Bilim ve Gelecek 223.Sayı

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Aydökümü Bilim ve Gelecek Aylık bilim, kültür, politika dergisi SAYI: 223 / KASIM 2022 GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ender Helvacıoğlu YAZI İŞLERİ Özgür Can Özüdoğru İDARİ İŞLER Deniz Karakaş TEKNİK HAZIRLIK Baha Okar ADRES Osmanağa Mah. Osmancık Sok. No:9, D:13, Betül Han, Kadıköy-İstanbul TEL: (0216) 345 26 14 www.bilimvegelecek.com.tr E-posta: [email protected] YURTİÇİ ABONELİK KOŞULLARI 1 yıllık: 550 TL / 6 aylık: 275 TL (Bilgi almak için dergi büromuzu arayınız.) Kurumsal abonelik: 1 yıllık 600 TL

YURTDIŞI ABONELİK KOŞULLARI Avrupa ve Ortadoğu için 80 Euro Amerika ve Uzakdoğu için 150 Dolar

e-ABONELİK KOŞULLARI 1 yıllık: 100 TL / 6 aylık: 60 TL (Bilgi almak için: www.bilimvegelecek.com.tr )

7 RENK BASIM YAYIM FİLMCİLİK LTD. ŞTİ. ADINA SAHİBİ Ender Helvacıoğlu

SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ Deniz Karakaş

BASILDIĞI YER Ezgi Matbaacılık (Sertifika no: 45029), Sanayi Cad. Altay Sok. No: 10, Çobançeşme - Yenibosna/ İstanbul Tel: (0212) 652 62 62 YAYIN TÜRÜ: Yerel - Süreli (Aylık) ISSN: 1304-6756 DİLİ: Türkçe

TEMSİLCİLERİMİZ BÜYÜKÇEKMECE: Ahmet Doğan / (0532) 333 84 15 / [email protected] İZMİR: Levent Gedizlioğlu / (0532) 256 88 64 Baha Okar / (0535) 016 47 74 SAMSUN: Hasan Aydın / (0505) 310 47 60 / [email protected] ESKİŞEHİR: Ebru Oktay / (0532) 511 60 44 / [email protected] TARSUS: Uğur Pişmanlık / (0533) 723 47 89 / [email protected] AVUSTURYA: Murat Naroğlu / [email protected] BELÇİKA: Emre Sevinç / [email protected] KANADA: Erdem Erinç / [email protected]

Cumhuriyetin 100. yılına girerken… Her türlü muhalefeti susturmak ve meydanı tamamen yandaş (ve açıkça yalancı) medyaya bırakmak için “sansür yasası” çıkaran bir iktidar… Amasra’da 41 madencimizin ölümüne yol açan iş katliamının üzerini örtmeye çalışan ve yeniden “kader-fıtrat-kaza” edebiyatına başvuran bir iktidar… Cumhuriyete, dil devrimine, Türkçeye savaş açmış, Türkçeyle düşünce üretilemeyeceğini iddia eden bir iktidar… En ufak bir itirazın üzerine emrindeki güvenlik güçleriyle çullanan, fikir özgürlüğünü ortadan kaldıran bir iktidar… Bunlar sadece geçtiğimiz ay yaşadığımız olaylar. Toplumun büyük çoğunluğu ile çatışan ve deyim yerindeyse topluma “düşman hukuku” uygulayan bir iktidarla Cumhuriyet’in 100. yılına girmiş bulunmaktayız. 100 yıl önce tüm dünyaya esin kaynağı olmuş bir anti-emperyalist savaşla kurulmuş ve cumhuriyet devrimleriyle dönemin en önemli modernite atılımlarından birini gerçekleştirmiş ülkenin geldiği noktaya bakar mısınız? Önümüzdeki bir yıl cumhuriyet tarihinin en karanlık yıllarından biri olmaya aday. Ama elbette Türkiye’nin aydınlık yüzü direnecek, karanlığı aydınlığa çevirecek ve bu iktidarı alaşağı edecektir. Çatışmalı olacak, zorlu olacak, ama toplumumuz bu karanlık iktidarı tarihe gömecektir. Bilim ve Gelecek topluluğu olarak buna da inancımız tam. Elinizdeki sayıda yer alan Alâeddin Şenel’in makalesi, 8 yıl önce Soma’da 301 madencimizin öldüğü katliamdan sonra başta Tayyip Erdoğan olmak üzere yetkililerin “kader”, “fıtrat” gibi söylemleri üzerine yazılmış ve Bilim ve Gelecek’in Haziran 2014 tarihli 124. sayısının kapak dosyası olmuştu. Geçtiğimiz ay bu kez Amasra’da 41 madencimiz grizu patlaması sonucunda hayatını kaybetti; daha doğrusu katledildi. Aynı kişiler yine aynı söylemlerle ortaya çıktılar. Biz de bu yazıyı okurlarımıza yeniden anımsatmak istedik. Kader-fıtrat-kaza gibi söylemlerin nereden kaynaklandığını ve neyin üzerini örtmek için kullanıldığını tarihsel boyutlarıyla okuyacaksınız. Cumhuriyet tartışmalarını iki yazı ile ele alıyoruz bu sayıda. Doğan Göçmen, konuştuğumuz Türkçenin düşünce üretmeye elverişli olmadığı iddiasına ve cumhuriyetin dil devrimine yönelik saldırıya felsefenin nasıl yapılabileceğini de tartışarak yanıt veriyor “Felsefenin çağı, dili ve sözü” başlıklı makalesiyle. Ender Helvacıoğlu da Cumhuriyetin 100 yıllık serüvenini kazanımları ve tıkanıklıkları ile ele alıyor. Elinizdeki sayının kapak dosyası “2022 Bilim Nobelleri”. Gerçekten de alanlarında çığır açan ve büyük yenilikler getiren çalışmalara verildi bu yılın Fizik, Kimya, Fizyoloji veya Tıp Nobelleri. Arkadaşlarımız Özgürcan Özüdoğru, Cem Oran, Ezgi Altınışık ve Emrah Kırdök Nobel alan çalışmaları çok güzel makalelerle Bilim ve Gelecek okurları için hazırladılar. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. İzlem Gözükeleş’in “Otomobil uygarlığı kader mi?”, Deniz Ilgaz Çınar ve Nalân Mahsereci’nin çevirdiği “Geometrik analizler, kuşların uçmakta nasıl ustalaştığını ortaya çıkarıyor”, Ebru Oktay’ın çevirdiği “Bilim insanları, Kovid-19 kapanmalarından neler öğrendi?”, Kemal Yılmaz’ın “Popüler bilim yazımı ve Schrödinger ve ‘Yaşam Nedir?’ örneği”, Ali Çarman’ın “Nazilerin ölüm fabrikası: Neuengamme Toplama Kampı” ve Yavuz Daloğlu’nun “Cumhuriyet’in 100. yılında Türk Ulusal Musiki Okulu’nu yaratma yolunda neredeyiz?” başlıklı makaleleri elinizdeki sayıya büyük bir zenginlik katıyor. Cumhuriyetimizin 100. yılı hepimize kutlu olsun ve umut yılı olsun. Dostlukla kalın… Bilim ve Gelecek

1

İçindekiler PARANTEZ / Ender Helvacıoğlu Cumhuriyet serüvenimiz: Kazanımlar ve tıkanıklıklar . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 KAPAK DOSYASI - 2022 BİLİM NOBELLERİ Hazırlayan: Özgür Can Özüdoğru 2022 Nobel Fizik Ödülü Kuantum şafağı: Evrenin temel yapıtaşları tümüyle olasılıksal . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Çeviren: Cem Oran 2022 Kimya Nobel’i klik kimyasının oldu . . . . . . 16 Emrah Kırdök - Ezgi Altınışık 2022 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü İnsanın evrimsel tarihini antik DNA ile aydınlatmak . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Alâeddin Şenel Kul insan anlayışında kader-kaza, özgürlük-sorumluluk-ceza sorunları . . . . . . . . . . . . . . 26 BİLİŞİM / İzlem Gözükeleş Başka bir ulaşım, başka bir şehir ‘Otomobil uygarlığı’ kader mi? . . . . . . . . . . . . . . . 43 Doğan Göçmen Türkçeyle düşünce üretilemez mi? Felsefenin çağı, dili ve sözü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52 Yasemin Şaplakoğlu Çevirenler: Deniz Ilgaz Çınar - Nalân Mahsereci Geometrik analizler, kuşların uçmakta nasıl ustalaştığını ortaya çıkarıyor . . . . . . . . . . . . . . . . 58 Çeviren: Ebru Oktay Biliminsanları, Kovid-19 kapanmalarından neler öğrendi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 62 Kemal Yılmaz Popüler bilim yazımı neden önemlidir? Schrödinger ve ‘Yaşam Nedir?’ örneği . . . . . . . . . . . . . 68 Ali Çarman Nazilerin ölüm fabrikası: Neuengamme Toplama Kampı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 75 Dr. Yavuz Daloğlu Cumhuriyet’in 100. yılında Türk Ulusal Musiki Okulu’nu yaratma yolunda neredeyiz? - 1 . . . . . 78 FORUM Ahmet Özbek Anlaşmayan sanat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 83 Nayim Gül Mitolojik tanrılardan günümüze . . . . . . . . . . . . . . 84 Deniz Akgün Anti-neoliberal laiklik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 86 MATEMATİK SOHBETLERİ / Ali Törün Matematiğin aritmetikten farkı . . . . . . . . . . . . . . . 88 BULMACA / Hikmet Uğurlu . . . . . . . . . . . . . . . . 90 KİTAPÇIL / Özer Or . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 91 Söyleşi: Ender Helvacıoğlu Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy ile Futuyma’nın ‘Evrim’ kitabının yeni baskısı üzerine . . . . . . . . . . 92 ÜÇÜNCÜ TEKİR ŞAHIS / Anıl Ceren Altunkanat Kalbin en derin koridorları . . . . . . . . . . . . . . . . . 96

2

KAPAK DOSYASI

10

2022 BİLİM NOBELLERİ Fizik Ödülü Kuantum şafağı: Evrenin temel yapıtaşları tümüyle olasılıksal Hazırlayan: Özgür Can Özüdoğru Fizik Ödülü üç fizikçi Alain Aspect, John Clauser ve Anton Zeillinger arasında paylaşıldı. Üç fizikçi de kuantum mekaniği alanında, özellikle dolanıklık (entanglement) adı verilen gizemli olay üzerine yaptıkları çalışmalarla biliniyorlar.

Kimya Ödülü Nobel klik kimyasının oldu Çeviren: Cem Oran Kimya Nobeli’ne “klik kimyası” ve “biyoortogonal kimya” alanındaki öncü çalışmaları nedeniyle Carolyn Bertozzi, Morten Meldal ve Barry Sharpless layık görüldü. Bu üç biliminsanının modern biyokimya, tıp ve hatta malzeme bilimine damgasını vurmuş keşiflere imza attıklarını söylersek abartmış olmayız.

Fizyoloji ve Tıp Ödülü İnsanın evrimsel tarihini antik DNA ile aydınlatmak Emrah Kırdök - Ezgi Altınışık Tıp ve Fizyoloji Ödülü “soyu tükenmiş insansı genomları ve insan evrimi hakkındaki keşifleri için” Svante Pääbo’ya verildi. Pääbo ve ekibi, Sapiens ve Neandertallerin birbirleriyle çiftleşmiş olduklarını ve aralarında bir gen aktarımı gerçekleştiğini gösterdi.

26

Kul insan anlayışında kader-kaza, özgürlük-sorumluluk-ceza sorunları Alâeddin Şenel Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte önceden saptanmış yaşam süresinin sonunu belirten bir yazgı olarak “ecel” inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgi ve tekniklere başvurularak yaşama geri döndürüldüklerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Bilimin, doktorların adı bile anılmadan “Allah’a şükür!”

BİLİŞİM DÜNYASINDAN / İzlem Gözükeleş

Başka bir ulaşım, başka bir şehir ‘Otomobil uygarlığı’ kader mi?

43

Eski teknolojiler/kurumlar ile yenilikçi teknolojik çözümler arasında kısır ikilemlere sürükleniyoruz. Sarı taksilere karşı Uber’i, fosil yakıtlı araçlara karşı elektrikli araçları tartışıyoruz. Ama kapitalizmin kendi yapılarına meydan okumadan insanlıktan ve çevreden yana bir geleceği inşa edemeyiz.

Biliminsanları, Kovid-19 kapanmalarından neler öğrendi? Çeviren: Ebru Oktay

Sosyal temas kısıtlamaları Kovid-19’un yayılmasını engelledi ancak karantina önlemlerinin nihai getirilerini ve götürülerini ölçmek halen zor gibi görünüyor. Kovid-19 karantinalarının etkilerini analiz etmenin temel bir zorluğu var: Yokluğunda ne olacağını bilmek zor.

62

Türkçeyle düşünce üretilemez mi? Felsefenin çağı, dili ve sözü Doğan Göçmen

52

Çağımızın hakikatini ancak yine çağımızın canlı dillerine başvurarak söze dökebiliriz, kavramlaştırıp ortaya koyabiliriz. Geçmişin ölü bir devlet diline dönmek, halka ve halkın düşün ve yaşam dünyasına yabancılaşmak, felsefeyi kendi içine kitler, kendi içine kapalı bir kısır döngüye dönüşmesine, bilinç çarpıklığına yol açar, onu sadece seçkin bir tabakanın işine dönüştürür ve sonunda onu topluma, yani aslında her şeye yabancılaştırır.

Geometrik analizler, kuşların uçmakta nasıl ustalaştığını ortaya çıkarıyor Yasemin Şaplakoğlu Çevirenler: Deniz Ilgaz Çınar - Nalân Mahsereci

Mühendisler ve biyologların ortak çalışması, kuşların üstün manevra yeteneklerinin nasıl evrimleştiğini ortaya çıkarmaya başladı.

58 3

Parantez

Cumhuriyet serüvenimiz: Kazanımlar ve tıkanıklıklar Cumhuriyet mirasımızın en önemli niteliği, anti-emperyalizm ile modernitenin sentezini yapabilmiş ve bunu başarıyla uygulamış olmaktır. Kurtuluş Savaşı’nın ve Genç Cumhuriyetin önder kadrolarının bu sentezi başarabilmiş olmaları toplumumuzun ve toplumu ileriye doğru dönüştürmek isteyen günümüz devrimcilerinin büyük bir şansıdır ve dayanak/çıkış noktasıdır. Evet, yola böyle parlak bir başarıyla çıkıldı, ama sonraki öykü pek başarılı değil. Bugün gelinen noktadan da bellidir bu. Ender Helvacıoğlu

A

çıkça cumhuriyet düşmanlığı yapan ve Cumhuriyet’ten intikam almaya çalışan bir iktidar altında cumhuriyetimizin 100. yılına giriyoruz. Başlı başına bu çelişkili ve trajik durum bile Cumhuriyet’in yüz yıllık serüveninin ciddi bir muhasebesini yapmayı gerektiriyor. Genç Cumhuriyet öykünmeleri ve güzellemeleri yerine, gelinen durumun nedenleri, nerelerde tıkanıldığı ve bundan sonra cumhuriyet için neler yapılması gerektiği üzerine kafa yormak sanırım daha ufuk açıcı olacaktır. Bu yazıda, önümüzdeki bir yıl içinde Bilim ve Gelecek’te geniş dosyalar halinde ele almayı hedeflediğimiz konuları notlar halinde sıralayacağız.

Büyük avantaj: Anti-emperyalizm ile modernitenin sentezi En başta vurgulamamız gereken olgu, yüz yıl önce yaşadığımız Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimlerinin, Türkiye toplumu ve günümüz devrimcileri için büyük bir avantaj ve son derece değerli bir miras sağladığıdır. Bu mirasın en önemli niteliği, anti-emperyalizm ile modernitenin sentezini yapabilmiş ve bunu başarıyla uygulamış olmaktır. Bu sentez çoğu toplum tarafından yapılamadı; dolayısıyla günümüzde yaşanan kritik süreçlerde anti-emperyalizm ve modernite hareketleri karşı karşıya gelebiliyor ve kafalar karışıp ayaklar titreyebiliyor (son örneği İran). Bu sentezi yüz yıl önce başarıyla gerçekleştirebilmiş olmak, bugün bizi dünyanın benzer birçok toplumundan ayıran çok büyük bir şansımızdır, tarihsel kazanımımızdır ve geleceğe uzanmak açısından dayanak noktamızdır. Bu sentez, ülkemizdeki toplumsal hareketlerin neo-liberalizm (ve emperyalist odaklar) tarafından

4

soğurulmasının ve “turuncu devrimlere” dönüşmesinin panzehridir. En son örneğini 2013 Haziran Direnişi sürecinde yaşadık. “Gezi Direnişi”ni ülke sathında yayılmış “Haziran Ayaklanması”na dönüştüren, turuncu devrim rotasına sapmasını önleyen ve “her yeri Taksim yapan” güç -politik önderlikten yoksun da olsa- işte bu sentezin yarattığı birikimdir. Bu sentezi geçmişte yapmış olmanın yarattığı toplumsal birikimi kavramayan ve onunla birleşmeyen bir “devrimciliğin” başarıya ulaşma şansı yoktur. Bizim modernite atılımımız başlangıçta antiemperyalist bir niteliktedir ve -birazdan geleceğimiz üzere- yaşadığımız çağda bizim gibi ülkelerde başka türden bir modernite atılımının da olanağı yoktur. Anti-emperyalist olmayan cumhuriyeti kazanamaz, laikliği kazanamaz, hele sosyalizmi hiç kazanamaz. Bu sentezden uzaklaştığımız ölçüde, hem cumhuriyetten ve moderniteden hem de bağımsızlıktan uzaklaştık. Cumhuriyetten uzaklaşıldığında bağımsızlık da gitti; bağımsızlık göz ardı edildiğinde cumhuriyet de gitti. Kısacası, Kurtuluş Savaşı’nın ve Genç Cumhuriyetin önder kadrolarının bu sentezi başarabilmiş olmaları toplumumuzun ve toplumu ileriye doğru dönüştürmek isteyen günümüz devrimcilerinin büyük bir şansıdır ve dayanak/çıkış noktasıdır. Evet, yola böyle parlak bir başarıyla çıkıldı, ama sonraki öykü pek başarılı değil. Bugün gelinen noktadan da bellidir bu. Cumhuriyet sürecimiz pek çok noktada tıkandı ve yaratılan miras (biz devrimciler tarafından da olmak üzere) çok hovardaca harcandı ve harcanmaya devam ediyor. O halde sadede gelmeli ve öncelikle sürecin nerelerde ve neden tıkandığı üzerinde düşünmeliyiz.

İlk tıkanıklık: ‘Devrimci burjuvazi’ yaratma ütopyası

Türkiye cumhuriyet devrimlerine burjuvazi önderlik etmedi. Çünkü o dönemde devrimlere önderlik edebilecek güçte bir burjuva sınıfı yoktu. 20. yüzyılın başında Anadolu’da etkin bir Türk burjuvazisinden söz edilemez. Devrimleri, Batılı modernite değerlerini benimsemiş asker-sivil kadrolar halka önderlik ederek gerçekleştirdi. Aslında bu da bir zaaf değil, şanstı. Güçlü bir burjuva sınıfı var olup başı çekseydi, süreç ya mandacılıkla ya Osmanlıcılıkla (ve saltanatla) uzlaşmayla ya da her ikisiyle birden sonuçlanırdı ve çok daha “yukardan aşağıya” ve köklü olmayan bir atılımla yetinilirdi (örnekleri Avrupa modernite atılımlarında da mevcut). Ama Genç Cumhuriyete önderlik eden kadrolar bunu bir “şans” olarak değil bir “zaaf” olarak nitelediler ve “Avrupa modeli”ni benimseyerek bir burjuvazi yaratma yolunu seçtiler. Cumhuriyet ve modernite yolunda devam edebilmek için bir burjuva sınıfının yaratılması gerektiğinde karar kıldılar. Bu, cumhuriyet sürecimizin ilk tıkanmasıydı. 20. yüzyıl başlarında artık dünyada devrimci bir burjuvazi kalmamıştı. İngiltere’nin, ABD’nin, Fransa’nın aristokrasiyi demokratik devrimlerle köklü bir biçimde tasfiye eden burjuvazisi atık tarih olmuş ve bu burjuvaziler bizim gibi ülkelerde gericilikle uzlaşan (ve onu destekleyerek kullanan) emperyalist burjuvazilere dönüşmüştü. Yani bizim gibi ülkelerde devrimci bir burjuvazi yaratma yolu, bizzat artık devrimci barutunu tüketmiş ve emperyalistleşmiş burjuvaziler tarafından engellenmişti. Devrimci bir burjuvazi yaratma ve devrimleri bu sınıfa dayanarak sürdürme yolu (yani Avrupa yolu) tıkalıydı. Bu, görülemedi; 20. yüzyılda ezilen bir ülkede yeni bir “Fransız Devrimi” yaratma yolu gerçekleşmesi olanaksız bir “ütopya” idi. Bu yolun artık tıkalı olduğu sonraki süreçte defalarca kanıtlandı. Burjuvazimizi yaratıp besleyip palazlandırdıkça, moderniteyi de bağımsızlığı da yitirdi toplumumuz. Türkiye toplumu hiçbir zaman “devrimci bir burjuvaziye” sahip olamadı; zaten olamazdı da… Günümüzde artık bir tartışma konusu bile değildir bu.

İkinci tıkanıklık: Ortaçağ ile uzlaşma Genç Cumhuriyet’in kararlılıkla uygulamaya soktuğu laikliğin toplumsallaşabilmesi ve halk tarafından da benimsenmesi, başta toprak devrimi olmak üzere bütün ortaçağ kalıntılarının devrimci bir biçimde tasfiyesiyle ve aşağıdan yukarıya bir halk hareketiyle olanaklıydı. Bu, başta Avrupa’dakiler olmak üzere tüm dünyadaki demokratik devrimlerin olmazsa olmazıdır. Cumhuriyet’in ilk 20 yılı bu noktada yaşanan büyük mücadelelerle geçti. Kurucu kadro, cumhuriyet devrimleri ve cumhuriyetin kazanımları diye adlandırdığımız çok ciddi adımlar attı. Saltanatın tasfiye edilmesi, halifeliğin kaldırılması, harf devrimi ve okuma-yazma seferberliği, kadınlara seçme-seçilme hakkı verilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması gibi üstyapıda yapılan devrimlerin yanı sıra, halk mektepleri

ve köy enstitüleri gibi uygulamalarla laikliğin ve cumhuriyetin toplumsal tabanının genişletilmesine yönelik adımlar da hayata geçirildi. Fakat bu kararlılıkla devam edilemedi. Toprak ağalığıyla ve aşiret yapısıyla uzlaşıldı; toprak devrimi hayata geçirilemedi; cumhuriyetin ve laikliğin toplumsal tabanını oluşturacak ve kulluğu-marabalığı ortadan kaldırıp cumhuriyet yurttaşını yaratacak halkçı uygulamalar sekteye uğradı, hatta giderek geri adımlar atıldı. Devrimler neden sürdürülemedi? Neden geri adımlar atıldı ve giderek bugünkü noktaya gelindi? Oysa Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist işgale karşı bir Kurtuluş Savaşı ve dinsel temelli bir imparatorluğu yıkan Cumhuriyet Devrimleriyle kuruldu. Kemalist Devrimi, Sovyet Devriminin rüzgârından da etkilenen ama esas olarak Fransız Devrimi yolunu benimseyen bir hareket olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nitelikleriyle -farklı dinamikleri bulunan Ekim Devrimi bir kenara bırakılırsa- ezilen coğrafyada oluşan ilk ciddi modernite atılımıydı. Bu noktada yine Genç Cumhuriyet’in kısa bir süre sonra kapitalist yola girme kararının belirleyici olduğunu görürüz. Bu karardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ortaçağ karanlığına karşı mücadeleden ve aydınlanmadan yan çiziş tarihi olarak okunabilir. Oysa mademki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi devrimi gerçekleştirebildi, ne bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi, ne de laikliği koruyabildi. Birkaç yüzyıl önce Avrupa’da burjuvazi önderliğinde çözülen bu sorunların hiçbiri, 20. yüzyıl Türkiye’sinde burjuvazi eliyle çözülemedi. Burjuvazi ortaçağ güçleriyle uzlaştı. Türkiye Cumhuriyeti deneyi, “demokratik devrim-

Genç Cumhuriyete önderlik eden kadrolar “Avrupa modeli”ni benimseyerek bir burjuvazi yaratma yolunu seçtiler. Cumhuriyet ve modernite yolunda devam edebilmek için bir burjuva sınıfının yaratılması gerektiğinde karar kıldılar. Bu, cumhuriyet sürecimizin ilk tıkanmasıydı. Çünkü 20. yüzyıl başlarında artık dünyada devrimci bir burjuvazi kalmamıştı. Bizim gibi ülkelerde devrimci bir burjuvazi yaratma yolu, bizzat artık devrimci barutunu tüketmiş ve emperyalistleşmiş burjuvaziler tarafından engellenmişti. 5

ler” çağının değil ama, “burjuva demokratik devrimler” çağının artık sona erdiğinin en çarpıcı örneğidir. Ezilen Dünya coğrafyası, kendi ortaçağından, kapitalist (burjuva) yola girerek kurtulamaz. Fransız Devrimi yolu (yani devrimci burjuvazi önderliğinde feodalizmin tasfiyesi), yukarda da vurguladığımız gibi, Avrupa’nın demokratik devrimde gecikmiş bölgelerinde dahi köktenci niteliğini yitirmişti; nerede kaldı bağımsız bir kapitalizm birikiminin bulunmadığı Türkiye gibi Ezilen Dünya ülkelerinde… Bu yol bizzat, demokratik devrimlerini birkaç yüzyıl önce gerçekleştirmiş ve artık emperyalist bir nitelik kazanmış dünya kapitalizmi tarafından kapatılmıştır, engellenmektedir. Eğer 80 yıllık Cumhuriyet tarihinden bu ders çıkarılamıyorsa, son 15-20 yıla göz atmak daha zihin açıcı olabilir. Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ile ortaçağ kalıntılarının tasfiyesi arasında doğru orantı mı vardır, ters orantı mı? Hiç bu kadar “burjuva” olmamıştık ve hiç bu kadar da “İslamcı”! Bu da cumhuriyet sürecimizin -ilkinin bir türevi olarak- ikinci tıkanmasıydı.

Üçüncü tıkanıklık: Türk ve Kürt uluslaşma süreçleri ortaklaştırılamadı Türkler uluslaşma sürecine, ezilen dünya halkları arasında ilklerden biri olmalarına karşın, Avrupalılara göre oldukça geç bir tarihte girdiler. Bu durum kapitalist ilişkilerin serpilmesinin gecikmesiyle bağlantılıdır. Türklerin uluslaşma süreci taş çatlasa 150 yıl öncesine götürülebilir ve esas atak 1918 sonrasında yaşanmıştır. Bu tarihlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkeleri emperyalist aşamaya ulaşmışlardı ve ezilen dünyaya yönelik ekonomik-askeri müdahaleleri yoğunlaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı, esas olarak, parçalanmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklarının emperyalistler tarafından paylaşılması savaşıydı. Bu paylaşım gerek dolaysız müdahaleler ve işgallerle gerekse -özellikle Osmanlı’nın Avrupa parçasında- çeşitli milliyetçiliklerin kışkırtılmasıyla sürdürülmekteydi. Bu koşullarda Türklerin uluslaşma süreci, hem Osmanlı kalıntısı feodal ilişkilerin tasfiyesi hem de emperyalist müdahaleye karşı mücadele görevleri içinde olgunlaştı. Kürtlerin uluslaşma sürecinin de aynı tarihlerde başladığı söylenebilir. Kürtlerin yaşadığı bölgeler feodal ilişkilerin çok daha yoğun olduğu bir coğrafyaydı. Dolayısıyla Kürtlerin uluslaşma sürecinin önünde çok daha büyük engeller vardı. Anadolu’ya yönelik emperyalist müdahale, Türkler ile Kürtlerin anti-emperyalist bir birlik oluşturmasını ve dolayısıyla uluslaşma süreçlerinin de ortaklaşmasını getirdi. Çünkü bölgede gerek nüfus yoğunluğu gerekse tarihsel birikimler ve din ortaklığı açısından iki temel halk Türkler ve Kürtlerdi. Daha doğrusu gerçekçi kurtuluş projesi -tüm eski Osmanlı topraklarının değil- Türkler ve Kürtlerin yaşadığı bölgenin emperyalizmin elinden sökülüp alınmasıydı. O günün koşullarında Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadronun temel meselesi Türk-Kürt ittifakını gerçekleştirmek olmuştur. Bu ittifak sağlanamamış olsaydı kurtuluş olanaksızdı ve bunu en iyi bilen de başta Mus-

6

tafa Kemal olmak üzere anti-emperyalist kurtuluş savaşı veren kadroydu. Türk, Kürtsüz kurtulamazdı; Kürt de Türksüz. Gerek Erzurum ve Sivas kongreleri gerekse 1920’de Ankara’da kurulan ilk meclis, bu ittifakın temelinde yükseldi. Kurtuluş dönemine ait tüm belgelerde, ortak vatana, ortak cumhuriyete, ortak kimlik ve kardeşliğe, Türklerin ve Kürtlerin asli kurucu unsurlar olduğuna ve karşılıklı haklara vurgu vardır. Kısacası “iş”e böyle başlandı ve ilk aşama (kurtuluş) bu yaklaşımlarla başarıya ulaşabildi. Peki, daha sonra ne oldu? Kurtuluş dönemi (19191923) politikaları kuruluş döneminde neden sürdürülmedi? “Türklerin ve Kürtlerin eşitlik ve karşılıklı haklara saygı temelinde ortak vatanı” biçiminde formüle edilebilecek bağıta neden bağlı kalınmadı? Neden kurtuluş dönemi formülasyonu terk edilip, 1930’da bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün dillendirdiği “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” formülasyonuna gelindi? Ve bunun sonuçları ne oldu? 1930’da ilan edilen millet kavramı, tarihteki en köklü burjuva demokratik devrim olan Fransız Devriminden esinlenen tipik bir “Avrupa yolu” formülasyonudur. Milleti etnik kökene göre değil, bir siyasal devrime göre tanımlayan modern bir formülasyon. Çeşitli etnik kimliklerin bir potada eritilerek (asimile edilerek) “Türk milleti”nin bir “üst kimlik” olarak tanımlanması. Bu yeni millete “Türk” adının verilmesi de ağırlıklı ve etkin etnik topluluğun Türkler olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı “Fransız” adının “Franklar”dan köken alması gibi. Peki, bu formülasyon ve böyle bir yola girilmesi gerçekçi miydi? Bunu saptamak için birbirine bağlı şu iki soruya yanıt vermek gerekir: 1) Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaştığı 20. yüzyılda, hem de emperyalist sömürü tehdidi altındaki ezilen bir ülkede Fransız Devriminden esinlenen bir çizgiye (bağımsız kapitalist restorasyona) girilmesinin olanağı var mıydı? Yani o günün Türkiye’sinde Fransız Devrimine önderlik eden sınıfa benzer bir devrimci burjuva sınıfı mevcut muydu? 2) Kürtler “Türk” adı altında gönüllü olarak asimile edilebilir miydi? Aslında 90-100 sene sonra yazıyoruz ve sonucu biliyoruz. Birinci sorunun yanıtını önceki tıkanıklıkları açıklarken vermiştik. Millet, kullarla, marabalarla olmaz; özgür yurttaşlarla olur. Kemalist önderlik, cumhuriyet devrimleriyle bu yönde ciddi atılımlar gerçekleştirdi. Fakat her adımda güçlü direnmelerle karşılaştı ve tavizler vermek zorunda kaldı. Meseleye Kürtler açısından baktığımızda ise koşulların daha da zorlu olduğu görülüyor. Birincisi, ortaçağ karanlığının, feodal ağalığın ve aşiret sisteminin en yoğun olduğu bölge Kürtlerin yaşadığı coğrafyaydı. Eğer Kürtleri de kapsayan yeni bir millet (bir üst kimlik olarak Türk milleti) yaratılmak hedefleniyorsa, bu feodal ilişkilerin köklü bir toprak devrimiyle tasfiyesi gerekiyordu. Fakat Kemalist önderlik kurtuluş döneminde esas olarak bu Kürt feodalleriyle (aşiret liderleriyle, ağalarla) ittifak yapmış ve başarıya bunlarla ulaşılmış-

tı. Şimdi girdiği yolda ilerleyebilmek için bu ittifaklarını kökten tasfiye etmesi gerekiyordu. Ve bunu da ancak dışarıdan zorlamayla değil, Kürt feodallerine karşı Kürt yoksul köylüleriyle birleşerek (sınıf çelişkisini esas alarak) yapabilirdi. Emperyalist kışkırtmaların hâlâ sürdüğü koşullarda son derece zorlu bir durum. Ek bir zorluk daha var: Kurtuluş döneminde ilan edilen vatan sınırlarına ulaşılamadı. Türkiye’nin kopmaz bir parçası olarak düşünülen Musul eyaleti ve Irak’ın kuzeyi kurtarılamadı. Dolayısıyla Kürt halkının büyük bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kaldı; Kürtler bölündü. Yani Kürt halkının önemli bir bölümü, izlenmesi oldukça zorlu olan politikaların bile etkisi dışında kaldı. Kürtleri de kapsayan yeni bir millet yaratma hedefiniz var, ama Kürtlerin yarısından çoğu kapsam alanınız dışında! Sonuç olarak, girilen yol itibarıyla yerine getirilmesi olmazsa olmaz olan, ama girilen yol itibarıyla aşılması hemen hemen olanaksız olan üç nokta var: - Artık gericileşmiş dünya burjuvazisine karşı, hem de devrimci bir burjuvazinizin bulunmadığı koşullarda bir burjuva demokratik devrim yapma zorunluluğu. - İttifak yaparak kurtuluşu birlikte gerçekleştirdiğiniz Kürt feodallerini -Kürt yoksul köylüleriyle birleşip seferber ederek- tasfiye etme zorunluluğu. - Kürtlerin çok önemli bir bölümünü kapsayamadan, Kürtleri de kapsayan (Kürtleri asimile eden) yeni bir millet ve bir ulus-devlet yaratma zorunluluğu. Kemalist önderlik bütün bu alanlarda ciddi adımlar attı; toplum bu yönde önemli mevziler elde etti. Bunlara “cumhuriyetin kazanımları” diyoruz. Fakat yukarıda sıraladığımız zorlu koşullar nedeniyle bütün bu adımlar yarım kaldı, tamamlanamadı. Önderliğin sınıfsal nitelikleri ve seçilen yol itibarıyla yarım kalmaya da mahkûmdu. Bu tamamlanamamışlık daha sonraki duraklamanın, donmanın ve giderek geriye dönüşün de kaynağını oluşturmuştur. İşte Atatürk’ün 1930’daki “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklindeki millet tanımı bu koşullarda ortaya atılmıştır. Bu formülasyon, genel anlamda baktığımızda, milleti etnik kökene göre değil, Fransız Devriminin “yurttaşlık” kavramından esinlenerek ortak politik bir devrime dayandırarak tarif ediyor ve ilkel (etnik) milliyetçilikle arasına sınır çekiyor. Ancak konuya kendi toplumumuzun koşullarının özelinde yaklaştığımızda ve Kemalist kadroların 1920 başlarında, sıcak savaş sırasında geliştirdikleri “Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı ortak vatan” tanımı göz önüne alındığında, bir gerilemeyi, dahası günümüzde bir kördüğüm haline gelmiş olan sorunun başlangıç noktasını ifade ediyor. “Türk milleti” biçiminde tarif edilen bu formülasyon, tipik bir asimilasyon programıdır. Türkiye sınırları içinde yaşayan halk, çok çeşitli milliyetlerden değil, esas olarak iki unsurdan, Türkler ile Kürtlerden oluştuğu için bu program ister istemez, Türklerin Kürtleri asimile etmesi biçimine dönüşmüştür. Olabilir, milletler böyle de kurulabilir. Fakat bu noktada kritik sorular (gerek şartlar) şunlardır:

1) Türk uluslaşması, oldukça ağırlıklı bir topluluk olan Kürtleri de kapsayacak düzeyde gelişmiş ve “Türklük” bir “üst kimlik” pozisyonu kazanmış mıydı? Bu tamamen -eğer sosyalizmi hedefleyen bir yola girilmemişse- burjuva demokratik devrimin derinleşme ve ulusal kapitalizmin gelişme düzeyiyle ilgili bir sorundur. Türkiye kapitalizminin -hele o yıllarda- böyle bir gelişmişlikten çok uzak olduğu biliniyor. Türk uluslaşması ise o yıllarda, bırakalım kapsayıcı bir üst kimlik niteliği kazanmış olmayı, henüz geçmişten gelen “Osmanlılık”, “İslamlık” gibi kimliklere karşı kendi özel kimliğini kazanma uğraşı içindeydi. Türklüğü, geçmişe, Orta Asya’ya, Göktürklere, Oğuzlara, Alpaslan’lara vb. vurgu yaparak ve özel bir “devlet kurma yeteneği” atfederek tanımlama girişimleri ise, Atatürk’ün siyasal devrime vurgu yapan modern millet tanımından ve kapsayıcılıktan baştan vazgeçmek, etnik milliyetçiliğe sapmak anlamına gelecekti (daha sonra hakim olan eğilim de zaten budur). 2) Kürtler, Türklerle birlikte karşılıklı haklara saygı temelinde ortak bir vatan kurmaya gönüllüydüler; ama Türk adı altında asimile olmaya, yani Türk olmaya gönüllü müydüler? Bu da son tahlilde kapitalizmin gelişme seviyesiyle ilişkili bir konudur. Fakat Kürt coğrafyası feodal ilişkilerin en yoğun olduğu bölgeydi. Ankara Hükümeti de bu ortaçağ ilişkilerini tasfiye etmeyi beceremedi. Bu ancak Kürt yoksul köylülüğü ile birleşip Kürt (ve Türk) feodalizmini alaşağı eden bir sınıf mücadelesi ile (toprak devrimiyle) başarılabilirdi; ama böyle bir sürece girilemedi. Ankara’nın böyle devrimci bir perspektife sahip olmadan Kürt illerinin üzerine yürümesi ise, Kürt feodalizminin tasfiyesine değil, Kürt halkının kırılmasına dönüştü, bağların daha da zayıflamasına yol açtı. Kısacası, ne Türk uluslaşması söz konusu formülasyonun hayata geçmesini sağlayacak düzeydeydi, ne de Kürtler Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemeye (asimile olmaya) gönüllüydüler. 3) Kürtlerin yarısı dışarıda kalırken, diğer yarısını asimile etmek mümkün müydü? Türkiye sınırları içindeki Kürtlerin, dışarıdaki Kürtlerle ilişkileri sürmek-

Mademki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi devrimi gerçekleştirebildi, ne bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi, ne de laikliği koruyabildi. 7

teydi. Sırf bu olgu nedeniyle dahi Kürtleri de içinde eriten bir Türklük yaratmak hemen hemen olanaksızdı. Kısacası o günün Türkiye koşullarında, Avrupa toplumlarının birkaç yüzyıl önce yaşadıkları türden gönüllü bir asimilasyonun olanağı yoktu ve samimiyetle ortak bir millet yaratmayı hedefleyen 1930 formülasyonu bir “ütopya” olarak kaldı. Sonuç olarak tanımın devrimci (ve iyi niyet) yönü giderek törpülenirken, devlet asimilasyona açılan kapıdan bodoslama girerek bunu kaba zor, inkâr ve şiddet yoluyla uygulamaya girişti. Bunun da bir çıkmaz yol olduğu günümüzde açıkça görülmüştür. Cumhuriyet sürecimizin üçüncü tıkanması da buydu.

Dördüncü tıkanıklık: Bağımsızlığın yitimi Türkiye Cumhuriyeti anti-emperyalist bir mücadeleyle kuruldu ve 20. yüzyılda pek çok ülkeye de esin kaynağı oldu. Başka türlü kurtulmasına da kurulmasına da olanak yoktu. Emperyalizm çağında “bağımsız bir vatan” ancak emperyalizmden koparılan toprak parçası olarak gündeme gelebilirdi; Mustafa Kemal ve arkadaşları şu veya bu emperyaliste yaslanarak kurtuluş olamayacağını net olarak kavramışlar ve her türlü mandacılığa karşı çıkmışlardı. 20. yüzyılda Ezilen Dünya’daki “yurtlar”, daha önceki yüzyıllarda Avrupa’da olduğu gibi kapitalist pazarlar olarak değil, emperyalist sömürüden şu veya bu düzeyde kurtarılmış bölgeler olarak ortaya çıkabilirdi. Bizim hem “yurt” hem de “yurttaş” oluşturma yolumuz, ister istemez “Avrupa yolu”ndan farklılaşmıştı; daha doğrusu bizim gibi ülkelerde “Avrupa yolu” bizzat Avrupalı emperyalistler tarafından tıkanmıştı. Kurtuluşta ve kuruluşun ilk döneminde izlenen bu hat giderek terk edildi. “Anti-emperyalizmin” ve her alanda bağımsızlığın, kurtuluşta olduğu kadar kuruluşta da gerekli olduğu unutuldu; belki de başarılamadı. Kapitalist yol tercihi ve burjuva sınıfı yaratma kararı, bir “ulusal kapitalizm” ile değil, çarpık ve bağımlı bir kapitalizm ve işbirlikçi bir burjuvaziyle sonuçlandı. Ekonomik bağımsızlığın yaratılamaması siyasal bağımsızlığı da törpüledi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO’ya girildi ve siyasi bağımsızlık yitirildi. Tüm dünyaya esin kaynağı olmuş anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla kurulan Cumhuriyet, dönüp dolaşıp tekrar emperyalizmin ağına düştü. Kapitalist yola girilmesinin başka bir sonuç vermesi de olanaksızdı. Kapitalizm sürecinde sizden en az 100 yıl ilerdeki ülkelerle kapitalizm kulvarında yarışmanın olanağı yoktu. Bu da cumhuriyetimizin dördüncü tıkanmasıydı.

Başka bir yol izlenebilir miydi? Bu noktada genellikle sosyolojik zorunluluklardan söz edilir ve başka bir yol izleyebilmenin olanaksız olduğu belirtilir. Hatta bugün bazıları (bazı iktidar sözcüleri de dahil) böyle bir “maceraya” (yani cumhuriyet macerasına) kalkışmanın hata olduğundan dem vuru-

8

yorlar. “Keşke Yunan kazansaydı” diyen meczuplar da var, cumhuriyeti “kapatılması gereken bir parantez” olarak niteleyenler ve cumhuriyetin kadim kültürümüzü yok ettiğini söyleyenler de… Bu tür tezleri, sol hatta sosyalist bir kılıf giydirerek savunanları da biliyoruz. Yukarıda sözünü ettiğimiz “tıkanıklıklar” sosyolojik bir zorunluluk muydu, “tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye” gerçekleşmesi olanaksız bir “zorlama” mıydı, yoksa başka bir yol izlenebilir miydi? Bu sorunun yanıtları üzerinde düşünmek tarihte kalmış hamasi bir tartışma yapmak değildir, çünkü aynı sorunlar -kuruluştan 100 yıl geçmesine karşın- bütün haşmetiyle yine karşımızdadır. Bugün de temel tartışmalarımız, laiklik, bağımsızlık, kamuculuk, Türk-Kürt sorunu vb. değil mi? Yakın tarihimizdeki tıkanıklıkları vurgulamamızın nedeni, bugün hangi yolu izlememiz gerektiğini ortaya çıkarmaktır. Toplumsal olaylarda “zorunluluklardan”, “tıkanıklıklardan” vb. söz ediyorsak geniş süreçleri doğru analiz etmeli ve bu olayların geniş süreç içindeki yerini tespit etmeye çalışmalıyız; yoksa yanılgı kaçınılmazdır. Bence Türkiye -dünyadaki genel sürece paralel olarak- 150 yıldır kendine özgü bir modernite süreci içindedir. Türkiye’nin “geniş süreci” budur. Kurtuluş savaşımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet devrimleri, bu modernite sürecindeki en büyük atılımlarımız ve bundan sonraki mücadelemiz için en büyük mirasımız, dayanaklarımız. Yaşadığımız tıkanıklıklar ve geri düşüşler ise bu süreç içindeki zikzaklarımız. Bu bakış açısıyla, yaşanan tıkanıklıkları, bir “zorlamanın” sonucu olarak değil, yeteri kadar zorlamamanın sonuçları olarak görmek gerekir. Sözünü ettiğimiz geniş süreç devrimci bir süreçtir ve tıkanıklıklar devrimcilikten verilen tavizler sonucu oluşmuştur. Dolayısıyla bu tıkanıklıkları bir “zorunluluk” olarak görüp boyun eğmek yerine, günümüz koşullarında bu tıkanıklıkları nasıl aşacağımızı tartışmalıyız. Farklı bir yol izlenebilirdi. Kapitalist yol “kaderimiz” değildi. Aynı dönemde bize benzer bazı ülkelerde (Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti) farklı yollar izlendi. Modernitenin, burjuva modernitesinden farklı biçimleri oluşturulmaya çalışıldı. Aradaki benzerlikler ve farklar, günümüzdeki sonuçları da göz önüne alınarak tartışılabilir; ama bu ayrı bir tartışma konusudur. Sonuç olarak bütün bunlar, burjuva modernitesinden farklı ve onu aşan bir modernite hedefinin deneyleridir ve geleceğe uzanım için değerlendirilmelidir. Geniş sürecin olası deneyleridir bunlar ve önemleri gelecekte anlaşılacaktır. Modernite, burjuvaziye ve kapitalizme mahkûm değildir. Hele günümüzde böyle bir mahkûmiyet, çöküş anlamına gelir. Dünya çapında çok büyük felaketler ve geri düşüşler yaşanmazsa eğer, modernite sürecimiz devam edecek. Günümüz koşulları 100 yıl öncesinden çok farklı. 100 yıl önce yaşadığımız tıkanıklıkları yeniden yaşamamamız için elverişli toplumsal koşullar mevcut artık. Ama bugün yeni bazı tıkanıklıklar da söz konusu olabilir. DEVAM EDECEK

Kapak Dosyası

2022 Nobel Fizik Ödülü Kuantum şafağı: Evrenin temel yapıtaşları tümüyle olasılıksal 2022 yılının Nobel Fizik Ödülü üç fizikçi Alain Aspect, John Clauser ve Anton Zeillinger arasında paylaşıldı. Üç fizikçi de kuantum mekaniği alanında, özellikle dolanıklık (entanglement) adı verilen gizemli olay üzerine yaptıkları çalışmalarla biliniyorlar. Kuantum mekaniğinin ortaya çıktığı zamanlardan bu yana en büyük soru işaretlerinden biri olan dolanıklık kavramı, Albert Einstein ve Niels Bohr gibi modern fiziğin en önemli biliminsanlarını karşı karşıya getiren, insan beyni tarafından sindirilmesi oldukça zor bir kavram. Özellikle “küçüklerin dünyası”na indiğimizde insan ölçeğinde bizi hiç yanıltmayan sağduyumuza meydan okuyan bir âlem ile karşılaşmaktayız. Dünya’nın en zeki insanları dahi bu keşmekeşin içinden çıkamadı, tevekkeli halen tümüyle gizemleri çözmüş değiliz. Ancak 21. yüzyılda gelişen teknolojiyle, kuantum dünyasını açıklamaya hiç bu kadar yakın olmamıştık.

I

Hazırlayan: Özgür Can Özüdoğru saac Newton, modern zamanlarda kullandığımız bilimsel yöntemi bir araya getirirken bizlere, o dönem için oldukça ilerici ve sıra dışı bir evren modeli ortaya koydu.1 Bu yeni ortamda, “tanrının gizemli eli” insan aklının alamayacağı, tahmin dahi edemeyeceği eylemler gerçekleştirmiyordu. Dönemin baskın görüşlerine karşı gelen bu yeni fikir, size bir cismin başlangıç koşullarını biliyorsanız o cismin gelecekte nerede, hangi hızda ve enerjide olacağı gibi temel özelliklerini nihai bir kesinlikle bilmeyi vaat ediyordu. Klasik mekanik âlemi, geEinstein, Podolsky ve Rosen üçlüsü.

10

zegenimizin insan ölçeğinde ve Güneş Sistemimizde neredeyse kusur götürmeyecek bir mükemmelliyetle çalıştı. Öyle ki, ortaya çıkan bu yeni fiziğin meyvelerini, aydınlanma çağı sonrası her tarafı süsleyen mühendislik harikaları ve sanayi devrimi olarak tecrübe ettik. Yaşanan bu sarsıntı ve klasik mekaniğin güvenilirliği, bizi evrenin sırlarını çözdüğümüz gibi bir yanılgıya düşürdü. Bu sırada özellikle 19. yüzyıl boyunca Newton mekaniğinin işleyiş mekanizmalarını sınayan, kimi zaman başlı başına sarsan gelişmeler meydana geldi. Atomun yapısını araştırdıkça, elektrik kavramını inceledikçe ve ışığın ne olduğunu anlamaya çalıştıkça, eski fiziğin vaat ettiği “tahmin edilebilirlik” bizi yanıltmaya başladı. Albert Einstein ve görelilik bu noktada devreye girdi. Einstein’ın ortaya koyduğu yeni evren, nihai değildi. Gözlemciye göre bir olayı tecrübe etme biçimimiz ve o olayın “yaşanış” biçimi değişikliğe uğrayabilirdi. Bu şartlar dahilinde nedensellik adı verilen, bir olayın oluş sebebiyle gerçekleşmesinin bu yazılış sırasına göre yaşanmasını dikte e-

den kavramın geçerli olması için de Einstein’ın görelilik kuramlarının sıkı bir şartı vardı. Evrendeki hiçbir şeyin ışıktan hızlı gitmemesi gerekiyordu ve ışığın hızı, gözlemciden veya olayların tecrübe ediliş şekillerinden tümüyle bağımsız olmalıydı. Ayrıca, Einstein’ın ortaya koyduğu göreli evrenin, Newton’un klasik mekaniğinin dayanaklarında biri olan “tahmin edilebilirlik” ile alıp veremediği bir şey yoktu. Einstein, olayların mutlaklığını yıkmıştı. Olayların tahmin edilebilirliğini yıkacak olan da küçüklerin dünyasını anlamlandırmaya çalışırken ortaya çıkan kuantum mekaniği olacaktı. Atomun yapısını araştırırken, atomu oluşturan altparçacıklar olan proton, nötron ve elektronu keşfettik. Fakat bu keşifler yolun yalnızca başlangıcında olduğumuzu gösteriyordu, zira bu parçacıklardan özellikle elektrona klasik mekanik veya elektromanyetik kuramlarının bakış açısıyla yuvarlak yük dolu top muamelesi yaptığımızda öngörülerimiz doğada gözlemlediğimizle uyuşmuyordu. Bu uyuşmazlığın zamanla belli bir ölçeğin altındaki tüm cisimler için geçerli olduğunu gördük. Bu ölçekte çalışacak yeni bir fiziğe ihtiyaç vardı. Işıkla ve atomaltı parçacıklarla yapılan tüm deneyler bize tek bir hikâye anlatıyordu, o da tüm varlığa belli bir noktadan daha yakından baktığımızda varlığı oluşturan nesnelerin “elle tutulur”, eni boyu ölçülebilir parçacık yapıları yoktu. Bu cisimler kimi zaman dalga gibi hareket edip tümüyle “ortadan kayboluyor”, daha doğrusu “ortama yayılıyor”, kimi zamansa sabit bir noktada

parçacık gibi görülebiliyordu. Fakat o zaman da cismin hızı, nereye gittiği gibi bilgiler ortadan kayboluyordu (bkz. Heisenberg Belirsizlik İlkesi). Bir cismin nerede olduğunu anlamak için o cismi gözlemlememiz gerekir fakat yaptığımız gözlem bu “kuantum” ölçeklerinde cismin şeklini şemalını değiştiriyordu. Bu salt mühendisliğe dayalı “o zaman daha hassas ölçüm aletleri yapalım” diyerek yenebileceğimiz bir durum değildir. Çünkü biz hiç gözlemlemesek dahi kuantum cisimleri, kuanta, belli şartlar altında “kendi kendine” dalgaya dönüşüp sonra da parçacığa dönüşebiliyor. Tuhaf değil mi? Daha da tuhaflaşıyor. Çift yarık, Stern-Gerlach ve ışığın üç filtreli kutuplaşması (polarizasyonu) gibi deneyler defalarca bizlere kuantum ölçeğinde varlığın nihai bir yapısının olmadığını gösterdi. Yani elektron gibi küçük bir nesneyi bir ölçüm aletinden geçirdiğinizde çıkan sonucu önceden bilmenize imkân yok. Elektron, siz o ölçümü yapmadan önce o ölçümün olası sonuçlarını yaratacak bir dalga halindeyken siz gözlemlediğinizde dalga halindeki cisim, ölçümün yaratacağı olası sonuçlardan birine rastgele olarak “çöküyor”2 O zaman varlık nasıl oluştu? Siz bu dergiyi okurken, dergiyi oluşturan kâğıdın karbon atomlarının elektronları rastgele tüm evrene yayılmış değil. Bu paragrafta elektrona bahsettiğimiz ölçümü bir kere yaptığımızda sonuç rastlantısal fakat çok çok fazla (yüzbinlerce, milyonlarca vb.) elektron için aynı ölçümü defalarca yaptığınızda ortaya çıkan sonuç bir olasılık dağılımı haline

geliyor ve ortaya çıkan ölçümler silsilesi size ölçümün tüm olası sonuçlarını veriyor. Elektron öyle tümüyle rastgele ölçüm sonuçları göstermiyor. Ölçüm sonuçlarını en çok beklediğimiz yerde en fazla miktarda görüyoruz, fakat ölçüm sonucu ortaya çıkabilecek tüm olasılıklara yayılmış bir dağılım grafiği ortaya çıkıyor. Ön koşulların tümünü de değiştirseniz, kullandığınız elektronları da değiştirseniz sonuç aynı kalmaya devam ediyor. Tekil ölçümler rastlantısal, çoğul ölçümler istatistiksel. Newton fiziğinin ortaya attığı dünya görüşünün tabutuna son çivi de kuantum mekaniği ile çakılmış oluyor. Dolaysıyla fizikçilerin elinden de kesinlik bildiren ifadeler uçup giderken yerini olasılıksal ve istatistiksel ifadelere bırakıyor. Kuantum mekaniğinin bu insan sağduyusuna aykırı yapısı, kısa vadede ışığı ve elektronları içeren çoğu deneydeki sıra dışı bulguları açıklamaya yetse de bu çoğu biliminsanını ikna etmeye yetmiyor. İkna olmayan biliminsanları arasında, zamanında kendisi en az kuantum mekaniği kadar sıra dışı bir yaklaşım ortaya atmış Albert Einstein da bulunuyor. Einstein için en büyük sorun istatistiksel yapı değil. Kuantum mekaniğinin doğada gözlemlenen bu kadar fazla şeyi açıklıyor olması, Einstein da dahil olmak üzere bu yeni alanı oluşturan fizikçilerin kısmen de olsa doğru yolda olduğunu düşünmeye yetiyor. Klasik mekanikte bir parçacığın nihai konumunu yakalamak mümkünken kuantum mekaniği rastlantısaldır. Hidrojen atomunun çevresindeki elektronun, çeşitli fiziksel özelliklere göre bulunabileceği olası konumları gösteren dalga fonksiyonu şeması.

Dolanıklık nedir? Bir bilardo masasında iki topu birbirine defalarca çarpıştırdığınızı düşünün. Vurduğunuz top diğerine çarptığında, çarpılan topun hız ve konum bilgisi artık diğer topun hız ve konum bilgisine göre değişiklik gösterecektir. Topu masanın bir köşesinden attıysanız mesela, çarpılan topun gidiş yönünü de belirlemiş oluyorsunuz, çünkü top gidip diğerine çarptığında artık kimi yönlere kesinlikle hareket etmeyeceğini tahmin edebilirsiniz. Dolayısıyla topu diğer topa her çarpıştırdığınızda bahsi geçen bilgileri de değiştiriyorsunuz, dolayısıyla bu ölçüm sonucunuzu da değiştirecektir. İki top birbirine dolanık (entangled) hale gelmiştir. Kuantum mekaniğinde de iki parçacığın “spin” adı verilen bir özelliğini bu şekilde etkileşime sokarak iki parçacığı birbirine dolanık hale getirebilirsiniz bu dolanık çiftler kullanarak yapacağınız her ölçüm birbirinin zıttı sonuçlar verecektir.

11

Ancak deney açıklamaları sırasında kuantum mekaniğinin varoluşsal sonuçlarını henüz düşünmeyen kuantum mekaniği fizikçilerine, kuantum mekaniğinin “henüz bitmemiş bir öykü” olduğunu söylüyor Albert Einstein, zira Einstein’a göre bir ölçümün rastlantısal olması son derece sorunlu bir düşüncedir. Bu görüşünü meşhur “Tanrı zar atmaz” sözüyle de dile getiriyor. Kuantum mekaniğine karşı çıkanlara göre fizik dediğiniz şeyin bir ölçüm yapıldı mı sonucu tahmin edebilmesi gerekir ve eğer edemiyorsa ölçümün mekanizmalarını veya ölçümün öznesi olan parçacıkları tümüyle anlayamamış olması gerekir.

yüzyılda fizikçi James Clark Maxwell tarafından geliştirilen ve elektrik yükü ile manyetik davranışları açıklamayı sağlayan elektromanyetik kuram ile birleştirmeye çalışmaktaydı. Rosen ise Einstein ile birlikte genel göreliliğin yarattığı uzay zamanın uç noktalarını anlamlandırmaya çalışmaktaydı. Rosen’in Einstein ile ortak çalışmalarında bu makale bir son olmayacak, daha sonraları “solucan deliği” kavramını kuramsal olarak ortaya attıkları Einstein-Rosen köprüsünü geliştireceklerdi. Dolayısıyla esasen üç biliminsanı da kuantum mekaniğini yaratan deneysel gelişmelerle veya bu deneyleri açıklayan kuramların gelişmesinde doğrudan değil dolaylı yoldan katkılar Einstein-Podolsky-Rosen sağlamış fizikçilerdi. paradoksu Yayımladıkları makalede EinsteFizikçiler Albert Einstein, Boris in, Podolosky ve Rosen bir düşünPodolsky ve Nathan Rosen, kuan- ce deneyi tasarladılar. İki parçacık tum mekaniğinin rastlantısal ve is- düşündüler; bu iki parçacık birbirtatistiksel gerçeklik tanımına olan leriyle ufak bir etkileşime girmiş ve eleştirilerini dile getiren “Kuantum akabinde birbirlerinden uzaklaştıMekaniğinin Fiziksel Gerçeklik Be- rılmışlardır. Kuantum mekaniğine timlemesi, Bu Kuramın Tamam- göre iki parçacığın yaşadığı bu etlanmış Olduğunu Gösterebilir mi? kileşim, bu parçacıklara yapılacak (Can Quantum-Mechanical Desc- herhangi bir ölçümün sonuçlarını ription of Physical Reality be Con- değiştirmiş, iki parçacığı birbirinin sidered Complete)” isminde bir ya- zıt sonuçlarını ortaya çıkaracak şeyını 1935 yılında Physical Review kilde “dolanık” hale getirmiş olabidergisinde yayınladılar. Bu dönem- lir. Dolanık çiftler, aralarındaki melerde Einstein Nazi rejiminden ka- safeden bağımsız olarak ölçümlerde çarak ABD’de Princeton Üniversitesi birbirlerinin zıt sonuçlarını vermelive Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü dir fakat kuantum mekaniğine göre (Caltech) kurumlarında mekik do- her ölçüm “evrenin doğası gereği” kumaktaydı. Princeton’daki çalışma rastgele sonuçlar üretecekse, bu doarkadaşı Rosen ve Caltech’te bulu- lanık çiftlerin birinin gözlenmesi sonan Podolsky ile Einstein’ın dostlu- nucunda elde edilen ölçüm sonucuğu bu çalışma öncesinde başlamış, nu diğerine iletmesi gerekir. Eğer iki kendileri de birer Yahudi olan bu parçacığı yeterince uzağa götürürsebiliminsanları Einstein’a ABD’deki niz, o zaman bu dolanık çiftin biryeni hayatlarında destek olmuşlar- birlerine kuantum durumlarını (öldı. Podolsky, kuantum dünyasın- çüm sonuçlarını) iletmek için ışık daki yaşanan gelişmeleri bir önceki hızından daha hızlı hareket etmeleri gerekir ve hem Birbirine dolanık iki kuantum nesnesinin temsili görselleştirmesi. görelilik hem de klasik mekaniğin ve hatta tüm bilimlerin temel yapıtaşı olan nedenselliğe aykırı bir iş yapılmış olur. Görelilik kuramlarına göre bir bilginin iletilmesinin tek yolu,

12

o bilginin taşıyıcısı olan ışığın bilginin iletilmesi gereken yere ulaşmasıdır. Bu bilginin iletim hızını da ışık hızı belirler. Bu nedenselliğin bozulması ciddi mantık sorunlarına yol açmaktadır. Mesela diyelim ki elinizde ışık hızından daha hızlı mesaj yollamayı sağlayan bir telefon var. Böyle bir cihazla siz daha mesajı gönderdiğiniz sırada, mesajı ileteceğiniz kişinin telefonunda sizin mesajınızı görebilirsiniz ve hatta siz daha mesajı yazmadan karşınızdaki kişinin size cevap yazıp yollaması mümkün olur. Peki, bu sırada siz mesajı yollamaktan vazgeçerseniz? İşte nedenselliğin bozulması bu tür paradokslara yol açar, dolayısıyla evrende ışık hızından daha hızlı bilgi akışı mümkün değildir ve Einstein-Podolsky-Rosen üçlüsüne göre kuantum mekaniğinin öngördüğü dolanıklık kavramı nedensellikle çelişmektedir. Einstein’ın tanımıyla ışık hızından daha hızlı iki dolanık parçacık arasında “uzaktaki tüyler ürpertici hareket (spooky action at a distance)”... Einstein-Podolsky-Rosen (EPR) paradoksu olarak bilinen bu paradoks, kuantum ölçeğinde dolanık çiftler yaratmanın dönemin teknolojisi ile mümkün olmaması sebebiyle çözümlenemedi fakat kuantum mekaniği bu süre zarfında ilerlemeye devam etti.

Dolanıklık sorunsalı ve orta yolcular 20. yüzyıl boyunca kuantum mekaniğinin ortaya attığı tüm öngörüler ve deneyler gerçekleşti. Parçacık fiziği adı verilen yeni bir fizik alanı doğdu ve kuantum mekaniğini elektrodinamik alanıyla birleştirmek için büyük adımlar atıldı. Fakat tüm bunlara rağmen EPR paradoksu ve dolanıklık kavramı havada bir soru işareti olarak varlığını sürdürdü. Uzaklarda tüyler ürpertici bir hareket olsun veya olmasın, esas bu durum tüyler ürperticiydi zira elinizde atomaltı dünyayla ilgili yaptığınız her deneyi açıklayan mükemmel bir kuram var fakat bu kuramın geçerli olması için ortaya konulan gerçeklik algısı insan olarak tüm sağduyunuza aykırı. Ayrıca döneminin en önemli biliminsanları bu kuramın gerçeklik algısını ciddi ölçüde sarsan bir paradoks ortaya koymuş ve bu

paradoksun varlığı deneysel olarak kanıtlanırsa kuramınızın temelleri sarsılmaya başlayacak ve hatta belki de bu kuram üzerine çalışan herkesi alaşağı ederek başınıza yıkılacak. Kimi fizikçiler kuantum mekaniğini EPR paradoksuyla tutarlı hale getirmek için yöntemler üretmeye girişti. Bu girişimlerin en çok bilinenleri Louis DeBroglie tarafından geliştirilen “Pilot-Dalga (Pilot-Wave)” kuramı ile David Bohm tarafından ortaya atılan “Gizli-Değişken (Hidden-Variable)” kuramıdır. Özetle bu görüşler, kuantum mekaniğinin rastlantısal olmadığını, her parçacığın içinde onun sahip olduğu ve ölçüm sonrası göstereceği özellikleri tanımlayan bir “gizli, kadim” zerrecik olduğunu öne sürer. Bu gizli-değişken veya pilot-dalga, her kuantum parçacığının içinde bulunur ve bu parçacığın ortaya çıkaracağı tüm kuantum özelliklerini ona bildirir. Dolayısıyla dolanık çiftlerin de içinde bu zerrecikler bulunacağından ışık hızından hızlı bilgi akışı gerçekleşmiyor, çifti oluşturan iki parçacık da var olduğu andan itibaren ne özelliğe sahip olduklarını “bilmekteler”. Fakat bu yaklaşımlar hem kanıtlanmasının imkânsızlığı hem de Aristocu bir yaklaşımla3 eldeki var olan bir kuramı tutarlı kılmak için varsayımsal bir yapıya sahip olduğundan ötürü oldukça eleştirilmiş ve hiçbir zaman fizikçiler arasında baskın görüş haline gelememiştir.

