunulan tebliğ. Ferenc Feher-, Agnes Heller-, Merkus György, Dieta/orship Over Needs, Oxford, Blackwell 198 1 .

Doğu Avrupa Devrimleri .

56

rattığı kumanda ekonomisi, kapitalizmle rekabet gücüne sahip ola­ mayacaktı, bu nedenle yalıtlanm a kaçırulmazdı.

Öte yandan tüm gereksinimierin azami oranda kar!lılanacağını ilan eden ve ekonomik anlamda

per se

anlamsız olan tez bile "ihti­

yaçlar üzerinde kurulan diktatörlük" konsepti içinde algılandığın­ da o kadar saçma gelmiyordu. (B) Bunun anlamı !luydu: merkezi yö­ netimin onayladığı ihtiyaçlar giderilecektir ve ayrıca sadece bir za­ man dilimi içinde giderilmesi mümkün olan ihtiyaçlar merkezi yö­ netim tarafından giderilmesi gereken ihtiyaçlar listesine alınacaktır. Ama bu dü!lüncenin hayata geçirilebilmesi için iki ön ko!lulun ger­ çekle!lmesi gereklidir. "Sosyalist dünya pazarı" sadece ekonomik olarak değil, siyasi ve kültürel olarak da içeri hiçbir !ley sızdırmaya­ cak !lekilde kapatılmalı ve böylece "teknik uygarlığın yaratıcı" dü­ !lünce akımlarının bulaşmasının önüne geçilmeliydi. Stalin Castori­ adis'in "toplumda yaratıcı gücün kurumsallaşması" teorisini gayet ciddiye almış ve bunun kendi düzeni için taşıdığı tehlikeleri fark etmişti. Stalin çok büyük hedefler saptayan, yüksek tempolu bir fetih deneyimine girmekteden de açık bir !lekilde çekiniyordu. Sovyet sistemine entegre olan bölgelerin emilmesine, özümsenmesine ön­ celik verilmeliydi. Nomenklatur Stalin'in "sosyalist dünya pazarı" konseptini (ki bu konseptin COMECON ülkelerine dayatılması da başarısızlıkla sonuçlanmı!ltır) eklektik bir !lekilde yayılmacılıkla bü­ tünle!ltirmeye çalışmıştır ve i!lte bu ekonomik çökü!lün üçüncü et­

kenidir. Neo-Stalinistler Stalin'in aşırı kazanmaktan neden çekindi­ ğini hiçbir zaman anlayamadılar ve bu nedenle de kötü Stalinistler­ di. (Aslında Çin deneyiminde yaşanan başarısızlıktan şu sonucu gayet rahat çıkarabilirlerdi: Sovyet merkez, dünya komünizmi adı­ na ele geçen bölgeleri asimile etmek ve ekonomik olarak da bura­ larda egemenlik kurmak için yeterli güce sahip değildi). Yayılmacı­ lık soğuk savaşı en yüksek noktaya tırmandırdı, ve Reagan döne­ minde ba!ilayan teknolojik rekabette Sovyet yönetimi kaybeden ta­ raf oldu. Bu gelişmeler iki taraf arasında sürekli irtibat hali yarat­ mıştı; bu durum, Stalin'in gayet iyi bildiği gibi, Sovyet "toplumsal yaratıcı güç kurumunu" bozuyordu. Yayılmacılığın neden olduğu bir diğer gelişme de kapitalist dünya pazarıyla girilen sistemli ili!l­ kilerdi; burada artık istatistiki verilerin rötuşlanması, fiyatların "si­ yasi nedenlerle" değiştirilmesi gibi akrobatik gösteriler fayda sağla­ mıyordu. Ve işte tam da nomenklatur'un olağanüstü çaba harcaya­ rak Gorbaçov'un uyguladığı glastnost yardımıyla halk üzerindeki 8)

Agy

Komünizmin Ardından

57

terörden vazgeçmeye kesin niyetli olduğunun propagandasını yap­ ması süreci, aslında ekonomik olarak kendi mezarını kazma süreci­ dir de. Gorbaçov döneminde Sovyet çalı�kanlığının son sırrı da ortaya çıktı; sistem korkuyla (ve küçük bir zümre için) yükselebilme ümi­ diyle ayakta duruyordu. İnsanların artık korkmamaya ba�lamasıy­ la, ya da devletin cezalandırıcı demir pençesini çok daha az urour­ samaya ba�lamasıyla beraber kimse artık çalı�mamaya ba�ladı. Ay­ nı �ekilde, yükselme hırsıyla yanıp tutu�an kadrolar da, artık objek­ tifliğini yitirdiğini açık açık ilan eden bir rejimde kariyer yapmanın anlamsızlığını fark etmi�ler, toplumdaki "imtiyazhlar" da artık mer­ kezi yapıya pek kulak asmaz olmu�lardı. Ama bir yandan da Brej­ nev zamanında ba�layan "kızıl baronların" özel servete sahibi olma eğilimi bütün hızıyla devam ediyordu. Bu süreci, Gorbaçov'un dev­ let fonlarının yağmalarunasına kaqı b a�lattığı kampanyalar da dur­

duramıyordu. Sistemin mükemmel ve zora dayalı rasyonalitesi tam bir anar�iye dönü�tü, total planlama kaotik bir sürüklenmeye kay­

dı.

Tüm bu olup bitenlerden sonra böylesine büyük bir ekonomik

çökü�ün "kapitalizmin zaferi" olarak adlandırılmasına pek �a�ırma­

mak gerek. Ama ba�ka üslup kullananlar için de bu çökü� sürecin­ den bazı dersler çıkarılabilir. Sosyalizmin yüz yıllık rüyası olan; pi­ yasayı rasyonelle�tirmek ve piyasa mekanizmalarının neden oldu­ ğa adaletsizliklere bir son vermek dü�ü

per ce yarulgı

değildi. Ger­

çekten de rasyonellik piyasa ekonomisinde yapısal olarak mümkün değildir; çünkü her �eyden önce üretilen ürüne piyasada onu satın alabilecek bir talep olup olmadığı ancak satı� anında belli olur, ve ikinci olarak, satıcıyı sadece kar ilgilendirir ve karın yaratılmasının toplumsal sonuçları hiç ilgilendirmez. Piyasanın rasyonelliğinin ka­ rutlandığı tek alan teknik yenilenmedir. Sosyalizmin sahte talepleri­ nin ve yanılgı ta�ıyan sonuçların tavizsiz ele�tirmeni olan Max We­ ber bile, sosyalist devlet bürokrasisi için eğer, kendine güce daya­ narak rekabeti yasaklama hakkını tanıyan, dü�üncelerinin "nesnel rasyonaliteye" sahip olduğu sabit fikrinden vazgeçerse yararlı i�ler yapabilir diye dü�ünüyordu. Ama piyasa ekonomisinin sosyalist düzenlenmesinin mümkün ve me�ru yolunun modern devlet olduğu hipotezini Weber de abartıyordu ve komünist bürokrasi ise bu tezi tamamen genel doğ­ ru

9)

kabul etti. Devletin ve ekonomisinin tamamen bütünle�tirilmesi Weber"in sosyalist yapılanmayle ilgili en kayda deger dü�ünceleri için bkz. Wirtschaft und Ge­

sellschajt, (Tübingen J.C. B. Mohr/P;oul Siebeck, 1972) s. 56.

58

Doğu Avrupa Devrimleri

ekonomi hayatını öylesine politize etmi�ti ki, artık bu alanda eko­

nomik rasyonalite temelinde yükselen ölçü olu�turabilmek müm­ kün alamıyordu; bu nedenle yapının i�leyi�i keyfile�meye ve totali­

terle�meye ba�lıyordu. Toplumun ekonomi alanında tüm hakları

elinden alınıyordu. Modem toplumlarda kesinlikle gerek duyulan,

devletin ve toplumun baskıcı eğilimlerine kar�ı özgürlük hakları­

nın sığınağı olabilecek deği�ik hayat tarzları ve davranı� biçimleri

bu ortamda zora dayanarak yok ediliyordu. Kapitalist piyasa eko­ nomisinin i�leyi�ini mükemmel görmeyenler için de komünizm

masalından çıkarılabilecek ders �udur:

Toplwnsal adalet ve ekonominin "toplumsal amaçları" olması

gerektiğini öne süren toplumsal uzla�ma adına, piyasanın rasyo­

nelliğini ele�tirmek hiçbir zaman piyasa ekonomisini bastırmak ya da bir ba�kasıyla deği�tirmek noktasına kadar gidemez. Tümüyle

politize olan bir ekonomi artık ekonomi sayılamaz. Ekonomiyi ba�lı ba�ına bir alan olarak algılıyorsak bile, bu alan Castoriadis ve Han­

nah Arend'in ilginç bir �ekilde görü� birliğine vardığı ve önerdiği

gibi, tamamen politikadan uzak bir alan haline getirilemez. Ama,

bürokrasisi nasıl bir ideolojiyi savunursa savunsun, devlet aracılı­ ğıyla ekonomiyi, -özgürlük haklanna, toplumsal ve ekonomik ras­

yonaliteye ağır zararlar vermeden- tamamen politize etmek de

mümkün değildir. Luhmann ve Habermas tarafından sık sık kulla­

nılan terimi kullanacak olursak, "modemle�menin alt sistemleri",

modemle�menin kompleks yapısına zarar verilmeden birbirine ka­ rı�hrılmaz. Ekonomi çok deği�ik örneklere göre örgütlenebilir (ve

bunlar arasında kolektif mülkiyet ve devlet mülkiyeti de rekabete dayanabilecek me�ru sektörlerden birini olu�turabilir), ama devlet­

le tamamen bühinle�tirilemez, tam anlamıyla politize edilemez. Bu anlamda ekonominin sosyalist ele�tirisi, ele�tirilerin çoğunluğu

içinde haklı ele�tirilerden biridir. Ama mutlaklık ve imtiyazlı pozis­

yon talep edemez. Çünkü "sosyal sorunun" bir siyasi çizginin mut­ lak mülkiyetini olu�turan ve bu anlamda �imdiki zamanın değer­

lendirilmesinde Ar�imet noktası i�levini gören bir metafiziği yok­ tur . .

III. Komünizmin ardından gökyüzü siyasi anlamda günlük güne�lik değilse de, çok daha açık. En büyük tarih romancısı Le Carre olan soğuk sava� manicheizminin de sonuna geldik. Batılı devletler za-

Komünizmin Ardından

59

fer serho�luğu içinde soğuk sava�ın galipleri olduğunu haykıradur­ sunlar, dünyanın aslında yapması gereken �ey, tarihini daha iyi an­ layabilmek için soğuk sava�ın sorumlusunun öncelikle kim oldu­ ğunu ortaya çıkarmaktır. Detente'ın, zorla alınan tavizler ve baskı altında imzalatılan antla�malar yoluyla gündeme getirilen bir ya­ yılmacılığın kod adı olmadığını anlayan ilk Sovyet yönetimi i�ba�ı­ na geldiğinde, dünyanın bu korkunç bölünmü�lüğü de son buldu. . Daha da önemlisi totalitarizm dönemi, en azından kuzey yarım kü­ rede tarihe karı�tı. Bu anlamda XX. yüzyıl için en kısa yüzyıl tanım­ laması kullanılabilir: Birinci Dünya Sava�ı'yla ba�lad,, totaliter re­ jimlerin olu�masıyla sürdü ve 1989 "�anlı" anti-totaliter devrimle­ riyle son buldu. Politik ve kültürel anlamda ortaya çıktığından beri, Avrupa, tarihinde ilk defa (sanıldığı kadar kolay olmasa da) de­ mokratik bir entegrasyon sürecini ya�ama şansına sahiptir. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri geçen elli yıl boyunca, önce Nazi Almanya ve sonra da Sovyet bol�evik emperyalizmi tarafından ellerinden alınan egemenliklerine tekrar kavu�tular. Toplumsal bağımsızlıkla­ rını ya�ama yoluna girdiler. Ama dediğimiz gibi, gökyüzü çok da bulutsuz değil. Komü­ nizmin ardından gelen dönemde ya�amak, komünizm nedeniyle ortaya çıkan, veya terör hükümetleri tarafından denetim altında tu­ tulup, çözüldüğü iddia edilen, ama aslında alttan alta çürüyen so­ runlarla yüzle�mek demek. Sorunlar içinde ilki, Avrupa'da artık yok olduğu sarulan, kısmi veya kültürel otonaminin tatmin edemediği milliyetçiliğin yeniden ba� kaldınnasıdır. Sınırlarda deği�iklikler, yeni ulusal egemenlikler talep ediyor. Teslim etmek gerek ki, bu sorunun sorumlusu komü­ nizm değil. Merkezile�tirilmi� ulus devletinin ortaya çıkmasıyla Avrupa'da etnik boyutların tümü geri plana itilmi�tir ve bugün diktatörlüklerin ortadan kalkmasıyla Kosova'dan Bask bölgesine kadar yeniden canlanmaktadır. Zorba doğasının ehlile�tirilmesinde tamamen etkisiz kalan sadece komünizm değildir, liberal demokra­ siler belki de daha da çaresiz kalmı�lardır. İkinci olarak, tüm kuzey yarım küresinin kademeli bir �ekilde entegrasyona, liberal demokrasiye ve piyasa ekonomisine yakla�­ ması çok sevindirici bir geli�medir ve bu ancak komünist hükümet­ lerin yıkılmasıyla mümkün olabilmi�tir. Bu entegrasyon herhalde iç barı�ınn ve zenginliğin �imdiye kadar bilinen en büyük bölgesini yaratacaktır ve olu�umla yeni global çatı�ma döneminin : Kuzey ve Güney çatı�masının da açılı�ı olacaktır. Bunun ilk i�aretleri önde gelen büyük devletlerin Doğu Avrupa'ya göstermeye ba�ladıkları

Doğu Avrupa Devrimleri

60

özel ilgi üzerine Latin Amerika'da ve daha sonra da Körfez Sava�ı

sırasında ortaya çıkmı�tır.

Son olarak, komünizmin, çökü�ünün ardından bile kontrol al­

tına alınamayan bir etkisi daha var, bu da totaliter iktidar yöntem­

lerinin dünya çağında yaygınlaşmasıdır. Cin kapalı olduğu �işeden

kurtuldu. Sanki nükleer silahlar ve totaliter iktidar yöntemi arasın­ da sanki bir benzerlik var gibi: her ikisi de olay. Eğer

know -how'la ilgili bir know-how bir kere herkes tarafından ulaşılabilir hale ge­

lirse, yaygınlaşmasının önüne geçmek imkansız oluyor.

Komünizmin 1989 devrimleriyle herkesin gözünde netle�en

çökü�ünün ardından politik sağ, tüm sosyalist düşünce sisteminin nihai iflasının kanıtını görmeye çalışıyor. Sağ kesimin zafer çığlık­

larından d aha hayret verici gelişme ise, komünist olmayan birçok sosyalistin, tam da �imdi kendi kendilerini analiz etmeye çalı�mala­ rı, hareketlerinin geleceği ve gücü olduğunun metafiziki ya da sos­

yolojik "kanıtıru" ve "garantilerini" bulmaya çalı�malarıdır. Ama bu tür garantiler bulamazsınız. Bizim uygarlıklarımızdan önceki dö­

nemlerdeki kültürler de olağanüstü büyük akımlara beşiklik etmiş­ lerdir. Daha sonra bu akımlar farklı nedenlerle bir noktada canlılık­ larını ve yaratıcılıklarını yitirmi�ler ve yok olmuşlardır. İkiyüz yıl­

dır modernleşme sürecinin biçimlendirici güçleri arasında yer alan

bu muazzam hareket yok olmaya mı mahkum? Veya tam tersine sosyalizm kendinde yenilenrnek için yeterli enerjiyi bulabilecek mi?

İşte bu sorulara verilecek yanıtlar tam anlamıyla sosyalistlere bağlı­

dır.

Uzun vadeli dü�ünüldüğünde değişik tonlardaki sosyal de­

mokratların ve özgürlükçü sosyalistlerin bugün sevinçli olmaları

için çok neden var; ne zaman toplumsal bir reform veya deği�iklik

cba�latmak isteseler, kar�ıdaki ortak düşman işaret edilerek, terör hükümeti oluşturma yolunda komplo hazırlamakla suçlanmışlardı.

Varlığıyla sürekli tedirginlik yaratan bu düşman artık yok. Ama

buna rağmen, komünizmin ilkesel temeldeki karşıtları olan bu eski,

geleneksel demokratik sosyalistler rahatlayacaklarına sanki daha

sıkıntılı bir duruma düşmüşler gibi. (Komünist olmayan bu) sosya­

listlerin bu duygusu birçok şeyi itiraf eder nitelikte; şöyle ki, komü­ nist olmayan sosyalistler, kendi teorileriyle, politikalarının tarihsel kazanımlarıyla ve kendi iç sınırlarının karmaşık sorunsalıyla hiçbir zaman yüzleşmediler. Görünen o ki, komünizmin eleştirisi, sosya­

listler açısından bu hoş olmayan işi yapmamaları için yeterli bir ne­ dendi, ama artık bunu ertelernek için neden kalmadı.

Her �eyden önce; sosyalizm, modernleşmenin "normal" süreci-

Komünizmin Ardından

61

ne kendi katkısını, vicdanlı da davranmaya çalı�arak hiçbir zaman değerlendirmedi. Sosyalistler komünizmi davetsiz bir misafir ola­ rak reddetseler de, bu nedenle komünizmin neden olduğu suçların hiçbirinde sorumluluk üstlenmeseler de, �urası bir gerçek ki, mo­ demle�menin birçok alanında sosyalistlerin katkısı son derece sı­ nırlı kalmaktadır. En önemli ba�arıları "sosyal soruna" me�ruluk kazandırmı� ol­ malarıdır. Eğer bu gerçekle�meseydi, bir yandan modemizasyon "Roma dejenerasyonuna" uğrardı ve Sezarizm haline gelirdi, diğer yandan da proleteryanın yoksulluğu sürerdi. Emekçi ve pasifliğe mahkılın edilmi� sınıfların, dikkat dı�ı bırakılmı� ihtiyaçlan yazılı tarihte ilk kez sosyalistlerin inatçı kampanyalarıyla siyasi gündeme girmeyi ba�armı�hr. Bu zafer hiçir zaman geri alınamayacak olan bir onurdur. Görece e�itlik ve toplumsal adalet ülkülerinin, a�ırı uçların abartmaları dı�ında sahip olduğu dengeyi sağlayan yine sosyalist­ lerdir. XIX. yüzyılda, hatta İspanya ve Portekiz'de XX. yüzyılda parlamenter demokrasinin geli�mesine katkı yapmı�lardır. Ba�lar­ da sivil toplumdan dı�lanan ve politikayla neredeyse hiç ilgilenme­ yen proleteryayı, seçmen olmaya, toplumsal ve ekonomik gücünü kullanmaya te�vik etmi�lerdir. Sosyalistler bunun yanı sıra demok­ rasi teorisini ve

modus operandi'yi olduğu gibi, katkısız kabul etmi�­

lerdir. Liberalizme kar�ı duydukları ilgisizlik, hatta çoğunluk sos­ yalistlerdeki küçümseme, demokrasinin sefil ve totaliter yanlarına kar�ı onlarda duyarsızlık olu�turmu�tur. Demokrasi yanlısı sosya­ listler bu son zaafı görenleri "Aristokratizmle" suçlamı�lardır. Modernle�menin ekonomik sisteminin yaratılmasında sosya­ listlerin katkısı, getirdikleri ele�tirilerle sınırlıdır, tabii bunlar önemli ele�tirilerdir. Sosyalistler piyasanın olmadığı bir toplum ha­ yalleri kurmasalar da, piyasayı belli nedenlerle ehveni�er görmü�­ ler, piyasa mantığını ise haklı olarak sürekli biçimde yeniden olu­

�an e�itsizÜğin kaynağı olarak nitelemi�lerdir. Yakınlık gösterdikle­ ri ve iktidarda olduklarında da uygulamaya çalı�tıkları tek ekono­

mi stratejisi Keynesçi ekonomi olmu�tur . Piyasayla olan ili�kileri,

geleneksel olarak (ve haklı olarak) sosyal adalete yönelik olarak de­ ği�ik sınırlamalar gündeme getiren bir birlikteliktir (ki piyasa sos­ yalizminin de özü budur). Willy Brandt'ın Kuzey-Güney ili�kisi üzerine geli�tirdiği pek de net olmayan tezlerin dı�ında sosyalistler global ekonominin orantısızlıklarından kaynaklanan sorunlara kar­ �ı hiç duyarlı olmamı�lardır. Oysa bugün artık sosyal adaletin ve (piyasa dı�ı) rasyonelliğin olu�turulmasına yönelik önerilerin gün-

Doğu Avrupa Devrimleri

62

deme geleceği ve somutlanacağı çerçeve global dünya ekonomisi­ dir (Keynes zamanında bu ulus-ekonomi idi). Çoğunlukla kent kökenli olmaları nedeniyle sosyalistler tarım sorununda en küçük b ir katkı bile yapamamı�lardır. Bu saptamının dı�ındak.i tek gerçek, önerisi kendilerinden gelmeyen toprak refor­ mu konusunda gösterdikleri olumlu çabadır. Bu nedenle olsa ge­ rek, çevre sağlığı ve çevre korunm ası konusunda da geç kaldılar.

