Aristoteles'ten Yanıtlar: Bilim ve Felsefenin Bizi Nasıl Daha Anlamlı Bir Yaşama Ulaştırabileceği Üzerine [1 ed.]
 9786055790875

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

� o V> V>

�}

o \J

:::ıcı V) ....

o .... m r­ m V)

..

.... m

z

.. -
.. z =t r-

)>

:::ıcı

nı Q.

;::;: o: :"!

:ı: z

Editör Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

Çevirenler Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

c .,

Yrd. Doç. Dr. Esra Çağrı Mutlu

o:ı (!)

Selena Erkızan

O)

N m ., "

,,

;:;:;

!ll :J

-------�

SENi-EZ���---�

Massimo Pigliucci

ARİSTOTELES'TEN YANITLAR -Aristoteles İle Karşılaşmalar-

Bilim ve Felsefenin Bizi Nasıl Daha Anlamlı Bir Yaşama Ulaştırabileceği Üzerine

• Editör Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

Çevirenler Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan Yrd. Doç.Dr. Esra Çağrı Mutlu Selena Erkızan

ARİSTOTELES'TEN YANITLAR Aritoteles ile Karşılaşmalar ©Hatice Nur Erkızan Sentez Yayıncılık 2014

Orjinal Adı: Answers for Aristotle Massimo Pigliucci

Bu kitabın yayın hakları Sentez Yayıncılık'a aittir. Yayınevinin yazılı izni olmaksızın, kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz, yayınlanamaz.

ISBN: 978-605-5790-87-5

1. Basım Sentez Yayıncılık Ankara Mart 2014

Kapak ve İç Düzen Gönül Kaya

Baskı TARCAN MATBAACILIK YAYINCILIK SANAYİ TİC. LTD. Ş Tİ Zübeyde Hanım Mah. Samyeli Sokak No:15 İSKİT LER-ANKARA Tel: 0312 384 34 35 Faks: 0312 384 34 37 Sertifika No: 25744

SENTEZ YAYIN VE DAGITIM EGİTİM ve ÖGRETİM KURUMLAR! TİC. ve SAN. A.Ş. Cumhuriyet C ad. Eski Tahıl İçi Sokak No:5 BURSA Tel: (O 224) 225 11 80 (pbx)

Faks: (O 224) 225 02 00

[email protected] www.sentezkitap.com Sertifika No: 14399

Massimo Pigliucci

ARİSTOTELES'TEN YANITLAR -Aristoteles İle Karşılaşmalar-

Bilim ve Felsefenin Bizi Nasıl Daha Anlamlı Bir Yaşama Ulaştırabileceği Üzerine

• Editör Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

Çevirenler Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan Yrd. Doç.Dr. Esra Çağrı Mutlu Selena Erkızan

,, SENTEZYAYINCILIK

®

ÖNSÖZ Y ERİNE ...

Aristoteles üzerine yapılan bir çalışmayı gördüğümde-elbette başka dilde-onu hemen Türkçe hayal ederim. Ama hemen de tuhaf bir acı ve de yetersizlik duygusuyla birlikte yapılan çalışmaların çokluğu gözümün önüne gelir ve de bunu yapmanın olanaksızlığı kendini itiraf eder... Bu trajedi benimle kaldığı sürece sorun yoktur; genel olarak... Ama eğer benim dışımdan bir ses gelirse bunu dikkate almama yeteneğim yoktur... Bir gün böyle bir şey oldu. Sentez Yayınları'ndan değerli felsefe dostu Tekin ÇANGA aradı ve de kitabı andı. Hemen göz attım ve de Türkçede olması elzem kitaplardan biri olduğu açıktı. Sevgili öğrencim, Yrd. Doç. Dr. Esra ÇAGRI MUTLU bu düşünceyi içtenlikle kabul etti. Sevgili Selena ERK/ZAN bir filolog olarak bize katılmada ve de katkı sunmada son derece cömert davrandı. Ve sevgili eşim Levent ERK/ZAN her zaman olduğu gibi, çalışmanın başından sonuna kadar her anlamda katkılarını esirgemedi. Kendilerine ayrı ayrı teşekkür ederim. Ancak "kitabın başlığı"nı çevirmek bile bir "karar sorunu" olarak hemen kendini gösterdi. Answers forAristotle ne demekti? "Aristoteles'e Yanıtlar" bugünden Aristoteles'e karşı yöneltilen eleştirileri mi, Filozofa karşı savunmaları mı, yoksa çürütmeleri mi/reddiyeleri mi (refutations) ifade ediyordu? Ç evirinin ve de "çevirmenin" masumiyeti olanaksız göründü, ilk baştan... Yazar ile düşünme, onunla birlikte anlama çabası çevirmenin/çevirmenlerin kaçınılmaz etkinliğine dönüştü... Ve ünlü Aristotelesçi filozof Stephen CLARK'ın sözlerini biraz değiştirerek şöyle demek anlamlı göründü: "Her çeviri bir yeniden yaratmadır; aynı her anlama çabasının olduğu gibi." Massimo PigliucciAntik Filozofların -bir evrim mucizesi(!)- günümüze kadar varlığını sürdüren ve az da olsa koruyan bir temsilcisi... Üç alanda doktora yaptı: G enetik, biyoloji (botanik) ve de felsefe. Pre-Sokratikler ile akrabalığı kesin gibi değil mi? Ama durmuyor ve de Aristoteles ile de yakından değil, derinden ilgili. Dolayısıyla ve kaçınılmaz olarak kitabında bilim, felsefe ve de din hep birlikte ele alınıyor... Biyoloji bilmek yetmez, felsefe bilmek hiç yetmez... Onların temel kavramlarını iyi bilmek, analiz etmek ve de senteze doğru bireysel bir çaba segilemek; yani kişinin kendi aklını harekete geçirmesi gerekiyor...

Pig/iucci'nin kendisi de bunu yapwor... Yeni bir kavrayış öneriyor ve de bunun için yeni bir terim/kavram ortaya atıyor: "sci-phi." Ne demek "sci­ phi"... Bunu anlamak için kuşkusuz kitabı okumak gerekir, önce. Ama ben yine de küçük bir işaret vereyim: Bilimsiz felsefe olmaz; aynı felsefesiz bilimin de olmayacağı gibi. Bilme/anlama sevgisiz olmaz. Sevgisiz bilgi, bilgeliği getirmez. Ç ünkü "anlama'� "bilme sevgisi" araç olmayı red eder; araçsallaştırılmayı red eder. Aristotelesçidir Pigliucci; çünkü o da "özgürlüğün" ve de "soylu/uğun/yetkinliğin" başka hiçbir şeyin aracı olmamak ile olanaklı olduğuna inanır. Büyük/soylu olan hiçbir şeyin aracı olamaz... Kendinde şey olmanın anlamı budur... Hem Aristoteles ve hem de Pigliucci için. Araçsal var oluşların tavan yaptığı günümüzde böylesi var oluşa bilim­ fe/sefe içinden verilen Pigliucci'nin açıklamaları ve yanıtları hiç kuşkusuz çok önemlidir. Öznel ve mucizevi deneyimlerimizin beynimizin oynadığı oyunlar olarak nörobiyolojiye giderek çözümlemesi Pre-Sokratiklerin aydınlığı olarak gözlerimizi "hakikate" açar... Bir diğer ünlü Aristote/esçi filozof Barnes, Neo-İonialıları ( Empedokles ve özellikle Anaksagoras) bilimi olanaksız kılan Elea Kumpasına karşı koyanlar olarak yorumlar. Onlar sayesinde değişme/hareket, bilim ve de akıl kurtulmuştur! Pigliucci aynı yoldan yürür ama ek olarak Post-Modernizmin- eş ifadeyle; Post­ Sofizmin- bütün kumpaslarını da bilime ve felsefeye dönerek geçersiz kılar... Her insan iyi yaşamı/yaşamayı arzu eder... Pigliucci Aristoteles'in bu kavrayışını bilimin dar sınırları dışına çıkarırken felsefeyi de söz ustalığının esaretinden kurtarmaya çalışır. Eudaimonia/mutluluk her insanın varlığını kendine içkin bir telos/erek/amaç olarak bu dünyada yeşertmesidir. İşte Pigliucci bu kavrayışın öncülüğünü yapar... Bunu anlamanın ve de gerçekleştirmenin kolay olmadığı açıktır ... Ama zaten kendisi de böyle bir şey söylemez. Spinozacı bir ruh ile söylenecek olursa " zaten iyi, güzel ve soylu olan" hiçbir şey kolay değildir. O nedenle, bu kitap; ışığı arayanlara; iyi, güzel ve soylu yürüyüşe çıkanlara armağan olsun. Prof. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan 20

Şubat, 2014, Ula-Muğla

İÇİNDEKİLER

1.

Bölüm: Bilgi-Düşün (Sci-Phı) ve Yaşamın Anlamı

11

BİRİNCİ KISIM: DOGRUYU YANLIŞTAN NASIL AYIRIRIM? 2.

Bölüm: Sepet İkilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar 29

Verdiğimiz Üzerine 3.

Bölüm: Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

38

4.

Bölüm: Ahlakın Evrimi

51

5.

Bölüm: Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

64

İKİNCi KISIM: KENDİ BİLDİGİMİ DÜŞÜNDÜGÜM ŞEYİ NASIL BİLİYORUM? 6.

Bölüm: Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

7.

Bölüm: Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

8.

80

93

Bölüm: Bilimin Sınırları

110

ÜÇÜNCÜ KISIM: BEN KİMİM? BEN NEYİM? 9.

Bölüm: iradenin/İstencin Sınırlı Gücü

126

10. Bölüm: Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim?

İçinizdeki Zombi

141

DÖRDÜNCÜ KISIM: SEVGİ VE DOSTLUK/ARKADAŞLIK 11. Bölüm: Sevginin Enzimleri/Hormonları

1S4

12. Bölüm: Dostlu k ve Yaşamın Anlamı

170

BEŞİNCİ KISIM: İÇİNİZDEKİ POLİTİK HAVVAN/CANLl/VARLIK! 13. Bölüm: Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

182

14. Bölüm: İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

196

15.

206

Bölüm: Adalet Üzerine ALTINCI KISIM: TANRIDAN NE HABER?

16. Bölüm: Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

222

17. Bölüm: Dinin Evrimi

233

18. Bölüm: Euthryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak

252

SONUÇ: SONUÇ NEDİR PEKİ? İNSAN DOGASI VE YAŞAMIN ANLAMI Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

262 277

Massimo Pigliucci; lisans eğitiminden itibaren biyolojiye gittikçe artan ölçüde bir ilgi duydu. Üç alanda doktora yaptı: Genetik, biyoloji (botanik) ve felsefe . Onun bu alandaki başarıları felsefeye yönelmesi ile daha da derinlik kazandı. Bir filozof olarak evrim kuramı, (özellikle evrim kuramının yapısı ve temelleri), bilim ve felsefe arasındaki ilişki ile bilim ve din arasındaki ilişkileri analize yöneldi. Ülkemizde hemen hemen hiç üzerinde durulmayan ve ele alınmayan sahte bilimlerin (philosophy of

pseudoscience) felsefesi de sorgulama alanları arasındadır. Önce; ekoloji ve evrim profesörü olarak Ekoloji bölümünde çalıştı. Botanik, evrim ve de evrimsel biyoloji üzerine araştırmalarda bulundu. 2009

yılından bu yana New York Üniversitesi (CUNY-Lehman College)

Felsefe Bölümünde çalışmalarını sürdürmektedir. Pigliucci günümüzde ve aramızda bir Pre-Sokratik filozof olarak dolaşır. Bilim ve felsefe arasındaki ayırımı bir biyolog olarak düne gönderir. Onun biyoloji felsefesi üzerinden bilim ve felsefe ve de bilim ve din arasındaki ilişkileri sorgulama biçimi bunu açıkça gösterir. Bilimin zorunlu olarak ateizmi gerektirmediğini

söyleyerek

Yöntemsel Doğacılık/Doğalcılık

(Methodological Naturalism) ve Felsefi Doğacılık/Doğalcılık (Philosophical Naturalism)

arasında yaptığı ayırıma bağlı olarak değer yargıları ile

olgusal gerçekler arasında da ayırıma gider. Ona göre birçok bilim insanı bu ayırımı yapmada başarısız olmuştur. Yeni Ateistler de (NewAtheism­

New Atheists) bu yanılgıyı izlemektedirler (Özellikle Richard Dawkins ve Douglas Futuyama). Ateizm ile bilimi birleştirmek yanlıştır. Bilimcilik

(Scienticism) ile bilim de aynı şey değildir. Felsefenin, sorgulayan aklın ve doğa bilimlerinin kamusal alanda yeşermesi için çok büyük çaba gösteren Pigliucci, diğer birçok kurumdaki etkinliklerin yanı sıra, Rationally Speaking adlı blogunda da bunu sürdürmektedir.

Aristoteles'ten Yanıtlar (Answers for Aristotle) Pigliucci'nin Türkçede yayınlanan ilk kitabıdır.

TK'va

1 . Böl ü m : Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamm Anlamı

"Neden buradayız, yaşamın anlamı ne? Tanrı gerçekten var mıdır veya yok mudur? Bütün bu kandırmaca/arın anlamı ne ? Tavuk ve yumurta hikayesi mi Yoksa biz yalnızca yumurtanın içi miyiz? Monty Python (Hayatın Anlamı)

Çocukken tombu lcaydım. Bir ya ndan sözde arkadaşları m ı n alayla­ rı, bir yandan da beni bir diyetisyenden öbürüne sürü kleyen ve bu durumumu hiç onaylamadıkları her hal lerinden belli olan ebeveyn­ lerimin arasında ka lan ben için bu, oldukça büyük bir sıkıntı kaynağı olm uştu. D ikkatinizi çekmek isterim ki, bugü nün yaygın bir hasta lığı haline gelen bir durumun koşullarını göz önüne a lacak olursak, benim 'duru mum' çok az fa rk edilir olurdu. Şimdiyse durum o kadar heye­ can verici ki, a rtık bugün lerde mağazalarda bana uygun o kadar küçük bedenler bulmak zor olduğundan giysilerimi İnternet üzerinden sipa­ riş etmek zorunda kalıyorum. Yine de bu sorun, şişmanlığımın farkı na va rdığımı hatırladığım ilk zamanlarımdan (ben ilkokuldayken) erken otuzlu yaşlarıma kadar yaşam ka litemi önemli ölçüde etkilemiş old u. Ta ki, kendi mce bununla ilgili bir şeyler yapmaya karar verene kadar.

12

Aristoteles'ten Yanıtlar

Belli başlı şeyleri yapmakla başladım. Kon u hakkında okumaya baş­ ladım, bir spor salonuna yaz ıldım ve yemekle olan ilişkime her an ya­ şamımda ya nlış giden herhangi bir derde deva olacak bir araç olara k bakmaktansa estetik ve sağl ıklı b i r şey olara k bakmaya başladım. El­ bette bu büyük bir çaba gerektirdi, halen de öyle aslında, a ma yaşama kalitem -hem fiziksel hem ruhsa l olarak- sadece birkaç ayl ık bir süre zarfında belli ölçüde gel işm işti. Henüz farkında ol masam da, bu kitap­ ta bilgeliğin (ve pratik önerileri n ! ) kısaltması olara k kullanıp o şeki lde a d landırd ığım "bilgi-düşü n," yöntemini kullanıyormuşum oysa. Yani d ü nyayı ve kendi yaşamlarımızı anlamlı kı lmak amacıyla insa nlığın bil­ giye u laşmak için bu zamana kadar geliştirdiği iki en güçlü yaklaşımı;

bilim ve felsefeyi. Buradaki ana d üşü nce yaşamda neyle ka rşılaşırsak ka rşı laşalım dik­ kate a l ma mız gereken bir takım şeylerin olduğudur; yani sorunla bağ­ lantılı gerçekler; o gerçekler üzerinde yorum ya pmak için kendimize bir rehber olara k edindiğimiz değerler, soru nun doğası ve muhtemel herha ngi bir çözüm ve ayrıca bütün bun ların bizde bıraktığı bir an­ lamsızl ı k d uygusuyla bu değer ve gerçeklerin hayat kalitemizle olan il işkisi. Bilim kendine özgü bir an layışla somut bilgiyle uğraşmak için çok uygun bir alan olarak d u rurken ve bu arada felsefe de (diğer bir çok şeyin ya nında) değerlerle uğraşırken, bilgi-düşü n kendi varlığım ızı nasıl kurduğum uza/gerçekleştirdiğimize dair genel-geçer soruları ce­ va plandırabilmek için son derece güven uya ndıran bir ya klaşım gibi görün mekted ir. Dolayısıyla, örneğin, hadi diyet ve kilo alma sorununa geri döne­ lim. Tahmin edebi leceğiniz gibi, bilimin bu konuda el bette söyleyecek pek çok sözü olmasına rağmen, başka bir 'mucizevi' diyet başka bir m ucizevi hapla ilgili laf kalabalığının içinde kaybolup giden halk bu konuların çoğundan çok da haberdar değild ir. Ö rneğin, Gina Kolata, 2008 bası mlı Zayıflığı Yeniden Düşünmek: Yeni Zayıflama Bilimi isimli ça lışmasında bir grup katılı mcının Rockefeller hasta nesinde belli bir

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

13

süre geçirdiği ve bu bir grup insan üzerinde sekiz ay sürecek olan ve d üzenli ta kip edilen bir diyetle ilgili incelemede bulunan Rockefeller Ü niversitesi a raştı rm acılarından Jules Hirsch'in mihenk taşı olan bir çalışmasını anı msatır. Hirsch ça lışmasına halihazırda şişman kişilerin (bu çalışmadakiler, el bette obezdi) normal insanlara göre daha büyük yağ hücreleri olduğunu biliyordu ve sıkı bir d iyet sonrasında bu hüc­ relere ne olacağını mera k ediyordu; ya ni bölünüp yok mu olacaklar, yoksa küçü lecekler m iydi? Son uçlar açıktı : Deneyin son ucunda obez hastaların yağ hücreleri standart ölçülere u laşmış ve ciddi anlamda küçülm üştü. Artık genel kilo ve hatta selü loz düzeyinde normal değer­ lere u laşıldığına göre, Hirsch sorunun çözüldüğünü düşünmüştü. (Bu olay 1959 yılında, daha bu yakın zama ndaki obezite 'epidemisi'nden çok önceydi.) Yine de olaylar ta hminlerin tersine gel işti. Birkaç ay bütün bu obez hastalar, yeni kavuştukları zayıf görünümü çok da korumak isteme­ lerine rağmen, yine aşağı yukarı önceki kilolarına geri döndüler. Söz kon usu iş bilim olduğu ndan ve hasta lar araştı rmacıların kendi kont­ rolleri altında tuttukları durumlar altında birçok fa rklı bakış açısına da­ ya narak incelendikleri için, a raştı rmacılar ne olup bittiğini a n lamakta zorluk çekmediler. Obez bir insa n ı n metabolizması aslında gayet nor­ maldi ve bu da bizzat vücut tarafı ndan mevcut vaziyeti korumak adı­ na düzenleniyordu Ne zaman insanlar ciddi bir diyete ta bi tutu lsalar, (temel fizik ka nunları doğrultusunda) doğal olarak kilo veriyorlardı, fakat metabolizmaları hal ihazırda zayıf bir insanın metabolizmasına oranla inanıl maz derecede yavaşlıyord u. Başka bir ifadeyle, vücutları yeni yönetimi bir kıtl ık dönemi olarak algılıyor ve yeni ve çok temel bir hayatta ka lma mekan izması ( metabol izmayı olabildiğince yavaşlat, daha az tüket) devreye giriyord u. Ne zaman ki diyete bağl ı sınırlama­ lar ortadan ka ldırılıyor, meta bolizma seviyesi yine normal seyrine dö­ n üyor, insanlar başa çıkamadı kları bir açlık hissediyor ve gerisin geri obeziteye yenik düşüyordu.

14

Aristoteles'ten Yanıtlar

Daha sonraki çal ış malar bu b ulgu ları doğrulamakla ka lmamış aynı zamanda paralel bir bulgu olara k kilo almaya çalışan zayıf insanların (bazen inanılmaz şekilde günde 10,000 kalori alara k) meta bolizma la­ rı nın sarsıcı şekilde h ızlanmasına yol açtı kları gerçeğin i ortaya çıkar­ m ıştı . Aşırı yemeyi keser kesmez ise, vücutları bütün fazlalık yağla rı yakmış ve başl adıkları yere geri dönmüşlerdi (sizi gid i şanslı piç ku­ rula rı, diyebilirsiniz için izden). Bu ve genetik beden kütle endeksi ( ki bu ağırlığınızla ve boyunuzla hesaplanır) mirasıyla ilgili ça lışmaların hepsi metabolizma ve kilomuzla i lgili 'belli başlı bir a ralığa' sahip ol­ d uğum uzu ve vücudumuzun, doğal aralığı mızın çok altına ya d a çok üstüne çıkma girişim lerimize karşı giderek daha inatçı bir tavır takın­ d ığını gösteriyor. Bu el bette d emek değildir ki kilom uzun çevremizle h içbir alakası yok ya d a buna müdahale etmemiz müm kün değil. An­ cak bu hem gerçekleştirebileceklerimizde bir sınır old uğu hem de (9. Bölü mde daha çok bahsedi lecek) bunları gerçekleştirebilmek adına, irade/istenç gücünün o çok değerli ruhsal kaynağı açısından ödeme­ miz gereken bir bedel old uğu anlamına geliyor. Eğer insanlar bu tür araştı rmaların daha çok farkında olsa lardı, sorun hakkında ne yap­ maları gerektiği kon usunda daha gerçekçi u mutlar beslerler, onunla başa çıkmak için daha akıllıca yöntemler geliştirir ve onları bir anda m utlu edecek uçuk kaçık bir umut ışığı nın peşinden koşmayı bırakır­ lardı. Aynı şekilde, insanların yemekle ilgili zaaflarını kötüye kullanma d üşüncesi etrafında yeşeren ev içi üretim sanayisi de parası n ı kolay diyet çılgınl ıkları sayesinde kazanmayı sürd ü ren bütün herkes için muhtemelen d ehşet verici sonuçlarla bir gecede çöker giderdi. Bu kadar bilim yeter. Peki felsefe nerede devreye giriyor? İ nsan kilosunun kalıtsal olması, metabolizma oranları, yağ hücrelerinin bü­ yüklüğüyle ilgili somut gerçeklikler ve dahası, bütün bunlar bildiğimiz kanlı ca nlı i nsanların hayatlarını etkilemese saf bir akademik merakın kon usu olabil irdi. Peki, a ma bunlar neden hayatımızı etkiliyor? Bu so­ ru nun ya n ıtı n ın bir kısmı yine bilimden beslen iyor; çünkü şişman ya

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

ıs

da obez olmak sağlıkla ilgili olu msuz sonuçlara yol açıyor. Ciddi kilo soru nlarıyla boğuşan kişiler d iyabet ve ka lp hastalıklarına daha yatkın oluyor, yaşam süreleri daha kısa oluyor ve elbette ki o yaşa m ı n ka litesi de epeyce azalıyor. Dahası, obeziteyle ilgili sorunları tedavi etmek için ayrı lan ekonomik ve diğer kaynakların mikta rını düşü necek olursak, geniş anlamda bu, topluma dair bazı olumsuz pratik sonuçlara da yol açıyor. Fakat tabi ki bu hikayenin sadece belli bir kısm ını ol uştu ruyor. Hiç obez olmadım, o dereceye ya klaşmadım bile ve fakat yine de şişman olma 'sorun u' hayatım boyunca ya kam ı bırakmadı. Ve ayrıca Amerikalıları n kiloyla ilgili saplantılarını kullanan m ultimilyon dolarlık diyet ve egzersiz a raçları endüstrisini dikkate a lacak olursak bu konu­ nun çok da dışında ka lıyor sayı lamam. İ şte bu noktada bir ucu doğa­ daki estetikten diğer ucu doğadaki ahlaka uzanan kon ular arasından seçerek kiloyla ilgili kararlar veriyoruz ki estetik ve etik bilimin değil, felsefenin konusunu oluştu rur. Eğer şişman olduğumuz için kendimizi 'çirkin' hissediyorsak bu­ muhtemeldir ki farkında olmayarak- hoş bir insanın nasıl görü nmesi gerektiği konusunda belli bir estetik yargı ol uşturduğumuz içindir. El­ bette bu 'yargı' içinde yaşad ığımız kültür (insanın kendi tarihi boyunca fiziksel güzellik kavra mı yere ve zamana göre fa rk edilir şekilde değiş­ m iştir) ve belki de hatta temel biyolojik içgüd üler tarafından (hayalini kurd uğumuz partnerlerimizde simetrik hatları tercih ettiğimiz yönün­ de bulgular vardır; çünkü temelde bunlar evlatlarımıza sağl ıklı genler a ktaracağımızın güçlü bir göstergesidir) kodlan mıştır. Benze r şekilde, vücudumuzdaki aşırı yağların sebebinin kendi oto-kontrolüm üzdeki yetersizlikler olduğunu düşünüyorsak, nasıl yaşa mamız ve nasıl ha­ reket etmemiz gerektiği, hayatta neyi kovalama mız gerektiği ve (hem zihinsel hem ekonomik olarak) belli esteti k standartları ya kalamak adına ne kadar para harcama mız gerektiği kon usunda ahlaki bir yargı­ ya varıyoruz demektir. Farkında olmadan felsefeyle uğraşıyoruz ve as­ lında bir taraftan da kötü bir felsefi yargı lamanın hayatlarımızı ol ması

16

Aristoteles'ten Yanıtlar

gerektiğinden daha derbeder hale getirebilme olası lığı da mevcut bu anlamda. Böylelikle denilebilir ki; felsefe ve bili min bize dünya hakkında en sağın bilgileri sunacağı ve bunun nasıl kullanılacağı d üşü ncesi -ki bu d üşünce hem genel anlamda bilim hem d e insani bilimlerin üstün­ de bir kavram olarak ku llanı lmış olup Lati ncede 'bilgi' anlamına ge­ len a ntik bir terim olan 'scientia' sözcüğüne daya nır- epeyce eskidir. Almancada benzer bir terim olara k, İ ngilizcedeki 'bilim' sözcüğünden çok daha kapsayıcı olan 'wissenschaften' sözcüğü nü bulu ruz. Bu tar­ tışmaya açık bir ifade olsa da, kitabı okumaya devam eden arkadaşla­ rın da kitap boyunca oradan buradan habire çıktığı nı görebilecekleri gibi, Batı geleneğinde 'scientia' kavramını (ya da benim kullandığım şekliyle bilgi-düşün'ü) ku llanan ilk filozof Aristoteles'tir. Geçen 24 yüzyıldaki gelişmelerle dra matik şekilde geride bırakılan Aristoteles ve bazı diğer Antik Yunan fi lozofla rıyla ilgili önemli olan nokta, uğraş­ tı kları bilimin içeriği hatta daha sonraki çalışmalarda ku llanım alanı bulamayan dar anlamdaki felsefi konumları bile deği ldir. Daha çok, bu kita bın ana d üşü ncesi açısından önemli oldu kları nokta, Antik Yunan­ lıların hayatı bir tasarı olara k gören ve yapmamız gereken en önemli şeyin hayatı nasıl yaşa mamız gerektiği konusunda kendimize soru lar sormayı öngören temel düşü nceleridir. Aristoteles'e göre bu, ta m a nlamıyla Yu nancada 'iyi bir ruha (eu daimonia) sahip olmak' anlamına gelen ve İ ngil izceye genel likle daha

­

doğru şeki lde 'yeşermek' olarak aktarılması gerekirken 'mutlulu k' ola rak çevrilen eudaimoniayaya erişmek için bir uğraşıyı ifade eder.

Eudaimoniayaya erdemli davra n ışlar sergileyerek ulaşılabilir ki bu da va r olduğumuz süre boyunca doğru şeyleri doğru nedenler ışığı nda yapmakta n geçer. Dolayısıyla hayat bir tasarı ola rak algılandığı için yo­ lun sonuna erişene kadar onun değerini tam anlamıyla algılayabilmek de pek m ü mkün değildir. Bu d üşüncenin biz modern insanlar için bile hala güçlü sezgisel bir çekiciliği var. Bir noktaya kadar hayatı nı gayet

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

17

iyi yönetmiş ve fakat o noktadan sonra ahlaki ol mayan davranışlara yönel miş bir insan şanını şöhretini lekelen miş ya da sekteye uğramış ola rak algıla r; bunun örneklerini çoğa ltmak m ü m kündür. Ö rneğin, ha­ yatına pek de ahım şahım başlamayıp sonradan kendine yüksek bir ahlaki kon u m edinenler ise ta kdir edilesi olara k algı lanırlar. İ yi bir ruhbili mci olan Aristoteles, ne yapmamız gerektiği hakkın­ daki akılsal belirlemeleri, işim ize gelen ya da bizi zevkli olanı yapmaya iten d uygusal yöneli ml erimizi aynı çatı a ltında birleşti rmenin çoğu za­ man zor bir uğraş olduğunun farkındaydı . Fiziksel sağl ık konusundaki örneğimize geri dönecek olursak, hepimiz o rta lama yeme alışkanlık­ ları edinmenin ve d üzen li egzersiz ya pmanın uzun vadedeki beden­ sel ( ve ruhsal ) zindeliğimiz için iyi olduğunu biliriz. Yine de, bu tür şeylerin sonunda kaza nı lacak ödüllere olan d üşkünlüğümüz iştahı mızı doyurabildiğimiz kadar doyurmaya ve eski hayatımıza geri dönmemiz söz konusu olduğunda olabildiğince bizi tembelleşmeye iter. Aristote­ les ömrü boyunca bir hazır yemek zincirini görmem işti; fakat insanın zaafla rını tartabilecek bir a n layışa sahipti. Bu noktada, eudaimoniayı gelişti rmenin önü ndeki en büyük engel olara k Yunanların akrasia diye tabir ettikleri ve irade zayıflığı olarak çevrilebilecek olan şeyi görüyor­ d u . Bir bakıma, erdemli olmak demek hem kendin hem de başka ları için doğru şeyi yapa bilmek adına başkasının zayıflıklarını geride bırak­ mak anlamına gelir. Bu ise insani yeşermeye giden yoldur. O halde eudaimonianın olumlu bir d uygu nun a l ışılagelmiş anlamıy­ la kullan ıldığı gibi 'mutluluk' değil, değerlerle örülü, ya ni örneklendir­ mek gerekirse, içsel bir ahlaki kavram olduğu konusu nun yeterince açık ol ması gerekir. Antik Yuna nlılar, örneğin, zevklerin, zengin liğin ve gücün peşinde koşan bir kişi ne kadar kendisini 'mutlu' hissederse his­ setsin bedensel zevk, zenginlik ya da güç gibi böylesi sınırlandırıcı hül­ ya lara adanmış bir yaşa m ı n muhtemelen eudaimoniayla ilgisi olmadı­ ğını öne sürerlerdi. Ö nemli bir anlamda bütün bunlar eudaimoniadan uzaklaşmak anlamına gelirdi; çü nkü söz konusu kişi olumlu anlamda

18

Aristoteles'ten Yanıtlar

ne kendini ne de d ünyayı geliştirm ek adına hiçbir şey yapma mış ola­ caktı. Bu son derece Hıristiyan bir çilecilik anlayışıyla ya da Budacı bir kendini dış dünyadan arındırmayla karıştı rılmamalıdır: Aristoteles'ten Epiku ros'a kadar Antik Yu nanlılar bedensel zevklerin, iyi beslenmenin, sevgi nin, dostluğun ve hatta bel li bir ölçekteki m utlak iyi şansın euda­ imon ia nın hakim süreceği bir hayatın temel bileşenlerinden olduğu n u düşünüyorla rdı. B u n u n ise sadece, bunla rı e n iyi şekilde kovalamak için en iyi zamanı belirlemek meselesi olduğunu düşünüyorlardı. Yukarıda anlatılanlardan bağımsız olara k, yine de, bi rçok i nsana göre felsefe, belirgin anlamda kendilerine toplumsal bir kulla nışsız­ lık madalyası yakıştırılan bir avuç kır saçlı yaşlı adamın a kıl sır ermez bir etki nl iği gibi görü nmekted i r. Son uçta 21. yüzyıl b u ! Eğer bilim bize belli bir kilo a ralığının sağlığımız açısından yararlı olduğunu ve bunun d ışında ka lanların hasta l ı kları tetikleyeceğini öğütl üyorsa, makul bir insanın basit anlamda dokto ru n u n tavsiyelerini uygulayıp estetik, ah­ lak ve yaşamın anlamı gibi felsefi temel lendirmelere, 'ca nın cehenne­ me' demeli deği l midir? Ama somut gerçeklikler ve değerler arasın­ daki ayı rıma hak ettiğinden daha az paha biçildiği için işlerin bu kadar da kolay olduğu n u düşün m üyoru m. Değerlerden somut gerçeklikler sağlamaya çalışmak doğalcı ya n ılgı olarak adlandırılan bir mantık ha­ tasıdır esasında. Doğalcı ya nılgıyı tartışmaya açan ilk kişi (o bu teri­ mi kulla n m ış olma masına karşın) çok yerinde başlıklandırdığı şekliyle

İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'de gündeme getiren 18. yüzyıl fi­ lozofu İ skoç David Hume'd ur. Hu me, çok değişik konularda yazarken (ne nedir? ne, ne deği ldir?) bazı insanların sonuç itibariyle tartışmaya mahal vermeyecek ve sebepsiz bir şekilde başka bir söylemin altında kendini var etmeye çalıştıklarını fa rk eder ki bu da ahlaki gereklilik­ lerle (ne olmalı/ne olmamalıdı r) alakal ıdır. Hume olgular ve değerler arasında hiçbir bağla ntı bulunmadığını söylemese de, böyle bir bağ­ lantı kurulacaksa eğer bu bağlantının bunu kuran ta rafından açık bir şekilde meşru temellere oturtulması gerekir.

