Bilim ve Gelecek 228.Sayı

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Aydökümü Bilim ve Gelecek Aylık bilim, kültür, politika dergisi SAYI: 228 / NİSAN 2023 GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ender Helvacıoğlu YAZI İŞLERİ Özgür Can Özüdoğru İDARİ İŞLER Deniz Karakaş TEKNİK HAZIRLIK Baha Okar ADRES Osmanağa Mah. Osmancık Sok. No:9, D:13, Betül Han, Kadıköy-İstanbul TEL: (0216) 345 26 14 www.bilimvegelecek.com.tr E-posta: [email protected] YURTİÇİ ABONELİK KOŞULLARI 1 yıllık: 750 TL / 6 aylık: 375 TL (Bilgi almak için dergi büromuzu arayınız.) Kurumsal abonelik: 1 yıllık 800 TL

YURTDIŞI ABONELİK KOŞULLARI Avrupa ve Ortadoğu için 80 Euro Amerika ve Uzakdoğu için 150 Dolar

e-ABONELİK KOŞULLARI 1 yıllık: 150 TL / 6 aylık: 80 TL (Bilgi almak için: www.bilimvegelecek.com.tr )

7 RENK BASIM YAYIM FİLMCİLİK LTD. ŞTİ. ADINA SAHİBİ Ender Helvacıoğlu

SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ Deniz Karakaş

BASILDIĞI YER Ezgi Matbaacılık (Sertifika no: 45029), Sanayi Cad. Altay Sok. No: 10, Çobançeşme - Yenibosna/ İstanbul Tel: (0212) 652 62 62 YAYIN TÜRÜ: Yerel - Süreli (Aylık) ISSN: 1304-6756 DİLİ: Türkçe

TEMSİLCİLERİMİZ BÜYÜKÇEKMECE: Ahmet Doğan / (0532) 333 84 15 / [email protected] İZMİR: Levent Gedizlioğlu / (0532) 256 88 64 Baha Okar / (0535) 016 47 74 SAMSUN: Hasan Aydın / (0505) 310 47 60 / [email protected] ESKİŞEHİR: Ebru Oktay / (0532) 511 60 44 / [email protected] TARSUS: Uğur Pişmanlık / (0533) 723 47 89 / [email protected] AVUSTURYA: Murat Naroğlu / [email protected] BELÇİKA: Emre Sevinç / [email protected] KANADA: Erdem Erinç / [email protected]

PTT, kargo ücreti zammını geri alsın! Kargo ücretlerindeki artış, basılı yayıncılığın giyotini gibi çalışıyor. Nispeten ucuz olduğu için hepimizin çalıştığı PTT kargo ücretini 5 TL’den 20,75 TL’ye çıkardı. Düşünün, dergi fiyatının üçte biri sadece kargo ücreti! Şair-yazar Kaan Eminoğlu’nun önderliğinde bir imza kampanyası başlatılarak PTT Kargo’nun fiyatı düşürmesi talep edildi ve çok sayıda yayımcı, yazar, edebiyatçı, sanatçı, akademisyen imza verdi. Elbette Bilim ve Gelecek olarak biz de imzaladık. Aşağıda imza metnini paylaşıyoruz: “İtiraz Ediyoruz! “PTT Kargo’nun kitap ve süreli yayınlar için yaptığı indirimli kargo uygulamasında kısa bir süre önce değişikliğe giderek bir adet kitap veya dergi için 5,00 TL olan kargo ücretini 20,75 TL’ye çıkarması kültür hayatımıza büyük bir darbe vurmuştur. Bir anda yapılmış olan bu % 400’lük zam ülkemizin resmi enflasyon verileriyle de uyuşmamaktadır. Bu karar; kültür dünyamızı besleyen, insanlara bilim ve sanatla yaşam alanı açan, entelektüel faaliyetlerin en değerlisi olan okuma eyleminin aracısı olan kitap ve dergilerin okurun hayatındaki yerini kaybetmesine sebep olacak kadar ağır sonuçlara gebedir. Hâli hazırda kargo ücretinin kitap ve dergi ücretinden pahalı olması kitap ve dergilerin okura ulaşması önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. “PTT Kargo’nun eskiden olduğu gibi kitap ve süreli yayınlara ilişkin kargo ücretlerini makul seviyede tutarak; kültür, sanat ve edebiyatımıza karşı sorumluluğunu yerine getirmesi, bir kamu kuruluşu olarak okumaya teşvik edici uygulamalarıyla ilgili olarak kamu aleyhine olan hiçbir değişikliği hayata geçirmemesi gerekmektedir. Biz aşağıda adı yazılı olan şair, yazar, yayıncı, akademisyen, kültür emekçisi ve aydınlar olarak PTT Kargo’nun kitap gönderim bedeline ilişkin zam kararını iptal ederek eski fiyat tarifesine dönmesini talep ediyoruz.” *** Mart sayımızın kapak görseli Hikmet Tabiyeci’nin yaratımıdır. Çizer adının belirtilmesi unutulmuş, üstelik kapak tasarımında imza kapanmıştır. Böyle bir hata, emeğe saygıyı birinci ilke edinen, kâr amacı gütmeden yayın yapan, üreticilerinin ve emekçilerinin ücret almadığı bir yayın organı olan Bilim ve Gelecek’e yakışmadı. Kötü niyetle yapmadığımız ve aceleyle dergi yetiştirmeye çalışmaktan kaynaklanan bir hata. Ama bu durum, hatayı hafifletmiyor. Çizer Hikmet Tabiyeci’den özür diliyoruz. *** Bu sayımızın kapak konusu “Kent ve Deprem”. Yıkılan kent nasıl ayağa kaldırılır? Bir kent depreme nasıl hazırlanır? Bu soruları tartıştık. Dostlukla kalın… Bilim ve Gelecek

1

İçindekiler

KAPAK DOSYASI

PARANTEZ / Ender Helvacıoğlu Türkiye’nin temel soruları . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4

4

KAPAK DOSYASI Pelin Pınar Giritlioğlu ile Söyleşi: Evren Sarı - Özer Or Bir kent depreme nasıl hazırlanır? . . . . . . . . . . . . . 8 Mimar Alejandro Aravena ile söyleşi Çeviren: Özgür Can Özüdoğru Şili’nin deprem deneyiminden bir kesit Yıkılan kenti yeniden inşa ederken… . . . . . . . . . . 20 Dr. İrfan Mukul Depremlerden mekânın üretimine, olanlar bize neyi anlatıyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 Mehmet Sakınç Doğayı anlamak insanı ahlaklı yapar mı? . . . . . . . 28 BİLİŞİM / İzlem Gözükeleş Yapay zekânın politikliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 Ali Törün Bir dehanın ‘ilk mektubu’ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 GENİŞ AÇI / Prof. Dr. Sedat Ölçer Ölümünün 100. yılında: Wilhelm Conrad Röntgen . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 Prof. Dr. Hasan Aydın Ortaçağda felsefe: Farklı gelenekler ve temel karakteristikler . . . . . . . . . . 50 Arif Tekin İslam’da tacizin cezası var mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 Serkan Acar Rus tacir Afanasiy Nikitin’in Behmen Türk Sultanlığı’na seyahati . . . . . . . . . . . . . . . 65 Hilal Bozkurt Tip-1 diyabet, insülinin keşfi ve diyabetlilerin hak mücadelesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 74

KENT ve DEPREM Yıkımın sorumlusu hiç kuşkusuz sadece müteahhitler değil, depreme hazırlık meselesine dair her şeyin piyasa mantığına göre şekillenmesi yani sermaye düzenidir. Sermayenin rutin işleyişi içerisinde kârlı bir felaket, daha kârlı bir başka felaketin koşullarına gebedir ve bu böyle sürüp gider. Pelin Pınar Giritlioğlu ile Söyleşi: Evren Sarı - Özer Or

Bir kent depreme nasıl hazırlanır? Mimar Alejandro Aravena ile söyleşi Çeviren: Özgür Can Özüdoğru

Prof. Dr. Mehmet Sankır Hidrojen Türkiye için bir fırsat mı? . . . . . . . . . . . . . . . 78

Şili’nin deprem deneyiminden bir kesit

Doç. Dr. Tülin Otbiçer Acar Epikürcü ve Stoacı mutluluk öğretileri . . . . . . . . . . . . 82

Yıkılan kenti yeniden inşa ederken…

MATEMATİK SOHBETLERİ / Ali Törün Neredeyse imkânsız kaçış! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 86 BULMACA / Hikmet Uğurlu . . . . . . . . . . . . . . . . 88 KİTAPÇIL / Özer Or . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 89 Bünyamin Tan Türkçe ilk radyo yapım rehberi: Radyo Rehberi - Kendi Kendine Telsiz Telefon Nasıl Yapılır? . . . . . . . . . . . . . . . . . 90 ÜÇÜNCÜ TEKİR ŞAHIS / Anıl Ceren Altunkanat Yasın beş evresi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 96

2

Dr. İrfan Mukul

Depremlerden mekânın üretimine, olanlar bize neyi anlatıyor? Mehmet Sakınç

Doğayı anlamak insanı ahlaklı yapar mı?

İslam’da tacizin cezası var mı? Arif Tekin Diyelim ki, herhangi bir yerde bir erkek bir kadını taciz etti. Onu öptü, kucakladı, her şey yaptı; ama cinsel ilişkide bulunmadı. Peki, Kuran’a göre bunun herhangi bir yaptırımı var mı? Kesinlikle hayır. Sadece namaz kılınması öneriliyor: “Namaz kıl. İyilikler kötülükleri götürür.”

56

Öngörü için verilerin nasıl kullanıldığı ve öngörülerin nihai kararı nasıl etkilediği kaçınılmaz olarak politik bir karaktere sahiptir. Yapay öğrenme, bilgisayar bilimciler tarafından yürütülen teknik bir süreç olduğu için, altta yatan ahlaki ve politik seçimleri gizleyebilir.

50

Prof. Dr. Hasan Aydın Ortaçağ felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği barındırır. Bunlar, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm olmak üzere üç tektanrılı dinin yaygın olduğu kültür atmosferinde yeşerir.

BİLİŞİM DÜNYASINDAN / İzlem Gözükeleş

Yapay zekânın politikliği

Ortaçağda felsefe: Farklı gelenekler ve temel karakteristikler

32

Tip-1 diyabet, insülinin keşfi ve diyabetlilerin hak mücadelesi Hilal Bozkurt Dünyada, insüline ulaşamayan diyabetliler de bulunuyor. İnsülin gibi hayati bir hormona ve hastaların hayat kalitelerini çok iyileştirecek otomatik cihazlara, ihtiyacı olan herkesin, yaşam hakkı için erişebilmesi gerek.

74

GENİŞ AÇI / Prof. Dr. Sedat Ölçer

Bir dehanın ‘ilk mektubu’ Ali Törün Hardy, Ramanujan’ın mektubunu okuduktan sonra, Euler ve Cauchy ayarında dâhi bir matematikçiyi keşfetmenin sevinciyle onu İngiltere’ye davet eder. Ramanujan Cambridge Üniversitesi’nde çalışmaya başlar ve matematik tarihinin en parlak matematikçilerinden biri olur.

39

Ölümünün 100. yılında: Wilhelm Conrad Röntgen Bir idealist olan Röntgen hiçbir zaman şan şöhret peşinde koşmadı. Herkesin serbestçe faydalanabilmesi ve yeni uygulamaların önünü açabilmek için, X-ışınlarıyla ilgili hiçbir patent almadı. Ayrıca kendisine teklif edildiği hâlde, soy ismine asalet eki koyarak (von Röntgen), Alman soyluları arasına girmeyi reddetti.

44 3

Parantez

Türkiye’nin temel soruları Türkiye, toplumbilimciler, siyaset bilimciler ve tarihçiler için müthiş bir laboratuvar. Büyük sorularımız var ve büyük yanıtları bekliyor. Öyle bir enkazla karşı karşıyayız ki, yönümüzü yeniden çizmek, ülkemizi ve toplumumuzu yeniden inşa etmek zorundayız. Büyük sorulara büyük yanıtlar üretmemiz gerekecek. Hangi sorulardır bunlar?

Y

4

Ender Helvacıoğlu önetim sistemimize (daha doğrusu sistemsizliğimize), ekonomik yapımıza, üretim sistemimize, siyaset yapma tarzımıza, toplumsal ilişkilerimize, egemen zihniyet yapımıza, entelektüel düzeyimize, doğa ile olan ilişkimize vb. baktığımızda her alanda bir enkaz ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Son yıllarda giderek derinleşen ve keskinleşen ekonomik ve politik krizlerin yanı sıra, yaşadığımız büyük doğal afetler, kazalar ve bunlara verdiğimiz yönetsel ve toplumsal tepkiler, bu “enkaz durumunu” çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Evet, ilk iş bu iktidardan kurtulmalıyız. AKP iktidarından beslenen kesimler hariç herkes bu noktada hemfikir. Bu hedefe ulaşmak, nasıl bir enkazla karşı karşıya olduğumuzun farkına varabilmek için de gerekli. Dolayısıyla bu “kurtuluşa” ve kurtuluşun yolu olarak gösterilen sandığa kilitlenmiş durumdayız. Sonrasını fazla düşünmüyoruz, düşünmek de istemiyoruz. Anlaşılır bir toplumsal ruh durumu: Şu işi hakkıyla bir halledelim, sonrasına bakarız… Ama anlaşılır olması, kurtuluş için (en azından kurtuluş yoluna girmek için) yeterli olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü sadece 20 yıllık değil, en az 50 yıllık bir enkazdır bu. Bizim (toplum olarak) büyük sorunlarımız ve sorularımız var. 20 yıllık AKP iktidarı, bu sorunları gün yüzüne çıkardı veya “tüy dikti” diyebiliriz. Tüyü almak gerekli ama yetmiyor. Öyle bir enkazla karşı karşıyayız ki, yönümüzü yeniden çizmek, ülkemizi ve toplumumuzu yeniden inşa etmek zorundayız. Büyük sorulara büyük yanıtlar üretmemiz gerekecek. Ne gibi sorulardır bunlar? *** Son 40 içinde, hangi politik akımlar Türkiye siyaset sahnesine eskiye oranla çok daha etkili bir biçimde girdiler? Siyasal İslam ve Kürt Siyasal Hareketi. Bu iki akım da 1980 öncesinde marjinal hareketlerdi ve siyaset sahnesinin temel belirleyenleri içinde yer almıyorlardı. Fakat 90’lı yıllardan itibaren ikisi de büyük bir ivme kazandı. İlki 21 yıldır iktidarda, diğeri ise tüm baskılara karşın ülkenin bir bölümünde iktidarda ve genelde de siyaset sahnesinin anahtar odağı konumunda. Birbir-

lerinden çok farklı olmalarına karşın bu iki politik akımın ortak özelliği, Cumhuriyet’in kurduğu klasik düzen (oluşturduğu toplumsal sözleşme) ile sorunlu olmaları ve sınırlarını zorlamalarıdır. Fakat -benzer pozisyonda olmalarına karşın- etnik Türk milliyetçiliği ve Sosyalist Sol böyle bir politik çıkışı gerçekleştiremediler. Bu çarpıcı gelişmeyi, politik nedenlerle, örneğin 12 Eylül’ün uygulamalarıyla, emperyalistlerin desteği ve dayatmalarıyla, düzenin merkezi sahiplerinin yaptığı hatalarla açıklamaya çalışanlar bulunuyor. Elbette bütün bunların etkisi vardır. Ama nesnel bir biçimde düşündüğümüzde bu etkiler böylesi bir gelişmeyi açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu iki akımın çarpıcı çıkışları, sadece politik değil sosyolojik olgu ve süreçlerden kaynaklanıyor. Nasıl oldu da Türkiye toplumu siyasal İslam’a teslim olabildi? Nasıl oldu da Kürt vatandaşların yaşadığı bölgelerin (ve yoğun göç ettikleri bölgelerin) siyasal, düşünsel, duygusal yapısı bu denli değişebildi? Toplumbilimcilerimizin, yakın tarihçilerimizin ve devrimci siyasetçilerimizin derinlemesine tartışması ve yanıt üretmesi gereken bir sorudur bu. Kökleri ta kuruluş dönemlerine kadar iner. Nasıl bir toplum olduğumuzu, son 40 yıldır hangi sosyolojik dönüşümleri yaşadığımızı, 100 yıldır neleri kazanıp-biriktirip nerelerde tıkandığımızı, geleceğe uzanabilmek için nelere dayanmak ve hangi çatlakları onarmak zorunda olduğumuzu sorgulayacağız. Yeni bir başlangıç için geçmiş 100 yılımızın, kısacası cumhuriyet tarihimizin ciddi ve gerçekçi bir muhasebesini yapmamız gerekecek.1 *** Laikliğin, geniş tanımıyla (yani din işleri ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması) hayata geçirilmesinin ne kadar hayati bir sorun olduğu ve nasıl hayata geçirilebileceği gündemimize girecek. Aslında başımıza gelen hem politik afetlerle hem de doğal afetlerle (Kovid-19 pandemisi, yıkıcı depremler, maden kazaları, sel baskınları, orman yangınları vb.) gündeme çoktan girdi bile. “Dünya işleri” genel anlamıyla insan-insan ilişkilerini ve insan-doğa ilişkilerini (toplumsal sistemi,

devlet yapısını, yaşam biçimimizi ve onların kurumlarını) günümüzde de tüm boyutlarıyla toplumumuzun önünkapsar. Bu işlere dinler ve inançlar karıştırılamaz. Türki- de durmaktadır. ye, dinsel düşünce biçimiyle, hem siyasal (İslamcılık, siBatı dünyasının bir parçası mıyız, yoksa Doğulu muyasal İslam) hem de toplumsal düzlemde (örneğin tari- yuz? Sorunlarımızı Avrupalı toplumların çözdüğü gibi katlar, cemaatler) hesaplaşmak zorunda kalacak. Bilimsel mi çözebiliriz, yoksa daha farklı stratejiler mi geliştirmedüşünce ve yöntemin nasıl toplumsallaşabileceğini ve ku- liyiz? Modernite ile birlikte ortaya çıkmış değerleri ve rumsallaşabileceğini tartışmak zorunda kalacağız. normları, bilimsel düşünce ve yöntemi, aydınlanma haAslında bu soru, 150 yıldır atılımlar ve geri düşüş- reketinin katkılarını, demokratik devrimlerin kazanımlerle devam eden modernite sürecimizi yeni atılımlarla larını ve giderek sosyalizmi, ilk kez Batı’da/Avrupa’da sürdürüp sürdürmeyeceğimizle ilgilidir. Daha anlaşılır ortaya çıkmış bütün bu evrensel insanlık atılımlarını sabiçimde ifade edersek, hangi yüzyılda yaşayacağımıza, vunma ve sahip çıkma anlamında “Batıcıyız” belki. Ahangi yüzyılın toplumun geneline hakim olacağına ka- ma yine ilk kez Batı’da/Avrupa’da yeşermiş kapitalizme, rar vereceğiz; 21. yüzyılın mı, 8. veya 11. veya 19. yüzyı- sömürgeciliğe ve emperyalizme ise karşıyız; bu anlamda lın mı? Hangi yüzyılda yaşarsak mevcut dünyada ve ge- Batı modeline karşı mücadele ediyoruz. Bu ayrıştırmaleceğin dünyasında bir yerimiz olabilir? yı, giderek daha da derinleştirerek yapmamız ve yeni bir Entelektüellerin masa başında, kürsülerde yapacağı bir sentez hedeflememiz gerekecek. tartışma değildir bu. Son derece kritik, hayati ve ancak aÖte yandan bu tartışmanın, etkileri günümüze kadar razide çözülebilecek politik bir tartışmadır. Geçtiğimiz gelen tarihsel bir boyutu da var. Kabalaştırmayı göze asayıda şöyle yazmıştım, aktarıp yine vurgulayayım: larak biraz açalım. Başlangıçta Orta Asyalı olan Türk kö“Farklı yüzyıllar bir arada yaşayamaz. Bilimsel dü- kenli topluluklar tarih boyunca hep Batı’ya yönelmişler. şünce ve seküler yaşam tarzı ile dinsel düşünce ve dini Bunun esas nedeni, bölgede Çin gibi güçlü, köklü, yerreferanslara göre düzenlenmiş bir yaşam tarzı bir arada leşik bir uygarlığın varlığı olabilir. Türkler ne Çin’i fetyaşayamaz. Kullardan oluşan ümmet topluluğu ile özgür hedebilmişler ne de Çin tarafından fethedilebilmişler. bireylerden oluşan yurttaşlar toplumu barış içinde bir a- Yani bir Türk-Çin sentezi oluşamamış. Artan Çin baskırada yaşayamaz. Türkiye İslam ile halkın dinsel inanç- sından kaçan Hunlar Batı’ya yönelmişler ve sonuçta Batı ları ile barışık yaşayabilir, bu çelişkiyi kültürel bir so- Roma’nın sonunu getiren Kavimler Göçünün tetikleyirun olarak zamana yayabilir ama siyasal İslam ile barışık cisi olmuşlar. Hun göçü, uzun vadeli sonuçları itibarıyyaşayamaz. Bu tür girişimler önce bir ‘toplumsal dayat- la, tarihin en önemli olaylarından biri olmuş, ama bizzat ma’ ve giderek bir ‘toplumsal yarılma’ yaratır, toplumsal Hunlar bir Doğu-Batı (Hun-Avrupa) sentezi yaratamasözleşmeyi parçalar ve bugün bu yarılmayı/parçalanma- mışlar, zamanla eriyip gitmişler. yı yaşıyoruz.”2 Türk kökenli toplulukların ikinci büyük göçü, bu kez Uzlaşılamayacak, helalleşilemeyecek, çalım atılama- esas olarak Hazar’ın güneyinden yine Batı’ya ve ilk duyacak bir sorudur bu. Çünkü sosyolojik bir sorudur, rak olarak İslam coğrafyasına doğru olmuş. İslamiyet’i Türkiye’nin yönüyle ilgili bir sorudur. Yanıtını -bizzat a- kabul ederek uygarlaşmışlar, İslam’a gençlik aşısı yaprazide- vermek zorunda kalacağız. mışlar ve güçlü Türk-İslam devletleri (örneğin Selçuklular) kurmuşlar, ama “daha Batı” hedefleri kaybolma*** Dünyadaki konumumuzu yeniden belirleyeceğiz. mış. Selçuklular da Fars-Arap topraklarında yerleşip bir Çok boyutlu ve çok katmanlı bir sorudur bu; üstelik Türk-İslam imparatorluğu olarak kalmakla yetinme-Türkler gibi yüzyıllarca mişler, Anadolu kapılayurt ve yön aramış halkrını (Bizans coğrafyasını) “Dünya işleri” genel anlamıyla insanlar için- tarihsel derinzorlayarak yine Batı’ya insan ilişkilerini ve insan-doğa ilişkilerini liği olan kadim bir soru. yönelmişler. Sonuç DoCumhuriyetin kurucuları (toplumsal sistemi, devlet yapısını, yaşam ğu Roma’nın da yıkılıve entelektüelleri bu soşı olmuş. Bu süreçte bir biçimimizi ve onların kurumlarını) kapsar. Türk-İslam sentezi damaruyu enine boyuna tartışmışlar. Sonuçta “çağdaş Bu işlere dinler ve inançlar karıştırılamaz. rı oluşmuş ama Türkleri medeniyet” dedikleri Batatmin etmemiş. Türkiye, dinsel düşünce biçimiyle, hem tı uygarlığının bir parçası Selçuklu sonrası oluolmakta karar kılmışlar. şan Anadolu beylikleri siyasal (İslamcılık, siyasal İslam) hem de Fakat yüz yıllık pratik arasında Batı’ya yönelen toplumsal düzlemde (örneğin tarikatlar, gösteriyor ki, toplumuve ilk iş Rumeli’ye çıkan muza uygun bir senteze cemaatler) hesaplaşmak zorunda kalacak. Osmanoğullarının başaulaşmakta yeterli olunarı kazanıp, giderek bütün mamış; genç cumhuriyetin koyduğu hedefler en baştan beylikleri birleştirerek, İstanbul’un fethiyle birlikte bir itibaren törpülenmeye, çarpıtılmaya başlamış. Türk- imparatorluk kurması da ilginçtir. Örneğin Selçuklunun İslam sentezciliği, İslamcılık gibi akımlar, güçlerini ko- “doğal” mirasçısı olan Karamanoğulları bunu beceremerudukları gibi son dönemde iktidar da oldular. Öte yan- miş, çünkü onların Batı’ya yönelme hedefleri yok. Bir uç dan çağdaş medeniyet hedefi, emperyalizme teslimiyet beyliği olan ve büyümek için Batı’ya yönelen Osmanlı olarak da anlaşılmış. Özetle, bu soru (konum meselesi) Beyliği bunu becerebilmiş. Sonuçta Türkler o tarihte de

5

bir Ortadoğu İslam imparatorluğu olarak kalmayı reddetmişler. Önemli bir sentez fırsatı, Timur saldırısından sonra dağılmanın eşiğine gelen Osmanlı’nın Fetret Devri’nde ortaya çıkıyor. Bedrettin hareketi ve isyanı (Musa Çelebi ile birlikte) yeni bir Türk-Batı (İslam - Ortodoks Hıristiyanlık) sentezi kurmayı hedefliyor ve başarının kıyısından dönüyor. Ünlü tarihçi Ernst Werner, Bedreddin hareketini Türkiye tarihinin en önemli olaylarından biri olarak niteler ve başarılı olsaydı tarihin çok farklı akabileceğini söyler.3 İstanbul’un fethiyle yine bir Doğu-Batı sentezi oluşturma fırsatı çıkmış. Fatih, bunu ciddi olarak düşünüyor, ama cesaret edemiyor, belki gücü yetmiyor veya fethedilmekten çekiniyor. Görülüyor ki, 15. yüzyıl Anadolu’sunun bu kaotik döneminde, biri aşağıdan yukarıya diğeri yukardan aşağıya olmak üzere iki kez Doğu-Batı (Türk-Batı) sentezi şansı doğuyor ama gerçekleşmiyor. Bu tarihten itibaren Osmanlı’da “Türk-İslam sentezi” ile “Türk-Batı sentezi” perspektifleri arasında sürekli bir mücadele görülüyor. Kazanan (Yavuz ile birlikte ve esas olarak Kanuni sonrası) Türk-İslam sentezciler oluyor. Ta ki Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet (yani Modernite) dönemlerine kadar. Türklerin modernite tarihi de hep Batı’ya yönelik. Kemalistler de bir uygarlık modeli olarak Türk-Batı sentezi geliştirmeye çalışıyorlar; Türk-İslam devleti ve toplumu olmayı reddediyorlar. Cumhuriyet tarihi boyunca da bu iki çizgi (Türk-İslam sentezi mi, Türk-Batı sentezi mi) arasında mücadele sürüyor. İlginçtir tarih boyunca, önce Türk-Çin, sonra HunAvrupa sentezi tutmamış. İkinci dalgada da Türk-İslam sentezi tatmin etmemiş. Ama Türk-Batı sentezi de bir türlü becerilememiş. Çok farklı dönemler ve koşullar ama ortak bir taraf var: Hâlâ sentezini arayan bir toplumuz. Bugün de bir yandan karanlığımızla mücadele ederken bir yandan da modernitemizin bir türlü tam oturtamadığımız içeriğini ve yönünü belirlemeye çalışıyoruz. Toplumumuzun önündeki hedef yeni bir modernite sentezi oluşturmak olacaktır. Elbette Avrupalı toplumların modernite birikimi bizim için de mirastır ve esin kaynağıdır; ama kendi modernitemizi bir Avrupa toplumu

Bir toprak parçasında yaşayan insanlar, aralarında “toplum sözleşmesi” yaptıkları gibi, bir “doğa sözleşmesi” de yapmak zorundalar. Yaşadıkları coğrafya ile uyum içinde olmak zorundalar. Doğa, fethedilen, egemen olunan, alınıp satılan bir meta olamaz. Bu şekilde yaklaşılırsa, doğa, oranın sizin vatanınız olmadığını önünde sonunda -hiç de “insani” olmayan ama gayet “doğal” olan biçimlerde- gösterir. 6

olmayı hedefleyerek yapamayız. Genç Cumhuriyet bunu denedi ama yapamadı; sonuçta gericiliğin ve emperyalizmin pençesine düştü. “Avrupa yolunu” aşan bir modernite biçimi bulmalıyız. 20. yüzyılda bu yolu zorlayan ve önemli kazanımlar elde eden toplumlar var; Sovyetler ve Çin gibi… Bu birikim de çok değerli bir mirastır. Bu sentez hedefi sadece Türklerin çabası olarak kalırsa başarıya ulaşamaz. Hele günümüz dünyasında tek ülke düzeyindeki sentezler olanaksızdır. Türk modernitesi -başta Kürt halkı ve Arap, Fars halkları olmak üzere- bir bölge modernitesine dönüşemediği sürece emperyalistler tarafından boğulur ve kendi içine çöker; tıpkı bugün (hem Türkler hem de Kürtler açısından) yaşadığımız gibi. Sanırım günümüzdeki konumumuz, mazlumlar dünyasının çok önemli bir parçası olan bölgemiz halklarının ortak modernite sentezini oluşturma perspektifini gerektiriyor. Bir Avrupa toplumu değiliz, ama Doğu’nun gereksinimi olan yeni modernite sentezinin öncü toplumlarından biri olabiliriz, komşu halklarla birlikte. Bu tartışma, bu noktada, ister istemez ek tartışmaları doğuruyor: Kapitalizm meselesi, emek ekseni ve Türk-Kürt sorununun çözümü… *** Türkiye toplumunun kapitalizmle hesaplaşma sorunu giderek gündeme giriyor. Bunu, bir sosyalist olduğum için, ideolojik bir tutum gereği veya bir temenni olarak söylemiyorum. Bugün mevcut durumdan rahatsız olan herkes, Türkiye’deki gelir dağılımı uçurumuna emekçiler ve yoksullar lehine (dolayısıyla büyük sermaye ve zenginler aleyhine) müdahale edilmesi gerektiğinden, ancak kamucu ve devletçi tedbirlerle ekonomik krizin üstesinden gelinebileceğinden, piyasacı politikalarla doğal afetlere hazırlanabilmenin veya yaralarımızı sarabilmenin olanaksız olduğundan söz ediyor. Konut sorununun çözümünün, tamamen tahrip edilmiş eğitim ve sağlık sistemimizin onarılmasının, kapitalizmin kâr ve rekabet sistemi içinde mümkün olmadığı genel bir kanı. Toplumumuz ideolojik anlamda bunun bilincinde olmayabilir, ama dile getirilen taleplerin ve önerilerin hepsi sosyalizan karakterdedir; en azından rotayı sosyalist politikalar yönünde kırmayı gerektirir. Türkiye toplumu eğer modernite yolunda yürümeye karar verirse, burjuva modernitesi mi çıkar yoldur, emekçi modernitesi mi? Modernitemizin niteliği ne olacak? 100 yıl önce kapitalist yola girme kararı verdikten sonra geldiğimiz nokta belli. Kapitalist yol tercihi, genç cumhuriyetin zorunlu olarak gerçekleştirdiği kamucu ve devletçi uygulamaları tamamen yok ettiği gibi, vahşi ve kuralsız bir kapitalizmle sonuçlandı. Demek ki yapıcı ve ilerici bir burjuvazimiz yok; olamıyor. Peki, modernitemizi esas olarak hangi sınıf ve kesimlere (hangi toplumsal maddi güce) dayanarak sürdüreceğiz? Eğer yüz yıl önce reddettiğimiz mandacılığı ve sömürgeleştirilmeyi kabul etmeyeceksek (ki bu yolla yukarıda saydığımız hiçbir politikayı izlememize olanak yok), başta işçi sınıfımız olmak üzere emekçilerden başka bir güç bulunmuyor. O halde soru şudur: Emeğe ve emekçilere dayalı bir toplumsal sistemi nasıl hayata geçirebiliriz? Belki de

en temel siyasal-ideolojik sorumuz bu olacak; bağımsız varlığımızı devam ettirmek istiyorsak, olmalı. *** Kürt sorununu çözmek zorundayız. Türk ve Kürt modernleşmesinin nasıl ortaklaştırılacağı sorusu en yakıcı sorularımızdan biri. 100 yıl önce de gündemdeydi; çözülemedi ve bugün çok daha hayati bir biçimde gündemde. Bu topraklarda kardeşçe, barış içinde ve eşit biçimde nasıl yaşayacağız? Çalım atamayacağımız bir sorundur bu; herhalde kavramış olmalıyız. Toplumumuzun iki ana unsuru olarak Türkler ve Kürtler, gelecek tasarımlarını ortaklaştırmak zorunda. Ayrılarak, birbirimizin varlığını reddederek, şiddet uygulayarak herhangi bir çözüme ulaşmamıza olanak yok. Kürt ulusunun varlığı nasıl politik olarak çalım atılamayacak bir sosyolojik olguysa, Türklerin ve Kürtlerin ortak bir gelecek çizme zorunluluğu da sosyolojik olgulardan kaynaklanıyor. Birbirinden ayrılamayacak biçimde bütünleştik. O halde ortak bir geleceğin yolunu arayacağız. Önümüzdeki en önemli sorulardan biri de budur. Bu konuda daha önce çok yazdığım için uzatmayacağım.4 *** Önceki bütün sorular yeni bir “toplum sözleşmesi” ihtiyacı ile ilgiliydi. Ama bu yetmiyor. Üzerinde yaşadığımız coğrafya ile bir “doğa sözleşmesi” de yapmak zorundayız. Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesinin doğa boyutu da vardır. Bir ülkede bir doğal afet sonucu, bir anda 50 bin kişi ölüyorsa, yüz binlerce kişi evsiz-yurtsuz kalıyorsa, o ülkede çok temel bazı sorular sorulmalı ve yanıt aranmalı. Böylesi yıkımlar, sadece iktidar, sadece toplumsal sistem değil, vatan sorununu dahi gündeme getirir ve sorgulatır. Acaba vatan kavrayışımızda (bilincimizde) bazı eksikler ve boşluklar mı var? Vatan nedir? Bir toprak parçası nasıl “vatan” olur? Elbette bir toprak parçası, üzerinde yaşayan insanlarla vatan olur. Yani vatan, insana özgü, insanın ürettiği bir kavram. Ama bu kavramın -hepsi tarihsel olan- pek çok boyutu var. Bir toprak parçasında yaşayan insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin ve dışlarındaki insan topluluklarıyla ilişkilerinin niteliği kadar, yaşadıkları toprak parçasının doğasıyla olan ilişkilerinin niteliği de, o coğrafyanın, oradaki insanların “vatanı” olup olmadığını belirler. Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesi için oraya göç etmek, fethetmek, egemen olmak yetmez. Göç, fetih, egemenlik kavramları, vatan kavramı için yeterli değil. “Modern vatan”ın temelinde iki kavram belirleyici: Emek ve uyum. Fethedilen değil, savunulan (ve kurtarılan) toprak parçası vatan olmaya hak kazanır. Ama yetmez. Kurtarılan toprak parçasında yaşayan insanların birbirleriyle yaptıkları “toplum sözleşmesi”nin eşit, özgür ve kardeşçe olup olmaması da oranın herkes için vatan olup olmadığını belirler. Sömürü, özgürlüksüzlük, eşitsizlik ne kadar geriletilirse, o toprak parçası o kadar vatan haline getirilebilir. Yani o toprak parçasının vatan olması için sadece dış tehditlerden kurtarılması değil, sömürücülerden de kurtarılması gerek. Ama bu da yetmez. O toprak parçasında yaşayan in-

sanlar, bir “toplum sözleşmesi” yaptıkları gibi, bir “doğa sözleşmesi” de yapmak zorundalar. Yaşadıkları coğrafya ile uyum içinde olmak zorundalar. Doğa (coğrafya), fethedilen, egemen olunan, alınıp satılan bir meta olamaz. Bu şekilde yaklaşılırsa, doğa, oranın sizin vatanınız olmadığını önünde sonunda -hiç de “insani” olmayan ama gayet “doğal” olan biçimlerde- gösterir. Bir toprak parçasının “vatan” olabilmesi için, belki de en temel (ve belirleyici) boyut doğa ile ilişkinin niteliği. Peki, doğa ile nasıl “sözleşme” yapılabilir? Bazı doğaüstü simgeler yaratıp onlara tapınıp yalvararak mı? Fethederek, savaşarak, ulusal kurtuluş mücadelesi vererek, devrim yaparak mı? Bunlar doğanın umurunda bile değil! Doğanın kendi yasaları var. Bu yasalar her şeyin üzerinde. Doğa-üstü hiçbir şey yok. Doğa ile savaşılamaz, doğa fethedilemez, doğaya egemen olunamaz. Doğayla uyum içinde yaşamamız gerekir; eğer o coğrafyanın vatanımız olmasını istiyorsak. Bunun yöntemi de doğa yasalarını kavramak ve ona uygun ilişki biçimleri geliştirmek; yani bilim. Doğayla ancak bilimsel düşünce ve yöntem ile bir “sözleşme” yapılabilir. Örneğin biz bir deprem coğrafyasını yurt edinmişiz. Bu doğal olguya uygun bir yerleşim ve üretim sistemi, toplumsal bir deprem bilinci geliştiremezsek gün gelir o coğrafya bizi kusar; o toprak parçasını bir “vatan” haline getiremeyiz. Kaldı ki bu konuyu artık gezegen çapında düşünmek gerek; çünkü gelinen noktada vatanımız artık Dünya gezegenidir. Evrensel bir sorudur bu. Doğa ile savaşmak ve doğaya egemen olmak mı, doğaya uyum mu? Örneğin depreme “dayanıklı” yerleşimler ve yapılar mı, yoksa depreme “uyumlu” yerleşimler ve yapılar mı? İnsanın, doğanın üstünde ve dışında değil, doğanın bir parçası olduğunu ve buna göre bir toplumsal sistem kurması gerektiğini kavraması çok büyük bir düşünsel devrim olurdu. Türkiye’de yaşadığımız musibetler, bizim bu düşünsel devrime katkı koymamızın da önünü açmaktadır. O kadar güncel ve yakıcı sorunlarımız var ki, insandoğa uyumu meselesi bir türlü gündeme giremiyor. Ama yazımızın başından beri vurguladığımız soruların hepsinin temelinde bu mesele yatıyor. İnsan-doğa ilişkisi ve uyumu meselesinin güncel ve yakıcı bir biçimde gündemimize girdiği an, yapacak hiçbir şeyin kalmadığı andır! Varlığını devam ettirebilen tek insan türü olan Homo sapiens herhangi bir coğrafyaya “endemik” olamadı. Kendini oradan oraya vurdu, sürekli göç etti. Kültürel evrimiyle yaşama tutunmaya çalıştı. Ama bu kültürel evrim, saptığı yolda, artık varlığıyla çelişiyor. Dünya gezegenine endemik olmak zorundayız. Bu soruyu ve önceki soruları önümüzdeki dergilerde yine tartışacağız. DİPNOTLAR 1) Bu konuda bakınız: E. Helvacıoğlu, “Cumhuriyet serüvenimiz: kazanımlar ve tıkanıklıklar”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 223, Kasım 2022. 2) E. Helvacıoğlu, “Yıkımın faturası kime kesilecek?”, Bilim ve Gelecek, Sayı: 227, Mart 2023. 3) E. Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481), Yordam Kitap, s.482 ve sonrası. 4) En azından birinci dipnotta atıf yapılan yazıda bu konuyla ilgili bir bölüm var.

7

Kapak Dosyası

Pelin Pınar Giritlioğlu ile söyleşi

Bir kent depreme nasıl hazırlanır?

Bu kadar hukuksuzluğun, hukuk karmaşasının, yetki karmaşasının, ayak oyunlarının işin içinde olduğu bir sistem yok. Siyaset kültürümüz rant siyasetinin üstüne oturuyor. Tek bildiğimiz kültür, tek bildiğimiz değer kentlerde, rant siyaseti. Önce bundan vazgeçeceğiz ki kamucu politikalar açığa çıkabilsin. Bunun için çok ciddi bir siyasi irade gerekiyor. Ve o iradenin ulusal seferberlik halinde kamucu politikaları hayata geçirmesi. Söyleşi: Evren Sarı - Özer Or

D

oç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü, Kentleşme ve Çevre Sorunları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi. Giritlioğlu ile, deprem tehdidi altındaki bir kentte bu depreme hazırlanmak için neler yapılması, hangi politikaların izlenmesi, hangi bilimsel ilkelerin hayata geçirilmesi gerektiği üzerine konuştuk. Söyleşi ister istemez İstanbul üzerine ve mevcut iktidarın uygulamalarının eleştirisine yoğunlaştı. İyi okumalar.

Sadece yapının değil, bir bütün olarak kentin depreme hazırlanması gerek - Ülkemiz maalesef 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerini sonuçlarıyla birlikte hâlâ acil ihtiyaçların bile tam olarak karşılanamadığı büyük bir felaket olarak yaşıyor. Bu depremde de öncekilerde olduğu gibi fayların yerleri, deprem üretme potansiyelleri, inşaatların tasarım ve üretim hataları, malzeme kusurları çokça konuşuldu fakat mimarlık ve şehircilik uygulamalarımızdaki sorunlar daha az gündeme geldi. Şehir Plancıları Odası’nın bu konuda açıklamaları oldu. Siz de Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanı olarak veya

8

akademisyen kimliğinizle sık sık bilgisine başvurulan, görüşü alınan isimlerden birisiniz. Biz de genel bir çerçeve çizmeye çalışarak başlayalım. Şehircilik ve planlama ilkeleri açısından son depremler özelinde gözlemleriniz nedir? Bir şehir depreme nasıl hazırlanabilir? - Bir kere bu deprem bize şunu gösterdi ki güvenlik ve kent güvenliği yapı güvenliğinden ibaret değil. Çünkü bu depremde yolların, köprülerin, havalimanlarının yıkılmasına bağlı olarak nasıl bir erişilebilirlik sorununun ortaya çıktığını da gördük. Kent içinde açık alanlar olmamasının, insanların toplanabilecekleri alanların olmamasının nasıl riskler ortaya çıkardığını gördük. Dolayısıyla şunu fark ettik ki aslında bizim kentlerimiz ‘99 depreminden bu yana yapılan birçok çalışmaya rağmen depreme hazır değillermiş. Bir adım bile ileriye gidemediğimizi ne yazık ki fark etmiş olduk. Biz bu depremde de yine binalarımızın ne kadar güvenli olduğunu, riskli olup olmadığını, güçlendirilmesinin mi yoksa yıkılıp yeninden yapılmasının mı uygun çözüm olacağını konuşuyoruz ama aslında kenti bütün bir sistem olarak düşünmek zorundayız. Depreme gerçekten mekânsal olarak hazırlanmak istiyorsak kentleri altyapısıyla, doğalgaz sistemiyle, temiz ve atık su şebekesiyle, ener-

TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu.

ji iletim hatlarıyla, yol ulaşım ağıyla, köprüleri, tünelleri, viyadükleri ve benzeri unsurlarıyla depreme hazırlamak ve hazır tutmak zorundayız. Mesela deprem oldu, şimdi binaları kontrol ettiriyoruz, belediyeler hızlı taramalar yapıyor ama örneğin yolların depremlere ne kadar dayanıklı olduğuyla ilgili değiliz. Fay hatları üzerine siyasi kararlarla havalimanları yapılıyor, dolgu alanları üzerine ağır kütleli yapılar yapılıyor. Yani aslında bir yapının güçlülüğü, güçsüzlüğü, eskiliği, yeniliği değil tek mesele. Kentleri depreme hazırlamanın birçok farklı boyutu var. Örneğin tahliye yolları meselesi. Bizim kentlerimizin tahliye yolları yok. Mevcut yollarımızı kademelendirdik, birinci, ikinci, üçüncü derece acil ulaşım yolu diye. Ama onları hakikaten bir acil ulaşım yolu haline getirmek için ciddi hazırlıklar yapmadık. Parklanmayı bile kaldıramadık üstlerinden. Bugün deprem olsa gerçekten de eğer yol güvenliği varsa bile insanların oradan tahliye olabilecekleri, tahliyeyi kesintisiz sağlayabilecekleri bir ortam yok. İstanbul’da bütün acil ulaşım yolları üzerinde UKOME kararıyla park yasağı olmasına ve UKOME kararlarının bütün kamu kurum ve kuruluşları için bağlayıcı olmasına rağmen İSPARK bu yolların kenarlarını park olarak kullanıyor. Bırakın başka bir kamu kurumunu, aynı kurumun içinde bile UKOME kararını görmezden gelen bir İSPARK var. Alt kademe yolları say-

mıyorum bile. Oralar zaten deprem yokken bile çok ciddi bir tehlike altında. İtfaiye veya ambulans gerektiğinde o ara sokakları zaten kullanamıyoruz. Sadece yapıların güvenliğini kontrol ederek depreme hazırlanma şansımız ne yazık ki yok. Bunu kapsamlı bir hazırlık süreci olarak ele almamız gerekiyor ki bütün olarak depreme hazır hale gelebilelim. Yoksa depreme hazırlığın bir ayağını belki sağlamış oluruz ama öbürlerini gerçekleştiremediğimiz zaman depremde kendi can güvenliğimizi sağlayamayız. Güvenli bir yapıdan sağ salim çıkabilirsiniz ama dışarıya adımınızı attığınız anda başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. Çünkü o yol güvenli olacak mı, havalimanı pistinin altında fay mı var veya başka teknik koşulları uygun mu gibi sorular yanıtsız. İlkyardım gelecek havalimanı bizim üçüncü havalimanımız. Yağmur yağıyor, işlemez hale geliyor, dolu yağıyor, işlemez hale geliyor, fırtına oluyor, işlemez hale geliyor. Şimdi üzerine o külliye inşaatı yapılan Atatürk Havalimanına muhtaç kalınmış vaziyette. Dolayısıyla kenti böyle dişlilerden oluşan bir çark gibi düşünmek gerekiyor ve bu dişlilerden birini bile ihmal ederseniz depreme hazır olamıyorsunuz ne yazık ki. Konuya böyle bakmak gerekiyor. 11 ilde gerçekleşen deprem bize bunların önemini gösterdi çünkü daha büyük bir alanda idi. Yani tek başına bir güçlü bina meselesi olmadığını bir kere daha bize hatırlatmış oldu.

Sosyal, kültürel, tarihsel doku korunmalı

- Şu an bölgede enkaz kaldırma faaliyetiyle birlikte hızla uygulamaya konan bir yapılaşma süreci var. On binlerce binanın yeniden yapımı gündemde ama paylaşılan birkaç tip proje var. TOKİ ve GYO-DER’in birlikte hazırladığı bir afet bölgesi tasarım alanları rehberine göre şehirlerin yeniden yapılandırılacağı ifade ediliyor. Bu süreçlere şehir plancıları ne kadar katılabiliyor? Şehirlerin yeniden yapımında az önce değindiğiniz konulara dikkat edilecek mi? - İktidarın en iyi bildiği şey acele hareket etmek. Biz buna deprem olmadan da kamunun aceleciliği diyorduk. Bu depremde de aynı şeyi yapıyorlar. Bir kere daha yerkabuğu hareket halinde, artçı depremler devam ediyor. Bütün bunlar olurken yeniden inşa sürecini hızla başlattılar, temeller attılar ve bunu yaparken de birtakım projeler ortaya çıkardılar. Bunlar belli ki aslında bu bölge için hazırlanmamış. Bu kadar hızlı ortaya çıkmasına bakılırsa rafta duran, ellerinde çekmecede duran projeleri çıkarmışlar ve buradaki yeniden yapılanma sürecinde devreye sokuyorlar. Bu durum aslında bütün olanlardan hiç ders çıkarılmadığını açıkça gösteriyor. Henüz konuyu anlamadıklarını fark ediyoruz. Yıllardır aslında bunları anlattık. Tek tipleşmenin sorunlarından bahsettik. Sadece konut üreterek bir yerleşme inşa edilemeyeceğini söyledik. Oda olarak açıklama da ya-

Sadece yapıların güvenliğini kontrol ederek depreme hazırlanma şansımız yok. Kenti dişlilerden oluşan bir çark gibi düşünmek gerek ve bu dişlilerden biri bile ihmal edilirse depreme hazır olunamaz.

9

yımladık, bir yılda kent inşa edilebilir mi, diye. Bir yılda konutları inşa edebilirsiniz belki ama onun adı kent olmaz. Çünkü söylediğim gibi kent dediğimiz şey bir sistem. Çarşısı, pazarıyla, dükkânlarıyla, yaşam alanlarıyla, meydanlarıyla, sosyal buluşma ortamlarıyla, parklarıyla, spor alanlarıyla, çocuk parklarıyla, sanayisiyle kent bütün bir sistemdir. Onu diğer bileşenlerinden ayrı yalnızca bir konut üretimi olarak düşünemezsiniz. Orada yalnızca barınma meselesini belki bir ölçüde halledebilirsiniz. Fakat insanların yaşam kalitesini, konforunu temin edebileceğiniz bir dokuyu bir yıl içinde oluşturmanız mümkün değil. Kentler tarih içinde ortaya çıkmıştır ve o ihtiyaçlarla şekillenmiştir. Belki bu yerleşmelerin belli bir kısmı seyreltilecek, belki fay hatlarından uzaklaştırılacaktır ama bunun bir de depremin gerçekleştiği kent merkezleri boyutu var. Buralar medeniyetin üzerine inşa edilmiş kentler. Altta katmanlar dolusu başka medeniyetlerden izler var. Bir gün, belki bundan bin yıl sonra başka insanlar bakacak o katmanlara. Arada saçma bir katman dikkatleri-

ni çekecekse işte o katman bizimki. Yani 2023’te ne olduğunu asla anlayamayacaklar. O kadar medeniyetin üzerinde böyle beton bulutundan oluşan bir katman. Biz bu merkezleri de tekrar düşünmek zorundayız. Burası medeniyetlerin göbeğinde bir alansa, bir coğrafyaysa, o kimliği de tarihi de korumak ve ayağa kaldırmak durumundayız. Dünyada örnekleri var. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa kentlerini yeniden yapılanma çalışmaları böyle koruma odaklı. Dönüşüm, yeniden yapılanma sürecine odaklanmış ve bunu da gayet güzel başarmışlar. Biz de bunu yapmak zorundayız. Her yeri yıkalım, tamamen yeni anlayışla yeni kentler yaratalım gibi bir mantık bu coğrafyada işlemez. Doğru bir şey de olmaz. Çünkü orada koca bir tarih yatıyor. Yeni yerleşim alanlarıyla kent merkezinin yani eski kentlerin ilişkisini de doğru kurmak zorundayız. Şu an yaşadığımıza benzer uygulamalar Kocaeli depreminden sonra da yapıldı. Kentten uzakta böyle parça parça serpiştirilmiş konut alanları oluşturuldu. Yani tamamen tarihsiz, kentle ilişkisi olmayan, kendi başına yaşayan, böyle başıboş bırakılmış alanlar Her yeri yıkalım, tamamen yeni anlayışla yeni kentler yaratalım gibi bir mantık bu coğrafyada işlemez. Çünkü orada koca bir tarih haline geldiler. Bu yatıyor. Sosyal, kültürel, tarihsel doku korunarak bir yeniden inşa doğru bir yaklayapılmalı. şım değil. Mutlaka kentle ilişkisinin kurulması gerekiyor. Tabii ki acil bir barınma meselesi var ama bu aciliyet nedeniyle bazı şeylerin de hatalı bir şekilde yapılmaması gerekir. Çünkü binayı bir kere yapıyorsunuz bir daha 50 yıl, 70 yıl 80 yıl o kent dokusu orada ayakta kalacak. Acil barınma sorununu geçici yapılarla çözmek daha kolay. Burada biraz durmamız gerekiyor. Bunu planlamak için daha katılımcı yakla-

10

şımlara ihtiyacımız var. Uzmanlarla, meslek odalarıyla, üniversitelerle bu sürecin daha akılcı bir yolla gitmesi gerekiyor ki gerçekten sürdürülebilir bir yapı oluşabilsin. Geçici barınma alanlarında insanların bir süre için barınmasını sağlamak zorundayız. Bir an önce olsun diye yanlışın üzerine yanlış koyarak yeni yapılanma alanlarına insanları götürmek doğru değil. İnsanların bir süre için geçici yapılanma alanlarında kalması sağlanmalı. O sırada kentleri bilimin gerektirdiği ilkeler çerçevesinde planlamamız lazım, yoksa çekmeceden çıkardığımız tek tip projelerle kentleri inşa edemeyiz. Her kentin kendi hikâyesi var. Oradaki tipolojinin ortaya çıkmasında geçmişteki bazı ihtiyaçlar, talepler var. Bunlar şekillendirmiş tipolojiyi. Bunları göz ardı edip, Trabzon’da da, Antep’te de, Samsun’da da, Denizli’de de, Diyarbakır’da da, Hatay’da da aynı tip projeyi hayata geçiriyorsak bir anlamı olmaz. Bunu depremden önce de çok söyledik. Bu yaklaşım kentleri tek tipleştiriyor, insanların aidiyet duygusunu zayıflatıyor. Yani orada yaşadığını hissedemiyor artık insanlar, başka bir yerde yaşıyor gibi oluyorlar. Bunların bilimsel ilkeleri de var aslında. Her şeyi sıfırdan konuşmamız gerekmiyor, bilinenleri hayata geçirelım. Bilim kurulları bu açıdan önemli. Yani bu koşulları hayata geçirebilmek için verilecek kararlarda katkıları önemli. Yoksa artık ilkeleri falan yeniden konuşmuyoruz; bunları 30 yıldır söylüyoruz. Bizim bugün depreme ilişkin veya depreme hazırlık anlamında söyleyeceğimiz yeni bir söz yok. Bunlar konuşuldu. Söylem değil eylem zamanı, ama doğru bir yöntemle.

Kooperatif birlikleri - Bu önerdiğiniz yol sanki zaman kaybına ve kaynak israfına yol açacakmış, evini kaybedenleri de daha uzun süre mağdur edecekmiş gibi topluma yansıtılıyor? Öyle mi gerçekten? - Tam tersine daha masrafsız bir yolu öneriyorum. Daha az rantsal bir yol öneriyorum. Kentsel dönüşüm pratiğimize baktığımızda 2000’li yılların başından itibaren

2000’li yılların başından itibaren yapılan uygulamalarda gecekondu alanının yerine devasa gökdelenler dikildi. Niye orada 30-40 hanenin yaşayabileceği, yaşam kalitesini insan onuruna yaraşır koşullarda gerçekleştirecek projeleri yapmadık ki? “Kurtarmadı” çünkü.

yapılan uygulamalarda hep ne gördük? Örneğin bir gecekondu alanı dönüştürülecek. Gecekondu alanının yerine devasa gökdelenler dikildi. Bunu Bursa’da da gördük, Trabzon’da da, İstanbul’da da gördük. Neden böyle yaptık ki? Niye orada 30-40 hanenin yaşayabileceği, yaşam kalitesini insan onuruna yaraşır koşullarda gerçekleştirecek insan ölçeğinde projeleri yapmadık ki? “Kurtarmadı” mı? 1926’da Emlak Bankası deneyimimiz var. Genç cumhuriyetin dar imkânlarıyla işçi konutlarını, memur konutlarını, orta sınıf toplu konutlarını yapmadık mı? Bugünkü kaynağı düşünün. Ortada uçuşan, telaffuz bile edemediğimiz rakamları düşünün. Bütün bu rant ortamı içinde buna kaynak bulunamaz mıydı? 3 katlı, 5 katlı, insan ölçeğinde yapılardan söz ediyoruz. Ama ne oldu? Devlet burada elini taşın altına olması gerektiği gibi koymadı. Vatandaşla müteahhitleri karşı karşıya bıraktı. Belli inşaat firmalarını desteklemeyi hedefledi ama dönüp de halka bakmadı. Halkın neye ihtiyacı olduğunu sormadı. Orada nasıl bir misyonla bu süreci yönlendirebiliriz sorusunu sormadı. Bu aslında hiç zor bir şey değil. Yıllardır diyoruz ki sosyal kiralık konut yapın. Erişilebilir konut yapılabilir, ama hedef kitleyi yanlış seçiyorsunuz. En yoksula konut sat-

maya çalıştılar. Hayır, o fiyat politikasıyla erişilebilir konut dedikleri ucuz konutları bizim ülkemizde bugün ancak orta sınıf satın alabilirdi. Dolayısıyla o proje de tutmadı. Başarısızlıkla sonuçlandı. Neden bugün kentsel dönüşümde ille de 3 kat daha olsun, 5 kat daha olsun, müteahhit payı olsun... Niye biz müteahhitleri zenginleştiriyoruz ki? Mahalle ölçeğinde kooperatif birlikleri kurulamaz mıydı? Kooperatifçilik doğru bir üretim modeliydi aslında. Doğru işletilirse insanları ekonomik açıdan da büyük yükler altına sokmayacak modeller bunlar. Demokratik de öte yandan. Mahallelinin katılım süre-

cini birlikte örgütleyecek modeller. Doğrudan ihtiyaçla sınırlı örnekleri de var. Böyle kooperatif deneyimlerimiz zamanında olmuş, emeklilerin üç kuruş ikramiyeleri ile ödedikleri konut kooperatifleri var. Ev sahibi olabilmişler. Bugün kimse ev sahibi olamıyor bu ülkede. - O süreçten nasıl vazgeçildi? - Bir kere kooperatif deneyimlerinde de süreçte kamunun regülasyonu ortadan kalktığı zaman müteahhitlerin eline bırakıldı. Onlar da paraları aldı kaçtı, yolsuzluklar yaptı, inşaatları yarım bıraktı, kötü malzeme kullandı falan filan. Ama süreç kamunun regülasyonuyla gitseydi, kamu bu işin bir parçası olsaydı böyle olmazdı. O zaman gerçekten de sürdürülebilir konut üretim seçenekleri modelleri ortaya çıkardı. Bütün bunlar kimsenin işine gelmediği için bir kenara atıldı. Çünkü herkes daha fazla rant istiyor. - Gazetelerden öğrendiğimize göre 11 ilde üretimin durması nedeniyle sermaye sınıfı artık güvenli konutlarını fabrika yanlarına kurup oradaki üretimin devamlılığı ile ilgili talepler de geliştirmeye başlamış. Yani konunun kritik bir boyutu da sınıfsal duruş. Bu konu daha önce pandemi sırasında da tartışılmıştı, kapalı çalışma kampı modeli olarak. - Çünkü bu dönem sermayesinin ihtiyacı bunu gerektiriyor. Toprağı da maalesef sınıflara ayırıyoruz değil mi? Bugünün koşullarında yoksul bir insan artık kentin merkezinde barınamaz. Kent merkezi varsıl sı-

Kentsel yenileme mahalleyi ortadan kaldırıp mahalleliyi oradan sürmek olarak anlaşıldı. Elbette rant uğruna.

11

nıflara ait bir yer. Kent çeperleri ise yoksul sınıflara ait. Neden? Çünkü toprağı sadece ekonomik değer üzerinden paylaştırıyoruz. Oysa sosyokültürel değeri üzerinden paylaştırsak, ki mahalle aslında tam da böyle bir şeydi, varsılın yoksulun bir arada yaşadığı, aynı mekânları paylaştığı yerdi. O zaman aynı toprak üzerinde farklı sınıflar bir arada yaşayabilir. Bunun modellerini de devlet gayet güzel oluşturabilir. Ama ne yazık ki böyle yapmadı. Dolayısıyla ayrışma, ötekileştirme, yerinden etme, dışarıya sürme… Bütün bu gettolaşmalar böyle başladı. Neden ekonomik değer üzerinden toprağı paylaşıyoruz? Neden oranın kendi kültürü üzerinden, sosyokültürel yapısı üzerinden paylaşmayalım ki? Ben mesela Arnavutköy’de doğdum büyüdüm. Bugün Arnavutköy’de ev alamazsınız. O zamanlar en zengini de otururdu, bizim gibi orta sınıf insanlar da otururdu. O mahallenin balıkçısı, esnafı da orada otururdu. Aynı mahalleyi birlikte paylaşırdık. Her bütçeye uygun barınma imkânı vardı? Çünkü o zamanın değeri böyle bir şeydi. Toprağın tama-

men ekonomik bir sistem üzerinden paylaştırılır hale getirilmesi insanları sınıflara ayırdı ve ayrıştırdı. Deprem sonrası yeniden inşa sürecinde tam da bu yapılıyor. Oysa olması gereken bu değil. Tam tersine toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak yeni modelleri ortaya koymak gerekiyor. Kooperatif bunun için de doğru bir model.

Kentsel yenileme yalnızca özel sektöre ve serbest piyasaya bırakılamaz - Aslında bu süreci biraz da mevcut hükümetin rant sermayesiyle ya da inşaat sermayesiyle olan bağlantısıyla da ilişkilendirilebilir miyiz? - İktidar ne yaptı bu yıllar içerisinde? Kamu-özel sektör işbirliği modelleriyle bunları yaptı. Dünya da böyle yapıyor. İngiltere’nin Public Private Partition 3P modeli... Tüm dünya bunu uyguladı. Biz de uyguladık. Ama bunun yanlışları tartışılıyor şu an dünyada. Biz ise bu dengeleri tam nasıl kuracağımızı da ortaya koymadık. Örneğin Sulukule’yi dönüştürüyorsanız orada kamu tek başına o işin içinde ola-

Afet toplanma alanları AVM’lerle dolduruldu. Örneğin Zorlu’nun olduğu kocaman yeşil alan gerçekten bir afet toplanma alanıydı.

12

caktı. Mahalle halkıyla birlikte orayı yenileyecekti, oraya özel sektörü sokmayacaktı. Kentin sınırlı bir ticari alanında belki kamu-özel sektör işbirliği olabilir. O ticari bölgelerde para da kazanabilirsin. Ama Sulukule gibi bir yerin dönüşümünde kaynağı tek başına kamu olarak aktarmak zorundaydın. Bunu yapmadıkları için kimse olduğu yerde barınamadı. Ne Sulukuleli barınabildi ne de başka yerlerde bu model işleyebildi. Çünkü bütün sistem orada yaşayanı oradan dışarı atmak üzerine kurulu. Bir daha da kimse geri dönemiyor. Aslında rezerv alan kavramı da, 6306 sayılı kanun da tam böyle kullanılıyor. Ne yapıyor bakanlık? Canının istediği yeri rezerv alanı ilan ediyor. Durumu öyle ilerletti ki artık parsel bazında rezerv alan kararları alınıyor. Bu rezerv alan nedir? Ayrıcalıklı imar planı yapmanın yeni aracıdır. Afetle falan ilgisi yok. Bir parsel bazında nasıl afete hazırlanıyorsunuz? Halbuki rezerv alan ne olmalıydı? Rezerv alan kentin hassas ekolojik alanlarıdır dünya literatüründe, bizim gibi kullanan yok. Hadi deprem ülkesiyiz, yeni bir şey uydurduk diyelim, nasıl olmalıydı? Parça parça kentlerin dirençsiz bölgelerini dönüştürürken oradakileri barındırdıkları geçici yerleşim alanı olarak kullanılan yerler olmalıydı. Mesela Kanal İstanbul bölgesine konteynır kenti kuracaktı devlet. Parça parça Bakırköy’ün mahallelerini, buraya taşıyacaktı. Yeniledikten sonra da insanları geri döndürecekti. Ama bizim rezerv alan tanımımız böyle mi? İlgisi yok. İnsanların bir daha geriye dönmesinin aracını ortaya koymuyor ki. Eğer böyle yapsaydı geçici barınma alanı olarak kullanılan toprak tarla vasfını da sürdürürdü. Tarım fonksiyonu devam ederdi. Çünkü geçici yerleşme alanları kalktığı anda orası kendi fonksiyonuyla devam ederdi. Biz rezerv alanı böyle kullanmadık. Doğrudan rant amacı ile, yani insanları yerinden etmeye yönelik bir model olarak kullandık. Olanları atacağız, rant projesi yapacağız, daha varlıklı sınıflara, yabancılara falan satacağız. Söylediğimiz tecrübe aslında kamuda var. Milyonlarca göçmeni prefabrik veya konteyner geçici ko-

nutlarda barındırabildik. Bulgaristan göçmeni soydaşlar için de 80’lerin ortalarında, 90’ların başlarında bunlar yapıldı. Bu deneyimler var, yok diyemeyiz. Ama işin içine rant girdiği zaman ne yazık ki bütün bu ilkeler, değerler, kavramlar altı boşaltılarak başka türlü kullanılıyor. Mesele budur.