Düğüm çözülüyor Yanıtsız kalan sorular, on yıllar boyu kuantum mekaniğiyle içi dışlı olan fizikçilerin aklında döndü durdu ama kimse nihai bir sonuca ulaşamadı. 1960’lara geldiğimizde o dönem çok tanınmayan İrlandalı bir fizikçi John Stewart Bell tarafından bir takım makaleler yayımlanmaya başlandı. Bell, makalelerini, Physics Physique Физика adında üç dilde yayın yapan ve bilimsel güvenilirliği görece düşük bir dergide yayınlamıştı çünkü dergi sayfa başına para talep etmiyordu.4 Günümüzde Bell Eşitsizliği olarak bilinen bu makalelerin ana fikrinde yine kuantum mekaniğinin temel yapıtaşlarından biri olan istatistik yatıyordu. Diyelim ki elinizde dolanık halde

iki parçacık var. İkisini de zıt ve uzak luyor olması da gizli-değişkenin varnoktalarda iki gözlemciye teslim etti- lığına meydan okur çünkü eğer parniz. İsimleri Alice ve Bob olsun (Bell çacıklar dolanıklaştığı anda gizli bir demeylerindeki analoji için kısaltma- anlaşmayla kimin hangi ölçüm sonusı A ve B olan bu iki insan ismi her cunu vereceğine karar verselerdi bile daim kullanılageldi). A ve B’nin el- ölçümü yapanların rastgeleliği gizlilerinde çeşitli ölçümler yapan çeşitli değişkenlerin sabitliğini ortadan kalfiltreler vardır ve ellerindeki dolanık dırmaktadır. Gizli değişkenlerin trilparçacığı istedikleri sırayla istedikle- yonlarca rastgele ihtimalin hepsi için ri şekilde bu filtreden geçirebilirler. sonsuza yakın olasılık kombinasyoDolanık parçacıklardan alacağımız nunu kendi içinde taşıyor olması geölçüm sonucunu + ve – olarak ta- rekmektedir ve bunun mantıksallıknımlarsak bir filtreden geçen dolanık ta yarattığı sorunlar dolanıklıktan bir parçacıkta +’yı görmüşsek, diğeri- da büyüktür. Sonuç olarak Bell Eşitnin de – olacağını biliriz. Bir filtrede sizliği, hem dolanıklığın rastlantısal + sonucunu veren parçacık öbür filt- yapısı sayesinde evrenin nedenselrede – sonucunu verebilir. Şimdi, A liğini bozmadığını gösterdi, hem de ve B’ye filtreleri istediği yöne döndü- ölçümler rastgeleleştiğinde bile aynı rerek ve istedikleri sırayla parçacık- istatistiksel dağılımların görülmesi lara uygulayabilecekleri söylendi. A dolayısıyla gizli-değişkenin varlığını ve B tamamen rastgele olarak filtre- gereksizleştirdi. Üstelik tüm bunları lerle oynayıp parçacıkları içinden ge- yaparken fizikçilere dolanıklığın varçirmeye başladı. Bu eylem defalarca lığını kanıtlayacak bir deney düzeneyapıldığında Bell’in hesaplarına göre ği de sunmuş oldu. geniş ölçekte hiçbir şeyin değişmiyor Bell testleri ve dolanıklığın olması gerekiyordu. Yani A ve B filtkanıtlanması releriyle oynarken milyonlarca dolaBell eşitsizliğinin ortaya atılmanık parçacık gönderdiğimizde ortaya başka ölçümlerden aşina olduğumuz sının ardından deneysel fizikçiler, bir olasılık dağılımı çıkıyordu. Do- Bell’in tasvir ettiği türde deney düzelaysıyla parçacıkların dolanık olması nekleri yaratmaya koyuldular. Bell eve birbirlerine kuantum durumlarını şitsizliğini sınama amaçlı yapılan ve mesafeden bağımsız olarak bir anda bu nedenle Bell testleri olarak da adiletiyor olmalarının nedenselliği et- landırılan bu tür deneyler arasında kilemiyor olması bek- Yürüyen Dalga kuramının su damlacığı aracılığıyla neye lenir çünkü dolanık benzediğinin görselleştirmesi. Kurama göre dalgaları “yürüten” iki parçacık arasında merkezcil bir parçacık bulunmakta ve kuantum mekaniğinin aktarılan tek bilgi öl- rastlantısal yapısı yalnızca bir illüzyon. çülen parçacığın kuantum durumudur ve bu da ölçülene kadar tamamen rastgeledir. Dolayısıyla bu bilgiyi öngörmek veya bizim tercih ettiğimiz bir kuantum durumunu oluşturmak rastgelelik ilkesi gereği imkânsızdır. Bu nedenle de dolanık parçacık çiftleri arasında “kullanılabilir” bir bilgi akışı meydana gelmez ve dolanıklık nedenselliği ihlal etmemiş olur. A ve B’nin filtreleri rastgele ve farklı sıralarla dolanık çiftlere uygu-

13

türünün ilk örneği Stuart Freedman ile John Clauser’in 1972 yılında kurdukları düzenekle gelir. Bu sistemde Kalsiyum atomlarını ısıtan bir fırın vardır. Buradan yayılan ışıma iki tane zıt yönlere yerleştirilmiş kutuplaştırıcıdan geçerek algılayıcılara erişmektedir. Zerrecikler, algılayıcılara ulaştıklarında anlık olarak birbirleriyle irtibat kurup birbirlerinin kuantum durumlarını öğreniyorlardı. 2022 Nobel ödülünü paylaşan üç fizikçiden biri olan Clauser’in bu deney düzeneği, dolanık parçacıklarla yapılan deneylerde türünün ilk örneği ve dolanıklık kavramının varlığını kanıtlar nitelikteydi. Bu deneyin ardından, ödülü paylaşan bir diğer fizikçi olan Alain Aspect’in Bell testi 1982 yılında gerçekleşti. Bu deneyde kullanılan dolanık fotonlar önce kutuplaştırılıp sonra filtreden geçirilerek gözlemlendi. Böylece fotonların hangi kuantum durumuna “çökeceği”ne kutuplaştırıcıdan geçtikten sonra yolda karar vermeleri sağlandı. Dolanık huzmeler, ne tür kutuplaştırıcılardan geçerlerse geçsinler yapılan ölçüm sırasında dolanıklık korunmaya devam ediyor ve parçacıklar birbirlerinin kuantum durumları hakkında anında birbirlerinden haberdar oluyorlardı. Art arda dolanıklık kullanan bu deneyler artık dolanıklık kavramının varlığını kuşku götürmez bir şekilde kanıtlamıştı. John Bell, 1990 yılında hayata gözlerini yumduğunda, kuantum mekaniğine yaptığı katkıların meyvelerini tatma olanağı yakalayabilmişti. 1998 yılında fizikçi Gregor Weihs’in deneyi, dolanık parçacık-

ların dolanıklık durumlarının aralarındaki uzaklıktan bağımsız olduğunu kanıtladı. Bu deney üzerine Bell eşitsizliğini nihai olarak kanıtlayacak tüm Bell testleri arasında en önemlilerinden olan ve Nobel ödülünü paylaşan fizikçilerden üçüncüsü olan Anton Zeilinger’in deneyi gelmekte. Bu deneyde Zeilinger, ışık huzmelerini geçirdiği kutuplaştırıcıları tamamıyla rastgele ve birbirlerinden alakasız yönlere oynatacak bir deney düzeneği tasarladı. Ayrıca ölçüm yapacak olan algılayıcıların da duruş şekilleri rastgele olarak sürekli değiştiriliyordu. Zeilinger, rastgele yaşanan bu değişikliklerde dahi dolanık çiftlerin dolanıklıklarını koruduklarını gözlemledi. Rastgele bir sırayla duruş açısı oynatılan kutuplaştırıcılar sayesinde, ışımayla ulaşan ve dolayısıyla dolanık olan huzmelerin ölçülmüş kuantum durumlarının arasındaki ilişkiye bakılır. Başlangıç koşulları ve kutuplaştırıcıların hizalanış yönü ne olursa olsun, geçen milyonlarca ışıma sonrası birebir aynı olasılık dağılımları görülür. Yani dolanık çiftler ışık hızından hızlı olarak birbirleriyle konuşsalar dahi bu nihai çıktıyı değiştirmez ve evrendeki nedensellik korunmuş olur. Bu da tek bir gerçekliğe işaret etmektedir, evrenin en temel yapısı rastlantısallık ve olumsallık üzerine kuruludur. Rastlantısal ve olumsal sistemler birleşik makro ölçekteki nesneleri oluşturduğunda geniş ölçekteki olasılık dağılımları bize doğanın nihai ve “gerçek” olduğu illüzyonunu yaratır. 1930’larda bir deli Einstein’ın kuyuya attığı taş, Bell’in yaktığı feneri takip eden üç deneysel fizikçi sayesinde çıkartıldı. Kuantum dolanıklığının kuramını ortaya atan ve bu sayede Bu devrimci deneyler yapılan deneylerin kapısını aralayan kuantum mekaniği fizikçisi John Stewart Bell. ardından birçok deneysel fizikçi dolanıklık üzerine çalışmaya başladı. Bunlar arasında dikkat çeken çalışmalardan bazıları şöyle: - 2000 yılında kutuplaştırıcı sayısı üçe çıkarıldı ve buna rağmen dolanıklık gözlendi. Yani ışık üç ayrı filtreden geçmesine rağmen dolanıklık rastlantısal ve anlık iletişim yapısını koruyordu. - Aynı yıl ilk kez ikiden

14

fazla kuantanın da dolanık olabileceği gözlemlendi. - 2001 yılında benzer deneyler fotonlar yerine çeşitli iyonlar için gerçekleştirildi ve aynı sonuç gözlendi. - 2007 yılında özellikle süperakışkanlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan ve bu çalışmaları sebebiyle 2003 yılında Nobel fizik ödülü alan deneysel fizikçi Anthony Leggett ile Zeilinger, şu zamana kadar yapılmış tüm dolanıklık deneylerini göz önünde bulundurarak gizlideğişken kavramının mantığa aykırı olduğunu ortaya koydular. - 2008 yılında ilk kez dolanık çiftler farklı deney odalarına taşındı. Cenevre Üniversitesi Uygulamalı Fizik Grubu’nun David Salart önderliğinde kurdukları deney sisteminde birbirlerinden 18 km uzaklaştırılmış dolanık çiftlerin halen dolanıklılık bilgisini korudukları gösterildi. - 2009 yılında ilk kez kuantum bilgisayarların işlemcilerinde kullanılması planlanan “kubit” adı verilen katı-hal fiziği kullanılarak üretilen süperiletken yapıların faz durumları dolanık hale getirildi. Böylece katı haldeki cisimlerin dahi dolanık hale getirilebildiği gösterildi fakat dolanıklık ancak birkaç mm mesafe arasında gerçekleşti. Bu deneyin sonuçlarının özellikle kuantum şifreleme teknikleri için çok önemli olduğu düşünülüyor. - 2016 yılında 480 adet atomdan oluşan bir çoklu sistem birbirlerine dolanık hale getirildi ve ilk kez makro ölçeklerdeki varlıkların dolanık hale getirilebileceği ortaya atılmış oldu. - 2017 yılında Massachussetts Teknoloji Enstitüsü’nden David Kaiser’in ekibi “Kozmik Bell testi” olarak adlandırılan ve Samanyolu’ndan oluşum koşulları bakımından birbirleriyle dolanık olması beklenen iki farklı yıldızın ışığını kullanarak çeşitli gözlemler yaptı. Böylece birbirleriyle arasındaki mesafe 600 ışık yılı gibi olağanüstü bir mesafe olan dolanık çiftler arasında bile, gözlem sırasındaki durumları hakkında anlık iletişimin söz konusu olduğu görüldü. - Bell testi üretirken en büyük soru işareti ışık kutuplaştırıcısında veya gözlem filtresindeki değişiklik-

bozmadığı da defalarca çıkarak bu gözlemlere açıklamalar getirmek şeklinde çalışıyor. kanıtlandı ve dolayısıy- Aristocu bilimsel yöntemse, elinizde doğru olduğuna inanç ile la kuantum mekaniği- bağlı olduğunuz bir açıklamaya doğadaki gözlemleri uydurmak amacıyla yapılan tümdengelimci bir düşünce biçimidir. nin temeli olan evrenin Aristocu yaklaşım zaman içinde kendini Newtoncu yaklaşıma rastlantısal olduğu fikri bırakarak modern bilimde pek rastlanılmaz olmuştur. Fakat artık hiç olmadığı ka- karanlık madde veya graviton gibi kavramların ortaya çıkış dar çok kabul görmek- şekillerine bakıldığında Aristocu yaklaşıma zaman zaman te. Fakat birbirinden biliminsanlarının başvurduğu da görülebilir. çok büyük mesafelerce 4) Bilimsel yayın yapan dergiler, kendilerine makalelerini yollayan biliminsanlarından para alırlar. Bu para, derginin uzakta olan nesnelerin prestijine göre değişiklik gösterir. Günümüzde ülkelerin gözlemleri üzerine na- bilim kurulları bu dergilerle anlaşır ve bir kurumda çalışan sıl iletişim kurabildiği biliminsanları genellikle belli bir sayfa sayısına kadar para halen bir muamma. Ya- ödemesi gerekmez. Ayrıca bazı şaibeli ve bağımsız hakem nıtsız sorular var olma- heyeti zayıf olup, amiyane bir tabirle “parayı basıp” Nobel fizik ödülüne layık görülen fizikçilerden John Clauser, ya devam etsin; henüz yayın çıkartabileceğiniz dergiler de mevcuttur. Ne yazık ki ülkemiz akademisyenlerinin bir kısmı bu tür şüpheli dergiler dolanıklığın varlığını kanıtlayan deney düzeneğiyle birlikte. emeklilik evresinde o- sayesinde doçentlik veya profesörlük gereksinimlerini lerin rastgeleliğidir. 2018 yılında lan dolanıklık fiziği, gelecekte ku- sağlamayı başarırlar. 100.000 kişilik bir ekip aracılığıy- antum bilgisayarlar ve canlıların yala tümüyle rastgele yaratılmış bir- pıları gibi konulardaki çalışmalarda KAYNAKLAR çok sayılar üretildi. Daha önce bunu dolanıklık teknolojilerinin kullanıla- 1) 2022 Nobel Fizik Ödülü Basın Açıklaması https://www. sağlamak için bilgisayar programla- cağı aşikar. Günümüzde geldiğimiz nobelprize.org/prizes/physics/2022/press-release/ rı kullanıyordu. Üretilen 97.347.490 bu noktayı; -yanlışlamak için de ol- 2) The Universe Is Not Locally Real, and the Physics Nobel insan seçimi, Bell testi deneylerinde sa- dolanıklık kavramını ortaya atan Prize Winners Proved It, Scientific American, https://www. scientificamerican.com/article/the-universe-is-not-locallyalgılayıcıları rastgele oynatacak bir Einstein-Podolsky-Rosen üçlüsüne, real-and-the-physics-nobel-prize-winners-proved-it/ algoritmada kullanıldı ve yine ön- dolanıklığın deneylerinin yapılması- 3) Can Quantum-Mechanical Description of Physical Reality ceki çalışmalarla benzer istatistiksel nı sağlayıp arka plandaki kuramı o- be Considered Complete, Physical Review, 1935 https:// dağılımlar görüldü. luşturan Bell’e (keşke kendisi de ha- cds.cern.ch/record/405662/files/PhysRev.47.777.pdf - Yine 2018 yılında biri 8 milyar, yatta olup bu günleri görebilseydi) 4) On The Eınstein Podolsky Rosen Paradox, Physics Journal, diğeri de 12 milyar ışık yılı uzaklık- ve dolanıklığı deneysel olarak nihai 1964, https://journals.aps.org/ppf/pdf/10.1103/ PhysicsPhysiqueFizika.1.195 ta bulunan iki dolanık kuazar ışığı şekillerde kanıtlayarak Nobel ödü5) Experimental Tests of Realistic Local Theories via Bell’s kullanılarak dolanıklık test edildi. lüne layık görülen Aspect, Clauser, Theorem, Physical Review Letters, 1981, https://journals. Böylece evrenle neredeyse aynı yaşta Zeilinger üçlüsüne borçluyuz. Bilim, aps.org/prl/pdf/10.1103/PhysRevLett.47.460 dolanık çiftlerde dahi dolanıklığın Newton’un da bahsettiği gibi “devle- 6) Experimental Test of Local Hidden-Variable Theories, bozulmadığı görüldü. rin omuzlarında” yükselmeye devam Stuart Kay Freedman Doktora Tezi, https://escholarship. org/uc/item/2f18n5nk - Aynı yıl, bir bakteri içinde foto- ediyor. 7) Gröblacher, S., Paterek, T., Kaltenbaek, R. et al. An sentez yapan iki farklı molekül doexperimental test of non-local realism. Nature 446, 871– lanık hale getirildi. Böylece yaşayan DİPNOTLAR 875 (2007). https://doi.org/10.1038/nature05677 canlı bir organizmanın dahi kuan- 1) Elbette Newton, Güneş Merkezli evren modelini veya 8) Giustina, M., Mech, A., Ramelow, S. et al. Bell violation tum dolanık hale getirilebileceği gö- klasik mekaniğin temel postulatlarını ilk kez ortaya atan using entangled photons without the fair-sampling rüldü. Özellikle ışığı enerji üretmek kişi değildir. Fakat Newton’un özellikle Doğa Felsefesinin assumption. Nature 497, 227–230 (2013). https://doi. için kendine alarak bir bakıma “göz- Matematikteki Temelleri kitabında derlediği evren, daha org/10.1038/nature12012 önce pek çok mühim doğa felsefecisinin birbirinden bağımsız lemleyen” fotosentez yapan canlılar- olarak ortaya koyduğu gerçekleri, sahip oldukları anlamların 9) Cosmic Bell Test: Measurement Settings from Milky Way Stars, Physical Review Letters, 2017, https://journals.aps. da bu tür bir dolanıklık üretiminin ötesine çıkaracak bir seviyeye eriştirmesi açısından devrimci org/prl/pdf/10.1103/PhysRevLett.118.060401 mümkün olduğu görüldü. kabul edilebilir. 10) The BIG Bell Test Collaboration. Challenging local - 2020 yılında titreşim yayan iki 2) Schrödinger’in kedisi düşünce deneyi bu kavramı daha realism with human choices. Nature 557, 212–216 (2018). farklı kuantum osilatör sistemi bir- anlaşılır kılmak için genellikle örnek gösterilir. Bu deneye göre https://doi.org/10.1038/s41586-018-0085-3 birine dolanık hale getirildi. Yalnızca bir kutu içinde bir kedi vardır ve 2022 Nobel Fizik Ödülüne layık görülen Alain Aspect, John Clauser %50 olasılıkla kediyi öldürecek ve Anton Zeillinger. nesneler değil, fiziksel sistemlerin de bir zehir ortama yayılacak veya dolanıklaşabildiği gösterilmiş oldu. yayılmayacaktır. Kuantum - 2022 yılında kuantum dolanık- mekaniğine göre siz kediyi açıp lık kavramını kanıtlamak için yap- görmediğiniz takdirde o kedi tıkları öncü deneyler nedeniyle No- aynı anda hem yaşıyor hem bel fizik ödülü Alain Aspect, John de ölmüştür. Büyük ölçeklerde Clauser ve Anton Zeillinger arasın- elbette saça görünen bu düşünce biçimi kuantum da paylaştırıldı. ölçeklerinde matematiksel ve Günümüzde dolanıklığın gerçek- fiziksel olarak tutarlıdır. ten var olan bir fenomen olduğu ar- 3) Kopernik Devrimi’nden bu tık su götürmeyen bir gerçek. Dola- yana bilimsel yöntem, doğada nıklık mekanizmasının nedenselliği yapılan bir gözlemden yola

15

Kapak Dosyası

2022 Kimya Nobeli klik kimyasının oldu

Bu seneki Kimya Nobeli’ne “klik kimyası” ve “biyoortogonal kimya” alanındaki öncü çalışmaları nedeniyle Carolyn Bertozzi, Morten Meldal ve Barry Sharpless layık görüldü. Bu üç biliminsanının, en az çalışma alanlarının isimlerinin ilginçliği kadar modern biyokimya, tıp ve hatta malzeme bilimine damgasını vurmuş keşiflere imza attıklarını söylersek abartmış olmayız. Bu çalışmaların ürünü olan, karmaşık moleküllerin hem petri kabında hem de yaşayan organizma ortamında rahatlıkla oluşturulmasını sağlayan metotlar bugün laboratuvar çalışmalarının önemli bir parçası haline gelmiş durumda. Okuyacağınız yazıda bu çalışmalara mercek tutacağız.

N

Çeviren: Cem Oran obel kimya komitesi başkanı Johan Åqvist ödülün ilanı sırasında yaptığı konuşmada, bütün meselenin “molekülleri birbirine bağlamak” ile ilgili olduğunu söyledi. Åqvist seyircilere, birçok farklı tipte moleküler yapı taşına küçük kimyasal “tokalar” tutturduğunuzu ve bu tokaları birbirlerine bağlayarak karmaşık moleküller ürettiğinizi hayal dedin dedi. İlk kez 20 sene önce Scripps Araştırma Enstitüsü’nden Barry Sharpless tarafından ortaya atılan bu fikir, o ve Kopenhag Üniversitesi’nden Morten Meldal’ın bu iş için ilk mükemmel adayları (birbirlerinden bağımsız olarak) bulmasıyla gerçeğe dönüştü. Buldukları “tokalar” kolaylıkla birbirine bağlanırken, bağlanması istenmeyen hiçbir şeye de bağlanmıyordu. Böylelikle klik kimyası (İngilizcesi, click chemistry) bilim sahnesine çıkmış oldu.

16

Daha sonra 2003 yılında, Standford Üniversitesi’nden Carolyn Bertozzi klik kimyasının biyolojik sistemlerin araştırılması için de kullanılabileceğini gösterdi. Hayati hücresel süreçlerin hücreleri rahatsız etmeden kolaylıkla takip edilebilmesini sağlayan yeni yaklaşımına, o yıl meslektaşlarıyla birlikte yayınladıkları makalede “biyoortogonal kimya” ismini verdiler. Bu terim o zamandan beri kimyacılar arasında yaygın kabul gördü. Canlı sistemlerde doğal biyolojik reaksiyonlara müdahale etmeden karmaşık reaksiyonları gerçekleştirme kabiliyeti, hücrelerdeki ve karmaşık organizmaların (örneğin, deneylerde kullanılan zebra balığı gibi) içerisindeki molekülleri ve hücresel süreçleri incelemeyi mümkün kıldı (bu inceleme-

lerin bir zamanlar sadece petri kabında yapılabiliyor olduğunu not edelim). Biyoortogonal kimya şimdiden biliminsanlarının glikozilasyon adı verilen önemli bir protein işleme reaksiyonunu anlamalarına yardımcı oldu; canlı organizmalardaki hastalıkları tespit edebilecek moleküler görüntüleme moleküllerinin geliştirilmesine katkı sağladı; vücuttaki belirli dokulara seçici olarak ilaç verme olasılığına kapı araladı. Åqvist’e göre bu bulgular, aynı zamanda, moleküllerin birbirine nasıl bağlanabileceği ve bunu yaşayan hücrelerde nasıl gerçekleştirileceğiyle ilgili kimyacıların zihninde bir devrime yol açtı.

Klik kimyası Sharpless, 1990’ların çoğunu, karmaşık molekülleri sentezlemek için daha zahmetsiz yollar bulmaya yönelik ihtiyacı düşünerek geçirdi. Düşünceleri, moleküler yapı taşlarını hızlı ve etkili bir şekilde birbirine bağlayan her türlü reaksiyona atıfta bulunmak için -makalenin diğer yazarlarıyla birlikte- “klik kimyası” terimini önerdiği 2001 tarihli bir makaleyle neticelendi. Makalenin yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Meldal ve Sharpless bağımsız olarak ilk klik kimyası reaksiyonunu keşfettiler: Bakır katalizli azit-alkin siklokatım reaksiyonu (copper-catalyzed azide-alkyne cycloaddition reaction) olarak adlandırılan oldukça kullanışlı bir reaksiyon. Reaksiyonun bir tarafında, arka arkaya üç nitrojen atomuna sahip bir molekül olan azit bulunur. Diğer tarafta ise üçlü bir bağ ile birbirine bağlanmış iki karbon atomuna sahip olan alkin molekülü bulunur. Bu iki yapı taşı kendi başlarına fazla reaktif değildir; bir araya getirildiklerinde reaksiyona girmeleri yavaştır ve bir ürün karışımı verirler. Ancak Meldal ve Sharpless, karışıma biraz bakır eklerlerse reaksiyonun çarpıcı bir şekilde hızlandığını ve birincil olarak triazol olarak bilinen kararlı bir ürün ortaya çıkarttıklarını ayrı ayrı fark ettiler. İkilinin buldukları bu reaksiyon sayesinde, moleküllere stratejik olarak azit ve alkin “etiketleri” ekleyip onları istenen özelliklerde yapılara

sahip daha büyük başka moleküllere hassas bir şekilde bağlamaya yarayan, oldukça iyi çalışan bir metot ortaya çıktı. Nobel komitesinden Olof Ramström, duyuru sırasında bakır katalizli reaksiyonun kimya ve ilgili alanlarda hemen “muazzam bir ilgi” kazandığını söyledi. Zaman içerisinde, artan boyutlarda ve karmaşıklıkta molekülleri birbirine bağlamak için farklı klik kimyası reaksiyonları keşfedilmiş olsa da Ramström, “bu özel reaksiyon, klik kimyası kavramıyla neredeyse eşanlamlı hale geldi ve sıklıkla ‘klik reaksiyonu’ olarak da adlandırılıyor” dedi. “Bunun hâlâ klik reaksiyonlarının baş tacı olduğunu söyleyebilirsiniz.”

Biyoortogonal kimya 2003 yılında Bertozzi ve meslektaşları, canlı bir sistem içerisinde, ona müdahale etmeden veya zarar vermeden meydana gelebilecek her türlü kimyasal reaksiyonu ifade etmek için “biyoortogonal kimya” terimini önerdi. Geometride diklik anlamına gelen ortogonal terimi (ortogonal iki vektörün ortak bileşeni yoktur), canlı bir hücrenin iç işleyişine müdahale etmeden meydana gelen reaksiyonları ifade etmek için kimyaya uyarlanmış. Bu terim esasında canlı organizmalara uygulanabilen klik kimyasına karşılık geliyor. Bu fikrin tohumları 1990’lı yıl-

larda Bertozzi’nin belirli bir glikan (hücrelerin yüzeyinde bulunan kompleks bir şeker) üzerinde çalışmaya başladığı zaman filizlendi. Bu glikan üzerinde araştırma yapmak o sırada mevcut olan kimyasal tekniklerle kolay değildi; bir nevi hücrenin karanlık maddesi gibi davrandıkları için onları izlemek başlı başına bir işti. Bertozzi’nin grubu glikanları anlamak için hücrelerin kendilerine zarar vermeden glikanları hücreler üzerinde etiketlemenin yollarını arıyordu. Klik kimyası bunun için bir olasılık sunuyor gibi görünüyordu, ancak reaksiyonları katalize etmek için kullanılan bakır, hücreler için toksik bir maddeydi. O zamanlar Bertozzi’nin ekibindeki öğrencilerden olan Nicholas Agard, 2003 yılında Bertozzi’nin bir halkaya bağlanmış alkinleri kullanarak bakırı ekarte etme fikriyle bir konferanstan döndüğünü söylüyor. Bu fikir, hücreleri, hücre yüzeyini süsleyen şekerlere bir azit molekülü dahil etmeleri için manipüle etmeye dayanıyor. Bu hücreler halkaya bağlanmış alkin molekülüne maruz bırakıldığında, iki molekül tıpkı Sharpless ve Meldal’ın reaksiyonlarındaki gibi birbirine yapışabiliyor; üstelik bakıra ihtiyaç duymadan! Bertozzi’nin ekibi ilk olarak bir azite bağlı düzenlenmiş bir şekerin yanında hücreler yetiştirdi. Hücreler düzenlenmiş şekeri alıp yüzeylerindeki glikanlara dahil ettiler. Da-

Bu seneki Kimya Nobeli’ne “klik kimyası” ve “biyoortogonal kimya” alanındaki öncü çalışmaları nedeniyle (soldan sağa) Carolyn Bertozzi, Morten Meldal ve Barry Sharpless layık görüldü.

17

ha sonra ekip, kendisine bağlı bir floresan molekülüne sahip olan bir alkini karışıma ekledi. Alkin, düzenlenmiş şekerle bir klik reaksiyonu geçirerek floresan molekülünü ona bağladı. Bertozzi’nin ekibi bu basit reaksiyonla yeşil renkte parlayan glikanlar elde etti ve bu sayede mikroskop altında glikanların hücre zarları boyunca hareketlerinin izlenmesi mümkün oldu. Bugün, Stanford Üniversitesi’nde profesör olan Bertozzi, tümör hücrelerinin yüzeyinde bulunan glikanları takip ediyor. Bu çalışma, belirli glikanların tümör hücrelerini vücudun bağışıklık sisteminden koruduğunu keşfetmesini sağladı. Bulguları, kansere karşı bağışıklık terapisine odaklanan yeni araştırma kolları açtı. Bugün birçok araştırmacı farklı tümör türlerini hedeflemek için “klik olabilir” antikorlar bulmaya çalışıyor. Bertozzi ve ekibi de bu sorun üzerinde çalışıyor. Ekibiyle birlikte tümör hücrelerinin yüzeyindeki glikanları hedef alıp yok eden, klinik deneyleri halen devam etmekte olan yeni bir ilaç dahi geliştirdiler.

Klik kimyasının ve biyoortogonal kimyanın diğer uygulamaları Moleküllerin hücrelerdeki ve hücreler arasındaki hareketlerini izlemek, klik kimyası ve biyoortogonal kimya için birçok uygulamadan

18

yalnızca biridir. Bu tekniklerin en büyük avantajlarından biri, reaksiyon karışımlarına istenmeyen yan ürünler sokmamalarıdır; çeşitli amaçlara yönelik karmaşık moleküller üretilmesine olanak tanıyan temiz bir verimlilikle çalışırlar. Ramström konuşmasında, klik kimyasının ilaç geliştirmede, DNA dizilemede, “akıllı” malzemelerin sentezinde ve kimyagerlerin basitçe yapıtaşlarını birbirine bağlamasını gerektiren hemen hemen tüm diğer uygulamalarda büyük ilerlemeleri mümkün kıldığını söyledi. Günümüzde geniş bir çeşitlilikteki malzemelere, elektriği iletebilen veya Güneş ışığını yakalayabilen (ve daha pek çok özellikte) kimyasal uzantıları klik ederek onlara işlevsellik kazandırmak mümkün. Biyoortogonal reaksiyonlar, hücrelerdeki hayati süreçleri araştırmak için de yaygın olarak kullanılıyor ve bu uygulamalar biyoloji ve biyokimya alanlarında muazzam bir etki yarattı. Araştırmacılar, biyomoleküllerin hücreler içinde nasıl etkileşime girdiğini canlı hücreleri rahatsız etmeden görüntüleyebiliyorlar. Hastalık araştırmalarında, biyoortogonal reaksiyonlar sadece hastaların hücrelerini değil, aynı zamanda patojenlerin hücrelerini de incelemek için kullanışlı bir araç sunuyor; örneğin, bak-

terilerdeki proteinler vücuttaki hareketleri takip edilebilecek şekilde etiketlenebilir. Araştırmacılar, aynı zamanda, kanser öldürücü teröpatikleri daha hassas bir şekilde hedefe ulaştırabilmek için tümör hedeflerine klik olabilen tasarlanmış antikorlar geliştirmeye başlıyorlar. Bertozzi ödül duyurusu sırasında, klik kimyasının hâlâ erken aşamalarında olduğunu ve keşfedilecek olası birçok yeni tepkime olduğunu söyledi. Bertozzi’ye göre klik kimyasının değeri basitliğinden geliyor. Ramström, “Bu çok önemli başarılar ve üç ödül sahibimizin bu gerçekten harika keşifleri, kimya ve genel olarak bilim üzerinde gerçekten çok büyük bir etki yarattı.” dedi. “O nedenle bu, gerçekten insanlığın en yüksek yararına oldu.” KAYNAKLAR 1) https://www.quantamagazine.org/moleculebuilding-innovators-win-2022-chemistry-nobelprize-20221005/ 2) https://www.sciencenews.org/article/bioorthogonalchemists-bertozzi-meldal-sharpless-win-2022-chemistrynobel 3) https://www.nature.com/articles/d41586-02203087-8

Kapak Dosyası

2022 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü

İnsanın evrimsel tarihini antik DNA ile aydınlatmak 2022 yılı Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü “soyu tükenmiş insansı (hominin) genomları ve insan evrimi hakkındaki keşifleri için” Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Direktörü İsveçli biliminsanı Svante Pääbo’ya verildi. Peki, Svante Pääbo ve ekibi hangi konulardaki bilgimizi geliştirecek, çığır açıcı katkılarda bulundu? Pääbo ve ekibi, Sapiens ve Neandertallerin birbirleriyle çiftleşmiş olduklarını ve aralarında bir gen aktarımı gerçekleştiğini gösterdi. Bir diğer kuzenimiz Denisovalı türünün ortaya çıkarılması da aynı ekibin işi.

H

er ne kadar çarpık şehirleşme ve iklim değişiminin etkileriyle artık büyükşehirlerde eskisi kadar gözümüze çarpmasa da yılın bu zamanları rengârenk yapraklar altında yarı melankolik yarı romantik bir dönem yaşıyoruz. Sonbaharın bilim için iklim değişimini hatırlatmasının haricinde bir başka anlamı daha var: Nobel Ödülleri. Bilim Nobelleri heyecanla takip edilirken, çoğu zaman gündelik siyasi saiklerle verilen Barış ve Edebiyat ödülleri her yıl çeşitli tartışmalara neden oluyor. Nobel Bilim Ödülleri, Fizyoloji ve Tıp, Fizik ve Kimya alanlarında çığır açmış araştırmacılara veriliyor. Bu yazının konusu, bu yıl çoğumuzun beklemediği bir çalışma alanına verilen Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü. 20. yüzyılın başından beri dünya çapında birçok biliminsanına verilen bu ödül, ilk kez adıyla sanıyla insan evrimi araştırmalarına verildi. Adıyla sanıyla diyoruz, çünkü Dobzanski’nin de dediği gibi “Evrimin ışığı olmaksızın biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur”. Dolayısıyla, önceki yıllarda verilen ödüller de elbette evrimsel biyolojinin yöntemlerini, teorilerini ve uygulama alanlarını içeriyordu. 2022 yılı Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü ise “soyu tükenmiş insansı (hominin) genomları ve insan evrimi hakkındaki keşifleri için” Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü Direktörü Svante Pääbo’ya verildi. Burada belki de şunu not düşmek gerek: Pääbo bu ödülü tek başına aldı. Bilimsel çalışmalar kolektif

Emrah Kırdök Mersin Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoteknoloji Bölümü

Ezgi Altınışık Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü emeğin ürünüdür ve kümülatif olarak gelişir. Dolayısıyla bu ödüllerin tekil kişilere verilmesi bilim dünyasında eleştiriliyor. Svante Pääbo, onu Nobel’e götüren yolda geliştirdiği yöntemler, teorik ve pratik arka planı ve elde ettiği sonuçlarla beraber antik DNA alanının kurucusu olarak biliniyor, tabii ki yıllar içinde yetiştirdiği araştırmacılar ve birlikte çalıştığı biliminsanlarıyla beraber. Pääbo, İsveçli bir biliminsanı. 1982 yılında Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülünü alan Sune Bergström’ün oğlu olan Svante Pääbo, doktora çalışmalarını viroloji alanında yaptı. Ancak, Mısır bilimine olan merakı ve genetik çalışmalara olan yeteneği nedeniyle henüz doğmakta olan bambaşka bir alana gözünü dikti. İlk olarak Mısırlı mumyalarda DNA bulunup bulunmadığını merak etti. Doğu Almanya’daki bir müze aracılığıyla elde ettiği mumya kalıntılarını laboratuvara getirip, o yıllarda kullanılan DNA boyama yöntemleriyle DNA’nın varlığını doğruladı. Daha sonra bu DNA’yı özütlemeyi ve çoğaltmayı başardı. Tabii bu süreçler aslında o kadar da kolay değil. Yıllar sonra yazdığı kitapta (Neanderthal Man: In Search of Lost Genomes), doktorasını yaptığı Uppsala Üniversitesi’ndeki laboratuvarlarda gündüz doktora çalışmalarını yaparken, geceleri ve hafta sonları antik DNA çalışmalarını doktora danışmanından gizli yürüttüğünü anlatıyor. İlk kez bir antik DNA parçasını ço-

19

ğaltıp makale taslağını hazırladıktan sonra, danışmanı Per Pettersson’a gizlice yaptığı deneyleri itiraf eden Pääbo, beklemediği kadar destekleyici bir tepki alıyor ve danışmanına da yazarlık teklif ediyor. Pettersson, öğrencisinin hakkını teslim ederek katkısı olmadığı bu çalışmada yazar olmayı kabul etmiyor. 1985 yılında bu ilk çalışma Nature dergisinde Pääbo’nun adıyla yayınlanınca bir anda bilim dünyasında yankı uyandırıyor. Sonraki yıllarda Pääbo kariyerini tamamen antik DNA çalışmalarına yönlendiriyor. O yıllarda ünlü bir evrimsel moleküler biyolog olan ve antik DNA elde etmek için denemeler yapan Allan Wilson ile doktora sonrası çalışmalarını yapmak üzere anlaşıyor. Yine yazdığı kitapta Pääbo, doktorasını bitirmek üzereyken yaşadıklarını şöyle aktarıyor: “...Birkaç hafta sonra Nature’dan bir mektup aldım. Editör, hakemlerden gelen bazı küçük yorumlara cevap verebilirsem makalemi yayınlama sözü verdi. Kısa bir süre sonra son düzeltiler geldi. Bu noktada, benim görüşüme göre bir yarı tanrı olan Allan Wilson’a doktora savunmamdan sonra Berkeley’de onunla çalışıp çalışamayacağımı sormak için nasıl yaklaşacağımı düşündüm. Bu konuyu tam olarak nasıl açacağımı bilmediğimden, makaleyi yayınlanmadan önce görmekten memnun olacağını düşünerek, herhangi bir yorum eklemeden düzeltilerin bir kopyasını ona gönderdim. Daha sonra ona laboratuvarındaki iş fırsatları hakkında yazarım diye düşündüm. Nature hızla yayını ha-

Antik DNA çalışmalarının dahil oluşuna kadar, evrimsel tarihimiz genel olarak fosil kayıtları üzerinden takip edilmekteydi. Pääbo ve ekibi, arkaik insansı örneklerinden DNA dizileri elde ederek, arkeolojik bilgiler ile birlikte bütünleştirmiş ve insan popülasyon tarihine genetik bir derinlik de eklemiştir.

zırladı ve hatta kapakta kullanmak üzere etrafında DNA dizileri sarılı bir mumyanın illüstrasyonunu istedi. Daha da hızlı bir şekilde, bana ‘Profesör Pääbo’ diye hitap eden Allan Wilson’dan bir yanıt aldım - bu hem internetten hem de Google’dan önceydi, bu yüzden onun kim olduğumu öğrenmesinin kolay bir yolu yoktu. Mektubunun geri kalanı daha da şaşırtıcıydı. Yaklaşan araştırma iznini (sabbatical) ‘benim’ laboratuvarımda geçirip geçiremeyeceğini sordu! Bu, ona ne yazacağımı bilemediğimden kaynaklanan komik bir yanlış anlamaydı. Laboratuvardaki arkadaşlarımla şakalaşarak, belki de zamanın en ünlü moleküler evrimcisi olan Allan Wilson’a bir yıl boyunca jel plakalarını yıkatacağımı söyledim. Sonra ona profesör

2022 yılı Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü “soyu tükenmiş insansı (hominin) genomları ve insan evrimi hakkındaki keşifleri için” İsveçli biliminsanı Svante Pääbo’ya verildi.

20

olmadığımı, hatta bir doktor bile olmadığımı ve kesinlikle çalışma iznini geçirebileceği bir laboratuvarımın bulunmadığını açıklayan bir cevap yazdım. Tersine, doktora sonrası araştırmalarıma, onun Berkeley’deki laboratuvarında devam etme şansım olup olmadığını sordum.” Bu dönemde gelecekteki kariyeri konusunda danıştığı çoğu kişi Pääbo’ye gerçekte hiç olmayan bir alana girmemesi yönünde tavsiyeler veriyor, viroloji ve bağışıklık sistemi konusundaki araştırmaların gelecek vaat ettiğini ve bu alanda devam etmesini öneriyordu. Hatta kitabın ilgili bölümünden anlaşıldığı kadarıyla birçok kişi bu “hobi”sinin kendisini güvenilir bir kariyer yolundan saptırdığını düşünüyordu. Her ne kadar aklında şüpheler olsa da Pääbo kurduğu hayalin peşinden gitti. 1986’da davet edildiği Cold Spring Harbor Laboratuvarları tarafından düzenlenen sempozyumda Pääbo mumyadan elde ettiği antik DNA çalışmasını anlattı. Burada karşılaştıkları aslında hem Nobel’in hem de genetik çalışmaların tarihi açısından önemli. Aynı oturumda sunulan bir diğer çalışma, Kary Mullis’in moleküler genetikte çığır açtığı ve sonraki yıllarda Nobel ödülünü aldığı polimeraz zincir reaksiyonu çalışması. Daha önce de bahsettiğimiz gibi o yıllarda henüz yöntemler bugünkü kadar gelişmiş

değildi. DNA moleküllerini çoğaltmak için, canlı bir organizmaya ihtiyaç vardı. Genellikle çoğaltılması kolay ve ucuz olduğu için bakteriler bu amaçla kullanıyordu. Kısaca, çoğaltılması istenen DNA parçaları bakteri genomuna laboratuvarda entegre ediliyor, bakteriler çoğaldıkça bu DNA parçası da çoğalmış oluyordu. Çoğaltılmış bakteri kültüründen tekrar DNA elde edilerek istenen parça ayıklanıyordu. Ancak Kary Mullis’in çalışması sayesinde tüm bu meşakkatli aşamaları atlayarak, DNA parçalarını tüpte enzimler yoluyla çoğaltmak mümkün hale geldi. Bu yöntemle en başta elde edilen DNA miktarı çok az olsa bile milyarlarca kopyası kısa sürede üretilebiliyordu. Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PZR, ing. PCR) bugün hala moleküler biyoloji çalışmalarının temelini oluşturuyor. 1986’daki sempozyumun bir başka önemi daha var: Aynı sempozyumun gündemlerinden bir diğeri ise İnsan Genom Projesi’ydi. Bilindiği gibi bu çaba 2000’lerin başına kadar sürdü. Ancak bilinenin aksine, İnsan Genom Projesi’nin tek amacı insan genomunun dizilenmesi değil, aynı zamanda dizileme teknolojilerinin geliştirilmesiydi. Gerçekten de yıllar içinde bu alanda büyük bir gelişme kaydedildi, yıllarca büyük bir emekle dizilenen genomlar bugün birkaç saat içinde tek bir makinede dizilenebiliyor. Bu karşılaşmalar, sonraki yıllarda Pääbo’nün olduğu kadar antik DNA çalışmalarının da geleceğini belirledi. Genel olarak yeni nesil dizileme Pääbo ve ekibi, Neandertal taslak genom dizilimini insan genomuyla karşılaştırdığında gerçekten de ortak bazı DNA bölgeleri olduğunu saptadı. Yani gerçekten Sapiens ve Neandertaller birbirleriyle çiftleşmişler ve aralarında bir gen aktarımı gerçekleşmişti. (Resim yazarlar tarafından yaratıldı).

teknolojileri olarak adlandırılan bu tekniklerin gelişmesiyle birlikte, sadece canlı dokulardan değil, geçmişte yaşayan ve soyları tükenmiş türlerin de tüm genomunu elde etmek mümkün hale geldi.

Antik DNA çalışmalarında metodoloji Bütün bu teknolojik gelişmelere rağmen antik DNA ile çalışmak zorlu bir süreç. Hücrelerimizde bulunan DNA materyali aslında sürekli bir yapım ve yıkım süreci altındadır. Canlılığımız için gerekli bilginin yeni hücrelere aktarılması ya da hücre içerisinde işlevsel proteinlere dönüştürülmesi süreci, DNA üzerinde büyük bir baskı yaratarak hasarların oluşmasına neden olur. Ne şanslıyız ki hücrelerimizde, bu hasarları kontrol edecek ve geri döndürecek DNA tamir mekanizmaları bulunmaktadır. Bu sayede, DNA üzerinde gerçekleşen hasarlar çoğunlukla tespit edilerek geri döndürülür. DNA’nın işlevlerinin düzenlenmesi sürecinde tamir mekanizmaları canlılık için hayati bir rol oynar. Bilindiği gibi bu tamir mekanizmalarını anlamak için yaptığı çalışmalarla 2015 yılında Nobel Kimya Ödülünü Aziz Sancar aldı. Organizmanın ölümünün ardından bu tamir mekanizmalarının hepsi durur. Hücrelerimizin içerisinde bulunan enzimler hızlı bir şekilde DNA’yı kısa parçalara ayırmaya başlar. Canlının bedeninde üremeye

başlayan mikroorganizmalar da bu yıkım sürecine destek verir. Bu süreçte, küçük parçalara ayrılmış DNA dizilerinin uçlarında antik DNA hasarları olarak ifade edilen nükleotid değişimleri gerçekleşmeye başlar. Bahsedilen bu süreç, arkeolojik yaşlanma olarak ifade edilir ve zaman içerisinde artarak örneğin bulunmasına kadar devam eder. Uzun yıllar sonra bir arkeolog bu örnekleri tekrar gün yüzüne çıkardığında ise, günümüzde yaşamakta olan organizmalara ait DNA dizileri antik DNA parçalarının arasına karışır. Modern DNA bulaşı olarak da adlandırdığımız bu diziler çalışmaları iyice karmaşıklaştırır. Biz görmesek de aslında her yerde DNA dizileri mevcut. Hatta şu anda bu yazıyı okurken bile vücudunuzdan sayamayacağınız kadar çok DNA parçası etrafa saçılıyor. Dolayısıyla örneğin taşınması ve işlenmesi sürecinde de bulaş DNA’nın örneğe dahil olması oldukça olası bir ihtimaldir. Antik DNA araştırmacıları, bu olasılığı en aza indirmek için, örneği işleme süreçlerinde çok sıkı güvenlik önlemleri almakta ve özel laboratuvarlarda çalışmaktadır. Yani bu yazıdan ilham alarak, insan evriminin kayıp bir halkasını aydınlatmak istiyorsanız çok dikkat etmelisiniz. Yanlışlıkla kendi DNA dizilerinizi analiz edebilirsiniz. Nitekim 1995 yılında Science dergisinde yayınlanan bir çalışmada dinozorlara ait DNA parçalarının elde edildiği ve bu dizilerin tahmin edilenin aksine kuşlardan ziyade insanlar ile evrimsel açıdan benzer olduğu iddia edildi. Antik DNA alanında ikonik hale gelen bu çalışmada, dinozorlara ait olduğu sanılan DNA dizilerinin aslında modern insan DNA’sı bulaşından kaynaklandığı anlaşıldı. Yani, elde edilen DNA parçaları gerçekte dinozora ait değildi. Sonraki yıllarda yapılan çalışmalar, DNA’nın yarılanma ömrü nedeniyle optimal koşullarda bile DNA moleküllerinin yaklaşık 1 milyon yıl korunabileceğini gösterdi. Şu ana kadar laboratuvarda özütlenmiş en eski DNA molekülü, yaklaşık 1,1 milyon yıl önce Sibirya’da yaşamış olan bir mamuta ait. Buna benzer durumların olabileceğini tahmin eden Svante Pääbo ve

21

Türkiye’de yapılan antik DNA çalışmaları

Makalenin yazarlarının modern giysiler içinde bir Neandertal’i betimleyen çalışması.

ekibi, bu alanda karşılaşılabilecek zorlukları belirlemek ve metodolojik standartları oluşturmak için çok sayıda çalışma gerçekleştirmiştir. Bu sayede, yukarıda belirtilen arkeolojik yaşlanma örüntülerini kullanarak, modern bulaş DNA dizilerini, antik DNA dizilerinden ayırmak mümkün hale gelmiştir. Günümüzde elde edilen DNA moleküllerinin antik olduğunu doğrulamak üzere gerçekleştirilen ve antik DNA otantikasyonu adı verilen hesaplamalarda özgün DNA hasarlarından yararlanılmaktadır. Çok klişe bir cümle olsa da - kökenlerimiz, bizi biz yapan özellikler ve genel olarak insanlık tarihi hemen hemen her dönem sıklıkla çalışılan bir konu olmuştur. Antik DNA çalışmalarının dahil oluşuna kadar, evrimsel tarihimiz genel olarak fosil kayıtları üzerinden takip edilmekteydi. Svante Pääbo ve ekibi, işte bu noktada arkaik insansı örneklerinden DNA dizileri elde ederek, arkeolojik bilgiler ile birlikte bütünleştirmiş ve insan popülasyon tarihine genetik bir derinlik de eklemiştir.

İnsan evriminde önemli bir halka: Yakın kuzenlerimiz Neandertaller Peki, Svante Pääbo ve ekibi hangi konulardaki bilgimizi geliştirecek, çığır açıcı katkılarda bulundu? Güncel çalışmalar, insanlığın Afrika savanasında evrimleşmiş olduğunu göstermektedir. Arkaik insansılar ve anatomik açıdan modern insan toplulukları, farklı yıllara tarihlenen göç dalgaları ile birlikte Afrika’dan

22

Antik DNA çalışmaları, 21. yüzyıldaki gelişmelerle beraber tüm dünyada yaygınlaştı. Türkiye’de ilk antik DNA laboratuvarının kuruluşu 2012 yılında gerçekleştirildi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Biyolojik Bilimler Bölümünden Prof. Dr. İnci Togan ve Dr. Füsun Özer öncülüğünde kurulan ODTÜ Antik DNA laboratuvarı, sonraki yıllarda araştırma kapasitesini genişleterek günümüze kadar geldi. Bugün, Prof. Dr. Mehmet Somel ve ekibinin yürüttüğü çalışmalarda Neolitik dönemin kapıları aralanıyor. 2019 yılında aynı ekip tarafından Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümünde Human-G adıyla kurulan ikinci bir laboratuvar ile Türkiye’deki araştırma altyapısı oldukça genişledi. Zamanla gerekli insan kaynağının da yetişmesiyle, bu makalenin yazarları olarak bizlerin de içinde bulunduğu ekip, bugün dünya standartlarında çalışmalara imza atıyor. Yürütülen çalışmalar, Neolitik Dönem insanları ile sınırlı değil. Tunç ve Demir Çağları ile Roma ve Osmanlı Dönemine tarihlenen insan iskeletleri, at, eşek, koyun gibi türlerin evcilleştirilme tarihi ve mikrop antik DNA’ları yoluyla salgın hastalıkların tarihi de ekibimizin araştırma konuları arasında. ayrılmış ve dünyaya dağılarak günü- birlikte mi yaşadılar yoksa ilişkilemüzdeki popülasyon yapısını oluş- ri bir mağara arkadaşlığından daha turmuştur. Bilinen en eski fosil ka- mı öteydi? Yani aralarında bir gen yıtlarına göre yaklaşık 1,9 milyon yıl aktarımı gerçekleşmiş olabilir miyönce Homo erectus Afrika’dan çıkan di? Peki, aralarında bir gen alışveriilk insansı topluluğu olmuştur. Da- şi olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bu ha sonra ise günümüzden 500 bin i- soruyu cevaplamak için gelin birlikla 300 bin yıl öncesinde Neandertal- te akıl yürütelim. Genomumuz aslerin atalarının Afrika’dan çıkarak, lında annemizin ve babamızın geAvrupa ve Asya’nın batısına yerleş- netik bilgisinin rastgele bir şekilde tikleri ve yaklaşık 40 bin yıl önce- harmanlanmış halidir. Yani genetik sine kadar burada yaşadıkları fosil bilgimizi incelersek, annemizden ve kayıtları sayesinde bilinmektedir. babamızdan gelen DNA parçalarının Son olarak ise anatomik olarak mo- olduğunu görebiliriz. Bir kuşak gedern insanların, bilimsel adıyla Ho- riye gidersek, aslında annemizin ve mo sapiens’in, günümüzden 70 bin babamızın da genetik bilgisinin, büila 80 bin yıl önce Afrika’dan çıkış yükanne ve büyük babalarımızın geyaparak, dünyaya yayıl- DNA çalışmaları sonucunda elde edilen bilgilerle çizilmiş dığı tahmin edilmektedir. ilk Denisovalı. Afrika’dan çıkıştan sonra iki kola ayrılan H. sapiens popülasyonu doğu ve batıya dağılmıştır. Batıya yayılan kol yaklaşık 45 bin yıl önce Avrupa’ya yayılmış ve burada Neandertallerin soyu tükenene kadar iki tür beraber yaşamıştır. Arkeolojik kayıtlar, birlikte yaşayan bu iki türün bir arada yaşamış olduğunu gösterse de aralarındaki ilişkiyi tam olarak ortaya koyamadı. Bu durum akıllarda birçok soruya neden oldu. Genetik açıdan bakıldığında bu iki topluluk arasındaki ilişki nasıldı? Sadece

netik bilgisinin bir harmanı olduğunu göreceğiz. Bu işlemi uzun yıllar boyunca geriye sardığımızda şöy-

le bir hipotez kurabiliriz: Eğer Neandertaller ve anatomik açıdan modern insanlar arasında bir gen geçişi

olmuşsa, DNA üzerinde bu ikisi tarafından paylaşılan diziler bulmamız gerekir. Bu soruların yanıtını arayan Svante Pääbo ve ekibi 1997 yılında Batı Almanya’da Düsseldorf yakınlarında 1856 yılında bulunan bir Neandertal iskeletinin sağ ön kol kemiğinden DNA dizileri elde etti. Bu diziler, mitokondri genomunda evrimsel analizler için kullanışlı bilgi sağlayan kısımları içeriyordu. Hassas ölçümlerle, elde edilen dizilerin Çalışmalar, Denisovalılar ile Neandertallerin ortak bir ataya sahip olduklarını ve Denisovalıların hem Sapiens ile hem de Neandertal ile çiftleştiğini gösteriyordu. (Resim Altay dağlarında yaşayan bir Denisovan insanını gösteriyor).

Antik metagenomik: İnsanlık tarihine bütüncül bir bakış Yeni nesil dizileme teknolojileriyle, bir örnek içerisinde bulunan DNA dizilerini okumanın mümkün olduğundan bahsetmiştik. Bunu şöyle hayal edebilirsiniz: Bir örnekten DNA elde ettiğinizi ve bu DNA içeriğini kısa parçalara ayırdığınızı düşünün. Yeni nesil dizileme teknolojileri; size o kısa parçaları, organizma farklı gözetmeksizin rastgele bir şekilde çoğaltma ve dizileme olanağı sağlamaktadır. Yani bu sayede bir arkeolojik örnek içerisindeki bütün canlılara ait DNA dizilerini, organizma farkı gözetmeden çoğalma şansınız var. Peki, böyle bir işlem bize ne fayda sağlar? Büyük bir ihtimalle, bağırsaklarımızda bulunan mikrobiyota olarak isimlendirilen mikroorganizma topluluğunun sağlığımız üzerine etkilerini ya da işlenmiş gıdaların ve şekerli yiyeceklerin ağzımızda yaşayan bakteri kompozisyonu üzerindeki etkilerini duymuşsunuzdur. Sadece bağırsaklarımız değil, vücudumuzun her tarafında mikroplar bulunmaktadır. Bu mikroplar bağışıklık sistemimiz ile fayda-fayda esasına göre çalışmaktadır. Vücudumuz, bu bakteriler için uygun bir ortam oluştururken, bakterilerde buna karşılık olarak vücudumuza yeni özellikler katmaktadır. Güncel çalışmalar, mikrobiyota değişimlerinin sağlığımızı birçok noktada etkilediğini göstermiştir. Yaşam koşulları, diyet ve kültürel değişimlerle birlikte, mikrobiyotamız da etkileniyor ve değişiyor. Ayrıca, dışarıdan vücudumuza giren hastalık yapıcı patojenlerin de varlığını unutmamamız gerekir. İnsanlar, dünyaya yayılırken aslında bu mikrobiyal içeriği de beraberlerinde taşıyorlar. Peki, bu mikrobiyota içeriğini nasıl elde edebiliriz? Bunu için insan mikrobiyota içeriğini koruma kapasitesine sahip örnekler kullanılır. Mesela dişlerinizi bir süre fırçalamadığınızı düşünün, hemen dişlerinizde biriken diş plaklarını gözlemlersiniz. Aslında bu diş plakları ağzınızdaki mikroorganizmaların oluşturduğu, biyofilm diye adlandırılan mikroorganizma kolonileri.

Eğer bir süre daha dişlerini fırçalamazsanız, bu tabaka yavaş yavaş sertleşmeye ve diş taşlarını oluşturmaya başlar. İşte bu yapı, mikrobiyal DNA içeriğini yüzyıllar boyunca korumaya olanak veren, kalsifiye bir materyale dönüşmektedir. Dolayısıyla, çok eskiden yaşamış bir insanın diş taşlarını kullanarak elde ettiğimiz DNA içeriği, aynı zamanda o insanın ağzındaki mikrobiyal içeriği elde etmemiz için de kullanılacak değerli bir kaynaktır. Peki, böyle bir materyalden ne gibi bilgiler elde edilebilir? İnsan mikrobiyotasının göç, diyet, kültürel değişimlerle değiştiğini söylemiştik. Ancak tarihsel süreç içerisinde bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği ve atasal ağız mikrobiyota içeriğinin neye benzediği hâlâ tam olarak tam olarak bilinmiyor. Güncel çalışmalara bakıldığında, Taş Devrinden günümüze kadar olan zaman çizgisini kapsayan diş taşı örneklerinden elde edilen bilgiler, zaman içerisinde ağzımızdaki mikrobiyal çeşitliliğin azaldığını ve hastalık yapıcı bakterilerin sıklığının arttığını gösteriyor. Çeşitlilik kaybının azalması aslında fırsatçı patojen bakterilerin üremeleri için uygun bir ortam oluşturur. Mesela, işlenmiş gıdalar ve şeker alımı, ağız içerisinde belirli tip bakterilerin fazla çoğalmasını sağlarken, bu bakteriler de diş eti hastalıkları ve çürük gibi etkilere neden olur. Hatta bu değişimlerin daha çok endüstrileşme sürecinden sonra olduğu gözlenmektedir. Dolayısıyla, atasal bir mikrobiyota içeriğini elde edip tarihsel süreç içerisindeki değişimleri belirleyebilirsek, yaşayan insanların ağız-diş sağlığını -ve genel olarak insan sağlığını- daha iyi anlayabilir ve daha iyi bir hale getirebiliriz. Öte yandan, Kara Ölüm gibi insanlık tarihindeki büyük salgınların etmenlerini ve dinamiklerini anlamak, gelecekte yaşanması muhtemel salgınlara hazırlık ve müdahale için elzem. Yani, antik dünya yalnızca insanlarıyla değil, mikropları, hayvanları, bitkileriyle bir bütün ve bu bütünü anlamak çaba gerektiriyor!

23

arkeolojik yaşlanma örüntülerine sahip olduğu tespit edildi. Dolayısıyla ilk adım tamamlanmıştı ve elde edilen dizilerin modern bulaş kaynaklı olma ihtimali çok düşüktü. Bundan sonraki adımda Pääbo ve ekibi, bu dizilerdeki çeşitliliğin seviyesini tespit etmeye çalıştı. Bunun için, elde edilen mitokondriyal Neandertal DNA’sı, Sapiens’e ait dizilerle karşılaştırıldı. Elde edilen sonuca göre, Neandertal dizilerindeki çeşitlilik ile Sapiens’te görülen çeşitliliğin sınırları örtüşmüyordu. Öte yandan, günümüzde Afrika’da ve Afrika dışında yaşayan insan toplulukları ile farklı şempanze örnekleri de çalışmaya dahil edildiğinde; Neandertal dizilerinin insan örneklerine, şempanzelerden daha fazla benzediği ortaya çıkıyordu. Sonuç olarak, anatomik açıdan modern insanlar ve Neandertaller arasındaki akrabalık ilişkisi genetik düzeyde ortaya çıkartılmıştı. Ancak bu çalışma, Neandertallerin, insanlara herhangi bir mitokondriyal katkı sağlamadan yok olduklarını gösteriyordu. Neandertaller hakkında daha fazla bilgiye sahip olsak da, hâlâ anatomik insan ile arasındaki genetik ilişki tam olarak açıklanmamıştı. 21. yüzyıla geldiğimizde yukarıda bahsettiğimiz yeni nesil dizileme teknolojileri artık farklı olanakların kapısını aralamaya başlıyordu. 2010 yılı antik DNA çalışmalarının altın yılı olarak tarihe geçti. İlk olarak, Danimarka merkezli uluslararası bir ekip Şubat ayında 4500 yıl önce Grönland’da yaşamış olan Saqqaq kültürüne ait bir Sapiens bireyinin tüm genom analizini yayınladı. Bu çalışmayla birlikte, ilk kez antik bir bireyin, DNA’sında belirli bölgeleri hedeflemeksizin tüm genomu yüksek çözünürlükte yayınlanmış oldu. Hemen ardından Mayıs ayında Pääbo ve ekibinin yaptığı çalışmayla, Hırvatistan’da Vindija mağarasında bulunan ve yaklaşık 38.000 yıl öncesine tarihlenen Neandertal iskeletinden yeni nesil dizileme teknolojileri kullanılarak ilk taslak genom elde edildi. Pääbo ve ekibi, Neandertal taslak genom dizilimini insan genomuyla karşılaştırdığında gerçekten

24

de ortak bazı DNA bölgeleri olduğunu saptadı. Yani gerçekten Sapiens ve Neandertaller birbirleriyle çiftleşmişler ve aralarında bir gen aktarımı gerçekleşmişti. Dahası, bu ortak diziler Afrika dışında günümüzde yaşamakta olan tüm insanlarda bulunuyordu. Bu gözlem bir başka sorunun da cevabı oldu. İki türün çiftleşmesi, Sapiens’in Afrika’dan çıkışından hemen sonra gerçekleşmiş olmalıydı. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi Sapiens Afrika’dan çıktıktan sonra biri doğuya diğeri ise batıya doğru hareket eden iki kola ayrılmıştı. Afrika dışında yaşayan herkeste Neandertal DNA’sı bulunması, karışmanın bu kollar ayrılmadan önce gerçekleştiğini gösteriyordu.

Bir kemik sayesinde tanımlanan insansı: Denisovalılar Bu keşfin ardından Pääbo ve ekibi, 2010 yılının Aralık ayında başka bir önemli çalışma yayınladılar. Yolda yürürken bir kemik parçası bulduğunuzu düşünün. Bu kemik parçasının hangi canlıya ait olduğunu tespit edebilir misiniz? Bir grup arkeolog, Sibirya’da Denisova mağarasında, 50 bin - 30 bin yıl öncesine tarihlenen bir katmanda parmak kemiği buldu. Bu kemikten elde edilen DNA karşılaştırmalı olarak incelendiğinde, bir insansı türüne ait olduğu tespit edildi, ancak Nean-

dertal ve Sapiens’ten farklı bir çeşitliliğe sahipti. Yine aynı mağarada bulunan bir dişten elde edilen mitokondriyal DNA’nın da bu türden bir bireye ait olduğu anlaşılıyordu. Analizler yeni bir insansı türünün keşfini doğruluyordu. Bu yeni türe, bulunduğu mağaranın adına atıfla Denisovalı (ing. Denisovan) adı verildi. Bu çalışmayla birlikte ilk kez, henüz iskeletinden morfolojik olarak tanımlanmamış bir tür, genetik analizler yoluyla tanımlandı. Bugüne kadar Denisovalı türünün tüm iskeletine hâlâ ulaşılamadı. Ancak, çeşitli kemik parçalarından bu türün başka bireylerinin de genomları elde edildi. Çalışmalar, Denisovalılar ile Neandertallerin ortak bir ataya sahip olduklarını ve Denisovalıların hem Sapiens ile hem de Neandertal ile çiftleştiğini gösteriyordu. Bugün Melanezya’da yaşayan toplumların bir miktar Denisovalı DNA’sı taşıdığı biliniyor. Dolayısıyla, Denisova insanlarının daha çok Asya’nın doğusundaki insan topluluklarıyla etkileşime geçtiği düşünülmektedir. Ek olarak, yıllar içerisinde yapılan çalışmalar Denisova mağarasında üç insansı türünün de yaşadığını gösterdi. Hatta bazı dönemlerde birlikte yaşadıkları da ortaya çıktı. 2018 yılında yapılan bir antik DNA çalışmasında elde edilen bir bireyin, Neandertal anne ve Denisovalı babanın çiftleşmesi sonucu doğduğu saptandı.

Tibet platosunda, yaklaşık 4000 metre yükseklikte yaşayan yerel halk kırmızı kan hücrelerinin oluşumunu kontrol eden EPAS1 isimli bir gene sahip.

Evrimsel tarihimizde insansı kuzenlerimizle ilişkilerimiz

Peki, bu türlerle aramızda gerçekleşen gen akışları, türümüzün evrimsel geçmişinde nelere yol açmış olabilir? Hiç deniz seviyesinden yükselmeye çalıştınız mı? Büyük bir ihtimalle hava sıcaklığında hafif bir düşüş, kulaklarınızda basınç hissedeceksiniz. Devam ederseniz ve 2500-3000 metre yüksekliği geçmeye başladığınızda yavaş yavaş halsizlik, baş ağrısı, baş dönmesi ve hatta mide bulantısına kadar giden bazı semptomlarla karşılaşmanız olasıdır. Peki, daha da yükselirseniz? Mesela Everest’e, yani 8800 metre yüksekliğine tırmanmaya çalışırsanız ne olabilir? Tabii ki vücudumuz adaptasyon mekanizmaları sayesinde yüksek irtifaya uyum sağlamaya çalışacak ve kısa bir süre için de olsa daha fazla kan hücresi üreteceksiniz. Ancak, fizyolojik açıdan bu kan hücresi artışı bazı sorunlar yaşamanıza sebep olacaktır. Peki, Tibet platosunda, yaklaşık 4000 metre yükseklikte yaşayan yerel halk bu sorunlarla nasıl başa çıkabiliyor? Bu Yazarların yarattığı başka bir çizim.

sorunun cevabını arayan bir grup araştırmacı Tibet platosunda yaşayan halkların genomlarını, diğer insan topluluklarıyla karşılaştırdı ve sadece belli bir DNA bölgesinin Tibet halklarında daha fazla farklılaştığını tespit etti. Bu bölge, kırmızı kan hücrelerinin oluşumunu kontrol eden EPAS1 isimli bir gen. Bu gen sadece düşük oksijen koşullarında aktifleşerek, çok fazla kırmızı kan hücresinin üretilmesini engelliyor ve yukarıda bahsedilen sorunları ortadan kaldırmış oluyor. Tibet halklarında farklılaşan bu DNA bölgesi, Denisovalı genomuyla karşılaştırıldığında, büyük bir benzerlik olduğu görüldü. Yani yüksek irtifada yaşayan Tibet halklarında bulunan EPAS1 geni, Denisovalılar ile karışma sonucu türümüze kalan bir miras. Diğer insansı türleriyle karışmamızın evrimsel tarihimize etkisi EPAS1 geniyle sınırlı değil. Karşılaştırmalı analizler, özellikle bağışıklık sistemini düzenleyen genlerde Neandertal etkisinin yoğun olduğunu gösteriyor. Sapiens’in Afrika’dan çıktıktan sonra dünyaya yayılması, aynı zamanda türümü-

zün tarihi boyunca hiç bilmediği patojenlerle ilk kez karşılaşması anlamına geliyor. Bağışıklık sisteminin hazır olmadığı bu patojenlerin bir kısmı ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Her ne kadar o dönemde nüfus yoğunluğu az olsa da bağışık olmadığımız bu patojenlerin yol açacağı pandemi Afrika’dan çıkan popülasyonun henüz yolun başındayken yok olmasına neden olabilirdi. Ancak, görünen o ki Neandertallerle çiftleşmemiz sonucu türümüze geçen bağışıklık sistemi genleri, Afrika dışında patojenlere karşı atalarımıza bir savunma mekanizması sağladı. Böylece, bağışıklık sistemiyle ilişkili genlerimizde bulunan Neandertal varyantları korunmuş oldu. Çalışmalar, sadece benzerliklerle ilişkili değil. Yakın kuzenlerimizle benzerliklerimiz kadar farklılıklarımız da bize çokça bilgi veriyor. Neandertallerle Sapienslerin DNA dizileri arasındaki farklılıklar, insanı insan yapan özelliklerin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. DNA düzeyinde baktığımızda gördüğümüz farklılıklar her zaman işlevsel olarak etkili olmayabilir. Kısaca açıklamak gerekirse, DNA dizileri aslında protein dizilerini kodluyor. DNA dizilerinde ortaya çıkan mutasyonlar her zaman protein dizilerini değiştirmek zorunda değil, çünkü bazı DNA dizileri aynı aminoasidi kodlayabiliyor. Protein düzeyinde bakacak olursak, Neandertallerle Sapiens arasında yaklaşık 100 aminoasitte fark var. İşlevsel genomik çalışmaları, bu farkların bir kısmının beyin fonksiyonlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum, Sapiense özgü birtakım bilişsel özelliklerin düzenlenmesinden kaynaklı olabileceğini gösteriyor. Pääbo ve ekibi, son yıllarda bu işlevsel genomik çalışmalarına yönelmiş durumda. Laboratuvarda üretilen Neandertal varyantlarını taşıyan beyin organoidlerini inceleyerek, her iki türün de bilişsel kapasitelerini anlamaya çalışıyorlar. İleriki yıllarda bu çabalar, bilimsel merakın ötesinde, birçok nörolojik ve psikiyatrik bozukluğun anlaşılmasına ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunacak gibi görünüyor.

25

Kul insan anlayışında kader-kaza, özgürlük-sorumluluk-ceza sorunları

Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte önceden saptanmış yaşam süresinin sonunu belirten bir yazgı olarak “ecel” inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgi ve tekniklere başvurularak yaşama geri döndürüldüklerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Bilimin, doktorların adı bile anılmadan “Allah’a şükür!” Alâeddin Şenel’in okuyacağınız makalesi, 8 yıl önce Soma’da 301 madencimizin öldüğü katliamdan sonra başta Tayyip Erdoğan olmak üzere yetkililerin “kader”, “fıtrat” gibi söylemleri üzerine yazılmış ve Bilim ve Gelecek’in Haziran 2014 tarihli 124. sayısının kapak dosyası olmuştu. Geçtiğimiz ay bu kez Amasra’da 41 madencimiz grizu patlaması sonucunda hayatını kaybetti; daha doğrusu katledildi. Aynı kişiler yine aynı söylemlerle ortaya çıktılar. Biz de bu yazıyı okurlarımıza yeniden anımsatmak istedik.