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

19

Hume'un doğalcı yan ı lgıya dair kavrayışı bu kitaba ve bilimin ve fel­ sefenin harmanlanmasının gerçekçi insanların hayatlarını önemli a n­ lamda düze çıkarabileceği yön ündeki tezine ışık tutma ktadır. Doğa lcı yanılgı nın ciddiyetle ele al ınması (gerçekliklerle/olgularla ilgilenen) bilimin tek başına yetersiz kaldığı ve insanın (değerlerle uğraşan) fel­ sefeye de ihtiyacı old uğu anla m ı na gelir. Anca k uğraştığımız felsefe de diğer birçok şeyin ya nı sıra, mümkün olan en iyi bil imsel a n layışla do­ natılmalıdır ve ayrıca bilimsel bilgiye u laşma yolundaki a rayışımıza da değerler reh berlik etmelidir. Estetik ya rgılarımız vücud u muzun belli bir kilo a ralığına sahip olması gerektiği şekl inde bizi yönlendirebilir ve ahla ki değerlendirmelerimiz de bunun ya kınından uzağından geç­ meyecek şeki lde bizi şekillendirebilir. Ama insan metabolizmasının biyolojisi kon usunda edin ilecek ciddi bir kavrayış, konu hakkında ken­ dim ize birkaç laf etmemiz için pay çıkarabilir ki böylelikle bizim kendi ne ya pmak istediği miz ve biyolojik gerçeklerin bizim ne yapma mıza ne derecede izin verdiği konusunda bir uzlaşma da sağlanabilir. Bu noktada denebilir ki; bil im, felsefi sezgilerimizi gözden geçirmem ize yardımcı olur. Yi ne bir an d u rup düşünü ldüğünde, bilimin de felsefi seçenekler tarafı ndan beslen mesi gerektiği gayet açıkça gözlemlene­ bilir: ne diye i nsanların kilo kaybı ve artışıyla ilgili a raştı rmalara bu kadar çok pa ra akta rılıyor? Çünkü estetik ve ahlaki değerlerimiz bizi o şekilde ya pılandırıyor. Öyle ki, tahmi nen toplu msal kaynaklarımızı sınırsız olarak değerlendirdiğimiz için, diğer olası tıbbi araştırmaları çöpe atmak pahasına bu tür yatırımların meşru bir zem ini olduğunu düşün üyoruz. Demek ki, felsefe, bilimin (ve bilime yapılan yatırımla­ rın) genel gidişatına ışık tutuyor. Elbette bilim ve felsefe arasında yapılan açık ayırım insanlık tari­ hinde - bugün bilim i nsanı olarak kabul edilen- Galileo Galilei ve lsaac Newton'un gibi insa nların kendilerini 'doğa filozofları' olara k adlandır­ d ı kları zamanlara rastgelen 17. ve 18. Yüzyıla dayanan epey yakın bir olayd ır. Bilim ve felsefe bir za manlar bir ve ayn ı şey olarak değerlen-

20

Aristoteles'ten Yanıtlar

d iril melerine rağmen, bugün ü niversite yerleşkelerinde fa rklı fakül­ telerde öğretilecek kadar birbi ri nden ayrı ld ıysa eğer, bu garip evrimi nası l açıklayabilir ve ben insanların kendilerini geliştirmelerinde kulla­ nabilecekleri bu bilgi-düşün kavramını bir araya getirerek ne demeye çalışıyor olabilirim? Bilim sanırım hiç d eğilse felsefeye ora nla a nlaşılması daha kolay olanıdır. Çünkü insanlar bugün bilimin ürettikleri, bilim çerçevesinde d ünya ha kkında keşfedilen bulgular ve bu yasa ların teknolojik ve tıb­ bi alandaki uygu lamalarla daha büyü k bir tanışıklık içerisindeler. Bu tanışıklıktan bağımsız olara k, bilim hakkında, Cambaz Ayaklıkları Üze­

rine Güzellemeler: Bilimi Saçmalıktan Ayırt Edebilmek adlı kitabımda da gidermeye çalıştığı m, birçok yanlış a nlaşılmalar mevcut. İ lk olarak diyebilirim ki, aslında bilimsel yöntem diye bir yöntem yoktur. Bilimin kendisi zaten sistemli bir girişimdir; fakat her ça lışan bilim insanının temel olarak rehber edindiği kural ise şudur: ne tutarsa kabulümdür. Bilime dair ürkütücü şeylerden biri sağduyuyu sürekli bertaraf ederek dünya nın nasıl işlediği kon usunda en ol mayacak denilen so­ n uçlara ulaşması ve bu süreç boyunca bu bulgulara dair insanların gel iştirdiği itirazları göz a rdı etmesidir. Ö rneğin, şimdilerde kuantum etkisinin H(ve özellikle Pauli kuralının) katı maddelerin boşlukta yer kaplamasından sorumlu olduğunu düşün üyoruz. Bil iyoruz ki dev bir galaksi sınırları içerisinde d ünyamız uzay n üfusu n u oluştura n birçok milyonlarca gezegen arasında sadece bir tutam toz ve - şaşırtıcı şekil­ de hala popüler olmayı başara n bir görüşe göre- insa n ların şempa nze ve gerillaların çok ya kın akrabaları olduğuna inanmak için harikula­ de neden lerimiz va r. Bilim, Beryl Coronet'in Macerası'nda Sherlock Holmes'ü n Doktor Watson'a yaptığı açıklamaya benzer bir şekilde ilerler: "Kendimi bildim bileli şuna inanırım ki im kansız olanı bertaraf ettiğim izde, elimizde ka lan şey ne kadar ol uru yok gibi görünürse gö­ rünsün, o, gerçekliğin ta kendisidir."

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

21

Bil imin yanlış anlaşılan bir diğer özelliği ise, bilimin genel-geçer doğrular elde etmekle alakası olmadığı ve bunun yerine, neredey­ se kesin bir gerçekleşme olasılığını barındıra n geçici sonuçlarla ilgi­ li olduğudur. Dolayısıyla, örneğin, bir önceki pa ragrafta d ü nyamızın Samanyolu'n u n ücra semtlerindeki ortalama bir yıldızın etrafı nda döndüğünü söylerken aslında sayısız astronomik gözlemler ve bizim gezege nler, yıldızlar ve ga laksiler gibi şeyler hakkındaki kuramsal te­ mellendirmelerimiz a rasından bunun en çok desteklenen sonuç ol­ d uğunu ifade etmeye çalışıyordum. Ya bu gözlemlerin ya da kura m­ larımızın (ya da her ikisin i n ! ) ya nlış çıkma ya da son derece sorunlu olma ihtimali elbette ki saklıdır. Kim bilir belki de gelecek nesillerin astronomları Ptolemaios'un (Batla myus)d ünya n ı n evrenin merkezi ol­ d uğu ve geri ka lan uzayın da bunlarla beraber ha reket edip gözle gö­ rülmeyen göksel katmanlar tarafından ha reket ettirildiği ni savunduğu d üşünceden ha reket ettiğimiz için bize aynı tepeden bakan gülüşle bakıp sırıtaca klar. Bil imsel çıkarımların geçiciliği bilim insanları açısı ndan onları de­ vamlı besleyen bir ilham kaynağıd ı r. Fakat ayn ı zama nda özellikle bi­ limsel araştırmaları mali olarak desteklemek adına binlerce milyon dolar öded ikten sonra gerçeğin bilim insanları ta rafından kendilerine a ktarılıp onlarla işini bitirmek isteyen politika üretmekle sorumlu in­ sa nlar açısından daimi bir hüsranın ve halkın genelinin bir kısmı için ya nlış anlaşılmaların sebebidir. Yine de burada gündeme getiril mesi gereken tevazuuyla ilgili çok derin bir öğüt yatmaktadır. Hatta bundan da öte, bilim insanları tam tersine insani bir merakla koyulduğumuz dü nya hakkı nda bilgi edinme arayışım ızdaki doğal sın ırları insanlara anlatmaya çalışırken {Buna 8. Bölümde değineceğiz), bilimin kibirli ki­ şilerin en kutsal sığınağı gibi resmedilmesi daha çok ironiktir. Peki, ama o zaman bilimi felsefeden, edebiyat eleştirisinden ya da herha ngi başka bir şeyden ayırara k ona farklı bir bilgi alanı olma kim­ liği kazandıra n şey nedir? Bu devin doğasından dolayı bilim hakkında

22

Aristoteles'ten Yanıtlar

ta mı ta mına bir ta n ı m la ma yapmak büyük olasılıkla imkansız olsa da bilimin öyle ya da böyle bir şekilde doğal dünya üze rinde deneysel olarak doğrulanabilir ve sürekli olarak yenilenebilir kura mlarla biçim kazandırılan bir inceleme tekn iği olduğunu söyleyebilirim. Bu özgün kuramsallaştırma ve deneysel araştırma yönteminin harmanlanma­ sıdır bilimsel girişimin kilit noktasını oluşturan. Çok bilinen biçimde filozof l mmanuel Kant'ın bahsini ettiği gi bi, "Ku ra mı o lmayan bir de­ neyim kördü r, deneyi me daya nmaya n bir kuram ise yalnız aklın aldat­ macasından iba rettir." Bilim ya lnızca gerçekli klerden ibaret olsaydı pul koleksiyoncuğu ndan farksız olurdu; fakat aynı zamanda bil imsel kuramlar da deneysel (ya deneyler ya gözlem yol uyla) olarak doğru­ lanabilir gerçekler ışığında sürekli kontrol edilmiyor olsaydı astroloji, para psikoloji ya da yaratı lışçılık m inva lindeki sözde bilimler gibi ça rça­ buk yok olu p giderdi. Peki ya felsefe? Bilimi tam a n l amıyla ta nı mlamak ne kadar zor ise, 19. yüzyıl gibi çok yakın bir tarihte çok fa rklı çizgilerde evrilen ve çok daha eski bir alan olan felsefeye baktığımızda bu d u ru m umutsuz bir vaka gibi görünüyor. Yine de, çok üstün körü konuşmak gerekirse, fel­ sefe gerçekliğin doğası (metafizik), gerçe kliğin bilgisi (epistemoloji), ne yapıp ne yapmamamız gerektiği (etik), nası l düşünmemiz gerektiği ( mantı k) ve güzelin ne old uğu (estetik) gibi sorularla ilgilenen birkaç alana ayrılır. Yakın za manlarda felsefede tipik olara k adlandırıldığı şekliyle bilim felsefesi, zihin felsefesi, din felsefesi ve daha birçokları gibi 'şun u n şunun felsefesi' şeklinde, her birinin bilim in, zihnin, dinin ve daha geri kalanlarının felsefi yönüyle incelend iği bir dizi yeni felsefi ta rtışma alanları doğdu. 20. yüzyılın e n etkili filozoflarından biri olan Ludwig Wittgenstein, "Felsefe, a klımızın dil aracılığıyla esir edilmesine karşı verilen bir sa­ vaştır" d iyor ve bu kesinlikle filozoların ne yaptığın ı anlamak için gayet güzel bir yol . Wittgenstein'in burada an latmak istediği insanların kul­ landığı dilin, doğası gereği belirsiz olduğu, (komedi için bulunmaz Hint

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

23

kumaşı olan ve bu yüzden felsefi kavramsallaştırmayla da çok kıyas edilen) karmaşaya son derece elverişli olduğu ve bu yüzden sözcükleri nasıl kullandığımızla da ilişkili olarak bu kullanı mlar yüzünden yanlış yerlere varmamak için her daim bu kon u hakkında kendimize göz ku­ lak olmamız gerektiğidir. Ve yine, ayrıca denilebilir ki d ü nya üzerine nitelikli düşünme çok basit bir ifadeyle dil olmadan yerine getirilemez, dolayısıyla aslında bir bağlayıcı lığın da ortasında bul uyoruz kendimizi. Temelde sorun, bilim insa nlarının kendi çalışmaları süresince karşılaş­ tıklarından hiç de farklı değil: her kulland ıkları araç zoru nlu olarak bir anlamda sınırlı ve soru nlu ve fakat yine de a raştı rmalarında ilerleme kaydetmek için onları kullanmak zorundala r. Burada ortaya çıkan fark ise felsefenin bu anlamda insanın en kıymetli vasıtasının gücü ve sı­ nı rlarıyla uğraşmasıdır: dilin kendisiyle. (Bu arada, bu demek deği ldir ki felsefe dil bilimle sınırlıdır; hatta kafanızı daha çok karıştı rmak adına dil felsefesi diye bir alan olduğunu da öğrenmenin sizi çok da şaşırt­ mayacağı nı u muyoru m ... ) Su götürmez bir gerçek de şudur ki, yüz tane filozofa felsefenin ne olduğunu soracak olsanız yüzlerce değişik (ve aslında tek bir) deyim­ sel cevap almanız çok olağan bir duru m olaca ktır. Ancak yine de, felse­ feyi dilin akılsal kullanı mıyla ilgilenen bir alan olarak görmek kan ı mca felsefenin neden olabilecek en kapsayıcı alan olduğunu anlamak için en kolay yoldur; çünkü anlamak ve anlamlandırmak için kullandığımız en temel aracı konu edinir ve dolayısıyla da bir anlamda insanın bütün bilgi alanlarını kapsar. Felsefeyle ilgili bolca diğer kavra msallaştırma­ lar da vardır a ma burada benim görüşüm felsefenin tamamıyla man­ tıksal tezlerin oluşturulması (ve bozulması) ilkesi üzerine kurulmuş olduğudu r. Çok belirgin anlamda, bir filozof kendine bir dizi sorular oluşturup, bunlar üzerine ne bildiğini gözden geçirir ve belli bir çıka­ rım ya pmak için izlediği akılsal temellendirmeyi enikonu mantıksal bir d üzene oturtmaya çalışır. Diğer filozoflar da onun mantı ksal ilerleme sürecini gözden geçirip, çü rütmeye çalışır ve büyük ihtimalle başka çı-

24

Aristoteles'ten Yanıtlar

karımlara u laşabilmek için kend i tezlerini sahaya sürerken, karşı tezin eleştirel bir göza ltına nasıl karşı koyabildiğini gözlemlerler. Ve bu böy­ lece deva m eder gider. Bu sorgulama tekniği ni kullan mayan ve genel olarak felsefe diye addedilen bazı gelenekler de yok değild ir. Doğu felsefesi ve ayrıca bugün 'Kıta' felsefesi diye (18. ve 19. Yüzyılda Kıta Avru pası'nda ortaya çıkan lmmanuel Kant ve Friedrich Nietzsche gibi filozofların ça lışmaları içinden yeşeren gelenek içinden düşünüle n) adlandırılan alanın bir kısmı gibi benzer sistemler buna örnek olara k gösteri lebilir. Ancak bu kitapta benim felsefe olara k ka bul ettiğim Antik Yu nan­ da Sokrates'ten önce başlayan ve Yunanca kökü çok hoş ve güzel bir şekilde "bilgelik sevgisi" olarak çevirilen bir entelektüel aktivitedir/et­ kinliktir. Bilim kon usunda olduğu gibi, felsefeyle ilgili de bi rkaç ya nlış a n laşı lma var ve okuyucunun bu kitapta çıkacağı yolculuk öncesinde bu konuda bilgilendirilmesi gerekiyor: Felsefe, bilim gibi, bilimden fa rklı şekilde değerlend iril mesi gerektiği halde, elbette belli bir iler­ leme sağlar. Kabaca konuşmak gerekirse, bilimin gerçekten dünyayı olduğu gibi bize gösterebildiği ölçüde ilerleme sağladığı söylenebilir. (Bu düşünce her iyi bilim felsefecisinin size fark ettirebileceği gibi ol­ dukça basitleştirici bir ta n ı m, ama biz yine de onun kendi kullanımı­ mız açısı ndan yeterince iyi olduğunu ka bul edeceğiz.) Ö rneklemek gerekirse, Kopernik'in güneş sistemine dair kuramı Ptolem ios'unkine oranla daha iyidir; çünkü aslına bakılırsa, bu sistemin merkezinde ola n dünya değil, güneştir. Kopernik kuramının yerine geçen Kepler kura m ı ise çok d a h a iyidir; çünkü gerçeğe b i r adım daha ya klaşır: Kepler geze­ gen lerin Kopernik' in onların yuva rlak olduğunu düşünmesinin aksine, eliptik bir yörünge izlediğini ve güneşin bütün bu sistemin merkezinde yer almaktan çok, o elipslerin birçok odağından birinde kendine yer edindiğini fa rk etmiştir. Felsefeyle paralellik kuracaksak şunu söylemek mümkün: O da bir ilerleme kaydeder; çünkü felsefe insana dair kavra m ların anla mları ve

Bilgi-Düşün (Sci-Pht1 ve Yaşamın Anlamı

25

altı nda yatan a nlamları ayrıca onların dünyayla olan bağlantılarını kat be kat daha iyi kavrar. Bir örnek vermek gerekirse, filozoflar ahlaka dair birkaç kuram ortaya koymuşlar ve türlü mantıksal olasılıklar ileri­ ye sürmüşlerdir (Bunu 5. Bölümde ele alacağız). Halihazırda ima etti­ ğim gibi, Aristoteles, etiğin konusunun insanları geliştiren şeyler ("er­ dem/değerler etiği" olara k adlandırılan alan) olduğunu söylemiştir. 18. ve 19. Yüzyılda Jeremy Bentham ile John Stuart Mili ahlaki olanın en çok sayıda insanın m utluluğunu a rtı ra n şey olduğunu öne süren faydacılık düşüncesini gel iştirmişlerdir. Ayrıca 18. Yüzyılda l m manuel Kant da diğer insanlara karşı üstlenmemiz gereken belli başlı görevler üzerine kurulu ("deontolojik" ya ni kurallara daya l ı olarak adlandı rı­ lan) bir ahlak a n layışı öne sürmüştür. Filozoflar bunların ve diğer sistemlerin altında yatan anlamları or­ taya çıka rmış, eleştirmiş ve yerlerine düzeltmeler ile başka seçenekler sunm uşlard ı r. Bugün hiçbir filozof bunları özgün şekliyle ele alacak ka­ dar naif davra nmaz; çünkü bu alandaki tartışmalar bunların her biri için ayrı ayrı daha da nitelikli versiyonlarını doğurmuştur ve tartışma­ lar bu yeni ulaşılan kavrayış düzeyi içerisinden devam etmektedir. Kişi bir bilgi alanı olara k felsefe hakkında ne düşünürse düşünsün, bu kita bın ka psamı içerisinde, felsefe ve bilim arasındaki il işkiye dön­ düğümüzde işler bir hayli ilgi çekici bir durum kazanmaktad ı r. Daha önce belirttiğim üzere, bilim; felsefenin bir dalı olan 'doğa felsefesi'nin içerisi nden doğmuş, 17. yüzyıl ve dolaylarına kadar da o şekilde kal­ mıştır. Ancak, bilimdeki keşif yağmurundan bahsetmek şöyle dursun, modern akademik gruplandırmaları n ortaya çı kışıyla, bu iki alanın yol­ ları büyük ölçüde gittikçe ayrılmaya başlam ıştır. Bugün hala sınırlarda dolaşan, felsefi araştırma alanları n ı n nasıl bilime ka rşılık gelecek alan­ lara dönüşebileceğin i gösteren çok ilginç çalışma a la nları vardır. Bun­ lardan biri, bili ncin doğasını inceleyen zihin felsefesidir. Yakın zamana kadar bu, sadece felsefi bir girişimden iba retti . Fakat daha çok nöro­ log bilim insa n ı yeni deneysel tekniklerin, mesela bir hasta n ı n okumak

26

Aristoteles'ten Yanıtlar

ya da dondurmayı düşlemek gibi zihinsel bir görevle meşgul edildiği sırada beynin hangi bö lüm leri nin aktif olduğunu görmeyi sağlayan fon ksiyonel ma nyetik tı nlaşım görüntülemesi (FM RI) gibi araçla rın, varlığından ötürü bu soruyla oynamaya başlad ı . Bugü nl erde, bil inçle ilgili a kademik konferans v e dergiler h e m fi­ lozoflar hem de bilim insanla rı n ı n kullanımı dahilinde ve ben im tah­ minim bu dengenin, halihazırda, d iyebilirim ki, psikolojide olduğu gibi (William James'den önce o da felsefenin bir dalıydı ) bilime doğru yaklaşacağıd ı r. Bu durum felsefe ve bilime dair göreli bir değerin yan­ sı ması değil, daha çok bu iki ya klaşım ı n tamamlayıcı olduğu gerçeğin­ den ileri gelir: bir sorun bel l i belirsiz bir şekilde ta n ı m lanıp, deneysel anlamda doku n ulmaz olduğunda olayları açıklığa kavuşturma ve bilim uygun deneysel a raçları hazır ettiğinde o kavramsal platformu oluş­ turmak filozoflara düşer. Ama ta bi ki bu türden bir geçişl ilik tek olası yöntem olara k a lgılan­ mamalı. H u me'un doğalcı yan ı lgısı nın alanlar arasındaki geçişe olanak ta nıma ması na rağmen, bu tür benzer sorular hep va r olacaktır. Asl ı na bakılırsa, bu durumlar bizi bu kitapta çokça ilgilend iren konular. Ta rtı­ şacağımız birçok konu, ahlaki çeperin va rl ığı mızı anlamlı kı lan birçok şeyin öznesi durumunda olmasından dolayı ahlakla ilgili olacak. Do­ ğa lcı ya nılgı çok kısa ifadeyle ahlaki sorunlara dair (olma lı/olmamalı şekl indeki) bili msel ya nıtları (şudur/şu deği ldir şeklindeki) bir cevap olarak kabul etmemizin önüne bir set çeker; halbu ki anlam ve değer­ ler kon usundaki felsefi tartışmalarımız kesinl ikle bu kon ularla ilgili eli­ mizde va r olan, en açıklayıcı bir bil imsel kavrayışla desteklenmelidir. Göreceğimiz üzere, en ka liteli bilim ve en kaliteli felsefenin birleşi­ minden doğan bir a nlayışın sorun larım ızı daha bilinçl i, daha a kılsal bir temelden incelemem ize yaradığı daha pek çok başka alanlar da va rd ı r. Bu kita bın bundan sonraki yol ha ritası ise doğruyu ya n l ıştan nası l ayırt edeceğimizden neyin bilgi olarak sayıldığına ve neden öyle değerlen-

Bilgi-Düşün (Sci-Phi) ve Yaşamın Anlamı

27

dirildiğine dair soru lara kadar uzan ıyor. Sevgi ve dostlukla ilgili tartış­ malarda nerede d u rd uğum uza dair düşünceler, ada let ve politikaya dair analizlerden, bugüne kadar hiç gündemden düşmeyen bir konu olan tanrılardan ve onların-eğer hiç olduysa- va r oluşumuzun a nla­ mına ne kattı klarına dair olan sorulara kadar. Özetlemek gerekirse, bu bilgi-düşün adını verdiğim yöntem çok önemli bir noktaya işaret ediyor: Yaşamımızı yönetmek ve şartlarını iyileştirmek için aklı ve kanıtları kullanmak istiyorsunuz. Yok, ama eğer- ne olurlarsa olsun ve nasıl işlerlerse işlesin- gizemciliğin, babl inançların, ya da 'başka türlü yolların' peşinden koşmak istiyorsanız belirtmeliyim ki bu ki­ tap hiç size göre değil. Ancak, tam tersine, bir insanın sahip olduğu en önemli organının beyni olduğunu düşünüyor ve onu en iyi şekil­ de kullanmamız gerektiğini düşünüyorsanız, haydi bir sonraki sayfa­ yı çevirin ve bir an önce işe koyulalım.

• .

BİRİNCİ KISIM

DOGRUYU YANLIŞTAN NASIL AYIRIRIM?

2. Böl ü m : Sepet İ kilemleri ve Ahlaki Olana Nasll Karar Verdiğimiz Üzerine

''Ahlaki mükemmellik alışkanlık sonucu elde edilir. Adil eylemlerde bulunarak adil, ölçülü eylemlerde bulunarak ölçülü, cesur eylemlerde bulunarak cesur oluruz." Aristoteles

Kentin soka kları boyunca yolcu larını, bir durakta n d iğerine di kkatli bir biçimde taşıyan bir tramvayın sürücüsü olduğunuzu hayal edin. Birdenbire beş kişinin tam önünüzde, tramvayın çarpmak üzere ol­ duğu yakın bir mesafede du rd ukları nı görüyorsunuz. Frenlere asılı­ yorsunuz ve çalışm ıyorlar! Yol u nuzda n cehennem olup gitmeleri için bağırıyorsunuz ama ne sizi duyuyorlar ne de görüyorla r ! U m utsuzluk içinde, sizin adın ıza uygun olan tek bir seçeneğin olduğu nun fa rkına varıyorsunuz: tramvay hattı ayrılmak üzere ve eğer bir kolu çekerse­ niz olayın a kışı n ı değiştirecek ve beş kişiyi kurtaracaksınız. Fakat bunu yaparsa nız olay kaçınılmaz bir biçimde, raylar üzeri ndeki masum bir kişiye çarpmakla ve belki de onun ölmesiyle son uçlanacak. Kolu çeker miydiniz?

30

Aristoteles'ten Yanıtlar

Kültürler ça pında incelemeye tabi tutu lan insa nların çoğu, eğer ce­ vapl anacaksa, bu soruya isteksizce olumlu cevap verir. Tra mvay iki­ lemi, ahlak üzerine çal ışan felsefecilerden birinin sahip olduğu favori düşünce deneylerinin bir versiyonudur. Şu phesiz a rdı ndaki fikir, zor ahlaki i kilemlerle yüz yüze ka ldıkları zaman insanların a h la ki öngörü­ lerinin ne olduğunu görmekti. Sonuçlar çoğu insanın, felsefecilerin yararcı ya d a son uççu olara k adlandırdıkları, ahlaki bir karar verme şeklini benimsemiş olduklarını önerebilmektedir: beş insanı ku rtar­ mak yap ı lacak doğru şeydir her n e kadar bu süreçte başka bir i nsan ölebilecek olsa da. Bu - yararcılığın kurucusu - Jeremy Bentha m'ın "ahlaki ka lkülüs" ded iği şeye bir örnektir. Tramvay ikilemini anlattığım hemen hemen her seferinde birileri, kaçın ı l maz bir biçimde bariz itirazları sıralamaya başlad ı : ya beş ki­ şinin hepsi Nazi ve öldürdüğünüz sizin anneniz ise? İ nsanları hare­ ket etmeleri için uyara maz mısın ız? Uygun olan başka seçenek yok mu? Veya bunlardan çıka rılacak farklı türden sorular. Fakat şüphesiz deneyin a macı tam olara k, başka bir seçeneğin olmam ası ve olayın içerdiği insanlar hakkında h içbir şey bil miyor oluşumuzdur. Bu, diğer şeylerle birlikte, insanların ahlaki öngörülerini incelemeye nasıl baş­ layacağımız anlamına da gelir. Senaryo tesadüfen m uhtemel olmayan bir şey olarak görünebilir ama aslında öyle değildir. Gerçek yaşa mda, acil servis odalarından polisiye veya askeri eylemlere değin insa n ların hızlı bir biçimde bir çeşit ahlaki kal külüsü, var olan az sayıdaki uygun seçenek dahilinde ve çok az bir bilgi temelinde, aniden ku llanma ihti­ yacıyla karşı karşıya kalacakları birçok durum va rdır. Felsefe bazen bir

ölüm kallm sorusudur. Ama tramvay a lıştı rması burada bitmez. Ayn ı duru m u n, ahlak hak­ kı nda nasıl düşündüğümüze dair daha da ilginç olan bir pozisyonu gözler önüne serdiği ikinci bir çeşidi vardır. Şimdi, etkin bir biçimde tramvayı kullanmak yerine bir köprüde yürüdüğünüzü ve aşağıda hat­ tında giden tramvayın yolu üzerinde d ura n beş kişiye çarpmak üze-

Sepet İkilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar Verdiğimiz Üzerine

31

re olduğunu gördüğünüzü hayal ed in. Bu durumda sahip old uğunuz tek eylem çeşidin iz, hızlı bir biçimde yakı nı n ıza kilolu birini çekmek ve ilerleyen tramvayı durdurmak adına onu köprüden aşağı atma ktır. Ya par m ıyd ınız? (Tekrardan, uygun olan başka bir seçenek yok, muh­ temelen kilon uz ilerleyen aracı durdurmak için yeterli olmadığından kendinizi feda edemezsiniz.) Ö yle görünüyor ki bu sefer, bir şekilde, felsefecilere göre şaşı rtıcı bir biçimde çoğu insan, çoğu n l u k içi n bir kişiyi feda etmekten geri durmaz. Bu beklenmeyen bir şeydir çünkü yeni eylem şekli açıkça hiçbir biçimde sonuççu deği ldir. Bundan ziya­ de, ahlak hakkında başka bir genel düşünme tarzına uyar gözükür bel­ ki de bir "deontoloji" çeşidi yani birçok din tarafı ndan benimsenene benzer olara k kural temelli bir etik (On Emir bariz örnektir). Buradaki kural mu htemelen, "Masum bir insanı öldürmemelisin" veya başka insanları a maç için araç olarak ku llanmamak şeklindeki Kantçı impera­ tiftir. Yi ne de hikayenin ta mamı bu olamaz çünkü ikilemin köprü versi­ yonu karşısı nda deontolojik bir ahla kı benimseyen insanlar doğrudan kol u çekmeye dair versiyondaki sonuççu yaklaşımlarıyla çelişmekte­ dirler. (Karşıt etik doktrinler tarafından meydana getirilen soruna 5 . Bölümde tekrar döneceğiz.) Her ne olursa olsun burası, bilişsel. araştı rmacıların resme dahil olduğu yerdir. lowa Ü niversitesi'nde M ichael Koenigs ta rafı ndan ve Los Angeles'ta bulunan Southern Ca lifornia Ü niversitesi'nde Antonia Damasio tarafından yönetilen bir araştı rmacı grubu, tramvay ikilemi­ ni ku llanara k ilginç bir nörobiyolojik deney yaptı la r. Normal özneleri, beynin d uygusal reaksiyonları üzerinde etkisi old uğu bilinen bölgesin­ deki, ventromedial prefrontal korteksteki belirgin bir zedelenmeden m uzdarip insanlarla ka rşı laştırdılar. Koenigs ve iş arkadaşları her iki özne grubu na, tramvay ikileminin tüm versiyonlarını sundular ve bey­ nin ah laki bir karar vermeyle uğraştığında nasıl çalıştığına dair olduk­ ça ilginç bir şey keşfettiler: normal öznelerle nörolojik olara k hasarlı olanlar a rasında, ikilemin kolu çekme ve böylece bir kişiyi beş canlı kişi

32

Aristoteles'ten Yanıtlar

için değiş tokuş etmeye dair versiyonuna ceva ben hiçbir fa rk olmadığı ortaya çıktı. Buna rağmen, sorunun köprü versiyonuyla yüz yüze ge­ lindiğinde kontrol grubuna karşıt olara k beyni hasarlı hastaların iki kat gibi bir çoğu nluğu, yararcı takasın hala kabul edilebilir olduğunu (yani kilolu adamı köprüden atmakta bir sakı nca yoktur) belirtmektedirler. Bu bize neyi verir? Ha rvard'da bil işsel bir a raştırm acı olarak ça lışa n Joshua Green ne­ ler olup bittiğini bild iğini düşünmektedir. Çalışma grubu, bir kişinin ki­ şisel ol mayana karşın kişisel olan etik bir soru n u ele aldığında beynin fa rklı bölgelerinin etkin hale ge ldiğini göstermişti r. Ta hm inen ilk du­ rum, duygularla i lişkili bir şey olara k bilinen orta frontal girus benzeri bölgelerde güçlü bir biçimde ka rşılık vermeyi ortaya çıkarı rken, ikinci duru m soyut düşünme ve problem çözmeyi içeren beyin kısımlarını teti kler. O halde; Koen igs'e ait ça lışmada ki norma l öznelerle beyni ha­ sarlı özneler arasındaki fark bir bakıma, onların duygusal devirlerinin bozu l m uş old uğu gerçeği yol uyla açıklanır. Dolayısıyla, elde va r olan bilim, son uççuluğu mu deontoloik etiği mi destekler? Bir filozof bunun tuhaf bir soru olduğunu söyleyebilir ki nörobiyoloji bize, insanların neyi d üşün meleri gerektiği ni deği l na­ sıl düşündüğünü söyler. Gerçekten de naif bir bilim insanı, insa n la rın akılsal yeti lerini kullan ı rken - ve bu ma ntıksal olara k ya pılacak şey değil m idir? - "sonuççu" hale geldikleri gözlemi temelinde nörobiyo­ lojik ka n ıtların, deontolojik olan yeri ne sonuççu etik felsefeyi destek­ lediğini iddia edebilir. O halde; tekrardan, Kantçı eğilim leri olan bir nörobilimci eşit derecede akı lsa l olarak, ikilemin köprü versiyonunun sonuççu çözümünü destekleyenlerin güçsüz duruma gelmiş duygula­ ra sahip olan ya ni beyi n leri çalışması gerektiği şekilde ça lışmayan in­ sanlar olduklarına dikkat çekebilir. Her ne kadar ilginç olsa lar da basit olguları n, yapılacak doğru şeyin ne olduğuna ka ra r vermede yeterli olmadığını görebilirsiniz.

Sepet ikilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar Verdiğimiz Üzerine

33

İ nsani a h la ki yargılar hakkında ilgi çekici şeyler yazmış olan Jonat­ han Ha idt bir sosyal psi kologd u r. Ö zsel olara k ahlaki kara rlarımızın birçoğu nun evrimsel olarak kökleşmiş içgüdüler ya da d uyguların so­ nucu olduğunu ve hiçbir biçimde etik olmadığını ifade eden "saf/tek rasyonalize etme hipotezi" (mere rationalization hypothesis) olarak bilinen bir şey önerm iştir. Ha idt, özneleri onlara hiçbir zarar verme­ yen olaylara maruz bırakma yol uyla yürüttüğü ça lışmasına gönderme yapar ve ona göre; bunlar yine de benzer biçimde güçlü bir d uygusal reaksiyona neden olmaktadır. Ö rneğin, bir kişinin ulusal bayrağıyla tuvalet temizleme fikrine insanların nasıl ceva p verd iklerine bakar. Muhtemelen çoğu insan eylemde bulunmaktan ürker ve nedenini ay­ rıntılandırmaları istendiğinde öylesi bir bayrağın ku llanımını kınaya n ahlaki terimleri içeren bir açıklama getirirler. Fakat Ha idt, bu eylem­ ler gerçekte kimseye zara r vermediğinden felsefi olara k uyumlu olan, hangi anlamda ahlaki olmayan olarak ele a l ınabilir d iye sorar. Buna cevaben de d u ru mu n, insanları n evrimsel ya da kültürel olara k kök­ leşmiş duygularını her ne kadar keyfi olsalar da a kı lsal hale getirdikleri ve onları ahlaki olarak kuşandıkları gerçeğine bir örnek olduğunu ileri sürer. Haidt'e göre, geçerli ahlaki yargılarımızı evrimsel ya da kültürel a rka planım ızdan kaynaklananlardan ayırt etmeyi öğrenmemiz ve ilk olanlar lehine ikinci olanları bir köşeye atmak adına çaba gösterme­ miz gerekir. Ama bu durumda ba riz bir soru da açığa çıkar: geçerli ve sahte ahla­ ki açıkla malar a rasındaki farkı nasıl belirtiriz? Saf rasyonalize etme hi­ potezi ta biri caizse, ahlaki rölativizm fikri altına giren herha ngi bir şey için bilimsel tasdik/onaylama sağlamak adına neden mümkün old uğu kadar elde tutulması n? Felsefeci Wil liam Fitzpatrick, bazı durumlar adına evrimsel ve ahlaki ele alışlar a rasında açıkça ayırı m yapa bilece­ ğimize dikkat çeker ki insanlar genelde yaşa mları hakkında doğrudan evrimsel içgüdülerinin üstünde bulunan ahlaki akıl yürütm e tarafın­ dan yönlendiriliyor gözükmektedirler. Ö rneğin, dünya nüfusu hakkın-

34

Aristoteles'ten Yanıtlar

da endişeli olduğumuz için ikiden fazla çocuk yapmamaya karar ve­ rebil iriz (böylece mümkün olduğunca çok üremeyi öngören Darwi nci imperatifi çiğneyerek) veya bir insan hakları örgütünde gönüllü olmak için zamanımızın bir kısmını feda edebiliriz veya d ü nyanın d iğer ucun­ daki bir çocuğun hayatta ka lması, sağlık ya da eğitim adına bir şans elde etmesi için bi r çek gönderebiliriz veya, en uç noktada, yapmaya değer olarak gördüğümüz bir neden uğruna kendi yaşamı mızı feda edebiliriz ( ki bu evrimsel intihardan daha az bir şey anlamına gelmez). Çabamızın iki ve ya lnızca iki şeye odakla n ması gerektiğinden bu nların hiçbiri saf biyolojik bakış açısı bağla mında bir anlam ifade etmez: ha­ yatta kalma ve üreme (ve ilki, eğer ya lnızca ikinciye yöne ltiyorsa doğal seleksiyona ait bakış açısı bakımından önem lid ir) . Yukarıda bahsedilenlere benzer olara k yaygın insan davranışlarının varlığı (ve el bette diğer birçoğu) güçlü bir evri msel ahlaki teori için gerçek bir soru ndur. Yi ne de Fitzpatrick, yukarıdakilerin hiçbirinin, bi­ zim neden ah laki ca nlılar olduğumuza dair her şeyi üstlenmiş olma anlamını sah iplen mediğine di kkat çeker. "Mütevazı evrimsel açıklama tezi" olarak adlandırdığı görüşüne göre, neden ahlaki düşünme için eğilim ve kapasiteye sahip old uğu muz hakkındaki şeyleri ve bunun yan ı sıra ah laki d üşünmeyle başa baş giden belli d uygu ve hisleri ne­ den deneyim led iğimizi, evrimsel ta rihimizin anlattığı n ı ifade eder. Ev­ rimsel biyolojinin ahlak hakkında ne söylemesi gerektiğini

4.