Kaynak ve yetki vardı ama… - Deprem sonrasında. İstanbul’da da “yüz binlerce konutu güvenli bölgelere taşıyacağız” gibi açıklamalar oldu. Ani kararlarla bir anda okullar, hastaneler boşaltıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne yapılıyor şu anda? Süreçler de şeffaf değil, siz ne kadarına vakıfsınız? - Şimdi şöyle bir geriye dönüp bakalım. 99 depreminden sonra ne yapılmıştı? Bugün neleri konuşuyoruz? 99 depreminden sonra JICA raporları yayımlandı 2002 yılında ve bunun arkasından 2003’te de 4 üniversitenin işbirliğiyle bir İstanbul Deprem Mastır Planı yayımlandı. Deprem Şûrası oluşturuldu. Deprem Şûrası 2007’de lağvedildi. 2009 ile 2011 yılları arasında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Kentleşme Şûrası gerçekleştirdi. 2 yıl sürdü bu ve 10 tane komisyon çalıştı. Bunların biri afet komisyonuydu. Bir tanesi de Kentsel Dönüşüm, Konut ve Arsa Politikaları Komisyonuydu. Bütün bunlar işbirliği içinde hazırlandı. Kitapları çıktı. Bunların ardından kentsel gelişim stratejileri çalışmasını da sürdürdü Bayındırlık ve İskân Bakanlığı. Derken 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın yerine geçti. Bu aslında bizim kentsel dönüşüm ve depreme hazırlık sürecimiz için bir milat. Çok da olumlu anlamda söylemiyorum, bir kırılma noktası. Ardından ne oldu? Bir Van depremi geldi ve depremin hemen arkasından da 6306 sayılı kanun yürürlüğe girdi. Bundan önce de 2001’de Yapı Denetim Kanunu yürürlüğe girmişti. Yapı denetim işi özelleştirildi, firmalara verildi. Yapı denetim kanunu ilk 6 yılda pilot kentlerde başladı. Birinci pilot bölge Marmara depreminden etkilenen İstanbul, Kocaeli, Yalova gibi kentlerdi; ikin-

ci pilot bölge de bu depremde zarar gören Hatay, Antep, Maraş, Adana gibi kentlerdi. İlk buralarda yapı denetimi uygulanmaya başladı. Özel firmalara verilmesi, denetimdeki açıkları, zafiyeti de ortaya çıkardı. Yine o yıllarda belediye kanunları değişti. Yerel yönetimler reform paketi adı altında belediye bu işin yerel ayağı olarak tanımlandı. İlk defa Belediye Kanunu’nda da kentsel dönüşüm ve gelişim alanı kavramı yer aldı. TOKİ de bu işin merkezi yapıldı. 562 sayılı kanunla güçlü bir kurum ve adres olarak da doğruydu aslına bakarsanız. Yani bu işin merkezi ayağı TOKİ gibi bir kurum olabilirdi gerçekten, ama doğru uygulamadı yapması gereken işleri. Ardından Van depremi oldu, 6306 geldi ve kanunla yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm konusundaki yetkileri neredeyse tamamen tırpanlandı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütün bu süreci kendisi yürütmeye başladı. Aslında İmar Kanunu’nun dokuzuncu maddesi o dönemde de bakanlığa bu anlamda geniş yetkiler veriyordu. Yani her tür ve ölçekte plan yapma yetkisi vardı Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın, ama o dönem bakanlık yetkilerini böyle kullanmadı. Yani kurumsal yapısı itibariyle, belki finansal yapısı itibariyle, belki de dönemin bürokratik terbiyesi nedeniyle. Büyük ölçekte planlar, projeler, kentsel dönüşüm projeleri falan yapmıyordu. Ne yapıyordu? Parsel bazında plan tadilatları yapıyor, gökdelen ruhsatları veriyordu filan. Fakat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu anlayıştan ta-

mamen farklı bir şekilde kurgulandı zaten. Adı müteahhitlik bakanlığı olsa belki daha iyi olurdu, daha dürüst bir şey olurdu. Tamamen yıkıp yeniden inşaya yönelik bir modelle göreve geldi. 6306 da zaten böyle kurgulandı. Dolayısıyla 6306 bu bakanlıkla çok iyi çalışan bir model oldu. Yani 6306 çok sayıda araç tanımladı bakanlığın kentsel dönüşüm konusunda yapacakları için. Kısacası şunu görüyoruz ki aslında 2011’den bu yana özellikle devletin elinde, iktidarın elinde daha doğrusu, kentsel dönüşümü kapsamlı bir şekilde gerçekleştirecek bütün araçlar ve güç vardı. Bir kere bunu ortaya koyalım. İmkân yoktu, bizi engellediler, önümüzü kestiler falan gibi itirazları kabul edemeyiz. Hukuki anlatısında 2002’den bu yana ilmek ilmek dokuduğu bütün araçları kendi lehine çevirecek şekilde tahrip etti. Torba yasalar çıkardı. Parsel bazında ayrıcalıklı planlar yapacak bütün araçları tanımladı. Parasal kaynak zaten var, şüphemiz yok o konuda, mega proje yatırımları için harcanan paraları görüyoruz. Zaten deprem vergileri adı altında yüz milyarlarca lira para toplandı. 2018’de İmar Barışı adı altında, biraz da böyle mahcup bir ifade ile bir af çıkarıldı: oradan da paralar toplandı. 23,5 milyar resmi söylenen rakam. Gerisini bilmiyoruz tabii. Bunlarla birlikte, aslında çok ciddi bir şeydir, 2B alanları satıldı. Gerekçesi yine bu parayı kentsel dönüşüme aktarmaktı. 6292 sayılı kanun çıktı. Hem hazineye ait tarım arazileri hem de 2B vasfına sahip alan-

İstanbul’un nüfus sorununun bir bölgesel politika çerçevesinde yeni üretim merkezleri oluşturularak çözülmesi gerekiyor. Ama tersine bir politikayla İstanbul’a hâlâ nüfus biriktiriliyor.

13

lar, orman vasfını kaybetmiş alanlar büyük kampanyalarla satıldı. Zaten resmi kaynaklar ortada. Büyük firmaların ortaya çıkardığı rantı bir kenara bırakıyorum, ama resmi olarak da aslında bir kaynak oluştu. Şimdi bu kaynak nasıl kullanıldı İstanbul’da diye sorduğumuzda hep şunu söylediler: “Ortak havuza gidiyor.” Ortak havuza gidiyorsa bizim bunu kent mekânında görmemiz gerekiyor bir şekilde değil mi? Yani bu kaynak aktarılıyorsa kentsel dönüşüme, İstanbul’un 99’dan beri depreme hazırlanmış olması gerekiyor. Nasıl olabilirdi bu hazırlık? Yapılar güçlendirilecekti, yenilenecekti, afet toplanma alanları olacaktı, açık alanlar olacaktı. Kamu binaları güçlendirilecekti. Bunların bahçeleri de afet toplanma alanı olacaktı. Acil ulaşım yolları belirlenecekti ki deprem olursa insanlar buradan kesintisiz bir şekilde tahliye olabilsinler. Peki, bunların her birini şöyle kontrol edelim, oldu mu?

Afet toplanma alanları ne oldu? Afet toplanma alanları ne oldu? Zorlu oldu, Cevahir AVM oldu. Karayolları arazisine Tahincioğlu geldi yerleşti, Mecidiyeköy Likör fabrikasına Torunlar geldi yerleşti. Her metro istasyonunda bir AVM oluştu. Dolayısıyla bir kere afete hazırlık açısından kamusal alanların giderek yok olduğunu ve özelleştirildiğini gördük. Toplanma alanı yok mu şimdi? Var. Sayıca baktığınızda afet toplanma alanları var. Bir buçuk metrekare ya da bir duvar üzerinBir İstanbul manzarası: Kuşbakışı Bahçelievler.

14

de tabela, afet toplanma alanı. Ama sayı olarak baktığınızda 8 bin afet toplanma alanı var. Bu bir kandırmaca. Karıncalar için afet toplanma alanı yapmıyoruz, insanlar için yapıyoruz. Zorlu’nun olduğu kocaman yeşil alan gerçekten bir afet toplanma alanıydı. Küçükyalı, Karayolları, Maltepe’ye bakın bugün, insanların bir karış açık alanı yok. Bırakın afette toplanmayı, insanların çoluğu çocuğu ile gidip bir gününü geçirecek yeri yok. Nerede var? Dolgu alanında var. Çünkü açık alan plan standartları tutmuyor. Kentin içi bu kadar dolu olunca kıyılarda dolgu yaptılar. Plan standardını orada tutturdular. Şimdi bir afet olsa İstanbul’da Maltepe halkı refleks olarak o açık alana koşacak, dolgu alanına koşacak ki orası da gayet fay hattı manzaralı bölgeler. Deprem ilk oraları ve adaları vuracak. Maltepe dolgu alanını vuracak. Zeytinburnu Kazlıçeşme hattındaki dolgu alanını vuracak. Orada da biliyorsunuz devasa yapılar bir kamusal alanın üzerine yerleşti. Zeytinburnu tank fabrikası vardı, halka ait alanlar, yeşil alanlar vardı. Buralarda dolgular yapıldı. Zeyport projesi filan derken devasa kütleler oturtuldu o küçücük incecik dolguların üzerine. Beklenen deprem buraları vuracak. Biz 99 depreminden beri İstanbul’u işte böyle hazırladık. Yani afetlere hazırlamadık da afeti davet edecek hazırlıkları yaptık. O günlerde İstanbul’un nüfusu 8 küsur milyondu, bugün 20 milyonlarda. Bizim çevre düzeni planımız 2009 onamlı olan 2030’a kadar İstanbul’un nü-

fusunun 16 milyon olacağını söylüyor. Biz daha 2023 yılındayız ve resmi verilerle 20 milyonu geçmiş vaziyetteyiz. Dolayısıyla böyle bir risk altında İstanbul. Öte yandan İSPARK’lar geldi yerleşti, özel otoparklara tahsis edildi. Kamu hastaneleri yani sağlık politikası da aslında bu anlamda kenti daha dirençsiz kıldı. Çünkü bütün kamu hastaneleri ölüme terk edildi. Cerrahpaşa ölüme terk edildi hiçbir şey yapılmayarak yıllardır. Çapa kendi çabasıyla dönüşmeye çalışıyor. Şişli Etfal’e bakın mesela, o bölgede, artık şehir merkezlerinde hastane kalmadı. Yani bir deprem olsa orada başka bir yara ortaya çıkacak. Yaralı sayısını karşılayabilecek tek bir hastane yok o bölgede. Bunlar doğal afetlere karşı kırılganlığımızı artıran politikalar. Şehir hastaneleri üretmek bizi depreme hazırlamıyor ne yazık ki. Bizim tam aksine kentin içinde çok sayıda kamu hastanesine ihtiyacımız var. Çok büyük olması gerekmiyor. Daha küçük ama daha çok sayıda kamu hastanesine ihtiyacımız var. Yani bu politikanın tam tersine eğitim kurumları, aynı şekilde kamu üniversiteleri şehirden çıkarılıyor, onların yerini başka fonksiyonlar alıyor. Dolayısıyla biz giderek daha büyük riskleri davet ediyoruz bu sürecin içine.

Kanal İstanbul projesinde ‘rezerv alan’ kandırmacası Kanal İstanbul projesi, üçüncü köprü projesi, üçüncü hava limanı projesi. Onlarla bütünleşmiş bir proje olarak, Kuzey Marmara otoyolu da var. Buna baktığınız zaman gene üst ölçekli planımızın yapma dediği her şeyi yaptık. Yani İstanbul’u kuzeye doğru taşımaya başladık. Kuzey ormanlarını yok ediyoruz. Aslında yalnızca depremi de konuşmuyoruz. Ormanları bitirdiğiniz zaman yağış tutamıyorsunuz. Yeraltı sularınız beslenmiyor. Müsilajın dahi geri planında aslında yeraltı sularının denize ulaşmaması var ve giderek çoraklaşan, kuraklaşan bir kuzey karşımıza çıkıyor. Giderek kuzey üzerindeki yapılaşma baskısı da artıyor. Dolayısıyla Kanal İstanbul gibi 3 tane canlı fay hattının üzerine 2 milyon yeni nüfus ta-

nımlıyorsunuz. Afet, tam burada. Kanal İstanbul’un plan raporlarını, ÇED raporunu incelediğimizde ekleriyle birlikte 16 bin sayfa. Biz de bir Kanal İstanbul Bilim Kurulu oluşturduk. Defalarca inceledik. Buranın rezerv alan olması gerekiyor. Dolayısıyla buradaki projenin afete karşı bir önlem olması gerekiyor. İçinde afetle ilgili aslında tek bir sözcük geçiyor: İstanbul’un riskli bölgelerinden bir kısım nüfus bu bölgeye taşınacaktır. Bu cümleyi planlama okuyan birinci sınıf öğrencisi sarf etse sınıfta kalır. Çünkü İstanbul’un neresinden, hangi bölgesinden ne kadar nüfus bu Kanal İstanbul projesinin hangi bölgesine taşınacak? İnsanlar buraya hangi koşullarda yerleştirilecek? Ne kadar süre için yerleştirilecek? Bu nüfusun ihtiyacı olan sosyal donatı alanları burada nasıl yer alacak? Birçok etkeni birlikte hesaplamak zorundayız. Bu planların hiçbiri yok. Demek ki bunlar bir yalan, bir balon. Burası başka birileri için hazırlanmış, tasarlanmış, servis edilmiş bir alan. Bunu da Büyükşehir Belediyesi aslında ortaya koydu. 2011’den beri burada nasıl tapuların el değiştirdiğini açıkladı. Hemen ardından tapu bilgilerine erişim yasağı geldi. Sürecin de ne kadar şeffaflıktan uzak olduğunu, anti-demokratik yürütüldüğünü görüyoruz. Demek ki amaç deprem riski falan değil. Buranın rezerv alan alanı olarak ilan edilmesinin geri planında başka sebepler var. Çünkü bir tarım alanını normal prosedürle bu kadar kolay yapılaşmaya açamazsınız. Ama rezerv alanı ilan ederseniz bunu çok kolaylıkla yapabilirsiniz. Mesele buydu. ÇED raporunun eklerinde kanalın Marmara çıkışında tsunami riski olduğu da yazıyor. Bunu ben söylemiyorum, kendilerinin para verip yazdırdıkları rapor söylüyor. Bu kadar açık. Yani İstanbul’un, Trakya’nın, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin geleceğini etkileyecek bir projede çok ciddi afet riskleri bulunduğu görülüyor, ama afete hazırlık için rezerv alanı ilan edildiği söyleniyor. Odalar olarak açtığımız davalarda en temel dayanağımız da buydu. Rezerv alan kavramı burada amacına uygun mu? Planda amacına uygun kullanılma-

mıştır dedik. Dedik ama ne oldu? Bütün davaları kaybediyoruz. İstinafa da gittik ama sonuçta bu kararlar verildi. Ne yazık ki bu kadar açık olmasına rağmen verildi. Biz bunları iktidarın projelerini engellemek için söylemiyoruz. Afet riski ortada ve böyle bir riskle mücadele etmek için söylüyoruz. Kentleri afete hazırlamak için, doğru projeler yapılsın diyoruz ama buna rağmen süreç böyle işledi.

İstanbul’a hâlâ nüfus biriktiriliyor - Depremden sonra 11 ilden, özellikle Ankara ve İstanbul’a ciddi sayıda vatandaşımızın geldiğini gördük. Aslında şu anda İstanbul’daki nüfus daha da artıyor. Yeni projelerle daha da artacak. Bu göçün kent sosyolojisine nasıl bir etkisi olabilir? - Bir kere deprem bölgesinden İstanbul’a göç çok tartışılır bir şey. Bir deprem bölgesinden kalkıp depremi bekleyen bir kente ve hiç hazır olmayan bir kente geliyorsunuz. Bunun sosyolojisini araştırmak gerekiyor. Bu aslında ülkemizde istihdam olanaklarının çok dar bir alana sıkıştırılmasından kaynaklanıyor. Yatırımlar burada ama bu da deprem açısından çok büyük bir risk. Türkiye’nin kalbi burada atarken, depremde bütün üretimin duracağını düşünürseniz Türkiye çöker böyle bir durumda. Aslında izlenmesi gereken bir seyreltme politikası olmalıydı. Bu da Cumhuriyet’in erken döneminde yapılan politika. Küçük ve orta büyüklükte kentlerde devlet eliyle fabrikalar açmak gi-

bi. Bu sorunun günümüzde kent içinde çözülmesi mümkün değil. Bir bölgesel politika çerçevesinde yeni üretim merkezleri oluşturularak çözülmesi gerekiyor. Bugün artık zaten insanlar İstanbul’da yaşamak istemiyorlar bile. Eski yıllarda memurlar İstanbul’a atanmak için çırpınırlardı. Bugün hepsi kaçmak için çırpınıyorlar, çünkü yaşayamıyorlar. İstanbul’da yaşamanın maliyeti o kadar yüksek ki, hem ekonomik hem de sosyal olarak çok fazla yoran bir şehir. Yönetilemeyen bir şehir, pahalı bir şehir. Bütün bunlar İstanbul’u birçok insan için tercih olmaktan çıkarmıştır, ama çare ne? Çare bu insanları başka yerlerde yaşama imkânlarına, çalışma imkânlarına kavuşturmak. Bu yapılırsa zaten birçok insan gidecek. Ama tersine bir politikayla İstanbul’a hâlâ nüfus biriktiriliyor. Mülteciler meselesi, depremde gelenler… Bu sürecin devlet eliyle düzenlenmesi lazım.

Sıfır kârla insanların evleri yenilenmeli - Buraya yapılan rant yatırımının bir kısmı da elde kaldı galiba. Yüz binlerce konut boş, bir yandan konut sıkıntısından bahsederken? - Bir yandan o var, ama bir yandan da hepsi boş mu bilemiyoruz. İPA raporuna baktığımızda İstanbul’da bir buçuk milyon boş konut görünüyor. Fakat bunların hepsi boş değil. Burada çok ciddi vergi kaçakları var. Aslında kiralık olanlar ama banka üzerinden kira ilişkisi kurulmayanlar. Günlük ki-

İstanbul’da çok sayıda boş konut olduğu söyleniyor, bu kadar büyük bir konut sorunu yaşanırken.

15

raya verilip kayıt dışı çalıştırılanlar var. Ne amaçla kullanıldığı belli olmayanlar var. Buraları devlet kontrol etmediği sürece, bu süreci önemsemediği sürece belirsiz bir şey olarak durmaya devam ediyor. Bir yandan da kamu eliyle üretilen, boş olarak tutulan çok sayıda konut var. Satamadılar bir kısmını, insanları borçlandırdılar, olmadı onlar geri verdiler. Dolayısıyla böyle bir konut stoku da var. Konut stokunun çok doğru bir şekilde düzenlenmesi gerekiyor. Bütün bu barınma sürecine, konut üretim sürecinin içine katılması gerekiyor. Bununla birlikte de aslında ilk sorularda konuştuğumuz o sosyal konut politikasının hayata geçirilmesi gerekiyor. Yetmez, bununla birlikte bu işin finansman modelinin de doğru kurgulanması gerekiyor. Bugün aslında hiç başka çare yok. Madem bunun adını ulusal seferberlik koyduk, herkes elini taşın altına koyacak. Kamu sıfır kârla konut üretecek. Sıfır kârla insanların evlerini yenileyecek. Çünkü bu anayasal görev olarak yapması gereken bir şey. Devlet barınma hakkını temin etmekle yükümlü. Bunun yolları farklı: Sosyal kiralık konut yapabilir. Ucuz erişilebilir konut da yapabilir. Kooperatif modellerinin içine girebilir. Ama bunu yapacak ve sıfır kârla yapacak. İkincisi, mevzuatımız buna müsait, konut üretim maliyetini düşürmek için malzemeyi de kendi üretecek; nasıl ekmek üretiyorsa… 73 seçim-

lerinden sonra sosyal demokrat belediyeciler bunu yaptı, asfalt üretti, beton üretti. Bugün hayli hayli yapabilir bu imkânlarıyla. Kendi üretecek ki yapım maliyetini düşürsün. Yetmez! Bankalara talimat verecek -canı istediği zaman gerekli talimatları gayet güzel veriyor emir komuta zinciri altında- kamu bankaları ve özel bankalar da bu kadar sene halktan götürdüklerinin bir kısmını geri vermek zorundalar. Emlak Bankası zaten bu amaçla kurulmuştu, Ziraat yapsın, Halk Bankası yapsın. Gelire endeksli kredi ve sıfır faizli kredi verecek. İnsanlar gelirinin içinden ayırabileceği kısmı ödeyecek, o ne kadarsa, ne kadar uzun vadeliyse. Bugünün normal konut kredi faizlerine bakıyor musunuz? Bırakın öyle milyon liralık kredi almayı, insanlar 50-60 bin liralık kredi aldıklarında ayda 56 bin lira para ödüyorlar. Bunu kim ödeyebilir? Nasıl konutlarını yenilecekler? Hayal gibi görünüyor şu anda. Başka alanlarda zaten sonsuz rant elde etme seçeneğine sahipler ama depremle ilgili olarak bu barınma hakkını temin etmek konusunda artık kâr ve rantı bir kenara bırakmak, bunu bir seferberliğe dönüştürmek gerekiyor. O yüzden herkes burada üzerine düşeni yapacak, hatta o milletin hakkını yiyerek zenginleşen inşaat firmaları da bugün bunu geri ödemek zorunda. O parayı geri ödeyecekler.

Kamu sıfır kârla konut üretecek. Sıfır kârla insanların evlerini yenileyecek. Çünkü bu anayasal görev olarak yapması gereken bir şey. Devlet barınma hakkını temin etmekle yükümlü.

16

Seferberlik halinde çalışmaya başlamak gerek - Doğan Kuban hocamız son dönem yazılarında, “İstanbul o kadar büyüdü ki yönetilebilir olmaktan çıktı, artık yapacak bir şey yok” diyecek noktaya gelmişti. Ama siz hâlâ çare var, çıkış mümkün diyorsunuz. Bu yapılan master planlarda, büyük modellerde kaynaklar ve ihtiyaçlar açısından o kadar büyük sayılar ortaya çıkıyor ki, şöyle bir sorumuz var: Nereden başlanacak? Öncelik problemi ne olacak? Kaynaklar nasıl dağıtılacak? Bunlarla ilgili nasıl bir plan izlenebilir? Nasıl bir perspektif olmalı? - Tabi bunlara hep kısa, orta, uzun vadeli diyoruz ama bence zaman yok, eş zamanlı başlaması gereken çalışmalar bunlar. Bölgesel politikamızla eş zamanlı uygulamaya sokmak zorundayız. Devlet yarın başlamalı üretim merkezlerini farklı alanlara çekmeye, buralara yatırımlar yapmaya. Bu anlamda sanayicilere teşvikler vermeye yarın başlamak durumunda. Yatırımınızı buradan şuraya çekerseniz şöyle bir teşvik gibi… Kendi eliyle de üretim yapmak zorunda. Sürekli tüketim kenti yarattık seksenlerden bugüne kadar. Artık üretim kenti yaratmamız lazım. Üreteceğiz. Üretmediğimiz zaman pandemide gıda fiyatlarını gördük. Biz neden portakalı kilosu yirmi liradan yiyoruz turunç memleketiyken? Biz buğday ülkesiyken ekmeği yedi, on, yirmi liraya alıyoruz. Lokal bir yanlışı, eksiği gidermeye çalışırken, diğer bütün süreçleri durdurunca, orada da yanlış birikmeye devam ediyor aslında, yapılanların da bir kısmı boşa gitmiş oluyor. O yüzden bunları kamu eliyle örgütlemeye bir yandan başlamak gerekiyor, ama bu öbür tarafın durması anlamına da gelmemeli. Bir yandan elbette ki binalarımızın hepsinin kontrolünü yapacağız. Binaların hasar durumunu tespit edeceğiz. Ama yetmez, bu kentin bütün sistemiyle hazır hale getirilmesi için çok hızla altyapının, üstyapının dirençliliğinin kontrolünün yapılması gerekiyor. Eş zamanlı olarak yeni bir konut üretim politikasının, yeni bir finansal modelin hayata geçirilmesi

gerekiyor. Dediğim gibi bunlar için artık orta-uzun vade gibi bir zaman tanımlayacak halimiz yok, bunların hepsi eşzamanlı olarak o seferberlik çatısı altında başlatılacak. - Deprem sonrası açıklamalarda İçişleri Bakanı, AFAD da onlara bağlı olduğu için bir itirafta bulundu: Biz depremi İstanbul’da bekliyorduk, Doğu’da beklemiyorduk, dedi. Oysa orada yapılan sismolojik planlama, kayıt cihazlarına yapılan yatırımlar o bölgede ciddi bir deprem beklendiğini ortaya koyuyor. Zamanında bu çalışmalar yapılmış ama enkaz kaldırma ve yıkım açısından da çok ciddi bir hazırlıksızlık olduğu anlaşıldı. Şu an İstanbul ve Marmara Bölgesi ile ilgili böyle bir hazırlık var mı? Daha önce var mıydı? Bundan sonra ne olacak? - İmar affı yaparak hazırlandık, kamusal alanları sermayeye pazarlayarak hazırlandık, sürekli daha fazla konut yaparak hazırlandık! Bakın şunu da hiç konuşmuyoruz bugün: Enkazlar o mülk sahiplerinin. Bizim ev sahibi olarak orada hakkımız var. Hurda değeri var. Orada bir para var, geri dönüşüme giden şeyler var. Burada mülk sahiplerinin payı var. Kimse bunun farkında değil, kimse konuşmuyor, oysa çok önemli. O konutu yenilerken, o hakkınızın bu payda bulunduğunu hatırlamak gerekiyor. Hiçbir model yok şu anda nasıl olacağına dair. Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın hazır değiliz. Çok güzel raporlar yayınlandı, İRAP’lar yayımlandı, İstanbul için de belli, Hatay’ınki de belliydi. 5 ila 7,5 arasında deprem olacak deniyordu. Bunlar biliniyordu. Peki, ne yaptık madem biliyorsak? Bir şey yapmıyorsak o zaman bu kadar çalışmayı niye yapıyoruz, niye bu emeği harcıyoruz ki? Her şehrin kaç büyüklüğündeki depremle yerle bir olacağını yazmışız. Ama yetmiyor! Ne yaptık bunun karşılığında? “Turuk ve Ebniye Nizamnamesi” vardı. Çok basit bir kanun, imar kanununun atası. Yapı ve yollar kanunu aslında. Yol genişliğiyle bina yüksekliği arasındaki ilişkiyi kuruyor. Bunu 19. yüzyılda yapmışız ama bugün yapmıyoruz. Bugün İstanbul’a bakın, o gecekondu semtlerinin olduğu yerlerde 7 metrelik yollar ü-

zerinde gökdelenler var, alışveriş merkezleri var. O yollar üzerine bu yapılar yıkıldığı zaman ne olacak? Maraş depreminde gördük, insanlar şehri tahliye edemedi, kapana kısıldılar ve kaldılar. Bütün yollar kapandı, yardım gelemedi. İstanbul’da bunun etkileri kat be kat artacak. Çünkü o bölgelere baktığımızda devasa bir sermaye kenti olarak inşa edildi.

İstanbul’u küresel sermayeye sattılar - Genç Cumhuriyet döneminde, bilinçli ya da bilinçsiz, bütün ülkede kalkınmayı sağlayacak bir model ortaya konmuş. Ama bundan sonra bir kırılma yaşanıyor. Kırılmanın tarihsel kökeni ve nedenleri nedir? Neden biz İstanbul’u büyüttük? Neden İhsan Ketin Hoca’nın Tüpraş’ı İzmit’e yapmayın altından fay geçiyor demesine rağmen Tüpraş’ı İzmit’e yapıyoruz ve büyütüyoruz? - Çünkü savaş sonrası dönemde İstanbul için sanayi planları yapıyoruz, 1954’te ve 55’te. Aslında bu planlar 30’larda yapılmış ama savaş nedeniyle uygulamaya konmamış. 54’te Avrupa yakası için, 55’te Anadolu yakası için, bütün İstanbul için sanayi planları yapıyoruz. Levent, Şişli, Bomonti, Mecidiyeköy, Aksaray, Eski Londra Asfaltı, Halkalı, Maltepe adım adım buraları sanayi alanı olarak belirliyoruz. Belirliyoruz ama, bununla birlikte bir konut politikasını hayata geçirmiyoruz. Şunu hesap etmiyoruz, burada bir fabrika yapılacak ama bu fabrika işçisi nerede yaşayacak. Dolayısıy-

la İstanbul’a büyük bir göç başlıyor o yıllarda ve fabrikaların etrafında kuşak kuşak gecekondular oluşuyor. O dönemin politikası da buna göz yumuyor. Dönemin içişleri bakanı, “bırakınız halk konut sorununu böyle çözsün, zamanı gelince biz onları buradan temizleriz” demiş. Nereye temizliyorsun! Bu bir kere devletin daha o yıllardan itibaren kendini geriye çektiğini ve o süreci sadece izlediğini gösteriyor. Balık baştan kokar diyoruz ya, o süreç o yıllarda böyle başlıyor. Hep bir yanlışın üzerine başka bir yanlış koyarak yürüyoruz. - Bu durum reel gelirlerin düşük tutulmasına da bir imkân sağlıyor galiba? - Aynen öyle. Oysa 1926’da Emlak Bankasını kurmuşuz. O yıllarda yapmışız memur konutlarını, işçi konutlarını, lojmanları vs. 1960’larda yine bir miktar var, Emlak Bankası’nın birtakım projeleri uygulanıyor ama bunlar kentin nüfusu büyüdükçe çok sınırlı kalmaya başlıyor. Üzerine 1980’lerde 25 tane imar affı çıkıyor, ıslah planları yapılıyor ve kentler azmanlaşıyor. Bir yasadışılık zemininden azmanlaşıyor. O ıslah planları kentlerin giderek depreme daha dayanıksız hale gelmesi için çok büyük bir araç. Açık alanlar, yeşil alanlar, geniş alanların hiçbirisi kalmıyor. Bugün daha tehlikeli bir durum var. Artık planlar üzerinden meşrulaştırılıyor süreç. Bugünkü kent suçu dediğimiz alanlar. O büyük yapılar, bakınız 16/9 dediğimiz Zeytinburnu dolgusu üzerindeki yapı-

1997 yılında Dünya Bankası bize bir tavsiyede bulunuyor. Diyor ki, küresel rekabet içine girecekseniz, en az bir kentinizi küresel kent olarak inşa edin. O da İstanbul işte.

17

lar, hepsinin arkasında hukuk var. Gökkafes’te, bütün karayolları arazilerinde, Zorlu’da… Bütün bunlar ayak oyunlarıyla, hukukun kılıfına uydurulmasıyla meşrulaştırılıyor. Planlarla yapılıyor bunlar. Tehlikeli bir şey. 97 yılında Dünya Bankası bize bir tavsiyede bulunuyor. Diyor ki, küresel rekabet içine girecekseniz, en az bir kentinizi küresel kent olarak inşa edin. O da İstanbul işte. Bu tarihten sonra mega projeler giderek artıyor. 2002 sonrası döneme bakın, TOKİ Başkanı ve Büyük Şehir Belediye Başkanı, uluslararası fuarlarda İstanbul’u satıyorlar. Boy boy demeçleri var, “bizimle çalışanın başı göğe eğer” şeklinde. Bu bir anlayış. Ayrıca 2002 yılında AKP iktidara gelirken, onu iktidara taşıyan en önemli söylem “sosyal konut” mesajlarıydı. Yoksul halka hitap etti, barınma sorununu çözeceğini söyledi. Bugün geldiğimiz noktada bakıyoruz ki o yoksul halk

bugün daha da yoksul. TOKİ’nin yaptığı sosyal konut oranı oldukça düşük toplam projeler içinde. O da sosyal konut değil, ucuz konut. Kamusal fonksiyonundan ve misyonundan tamamen uzaklaşmış durumda. Emlak Bankası da Emlak GYO olmuş; Kolin İnşaat’tan, Cengiz İnşaat’tan farklı bir iş yapmıyor ki! Aynı mantıkla aynı zihniyetle onlarla kol kola bu işleri yapıyor. Oysa yapması gereken bunun tersi bir misyondu. - Cumhuriyet’in başlangıcında, Jansen planlarında bile şehir planlarının ne kadar güçlü bir iktidar olursanız olun bilimsel olarak sahada uygulanmasıyla ilgili biliminsanlarında hep bir tereddüt var. Çünkü çok büyük bir rant alanı. Ne kadar güçlü olursanız olun onu yönetirken başka faktörler devreye giriyor. Şimdi İstanbul çok daha büyüdü. Yeniden inşa dediğiniz için bizim bununla ilgili somutta ne yapılabi-

lir sorusu gerçekten önemli. Yani bizim politika değiştirmemiz ve bu politikayı uygulayacak bir irade ortaya koymamız gerekmiyor mu? - Aslında o irade bizim meslek alanımız açısından TMMOB idi. Bugün biliyorsunuz meslek odaları üzerinde inanılmaz baskılar var. Hatta işte Gezi Parkı’nı savundukları için arkadaşlarımız 18 yıl ceza aldılar, cezaevindeler. Niye ceza aldılar? Çünkü bir kamusal alanı savundular, Gezi Parkı’nı savundular. O bölgenin tek açık alanının yapılaşmaması için mücadele verdiler, bunun sembolü oldular ve bunun için de ceza aldılar. O güç aslında biziz. Cezaevindeki arkadaşlarımız gibi biziz. Bunun için mücadele ettik, bunun için örgütlendik ve bundan sonraki yeniden yapılanma süreci de elbette ki yine bizim söylediğimiz koşullarda olmak zorunda. Bunun dayatmayla, baskıyla, ben yaptım oldu anlayışıyla olmayacağını iktidar da görmek zorunda. Birçok kentsel dönüşüm projesinde bunu gördük, polis yığdılar. Kimin önüne polis yığıyorsunuz? Buradaki üç kuruşluk mülkünü savunmaya çalışan masum vatandaşın önüne bu polisleri yığıyorsunuz.

Rant siyasetiyle olmaz - Zaten şöyle bir eleştiri vardı devletin bakışıyla ilgili. 10-15 kişi bir eylem yapsa anında bütün kolluk kuvvetleri karşısında. Ama aynı devlet depremde büyük bir zafiyet gösterdi. - Aynen öyle. İnsanların kapısına dayanarak, doğalgazını, suyunu keserek, insanları evinden atarak bu süreci yürüttüler. Bu mantığı bırakmak gerekiyor. Gerçekten bir sosyal politika, bir kamucu politika çerçevesinden bakmak zorunda devlet. Çünkü zor kullanmak işlemiyor. Bunun işlemediğini, daha büyük hukuki problemler getirdiğini, çözümsüzlüğe ittiğini gördük. Bir sorunu bir yerde çözmek yetmiyor. O sorunun başka yerlerdeki etkisini de hesaba katmak zorundasınız. Bu insanları attınız ne oldu? Onlar nerede? Buraya kim geliyor? Bütün bunları birlikte düşünmediğiniz zaman sorunları daha da kronikleştiriyorsunuz, altından

18

kalkılamaz hale getiriyorsunuz. İstanbul böyle böyle bu hale geldi zaten. Bir şeyin üzerini kapatarak, yara bandı kapatarak, pansuman yaparak çözüm bulunmaya çalışıldı. Biz sürdürülebilir çözüm dediğimizde, ütopik konuşuyorsunuz dendi. Bunlar ütopik değil, gerçekti. Çözümleri sürdürülebilir hale getirmezseniz ve bilimsel bir zemine oturtmazsanız yarın daha büyük sorunlarla karşılaşırsınız. İstanbul bugün neden yönetilemiyor, neden sorunlar çözülemiyor, çünkü yanlış üzerine bir yanlış daha koyulmuş. Bugün insanlar kendi perspektiflerinden çok da haklı olarak tek çarelerinin kentsel dönüşümle ilgili kat artışı olduğunu düşünüyorlar. Çünkü onlara başka bir seçenek sunulmuyor. Ceplerinden para çıkmadan bu binaları yenilemenin tek yolunun müteahhiti zengin etmek olduğunu, “kat karşılığı” modeli olduğunu düşünüyorlar. - Büyük Şehir Belediyesi’nin yürüttüğü bazı çalışmalar var. Bölgedeki depremden sonra biraz ivme kazanmış gibi görünüyor, çünkü pandemide yavaşlamıştı. Bunu bü-

yük şehir belediyesi ya da ilçe belediyesinin kendi imkânlarıyla çözme şansı var mı? Merkezi idareden bu kadar kopuk yürütülmesi mümkün mü? - Yapılacak işler çok büyük ve kapsamlı. Merkezi idare ile yerel yönetimlerin işbirliğine ihtiyaç var. Ama o da yetmez, bunun çok aktörlü bir şekilde tanımlanması lazım. Akademi de bu işin içinde olmalı. Odalar da olacak, sivil toplum kuruluşları da olacak ki birlikte hareket edilecek. Yalnızca finansal bir mesele değil. Arkasında bin tane boyut var. Bütün bunlar dikkate alınarak çok katılımcılı bir süreçle yürütülmesi şart. - Benzer bir felaketi Şili de yaşadı. Şili planlamadan başlayarak deprem sonrası bir yeniden yapılanma sürecine girmiş. Bu somut örnekler ne kadar uygulanabilir bizim yapımızda? - Biz o kadar farklıyız ki, hele İstanbul olarak baktığımızda dünyanın hiçbir yeriyle örtüştürebileceğimiz bir model yok. Bu kadar hukuksuzluğun, hukuk karmaşasının, yetki karmaşasının, ayak oyun-

larının işin içinde olduğu bir sistem yok. Siyaset kültürümüz rant siyasetinin üstüne oturuyor. Tek bildiğimiz kültür, tek bildiğimiz değer kentlerde, rant siyaseti. Dolayısıyla önce bundan vazgeçeceğiz ki kamucu politikalar açığa çıkabilsin. Dünyada birçok ülke kentsel dönüşüm projelerinde, özel sektöre devrettiği projelerde belli bir miktar sosyal konut zorunluluğu getiriyor. Bir inşaat firması kendine bir proje yapıyorsa bunun % 25’ini, bazı ülkelerde % 30’unu sosyal konut olarak inşa etmek zorunda. Almanya % 25’lerde sanırım. Hollanda’nın çok başarılı deneyimleri var bu konuda. Benzer modeller uygulayabiliriz. Kamunun üzerindeki yükü hafifletecek, rantın kamuya geri dönüşünü sağlayacak modeller. Bizde şu an bir karşılığı yok. Ama devreye sokulması lazım. Sınırsız rant servis etmemeliyiz sermayeye. Bunun için çok ciddi bir siyasi irade gerekiyor. Öyle bir siyasi irade olacak ki, siyasi çatışmaları, ideolojileri bir kenara bırakacak, o ulusal seferberlik dediği şeyi hayata geçirecek.

22.

BASKI

19

Şili’nin deprem deneyiminden bir kesit

Yıkılan kenti yeniden inşa ederken… Bir şehrin deprem ve tsunamiden kurtulmasına yardımcı olan Alejandro Aravena, katılımcı tasarımın sadece kapsayıcı değil, aynı zamanda “daha verimli” olduğunu söylüyor. Felaket sonrası yeniden kurulum, kentsel tasarıma halkın katılımı, sürdürülebilir mimarlık ve mimarlık stajları hakkındaki sorulara yanıtlar. Mimar Alejandro Aravena ile söyleşi

Ş

20

Çeviren: Özgür Can Özüdoğru ubat 2010’da, tarihte şimdiye kadar ölçülmüş en güçlülerinden olan 8,8 büyüklüğündeki deprem Şili’yi vurdu. Başkent Santiago’nun yaklaşık 320 km güneyindeki küçük Constitución kentini vuran deprem, 4 metre yüksekliğinde dalgalar içeren bir tsunamiyi tetikledi. Constitución’da düzinelerce insan öldü, birçok ev yıkıldı ve şehir tam anlamıyla sarsıldı. Yeniden inşa çabalarına öncülük etmek için Alejandro Aravena adlı bir mimar Constitución’a geldi. Santiago’lu tasarım firması Elemental’in kurucu ortağı olan Aravena, sosyal meselelerde bilinçli bir “problem çözücü” olarak ün salmıştı ve sosyal konut tasarlama konusundaki “yarım-ev” yaklaşımıyla uluslararası üne kavuşmuştu. Bu yarım-ev tasarımı aşağı yukarı şöyle tanımlanıyordu: Düşük gelirli ailelere ev inşa etmeleri için küçük bir bütçe verilmekteydi, fakat yeni ev inşa eden herkes belirli bir ölçekte meskenlerini büyütme derdine düşüyordu. Devlet yıkılan konutlara yapılan bu eklemeleri karşılayamıyorken Aravena, yıkılan evin yarısını sosyal konut bütçesiyle inşa edip diğer yarısını yerel müteahhitlerle konut bazında anlaşarak mesken inşasını tamamlama fikrini ortaya koymuştu. Aravena, Elemental’dan mühendisler ve müteahhitlerle birlikte çalışarak, şehrin 100 gün içinde yeniden inşa edilmesi planını geliştirdi. Yarım-evler inşa edildi ancak daha sonra; ev inşası duyurularına sıra gelmeden ilk olarak, “felaket sonrası toparlama”nın ne anlama geldiğine dair varsayımları değiştiren sağlam bir halk iletişimi oluşturuldu. Constitución’u daha dirençli hale getirmek için en bariz ve başlangıçta tercih edilen strateji, suya karşı yüksek bir duvar inşa etmekti. Ancak kentin yeniden inşası tamamen farklı bir planla sonuçlan-

dı: Tsunamilerin gücünü dağıtabilecek ve vatandaşlar için çok ihtiyaç duyulan kamusal yeşil alanı sağlayabilecek bir kıyı ormanı şeridi. Constitución yeniden toplanmaya başladıkça (ve Elemental tarafından tasarlanan yeni bir kültür merkezi ve kıyı gözetleme noktaları yaratıldıkça), Aravena’nın itibarı daha da arttı. 2016 yılında dünyanın en büyük mimarlık festivali olan ve alanın akademik yönünü belirleyen Venedik Mimarlık Bienali’ni yönetti. Aynı yıl, mimaride Nobel’e eşdeğer bir ödül olan Pritzker Ödülü’nü aldı. Bu ödülün kazananları genellikle 70’li veya 80’li yaşlarında, uzun meslek kariyerlerinin sonlarındadırlar. Aravena daha 48 yaşındaydı ve hâlâ gelecek vaat etmekteydi. New York Times’ın sayfalarında ve Vanity Fair’in karelerinde kendine özgü saman yığınına benzeyen saçlarıyla birdenbire ünlü olan mimarın fotoğrafları görünüyordu. Üç yıl geçse dahi halen yeni iş kontratları ve ödüller gelmeye devam ediyor. Geçen hafta Aravena, Kentsel Alan Enstitüsü’ne (İng. Urban Land Institute) ait J. C. Nichols Kentsel Gelişim Vizyonerleri Ödülü’nü almak için ABD’nin Washington kentindeydi. Enstitünün sonbahar forumunda katılımcılarla çalışmaları ve tasarım felsefesi hakkında konuştu. Bloomberg CityLab daha sonra Aravena ile görüştü ve ona felaket sonrası yeniden kurulum, kentsel tasarıma halkın katılımı, sürdürülebilir mimarlık ve mimarlık stajları hakkında sorular sordu.

Halka danışmanın önemi - Constitución’daki yeniden inşa süreci, gerçekten alışılmadık derecede bir halk katılımını içeriyordu. Bunun projenin parametrelerini nasıl etkile-

Alejandro Arevana, 2016 (Kaynak Getty Images)

Kapak Dosyası

diğini açıklayabilir misiniz? - Afetin hemen sonrasında bir şehrin % 80’i yıkılmışsa, insanları yeniden yapılandırmaya dahil etmeden şehri yeniden inşa etmenin imkansız olduğuna dair bir sezgimiz vardı. Şehri yalnızca kamu ve şirket kaynaklarıyla yeniden inşa etmek böyle koşullar altında imkânsızdır. Bu nedenle insanların kendi kaynakları da dahil edilmelidir. Bize şehrin yeniden inşası için bir plan ve tasarımlar sunmak için 100 gün verildi. İlk yapmamız gereken şey, insanların toplantılardan ve programlardan haberdar olacakları fiziksel bir yer olan şehrin ana meydanında bir açık ev inşa etmekti. Diğer haftalarda daha büyük konular hakkında büyük tartışmalar yaptık; ayrıca “hibrid forumlar” adı verilen ve yalnızca belirli noktalara odaklanan tartışmalar da yapılıyordu. Örneğin, Maule Nehri kıyısında yaptığımız tartışmaya milli güvenlik nedeniyle orduyu davet etmek zorunda kaldık, ancak balıkçılar, turizm nedeniyle ticaret odası ve ev sahipleri de vardı. Bu nedenle tartışma karışık bir şekilde yapılıyor. Ara sıra bütün şehir düzeyinde de toplandığımız oldu. Burada bahsettiğimiz, yaklaşık 400 kilometrelik bir bölgeyi etkileyen ve yaklaşık 300.000 birimin (parselin) hasar gördüğü bir deprem. Birçok farklı şehrin yeniden inşa planlarının yapılması gerekiyordu. Benzer bir yaklaşımı takip etmeyen diğer şehirlerin ilk tepkisi “İnsanlarla istişare etmek süreci yavaşlatacak ve daha pahalı hale getirecek. Eğer zamanımız olsaydı, katılımcı tasarım yapardık; ancak bu sefer acil durumdayız.” biçiminde oldu. Bizim inancımız, katılımcı tasarımını bir yanıt almak için değil, bir soruyu tanımlamak için bir yol olarak anlamanız halinde, kaynaklarınızı nasıl ayırdığınız ve yeniden yapılandırma için nasıl tepki verdiğiniz konusunda daha verimli olabileceğinizdir. Halk tabanından gelen talep, şehirlerin tsunamilere karşı dirençli hale getirilmesini sağlamaktı. Meydanda yaptığımız açık hava etkinliğine gittik. Ailelere, “Yeniden inşa etmek için farklı alternatifler ve şehri tsunamilere karşı korumak için

ne düşünüyorsunuz?” diye sorduk. Sonra A, B ve C seçenekleri arasında oy kullandılar ancak en önemlisi, defalarca söyledikleri şeydi: “Biliyorsunuz, şehirdeki son tsunami 70 yıl önce, 60 yıl önce oldu. Yani, tsunamiye dayanıklı bir şehir yapma isteğiniz için minnettarız. Ancak gerçek sorunumuz tsunamiler değil.” Halkın seller ve halka açık alanlarla ilgili sorunları vardı. Halka açık alanın gerçekten kötü olduğu görülüyordu. Ölçtük, bir yurttaşa 2,2 metrekare yeşil alan düşüyordu. Uluslararası standartlar bu değerin yaklaşık 9 metrekare olmasını öneriyor. Şili’nin zengin bir semtinde bu değer 18 iken Londra’da 44 olan yerler var. Halk “Ne yaparsanız yapın, toplumun bir araya geldiği yer olan kamusal alanların kalitesini artırın” diyordu ve bu afetle doğrudan ilgili olmayan talep normal şartlarda belediye tarafından karşılanmamıştı. Ayrıca deprem nedeniyle tüm binaların yıkıldığı ve kültürel mirasın -şehrin belleğinin- kaybedildiğine dair bir tür varsayım vardı. Ancak topluluk ve şehir, “Biliyor musunuz, eski binaların düştüğü durum üzücü ama kimliğimiz eski binalarla ve mimarlıkla bağlantılı değil. Kimliğimiz coğrafya-nehirle bağlantılı” demekteydi. Nehir ise 15 ailenin özel mülkiyetindeydi, bu nedenle kamuya açık erişimi yoktu. Bunu anladığımızda, nehrin kıyısına gittik ve “coğrafi bir tehdide karşı coğrafi bir cevap” dedik. Tsunamide deniz kuvvetine direnemezsiniz. Bu nedenle doğanın enerjisine direnmek yerine, tsunamiyi su kütlelerinde kaos oluştu-

ran, su parçacıklarının rastgele hareket etmesini sağlayan bir ormanla dağıtalım. Orman, aynı zamanda bir kamu alanı artışıydı. Bu önceden mümkün olmayan demokratik, kamuya açık bir sahil oluşturabilirdi. Yanlış bir soruya yanıt vermek yerine katılımcılık sayesinde daha verimli olduk ve halk ile istişare etmek nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı anlamak konusunda daha etkili olmamızı sağladı. - Daha geniş bir sürecin parçası olarak insanlar yer değiştirdi. ABD’de ve dünyanın birçok yerinde kıyı şeritlerinde ve nehirlerde insanlar bu sorunla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Yer değiştiren insanı harekete geçiren şey neydi diye sormak lazım çünkü birçok insanın normal şartlar altında göçe ve taşınmaya direnç göstereceğini düşünüyorum. - Normal şartlar altında insanların yerleşiklik durumu değişmezdi; mülk sahibi olduğunuz için. Ama sonunda hükümet “riskli bir bölgede olduğunuz için mülkünüzü kamulaştıracağım” diyebilir. “Tamam, mahkemeye gidelim ve mücadele edelim.” Ama burada bir felaket vardı ve bu bölgeye kamu parası yatırılıyordu. Şili yasalarına göre riskli bir alana kamu parası yatırmak yasaktır. Bu hatta bir seçim bile değil, çok açık ve yasal bir karar. Bunun yanı sıra, ortak bir iyilik peşinde koşuluyordu ve daha önce sahip olduğunuzdan daha iyi bir alternatif sunuluyordu: “Bir parkın önünde yaşayacaksınız daha önce orada bulunmayan bir yeşil alan...” Devlet nezdinde makul bir pazarlık

Mart 2010’daki deprem ve tsunamiden sonra Constitución’un zarar gören La Poza bölgesi. Halk oylamasının ardından hükümet tarafından kamulaştırılan nehir boyunca uzanan geniş bir şerit şimdi gelecekteki tsunamilerin tesirini azaltacak bir kıyı ormanına dönüştürülüyor. (Kaynak Reuters)

21

kozu bu ve ayrıca beklentileri yönetebilen bir sisteme sahip oluyorsunuz.

Biri Şangay’daki Novartis için, diğeri (resimde görülen) Santiago’daki Universidad Católica de Chile için Elemental tarafından tasarlanan iki binanın dış tarafında ağır, opak malzemeler ve iç kısmında parlak avlular bulunuyor. Bu mimari üslubun temel sebebi, binanın soğutulması için gereken enerjiyi azaltmak için cam duvarlı kulelerde meydana gelen ısı artışını önlemekti. (Kaynak Getty Images)

Doğru soruyu bulmak - Kuzey Şili’deki Atacama Çölü’nde bulunan maden şehri Calama için geniş kapsamlı bir ana şehir planı oluşturmak üzere işe alındınız ve buradaki yaşam kalitesini artırmak için çevre planlaması da yapıyorsunuz. Bu hâlâ devam ediyor mu? - Hayır, hayır, başarısız olduk. - Aa, bunun hakkında biraz konuşabilir misiniz? - Constitución’da belediyenin görüşmelerde insanları dahil etme şekli işe yaradığı için, Şilili bakır şirketi Codelco tarafından Calama şehrine çağrıldık. Şili’nin ana gelir kaynağı bakırdır. Ülkenin zenginliği bakıra bağlıdır ve ülkenin bakır üretiminin dörtte birini gerçekleştiren Calama’da binlerce insan, yaşam kaliteleri iyileştirilmezse madenlere erişimi engellemekle tehdit etmekte. İnşa edilmiş şehrin ve çevresinin kalitesi çok düşük. Aileler Calama’ya gitmek ve yaşamak istemiyor. Burada dünyanın en kurak çölü olan Atacama Çölü’nde bir şehirden bahsediyoruz. “Öyleyse neden Güney Şili’de işe yarayan şemayı, burada da uygulamayı denemiyoruz” diye düşündük. Yine işe şehrin ana meydanında bir ev inşa ederek başladık ve yine doğru soruyu belirlemeye çalıştık. Şehri iyileştirmeyi 80 yıldır vaat eden ve hiçbir şey yapmayan hükümete karşı şüphecilik düzeyi çok yüksekti. Şehir için yapılmış tüm projelerin bir slaytını göstermek istedik ve bu slaytta siyahla hükümet tarafından şimdiye dek yapılanları, kırmızı ile de vaat edilip bir türlü yapılmayanları gösterecektik. Ancak tabii ki bunun

izni alınamadı çünkü bu, tüm boş vaatlerin bir şekilde kabul edilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden risk aldık ve “Slaydı gösteriyoruz. Belki işten çıkarılabiliriz ama bu bilgiyi göstermemiz gerektiğine inanıyoruz.” dedik. Bu sebeple de yurttaşlar bizlere “Pekâlâ, şüphelenmeden sunumunuzu dinleyeceğiz, bakalım şehrin en büyük sorunları olan içme suyu kıtlığı ve toz fırtınaları hakkında neler söyleyeceksiniz?” dedi.

‘Tuğlaları neden çöpe atalım?’

- Doha’da bir proje üzerinde çalışıyorsunuz -tekrar kullanım sağlanacak büyük bir endüstriyel bina-. Malzeme geri dönüşümünün mimarlık ve sürdürülebilirlik açısından rolü hakkında biraz konuşabilir misiniz? - Sanırım genel bir tutum olarak, kaynakların verimli kullanımını elde etmek için gerekli etkenleri mümkün olduğunca soğukkanlı bir şekilde analiz etmeye çalışıyoruz. Fakat bazen yine de, çözümler sezgisel olarak aksi yönde olabiliyor. Şanghay’daki Novartis binası örneğinde, sadece malzeme sürdürülebilirliği değil, işgücü sürdürülebilirliği de vardı. Çinli inşaat ustaları, tuğla ile nasıl bina inşa edileceğini biliyorlar. Yıkılan binadan arta kalan tuğlalarda zaten gömülü bir enerji var -enerji bu tuğlaların pişirilmesinde harcanmış- o zaman neden onları çöpe atalım? İşçiler dünyadaki en büyük açık sistem bakır madeni olan Calama kenti yakınındaki Chuquicamata madeninden Bir ofis binasının çıkarken (Kaynak Reuters) cam duvarlarına doğrudan vuran Güneş’in oluşturduğu sera etkisini önlemek için kullanılan klimaya yılda metrekare başına 120 kilovat saat enerji tüketimi gerekiyor. Eğer sadece Güneş’in cama doğrudan vurmasını önlerseniz, enerji tüketiminiz metrekare başına yılda

22

45 kilovat saat seviyesine düşer. Bu roket bilimi değil, sağduyu. Yalnızca basit bir mantık hesabı yaptık. Termal kütle çevrededir, çekirdekte değil. Doha Projesi’nde bir liman, endüstriyel yapı olmaktan çıkarılıp kültürel bir altyapıya dönüştürülüyor. Bu nedenle, bu yapıların kaç tanesinin yıkılmadan kalabileceğini dikkatli bir şekilde analiz ediyoruz. Yıkıp yerine yeni kuleler yapmak değil... Harika Alman çevre mühendisliği firması Transsolar ile çalışıyoruz ve bu mühendisler, çevrede oluşacak buharlaşma soğutması üzerinde çalışıyorlar. Kanallardan hava geçirerek oluşacak sıcaklık değişimi açık hava sıcaklığını düşürecektir. Bu sütunlar, rüzgâr konveksiyonu yaratmak için kullanılacak ve böylece gölgeli büyük platform altında halka açık alanları konuşlandırabileceğiz.

‘Ücretli staj’ tartışması - Birkaç ay önce, Elemental ve staj programı hakkında çevrimiçi bir tartışma yaşandı. Tartışma sonunda şirket, staj programını askıya aldı. Ücretli olmayan stajları eleştirenler, bunun staj programına katılmak isteyen insanlar için maddi bir engel oluşturduğunu ve böylece sadece belirli bir kesime hitap ettiğini söylüyorlar. Bu konuda ne düşündüğünüzü ve şirketin staj programını herhangi bir zamanda tekrar başlatma planlarının olup olmadığını merak ettim. - Hayır, ayrıca bu bence son derece kötü niyetli bir tartışmaydı. Elemental’ın hikâyesi şudur. Profesör maaşlarımızla işe başladık ve ortada olmayan bilgiyi yaratmak için yatırım yaptık. Sosyal konut konusunda hiç eğitim almadım. Sonrasında kamu finansmanı için başvurduk ve “Genç öğrencilerin bu işe dahil olması iyi olmaz mı?” dedik. Bu sebeple, düzenlenme planları yapılan bir çalıştayın parçası olmaları karşılığında ödeme yapabileceğimiz bir

miktar para ayırdık. Çok açık bir şekilde şunu söyledik: Size ödeme yapamayız, burs istiyorsanız kendi ülkenizde kaynak araştırın -Şili neden zengin ülkeleri sübvanse etsin?-. Son yıllarda, ofise gelenlere tüm yemekleri, yazılım lisanslarını ve kendi ülkesinde burs başvurusu olanlara iyi niyet alışverişi teklif ediyorduk. Bedava emek için burada değilsin. Yani, seni eğitiyoruz. Üzerinde çalıştığımız şeyler sizin çalışmanızın konusu değil ama sonunda bu bilgi alışverişinde bir şeyler öğrenebileceksiniz. Siz de bu ekibin bir parçası olabilir ve fikirlerinizle katkıda bulunabilirsiniz. - Ancak mimarlık mesleği genelinde daha büyük bir sorun var, o

da stajyerlerin maaş alamama veya çok uzun saatler çalışma sorunu ve mimarlık çok fazla eğitim/staj gerektiren bir meslek. Bu konuda ne yapacağınıza dair daha büyük düşünceleriniz var mı? - Stajyerlik programı açmanın nedeni ucuz, hatta bedava işgücünden yararlanmaktır varsayımı büyük bir haksızlıktır. Peki ya staj programı açmamızın sebebi, okullarda öğretilmeyen bir bilginin olduğu ve paylaşmanın yolu olarak benim yanımda oturmanız ve insanlarla nasıl konuştuğumuza, kısıtlamaları nasıl karşıladığımıza, politikayı nasıl anladığımıza bakmanızsa? Tüm bu staj yaptırdığımız ayların ardından staj

programının sonucu, “ücretsiz işgücü” olsaydı stajyerlerin üretkenliklerinin düşmesi gerekirdi, fakat arttı. Belki ileride bu bilgiyi farklı bir şekilde paylaşacağız. Sezginin çok büyük rol oynadığı bu mesleğin doğası gereği hâlâ stajın önemine inansak da... Başarısız olabilecek projelerimiz için yeterince riskimiz var. Her köşeyi döndüğümüzde başarısızlık olasılığı var. Her şey kırılgandır: bütçeler, kurumlar, politik ortam, sosyal çevre. Başka bir riske ihtiyacımız yok. Kaynak: “How an Architect Who Designs ‘Half-Houses’ Rebuilt a City” - Bloomberg (https://www.bloomberg.

com/news/articles/2019-09-26/alejandro-aravena-ondesigning-for-disaster)

İran’da depremzedeler için geçici barınma önerileri 2017’nin en ölümcül depremi, 7.3 büyüklüğünde ve İran’ın Kermanshah Eyaleti’ndeki Salas-e Babajani ilçesinin bir parçası olan Ezgeleh’de 12 Kasım’da gerçekleşti. Büyüklüğü o kadar yüksekti ki, İsfahan’dan Tahran’a kadar ülkenin farklı bölgelerinde hissedildi. Korkunun etkisiyle birçok insan o karanlık geceyi özellikle Tahran’da dışarıda geçirdi, çünkü büyük bir deprem beklentisi vardı. Neyse ki, ana depremden dakikalar önce daha düşük bir büyüklükte başka bir deprem olduğu için ölümlerin sayısı kayda değer oranda düştü. Fakat birçok köy yerle bir oldu ve depremzedeler evsiz kaldı. Ayrıca sevilen birinin kaybı hiçbir şeyle telafi edilemiyor. Depremin ardından, birçok devlet adamı, sivil toplum örgütleri ve devlet kurumları deprem mağdurlarına yardım etmek ve barınma sorununu çözmek için insani yardım ile malzeme çağrısında bulundu. Ulusal felaket yönetimi birimi, İran Kızılayı ve çok sayıda gönüllü, deprem mağdurlarına tutkuyla yardımcı oldular. Ertesi gün, mağdurların barınması için farklı çözümler önerildi. Bu çözüm önerilerinin bir kısmı acil durum çadırları, geçici kulübeler, konteyner kulübeleri kullanarak yapılacak geçici evlerdi. İnşaat sitelerinde yaygın olarak kullanılan konteyner kulübeleri, insanlar için en uygun ve en hızlı barınma şekli olarak seçildi ve yıkılan evlerinin yeniden inşasına kadar geçici bir ev olarak kullanıldı. Ancak, konteynerlerin eksikliği ve dağlık bölgenin uzak köylerine erişimde yaşanan coğrafi engeller gibi önemli zorluklarla karşı karşıya kalan Ulusal Felaket Yönetimi birimi, kısa süre sonra mimarlık okullarının ve mimarlık özel enstitülerinin mağdurlar için geliştirdiği yaratıcı çözümler ile karşılaştı. En eski örneklerden biri, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar için sığınakların yanı sıra acil durumlar için tasarlanmış ödüllü yapılardan olan Nader Khalili’nin EcoDome ve SuperAdobe yapılarıydı. Eco-Dome kum torbalarından yapıldığından yapımı yöre halkına kolaylıkla öğretilebilirdi. Bazı özel enstitüler, insanlara köylerinde kendi Eco-Dome’larını nasıl inşa edeceklerini öğretmeye ve yardım etmeye çalıştı.