Bu sürecin sözcüleri sosyalist olmayan kesimlerden çıktı. Ulusal so­ runa ya da milliyetçiliğe gelince, demokratik sosyalistlerin tüm ta­ rihi etnik veya ırksal temelde ayrımcılığa kar�ı çıkı�lann tarihidir. (Avusturalya İ�i Partisinin " Beyaz Avusturalya programı" serüve­ ni, fazla bir etkisi olmayan utanç verici istisnai bir örnek olarak kal­ mı�tır.) Ama sosyalistler her zaman sadık vatanda�lar olsalar da, süreki kimlik bunalımı içinde ya�adılar. Komünist anlamda enter­ nasyonalist değildiler ve Büyük Engizisyoncunun Dünyevi Kilisesi­ ni'nin in�asında görev almadılar. Ama milliyetçilik zamanında bi­ raz kozmopolit oldukları da ku�ku götürmez. Sadece tek bir sosya­ list hareket, siyonist İ�çi Partisi ulusun in�a programını ba�latan parti oldu. Jaures'den Mitterand'a kadar gelen dönemde Fransız sosyalistleri

la nation'un

büyüklüğüne katkıda bulunurken tek bir

özel durumun dı�ında (Guy Mollet'nin Cezayir Sava�ı sırasındaki tavrı) �ovenist olmadılar. Diğerleri ulus ve ulusla ilgili sorunlar gündeme geldiğinde, beceriksizce geri planda kalmayı tercih etti­ ler. Son olarak, sosyal demokratların veya demokratik sosyalistle­ rin kültürel katkıları da siyah beyaz değildir. Komünizm onlar açı­ sından ya devlet sansürü, veya dü�ünsel elitizm idi. Bunun kar�ısı­ na sosyal demokratlar, sınıf kültürlerinin artık dağıldığı bir dönem­ de proleter kültürü çıkarmaya çalı�tılar. Demokratik sosyalistlerin hükümetleri refah devletlerinde snatçıların iyiniyetli esirgeyicileri oldular; sosyalist hareket, en belirgin gücün bilgisizliğin zifiri ka­ ranlığı olduğu bir alanda okuma yazma bilenlerin kültürünü ve bil­ ginin ı�ığını yaymaya çalı�tı. İ�çi sınıfının en iyi kültürel ürünleri­ nin ke�fi ve desteklenmesi (İngiltere'de) en büyük romanların bazı­ ları (İskandinavya ve sava� sonrasında Almanya'da) refah toplum­ larının sosyal demokrat ruhu sayesindedir. Ama sosyal demokrasi dü�ünsel elitizmden fena halde korktuğundan, kültürün çiçeklen­ diği bir ortamda çok gerekli olan vizyonlar yaratma i�levini yerine getiremedi. Komünizmin çökü�ünün ardından ortaya çıkan bo�luğu sos­ yalistler kendi açılarından kullanmak istiyorlarsa ula�tıkları sonuç-

Komünizmin Ardından

63

ları ve kendi sınırlarını değerlendirmek zorundadırlar. Çünkü, sa­ mimi olmak gerekirse, komünistlerin varlığı demokratik sosyalist­ ler için sadece bir engel değildi. İlginç bir �ekilde, gizliden olumlu­ luktu da. Komünistlerin terör ve baskı hükümetleri ayakta kaldık­ ça, demokratik sosyalistler veya sosyal demokratlar açısından onla­ rın pratiğini i�aret edip, "bakın biz ba�ka türlü yapacağız" demek yeterliydi. Bu tavır bile oy almak için yetiyordu. Şimdi, artık dü�­ man ortadan kalkınca, solda tek ba�ına kaldıkları �u an, ya ba�ka türlü yapmaları gerekecek, ya da yok olup gidecekler. Bu ödevin üstesinden gelebilmeleri için geçmi�leriyle yüzleşmeleri gerekiyor.

IV. İçinde bulunduğumuz dönemin en önemli sorunlarından biri de, "radikal politikanın bundan böyle de mümkün olup olmadığı" so­ rusudur. Aslında, geride kalan kırk yıl içinde komünizm de aşırı bir şekilde radikal sayılmazdı. Stalin'in dehşetli yıllarından Brej­ nev'in baskıcı ya�lılar egemenliğine kadar tamamıyla muhafazakar bir yapıya dönüştü ve bu yapı da her türlü değişikliğe karşı refleks tepki gösterir oldu. İşte resmi komünizmin bu kemikleşmesi alt­

mı�lı yıllarda yeni solun isyanını getirm�, bu nedenle de Maa'nun kültür devrimi bazıları tarafından gözü kapalı yüceleştirilmi�tir.

Ama komünizm ve değişik renk radikal hareketler arasında her za­ man gizli bir

simbiosis

var olmuştur. Artık tamamen yaşlanan, sona

yakla�an komünizm bile, geride kalan fırsatları dü�ündükçe ve bu fırsatların yeniden ortaya çıkması ümidini ya�adıkça radikalizmin

promesse du bonher'ünü

hisediyordu.OO) Bu aslında 1989 sonrasının

par exellence Doğu Avrupa sorunudur da, çünkü anti totaliter ha­ reketler on yıllardır süren mücadelelerinde, öncelikle Macaris­

tan'da (ama sadece bu ülkede değil) "büyük cumhuriyet" ülküsünü ön plana çıkarmı�lardır. Şimdi geriye dönüp geçmi�e bir göz at­ tığımızda, bu radikal dü�üncenin 1956 Macaristan devriminde do­ ruğa ula�tığını ve artık devam ettirilemeyeceğini görüyoruz. Büyük Cumhuriyet düşüncesi, geçmi�in ya�ayan bir anısı olarak var ola­ cak ve bizleri süreki yeniden düşünmeye sevk edecektir. Modern radikalizm, aydınlanma döneminin, devrimler döne­

minin ve bunlara verilen yanıt olarak üç büyük akımın birlikteli10) Komünizm tarafından yitirilen, ama içinde hala yapısal olarak radikalizme nostalji taşıyan klasik eser; Marice Merleau-Ponty, Hıımaııisme et terreur, Paris, Gallimard, 1980. l l ) Agnes Heller, Great Rep11blıc; A. Heller-F. Feber, Eastem Left Westem Left, Cambridge/ At­ lantic Heights, Politiy 1 Humanities Press, 1\187.

64

Doğu Avrupa Devrimleri

ğinden doğan orijinal bir karı�ımdır. Ve bugüne kadar da ikiyüzlü­ lüğünü sürdürmü�tür: hem sağ hem de sol radikaliznf vardır. Her iki akımın da, Marx'da da Nietzsche'de görülen özelliği, Hıristiyan ontolojinin ve antropolojinin eyleme ve bilince koyduğu sınırlan a!lma çabası ve özlemidir. İkinci özelliği Faustik boyuttur; yani in­ san yaratıcılığının kar�ı konulamaz gücüne olan inançtır. Bu güç ne var olan geleneklerle, ne de mutlak sınır olarak konulan {iç ya da dı�) doğanın engelleriyle durdurulabilir. Üçüncü etken zaman ko­ nusundaki duyarlılıktu: radikalizm yeni çağın "normal zamanının", banausis zamanının, yani büyük buıjyvazinin zamanının son derece yava!l i!llediğini dü!lünmektedir. Yani bu zaman suni olarak hızlan­ dırılmalıdır. İnsanların aktivitesinin rehabilite edilmesi için, (felsefi ve poli­ tik anlamda) güvene tekrar kavu!lmak için yarahlı!ltan gelen "ezeli suçluluk" duygusunun yok edilmesi gerekiyordu. Modemle!imenin politikası Hıristiyan gelenekleri basit bir şekilde sürdüremezdi. Te­ meller radikal bir !lekilde gözden geçirilmeliydi. Yeni temel, keşfe­ dilen !lU gerçek olabilirdi; insanların aktivitesi ve bu aktivitenin geçmi!lte !limdiye kadar görülmeyen devletsel ve politik-moral alandaki ürünleri öz itibarıyla son derece önemlidirler ve büyük değerler ta!lımaktadırlar. Ama yeni temel, hiçbir zaman Hıristiyan­ lığın yükseldiği temel kadar sarsılmaz sağlamlığa ula!iamadı. Reha­ bilite edilen siyasi aktivite ve onun devletsel ve politik-moral alan­ daki !limdiye kadar olmayan ürünleri, bu aktiviteyi gösterenierin iki zıt tavrı arasında gidip geliyordu: bunlardan biri "antropolojik dönü!lümün gerekliliği", diğer tavır ise "siyasi teoloji" idi. Sağ ve sol radikaliziDin bağrında ta!iıdığı bu güvensizlik ya çaresizliğe ve tela­ !la, ya da keyfi bir !lekilde üretilen "kendi kendini yaratış" mitosları­ na, hatta insanın Tanrıla!ltınldığı siyasi ideolojiye kadar götürdü. Radikal soldaki insanın doğasının iç ve dı� kaynaklı engelleri­ nin reddi doğrultusundaki Faustçu boyut, XIX. yüzyılın kirli gerçe­ ği olan endüstriyelizme felsefi bir üstencilik ruhu ta!lıyordu. Sağ kanat içinde ise insan doğasının öncelikle "iç engelini" yenmeye, korkudan ve vicdan azabından kurtulmu!l yeni insan ırkı üretmeye yönelik büyük deney giderek ön plana çıkıyordu. Şimdiye kadar pek göze çarpmayan 'brt nokta ise, Wagner'in modem radikalizm tarihinde oynadığı roldür: Wagner kehanetleriyle her iki radikaliz­ mi de temsil etmi!l, her ikisinin özelliklerini benliğinde taşımıştı. Dünyaya egemen olan ve doğanın ırzına geçen sanayi işçiliği, Ray­ na zenginliğinde, Walhalla siyasi cennetinde ortaya çıkan çeli!lkile­ rin yeraltındaki temeli gibiydi. Korkuyu ve vicdan azabını tanı-

Komünizmin Ardından

65

mayan Siegfried ise, Tanrıların geleneksel yollarını yıkan, ilk dev­

rimci Übermensch ve barbar aydınlanmanın kahramını idi. ­ rumlanıyor.

Aydınların Yol Ayrımı Marksizm her ıjeyden önce doğmakta olan i!jçi sınıfı üzerinde te­ mellenmi!jti, ama tüm bir asır boyunca aydınlar üzerindeki etkisi ve cazibesi en az o kadar büyük olmu!jtu. Gramsci ıjunu söylerken haklıydı -aslında bugün aydınlar yığınlar halinde içi boıjalan ve düıjünsel olarak dumura uğrayan komünizme sırt çeviriyorlar, ya­ ni Gramsci'nin gözlemi geri tepiyor- bir egemenlik eğer yaptırırnın kaba gücüne değil, aksine kültürel hegemonyaya dayanabilirse ayakta kalabilir. Marx'ın özel ya!jamına bir göz atarsak bu cazibeye dair çok ıjey anlayabiliriz: Ülkesinde uzun yıllar boyunca ta.-unma­ yan, küçümsediği üniversitelerden bağını kopardıktan sonra hiçbir zaman bir i!j sahibi olmayan, hayatta para da kazanmayan, hayatla pek ha!jır ne!jir olmayan bir yazarın hayat stili içinde kavgacı bir li­ teratus ve serbest gazetecilik yapan, oluıjmaya baıjlayan i!jçi sınıfı politikasında belli uzaklıkta kalarak yer alan, Londra'da ya!jayan ve Alman-Yahudi anne babanın çocuğu olan bu siyasi mülteci, ma­ ceralı hayatının sonlarına doğru en dinamik ve en global hareketin mitik babası haline geldi, oysa onu hayatında öncelikle ailevi sorun­ ları ilgilendiriyordu ve bu sorunları da viktorian stili içinde çözme­ yi adet edinmi!jti. Tüm bunlara Marx'ın, kendi tarafından yaratılan­ lara kar!jı gösterdiği aıjağılayıcı kibiri de eklersek -bunun en güzel örneği kendini Marksist saymamasıdır- bu ortaya çıkan tablonun aslında felsefi anlamda kolektivist, ama özel hayatında son derece individualist radikal Avrupalı entelektüelinin kendi kendine itiraf ettiği veya etmediği özlemi somutladığı anla!jılabilir. Marx'ın çok renkli teorisi modern aydınların temel kültürel beklentilerini ve zevklerini tatmin edici nitelikteydi. Kapital 'in bi­ rinci cildinde ilk kapitalist dönemin manifaktürlerini Blakevari bir üslupla "karanlık ve �eytani atölyeler" olarak tasvir eden Marx bu eserinde aynı zamanda devrimci aydınların toplumsal vicdan aza­ bını, duygusal dayanı!jmasını ve kendi imtiyazlı konumu nedeniy­ le hissettiği huzursuzluğu dile getiriyordu. Kant'la ilgili olarak sü­ ren bir tartı�mada Darwin'i biyolojinin Newton'u olarak adlandı­ ran bu filozof, toplum bilimlerinde Darwinci bir disiplin uygulu­ yor, can çeki�en dinin yerine yeni Tanrı olarak bilimin oturtulduğu sekularizmin ba!j savunuculuğunu yapıyordu. Bilimlerin bu pey-

1 08

Doğu Avrupa Devrimleri

gamberi aslında mitolojiye eğilimi güçlü birçok radikal tarafından sözün gerçek anlamında da peygamber kabul ediliyordu. Sanki es­ katolojik-devrimci bir dinin kurucusuydu. Eski zamanların mesihçi yahudi geleneklerinin radikal aydınlanma ile birle�tirildiği bu din­ de İsa'nın �u sözlerini; Ego sum via, veritas et vita, birinci çoğul �a­ hısta söylemek yeterliydi; böylece bu sözler kolektif Mesih olan proleteryaya uyarlanabilirdi. Antik-Grek trajedilerini okumayı çok seven Marx'ın, çağın modem ve "yapay" düzyazılığında aydınların eksikliğini duyduğu trajedilere kar�ı yatkınlığı vardı. Paris koroü­ nünün yenilgisinin ardından gündeme gelen "beyaz terör" günle­ rinde yazdığı yazılarında, kahraman proleterya tarihin çarmıhına gerilmi� olarak tasvir ediliyor ve Marx böylece de toplwndan yalıt­ lanmı�, yarı karanlık odalarda bilimle uğra�an ama dram, büyük­ lük ve yeni tarihi kahramanlar için yanıp tutu�an aydınlara uzanan yolu ve ortak dili de bulmu� oluyordu. Sonuçta aydınlar olağanüstü öneme sahip ve hiç de maswn sa­ yılamayacak bir deneyin yol ayrırnına gelip dayanmı�lardı. Marx kendi �ahsi örneğinde, sadece akıl ve mantığına dayanarak dünya çapında siyasi olarak tanınmanın doruklarına tırmanılabileceğinin örneğini göstermi�ti. Bu, eğer biraz daha ya�asaydı, ister istemez Marksist, yani büyük çaplı bir iktidar siyasetçisi olacak olan bir in­ sanın hayatıydı. Birinci Dünya Sava�ı'ndan önceki yıllarda, aristok­ rat kriterler doğrultusunda seçilen siyasi elitin bir yandan modern siyasi i�leri yürütemediği, diğer yandan da yeni ve hırslı gruplar önünde iktidara giden yolu tıkadığı artık açıkça ortadaya çıkmı�tı. Marksist politika i�te bu yeni elite, siyasi ya�lılar egemenliğinin he­ gemonyasını kırmak için fırsa t yaratıyordu. Marx'ın geni� yelpaze­ sinden belki de eksik kalan tek boyut, kendi içine dönük, sık sık narsistİk duygulara kapılan aydınlar için büyük öneme sahip olan psikolojiydi. Marksistlerin ve Marksizme yatkınların daha sonrala­ rı Marx ve Freud arasında bağlantı kurmaya çalı�malarının kayna­ ğı da bu eksikliktir. (Bu çabaların en bariz örneği de Lytotard'ın Marx'ın "libido kaynaklı ekonomi politik" görü�leri üzerine sundu­ ğu tezdir. Marx'ın cazibesinin temel kaynağı da olan bu çok boyutlu ka­ rekteri, dünyayı sadece izlemeye ve yorumlamaya değit aynı za­ manda deği�tirmeye de yönelik olduğu söylenen teoriyi politik bir ikilemle kar�ı karşıya bıraktı. Marx gerçekten "iradi birlik" üzerine kurulan bol�evik doktrinin, totaliter baskı mekanizmasının ve be­ yin yıkama yönteminin bu sloganının sorumlusu değildi, ama fel­ sefesi, teorinin yardımıyla dile getirilemeyen monolitik adalete

Marksizmin Politik Yas i lanı

1 09

olan dogmatik talebi yaratıyordu. Kendilerine özel görüşlerinin ol­ masından son derece ürken küçük insanlara çok uygun düşen bu dogmatizm talebi, teorinin çok renkliliği ile kesin çelişki yaratıyor­ du. İşte teorinin çok renkliliği de teorik düşüneeye yatkın aydınla­ rın değişik kesimleri için çekiciydi. Daha çocukluk yıllarını yaşa­ yan Marksizm b öylece ikiye bölünmüş oldu; bir yanda "kilisevari" birliği vurgulayan akımlar ve öte yanda ise sapma olarak değerlen­ dirilen akımlar vardı ve üstüne üstlük her iki ana eğilim de ortak felsefi temellerden beslenmekteydi.

Siyasi Teorinin Eksikliği Marx'ın felsefesinin kaderi -görkemli bir şekilde iktidara gelen ve yine aynı görkemde gerçekleşen çöküş anına kadar kendini Mark­ sist olarak tanımlayan gücün- paradoksu üzerinde temelleniyordu: tüm filozoflar arasında en politik olarak düşünen bu filozofun as­ lında siyasi bir teorisi yoktu. Marksist eskataloji ve daha Tevrat dö­ nemlerindeki, yahudi "Kanun" kavramından yola çıkarak oluşan ilk Hıristiyanlık arasında şaşkınlık verecek bir benzerlik vardır. Sa­ dece çarmıha gerilme ve daha sonra dirilme döneminde Tanrı ka­ tında değil, priori olarak da bu dünyada Tanrı'yla tanışmış olan Mesih, inananiarına kendini takip etmeleri ve bu dünyadan yüzle­ rini çevirmeleri dışında Tanrı'ya dair veya Hıristiyanların neler yapması gerektiğine dair hiçbir şey söylemedi. Marx'ın eskatolojisi de benzerdi; "öbür dünyayı" bu dünyadan yapılan yorumdan yola çıkarak "tanıyordu", ama o da bu transendes imparatorluğa dair, onun şimdikinin tamamen yadsınmasıyla temellendirilebileceğinin dışında bir ipucu vermiyordu. "Pratiğin filozofunun" bu önemli ek­ sikliği en önde gelen pragmatik öğrencisi Lenin'i, pratikteki en or­ todoks uygulama olan "savaş komünizminin" başarısızlığa uğradı­ ğı ve yeni yolların aranmasının gerektiği kritik anlarda çok zor du­ rumda bırakacaktı.

Büyük Yadsımalar Marx geleceğe dair neler söylemiş olursa olsun, tüm bunları, felse­ fesinin "büyük yadsımalarını" paketteyerek sundu. "Özgür üretici­ lerin birlikteliği" tanımlaması gelecek dönemlerdeki durumun iza­ hı için kullanılan bir tanımlamadır ve Marksist politikada popüler

1 10

Doğu Avrupa Devrimleri

adı "komünizm" olan bu tanımlama aslında yadsımalar içinde en iddialısıdır. Çünkü burada a�ılmak istenen sadece "kapitalizm" de­

ğil, "toplumun" ta kendisidir. Pre-modem dönemlerde insanlar im­

paratorluğunun adı "dünya'ydı". Belki de tek amacı insanların kur­

dukları çevreyi uzaydan ve d oğadan ayırmak olan içi bo� bir ta­

nımlamaydı bu. insanların kozmosdaki yerleri anlamında kullanı­ lan "Dünya" terimi, bu dünyanın ne kollektif ve ne de bireysel sa­

kinlerine dair bir açıklama getirmez ve onların hayatlarını nasıl ör­ gütled,iklerine dair bilgi s unmaz. Modem dünyada ise insanın dün­

yası "toplum"dur. Ve toplum kendi bilimi olan "sosyolojiye" göre; bir bireyler yığını, bireylerin kurumlara ve gruplara katılarak (sı­

nıflar, katmanlar, düzenler, kastlar) hiyerar�i olu�turmasının düze­ ni ve bunlar arasında olu�an birle�meler ve çatı�malar yumağıdır.

Ama i�te "özgür üreticilerin birlikteliği" toplumun ötesinde bir �ey

olacaktır. Bu, birey ve tür arasında çatı�ma olmadığı için birliktelik­

tir. Bu anlamda bu yapılanma içinde "türde� bireyler" arasında grupla�malara, sözün gerçek anlamıyla kurumlara gerek yoktur ve

bu biçimiyle gündeme de gelmeyecektir.