Bölümde

daha derinlemesine inceleyeceğiz. Yi ne de şu a n için hala daha ciddi bir soru nla yüz yüze kalmış duru mdayız. Aşağıdaki ahlaki yargıları ele alırsak (tekrardan Fitzpatrick' in ça lışmasından); MJl: lrklar arası evlilik yan l ıştır. MJ2: Eşcinsellik yan l ıştır. Son zamanlara değin hem MJ l hem de MJ2, Batı toplumlarında doğru olarak kabul edil iyordu ve her ikisi hala daha Batı lı ol mayan toplumlarda geçerli kabul edilmektedir. Buna rağmen birçok Batılı

Sepet ikilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar Verdiğimiz Üzerine

35

MJ lden uzaklaşmış ve arta n sayı larda birçoğu da MJ2yi terk etmiş­ tir - veya en azından ciddi anlamda sorgulamaktad ır. Fakat ahlaki bir şüpheci açıkça diyecektir ki; bu görüş çokluğu belirgin bir biçimde ah­ laki ya rgıların kü ltürel olara k göreceli olduğunu göstermez mi? Ya ni bir yerde veya zamanda ahlaki olara k "doğru" olanın başka bir kül­ türel veya zamansal bağla mda doğru olması gerekir mi? Bu önemli bir sorudur; çünkü bir önceki bölümde gördük ki a hlaki gereklil ikleri olgu durumlarından çıkaramayız (en azından Hume'a göre). Eğer şim­ di, bir şeyi n a hlaki olup olmadığı doğrultusunda bizi yönlendirecek herha ngi akıl temelli bir ya klaşı ma sa hip olmadığımız ortaya çıkm ışsa bu duru mda bizi, kendi beğenilerimiz ve mizacı mızdan başka hiçbir ahlaki rehberim izin olmadığı bir duruma yönelten bir relativist bunca şeyden sonra savaşı kaza nmış olabilir. Bu meta-etik denilen konunun bölgesidir ya ni herhangi bir ahlaki sistemi hiçbir biçimde benimsememek adına akılsal gerekçelendir­ meleri inceleme teşebbüsünde bulunan disiplin (ahlaka dair farklı görüşlerin bağlantılı değerini ve bunların bireysel durumla ra nasıl uygula nacağın ı ta rtışa n felsefe dalı olan etiğe karşıt olacak biçimde). Saf akıl yürütmenin en özl ü kısımları ( matematik ve mantık) için bile a kı lsal temel sağlamanın zor olduğu kararlı bir biçimde ka nıtlanmışsa da benzer bir nedenden dolayı meta-eti ksel meselelerde de bilindik bir biçimde karara va rmak zordur. 20. yy boyunca dünyadaki en iyi ma ntıkçılar, m atematik için sağlam ma ntıksa l bir temel bulmak için destansı bir arayışa giriştiler (Apostolos Doxiadis ve Christos Papa­ dimitriou tarafı ndan betimlenen çizgi roman Logicomix'te bu arayış güzel bir biçimde tasvir edilmektedir.) Aklın kutsal kabı adına olan bu arayış, Kurt Godel'in (mantıksal bir biçimde !) 1931'de böyle bir te­ melin bulunmasının imka nsız olduğu n u sergilemesi sonucu başarısız­ lıkla sonuçlandı. Bu d u rumda yine de Godel'in "tamamlanmamışlık" denilen teoremi, matematikçileri ka lemlerini bir kenara bıra kmaya ve ba lık tutmaya teşvik etmemiştir; dolayısıyla belki de ahlaki akıl yü rüt-

36

Aristoteles'ten Yanıtlar

me fikri nden vazgeçmiş olmaksızın meta-etiği başka bir gün için bir kenara bıra kabiliriz. Bu şekildeki bir söylem, filozofların ne MJ l ne de MJ2'nin geçerli ahlaki yargı lar olmadığını düşünmeleriyle sonuçlanır. Da hası a lttaki fikrin geçerli olmadığı n ı düşündükleriyle de: MJ3: Başka bir insanın nedensiz yere öldürül mesi yanlıştır. Neden? Fitzpatrick bir filozofun MJl ve MJ2 hakkında ne söylemek isteyeceğin i şu şekilde özetler: öncelikle tüm bu beyanlar, eleştirel ya nsımaya karşı koymakta başarısız olurlar; iki nci olara k, bazı insan la­ rın MJl ve MJ2'nin doğru olduğunu düşünme nedenleri (öyle olmasa­ lar bile) doğa bakımından ahlaki değildir. İ kinci kriterle işe başlaya l ı m : MJl'in bir açıklamas ı n ı ırkçıl ığa ve MJ2'ninkini de homofobiye yüklemek kolaydır; buna dair tüm açıkla­ malar bağı msız bir biçimde sınanabilir (yan i başka a raçlar aracılığıyla bir kişinin ırkçı ya da homofobik olup olmadığını söyleyebiliriz). Buna rağmen MJ3'e ait d urumda, yargı adına ahlaki ol mayan bir motif dü­ şünmek zordur. Şüphesiz ilk kriter, bir kişin i n daha genel anlamıyla ne tür bir etik sisteme bağlandığına bağl ı olara k söz kon usu olan ahlaki yargılara uy­ guladığı bir nevi eleştirel refleksiyona/d üşünüme sahip olduğu fikri­ n i n benzer biçimde daha aldatıcı olduğu şekl indedir (sonuççuluk, de­ ontoloji vb.). Yine de biz m esela hem MJ l hem de MJ2'nin, rastgele bir grup i nsana karşı ayırımcılığı içeren birçok sebepten ötürü ya nlış oldukları n ı veya evlilik ve cinsell iğe dair pratik meselelerde kendi fikir­ lerim ize bu türden yargıların uygulanmasını istemediğimiz gerçeğin i veya bu türden seçim lerin olduğu yerde, hiç kimsenin zarar görme­ mesi gibi bir durumda böylesi yasaklama ların insa ni özgürlük kural­ ları n ı çiğnediğini tartışabiliriz. Bunlara karşın örneğin, eğer gelişigüzel ölüm lere izin verirsek karşım ızda konuşacak bir toplum olmayacağı gerçeği nden dolayı ki bir toplu m a rtan kişisel güvenliği de içeren se-

Sepet İkilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar Verdiğimiz Üzerine

37

beplerden dolayı bir a raya toplanan bireyler toplul uğu olduğundan, MJ3 böylesi eleştirel elemelere karşı durur. (Şüphesiz fa rkında olun­ malıdır ki MJ3'deki "isteksizce" kel imesi onu, meşru müdafaa nede­ n iyle ya da bel irtilmesi ve a naliz edilmesi gereken başka motifler için başka bir insa n ı öldürmeyi ahlaki olara k kabul edilebilir yapan büyük bir şerhtir). Ana fikir şudur: Böylesi nedenler keyfi ve kültürel trend le­ rin hevesi dahilinde olamaz. Durum değerlendi rmesi yapılacak olunursa, a hlaki ya rgılama ha­ len felsefenin baskın olduğu bir alan olarak görünmektedir; çünkü doğal olanla (evrimsel süreçlerin sonuçları nda ya da beynin analitik düşün meyle d uygusa l reaksiyonu bağlama yolla rında olduğu gibi) doğru olan arasındaki eşitliği doğru lamak zord u r. Bu elbette felsefeci­ lerin eti k ihtilafları d üzenlemede veya neden etik olu nması gerektiği şekli nde başla ngıç yapmayı a kılsal olarak haklı çıkarmada zorl uk çek­ med ikleri anlamına gelmez. Yine de bilim, etik ya rgılar verirken bey­ nimizin nasıl işlediğine ve "doğru" ve "ya n lış" şeylerin dışarıda olduğu şeklindeki ga rip fikri bir biçimde nasıl kazandığım ıza dair old ukça az şey söyler. Gelecek iki bölümde a hlaki bir canlı olmanın ne demek olduğunu a n lamamıza yardımcı olması için daha çok nörobiyoloji ve evrimsel biyolojiye döneceğiz.

3. Böl ü m : Beynimiz Ahlakı Nasıl Algıhyor?

''Ahlaka gelince, evet her şey bilinç sorusuna bağlanmaktadır." Roger Penrose

1667'de Thomas Cornell isi mli kişi annesini öldürmekten dolayı suçlu bulu nduğu için idam edildi. 200 yıldan biraz daha sonra onun nesl inden olan Lizzy Borden, babasını ve üvey a nnesi ni öldürme su­ çundan tartışmalı bir biçimde aklandı. 21. yüzyılın başlarında yine aynı nesilden olan başka biri, l rvine Cal ifornia Ü niversitesi'nde profesör ola n Jim Fallon, seri kati llerin beyinleri üzerine çalışmaktayd ı . İ lginç olan şey birkaç yıl öncesine kadar Fa llon, ailesinin, d iyelim ki, ilginç hikayesinin veya böylesi bir hikayenin onun akademik ilgileri için nasıl uygun olduğunun farkında değildi. Anlaşı lan an nesiyle olan gündelik bir konuşma sonrasında konuyla ilgilenmeye ve ne kadar ilgilenirse o kadar endişelenmeye başlam ıştı r. Sırf kendi merakından ötürü, kendisi de dahil olmak üzere birçok aile bireyin i beyin tara masından geçirmiştir. Fallon'un a raştırması seri katillerin, orbital kortekste çok az etkinlik gösterme eğiliminde olduk­ larını gösterir. Bu anlamlıdır; çünkü beynin bu bölgesi, amigdalanın etkinliğini baskı layan ve onunla etkileşim içinde olan yer olarak bilinir.

Amigdala, birazcık basitleştirilirse, bizim güçlü olan d uygularımızın

Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

39

evidir, özelli kle korku nun, fakat ayn ı zamanda agresif davranışlarımı­ zın da kaynağıd ı r. Orbital kortekste hiçbir etkin liğin olmaması, amig­

da/adaki normal mola ların kalktığı, sözün gelişi, bir bireyi şiddete ka r­ şı daha meyilli yaptığı anlamına gelir. Fallon'un a kraba larından hiçbiri bir seri katilin beyin mührü ne sahip değildir, ama o sahiptir! Bu noktada biyolog kendini biraz ted irgin hissetmeye başlar ama yine de arayışına devam eder. Burada geçerli olan ya pabileceğimiz ikinci bir test vardır; bu sefer doğrudan beynin yapısıyla deği l de ag­ resyonun genetik temel leriyle ilgilenilmekted ir. Birçok gene benzer olara k monoamine oxidase-A geni (MAO-A), insan popülasyonunda değişen varya ntlarda bulunmaktadır. Buna rağmen, bu va rya ntlar özellikle şiddet davranışıyla il işkilendirilir görü nür ve üstelik bu var­ yant seri katiller arasında yaygındır. Bu varyant, "savaşçı geni" takma ad ıyla, Fa llon'un akra balarının DNA'sında bulunmaz a ma, keşfetmiş olmakta çok da şaşı rmayacağı nızı ta hmin ettiğim gibi, kendisi ona sa­ hiptir. Ve yine de Jim Fa llon bir seri katil değildir, o yalnızca bu feno­ men adına akademik bir ilgiye sahiptir. Neler olup bitmektedir? Felsefecilerin ve bilim insanlarının, insanların a kıl yürütme ve ah­ laki bir perspektifle eyleme ta rzlarını daha iyi a n lamak (ve belki bunu gelişti rmek) için bir a raya geld ikleri, gittikçe daha da büyüleyici olan

nöroetik alanına hoş geldiniz. Bu kitap, felsefe ve bilimin yaşa mda­ ki büyük soruya ilişkin olarak beraberce bize neler söyleyebileceğiy­ le ilgilidir ve eğer bu soru ları yeni bir ışık altında anlamak istiyorsak ayn ı zamanda, söz gelişi, şapkanın a ltı ndakine de bakmamız gerekir. İ nsanların, yaşamlarını farklı fikirlerin yönlendirdiğini söylerken ne kastetti klerini çözümlemek adına ya lnızca felsefenin mantıksal neşte­ rini değil fakat aynı za manda insanların neden ve n asıl bel l i şekil lerde davra ndıkları n ı çözmek için bilimin m ikroskopunu da işin içine soka­ cağız. O halde; bu bölümde, a hlaki akıl yürütmenin nası lı na, nörobi­ yolojik bir perspektif üzerinden odakla nacağız. Nedenlere -ahlakın evri mi üzerine neler söyleyebileceğim ize- 4. Bölümde döneceğiz. Ve

40

Aristoteles'ten Yanıtlar

bu konuyu 5. Bölümde felsefeye geri dönerek toparlayacağız ki bu se­ fer daha iyi bir a nlayışla kuşa nmış ve eti k bir yaşamı nasıl sürdürece­ ğim ize dair daha iyi bi r kılavuz için hazır olara k. J i m Fallon'un, neden seri katil olmadığına dair bir fikri vardı r. Aile ta rihine, savaşçı genin taşıyıcısı olmasına ve orbital korteksi için ka­ ra kte ristik olan duyarsızlığa sahip olmasına rağmen başka bir öğenin eksik olduğuna inanır: doğru (veya bundan ziyade yanlış) çevre. Fallon travmasız ve a ilesinden yeterince şefkat gördüğü güzel bir çocukluğa sahi pti; ama d u rum farklı olsaydı -örneğin istismar edilmiş olsaydı­ bu duru mda mükemmel nöro-genetik-çevresel fırtın a salıverilmiş ola­ caktı ve ona göre bu durumda bir başkasının seri kati llerle ilgili olan çal ışması nın kon usu olabilecekti. Belki de - bil mediğimizden - böy­ lesi şeyler üzerinde ya ln ızca ta hminde bulunabiliriz. En azından Jim Fa llon'un tuhaf d u rumu, tikel genetik veya nörolojik damganın belli bir davra nış d üzenini teti klemeye yeterli olmadığı gerçeğinin altını çizer. Yine d e bunlar yasal bir d uruşmada ka bul edilmek için yeterli derecede önem li faktörler olacaklardır. U l usa l Halk Radyolarından birinin 2010'daki araştırma raporu­ na göre, Amerika n mahkemeleri şimdiye kadar 1200 davada şiddet dol u davra nışı n ı n nörobiyolojisi veya genetiği hakkındaki kan ıtları göz önüne almıştı r ve öyle görü nüyor ki bu, böylesi bir trendin yal­ nızca başlangıcıdır. Ö rneğin 2006'da Ten nessee'de Bradley Wa ldroup adında biri, karısını ve karısın ı n kız arkadaşlarından birini aralarındaki müna kaşanın sonucunda açığa çıka n şiddetli bir patlama sonucu öl­ d ü rmekten suçlu bulundu. Ad li bakış açısı bakım ından Wa ldroup'un suçluluğu kesindi ve savcılar ölüm cezası ta lebinde bulundular. Fakat savun ma avukatı Waldroup'un, J i m Fallon'un kendisinin de taşıdığın ı keşfettiği "savaşçı gene", MAO-A va ryantına sahip olmasının etkileri­ nin ka nıt olarak kabul edilmesi gerektiği ni belirtti. Avukat suçlunun baskı altındayken patlamaya eğilimli olduğunu ve genleri yüzünden şiddet dolu eylemlere kal kıştığını belirtti ve j üri çarpıcı bir karara var-

Beyn imiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

41

dı: Waldroup, istemli kasıtsız adam öldürmeden suçlu bulundu ve ölüm cezasından kurtuldu. Bu davaya felsefi bir bakış açısından bakmanın iki a kılsal yolu bu­ lunmaktadır ve bunlar bizi fazlasıyla farklı sonuçlara götürü rler. Bir taraftan, eyalet kan u nları bakı m ı ndan açık bir biçimde işled ikleri ce­ zala r için a ksi bir karara va rılabilinecek olsa da oldukça düşük zekaya sahip insanları n ölüm cezasına çarptırılmaması n ı gerektiren modern Amerikan hukukunun iyi d üzenlenmiş bir yasası mevcuttur (ABD'nin, ölüm cezasında birinci olan tek Batı ülkesi olduğunu hatırlayalım). Bu ilkenin a rdınd aki akıl yürütme şudur: böylesi insa nlar, çoğumuz bu şekilde eyleme cesa retine sahip olsak da bizimle aynı anlama veya karar verme derecesine muktedir değildirler. Ya pılması gereken etik şey, üzerinde çok az çıka rı msal güce sahip oldukları şeylerden dolayı onları cezalandırmak değil, fakat onları ilave zarar vermekten alı koy­ maktı r. Diğer taraftan, biyolojik faktörleri n herhangi bir tutarsızlığa sebep olmaksızın huku k sistemimize veya adalet kavramına ne oran­ da dahil edilebileceği nin bir sınırı olmalıdır. Eğer savu nma "beyn im bunu ya pmama sebep oldu" ya da "gen lerim bunu ya pmama sebep oldu" şeklinde olursa bu basit bir biçimde, yaptığımız herha ngi bir şe­ yin genetik yapımızda n kaynakland ığın ı göz önüne almak ve kesin bir biçimde beyn imizin yaptığımız her şeyle ilişkili olduğunu söylemektir. İ kilemi görüyorsunuz. Dahası ahlaki ka ra rlarımız, savaşçı bir gene ya da sessiz bir orbital

kortekse sa hip olmak kadar dra matik olmaya n faktörler tarafından çarpıtı lmış olmayabilir. Ö rneğin size Saturday Night Live'ı n bir bölü­ münü seyretmen izin, sadece duygusal durumu n uzu değil (bu tarz ko­ mediden zevk al ıyorsa nız) aynı zamanda ölçülebilir bir derecede ani ah laki yargıla rı nızı da başkalaştıracağı nı söylesem ne olurd u ? (eğer komedi seyrederseniz fazlasıyla utilitaryan veya sonuççu olursu n uz) Veya kirli bir masanın başında oturu rken ya da kötü bir kokuyu kok­ larken etik bir mesele hakkında fikrinizi sorarsa m, temiz bir masa ba-

42

Aristoteles'ten Yanıtlar

şında oturd uğunuz veya burun delikleriniz saldırı a ltında değilken ol­ duğu n uzdan daha ciddi bir karar verir durumdasınızdır. Açıkçası sakin ve rasyonel akıl yürütmeden daha fazla şey ahlaki yargı lar vermemize eklenir ve gerçekten de karar vermeye gi ren· bu etkilerin çoğu kolay­ lıkla bilinç radarımızın altındadır ki onun orada olduğunu bilmed iği­ miz ve ga rdımızı yüksek tutmad ığımız sürece. Bu ek faktörlerin bazıla rıyla, tramvay ikilemini sci-phi araştı rması kapsamında ele aldığımız 2. Bölümde karşılaştık ve şimdi halihazı rda ta nışmış olduğumuz Harva rd lı bilim ada m ı Joshua Greene' in görüşle­ rini ele a lmaya geri dönebiliriz. Greene, ahlaki karar verme sürecinin nörobiyolojisi üzerine olan küll iyatın çoğu n u gözden geçirm iştir ve so­ nuçta "ikil i-sü reç" adını verd iği a h laki yargıda bulunma teorisini geliş­ tirmiştir. Greene' in teorisine göre, uygu ladığımız ahlaki yargı türlerini değiştiri riz - örneğin tramvay ikileminin aşağı düzeydeki versiyon la­ rında utilitaryan iken aynı sorunun köprü versiyonunda deontolojist olmak; çünkü eti k karar vermede tam anlamıyla iki zihne sahi bizdir. Temel fikir şudur: Duygusa l cevapları mız ("içgüdüsel duygu ları mız", sezgilerimiz) deontolojik yargı lara olanak verirken, bilişsel süreçleri­ m iz (geniş bir biçimde konuşursak, rasyonel biçimde düşünme kabi­ liyetimiz) utilitaryan etik ya rgılarla uğraşır. Bu kavrayış, filozofların iki tür etik teoriyi mantıksal olarak ayrı ele aldığı düşü n ü l ü rse, ilginç bir durum yaratır: Bu şeki lde, ya rgılardan birinin ya da d iğerinin beyinle­ rimizi ele geçirmesine bağlı olara k birbi riyle bağdaşmaz ve karşıt yar­ gılarla baş başa ka labiliriz. Greene'in ikili-süreç teorisinin ka nıtı nedir? Belki de en başta sayıla­ cak kanıt Phineas Gage olayı ndan, 19.yüzyılda; başının önünden girip arkasından çıkan bir rayın olduğu tuhaf kazayı atlatan bir dem iryolu işçisinin durumundan çıkarıldı. Gage'in ön sol lobunun çoğu kısmı ze­ delenm işti; fakat bu zedelenme, kazadan öncekiyle karşılaştı rıldığın­ da bilişsel akıl yürütmesinde belirgin bir bozulmaya neden olmamıştı.

Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

43

Buna rağmen değişen şey, sosya l davranışlarıyd ı : birdenbire içgüdüsel ve duygusal reaksiyonlarını kontrol altına almakta zorlanmaya başla­ dı. Bu bilişselliği etkileyen beyin bölgelerinin en azından kısmen d uy­ guları kontrol edenden farklı olduğuna dair ilk öneriydi ve bu ikisinin arasındaki dengeyi (bu d u rumda, kaza yol uyla) bozmak m ümkündür. 19901arda, nörobiyolog Antonio Damasio'nun grubunun yönettiği araştırmada iş, bu bölgesi hasar gören hastaların değerlendirme ris­ kini almaya geld iğinde kötü ka rarlar verdi klerini ve belli başlı simule edilen senaryolarla bağla ntılı riskleri di kkate değer bir biçimde ciddi­ ye almadıklarını göstermek için beynin daha spesifik bir bölgesi, vent­

romedial prefrontal korteks ( VMPFC) sıfı rlandı. Yi ne de hastalar moral akıl yürütmeyle il işkilendirildikleri za manki yeti lerini ölçen testlere normal bir biçimde yanıt verdiler. Sorun, normalde çoğum uza ben­ zer d u rumlarda rehberlik etmede yard ımcı olan d uyguları meydana getirme adına beyin lerinde bulunan olanaksızlıktan kayna klanır gö­ zükmektedir. İ lginç bir biçimde, psikopatiye dayanak ol uşturulan nö­ robiyoloji çalışmaları da VMPFCyle ola n bir bağlantıyı göstermektedir (beynin diğer bölgeleri ya nında): açıkça psikopatça bir davranış amig­ dalanın indirgenmiş işlevselliği yoluyla meydana geti rilebilmektedir (Jim Fallon'un beyn inde bilişsel "frenleri"ni kaybeden benzer bölge) ki sırası gelince -tahmin edin !- VMPFCdeki bir işlev bozukluğu yoluyla ortaya çıkmaktadır. Normal beyin etkinliğindeki psikopatça sinir bo­ zukl uğunun hileli sonuçlarından biri de, bizim için kolay olan moral kural larla davra n ışlarımızın keyfi kuralla rı (görgü kurallarıyla bağlantılı ola nlar gibi) arasındaki ayrım ı psikopatların yapmaya muktedir olma­ masıdır. Onlar için tüm kurallar keyfi geleneklerdir ve bu yüzden iste­ nirse hepten reddedilebilirler. Bir anla mda, bir psikopat m utlak a hlaki relativisttir. Şüphesiz nörobiyolojik ça lışmalar istisna olan durumlar üzerine odaklanırlar ki ya lnızca bunlar bize birçok şey a n latacak d u ru mdadırlar - tuhaf kazalar ya da sosya l olara k a normal bireyler -. Greene'in "ikili

44

Aristoteles'ten Yanıtlar

s ü reci" adına hepimizi etkileyen daha standart d u rumla rdan çıkarıla­ bilecek kan ıtlar yok mudur? Ta bii ki vard ı r. Greene' in ekibi tarafından yürütülen bi r çalışmada deneklere, a raştırmacıların "yoğun çatışmalı kişisel i kilem" olarak gönderi mde bulundukları bir d urum sunuldu örneğin tramvay ikileminin çeşitli versiyonlarıyla aynı çizgide olan bir durum - Püf noktası, bazı deneklerin ilgilerini, eş zamanlı bir şekilde (ahlaki olara k n ötr) bi lişsel bir göreve, bir sayı dizisi içerisinde 5 sayısı­ nın onlara ne zaman görü n d üğünün soru lması gibi, yönlendirmeleri­ nin isten mesiydi. Altta yatan fikir, bilişsel kaynakları n bazılarını başka bir soruna dağıtarak bil işsel a hlaki sü rece basit bir m ü daha leye neden olmaktı r. İ kili-süreç teorisi, deontolojik ya rgılamanın d eğil de faydacı ahlaki yargı lamanın bu engelleme nedeniyle kısmen .zara r göreceğini varsayabilir. Ve ara·ştı rmacıları n bulduğu tam da budur! Sanki beynin ahlaki kanallarından birisi, hesaplama ve tanımlama görevlerinin (söz­ gelişi) bant gen işliğini paylaşıyor gibid ir; ve ikincisine ne kadar eğilir­ sek birincisinde o kadar kötü hale geliriz. Buna ek olara k, deneyin tam tersi şekilde de yapılabileceğini gördük: araştı rmacılar deneklerin de­ ontoloj i k yargıla rına, alakasız bir biçimde duygusal d u rumlarını değiş­ tirmek yoluyla müdahale edebilirler - örneği n onları zehirli kokulara maruz bıra ka rak. Ve ta bi ki tüm bu buluşlar yalnızca bilimsel ifadeler olm aktan daha fazla anlama sah iptir: prensip sah ibi olmayan bir avu­ katın, j ü rinin ahlaki pusu lasını faydacı ya da deontolojik boyut yönün­ de değişti rmek peşinde koşması nedeniyle onlar üzerine uygu lanan kasti m a nipülasyonun sonsuz olasılıklarını hayal edin. İ kili-süreç teorisi, fa rklı ahlaki yargı çeşitleriyle yüz yüze geldiğim iz­ de de oldukça tutarlıd ı r- bunlar adalet kavramı bağlamı nda ele alın­ malıdır ( 14. ve 15. Bölümde geri döneceğimiz bir mesele). Fazlasıy­ la fa razi olmaya n şu senaryoyu ele a l ı n : kıtlıktan etkilenen bir halka dağıtılmaya uygun olan 100 kilo yiyeceğe sahipsiniz. Buna rağmen, yiyeceği dağıtmak biraz zaman a l ıyor ve bu ya klaşık 20 kilonun kulla­ nılamaz ve bozul m uş hale gelmesine neden ol uyor. Eğer yiyeceği hal-

Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

45

kın yarısın a dağıtmayı seçerseniz bozulan miktar 5 kiloya düşüyor. Ne yaparsınız? N üfusun ya rısına daha fazla yiyecek göndermeyi seçerse­ niz ya rd ım programınızın etkil i olmasına öncelik verirsi niz; fakat tüm nüfusa dağıtmayı denemeye devam ederseniz büyük oranda yiyecek kaybına rağmen etkili olmaya karşı adil ol mayı öncelik haline getirmiş olursunuz. Bu ta m anlamıyla deneklere bağımsız bir biçimde, adil ve etkili olmayı bir dizi sena ryo halinde sunan Ming Hsu ve iş arkadaşları tarafından keşfedilen muamma çeşid idir ki aynı kişiler, katılı mcıların beyin taramalarını ya ln ızca böylesi senaryolar altında neye karar vereceklerini belirlemek için değil, aynı zamanda beynin ha ngi kısımlarının karar verme sürecinde içerild iği ni bulmak için de kulla nmaktadır. Adalet meselelerini ölçmede üç bölgenin işin içine girdiğini buldular: Putamen, etkililik m eselelerine cevap veren kısımdır;

insula, haksızlıkla ilgili yargıları içerir ve kuyruklu septal subgenual bölge özel olarak bir kişi nin, veril i bir durumda hakl ılığın ve etkililiğin birbiriyle bağla ntılı olan önem i üzeri ne düşündüğü sırada birleşmiş bir yargıda bulu nması adına iki bölge arasında a racılık yapa r. Buna bakarak, insa n ların sofistike "a hlaki bir hesap makinesi" ile donanmış oldukları sonucunu n, varoluşumuzun ilk birkaç yılında herhangi bir dil kon usundaki karmaşık kuralları öğrenmem izi sağlamak adına bize bir beyin meka nizmasının bahşedilmiş olmasıyla hemen hemen aynı şekilde benzer olduğuna karşı koymak oldukça zor olaca ktır. Greene'in ikil i-süreç teorisi ışığında bu sonuçlar bakımından özell ikle ilginç olan şey, insulanın {haksızlık kodlama bölgesi) aynı zamanda d uygusal sistemimizin bir pa rçası olarak da biliniyor olmasıdır;

putamen, (etkililik kodlama bölgesi) beynin ödüllendirme sisteminde (dopamine, nöronlarımız tarafı nda ü retilen doğal bir ödül ilacına duyarlıdır) yerleşmiştir ki onun hem hayırseverlikle ilgili bağışlarla hem de beleşcilerin cezalandırı lmasından dolayı iyi hissetmeyle bağlantılı olduğu sergi lenmiştir. Son olara k ve en belli olacak şekilde, bu iki işlevi

46

Aristoteles'ten Yanıtlar

kaynaştıra n bölge olan subgenal, hakikat ve sosyal bağlanmayı kapsar. Başka deyişle, sosya l bakımdan oldukça uyu m l u olan bir insanın sürekli bir biçimde adillik ve etkililik mesel elerini ölçüp biçmesi gerekiyorm uş gibi görü nmektedir ve beynin bu üç ayrı ama bağlantılı bölgesi bu şekilde eylemek için bize yard ım eder. Hsu ve iş arkadaşları şöyle d evam eder: Daha kapsamlı olarak sonuçlarımız, adalettn bir

hakkaniyet duygusunda köklendiğine dair Kantçı ve Rawlsçı sezgiyi desteklemektedir. Ancak onlarm aksine böylesi bir duygu rasyonel deontolojik bir ilkenin uygulanmasmm ürünü değildir; bundan ziyade ahlaki duygusallık adına fikir verici kamtlar sunan duygusal işlemlerin sonuçlarıdır. İ lerleyen zamanlarda hem Kant'a hem de Rawls'a { 1921-2002) geri döneceğiz; fakat bu raya kadar olanları di kkatli okursanız varı lan son uçların, felsefeyi deneysel sonuçlar üzerinden yeniden yazma çabasında olan bil im insanlarına, H u me'un olanla olması gereken ayrı m ı n ı n bir ihlaline örnek olduğunu görürsünüz. Bu kita bın birçok farklı kısmında tartıştığım üzere, felsefe ve bilim a rasındaki karşıt konumlanma buna rağmen ya nlış yönlend irilmekte ve tam olarak verimli olmamaktadı r. Bu sonuçların daha da ilginç olan bir okumasına göre, insanlar içsel d uygusal bir hakka niyet d uygusuna sahiptir ki bu da Kant ve Rawls gibi filozofların savun duklarına benzemektedir. Bu, şu anlama gelmez: Diğer herha ngi bir biyolojik içgüdüde olduğu gibi rasyonel çıkarım ve öğrenme doğa ananın bize verdiği şey adına bir gelişmeye yol açmaz. Her ne kadar Greene'in ikili-süreç teorisi, aklın ve d uygunun a h laki yargıda bulunm adaki bağlantı lı rolleri üzerine düşünmek adına iyi bir yol m uş gibi görünmeye başlasa bile eleştiriden bağımsız değildir. Tufts Ü n iversitesi'nden Bryce H uebner, Maryland Ü n iversitesi'nden Susan Dwyer ve daha önce Harvard'da çalışmış olan Marc Ha user belirgin sorunlara dikkat çekerler: d uygu la rla etik kara rlar arasındaki korelasyonun sonucunda, ilkinin d iğerine neden olduğu sonucu

47

Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

çıkmaz; bu durum en azından ahlaki kaza n ı m ı n, belli ka ra rları n ı n bizim spesifik d uygusal tepkileri deneyimlememize neden olduğu sonucunu çıkarabilir. Şü phesiz Huebner ve ekibi, duygula rı n ahlaki karar psikolojisinin içsel bir parçası olduğunu reddetmez. Ö rneğin, suçluluk ve utanma duygularının ya lnızca belli eylemlerden sonra hissedilen şeyler değil, aynı zamanda böylesi eylem lerin yinelenmesini önleyecek güçlü faktörler olduğu gerçeğini inka r etmek zord u r. Yine de makaleleri, "a hlaki a kıl" adını verdikleri şeyin bir değil, beş modelini sunar. İ lginç bir biçimde, beş modelden dördü bir felsefecin i n adıyla ilişkilendiril miştir; çünkü bu dört modelin her biri ahlak felsefesinin iyi bilinen bir çeşidini yansıtmaktadır. Hızl ıca bir bakalım. Huebner ve meslektaşları tarafından değerlendirilen ilk olasılık "saf Kantçı" olara k adlandırdıkları modeld ir. Ta m da filozof

1.

Kant'ı n

d üşündüğü gibi bu modelde Akıl, Duyguyu etkilemektedir ve bunun sonucunda ahlaki Yargı meydana getirilmektedir (böylece nedensel zincir A> D >Y şeklinde görül ür). Buna alternatif olara k, "saf H umecu" bir model Duygu nun sü reci başlattığını, Ya rgıyı ü rettiğini ve bunu takiben Akılsal çözüm bulma yetimiz sayesinde bir yargıda bulu nduğumuz gerçeği tarafı ndan karakterize edilir ( D >Y>A). Ü çüncü olası lık, sürpriz ol mayacak bir biçimde, melez bir Kant-Hume modelidir ki buna göre hem Akıl hem de Duygu a hlaki Yargıyı açığa vurmada birbirin i etkiler (D, A>Y). Bu, G reene'in ikili-süreç teorisinin özsel olarak yeniden ifade edil mesidir. Dörd üncü model araştırmacılar tarafından "saf Rawlsçı" model olarak adlandırılmaktadı r; bunun nedeniyse bu modelin, J . Rawls'ın hakka niyet olara k adalet fikri üzerine temellenmiş olmasıdır ( 14. Ve 15. Bölümde tartışılacak). Burada ahlaki Yargı önce gelir (olası eylem lerin bir a nalizinin sonucu olara k) ve hem Akıl hem de Duygu onu haklı çıkarmak ve ona göre eylemek yönünde kullan ılır (AE >Y>D,A). Son olarak "melez bir Rawlsçılık" modeli Duyguyu, eylem lerin a na l izini hayata geçirmek için destekler ki bu daha sonra Ya rgıya yön eltir ve sonuçta desteklemediği Akılların elen mesi ne. (Bu grafiksel olarak saf

48

Aristoteles'ten Yanıtlar

H umecu modele oldukça benzer, Duygu ve Eylem arasındaki ilişkinin eklenmiş olması ha riç: AE/A > D>Y>A). H uebner ve meslektaşları ta rafından ileri sürülen ilginç nokta, halihazırdaki em pirik ka nıtın tam olara k beş model arasında ayırım yapam ıyor olmasıd ı r; gerçekten de beşinci

model

maka leleri

yayınlanana değin basılı bir biçimde bile ileri sürülmemişti. Var olanlar, benim ana hatlarıyla belirttiğimden biraz daha karmaşıktır yine de Kant-Hume model inin bazı versiyonlarının mevcut durumda elde bulunan kanıtlar tarafından desteklendiği konusunda eminim. Beynin işlevi üzerine bil imsel a raştırmalar yapan rasyonel bir ku llanıcının aklında tutması gereken oldukça kapsamlı farklı bir itiraz grubu da bulunmaktadır. Kristin Prehn ve Hauke Heekren tarafından işa ret edildiği üzere, şimdiye dek incelediklerimize benzer çalışma lar (ve bunlara insan beyn inin Ta n rı kavramını nasıl ele aldığı hakkında olan 16. Bölümde geri döneceğiz) sıklıkla çok kapsamlı olmaya n örnekler üzeri nde temellenm iştir; çünkü bunun en iyi nedeni, insanları bir fMRI cihazına sokmanın hala daha oldukça pahalı olmasıdır. Her ne kadar bu sorun tahm inen teknolojik ilerlemeler nedeniyle indirgenmiş olsa da buna benzer başka sorunlar da bulunma ktadır. Başlangıç olara k, araştı rmacılar beynin old ukça renkli (ve oldukça ikna edici) görüntülerini yayı nlad ıkla rı, belli bir görev çeşidine cevap veren "aydınlattı kla rı" bölgelerin nereleri olduğuna işaret ettikleri zaman bu görü ntülerin d u rağan kompozisyonlar olduklarının farkına varma m ız gereklidir - bize bir bireyin tekil beynini göstermelerinden ziyade söz konusu olan tüm özne örneklerinin sofistike edilmiş durağan bir ortalamasıdır. Dahası bilgisayar-vurgulu nokta lar ta m anla mıyla beyn in etkinliğinin daha ileri olduğundan bahsedilen yerler deği ldir; bundan ziyade kan a kışı nın en yoğu n olduğu yerlerdir: buradaki fi kir şudur; belli bir anatomik bölgede eğer ka n akışı oldukça yüksek bir orandaysa bu d u rumda oksijenin altta yata n dokuyla değiş tokuşu ya pılmakta ve bunun sonucunda söz kon usu olan, bu hücreler tarafından meydana

Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor?