“Iran Shelter” gönüllüleri bir cob hovel inşa ediyor. (Kaynak Iran Shelter)

Başka bir çözüm ise başlangıçta yerel halk tarafından kullanılan kob hovel (kerpiçten kulübe) idi. Ancak kob hovel’ler, rüzgâr kuvvetine dayanamadıkları için tamamlanmasından birkaç gün sonra hasar gördü veya yıkıldı. Buna karşılık, gönüllü mimar ve mühendislerden oluşan bir grup, bölgede güçlendirilmiş kob hovel’ler inşa etmek için bir grup kurdu. Yerel halk tarafından benimsenen kob hovel’leri, gönüllüler halka öğretmeye ve inşa etmeye başladılar. Bir ziraat öğrencisi tarafından önerilen üçüncü yaratıcı çözümse, hidroponik sera sistemlerinin kullanımıydı. Bu konsept, bina tarzını kullanarak şu anda evsiz olan insanları barındırmayı ve yeni evlerine sahip olduktan sonra binaları hidroponik seralara dönüştürmeyi içeriyordu. Bu öneri, bölgenin ekonomik büyümesine yardımcı olabilirdi. Son olarak, insanları geçici barındırmak yerine mümkün olan en hızlı şekilde sürdürülebilir bir ortam ve evler yaratmak için prefabrikasyon konutlar yeni bir çözüm olarak ortaya kondu. Bu öneri, insanların geçici barınaklarının inşasından birkaç hafta sonra mimarlık fakültesi öğretim üyeleri de dahil olmak üzere bir grup akademisyen tarafından yapıldı. Öneri şu anda uygulanıyor ve “Dehkadeh-e-Omid” veya Umut Köyü olarak adlandırılıyor. Ana finansman kaynağı, İranlı bir filozof ve hayırsever olan Sadegh Zibakalam’a verilen ulusal yardımlardan geliyor. Zibakalam, Umut Köyü’nün önerisinin öğrenciler tarafından devlete sunulmasının ve onaylanmasının ardından ulusal finansal yardımların Umut Köyü’nün inşası için kullanılmasını kabul etti. Kaynak: “Role of Architects in Constructing Post-Earthquake Shelters” – World Architechture ( https://worldarchitecture.org/architecture-news/cmhch/role-of-architectsin-constructing-postearthquake-shelters.html)

23

Kapak Dosyası

Yıkımın sorumlusu hiç kuşkusuz sadece müteahhitler değil, depreme hazırlık meselesine dair her şeyin piyasa mantığına göre şekillenmesi yani sermaye düzenidir. Sermayenin rutin işleyişi içerisinde kârlı bir felaket, daha kârlı bir başka felaketin koşullarına gebedir ve bu böyle sürüp gider.

6

Mart 2023’te Türkiye saati ile 04.17’de ve 13.24’de merkez üssü Pazarcık (Kahramanmaraş) ve Elbistan (Kahramanmaraş) olan iki deprem (Mw 7.8 ve Mw 7.7) meydana geldi. Pazarcık depremi, sol yanal doğrultu atımlı Ölü Deniz Fay (ÖDF) zonunun kuzey ucundaki Narlı segmentinde olurken, Elbistan depremi Doğu Anadolu Fayından (DAF) ayrılan bir kol olan Çardak fayında gerçekleşti. Depremin yıkım gücü ise 12 şiddetindeydi ve bu değerden daha büyük yıkım gücü yoktu. Bu muazzam doğa olayı, Türkiye’de aletli dönemde ölçülen depremlerin en büyüklerinden biridir ve 1939 yılında Erzincan’da 7.9 büyüklüğündeki deprem ile yakın büyüklükte olmasına karşın ölü, yaralı, yıkılan bina ve hasarlı bina sayısı bakımından bu coğrafyanın gördüğü en büyük depremdir. Öte yandan Maraş depremlerinde 1999 Gölcük depreminden 4-5 katı daha fazla enerji açığa çıkmıştır, bu da yaklaşık 400 km’nin üzerinde yırtılma boyunca 30 petajoule civarında enerjiye karşılık gelmektedir. Bu enerji 774 bin haneye bir sene boyunca kesintisiz elektrik sağlayabilir. Resmi rakamlara göre 232 bin binanın yıkılmış olduğu tespit edilmiş olup, 9 Mart 2023 tarihi itibariyle 46 bin 104 kişi yaşamını yitirmiştir. Depremden etkilenen ve 13,5 milyon kişinin yaşadığı on il için, AFAD tarafından 2019-2021 yılları arasında hazırlanan raporda, elverişli olmayan zeminlerde olduğunun ve bu alanlardaki eski ve zayıf yapı stokunun yenilenmesi gerekliliğinin altı çizilmiştir. Gelgelelim mevcut yerleşim alanlarının yer seçimi kararları ve özellikle son 50-60 yıllık hızlı şehirleşme sürecinin berabe-

24

Dr. İrfan Mukul rinde getirdiği imar ve yapı uygulamaları, imar afları ve beraberindeki yüksek riskli yapı stoku ve mevcut yapı denetim problemleri hasarın yüksek olmasının başlıca nedenleri arasında gösterilmektedir.1 Yine aynı bölgede 20 Şubat günü Türkiye saati ile 20.04’te 6.4 büyüklüğünde merkez üssü Hatay’ın Defne ilçesi olan bir deprem daha yaşandı. Deprem sonucu daha önceki iki depremden hasar gören bazı binalar yıkıldı ve 6 kişi hayatını kaybetti, 18’i ağır 562 kişi de yaralandı. Edinilen bilgilere göre ölen ve yaralıların hasarlı binalardan eşya çıkarmaya çalışanlar olduğu anlaşıldı. Yaşanan ilk iki büyük depremden sonra kırılan fayın kuzey ve güney ucunda gerilim birikimi sonucunda üçüncü kırılma gerçekleşti. Antakya fayı üzerinde yaşanan bu olay artan gerilim birikimine bağlı olarak oluştu. Arap levhasıyla Avrasya levhası karşılaşma alnında yer alan Anadolu bloğu üzerinde gerçekleşen bu üç kırılma tıpkı KAF’ın tarihsel olarak birbirini takiben seri halde kırılması gibi (1939 Erzincan, 1942 Niksar, 1943 Tosya, 1944 Gerede, 1957 Abant, 1999 Gölcük ve 1999 Düzce depremleri) aynı hat üzerinde (DAF ve ÖDF) devam etmesi beklenebilir. Bu muazzam doğa olayları, doğayı daha iyi anlamamıza yol açan argümanları bir bir göz önüne sererken, sorun halen doğanın yasalarının toplumsal yaşamın bir parçası haline getirilememesinden kaynaklanmaktadır.

Depremler nasıl oluşur?

Türkiye’de görülen bu depremler için sorulması gereken asıl sorulardan biri “Bu enerji bu alanda nasıl birikmiş, niçin bir dakikalık kısa bir sürede a-

Fotoğraf: Nalân Mahsereci.

Depremlerden mekânın üretimine, olanlar bize neyi anlatıyor?

çığa çıkarak yıkıma neden olmuştur?” olmalıdır. Bu soruların yanıtı, özellikle gezegenimizin içyapısına bağlı tektonik davranışında, sonra da Anadolu’nun coğrafi konumunda saklıdır. Dünyamız bir ısı makinasıdır. Çekirdeğindeki ısı 7000 dereceden fazlayken, yüzeyden 10 bin metre yukarlarda bu sıcaklık yer ve mevsimlere göre -50 ile 70 derece arasında değişmektedir. Bu nedenle gezegenimiz sürekli ısı kaybeder. Uzaydaki ısı kavramsal olarak -270 derece kadardır. Dünya’nın yüzey kısmı, 100-300 km derinliğe inen ve deprem dalgalarının kırabildiği katı bir malzemeden oluşur. Litosfer (taşküre) adı verilen bu katman altında 2900 km derinliğe kadar uzanan Manto adı verilen malzeme küresi ise akışkandır ve üzerindeki katı kabuğu (litosfer) bir odun parçasının su üzerinde yüzdüğü gibi yüzdürür. Diğer taraftan mağma içerisinde bu ısı makinası basınç, sıcaklık, derinlik vs. dolayısıyla bir takım konveksiyon akımları üretir. Bu akımlar üstteki katı kabuğu etkiler; sonuçta katı kabukta sıkışmalar ve gerilmeler olur. Bu basınçlara dayanamayan kısım kırılır, böylece serbest kalan enerji dalgalar halinde yeryüzüne çıkar ve o kesimleri sarsar. İşte bu sarsıntıya deprem adı verilir. Başka bir ifadeyle bu yolla alt kısımlardaki potansiyel enerji yüzeyde kinetik enerjiye dönüşmüş olur. Bu hareketler gezegenimizin sathında okyanus ortası sırtları, derin deniz hendekleri ve büyük yanal atımlı faylara neden olurlar. Bu alanlar aynı zamanda mağmanın yeryüzüne kolayca çıkabileceği volkanik alanlardır. Ülkemizdeki KAF, DAF ve Türkiye’nin güneydoğusunda DAF’ın kuzey ucuna uzanan ÖDF büyük yanal atımlı faylara örnektir. Öte yandan Litosfer, okyanus ortası sırtları, derin deniz hendekleri ve yanal atımlı faylarla yaklaşık yedi tane taşküre takkesine bölünmüştür ve sürekli hareket eden bu yeryüzü parçalarına tektonik levha adı verilir. Yerkabuğunun çeşitli büyüklükteki parçalarını meydana getiren levhaları, onların oluşumlarıyla hareket mekanizmalarını ve bunlarla bağlantılı olayları açıklamak için

levha tektoniği kuramından yararlanılır. Buna göre levhalar yavaş yavaş ve sürekli hareket ederler. Böylece yeryüzünün sürekli değişmesinde ve şekillenmesinde etkili olurlar. Maraş ve Hatay depremlerine neden olan Çarlı, Narlı ve Antakya faylarının bulunduğu yer, Arap levhası ile Avrasya levhasının sınırında, bu levhaların birbirine yaklaşması (sıkışması) sonucunda biriken enerjinin kırıklara yol açtığı ve deprem ürettiği yerdir. Anadolu coğrafyası, yerkabuğu levhalarının yer değiştirme hareketinin belirgin (gözle görülebilen) olduğu yerlerden biridir. Başta KAF, DAF ve ÖDF üzerinde yer alan havza ve ovalarda bu kırıklar çok belirgin olarak görülürler. Bu alanlar aynı zamanda sulanabilir tarım alanlarıdır ve maalesef son 60-70 yılda hızlı bir şekilde yerleşim yerlerine dönüştürülmüşlerdir. Oysa, anayasamızın 44, 45 ve 46. maddeleri gereği ovaların sadece tarım için kullanılması ve yapılaşmaya açılmaması gerekir. Deprem bölgesinde 13,5 milyon insanın tamamına yakınının yaşadığı yerlerin ova ve buna yakın havzalardan oluştuğu görülmektedir.

Depremler afet mi, doğa olayı mı?

fete” dönüşürdü. Çünkü o bölgede 1939 yılına oranla bugünkü nüfus yoğunluğu oldukça fazladır ve yanı sıra Karadeniz kıyıları doldurularak yollar, havaalanları ve yerleşim yerleri yapılmıştır. Bu da olası bir tsunamiyi “doğal afete” dönüştürebilir. Hal böyleyse eğer, bir doğa olayının “doğal afet” diye tanımlanması zaman ve mekân meselesidir ve ekonomi politiğin dolayısıyla da siyasetin bir sonucudur. Coğrafyacı Neil Smith’in 2006’da Katrina kasırgasının yarattığı felaketin hemen sonrasında “Doğal Afet Diye Bir Şey Yok” başlıklı makalesinde belirttiği gibi doğal nedenlere dayandırdığımız ve “felaket” olarak gördüğümüz doğa olaylarının çoğu, gerek nedenleri gerekse sonuçları itibariyle sosyal bir olgudur. Dolayısıyla kimin bu durumdan mağdur olduğu, “felaket” öncesinde hazırlıklı olunup olunmadığı ve yeniden inşanın nasıl gerçekleştiği gibi süreçlere bakıldığında durumun tamamen siyasal bir meseleye işaret ettiği görülür.2 Foti Benlisoy’un “ilk depremden saatler sonra dahi Hatay’a kurtarma ekiplerinin ulaştırılmamış olmasını da mı ‘doğal’ karşılamalıyız?”3 derken kastettiği durum tam da budur. Fay (kırık) ve bunun sonucunda oluşan depremler doğal bir süreç olsa da, yaşananları sadece fiziki coğrafya olayı olarak görmek yeterli değildir. Yaşanan doğa olaylarının doğanın bir davranışı dolayısıyla da gereği olmaktan çıkıp toplumsal felakete dönüşmesinin nedenlerinin

Deprem tek başına bir felaket değil, bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını “felaket“ haline getiren içinde bulunduğu mekân ve zamanın hakim ekonomik ve sosyal yapısıdır. Bu durum bütün “doğal felaketler” için geçerlidir. Sözgelimi Türkiye’de görülen en büyük depremlerden biri Anadolu coğrafyası, yerkabuğu levhalarının yer değiştirme hareketinin belirgin olduğu yerlerden biridir. Başta KAF, DAF ve ÖDF üzerinde yer olan 1939 Erzinalan havza ve ovalarda bu kırıklar çok belirgin olarak görülürler. can depreminin Doğu Karadeniz kıyılarında tsunami yarattığı bilinmektedir. Bu doğa olayının hiçbir hasara yol açmaması tamamen zaman ve mekânla ilgilidir. Bugün aynı yerde aynı büyüklükte bir deprem olsa Karadeniz’in söz konusu kıyılarında “doğal a-

25

başında “birikime dayalı kentleşme modeli” yer almaktadır. Asıl sorgulanması gereken budur. Birikime dayalı kentleşme modelini, başta Henri Lefebvre ve David Harvey olmak üzere sosyal bilimciler “mekânın üretimi” yoluyla sermaye birikimi olarak tanımlarlar. Depremlerin yıkıcı etkileri doğal bir afetle değil; kapitalizmin birikime dayalı kentleşme modelinin bir yansıması olarak tanımlanmalıdır. Mekânın üretimi konusunu biraz daha açalım.

da dayanarak sistemli bir şekilde mekânda girişimini tamamlar. Sözgelimi “büyük felaketler” yaşanırken bile sermaye için umutlar hiç tükenmez. Yaşananlar onun için bir fırsattır, böyle davranması da tıpkı yağmurun yağması, depremin olması gibi doğaldır. Aksini düşünmek sermayenin karakterini bilmemekten kaynaklanır. “Sermaye eskinin yıkılmasının şokuna dayanmak ve harabenin üzerinde yeni coğrafi peyzajını inşa etmek zorundadır. Bu amaç için kullanılacak sermaye Mekânın üretimi ve emek fazlaları elinin altında haKapitalizm, zengin ve kararsız zır olmalıdır. Sermaye bizatihi dodoğal çeşitliliğe sahip bir dünyada- ğası nedeniyle aşırı sermaye birikiki çeşitli teknik, ekonomik, sosyal mi ve kitlesel işsizlik şeklinde böyle ve politik baskılar nedeniyle sürek- fazlaları sürekli yaratır. Bu fazlaların li istikrarsızlığa maruz kalır. Yeni- coğrafi yayılma ve mekânların yeniye doğru evrilmekte olan dünyaya den organizasyonu yoluyla masseuyum sağlamak ve tümüyle coğra- dilmesi, fazlalıklar sorununun çözüfi mekânı maddi olarak şekillendir- müne yardımcı olur. Kentleşme ve mek zorunda kalır. Bu şekillendir- bölgesel gelişme, olgunlaşması uzun me edilgen değil, bilakis mekânın yıllar alan ve (genellikle kredi ile fisürekli organize edilmesi biçimin- nanse edilen) büyük yatırımlar gededir. Bu girişim dünyanın şekillen- rektiren özerk kapitalist etkinlik amesinde kilit rol de üstlenir. Sosyal lanları haline gelir.”4 Böylece neoliberal birikim mobilimcilerin “mekânın üretimi” dedikleri şey budur. Böylece mekânın deli içerisinde yer alan ve özerk kayeniden üretimi yoluyla mekânda pitalist etkinlik alanı haline gelen ve zamanda ilerleyen ve biriken sı- kentleşme pratikleri ve kentlerdenırsız sermaye, devlet imkânlarına ki yaşam alanları, kârı önceleyen bir yatırım mekânına döDeprem tek başına bir felaket değil, bir doğa olayıdır. Bu doğa olayını “felaket“ haline getiren içinde bulunduğu mekân nüştürülmüş olur. Büve zamanın hakim ekonomik ve sosyal yapısıdır. tün bunlar “doğal” ve (Fotoğraf: Nalân Mahsereci) “sarsılmaz” burjuva düzenine öylesine yerleşmiş durumdadır ki, sermayenin toplumsal yaşamın sosyal ve kültürel etkinlikler alanına egemen olması zorunlu bir şey olarak algılanır. Böylece mübadele değeri her yerde efendi, kullanım değeri ise onun kölesi konumuna indirgenir. Bu, sürüp giden birikim politikasına itiraz ve protestoların ortaya çıkmasına yol açar. Büyük kitlelerin temel kullanım değerine yeterince erişim imkânından yoksun bırakılmalarına karşı çıkmaları kaçınılmaz olur. Bu karşı çıkışlar, kitle-

26

lerin kullanım değerine erişim hakkının her yerde efendi olması, depreme dayanıklı konutlara erişim hakkı ya da depremin afet değil siyasi, toplumsal ve kültürel ilişkileri de içerisinde barındıran bir süreç olduğunun anlaşılmasını da içermelidir. Öte yandan gaspa dayalı birikim rejiminin piyasa yöntemlerinin düzenleme becerisizliklerine indirgenmesinin teşhir edilmesi de gerekir. Doğal olmayan bu yıkımın sorumlusu hiç kuşkusuz sadece müteahhitler değil, depreme hazırlık meselesine dair her şeyin piyasa mantığına göre şekillenmesi yani sermaye düzenidir. Sermayenin rutin işleyişi içerisinde kârlı bir felaket, daha kârlı bir başka felaketin koşullarına gebedir ve bu böyle sürüp gider. “Sermayenin amacı yalnızca değer üretmek ve değerin dolaşımını sağlamak değildir. Sermaye dolaşımının normal akışı içinde ucuz ve daha yeni makineler ve sabit sermaye kullanımına girdiğinde bir miktar sermaye yok edilir. Önemli krizlere çoğu kez yaratıcı yıkım damga vurur; yeni mallar, o zamana kadar verimli tesis ve teçhizat, para ve emek büyük çapta değer yitirir. Yeni tesisler eskilerini daha ömürleri tamamlanmadan devre dışı bırakırken, daha pahalı bölümler teknolojik değişimler nedeniyle daha ucuz olanlarla ikame edilirken, daima belli düzeyde bir değersizleşme gerçekleşir.”5 Sermayenin doğal olmayan “afet” ortasında dolaşım ve birikimi sürdürmeyi düşünmesi onun doğasından kaynaklanır. Deprem bölgesinde hafriyat ve inşaat çalışmalarına hızlı bir biçimde başlanılması bundandır. Sermaye bununla da kalmaz, doğrudan yaşamın kendisini hedef alarak yaşayanlar kadar ölenler üzerinden de para kazanmayı amaçlayan başka araçlara da başvurur. Bu araçlardan biri de ne kadar insanın öleceği bahsine endeksli “afet tahvilleri”dir. Bu tahviller, reasürans şirketleri (sigortacıları sigortalayan) adı verilen bir yapı tarafından çıkarılan borçlanma araçlarıdır ve felaket olasılığından endişe duyan, bir felaketin yol açacağı mali sonuçlardan korunmak isteyen insanlar üzerinden oluşturulur. Böylece afet pi-

yasası yoluyla, buradan beslenen finansal oligarşiye de hacim kazandırılmış olur. Küresel iklim değişikliği başta olmak üzere “afet” diye tanımlanan doğal olaylar “afet tahvillerinin tetiklenmesine neden olabilecekleri gibi, tahviller aracılığıyla yıkımı sermayeye çevirecek konumdadırlar. Afet tahvili sahiplerinin kitlesel ölüm ihtimalleri üzerine felaket kumarı oynanmasını mümkün kılan etken, finansallaşmanın spekülatif ve gölgelerde saklanabilen niteliğidir ve bu onu daha vahşi hale getirir. Finansal serbestleştirme savunucularının arzuladıklarının aksine sistem, akılcı ve saydam olmaktan çok uzaktır, yozlaşmıştır ve bilakis devlet bağımlılığına ihtiyaç duyar. Süreç içerisinde değişen tek şey, yozlaşmışlıktan yararlanan kesimlerdir. Kitlesel ölüm ve doğal yıkım ihtimalleri üzerine bahsi açan finansal sermaye en yoz ve kanlı kumarını oynamaya devam ediyor.”6

Sonuç Doğa olaylarının “afet” diye tanımlanması, depremde yaşadıklarımızın bir yönünü gösterirken, asıl görülmesi gereken meta üretimine dayalı kapitalist sistemin uzantılarının ve çelişkilerinin görülmesini engeller. Engels Konut Sorunu adlı eserinde şöyle yazar: “Kapitalist üretim biçiminin işçilerimizi her gece içine kapattığı hastalıkların üreme yeri, rezilane delik ve bodrumlar ortadan kaldırılmamıştır; yalnızca başka yerlere kaydırmıştır! Onları ilk yerinde yaratmış olan aynı ekonomik zorunluluk daha sonraki yerinde de yaratmaktadır. Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettiği sürece, konut sorununun, ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözüleceğini ummak budalalıktır. Çünkü çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına bizzat işçi sınıfının el koymasında yatmaktadır.”7 Öte yandan bütün servetleri vergilendirmek yoluyla ya da dev şirketlerin siyaset üzerindeki etkilerini kırmak yoluyla halkın eğitim, sağlık, barınma ve emeklilik hakkı gibi

gereksinimlerini karşılayacak bir de- rı temelli bir planlamanın gelmelimokratik sistem kurulamaz - ki ço- dir. Bu planlama deprem bölgesinde ğu zaman önerilen de budur. Çün- sıkça gördüğümüz kolektif, dayanışkü kapitalizm doğası gereği sermaye macı ve kardeşlik hukukunun eksen birikime ve bu birikimin büyümesi- alındığı toplum-doğa ilişkisinin bir ne odaklıdır. Bu yönüyle kapitalizm yansımasını içermelidir. Genelde ise doğadaki eşitsizlikleri azaltamaz, toplum ve doğanın genel olarak birserbest piyasa yoluyla özgürleştir- birinden tamamen iki ayrı alan olame ve refah getiremez, bilakis eşit- rak ele alınmadığı, doğanın ve insasizlikleri arttırır. Bu yolla da özgür- nın sömürülmediği, Epikür’ün antik lükleri ve halkın refahını azaltmış çağda dediği gibi “doğanın adaleolur. Harvey’in Sermayenin Muam- ti, birbirine zarar vermeyen ve birması adlı kitabında dediği gibi: “Ka- birinden zarar görmeyen karşılıklı pitalizm hiçbir zaman kendi üzerine bir yarar ilişkisinin teminatı” olduçökmeyecek, iteklenmesi gerekecek. ğu bir yaşam biçimini hakim kılmak Sermaye birikimi asla durmayacak. gerekir. Durdurulması gerekecek. Sermaye sınıfı iktidardan kendi rızasıyla vazgeçmeyecek. İktidardan mahrum bı- DİPNOTLAR 1) İTÜ Deprem Ön İnceleme Raporu. rakılması gerekecek.”8 Bununla birlikte kapitalizm, eşit- 2) Neil Smith, “Ther’s No Such Thing as a Natural Disaster”. 3) Foti Benlisoy, Doğal Felaket” Diye Bir Şey Yok. siz coğrafi gelişme bağlamında ser- 4) David Harvey, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, s. mayenin gerçek karakterini maske- 158. lemeye çalışır. “Büyük felaketler” 5) Harvey, age, s7. yaşanırken bile sermaye için umut- 6) Kansu Yıldırım, “Afet Tahvilleri”, BirgünPazar. lar hiç tükenmez, örneğin yakın 7) Friedrich Engels, Konut Sorunu, s.77. çevrede ya da komşu bir bölgede 8) David Harvey, Sermayenin Muamması, s 267. sermayenin başarılı örnekleri bulunur ve başarılı bir şekilde kamuo- KAYNAKLAR yuna sunulur. Bununla da kalınmaz, 1) David Harvey, (2015) OnYedi Çelişki ve Kapitalizmin yaşananlar belli yerlerde sınırlı tu- Sonu, Sel Yayıncılık, İstanbul. tularak başka yerlerde yaşayanların 2) David Harvey, (2010) Sermayenin Muamması, Sel Yayıncılık, İstanbul. endişelenmemesi hatta çok az bilgi 3) Friedrich Engels (1992) Konut Sorunu, Sol Yayınları, edinilmesi, sermayenin kontrol et- İstanbul. tiği medya yoluyla sağlanır. Kriz- 4) Foti Benlisoy, “Doğal Felaket” Diye Bir Şey Yok, tumblr. lere ilişkin görüşler sistemsel değil com. ayrıntılara ilişkin açıklamalar ile ge- 5) Kansu Yıldırım, “Afet Tahvilleri”, Birgün Pazar, 05 Mart çiştirilir. Ama sermaye hiç bedel ö- 2023. 6) Neil Smith, “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”, demez, yaptıkları daima yanına kâr https://items.ss neilrc.org/un derstanding-katrina/thereskalır. Yaşananlara “kader” denir “fıt- no-such-thing-as-anatural-disaster/ rat” denir “afet” denir, ırkçılığa baş- 7) İTÜ Deprem Ön İnceleme Raporu, https://haberler.itü. vurulur, aslında kentsel dönüşü- edu.tr. Erişim tarihi, 09.03. 2023. mü muhalefetin Sermayenin doğal olmayan “afet” ortasında dolaşım ve birikimi engellediği söyle- sürdürmeyi düşünmesi onun doğasından kaynaklanır. Deprem nir, velhasıl kamu bölgesinde hafriyat ve inşaat çalışmalarına hızlı bir biçimde başlanılması bundandır. kaynaklarının ve kentsel mülkiyetin kullanım hakkının sermayeye transferi için her yola başvurulur. Deprem bölgesinde yapılması gerekenlerin başında, sermayenin kentlere kâr için hızla saldırmasına izin vermeyerek kamu ihtiyaçla-

27

Kapak Dosyası

Doğayı anlamak insanı ahlaklı yapar mı? Cehalet-ahlaksızlık ikilisi sinsidir. Bilgisi, kültürü, eğitimi, ekonomisi zayıflayan ve bağışıklık sistemi çöken bir topluma bulaştı mı onu söküp atmak mümkün olamaz. Bundan kurtulmanın tek yolu vardır. O da devletin ve her kurumunun öncelikli olarak liyakatli kişilere emanet edilerek, Dünyamızı tanıtan çağdaş bir eğitimle yeni nesillerin yetiştirilmesi. Mehmet Sakınç “Bilim doğanın dilini anlama çabasıdır. O dili anlayan doğayı dost, anlamayan düşman bilir.” Doğan Cüceloğlu

Ü

lkemizi maddi ve manevi yönden sarsan ve yıkan bu deprem bir doğa felaketi mi yoksa bir insan felaketi midir? Tartışılır bir soruyla başlamak kanımca bazı şeylere açıklık getirebilir. Öncelikle kendi fikrimi belirteyim. Bu kesinlikle bir “insan felaketidir”. Bu kadar insanın ölümüne, evsiz kalmasına, maddi hasara ve yaralanmalara neden olan bu doğal olayda tek bir suçlu vardır, o da hastalıklı aklı ve onunla bütünleşen çökmüş ahlaklıyla insandır. Tarumar olan eğitimin acı sonuçları şimdi bu depremle ortadır. Doğa ile ilgili konuların, coğrafyanın, jeolojinin, biyolojinin neredeyse programlardan kaldırılmasıyla, doğamızı tanıyamadık ve bilemedik. Kıbrıs nerede sorusuna “Karadeniz’de” dedik. Daha da acınası cevaplara tanık olduk. Bir kişi sokaktaki gençlere soruyor: “Türkiye’nin Avrupa kıtasındaki şehirlerini sayar mısınız?” Yanıt: İtalya, Fransa ve Almanya. Ne yazık ki ülkemizi bilmediğimiz, tanımadığımız anlaşılıyor. Nasıl bir coğrafyada yaşadığımızı bilmiyoruz ve doğayı da önemsemiyoruz. Sonda söylemek istediğim sözü şimdi söylemek istiyorum. “Doğasını bilmeyen insan ülkesini de bilemez.”

İnsan doğanın merkezinde mi yoksa dışında mı? Homo habilis alet yapmak için taşları parçaladı-

28

ğında akılını özgürce kullandı. Onu kısıtlayan kimse yoktu. Doğa ile birlikteydi, onunla yan yana oldu. Sonra H. erectus ateşi keşfetti. Aklı özgürdü. H. heidelbergensis çıplak vücudunu korumak için örtmeye başladı. Yine özgürdü. Evrildi, gelişti Neanderthal oldu. Avladığı hayvanları ateşte pişirerek beslendi. H. sapiens oldu, köyler kurdu, balık tuttu, kültürler oluşturdu, aklını da kimseyle paylaşmadı. İnanç başladı. Önceleri kendisine tanrılar yarattı. Sonra tek tanrıda karar kıldı. Ama yanlış bir şey de yaptı. Tanrıyla kendi arasına “dini” aracı koydu. İşte o zaman din onun aklını esir aldı. Kutsalını yok etti. Tanrısına ulaşmak için dini geçmek zorunda kaldı. Böylece ortaçağda aklını yitirerek karanlığa gömüldü. Bir süre sonra aklı başına geldi. Sorgulamaya başladı. Aklını yeniden kazanmayı kafasına koymuştu. Dine karşı çıktı. Yakıldı, asıldı, yılmadı. Aydınlığa doğayı ve dini sorgulayarak ulaştı. Ateist oldu, deist oldu, ama yetmedi. Sonrasında aklını özgür kılan doğaya ihanet etti. Şimdi ben ne yaptım diye kara kara düşünüyor ama çoktan iş işten geçti. Görülemeyen, fark edilemeyen küçük canlı bir virüs ona yaptıklarını ödetti. (Aynı gerekçeler deprem sonrası bir felaketin sorumlusu olarak insan için de geçerli olacaktır.) İnsanlar toplum oluşturabilme özellikleri ile öne çıkan varlıklardır. Onu, tarihsel bir süreç içinde

kafatası içinde akıl ile donatılmış bir organizma (beyin) tarafından idare edilen canlılardır diye de tanımlayabiliriz. Günümüzden on bin yıl öncesidir. İnsan bireysel yürüttüğü avcıtoplayıcı yaşamdan yerleşik düzene (neolitik) geçtiğinde tarım devrimini yapar. Yaşamına yön verecek devrimlerin zamanı başlamıştır. Bu süre içinde bakır, tunç (bronz) ve demir adlı üç metalik zamanı yaşar. Basit iki tanrısı vardır. Yer Tengri ve Gök Tengri. Bunlar doğadır. Bunlara inanır. Doğu diyarlarında halen de böyledir. Batı diyarlardaki insanların inançları çeşitlidir ve renklidir. Kimlerin tanrısı yoktur ki, güzelliğin vardır, tarımın, bereketin, şarabın ve daha nicelerin tanrısı vardır. Bunların aşk hikâyeleri dahi söylencelerde dillendirilmiş, yazılıp anlatılmıştır. Bu çeşitlilikte ahlaktan söz edilemez ve öyle de olmuştur. Bu zamanda insan doğadan kopmuştur. Yalnızdır. Neye güveneceğini bilemez. Yeni bir kurtarıcı arar. Çok tanrılı inanış onu yıldırmıştır. Ahlak ve ruh gibi soyut kavramları önemlidir ve tek tanrılı dinlerle vücut bulur. Ancak ortaçağ Avrupa’sında da bu özelliklerini kaybeder ve dogmatik karanlığın esiri olur. Onu aydınlığa çıkaran 16. yüzyıldır. Doğanın yardımıyla rüzgârlarla şişirilmiş yelkenli gemileri kullanarak tüm Dünya’yı keşfeder. Bu onun yeniden doğaya dönmesidir. Okyanuslar, kıtalar, dağlar, denizler, rüzgârlar, ormanlar artık onunladır. Coğrafik keşifler yeni bir çağın başlangıcıdır ve aydınlanmaya açılan bir penceredir. İnançlı toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli toplumsal düzenlemeler alır. Ortaçağda hüküm süren karanlık dünya görüşü son bulur. Yeni bir dünya görüşü filizlenir. Aklın rol oynadığı kesin doğrular ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür, toplumlara egemendir. Böylece insan, ortaçağın karanlık dinsel köleliğinden kurtularak akılcı özgürlük yolunda emin adımlarla yürüyecek ve sonrasında Fransız Devrimi (1789) ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel etkilerini daha da arttırarak onun daha özgürlükçü ve akılcı düşünebil-

mesini sağlayacaktır. Ancak 18. yüzyıl ortalarında gerçekleşen icatlar, onu doğadan kopartıp Dünya’nın merkezine koyar. 1760’da Birleşik Krallık’ta Manchester’da buharlı makinelerin icadı, insan merkezli bir anlayışın doğanın karşısına bir düşman olarak çıkmasının başlangıç tarihidir. Bundan sonra insan çok değişerek doğadan iyice uzaklaşır. Gezegenin geleceğinde doğadan uzaklaşmış insan-merkezli bir anlayış söz sahibi olabilir mi? Bu soruyla başlatacağımız tartışma gezegenin geleceğinin ne olacağı konusuna da açıklık getirecektir. Çünkü bu gelecek insanın elindedir. Yalnızca o bu geleceğin ne olacağına karar verebilir. Ancak “ben” demekten başka bir şey bilmeyen ahlaken çökmüş bir insandan/insanlardan bunu istemek şimdilik bir zaman kaybıdır. Benmerkezli düşüncenin ahlak anlayışı insanı doğadan uzaklaştırdıkça bencilleştirmiş ve onu kötülükler girdabının içinde sokarak sonu olmayan bir zamana sürüklemiştir. Bu karanlık yolculuk ancak ve ancak doğaya dönmekle son bulabilir ve bu da yalnızca insanın elindedir.

Ahlaklı aklın kökeni doğa mı? Antik Ege’nin Anadolulu düşünürlerine göre insan-doğa ilişkisinde tek varlık doğadır. Ahlak düşüncesinin ilk temsilcileri, zenginlere para karşılığında bilgi satan Sophistlerdir. Öncüleri Sokrat ve okulunun diğer temsilcileri, Platon, Aristoteles, Epikür ve Stoacılardır. Bu filo-

zofların yeşerttiği ahlak anlayışı ortaçağda derin bir suskunluk içine girerek kiliseye yenik düşecek ve diğer bilimler ile birlikte dinin şiddetli baskısı altında kalarak tüm hasletleriyle yok olacaktır. Ahlak nedir? Felsefi anlamda “etik” olarak da bilinir. İnsan ilişkilerinde “iyi ile doğrunun” veya “doğru ile yanlışın” karşılaştırılması sonucunda kazanılan tüm değer yargılarıdır diyebiliriz. Şöyle de söylenir; kişinin huyudur ya da daha doğrusu iyi ve güzel olan nitelikli her şeyidir. Bu özellikler çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılırsa insan denilen canlının özü olur. Bu öz insanın benliğidir, kişiliğidir karakteridir. Akıl, olup biten şeyleri tasnif etmeyi, belli kurallar silsilesine göre düzene koymayı ve mantıksal çıkarımlar yapmayı sağlayan insani bir yetidir. Akıl, bir şeyi sebebiyle birlikte bilmek, onu anlamaktır. Antik dönem düşünürlerine göre sağlıklı bir aklın kökeninde doğa vardır. Ahlak ise, neyin doğru neyin yanlış olduğu ile ilgilidir. Kısaca toplum için konulan kurallara bireylerin uyma özelliğidir. Genellikle kültürel, dinî, dünyevi ve felsefi topluluklar tarafından, insanların çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler sistemidir de diyebiliriz. Şöyle de söylenebilir: Ahlâk, insanın insanlarla ilişkilerinde nasıl davranması ya da davranmaması gerektiğini gösteren değer yargılarının bütünüdür. En doğru ve anlaşılabilir tanım ise top-

Ahlak çöküşünün tipik örneği. Hatay’daki bulunan 12 katlı, 250 dairelik Rönesans Rezidans isimli yapı tümüyle çöktü. Yüzlerce insan hayatının kaybetti.

29

lumda genel olarak uyulması gereken kurallar ve yapılması gereken görevlerin tümüdür. Tüm bu tanımlamalar doğa için geçerli olabilir mi? Şimdiye kadar yapılan uzay araştırmalarına göre, böyle bir doğaya sahip gezegen henüz keşfedilmemiştir. Onun içindir ki bizim doğamız tektir. Doğanın canlı yani organik ve cansız yani inorganik olmak üzere birbirinden ayrılmayan ve onları saran hava ile birlikte üç bileşeni vardır. Bunlar Dünya gezegeninin oluşum süresince 4,5 milyar yıldan günümüze kadar bir uyum içindedir. Günümüze yakın bir zamanda bu uyumlu birliktelik, akıl ve ahlak sorunlu insan canlısının ortaya çıkıp çoğalarak tüm gezegeni ele geçirmesiyle sona erer. Ahlak doğanın aklındadır. Şöyle ki, hiç kimsenin olmadığı bir yerde Dünya’nın herhangi bir coğrafyasında bir ormanın içlerindedir. Yaprakların hışırtılarını, dalların birbirine çarpmasının sesini dinleyin, aniden havalanan bir kuşun kanat seslerini dinleyin, suyun kenarında kurbağaya kulak verin. Yalnızca sessizliği dinleyin. Aklınıza üşüşen kötü düşüncelerden bir an uzaklaştığınızın farkına varmışsınızdır. Ahlak artık aklınızdadır. Ya da ona hiç değer vermeyin, tahrip edin, yok edin, ağaçlarını kesin, ormanlarını yakın, canlılarını zevk için öldürün, göllerini, denizlerini, akarsularını, havasını kirletin, olmayacak yerlere devasa binalar yapın, yapılması için izinler verin, tüm pisliklerinizi de-

Yaşadığımız gezegeni tanımalı, onunla nasıl geçineceğimizi öğrenmeliyiz. Yoksa doğanın vereceği cevabın bu denli ağır olması kaçınılmaz olur.

nizlere akıtın, doğanın insana karşılıksız verdiği her şeyi zehirleyin. Araştırmayın, öğrenmeyin. İşte o zaman ahlak sizi terk edecektir.

Evrimin ahlaklı olmadaki rolü Şunu biliriz ki, iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilme sanatının temelinde doğa vardır. Onun içindir ki gelişmiş ülkelerin eğitimlerinde doğayı öğrenmek hep ön plandadır. Değişik ülkelerin kasabalarında, hatta uçsuz bucaksız Macellan Boğazı’nın ücra bir köşesinde dahi doğa müzelerinin varlığı bu öngörüyü doğrular. Ahlakı burada arayabilir, burada düşünebiliriz. Kısa bir örnek verelim: Darwin’in beş yıllık araştırma gezisinin sonuçları neyi sağlamıştır? Tutulan notlar, sayısız gözlem, canlı ve cansızlara ait binlerce örneğin faydası nedir? Neyin karşılığıdır? Genelde bakıldığında birçok kişiye bunlar anlamsız gelebi-

Gezegenin geleceğinde doğadan uzaklaşmış insan-merkezli bir anlayış söz sahibi olabilir mi?

lir. Türlerin Kökeni kitabı ile insanlığa yaşamın tarihsel kökenine dair önemli şeyler anlatılmıştır ama gezinin sağladığı asıl önemli katkı doğanın özünde olan “gözleme dayalı tartışmalı düşünebilmeyi” toplumlara anlatmış/anlatabilmiş olmasıdır. Beş yıl boyunca jeoloji, zooloji ve botanik bilgilerinin yanı sıra doğanın tüm bileşenlerini bir arada kullanarak, uğradığı birçok coğrafyada gözlem yapmış, bir bölgede gördüğünü, başka bir yerde gördüğü nesnelerle karşılaştırarak aradaki farkları ve benzerlikleri gözlemiş, geçmiş olaylar hakkında yeni düşünceler üretmiş, bunu yaparken de doğa bilimlerinin özünde yatan karşılaştırmalı düşünebilmeyi kullanmıştır. Örneğin, Pampalarda keşfettiği fosillerin bugün yaşayan formlarına bakarak yaptığı gözleme dayalı karşılaştırmalarda, iki nesnenin özelliklerini oluşturan süreçlerin nedenleri konusuna devamlı şüphe ile yaklaşarak bir tartışma ortamı yaratmıştır. Beş yıllık bu geziden elde edilenler önemlidir, ama daha da önemlisi sonuçlarının neye yaradığıdır? Sonuçlarının eğitimle bütünleştiğini söylemek yeterli olacaktır.

Bir insan felaketi 6 Şubat 2023 tarihinde sabaha karşı 04.17’de Toros Dağlarının doğu ucunda doğa 7.8 büyüklüğünde bir depremle bölgeyi şiddetle salladı. Arkasından 7.6’lık bir başka deprem yine aynı bölgede meydana geldi. Resmi verilere göre elli bin ülke insanı hayatını kaybetti. Yüz binin üstünde insan yaralandı, binlerce kişi evsiz kaldı. Her doğa olayından sonra

30

bir suçlu aranırdı ya hemen bulundu. Suçlu, sarsıntıyı yapan faylardı. Ancak gerçek apaçık ortadaydı. Tek bir suçlu vardı, o da insandı. Çünkü hırsları ve “benim demenin” uğruna aklını yitirmiş, onunla da kalmamış ahlakını da kaybetmişti. Yazı başlığının da belirttiği gibi insanımızın öncelikle ahlak sorununa bir çare bulunması gerekir ki bundan sonraki felaketlerde daha akıllı ve daha ahlaklı davranabilsin. Bu sorunun tek bir çözümü vardır o da eğitimdir. Doğa yalnız çiçek ve böcek değildir. İnsanın nerede, nasıl yaşadığını bilmesidir. O, yaşadığı gezegeni tanımalı, onunla nasıl geçineceğini iyi öğrenmelidir. Şimdi diyeceksiniz ki nasıl olacak? Eğer orta öğretimde coğrafya derslerini seçimlik yaparsanız, evrim, felsefe ve jeoloji derslerini kaldırırsanız, üniversitelerde zooloji ve botanik bilimlerini biyoloji altında toplar onu makro düzeyden moleküler düzeye indirirseniz ve doğa bilimleri olacak bölümleri örneğin jeolojiyi mühendislik yaparsanız doğaldır ki insan yaşadığı gezegeni bilemez ve anlayamaz. Sonuç olarak da doğanın böyle zamanlarda insanlara vereceği cevabın da bu denli ağır olması kaçınılmaz olur.

Son söz

Doğanın yerleşmeye asla izin vermeyeceği yerler için bölge coğrafyasından, jeolojisinden zırnık kadar haberi olmayanlara gel buralara ev yap sonra da deprem ya da sel veya heyelan yıkınca da sızlan. Bunlardan ülkemizde o kadar çok var ki saymakla bitmez. Doğa bu cehaleti ve ahlaksızlığı hiçbir zaman kaldıramaz ve affetmez. Affetmedi de. Bu korkunç sarsıntı sonrası ülkemizin nasıl bir cehalet bataklığında gömülü olduğu bir kez daha anlaşıldı. Cehalet öyle bir şeydi ki onun okumuşlukla falan ilgisi de yoktu. Eğer onu tanımak istiyorsanız, sokağa çıkıp da aramaya kalkmayın. Medyayı izleyin yeter. Akademik unvanlı olanlar dahil cehaletin o dayanılmaz hafifliğini taşıyanları göreceksiniz. Bunun yansımalarını ne yazık ki halkı düzgün ve anlaşılır bilgilerle aydınlatması gereken medyada da gördük. Rahmetli Levent Kırca’nın 24 yıl önce 1999 depremi ile ilgili medya kanallarının peşinden koştuğu depremcileri hicvetmesi bilimin saygınlığının nasıl tükendiğinin acı bir tablosu olarak bu depremde de karşımıza çıktı. Değişen bir şey

yoktu. Eline sopasını, mikrofonu alıp klasik Türkiye haritasının önüne fırlaması yeni bir şey değildi. Aradan çeyrek asır geçmesine rağmen ne medya ne de konuları deprem ya da sözde deprem olan bilim insanlarının davranışlarında ne yazık ki bir nebze değişiklik olmamıştı. Cehalet-ahlaksızlık ikilisi sinsidir. Bilgisi, kültürü, eğitimi, ekonomisi zayıflayan ve bağışıklık sistemi çöken bir topluma bulaştı mı onu söküp atmak mümkün olamaz. Bundan kurtulmanın tek yolu vardır. O da devletin ve her kurumunun öncelikli olarak liyakatli kişilere emanet edilerek, Dünyamızı tanıtan çağdaş bir eğitimle yeni nesillerin yetiştirilmesi.

KAYNAKLAR 1) Emerson, R, W., 1995. Nature. Amerikan Edebiyatının Oxford Yoldaşı. Ed. James D. Hart. Rahip Philip W. Leininger. Oxford Üniversitesi Yayınları. 2) http://lincolntheologicalinstitute.com/ethics-of-naturenature-of-et/ 3) https://ethicalleadership.nd.edu/news/can-aconnection-to-nature-enhance-your-ethics/ 4) https://www.philosophytalk.org/blog/pantheism 5) https://www.samwoolfe.com/2013/04/pantheismnature-is-god.html 6) Özer, M., 2017, Doğa Etiği. İmge Kitap Evi. 295 s.

31

Bilişim Dünyasından

İzlem Gözükeleş

izlem@gözükeles.net

Yapay zekânın politikliği

Veriler sosyal dünyamızın yapısını yansıtır. Öngörü için verilerin nasıl kullanıldığı ve öngörülerin nihai kararı nasıl etkilediği kaçınılmaz olarak politik bir karaktere sahiptir. Yapay öğrenme, bilgisayar bilimciler tarafından yürütülen teknik bir süreç olduğu için, altta yatan ahlaki ve politik seçimleri gizleyebilir. Ancak öngörü araçlarının tasarımı ve kullanımıyla ilgili seçimler bazı insanlara yarar sağlarken bazılarına zarar verir. Bazı değerler için uygun bir ortam hazırlarken diğerlerini gölgede bırakır. 

O

32

penAI, ChatGPT’den birkaç ay sonra merakla beklenen GPT-4’ü çıkardı. OpenAI, beş yılda önemli bir yol kat etti. GPT (Generative Pre-trained Transformer - Üretken Ön İşlemeli Dönüştürücü) ilk olarak 11 Haziran 2018’de yayımlanan “Üretken Ön Eğitimle Dil Anlayışını Geliştirme” başlıklı makalede tanıtılmıştı. O zamana kadar en iyi sinirsel NLP (Natural Language Processing - Doğal Dil İşleme) modelleri öncelikle büyük miktarlarda etiketlenmiş verilerden denetimli öğrenmeyi kullanıyordu. Bu yaklaşım maliyetli olduğu gibi özellikle açıklaması yeterli olmayan veri setlerinde sınırlı bir performans gösteriyordu. GPT’nin “yarı denetimli” yaklaşımı ise iki aşama içeriyordu. Denetimsiz üretken “ön işleme” aşamasında başlangıç parametrelerini ayarlamak için bir dil modelleme hedefi kullanılıyor. İkinci aşamada ise bir denetimli ayrıştırıcı, parametreleri hedeflenen göreve uyarlayarak ince ayar yapıyor. Kamunun kullanımına açılmayan GPT-1, 120 milyon parametreye sahipti. Modelin eğitiminde çeşitli türlerde 7000 yayınlanmamış kitaptan elde edilen 4,5 GB metin kullanılmıştı. 14 Şubat 2019’da çıkarılan GPT-2 ise 1,5 milyar parametreye sahipti ve eğitiminde Reddit’te oylanan 45 milyon web sayfasından, 40 GB metin ve 8 milyon belgeden yararlanılmıştı. 11 Haziran

2020’de çıkarılan GPT-3’te parametre sayısı 175 milyara ulaştı, eğitiminde kullanılan metin miktarı 570 GB oldu (https://en.wikipedia.org/wiki/Generative_pre-trained_transformer). Microsoft, GPT-3’ü “yurttaş geliştiriciler” olarak adlandırılan ve çok az programlama deneyimi olan veya hiç olmayan kişilerden ileri düzeyde programlama uzmanlığına sahip profesyonel geliştiricilere kadar herkesin iş üretkenliğini artırmak için uygulamalar oluşturmasına yardımcı olan Microsoft Power Apps platformuna entegre etmeye çalıştı. YZ (Yapay Zekâ) destekli bu sistemde “‘çocuklar’ adı ile başlayan ürünleri bul” gibi konuşma dilini kullanarak programlama hedefleri tanımlanabiliyor. Böyle girişimler olunca yazılımcılar ister istemez “YZ işimizi elimizden mi alıyor?” diye sormaya başladılar. Microsoft yöneticilerinden Charles Lamanna, amaçlarının kesinlikle geliştiricilerin yerine YZ’yi koymak olmadığını, dünyadaki sonraki 100 milyon geliştiriciyi bulmak olduğunu söyledi (https://news.microsoft. com/source/features/ai/from-conversation-to-codemicrosoft-introduces-its-first-product-featurespowered-by-gpt-3/). Ayrıca The Guardian, GPT3’ü YZ’nin insanlara zararının olmadığını savunan bir makale yazdırmak için kullandı. Bazı fikirlerle beslenen GPT-3 sonunda tek bir makalede bir-

leştirilen sekiz farklı makale üretti (https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/sep/08/robot-wrotethis-article-gpt-3). GPT-3’ü belirli konularda içerik üretmek dışında kullanmayı deneyenler de oldu. Drexel Üniversitesi’nden bir çalışmaya göre GPT-3, Alzheimer hastalığının erken belirtilerini tespit etmede faydalı olabilirdi (https://journals.plos. org/digitalhealth/article?id=10.1371/ journal.pdig.0000168). 27 Temmuz 2022’de protein dizilimlerinde kullanılan ProtGPT2 ve 24 Eylül 2022’de de biyomedikalde kullanılan BioGPT çıktı. İnsanlar dört gözle GPT-4’ü beklerken ChatGPT, 30 Kasım 2022’de bir prototip olarak piyasaya sürüldü. ChatGPT, GPT-3’ün iyileştirilmiş bir versiyonu olan GPT-3,5’a dayanıyordu. Zaman zaman saçmalasa da birçok bilgi alanındaki ayrıntılı ve anlaşılır yanıtlarıyla ilgi odağı oldu. ChatGPT o kadar başarılıydı ki okullar ChatGPT ile kopyaya karşı önlem almak zorunda kaldılar. Şubat 2023’te Hong Kong Üniversitesi öğrencilere ve öğretim elemanlarına derslerde, ödevlerde ve değerlendirmelerde ChatGPT veya diğer YZ araçlarının kullanımının yasak olduğunu belirten bir e-posta gönderdi. Öğrenci, dersin öğretim elemanından önceden yazılı izin almadığı takdirde, herhangi bir ihlalin üniversite tarafından intihal olarak değerlendirileceği belirtildi (https://web.archive.org/web/20230219011809/ https://www.scmp.com/news/hongkong/education/article/3210650/ university-hong-kong-temporarilybans-students-using-chatgpt-otherai-based-tools-coursework). Aralık 2022’de, yazılım geliştiricilerin en çok ziyaret ettiği sitelerden biri olan Stack Overflow, ChatGPT’nin yanıtlarının olgusal olarak belirsiz doğasını gerekçe göstererek, sorulara yanıt oluşturmak için ChatGPT kullanımını yasakladı (https://www. theverge.com/2022/12/5/23493932/ chatgpt-ai-generated-answerstemporarily-banned-stack-overflowllms-dangers). 14 Mart 2023’te, beklenen an geldi ve GPT-4 sahneye çıktı. GPT-4, ChatGPT Plus’a da eklendi. Ama bunun için ayda 20 dolar ödeme-

niz gerekiyor. Şu anda sınırlı sayıda kullanıcı GPT-4’ü ücretsiz olarak test edebiliyor. OpenAI, “GPT-4’ün GPT-3,5’tan daha güvenilir, yaratıcı ve çok daha incelikli talimatları işleyebildiğini” öne sürüyor. Ancak GPT’nin önceki sürümlerindeki açıklık GPT-4’te yok. OpenAI, GPT4’ün teknik detayları konusunda kapalı bir yaklaşım benimsedi (https:// www.vice.com/en/article/ak3w5a/ openais-gpt-4-is-closed-source-andshrouded-in-secrecy). Model boyutunu, mimariyi, donanımı veya eğitim yöntemini belirtmekten kaçındı. Şirket bu kararında rekabet ortamı ve büyük ölçekli modellerin güvenlik gerekliliklerinin belirleyici olduğunu belirtti. Microsoft, resmi duyurudan önce Bing arama motorunda GPT-4’ten yararlandığını ve Microsoft 365 Copilot ile GPT-4’ü Word, Excel, PowerPoint, Outlook, Teams vb. uygulamalara entegre edeceğini duyurdu. Duolingo da “rol yapma” ve “yanıtımı açıkla” özellikleriyle beraber GPT-4’ü uygulamalarına eklediğini duyurdu. Cade Metz ve Keith Collins’in The New York Times’da yayımlanan incelemelerinde GPT-4’ün etkileyici ama hâlâ açıklarının olduğu belirtiliyor (https://archive.is/fL9jH#selecti on-815.95-815.105). GPT-4, GPT3,5’tan farklı olarak görüntüleri girdi olarak kabul ediyor. Kullanıcılar, GPT-4’den görüntüleri tanımlamasını isteyebilirler. Örneğin OpenAI’ın web sitesinde, sisteme un, yumurta, süt ve yağ içeren bir fotoğraf yüklenmiş ve bu malzemelerle ne yapılabileceği sorulmuş. GPT-4, bu malzemelerle pankek, waffle, krep, Fransız tostu, omlet, kurabiye gibi yapabi-

lecek birçok şey olduğu yanıtı vermiş. The New York Times’da yayımlanan yazıda test edilen fotoğraf ise daha karmaşık, bir buzdolabının içi. GPT-4 yine dolapta yer alan içeriğe göre yapılabilecekleri listelemiş. Be My Eyes (https://www.bemyeyes.com/), internette karşılaşılan veya gerçek dünyada çekilen görüntüleri açıklayıcı hizmetler sunmak için GPT-4’ü kullandığını yazıyor. GPT-4’ün yanıtları, GPT-3,5’a göre daha tutarlı. Kuzey Carolina Üniversitesi’nden Doç. Dr. Anil Gehi, GPT-4’e bir gün önce gördüğü bir hastanın tıbbi geçmişini ve hastanın hastaneye kaldırıldıktan sonra yaşadığı komplikasyonları açıklamış. Açıklamasında, sıradan insanların bilemeyeceği birkaç tıbbi terim de yer alıyormuş. Nasıl bir tedavi uygulamaları gerektiğini sorduğunda GPT-4 tam da kendi uyguladıkları tedaviyi ifade etmiş. Gehi, başka vakaları denediğinde de benzer şekilde etkileyici yanıtlar almış. İncelemede, her zaman aynı performansın sergilenmesinin pek olası olmadığı, yanıtları değerlendirmek ve tıbbi prosedürleri uygulamak için hâlâ Dr. Gehi gibi uzmanlara ihtiyaç olduğuna dikkat çekiliyor. GPT-4, GPT3,5’a göre standart testlerde çok daha başarılı. OpenAI, yeni sistemin 41 eyalet ve bölgede avukatların yeterliliğini değerlendiren baro sınavında ilk yüzde 10’da yer alabileceğini, SAT sınavlarında ise 1600 üzerinden 1300 alabileceğini iddia ediyor. Ancak GPT-4, gerçekleşmiş olan şeyler hakkında akıl yürütüyor izlenimi yaratabilse de gelecek hakkında hipotezler oluştururken yaratıcı (!) değil. Gelecek hakkında daha önce söyle-

14 Mart 2023’te GPT-4 sahneye çıktı. GPT-4, ChatGPT Plus’a da eklendi. Ama bunun için ayda 20 dolar ödemek gerekiyor.

33

nenleri tekrarlıyor; yeni bir şey söylemiyor. Örneğin, önümüzdeki on yılda (GTP-4’ün de bir ürünü olduğu) NLP araştırmalarında çözülmesi gereken önemli sorunların neler olduğu sorulduğunda yeni fikirler ortaya atamıyor. Ayrıca etkileyici performansına karşın GPT-4 hâlâ öncelleri gibi “halüsinasyon” olarak adlandırılan sorunu aşabilmiş değil. Doğru ve yanlış hakkında bir anlayışa sahip olmadığı için tamamen yanlış olan metinler uydurabiliyor. En son kanser araştırmalarını anlatan web sitelerinin adresleri sorulduğunda var olmayan internet adresleri verebiliyor.

GPT-4’e ne kadar güvenebiliriz? Halüsinasyon, Rebooting AI: Building Artificial Intelligence We Can Trust kitabının yazarlarından Gary Marcus’un uzun bir süredir üzerinde durduğu bir konu. Marcus, GPT’nin muhteşem olmasına rağmen 2022 yılındaki makalesinde belirttiği doğruluk ve güvenilirlik sorunlarını aşamadığını savunuyor. GPT’nin robotlara veya bilimsel keşiflere rehberlik etmek için güvenilir bir şekilde kullanılamayacağı konusunda ısrar ediyor (https:// garymarcus.substack.com/p/gpt-4ssuccesses-and-gpt-4s-failures ). Ancak medya, coşkuyla tam tersini iddia ediyor ve GPT’nin içsel sorunları yeterli ve açık bir şekilde tartışılmıyor. Bunda YZ şirketlerinin ve bazı biliminsanlarının da payı var. Örneğin, 2016’da Toronto’daki YZ konferansında derin öğrenmenin büyükbabası ve zamanımızın en ünlü biliminsanlarından

34

Geoffrey Hinton, radyologluğun sonunun geldiğini öne sürüyordu. Hinton’a göre derin öğrenme, MRI ve BT taramalarından alınan görüntüleri okumak için o kadar uygundu ki radyolog yetiştirmeyi artık bırakmamız gerekiyordu. Derin öğrenme, beş yıl içinde daha iyi sonuçlar verecekti. Günümüze gelindiğinde ise yapay öğrenmenin (machine learning - makine öğrenmesi) radyolojide kullanımının göründüğü kadar kolay olmadığı ortaya çıktı. Şimdi insanlar ve makinelerin birbirlerinin güçlü yanlarını tamamlayarak çalışmasının daha verimli olacağı görüşü yaygın. En azından şimdilik! Marcus (2022), insan dilini gerçekten anlayabilen makinelerden hâlâ çok uzak olduğumuzu ve güvenilir bir yapay zekâ elde edeceksek derin öğrenmenin inşa etmemiz gereken şeyin yalnızca küçük bir parçası olduğunu düşünüyor. Marcus’a (2022) göre temelde örüntüleri tanımaya yönelik bir teknik olan derin öğrenme, ihtiyacımız olan tek şeyin kabaca hazır sonuçlar olduğu, risklerin düşük olduğu ve mükemmel sonuçların isteğe bağlı olduğu durumlarda kendini en iyi gösteriyor. Örneğin, akıllı telefonunuzdan tavşan fotoğraflarını listelemesini istediğinizde daha önce hiçbir fotoğrafı etiketlememiş olsanız da telefonunuzdaki YZ, tavşan etiketli fotoğraflara yeterince (!) benzeyen tüm fotoğrafları listeleyebilir. Fakat otomatik, derin öğrenme destekli fotoğraf etiketleme hataya açıktır; ışığın yetersiz, fotoğraf açısının ters vb. olduğu durumlarda bazı tavşan fotoğraflarını kaçırabilir. Fakat bir-

kaç fotoğrafı kaçırdı diye kimse zarar görmez ve sinirlenip telefonunu fırlatıp atmaz. Radyoloji veya sürücüsüz araçlarda olduğu gibi riskler daha yüksek olduğunda, derin öğrenmeyi benimseme konusunda çok daha dikkatli olmamız gerekir. Yapılacak tek bir hata, insanın hayatına mal olacaktır. Özellikle, derin öğrenme sistemlerinin üzerinde eğitildikleri şeylerden önemli ölçüde farklı olan “aykırı değerler” ciddi sorunlar yaratabilir. Örneğin Tesla, “tam kendi kendine sürüş modu”nda, yolun ortasında dur işaretini tutan bir kişiyle karşılaştığında ne yapacağını şaşırdı; insan sürücü, aracı devralmak zorunda kaldı. Çünkü Tesla, ne kısmen dur işaretiyle gizlenmiş insanı ne de yol kenarındaki olağan bağlamının dışındaki dur işaretini tanıyabildi! Derin öğrenme sistemleri günümüzde hiç beklenmedik anlarda aptalca hatalar yapabiliyorlar. Bazen bir insan radyoloğun bir aksaklık olarak değerlendireceği (görüntüdeki kirlilik gibi) durumlar yanlış okunabiliyor. Radyolojide kullanılan YZ sistemleri çoğunlukla veya tamamen görüntülere dayanıyor. Bir hastanın geçmişini tanımlayabilecek tüm metinleri yeterince anlamadığından bazen kritik bilgileri ihmal ediyor. Dolayısıyla radyologlar tamamen devreden çıkarılamıyor. Bir derin öğrenme sistemi, elmanın önünde üzerinde “iPod” yazan bir kâğıt parçası olduğu için elmayı yanlış bir şekilde iPod olarak etiketleyebiliyor. Ya da bir başkası, karlı bir yolda devrilmiş bir otobüsü kar küreme makinesi olarak etiketleyebiliyor. Marcus (2022), yapay öğrenmenin bütün bir alt alanının bu gibi hataları incelediğini, ancak henüz net yanıtlara ulaşamadığını belirtiyor. Günümüzde bu gibi sorunları daha fazla veri toplayarak aşma doğrultusunda bir eğilim var. Daha fazla veri ve giderek daha büyük ölçeklerde derin öğrenme ile YZ’nin daha iyi hale getirebileceği görüşü yaygın. GPT’nin 2018’den bu yana gelişimi de bu eğilimi haklı çıkarıyor gibi. Fakat 2022’de yayımlanan bir makalede Google, GPT-3 benzeri modelleri büyütmenin onları daha akıcı hale getirdiği, ancak da-

ha güvenilir yapmadığı savunuluyor (https://arxiv.org/abs/2201.08239). Marcus (2022) da devasa ölçeklendirmenin şimdiye kadar bir devrime yol açmadığının altını çiziyor. Marcus’a (2022) göre GPT-4, GPT-3 ve 3,5’tan açıkça daha iyi, ama bu fark nitelik değil, nicelikle ilgili. Güvenilirlik sorunu hâlâ devam ediyor. Ayrıca OpenAI’ın GPT’nin son sürümünde seçtiği yol da endişe verici. Kullandığı veri seti hakkında bir açıklama yapmaktan kaçınması adındaki açıklıkla çelişiyor. Ne kadar büyük olduğunu, mimarisini, ne kadar enerji kullandığını, kaç tane işlemci kullanıldığını bilmiyoruz. Eğitim setinde ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı için GPT-4’ün hangi problemler üzerinde çalışıp hangilerinde çalışmayacağını tahmin etme şansımız yok (https://garymarcus.substack. com/p/gpt-4s-successes-and-gpt-4sfailures). Ayrıca GPT-4’ün çevreye maliyetini de bilmiyoruz (https:// www.birgun.net/haber/yapayzeka-hakkinda-cok-az-konusulanonemli-detaylar-424486 , https:// www.theguardian.com/commentisfree/2023/mar/04/misplaced-fearsof-an-evil-chatgpt-obscure-the-realharm-being-done). Kuşkusuz GPT-4 ve sonraki modellerin önemli ticari etkileri olacak. Google (https://digiday.com/media/ googles-new-ai-tools-and-openaisgpt-4-bring-more-maturationto-the-ai-race/), Yandex, (https:// www.siliconrepublic.com/machines/yandex-large-language-modelai-gpt) ve Baidu’nun da benzer çalışmaları var (https://tr.euronews. com/2023/02/07/chatgptye-buyukrakipler-geliyor-cinli-baidudanernie-bot-ve-googledan-bard). Ancak Kasım 2020’de MIT Technology Review’da yayımlanan röportajda “derin öğrenme her şeyi yapabilecek.” (Hao, 2020) diyen Hinton’un sözlerini oldukça tehlikeli görüyorum. YZ, henüz her şeyi yapamasa da şirketler ve onların ikna ettiği bürokratlar bu kontrolsüz gücü çeşitli alanlarda kullanmaya fazla istekliler. Bu süreçte, doğruluk ve güvenilirlik hakkındaki zaafların yanında bir diğer büyük tehlike sistemlerin tasarımlarında yer alan

insan seçimlerinin politik karakterinin belirsizleştirilerek gizlenmesi.