İkinci "büyük yadsıma" insan pratiğinin ayn bir faaliyet alanı

olan ekonominin bir "alan" olarak yadsınmasıdır. Lukacs, Marx'a kahldığı ilk döneminde �u saptamayı yapmı�tı: Marx'ın tarih felse­

fesinin implicit mesajı, kapitalizmin ekonomiyi ayrı bir alan olarak kurumsalla�tıran tek toplum biçimi olmasıdır. (Ba�ka �ekilde ifade

etmeye çalı�ırsak; "kapitalizm" tam, tek önemli kurum olan ekono­ mi yardımıyla insanları toplumsal-ekonomik "sınıf" adı verilen

gruplara zorladığı için "toplum" olabilmi.ştir.) İ�te kapitalizm bu anlamda eskatolojik bir andır: bu anın a�ılmasıyla birlikte ayrı�an­ farklıla�an ekonomi tarihe karı�acak, insanlar "gereklilik impara­

torluğunda" deği�ik kısa roller üstlenecekler ya da otomatik ekono­ miyi denetleyecekler, e�lik edecekelerdir . İ�te bu nedenle olsa ge­

rek, Marx hiçbir zaman gerçek anlamda bir ekonomik doktrin for­ müle etmedi. Onun daha çok dile getirdiği eskatolojik bir "kar�ı

ekonomi" idi ve bu da mesihçi bir postulata dayanıyordu: yokluk içinde ya�amak gereksiz ve insan onuruna yakı�mayan bir durum­ dur.

Marx'ın felsefesinin en son belki de en �a�ırtıcı "büyük yadsı­

ması" politikanın, "özgür üreticilerin" gelecekteki "birlikteliğinde"

artık geçerli olmayacağıydı. Ekonomiyle birlikte yasalar da (kanun maddeleri, yasaklar, cezalar da) ortadan kalkıyordu. Eğer bu varsa­ yımları kabul edecek olursak, o zaman bireysel temelde "ekonomi politiğe" temellenen bir "birliktelikte" i�lerin idaresi "asgari çabalar-

Marksizmin Politik Yas i lanı

lll

la" mümkün olacaktır ve böylesi bir ortamda hukuksal veya hukuk dı�ı alanlarda da hiçbir çeli�ki gündeme gelmeyecek ve kabul gör­ meyecektir. İ�te bu ko�ullarda da politika bo� laftan öteye bir �ey olmayacaktır. Marx kapitalist "toplum"dan üreticilerin özgür "bir­ likteliğine" geçi�i -yani Marksist politikanın özünü- politik bir so­ run olarak görmüyordu. Felsefi olarak kahraman ilan edilen prole­ terya seçim kampanyaları örgütlerken, toplumsal reformlar uğruna harekete geçerken, anayasa ve yasalar üzerinde tasarılar geli�tirir­ ken, parlamento ve hükümetlere iradesini kabul ettirmeye çalı�ır­ ken, yani sözün bilinen anlamıyla politikayla uğra�ırken Marx'a göre yanlı� bir yolda ilerliyordu, çünkü bunları yaparken "gönüllü birlikteliğe" varacak geçi�le uğra�acağına "toplumun" içine sıkı�ıp kalıyordu. Marx'ın politikası apocalypse politikası idi ve bu nedenle de sık sık ondan alıntı yapan komünist ve sosyal demokrat siyasetçiler­ den çok Sorel, Lukacs, Sartre veya Merleau-Ponty gibi aydınları çok daha fazla etkilemi�ti. Bu nedenle aslında proleterya diktatör­ lüğünün her türlü kılı kırk yaran ele�tirisi ikiyüzlü bir tavırdır ve zor kullanma tekniklerinin gözden kaçınlmasına yöneliktir. "Prole­ terya diktatörlüğü" uzayda bir çizgi değil, bir noktadır. Ko�u pisti değil, atlama tahtasıdır ve proleteryanın yeni dünyaya sıçrayabile­ ceği bir araçtır. Paradoks'un diğer yanı da �uydu: politik teorisi eksik olan bu felsefe, birçok temel bileıjeni nedeniyle modem politik radikalizme olumlu-geliıjtirici etki yapıyordu. Her ıjeyden önce, modem politik radikalizm dünya çaplı idi; bir ulusun, bir bölgenin bir etnik guru­ bun değil, insan türünün global sorunlarına yanıt bulmaya çalı�ı­ yordu ve bu özelliği nedeniyle modem politik radikalizm açısın­ dan Marx'ın ultra-evrensel tarih felsefesi çok iyi bir temel ve çerçe­ ve olu�turuyordu. İkinci olarak; modem politik radikalizm temel ta�larından en önemlisi bir kullanım aracı olarak modem dünyanın "yapılabilirliği"ne olan inançtı. Marx' ın felsefesi toplumsal bir olgu­ ya "plan" teorisiyle "yapılabilirlilik" kazandırıyordu. Son olarak radikal politika Marx'ın terminolojisiyle birbiriyle çeli�ki oluıjturan iki kavramın birlikteliği olarak algılanabilir; Her �eyden önce mükemmel bir techne idi. Reel politikadan da fazla re­ aliteye sahipti, çünkü en nesnel "toplum bilimi" üzerine temelleni­ yordu. İkinci olarak ise kaderci politika olarak da görülebilir; çün­ kü hayata geçirilebilmesi için, tarihi-politik determinizm, katılan­ lardan en kahramanca eylem bekliyordu, sürece katılanlar sahip ol­ dukları her �eyi feda etme noktasına olmalıydılar.

1 12

Doğu Avrupa Devrimleri

Alternatif Yollar Marx'ın önermelerinden yola çıkan iki politik alternatif olan sosyal demokratlar ve komünistler, uzun zaman her ikisi de kendilerini ortodoks olarak niteleseler de, Marx'ın felsefesinin sunduğu ola­ naklardan keyfi olarak seçimler yapıyorlardı. Temel özelliği Bern­ stein'in "hareket her �ey, amaç hiç bir �ey" cümlesinde kendini bu­ lan sosyal demokrasi Marx'ın rüyasının apckalyptic ve eskatolojik her özelliğini reddediyordu. Gerçek ve tam anlamıyla seeuZar bir politi­ ka yaratmı�tı ama bu arada vicdan azabı da çekiyordu: Bilgece, modern çağın immanent olduğu tavrını takındı ve onun transen­ densliğini savunmadan çok, zaman zaman ele�tirel bir yakla�ımla yeniden düzenlenmesinden yana oldu. "Toplum'un Darwin'i" ola­ rak adlandırılan Marx'ın hiper rasyonalizmini temsil ediyordu, ama büyük çaplı eskatalojik politikayı terkettiği için sık sık vicdan azabı duyuyor ve "korkaklığı" için özür diliyordu. Daha da ötesin­ de Marx'ın deh�etli ve gerçekten önü alınamaz siyasetinden kurtu­ labilmek için sosyal demokrasi önce Marx'ı terketti, ardından teori olarak ve kültürel kaynak olarak da reddetti. Kurban ettiklerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak cezası Birinci Dünya'ya kapanmak ol­ du: Birinci Dünya için basit ve hatta cazip gelen bu politika Üçüncü Dünya için yeterli oranda radikal çözümler önererniyordu. İkinci alternatif olan Marksizm-Leninizm ise Marx felsefesinin menüsünden daha da keyfi bir seçim yapmı�, felsefeyi parçalayıp dağıtmı�tı. Marksizm Leninizm Marx'ın söylemini korumakla bir­ likte felsefenin "hümanist" mirasını reddetmi�, kalanı da komünist­ lerin politik tekniğe katkısı olan "totaliter sistemin teorisinin ve pratiğinin" doğrulanmasında kullanmaya çalı�mı�tu. Peroerse bir �ekilde bu tavır aslında Marx'ın en ciddi postulatlarından birinin doğrulanması oldu. Bu postulat �öyleydi: teori pratikte gerçekle�­ meliydi ve bu birliğin sağlanması için, teorinin gerçekle�mesi için felsefe sona erdirilmeliydi. Yine peroerse bir �ekilde Marksizm­ Leninizm, komünist yenilik sayılan zorbalığın geleneksel teknikle­ rini yenileyerek ve bunları dünya çağında yayarak Marksizmin ev­ rensel ruhuna da sadık kaldı. Üçüncü dünyada bir süreliğine ger­ çekten cazip görüldü, çünkü eski rejimi ala�ağı etmenin ve yeni tip elitlerin iktidarı ele geçirmelerinin en basit yöntemini sunuyordu. Yeni elit kendi reklamını yaparken "modernizasyon" kavramı­ nı kullanıyordu. Ama daha yeni doğmu� bu ki�iliği yava� yava� destekleyeceğine, duyguların ve hayat biçimlerinin karma�ık kül­ türünü destekleyeceğine, kan ve akrabalık bağlarıyla olu�an ili�ki-

Marksizmin Polirik Yas i lanı

113

ler toplumu yerine sivil toplumu destekleyeceğine, kadın ve erkek arasında e�itliği geli�tireceğine, hukuk bilincini yerle�tireceğine, iyi kanunlar çıkaracağına ve bunları denerne sınama yöntemiyle test edeceğine komünist örgütlerin kullandığı yöntemlerle iktidarı ele geçirip Marksizmin Leninizrnin kli�elerini tekrarlamakla yetindi ve her �eyden önce de toplurnun tüm servetlerine el koydu. Marx'ın felsefesinden kaynaklanarak yola çıkan her iki politik alternatif de felsefenin temel boyutlarını ihmal ettiğinden, bölünme iç direnrnelerin deği�ik dönemlerdeki dalgalanmalarına neden ol­ du ve her iki taraf da kar�ı tarafı amaçları saptırrnakla suçladı. Hem Il. Enternasyonal'in Birinci Dünya Sava�ı önceki "sol" radika­ lizrni ve hem de post Stalinİst komünizmin daha sonraki dönemler­ deki "sağ" muhalefeti kendisini pseııdo-ortodoksluk tarafından saptı­ rılan görü�lerin gerçek temsilcisi olarak görüyorlardı. Her iki ke­ sim de -kendi kendilerini de kandırarak-, Marx'ın teorisini yeni­ den olu�turarak sosyal demokratların oportünizrnini ve kornünist­ lerin totaliter sistemi arasındaki siyasi bölünrneyi ortadan kaldıra­ bileceğini dü�ünüyordu. Yapısal olarak her iki kesim de ele�tirel Marksizm akımlarından gelrneydiler. Muhalif Marksizmin kendi iç "diyalektiği" de vardı ku�kusuz. Marksist kar�ıtlarına kar�ı müca­ dele veririken modern çağın diğer ilerici kriterlerini savunuyorlar­ dı. Bu, özellikle "reel sosyalizmin" son yıllarında ortaya çıkan anti totaliter Marksist revizyonistler için geçerlidir. Ama saldırıda bu­ lundukları pozisyonlar zayıflayınca veya yıkılınca, ve kendi tezleri­ ni orijinal teorinin her "özgürlükçü faktörünün" sentezi gibi göster­ me çabasına girdikleri zaman ya hayalperest konurnlara dü�tüler ya da kaba reaksiyoner tavrra girdiler. Sosyal demokratların Marx'ın metinlerinden uzakla�rnaya ba�­ larnasına paralel olarak komünist politikanın merkezine ortodoks­ luğun olu�turulrnası ödevi yerle�ti. Bu terirn daha sonraları, Lu­ kacs'ın yirrnili yılların ba�ında kalerne aldığı ünlü eseriyle literatü­ re girdi, ama geriye doğru, ortodoksluğa yönelen eğilimleri incele­ diğimiz zaman, bunların daha Lenin'in partisinde bile, resmen "ko­ münist" adın alınmasından önce de var olduğunu görüyoruz. Bol­ şevikler ve liderleri Lenin, herhalde Lukacs'ın bu "ortodoks"deyi­ mini ne kadar ciddi olarak gündeme getirdiğinin farkında değildi­ ler çünkü teolojinin bu ince yanları onların bilgi alanına girrniyor­ du. Ama Lukacs Gramsci'den çok daha önce �u gerçeğin farkına varmı�tı: bizim kültürümüz geleneksel olarak bazı temel rnetinle­ rin çevresinde olu�rnaktadır. En büyük ik tidar, anahtar metnin prestijinin yaratılması ve bu metnin yorumlanmasının tekel altına

1 14

Doğu Avrupa Devrimleri

alınmasıdır. İ�te bu her türlü baskı ve terör iktidarından daha bü­ yük bir güçtür. Bol�evikler her ne kadar kültürel incelikiere pek rağbet etmeseler de, yine de Lukacs'ın temel mesajını yakalamayı ba�ardılar ve bu mesajı Büyük Engizisyoncunun kilisesinin diline çevirdiler; bu "Marksizmin-Leninizmin temizliği" idi. Ama Hegel'in ihtarını anlayamamı�lardı. Hegel temel metnin üzerinde denetimin ve yorumlama yetkisinin ele geçirilmesinin ye­ terli olmadığının gayet iyi farkındaydı. Bizim kültürüroüzde her­ hangi bir temel metnin geleceği -bu metin kilisenin de olabilir­ metnin zenginliğine, deği�kik yorumlara ne kadar izin verdiğine, "k.ilisenin" potansiyel-dü�ünsel gücüne ve muhalif görü�lerin or­ toks yapıya entegre edilmesi i�inde ne kadar esnek olduğuna bağlı­ dır. Komünistler alı�kın olduklartı kabalıkla bu i�e girdiler ve Le­ nin, Lukacs'ın teorisini çok kısa bir �ekilde halletti; "çok soyut ve kötü." Marx'ın harika metninin en kötü yorumu galip gelmişti. Sta­ lin döneminde ise ters yorumlamalar baskı altına alınıp ardından entegre edilmedi, tam aksine doğrudan Gulag'da likide edildi.So­ nuç; komünizm çökü� a�amasına geldiğinde Marksist ortodokslu­ ğun total düşünsel-entelektüel çöküntüsü idi: işte koruyucu ku­ rumların ortadan kalkmasıyla komünistlerin içine düştükleri acizli­ ğin izahı da budur. Komünizm, "diyalektik" adını verdiği sofizm nedeniyle çok genç modernizmin adını kötüye çıkannakla gerçekten suçlanabilir. Çünkü "özgürlüğün despotluğu" aynen Hitler'in ölüm kampların­ dan geriye kalanlar gibi katliam anıları bıraktı. Bu her ikisi aydın­ lanmanın zayıflığının abidelerini oluşturuyorlar. Öncelikle aydın­ lar arasında -ama diğer katmanlarda da- özgürlük düşüncesine kar�ı sinik bir kayıtsızlık yarattı. Modem çağın kronik hastalıkları­ nı ve kötü mirasını derinle�tirdi. Devrimler tarafından alt üst edi­ len, isterik tempolu dönem, modern çağın "normal dönemi" olarak adlandırıldı. Modem çağın geleceğe yönelik uzantısı olan geleceğin diktatörlüğü, teorik onay kazandı ve bugüne ait yorumlarda bu­ lundu. Muazzam laboratuvarlarda "toplum bir deney maddesi" olarak kullanıldı ve deneylerde kobay olarak görülen insan hayatı zorunlu ve kaçınılmaz bir kayıp olarak algılandı, önemsenmedi. Modem çağın sarkacı uç noktalardan birinde durduruldu, sarkacın hareketi yasaklandı veya askıya alındı; deney veya yanılgı yoktu artık ve böylece ekonomi felce uğradı. Yüzyılın ekonomi harikası olarak tanımlanan taarruz nitelikli bolşevik sanayileşmenin devasa çöküşü ve iflası modernleşme sarkacının durdurulmasının doğru­ dan ve kaçınılmaz sonucuydu. Bu çökmeyle harabeye dönen sade-

Marksizmin Pol itik Yas İ lanı ce toplwnun

hiper-rasyonalist ekonomik temellerde

115 yönetilebileceği

hırslı tezler değildi. Sadece bu olsaydı, geli�me kazanç olarak bile görülebilirdi. Ama modernizasyon süreci de ağır yaralar aldı, mo­

dern topluma yönelik dü�ler belli bir süreliğine felce uğradılar ve planlama üzerine özgüven önemli ölçüde azaldı.

Teori ve Pratiğin Birbirinden Ayrılması Felsefenin pratikte uygulanması üzerine süren komünist deneyde

Marx'ın orijinal planının tek bir maddesi bile gerçekle�medi ve planlama, politik olarak kesin bir �ekilde gözden dü�ürüldü. Ke­

sinlikle otonam bir felsefe, kendi adına pratiği yürüten politika tara­ fından heteronom bir dünya yarattı. " Bilimsel" olarak bugünden ya­

rına ula�mayı hedefleyen "planlı toplum"un rasyonellikten uzak ve kaos dünyası olduğu ortaya çıktı. Şimdi artık, yani komünistler ta­ rafından ba�latılan ve yürütülen devrimlerden yetmi� yıl sonra or­ tada "devrimci özne" kalmadığı gibi, devrim planı da prestijini yi­

tirdi. Habermas Doğu Avrupa'daki ayaklanmaları "restitutiv dev­ rimler" olarak tarumlarken bu terimi övgü değil ele�tiri ifade ede­ bilmek için kullanmJllt ı. Ama bu biraz acı tanımlama aslında 19891991 yıllarının çağ ba�latan olaylarının en büyük övgüsü. Çünkü "Batı'nın" en son siyasi devrimleri nihayet çarpık uzantıları olan "permanent toplumsal devrimi" yenıneyi ba�ardılar ve modem ça­

ğı zaten çok problemli olan normal durumuna getirdiler. Bu nokta­

da artık gerçek toplumsal reformlar için çal�ma ba�layabilir. "Res­ titutiv devrimlerle" 1789'un eseri tamamlandı.

Acaba Marx, Marksizmin siyasi suçları ve ba�arısızlıklarında

ne kadar sorumlu tutulabilir? Marx'ı Gulag için, Nietzche'yi Ausc­ hwitz için sorumlu tutmaya çalı�an kültür tarihinin en kısır tartı�­

masına girmenin anlamı yok. Lukacs ve Heidegger gibi filozoflar sadece ki�i olarak veya totaliter partilerin üyeleri olarak katıldıkları

veya destekledikleri suçlar için sorumlu olabilirler ve Marx Mark­ sist de değildi. Ama Marksizmden uzak, olup bitenleri hiç üzerine

alınmayan ve "tarihi anının gelmesini bekleyen" Marx mitosu da

olamaz. Bu basit bir efsane olabilir ancak ve modem çağın olu�ma­

sına da katkıda bulunamaz. Büyük bir flozof ve sosyolog olan, top­ lumu sadece ekonomik düzenin belli bir kurumu adına ele�tiren

Marx ele�tirel bakmayı sürdürmek isteyen birçokları için önemli ol­

mayı sürdürecektir. Ama modem çağ, özgür ve "normal" kaldığı müddetçe, teorik temelde yükselen radikal senaryoları hayata ge-

1 16

Doğu Avrupa Devrimleri

çirmeye çalı�an siyasi yönetimlerden uzak kalmayı yeğleyecektir. Odo Marguard'ın espirili deyi�i gibi; sayısız filozofun sayısız defa deği�tirdiği dünyayı artık rahat bırakmanın zamanı geldi. Burada rahat bırakma �u anlama geliyor: her türlü deneyin serbestçe yapı­ labildiği teoriyi, pratikten yani politikadan ayırmak gerek ve �u da unutulmasın ki, pratikte yani politikida deney en fazla kaideyi güçlendiren bir istisna olabilir.

Çok Kültürlülük (*)

XIX. yüzyılda üç ayrı dile dayalı kültüre sahip ola.n İsviçre ve deği­ �ik dini mezheplerin serbestçe bir arada ya�ayabildiği Birle�ik Amerika, demokrasinin o günkü ko�ullarında "çok kültürlülüğün" bir arada bulunduğu tek ülkeydiler. Ama aynı zamanda diğerlerin­ den derin ayrılıklar da ta�ıyor, biraz "garip" olarak da nitelendirili­ yorlardı; çünkü İkinci Dünya Sava�ı sonuna kadar iktidarlarda ka­ lan demokrasi konseptleri çok kültürlülüğe dayalı herhangi bir ya­ pılanmayı sert bir �ekilde reddediyorlardı. Demokrasi -ki o da her yörede görülen bir olay değildi- belli yenileme ve modernizasyona tabi tutsa da model olarak eskiçağ ' modelini savunuyordu. Bu ise, iktidardakilerin üç a�ağı be� yukarı özgür seçimi, seçmen kitlelerin sınırlı olması ve çok yava� geni�lemesi, bazı yörelerde vatanda�la­ rın doğrudan da katıldığı, ama genelde temsili-parlamenter sistem, her ko�ul altında siyasi, etnik ve cinsi farklılıklar üzerindeki dikta­ törce baskıya doğru giden çoğunluk iktidarı ve demos'la (halk) eth­ nos'un (köken) aynıla�tırılması anlamına geliyordu. Eski Grek'ten bize miras kalan bu son faktör XIX. yüzyıl de­ mokrasilerinin kimlik belirleme sorununda büyük bir öneme sa­ hipti. Çünkü demokrasi ve ulus devleti kavramları bu dönemde doğmu� ve neredeyse birbiriyle özde�fe�tirilmi�lerdi. iktidarın ege­ menliğinin bir türevi olan ulus devlet yığınların belli bir aktivitesi olmadan ortaya çıkamazdı; demokrasi ise var olan bir ethnos 'un si­ yasi yapılanması olarak algılanıyordu. Ama eski Grek'ten kalan mirasta "barbar" kavramı da vardı. Avrupadaki geleneksel demok­ rasi anlayı�ına göre "barbar"a tekabül eden sıfat "yabancı" demekti ve bu tanımlamadan sadece saygıdeğer olarak değerlendirilen si­ yasi mülteciler muaf tutulurlardı. Birinci Dünya Sava�ı'nın ardın(•) Bu makale Şubat 1992'de yazılrnl..'j h r.