49

gelen biyolojik etkinlikteki artıştır (ki bu hücreler etkin bir biçimde metabolize olmak için daha fazla oksijene ihtiyaç duyarlar). O halde, sonuç olarak; yayımladıkları makalede gördüğü müz görüntüler, beynin etkin liğinin dolaylı d u rağan ölümüdür, onun gerçek resmi değildir. fMRI çalışmaları n ı n sahip olduğu daha az göze çarpa n bir sınırlama vardır ki bu "etkileşi mli olmayan varsayı m" olara k bilinir: tek bir şeyi yaparken beyinde olup biteni basit bir biçimde izole etmek olası değildir - örneği n tramvay ikilemini düşünün. Bu beyn in aynı anda hepsi fa rklı olan şeyleri de yapıyor olmasındandır; dolayısıyla ilgilen iyor gözüktüğüm üz merkezi etkinlikten "sinya l"i izole etmek için başka bir yönteme ihtiyacımız vard ı r. Bu "sözde çıkarımsal mantığı" kullanmak yol uyla yapılmaktadır ki böylesi bir mantık a rka planında, ilgilendiğimiz görevle ilgili olan sinyalin daha açık bir biçimde ortaya çıkması için beyinsel etkinliğin kulland ığı veya ona indirgendiği başka bir durağa n yöntemdir. Fakat çıkarımsal mantığın temel varsayımı birisinin, içsel olarak bağı mlı olmad ıklarından dolayı farklı beyin etkin l iklerini basit bir biçi mde ekleyip çıka racağı şekl indedir. Sorun şudur ki; beynin farklı etkinlikleri arasındaki bu içsel bağımsızl ık varsayım ı neredeyse tam anla mıyla yanlıştır. Ö rneğin /imbik sistemin ve korteksin, işlevsel ve a natomik bakımdan entegre olduğu gerçeğini nası l telafi edeceğim izi kolayl ıkla bilemeyiz; dolayısıyla "d uygusal" etkin liği (/imbik) "a kılsal"dan (korteks) ayırmak gerçekte müm kün değildir - onlar normal bir biçimde işleyen herha ngi bir insanın beyn inde birbiriyle ka rışmış d u ru mdad ı r. Bu nörobiyolojinin, ahlaki ka ra rlar vermeye gelindiğinde beynin nasıl işlediğiyle ilgili birçok şeyi öğretmediği anlamına gel mez (veya herha ngi bir şeyi bile); fakat unutmama lıyız ki, bilimde her zaman old uğu üzere, halihazırdaki ça lışmaların bize söyledikleri yalnızca şartlı olarak doğru ka bul edilmelidir ve bu, muhtemelen onların yerine, daha iyi yöntemlerin ve daha sofistike düşünme tarzla rının geçeceği anlamına gelir. Yine de şimdilik beyn in ahlak hakkında düşün ü rken

50

Aristoteles'ten Yanıtlar

neler yaptığına dair takd ir ed ilmesi gereken şeylere sah ibiz, öncelikle i nsanl arın neden a h laki bir duyguya sahip olduğuna dair soruyla yüzleşmemiz gerekir. N eden bazı kavra mları "doğru" ve diğerleri ni "yan lış" olarak ele almaya dair güçlü bir duyguya sahipmişiz gibi gö rünmekted ir? Bu soruyu kontrol altına almak için nörobi limden evrimsel biyolojiye geri dönmemiz gerekmekted ir.

4. Böl ü m : Ahlakm Evrimi

''Ahlaki duygularının, doğru olan şeyi yaptığın sırada yoluna çıkmasına sakın izin verme." lsaac Asimov

"Huşu içinde yaşamalarmı sağlayan ortak bir güç olmaksızm ya­ şadık/an zaman boyunca insanlar, savaş adı verilen bir durumdaydı­ lar ve böylesi bir savaş, her insamn her insana karşı olması gibidir

..•

Herkesin herkese karşı olduğu bir savaş için, aym zamanda şu da açıktır ki, hiçbir şey adil olamaz. Doğru ve yanllş, adil ve adaletsiz kavramlarmm burada hiçbir yeri yoktur. Ortak bir gücün olmadığı yerde kanun yoktur, kanunun olmadığı yerde adaletsizlik yoktur. Zorlama ve sahtekôrllk savaştaki esas erdemlerdir. Hiçbir sanat; hiçbir yazım; hiçbir toplum yoktur ve hepsinden daha kötüsü, sü­ regelen bir korku ve zalim bir ölüm tehlikesi vardtr ve insan yaşamı metruk, zava/11, tiksindirici, yabani ve kısadtr'� Bu meşh ur cümleler Thomas Hobbes'un siyasi başya pıtı Leviathan'ın ( 1651) 12. Bölü m ü n­ de bulun ur. i nsan doğasına dair umutsuz ve birçok insanın, modern evrim teorisi tarafından haklı çıkarılan bir şey olduğunu d üşündüğü bir görüşü ya nsıtır. Hobbes zorunlu bir biçimde, insanların bir a raya gelerek onları hayva ni doğal durumlarından uzaklaştırıp kurtaracak (ve Darwin'den yaklaşık olarak iki yüzyıl önce yazdığı göz önüne alınır­ sa, kesinlikle evrim hakkında da düşünmemekted ir) sosya l bir sözleş-

52

Aristoteles'ten Yanıtlar

me yaptıkları insanlık tarihine a it bir andan bahsetmez. Bu sözleşme­ nin altı nda yatan fikir, a h lakın ve adaleti n insanlık tari hinde sonradan ortaya çıkan şeyler olduklarıd ır ve bizi, herkesin herkesle olan sava­ şına geri dönmekten a lı koya n devletin elindeki tek gücün sözleşme olduğudur. Ahlakın ve sivil davra n ışın tem elde, tehlikeli bir biçimde tiksindiri­ ci olan biyolojik doğa üzerine em poze edilen bir "ka pla ma" olmasına dair bu olasılık, modern za manlara kadar birkaç seçkin biyologun gö­ rüşlerinde bulunmaktad ı r. Thomas Henry H uxley - doğal seleksiyon yol uyla yeni yeni önerilen evrim teorisini savun masındaki yırtıcıl ığın­ dan dolayı Darwin'in "buldogu" diye bilenen kişi - m eşhur Evrim ve

Etik ( 1984) isi mli kitabında şöyle yazar: "Etik olara k en iyi olan pratik - bizim iyilik (goodness) veya erdem dediğimiz şey - tüm bakımlar­ dan kozmik varoluş m ücadelesinde bizi başa rıya ulaştı ranın tersi olan bir davranış yolunu içerir. İ nsafsız kendi kendini savu nmaya karşılık olara k kendine hakim olmayı talep eder; tüm rakipleri kenara itmek veya aya klar altı nda çiğnemek yerine bireyin sadece saygı d uyması değil, fakat yoldaşlarına ya rd ım etmesi gerekliliğini ta lep eder ... Yasa­ lar ve a h laki kaideler, kozmik süreci dizginlemeye dair bir a maca yön­ lendirilm iştir." Richard Dawkins, Bencil Gen (1976) kita bındaki benzer satırları boyunca şöyle der: "Benim dileğime benzer olarak, birey­ lerin cömertçe ve bencil olmayan bir biçimde ortak bir amaç doğ­ rultusunda işbirliği yaptığı bir topluluğu istiyorsanız dikkatli olun; biyolojik doğadan çok az yardım bekleyin. Cömertliği ve o/turizmi öğretmeyi deneyelim; çünkü bencil canlılar olarak doğarız."

Ve son

olara k n üfuz sahibi biyolog George Willia ms, 1988 yılında felsefeye dair teknik bir dergide şunları yazar: "Ahla kın, sınırsız aptallığı içinde, normalde ilineksel olan bir kapasitenin ifade edilmesinin karşıtı şek­ lindeki biyolojik bir süreç yoluyla ü retilen bir kapasite olara k hesabını veririm."

Ahlakın Evrimi

53

Eğer bu seçkin düşünürler argümanlarının özünde haklılarsa, bu durumda ahlakın evriminden bahsetmenin hiçbir anlamı yoktur. Ger­ çekten de ahlak - bu şekilde - tüm fenomenler içinde en a nti-evrim­ sel olan şeyd ir: doğal seleksiyon ilk olana gözünü dikenleri kayı rı r, adaletin ve altu rizmin inçelikleri la netlenm iştir. Fa kat şimdiki durum­ da şu sena ryoyu göz önüne alalım: Mark'ın kazara ayağı kayar ve bu bir aka rsuya d üşmesiyle sonuçlanır; nasıl yüzüldüğünü bil memektedir ve boğulmaya başla r. Jean onu kurtarmak için aka rsuya atlar; her ne kadar kendisi d e yüzemese de. Kah ramanca çabası sırasında neredey­ se ölecektir ki son unda olayı izleyenler müdahil olup her ikisini de kurta rır. Veya şu: Robert'a aç bırakmak yoluyla işkence edilmektedir. Cam bir panelin karşısından görebildiği yoldaşı Steve'e elektrik şoku vermeye karar verirse yiyecek verilecektir. Fakat Robert ona dayatı lan açlığa, arkadaşına zara r vermekten kaçınmak adına dayanmaktadır. İ nsani terbiyeye dair benzer eylemlere gönderme yaptığı mı d üşü­ nebilirsiniz; fakat öyle görünüyor ki ilk örnek iki şempanzeyi ilgilen­ dirmekteym iş (aka rsu aslında hayva nat bahçesi ndeki hendektir ve isimler uyd u ru l muştur) ki ikinci örnek de iki al ya naklı maym unu göz önüne almaktadır (isim leri aynı şekilde uydurmadır ve durum, boğul­ ma d urumundaki kazadan ziyade deneysel olarak insa nlar tarafı ndan em poze edilmektedir.) Eğer ahlakın vahşi içgüdülerin a ksine medeniyet tarafı ndan daya­ tılan davran ışsa! zayıf bir kaplama olduğu görüşü doğruysa, insan-ol­ mayan can l ıları n etik davra n ışı olara k ele aldığımız bu ve birçok başka örnek hiçbir biçimde bir anlam ifade etmeyecektir. İ nsanlar, kendileri­ ni geri ka lan hayvani dünyadan bir yol unu bulup umutsuzca ayırmaya ça baladıkları uzun bir tarihe sahipler. Bunun neden iyse özel olma duy­ gumuzu, en azından doğanın geri ka lanına nazara n - eğer doğrudan tanrılar tarafı ndan yaratı lmadıysa - niteliksel ola rak yeni bir şeyi tem­ sil ettiğimize dair iddiamızı haklı çıkarma ktır. Fakat neredeyse sürekli olara k bu satırlarda resmedilen evrimsel kumsal, primat kuzenlerimi-

54

Aristoteles'ten Yanıtlar

zi n gerçekte gündelik yaşamlarında ne yaptıklarıyla i lgil i daha sonraki keşifler a racılığıyla ta hrip edilmekted ir. Yalnızca insanların a h laki can­ lılar old uğu fikri, primatların d avranışına dair daha d ikkatli karşılaştır­ malı a raştırmaların en yeni zayiatlarından sadece biridir. Eğer tam anlamıyla yaşamları m ızı anlamak istiyorsa k doğru ve yan­ lışın en güçlü anlamlarının nerelerde olduğunu anlamamız gerekir ve bunu yapmak için de, primatolog Frans de Waal'ın da işaret ettiği gibi, a h laki a n lamın bazı temel yapı taşla rın ı n birkaç hayvan türünde bulu­ nabi leceğini fa rk etmemiz gerekmektedi r - ve evrimsel konuşmayla,

Homo sapiense ne kadar ya klaşırsak pa ra lellikler o kadar açık hale ge­ lecektir. En te melde duran larla başlayalım: görd üğü müz üzere, evri­ m i n kend i türünün ve ü remenin deva m ı için bir kavga meselesi olduğu yaygın bir kavra m ya nılgısıdır; çünkü - İ ngiliz şair Alfred Ten nyson'un (evrimle ilgili Darwin öncesi kita plardan biri üzerine, Yaratımın Doğal

Tarihinin Kalıntıları, yazan ve bunun övgüye değer bir teori olmadığını ima eden şair) 1849'da icat ettiği u nutulmaz sözü ku llanırsak doğa "diş ve pençe ba kımı ndan kırmızıdı r". Fakat Darwin'in kendisiyle işe baş­ larsak ki o insanlardaki ve hayva n lardaki duyguların evrimiyle ilgili bir kitap yazan ilk kişidir, biyologla r açık bir biçimde altu ristik olan dav­ ran ışların nasıl da doğal bir şekilde evrim geçirdiğini açıkla maya ça­ lışmışlardır. Ahlaki anlamın üç yapı taşı, çoğu nlukla 20. yüzyıl ı n ikinci ya rısında yürütülen hem empirik hem de teorik ça lışmalar tarafından iza h edilmiştir ve buna göre bu yapı taşları yaln ızca primatlarda değil, fakat d iğer hayvan türlerini de içine alan bir çeşitlilikte bulunmaktadır. Altu rizmin en temel ve uzak ara en yaygın, yapı taşı biyologların a kraba seçim i (kin selection) olarak adla ndırd ıkları şeyd ir. Bu kavra m­ la en açık biçimde ilişkilendirilen kişi, araştı rmacı William Donald Ha­ milton, biyologları n doğru bir biçimde fenomeni kavra malarına izin veren çığır açıcı matematiksel çalışma n ı n sahibidir. Asl ı nda hepi miz bu çalışmaya oldukça aşinayız: bizde, yemek yemekten, uyu makta n, refahtan vazgeçmemize neden olan bir tür içgüdüye sebep olmakta

Ahlakın Evrimi

55

ve nadiren bir akraba, özel likle yakın bir a kraba uğru na yaşamımızı riske atmam ıza bile neden olmaktadır. (Gerçekten de, genetikçi J . B.S. Halden'a kardeşini kurta rmak için yaşamından vazgeçip geçmeyece­ ği sorulduğunda ceva ben verdiği meşhur esprinin dile geti rdiği gibi, "Hayır, ama eğer iki kardeşimi ve sekiz kuzenimi kurtarmak istiyorsam evet", gen lerimizin yarısını kardeşleri mizle ve ya klaşık olarak 1/8ini kuzen lerimizle paylaştığımız biyolojik bir gerçektir.) Argüman devam eder: doğal seleksiyon genlerinizin, bunların gerçekten de sizde veya akrabaların ızdan birinde olup olmadığından bağımsız olara k, sonraki nesle geçme şansını maksimize eden davranıştan yana olacaktır. Bun­ lar, Richard Dawkins'in "bencil gen ler" metaforu nedeniyle popüler olan Hamilton'un a kraba seçimine dair fikirleridir. Bu noktada kendi­ nizi kısmen, benim insani ahlakı sırf genlerin sonraki gen havuzu için olan yarışı kazanmasına izin veren biyolojik stratejilere indirgemeye çalışıyor olduğum fikrinden dolayı öfkelenmiş olarak h issedebilirsiniz. Dahası, hiçbir biçimde ahlakta n bahsetmediğimi de düşünebilirsiniz; çünkü akraba seçimi ka rıncalarda ve d iğer sosya l haşerelerd e de bu­ lunmaktadır ve birinin çocuğu na karşı duyduğu sevgiyle (ve korumacı davra nışla) ilişkilendirilen belli bir etkiye sahip insani d uygu larını he­ saba katmaz. Ama bekleyin daha yeni başladık. Ahlakı doğal bir fenomen olara k anlamak adına işe başla mamız gereken ikinci ya pı taşı, karşılıklı (reciprocal) a ltu rizm olarak adlandırılır. Bu altu rizmdeki ana fikirler, biyolog Robe rt Trivers ve matematikçi psikolog Anatol Rapaport tarafından farklı bağlamlarda ileri götürülmektedir. Trivers, eğer diğer failin ya pılan ya rd ı m ı sonraki bir zamanda iade edeceği beklentisi varsa, doğal seleksiyon u n a lturistik bir davranıştan (yani alturist kişi için bir bedeli olan ve akraba olm aya n yardımı alan kişiyi kayıran bir davra nış) yana olacağını belirtmektedir. Doğada bunun çarpıcı örnekleri va rd ı r ve belki de en ü n lüsü vampir yarasa larla ilgili olandır. Va mpir yarasalar hemen hemen adlarının çağrıştırd ığına benzer can l ı lard ı r: beslenme şekilleri ka nla beslenmedir

56

Aristoteles'ten Yanıtlar

(hematophagous)

-

diğer hayva nların kanlarıyla beslenirler (va mpir

yarasalar için yaygın olan d u rumlarda kan, insa nlard a dahil olmak üzere memeliler üzeri n e olan gece baskınlarından gelir ki d iğer türleri kuşla rla beslenir). Yarasa metabolizması çok hızlıdır; öyle ki eğer bir vampir yarasa üst üste iki gece beslenemezse açlıktan ölür. İ lginç bir biçimde, bu ya ratıkların kolonileri içindeki bireylerin, avları belli bir gecede m eyve vermeyenleri düzenli olarak besledikleri görülmüştür ki bu donör için açıkça yüksek bedelli bir davranıştır. Buna rağmen herha ngi belli bir donör çok geçmeden kendini daha önce ya rdım ettiği birinin yardımına m uhtaç bulabilir ki bu karşılıklılık sistemini d üzenleyen şeydir de. Aslında, ayn ı kolonideki ya rasaların oldukça yüksek sayıya sahip kıs­ mının birbiriyle il işkil i ol maları bu durumu, akraba seçimi ve karşılıklı alturizm a rasındaki sınır bir duru m haline geti rd iğinden senaryo bun­ dan daha ka rmaşıktır. Fa kat ahla ka dair doğalcı (natura/istic) teorilerin kon usu tam da budur: fenomenin, a kraba seçimi ve bencil liğin basit örnekleri nin yekpare kılınması yol uyla, insa nların a lturizm olara k ad­ landırdıkları şeyi andı rmaya başlayan daha kompleks sosyal davra nış­ lara doğru evrilmesi. Bunun yan ı sıra, vampir yarasa lar durumu doğa­ daki ka rşılıklı alturizm için kesin likle tek empirik örnek değildir; başka bir örnek, bazı kuşların kendilerine eşlik edenleri avcının yaklaştığına dair uyarmak adına çıkardığı ( ki potansiyel olarak ses çıkaranı avcının doğrudan i lgisine maruz bırakan) ikaz sesleridir. Rapaport'u n çalışması tamamen farklı bir doğaya sahiptir ve biyo­ lojide tanımlandığı şekliyle ka rşılıklı a ltu rizmle sadece kısmen bağlan­ tılıdır fakat çok önem lidir çünkü akraba ol mayanlar arasındaki koşullu a lturistik davranışın teorik geçerliliğini saptar. Rapaport, siyaset bilim­ ci Robert Axelrod tarafı ndan d üzenlenen 1980'deki strateji oyu nlarıy­ la ilgili yarışmayı, ya lnızca dört satır kod u n kısasa kısasın genel strate­ jisini içermesiyle karakterize edilen bir progra m ı yazması nedeniyle, başarılı bir biçimde kazan m ıştır: sonrasında karşı laşacağın her kimse

Ahlakın Evrimi

57

ona işbirlikçi bir biçimde davran, o öyle davranmazsa bu d urumda onu feci şekilde döv ve hayatı na devam et (Burada başka kelimelerle açıklama yapıyorum). Öyle görünüyor ki; sosya l bir d üzen dahilinde kısasa kısas hem basit ve yüksek oranda etkil i bir yaklaşımdır hem de bazı versiyonla rında fa ilin daha önceleri işbirliğine yanaşmayan özne­ lerle, eğer faile karşı tutu mlarını değiştirirlerse, işbirliğini varsaymaya yetecek kadar esnekti r. İ nsan, ofis politikalarına dair bilgisayar-teorili bir ta nımlamaya gi riştiğimizi düşünmekten kendini alıkoyamayabilir ve a naloji o kadar da cezbedici değildir. Ama işler, ahlakın evrimindeki daha sonraki bir adımı ele aldığımız anda daha da ilginç hale gelmeye başlar: dolaylı ka rşılıklılık. Buradaki ana fikir şudur: belli gruplarda basit karşı l ı klılık işlemeyebilir; çünkü grup yeteri kadar geniş değildir veya aynı iki fail a rasındaki karşılaşma­ ların sayısı yeteri kadar çok deği ldir; bu nedenle de aldatmaya yöne­ lik yeterl i bir alan va rdır: Yardımını isterim; fakat sonrasında ya rd ı m ı başa rılı b i r biçimde iade edememekten çekinebil irim k i nad iren gö­ rüştüğümüzden veya dışarıda kendisinden faydalanabileceğim yeterli sayıda enayi olduğundan bundan paçayı s ıyırabilirim. Doğal seleksi­ yonun dolaylı karşı lıklı lığa dayanan işbirliğinin daha sofistike tü rlerin­ den yana olduğu koşullar a ltında, bu d u ru m u n üstesinden gelinebilir. Buna dair matematik daha karmaşıkken ve olası senaryoların sayısı akraba seçimi ve doğrudan karşı lıklılık durumlarından daha fazlayken temel fikir basittir: iki fa il a rasındaki sosya l değiş tokuş, grubun bazı üyeleri tarafı ndan gözlem lenir ve bu gözlemler her bir a ktörün sos­ yal davra n ışı hakkındaki bir itibarı şekillend irmeye yöneltir. Eğer birisi durmadan aldatıyorsa ü n ü bataklık olacak ve ya rd ım almayı gittikçe artan oranda zor bulaca ktır, aldatmadığı insa n la rdan bile (henüz). Buna karşıt olara k, eğer birisi güvenilir biçimde yardımseverse ünü, ona grubun diğer üyelerinden gelen ya rdıma a rtan oranda erişim sağ­ layacaktır ve onun yapılan iyiliği n karşı lığını vereceğine daha da fazla emin ola nlar nedeniyle yardım etme duru m u d a a rtacaktır.

58

Aristoteles'ten Yanıtlar

Dolaylı ka rşılıklılık belki de a nladığı mız şekliyle a h lakın bir bileşe­ n iymiş gibi kendini h issettirmeye başlayan yapı taşıdır. Dolayl ı biçim­ deki karşılıklı a lturizm, pri matların diğer birçok türü nde gözlemlenir ki bu biyologların evrimsel kuzen lerimizden bazılarının, bizim adalet olara k adlandırdığımız içsel bir duyguya sahip olduklarını önermeleri­ ne neden olur. Karşılıklı alturizm fikri nin birçok göz alıcı sonucu va rd ı r; ilk olara k bu a lturizmi uygulayan tü rlerin sofistike bir aldatma-tara­ ması ve i letişim mekanizması geliştirmek için duydukları ihtiyaç. İ n­ san topluluklarında işler halde olan bu meka nizmalardan birine aşina olabilirsiniz: Dedikodu . Meşgul olduğumuz gündelik konuşmaların büyük bir yüzdesi dedikod unun bir veya başka bir form udur. Bu, şu anlama gelir; dedikodu grubumuzun diğer üyeleri hakkındaki bi lgiyi yaya r ve bu bizim (veya bir başkasın ın) onları n davranışıyla ilgili göz­ leml erim ize d ayanır. Bu itibarın vazgeçil mez bir bileşenidir ve dolaylı karşı l ı klı a lturizmin işlemesi için temel olan grup içind eki itibarı inşa etme yeteneğidir. El bette ded ikodu yapmak, bir kişinin ne yaptığıyla ilgili yalan söylemek yoluyla onun itibarı na istemli bir biçimde zarar verme olasılığı da old uğunda n pota nsiyel aldatmanın tamamen başka bir d üzeyini de sunar. Fakat şimdilik kesinl ikle ta nıdık olan etik bölgey­ le ve i nsan dili gibi, iletişimin sofistike bir mekanizmasın ı gerektiren davranış tü rüyle meşgulüz. Ahlakın evrimiyle ilgili düşü ncemiz ya lnızca kura msal modellere ve va mpir ya rasalar gibi uzaktan a kraba türlerin tuhaf davra nışlarına daya nm az. Hem Emory Ü niversitesi'ndeki Frans de Waal'a ait ça lış­ ma gru bu hem de işbirliği ve alturizm ile ilgi lenen d iğer primatologlar tekrar eden bir biçimde, sorgulanamaz şekilde yakın evrimsel akra­ balarımızın ahlak olara k adland ıracağımız davranış d izilerini belgele­ mekted irler. Ö rneğin, akraba ol maya nlarla yiyecek paylaşımı, hatta hayva n ı n yiyeceği tekeline alma seçeneği varken bile, primatların ge­ niş bir kısm ında bul unur ve bunun içine siamanglar, başlı klı maymun­ lar, orangutanlar ve bizimle oldukça bağlantılı olan i ki tür, şempanze-

Ahlakın Evrimi

59

ler ve pigme şempa nzeler de girer. Sosyal ve a ltu ristik davra n ışın bir kez daha bireysel türlerin onlara özgü sosyal ekolojilerine ceva ben ev­ rildiği fi kriyle tutarlı olan primat türleri arasında farkl ılıklar d a vardır; fakat buna makaklar girmez. Onlar saldı rıya uğrayan veya üçüncü bir şahısla bir karşıtl ık oluştura n bir başka üyenin adına müdahil oldukları bir tür kinci bir davranış sergilerler. Şaşırtıcı olmayacak bir biçi mde, şempanzeler arasında fazlasıyla in­ sana benzer sosyal davran ışlar bulunur. Bu türün dişilerinin, rakibine el uzatmak yol uyla uzlaşmaya aracılık ettiği gözlemlenir ve bu eylemi çoğunlu kla dudak dudağa bir öpüşme ta kip eder - belki de insanla rı n sosya l olarak daha az sofistike akraba larından kopyala ması yararına olan dostça bir jest türü. Benzer biçimde, dişi şempanzeler daha önce kavga etmiş erkekler arasında da bir ilişkiye a racılık ederler; çoğu nluk­ la birine yaklaşır ve onu öper (yine!) ve sonrası nda onu önceki ra kibi doğru ltusunda nazikçe dürter. Bu ça ba lardan sonra sıklıkla iki erkeğin görünüşte uzlaşmış bir biçimde birbirini temizlediği gözlemlenir. Hat­ ta gerçekte şempanzeler, başa rı lı bir uzlaşım ça basından sonra grup çapında bundan zevk al ırlar. İ nsa nların çoğu - filozofları da içine a lacak şekilde - insandaki ah­ lak duygusunun em pati kurma yeteneğimiz üzerine inşa edildiğini düşünür; kendimizi başka birinin durumunda hayal etmek ve diğer insanın bel li bir d urumda ne hissedeceğini daha derinlikli bir d üzeyde a nlamak. Hem insanlarda hem de diğer primatlarda ya kın zamanda keşfedilen sözde ayna nöronlar (kuşla rda da bulunurla r), empatinin diğerlerinin davra nışlarını taklit etme yeteneğinden evrildiği olasılı­ ğını önermeye başlamıştır. Bu nöronlar hem belli bir şekilde eyledi­ ğimizde hem de diğerleri aynı biçimde eylediğinde, açı k bir biçimde grubumuzun diğer üyelerinin yaptığı şeylerin ta klidini yapma m ızı mümkün kılacak şeki lde ateşlenir - ilgi çekici öğrenme yeteneğimizin temel bileşeni. Fakat ayna nöronlar, filozofun zihin teorimiz olarak ad­ landırdığı şeyde, kendimizde sahip olduğu m uz d üşünce ve d uyguların

60

Aristoteles'ten Yanıtlar

ana lojisi yoluyla başkalarına d üşü nce ve d uygu yükleme eğilimimizde de m uh temelen içerilir. Bu noktadan em pati geliştirmeye giden basa­ mak eksiktir. Eğer bu bira z fazla kura msal ve nörobiyolojik gel iyorsa bu d u rumda Jane Goodall'ın şempanzeler üzerine olan araştı rmasını ele alalım. Bu a raştırma empatik olara k tanım lanması zor olmayan bir davra nışı belgeler. Erkek saldı rıya uğradığında çoğu nl ukla grup a rka­ daşına doğru bel li bir acıyla bağırarak koşar ki bir noktada ikisi karşı­ laşacak ve uyum içinde bağı racaktır. Veya acı içindeki erkek an nesini arayacak ve basitçe onun elini tutacaktır. Duyguları n bu türden sofisti­ ke sergilenmesinin maymunlarda veya diğer primatlarda değil yüksek primatla rd a (insanla rın üyesi olduğu gruplar) bulunması ka rmaşık be­ yin ya pılarına ve sosyal sistem lere sahip hayvanlarda ahlaki davra n ışın görece yeni evrimi yönüne bir kez daha işaret eder. Fakat kabul edilebilir bir itiraz ortaya atılırsa, bunların hakiki ahlak ile, doğrunun ve yanlışın bili nçli anlamıyla, ada letsiz olara k değerlen­ dirdiği bir durumla ka rşılaştığında insanın deneyimlediği güçlü kızgın­ lık hissiyle ilgisi nedir? Bu "güçlü duyguyla" ve sonrasında bu yöndeki ça lışmamızla - "bilinçli duygu" kısmıyla işe başlayalım. Ahlaki karar­ lar vermeyle ilgili bilimsel a raştırmaların çoğu - nörobiyolojik türden (3. Böl üm) veya evrimsel çeşitten olsun (bu böl üm) - ahlakın, a kra­ ba ve karşılıklı a lturizme benzer otomatik sosyal davranışla başladığı ve sonunda insanları da içine a lacak şekilde birçok primattaki ah laki davra n ışların altını çizen duygusal cevap dizisini meydana geti ren bir sonuca işa ret eder. Başka deyişle, bizim kökleşmiş ahlak duygu muz esası nda güçlü bir d uygudur. Bu bizi şaşırtmamalıdır: ne zaman ki doğa bizi, belli şeyler ya pmak veya ya pmamak için ikna ederse bunu evrensel bir biçimde zevk ve a cının güçlü duygularına dayanarak ya­ par. Derin bir kesikten dolayı kanama geçird iğim izin fa rkına varma­ mak kötü bir fikirdir; dolayısıyla doğal seleksiyon, güçlü acı sinyal leri taşıyan, yaraya dikkat etmemiz için bizi zorlayan ve m ü mkün olduğun­ ca yaşamımızı kurtaran sinir h ücrelerinin evrimini kayırır. Karşıt uçta,

Ahlakın Evrimi

61

cinselliği ele alalım. Doğal seleksiyonun bakış açısı ndan bir eş a ramak, onu kur yapmak, türe bağlı olarak sonuçta doğan yavruyu yetişti rmek üzere yakınlarda beklemek adına kaynak ve zaman harcamamız için ikna edilmemiz gereklidir. Bunun sonucu sevişmeye ait zevklerin ta­ dını çıkarmamıza izin veren refa katçi sinirsel ya pılarla birlikte seviş­ menin evrilmiş zevkleridir (çocuklarımızla olan bağlılık d uygu m uzdan aldığımız doğal hormona! seviyeden bahsetmeden). Dolayısıyla; bu şekilde bakıld ığında yalnızca a hlakın kökeninin do­ ğalcı (naturalistic) açıklamasıyla doğru veya yanlış olan belli şeyler hakkındaki güçlü d uygum uz a rasında h içbir karşıtlık yoktur; (karmaşık sosyal ca nlılarda) algılanan adaletsizlik ka rşısındaki psikolojik tepki­ lerimizi açıklayan aslında a hlaki ya rgıların evrimsel gerekliliğidir. Bu bölümde incelediğimiz, en temel yapı taşı, akraba alturizmi seviyesin­ de bile doğrudur. Kendi gen lerini ebedileştirmek ve korumak, onların sizde ya da ya kın a krabalarınızda bulunup bulu nmadığına bakılmak­ sızın evrimsel gerekliliğin sonucudur. Bunu başarmak için doğa bizi sevdiklerimizi özelli kle kendi yavrularımızı (ve azalan derecelerde, uzak ve daha uzak a krabalarımızı) korumak için güçlü d uygularla do­ natır. Diğer bir deyişle, bizi ahlaki yargın ı n evrimine yönelten biyolojik meka nizmalarla böylesi yargılarla meşgul olduğum uzda deneyimledi­ ğimiz güçlü psikolojik d uygular a rasında bir karşıtlık yoktur. Aslında sonrakiler öncekiler olmaksızın var olmazlar. Fakat ahlak adına olan her şey bu mudur? Kendi genetik ilgilerimizi koru mamızı amaçlayan doğal seleksiyonun sonucu olan yaln ızca güçlü bir d uygu? Bu görüş ahlakın d uygusal destekleyicisinin, şempanze so­ yundan ayrılmam ızdan önce, 5-7 milyon yıl, ve gerçekte m u htemelen bundan daha önce, yerleşmiş olduğuna işaret eden kogn itif/bilişsel bilimci Jonatha n Haidt'e a it olabilir (onunla tramvay ikilem inden bah­ sederken 2. Bölümde tanışmıştık) ki bu, yine Haidt'e göre, hakkında konuştuğumuz ve d üşü ndüğümüz, anla maya ve ilerletmeye ça lıştığı­ mız ahlak kavramının türümüzün evrimi süresince oldukça yakın, yen i

62

Aristoteles'ten Yanıtlar

bir kavram olduğu - dilin evriminden, bizi sadece son 100.000 yılda ha rekete geçiren bir zaman a ral ığından, daha önce gerçekleşmiş bir şey ol madığı anlamına gelir. Dahası, eğer birisi ahlaktan felsefi terim­ ler (dinsel veya sezgisel olanlar d ışında) bağlamında bahsetmek ister­ se, bu duru mda gerçekte son iki ya da üç milenyu mla sınırlanmışızdır. Yukarıda kilerin hepsin i temele alan Haidt'in sonucu şudur: Ahla­ ki akıl yürütmeyle meşgul olduğum uzda ya ln ızca "hoşbeş ediyoruz"

(confabulating); hayva ni içgüdülerimiz yüzünden tercih ettiğimiz ön­ celikli gidişatın ne olup olmad ığını akla uygun hale getiriyoruz. Yine de bu biraz fazlaca zalimdir ve özell ikle çok aceleye getirilmiş bir sonuçtur. Bu bir şekilde dil, doğal seleksiyon yoluyla evri ldiğinden muhtemelen sosyal etkileşime ve eşgüdü m l ü avla nma ça balarına izin verdiğinden bu d u rumda; Shakespeare veya Da nte'nin edebi başa rı ları, modern insanların d ü nya çağında iletişim kurduğu sofistike yolun; edebiyatın, felsefenin ve bilimin sonucun u n kend ilerinde sadece hoşbeş, evrim­ sel kekin kreması olduğunu söylemekle eş a n lamlıd ır. Bu sonuç, bir şeyin kökenine dair açı kla manın (ahlak veya dil olsun), insani çabanın ve ma rifetin sonucu olarak deneyim lenen aynı şeyin daha sonraki ge­ lişmesiyle birlikte olan bir şey old uğu şeklinde bizi ya nılta bilir. Bunun yerine, doğal ahlaki içgüdümüzün fazlasıyla ihtiyaç duyulan gelişmesi şeklindeki ahlaki tereddütler boyunca insa n i akıl yü rütme yetisini görebiliriz - tı pkı karmaşık grameri ve kelime hazinesi içinde modern dilin, Pleistosen ataları m ızın sahip olduğu her ne ise onun de­ vasa gelişmesi olması gibi. Felsefeci Peter Singer, genişleyen çember kavram ıyla buna benzer bir a rgümanda bulunur: "Eğer bunu etik bir

bakış aç1S1ndan görürsem, topluluğumdaki birçok kişinin arasmda yalmzca bir kişiyimdir ve ilgilerim, bütünün bakış aç1S1ndan bakıl­ dığmda, topluluğum içindeki diğerlerinin benzer ilgilerinden daha önemli değildir; topluluğumun, hala daha geniş çapfl bir bakış açı­ smdan, yalmzca diğer topluluklar arasmda bir topluluk olduğunu görmeye hazmm ve topluluğumun üyelerinin ilgileri, bu geniş çapfl

Ahlakın Evrimi

63

perspektiften, diğer topluluklarm benzer ilgilerinden daha önemli değildir ... Etik/ahlaki akıl yürütmenin tarafsız öğesini mantıksal so­ nuç/arma götürmek, ilk olarak, tüm insanlar için eşit kaygtya sahip olmamız gerektiğini kabul etmek an/amma gelecektir." Singer'ın işa ret ettiği, biyolojik temelli a hlaki içgüdülerimiz üzeri­ ne iyice d üşünebileceğimiz ve akıl yoluyla meşgul olduğu karşıtl ıkları çözmeye başlayabileceğim izdir ki bu ahl aki ilginin sürekli gen işleyen sonu nda ya ln ızca insa n lığın ta mamını değil, aynı zamanda diğer tür­ leri de içine alan çemberiyle sonuçla nır (Singer hayvan hakları hare­ ketinin kurucu babalarından biridir). Bu bir biçimde tuhaf gelebilir çünkü ahlakı biyolojinin ve felsefenin bir karışımı olarak düşünmeye alışık değiliz fakat benzer bir fikir, diğer insani ça balara uygulanır ve bu bilimin gidişatıyla başlatılır. Bilim bazen büyük olanı emreden ortak duyum olarak tanımlanır. Bu bir aşırı basitleştirmedir fakat hakikatin çekirdeği bil imin, insanların duyuları yol uyla d ü nya hakkında empirik veriler topladıkları ve beyinlerimizin kapasiteleri boyunca d ünyanın nasıl işlediğine dair bilgiyi işlemek için sonuçlar çıka rttıkları doğal ye­ teneklerine daya ndığı şeklindedir. Bilim hem d uyularım ızı çoğa ltmak için bize sofistike teknolojik araçlar (mikroskoplar, teleskoplar, pa rti­ kül hızlandırıcılar) sağlamak yoluyla bu doğal esprisizmin kapsamını fazlasıyla genişletir hem de akla daya l ı d üşünmemizi (epistemoloji, metodoloji, matematik) çoğa ltmak için eğitir. Bu anla mda, bil imsel araştırma ham tecrübeye ve sezgiye göre neyse a hlaki akıl yürütme ahlaki içgüdüye göre de öyle bir şeydir. Bu, ahlakın ne olduğunu ona dair bilimsel çalışma yoluyla daha iyi anlayacağımız ve ayn ı zamanda ahlaki ya rgımızı felsefi düşünme yol uyla geliştireceğimiz anlamına ge­ lir.