B 26

urada hemen bir terminoloji tartışmasına girilebilir. Bu, yazının içeriği ve yönelimi hakkında ipuçları verecektir. Kader, mitolojide ve edebiyatta da işlenen metafizik bir kavramdır. Bilimsel değeri yoktur. Çünkü bilimsel anlayışa göre, “neden” zaman içinde önce gelir; “sonuç” onu izler. Ayrıca, doğa olaylarının dışında, doğanın sonucu belirleyici ve insanınkinden bağımsız kendi ereğinin varlığına inanç bilimsel anlayışın dışında kalır. Kader (yazgı) denilen, bir şey olup bittikten sonra, geçmişe bakılıp, doğan sonucun başından belli ve kaçınılmaz olduğunu söylemektir. Kaçınılmaz olduğu sonradan değil önceden söylenebilseydi bir anlamı olurdu. Her şey olup bittikten sonra bir olay, örneğin bir doğal afet için “Ne yapılırsa yapılsın kaçınılmazdı” demek doğruluğu yanlışlığı kanıtlanamayacak bir saçmalamadır. Bilimsel anlayış sonucun, nedenler oluşmadan görülüp bilinemeyeceği sağ-

Alâeddin Şenel duyusuna dayanır. Çünkü, sürece yeni, önceden bilinemeyecek nedenler karışabilir. Olay doğmadan önce ya da sonra “kaçınılmaz” bulmak, gerçekliği -11. tezdeki gibi etkileyip değiştirmeye değil-, olup bitene katlanıp boyun eğmeye yarar. Olsa olsa katlanmayı kolaylaştırır. “Sonuç nedenlerden önce bilinemeyecekse bilimsel ‘öngörü’ nedir?” denecektir. Bilimsel öngörü, yazgıcılıktan ve bilicilikten (kâhinlikten) çok farklı bir şeydir. İnsan, bilimci, araştırmacı istenciyle, gerçeklikte ya da kafada öteki nedenlerden yalıtlanmış belirli nedenlerin, doğa yasaları uyarınca etkileşiminin olası sonuçlarını kestirebilmektir. Cansız doğa olaylarında (gerçek insan özneler onlara karışmadıkça) sonuçları nedenler belirler. İnsan-doğa, insan-insan ilişkilerine gelince, kaderin kabul edilip, tevekkülün (kadere katlanmanın) öğütlendiği durumlarda, aynı zamanda olumsuzu (o olay için) olumluya dönüştürebilecek insan eyleminden ya da insanın sorumluluğundan söz etmek doğru olmaz. Hem içinde mantıksal tutarsızlık, hem de olgusal olanaksızlık taşıyan bir saçmalama olur. Fıtrat ise, “insan doğası” anlamına gelen bir kavramdır. Bir işin (örneğin kömür madenciliğinin) fıt-

ratından, ancak mecazi anlamında söz edilebilir. Söz konusu işin insan istenç (irade) ve eyleminden bağımsız “doğasından” söz etmek, insan sorumluluğunu örtmeye, insan emeğini küçümsemeye yarar. Aynı biçimde bir işin doğasının yazgı derecesinde kaçınılmaz “riskli” olduğunu ileri sürmek, onun insan girişiminden bağımsız riskinden söz etmek, girişimcilerin sorumluluğunu örtme ya da hafifletme girişimi olabilir. Altında böyle bir amaç yoksa, düpedüz yanlıştır. Hele yaşamı kaçınılmaz riskler alanı olarak görüp göstermek, çoğu durumda, yarışmacı kapitalist, belki aynı zamanda sosyal Darwinci faşist bir dünya görüşünün bakış açısının ürünü bir sanrıdır. Sanrı değil gerçekliğin doğru bir betimlemesiyse, böyle bir dünya görüşüne varmış ya da onu benimsemiş insan öznelerin örgütleyip, denetleyip yönettikleri düzenlerin gerçekliğidir. (1) Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte önceden saptanmış yaşam süresinin sonunu belirten bir yazgı olarak “ecel” inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgi ve tekniklere başvuru-

B

u konuda Machiavelli’nin “yazgı” anlayışı, yazgı kalesini, cepheden saldırmadan, arkasından dolanarak ele geçirmenin düşünsel stratejisini vermektedir (3): Machiavelli, önce yazgının dünya işleri üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu kabul eder görünür. Ancak yazgıya nasıl göğüs gerileceğini açıklarken, ona nasıl katlanılacağını değil, yazgının nasıl “aşılacağını” anlatır. Zamanının insanlarının dünya işlerini Tanrıya, rastlantıya verip, insan aklının bunları kavrayıp değerlendiremeyeceğine inanmalarını eleştirir. “Yazgıya inancı benimsersek [bo-

larak yaşama geri döndürüldüklerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Bilimin, doktorların adı bile anılmadan “Allah’a şükür!”

Kader kurbanları

Bir televizyon programında, iki karısını öldürdüğünü saklamayan birisi, “Bizde yalan yok” diyordu. Artık akıllandığını söyleyerek üçüncü kez evlenebilmek için stüdyoda önceki eşlerinin “kader kurbanı” olduğunu söylüyordu. Rahşan Ecevit affıyla bırakıldığını anlattıktan sonra, içerde yattığı yıllar için kendisini de “kader kurbanı” olarak gördüğü, söylediklerinden anlaşılıyordu. Üçünün de “kader kurbanı” sayılmasında, Kader’e inanç açısından bir tutarsızlık yoktu. Ölen de öldüren de kader kurbanı! Böyle bir mantıkla, Tanrının çizdiği kaderin gerçekleşmesi karşısında, Tanrı sorumlu tutulamayacağı gibi, “kabahat öldürende değil ölende” denen durumlarda bile, ölen de öldüren de sorumlu tutulamaz.

Kadere isyan Bu durumda dine, İslam’a, Kader’e inananların bile takınabilecekleri tutum için iki düşünsel seçenek vardır önlerinde. Biri, kadere boyun eğip (onu takdir-i ilahi: tanrısal yazgı sayarak) katlanmaktır. Ötekisi, Kader’i yadsıyıp, bu inanca başkaldırmak. İnanmak yerine düşünmek, hatta eleştirel düşünmek. Olumsuz, haksız, acı verici, öldürücü sonuçlar doğuran olguların ve olayların “sorumlularını” aramak.

Bununla da yetinmeyip, sorumlu görünenlerin hangi koşullarda öyle davrandıklarını araştırarak olayın “nedenlerine” inmeye çalışmak. “Bunun ne yararı olabilir ki? Olan olmuş, ölen ölmüş. Yaraları sarmak, acıları hafifletmeye çalışmak varken, yaraları kaşımanın, deşmenin yeri mi?” diyenler çıkacaktır, çıkmaktadır. Dinsel, ereksellikçi düşünüş alışkanlığı edinmiş (hatta bağımlısı kılınmış) kişilere doğru gelebilecek bir görüştür Kader. Ölenlere Tanrıdan rahmet (ne demekse o?) (2) dilenip defterleri kapatılacak. Kalanlar, fizyolojik, psikolojik varlıkları sakatlanmış da olsa, yaşamayı sürdürebilmek için düzenin sürdürülmesine yeniden omuz verecekler.

Sorumlular ve nedenleri araştırılmalı Bilimsel, nedensellikçi sorgulamada ise yalnızca sorumluların (öç alınması ya da hakkın, eşitliğin yerine getirilmesi için) bulunması istenmekle yetinilmemektedir. Sorumluların konumlarında, koşullarında olumsuz sonuçlar doğuran doğal, toplumsal, kişisel etmenlerin (nedenlerin) anlaşılıp ortaya çıkarılmasına da çalışılmaktadır. Bu bize nedenlerin ortaya çıkarılıp doğurdukları sonuçların anlaşılmasında yarar sağlamaktadır. İnsana, nedenleri etkileyip değiştirerek, beklenmeyip istenmeyen sonuçların önlenmesinin yollarını düşündürecektir. Böyle bir sorgulama, istenen sonuçların elde edilebilmesinin yollarını da gösterebilecektir.

YAZGININ AŞILMASI yun eğersek] istemediğimiz şeylerin olmasını önlemek için niye çabala-

yalım? O zaman elimizi kolumuzu bağlayıp, boynumuzu büküp bekle-

27

memiz gerekmez mi?” demeye varan sözler söyler. Bundan sonra, insanların olayların gidişini etkileyebileceğini, “tikel istenç” (cüzi irade) sahibi olduğumuzu söyleyerek anlatmaya çalışır. “Eylemlerimizin yarısını rastlantılar yönetiyorsa, yarısını biz yönetiyoruz” diyerek, yazgının rolünü yarıya indirir. Verdiği örnekte ise, yazgının rolünü ve önemini daha da azalttığını görürüz: “Rastlantıların kör gücü üzerimize bir sel gönderiyorsa, sel çekildiğinde baraj ve set yaparak gelecekte onu önlememiz elimizdedir” der.

Yazgı inancının Jeosfer’deki, Biyosfer’deki, Noosfer’deki kaynakları Yazgı inancının dayanaklarının doğru kavranması için, cansız doğada (Jeosfer’de) canlı doğada (Biyosfer’de) ve insanlı doğada (Noosfer’de) olayların dinamiklerine ayrı ayrı bakılmalıdır. (4) Sonra da üçünün toplam, sonul sonucunun ortaya konması gerekir. Jeosfer’de: Cansız doğada yalın ve kesin nedensellik bağlantıları (determinizm) vardır. Hiçbir şey yoktan var ve vardan yok olmaz. Varolanlar yerinde durmaz. Birbirleriyle (hızlı ya da yavaş) etkileşim içindedirler. Aynı nedenler (bir yazgıymış gibi) aynı sonuçları doğurur. Örnek: dünyanın neresinde, zamanın hangi anında bulunurlarsa bulunsunlar, karbon ve oksijen moleküllerinin belli koşullarda karşılaşmaları, karşılaştırılmaları (demek ki belli nedenler), belli (aynı) sonucu doğurur. Isı açığa çıkar ve karbondioksit gazı oluşur.

Biyosfer’de: Aynı fiziksel, kimyasal nedensellikler, ama çok sayıda ve çok daha karmaşık olarak işleyip, canlılık durumunu, büyümeyi ve canlılığın sona ermesi sonuçlarını doğurur. İnsanın kültürel evriminin, bilgi birikiminin yeterli olmadığı dönemlerde canlılar, cansız maddelerin (karmaşık örgütlü biçimi olarak değil) bambaşka nitelikte varlıklar (“yaratıklar”) olarak görülmüştür. Örneğin oksijenin varlığı ve işlevi hakkında hiçbir bilginin edinilemediği koşullarda, boğulan bir kimsenin ölümü, son soluk verişle karıştırılarak, maddesiz bir varlık sayılan “ruhun” bedenden ayrılması olarak görülebilmiştir. (5) Ruh kavramına ulaşıldıktan sonra, canlı cansız bütün varlıklarda (özellikle devinim içindekilerde) böyle bir niteliğin bulunduğu düşüncesiyle, varlığın, madde ve ruh olarak ikiye bölünmüş bir algısı oluşmuştur. (6) Bunun üzerine, olayların nedensonuç ilişkisiyle nedenselliklerinin açıklanması yerine, erek-sonuç biçiminde ereksellikçi açıklanması yoluna girilmiştir. Bu yolda, sonunda en güçlü, en üst ve sonul erek arayışıyla ruh kavramına ulaşılmıştır. Canlı-cansız tüm varlıkları yaratan, yöneten, yazgılarını saptayan bir aşkınözne olarak “Tanrı” kavramına varılmıştır. Tanrı kavramına varılışında, sanal öznelerin çalışmayan efendilere, yöneten egemenlere benzetilerek kişileştirildikleri görülebilir. Böyle kişileştirilmelerinde, üretim düzenlerinin, üretim ilişkilerinin, yani sınıfı, devletli, dinsel ideolojili toplumların etkileri belirleyici olmuştur.

Erek-sonuç biçimindeki ereksellikçi açıklamalar da, sonuçta (neden-sonuç ilişkisi benzeri) determinist bir niteliğe bürünmüştür. Şöyle ki, Yaradan’ın yaratırken yazdığı yazgıdan kaçınılamayacağı sonucuna varılmıştır. Bu yolda Noosfer’in (insanın, toplumların, insanlığın simgeler, düşünceler, istekler ve istemler evreninin) kavranmasında, canlılar evreni olan Biyosfer’den ve bir Biyosfer öğesi olarak erekli insandan esinlenilmiştir. Antroposantrik (insanodaklı) konumdan ve antropomorfik (insanbiçimci) açıdan bakıldığında, bu ereksellikçi açıklamalar, Biyosfer olaylarına ters düşmeyen bir nitelikte görülüp gösterilebilmiştir. Gerçekten, evrim kavramına ve perspektifine sahip olunmadığı bir düşünce ortamında, cansız maddelerin örgütlü karmaşıklaşmasıyla canlılık niteliği kazanması, bir “yaratılış” olarak algılanabilmiştir. Canlı, ruhun yoktan var edilmesinin ürünü sayılabilmiştir. Ölüm ise, yaratıcının her canlı için önceden yazdığı kaçınılmaz, değiştirilemez bir yazgı olarak gösterilebilmiştir. Yazgı kavramının oluşmasında Jeosfer düzeninin de etkisi olmuştur. Cansız doğanın bazı yinelenen değişmez etkilerinden kaçınılamaz. Gündüz-gece, yaz-kış gibi döngüsel düzeninin sıraları değiştirilemez. Dolayısıyla, onların birini ötekinin izleyeceği, önceden bilinebilen olgularının gözleminin ve yorumunun yazgı kavramının oluşmasına payı olsa gerektir. Biyosfer’in yazgı kavramına belirleyici etkisinin ise, doğum (üreme) umudu ile ölüm korkusu yoluyla olduğu besbellidir. Ölümün kaçınılamazlığı, tek ölümsüz varlık varsayımı olan Tanrının yaratıkları kulları için yazdığı yazgı olarak gösterilebilmiştir. Böyle gösterilebildiği gibi, doğum ve ölüm yazgıcı bir aşkınöznenin varlığının yadsınamaz kanıtları olarak sunulabilmiştir.

Noosfer’de ereksellik ve ‘yazgı’ Gelelim Noosfer alanında yazgı kavramının irdelenmesine: Noosfer (Düşünyuvar) varlığın, maddesel ve simgesel araçlar yapıp kullanan, araçlarını değiştirip geliştirebilen bir

28

canlı olarak Homo sapiens türünün yeryüzünde görünmesini izleyen zamandan günümüze dek geçen süre için kullanılabilecek (öncesi için ve insansız uzamlar için kullanılamayacak) bir kavramdır. Varlığın, insan istenç ve emeğinin ürünü olarak doğan, her türlü değişikliği ve karmaşıklığı içeren görünümüdür. Örneğin, bir yayladaki yabanıl otlar ve hayvanlar biyosfer öğesiyken, aynı bölge, evcil tahıl ve hayvan türlerinin yetiştirilmeye başlanmasıyla noosfer içine alınmış olur. Noosfer’de varlığın, neden-sonuç ilişkileri yanı sıra, onu aşan bir niteliğiyle karşı karşıyayız: İster bir araç, ister o aracın kafalardaki adı, ister o araçla yapılan bir üretim, bir iş etkinliği olsun, maddeler (moleküller) arası neden-sonuç bağlantıları (nedensellik) tek başına ve sonucu belirleyici etmen olmaktan çıkmıştır. Onun yanı sıra istenç (i-

B

rade) ve (erek) amaç çevrime (devreye) girmektedir. Sonucu, istencin ve ereğin bir uzantısı olarak bilinçli emek etkinliği belirlemektedir. Öyleyse Noosfer söz konusu olduğunda neden-sonuç bağlantılarıyla birlikte erek-sonuç ilişkilerine de bakılmalıdır. En yalın ve yakın (biyolojik gereksinimlerimize yanıt verecek) isteklerden tutun, en yüksek ve en uzak moral değerlere dek ulaşılmak istenen her amaç “erek” kavramı içine girer. İnsanların kafasında, toplumların gündeminde ereklerin oluşması, salt neden-sonuç bağlantısıyla açıklanamaz. Gerçekten, bir duygunun, bir düşüncenin oluşması, açıklanması, aktarılması, nedenselliği aşar. Beyni ve sinir dizgesini oluşturan karmaşık moleküler, onların arasındaki tepkimeler yanı sıra, duyu organlarından beyne iletileri, beynin motor odaklarından

kaslara devinim komutlarını taşıyan elektrik akımları işe katılır. Bunlar, moleküller arası, moleküller ile elektronlar arası etkileşimleri içerir. Hatta bunlardan (çağrıştırma ve hatırlamada olduğu gibi) elektron akımları arası fizyoşimşik ve biyokimyasal tepkimelerden öte niteliktedir. Noosfer alanında önemli, ağırlıklı, sonucu belirleyici etmen, artık moleküller değildir. Hatta organlar arası iletişimi sağlayan sinir dizgesi üzerinde cirit atan elektronlar da değildir. Öne çıkan etmen (neden) belli elektron akımlarına kodlanan belli anlamlardır. Öyleyse denebilir ki Noosfer aynı zamanda varlığın ereksellikler (erek-sonuç) alanıdır. Olanların algılanıp anlaşılmasıyla birlikte, olması ya da olmaması istenenler, olması gerekli görünenler alanıdır. Ulaşılması için çaba gösterilen amaçlar, başka deyişle “değerler” evrenidir.

DİNDEKİ EREKSELLİK İLE BİLİMDEKİ EREKSELLİK ANLAYIŞI FARKLARI

urada “İyi ya, din de olanı biteni (materyalizmdeki gibi) neden-sonuç ilişkileriyle, nedensellikçi değil ereksellikçi bir açıklama dizgesi değil mi?” diyenler çıkabilecektir. Dinin inandırıcılık gücü, doğru, insan-doğa, insan-insan ilişkileri gibi Biyosfer ve Noosfer olaylarını ereksellikçi açıklama yönteminden gelmektedir. Örneğin Aristoteles bile, bitkilerin ve hayvanların Tanrının onlara yüklediği erekler (O “telos” diyor, siz buna diyebilirsiniz ki “yazgı”) doğrultusunda devinir bulmuştur. Onların belli sürelerde (doğma, büyüme, üreme, ölme gibi) belli hedeflere ulaştıklarını düşünerek, gelişmelerini ereksellikçi açıklayabilmiştir. (7) Bitkisel ve hayvansal besin üretici çiftçi ya da göçebe çoban bir topluma (onun Biyosfer’de yaşayan üyelerine) ereksellikçi dinci açıklamalar, yaşam gerçekliğini dosdoğru yansıtıyor görünecektir. Biz gene de dinci ereksellikçi (yazgıcı, ödüllendirici, cezalandırıcı) açıklamaların gerçekliği tepetakla ederek gösterdiklerini söyleyebiliriz. “Neden?” denirse: Birincisi, cansız varlıklarda ereksellikten söz edilemez: Dinde erek-

sellik, yalnızca insanlı dünya değil, merkezi sinir dizgesiz canlılar dünyası (bitkiler ve hayvanlar) ve cansız doğanın bütün olayları (örneğin yıldırımlar, yersarsıntıları, seller) tümden erekselllikçi açıklanıp, nedenlerine kör kalınmaktadır. Kuran, Bakara 74’deki (Diyanet 2001 çevirisindeki biçimiyle) “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır” deyişi; Ahzâb, 72’deki “Biz emaneti, [ruh?] göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir” ve Necm 49’daki “Doğrusu Şi’ra (Sirius) yıldızının Rabbi de O’dur” ile Rad 15’deki “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde edenler” (8)

İkincisi, canlılarda yalnızca insanların ereklerinden söz edilebilir: Noosfer’de ereksellikçi ilişkilerden (bilimsel düzeyde) söz edilirken amaçlanan, gerçek insan öznelerin duyu, duygu, düşünce ve değerleriyle bağlantılı erekleridir. Aşkınöznelerin ya da tek bir süper aşkınöznenin erekleri değildir. Yaradan’ın, yarattığına inanılan kullarını cezalandırma ya da ödüllendirme amaçları olarak görülen erekleri, hiç değildir. Üçüncüsü, dinde tüm olaylar Tanrının erekleriyle açıklanır; nedensellik göz ardı edilir: Dinsel e-

29

reksellikçi, yazgıcı açıklamalarda nedensel etmenler, ya hiç görülmez, ya önemleri görülmez, ya da (“ecel

geldi cihane başağrısı bahane” deyişinde özetlendiği gibi) belirleyici nedenler olarak görülmezler. Tanrı-

nın ereğinin, yazdığı yazgının yerine gelmesinin (“vesile” denen) araçları olarak görülürler.

EREKSELLİKÇİ YAZGI İNANCININ KAYNAKLARI

S

onuçta tanrı kavramı da, yazgı kavramı da, gerçek insan öznelerin, ereksellikçi dinci düşünüş biçimiyle ulaştıkları düşünceleridir. (9) Geliştirilip formülleştirilmelerinden sonra üzerlerinde düşünülmeden inanılacak ya da yalnızca doğrulukları desteklenecek kanallarda sınırlı düşünülerek benimsenip içselleştirilecek olan inançlardır. Bu tür inançlar karşısında akla, “Neden, nasıl oluyor da insan beyninin rasyonel (tutarlı) düşünceler üretme yetisine ters görünmeyebiliyorlar?” sorusu takılmaktadır. Sorunun yanıtlarını aramak için inançların beslenme kaynaklarına bakılmalıdır.

Sınıflı toplumdaki kaynağı Ereksellikçi inançların güç kaynağı, insanlığın sınıflı, uygar, eşitsizlikçi toplum biçimleri döneminde açılmıştır. Daha o dönemde artı sömürüsünün ve dinin kurumsallaştırılmasının sağladığı olanaklarla yetkinleştirilmiş olmalarına dayanır. Her biri bir koruyucu kent tanrısı sunağı (“tanrının evi” denen yerin) çevresindeki sulama tarımı yapılan yerler (“tanrının tarlaları” sayılan topraklar) üzerinde kurulan kent devletlerinde yaşayan dincilerce üretilmişlerdir. (Bugün de camilere “Allah’ın evi” denmesi, mülkün Allah’ın olduğunun söylenmesi onun uzantısıdır). Yani, profesyonel kapıkulu düşünürlerin beslenebilmesiyle, toplumun, “düşünce/inanç

30

üretenler” ve onların ürettikleri düşünceleri eleştirel değerlendiremeyip doğruluklarına inanmaktan başka seçenekleri olmayan “inanç tüketen” uyruklar olarak farklılaşmasının ürünüdür. Açıkçası yazgıcı inancın sonul kaynağı, sınıf savaşının sonunda kurulan dinsel ideolojik hegemonyanın düşünsel araçlarıdır.

Ailede çocuğa aktarılması İnançlar, çocukların yetişmesinde, yetiştirilmesi sırasında onlara rasyonel düşünebilme çağına gelmeden ezberletilip aşılanmaktadır. Çocuğa deneyimleriyle pratikten öğrenme fırsatı verilmeden, ana baba, dede nene tarafından sunulan hazır bilgilerdir. Onların dayatılıp benimsetilmesiyle kazandırılmış “inanma alışkanlığı” ile erginliğe doğru içselleştirilmelerinin ürünüdür. İnsanların, daha sonraki yaşamında karışılmasa bile (ki her zaman karışılmıştır) hazır inançların uygun gözlemlerle edinilmiş, onlara uygun bilgilerin seçilip, temel inançlarla uzlaştırılarak, eklemlendirecek bir düşünme (inanç) alışkanlığı kazandırılmasıyla beslenip sürdürülegelmektedirler.

Dinsel eğitimle yeniden üretilmeleri Yazgıcı ereksellikçi inançlar, sınıflı toplumun en örgütlü kesimi olan dincilerce aktarılagelmektedir. Onlarca, tapınaklarda, kamusal tapın-

malarda (toptan), doğum, ölüm, evlilik gibi insanların yaşamsal önemde olayları kullanılarak (perakende) her an yeniden üretilegelmektedir.

Dinsel tarihyazıcılığında Tanrının tarihin öznesi olarak gösterilmesi Dincilerin yazgı kavramını yeniden üretip dayatmalarının yukarıda sayılan yöntemleri az çok bilinmektedir. Ayrıca onların, insanlara akla yatkın görünen inançların üretilmesi yolunda ilginç ve etkili stratejiler izlediklerini, yazılı dinsel metinlerden çıkarabiliyoruz: Yazının tapınaklarda icat edilip tapınaklarda geliştirildiği ve tapınakların tekelinde tutulduğu ortaya çıkarılmıştır. Yazının icadını izleyen binyıllarda, tarihyazıcılığı da tapınakların tekelindeydi. Bu tekelin sağladığı olanaklarla, tarihin öznesi olarak tanrılar, olsa olsa tanrıların yeryüzündeki vekilleri sayılan yöneticiler (10) (dolayısıyla tanrıların ve yöneticilerin erekleri) gösterilebildi.

Doğa güçlerinin aşkınözneleştirilmesi Tanrının tarlalarında tarımı yöneten dinciler, tarım takvimi geliştirme yolunda Ay’ın, yıldızların ve Güneş’in devinimlerini incelerken, bunların yıllık, yinelenen döngülerini gözlemlediler. Örneğin, Güneş’in döngülerinin evreleri ile mevsimler arasındaki nedensellik bağlantısının ayrımına varabildiler. Tarımla sıkı bağlantılı bu doğa gücü aşkınözneleştirildiğinde, mevsimleri Güneş Tanrının ereğinin ürünü görebildiler. Mevsimlerin şaşmaksızın birbirini izleyişini “yazgı” sayabildiler. Sıra dışı bir kuraklığı, tanrıların (kullarının işledikleri suçlarının karşılığı olarak) cezası, zamanında ve yeterli yağış sonucu bol ürünü, tanrıların bağışı gibi görüp göstermeleri güç olmasa gerekti. (11) Dünya tarihçisi McNeill, insanlığın ilk uygarlığının görüldüğü

Sumer’de din kurumunun oluşturulmasını şöyle özetlemektedir: “Bu sistemin dayandığı temel düşünce, belli başlı doğa güçlerinin kişileştirilmesi, yani onların insanlar, ama ölümsüz olmayı da içeren çok büyük güçlere sahip insanlar olarak görülmesi biçimindeki yalın bir görüştür. Böyle kişileştirilmiş doğa güçlerinin, yani tanrıların ya da tanrıçaların her biri, Gök Tanrısı Anu’nun yönettiği tanrısal bir siyasal toplum içinde yerlerini alırlar. Her yıl, Yeni Yıl’ın kutlandığı günde, büyük tanrılar ve tanrıçalar o yıl ne olacağını kararlaştırmak için toplanır. Şu ya da bu tanrının görüşlerine uymayan kararlar alınabilir. Sözgelimi bir kentte oturan tanrı, kendisine hizmet eden o kentin halkına karşı iyi niyetli olsa ve onların incindiğini görmek istemese bile, öteki tanrılarca o kente bir yıkım gönderilmesi kararı alınabilir. Bir tanrı bile, tanrılar topluluğunun istencine [yazgıya!] boyun eğmek zorundadır. O yılın yazgısı kararlaştırıldıktan sonra, artık bir tanrı bile onu değiştiremez. Fırtına ve Gökgürültüsü Tanrısı Enlil, tanrıların istencinin baş uygulayıcısıydı. Her Yeni Yıl’da alınan kararlara göre verilen cezaları ve kararlaştırılan yıkımları o gerçekleştirirdi.”

Doğadaki determinizm ile toplumdaki düzenin özdeşleştirilmesi Doğa olaylarını tanrıların istencinin ürünü olarak yorma eğilimi, toplumsal olayları da böyle yorumlamayı ardından getirdi. Bunun gerçeklikte dayandırılabileceği temelleri de vardı. Bir kuraklık ya da tufan, bir kent toplumunu ötekilerden fazla etkileyebiliyordu. Bu, ürün tutarını, üründen artı aktarımını azaltılıyordu. Giderek, kentin egemenini, ordusunu güçten düşürüp, öteki kent devletlerinin ve barbarların ordularının saldırılarına açık duruma getirebiliyordu.

Tanrının doğanın eliyle ödüllendirip cezalandırdığı sanısı Tarihin öznesi olarak Tanrıyı görmek, doğal yıkımları onun karayazgısının gerçekleşmesi olarak yorumlamaya vardı. Bu tür yorumları,

Pieter Schoubroeck’in Sodom ve Gomorra’nın Yıkılışı tablosu.

seller, yersarsıntıları gibi büyük olayların beklenip Tanrıya yüklenmelerini gerektirdi. Olup bitmelerinden sonra “Bu, tanrının, şu yaptığınızın karşılığı olarak verdiği cezasıydı” demeleri güç olmadı. Ama “Bunu yapıyorsunuz, Tanrı sizi şununla cezalandıracak” diye “felaket tellallığı” yapmak çok daha etkileyici olacaktır. Dincilerin böyle bir bilicilik (kehanet) tekniği geliştirmiş olduklarının sayısız kanıtı var: Tarih olup bitenlerden sonra yazılır. Yazılırken altına daha öncesinin tarihini atmaya kalktıklarında, dinci tarihçilerin ellerini tutan olmayacaktır. Örneğin Rab, Sodom halkını “oğlancılıklarından dolayı cezalandıracağım” der. Rabbin melekleri Lut’a, ailesini alıp kentten ayrılmasını söyler, Lut ayrılır ve Rab dediğini de yapar. Sodom (bir de Gomorra eklenir) üzerine gökten ateşli kükürt yağdırır. (12)

Yazgı inancının geçmişe retrospeksiyonun geleceğe projeksiyonuyla kuruluşu Buradan yazgı inancına karşı durulamaz gücünü kazandıran strateji ortaya çıkarılabilir: Yazgı, geçmiş olaylardan, olup bitmelerinden sonra, geriye bakış (retrospeksiyon) ile sağlanan bilgilerin, ilerde olacakların önbilisiymiş gibi geleceğe (projeksiyonla) aktarılarak söz edilmesidir. Cansız doğanın (seller, volkan patlamaları, yersarsıntıları gibi) olaylarında, kaçınılmaz (ölüm gibi) canlı doğa olaylarında ve sık karşılaşılan (savaş yengisi, yenilgisi gibi) toplum olaylarında yazgı, çok daha kolaylık-

la ve başarıyla yazılabilir: Sodom ve Gomorra yazgısı (felaketi) olasılıkla bir yersarsıntısı ya da volkan patlaması gözlemi ya da öyküsü üzerine kurulmuştur. (13) Her nefes (nefs) ölümü tadacaktır sözü, her canlıda yinelenen bir doğa gerçekliğinin, Tanrının yazgısının gerçekleşmesi olarak gösterilmesidir. Yehova’nın, Tevrat’ın birçok yerindeki, sözümü dinlerseniz size vaat ettiğim süt ve bal akan ülkeyi miras bırakacak, nüfusunuzu denizin kumları kadar çoğaltarak, (14) öteki halkları köleleriniz olarak elinize vereceğim gibi sözleri böyledir. Sözümü dinlemez, sizle yaptığım ahdi (sözleşmeyi) bozar, başka ilahlara tapınırsanız, sizi düşmanlarınızın eline vereceğim, onlara kölelik edeceksiniz (15) korkutmacası da öyle. Bunlar, göçebe İsrailoğullarının yerleşme amacıyla Kenanlılarla kuşaklar boyu süren savaşlarının öyküleri arasından kolaylıkla bulunup çıkarılabilecek karayazgı örnekleri olarak gösterilebilir.

Tarımcı sınıflı toplumlarda dinin yeri, dincilerin işlevi Din, sınıflı, devletli tarımcı toplumların temel üstyapı kurumudur. Bu, ilk Eski Dünya uygarlıklarında (Mezopotamya’da, Mısır’da, Anadolu’da, Hindistan’da, Çin’de) olduğu kadar Yeni Dünya uygarlıklarında (Mayalar’da, İnkalar’da, Aztekler’de) da (16) böyle olmuştur. Bir farkla ki, Yeni Dünya uygarlıkları, dinin tanrılara insan kurbanı evresine demir atmış, takılmış kalmışlardı. Belki de gerçek, Batılı

31

sömürgecilerin, onların dinsel kültürlerini yok ederek, dinde “kurban insan” yerine “kul insan” anlayışı evresine varabilecek kültürel evrimlerini kesintiye uğratmış olmalarıdır. Eski Dünya’da, Tanrı-kral evresi (Mısır dışında) hızla geçilen dinsel kültür, varlığını, ticaret ve endüstri devrimlerine dek (ortaçağın feodal tarımcı düzenlerinden Hıristiyan ve İslam imparatorluklarının sonlarına kadar) sürdürecekti. Ondan sonra, endüstriye dayanan uygar toplumlarda din, kültürün sürekliliğinin bir ürünü olarak görünmüştür. Varlığını, burjuvazinin, önce karşı çıkıp, sonra izin verdiği, en sonunda yönetilen sınıflara dayattığı bir ek ve yedek ideolojisi olarak sürdürebilmiş-

D

aygıtı” savaşçıların (askerlerin) silahlarıyla, “devletin ikna aygıtı” dincilerin (din adamlarının) kitaplarıyla işletilmekteydi. Her iki kesim, ya egemen sınıfın dalları ya da yönetici kadroları olarak, egemen sınıflardan yana çalışmışlardır. Dinciler, devletin ikna (inandırma) işlevini gördükleri ölçüde, devletin ideolojik aygıtının içini dolduran kimselerdi. Bir başka deyişle, savaşçıların kaba güçle üretim ilişkilerini denetlemelerine karşılık, dinciler, suyun yolunu baştan değiştirerek, eşitsizlikçi düzene uygun davranışları besleyecek düşüncelere su taşımakta, inançları denetlemekteydiler. Bu tür inançlar, kitlelerin tutum, davranış ve eylemlerini etkileyebilmektedir. Dincilerin bu işlevi hakkında, geçmişte olmuş gelecekte olası bir örnek niteliğinde, halifenin ya da dinci bir yöneticinin isteği üzerine, siyasal rakipleri zararına, Maide suresinin 33. ayetine dayandırılabilecek bir fetva alabilmeleri verilebilir. Söz konusu ayette: “Allah ve Resûlüne karşı savaş açanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır” (18) denmektedir.

VAROLUŞÇU ‘ÖZGÜR İNSAN’ ANLAYIŞINA KARŞI YARATILIŞÇI ‘KUL İNSAN’ İNANCI

üşüncelerin denetimi ancak kafaların belli bir yönde koşullandırılmasıyla başarılabilir. İnsanlara yaşamın belli bir açıdan anlamlandırılıp sunulmasıyla, onlara belli bir insan anlayışının dayatılmasıyla sağlanabilir. Sözü uzatmadan ve kıvırmadan, dinde bunun yolunun “kul insan anlayışı” olduğunu söylemeliyiz. Kul insan anlayışının ne demek olduğu ve ne işe yaradığı, onun tam karşıtı bir insan anlayışıyla yan yana konduğunda açıkça anlaşılabilir:

Varoluşçuluğun ‘özgür insan’ anlayışı İnsanın değil, Tanrının; kafa ve kol emeğinin değil ruhun; dolayısıy-

32

tir. Dinin, dayandığı tarımcı üretim biçimleri temelini az çok yitirmesine karşın sürdürülmesi, ya da varlığını sürdürüyor görünmesi yadsınamaz. Bu gerçek, feodal üretim ilişkileri ile kapitalist üretim ilişkilerinin, yapılarının eşitsizlikçi olmaları bakımından benzerliğinden beslenmektedir. Toplumsal artının, “artı ürün” biçiminde tarımdan (tarımsal üreticilerden) sağılıp zamanın üretim aracı (toprak) sahibi egemen sınıfa aktarıldığı devletlerin belli bir toplum yapısı vardır. Böyle toplumlarda (başlangıcı sınıflı, uygar, devletli topluma varacak toprak fethine dayanan bir olguyla) çıkarları uzlaştırılamaz katmanlar (zümreler) oluşmuştur. Onları bir arada tutma yolunda (Althusser’in terminolojisiyle) (17) “devletin baskı

la, ölümlü geçici bu dünyanın değil içinde sonsuza dek yaşanacağına inanılan sanal bir ötedünyanın öne çıkarıldığı bir dünya görüşü, yani aristokrasinin “ötedünyacı” değerleri, burjuvaziye yaramazdı. Burjuvazi onların karşısına (Hümanizma, Rönesans, Aydınlanma akımlarıyla) “budünyacı” değerleri çıkardı. Açıkçası, Tanrının karşısına, insanın değerini, insan değerlerini koydu. Böyle bir dünya görüşünün ve insan anlayışının, liberalizm, tarihsel materyalizm gibi (birincisi burjuvazinin, ikincisi proletaryanın ideologlarınca geliştirilecek) çeşitli açılımları görüldü. Onlar arasında (“kul insan” anlayışının tam karşıtı olması bakımından)

konumuzla bağlantılandırılabilecek “Varoluşçuluk” da vardı. Varoluşçuluk, adından da anlaşılacağı gibi, “yaratılışçılık” karşıtı bir dünya görüşüdür. Öteki varoluşçuluk çeşitlemelerini bir yana koyarak, Jean Paul Sartre’ın “Marksizmin yamacında açan bir çiçek” olarak nitelediği felsefesinde savunduğu varoluşçuluğun “özgür insan” anlayışına bakalım: Sartre (“Egzistansiyalizm” adlı yazısında) (19) der ki “Varoluş özden önce gelir.” Bununla, yaratılışçı dünya görüşünde ileri sürülen sava, insanın özünün, yaradan tarafından, insanın varoluşundan önce yaratıldığı inancına karşı çıkmaktadır. Varoluşçu düşünüre göre insan, dün-

yaya bir özle gelmez. Önce varolur (doğar) özünü (karakterini, kimliğini, kişiliğini) sonra edinir. (20) Peki, bundan ne çıkar? Bambaşka bir insan anlayışı! İnsan yaratılmış olsaydı, yaradanının yapıtı, denebilir ki kuklası olmaktan öte gidemezdi. Kuklanın özgürlüğünden söz edilemeyeceği gibi insanın özgürlüğünden de söz edilemezdi. Dahası, insan, yaptıklarından sorumlu tutulamazdı. Çünkü yalnızca hareketleri değil, ona söyletilen düşünceler, sözler de yaradanın (kuklacının) ise, nasıl sorumlu tutulup onlardan dolayı cezalandırılabilir ya da ödüllendirilebilirdi ki? Sartre bu irdelemeyi, yapıtında, bu sözlerle yapmış değil. Ama kafasında bunların bulunduğunu söyleyebiliriz. “Varoluş özden önce gelir” sözünden dinli dinsiz okuyucularının bu sonuca varacağından kuşku duymuyor gibidir. Yazdıkları da böyle bir tanrıtanımazcı irdelemeyi destekler yöndedir: Şöyle ki, insan bir özle yaratılmamışsa, kendi özünü yaratma yolunda özgür bir konumda demektir. O zaman, “Ne yapayım, böyle yaratılmışım” deyip suçu yaradanına atamadan, yaptıklarından sorumluluk duyabilecek, başkalarınca sorumlu tutulabilecektir. Gerçekten Sartre da, bu yolda, insan anlayışının sorumsuz bir özgürlük kavramına varmasını istemez. Düşüncelerini, sorumsuzluk şöyle dursun, “Herkes her şeyden sorumludur” dediği bir hedefe yönlendirir. Aynı yönde, sorumluluk yaradana, yaradanın yazdığı yazgıya yüklenemeyeceğine göre, bundan, insanın kendini özgürce yarattığı gibi toplumunu da öyle yaratacağı sonucu çıkarıla-

bilir. Toplum ise insan ilişkileriyle, insan düşünceleriyle yaratılacağına göre, bu ortak yaratış eyleminden herkesin her konuda sorumlu tutulabileceği söylenebilir Sartre’a dayanılarak.

Yaratılışçılığın ‘kul insan’ inancı Oysa “yaratılışçı kul insan” anlayışıyla, geçmişte insanın özgürlüğüne ve temel haklar düşüncelerine varılamayıp bambaşka yönlere sapılmıştı. Sınıflı, devletli, eşitsizlikçi uygar toplumun “kul insan” anlayışının, ilk uygar toplumlarla birlikte, Mezopotamya’da formülleştirildiğini birçok yazımda (21) belirtmiştim. Bu anlayışın somut ilk kaynağını (Türkçe’ye de çevrilen yazılı belgesini) bile göstermiştim: Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı! (22) Burada, tanrı kuşakları arası egemenlik savaşlarından söz edilir. Savaş sonrasında insanın, tutsak alınan tanrıların köleleştirilmelerini önlemek için, onlar yerine, savaşı kazanan yitiren tüm tanrılara hizmet=kulluk=kölelik etmesi için yaratıldığı yazılıdır: Mitosun yaratıcı Baştanrısı Marduk’un ağzına (IV. Tablet’te, 5.-8. dizelerde) “Kan yaratacağım ve kemik olduracağım, sonra lullu’yu çıkaracağım ortaya, ‘İnsan’ olacak adı!... (Onun üstüne) yıkılacak tanrıların hizmeti [çalışmasınlar] dinlenebilsinler diye” sözleri konmaktadır. Yaratılış mitosunun bu Babil çeşitlemesi, MÖ 2. binyıldan kalmış olup, MÖ 3. binyıldaki, insanın balçıktan biçimlendirildiği söylenen Sumer Yaratılış Mitosu’na dayanmaktadır. Böyle bir inanç kurulurken, sınıflı, eşitsizlikçi

toplum gerçekliğinden esinlenilmiştir. Tanrılara, çalışmayan çalıştıran efendilerin ve kölelerini yönetir gibi uyruklarını yöneten yöneticilerin nitelikleri verilmiştir. Sıradan insanlar, uyruklar ise, yönetici karşısında, efendi-köle eşitsizlikçi ilişkisindekine benzer olarak, “kölelik” konumuna indirilmiştir.

Ötedünyacılıkta ve öteyaşamcılıkta hakların, özgürlüklerin ertelenmesi Mezopotamya-Ortadoğu-Avrupa coğrafyası tarımcı sınıflı uygar devletler tarihine (kent devletleri ile başlayıp yerel, bölgesel devletlerle süren, imparatorluklara varan siyasal gelişmelere) koşut bir dinsel ideoloji geleneği geliştirilmiştir. Kültürel evrimi, kenttanrıcılık ile başlanıp, çoktanrıcılıktan, Zoroastercilik gibi bir çifttanrıcılıktan geçilip, tektanrıcılığa ulaşılana dek sürdürülebilmiştir. Tektanrıcılık buradan tüm kıtalara yayılarak (Musevilik, Hıristiyanlık, İslamlık biçimleriyle) varlığını endüstrici sınıflı toplumlara dek getirebildi. Eski Dünya’nın öteki uygar toplumlar bölgesi Hindistan’da eşitsizlikçi toplum yapısı (zümre, sınıf değil) kast sıradüzeni (kastlar hiyerarşisi) biçiminde açılım gösterdi. Ona uygun üstyapı, Brahmacılığın ve Hinduculuğun ruhgöçü (reenkarnasyon) inancına dayandırıldı. Söz konusu inanç, işlevi bakımından tektanrıcılıktan çok da farklı sonuçlar yaratmadı. Aralarındaki temel benzerlik, eşitsizlikçi toplumsal düzenlerde, insan haklarının ve özgürlüklerinin geliştirilmesine kapalı olmalarıydı. Yalnızca görevlerden ve ayrıcalıklardan söz

33

edilmesiydi. Hakların, özgürlüklerin tektanrıcılıkta ötedünyaya, Brahmacılıkta ruhun daha sonraki yaşamlarına olmak üzere, ölümden sonraya ertelenmesiydi. Bu bakımdan “ötedünyacılık” ile “öteyaşamcılık” olarak nitelediğim anlayışlar arasında, işlevleri alanında hiçbir önemli ayrım (fark) yoktu.

Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbı Din kurumunun, tektanrıcılıkta en duru anlatımı kazandırılan dinsel düşünüş biçiminin dayandırıldığı temel inanç, Tanrı-Kul (­yaratan-yaratılan) arası mutlak eşitsizlikçi ilişkidir. Bu inanç, efendiköle üretim ilişkisi gerçekliğine dayanılarak kurulmuş olmakla birlikte, köleci denebilen üretim ilişkileri çağlarını aşıp, feodal üretim ilişkileri içindeki toplumlara da uyarlanabilmiştir. Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki kalıbı sınıflı, eşitsizlikçi toplum biçimleri boyunca, eşitsizlikçi özü değiştirilmeden günümüze dek sürdürülebildi. Böyle bir inancın gerçeklik değeri (ki neredeyse yoktur) önemli değildir. Yani tanrıların/tanrının varlığı yokluğu, tekliği çokluğu tartışmaları, işin (cambaza bak denerek ilginin dağıtılıp ceplerin boşaltılması benzeri) şarlatanlığıdır. Kul inancının değeri, egemen sınıflar ve yöneticiler gibi, karı-koca arasındakiler gibi

34

hemen her türlü eşitsizlikçi ilişki için bir örnek, bir esin kaynağı olmasıdır. Hatta Tanrı-Kul ilişkisine ilişkin açıklamaların, söz konusu eşitsizliklerin yeniden üretilmesine yarayan bir kalıp, bir kopya çıkarma işlevi görmesindedir. Tanrıların ortalıkta görünmediği, sözlerinin duyulmadığı bir ortamda sözcülerinin “Tanrıya kulluk et!”, “Tanrıya boyun eğ!”, “Tanrının buyruklarının gereğini yap!”, “Tanrının yasakladığını yapma” gibi sözleri sonuçta neye yaramaktadır, bir düşünün: Burada Althusser’in ideoloji üzerine (sözünü ettiğim) yapıtında geliştirdiği “çağırma” dediği kimlik yükleme kavramı bize yardımcı olabilir: Ondan yararlanılarak şöyle bir dinsel ideoloji çözümlemesi yapılabilir: Çağırma, örneğin “Ey Ümmeti Müslüman” ile başlar. Bir kimsenin bir topluluğun Müslüman kimliği, öteki kimliklerinden, hatta sınıf bilincinden bile öne çıkarılır. Sonra, Müslüman kimlik (işlerine geldiği biçimde) tanımlanır. Bunu “Müslüman şunu yapmaz, bunu yapmaz” denetlemesi izler. En sonunda “inanan inancının buyurduğunu yapmak zorundadır” denerek, ortaya örtünme, cihat gibi bir görev konabilir. İdeolojik aygıtlar böyle işletilir. Kendilerini Tanrı-yönetici, Tanrı-vekili, Tanrı-sözcüsü atayanlar ya da bu görevlere atananlar, onları bu görevlere atayan egemen sınıfların istençlerinin (iradelerinin) sözcülüğünü yaparlar. Egemenlerin istencini ve isteklerini, “bizim isteğimiz değil Tanrının isteği” savıyla gizlemeye çalışırlar. Bu, temsili demokrasilerde azınlık egemen sınıflarının çıkarlarının ve istencinin “çoğunluğun, halkın iradesi” olarak gösterilmesindeki gibi gizlenmesine benzer. (23) Özetle Tanrıya kulluk söylemi, egemen sınıfların çıkarlarından yana işletilen eşitsizlikçi düzenin ve eşitsizlikçi ilişkilerin açıklanıp, aklanıp, paklanıp, saklanmalarına destek oluşturmaktadır.

Mezopotamya’da egemen, Tanrının kulu muydu?

Dinsel ideolojinin bu işlevinin ilk örneğini, insanlığın ilk uygar toplumlarının görüldüğü Mezopotamya’dan (MÖ 3. - 1. binyılların katmanları arasından) çıkarılan çiviyazılı tabletlerde görüyoruz. Bunlarda, ister dinsel ister yönetsel sıradüzeninde olsun, yazışmalar “efendim” sözüyle başlayıp “köleniz” deyişiyle sonlandırılmaktadır. Kendisine “efendi” diye seslenilen üst konumdaki (statüdeki) kişi de kendisinden bir üst konumdakine “kulunuz” (kadınsa “cariyeniz”) sözünü kullanarak seslenmektedir. (24) Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki kalıbının öteki eşitsizlikçi ilişki örneklerinin çıkarılmasına yaradığını gösteren bundan daha uygun bir örnek bulunabilir mi? Benzer biçimde, köleliğin kaldırılmasından sonraki yüzyıllarda, hatta günümüzde bile “efendim” ile açılan telefon konuşmaları ve (köleniz anlamına geldiği bilinsin bilinmesin) “bendeniz” sözcüğünün kullanıldığı kibarlık gösterileri, kölece, eşitsizlikçi ilişkilerin dilde fosilleşerek zamanımıza dek kalabilmiş kanıtları olarak görülebilir.

Kölelik yazgı mı? Hıristiyanlık’ta Tanrı yanı sıra İsa’ya “Rab” (efendi) denmesi de (bkz. İncil, Matta 4/7: “Tanrın Rab’bi denemeyeceksin”; Matta 8/7-8: “İsa, “Gelip onu iyileştireceğim” dedi. Ama yüzbaşı “Ya Rab, evime girmene layık değilim” dedi, “Yeter ki bir söz söyle uşağım iyileşir”) böyle bir örnek alma olayını yansıtmaktadır. İslamlık’ta Allah için kullanılan, “Alemlerin Rabbi”, “Kainatın Efendisi” (Ar. Rabbulalemin) deyişindeki (bkz. Kuran, Bakara 107) sıfatın Muhammed için de (“Peygamber Efendimiz” biçiminde) kullanılışı aynı gerçekliği yansıtmaktadır. Bu örnek alış, hatta günümüzde bile kullanılan “Hocaefendi” deyişinde de görülebilir. Hepsinin gerisinde Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki örneğinden etkilenip esinlenme olgusu yatsa gerektir. İngilizce yazına Lord olarak çevrilen Rab sözcüğünün hem Tanrı, hem İsa, hem feodal bey, hem kral, hem köle sahibi için kullanılıyor olmasında da durum böyle.

Kula kulluk edilmiyor mu?

Bu kanıtlara karşı “Kula kulluk etmeyiniz” buyruğu gösterilecektir. Bunun “Başka ilahlara tapınmayınız” anlamında kullanıldığı açıktır. Örneğin (Cin 18’de) “Mescitler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın ve kulluk etmeyin” sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Tevrat’taki, İbrani kardeşini köle etmeyeceksin denmesi yanı sıra, İbrani kölenin 7 yıl sonra azat edilmesi buyruğu (bkz. Tevrat, Mısır’dan Çıkış 21/2: “İbrani bir köle satın alırsan altı yıl kölelik edecek, ama yedinci yıl karşılık ödemeden özgür olacak” sözü) bunu göstermektedir. Aynı yerde (21/5-6’da) kölenin “Efendimi seviyorum ... özgür olmak istemiyorum” demesi durumunda, efendisinin onu yargıç önüne çıkarıp kulağını biz ile delmesi istendikten sonra, “Böylece köle yaşam boyu efendisine hizmet edecek” buyruğu yazılıdır.

Hıristiyanlıkta kölelerin azadı ötedünyaya bırakıldı Tevrat kitaplarının, Eski Ahit adıyla Kitabı Mukaddes içinde Yeni Ahit sayılan İncil önüne konarak benimsendiği anımsanırsa, benzeri bir kölelik anlayışının Hıristiyanlıkta da sürdürüldüğü anlaşılacaktır. İsa’nın (Luka 4/18’de) İncil’i

(Müjde’yi) “Rabbin ruhu üzerimdedir... beni tutsaklara [eski çeviride “esirlere” yani kölelere] azatlık... ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak” için gönderdi diye öğütlemeye (vaaza) başlamış olduğu biliniyor. Buna karşın, Hıristiyan dinbilginlerinin İsa’nın sözlerinin, Tanrının ruhları, göklerdeki yönetiminde özgürleştirip kurtaracağı anlamına geldiği inancını yerleştirdiklerini görüyoruz. Gerçekten örneğin Calvin (1509-1565) “İsa’nın krallığını, sınırsız özgürlüğü ve eşitliği bu dünyada aramak bir Yahudi tersliğidir” yorumunu getirecektir. (25)

İslamlık’ta kölelik-cariyelik kaldırıldı mı? Kuran’da köleliğin kaldırıldığı yolunda tek bir ayetin bile bulunmadığı bilinmektedir. Bazı kabahatlerin bağışlanması için köle azadının öğütlenmesi ve Muhammed’in kölelerinin varlığı, kölelik kurumunun kabul edildiğini gösterir. İslam devletlerinde kölelik kurumunun, doğruluğundan kuşku duyulmadan, 20. yüzyıla dek sürdürülmüş olması gerçeği karşısında “Kula kulluk edilmez” sözü, uygulama değeri bulunmayan bir söylem olarak kalmaktadır. Günümüzde antikapitalist İslamcı bir grubun Kuran’da köleliğin kaldı-

rıldığı savlarını dayandırdıkları Beled suresinde “Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek ve açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır” ayetleri bulunmaktadır. Bunun yanında Zariyat 56’daki “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” sözü de göz önüne alınırsa, bunlardan, bunlar “köle” sözü geçen öteki ayetlerle birlikte yorumlanmadan köleliğin kaldırıldığı sonucu çıkarılamaz. Gerçekten Nahl 75’de “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?” ayeti (ve Rum, 28’deki köle sahipleri ile kölelerin eşit tutulamayacağı söylenen benzeri ayetlerin varlığı) (26) yadsınmadan böyle bir sonuca varılamaz. Her dört surenin ayetlerinin, birlikte ele alındığında, daha çok, Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki kalıbının toplumsal gerçeklikten esinlenilerek dökülüp, toplumda eşitsizlikçi ilişkilerin kopyalanmasına yaradığı yorumunu destekler nitelikte oldukları anlaşılacaktır.

YARATILIŞ-ÖZGÜRLÜK-SORUMLULUK SORUNLARI

Ö

yleyse, ağırlığını bugün bile sürdürebilen, Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki inancı kalıbından çıkarılarak çoğaltılıp yayılabilen bir kul insan anlayışının, temel haklar ve özgürlükler, sorumluluksorumsuzluk alanlarında düşünceleri nerelere götürebilip nerelere götüremeyeceğine bakılmalıdır.

Yaratılan özgür sayılıp sorumlu tutulabilir mi? Daha önce de belirttiğim gibi, yaradan yarattığını bilir. Hele onu (tektanrıcılıkta düşünüldüğü gibi) yoktan var etmişse! Yaratılan kul, varlığını, varlığıyla birlikte her şeyini, ondan almıştır, ona borçludur, sonunda ona geri verecektir. Yineleyeyim, yaratan-yaratılan arası ilişki kuklacı ile kuklası arası ilişkiye

benzer. Kuklanın özgür istenç sahibi olduğu, özgür eylem yetisinin bulunduğu ileri sürülemez. Kulun yalnızca ruhunun değil, bedeninin de yaradanca yaratıldığına inanılıyorsa bu, kuklacının, kuklalarını oynatmaktan öte, tahtalarını, iplerini bile kendisinin istediği gibi yapması durumuna benzer. Bu durumda kulun (kuklanın) ne özgür olduğu ne de hareketlerinden, kendisine söyletilenden sorumlu tutulabileceği söylenebilir. Dinde de böyle bir sav, hele yoktan var etme varsayımıyla tutarlı olarak ileri sürülemez. Yaratılan (tektanrıcı dinin kitaplarında açıkça belirtildi-

ği gibi) yaradanın (efendisinin) kulu (kölesi) onun bir aracı, hatta malı durumundadır. Kölelik kurumunun

35

kuramını yapan Aristoteles’in belirttiğine benzer biçimde köle efendinin canlı aracı, araç cansız kölesi görülür. (27) Amaç, efendinin yararıdır. Kısacası, dinsel dünya görüşünün ve insan anlayışının, “kul insan” kavramında özetlendiği gibi, özgür insan, özgür eylem, temel insan özgürlükleri düşünce ve değerlerine kapalı olduğu apaçık bir gerçektir.

İnsanın özneliği yadsınıp öznelik ayrıcalığı sanal aşkınöznelere sunulabilir mi? Dahası, yaratılışçı kul insan anlayışında insanın özneliğinin bile yadsındığı söylenebilir. Gerçekten, öznelik konumu, bilmeyi, özgür karar verebilmeyi, kafa emeği ile kol emeğini birleştirerek üretim etkinliğiyle yaratıcı, özgür eylemde bulunabilmesini ve kişinin eylem ve düşüncelerinden sorumluluk duyup sorumlu tutulabilmesini içerir. Oysa örneğin Kuran’da insanın “bilen özne” olma kapasitesi küçümsenmiş, yadsınmıştır. Tek bir örnek bile bunu kanıtlamaya yeter: Nahl, 74’te: “Allah için emsal göstermeyin. Çünkü Allah bilir siz ise bilmezsiniz” denmektedir. Öyle ki insanın savaşın bile kendi hayrına olup olmadığını bilemeyeceği söylenmektedir. (28) İnsanın kendi çıkarına olanı bile bilip seçemeyeceği, neyin çıkarına olup neyin olmadığını Allah’ın bileceği inancı, Bakara 216’da işlenmektedir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

36

Özne yakıştırmasından aşkınözne yaratmaya

Dinde bu sonuca varılan düşünceler şöyle bir evrimden geçirilmiş görünüyor. Üretim öncesi avcı ve toplayıcı topluluklarda (sihirsel düşünüş evresinde) antropologların animizm (cancılık) dedikleri bir eğilimden söz edilir. İnsan, önemli doğa öğelerini canlı, kendi gibi duyguları, düşünceleri, istenç ve eylemi olan varlıklar gibi görmüştür. Bunu, üretime geçilip daha sınıflı topluma geçilemediği koşullarda, çiftçi topluluklarda doğaya, “canlılık” yanı sıra, (toprak ana anlayışındaki gibi) “kişilik” yüklenmesi izlemişti. Göçebe çoban topluluklardan ise, sıra dışı başarılı patriarkların, şeflerin ölümlerinden sonra da topluluğu korumayı sürdürdükleri inancıyla, ruhlarının ölümsüzleştirilmeleri yani ruhları “özneleştirme” katkısı geldi. Bu tür sanal özneleri, sınıflı uygar tarımcı toplumlarda, tarımla ilgili (toprak, su, güneş, hava gibi) kişileştirilmiş doğa güçlerini, çalışmayan efendiler katmanı kişilerinin ve yöneticilerin üstün konum ve niteliklerinden esinlenilerek yüceltip “aşkınözneleşme” eğilimi görülmüştür. Böylece doğa güçlerinin tanrılaştırılmaları düşünsel işlemi tamamlanmış olur. Sonul sonuç insanın, kul, köle, mal sayılıp özneliğinin bile yadsınabilmesi olanağının doğmasıdır.

Cüzi irade inancı özgürlük sağlayabilir mi? Dinsel dünya görüşü uyarınca, yaratılan kulun kendisine bağışlanan ya da kendisinden esirgenen duygu, düşünce ve eylemlerinden dolayı so-

rumlu tutulamaması gerekmez mi? Sorumlu tutulabilmesi için İslamcı yaratılışçılar “Külli İrade ile Cüzi İrade” ve “Kader ile Kaza” kavramlarını ileri sürmektedirler. Onlara dayanılarak, insanın az çok özgür sayılacağı (hayır ile şeri ayırt edip birini seçebileceği) söylemektedirler. Aynı zamanda bu seçiminden dolayı, bu dünyada ve (cennet ve cehennemden birine gönderilmek yolunda) ötedünyada yargı gününde sorumlu tutulabileceği görüşü savunulmaktadır. (29) Bu mantıkla, denebilir ki, insanın bu dünyada alamadığı hakları, kavuşamadığı özgürlüğü ötedünyaya ertelenebilmektedir. Önce, böyle bir açıklamanın, yaradılışçılığın bir açmazından (yaratığın sorumlu tutulamayacağı sonucundan) kurtulma girişimi olduğunu söylemeliyiz. Amaç, “yoktan var edilen” insana, “Tanrı buyrukları” denenlerin gereğini yapmadığında cezalandırılma korkusu, yaptığında ödüllendirilme umudu vermektir. Oysa buyrulanı ödül umuduyla ya da ceza korkusuyla yapmak (Bakunin, Kropotkin gibi çağımız anarşist düşünürlerinin de belirttiği üzere) (30) özgürlük değil (içselleştirilmiş bir inanç gereğince de olsa) zorunluluktur. Bunu, başörtüsü takmaya başlayan bir rektörümüzün, “İnancımın gereğini yapmak zorundayım” demesinden de çıkarabiliyoruz. Dahası, külli irade Tanrıdaysa da insana bir cüzi irade alanı bırakıldığı düşüncesi, “yoktan var edilme” derecesinde yaratılma kavramıyla çelişkilidir. Somut bir örnek için, Musevilik olsun, Hıristiyanlık olsun, İslamlık olsun “ötedünyacı” tektanrıcı bir dinden, Brahmacı olsun Hinducu olsun “öteyaşamcı” (reenkarnasyon=ruhgöçü inancına dayanılan) dinlerden olan halklarda hiç de ender görülmeyen bir olgudan gidebiliriz. Onlarda da, başka inançtan halklarda olduğu gibi, buluğa ermemiş yaşta kız çocuklarının, rüşte ermiş erkeklerce yapılan cinsel saldırı sonucunda ölmeleri, öldürülmeleri bildik gerçek. Suçluların, Allah’ın kendilerine verdiği cüzi iradelerini kullanmayıp (şeytana, nefislerine uydukları için) bu dünyada olmasa bile ötedünyada, öteyaşamlarında cezalandırılmalarının gerektiği

söylenir. Şeytan’ın savunmanlığı yapılarak, böyle bir suçlama karşısında sanıkların savunmanlarının (avukatlarının) şöyle bir mantıkla sıkı bir savunma geliştirebilecekleri söylenebilir: Yaradanın kendilerine bağışladığı cüzi irade, tutkularını yenmelerine yetmeyecek kadar az gelmiş. Biraz daha fazla iradeyle yaratılmış olsalardı, gene kendilerine Yaradanın bağışı olan cinsel tutkularını dizginleyebilirlerdi. Ya da, Yaradan onları bu kadar azgın bir cinsel tutkuyla yaratmış olmasaydı, cüzi iradeleri tutkularına egemen olmalarına yetebilirdi. Sonuç olarak sözü, üstü örtülü de olsa, sorumluluğun yaratılanda değil, yaratanda olacağı noktasına getirebilirler.

Yaratılışçı adalet paradoksu Burada, yaratılışçı inancın bir başka savına takılırız: “Ona yaratılışçı adalet paradoksu” denebilir: Yaradan yetkindir. Öyleyse, yaratısı da kusursuz, yetkin olacaktır. Yaradan yetkin, dolayısıyla kusursuz olduğuna göre, yetkin olmayan bir yaratığın yetersiz aklıyla yaradanı sorumlu tutulamaz. Bu, yaratılışçı kuramın iç çelişkisidir. Bu çelişki dinsel kaynaklarda bir türlü giderilememiştir. Sümer’in Enki ile Ninmah mitosunda (31) aynı zamanda Tevrat içinde insanın Tanrı benzeri, İslam’da “kamil” yaratıldığı söylenmiştir. Enuma Eliş içinde ise asi tanrı Kingu’nun kanından yaratıldığı yolunda ipuçları bulunmaktadır. Sümer yaratılış destanında (ve Tevrat’ta, Kuran’da da) bir de insanın balçıktan “yapıldığı” belirtilmektedir. Kuran’da bir yerde (Secde, 9’da) Allah’ın balçığa kendi ruhundan üfleyerek can verdiği yazılıyken, başka bir yerde (Nisa, 28’de) “İnsan zayıf yaratılmıştır” yazılıdır. Bu, cinler, melekler ve başmelek gibi (Cin, 27’de belirtilen) alevden yaratılmışlıktan aşağı bir konumdur: Hıristiyanlıkta insanın, Tanrının buyruğuna değil cinsel tutkusunun çağrısına uyduğu için sonsuza dek kalıtsal lanetli (suçlu doğalı) olduğu inancı egemendir. Kuran’da bazı yerlerde hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği söylenirken (anlamını tam bilmeden ezberlettirildiği gibi, yanılmıyorsam “hayrihi ve şer-

rihi minallahi taalallah” denirken) bir yerde (Nisa, 79’da) “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir” yazılıdır. Enbiya 35’te ise: “Bir deneme olarak sizi hayırda da şerde de imtihan ederiz” (Nebioğlu çevirisinde “Biz sizi hayır ile şer ile deneriz”) denmekte.

Kader ve kaza kavramları ne işe yaramakta? “Kader ve Kaza” kavramlarına gelelim. Yaradan yarattığını biliyorsa bu ona bağışladığı yetilere göre neler yapıp neler yapamayacağını da önceden bilir demektir. Hatta yaratırken yazgısını da yazıp, nasıl yaşayıp ne zaman nasıl öleceğini (ecel tarihini) saptamıştır. Bu inanç nedeniyledir ki, bireysel olsun toplumsal olsun büyük kazalarda ve ölümlerde (örneğin yersarsıntıları kadar trafik, iş kazalarında) doğan sonuçlara ne kadar ağır olurlarsa olsunlar “kader” (yazgı) denip katlanılmaktadır. “Takdir-i ilahi” denerek, sorgulamaya kalkılması önlenmeye çalışılmakta, düzenin bozukluklarına, haksızlıklarına başkaldırılmayıp boyun eğilmesi sağlanmak istenmektedir. İslam inancına göre, külli iradenin bir açılımı olan “Kader” değiştirilemez; kaderden kaçınılamaz. Ama kendisine cüzi irade verilmiş insan, kader yolunun sınırları içinde, gidişini hayra ya da şerre yönlendirebilir. Buna (trafik kazasındakinden farklı bir anlamla) “Kaza” denmektedir. İyi de yapılan (her iki anlamıyla) kaza, bir seçim ürünü olsa bile, bir ya da birçok kişinin ölümüyle (yazgısıyla, eceliyle) sonuçlanmışsa kişi sorumlu tutulabilir mi? Bu du-

rumda kazanın asıl sorumlusu o kişi değildir. Çünkü bilinçli olsun olmasın, yaptığıyla, Tanrının birileri için yazdığı yazgının (onun ecelinin) gerçekleşmesi sağlanmaktadır. Bir anlamda Tanrının buyruğu yerine getirilmektir. Bu durumda o kimsenin cezalandırılması hakka adalete sığar mı? Tersinin yapılmaya çalışılması, Kader’e, Tanrının buyruğuna karşı durmak olmaz mıydı? Gene de bir “Diyanet İşleri Başkanı... Soma faciasında yaşamını yitiren madenciler için... Cuma hutbesinde... ‘Kader ve ecel insanoğlunun ihmal ve sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. Takdir [takdir-i ilahi] insanoğlunun sorumluluğunu [tedbir kuldan takdir Allah’tan deyişini çağrıştırarak] kaldırmaz” (32) diyebilmektedir. Bu savunmaya, Takdir [ki kader ile aynı kökten türetilmiş kavramdır] Allah’tansa, insanoğlunun ecel gibi daha önce saptanmış bir kaderi değiştiremeyeceğinden, tedbirinin sonuç üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağı yanıtı verilebilir. Tutarsızlık ancak, Allah kulun ne gibi tedbirler alıp almayacağını da önceden takdir etmiştir denirse ortadan kalkar. Ama bu kez de kulun alamadığı tedbirden dolayı cezalandırılması çelişkisiyle (yaratılışçı adalet paradoksuyla) karşılaşılır. Öldürenler için (“ecel” söz konusu olduğundan) durum böyle belirsiz. Öldürülen kimseler için daha bulanık. Özetle, özgürlük ve sorumluluk sorunu, yaratılışçı kul insan anlayışında çözülemez bir mantıksal kördüğüm oluşturmaktadır. Birinin dikkatsizliği, hatası, kusuru, hatta kastı sonucunda ölenin suçu ne?