Verimlilik ve adalet beklentisi

ler geliştirmeye olanak veriyor. Böylece makineler görebiliyor (nesne tanıma), navigasyon kullanabiliyor (sürücüsüz arabalar), çeviri yapabiliyor veya sohbet edebiliyor. Fiziksel dünyamız, sayısal verilere dönüştürülüyor; davranışlarımız sürekli ölçülüyor, kaydediliyor ve sonraki adımlarımız tahmin edilmeye çalışılıyor. Şirketler, daha fazla veri toplayarak daha mükemmel sistemler geliştirmeye çalışıyorlar. Dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinin gücü, daha gelişmiş yapay öğrenme tekniklerine değil, sahip oldukları veri hacmine ve daha fazlasını toplayabilme hızına ve verimliliğine dayanıyor. Hinton’un sözlerini tehlikeli bulmamın nedeni ise kurumların son yıllarda tahmine dayalı araçlarla desteklenen karar süreçleri oluşturması veya kurumların yerlerini YZ destekli sistemlere bırakmasını savunan tezlerin yaygınlaşması. Bu tezlerin temelinde yapay öğrenmenin iki temel vaadi öne çıkıyor: verimlilik ve adalet. Danışmanlık şirketi McKinsey, yapay öğrenmenin sunduğu verimlilik kazanımlarının küresel değerinin 6 trilyon dolar değerinde olduğunu tahmin ediyor. McKinsey’e göre yapay öğrenmeyi aşağıdaki alanlarda kullanarak verimliliği artırmak mümkün: - Derin öğrenmenin büyük miktarlarda ses ve görüntü verilerini a-

Gündelik hayatta aldığımız birçok karar düzenliliklere veya örüntülere dayanır. Örneğin, hava kapalıysa yağmur yağabileceğini düşünür ve evden çıkarken yanımıza şemsiye alırız. Yapay öğrenmenin temelde yaptığı bu süreci otomatikleştirmektir. Veri setlerindeki yapılara ve örüntülere dayalı olarak hedeflenen bir sonuç hakkında tahminler yapmak için bir model geliştirilir. Daha sonra bu model ile öngörülerde bulunulur. Bunun zekâ olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı ya da zekânın ne olduğu ayrı bir tartışma konusu. Fakat günümüzde kullanılan YZ destekli sistemlerde zekânın öngörü öğesi öne çıkar: “Çocuk soru sorduğu zaman Alexa’nın yaptığı şey, aslında duyduğu sesleri alarak konuşulan kelimelerin ne olduğunu anlamak ve ardından bu kelimelerin bulmak istediği bilgiyi öngörmekti. Alexa, Delaware’in başkentinin neresi olduğunu ‘bilmiyor’ ama insanlar böyle bir soru sordukları zaman özel bir yanıtı yani ‘Dover’ı aradıklarını tahmin edebiliyor.” (Agrawal, Gans ve Goldfarb, 2019) Agrawal vd. (2019) öngörüyü, eksik bilgilerin tamamlanması olarak tanımlıyor. Ag- Derin öğrenmenin büyükbabası ve zamanımızın en ünlü rawal vd.’nin (2019) biliminsanlarından Geoffrey Hinton. öngörü makineleri olarak adlandırdığı YZ sistemleri genellikle veri olarak adlandırılan bilgilerimizi alıyor ve onu sahip olmadığımız bilgileri oluşturmak için kullanıyor. Daha iyi öngörü, daha iyi bilgi ve bu da daha iyi karar anlamına geliyor. Öngörü makinelerindeki gelişmeler, onları sihirliymiş gibi gösteriyor. Öngörü maliyetlerindeki düşüşler, çeşitli sorunları bir öngörü sorununa indirgemeye ve çözüm-

35

naliz etme yeteneğinden yararlanarak fabrika montaj hatlarında veya uçak motorlarında ortaya çıkabilecek anomaliler öngörülebilir. - Lojistikte, teslimat trafiğini optimize ederek, yakıt verimliliği artırılabilir ve teslimat süreleri azaltılabilir. - Perakende satışlarda, müşterilerin demografik ve geçmiş işlem verileri sosyal medya hareketleri ile birleştirilerek, kişiselleştirilmiş ürün önerileri oluşturmaya yardımcı olunabilir. - Kamu kurumlarında ise kaynakların ve hizmetlerin nasıl sunulacağını şekillendirerek verimliliği artırabilir. Hatta yapay öğrenme iklim değişikliği ve nüfusun yaşlanması gibi büyük ölçekli toplumsal sorunların ele alınmasında rol oynayabilir. Yapay öğrenmenin adalet vaadi ise bilgisayar sistemlerinin insanlardan daha nesnel kararlar verebileceği yanılsamasına dayanıyor. Çünkü algoritmalar ne yoruluyor ne de duygusal yük altında ezilerek yanlış kararlar veriyor. İnsanlar çeşitli nedenlerden dolayı vakaları farklı değerlendirirken, yapay öğrenme modelleri daha tutarlı tahminler üretiyor ve vakaları farklı değerlendirirken yalnızca istatistiksel farklılıkları dikkate alıyorlar. Ama istatistik ve bilgisayar bilimi diline gömülü verimlilik ve adalet vaadinin altında çoğu zaman atlanan bir gerçek var: Yapay öğrenmenin politikliği. Tahminler oluşturmak için verilerin nasıl kullanılacağı ve tahminlerin karar vermek için nasıl kullanılacağı hakkında-

ki seçimler, bazı çıkarları ve değerleri diğerlerine göre önceliklendirir. Ayrıca yapay öğrenme, kararların alınabileceği ölçeği ve hızı artırdığı için milyonlarca insanın hayatını etkileyebiliyor. Yapay öğrenme, insanların kararlarını etkilemekle kalmıyor karar prosedürlerinin nasıl yapılandırıldığına ilişkin seçimler yapmalarını da sağlıyor. Yapay öğrenmenin politik karakterini dikkate almadan ve farklı aşamalarında ona eşitlikçi bakış açısıyla müdahalelerde bulunmadan kendiliğinden olumlu bir tablo ortaya çıkmayacak.

Farklı seçenekler, farklı sistemler Öngörüye dayalı araçların nasıl çalıştığı, onların nasıl tasarlandığına ve kullanıldığına bağlı. Yapay öğrenme, öncelikle insanlar tarafından geliştirilen ve insanlar tarafından tanımlanan sorunları ele alan bir dizi teknikten meydana geliyor. Ayrıca yapay öğrenme modelleri eğitilirken insanlar tarafından bir araya getirilen ve oldukça insani bir dünyanın yapılarını, fırsatlarını ve dezavantajlarını yansıtan veri setleri kullanılıyor. Kısacası öngörü, her türlü öznellikten arınmış cam bir fanusta gerçekleşmiyor. Yapay öğrenme sürecinde yer alan seçenekleri iki başlık altında inceleyebiliriz. Birincisi, yapay öğrenme modelinin tasarımı hakkındaki seçenekler. Örneğin, modelin tahmin etmeyi öğreneceği sonuçlar, modelin eğitiminde kullanılacak veriler, modelin sonucu tahmin etmek için kullanacağı öznitelikler ve modeli oluşturmak için kullanılacak al-

YZ, henüz her şeyi yapamasa da şirketler ve onların ikna ettiği bürokratlar bu kontrolsüz gücü çeşitli alanlarda kullanmaya fazla istekliler.

36

goritma tasarım aşamasında verilmesi gereken kararlardır. İkincisi, geliştirilen yapay öğrenme modelinin konuşlandırılması veya tahminlerin karar vermek için nasıl kullanılacağı hakkındaki seçeneklerdir: Model insan kararlarını desteklemek için mi yoksa onların yerini almak için mi kullanılacaktır? Kararlar, hangi eylemleri doğuracaktır?

Tasarımsal seçenekler Bir yapay öğrenme sisteminde öncelikle modelin öngöreceği çıktılara karar vermek gerekir. Bu çıktı basitçe bir e-postanın istenmeyen e-posta (spam) olup olmadığına karar vermek olabilir. Ya da model, bir adayın iyi bir çalışan olup olmayacağı, hükümlünün şartlı salıvermeye uygun olup olmadığı gibi daha karmaşık hedeflere sahip olabilir. Analist, nicelleştirilebilen, ölçülebilen ve öngörülebilen bu çıktı için hedef değer adı verilen bir vekil tanımlamalıdır. Bir diğer deyişle analist, gerçek dünyadaki bir sorunu bir hedef değişkene dönüştürebilmelidir (Simons, 2023). Bir e-postanın spam olup olmadığını belirlemek kolaydır. Bunun için daha önce spam olarak etiketlenmiş e-postalar kullanılabilir. Böylece yeni e-postaların önceden spam olarak etiketlenmiş olanlarla benzer özelliklere sahip olup olmadığına bakmak yeterli olacaktır. Ancak belirsiz bir sorunu hedef değişkene çevirmek genellikle karmaşıktır. Bir banka, bir bireyin kredi için güvenilir olup olmadığına ve faiz oranına nasıl karar vermelidir? Güvenilirlik (krediye uygunluk), gerçek dünyada tam karşılığı olmayan belirsiz bir hedeftir. Güvenilirlik, bankalar, düzenleyiciler ve kredi endüstrisi tarafından, değişen koşullara ve alınabilecek risklere göre yeniden tanımlanan bir kavramdır. Modelin hangi hedef değişkeni tahmin etmeye çalıştığı ve çıkan tahminlerin kredi kararlarında kullanım biçimi, kimlerin kredi alabileceğini şekillendirir (age). Hedef değişkenleri tanımlamak her zaman yargı içerir. Örneğin, bir işverenin yapay öğrenme yardımıyla en iyi çalışanları seçmeye çalıştığını düşünelim. İyi bir çalışan kimdir? Belirli bir zaman diliminde en fazla satışı yapan veya en çok üreten

Fiziksel dünyamız, sayısal verilere dönüştürülüyor; davranışlarımız sürekli ölçülüyor, kaydediliyor ve sonraki adımlarımız tahmin edilmeye çalışılıyor. Şirketler, daha fazla veri toplayarak daha mükemmel sistemler geliştirmeye çalışıyorlar. Dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinin gücü, daha gelişmiş yapay öğrenme tekniklerine değil, sahip oldukları veri hacmine ve daha fazlasını toplayabilme hızına ve verimliliğine dayanıyor.

midir? Bir işte en fazla kalan mıdır? Belki de takım ruhuna en uygun kişidir? En iyi çalışanın kim olduğu şirketin hedeflerine göre değişecektir. Şirket, gelirini artırmak, daha çok üretmek, personel değişim oranını azaltmak veya şirket ruhunu güçlendirmek istiyor olabilir. Şirketin hedefine göre iyi çalışan tanımı değişecek ve bu da farklı sonuçlara neden olacaktır. İşverenin hedef değişkeni adayın bir işte kalacağı tahmini süre olarak tanımladığını varsayalım. Ortalama olarak erkekler bir pozisyonda kadınlardan daha uzun süre kalma eğiliminde olduklarından erkekler daha avantajlı olacaklardır. Ya da işveren, adayın kişilik tipini göz önünde bulundurarak bir seçim yapmaya çalışabilir ve bunun için Myers-Briggs testinden yararlanabilir. Fakat ilgili testte kişilik tipleri, cinsiyetler arasında eşit olmayan bir şekilde dağıldığından yine cinsiyetler arasında bir eşitsizliğe neden olacaktır (age). İkinci seçim, modelin eğitilmesi için kullanılacak veya toplanacak verilerdir. GPT-4’ün önceki modellerin aksine eğitim verisi hakkında bilgi vermekten kaçınması ciddi bir sorundur. Yapay öğrenme, verileri kullanarak öngörüde bulunur. Verinin bir kişinin nerede yaşadığı, ne kadar kazandığı veya hangi sosyal yardım programlarını kullandığı gibi olgulardan oluşan nesnel betimlemeler olduğu varsayılır. Fakat veriler, gerçekliğin sabit temsillerini değil, neyin ve nasıl ölçüleceğine ilişkin insan

kullanan bir uygulama. Uygulamanın en etkili çalıştığı yerler birçok insanın akıllı telefona sahip olduğu ve zaten daha az çukurun yer aldığı daha zenginlerin yaşadığı mahallelerdir. Akıllı telefon kullanımının düşük olduğu yerler hizmete en çok gereksinimi olan yerler olmalarına karşın veride temsil edilememiştir. Bir grubun veride daha fazla ya da eksik temsil edilmesi veriden elde edilebilecek sonuçları da etkiler. Allegheny’de (Pensilvanya) kullanılan AFST’nin (Allegheny Family Screening Tool - Allegheny Aile Tarama Aracı) kullandığı algoritma bir çocuğun istismara veya ihmale maruz kalma riskini tahmin ediyor. Algoritmanın orijinal halinde eğitim veri setindeki değişkenlerin dörtte biri yoksulluk ölçütleriyken, diğer dörtte biri çocuk adalet sistemiyle ilişkiliydi. Sonuç olarak AFST, orantısız bir şekilde düşük gelirli, Afrikalı Amerikalı hane halklarını temsil eden veriler üzerinde eğitilir ve özel sağlık sigortası gibi daha varlıklı, beyaz ailelerin ürettiği türden verileri algoritmaya katmaz. Tasarım aşamasındaki üçüncü seçim bir modele dahil edilecek öz niteliklerdir. Veriler hiçbir zaman bir kişinin karmaşıklığını tam olarak yansıtamaz. Çünkü bir öznenin tüm özelliklerini toplamak veya tüm çevresel faktörleri bir model içinde hesaba katmak genellikle imkânsızdır. Bu nedenle işletmeler ve kamu ku-

seçimlerini yansıtır (age). Ayrıca sahip olunan veri miktarının fazlalığı karmaşık örüntüleri tespit etme ve bu örüntüleri öngörü, şekillendirme ve kontrol amacıyla kullanma olanaklarını artırır. Google, milyarlarca etiketli örnekten oluşan bir veri seti oluşturabildiği için istenmeyen e-postaları tespit etmede iyidir. Eğitim verileriyle ilgili seçimler, bir modelin ne öğrendiğini belirler. Bir hedef değişkeni tanımlarken yapıldığı gibi veri setlerini bir araya getirmek, yorumlamak ve muhakeme yapmak gerekir. Veri, yaygın düşüncenin aksine olguları değil muhakemeleri temsil eder. Neyin ölçüleceğine ve neyin ölçülemeyeceğine ilişkin seçim- Yapay öğrenmenin adalet vaadi ise bilgisayar sistemlerinin ler iktidar yapıla- insanlardan daha nesnel kararlar verebileceği yanılsamasına rıyla bağlantılıdır. dayanıyor. Ama çoğu zaman atlanan bir gerçek var: Yapay öğrenmenin politikliği. Kurumlar, kayıtlı ekonomiye giremeyenler hakkında veri toplama konusunda daha başarısızdır. Ayrıca veri üretme olasılığı en düşük olanlar genellikle toplum tarafından en çok dışlananlardır. Simons (2023), Street Bump örneğini verir. Street Bump, Boston’daki çukurları tespit etmek için akıllı telefonlardaki ivmeölçerleri

37

ruluşları gerçekliği vekil verilerle çözümlerler. Örneğin, siyah ailelerin araba sigortası oranları, şehir içi mahallelerden banliyölere taşındıklarında genellikle önemli ölçüde düşer. Çünkü sigorta şirketleri, risk için vekil olarak posta kodu gibi indirgeyici özellikleri kullanırlar. Sigorta oranları, kendi bireysel riskiniz kadar sizin gibi başkalarının riskine göre belirlenir (age). Irk gibi korunan özelliklerin bir modele dahil edilip edilmediği genellikle yapay öğrenmede çok az fark yaratır. Çünkü diğer değişkenler, korumalı sınıfların üyeleri hakkındaki bilgileri kodlar. Bu nedenle, yapay öğrenme yasayla korunan gruplar hakkındaki örüntüleri de keşfedebilir. Bir modelin, bir çocuğun istismar riski altında olup olmadığını veya işe başvuran bir kişinin iyi bir çalışan olup olmayacağını tahmin etmek için hedef değişkene göre insanları sıralamak için kullandığı özellikler, genellikle bireyleri belirli bir sınıfa üyeliklerine göre de sıralar. Belirli bir öz nitelik bir popülasyonda eşit olmayan bir şekilde dağılmışsa, yapay öğrenme algoritması da bu dağılımı yansıtacaktır. Dördüncü seçim, yapay öğrenme modelinin hangi algoritmayı kullanacağı ile ilgilidir. Yapay öğrenmede genellikle karmaşıklık, doğruluk ve hata oranları arasında bir dengeleme yapmak gerekir. Örneğin bazı modeller daha doğru sonuç verseler de çocuk koruma gibi yüksek riskli ortamlarda yönetimi, bakımı ve yorumlanması daha kolay olan modeller tercih edilebilir (age).

Yapay öğrenme modelinin konuşlandırılması

Bir modeli konuşlandırırken başlıca seçim, modelin öngörülerinin nasıl kullanılacağıdır. İş başvurularını değerlendiren bir modeli ele alalım. Modelin işe başvuranları sıralaması ve ilk yarının otomatik olarak mülakatlara davet edilmesi istenebilir. Ya da modelin sıralaması kimin mülakata davet edileceğine karar veren yetkiliye sunulur. Bir yapay öğrenme modeli devreye alındıktan sonra, personelin modelin öngörülerine karşı kararlar alabilmesine izin verme ihtiyacı ile yüksek kesinlik oranına sahip modelin değerlendirmelerine güvenme ihtiyacı arasında sürekli bir gerilim vardır. YZ’nin insanların yerini almayacağı ama insanların YZ ile birlikte çalışma yeteneklerini geliştirmesi gerektiği söylenir. Ancak ya AFST’de olduğu gibi çalışanlara profesyonel muhakeme yapma ve sistemlerin tahminlerini göz ardı etme konusunda daha az inisiyatif verilir ya da çalışanlar risk almak istemediklerinden sistemlerin çıktılarını artık kabullenmeye başlarlar. *** Veriler sosyal dünyamızın yapısını yansıtır. Öngörü için verilerin nasıl kullanıldığı (yapay öğrenme modellerinin tasarımı) ve öngörülerin nihai kararı nasıl etkilediği (yapay öğrenme modellerinin konuşlandırılması) kaçınılmaz olarak politik bir karaktere sahiptir. Yapay öğrenme, bilgisayar bilimciler tarafından yürütülen teknik bir süreç olduğu için, altta yatan ahlaki ve politik seçimleri gizle-

Yapay öğrenme, bilgisayar bilimciler tarafından yürütülen teknik bir süreç olduğu için, altta yatan ahlaki ve politik seçimleri gizleyebilir.

yebilir. Ancak öngörü araçlarının tasarımı ve kullanımıyla ilgili seçimler bazı insanlara yarar sağlarken bazılarına zarar verir. Bazı değerler için uygun bir ortam hazırlarken diğerlerini gölgede bırakır. Yapay öğrenmedeki seçimler iki açıdan politiktir. Birincisi, bazı sosyal grupların çıkarlarını diğerlerine göre önceler. Seçilen hedef, değerler veya eğitim için kullanılan veriler belirli bir sınıf, ırk, etnik grup veya cinsiyete mensup kişileri dezavantajlı konuma getirebilir. İkincisi, oluşturulan modeller bazı değerleri desteklerken diğerlerinin önüne geçer. Eşitsiz ve adaletsiz bir dünyada, yapay öğrenme modellerinin tasarımında bazı ilgi ve değerlerin diğerlerine göre önceliklendirilmesinden kaçınmanın kolay bir yolu yoktur (age). GPT-4 ve onu takip edecek sistemler Yapay Genel Zekâ değil ama bu haliyle bile birçok yerde çığır açabilecek düzeydeler. OpenAI yola çıkarken “dijital zekâyı, finansal getiri sağlama ihtiyacıyla sınırlandırılmadan, bir bütün olarak insanlığa en çok fayda sağlayacak şekilde ilerletmek” için araştırma taahhüdünü beyan etmişti. Ama GPT-3 ile beraber önce kaynak kodunun paylaşılmaması, şimdi de sistem hakkında paylaşılan bilginin çok sınırlı olması gelecek için endişe verici. YZ sistemleri, hayatın her alanına yayıldıkça bu sistemlerin kararlarından etkilenenlerin sistemin tasarımında ve konuşlandırılmasındaki seçimler hakkında bilgi sahibi olma hakları ve karar sürecine katılım hakları olmalı. Bu yüzden şirketlere karşı yurttaşların mahremiyetinin veya şirketler arasındaki rekabetin korunmasında hakemlik yapan devlet yerine teknolojinin tasarım ve konuşlandırılmasında yurttaşları sürecin bir parçası olarak gören kurumlara ihtiyaç var. KAYNAKLAR 1) Agrawal A., Gans J., Goldfarb, A. (2019). Geleceği Gören Makineler. (çev. M. Ürgen).İstanbul: Babil Kitap, 1. Baskı 2) Hao, K. AI pioneer Geoff Hinton: “Deep learning is going to be able to do everything.” MIT Technology Review (2020). 3) Marcus, G. (2022). Deep learning is hitting a wall. Nautilus, Accessed, 03-11. 4) Simons, J. (2023). Algorithms for the People: Democracy in the Age of AI. Princeton University Press.

38

Bir dehanın ‘ilk mektubu’ Hardy, Ramanujan’ın mektubunu okuduktan birkaç gün sonra, Euler ve Cauchy ayarında dâhi bir matematikçiyi keşfetmenin sevinciyle onu İngiltere’ye davet eder. Pek kolay olmasa da Ramanujan bu daveti kabul ederek Cambridge Üniversitesi’nde çalışmaya başlar ve sonrasında Hardy’nin çalışma arkadaşı olarak matematik tarihinin en parlak matematikçilerinden biri olur.

Ç

Ali Törün ek asıllı yazar Franz Kafka mektup yazma imkânının insanı mutsuz edeceğini savunurken, gönderilen ve beklenen her mektubun “hayaletlerle bir alışveriş” olduğunu belirterek şu soruyu sormuştur: “İnsanların mektup yoluyla birbirleriyle iletişim kuracakları fikri nereden çıktı?”(1) Cevabını içinde taşıyan bu soru günümüz iletişim araçları düşünüldüğünde sanki daha anlamlı! Cevapsız bırakılan mektuplar… Yaşanan hayal kırıklığı ve sonrasında bir mektup daha… Aklı kadar inadı da güçlü olan bir dâhinin adeta “beni görün” diyerek sekiz bin kilometre uzağa gönderilmek üzere kaleme aldığı satırlar… Hintli dahi matematikçi Srinivasa Ramanujan’ın İngiliz matematikçi G. H Hardy’ye yazdığı ve pusulası kendi içinde biri olarak Hardy’nin şaşmaz öngörüsüyle cevapsız bırakmadığı o “ilk mektuptan” söz ediyorum. 1912’nin sonlarına doğru Ramanujan kendini ve matematiksel çalışmalarını tanıtmak için Hindistan’dan İngiltere’ye mektuplar yollar. Kafka’nın önermesi yürürlüktedir, bu mektuplar “hayaletler tarafından” dikkate alınmamıştır! Cambridge Üniversitesi’nin matematik profesörleri H. F. Baker ve E. W. Hobson, Ramanujan’ın maka-

lelerini yorum yapmadan geri çevirmişlerdir. Kafka, bir defasında sevgilisi Felice’den mektubuna cevap gelinceye dek yerinden kalkmama kararı almıştır. Kafka’nın bu çılgınca ve uygulanamaz kararı elbette Ramanujan için geçerli olamaz, çünkü o bir kadına değil matematiğe âşıktır. Keşiflerini oturarak paylaşamaz, tıpkı yola çıkmak için geç kaldığını düşünen bir gezginin sabırsızlığını yaşamaktadır. Bu yüzden kendisindeki olağanüstü matematiksel gücün farkında olduğundan hayaletlere inat umudunu yitirmez, bir kez daha şansını dener. Mektup yollamaktaki ısrarının nedeni, sonrasında havai fişekler gibi patlayacak olan matematiksel keşiflerinin gücünden kaynaklanan o derin dürtüye sahip olmasıdır. Şimdi, adeta umutsuzluğun kıyısına gelmiş o ihtiraslı adamın Cambridge Üniversitesi’nde sayı kuramcısı ve matematiksel analizci olan G. H. Hardy’ye 16 Ocak 1913’te yolladığı “ilk mektubun” ilk paragrafına göz atalım: “Sayın Bayım, “Kendimi tanıtmak isterim, ben Madras’taki Port Trust’ta Muhasebe Bölümü’nde yılda 20 pound maaş alan bir kâtibim. 23 yaşındayım. Üniversite eğitimi almadım ama ortalama bir okul eğitimi aldım.

39

Okuldan ayrıldıktan sonraki boş zamanlarımda matematik çalışıyorum. Üniversite derslerinde uygulanan geleneksel yoldan geçmedim, ama kendime yeni bir yol çiziyorum. Iraksak seriler için özel bir araştırma yaptım ve elde ettiğim sonuçlar yerel matematikçiler tarafından ‘hayretle’ karşılandı.” Yirmili yaşların ilk yarısında yoksul bir hayatın içinden söylenmiş olan “yılda 20 pound alan bir kâtibim” sözlerinin Hardy üzerindeki etkisini tam olarak bilmek mümkün değil elbette, ama acıma ve merak uyandırmayı amaçladığını düşünebiliriz. Ramanujan ikinci paragrafta faktöriyel fonksiyonunun negatif ve kesirli değerleri için de anlam ifade ettiğini belirterek, 18. yüzyılda Daniel Bernoulli, Christian Goldbach, Leonhard Euler’in keşfi olan gama fonksiyonun analitik devamından söz ediyor. Ramanujan aynı paragrafta üniversiteye giden arkadaşlarının gama fonksiyonunun sadece pozitif tamsayılarda geçerli olduğunu söylediklerini belirtiyor. Henüz 24 yaşında ve bu alanda 150 yıl önce özellikle Euler tarafından atılmış zekice adımlarla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadan matematiksel analizde çok önemli bir alanı keşfediyor. Hardy mektubu ilk okuyuşunRamanujan’ın 22 yaşında pasaport fotoğrafı.

40

da bir dehadan gelen satırlarla karşı karşıya olduğunun farkında olamaz, ama sonrasında “Euler ayarında bir dehayla karşılaştım” cümlesini kurar.

Üçüncü paragraf ve bir meydan okuma Ramanujan, mektuba Hardy’nin kitabındaki bir iddiaya karşı çıkarak devam ediyor. Adeta Hardy’ye meydan okuyor: “Çok yakın zamanda sizin bir kitabınızla karşılaştım. Orders of İnfinity isimli el kiGodfrey Harold Hardy. tabınızın 36. sayfasında herhangi bir sayıdan küçük olan ve Hardy de kitabında bu fonksiasal sayıların sayısını veren henüz yondan söz ediyordu. kesin bir ifadenin bulunmadığını Ramanujan bir kez daha önceden belirtiyorsunuz. Gerçek sonuca ne- keşfedilmiş topraklarda geziniyor ve redeyse yaklaşan bir ifade buldum, öncekilerin göremediği alanlardan hata önemsiz.  Ekteki kâğıtları ince- söz ediyordu. Matematiksel teorik lemenizi rica edeceğim.” bilgilere olan sınırlı erişimi düşüRamanujan’ın “ekteki kâğıtlar” o- nüldüğünde attığı adım çok büyüklarak söz ettiği belgeler tam dokuz tü, ama Hardy’ye yaptığı uyarı doğsayfaydı ve ilk sayfada yukarıdaki ru değildi, çünkü π(x) için iddia paragrafta sözünü ettiği asal sayıla- ettiği “yaklaşıklık” hesapladığından rın sayısının belirlenmesiyle ilgili çok daha az kesindi.(3) çalışmasına yer veriyordu: Son paragraf “x’ten küçük asal sa“Sizden ricam ekteki kâğıtları yıların sayısını tam olarak gösteren bir fonk- gözden geçirmeniz. Hiç tanınmayan siyon buldum. (...) Bu biri olarak, eğer değerli herhangi bir fonksiyonu sonsuz se- şey olduğuna ikna olursanız teoremriler biçiminde elde et- lerimi yayımlatmak isterim. Yaptıtim ve bunu iki yolla a- ğım araştırmaların tamamını derinçıkladım. (…) Aşağıda lemesine yazamadım ama izlediğim teoremlerimden birkaç yolları belirttim. Deneyimsiz biri olarak bana vereceğiniz herhangi bir örnek var...” Ramanujan’ın sözü- tavsiyeye çok değer vereceğim. Sinü ettiği keşif daha ön- ze verdiğim zahmet için beni mazur ce Gauss, Legendre, Di- görmenizi rica ederim. “Cevabınızı bekliyorum. richlet ve Rieamnn gibi “Sayın bayım, matematikçiler tarafın“Hürmetlerimle, dan ele alınmış ve ka“S. Ramanujan” nıtlanmış (!) asal sayı Yukarıda özetlenen giriş mektuteoremiydi. Bu teorem belirli bir pozitif x ger- bunun ilişiğindeki teorem ve forçel sayısından küçük müllerle dolu 11 sayfayla karşılaşan veya eşit asal sayıların Hardy o sırada 36 yaşında dünyaca sayısını “yaklaşık” ola- tanınan bir matematikçidir. Birçok rak veren π(x) fonksi- matematikçi gibi o da daha önce ayonunu gösteriyordu matör matematikçilerin yolladığı

“Buluşum var, problemi çözdüm! İnceler misiniz?” türünden mektuplar almaktan sıkılmıştır; çünkü bu tür çalışmaların neredeyse tümünün matematiksel değerinin olmadığını daha doğrusu olamayacağını düşünmektedir.

haflığı ve hemen hiçbirinin ispatının yapılmamış olmasıdır. Aklına ilk gelen “Acaba bunların hepsi garip bir kandırmaca mı?” sorusudur. Hardy’nin o mektupla karşılaştığı andaki duygularını yirmi yıl sonra Harvard Üniversitesi’nde matematikçilere hitaben yaptığı konuşmaAcaba bu teoremler bir sında yer verdiği şu sözler çok iyi kandırmaca mı? anlatır: “Hiç bilinmeyen Hindu bir Hardy’nin yazar arkadaşı C. P. kâtipten böyle bir mektup alan sıSnow’un yazdığına(4) göre, çoğu radan profesyonel bir matematikcüretkâr, birkaçı da tüm matema- çinin tepkisini tahmin etmenizi tikçilerin bildiği ve “orijinalmiş gi- istiyorum”.(5) Hardy daha sonra mabi sunulan” teoremlerle dolu zarfı tematikçilere Ramanujan’ın bazı teHardy kahvaltı yaparken açar. Mek- oremlerinden örnekler gösterir. Mektubu okuduğu o kahvaltıya tubu okudukça kahvaltı yapma isteği azalır, çünkü bozuk bir İngilizce dönersek… Hardy, sisli bir yolda ilerlemeye ile matematiksel buluşları hakkında fikrini soran, tanınmamış bir Hintli çalışan birinin iç sıkıntısına benzer tarafından yazılmış bir mektubu o- bir duyguyla mektubu bir kenara bırakıp günlük işlerine koyulur. Akumaya çalışmaktadır. Hardy, önündeki kâğıtlarda yazılı ma gün içinde o tuhaf formül ve teolan teoremlerin çoğunu daha önce oremler kafasını sürekli kurcalayıp ne görmüş ne de hayal etmiştir. O- durmaktadır ve kendisine hep şu sonun canını sıkan hatta sinirlendiren ruları sorar: “Bunlar dâhiyane bir alşey Ramanujan’ın teoremlerinin tu- datmaca mı? Dâhiyane bir aldatmaca olma olasılığı, Ramanujan’ın Hardy’ye yolladığı 11 sayfadan (2 sayfası kayıp) meçhul bir mateoluşan mektubun 3. sayfası. matik dehasının çalışmaları olma olasılığından daha mı büyük?”. Hardy, akşamüzeri ofisine döndüğünde kâğıtlara tekrar bakar ve sis altındaki karaltılardan yeni bir dünya görünüyor gibidir. Matematikçi arkadaşı Littlewood’a yemekten sonra mutlaka görüşmeleri gerektiğini iletir. Kâğıtlarda yazılanları birlikte incelemeye başlarlar.(4) Önlerindeki teoremlerin ne anlama geldiklerini, matematiksel karşılıklarının ne olduğunu, kanıtlanıp kanıtlanmayacağını anlamaya çalışırlarken ni-

hayetinde bir karara varırlar. Üç saat boyunca kâğıtlarda yazılanları didik didik ederek gece yarısı olmadan anlarlar ki bu sayfaların yazarı bir dâhidir! Hardy, ışıyan teoremler karşısında büyülenmiş ve sonrasında Ramanujan’ın mektubunu “kesinlikle elime geçenin en dikkat çekeni” olarak nitelendirerek, yazarını da “en üst düzey matematikçi, son derece sıra dışı ve orijinal biri” şeklinde değerlendirmiştir. Formül ve teoremler içinse şaşkınlığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Daha önce böyle formüllerle hiç karşılaşmamıştım. Bu formüller doğru olmalıydı; çünkü hiçbir akıl böyle formüller icat edebilecek hayal gücüne sahip olamazdı.” Hardy, mektubu okuduktan birkaç gün sonra, Euler ve Cauchy ayarında dâhi bir matematikçiyi keşfetmenin sevinciyle Ramanujan’ı İngiltere’ye davet eder. Pek kolay olmasa da Ramanujan bu daveti kabul ederek Cambridge Üniversitesi’nde çalışmaya başlar ve sonrasında Hardy’nin çalışma arkadaşı olarak matematik tarihinin en parlak matematikçilerinden biri olur. Bu hikâyenin romantik ve hatta trajik devamından haberi olmayan meraklı okurun sonraki gelişmeleri araştıracağını umarak bu yaşanmış hikâyeyi konu edinen, Türkçe adı Sonsuzluk Teorisi olan filmi hararetle öneriyorum.

Gauss, Cauchy, Hardy, öngörü ve sağduyu… Ünlü Macar matematikçi Paul Erdös, 1934’te yaptığı bir röportajda(6) Hardy’ye matematiğe en büyük katkısının ne olduğunu sorar: Hardy tereddüt etmeden “Ramanujan’ı keşfetmiş olmam” karşılığını verir. Yüksek tevazu içeren bu cevap öngörü ve sağduyuya işaret ediyor olmanın ötesinde o formül ve teoremleri yaratıcı gözlerle izleyen bir matematikçinin bir mücevheri ortaya çıkarmaktan duyduğu haklı gurura da vurgu yapıyor. Belki şöyle düşünülebilirsiniz: Kim olsa Ramanujan’ı keşfederdi. Ama öyle değil maalesef. Cambridge Üniversitesi’nin profesörleri Baker ve Hobson’un Ramanujan’ın mek-

41

tuplarına kayıtsız kaldığını hatırlayalım. O sıralarda Baker kırk sekizinde, Hobson ise ellilerin sonunda olgun sayılabilecek yaşta tanınmış iki matematikçiydi. Yeni fikirlere açık olmadıkları ve bu fikirler hakkındaki öngörüsüzlükleri yüzünden Ramanujan’ın çalışmalarını ıskalama talihsizliğiyle karşı karşıya kaldılar. Matematik tarihine baktığımızda Hardy’nin o kalbini ve aklını açık tutan sağduyu sahibi duruşunu kimi matematikçilerde göremiyoruz. Örneğin, Gauss’un Abel’i Cauchy’nin Galois’u ve Abel’i reddetmiş olması aklımıza geliyor. Norveçli matematikçi Niels Henrik Abel, beşinci dereceden denklemlerin genel çözümünün cebirsel olarak çözülemeyeceğinin kanıtını içeren mektubu Gauss’a yolladığında henüz yirmi iki yaşındaydı ve bu çalışmasıyla tarihsel öneme sahip çok parlak bir zafere imza atmıştı; çünkü ileri gelen birçok matematikçi yıllardır bu problemin genel çözümünü yapamamışlardı. “Matematiğin prensi” olarak anılan ve daha o dönemde matematik dünyasında “yaşayan efsane” olarak bilinen Gauss, Abel’in mektubunda yer alan keşifleri çılgınlık olarak nitelendirip “ucubelerden biri daha” diyerek kenara atmıştı. Evariste Galios’nın yaşam öyküsünü okuyanlar genç matematikçinin matematik tarihinin en ilham verici şaheserlerinden biri olarak

kabul edilen keşiflerinin 1830’da Augustin - Louis Cauchy’nin başkanı olduğu Akademi’de yok edilişini hatırlayacaklardır. Sonrasında benzer bir olayla Abel de karşılaşır. Hardy’nin Ramanujan için söylemiş olduğu “onunla olan ilişkim hayatımdaki tek romantik olaydır” sözü sanırım çok şey anlatıyor; çünkü Hardy’nin hayat anlayışının statü, kariyer, güç ve kıskançlık gibi kavramların ötesinde önyargısız ilişkilerle şekillendiğini biliyoruz. Onun Ramanujan’a kalbini ve aklını açmasıyla matematik dünyası paha biçilmez bir mücevhere sahip olmuştur.

‘Beni tamamen yendiler’ Hardy, mektuptaki teoremleri inceledikçe Ramanujan’ın elinde mektuptakilerden çok daha fazlasının olduğunu anlamaya başlar. Ramanujan oltayı atmıştır ve adeta “sözüm anlayana” demektedir. Örneğin, yandaki sonsuz sürekli kesirler (u ve v) arasındaki ilişkiyi (1 nolu eşitlik) şaşkınlıkla izleyen Hardy için Ramanujan’da daha fazlasının olduğunu anlamak hiç de zor olmaz. Hardy yandaki teoremler gibi hangi yol ve yöntemle elde edildiğini anlayamadığı ifadeleri gruplayarak bu teoremler için “Beni tamamen yendiler, daha önce bunlara benzer bir şey görmedim. Onlara tek bir bakış bile, sadece en üst sınıf bir matematikçi tarafından yazılabileceklerini göstermeye yetiyor.”

Türkçeye Sonsuzluk Teorisi ismiyle çevrilen The Man Who Knew Infinity filminden bir sahne.

diye yazar. Ramanujan’ın kendini “hiç tanınmayan zavallı biri” olarak tanıttığı o mektubun içinde yer alan ve Hardy’nin “olağanüstü” olarak nitelendirdiği yukarıdaki teoremleri kanıtlayabilmek için İngiliz matematikçiler hummalı bir çalışmaya dalarlar. James Rogers 1921’de bu teoremin on sayfalık bir ispatını yapar ve daha sonra George Neville Watson farklı bir açıdan yaklaşarak bir ispat daha verir. Popüler matematik meraklılarına mektupta yer alan önermeler içinde en ilginç gelebilecek teoremlerden biri de eşitliğiydi. İlk bakışta bir deli zırvası gibi görünen bu önermeyi Hardy, Ramanujan’ın dehasını ortaya çıkaran bir eşitlik olarak değerlendirmiştir; çünkü bulduğu sonuç Riemann zeta fonksiyonunun altında doğruydu. Matematiğin birçok alanından habersiz olan Ramanujan yukarıda en yaygın gösterimiyle ifade ettiğimiz Riemann zeta fonksiyonunu kendi kendine keşfediyordu. Riemann’ın 50 yıl önceki çalışmaları hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Bu fonksiyonda s = 1 alıp, Riemann zeta fonksiyonunun bazı özel değerlerini kullanarak –1/12 sonucuna ulaşıyordu. Bulduğu sonuç Riemann zeta fonksiyonun altında doğruydu, çünkü Riemann, bu fonksiyonun s = 1 dışında tüm karmaşık düzleme analitik olarak genişletilebileceğini

42

göstermişti. Bu ve önceki teoremler popüler bir yazının sınırlarını aştığından bu işlemlere burada yer vermiyoruz.(3)

Ramanujan’ın el yazısıyla yazılmış mektubun 11. sayfasında yer alan eşitlikler.

Matematikle içgüdüsel bir bağı olan Ramanujan, kendisinden yazdığı eşitliklerin ispatını isteyen Hardy’ye yolladığı ikinci mektupta yukarıda ifade edilen ıraksak serinin –1/12’ye eşitlenmesindeki çelişkinin farkında olduğunu belirterek şu satırlara yer veriyordu: “(…) Size eşitliğine nasıl ulaştığımı açıklasaydım, bana doğrudan akıl hastanesinin yolunu gösterirdiniz. Bu tür ispatlara bir mektupta yer vermem halinde yöntemlerimi takip edemeyeceğinize sizi ikna edebilmek için bu satırları yazıyorum.” Ramanujan, ikinci mektupta el yükseltir. Hardy’nin “İyi işler mütevazı insanlar tarafından yapılmaz” sözünü doğrularcasına Hardy’ye “ispat mı istiyorsun, o zaman keşfettiğim sonuçları siz test edin” anlamına gelebilecek olan şu satırları kaleme alır: “Verdiğim sonuçları inceleyin, günümüz matematikçilerinin standartlarına göre sınavı geçer ve sizin sonuçlarınıza uyarsa o

zaman en azından ortaya koyduklarımın doğruluğunu onaylamalısınız”.

Hardy’nin cevabı ve ille de ispat! Hardy, ilk mektubu yanıtlarken bir matematik dahisi ile başlayan yolculuğunun farkındadır: “Sayın Bayım, mektubunuz ve belirttiğiniz teoremler beni fazlasıyla ilgilendiriyor.  Bununla birlikte, yaptıklarınızın değerini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmem için bazı iddialarınızın kanıtlarını görmem gerekiyor. “Sonuçlarınız bana kabaca üç sınıfa ayrılıyor gibi görünüyor: “1) Zaten bilinen veya bilinen teoremlerden kolaylıkla çıkarılabilen bir dizi sonuçlar. “2) Bildiğim kadarıyla yeni ve ilginç, öneminden çok merak uyandıran ve bariz zorluğundan dolayı ilginç olan sonuçlar. “3) Yeni ve önemli görünen, ancak kesin bir titizlikle ispatlanması gereken sonuçlar.” Hardy mektubun son satırlarında bu üç gruptaki sonuçlara somut örnekler vererek Ramanujan’ın keşiflerini önemsediğini ifade etmekle birlikte matematik yapmanın temel aracı olan “ispat” üzerine dikkat çekici uyarılarda bulunuyor: “Sonuçlarınızı hep o kadar kesin bir biçimde belirtiyorsunuz ki bundan emin olmak zor. Bana ispatlarınızın en azından birkaçını mümkün olan en kısa sürede gön-

dermenizi çok isterim. Çalışmalarınızın birçoğu muhtemelen yayımlanmaya değer, eğer tatmin edici ispatlar yaparsanız onları güvence altına almak için elimden gelenin en iyisini yapmaktan çok memnun olurum. (…) “Sizden en kısa sürede yanıt almak dileğimle…” Ramanujan, matematiksel bir olgunun veya ilişkinin doğru olup olmadığı konusunda esrarengiz bir yeteneğe sahipti, ama yaptığı çalışmalar matematiksel ispatın standartlarından çok uzak olduğundan Hardy’nin cevap mektubunun hemen her paragrafında onu bu konuda uyarmak zorunda kaldığını görüyoruz. Ramanujan, Hardy’nin 8 Şubat 1913’te yolladığı mektuba 27 Şubat’ta “Mektubunuzu dikkatle okudum” diye başlayan satırların sonuna “Sizde bir arkadaş buldum, çabalarımı anlayışla gören bir arkadaş” cümlesini ekler. Bu sözler, matematik dünyasına dev bir matematikçinin adım attığının en belirgin göstergesi olarak kabul edilebilir; çünkü sonrasındaki mektuplaşmalar Ramanujan’ın Cambridge’e gelmesini sağlamış ve Hardy-Ramanujan işbirliğini doğurmuştur. Kafka’nın tanımladığı biçimde “hayaletlerin yok ettiği mektuplarla” başlayan yazışmalar matematik dünyasının parlayan bir yıldızının doğumuyla sonuçlanmıştır. Bu yazının amacı tarihisel öneme sahip o “ilk mektubu” ele almaktı. Hikâyenin sonrasını merak eden okurlara Robert Kanigel’in The Man Who Knew Infinty: Life of the Genius Ramanujan (Türkçeye Sonsuzluğu Bilen Adam olarak çevrildi) isimli kitabını okumalarını öneririm. KAYNAKLAR 1) Kafka. F, Milenaya Mektuplar, Çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, 2022. 2) Kanigel. R, Sonsuzluğu Tanıyan Adam, Epsilon Yayınevi, 2022. 3) https://www.privatdozent.co/p/ramanujans-first-letterto-gh-hardy. 4) Hardy. G, H, Bir Matematikçinin Savunması, Çev. Nermin Arık, TÜBİTAK Yayınları 2007. 5) https://writings.stephenwolfram.com/2016/04/whowas-ramanujan/ 6) Hoffman. P, Yalnızca Sayıları Seven Adam, Çev.Derya Kömürcü, Sistem Yayıncılık, 1999.

43

Geniş Açı

Prof. Dr. Sedat Ölçer

exscientialux

Ölümünün 100. yılında:

Wilhelm Conrad Röntgen Bir idealist olan Röntgen hiçbir zaman şan şöhret peşinde koşmadı. Herkesin serbestçe faydalanabilmesi ve yeni uygulamaların önünü açabilmek için, X-ışınlarıyla ilgili hiçbir patent almadı. Ayrıca kendisine teklif edildiği hâlde, soy ismine asalet eki koyarak (von Röntgen), Alman soyluları arasına girmeyi reddetti.

P

ek az bilim insanı kendi ismini günlük konuşma dilinin bir parçası hâline getirmeyi başarabilmiştir. Yazımızla, bu yıl ölümünün 100. yılı olması nedeniyle anmak istediğimiz Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923), bu sıra dışı kişiliklerden biridir. Röntgen çekmek, Türkçede olduğu gibi âdeta her dilde resim çekmek gibi sıradan bir deyim hâline gelmiştir. Wilhelm Röntgen, insan sağlığı alanında en önemli buluşlardan birine imza atarak devrim yarattı. Tarihte ilk kez insan bedenini kesmeden, içerisini gözlemek mümkün oldu. Röntgen görüntüleme tekniği ile başlayan radyoloji bilim dalı sayesinde, milyonlarca hayat kurtarıldı. Keşfedildiği yıllarda sansasyon yaratan röntgen ışınları, aynı zamanda insan sağlığı için tehlikeli olabiliyordu; bu gerçek, ancak pek çok kurban verme pahasına anlaşılabildi... Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923) X-ışınlarını keşfederek tıp ve fizik dünyasında devrim yarattı.

44

Zor bir başlangıç

1845 yılında, Prusya’nın Lennep kasabasında (günümüzde Remscheid, Almanya) doğan Wilhelm Conrad, Charlotte Constanze Frowein ile kumaş tüccarı ve üreticisi Friedrich Conrad Röntgen’in tek çocuğuydu. Wilhelm üç yaşındayken ailesi, annesinin ailesinin yaşadığı Hollanda’ya taşınır. Genç Wilhelm burada 1861 yılına dek ilk ve ortaokulları okur, 1862 yılında bir özel okulun derslerine katılır. 1863 yılına gelindiğinde, teknik mesleklere hazırlık eğitimi veren özel Utrecht Teknik Okulu’na başlamak üzere Utrecht’e taşınır. Burada öğrenimini iyi bir performans göstererek sürdürmesine karşın, sınıf öğretmeninin aşağılayıcı bir karikatürünü çizdiğine dair iftiraya uğrayacak ve disiplinsizlik nedeniyle bir mezuniyet belgesi alamadan okuldan atılacaktı. Bu olay, sonraki yıllarda da başını epey ağrıtacaktır Röntgen’in. Kaldı ki, doğrudan Hollanda devletinin üniversite giriş sınavına girme hakkına sahiptir, ancak bu sınavda başarısız kalır. Hâl böyle olunca, 1865 yılında Utrecht Üniversitesi’nde matematik, fizik, kimya ve biyoloji derslerine misafir öğrenci olarak katılmaya başlar. Ancak aynı yıl, kariyerini yepyeni bir mecraya oturtacak bir atılımda bulunur: Zürih’te henüz on yıl önce Politeknikum adıyla kurulmuş, günümüz ünlü Federal Politeknik Yüksekokulu ETH’ya (Eidgenössische Technische Hochschule) başvurur. “Öğrenciliğe kabul için Politeknik, başarılı bir giriş sınavı koşulunu koymuştu. Buna rağmen Wilhelm Conrad Röntgen, “olgun yaşı” (20 yaşındaydı) ve “özellikle Utrecht’teki teknik okulunun matematik konularındaki mükemmel sertifikaları” nedeniyle 1865/66

nı iyileştirmekle uğraşır ve deneylerini hayata geçirebilmek için, sonraki yıllarda çok faydasını göreceği, pratik beceriler geliştirir. Bu noktadan sonra kariyeri yükselişe geçecektir.

Strasburg-GiessenWürzburg üniversite yılları

Röntgen, eşi Bertha’nın elinin resmini çekmişti. İlk X-ışını fotoğraflarından biri olan bu resimde Bertha’nın parmak kemikleri ve alyansı görülmektedir.

güz yarıyılında makine-teknik bölümüne (III. dönem) sınavsız öğrenci olarak kabul edilir.”1 Böylece lisans eğitimini üç yılda tamamlar ve Ağustos 1868’de makine mühendisliği diplomasını alarak mezun olur. ETH’da ünlü Alman fizikçi Prof. August Kundt ile tanışması, kariyerine yön veren en önemli olay olur. Kundt’un önerisi üzerine fizik alanına yönelir Röntgen ve Haziran 1869’da, termodinamik ile gazların özellikleri arasındaki bağlantıları konu edindiği ve Gustav Zeuner’in danışmanlığını yaptığı “Gazlar Üzerine Çalışmalar” (Studien über Gase) başlıklı teziyle komşu Zürih Üniversitesi’nden doktorasını alır. Hemen ertesi yıl Röntgen, August Kundt’u takip ederek Almanya’nın Bavyera eyaletindeki Würzburg Üniversitesi’ne geçer ve burada Kundt’un asistanlığını yapar. Her ne kadar bir lise diplomasına sahip olmayışı üniversite öğretim görevlisi pozisyonuna atanmasına engel olsa da, hem mesleki hem de özel hayatı bakımından önemli bir dönem olacaktır Würzburg’da geçirdiği bu iki yıllık süre: Bu dönemde ilk bilimsel makalesini yayımlar, Würzburg Fizik ve Tıp Cemiyetine kabul edilir ve... 1872 yılı başında Zürih’te tanıştığı Anna Bertha Ludwig ile evlenir. 1870-72 yılları arası Würzburg’da Röntgen, üniversitenin sınırlı teknik teçhizatını ve laboratuvar ekipmanı-

Röntgen 1872 yılında, yine Kundt ile birlikte bu sefer Strasburg’daki Kaiser-Wilhelm Üniversitesi’ne geçer ve nihayet bu kurumda, bir lise diploması olmamasına rağmen, 1874 yılında ders verme pozisyonunu (Privatdozent) elde eder. 1875’ten 1876’ya kadar, kısa bir süre Stuttgart’ın güneyindeki Hohenheim Akademisi’nde matematik ve fizik doçenti olarak ders verse de, kısa süre sonra Strasburg Üniversitesi’ne geri döner. Burada Ekim 1876’da, August Kundt’un

desteğiyle, fizik profesörlüğüne yükseltilir ve 1880’de (Frankfurt’un biraz kuzeyinde bulunan) Giessen Üniversitesi’nde tam profesörlük alır. Giessen’de sekiz yıl kalacaktır. Ekim 1888’de fizik profesörü olarak Würzburg Julius-Maximilians Üniversitesi’nin fizik enstitüsünün başına geçer ve 1893 yılında rektörlüğe atanır. X-ışınlarını keşfedene kadar Röntgen, araştırmalarında, kuvarsların özellikleri ve sıvıların sıkıştırılabilirliği üzerine çalışmalar yürütür. Birçok prestijli pozisyon teklifi alsa da, Würzburg Üniversitesi’nde on iki yıl kalır Röntgen. Ancak 1900 yılında Bavyera hükümetinin kendisine Münih Üniversitesi fizik bölümü başkanlığı pozisyonunu önermesi üzerine Münih’e yerleşir. Hayata orada veda edecektir. Röntgen çiftinin çocuğu olma-

Crookes tüpü ve x-ışını üretimi Crookes tüpü; adını, mucidi İngiliz fizikçi William Crookes’tan alan, silindirik, gazı (havası) kısmen boşaltılmış ve her iki ucuna birer metal elektrot -katot ile anot- yerleştirilmiş bir cam tüpüdür. Elektrotlar arasında yüksek voltaj uygulan- Crookes Tüpü ile X-ışını üretimi. Sıcak katottan dığında elektronlar katottan a- anoda doğru bir elektron akımı yaratılır. nota doğru fırlar. (İngiliz fizikçi Elektronların bir kısmının anoda çarpması, X-ışını şeklinde bir elektromanyetik dalganın J. J. Thomson 1897 yılında ka- yayılmasına neden olur. tot akımını negatif yüklü parçacıklar olarak tanımlamış ve onlara daha sonra “elektron” adını vermiştir.) Tüpün anot ucuna gelen elektronların momentumu çok yüksek oluğundan, bunların birçoğu, anoda doğru çekilmelerine rağmen, anodu es geçer ve cam tüpün iç duvarına çarparak, camdaki atomların yörünge elektronlarının daha yüksek bir enerji seviyesine çıkmasına neden olurlar; enerji kazanmış bu elektronlar ardından tekrar orijinal enerji seviyelerine geri döner, ancak bu olay esnasında ışık yayarlar. Katodolüminesans adı verilen bu fenomen, camın genellikle sarı-yeşil renkte parlamasına neden olur. Eğer elektronların cama çarptığı yer fosforesan bir madde ile kaplanmış ise, parlama daha belirgin şekilde ortaya çıkar.16 Crookes tüpünde X-ışınları nasıl oluşur? Yukarıda, katottan fırlayan elektronların bir kısmının anot elektroduna çarptığını gördük. Bu elektronlar, anot malzemesi içerisindeki diğer elektronları, iyonları ve çekirdekleri hızlandırır. Bu olaydan dolayı anotta üretilen enerjinin yaklaşık % 1’i, genellikle elektron akımının yoluna dik olarak, X-ışını şeklinde yayılır (enerjinin geri kalanı ise, ısı olarak dağılır). Bir başka deyişle X-ışınları, madde hızlı elektronlarla bombardıman edildiğinde yayılan elektromanyetik radyasyonların bir şeklidir. Anot malzemesi genelde tungsten, molibden veya bakırdan oluşur. Kullanılan malzemeye göre, X-ışınının frekansı farklı değerler alır. Bu frekanslara karşılık gelen dalga boyları çok küçüktür ve yaklaşık 0,01 ile 10 nanometre aralığında yer alır.

45

mıştır. Bu yüzden 1887 yılında, Anna Bertha’nın ağabeyinin altı yaşındaki kızı Josephine’i yanlarına alır ve daha sonra evlatlık edinirler.

incelemelerini derinleştirir ve söz konusu floresansın, tüpün etrafındaki siyah mukavvayı delip geçebilen, yani madde içine X-ışınlarının keşfi nüfuz edici yeni bir rad1895 yılının 8 Kasım gününe ge- yasyon türünden kaynakri dönelim ve kendimizi Würzburg landığı hipotezine varır. Üniversitesi’nde profesör Röntgen’in Matematikte bilinmeyen laboratuvarına konuk edelim. Bura- için X sembolü kullanılda Röntgen, adına “Crookes tüpü” dığından, bu gizemli ışındenilen cihazı kullanarak, elektrik a- lara da X-ışını adını verir. kımının boşaltılmasıyla üretilen ışık Ancak bu olayı derinolayları ve benzer emisyonlar üzeri- lemesine incelemesi gerene çalışmalar yürütmekte ve özellik- kiyordu. Bu yüzden, bekle ışınların Crookes tüpü dışına ya- lenmedik keşfi izleyen yılımını incelemektedir (ilgi duyan yedi haftasını, dış dünokurlar, Crookes tüpü ve X-ışını ü- yadan iletişimini hepretimi hakkında daha fazla teknik ten keserek, tam bir gizbilgiyi yazı içindeki kutuda bulabi- lik içerisinde bu işe ayırır lirler). Şu anda yaptığı deneyde, ci- Röntgen (rivayete göhazın üstünü siyah bir mukavva ile re eşi Bertha, kocasının sıkıca örtmüştür. Ancak örtüye rağ- bu davranışına saygı gösmen, biraz ötede duran ışığa duyar- termiş; ona yemek gölı bir “platinobarium” ekranı üzerin- türdüğü anların dışında de soluk bir ışık fark eder. Kendisine çalışmalarını bölmemişsöz verelim: “Tamamı siyah kâğıda ti3). Araştırmaları, X-ışını Amerikan X-Işını Dergisi Mayıs 1897’de yayımlanmaya sarılı bir Hittorf-Crookes tüpüyle ça- radyasyonunun -yumu- başlanmıştı. lışıyordum. Yandaki masanın üzerin- şak dokular dahil- pek çok madde- görünce Bertha’nın “Ölümümü görde bir parça baryum platin siyanür nin içinden geçtiğini, ancak kemik- düm” diye haykırdığı söylenir.4) Röntgen, yedi haftalık sürenin sokâğıdı duruyordu. Tüpten bir akım si ya da metalik yapıları delmediğini gönderdim ve kâğıtta tuhaf bir siyah gösterir. Bir fotoğraf plakası üzerin- nunda, 28 Aralık 1895 günü, Würzçizgi fark ettim! (...) Kısa bir süre de elde ettiği ilk görüntülerden biri, burg Fizik ve Tıp Cemiyeti sekretersonra hiçbir şüphe kalmamıştı. Tüp- Bertha’nın elinin resmi olur: eşinin liğine “Yeni Bir Işın Türü Hakkında” ten, ekranda ışıldayan bir etkiye ne- parmak kemikleri ve alyansının net (Über eine neue Art von Strahlen) ibiçimde görüldüğü bu fotoğraf, X- simli bildirisini gönderir. Hemen den olan ‘ışınlar’ geliyordu.”2 Bu ışınların ne olabileceği kafası- ışınlarının keşfi ile ilgili ikonik bir birkaç hafta içerisinde bildiri, İnginı kurcalar Röntgen’in. Dolayısıyla resim olarak tarihe geçmiştir (Resmi lizce, Fransızca, İtalyanca ve Rusçaya çevrilecek, buluşun haberi tüm Fizikçi Marie Curie, 1. Dünya Savaşı’nda sırasında adına “Küçük Curie” denilen mobil dünyaya hızla yayılacaktır. Röntgen radyoloji araçlarını icat etmişti. konuyla ilgili ilk sunumunu, 1986 yılının Ocak ayında, Würzburg Cemiyeti’ne hitaben yapar. Sunumu ardından katılımcılardan biri bu yeni ışınlara “Röntgen ışını” adının verilmesini önerir.

Tıp dünyasında yeni bir çağ başlıyor Röntgen’in keşfi sonrasında, Xışınlarının tıbbi pratikte tanı ve tedavi amaçlı kullanımı âdeta şimşek hızıyla yaygınlaşır. İlk tıbbi röntgen çekimleri daha Ocak 1896’da Viyana Üniversite Hastanesi’nde yapılmaya başlanır. Gelişmeler Avrupa’yla sınırlı kalmaz. Örneğin hemen Şubat ayında ABD’nin Dartmouth kentinde bir hastanın ön kol kemiğinde-

46

ki kırık, doktorunun talebi üzerine röntgen çekilerek görüntülenir. Tez zamanda ilk anjiyografi (damar görüntüleme) uygulamalarına tanıklık edilir (ilk anjiyolar ceset üzerinde deneysel amaçla yapılmıştır, o dönemde kontrast boya maddesi henüz icat edilmemişti).5 X-ışınlarının keşfi duyurulduktan sadece on dört gün sonra Almanya’da Friedrich Otto Walkhoff, 25 dakikalık bir ışınlama süresi ile, ilk diş röntgenini çeker. Aynı yıl içerisinde bir meslektaşı ile birlikte, çene ve kafa görüntüleme hizmeti veren, dünyanın ilk diş radyolojisi laboratuvarını kuracaktır.6 1896 yılının ortasına gelindiğinde, uygulamalar geniş bir yaygınlık kazanmış ve göğüs kafesi, boyun, karın bölgesi röntgenleri çekilmeye başlamıştır bile. Sadece tanı değil, tedavi uygulamaları da benzer bir hızla yaygınlaşır. Ocak 1896’da ABD’nin Şikago kentinde bir kadın hastanın göğüs kanseri tedavisi için X-ışınları kullanılır. Aynı yılın sonlarına doğru çeşitli yerlerde X-ışınının tümörler üzerine sağaltıcı etkisi tespit edilir. Dermatolojide de X-ışını, yara veya doku bozulması tedavisi, epilasyon vb. amaçlarla, doğru yanlış kullanılmaya başlar.7 1902 yılına gelindiğinde, röntgen ışınlarının lösemiye karşı mücadelede semptomları hafifleştirici bir etkiye sahip olduğu saptanır.8 Bu gelişmelere koşut olarak, radyoloji ile fotoğraf sektörleri arasında, gene kısa sürede, sıkı bir ticari bağ oluşur. Örneğin 1896 yılında, Kodak (ABD), Ilford (İngiltere) ve Schleusner (Almanya) şirketleri ilk röntgen filmlerini pazara sunar. (Röntgen’in kendisi bir amatör fotoğrafçıydı; her yıl doğada yürüyüş yapmak için eşiyle birlikte İsviçre’ye seyahat ettiklerinde, akrabalarının söylediklerine göre, yanından fotoğraf makinasını eksik etmezmiş.3 Kim bilir, eğer tutkun bir fotoğrafçı olmasaydı Röntgen, 8 Kasım 1895 günü ışığa duyarlı ekran üzerinde o soluk ışığı fark edince, bunun kök nedenini araştırmaya kalkmayabilirdi...) Diğer taraftan bilim dünyası organize olmaya başlar: Mayıs 1897’de, ABD ve Almanya’da ilk bilimsel radyoloji dergileri yayımlanır. Bunlar American X-Ray Journal

ile Fortschritte auf dem Gebiete der Röntgenstrahlen dergileridir. 1914 yılında patlak veren 1. Dünya Savaşı’nda kırıklar ve iç yaralanmalar, röntgen tekniği ile görüntülenir. Savaşın başlarında, röntgen cihazları genellikle hastanelerde bulunuyordu ve bu yüzden cepheye uzak kalıyordu. Ünlü fizikçi Marie Curie bu problemi çözmek için ilk “radyoloji aracı”nı icat etti. İçinde röntgen cihazı ve karanlık fotoğraf odası ekipmanı bulunan ve adına “küçük Curie” denilen bu araçlar, askerî cerrahların ameliyatlarına destek olmak amacıyla savaş bölgesine kadar sürülebiliyordu. Küçük Curie araçlarına ek olarak Marie Curie, savaş sahnesinin gerisinde çeşitli sahra hastanelerinde 200 kadar radyoloji odasının inşasını da yönetir. “Çabaları sayesinde, savaş sırasında röntgen muayenesi yapılan yaralı askerlerin toplam sayısının bir milyonu aştığı tahmin edilmektedir.”9 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, önemli bir halk sağlığı sorunu hâline gelmiş olan verem (tüberküloz) hastalığı ile mücadelede, sistematik radyolojik göğüs kafesi taramaları yapılmaya başlanır.