5 . Böl ü m : Kendi Ah laki Kurallarımzı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

"Bunlar benim ilkelerim, eğer beğenmediysen... Peki, başkaları da var." Groucho Marx

Yaşamdaki anlam, koşullara, a rkadaşlara, aileye, kariyere ve doğu m kaza larına (hem genetik özyapımız hem de nerede ve ne zaman doğ­ muş olmamız gibi) bağlı olan ka rmaşık bir meseledir. Fakat sorgulana­ maz bir şekilde a hlak, kendimizi ve başkalarını nasıl görd üğümüz hak­ kında ca n alıcı bir rol oynar; bu nedenledir ki öncelikle insan beyninin nası l ahlaki ka ra rlar verdiğini incelemek (2. ve 3 . Bölüm) ve sonrasında öncelikle neden ahlaki va rlıklar olduğumuza dair bazı ipuçları elde et­ mek (4. Bölüm) adına zaman harcadık. Diyebilirsiniz ki; bunların hepsi iyi ve güzel de fakat bu nlarla ne ya pmam gerekiyor? Ahlaki içgüdü le­ rin evrimden geldiğini ve beyinlerimizin, ma ntıksal akıl yürütme ve d uygusal gird ilerin ka rmaşık bir birleşimi yoluyla ahlaki akıl yü rütmeyi idare ettiği ni garanti altına alalım. Hatta var olup olmamalarına ba­ kılmaksızı n (Buna 18. Böl ümde döneceğiz) ta nrıların meseleye katkı sağlamak adına hiçbir şeye sahip olmadıklarını varsaya lım. Bu d u rum­ da sahip old uğu temel üzeri ne anlamlı bir yaşa mı inşa ettiğimiz, a kla dayanan bir ahlak a n layışını nasıl ortaya koyacağız? Kullanışlı men üyü

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

GS

tuşlayı n ! İ ki adımda ilerleyeceğiz: Ö nce bazen "meta-etiksel soru" olara k gönderim yapılan şeyi ceva playacağız (Hatı rlıyor m usunuz? Bunu, 2. Bölümde geçici olarak bir kenara koymuştuk). Başka bir ifadeyle, ahlakın hiçbir m utlak kaynağı yoksa (ta n rı gibi) - "olan biten herhangi bir şeyin" ahlaki relativizme sürüklenmesinden nasıl kaçı nırız? (iyi haber, sürüklenmeyiz). Bu duru mda, etik bir sistem olarak seçiminiz için ya rışan üç ana ya rışmacıya bakacağız: Deontoloji (yasa-temelli etik), sonuççul u k ve erdem etiği. Son olara k, bizim gerçekte etiğe dair bu üç ana görüşün iç görülerini birbiri ne yakıştırabileceğimizi önereceğim; yine de bu, bizim için keyfi etik bir görüş ol mayacak. Meta-etik temel soruyu soran felsefe dalıdır: Etik akıl yü rütmeyi nasıl savun u ruz? Kita bın sonları na doğru - ahlakın insanlık için ta nrı vergisi bir şey olduğu - en yaygın ola n cevabı göreceğiz - ta m a n la­ mıyla katı felsefi sebeplerden dolayı basitçe böyle olmayacaktır. Bu durumda pek çok insan bu ka bulü, etiğin sırf bundan dolayı bir zevk meselesi olduğuna dair bir itiraf olara k ele alacaktır: koyu çikolatayı tercih ediyoru m ve sen de sütlü olanını (gerçekten m i?); genç kızların cinsel organlarının kesilip bozul ması nı tercih etmiyoru m ve sen edi­ yorsun. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söylemek kimin üstüne vazifedir? Koyu çikolata yerine sütlü çikolatayı tercih etmeye dair bir argüman ileri süremem, bu akıldışıdır (bana çok tuhaf gelse de); fa­ kat bazı eylemlerin insani deneyimin ka psamı boyunca sadece ya nlış olduğuna dair - öyle olmamalarına rağmen kü ltürel normların politik doğru luğuna dair - sağlam bir a rgü man ortaya atabilirim. Meta-etik tartışmalar gerçekten de ka rmaşı klaşa bilir - sorunun üstesinden gelmek için filozoflar tarafından kullanılan ya klaşı m çeşit­ liliği gibi. Yine de bu noktada mesele "değerler" yani eti k seçim lerin değerleri olduğunda, a maçlarımız için gerekli olan "olguların" yan i in­ san davra nışı hakkındaki empirik gözlem lerin (ve bu yüzden b ilimin) oynadı kları özsel rolü anlamaktı r. Kitabın en başında, bilimle felsefe

66

Aristoteles'ten Yanıtlar

a rasındaki il işkiyi tartışı rken, David H u me'un doğal safsatasıyla karşı­ laşmıştık: birinin basit bir biçimde bir olgu meselesinden (nedir) de­ ğer meselesine (ne olmalıd ı r) geçemeyeceği fikri. Basit bir biçimde bizim için iyi olmayan bir sürü doğal şey va rd ı r, örneğin akla ilk ge­ len zehirli ma nta rlardır. Benzer şekilde, dışa rıdan olanlardan/ya ban­ cılardan (outsiders) şüphe duyan insanlar için etik ta mamen doğal olduğundan (ya ni doğuştan va r olduğu ndan) göçmenlere, şehrimizin doğuştan yerli vata n daşlarına davra ndığımızdan farklı davra nmamız gerektiği sonucu çıkmaz. Son zamanlarda bilim insanları özellikle nörobiyologlar tarafı ndan beynin yapısıyla ilgili bir a raştırmanın, özgür irade sorunundan (ba­ kınız 9. Bölüm) şu anda meşgul olduğumuz soruna ya ni ahla ka değin her türden felsefi soru nu "çözebileceğine" dair bir sürü iddia ileri sü­ rü ldü. Belki d e ahlak felsefesine yapı lan en kapsa m l ı bil imsel saldırı yazar Sam Harris' in Ahlaki Manzara: Bilim, İnsani Değerleri Nasıl Be­

lirleyebilir? kitabında yaptığıdır. Ha rris kitabının başı nda eti k üzeri ne olan tüm felsefi literatürü, ""m eta-etik", "deontoloji" teri mlerinin her görü nüşünün doğrudan evrendeki sıkıntıyı a rtı rdığı" temelinde ihraç eder. Bu, fazla söze gerek yok, basitçe ciddi bir bilgi değildir; (birinin, tamamen ayn ı eleştiriyi "fMRI", "parietal fob", "akson" ve daha bir sürü terimin her görün üşü için kullanabileceği nden bahsetmeksizin). Dahası, yine bir dipnotta, Ha rris bilimin böylesi ka psamlı bir tan ı m ın­ dan dolayı, '111bil im" ile "olguları" tartıştığı mız diğer entelektüel içe­ rikler a rasında keskin bir ayrım ya p(ma)mak niyetinde olmadığından" kişi nin gerçe kte 'scientia'dan ( kitabın başı nda benim sci-phi olara k adlandırd ığım ve h e m bilimi h e m de felsefeyi içine a l a n şey) ba hset­ tiğine dair mantıklı bir argüman ileri sürebileceği ni iddia eder. Fakat o za man bu, bilim insa n ları ta rafı ndan çalışılan ve değerlerimizin bir sürüsü nü belirlememiz için bize yard ımcı olan toplul uğun çoğu nluğu ta rafı ndan anlaşı lan gerçek a n lamdaki bilim olmayacaktır. Ha rris bir tuzak kurma oyu n u oynamakta ve bunu okurlarına aktarmaktadır.

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

67

Yi ne de H a rris' in uğraşının (buna benzer diğer şeylerin) daha tözsel eleştirisi, onun olgular ve değerler arası ndaki ayı rı m ı basitçe anlama­ dığı veya bunun farkında olmadığı şeklindedir. Bu en komik biçim­ de kitabının, olgu/değer ayırı mına dair nörobiyolojik araştı rmasına değindiği bölümünde tam olarak sergilenmekted ir: İ lk olarak inanç kapsamlı bir biçimde, halihazırda akıl yürütme ve değer a rasında anatomik köprü kuruyor görünen M P FC (medial prefrontal korteks) yoluyla yöneltilen bir şey olarak görün mektedir. İ kinci olarak, M PFC inancın içeriği ne bakmaksızın benzer biçi mde angaje olan bir şey ola­ rak görünür. Bu içerikten bağımsız bulgular, olgu/değer ayı rım ı na ta m anlam ıyla doğrudan meydan okumaktadır: "çünkü, beyn in bakış açı­ sından, eğer "gü neş bir yıldızdır" fikrine inanmak "zu lüm yan l ıştı r"a inanmaya ciddi anlamda benzerse bil imsel ve etik yargı ları n ortak bir şeyleri olmadığını nasıl söyleyebiliriz?" Ama bu ayaklık üzerinde yü­ rümek kadar saçmadır. Başlangıç olara k, beynin bakış açısından, hiç kimse bilimsel ve etik ya rgıların ortak şeylere sahip olmadığı nı söy­ lemedi. Daha da önem lisi bunu, olgu ların ve değerlerin ayn ı türden olduğu sonucu izlemez yalnızca beyni n ikisiyle başa çıkmak için aynı bölgeleri değerlendirdiği anlamına gelir. (Bu a rada, aynı türden akıl yürütme yoluyla, beynin ayn ı bölgeleri sevişmeye ve sevişmek hak­ kında düşünmeye cevap verdiğinden bunu, iki deneyimin bir ve aynı old uğu sonucu takip eder. Modern bilimin başka bir ça rpıcı keşfi .) Son olarak Ha rris'in projesi nin ta mamı bilimin, eylem lerimizin so­ nuçları nı yargılayacak ve onları insani refa hı a rtırma doğru ltusuna ki bu yolla m utluluktaki artışta n ve acıdaki azalmadan bahsedilmektedir, kanal ize edecek en iyi yol olduğu fi krine yüklen ir. Fakat bu proje ina­ nılmaz derecede felsefe yüklüdür; Ha rris şimd iye kadar ahlak felsefesi alanı ndaki tek ya rışmacı olmayan, etiğe sonuççu yaklaşımın özel bir çeşidini sorgu lamadan kabul eder (hemen göreceğimiz üzere). Söyle­ mesi gereksiz olsa da, bunu varsayı mlarının ne bilimsel (çü nkü müm­ kün deği ldir) ne de felsefi (çünkü sıkıcıd ı r) savun masıyla yapa r.

68

Aristoteles'ten Yanıtlar

H arris'e ve bir kenardaki diğer nöro-hayranlara eleştirim şudur: em pirik olgular eti k ya rgılar ile kesinl ikle alakasız deği ldir. Ahlak insa­ ni bir özniteliktir (attribute) ve onun hakkında, insanları n ne türden hayvanlar olduğunu önemsemeksizin düşün mek a n lamsız değildir. Ö nemli bir anlam bağlamında, etik; insanın refa h ı (we/1-being) hakkın­ dad ır; (hayvan hakları meselesini bir kenara bırakacağım; hayvanları n, insanlar onları "haklar" olarak düşün medi kleri sürece haklara sahip olamayacağı basit gerçeğinden dolayı ) Dolayısıyla; etik akıl yürütmey­ le ne zaman meşgul olsak refahımızı a rtıracak ya da azaltacak olanla i lgil i empirik olgula rın n e olduğunu bilmek isteriz. (Bu arada, refah kavramının ta m da kendisi gerçekte tartışmaya daha çok açıktır, hem felsefi olara k hem de sosyal bilim a raştı rmaları bakımından. Kitabın son bölümünde bu fikre daha yakından bakmak için geri döneceğiz) Bu noktayı farklı bir şekilde ortaya koyayım: ahlak, bir şeyi neden ve nasıl yaptıklarını ifade etmeye yetili bir grup sosya l ca nlının bağla mı içerisinde anlam ifade eder. Bir haremi ele geçird iğinde başka bir as­ lanın yavru larını öldüren aslan ahlaksızca davranmaz, ya lnızca aslan olmak neyse onu yapmaktadırlar. Benzer biçimde, insanların bile, di­ yelim ki, eğer terk edilmiş bir adada kalıcı olara k ka raya otururlarsa ahlaki olmayan eylemlere ka l kışması i mka nsızd ı r; çünkü kime karşı böylesi eylemlere kalkışacaktır? Son bölümdeki a hlakın evrim i ta rtışmam ızda açıktır ki evrim, in­ sanlığın ahlaki anlamın yapı taşlarına sahip olduğu yerdir. Neyi n doğ­ ru neyin ya nlış olduğu hakkında istediğimiz kada r felsefe ya pabiliriz; fakat algılanan adaletsizlikleri önemsemem izi sağlayacak güçlü doğal bir içgüdüye sahip olmadığımız sürece tüm böylesi ta rtışmalar har­ fiyen a kademik olacak ve yaşamlarımızı etkilemeyecek. Fa kat evrim bizi, tarihsel olara k hayatta kalmamızı etkileyen durumlarda yan i birbirine destek o l m a k zorunda o l a n v e çoğu nlukla kendilerini yal­ nızca başka türlerden olanların değil, fakat farklı kabilelerdeki Homo

sapiens üyelerinin saldırı larına karşı savu nan bireylerin küçük grup-

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

69

lan içerisinde işlemek için uygun hale getirilmiş oldukça basit ahlaki bir içgüdüyle donatmıştı r. Bir d üşü nce sistemi olarak ahlak fikri, bir hayva nın bel li sosyal d u rumla ra dair bilinçsiz değerlendirmesine ka r­ şıt olara k, insa n ı n ne yaptığını ve neden yaptığın ı ifade etmeye dair biricik yeteneğine (bildiğimiz kadarıyla) daya n ı r. Bu, felsefenin oyuna girdiği yerdir, şüphesiz, bize içgüdülerimizi nasıl inşa ettiğimizi gösteri r ve de bir şeyin doğru veya yanlış olmasının ne anlama geldiğine dair genişletilmiş bir kavra n ı m ı ol uşturur. Yukarıda bahsettiğim, üyesi olduğu grupta hayatta kal ması onlara bağlı olduğu için saygıyla davra nması gerektiğine dair insanların sa­ hip oldukları güçlü içsel duygu örneği ni tekrar ele alalım. Eninde so­ nunda bu türden bir koşullu karşılıklılığa, basitçe insanların ya lnızca kendi çevremizde değil, temelde her yerde aynı olduğu zem ininde, gezegendeki her insa nı dahil etmek için bir neden olmadığının farkına varırız (son böl ümde karşılaştığımız "d işe diş" stratejisi). Bu hareketi ya pılması adına asıl ilginç olan "d işe diş" stratejisindeki önemli tavır değişikliğimizin altında yatan nedendir. Büyük ihtimalle doğal selek­ siyon bize, grup içindeki üyelerle ve komşularımızla dişe diş uğraşma eğilimi bahşetmiştir; çünkü böylesi bir davranış (öyle görünüyor ki matematiksel modelleme yoluyla kan ıtlanabilir) refahımızı maksimi­ ze etmek için en iyi "evrimsel strateji"di r. Arkadaş olan insanlara bize karşı kötü olmadıkları sü rece, bu durumda aynı şekilde karşı lık veririz, nazik olmayı öğütler. Günümüzde en ya kın evrimsel kuzenlerimizde, bonobo şempanzeleri, gözlemlenen de aynı davranıştır. Fakat koşullu karşılıklıl ı k çemberini tüm insan ı rkı için genişlettiğimiz zaman bunu, reflektif akıl yürütme yoluyla yapılacak doğru şeyin bu olduğunu gör­ memiz neden iyle yaparız. Bu, binlerce mil uzaktaki başka insa n ların bizi gerçekten etkileyeceği (en azından çoğu zaman) demek değildir; bu, diyelim ki, işkence, sakatlama, öldürme, kıtlık ve daha birçok şeyin başımıza gelmesini istemediğimiz şeyler olduğunu ve bunların olma­ masını gezegendeki başka herhangi bir kişiden bir şekilde daha fazla

70

Aristoteles'ten Yanıtlar

hak ettiğim iz fi krinin rasyonel bir savunmasının olmadığı n ı fark etme­ miz a nlamına gelir. Bu durumda sahip olduğum uz, birazcık basitleştirmek için, meta­ etiksel soruyu cevaplamak adına iki adımlı bir süreçtir: ilk başta, kap­ sam l ı bir beyne sahip sosyal bir ca nlı türü olduğumuza dair olumsal gerçek olmasaydı ahlak hakkında kon uşamayacaktık bile. Bilim bura­ da bize, ahlaki düşünmenin (veya daha kesin olara k, duygunun) temel bi lgilerinin n asıl meydana geld iğine dair en olası hikayeyi anlatır. İ kinci olarak, başkala rıyla iletişim kurma yeteneğimiz ve eleştirel biçimde kendi eylem leri mizi ifade etmemiz, ahlaki sistemimizi (en azından) tü­ rümüzün diğer üyelerine (ve tartışıl ı r şekilde onların ötesine) ulaşaca k şekilde yayma mız gerektiği kavranımını meydana getirdi. Bu felsefe­ nin soruna olan katkısıdır. Ve felsefeden bahsetmişken, deontolojiyle başlayarak mevcut du­ rumda seçime dair ahlaki sistem başlığı için rekabet eden üç büyük d üşünce okulunun kısa bir incelemesine geri dönme zamanı geldi. 2. Böl ümde gördüğümüz üzere temel iddia şu şekildeydi : ahlaki kurallar dini bir sisteme üye olan herha ngi bir kişi için ta nıdıktı r ki sorgulan­ maksızın ta kip edilecek kurallar vard ı r ve ya pılması doğru olan şeyleri ayrı ntılı olara k açıkladıkları için takip edilenler va rd ı r. Yahudi-Hı risti­ yan geleneğin On Emir' i, deontolojik ah laki sistem için klasik bir ör­ nektir (deontoloji ha rfi harfine "görev temelli" anlamına gelir). Fakat bekleyin, daha az önce tanrıların ahlak ile işi olmad ıklarını söyleme­ dim mi... (gerçi kitapta yalnızca daha sonra tartışacağımdan). Evet, fa­ kat modern deontolojik teoriler felsefi ana lize daya n ı r, teolojiye değil . Açı k a ra farkla böylesi sistem lerin e n etkileyici olanı i. Kant tarafından ortaya atılandır. Kant, ailesinin ona İncil'e harfi harfine uyması nı öğ­ rettiği aşırı dindar (pietist) bir evde büyüyen son derece inançlı bir in­ sandır. Fakat filozof Kant eninde sonunda gözler önüne serdiği etiğin, herhangi di nsel bir gelenekten bağımsız olara k rasyonel bir temele ihtiyaç d uyduğu nun fa rkına va rd ı (ilginç bir biçimde Kant, Tanrının va-

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

71

roluşuna karşıt olara k Pratik Akim Eleştirisi' nde sunulan tartışmasız en iyi a rgümanı temin eden filozoftur da) En

etkileyici

kitaplarından

birinde,

Ahlak

Metafiziğinin

Temellendirilmesi'nde, Kant şu anda meşhur olan kategorik impe­ ratifin, deontolojik sisteminin temelini, birçok versiyonunu formüle etmiştir. Bir versiyon şöyledir: "Ancak aynı zamanda bir yasa olma­ sını isteyebileceğin bir il keye (maxim) göre eyle" ve başkası devam eder: "Öyle davran ki, davra nışlarında insanlığı hem kendi şahsında hem de başkalarının şahsında hiçbir zaman bir araç olara k ku llanma, o deva mlı a macın kendisi olsun". İ mperatifin ilk versiyonu daha ta­ nıdık ge lebil ir, d ü nya çapında birçok d i n tarafından benimsenen "Al­ tın Kural"dır (Golden Rule ve ya lnızca Yah udi- H ı ristiya n deği l, fakat birkaçından bahsedilirse Budizm, Konfüçya nizm, Hinduizm ve Taoizm tarafı ndan). İ mperatifin ikinci versiyon u birazcık daha çözümü zor ve Altı n Kural'dan daha geniş mesafelidir: Kant'ın burada söylediği a hlaki biçimde eylemenin, kendim izde sahip olduğumuzu kavradığımız ta m anlamıyla aynı içsel değerin diğerlerine de varlıklar olmak bakımından bahşed ildiği ve onların başka bir amaç için asla araç olmadıklarını dü­ şün mek anlamına geldiğidir. Bu a kla yatkın gelirken, kesinlikle soylu, aslında pratikte çok zordur. Ö rneğin arkadaşım veya kızım için hoş bir şey yaptığım ı varsayın veya bir afetin kurbanlarına yardım etmek için bir hayı r kuru muna pa ra verdiğimi hayal edin. Doğal olara k böylesi şeyleri yapmaktan iyi hissedeceğim ve hatta gerçekte kendimi böylesi iyi bir insan olduğum için kutlayabilirim. Eğer böyle yaptıysa m, Kant'a göre, ahlaki biçimde eyliyor olmayacağı m. Davra n ışım ahlak-dışı olma­ yaca ktı r fakat saf bir Kantçı nazik şekilde davranma neden imin daha iyi hissetmek olduğunu tartışabilir; ya ni bundan zevk elde ettiğimden dolayı diğer insanları kendi amacım için a raç olarak kulla nıyoru m . Belki Kant'ı n neden keskin b i r a h l a k filozofu olara k ün saldığı nı, in­ san doğasına d uyulan sempati ya da ona dair az bir a nlayışla, görme­ ye başlayabilirsiniz. Fakat şüphesiz ahlakın deontolojik sistemini kabul

72

Aristoteles'ten Yanıtlar

etmek için Kön igsberg'in ( Ka nt'ın yaşamını geçirdiği doğduğu kent) meşhur bi lgesi kadar tasalı olmak zorunda değilsiniz. Buna rağmen, diğer i nsanların bizim sahip olduğumuz içsel değere sahip olduğun­ d a fikir birliğin e va rabiliriz ve yine d e iyi ya pılmış eylem için kendini tebrik etme doğrultusundaki doğal eğilimimiz hakkında iyi hissedebi­ l iriz. Dahası kategorik imperatifin Kant'ın kendine a it ahlaka dair katı yoru mlamasına bakıl maksızın genel olara k iyi bir kural old uğunda da fikir birliğine va rabil i riz. Deontolojik sistemler Ka nt'ın nevi şahsına m ünhasır ahlak kuramı d ışında bazı ilginç sorun la rla ka rşı laşırlar. Gerçekten de, halihazırda tramvay ikilemini incelerken deontolojinin ana meselelerinden bi­ riyle yüz yüze gelmiştik. Çoğu insan ı n, kontrolden çıkmış tramvayın yön değiştirmesine neden olan kolun değişti ril mesi yoluyla beş insanı kurtarmak adına bir kişinin ölmesini haklı bulmakta fikir birliği içinde olduklarını görmüştük. Ama bunu yaparak açıkça bahtsız kurbana bir amaç uğru na a raç olarak davranmaktayız (diğer beşi ni kurtararak). Etik olarak bu a macın ne kadar övülmeye değer olduğu önemsen­ meksizin, kategorik imperatifi doğrudan ihlal etmekteyiz. Bu türden bir sorun deontologlarda da baş gösterir; çünkü deontoloji niyetlerle (sonuçlara karşıt ola ra k) ve evrensel yasa larla ilgilenmek eği liminde­ dir ki bazen iyi ah laki n iyetler evrensel yasaları ta kip etmemek yoluyla yerine getirilir (duru msal etik adı verilen şey). Ö rneği n Ka nt'ın, eğer evrenselleştirilirse, ya lan söylemenin toplum için koşulsuz bir fela ket olacağın ı doğru bir biçimde savunduğundan, ya lan söylemekle ilgili ciddi bir sorunu vardır. Yine de ya lan söylemenin yaln ızca kabul edi­ lebilir olmadığı; fakat gerçekte yapılması gereken ah laki şey olduğu örneklerle karşı laşmak kolayd ır: farz edin ki, klasik örneği kullanarak, bir Nazi subayı kapınızı çalıyor ve evinizde Ya hudi bir kaçağı saklayıp saklamadığınızı soruyor (saklıyorsun uz). Evrensel imperatifler fikrinin, başlangıçta ne kadar ilgi çekici olsa da, nasıl çarça buk kayda değer a hlaki ikilem lere yönelttiğini göre bil irsiniz.

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

73

Bu ikilemleri çözmenin bir yolu, tramvay hakkında konuşur­ ken de görd üğümüz üzere, etikteki ikinci bir ana d üşünce okuluna dönmektir: Uilitaryanizm . Utilitaryanizm iki etki li İ ngiliz filozofu n, J e­ remy Bentham (1748-1832) ve John Stuart M i ll'in (1806-1873) özgün fikridir. Esas kavram, fayda/yara r (utility) olarak bilinen kavramdır ki buna göre etik bir eylem, en yüksek sayı adına en büyük m utluluğa ilerleten şeyd i r. Daha sonraki felsefeciler utilitaryanizmin birçok çe­ şidini detayland ı rmışlard ı r, örneğin "negatif" bir versiyon u üreterek özsel olarak ahlakın, her şeyi acı çekmeye indirgemeyle ( mutl u luğu artı rmaya karşıt olarak) ilgi li olduğunu ifade eder ve başka bir versi­ yonda - Princeton Ü niversitesi'nden Peter Singer'ın durumunda ol­ duğu gibi - insanlar kadar d iğer canlılar da buna dahil edilir. Böylece hayvan hakları hareketi için ciddi bir felsefi destek sağla n m ış olur. Etiğe olan bu yaklaşıma genell ikle modern literatürde "sonuççu­ luk" (consequentialism) olarak gönderim yapılmaktad ı r; çünkü ahla­ ki seçim lerin, eylem lerimizi son uçları ba kımından elemenin bir şekli olarak düşünül mektedir. Sonuççu luk klasik tramvay ikilemi gibi d u­ rumlarla başa çıkmada deontolojiden daha yeterli gibi görü nür: kolu çekmeliyiz; çünkü eylem lerimizin sonuçları (bir yaşamı feda ederken beşini kurtarmak) eylemsizliği mizin sonucu olarak ortaya çıkabilecek şeylere (bir insa n ı n yaşayıp beş kişinin öl mesi) karşın bütünsel m utlu­ luğu artırır (veya en azından bütünsel acıyı azaltır). Yine de sonuççuluğun kendisi, çeşitli düzlemler bakı m ı ndan eleş­ tirilebilir. Bu fikre karşı sunulan iki yaygın itiraz vardır ve ikisi de utili­ tarya nlar için de ciddi soru nlar teşkil etmektedir. İ lki, eylemlerimizin sonuçları nın nereye kadar öngörmemiz gerektiği nin (veya gerçek­ te öngörebilecek olup olmadığı mız) açık olma masıdır. Ö rneğin, farz edin ki, korkunç bir diktatörün insanlarına tahakküm ettiği bir ülkede yaşıyorum ve oradan çıkmanın tek yolunun devrim olduğuna karar verildi. Gerçekten de en iyi ahlaki n iyetlerle motive edilen bir darbe girişimiyle sonuçlanan gizli kapaklı bir operasyon organize etmeyi ba-

74

Aristoteles'ten Yanıtlar

şarıyorum. Ne yazık ki devrim başarısız oluyor ve sonucunda ya lnız­ ca binlerce yoldaşım ölm üyor; fakat diktatör yoldaş vata ndaşlarımın özgürlüklerinde daha fazla kısıtlamaya bile gidiyor. Böylece herkesin m utluluğunda fazlasıyla bir azalma ve acısında a rtma görülüyor. Her ne kadar doğru şeyi ya pmak adına elimden geleni ya pmış olsam da tü m bir teşebbüs felaketle sonuçlandı. Katı bir sonuççu bu durumda devrim başlatma kararımın ahlak dışı olduğunu iddia edebilir. (Bu za­ mana kadar fi lozofları n bu türden rahatsız ed ici düşü nce deneylerini ü retmeyle belli bir coşkuyla meşgul oldukla rının farkına varmışsın ız­ dır. Bir psikologun bununla ilgili ne ya pmak isteyeceğini merak ediyo­ ru m.) Bu türden bir itiraza verilecek ma ntıklı cevap, bizim gerçekte ahla­ ki olarak ve a kılsal bir biçimde öngörebileceğimiz son uçlardan sorum­ lu olmamız şekl indedir. Bu hemen hemen apaçık gibi görünür ta ki bunları öngörmemizin, kısmen eylem lerimizi (ve onların sonuçları nı) ya nsıtmakta ne kadar yetenekli olduğumuza bağlı olması kadar po­ tansiyel olara k kompleks olaylar zinciri olara k ilgilendiğimiz bilginin ne kadar güvenilir olduğunun farkına varıncaya kadar. Ö rneğin, yu­ ka rıdaki örneği mod ifiye ettiği m izi; dolayısıyla tüm girişim boyunca aslında fazlasıyla dikkatsiz olduğumun ortaya çıktığını, devrimi saf bir gençlik coşkusundan dolayı başlattığımı, dramatik biçimde başarın ı n olasıl ığı n ı gözümde büyüttüğü m ü farz edin. Ta bi ki, şimdi, eylem leri­ min sonucu olarak meydana gelen acıdan ve ıstıraptan dolayı daha da fazla ahlaki sorumluluk taşıyo ru m . Ama yine de bu durumda, genç ve ideal ist insan ların çoğun l u kla ahlaki olarak övgüye değer olduğu­ nu düşünürüz; çünkü onlar en azından bir şeyleri geliştirmeyi dener­ ler. Gerçekte meydana gelen genell ikle kişinin kontrolünün ötesinde olan koşullar meselesidir ki felsefeci Thomas Nagel buna "mora l şans" adını verir. Bu şekildeki akıl yü rütme yöntemi, sonuççul uğa karşı olan kaçınılmaz bir itiraz ol mak zorunda değildir; fakat olası sonuç aralığını elemeye dayanan bir fikir ileri sürmenin gerçekte ne kadar zor oldu-

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

75

ğu nun altını çizer.

Utilitaryanizme karşı ikinci bir klasik itiraz Transplant Sorun olara k adlandırılan b i r iddiadır v e tramvay ikileminin daha kötü niyetli bir versiyon u yol uyla sunul u r. Yerel bir hastanede çal ışan bir cerrah ol­ duğu nuzu hayal edin ve acil servis kapısından içeriye beş tane ya ra lı insan geti riliyor. Her biri yaşamsal orga nlarından herha ngi birinde /e­

tal/ölümcül bir hasara sahip (karaciğer, kalp, böbrekler, pankreas ve akciğerler - bunların d ışındaki tek yaşamsal organ beyi ndir ve beyin naklinin nasıl yapılacağına dair en azından şimdilik bir bilgiye sahip değiliz - ki böylesi bir operasyon eğer m ü mkü nse bunun bile kendi başına tam teçhizatlı bir felsefi sorun olacağından bahsetmiyoruz bile !). Eğer sonuççu bir doktorsanız öyle görünüyor ki, tesadüfen ya nı başın ızda olan m ükem melen sağlıklı bir kişi üzerinde ope rasyon yap­ maya böylece de onun yaşamsal orga n larını naklederek beş kişinin hayatı nı kurtarmaya ciddi biçimde zorlanırsınız. Bu kesinlikle m utlu­ luğun genel derecesin i yükseltir veya acının genel miktarını aza ltır; fakat çoğumuz tereddütsüz eğer bu şekilde eylerseniz sizin, yasa nın en son kapsam ı dahilinde sorgu lanması gereken bir canavar old uğu­ nuzu söyleriz. Bu d u rumda öyle görünüyor ki niyet ilkesinde kusurlu bir şey vard ır (her ne kadar, varsayı msal olarak, burada utilitaryaniz­ min yerleştirebi leceği gerçekten ma ntıklı bazı karşıt-örnekler olsa da). Buna karşıt olan bir seçenek Aristoteles ta rafından önerilmiştir ( M . Ö . 384-322) ve onun gü ncel versiyon u temel modern etik teori alanın­ daki ya rışmacıla rdan üçü ncüsüdür: Erdem etiği. E rdem etiği hakkında anlamamız gereken ilk şey Aristoteles' in "erdem"le neyi kastettiğidir. Bir erdeme sahip olmak belli türden bir insan olmak, ahlaki olara k değerli o l a n b i r karakter özelliğine sahip olmak demektir. Ö rneğin, erdemli bir insan d ü rüst olacaktı r ve bu d ü rüstlük yalnızca doğal bir eğil im olara k görünmeyecek, fakat aynı zamanda, d ürüstlüğün ve ha­ kikatin değer verilmesi gereken şeyler olduğunu d üşünen kişi tarafın­ dan dikkate değer bir tanınma da olacaktır (başka deyişle, bu anlam-

76

Aristoteles'ten Yanıtlar

da erdem li olan kişi ilineksel olarak öyle d eğildir; fakat bunun adına çalıştığı için öyledir). Erdem etiğinin ikinci can alıcı yönü -deontoloji ve son uççul uğun aksine - doğrudan "ya pması doğru olan şey nedir?" sorusundan ziyade kendinde daha temel bir m esele olan "nasıl yaşa­ yacağız?" sorusu n u ele al masıdır. Görd üğü müz üzere Aristoteles için erdem li bir insan eudaimonia­

yayı, yani yaşam ı nı yeşertmeyi (flourishing) elde etmek için akrasianın (istenç/irade zayıflığının) üstesinden gelebil i r. O halde; erdem etiğine göre, insa n ların kendilerini hem yapması doğru olan şey olduğundan hem de yaşamın tam a macı nın eudaimonik bir şekilde yaşamak ol­ masından dolayı erdemli bir davra n ışın doğrultusuna yöneltmeleri gerekir. Yine de ilginç bir biçimd e Aristoteles ayn ı zamanda kişin in eu­

daimonik bir yaşam yaşaması için en azından birazcık şansa sahip ol­ ması gerektiğini de düşünmektedir: Eğer birisi tesadüfen had safhada felç edici bir hastalıkta n veya berbat dışsal koşullardan dolayı ıstırap çekiyorsa yeşermeye m u kted i r değildir ve ta m da onun karakteri nin kendisi böylesi koşullardan etkilenecektir. Birçok etikçi (yukarıda bah­ sedilen Nagel ha riç) şansın a hlakın işi olduğu fikri ni tuhaf bulur. Bana göre, Aristoteles insanlık durumunun ka rmaşıklığına dair gösterdiği köklü anlayışını sergilemesinden dolayı tamamen haklıdır. Diğer iki d u rumda olduğu gibi şüphesiz erdem etiğine de yöneltilen bazı mantıklı eleştiriler bul unur. M uhtemelen bunların en başında ge­ len, bu teorinin genel anla mda kulağa hoş geliyor olduğu fakat onun, yaşa mla rımızı nasıl idare edeceğimiz ha kkında spesifik bir rehber ola­ rak görü lme adına sahip olduğu eksikliktir. Bir insan için yeşermenin kesin likle birçok yolu va rdır ve Aristoteles'in erdemli olmak için uçlar arasındaki orta yola yönelme önerisinin uygulan ması zor olabilir; çün­ kü "orta" geniş bir yerdir. Ö rneği n Aristotelesçi erdemlerden birini, cesa reti ele alırsak: Bir insanı umursamaz yapan birçok şeyken onu korkak yapan çok az şeydir.