37

Tevrat’ta (Hezekiel 18/2-4’te) eskisi gibi “Babalar koruk yedi çocukların dişleri kamaştı” denmemesi istenecekse de, daha önce (Mısır’dan Çıkış, 5’te) “Çünkü ben, Tanrın RAB kıskanç bir Tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım” denmesine bakılarak, cezalandırılmanın nedeni babaların günahlarının hesabının çocuklarından, torunlarından sorulması” mı?! Ölenler, Tanrının öldüreni cezalandırılabilmesi için birer “vesile”, birer araç mı? Ölene yapılan haksızlık, karşılığı kendisine bu dünyada ödenemeyeceğine göre, alacağı, (uğradığı bütün öteki haksızlıklarla birlikte) ilerde ödenmek üzere ötedünyaya mı ertelenmekte? Kaldı ki ceza (İslam ve Hıristiyan inançlarına göre) dünyanın sonunun geleceği Kıyamet (Yargı) gününden, tanrısal yargılamadan sonra kesileceğine göre, “O güne dek kimin günahlı kimin günahsız olduğunu ancak Tanrı bilir” mi denecektir? Öldürenlerin, bilinçli kusurları ile ölüme neden olanların yaşarken (ve öldükten sonra bile Kıyamet’e dek) “suçsuzluk (masumiyet) karinesi” ilkesinden yararlandırılmaları mı gerekecektir?

Efendi Tanrının kul insana biçtiği yazgı hak getirmez, görev yükler Yukarıdaki sorular bizi dinde haklar sorununa getirir. Aslında, dinde kulun özgürlüğünden söz edilemeyeceği gibi temel insan haklarından da söz edilemez. Kölenin olduğu gibi kulun da “hakları” değil “görevleri” vardır. Dinde tanrıların/Tanrının

38

insanlara kayrasından (inayetinden) “bağışlarından” söz edilir. Dindarlara, sonsuz cennet yaşamı gibi tanınan “ayrıcalıklar” sözü verilmiş olsa da, insan haklarının tanındığından söz edilemez. Irkçı olmakla birlikte dinci ahlak ve sorumluluk anlayışından esinlenilmiş (orta öğretimde belleğime kazınmış olup, üniversitedeyken Köy Enstitüsü çıkışlı profesörümüz İbrahim Yasa’nın eleştirdiği) şu şiir söz konusu görev anlayışını dillendirmektedir: “Ahlak yolu pek dardır / Tetik bas önü yardır / Sakın hakkım var deme / Hak yok vazife vardır / Hak milletin, şan onun / Gövde senin can onun / Dökülecek kan onun... Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım.” (Yasa, teksir ettirip öğrencilerine dağıttığı ders notlarında, bu alıntının altına “Hak da vardır vazife de. Vazifemi gözlerimi kapayarak değil açarak yaparım” notu düşmüştü.) Kimi dinci felsefeciler de insanın ancak ruhunun ötedünyada özgürlüğe ve hak ettiklerine kavuşabileceğini söylemektedirler. “Öl kardeşim öl, öl ki hakkını alabilesin”! Kuramda durum, onun mantıksal çözümlemesi bu yönde.

Efendi Tanrı - kul insan anlayışının toplumsal yaşamdaki işlevi Uygulamada durum ne? Dinci dünya görüşünde, kul insan anlayışında, kulun hakları sorunu, gerçekliğe uygunluk göz ardı edilmeden ve mantıksal bir tutarlık içinde işlenmiş değildir. Bu alanlardaki inançlar, belli üretim biçimlerinin, üretim ilişkilerinin, yönetim biçimlerinin, egemen sınıfların, artı aktarımının (sömürü-

nün) bir simülasyonu (gerçekliğin simgesel karşılığı düşünceler) durumundadır. Böylece eşitsizlikçi düzeni yansıtıcı olmaları yanı sıra, işlevsel değerleri nedeniyle sürdürülüp yeniden üretilen düşüncelerdir. Bunlara dayanılarak, “vermemiş mabut, neylesin sultan mahmut” gibi deyişlerle, eşitsizlikçi, adaletsiz düzenler, normal, doğal, hatta tanrısal gösterilebilmektedir. Toplumsal düzenlerdeki eşitsizlikçi konumlar, ilişkiler, eşitsiz bölüşüm, kaçınılmaz görülüp gösterilebilmektedir. Dolayısıyla, efendi Tanrı - kul insan anlayışı gerçeklik evreninde yaşamsal önemde bir işlev görmektedir. Şöyle ki, kulun yaradanı karşısında hiçbir hakkının, hiçbir özgürlüğünün sözü edilemeyeceği gibi, kölenin de efendisi karşısında hiçbir özgürlüğünden ve hakkından söz edilemeyecektir. Yalnızca, Tanrının kuluna tek yanlı bağışlarda bulunduğu ya da bağışlarını geri alabileceği inancına benzer olarak, efendi de kölesine (gönlünden ne koparsa ve gönlünden koptuğu kadar) bağışta bulunacaktır. Ama aynı zamanda, canına varana dek bağışladığı her şeyini alabilecektir. Efendi ile köle arasında kurulanla aynı durum ve aynı ilişki, yönetenler ile yönetilenler, (feodal bey ile serfler, kapitalist patron ile örgütsüz, sınıf bilinçsiz kol ve kafa emekçileri) arasında görülebilecektir. İster Hıristiyan Batı ister İslam Doğu ülkelerinde olsun, ortaçağ boyunca hatta yeniçağın ilk yüzyıllarında “haklar” kavgası, daha çok, egemen dinden yöneticiye ve çoğunluğa tanınan dinsel “ayrıcalıklar” karşısında azınlık din ve mezhep

düşünürlerinin ve üyelerinin inançlarına saygı gösterilmesi, kamusal alanlarda tapınmalarına izin verilmesi yolunda yürütülmüştür. Kavgayı kazananlar, kamusal tapınma ayrıcalığını ele geçirip, bu kez kendileri karşı inançları bastırmıştır.

Burjuva düzenlerinde ayrıcalığa dönüştürülen haklar ve özgürlükler Aristokrasinin ötedünyacı dinsel ideolojisinde ve uygulamasında özgürlükler ve haklar böyledir de burjuvazinin budünyacı anlayışında bundan çok mu farklıdır? Böyle bir soruyu, konumuz dışına düşmekle birlikte, kısaca da olsa yanıtlamamız gerekir. Burjuva düzenlerinde bütün yurttaşlara, hatta bütün insanlara hukuk ve politika alanlarında, eşitlik anlayışı gereği, bazı temel insan haklarının ve özgürlüklerinin tanındığı yadsınamaz. Örneğin, çalışma ve istenilen uğraşı seçme özgürlüğü; mal mülk edinme, miras bırakma hakları bunlardan-

dır. Tanınan bu haklar ve özgürlükler, uygulamada, yarışmacı kapitalist düzen koşullarıyla sınırlı da olsa, herkesin yarışa katılabilmesi noktasına dek genişletilebilmektedir. Ama durum, aynı eşit yarışma çizgisinde dizilenlerden, kiminin yalınayak, kiminin marka spor ayakkabısıyla, kiminin motosikleti,

kiminin arabasıyla katıldığı haksız, saçma bir yarışa benzemektedir. Yarışlarda, kazanılanların biriktirilmesi, miraslarla arttırılarak soylarına geçirilmesi ise, hakları ve özgürlükleri, birkaç kuşak içinde (aristokrasilerdekine benzer olarak) daha çok azınlıkların yararlandığı ayrıcalıklara dönüştürülebilmektedir.

DİNLERDE ‘İNSAN DOĞASI’ (FITRAT) ANLAYIŞLARI

Y

aratılışçı dinsel ideolojilerden biri olan öteyaşamcı tektanrıcı dinsel gelenekte insanlar, Tanrıya kulluk etmeleri için yaratıldıklarına inandırılır. Böyle bir yaratılma inancından gidilerek yapılacak mantıklı çıkarsamalar, yaratıkların yaptıklarından sorumlu tutulamayacağı sonucuna götürebilir. Bunun önlenmesi için, yaratılış mitosuna insanın balçıktan (değersiz maddeden) yaratılması, ona Tanrı sureti (biçimi) verilmesi, Allah’ın kendi ruhundan üflemesiyle (eklemesiyle) canlandırılması gibi (ve yoktan var etme inancıyla tutarlı olmayan) öğeler eklenmesi zorunda kalındığını gördük.

Tektanrıcı ötedünyacı dinde insan doğası Bunlar sonuçta, insanın kul (köle) olarak yaratıldığı temel inancını değiştirmez. Yalnızca, “kulların yaradanlarına” sorumlu oldukları dolayımıyla, egemenlerce istenmeyen düşünce ve davranışlarının “günah” olduğu söylenerek, kölelerin, serflerin,

işçilerin, uyrukların efendilerine, beylerine, patronlarına, dincilerine, yöneticilere ve yargıçlara sorumlu tutulabilmelerinin yollarını açar. Kölenin yaratılışının (doğasının fıtratının) en temel özelliği, değil başkaları için, kendisi için bile doğru, kendi yararına olanı görebilecek düşünsel yeteneğe ve özgürlüğe sahip olamayacağı inancını getirir. Bu durumda benimseyebileceği tek ve doğru tutum, kendisini efendisinin yönetimine teslim etmesidir. Efendisinin buyruklarını dinleyip, boyun eğip, gereklerini yerine getirmesidir. Bunun toplum kadar, efendisi kadar, kendinin de yararına olacağı ileri sürülür. (33) Bu norma uygun davranmayan kulların, kölelerin niçin öyle davrandıklarının (nedenlerinin) açıklanması gereksinimi doğmuştur. Böyle bir amaçla yapılan açıklamaların toplamı, dinde kölenin, kulun, insanın doğası (fıtratı, naturası, cibilliyeti) ile ilgili standart dinsel (“kul insan”) anlayışını oluşturur. (34) Bu anlayışta insan,

kendi başına sevilecek bir değer olarak görülmez “yaratılan yaradanından dolayı” sevilip değerli görülür. Gerçekten, dinsel dünya görüşünde insanın değersizliği, olumsuz doğası hakkındaki görüşün ipuçlarını ona verilen adlardan toplamaya başlayabiliriz. Adam (Adem) sözcüğü “balçık” kökünden türetilmiş bir addır. Kuran’da (Araf 12’de) Allah ile Adem’e secde etmek istemeyen İblis arası tartışmada “Ben ondan üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” sözünden de çıkarılabileceği gibi, Adem’in doğasının öğelerinden birini oluşturan hammaddesi değersiz görülmektedir. Genel olarak insanlar için kullanılan “enoş” İbrani sözcüğü ise “zayıf” anlamına gelmektedir. (35) Başlangıçta Tanrı suretinde yaratıldığının söylenmesindeki (Enuma Eliş açıklamalarındaki) amaç, insanın Tanrı gibi iyiyi kötüyü ayırt edebilecek yetenekte olduğunu göstermek değildi. Amaç, savaşı yitiren tutsak Tanrıların köle olarak kullanılmalarından kurtarılmaları

39

için yerlerine “benzerlerinin” konmasıyla sınırlıydı. Tevrat’ta geçen, Adem’e, anlaşılan başlarda verilen iyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneğinden amaç ise, geniş anlamda özgürce düşünüp seçme değildir. Tanrının iyi dediğini yapma, kötü dediğini yapmamadır. Bunu aşarak özgür düşünüp özgür seçim ve davranış yoluna saptığında ceza kesilir (Tevrat, Yaratılış, 3/1-19’a göre). Lanetlenir, cennetten kovulur, ölümsüzlükten olur. Erkek zorlu çalışma, kadın acıyla doğurma yazgısına uğratılır. İlk günahın nedeni, süreci ve sonuçları da aydınlatıcıdır. Tevrat “Yaratılış” (eski çevirideki adıyla “Tekvin”) bölümünde yazılanlardan, Rab’bin (Efendi’nin) yasakladığı ağaçlardan birinin (ölümsüzlük kazandıran) “Yaşam Ağacı”, ötekinin “İyiliği ve Kötülüğü Bilme Ağacı” olduğu adlarından açıkça anlaşılıyor. Rab onların meyvelerinden yer yemez ölecekleri uyarısında bulunmuştur. İblis “yiyin” der “ölmezsiniz”. İyiliği ve kötülüğü ayırt ederek kendisi gibi Tanrı olmanızı istemediği için yasaklamış. Yerler, ölmezler. İblis’in dediği doğru çıkmıştır. Ama mitosu belli amaçlarına hizmet edecek yolda biçimlendiren dinciler, Rab’bi de yalancı durumuna düşürmemek için, canlıların ölümlülüğü gerçekliğini (kötüye) kullanıp, insan soyuna “ölümlülük” cezası verildiğini yazarak bunun kuşaklar boyu aktarılmasını sağlamışlardır. (36) Böylece insan soyu özgür düşünme ve karar verme yetisinden (Adem bu

40

özgürlüğü Rab’bin buyruğunu, doğru olanı seçmede kullanmadı diye) yoksun edilmiş olur. Ölümlülük yanı sıra lanetlenmeye yol açan neden, “yasak meyve” analojisiyle anlatılan “cinsel ilişki” olsa gerektir. Ceza sert olduğu kadar süresiz (müebbet) nitelik gösterir. Adem ile Havva soyu artık doğuştan, kalıtsal olarak geçirilegelen günaha eğilimlidir. Bütün bunlar hesaba katıldığında, tektanrıcı dinin kul insanının doğası, fıtratı anlayışı şöyle derlenip toplanabilir: İnsan, ölümlü, kendini yönetme yetisini yitirmiş, tensel (yeme, içme, çiftleşme gibi) tutkuları ağır basınca, Tanrının buyruğunu duymayabilen, Tanrının buyurduğu yoldan ayrılabilen, hatta Şeytana kulak verip Tanrıya (Tanrının hiyerarşik düzenine) başkaldırabilecek olan zayıf, kötü, günahkâr, zalim bir kuldur. Öyleyse, Tanrının buyruklarına göre ve sımsıkı denetlenerek yönetilmelidir. Ruhunun ölümsüzlüğü ile avutulup, ötedünyada budünyada alamadığı haklarının ve özgürlüklerinin tanınıp, kendisine yapılan haksızlıkların hesabının haksızlık yapanlardan sorulacağı bir sonsuz mutluluk umudu verilmelidir. İçine, işleyeceği günahları karşılığı sonsuza dek işkence göreceği korkusu salınmalıdır. Herhangi bir başkaldırısında, günahında, “Ben zaten yanmışım” umutsuzluğuyla saptığı yanlış yolda yürümesinden vazgeçirilip, yeniden doğru yola sokulması içinse, Tanrının bağışlayıcılığı düşüncesi

(pişmanlık bildirme, günah çıkarma gibi yollarla) işlenmeli, bağış ve bağışlama kurumları işletilmelidir. Çünkü insan doğası bu etkilere de açıktır, dinci kul insan doğası anlayışına göre. Böyle bir (tektanrıcı ötedünyacı) dinsel insan doğası anlayışının, eşitsizlikçi toplumun çalıştırılan, yönetilen köle/serf katmanlarının insanlarından esinlenilerek kurulmasına dayandırıldığı ölçüde, eksik, olumsuz, çarpık bir insan doğası olması kaçınılmazdı. Çünkü insan soyunun öteki bölümünü oluşturan efendiler kesiminin nitelikleri (tanrıya bağışlanıp) insan doğası tanımlanırken göz önüne alınmamıştır.

Çifttanrıcı Zoroastercilikte Tektanrıcı, ötedünyacı dinde insanın yaratılıştan, doğuştan belirlenmiş olumsuz, eksik, günaha eğilimli doğası konusundaki genel anlayış böyle. Çifttanrıcı denebilecek Zoroastercilikte ise, yaratılıştan, doğuştan saptanmış tek bir insan doğasından farklı bir anlayış vardır. İnsanlar (Varoluşçuluğunkini çağrıştıran bir anlayışla) evrensel iyilik güçleri ile kötülük güçlerinin savaşında, Ahura Mazda (İyilik Tanrısı) ya da Ahriman (Kötülük Tanrısı) yanında savaşa katılmayı seçerek, denebilir ki kendi doğalarını oluşturacaklardır.

Çoktanrıcı öteyaşamcı kast dininde Çoktanrıcı dinlerden Hinduculuk’ta da, tek bir (kul insan) doğasından çok, kastlarına göre farklı doğalardan söz edilebilir. Evrensel Tanrı Brahman’ın başından yaratılan (ya da başını oluşturan) Brahmanlar kastı üyeleri, bedenlerinin ölümünde ruhları (yeniden doğuşlar sarmalından kurtulup) Brahma’ya katılarak, Nirvana’ya (sonsuz dinginliğe) ulaşabilecek yücelikte, Tanrıya yakın bir doğaya sahiptirler. Alt kasttakiler ise, ruhlarının her yeniden dünyaya gelişinde, bir önceki yaşamlarındaki kastların içindeki davranışlarının (kast kurallarına, yani eşitsizlikçi toplumsal düzendeki görevlerine) uyup uymayışlarına göre, üst kastlara çıkarılabilecek ya da alt kastlara düşürülebilecek farklı doğalara sahip görülürler.

SONUÇ

G

ene dinin kurumlaşma dönemlerine dönelim. Onun toplumsal artının tarımsal üretimden alınıp aktarıldığı bir katmanlı (sınıflı) eşitsizlikçi toplumun üstyapı kurumu olduğunu görmüştük. Artı aktarımı toplumda (tarım, hayvancılık gibi) birincil üretici işlerde çalışmayanların beslenmesi olanaklarını sunmuştu. Böylece ilkel topluluğun eşitlikçi yapısının yıkılmasına, toplumsal farklılaşmalara, sınıflaşmaya yol açan evre, “uygar topluma geçiş” olarak nitelenebilir. Bu yolda bir sonraki gelişmede, uygar toplumda (Sümer kent devletleri tapınakları içinde ve çevresinde) artı ürünle beslenebilen tapınak zanaatçıları, tapınak tacirleri, tapınak savaşçıları belirir. Tapınak topraklarının, tapınak ekonomisinin, tapınak personelinin yönetilmesi iş yöneticiliğini (İng. management) kurumlaştırır. İş yöneticiliği beraberinde insan yöneticiliği (İng. administration=kamu yöneticiliği) uzmanlığını getirir. Bu gelişmeler, genelde, toplumda görülen art arda, bazen iç içe farklılaşmalar dizisi olarak nitelenebilir. Farklılaşmalar, ekonomik (üreten-tüketen) toplumsal (çalışan-çalıştıran) siyasal (yöneten-yönetilen) ayrımları biçimini alır. Bu noktada durmayıp, dinci yöneticilerin de kendi aralarında (kamu yöneticileri - düşünce yöneticileri) olarak farklılaşmaları durumunu yaratır. Gelişmeler, ortaya bir tapınağa bağlı (kapıkulu) profesyonel düşünce üreticileri kesimi çıkarmıştır. Bunlar, eşitsizlikçi toplumsal düzeni anlama, açıklama, aklama, yüceltme ve yeniden üretilmesini kolaylaştırma işlevini üstlenir. Bu işlevle, geleneksel mitosları birleştirip örgütlendirerek “Sümer Yaratılış Mitosu” olarak bilinen anlatıyı kurup yazılı belgelere geçirmişlerdir. Babil Yaratılış Destanı (Enuma Eliş) kadar, Yunan mitolojisi, Kitabı Mukaddes’in “Tekvin” kitabı (Yeni Çeviri’deki adlarıyla, Kutsal Kitap’ın “Yaratılış” bölümü) başındaki altı günde yaratılış anlatısı kadar, Kuran’daki balçıktan yaratılışla ilgili ayetler de Sümer yaratılış mitosunun, giderek gelişti-

rilen kopyaları denebilecek denli uzantıları olarak görünür. Düşünsel farklılaşma, ilginç bir durumla, düşünce üretimi alanında gerçekleştirilen bir köleci üretim ilişkisine benzemektedir. Bu yoldaki düşüncelerim şöyle bir gelişme izlemişti. Önceleri, inançların düşünmeyi engelleyip, düşünceleri yetersizleştirdikleri görüşündeydim. Sonra, inançlar üzerine inanılmayacak denli bol ve çeşitli düşüncelerin üretildiği kitaplar (özellikle Elmalı’nın Kuran tefsiri) içindeki düşüncelerin bolluğunun ve çeşitliliğinin bilincine varınca, bu görüşümü bıraktım. Örneğin (Tarık suresinin 5, 6, 7. ayetlerindeki) “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar” gibi biyolojik gerçeğe apaçık ters düşen bir bilginin bilime uygunluğunu kanıtlamak için bin dereden su getirildiğini okudum. Dinsel inançlar demek ki kimilerinde kafaların çalışmasını durduramamakta. Tersine, anlaşılan özellikle profesyonel kapıkulu dinci düşünürlerin dolap beygiri gibi çok çalıştırılmasını getirmekte. Ancak çalışmaları, kölelerin, ev kadınlarının, işçilerin çalıştırılmasına benzemekte. Bu kimseler, efendileri, kocaları, patronları için, onların istediği şeyleri, onlar yararına üretmek üzere çalışırlar. Ürettikleri, (emeğin yeniden üretilmesi için gereken çeşitler ve tutarlar dışında) kendilerine kalmaz. Üretilen, yeniden üretilen düşüncelerse, benzeri biçimde, egemen sınıfların, yöneticilerin, kentin koruyucu tanrısının temsil ettiği dinciler topluluğunun istediği yöndedir. Onların istediği

kanallarda, istediği nitelikte düşünceler (inançların bitmez tükenmez kanıtlandırılmaları) biçimindedir. Kısacası, özgür düşünme ürünleri değildir; kölece düşüncelerdir. Ama sonuçta, inanç biçimi verilmiş de olsalar, kitaplıklar dolduran düşüncelerdir. Nietzsche, düşünce üretilmesindeki bu kölece ilişkiyi kavramış olmalı ki, Hıristiyan etiğini “köle ahlakı” olarak nitelemişti. Öte yandan, profesyonel kapıkulu dinci düşünürlerin düşüncelerinin bu niteliği, Eski Yunan’ın “serbest düşünce emekçileri” sayılabilecek Sofistlerin düşünce üretimi koşullarıyla (örneğin kapıkulu düşünürleri olmamalarıyla) karşılaştırılırsa, daha iyi anlaşılır. (37) Böyle üretilen düşüncelerin/inançların tüketimine gelince, onların benimsenmesiyle, kafa emeği ile kol emeğinin birleştirilmesiyle yapılan bir yaratıcı üretim etkinliğinde bulunabilen insan anlayışı, demek ki özgür insan gelişemez. İnsanlar, düşünce/inanç üretenler ile inançları tüketenler olarak farklılaşınca, sıradan uyrukların/yurttaşların dinsel alanda yapabilecekleri tek şey, profesyonel düşünürlerce üretilenlere inanmaktır. Onları, “içselleştirip” (kendilerinin, sınıflarının, toplumlarının, tüm olarak insanlığın yararına mı zararına mı diye irdelemeden) oldukları gibi kabul edip imana dönüştürmektir: “İnandım, iman getirdim, haktır ve gerçektir!” Oysa ereklere, değerlere sahip olan varlıklar, cansız doğayı, öteki canlıları, öteki insanları etkileyebilip (hatta belirleyici olabilmeleri anlamında) asıl yaratıcılar, sanal aşkınözneler değildir. Gerçek insan

41

özneler (ana baba, yetişkinler, yaşlılar, dinciler, öğretmenler, efendiler, beyler, patronlar, işverenler) olarak kişilerdir. Kişilerden oluşan etnik, dinsel gruplar, sınıflar gibi toplumsal öznelerdir. Böyle görüldüklerinde onların, “yazgı” deniverilen durumlara boyun eğmeyebilecek, onlara karşı çıkabilip onları değiştirebilecek kimseler oldukları anlaşılacaktır. Not: Metnin dizilmesindeki, düzeltilmesindeki, bazı eksiklerin giderilmesindeki özverili çalışması ve nitelikli emek katkıları dolayısıyla arkadaşım Fatih Unuttum sağ olsun.

DİPNOTLAR 1) Riske girme, genel insan doğasının gerçekliği değildir. Çünkü insanın çarpıtılmamış doğasında, riske atılmaya can atma eğilimi görülmez. Tam tersine, riskten kaçınmanın yollarının aranıp bulunması, güvenlik koşullarının oluşturulması eğilimi görülür. Güvenlik arayışı riske girmenin sadist, mazoşist hazlarından önce gelir. 2) Arapça kökenli birçok kavramın kullanışında olduğu gibi, “rhm” kökünden türetilen, koruma, merhamet gibi anlamlarla rahim sözcüğüyle bağlantılı olup “esirgeme” anlamına gelen bu sözcüğün de (bkz. Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, 2007 baskısı “rahmet” maddebaşı) doğru anlamı bilinerek kullanıldığını sanmıyorum. Bilinerek kullanılsaydı ölenin, öldürülenin neden esirgeneceği düşünülüp bu kadar sık kullanılmazdı. Öte yandan günahsız yüzlerce, binlerce çocuğun, yetişkinin öldüğü doğal afetlerin Tanrının yazgısı olduğuna inanılırken gene de Tanrıdan rahmet, esirgeme, koruma dilenmesi anlaşılır durum değildir. 3) Bkz. Niccolo Machiavelli, Prens, çeşitli çevirilerinden özetle, Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 2013, Bilim ve Sanat Yayınları, s.331. 4) Jeosfer, Biyosfer, (“Düşünyuvar” olarak Türkçeleştirilebilecek) Noosfer kavramlarıyla anlatılan olgular için bkz. Alâeddin Şenel (Ed.) Bilim ve Bilimsel Yöntem, İstanbul, 2012, Bilim ve Gelecek Yayınları, s.40. 5) Hint-Avrupa dillerindeki, örneğin Latince’deki Spirit(us) gibi, Sami dillerindeki nfs üçlü sessiz kökünden türetilen, etimolojisi Akadca napuşu sözcüğüne dayandırılan nefs sözcüğünün de “soluk” anlamına gelmesi bunu göstermektedir (sırasıyla bkz. Webster’s Unabridged Dictionary of the English Language, 1989 baskısı ve Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, İstanbul, 2002, Adam Yayınları, “nefes” maddebaşı. 6) Bunun kuşkusuz, canlı-cansız maddesel varlıklar ve onların kafadaki simgesel karşıtları (imgeler, kavramlar) olarak iki görünümü bulunan gerçeklikle bağlantısı vardır. Ancak, Platon gibi idealist felsefeciler ve onları izleyen din felsefecileri, gerçekliğin maddeden bağımsız varlığı bulunmayan (açıkçası insanın ölümüyle son bulan) akıl, ruh, mana dedikleri niteliğine, önce maddeyle bağlantısını koparıp bağımsız varlık tanımışlardır. Sonra onu maddenin üzerine çıkarıp, maddeyi belirleyen, yaratan öğe konumuna yükseltmişlerdir. Böylece gerçekliği tepetakla göstermeyi başarabilmişlerdir. (Platon’un Devlet yapıtında “mağara benzetmesi” ve “iyi ideası” ile bu düşüncesinin yorumu ve işlevi için bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.155). Bu düşünsel strateji, var olanı (budünyayı) yok (ya da önemsiz)

42

var olmayanları (irili ufaklı sanal özneleri ve aşkınözneleri) ise var gösterebilmenin de yolunu açmıştır. 7) Aristoteles’in, belirleyici bulduğu “ereksel neden” yanı sıra, varlığı doğru kavramada kullandığı öteki üç neden (maddesel neden, formel neden, etken neden) için bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.179. 8) Yani yere kapanarak tapınırlar (bkz. Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, “secde” madde başlığı). Bunlar cansız doğa öğelerinin ereksellikçi bakış açısıyla ve yöneten-yönetilen ilişkileri içinde açıklanması örnekleri olarak gösterilebilir. 9) Burada Tevfik Fikret’i, “İnsanoğlu putunu kendi yapar kendi tapar” sözlerini anımsamamak elde mi? 10) Mezopotamya’da olduğu gibi birçok ilk uygarlık tarihinde, kendilerine içinde tanrı sözcüğü ya da belli bir tanrının adı bulunan adların ve sanların verildiği yöneticilerin varlığı da bunun kanıtıdır. Mısır’da adını değiştirip kendine Akhenaton (Tanrı “Aton’un hayırlı oğlu”) sanını veren (MÖ 1353-1335 arası yöneten) Tanrı-Kral Firavun kadar birçok Asur yöneticisi, Asur’un, gene aynı adı taşıyan tanrısının adını [Asurbanibal (öl. MÖ 626) Asurnasirpal (öl. MÖ 859) örneklerinde olduğu gibi] adlarına eklemişlerdi. 11) William McNeill, (Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2013, İmge Kitabevi Yayınları, 15. Baskı, s.37-38). 12) Öykünün tümü için bkz. Tevrat, Tekvin (2001 Yeni Çeviri’deki adıyla “Yaratılış”) 19/1-25. 13) Werner Keller, (The Bible as History başlığıyla, Almanca’dan İngilizce’ye çev. William Neill, Londra, 1969) yapıtında Kutsal Kitap’taki mitosları (mucizeleri) bu tür doğa olayları ile açıklama çabası göstermektedir. Bu yolda Rabb’in meleğinin Lut’a gerilerine bakmamaları uyarısını, (s.95’te) yersarsıntısına eşlik eden patlamalar şimşekler ve kırılan faylardan serbest kalan zehirli doğal gazlara, Lut fayı çevresinde gerçekleşmiş olduğu ortaya çıkarılan büyük bir yersarsıntısının jeolojik, arkeolojik buluntularına, ipuçlarına dayanarak açıklamaya çalışmaktadır. 14) Örneğin bkz. Levililer 21/22-24. 15) Örneğin bkz. Tesniye (Yeni Çeviri’de Yasaların Tekrarı) 28/15-68. 16) Bkz. Alâeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, Ankara, 2009, İmge Kitabevi Yayınları, IX. Kesim: Yeni Dünya Uygarlıkları. 17) Bkz. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Y. Alp ve M. Özışık, İstanbul çeşitli tarihlerdeki baskıları, Birikim Yayınları. 18) Bkz. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, Ankara, 2001, Türkiye Diyanet Vakfı çevirisi, Maide 33. krş. The Koran, çeviren ve notlandıran N. J. Davood, Middlesex, Penguin Classics, 1974 baskısı, The Table, 33 ve The Quarn, çev. Maulana Wahiduddin Khan, New Delhi, 2011 (baskı Türkiye Irmak Ofset) s.81; burada ve Davood çevirisinde bir de “haça germe” (İng. crucified) sözü geçiyor. Alın size bir sürü çeviri tartışması fırsatı. Ama hiçbir yorumu ölüm cezasının kaldırıldığı bir çağdaş hukuk anlayışı dünyasında, Kuran’ın Allah’ın değişmez, değiştirilmez sözü olduğuna inanan bir yöneticinin, kendisine karşı çıkıp eleştirenleri “nifak çıkarıyor” diye suçlayabilmesi olasılığını engelleyemez. 19) Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk (Existentielisme), Çev. Asım Bezirci, İstanbul, çeşitli yıllardaki baskıları, Dönem Yayınları, s.80. 20) İnsanlığın kültürel evriminin tarihini, yorumladığı arkeolojik bulgulara dayandırarak ortaya çıkarmaya çalışan Gordon Childe, benzeri bir anlayışı (Kendini Yaratan İnsan, Çev. Filiz Karabey Ofluoğlu, İstanbul, 1978, Varlık Yayınları) yapıtında dile getirmektedir. 21) Örneğin bkz. Alâeddin Şenel, “Yaratılış Mitosları”, Bilim ve Ütopya, Eylül 2003, s.21. 22) Alexander Heidel (çev. ve haz.) Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı, Türkçeye çev. İsmet Birkan, Ankara, 2000, Ayraç Yayınları, 138, s.+12 resimli s.

23) Bkz. Alâeddin Şenel, İnsanlık Tarihi Boyunca İnsan Hakları Demokrasi İlişkisi, İzmir, 1996, İzmir Barosu Yayını, s.150. 24) Bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.391. 25) Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.235. 26) Kuran, Rum 28: “Allah size kendinizden bir temsil getirmektedir. Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde... birbirinizden çekindiğiniz derecede kendilerinden çekineceğiniz, sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarımız var mı?” 27) Bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.182. 28) İnsanın bilen öznelliğinin yadsındığı öteki ayetler için bkz: Diyanet çevirisi İndeks’inde “Allah her şeyi bilir” altında gösterilen ayetler ve İsra 17’de ruh bilgisinden kullara pek az verildiği; Bakara, 255’te insanların Allah’ın bildirdikleri dışında ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemeyecekleri. 29) Bkz. 32. dipnot. Başbakanın TOBB (22 Mayıs 2014) Genel Kurulunda yaptığı konuşmada bu konudaki düşünceleri de tipik İslamcı görüşü dile getirmekteydi: “Tevekkül asla ve asla tedbirsizlik anlamına gelmez. Kaza ve kadere iman asla ve asla her şeyi akışına bırakmak, tabii mecrasına bırakmak, tedbiri elden bırakmak anlamına gelmez... Kaza ve kadere iman edenlerin şu topluluk içerisinde kahir [ezici] ekseriyette [çoğunlukta] olduğunu biliyorum. Ama buna inanmayanların olduğunu da biliyorum. Toplumda birçok köşe yazarının bununla alay ettiklerini de gördük, görüyoruz.” (bkz. 23 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet, s.9 ve aynı tarihli öteki gazeteler). 30) Bkz. Kropotkin, Anarşik Etik, Çev. Işık Ergüden, Ankara, 1999, Doruk Kitabevi, s.24’de ödülün ve cezanın ahlaksızlığa yol açacağı yorumu bulunmaktadır. 31) Bkz. S. H. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2002, İmge Kitabevi Yayınları, s.36. 32) Bkz. 17 Mayıs 2014 tarihli Milliyet, s.5 ve öteki gazeteler. 33) Bu anlayışı da en kesin çizgileriyle Aristoteles, kölelik kurumunu savunurken geliştirdiği “doğal kölelik kuramı” ile ortaya şöyle koyar: Önce kimi insanların doğadan, doğuştan yeterli düşünme yeteneğinden yoksun olup, ancak kendilerine buyrulanı yapabilecek kadar akla sahip olduklarını ileri sürer. Sonra bu kimselerin efendilerin hizmetine ve yönetimine girmelerinin her iki yanın yararına olacağı görüşünü savunur (bkz. Aristoteles, Politika, I.I.13 ve II.IV.4’ten, Alâeddin Şenel, Eski Yunan’da Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, Ankara, 1970, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, s.436-437) Nikomakhos Ahlakı adlı yapıtında ise (VIII. 11’de) “Köle canlı bir araçtır, araç cansız bir köle” buyurmuşlardır! 34) Kuşkusuz bu egemen anlayış dışında kalan, “enelhakçı” anlayıştan tutun “kaderiye”, “cebriye” gibi heterodoks akımların farklı insan doğası anlayışları da vardır. Hatta bilimsel insan doğası anlayışına yaklaşan İbn Haldun (13321406) gibi bir İslam düşünürü bulunmaktadır: “İnsan cibil ve naturasının değil, alışkanlıklarının oğludur” (bkz. Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, 1968, MEB Yayını, s.315). 35) Kuran’da ise (Meraic 19’da) insanın “pek hırslı ve sabırsız” yaratıldığı söylenmekte. Sonra (Bakara, 187’de) erkeklerin Ramazan gecelerinde sahurdan önce karılarına yaklaşmalarına izin çıkarken gerekçesi, “Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi” (Nebioğlu çevirisinde “nefsinize karşı zayıf olduğunuzu”) bildi olmaktadır. Söz konusu kötülüğü kendilerine Ramazan boyunca karılarına yanaşmayarak yaptıkları anlaşılıyor ve izin çıkıyor. 36) Augustinus (354-430) Hıristiyan dinbilgisinde (teolojisinde) kalıtsal “ilk günah” yazgısının yarattığı açmazdan (“öyleyse kurtuluş için bir umut, çabaya da gerek yok” düşüncesinden) insanlığa İsa ile yeniden günahsız, özgür insan aşılandığı görüşünü geliştirerek kurtarmaya çalışmıştır (bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.264). 37) Bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.139.

izlem@gözükeles.net

İzlem Gözükeleş

Bilişim Dünyasından

Başka bir ulaşım, başka bir şehir ‘Otomobil uygarlığı’ kader mi?

Sık sık eski teknolojiler/kurumlar ile yenilikçi teknolojik çözümler arasında kısır ikilemlere sürükleniyoruz. Sarı taksilere karşı Uber’i, fosil yakıtlı araçlara karşı elektrikli araçları tartışıyoruz. Uber’in faaliyetlerini düzenleyerek ve Uber sürücülerini örgütleyerek sorunları çözebileceğimizi, elektrikli araçların dünyayı çevre kirliliğinden kurtaracağını düşünüyoruz. Ama insanlara hizmet etmekten çok kârı artırmak üzerine kurulu kapitalizmin kendi yapılarına meydan okumadan insanlıktan ve çevreden yana bir geleceği inşa edemeyiz.

E

ylül ayında SEC (Securities and Exchange Commission - ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu), Oracle’ın 2016-2019 yılları arasında Yabancı Yolsuzluk Uygulamaları Yasası (FCPA) hükümlerini ihlal ettiğini duyurdu. SEC’e göre Oracle’ın Türkiye ve BAE’deki yan kuruluşları, Oracle politikalarını ve prosedürlerini ihlal ederek yabancı yetkililerin teknoloji konferanslarına katılmaları için rüşvet fonlarını kullanmıştı. Bu fonlar sayesinde yetkililerin aileleri uluslararası konferanslarda ve Kaliforniya’ya yapılan yan gezilerde kendilerine eşlik etmişti. Oracle, SEC’in iddiaları karşısında sessiz kalmayı tercih etti. Söz konusu iddiaları kabul eden ya da reddeden bir açıklama yapmadı ama hakkındaki yolsuzluk dosyasını kapatmak için SEC’in 23 milyon dolarlık cezasını ödemeyi kabul etti (https://www.sec. gov/news/press-release/2022-173). turk-internet.com sitesinin haberine göre bu, Oracle’ın ilk vakası değildi. 2011’de ABD’deki kamu kurumlarına rüşvetle yazılım sattığı için 46 milyon dolar ceza ödemişti. 2012’de de Hindistan

hükümetine yapılan çeşitli satışlarda rüşvet verdiği ortaya çıkmış ve SEC, Oracle’ı 2 milyon dolarlık bir cezaya çarptırmıştı (https://turk-internet. com/oracle-turkiye-hindistan-ve-beade-verdigirusvetler-icin-abd-sece-23-milyon-ceza-oduyor/). Aslında Oracle’ın bir istisna olduğunu söyleyemeyiz. Yaz aylarında da Uber skandalı patlak vermiş ve sızdırılan yazışmalardan Uber’in hukuksuz girişimlerini okumuştuk. Ulaşımın geleceği olarak gösterilen bu Silikon Vadisi firması hiç de teknolojinin yıkıcılığı ile ilerlemiyor ve siyasi müdahalelerle önündeki engelleri kaldırıyordu. Guardian’a sızdırılan 124 binden fazla dosya, Uber’in yasaları nasıl çiğnediğini, polisi nasıl aldattığını, sürücülere yönelik şiddeti nasıl sömürdüğünü ve hükümetlerle olan ilişkisini ortaya çıkardı. Sızdırılan dosyalar, 2013-2017 yılları arasında, şirketin kurucularından Travis Kalanick’in başta olduğu dönemi kapsıyor. E-posta, imessages ve whatapp içeriklerinde Kalanick ve üst düzey yöneticileri arasındaki samimi, açık seçik yazışmaları okuyabiliyoruz.

43

Uber dosyaları, şirketin yeni pazarlara girişini sağlayan sınır tanımaz uygulamalarını gözler önüne seriyor. Hâlihazırdaki düzenlemeler ve yasalar Uber’in pazara girişini zorlaştırdığında şirket yöneticilerinin yoğun kulis faaliyetlerine giriştiklerini; başbakanların, cumhurbaşkanlarının, milyarderlerin, oligarkların ve medya baronlarının nasıl aklını çelmeye (!) çabaladıklarını görüyoruz. Bu çabaların sonucunda o zamanlar ekonomi bakanı olan Emmanuel Macron, Uber’in taksi endüstrisini yıkmaya yönelik kampanyası için olağanüstü çaba sarf ediyor. Barack Obama’nın başkanlık kampanyası danışmanlarından David Plouffe ve Jim Messina, Uber’in liderlere, yetkililere ve diplomatlara erişmesine yardım etmeyi tartışıyorlar. Avrupa Komisyonu eski başkan yardımcısı Neelie Kroes, Uber’in ülkenin başbakanı da dahil olmak üzere bir dizi üst düzey Hollandalı politikacıya lobi yapmasına gizlice yardım ediyor. Uber’in Avrupalı bir üst düzey lobicisi, Kroes’in Uber’le ilişkisinin “çok gizli olduğu ve bu grubun dışında tartışılmaması gerektiği” konusunda uyarılarda bulunuyor. Birleşik Krallıkta çok sayıda bakan, Uber’le gizli toplantılar yapıyor. Uber, Rusya pazarındaki yerini güvence altına almak için Vladimir Putin ile işbirliği yaptığı iddia edilen Rus oligarklarıyla bağlantılı bir siyasi ajanı gizlice işe alıyor... (https:// www.theguardian.com/news/2022/

jul/10/what-arethe-uber-filesguide) Sızdırılan dosyalarda, Uber’in Türkiye pazarına girme çabalarıyla ilgili bilgiler de var. 2014 yılındaki toplantı notlarına göre Türkiye’deki taksi lobisinin Uber’in meşhur eski CEO’su Travis Kalanick. gücünün farkında olan Uber, kö- kendilerini son beş yılda yaptıklatü Amerikan şirketi algısı yaratmak- rı ve gelecek yıllarda yapacaklarına tan kaçınmış ve daha rahat hareket göre yargılaması gerektiğini söyledi. edebilmek için yasa yapma süreçleOracle ve Uber, teknolojilerin berine aktif biçimde katılmak istemiş. nimsenmesinin basit, sadece teknik Bu doğrultuda, Cüneyd Zapsu ve es- bir süreç olmadığını ve teknoloji ile ki büyükelçi Namık Tan ve ortağı, politikanın iç içe geçmişliğini göstedönemin Türk Amerikan İşadamla- ren sıradan örnekler. Uber, değiştiğirı Derneği Başkanı Ekim Alptekin i- ni ve yeni CEO’suyla beraber beyaz le görüşmüşler. Ayrıca şirketin iç ya- bir sayfa açtığını söylüyor. Belki... Azışmalarında Uber’in Ali Babacan ve ma akıllı şehirleri tartışırken teknoMehmet Şimşek üzerinden Cumhur- loji şirketlerinin bizi istedikleri yebaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a e- re sürüklemesini istemiyorsak bizim rişmeye çalıştığını ve taksi lobisin- kesin değişmemiz gerekiyor. Sık sık den önce bu iki kişinin Erdoğan’a eski teknolojiler/kurumlar ile yeniUber’i anlatmasının önemi üzerinde likçi teknolojik çözümler arasında durulduğunu öğreniyoruz. (https:// kısır ikilemlere sürükleniyoruz. Saturk-internet.com/uber-olayi-nedir- rı taksilere karşı Uber’i, fosil yakıtlı ulkemizde-kimler-ne-konusmustu/) araçlara karşı elektrikli araçları tartıUber, yazışmaları inkâr etmedi şıyoruz. Uber’in faaliyetlerini düzenfakat şirketin 2017’den beri mevcut leyerek ve Uber sürücülerini örgütCEO’su Dara Khosrowshahi’nin li- leyerek sorunları çözebileceğimizi, derliğinde bir dönüşüm içinde ol- elektrikli araçların dünyayı çevre kirduğunu savundu. Uber, geçmişte- liliğinden kurtaracağını düşünüyoki davranışların mevcut değerleriyle ruz. Ancak her seferinde otomobilin uyumlu olmadığını ve kamuoyunun varlığını önsel olarak kabul ediyoruz. Ya burada hata yapıyorsak? Marx 1914-15 yıllarında ortaya çıkan jitneyler iş insanları ve zamanı değerli olanların tercih ettiği bir hizmetti. Bir de parası olanların! (2022) Road to Nowhere: What Silicon Valley Gets Wrong about the Future of Transportation adlı kitabında Silikon Vadisi’nin otomobil temelli, toplumsal sorunları teknolojik çözümlere indirgeyen bireyci ulaşım vizyonunun ulaşımı nasıl bir çıkmaza sürüklediğini gösteriyor.

Uber’in yıkıcılığı Uber’in meşhur eski CEO’su Travis Kalanick, 2016 yılındaki TED konuşmasında Uber’in hikâyesini anlatırken konuşmasına jitney adlı ulaşım araçlarıyla başlamıştı. Geleneksel taksi hizmetleri, gidilen yol, zaman ve başlangıç fiyatına dayalı bir ücret karşılığında bir yolcuyu bir yerden bir yere taşır. 1914-15 yıllarında ortaya çıkan jitneyler ise za-

44

man zaman yol koşulları veya yolcu talepleri nedeniyle değişse bile belirli bir güzergâhta yolcu taşıyorlardı. Bizdeki dolmuş veya minibüs taşımacılığına benziyordu. Çoğunlukla dört veya beş yolcu alabilen Ford Model T araçları kullanılıyordu. Zaman zaman yan basamaklarda gitmeye çalışan yolcularla bu sayı artabiliyordu. Ücretler ise değişkendi. Beş sentten başlayan ücretler hava koşullarına, tramvay grevlerine veya yolcunun tam evinin kapısının önünde inmeyi isteyip istemediğine göre değişiyordu. Jitneyler ilk başta herhangi bir yasa ya da düzenlemeye bağlı olmaksızın çalışıyorlardı. Jitneylerin neden olduğu karmaşaya son vermek amacıyla 1915-16 yıllarında ABD’deki şehir yönetimleri jitneylere, sigorta, lisans ve vergi zorunlulukları getirdiler. Ayrıca şehirden şehre değişen düzenlemeler devreye alındı. Bunun sonucunda 1915’te 62000 civarındaki jitneylerin sayısı 1918 sonuna doğru 5900’a düşmüştü ve jitneyler zamanla ortadan kalktı. Kalanick, jitneyleri kaçırılan bir fırsat olarak görüyor ve jitney hizmetinin mevcut ulaşım tekeli olan tramvay tarafından boğulduğunu iddia ediyordu. Jitneylerin düzenlenmesi, kişisel mülkiyete odaklanan bir ulaşım lehine ortak araç kullanımına dayalı bir geleceği öldürmüştü. Kalanick konuşmasını sonlandırırken de kendilerini jitneylerin devamı olarak gördüklerini ve ne mutlu ki teknolojinin bize yeni bir fırsat verdiğini söyledi. Marx’a (2022) göre Kalanick’in sorunu ortaya koyuş biçiminde iki temel sorun vardı. Birincisi, Kalanick, jitneylerin (güvencesiz emekten yararlanmaları, trafik kazalarının artmasına neden olmaları ve yerel yönetimlerin tramvaylardan elde ettikleri vergi gelirleri ve hizmetlerinden mahrum kalması gibi) olumsuz taraflarının uzun ömürlü olmamalarındaki rolünü dikkate almıyordu. Bir kişinin birden fazla jitney’e sahip olduğu durumlar olabiliyordu ama sürücülerin bir şirket üyesi olması ender rastlanılan bir durumdu. Jitney sürücüleri genellikle resesyon nedeniyle işsiz kalan matbaacılar, berberler, polis memurları, miçolar, makinistlerdi... Aracın kendi fiyatı, bakım,

benzin, yıpranma gibi nedenlerden caktı. Üstelik şehirleri ve sakinlerini dolayı sürücüler pek kâr edemiyordu daha iyi bir hayat bekliyordu ve çünve işten ayrılmalar oldukça fazlaydı. kü Uber’in araç kullanımını azaltmaAncak iş insanları ve zamanı değer- sı, emisyonların da azalması anlamıli olanların tercih ettiği bir hizmet- na geliyordu. Tüm bunlar Uber’in ti. Bir de parası olanların! Çünkü u- yenilikçi uygulaması ve onun altında laşım ücretlerinin arttığı zamanlarda yatan algoritmik planlama sistemiyle jitneyler, düşük gelirli kesimler için hayata geçecekti. erişilemez oluyorlardı. Tek başına teknolojik çözümleJitneyler çok az vergi veya harç ö- rin zor sorunları çözebileceği inandüyordu. Zamanın özel tramvay şir- cı o kadar yaygındı ki Kalanick’in ketlerinden farklı olarak jitneylerin hikâyesi kolayca alıcı buldu. Medücretsiz sokak aydınlatması sağla- ya, Silikon Vadisi’nin teknolojik çömak ya da rayların etrafındaki kal- zümcü dilini benimseyerek yeni tekdırımların bakımını yapmak gibi ö- nolojinin geleneksel endüstrileri zel yükümlülükleri yoktu. Bunun yıkarak daha iyi hale getirdiği hakyanında jitneyler, tramvaylara göre kında yazılar yazmaya başladı. Ançok daha hızlıydılar. Bu hızda, araç- cak Marx’ın (2022) vurguladığı giların bir yerden bir yere daha hızlı bi medya, Uber’in bozduğunu iddia gitmesinin daha fazla yolcu taşımak ettiği sektörün geçmişini araştırmaanlamına gelmesinin de payı vardı. yı başaramadı ve iddia ettiği şeyleri Ama yüksek hız, kazalara neden o- gerçekten yapıp yapmadığını araşluyordu. 1915 Mart’ta, Los Ange- tırmada gerekli özeni göstermedi. les’teki kazalar % 22 artmıştı ve bu Örneğin Uber’in trafik sıkışıklığıkazaların % 26’sı jitneylerle ilgiliydi. nı azaltacağı iddia ediliyordu. Ama Diğer şehirler için de durum farklı San Francisco ve New York City’de değildi. Ayrıca jitneyler kaçırmalar, yapılan araştırmalar Uber’in trafisoygunlar ve tecavüzler için kulla- ği rahatlatmak bir yana daha da könılmalarıyla ün yapmışlardı. Jitney- tüleştirdiğini gösteriyordu. Bireylerin sonunu getirecek olan düzen- sel araç sahibi A noktasından B’ye leme, artık kaçınılmaz hale gelmişti. gitmek için sadece park yeri ararİkincisi, o zamanlar baskın u- ken fazladan zaman harcamaktaylaşım aracı kişisel araçlar değil, dı. Uber taksileri ise bir yolcuyu tramvaydı. Jitneyler, trafik dü- A’dan B’ye bıraktıktan sonra yeni zenlemeleri ile sınırlandıkların- bir müşteri alana kadar dolanıyorda tramvayların kentsel ulaşım ü- du veya müşteri bulabileceği yerzerindeki hâkimiyetlerini yeniden lere gidiyordu. Sürücülerin talebin kurmaları beklenebilirdi. Fakat bu fazla olduğu zamanlarda yola çıkgerçekleşmedi. Özellikle 1. Dünya maya teşvik edilmeleri zaten sıkışSavaşı’ndan sonra otomobil şirket- mış olan trafiği daha kötü hale gelerinin öncülüğünde jitney gibi ula- tiriyordu. Ayrıca Boston’da yapılan şım hizmetleri değil, her ailenin bir bir başka araştırma Uber gibi hizya da iki araba sahibi olması özendi- metler olmasaydı yolculukların % rildi. Çünkü otomobil şirketleri için 54’ünün toplu taşıma, bisikletle vedaha kârlıydı. ya yürüyerek yapılacağını, % 5’inin Kalanick’in geçmiş (jitney) aktarımı Uber’in trafik sıkışıklığını azaltacağı iddia ediliyordu. Ama San Francisco ve New York City’de yapılan araştırmalar Uber’in gibi Uber’ın geleceği trafiği rahatlatmak bir yana daha da kötüleştirdiğini gösteriyordu. hakkındaki sözleri de yanıltıcıydı. Uber; kişisel araç sahipliğini ve trafik sıkışıklığını azaltacak, otoparkların başka kullanımlara dönüştürülmesine izin verecek ve bir “son mil” hizmeti sunarak toplu taşımayı tamamlaya-

45

ise hiç gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Boston, Chicago, Los Angeles, New York, San Francisco, Seattle ve Washington’da yürütülen daha kapsamlı bir araştırmada da benzer sonuçlar var: Paylaşımlı yolculuk hizmetleriyle yapılan yolculukların yüzde 49 ila 61’i insanları daha verimli ulaşım tarzlarından alıkoyuyor veya insanları hiç yapmayacakları yolculuklara teşvik ediyor. Kısacası, iddia edildiğinin aksine paylaşımlı yolculuk hizmetleri trafiği daha da kötüleştiriyor, emisyonu artırıyor ve toplu taşımayı azaltıyor. Daha da kötüsü tüm bunlar yine belirli bir gelir seviyesinin üzerindeki kişilere yarıyor. Özellikle, dalgalı fiyatlandırma politikaları nedeniyle fiyatların arttığı zamanlarda (çoğu zaman insanların bir ulaşım aracına en çok ihtiyaçlarının olduğu zamanlarda!) dar gelirlilerin pek şansı olmuyor. Durumu sürücüler açısından ele aldığımızda da Uber tarafından ortaya atılan ve bazı gazeteciler tarafından sorgulanmaksızın tekrar edilen yüksek kazanç iddialarıyla karşılaşıyoruz. Bir sürücünün New York City’de 90.000 dolar, San Francisco’da 74.000 dolar kazanabileceği hakkındaki haberlerin gerçeği yansıtmadığı daha sonra ortaya çıktı ve hatta Uber bu nedenle cezalandırıldı. Ancak bu süreçte Uber, taksi sürücülerini korumak için tasarlanmış onlarca yıllık düzenlemeleri ortadan kaldırmada kayda değer bir yol kat etmişti. Uber ile ilgili şok edici olan şey, sürüş eşleştirme algoritmalarının sunduğu verimlilik anlatısına rağmen Uber’in geleneksel bir taksi şirketinden daha az verimli bir hizmet

sunmasıydı. Şirket, hâlâ para kaybediyor. 2020’de Uber, küresel operasyonlarında 6,77 milyar dolar kaybetti; ancak bu, küresel pandeminin neden olduğu bir anormallik değildi; 2019 yılındaki 8,5 milyar dolar zarar ettiği dikkate alınırsa tam tersine, bir gelişmeydi. Uber’in uygulamasının taksi çağırmaktan daha kolay olduğuna şüphe yok. Bunun yanında insana daha ileri bir teknoloji düzeyinde yaşadığı hissi de veriyor: Akıllı telefonlarda bir düğmeye dokununca sürücülerinin sanal haritada nerede olduğu görülebiliyor ve sürüş tamamlandıktan sonra ödeme otomatik olarak gerçekleşiyor. Fakat yolcular, daha fazla ödemeleri gerekseydi yine de Uber’i tercih ederler miydi? Uber, rakiplerine kıyasla daha düşük ücretlerle yolcu taşıdı. Uber yeni bir şehre girdiğinde sadece sürücüleri cezbetmek için teşvikler sunmakla kalmadı; fiyatların benzer hizmetlerden daha düşük olmasını da sağladı. Ulaşım danışmanı Hubert Horan, 2016’da Uber müşterilerinin gerçek maliyetin sadece % 41’ini ödediğini, gerisinin şirket tarafından karşılandığını tahmin ediyordu. Uber, Amazon’un sıklıkla başvurduğu yıkıcı fiyatlandırma ile rakiplerini ortadan kaldırmaya ve sektöre hakim olmaya çalışıyordu. Fakat şimdiye kadar bunda Amazon gibi başarılı olamadı. Ayrıca Uber’in iş modeli araç filosuna ve şirket içi sigortaya sahip olmanın getirdiği verimleri kaçırmakla kalmadı, taksi şirketlerinin sahip olmadığı birçok maliyeti (politikacılara yapılan kulisler; sürücüsüz veya uçan arabalar hakkında yapılan arge çalışmaları gibi) beraberinde getirdi. Bu da ak-

sini iddia etmesine rağmen sunduğu hizmeti daha pahalı hale getirdi. Uber, trafik sıkışıklığını azaltma ve diğer kentsel sorunları çözme vaatlerini yerine getiremedi ve sürücülere istikrarlı bir gelir sağlayamadı. Peki, ağır maddi kayıplara ve herhangi bir kamu yararı sağlayamamasına rağmen böyle bir hizmeti nasıl ve neden yürütüyor? Belki de girişim sermayesi tarafından desteklenmesinin nedeni neoliberal ideolojiyle uyumlu olarak sadece düzenlemeleri ortadan kaldırmak ve ulaşım sektörünü kuralsızlaştırmaktı... Ne olursa olsun, şimdilerde sübvansiyonlu yolculuk günlerinin sona erdiğine dair yaygın bir kabul var. Bazı Uber kullanıcıları taksilere veya bisikletlere dönmeye başladılar...

Elektrikli araçlar bir çözüm mü? Uber gibi paylaşımlı yolculuk girişimleri hakkındaki anlatılar sürekli önümüzde biri eskiyi diğeri yeniyi temsil eden iki seçenek olduğunu vurgularlar. Eski, kötü ve verimsizdir. Bireysel araç mülkiyetine karşı Uber ve Lyft gibi şirketlerin sunduğu hizmetlerin araç kullanımını daha geniş bir kesime yaydığını ve bunun da olumlu getirileri olacağını iddia ederler. Benzer bir anlatıya elektrikli araçlar hakkında da rastlarız. Bu sefer eski cephesinde fosil yakıtlı araçlar, yeni cephesinde de elektrikli araçlar vardır. Ama “elektrikli araçlar, fosil yakıtlara göre daha çevre dostudur” ve bunu takip eden “hükümetler, elektrikli araçların yaygınlaşması için gerekli teşvikleri ve düzenlemeleri hayata geçirmelidir” cümleleri apaçık ve tarafsız doğrular değildir.

Elektrikli araçlar yeni bir teknoloji değil. Daha 1830’larda elektrikli araç teknolojisi üzerine çalışılıyordu ve 19. yüzyılın sonunda Avrupa ve Kuzey Amerika yollarında elektrikli araçlar vardı.

46

ca nedenlerinin denle, elektrikli araç daha sessiz olelektrikli araçla- masına, daha yumuşak bir sürüş sunrın finansal so- masına ve daha kolay çalışmasına runları veya pil rağmen içten yanmalı motorlar kadar teknolojisinin ucuz olamadı. yetersizliği olİçten yanmalı araç satışları arttı ve madığını düşü- bunları desteklemek için gerekli altnüyor. Bu sü- yapılar inşa edildi. Ama elektrikli areçte, Marx’ın raçlar için artık çok geçti. İlk raun(2022) tarihçi du kaybetmelerine rağmen elektrikli David Kirsch’ten araç fikri tamamen ortadan kaybolaktardığı gibi, e- madı; çevre kirliliği ve yakıt sıkıntısı lektrikli araç- durumlarında zaman zaman yeniden lar ve alterna- gündeme geldi. 2. Dünya Savaşı’ndan Dünyanın ilk içten yanmalı motorlu araçlarına bir örnek. tif vizyonları iki sonra, refah dönemi, banliyölerin geÖncelikle elektrikli araçların ye- nedenden dolayı başarısızlığa uğra- nişlemesi, daha fazla yol ve otoyol inni bir teknoloji olmadığını belirtmek mıştı. Birincisi, elektrikli aracı des- şası ve diğer ulaşım seçeneklerinin gerekiyor. Daha 1830’larda elektrikli tekleyebilecek çıkar gruplarının kaldırılmasıyla birlikte otomobil saaraç teknolojisi üzerine çalışılıyordu yeterli düzeyde bir araya gelememe- tışları arttı. Fakat 1960’larda otomove 19. yüzyılın sonunda Avrupa ve siydi. Elektrikli araçlar, elektrik kul- bil şehri Los Angeles’te yaşanan hava Kuzey Amerika yollarında elektrik- lanımını artırmak için aydınlatma ve kirliliği ve 1973’teki petrol krizi, feli araçlar vardı. Atlı taşımacılık orta- ev aletleri gibi yeni elektrikli ürünle- deral hükümetleri daha iyi elektrikli dan kalkarken onun yerini almaya a- ri teşvik eden kamu hizmeti şirket- araçlar geliştirmeye yatırım yapmaya day üç teknoloji vardı: buhar gücü, leri için doğal bir müttefikti ama ta- teşvik etti. Fakat otomobil üreticileiçten yanmalı motor ve elektrik ba- raflar güçlerini birleştirmek için bir ri 1990’lara kadar elektrikli araçlara taryası. İlk başlarda elektrikli araçlar araya gelemediler. 1906’da kurulan yeterince önem vermediler. Şimdi idaha şanslı görünüyordu. 1897’de Elektrikli Araç Sanayicileri Derneği se elektrikli araçlara kurtarıcı gözüykurulan Elektrikli Araç Şirketi ve 1909’da kurulan Elektrikli Araç ve le bakılıyor. (EVC), büyük şehirlerde bir ulaşım Merkez İstasyon Birliği enerji üreticiElektrikli araçların çevreciliği satekeli oluşturmak amacıyla elektrikli lerini, araç üreticilerini ve pil depola- dece egzoz emisyonlarına odaklaaraç üreticilerini bir araya getirmeye ma şirketlerini bir araya getiriyordu. nıyor. İçten yanmalı bir araçta, çevçalışıyordu. EVC’nin başlıca hede- Çabaları, elektrikli araç satışlarında resel etkinin çoğu, ona güç veren fi, ekonomik olan yerlerde elektrikli bir artışa katkıda bulunsa da özellik- gazın veya dizelin yakılmasından tramvayları çalıştırabilecek, daha az le 1. Dünya Savaşı’yla beraber içten kaynaklanıyor. Elektrikli araçlarda seyahat edilen güzergâhlarda elekt- yanmalı motorlu araçların sayısının egzozlardan kaynaklı bir emisyon rikli otobüs hizmeti sağlayabilecek artmasıyla yetersiz kaldı. Bu bağlar, yoktur ama şebeke gücünden kayve kapıdan kapıya bireysel elektrikli on yıl önce kurulmuş olsaydı elekt- naklanan emisyonlar söz konusuaraba hizmeti sunabilecek bir ulaşım rikli araçlar içten yanmalı motorların dur. Bu nedenle emisyon, kullanılan sistemi yaratmaktı. Şirket; araçlara karşısına daha avantajlı çıkabilirdi. İ- enerji kaynağına göre değişebilmeksahip olmayı, sürücüleri istihdam et- kinci başarısızlık nedeni ise üretim tedir. Örneğin, hidroelektrikle çalımeyi, araçların bakımını sağlamayı ile ilgiliydi. EVC hiçbir zaman stan- şan Norveç’te veya nükleer enerjiyle ve hatta kendi elektrik santralleri a- dart bir araç üretemedi. Henry Ford çalışan Fransa’da emisyonlar, enerji racılığıyla elektriği üretmeyi planlı- gazla çalışan Model T’yi piyasaya sür- ihtiyaçları için çok daha fazla kömür yordu. New York, Chicago, Boston, meden önce diğer elektrikli araç üre- ve gaz kullanan Almanya’dan çok Philadelphia, Mexico City gibi bü- ticilerinin hiçbiri üretim süreçlerini daha düşük olacaktır. Yine de çevreyük şehirlerde bu doğrultuda hizmet düzene sokmayı başaramadı. Bu ne- ye dizel veya benzinden daha az zavermeye başladı. Fakat kısa bir süaraçlar, fosil yakıtlara göre daha çevre dostudur” gibi önermeler apaçık ve tarafsız re sonra koşullar aleyhine dönmeye “Elektrikli doğrular değildir. başladı. 1901’e gelindiğinde, EVC ilk baştaki vizyonunu terk etti, bölgesel şirketlerini kapattı ve kalan New York operasyonlarını 1912’ye kadar çalışmaya devam eden New York Ulaştırma Şirketi olarak yeniden düzenledi. İçten yanmalı motorlar elektrikli rakiplerini geçiyordu. Marx (2022), içten yanmalı motorun elektrikli araçlara üstün gelmesinin başlı-

47

rar verir. Bununla birlikte, elektrikli araçların aynı zamanda pilin ve içine giren her şeyin üretiminden kaynaklı emisyonları da vardır. Burada da bölgesel farklılıklar söz konusudur. Örneğin Asya’da üretilen piller, fabrikalara güç sağlayan şebekelerde daha kirli enerji kaynakları kullandığından, Avrupa’da üretilen pillerden daha büyük bir çevresel ayak izine sahip olma eğilimindedir. Bu bağlamda, elektrikli araçların çevre kirliliğini tamamen ortadan kalkmayıp yer değiştireceğini söyleyebiliriz. Elektrikli araçları benimseme olasılığı daha yüksek olan daha zengin topluluklar çevre kirliliğinden daha az etkilenecekler. Ancak araçlarını her gece şarj etmekten kaynaklanan kirlilik, elektrik üreten tesislere yakın yaşama olasılığı daha yüksek olan yoksullar tarafından hissedilecek. Ayrıca elektrikli araçlardaki piller başta kobalt, lityum, nikel ve grafit olmak üzere çeşitli maden ve minerallere ihtiyaç duyar. Uluslararası Enerji Ajansı, agresif sürdürülebilir kalkınma senaryosunun bir parçası olarak, araç aküleri yapmak için gerekli lityum ve nikel talebinin 2020 ile 2040 yılları arasında yüzde 4000’in üzerinde artacağını, buna karşılık kobalt, bakır ve grafit talebinin yüzde 2000’in üzerinde artacağını tahmin ediyor. Sydney Teknoloji Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, enerji ve ulaşım sistemlerinin 2050 yılına kadar tamamen elektrifikasyonu durumunda, pil üretmek için gerekli kobalt talebinin mevcut rezervleri aşabileceği konusunda uyarıyorlar. Bunun yanında geri dönüşümde önemli bir artış olmadığı sürece aynı sorun lityum için de geçerli. Bugün kullanılan lityumun yüzde birkaçından fazlası geri dönüştürülemiyor. Daha kötüsü Güney Amerika’daki lityum madenciliği şirketlerinin faaliyetleri, yerel su kaynaklarını kirleterek yerel vahşi yaşamı ve yerli halkları etkiliyor. Madenciliğin mali faydaları genellikle çevredeki topluluklarla paylaşılmıyor. Dünyanın bir ucundaki insanların artan refahı, diğer ucundakilerin sefaleti anlamına geliyor. Kahraman girişimciler ve mühendisler hakkında anlatılan hikâyelere bayılıyoruz. Ama sonraki bölümde

48

göreceğimiz gibi ulaşım politikalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında hükümetlerin hep kritik bir rolü oldu. Günümüzde de Norveç hükümeti elektrikli araçları benimsemeyi açık bir politika hedefi haline getirdiği için kişi başına elektrikli araç satışlarında Norveç ABD’yi geride bırakıyor. Elektrikli araç satın alan kişiler, araç satın alırken katma değer vergisinden tasarruf edebilir, yol ve ithalat vergilerinden kurtulabilir, otoparkta indirim alabilir, otobüs şeritlerinde araç kullanabilir ve diğer avantajlardan yararlanabilir. Kuzey Amerika’daki yönetimler, insanları elektrikli araç satın almaya ikna etmek için çeşitli sübvansiyonlar teklif ettiler, ancak bu tekliflerden hiçbiri Norveç’teki kadar kapsamlı bir teşvik sistemi getirmedi. Fakat burada kamu kaynaklarının zenginler için kullanılması söz konusu. Elektrikli araçlar daha yüksek gelirli kişiler tarafından satın alınma eğilimindedir ve bu, onların sübvansiyon ve diğer mülkiyet ayrıcalıklarını alan kişiler olduğu anlamına gelir. Amerikalılar bu konuda Norveçlilerden bile daha kötü durumdalar çünkü elektrikli araç satın alan sürücüler için federal vergi kredisi otomobil üreticilerine bağlı, bu nedenle oto-

mobil üreticisi 200.000 fişli araç sattığında vergi kredisi azaltılıyor ve sonunda ortadan kalkıyor. Zengin insanlar, pahalı elektrikli araçlar satın almak için ön sıralarda yer aldıklarından, elektrikli araçlar için verilen teşviklerin birincil yararlanıcıları oluyorlar ama elektrikli araçlar çoğu zaman zenginlerin tek aracı olmayacağından elektrikli araçların sağlayacağı çevresel fayda azalıyor. Ancak Marx’ın (2022) David Kirsch’ten aktardığı gibi içten yanmalı motora odaklanma, otomobillerle ilgili büyük resmi gözden kaçırmamıza neden oluyor. Kirsch, çevre dostu otomotiv teknolojisi diye bir şeyin olmadığının altını çiziyor. Rafine petrole olan bağımlılığımızın bir sonucu olarak karşı karşıya olduğumuz sosyal, finansal ve çevresel tehditler için tek başına içten yanmalı motor teknolojisini suçlayamayız. Asıl sorun, otomobil ulaşım sisteminin muazzam genişlemesinden kaynaklanıyor. Şirketler ve hükümetler tüm yaşamımızı otomobiller etrafında örgütlüyorlar ve daha verimli alternatifleri yok ediyorlar. Eğer 1920’lerden beri içten yanmalı motorlar yerine elektrikli araçları kullanmış olsaydık kentsel alanın ve değerli kaynakların verimsiz kullanımı nedeniyle yine sorunlar yaşayacaktık. Kazalar nedeniyle, otomobil trafiğini kısıtlama kampanyaları 1920’lerin başında zirveye ulaştı. Otomobil karşıtı poster ve karikatürlerde otomobil, “modern Molek” (kendisine çocukların kurban edildiği bir tanrı) olarak gösteriliyordu.