Olumsuz gelişmeler

zarıklar, kabarıklıklar, yaralar ve daha sonra anlaşılacağı üzere kanser oluşabiliyordu. 1896 yılının Mart ayında radyasyonun zararları belgelenmeye başladı: rapor edilen ilk yan etkiler saç dökülmesi, kızarmalar, dermatitis şeklindeydi.5 Bu yüzden, röntgen cihazının ayarı için yeni teknik objeler icat edildi. Örneğin insan eli yerine mumdan yapılmış eller ışının altına yerleştirilerek, radyasyon kuvveti tahmin edilmeye çalışılıyordu. Aleti çalıştıran kişiyi Xışınlarından korumak için kurşun plakalar, elleri koruyucu kulplar gibi objelerin kullanılması öneriliyordu.10 Kaçınılmaz olarak, ışınlamadan kaynaklanan hastalık vakası 1900’lü yıllar ile artışa geçti. Bu bağlamda radyoloji tarihinde nispeten tanınmış Clarence Madison Dally vakası ibret vericidir. Dally, Thomas Edison’un firmasında, Edison ile yakın işbirliği içerisinde, “fluoroskop” adı verilen cihazın geliştirilmesi üzerine çalışıyordu (fotoğraf çekme ve resmi banyo etmeye ihtiyaç duymadan, röntgen görüntülerini floresan bir ekran üzerinde gösteren bir aletti bu). Ancak 1900 yılında, Dally’nin elleri ve yüzünde

Keşfinden hemen sonra X-ışınları, edebiyat dünyasına, şiirlere, çizgi romanlara, öykülere ve bu afişte olduğu gibi tiyatro oyunlarına konu olmuştu.

X-ışınlarının tehlikeli olabileceği ilk başlarda bilinmiyordu, ancak olumsuz etkileri oldukça kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başladı. İlk başlarda ışınlama süreleri bir saat kadar ya da daha fazla olabiliyordu. Bir saatlik ışınlama durumunda günümüzde kullanılan ışınlamanın binlerce katı kadar ışın miktarı alınabiliyordu. Radyasyonun gücünü ölçmek için henüz herhangi bir alet bulunmadığından, röntgen cihazını çalıştıran kişi, cihazının doğru ayarlanıp ayarlanmamış olduğuna dair karar verebilmek için kendi ellerini ışının altına tutuyordu. Bu durumda ellerinde kı-

47

yaralar oluşur, 1902 yılında sol elini ampüte etmek zorunda kalırlar ve daha sonra ülserleşmeden dolayı sağ elinin dört parmağı kesilir. Edison, “X-ışını, asistanım Bay Dally’yi zehirli bir şekilde etkilemiştir” diye yazacaktı. Ancak Dally, karsinom denilen cilt kanserine yakalanır ve her iki kolu dirsekten ampüte edilir; talihsiz teknisyen 1904 yılında mediastinal kanserden vefat eder. Dally’nin, radyasyon nedeniyle ölen ilk Amerikan vatandaşı olduğu tahmin edilmektedir. 1903 yılında Edison’un, “Bana X-ışınlarından bahsetmeyin, onlardan korkuyorum” dediği rivayet edilir.11 1901 yılından itibaren röntgen ışınlarının zararları daha iyi anlaşılmaya başlanır. O yıl, Boston’da diş hekimi olan ve günümüzde radyasyona karşı korunmada öncü kabul edilen William H. Rollins, çok ciddi uyarılarda bulunur. “X ışınlarıyla çalışan herkesin kurşunlu gözlük takması, röntgen tüpünü kurşunlu bir kutuya koyması ve radyografisi çekilmeyen tüm vücut bölgelerinin ışık geçirmez bir kalkanla örtülmesi” gerektiğini duyurur. Ne var

Pedoskop, ayakkabı içerisinde parmakların posizyonunu kontrol etmek için kullanılan bir tür fluroskop idi.

ki önerilerine yıllar boyunca kulak asılmamıştır.12,13 Almanya’da da Xışınlarının zararları hakkında çalışmalar yürütülür ve etkileri bilimsel olarak araştırılır. Örneğin 1903 yılına gelindiğinde, Almanya’nın ilk radyoloji uzman doktoru kabul edilen Heinrich Ernst Albers-Schönberg, dokuların farklı radyasyonlara karşı duyarlılığını konu alan çalışmalarının sonuçlarını duyurur: tavşanlarda üreme organKellogg’s firması, kahvaltılık gevrek (rice krispies) kutusu ile ları üzerinde somatik birlikte çocuklar için bir X-ışını görüntüleyicisi hediye ediyordu. hasarlar tespit etmiştir. Aynı dönemde, hayvan çalışmalarıyla, Xışınlarının canlı dokuları öldürebileceği ve kansere yol açabileceği gösterilir. Zamanla radyoloji tekniği ve teknolojileri ve zararlı ışınlardan korunma yöntemleri büyük gelişmelere tanıklık eder. Dünyaca kabul edilen radyasyon standartları yayımlanır. Artık günümüzde fotoğraf kâğıdının yerini dijital detektörler almıştır. Bilgisayar tomografisi (computer tomography, CT), vücut içini görüntülemek için X-ışınları ve bilgisayar teknolojilerinin bir kombinasyonudur. Bu büyük ilerleme sayesinde sadece kemik-

48

ler değil; kaslar, yağ dokuları, çeşitli organlar ve kan damarları dahil olmak üzere vücudun herhangi bir kısmının ayrıntılı görüntülerini elde etmek mümkün.

X-ışınlarının tıp dışındaki kullanımı X-ışınlarının kullanımı tıp alanına sınırlı kalmamış, özellikle temel fizik araştırmalarında başlıca rol oynamıştır. Örneğin X-ışını kristalografisinde, bir kristalin moleküler yapısını ortaya çıkarmak için, X-ışınlarının kristal atomları tarafından kırınımı kaydedilir ve ortaya çıkan örüntü daha sonra analiz edilir. Benzer bir teknik (fiber diffraction), DNA’nın çift sarmal şeklindeki yapısını görüntüleyen Rosalind Franklin ve öğrencisi Raymond Gosling tarafından kullanılmıştır. Diğer uygulamalar arasında X-ışını astronomisi (gök cisimlerinden gelen X-ışını emisyonunun incelenmesi) ile X-ışını mikroskobik analizi (çok küçük nesnelerin görüntülerini elde etmek için X-ışını bandındaki elektromanyetik radyasyonun analizi) tekniklerini zikredelim.

Goodspeed-Jennings gözlemi Röntgen’in tarihî buluşundan beş yıl önce, ABD Pennsylvania Üniversitesi’nde Amerikalı fizikçi Arthur Goodspeed ile dostu fotoğrafçı William Jennings, ilk X-ışını fotoğrafını elde etmişlerdi. 22 Şubat 1890 günü akşamı, birlikte yürüt-

Bir çikolata markasının “İnsanlığın Hayırseverleri” isimli afiş dizisinde Röntgen tanıtılıyor. Sağ tarafta bir röntgen cihazı ile doktor muayenesi gösterilmiştir.

tükleri çalışmanın sonunda, kullandıkları fotoğraf plakalarının birinin üzerinde iki demir para bırakırlar. Ancak az ileride duran Crookes tüpü, X-ışınları yayar. Plakalar banyo edildikten sonra, Goodspeed ve Jennings bir tanesinin üzerinde daire şeklinde bir izin farkına varır, ancak nedenini açıklayamazlar. 1896 yılında, Röntgen’in çalışmalarından haberdar olunca, söz konusu plakayı bulur ve bir demir para kullanarak daire şeklindeki aynı görüntüyü tekrar üretebilirler.14 Hem Röntgen hem de Goodspeed-Jennings, Xışınının etkisini tesadüfen gözlemlemişti. Ancak fizikçi Goodspeed’in aksine fizikçi Röntgen, gözleminin nedenini merak etmiş ve laboratuvar çalışmalarıyla olaya bir açıklama getirmeye çalışmıştır.15 Bilimde, önemsiz gözüken “ayrıntılar” üzerine kafa yorup onları anlamaya çalışmanın, büyük keşiflere yol açabileceğinin mükemmel bir örneğidir...

Popüler kültüre yansıması Elinin röntgen görüntüsü Berta Röntgen için bir şok, halk için ise bir sansasyon olmuştu. O ana dek canlı bir insanın iskeleti hiçbir fotoğrafta görülmemişti. Röntgen’in elde ettiği ilk resimlerin 5 Ocak 1896 tarihli Viyana gazetesi Neue Freie Presse tarafından yayımlanması, sade vatandaşın dikkatini çekmekle kalmamış, imgelemini harekete geçirmişti. Tehlikeleri henüz çok az bilinen röntgen ışınları bir günden diğerine zamanın popüler kültürüne yerleşmişti. Yeni icadın

doğurduğu yoğun coşku, her türlü aşırılığa götürecekti. X-ışını yaratmak oldukça kolay ve ucuz bir teknoloji gerektirdiğinden, pek çok kişi kendi cihazını yapmaya başlar.3 Thomas Edison derhal bir manuel fluoroskop tasarımına girişir. İnsanların “kemik portrelerini” çekmek için özel foto stüdyoları açılır. Hayalleri süsleyen X-ışınları edebiyat dünyasına sirayet eder; şiirlere, çizgi romanlara, öykülere, tiyatro gösterimlerine konu olur. “X-ışını gözlükleri” ile gözetleme girişimlerini engellemek için kurşun iç çamaşırı üretilir.7 On yıllar boyunca ayakkabıcılarda “pedoskop” kullanılır: bu cihaz, özellikle çocuklarda ayakkabının sıkıp sıkmadığını anlayabilmek için, ayakkabı içerisindeki ayak kemiklerini görüntüler.

Nobel Ödülü Röntgen, X-ışınlarını keşfedişi nedeniyle 1901 yılında, Münih Üniversitesi öğretim üyesiyken, tarihteki ilk Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Ödül, şu gerekçelendirme ile verilmişti: “Sonradan kendi adıyla anılan sıra dışı ışınları keşfederek yapmış olduğu fevkalade hizmetlerden dolayı.” Röntgen para ödülünü almadı, onu Würzburg Üniversitesi’ne bağışladı. Bir idealist olan Röntgen hiçbir zaman şan şöhret peşinde koşmadı. Herkesin serbestçe faydalanabilmesi ve yeni uygulamaların önünü açabilmek için, X-ışınlarıyla ilgili hiçbir patent almadı. Ayrıca kendisine teklif edildiği hâlde, soy ismine asalet

eki koyarak (von Röntgen), Alman soyluları arasına girmeyi reddetti. 1923 yılında bağırsak kanseri yüzünden vefat ettiğinde, 1. Dünya Savaşı sonrası ekonomik buhran nedeniyle, hatırı sayılır servetinin büyük bir bölümünü kaybetmiş olduğu ortaya çıktı. Röntgen, öldüğünde tüm laboratuvar not defterlerinin yakılmasını istemişti: bu isteği yakın çevresi tarafından yerine getirildi. Röntgen’in onuruna, atom numarası 111 olan, laboratuvarda oluşturulabilen ancak doğada bulunmayan son derece radyoaktif, ilk olarak 1994 yılında üretilen sentetik kimyasal elemente Roentgenyum (sembolü: Rg) adı verildi. Ayrıca Xradyasyon ölçüm birimi, “roentgen” olarak tanımlandı. Yıllar sonra o ünlü keşfi yaparken düşüncelerinin ne olduğu, kendisine bir gazeteci tarafından sorulduğunda Röntgen, “Düşünmüyordum, araştırıyordum” (“Ich dachte nicht, sondern ich untersuchte”) diye cevap verdi. KAYNAKLAR 1) https://library.ethz.ch/standorte-und-medien/ plattformen/kurzportraets/roentgen-wilhelmconrad-1845-1923.html 2) https://de.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_ Conrad_R%C3%B6ntgen 3) https://rad.washington.edu/blog/featured-historywilhelm-rontgen 4) https://en.wikipedia.org/wiki/X-ray 5) https://radiologie24.ch/radiologie-mediathek/ geschichte-der-radiologie/kurze-geschichte-des-roentgen 6) K. Sansare ve diğ., Early victims of X-rays: a tribute and current perception, Dentomaxillofacial Radiology, Cilt 40, 2011. 7) Physics History: November 8, 1865: Roentgen’s discovery of X-Rays.” Ed. Alan Chodos. American Physical Society, 2015. 8) W. A. Pusey, The First Deep Radium Therapy, Radiology Cilt 22, No. 1, 1934. 9) https://www.smithsonianmag.com/history/how-mariecurie-brought-x-ray-machines-to-battlefield-180965240 10) https://www.srf.ch/play/tv/srf-news-videos/video/ conrad-roentgen-der-mann-der-die-medizin-revolutionierte?ur n=urn:srf:video:fb43997c-ac7a-472d-8790-828904b1fc88 11) https://en.wikipedia.org/wiki/Clarence_Madison_ Dally 12) https://aaomr.org/william-h-rollins-award 13) R. L. Kathren,, William H. Rollins (1852-1929): X-ray Protection Pioneer, Journal of the History of Medicine and Allied Sciences, Cilt 19, No. 3, 1964. 14) T. L. Walden Jr, The first radiation accident in America: a centennial account of the x-ray photograph made in 1890, Radiology, Cilt 181, No. 3, 1991. 15) https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/1947073 16) https://en.wikipedia.org/wiki/Crookes_tube

49

Ortaçağda felsefe: Farklı gelenekler ve temel karakteristikler

Ortaçağ felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği barındırır. Bunlar, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm olmak üzere üç tektanrılı dinin yaygın olduğu kültür atmosferinde yeşerir. Dolayısıyla, ortaçağ nitelemesinin, Antik Yunan’da ortaya çıkan felsefenin, üç tektanrılı dinin egemen olduğu kültür atmosferinde yetişen düşünürler tarafından alımlanmasına gönderme yaptığını söylemek olasıdır. Prof. Dr. Hasan Aydın

T

50

OMÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü arihsel bakımdan Ortaçağ, Avrupa tarihinin geleneksel ve şematik olarak üç bölüme ayrılması yüzünden ortada kalan çağa verilen bir isimdir. Bu üç çağ, ilkçağ, ortaçağ ve yeniçağdır. Tarihi çağlara bölen bu bakış açısı, çağların sınırlarını da belirlemek zorundadır. Fakat bu hiç de kolay değildir; çünkü insanlık tarihi, ilk bakışta insani deneyimlerin biriktirildiği ve evrildiği kesintisiz bir süreç olarak karşımıza çıkar. Oysa çağlara bölme düşüncesi, bu kesintisiz süreçte, bazı kırılmaların, bazı köklü paradigmal kopuşların yaşandığı düşüncesine dayanır. Bu ise genelde önemsenen ve köklü değişimi imleyen bir olaya ya da olaylar dizisine dayandırılır. Nitekim kimi düşünürler, ortaçağı, İskenderiye’de Hypatia’nın 425’de Hıristiyanlarca öldürülmesiyle, kimileri Atina’daki felsefe okullarının 529’da Jüstinyen tarafından kapatılmasıyla, kimileri ise 476’da Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile başlatır. Aslında üç olay da tarihsel açıdan birbirinden çok uzak değildir ve büyük ölçüde Hı-

ristiyanlığın yönetsel güç konumuna geçişini imler. Ortaçağın sona erişine gelince, ulusal monarşilerin yükselişi, Avrupalılarca denizaşırı keşiflerin yapılması (15. yüzyılın ilk yarısı), İstanbul’un fethi (1453), hümanist canlanma (Rönesans) ve 1517’de başlayan Protestan Reformasyon hareketlerine gönderme yapılır. Burada artık Hıristiyanlığın yönetsel bir güç konumundan yavaş yavaş çıkması, insan odaklı seküler anlayışın filizlenmesi söz konusudur. Tarihsel bakımdan, söz konusu olaylar, elbette büyük bir kırılmaya ya da dönüşüme işaret etmektedir. Ancak aynı şeyi felsefe tarihine uyarlamak olası mıdır? Büyük tarihsel kırılmaların ve dönüşümlerin insan düşüncesinde değişiklikler yarattığı elbette ileri sürülebilir ve sürülmektedir. Ancak büyük kırılmaların ve dönüşümlerin olabilmesi için bazı düşünsel değişikliklerinin de yaşanmış olması beklenir; çünkü değişimin öznesi, tarih değil insandır. Öte yandan, Marx’ın deyişiyle, “tarihi yapan insanlar keyiflerine, kendi seçtikleri koşullara

göre değil, doğrudan verili olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar; bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinlerinin üzerine çöker”. Eğer ortaçağ, tarihsel olarak arada bir çağ, yani ilkçağ ile yeniçağ arasında konumlanıyor ise, bu durum, felsefe tarihi bakımından, ilkçağın ne zaman sona erdiği ve yeniçağın ne zaman başladığı ya da ortaçağın ne zaman sona erdiği sorularını yanıtlamayı zorunlu kılar. Bu iş hiç de kolay değildir; kolay olmadığına felsefe tarihi yapıtları da tanıklık eder. Zira felsefe tarihinde ilkçağın ne zaman bittiği, ortaçağın ne zaman başladığı ve sonlandığı konusunda felsefe tarihçilerinin görüş birliğinde olduğu söylenemez. Sözgelimi, Anthony Kenny, Ernst von Aster, Ahmet Arslan, Çiğdem Dürüşken gibi düşünürler ilkçağ felsefesini 424’de ölen Boethius’la bitirirken, A. Eduard Zeller, B. Russell ve M. Gökberk Yeni Platoncu Proklus’la (öl.485) bitirmektedir. Buna karşın, Betül Çotuksöken-Saffet Babür ve W. T. Jones ortaçağ felsefesini Plotinus’la (öl. 270), Ahmet Cevizci, Aristides’le (öl. 134), A. Kenny, St. Augustinus’la (öl. 430), E. Gilson ilk kilise babaları ve Apolojistlerle (2. yüzyıl) başlatmaktadır. A. Kenny ortaçağı, Cusa’lı Nikolas (öl. 1464) ile Ahmet Cevizci, Betül Çotuksöken ve Saffet Babür, Ochamlı William’la (öl. 1347), E. Gilson ise İtalya ve Fransa’da edebiyatın geri döndüğünü ileri sürdüğü 16. yüzyılın sonunda bitirmektedir. Genelde ortaçağ felsefesinin bitişinde Rönesans ve Reform hareketleri bir dönüm noktası sayılsa da, bazı düşünürler, felsefede ortaçağın etkilerinin 18. yüzyıldaki Aydınlanma hareketine değin sürdüğünü ileri sürmektedirler. Ortaçağ, din odaklı olması nedeniyle Rönesans ve Aydınlanma dönemi düşünürleri tarafından karanlık çağ olarak nitelenmiş, bu niteleme modern döneme değin varlığını korumuştur. Bugün bile kimi çevrelerde, ortaçağ karanlığı deyişi kullanılmaktadır. Ancak bu tür nitelemeler değer yüklüdür ve akademik yazında bu türden nitelemelere yer yoktur.

Ortaçağ sadece Batı’ya mı özgüdür?

Bazılarının kanısı, ortaçağın Batı’ya özgü olduğu şeklindedir. Gerçekten de ortaçağın başlaması ve bitişine gönderme yapan tarihsel kesitler tümüyle Batı’ya aittir. Bunlara göre, Çin ve Hint, özellikle İslam kültüründe yaşanmış bir ortaçağdan söz etmek olası değildir. Çünkü Batı ortaçağ yaşarken, Doğu atılımdaydı; özellikle İslam kültürü yeni doğuyordu; yine Batı ortaçağda iken İslam uygarlığı altın çağını yaşıyordu. Bu söylemlere rağmen, felsefe tarihi bağlamında genel kanı, ilkçağ ile yeniçağ arasındaki tarihsel döneme ortaçağ; bu dönemde üretilen felsefelere ise ortaçağ felsefesi adının verilmesi yönündedir. Ortaçağ felsefesi, bu bakımdan tek tanrılı dinlerin egemen olduğu kültür atmosferindeki felsefe hareketlerini imler. Bu yüzden olsa gerek, Batı’da yazılmış ortaçağ felsefesi tarihi eserlerinde, İslam ortaçağına batıya etkileri bağlamında değinilip geçilse, derin incelemelere yer verilmese de, felsefe tarihçilerinin genel kanısına göre, ortaçağ felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği barındırır. Bu dört gelenek, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm olmak üzere üç tektanrılı dinin yaygın olduğu kültür atmosferinde yeşerir. Dolayısıyla, ortaçağ nitelemesinin, Antik Yunan’da ortaya çıkan felsefenin, üç tektanrılı

dinin egemen olduğu kültür atmosferinde yetişen düşünürler tarafından alımlanmasına gönderme yaptığını söylemek olasıdır. Bu dört gelenek şunlardır: İlki, Yahudi felsefesidir. İbrâhîmî geleneğe bağlı monoteist din ailesi içinde yer alan ve bu ailenin en eski halkasını teşkil eden Yahudilik, MÖ 1200’lü yıllara değin gerilere gitse de, MÖ 586, yani Babil sürgününe değin İsrail genelinde çoktanrıcılığın normal olarak kabul edildiği söylenir. İsrailoğulları arasında yalnızca Yahve’ye tapınma ancak sürgünden sonra ve geç bir dönemde, muhtemelen Makkabiler (MÖ 2. yüzyıl) döneminde kurumsallaşır ve monoteizm Yahudiler arasında yerleşir. MÖ 3. yüzyıldan itibaren, başta İskenderiye’deki Yahudi diasporası olmak üzere, Helenistik felsefeden etkilenen Yahudi akımları ortaya çıkar, bunun sonucunda da Yahudi kutsal kitabı Yunancaya çevrilir. Böylece Yahudi teolojisi ile Eski Yunan felsefesi arasında bağlar kurmaya çalışan Numenis, Aristubulus ve Philon gibi düşünürler yetişir. Kuşkusuz, Yahudi teolojisi ile Helenistik düşüncenin bir arada yaşayabileceği fikrinin en önemli savunucularından birisi, Aristibulus’tan etkilendiği düşünülen İskenderiyeli Philon’dur. Böylelikle, MS 1. yüzyılda İskenderiye’de Yahudi filozof

Ortaçağ felsefesi, tek tanrılı dinlerin egemen olduğu kültür atmosferindeki felsefe hareketlerini imler.

51

Philon ile başlayan ve İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde 10-13. yüzyıllar arasında İsac İsrailî, Saadiya Gaon, İbn Cebirol ve İbn Meymûn gibi Musevî düşünürler tarafından işlenmiş olan Yahudi felsefesinden söz etmek mümkün hale gelmektedir. Bu felsefe, büyük ölçüde Yahudi kutsal metinlerinin literal anlamının dışına çıkar; Yahudi dinsel metinlerini alegori yahut mecaz olarak görür ve onların felsefi yorumuna yönelir. Bu bağlamda, Tanrı’nın varlığı ve neliği, yaratılış, ruhun kurtuluşu, ilahi sözün (logos) ve ilahi yasanın egemenliği gibi sorunları felsefi bakımdan temellendirmeyi amaçlar. İkincisi, Batı ya da Avrupa’da gelişip, başlangıçta Grekçe, daha sonra Latince ifade edilmiş olan Batı Hıristiyan felsefesidir. Miladi 1. asırda doğan Hıristiyanlık, esasen felsefi kültürün yaygın olduğu bir atmosferde doğar ve gelişir. Bu yüzden olsa gerek, İncillerde kimi felsefi kavram-

lar ve savlarla karşılaşılır. İncil’deki felsefi savların işlenişiyle ortaya çıkan Hıristiyan felsefesi, genelde iki ana dönem olarak ele alınır. İlk dönem, MS 2. yüzyıldan 8. yüzyıla değin olan süreci kapsar ve patristik felsefe adı verilir. Patristik sözcüğü kilise babalarına gönderme yapar; bu dönemde felsefeyle ilgilenen Aristides, Tatianus, Tertullianus, Clemens, Origenes, Boethius ve Augustinus gibi düşünürler kilise babasıdır. Patristik felsefe, özde apolojik (savunmacı) bir karakter taşır ve putperestliğe, gnostisizme ve felsefeye karşı Hıristiyan inancını savunmayı erekler. Bu apolojik (savunmacı) tavır, zaman içinde din-felsefe, akıl-iman ilişkisinin tartışılmasına yol açmış; kimi kilise babaları felsefeyi reddetseler de, kimileri Hıristiyanlığın savunulmasında, inanç esaslarının akılla temellendirilmesinde ve kültürlü kesimlere seslenme konusunda felsefeyi gerekli görmüşlerdir. Böylelikle, Sto-

Yahudi teolojisi ile Helenistik düşüncenin bir arada yaşayabileceği fikrinin en önemli savunucularından birisi İskenderiyeli Philon’dur.

52

acı, Platoncu ve Yeni Platoncu felsefi anlayışlar, Hıristiyan teolojisine nüfuz etmeye başlamıştır. Patristik felsefeye bir süreç olarak bakıldığında, Tertullianus’un “saçma olduğu için inanıyorum” (credo quia absurdum) düşüncesinden, Augustinusçu “anlamak için inanıyorum” (credo ut intelligam) düşüncesine doğru bir devinim gözlendiği söylenebilir. Kuşkusuz, anlamak için inanıyorum fikri, felsefeyi dinin ya da teolojinin hizmetine soksa da, felsefeye ikincil de olsa bir değer atfetmektedir. Batı Hıristiyan felsefesinin ikinci dönemi, 8. yüzyıldan 15. yüzyıla değin olan süreci kapsar ve bu döneme skolastik felsefe denilir. Skolastik, Latincede okul anlamına gelen schola sözcüğünden türetilmiştir ve scholasticus terim olarak, okul felsefesi anlamında kullanılmaktadır. Skolastik felsefe, özde, Augustinusçu “anlamak için inanıyorum” düşüncesinin geliştirilerek Hıristiyanlığın felsefi olarak daha sistematik hale getirilmesi yönündeki çabalardan oluşur. Bu dönemde, Hıristiyan amentüsü temelinde bir eğitim sistemi oluşturulmuş; felsefe amentüsünün temellendirilmesinde ve dinsel metinlerin akılsal yorumunda işlevsel olarak kullanılmıştır. Bu dönemin en önemli temsilcileri arasında, J. S. Eriugena, St. Anselmus, Petrus Abelardus, Aquinalı Thomas, Roger Bacon, John Duns Scotus, Ockhamlı William gibi düşünürlerden söz etmek olasıdır. Skolastik felsefe Hıristiyanlık temelinde yapılanmış sistemci bir felsefedir ve özünü, her şeyden önce Tanrı’nın varoluşu, neliği, tümellerin varlığı ve konumu, Tanrı-evren ilişkisi, inançla akıl, doğayla Tanrı’nın inâyeti, iradeyle zihin, devletle kilise arasındaki ilişkiler, Tanrı’nın mutlak bilgisiyle insan özgürlüğünün nasıl uzlaştırabileceği, kötülük sorunu ve insanın kurtuluşu vb. problemler oluşturur. Patristik felsefede, daha çok Platon ve Yeni Platonculuğun etkisi söz konusuyken, skolastik felsefede, İslâm dünyasından ve antik Yunancadan yapılan çevirilerle, Aristoteles’in etkisinin ön plana çıktığı söylenebilir. Ancak skolastik dönemin sonuna doğru, Platon ve Aristoteles gibi otoritelerin eleştirilmeye başlandığı, özellikle Ockhamlı William ve takip-

çilerince, dinle felsefenin, akılla imanın yollarının ayrılmaya çalışıldığı; tümellerin gerçek olmayıp sadece adlardan ibaret olduğu; Tanrı’ya akılla ulaşmanın olası olmadığı, Tanrı’nın kabulünün iman konusu olduğu gibi tezlerin savunulmaya başlandığı görülür. Bu anlamda, skolastik dönemin sonuna doğru, dinle felsefeyi ayıran ve felsefeyi nesneler dünyasındaki tekil var olanlara özgüleyen bir anlayışın belirmeye başladığı, bu durumun, kilisede gözlemlenen sorunlarla birleşerek Rönesans ve Reform hareketlerinin doğuşunu hazırladığı söylenebilir. Üçüncüsü, MS 5. yüzyıldan Bizans’ın yıkılışına yani 1453’e değin süren ve Doğu Hıristiyanlığı ve antik gelenek ışığında gelişen Bizans İmparatorluğu içindeki Yunanca, Süryanice vb. dillerle ortaya konmuş Doğu Hıristiyanlığı ya da Bizans felsefesidir. Bu felsefe, Hz. İsa’nın doğası ve Tanrı-evren ilişkisi ve insanın kurtuluşu üzerinde yoğunlaşır. Dördüncüsü, 7. yüzyılda doğan İslâm’ın kuzeye yayılması ve Helenistik kültürle teması sonucu yaklaşık 9. yüzyıllarda ortaya çıkmış ve 1314. yüzyıllara değin canlı bir gelenek olarak devam etmiş ve büyük ölçüde Arap dilinde ve kısmen Farsça ifade edilmiş olan İslâm felsefesidir. Bu felsefede, Ebû Bekir Zekeriya er-Râzî ve İbn er-Ravendi gibi kurulu dinleri reddeden, Gazzali ve Ebu el-Berakat el-Bağdadi gibi Meşşailiği eleştiren düşünürleri bir kenara bırakırsak, Meşşaîlik ve İşrâkîlik olmak üzere iki büyük ekolle karşılaşılır. İlk ekolde, Kindî, Fârâbî, İbn Miskeveyh, İbn Sînâ, İbn Bâcce ve İbn Rüşd gibi filozoflar; ikincisinde, Suhreverdî, Mir Damat, Molla Sadrâ gibi filozoflar etkili olmuşlardır. Her iki ekol de özde İslâm’a atıflar yapmakla birlikte, Meşşaîlik daha çok Yeni Platoncu bir renge büründürülmüş Aristoteles’e; İşrâkîlik ise mistik bir kılığa sokulmuş Platon’a dayanır. İslâm felsefe geleneğinin tartıştığı sorunlar geniş bir çeşitlilik gösterir. Merkezi sorunlar, kuşkusuz, din-felsefe ilişkisi ve Tanrı-evren ilişkisi üzerinde yoğunlaşır. Ancak, bu sorunlar tartışılırken, varlık, bilgi ve değerler alanına yönelik pek çok felsefi sorunun bir sistem çerçevesinde tartışıldığı görü-

lür. İslâm felsefesi, Antik Yunan felsefe mirasını benimseyip İslâmî kültür atmosferinde onu geliştirdiği gibi, Batı’da skolastik felsefeye de pek çok tartışma malzemesi sağlamış, skolastik felsefeden Rönesans ve reform hareketlerine giden yolda önemli katkılar sunmuştur.

Ortak noktalar Sıraladığımız bu felsefe gelenekleri, zamansal, coğrafi ve kültürel dayanakları bakımından farklılıklar sergileseler de, yukarıdaki ifadelerimizden de anlaşılacağı gibi, araştırdıkları felsefi sorular ve felsefe yapma tarzları bakımından bir birlik de sergilerler. Farklılıklara rağmen, ortaçağ felsefesinin birlik meydana getirmesinin üç temel nedeni olduğu söylenir. İlk neden, ortaçağ felsefesinin, Eski Yunan felsefe mirası üzerinde yük-

selmesidir. Bu mirasta, Platon’un ve Aristoteles’in felsefeleri merkezde yer alır. Fakat ortaçağda anılan düşünürlerin felsefeleri, doğrudan değil dolaylı yoldan, daha çok Yeni Platoncu kanal üzerinden etkili olmuştur. Bu süreçte, Aristoteles’e iliştirilen Kitâb Esulucya (Teoloji Kitabı), Kitâb fi Hayr el Mahz (En Yüksek İyi Kitabı), Kitab et-Tuffaha (Elma Kitabı) gibi sahte eserlerin köklü bir rolü olmuştur. Bu sahte eserler ilkin İslam dünyasında ortaya çıkar, 12. yüzyıldan sonra Batı’ya çevrilirler. İkinci neden, dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Sözgelimi, ilk kilise babalarının Yahudi düşünürleriyle etkileşimleri bulunduğu gibi, İslâm dünyasına felsefenin aktarılmasında da, doğu Hıristiyanlarının, özellikle Süryanilerin büyük rolleri olmuştur. Yine ortaçağ İslâm dünya-

“Anlamak için inanıyorum” düşüncesini savunan kilise babalarından Aziz Augustinus (Tablo: Philippe de Champaigne).

53

sında yetişen İsac İsraili, İbn Cebirol ve İbn Meymun gibi Yahudi kökenli düşünürler, İslâm filozoflarından yoğun bir biçimde etkilenmişler, yine İslâm felsefesi 12. yüzyılda başlayan ve 15. yüzyıla değin süren çeviriler aracılığıyla Batı’da skolastik düşünceye kaynaklık etmiştir. Üçüncü neden, dört ayrı geleneğin de, vahye dayalı tektanrılı dinlerin hâkim olduğu kültürlerin bir parçası olmalarıdır. Bu durum doğal olarak, akıl-nakil, felsefe-din, Tanrıevren, Tanrı-insan ilişkilerinin tartışmaların merkezine oturması anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, ortaçağ felsefesi, ilkçağ felsefenin tersine, dinî öğretileri temellendirme çabası sergileyen, dinden etkilenmiş olan felsefelerdir. Bu dönemde felsefe, bir yandan dinselleşirken, öte yandan akılsal yapısıyla dine ve inanca kuramsal bir çerçeve sunmuş ve felsefî bir temel sağlamıştır. Şu halde, ortaçağ felsefesini, bir bütün olarak, tektanrılı dinlerin egemen olduğu bir kültür atmosferinde felsefenin serüvenine işaret ettiği söylenebilir. Bu serüvenin, antik Yunan’da doğan ve gelişen felsefeye yeni unsurlar, ye-

ni felsefi sorular eklemlediği açıktır. Bunlar ortaçağ felsefesinin özgün yanlarına işaret eder. Bunların kimilerine işaret etmek bakımından varlık, bilgi ve değer alanına yönelik kimi hususları kabaca ele almak aydınlatıcı olacaktır.

Ortaçağ felsefesinin özgün yanları

Ortaçağ felsefesi, tıpkı ilkçağ felsefesi gibi ontolojiyi merkeze alır. İlkçağ ontolojisinde temel sorun şeylerin aslının ne olMeşşaîlik ekolünün temsilcilerinden İbn Rüşd. duğu, bu asıldan tekil formların nasıl meydana geldiği dir. Dolayısıyla ortaçağ felsefesinin, sorunlarıdır. Fakat ortaçağ sorunu Tanrı tasavvurunda yeni bakış açıbüyük ölçüde Tanrı’ya ve Tanrı-ev- sı getirdiği, aşkın olan Tanrı’yı zoren ilişkisine odaklar. Tanrı, Yunan- runlu, nedensiz, varlığı ve özü bir lı filozofların sandığı gibi, salt akıl- ve aynı olan, değişmeyen, çokluk isal bir varlık olarak görülemez; O, çermeyen, nedenler nedeni, her şeakılsallığın yanında mutlak bir kud- yin yaratıcısı, her şeyin ereği olan ret ve irade olarak kabul edilmeli- varlık vb. şekilde tanımlama yoluna gittiğini söylemek gerekir. OrOckhamlı William ve takipçilerinin, savundukları fikirlerle Rönesans ve Reform hareketlerinin taçağ felsefesinde, Tanrı bu türden doğuşunu hazırladıkları söylenebilir. nitelemeler ile ifade edilse de, özü bakımından O’nun duyuların, imgelemin ve aklının ötesinde bulunduğunun, O’nun özünü dil içinde ifade etmenin mümkün olmadığının sıklıkla dile getirildiği görülür. Daha da öteye gidilerek, neliği insan aklınca kavranamayan Tanrı’nın varlığının a priori ve a posteriori yollarla kanıtlanabileceği ileri sürülür. Yunan felsefe geleneği, hiçten hiçbir şeyin meydana gelemeyeceği, dolayısıyla maddenin ezeli olarak var olduğu tezine dayanırken, tektanrılı dinler evrenin zaman içinde Tanrı tarafından yoktan yaratılmış olduğunu savunurlar. Bu çerçeve içinde yer almak üzere hemen bütün ortaçağ filozofları evrenin şu veya bu anlamda Tanrı’dan bağımsız bir varlık olduğu görüşünü reddetmelerinin yanı sıra, onun şu veya bu anlamda kendiliğinden bir yapıya, bir doğaya sahip olduğu tezini de eleştirmişlerdir. Ortaçağ filozofuna göre, evren hiçten yaratılmış ya da Tanrı’dan sudûr etmiştir. Yaratma-

54

nın ya da sudûrun bir nedeni yoktur. Bu konuda söylenebilecek tek şey, yetkin olanın, iyi olanın taşması ya da kendisini açığa vurmasıdır. Bu yaratma ya da sudûr olmuş bitmiş bir şey değildir, süreklidir. Şeyler, hem varlıklarını hem mahiyetlerini (nelik) hem de sürekliliklerini Tanrı’dan alırlar. Şu halde yaratılmış olan evren, nedenli, mümkün, özü ve varlığı ayrı olan, değişime uğrayan, çokluk içeren ve kendinde varlığı olmayandır. Evrendeki her şey, Tanrı’nın bilgisi, iradesi, kudreti ve lütfunun bir ürünüdür; bu yüzden evren ve evrendeki şeyler Tanrı’nın birer göstergeleridir. Tanrı’nın yoktan yarattığı ve yönettiği olumsal evren, ortaçağ filozofuna göre, madde ve form çerçevesinde tanımlanabilecek tek tek bireysel tözlerden oluşur. Bu tözler, formlarına bağlı olarak, hem hiyerarşik hem de ereksel bir düzen oluşturulurlar. Bu düzen, şeylerin form kazandıkça ortaya çıkan etkinliklerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de belirler. En altta, yoktan yaratılmış, formsuz, belirsiz ilk madde bulunur; bu belirsiz maddenin ilk form almış hali dört öğede, yani toprak, su, hava ve ateşte ortaya çıkar. Bunların üstünde, dört kökten oluşan cansız bileşik formlar, yani madenler bulunur. Bu bileşik formların üzerinde bitkisel formlar yer alır. Bitkisel formlar, beslenme, üreme ve büyüme yetkinliğine sahiptirler. Bitkisel formların üstünde hayvansal formlar yer alır. Hayvansal formlarla birlikte formun sadece bir hareket ilkesi olarak değil, aynı zamanda bilgi edinme ilkesi olarak da belirdiği görülür. Bununla birlikte bu formların hareketin ilkesi olmaları, onların hareketin gerçekleşmesi için bir bedenle ortaklaşa iş görmeleri gerektirdiği gibi, bilgi elde etmeleri için de gene bir bedene ihtiyaç duymalarıdır. Bunların da üstünde insansal form yer alır. Bu formlar da, kendilerinden daha yüksek bir varoluş sergileyen meleklerle benzerlik içindedir. Bu tür formlar, iradi hareketin yanında akıl aracılığıyla maddeli ve maddesiz şeyleri bilme yeteneğine sahip olurlar. İnsani formun üzerinde, maddesiz meleksi formlar yer alır; onların insansal formdan farkları, aklın maddesiz bil-

gisini doğrudan elde edebilmeleridir. En üstte ise, tümüyle maddesiz salt eylemsel halde olan yaratan ve her şeyi yöneten Tanrı bulunur. Herhangi bir formun, hiyerarşik düzende nerede bulunduğu, onun hem yapısını, hem değerini, hem etkinliğini hem de ereğini beliler. Hiyerarşideki formlar Tanrı’ya yaklaştıkça ve ona benzedikçe daha yetkinleşmekte, ondan uzaklaştıkça ve maddeye yaklaştıkça yetkinlikleri azalmaktadır. Bu varlık hiyerarşisi, yer yer pay alma (metheksis) kavramıyla da ilişkilendirilir. Her sonlu varlık, başka varlıklardan, bu varlıkların hem nedeni ve hem de sonucu olmak suretiyle pay alır. Yine her varlık, üstekine göre, edilgin, alttakine göre etkindir. Edilginliğin en altı, belirsiz madde, etkinliğin en üst formu ise tanımlanamaz olan Tanrı’dır. Aynı durum, şeylerin iyilik ve neden olmaları için de geçerlidir. Bir şeyin, Tanrı’ya yaklaştıkça iyiliği ve nedensel gücü artmakta, uzaklaştıkça azalmaktadır. Bu varlık hiyerarşisinden de çıkarsanacağı gibi, ortaçağ filozofuna göre, insanın konumu merkezidir; o, göksel olan ile yersel olanın tam ortasındadır. İnsan, bedensel özellikleriyle madenlere; büyüme, beslenme ve üreme özellikleriyle bitkilere; duyusal özellikleriyle hayvanlara benzer; ancak aklıyla onlardan ayrılır; meleklere yaklaşır. Bu yüzde ortaçağ filozofuna göre, insanın ayırt edici vasfı akıldır. İşte bu ayrım noktası, ortaçağ filozofunun epistemoloji ve aksiyolojiye ilişkin görüşlerinin merkezini oluşturur. Onlara göre, insan, teorik

akılla kuramsal; pratik akılla eylemsel bilgilere ulaşır. Bu yönüyle teorik bilgi tümüyle maddeden soyutlanmış tümele; pratik bilgi ise maddeyle ilişkili tikele dönüktür. Teorik akıl, duyular ve imgelemden gelen maddeyle ilişkili tekil formları soyutlayarak tümele ulaşmayı erekler. Ancak teorik aklın tümele ulaşması, salt duyular ve imgelemden gelen tekillerin soyutlamasıyla elde edilemez; bu konuda tanrısal aydınlanmaya da gereksinim vardır. Kuramsal bilgi, tümele yönelik olduğundan, tümellerin varlığı sorunu ortaçağın en tipik felsefi sorunlarından birisi olmuştur. Tür ve cinslere yönelik bu tartışmada, üç görüşün taraftar bulduğu görülür: İlki tümellerin gerçekliğini ve ayrı bir dünyada bulunduğunu savunan kavram realizmi; ikincisi tümellerin tekilde bulunduğunu iddia eden konseptulizm; üçüncüsü ise tümellerin seslerden ve adlardan ibaret olduğunu savunan nominalizmdir. Ortaçağ filozofuna göre, insanın kurtuluşu için teorik bilgelik yeterli değildir; bu bakımdan kurtuluşa erecek insan, teorik aklıyla elde ettiği kuramsal bilgilerinin yanında pratik aklı ve imanıyla eylemsel yaşantısını düzenlemelidir. Nihai mutluluk ya da ölümsüzlük, ancak bu şekilde elde edilir. Bu açıdan insanın özgür iradesiyle ilahi olana yönelmesi, bedensel istek ve arzularını denetlemesi, günahlardan arınması gerekir. Ahlak ve siyasetin temel ödevi de burada ortaya çıkar. Bu ödev, insanın nihai mutluluğuna hizmet etmesi, insanın kurtuluşu için vesile olmasıdır.

Ortaçağ filozofuna göre, evren hiçten yaratılmış ya da Tanrı’dan sudûr etmiştir. Yaratmanın ya da sudûrun bir nedeni yoktur.

55

İslam’da tacizin cezası var mı?

Diyelim ki, herhangi bir yerde bir erkek bir kadını taciz etti. Onu öptü, kucakladı, her şey yaptı; ama cinsel ilişkide bulunmadı. Peki, Kuran’a göre bunun herhangi bir yaptırımı var mı? Kesinlikle hayır. Sadece namaz kılınması öneriliyor: “Namaz kıl. İyilikler kötülükleri götürür.”

B

u yazımda Kuran’da geçen “Lemem”, “Fevahiş” ve “Kebair” günahları hakkında bilgi vereceğim. Söylediklerim dile kolay; ancak hemen başta belirteyim ki okurlarımı, akla hayale gelmeyen ibretlik bilgilerle tanıştıracağım. İbretlik olmasaydı bu kadar açık vurgu yapmazdım; bunu göreceğiz. Kuran’ın bir ayetinde iyi insanların vasıfları sıralanırken: “Onlar ki Lemem günahı dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak dururlar” deniyor (Necm suresi, ayet 32). Buna benzer; ancak içinde Lemem kelimesi geçmeyen bir iki ayet daha var, onları da yazayım. Birinde: “Yasaklandığınız ‘Kebair’ (büyük) günahlardan sakınırsanız Allah kusurlarınızı (yani ufak tefek eksiklerinizi) örter ve sizi güzel bir yere koyar” deniyor (Nisa, 31). Diğer bir ayette takva sahiplerin özelliklerini sıralarken: “Rabbinizden bağışlanmaya ve göklerle yer arası kadar geniş olup takva sahipleri için hazırlanan cennete koşun!” deniyor (A. İmran, 133). İlginç: Göklerle yer arası (uzay boşluğu) kadar genişliği olan bir cennetten bahsediliyor. Bu ayetlerde geçem Kebair (büyük günahlar), Fevahiş (çirkin işler) ve Lemem (küçük, ufak-tefek günahlar) terimlerinden ne kastedildiği konusunda müfessirler çok uğraş vermişler, farklı farklı yorumlarda bulunmuşlar. Bunun nedeni de büyük günahlar nelerdir, çirkin şeyler nelerdir, Lemem

56

Arif Tekin denilen ufak tefek günahlar hangileridir sorularına Kuran’da yanıt verilmemesi, bunlara açıklık getirilmemiş olması. Haklı olarak şu itiraz yapılır: Kuran tanrısı neden bunlara açıklık getirmemiş? Çünkü hem insanları günahlardan sorumlu tutuyor hem de o günahların neler olduğunu belirtmiyor. Hal böyle olunca iş yine yorumcuların takdirine, keyfi yorumlarına kalmış olur. Bu üç günah hakkında alimlerin görüşlerini ve ilgili ayetlerin hangi olaylar üzerine indiğini açıklamaya çalışalım. Kuran’da geçen bu üç terimden (Lemem, Fevahiş ve Kebair) hangi günahların kastedildiğine dair yapılan yorumlara bakalım. İbni Abbas’ın bir rivayetine göre, ayette geçen büyük günahlardan kasıt, Allah’ın ahirette ateşle cezalandıracağını Kuran’da bildirdiği günahlardır, çirkin işlerden kasıt da dünyada iken had (dini ceza) gerektiren suçlar demektir. Mesela çalmak (çalanın eli kesilir diye ayet var: Maide, 38), zina etmek (cezası belli: Yüz değnek, Nur suresi, 2), birine zina iftirasında bulunmak (cezası seksen değnek: Nur, 4) gibi… Bazıları da büyük günahlar, Allah’a şirk koşmak, haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları) savaşmak, içki içmek, kumar oynamak, yetim malı yemek, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürmek gibi suçlardır demişlerdir.1 Kimi alimler de, büyük günah tek bir

tanedir. O da Allah’a ortak koşmaktır şeklinde görüş bildirmişlerdir. Bu yorumu yapanlar, ayette çoğul olarak geçen “Kebair/büyük günahlar” kelimesini tekil anlamına gelen “Kebir/büyük” şeklinde okumuşlar. Nitekim A’meş, Yahya, Hamza ve Kesai, kelimeyi bu şekilde (tekil olarak) okumuşlardır. Kimi yorumcular da fahiş/fuhuş tek şeydir; o da zinadır demiştir. Bunu öne sürenler, ayette çoğul olarak geçen “Fevahiş” kelimesini “Fah’şa” olarak tekil şeklinde okumuşlardır. Yani tek suç; o da zinadır demişler.2 Bazıları, bunlara ek olarak bir mümini suçsuz yere öldürmek (Nisa,93), namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak (Nur, 23), yetim malı (Nisa,10) ve faiz yemek (Bakara,275), savaştan kaçmak (Enfal,15) ve İslam’dan çıkmak (Muhammed suresi,25) gibi suçları büyük günah saymışlar. Bazıları sihir yapmak, yalan yere yemin içmek gibi suçları büyük günah saymışlar. Kimileri anne babaya karşı saygısızlık, yalan yere yemin etmek, yalan yere şahitlik etmek, ganimet malından bir şey saklamak gibi suçları büyük günah saymışlar. Hatta İbni Abbas’ın bir rivayetine göre büyük günahlar 70’e yakındır. Bazıları da büyük günahlar, Nisa suresinin başından 30’uncu ayete kadar anlatılan şeylerdir demişler. Sadece bu görüşlerin özetini sundum; yoksa ayrıntılarda çok şeyler var. Buna meraklı olanlar, Nisa suresi ayet 31 ile Necm suresi ayet 32 ve Al-i İmarn 133’üncü ayetlerin tefsirlerine baksalar geniş bilgi görmüş olurlar. Bu konuda zorluk da çekilmez. Çünkü bugün artık çoğu tefsirlerin Türkçe çevirileri var. Örneğin Taberi, İbni Kesir, Kurtubi ve Suyuti’in tefsirleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Tabii ki bütün bunlar alimlerin yorumları. Kuran’da bu açıklamalar geçmiyor. İşte ben sadece Kuran’da anlatılanlara inanırım, ben hadislere güvenmem, onları kabul etmem diyenler, bu gibi belirsiz konularda bir savunma yapamazlar. Aslında çok kolay bir cümle ile teker teker sayarak: “Şu günahlar büyük, şu veya şunlar fuhuş sayılır, kalanlar da küçük günahlardır” denilseydi -beğenilir veya beğenilmez- en azından

netleşirdi ve bu kadar kargaşa da yaşanmazdı. Kısacası, Kuran’da büyük günahlar, Fevahiş ve Lemem kelimeleri geçiyor; ancak bunlar nelerdir sorusuna yanıt yok. Biraz detaylı oldu; ama bundan sonra somut örneklerle devam edeceğiz.

Kuran’da geçen ‘Lemem’ sözcüğü hakkında geniş bilgi Az önceki özet bilgilerden sonra şimdi de küçük günahlar diye anlam verilen Lemem kelimesinin kapsamını, hangi günahları içerdiğini somut örnekler vererek anlatmaya çalışalım. Şöyle bir hadis var. Hz. Muhammed: “Allah her insana zinadan nasibini yazmıştır. Yani az çok herkes zinadan payını alır. Şöyle ki, yabancı bir kadına bakarsa göz zinası, diliyle ona uygun olmayan sözler söylerse dil zinası, bir kadına karşı kişinin canı zina isterse nefis zinası sayılır” demiş. İbni Abbas diyor ki, ben bu hadisten “Lemem” denilen küçük günahları çıkarıyorum. Çıkarıyorsun da bu senin görüşün. Çünkü az önce de vurguladığımız gibi ne Kuran’da bunun tanımı yapılmış ne de Hz. Muhammed böyle bir açıklamada bulunmuştur. Canım ister, bu anlamı veririm demekle olmuyor. İslam’a göre bu günahlar insanı cehenneme götürür. Onun için net bir şekilde açıklamaları yapılmalıydı. Lemem hakkında kimi yorumcular, cinsellik dışında yabancı bir kadına yapılan her şey Lemem, yani küçük günah sayılmıştır yorumunu yapmışlar. Kimileri, kişi zina yapar sonra pişman olup bir daha yapmazsa, içki içip pişman olur bir daha içmezse, hırsızlık yapıp pişman olur bir daha yapmazsa; bu Lemem/ küçük günah sayılır demişler. Bununla ilgili kanıt olarak

şöyle bir hadis öne sürmüşler. Hz. Muhammed’den sormuşlar: Lemem nedir diye. Kendisi, bir insan zina yapar pişman olursa, içki içer pişman olursa bunlar Lemem/yani küçük günahlardır yanıtını vermiştir. Sahabilerden İbni Mesut, Ebu Sait el-Hudri, Huzeyfe b. Yeman ve Mesruk b. Ecda’a atfedilen rivayete göre, cinsel ilişki dışında yabancı bir kadına yapılan her şey Lemem, yani küçük günah sayılır. Peki, bir kadına karşı zina dışında yapılan her şey küçük günah sayılırsa Kuran’a göre yaptırımı nedir? Ayetin mealini yukarıda sunduk: İyi insanlar Lemem denilen günahları işleyebilir (sorun değil) diyor. Şöyle de diyebiliriz. Zina dışında bir kadına yapılan her şey (öpmek, zevkle kucaklamak, okşamak…) hakkında Kuran’da herhangi bir yaptırım söz konusu değildir. İster gizli olsun ister halka açık olsun fark etmez. Çünkü bu konuda Kuran’da zerre kadar açıklama yok.3 Daha bitmedi. Bir de içinde “Lemem” kelimesinin bulunduğu ayetin hangi olaylar üzerine indiğine bakalım. İlk Kuran yorumcularından Mükatil b. Sülayman (h.80-150) şu bilgiyi aktarmış. Nebhan adında bir adamın hurma dükkânı varmış. Bir gün kadının biri gidip hurma satın almak istemiş. Adam da “içerde da-

57

ha iyileri var, bakabilirsin” demiş. Kadın içeri girince adam onu tutup öpmeye başlamış; ancak kadın karşı çıkıp dükkândan çıkmış. O sırada adam arkasından elini onun kalçasına vurmuş, tacize devam etmiş. Kadın da, sen hem amacına ulaşmadın hem de gurbette olan Müslüman birinin hanımına karşı fırsatçılık yaptın demiş ve gitmiş. Nebhan daha sonra Hz. Muhammed’e gidip “Ben kadına her şey yaptım; ancak cinsel ilişkide bulunmadım. Buna karşı durumun nedir” diye sormuş. Hz. Muhammed: “Kocası baskınlara giden birinin hanımına nasıl bunu yaparsın” demiş. Aslında bu da doğru bir söz değil. Çünkü taciz her kadın için aynıdır. Koca baskında değilse farklı mı olacak! Ne ilginçtir ki o sırada Necm suresinin ilgili ayeti iner ki, bir kadına karşı yapılan benzer tacizler Lemem (küçük günah) sayılır, yani yapılabilir normaldir. Bu hikâyenin farklı anlatımı da vardır. Aynı kişi (Nebhan) ilkin Hz. Muhammed’e gidip olayı anlatmış. Kendisi ona kızmış, baskınlarda olan birinin hanımıyla nasıl böyle yaparsın demiş; bu tenkitten başka da bir şey yapmamış. Adam yaptıklarını Ebubekir’e de anlatmış. O da aynı şeyleri söylemiş. Sonra Ömer’e anlatmış. Ömer hem ona kızmış hem de dövmüş. Ayrıca onu alıp Muhammed’in yanına götürmüş ve “Arkadaşlarımız baskınlarda, göğüslerinde düşman kılıçları kırılırken bunun böyle yapması bağışlanamaz. Bunun boynunu vur” demiş. Muhammed gülerek Ömer’e, “Bırak adamı” demiş. O sırada söz konusu ayet

(Necm 32) inmiş ki, bir kadına karşı yapılan bu tür taciz olayları (cinsellik dışında her şey) “Lemem”/küçük günah sayılır ve yapılabilir. Böylece adamın konusu kapanmış. Bellidir ki adam önemli biri olduğu için Muhammed onu indirdiği ayetle kurtarmış; yoksa zavallı biri olsaydı infaz ederdi. Hurma satıcısı bunu anlatırken; devamında şunu söylüyor: Sahabiler Hz. Muhammmed’den sordular: “Bu hüküm bu uygulama yalnız bu kişiye mi ait yoksa herkes için de geçerli?” diye. Kendisi: “Herkes için geçerlidir” dedi. Bu hadis Türmizi’de ve ilgili ayetin değişik tefsirlerinde geçiyor. Tirmizi’de ayrıca, “Hadis hasen ve sahihtir” notu da var. Az önceki anlatımın ravisi suçlu kişiydi. Taberi ve Kurtubi, bunu İbni Mesut da aktarmıştır diye yazmışlar. Bu hadisi neredeyse tüm müfessirler yazmışlardır.4 Bu örnekler, Necm suresinde geçen “Lemem” ile ilgiliydi. Bir de farklı ayet ve farklı örnekler var; onlara da bakalım.5

Kadınları taciz et, namaz kıl kurtul Önce ayeti verelim sonra detayına geçelim. Ayet şöyle: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Böylece iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.”6 Bu ayetin iniş nedeni hakkında birçok rivayet var. Hepsinin özetini sunacağım. Ayrıca bunun ravileri de fazla; ancak en çok rivayet İbni Mesut’a dayanır.

Kuran’a göre tacizin cezası yok. Bu duruma ilişkin ayet şöyle: “Namaz kıl, iyilikler kötülükleri giderir.”

58

İbni Mesut rivayetleri 1) İbni Mesut’un ilk başta Buhari-Müslim ve başka da birçok hadis kaynaklarında ve tefsirlerde geçen bir rivayetiyle başlayalım. Bir adam, kadının birini öpmüştü. Kendisi Hz. Muhammed’in yanına gelip yaptığını anlattı. Bunun üzerine şu ayet indi: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Gerçekten iyilikler kötülükleri götürür” (Hud: 114) Adam sordu: “Bu sadece bana mı özel?” Hz. Muhammed: “Hayır; tüm ümmetim için geçerlidir” dedi. Yani yabancı bir kadını öp, namaz kıl, sorun yok.7 2) Yine İbni Mesut’tan. Adamın biri (ismini belirtmiyor) Hz. Muhammed’in yanına geldi: “Ben bir bahçede kadının birine her şey yaptım; ancak cinsel ilişkide bulunmadım. Durumum nedir” dedi. Hz. Muhammed ilkin bir şey demedi. O sırada, “gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl, böylece iyilikler kötülükleri giderir” ayeti indi. Burada kastedilen, günde beş vakit namazdır tabii ki. Ömer o sırada sordu: Bu kolaylık sadece bu kişiye mi mahsus yoksa tüm Müslümanlar için de mi geçerli? Hz. Muhammed, “Herkes için geçerlidir” dedi. Hadisin bir versiyonu da şöyledir: Adam durumunu anlattığında Hz. Muhammed bir şey demeyince oradan ayrılıp gidiyor. O sırada Ömer: “Keşke adam durumunu deşifre etmeseydi. Çünkü Allah settardır (günahları örter)” diyor. Bir bakıma ona acıyor. Ömer’in bu sözünden sonra Hz. Muhammed birini gönderiyor, git adama söyle gelsin diyor. Adam gelince az önceki ayeti okuyor. Bu anlatıma göre demek ki Ömer’in bu sözü üzerine Muhammed hemencecik ayeti indirmiş oluyor. Bunu yazan ilk dönem alimlerinden bazıları şunlardır. İbni Hemmam (h.211.ö), İbni Huzeyme (h.311.ö), İbni Hibban (h.354.ö) ve hadis alimi Tirmizi. Tabii ki ilgili ayet hakkında neredeyse tüm müfessirler de bu rivayeti yazmışlardır. Bu örnekte anlatılanlara göre olay bir bahçede olmuş. Ne adamın ne de kadının kimlikleri belirtilmiş.8 3) İbni Mesut’tan farklı bir anlatım. Adamın biri bir kadın öpmüş-

tü. Kendisi ilkin Hz. Ömer’e gelip anlattı. Ömer, kocası gurbettedir değil mi diye sordu. Evet; gurbette dedi. Buna karşı Ömer, ben bu konuda bir şey bilemem dedi. Adam bu sefer Hz. Ebubekir’e gidip anlattı. O da aynen Ömer gibi söyledi. En son Hz. Muhammed’e anlattı. Kendisi sordu, kocası gurbette mi diye. Evet dedi. Hz. Muhammed ilkin sustu, bir şey demedi. O sırada, “Namaz kıl, iyilikler kötülükleri giderir” ayeti indi diyor.9 4) İbni Mesut’un bir başka anlatımı. Adamın biri Hz. Muhammed’e gelip, Medine’nin kenar semtinde bir kadınla her şey yaptım; ancak cinsel ilişkide bulunmadım. Buyurun ben hazırım cezam ne ise uygula. Hz. Ömer o sırada, Allah senin suçunu gizlemiş sen de gizleseydin dedi. Hz. Muhammed ise hiçbir şey demedi. Sonra adam gitti. Hz. Muhammed onun peşinden birini gönderdi, söyle gelsin dedi. Adam gelince Hz. Muhammed ona söz konusu namaz ayetini (ki iyilikler kötülükleri götürür diye) okudu. O sırada halktan biri Hz. Muhammed’den sordu: Bu sadece adama mı mahsus yoksa herkes için mi geçerli? Hz. Muhammed, herkes için geçerlidir dedi. İbni Mesut’tan bu kadar örnek yeterli. Şimdi değişik sahabilerden örnekler verelim.10 Büreyde b. Huseyb anlatıyor Medinelilerden bir kadın hurma satıcısından hurma satın almak istemiş (ki yukarıda da buna değinildi). Kadın çok güzel biri. Adam ona, evde daha kaliteli hurmalar var deyince kadın içeri girmiş. Adam onunla cinsel ilişkide bulunma girişiminde bulunmuş; ancak kadın kabul etmemiş. Ama yine de cinsel ilişki dışında her şey yapmış. Adam daha sonra Hz. Muhammed’e gidip yaptıklarını anlatmış. Muhammed sormuş: “Neden böyle yaptın?” Adam, şeytan beni kandırdı demiş. Hz. Muhammed adama, bizimle beraber namaz kıl demiş ve o sırada “Namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir” ayeti inmiş. İnsanlar Hz. Muhammed’den sormuşlar: Bu fetva adam için mi yoksa hepimiz için geçerli? Hz. Muhammed: “Herkes için geçerlidir” demiş.11

İbni Abbas rivayeti 1) Adamın biri bir kadını seviyordu. Hz. Muhammed’e işim var dedi, izin isteyip yağmurlu bir günde çıkıp gitti. Gidince su kenarında bir kadınla karşılaşır. Kadını yere yatırır, iki bacağı arasına girer; ancak erkeğin tenasül organı bir türlü canlanmaz. Adam gidip durumu Muhammed’e anlatınca kendisi ona “Dört rekat namaz kıl (demek ki adam geldiğinde dört rekatlı namaz vaktiymiş)” dedi ve o sırada “Namaz günahları giderir” ayeti indi.12 2) İbni Abbas şu farklı olayı da anlatıyor. Bir adam Hz. Muhammed’e, “Bir kadın gelip benden bir şey satın almak istedi. Ben onunla her şey yaptım; ancak cinsel ilişkide bulunmadım” dedi. Hz. Muhammed, ola ki kocası hazır değil (gurbette, baskınlarda) dedi. Adam evet yanıtını verdi. O sırada “Namaz kıl. İyilikler kötülükleri götürür” ayeti indi. Adam “Bu fetva yalnız benim için mi?” diye sorunca; Hz. Ömer onun göğsüne vurdu, ne annesinin gözüsün; tüm müminler için geçerlidir dedi. O sırada Hz. Muhammed güldü ve “Ömer doğru söylüyor, herkes için geçerlidir” dedi.13 Muaz b. Cebel’i dinleyelim Bir adam Hz. Muhammed’e gelip, “Şayet bir erkek yabancı bir kadına cinsel ilişki dışında her şey yaparsa durumu ne olacak?” diye sordu. O

sırada “Namaz kıl, iyilikler kötülükleri götürür” ayeti indi. Buna ilaveten Hz. Muhammed ona dedi ki, iyi bir abdest al sonra kalk namaz kıl. O sırada Muaz sordu: Bu avantaj sadece bu adam için mi? Hz. Muhammed, hayır; tüm müminler için geçerlidir dedi.14 Ebu Yüsür rivayeti Hatırlanacağı üzere yukarıda Lemem kısmında yine bu şahıstan rivayet aktardık. Bu adam hurma tüccarı. Kadın dükkânına gidince onu öpmeye başlar; ancak kadın karşı çıkar. Bu adam gidip olup biteni ilkin Ebubekir’e anlatır. Ebubekir, gizli tut kimseye söyleme önerisinde bulunur. Ömer’e anlatır o da aynı görüşü önerir. Sonra durumu Hz. Muhammed’e anlatır. Kendisi: “Yoksa sen bir gazinin hanımına mı böyle yaptın?” diye sorar. Hz. Muhammed belli bir süre bekledikten sonra söz konusu namaz ayeti iner (ki Namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir diye). O sırada sahabiler sorarlar. Bu durum herkes için geçerli mi? Hz. Muhammed, evet yanıtını verir. Böylece Hz. Muhammed bu adama iki ayeti kanıt olarak göstermiş oluyor. Biri, senin yaptığın Lemem (küçük günah) sayılır. Dolayısıyla yapılabilir. İkinci kanıt da, namaz kıl ayetidir: Bu tür tacizlerin cezasından kurtulmak için namaz kılarsan sorun yok demek oluyor.15

59

Ebu Ümame anlatıyor Biz Hz. Muhammed’le birlikte camideydik. Adamın biri geldi, “Ey Allah’ın resulü! Ben, had gerektiren bir suç işledim, gereken ne ise yap” dedi. Hz. Muhammed cevap vermedi ve o arada namaz kılındı. Namazdan sonra Hz. Muhammed çıkıp gitti. Adam da arkasından gitti, aynı sözleri tekrarlardı. Hz. Muhammed, “Evinden çıktığında güzelce abdest aldın değil mi?” diye sordu. Adam, evet güzelce abdest aldım dedi. Hz. Muhammed: “Sen bizimle namaz da kıldın değil mi?” diye sordu. Adam, evet kıldım dedi. Hz. Muhammed: “Haydi git Allah günahlarını/had cezanı afetmiş” dedi. Bu hadis Müslim, Ebu Davud ve başka da birçok kaynakta geçiyor.16 Ayrıca mürsel olarak birçok tabiin de bu hadisleri aktarmış. Örneğin Yezit b. Ruman, Ata b. Ebi Rebah, Yahya b. Ca’de, İbrahim Nehai, Süleymen Teymi gibi.17 Yukarıdan beri sunduğum örneklerin bazılarında kadın un almaya gidince bu olay onun başına gelmiş. Bazı rivayetlerde olay bir bahçede yaşanmış. Kimilerine göre Medine’nin ücra bir yerinde olmuş. Bazılarına göre de bir hurma tüccarının işyerinde olmuş. Bazılarında yer belirtilmeden sadece olay anlatılmış gibi farklı farklı söylemler gördük. Hadisenin yerleri farklı olduğu gibi bunu yapan kişilerin isimleri de değişik. Mesela Nebhan, İbni Mugis Ensari, Amr b. Gaziye/ veya Güzeyye, Kab b. Amr (Ebü-l Yüsür), İbni Muattıb, Ubad, Beni İslam’da zaten kölelik ve cariyelik var.