Fa kat bunun, spesifik bir koşulda hayatı­

mızı riske atıp atma mayı h esaplamaya çal ışı rken bize ya rdımcı olması

Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin Eğlenceli Bir Tarif

77

pek m uhtemel değildir. Ayrıca, erdem eti kçileri bu itirazı bir avantaja dönüştürür. Yu ka rıda hem deontoloji hem de sonuççu luk durumlarında görd üğümüz üze­ re her ikisi de davranışları, ta m olarak fazlasıyla esnemez bir biçimde belli bir kural d üzenine (deontoloji) göre veya basit bir kapsayıcı krite­ ri ta kip ederek (sonuççuluk) derlemeye çalıştıkları için sorun yaşa rlar. Gerçek yaşam bunun için fazlasıyla ka rmaşıktı r ve eti k kararlar aslın­ da verilmesi zor şeylerdir ve bu yüzdendir ki erdem etiğinin eylemler veya niyetlerden ziyade karakter üzerine olan vurgusu eninde sonun­ da daha gerçekçi olaca ktı r. Genellikle erdem etiğine yöneltilen bir başka itiraza göre ise akra­

sia kavramı saçmadır; çünkü istencime karşıt bir şey yapmaya karar verebilirim (gerçekten istediğim zaman bile spor salonuna gitmemek gibi) demek bir anlam ifade etmez. Bu itiraz insanlığa dair aşırı de­ recede rasyonalist bir bakış açısından kaynaklanır ve biz olmanın ne demek olduğuna dair psikolojik boyutu ta mamen gözden kaçı rır. Eğer istencinizin özgürlüğü savaşı nı vermenin nasıl bir şey olduğunu ta m anlamıyla bilm iyorsanız gerçekten de özel bir i nsan olacaksınızd ı r (ve 9. ve 10. Böl ümü okuyana kadar bekleyi n). Hem felsefede hem de bilimde yaşa mı mızı nasıl idare edeceğimize dair m utlak bir cevabın olma ması çoğunlukla karşılaşılan bir d u rum­ dur. Ama bu, hiçbir cevap olmad ığı veya tüm cevapların neredeyse benzer olduğu anlamına gelmez. Özellikle - ve profesyonel felsefeci­ lerin olası protestolarına rağmen - etik ve anlamlı bir yaşam görüşü­ ne, tüm ana ahlaki teorilerin öğelerini birleştirmek yoluyla oluşturabi­ liriz ve spesifik bir birleşimin herkes için aynı olma zorunlul uğu yoktur. Ö rneğin, özel olara k ben erdem etiği ne sempati duyuyorum; çünkü yeşerme (eudaimonia) doğru ltusu nda yaşam boyu süren bir proje fik­ rini ilgi çekici bu luyorum ve de kolaylıkla kendi akratik eğilimlerimin farkına va rırı m. Ama aynı zamanda saygın filozoftan (Aristoteles'ten)

78

Aristoteles'ten Yanıtlar

daha az hoşgörülü bir biçimde yoru m ladığım Kant'ın kategorik impe­ ratifinin gücünün d e fa rkındayım. Ve son olara k, ahlakın eylemleri­ m izin dalla n ı p budaklanmasıyla fazlasıyla işi olduğunu ki bunun bil­ gil endirilmiş kararlar vermenin kişisel soru mluluğuna vurgu yapmaya yö nelttiğini belirten sonuççu fikre de değer veriyoru m . Profesyonel b i r a h l a k filozofu, a h l a k menüsü projesine muhteme­ len, incelediği miz bazı etik kavra mların çift taraflı çelişkilere yol açtı­ ğı, bundan dolayı erdem etiğinin, deontolojinin ve sonuççuluğun en iyilerini birleştirmek yol uyla tuta rlı bir d üşünce sistemine ulaşmanın mümkün olmadığı temelinde itiraz edecektir. Amerikalı şair Walt Whitman'ın meşhur bir biçimde (Kendimin Şark1S11 nda ) yaptığı gibi cevap vermek adına yoldan ç ıkıyoru m : "Kend imle çelişiyor muyu m? Çok iyi, o halde; kendimle çel işiyorum, ben ge nişim, kalabalığı kapsı­ yoru m." Whitman'ın sert yanıtında bi lgelik va rdır. 14. Ve 15. Böl ümde filozofları n inançlarının içsel tuta rlılığını a rtırmak için oldukça kulla­ nışlı türden bir reflektif al ıştırmayla meşgul oldukları n ı görecekken, insan i lişkilerinin dağı nıkl ığına katı formel mantıksal bir ya klaşımın ba­ sitçe en iyi uya n ya klaşım türü nden bir şey olmadığı gerçeği için de bir şeyler söylenmelidir. Tıpkı bazen uygu lamalı bilimlerde - tı bbi a raştı r­ malar diyelim - daha fazla veri veya mükemmel deneysel protokol­ ler için bekleyemeyecek ka ra rlar vermek zorunda olmamız gibi pratik felsefede de ulaşıla mayan Platoncu bir ideali aramak yerine ya pılabi­ lecek en iyi şeyle yaşa mak zoru nda ka labiliriz. Mesele şudur: Etik ve anlamlı bir yaşam yaşamak için ne yaptığımızı ve neden yaptığım ızı düşünmek zorundayız ve böylesi bir düşünmede, tüm za manların en büyük filozoflarının insani duru m hakkında ne söylemek zorunda kal­ dığıyla ilgilenmek büyük oranda yardımcı olacaktır. O halde; yine de hepim ize ve her birimize bununla ne yapacağımıza karar vermek ka lır.

İ Kİ NCİ KISIM

KENDİ Bİ L DİGİ Mİ DÜ Ş ÜNDÜGÜ M ŞEY İ NASIL B İ L İ YO RUM?

6. Böl ü m : Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canh/ Hayvan: İ nsan

"Aklın özgürce savaşmasına izin verildiği sürece, yanlış fikirler hoşgörülebilir." Thomas Jefferson

Ahlak hakkı nda kon uşu rken görd üğümüz gibi, insanlar her zaman umarsızca hayva nların dünyasından sıyrı lmak istemişlerdir. Büyük ih­ ti malle uyd u rmaca ama çok da betimleyici bir öyküye göre Victoria/ Viktorya döneminde yaşayan bir kad ı n- ilk defa Darwin'in insanların şempanzelerle a kra balığı bulund uğu yön ündeki kuramını d uyması üzerine- bu doğru olsa bile bunun etrafa fazla yayı lma ması gerektiği­ ni; çünkü bunun utanç verici bir şey old uğu şeklinde bir yorum yap­ mıştı. Fa kat bu haber etrafa yayı ldı ve onla rla bizim ara m ızdaki açık farkları ortaya koyma konusunda bilim epeyce bir zorlandı. Çünkü a let ku llanan ve kültürel etkinliklerin içinde yer alan tek hayvan değiliz. Yine de, görebildiğimiz kadarıyla iki şey sadece insana dair gibi gö­ rünüyor: dil ( sadece iletişim a nlamında değil ) ve (bir bilinç düzeyi bulunan akıl. Aristoteles, Metafizik'i n Z Kita bında 'adamı' (bugün biz onun yerine i nsan diyoruz) a kılsal bir varlık olara k tanımlamıştı . Böy­ lelikle hem biyolojik dünyan ı n geri kalan ıyla ( ne de olsa hayvanız so­ n uçta ) bir bağla ntıya ve hem de bizi onlardan ayıran keskin ve kayda

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

81

değer bir farkl ı l ığa işaret ediyordu. Yine de, bu böl ümde göreceğimiz gibi, insanların -bir tek kendi ve diğer i nsanların kafasını karıştırmaya yaraya n- dil yoluyla olayları a kılsal bir temele oturtmaya çal ışan h ay­ vanlar olduğu n u düşünmek daha doğru olacaktır. Çünkü, eğer tatmin edici bir hayat sürmek istiyorsak, o zaman kendimizi ça rçabuk nasıl herşeyin daha iyisini ya parız düşüncesine kaptı rd ığımız gerçeğiyle ba­ rışmamız gerekir. Gerçekte hiçbir şey ya pmadığımız halde a kılsal bir karar verdiğimiz kon usunda beynimize telkinde bulunup öyle d üşünmesini sağla mak o kadar kolayd ı r ki. Bunu bizzat kendim birkaç yı l önce Ulusal Halk Radyosu'n un bir progra mı olan Radiolab'ın yayı nında canlı bir etkinli­ ğe katı lmak için gittiğimde yaşadım. Ö nce sosyal güvenlik numa ra m ı­ zın son iki ha nesini hatı rlamamız ve fakat bunu kimseyle paylaşma­ mamız söylendi. Bunun a rdından bir oyuncak ya da elektronik eşya mağazasında bulabileceğimiz bir eşya verd iler elime ve bunun için ne kadar ödemenin mantıklı olacağını sordular. Bu iki egzersiz a rasındaki bağlantıyı progra m sa hipleri verdikleri fiyatlara göre insanları sıraya soktu klarını ve bu kararları nın sosya l güvenlik numaralarıyla a rasında mükemmel bir ilişki olduğunu bize tarif edene kadar a nlayamamıştı m : Sosyal güvenlik numara n ız son iki hanesi ne kadar büyük olursa size sunulan eşyaya ödemeyi düşündüğünüz fiyat size o derece 'a kıll ıca' geliyordu. Bu psikologların 'hazırlama' adını verdikleri şeye bir örnek oluşturuyor: bir şey hakkında düşün meye başlamanızdan ·itibaren, o an meşgul olduğunuz iş ne kadar alakasız olursa olsun, o uğraştığı nız işe karşı ta mamen o işin nesnel özelli klerinden bağımsız biçimde, e n iyi hazırlama yöntemiyle açıklanan, belli bir davra nış ka lıbı ol uşturu­ yorsunuz. Bu aynı zamanda, örneğin, neden kişilerle görüşme yapan (ya da bir buluşmaya gelen) insanların müla kat esnasında görüşülen kişinin buzlu ya da sıcak bir içecek almasına bağlı olara k onu "soğuk" ya da "sıcakka nlı" olara k değerlendird iğini de açıklıyor! Dolayısıyla reklamcılara ya da görüşmecilere karşı m ü mkün olduğu nca dikkat

82

Aristoteles'ten Yanıtlar

edin (ve hakimlere ve siz fa rkında olmadan sizden bağımsız durumlar­ da beyni n izi yönetmeye çalışan insa nlardan). Buna bağlı olarak bilinen bir d iğer konu ise "biçim lendirme" olarak bilinir ve bu da yine bir çok farklı d u rumda ve deneysel ortamlarda gözleme sunulm uştur. Ö rneğin, Benedetto De Marti ne, Dharshan Kumaran, Ben Seymour ve Raymond J . Dolan ta rafından yürütülen ve ü n l ü Science dergisinde yayınlanan a raştırma basitçe başkaları n ı n aynı sorunu kendilerine nası l a nlattığına bağlı olarak insanların tam tersi bir riske ya da riskli bir ekonomik tavı ra bürü nebi leceklerini gös­ teriyor. De Martine ve a rkadaşları üstünde ça lıştıkları i nsanlara ken­ dilerine verilen bir miktar pa rayla-ki bu paranın çok az bir kısmını el­ lerinde tutabilirlerdi büyük olasıl ıkla- ne yapacaklarını düşün melerini istemişler. Bu sorunun "elinizde tutmalısı nız" ya da "harcayabilirsiniz" gibi terimlerle sunulmasına bağlı olara k kişilerin çok fa rklı davranışlar sergiledikleri görülmüş : öyle görünüyor ki bu beynimize 60 doları (ki 40 dolarını harcamak demek oluyor bu) tutmak zorunda olduğunu söylemek ile 40 doları kaybedeceğini söylemek (bu da 60 doların har­ ca nmayacağı anlamına geliyor)- her ne kadar iki duru m bi rbirinden mantıksal olara k fa rklı olmasa da- arasında farklılıklar olduğunu gös­ teriyor. Burada bahsini ettiğimiz yüksek matematik ya da girift olası­ lık kuramları fa lan değil ve fakat yine de zeki insanlar sorunun onlara sunuş şekli ne göre aynı sorunlar hakkında ta mam ıyla değişik ka rarlar alacaktı r. Bu nedenled i r ki, örneğin, bir sonraki sefer d uyduğunuz bir oylamayla i lgili olarak kendi nize ilk sormak istediğiniz şey soru ların nasıl düzen lendiği olaca ktı r. Ne va r ki, araştı rmacılar soru ları başka bir biçimde sorm uş olsalardı a raştırmanın sonuçları çok daha fa rklı ola­ bilirdi (bu biçimlendirme sürecine politika çerçevesinden daha sonra 13. Bölümde değineceğiz). Ancak ina nçlar ve onları a kılsal temellere oturtma kon usunda bey­ ni mizin nasıl acayip yollar izlediği kon usunda kendimizi gerçekten bi­ raz teselli etmek istiyorsak, beyin yaralanma ları ve özellikle zih insel

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: insan

83

yanılgılar konusundaki yayın geçmişine eğilmemiz gerekir. "Zihi nsel yanılgı" sadece genel bir aşağılayıcı bir sözcük değildir; aynı zamanda teknik bir anlama da sahiptir. Zihinsel Rahatsızlıklar Teşhis ve İstatistik El Kitabı {Tİ EK-IV, 2000) zihinsel yanılgıyı : "Dış ortamdaki gerçeklikle ilgili yanlış çıkarımlar doğrultusu nda herkesin düşündüğü n ü n, tersi iddia edilemez olara k konum landırı lmış olanın ve tersine kanıt su­ nulanın aksine, edinilen yanlış bir düşü nce olarak tanıml ıyor. Burada bahsedilen düşünce kişi nin ait olduğu kültür ya da alt kültürün d iğer mensupları ta rafından olağa n şekilde ka bul edilen bir düşünce değil­ dir (örneğin bu, dini ina nçla ilgili bir sanı değil). Ne zaman ki ya nlış bir düşü nce bir değer yargısı taşır ve o yargı geçerliliği sınana maya­ cak kadar uç noktaya ulaşmıştı r işte o zaman o zihi nsel ya nılgı olarak değerlendirilir." Tİ EK-IV 'nin yazarları n ı n bu işi dini inanç noktasına götü rdüğü bu tu haf istisnaya karşın ( yani demek istiyorum ki, büyük bir insan çoğu n luğu o rta k bir şeye inan ıyor diye, onun zihinsel bir ya­ nılgı olmad ığı nı öne sürebilir miyiz?), bu tanımlamanın çok geniş ol­ duğunu öne sürmek mümkündür. Örneğin, Amerikalıların hatırı sayı lır bir çoğu nl uğu, "herkesin d üşünd üğün ü n, tersi iddia edi lemez olara k konumlandırılmış o l a n ı n v e tersine ka nıt sunulanın a ksine" d ü nya nın milya r yıllık bir yaşı olduğuna inanmıyor. Bu, çokça basitçe sanılanın aksine, sadece dini bir özcü lüğün sonucu değil ama aynı za manda bu "tersi iddia edilemez ve apaçık" kanıtların sadece biyoloji, jeoloji ve fizik alanla rında teknik olarak eğitim a l mış kimselere görü n ü r olma­ sından dolayıdır. Yine de, -el bette ki bu durumdan etki lenmiş hasta­ ların dışında- hemen hemen herkesin kendi ölçütlerine göre zihinsel yanılgı olarak değerlendirebileceği bir ta kım tu haf biçimde öğretici bazı olaylar va rdı r. Örneğin, az sonra ki örnekte, kişinin kendisinin ölü olduğunu sandı­ ğı bir zihinsel yanılgıyı belirten- Cotard sendromlu bir hasta n ı n yürek bu rkan öyküsünü ele alalım:

84

Aristoteles'ten Yanıtlar

"S ürekli olarak ölü olduğunu söylüyor ve tedavisine başlanmasından iki hafta önce zaten ölmüş olduğu konusunda inatçı davranıyordu. ( ki bu bir anlamda ya klaşık hastan eye ka bul edildiği zamanla ra denk geliyordu ) Bu düşüncelerin içerisinde yaşarken oldukça gergin ve gözü yaşlıyd ı; ayrıca içinde bulunduğu hastanenin

'cennet'

olup

olmad ığını

ogrenme

ko nusunda da epeyce bir sabırsızd ı . Kendisine nasıl öldüğü n ü sandığı

sorulduğunda,

'Nasıl

öldüğümü

bilmiyorum . G rip olduğumu ve Kasım'ın 19'unda buraya geldiğimi biliyorum şu an sadece. Belki de gripten gitti m ." Aynı za manda ilginç bir şekilde, 'erkek arkadaşına karşı biraz tuhaf' hisler beslediğini de söylem işti. 'Onu öpem iyorum, onun beni sevd iğini bilmeme rağmen bir acayip geliyor bana." ( Borlotti'de alıntılanm ıştır, 2009 )

.

Cotard sendromu, hastalarını etlerinin çürüdüğüne ya da iç organ­ larını kaybettiklerine inandırmak gibi yollarla kendisini çok farklı ve şaşırtıcı biçim lerde gösterebilir. Genell ikle, bu hasta lık insanı ölümsüz olduğu gibi bir zihi nsel ya nılgıya sürükleyebi lir. Cotard sendromu ger­ çekte ise yüzleri tanıyan bir böl ümle duyguların yönetild iği amigdala­ nın a rasındaki bir yerin birbiriyle iletişiminin kopmasından i leri gelir. Bir başka ifadeyle, insanlar kendi yüzleri ni aynada görseler de duygu­ sal olara k o ya nsımaya kendi yüzleriym iş gibi tepki vermezler. Daha sonra ise akı lsal yürütmeler ya pan beyin birden beşi nci vitese takar ve bu insa n ı para mparça eden duyusal bilgiye karşılık bir açıklama uy­ du rmaya çalışır: aynadaki kişi ben gibi görünüyor ve fakat ben onu benmiş gibi hissetmiyorsam demek ki ben ölüyü m. Buna benzer ve bağlantılı bir şey Capgras sendromu olara k bilinen bir zihi nsel ya nılgıda da ortaya çıkar. Bu sendromda kendisine bir eş, arkadaş ya da ebeveyn gibi ya kın bir insanın yerinde aslında o insan­ ların görü ntüsüne bürünmüş bir sahtekar olduğunu düşünür. Yine bu

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

85

durumda da, bu a kıl almaz sonuç beyin algılad ığı dü nyayla ilgili tersi açıklanamaz bir takım gerçeklerle karşı karşıya ka ldığında meydana gelir- bu durumda bu kişinin bu insanlar için h issettikleriyle bu insan­ ların dış görüntüsüyle ilgili bir bağla ntısızlık durumu söz konusudur. Bunlar gösteriyor ki, yaşanılan şeylerle ilgili kabaca kafam ızda bir öykü oluşturmamız gerekiyor; çü n kü bu yaptığımız "açıklama" ne kadar su­ dan olsa da bu hikayeler her şeyin kontrolünün bizde olduğu ya n ı lgı­ sına bizi kaptı rıyor. Öyle görünüyor ki; beynin akı lsal yürütmeler yapmaktansa a kılsal bir aracı ola ra k hareket ettiğine dair kanıtlar bölünmüş beyinli hasta­ lar üzerinde uygulanan klasik deneylerde ortaya çıkıyor. Bütün insan­ ların beyninde, anatomik ve işlevsel olara k birbirinden fa rkl ı olan, iki yarım küre vardı r. Bu balıktan memelilere kadar uzanan bir çerçevede sol yarım küreyi gü nlük davra n ışlarını yönetmek için sağ yarımküreyi ise alışılmadık d u rumlar için ku llanan omurgalılar için ( evrime dair çok daha fazla kanıta mı ihtiyacım var dem iştiniz? ) sıra dışı bir olay değildir. Bizim türümüzde ise, corpus cal/osum adı verilen özel bir yapı sıradan insanlarda iki ya rım kü reyi birbirine bağlar ve böylel ikle dü­ şünmeye yarar orga n ı mızın her iki ya rısı a rasında sürekli iletişim ve yönetimi sağlar. Buna rağmen genellikle, bazen bir kaza sonucu ama çoğunlukla da yoğun bir epileptik atağın göstergelerini azaltmak için yapılan acil d u rum ameliyatları nedeniyle bu corpus callosum ayrı lır. Bu tür durumlard a, bölünmüş beyinli hastaların alışık olmadıkları bu durumla başa çıkabil meleri ve her bir ya rım kürenin nasıl birbirinden ayrı şekilde çal ıştıkları hakkında bilgi edinmek a macıyla bu hastalar gözlem altı nda tutulabili rler. Sonuçlar ise insa nda neyin olağan olara k düşünül mesi gerektiği v e -pek gözlem lenemeyen b i r biçimde- insan beyninin nasıl çalıştığıyla ilgili şaşırtıcı ipuçla rı sun uyor. Bu türdeki klasik deneylerden birisi M ichael Gazzaniga'n ı n Da rt­ mouth Koleji'ndeki bir grubu tarafından yürütüldü. Görsellikle i lgili alanın yarısını sağ ve d iğer yarısını da sol ya rım küre üstlendiği için tek

86

Aristoteles'ten Yanıtlar

bir ya rım kü reye imgeler gösteri lebileceği gerçeğinden yara rlandılar. Hatta sol ya rım küre sözsel olara k iletişim kurabilirken, sağ kuramaz; buna karşı n sağ yarım küre vücudumuzun sol yarısındaki hasarları kontrol edebilir (sol ya rım kürenin vücudun sağ yarısındaki hasa rla­ rı kontrol edebildiği gibi ). Bununla birlikte; sorulara da cevap verme yeteneği vard ı r. Böylel ikle deney sağ yarım kü reye ka r fırtı nası esna­ sındaki bir ev imgesi nin gösterilmesi ve sol ya rım küreye de bir kuş ayağı n ı n gösterilmesiyle başladı. Daha sonra her yarım küreye daha önce kendisine gösterilen i mgeyle bi rkaç imge a rasından mantıksal olarak onunla en ilintili olanı seçmesi söylendi. Her iki ya rım küre de doğru bir şekilde ceva p verdi; sağ yarım küre bir kürek ( kar fırtınasıyla baş etmek için), sol ya rım küre de bir tavuk (kuş ayağıyla ilgili olara k) imgesi seçti. Olay sol yarım küreye-sözsel olarak- neden hasta nın bir kürek ve bir tavuk seçtiği nin sorulmasıyla ilginç hale büründü. Bu nok­ tada hatı rla manızı isterim ki ayrılmış corpus ca//osum dan dolayı sol '

ya rım kürenin, dostu sag ya rı m kürenin karar verme sürecine hiç m i hiçbir erişim i yoktur. Yi ne de bu o n u açıkça akılsal v e fakat tamam ıyla uydurma bir açıklama yapmaktan alıkoyamadı: kürek sadece ve sa­ dece tavuk a m barını temizlemek a macıyla seçilmişti, ka r fı rtı nası için deği l ! Buradaki i roni modern nörobiyolojinin, sol yarım kürenin

dili

yöneten- psikologların "zi hinsel uyuşmazlık" adını verdikleri şeyden bünyeyi ku rta rmak ve çelişen bilgileri akla yatkın hale sokmak adına gerçeklilkle bağlantısı bulunmayan çok katma nlı öyküler kurmaya yat­ kınken, sağ ya rım kürenin daha açık sözlü olduğunu, bize ulaştırılan bir bilgi hakkında düz bir yorum ya ptığı nı söylüyor gibi görün mesidir. Burada basit bir örnekle, gerekli olan açıklamalara değil de ka rmaşık açıkla malar yapmaya olan yönelimimizin nasıl başımızı belaya soktu­ ğunu görebiliriz: öyle görünüyor ki yarasa lar bile bizi basit bir zihin­ sel işlemde geçebilir! Bu işlem ise (açıklamak gereki rse, bu işlemin altında yatan hiç bir genel kural ya da ilke yok) bir ekrandaki ışıkların

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

87

hem rastgele hem de ekranın üst kısmında toplanacağı nın ayırdına va rmak. Yarasa lar ve diğer hayva nlar (açıkça, ama bilinçli bir biçimde deği l} ışıkların ekra n ı n üst kısmında toplanabileceğinin "fa rkına vara­ biliyor" ve çok çabuk bir şekilde uygun butona basıp öd ülü almak için ince düşü n ü l m üş bir taktik geliştirebil iyor. insanlar ise ciddi şekilde yarasaların a ltı nda kal ıyorlar; çünkü bu düzeneği işleten d üzeneğe dair karışık kuramlar hazırlamakta ısra r ediyor; elbette böyle bir kural olmadığı için, ödülü alma olanakları da hayli düşük oluyor. Fazla dü­ şünmenin iyi bir fikir olmadığı nı bundan daha iyi açıklayan daha hoş bir gösterim olamaz herhalde. Bazen bu fazla d üşünmemiz bilişsel bilimlerle uğraşan bilim insan­ ları n ı n haya l i öykü ler uyd urma adını verdikleri bir şeyle sonuçlanır. Birden (açıkla mak gerekirse patolojik olmayan} hayali öyküler uydu r­ ma alışka nlığı kişin i n çok da hatırlamadığı olaylar hakkında bir ayrıntı hatırlaması istendiği za man gerçekleşir. Bilişsel uyuşmazlıklar sonu­ cunda oluşan baskıya her za man d uya rlı olan beyin, aslında orada ol­ mayan anı ları 'bu lup çıkartır' ve gerçek anla mda biz ne söylememiz gerektiğiyle ilgili bize ne söylendiği ve aslında ne hatı rladığımız ara­ sındaki mesafeyi kapamak için öykü ler uyd u ru ruz. Bu psikoterapide en azından bazı baskılanmış a n ı ların nasıl su yüzüne çıkartıldığıyla da ilgilidir ki bu "a nı" terapistin zorlamala rı sonucu oluşan bilişsel uyuş­ mazlığı n azaltı l ması için hasta n ı n beyni tarafından oluştu ru lan bir ha­ yal i öykü uydurma d u rumu olsa da genellikle çocuklar tarafından ebe­ veyn lerin haksız bir şekilde çocuk istismarıyla suçlanmasıyla sonlanır. Alışık olunduğu üzere, beyin doğru d üzgü n ça lışamadığı za man onun nasıl çalıştığıyla ilgili daha çok şey öğreniyoruz: bu hayali öykü­ ler uyd urma, alkolik olma gibi çevresel etkenler sonucu olabileceği gibi genellikle orbitofrontal a nterior limbik sistemin a ldığı bir hasar sonucu, bir patolojiye dönüşebilir. Bu tür vakalarda, hastalar kendi uydurd ukları öykülere inanma kla kalmaz; aynı zamanda büyük bir azimle söyled iklerinin tersine bir kanıt bul u nsa dahi kendi gerçekli-

88

Aristoteles'ten Yanıtlar

ğe bakış açı larını savunmaya ça lışırlar. Örneğin, Berne'de (İsviçre'de) hastaneye ka bul edilen bir hasta aslında Bordeaux'da (Fransa'da) ol­ duğunda ısra r ediyordu. Ca mdan görünen ma nza rayla karşılaştığında, Bordeaux'da ol madığı nı kabul ediyordu; fakat hemen sonra ekliyordu: "Deli falan d eğilim. Bordeaux'dayım ben, biliyoru m ! ". Bu haya l i öykü ler uydurma olayı nörolojik olarak ka rmaşı k ve, sağl ıklı bireyleri etki leyebilecek olan, bu birden gelişen şekli patolojik olandan önem l i ölçüde fa rkl ıdır. Buna rağmen, olan biten şey asında beyn in a nıları devam eden gerçeklikten ayırt etme yeteneği nde ya nlış bir şeylerin olduğu ve bunun da etrafı nda neler olup bittiğinin kişi nin kafasında başka şeylerle ta mamen karışması ve ayrıca beynin "a kılsal yürütme ler" yapan sol ta rafı nın bu darmadağın bilgilerden -herhangi - bir anlam çıkartmak için son gazla motoru sürmeye devam etmesidir. N örobil imden verilen bu kadar kanıt insanın akı lsal yetilerine duy­ duğunuz inancı tamamıyla yerle bir etmemiş olabilir; çünkü sonuçta çokça patolojilerden ba hsetmekteyiz. V.S. Ramachandran gibi bilim insa n ları Cotard ve Capgras sendrom ları n ı n, bölünmüş beyi nli has­ taların ve haya li öyküler uyduran hastaların zihnimizde olağan şart­ lar altında neler olup bittiği ni anlamak için abartılı ve kolaya kaçan ça lışma örnekleri olduğunu düşü nseler de. Fakat gerrçek ise şu ki, Aristoteles'i n insa n ı n akı lsal bir hayvan olduğuna dair düşüncesi bi­ lişsel bilim tarafı ndan sunulan, örneğin, mantıksal davranma ihtiyacı ile "keyfimize/zevkimize göre" karar verme eğilimi arasında gidip gel­ diği mizdeki gibi, insan ların kişisel ve sosya l konulara ilişkin nası l karar aldıklarına ilişkin, gün gibi açı k ka nıtlarla temelinden sarsı lmaktadır. M ichel Ca banac ve Ma rie-Claude Bonniot-Ca banac tarafından yü­ rütülen bir çalışmada deneye tabi tutu lan kişilere eşcinsellikten kür­ taja, iklim değişiminden Orta Doğu'daki duruma varasıya uza nan bir dizi sosya l içerikli konuyla ilgili soru lar soruldu. Bu kişilerden daha sonra her bir konuyla ilgili olası çözümlere ilişkin ka rarlarını sunma­ ları istendi. Araştı rmacılar daha sonra katılımcılardan bu olası çözüm

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

89

önerilerini iki değişik şekilde ( iki farklı zaman dilimi içerisi nde ) de­ recelendirmelerini isted i : bir yanda her konuya ilişkin ha ngi çözüm önerilerinin sırasıyla kabul edilebilir, nötr ve ka bul edilemez olduk­ larını belirtmeleri istendi. Diğer taraftan ise eğer bu tür politikaları geliştirebilecek güce sahip olsalar ha ngi çözümü tercih edeceklerini belirtmeleri istendi. Sonuçlar gayet açıklayıcıydı.Başlangıç olara k belirtmek gerekirse, insa nlar zamanla sınırlandırı ldıklarında daha "keyif veren" çözümleri seçme eğilimi içerisi ndeydiler, örneğin bu kendilerini daha iyi hisset­ tiren cevapla r oluyordu. Buna karşın, daha fazla zaman verildiklerin­ de tercih lerini d eğiştiriyor gibi görün üyorlar ve kendilerini iyi hisset­ melerini sağlayan cevabı seçmeyi pek yeğlemiyorlardı. Bu sonuçlara ilişkin ta rtışmalarında, Cabanaz ve Bonniot-Cabanac insanların iyi ruh halinde oldukları zaman olaylara keyif verenden ziyade daha akıl­ sal yöntemlerle ya klaştıklarını ortaya koyan geçmiş bir çalışmayı da alıntıyorlardı. Göründüğü gibi, insan beyni mantıksal ve akılsal dü­ şünmeyle meşgul old uğu zaman da örneğin bir bilmecenin ceva bı n ı bulduğumuzda-bir h a z duyuyor fakat ( beynin salgı ladığı endorfin sal­ gısıyla ölçüldüğü üzere) karar keyif veren bir şey olduğunda önemli ölçüde daha m utlu h issediyor kendisini. Bu gibi bir araştı rma nın so­ nuçlarını yüreklendirici ya da güven kıra n bir şey olarak görebilirsiniz. Kötümser birisi d iyebilir ki; ma ntı ksal bir çıkarımla insanların kendi­ lerini d üşünd üren şeylerden çok kendilerini iyi hissetti ren ya rgıları tercih ettiğin i ve ruh hali gibi çok basit bir şeyin ahlaki ve sosyal ko­ nularla ilgili yargılarımızı etkilediği sonucuna va rabilir. Bir taraftan d a iyimser biri, aynı şekilde mantıksal olara k insa nlar birisi a racılığıyla bu eğilimlerinin farkına va rd ı klarında ve kendileriyle yüzleşmeye uygun bir alan sağlandığında daha incelikli kararla r alma yeteneğine sahiptir d iyebilir. Bütün bunları n anlamlı bir yaşa mı arama girişimimizle olan alakası yaşamın sadece bizim çeşitli konularda olası en iyi kararı verme ye-

90

Aristoteles'ten Yanıtlar

teneğimizle değil, ama ayn ı zamanda gelişen bir demokrasi ü retme yolunda ilerleyen toplumumuzun genel anla mdaki işlevsel liğidir. Bu da beni Princeton Ün iversitesi'ndeki siyaset bilimciler Christopher Ac­ hen ve Larry Bartel'ın üstl endiği, i nsanı sıkıntıya sokan araştı rmasına götürüyor. Achen ve Bartels oy verenlerin önemli konularda nasıl ka­ rar verdikleri ya da nasıl kararlarını değiştirdikleriyle ve karar verme aşa masında partiye olan bağl ıl ıklarını ne dereceye kadar bir vekil gibi (ya d a kısa yol gibi) kulland ıklarını deneysel olarak soruşturmakla ol­ d ukça ilgili lerdi. İlk çalışma Başkan Clinton'ın ilk döneminde Federal bütçenin iyi­ leştiril mesine ilişkin olarak insa nların ne düşündüğüyle ilgi liydi. Ger­ çek verilerden bahsetmek gerekirse: dönemin sonuna bütçedeki açık önem li bir düşüşle %90'a kadar gerilemişti. Peki ya insanlar ne olduğunu düşünüyorlard ı ? Genele vurulduğunda, Amerikan halkının sadece üçte biri bu gerçeği olumlu ka rşılarken, halkın %40'ı ( ve Cum­ hu riyetçilerin %50'si ) asl ında bütçe açığın ı n arttığı görüşündeyd iler. Bu ( açığı en iyi kapatma yönteminin çok da a ksine olsa da ) Federal bütçedeki açığın pol itik tezlerle bir alakası olmaması ve bunlarla ilgili bilgilerin kolay anlaşılır ve medya ta rafından çokça bahsedilmesinden dolayı aslında gayet hayal kı rıklığı yaratan bir durumdur. El bette ki, Achen ve Bartels en çok bilgiye ulaşara k oy verenlerin %20'sine odak­ larında görece daha iyi bir durumla karşı laşmışlardı ki bu durumda da gerçeğin "nereye çekersen oraya gelir" etkisiyle karşılaşmışlardı. Buna rağmen, gerçeğin "bilgili insanlar grafiğinin sonda n üçüncü ve ikinci sıralarında bulunan insa nların tepkileri üzerinde hiçbir etkisi olmadı­ ğı" şekl indeki bir sonuca va rmışla rdır. Araştı rmacılar ayn ı dönemden alınan birta kım veriler kulla narak ikinci bir çalışmaya yöneldiklerinde işler daha da karıştı. Bu sefer, in­ sa nlara geçmiş yıllardan bu yana (1996'dan başlayarak) ekonominin gelişme gösterip göstermediğini sordular. Gerçekte bildiğimiz şey ekonom inin, kesin likle gelişme gösterd iği ve tesellimiz durumun daki

Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan

91

halkı n yüzde yetmiş beşi gibi bir bölümün (yine de ta bi ki bu bilerek ve isteyerek yaşa mlarını etkileyen çok basit ve gündelik gerçekler hak­ kında yaya kalan dörtte bir ora n ı nda Amerika l ı bıra kıyor geriye elimiz­ de) bunu bildiği. Yine de, Demokratların iki katı kadar Cu mhuriyetçi­ nin ekonominin asl ında daha kötüye gittiğiyle ilgili yürüttüğü particilik politikası aslında bu konuda çok önemli bir rol oynamıştı . Garip bir şekilde, yine de, bu örnekte particiliğin etkisi daha iyi eğitimli oy ve­ renler arasında daha açık seçik bir şekilde fa rk edilebiliyord u . Neden bütçe meselesi ndeki nin ta m tersine bir karar vermişlerdi bu insanlar? Ça lışma nın başka nları ara daki en büyük fa rkın bütçe söz kon usu oldu­ ğunda Başkan Clinton'ı n açıkça ifade edil işinden ve ekonomi hakkın­ daki soru nun daha tarafsız ifadelerle dile getiri lişinden kaynaklandığı üzerine tartışıyorlar- ki bu da daha önce görd üğümüz "biçimlendir­ me" etkisine mükemmel bir örnek ol uşturuyor. Achen ve Bartels daha sonra insanların önemli konular söz konusu olduğunda kararlarını nasıl değişti rdikleri ve değiştirip değiştirmedik­ leri konusunda bir göz attılar ve insan aklına daha da şüpheyle ya k­ laşmak için daha bir çok neden buldular. Uzun süreler boyunca bile insanların fikirlerinin değişmediği o alışılmadık politik kon ulardan birisi olan kürtajla ilgili insanların (yı llar boyuncaki) fi kirleriyle ilgili yatay gerçeklere ulaştılar. Gördüler ki, 1982'den 1997'e uzanan bir dönemde -Cumhu riyetçi partinin yükselen H ı ristiyan değerler ışığında kürtajı söylemlerinin önemli bir konusu haline de getirdiği dönemdir bu- insa nlar partiden ayrı lmalarına rağmen-erkeklerdense kadınlar çoğunluktayd ı bu konuda (ki anşalılır bir şey, erkeklere göre onlar için önemli bir konu)- kürtajla ilgili daha önceki görüşlerinde sabit kalıyor­ lard ı . İ lginç bir şekilde, bu konuda gayet eğitimli olan erkekler kad ı n lar gibi düşünüyorlardı; bir taraftan da bu konuda daha az eğitimli er­ kekler Cumhu riyetçi pa rtinin politik görüntüsünün değiştiği za manlar­ da bile Cu mhu riyetçi pa rtiden ayrılmama eğilimi gösteriyorlardı. Bu ikinci grup aynı zamanda Cumhu riyetçi pa rtiye olan bağlı l ıklarıyla bu

92

Aristoteles'ten Yanıtlar

ko nuyu birleştirmek adına kürtaja dair değişen düşü ncelerine neyin etki ettiğini de mantıksa llaştırmaya daha eğilimli lerdi. Ya kı n zaman­ da bu olayın bir benzeri daha Başkan G . W. Bush'un sosyal güvenli­ ği özelleştirme konusundaki ısrarlı tutu mu söz konusu olduğunda da yaşand ı : her zam a n olduğu gibi, öze lleştirmeyi destekleyen kişiler bu politikanın resmen ilan edilmesinden sonra Bush'a çok daha iyi hisler beslemiyorlardı tabi ki. Buna karşın, Bush'u halihazırda destekleyen­ ler sosyal güvenliğin öze lleştiril mesi ni öncekinden daha ateşli şekilde savunuorlardı. Beyin hakkında öğrendiğimiz bütün bu bi rbirinden ayrık- hem pa­ tolojik hem d e "normal şartlar" a ltında- ve beynin dünya a lgımıza dair görüntüleri nasıl büyük ora nda a kı lsal laştı rd ığına dair bütün bu şeyle­ ri d üşündüğümüz zaman- diyebiliriz ki, "peki ama o zaman Aristoteles insanlığın en ayırıcı özelliğinin akılsallık olduğunu söylerken ya nılıyor muyd u ?" diye sorabiliriz. Pek sayılmaz. Yunan filozof aynı zamanda insan psikolojisi üzerine d üşünen ilk kişilerden de biri old uğu için insan zihninin sürekli tecrübe ettiği çöküşlerin de gayet fa rkındayd ı . O n u n kastetmek istediği, bildiğimiz kadarıyla, insanların-çoğu za man bunun pek kolay olmad ığı gerçeğine ka rşın- akı lsal düşünme yeten e­ ğine sahip tek hayvan olduklarıyd ı . İnsa n i akıl yürütmenin kara kuyu­ larının farkında olmak ise bu yüzden önemlidir- ki biz bunu zaten bu bölümde incelemeye başladık ve dünyayı kavrarken kulla ndığımız aklı özsel biçimde ku llandığımız çok özel bir alan olan bilimin kendisinde de göreceğiz bunu ( Sekizinci Bölüm ) . Fakat buradaki temel d üşünce ise, sadece ve sadece bu fa rkı ndalık ve sürekli uyanık olma hali yoluy­ la yaşa mımızı etkileyen küçük ya da büyük şeyler hakkında mantıksal bir karar verme yeteneğim izi geliştirme umudumuz olduğudur. Nasıl ki spor salonunda kaslarınızı eğitiyorsanız buna da bir tür beyin eği­ timi olara k bakı n. Tek bir fa rkla: -eğer ya rarlanabiliyorsa nız- burada her ikisinin de aslında nasıl çal ıştığı hakkındaki en iyi bilgiden yararla­ nıyorsunuz.

7. Bölü m : Sezgi ve Akılsallık; Yaptığmız İşte Gerçekten İyi Olmanm Yollan

"Sezgi, hôlihazırda sorgulayan zihne bir adım sonra neyi dikkate alması gerektiğini söyler" Jonas Salk (Çocuk Felci aş1S1n1 bulan kişi)

Araba satı n a ldığı nız oldu mu hiç? Peki ya bi risiyle bul uştuğunuz? Ceva bınız evet ise, siz de insanların genell ikle bu iki du rumda çok farklı davra n maları gerektiği konusunda hem fikir olabilirsiniz. Açık­ lamama izin verin lütfen. Araba alacağı nız zaman değişik modellerle ilgili görüşleri takip eder, ihtiyaçları nıza göre bir 'istediklerim' listesi oluşturur, fa rklı satıcıla rla görüşür, bizzat kendiniz farkl ı model leri in­ celer, belki de en çok istediklerinizi karşılaştıran bir tablo oluşturacak şekilde oturur ve bütün bu bilgileri bir güzel ölçer tartarsı nız. Bütün bunların sonunda ise ka ra rı nızı ol uşturup beğendiğiniz arabayı alırsı­ nız. En azından bu, bir a raç satın alırken insanların nasıl davra n ı lması gerektiğini düşündükleri yol. Her ne kad a r eninde sonunda, iyi görün­ memizi sağlıyor ya da bize kendimizi iyi h issettiriyor diye ( rengini de iyi seçmişim yah u ! ) sadece belli bir modele karşı "içimizde belire n hise" kapılarak o hise göre seçim yapıyor olsak da. Diyeceğim ise şu­ dur: a ra ba satı n alırken hem önem li bir yatı rım old uğu hem de duru m

94

Aristoteles'ten Yanıtlar

güvenl iğimizle alakalı olduğu için mantıklı davranmamız gerektiğini düşünüyoruz. Fa kat, aklımız yerine çoğu zaman-maalesef araba satı n alma kon usunda da- sezgilerimizi kul la nmamız insan olmanın bir par­ çası elbette. Bu durumu bir de bir kadınla/erkekle dahil olduğunuz bir buluş­ mayla karşı laştırı n . Bazıları başkalarının bu konudaki görüşleri ni oku­ manın (ki elektronik ortamdaki buluşmalarda bunu yapmak müm­ kün ! ) ya da "ya pmanız gereke n ler" ve "yapmamanız gerekenler" listesi çıka rmanın en iyi yöntem olduğunu söyleyecektir. Sevgiden bahsediyoruz herhalde değil m i yani? Bir elinizde güllerle bir eliniz­ de de bir yapacaklar l istesi ve ka lemle (ya da i Phone uygula masıyla) birini bir a kşa m yemeğine davet etmek pek romantik ol masa gerek. Bu tür bir durum işte ta m da sezgilerinize güvenmenizi gerekti ren bir durumd u r; çünkü bu sevgi ve ilişkilerle ilgilidir; araba satı n a l mak gibi sıkıcı bir iş değildir. İkna ol mayanlar, gerçekleri gözden geçirip bir iliş­ kiye başlamanın araba almaktan kat be kat önem li olduğunu ve daha çok şeye sebebiyet verdiğini rahatl ıkla görebilirler. H atta ve hatta gü­ nümüz toplumlarındaki yüksek boşa nma oranlarından bahseden o dilim ize pelesen k olm uş, sinir bozucu istatistiklerden ba hsetmiyorum bile. Peki, hormonlarımızı ve sezgilerimizi beklemeye alıp, ya pmamız gerekenler l istesi üzerinde çalışmamız gerekmez mi onun yerine? Bu iki örnek akılsal düşün meye (yapılması gerekenler listesi ve kü­ tüphane a raştırması tezi) ve sezgiye (sindirim sistemimizle hiçbir ala­ kası olmaması n a rağmen, içimizde uya nan hislerden ba hsediyorum) ilişkin geliştird iğimiz parça l ı bulutlu davra n ışlarımızı çok iyi beti m liyor. Elbette, bu iki düşünme şekli ve bunların birbi rleriyle olan ilişkileri hakkında çok fazla palavra işitiyoruz d üzenli olarak, bu bir gerçek. Öte tarafta n, kimi insanlar da kendile rini 'sezgil�ri kuvvetli' olara k ta­ nım layıp duruyorla r ki bu inancın kendisinin de bir palavra olduğu­ nu göreceğiz. Diğerleri- Antik filozofların en ünlü lerinden Platon ve Aristoteles- de aklın duygusa l tepkileri (ki bunlar çoğu za man sezgiyle

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

95

karıştı rılır) alt etmesi gerektiğini düşünürler. Arala rında filozof David H ume'un da bulunduğu daha geniş bir kesim ise aklın sadece bir araç olduğunu ve insani eylem lerin arkasında itici kuvvetin her zaman duy­ gular olduğunu savunur. Bu bölümde sezgiye ve onun bilinçli zihinsel d üşünceyle olan iliş­ kisine bir göz atacağız. Aklımız dünya hakkında bu iki ka nal sayesinde bir yargıya va rır. Göreceğimiz üzere, sezgi ve a kılsal kavrayış aklı mıza gelip gelmeyecek her türl ü ilginç şeyi gerçekleştirmek için birlikte ha­ reket edebilir. Doğru a ra bayı seçmekten tutu n da doğru insana aşık olmaya, yapmak istediğimiz şeylerde iyi olmaya, satra nç oynayıp bir müzik aleti öğrenmeye ya ni, kısacası günlük hayatımızdaki uğraşları­ mızda en iyiyi olmaya kadar varan her türlü etkinlikte 'Sezgi' sözcüğü, sözcüğün ku llanımına paralel bir şekilde 'içten ge­ len bi lgi' anlamına gelen Latince intuir sözcüğünden gelir. Sezgi, aynı bilinçlilik gibi (10. Böl üme bakı nız) yakın geçmişe kadar ciddi bir bilim­ sel uğraş içerisinde olmak yerine yeni dünya nın saçmal ıklarıyla i lgilen­ dikleri gibi şeylerle suçlanmakta n çekinen ve kendine öz-saygısı olan bilim adam ları nın ellerini hiç bu laştı rmadıklarını bir tür şeydi . Lanet olsun ki - nörobiyolojinin yükselişinden çok daha önce ta rihsel bağ­ lam içerisinde bilinç hakkı nda konuşmakta n büyük mutl uluk duya n­ bir çok filozof bile sezgi hakkında çok da edecek bir laf bulamıyorla rdı . Yine de, b u gün lerde bil işsel bilimlerle uğraşan bilim insanları sezginin bir dizi bil inçsiz zihin ve duygu sürecinden iba ret olduğunu düşünü­ yor; bu süreçler sonucunda elde edilenlerin çözümlenmesi zor, ayrıca bunlar bilinçli bir düşünme etki nl iğinden ileri gel miyor; fakat bütü n bunlar gerçek ve ( kimi zaman ) tüm bu saydıklarım ıza rağmen insan üzerinde hiç mi hiç etkisi bulunm uyor. Çağdaş psikolojinin kurucusu olan William James ilk defa kavrayışın iki farklı yolla gerçekleştiril­ diğini öne sürm üştü ve onun bu derin düşünüşü adlandı rıla geldiği şekliyle modern ikili kavrayış kuramlarına kaynaklık etmişti. Sezgi ekip halinde çalışmayı sever, (beyin gücü nün aslında önemli bir bölü m ü-

96

Aristoteles'ten Yanıtlar

nü kullansa da) insana güç sarf ettirmiyor gibi gelir ve ayrıca hızlı bir yöntemdir. Buna karşın akı lsa l düşünme a nalitikti r, güç gerekti rir ve sezgiye naza ra n daha yavaştır. Peki o h a lde, neden bizi zorlayacak ve bize çabuk sonuçlar sağlam ayacak bir yöntemi ku l lanmak isteyelim ki? Şurada n bakı n : sezgiler, popü ler söylencelerin ta m a ksine, hiç de sarsı lmaz değild ir. Bilişsel bilimlerle uğraşan bilim insanları karşılaşı­ lan bir d u ru m ka rşısında verilen i l k hızlı tepki olarak görüyor ve hatta daha ilerisini de inceleme ihtiyacı d uydukları nda ona yüzeysel bir hi­ potez gözüyle ba kıyorlar. Bazen elimizde görece daha az bi lgiyle daha hızlı karar a lmamız gerekiyor ki bu durumda sezgi tek silahımız olara k elimizde bitiveriyor. Yok, ama eğer kon u üzerine daha fazla eğilmeyi göze a labilir de daha fazla bilgi toplarsa nız elinizdeki sorun ne olursa olsun bu yaptığınız çalışma size, d u rumun açığa çıkarılması ve farkı n­ da olmadan aslında bu iki gücün birlikte ça lışmayı ka bul etmesi şeklin­ deki bir ödül ola rak geri döner. Sezgi üzeri ne yürütülen çağdaş a raştırmala rı n işa ret ettiği bi rkaç so­ nuçta n birisi kaba bir ifadeyle sezgi gücü gelişmiş insan d iye bir şeyin olmadığı nı ortaya koyuyor. Sezgi, belli alanlarda kullanılabilecek bir yetenekti r; dolayısıyla da böylece insa nların tek bir alanla ilgili sezgi­ leri kuvvetli olabilir (örneğin, iyileşti rici yöntemler ya da satranç gibi) ve geri ka lan her şey hakkında diğer o rta lama insanlar gibi çaresizd ir­ ler aslında. Dahası, sezgiler çok al ıştı rma yaparak gel işti rilebilir; çünkü temelde sezgi beynin belli bir devamlılığı olan belli olaylar hakkında tahmin yü rütebilme yeteneğidir, dolayısıyla da kişi ne kadar belli bir etkinlik alanına odakla n ı rsa bir o kadar da sürekl ilik gösteren ya pılara aşina olur (iyileştirme yöntemleri, satranç taşlarının konumu mesela). Sonuçta beyin de o alanda ka rşılaştığı mız herha ngi bir soru na ilişkin daha çok ve daha hızlı çözümler gelişti rmeye başlar. Elbette, düşün­ düğümüz ya da hissettiğimiz her bir şeyde olduğu gibi, beyn in hangi böl ümlerinin (açık kavrayış yeteneğiyle zıtlık gösteren) sezgiyle ilgi li olduğunu tamı tamına söylememiz mümkü n . Listede amigdala, bazal

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

97

ganglion, nucleus accum bens, geçiçi lateral korteks ve ventro-medial prefontal korteks bulunuyor. Amigdalanın listede olması ise d uruma bir nebze açıklık getiriyor; çünkü (örneğin, 3. Bölümde) görd üğümüz gibi bu bölüm i nsan beyn inin duygularla en çok ilgisi bulunan kısm ıdır. Bundan dolayıd ır ki sezgiler bize haklı olduğumuzu hissettiren güçlü bir 'iç his' eşliği nde gelir: sezgisel ve duygusal tepkiler- nörolojik an­ lamda aynı şey olma makla birlikte- zihin haritasının benzer böl ümle­ rini paylaşır ve bu nedenle de birbirleri nden ayrıl ması oldukça güçtü r. Bu bir sorun arz edebilir; çü nkü aslında ya nlış çıkabilecekken bir sezgi hakkında oldukça 'emin' h issedebiliriz. Limon rengi bir a raba alıp yan­ lış bir insana aşık olabiliriz nihayetinde de. Duygular ve sezgi arasındaki derin ilişki Ch ristan Jordan ve Wilfrid La urier Ü niversitesi'ndeki meslektaşları n ı n yürüttükleri bir çal ışmada apaçık ortaya konmuştu. Sezgiye dair duyu lan ta m güven ile onun altında yatan içsel öz-güven a rasındaki bağla ntı dikkatlerini çekmiş­ ti. i nsanlar içlerinde yaşad ıkları ya da dışa vurdukları bir öz-güvene sahip olabilirler ki bunlardan ilki dile geti rilmeyen kaygıların ( örneğin vücutsal bir refleks şekl inde ola bilir bunlar ) olduğunu akla getirirken ikincisi kaygıyla ilgili dile getirilen bilinçli d ışa vurumlarla ala ka l ıdır ( örneğin bu da, kişi gerçekten kaygılı olduğunun farkındaysa ortaya çı­ ka bilir ). İlginç bir şekilde, içsel ve dışsal öz-güven genelde birbiriyle ilgili değild ir, fakat Jordan ve ekip a rkadaşları insanların sezgilerine güvendikleri takdirde içsel öz-güvenlerinin arttığı nı ve ayrıca içsel ve dışsal öz-güvenin olumlu şekilde birbiriyle bağlantıya geçtiğini ortaya koydular. Dediğimi tersi nden düşünecek olursak, eğer insanlar sezgi­ lerine güvenmezlerse, içsel öz-güvenleri azalır ve içsel ile d ışsa l öz­ güvenleri a rasındaki bağla ntı koparken hatta mı hatta bu bağla ntı yara alabilir. Kişinin sezgisi ve içsel öz-güveni arasındaki bu bağıntı sadece karşı­ lıkl ı bir ilişkiden ibaret değildir: Jorda n ve meslektaşları üzerinde çal ış­ tıkları insanların sezgilerine karşı besledikleri güveni deneysel a n lam-

98

Aristoteles'ten Yanıtlar

da istedikleri şekilde yönetebiliyorlardı. Bunu da kolay bir şekilde bu kişilerin yarısına 'Karar aşa masında sezgilerine güvenen insanları n ha­ yatlarının birçok alan ında daha başarı l ı oldu klarına dair kesin kanıtlar bu lunmaktad ı r' şeklinde bir cü mle sarf edip d iğer yarısına da 'Karar aşamasında akılsal bir tutum sergileyen insanlar daha başarı lıd ır' de­ mekle elde ettiler. Şaşırtıcı biçimde, bu basit düşünsel biçimlendirme işe ya ra m ıştı : katılımcılar sezgiye olan güvenlerini değerlendiren özel bir ölçü mde numaralandırıldılar ve gerçekten de sezginin karar ver­ mek için daha iyi bir yard ımcı old uğu söylenen kişi ler a kılsal karar ver­ menin daha üstü n olduğ söylenen kişilere göre sezgiye duyulan güve­ ne ilişkin değerlendirmede daha yüksek sonuçlar elde ettiler. Burada önem l i bir şey va r ki, deneysel ola.rak sezgilerine daha çok inanmaları gerektiği şeklinde düşünsel olara k yönlendirilen kişi ler daha üst düzey bir içsel ve dışsal öz-güven de sergi liyorlardı. Böylelikle bu ikisi olumlu şekilde birbiriyle tepkimeye giriyordu. Böyle olmasının nedeni neydi peki? J orda n ve meslektaşları insan­ ların içsel öz-güveni bir sezgi gibi deneyi m ledikleri üzeri nde tartışıyor. Dolayısıyla bu da demek oluyor ki eğer genel anlamda insa nlar sezgi­ lerine güvenme eğilimi gösterirlerse, içsel öz-güvenleri tavan yapıyor ve fakat eğer sezgilerine güven mezlerse içsel öz-güvenleri de aynı şe­ kilde d i be vuruyor. Bu noktada, insan davranışının ne kadar girift ve aynı zamanda ne kadar hoş olduğunu ka bul edebilir ve -belli sorun­ larla ilgili olara k sezgilerinin ne kadar iyi olduğunu hesaba katmadan­ insanların sezgisel yeteneklerine neden bu nca duygusal olarak bağlı oldukları n ı görebilirsiniz bu vesileyle. Dolayısıyla birkaç nedenden ötürü gayet işe yarar: emek gerektir­ mezler, genellikle karışık soru nlarla başa çıka bilmemiz için bize işim ize gelen kısa yolları gösterirler ve üstüne üstelik duygusal tepkilerimizle ilgili olara k öz-güvenimizin seyrini bile değiştirebilirler. Yine de, sez­ gilere - gerçekleştirilebilirse eğer (ve buna değer) - bilinçli bir akılın öncülüğünde deneye ta bi tutu lması gereken yüzeysel hipotezler ola-

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

99

rak bakılması gerektiği d üşüncesini unutmayı n. Bu da bizi insa nları n sezgilerine sınırlı şans ta nıyıp tan ıyamayacakları v e eğer durum gerek­ tirirse tamamen zih insel bir d üzleme girip giremeyecekleri sorusuna yönlendiriyor. Adam Alter ve Princeton, Chicago Ün iversitesi ve Har­ vard'daki ekip a rkadaşları tarafından yürütü len bir çalışma bu soruya ka rşılık kafa karıştırıcı ipuçları sağl ıyor. İnsanları n bir sorun karşısında sezgisel olandan vazgeçip açık bir ana lize yöneldikleri belli başlı durumla r va rdır ki bu genellikle (ama elbette her za man değil) sonucun ken dilerini ilgilendird iği ya da ke­ sin olarak kara rlarından sorumlu tutu lacaklarını bildikleri durumlar­ da gerçekleşir. Fakat, eğer insa nların za manı darsa ya da "zihinsel bir yükle" dolularsa (örneğin, beyin kaynaklarını söm üren eş zamanda bir çok diğer şeyle ilgililerse daha çok sezgilerine güvenir ve bundan doğacak ya n lışları düzeltme yoluna daha az gideceklerdir. Göründüğü gibi, beynimiz (bilinçsizce) bize sezgilerim ize güvenip güvenmeme za­ manı olduğunu bile söyleyen araçlarla donatılmıştır- hatta bir itirazı­ nız yoksa buna sezgiye dair bir meta-sezgi diyebiliriz. Alter ve meslektaşları 'akıcı konuşma bozukluğu' diye adlandırdık­ ları bir olgunun sezginin kulla nımı üzerindeki etkilerini araştırdılar; yaptıkları ölçüm bize sunulan bilgiye ne kadar sıcak baktığımızla ilgi­ liydi. Öyle görünüyor ki bir şey hakkında ne kadar akıcı konuşmakta zorlan ıyorsak o kadar az güveniyoruz sezgilerim ize ve o derecede de ta m gaz analitik akıl yürütmelerde bulunuyoruz. Nörolojik olara k ko­ nuşmak gerekirse prefonta l korteksi ca nlandıra n akıcı kon uşma bo­ zukluğu analitik düşünme yeteneğimizin büyük çoğunluğunun saklı tutulduğu a nterior cingulate korteksi ha rekete geçiriyor. Ancak akıcı konuşma bozukluğuna neden olan şey nedir? Birkaç et­ men var aslı nda, bazıları çok sudan ve deneysel olarak yön lendirmeye kolayca uygun. Örneğin, Alter ve grubu üzerinde çalıştıkları kişilere yalnızca belli bir sorun ya da durumla ilgili iki şekilde bilgiler sundular:

100

Aristoteles'ten Yanıtlar

birisi açıkça okunur şekildeki karakterlerle yazılmış birisi de belki bir pa rça daha okunması zor karakte rlerle yazılmıştı ( a rkası ndan gelen deneyler bu iki uygulama a rasındaki ciddi farkl ılığın daha az oku na­ bilir olan karakter yüzünden oluşması olasılığını ortadan kald ırmıştı ). Akıcı kon uşma bozukluğu ndan dolayı tedavi gören kişiler va r olan bil­ ginin daha siste mli bir şekilde işlenmesinin sonucu olarak ( ya ni daha az sezgisel olduğu için ) ölçüme daha doğru ya nıtlar vermeye başla­ dılar. Öyle ki beyin gerçekten de daha bilge, daha zahmetli ve zaman isteyen düşünme aracını kulla nmak için işlerin zorlaşmasını bekliyor gibi gözükmekte ! Alter'in grubu tarafından üstlenilen deneyler birey kaynaklı yön­ lendirmelerin bu işin kilit noktası olduğu buluşuna dahi götürdü bizi. İnsanlardan derin düşü ncelere dalmış bir kişinin ifadesini yüzleri­ ne kopya lamak amacıyla kaşlarını çatma ları istenirken kontrol gru­ bundan, büyük olası lıkla bu tür bir derin d üşünceye dalmış insanın yapmayacağı gibi, ya nakla rını şişirmeleri istendi. Daha zah metl i bir düşünceye daldıkları için kaşları nı çatan kişilerin sezgil erine daha az güvendikleri ve bunun da ölçümlerde daha iyi sonuçlar elde etme­ lerine neden olduğunu gördüler. Demek ki neymiş, bir dahaki sefere beyni nizin bir düşünür gibi davra n masını istiyorsanız, bir düşünürü n kal ı plaşmış pozları n ı taklit edecekmişsiniz v e böylel ikle prefontal kor­ teksiniz mesajı alacakmış. Sezgi ve ana litik düşünme a rasındaki en verimli dengeyi kurmak günlük yaşamımızda her gün karşılaşabi leceğimiz en iyi kararı verme anları için belli ki oldukça önemli, fakat aynı za manda öyle görünü­ yor ki bu iş alan ları (ve hü kümetler) için de geçerli. Buna bağlı olara k, kimi yaza rlar iş dünyasındaki menajerlerin bu ikisini nasıl dengeledik­ lerine daha çok kafa yorar oldular. Bu dar a nlamda, yaygın kültür şu za manda kadar müzakereye, en iyi sonuçları elde etmek için açıkça elde bulunan bütü n bilgileri ku llanmaya önem vermişti. Fakat Marta Sinclair ve Neal Ashka nasy'ni n bu konuda beraber yazdı kları bir maka-

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

101

lede de söyled ikleri gibi iş d ü nyasında analitik kararların ihtiyacı ka r­ şılama oranı %50. Her ne kadar içinde çok fa rklı denklemler bulunan çok katmanlı bir iş için %50 gibi bir ora nın çok da kötü olduğunu ifade edemesek de, az önce bahsettiklerim ve diğer yazarlar iş dünyasında alınan kararlarda artan sezgi vurgusun u n etkileri üzerine yazıp çiziyor­ lar. Sonuçta da aynı bil işsel bilimlerle uğraşan bilim insanlarının haya­ tın başka alanlarında da yaptığımızı söyledikleri gibi, belli bir ala nda ( örneğin, uzma nl ıkla ilgili ) sezgi ve a kılsal düşünmenin bera ber kul­ lan ıldığı kapsayıcı bir modelin savu nusunu gerçekleştirirken bul uyor­ lar kendilerini. Öyle görünüyor ki, sezgi ve analiz arasında ki eski ikilik insan zihnini anlama ve onu en iyi şeki lde kullanma yolunda, belki de daha mantıklı?, bir yola doğru ilerliyor. Şu zamana kadar bütün bu tartışma boyunca cinsiyet ya da kül­ tür hakkında en ufak bir ekleme yapmadığımı belki fark etmişsinizdir. Ancak, zaten halihazırda kadınların erkeklerden daha çok sezgilerini ku llandıklarını bilmiyor muyuz? Ya da Asya kü ltürlerinin Batı lı analitik düşünceye göre daha ilahi d üşünce biçimleri geliştirdiğini? Öyle duru­ yor ki, ikinci söylediğim için (neden böyle olduğunu bilmesek de) bu genellemeye dair gayet somut örnekler va r elimizde ve ilk söylediğim için ise, eğer varsa tabi, çok az kanıt olduğunu görüyoruz. Kad ınların erkeklere oranla daha sezgisel old uklarına dair şüphe uyandıracak ilk ipucu basitçe daha önce de gördüğümüz gibi genel a nlamda niyetli bir sezginin olmadığı meselesinden ileri gelir. X hakkında sezgilerimiz ola­ bilir, hatta inanılmaz bir biçimde X'ten başka h içbir şeye karşı bir sezgi uyanmıyor olabilir içimizde. Ve gerçekten de, ne Jordan ve ekibinin ne de Sinclair ve Ash kanasy yaptığı a raştı rmada sezgisel yetenekler­ de cinsiyete dair özel farkl ılıklar olduğunu görüyoruz. Elbette- uzun süre popülerl iğini koruyan- bütün bu seri ü retim "erkekler Mars'tan kadınlar Ven üs'ten gelir" safsatası da ta mamen ve ikna edici biçim­ de arala rında Cordelia Fine (Cinsiyetin Yanılsamaları adlı kitabında) ve Rebecca M . Jorda n-Young'ın (Beyin-Fırtınası: Cinsiyet Farklılıkları

102

Aristoteles'ten Yanıtlar

Bilimindeki Yan llşlar' ın yazarı) bu lunduğu yazarlar tarafından çürütül­ müştür. Kü ltü rler a rası farkl ılıklar hakkı nda ne demek gerekir peki? Bun­ lar nazaran daha doğrulaması ve ölçmesi daha kolay şeyler, yine de neden bu fa rklılı kların bulu nduğu sorusuna cevap a ramaya gelince yapa bileceğimiz en iyi şey ise sadece fikir yürütmek olabilir. Örneğin, Emma Buchtel ve Ara Norenzayan ta rafı ndan üstlenilen bir a raştır­ mada Amerika l ı öğrenciler mantığın sezgiden daha önem l i olduğunu düşünürken, Koreli ü niversite öğrencilerinin sezginin ma ntıktan daha önemli olduğunu düşündükleri ortaya kon uluyor (yine de ayrıntı lara bakacak olursak ikinci farklılık istatiksel olara k önemli olsa da ilki çok da önem l i değildi). Aynı araştı rmacı lar Avrupa kökenli Ka nada lılarla Doğu Asya kökenli Ka nadalıları karşılaştırdı ve ça lışma her iki grubun sezgisi kuvvetli i nsanların daha sosyal olduğunu düşündüklerin i gös­ terirken Doğu Asya lıların (Avrupalılar değil ) sezgiyi daha bilgece ve mantı klı olara k a lgıladıklarını gösterdi. El bette, bu türden bir ça lışma gayet betim leyici ka lıyo r. Ne bize bir şey öneriyor (ha ngi ya klaşı mın daha etkil i olduğunu söylem iyor, örne­ ğin) ne de olağa n bir şekilde açıklayıcı (örneklemek gerekirse neden kültürler a rası fa rklı lıkların olduğunu açıklamıyor). Bu zamana kadar görd ü klerimize bakılırsa ve daha açıklayıcı bir bakış açısından bakmak gerekirse Batılıların sezgiye, Asyalıların da daha sistemli bir analitik düşünme tarzı n a sırtlarını yaslamaları onlar adına daha yararlı ola­ ca kmış gibi gözüküyor. Neden farklı kü ltürlerin fa rklı eğilimleri olduğu konusuna eğilirsek de, her ne kadar ikisinin de deneysel olarak ince­ lenebileceğini d üşünmek çok zor olsa da (ve ayrıca bunların her ikisi de birbirini pa ranteze alan şeyler olmasa hatta birbirleri ni tetikleyen şeyler olsalar da) bu konuya verilebilecek iki ana açıklama olduğunu söylemek mümkün.