Otomobillere göre düzenlenen şehir hayatı

Zaman zaman teknoloji dünyasının önde gelenleri ya da fütürist denilen kişiler gelecek vizyonlarını paylaşırlar. Fakat farklı sınıfların çıkarları ve eylemleri geleceğin oluşumunda önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda gelecek, tahmin edilen değil, yaratılan bir şeydir. Bugün, hep bir tercihte bulunmamız isteniyor: Sarı taksilere karşı Uber’in başını çektiği paylaşımlı yolculuk, fosil yakıtlı araçlara karşı elektrikli araçlar. Ama otomobilin hep merkezde olduğu bir tercih! Oysa bu merkezilik ve otomobilin artan önemi otomobil endüstrisinin (ve ilişkili endüstrilerin) ve politika yapıcıların eylemleriyle gerçekleşti. 20. yüzyılın başında, otomobil yaşamın merkezine yerleşmeden önce, planlamacılar sokağı çok çeşitli aktörleri dikkate alarak şekillendirirlerdi. Yayaların, bisikletlilerin ve tramvayların sokaktaki varlıklarını sürdürebilmeleri için otomobilli ulaşımın işleyişini düzenlemeye çalışırlardı. Kamuoyunun otomobillere yaklaşımı da farklıydı. Çocukları otomobiller tarafından öldürülen anneler, çocuklarını savaşta kaybetmiş annelerle bir tutulurdu. Kazalar nedeniyle, otomobil trafiğini kısıtlama kampanyaları 1920’lerin başında zirveye ulaştı. Otomobil karşıtı poster ve karikatürlerde otomobil, “modern Molek” (kendisine çocukların kurban edildiği bir tanrı) olarak gösteriliyordu. Yaya ölümlerine verilen bu tepkiler bugün hayal bile edilemez. Çünkü o zamanlar otomobillerin neden olduğu ölümler, henüz normalleştirilmemişti. 20. yüzyılın başlarında, sokaklar hâlâ kamusal bir alandı ve yayaların yollarda olma hakları vardı. Otomobilin gelmesinden önce normal olduğu gibi çocukların sokakta dolaşır ve oynardı. Bir sürücü bir yayayı öldürdüğünde ise bir katil olarak görülürdü. Kazalardaki artış otomobil satışlarını olumsuz etkiliyordu. Polis ve trafik mühendisleri, otomobilleri yönetmenin ve diğer sokak trafiğiyle bir arada var olmalarını sağlamanın yolları üzerine duruyorlardı. Otomobiller, yayaların ve diğer u-

laşım tarzlarının hâlâ daha güçlü temsil edildiği bir alanın davetsiz misafirleriydi. Dolayısıyla polis ve trafik mühendislerinin çabaları, otomobillerin mümkün olan en hızlı ve en verimli şekilde hareket etmesini sağlamaktan çok, yayaların nasıl güvende tutulacağı ve otomobillerin insanları öldürmesinin nasıl durdurulabileceği ile ilgiliydi. Bu doğrultuda, trafik ışıkları ve sürücülerin kavşaklarda dönüşlerini yönlendirme üzerine ilk denemeler yapılıyordu. Fakat sorun sadece kazalar değildi. Altyapı, artan araç sayısını karşılayabilecek kapasitede değildi. Otomobil, otomobil üreticilerinin öne sürdüğü hız ve özgürlük vaadini yerine getirmekten uzaktı. Ticaret dergileri, pazar doygunluğu hakkında makaleler yayınlamaya başladı ve otomobil pazarının çoktan tükendiğini yazdılar. Ancak otomobil endüstrisi, sorunun yeterli sayıda alıcı olmamasından değil yetersiz altyapıdan kaynaklandığının farkındaydı. Ayrıca sokağı, yayaları da dikkate alarak düzenlemek isteyenlerle otomobil üreticilerinin çıkarları çatışıyordu. Daha güvenli sokaklar için şehirlerde motorlu taşıt hızlarının sınırlandırılması, otomobilin ana satış vaadini, hızın getireceği ayrıcalığı, ortadan kaldırıyordu. 1930’ların başlarında, kamusal alanın sınırları yeniden çizildi ve yayalar giderek daha fazla sokakların dışına itildiler. 1925 yılına ka-

dar neredeyse her eyalet yol altyapısı için artan gelir anlamına gelen bir gaz vergisini kabul etmişti. Otomobil endüstrisi, sokakların nasıl kullanılacağı hakkında trafik mühendisleri üzerinde daha etkili olmaya başladı. Otomobille ulaşım altyapısı için harcamalar arttı. Teknik olarak yayalar hâlâ sokakları kullanabiliyorlardı, ancak pratikte yasalar değişmeden çok önce hakları kısıtlanmıştı. Sokaklar artık otomobillerindi, yayalar canlarından olmak istemiyorlarsa otomobillere dikkat etmeliydiler. Ebeveynler, öğretmenler ve polis memurları, otomobiller düzgün bir şekilde kontrol altında tutulmadığı için çocuklara kendi güvenlikleri için yollarda daha dikkatli olmalarını tavsiye ediyorlardı. Otomobillere ücretsiz olarak sunulan yol altyapısına giderek artan miktarda para yatırılırken tramvaylar bir kamu hizmetinden çok bir işletme olarak görülüyorlardı. Otomobiller giderek yayılırken tramvayların yolcu sayıları ve gelirleri düşüyordu. Bu düşüşte, otomobil endüstrisinin de payı vardı. General Motors, Standard Oil of California ve Firestone Tire Company, 1930’larda ülke çapında tramvay ağlarını satın almak, sökmek ve yerine otobüslerle değiştirmek için National City Lines adlı bir otobüs şirketi kurdu. Konsorsiyum, 1949’da ABD tröst karşıtı yasalar çerçevesinde komplo kurmaktan suçlu bulundu, ama artık çok geçti. 1950’lerin son-

İnsanlar ayrıcalıklı olarak hızlı seyahat etme peşinde koşarken herkes aynı şeyi talep ettiğinde şehir trafiğinin hızı at arabasının hızının altına düştü.

49

larında ABD genelindeki tüm tramvaylar sökülmüştü. Andre Gorz’a göre bu, insanları otomobillere bağımlı kılmak için kilit bir stratejiydi: insanlar, hız vaadinin otomobil tarafından yerine getirilemeyeceğini anlamaya başlayınca, eski hareketlilik yöntemlerine geri dönmeyi düşündüler; bu yüzden bu seçeneklerin kaldırılması gerekiyordu. Aslında otomobilin tarihi, aynı zamanda şehir yaşamının da tarihi. Farklı seçeneklerin otomobiller için nasıl ortadan kaldırıldığının ve şehirlerin otomobillere göre nasıl düzenlendiğinin tarihi. Bu bağlamda, Andre Gorz’un 1973 yılında “The social ideology of the motorcar” (https://unevenearth. org/2018/08/the-social-ideologyof-the-motorcar/) başlıklı makalesi (Türkçe çevrisi için bkz. https:// vesaire.org/otomobilin-toplumsalideolojisi/) bugün bile güncelliğini koruyor. İnsanlar ayrıcalıklı olarak hızlı seyahat etme peşinde koşarken herkes aynı şeyi talep ettiğinde şehir trafiğinin hızı at arabasının hızının altına düştü. Şehir içi otoyollar, çevre yolları, yükseltilmiş kavşaklar, çok şeritli otobanlar gibi çözümlere başvuruldu ama sonuç hep aynı oldu: Hizmete giren yol sayısı arttıkça trafiğe çıkan ve yolları tıkayan araba sayısı da arttı. Arabalar şehirleri öldürdü. Şehirlerdeki kokuşmuşluk, gürültü, boğucu ve tozlu hava, sıkışıklık vs. artınca insanlar banliyölere sığındılar. Böylece otomobil artık

lüks bir tüketim aracı veya ayrıcalık olmaktan çıkarak şehrin keşmekeşliğinden kurtulmanın zorunlu bir aracı haline geldi. Gorz’un 50 yıl önce yazdığı gibi artık çalıştığımız yer başka; yaşadığımız yer başka; alışveriş, eğitim, eğlence için gittiğimiz yerler başkaydı. Gorz’a göre ulaşım, asla bağımsız bir mesele olarak ele alınmamalı, “her zaman kentsel bir mesele olarak ele alınıp emeğin toplumsal bölüşümünün yanı sıra bu meselenin hayatın birçok boyutunu nasıl birbirinden bağımsız bölümlere ayırdığıyla ilişkilendirilmeli”ydi.

Teknolojik çözümlere karşı toplumcu politikalar İklim krizi tırmandıkça ve hâlihazırdaki ulaşım sistemimizin çelişkileri görmezden gelinemeyecek kadar büyüdükçe değişim çağrıları artmaya başladı. İnsanlar daha iyi ve yaygın toplu taşıma, bisikletler için daha fazla altyapı ve ihtiyaç duydukları hizmetlerin yürüme mesafesinde olmasını talep etmeye başladılar. Fakat diğer yandan teknoloji şirketleri, özellikle akıllı şehir projeleriyle, kendi akıllarındaki geleceği hayata geçirmeye çalışıyorlar. İnternetin dünyanın her köşesine yayılmasıyla daha da güçlenen şirketler, kişiler arası iletişim, eğlence, ticaret ve çok daha fazlasını yeniden yapılandırdıktan sonra gözlerini fiziksel çevreye diktiler. Başta ulaşım altyapısı olmak üzere şehirleri yeniden yapılandır-

Otomobilin tarihi, farklı seçeneklerin nasıl ortadan kaldırıldığının ve şehirlerin otomobillere göre nasıl düzenlendiğinin tarihidir.

50

maya çalışıyorlar. Uber, şehirlerdeki ulaşım sorununu çözecek. Elon Musk, elektrikli araçlarıyla gezegeni fosil yakıtlardan kurtaracak. Google’ın kurucusu Sergey Brin, otonom olarak yönlendirilen araçlarla şehirleri baştan sona dönüştürecek. Fakat teknoloji endüstrisinin bu vizyonları ne ölçüde hayata geçirilebilir? Tesla çalışanları yüksek yaralanma oranlarından mustaripler ve elektrikli araçları kirli bir mineral tedarik zincirine güvenmek zorunda. Uber veya benzeri şirketlerin faaliyet gösterdiği şehirlerde otomobil sayısı arttı, şirketlerin sürücüleri sömürmesi arttı ve şu ana kadarki en cazip yanı, ucuza yolcu taşıma, sürdürülebilir değil. Otonom araçların içsel sorunları var ve zaman geçtikçe bu teknolojiye gereğinden fazla güvenildiği ortaya çıktı. Silikon Vadisi’nin teknolojiyle çözebileceğini iddia ettiği ulaşım sorunları, otomobil merkezli ulaşımdan kaynaklanan sorunları daha da kronikleştiriyor. Silikon Vadisi kendisi hakkında bireysel girişimcilik hikayeleri anlatmayı sever. Kahraman girişimcilerin hikâyelerinde, üniversiteden ayrılıp şirket kuran, garajında kurduğu şirketi milyarlarca dolarlık bir imparatorluk haline getiren veya bir başka tekele satan bireyler, cesur vizyonları olan kurucular, gelecek vaat eden start-up’ları belirleyen risk sermayedarları ve hayatımızı daha iyi hale getirecek ürünler geliştiren şirketler vardır. Bu hikâyeler, 1970’lerden bu yana hükümetlerin vergi oranlarını düşürmeye, kamu hizmetlerini özelleştirmeye ve piyasayı serbest bırakmanın hepimizi daha iyi durumda bırakacağı vaadiyle ekonomiyi kuralsızlaştırmaya başladığı neoliberal politikalara mükemmel bir şekilde uyar. Fakat bu hikâyelerde, hükümetlerin rolüne değinilmez. Sanki hükümet aradan çekilmiş, “bırakınız yapsınlar” demiş gibidir. Oysa teknoloji tarihçisi Margaret O’Mara’nın The Code: Silicon Valley and the Remaking of America adlı kitabında yazdığı gibi uzay çağı savunma sözleşmelerinden üniversite araştırma hibelerine, devlet okullarına, yollara ve vergi rejimlerine kadar tüm girişimler 2. Dünya Savaşı

sırasında ve sonrasında devasa hükümet yatırımlarına dayanmaktadır. Silikon Vadisi de bu sürecin tam ortasında yer almaktadır. On yıllarca devam eden kamu fonlarıyla ABD hükümeti “Silikon Vadisi’nin ilk ve belki de en büyük risk sermayedarı” olmuştur. Ayrıca kamu kaynaklarının nasıl harcanacağı politik bir karardır. Örneğin, Norveç’in elektrikli araçların benimsenmesinde ABD’nin önünde olması sürücülerin çevresel sorunlara daha duyarlı olmasıyla değil, hükümet teşvikleri ile ilgilidir. Hükümetlerin vergilerden park ücretlerine kadar birçok alanda elektrikli araçları teşvik edici önlemler alması elektrikli araçların benimsenmesinde etkili olmaktadır. Diğer yandan, elektrikli araçların ilk sahipleri ve dolayısıyla bu teşviklerden yararlananlar daha yüksek gelirli bireylerdir. Dolayısıyla, toplumun dezavantajlı kesimleri için harcanabilecek kamu kaynaklarının zenginlere aktarıldığını söyleyebiliriz. Dünyada ulaşım politikalarının halkın çıkarları gözetilerek geliştirildiği örnekler de var. Örneğin 2015’te Norveç’in başkenti Oslo’da yönetime gelen sol koalisyonun başlıca hedeflerinden biri emisyonu azaltmaktı ve bu emisyonun % 39’una özel araçların neden olduğunun farkındaydılar. Yönetim, sorunu basitçe fosil yakıtlı araçları elektrikli araçlara dönüştürmeye indirgemeyerek daha radikal bir çözüme gitti ve özel araçların şe-

hir merkezine girişini yasakladı. Muhafazakârlar ve sürücüler bu karara tepki gösterdiler. Bir yıl süren müzakereler ve basındaki saldırılar karşısında koalisyon kararında yumuşadı ve özel araçları yasaklamak yerine, cadde üzerindeki 650 park yerini tamamen kaldıracağını duyurdu. Kaldırılan park alanları, bisiklet yolları, bisiklet park yeri, oturma alanları, çocukların oyun oynayabileceği yerler ve daha fazla sosyal alan ile değiştirildi. Fiziksel değişiklikler, doğrudan yasaklamadan araba kullanımını caydırdı ve sosyal etkileşimi artırdı. Marx’ın (2022) belirttiği gibi plan mükemmel olmasa da insanların şehirlerde hareket etme şeklini değiştirmek için ciddi bir çabaydı ve çoğu insanın desteklediği bir plandı. Otomobillerin yanında çocuklara ve bisikletlere yer açmak etkili olmuştu. Benzer girişimlere 2000’li yıllarından başından beri Paris’te de rastlıyoruz. Örneğin Paris’in sosyalist belediye başkanı Bertrand Delanoë 2001’de başa geldikten sonra Paris’i başka bir yerden arabayla gelecek insanlar yerine bizzat Parisliler için bir şehir haline getirmeye çalıştı. Delanoë, yoğun saat ücretlendirmesi gibi bir çözümü reddederek fiziksel çevreyi değiştirmeye çalıştı. Yol alanını arabalardan otobüslere, bisikletlere ve kaldırımlara kaydırdı. Vélib bisiklet paylaşım sistemini başlattı. Otobüslere özel şeritler ve sinyal önceliği sağladı. Delanoë’den sonra 2014’te yönetime gelen bir di-

ğer sosyalist belediye başkanı Anne Hidalgo da aynı kentsel politikaları sürdürdü. Hidalgo’nun 2020 seçim kampanyasındaki sloganı 15 dakikalık şehirdi. 15 dakikalık şehir, Paris’i insanların günlük yaşamlarında ihtiyaç duydukları hemen hemen her şeye evlerinden on beş dakika içinde erişilebileceği bir dizi yürünebilir mahalleye dönüştürmeyi hedefliyordu (ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.yapi.com.tr/haberler/parisin-15-dakikalik-sehir-olmahayali_177538.html). Delanoë ve Hidalgo yönetiminde sosyal konut inşaatı hızlandı ve 2025 yılına kadar sosyal konutların tüm birimlerin yüzde 25’ine ulaşması bekleniyor. Fakat Paris’te belediye yönetimi, şehri daha yaşanabilir bir yer haline getirmek için bu adımları atarken konut fiyatları yükseliyor ve şehir merkezi giderek daha fazla turistik bir bölge haline geliyor. Yaşanan olumsuzlukta özellikle konut birimlerinin Airbnb gibi platformlarda kısa vadeli kiralamalara dönüştürülmesinin etkili bir şekilde durdurulamamasının büyük payı var. Bu, yoksulları ve işçi sınıfını şehrin dışına itiyor. Tüm olumsuzluklara rağmen Paris ve Oslo yönetimlerinin on yıllardır süren otomobil kullanımını teşvik etme programını geri itmek ve tersine çevirmek için mücadele etmeleri önemli. *** “Sarı taksilere karşı Uber” veya “fosil yakıtlara karşı elektrik araçlar” gibi tartışmaları en baştan reddetmek gerekiyor. Sorun, teknoloji karşıtı olmak ya da olmamak değil. Sorun, teknolojinin iktidar sahiplerinin gücünü ve kârını artırmak için mi yoksa halk için mi kullanılacağı. İnsanları güçlendiren, sosyal bağlantıları kolaylaştıran ve çevreye zararı azaltan ulaşım sistemleri kurabiliriz. Marx’ın (2022) vurguladığı gibi daha iyi şehirler inşa etmek ve insanların yaşamlarını iyileştirmek, insanlara hizmet etmekten çok kârı artırmak üzerine kurulu kapitalizmin kendi yapılarına meydan okumayı gerektiriyor. KAYNAK - Marx, P. (2022). Road to Nowhere: What Silicon Valley Gets Wrong about the Future of Transportation. Verso Books.

51

Türkçeyle düşünce üretilemez mi? Felsefenin çağı, dili ve sözü Çağımızın hakikatini ancak yine çağımızın canlı dillerine başvurarak söze dökebiliriz, kavramlaştırıp ortaya koyabiliriz. Geçmişin ölü bir devlet diline dönmek, halka ve halkın düşün ve yaşam dünyasına yabancılaşmak, felsefeyi kendi içine kitler, kendi içine kapalı bir kısır döngüye dönüşmesine, bilinç çarpıklığına yol açar, onu sadece seçkin bir tabakanın işine dönüştürür ve sonunda onu topluma, yani aslında her şeye yabancılaştırır. Doğan Göçmen

G

52

eçtiğimiz yıllarda “Türkiye’de felsefenin dili Türkçe midir yoksa Osmanlıca mıdır?” sorusu ortaya atılmış ve bu bizleri meşgul etmiştir. Son günlerde “konuştuğumuz Türkçenin düşünce üretmeye elverişli olmadığı” iddia edildi. Tarihsel olarak büyük önem arz eden ve harf değişikliğinden çok fazla bir anlamı olan harf devrimi sorgulanır oldu. Harf devrimi basit bir şekilde Latince alfabeyi kabul etmek anlamına gelmemektedir. Harf devrimi aslında bir dil devrimidir. Bu devrim ile bilimlerde, felsefede, siyasette, yüzyıllardır aşağılanan halkın diline dönüş söz konusudur. Harf devrimi, düşüncenin kaynağı olarak bakışta bir devrimdir. Siyasette, toplumun idaresinde halkın ölçü alınması, otoritenin meşru kaynağı ve kıstası olarak halkın temel alınması anlamına gelmektedir. Toplumumuzun 20. yüzyılın başında içine girdiği bu yönelim, tam da yüzyıllardır ihmal edilen, kaçınılması gereken bir tutum olarak belirlenen halkın konuştuğu dilde, konuşulan Türkçede düşünce üretmeye yönelmek anlamına gelmektedir. Sürekli gündeme taşınan ve eleştirilen bu yönelim-

dir. Yanlış olan bu yönelim değildir. Yanlış olan bu yönelimin karşısına feodalitenin duygu ve düşün dünyasının bir ürünü ve yansıması olan Osmanlıcaya gerekli alternatif olarak geriye dönük romantik arzu ile işaret edilmesidir. Eski dünyanın dili ile yeni dünyanın toplumunun duygu ve düşün dünyasının ifade edilmesi, dile getirilmesi, ona anlam kazandırılması ve ondan anlam kazanılması mümkün değildir. Konuşulan Türkçede düşünce üretmek, dilin düşünce üretmeyi engelleyen gramer yapısından da kaynaklanmıyor. Ludwig Wittgenstein’a göre, halkın konuştuğu günlük dilde bile yeterince mantık vardır. Konuşulan Türkçe düşünce üretmek için son derece ayrıntılı ve zengin bir araçlar dizgesi sunuyor bize. Dünyayla, doğayla, toplumla, toplumda diğerleriyle kurulan son derece zengin ilişki türlerini dile getirmek için her dilde olduğu gibi Türkçede de sürekli gelişmeye ve geliştirilmeye muhtaç ifade biçimlerini, mekânsallıkta derinlemesine ve genişlemesine çok boyutluluğu, zamansallıkta (şimdiki zamanda, geçmiş ve gelecek zaman-

da) çok yönlülüğü barındıran bir dildir konuşulan Türkçe. Dünyada şeylerle kurulan ve kültür dünyasında eşya ile yaratılan ilişkileri; son derece zengin akrabalık ilişkilerini ve diğer insanlarla kurulan tüm başka türlü ilişkileri ifade edecek gramer yapısına ve kavramsal araçlara da sahip konuşulan Türkçe. Bu nedenlerle eğer konuşulan Türkçede düşünce üretilemiyorsa -ki biz de konuşulan Türkçede yeterince düşünce üretilemediği ve bu açığın sürekli başka dillerden yapılan çevirilerle telafi edilmeye çalışıldığı kanısındayız- bunun nedeni dilin yapısal ve araçsal yetersizliği olamaz; bunun altında Türkçenin Osmanlıca gibi düşünce ve ifade tarzı bakımından anakronikleşmiş olması yatamaz. Eğer bugün konuşulan Türkçede yeterince düşünce üretilemiyorsa bunun altında çok daha farklı nedenler yatmaktadır. Bu soruna bir açıklama getirmeden önce bilimsel bir düşünme sanatı, bilimsel bir düşünme yöntemi, en gelişkin bilimsel bir düşünce üretme aracı olan felsefenin dilinin ne olduğuna açıklık getirelim. Geride bıraktığımız 20. yüzyılın başından beri, yani felsefede bir “dilsel dönüş” yaşandığı iddia edilen 1930’lardan beri varlık ve bilinç, dil ve düşünce, dil ve anlam ilişkisine dair sorular felsefenin sürekli gündemindedir. Ülkemizde sürekli yenilenen modern Türkçenin statüsüne dair sorular felsefede çok yaygın olarak tartışılan bu soruları yeniden hatırımıza getirdi. Türkçe veya Türkçede felsefe yapmak, düşünmek ve düşünce geliştirmek mümkün müdür? Sorunun gündeme taşınmasından sorumlu en yüksek siyasi yetkililerin verdiği yanıt açık: Türkçe ve Türkçede felsefe yapmak mümkün değildir. Diğer bir deyişle Türkçe bir bilim ve felsefe dili değildir. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşuyla çalınan ya da kaybolan (hangisini tercih edersek artık) asıl bilim ve felsefe, edebiyat ve poetika diline, yani Osmanlıcaya, geride kalmış feodalitenin diline, sadece halktan uzak seçkin bir tabakanın kullandığı ölü bir dile geri dönülmesi talep edilmektedir. 21. yüzyılın düşünme tarzından, çağı-

mızın felsefesinden, insanlığın yüzlerce yıldan beri geride bıraktığı bir çağın, ilişkiler sisteminin diline basit bir şekilde geri dönmesi istenmektedir. Bu mümkün müdür? Ne kadar ve nasıl mümkündür? Bu gerekli midir ve arzu edilebilir mi? Bu bağlamda birbiriyle hem yanlışlıkla ilişkilendirilen hem de birbirine karıştırılan birçok soru vardır. Bu sorulara en az iki açıdan yanıt vermek mümkündür. Birincisi; doğrudan Türkçenin dil yapısı, grameri vesaire incelenerek yanıt verilebilir. Bu ancak dilbilimcileri tarafından yapılabilecek bir çalışma olabilir. İkincisi; ortaya atılan soruya, felsefenin ne olduğunu tanımlayarak, ne yaptığını göstererek ve bunu nasıl yaptığına işaret ederek yanıt aranabilir. İkinci açıdan yanıtın daha çok filozoflardan gelmesi gerekir ve bu yazının amacı, soruya ikinci açıdan yanıt aramaktır.

Varlık ve felsefenin dili Felsefe neyin ya da kimin dilini konuşur? Bu soru, “felsefe kendisini nasıl ve hangi dilde veya dillerde ifade eder?” sorusuyla karıştırılmamalıdır. Felsefe nedir, filozoflar ne yapar diye sorulduğunda akla genellikle Platon’un örneğin Phaidros diyaloğunda (278d) yapmış olduğu felsefenin bilgi ve/veya bilgelik sevgisi olduğuna dair tanım gelir. Fakat felsefenin kendisine dair kavrayışı modern felsefeyle, bu konuda en son Hegel’in ortaya koyduğu felsefe sistemi ile köklü bir şekilde değişmiştir. Türkçede felsefeyi tanımlamak i-

çin kullandığımız “felsefe” kavramının macera dolu ilginç bir tarihi vardır. Eski Anadolu dillerinden türetilen bu kelime, bu sefer Arapça üzerinden “felsefe” olarak Anadolu’ya geri dönmüştür. İsmet Zeki Eyüpoğlu’na göre Yunancaya eski Anadolu dillerinden geçen philos (sevme/seven) ve sophos (bilgi/bilge) kelimelerinden türetilmiştir. Türkçede kullandığımız “felsefe” kavramının kökeni de Yunanca philosophía (φιλοσοφία) kavramıdır ve philos (sevme/sevgi) ve sophia (bilgi/bilgelik) kelimelerinden türetilmiştir. Philosophía bilgi ve/veya bilgelik sevgisi anlamına gelmektedir. Ortaçağda, AnadoluYunan düşüncesinin etkisinde kalan Arap aydınları philosophía kavramını Arapçaya “felsefe” olarak aktarmışlar ve Türkçeye de Arapçada yazılıp okunduğu gibi “felsefe” olarak girmiştir. Böylelikle Anadolu’dan philosophía olarak türeyip büyük ve macera dolu bir seyahate çıkan kavram Anadolu’ya tekrar Araplar üzerinden “felsefe” olarak dönmüştür. Kısacası, felsefe, eskiçağdaki anlamından hareket edecek olursak, bilgi sevgisi veya bilgelik sevgisi anlamına gelmektedir. Hâlihazırda dikkat çektiğim gibi büyük Alman filozofu Hegel, felsefenin artık bilgi sevgisi değil, bilgi ve bilgelik sevgisi değil, bilgiye ve bilgeliğe öykünme değil, bilgi ve bilgelik, öykünme değil bilim olması gerektiğini talep eder. Düşünmede talep ettiği bilimselliği, bilginin bilimsel sistemini bir bütün olarak Tinin Fenomenolojisi’nde ve Man-

Harf devrimi aslında bir dil devrimidir. Bu devrim ile bilimlerde, felsefede, siyasette, yüzyıllardır aşağılanan halkın diline dönüş söz konusudur.

53

tık Bilimi’nde ortaya koymuştur. Hegel’e göre felsefenin 2 bin yılı aşkın akıl emeği artık onun bilimsel olarak kurulmasını mümkün kılmaktadır. Bunun önkoşulu, Hegel’e göre, Hukuk Felsefesi’nde ifade ettiği üzere felsefenin “kendi çağını düşüncede bütünlüklü olarak kavramasıdır”. Diğer bir deyişle filozofun içinde yaşadığı çağının bütünlüklü bir dünya görüşünü bütünlüklü bir dünya tasarımı olarak ortaya koyarak sunması gerekmektedir. Filozof bunu yapabildiği oranda felsefe de bilimselleşebilir ve Edmund Husserl’in deyimiyle “sıkı bilim olarak mümkün” olur. Peki, felsefi bakış açısından Hegel’in yukarıda aktardığım talebi ne anlama gelmektedir? Felsefenin kendi çağını düşüncede kavraması, felsefe kavramlarla çalıştığına göre, filozofun içinde yaşadığı çağı kavramlaştırmasından, yani çağını düşüncede “elle tutulur” kılmasından başka bir anlama gelmemektedir. O halde, felsefenin gözü, filozofun bakışı çağının hakikatine dönüktür, denebilir. Düşüncede kavradığı ve kavramlaştırıp dile getirdiği çağının hakikati, onu önceki çağlardan ayıran fakat onları da kapsayan ve geleceği tüm potansiyel güçleriyle içinde barındıran karakteristiği-

dir. Ancak felsefe çağını düşüncede kavradığı oranda, çağının hakikatini kavramlaştırıp dile getirdiği oranda toplumun çağıyla bilinçli ilişkilenmesine katkı sağlayacaktır. Karl Marx ve Friedrich Engels’in, Alman İdeolojisi’inde klasik Alman filzoflarıyla hesaplaşırken yapmış oldukları “Bilinç yaşamı değil, yaşam bilinci belirler” saptaması, tam da yukarıda Hegel’in felsefenin neliğine dair önermiş olduğu tanımdan kazanılmış tutarlı bir çıkarımsamadır. Yaşam tarihseldir ve tarihselliğinde kavranması gerekmektedir. Bu elbette bilincin yaşam üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine bilinç, toplumun yaratmış olduğu manevi dünyanın durumuna ve gücüne göre tarihte hep değişik biçimde etkili olmuş, hatta bazı durumlarda belirleyici bile olmuştur. Dil en çok bu bağlamda devreye girer. Dil düşünceyi kalıba getirir. Böylelikle eylemi mümkün kılarak insanların eylemlerinde dünyayı şekillendirmeleri için harekete geçmelerini bilinç bakımından mümkün kılar. Hegel’in yukarıda aktardığım felsefeye dair tanımında saklı olan materyalist felsefi duruşa göre mesele ilkeseldir ve belirleyenin, zorunlu olanın saptanmasıyla ilgilidir, belirlenenin belirleyen Hegel’e göre felsefenin 2 bin yılı aşkın akıl emeği artık onun bilimsel olarak kurulmasını mümkün kılmaktadır. üzerindeki etkisini yadsıyıp volantarizme düşmekle değil. Keyfilik özgürlük değildir. Tersinden hareket ettiğimizde, yani bilincin yaşamı belirlediğinden hareket ettiğimizde, bilincin birer ifade ediliş biçimi olan ahlak, din, metafizik, sanat, edebiyat, poetika gibi farklı bilinç veya bilinç ifade ediş biçimlerini (dil de bir bilinç biçimidir, bu nedenle de zorunlu olarak kendi çağına özgü bir bilinç durumudur) mekânsal do-

54

layımından ve zamansal bağlamından koparmış oluruz. Fakat bugün burjuva tarih felsefecileri örneğin ülkemizde de etkili olan Wilhelm Dilthey geleneğinde her ne kadar tersini iddia edilse de, bilinç biçimlerinin ve elbette dilin de mekândan ve zamandan bağımsız, tarihsellikhten kendilerine has yalıtılmış bir tarihleri yoktur. Örneğin “köle” kavramını alalım. Bu kavramı köleci toplum gerçekliğinden kopardığımız zaman neredeyse hiçbir şey ifade etmeyecektir. Aynı şekilde “işçi”, “emek”, “sermaye” “piyasa” ve “meta” kavramlaını ancak kapitalist toplum ile ilişkilendirdiğimiz zaman anlamları olacaktır ve ancak bu bağlamda bu kavramların tarihsel kökleri araştırılabilecektir. Zira Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde ifade ettikleri gibi “insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini” geliştirir ve değiştirirler ve buna göre de, yani insanlar değişen ve değiştirdikleri hakikatlerine göre “düşüncelerini ve düşünce ürünlerini” de değiştirirler. İnsanlık halinin ve ilişkilerinin kuruluş biçimine ancak bu şekilde baktığımız zaman “insanların varlığını”, onların “gerçek yaşam süreci” ve “bilinci”, onların “bilinçli varlığı” olarak kavrayabiliriz. O halde, felsefe, kendi çağına has gerçek yaşam sürecini kavramlaştırarak, çağına özgü bilinci çağının bilinci olarak kurar. Bu nedenle, felsefenin, kendi çağının hakikatini “dile” getirdiğini, kendi çağının hakikatini “söze” döktüğünü pekâlâ ileri sürebiliriz. Yukarıda sergilenenlerden de görüleceği gibi, felsefenin ne olduğu, ne yaptığı ve kendisine atfetmiş olduğu tarihsel misyonu yerine getirebilmesi için ne tür araçlara başvurduğu sorusu, bizi zorunlu olarak hakikatin neliğine dair soruya götürüyor. Nedir hakikat? Hakikati nasıl kavrayacağız, nasıl tasarlayacağız? Bu, doğal olarak 21. yüzyıl felsefesinin eski bir çağa, içinde yaşadığımız toplumsal formasyon tarafından çoktan aşılmış olan toplumsal formasyona ait ve sadece “seçkin” bir kitle tarafından konuşulan devlet diline dönüp dönemeyeceği sorusuna yanıt ararken de geçerlidir. Bunu nereden biliyoruz? Bu-

nu en başta 20. yüzyılın en büyük dil felsefecilerinden olan ve yanlışlıkla Schopenhauer’in irrasyonelist öznelci geleneğinde ya da Viyana Çevresi’nin pozitivist geleneğinde yorumlanmaya çalışılan, ama aslında daha çok içinde yığınla kurucu diyalektik felsefi unsur bulunan ve kanımca en azından Tractatus’da ve Felsefi Soruşturmalar’da materyalist bir filozof olarak yorumlanması mümkün olan Ludwig Wittgenstein’dan biliyoruz. Wittgenstein’a göre “gerçek düşüncelerin toplamı dünyanın bir tablosudur”, yani diğer bir deyişle felsefenin kendisini ifade etmek için başvurmuş olduğu önermeler, “hakikatin” birer “resmidir”: “Önerme hakikatin bir resmidir”. Hatta Wittgenstein diyalektik ontoloji, epistemoloji ve yöntembilimin en temel kurucu unsuru olan ayna kuramına başvurur. Ayna kuramına göre, duygusal, düşünsel ve diğer manevi değerlerimizin hepsi, edindiğimiz, kendi yarattığımız ve yeniden kurduğumuz maddi dünyamızın bir aynasıdır; orada, maddi dünyamız aynada geri yansır gibi tekrar yansır. Wittgenstein şöyle der: “Önerme mantıksal biçimi ortaya koyamaz, mantıksal biçim önermede geri yansır.” / “Dilde kendini geri yansıtanı, dil, ortaya koyamaz, gösterir.” / “Kendini dilde dışa vuranı, dil aracılığıyla ifade edemeyiz.” / “Önerme hakikatin mantıksal biçimini gösterir.” Fakat dilde de ifadesini bulan “hakikatin mantıksal biçimi” ile kastedilen nedir? Wittgenstein, Hegel’in varlık ve mantık ilişkisine dair yaklaşımını andırırcasına hakikatin mantıksal bir yapısının olduğunu düşünür - ki, bu, mantığın bir bilim olarak kurulabilmesinin önkoşuludur. Hakikat kavramının konumuz bağlamında özellikle birbirini tamamlayan iki boyutunu öne çıkarmak istiyorum. Bunlardan ilkine, Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlıklı kitabında Hegel’in hakikat kavramını açıklarken işaret eder: “…Hegel’de, varolan her şey aynı zamanda koşulsuz gerçek değildir. Onda, hakikat özelliği, sadece aynı zamanda zorunlu olana atfedilir”. Burada hakikat,

Hakikatin “dili” ve görünen ve aktüel olan açısından felsefenin sözü tanımlanıyor. Buna göre, hakikati, Ortaya atılan soruya ancak yusadece fenomonolojik olarak görünümlerin, olmuş olanların bütünü o- karıda sergilediğim şekilde kurgularak değil, aynı zamanda potansiyel lanmış bir hakikat kavramını teolanın, yani olacak olanın bütünü o- mel aldığımız oranda akla uygun larak da kavramak gerekir. Varlıkta ilkeli bir yanıt verebiliriz. Yukarıvar olanı aktüelliği ve potansiyelliği da felsefenin, kendi çağının hakikaile aldığımız zaman süreçsel ve olu- tini dile getirdiğini ve bunu ancak şumsal düşünme olanağı yakalamış şimdiki zamandan hareketle yapaolacağız. Ancak bu koşulla varlıkta bileceğini nedenleriyle göstermeye var olan her şeyi hareket halinde, her çalıştım. Fakat felsefe çağının hakişeyi kendi var oluşunda ve yok olu- katini dile getirirken söze veya kavrama başvurmak zorundadır. Bu söşunda kavrayabiliriz. Burada söz konusu olan hakikat zün geçmiş ölü bir dile mi yoksa kavramının ikinci boyutu, hakikat şimdiki zamanın canlı bir diline mi kavramına zaman açısından bakmak ait olması gerektiği sorusu, yukarıile elde edilmektedir. Bu, görebildi- da sergilediğimiz hakikat kavramığim kadarıyla ilk defa Alman filozo- na başvurularak hemen yanıtlanabifu Leibniz tarafından tutarlı bir şe- lir: Çağımızın hakikatini ancak yine kilde ortaya konmuştur. Leibniz’e çağımızın canlı dillerine başvurarak göre, şimdiki zaman gelecek zama- söze dökebiliriz, kavramlaştırıp orna, mevcut olan gelecek olana ge- taya koyabiliriz. Zira her çağ kendi bedir. Bu ne anlama gelmektedir? hakikatini yaratırken, bu hakikati Gelecek zaman, şimdiki zamanın i- dile getirmek için birçok farklı araç çinde; gelecek olan, şimdi olanın i- da yaratır. Örneğin sanat ve edebiçinde oluşup, olgunlaşıp ortaya çı- yat gibi dil de bu araçlardan birisikar ve serpilip saçılarak gelişir. Bu dir. Yukarıdaki hakikat kavramını açıdan, geçmiş zaman, şimdiki za- duruma uyarlayacak olursak, felsemanın içinde büyük değişiklikler fenin çağının hakikatini söze dökeryaşayarak devam etmektedir. Kısa- ken seçeceği kavramların geçmiş zacası, geçmiş olan, şimdi olanda de- manın değil, şimdiki zamanın bir vam etmek, kapsanıp aşılmış olmak diline ait olması gerektiğini hemen anlamında, yok olmuş olandır; şim- görebiliriz. Zira çağımızın hakikatidiki zamanda Wittgenstein’a göre “gerçek düşüncelerin toplamı dünyanın bir potansiyel ola- tablosudur”, yani diğer bir deyişle felsefenin kendisini ifade etmek için ran bulunan ge- başvurmuş olduğu önermeler, “hakikatin” birer “resmidir”. lecek henüz olgunlaşıp ortaya çıkmamış olandır. Bu durumda felsefe hakikati ancak şimdiki zamana bakarak tüm boyutlarıyla tam olarak kavrar ve dilde ifade eder. Diğer bir deyişle, felsefenin gözü şimdiki zamana, mevcut olana bakar; ancak bu şekilde geçmiş olanı ve gelecek olanı tüm geçmiş, olan ve olacak olan olası ilişkileriyle kavrayabilir. 55

ni tam olarak ancak çağımızın canlı bir diliyle ifade edebiliriz, geçmiş olan bir çağın ölü bir devlet diliyle değil. Fakat yapılan önerinin ne anlama geldiğini tam olarak anlayabilmek için dil konusunda orijinal düşünceler ortaya atmış üç büyük filozofa dönmemiz gerekir. Bunlar Friedrich Engels, Karl Marx ve Friedrich Nietzsche (burada Marx ve Engels’i birbirini tamamlayan olarak okuyorum). Dilin kökeni ve işlevi sorusu her üç filozofu da yakından ilgilendirmektedir. Zira dilde dışavurulan her şeyden önce bilinçtir. Dil Wittgenstein’a göre bir bilinç durumudur, hatta ruh halidir. Bu nedenle dilin ve bilincin ilişkisini açıklayabilmek için ikisinin de kökeninin açıklanması gerekir. Aristoteles’ten beri insanın toplumsal bir varlık olduğu genel geçer bir bilgi olarak kabul edilir. Engels, Doğanın Diyalektiği üzerine yapmış olduğu çalışmada, insanın acaba toplumsal olmayan bir varlıktan toplumsal bir varlığa dönüşüp dönüşmediği sorusuna geri döner ve “maymuna benzeyen atalarımız hep toplumsaldı; (bu nedenle -DG) ilk bakışta insanın kökenini, tüm hayvanların en toplumsal olanını, toplumsal olmayan ilk atalara dayandırmak mümkün değildir” der. Buna karşın Nietzsche, Şen Bilim adlı eserinde insanın önce sanki

Nietzsche’nin, bilincin ve dilin toplumsal oluşu ve toplumsallaştırma işlevine dair anti-sosyal yaklaşımı onu bireysel olanı mutlaklaştırmaya, dolayısıyla toplumsal olanı “ortalama” veya vasat olarak değerlendirmeye götürür.

toplumsal bir varlık olmadığı, onun toplumsallaşmasının sanki tarihte daha sonraki evrelere ait olduğunu ima eder. Nietzsche de, Marx ve Engels de bilincin ve dilin birer toplumsal ürün olduğundan hareket ederler. Nietzsche de, Marx ve Engels de bilincin ve dilin birbiriyle ilişkili olduğunu, birbirini şart koştuğunu, Nietzsche’nin tabiriyle “dilin gelişimi ve bilincin gelişiminin (…) el ele” yürüdüğünden ve bir gereksinimden doğduklarını ileri sürerler. İnsanın kendisini diğerlerine anlatması bir gereksinimdir ve bunun için de gerekli organlara ve yeteneğe sahip olduğunu düşünürler. Fakat

Marx ve Engels, insan kendisini doğal-toplumsal varlık olarak üretken etkinliği olan emek aracılığıyla yeniden yarattığından, bilincin ve dilin kökeninde gereksinim ve toplumsallığın yanında veya hepsinden önce emeğin olduğunu ileri sürerler.

56

Nietzsche’den farklı olarak Marx ve Engels, insan kendisini doğal-toplumsal varlık olarak üretken etkinliği olan emek aracılığıyla yeniden yarattığından, bilincin ve dilin kökeninde gereksinim ve toplumsallığın yanında veya hepsinden önce emeğin olduğunu ileri sürerler. Zira insanın emek aracılığı ile toplumsallığını yeniden yaratmasıyla oluşan yeni toplumsal yapı ve ilişkiler sonucu oluşan dil artık basit bir şekilde sesler çıkarılarak konuşulan bir dil değildir. Tersine, konuşulan dil artık oldukça soyut, kelimelerle çalışan bir dildir. Marx, Engels ve Nietzsche arasındaki bu fark, en geç bu noktadan sonra aralarında köklü bir ayrılığa götürür. Nietzsche, insanın “ilk olarak toplumsal hayvan” olmasıyla insan olarak özbilince ulaştığını ileri sürer. Gerçekten de insan bilince de, özbilince de ancak toplum içinde ulaşabilir. Fakat Nietzsche bu durumun insanı vasatlaştırdığı kanaatindedir. Şöyle ki, Nietzsche’nin Şen Bilim’de yazdığına göre, “Bilinç insan ile insan arasında sadece birleştirici bir ağdır”. Aynı şekilde, örneğin bakış gibi birçok başka şeyin yanında dil de “insan ile insan arasında köprü hizmeti görür”. Fakat, der Nietzsche, “işgalci ve yırtıcı hayvana benzeyen insanın ona ihtiyacı yoktur”. Zira Nietzsche’nin düalist yaklaşımına göre, “bilinç insanın asıl bireysel-varolmasına ait değildir, daha çok ondaki topluluk ve sürü doğasına” aittir. Nietzsche’nin, bi-

lincin ve dilin toplumsal oluşu ve toplumsallaştırma işlevine dair anti-sosyal yaklaşımı onu bireysel olanı mutlaklaştırmaya, dolayısıyla toplumsal olanı “ortalama” veya vasat olarak değerlendirmeye götürür. Nietzsche’de toplumsal olana saldırının, bilince ve kavrama saldırının, ortak olana saldırının, giderek halka ve kitlelere yabancılaştıranın arkasında hep bu yanlış kanaat vardır. Buna karşın Marx ve Engels, bilinç ile dil arasındaki karşılıklı ontolojik ilişkiyi emek kavramına gönderme yaparak köklü bir şekilde açıklığa kavuşturdukları için, onlara atfedilen mekanik yaklaşımın tersine, her iyi diyalektikçi gibi, bilincin, düşüncenin dil üzerinden kitlelerle buluşup, gerçek yaşamı nasıl etkileyeceğinin koşulları üzerine düşünürler. Şöyle diyor Marx ve Engels: “Düşünceler dünyasından gerçek dünyaya inmek, filozoflar için en zor görevlerden biridir. Dil, düşüncenin dolaysız gerçekliğidir. Filozoflar düşünmeyi bağımsızlaştırdıkları gibi dili de öyle ayrı kendi başına bir âlem olarak bağımsızlaştırma-

ları gerekti. Bu, düşüncelerin sözcükler olarak kendilerine özgü bir içeriğe sahip olduğu felsefi dilin sırrıdır. Düşünceler dünyasından gerçek dünyaya inme problemi, dilden yaşama inebilme problemine dönüşür”. Eğer dil, düşüncenin dolaysız gerçekliği ise, eğer filozofların düşünceler dünyasından gerçek dünyaya inme problemi var ise ve bu, düşünce ile dil arasındaki karşılıklı ontolojik iç içe, grift olma durumundan dolayı aynı zamanda dilden gerçek yaşama inme problemine dönüşüyorsa, bu problem ancak felsefenin kendi çağının hakikatini yine kendi çağının yaşayan gerçek dilinde söze dökmesiyle üstesinden gelinebilecek bir problemdir. Bu durumda geçmişin ölü bir devlet diline dönmek, halka ve halkın düşün ve yaşam dünyasına yabancılaşmak, felsefeyi kendi içine kitler, kendi içine kapalı bir kısır döngüye dönüşmesine, bilinç çarpıklığına yol açar, onu sadece seçkin bir tabakanın işine dönüştürür ve sonunda onu topluma, yani aslında her şeye yabancılaştırır.

Yukarıda sergilenenlerin ışığında yazının girişinde ortaya attığımız sorulara dönüp, felsefi açıdan rahatlıkla söylenebilir ki, her çağın felsefenin, yani bilimsel düşüncesinin dili kendi canlı ve halk tarafından konuşulan dilidir. Türkçede düşünmenin dili de doğal olarak Türkçedir. Peki, eğer doğruluk payı var ise, konuşulan Türkçede, yani halkın dilinde düşünce geliştirilemediğine dair izlenim nereden kaynaklanmaktadır? Bunun açıklaması; Türkçenin bir felsefe dili olmadığına, bir bilim dili olmadığına, Türkçede düşünce geliştirmenin mümkün olmadığına dair iddiaların asıl motivasyon kaynağında, politik koşullarda aranmalıdır kanımca. KAYNAKLAR 1) Friedrich Engels, Dialektik der Natur (Doğanın Diyalektiği), Marx-Engels-Werke, c. 20 içinde, Dietz Verlag, Berlin 1986. 2) Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013. 3) Friedrich Nietzsche, Die fröhliche Wissenschaft (Şen Bilim), Werke in Drei Bänden, c. 1 içinde, Karl Hanser Verlag, Münih, 1977. 4) Ludwig Wittgenstein, Tractatus logico-philosophicus, Reclam Verlag, Leibniz, 1990.

57

Geometrik analizler, kuşların uçmakta nasıl ustalaştığını ortaya çıkarıyor Mühendisler ve biyologların ortak çalışması, kuşların üstün manevra yeteneklerinin nasıl evrimleştiğini ortaya çıkarmaya başladı. Yasemin Şaplakoğlu

K

Çevirenler: Deniz Ilgaz Çınar / Nalân Mahsereci amuflaj ağlarıyla kaplı dikdörtgen bir odada, dört tane Harris şahini, çimle kaplı tünekler arasında, sırayla bir ileri bir geri uçarken, biliminsanları onların her biyomekaniksel kanat çırpmasını kaydediyordu. Araştırmacılar, kuşların uçuşunu nesillerdir gözleyen bir gelenek içinde yer alıyorlardı; ancak bu deneyde asıl ilgilendikleri şey, kuşların yere nasıl indiğiydi. Dört şahin, tünekler arasındaki 1500’den fazla uçuşun neredeyse her seferinde, en hızlı veya enerji açısından en verimli yolu değil, en kontrollü ve en güvenli biçimde tünemelerini sağlayan yolu seçti. Oxford Üniversitesi’nde matematiksel biyoloji profesörü olan Graham Taylor ve meslektaşlarının, son zamanlarda Nature’da anlattıkları gibi, şahinler U şeklinde bir yay çizerek uçtular, hızlıca kanatlarını çırparak dalışa geçip, sonra da yukarı doğru keskince yükselerek süzülüp, kanatlarını açarak kendilerini yavaşlatıp tüneğe indiler. Alan Turing Enstitüsü’nde veribilimci ve Oxford Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı olan ve deneylerin tasarlanıp yürütülmesine yardım eden Lydia Franc, “Uçmaları, büyüleyici bir biçimde yabancı” diyor. Şahinlerin havada neredeyse durarak tüneğe inme özellikleri, onları mekanik karşılıkları karşısında benzersiz yapıyor.

Florida Central Üniversitesi’nde Deneysel Akışkanlar Mekaniği Laboratuvarı’nda asistan profesör olan Samik Bhattacharya, “Evrim bizim yapabileceğimizden çok daha karmaşık bir uçan makine yapmış” diyor. Günümüz uçaklarının kuşların manevra kabiliyetiyle boy ölçüşememesinin nedeni basit bir mühendislik meselesi değil. Tarih boyunca titizlikle gözlemlenmiş olsalar ve Leanordo da Vinci ve başkalarının yüzyıllar boyunca uçan makineler tasarlamasına ilham verseler de, kuşların manevra yeteneklerini mümkün kılan biyomekanikler çoğunlukla bir sır olarak kalmıştır. Ancak geçtiğimiz Mart ayında, Nature’da, bir dönüm noktası olan ve bu durumu değiştirmeye başlayan bir çalışma yayımlandı. Michigan Üniversitesi’ndeki doktora araştırması sırasında Christina Harvey ve çalışma arkadaşları, çoğu kuşun uçuşunun ortasında kanatlarının şeklini yolcu uçağı gibi yumuşak ve savaş uçağı gibi akrobatik şekilde uçmak arasında ileri ve geri değiştirebildiğini buldu. Çalışmaları, kuşların, havanın kanatlarının üzerinde nasıl hareket ettiğini kontrol eden her iki aerodinamik özelliği ve havada hızlı manevralarını tamamlamak için nasıl dönebileceklerini belirleyen eylemsizlik özelliklerini tamamen değiştirebildiklerini açıkça gösterdi. Bu buluşlar, kuşların akrobatik maharetlerine katkıda bulunan, daha önce bilinmeyen büyük etkenler tanımladı ve kuşları uçmada usta yapan evrimsel baskılardan bazılarını açığa çıkardı. Bu buluşlar

Araştırmacılar kuş kanadının biyomekaniğinin, bir kuşun olağanüstü manevra kabiliyetiyle uçmasına izin verdiğini nihayet anlamaya başlıyor. Çizim: Samuel Velasco/Quanta Magazine.

58

aynı zamanda, geleceğin mühendislerinin uçak tasarlamaya kalkıştıklarında takip edebilecekleri projelerde, uçakların kuşların başardıkları gibi, manevra yeteneklerinin bulunmasına ve uyarlanabilir olmalarına ve kuşların zahmetsiz bir zarafet gibi görünen, ama şimdilerde takdir etmeye başladığımız gibi, aşılması zor, hızlı fiziksel ve zihinsel becerilerinin resmedilmesine yardım edebilir. Lisansında makine mühendisliği eğitimi alan Harvey, kuş uçuşu hakkındaki çalışmalarını, “Kendisine büyü gibi gelen bir şeyleri ölçmek” olarak tarif ediyor. Kariyerinin başlarında, henüz mühendislikten biyolojiye geçmeden önce, kuşların sırrını çözmeye çalışan biri olacağını hiç düşünmemiş.

Kuşların geometrisi Harvey, “Eskiden kuşları sevmezdim bile” diyor. Ancak 2016 yılında bir gün, British Columbia Üniversitesi yakınındaki bir parkta, kısa bir yürüyüşün ardından dinlenmek için kayalık bir çıkıntıya oturmuşken, biyoloji laboratuvarına yeni atanmış master öğrencisi olarak nasıl bir proje oluşturacağı hakkında düşünmekteydi. Martılar ile çevrelendiğinde “Aslında ne kadar sinir bozucu olduklarını görmezden gelirseniz, gerçekten çok havalı uçuyorlar” diye geçti aklından. Martı çabucak onun ilham kuşu (“kıvılcım kuşu”) oldu ve onlardan kaçınmayı bırakıp uçuşları-

nın gücü hakkında hayranlıkla daha fazla şey öğrenmeye çalıştı. Ama literatürün derinlerine daldıkça, kuşların uçuşu hakkındaki bilgilerimizde büyük delikler olduğunu fark etti. Taylor’ın Oxford’da doktorasını yaparken eşyazarlık yaptığı 2001’deki bir çalışmadan yoğun şekilde etkilendi. Taylor’ın makalesi, kuş ve diğer uçan hayvanların uçarken nasıl istikrarı sağladıkları ve yanlış yöne itilmelerini engelleyen özellikleri hakkında, teorik temelleri hazırlayan ilk makaleydi. “Doğal dengenin kombinasyonundan gelen istikrarlılık ya da yoldan küçük sapmalara doğuştan gelen direnç ve kontrol, sapmalara verilen yanıtları değiştirmedeki aktif yetenek” diye açıklıyordu Taylor. İyi bir kâğıt uçağın sahip olduğu öz istikrardır, kontrol ise beşinci jenerasyon savaş uçağının bir gücüdür. 2001’deki çalışma öz istikrarın kuşların uçuşunda genel olarak inanılandan daha büyük bir rol oynadığını gösteriyordu. Taylor’ın çalışmasını okuduktan kısa zaman sonra Harvey, doktora çalışmalarını kuşların uçuşundaki istikrarın ilk dinamik denklemlerini geliştirmeye adadı. “Sahip olduğunuz tüm bu denklemler savaş uçakları için var” diyor Harvey, “Ben bunları kuş uçuşu için geliştirmek istiyordum.” Harvey, kuş uçuşunun istikrarını/ istikrarsızlığını ve kuşların bunları kontrol ederken yaşadıkları zorlukları anlamak için, daha önceki

Bir Harris şahini, Oxford Üniversitesi’ndeki deneyler sırasında, araştırmacı Lydia France’ın koluna tünemeye hazırlanıyor. Fotoğraf: Rob Bullingham.

Kaliforniya Üniversitesi’nin (Davis) yeni BIRD Laboratuvarı’nın başında olan Christina Harvey (üstte) bir havacılık mühendisi ve zoolog. Çalışmaları, kuşların manevra kabiliyetinin bazı sırlarını açığa çıkarmaya başladı. Oxford Üniversitesi’nde matematiksel biyoloji profesörü olan Graham Taylor (altta) ise, kuş uçuşunu istikrarlı yapan şeyin ilk teorik analizini yazdı. Fotoğraflar: Josh Anibal, John Cairns.

çalışmaların görmezden geldiği veya önemsiz gördüğü bir şeyi, kuşların eylemsizlik özelliklerini haritalamaları gerektiğini anladı. Eylemsiz hareketler, hareketli kuşun eyleminin aerodinamik özelliklerine kıyasla, kuşların ağırlığıyla ve bu ağırlığın nasıl dağıldığıyla bağlantılıdır. Harvey ve takımı, Kanada Vancouver’de bulunan British Colombia Üniversitesi’ndeki Beaty Bioderversity Müzesi’nden, 22 türü temsil eden, 36 donmuş ölü kuşu topladı. Kuşları her bir tüylerine kadar incelediler; uzunluk, ağırlık ve kanat açıklığı ölçümlerini aldılar ve kuşların bilek ve dirseklerinin hareket aralığını anlamak için elleriyle kanatları açıp kapadılar. Farklı kanat, kemik, kas, deri ve tüyü yüzlerce geometrik şekil kombinasyonuyla temsil etmek için orijinal bir modelleme programı yazdılar. Bu yazılım, kuşların ağırlık merkezini ve uçmakta olan bir kuşun aeorodinamik merkezi olan “nötr nokta” gibi ilgili özelliklerini hesaplamalarını sağladı. Sonra da bu

59

özellikleri, çeşitli şekillerde yapılanmış çeşitli kanatlara sahip kuşların her birine göre belirlediler. Her kuşun istikrarını ve manevra kabiliyetini ölçmek için, statik marj dedikleri, kanadın boyutlarıyla ilintili nötr nokta ile ağırlık merkezi arasındaki mesafeyi anlatan bir aerodinamik özelliği hesapladılar. Eğer bir kuşun nötr noktası ağırlık merkezinin arkasındaysa, kuşun doğası gereği istikrarlı olduğunu düşündüler. Bunun anlamı şuydu: Uçan kuş istikrarını kaybederse, doğal olarak orijinal uçuş izleğine dönecektir. Eğer nötr nokta ağırlık merkezinin önündeyse, kuş istikrarsızdır ve daha önce olduğu pozisyondan daha da uzaklaşır; ki bu da tam da kuşların nefes kesici manevralar yapabilmesi için olması gereken durumdur. Havacılık mühendisleri uçak tasarladığında statik marjı istenilen performansa göre ayarlarlar. Ancak kuşlar uçakların aksine, kanatlarını hareket ettirerek vücut duruşlarını değiştirebilir; yani statik marjlarını da değiştirebilirler. Böylece Harvey ve takımı, her kuşun doğuştan gelen istikrarlılığının farklı kanat biçimlerinde nasıl değiştiğini de hesapladı. Princeton Üniversitesi’nde Mekanik ve Havacılık Mühendisliği alanında yardımcı doçent olan ve Nature da

Harvey ve ekibinin çalışması hakkında yorum yazan Aimy Wissa, “Pratikte Harvey ve ekip arkadaşları, uçaklar için yaptığımıza çok benzer bir çerçeve çizip, bunu kuşlara uyarladılar” diyor.

Esnek uçuş Yaklaşık 160 milyon yıl önce tüylü terapod dinozorlar kendilerini havaya fırlattıklarında, yalnızca kısa mesafelerde ve minik hamleler içinde çırpınan sınırlı uçuculardı. Ancak yalnızca birkaç istisnayla birlikte, bu dinozorlardan türeyen 10.000’den fazla kuş türü, akrobatik manevralar yapabilme ve zarifçe süzülme kapasitesindeki olağanüstü uçuş makinelerine evrildiler. Bu türden bir manevra yapabilme kabiliyeti, istikrarsızlığın avantajlarından kontrollü bir biçimde yararlanmayı ve ardından ondan kaçınabilmeyi gerektirir. Çünkü modern kuşlar, öylesine manevra ustalarıdır ki, biyologlar onların gitgide istikrarsız olacak şekilde evrildiklerini varsayıyor. Harvey, “Kuşların, savaş jetleri gibi, adeta istikrarsızlığa dayanarak bu gerçekten hızlı manevraları gerçekleştirdiklerine inanılıyordu” diyor. “Ve bu yüzden, henüz tam olarak kop-

Balık kartalları, avlarına saldırı dalışlarının farklı evrelerinde manevra kabiliyetlerini sergiliyor. Bir balık kartalı, yüksekteyken gördüğü balık üzerinde geziniyor (sol yukarı). Aşağı doğru iniyor (sağ üst), sonra da pençelerini uzatarak dik bir şekilde iniyor (sol alt). Balığı kaptıktan sonra, kanatlarını çırparak keskin bir şekilde yukarı doğru çekiyor (sağ alt). Kanatlar, aerodinamik özelliklerini gerektiği gibi ayarlamak için şekil değiştiriyor. Fotoğraflar sol üstten başlayarak saat yönünde: Trish Gussler / Andy Morffew / Susan T. Cook / Jarkko J.

60

Harvey ve meslektaşlarının güncel makalelerinden birinden uyarlanan bu figür, kuş kanatlarının şekillerini binlerce geometrik şeklin birleşimi olarak nasıl analiz ettiklerini gösteriyor. Çizim: Jasmin C. M. Wong.

yalayamadığımız şekilde uçarlar.” Ama araştırmacılar, baktıkları türlerden sadece birinin, sülünün tamamen istikrarsız olduğunu buldu. Dört tür tümüyle istikrarlıydı. Güvercinlerle ebabilleri de (karasağanları) içeren 17 tür ise, kanatlarının şeklini değiştirerek istikrarlı ve istikrarsız uçuş arasında geçiş yapabiliyordu. Harvey, “Bu kuşlarda gördüğümüz şey, gerçekten, daha çok savaş jeti benzeri bir tarz ile daha çok yolcu uçağı benzeri bir tarz arasında geçiş yapabilmeleriydi” diyor. Harvey’in takımı tarafından geliştirilen ileri matematiksel modellemelerin önerdiğine göre, evrim, kuşların istikrarsızlığını arttırmak yerine, istikrar ve istikrarsızlığın her ikisi için de potansiyellerini koruyor. Harvey’in ekibi inceledikleri tüm kuş türlerinde şu kanıtı buldu: Seçilim baskısı, geçerli olan her iki durumun statik kazançlarını eşzamanlı olarak koruyor. Sonuç olarak, kuşlar, ihtiyaç hasıl oldukça uçuş özelliklerini değiştirme, istikrarlı bir moddan istikrarsız bir moda geçme ve geri dönme becerisine sahiptir. Modern uçaklar bunu yapamaz, sadece aerodinamik ve eylemsizlik özelliklerinin daha sabit olması nedeniyle değil, aynı zamanda, çok farklı iki kontrol algoritmasına ihtiyaç duyacakları için. İstikrarsız uçuş, çarpışmadan

UÇUŞTA İSTİKRARLI KALMAK Kuşların doğal istikrarını değerlendirmek için araştırmacılar, ağırlık merkezlerinin aerodinamik merkezleri olan “nötr noktanın” arkasında mı, önünde mi olduğuna baktılar.

İSTİKRAR Kuş, onu seçtiği uçuş yolundan iten güçlere daha kolay direnir.

Nötr nokta

Ağırlık merkezi

İSTİKRARSIZLIK Kuşların aerodinamiği, itildiğinde onu doğallıkla uçuş izleğine döndürmez. Samuel Velasco/ Quanta Magazine

kaçınmak için, sürekli düzeltmeler yapmak anlamına gelir. Kuşlar, buna benzer bir şey yapmak zorunda olmalı ve “bunu içeren belli bir düzeyde biliş olmalı” diyor, Florida’daki Archbold Biyoloji İstasyonu’nda kuşlarla ilgili bir ekoloji programının direktörü ve davranış ekoloğu olan Reed Bowman. Smithsonian Enstitüsü Paleobiyoloji Bölümü’nde Dinozor Küratörü olan Matthew Carrano, “İnsanlar evrim çalıştıkları süre boyunca kuşların kökenini anlamaya çalıştı ve buna en büyük engel uçuşun karmaşıklığı ve bizim onu çözümlemedeki beceriksizliğimiz olmuştur” diyor. Onu en çok şaşırtan şey, kuşların istikrarlı ve istikrarsız uçuş modları arasında geçiş yapabilme yeteneğine sahip olmaları değil; sülün gibi bazı türlerin, görünüşe göre bu yeteneklerinin olmaması. Bu türler bu yeteneği hiçbir zaman geliştirmedi mi, yoksa tıpkı modern uçamayan kuş türlerinin bir zamanlar uçabilenlerden türediği gibi, bu yeteneklerini bir noktada kayıp mı ettiler; Carrano bunları merak ediyor.

Daha iyi uçaklar yapmak Kuşların ustalaştığı takla atma, dönme ve düşme gibi manevralar, herhangi birinin bir yolcu

uçağında deneyimlemek isteyeceği şeyler değildir. Ancak İHA veya dron olarak da bilinen insansız hava araçları sert manevralar yapmakta daha özgürdür. Bunların askeri, bilimsel ve eğlence amaçlı ve diğer kullanımlarının giderek artan popülaritesi, onlara böyle yapmaları için daha fazla fırsat yaratıyor. Harvey’in çalışmalarını görünce, vakit kaybetmeden kendi mühendislik grubuna gönderen Bhattacharya, “Bu daha iyi manevra kabiliyeti olan İHA’lar yaratmaya doğru atılmış büyük bir adım” diyor. Binlerce kilometre yol kat edebilmeleri ve saatlerce verimli bir şekilde uçabilmeleri nedeniyle gözetleme/keşif görevleri ve tarımsal amaçlar için harika olan günümü-

zün İHA’ları, sabit kanatlı uçaklardır. Bununla birlikte, amatörler arasında popüler olan dört pervaneli hassas dronlar manevra kabiliyetinden yoksundur. Airbus ve NASA’daki araştırmacılar, kuşların inanılmaz manevra yeteneklerinin kimilerini taklit edebilecek kanatlı uçaklar için yeni tasarımlar hayal ediyor. Taylor ve arkadaşları, kuşların uçmayı öğrenirken, karmaşık görevleri yerine getirme yeteneğini nasıl kazandıklarını analiz etmeyi umuyor. Araştırmacılar bu manevraları gerçekten anlayabilirse, mühendisler bir gün yeni uçuş araçlarının tasarımına, biyolojiyi sadece görünüşte değil, uçuş davranışını öğrenme yeteneklerinde de taklit etmelerini sağlamak için yapay zekâyı da dahil edebilir. Harvey, Kaliforniya Üniversitesi’nde (Davis), yeni laboratuvarını kurarken, bir yandan gelecekteki araştırmasının, uçaklar ve dronlar tasarlamak ve üretmek için yapılan kuş uçuşuna dair temel araştırmalar spektrumuna uzanmasına karar veriyor. Kendisi gibi iki farklı alanın sınırlarında çalışmaya tutkulu olan biyoloji ve mühendislik öğrencilerinden bir takım kurmaya çalışıyor. Harvey, “Bütünüyle mühendislik içinde çiçek açtığımı sanmıyorum” diyor. Biyolojinin sınırlarında çalışmaya başladığında, daha yaratıcı olabileceğini hissetmiş. Şimdi, mühendis meslektaşlarının birçoğunu dehşete düşürecek şekilde, kuş figürlerini mükemmelleştirmek için uzun saatler harcıyor. “Zamanımın yarısını çizerek geçiriyorum” diyor, “Bu gerçekten bakış açımı değiştirdi.” Kaynak: https://www.quantamagazine.org/geometricanalysis-reveals-how-birds-mastered-flight-20220803/

Archaeopteryx gibi erken dönem tüylü terapodlar için, havada kaldıkları kısa süredeki istikrar, muhtemelen manevra kabiliyetinden daha önemliydi. Modern kuşların ihtiyaçları, aerodinamik olarak daha zahmetlidir. James L. Amos/ Science Source

61

Biliminsanları, Kovid-19 kapanmalarından neler öğrendi?