1 18

Doğu Avrupa Devrimleri

dan göç eden binlerce insana kaqı gündeme getirilen uygulama (Hannah Arendt bu konuda çok etkileyici ara�tırmalar yapmı�tır) ilerde totaliter rejimlerde gerçekle�tirilecek olan yığınsal sürgünle­ rm ve toplama kamplarının ilk i�aretiydi. Şurası da bir gerçek ki, dayanı�ma duygusunun tamamen ek­ sik olduğu eskiçağ ruhu demokrasilerde Hıristiyanlığın bir icadıy­ la, asimilasyon dü�üncesiyle zenginle�tirildi. Asimilasyon Hıristi­ yanlığın kabulünün dinsel olmayan bir varyasyonudur. Asimile olan yabancının uzun süren

bildımg

(yapılanma) sürecinden geçe­

rek kültürel olarak yeniden doğan "yerle�ik" ki�i haline gelmesi as­ lında dini kabul eden Hıristiyan ki�inin, H ıristiyanlığın rahmeti yardımıyla yeniden doğu�unun bir benzeridir. Ama Alman ve Ma­ car Yahudiliğinin tarihi göstermüıtir ki, asimilasyon olgusu, her ne kadar bu süreç asimile olan ki�i açısından çok uzun ve acılı bir sü­ reç olsa da, çoğu kez geri çevrilebilir bir süreç olarak görülmü�tür. Bir halkın a�ağılandığı zaman ve siyasi isterinin doruk noktasında toplumda egemen olan

ethnos'un

bu süreci geri çevirebildiği ve

çoktan asimile olan ki�ileri gizlenen ve tehlikeli yabancılar olarak ilan edebildiği ve onlara bunun gerektirdiği muameleyi uygulaya­ bildiği ortaya çıkmı�tır.

Demos 'u ethnos 'la

özde�le�tiren demokratik modelin yeniden

değerlendirilebilmesi için dört ayrı tarihsel gelişmenin varlığına gereksinim vardı. Bunlar şunlardı; Hitler ve Stalin dönemlerinin ol­ gulan, yani totalitarizmin ürkütücü yüzü; sömürgeci sistemin çö­ küşü ve Batı'nın bu nedenle hissettiği ve giderek gelişen sorumlu­ luk duygusu; modernleşmenin toplumsal ve siyasal yapılanması­ nın dünya çapında yaygınla�mışması (ama bu yaygıntaşınada ge­ nellikle modernleşmenin dinamik kültürel ruhu gelişmelerin dışın­ da bırakılıyordu); ve son olarak evrensel-humanist felsefenin buna­ lımı. İlk etken nedeniyle, totalitarizmin salt demokrasinin zıddı ol­ makla kalmadığı, demokrasinin bazı uygulamalarında, özellikle de azınlıklara ve yabancılara karşı takınılan tavırlarda totalitarizmin filizlerinin bulunduğunu fark edildi. İkinci faktör nedeniyle Batı demokratları bazı konularda "tazminat vermek" zorunda oldukla­ rını hissettiler ve bunun yollarından biri de kendi ülkelerinin sınır­ larının eski sömürgelerdeki "yerliler" önünde açılması oldu. Geniş yığınlarla merkez ülkelere gelen bu insanların "kültürel farklılığı" normal hayatta kısa süre içinde anlaşıldı. Üçüncü etken, modern­ leşme yolunu izlemeye çalışan ve bunu kısmen yapmayı hedefle­ yen değişik gruplaşmalara taleplerini modemizasyonun yaygınla-

Çok Kültürlülük

1 19

�an sloganlarını kullanarak "hukuksal çerçeve" içinde ortaya atma imkanı verdi. Ama son etken bu geli�meyle ilginç bir tezat olu�tu­ rur: bu son etkenin sözcüleri "hukuksal çerçeveye" temel olu�turan globalizmin zorla kalkındıran, dayatmacı ve kibirli yapısına dikkat çekmeye çalı�ıyorlar. İ�te tüm bu geli�melerin bir sonucu olarak, �imdi hala deneme safhasında olan modem siyasetin modeli doğdu: "saf" demokrasi­ nin insan haklarıyla ala�ımla�tırıldığı modeldi bu ve ancak bu şe­ kilde ethnos ve demos 'un özde�leştirilmesi engellenebilir, çok kül­ türlülük yolWldaki talep ancak böyle ortaya konulabilirdi. Arka arkaya gelen milliyetçi dalgalar, ulus-devletin ortaya çık­ masını, Avrupa siyasetinin ana eğilimlerini anlayabilmek için daha önce var olan sistemleri bilmek ve böylesi sistemi yaratmaya çalı­ şan çabaların başarısızlığını göz önünde bulundurmak gereklidir. İlk önemli dalganın üıareti Protestan hareketin doğmasıyla ve Ka­ tolisizmin ordo sacra et universalis'minin (kutsal düzen ve evrensel­ lik) ortadan kalkmasıyla veriliyordu. Luther'in dinsel devriminin Sickingen tarafından derhal ulusal duygulada değerlendirilmesi ve Luther'e siyasi bağlaşıklık önerilmesi ilginçtir. Dilthey, Protestaniz­ min anti-reform güçlerle, yani saldırıya uğrayan dünya sistemini kurtarmaya çalışan Katolisizme karşı mücadele verdiğini, "Protes­ tan kampın" ve ona bağlı kozmopolit güçlerin farklı bir dünyanın habercileri olduğunu haklı olarak vurguluyordu. Ama din savaşla­ rının sona ermesinin ardından Protestan hareketin ulusal ayrışma­ yı teşvik ettiği ortaya çıktı. Evrenselliğin daha kısa süren ikinci dalgası, aydınlanma mira­ sını evrenselleştirme iddiasıyla ortaya atılan Fransız Devrimi'yle ortaya çıktı. Ama kısa bir süre içinde devrimci savaşların aslında bir tampon bölge yaratmayı amaçladığı anlaşıldı. Napolyon'u yeni Avrupa düzeni aslında Avrupa üzerinde egemenlik kurmaya yönelik Fransız stratejisinden başka birşey değildi. Avrupa'nın si­ yasetçileri, Napoiyon'un uyguladığı ·senaryonWl muhafazakar var­ yasyonu olan Kutsal İttifak'ın da aslında bir nevi hegemonya siya­ setinin incir yaprağı olduğWlu kavradıklarında Viyana Konferan­ sı'yla Avrupa'da hükümdarlık egemenliğinin yerini alan ulusal egemenlik yüzyılı başladı. Üçüncü dalga komünizm deneyi idi. Bu deney sınıfın bağım­ sıziaşması ve toplumun homojenleşmesi temelinde yeni siyasetin ev­ renselleşmesini hedefliyordu, ama "proleter dünya cumhuriyeti" yerine bir zamanların Romanov imparatorluğunu ve çevresinde ona bağlı geniş bir periferi yaratmaya yetebildi. İşte bu deneyin çö-

1 20

Doğu Avrupa Devrimleri

kü�üne tanıklık ediyoruz. Yeniden canlanan milliyetçilik bu büyük dönü�ümün belki pek de arzularunayan bir gereği olarak gündeme geliyor, ama olayların geli�imi aslında tarihsel olarak yerli yerine oturmu� bir �emanın gereklerini yerine. getiriyor. Daha önceki evrensel düzenin çökü�üne bir tepki olarak "ulu­ sal ruh"un yeniden dirilmesi �unu kanıtlıyor: herhangi bir evrensel düzenden yerel bir yapılanmaya yönelik hareketlenmeler ve buna bağlı olarak siyasal sistemin kısmen rasyonelle�tirilmesi (örneğin hükümdarın veya partinin egemenliğinden halkın egemenliğine geçi�) bir topluluğun iç kohezyonunun yaratılabilmesi için kesin­ likle yeterli olmuyor. Ethnos ve demos'un birbirinden ayrılması i�le­ mi �imdiye kadar hiçbir zaman gerçekle�tirilemedi. En azından bu, ortak hafızasını ve geleneklerini taze tutan ve net bir kimliğe sahip olan topluluklar için geçerli. Daha çok bu eğilimin tam tersi geçerli oluyor: sadece demos'un var olduğu topluluklarda belli bir "etnikli­ ğin" oturtutması çabası "ulusal topluluğun" yeterli yurtseverlik duygusuna bir türlü sahip olarnamasını beraberinde getiriyor. Ger­ çek problem, kendilerini ulus olarak niteleyen yerel kolektif anla�­ maların, evrensel olarak tanımlanan geçmi�ten kendilerini ayırdet­ meleri çabaları sırasında, eski dini içeriğin yerine yeni özgüllük oturtabilme gayretinden kaynaklanıyor. Bu yapay değil, gerçek bir çeli�ki: Hegel ;"Hıristiyanlık döne­ mi, Hıristiyanlık ruhunun etkisi altına giren insanlarda bir bo�luk yaratmı�tır ve bu bo�luğun bir tür özgüllükle daldurulması gerek­ mektedir" derken haklıydı. Bin yıllık Hıristiyanlık bu sorunu hay­ ranlık uyandıracak bir beceriyle çözmeyi ba�ardı. Her �eyden önce "doğalın" karşısında "ruhi" öznelliği sundu. inanmış Hıristiyanı, köken ve kan olarak bağlı olduğu toplulukla ve dünyayla karşı karşıya getirdi. İkinci olarak Hıristiyanları diğer evrensel diniere inananlada da kar�ı karşıya getirdi; çünkü "kötü"nün karşısında "gerçek" ve "kutsal" özgüllüğe kendisinin sahip olduğtınu iddia et­ ti. Tüm bunlar Hıristiyanlığın içe kapanmasına hizmet etti. Ve son olarak öylesine basit ve anlaşılır semboller ve törensel uygulamalar sistemi getirdi ki, bunların yardımıyla sıradan insanlar (lisan prob­ lemi bile olmadan) kendi türünden insanları yabancılardan ayırde­ debilme kolaylığına sahip oldu. Ama ulus nasıl bir özgüllük sunabilirdi? Şurası bir gerçek ki, "ulus" kavramının içeriği her zaman için karmaşıklık yaratan bir ikililik ta�ımı�tır. Bir yandan özgürlük haklarının, hak ve görev sis­ teminin ve daha öncekinden farklı bir otorite yapısının var olduğu saf bir politik sistem anlamına geliyordu. Ulus kavramının bu açı-

Çok Kültürlülük

121

dan ele alınmasıyla herhangi bir "öznelliğe" varılamayacağı açıktır, çünkü bu anlamda tek bir topluluğa hitap etmemektedir ve yine bu anlamda evrenselle�tirilebilir, genelle�tirilebilir. Diğer anlamda ise ortak atalar ve ortak ya�am bölgeleri açısından gündeme gelen "ulus" kavramı yeni bir "özgüllük" talebine yanıt verebilir ve bu ne­ denle de modem ulusal mitolojilerde sürekli vurgu yapılır. Vatan bu anlayı�ta kutsal bir içerik kazanır ve öte yandan vücutsal bir sı­ fata ve çinsi özelliğe sahip olur: baba ya da ana olarak tanımlanır. Kolektif hafızada "örnek alınması gereken atalar" insanüstü özellik­ ler ta�ırlar. İnsanın annesinin veya babasının yakmından, doğduğu topraklardan sonsuza kadar uzak kalamayacağı veya buna benzer bir ihtar olan; insanın damarlarındaki, atalarmdan miras kalan asil kanı kirletemeye hakkı olmadığı söylemi aslında din ve toplum i�­ lerinin birbirinden ayrılmasının (sekularizasyonun), Hıristiyanlığın öznelliğinin geri çekilmesiyle bo�alan yeri ulusun öznelliğiyle dol­ durmaya çalı�manın bir sonucudur. Ulusallığın bir diğer yanı vardır ki, bunu, milliyetçiliğin "kuru­ cu ustalarının" da hep çekindikleri tehlikelere dü�meden yeni bir özgüllükle doldurmak güçtür. Milliyetçiliğin siyasi, rasyonalle�tiri­ ci ve sekularizasyonu te�vik eden özellikleri her zaman güçlü bir akım olarak kalmı�, "anayurt ve atalar" mistik öznelliğiyle hep kar­ �ı kar�ıya olmu�tur. Daha da ötesinde aslında milliyetçilik ortaya çıktığı dönemde tam da eski, patriarkal düzeni yeniden biçimien­ dirrnek iddiasıyla öne çıkmı�, ulusu ailevi, bölgesel ve kan bağları­ na dayalı ili�kilerin üzerinde bir otoriteyle donatmı�tır. Öte yandan güçlenen fonksiyonalizm ve modern, global dünya pazarı çağında artık ulusun içeriğinin sadece hukuksal ve politik anlamda ve geç­ mi�in "anayurt-atalar" edebiyatıyla kanıtlanması dönemi de a�ıl­ mı�tır. Bir tür "mechanistik" kanıtlama da mümkündür artık: Marksistlerin dı�ında bazı liberaller ve Weberistler de ulus kav­ ramını ekonomik anlamda ve "yatırımın optimal ölçütü" kriteriyle tanımlayabilmektedirler. (Burada Naumann'ın analizlerine atıf ya­ pabiliriz; Naumann özellikle Amerikan rekabeti ve dünya pazarı olgusu nedeniyle artık "ulusal yatırım" ölçekli Orta Avrupa yapı­ lanmalarına gerek olrriadığını savunmaktadır). Ulus kavramını, özgüllük açısından, biçimsellik açısından ve mechanistik olarak yorumlamaya çalı�an bu görü�lerin kendi ara­ larında sürdürdükleri tartı�malarda öznelliğin aranması çabaları güçlü kalmaya devam etmi� ve ancak kültür'ün ön plana çıkmasıy­ la yeni öznelliğin tanımlanmasıyla tartı�malar biraz hafiflemi�tir. Aslında kültür, ya da bildung kavramlarının yaratıcılannın istisna-

1 22

Doğu Avrupa Devrimleri

sız hepsi bir zamanların kozmopolit elit grubundandılar; Kant Weltbürgertıım kategorisinde düşünüyordu, Goethe Weltliteratıır'un varlığını vurgulamaya çalışıyor, bu çerçevede yeni ulusal edebiyat­ ların ortaya çıkabileceğini söylüyordu. Ama başlarda kozmopolit olan düşünce süreç içinde Meinecke'nin "ulus yaratma" yeni kavra­ mına dönüşmeye başladı. Ve bunların sonunda ortaya çıkan Al­ manya bu sürecin tipik ömeğidir: "Alman" kültürü ve "Alman" devleti iki (açıkça planlanan, tartışılan ve felsefi boyutları olan) program dahilinde birbirine paralel olarak gelişen yapay olgu ola­ rak ortaya çıkmıştır. Ulusal içerik ve ulusal kimliğin öznelliği olarak ifade edilen kültür aslında pek çok bakırndan bu görevleri yerine getirmeye çok uygundur. Ulusal bir özgüllük olarak kültür, "doğal oluşum" dü­ şüncesine karşı yapay yaratılış düşüncesini de bağrında taşıyor ve bu ise ulus kavramının hürnanistik ve rasyonal içeriğiyle denk dü­ şüyor. Eğer ulusal öznelliğimiz somut bir kültürle özdeşleşmişse, bu durumda artık mitik bir orijinalite gerekli değildir: Blııt und Bu­ den, sanat eserleri, alışkanlıklar, hikayeler ve semboller davranışla­ rımızın, düşüncelerimizin ve tüm benliğimizin belirleyici faktörleri haline geliyorlar. Bu arada kültür "ikinci doğa" haline geliyor ve tam da bu anlamda öznelleşiyor. Bir başka şahsın ulusal olarak ne­ reye bağlı olduğunun "doğal" işaretlerini alıyor ve bununla o şah­ sın "öznelliğini" çözüyoruz. İçimizde "refleks" olarak faaliyet göste­ ren, ama yabancılar tarafından özümsenebilen kültür aynı anda hem doğal ve hem de yapay oluyor ve bu da ulusal benliğimizin ikili yapısına uygun düşüyor. "Kültür"'ün keşfi "uygarlık"ın keşfiyle paraleldir ve uygarlık kültürün zıt ucu olarak, evrenselliğe atıf yapma işlevi görür. Uy­ garlığın kökleri öncelikle araç gereç ve maddelerde yatar. Kültür ise "doğal" kullanımı sırasında özümsenen dil temelinde yükselir. Dil hem doğa (özgüllük) ve hem de yapay (fonksiyon) bir üründür. Araç gereç ve maddelerin gerektiği gibi kull anımı ve onların kural­ larının öğrenilmesi -en azından teorik olarak- evrensel bir yete­ nekken, bir dilin mükemmel bir şekilde öğrenilmesi, o dilin "haya­ tında" yer almayı, yani o dili konuşan bir topluluğun üyesi olmayı gerektiriyor. İşte ulus açısından dil asimilasyonu böylesine önemli­ dir. Kültür, ortak hafızayla da özdeştir. Ortak hafızanın besleyicisi olan tarihsellik ve ulusallık sadece birbirine paralel olgular değil, aynı zamanda içerik itibarıyla da güçlü bağlarla birbirine bağlı ol­ gulardır. Hatıriama sınırsız olamaz. Çerçevesi mekanla (her zaman

Çok Kültürlülük

123

her yerde birden olmak mümkün değildir ve bu nedenle "orada" olanı hatırlayarnayız) ve zamanla sınırlıdır; ortak yaşanan olaylar hatırlanır ve başkalarının yaşadıklarından farklıdır bu. İşte ulusal geçmişin sürekli inceleme altına alınması işine verilen önem bun­ dan ötürüdür. Ama birçok teoriye göre hatırlarna"öznel" bir etken­ dir, çünkü bu hatırıama yeteneğinin varlığı anlamına gelmektedir ve bu ise "ben" düşüncesinin yaratıcısı ve sürdürücüsüdür. Başka­ larıyla paylaşılan ortak tarihsellik, aynı zamanda yurttaşlaştıran, öznelleştiren ulusal kimliğin önemli bir parçasıdır. Eğer ortak geç­ mişin dışında başka bir tarihselliği ifade ederniyorsak, o zaman or­ tak olarak sahip olduğumuz geçmişe bağlılığımız kopanlamayacak kadar güçlü olacaktır. Bu aynen kişi olarak yaşadığımız geçmişe anılarla bağlı oluşumuz gibidir. Kültür ahlaki özgüllük olarak da değerlendirilmektedir. Ulus kavramı üzerine geliştirilen tüm teorilerde ve yaklaşımlarda, açık veya üstü kapalı bir şekilde kolektif özgüllük olgusu moral anlam­ da da gündeme gelmektedir. XIX. yüzyılın büyük riskler taşıyan deneyi olan "ulusal karekteristikler geliştirme" grişimi doğrudan ulusal özgüllük ahlaki yaklaşımından yola çıkılarak geliştirilmiştir. Kültürün, yani ulusal özgüllüğün tüm bu özellikleri aslında "tek kültür-tek ulus" düşüncesinin nüvelerini içeriyor. "Kültürün", yani yeni kolektif kişiliğin özgüllüğüne yüklenen ödevler dikkate alındığında bu kaçınılmaz da. Eğer var olan kültürlerden herhangi biri bir isan topluluğunun özümsenmesi gereken ve aynı zamanda "doğal" özgüllüğü ise, o halde aynı insan topluluğunun sınırları içinde değişik kültürlerin aynı anda var olması, ortak kimliğin ol­ madığı, geçmişe dair ortak hafızanın eksik olduğu ve ortak karek­ terden yoksun olunduğu karmaşık bir topluluğun ortaya çıkması demektir. Yabancıların işgali, her ne kadar çok nazik bir şekilde gündeme getirilse bile, kişi bu nedenlerden ötürü bu gelişmeyle kendi kolektif özgüllüğünün zedelendiği hissine kapılıyor. Ve yine işte tam da bu nedenle kültürel faaliyetler (bu eğilimlerin siyasal yanları çoğunlukla suskunlukla geçiştirilrniştir) ulus yaratma çaba­ larının önemli bir etkeni olarak işlev görmüştür. Kültürü ulusla özdeşleştiren, kültürün ulusun özgüllüğü ol­ duğunu oldukça kendinden emin tezlerle savunan görüşlere karşı bugün artık tek bir ulusal çerçeve içinde çok kültürlülüğe hakları olduğunu dekiere eden hareketler belirlerneye başlıyor. Değişik yönlerden gelişen bu akımların çabaları da birbirinden farklı. İlk olarak iç sömürgeleştirmenin ve özgürlük ilan eden uygarlığın dış sömürgeleştirmesinin ve köleciliğinin kurbanları (Kuzey ve Güney