Ganem’den biri ve Amir b. Kays diye kaynaklarda geçiyor.18 Hz. Muhammed’e “Bir kadına cinsellik dışında her şey yapan bir erkek namaz kılarsa bağışlanır fetvası herkes için de geçerli mi?” diye soranlar da hayli fazla. Hz. Ömer, Muaz b. Cebel, adamın kendisi, halk, halktan bazıları gibi sıralanır. Adamlar yabancı kadınlara her şey yapmışlar. Hz. Muhammed’in onlara önerdiği ise, namaz kıl kurtul formülüdür. Bir de bu suç küçük günahlardandır yapılabilir demiştir. Namaz deyip de geçmeyelim. Önemini daha da anlamak için Kuran’dan bir ayet paylaşmak isterim: “(Ey Muhammed!) Cephede sen de mü’minlerin arasında bulunup da onlara namaz kıldırırsan, içlerinden (askerler arasından) bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında (bir rekat kıldıklarında) arkanıza (düşman karşısına) geçsinler. Sonra o namaz kılmayanlar (nöbette olanlar) gelsin seninle beraber namaz kılsınlar ve ihtiyatlı davranıp silâhlarını yanlarına alsınlar. İnkâr edenler isterler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da size ani bir baskın yapsınlar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir beis yoktur. Bununla birlikte ihtiyatlı olun (tedbiri elden kaçırmayın). Şüphesiz Allah, inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 102) diyor. Tanrı ne kadar savaş planlarını dikkatle anlatıyor: İnceden inceye tedbirli olun, sakın tedbiri elden ka-

çırmayın, düşman fırsat kovalıyor gibi akıl almaz açıklamalar.. Diğer yandan; savaş hattında bile Kuran tanrısı insanlardan namaz istiyor. Yani insanların kendisine hem diliyle hem de bedeniyle kul-köle olmasından zevk alan bir tanrıdan bahsediyoruz. İşte namaz bu kadar önemli olunca etki alanı da büyük olur ve taciz gibi eylemlere kefaret olur. Yukarıdaki olaylara ve çoğu ayetlerin sebep-sonuç ilişkilerine bakıldığında; bu tacizci erkekler Yahudi olsalardı veya Muhammed’in sevmediği kişiler olsalardı hemen kafalarını uçururdu. Demek ki Muhammed için bunlar önemli kişilermiş ki, ayetlerini indirip onları böylece kurtarmıştır. Bir de ona adam lazım. Sürekli baskınlar olurdu. Bu yüzden kolay kolay adamlarına karışmıyordu; tam tersine onlara kolaylık sağlıyordu. Burada haklı olarak soralım. Diyelim ki, bir meydanda, halka açık bir yerde bir erkek bir kadına saldırdı. Onu öptü, kucakladı, her şey yaptı; ama cinsel ilişkide bulunmadı. Peki, Kuran’a göre bunun herhangi bir yaptırımı var mı? Kesinlikle hayır. Hayati bir konu ama Kuran’da bununla ilgili hiçbir işaret olmadığı gibi, üstelik sunduğum bilgilere göre erkekler bu tacize teşvik ediliyor. Kuran’da anlatılan o kadar yararsız mitoloji yerine bu hayati konuya bir çözüm önerilseydi daha makul ve makbul olmaz mıydı? Tekrar ediyorum: Kuran’da tacizin cezası, herhangi bir yaptırımı söz konusu değildir.

Kadınların itirazı: Kuran’da her şey erkekler için! Hz. Muhammed çoğu ayetlerini hep erkekler lehine indirmiştir. Çünkü erkek savaşta, baskınlarda ona lazım, vurucu güç. Bu yüzden mümkün mertebe onlara tolerans tanımış, indirdiği ayetlerle onları korumuştur. Bu konuda daha çarpıcı örnekler var; birkaçını anlatayım. Cabir b. Abdullah anlatıyor: Hz. Muhammed’le birlikte bir savaştan dönüyorduk. Dönüşte, ağır yürüyen bir deve üzerinde yol alıyordum, eve bir an önce varmak için acele ediyordum. Bir ara binekli birisi arkamdan bana yaklaştı. Dönüp baktım ki Hz. Muhammed’dir. Ben-

60

den sordu: “Niye acele ediyorsun hayırdır?” Ben de dedim ki yeni evlendim bu yüzden acele ediyorum. Kendisi sordu: “Evlendiğin kadın bakire mi yoksa dul mu?” Dul biriyle evlendim dedim. Kendisi: “Onun seninle senin de onunla oynaşacağın bakire bir kızla evlenseydin ya!” dedi. Cabir devam ediyor: Genelde yolculuktan döndüğümüzde hemen evlerimize girmek isterdik, acele ederdik diyor ve devam ediyor. O sırada Hz. Muhammed bana: “Geceleyin yolculuktan döndüğünüzde hemen ailenizin yanma girmeyin! Hanımın taranıp süslenmesi ve avret yerini traş etmesi (etek tıraşı) için ona zaman tanıyın” dedi. Evet, bu ibretlik hadis Buhari ve Müslim’de ortak olarak ve de tekrar şeklinde geçiyor. Terbiyem buna müsait değil; ancak hadis metninde kadının etek tıraşı ismen geçiyor. Bu yüzden yazdım. Gerçekler yazılmazsa insanlar dinin mahiyetini nasıl anlarlar! Hadis baştan itibaren ibretlik. Hani meşhur bir hadis var, Sahabeler yıldızlar gibi yol göstericidir diye. Adamın terbiyesini görüyor muyuz? Muhammed niye acele ediyorsun diyor. O da yeni evlendim cevabını veriyor. Yani seks için acele ediyorum diyor. Hiçbiri diğerinden farklı değildi hepsinin terbiyesi böyleydi. Hele Muhammed’in, “Eşin dul mu yoksa bakire mi” demesi ve devamında da kız olsaydı oynaşırdınız demesi izah edilebilir gibi değil. Daha vahimi, eve gitmeyin, fırsat verin ki kadınlar etek tıraşı olsunlar sözü tam bir felaket. Bu sözün doğurduğu vahim olaylar da var.19 İbni Ömer anlatıyor. Hz. Muhammed ve askerleri bir sefer dönüşü Medine’ye yakın Cürüf denilen yere gelmişlerdi. Hz. Muhammed: “Kimse geceleyin evine gitmesin” dedi ve Medine’ye haber gönderip bilginiz olsun biz sabahleyin geliriz dedi. Aynısını daha sonra halife Ömer de uygulamıştır. Hz. Ömer Şam dönüşü, kölesi Eslem’i Medine’ye gönderir, haberiniz olsun biz şu zamanda geliriz diye. Peki; bir de bu tavsiyenin ve emrin doğurduğu sonuçlara bakalım.20 Birçok kaynakta şu bilgi geçiyor: Anlatan Ümmü Umare (Nesibe binti Ka’b). Hz. Muhammed Cürüf’te:

“Yatsı namazından sonra hanımlarınızın yanına varmayın” dedi. Ancak seferden dönen bir erkek buna uymayıp evine hanımı yanına gitti. O sırada hoşlanmadığı bir durumla karşılaştı. Buna rağmen hanımına bir şey demedi, ona herhangi bir ceza vermedi. Karısından boşanmaya gönlü razı olmadı. Çünkü ondan çocukları vardı ve hanımını da seviyordu. Burada açık bir şekilde, hanımı yanında başka bir erkek gördü, suç üstü yakaladı diye belirtmiyor. Bunu anlatan bir kadın olduğu için belki utandığından ya da aşırı Müslüman olduğu için biraz yumuşatmış olabilir. Ama yine de anlaşılıyor: Çocukları vardı ve eşini de seviyordu. Bu yüzden boşamadı demek, onu bir erkekle yakalamış demektir. Bu açıklamanın sonunda şu da var: Adam Hz. Muhammed’in sözünü dinlemeyip gece evine gidince bunlar onun başına geldi diye! Yani üstelik adam suçlu bulunuyor. Şu da var ki, bunu netleştiren başka rivayetler var. Birazdan örnekler vereceğim.21 Az önceki olayı anlatan Ümmü Umare adındaki kadın, Hz. Muhammed’in bir numaralı hayranıydı. Bununla ilgili biraz bilgi verip sonra konumuza devam edelim. Ümmü Umare (Nesibe) binti Kab Medineli’ydi. Miladi 621-22’de bir grup Medineli ile Hz. Muhammed arasında Akabe biati adı altında bir anlaşma yapılır. Medineliler Hz. Mu-

hammed ve taraftarlarına söz verirler ki, Medine’ye gelip yerleşirseniz size ev sahipliği yapar sizi koruruz diye. Gelen heyet arasında bu Ümmü Umare, iki oğlu Habib ve Abdullah ile birlikte kocası Zeyd b. Haris de vardı. Bir aileden dört kişi. Bu kadın Uhud harbine katılır, tedavi, yemek gibi işler yapar. Hz. Muhammed onun oğlu Habib’i, bir başka peygamber adayı olan Müseyleme’ye elçi olarak gönderir. Müseyleme ona: “Beni peygamber olarak kabul et” diye teklif sunar; ancak adam kabul etmez. Sonunda Müseyleme onu öldürür. Bir rivayet böyle. Kadının kendisi Hudeybiye, Umretü-l Kaza, Mekke fethi, Huneyn savaşı gibi birçok savaşa katılır. En son Yemame harbinde 12 yerden yara alır ve bir elini de kaybeder. Rivayetlere göre onun oğlu Abdullah Müseyleme’yi katleder. İşte böylesine bir kadın bir gün Muhammed’e: “Bakıyorum her şey erkekler içindir; Kuran’da kadınlara bir şey göremiyorum” diyor. Bunun üzerine şu ayet iniveriyor: “Şüphesiz Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkeklerle derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, na-

Gerek Kuran ayetleri gerekse hadisler hep erkekler için. (Osman Hamdi Bey’in “Kuran Okuyan Kadın” tablosu)

61

muslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 35)22 Hz. Muhammed’in hanımlarından Ümmü Seleme de kadın haklarıyla ilgili Kuran’da bir şey olmadığını söyleyenler arasında. Hz. Muhammed bunların şikâyetlerini, indirdiği bu uzunca ayetle değerlendirmiş oluyor. Kaynaklarda Ebubekir’in hanımı Esma binti Umeys’in de serzenişte bulunduğu ifade ediliyor. İlgili ayetin çoğu tefsirlerinde bu kadının ve başkalarının da Muhammed’e şikayette bulunmaları sonucu az önceki ayetin indiği belirtilir. Bu konuda sadece Suyuti’nin Dürrü-l Mensur ve Taberi tefsirine bakılsa geniş bilgiler var. Bu kadının itirazı üzerine az önceki ayetin indiği rivayeti Tirmizi’de de geçiyor. Kadın kocası ve iki oğluyla Muhammed’i Medine’ye götürmeye çalışan heyette yer alır, birçok savaşa katılır, iki oğlunu ve elini kaybeder. Böyle bir kadının teklifi üzerine Hz. Muhammed’in az önceki ayeti indirmesi fazla bir şey değildir. Ama ayette kadın haklarıyla ilgili bir şey de yok. Boş bir okşama var. İşte böyle bir kadın: “Bir erkeğin sefer dönüşü geceleyin kendi evine gittiğini, evinde hanımı yanında bir erkek gördüğünü” söylüyor. Bu kadın Muhammed’e iftira atar mı! Şimdi aynı konuda başka riva-

yetlere bakalım.23 İbni Ömer anlatıyor. Bir sefer dönüşü Hz. Muhammed: “Geceleyin ailenizin yanına gitmeyin” dedi. İki erkek bunu dinlemeyip evlerine gitti. Her ikisi de evlerinde hanımlarıyla başka erkekler gördü. Hz. Muhammed bunu duyunca: “Size geceleyin evlerinize gitmeyin demedim mi!” dedi. Görüldüğü gibi üstelik evlerine giden ve hanımları yanında başka erkekler gören kişileri haksız buluyor: “Neden evinize gittiniz” diyor. Tirmizi, İbni Abbas da bunu rivayet etmiştir diyor. Bu hadisin ravilerini tam olarak verenlerden biri, mezhep lideri Ahmet b. Hanbel. Listesi şöyledir: Ebu Müaviye Halit b. Haris’ten, Muhammed b. Aclan’dan, Nafi’den o da Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tan o da olayı şahsen görenlerden şeklinde sıralamış. Aynı rivayeti Tirmizi İbni Abbas’tan da aktarmıştır. Taberani de tam liste vererek İbni Abbas’tan aktarmıştır. Ayrıca bunu yazan alimler herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. Evlerinde hanımlarıyla yabancı erkekler yakalayan ve Hz. Muhammed’in o yabancı erkeklere değil de kendilerine kızdığı hadisi yazan İslam alimlerinden uzunca bir listeyi aşağıya alıyorum. Yukarıda Ümmü Umare’den de benzer bir örnek sunduk.24 Hele Buhari’nin açtığı bölüm de bir o kadar ilginç: “Uzun zaman hanımından uzak kalan koca, ailesini ihanetle suçlamak veya kusurlarını araştırmak istemiyorsa dönüşte

Hz. Muhammed her savaşta askerlerine, karşı tarafın kadınlarıyla cinsel ilişkide bulunma izni verirdi.

62

geceleyin ailesine varmasın” diyor. Başka bir yerde, “Kocasından ayrı kalmış kadının usturasını kullanması (etek tıraşını kastediyor) ve dağınık saçlarını taraması” diye ayrı bir başlık açmıştır. Her iki bölümde şu ifadeler geçiyor. İşte kadınlarınız dağınık ihtimali bulunan saçlarını ve belki de etek tıraşı yapması icap eder diye evinize geç gidin, onlara fırsat verin diyor.25 Müslim, erkeğin geceleyin hanımı yanına varmamasının başka bir nedenini daha aktarmış. Ravi ise Cabir b. Abdullah. Hz. Muhammed, erkeğin geceleyin seferden gelerek ailesinin yanına varmasını, hanımının hıyanetini anlamak istemesini ya da kusurlarını araştırmasını yasakladı diyor.26 Kuran bu konuda erkeklere daha farklı bir avantaj tanıyor. Erkeğin biri şayet bir kadına tecavüz ederse (zina yaparsa) en az dört şahit olmalı diyor.27 Bu, açık bir şekilde zinaya davetiyedir. Çünkü dört kişi bir cemaattir. Hangi ahmak erkek kalkıp da bu kadar kişi huzurunda bir kadınla zina yapar. Konumuz seferden dönen erkeklerin geceleyin evlerine girip girmeme meselesi değil. Bu yazımda birkaç ayetin iniş nedeni hakkında bilgi vermek istedim; ancak gece meselesi konuyu daha da pekiştirir, birbirlerini tamamlar diye ekledim.

İnsanları suça teşvik eden hadisler Buhari’de birkaç yerde, Müslim ve tüm hadis kaynaklarında Ebu Zer el-Gıfari, İbni Mesut ve Ebu Derda’nın aktardıkları şöyle bir hadis var. Ebu Zer’inki biraz daha detaylı. Hz. Muhammed, “Allah’tan başka ilah yoktur diyen ve bu söz üzerine vefat eden hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin (bunu diyen kurtulacaktır)” diyor. Her iki sahabi de, “Bir insan zina etse de hırsızlık yapsa da öyle mi? (Yeterki Allah’a inansın iş tamam mı)” diye soruyor. Hz. Muhammed: “Evet, zina da etse hırsızlık da yapsa (cennete girecek)” diyor. Ebu Zer bunu dört sefer tekrarlıyor ve her seferinde Hz. Muhammed aynı cevabı veriyor. En son Hz. Muhammed: “Ebu Zer’e rağmen böyledir” diyor. Hatta Ebu Zer o toplantıdan ayrılıp giderken yolda kendi

kendine Muhammed’in: “Ebû Zer’e rağmen böyledir” sözünü tekrarlıyor. Adama Muhammed’in bu sözü tuhaf gelmiş, inanamamış. Bu yüzden yolda giderken bile tekrarlamış. Hz. Muhammed’in bu açıklaması Müslüman birini her türlü suça ve özellikle zinaya ve çalmaya teşvik eder. Çünkü soruda “Zina da yapsa, hırsızlık da yapsa” ibaresi var ve o da “Sana rağmen böyledir” diyor. O zaman İslami yönetimde iktidarı elde bulunduran kişi/kişiler yeter ki ateist olmasınlar mesele yok. Devleti soysunlar. Nasıl olsa fetva ortada.28 Buna, Hz. Muhammed’in her savaşta askerlerine verdiği tecavüz izni de ilave edilirse konu daha net anlaşılır. Her savaşta karşı tarafın kadınlarına bir şeyler verin (adet yerini bulsun, denilmesin ki bedava yapmışlar diye) onlarla cinsel ilişkide bulunabilirsiniz demesi korkunç. Hele savaş esiri kadınları cariye olarak kullanmak daha da vahim. Bu konularda daha önce yayınlanan kaynaklarımda yeterince bilgi ve somut örnekler verdiğimi hatırlatmak isterim. Bilgileri tazelemek babından kısa bir iki örnek yine verelim.29 Sebre Cüheni anlatıyor. Mekke’nin fethi sırasında Hz. Muhammed mut’a (paralı cinsellik) için bize izin verdi. “Bunun üzerine ben ve Beni Süleym kabilesinden bir arkadaşım dışarı çıktık (kadın avına). Sonuçta Beni Amir kabilesinden bir kadın bulduk. Kadın endamlı biriydi. Onunla cinsel ilişkide bulunmam için ücret olarak kaftanımı verdim. Böylece kadınla üç gün yaşadım. Sonra Hz. Muhammed: “Yeterdir artık. Kimin yanında bu statüde kadınlar varsa bıraksın” dedi. Evet; bu kadın tecavüzü, kutsal mekân diye sayılan Mekke fethinde yaşanıyor.30 Câbir anlatıyor: “Biz Hz. Muhammed ile Ebubekir’in halifeliği zamanında bir avuç kuru hurma ve un karşılığında birkaç günlüğüne mut’a (paralı sex) yapardık. Nihayet Amr b. Hurays hadisesinde halife Ömer ücretli cinselliği yasakladı diyor. Seleme b. Ekva anlatıyor: Hz. Muhammed Evtas harbinde bize ücretli cinsellik için üç gece izin verdi, sonra yasakladı. Evtas harbi Mekke fethinden bir iki hafta sonra olmuş. Dikkat

edilirse hem Mekke fethinde hem de ondan sonra gerçekleşen Evtas baskınında hep yabancı kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak için Muhammed’in kendi ordusuna izni söz konusudur. Şu gerçeği de göz önünde bulundurmak lazım: Savaş halidir ve Müslüman baskıncıların ellerinde silah var kadın peşine düşmüşler. Paralı cinsellik de olsa burada kadın rızası mümkün mü? Bir de kadınlar evli mi değil mi bunun ayrımı yok. Binlerce asker oralara yığılmış ve Muhammed diyor ki, serbestsiniz yabancı kadınlarla cinsel ilişkide bulunabilirsiniz. Herhalde genelev de yoktu. O halde bu erkekler nasıl kadın bulmuşlar? Pazarlık yaptıklarına inanılır mı? Adamın elinde silah. Hangi kadına dese o kadının hayır deme şansı var mı? Muhammed önce Beni Mustalık baskınında hicri 5’inci yılında yabancı kadınlarla ücretli cinsellik için izin vermiş, sonra Hayber baskınında hicri 7’inci yılında yine izin vermiş. Daha sonra Mekke fethinde hicri 8’inci yılında yine izin vermiş. Yani gerektiğinde hep izin vermiştir. Bu konuda sadece Müslim’in Nikah bölümü bab 2 ve 3’e bakılsa epeyce örnekler var. Hz. Muhammed askerlerinin savaşı kazanmalarının en önemli nedeni bu seks ve cariye avantajıdır. Yanı sıra ganimet-talan da önemli faktörlerdir.31 İbni Mesut anlatıyor. Biz Hz. Muhammed’le birlikte savaştaydık. Yanımızda hanımlarımız yoktu. Muhammed’den sorduk, “Hadım olalım mı?” diye. Yani kadınsız dayanamıyoruz, bu yüzden hadım olalım demek istiyor. Öyle anlaşılı-

yor ki Muhammed’den fetva istiyor. Adam devam ediyor. Hz. Muhammed hadım olmamıza izin vermedi ve “Mut’a (paralı cinsellik) yapabilirsiniz” dedi ve bize şu ayeti okudu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram kılmayın ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Maide, 87). Yani ücretli cinsellik size helaldir. Bunu kendinize haram kılmayın demek istiyor. Bu hadis hem Buhari hem de Müslim’de geçiyor. Zaten paralı cinselliğin meşruiyetiyle ilgili Kuran’da ayet var (Nisa, 24).32 Bu sefer de bu kadar. DİPNOTLAR 1) Bakara suresi 217, 219, Nisa suresi 2, İsra suresi 31. 2) Maide, 38; Nur suresi, 2 ve 4 3) Lemem tanımı için Suyuti’nin Dürrü-l Mensur ile İbni Kesir, Taberi gibi tefsirlerde Necm suresi 32’inci ayetin açıklamasında geniş bilgi var. Tirmizi, Tefsir bölümü Necm suresi bab 54/3284 4) a-Süneni Türmizi, Tefsir bölümü Hud suresi ayet 114, bab 12/3114. b-Kurtubi tefsiri Hud suresi ayet 114 ve Necm 32 açıklamalarında. c-Taberi tefsiri, Hud suresi ayet 114 d-Zemahşeri tefsri Hud suresi ayet 114 açıklaması. e-Fahrettin er-Razi tefsiri, Hud suresi ayet 114 f-İbni Kesir tefsiri, Hud 114 g-Semerkendi, Bahrü-l ulum tefsiri, Hud 114 h-Maverdi, en-Nüketü ve-l uyun tefsiri Hud 114 i-Begavi, Mealimü-t-Tenzil tefsiri Hud 114 j-İbni Atiyye, el-Muharrarü-l veciz tefsiri, Hud 114 k-İbnü-l Cevzi, Zadü-l mesir tefsiri Hud 114 l-Suyuti, Dürrü-l mensur tefsiri Hud 114 m-Sa’lebi, el-keşfü ve-l beyan tefsiri Hud 114 n-Mükatil b. Süleyman tefsiri Hud 114 o-İbni Hemmam tefsiri, Hud 114 5) Mükatil b. Süleyman tefsiri, Necm suresi ayet 32 açıklaması. 6) Hûd sûresi ayet 114.

Savaş esiri kadınlar cariye olarak kullanılabilirdi.

63

7) a-Buhari: Namaz vakitleri bab 4/526, Tefsir bölümü Hud suresi bab 6/4687 b-Müslim, Tevbe bab 7/2763 c-Tirmizi, Tefsir bab 12/3114 d-Nesai, Süneni Kübra , Namaz bölümü bab 10/323, c.1/ 206 ve Tefsir bölümü, Hud suresi c. 10/130, no:11183 e-İbni Mace, Namaz vakitleri bölümü no: 1398 ve Zühd bölümü bab 30/4254 f-Ahmet b. Hanbel Müsnedi, İbni Mesut rivayetleri bölümü no: 3653 ve 4294 g- Kitabü-l İhsan fi takribi sahih-i İbni Hibban, Namaz bölümü c. 5/19, no:1729 h-Sahihi İbni Huzeyme , c.1/193, no: 312 8) a-Kitabü-l İhsan fi takribi sahih-i İbni Hibban c. 5/20 no: 1728-1730 b-İbni Hemmam, Musannaf, c. 7/449, no: 13829, İbni Hemmam Tefsiri, Hud 114 c. 2/201, no:1259 c-Sahihi İbni Huzeyme, c. 1/194, Namaz bölmü, bab 8/313 d-Taberani Mucemi Evsat c. 7/204, no: 7279 e- Müslim, Tevbe bab 12/2763-42 9) a-İbni Hemmam, Musannaf, c. 7/447, no: 13830 b-Müslim,Tevbe, bab 7/2763-41 10) a- Ebu Davud, Hudud bab 31/4468 b- Müslim, Tevbe, bab 7/2763-42 11) Suyuti, Dürrü-l Mensur, Hud 114 açıklaması. 12) a-Keşfü-l estar, c. 3/52, no: 2219. Haysemi ayrıca ravileri dürüsttür diye not düşmüştür. b-Suyuti, Dürrü-l mensur, Hud 144 açıklaması. Beyhaki Şuabü-l iman ve Heysemi’den naklen. c-Taberi ve İbni Hemmam tefsirleri Hud suresi ayet 114 açıklaması. d- Taberani, Mucemi Evsat c. 6/17, no: 5663

13) Suyuti, Dürrü-l mensur, Hud suresi 114, Ahmet b. Hanbel ve Taberani’den naklen. Ahmet b. Hanbel Müsned, İbni Abbas rivayetleri no: 2206 ve 2430. Taberani Mucemi Kebir c. 12/215,no: 12931 14) a-Tirmizi, no: 3113 b-Ahmet b. Hanbel, Müsned Muaz b. Cebel rivayetelr, no: 22112 c-Suyuti, Dürrü-l mensur Hud 114 açıklaması. Burada birçok kaynak ismi veriyor. 15) Suyuti, Dürrü-l mensur, Hud 114 açıklaması. Tirmizi, 3115, Bezzar 2300 ve Taberi Tefsirinden naklen. 16) a-Müslim, Tevbe, bab 7/ 2765-45 b-Ebu Davud, Hadlar 10/ 4381 c-Ahmet b. Hanbel, Müsned, no: 22516, 22622 ve 22642 Ebu Ümame Bahili rivayetleri. d-İbni Hüzeyme no: 311, Taberani Mucemi Evsat no: 7675 e-Taberani, Mucemi Kebir, c. 8/188/7675 17) Bunlarla ilgili Suyuti, Dürrü-l mensur adlı hacimli tefsirinde birçok kaynak göstermiştir. Hud suresi ayet 114 açıklamasın. 18) İbni Hemmam tefsiri ilgili ayet dipnotunda

Askalani’den naklen birçok isim geçiyor.

19) a- Buhari, Nikah bab 121/5245-46 b-Müslim, Emirlik bab 56/181.. c-Ebu Davud, Cihad bab 163/2778 20) a-İbni Hemmam, Musannaf 7/495, no: 14016-17 b-Beyhaki, Süneni Kübra Siyer bölümü bab 196/18583 21) a-İbni Kesir, Bidaye c. 6/23, Vadi-l Kura hadisesi başlığı altında ve Siyer c. 3/414. Vadi-l Kura hadisesi bölümünde. b-Vakıdi, Megazi, s. 712 c-Beyhaki, Delail-i Nübüvve, c. 4/271. Hz. Muhammed’in

Hayber’den Vadi-l Kura’ya geçişi adlı bölümde. 22) İbni Esir, Üsd, no: 7319 ve 7551 23) Tirmizi, Tefsir bölümü no: 3211 Kadının uzunca hayat

hikayesi birçok tabakat kitaplarında geçiyor. İsabe, İstiab, Üsdü-l gabe, Sireti İbni Hişam ve İbni Sad’ın Tabakati Kübra adlı kitabı gibi

24) a-Ahmet b. Hanbel Müsned İbni Ömer bölümü no: 5814 b-İbni Hemmam, Musannaf no: 14018 c-Suyuti, Esbabü vürudi-l hadis, no: 159, s. 175. d-İbni Hamza Dımaşki el-Hanefi,(h.1120.ö) , el-Beyan ve-tTarif fi Esbabi-l vürud c. 3/260, Darü-l kütübi-l ilmiye Beyrut. e-Tirmizi, İstizan bölümü bab 19/2712 f-Heysemi, Mecmeü Zevaid, Nikah bölümü bab 73/7736 ve 7739. Heysemi ayrıca,’”Bunu aktaranlar güvenilirdir” dotunu da düşmüştür. g-Taberani, Mucemi Kebir c. 11/244, no: 11626 h-İbni Kesir, Camiu-l Mesanid, İbni Ömer bölümü, c. 29/176, no: 1867 25) Buhari: Bab 120 ve 122 26) Müslim, Emirlik bab 56 no: 184 27) Nisa suresi ayet 15 ve Nur suresi ayet 13 28) Buhari: Cenaiz, 1/1237-38, İstikrad 3/2388, B. Halk 6/3222, Libas 24/5827, İstizan 30/6268, Rikak 1314/6443-44 , Eyman 19/6683 ve Tevhid 33/7487. Müslim, İman 94 29) Arif Tekin, özellikle İslamda Cinsellik adlı çalışmam bu konular için önemli. 30) Müslim, Nikah no: 1406 31) Müslim, Nikah no: 1405 32) Buhari , tefsir bölümü Nisa suresi, no: 4615. Müslim no: 1404

Hasan Aydın - Mehmet Dağ Felsefi Antropolojinin Işığında

Hz. MUHAMMED ve KURAN Bu eserde, Kuran’ın ayrıntılı bir okuması yapılarak Müslümanlığın kutsal kitabının zaman ve mekâna bağlı tarihsel niteliği kanıtlanıyor. Hz. Muhammed-Kuran, Kuran-seslendiği toplum ve Kuran-insanlığın kadim kültürel mirası ilişkileri felsefi ve bilimsel olarak ele alınıyor. Hasan Aydın şöyle yazıyor: “Eğer Kuran tarihsel ve yöresel bir metinse mutlak ve evrensel olamaz; sadece o dönemin bilişi, dili ve kültürü içinde bir devinim yaratmıştır. O dönemin sorunlarına yanıt vermiştir. Kozmolojik ve değerlere ilişkin öğretileri de o döneme aittir. Sunduğu bilgi ve değerler açısından bugünü bağlayan bir tarafı olmaz.” “Kuran’ın tarihsel ve yöresel bir metin olduğunu göstermek onun değerini azaltmaz. O insanlık tarihinin klasik ve estetik metinlerinden birisidir. Hatta Hicaz bölgesi Araplarının 7. yüzyıldaki antropolojik ve siyasi özelliklerine ilişkin tarihsel bir belge konumundadır. Hz. Muhammed’in ve Kuran’ın yaptığı şey dönemi için ilerici bir hamledir.”

Bilim ve Gelecek Kitaplığı • www.bilimvegelecek.com.tr • 0216.349 71 72 64

Rus tacir Afanasiy Nikitin’in Behmen Türk Sultanlığı’na seyahati

İktisadi açıdan bakıldığı zaman Nikitin’in seyahati bir başarısızlık sayılabilir. Yaptığı uzun yolculukta büyük tehlikelere maruz kalan Rus tacir ne yüksek kazanç sağlayan mallar bulmuş ne de vergi, baskı ve yaptırımlardan kurtulabilmişti. Müslümanlar ile yaptığı ticarette dolandırıldığını düşünmüş, onların ticaret usullerine uyum sağlayamamıştı. İnancından dolayı hakaretlere maruz kaldığı gibi iktisadi bakımdan da ciddi zarara uğramıştı. Nikitin’in seyahatnamesi çelişkiler, sükût-ı hayaller ve başarısızlık numuneleri ile doludur. Serkan Acar

A

fanasiy Nikitin, ticaret yapmak amacıyla 1468 yılında Rusya’dan Hindistan’a seyahat eden ve yapmış olduğu ticari gezideki izlenimlerini “Üç Deniz Ötesine Seyahat” adı altında kaleme alan Rus gezgindir. Nikitin’in sıra dışı olarak nitelendirilebilecek seyahatnamesi büyük öneme sahip olmasına rağmen yeterince anlaşılamamış, gezi notları uzun süre Rus, Hint ve özellikle de Türk tarih yazıcılığının atıl bir parçası olarak kalmıştır. Esasen seyyahın tuttuğu notların orijinal metni kaybolmuş ancak eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Rus tacir seyahatnamesini muhtemelen Hindistan’da yazmaya başlamış ve ölmeden önce Kırım’ın Kefe şehrinde tamamlamıştır. Nikitin ile birlikte seyahat eden tacir arkadaşları onun yazmalarının orijinal nüshasını Moskova’ya götürmüşler ve bu yazmalar 1475 yılında Moskova Büyük Knezi III. İvan’ın (1462‐1505) kâtipleri tarafından düzenlenmiştir.1

Okuyacağınız makale, Rus tacir Afanasiy Nikitin’in 15. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirdiği Hindistan seyahatindeki izlenimlerini kaleme aldığı notların “Üç Deniz Ötesine Seyahat” adıyla yayımlanmasıyla oluşan kitaba Serkan Acar’ın yazdığı giriş yazısıdır. Serkan Acar, bu seyahat kitabını Türkçeye de çevirmiştir (Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara). Bu ilginç gezi notlarını özetleyen ve analiz eden metni Bilim ve Gelecek okurlarına sunmak istedik.

Nikitin’in seyahat notları ilk kez 1817 yılında Rus tarih yazıcılığının müessisi sayılan Türk-Tatar asıllı Nikolay Mihayloviç Karamzin (1766-1826)2 tarafından Moskova yakınlarındaki St. Sergius Manastırı arşivinde bulunmuştur. Bu tarihten sonra ise birçok âlim söz konusu seyahatnameyi tarihlendirip3, taşıdığı anlam ve sahip olduğu önem üzerinde kafa yorarak onun İslamiyet’i kabul edip etmediğini tartışmıştır.4

65

Afanasiy Nikitin, “Üç Deniz Ötesine Seyahat”, Çev. Serkan Acar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

Nikitin seyahatnamesinin üç farklı nüshası mevcuttur. Bunlar 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başlarında istinsah edilen Troitskiy Yazması, 16. yüzyılda kaleme alınan Etterov Yazması ve 17. yüzyılda yazılan Undolskiy Yazması’dır. Mevcut nüshalar arasında en sağlıklısı Troitskiy Yazması’dır ve Etterov Yazması ile arasında neredeyse fark yoktur. Bu iki nüshada Nikitin’in Kiril alfabesi ile yazdığı Türkçe, Arapça ve Farsça kelimeler olduğu gibi korunmuştur. Fakat Undolskiy Yazması muharreftir (değiştirilmiş metin) zira metinde bulunan Rusça dışındaki ifadelerin tamamı çıkarılmıştır. Dolayısıyla pek fazla ehemmiyeti yoktur.5 Seyahatnamenin üç nüshası da Yakov Solomonoviç Lure6 tarafından titiz ve ayrıntılı şekilde incelenip yayınlanmıştır. Metinde bulunan Rusça dışındaki unsurlar ile tarihi, dini, coğrafi ve iktisadi kavramların izahı ise İ. P. Petruşevskiy tarafından mükemmelen yapılmıştır.7 Nikitin’in eseri 19. yüzyılın ikinci yarısında M. Count Wielhorsky tarafından İngilizceye tercüme edilmiş ve “Hakluyt Society” 1857 yılında bahis mevzu seyahatnameyi “The Travels of Athanasius Nikitin” adı altında neşretmiştir.8 Fakat bu çeviri bilimsel gereksinimlere riayet edilmediği için eksik ve hatalıdır. Zira yer ve şahıs isimleri yanlış verilmiş, idraki ve izahı güç paragraflara “an-

66

laşılmaz” (unintelligible) kaydı düşülmüş, Türkçe, Arapça ve Farsça unsurlar ise tamamen göz ardı edilmiştir. Bu kusurlarından ötürü söz konusu çeviri kullanışsız ve bilimsel olmaktan uzaktır. Nikitin’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.9 Bununla birlikte Tver şehrinde dünyaya geldiği ve seyahatine buradan başladığı malûmdur. Rusya’dan ayrıldığı tarih ise ancak eserinde zikrettiği kayıtlardan çıkartılabilmektedir.10 Rus tacir yukarıda da ifade edildiği gibi, 1468 yılında Tver’den hareket ederek İtil Irmağı yoluyla Novgorod Limanı’na ulaşmıştı. Burada Moskova Knezi III. İvan’ın Şirvanşahlara11 gönderdiği elçi ile karşılaştı ve knezin Hasan Beg adındaki bu elçi ile birlikte Şirvanşah hâkimi Ferruh Yesar’a doksan tane akdoğan gönderdiğine şahit oldu.12 Afanasiy Nikitin Tver’den ayrılırken. (D. Butarin)

Elçi Hasan Beg ile birlikte seyahatine devam eden Nikitin, Kazan, Uslan, Orda ve Saray’ı rahatça geçip İtil Irmağı’nın bir kolu olan Buzan Suyu’na girdi ve burada Astarhan hâkimi Kâsım Sultan’a13 bağlı Türk‐Tatarların saldırısına uğradı. Çıkan çatışmada içlerinden bir kişi öldürülmüş, eşyalarını taşıyan küçük tekne de yağmalanmıştır. Mallarını kaybeden Nikitin İtil Irmağı’nın mansabına ulaştığında ikinci bir facia ile karşılaştı. Bu kez gemisi karaya oturdu ve Türk‐Tatarların yağmasına maruz kalarak neredeyse her şeyini yitirdi. Daha sonra Nikitin ve arkadaşlarının denize açılmasına izin verildi. Derbent’e yaklaştıklarında ise fırtınaya yakalandılar ve sahip oldukları iki tekneden biri parçalanarak kıyıya vurdu. Bir Kafkas halkı olan ve Dağıstan’ın batısında yaşayan Kaytaklar gelerek mallarına el

koyup, Nikitin ve yanındakileri tutsak ettiler. Becerikli bir elçi olduğu anlaşılan Hasan Beg, Bulat Beg isimli bir ulakçıyı Şirvanşah hâkimi Ferruh Yesar’a göndererek mallarının gasp edildiği haberini iletti. Bunun üzerine Ferruh Yesar da kayınbiraderi olan Kaytak hâkimi Halil Beg’e tutsakları serbest bırakmasını bildirdi. Esaretten kurtulan Nikitin ve beraberindekiler Şirvanşah hâkiminin otağına giderek şükranlarını sundular.14 Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Nikitin Rusya’ya geri dönmeyi düşünmedi. Bununla birlikte seyahat asıl gayesi olan ticari kazanımlardan ilişkisiz hale geldi. Maceraperest bir kimse olan Nikitin Bakü’ye giderek çarşı pazar dolaşıp talihini burada aramaya başladı. Walter Kirchner’in özgün bir biçimde belirttiği üzere daha sonra “kader yolunu takip etti”15 ve Hazar Denizi kıyıları ile İran coğrafyasında bulunan Çapakur, Sari, Amul, Demavend, Rey, Kaşan, Yezd, Sircan, Tarum, Lar ve Bender şehirlerinde konaklayarak bir yılını buralarda geçirdi.16 Nikitin İran’dan deniz yoluyla Hürmüz’e geçti ve buradan Hindistan’a ulaştı. Hürmüz için

“gördüğüm tüm yerler arasında buradan daha büyük bir şehir görmedim” demiş ve burayı dünyanın her yerinden gelen çeşitli tüccarların buluştuğu bir liman kenti olarak tanımlamıştır. Ancak her satıştan tahsil edilen yüzde onluk vergiyi ticaretin aksayan yönü olarak kaydedip, dayanılmaz sıcaklardan şikâyet etmiştir.17 Görünüşe bakılırsa Rus tacir İran’da birtakım maddi kazanımlar elde edip bir at satın almış ve yüz ruble ödeyerek bu Hürmüz’de Pazar. (B. Nemtinov) atı Hindistan’a götürmeyi başarmıştı. sistemlerine mahsus dinsel ritüelleNikitin Hindistan’da gördükleri kar- ri yüzünden onları şiddetle tenkit etşısında şaşkınlığını gizleyememişti: miştir. Çaul’dan hareket edip Hindu şe“Halkın tamamı çıplaktır. Başlarında örtü yoktur, hirleri olan Pali ve Umri üzerinTatarlar Rus tacirlerin gemilerine saldırıyor. (D. Butarin) göğüsleri açık den Junnar’a geçen Rus tacir Behve saçları tek men Türk Sultanlığı19 hakkındaki örgüdür. Ta- ilk bilgileri burada edindi. Nikitin mamı göbekle- Junnar’da yaşayan Esad Han’ın Behri açık şekilde men Sultanı III. Muhammed Şah’ın dolaşmaktadır. (1463‐1482) veziri Melikü’t‐Tüccar Her yıl çocuk nam-ı diğer Muhammed Gavan’a20 doğururlar ve tâbi olduğunu bildirmiş ve onun çok sayıda ço- kâfirlerle savaşıp çoğunlukla gacukları vardır. lip geldiğini vurgulamıştır. AyrıErkek ve ka- ca yönetici sınıfın Türk olduğunu dınların hep- ve bunların deniz yoluyla Horasan, si zencidir. İn- Türkmen ve Çağatay diyarlarından sanlar beni geldiklerini kaydetmiştir.21 İlk kışı Junnar’da geçiren Nikitakip ettikleri için bir yere tin hava şartlarından şikâyet etmiş, gidemiyorum. dört ay boyunca aralıksız yağmur Beyaz insanlara yağdığını ve buna bağlı olarak her şaşkınlıkla ba- tarafın çamur olduğunu belirtmişti. kıyorlar”18 di- Hindistan’da pirinç ve nohut yetişyerek Hindula- tirildiğini gözlemleyip hindistan cerı ayrıntılı bir vizi ile daha başka bitkilerden şarap şekilde tanım- imal edildiğine şahit olmuştu. Seylamış, acayip yah Hindistan’da at bulunmadığının adetleri, yaşam ve daha çok sığır ve manda yetiştitarzları ve çok rildiğinin farkına varmıştı.22 Nikitin seyahati sırasında Hindutanrılı inanç

67

Nikitin’in Hindistan’a girişi. (B. Nemtinov)

lara ait hanlarda konaklamış ve buralarda para karşılığı bir takım kadınlarla birlikte olmuştu. İşin ilginç tarafı ise bu hafifmeşrep kadınlarla olan deneyimlerini müstehcen sözler kullanarak Türkçe kaydetmiş olmasıdır. Ayrıca Hindistan’daki kadınların beyaz erkeklere ilgi duyduğunu ve beyaz bir çocuğa sahip olabilmek için herhangi bir karşılık talep etmeden onlarla cinsî münasebette bulunduklarını kaydetmişti.23 Rus gezgin Behmen Türk Sultanlığı’na ait şehirlerden Junnar’a geldiğinde İslamiyet’i kabul edip etmeme hususundaki ilk ikilemini yaşadı. Nitekim karşılaştığı durumu şu sözlerle tasvir etmişti: “Junnar’da Esad Han atımı elimden aldı. Benim gayr-ı müslim bir Rus olduğumu öğrenince şunları söyledi: ‘Eğer inancımızı, Muhammed dinini, kabul edersen sana atını iade edip bin altın vereceğim. Fakat Müslüman olmayı reddedersen atına el koyup hayatına karşılık senden bin altın alacağım.’ Bana düşünmem için dört gün süre verdi. Bu olay Kurtuluş Günü’ne, Presvyataya Bogoroditsa Yortusu’na tesadüf etmişti. Yüce tanrı bu kutsal gününde, merhametini esirge-

68

meyerek be- dinsel eğilimleri yerel yönetimin dikni mahrum katini çekmişti. Ayrıca Esad Han ile b ı r a k m a m ı ş yaşadığı hadise söz konusu devirde ve günahkâr Hindistan’da İslam dinine intisap etk u l u n u n menin sağladığı iktisadi kazanımlaJ u n n a r ’ d a rı gözler önüne sermesi bakımından kâfirler arasın- da manidar idi. Hoca Muhammed da yok olup Horasanî tarafından kurtarılması ise gitmesine izin sadece Rus tacirin tanrıya olan inanvermemişti.Kurtu- cından değil İran ya da Hindistan’da luş Günü’nün hamisiyle ticari münasebet kurmaarifesinde Ho- sından kaynaklanıyordu. Esad Han’ın ca Muhammed kalbinin yumuşamasına rağmen NiH o r a s a n î ’ y e kitin Ortodoks kardeşlerini uyarıyor müracaat ede- ve Hindistan’da sadece Müslüman rek yardım is- tacirlerin hayatta kalabileceğine diktedim. O da kat çekiyordu. L. S. Semenov’a göre: hanın yanına “Yabancı Hıristiyanlar bir yıl boyungiderek din de- ca sultanlığın vatandaşlığına geçmekğiştirme tale- sizin ticaret yapabilirlerdi. Ancak dabinden vazge- ha sonra ya ülkeden ayrılmak ya da çip atımı geri İslamiyet’i kabul etmek zorunluluğu vermesi için o- ile karşılaşırlardı.”25 Nikitin Hindistan’da pek çok hanu ikna etti. Bu tanrının Kurtu- yal kırıklığı yaşadı. Kendisine buluş Günü’nde rada her türlü eşyayı bulmasının sunduğu bir mümkün olduğunu söylemişlerdi. mucize olma- Fakat Rusya’ya uygun hiçbir şey bulıydı. Şu halde siz Hıristiyan Rus lamadığından yakınmış ve “Müslükardeşlerim Hindistan’a seyahat et- man köpekler beni aldattı” diyerek mek isterseniz Rusya’daki inancınızı gümrük resminin yüksekliği ile korterk edip Mu- Hindistan (Türk) ordusu seferde. (B. Nemtinov) hammed dinini kabul ettiğinizi söyleyerek oraya gitmelisiniz.”24 Bu teklif Nikitin’i derinden etkilemiş ve düşüncelerinde ciddi bir değişime sebebiyet vermişti. Zira Esad Han onun gayr-ı müslim bir Rus olduğunu öğrenince atını elinden almıştı. Çünkü İslam topraklarında gayr-ı müslimlerin ata binmesine izin verilmezdi. Büyük olasılıkla Nikitin’in etnik kimliği ve

sanlardan dolayı yol güvenliğinin bulunmadığından şikâyet etmişti.26 15. yüzyılda Hürmüz ve Basra Müslüman Türklerin kontrolü altında idi. Buralarda gayr-ı müslimlerden ek vergi alınırdı. Maxwell’e göre, “Hıristiyan tacirler din değiştirmeleri için açıkça mevcut siyasi otoritenin baskısı ile yüz yüze gelmişlerdi. İktisadi ayrıcalıklar da Müslüman olmaları için teşvik edici bir unsurdu. Müslüman tacirler ile ticari ilişkilerini günden güne geliştiren Nikitin çıkarcı bir yaklaşım sergileyerek görünüşte İslamiyet’i kabul etmişti.”27 Maxwell, Afanasiy Nikitin’in Müslüman olup olmadığını, ondaki ruhsal değişimi ve 15. yüzyılın işlevsel ticaret yollarındaki İslamlaştırma çabalarını konu edindiği makalesinde din değiştirme olgusuna ilişkin çarpıcı tespitlerde bulunmuştur. Ona göre, çağımız bilginleri ihtida (conversion) kavramının ayrıntılarını belirlemek için farklı devirlerde çeşitli insanların nerede ve Nikitin’in seyahatinin rotası.

nasıl İslamiyet’i benimsedikleri üzerinde çalışmışlar ve zamanla ihtida yerine “asimilasyon” kavramına yoğunlaşmışlardır. Bu sonuncusu daha çok dünyevi değişimin tedrici barışçıl sürecini ifade ederken ihtida kavramı ise bir insanın manevi hayatındaki ani ve dramatik değişim ile birlikte bir kültürün diğer bir kültüre galebesine işaret etmektedir. Ortaçağda İslam dininin kabulü konusunda ünlü bir tarihçi olan Richard Bulliet’e göre din değiştirme hususundaki tartışmaları münferit hale getirip doğal karşılamak hatalı bir yaklaşımdır. Öyle ki, insanlar bir yola ya da başka bir yola meyledeceklerdir. Sonuç olarak eski çağlarda oldukça yaygın olan ihtidanın siyasi, içtimai ve iktisadi dürtülerle gerçekleştiğini, manevi duyguların ise daha geri planda tutulduğunu kabul etmek yerinde olacaktır.28 Afanasiy Nikitin’in İslamiyet’i benimseme konusundaki deneyimi ihtida olgusunun yaygınlığına ve bu süreçte bireylerin karşılaştığı so-

runlara açıklık getirmektedir. Onun hikâyesi hem ihtida ile ilgili izahlarımızı desteklemekte hem de din değişiminin toplumsal yansımalarını göstermektedir. Bu gezi Nikitin’in Müslümanlar ile ilk ticari ilişkisi değildi. Gerçekten onların samimi ve saygılı olduklarını biliyordu. Rus kroniklerindeki kayıtların aksine Müslümanlar ile Ortodoks Ruslar arasında sadece düşmanlık yoktu. Dinî tolerans, elitler arasındaki ilişkiler, askeri ittifak ve tüm bunların üzerinde ticari münasebetlerin karşılıklı olarak desteklenmesi, Rus-Müslüman ilişkilerinin temelini oluşturuyordu. Her iki dinin mensupları da inançlarını birbirlerine ilan etmiş olmalarına rağmen bütün Hıristiyanlar ansızın kurtuluşa erebilir ya da tüm Müslümanlar bir gün teslisi kabul edebilirlerdi. Ayrıca günlük hayatta resmi doktrinin bazen ihlal edildiği de olurdu. Ortaçağ Rus kroniklerinde Hıristiyan devletler ile Müslüman komşuları arasındaki ittifaktan ve iyi ilişkilerden nadiren bahsedilmektedir. Bu yıllıklarda daha çok Ruslar ile Türk‐Tatarlar arasındaki savaş ve husumet ön plana çıkarılmış olmasına rağmen Afanasiy Nikitin’in seyahatnamesi gibi gayr-ı resmi kaynaklar barışçıl bir yaşam biçiminin varlığını kanıtlar niteliktedir.29 Nikitin Junnar’dan Hindistan’ın iç bölgelerine doğru hareket ederek Bidar, Kulungir ve Gülberge gibi kentlere uğramış ve Bidar şehrinin büyük bir ticaret merkezi olduğunu, burada at, ipek hatta zenci köle ticaretinin yapıldığını gözlemlemişti. Fakat ticari emtianın çoğu Rusya pazarlarında bulunanlardan farklıydı. Yerli halk olan Hinduları zenci ve vahşi, bütün kadınları ise fahişe olarak niteleyip, onların üfürükçülük, hırsızlık, yalan dolan ve insanları zehirleme konularında mahir olduklarını belirtmiş, Hindistan topraklarındaki tüm beg ve asilzâdelerin ise Türk (Horasanlı) olduğunu bildirmişti.30 Hindistan’ın en büyük pazarı, her yıl on günlük bir panayıra ev sahipliği yapan ve adını burada medfun olan Şeyh Alaeddin’den alan Alyand şehrinde kurulurdu.31 Nikitin buraya Hindistan’ın her yerin-

69

mur) tarafından duğunu kaydetmişti. Hinduların sağlanırdı. Hüla- mukaddes saydığı bu yapı hacılara sa (özetle) Niki- hizmet ettiği gibi bir ticaret merkezi tin Behmenîlerin olarak kullanılıyor ve yabancı tacirp a y i t a h t ı n d a n lere uyguladığı yüksek gümrük resoldukça etkilen- mi ile muhafazakâr bir tutum sergiliyordu.35 mişti.33 Bidar’da atını Rus tacir Ulu (Ramazan) satan Rus seyyah Bayram’dan 15 gün önce Parvat’tan bu para ile bir yıl Bidar’a dönmüştü.36 Ramazan ayı 11 geçinmişti. So- Şubat 1472 Salı (1 Ramazan 876) kaklarda dolaşan günü başlamış, dolayısıyla Bidar’a dört metre uzun- 26 Şubat 1472 tarihinde ulaşmışluğundaki yı- tı. Nikitin daha önce Rus Ortodoks lanlar Nikitin’in takvimini kullanmış ancak Hıristidikkatini çek- yanlığa ait yortuları aklında tutabilmiş, çok sayı- me olasılığının imkânsızlığını iddia da Hindu ile ta- ederek, hicrî takvimi ve buna bağlı nışıp Hıristiyan olarak İslam’ın kutsal günlerini esas olduğunu söyle- almıştı. Maxwell’e göre; “Nikitin semiş fakat Müs- yahati boyunca Müslüman tacirler lümanlar arasın- arasında kalmış dolayısıyla iç dünda Hoca Yusuf yasında meydana gelen tinsel değiHorasanî adıyla şim gezi notlarına sirayet etmişti.”37 Nikitin Türk-Tatarların saldırısıanıldığını bildirmişti. Hindular na uğradığı zaman Rusya’dan getirHindistanlı bir asilzade Nikitin’i ağırlıyor. (B. Nemtinov) ile dini sohbet- diği kitapları yitirmiş, Paskalya ile den çeşitli malların getirilerek tica- ler yapan Rus tacir, seksen dört adet diğer yortuları unutmuş ve Müslüret yapıldığını ve aynı zamanda Şeyh Hindu mezhebinin varlığından söz manlarla birlikte bir hafta oruç tutAlaeddin’in hatırasının yaşatıldığı- etmektedir. Bu mezheplere men- muştu. İnançlar arasında kalan Ninı kaydetmiş ayrıca mahalli efsane- sup Hinduların tamamı Buda’ya ve- kitin ikileme düşmüş ve bu durumu leri aktarmayı da ihmal etmemiştir: ya Hz. Âdem’e Sultan’ın geçiş töreni. (D. Butarin) Güya “Alyand şehrinde Guguk adı i n a n m a k t a y verilen bir kuş yaşarmış ve bu kuş dı. Diğer tarafkimin çatısına konarsa o evin sahi- tan kendi içbi ölürmüş. Ayrıca bu kuş kendisine lerinde inanç zarar vermeye kalkışanları gagasın- farklılıkları da dan çıkardığı bir ateşle yakarmış.”32 gözlenmekteyTürk Dünyası’nın muhtelif bölgele- di. Bir mezherinde karşımıza çıkan Guguk kuşu bin üyesi farkmotifinin Hindistan Türklüğü halk lı mezheplere edebiyatında da görülmesi doğaldır. mensup insanBehmen Türk Sultanlığı’nın baş- larla evlenmez kenti olan Bidar büyük ve kalaba- ve aynı sofraya lık bir şehirdi. Nikitin buraya III. oturmazdı. Her Muhammed Şah döneminde (1463- mezhebin ya1482) gelmişti. Yukarıda da belirtil- sak kıldığı yidiği gibi yönetici ve muharip sınıf yecekler vardı. tamamen Türklerden müteşekkil- Ortak noktaları di. Bu Türk asilzâdelerin her bi- ise sığır eti yeri oldukça kalabalık askeri birlikle- memeleri idi.34 Nikitin Parre sahipti. Yönetici sınıfın tamamı Hingösteriş ve ihtişamı severdi. Sultanın vat’taki tapınağı yedi kapılı sarayında iki yüz kişi nö- du bet tutardı. Bunlar içeriye girip çı- “ B u t h a n a ” y a kalkanları kontrol eder ve yabancıların hayran saraya girmesine izin vermezlerdi. mış ve buranın Geceleri şehrin güvenliği kutuvallar Tver şehrinin (asayişten sorumlu yarı askeri me- yarısı kadar ol-

70

seyahatnamesinde “Tangrıdan isterem ol saklasın” şeklinde Türkçe ifade etmiş ayrıca “Ketmiştir imen uruç tuttım” sözleriyle Hıristiyanlığa ihanet ettiği düşüncesine kapılmıştı. Nikitin Ramazan ayı boyunca et ve süt ürünlerini tüketmemiş, kadınlarla ilişkiye girmemiş ve sadece günde iki kez ekmek yiyip su içmiştir.38 Maxwell’e göre, o yıl Büyük Perhiz’in bir kısmı Ramazan ayına denk gelmiş, Nikitin ise et ve süt ürünlerini yemeyerek Ortodoks uygulamaları ile İslam akidelerini birleştirme çabası içerisine girmişti. Onun dinler arası uzlaşmacı bir tutum sergilediğinin başka bir işareti de gün geçtikçe duaları Rusçadan ziyade Arapça yazmaya başlamasıdır. Ortodokslar her dilde ibadet edebilirken Müslümanlar daha etkili olması için Arapça ibadet etmek zorundadırlar. Ayrıca onun Arapçayı kullanması İslam dinine ve ticari faaliyetlere olan yatkınlığını da göstermektedir. Zira bu sadece tacirlerin kullandığı dilin bir diyalekti değil aynı zamanda samimi Müslümanların da lisanıydı. Hem tacir hem de maneviyatı güçlü bir ruhani olan Nikitin Ortodoks kimliğini bir tarafa bırakarak gezi notlarını gün geçtikçe Kur’an-ı Kerim’in dili ile yazmaya başlamış”39 ve sık aralıklarla Esmaü’l Hüsna’dan kesitler sunmuştur. Onun Arapça ile Rusçayı melezleyerek yazdığı uzun duayı da dikkate almak gerekir. Nikitin burada “İsa Ruhullah” diyerek Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu değil onun yarattığı bir ruh olarak kabul etmektedir. Yine bu kısımda gönüllerdeki muradın gerçekleşmesi için okunacak dua da Kiril harfleri ile Arapça olarak kaleme alınmışsa da40 Rus tacirin tanrıdan ne dilediği meçhuldür. Gail Lenhoff’a göre ise “Nikitin’in teslise iman etmemesi ya da Rus azizlerine yakarışta bulunmaması onun Müslüman olduğunun kanıtıdır.”41 Ancak bize göre mânâ âlemi oldukça sarsılan Nikitin’in hangi dine intisap ettiğini gezi notlarındaki ifadelerden çıkarmak mümkün değildir. Nikitin, seyahatnamesinde Çin, Maçin ve çeşitli kentler arasındaki uzaklıklar hakkında bilgi vermiş-

tir ancak onun bu yerlerin tamamına gitmediği bilinmektedir. Yine Calicut’un Hint Denizi kıyılarındaki en önemli ticaret merkezlerinden biri olduğuna dikkat çekerek burada her şeyin ucuz olduğunu kaydetmiş ve ayrıca Pegu, Şabat ve Seylan’da bulunan ticari emtianın çeşitliliği hakkında da bilgi vermiştir.42 Behmen Türk Sultanlığı mahalli idarecilerinden Esad Han ile görüşen Nikitin’in İslamiyet’i benimsemesi için birtakım yaptırımlara maruz kaldığı ve İslam dini gereklerini henüz tam olarak idrak etmediği anlaşılmaktadır. Öyle ki, Esad Han ona: “Sen gerçekten Müslüman gibi görünmüyorsun fakat Hıristiyanlığı da bilmiyorsun” demiş ve bu durum Nikitin’in kendini yeniden sorgulayıp tanrıya sığınmasına neden olmuştur.43 Rus tacir Behmen Türk Sultanlığı’nın Vijayanagara Racalığı (1336-1646) üzerine düzenlediği sefer hakkında da ayrıntılı bilgi sunmuştu. O, sultana ve vezirlerine bağlı kuvvetlerin sayılarını titizlikle vermiş ve Hindistan coğrafyasında fillerin askeri amaçla işlevsel olarak kullanıldığına dikkat çekmişti. Örneğin fillerin dişlerine bir kantar ağırlığında büyük kılıçların geçirilmesi ve hortumlarına ağır demir topuzların bağlanması ortaçağda Hindistan’da kullanılan savaş araç gereçlerinin anlaşılması bakımından ilgi çekicidir.44

Nikitin Rusya’ya dönmek istemişse de İran’daki siyasi duruma ilişkin aldığı haberler geldiği yolu kullanmasına engel olmuştu. Hürmüz’den Horasan’a yol olmadığını, Çağatay Yurdu, Bahreyn ve Yezd’e giden yolların kapalı olduğunu ve her yerde “bulgak” (karışıklık) çıktığını belirtip Akkoyunlu Uzun Hasan Beg’in Karakoyunlu Cihanşah Mirza’yı öldürdüğünü kaydetmişti. Ancak Timurlu Ebu Said’in zehirlendiği45 yönündeki haberi yanlıştır. Zira bilindiği üzere Ebu Said 5 Şubat 1469 tarihinde Yadigâr Muhammed tarafından öldürülmüştür.46 Eve dönme arzusu günden güne şiddetlenen Nikitin beş ayını değerli taşları ile ünlü Kulur şehrinde geçirdi. Daha sonra Golkonda’daki büyük panayıra katılarak buradan Gülberge, Alyand, Kamendra, Naryas ve Surat yolu ile Hint Denizi’ndeki büyük liman kentlerinden biri olan Dabul’a ulaştı. Rusya’yı ve Hıristiyanlığın kutsal günlerini düşünen Nikitin deniz yoluyla Hürmüz’e giderken Habeşistan’da konaklayıp beş gün burada kaldı. Olası bir yağmayı önlemek için yerli halka pirinç, ekmek ve biber dağıtmışlardı. On iki günlük bir yolculuğun ardından Maskat’a geldi ve nihayet dokuz gün sonra da Hürmüz’e ulaştı. Hürmüz’de yirmi gün kaldıktan sonra İran’da uzun bir yolculuğa başladı. Lar, Şiraz, Eberkûh, Yezd, İsfahan, Kaşan, Kum, Save ve

Afanasiy Nikitin’in Rusya’daki heykeli.