Sosyal temas kısıtlamaları Kovid-19’un yayılmasını engelledi ancak karantina önlemlerinin nihai getirilerini ve götürülerini ölçmek halen zor gibi görünüyor. Kovid-19 karantinalarının etkilerini analiz etmenin temel bir zorluğu var: Yokluğunda ne olacağını bilmek zor.

M

Çeviren: Ebru Oktay art 2021’de Brezilya’da Ricardo Savaris adlı bir doktor, sosyal medyada viral olan ve artık itibarsızlaşan bir makale yayınladı. Kovid-19 pandemisinin ilk dalgasında hükümetlerin, toplu olarak sokağa çıkma yasağı olarak bilinen, spor ve kültürel etkinlikleri iptal etmeye, perakende satış mağazalarını, restoranları, okulları ve üniversiteleri kapatmaya ve insanlara evde kalma emri vermeye başlamasının üzerinden bir yıl geçmişti. O zamanlar, koronavirüs SARS-CoV-2’nin Alfa varyantı farklı yerlerde arttığı için ülkeler kapanma politikalarını bir sıkılaştırıyor bir gevşetiyorlardı. Sokağa çıkma önlemleri beklenen etkisini gösterdi. İnsanların sosyal temaslarını keskin bir şekilde azalttıklarında Kovid-19 salgınının durulduğu birçok çalışmada da gösterilmeye başlamıştı. Ancak Porto Alegre’deki Rio Grande do Sul Federal Üniversitesi’nde kadın doğum uzmanı olan Savaris, istatistik, bilgisayar ve bilişim alanında çalışan üç meslektaşıyla birlikte yeni bir analiz denedi. Google tarafından yayınlanan anonimleştirilmiş cep telefonu verileri kullanılarak yapılan analizde, düşük Kovid-19 ölüm oranının evde kalmayla ilişkili olup olmadığını görmek için dünya çapında 87 farklı konumu içeren çift kör çalışma sonucuna göre bir ilişki olmadığı ortaya kondu.

62

Scientific Reports’da yayımlanan bu çalışma, kapanma karşıtları ve bazı haber siteleri tarafından vurgulanmaya ve hızla ün kazanmaya başlamıştı. Avustralya, Wollongong Üniversitesi’nden epidemiyolog Gideon Meyerowitz-Katz, “Bulgular ilk bakışta oldukça dikkat çekiciydi” diyor. Ancak pek çok araştırmacıya göre, makalenin istatistiksel yöntem seçimindeki hatalar nedeniyle sonuçlar aslında yanlıştı. Scientific Reports, bir hafta içinde makaleye bir “editör notu” ekleyerek okuyucularını uyardı. Dokuz ay sonra dergi, çalışmanın hatalarını ortaya koyan iki mektup yayınladı. Bundan bir hafta sonra, Savaris ve ortak yazarları eleştirilerle aynı fikirde olmasalar bile çalışmayı geri çektiler. Geri çekilen makale, karantinaların hayat kurtarmadığını iddia eden tek örnek değildi ama bu analizler, çalışmaların çoğuna da uymuyordu. Biliminsanlarının çoğu aslında, karantinaların Kovid-19 ölümlerini engellediğini ve hükümetlerin 2020’nin başlarında insanların sosyal temaslarını kısıtlamak, SARS-CoV-2’nin yayılmasını engellemek ve sağlık sistemlerinin çöküşünü önlemek için çok az seçeneği olduğu konusunda hemfikirlerdi. Austin’deki Texas Üniversitesi’nde biyolojik veri bilimcisi olan Lauren Meyers, “Biraz zaman kazanmamız gerekiyordu” diyordu.

Aynı zamanda, karantinaların çok büyük maliyetleri olduğu açıktı. Ayrıca ardından gelebilecek herhangi bir karantina önleminin faydası olup olmayacağı hakkında da tartışmalar ortaya çıkmıştı. Okul ve üniversitelerin kapanması eğitimi aksatmıştı. Kapanan işletmeler, finansal ve sosyal zorluklara, zihinsel sağlık sorunlarına ve ekonomik gerilemelere neden oldu. Londra Imperial College ve Kopenhag Üniversitesi’nde halk sağlığı istatistikçisi olan Samir Bhatt ise, “faydabedel” ilişkisine dikkat çekiyordu. Biliminsanları, elde edilen bulguların gelecekteki krizlere verilecek yanıta yardımcı olabileceği umuduyla, pandemi sırasındaki kapanmaların etkilerini araştırmayı sürdürüyorlar. Bu konuda sonuçlar alınmaya başlandı bile. Örneğin, sıkı önlemler almak için hızlı hareket eden ülkeler hem yaşamlarını hem de ekonomilerini korumada en iyisini yaptılar. Ancak araştırmacılar zorluklarla da karşılaştılar. Çünkü zararları ve faydaları analiz etmek çoğu zaman bilimsel hesaplamalara değil, fırsat eşitsizliğine dayalı bir sistemde bazı kesimlerin diğerlerinden daha fazla olan maliyetlerinin nasıl ölçüleceği gibi değer yargılarına dayanmak durumundaydı. Sokağa çıkma yasağını incelemeyi bu kadar zorlaştıran şey buydu ve şiddetli anlaşmazlıklara yol açabilecek gibi görünüyordu.

Çetrefilli hesaplama Kovid-19 karantinalarının etkilerini analiz etmenin temel bir zorluğu var: Yokluğunda ne olacağını bilmek zor. SARS-CoV-2 ilk ortaya çıktığında Çin’in Wuhan kentinin kapatılmasının gösterdiği gibi, karantinalar viral bulaşmayı azaltıyor. Çin’in sınırları kapatma, vatandaşlara evde kalmalarını emretme ve Kovid’li insanları merkezî tesislerde tecrit etme konusundaki sert yaklaşımını taklit etmeyen ülkelerde bile, karantina önlemleri hâlâ hastalığın yayılmasını azaltıyordu. Örneğin Mayıs 2020’de Bhatt ve arkadaşları, 11 Avrupa ülkesindeki karantinaları analiz ettiler ve viral bulaşmadaki düşüşten yola çıkarak, bu

önlemlerin tek başına 3 milyondan fazla hayat kurtardığı sonucuna vardılar. Yine de, bu makalenin metodolojisi de sorgulanmıştı. Sorunlardan biri, sokağa çıkma yasağı olmadan insanların sosyal ilişkilerini azaltmayacakları varsayıldığı için katkı boyutunun abartılmış olabileceği idi. Çünkü gerçekte, artan ölümler muhtemelen insanların davranışlarını değiştirmiş olurdu. Boston, Massachusetts’teki Chan Halk Sağlığı Okulu sağlık politikası araştırmacısı olan Thomas Tsai, bunun örneğinin kapanmalardan yaklaşık iki hafta önce ilk dalga sırasında hareketlilikte bir azalma olan Florida’da izlendiğini belirtti: “İnsanlar New York ve Boston’daki haberleri izliyor ve Kovid’in ne kadar şiddetli olabileceğini görüyorlardı.” Siyaset bilimci Christopher Berry ve Illinois Chicago Üniversitesi’ndeki meslektaşları tarafından yapılan bir analiz bu izlemi desteklemekteydi. ABD eyaletlerinde Kovid-19 vakalarını ve ölümleri azaltmak için çok az şey yapıldığından insanlar emirler uygulanmaya başlamadan önce kendiliklerinden temastan kaçınmaya başlamışlardı. Bu yüzden sosyal mesafenin işe yaramadığı gibi bir sonuca varmak doğru olmayacaktı. Bundan hareketle araştırmacılar, sıkı karantina politikalarına sahip ülkelerle, hastalık bulaşma oranları veya ölümler gibi önlemler konu-

sunda daha rahat olan ülkelerin iyi performans gösterip göstermediğini karşılaştırmaya başladılar. Bu da basit değildi. Uygulamalar, devlet yardımı seviyeleri ve resmi politikalara uyum, kültürel bağlam, nüfus yoğunluğu, sosyal temas seviyeleri ve viral yaygınlık dahil olmak üzere bir dizi başka faktöre bağlı olarak bir bölgeden diğerine farklılık göstermekteydi. Örneğin, 2020’nin başlarında nispeten hafif kısıtlamalar getiren ve okulları yaşlı nüfus dışında herkese açık tutan İsveç’i ele alalım. Burada 2020’de diğer birçok Batı Avrupa ülkesinden daha düşük bir ölüm oranı yaşandı. Ancak İsveç, birçok insanın yalnız yaşadığı (ortalama hane halkı büyüklüğü Avrupa Birliği’ndeki en düşük orandadır) ve insanların hükümete yüksek güven duyduğu bir ülkeydi. Bu da “zorunluluk” yerine “resmi tavsiyelerin” çok daha kolay uygulanmasını sağlayabiliyordu. İsveçliler, cep telefonu verilerinin gösterdiği gibi, hayatı normal şekilde sürdürmekten çok, hareketliliklerini azaltmışlardı. Buna rağmen, karantina uygulayan İskandinav komşuları 2020’de daha iyi performans gösterdiler. Yaşa göre standartlaştırılmış ölüm oranları, Danimarka, Finlandiya ve Norveç’in o yıl normalden daha az ölüm yaşadığını, İsveç’te ise bu oranın normalden fazla olduğunu gösterdi. Diğer ülkelerde olduğu gibi, İsveç de yaşlı

Şubat 2020’de, şehrin ilk karantinası sırasında Çin’in Vuhan kentinde bir adam ıssız bir otoyolda yürüyor.

63

bakım evlerindekiler gibi en savunmasız kişilerin Kovid-19’dan ölmesini engelleyememişti. Viyana Tıp Üniversitesi’nde veri bilimcisi olan Peter Klimek, “Kapanma önlemlerinin etkinliğini tahmin etmenin en iyi yolunun ne olduğu gerçekten net değildi” diyor. Yine de İngiltere Oxford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar ve meslektaşları, 100’den fazla ülkedeki hükümet politikalarının katılığını ve zamanlamasını izleyerek bir ülkenin sınırlama politikaları ne kadar katıysa, Kovid kaynaklı ölümleri önlemede o kadar başarılı oldukları sonucuna varmışlardı. Karmakarışık zorunluluklar hükümetler tarafından sıklıkla peş peşe duyurulduğundan, okulları kapatmaktan insanlara evde kalma emri vermeye kadar, karantina politikalarından hangisinin en fazla etkiye sahip olduğu sonucunu değerlendirme yetisi azalmıştı. Kovid-19’un ilk dalgasından sonra Klimek’in ekibi binlerce hükümet müdahalesini analiz etti. Grup, bazı önlemlerin bir modelleme yaklaşımına göre etkili göründüğünü, ancak diğerlerine göre olmadığını ve bunların etkinlik tahminlerinin geniş belirsizlik aralıklarıyla geldiğini kaydetti. Ancak araştırmacılar genel bir sıralama oluşturabildiler. En etkili önlemler; küçük toplantıları yasaklama, işletmeleri ve okulları kapatma, ardından kara sınırı kısıtlamaları ve ulusal karantinalar gibi

görünüyordu. Savunmasız nüfuslara devlet desteği ve risk iletişim stratejileri gibi daha az müdahaleci önlemlerin de etkisi olmuştu. Bununla birlikte, havaalanı sağlık kontrollerinin fark edilebilir bir faydası görülmemişti.

Kovid-19 müdahaleleri ne kadar etkili? Bir analizde, 79 ülke veya bölgede yüzlerce hükümet önleminden hangisinin hastalık yayılımını azaltmada en etkili olduğunu çözmek için birkaç istatistiksel test kullanıldı. Biliminsanları ölçülerini, “önemli” olduğu konusunda uzlaştıkları yöntemler ve bunların R değerini ne kadar azaltabileceği (hastalığa sahip bir kişinin enfekte ettiği kişi sayısı) gibi iki temel parametre etrafında topladılar. Diğer çalışmalar da karantina politikalarının etkileri hakkında daha kesin rakamlar vermeye çalıştı, ancak bulguları farklı çıktı. Avrupa’da ve başka yerlerde 41 ülkeyi kapsayan bir analiz, evde kalma zorunluluğunun bulaşma üzerinde nispeten küçük bir etkisi olduğunu ve R’yi (Kovid-19’lu bir kişinin bulaştırmaya devam edeceği ortalama insan sayısını) yalnızca % 13 oranında azalttığını buldu. Okulları ve üniversiteleri kapatarak (% 38) veya toplantıları 10 veya daha az kişiyle (% 42) sınırlayarak elde edilebileceklerden çok daha düşük bir orandı bu. Yine de

Fransız bayraklarıyla süslenmiş balkonlardaki insanlar, Mayıs 2020’de ülkelerinin sağlık çalışanlarına desteklerini gösteriyorlar.

64

Bhatt’ın 11 ülkeyi kapsayan analizi evde kalma zorunluluğunun, okulların kapanması, kamusal etkinlik yasakları ve diğer önlemlerin daha az önemli olmasına rağmen R’yi % 81 oranında azalttığını ortaya koymuştu. Klimek, bu gibi rakamlara dayanarak karantina politikalarının etkinliği hakkında genelleme yapılmaması konusunda uyarıda bulunuyor, “her müdahalenin etkinliği büyük ölçüde bağlama bağlıdır” diyordu. Birkaç analizin önerdiği ortak nokta ise, herhangi bir müdahalenin tek başına R’yi 1’in altına indiremeyeceğidir. Birden fazla önlem bunu birlikte uyum içinde çalışarak başarabilmektedir.

“Sert ol, hızlı git” Salgının aşı öncesi dönemi, sert ve hızlı davranan ülkelerin “sert ol, hızlı git” yaklaşımının genellikle, karantina politikalarını uygulamayı geciktirenlerden daha iyi sonuç verdiğini gösteriyor. Çin’in sert karantinaları Kovid-19’u bir süreliğine yerel olarak ortadan kaldırdı. Dünya Sağlık Örgütü tarafından Eylül 2020’de küresel müdahaleyi gözden geçirmek üzere kurulan Pandemi Hazırlık ve Müdahale Bağımsız Paneli’nin Mayıs 2021 raporuna göre, bundan ders alan başarılı ülkeler “proaktif = ön alıcı” oldular. Örnekler arasında İzlanda, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi sınırlarını kapatabilen ve virüslü birçok insan gelmeden önce harekete geçebilmekten yararlanan ada ülkeleri sayılabilir. Diğer ülkeler de bunu uygulamaya başlamışlardı. Epidemiyolog Edward Knock ve Imperial College Kovid-19 müdahale ekibinin diğer üyeleri, İngiltere’de R’yi sürekli olarak 1’in altında tutan tek önlemin ülke çapında sokağa çıkma yasağı olduğu sonucuna varmışlardı. Sıkı önlemler ne kadar erken uygulanırsa o kadar iyi sonuç alınmıştı. Knock, İngiltere’nin Mart 2020’de bir hafta önce ülke çapında bir karantina uygulaması başlatmış olsaydı, ilk dalga ölümlerini yarı yarıya önlemiş olabileceğini tahmin ediyordu. Asya’da hükümetlerin harekete geçme yöntemleri üzerine yapılan bir araştırmada “sert ol, hızlı git”

yaklaşımının en iyisi olduğu belirtiliyordu. Ancak, özellikle insanların evde kalmasının zor olduğu ülkelerde, daha sert karantinalar her zaman tek başına etkili olmamıştı. Peru buna bir örnektir. Erken ve katı tecrit önlemleri uygulanmış ancak bölgedeki daha yumuşak önlemler uygulayan diğer ülkelerden çok daha yüksek ölüm oranı yaşanmıştı. Peru hâlâ, aslında onları uygulamak için çok mücadele etmiş olmasına rağmen karantinaların işe yaramadığına dair kanıt olarak gösteriliyor. Ülke, pahalı ve yetersiz sağlık altyapısı ile birlikte büyük bir kayıt dışı işgücüne sahiptir. Lima’daki Peru Papalık Katolik Üniversitesi’nde kamu politikası araştırmacısı olan Camila Gianella Malca, karantinaya rağmen birçok Perulunun alışveriş yapmak ve çalışmak için dışarı çıkmaya devam ettiğini ve bu nedenle bulaşmanın inatla yüksek kaldığını vurguluyordu.

İkinci dalga Karantinaların etkileri bir pandemi dalgasından diğerine farklılık göstermişti. İkinci dalga ortaya çıktığında, virüs hakkında o kadar çok şey öğrenilmişti ki, insanların davranışları oldukça farklıydı. Ekim 2020’ye kadar, nüfus çapında maskeleme politikaları yaygınlaştı. Okullar ve diğer ortamlar, insanları birbirinden uzak tutmak için fiziksel mesafe önlemleri aldı ve yerel bulaşma arttığında insanlar daha fazla önlem almaya başladı. Hastaneler ayrıca Kovid-19’u en iyi nasıl tedavi edeceklerini çabucak öğrendiler. Sadece geliştirilmiş tedaviler sayesinde ilk dalgadan sonraki ölüm oranları % 20 azalmıştı. Tüm bu değişiklikler ülkelerin karantinalardan ne ölçüde yararlandığını ölçebilme olasılığını azaltmıştı. Örneğin, birkaç çalışma, ilk dalga sırasında okulların kapanmasının Kovid-19’un yayılmasını azalttığını bulmuştu. Yine de Bhatt’ın analizi ikinci dalga okulların kapanmasının çok daha küçük bir etkiye sahip olduğunu vurgularken, “Dürüst olmak gerekirse buna şaşırdık” diyordu. İlk dalgadan sonra sadece birkaç ülke “sert ol, hızlı git” yaklaşımı-

nı benimsemeye devam etti. Oxford Üniversitesi Blavatnik Okulu’nda kamu politikası araştırmacısı Anna Petherick’in araştırmasına göre, hastalığı ortadan kaldırmayı hedefleyen ülkeler -örneğin Çin, Avustralya, Yeni Zelanda ve Vietnam- bunun işe yaradığını gördüler ve hatta bu sebeple daha da sıkı önlemlere başvurdular. Ancak gecikmiş birinci dalga karantinalarının hastalığın yayılımını azalttığı ülkelerde, hükümetlerin sonraki dalgalarda erken önlem alma olasılığı daha düşük hale geldi ve kapanma zorlamasına gidemeden daha yüksek vaka sayılarıyla karşılaştılar.

Kapanma eşiği Pandeminin ilk yılında, birçok hükümet, birbirini izleyen dalgalar halinde gelen ve gittikçe artan vaka sayılarına rağmen “evde kal” uyarısını yapmakta yavaş davrandı. Bu duyarsızlaşmada büyük olasılıkla meydana gelecek ekonomik maliyet ve artan iş yükünün getirebileceği sorunlar rol oynamıştı. Buna ters olarak, çoğunlukla SARS-COV-2’yi ortadan kaldırmış olan birkaç hükümet ise, giderek azalan vaka sayıları-

na rağmen yerel olarak kapanmalarını artırdı. (Şema’ya bakınız)

Kör alet? Bazı araştırmacılar, ülkelerin artık, özellikle 2020’nin başlarında alınan önlemlerden sonra, tüm toplumu kapsayan karantinalardan kaçınabileceklerini savunuyor. Bunların arasında, İngiltere’deki Edinburgh Üniversitesi’nde salgın sırasında İskoç hükümetine danışmanlık yapan bulaşıcı hastalık epidemiyoloğu Mark Woolhouse da var. Daha düşük Kovid-19 riski altında olan gençlerin bir araya gelme alanı olan okulların kapatılmasından kaçınılırken yüksek riskli bireyler ve yaşlı insanları korumaya odaklanılması gerektiğini vurguluyor. “Bu pandemi, halk sağlığı konusunda hassas ve bütüncül davranmamız gerektiğini adeta haykırarak gösterdi. Çünkü virüsün yarattığı halk sağlığı tehdidine odaklanılırken karantina gibi uygulamaların verebileceği zararlar göz ardı edilmişti” diyor. Ancak birçok araştırmacı, daha hedefli bir yaklaşımın mümkün olduğu fikrine karşı çıktı. Klimek,

65

zengin ülkelerdeki nüfusun yaklaşık üçte birinin altta yatan sağlık sorunları nedeniyle savunmasız olduğunu ve bu nedenle hedeflenen önlemlerin uygulanmasının zor olacağını söylüyor. Ayrıca virüs sadece ölümlere değil, aynı zamanda hafif hastalığı olan insanlar için bile bir sağlık yükü olarak ortaya çıkan “uzun Kovid” gibi enfeksiyon sonrası hastalıklara da neden olmuştu. Kaliforniya Stanford Üniversitesi’nden Serina Chang, toplumları nasıl yeniden açacağını düşünen hükümetler için hedeflenen bir başka seçeneğin; yalnızca yüksek riskli yerleri, örneğin restoran ve barları, hatta yüksek nüfus hareketliliğine sahip mahalleleri kapalı tutmak olabileceğini söylüyor. Ancak mahalleleri kapatmak, muhtemelen sosyal olarak dezavantajlı toplulukları orantısız bir şekilde etkileyecektir. “Adaletlilik burada çok önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor” diye de ekliyor.

Faydalarla zararlar karşı karşıya Woolhouse, karantinaların neden olduğu potansiyel zararların ölçeğini tartışmak için çok az çaba gösterildiğini, bunun da politika yapıcıların maliyetleri ve faydaları düzgün bir şekilde tartamadığı anlamına geldiğini söyledi. Gerçekten de, ilk dönemlerde birçok ülke “her ne pahasına olursa olsun hayat kurtar” yaklaşımını benimsemişti.

Sonrasındaysa karantina politikaları maliyet getirmeye başladı. Salgının şiddetini azaltsa, aşı ve ilaç destekleriyle kurtulan hayatlar artsa da sosyal izolasyon, yarattığı ruh sağlığı sorunları, artan aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet oranları, iptal edilen tıbbi randevular ve çocuklar için eğitimin kesintiye uğraması gibi sorunları da beraberinde getirmişti. Sonunda da her zaman olmasa bile bunlara ekonomik gerilemeler eşlik etti. Ancak, bir uzmanlar topluluğu olan İngiltere merkezli Kovid-19 Aktüerler Müdahale Grubu’nun bir aktüeri (finansal riskleri değerlendirebilen, çözümler öneren, ve her çözümün uzun dönemdeki sonuçlarını irdeleyebilen bir profesyoneldir. Pandemi sırasında bu grup yaygın ölüm analizlerini yapmıştır) ve kurucusu olan Stuart McDonald, karantinaların bir “seçim” olduğuna dair yaygın görüşün yanlış bir ikileme yol açtığını vurguluyor: Geçim kaynaklarına karşı hayat kurtarmak veya ekonomiye karşı hayat kurtarmak. “Birleşik Krallık hükümeti 2020’de gecikmiş karantinalar uygulamasaydı, hastane sistemleri aşırı yüklenecek, her türlü hastalık için ölüm oranları fırlayacak ve ekonomilerle geçim kaynakları zaten çökecekti.” Kasım 2021’e kadar yapılan bir analiz, ABD’nin karantina sırasında ayda 65,3 milyar ABD doları kaybettiğini tahmin ediyordu. Ancak bir başkası, Mart

Temmuz ayında Avustralya’nın Melbourne kentinde karantina sırasında bir adam evinin penceresinden dışarı bakıyor.

ayının başından Temmuz 2020’nin sonuna kadar ABD’de uygulanan kapanmaların ekonomiye 632,5 milyar dolar ile 765 milyar dolar arasında katkı sağladığını tahmin ediyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hayat kurtarma ve ekonomiyi koruma konusunda en iyisini yapan ülkeler, sıkı karantinalarla hızlı hareket eden ülkelerdi. Dahası, bazı hükümetler en azından çeşitli zararları göz önünde bulundurmaya çalışmıştı. Örneğin, Temmuz 2020’de McDonald, kapanmaların doğrudan ve dolaylı sağlık etkilerini QALY (Quality Adjusted Life Year = Kaliteye göre ayarlanmış yaşam yılı, hem yaşanan yaşam kalitesini hem de niceliğini içeren hastalık yükünün genel bir ölçüsüdür   Tıbbi müdahalelerin değerini ölçmek için ekonomik değerlendirmede kullanılır. Bir QALY, mükemmel sağlıkta bir yıla eşittir. QALY puanları 1 ile 0 arasında değişmektedir) ile ölçen modelleme çalışmalarını tartışmak için Birleşik Krallık hükümetinin Kovid-19 danışma grubunun bir toplantısına katıldı. Örneğin, karantinanın bir faydası olarak trafik kazalarından kaynaklanan ölümler azalırken gecikmiş kanser teşhisi nedeniyle artan ölümler zararlar hanesine yazılmaktaydı. Ağustos 2020’de bu rapor kamuya açıklandı. Sonuçta karantina gibi önlemler olmasaydı QALY’ler üç kat daha yüksek olacaktı. Ancak elbette tüm zararlar bu şekilde açıklanamaz. Okulların kapanması nedeniyle eğitim kaybı, uzun vadede çocuklara dolaylı olarak zarar verebilir, potansiyel olarak gelecekteki kazançlarını azaltabilir ve onları daha kötü sağlık sonuçları riskiyle karşı karşıya bırakabilir. McDonald ise, bu tür zararların uzak gelecekte söz konusu olacağını zira bazı durumlarda onlarca yıl sonra bile ancak QALY defterine dahil edilebilir hâle geleceğini belirtiyor.

Değer yargıları Karantinaların buna değip değmeyeceğine dair saf ekonomik analizler, genellikle kurtarılan hayatların değerini tahmin etmeye ve bunu ekonomik gerilemelerin maliyetle-

66

Mart 2020’de Mineola, New York’ta bir kendi kendini karantinaya alma deneyimi.

riyle karşılaştırmaya çalışır. Ancak bu karşılaştırmanın nasıl yapılacağı konusunda fikir birliği yoktur. Harvard T.H.’de bir kamu politikası analisti olan Lisa Robinson, bu analizlerde insan yaşamına verilen değerde yapılan ince ayarlamaların, karantinaların buna değip değmeyeceğine ilişkin sonuçları değiştirebileceğini buldu. Örneğin, yaşlıların yaşamına gençlerden daha düşük bir parasal değer verilirse, o zaman -Kovid-19 yaşlıları orantısız şekilde etkilediği için- karantinalar tüm yaşamlara eşit değer verildiği düşünülerek yapıldığından daha “az fayda” sağlar gibi görünebilecektir. İngiltere, Cambridge Üniversitesi’nde ekonomist olan Jonathan Aldred, sayısız belirsizlik kaynağı göz önüne alındığında, bu tür maliyet-fayda hesaplamalarının acil bir durumda karar vermek için uygun olmadığını söylüyor. Kaybedilen hayatlardan mağaza kapanışlarının neden olduğu ekonomik darbeye kadar her şeye parasal değerler koymak, karantina kararlarının objektif olduğu izlenimini verebilir. Aldred sonuçların, sadece “bilimsel” olduğunu önermek yerine verilmiş etik yargılardan etkilendiği gerçeğini ortaya koymak gerektiğini ve politikacıların maliyet-fayda etiği hakkında şeffaf bir tartışma yürütmeleri gerektiğini söylüyor. Bu tür bir hesaplaşma olmadan, okulların kapatılıp kapatılmayacağı, toplumun diğer kesimlerine ne gibi zararlar vereceği

konusunda aynı tartışmalarla devam edilirse gelecekteki bir pandemide “başa dönebiliriz” diyor.

Bir sonraki pandemi Artık Kovid-19 aşıları ve gelişen tedaviler olduğundan, bunlardan tam olarak yararlanan çoğu ülkenin karantinaya geri dönmesi pek olası değildir. Peki, araştırmacılar başka bir viral pandemi geldiğinde alınması gereken kararları etkileyecek neler öğrendiler? Klimek’in karantina çalışmalarından çıkardığı bir ders, virüsün ortadan kaldırılabileceği erken bir fırsat penceresi olduğudur. “Çin, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde bu doğrulanmıştır. Daha sert önlemler daha erken ve daha geniş çapta

kabul edilmiş olsaydı, pandemi çok farklı şekilde sonuçlanabilirdi. Bence bu, almamız gereken büyük derstir” diyor. Buradaki paradoks, başarılı bir erken baskının veya ilk göstergelerin önerdiğinden daha hafif olduğu ortaya çıkan bir virüse karşı sert ve hızlı müdahalenin “aşırı tepki verildi” yakınmalarına yol açabilmesidir. Gelecekteki bir tehdit elbette Kovid-19’dan tamamen farklı bir şekilde yayılabilir. Bir sonraki pandemiye, ağırlıklı olarak küçük çocukları etkileyen ve bu çocuklar tarafından yayılan bir grip virüsü neden olursa, etik seçimler çok farklı olabilecektir. Kapanmalar başka bir ders daha vermiştir: Toplumda zaten var olan eşitsizlikler daha da kötüleşmekte; zaten yoksulluk ve güvensizlik içinde yaşayanlar en çok etkilenenler olmaktadır. Bu eşit olmayan sonuçlara karşı korunmak için, iyileştirilmiş sağlık erişimi ve uygun zamanlarda verilecek finansal güvenceler gerekmektedir. Tsai, şeffaflığın da anahtar olabileceğini söylüyor: Halkın pandemi kontrol politikalarına nasıl karar verildiği hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı vardır. “Bu, halk sağlığı politikalarının daha az kaprisli görünmesini sağlar ve hem bilime hem de değerlere gösterilen olumsuz tepkiyi azaltır” diyor. Kaynak: https://www.nature.com/articles/d41586-02202823-4

67

Popüler bilim yazımı neden önemlidir?

Schrödinger ve ‘Yaşam Nedir?’ örneği ‘Yaşam Nedir?’ adlı kitabının önsözünde, bilginin ve bilim dallarının iyice uzmanlaşmasından dert yanan Schrödinger, amaç gerçeği açığa çıkarmak ise içimizden bazılarının kendilerini komik duruma düşürme riskini göze alıp olguları ve kuramları, bazılarını ikinci elden ve eksik bilgiyle de olsa birleştirmeye çalışması gerektiğini belirtiyor. İyi ki o riski almış. Onun bu tavsiyesi, seksen yıl sonra, uzmanlaşmanın körlüğe evrilebildiği bir çağda özellikle popüler bilim yazımında kulağımıza küpe olmalı.

1

950’lerde ve devamında özellikle biyolog ve fizikçilerden oluşan bir grup araştırmacı, Sanayi Devrimi’nden bu yana doğayı manipüle edebilen insanoğlunun 20. yüzyılda artık kendi türünü de manipüle edebileceğini gösteren moleküler biyolojideki fevkalade atılım için çabalarını birleştirdiler. Bu atılımın öncü isimlerinden birçoğu kariyer geçmişlerinde bir kitaba özel yer vermektedir. James Watson: Nobel ödüllü. DNA’nın ikili sarmal yapısının dört kâşifinden biri. “Bir natüralist olmayı planlıyordum (…) kararımı değiştiren unutulmaz bir öğretmen değil, dalga mekaniğinin Avustralyalı babası Erwin Schrödinger’in 1944’te çıkardığı Yaşam Nedir? adlı küçük kitabı olmuştu.” (Watson ve ark., 2022) Francis Crick: Nobel ödüllü. DNA’nın ikili sarmal yapısının dört kâşifinden biri. “2. Dünya Savaşı’ndan sonra konuya girenler üzerinde Schrödinger’in Yaşam Nedir? adlı küçük kitabı alışılmışın dışında etkili olmuş görünüyor. (…) Schrödinger’in kitabının zamanlaması çok iyiydi ve aksi takdirde biyolojiye hiç girmemiş olabilecek insanları da cezbetti.” (Crick, 1965) Crick, DNA’nın çift sarmal yapısını keşiflerinden altı ay sonra, Yaşam Nedir?’in pozitif etkisinden dolayı Schrödinger’e teşekkür mektubu yazmıştır (Sigmund, 2019). Maurice Wilkins: Nobel ödüllü. DNA’nın sarmal yapısının dört kâşifinden biri.

68

Kemal Yılmaz “Schrödinger’in “Yaşam Nedir?” adlı kitabını okuduğumda epey ilgimi çekti ve canlı süreçleri kontrol eden oldukça karmaşık moleküler yapı kavramı beni etkiledi. Bu tür konularda araştırma yapmak, katı hal fiziğinden daha iddialı görünüyordu.” (Wilkins, 1963) Gunther Stent: Öncü moleküler biyologlardan. “Genler üzerinde çalışarak ‘diğer fizik yasalarını’ ortaya çıkarabileceğim fikri beni o kadar büyüledi ki doktora çalışmamı tamamladıktan sonra kalıtımın periyodik olmayan kristali arayışına katılmaya karar verdim.” (Stent, 1998) “Diğer fizik yasaları” ve “periyodik olmayan kristal” tabirleri ile Yaşam Nedir?’de dile getirilen iddialar kastediliyor. Seymour Benzer: Moleküler biyolojiye büyük katkıları olan birçok ödül sahibi eski fizikçi. “Biyolojiye her zaman gizli bir ilgim vardı ama beni tahrik eden özellikle Schrödinger’in kitabıydı.” (Judson, 2013) Ve burada yer veremediğim diğerleri. Bu yazıda, kuramsal fizikçi Erwin Schrödinger’in, atom fiziğini genetikle birleştirmeye çalıştığı, 1944 basım tarihli, yayımlandıktan sonraki bir yıl içinde hakkında altmış beş değerlendirme yazılmış (Sigmund, 2019), orijinali yüz sayfa dahi olmayan Yaşam Nedir? Canlı Hücrenin Fiziksel Yönü adlı popüler bilim kitabının, farklı disiplinlerden biliminsanlarını, disiplinler arası araştırma

hatlarına başlamak için nasıl motive ettiği ve bundan çıkarılacak dersler ele alınacaktır. Yaşam Nedir?’in muazzam etkisinin, yazarının otoritesi bir tarafa, aynı anda farklı izleyicilerin karşıt ilgilerine hitap eden üslubuna dayandığı; popüler bilim yazımının, “popüler” sıfatının çağrıştırdığı “hafif” algısının ötesine pekâlâ geçebileceği gösterilecektir. Kitabın özetine ve etkisinin analizine geçmeden önce Schrödinger’e ve Yaşam Nedir?’in içinde oluştuğu atmosfere kısaca değinmek gerekir.

Erwin Schrödinger 20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden 1887 Viyana doğumlu Erwin Schrödinger, kuantum mekaniğinin kurucularındandır. Newton’un klasik mekanikteki ikinci kuramının kuantum mekaniğindeki karşılığı olarak kabul edilebilecek, daha sonra adıyla anılacak olan dalga fonksiyonu denklemi üzerine çalışmaları 1926’ta bilimsel topluluk tarafından anında alkışlandı. Ardından Max Planck’ın halefi olarak Berlin’de ilgili kürsüye davet edildi ve ABD’de 1926-1927’de konferanslar verdi. Oxford’da iken 1933’te Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Schrödinger, Oxford’dan ayrılıp birçok ülkede ve üniversitede bulunduktan sonra Dublin’e yerleşti ve Trinity Koleji İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde, fizik bilimleri yanında antik felsefe, zihin ve madde, biyoloji gibi konularda çalışabileceği boş zaman buldu. Biyolojiye olan asıl ilgisi, tıpkı fizikte birleşik alan teorisini bulmaya çalışmasındaki azmi gibi her şeyi kapsayan bilimsel bir doğa bilgisine olan arzusundan kaynaklanıyordu (Olby, 1971). Darwin’in Türlerin Kökeni kitabı da yaşamı boyunca favori kitaplarındandı (Dronamraju, 1999). İrlanda’daki yıllarını keyifle anan Schrödinger’in Yaşam Nedir? adlı kitabı, 1943’te söz konusu enstitünün himayesinde yaklaşık dört yüz kişinin takip ettiği halka açık derslere dayanmaktadır. Dinleyiciler arasında kabine bakanları, diplomatlar, sosyetenin ileri gelenleri ve sanatçılar da vardı. Time dergisi de bu seminerleri haber yapmıştı (Moore, 2015).

1944 öncesi genetik ve “Üç-Adam Makalesi”

Yaşam Nedir? (buradan sonra YN) öncesinde, kalıtımın kromozomlar üzerinde bulunan genler tarafından belirlendiği ve herhangi bir organizmayı oluşturan hücrelerin her birinin bir kromozom seti içerdiği biliniyordu. Bununla birlikte; çekirdek içindeki makro moleküller hakkında detaylı bilgiler verebilecek santrifüj tekniği dışında X-ışını kristalografisi, kromatografisi veya elektron mikroskobu henüz sahada pek kullanılmıyordu (Symonds, 1986) ve genlerin de bir çeşit protein olduğu tahmin ediliyordu. 1944’te, bakterilerin DNA tarafından genetik olarak dönüştürebileceğini gösteren çalışmalar yayımlandı ancak bu çalışmalar 1946’da bile pek bilinmiyor veya biliniyorsa da önemi genellikle küçümseniyordu. 1946 ile 1950 arasında ise genetik maddenin protein veya nükleoprotein değil, DNA olduğunu gösteren birçok kanıt ortaya çıkarıldı (Wilkins, 1963). Buna rağmen, Schrödinger’in zamanında biyolojinin dili hâlâ ara sıra canlandırma, amaç ve ruhun ışıltısıyla doluydu. Bedeni canlandıran buharlı ruhlar kavramı çoktan terk edilmiş olsa da vitalist/dirimsel güç gibi kavramlar hücresel yaşamı tanımlamak için kullanılan kelime dağarcığının merkezinde dolaşıyordu (Ceccarelli, 2001). 1922 Nobel Fizik Ödülü sahibi Niels Bohr, 1932 yılında

Kopenhag’da bir konferans açılışında yaptığı konuşmada, biyolojik fenomenleri anlamak için bir tamamlayıcılık kavramına1 ihtiyaç duyulabileceğini öne sürmüştü. 1933’te Nature dergisinin iki ardışık sayısında “Işık ve Yaşam” adıyla yayımlanan konuşmanın sonunda Bohr, sözlerinin hiçbirinin fiziksel ve biyolojik bilimlerin gelecekteki gelişimi konusunda herhangi bir şüphecilik ifade etme niyeti olarak algılanmaması gerektiğini vurgulasa da tamamlayıcılık kavramını hesaba katmadan doğal fenomenlerin analizinde bazı temel özelliklerin hâlâ eksik olabileceğine işaret etmişti (Bohr, 1933a, b). Bu fikir, bir fizikçinin canlı organizmaları inceleyerek sadece biyolojiye değil, fiziğin kendisine de katkıda bulunabileceğine dair fantastik bir ihtimali ortaya koyuyordu. Çünkü karmaşık canlı toplulukların analizi; maddenin daha basit, cansız halinde tezahür etmeyen, o ana kadar bilinmeyen özelliklerini de ortaya çıkarabilirdi (McKaughan-2005; Stent, 1989). Virüslerin genetik yapısı ve kopyalanma mekanizmaları ile ilgili çalışmalarından dolayı 1969 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü kazanacak olan 1906 Berlin doğumlu Max Delbrück de bu konuşmada dinleyiciler arasındaydı. Teorik fizik eğitimi almış ancak özellikle Niels Bohr ile tanışmasından sonra genetikle ilgilenmeye başlamıştır.

20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden 1887 Viyana doğumlu Erwin Schrödinger, kuantum mekaniğinin kurucularındandır.

69

Radyasyonun gen mutasyonuna etkilerini inceleyen bir grup genetikçiyle birlikte çalışmaya başlayan, dahası evinde özel bir toplantı grubu kuran Delbrück (Strauss, 2017), bu çalışmaların sonunda Nikolay Timofeev-Ressovsky ve Karl Zimmer ile birlikte 1935 yılında, ileride “Üç-Adam Makalesi” olarak anılacak çalışmayı yayımlamıştır (“Über die Natur der Genmutation und der Genstruktur” “Genetik mutasyonların doğası ve genin yapısı hakkında”). Delbrück, makaledeki bölümünde, mutasyonların termal dalgalanmalar ya da ışıma enerjisinin soğurulmasından kaynaklanan kuantum geçişleri olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca makaledeki analizlerde genin bir molekül olabileceğine işaret ediliyordu. 1940’lı yılların başında Dublin’deki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışırken Schrödinger’e, başka bir teorik fizikçi bu makaleyi sunmuştur. Mutasyonlar ile kuantum geçişleri arasında ilişki kuran maka-

le Schrödinger’i oldukça etkilemiş, Trinity Koleji’nde verdiği halka açık ders dizisinin yani YN’nin çıkış noktasını oluşturmuştur. Bununla birlikte makale, Schrödinger ona dikkat çekene kadar geniş çapta okunmamıştır (Mckaughan, 2005; Perutz, 1987).

Yaşam Nedir?

YN, yedi bölüm ve sonsözden oluşmaktadır (Schrödinger, 2020). “Zihin ve Madde” ve “Otobiyografik Denemeler” başlıklı kısımlar 1950’lerde ve 1960’da kitaba sonradan eklenmiştir ve bu yazının konusu değildir. Kitabın temel sorusu hemen başında dile getiriliyor: “Bir canlı organizmanın uzamsal sınırları içinde, uzay ve zamanda meydana gelen olaylar, fizik ve kimya disiplinleri ile nasıl açıklanabilir?” (s.14). Ardından da Schrödinger, Bohr’un yukarıdaki uyarısına benzer özet cevabını verir: “Günümüz fiziği ve kimyasının bu tür olayları açıklamadaki bariz yetersizliği, Max Delbrück’ün mutasyonlar ile kuantum geçişleri arasında ilişki bunların bu bilimler kuran ‘Üç-Adam Makalesi’ Schrödinger’i oldukça etkilemiştir. tarafından açıklanabileceğinden şüphe etmek için bir neden değildir.” (s.14) Yani vitalist veya animist yaklaşımlara set çekiyor. Schrödinger, ilk üç bölümde, fizik konularını biyologlara, genetik ve kalıtımla ilgili temel konuları da fizikçilere izah ediyor. Birinci bölümde klasik/naif fizikçinin bakış açısından istatistiksel fizik konularını, ardından kalıtım mekanizmaları ile mutasyonları ele alıyor. Burada, sonraki bölümlerdeki bazı iddialarının arka planını oluşturacak şekilde; klasik fizikte, fizik yasalarının istatistiğe dayandığını dolayısıyla yaklaşık olduğunu ancak oldukça

70

çok sayıda parçacığın dahliyle fizikte kesinliğe yaklaşılabileceğini belirtiyor. Fiziksel olayların gerçek bir düzenlilik kazanması ancak bu şekilde mümkündür. Fizik ve fiziksel kimya yasalarının göreceli hatasının, dâhil olan parçacık sayısının karekökü ile ters orantılı olduğunu hatırlatıyor.2 Yani bir organizmanın yeterli düzeyde kesin işleyen yasalardan yararlanabilmesi, belirli davranışları gösterebilmesi için oldukça çok sayıda atomdan oluşan görece iri yapılı olması gerekmektedir. Devamında Delbrück’ün makalesine atıfta bulunarak mutasyonların gen molekülündeki kuantum sıçramalardan kaynaklandığını ancak 103 atomdan fazla atom içermesi mümkün görünmeyen genlerin düzenli ve yasalara uygun bir davranış sergileyebilmesi için söz konusu atom sayısının istatistiksel fizik kuralları uyarınca çok küçük olduğunu belirtiyor. Kromozomların kalıtımın şifre yazıları (code-script), canlılığın kod dosyaları olduğunu ve genlerin bir tür protein molekülü olduğunu ileri sürüyor. Genleri protein olarak görmesi zamanı için olağandı ve kitabın yayımlandığı sene içinde Oswald Theodore Avery’nin kalıtım malzemesinin protein değil DNA olduğunu gösteren çalışmalarından bihaber olması anlaşılabilir. Bununla birlikte “kromozomlar kodla yazılmış kalıtım mesajıdır” iddiası “genetik kod” konseptinin ilk kez açıklıkla ileri sürülmesiydi (Judson, 2013) ve tabi ki oldukça ilgi çekiciydi. Dördüncü ve beşinci bölümde, genlerin mevcut istatistiksel fizik kurallarına tatbik edilmeleri pek mümkün olmayan boyutlarına ve yaklaşık 36,7 santigrat derecede ısı hareketinin düzensizleştirme eğilimine rağmen uzun süreli dayanıklılıklarının ve kalıcılıklarının, genetik materyalin yapısı ile ilgili olması gerektiğini ileri sürüyor ve genin -ve belki de tüm kromozom ipliğinin- katı aperiyodik kristal molekülleri olduğunu iddia ediyor. Bu fikri ile hem küçük boyutlardaki, az atomdan oluşan moleküllerin kararsızlık problemini hem de periyodik olmayan doğası ile az sayıda atomla neredeyse sonsuz çeşitlilikte kalıtsal olasılığın kodlanması problemini çözmeye çalışı-

Yaşam Nedir?’in temel sorusu şuydu: “Bir canlı organizmanın uzamsal sınırları içinde, uzay ve zamanda meydana gelen olaylar, fizik ve kimya disiplinleri ile nasıl açıklanabilir?”

yor. Bu iddiası da yukarıda Gunther Stent’ten yapılan alıntıda da görüldüğü gibi epey alaka uyandıracaktır. Ayrıca dördüncü bölümde; fizik bilimindeki kuantum sıçramalarının yol açtığı atom konfigürasyonları ile kimya bilimindeki izomer yapılar ve onlarla da biyoloji bilimindeki lokuslardaki aleller arasında analojiler kuruluyor. Farklı disiplinlerin terimleri arasında aradığı bu benzeşimlerin, kitabın etki sahasını nasıl artırdığına son bölümde değineceğim. Schrödinger, altıncı bölümün başında, Delbrück’ün ortaya koyduğu genel tablonun, kalıtım mekanizmasının işlevi ile ilgili ayrıntılı bilgi veremese de canlı madde derinlemesine incelendiğinde muhtemelen henüz bilmediğimiz başka fizik yasalarını da devreye sokabileceğini iddia ediyor. Hatta bu yargının, kitabı kaleme almasındaki tek motivasyonu olduğunu belirtiyor. Burada net bir şekilde dillendirilen “diğer fizik yasaları” iması birçok fizikçiyi genetik sahasına çekecektir. Bu bölümün devamında, yaşam ve termodinamik konuları işleniyor. Canlıların ölüm anlamına gelen maksimum entropiye ya da eylemsiz duruma hızla gelmemeleri yani termodinamik kanunlarına direnebilmeleri, çevrelerinden sürekli negatif entropi çekmelerine bağlanıyor. Schrödinger’in “negatif entropiden

beslenmek” olarak tarif ettiği bu yorumu eleştirilecektir. Kendisi de sonraki basımlarda altıncı bölümün sonuna bu eleştiriler ile ilgili bir not girecektir. Schrödinger, yedinci bölüme, organizmanın işleyişinin olağan fizik yasalarına indirgenemeyeceğini belirterek başlıyor. Devamında canlı maddeyi incelerken fiziğin olasılık mekanizmasından tamamen farklı bir mekanizma ile muhatap olduğumuzu, cansız maddeler üzerine çalışan fizikçi ve kimyacıların daha önce yorumlamak zorunda kalmadıkları görüngüler (fenomenler) ile karşılaştıklarını vurguluyor. İstatistiksel mekanizma düzensizlikten düzene giderken, canlılık düzenden düzen üretiyor gibidir. Ona göre bu münhasır üretim mekanizmasının yeni tür bir fiziksel yasaya gebe olması şaşırtıcı olamaz. Ama bu ne fizik üstü ne de fizik dışıdır. Özünde pekâlâ fiziksel bir ilkedir. Schrödinger, altıncı bölümde doğrudan, önceki bölümlerde ise ima ederek “başka yeni yasalar” dese de, bu bölümde yeni ilkenin kuantum kuramı ilkesinden başka bir şey olmadığını belirtiyor. Bununla birlikte “Tanrı’nın kuantum mekaniği çerçevesinde” (s.121) ortaya çıktığını söylediği bu dinamik, düzenden düzen üreten canlı mekanizmaların, kuantum mekaniği ile ilgili ilişkisi hakkında pek de ileri gidemiyor. Dublin’deki derslerde olmayan ama kitaba eklediği “Determinizm ve Özgür İrade Üstüne” başlık-

lı Sonsöz’de ise Schrödinger, kitabın temel sorularından biraz saparak determinizm üzerinden Doğu ve Batı düşünce gelenekleri arasındaki farkın sebepleri, bilinçlilik, beden-birey-ruh ilişkisi gibi konulara değiniyor. Satır aralarında Batı düşüncesinin kişisel benliğini, Hindu düşüncesindeki evrensel benlik üzerinden eleştiriyor. Fizik, kimya ve genetikle ilgili bahislerle doğrudan ilişkisi olmadığından sonsöz bölümü değerlendirilmeye alınmayacaktır. Kitaptaki iddiaları özetlemek gerekirse: 1) Kromozomlar canlılığın bir tür kod dosyalarıdır, kalıtımın şifreleridir. 2) Genler katı aperiyodik kristallerdir. 3) Canlı organizmalar yiyerek, içerek nefes alarak ve özümseyerek entropi ile mücadele eder. Bozulmayı erteler. Organizmalar negatif entropi ile beslenir. 4) Canlı maddenin mekanizması yine pozitif bilimle açıklanabilecektir. 5) Canlı maddenin derinlemesine incelenmesi henüz bilmediğimiz başka fizik yasalarını ortaya çıkarabilir. 6) Bu başka yasalar aslında kuantum kuramına indirgenebilir. 1944 yılı için bu iddialar kendi başlarına oldukça ilgi çekicidir. Ancak YN’nin, popüler bilim yazımında bir model olarak ele alınmaya layık özellikleri bunlardan fazlasıdır.

Kuantum mekaniği ve atomun yapısının anlaşılmasına yaptığı katkılarla tanınan 1922’de Nobel Fizik Ödülü almış Danimarkalı fizikçi Niels Bohr.

71

YN’nin etkili olmasının sebepleri ve çıkarılacak dersler

kış açısından dolayı YN’nin modern biyolojiye bir katkısı olmadığı da ifade edilmiş, hatta gördüğü bu ilgi bazı eleştirmenler tarafından anlamlandırılamamıştır. Hâlbuki etkili olmak için orijinallik şart değildir. Mesela Hermann Joseph Muller, yukarıda alıntıladığım eleştirilerinin olduğu YN kritiğini, kitabın genetik ile ilgili sorunlardan bazılarının biliminsanlarının önüne canlı bir şekilde getirilmesine yardımcı olmada değerli bir hizmet sunduğunu belirterek bitiriyor (Muller, 1946). Muller, bunun farkına varmıştı çünkü daha önce kendisi de benzer gayeyle yazılar yazmıştı. Yine yukarıda alıntıladığım 1945 tarihli YN kritiğinde eleştirileri olan Max Delbrück, bir yıl sonra 1946’da Ulusal Bilimler Akademisi’nin “Fizik ve Biyolojide Sınır Problemleri” başlıklı konferansının açılış konuşmasında, onları bir araya getirenin Schrödinger’in kitabı olduğunu belirtiyor (Moore, 2015 s.402). Hem fizikçileri hem de biyologları etkileme konusunda ve tabi ki alana katkı konusunda bundan daha açık bir örnek olmasa gerek. Peki, yukarıdaki sıkı eleştirilere rağmen bu etkinin ana sebebi nedir?

YN’nin münhasır konumuna nasıl eriştiğini incelemeden önce literatürdeki eleştirileri ele almak popüler bilim yazımına doğru yaklaşımı bulmak için yararlı olacaktır. Bu eleştiriler özetle: Delbrück’ün makalesinden sonra YN yayımlanana kadar mutasyonlar ile ilgili birçok önemli keşif yapıldığı ama Schrödinger’in bunlara kitabında değinmediği ya da bunlardan bihaber olduğu (Dronamraju, 1999; Keller, 1990; Perutz, 1987); kitapta ileri sürülen iddiaların orijinallikten uzak, çoğunun Delbrück’ün önerilerinin reformülasyonu olduğu (Perutz, 1987); genin yapısı hakkında istatistik kanunları ile çelişiyor gibi görünen şeylerin ve kararlılık ile ilgili sorunların kimyada pekâlâ açıklamalarının bulunduğu, Schrödinger’in kimya bilimini ıskaladığı (Olby, 1971; Perutz, 1987); yaşam ve termodinamik ile ilgili savlarının belirsiz ve yüzeysel, negatif entropi tartışmasının hatalı olduğu (Pauling, 1987); mutasyon mekanizmasını yanlış yorumladığı (Muller, 1946; Symonds, 1986); periyodik olmayan Yazarının otoritesi, kristal bir madde tezinin genlerin karizması? duplikasyonunu (çoğalmasını) ve isYazarın otoritesinin etkisi yadsıtatistiksel dalgalanma/kararsızlık sorununu açıklayamadığı (Delbrück, namaz. Ancak YN’nin başarısı bu1945; Muller, 1946; Olby, 1971); ki- na dayandırılamaz. Niels Bohr da tabın hücresel mekanizmalara ilişkin en az Schrödinger kadar -hatta belanlayışımızı herhan- Hermann Joseph Muller, genetik üzerine çalışmaları ve gi özel bir açıdan i- mutasyonların X-ışınları tarafından tetiklenebileceği keşfi için 1946 yılında Nobel’e layık görüldü. lerletmediği (Delbrück, 1945); hayatı anlamamıza hiçbir katkısı olmadığı (Pauling, 1987). Kitabın bilimsel bazı olgularda -mesela kimya bilimi ve polimerlerin kararlılığı- ve genetik alanının güncel bilgileri konusunda eksiklikleri olduğu doğrudur. Ancak yukarıdaki eleştirilerin dayanağı kitabın bilimsel bir monografi olarak ele alınmasıdır. Bu ba-

72

ki ondan da fazla- karizmaya sahip bir isimdi. Ancak Bohr’un yukarıda anılan konuşması ve yazıları, meslektaşları üzerinde YN’ninki gibi bir etki yaratmamıştır. Hermann Joseph Muller, genetik üzerine çalışmaları ve mutasyonların X-ışınları tarafından tetiklenebileceği keşfi için 1946 yılında Nobel’e layık görüldü. Dolayısıyla 1940’larda artık ünlü bir isimdi. 1937’de The Scientific Monthly’de yayımlanan makalesinde, YN’dekine benzer bir yaklaşımla genlerin aydınlatılmasının yalnızca biyolojinin en temel sorularına değil fiziğin temel sorularına da ışık tutabileceğini iddia etmiştir (Muller, 1937). Ancak onun makalesi de üne kavuştuğu 1940’lı yıllarda dahi pek etkili olmamıştır. Bu iki önemli ismin oldukça benzer konuları ele aldıkları halde aynı etkiyi yaratamamış olmaları YN’nin farkının yazarının otoritesi olmadığını gösterir.

Zamanlama ve psikolojik sebepler? Bohr’un ve Muller’in makaleleri 1930’larda yayımlanmıştı. YN ise 1944’te. Bu durum akla zamanlama olgusunu getirebilir. Manhattan Projesi ve atom bombalarının sebep olduğu büyük yıkımlardan dolayı bazı fizikçiler, üzerlerine yapışan kötü imajdan kurtulmak istiyordu. Savaş sırasında atom bombasının yapımında yer alan Maurice Wilkins, bomba yüzünden fiziğe olan ilgisini kaybettiğini ve yeni araştırma alanı aramaya başladığını belirtiyor (Wilkins, 1963). Yine Francis Crick, giriş kısmında alıntıladığımız ifadesinde 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki zamanlamaya vurgu yapıyor (Crick, 1965). Dolayısıyla psikolojik sebepler ve zamanlamanın etkisi yadsınamaz. Ancak savaş teknolojisi araştırmalarına hiçbir şekilde dâhil olmayan isimlerin de YN’yi özel bir konuma koyması; dahası 1953’te DNA’nın yapısının aydınlatılmasından sonra aperiyodik kristal ve genetik kod fikirleri üzerinden kitabın kısa sürede tekrar yüksek ilgi görmesi (Symonds,1986), yani etkisinin yayımlandıktan on yıl sonra da yüksek olması, psikolojik sebepler ya da zamanlamanın yeterli yanıt olmadığını gösterir.

YN’yi farklı kılan içeriği ve üslubudur

Büyük problemleri olan alanlarda çalışma arzusu olan hevesli fizikçiler için YN’de zikredilen canlı maddenin daha derinden incelenmesinin henüz bilmediğimiz yasalara gebe olabileceği iddiası büyük bir heyecan yaratmıştır. Bu iddia temelde iki değişik anlamda kabul görmüştür. Çoğunluğu oluşturan birinci gruptakiler; Schrödinger’in kastını “yeni fizik yasaları”, “tamamlayıcı yasalar” olarak bir anlamda anti-indirgemeci bir perspektiften yorumladılar. YN’nin ilk bölümlerinde oldukça az atom sayısına sahip genlerin düzenli işleyişinin klasik fizik yasaları ile açıklanmasının pek de mümkün görülmediği vurgusu da bu yaklaşımı beslemiştir. Giriş kısmında alıntıladığım isimlere ek olarak ünlü biyologlardan François Jacob ve Ernst Mayr da Schrödinger’in kastını yeni tamamlayıcı yasalar olarak anlamıştır (Ceccarelli, 2001). İkinci grupta indirgemeci yorum olarak tanımlanabileceklerden tarihçi Donald Fleming, kastedilenin kuantum yasaları (Fleming, 1969), bilim tarihçisi Robert Olby yeni deterministik yasalar (Olby, 1971), Schrödinger’in ilk kapsamlı biyografisini yazan Walter Moore ise mekanik yasalar olduğunu belirtmişlerdir. Hatta Moore, yeni tür fizik yasalarının, kitabın sonunda bir saat gibi çalışan mekanik determinist yasalar olarak dillendirilmesinin bir düş kırıklığı etkisi yarattığını ifade ediyor (Moore, 2015). Velhasıl, anti-indirgemeciler de indirgemeciler de kitaptaki “diğer fizik yasaları” iddiasından onları tahrik edecek manayı çıkarabilmişlerdir. Bilinçli olsun ya da olmasın kitabın başarısındaki bir sebep ve ondan çıkarılabilecek ilk ders, içeriği ve üslubuyla farklı ideolojik inançlara sahip okurlara hitap edebilmesi ve çok anlamlılığıdır.

Disiplinler arası araştırmayı motive etmek Bohr’un ve Muller’in yazılarının YN kadar etkili olmadığına değinilmişti. Evet, bunun bir nedeni zamanlama olabilmekle birlikte asıl

sebep Schrödinger’in üslubundaki farktır. Burada detaylarına giremeyeceğim ancak Muller’in metninde, fizikçiler ile biyologlar disiplinler arası bir çalışma pratiği için teşvik edilmiyor. Biyologların cephesinden, genetikle ilgili problemler konusunda fizikçilerden yardım isteniyor (Muller, 1937). Bu tabi ki fizikçileri de biyologları da pek etkilemişe benzemiyor. Çünkü ne fizikçiler, biyologlar için ne de biyologlar, fizikçiler için çalışmakla pek ilgilenmez. Muller’in metni, onları ortak çalışmaya ikna edebilecek bir dilden yoksundu. (Ceccarelli-2001). Bohr’un Nature’daki makalelerinden ise canlı maddelerin analizinin yeni yasalara gebe olabileceği gibi tahrik edici bir anlam çıkarılabilirse de makalelerin YN’deki gibi genlerin yapısına (“aperiyodik kristal”), kromozomların işlevine (“şifre-yazı”), canlılığın termodinamiğine (“negatif entropi ile beslenmek”) dair önermelerden yoksun olması ayrıca Bohr’un canlılığı nasıl anlayabileceğimizden ziyade mevcut analizlerimizle neden anlayamayacağımıza dair vurgusu, sahanın fizikçilerin gözünde bir araştırma alanı olarak değil bir nevi felsefi spekülasyon sahası olarak görünmesine sebep olmuş olsa gerek. Schrödinger ise kitabın ilk bölümlerinde ayrı ayrı olarak fizik ve biyoloji (genetik) ile ilgili konulara değindi. Söz konusu problem özelinde, fiziği biyologların, biyolojiyi de fizikçilerin dikkatine sundu (Moore, 2015). İki disiplin arasındaki farkları da benzerlikleri de vurguladı. Ayrıca biyoloji ve fiziğin işbirliğini mümkün kılabilmek için yeterince ortak zemin paylaştı. Muller gibi bir disiplini diğerinin hizmetine çağırmadı ya da Bohr gibi bir disiplin üzerinden bilinemezciliği öne çıkarmadı. Tersine farklı alanların okurlarını birbirlerinin temel teorileri hakkında düşünmeye çağırdı. Tüm bunlara ek olarak; yaşamın ve kalıtımın anlamını ortaya çıkarmaları konusunda, kimyacıları ve biyologları çalışmalarından dolayı övdü. Birçoklarının biyoloji bilgisi, eskimiş zoolojik ve botanik malumatla sınırlı olan fizikçilere ala-

nın önemini gösterdi. Onların alana yönelmeleri konusunda bu oldukça mühimdi. Keza 1940’ların başında çoğu biyolog ancak fiziksel kimya yüksek lisans derslerinde bulunabilecek, YN’de zikredilen kimyasal bağların doğasından, açık sistemlere uygulanan termodinamiğin ikinci yasasından ve reaksiyon hızları teorisinden oldukça habersizdi (Moore, 2015). YN’nin, disiplinler arası araştırma hatlarına başlamak için oldukça motive edici olan bu üslubu, profesyonel kariyerleri değiştirme özellikle de fizikçileri genetik sahasına yönlendirme konusunda harikuladedir ve yazarlara örnek olmalıdır. Üçüncü olarak, Schrödinger, disiplinler arası ortak zemini açığa çıkarabilmek için terminolojileri baştan kurguladı. Fizikçiye anlaşılır kılmak için biyolojiyi açık mekanik bir dille tanımlayarak onu gizemli vitalist/dirimsel varsayımlarından uzaklaştırdı (Ceccarelli, 2001). Moleküller, kuantum teorisi, termo-diSchrödinger’in Yaşam Nedir?’deki bilim yazımına örnek olacak tekniklerle donanmış üslubu kitabın etkisinde belirleyici olmuştur.

73

namik ve şifre-kod açısından genler hakkında söyledikleri pek çok biyolog olmayanın ve birçok biyoloğun biyolojiye farklı perspektiften bakmalarına yol açtı (Symonds, 1988). Aslında Schrödinger, kilit terimlere dikkat çekmek ve fizikçilere biyologların, biyologlara da fizikçilerin terimlerini yeni bir eylem dilinde kurguladığını göstermek için kitapta onları çift tırnak içerisine aldı. Yoksa Nobel ödüllü bir teorik fizikçi neden “negatif entropi ile beslenmek” gibi bir ifade kullansın? Yukarıdaki eleştirilerin bazılarında belirtildiği gibi termodinamikten bihaber olduğu için mi? Tabi ki hayır! Biyologlara bir şeyler anlatmak istediği için. İşte bilim yazımına örnek olacak tekniklerle donanmış üslubu, YN’ye zamanlaması ve yazarının otoritesinin ötesinde hak ettiği yeri kazandırmıştır. YN’nin tekrar, bir de bu gözle okunması gerekir.

Sonuç Schrödinger’in genetik ve moleküler biyoloji ile ilgili kısıtlı bilgisi onu bazı yanlış çıkarımlara götürmüş olabilir. Ancak metinler sadece bilimsel bilgi külliyatını doğrudan artırma girişimi olarak değil, biliminsanlarını disiplinler arası araştırmalara katılmaya motive etme girişimi olarak da değerlendirilmelidir. Farklı disiplinlerin okurlarına ulaşabilmenin en etkin yollarından biri popüler ya da yarı popüler bilim yazımıdır. Schrödinger, fikirlerini fizik, biyoloji ya da kimyanın uzmanlaşmış akademik bir dergisinde sunsaydı amacına ulaşamayabilirdi. YN’nin bu kadar etkili olmasına anlam veremeyip onu bilimsel stan-

dartların gerisinde kalmakla suçlayanların veya etkisini sadece zamanlamasına ya da yazarının otoritesine bağlayanların ıskaladıkları şey bizatihi metnin kendisidir! Bugün dahi abiyogenez, yaşamın neliği vb. konular üzerine yazanlar (Addy Pross, Stuart A. Kauffman, Nick Lane…) YN ile hesaplaşmakta ya da ondan yararlanmaktadır. Kitabın önsözünde, bilginin ve bilim dallarının iyice uzmanlaşmasından dert yanan Schrödinger, amaç gerçeği açığa çıkarmak ise içimizden bazılarının kendilerini komik duruma düşürme riskini göze alıp olguları ve kuramları, bazılarını ikinci elden ve eksik bilgiyle de olsa birleştirmeye çalışması gerektiğini belirtiyor. Yani gelebilecek eleştirilerin farkındaydı. Ancak iyi ki o riski almış. Onun bu tavsiyesi, seksen yıl sonra, uzmanlaşmanın körlüğe evrilebildiği bir çağda özellikle popüler bilim yazımında kulağımıza küpe olmalı. KAYNAKLAR 1) Bohr, N. (1933a). Light and Life. Nature, 131(3308), 421-423. 2) Bohr, N. (1933b). Light and Life. Nature, 131(3309), 457-459. 3) Ceccarelli, L. (2001). Sharing Science with Rhetoric: The Cases of Dobzhansky, Sxhrödinger, and Wilson. The Univesity of Chicago Press. 4) Crick, F. H. C. (1965). Recent research in molecular biology: Introduction. British Medical Bulletin, 21(3), 183186. 5) Delbrück, M. (1945) What is life? And what is truth?. The Quarterly Review of Biology, 20(4), 370-372. 6) Dronamraju, K. R. (1999). Erwin Schrödinger and the origins of molecular biology. Genetics, 153(3), 1071-1076. 7) Fleming, D. (1969). Emigré Physicists and the Biological Revolution. The Intellectual Migration: Europa and America, 1930-1960 (s. 152-189) içinde. Harvard University Press. 8) Judson, H. F. (2013). The Eighth Day of Creation, Makers of the Revolution in Biology (Commemorative Edition). Cold

Spring Harbor Laboratory Press. 9) Keller, E. F. (1990). Physics and the emergence of molecular biology: A history of cognitive and political synergy. Journal of the History of Biology, 23(3), 389-409. 10) McKaughan, D. J. (2005). The influence of Niels Bohr on Max Delbrück: Revisiting the hopes inspired by “light and life”. Isis, 96(4), 507-529. 11) Moore, W. (2015). Schrödinger: Life and Thought. Cambridge University Press. 12) Muller, H. J. (1937). Physics in the attack on the fundamental problems of genetics. The Scientific Monthly, 44(3), 210-214. 13) Muller, H. J. (1946). A physicist stands amazed at genetics: A review. Journal of Heredity, 37(3), 90-92. 14) Olby, R. (1971). Schrödinger’s problem: What is life?. Journal of the History of Biology, 4(1), 119-148. 15) Pauling, L. (1987). Schrödinger’s contribution to chemistry and biology. Schrödinger: Centenary Celebration of Polymath (s. 225-233) içinde. Cambridge University Press. 16) Perutz, M. F. (1987). Erwin Schrödinger’s What is Life? and molecular biology. Schrödinger: Centenary Celebration of Polymath (s. 234-251) içinde. Cambridge University Press. 17) Schrödinger, E. (2020). Yaşam Nedir? Canlı Hücrenin Fiziksel Yönü; “Zihin ve Madde” ve “Otobiyografik Denemeler” ile Birlikte. (M. Doğan, Çev.) Pan Yayıncılık (Orijinal eserin basım tarihi 1967). 18) Sigmund, K. (2019). The physicist and the dawn of the double helix. Science, 366(6461), 43. 19) Stent, G. S. (1989). Light and life: Niels Bohr’s legacy to contemporary biology. Genome, 31(1), 11-15. 20) Stent, G. S. (1998). Looking for other laws of physics. Journal of Contemporary History, 33(3), 371-397. 21) Strauss, B. S. (2017). A physicist’s quest in biology: Max Delbrück and “complementary”. Genetics, 206(2), 641-650 22) Symonds, N. (1986). What is life?: Schrödinger’s influence on biology. The Quarterly Review of Biology, 61(2), 221-226. 23) Symonds, N. (1988). Schrödinger and Delbrück: their status in biology. Trends in Biochemical Sciences, 13(6), 232-234. 24) Watson, J. D., Berry A., Davies K. (2022). DNA: Genetik Devrimin Öyküsü. (S. Öksüz, Çev.). Say Yayınları (Orijinal eserin basım tarihi 2017). 25) Wilkins, M. H. F. (1963). Molecular configuration of nucleic acids. Science, 140(3570), 941-950.