1 24

Doğu Avrupa Devrimleri

Amerika'nın yerlileri, siyahlar, Birle�ik Amerika, Fransa ve Büyük Britanya'nın eski sömürgelerinin torunları) taleplerini dile getirme­ ye ba�ladılar. Onlar beyaz adarnın ulus devletine kar�ı yönelttikleri en sert ve haklı suçlarnalarında kendi kültürlerini, yani kolektif öz­ güllüklerini yok etrni� olmasını vurguluyorlar. (Bu topluluklar bu noktada ve diğer ba�ka konularda da eski baskıcı gruplardan öğ­ rendikleri tezleri kullarunaktadırlar). Onlar kentli kolektif hafızalarını �imdi yaratıyorlar. Bu kolektif hafızalar bir zamanların Avrupa uluslarının rnitoslarından her ko­ �ulda daha zengin sayılmaz mutlaka, ama iki noktada yine de on­ lardan farklılıklar içeriyor. Her �eyden önce kolektif hafızada var olan büyük uçurumu nasıl değerlendireceklerini kestirerniyorlar. Bu eksiklik için çok küçük bile olsa kendi suçlarının da olduğunu kabul etmelerinin onlar için büyük acılar yaratacağı ku�kusuz. On­ lar sorunlarının genel teorik çözümlenmesi çalı�rnalarına severek katılıyorlar, ama ortak geçrni�in olgularının ortaya çıkarılmasına yönelik Avrupalıların "arkeolojik" çalı�malarından uzak kalmayı yeğliyorlar. İkinci olarak, siyasi perspektif (yani "farklıla�rnanın", ya da "tek toplurnun içinde çe�itlenrnenin" getireceği alternatif) kendileri açısından çok net değil, ki bu da eski dönemlerin "ulus yaratma" süreçlerinden farklı bir noktadır. Kaldı ki, "topraklara sa­ hip olma tarihi hakkı" konusu bu meseleyi daha da karrna�ıkla�tın­ yor. Bazı topluluklar "ilkçağlardan" beri, �imdi de bulundukları bölgelerde oturuyorlar. Bazı topluluklar ise �imdi ya�adıkları böl­ gelerde (hatta buralara da kendi iradeleri dı�ında getirildiklerini de eklemek gerek) artık öylesine uzun zamandır yerle�rni� dururnda­ lar ki, bölgenin toprak "rnirasından" haklı olarak pay isteyebilirler. Bugün artık "farklı olma" hakkını talep eden topluluklardan biri olan Çingeneler de bunlardan biridir. Aslında diğer sorunların yanısıra Çingenelerin durumunu zorla�tıran temel faktör �imdiye kadar ortak hafızayı yeniden yapılandırma çabalarına girrnerni� ol­ malarıdır. Onlar basit ve deği�rneyen yaratılı� efsanelerini tekrarla­ makla yetiniyorlar. Onlar bu açıdan diğerlerinden ayrılıyorlar, çün­ kü hem kızılderililer (Kuzey ve Güney Arnerika'kadakiler) ve hem de siyahlar modem çağın literatürünü kullanıyorlar. Dine çok bağlı olan Yahudi toplulukları ilginç bir grup olu�tu­ rurlar. Onların pratiği din özgürlüğünün tanınmasının her ko�ulda çok kültürlülük demek olmadığını kanıtlıyor (ve bu anlamda XIX. yüzyıldan beri "ideal çözüme" İsviçre Birle�ik Amerika'dan daha iyi örnek getirrni�tir.) Yahudiler birçok ülkede din özgürlüğünden yararlanabiliyorlardı, ama buna rağmen bu ülkelerde kültürel fark·

Çok Kültürlülük

1 25

lılıkları olan (belli bir d ine sahip) ethnos olarak tanırunamışlardı. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz hak talep eden topluluklar açısın­ dan önemli sayılabilecek sorunlar, yani "Yahudiler'in farklılığı ile ilgili" sorunlar gündeme gelmemişti. Yahudi topluluğu değişik ül­ kelerde ikibin yıl boyunca güçlü bir dini ve tarihi yolgöstericiliğin ışığında yaşadı ve böylece ortak tarih ve ortak kimliklerini koru­ mayı başardı. Değişik ülkelerde Yahudi varlığının yaşamaya de­ vam etmesi aslında bu geçmişten geleceğe yönelik sürekliliğin ayakta tutulmasından ve zenginleştirilmesinden başka birşey de­ ğildi. Bu anlamda onlar holocaust 'un ardından devletten herhangi bir talepte de bulunmadılar. Toplumdan ise tek istedikleri kendile­ rine özgü tarihsel gelişimin "Batı kültürünün" temel taşları arasın­ da olduğunu kabul etmeleriydi. (Bu bugün artık sık sık tekrarlanan "Yahudi Hıristiyan kültürü" kavramıyla kendini hissettiriyor.) De­ vam edecek olursak, Batı toplumlarında Yahudilerin "toprak talebi" diye bir sorun hiçbir zaman gündeme gelmedi zaten. On dokuz yüzyıl boyunca Yahudiler tarihsel anlamda kendilerinin olduğunu iddia ettikleri topraklar tekrar geri alma gibi bir düşüneeye de sa­ hip olmadılar. Bu olasılık gündeme gelince de Yahudilerin rüyaları ve planları artık çok kültürlülük konusunun sert tartışmalara konu olduğu Batı dünyasının sınırlarını çoktan aşmıştı. Haklarını talep eden toplulukların üçüncü gurubu ise tarihi Avrupa'nın sınırları içinde (Basklar, Katalonlar, Galler, İskoçlar, Bavyerralılar, Lombardlar ve Bretonlar gibi) önce kraliyetlerin ve ardından da ulus devletlerin a şırı merkeziyetçiliğine kurban olan­ lardan oluşuyor. Ulus devletin birliğinin ve homojenliğinin Tan­ rı'dan kaynaklanan bir olgu olduğunun düşünülmesi Avrupa tari­ hinin perspektifini tehlikeli bir şekilde kısaltılması anlamına geli­ yordu. Ulusal homojenlik (ki aslında bu kavramın doğru olup ol­ madığı da tartışmalıdır) çok yakın geçmişimizin bir ürünüdür ve homojenlik yaratma iddiasıyla girişilen bazı acımasız deneyierin anıları bilinçlerde hala çok canlıdır. Bu toplulukların kültürel olarak tanırunak yolundaki talepleri, daha önce sözünü ettiğimiz topluluklardan bazı noktalarda daha çok, bazı noktalarda ise daha az sorun ortaya çıkarmıştır. Sorunla­ rın az olmasının nedeni bu son gruba dahil olan toplulukların ço­ ğunluğunun kendi dillerinin olması, kendi tarihlerini dile getiren efsanelere sahip olmaları, göreneklerinin dikkatle korunmasıdır. Bunların yeniden yaratılması uğruna devletten veya toplumdan destek almak gibi bir dertleri yoktur. Ama kültürel hareketlerinin var olan ulus devletin kutsal düzenini tehlikeye sokması, sonsuza

1 26

Doğu Avrupa Devrimleri

kadar ya!iayacak sanılan bazı kurumları sarsması ise ciddi sorun kaynağıdır. Dağılan Osmanlı İmparatorluğu'ndan arta kalan yalıtlanmı!i Müslüman toplulukları ve Sovyet İmparatorluğu'nun enkazı ara­ sında Orta Asya İslam hanedanları ayrı bir konu olu!iturur. Batı dünyasının hemen her yöresinde kar!iıla!iılan Doğu-Hindistan, Ja­ pon ve Çin kolonileri de benzer ko!iullar ta!iırlar. Onlara kar!iı gös­ terilen dini tolerans, deği!iik Hıristiyan mezheplere veya Yahudili­ ğe kar!iı gösterilenden çok daha acı vericidir. Deği!iik Hıristiyan mezhepleri ve Yahudilik (her ne kadar her zaman için tarihin gü­ nah keçisi olarak görülrnüşlerse de) bazen ortak, bazen de "karan­ lık tehdit unsuru" olarak Hıristiyan kültürü ile birlikte geli!imeye devam etmi!ilerdir. Kaldı ki, törenleri gelenek ve görenelderi açısın­ dan bu topluluklar Batı dünyasına göre çok farklı bir dünya olu!itu­ rurlar. Ayrıca bazı topluluklarda bireyler vücutlarında da bu fark­ Wıkların i!iaretlerini ta!iırlar. Son olarak (dönemsel veya uzun vadeli ) ama "geçici" sıfatla bir yerlerde kalanların olu!iturduğu grup var. Onların durumların­ da "kültürel farklılık" anla!iılabilir bir olay olarak değerlendiriliyor. Bu ba!ikalığın geçici olarak adlandırılan ya!iam dönemi boyunca korumaya yönelik çabalax ise anlayı!ila kar!iılanıyor. Tüm bunlardan sonra, dünyayı düne kadar ebedi anlamda düzenlenmi!i olarak tanımlayan Batı'nın bu Wölkerwanderung intra muros kar!iısında !ia!ikın kalmasından daha normal bir !iey olabilir mi? Tarihin analizinde sadece tek yanlı olarak ekonomiyi oturtan yarumcular bu geli!iimin tahlilini yaparken, bu duygunun kaynağı olarak Avrupa'daki istihdam imkanları kar!iısında duyulan endi!ie­ yi önplana çıkarıyorlar. Ama sorun bundan çok daha karma!iık. Eğer kültür gerçekten ulusal birlikteliğin bir tür özgüllük desteği olarak hizmet veriyorsa, bu durumda çok kültürlülüğün kabulüyle ve tek baskın dil dü!iüncesinden taviz verilmesiyle ve bunun prati­ ğe geçirilmesiyle insanların öz-kimlikleri büyük bir kayba uğraya­ caktır (en azından onlar bunun böyle olacağını sanıyorlar). Kendi duvarlarının içinde barbarların istilasına uğrayacakları dü!iüncesi bir karabasan gibi ruhlarını bunaltıyor. Bu kaygıları kökten reddetmek hakkına sahip değiliz. Schil­ ler'in dediği gibi, barbarlık, ilkellerin değil, a!iırı-kültürlerin bir i!ia­ retidir. Batılılara bu konuda fazla ders vermek gereksiz; çünkü to­ talitarizmi sonuç olarak keşfeden kendileridir. Ve en iyi Amerikan üniversitelerinde gerçekleşen, öğrenci gösterilerinin tanığı olanlar bilirler; (geleceğin bilim elitinin üyeleri) "Batı kültürünün sona er-

Çok Külrürlülük

1 27

mesi gerektiği" tal�pleri yükselmiştir ve tüm bunlar yukarıdaki korkuların gerçeklik payının olduğunu göstermektedir. Ya da 1 7 Şubat 1992 tarihli New York Times gazetesinde yayınlanan ve bir konseri anlatan bir makaleden bir alıntı yapalım; "Kompozisyonun temeli, bestecinin (politik olarak son derece ılımlı görüşlere sahip bir Kanadalı -yazarların notu-) "yağrna-foni" olarak adlandırdığı aktiviteydi. Bu şu anlama geliyordu: başlığın bestecinin adını ti­ pografik olarak yıkması gibi, müzik de mahvolmalıydı. Bu arada "yağma" edilen de Beethoven'in "Op.1 30"u idi. Müzisyenler kısa bir bölümü çalmalarının ardından -çok kısa bir girişten sonra- çalma­ yı bıraktılar ve tiksinen yüz ifadeleri takınarak partisyanları yırtıp yerlere attılar. Yerlerdeki çöpler çoğaldıkça seyirciler de gülüyor­ lardı. .. Batılı gözlemci çok kültürlüğü savunanlara karşı hangi koşul­ larda haklı olarak barbar işgalciler endişesini dile getirebilir? İlk olarak, eğer hak talep edenler kültürü imha ediyorlarsa ve "çöp yı­ ğınları" yaratıyorlarsa -bu çabanın ardında ne kadar "ince" ya da "politik olarak onaylanan" düşünce yatarsa yatsın-. Çünkü (kültü­ rün ahlaki değeri üzerine Rousseau'nun caveat düşüncesine rağ­ men), kültür, hümanite düşüncesinin minimum taleplerinin koru­ nabileceği tek katmandır (tabii eğer felsefenin palyaçosunun, Ausc­ hwitz'in aslında Hitler'in "daha kaybolmamış hümanizminin" bir eseri olduğu yolundaki tezi dikkkate alınırsa, eğer minima humanio­ ra bu kadar gülünç ve bayağı kılınırsa, bizim rasyonal tartışmaları bir yana bırakıp, tası tarağı toplayıp bu işi bırakmamız icap eder). İkinci olarak; farklılığın "yeniden rasistleştirilmesine" yönelik her çaba -ki bu çabalar Batı kültürüne karşı cephe alan bio-siyasetlerin değişik akımlarında görülmektedir- barbarlık kuşkusunu uyandır­ maktadır. Ve son olarak; pre-modem acımasızlığı ve hoşgörüsüz­ lüğü "farklılık" (difjerance) adına ve post-modem kültürün bir gere­ ği olması gerekçesiyle savunabilen her türlü görüş (ki bu tür görüş­ lerle sık sık karşılaşılmaktadır) haklı olarak barbar sıfatına layıktır. Örneğin küçük bir Amerikan kasabasında yaşayan ve kızını "kötü yola düştüğü" gerekçesiyle öldüren bir babayı, İslam törelerini ge­ rekçe göstererek, "başkalık" adına savunabilenler olmuştur. Yine buna bir başka örnek verrnek İstersek, Salman Rüştü'ye karşı başla­ tılan kampanyayı haklı göstermeye çalışan Batılıların da olduğunu söyleyebiliriz. Ama öte yandan, monolitik bir ulusal kültür, kültürel barbar­ lık tarafından tarafından kışkırtılan acımasızlık ve cehaletin saldırı­ sıyla karşı karşıya kalmadığı müddetçe, kültürel monolitizmi, daha "

1 28

Doğu Avrupa Devrimleri

doğrusu buna bağlı olarak gündeme getirilen kültürel asimilasyon pratiğini insan hakları adına terketrnek bir zorunluluktur. Böyle bir giri�im adına duyulan endi�eler tamamen temelsiz olmarnakla bir­ likte, Batılı asimilasyon yanlılarının bir olguyu ve gelecek vaade­ den bir perspektifi dikkate almaları gerekmektedir. Olgu, Batı ulu­ sal kültürlerinin monolitik özelliğinin bir süredir zaten yapısal de­ ği�iklik ya�arnasıdır. Zygrnunt Baurnan haklı olarak post-modern dönernin �u özelliğini vurgulamaktadır: bir zamanların baskıyla hornojenle�tirilen (evrensel-hümanist-rasyonalist) bütünselliği par­ çalara ayrılmaktadır. Bunu ister iyi, ister kötü bir geli�rne olarak . görelim, kabul etmek zorundayız ki, her türlü "farklılık" (siyasi, kültürel, seksüel) kendi mikro-dünyasını yaratmaktadır. "Herrne­ neutik dönemi" bir anlamda kültürel eneljimizin önemli bir bölü­ münü bu mikro-dünyaları anlamaya ve yorumlamaya yönelttiği­ miz dönem anlamına gelmektedir. Bu geli�rnenin ciddi sorunlar yarattığı da rneydandadır. Ba­ tı'nın geleneksel olarak "kültür" olarak adlandırdığı �ey, genel normlar, kutsal kurallar ve değerler yaratan tek bir söylemin ev­ renselle�rnesi ve geli�mesiyle ortaya çıkmı�tır. Şimdi bu kültürel evrenselliğin ortadan kalkmasıyla "yüksek" ve "alçak" arasındaki fark, yığın kültürü ve kutsal elit kültürü arasındaki fark, son olarak da kültürel misyon ve kitle eğlencesi arasındaki fark da ortadan kalrnı� oluyor. Ama bu deği�im ciddi tehlikeleri bağrında ta�ıyor. Öte yandan aynı oranda bağımsızla�ma potansiyelini de beraberin­ de getiriyor. "Hümanizm tartı�masının" pozitif sonucu her �eyden önce "Fransız tipi dü�ünce'dir". Özellikle Sartre, Derrida ve Fouca­ ult'un �u ke�fidir; evrensel baba sembolü, eğitmen, hümanist, ı�ığın kaynağı olan Sarastro tiplernesi aslında despot bir otoritedir. Ay­ dınlanma döneminin, her türlü kültürel farklılığı yok etmek gere­ kir- biçimindeki önyargısına da katılmaktadır. Aslında bu dü�ün­ ceyi Kant'ın önerisinde de görmek mümkündür: Kant, Yahudileri özerkle�tirmek-bağımsızla�tırrnak gerektiğini, ama buna kar�ın an­ larında dini kültürlerinirr"ilkel" yanlarından vazgeçmeleri gerekti­ ğini söylemi�ti. Sarastro döneminin artık sonuna gelindi. Şimdi ar­ tık kültürel ve bireysel farklılıkların ne zamandır gizledikleri yüz­ lerini herkese gösterme dönemi geldi: gizliden gizliye bastırdıkları değerler artık açığa çıkabilir. Post-modern deği�imle ortaya çıkan açılım öylesine yeni ve dünya çaplı bir söylem imkanı veriyor ki, bu süreçte her farklılık (belki de kendinden coğrafi anlamda çok uzak olan bir ba�ka söy­ lemle) akrabalık kurma olanağına sahip oluyor. Şimdiye dek yerel ·

Çok Kültürlülük

1 29

farklılıklar (baskın kültüre sahip ülkelerin dı�ında) kaçınılmaz bir �ekilde yöreselliğin girdabında kaybolmaya mahkumdular . Bu sü­ recin yararına gösterilebilecek iyi bir örnek, köye kıyaslanamaya­ cak düzeyde geni� ufuklar ta�ıyan sinemadır.

Burada verilebilecek bir diğer örnek romandaki yapısal deği­

�iklikler ve romanın evrenselle�mesidir. Roman XIX. yüzyılda sa­ dece Avrupa'ya özgü bir edebiyat türü idi. Kültürlü Hindistanlılar ve Latin Amerikalılar Balzac, Falubert, Dickens ve Tolstoy okurlar­ dı. Tüm dünyaları Paris, Londra, Petersburg ve hatta hiçbir zaman gidemedikleri, havasını hiç solumadıkları küçük İngiliz ve Fransız

kasabalarının

couleur locale'ine göre düzenlenmi�ti. Herhalde bu sü­

reçteki dönü�üm, İngilizlere kar�ı ba�kaldıran yurtda�larını tasvir

ederek i�e koyulan Doğu Hindistan'lı yazarlar tarafından ba�latıl­ dı. Bu daire daha sonra Kuzey Amerika'daki siyahlar ve beyazların dünyası arasındaki adaletsizlikleri konu alan siyah yazarlar tara­ fından geni�letildi. Singer'in büyük romanının tamanen doğal özel­

liği çok kültürlülüktür: Yahudi, Polanya ve Amerikan "kültürel

söylemleri" sürekli etkile�irn içindedir. Çok kültürlü romanda da var olan"yabancı faktör" sadece konu açısından yeni olmakla kal­ maz, aynı zamanda estetiksel anlamda da belirleyici olan yeni bir soluk kazandırır.

Batı modernizmi yol ayrımında. Geleneksel görü�lerinden bir

çoğunu yeniden değerlendirmeye almak zorunda: belki de bunun

sonunda hür kurumla�ma olarak ya�anan kimlik, ki bunun en

önemli özelliğinden biri ulusal kültürün homojen ve monolitik ya­

pısıdır, tehlikeye de girebilir. Bu belki de ego-merkezli sürece kü­

çük ama gerçek bir ümit kazandıracaktır. Ama dağılma, ta�ma teh­

likesini de unutmamak gerek. İçinde bulunduğumuz dünyada

hiçbir �eyin garantisi yok.

Avrupa 'nın Ikinci Rönesansı(")

Avrupa "Bah uygarlığınınH be�iği, ama "Batı uygarlığı" Avrupalı değil. Dahası, arhk Bablı değil, çünkü giderek tüm dünyanın bas­

kın uygarlığı haline geldi. Bugün modemizmi hala Batı ile özde�­

le�tiriyoruz. Yarın artık bunu yapmamıza olanak kalmayacak.

Öy­

lesine ki, Japonya'yla ilgili olarak bugün bile yapmamız yanlı� olur.

Avrupa: Modern, Pre-Modern, Post-Modern Geride kalan birkaç yüzyıl içinde Avrupa'nın nasıl ve neden mo­ demle�meye doğru yol almaya ba�ladığını irdelemek bu yazının amacını olu�turmuyor. Daha önceki dönemlerdeki Avrupa uygar­ lıklan ve -mutlaka ba�ka uygarlıklar da- benzer çabalar göstermi�

olsalar gerek, ama tüm bu çabalar ba�arısızlıkla sonuçlandı. Ama

bu kez modem toplumsal politik yapılanma kök saldı ve kendi ge­ �me manhğının gereklerini yerine getirdi. Daha önceki tüm pre-modem toplumlarda toplumsal politik yapılanmalar asimetrik kar�ıtlık temelinde yükselen ili�kilere da­ yanmı�h. Modem toplum ise simetrik kar�ıtlık ilkesi etrafında ya­

pılanıyor. Yeni dünyanın sloganı; "her insan hür doğar"dı. Kadın da dahil olmak üzere her insan özgür olarak doğuyordu, çünkü bundan böyle insanın kaderini doğumdaki kör talih belirlemiyor­ du. Her insanın önünde bii dizi imkan vardı. Herkes her �ey olabi­ lirdi. Günlük ya�am -modernlik öncesi dönemlerden farklı olarak­ hiyerar�ik bir �ekilde örgütlenmemi�ti: bugün insanın i�bölümü sürecindeki yerini ikincil kurumlardan olu�an bir zincir belirliyor. Modemliğin üç bile�eni; i�levsel i�bölümü, teknik geli�medeki (•) Bu makale Haziran 1990'da yazı.lınııj tır.