71

Sultaniye’yi geçerek Uzun Hasan’ın ordusunun bulunduğu Tebriz’e geldi.47 Nikitin Tebriz’e vardığında 11 Ağustos 1473 tarihinde cereyan eden Otlukbeli Savaşı’nın yankıları hâlâ devam ediyordu. Nitekim Osmanlı Türklerinin Uzun Hasan’a karşı kırk bin asker göndererek Sivas, Tokat ve Amasya’yı ele geçirip yağmaladıktan sonra Karaman üzerine yürüdüğünü kaydetmişti. Kendisi ise Erzincan üzerinden Trabzon’a gitmiş ve Tebriz’den geldiği için takibata uğramıştı. Elinde sadece iki altın kalan Rus tacir bunu da Kırım’a gitmek için kullandı. Karadeniz’in kuzeyine geçmek için iki kez girişimde bulunduysa da fırtına yüzünden başarılı olamadı. Ancak üçüncü teşebbüsünde Kırım’a ulaşmaya muvaffak oldu.48 Birçok tehlike atlatan Nikitin kendi ifadesiyle tanrının merhameti sayesinde üçüncü denizi geçmeyi de başarmıştı. Ancak doğduğu şehir Tver’i görmesi mümkün olmadı. Zira 15. yüzyılın ikinci yarısında düzenlenen Rus kroniklerinin ifadesine göre memleketine kavuşmadan Smolensk şehrinde ölmüştü.49 Sonuç olarak iktisadi açıdan bakıldığı zaman Nikitin’in seyahati bir başarısızlık olarak değerlendirilebilir. Yaptığı uzun yolculukta büyük tehlikelere maruz kalan Rus tacir ne yüksek kazanç sağlayan mallar bulmuş ne de vergi, baskı ve yaptırımlardan kurtulabilmişti. Müslümanlar ile yaptığı ticarette dolandırıldığını düşünmüş, onların ticaret

72

usullerine uyum sağlayamamış ve harcamalarını oldukça yüksek tutmuştu. Ayrıca inancından dolayı çeşitli hakaretlere maruz kaldığı gibi iktisadi bakımdan da ciddi zarara uğramıştı. Nikitin’in seyahatnamesi çelişkiler, sükût-ı hayaller ve başarısızlık numuneleri ile doludur. Bununla birlikte ölümünden sonra hiçbir Rus’un onu örnek almaması düşündürücüdür. Din mefhumuna ilişkin tutumu ise Maxwell tarafından şu sözlerle ifade edilmiştir: “Esaslı olmayan bir din değiştirme süreci, dinler arası uzlaşmacı bir yaklaşım ve bunun sonucunda tahrif olunmuş bir mânâ âlemi...”50 Nikitin seyahatnamesi 20. yüzyılın ortalarından itibaren tekrar gündeme gelmiş ve günümüze dek yankı bulmaya devam etmiştir.51 DİPNOTLAR 1) Mary Jane Maxwell. “Anafansii Nikitin: An Orthodox Russian’s Spritual Voyage in Dar al-İslam 1468-1475”, Journal of World History, Vol. 17, No. 3, 2006, Hawai, s. 244-245. 2) Kara Mirza soyundan gelen Karamazin’in nesli için bkz. A: H. Halikov, Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar Türk Asıllı Sülale, Çev: Mustafa Öner, İstanbul, 1995, s. 57-58; N. A. Baskakov, Türk Kökenli Rus Soyadları, Çev. Samir Kazımoğlu, Ankara, 1997, s. 144. 3) Nikitin’in seyahatine ne zaman başladığı tartışma konusudur. M. G. Safargaliyev ve L. S. Semenov gibi tarihçiler 1466 yılını kabul ederken; İlya Zaytsev, Gail Lenhoff ve Janet Martin 1468 yılını teklif etmektedirler. Bkz. İlya Zaytsev, Astrahanskoe Hanstvo, Moskova, 2004. S. 40. 4) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 245. Ayrıca Nikitin hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için bkz. V. P. AndrianovaPerets, “Afansiy Nikitin-Puteşestvennik Pisatel”, Hojdenie za tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1475 gg, MoskovaLeningrad, 1958, s. 93-125. 5) Bu üç nüsha aynı kitapta toplanmıştır. Bkz. Hojdenie

za tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1475 gg, MoskovaLeningrad, 1958. Trotskiy Spisok, s. 9-30; Ettorov Spisok, s. 31-50; Undolskiy Spisok, s. 51-67. Ayrıca günümüz Rusçasına çevirisi de bu eser içinde yer almaktadır: N. S. Çaev, Prevod, s. 69-90. Seyahatnamenin Sovyetler Birliği döneminde yapılan sansürlü çevirisinin tenkidi için bkz. Lowell R. Tillett, “Afanasiy Nikitin as a Cultural, Ambassador to India: A Bowdlerized Soviet Translation of His Journal”, Russian Review, Vol. 25, No. 2. (Apr. 1966), s. 160-169. 6) Ya. S. Lure ortaçağ Rus kültür tarihine ilişkin önemli çalışmalar yapmıştır. Hakkında bilgi edinmek için bkz. Edward L. Kenan, “Iakov Solomonovich Lur’e 1921-1996”, Slavic Review, Vol. 55, No. 3, (Autumn, 1996), pp. 723724. 7) İ. P. Petruşevsiy, “Kommentariy Geografiçeskiy i İstoriçeskiy”, Hojdenie za tri Morya Afanasiya Nikitina 14661475 gg, Moskova-Leningrad, 1958, s. 187-251. 8) M. Count Wielhorsky, “The Travels of Athanasius Nikitin”, India in the Fifteenth Centur, Ed. R. H. Major, Haklıyt Collection, ser. I, Vol. 22, London, 1857, s. 3-32. 9) Nikitin’in mazisi için bkz. Ya. S. Lure, “Afanasiy Nikitin i Nektorıy Vopros Ruskoy obşçestvennoy Mısli XV. V.”, Hojdenie za tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1475 gg, Moskova-Leningrad, 1958, s. 126-142. 10) Walter Kirchner, “The Voyage of Anthanasius Nikitin to India 1466-1472”, American Slavic and East European Rewiev, Vol. 5, No. ¾ (Nov. 1946), s. 48. 11) Şirvanşahlar için bkz. V.V. Barthold, “Şirvanşah”, İA, C. XI, S.573-575. 12) Troitskiy Spisok, s. 11; Ettorov Spisok, s. 33-34; Undolskiy Spisok, s. 53. 13) İlya Zaytsev, Nikitin’in kayıtlarına dayanarak Kasım Sultan’ın Astarhan hakimi olmasına rağmen han olmadığını ileri sürmüştür. Tartışmalar için bkz. İlya Zaytsev, a.g.e., s.4041. Ancak Nikitin Seyahatnamesi’nin en eski nüshasında Kasım için Sultan ve Tsar unvanları kullanılmıştır. Bks. Troiyskiy Spisok, s. 11-12. 14) Troitskiy Spisok, s.12. 15) Walter Kirchner, a.g.m, s.48. 16) Troitskiy Spisok, s.13. 17) A.g.e., s.13. 18) A.g.e., s.13. 19) Behmen Türk Sultanlığı (1347-­‐1527) Müslüman Türklerin Delhi dışında teşkil ettikleri ilk siyasi kuruluşlardan biridir. Hindistan’ın Dekken bölgesinde hüküm süren bu hanedanın kurucusu Alaeddin Hasan Behmen Şah (1347-­‐1358)’tır. 1463 yılına gelindiğinde Behmenîlerin tahtına III. Muhammed oturdu ve Nikitin onun döneminde burayı ziyaret etti. III. Muhammed’in yaşı küçük olduğu için devleti Melikü’t-­Tüccar lakaplı Vezir Muhammed Gavan yönetti. 22 Mart 1482 yılında Behmenî tahtına Şemşeddin Mahmud oturdu. Yerli yabancı ayrımı dolayısıyla başlayan karışıklıklar sonunda Behmenîler güç kaybedip yıkılmaya yüz tuttu ve 1527 yılında tarihe karıştı. Ülke beş mahalli hanedan arasında paylaşıldı. Ayrıntılı bilgi edinmek için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi I, Ankara, 1987, s. 416418; Enver Konukçu, Behmeniler, DİA, c.5, s.353-355. Ayrıca X.V yüzyıl Hindistan’ı için bkz. M. K. Kudryavtsev, “İndia v XV Veke”, Hojdenie za tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1475 gg, Moskova-Leningrad, 1958, s.143-160. 20) Muhammed Gavan’ın Osmanlı Devleti ile yaptığı ticaretle ilgili olarak bakınız: Halil İnalçık, “Osmanlı Pamuklu Pazarı, Hindistan ve İngiltere: Pazar Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1979-1980 Özel Sayı s. 7. 21) Troitskiy Spisok, s.14. 22) A.g.e., s.14. 23) A.g.e., s.14. 24) A.g.e., s.15.

25) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 252. 26) Troitskiy Spisok, s.15. 27) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 253. 28) A.g.m., s. 247-248. 29) A.g.m., 249-250. 30) Troitskiy Spisok, s.15-16. 31) Walter Kirchner, a.g.m, s.50. 32) Troitskiy Spisok, s. 16; Alexander V. Riasanovsky, “A Fifteenth Century Russian Traveller in İndia: Comments in Connection with a New Edition of Afanasi Nikitin’s Journal”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 81, No. 2 (Apr.‐ Jun.), s. 128. 33) Troitskiy Spisok, s.17. 34) A.g.e., s.18. 35) A.g.e., s.18. 36) A.g.e., s.20. 37) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 255. 38) Troitskiy Spisok, s. 20. 39) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 257. 40) Hüvallahül’lezi la ilahe hüve alimü’l gaybi ve şehadeti hüver‐rahmanür­‐rahim hüvallahül’lezi la ilahe illa el­‐Melik, el‐Kuddüs, es‐Selam, el‐Mümin, el­‐Müheymin, el‐Aziz, el‐Cebbar, el‐Mütekebbir, el‐Hâlik, el­‐Berr, el­‐Musavvir, el‐ Gaffar, el-Kâhhar, el‐Vahid, er­‐Rezzak, el­‐Fettah, el­‐Âlim, el‐ Kâbiz, el‐Bâsit, el‐Hâfız, er­‐Rauf, el­‐Macid, el­‐Müzil, el­‐Cemil, el‐Bâsir, el‐Hâkim, el‐Adl, el‐Lâtif. Burada önce Haşr suresinin 22. ayeti zikredilmiş (Türkçesi şöyledir: O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır.) sonra ise Esmaü’l Hüsna’dan 28 isim sayılmıştır. 41) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 259.

42) Troitskiy Spisok, s. 20. 43) A.g.e., s.23. 44) A.g.e., s.24. 45) A.g.e., s.25. 46) İsmail Aka (2001), İran’da Türkmen Hâkimiyeti (Karakoyunlular Devri), Ankara, 2001, s. 71. 47) Troitskiy Spisok, s. 28-29. Nikitin’in seyahat güzergahı coğrafi açıdan da incelenmiştir. Bkz. A. S. Morris, “The Journey Beyond Three Seas”, The Geographical Journal, Vol. 133, No. 4 (Dec.), s. 505‐508. 48) A.g.e., s.29. 49) Walter Kirchner, a.g.m, s.53. 50) Mary Jane Maxwell, a.g.m., s. 264. 51) 1955 yılında Tver şehrinde, İtil Irmağı kıyısına Nikitin’in bronz heykeli dikilmiştir. Bu heykelin oldukça ilginç bir hikâyesi vardır. Nikita Hruşçev, Hindistan’ı ziyaret ettiğinde Başbakan Jawaharlal Nehru’ya Rusya’da Afanasiy Nikitin’in bir heykeli bulunduğunu söylemişti. Fakat o sırada böyle bir heykel yoktu. Bunun üzerine Hruşçev mahcup olmamak adına Rusya’ya telefon ederek Nehru’nun ziyaretinden önce acilen Nikitin’in bir heykelinin dikilmesini emretmişti. Yine 2005 yılında Tver Oblastı’nın 75. kuruluş yıldönümünde posta pullarının üzerine ve seyahatinin 525. yılı nedeniyle Rusya’da madenî bir paraya Nikitin’in resmi konulmuştur. 1958 yılında Mosfilm şirketi “Üç Deniz Ötesine Seyahat” adı altında Nikitin’in hayatını beyaz perdeye aktarmıştır. 2000 yılında Bombay şehrinin 120 km güneyindeki Revdanda’ya siyah taştan yapılmış bir Nikitin heykeli dikilmiştir. 2006 yılında ise Moskova’daki Hindistan elçiliği ve Tver idari bölgesinin desteğini sağlayan 14 kişilik bir grup Tver’den hareket ederek Nikitin’in izini sürmüşlerdir. 12 Kasım 2006 tarihinde başlayan bu gezi 16 Ocak 2007’de sona

ermiştir. The Hindu ve The Calcutta Telegraph gazeteleri de gezi boyunca pek çok röportaj yapmıştır. Bkz. http:// en.wikipedia.org/wiki/Afanasy_Nikitin.

BİBLİYOGRAFYA 1) Aka, İsmail (2001), İran’da Türkmen Hâkimiyeti (Karakoyunlular Devri), Ankara, 2001. 2) Andrianova-Perets, V. P. “Afanasiy Nikitin‐Puteşestvennik Pisatel”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova‐Leningrad, s. 93‐125. 3) Barthold, V. V. (2001), “Şirvanşah”, İA, C. XI, s. 573‐575. 4) Baskakov, N. A. (1997) Türk Kökenli Rus Soyadları, Çev: Samir Kazımoğlu, Ankara, 1997. 5) Bayur, Yusuf Hikmet, Hindistan Tarihi I, Ankara, 1987. 6) Çaev, N. S. “Prevod”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1472 gg, Moskova-Leningrad, s. 69‐90. 7) Halikov, A. H., Rus Tanınan 500 Bulgar‐Tatar Türk Asıllı Sülale, Çev: Mustafa Öner, İstanbul, 1995. 8) İnalcık, Halil, “Osmanlı Pamuklu Pazarı, Hindistan ve İngiltere: Pazar Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1979-1980 Özel Sayı s. 1-65. 9) Kenan, Edward L., “Iakov Solomonovich Lur’e 1921‐1996”, Slavic Review, Vol. 55, No. 3, (Autumn, 1996), s. 723‐724. 10) Kirchener, Walter, “The Voyage of Athanasius Nikitin to India 1466-1472”, American Slavic and East European Review, Vol. 5, No. ¾ (Nov. 1946), s. 46‐54. 11) Konukçu, Enver, Behmenîler, DİA, C. 5, s. 353‐355. 12) Kudryavtsev, M. K., “İndia v XV Veke”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova‐ Leningrad, 1958, s. 143‐160. 13) Lure, Ya. S., “Troitskiy Spisok”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova‐Leningrad, 1958, s. 9‐30. 14) Lure Ya. S., “Ettorov Spisok”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova‐Leningrad, 1958, s. 31‐50. 15) Lure, Ya. S., “Spisok Undolskogo”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova‐ Leningrad,1958, s. 51‐67. 16) Lure Ya. S., “Afanasiy Nikitin i Nektorıy Vopros Ruskoy Obşçestvennoy Mısli XV. v.”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466-1472 gg, Moskova‐Leningrad, 1958, s. 126‐142. 17) Maxwell, Mary Jane, “Afanasii Nikitin: An Orthodox Russian’s Spiritual Voyage in the Dar al‐Islam 1468‐1475, Journal of World History, Vol. 17, No. 3, 2006, Hawai, s. 243‐267. 18) Morris, A. S., “The Journey Beyond Three Seas”, The Geographical Journal, Vol. 133, No. 4 (Dec., 1967), s. 505‐508. 19) Petruşevskiy, İ. P., “Kommentariy Geografiçeskiy i İstoriçeskiy”, Hojdenie za Tri Morya Afanasiya Nikitina 1466‐1472 gg, Moskova-Leningrad, 1958 s. 187‐251. 20) Riasanovskiy, Alexander V., “A Fifteenth Century Russian Traveller in İndia: Comments in Connection with a New Edition of Afanasi Nikitin’s Journal”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 81, No. 2 (Apr.‐Jun., 1961), s. 126‐130. 21) Tillet, Lowell R., “Afanasiy Nikitin as a Cultural Ambassador to India: A Bowdlerized Soviet Translation of His Journal”, Russian Review, Vol. 25, No. 2. (Apr.,1966), s. 160-169. 22) Wielhorsky, M. Count, “The Travels of Athanasius Nikitin”, India in the Fifteenth Century, Ed. R. H. Major, Hakluyt Col., Ser. I, Vol. 22, London, 1857 s. 3‐32. 23) Zaytsev, İlya, Astrahanskoe Hanstvo, Moskova, 2004.

73

Tip-1 diyabet, insülinin keşfi ve diyabetlilerin hak mücadelesi

Tip-1 diyabet genellikle çocukluk çağında ortaya çıkan bir hastalık. Tip-1 diyabetlilerin, ölümcül sonuçlar doğurabilecek kandaki şeker seviyelerini kontrol altında tutabilmeleri için kendilerine günde en az dört kez insülin iğnesi yapmaları gerekiyor. Bugün artık, vücuda monte edilerek, kandaki şeker seviyesini sürekli ölçen ve gerektikçe insülin pompalayan sistemler mevcut. Özellikle çocuklar için hayati önemde olan bu sistemlerin, devletin geri ödeme sistemlerine ivedilikle alınması gerekiyor. Dünyada, insüline ulaşamayan diyabetliler de bulunuyor. İnsülin gibi hayati bir hormona ve hastaların hayat kalitelerini çok iyileştirecek otomatik cihazlara, ihtiyacı olan herkesin, yaşam hakkı için erişebilmesi gerek.

B

ugün dünyada yaklaşık olarak 40 milyon insan Tip-1 diyabet ile yaşıyor. Ben de bu insanlar arasında yer alıyorum. Bu yazıda insülin hormonu, Tip-1 diyabet ile yaşam hikâyem ve Tip-1 diyabetlilerin sağlık haklarıyla ilgili mücadelelerinden bahsedeceğim. Tip-1 diyabet, vücudun kendi insülin üreten beta hücrelerine saldırarak onları yok ettiği otoimmün bir hastalıktır. Dünyada gittikçe yaygınlaşan, sağlıksız gıda sektörü, yaşam tarzı ve genetik faktörlere bağlı olarak, neredeyse salgın hastalık gibi nitelendirilen “Tip-2” diyabetin oranları çığ gibi büyüse de, Tip-1 diyabetli sayısı dünyadaki toplam diyabetli birey sayısının sadece yüzde 10’unu oluşturuyor. Tip-1 diyabet genellikle çocukluk çağlarında ortaya çıkıyor. Ço-

74

Hilal Bozkurt cuklarda görülen diyabet toplum tarafından genellikle bilinmiyor. Bu sebeple Tip-1 diyabet farkındalığı oluşturmak, Tip-1 diyabetlilerin hak mücadelesine destek olmak için çok önemlidir. Bir çocuk tip-1 diyabet olduğunda, düzenli olarak dışarıdan insülin hormonu almaya ihtiyaç duyar. Vücudumuzdaki bu eksik hormonun yerine konması hayati bir önem taşır. İnsülin, bizler için gerçek bir mucizedir ve hayati bir öneme sahiptir.

Bir mucizenin keşfi 1920 yılı Ekim ayında, Frederick G. Banting, pankreastaki salgıları izole etmek için bir araştırmaya başladı. 1921 yılında Charles H. Best ile köpek pankreasından geliştirdikleri bir özüt (ekstrakt) üretmeyi başardılar. Bu yaşamsal sıvı-

İnsülin tedavisinin mucizesi. Tip 1 diyabet hastası bir çocuğun insülin kullanmaya başlamadan önce ve başladıktan üç ay sonraki hali. https://www.physoc.org/magazine-articles/onehundred-years-of-insulin/

ya “insülin” (Latince “ada” anlamına geliyor) ismini verdiler. Diyabet olan çocukların DKA (diyabetik ketoasidoz) ile komaya girdiği ve gün geçtikçe kötüleştiği bu dönemde, Toronto’da çocuk servisinde 50’ye yakın sayıda çocuk süratle zayıflıyor ve bir çare bekliyorlardı. Vücut bir anda insülin üretmeyi bıraktığında, enerji elde etmek için şekeri yeterince kullanamayan karaciğer, enerji kaynağı olarak yağları kullanmaya başlar. Buna bağlı olarak da keton adı verilen kimyasalı üretir. Ketonların kandaki miktarı giderek artar ve kan, asidik duruma gelir. Bu asit zamanla kanı zehirler ve yaşamı tehdit eder. Tıpkı bir anahtar gibi, hücrenin kapı kilidini açıp kandaki şekerin hücreye geçmesini sağlayan insülin olmadığında, kandaki şeker gittikçe yükselir. Toronto’daki bu çocuklar gibi, dünyanın başka yerlerinde de vücutlarında eksik olan insülin hormonunu yerine koyamayan birçok çocuk, çaresizlik içinde ölüyordu. Banting ve ekibinin insülin üzerine çalıştıkları dönemde, öncelikle köpeklerden insülini ürettiği ve bu süreçte çok sayıda hayvan üzerinde çalıştıkları biliniyor. James B. Collip, insanlarda kullanılmaya uygun saf insülini 1922 yılında izole etmeyi başardı. Banting ve ekibi, bir sene sonra “insülin” adını verdikleri bu hormonu hastaların üzerinde denemeye başladığında, bu mucize-

vi ilacın keşfinde her zaman minnet duyduğum bir diğer aktörler de biliminsanları kadar, bu çalışmalar sırasında hayatını kaybetmiş bu hayvanlar olacaktır. 23 Ocak 1922’de ilk kez Leonard Thompson’a insülin içeren serumu verdiklerinde, 14 yaşındaki bu çocuk, kısa sürede iyileşmeye başladı ve tarihe geçen bir şekilde yaşama tutundu. Aynı yıl Toronto Üniversitesi’nde, ketoasidoz koma-

sında bekleyen çocuklara verilen insülin ile birçoğu hayata döndü. Benzer şekilde Banting’e Amerika’dan tedavi olmaya gelen Elizabeth Hughes de insülin içeren serumla hızla iyileşti. Hughes insülin tedavisi görmeye başladıktan sonra annesine yazdığı mektupta, insülinin anlatamayacağı kadar harika bir şey olduğundan bahsediyordu. Bu dönemde hastalar üzerinde deney yapmanın, FDA gibi denetleyici kurumlar olmadığı için, oldukça kolay olduğu biliniyor. Buna rağmen Banting ve Best deneyleri yapmadan önce insülini kendi üzerinde denediklerini ve hiçbir zarar görmediklerini söylüyorlar. İnsülinin uygulanmaya başlanmasından sonra, hastalar komadan çıkmaya başlıyor ve o yıllarda insülin bulunmadan önce ortalama olarak iki-üç yıl yaşayabileceği düşünülen çocukların yaşam süresi, insülinin bulunması ile beraber 45 yıla kadar çıkıyor. Bugün artık insüline, diyabet teknolojisi ve eğitimine erişebilen çocukların normal bir insandan farksız, uzun yıllar başarılı bir hayat sürebileceğini biliyoruz.

İnsülin piyasaya düşüyor 1923 yılında Banting ve Macleod insülini keşfetmeleri nedeniyle Nobel Ödülü’nü kazandılar. Böylece Banting, bugüne kadar Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü alan en genç kişi oldu. 1923 yılında Banting, Best ve Collip kendileri adına verilen insülin patentini, Banting’in tarihe geçen “İnsülin Frederick Banting ve Charles Best ve denek olarak kullanılan köpeklerden biri 1922’de Toronto Üniversitesi Tıp Fakültesi binasının çatısında. Foto kaynağı: https://www.sciencehistory. org/historical-profile/ frederick-banting-charlesbest-james-collip-and-johnmacleod

75

dünyaya aittir, bana değil” sözüyle, her biri bir dolar karşılığında Toronto Üniversitesi’ne devrettiler. Bu patent sürecinden sonra Toronto Üniversitesi’nin insülin üretimini firmalara lisansladığı ve üniversite ile ilaç sanayisi arasında bir ilişki doğduğu biliniyor. Ne yazık ki Banting ve Macleod’un direnişi sonuç vermedi. İlaç firmaları, kontrol edilemez bir hızla büyümeye başladı. 1990 yılından 2023 yılına kadar Amerika’da (ve böylece tüm dünyada) insülin fiyatları enflasyonun yüzlerce katı kadar arttı. Bu rakamlar bazı ülkelerde bir ailenin asgari ücretini aşmış durumda. Bugün, insülinin bulunmasından 101 sene sonra, insülin pompam bana saatte 0,7 mg insülin gönderiyor ve bu şekilde günüme devam edebiliyorum. Bir yandan bu yazıyı yazarken, dünyada bir yerlerde birilerinin hâlâ bu ‘‘yaşamsal’’ hormona, insüline, erişemiyor olduğunu bilmek beni içten bir şekilde üzüyor.

Diyabet ve teknoloji Son yıllarda teknolojinin hayatımıza hızlı girmesi, diyabet tedavileri süreçlerini de değiştirdi. Eskiden kaynatıp tekrar kullanılan şırıngalarla yapılan insülinleri bugün, otomatik pompa sistemleri ile vücudumuza bağlayıp sürekli bir şekilde alabiliyor, kan şekerimizi “sensörler” ile adım adım takip edebiliyoruz. İnsülin pompası bir telefon büyüklüğünde ve kablo ile deri altına bağlanıyor. Bu sistem, günde

Fotoğrafçı Patrick Connolly tarafından çekilmiş, 1978 ile 1984 yılları arasında insülin vermek için kullanılan AutoSyringe cihazı (bkz. Hurley 2014; Connolly 1986). Resmin orijinal yazısı şöyledir: “18 Aralık 1986’da Seattle bulunan Associated Press muhabiri Patrick Connolly, kan şekerini normale yakın tutmak için kemerine taktığı insülin pompasını ayarlıyor. Diyabet hastası olan Connolly, 27 yıldır, bir kiloluk pompadan her birkaç dakikada bir ince bir tüp aracılığıyla karın derisinin altındaki küçük bir iğneye insülin fışkırtıyor. Connolly için deney cihazı, aldığı 10.000 insülin iğnesinden daha etkili.” https://www. researchgate.net/figure/ The-AutoSyringe-device-fordelivering-insulin-shown-hereworn-by-AP-photographerPatrick_fig3_351661980

kendimize minimum dört kez iğne yapmak zorunda olan biz Tip-1 diyabetliler için, dört günde bir kere iğne yaparak kan şekerimizi daha düzenli hale getirmemize yardım eden bir teknoloji. Sensörler ise bu pompa sistemleriyle beraber ya da ayrı olarak, bazen özel cihazlar ile bazen ise telefonumuzdan kan şekerimizi her dakika takip edebilmemize, şekerimiz düştüğünde ve yükseldiğinde bizi uyarması ile tehlikeli durumlara karşı önlem alabilmemize olanak sağlıyor. Teknolojinin bu imkânları diyabetlilerin yaşamını bir yandan inanılmaz kolaylaştırabiliyor, bir yandan da bu sistemler pahalı ve devlet desteği olmadan birçok insan bu cihazlara ulaşamıyor.

22 Mart 1922’de Toronto Daily Star’da yayımlanan Banting (sol üst), Best (sağ üst), Macleod (sol alt) ve Collip (sağ alt) tarafından yazılan, “aktif bir pankreatik ekstrakt” keşfine ilişkin ön sayfa raporu. https://www.physoc.org/magazine-articles/one-hundred-years-of-insulin/

76

Türkiye’de ve dünyada diyabetlilerin hak mücadelesi Ülkemizde sağlık sistemi insülin ilacının tamamını ödüyor. Ancak daha demin bahsettiğim, insülin pompası gibi sistemlerin büyük bir kısmını, sensörleri ise hiçbir şekilde ödemiyor. Sensörlerin sağlıklı bir diyabet yönetimi için taşıdığı önem üzerine binlerce bilimsel araştırma ve çalışma var. Ancak sizlere, hayatının her döneminde sensöre erişememiş diyabetli bir birey olarak, sensörlerle ilgili şunu söyleyebilirim: Bu sensörleri anlatırken, bizleri karanlıkta aydınlatan, bu sayede rahatça işimize, okulumuza odaklanabilmemize yardımcı olan, geceleri daha huzurlu bir uyku uyumamıza yardım eden bir teknolojiden bahsediyorum. Bu teknolojinin özellikle de insülinlerinin takibini yapamayan çocuklar ve 24 saat çocuklarının kan şekeriyle ilgili endişelenen aileler için ne kadar önemli olduğunu sanıyorum tahmin edebilirsiniz. 2016 yılından beri Türkiye’de öncelikle “Arkadaşım Diyabet” Vakfı’nın başlattığı “sensöriçinparmakkaldır” kampanyası çok önemli. Bu kampanya ilk aşamada 18 yaşın altındaki çocukların ve daha sonra tüm diyabetli bireylerin, her ay düzenli satın alınması gereken sensöre ücretsiz ulaşabilmesini ve devletin ödemesi kapsamına

2019 yılındaki #insülin4all yürüyüşünden bir görsel. http://erikmcgregor.com/2019/09/05/ insulin-for-all-vigil/

girmesini sağlamak için başlatılmış bir kampanya. Bu teknolojiler içinde, yaşadığımız çağda diyabet hastalığının yönetimi ve sağlıklı bir hayat sürmek mümkün. Ancak Türkiye’de diyabetli bir bireyin aylık masrafı bu teknolojiler ile beraber asgari ücretin % 50’sinden fazlasına karşılık geliyor ve bu da ne yazık ki bu tedavilere herkesin erişememesi anlamına geliyor. Türkiye’de “sensöriçinparmakkaldır” kampanyası gibi dünyada da insüline ücretsiz erişebilmek adına “insulin4all” hareketi var. #insulin4all hareketi, herkesin diyabet malzemelerine, bakımına ve tedavisine erişim hakkı için dünyadaki diyabet topluluğunu bir araya getiriyor. #insulin4all için savaşan aktif bir küresel topluluk var. Bu topluluğun üyeleri kendi ülkesinde ağlar kuruyor ve insülin ve yaşamsal malzemelerin erişilebilir ve karşılanabilir olmasını sağlamak için propaganda planları yürütüyor. Bugün diyabetlilerin sadece erişilebilir ilaçlar ve teknolojiye değil, farkındalığın geliştiği, bireylerin damgalanmaya uğramadığı, ücretsiz psikolojik desteğin es geçilmediği, eğitimde ve çalışma hayatında eşitlikten daha çok adaletli ve erişebilir sistemlerin kurulduğu bir düzene ihtiyacı var. Tüm bunların ancak devlet, STK’lar ve de toplumla beraber gerçekleşebilmesi mümkün.

Diyabet hikâyem

Diyabetle 14 yaşımda, 2009 yılında, Fen Lisesi’nin yatılı okuluna taşınalı bir ay olmuşken tanıştım. O yıllarda insülin pompası yaygın değildi ve günde dört kere kendime iğne yapmam gerekiyordu. Yıllar içinde kan şekerimi dengede tutmayı, bazen diyabetle küsüp barışsak da, onu hayatımın bir parçası olarak kabullenmeyi öğrendim. Daha sonra 2014 yılında ilk insülin pompam ile tanıştım ve onun rengini “diyabetin rengi, umudu ve birliği temsil eden: mavi” olarak seçtiğim günü hiç unutmuyorum. Bu süreçte insülin pompaları gelişti, sensörlerle beraber diyabet kontrolü daha uyumlu bir hal aldı. Ancak son

yıllarda artan fiyatlarla beraber bu teknolojilere erişim de gittikçe zorlaştı. 2020 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık eğitimimi tamamladım ve şimdi yüksek lisans eğitimime başlayacağım. Yıllar geçtikçe ailem, ben, arkadaşlarım, doktorlarım, farklı şehirlerdeki eczacılarım bu yolculuğun bir parçası haline geldiler. Bu yazıyı yazmama vesile olan, etik eczacılık anlayışına sahip, sevgili eczacım Nalân Mahsereci’ye bu vesileyle teşekkür ederim. Uzun bir süredir hayatımda olan partnerimin Yüzüklerin Efendisi filminden yaptığı analoji gibi, Tip-1 diyabetliler Frodo’nun ağır yükü gibi yüzük taşıyıcısı iseler de, bu yolculukta onları destekleyen Sam gibi dostlarının emeği olmadan bu çok zor olurdu. Bu yolculukta yanımda olan herkese minnettarım. Daha adil, sağlık haklarına erişilebilir ve sağlıklı bir toplum için bu mücadelede birlik olacağımızı biliyorum. En sevdiğim teorisyen Rosi Braidotti’nin dediği gibi, “Biz bu işte beraberiz, ancak bir ve aynı değiliz.” (“‘We’ Are In This Together, But We Are Not One and the Same.” KAYNAKLAR 1) https://www.t1international.com/insulin4all/ 2) https://t24.com.tr/yazarlar/sukru-hatun/14-kasimdunya-diyabet-gunu-nun-anlami-ve-diyabetli-cocuklarinbeklentileri,37441 3) https://evrimagaci.org/insulin-savaslari-bilimin-enbuyuk-mucizelerinden-birinin-arka-plan-oykusu-8121 4) https://www.arkadasimdiyabet.com/ 5) https://www.diken.com.tr/diyabetli-cocuklarsensorumuzu-odeyin-parmaklarimiz-bize-kalsin/

2017 yılında, karnıma bağlı insülin pompam ile.

77

Hidrojen Türkiye için bir fırsat mı? Türkiye doğalgaz ithalatçısı ve taşıyıcısı konumundan sıyrılıp, hidrojen ihraç edebilen, ilgili sektörlerde karbon yerine hidrojen kullanan karbon yakalayan teknolojileri kullanan bir konuma ulaşabilir ve enerjiden ulaşıma pek çok alanda hidrojeni ihracat kalemine ekleyebilir. Elbette tüm bunların gerçekleşmesi için maliyetlerin önemli oranda düşürülmesi gerekiyor. Prof. Dr. Mehmet Sankır

D

ünya şimdi yeni bir alt üst oluş döneminden geçiyor. Pandemi ile bu süreç başladı ve artık pek çok alanda bir “yeni” konuşuluyor. Bunların arasında belki de en çok göze çarpan, ülkeler için hidrojen gibi yeni ihracat kalemlerinin ortaya çıkmasıdır. Türkiye toplam ihracatının yüzde 45’ini AB ülkelerine yapıyor. Buna G7’nin tamamını eklersek bu oran yüzde 60’a kadar yükseliyor. Tartışmalarda genellikle dönüşümün taşıdığı risklere odaklanılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AB gelecek 30 yılda yeşil hidrojen ithalatına önem verecek. Bu çerçevede limanlar bu ithalata imkân verecek biçimde elden geçiriliyor. Japonya benzer bir ithalatı Suudi Arabistan’dan yapmak üzere hazırlık yapıyor. Daha Aralık 2022’de Japonya ve Arabistan karbon yakalama, karbon ekonomisi, temiz hidrojen ve amonyak yakıtları konularında ortaklık antlaşması imzaladılar (Reuters 2022). Dolayısıyla, enerjinin üretimi, dağıtımı depolanması ve tüketimi konularında ekonomik-çekicilik sağlayan değişiklikler yapılması gerekmektedir. Bu değişiklikler sayesinde emisyonun düşürülmesi ile birlikte yeni iş sahalarının oluşturulması, bu iş sahalarında çalışacak iş ve işçi sayısının artması ve dolayısıyla büyük bir ekonominin doğması mümkün görünmektedir. Kısacası salınımın azaltılma-

78

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği Bölümü sı ve enerjide karbondan arındırma gibi önemli bir işlev yerine getirilirken aynı zamanda hidrojen ekosisteminin kurulması ile büyük bir pazarın oluşturulması planlanmaktadır. 28 ülkenin Paris İklim Antlaşmasında belirtilen küresel ısınmanın 2 derece ve altında tutulması kararının gerçekleşmesi ve salınımının en aza indirilmesinin başarılması ancak hidrojen ekosisteminin kurulması ile gerçekleştirilebilir. Bu da kademeli olarak karbon içermeyen kaynakların, günlük yaşam ve endüstri için gerekli güç üretiminde kullanılmasını gerektirmektedir. Hidrojen işte bu yüzden oldukça önemlidir. Dolayısıyla, net emisyonun sıfır olabilmesi kapsamında hidrojen teknolojileri öne çıkmaktadır. Aslında görüldüğü üzere 2053 net sıfır emisyon taahhüdünü karşılamanın başka bir yolu neredeyse yoktur. Hidrojen doğada nadir bulunan bir gaz ve genellikle doğalgaz ile birlikte bulunuyor. Mesela Antalya Yanartaş’da (Chimera) sönmeyen ateşin hidrojence zengin doğalgaz olduğunu biliyoruz (Hoşgörmez 2007). Özetle, hidrojen bilinen evrenin en çok bulunan elementi olmasına karşın moleküler hidrojen doğada çok az bulunur ve üretilmesi gerekir. Hem de çok miktarda üretilmesi gerekmektedir, eğer yeşil mutabakat konusunda ciddiysek…

Hidrojen üretim yöntemleri

Hidrojen, üretim yöntemine göre isimlendirilmektedir. Bunlar fosil bazlı hidrojen, kömürden elde edilen hidrojen, doğal gazdan elde edilen hidrojen ve bunların karbon yakalama teknolojileri ile birlikte üretildikleri (mesela doğal gaz ve karbon yakalama beraber) ve temiz hidrojen yani yenilenebilir hidrojen kaynaklarından suyun elektrolizi ile elde edilen hidrojen olarak sıralanabilir. Son yıllarda bütün bunlar renk kodları ile anılmaktadır. Siyah ya da kahverengi hidrojenden hidrojenin kömürden üretildiğini, mavi hidrojenden ise hidrojenin doğal gaz kaynaklı olduğu anlaşılıyor. Eğer nükleer santralden elde edilen elektrik ile suyun elektrolizi gerçekleşiyorsa buna da pembe hidrojen deniyor. Renk kodları buna benzer şekilde popüler literatürde yer almaktadır. Şu an için hidrojen çoğunlukla doğal gazdan üretilmektedir. Burada üretilen hidrojeni de amonyak, gübre ve diğer kimyasalları yapmak için kimya endüstrisi kullanmaktadır. Tüm hidrojen üretimini düşündüğümüzde hidrojen büyük çoğunlukla fosil kaynaklı olup yeşil hidrojen üretimi oldukça sınırlıdır (yüzde 5 civarı). Çünkü hidrojeni fosil yakıtlardan (çoğunlukla doğal gaz) ekonomik olarak (1.0-1.5 Euro/kg) üretmek mümkündür (CELEX 2020). Aslında Rusya bu konuda oldukça avantajlı bir konumdaydı. Elindeki doğal gazı hidrojene karbon yakalama teknolojileri ile birlikte çevirerek Avrupa’daki büyük pazara sunabilirdi. Elbette Ukrayna savaşı sonrası bu konunun şimdilik buharlaştığını düşünebiliriz. Savaş, Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu yıllık yaklaşık 300 milyar metreküp doğal gaza eşit enerjinin Norveç ve Benelüks ülkelerinden doğal gaz, ABD ve diğer ülkeler kaynaklı LNG ile karşılanmasına ve elbette kömür ve nükleer santrallerin devreye alınmasına sebep oldu. Diğer taraftan da en önemlisi savaş, kurulmakta olan ve yılda başlangıç olarak birkaç yüz milyar dolarlık getirisi olabilecek hidrojen pazarını hızlandıracak gelişmelere sebep oldu. Artık yeni boru hattı yatırım-

larından bahsetmek pek mümkün değil bunun yerine yüz milyar Euroluk hidrojen üretme, taşıma ve depolama yatırımlarından bahsediliyor. Hatta Avrupa Birliğinin desteklediği iki adet 40GW’lık hidrojen üretim tesisinin birinin de Ukrayna’da kurulması planlanıyor. Hatta bunun 120GW olması gerektiği konusunda tartışmalar devam etmektedir (Ansari 2022). Rusya hem doğal gaz pazarında hem de hidrojen pazarında hem Avrupa da hem de Asya ülkelerinin yaptırımlara dahil olması ile zorluklar yaşamaktadır. Çin’in Rusya için bir kurtuluş olup olmayacağını zaman gösterecektir. Çin’in kendi yeşil hidrojen (şimdilik 2,5-5,0 Euro/ kg) yatırımları (suyun elektrolizi) ile birlikte ucuz da olsa doğal gaza daha ne kadar ihtiyaç duyacağını göreceğiz. Ancak öyle görünüyor ki geçiş sürecinde yani tamamen yeşil hidrojenin pazara hakim olduğu senaryoya kadar, Çin, Rusya’nın desteği ile geçiş sürecinin en büyük hidrojen sağlayıcısı konumunu sürdürecektir.

Hidrojen teknolojileri ile ilgili dört ana alan Net emisyonu azaltmak amacı ve hidrojen teknolojileri ile ilgili dört ana alan var. Bunlardan birincisi ısınmadır. Isınmak ve ısıtmak için uzun zamandır doğalgaz kullanıyoruz. Bu alanda hidrojenin kulla-

nımı doğalgazın hidrojen ile katkılanmasıdır. Böylece kısmen de olsa kullanılan doğalgazın içerisindeki karbon miktarı azaltılabilir. Elbette bu şu anda kullanılan doğalgaz iletim altyapısı ile belirli oranlarda yapılabilir. Mesela, yüzde 10 oranında katkılama şu anki altyapı ile mümkün olabilir, ancak yüzde 100 hidrojen kullanmak için iletim altyapısının tamamen değiştirilmesi gerekir. Bu ancak çok yüksek molekül ağırlıklı polietilen boruların üretilmesi ile mümkün olabilir. Aslında bu coğrafyada hidrojen katkılı yakıtları kullanmak yeni değildir. 1860’larda kullanılan sokak lambaları, sonradan evlerimizde mutfaklarımızda hayatımıza giren, doğalgazın ikamesi ile kullanımına son verilen ve şimdilerde unuttuğumuz hava gazı aslında içinde hidrojen olan bir yakıt karışımıdır (çoğunlukla karbondioksit ve metan) (Mazak ve Karayaman 2014). Bu gaz kömürden üretildiği için hava kirliliği açısından oldukça kötüdür ve sonrasında doğalgaz ile yer değiştirmesi bu yüzdendir. Bilindiği üzere ülkemizde doğalgaz üretim hatları yoğun olarak bulunmaktadır. Mevcut hatlara ya da kurulacak yeni iletim hatlarına hidrojen katkılamak ve bunun ticaretini yapmak mümkün olabilir. Ancak UkraynaRusya savaşı, Rus gazının katkılanıp Avrupa’ya satılmasını şimdilik imkân dışı bırakmaktadır. Savaştan

Şu an için hidrojen çoğunlukla doğal gazdan üretiliyor. Burada üretilen hidrojeni de amonyak, gübre ve diğer kimyasalları yapmak için kimya endüstrisi kullanıyor.

79

önce, mesela Tanap hattına hidrojen katkılamak ve bunun ticaretini yapmak mümkün olabilirdi. Bir diğer yol Türki Cumhuriyetlerden getirilecek gazın burada ülkemizde yeşillendirilerek (hidrojen katkılama) ile Avrupa Birliği ülkelerine satılmasıdır. Türkiye AB’ye ihraç ettiği ürünler listesine hidrojeni bu şekilde ekleyebilir. Ancak bütün bunların olabilmesi için ülkemizin yeşil hidrojen üretme kapasitesini oluşturması gerekir. Bu da ancak yenilenebilir enerjiye yeni yatırımlar yapılması ile mümkündür. Diğer bir başlık ise ulaşım alanıdır. Buradaki lokomotif teknoloji, hidrojen yakıt pilleridir. Yakıt pilleri ile çalışan elektrikli araçlar sıfır emisyona sahiptir. Dışarıya sadece su buharı atılır. Yakıt pilleri ile çalışan araçlar şu an kullanılan lityum tabanlı elektrikli araçların yerlerini alacaktır. Hemen her otomotiv firmasının geliştirdiği proton geçirgen membran tipli yakıt pili ile çalışan aracı vardır. Bunların arasında en çok göz dolduranlardan birisi Toyota firmasının geliştirdiği Mirai™ aracıdır. Japonya’nın hidrojen ile bu kadar çok ilgilenmesinin nedeni, yukarıda anlatılan enerji konularının dışında ulaşım sektöründeki hidrojenli araçlardır (tüm emisyonun yüzde 75’i enerji ile ilgili olup geri kalan yüzde 25 ise ulaşım kaynaklıdır). Bu aracın lityum bazlı elektrikli araçlara göre belirgin avan-

tajları vardır. En önemlisi yakıt pili ile çalışan araçları şarj etmenize gerek yoktur. Bu da şu an lityum bazlı araçlar için gerekli olan şarj istasyonlarının yirmide bir oranına düşmesini sağlayacaktır. Hidrojen araçların menzilleri lityum bazlı elektrikli araçlara göre daha fazladır. Hidrojen araçlarının ekonomik bir hale getirilmesi gerekir. Bu alanda önemli ilerlemeler gerçekleşmiştir ve arge süreçleri neredeyse tamamlanmıştır. Lityum bazlı araçlar, elektrik araçlar kategorisinde geçiş süreci araçlarıdır. Ancak bu araçları üretmek oldukça önemlidir. Çoklu olarak bir tip elektrikli aracı üretme kabiliyeti ile ancak hidrojen yakıt pilli aracı üretmek mümkün olabilir. Böylece ihracat kalemimize hidrojeni ulaşım sektörü özelinde de eklememiz mümkün olabilir. Üçüncü alan ise depolama, yani enerjinin hidrojen ve benzerleri olarak depolanmasıdır. Hidrojen bir enerji taşıyıcısıdır. Ürettiğiniz enerjiyi arz talep durumuna göre depolamak mümkündür. Hidrojen ve türevleri katı, sıvı ve gaz formunda depolanabilir. Depolama şekli herhangi bir kapasite kaybına yol açmaz. Depolama işi yoğun nanoteknolojik süreçler içerebilir. Ayrıca bor bileşikleri sıvı ve katı depolama konusunda literatürde önemli bir yer tutmaktadır. Anlık yüksek hızlarda hidrojen üretimi bor bileşikli hidrojen depolayıcılardan sağlanabilir. Bir başka

Hidrojen teknolojileri ile ilgili alanlardan biri de ulaşım.

80

hidrojen ihracat kalemimiz bor teknolojili anlık yüksek hızlı hidrojen üreteçleridir. Araçlarda kullanılan hidrojen için ise sıvılaştırılmış hidrojeni taşıyacak kriyojenik dolum istasyonlarına ihtiyaç vardır. Ancak araçta gaz, karbon kompozit bazlı basınçlı tüplerde bulunmaktadır. Bu karbon bazlı kompozit kaplar kendini, depolama alanında havacılık sektöründe de ispatlamışlardır. Hemen her geometride bu tür güvenli hidrojen depo kaplarını üretmek artık mümkündür. Sonuncu alan ise hidrojen kullanarak değerli kimyasallar elde etmektir. Hidrojeni ve karbondioksiti kullanarak dizel, kerosen gibi yüksek değerli hidrokarbon sıvılar elde etmek mümkündür. Elbette bu sıvılardan enerji elde edildiğinde karbondioksit salınımı olacaktır. Ancak salınım bu değerli kimyasalların üretiminde yeniden kullanılacağından net sıfıra olumlu katkısı mevcuttur. Bu alanda ihracat kalemi yaratabilmek için karbon yakalama teknolojilerinin geliştirilmesi oldukça önemlidir. Bahsi geçen teknolojilere ihtiyaç duyan ve bunları doğrudan kullanmak zorunda kalacak sektörler çelik, çimento, alüminyum ve gübredir. Bu sektörlerin ortak paydası enerji yoğun süreçler içermesidir. Çimento sektörünün ayrıca özel bir durumu vardır. Çünkü hem çimento üretirken hem de üretim reaksiyonlarından dolayı ciddi bir emisyon oluşur. Bir ton çimento üretmek yaklaşık bir ton emisyona sebep olur. Bu alanda iki temel yaklaşım vardır. Birincisi üretim süreçlerinde kullanılan ısının bir kısmının yenilenebilir enerjiden karşılanması ve karbon yakalama teknolojilerinin kullanılmasıdır. Diğeri ise çimento malzemesinin belki de tamamıyla yenilikçi malzemeler ile yer değiştirmesidir. Yani çimento belki de bildiğimiz çimentodan bütünüyle farklı malzemelerden oluşturulacaktır. Çelik sektöründe ise net sıfır için önemli atılımların yapılması gerekmektedir. Çelik üretimi tüm dünyada temel olarak iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Bunlardan birincisi demir madeninden kömür kullanarak karbon indirge-

mesiyle demir ve çelik üretimidir. Diğer yöntem ise hurda çelik kullanımıdır. Ülkemizde üretilen çeliklerin yüzde 70’i hurda çelik, yüzde 30’u da tam skala üretim tesisi dediğimiz kömür kullanan tesislerdir. Tam skala tesisler kömür yerine hidrojen kullanarak indirgeme süreçlerini gerçekleştirebilir. Buna demir madeninden hidrojen ile doğrudan demir indirgeme denir ve Avrupa’da yaklaşık yüzde 2 seviyelerinde demir/çelik artık bu şekilde üretilmektedir. Hurda çelik üretimi sırasındaki emisyon tam skala tesislere göre oldukça azdır. Ayrıca hurda çelik üretimi yüksek fırınların bir kısım gücün yenilebilir enerji ile karşılanması sayesinde kısmen net sıfıra hizmet edebilir. Hurda çelik üretimi ile ilgili iki temel problem vardır. Bunlardan birincisi hurda bulmanın zorluğu olacaktır. Çünkü her ülke zaten daha az emisyon içeren hurda çelik üretimini kendisi için kullanmak isteyecektir. Bu ülkeler hurdayı şimdi olduğu gibi uygun koşullarda satmayı düşünmeyebilirler. Bir diğer sorun hurda çeliğin kompozisyonudur ve kompozisyon ile üretim süreçlerinde oynamak sınırlı bir şekilde yapılabilir. Dolayısıyla elinizdeki çeliğin niteliği ile sınırlısınızdır. Bunun dışında hurda çelik yeniden üretildiğinde kalitesinde değişmeler olur ve daha düşük kaliteli bir ürün elde etmiş olursunuz. Bir diğer emisyon yoğun sektör de gübre üretimidir. Gübre üretmek için de gerekli olan hidrojen hali hazırda çoğunlukla doğalgazdan elde edilmektedir. Dolaysıyla gübre sektörü de başlı başına ciddi bir emisyon yaratmaktadır ve yeşil hidrojen burada da önemli bir rol oynayacaktır. Enerji bakanlığının geçenlerde açıkladığı yol haritası (Türkiye Hidrojen teknolojileri Stratejisi ve Yol Haritası 2023) önemli bir gelişme olmuştur. İhtiyaç ve çözüm önerileri ilgili raporda yer almaktadır. Bu planın emisyonu azaltacağı açıktır. Ancak şu anki mevcut emisyonumuzu oluşturan kalemler nelerdir? Üretilecek hidrojen ile bu kalemlerde hangi oranda karbonsuzlaştırma yapılacaktır? Ayrıca 2053 yılına kadar büyü-

me eksenindeki tahminler nelerdir? Bir sonraki raporda bu konulara da değinilmesi önemlidir.

Sonuç Sonuç olarak, görüldüğü üzere pandemi süreci ile başlayan ve Ukrayna savaşı ile yaratılan belirsizliğe rağmen iklim değişikliği, temiz ve güvenilir enerji kaynakları, enerji verimli binalar, sürdürülebilir ve akıllı mobilite, biyoçeşitlilik ve ekosistemler, sıfır kirlilik, çevreye zararlı olmayan ortamlar ve sürdürülebilir bir endüstri konularında toplumsal etki yaratacak çalışmalar hız kazanmıştır. Dolayısıyla enerji üretimi, dağıtımı, depolanması ve karbon ayak izini artıran sektörlerin yeniden kurgulandığı yeni bir jeopolitik düzen öngörülmektedir. Kısacası karbon ayak izinin takip edileceği yeni bir ekonomik düzen oluşturulmak istenmektedir. Yukarıda bahsedildiği üzere, Yeşil Mutabakat sadece Avrupa Birliği ülkelerini değil, enerji üreten, dağıtan ve pazara hâkim tüm küresel oyuncular ile birlikte ülkemiz gibi çelik, çimento, alüminyum ve karbon yoğun çıktı üreten paydaşları da oldukça etkileyecektir. Türkiye doğalgaz ithalatçısı ve taşıyıcısı konumundan sıyrılıp, hidrojen ihraç edebilen, ilgili sektörlerde karbon yerine hidrojen kullanan karbon yakalayan teknolojileri kullanan bir konuma ulaşabilir ve yukarıda bahsedildiği gibi enerjiden ulaşıma pek çok alanda hidrojeni ihracat kalemine ekleyebilir. Elbette tüm bun-

ların gerçekleşmesi için maliyetlerin önemli oranda düşürülmesi gerekmektedir. Tüm dünyada henüz bu “yeni”, her ne kadar vicdanlarda kabul görse de iktisadi olarak uygulanabilirliği için ilgili teknolojilerde önemli gelişmelere ihtiyaç duyulmaktadır. Öyle görünüyor ki yeraltı kaynakları olmayan ülkeler dahi enerji alanında önemli mesafeler kat edebilir. Bu “yeni”, aslında herkese başlangıç noktasında şimdilik eşit bir şans sunuyor. KAYNAKLAR 1) Ansari D., Grinschgl J., Pepe J.M., Electrolysers for the Hydrogen Revolution, SWP Comment, “https:// www.swpberlin.org/publications/products/ comments/2022C57_Electrolysers_HydrogenRevolution. pdf”,2022. 2) CELEX_52020DC0301_EN_TXT, A hydrogen strategy for a climate-neutral Europe, Communication From The Commission To The European Parliament, The Council, The European Economic And Social Committee And The Committee Of The Regions, “https://eur-lex.europa.eu/ legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:52020DC0301&fro m=EN” ,Brussels, 8.7.2020 COM(2020) 301 final. 3) Hoşgörmez H., Origin of the natural gas seep of Cirali (Chimera), Turkey: Site of the first Olympic fire, Journal of Asian Earth Sciences 30 (2007), 131-141. 4) Karayaman, M., Ankara Elektrik Türk Anonim Şirketi Tarihçesi (1929-1939), Osmanlı Bilimi Araştırmaları, XVI/1 (2014): 50-72 5) Mazak, M., Türkiye’de Modern Aydınlatmanın Başlangıcı ve Aydınlatma Tarihimize Genel Bir Bakış (1853-1930), Türkiye’de Aydınlatma Tarihine Giriş, https://www.emo. org.tr/ekler/94a988102edcd4b_ek.pdf 6) Reuters, “https://www.reuters.com/business/energy/ japan-minister-signs-clean-energy-cooperation-documentduring-saudi-visit-2022-12-25/” 2022. 7) Türkiye Hidrojen Teknolojileri Stratejisi ve Yol Haritası “https://enerji.gov.tr/Media/Dizin/SGB/tr/Kurumsal_ Politikalar/HSP/Hidrojen_Stratejik_Plan2023.pdf”, 2023.

Tüm dünyada henüz bu “yeni”, her ne kadar vicdanlarda kabul görse de iktisadi olarak uygulanabilirliği için ilgili teknolojilerde önemli gelişmelere ihtiyaç duyulmaktadır.

81

Epikürcü ve Stoacı mutluluk öğretileri

Mutluluk nedir? Mutluluk, nerede başlayıp ne zaman bitiyor? Hazlar, mutluluklar kendimizi iyi hissettiriyorsa neden sürekli bahtiyar olamıyoruz? Mutluluk, mutsuzluk olmadan olmuyor mu? Bu ve benzer sorulara Epikürcülerin ve Stoacıların yanıtları… Doç. Dr. Tülin Otbiçer Acar Parantez Eğitim Araştırma Danışmanlık ve Yayıncılık Hizmetleri

F

82

erhat ile Şirin evlenip bir ömür mutlu olamazlar mıydı? Külkedisi, mutsuzluklarını hiç anlatmasa olmaz mıydı? Mutsuz olarak yaşanmış anıları bir kenara koyarsak mutlulukla gelen başarının, sevincin, tutkunun bir kıymeti olur muydu acaba? Sporcular, yaptıkları antrenmanları sizce oflamadan keyifle mi yapıyorlardır? Ağrı ve acı veren çalışmaların sonucunda gelen mutluluklar, acaba neden devamlılık arz etmiyordu? Otobüsü kıl payı kaçırdığınızda kendinizi acaba çok mu mutlu hissederdiniz? Bir enstrümanı, bir denklemi, bir teoriyi öğrenmek için ne çok acı çekiyoruz, düşünsenize? Ders çalışmadan sınavlardan hep 100 puan alsak mutlu olmaz mıydık? Mutluluk, nerede başlayıp ne zaman bitiyordu? Hazlar, mutluluklar kendimizi iyi hissettiriyorsa neden sürekli bahtiyar olamıyorduk? Mutluluk, mutsuzluk olmadan olmuyor muydu? Sorular, sorular… Benzeri soruları çeşitlendirebilir, sayısını artırabilirsiniz. Acı gerçek şu ki, bir ömür mutlu olma halimiz -maalesef- yok. Gelin, mutluluğun felsefesini yapalım. 2300 yıl öncesine gidelim.

Epikürcü mutluluk öğretisi: Acıdan kaç, tinsel hazlara koş. Atomlar dağılır, boşuna kaygılanma. MÖ 3. yüzyılda Atina’dayız. Başını Epikür’ün çektiği, bir yaklaşım/öğreti söz konusu. Epikür’den sonra Romalı şair Lukretius kendini gösterir ve Epikür’ün öğretisini sistematikleştirir. Nedir Epikür’ün öğretisi? Epikürcü öğretinin temelleri, Demokritos’un atomculuğuna dayandırılır. Eh ne de olsa Epikür, Demokritos’un yanında öğrencilik yapmıştır. Hiçten hiçbir şey çıkmadığı içindir ki esasında atomların bir araya gelmesinden, birleşiminden bir şeyler oluşur. Aynı zamanda atomlar ayrışarak dağılırlar. Ancak yok olmazlar. Oluşma, ayrışma, dağılma olduğuna göre bu atomlar sabit değillerdir, değil mi? Evet, atomlar hareket halindedirler. Peki, bu atomlar nerede hareket etmektedirler? Atomların hareketi için boşluk vardır. Boşluk da sınırsızdır (aperon). Dolayısıyla evren de sonsuzdur. Amma velakin şeyler (cisimler) sınırlıdır, sonludur. Sınırlı şeyler, sınırsız olan boşlukta hareket ediyorlardır. İlginç değil mi? Konuya dönecek olursak ruh da beden de atomlardan oluşur ve bölünemezdirler. Esas itibariyle ruh da be-

den de atomların birer formlarıdır, farklı görünümleridir. Çünkü sonsuz çeşitlilikteki atomların sonsuz formları (biçimleri) vardır. Nitelik bakımından daha ince olan ruhtaki atomlar, beden öldüğünde dağılırlar. (Ruhtaki atomun inceliği ne demekse artık?) İyi de atomlarla, mutluluk kavramı arasında ne alaka var, dediğinizi duyar gibiyim. Sabırlı olun, okumaya devam edin. İnsan için mutsuzluğun en dibi, ölüm değil ölümün kaygısı olsa gerek. Epikürcülere göre ölümün duyumu, deneyimi olmadığı için ölümden korkmak da ölümden kaygılanmak da anlamsızdır. Neden? İnsan öldüğünde, ruh ve bedeni oluşturan atomlardan olma formlarımız dağılacaktır, ayrışacaktır çünkü. Dolayısıyla Epikür öğretisine göre mutluluk için, ölüm kaygısından veya korkusundan insan kendini kurtarmalıdır. Peki nasıl? Doğayı araştır, öğren ve incele, der Epikür. Doğayı inceleyen insan, özünde kendisini de incelemiş olacaktır. İncelediğinde görülecektir ki duyumlar yoksa haz ve acı da yoktur. Bu nedenle ölümden kaygılanmak da korkmak da anlamsızdır. Epikür der ki “yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur.” Şairane bir söylem! İşte ruhun dinginliği (iç huzur) ya da en yüksek iyi olarak mutluluk, bu korkulardan, kaygılardan kurtulmakla, acılardan kaçınmakla edinilir. Epikür öğretisinde, ölümün Tanrı’yla hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı dünyayı yaratmıştır, dünya işlerine karışmaz. O kadar! Oysa 21. yüzyılda dünya işlerine ne çok karışan tanrı-cıklar var, değil mi? Atomlara tekrar dönelim. Atomlar, birleşir, ayrışır, sınırsız boşlukta hareket halindedirler; hareketleri sağa sola sapar vaziyettedir. Atomların neden saptığını bilmiyoruz ama atomlardaki sapma lafzı, bir tür özgür istencin bir açıklaması olarak yorumlanır. E şimdi atomların sapma nedeni bilinmediğine göre Epikürcü öğretide nedensellik olabilir mi? Nedensellik yoktur. Böylece epikürcü öğretide kadercilik de kapı dışarı edilir. Özgür istence göz kırpalım.

Hazların sınırlarını akılla belirlemeye ve hazların aşırılıklarından kaçınan bir yaşam tarzını inşa etmeye çalışan Epikürcü öğreti, hazzı kötü bulmaz. Aksine haz iyidir. İyidir derken hazların niteliğine dikkat edelim. Bahse konu edinilen iyi hazlar, tinsel hazlardır. Öyle hazlar vardır ki -madde bağımlılığı gibi- bunlar insanın yaşamını kötü etkiler, insanı huzursuz eder, yaşama biçimini sarsar, kötü sonuçlara yol açar. İşte bu tür hazlardan uzak durulması gerektiğine işaret eder, Epikürcülük. Çünkü bu türlü hazlar esas itibariyle insana acı verir. Epikürcü öğretide haz lafzı, hedonizmden farklı olarak yorumlanır ve epikürcü haz, bir tür acısızlık, acıdan kaçınma hâlidir. Dolayısıyla acılardan uzak durmalı ve (tinsel) haz peşinde koşmalı insan! Nasıl yani? Epikürcüler, insanın maddi (bedensel) ve manevi (ruhsal) acılardan kaçınması gerekliliğine işaret eder. İnsanın hazlara yönelmesi doğaldır ancak haz veren eğilimleri akılla, bilgece kontrol etmenin gerekliliği vurgulanır. Burada haz lafzıyla kastedilen,

a) ne yeme içme gibi doğal ve zorunlu olan bedensel-biyolojik eğilimlerdir, b) ne cinsel arzular gibi doğal ama zorunlu olmayan arzulardır, c) ne de lüks, şatafat, zenginlik, şöhret gibi zevk düşkünlükleridir. Bu üç tür hazın aşırılığı, kötü ve acı verici olarak yorumlanır. Kaç bunlardan kaç. Bunlar, seni-beni, insanı mutlu yaşamdan alıkoyar. Bedensel acıların çok uzun sürmediği ve gelip geçici olduğu bilindiğine göre peşlerinden koşmaya değer mi? Epikürcü öğreti, değmez der. Epikürcü öğretide ruhsal ihtiyaçların karşılandığı ve en yüksek iyi olarak mutluluğun adı ruhsal dinginliktir, ruhsal dengedir, entelektüel bilgeliktir, öğrenmektir, dostluktur, sade bir yaşam tarzıdır. İşte bu hazlar, iyidir! Mutlu ve iyi yaşamın anahtarlarıdır.

Stoacı mutluluk öğretisi: Akıllı ve erdemli ol. Seni köleleştiren tutkularını frenle.