DİPNOTLAR 1) Fizikte tamamlayıcılık, kuantum mekaniğinin temel bir ilkesidir. Bu kavram, nesnelerin tümü aynı anda gözlemlenemeyen veya ölçülemeyen belirli tamamlayıcı özelliklere sahip olduğunu kabul eder. Tamamlayıcılık ilkesi, kuantum mekaniğinin önde gelen kurucularından olan Niels Bohr tarafından formüle edilmiştir. Işığın hem dalga hem de parçacık davranışının ardında çelişki değil tamamlayıcılık olgusu olduğunu öne süren Bohr, canlı organizmaların moleküler özellikleri ile biyolojik işlevlerini dolayısıyla biyolojik fenomenleri anlamlandırmak için de bir tamamlayıcılık kavramının gerekli olabileceğini belirtmiştir. 2) ilkesi: Burada n, yasanın geçerli olması için sisteme katılması gereken molekül sayısıdır. “Eğer sayı n=100 ise, sapma yaklaşık 10 olur; bu durumda göreceli hata %10’dur. Fakat n=1 milyon ise yaklaşık sapma 1000’dir; dolayısıyla göreceli hata %0,1 olur. Sonuç olarak, her ne kadar bir milyon, oldukça büyük bir sayı olsa da sunduğu binde birlik bir hata payının “doğa yasası” olma statüsü söz konusuysa, çok çok iyi olduğu söylenemez.” (s. 32)

74

Nazilerin ölüm fabrikası: Neuengamme Toplama Kampı

SS’ler 13 Aralık 1938’de, Hamburg yakınlarındaki Neuengamme tuğla fabrikasını aynı zamanda toplama kampı olarak kullanmak üzere düzenlediler. İlk başlarda sadece politik tutsaklar buraya getirildi. Faşizmin gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra zulme uğrayan herkes, Yahudiler, Romanlar, Sintiler, eşcinseller, Yehova şahitleri vb. getirilmeye başlandı.

A

Ali Çarman / Hamburg lmanya’da Naziler iktidara getirildikten sonra Avrupa’da hayat insanlara zindan oldu. İnsanlık akıl almaz bir vahşetle karşılaştı. Bu süreçte başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde komünistler, sendikacılar, ilericiler, aydın ve sanatçılar, barışsever insanlar, faşizme ve savaşa karşı cesur ve özverili bir mücadeleye atıldılar. Genel bir tahmin olarak, Mart 1933 ile Eylül 1939 arasında toplam yaklaşık 500 bin Alman vatandaşının siyasi nedenlerle kısa ve uzun sürelerle toplama kamplarına hapsedildiği biliniyor. Bu rakam savaşın patlak vermesinden sonra artarak devam etti. Hitler diktatörlüğünün ana görevi, barış, demokrasi, toplumsal ilerleme ve sosyalizmden yana güçlere karşı savaş açmaktı. Almanya ve işgal edilen topraklarda açılan binlerce toplama/ölüm kampı bu doğrultuda devreye sokuldu. Françoise Salmon’un “Ölmekte Olan Tutsak” adlı heykeli.

Geçtiğimiz günlerde toplama kampları içinde adı öne çıkanlardan Hamburg’a 15 kilometre uzaklıkta bulunan Neuengamme toplama kampını (Anıt Kamp) ziyaret ettik.

Tuğla fabrikasından ölüm fabrikasına Neuengamme toplama kampı, Kuzey Almanya’daki en büyük toplama kampıydı ve buraya bağlı 85’den fazla yan/uydu kamp vardı. SS’ler 13 Aralık 1938’de, Hamburg yakınlarındaki Neuengamme tuğla fabrikasını aynı zamanda toplama kampı olarak kullanmak üzere düzenlediler. İlk başlarda sadece politik tutsaklar buraya getirildi. Faşizmin gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra zulme uğrayan herkes, Yahudiler, Romanlar, Sintiler, eşcinseller, Yehova şahitleri vb. getirilmeye başlandı. Almanya’daki politik tutsaklar için açılan kamp daha sonra Avrupa’nın dört bir yanından gelen on binlerce insanla doldu. Öyle ki, toplam kayıtlara geçen 104 bin kişinin yüzde 90’ı diğer ülkelerden tutsak edilen kişilerdi. İnsanın yazarken dahi yüreği sızlıyor. 104 binden fazla tutsağın yarısının Naziler tarafından değişik biçimlerde katledildiği Kamp Anıtlığının Türkçe bildirgesinde yer almakta. Ölüm fabrikasına getirilenlerin büyük çoğunluğu faşizme karşı direnişi örgütleyenlerden oluşuyordu. 1938 ve 1945 yılları arasında 80 bin erkek, 13 bin 500 kadına mahkûm numarası verildiği belgelerde yazılı. Naziler, her tutsağa bir numara vererek çağırırlar. Tutsakların adları dahi belleklerden silinmek istenir. Akıl almaz öldürme oyunları, işken-

75

Ülkelere göre tutsak sayıları.

ce, kurşuna dizilme, idam, aç-susuz bırakmaların yanı sıra kamptaki kötü yaşam koşulları dahi ölüme sebebiyet vermektedir. Neuengamme toplama kampında 4 binden fazla SS görev yaptı. Schutzstaffel (SS), faşizmin en vurucu en katliamcı askeri örgütlerinden biridir. Görevlerini planlanandan başka yöntemlerle yerine getiren SS’ler özel ödül almaktadır. SS’ler böylece terfi alabilirler.

Ortaçağ dönemi kölelik koşullarında çalıştırma Toplama kamplarının tümü aynı zamanda Alman tekellerine en ağır, en pis, en ucuz koşullarda çalıştırılmak için binlerce tutsağın hizmete sunulduğu yerler oldu. AEG, VWF, BMW, Daimler-Benz ve yan kolu Goldfisch, Friedrich Krupp, Kessler, Röchling Grubu, Messerschmitt AG ve daha niceleri tutsakları çalıştırmak üzere sürekli talepte bulundular. Neuengamme toplama kampı, Nazilerin “Vernichtung durch Arbeit” çalışma yoluyla imha uygulamasına tabii tutuldu. Nisan 1938’de, SS tarafından Deutsche Erd-und Steinwerke GmbH (DESt) adlı bir şirket kuruldu. Bu şirket ilk olarak Hamburg ve yakın şehirlerin tuğla ihti-

76

yacına cevap vermeyince SS’ler bu kez zorunlu overme işini larak tuğladan 500-700 kapasiteli gördü. Tut- dört bloğu tutsakları çalıştırarak insaklar her gün şa etmiş. Tutsaklar barakalarda birsabah yok- birine dokunarak, birbirlerine sarıl a m a s ı n d a n larak ısınmakta. sonra askeTarih sergisi bölümündeki bir ri sıra halin- belgede sağ kurtulabilen Fransız bir de işe götü- tutsağın düştüğü not çok şey anlatrülmekte, en makta: “Başka bir gezegene inmişiz az 10-12 saat gibi hissettim kendimi. Açık terör çalışmak zo- vardı. Benimle birlikte Warden’dan runda bıra- sorumlu olan arkadaşım -ben on yekılmaktaydı- di yaşındaydım, o yirmi yaşındaylar. 1943’de dı- geldiğinde şöyle dedi: ‘Buna üç kampta hava aydan fazla dayanamam’. Gerçekten saldırılarına üç ay sonra öldü. - Georges Jidkoff” karşı korunOkuldan geldikleri belli olan küma sığınakları çük bir gruba kampı anlatan rehbeve geçici yer- rin sözlerine kulak veriyoruz, baleşim yerleri rakaların korkunç denecek kadar inşa edildi. koktuğunu, soğuk su ile banyo yapSavaşın u- manın büyük bir şans olduğunu üzaması ile as- züntüyle belirtiyor. keri ihtiyaçKamp yerini gezerken sembolik lar da artmaya olarak kurulmuş bir baraka ve içinbaşladı. Naziler, bu defa tutsakla- deki sıra sıra ranzalara uzun uzun rı cephane üretim fabrikalarında, bakıp düşüncelere dalıyoruz. Umut SS’nin kendi şirketi olan Deutsche ve insan duygusunun ne kadar güçAustrüstungswerke (DAW) ve Mes- lü olduğunu hissedip özgürlük ve sap, Jatsram ve Metallwerke Neuen- hayat uğruna direnenlere saygı dugamme adlı şirketlerde çalıştırdılar. yuyoruz. Tutsaklara yaptıkları işe Deniz taşımacılığı için yapılan Dove göre yemek verilmekte. Güçlü kasElbe liman havzası ve kanal havza- lar gerektiren işlerde çalışanlara bisında çalışma koşulları büyük ölüm- razcık daha fazla yemek verilir. Yelere sebebiyet verdi. Dümdüz edil- mek ise, bir dilim ekmek, bir sosis, miş baraka yerleri 57 hektarlık alan bir kahve ve şalgam çorbası gibi yabugün ıpıssız. şayacak-çalışacak kadar. Anıt kamptan içeri adım atan Gezebildiğimiz görebildiğimiz herkes sessiz olma, sigara içmeme, bütün toplama kamplarında benzeryüksek sesle konuşmama gibi basit likler oldukça çoktur. Gece elektkurallara hemen uymakta. rik verilen tel örgüler, idam sehpalaToplama kampı olduğu yıllarda rı, gaz odaları, krematoryum (fırın), var olan 50 metBarakalarda 300 ile 500 arasında tutsak kalmaktaydı. Üç katlı re uzunluğunda ve tahta ranzaların üstünde yatak yerine hasır otu kullanılmıştı. Çoğu 8 metre genişliğin- zaman yataklarda iki-üç kişi kalmaktaydı. deki 16 tahta barakadan bir tane dahi yok. Barakalarda 300 ile 500 arasında tutsak kalmaktaydı. Üç katlı tahta ranzaların üstünde yatak yerine hasır otu kullanılmıştı. Çoğu zaman yataklarda iki-üç kişi kalmaktaydı. Barakalar ihtiyaca cevap

ölünceye kadar dövme, gözetleme kuleleri.. Sergilenmekte olan çizgili tek tip elbiseler, yemek için kullanılan tabak ve kaşıklar ve başkaca objeleri inceleyerek yürüyüşümüze devam ediyoruz.

Ölüm yürüyüşleri (Todesmarsch) Naziler toplama kamplarını yaparken geriye en küçük bir belge, en küçük bir iz bırakmak istemiyorlardı. 1944 sonlarından itibaren Hitler’in/faşizmin yenileceğine ilişkin haberler çoğalmaya başladı. Hitler birçok cepheden başta Sovyet Kızıl Ordusu ve diğer halklardan tokat üstüne tokat yedi. Bunun üzerine toplama kampları bir bir kapanmaya, daha güvenli bölgelere çekilmeye çalışıldı. Neuengamme toplama kampında, 15 Mart 1945’den itibaren tutsaklar Bergen-Belsen, Osnabrück’e doğru toplu halde ölüm yürüyüşü olarak adlandırılan yolculuğa çıkarıldı. Naziler, yaptıklarının izlerini ve belgelerini silmek için ne var ne yok hepsini ateşe verdi. Kamp dosyaları ve işkence izleri taşıyan her şey imha edildi. SS’ler kamp yerini 2 Mayıs 1945’te tamamen terk etti.

Denizde öldürülen binler Zaman ilerliyordu, faşistler kaybedeceklerini iyice anlamışlardı artık. Kampa ilişkin her şeyi imha etmek istediler. 20-26 Nisan tarihleri arasında binlerce tutsak (9 bin) Neugamme’den alınarak dört gemi-

Neuengamme toplama kampında, 15 Mart 1945’den itibaren tutsaklar Bergen-Belsen, Osnabrück’e doğru toplu halde ölüm yürüyüşü olarak adlandırılan yolculuğa çıkarıldı.

ye bindirildi. Gemide tıkış tıkış edilmiş tutsaklar, yiyecek ve su olmadan birkaç gün kaldılar. Ancak, büyük bir talihsizlik! Gemilerde Norveç’e kaçmak isteyen Nazilerin olduğu tahmin edilerek 3 Mayıs 1945’de gemiler İngiliz hava kuvvetleri tarafında kazara bombalandı. Böylece, binlerce tutsak İngilizler tarafından öldürüldü. Gemilerdeki tutsakların bir kısmı ise SS’ler tarafından kurşunlanarak katledildi. Toplam 7100 kişinin öldüğünün kayıtlara geçtiği bu vahşetten sağ kurtulabilen ancak 450 kişi oldu.

Dayanışma, güven ve umudu diri tut Toplama kamplarındaki insanlık dışı koşullarda, daha doğrusu ölümün her an kapıyı çaldığı-çalabildiği günlerde: anti-faşistler örgütlenmeye çalıştılar. İnsanın sık sık kendini ölü sandığı hayal ile gerçek arasında gidip geldiği bir ortamdan söz ediyoruz. Kamp Anıtlığı bunun sayısızca örnek belgeleriyle dolu. Tutsaklar ilk önce en basit nedenlerle arkadaş grubu kurma, güven yaratma, faşizme karşı direnenlerin kazanacağına yönelik umudunu diri tutmak için birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Kendisi de bir dönem toplama kampında kalmış ve Kurtlar Arasında Çıplak adlı kitabın yazarı Bruno Apitz’in kamplardaki sanat çalışmaları üzerine birkaç satır yazısına göz atalım.

“Kampta amatör sanatla ilgili yazılar yazarken, tutsakların insani koşullarda yaşamaları gerektiği, aksi takdirde sanatsal ürünler üretemeyecekleri gibi yanlış fikirlerin ortaya çıkma ihtimali var. Ve yine de: kamplarda insani koşullar yoktu. Burada mahkûmlar sadece ‘yaşıyorlar’ çünkü henüz ölmediler.” Nazi toplama kamplarında resim yapma, edebi gelişmelerden söz etme, şiir okuma, mırıldanarak direniş şarkıları söyleme ile hayatta kalma isteği güçlendirildi. Zira kampta, en büyük başarı hayatta kalma mücadelesiydi. Kamp alanında beş ana sergi bulunmakta. Bunlar sırasıyla: 1) Tarihin izleri, 2) Araştırma sergisi, 3) İşgücü ve imha, köle işçiler olarak çalıştırılan toplama kampı tutsakları, 4) Savaş zamanı cephane üretiminde çalıştırılanlar, 5) Tarih ve anıt bölgesi. Neuengamme Anıtlığında günümüz ve tarih alanında çalışma yapmak isteyenlere yardım edilip olanaklar sunulmakta. Faşizme karşı zaferden (8 Mayıs 1945) sonraki yıllarda anıtlığa (müze) dönüştürülen toplama kamplarını gezerken hıçkıra hıçkıra ağlayanları gördük. Böyle bir vahşeti insanlara göstermenin anlamını soranları da… Faşizm tehlikesi devam ettiği için toplama kamplarını ve vahşeti yazmaya devam edeceğiz. Zira biliyoruz ki zifiri karanlık günlerde yok edilenler “insan, güven ve umut” dediler.

77

Cumhuriyet’in 100. yılında Türk Ulusal Musiki Okulu’nu yaratma yolunda neredeyiz? - 1

“Ulusalcılık” diye adlandırılan dünya görüşünü başlangıçta Avrupa’da, 19. yüzyılın sonlarından itibaren de Türkiye’de görmekteyiz. Bunun kültür alanındaki uzanımını da kendi ülkesinin diline, tarihine, efsanelerine, mitolojisine, sanatlarına, kısacası manevi köklerine sahip çıkmak, bunları yüceltmek olarak özetleyebiliriz. Ancak bu saydıklarımdan Türk toplumu bir senteze ulaşabildi mi? Daha açıkça söylemek gerekirse genelde çağdaş ulusal bir sanat, özelde de çağdaş, çoksesli ulusal bir musiki yaratabildi mi? Bir ortak musiki dili ve bir musiki dağarı oluşturabildi mi? Bu sorgulanması gereken bir konudur.

E

Dr. Yavuz Daloğlu vet, “Cumhuriyet’in 100. yılında Türk Ulusal Musiki Okulu’nu yaratma yolunda neredeyiz?” Aslında bu soru ülkemizdeki bütün sanat dalları için sorulabilir, ancak toplumumuzda bir konu sorgulanmaksızın ya kabul görüyor ya önceden reddediliyor. Şimdi burada tarihsel belgelere dayanarak konuyu irdeleyeceğiz ve tartışacağız.

Ulusalcılık, uluslaşma ve ulus devlet Avrupa’da “ulusalcılık” ve buna bağlı olarak da “uluslaşma” sürecinin başlangıcı kuşkusuz ki 1789 Fransız Devrimi’dir. Devrim, yalnızca Fransa’da feodal beylerin, kralların tahtını ve tacını elinden almamış; fakat aşama aşama bu sınıfın bütün gücü ile iktidarının da o dönemin ilerici sınıfı burjuvaziye geçmesini sağlamıştır. Bir başka nokta da şudur ki Fransız Devrimi ile birlikte Avrupa’da adım adım kimlik bilinci oluşmaya başlamıştır. Bir başka söyleyişle Fransızlar Fransızlığını, İtalyanlar İtalyanlığını ve diğer toplumlar da süreç içinde kimliklerinin bilincine varmıştır. Bu, burjuva demokratik devrimlerinin, bir başka söyleyişle ulusal demokratik devrimlerin bir sonucudur. Süreci belirleyen bu gelişme “ulusalcılık”, “uluslaşma”, “ulus devlet” bilinci ile pratiğinin yerleşmesini sağlamıştır. Bu bilinç ve pratik, Avrupa sonrasında pek

78

çok coğrafyada da ortaya çıkmış ve gerçekleşmiştir. “Rönesans” ile birlikte uyanmaya başlayan Avrupa’da, bu kez üretim biçiminin değişmesi, üretimin el yapımından kurtulup makineleşmeye yönelmesi (Sanayi Devrimi), ticaret ve sanayi üretimi ile zenginleşen burjuvazinin egemen sınıf olarak iktidar olması doğal bir gelişmedir. İktisadi yaşamda, üretim ve ticarette korumacılık ve de gümrüklerin konulması; sınırları belirlenmiş ulus devletlerin kurulmasıyla bunlara koşut olarak da kültürde ve sanatta ulusal çizgi. İşin özeti budur ve bu gelişme, egemen sınıfın kendi kültürünü, ideolojisini, sanatını, kısacası dünya görüşünü, yaşam tarzını biçimlendirmiştir. “Ulusalcılık” diye adlandırılan bu dünya görüşünü başlangıçta Avrupa’da, 19. yüzyılın sonlarından itibaren de Türkiye’de görmekteyiz. Bunun kültür alanındaki uzanımını da kendi ülkesinin diline, tarihine, efsanelerine, mitolojisine, sanatlarına, kısacası manevi köklerine sahip çıkmak, bunları yüceltmek olarak özetleyebiliriz. Ancak bu saydıklarımdan Türk toplumu bir senteze ulaşabildi mi? Daha açıkça söylemek gerekirse genelde çağdaş ulusal bir sanat, özelde de çağdaş, çoksesli ulusal bir musiki yaratabildi mi? Bir ortak musiki dili ve bir musiki dağarı oluşturabildi mi? Bu sorgulanması gereken bir konudur.

Ulusal musiki

Musiki sanatında ulusalcılık, Avrupa’da ulusların oluşum ve ulus devletlerin de kuruluş sürecinde oluşmaya başlamıştır. Musikide ulusalcılık akımı, “Doruk Romantizm” olarak da adlandırılan dönemle kesişmektedir. Doruk Romantizm, bu açıdan aynı zamanda musikide ulusalcılığın da filizlendiği dönemdir. Robert Schumann (1810-1856) o güne kadar egemen olan İtalyanca musiki terimleri yerine Almancalarını önermiş, kullanmış ve yaygınlaştırma çabası içine girmiş1; Franz Liszt (1811-1886) Macar rapsodilerini, Frédéric Chopin (1810-1849) polonez ve mazurkalarını ülkelerinin havalarından esinlenerek yine bu dönemde bestelemiş; Richard Wagner (1813-1883), operalarının konularını Alman efsane ve mitolojilerine dayandırmış; Bedřich Smetana (1824-1884) Vatanım2 başlıklı sinfonisel şiir takımında yurdunun tarihini, mitolojisini, efsanelerini ve coğrafyasını betimlemiştir. İşte bütün bunlar ulusalcılığın musikideki ilk izdüşümleri olmuştur. Musiki yaşamında, ulusalcılık anlayışının daha derinlemesine ve bilimsel çalışmalarını ise başta Béla Bartók (1881-1945) ve Zoltán Kodály (1882-1967) gerçekleştirmiştir. Bu iki sanatçı, başta kendi ülkelerinin ve sonra da komşu coğrafyaların köylü musikilerini derlemiş, Macaristan’da “Çingene musikisi” dışında bir halk musikisinin de (Bartók’un adlandırmasıyla köylü musikisinin) olduğunu kanıtlayarak dünyaya duyurmuş, bu köylü musikisinin temelleri üzerinden de kendi ulusal musiki biçemini inşa ederek, yaratılarıyla tutarlı bir tutum takınmışlardır. Ancak kuşkusuz ki musikide ulusalcılık denildiğinde, öncelikle Rus Ulusal Musiki Okulu’nu anımsarız. Rusya’da her ne kadar Mihail Glinka (1804-1857), Rus Ulusal Musikisi’nin babası sayılsa da Rus ulusal bestecileri denildiğinde ilk akla “Rus Beşleri” ya da “Güçlü Küme” olarak adlandırılmış besteciler okulu gelir. Bu okulun üyeleri Miliy Balakirev (1836-1910), Aleksandr Borodin (1833-1887), César Cui (1835-1918), Modest Musorgskiy

(1839-1881) ve Nikolay RimskiyKorsakov’dur (1844-1908). Peki, bizde durum nasıldır?

Osmanlı’nın çoksesli musiki ile tanışmasına ilişkin birkaç not Osmanlı sarayının çoksesli musiki ile tanışmasının ilk izi Fransa Kralı I. Francois’nın 1543 Antlaşması nedeniyle gönderdiği, ancak Kanuni Sultan Süleyman’ın “şarap kullanma özgürlüğünden kaynaklanacak düzensizlik gibi bu musikinin yerleşmesi de savaşçılık ruhunu bozar” düşüncesiyle geri yolladığı söylenen çalgı takımıdır. Sonraki yüzyıllarda, sözgelimi İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in gönderdiği org da bulunan pek çok Avrupa çalgısı ve çalgıcısı İstanbul’a gelmiş, sanatlarını dinletmişlerdi. Ancak çoksesli musiki, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (Vak’a-yi Hayriye) ve 1828’de Muzika-yı Hümâyun’un kurulmasıyla II. Mahmud tarafından kesin olarak benimsenmiştir.3 Çoksesliliğin Osmanlı döneminde yerleşmesine en çok katkıda bulunmuş olan kişi kuşkusuz ki Giuseppe Donizetti’dir (1788-1856). Donizetti, II. Mahmud’un isteğiyle 1828’de İstanbul’a gelmiş, Muzikayı Hümâyun’u orkestra, bando ve bir okul olarak örgütlemiştir. Kendisine “Paşa” unvanı verilen Donizetti son 28 yılını İstanbul’da geçirmiş, burada ölmüş ve gömülmüştür. Donizet-

ti, 1828’de Mahmudiye ve 1839’da da Mecidiye marşlarını bestelemiştir ki bu iki marş II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde bir tür millî marş olarak kabul edilmiştir. Donizetti’den sonra Muzika-yı Hümâyun’un başına yine bir İtalyan musikici olan Callisto Guatelli (1819-1899) getirilmiştir ve ona da “Paşa” unvanı verilmiştir. Guatelli de yaşamının uzunca bir bölümünü İstanbul’da geçirmiş ve burada ölmüştür. Guatelli, Hacı Arif Bey, Şevki Bey ve Müezzinbaşı Rifat Bey’in pek çok şarkısına piyano eşliği yazmış ve bu şarkılar Notacı Hacı Emin Efendi tarafından teksesli ve piyano eşlikli olarak yayımlanmıştır. Ayrıca gelen bu yabancı ustalar sayesinde Mehmet Ali Bey, Zâti Bey (Arca), Saffet Bey (Atabinen), Osman Zeki Bey (Üngör) gibi önemli musikiciler yetişmiştir. Bu musikiciler Osmanlı’dan cumhuriyete bir tür köprü olmuşlardır. Bilindiği gibi Osman Zeki Bey, İstiklâl Marşı’mızın da bestecisidir. Yine 19. yüzyılda Ermeni kökenli Osmanlı bestecisi Dikran Çuhacıyan, başta Leblebici Hor Hor Ağa opereti olmak üzere pek çok operet ve opera besteleyerek bunları İstanbul’da sahnelemiş ve yönetmiştir.

Cumhuriyet döneminde çoksesli musiki Daha cumhuriyetin ilân edildiği yıl Ankara’da yayımlanan Türkçülü-

Çoksesliliğin Osmanlı döneminde yerleşmesine en çok katkıda bulunmuş olan kişi Giuseppe Donizetti’dir (1788-1856). II. Mahmud’un isteğiyle 1828’de İstanbul’a gelmiş, Muzika-yı Hümâyun’u orkestra, bando ve bir okul olarak örgütlemiştir. Kendisine “Paşa” unvanı verilen Donizetti son 28 yılını İstanbul’da geçirmiş, burada ölmüş ve gömülmüştür.

79

ğün Esasları kitabında Ziya Gökalp, musiki konusuna da değinmiş ve iki saptamada bulunmuştur. Bunlardan ilki günümüz Türkçesiyle: “Memleketimizde (…), yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk Musikisi, diğeri Fârâbî tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan [çevrilen ve aktarılan] Osmanlı Musikisi’dir.”4 İkincisi de: “Halk musikimiz, bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve Garp Musikisi usulünce ‘armonize’ edersek hem millî hem de Avrupaî bir musikiye mâlik oluruz.”5 Atatürk, cumhurbaşkanlığı süresince verdiği nutuk ve demeçlerde en az sekiz kez musiki konusuna değinmiş; Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü savlardan daha gerçekçi savlar ileri sürmüş, Fransız politik düşünürü Montesquieu’nün “Bir ulusun musikideki durumuna önem verilmezse, o ulusu ilerletmeye olanak yoktur” sözünü doğru bulduğunu ve benimsediğini belirtmiş; bu görüşünü de 1 Kasım 1934’te Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir” sözleriyle en üst kürsüden açık ve kesin olarak vurgulamıştır.6 Cumhuriyet döneminde çoksesli musiki bir devlet politikası olarak ele alınmış ve çoksesli Ulusal Türk Musikisi’nin ve elbette Ulusak Türk Opera ve Balesi’nin yaraErtuğrul Süvari Bandosu.

80

tılması için ciddi girişimlerde bulunulmuştur. Sözgelimi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 Programı’nda: “Güzel sanatlara, bilhassa musikiye inkılâbımızın yüksek tecellisi ile mütenasip bir surette ehemmiyet vereceğiz”7 denilmekte; Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 Programı’nda da: “Güzel sanatlara, hele müziğe devrimin yüksek anlayışına uygun bir surette önem vereceğiz”8 ve “Ulusal opera ve tiyatro önemli işlerimiz arasındadır”9 yazmaktadır. Ayrıca CHP’nin yayımladığı Halkevleri 1940 kitabında da musikiye ilişkin önemli açıklamalar vardır: “Halkevleri’nin güzel sanatlara ve bilhassa musikiye verdiği ehemmiyet gün geçtikçe artmaktadır. Bu alâka merkezin daimî ikrazları [yardımları] ve hazırlıklariyle beslenecek ve veçhelendirilecektir [yönlendirilecektir]. Musiki çalışmalarının mahdut meraklılar zümresine münhasır [sınırlı] kalmaması en güzel telkin [öğretim] ve terbiye [eğitim] vasıtası olarak kalabalık kimseler tarafından sade dinlenen değil yapılan da bir şey olması için işe basit ve mümkün kısımlardan başlamak zarureti göz önünde tutulmaktadır. “Birçok Halkevleri’miz sık sık konserler vermekte, korolar yetiştirmiye çalışmaktadır. Birçok Halkevi bandoları gün geçtikçe gelişmekte ve düzenlenmektedir.”10

Atatürk’ün musiki görüşleri Daha 1925 güzü Ege Bölgesi’nde yirmi günlük bir geziye çıkan Bü-

yük Devrimci Önder Atatürk, 14 Ekim günü İzmir Kız Muallim Mektebi’nde öğrencilerle sohbet ederken, “Hayatta musiki lâzım mıdır?” şeklindeki soruyu şu şekilde yanıtlar: “Hayatta musiki lâzım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan mahlûkat insan değildirler. Eğer mevzu-ı bahis [söz konusu] olan insan hayatı ise musiki behemehal [kesinlikle] vardır. Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neş’esi, ruhu, sürûru [sevinci] ve her şeyidir. Yalnız musikinin nev’i şâyân-ı mütalâadır [türü irdelenmelidir].”11 10-11 Ağustos 1928 gecesi ise Sarayburnu Parkı’nda yeni Türk harflerinin tanıtıldığı toplantı sonrası Atatürk, o anda kaleme aldığı notun bir genç tarafından okunmasını istemiş, genç okuyamayınca Bolu mebusu Falih Rıfkı’ya okutmuştur. Notunun bir yerinde musikiye de değinmiştir: “Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak Şark’ın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Müniretül Mehdiye Hanım sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok münkeşif [gelişmiş] ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Şimdi karşıda medenî dünyanın musikisi de işitildi. Bu âna kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk derhâl harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen, şatırdırlar [neşelidirler], tabiatın îcâbatını yapıyorlar. Bu pek tabiîdir. Hakîkaten şen ve şatırdırlar. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamış ise kendinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felâketli neticeleri vardır. Bunun fâriki [farkında] olmamak kabahatti. “İşte Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat artık millet hatâlarını kanı ile tashih etmiştir, artık müsterihtir, artık Türk şendir, fıtratında olduğu gibi. Artık Türk şendir, çünkü ona ilişmenin hatarnâk olduğu tekrar ispat istemez kanaatindedir. Bu kanaat aynı zamanda temennidir.”12 Atatürk, Büyük Millet Meclisi’nin

Falih Rıfkı Atay, Sarayburnu Parkı’nda Atatürk’ün yazdığı notu okurken, 10 Ağustos 1928, Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1928, s.1

IV. Dönem 4. toplanma yılını 1 Kasım 1934’te açan nutkunda: “Arkadaşlar, “Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu, yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir. “Bugün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak, bu güzeyde [sayede] Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. “Kültür işleri bakanlığının buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.”13 Atatürk yine Büyük Millet Meclisi’nin bir yıl sonra, V. Dönem 1. toplanma yılını 1 Kasım 1935’te açan söylevinde de: “Aydın saylavlar! Kültür kınavımızı [etkinliğimizi], yeni ve modern esaslara göre teşkilâtlandırmaya durmadan devam ediyoruz. (…) Ulusal musikimizi, modern teknik içinde yükseltme çalışmalarına bu yıl daha çok emek verilecektir.”14 Bu alıntılardan da anlaşılacağı gibi Atatürk’ün ve cumhuriyeti kuran kadronun musikide de bir devrim yapılması gerektiği görüşünün öne çıktığı görülmektedir.

Cumhuriyet döneminin musiki politikası: “Musiki Devrimi”

Devletin en yüksek katında ve Atatürk tarafından sarf edilmiş bu sözler, uluslaşma aşamasına girmiş bir toplumun çağdaş, çoksesli, ulusal bir sanat musikisine nasıl gereksinimi olduğunu, bunun için hükûmetçe ve devletçe nasıl ciddi bir özendirmeyle destek sağlandığını bize açıkça göstermektedir ki bu destek 1950’lere kadar kesintisiz sürmüştür. İşte bu amaç doğrultusunda, bir başka söyleyişle çoksesli, kökü bizim kültürümüze dayanan, uluslararası alanda sesimiz olabilecek Ulusal Türk Musikisi’nin oluşturulması için önlemler alındı, kurumlar kuruldu. Cumhuriyet’in daha henüz altıncı ayını doldurmadan atılan bu adımlar 1934’ten başlayarak genç cumhuriyetin “inkılâplarından” (1935’ten başlayarak “devrimlerinden”) biri sayıldı. İlk olarak Nisan 1924’te 96 yıl önce kurulan ve bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kökü olan Muzika-yı Hümâyûn Ankara’ya taşınarak ve adı değiştirilerek “Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti” (daha sonra da Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası) oldu. Bu kurumun üyelerinden bazılarına öğretmenlik görevi verilerek 1 Eylül 1924’te Musiki Muallim Mektebi kuruldu ve aynı yılın 1 Kasım’ında eğitime başladı. Bu okulun kuruluşu ile ortaokul ve liselerde musiki derslerini yürütecek öğretmenler yetişti-

rilmeye başlandı. Çağdaş çoksesli Ulusal Türk Musikisi’nin yaratılmasına gereç olacak halk ezgilerinin derlenmesi amacıyla ülkemizde ciddi ve geniş çaplı halk musikisi derleme gezileri 1926’da İstanbul Konservatuvarı’nca (Dârü’l-elhân) başlatıldı, bu derlemeyi 1927, 1928, 1929’da yapılan derlemeler izledi. Bu derlemelerde saptanan halk ezgileri 12 defter hâlinde daha o günlerde yayımlandı. Yine bu yıllarda (ilki 1925’te, ikincisi 1928’de) açılan yarışmalı sınavlar sonucunda devletçe sanatçı ve öğretmen olarak uzmanlaşmaları için Paris, Viyana, Cenevre, Münih ve Prag gibi merkezlere 10 kadar öğrenci gönderildi. Bu gençler birkaç yıl sonra besteci ve musiki eğitimcisi olarak seslerini duyurmaya başladılar. 1923 ile 1933 yılları arasında çoksesli Ulusal Türk Musikisi’nin oluşturulması, filizlenmesi sağlandı ve artık Ulusal Türk Operası’nın da yaratılması zamanının geldiği düşünüldü. İşte bu düşüncenin ilk somut adımı olarak Atatürk’ün konularını Abidin Özmen’in Akşam’a Beyanatı, Akşam, 26 Teşrîn-i Sânî (Kasım) 1934, s.1

81

Ahmed Adnan Saygun, Çoban Armağanı, Cumhuriyet Halk Partisi Musiki Neşriyatı 1, Papajorjiu Nota Basımevi, 1933.

önerdiği, metin taslaklarını el yazısıyla düzelttiği, geliştirdiği librettolar üzerine üç opera bestelendi. Bunların ilki, Türk ve İran uluslarının kardeşliğini anlatan Özsoy operası 19 Haziran 1934 gecesi Atatürk ve İran Şehinşahı Reza Şah Pahlavi’nin huzurunda Ankara Halkevi’nde sahnelendi. Özsoy’un, birkaç haftalık bir çalışmayla, derme çatma bir orkestra ve koroyla hazırlanmış oluşu nedeniyle kusurları hoşgörüyle karşılandı ve aynı hafta TBMM 25 Haziran’da 2541 sayılı “Millî Musiki ve Temsil Akademisi’nin Teşkilât Kanunu” onaylandı. Ancak bu kanun hiçbir zaman işlevsel olamadı.15 27 Kasım 1934 tarihinde on beş üyeyle ve zaman zaman Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen’in de katılımıyla toplanan I. Musiki Kongresi’nden ne yazık ki somut ve gerçekleştirilebilir öneriler çıkamayınca ilk büyük düş kırıklığı yaşandı. Yine hemen sonrasında sahneleme hazırlıkları hızla devam eden Necil Kazım Akses’in Bayönder operasının başlangıç bölümü ile Ahmed Adnan Saygun’un Taşbebek operasının tümü Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 15. yılında 27 Aralık 1934 gecesi Ankara Halkevi’nde sahnelendi. Ancak temsil sonrasında ikinci büyük düş kırıklığı yaşandı ve CHP’nin yayın organı niteliğindeki Ulus gazetesinde sert eleştirilere uğradı.16 Çünkü çoksesli ulusal musikiyi yaratması istenen, yaşları 25 ile 30 arasında değişen genç besteciler ge-

82

nelde Cumhuriyet Devrimi’nin, özelde de Musiki Devrimi’nin niteliğini kavrayamamıştı. Bu genç besteciler, Türk toplumunun yaşama sevincini yansıtacak ve pekiştirecek, halkın beğenisini kazanacak, sarıp sarmalayacak ve dar değil en geniş anlamıyla çoksesli ulusal musiki yaratmaları beklenirken fildişi kulelerinde “ilerici sanat” yapmaya yeltenmişlerdi. Bu başarısızlıklar karşısında Musiki Devrimi’ni rayına oturtmak için bir yabancı uzmanın görüşlerinin alınması ve yeni bir rotanın saptanması gereksinimi doğdu. Bu iş için özellikle Almanya ve Sovyetler Birliği konuya ilgi gösterdi. Hatta Dimitri Şostakoviç, David Oyştrah, Lev Oborin’in de aralarında bulunduğu 13 kişilik bir Sovyet sanatçı grubu (ki aralarında opera, bale ve orkestracıların yer aldığı) Ankara, İstanbul ve İzmir’de bir ay kadar gösteriler yaptılar, konserler verdiler. Ancak daha önce yükseköğrenime yabancı öğreticiler sağlayan Almanya’dan bir uzmanın getirtilmesi kararlaştırıldı ve Paul Hindemith ile anlaşmaya varıldı. Paul Hindemith, 1935 ve 1937 yılları arasında dört kez Türkiye’ye gelerek beş ay araştırmalarda bulundu, Ankara, İstanbul ve İzmir’in musiki yaşamını inceledi, Ulusal Türk Musikisi’nin oluşturulması için öneriler sundu, raporlar yazdı, yönlendirmelerde bulundu, yirmi kadar uzman ile gerekli araç ve gereci seçti, yapılanları denetledi, ayrıca sanatçı ve de öğretmen olarak da et-

kinliklerde bulundu. Ancak yazdığı bu raporlardaki öneriler daha o günlerde musikicilerimiz tarafından yerine getirilmediği, hatta gizlice karşı çıkıldığı gibi, söz konusu raporlar daha o günlerde dikkate alınmadı, rafa kaldırıldı ve Musiki Devrimi’nin özellikle altyapısıyla tabana ilişkin sorunlar düzeltilemedi.17 DİPNOTLAR

1) Robert Schumann’ın ilk kez 1834’te Leipzig’te yayımlamaya başladığı ve günümüzde de hâlâ Schott Yayınevi tarafından yayımlanan ünlü Die Neue Zeitschrift für Musik (Yeni Musiki Dergisi) dergisinde sözgelimi “Allegro” yerine “Lebhaft”, “Adagio” yerine “Langsam”, “Vivace” yerine “Lebendig” gibi sözcükleri önermiş ve yaratılarında kullanılmıştır. 2) Bedrich Smetana son altı sinfonisel şiirini Má vlast (Vatanım) olarak adlandırmıştır. Bunlar: Vyšehrad (Bohemya krallarının eski kalesi), Vltava (Bohemya’nın büyük ırmağı Moldau), Šárka (Bohemya mitolojisinden bir kadın kahraman), Zceských luhü a hájü (Bohemya’nın çayırları ve ormanları), Tábor (Ordugâh) ve Blaník’tir (Bohemya’nın Kyffhäuser efsanesi). 3) Gültekin Oransay, “Çoksesli Musiki”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 6. Cilt, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, s.1518. 4) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ankara, Matbûat ve İstihbârât Matbaası, 1339 (1923), s. 30. 5) Ziya Gökalp, Aynı eser, s.130-131. 6) Gültekin Oransay, Aynı eser, s. 1520. Ancak Gültekin Oransay burada, Atatürk’ün Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü savlara koşut savlar ileri sürdüğünü yazmıştır ki bu doğru değildir. 7) C.H.F Programı (Fırkanın üçüncü büyük kongresi tarafından kabul olunmuştur, Mayıs-1931), Ankara, Bul-Devlet Matbaası, 1931, s.31. 8) C.H.P Programı (Partinin Dördüncü Büyük Kurultayı Onaylamıştır), Ankara, Ulus Basımevi, 1935, s.39. 9) C.H.P Programı, s.44. 10) Cumhuriyet Halk Partisi, “Bayönder” operasının Atatürk tarafından metin düzeltmeleri, Halkevleri 1940, Ankara, Ulusal Ulus, 10 Kasım 1939, s.14. Matbaa, 1940, s.15. 11) Hakimiyet-i Milliye, Numero: 1553, Ankara, 15 Teşrîn-i Evvel [Ekim] 1925, s.2. 12) Hakimiyet-i Milliye, Numero:

2546, Ankara, 11 Ağustos 1928, s.1 ve 3.

13) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: IV İçtima: 4, Cilt: 25, Ankara, 1 Kasım 1934, s.4. 14) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi,

Devre: V İçtima: 1, Cilt: 6, Ankara, 1 Kasım 1935, s.3. 15) Gültekin Oransay, Aynı eser, s.1520-1521. 16) Bk. Burhan Belge, “Bayönder-Taşbebek”, Ulus, 30 İlkkânun (Aralık) 1934, s.3. 17) Gültekin Oransay, Aynı eser, s. 1521.

Forum

Anlaşmayan sanat   Ahmet Özbek

U

zlaşmanın karşılığı, eğer “ekonomik sistemlerin ruhu yok edici varlığına” dolaylı katkı yapmaksa, buna karşılık sanat toplumsal itirazını, anlaşmayı ve uzlaşmayı reddederek yapmak zorunda. Tabii ki burada öz bilincin gelişiminin, felsefi ve ideolojik kaynaklardan beslendiğini unutmamak gerek. Bütün bunların yanında, erdemin onay gördüğü bir evrende yapabilir ancak sanat bunu. Aksi takdirde, yerleşik sistemlerin istediği biçimde bir düzen kurulur. Yani dünyaya itirazı olmayan, sömürüyü onaylayan sanat ve sanatçının yapısı… bir de bu durumu ticari bir pazara çevirerek, “eylemci sanatı” bloke edecek bir yönetimsel karşı eylem. Böyle düzenlenmiş bir örgü içinde “estetiğin ideolojisi” de olmayacaktır. Bu olmalı mıdır? Evet. Çünkü sanat anlaşmamalı ve uzlaşmamalıdır. Hatta düşünsel anlamda, -bazı zamanlar da fiziki anlamda- satmamalıdır. İdeolojinin estetikle bağı, sanat yapıtı ile yerleşik sistemin oluşturduğu bir ilişki ile karıştırılmayacak uç bir terslik içeriyor. Günlük yaşamın psikolojisi ya da sosyolojisi ise, -kapitalizme yaslandığı için- toplumsal ve bireysel isyanı bastırma amacıyla çeşitli oyunlar oynar bize. “Popüler”, gizli baskı uygulayan sistemlerin sözde bir itiraz mekanizmasıdır ve devrimci düşünce ve eylemler bu şekilde bastırılır, yok edilir. Burada ciddi olarak düşünülmesi gereken şey şudur: Toplumsal sanat eyleminin amacı izleyicinin düzeyine inmek olmamalıdır. Yani itiraz gücü yüksek, bilinç oluşturmaya çalışan estetik yapıt, hem bunu başarmayı deneyecek hem de estetik değerlere bağlı kalacaktır. Devletlerin eşitliği yok ettiği böyle bir ortamda, ortalama düşünce uyumu, entelektüel yapı da direnmeyi seçecektir. Alain Resnais, uzun süre, “anlaşılması entelektüel çevrede bile güç oluşan” karmaşık filmi “Last Year at Marienbad”da canlı ve cansız nesneleri kavramsal birer satranç taşı gibi

kullanırken toplumda felsefi bir bilinç oluşturmayı seçmişti. Bu bilinci oluşturma şekli de çoğu zaman pankartları açıp da sokaklara çıkmaktan öte bir işlev üstlenir. Sanat anlaşmamalıdır: ideolojiler faşizme dönüşürken bile, tek kalan devrimci şey estetik yapıdır çünkü. Dünyayı karanlık bulan edebiyat: Joyce, Plath, Woolf… Karmaşayı perdeye aktaran zekâ: Carax, Kurosawa, Reisz ya da dizelerden bir manifesto çıkaran Lorca, Aragon. Bunların hepsi Foucault’nun ya da Arno Gruen’in(1) dünyayı iyileştirme çabasının uygulayıcı güçlerini temsil ederler. “Sanat anlaşmamalıdır” derken, modern psikiyatri de insan ruhunun sistemle uyuşumlu olmasına itirazda, “uzlaşmayan estetikle” işbirliği kurmak zorundadır. Tabii Antipsikiyatri hareketinin içindeki “sızı dolu kalbi öldüren şeyin” de sisteme uyan bir ruhbilim olduğunu unutmamalıyız. Psikiyatri gündeme geldi burada, çünkü estetikle ilişki kurmayı reddeden bilim de bir yerde bilim olmaktan çıkar. Foucault, entelektüelin görevini şöyle tanımlar:  “Kitlelerin toplumsal gerçekleri görebilmesi için entelektüellere ihtiyacı yok. Duygularını ifade ediyorlar da. Entelektüelin rolü, herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için ‘biraz öne veya yana’ çıkmak değildir; entelektüelin rolü, daha çok iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir. Bilginin, hakikatin, bilincin, söylemin oluşturduğu düzlemde..”(2) Sanat-entelektüel-psikolojik yapı üçgeni belirleyicidir burada; çünkü bu üçlünün dürüst olması halinde egemen ideoloji sanatsal yapıyı pasifize etmeyi başaramayacaktır. Ancak devletler önünde diz çöken sanatçı tipini yaratan da aynı devlettir. 17. yüzyılın en büyük müzisyenlerinden Sainte-Colombe sarayda çalmayı reddederek kulübesine çekilmiştir. Ernst Fischer, dürüst bir sanatın çürüyen yapıyı(3) sergilemesinde ısrarcıdır. Marksizm’in yararcı ve ticari olmayan sanattan yana tavır koyması göz alıcıdır, ancak emperyalizmin

Ernst Fischer

gücü de sanatı ve psikiyatriyi çoğu kez satın almayı başarır. Çünkü acı çekmekten, insana doğaya hizmet etmektense sistemin nimetlerinden yararlanma ideali aşamasına geçemeyen sanatçı için bu caziptir. Aynen küresel kötülüğün yanında yer almanın, toplumsal mücadeleye katılmaya karşı bir cazibesinin var olması gibi. Sanat anlaşmamalıdır, çünkü burjuvanın elindeki yüzlerce silaha karşılık, estetiğin “doğru seçim yapmak koşuluyla” yokluğa, açlığa, sefalete karşı bir savaşma gücü ve yeteneği vardır. Ancak çoğu kez bu görevini yapmaktansa, kendi çıkarlarıyla meşgul yeni bir sınıf yaratma ihaneti içine de girebilir sanat. Çünkü gelişimini tamamlamamış, dogmalarla, inanç sistemleriyle, teknolojinin reklam şaşaasına kapılmış bir toplumun değişme ve düzeltme gibi bir eyleme katılımı güçtür. Burada “niçin” sorusu ilgi çekicidir. Yani toplumsal kurtuluş için bireyin mücadelesini anlamsız kılacak pek çok nimet sunulur insanın önüne. Niçin estetiğin inadı ya da sevincin onuru için insanlar vazgeçsin ki kişisel çıkarlarından? Dikkat edin sistem bizi böyle eğitiyor. Ancak bunca tuhaf ve sert etkiye rağmen sanat ve estetik “anlaşmamalı ve uzlaşmamalıdır” demekte ısrarcıyız. Toplumcu yapının, “Estetiğin İdeolojisi”nin(4) sanattan beklediği de budur. DİPNOTLAR 1) Arno Gruen: Berlinli terapist ve felsefeci “Empatinin Yitimi” kitabını yazdı. 2) Michel Foucault: “Entelektüelin Siyasi İşlevi”. 3) “Çürüyen bir toplumda sanat, eğer dürüstse çürümeyi yansıtmalıdır”/Fischer 4) Terry Eagleton: “Estetiğin İdeolojisi”

83

Forum

Mitolojik tanrılardan günümüze Nayim Gül

M

itler, insan aklının yarattığı derin ve mükemmel kurgulardır. Bilemediği, nedenlerini bulamadığı ancak varlığına inandığı gizemli güçleri imgelelerle anlamlandırmasıdır. Tanrısal inanışların aşırı abartılı sofistike öyküleridir. Her köyün kendi fasulyesini ekme ya da burçağını biçme yönteminin farklı olması gibi, farklı coğrafyaların da farklı mitleri vardır. Mitoloji ise mitlerin olgu, olay ve tarihsel sürecini inceleyen bilim dalıdır. Dünyanın ve insanlığın kökenlerini; tanrılar ve bu tanrılarla olan ilişkilerin masalımsı anlatımıdır. Hayal gücüyle tasarlanan, gerçek olmayan, uydurulan ancak inanılan, iyilik-kötülük, öbür dünya, doğal olayların düzenlenmesi gibi sözlü-yazılı gerçek ötesi öykülerdir. Akıl ve bilimle açıklaması yapılamayan ancak ortak yaşama geçişle birlikte yönetim kültlerini de tanrısallaştırarak meşruluğunu kesinleştiren; toplumsal ve bireysel ritüellere kadar sosyal yaşamda somutlaşan inançlardır. Kuşaktan kuşağa düzenlenip geliştirilerek aktarılan bugünkü dinsel kültürün temelidir. Gerçek dışı inanışlara dayalı ritüellerin inanç kaynaklarıdır. Platon’a göre “insan bilgisinin ötesindeki gerçekleri açıklayan mecazi masallardır”. Doğadaki varlıkların, farklı coğrafyalarda, farklı ya da benzer şekillerde tanrılaştırılmasıdır. Dar alanda yaşamını sürdüren küçük topluluklar, yaşamlarına doğrudan katkı sunan ya da nevrotik sendromlarını aşmada çözüm olarak düşündükleri en yakınlarındaki varlıklara/totemlere yöneldiler. Yönelmek zorundaydılar çünkü çok ilkel koşullarda yaşıyorlar; depremler ve seller başta olmak üzere doğanın gazabına, başka insanların ve hayvanların yoğun saldırılarına uğruyorlardı. Hastalıklar, soğuk mevsimler, yaralanmalar ve barınma yetersizliği gibi birçok nedenden kaynaklı yoğun ölümler canlarını yakıyordu. Olağanüstü bir enerjiyi ve gücü algılıyorlar, sorunlarını çözmek ve kendilerini güvende hissetmek için o güçlerle iletişim kurma ara-

84

yışlarına giriyorlardı. Tanrı kavramının ortaya çıkışı insanın kendini, diğer canlılardan farkını ve aklını keşfetme süreciyle birlikte başladı. On iki bin yıllık olduğu düşünülen Göbeklitepe’de ortaya çıkan tapınaklar bu savı destekler niteliktedir. Mitolojik tanrılar; bilgi birikiminin yetersiz kaldığı arkaik dönemlerde; insanın doğayla mücadelesindeki eksiklik ve çaresizliği kapatmak amacıyla yarattığı soyut ama güçlü tasarımlardır. İnsanlar baştan bu yana sosyal bir varlık olarak yaşadılar. Birlikte yaşamak birtakım kuralları da gerektirdi. Bu kurallar belirlenirken herkesin ortaklaşa saygı duyacağı bir kahraman da gerekliydi. İlk kurgusal süreçte bu görevi kendilerine en yakın yaşam kaynağı ya da koruyucu olarak düşündükleri somut pagan varlıklarla başlattılar; onların arkaik tanrıları totemlerdi. Dar bölgelerde klanlar (aileler) şeklinde yaşıyorlar; bitki, hayvan ne bulurlarsa klan içinde paylaşarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. İlkel komünal (otak ve eşit paylaşım) topluluklar insanlığın ilk çekirdek yaşam birimleridir. Klan üyesi olmanın bireylere yüklediği sorumluluklar; totem tanrıya klan/aile içindeki bireylerin eşit saygı göstermeleri ve belirlenen ortak davranış ritüellerine bağlılık olarak açıklanabilir. Toteme bağlılık sadece aile içindeki kuralları değil, diğer totemlerle olan ilişkilerdeki davranış biçimini de belirliyordu. Dar yaşam alanının önemli bir parçası olan, çok katı ve bağlayıcı kurallar (tabu) yüklenen totemlerin zamanla sırrının çözülmeye başlanması, giderek farklı klanların birleşip coğrafi olarak çok daha büyük ortak yaşam alanlarına geçmeleri; klan topluluklarının kendi özel totemlerinden kopmaları sonucunu doğurdu. Bu durum, sırrı daha derin, kapsamı daha büyük ve geniş alanlarda düzenleyici oldukları düşünülen kültlere yönelmenin de başlangıcı oldu. Bildikleri coğrafyaların tümüne ve daha büyük zaman aralığına hükmettiğini/etkilediğini keşfettikleri; eski totemlerine

göre çok daha gizemli ve olağanüstü güçlere yöneldiler. Kanguru ya da ayı toteminden Ay’a, yakındaki tepeden/nehirden daha güçlü ve gizemli olan denizlere, göklere, Güneş’e… İnanç sistemi bağlamında analizini yaptığımız bu sürece sosyolojik açıdan baktığımızda ise geniş kitlelerin birlikte yaşamaya başlaması; insanlığın yaşam tarzını hem sosyolojik hem de mitolojik olarak başka bir evreye taşımıştır. Mülkiyet, üretim, bölüşüm ve buna bağlı olarak yeni hukuk ilişkilerinin devreye girmesiyle birlikte “ilk sosyal sınıfların oluşum sürecini” görürüz. Bu yanıyla süreci, ilkel komünal topluluklardan yerleşik feodal köleci ( sınıflı) toplumlara geçiş olarak açıklayabiliriz. Büyük toplulukların buluşup kent yaşamına geçmesiyle birlikte, ortak gücün somutlaşmış hali olan devletle de tanışılmış oldu. Bu yönetimlerin başında tüm ülke ve toplumun sorumlusu olarak krallar bulunuyordu. Kralların mutlak egemenliğinde büyük araziler, ordular, devlet görevlileri ile ruhban sınıfı diye tanımlanan din insanları vardı. Kentin büyük tüccarları da o kentin yönetimine katıldıklarından, mevcut yönetim gücünün paydaşıydılar. Köle sahibiydiler ve statüleri de üst sınıftı. Böyle büyük ve organize olmuş bir erk karşısında hayvancılık, küçük ticaret ve diğer tarım işleriyle uğraşan sıradan insanlar çaresiz, özgüvensiz, yaşamları tamamen krala (güce) bağlı ve zavallıydılar. Her şeye egemen bir tanrı arayan insanlık onu kralların somutlaşmış gücünde bulmuştu. İşte bu “kral ve köleleri” ilişkisi, süreç içinde “tanrı ve kul” ilişkisine dönüştü. Kral tanrılar, sahip oldukları bu devasa gücün pekişmesi ve toplumu daha rahat kontrol edebilmek için kendilerini insanların ve coğrafyaların tanrıları ilan ettiler. Onların sözleri ve istekleri artık bir insanın/faninin buyrukları değil, aynı zamanda tanrının -yoruma kapalı kutsal ve tartışmasız- emirleriydi. Buna bağlı olarak, somut yaşam kaynaklarıyla birlikte tanrısal güçleri de aile içinde paylaşıp zimmetlerine geçirdiler. Adına “panteon” denilen ve anlamı aile arasında olan ve güç bölüşümü olan bir yapı kurdular. Her bölümün sorumlusu, o doğal alanın

tanrısı olarak topluma kabul ettirildi. Ailenin büyüğü en baskın tanrı olan Güneş; ana tanrıça Ay, kızlardan birisi güzellik, ötekisi deniz; oğlanların birisi gökyüzü ötekisi rüzgâr, yağmur tanrısı gibi. Dünyevi sorunları bir şekilde çözmüşlerdi ancak zamanla işin içine ölümün sırrı; bir anda yok olup gitmenin çözülemeyen travması girdi. Geçmişe göre düşünsel ve davranışsal genişliğe ulaşan insan; ölümle bir anda yok olup gitmeye de çözüm üretmeliydi. İşte öteki âlemi tasarlama süreci de burada devreye girdi. Sümerlerde ve Eski Mısırlılarda kraliyet panteonundan seçilen aile üyeleri öbür dünyadan sorumlu yeraltı âlemi tanrıları olarak görevlendirildiler. Bu gelenek Mezopotamya coğrafyasında birbirinin yerini alan çok tanrılı uygarlıklarda ufak değişikliklerle sürdü. Her gelen kral, selefi döneminde yaşanan can yakıcı sorunları azaltmak ve topluma yeniden düzen verebilmek amacıyla yeni kurallar çıkarıyor ve bunları halka duyuruyorlardı. Yazının bulunmasından sonra kral tanrılar talimatlarını yazdırıp, herkesin göreceği yerlere diktirmeye ya da astırmaya başladılar. Yeni gelen krallar ile sonraki dönemlerde oluşan semavi dinlerin peygamberleri -ya da din adına görevlendirilen kişilerMuseviliğin, Hristiyanlığın ve Müslümanlığın yazılı kaynaklarının oluşumunda, bilinen dinsel sözel kültürün yanında, kral tanrıların bu yazılı belgelerden de yararlandılar. Uzun tarihsel süreç içinde yönetimlerin kötülüğünden ya da aile tanrılar arasında yaşanan -ve toplumun izlediği ciddi sorunlar- kavgalar, hukuksuzluklar nedeniyle kral tanrılar zorlanıyorlardı. Kutsal tanrılar halka giderek daha da yabancılaşıyor, kendi dertlerine düşüyorlar; krizlerde onların adına erki eline geçiren ruhban sınıfı bu ayrıcalığı keyfe keder kullanıyorlardı. Ülkenin hem tanrısı hem kralı olanlar güçlerini hak ve adalet duygusuna uygun uygulayamadıklarından “halkın tanrısı/kralı” oldukları inancı derin yaralar alıyordu. Kısacası somut olarak toplumla birlikte yaşayan kral tanrıların, toplumun tasarladığı “ tüm sorunları çözme gücüne sahip,

ahlaklı, adaletli tanrı” kavramıyla çelişmesi yeni tanrı arayışlarının yolunu açtı. Semavi dediğimiz tek tanrılı dinlere geçişle birlikte, artık tanrının tanımı ve derinliği değişti. Yeni tanrı, kral tanrılar gibi birebir insan özellikleri taşımıyordu. Soyutlaşan, adaletten yana olan, kullanılan sıfatlar bakımından eril olsa da açıkça cinsiyeti belirtilmeyen; kötülüğü ancak cezayı hak edene yapan, herkese eşit uzaklıkta ama ahlaklının yanında; her şeyi bildiği için buyrukları tartışmaya kapalı olan bir figürdü. Yahudilikle başlayıp Hıristiyanlıkla devam eden ve İslam’la son bulacağı iddia edilen semavi dinler; ortaya çıktıkları döneme kadar toplumların biriktirdiği kültürel argümanlardan yararlanarak, daha çağdaş işler yaptılar. Ancak kullandıkları dil ve tanrısal emirler geleceğe açık değildi. Yaşamın ayrıntılarıyla ilgili tüm bilgilerin, o semavi dinin kitabında yazdığı, hem bu âlemde hem de öteki âlemde gereken her şeyin bu din içinde mevcut olduğu; bunun dışına düşmek, sorgulamak, aklını kullanarak yaşama daha uygar bir şekil vermeye çalışmanın tanrıya karşı asilik sayılacağı; bunun karşılığının da dünya ve ahirette doğrudan cezalandırılmak olduğu mevcut dinlerin kesin kurallarıydı. Kullardan akıllarına kilit vurmaları ve kayıtsız koşulsuz teslimiyetleri isteniyordu/isteniyor. Gelinen çağda mitolojik kurguları aşıp; insan zekâsının, doğanın ve insan davranışlarının sırrının çözdüğüne inananlar; yaşam kurallarıyla ilgili dinsel düzenlemelerin yetersiz kaldığını hatta günümüz için tamamen geçersizleştiğini düşünürler. Örneğin insanlık adına yapılan yasaların gelinen noktada ekolojik dengeyi gözetme niteliğinin zorunlu olduğunu savlarlar. Karmaşıklaşan ekonomik, sosyal, bilimsel, hukuksal ilişkilerle ilgili yeni düzenlemelerde, modern insanın bilimle güçlenen aklının ve özgürleşen vicdanının temel alınmasını isterler. Çağın gereğinin cins, ırk, renk, inanç gibi ayrımlar yapılmadan, haklarla donanmış ve bu hakları kullanmaları kamu gücüyle güvenceye alınması gereken birey hukukunda ısrar ederler.

Burada temel zemin ahlak, hak ve adaletle döşenir. Ancak dogmatik düşünceye bağlı olanlar için onların inanç ritüelini aşacak nitelikteki şeyler gereksizdir. Haklarını alma konusunda işi tanrıya havale ederler. Zaten dinsel literatürün özünde, yönetim karşısında haklı da olsan da sesini yükselterek onu talep etmek yoktur. Haşa! Böyle bir tavır, asilik ve ayağın başa kafa tutması olarak karşılık bulur. Dünyada adil ölçülere göre kapatılamayan hesapların öteki dünyada görülmesi inancı bunun açıklamasıdır. Hakkını zamanında alması değil de uğradığı haksızlığın intikamını gelecekte [öteki dünyada] alması şeklinde özetlenebilir. S. Freud bu durumu “uygarlığın çaresizliğine karşı tanrıya tamamlayıcı görevin verilmesi” şeklinde açıklar.. Bu gün dogmatizme bağlı dostlarımızın genel tavrı, “hakkı olduğu halde elinde olmayana üzülmek yerine, az da olsa olana şükretmek, olmayanı da yalvararak (dua) tanrının tamamlamasını istemek” şeklinde özetlenebilir. Buna karşın somut verilere, insancıl normlara ve bilimselliğe koşut düşünenler; bir kilo ete, herkes için zorunlu olan enerjiye, iletişime, ısınmaya, bebeğinin sütüne, peynire ya da bir yurttaşın kolayca erişebilmesi gereken yılda yirmi günlük tatile neden rahatlıkla ulaşamadıklarını sorgularlar. Yurttaş olmaktan ve vergi ödemekten kaynaklı hak ettikleri beslenme, barınma, sağlık, eğitim, güvenlikli yaşam gibi temel kamusal hizmetleri muhataplarından talep ederler. Yalvarmak yerine haklarla donanmış bir birey olarak yaşamlarının ayrılmaz parçası olan demokratik ve hukuksal yöntemleri kullanırlar.. KAYNAKLAR 1) Mezopotamya Mitolojisi, Jean Bottero - Samuel Noah Kramer, A. Tümertekin, İş Bankası Yayınları 2006. 2) Tarihte Tanrı Fikrinin Doğuşu, Jean Bottero, Kırmızı Yayınları, İsmail Yergüz, 2020. 3) Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong, Pegasus Yayınları, O. Özel-H.Koyukan-K.Emiroğlu, 2017. 4) Dünya Mitolojisi, David A. Leeming, Say Yayıncılık, Nurdan Soysal, 2017. 5) Dinin Kökenleri, Sigmund Freud, Ezgi Matbaacılık, 2020, Kenan Bıyıklı. 6) Deccal, Friedrich Nietzcche. 7) Totem ve Tabu, Sigmund Freud, Ezgi Matbaacılık, 2020, Kenan Bıyıklı.