1 32

Doğu Avrupa Devrimleri

hızlanma ve yenilikçi devlet yönetme tekniklerinin uygulanması­ dır. Her üçü de sürekli geli�en know-how'a ihtiyaç duyuyor, know-how'u kendileri de geli�tiriyorlar. Birbirine üzerine in�a ol­ mayan, birikmeyen değerler ve gelenekler doğrultusunda ilgisizler ve değerlerin birikiminin hangi dini, ahlaki veya herhangi bir ba�ka nedenle engellendiği konusunda kayıtsızlar. Bu anlarnda rnodemle�rnenin her üç bile�eninin de geleneklerin dikkat dı�ı bı­ rakılmasıyla ihraç ve ithal edilebileceği ortada, ama buna bağlı ola­ rak rnodemizasyonun ba�arısı, geleneklerin birikiminin uyum sağ­ layabilmesiyle bağıntılı. Kaldı ki, modemliğin bile�enleri de tarna­ men deği�ik ko�ulların �ansının denetimi altında geli�iyor. Prole­ terya diktatörlüğü de modem devlet yönetiminin bir varyasyonu olarak doğrnu�tu, ama -uzun ve acımasız bir deney döneminin ar­ dından- totaliter devletin modernliğin diğer iki bile�eninin geli�i­ rnini engellediği anla�ıldı. Liberal demokrasi, deği�ik formasyon­ larda gündeme gelse de k�kusuz modem devletin en uygun poli­

tik biçimidir. Siyasi kurumlar gibi, i�levsel i�bölümü ve teknik ge­ li�rneler sayısız varyasyon olarak gündeme gelebildiklerinden ve bunlar arasındaki kombinasyonların sayısı da çok fazla olduğun­ dan gelecekte modemliğin kendi iç yapısında da çok yeni giri�imi ortaya çıkacaktır. Çin İmparatorluğunda, Teotihuaca'da ve İle de France'da ku�kusuz hayat pre-moderndi. Her üç yerde de tek bir erkek hükümdardı. Ama yine de hayat tarzı açısından bakıldığında aralarında ne kadar büyük fark vardı! Teorik olarak modernlik de böylesi farklılıklara i.m.kan veriyor, ama onu garanti etmiyor. Modernliğin vücut bulalıilmesi olağanüstü toplumsal, politik, kültürel ve ahlaki güçlerin mücadelesi sayesindedir ve dikkat edi­ lirse, Avrupa kültürünün büyük tarihsel anlarının modernizmin geleceğe doğru atılım yaptığı belli dönemlerle çakı�bğı görülür. Modernliğin yarahimasma yönelik ilk deney sırasında Grek dramı ve felsefesi, ikinci ve başansız deney sırasında da Hıristiyanlık ve Roma hukuku doğmu�tur. Üçüncü ve nihayet ba�arılı deney ise dü�ünsel platformda ate�li özgürlük aray� çabaları içinde günde­ me gelmi�ti.r. Özgürlüğe e�mekle (ki bir zamanların Fransız Dev­ rimi sırasında gerçekle�rni�tir), büyük bir hareketlenmenin ardın­ dan gelen dönernde dü�ünsel yaratıcı güç de zayıflamı�tır. Ama modemliğin sağlam bir şekilde ternellendirilen kültürel ve dü�ün­ sel yaratıcı ruhu özendirici ve motive edici desteği tek ba�ına mo­ dern kurumlardan alamazdı. Ba�ka kaynaklara da gei'ek vardı. Modern toplumsal-politik kururnlar ahlaki ve düşünsel an­ lamda ku�kusuz önemli içerikler ta�ırnaktadır. Örneğin hukukun

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

133

kodifikasyonunu ele alalım: bu insanlardan hukukun dilinde ko­ nuşmayı öğrenmelerini, adaletin aranması sürecine katılmalarıru talep ediyor. İnsan haklarından genel olarak bahseden bir kişi ev­ renselliğe inanıyor demektir. Evrenselliğin ahlaki mihenk taşı her

insanın (veya her insan topluluğunun) hakkının teslim edilmesini kabul etmektir. Böylesi bir evrenselliğin koruyucu yanı yüksektir, ama entegre edici özelliğinin de bu oranda yüksek olduğu söylene­ mez. Tek başına oldukça soyut olan bu düşünce, en sıradan bir ha­ yat tarzı için bile yeterli kültürel materyeli sunmaya yetersizdir. öte yandan haklar kısmi olarak da yorumlanabilir; farklı olabilme hakkı bunlardan biridir örneğin. İnsanların bir grubunun, bağım­ sız, kültürüel, düşünsel ya da herhangi bir şeklide diğerlerinden farklı bir hayat tarzını sürdürme hakkı neden olmasın? Eğer farklı olma hakkı önemli ölçüde vurgu kazanırsa, modem toplumsal-po­ litik kurumlar kültürel olarak yarahcılık kazanırlar. Modem haya­

tın işte en büyük imkanları burada gizlidir, ama en büyük tehlike­

ler de buradadır. Farklı olmayı amaçlayan kültürlerin evrensellik kriterlerini de özümsemeleri gerekmektedir (her şeyden önce de evrensel "hukukun dilini" ikinci bir !isan gibi öğrenmeleri gerek) yoksa etnik, dini ve ırksal savaşların şimdiye dek görülmemiş ve sonu gelmez girdaplarına yuvarlanabiliriz. Bu sorunun üstesinden gelmek, çağın direktifi olarak algılanrnalı. Belki bir kıta diğerlerine göre bu sorunun üstesinden daha kolay gelecek. Kıtaların ekono­ mik, teknik gelişimi ve istikrarı bu düşünsel ve ruhsal potansiyel güç kaynaklarını ne kadar akılcı kullanabildiklerine, bu birikimden ne oranda yararlanabildiklerine bağlı olacak. Görünen o ki, post-modernizmin bu talebiyle en kolay baş edebilecek kıta Avrupa olacak. Çünkü

XX. yüzyılda hem modem

evrenselliğin ve hem de tam anlamda farklılık peşinde koşmanın en canice varyosyanlarının gündeme geldiği ve neredeyse paralel var olduğu kıta da Avrupa olmuştur. Berlin duvarının yıkılışı Av­ rupa vatandaşlarının XX. yüzyılı, modemliğin bu utancını kapat­ mak istemelerinin metaforik bir işareti olarak da algılanabilir.

Avrupa: Sınır, Sonsuzluk, Farklılık Anadolu'nun Grek şehirlerini ve Akdeniz havzasını da hesaba kat­ sak bile Avrupa küçük bir kıta. Limes-bilinci}1 l insan yeteneklerinin 1)

Limes: Roma lmparatorlu�u'nda, imparatorluk topraklannı barbar halklardan ayıran sınıra verilen ad. (ÇN)

1 34

Doğu Avrupa Devrimleri

sınırlarının hesaba katılması çok uzun zamandır Avrupai düşünce­ nin merkezindedir. İnsanlar ve Tanrılar arasında mutlak bir farklı­ lık vardır: Tanrısal hükümdarlara karşı el etek öpme Doğu alışkan­ lığı olarak hor görülmüş, Yahudi-Hıristiyanlık kültürü tarafından kutsal değerlere hakaret olarak kabul edilmiştir. Hem felsefe ve hem de din insana, açgözlü olmamasını, tam tersine sınırlara saygı göstermesini tavsiye eder. Foucault'nun tanımlamasını kullanacak olursak; Ego'yu oluşturan teknikler zaman zaman değişmiştir, ama dışsal sınırların içsel sınır haline getirilmesi değişmemiştir. İnsan için geçerli olan doğrular onun yaşadığı çevre için de ge­ çerlidir. Kapalı köyler, zamanla duvarlada çevrili kentlere dönüş­ tü. Ortaçağın şehrini veya köyünü çevreleyen duvar sadece dışsal değil, ayru zamanda içseldi de. Ortaçağ Avrupası'nın, pre-rnodem toplumların tümünde de görülen diğer özgüllükleri için de aşağı yukarı aynı değerlendirrneyi yapmak mümkündür: burada söz ko­ nusu olan sınır olgusudur ve bu da toplurnun hiyerarşik kastlara bölünmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Toprak ağasına bağlı köylünün dış sınırları, eski köleye göre çok daha büyük oranda iç­ sel sınır haline gelmektedir: İşleyebileceği toprak miktarının sırurlı olması köylünün bilincini gün be gün kısıtlı olmanın kelepçesiyle dağlamıştı. Rousseau'nun "orijinal siyasi durum" olarak adlandır­ dığı düşüncesinin "Göçmenler" adındaki bir İsveç filminde sembo­ lik anlarnda büyük önem kazanmasının arkasındaki duygu da bu olsa gerek: filmin kahramanı, bir zamanlar Avrupa'nın kuzeyinde ·bir avuç toprağı olan ama sonra yoksullaşan İsveçli bir köylüdür. Hamile eşiyle ve kalabalık ailesiyle Michigan gölünden yola çıkıp, üç günlük bir yolculuktan sonra ulaştıkları uçsuz bucaksız toprak­ larda gözlerini gezdirir, arkasından bir ağacı keser ve ''bu benim­ dir" düşüncesiyle adım ağacın toprakta kalan kök kısmına kazır. İş­ te bu an Avrupa'nın "sonsuz imkanlar" fantazi dünyasına, tarımın ikili anlamı da düşünülürse, yeni dünyaya adımını attığı andır. Ama İsveçli köylüler eski dünyadan bir şeyleri beraberlerinde ge­ tirmişlerdir; bu Avrupa protestanlığınlll en tartışmasız bir şekilde neredeyse dokunulmaz kıldığı içsel sırurlar düşüncesidir. Sınırlar ve limes-bilincinin kıtası, bu düşüncenin tam teri olan sonsuzluk ve insanın olanaklarının sınırsızlığı düşüncesine de be­

şiklik etmiştir. Tüm evrenin tanınabileceği, insanın evrene karşı üs­ tün gelebileceği ve ne pahasına olursa olsun onu egemenliği altına alabileceği düşüncesi de insanların ilkesi haline gelmiştir. Avrupalı düşünürler açısından modernliğin zaferi artık tartışılmaz hale gel­ diğinde, sonsuz üzerine süren fantaziler iki temel biçim kazanmış-

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

1 35

tır: bunlardan ilki sonsuz geli�im dü�üncesi, diğeri de geleceğe doğru devrimsel sıçrama dü�üncesidir. Bu ikincisinin tarihin tüm problemlerini çözeceği sanılmı�tır. Tanrı ve insan arasında mutlak ayırımların yapıldığı bir kıtada, insan ırkının Tanrılaştırılması ey­ lem prograrnı haline getirilmi�tir. Modemliğin karşıtları ise çözü­ mü yeni dünyanın yakınla�an sonunu ilan etmekte bulmuşlardır. Avrupa sadece ufak bir kıta değil, birçok önemli, küçük bir alana sıkışan, oradan dışarı yansıyan önemli kültürün yurdudur da. İ�te bu farklılıklar dillerde, dinlerde, zevklerde ve yaşarn biçim­ lerinin çe�itliğilinde kendini göstermi�tir. Başka türlü ifade eder­ sek, modernleşme geli�tikçe, farklar da büyümüştür. Ulus-devlet limes'ın en önemli tek modem biçimi haline gelmi�, ve bu sınırlar, Avrupa'nın gelenekleri doğrultusunda sadece dı�sal kalmakla ye­ tinmemişlerdir. Modem dünyanın gerçekten entegre edici tek dü­ şünsel gücü milliyetçilik olmu�tur -ve belki bugün hala da öyle­ dir-. Her ulus kom�u uluslar açısından "yabancı" anlamına gel­ mekteydi ve o anki ya da gelecektedi düşman olarak algılanmak­ taydı. "Kom�u'nun" karşılıklı olarak (gelecekteki) dü�man olarak değerlendirilmesi -sınırların güçlü bir entegrasyon egemenliğine sahip olduğunu da dü�ünürsek- "sonsuz" yayılma i�tahını yeteri kadar doyurmuyordu. Modem Avrupa böylece kendi sınırlarından doğan engelleri aşmayı denedi, imparatorluk in�a etmenin eski yöntemlerine ba�vurdu; geldi, gördü ve kaybetti. Avrupa'nın bu­ gün arhk eskisinden çok daha fa!:la bir şekilde kendi sırurları içine kapanması gerek.. Avrupa'daki tüm halklar ve uluslar da bunu yapmak zorunda. Sınırlan tanımayan, sonsuzluk özlemiyle yanıp tutuşan duy­ gular nasıl olsa artık gücünü yitirdi. Kesin bir şekilde post-modem bilincin ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Post-modem, modemden sonra gelen dönem değil, tarihin sonu da değil. Eğer Hegel'in te­ rimlerini kullanacak olursak; modemliğin bilinci olarak tanımla­ mak doğru olur. Post-modemler, geç kalmamak ve geride kalma­ mak için gözlerini geçmişten gelece doğru tam gaz gittiği sanılan trenlere dilaneyi reddederler. Onlar bunun yerine şimdi bulunduk­ ları tren istasyonunu hem kendileri için ve hem de kendilerinden sonrakiler için daha oturulası hale getirmeye gayret ederler. Ne ta­ rih için ve hele ne de siyaset için ya�arlar. Özellikle de modem in­ sanın özünü kavradığı tarihin, kutsal bir şekilde mitik bir yapıya kavuşturulmasına hiç tahammül edemezler. Post-modern dünya­ nın vatandaşları sistemsiziikten ve istisnalardan korkmazlar; deter­ minizm, tarihin yasaları ve insanın tanrılaşması gibi tezler yarata-

Doğu .Avrupa Devrimleri

1 36

rak bilinmezliğin yaratacağı endiııelerden kurtulmaya gayret et­

mezler. Ayaklarını, öncüllerine göre, modem toprağa çok daha sağlam basml!jlardır. Bu nedenle kendi sınırlarının tesbitini cesurca

yapabilecek güce sahiptirler ve bu sınırlar içinde kendilerini ve

dünyayı güzelleıjtirip geliııtirebileceklerine inanırlar . .

Avrupa: Polis ve Kozmopolis Avrupa'nın ikinci bir rönesansa ihtiyacı var ve bu sıradan bir talep de değildir.

Post-modernler -uzaktaki atalarını arayan bir insan gibi­

Avrupa rönesansına kadar geri gidebilirler. Aynen rönesansın in­

sanları gibi; onlar da düııünsel köklere ulaııabilmek için antik dün­ yaya yönelnliıılerdi, oysa antik dünyaya getirdikleri yorumun mo­

dem olduğunun gayet iyi bilinceydiler.

Post-modem erkekler ve kadınlar rönesans döneminde yaııa­

yan öncüllerinden teııvik edici yardım görebilirler ve bunu yapar­

ken kendi modemliklerini terketmeleri de gerekmez, çünkü röne­ sansın insanları da geriye dönerken modemliğini yitirmemiııti. Ge­

ri dönüıj, daha doğrusu geriye uzanmak eskilerdeki bir geleneğin

bugüne, daha doğrusu yarına iletilmesi anlamına gelmektedir.

Post-modemler kuııkusuz Avrupa rönesansının geri gelmesini ar­

zulamıyorlar, doğrusu hiçbir türlü geçmiıjin geri gelmesinden yana değiller. Ama çekici ve albenili olan her �ey özümsenebilir. Şimdi

rönesansın birkaç çekici yanını sıralarken rönesansın idealler pale­ tini de tasvir etmi� olacağız. Her zaman olduğu gibi �imdi de tari­

hin hayal gücünü harekete geçiren -akademik tarih değil- imajlar ve mitoslardır.

a) Rönesans döneminde bir Avrupa kültürü yoktu. İnsanların

kitlesel olarak kendi mirasları olarak gördükleri birle�ik bir kültür

henüz olu�mamı�tı. Her ülkenin aydın ve okumu� insanları birbi­

riyle yakın temas kurabilme iınkanına sahiptiler, çünkü bilgi biriki­

mi ortaktı ve aynı (ortak) dile hem de edebi düzeyde vakıftılar.

b) Rönesans döneminde yüksek ve dü�ük kültür düzeyi farklı­

lığı henüz yapılmamııjh. Bir tür

sensus communis egemendi.

eğitimli

insanlarve kent sakinleri açısından iyi ve kötü zevki birbirinden

ayırmak zor bir ödev değildi. c) Rönesans hem antik polis idealinden ve hem de Grek-Roma kazmapolis idealinden aynı oranda yararlandı. d) Rönesansın Hıristiyan hümanizmi özgüllüğün ve evrensel­ liğin birle�iminin toleransını propaganda etti.

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

1 37

e) Rönesans dünyası ego-merkezli değildi: ego'yu oluıjturan teknikler de farklıydı. Belki yukarıdaki tasvir fazla idealize edilmiıj bir hava yaratı­ yor, ama bu karekteristikliklerin hepsi rönesans dünyasında ister geniıj bölgede yaygın davranl!j biçimleri olarak, ister istisnalar ola­ rak ve isterse sadece

in statu nascendi

olarak, ama mevcuttu. Mo­

dem geliıjmenin ·sürecinde bu davranı!j biçimleri ya kayboldular ya da geri plana itildiler. Bir komünikasyon aracı olarak dil, kültürleri ulusallaıjtırdı ve böylece modem ulusların kalkınmalarının ilk sinyallerini de verdi.

Modem uluslar kendi ulusal sınırlarını çizme iıjini baıjarıyla ta� maınladıklarında Avrupa kültürü olayı da bitmi!jti. O tarihten iti­ baren İtalyan ve Alman müziği, İngiliz, Fransız ve Rus romanı, Fransız, İngiliz ve Alman felsefesi vardı artık. Küçük ulusların, ulusların arasında süren rekabette pek fazla ıjansları kalmamııjtı. Bu nedenle ya büyük ulusları taklit etmeye baıjladılar ya da kendi ülkelerindeki ikinci sınıf ürünlerin övgüsüne baıjladılar. Her ulu­ sun

-a

grande nation'un

ve küçüklerin- kendi Shakespeare'i, Goet­

he'si, Mozart'ı, Michelangelo'su, Roussea'su ya da Kant'ı vardı ve hiçbiri bunlardan feraget edemezdi. Kendi ulus tarihi ve ulusal edebiyatı, ne kadar orijinal içerik taıjıyıp taıjımadığına bakılmaksı­ zın özellikle ilk ve temel eğitim düzeyinde önemli bir yer aldı. Ama "diğerlerinin" (öteki ulusların) tarihleri ve ulusal edebiyatları ya küçümsenerek ele alındı, ya da tamamen yok sayıldı.Çok yakın bir geçmiıje kadar ulusal kültürler, sadece kendi ulusunun üyeleri için hazırlanan, genellikle "yerli malı" eserlerin sıralandığı bilgi ve yorum sistemleri yaratmaya özen gösterirlerciL Kültürel entegras­ yonun mutlak merkezi sayılan ulusun tipik

modus operandi'si buy­

du. Entemasyonalistlerin veya kozmopolitlerin dar bir elit gurubu, kültürün Çingeneleri ve Yahudileri de ortaya çıktı -sınırların yarat­ tığı engelleri atlayıp- birbiriyle iliıjki de kurdular. İıjte post-mo­ demler -çoğunluğu kendi ulusal kültürlerinin zemininde boy ver­ se de- tam da bu kozmopolitlere, kültürün Çingenelerine veya Ya­ hudilerine benziyorlar. Dünya vatandaşının -Kant'ın tanımını kullanacak olursak­ "bakııj açısı" yeniden önem kazanmaya başlıyor. Modem kozmopo­ litizrnin ortaya çıkmaya baıjladığı dönemde, daha ulus devletleri­ nin doğmasından önce en güzel dönemindeydi. Kozrnoplitizm yandaıjlarıni birbirine bağlayan karıjılıklı olarak birbirilerini anla­ ma çabalarıydı. Kültürler arasındaki farklılıkları yok saymadılar,

ama bunları görecelendirdiler ve bu kültürlerin hepsinde bulunabi-

Doğu Avrupa Devrimleri

1 38

len ortak (insansal veya dini) faktörü vurguladılar. Bu tam anla­ mıyla dü!lünsel ya da elitsel vizyon, milliyetçiliğin her !leyi önüne katıp sürükleyen yükselen dalgasına kar!lı koyarnadı ve daha son­

raları enternasyonalizme kar!lı da direnemedi. Enternasyonalizm

-özellikle de onun Marksist varyasyonu- milliyetçiliğin tamı tamı­ na ters yüz edilmi!l sureti idi. Entemasyonalizmin düşüne göre,

ulusların üzerinde yer alan bir toplumsal sınıf (proleterya) -aynı planı uygulayarak- her ulusta ve her devlette tek tek galip gelecek­

ti. Toplumun homojenle!imesi sonunda uluslar arasındaki farklılık­ lar da ortadan kalkacaktı.