Helenestik felsefenin beş yıldızlı on numaralı öğretisi nedir derseniz tabii ki StoacılıkEpikür. Epikürcü öğretide ruhsal ihtiyaçların karşılandığı ve tır. Kurucusu Crates’in en yüksek iyi olarak mutluluğun adı ruhsal dinginliktir, ruhsal dengedir, entelektüel bilgeliktir, öğrenmektir, dostluktur, sade öğrencisi olan Kıbrıslı bir yaşam tarzıdır. Zenon’dur. Neden Stoa? Çünkü stoa, sağlı sollu silindir sütunların bulunduğu, üstü kapalı bir yürüyüş alanının adıdır. Kıbrıslı Zenon da sütunlu bu alanda düşüncelerini halka açıklamış ve tartışmalarını bu alanda gerçekleştirmiştir. Stoacı öğretinin temelleri, Heraklitos’un logosuna, akışına, hareketine, değişimine ve Anaksimenes’in soluk (Pneuma) arkesine dayandırılmaktadır. Stoacılık öğretilerinin etkisi, ziyadesiyle kayda değerdir. Öyle ki Stoacılığı çok iyi derecede benimsemiş olan Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un, Epictetus’un (bir kölenin de düşünebil-

83

diğinin en güzel kanıtıdır o) ve Stoacılar, insanı iyiye götürmeSeneca’nın günümüze ulaşan me- yen tutkuların köleliğinden kurtultinleri, Stoacılığın takipçi sayısını mayı savlar. Öyle tutkular vardır ki artırmaktadır. bunlar aklın sınırlarını aşan ve akıl Stoacılar, tıpkı Epikürcüler gibi dışı bir dürtü olarak tanımlanır. Yaölüm, kaygı, acı, haz ve mutluluk ni insanı iyiye, mutluluğa götürmekavramları üzerinde düşünmüşler- yen ölçüsüz tutkuların köleliğinden dir. Ne ki Stoacıların öğretileri, E- insanın kendisini kurtarması gerekpikürcülerin öğretilerinden çok tiğini düşünürler. Epikürcüler haz daha fazla insanın ruhuna temas et- sözcüğünü daha sık zikrederken miştir. Çünkü Stoacıların söylem- Stoacılar haz yerine tutku sözcüğüleri daha kapsayıcıdır ve daha so- nü tercih ederler. Nedir bu tutkular? muttur. Epikürcülerden Stoacıları Stoacılar insanı iyiye götürmeyen, oayırmanın bir yolu, Stoacıların söy- nu köleleştiren tutkuları kategorize lemlerinde özellikle etik alanına etmişlerdir. Bunlar: dair daha çok akıl, daha çok man1) Acıma, haset, kıskançlık, kaytık ve daha çok erdem üzerine sav- gı, üzüntü, sıkıntı gibi ruhsal acılar; ların bulunmasıdır. 2) Panikleme, utanç, yılgınlık, teStoacıların öğretisinde fizik, man- laş gibi duygu durumlarının yol açtık ve etik ayrılmaz üçlüdür. Stoacı- tığı korkular; lar, bu üçleme zemininde hareket e3) Özlem, nefret, öfke, aşk, hidderler. Stoacıların bu üçlemeye dair det, hırs gibi abartılı bir büyülenme“tarla” benzetmesini yazmadan ol- den doğan ve gereksiz bir iştahlanmaz. Mantığı, tarlayı çevreleyen, ma; tarlanın sınırlarını ortaya koyan bir 4) Haince bir keyiflenme, zevkçit; tarladaki toprağı ve ağaçları fi- lenme, şöhret-para düşkünlüğü gibi zik ve tarladan hasat edilen ürünleri haz alma halleridir. ise etik olarak açıklarlar. Fizik, canStoacı öğreti, acılardan, korkulının ruhunu (pneuma) oluşturur lardan, iştahlanmadan ve zevzekçe ve cisimler, bedenler, ilkeler, öğe- bir hazdan insanın kendisini soyutler ve tanrı konuları, fiziğin konusu- laması gerektiğini, çünkü bu türlü dur. İnsan da özü iti- Stoacılığın kurucusu sayılan Kıbrıslı Zenon. bariyle düşünebilen bir canlı olduğundan. doğru ve ölçülü düşünebilmenin gücü mantıktan geçmektedir. Mutluluk bunun neresinde diyebilirsiniz. Az sabırlı olun. Mutsuzluğun dibi ölüm korkusu, kaygısı üzerinden düşünecek olursak Stoacılara göre ölüm kaçınılmaz olandır. Sonlu varlığın doğal durumudur yani. Yaşamda iken bedensel acılar ve hazlar karşısında kayıtsız kalmayı, freni çekmeyi tembihler, Stoacılar. Acılara, korkulara, hazlara ve tutkulara karşı sarsılmayacak derecede bir duruş sergilemek gerektiğine işaret ederler.

84

tutkuların insanı peşinden sürüklemekle kalmayıp bizatihi kendi aklını devre dışı bıraktığını söylemişlerdir. O kadar kolay mıdır, bilmem ama Stoacı öğreti, kendi aklını kullanamayan, kontrol edemeyen, edilgin bir birey olmak yerine aktif bir birey olmayı baş tacı eder. Sevinç, sakınabilme, isteme gibi iyi duygulanımlar akla uygun bulunur ve bunların varlığı, insan için istenilendir. Çünkü sevinç, bizim var olma, yaşamda kalma eğilimimizi artıran şeyin ta kendisidir. Oysa keder, korku, kaygı bizleri kör kuyulara çeker. Stoacılık, insanı iyiye yöneltmeyen tutkulardan bir tür özgürleşme felsefesi gibidir. Tıpkı doğayı araştır, öğren, incele diyen Epikürcüler gibi Stoacılar da mutluluğu doğanın amacına uygun yaşamakta bulur. Doğaya uygunluksa erdemin kanatlarında boy verir adeta. Nedir erdem? Ölçülülük, aklı başındalık, yiğitlik birer erdemdir (Aristoteles’e bir selam çakalım) ve bunlar insan için iyidir. Bir kavram olarak “kendiyle bağdaşma (oikeiôsis)”, Stoacılığın erdem öğretisinin çekirdeğidir. Epikürcülerin aksine Stoacılıkta bir nedensellik yaklaşımı vardır. Onlara göre doğada rasgelelik yok. Bir kadere -yani varlıklarının birbirine bağlı nedenlerine, yasalara- göre bir hareket vardır. Doğanın kendisi devingendir, yaratıcı ilkeye göre hareket eder. Dolayısıyla doğanın, şeylerin doğasına uygun olan erdemli bir hayat sürmeye dikkat çekerler. Stoacılar, Epikürcülükle zıtlaşmadan fiziği (doğayı) mantıkla çerçeveleyip insanın ahlak alanına sinsice sokulmuşlardır. Stoacılar, erdemi, aklı ve ölçüyü insanın kalbine koyup onu kendisiyle baş başa bırakmayı ustalıkla başarmışlardır. Sözü Stoacılardan alıp Machiavelli’nin cümleleri ile mutluluğa penceremizi açalım. “Gerçek yaşamla, düşlenen yaşam birbirinden o kadar uzaktır ki olanı bırakıp olması gerekenin arkasından giden kişi elindekinden de olur. (…)” Görünen o ki Stoacılığın mutluluk öğretileri uzun yıllar kendisini var edecek.

Neredeyse imkânsız kaçış!

ma- G tematik sohbetleri

eçen sayıdaki “İmkânsız kaçış!” başlığıyla çözümünü yaptığımız bulmacanın bu kez daha zor bir çeşitlemesini incleyeceğiz. Bu bulmacada da iki mahkûm zekice bir plan yaparlarsa kurtulabiliyorlar. Bulmaca meraklısı cezaevi müdürüne “zekâlarını” kanıtlamaları gerekiyor. Cezaevi müdürü iki mahkûma bulmacayı şöyle anlatıyor. İçinizden biri odama geleceksiniz. Bir satranç tahtasının her hücresine özdeş 64 madeni parayı rastgele yerleştireceğim, yani bazı madeni paraların üst yüzleri tura bazıları yazı olacak veya hepsi tura veya hepsi yazı olacak. Odamdaki arkadaşınızın paraların yerleştirme düzeniyle ilgili hiçbir fikri olmayacak. Tüm madeni paraları yerleştirdikten sonra hücrelerden birini parmağımla göstereceğim. Bu “sihirli hücre” özgürlüğünüzün anahtarı olacak. Sonrasında, odamdaki arkadaşınızın herhangi bir madeni parayı çevirme hakkı olacak, ama sadece bir madeni parayı çevirebilir, yani eğer o paranın üst yüzünde yazı varsa tura, tura varsa yazı yüzünü çevirebilir. Bir parayı çevirmek zorunda; tahta üzerinde yapabileceği tek değişiklik budur. Daha sonra o arkadaşınız arkasında hiçbir mesaj bırakmadan odamdan çıkacak diğer arkadaşınız gelecek ama bu arada aranızda hiç bir şekilde bilgi alışverişinde bulunmanıza, iletişim kurmanıza izin vermeyeceğiz. Odaya sonradan gelen arkadaşınız kareye bakacak ve hangi hücrenin sihirli hücre olduğuna karar verecek. Sadece bir şansı var, kareye bakıp “Bu” diyerek sihirli hücreyi gösterecek. Doğru tahmin ederse ikiniz de anında tahliye edileceksiniz, yanlış tahmin ederse maalesef ömür boyu tutsak kalacaksınız! Oyunun şartlarını öğrendiniz şimdi size bir strateji belirlemeniz için iki saat süre veriyorum. İki saat sonra içinizden birini odama bekliyorum.

Strateji nedir?

Ali Törün

[email protected]

86

Cezaevi müdürünün ağzından aktardığımız bu bulmacada mahkûmları kurtaracak stratejiyi bulabilir misiniz? İlk bakışta çözümsüz gibi görünen bir bulmaca; çünkü cezaevi müdürünün hangi hücreyi işaret edeceği hakkında hiçbir fikrimiz yok ve bu durumda mahkûmların kurtulma olasılığı 1/64 oluyor ki çok düşük bir olasılık. Ama tabii ki odaya ilk giren mahkûmun herhangi bir hücredeki parayı çevirme hakkının olması gibi önemli bir bilgi var elimizde ve çözümü bu bilgi üzerinden yapmalıyız. Evet! Mahkûmların kurtulmasını kesinlikle sağlayan bir strateji var. Çözüm: Mahkûmları kurtaran stratejinin belir-

lenebilmesi için satranç tahtasının parsellenerek bölgelere ayrılması gerekiyor; çünkü iki mahkûm aralarında ancak bu şekilde haberleşebilirler. Bölgeleri nasıl belirleyeceğiz ve mahkûmlar hangi yöntemle mesajlaşacaklar? Bu yöntemi belirlemek için bilgisayar programlarının yazılımında kullanılan kodlama tekniğini kullanacağız. Önce satranç tahtasını aşağıdaki gibi 0’dan 63’e kadar olan doğal sayılarla numaralandıralım. Bu tablodaki her bir sayıyı ikilik sayma sisteminde 6 uzunluğunda bir sayı olarak ifade edebiliriz. Örneğin bazı sayıların ikilik sayma sisteminde yazılışı aşağıdaki gibidir.

Bu sayıları oluşturma yöntemimiz şöyle: onluk sayma sisteminde 1’ler, 10’lar, 100’ler… diye sağdan sola doğru sayıyorduk ya, burada da yine sağdan sola doğru bu kez 1’ler, 2’ler, 4’ler, 8’ler, 16’lar ve 32’ler diye sayıp 1 veya 0 rakamlarıyla çarparak elde ediyoruz. Şimdi, mahkûmların haberleşebilmeleri için satranç tahtasını bölgelere ayıralım. Bu işlemi tahtayı 32’lik karelerden oluşan iki bölgeye ayırarak yapacağız. Amacımız “sihirli karenin” bulunduğu bölgeden sadece bir sayıyı değiştirerek diğer bölgeye geçmek. Satranç tahtasını iki 32’şerli iki bölgeye 20, 21, 22, 23, 24 ve 25 ve ile başlayan altı farklı şekilde ayırabiliriz.

Karikatür: Tayfun Akgül

Yukarıdaki hücrelerin her birinin üst yüzünde yazı veya tura olan bir madeni paranın olduğunu düşünerek cezaevi müdürünün düzenlemiş olduğu kombinasyonu da kodlama tekniğiyle belirleyeceğiz. Şöyle ki: Yukarıda belirlediğimiz bölgelerde sırasıyla (20, 21, 22, 23, 24 ve 25 ile başlayan bölgeler) tura sayısı çift ise 0, tek ise 1 rakamından oluşan 6 uzunluğunda bir sayı elde edeceğiz. Bilgisayar programlarının yazılımında da kullanılan bir yöntem olan bir sayının başka bir sayıya (ki bu sayılar 0 ve 1’dir) dönüştürülmesiyle bir düzenlemeden diğerine geçişi sağlamak istiyoruz. Bir bölgenin düzenlemesini değiştirmek için tek yapmamız gereken şey o bölgedeki bir parayı ters çevirmek, yani yazıysa tura, turaysa yazı yapmak. Sihirli kareyi belirlemek için tahtadaki düzenlemeye göre yine 6 uzunluğunda bir sayıyı kodlayacağız. Şimdi, ifade ettiğimiz tüm adımları bir örnekle açıklayalım. Varsayalım ki cezaevi müdürü paraları rastgele olarak aşağıdaki gibi düzenlemiş ve sihirli kare olarak da 9 numarayı işaret etmiş olsun. Önce cezaevi müdürünün belir-

lemiş olduğu düzenlemenin kodlamasını yapalım. Daha önce belirlediğimiz 6 bölgenin birincisinde tura sayısı 13 ve bu sayı tek olduğundan kodlama sayımızın en sağındaki haneye 1, ikinci bölgedeki tura sayısı 12 ve sayı çift olduğundan en sağdaki hanenin yanına 0 yazacağız. Bu şekilde üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı bölgelerdeki tura sayıları sırasıyla 11, 10, 12, 9 olur ki bu sayılara karşılık gelen kodlama sayıları 1, 0, 0, 1’dir. Böylece tahtadaki düzenlemenin kodlama sayısı 100101 olur. Cezaevi müdürünün işaret etmiş olduğu sihirli hücrenin (9 numaralı) kodlama sayısının 001001 olduğunu biliyoruz. Sadece bir hücrede değişiklik yapacağız. Böylece cezaevi müdürünün odasına sonradan gelen mahkûm tahta üzerindeki düzenlemenin kodlamasını çıkardığında 001001 sayısını elde etmeli. Bunun için 100101 sayısından 001001 sayısına geçiş yapmamız gerekiyor, yani ilk mahkûmun önündeki düzenlemenin kodlama sayısından ikinci mahkûmun önünde olması gereken düzenlemenin kodlama sayısını elde etmeliyiz. O halde var olan sayı 100101 iken hedefteki sayı 001001. Bu iki sayının rakamlarını karşılaştırdığımızda en sağdaki 1’lerde değişikliğin olmadığını görüyoruz. Demek ki o bölgedeki (20 ile başlayan bölge) tura sayısı değişmemiş. Bu durumu 0 sayısıyla kodlayalım, yani o bölgede herhangi bir değişiklik yapmayacağız. Aynı şekilde sağdan ikinci rakamlara (ikisi de 0) bakarsak o bölgede (21 ile başlayan) de tura sayısı değişmediğinden sağdan ikinci rakamı da 0 sayısıyla kodluyoruz. Sağdan üçüncü rakamlarda (ilk sayıda 1, hedeftekinde 0) tura sayısının değiştiğini görüyoruz. Hedefe ulaşabilmek için o bölgedeki (22 ile başlayan) tura sayısını değiştirmeliyiz. Bu yüzden sağdan üçüncü rakamı 1 sayısıyla kodluyoruz. Yukarıdaki işlemleri diğer basamaklarda da uyguladığımızda 101100 sayısını elde ederiz ki bu sayı parayı çevirmemiz gereken hücrenin “koordinatlarıdır”. 101100 sayısının tahtada 44 numaralı kareyi gösterdiğini biliyoruz. İlk mahkûm 44 numaralı karedeki parayı turadan yazıya çevirdiğinde odaya sonradan gelen mahkûm tahtanın kodlamasını yapıp 001001 sayısını elde edecektir. Böylece bu sayının gösterdiği 9 numaralı sihirli hücreyi bularak kendisinin ve arkadaşının özgürlüğe kavuşmasını sağlayacaktır. Meraklı okur bu bulmacanın simülasyonuna Kaynak 1’den ulaşabilir. KAYNAKLAR 1) https://datagenetics.com/blog/december12014/index.html 2) https://karansrivastava.com/files/Chess.pdf

87

Bulmaca

Hikmet Uğurlu

Soldan sağa

GEÇEN SAYININ YANITI

1) 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına seçilmiş, 28 Şubat sürecinde Refah Partisi ve daha sonra Fazilet Partisi’nin kapatılma davalarını açmış; seçkin hukukçuluğunun yanı sıra aralarında “Dip Dalgası”, “Yüce Divan Dosyası”, “Anılarım”, “Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini”, “Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla” gibi yapıtları da üretmiş, 1938 Antalya doğumlu, geçtiğimiz Şubat ayında yitirdiğimiz hukukçu, yazar. – Üstün nitelikli bir der, elde etmeye yönelik işleme banyosu. 2) Endonezya’nın Sumatra adasında yaşayan Müslüman bir halk. – Renksiz, sarımsak kokulu, güçlü ve beyaz bir ışık vererek yanan hidrokarbonlu bir gaz. 3) Rutenyum’un simgesi. – Arjantin devlet başkanı Juan Peron’un eşi Eva Peron’un yaşam öyküsünü anlatan ünlü müzikal. – Dua, münacaat. 4) Yaradan irini çekmek için kullanılan tüp ya da fitil. – Doğu Karadeniz Bölgesi’nde “mısır” bitkisine verilen ad. – Türkçe’de isimlerden yer adı, alet adı, topluluk adı, soyut adlar, sıfatlar yapmak için kullanılan çok işlek bir yapım eki. 5) Böbreküstü bezi. – Ağdalaşmış şeker. 6) Kurçatovyum’un simgesi. – Bir alay işareti. – “Bir … neşe say bu cihanın baharını.” (Nedim). – 6. Afrika Cumhuriyeti’nin plaka imi. 7) Halk dilinde “kalça kemiği”. – Bütünlemei bitirme. – Kolay işlenebilen değerli bir taş. 8) Bir tür büyük hançer. – Harabe, yıkıntı. 9) İri bir kuş. – Hastalık, dert. – Balçık.

88

1

2

3 4 5

6 7 8 9 10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 10) Özgür bırakma, salıverme. – Bir işte bir kişinin üstüne düşen görev. – Kurula uygun. 11) Alfabe. – “… Midilli” (John Steinbeck’in bir romanı). – Şaşma bildiren bir ünlem. – Bağışlama. 12) Toplumun duygularını inciten, küçük düşürücü, utanç verici olay ya da durum. – Aziz Nesin’in bir yapıtı.

Yukarıdan aşağıya 1) Argo’da “iri yapılı, iyi giyimli ve alımlı (kadın).” 2) “Yüreğimde Güvercinler …” (Fatma Çetin Kabadayı’nın bir yapıtı). – Nuri Bilge Ceylan’ın bir filmi. 3) Bir nota. – Yiğit. – Oluşmaları bakımından kaynakları özdeş olan şeyler. 4) Hiç gizlemeden, açıkça. – Duyarga. 5) “… Tolstoy” (1928-1910 yılları arasında yaşamış ünlü Rus yazar). – 1655-1716 yılları arasında yaşa-

mış Mustafa önadlı Osmanlı tarih yazarı. – Kadminyum’un simgesi. 6) Asya’da bir ülke. – G. Amerika’da yaşayan bir tür devekuşu. 7) Eski dilde “öğretim”. – Molibden’in simgesi. 8) Dinsel öğüt. – Yunanistan’da bir kıyı kenti. 9) İskambil’de birli. – İngiltere için kullanılan kısaltma. – Kökeni antik çağlara uzaman telli bir çalgı. – Bir nota. 10) “Aklın olmadığı yerde … hükümdar olur.”(H. Bektaş Veli). – Akira Kurosawa’nın bir filmi. 11) Uzaklık bildiren bir sözcük. – Eski dilde “matematik.” 12) Kırmızıya çalan eflatun. – Tavla’da atılır. 13) İşaretler, belirtiler. – Taslak, kroki. 14) “Yönetmesi, ısıtması, ülkesi” vardır. – İnanç. 15) Bir yazın türü. – Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı.

Mart sayımızdaki bulmacayı doğru yanıtlayan okurlarımızdan Cahide Dereli (İzmir), Burak Tamcan (Ankara) ve Murat Tetikçi (Denizli) Andrew Doig’in Beyaz Baykuş Yayınları’ndan çıkan İnsan Nasıl Hayatta Kaldı adlı kitabını kazandı. Nisan bulmacamızı doğru yanıtlayacak okurlarımız arasından belirleyeceğimiz üç kişi ise, Martin Erickson’un Doruk Yayınları’ndan çıkan Güzel Matematik adlı kitabını kazanacak. Çözümlerinizin değerlendirmeye girebilmesi için, en geç 20 Nisan tarihine kadar posta, faks veya e-posta yoluyla elimize ulaşması gerekiyor. Kolay gelsin…

KİTAPÇI RAFI

Türkçe ilk radyo yapım rehberi: Radyo Rehberi Kendi Kendine Telsiz Telefon Nasıl Yapılır? Bünyamin Tan

Üçüncü Tekir Şahıs / Anıl Ceren Altunkanat Yasın beş evresi - Korku / Thich Nhat Hanh - Uyku Evi / Jonathan Coe

Kitapçıl

Türkçe ilk radyo yapım rehberi: Radyo Rehberi Kendi Kendine Telsiz Telefon Nasıl Yapılır? Bünyamin Tan MEB, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni.

R

adyo, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki en büyük icatlardan biriydi. Bu icat sayesinde haberleşme büyük ölçüde kolaylaşmış ve ilerleyen zamanda gerek yurtiçinde gerek yurtdışında başta müzik olmak üzere çeşitli sosyal ve kültürel faaliyetlerin geniş kitlelere ulaşmasında önemli bir vasıta haline gelmişti. Hatta zaman zaman siyasilerin geniş halk kitlelerine ulaşarak siyasi propaganda yapmasını da kolaylaştırmıştı. Peki, bu cihazın çalışma prensibi neydi ve icadındaki süreç nasıl işlemişti. 1880’lerin sonunda Heinrich Hertz, elektromanyetik dalgalarla elektriğin iletilebileceğini keşfetmişti. Bu dalgaları alıp verebilen sistemler üzerinde deneyler yaptı. Ardından 1891 yılında bu sistem gemi haberleşme ağı olarak kullanıldı. 1892 yılında Nikola Tesla, kablosuz olarak elektromanyetik enerjiyi iletmeyi başardı. Bu buluşunu 1893 yılında St. Louis’de halka açık bir gösteriyle duyurdu. 1896 yılında Guglielmo Marconi telsiz cihazının patentini almak için başvurdu. Aslında buluş Tesla’ya aittir; fakat Marconi, onun buluşunu sahiplenerek radyonun mucidi olarak kendi adını yazdırmıştır. 1901 yılında Marconi tarafından İrlanda’dan Kanada’ya ilk sinyal gönderildi. 1902 yılında Scientific American’da yayımlanan Küçük Bir Maliyette Verimli bir Telsiz Telgraf Cihazının Nasıl Yapılır başlıklı bir makale yayınlandı. 1906 yılında Reginald Fessenden, konuşma ve müzik içeren ilk radyo yayını yaptı. 1910 yılında uçaklarda ilk kez kullanılmaya başlandı. Türkiye’ye de 1927 yılında düzenli radyo yayını başlar.2 Bu yıldan itibaren Türkiye’de radyo ile ilgili kitaplar yayınlanmaya başlamıştır. Bunlardan biri 1927 yılında yayınlanmış olan Radyo Ahizesi Nasıl Ayar Edilir? İlk Türkçe radyo ayar rehberidir. Kitap, radyo telsiz telefonların nasıl ayarlanacağını konu edinmekte olup Şehremaneti Buz Fabrikası Elektrik Mühendisi Süleyman Oktay tarafından kaleme alınmıştır. Yine aynı yıl Şemsi adında bir şahıs tarafından Lambalı Telsiz Telefon Na-

90

Kitabın kapağı.

rulmasını, radyo meraklılarına lazım olan elektriği öğretir bir eserdir.” Kitap, çeşitli alt başlıklara ayrılmıştır: Birinci Bahis – Hava Telleri (Anten), İkinci Bahis – Ahizemizi Mükemmelleştirelim, Üçüncü Bahis – Telsiz Meraklılarına Her Vakit Lazım Elektrik, Dördüncü Bahis – Lambalı Ahize Yapmağa Hazırlık, Beşinci Bahis – Lambalı Ahizeler, Altıncı Bahis – Bozukluklar, Sebepleri ve Giderilmesi Çareleri. Başlangıç başlığını taşıyan ön sözde fizik kitaplarından en çok bahsedilen titreşim konusuna değinilerek söze başlanır. Radyo dalgaları bire titreşimden ibarettir ve doğada bunun birçok örneği vardır. Örneğin bir suya atılan taştan dolayı oluşan dalgalar birer titreşimdir. Konuştuğumuzda sesimizin hava içerisinde ilerlemesi ve kulağımıza gelmesi de yine titreşimler sayesindedir. Uzun mesafelerde farklı sürelerde ve biçimlerde yakılıp söndürülen ışıklar da titreşimlerden oluşur ve gökyüzünde bir anda belirip yok alan şimşek de bir titreşimler bütünüdür. Bunların tümü nasıl titreşimlerden oluşuyorsa radyo dalgaları da titreşimlerden oluşur. Bu sayede kendisini rahatça ileten hava içerisinde uzak mesafelere gidebilmektedir.3 Birinci Bahis – Hava Telleri (Anten)4 kısmında en basit yollarla antenin nasıl yapılacağı ve kullanılacağı anlatılır. Her tel, anten olarak kullanılmaya müsaittir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken şey telin yapıldığı malzemedir. Zira bazı maddeler elektriği iyi ilettiği gibi bazıları ise kötü iletmektedir. Antenin, iyi iletken özelliği taşıyan maddelerden yapılmasına dikkat edilmelidir. Bu maddelerden yapılmış tellerden bazıları üzeri

sıl Yapılır adlı bir kitabın yayınlandığını görüyoruz. İstanbul’da Ahmed Kâmil Matbaası’nda basılmış olup 205 sayfadan oluşan bu eserde lambalı radyoların nasıl yapıldığından bahsedilmiştir. Yine 1927 yılında bu makalenin konusu olan Radyo Rehberi - Kendi Kendine Telsiz Telefon Nasıl Yapılır? adlı kitabın yayınlandığını görüyoruz. Muhabere Müfettişliği Fen Şubesi Telsiz Kısmı Amiri Yüzbaşı A. Hakkı Haşim tarafından Osmanlı Türkçesi ile yazılmış olup Türkçe ilk radyo yapım rehberidir. Yazar hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır. 1927 yılında İstanbul’da Ahmed Kâmil Matbaası’nda basılmış olup 154 sayfadan oluşmaktadır. Elimizdeki nüsha birinci baskısıdır. Kitabın dış kapağında maddeler halinde şu ibareler yazılıdır: “1- Türkiye ve Avrupa telsizlerini dinlemek için ahizeler yapılmasını, 2- Ameli usullerle a- Basit bir şekilde kurulan anten, s. 9. kümülatör doldurulmasını, 3- Telsiz meraklılarına lazım olan elektriği öğretir yeni bir eserdir.” İç kapakta ise kitabın yazılış amacına dair şu satırlar yer alır: “Türkiye ve cihan telsizlerini dinlemek için ahizeler yapılmasını, ameli usullerle akümülatör doldu-

yalıtkan maddeyle kaplı olabildiği gibi bazıları çıplak haldedir. Anten, bu tellerin burulmasıyla veya örülmesiyle oluşturulur. Anten vazifesi görecek olan tel için ideal uzunluk otuz metredir. Tele gelen elektriğin başka yerlere akmasını engellemek ve kaybını önlemek için mutlaka dokunduğu yerlere yalıtkan maddeler yerleştirilmelidir. Nitekim bunun için en iyi malzeme iki direk arasına gerilmiş anten telini yalıtmak için kullanılan porselen makaralardır. Bununla beraber iki tahta arasına gerilmiş lastik bir şeritle de asılarak aynı işlev görülebilir. Sıra yapılan antenin evin içine alınmasına gelir. Bunun için yalıtkanlı kordon kablolar en elverişli olanıdır. Bir ucu antene lehimlenerek sabitlenir. Veya çakı ile üzeri kazılarak antene sarılması da mümkündür. Kapı veya pencere kenarından açılan bir delikle antene bağlı olan kablo evin içerisine alınmış olur. Camdan, lastikten veya porselenden yapılma bir boru içerisine alınması da gerekir. Ev içerisine alındıktan sonra da radyoya bağlanır. Eğer şehirde yaşanılıyorsa ve birden çok anten kurmak için yeterli yer bulunamıyorsa bu durum için farklı sistemler kullanılır. Örneğin, aynı yalıtkan platform üzerine birden çok anten teli paralel olarak bağlanabilir; v şeklinde bir uçtan birbirine bağlanan ikili bir anten sistemi kurulabilir, çapraz filika yöntemiyle altı köşeli uçurtma iskeleti oluşturulup birçok anten teli az bir alanda toplanabilir. Ardından en çok dinlenilmek istenilen radyo istasyonlarının olduğu yöne doğru anten konuşlandırılır. Tabi farklı zamanlarda dinlenilmek istene radyo istasyonu değişeceğinden bu durumda anteni hareket ettirmek gibi bir durum ortaya çıktığı düşünülse de buna gerek yoktur. Kondansatörler ve detektörler sayesinde yapılan ayarlarla istenilen radyo istasyonun frekansı elde edilebilir. Antenlerle ilgili bir diğer husus topraklama konusudur. Bunun için radyo-

Çerçeve anten, s. 21.

nun toprak düğmesine en az iki milimetre kalınlığında bakır bir tel bağlanır ve en kısa yoldan evin haricine çıkarılarak toprağın içine sabitlenir. Özellikle bulutlu havalarda antende meydana gelen elektriklenme, bu yolla giderilmiş olur. Ayrıca antenlerin yıldırımları çektiği yönündeki söylentiler de asılsızdır. Bir antene yıldırım isabet etmesi çok nadir görülen bir olaydır. Dinlenilmek istenilen istasyonun yakınlığı veya uzaklığına göre de anten kurulmasına ihtiyaç olup olmaması durumu da değişmektedir. Eğer dinlenilecek istasyonlar çok yakında anten kurmaya gerek yoktur. Evdeki kalorifer boruları, su boruları, yağmur boruları, saçak çıkıntıları anten vazifesi görebilir. Biraz uzakta olan telsiz sinyallerine ulaşmak için de evin tavanının köşelerine yerleştirilecek sıradan çıngırak telleri de iş görebilir. Bir çerçeve veya kasnak üzerine sarılan tel de anten işlevi görebilmektedir. Hem yapımı kolay hem de istenilen yöne kolayca çevrilebildiği için kullanımı pratiktir. İkinci Bahis – Ahizemizi Mükemmelleştirelim5 bölümünde ayar ve dalga boyu bahsi yer almaktadır. Bir piyanoda diyelim ki istenilen tuş re notasını verecek olan tuştur ve ona basıldığında sadece re sesini duyarız. Radyolarda da istenilen dalga boyuUçurtma iskeletine konumlandırılmış antenler, s. 15. na ulaşma ve sadece o frekansı dinleme konusu da buna benzemektedir. Nitekim radyo dalgaları da her teli değil istenilen uzunlukta ve gerginlikte olan teli titreteceğinden rad-

yonun iyi ayar edilmesi gerekir. Bunda tabi ki radyo dalgasının uzunluğu da önemlidir. Kısa, orta ve uzun dalga boyları olduğuna göre istenilen frekansın elde edilebilmesi için bu dalga boyuna göre radyo ayar edilmelidir. Bunun için başlıca kısım ayar ve mutabakat makarası veya bobinidir. Antenimizin boyunu kolayca kısaltmamıza veya uzatmamıza yarayan bir tel makarasından ibarettir. Anten ile ahize arasındaki devreye konumlandırılması gerekir. Kalın ve katı mukavvadan yapılan bir boru üzerine verniklenmiş telin sarılmasıyla kolayca elde edilebilir. Uzunluğu otuz santimetre ve ağzı ise on santimetre uzunluğunda olmalıdır. İki uca da tutkalla iki tahta yapıştırılmalıdır. Daha sonra bu iki tahta üzerine pirinçten yapılma bir cetvel ve bu cetvelin üzerinde rahatça sağa sola gidebilecek iki santim uzunluğunda madeni bir sürgü yerleştirilmelidir. Bu madeni sürgü, bobin üzerinde gelip gittikçe radyo sinyali ayarı sağlayan basit bir düzenek sağlanmış olur. Uzun radyo dalgalarını elde etmek için kullanılır.

Düzeneğin şekli, s. 38.

Sonra galeta bobinine geçilir. Bu bobin de büyüklüğüne yani üzerine sarılan telin uzunluğuna veya kısalığına göre on ila yirmi santimetre çapındadır. Daire şeklinde mukavva kartonun beş yerinin kısmen kesilmesi ve buralara vernikle yalıtılmış telin sarılmasıyla elde edilir. Kısa boylu dalgaların elde edilmesinde kullanılır. Galeta bobini, s. 39.

91

Kitapçıl Bu galetaları kolayca değiştirebilmek için orta kısmına iki tane madeni ayak yerleştirip pirinçten yapılmış iki ağızdan oluşan bir kuru tahta üzerindeki yerleşkeye sabitleyerek kullanılabilir hale getirilir. Dalga boyunu değiştirerek istenilen frekanstaki dalgaları dinleyebilmek için petek bobini hazırlanmalıdır. Bunun için de iki santim çapında ve dört santim eninde tahta bir makaraya on iki derecelik açılarla otuz küçük demir çıkıntılar belirli aralıklarla yerleştirilir. Bunlar dört ila beş santim olmalıdır. Birden otuza kadar numaralandırılmalıdır. Sonra üzerine yalıtılmış tel sarılarak dalga boyunu yakalamak için bir başka aparat elde edilmiş olur. Bu aparat, dört vidalı bir ara yüze kablolarla dört ayrı noktadan sabitlenip kondansatöre bağlanmaya hazır hale getirilmiştir. Yukarıda bahsi geçen bobinler, daha sonra sabit veya değişken kondansatörlere paralel ve seri olmak kaydıyla, kondansatörün türüne göre, farklı şekillerde bağlanabilir hale getirilir.

Kondansatöre bağlanan bir bobin örneği, s. 53.

Sonra sıra içinde kimyasal çözeltiler olan detektörlerin hazırlanmasına ve hazırlanan bobine paralel olarak devreye eklenmesine gelir. İspirtoyla ısıtılan bir platin telden çıkan sıvının bir cam tüp içine doldurulmasıyla kolaylıkla elde edilebilir. Hazırlanan bu tüpün içine dalKimyasal çözeltili detektör, s. 59.

Petek bobin, s. 42.

dırılan çinko levha düzeneği içinde saf su ve sülfürik asit bulunan cam bir kavanoz içine daldırılır. Bu suyun içine de metal bir levha yerleştirilir ve kanavozun ağzı yalıtken bir maddeyle kapatılarak levhaların uçları dışta bırakılır. Böylelikle detektör hazır hale gelmiş olur. Bırakılan bu uçlara bağlanan tellerde devreye bağlanır. Bu aparatın çalışması ve ahizede kullanılabilmesi için üç volt gücünde bir pile ihtiyaç vardır. Üçüncü Bahis – Telsiz Meraklılarına Her Vakit Lazım Elektrik6 bölümünde radyo devresine bağlanacak olan pillerin nasıl hazırlanacağından bahsedilir. Basit bir pilin nasıl hazırlanacağıyla ilgili tarifle başlar. Yalıtkan bir kabın içine ekşi su konularak buna bir bakır veya kömür, diğeri de çinko olmak üzere iki çubuk daldırılır ve pil elde edilmiş olur. Bu suyun içine litre başına seksen gram amonyum klorür eklenir. Bunun yerine kırk gram göz taşı (konkresyon) da eklenebilir. Bu kaynaktan çıkan enerjiyi ileten kablolara bağlanan bir voltmetre ile de akımın gücü ölçülebilmektedir. Bu şekilde elde edilen birden fazla pil olabilir ve bu pillerin kabloları devreye seri şekilde bağlanarak radyoya güç sağlanmış olur. Daha sonra devreye bir galvanometre bağlanarak sağlanan akımın volt cinsinden değeri ile amper cinsinden değeri

ölçülebilir. Bu aletin çalışma esası, manyetik alan oluşturma prensibine dayanmakta olup sarılmış bir telden geçen elektrik akımı değiştiği takdirde ibresinde oynamalar görülerek değişkenliği haber verir. Dördüncü Bahis – Lambalı Ahize Yapmağa Hazırlık7 bölümünde ise lambalı bir radyo ahizesinin nasıl yapıldığı anlatılır. Bu ahizenin lambası görünüşte sıradan bir lambaya benzer. Fakat içindeki tertibat farklıdır. İçinde bir ince tel, bu teli içine alan madeni bir boru vardır. Bu boruya bağlı olan iki ayrı tel daha bulunmakta olup içteki telin iki ucu ile boruya bağlı tellerin ucunun dipte bağlı olduğu dört metalik çıkıntı vardır. Bu şekilde hazırlanan lambanın bu dört metal ucunun girdiği dörtlü deliğe sahip bir duya yerleştirilecektir. Bu lamba detektör, odyon olarak kullanılır ve algılanan sesin yükseltilmesini sağlar. Hazırlana kırk voltluk ve dört voltluk pillere bağlanarak çalıştırılır. Dereye bir de akümülatör eklenerek ahize tertibatı da hazırlanmış olur. Bu kısımdan sonra yazar son sistem telsiz lambalarının kullanımından, kondansatör hazırlanmasından, sesi duymak için lazım olan hoparlörün veya kulaklığın devreye nasıl bağlanacağından bahseder. Hazırlanan bir pile bağlanmış voltmetre, s. 68.

Basit enerji kaynağı hazırlama, s. 64. Bir galvanometre, s. 77.

92

Lambalı ahize, s. 99.

Beşinci Bahis – Lambalı Ahizeler8 bölümünde anlatılan ilk konu elektrik dalgalarının türüdür. Daha sonra tek lambalı bir ahizenin (alıcının) nasıl kurulacağıdır. Görsel bir şemayla bu kurulum anlatılır: Tek lambalı ahizenin yapımıyla ilgili oldukça teferruatlı bilgi verilir. Telsiz lambası, galen, detektör kullanılarak oluşturulan devreler, bu devrelerin ayarlarının nasıl düzeltileceği, çok lambalı ahizelerin nasıl kurulacağı, üç lambalı şiddetlendirici detektör tertibi ahizenin kurulması, iki lambalı şiddetlendirici detektör tertibi ahizenin kurulması, şiddetlendirici lambalı tertibi ahizenin kurulması, reostanın nasıl yapılacağı, alçak ve yüksek tekerrür tertibatı içeren ahizelerin kurulması, ahize planları, süzgeç devresinin hazırlanışı, kısa dalga ahizesinin mahiyeti, hangi telsiz dalgalarının daha çok kullanıldığı gibi birçok konu detaylı olarak anlatılır ve her biri bir şemayla da gösterilir. Altıncı Bahis – Bozukluklar, Sebepleri ve Giderilmesi Çareleri9 bölümünde Tek lambalı ahizenin kurulumu, s. 115.

galen detektörlü ahizelerde sesin az işitilmesinin anten veya detektörden kaynaklı olduğu ve bu iki kısımda yapılacak bir yenileme veya tamirin sorunu halledebileceğinden bahsedilir. Ses bir zayıf bir kuvvetli geliyorsa sebebi devrede herhangi bir yerde kısmi temassızlık var demektir. Hiç ses gelmiyorsa yine detektör arızalıdır veya sivri uç galenden ayrılmış olabilir. Bobin sürgüsünde de sorun olabilir. Ses hafif işitiliyorsa akümülatör boşalmış ve piller bitmiş olabilir. Ahizede cızırtı veya hışırtı varsa gökyüzündeki elektriklenmelerden kaynaklıdır. Hiç ses yoksa ahize lambası arızalanmış demektir. Ahize sesi alıyor fakat şiddetlendirmiyorsa yine lambada sorun olabilir. Bu benzeri arızaların ve radyo kullanımıyla ilgili birkaç öğüdün yer aldığı son bir kısımla da kitap sona erer. 1927 yılından sonra Türkiye’de birçok radyo ve telsiz kullanımı meraklısı olmuştur. Dolayısıyla insanlara bu teknolojiyi tanıtmak ve kısıtlı bütçelerle evde nasıl kendi radyolarını hazırlayabileceklerini anlatan eserler kaleme almak önemli bir hizmettir. Nitekim iletişim çağının büyük bir sıçrama yapmasına vesile olan bu icadın Türkiye’deki yansımaları ve özellikle inkılaplar döneminde genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne gördüğü hizmetler yapılan pek çok araştırmayla ortaya konmuştur. Dolayısıyla halkı aydınlatmak ve bilgiyle donatmak gibi bir felsefeyle yola çıkan kurucuların ülkemize getirdikleri bu yenilikle il-

Bir ahize (alıcı) planı, s. 140.

gili insanları bilgilendirici böyle bilimsel bir fizik kitabının hazırlanmış olması oldukça mühimdir.

DİPNOTLAR 1) İbrahim Sena Arvas, “Türkiye’nin Radyo ile Tanışması ve Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi”, International Journal of Cultural and Social Studies, Volume 4, Issue 2, 2018, pp. 408-409; Nejdet Koçaş, “Nikola Tesla ve Guglielmo Marconi: Radyoyu Kim İcat Etti?”, Evrim Ağacı, https:// evrimagaci.org/nikola-tesla-ve-guglielmo-marconi-radyoyukim-icat-etti-547, [erişim tarihi: 16.04.2020]; Mihalis Kuyucu, “Radyonun Müzik Kutusuna Dönüşümü: Radyo Program Türleri ve Tercih Edilirlik Oranları”, E-Journal of New World Sciences Academy, Volume 8, Issue 4, 2013, p. 373; M. Özgür Seçim, “Radyonun Bir Haber Alma Aracı Olarak Kullanılması: Adnan Menderes Üniversitesi Öğrencilerine Yönelik Bir Araştırma”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 7, Sayı 1, 2017, s. 303. 2) s. 2-5. 3) s. 6-33. 4) s. 33-62. 5) s. 62-85. 6) s. 86-110. 7) s. 111-145. 8) s. 145-154.

KAYNAKLAR - ARVAS, İbrahim Sena, “Türkiye’nin Radyo ile Tanışması ve Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi”, International Journal of Cultural and Social Studies, Volume 4, Issue 2, 2018, pp. 406-428. - KOÇAŞ, Nejdet, “Nikola Tesla ve Guglielmo Marconi: Radyoyu Kim İcat Etti?”, Evrim Ağacı, https://evrimagaci. org/nikola-tesla-ve-guglielmo-marconi-radyoyu-kim-icatetti-547, [erişim tarihi: 16.04.2020]. - KUYUCU, Mihalis, “Radyonun Müzik Kutusuna Dönüşümü: Radyo Program Türleri ve Tercih Edilirlik Oranları”, E-Journal of New World Sciences Academy, Volume 8, Issue 4, 2013, pp. 372-400. - SEÇİM, M. Özgür, “Radyonun Bir Haber Alma Aracı Olarak Kullanılması: Adnan Menderes Üniversitesi Öğrencilerine Yönelik Bir Araştırma”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 7, Sayı 1, 2017, s. 302-317

93

Kitapçıl

KİTAPÇI RAFI Geştalt Kuramı Esra Mungan, Metis, 2023, 244 s. Bu kitap, psikolojinin geliştirdiği Geştalt kuramına dair, psikoloji tarihi içinde küçük bir “bellek tazeleme” çalışması sayılabilir. Yazarın amacı, orijinal hali hakkında çok az şey bilinen, bilinenlerin ise –kimi zaman tercüme eksiği veya hatalarından, kimi zaman da orijinal eserlerin okunmamasından– ya çok eksik ya da düpedüz yanlış olduğu, dünyaya bambaşka gözlüklerle bakan bu çarpıcı kurama biraz olsun “hakkını” iade etme iddiası. Yazar kuramın özellikle iki yönü oldukça heyecan verici buluyor. Bunlardan biri, kuramın algı dışında psikolojinin tüm diğer alanlarına dair de önermelerinin bulunması ve hatta psikolojinin ötesine de uzanabilecek kapsamda bir genel kavrayışın üzerine kurulu olması. Bir diğeri ise, psikoloji tarihi içinde –hele ki Anglo-Amerikan psikoloji ekolünün adeta “dayatmasıyla”– her şeyin iki zıt kamp üzerinden tanımlanmasını tümüyle reddetmesi.  

Sanat ve Sanatçılar Üzerine

Sigmund Freud, Çev. Kamuran Şipal, Telemak, 2023, 384 s. Sanat üzerine incelemelerinde Freud psikanalitik estetiğin esasını ortaya koyar: yapıtın uyandırdığı haz etkisiyle yapıtın tekniği arasındaki ilişki sorununa –dürtüsel hazzın teknik hazza eklemlenmesine– odaklanmak. Bu alana dair bir dizi araştırma ruhsal ekonomik işlemle yorumu mümkün kılan retorik arasındaki karşılıklılığı betimler. Ve şu sorularla karşılaşmak kaçınılmazdır: Sanatsal yaratıcılığı nasıl anlamlandırabiliriz? Sanatçının, yapıtı aracılığıyla estetik bir haz duyumsamamızı sağlamasının sırrı ne olabilir? Sanatsal yaratıcılık, oyun ve düşlem a-

94

Cinsiyetlendirilmiş Bedenler Cinsiyetler gerçekten biyolojik, fizyolojik, ‘doğal’ şeyler midir? Yoksa toplumsal olarak yazılan, kültürel üretimin ve toplumsal cinsiyet normlarının şekillendirdiği ilişkilerin meyvesi midir? Doğumhane önünde (veya nadiren de olsa içinde) bekleyen yakınları ve hemşirenin muştusunu hayal edin: “Kız/erkek oldu!” Bu söz aslında bir gerçeğin ifadesi değil, ‘kızlaşma/erkekleşme’ (yani cinsiyetlendirme) sürecini başlatan bir edimdir. Böylece erkek ve kadın arasında algılanan ve aşılanan farklılıklara dayanan süreç başlamış olur. Kısacası beden, söylemsel olarak inşa edilen bir anlamlandırma pratiği değil midir? Bu kitap, Butler’ın görüşlerini kuramsal ve felsefi açıdan belirli bir bağlama yerleştirmeyi amaçlıyor. Yazar okura Butler düşüncesinin evrimini hayranlık verici bir üslupla sunmayı hedefliyor: Hegelci kökenlerinden başlayarak, Freud ve Lacan’ın psikanalizine, Austin’in söz edimleri kuramına neler borçlu olduğunu ele alıyor. Kojève, Hyppolite, Althusser, Sartre, Foucault ve Derrida okumalarını, bunların teorisinin oluşumdaki etkisini ve bu düşünürlerle hesaplaşmasını ortaya koyar. Kısacası fenomenolojiden ‘kadınlık’ durumuna kadar Butler düşüncesinin izini sürer. Butler’ın Simone de Beauvoir okuması, Nussbaum ve Fraser’ın kendisine yönelttiği eleştiriler de yine kısaca bu kitapta ele alınan konulardır. Politik felsefe, dil ve psikanalizin, teorisinin oluşumundaki yerinin yanında, özne, performatiflik, kimlik ve öteki kavramlarının eleştirel bir bakışla ele alındığı bu eser, Butler düşüncesine ve kuir teoriye giriş niteliğindedir. Cinsiyetlendirilmiş Bedenler - Judith Butler’ı Anlamak, Sara Salih, Fol Kitap, 2023, 224 s. rasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Roman kahramanı ve romandaki diğer karakterler arasında nasıl bir ilişki ağı yatmaktadır ve bütün bunlar neyi temsil etmektedir? Sanat yapıtıyla sanatçının yaşamı ve kişilik yapısı arasında bağlantılar kurulabilir mi? Freud’un sanata dair yazılarından oluşan Sanat ve Sanatçılar Üzerine, yaratıcılık, psikanalitik estetik, sanat yapıtıyla sanatçının kişiliği arasındaki ilişki vb konuları merak eden okuyucular için temel bir eser niteliğinde.

dizilemeyle birlikte, kişiselleştirilmiş tıp çağı gelip kapımıza dayanmış durumda. Genombilim, diğer adıyla genomik, dünyamızı hayal edemeyeceğimiz biçimlerde değiştireceğe benziyor. Teknoloji odaklı olması nedeniyle son yıllarda biyolojinin belki de en hızlı gelişen dalı olan genomik, aslında epey geniş kapsamlı bir alan. Oxford Üniversitesi’nin cep kitapları serisinden yayınlanan bu kitapta Kanadalı moleküler biyolog ve yazar okura doyurucu bir özet sunmayı amaçlıyor.

Genombilim - Kısa Bir Giriş

Klasik Antikitede Kadınlar - Doğumdan Ölüme

John Archibald, İş Bankası Kültür Yayınları, 2023, 160 s. Genombilim kamuoyunda ilk kez İnsan Genom Projesi’yle gündemleşti. Dünyanın dört bir yanından binlerce bilimcinin tam 13 yıl emek verdiği proje yaklaşık üç milyar dolara mal oldu ve 2003 yılında başarıyla sona erdi. Ortaya çıkan “harita” çok önemli olmasına karşın, ancak başlangıç niteliğinde bir adımdı. O günden bugüne binlerce insanın genom dizilimi çıkarıldı. Bugün bir kişinin genom dizilimini çıkarmak sadece birkaç gün alıyor ve oldukça ucuzladı. Gittikçe yaygınlaşan kişisel genom

Laura McClure, Çev. Gülşah Günata, Koç Üniversitesi Yayınları, 2022, 472 s. Prof. McClure, Antik Yunan ve Roma’da kadınlar ve toplumsal cinsiyet üzerine en son bulgular ve araştırmalardan yararlanarak yazdığı bu eserinde, klasik antikitede kadınların toplumsal kimliğinin doğum, ergenlik, evlilik, çocuk doğurma, yaşlılık ve ölüm gibi yaşam evreleri boyunca biçimlenmesini incelemektedir.  Bekâret, kadın bedenine dair tıbbi görüşler, dini roller ve eğitimle

ilgili kaygılar da dahil olmak üzere kadın ergenliği, evlilik, annelik, cinsellik, zina ve fahişelik konularını araştıran Prof. McClure, kadınların otoriteyi nasıl kullandıklarını ve toplumsal yaşama katılım imkânlarını da incelemektedir. Klasik dünyada kadınlar ve toplumsal cinsiyet konusunda araştırma yapacaklar için kaynak kitap niteliğindeki bu eser, aynı zamanda ileri okuma önerileri ve bölüm sonlarında yer alan sorularıyla bir ders kitabıdır.  Laura K. McClure, Wisconsin-Madison Üniversitesi, Antikçağ ve Eskiçağ Yakındoğu Çalışmaları Bölümü’nde Yunan ve Latin Edebiyatı profesörüdür.

da kullanılabilmesi ise 1951 seçimlerini bulmuştur. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının “verilmesi”, Osmanlı’dan gelen Türk, Kürt, Ermeni, Çerkes feminist hareketlerinin sonu oldu. Türkiye’de feminist hareket bu tarihten sonra 40-50 yıl ortada görünemedi. Kitap, kimileri ilk kez gün ışığına çıkarılan Osmanlıca belgeleri de içeren geniş bir arşiv taraması sonucunda elde edilen nesnel bilgiler ışığında titizlikle hazırlanmış bir çalışmadır. Çeşitli boyutlarıyla kadın çalışmalarına önemli katkılar içeren bu kitap, resmi tarih açısından da eleştirel yaklaşımlarıyla katkılar sunmaktadır. 

Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi Hakk-ı İntihab Mücadelesi 1908-1935

Ontolojik Görelilik ve Diğer Makaleler Neyin Varolduğu Üzerine

Osman Tiftikçi, Nota Bene Yayınları, 2023, 208 s. Türkiye’de kadınlar 1934 yılı sonunda seçme ve seçilme hakkını kazandılar. Bu hak Cumhuriyet döneminde, eğitim, din, hukuk ve yaşamın diğer alanlarında yapılan reformların bir parçasıydı. Bu reformlar sayesinde kadınlar eğitimin her düzeyine katılabilme, iş yaşamının her alanında yer alabilme, sanat ve kültür hayatına katılabilme, giyim kuşamda, aile yaşamında, kişi ve miras hukukunda dini gericiliğin zincirlerini kırabilme imkanlarına kavuştular. Bu doğrulara karşın kadın haklarının iktidarın bir lütfu olduğu, Fransa’nın bile önüne geçildiği, Türkiye’nin kadınların siyasi haklarını tanıyan ilk ve tek İslam ülkesi olduğu gibi abartılar yanlıştır. Osmanlı ve Türkiye kadınları, İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan itibaren kadınların siyasi haklarına yabancı değildi. Partiye ilk kadın üye 1902 yılında yapılmıştı. Kadınların seçim hakkı 1920 yılında bir partinin (TKP), 1921 yılında da bir kadın derneğinin (Ulviye Mevlanların Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti) programında yer almıştı. 1923 Haziran’ında kadınlar İstanbul’da Kadınlar Halk Fırkası’nı kurmuşlardı.  CHP ise genel kanının aksine kadın hakları konusunda çok istekli davranmadı. 1930 yılına kadar kadınların CHF’ye üyelik başvuruları bile reddedildi. Seçme ve seçilme hakkının gerçek anlam-

W.V.O. Quine, Dergah Yayınları, 2023, 228. Ontolojik Görelilik ve Diğer Makaleler adlı kitap Quine’ın bu kitap öncesinde çeşitli tarihlerde ve farklı yerlerde basılan makalelerinden oluşmaktadır. Bu kitapta bir araya getirilmelerinin nedenlerinden biri kendi ifadesiyle bir arada bir kitap olarak daha görünür kılınma-

larının sağlanmasıdır. Sözcük ve Nesne öncesi, Sözcük ve Nesne ve de sonrası olarak işaret edebileceğimiz bir bölümlemede bu çalışmaların bazıları Sözcük ve Nesne’de ortaya konanlarla kimi ufak ayrımlar içermektedir. Ömrü boyunca sürekli bir biçimde görüşlerini geliştirmeye çabalayan Quine’ın görüşlerinde kimi değişikliklere gittiği görülmektedir. Bu çeviriyle Quine’ın temel görüşlerinin takip edilebileceği kaynakların bazıları daha erişilebilir olacaktır. Kitabın orijinalinde olmayan Neyin Varolduğu Üzerine metninin de çeviriye eklenmesinin bir amacı budur. Willard Van Orman Quine (1908-2000) 20. yüzyıl içerisinde pek çok önemli filozofun kesişim noktasındaki bir filozof olarak 21. yüzyılda da ilham vermeye devam edecek gibi görünüyor. Bu çevirilerin de söz konusu etkiye Türkçeden bir destek olacağı umut edilmektedir.

Freud’un Yası Freud’un Yası, 20. yüzyıl boyunca psikanalitik teori ve uygulamalardaki değişimleri keşfetmenin temeli olarak Freud’un yas deneyimlerini ve teorilerini çözümlemektedir. 20. yüzyılın başlarındaki modernist Freud yerini 21. yüzyılın postmodern Freud’una bırakmıştır. Madelon Sprengnether, Freud’un hayatındaki başlıca biyografik vakaların önemli bir yorumunu sunuyor ve bunu yaparken Freud’un erken yaştaki kayıplarının yasını tutamamasının yas teorilerini nasıl şekillendirdiğini ortaya koyuyor. Bu durumun ardıllarına ödipal öncesi çalışmalar alanını açarak nesne ilişkileri, öznelerarası ve karşıaktarım teorileri, Lacancı analiz ve travma teorisi gibi bir dizi yeni psikanalitik teoriye imkân sağladığını ileri sürüyor. Bu yaklaşımların çoğu, yasın ego gelişimi süreci için kritik olduğu şeklindeki formülasyon konusunda farklı yönlerden gelip bir noktada buluşmaktadır. İşte bu argüman aracılığıyla Sprengnether de, modernizmden postmodernizme, yani ustalık vurgusundan kırılganlığa, dikeyden yatay anlam oluşturma sistemlerine ve kelimelerle temsil edilebilen alandan sözel olmayan alana geçişin izini sürüyor. Freud’un Yası, Freud’un yasla kendi mücadelesini keşfederek, onu donmuş idealleştirmeden kurtarırken ve çalışmalarının 21. yüzyılda taşıdığı önemi gösterirken, okurun da onun yasını tutmamasına imkân tanımaktadır. Freud’un Yası, Madelon Sprengnether, Ayrıntı Yayınları, 2023, 336 s.

95

Üçüncü Tekir Şahıs

Anıl Ceren Altunkanat

Yasın beş evresi

İ

nkâr. Öfke. Pazarlık. Depresyon. Kabullenme. Hangi aşamadayım, inanın bilmiyorum. İnkâr ettim, uzunca bir süre kendimi her şeye kapatmaya çalıştım, olmadı. Hep öfkeliydim. Evet, pazarlık da yapKorku, Thich Nhat Hanh, çeviren Ezgi tım. Sonra bu da yetmedi, depresyonun Kırış, Omega, 144 s. o taş duvarlarına hapsettim kendimi. AUyku Evi, Jonathan Coe, çeviren Gülden ma hayır. Öfkem, acım dinmedi. Hayır. Şen, E Yayınları, 352 s. Ezgi Kırış’ın akıcı çevirisi ve titiz bir Kabullenmedim. yalnızca kâbustur. editör çalışmasıyla okurun karşısına çıSanki her gün, her aşamayı tekrar Peki, ya uyuyamayanlar? Ya da olkan Korku, alt başlığının da işaret ettiği tekrar yaşıyorum. Kabullenme dışında. madık anda, yaşamla rüya arasında sıgibi, fırtınayı atlatmak için bir sığınak oİnsan doğal bir yas sürecinde kabullenkışmış bir uykuya düşenler? Sarah gibi, labilir. menin şifalı gücüne sığınabilir. Oysa biTerry gibi yaşamları uykuyla kurdukla“Hepimiz korku hissediyoruz ama ezim yaşadığımız kabul edilemez bir şey. rı – yahut kuramadıkları – ilişki çerçeğer korkumuza gerçekten bakabilirsek, Kabullenmek yok. Helalleşmek yok. vesinde şekillenenler? Jonathan Coe ökendimizi onun pençesinden kurtarıp Buradan hayatımıza nasıl devam edüllü romanı Uyku Evi’nde uykunun neşeye dokunmayı başarabiliriz. Korderiz? Bilmiyorum. Yardımlaşma, dayapeşine düşüyor. Coe’nun yöntemi okuru ku bizi geçmişe takılı veya geleceğe dair nışma bir ölçüde rahatlatıyor kalbi ama için tanıdık: ironi, yanlış anlaşılmalar, endişeli hâlde tutar. Eğer korkumuzun yetmiyor. İnsan hep bir şeyi eksik, yanmüzik, sinema, tiyatro ve kitaplara varlığını kabul edebilirsek, aslında şu lış yaptığını hissediyor. Çünkü acı kigöndermeler, kimi kesişen kimi paralel ânın içinde iyi olduğumuzu görebiliriz. fayetsiz kalıyor. Bu acıyı, bu içine itilyollarla örülen bir olay örgüsü… RomaŞu an, bugün hâlâ hayattayız ve bedendiğimiz bu kâbusu kabul edemiyorum. nın farklı köşelerinde konum alan, harelerimiz harika bir şekilde çalışıyor. GözKabullenmek yok. Helalleşmek yok. ket halinde bir anlatım. lerimiz hâlâ o güzel gökyüzünü görebiliAcıdan, tanıklığın acısından söz etUyku Evi iki düzlemde ilerliyor: yor. Kulaklarımız sevdiklerimizin sesini mek de bir yandan ayıp geliyor. İnsanlar 1983-84 arası ve 1996 yılı. Geçmişduyabiliyor.” hâlâ çaresiz, insanlar hâlâ akıl almaz dete öğrenci pansiyonu olan konak şimdi *** recede zor koşullarda yaşam savaşı veribir uyku bozuklukları kliniği. GeçmiYa uyku olmasaydı? Ya bedeni ve yor. O yüzden lafı çok uzatmayacağım, şin pençesinden kurtulan var mı? Eskizihni arındıran o masalsı âlem kapılarını sözcüklerin yetersiz ve belki de yersiz nin pansiyonerleri şimdinin hastaları, bize kapatsaydı? kaçtığını hissediyorum. Geçen ay köşedoktorları. Ve Gregory… o sinsi zorYa rüya olmasaydı? Ruhu ve kalbi min yazısız kalması da bu yüzdendi (sizba… uykudaki gücü zapt etmeye çalışan hafifleten rüya bize sırtını dönseydi? den ve dergiye emek veren tüm arkadaşbir erk avcısı. Hem öğrenciliğinde hem Kimine döner. Kimi rüyalarını anımlardan özür dilerim). klinik yönetiminde. sayamaz. Uyanıkken gözlerini kapaKabullenmeyeceğiz. Hiç unutmayaÖzünde ister erk olsun ister huzur, yanlardır bunlar; uykuya düştüklerinde cağız. Helalleşmeyeceğiz. Bütün ülkeyi uyku denince herkes kendini bulma kendi yüreklerine açarlar gözlerini. Ve bir enkaza gömenlerden kurtulacağız. derdinde; kendini uykuda olsun anlama karanlıktır gördükleri şey; karanlık rüKaybettiğimiz her cana borcumuz bu. ve anlamlandırma, arındırma isteğinde. yalar, suskun sıkıntılar, yıpratılmış ka*** Ve uykuyla, rüyalarla – arınmış bir yıtsızlıklar. Rüyaları cezalandırır onları. Korku ve kaygıya teslim olduğumu benlikle – barışıp bir diğerine ufark ettiğim günlerde elime uzanmak; kardeş uykuların huzulaştı Korku. Korku ve arzu aruna ermek… Mümkün mü? rasındaki ilişkiyi, korkunun *** beslendiği döngüleri anlatan Ya uyku olmasaydı? Ya bedeni ve zihni Yasla başladım, korkuya uThich Nhat Hanh, hayatı kösarındıran o masalsı âlem kapılarını zandım. Sonra sıra uykuya, rütekleyen bu duyguyla yüzleşbize kapatsaydı? yalara geldi. Hepsi birbirine bağmek ve korkuyu anlamak için lı, hepsi bir günlük gibi anlatıyor yapabileceklerimizi duru bir Ya rüya olmasaydı? Ruhu ve kalbi yaşadıklarımızı. Çığlıklarla udille aktarıyor. Yaşam ve ölüm hafifleten rüya bize sırtını dönseydi? yandığımız günler geçecek, korhakkında söyledikleri insanın ku yerini dayanışmaya, direnişe yüreğini sakin bir limana çeve umuda bırakacak. Ama hayır, kiyor; sözlerine kulak verinyasımız hiç bitmeyecek. Kabullenmek Sabah, gözlerini yeniden kapamak için ce yaşamın manzarası değişiyor. Tabii yok. Helalleşmek yok. açtıklarında yorgun ve unutuşla taçlanişin zor kısmı o manzarayı koruyabilHer sayfası esin ve umut dolu bir ay mış bir yaşama geri dönerler. Uykunun mek, nefesin müjdeli gücünü her şeye dilerim. ve rüyanın büyülü cazibesi onlar için rağmen bedende hissedebilmek…

96