85

Forum

Anti-neoliberal laiklik Deniz Akgün

G

eorge W. Bush yönetimi tarafından 2000’li yılların başında ortaya atılan “İnanç Temelli Hareket” yaklaşımı ile devletin sağladığı bazı hizmetlerin yerelden başlayarak dini cemaatler tarafından verilmesi gündeme getirildi. İnanç Temelli Hareket, devlet ile sivil toplum arasında kapsamlı bir yeniden yapılanma olarak tanımlanmaktaydı. Buna göre sosyal ihtiyaçların karşılanmasında ve kamu hizmetlerinin sunumunda sivil toplum kuruluşları ile dini yapıların yeni roller üstlenmesi söz konusuydu.(1) Sosyal devletin işlevlerinin dini yapılar tarafından üstlenilmesinin bir devlet politikası haline gelmesi, kapitalizmin dinin toplumsal alandaki işlevine yeniden başvurmaya ihtiyaç duyması olarak görülebilir. Devletin kamusal işlevlerinin dini yapılarca yerine getirilmesi yaklaşımının 2000’li yıllardan sonra gündeme geldiği ülkelerden biri Türkiye oldu. Bu yaklaşımın eğitim ve kültür başta olmak üzere pek çok alanda önemli etkileri ortaya çıktı. Neo-liberal reformların gereği olarak devletin eğitim sektöründen aşamalı olarak çekilmesi ile birlikte eğitimde dini içerikler artmaya başladı. Eğitim sisteminde özel okullar ve dini eğitim veren okullar olmak üzere iki okul grubu oluştu. Yüksek sınav başarısı elde edebilen az sayıda öğrenci nitelikli kamu okullarına gidebilirken, geriye kalan büyük öğrenci kitlesinin özel okullarda ya da dini eğitim veren okullarda eğitime başlaması gerekti. Dini eğitim veren okullar açısından devlet bütçesinden yeterli kaynağın aktarılmamasının yol açtığı sorunların üstesinden bir şekilde gelinebiliyor. Çünkü dini eğitim sisteminde devletin eksikliğinden kaynaklanan boşluk cemaat ve tarikatlar tarafından dolduruluyor. Cemaat ve tarikatlara eğitimde daha fazla rol verilmesiyle devletin eğitim alanından çekilmesinin yol açacağı sorunlar gözden uzak tutulabiliyor. Eğer çocuklar dini eğitim veren okullarda öğrenim görmek istemeyecek olursa o zaman

86

velilerin ellerini cebe atması gerekiyor. Çocuğunun özel okul masrafını karşılayabilmek için velilerin dişini tırnağına takarak çalışması ve devletin eğitimden esirgediği finansmanı sağlaması bekleniyor. Neo-liberal politikalar bir diğer kamusal hizmet sektörü olan sağlık sektöründe de yapısal değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açtı. 1980’den sonra tıbbın giderek şirketlerin egemenliğine girerek teknoloji yoğun bir sektör haline gelmesi sağlık hizmetlerinin maliyetinin artmasına neden oldu. Sosyal devlet uygulamalarının sonunun gelmesi ve finansal kriz ile birlikte sağlık harcamalarında maliyet sınırlayıcı önlemler söz konusu oldu. Hükümetlerin maliyet sınırlayıcı uygulamaları sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliği güçleştirdi. Neo-liberal politikaların sonucu olarak modern sağlık hizmetlerinin alternatiflerinin oluşması gereklilik haline geldi. Neo-liberal politikaların kamu fonlarıyla finanse edilen sağlık hizmetlerinden farklı seçenekleri gündeme getirmesi, tıbbın giderek kamusallıktan ve bilimsellikten uzaklaşmasına ve dini içerikli alternatif tıp uygulamalarının sağlık sektörü içinde kendine yer bulmasına yol açtı. Devletin sağlık hizmetlerinde hizmet sunucu rolünden çekilmesi ile bilimsellik kaygısının geri plana itildiği dinsel içerikli tedavilerin büyüyen bir sektör haline geldiği görüldü. Bilimselleşerek kamusal sağlık hizmetinin bileşenine dönüşme potansiyeline sahip olan alternatif ve tamamlayıcı tıp uygulamaları, modern sağlık hizmetlerinin dışında kalan bilim dışı uygulamalar haline geldi. Alternatif tıp uygulamalarının ayrı bir sektör haline gelmesinin nedenini devletin kamusal sağlık sisteminden çekilerek nitelikli sağlık hizmetlerini organize etme amacından uzaklaşması oluşturuyor. Neo-liberal politikaların sonucunda boyutları büyüyen toplumsal yaralara merhem bulunamayışı kamu hizmetlerinin yanı sıra sosyal politikalarda da önemli dönüşümün ortaya çıkmasına neden oldu. Batı dün-

yasında dini değerler temeline dayalı sosyal politikaların 1980 sonrasında artan rolü dikkat çekicidir. Örneğin ABD’de dini yapıların diğer kurumlardan daha etkin olduğu söylemi Reagan dönemi ile yükselişe geçmişti. Sonraki dönemlerde ortaya konan “hayırseverlik alternatifi” (1996) ve “merhametli muhafazakârlık” (2001) gibi plan ve programlar, sosyal politika alanında dini temele yönelişin işaretleriydi. 2000’li yıllarda ABD’de yapılan bağışlarda bağış yapılan yerlerin en başında dini organizasyonların gelmesi dinin sosyal politika alanındaki etkinliğinin boyutları hakkında ipucu vermektedir.(2) Önceki dönemde belirli kuralları olan çalışma rejimine ve güvenceli istihdama sahip çalışanlar ile onların sosyal haklarıyla ilgilenen sosyal devlet anlayışı vardı. Devletin ekonomik faaliyetlerden elini çekmesini öngören neo-liberal dönemde ise işsizliğin, yoksulluğun ve buna bağlı sosyal sorunların çözülmesi yerine ancak denetim altına alınması söz konusu olabilirdi. İşçi-işveren ilişkisindeki tutumları dikkate alınmaksızın “hayırsever” işverenlerin finanse ettiği sivil toplum kuruluşları yoksullukla mücadelenin önde gelen aktörleri haline geldi. Artan yoksulluk ve buna bağlı derinleşen sosyal sorunlar için aile, akraba, cemaat gibi geleneksel dayanışma ağlarının etkinleşmesi gündeme geldi. Devletin sosyal politikadan çekilmesi sonucunda kadınların ücretsiz ev işçisi olarak üstlenmesi gereken yeni roller ortaya çıktı. Toplumsal cinsiyet rollerini yeniden tanımlayan muhafazakârlaşma, kadınların ücretsiz ev işçiliği ile işyerinde ucuz emek sömürüsü arasında tercihe zorlanmasını getiriyor. Sosyal politikada ve günlük yaşamdaki muhafazakârlaşmanın altında yatan neden, neo-liberal kapitalizm döneminde sosyal sorunlara artık çözüm aranamaz oluşudur. Neo-liberal politikalar kamu hizmetlerinin, sosyal politikanın ve en nihayetinde politikanın kendisinin de dinselleştirilmesine yol açmış bulunuyor. Politikayı ve günlük yaşamı dinselleştirme eğilimi kendiliğinden gelişen bir süreç olmayıp, gelişmiş kapitalist ülkelerin yönetimleri tarafından yönlendirilen bir

süreç olarak ortaya çıktı. Samir Amin, ABD’nin başını çektiği üçlünün (ABD, Avrupa, Japonya) ılımlı siyasal İslam’a verdiği ince desteğin, hakim büyük sermayenin küreselleşmiş neo-liberal düzen projesiyle uyum halinde olduğunu belirtiyor. Amin’e göre küreselleşmiş liberal kapitalizmle politik İslam ikilisi arasında çelişki değil, tam bir uyum ve tamamlayıcılık bulunuyor. Günümüzde pek revaçta olan Amerikan tarzı cemaatçilik ideolojisi, sınıf bilincini ve sosyal mücadeleyi aşındırıp yok sayarak, onun yerine sözde “kolektif kimliği” ikame etmeyi amaçlıyor. Amin’e göre bu ideoloji, sermayenin egemenlik kurma stratejisi tarafından bütünüyle araçsallaştırılmış durumdadır. Büyük sermayenin ideolojisi, gerçek dünyadaki reel sosyal çelişkilerin yerine, muğlak, ebed-müddet geçerli hayali kültürleri koymaktadır.(3) Dini liderlerin toplumsal yaşama müdahaleye yönelik açıklamalarına yetkili makamların sessiz kalarak verdiği destek, aslında dini bir tercih olmanın ötesinde neo-liberal politikalara teslim olmanın yol açtığı seçeneksizlikten kaynaklanıyor. Din adamlarının açıklamalarına kamu yönetiminin sessiz kalarak verdiği onayın arkasında neo-liberal politikalara dini referanslarla kılıf arama çabası yatıyor. Neo-liberal politikaların yaşama geçirilmesinde isteksiz davranılması durumunda bireysel hakları hedef alan açıklamaların siyasal taleplere dönüştürülebilme olasılığı bulunuyor. Kapitalist model içinde çözüme kavuşturulması olanaklı olmayan sosyal sorunların dini tepkiler aracılığı ile politikleşmesinin örnekleri Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki isyanlar sırasında da ortaya çıkmıştı. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre bu isyanlardan biri olan Menemen isyanının nedenini Cumhuriyet’in dine yönelik politikalarından çok ekonomik ve sosyal politikalar oluşturmaktaydı. Menemen isyanından önce bir ay boyunca isyanın hazırlık ve örgütlenme çalışması yapılmış olmasına rağmen tek bir kişinin bile hükümet temsilcilerine konu ile ilgili imada bulunmamasının nedeni, kapitalist düzenin halk üzerindeki etkisi ve bu neden-

le Türkiye’nin çalışkan halkının Kemalizmi tanımaması idi. Kıvılcımlı, Menemen isyanında Başbakanından Harp Divanı Başkanına ve basınına kadar bütün Halk Partisi’nin uygun bir dille tövbe ve istiğfar demagojisinden başka çıkar yol bulamadığını belirtmektedir. Başbakanından Harp Divanı Başkanı ve basınına kadar bütün Halk Partisi hep bir ağızdan güvence üstüne güvence veriyorlardı ki, Kemalizm Müslümanlığı, dini asla inkâr etmez. Ancak Hikmet Kıvılcımlı’ya göre Menemen isyanında dini alet ederek gericiliğin kışkırtıldığı saptaması tek yanlıdır. Kıvılcımlı, isyanların üç beş sütü bozuk gericinin koskoca köylülüğü kandırıp peşinden sürüklemesiyle olamayacağını belirtmiştir. Kıvılcımlı’ya göre köylü din elden gittiği için ayaklanmıyordu. Halk kandırılmamış, kandırılmaya muhtaç olmuştu. Kıvılcımlı Kemalizmin sınıf körlüğüne, sınıfsal miyopluğuna uğramamış olanlar için köylü isyanlarında dinden başka nedenler aramanın, kitlelerin kımıldanış ve akışında aldanmak ve kandırılmaktan başka etkenler bulma zorunluluğunun meydanda olduğunu belirtmekteydi. Kıvılcımlı’ya göre gerici bir isyan olan Menemen isyanının harekete geçirici gücü genellikle orta sınıfların, özellikle köylülüğün uğradığı şiddetli sınıfından olma ve sınıf farklılaşmasıydı. İsyanın nedeni küçük burjuvazinin sınıf dağılışı yüzünden, sınıf farklılıklarının ölümcül olarak tehlikeye düştüğünü görmesi ve eskiye dönme eğilimi ile kaderciliğiydi.(4) Neo-liberalizm 2000’li yıllardan sonra toplumsal hakların yanı sıra

bireysel hakları da tehdit eden bir ideoloji haline geldi. Laiklik karşıtı çabalar ve bu çabaların devlet yönetimdeki yansıması ekonomik ve sosyal yaşama devlet müdahalesinin olmamasını savunan neo-liberal politikaların evrildiği aşamanın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dini referanslara uygun görülmeyen kamusal kültürel etkinliklere karşı sergilenen hoşnutsuzluğun nedenini, kültürün ve diğer her şeyin ticarileşmesini öngören neo-liberal paradigmanın geldiği aşama oluşturuyor. Bu yönüyle konserlerin yasaklanması, tarikat liderlerinin giyim kuşama yönelik söylemleri, yaşam tarzına müdahale ve kültür yaşantısını dini referanslara göre biçimlendirme çabaları sadece bireysel hakları ilgilendirmiyor. Asıl tartışma konusunu toplumun dine uygun davranmaya zorlanıp, zorlanmamasından ziyade, neo-liberal reform politikalarının sürdürülmesine zorlanıp, zorlanmaması oluşturuyor. Dolayısıyla laiklik artık sadece laiklik olarak ele alınamaz. Laiklikten söz etmek gerekiyorsa, olanaklı olan tek laiklik şeklinin anti-neoliberal laiklik olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bireysel haklarla toplumsal hakları, biri diğerini içermeksizin elde etmeye çalışmak gerçekçi bir çaba değil. DİPNOTLAR 1) Özkan Leblebici, Devlet din ilişkileri bağlamında devletin din üzerinden neo-liberal dönüşümü, Memleket Siyaset Yönetim dergisi, cilt:9, sayı:22, 2014, s.349-376. 2) Faruk Taşçı, Türkiye’de sosyal politika ve dönüşüm, Seta yayınları, 2017, s.15. 3) Samir Amin, Modernite, demokrasi ve din, Özgür Üniversite kitaplığı, 2006, s.72-73. 4) Hikmet Kıvılcımlı, Müttefik Köylü, Yol-2. Bibliotek yayınları, 1992, s.298-314.

87

matematik sohbetleri

Ali Törün

[email protected]

88

Matematiğin aritmetikten farkı Ü

nlü fizikçi R. P. Feynman anılarını kaleme aldığı Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman isimli kitabında(1) bir restoranda abaküs satıcısıyla karşılaşmasından söz eder. Feynman’ın sözünü ettiği olay hesap makinesi kullanımının henüz yaygın olmadığı 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanır. Feynman öğle yemeği için gittiği restoranın tek müşterisidir. Restorana giren abaküs satıcısı elindeki abaküsle her türlü işlemi hızla yapacağını söyleyerek garsonlara meydan okumaktadır. Garsonların “Neden şu müşteriyle yarışmıyorsun?” sözü üzerine adam Feynman’ın masasına yönelir. Feynman teklifi kabul eder, “işlem düellosu” başlamak üzeredir. Adam, garsonlardan Feynman’a kâğıt kalem vermelerini ve gelişigüzel sayılar söylemelerini ister. İlk turdaki işlem toplamadır, Feynman daha sayıları yazamadan adam sonucu söyler. Bunun üzerine Feynman garsonlardan aynı iki liste hazırlayıp adama ve kendisine bu listeyi aynı anda vermelerini ister. Ama bu da sonucu değiştirmez. Feynman yenilir, adam çok hızlıdır. Satıcı ikinci turda garsonlara “çarpma işlemi” diye seslenir. Garsonlar sayıları yazdıkları kâğıtları heyecanla Feynman ve satıcıya uzatırlar. Feynman yine yenilir, ama bu kez az bir farkla! Üçüncü tur… Bu kez satıcı bölme işlemiyle yarışmayı önerir. Feynman’a göre satıcı bu hamlesiyle büyük bir hata yapmıştır, çünkü Feynman sorular zorlaştıkça şansının arttığına inanıyordur. İkisi de uzun bir bölme işlemiyle uğraşarak berabere kalırlar! Bu sonuç satıcıyı fazlasıyla rahatsız etmiştir; çünkü abaküs üzerine iyi bir eğitim almış olmasına rağmen herhangi bir restoran müşterisine yenilginin kıyısından dönmüştür. Dördüncü tur… Artık abaküs satıcısı iddiasının kaybolmak üzere olduğunu düşünüyordur. Hırsla el arttırır. “Küpkök” diye seslenir, abaküsle hesap yapmadaki ustalığını kullanarak bir sayının küpkökünü bulmak istiyordur. O denli heyecanlıdır ki garsonların hakemliğini umursamadan kâğıda 1729,03 yazar ve homurdanarak çalışmaya başlar. O sırada Feynman sadece oturuyordur. Garsonlardan biri sorar: “Siz ne yapıyorsunuz?” Feynman kafasını işaret ederek “Düşünüyorum.” cevabını verir ve kâğıda 12 yazar. Bir süre sonra da 12,002. Satıcı alnındaki teri silerek “12” diye seslenir. Bunun üzerine Feynman “Hayır, virgülden sonra daha fazla basamak olacak!” karşılığını verir. Adam tekrar abaküsüne yumulur. Bu arada Feynman 12,002 sayısına iki basamak daha ekleyerek kâğıda 12,00238 yazar. Bu sıra dışı sonuç garsonları çok etkiler. Satıcıya şu sözlerle çıkışırlar: “Bak, adamın sadece dü-

şünerek çözdüğü soruyu sen abaküs yardımıyla bile doğru dürüst çözemiyorsun, o senden daha fazla rakam buldu!” Abaküs satıcısı mahcubiyetin de ötesinde tamamen yıkılmış ve küçük düşürülmüş bir şekilde restorandan ayrılırken garsonlar Feynman’ı tebrik edip, zaferi aralarında kutlarlar. Yukarıda aktarılan bu anı Feynman’ın yaşamını anlatan 1996 yapımı Infinity adlı filmde, yaklaşık beş dakikalık bir bölüm(2) olarak yer almıştır. Filmin bu bölümünde gösterildiği gibi Feynman’ın rakibinin kullandığı abaküs ve kullanılma biçimi belki de çoğu kişi için şaşırtıcı olabilir. Çünkü çoğumuz abaküsü ilköğretime başladığımızda rakamlar yerine boncuklarla çalışarak sayıları, toplama ve çıkarma işlemlerini somut düşünce üzerinden anlayıp öğrenmeye başladığımız günlerden biliriz. Oysa abaküs çocukluk yıllarımızda basit işlemleri anlamamızı kolaylaştırdığı gibi özel düzeneği sayesinde biraz daha karmaşık işlemleri yapabilmeyi de mümkün kılmaktadır. Çok karmaşık hesaplamaları bizim için hızla yapabilen çok sayıda teknolojik aracın elimizin altında bulunduğu günümüzde abaküsü kim ne kadar merak eder bilemiyorum ama ilgi duyan okurlarımız abaküsün bu ilginç ve şaşırtıcı düzeneğini “Bilgisayardan Önce Parmak Hesabı Vardı” başlıklı yazıda(3) keyifle keşfedebilir.

Matematik aritmetik değildir! Feynman’ın bu çarpıcı ve bana göre sonu üzücü olan anısı günlük yaşantımda sıklıkla aklıma gelir; çünkü mahallemizdeki market sahibi Özgür keyifli olduğu zamanlarda yaptığım alışveriş sonrası aldığım ürünlerin fiyatlarını akıldan toplayıp aynı işlemi benim de yapmamı ister. Bulduğum sonuç genellikle yanlıştır. Bunun üzerine Özgür her defasında aynı cümleyi kurar: “Hocam bir de matematikçi olacaksın, daha dört işlemden sınıfta kaldın”. Çoğunlukla, “Merak etme çalışıp, sınıfı geçerim.” karşılığını veririm. Ama bir defasında “Özgür, ben matematikçi değilim, ama zaten toplama aritmetiksel bir işlem, matematiksel değil” diyerek dilim döndüğünce aritmetikle matematik arasındaki farkı anlatmaya çalıştığımda gülerek “Hocam tamam anladım, ama bu oyunu seninle hep oynayacağım” cevabını aldığımda “aritmetik sınavlarının” devam edeceğini anlamış oluyordum. Feynman’ın hikâyesine dönersek… Dördüncü tura kadar yapılanları “aritmetik” olarak isimlendirmek yanlış olmaz sanırım; çünkü dört işlemin uygulamaları üzerinden zamana bağlı bir yarış yapılıyor. Bu arada Feynman’ın akıldan son derece hızlı işlem yapabildiğini öğreniyoruz. Ama dördüncü turda hızlı işlem yapmanın ötesinde başka bir şey oluyor: Yapılacak işlemin yöntemini keşfet-

�1729,03 � �1728 � �1 �

� 1728 � 1,03 � � 1,03 � � 12 �� � 1 �1,03 � �1729,03 � � 12 � 1 � �1729,03 � 1728 �1729,03 � 12 � �1 � 1728 1,03 � �1729,03 � 12 � �1 �1728 1728 Feynman 1728’in küpkökünün 12 olduğunu bildiğinden virgülden sonraki basamak Feynman1728’in 1728’inküpkökünün küpkökünün 12olduğunu olduğunubildiğinden bildiğindenvirgülden virgülden sonrakibasamakla basamak Feynman hesaplıyor. Bu yüzden virgülden 12 sonraki bölümü ifade eden sayıyı 𝑥𝑥 ilesonraki gösterirsek aşağıd hesaplıyor. Bu yüzdenküpkökünün virgüldensonraki sonraki bölümüifade ifadeeden edensayıyı sayıyı 𝑥𝑥ileilegösterirsek gösterirsek aşağıd FeynmanBu 1728’in 12 olduğunu bildiğinden virgülden sonraki basamakla hesaplıyor. yüzden virgülden bölümü 𝑥𝑥 aşağıda mek, yani matematik yapmak! Sıradan bireşitliği satıcı yazabiliriz. olma- yüzden virgülden sonraki bölümü ifade eden sayıyı x ile eşitliği yazabiliriz. hesaplıyor. Bu yüzden virgülden sonraki bölümü ifade eden sayıyı 𝑥𝑥 ile gösterirsek aşağıda eşitliği yazabiliriz. nın ötesinde abaküsle hesap yapabilme konusunda usta gösterirsek aşağıdaki eşitliği yazabiliriz. eşitliği yazabiliriz. olan rakibine karşı Feynman’ın üstünlüğü buradan geli� 1,03 � 1,03 � 12 � x. yor. Abaküs satıcısının elinde küpkök işleminin ardın12 �� � 1 �1,03 12���� � 1728 �1 12 1 � 1,03��1212��x.x. daki gerçeği keşfedecek matematiksel bir araç yok ma1728 1728 � 12 � x. 12 � �1 � 1728 alesef. Abaküste dizili boncukları ustalıkla kullanarak eşitlikte önce herBu ikieşitlikte tarafı 12’ye bölüp sonra da her iki bölüp tarafın sonra küpünü önce her iki tarafı 12’ye daalalım. sayılara somut bir hareket kazandırıp hızlaBu sonuca ulaBueşitlikte eşitlikteönce önceher herikiikitarafı tarafı12’ye 12’yebölüp bölüpsonra sonra her tarafınküpünü küpünü alalım. Bu dadaher ikiikitarafın alalım. her küpünü alalım. şan satıcının başarısı abaküsün çerçevesi ileBu sınırlı ka- önce eşitlikte herikiikitarafın tarafı 12’ye bölüp sonra da her iki tarafın küpünü alalım. lıyor. Aritmetik, matematiğin bir alanı olarak sayılar � x 1,03 � 1,03 � 1 �x x �� 1 �1,03 üzerinden farklı hesapları yapabilmemizi sağlıyor. Ma� � 1,03 � 1 � 12 x �1 1�� 1728 �1 � 1728��1 1��1212 tematik ise bunun ötesinde sayıların arasındaki ilişkiyi 1728 1728 12 arayan ve açıklayan soyut düşüncenin sınırsızlığını gex � 1,03 rektiriyor. 1,03 � �1 �x x �� ��. 1 �1,03 1,03 x� �. . � 1728���1�1�� 12 1 1� Aritmetik ve matematik arasındaki en önemli fark a1� � . 1728 � �1 �1212 1728 1728 12 ritmetiğin sadece sayılarla, matematiğin ise sayıların bile Bu eşitliğin sağ tarafına binom açılımını uygulayalım: Bueşitliğin eşitliğinsağ sağtarafına tarafına binomaçılımını açılımını uygulayalım: Bu binom eşitliğin tarafına binom açılımını uygulayalım: kuramının yer aldığı teoriyle ilgili olmasından Bu uygulayalım: Bu kaynakeşitliğin sağ tarafına binomsağ açılımını uygulayalım: lanıyor. x �� x �� 3x 1,03 1,03 3x x � � � � � � 3 � � 1 � 1 �1,03 3x x x 1,03 � 1 � 12 3x � 3 �12 x � � �12 xx ���� ,, 1 1�1��1728 � 1 � � 3 � � � � ��, , Feynman nasıl hesapladı? � 1 � � 3 � � � � 12 1728 1728 1212 1212 12 1728 12 12 12 Feynman, hikâyenin devamında attığı adımları şöyle açıklıyor: “Sayımız 1729,03’tü. 12’nin küpünün, 1 foot x çok küçük bir sayı olduğundan yukarıdaki eşitliğin sağ tarafındaki son eşitliğin iki terimini edebiliriz; küpün inç küp olarak karşılığı olan 1728 𝑥𝑥olduğunu bi-bir sayı çok küçük olduğundanifadenin yukarıdaki sağ ihmal tarafındaki ifadenin son iki terim 𝑥𝑥çok küçük birbir sayı olduğundan yukarıdaki eşitliğin sağ tarafındaki ifadenin soniki ikiterimi terim 𝑥𝑥çok çok küçük sayı olduğundan yukarıdaki eşitliğin sağ tarafındaki ifadenin son iki terimi 𝑥𝑥ihmal küçük bir sayı olduğundan yukarıdaki eşitliğin sağ tarafındaki ifadenin son çünkü biz sonucu yaklaşık olarak bulmak istiyoruz, ya- virgülden liyordum, yani cevap 12’den azıcık daha fazla olmalıydı. edebiliriz; çünkü biz sonucu yaklaşık olarak bulmak istiyoruz, yani sonr ihmal edebiliriz; çünkü biz sonucu yaklaşık olarak bulmak istiyoruz, yani virgülden sonr edebiliriz; sonucu yaklaşık olarakbulmak bulmakistiyoruz, istiyoruz,yani yanivirgülden virgülden sonra sonra ihmal edebiliriz; çünkü bizbiz sonucu yaklaşık olarak niçünkü virgülden sonraki beş basamağı hesaplayacağız: Fazlalık kısmımız da 1,03’tü. Bu da ikibinde birlik bir hesaplayacağız: beşihmal basamağı beş basamağı hesaplayacağız: beş basamağı hesaplayacağız: beş basamağı orana tekabül ediyordu. Matematikte öğrendiğim kada-hesaplayacağız: 1,03 3x rıyla küçük oranlar için küpkökün ayrıntısı, kalan sayı1,03 1,03 � 1 �3x3x . 1 �1,03 nın üçte biridir. Sonuçta yapmam gereken 1/1728 ora1� �1728�� � 1 � 12 . 1 1� 1728 1728 1 � 1212. 1728 nını bulup sonucu 4’le çarpmaktı (yani 3’e bölüp 12’le Bu basit denklemi çözersek x = 0,00238425926 buçarpmak). Bu basit yöntemi kullanarak bütün işlemi talunur. Ki bu sayının virgülden sonraki ilk beş basamağı mamlamış oldum”. yazdığı sayıylabulunur. aynıdır.Ki bu sayının virgülden sonra Nötronlar üzerinde önceden yaptığı Bu çalışmalar sı- Feynman’ın basit denklemi çözersek 𝑥𝑥 kâğıda 𝑥 𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥𝑥 beş basamağı kâğıda yazdığı sayıyla aynıdır. Ayrıca bu denklemden x’i çekerken 1,03/1728 kesrirasında sıklıkla kullandığı bir değer olanilk12’nin küpü- Feynman’ın nü daha önceden biliyor olması Feynman’ın şansı ola- ni 3’e bölüp 12’yle çarptığımıza dikkat çekmek istiyokesrini açıklamasında 3’e bölüp 12’yle çarptığımıza dikk Ayrıca bu yani denklemden çekerken 1,03/1728 rum; 𝑥𝑥’i çünkü bu işlemler Feynman’ın bire rak görülebilir, ama asıl sonrasında attığı adımlarla, çekmek istiyorum; çünkü bu işlemler Feynman’ın açıklamasında bire bir yer alıyor. yer alıyor. virgülden sonraki beş basamağı hesaplayarak sonuca u- bir Son olarak aşağıya, 1729,03 sayısının küpkökünün laştığını düşünürsek şansın pek öneminin kalmadığını Son olarak aşağıya,tam 1729, 03 sayısının tam değerini ve virgülden sonra değerini yazıyorküpkökünün ve virgülden sonraki ilkyazıyor beş basasöyleyebiliriz. ilk beş basamağı birkaç dakikalık zaman içinde tam olarak hesaplayan Feynman’ı saygıy Feynman’ın yukarıdaki açıklamasında virgülden son- mağı birkaç dakikalık zaman içinde tam olarak hesaplaanıyorum. raki basamakları hesaplarken attığı adımların ne olduğu yan Feynman’ı saygıyla anıyorum. ötronlar üzerinde önceden yaptığı çalışmalar sırasında sıklıkla kullandığı bir değer olan pek anlaşılmıyor. Feynman büyük olasılıkla matematik� 2’nin küpünü daha önceden biliyor olması Feynman’ın şansı olarak görülebilir, ama asıl �1729,03 = 12,002383785692. te diferansiyel hesap alanında yer alan doğrusal yaklanrasında attığı adımlarla, yani virgülden sonraki beş basamağı hesaplayarak sonuca şım yöntemiyle sonuca ulaşmış olmalı, ama bu yöntem aştığını düşünürsek şansın pek öneminin kalmadığını söyleyebiliriz.KAYNAKLAR bu yazının kapsamı dışında kaldığından bu hesapları li- KAYNAKLAR se matematiğinin bilgileriyle yapacağız. 1) R. P. Feynman, Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman, Çev. Tuncay İncesu, Alfa Yayın1) R. P. Feynman, Eminim Şaka Yapyorsunuz Bay Feynman, Çev. Tuncay İncesu, Alfa Yayınları, 2019. ları, 2019. 2) https://www.youtube.com/watch?v=5GFLkgDAzNY 2) https://www.youtube.com/watch?v=5GFLkgDAzNY 1729,03 � 1728 � 1,03 3)https://www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2009/11/B%C4%B0LG% 3) https://www.uralakbulut.com.tr/wpC4%B0SAYARDAN-%C3%96NCE-PARMAK-HESABI-VARDI-A%C4%9EUSTOS-2011.pdf content/uploads/2009/11/B%C4%B0LG%C4%B0SAYARDAN-%C3%96NCE-PARMAK� � �1729,03 � �1728 � 1,03 HESABI-VARDI-A%C4%9EUSTOS-2011.pdf �



�1729,03 � �1728 � �1 � �



�1729,03 � 12 � �1 �

1,03 � 1728

1,03 1728

Feynman 1728’in küpkökünün 12 olduğunu bildieynman 1728’in küpkökünün 12 olduğunu bildiğinden virgülden sonraki Karikatür: basamakları Tayfun Akgül ğinden virgülden sonraki basamakları hesaplıyor. esaplıyor. Bu yüzden virgülden sonraki bölümü ifade eden sayıyı 𝑥𝑥 ile Bu gösterirsek aşağıdaki itliği yazabiliriz. �

12 � �1 �

1,03 � 12 � x. 1728

89

Bulmaca

Hikmet Uğurlu

Soldan sağa

1

1) 45. Sanat yılında düzenlediği “Hatırla” adlı sergisi ile ilgili söyleşide “Zaman çabuk geçiyor ve içine sığdırabildiklerimizle anlam kazanıyor. Yılları tek tek hatırladığınızda, kendi tarihinizle birlikte bir ülkenin tarihini de yaşıyorsunuz. Ürettiklerimiz bu alandan besleniyor. Sanatta muhalefet, olmazsa olmaz bir şeydir.” diyen, 60’ın üzerinde kişisel sergi açmış, yüzlerce toplu sergiye katılmış 12 sanat kitabı üretmiş, çeşitli ödüllerin sahibi, “Balkan” önadlı, 1947 Adapazarı doğumlu, geçtiğimiz Nisan ayında sonsuzluğa uğurlanan ünlü ressamımız.

1

2) Kaygı, iç sıkıntısı. – Tespihağacıgillerden büyük bir orman ağacı. – 1950’lerin sonunda Jamaika’da doğan bir müzik türü.

10

3) “Mavi, lacivert” rengine verilen başka bir ad. – Bizde “dekan” anlamında kullanılan sözcüğün ingilizce’deki aslı. – Ölümcül, ölümle sonuçlanan. 4) Makam, mevki. – Savaşta, askerlerin korunması için yapılan toprak siper. – Bağış. 5) Şebeke. – Bir iskambil oyunu. – İtalya’da bir yanardağ. – Brezilya’da bir akarsu. 6) Uyanık, gözü açık. – Orta ve güney Afrika’da konuşulan dillerden biri. – 1951 İngiltere doğumlu Gordon Matthew’in sahnede kullandığı ad. 7) Namuslu, şaibesiz. – Yel, rüzgar. – Boks’ta kendini korumak için alınan durum. 8) Akdeniz Bölgesi’nde bir akarsu. – Mercan adası. – 1961-1967 yılları arasında sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü Doğan Avcıoğlu’nun yaptığı ünlü muhalif dergi.

2

3 4 5

6 7 8 9 10 11 12 13 14 15

2 3 4 5 6 7 8 9 11 12 lanılan bir tür sığır. – Gümüş balığı. – Çare, ilaç. 11) Yonca Evcimik’in 1991’de çıkardığı ilk albüm. – Karışık renkli. – Bir sayı. 12) İzmir’in bir ilçesi. – Önemli ve belirli olmayan.

Yukarıdan aşağıya 1) Mezopotamya halkının bira tanrıçası. – Çağan Irmak’ın 2007’de yazıp yönettiği bir film.

9) Kızılderililerin gözle görülmez, gizemli güce verdikleri ad. – Siyasal erki zorla ele geçiren ve onu kötüye kullanan kimse.

2) İzmir’in bir ilçesi. – Halk dilinde “ağabey”. 3) Deri, ten. – Mürekkepbalığının bir türü. 4) Kayınbirader, küçük erkek kardeş. – “Yoğurt koydum dolaba / Bugün başım … “ (türkü)

9) Bilgiçlik taslayan. – Bir tür yaban mersini. – Red, kabul etmeme. 10) Güney Amerika’nın dağlık bölgelerinde yaşayan, yük hayvanı olarak kul-

6) İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan, 32 tonluk ağırlığıyla dünyanın

GEÇEN SAYININ YANITI

7) Mısır’ın plaka imi. – Nikel’in simgesi. – Lokmanruhu. 8) Osmanlı döneminde yoksullara ve medrese öğrencilerine yemek verilen kurum.

5) Terbiyesiz kimse. – “Ayaktakımı, çete” anlamında yabancı bir sözcük. – Radyum’un simgesi. – Hint Okyanusu’nda derin bir çıkur.

90

en ağır lahdi olarak bilinen, sanduka. – Sümer mitolojisinde “gökyüzü tanrısı”.

10) Parçalanmadan önce Yugoslavya’nın plaka imi. – Kalay’ın simgesi. – Çok iri maymun türü. 11) Eski dilde “burun”. – Başlıca. – Dogma. 12) İlenme. – Ülkemizin plaka kodu. – Voltamper’in kısaltması. 13) Mantarı, tatlısı, kolyesi vardır. – Kent, şar. 14) Uçaklarda bir bölüm. – Öbür, öbürü. 15) “… bilim” (Şimdi hayatta olmayan insan soylarının genlerini araştıran disiplin).

Ekim sayımızdaki bulmacayı doğru yanıtlayan okurlarımızdan Gülcan Darıcı (İstanbul), Nilsu Kartal (İstanbul) ve Tuna Parmaksız (Adana) William F. Bristow’un Beyoğlu Kitabevi’nden çıkan Aydınlanma Felsefesi adlı kitabını kazandı. Kasım bulmacamızı doğru yanıtlayacak okurlarımız arasından belirleyeceğimiz üç kişi ise, Jean-Numa Ducange’ın Alfa Kitap’tan çıkan Marx Plajda adlı kitabını kazanacak. Çözümlerinizin değerlendirmeye girebilmesi için, en geç 20 Kasım tarihine kadar posta, faks veya e-posta yoluyla elimize ulaşması gerekiyor. Kolay gelsin…

KİTAPÇI RAFI

Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy ile Futuyma’nın ‘Evrim’ kitabının yeni baskısı üzerine Söyleşi: Ender Helvacıoğlu Evrim / Douglas J. Futuyma

Üçüncü Tekir Şahıs / Anıl Ceren Altunkanat Kalbin en derin koridorları - Smilla ve Karlar / Peter Hoeg

Kitapçıl

Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy ile Futuyma’nın ‘Evrim’ kitabının yeni baskısı üzerine Söyleşi: Ender Helvacıoğlu

D

ouglas J. Futuyma’nın Evrim başlıklı eseri, ilk kez 2008 yılında Aykut Kence ve Nihat Bozcuk’un editörlüğüyle Türkçeleştirilip yayımlanmıştı. Futuyma kitabın sonraki baskılarında yeni gelişmeleri de kitabın içeriğine aldı. Bu anıt eserin bu kez 3. baskısının çevirisi Türkiyeli okur ile buluştu (Palme Yayınevi, Ankara). Yeni baskının çeviri editörlüğünü ilk baskının ekibinde de yer alan Prof. Dr. Ergi Özsoy üstlendi. Özsoy ile eserin yeni baskısı ve içeriği üzerine konuştuk.

- Sevgili Ergi, çeviri editörlüğünü yaptığın kitabın 3. baskısının çevriliş öyküsünü anlatır mısın? Yitirdiğimiz değerli biyologlarımız Aykut Kence ve Nihat Bozcuk’un editörlüğünü yaptığı birinci baskının Türkçeleştirme ekibinde de yer almıştın. İki çalışma arasındaki paralellikler ve farklar nelerdi? İki ekipte de yer alan isimler var, ama sanırım bir bayrak devri de söz konusu. - Kitabın birinci baskısının Türkçeleştirme serüvenine 2005 yılında başlamıştık. O dönemde Aykut ve Nihat hocalar bir evrim kitabı yazma fikri üzerinde durmaktaydı. Aykut hoca ise çeviri bir kitabın daha iyi olacağını düşünmekteydi zira evrim konusunda uzun süredir son derece yetkin genel çerçeveli kitaplar İngilizce olarak mevcuttu. Çeviri ya da doğrudan yazma işini konuşmak üzere Ankara’da Mülkiyeliler Birliği lokalinde Aykut ve Nihat hocalar ve ben buluştuk. Benim önerim o yıl (2005’te) ilk baskını yapmış olan (önceki adı Evrimsel Biyoloji olan ve Futuyma tarafından yazılmış kapsamlı eserin farklı bir versiyonu olan) ve yetkin evrimsel biyolog Douglas J. Futuyma tarafından kaleme alınmış Evolution adlı kitabın Türkçeye çevrilmesiydi. Önerimi her iki hoca da kabul etti ve çeviriye başladık. Çeviriye farklı üniversitelerden akademisyenler katıldı ve kitap 2008 yılında Evrim adıyla piyasaya çıktı. Ben kendi adıma (Aykut ve Nihat hocalar da aynı

92

kanıdaydı) böylesi önemli, evrimsel biyolojinin tüm alanlarını yoğun ve son derece sentetik biçimde ele alan temel bir kitabın Türkçeye çevrilmesinden çok mutlu olmuştum. Futuyma’nın kitabı evrim konusunda hiç kuşkusuz en önemli genel kaynakların, ders kitaplarının başında geliyor. Çevirisine katkıda bulunduğum ilk baskı ile üçüncü baskıdan yapılan ve editörü olduğum bu yeni çeviri arasında, metnin Türkçeleştirmesi açısından bazı temel farklar var. İlk çeviride, İngilizceye (ve diğer pek çok dile yerleşmiş) genellikle Latince ve Yunanca kökenli bilimsel terimleri Aykut hoca Türkçeleştirmeyi tercih etmişti. Örneğin popülasyon yerine “toplum” ya da heterozigot yerine “ayrı alelli” gibi. Ben yeni çeviride bu yolu izlemedim. Zira bu ve benzeri terimler pek çok dile girmiş ve yerleşmiş olarak bulunuyor. Dahası “toplum” gibi beşeri bilimlerin yüklediği tarihsel anlamıyla kullanılagelen bir kavramı popülasyon gibi nötr, istatistiksel bir tanıma sahip, herhangi bir beşeri anlam yükü içermeyen ve dolayısıyla evrimsel biyolojide de bu özellikleri çerçevesinde temel bir evrimleşme birimi olarak kullanılan bir terimle yer değiştirmenin uygun olduğunu düşünmüyorum. Keza fosil yerine taşıl demenin de fazlasıyla zorlama bir “arındırma” işi olduğunu düşünüyorum. Elbette bu tür kelime yer değiştirimlerinin ya da kavram türetmelerinin yapılabileceği sayısız örnek de var. Üçüncü baskının çevirisinde, yerleşik hale gelmiş, çoğu Latince ve Yunanca köklerden türetilmiş terimleri koruyarak, kavramın Türkçeleştirilmesi gereken durumlarda bu işi de yaparak ilerlemeye çalıştık. Çeviri ekibi ilkinden önemli oranda farklı. İlk çeviride yer alan akademisyenlerden bazıları yeni çeviri önerisini götürdüğümde işleri dolayısıyla reddetmek zorunda kaldılar. İlk çeviride yer almayan, bu baskı için çeviri önerisini kabul eden ancak uzun süre boyun-

Douglas J. Futuyma, Evrim, 3. Baskıdan çeviri, çeviri editörü: Ergi Deniz Özsoy, Palme Yayınevi, Ankara. ca benim vakıf olmadığım nedenlerle ilgili bölümleri göndermeyen kimi çevirmenleri değiştirmek zorunda kaldım. Çevirilerini gönderen, ancak çevirdikleri bölümlerin Türkçesi yeni çevirmenler bulmayı zorunlu kılan kimi akademisyenlere gönderdiğim bölümler için yeni ve zamanında iş bitirebilen kişiler bulmak zorunda kaldım. Yeni çeviri ekibi, ilk çeviriden isimleri içermekle birlikte, oldukça yetkin ve güzel bir Türkçeyle konuyu net biçimde aktaran birçok genç akademisyeni de içermekte. - Futuyma neden üçüncü bir baskı yapma ihtiyacı duymuş? Genel sistematiğin korunduğu söyleniyor ama sanırım önemli değişiklikler de var. Üçüncü baskıdaki değişikliklerden ve farklardan söz edebilir misin? - Futuyma, evrimsel biyolojideki, özellikle karşılaştırmalı genombilim ve evrimsel gelişim biyolojisi bağlamındaki baş döndürücü gelişmeleri yakından takip ediyor ve bu bilgileri kitabının ilgili kısımlarına katıyor. Sonraki baskılar aşağı yukarı bu çizgide ilerliyor. Kitabın temel evrimsel biyolojik çerçevesi elbette korunuyor. Temel bilgilerde pek bir değişiklik yok. Futuyma’nın Evrim’i şu an 5. baskısını yapmak üzere. Ancak Futuyma 4. baskıdan itibaren konuları daha kısaltma ve bazı bölümleri birleştirme yoluna gitti. Üçüncü baskı dolayısıyla kitabın daha ayrıntılı versiyonunun son halidir denebilir. Üçüncü baskı ilk ve ikinci baskılarla yoğun paralellikler taşıyor ama yukarda bahsettiğim başlıklar temel çerçeve ek yapılan örnekler itibarıyla onlardan da farklı. Futuyma’nın bir diğer özelliği de temel çerçeve dahil yeni eklenmiş kısımlara ilişkin hep yeni örnekleri kullanması. Elbette klasikleşmiş ve ele alınan konuyu açık biçimde anlatan örnekler kitapta her zaman yerini buluyor. Futuyma’nın Evrim’i son derece sentetik ve evrimsel biyolojiyi bütün kapsamıyla ele alan muazzam bir metin aynı zamanda.

- Futuyma kimdir? Evrim çalışmalarındaki ve eğitimindeki yeri nedir? Kitabın önemi nedir? Özellikle Türkiye’de yayımlanmasının önemi nedir? Kitap nasıl bir yöntem kullanıyor? Evrimi nasıl öğretiyor? - Futuyma 60’lı yıllardan itibaren evrimsel biyoloji alanında önemli çalışmalara imza atmış, evrimsel biyoloji ve ekoloji alanında dünya çapında üne sahip Stony Brook Üniversitesi’ndeki (New York) Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji bölümünde yıllardır aktif çalışan bir bilim insanı. Aykut Kence de bu bölümden doktorasını almıştır. Futuyma aynı zamanda uzun süredir evrim ders kitabı yazma uğraşı içerisinde. Yanılmıyorsam ilk baskısı 1976’da yapılan oldukça kapsamlı ve adı Evrimsel Biyoloji olan kitabıyla evrim eğitimi alanında da çok tanınmıştır. Aykut hocaların ve bizim çevirisini yaptığımız Evrim adlı eser ise bu devasa kitabın yeni versiyonu. Futuyma aynı zamanda evrim karşıtlığı üzerine klasikleşmiş bir eseri de kaleme almıştır. 2006 yılından itibaren Türkiye’ye birkaç defa gelmiş ve popüler evrim konularında ders vermiştir. Aykut hocanın Stoony Brook’tan arkadaşıdır. Futuyma 60’ların ortalarından itibaren hem kendi bölümünde hem de Amerika’daki diğer bölüm ve kuruluşlarda aktif araştırma yapan evrimsel biyoloji ve genetiğin büyük isimleriyle (örneğin Richard Lewontin) yakın entelektüel temas içerisinde. Dolayısıyla dahil olduğu bu yüksek sinerjili ortamın entelektüel kazanımı yazdığı Evrim kitabına da yansımıştır. Futuyma’nın Evrim’ini benzeri kitaplardan ayıran en önemli özelliklerden biri bu yoğun entelektüel tartışma ortamından süzülen sentetik bir yapıya sahip olmasıdır kanımca. - Evrimsel biyolojinin genel biyoloji bilim dalı içindeki yeri nedir? Evrim, biyolojinin omurgası. Evrimsel genetik temelli bir kavrayışa oturmuş bir evrimsel biyoloji çerçevesinin biyolojiyi dağınık olgular yığını olmaktan çıkarması üzerinden neredeyse bir asır geçmiştir. Yaşamın karşısında afalladığımız çeşitliliğinin izahından sağlık ve biyoteknolojiye kadar hemen tüm biyoloji başlıkları evrimsel biyolojinin dokunuşuyla anlam kazanırlar. Biyolojik yapı ve işlev arasındaki karmaşıklık düzeyleri çeşitlilik gösteren tüm fizyolojik ve biyokimyasal süreçler evrimsel biyolojik olarak izah edilirler sonuç itibarıyla. Modern biyolo-

jinin hücre, biyokimya, fizyoloji, sınıflandırma gibi ana başlıkları üzerine yazılan bütün çağdaş kitaplar evrimsel biyoloji omurgasına sahiptirler ve hemen her yetkin biyolojik çalışma şöyle ya da böyle evrimsel argümanlar içerir. Evrimsel biyoloji, biyoloji biliminin motorudur. - Evrimsel biyoloji alanında 21. yüzyılda ne gibi temel gelişmeler yaşandı? Yeni tartışma konuları ve yönelimler nelerdir? - 20. yüzyılın son on yıllarından itibaren 21. yüzyılın ilk on yılları evrimsel biyolojide karşılaştırmalı genom bilim ve evrimsel gelişim biyolojisinin bilgilerinin yoğrulduğu bir dönem olarak anılabilir. Binlerce türün genom bilgisine sahibiz. Gelişim biyolojisi evrim perspektifiyle resmen şahlanışa geçti. Bir yandan da yetkin genom bilgileri elde etmeye yarayan istatistiksel ve biyoinformatik araçların geliştirilmesinin de hızla önü açıldı. Bir popülasyon içindeki evrimleşmeden türleşmeye, sağlık ve hastalıktan tarımsal uygulamalara dek hemen her alanda bu evrimsel genombilimi ve evrimsel gelişim biyolojisindeki atılımlar sayesinde büyük ivmelenmeler gerçekleşti. Oluşan yeni tartışma konuları, eski ve önemli problemlerin bu atılımlar çerçevesinde daha derin biçimde ele alınmasını içermekle birlikte, genombilim ve evrimsel gelişim biyolojisinin kendisi evrimsel biyolojiyi bütün olarak yeni mecralara taşıyacak bir diyalektik içinde kanımca. - Yaklaşık üç yıl süren bir Kovid-19 salgını yaşadık. Salgına karşı mücadelenin evrimsel biyolojinin gelişimine etkisi oldu mu? - Mutlaka. Zira salgına yol açan vi-

rüsün izlediği coğrafi yolları yüksek çözünürlükle araştırmak için geliştirilen sofistike biyoinformatik yöntemler ve virüs evrimi modellemeleri evrimsel biyolojik açıdan kimi zorlu problemlerin ele alınmasını daha kolaylaştırdı diye düşünüyorum. Sonuçta salgının kendisi, içerdiği stokastik koşullar nedeniyle teorik açıdan hayli zorlu bir konu olan parazit konak evrimi yaklaşımlarının sınandığı deneysel ve gözlemsel bir durum olarak da düşünülebilir. - Kitap esas olarak biyoloji öğrencilerine ve bu alanda çalışma yapanlara sesleniyor. Ama genel bazı bakış açıları da sunuyor. Evrim kuramının sunduğu bakış açısını ve evrimi neden öğrenmek gerekir? - Evrimin genel bakışını kavramak, canlılığa dair geniş bir sorgulama oluşturmak ve dolayısıyla insanın biyolojik sınırlarını da kavramak demek. Biyolojimizle kültürümüz arasındaki kesişim noktalarının sağlıklı ve bilimsel kavrayışı için evrimsel biyolojinin bakışına ihtiyacımız var. Ayrıca, değişen bir dünyanın çevre sorunlarının nedenleri ve bu sorunlar karşısında ne yapılması gerektiğine dair sorumlu birey tavrını oluşturmak için de evrim bilgisine ihtiyacımız var. Evrim öylesine kapsamlı ve geniş düşünme açılarını içeren sentetik bir bütündür ki, dikkatli ve sağlam bir kavrayışının bize sağladığı zihin berraklığı (biyoloji bilgisinin tamamen dışında bir durumdur bu) toplumsal meselelerin zorlayıcılığı karşısında oluşturabileceğimiz dirence büyük katkı sağlayacaktır. Evrim, her büyük bilimsel kuram gibi, akıl işidir ve aklın süzgecinin deliklerini inceleterek zihnen diri kalmamızın yollarından biridir.

Kitabın çeviri editörü Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy.

93

Kitapçıl

KİTAPÇI RAFI Türkiye’nin Milli Güvenlik Devleti Kökeni Gelişimi Dönüşümü Zeynep Şarlak, İletişim Yayınları, 2022, 368 s. Türkiye’nin Milli Güvenlik Devleti’nde Zeynep Şarlak, “milli güvenlik devleti” kavramını, bilhassa karşılaştırmalı siyaset bilimi perspektifini kullanarak, Türkiye’de Soğuk Savaş döneminden itibaren tedricen tesis edilmiş bir rejimi tanımlamak üzere ele alıyor ve Soğuk Savaş döneminden itibaren Türkiye tarihine bu kavram üzerinden bakmayı öneriyor. Milli güvenlik devletinin özellikle iç siyaseti tasarlayıcı ve düzenleyici boyutuyla ilgilenen çalışma, asker-sivil ilişkileri, sosyal ve siyasi haklara dair kırmızı çizgiler, iç düşmanlar, güvenlik aygıtlarının tesisi gibi başlıklar üzerinden bugünün siyasi rejimi üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor. Gündelik hayata da ziyadesiyle sirayet etmiş siyasi paranoya ve korkuların temellerini aramaya girişiyor.

Dijitalleşme ve Yeni Medya Döneminde Belgesel Film Estetiği Musa Ak, Doruk Yayınları, 2022, 280 s. Dijital çağ olarak değerlendirilen 21. yüzyılda, bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle bağlantılı olarak etrafımız arayüzler ve ekranlarla çevrili hale gelmiştir. Ekranlar ve arayüzler gündelik yaşam pratiklerini etkilemelerinin yanı sıra gösterim ve üretim mecrasına dönüşmeleri nedeniyle sanatı da derinden etkilemiş, geleneksel sınırları ortadan kaldırarak yeni yaklaşımlar ortaya çıkarmıştır. Yani sanatçı, izleyici ve aygıt arasındaki ilişki değişmeye başlamıştır. Bu durum gerçekliğe bağlılığı ile bilinen belgesel sinemayı da derinden etkilemiştir. Belgesel filmlerin üretim boyutundan gösterim boyutuna kadar çok sayıda değişiklik meydana gelmiş, yönetmenlerin yaratıcılıkları, bakış açıları, estetik kaygıları ve gerçekliğe yaklaşımları farklı bir yöne evrilmiştir. Bu

94

Kent Arkeolojisi ve İstanbul M. Metin Gökçay, Dorlion Yayınları, 2022, 368 s. Kent arkeolojisi ne yazık ki ülkemizde yeterince değerlendirilmeyen konular arasında yer almaktadır. Bu kitapta yazarın hayatı boyunca pek çoğunu İstanbul’da gerçekleştirmiş olduğu kazılar neticesinde edindiği deneyimleri, okurla paylaşma isteği barındırıyor. Yazar bu kitabı yazma amacını şöyle açıklıyor: İstanbul gibi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış, insanları kendine hayran bırakan ve benim de her gün hayranlığımı artıran bu eşsiz şehri kazarken edindiğim deneyimlerin benimle birlikte kaybolmasına gönlüm razı olmadı; böylelikle ona olan borcumu bir nebze de olsa bu kitapla ödemeyi umut ettim. Kent arkeolojisinin genel arkeoloji ile birleştiği ve ayrıştığı konular benim de bir üyesi olduğum konunun uygulamacıları olan arkeologlarca daha net olarak anlaşılabilmektedir. Uygulama aşamasında genel arkeolojinin kurallarının kentte yapılan kazılarda bazı sorunlar ortaya çıkardığı bu sorunların kazının sağlıklı bir şekilde sürdürülmesini engellediği tarafımca da tecrübe edilmiştir. Dolayısıyla elinizde tuttuğunuz kitaba gerek arkeolojinin teorisi gerek sahaya aktarmada karşıma çıkan (sizlerin de karşılaşacağınız veya karşılaştığınız) pratiği üzerinde düşünme ve çözüm üretme konusunda naçizane tavsiyelerimi de eklemeyi unutmadım. Kitabı arkeolojik kazılarla uzaktan yakından ilgili olan tüm okuyucularla birlikte özellikle arkeoloji, sanat tarihi ve mimarlık bölümü öğrencilerine tavsiye ediyorum. Kitabın anlatımında katı akademik bir dil kullanmak yerine günlük konuşma dilini tercih etme nedenim de kitabın olabildiğince geniş bir kitle tarafından okunması, kütüphanenizin tozlu raflarında bekletilmemesidir. durum geleneksel film yapım hiyerarşisinin belirlediği keskin sınırları ortadan kaldırırken, seyir pratiklerini de değişmiştir. Böylece farklı mecralarda farklı estetik anlayışa sahip belgeseller yapılmaya başlanmıştır. “Dijitalleşme ve Yeni Medya Döneminde Belgesel Film Estetiği” adlı bu kitapta, dijitalleşme ile birlikte belgesel film yapımında ortaya çıkan yeni üretim tarzları ve biçemlerinin belgesel filmlerin estetik yapıları üzerinde nasıl bir etki oluşturduğu araştırılmış, belgesel filmler; kusurlu estetik, arayüz estetiği ve Youtube estetiği kavramsallaştırmaları altında değerlendirilmiştir.

Stoa Okulu- Erdeme, Mutluluğa ve İçsel Huzura Ulaşmanın Felsefesi Turgut Özgüney, Beyaz Baykuş Yayınları, 2022, 160 s. Köleden imparatora, yumruk dövüşçüsünden hatibe kadar farklı kostümlerde pek çok filozofu evinde ağırlayan ve yaklaşık 500 yıl yaşayan Stoa Okulu, Antik Yunan’ın en renkli ve uzun soluklu okuludur. Zenon söylemlerini bir peygamber edasıyla sürdürmüş, retorik ve diyalektiği kullanmamıştır. Ardından Kleanthes okulu dini ezgiler ve ilahilerle süslemiştir. Adı “Ata Saklanmış” o-

lan Khrysippos okulu diyalektik ve mantıkla taçlandırmıştır. Orta Stoacılar Panaitios ve Poseidonios okula Platon ve Aristoteles’in düşünceleriyle estetik kazandırmışlardır. Geç dönem Stoacılar Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius ise sadece ahlak felsefesiyle ilgilenmişler ve böylece okulun kurucusu Zenon’un çizgisinden uzaklaşmışlardır. Stoa Okulu’nun insanlığa sunduğu ve 2300 yıl öncesinden gelen dayanıklılık, erdemli olma, yazgıya direnme, arzuların pençesinden kurtulma, kendine hâkim olma, sadece mutluluğa değil mutsuzluğa da razı gelme ve özgürlük üzerine düşünceleri geçmişten ilham almak isteyen okurlar için bir rehber olma iddiasını taşıyor.

Gılgamış: Tabletler Ne Anlatır? Homo Sapiens’in İlk Trajedisi İsmail Gezgin, Redingot, 2022, 235 s. Arkeolog yazar İsmail Gezgin bu kitabında, Gılgamış miti üzerinden Homo sapiens’in öyküsünü araştırıyor. İnsan nedir sorununa Gılgamış tabletleri üzerinden cevap arıyor. Yazar Gılgamış mitini ve insan yaşamındaki etkilerini şu sözlerle açıklıyor: Gılgamış miti, uygarlığın kurucusu Homo sapiens’in

öyküsünü anlatır. Tabletler üzerine şiir biçiminde kazınmış bu metin, birkaç bin yıl öncesi iktidarının hakikat rejimleriyle üretilen ve Mezopotamya insanının zihnini işgal eden evren algısının kurucu mitidir. Bunca zamandır canlılığından hiçbir şey kaybetmeden hayatta kalması, onun ilk örnek mit oluşundan kaynaklanır. Çünkü o günden bu yana yaşamı biçimlendiren temel paradigma aynıdır. Ölümsüzlük arayışı, uygarlığın kurucularının hedefindedir ve sonsuz yaşama duyulan arzu da bakidir. Homo sapiens’in, yani “bilen insanın” arzularının sözcülüğünü, her şeyi bilen ve gören Gılgamış üstlenir. Her şeyi bilen ve görenin bu mitin sonunda bilip gördüğü şey; ölümün kaçınılmazlığı ve doğru yaşamın bu bilginin üzerine kurulması gerekliliğidir.

Radyum ve Radyoaktivitenin Tarihi Lucy Jane Santos, Çev. Mihriban Doğan, 2022, 301 s. 19. yüzyılın sonunda keşfedilen radyoaktif elementler arasında halkın ve girişimcilerin ilgisini en fazla çeken radyum olmuştur. Radyum, İngiltere Kraliçesine hediye olarak sunuluyor, gece kostümlerini süslüyor, diş macunlarına karıştırılıyor, hazine avcıları onun peşine düşüyordu. Hekimler ve girişimciler bu yeni mucizevi elementi metalaştırmak için dâhiyane yollar icat ederken, hevesli tüketiciler radyoaktif eşyaları evlerine sokmaya can atıyordu. Radyum ve Radyoaktivitenin Tarihi radyumlu ürünlerin fetişleştirilmesiyle başlayıp radyumun bir korku nesnesi haline gelmesiyle sonuçlanan “radyoaktif” bir öykü içeriyor. Tarihçi Lucy Jane Santos radyumlu eşyalar üretilmesini şarlatanlık ve aptallık olarak nitelendiren eski bilim tarihi yaklaşımını reddederek radyum ve radyoaktivitenin tarihini bilim ve popüler kültür arasındaki ilişki penceresinden ele alıyor.

Kurmaca Christine Montalbettı, Çev. Mehmet Alkan, Fol Kitap, 2022 Kurmaca nedir? Her metin bir kurmaca mıdır? Kurmaca metin ile göndergesel metin arasındaki sınır nerede başlar, nerede biter? Algılanan, dilde kurmacaya mı dönüşür, yoksa

kendi yöntemiyle algılar, olgular hâline mi gelir? Öyleyse bilimsel bulgular, bir tür kurmaca mıdır? Peki ya roman kahramanları; onlar gerçeklikten bağımsız var olabilir mi? Metaforlar bize hangi gerçekliği anlatır? Bu kitap Gorgias’tan John Searle’e uzanan bir tarihsellikte dilin epistemolojik ve ontolojik sorularını yeniden düşünmeye davet ediyor.

Marx Plajda - Şezlongda Kapital Jean Numa Ducange, Alfa Yayıncılık, 2022, 152 s. Neden Marx ve eserleri hâlâ bu kadar güncel? Dünyanın en ünlü filozoflarından Karl Marx doğumundan iki yüzyıl sonra bile gözardı edilemez bir referans olmaya devam ediyor. En bilindik eserleri, Komünist Parti Manifestosu ve Kapital’le yıllardır farklı bilim dallarını etkisi altına almış durumda. Marx ve mirasçılarını okumak günümüz dünyasında, farklı politik ve ekonomik sorunları anlamlandırmanın kapılarından biri. Jean-Numa Ducange, bu kitabında Karl Marx’ın hayatını, başlıca eserlerini ve günümüze kadar devam eden etkilerini inceliyor. “Marx’la bir gelecek mümkün müdür?” diye soran yazar, okuru Marx’ın Kapital’ini ve komünizmi anlamak için yolculuğa çağırıyor.

Bağlantının Bedelleri - Büyük Veri Çağında Veri Sömürgeciliği Tartışmalarına Bir Giriş Kolektif, Nota Bene Yayınları, 2022, 344 s. Sömürgecilik sıklıkla geçmişte kalmış bir şey olarak algılanıyor ancak Bağlantının Bedelleri, toprağın, bedenlerin ve doğal kaynakların tarihsel olarak temellük edilme biçiminin, bu yeni “veri çağı”na da aksettirildiğini göstermeyi amaçlıyor. Akıllı telefon uygulamaları, platformlar ve akıllı nesneler, yaşamlarımızı farklı şekillerde yakalayıp verilere dönüştürüyorlar ve ardından kapitalist işletmelerin açgözlülüğünü besleyen enformasyonlar olarak çıkarılan bu veriler insanlara geri satılıyorlar. Bu kitapta yazarlar, bu yeni sömürgecilik biçiminin küresel olarak ortaya çıkan yeni bir sosyal düzenin habercisi olduğunu ve buna kuvvetli bir biçimde karşı çıkılması gerektiğini savunuyorlar. Hâlihazırda tolere edilen veya yeterince dikkate alınmayan gözetimin

endişe verici derecesi ile karşı karşıya kalarak, interneti sömürgecilikten kurtarmak ve bağlantı kurma arzusunu özgürleştirmek için bir çağrı sunuyorlar.

Yakın Tarihimizde Garip Olaylar Zafer Doğan, İthaki Yayınları, 2022, 320 s. Akademisyen ve yazar Zafer Doğan, Yakın Tarihimizde Garip Olaylar’da cumhuriyetin ilanından 2000’li yıllara değin uzanan bir süreçteki pek bilinmeyen bir dizi olayı aktarıyor. İsmet İnönü’den Tansu Çiller’e birçok siyasetçinin geri planda kalmış hikâyeleri yanında Süleymaniye Camisi’ne mahya asan komünistler vakası, Babıâli gazetelerinin ofislerinden dedikodular ya da Yeşilçam ve futbol camiasından anekdotlarla birçok unutulmuş kişi ve olayı okura hatırlatmaya yardımcı olan bu eser yakın tarihin gölgede kalmış köşelerine ışık tutmayı amaçlıyor.

Bilinçli Makinelere Giden Yol - Yapay Zekânın Dünü, Bugünü Yarını Michael Wooldrige, Çev. Özge Çelik, Metis, 2022, 320 s. Otuz yıldan uzun süredir YZ araştırmacısı olarak çalışan Michael Wooldridge, bu kitapta okura YZ’nin ne olduğunu ve –belki daha da önemlisi– ne olmadığını açıklamaya çalışıyor. Gerek medyada çıkan sansasyonel haberlerin gerekse yakın gelecekte “bilinçli makinelerin” aramızda olacağını ima eden araştırmacıların aşırı iyimserliğinin yanıltıcı bir tablo çizdiğini vurgulayan Wooldridge, YZ araştırmacılarının gerçekte ne üstünde ve nasıl çalıştığını anlatıyor. Yazar şu sorulara yanıt vermeyi amaçlıyor: “Makine öğrenmesi” ve “derin öğrenme” nedir? YZ konusunda filmlerde, edebiyatta ve medyada karşılaştığımız “Terminatör” senaryolarının gerçekleşmesi mümkün mü? YZ’de işler nasıl zıvanadan çıkabilir? YZ konusunda gerçekten endişelenmemiz gereken meseleler ve endişelenmemize çok uzun bir zaman hiç gerek olmayan meseleler neler? YZ işimizi elimizden alacak mı ve çalışmanın doğasını nasıl etkileyecek? YZ teknolojilerini kullanmanın insan hakları üstünde nasıl bir etkisi olabilir? YZ sistemlerinin ahlaki fail olarak edimde bulunması mümkün mü? Ve elbette: Makineler düşünebilir ve arzulayabilir mi?

95

Üçüncü Tekir Şahıs

Anıl Ceren Altunkanat

Kalbin en derin koridorları “Hiçbir şey mutluluk kadar yozlaştırıcı olamaz. Şu anı paylaşabildiğimize göre geçmişi de paylaşabileceğimizi sanmamıza neden oluyor. Benimle şimdi yüzleşebiliyorsa çocukluğumla da yüzleşebilirmiş gibi geliyor bana.”

S

Onu tanıdığımızda artık hiçbir sınırın kabul etmediği, hiçbir yurdun barındırmadığı, matarasına tuzlu su katmış biri: “şakaklarımda dövmeler beni ele verecek  cesur ve onurlu diyecekler  hâlbuki suskun ve kederliyim  korsanlardan kaptığım gürlek nara  işime yaramıyor  rençberlerin o rahat  ve oturmuş lehçesinden tiksinirim”1 Evet, Smilla kabullenilmiş bir sürgünlük ve ait olmadığı kalabalıklara duyduğu tiksinti içinde, kalbinde (işte, o derin koridorlarda) sevgi yeşertiyor yine de: komşu kadının minik oğlu, Isiah. “O dakikada bizi birbirimize bağlayan iki şey gördüm onda. Yalnız olduğunu gördüm; sürgündekilerin çektiği türden bir yalnızlık. Ve yalnızlığından korkmadığını gördüm.” Öklid’in Elementler’iyle başla-

ize bu ay, uzun zamandır baskısı olmayan ama bir gün aramıza, kitaplığımıza (ve kalbimizin en derin koridorlarına) döneceğini umduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum. Hatta eli yükseltiyorum: bir çevirmen olarak en büyük hayallerimden biri bu kitabı tekSmilla ve Karlar, Peter Hoeg, çeviri Gözde Genç, Yerdeniz rar çevirmek. Metne, o büyüleyici dünYayınları, 2005, s. 448. yaya en içeriden dahil olmak, onun parçası olmak. Evet, itiraf edeyim, adımı söz konusu oldu mu incelikli bir acının Smilla’yla yan yana görmek. Neden olkatı ve sancılı ama kararlı sesine bürümasın, bazen hayallerin gücü insanı şanüveriyor. Matarasında tuzlu su, acının şırtır… toprağına ait değil, o toprağın ta kenSmilla ve Karlar’ın “Acı bir yetenekdisi Smilla… Hep sürgün, hep uzak – tir, kazanılması gerekir” diyen kadını, kendine ve acısına bile mesafeli. “HaSmilla, Grönlandlı avcı bir annenin Dayatta gerçekten varolan tek şey, Mutlak nimarkalı bir doktorla yaBoşluk’tur; durağan olan şadığı yıpratıcı ilişkiden tek şey, tutunabileceğimiz doğan çocuk. Grönland’da, şey.” Smilla bu yüzden büyüleyici; onun o buzları tekKalbin baskın ve özgür bir kadın koridorlarından, olan annesinin etkisinde ilk okuyan serin mantığı, insanları okumak söz o derinliklerde zihnin açocukluğunu geçiren Smilçıklayamadığı bir bağlılıkkonusu oldu mu incelikli bir acının katı ve la, annesinin bir gün avdan la sevilen şeylerden çok söz dönmemesiyle yurdundan etmemek gerekir, doğru. sancılı ama kararlı sesine bürünüveriyor. (ve aslında ana rahminden) dediği gibi, böyle Matarasında tuzlu su, acının toprağına ait Smilla’nın sürülüyor. Babasının onu zamanlarda, böyle derinliksürüklediği Danimarka’dan lerde sessizlik bir sanattır. değil, o toprağın ta kendisi Smilla… nefret ediyor oysa; “GünAma Smilla’yı tanıyacaksak, Hep sürgün, hep uzak – kendine ve lük hayatta da büyük güçadının kaynağını dillendirlerin ve felaketlerin minyameliyiz: “Moritz, Grönland acısına bile mesafeli. türleri vardır. Bir yetişkin dilindeki her şeyi daha Avolduğumdan beri, Danirupalı, daha alışık oldumarkalılar ve Grönlandlılar arasındaki iğu kavramlara dönüştürmeyi severdi ayan bu dostluk, bu ıssız sürgün orletişimsizliğin beni hayrete düşürmediği ma annemle arasındaki ilişkide ılımlılığı taklığı Isiah’in ölümüyle sona eriyor. bir gün bile olmadı. Tabii durum Grönçağrıştıracak bir sözcük yoktu ve tam o Smilla’nın bir kaza olduğuna inanmalandlılar için daha kötü. İpin üstünde sırada ona – başına neler geleceğinden dığı, onu yaşamını ortaya koyacağı bir yürüyen birinin, ipi tutan kişiye derhabersiz bir bebeğin uçsuz bucaksız güarayışa – ve biz okurları kusursuz bir dinin anlatamaması hiç sağlıklı bir duveniyle – gülümsemiştim. Adımı Smillapolisiye kurgunun içine – sürükleyen rum değil. Ve yüzyılımızda bir Inuit’in araq koydular. Zaman her şeyi parçalabir trajedidir bu. İnsana dair birçok isahayatı tam bir ip cambazlığı. O ipin bir yıp aşındırdığı gibi adımı da biçti, artık betli ve sarsıcı gözlemin ortaya konduucu dünyanın en zorlu ve değişken ikyalnızca Smilla’yım.” Trajik bir ad, asla ğu bir trajedi. liminin hüküm sürdüğü en kötü huylu gülümsemeyecek bir kadın Smilla. Alay“Bir insanın içinde başka bir insan ülkesi, diğer ucu sömürgeci Danimarka cı kahkahasını hep savuracak ama yüzüvarolabilir, tam bir insan, cömert ve güyönetimi.” Çocukluğu boyunca sömürne gülümsemenin ılıman kabullenişini venilir biri, ama o kişi asla ortaya çıkgeci Danimarka’dan ve babasının, anneasla yerleştirmeyecek bir kadın. maz, yalnızca anlık görünümleri belirir, sine duyduğu hasret ve aşkla titreyerek Her sayfası esin dolu bir ay dilerim. bunun dışında soysuz, saldırgan bir kikendisine yönelen bakışlarından kaçaşilik onu bir kürk gibi sarmıştır.” Smilrak Grönland’a geri dönmeye çalışıyor. la bu yüzden büyüleyici; onun o buzları DİPNOTLAR Olmuyor. okuyan serin mantığı, insanları okumak 1) İsmet Özel, “Mataramda Tuzlu Su” şiirinden.

96