Enternasyonalizm -iki önemli nedenden ötürü- bugün artık

ölüdür. İlk olarak, bayraklarına enternasyonalizm ilkesini yazan güçler geçmi!lte -birbirinden farklı da olsa-ulusal ya da milliyetçi

nitelikli amaçlara ula!itılar. Sosyal demokratlar "refah devletini" ya­ rattılar. Bol!ievikler ise Rus İmparatorluğu'nu korumayı ba!iardılar,

hatta onun sınırlarını daha da geni!llettiler. İkinci olarak bugün

dünya de facto "uluslararasıla!ih" . "Batı uygarlığı", ya da ba!ika tür­ lü ifade edersek modernlik-, tüm dünyayı fethetti.

Kozmopolitizm dü!lüncesinin temel ta!lı belli bir toplumsal

yalpılanmanın her yerde aynı olduğu, diğer tüm özelliklerin ise farklı olduğudur. Dünyanın sadece küçük bir parçasının pre-mo­ demlikten modernliğe geçtiği, diğer yörelerde hiçbir deği!liklik ol­

madığı bir dönemde kozmopolitizmin düşünsel aktiviteyi harekete

geçirici bir etken olması beklenemezdi. Bu dönem nasyonalizmin (ve kar!lıtı olan entemasyonalizmin) tartışmasız egemen olduğu bir

dönemdi. Çağımızda ise kozmopolitizm büyük bir ivme kazanabi­

lir ve bu geli!lim Avrupa'yı da a!iabilir. Avrupa üzerine konu!iuldu­ ğu zaman !lll denilebilir: bu küçük kıtanın kozmopolitizme ihtiyacı var ve kozmopolit olabilmesi için !limdi imkanı da var .

Bu gereksinim birçok bakırndan kendini hissettiriyor. Küçük

bir bölgede sıkı!ltırılmı!i bir vaziyette birçok ulus ya!lıyor. Hem de limes'le olu!lturulmaya çalı!iılan Avrupa'ya özgü geleneksel yöne­

tim tekniklerinin yararsız olduğunun bilindiği bir dönemde oluyor

bu. Bazı sınırlar ise bir ülkeyi ötekinden ayırmıyor, aksine her ikisi

de oranın ortak olduğunu kabul edebiliyor. Kozmopolis artık salt soyut bir kavram değil. Avrupa halklarının tümü Avrupa topra­

ğında ya!lıyor; bu kazmasun onlara bah!iettiği armağan . Bu kozmo­ su yerel ya da ulusal sınırlar içinde düzenlemek mümkün değil.

Kozmos

res publica,

yani ortak dava haline geliyor. Kazmapolis'in

sınırı aynı zamanda bilinçlerde dış sınır oluyor, ama daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bunun da içsel sınır, bir tür

limes

haline

1 39

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

gelmesi tehlikesi var. Kant -dünya vatandaşının bakış açısından­ ilerde mutlaka savaş başlatmanın karlı bir iş olmayacağı zamanın geleciğine inandığını söylemişti. İşte Avrupa'da bu sözü geçen dö­ nem gelmişe benziyor. Avrupa'da bir savaş başlatmak (yerel çatış­ maları kasdetrniyorum) intihar ve rasyonelite dışı bir davranış ola­ caktır. Ama şurası da bir gerçek ki, önceden tahmini yapılamaya­ cak rasyonelite dışı davranışlar her zaman olmuştur. İyi

Polis olma­

dan Kozmopolis de olmayacaktır. Kozmopolis'in rönesansı tabii ki milliyetçiliği ortadan kaldır­ mayacakhr, ama böylesine devasa hedefler koymak da gerekmiyor zaten. Milliyetçilik de çok çeşitlidir; Ulus yaratan milliyetçilik (ki bunun amacı bir ulus ortaya çıkarmaktır), anasayal temeldeki mil­ liyetçilik, sınıf temelli milliyetçilik, kültür milliyetçiliği ve ırk (et­

nik)

temelli milliyetçilik. İşte siyasi milliyetçiliğin, yani ideolojik iş­

levi, veya devleti entegre edici ya da dezentegre edici özellikleri nedeniyle önem kazanan milliyetçiliğin en önemli tipleri bunlardır. _ Sınıf milliyetçiliği tarihin yapraklarında kaldı. Ulus yaratan ve özellikle kültür milliyetçiliği ise düşünsel yaratıcı süreçlere çok önemli özendirici etki yapmakla tanınır. Kültür milliyetçiliği farklı­ lığa çok büyük vurgular yapmakla birlikte "diğerlerini" mutlak an­ lamda dışlamaz. Anayasal milliyetçilik düşünsel anlamda farklılık­ ların kaynağı olmamayı tercih eder. Eğer birileri kendi ülkesini kal­ kındırıp geliştirmek istiyorsa, bu çabanın her koşulda diğer anay­ sal cwnhuriyetlerle çatışmaya girmesi gerekmiyor. Bu tür milliyet­ çiliklerde de diğer uluslara karşı düşmanca duygular saklıdır, ama iki ya da daha fazla " anayasal-milliyetçi ülke" arasındaki anlaşmaz­ lıkların barış içinde çözülmesi olasılığı her zaman yüksektir. Ayrıca yurtseverliğin çok prim yaptığı ülkelerde kozmopolit bakış açısının da taraftarları olacaktır. Irkçı milliyetçilik ise irrasyoneldir. Eğer in­ sanların bir gurubu diğerlerinin kültürüne -hatta fiziki varlığına­ tahammül edemiyorsa, orada anlayıştan ve uzlaşma arama zemi­ ninden bahsetmek başarısızlığa mahkum bir davranıştır. Milliyetçi­ liğin bu türü kendinden farklı olanları, eğer onlar kendi varlıkları­ na gönüllü olarak son vermezlerse, yok etmeye yöneliktir. Dünyamız ve Avrupa açısından en tehlikeli milliyetçilik ırksal temeldeki milliyetçiliktir. Avrupa'nın bundan sonra yeniden böyle bir deneye kurban gitmemesini yürekten diliyoruz. Bir kozmopolis olarak Avrupa'nın dışsal sınırları yeniden içsel sınırlar haline gele­ bilir. Bu sefer içsel

limes

"farklı olmanın" kendiliğinden, ama aynı

zamanda aktif hoşgörüsünü ve bunun pratikteki hümanist davra­ nış biçimlerini davranış biçimi haline getirebilir: böylece Avrupalı-

1 40

Doğu Avrupa Devrimleri

lar, kader onları nereye savurursa savursun, psiche'lerinin bilinçal­ tındaki katlarında ba�kalarına kar�ı açık olma erdemini ta�ıyabilir­ ler.

tkinci Avrupa Rönesansının Kültürel Ruhu Sıra kültür sorunsalının ele alınmasına geldi. Kültürü sadece ele aldığımız konu açısından inceleyeceğiz; modemliğin etik olarak cılız özgüllüğüne ve ruhuna kültürün han­ gi dallarının içerik kazandıracağını ele alacağız. Bu açıdan kültürün dört ana kolunun aynı önemde olarak gündeme gelebileceğini dü�ünüyoruz: ki�isel ili�ki kültürü, politik kültür, zevkler kültürü ve son olarak da inançlar ve dü�ler kültürü. Bunların hepsinde ortak olana "kültür" adını veriyoruz. "Kültür" kavramını -bazı deği�iklikler yaparak- Grek

dung

paideia

ve Alman bil­

kavramlarının bir birle�imi anlamında kullanıyoruz. "Kültür"

ya�am biçimlerinin, insanın duygusal, dü�ünsel (ve bazen de fizik­ sel) yeteneklerinin geli�tirilmesini ve bu hayat tarzlarının pratikte vücut bulması yoluyla insan karekterinin olu�masını sağlayan bir bütünlüğüdür. Kültürün böylesi tanımlanması "kültürel alanlar" ayrımı veya "seviyesiz" ya da "seviyeli" kültür ayırımı yapan gö­ rü�ler kar�ısında yetersiz kalabilir. Örneğin televizyon seyretmek "kültürel" bir aktivite değildir. Bunun nedeni ise bu.aktivitenin "se­ viyesizliği" değil, bu tür aktivitelerden bilinçli eğitselliği de içeren normahiliğin eksik olmasındandır. Kaldı ki, televizyon seyretme­ nin karektere yönelik düzenli bir etkisi de yoktur. Yani bu ve buna benzer aktiviteler modernliği, belli bir -pozitif veya negatif- etik içerikle doldurmaktan yoksundurlar. Ama çeteler tarafından so­ kaklarda uygulanan normatil nitelikli zorbalık "kültür" olarak ad­ landırılabilir çünkü bu aktivite "kültür" kavramının tüm faktörleri­ ni içermektedir.

Deneyler, zor kull amm ını da içeren hayat tarzlarının derin bir

�ekilde modernlik içinde kök saldığını gösteriyor. Ama buna rağ­ men bu tür kültür bugünün Avrupa'sında marjinelle�mi�tir. Şimdi ele alacağımız dört tip kültürün kısa analizi, hayat tarzlarının, tole­ rans ruhunu da içeren ana yönlerini içermektedir. Devlet ve sivil toplum arasındaki farklıla�ma ve modern dün­ yada hayat tarzlarının giderek çeşitlenmesi nedeniyle kültürün da­ ha önce de değinilen dört temel alanının kendine özgü bir dinami­ ği vardır. İ�te modern kültürü antik dünyadan farklı kılan temel

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

141

özellik de budur. Kültür alanlarından birinin bir özelliği, bir başka alanın da özelliği haline gelebilir, ama bu arada tek bir alana özgü çizgiler kalmaya devam eder. Demokrasilerde vatandaşların poli­ tik kültürün parçası haline gelebilmesi talebi normatif bir beklenti olarak kabul görür. Ama herhangi bir ülkenin vatandaşlarının tü­ münün -Kuzey Amerika tarihinin ilk protestan dönemlerinin de gösterdiği gibi- tek bir "kitap"dan yola çıkarak hayatını düzenle­ mesini beklemek doğru olmaz. Her vatandaşın kabul etmesi gere­ ken, iyi tanıması gereken ve sürekli yorumlaması gereken tek bir metin olabilir; o da anayasa veya ona denk düşen belgedir. Geniş kesimler tarafından kabul gören görüşe göre liberal de­ mokrasi ne eleştiri düzeyinde ve ne de kişisel ilişkiler düzeyinde zevklerin eğitimini gerekli görmez. Geleneklerin ve zevklerin eğiti­ Hp geliştirilmesinin piyasa güçlerinin görevi olduğu söylenir. Ama eliili ve altnuşlı yılların kültür eleştirmenleri, "tüketim kültürel açı­ dan yaratıcı bir aktivitedir" saptamasını yaparken belli ölçüde hak­ lıydılar. Eğer sadece piyasa güçleri ve kitle ile�im araçları baskın olurlarsa, o dururnda hayabn her türlü formel örneği salt dekoras­ yon olarak kalacaktır. Sorunun özü aslında birçok insanın aynı davranış biçimini uygulaması (örneğin akşam yemeğini mumlarla aydıntatılan masada yemesi, veya müzik setine plak koyarak sevgi­ lisini beklemesi) değil, bu tür törensel aktivitelerin insanın yapısı­ nın bir parçası haline gelememesidir, ki bunun sonucu olarak yeni bir "modarun" boy göstermesiyle bu tür davranışlar her an unutu­ lulabilirler. Birinin geçmişin biriktirilebilir kültürel anılarının kol­ teksiyonunu yapması da bir anlamda tüketimdir. "Görünmeyen bir el" ruhsuz bir şekilde maddeyi dağıtmakla meşgul: piyasa ahlaki ve düşünsel anlamda entegre edici güç değil, kaldı ki olamaz da. Geçmişin zengin kültürü! mirasını çarçur ediyor diye, ya da daha zenginleştiremiyor, yenileyemiyor diye sadece piyasa güçleri­

ni suçlamak doğru olmasa gerek. Aynı şekilde, tüketim şernalarına

uyuyor diye insanları da mahkfun edemezsiniz. Geride kalan dö­ nem içinde Batı aydınlarının modernliğe çok kapıldığı, gelişmenin temposunu modernizasyonla ölçtüğü dönem de olmuştu. Modern çağın çocuğunun önce teknik bilimiere ihtiyacı olmuştu. Ardından fizik, sonra kimya, sonra uygulamalı matematik ve belki de iktisat geldi. Anadil, ulusal edebiyat ve tarih dışında saf anlamda "insan bilimleri" ise gereksiz sayıldı. Avrupa'da eğitim bir yandan "reelist" ve "pragmatist" öte yandan da "ulusal" özellikler kazanmaya başla­ dı. Amaç; daha gerçekçi bir yaşam doğrultusunda eğitim ve öğre­

tim vermekti. önce işçi sınıfının, daha sonra da tüm toplumun dik-

142

Doğu Avrupa Devrimleri

kati -sayısı oldukça küçük olan toplumsal elitin dı!jında- "yararsız" geçmi!jten, "faydalı" gerçek hayata doğru kaymaya ba!jladı. Eğitim, bilgilerini dağıtımının ve doğal olarak milliyetçiliğin kemikle!jme­ sinin aracı haline gelmeye baıjladı. Modemliğin göğünde "yararlı­ lık" ve "ulus"kavramları aynı oranda parlayan iki yıldız olarak be­ lirdi. Öğretim, özellikle de orta öğretim modem zamanların en bü­ yük kültürel ba!jarısızlığıdır. Ayrıntılara fazla girmeden bu soru­ nun özüne değinecek olursak !jllnU saptayabiliriz: bilgi ahlaki ve düıjünsel kültür olmadan aktarılamaz. İkinci kısım kısırla!jtıkça ve kurudukça birinci kısım da o oranda etkisizleıjecektir. Bir asırlık bir yenileşme çabalarının ardından okuma yazma bilmeme sorunu hiç hissettirmeden adım adım büyümüş ve gelişmiş ülkelere bugün bi­ rinci! öneme sahip bir problem olarak kendini dayatmaktadır. De­ mokrasilerin herhalde toplumsal elitle özde!j olmayan bir kültürel elite (buna bağlı egemenlik ve maddi imtiyazlarla birlikte) ihtiyacı vardır. Grek sofistlerin ve Amerikan'ın kahramanlık çağındaki protes­ tan din görevillerinin misyonerlerinin mayala!jtırıcı rolleri, bir kül­ türel elitin aktif rol üstlenmesi ve ahlaki-düşünsel kültürün gücü arasında herhalde önemli bir bağ olduğunu gösteriyor. Modemliğin yapısal karekteristi.kliklerine geri dönelim: Mo­

dernlik genellikle cüzi bir ahlaki içerik taşır, düşünsel olarak ise ta­ mamen bo!jtur diyebiliriz. Geleneksel kültürler (güçlü kültür nas­ yonalizmi de dahil olmak üzere) bu boşluğu dolduruncaya kadar, boşluk fark edilmiyordu bile. Avrupalılar önceleri bu sorunu başka alanların bir yansıması olarak algılıyorlardı. Ama bugün tehlike i!jaretleri çok açık. Bugün artık ekonomik gelişim, sanayideki kalkınma ve Avrupa ülkeleri­ nin rekabet güçlerinin artması gibi konular bile milliyetçi ve utilita­ rist açıdan yararsız gibi görünen bir noktaya bağlı hale geldi: bu kültürün dört temel alanıdır. İhtiyaç olan, modemliğin çerçevesini doldurması gereken yeni birşey değildir. Söz konusu olan bir ıjeyin yeni bir şekilde ve eskisinden farklı olarak bu çerçeveyi doldurma­ sıdır. İşte Avrupa'da yeni rönesans düşüncesinin özü budur. Olasılıklardan biri, demokratik siyasi kültürün Avrupa'nın ulus devletleri arasındaki ili!jkiler sisteminde de yaygınlaştırılması­ dır. Kanımca bu nokta hümanistik ve rönesans ideallerinin daha ayrıntılı ele alınmasını gerektirm.iyecek kadar açık. Ama zevklerin ve hayat tarzlarının geliştirilmesi rönesans döneminde olduğu gibi tek bir birim halinde entegre olmuyor. Tam tersine şimdi önemli

Avrupa'nın İkinci Rönesansı

143

olan ve sürekli vurgu yapılan tam da "farklılıktır". Her kültürün kendi kültürel eliti olabilir. Öte yandan bir yöre­ de olu!lan "farklılık" dü!lünsel çekim merkezi haline gelebilir, diğer yörelerde de yaygınla!larak zevklerin ve hayat tarzlarının geliştiril­ mesinde aktifle!lebilir ve rafineleşebilir. Bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu ise ülkeler arasındaki sınırların artık savunularnayacak hale gelmesidir. Bu özellikle enformasyontarla sürekli bir şekilde siyasi kültürü besieyebildiği sürece, ve yaratıcı aktivitelere, hatta zevksiz­ liklere de kök salarak ayakta kalabilen düşünsel ve yaratıcı güçler için geçerli. Çok çeşitli olan kültürel elitler hızla kozmopolitleşiyor. Geçmi!lin istisnaları olan kültür Yahudileri ve Çingeneler artık her alanda yaygın davranış biçimi haline geliyorlar. Bu hayat tarzı bel­ ki artık o kadar ilginç değil, ama etkisiz olduğu da söylenemez. Dahası, Avrupa halkları yeniden ortak metinlerine kavu!lacaklar, matematik ve fiziğin ortak lisanına resim, müzik ve felsefenin or­ tak dili de eklenecek. İşte tam böyle bir sürece tanıklık ediyoruz. Ulus olgusu, ulusal edebiyat, ulusal müzik, resim ve ulusal felsefe­ nin darngasıyla geçen dört yüzyılın ardından post-modern sanat ve

zevkin son ivmeyi kazandırdığı yüksek modernizm temposu ulu­ sal sınırların üzerinden atıarnaya hazırlanıyor. Avrupa'nın saatinin akrebi geriye dönerek ileriye gidiyor. Bel­ ki Avrupa'daki okulların ders programiarına yarın eski Yunan dili, Latince, poetik, hitabet, saf-matematik, felsefe ve mitler, özgür sa­ natlarda alınacak. Tüm bunlar, yoksul ve zengin olduğuna bakıl­ maksızın herkes için her kadernede ulaşılabilir olacak. Ethos, gü­ zellik ve inanç ayakta tutuyor bu dünyayı ve bu bizden öncekiler için geçerli plduğu kadar bizler için de geçerli. Ve eğer kitaplar bu­ gün de esıdden " kitap"ın okunduğu gibi, yani kağıda dökülmü!l bir materyel olarak değil, yorumu yapılacak kağıda dökülmü!l basılı akıl olarak okunursa post-modern bir kültür yaratılacaktır.

Avrupa 'nın Değişik Yüzleri (*)

Politik takvimlerin şaşmaz düzenlemelerine göre 1992'de doğması gereken "Avrupa"ya doğru giderken, bir an için durup, bir nefes alışlık mola vermek, şu sorular üzerinde düşünmek yararlı olur ka­ nısındayız: Nasıl bir "Avrupa'ya" girmeye hazırlanıyoruz? "Orta ve Doğu Avrupa" da katıldığında "Avrupa" nasıl olacak, ya da biz na­ sıl olacağız?

Üç Önemli Tasarı Kapılarının önünde birikenlerin kafasındaki politik çözümlemele­ rinde ve politik analizlerinde, her ne kadar üç gerçekleşme modeli denemezse de, en azından üç önemli tasarı diyebileceğimiz alterna­ tif görmek mümkün (bunlardan bir tanesi iki ayrı varyasyonla gündeme geliyor). Bunlardan ilkinin heyecanı sakin, beklentileri soğukkanlılıkla gerçekleşen hesaplar. Bunların düşüncesini İngiliz­ lerin "marriage of convenience" terimiyle açıklamak mümkün. Vize zorunluluğunun kaldırılması, işçi dolaşımı özgürlüğü, lisan öğren­ me kolaylığı, değişik tatil olanakları gündeme geliyor, ama bunlara karşılık olarak da başkalarının kokusundan rahatsız olma olayı ka­ muoyuna açık tartışma ve şikayet konusu olmaktan, ailesel sınırlar içinde sohbetlerde ele alınmaya doğru gidiyor. Avrupa'da günde­ me gelen ortak sorunlar (ki bunların sayısının minimuma indirgen­ mesi mantıklı) bu sorunların halli için oluşturulan ve çok iyi maaş­ la işbaşma getirilen euro-bürokratlar tarafından ele alınıyor. Avru­ pa Ortak yurdunun sorunları çözümler yerine sonu gelmez tartış­ malara çarpıyor. Bu tek başına trajedi değil elbette ama bundan (•) Bu makale Nisan ı991' de yazıliJU.'jhr.

1 46

Doğu Avrupa Devri mleri

kültürel enerji, yani "Avrupa'nın ikinci rönesansı" da ne yazık ki doğmuyor. Bunun tam tersi yönündeki senaryonun temsilcileri bugün or­ taya çıkmaya cesaret edemiyorlar. Ama toprağın altında var olduk­ ları, bizleri sürekli tehdit altında tutan gölgelerinden belli oluyor. Bu görü�ün taraftarları büyük bir ciddiyetle geleceğin Avrupa'sını, uzun vadede planlıyorlar, hem de ulus-devlet modeline göre dü­ zenleniyor bu model. Bu ulus-devlet modeli temel alınarak homo­ jenle�tirilmi�, ama buna rağmen yine de uluslarüstü Avrupa dü­ �üncesinin temel ilkesi, her kültürel ve gelecekte siyasal özerkliğe dair "farklılığın" -güce dayanarak değilse bile- enerjik bir �ekilde tırpanlanmasıdır. Bu görü� politik olarak ve hem de felsefi olarak biraz fazla dü�sel. Politik olarak gerçeklikten biraz uzak olmasının nedeni �u: ulus-devlet deneyiminin yüzyıllardır üstünden atlama­ ya çalı�tığı, dikkate almadığı konular (yerellik, yerel �ivelerin yeni­ den olu�ması, çok kültürlülük, "ba�kentin'" despotluğuna kar�ı tep­ kicilik, entegratif devlete kar�ı federasyon, federasyona kar� ı kon­ federasyon dü�üncesi) tam da �u dönemde tarihin bir cezası gibi tekrar gündeme geliyor. Felsefi anlamda yanlı�lığının nedeni de, bu dü�üncenin, üzerine homojen bir yapılanınayı in�a edebileceği "ortak Avrupa özgüllüğünü" varsaymasından kaynaklanmaktadır. Bu tasarı biraz hayal, bazı noktalarda da tehlikeler içeriyor, ama mantığa çok aykırı olduğu da söylenemez. Çünkü Avrupa'nın bir­ liği konusu akla doğrudan -imparatorluk olu�turma dı�ındaki-tek yerel yapılanma olan ulus-devlet kavramını çağrı�tınyor. Ulus-devletini reddeden, ya da en azından tarihsel anlamda çağını doldurmu� olarak niteleyen kozmopolitizmin kültürel ve politik alternatif görü�ü Kant'dan bu yana biliniyor. Yakın geçmi�­ te 1989 devrimlerini ele alan yazısında Alman sosyolog Raif Dah­ rendorf seçimini bu doğrultuda yapıyordu. Bu görü� aslında üçün­ cü bir yorum olarak değerledirilebilir ve ikinciyle üçüncü arasında­ ki ortak yan, ulus-devletin homojenle�tirici otoritesinin bir baskı aracı olarak tanımlanması ve reddedilmesidir. Topluluğun içinde "mozaik konsepti" neden uygulanmasın; yani farklı -ki bunların mutlaka ulusal olması da gerekmiyor- kültürlerin bir arada bulun­ duğu, dağınık bir karı�ım olu�turulmalı ve bu arzdan isteyen, iste­ diği türü seçebilmeli. Bu geli�im, tek bir ulusal materyalden olu�an yapıyı evrensel homojenliğe dönü�türmeyi amaçlayan "saf"-hüma­ nizmin yapmak istediğinme benzemektedir. Birincisi kozmopoli­ tizmin post-modem varyasyonuysa, ikincisi de aynı kökün Sarast­ rocu filizidir. Bu eğilim, ondokuzuncu yüzyılın ekonomik temelde

Avrupa'nın Değişik Yüzleri

147

yükselen bölgesel v e toplumsal örgütlenme hiyerarşilerinin yirmi­ birinci yüzyılda da otomatik olarak geçerli olamayacağını dile ge­ tirmektedir. Bu plana göre Avrupa herhangi "izm"in değil, -Fran­ sız devrimini, o dönemi, Alman klasik hümanizmini düşleyen, ama bunu bir türlü gerçekleştiremeyen- kültürel kendi kaderini belirle­ menin özgür kıtası olacaktır. Düşünsel eneıjiyi bir volkan gücüyle yüzeye çıkaran bu muazzam önerinin karşısındakiler de hemen or­ taya çıkıyorlar: bu öneriyi benimseyen bugün çok az ve birçokları ki bunlar arasında "Avrupa" rüyasına yürekten inananlar da var, öneriye şiddetle karşı çıkıyorlar.

Hıristiyan Avrupa Programı "Avrupa" hangi evrensel ilkeler uyarınca kurulabilir? Bu konudaki öneriler arasında ilk sırayı alan, tarihi olarak en eski olma avantajı­ nı kullanmak isteyen "Hıristiyan Avrupa" programıdır. Dine inan­ mayan ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından yana olanların bile dikkate almak zorunda oldukları bu programın en ciddi savı, Orien-Okcident karşıtığını yaratarak Batı Hıristiyanlığı­ nın aslında Avrupa kavramını hazırlamış olmasıdır. Bu savın yine işaret edecebileceği bir diğer önemli farklılık, Batı Hıristiyanlığının dünya ve din işlerinin Bizans' taki tek şahsiyette bir araya getirilme­ si moderliğin Batı, yani "Avrupa" Hıristiyanlığından dışlanrnasıyla bir yandan tarihte ilk kez iktidar olgusunun plüralize edilmesine, diğer yandan da o zamana kadar görülmememiş bir ilkenin doğmasına neden oluyordu:bu ilkeye göre dünyevi iktidarın ahlaki meşruluk kazanrnı gerekiyordu (bir diğer, ruhani iktidar tarafın­ dan) . İşte bu son ilke politikaya, her ne kadar çok ender hayata ge­ çiyorsa da, ahlaki bir ilke kazandırıyordu. Yine aynı şekilde şunu da teslim etmek gerek ki, bugün geriye dönüp baktığımızda, birle­ şik bir özgüllüğe sahip olan, kıtanın "Avrupa" olarak nitelenebile­ ceği tek dönemin de evrensel Hıristiyanlığın egemen olduğu dö­ nem olduğunu görüyoruz. "Avrupalılaşma" eğilimini evrenselleş­ tirmenin ve yaygınlaştırmanın ilkelerinin Hıristiyanlığın mirasıyla birlikte değerlendirilmesi herhalde pek hatalı olmaz. Ve son olarak, evrensel Hıristiyanlık ulus adı verilen bölgesel örgütlenmenin ilk biçimlerini, yani Hıristiyan krallıklarının çok üyeli ama yine de bir­ lik içinde olan sistemini onaylamakla ve meşrulaştırmakla aslında bu ayrışmanın düşünsel platformda olduğunu, kan ve akrabalık te­ melinde olmadığını saptayarak, bu adımın modem çağın müjdecisi

1 48

Doğu Avrupa Devrimleri

haline gelmesini sağladı. Ama bir yandan evrenselliğin cazibesi ve diğer yandan haki­ katın tek olduğu dogması (ki bu da İsa'da maddele�mi�ti), bu haki­ katın yaygınlaşhrılması ve "yabancılara" kar�ı duyulan intoleransİ­ ya Hıristiyan Avrupa'da, daha doğrusu bugünkü Avrupa'nın ön tarihi olan Batı Hıristiyanlığında birbirine paralel geli�en ilkelerdi. Bu m irasın teolojik ve politik uzla�malarla törpülenmesi mümkün­ dür, ama inancın katı monotitizmini ancak inançla birlikte ortadan kaldırabilirsiniz. İ�te geçenlerde Leszek Kolakowski'nin "Hıristiyan tolerans söz konusu olabilir mi?" sorusu bu nedenlerden öhlrü haklı bir soruydu. Şurası açık ki, inancın monolitizmi, -ki bu da ar­ tık dindeki geri çevrilemez bölünmeler nedeniyle monolitik yapısı­ nı kaybetmektedir- plüralist bir Avrupa kavramının temeli ola­ maz. Bu içerde dine inananları ve din-devlet i�lerinin ayrılmasını isteyerıleri ölümcül bir �ekilde karşı karşıya getirirken, dı�arıda da bir hristiyan olarak Avrupa'yı Hıristiyan olmayan kültür dünyala­ rıyla cephele�tirir.

Aydınlanmanın Mirası Aydınlanma mirasının ve kavramının "Avrupa'nın" evrensel dü�üncesi haline gelebilme �ansının olduğunu dü�ünüyoruz. Ama bu tek kavrarnda iki ayrı mirasın içiçe geçtiği de gerçek: liberal ve rasyonalist miras her ne kadar içiçe geçmiş olsa da ve yine her ne kadar birbiriyle yakından bağıntılı olsa da tamamen özde�le�mi� sayılmazlar ve vurgu her iki düşünce de farklı noktalara yapılır. Öte yandan her ikisi de kendilerine özgü problemlere sahip. Ay­ dınlanma, liberalizm biçiminde hem insan hakları hukuku olarak ve "açık toplum" dü�üncesi olarak tüm Avrupa kıtasında 1989'da de Jacto zafer kazanmı�hr. Ama bu kavram içerik itibarıyla öylesine çok anlamlı ki, verimli olabilmesi için, kendi kendini tanımlayabil­ mesi amacıyla "materyalist" bir teoriyi yardıma çağırmak zorunda. İşte bu durumda ise "izm"ler ister istemez gündeme geliyor. Libe­ ral ufuk, sadece b irinin değil, Dahrendorf'un i�aret ettiği gibi tü­ münün de aslında öz olarak liberalizm kar�ıtı olduğu kapalı sis­ temlerle kaplaruyor. Aydınlanma, rasyonalizm olarak yani politikayı, ekonomiyi ve insan davranışlarını düzenleyen temel ilke anlamında da Avrupa mirasının değişmez öğelerinden biri. Ama �u dönemde bu konuda ciddi bir bunalım yaşanıyor. Çünkü 1989'da çöken "planlı toplum"

Avrupa'nın Değişik Yüzleri

149

teorisi ve pratiği sadece komünizmin "icadı" değil. O sadece rasyo­ nalizmin, aslında "ilerici" olan temel ilkesinin hastalık derecesinde kararlı uygulanmasının bir sonucudur. Bu sözü geçen temel ilke toplumu ve politikayı doğal olgular olarak değil, yapay, daha ön­ ceden tam olarak planlanabilen, üretilebilen ve isteğe göre �ekil ve­ rilebilen olgular olarak görme doğrultusundaydı. Büyük deneyin sonuçları bugün ayaklarımızın dibinde enkaz olarak duruyor. Bu enkaz rasyonalizmi de kendi çöküşüyle birlikte gömmeyecek elbette, ama bu konudaki özgüven ve rasyonalizme olan ilgi önemli ölçüde azaldı denilebilir.

Avrupa -Merkezciliğin Tehlikeleri. "Avrupa"yı birle�tiren evrensel ilkelerin azalan arzı sürecine bağlı olarak onyıllardır gelişen bir ba�ka tipik Avrupa kültür sendromu var: Avrupa'nın yaşadığı ekonomik, politik ve kültürel emperya­ lizm yüzyıllarının ardından kendimizi Avrupalı olarak niteleme ahlaki hakkına ve kültürel enerjisine sahip miyiz? Bu soruya veri­ len yanıtlar da tereddüt taşıyor. Burada sözünü etmeye çalı�tığım "Avrupa merkezcilik" suçlamasıdır. Bu ku�ku kü�ük dozlarda ve­ rildiğinde kendini beğenmişliğe kar�ı yararlı olabilecek bir panze­ hir olarak değerlendirilebilir, ama Avrupa ve daha da önemlisi Amerikan üniversitelerinde giderek yaygınla�an agresif varyasyo­ nuyla gerçek bir kültürel tehlike olarak algılanmalı. Çünkü kendi Tanrılarına inanmayan bir kültür yok olmaya mahkum olmu� de­ mektir. "Avrupa"nın kendi kendini tanımlamaya yönelik tüm yakla­ şımları iki temel öge üzerinde yükselmi�tir: bunlardan biri özgür­ lük, diğeri ise hayatın her türlü ba�ka şeylerden daha değerli nok­ taya yüceltilen değerler sistemidir. Ne birinin ne de diğerinin Av­ rupa'da böylesine yüceltilmesi aslında evrensel anlamda bakıldı­ ğında doğal kar�ılanabilecek, açıklama gerektirmeyecek bir olay değil. Birçok kültürde özgürlük pozitif bir değer olarak tanımlan­ maz, sadece yokluğu değer kaybı olarak nitelenir. Yine bazı kültür­ lerde hayat, dini bakımdan da te�vik edilen askeri erderolerin bir yan ürünü olarak görülür. Demek ki, kendi ikili temeli üzerinde yükselen Avrupa, birbirinden net bir �ekilde ayrılahilen evrensel kültürler dünyasında heq1 dinamik ve hem de çok çabuk dengesini kaybedecek bir yapı sergiliyor. Çünkü hem özgürlüğün ve hem de hayatın aynı anda seçilmesi çok nadir durumlarda çatı�malardan

1 50

Doğu Avrupa Devrimleri

uzak oluyor. İşte Batı-Avrupa demokrasilerinin İkinci Dünya Sava­ şı'ndan sonra yaşadığı kırk yıllık dönem böylesi istisnai bir dönem­ dir. Çoğunlukla her iki değerin düzenleyici işlevi "ya hayat ya öz­ gürlük" çatışması sonucu kendini gösteriyor. Öte yandan burada içsel bir Avrupai yaklaşım daha var: Avrupa'da "hayat kontra öz­ gürlük" çatışması, "iyi hayatın" "mutluluk" olarak özetlenınesini ve bunun da özgürlükle -geçici veya daimi olarak- özgürlükle karşı karşıya getirilmesiyle gündeme geliyor. Ama Avrupa, kendi kültürünü oluşturan her türlü içsel gerili­ me rağmen kendi kendini diğerlerinden tatminkar bir şekilde ayı­ racak bir norm da yaratıyor ve bunu yaparken diğerlerinin hayati çıkarlarına da zarar vermiyor: özgürlüğün ve hayatın değerlerinin birlikte seçimi Avrupa'ya kendi özgüllüğünü kazanduıyor ve di­ ğerlerine, kendi farklı kültürel ve politik hayatlarıru rahatça ve iste­ dikleri gibi ve otonam yaşama hakkını tanıyor. Avrupa kültürleri dışındaki kültürlere baktığımızda, Avrupa'nın farklı yaşamına aynı toleransı göstererek kendini tanımlayan bir kültür göremediğimiz­ den, Avrupa'nın bu ikili kültürel özelliğini Avrupa'nın bugün ev­ renselleştirilebilecek olan tek yanı olarak saptıyoruz. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki, pratikte dünyanın diğer bölgeleri deği­ şik "insan hakları" deklerasyonları yayınlamakla ve bunları kendi siyasi literatürlerine inşa etmekle, evrenselleştirilebilecek olan bu Avrupai değeri kabul etmişlerdir bile. Yani yeniden doğan Orta ve Doğu Avrupa, Avrupa'ya doğru ilerlemek isterken, aslında yapılanması sağlam olan, geçmişi yüz­ yıllara uzanan bir çerçeveye doğru değil, Avrupa'nın kendi ken­ dini tanımlama deneylerinin gerilim ve çatışma ortamına doğru ilerliyor. Bu aynı anda hem büyük bir olanak ve hem de zorlu bir deney. Zorlu bir deney, çünkü bu görmüş geçirmiş "Doğu", geride kalan kırk yıllık fırtına dönemlerinin ardından artık sakinleşmek, iç huzura kavuşmak, yeni ve kesin kimliğine ulaşmak istiyor. Doğu Avrupa bu geride kalan sürede neyle özdeş olmadığını aşağı yuka­ rı öğrendi, ama ne olduğu sorusuna hala yanıt verilemiyor. Ama bu durum var olan olumsuz koşullarda avantaj olarak da değerlen­ dirilebilir, çünkü böylece Avrupa kimliği Orta ve Doğu Avrupalıla­ ra zorla giydirilmek istenen bir üniforma haline gelmeyecek. Onlar kendileri de bu yeni kimliğin oluşmasında aktif olarak görev üstle­ nebilirler. Şimdi sorun sadece Orta ve Doğu Avrupa'nın bu ödevin üste­ sinden gelme gücüne sahip olup olmadığıdır. Acaba Orta ve Doğu Avrupa, Avrupa'nın renk cümbüşüne tek bir yeni ve zenginleştirİcİ

Avrupa'nın Değişik Yüzleri

151

renkle bile katkı yapabilir mi? Acaba birçoklarının kaygı duyduğu gibi, kenar bölgelerin barbarları mı içeriye girmeye hazırlanıyorlar? Acaba sadece Avrupa'nın hazinelerinden yararlanmak isteyen, ama omın kültürel kimliğiyle özde�le�rnek niyetinde olmayan bar­ barların istilasının e�iğinde miyiz? Bu sorulara kızmak hakkımız, ama gerekli yanıtları verrnek hem yararımıza ve hem de görevirniz. Ve en kötüsü de -ki aslında soruya doğru yanıttır- Avrupa'dan ge­ tirilen-ödünç alınan ve kendi bölgemizin ko�ullarına adapte edilen kültürel hazineyle övünrnek durumunda kalrnaktır. Bu tavır sade­ ce yöneltilen sorunun en provakatif ve en yüzeysel bölümüne, yani Orta Avrupa'yı barbarlıkla suçlayan ithama yanıt olabilir. Asıl ya­ pılması gereken orada var olanların bir karınca çalı�kanlılığıyla bu­ raya ta�ındığını kanıtlamaya çalı�rnak değil, kar�ılıklı etkile�irni or­ taya koyrnaktır. İ�te bu açıdan bakıldığında bölge ülkelerinin kül­ tür ideologlarının birbirleriyle yarı� içinde kendi uluslarını "tarih­ sel ulus" olarak gösterme çabalarının (her ne kadar bu çabalar XIX. yüzyılda yapay bir �ekilde üretilen tarihi efsanelere değil de, ger­ çekten tarihi olgulara dayansa da) doğru olmadığını dü�ünüyoruz. Dinden, lingua franca'a ve hükümet etme etkniklerine kadar bölge halklarını, uluslarını, ulus-devletlerini "tarihi" kılan her öge aslında Hıristiyan Batı'dan, yani Avrupa'nın öncüsünden ödünç alınan ol­ gular temelinde gerçekle�rni�tir. Bu durum en fazla kenar ülkelerin etkilerne gücünün değil, taklit etme yeteneğinin güçlü olduğunu kanıtlar. "Orta Avrupa" tüm Avrupa'yı da etkileyebilecek katılımı kendi geçrni�ini unutmadan, hatta ön-Avrupa'nın tarihi olarak da tanımlanabilecek ulusal geçrni�ine sahip çıkarak, ama asıl çabasını, modemle�rneye doğru yönelerek gerçekle�tirebilir -kaldı ki, bu ça­ bayı gerçekle�tirebilecek yeteneğe ve kültürel birikime de sahip­ tir-. Bunun da ötesinde Orta ve Doğu Avrupa bu i�i, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren rnodernle�rne sürecine kendine özgü ve ve­ rimli katkılar sağlayan Rusya'dan daha ileri bir �ekilde gerçekle�ti­ rebilir. Dönem dönem beliren "Üçüncü Roma" dü�üncesi, tedirgin edici rnodenliğiyle ve avangardlığıyla Rusya'nın �izofren kimliği kar�ısında kendi Avrupalılığının vurgusu olagelmi�tir. Çünkü Rus­ ya rnodemle�rne yerine kendi geçmi�ini tercih ederken taklide da­ yalı olmayan, rakip tarihi tercih etmi� olmaktadır (bunun ne kadar mu tluluk verdiği ayrı bir konudur ve seçim yapmak kendi hakları­ dır). Ama Orta ve Doğu Avrupa eğer kaydadeğersizliğin derinlik­ lerinde kaybolmak istemiyorsa, geçmi�e değil, ileriye yönelmek zo­ rundadır.

Y A P I

K R E D i

Y A Y l N L A R I

1

COGİTO

COGITO

Türkiye'de Popüler Kültür

Doğu Avrupa Devrimleri

Ahmet Oktay

F. Feher-A.Heller

'ideoloji' Olarak Teknik ve Bilim

Yazın Kuramı

J . Habermas

Derleyen: Tzvetan Todorov

Belirsizin Bilimleri Abraham Moles

Yok Felsefesi Gaston Sachelard

Ve Niçin (yine) Felsefe

Kan Davası Artun Ünsal

-Yapıçözümler- Melih Başaran

·

Yeni Toplum Görüşü Robert Owen

1 492 Jacques Aıtali

Felsefenin Çağrısı Nermi Uygur

Göstergebilimsel Serüven

Sevgi Ü st üne Jose Ortega y Gasset

Roland Barthes

Mutlak Albert Jacquard - Abbe Pierre

Ders Özetleri M. Foucault

Tadı Damağımda Nermi Uygur Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe Edmund Husserl

Retorik Aristoteles Yaban Düşünce C. Levi-Strauss Hüzünlü Dönenceler C. Levi-Strauss Doğayla Sözleşme Michel Serres Modernliğin Eleştirisi Alain Touraine Profesör Heidegger, 1 933'te Neler Oldu? M. Heidegger Sartre Sartre'ı Anlatıyor Felsefe Yazıları Selahattin Hilav Edebiyat Yazıları Selahattin Hilav Bilim ve Şarlatanlık Hüseyin Batuhan Homo Semioticus Mehmet Rrtat Türkiye'den Felsefe Manzaraları Ömer Naci Soykan

Felsefe Nedir? G. Deleuze - F. Guattari

Aniatı Yeriemleri Tahsin Yücel

y

A

p

K

R

E

D

Y

A

Y

l

N

L

A

R

I