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

103

Birinci olasılık Asya kültürlerinin, Batı kültürlerine göre, daha yo­ ğun bir biçimde karşılıklı bir sosya l iletişimi ve dayanışmayı barı ndır­ dığı olabilir. Ve ilahi sezgisel düşünme biçimi bahsettiğim bu ilk sos­ yal o rta mda daha iyi işliyor, halbuki atomcu-ana liti k d üşünme biçimi ikincisine daha uygun d üşüyor. Diğer bir açıklama ise ta rihsel olan­ la ilgilidir: Batı düşüncesi, mantık ve analizin fi lizlendiği Antik Yunan felsefesinden doğmuştur; buna karşın Asya düşüncesi, örneğin, ko­ layca bir sezgi biçimi olarak yorumlanabilecek "wu-wei" ya da diğer bir ifadeyle za h metsiz d üşünce kavramını barındıra n Konfüçyüsçü ve Taocu gelenekten beslenmiştir. Bu tarihsel köklerin belli bir kültüre kayna klık edip etmediği ya da Aristoteles ve Konfüçyus kendilerini farklı dönemlerde yetiştikleri için bu belli tarihsel geleneklerin orta­ ya çıkıp çıkmadığı konusunda bir ya rgıya va rmak hayli zor. Eğer ikinci söylediğim doğruysa (ki bana göre bu daha akla yatkın) bile bu, ne­ den bazı kültürlerde insanların sosyal anlamda birbirlerine daha bağlı olma eğilimi gösterirken neden d iğer kültürlerde insanların bireyselli­ ği ön plana çıkardıklarını açıklamıyor. Bu fa rklılığın kökeninin doğada genlerle aktarıl ıyor olması i htimali oldukça düşük (etnik toplulukların genetik özelliklerinde yapısal olarak çok az farkl ılık vard ı r örneğin ), dolayısıyla da belki de ya nıt fiziksel ortam ile ta rihsel olasılıkların top­ lamında bulunabilir. Bu durum böyleyken, Asya l ılar/Batı lılar a rasında ki sezgisel/analitik yaklaşımlar üzerindeki fa rklı vurgu ların iş ve devlete ilişkin durumlar­ da hem iş dünyası ve hem de hükümetler tarafından dikkate a l ı nması gerekir. Butchel ve Norenzayan'ın da not d üştüğü gibi bu iki geleneğe ait eğitimcilerin birbirlerini azımsadıkları görü lüyor. Örneğin, Asyalı eğitmenler Batılı öğrencilerin soru nlara ya klaşı mlarını dogmatik ve in­ dirgemeci bulu rken, Batılı eğitimciler Asya lı öğrencilerin ma ntıksa l bir çerçeveden d u rumları incelemede yetersiz ka ld ıklarını düşünüyorlar. Butchell ve Norenzayan'ın "karşılıklı iğrenme" etkisi, uluslar a rası tica­ reti ve hükümetler a rası ilişkileri de etkil iyor sonuçta. Dü nya Ticaret

104

Aristoteles'ten Yanıtlar

Örgütü'n ün Amerikalı temsilcilerinin, Çinli meslektaşlarının kendi ka­ rarları hakkında ne açıklama yaptıkları ne de somut örnekler verdikle­ rinden şikayet etmesi durumunda olduğu gibi ki bu da rahatsızlıklarını sorunları ve çözüm leri ilahi bir düzlemde tartışmaya kendini kapatan tavıra yan ıt ola rak öbür ta raf için de gayet anlamsız bir itiraz. Beyn in nası l ça lıştığı hakkında bir şeyler öğrenmek, açıkça, sadece bireysel yaşa mlarımızı değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin kapsamlı dünya­ sını da etkileyecektir. Sezgiyle ya da bilinçli düşün meye dair bu soruların yaşam kalite­ mizi etkilediği bir başka açı va rd ı r ki bu da insa nların yaptıkları işlerde nasıl yükselişe geçtiklerini ya da bir noktada takılı kaldıklarını göste­ ren bir çalışmada mevcuttur. Eğer gerçekten keyif aldığı nız bir işte ça­ lışacak kadar şanslıysanız, hani şu sizi Pazartesi gü nlerini iple çektiren işlerden bahsediyorum, zaten halihazırda seçtikleri meslekte daha iyi olmak adına kişisel ola rak bireysel ola rak kendilerini iyileşti rmeyi arzulaya n nadir insanlar sınıfındasınız demektir ki bu da yaşam ınızın ne ölçüde anlamlı olduğunu önemli derecede etkileyen bir durumdur. Fakat ister işinizi sevdiğinizden dolayı ya da isterseniz basitçe sadece faturalarınızı ödemek ve ailen izi geçindirebilmek için iyi bir yol oldu­ ğundan dolayı ya pın işinizi daha iyi yapmak sizin de memnuniyetinize ve büyük ihtimalle ya işte yükselmenize ya da ücret zam m ı na giden bir yoldur. Ya da başka bir olasıl ığı düşünün, işiniz sadece basit bir iş, bu yüzden boş zamanlarınızda bir alet çalmayı, bir sporla uğraşmayı ya da h ayatınızı zengin leştiren herhangi bir aktiviteyi yapmakta n hoş­ lanıyorsun uz. Öyle bile olsa, hobinizi yapa rken ne kadar iyi olursanız, o kadar mutlu olursun uz. Durum ne olursa olsun, uzmanlık üzerine ya pılan a raştı rma lar belki ilginizi çekebilir. "Uzman" belli bir alanda yetkinleşmiş kişidir; bu tıp olabilir, hukuk, bilim, satranç, tenis ya da futbol olabilir. Öyle görün üyor ki insanlar yaptıkları işlerde sezgilerini ve bilinçli düşünceyi yerinde kullandıkla­ rında uzman (ya da ondan çok daha iyisi) ol uyorlar. Yetenekleri geliş-

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

ıos

tirme üzerin e yapılan bir a raştırma gösteriyor ki, kabaca konuşmak gerekirse ve bir spor, el ya zihin yeteneğiyle gerçekleştirilen her hangi bir etkinlikten ba hsedip bahsetmed iği mizden bağımsız olara k insan­ lar performanslarını geliştirirken genellikle üç safhadan geçme eği limi gösteriyorlar: birinici bölüm boyunca, yeni başlayan kişi basitçe gö­ revin neyi içerdiğini anlamaya ve hata ya pmamaya odaklanır. İkinci bölümde, görevin temellerine gösterilen bilinçli ilgiye artı k gerek yok­ tur ve kişi yarı-otomatik bir biçimde ve iyi denilebilecek bir uzma nlık seviyesinde hareket eder. En sonda ise zor bölüm gelir: Pek çok insan ikinci bölümde takılır; yapmaları gereken şeyi güzelce yerine getirse­ ler de, kişinin dışarıdan daha olumlu gözükmesini ya da işte yü kselme ve ücret za mmını sağlıyor bulunan kendilerinden gurur duymalarına yarayacak bir başarı oranını tutturamazlar. Bu, ilk gelişme, hakimiyetin bilinçli d üşü nmeden sezgiye devral­ masıyla- görev daha otomatik ve hızlı hale gelir- desteklenmesinden ileri gelirken, diğer gelişmeler hala ya nlışların ya pıldığı nokta lara önemli bir di kkat göstermeyi ve o yanlışları d üzeltmek için daha faz­ la odakla nmayı gerekti rir. Bu 'kasıtlı uygulama' olarak adlandırılır ve d üşüncesizce ya da eğlenceli şekilde gerçekleştirilen uygu lamalardan oldukça fa rklıd ı r. Amerikan futbolu oyu ncusunu (ya da futbolu ya da beyzbolu) gözünüzün önüne getirin, örneğin . Düşü ncesizce topu ileri geri fırlatmak ya da ka lesiz bir toplama oyu nu oynamak haftada ne kadar böyle çalışırsa ça lışsın onun yeteneklerini gel iştirmeyecektir. Çünkü bu etki nlikler sporcu nun o za mana kadar öğrendiği otomatik, sezgisel oyun biçimini gerekti rmekted ir. Bir sonraki aşamaya geçebil­ mek için, ha ngi oyun ta rzlarının kendisine doğru ya da doğal gelmedi­ ği üzeri ne ça lışması gerekir ve bunu ya pa bilmek için bu sorunlu bölge­ leri (bir çalıştırıcının yard ım ıyla) tespit etmesi gerekir. Ve daha sonra olayları çözmede ku llandığı halihazırdaki basmakalıp ve sezgisel biçi­ m i aşmak için zihnine odaklanmalıdır. Zor iş ta bi ve bu sezgisel olanla (hızlı, otomatik) bilinçli (yavaş, kafa yorucu) düşünme a rasında sağla m

106

Aristoteles'ten Yanıtlar

bir denge kurulmasına bağl ıdır. Bu kuru lmadan, oyuncunun yetenek­ lerinin gel işimine "pranga vurulur" ve sadece iş yaşa mını değil

(ya

da hobisini, eğer profesyonel bir sporcu değilse) aynı za manda hayat kalitesini (eğer o belli etkinlik yaşa mında önemli bir yer tutuyorsa) etkileyen ortalama bir seviyede kalmaya mahkum olur. Araştı rmacı lar ayn ı zamanda belli bir a landa ya da etki nlikte basit bir yeterl ilik ve gerçek uzma n l ı k edinmenin ne kadar sürdüğünü da ortaya çıkartmış bulunuyorla r. Ve yine, kabaca konuşmak gerekirse, ister ke man çalalım ister satranç ya da tenis oyna dığımızı d üşünel im, sonuçlar aynı. İyi haber ise, basit bir yeterl iliğin birkaç haftada ya da ayda elde edilebildiğidir. Kötü haber ise, uzma nlık seviyesindeki bir yeterliliğin orta lama on yı llık bir a lıştırmayı gerektirmesi ! Satranç oyu ncuları aşağı yukarı on yıl bunu nla uğraşmazlarsa uluslararası ya­ rışmalarda yarışacak kadar gelişemiyorlar (ve satranç ustası payesine ulaşmak ise bir başka on yılı daha gerektiriyor, ta bi eğer kişi satra nçla o kadar uğraşa bilirse). Hatta bu (ya klaşık) on yıl kuralı özel yeteneği olanlar, örneğin bir çocuk d ahi, için bile geçerli . Peki böyle olmasının sebebi nedir? Birkaç değişik neden va r bu ko­ nuda, fakat önemli etmenlerden birisi kişi nin soru n çözme yeteneğini geliştirmesinin gerekliliği, ikincisi ise bunun belli bir alandaki bi lgi bi­ rikiminin sonucu değil sistemli bir bilgi birikiminin sonucu olması. Ör­ neğin, tenis oyuncula rı üzerine yapılan çalışmalar gösteriyor ki en iyi tenis oyu ncuları basitçe rakiplerinin kend ilerinin yollad ığı topa a n ı nda tepki göstermiyorlar, aslına bakı l ı rsa ra kipleri daha topa dokunmadan bile topun nereye gideceğini ta hmin etme yeteneğine sahipler. Bu olayda herhangi bir sihir söz konusu değil, elbette ki bu beynin ye­ terince benzer olaylar görmesinden dolayı belli şema lar çıka rtabilme yeteneği nin sonucunda kazanıla n a l rmlan mış bir sezgisel yetenek ki dolayısıyla da beyin rakibin raketinden çıkması muhtemelen açıdan topun nereye gidebileceğini tahmin edebiliyor. Buna benzer olara k, bir satranç oyuncusunu da iyi ya pan satranç tahtası üzerinde çok çe-

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

107

şitl i özel takti kleri a kılda tuta bilmesi ve kendi isteğiyle hatırlayabilme­ si deği ldir- i nsan satranç oyuncuları bilgisayar deği ller, bilgiyi o şekilde saklayamıyorlar. Buna karşın, üst d üzey satranç oyu ncusunun uzun deneyimleri sistemli bilgi, yapı landırılmış bir oyun stratej isi edin me­ sine yaramıştı r ki bu da oyuncunun satranç tahtası üzerindeki zor tak­ tikler karşısında olası çı kış ham lelerin i bulmasına yardımcı olur. Cindy H melo-Silver ve Merav G reen Pfeffer d a r anlamda akvaryum gibi sıkıcı bir şeyi ne yönde kavradıkları durumundan hareketle bu üs­ tünkörü ve yapılandırılmış bilgi arasındaki farkı incelediler. Dört farklı grubun akvaryumu nasıl algıladıklarını karşılaştırd ı lar: bu grupla r sı­ rayla, çocu klar, "saf" yetişkinler (örneği n, bu konuya hiç ilgi duyma­ yan yetişkinler), iki fa rklı uzma ndan (çevrebilimle ilgilenen biyologlar, aquaria'yı kura n ve ona destek olan hobi d üşkünleri) ol uşuyordu. Hiç de şaşı rtıcı olmayan bir şekilde, çocuklar ve saf yetişkinler, tek bir ne­ densel açıklama öne sürüp bu yapının ka rmaşıklığını takdir edemeye­ cek kadar akvaryum u n işleyişine dair daha basit bir kavrayış ortaya koym uşlardı. Buna ka rşın, uzma nlar, bir akvaryu mun sistematik işle­ yişinin daha çok ayırd ı na va rabiliyor ve her şeyi çevreleyen ekosiste­ mi etkileyen birden fazla nedensel yol haritası öne sürebiliyorla rd ı . Fakat H melo-Silver v e G reen Pfeffer'ın bulgularının ilginç o l a n ta rafı şu: bu iki uzma n gru bu da kendi a ralarında a kvaryuma dair gel iştir­ dikleri kavrayışta ciddi a n lamda farklılıklar gösteriyorlardı. Biyologlar durumu çevrebilimin sınırları içerisinde soyut-kavramsal bir düzeyde akvaryumu doğal ekosistemin bir mikrokozmosu olarak açıkladılar. Öbür taraftan hobi d üşkün leri ise, kendi bilişsel örneklerini süzme sis­ temleri, besleme sistemleri ve genel olarak a kvaryu mun görü nümünü güzel, balıkları ise sağlıklı tutacak her şeyle ilgili pratik meseleler et­ rafı nda gelişti rdiler. Demek ki, fa rkl ılığın sadece deneyimsiz ve uzman kavrayışı a rasında bulunmamasıyla birlikte aynı za manda uzman bir kavrayış edinmek için de (sadece) yapının kendine özgü d eğerleri nin değil, aynı zamanda insanları n o yapıya karşı duydukları insa nca ilgi-

108

Aristoteles'ten Yanıtlar

n i n biçimlend irdiği çok fazla yol bulunuyor. Fakat, biri d e kalkıp b u bir kişinin, satra nç oyuncularının ve Ame­ rika n futbolu oyuncuları n ı n becerilerini nasıl gel iştirebi leceğine dair kon uşma n ın yete nek meselesi ni d ışarıda bıraktığını söyleyebilir. Bazı i nsanlar doğuştan bazı şeylerde iyilerdir ve bazıları da ne kadar ça­ l ışırlarsa çalışsınlar Carnegie Hall'a asla gidemeyecek düzeydelerdir. Belki de, aslında doğuştan gelen bir yeteneğe dair kanıt bulmak, Da­ vid Shenk'in İçimizdeki Dahi: Niye Genetik, Yetenek ve Zeka Düzeyi

Hakkmda Söylenen Herşeyin Yanlış Olduğu Üzerine de ayrıntılarıyla '

açıkladığı gibi, şaşırtıcı derecede ve epeyce güç olabil ir. Philip Ross'un

Scientific American daki bir maka lede ba hsettiği gibi, genellikle yete­ '

nekten bahseden insanlar doğuştan gelen yeteneklerle erken gelişimi birbirine karıştırırlar. Bu ikisi kesinlikle aynı şey değildir; çünkü bazı ço­ cuklar gerçekten de, örneği n müziğe karşı, erkence bir meyil gösterir­ ler, fakat ondan sonra onları birer harika çocuğa dön üştüren (ve Car­ negie Ha ll'a girmelerini sağlayan ) çalışmak, çalışmak ve çalışmaktı r. Çalışma hayatım boyunca doğuran-doyuranla ilgili konularda çalışmış bir bilim i nsanı olarak insanın genetik iskeletinin önemini ve bunun yaşamımızın bütün yönlerini nasıl etki lediğini azımsayacak değilim. Fakat yazıktır ki; pek çok kişinin zihninde genetik fa rklılıkların farkı na varmaktan bir tür tamamen doğrulanmamış, doğrudan doğruya kötü bir genetik determ inizme giden adımı atmak çok da uzak bir ihtimal değildir ve doğa lcılığa karşı duyu l a n böylesine aşırı derecede basitleş­ tiril miş bir inanç herhalde belli bir a n lamda insa n ı n mutsuzluğuna da neden ol uyor. Buna, aslında X diğer etnik grupların ya da erkeklerin yararına çalışırken, belli etnik gru pların ya da kadınların X konusunda onlardan aşağıda olduğunu ortaya koyan inatçı "bil imsel" girişimler de dahil. Uzmanlık kon usuna gelince farkı nda olmamız gereken bir konu daha var; çünkü bu hayatı mızı birçok açıdan etkilemektedir. Kanıtla­ nabilir şeki lde, sözüm ona uzmanların güdük kalabileceği alanlar var-

Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları

109

dır ve eğer onların oyununa gelecek olursa nız paran ızdan, zama nınız­ dan ve duygu pınarların ızdan ol ursun uz. Anders Ericsson, Uzmanlık ve

Uzmanlık Uygulamaları Cambridge El Kitabı nda ö rneğin, sözde şara p '

uzma nlarının tattı kları şarabın etiketini okuyamadı klarında düzenli şa­ rap tüketenlerden, uygulamada sadece bir mikta r fazla iyi olduklarına işaret ediyor. Şunu bilmeniz gerekir ki; bu bir tekel bayisinde yüzler­ ce doları n cebin izde ka lmasına yararken ve el betteki - sizi daha çok etkileyecekse- multimilyon dolarlık şarap sanayisini de temellerini zelzeleye uğratabilir. Benzer şeki lde Philip Ross da doktorası bulunan psikiyatrik terapistlerin yüksek lisansı bulunanla ra göre hastalarına daha çok yard ı m edemediklerini gösteriyor. Ve daha kuş bakışı bir şekilde son yılların küresel mali çalka ntılarını dikkate alacak olursak, uzman yatı rımcı borsa acentelerinin amatörlerle karşı laştı rıldığında kazand ı ra n yatı rı m gerçekleştirmelerinde onlardan daha iyi olmadık­ larını ortaya koyuyor. Tabi eminim; siz bunu, ben söylemeden önce de biliyordu nuz.

8. Böl ü m : Bilimin Sı mrlan

"Bilimi muhteşem kılan bir şey var. Gerçeğe az miktarda yatırım yapıp, toptan eşsiz bir varsayımlar dizisi elde edersiniz." Mark Twain

"Doktor olmasam da televizyonda öyleymişim gibi davran ıyoru m ! ", "On doktordan dokuzu şunu şunu şunu öneriyor. .. " Bunlar bize genel kamusal alanda bilim in- bazen iyi nedenlerle bazen göze batan istisnalarla- ne ka dar baştacı edildiğini hatırlatan çok kullanılan sözler. Bilimi baştacı etmek için, insa n l ığın ve evrenin köklerine dair temel bul uşlardan bilimsel araştırmalardan elde edilen sayısız teknolojik ve tıbbi ilerlemelere varan, muhteşem nedenler va rd ı r. Pek çok i nsan - soyut a nlamda sorulursa- bilim insa nlarının bir topluluk olara k mesleklerinin çağdaş topl umlarda e l d e ettiği ta rtışmasız üstün ünü h a k ettiğini düşünür. Da hası, bazı b i l i m insanları saygın isimler h a l i n e gelmiş ve günlük toplumsal söyleme dahil olmuşlard ı r: Al bert Einstein'dan Stephen H awking'e, Charles Darwi n'den Richard Dawkins'e kadar. Fakat, dar anlamda konuşmak gerekirse, halkın büyük bir kısmının birkaç bilimsel varsayımı göz önü nde bulundurmad ığı ya d a hatta onlara büyük düşmanlık beslediği görül üyor. Amerikalıların %30'u yüzyıllar önce rafa kalkm ış olan astrolojiye inanıyor; %40'ı ise hala, bir buçuk yüzyıl önce bilim tarafı ndan reddedilmiş bir d üşünce olan

Bilimin Sınırları

111

yaratıl ışçıl ığa inan ıyor. Ya kın za manda gerçekleştirilen bir oyla mada ise (Mart 2010'daki Gallup oylaması) Amerikalıların %50'sinden biraz fazla bir kısmı iklim değişikliğin i n gerçek ve büyük a n la md a insan-kaynaklı old uğunu, h e r ne kadar yıllard ı r bilim dünyasında bu konudaki fikir birl iği çok büyük olsa da, ka bul ederken %20' 1ik bir kısım ise aşıların otizme neden olduğuna inanıyor. Her ne kadar bu bağlantıyı iddia eden tek makalenin bir sahtecilik ürünü olduğu ortaya çıka rılmış ve bununla ilgili çalışmalar böyle bir bağlantı ortaya koymamış olsa da. Bu bölümün ana d üşüncesi, bilimin ne yeni bir ta n rı olduğu ne de ukalaca göz a rdı edilebileceğidir. Bir toplum olarak, bilimin nasıl çalıştığı, onun gücü ve sın ırları üzerine etraflıca d üşünmemiz gerekiyor. Bu sadece entelektüel bir alıştı rma değil (evet ka bul ediyorum hayli ilginç bir iddia bu), bu durumun çok büyük kişisel ve toplumsal sonuçları da var ki bunlar çocuklarımıza aşı yaptırıp yaptı rma ma konusundaki ya da iklim değişikliğini engel lemeye yönelik pol itika lar üretmek isteyen bir pol itikacıya oy verip vermeyeceğimiz konusundaki kararlarımızı etkiliyor. Hepimizin uzman olacak hali yok, hele ki çağdaş bilimin son derece teknik alanlarında. Fakat (her ne kadar genelde bunu başaramasak da) bilimin nasıl işlediğine dair temel yapıtaşların ı kavra mak, bilim adına öne sürülen tezler konusunda bilinçli şüpheciler olmak ve ama yine de toplumu gün geçtikçe büyüyen tehlikeli bir bilgi kuramsal görelilikten kurtarmak kend imiz iyiliğimiz için gayet önemlidir. Otizm tehl ikesinden ötürü insanların çocu klarını aşı latmasına engel olmaya çalışan ünlü Jenny McCarthy "Ben im bilimim Evan'd ı r [ oğlu ] . O evde ya, işte bu benim bilimimdir." demişti. Her ne kadar bu tür bir açıklama sinirleri gerilmiş bir a nneye karşı empati duygusu uyandırsa da, gerçekte, hayır, bilim, hiçbir teknik çalışması bulunmayan tek bir i nsa n ı n kişisel deneyimi üzeri nden yürütülemez. Aynı nasıl ki uygun bir çalışma ortamında bulunan bir beyin cerrahı d ışında kimsenin beyin amel iyatı gerçekleştirmemesi gerektiği gibi.

112

Aristoteles'ten Yanıtlar

Bilim hakkında öğreni lmesi gereken ilk şey, bilimsel akıl yürütmenin hepimizin kulland ığı iki temel akı l yürütme şeklinin daha kibar bir şekli olduğudur- bu (dar) a n lamda bilim aslında sağduyu n u n daha geniş bir görü n ümüdür. Tartıştığı m ız b u iki tür akıl yürütme ise tü mdengelim ve tümevarı mdır. Hadi bir göz ata l ım. Tümdengelimci akıl yürütme şu şeki lde meydana gel ir: Birinci Önerme: Bütün felsefeciler tartışmayı sever. İkinci Önerme: Massimo felsefecid ir. Sonuç: O ha lde, Massimo tartışmayı sever. Tümdengel imci akıl yürütme felsefecilerin söylemeyi seçtikleri gibi "doğruluğu sabitleyendir". B u da, eğer tezin yapısı geçerliyse eğer (ki yukarıdaki geçerli, şöyle ki, onu ş u şekilde de genelleyebiliriz: P ise Q; P'dir, o halde Q) ve her iki önerme de doğruysa, o halde sonuç da doğru olmalıdır. Dolayısıyla temelde tü mdengelimci bir akıl yürütmenin ya nlış olabilmesi için iki yol va rdır: ya ya pısı sorunludur (tez geçersizdir) ya da bir ya da daha fazla önermesi doğru değildir (tezin doğruluk payı yoktur). Örneğin, aşağıda geçersiz bir tümdengelim örneği var: Birinci Önerme: Kar yağarsa kaldırımlar ıslanır. İki nci Önerme: Ka ldırımlar ıslak. Sonuç: O ha lde, ka r yağmıştır. Genel soru nu görebildiniz mi? Bu d a tezin ya pısal oluşu munu görmemizi sağlıyor. P ise Q; Q'd ur; o halde P. Her ne kadar geçici olarak ikinci d u rumda neyin yan lış olduğunu görmeyi zorlaştırsa da yuka rıdaki örnekle olan benzerliğinin farkı na varmaya çalışın. Fakat bir da kika durup d üşün ü n : el bette ki, kaldırı mların ıslak olmasının başka sebepleri de olabilir, örneğin,

( New York'ta yaşıyorsanız ne

demek istediğimi a n ında anlayacaksınız ) birisi çok tazyikli bir hortuma bağlı bir fıskiyeyle orayı temizlemeye çalışmış olabil ir. Elbette, bu tür bir ya nlış o kadar çok ka rşılaşılan bir d u rumdur ki bunun özel bir adı

Bilimin Sınırları

113

var ve buna sonucu doğrulama ya n lışı adı veriliyor (sonuç burada Q). Dolayısıyla bir tü mdengelime baktığın ızda, d ikkat etmeniz gereken ilk şey sunulan tezin geçerli olup olmadığı ya ni, yapısal doğruluk taşıyıp taşımadığıdır. Peki ya, asl ında geçerli olan, yuka rıdaki ilk örneğe ne demeli? So­ nuç doğru mu? Evet, bu duruma özgü olarak doğru, çünkü besbelli ki tartışmayı seviyorum (a rkadaşça elbette ki, en sevdiğim söz İskoç Aydı nlanma filozofu David Hu me'ün "Doğru lar, a rkadaşla rın tartışma­ larından doğar" sözüd ü r.) Fakat bu sonuç başka bir filozof için tutma­ ya bilir. Neden peki ? Çünkü her ne kadar ikinci önerme doğru olsa d a (elbette k i b i r felsefeciyim) birincisi doğru değil: bütün filozofla r tartış­ mayı sevmezler. Bunu kişisel deneyimlerimden bil iyorum, ve eminim ki bu konuyu destekleyecek istatistikler sunulabilir. Dolayısıyla tez ge­ çerli (yapısal olarak doğru ) fakat doğruluk payı yok, çünkü en azında n önermelerinden biri ya n l ış. Kendi yaşa mlarımızı göz önüne aldığımızda bunları bilmemizin bize sağlayacağı katkı nedir? Çünkü tümdengelimsel akıl yü rütme hem mantığın hem matematiğin temellerini ol uşturur ki bunları n her iki­ si de bilimden daha zorlayıcı şeyler. O ha lde, tü mdengelimle işimizi hal lettiğimize göre (ve dolayısıyla mantık ve matematikle ! ) bilimin ekmeği suyu ve ikinci temel akıl yürütme biçimi ola n tü mevarıma geldiğimizde işler daha karmaşık bir hal a l ıyor. Fi lo?of Fra ncis Bacon (1561- 1626) bili msel yöntem üzerine düşünen erken modern dönem kuramcı larından biriyd i ve bilimsel yöntemin yapıtaşın ı n tümeva rım­ sal akıl yürütme old uğunu düşünüyord u . Aslında birkaç tür tümeva­ rım biçimi vard ı r, fakat bizim tartışmamızın ya rarına olması açısından sadece basitçe bildiğimiz şeylerden bilmediğimiz şeyleri çıkarımlama­ mızı sağlayan genel bir akıl yürütme biçimi olara k d üşünebiliriz. Örne­ ğin, gökbil imiyle ilgil i hiçbir teknik bilgim ol masa bile mantıksa l olara k güneşin yarın doğacağı sonucu nu çıkartabiliri m . B u n u n nedeni ise geçm işte güneşin doğd uğuna dair sayısız gözlem yapmış olmamız ve

114

Aristoteles'ten Yanıtlar

bunu geçmişte mümkü n kılan işleyiş her ne ise ya rın bunun devam et­ meyeceğine dair elim izde hiçbir neden i mizin olma masıd ır. Başka bir deyişle, tü meva rı mı kullanırız, çünkü geçmiş deneyiml erimizi gelecek olayları ta hmin etmek için onun karşısına koyarız ve geçmişteki işleyiş (ya da doğa yasa ları ) gelecekte de devam ettiği sürece bu durumda haklı taraf biz oluruz. Bu deneysel ka nıta bağlı tü meva rımsal çıkarım bilim yapmanın ne demek olduğu konusunda büyük bir yer kaplar. Yalnız, tahmin edilebileceği gibi, tümeva rı m la ilgili büyük bir soru n vardır. Bu ilk kez David Hume (1711- 1776) tarafından ortaya konmuş ve en iyi biçimde de Bertran d Russell ( 1872- 1970) tarafından öneri­ len bir düşünce deneyi vasıtasıyla örneklendirilmişti r. Russell bize çift­ liğe yeni getirilen ve kendisine dair notlar (yani deneysel veriler) al­ maya başlayan tü mevarımcı bir h indi (özgün hikayede bu bir tavuktur) hayal etmemizi söyler. Birkaç gün sonra, her sabah saat 7 sıralarında yemlendiğini fa rk eder. Fakat, sağlam bir tümevarımcı olan hindi, elin­ deki bi rkaç veriye dayanarak gelecek hakkında çıkarımlar ya pmakta n o kadar usanm ıştı r ki, gözlemlerini bir a raya getirmeye ve tah minler yapmakta n elini ayağını çekmeye başlar. Sonunda, 364 gün topladığı veriler sonucunda tümeva rımcı hindi kendi bilgisi ne o kadar güvenir ki şöyle bir ta hmin yürütme gafletine d üşer: ya rın da sabah saat yedi­ de yem lenecektir. Heyhat, o sabah Şükran G ü nü'd ü r ve onun yerine bu hindimiz akşam yemeği için "hazı rlanır" Tü meva rımcı hindimizin bu yürek burka n öyküsü tümeva rımsal akıl yürütmeyle ilgili en büyük sorunlardan birini özetlemektedir: (tüm­ dengelimin aksine, doğru düzgün yapıldığında doğruluğu sabitleme­ mektedir). Buna karşın, H u me'u n eleştirisi, bundan daha da ileriye gider. Tümevarı m ı n işe yarar olduğunu düşünmemizin tek nedeninin tümevarımın sadece geçmişte öyle olduğu için d ü nya hakkında çıka­ rı mlar ya pmak için iyi bir yol olduğunu söylemişti. Bu yeterince zarar­ sız bir d üşünce gibi gözükse de, bunun kendisinin de bir tümeva rım biçimi olduğunu fa rk ettiğimiz a nda işler değişir: geçmişte geçerli ol-

Bilimin Sınırları

115

duğu için tümevarımın işe yaradığını iddia ediyoruz ve dolayısıyla da tümevarımsal akıl yürütmeyi haklı çıka rtmak için tümevarımı kullanı­ yoruz. Bu, Hu me'un gözlem lediği gibi, döngüsel bir akıl yürütmedir ki bu en temel mantı ksal yan lışla rdan birisidir. Hay aksi ! Eğer bu sizi çok da telaşlandı rmıyorsa, biraz hazmetmeyi deneyin ve göreceksi­ niz. Açıkça bel irtmeme izin veri n : Hume'un eleştirisi bilim denilen koca bir girişimin a rkasında hiç de sağ bir mantıksal temel olmadığı sonucuna götürür bizi ! Hatta buna erken 20. yüzyıldaki matematik için ma ntıksal olara k sıkı bir temel bulmadaki başa rısızlıkları (arala­ rında Russell'ı n da bulu nduğu birkaç kişinin) ekleyebilir ve bir anda hem matematiğin hem de bilimin (ve rastlantısal şekilde mantığı n) gerçekliğinden şüphe d uymamızı sağlayacak gayet somut nedenlerle karşı karşıya ka labiliriz. Doğal olara k felsefeciler bu tür bir şeyi desteklemeyeceklerdir ve birçokları da bilimin imdadına koşmaya çal ışmışla rdır (bilim insanları aslında ilgilen meleri gerekse de bu tür konularla genellikle pek haşır neşir değillerdi r). Kahramanca bir girişim, tümevarım sorununu hal­ letmek için tümdengelimi d üzene sokacak bir yol bulduğunu d üşünen Kari Popper ( 1902-1994) tarafından ya pıldı. G i rişimi tamamen h üs­ ranla son buldu, a ncak hem bunun hem bilimin hem de felsefenin doğası hakkında öğreteceği çok şey var; o yüzden daha yakından bir göz atalım. Popper, bilim insa nlarının gerçekten ya pması gerektiği şeyin ka­ n ıtlamak değil fakat, yanlışlama (falsification) olarak adlandırd ığı bir süreçle, kuramlarının a ksini ka nıtlamak olduğunu düşünmüştür. Bu­ radaki d üşü nce- kısmen tümeva rımın soru n larından dolayı- kişinin, sonuçta onların da aksini ka nıtlayacak yeni ka nıtlar çıkacağı için ne kadar yeni gerçeklikler sunulursa sunulsun, asla bir önerme sunama­ yacağıyd ı . Fakat, Popper, bir ku ram ya nlışlandığı zaman olayı n burada bittiğini ve bu kuramın bir sonraki gün a renada savaşmak için ortaya çıkmayacağı nı düşünüyordu .. Bir başka söyleyişle, bilim ilerlemenin

116

Aristoteles'ten Yanıtlar

önünü açar; çünkü bilim insanları neyin işlemeyeceğinf ve onu nasıl bertaraf edeceklerini öğreniyorlar ve bu sü reçte gerçeğe adım adım daha çok ya klaştıklarını düşünüyorla rdı. Bu düşünceyi çekici kılan bir şeyler va r ki bunun tümdengelimsel mantığın uygulanışının üzerin e temellendirilmesi hiç de az pay sahibi değildir. Nasıl olduğunu görm ek için, şu tü mdengel imsel tezi düşü­ nün: B i ri nci Önerme: Eğer N ewton mekaniği doğruysa, o halde ışığın hacimli nesnelerin etrafı nda kırılma ması gerekir. İ kinci Önerme: Işık hacimli nesnelerin etrafında kırı l ı r. Sonuç: Newton meka n iği ya nlıştı r. Yuka rıdaki tez hem geçerli hem de akla yatkındır. Geçerlidir, çü nkü yapısı (P ise Q; değildir Q; o ha lde P değildir) iti bariyle doğru hem de akla yatkı ndır; çünkü bili ndiği üzere 20. yüzyı lın başındaki astro­ notlar ışığın hacimli nesneler (örneğin Gü neş) tarafından kırıldığını keşfetmişlerdir. Sonuç olarak, tamamen (bu ihtimali göz önünde bu­ lundurm ayan ) N ewton mekaniğini bertaraf etmişler ve (bu tahmini yapan) destekler biçimde Einstein'ın genel görelilik kuramına a rka çık­ mışla rd ı r. Soru n çözüldü; o halde, demek ki bilim ya nlışlama süreciyle ilerliyor ve Popper rastlantısal olarak tü meva rım sorununu çözmüş bulunuyordu. Pek öyle değil aslında. Bilim tarihi, bilim insanlarının basit biçim­ de Popper'ın söylediği şekilde ha reket etmediği örnekleriyle doludur ve bunun için iyi nedenleri va rd ı r. Örneğin, 182 1'de astronot Alexis Bouvard o za manlar için güneş sisteminin en uzak gezegen i old uğu düşünülen U ra nus'ın konumunu öngören bir dizi ta blolar hazırla mıştı . Bouvard'ın da daha sonra göreceği üzere, soru n b i r gezegenin gök­ yüzündeki tah mini konumu ile gerçek konumu a rasında bir farklı l ı k

Bilimin Sınırları

117

old uğuydu. Ya nl ışla manın dosdoğru bir yorumuna göre, Bouvard ve arkadaşları n ı n bu noktada, açıkça ve işlevsel anlamda çok büyük bir veri toplamıyla ya rışamayacağı için, Newton kura m ı nı kabul etmeme­ leri gerekirdi. Ama onlar bunu ya pmadılar. Bunun yerine, çok açık bir cevabı hemen dile getirdi : U ranus'ın yörüngesini etkileyen başka bir gezegen olmalıyd ı ve bu da bir kusura işa ret ediyordu. Birkaç yıl sonra, 23 Eylül, 1846'da, astronot Urba in Le Verrier'in hesap ettiği konumun 12 ilerisinde Neptun keşfedildi. ( Şimdilik ) Newton ku ramı kendisini ku rta rmıştı ve güneş sistemi yeni bir üye edin mişti ! Bu bölüm gerçek bilimin Popper'ın ilk öne sürdüğünden çok fa rklı bir şey olduğunu resmediyor ve dar anlamda bilim insanların ı n el le­ rinde çokça ka nıt olan her durum için, her ne kadar yan l ışlayan ka nıt olsa da, ü retmek zorunda olmad ıktan ve büyük olasılıkla daha iyi ve ona seçenek oluşturabilecek başka bir tarif bulamadı kları sü rece, bir varsayım ü retmediklerini gösteriyor (Newton fiziği de görelil iğe kadar geçerliydi bu a rada). Bilimin nasıl işlediğine dair daha iyi bir fikir, Pop­ per düşü ncelerine bir ya nıt olarak (bu, felsefenin ilerleme biçimidir: insanlar başka insa nların d üşü ncelerin i özgün d üşünce değişti rilip ge­ liştirilene ya da ta mamen terk edilene kadar ana liz ederler ve onlar­ daki eksiklikleri bul urlar) Thomas Kuh n (1922- 1996) tarafından öne sürülmüştü. Kuhn, bilimin iki "biçimde" çalıştığını ileri sürmüştür; bunlardan biri çoğu günlük bili msel etkinliğe dairdir ve diğeri de yeni kuramla­ rı n görüşe sunulduğu nu ve eskilerinin terk edildiğini öner sürendir. Kuhn'a göre, günlük bilim bilim insanlarının belli bir sorunun ceva bına çözüm olara k belli bir kavra msal çerçerve oluştu rmayı içerd ikleri -ki Kuhn buna paradigma adını verir- "bulmaca çözmek"le ilgilidir. Dola­ yısıyla, örneğin, bir astronot Newton'un paradigmasını bilinen geze­ gen lerin (Neptun öncesinde) yörüngelerini hesaplamada, bir biyolog Darwin'in paradigmasını belli bir tür kelebeğin çiftleşme şeki llerini incelemek için, ve bir jeolog kıta değişim leri pa radigmasını verilen fo-

118

Aristoteles'ten Yanıtlar

sillerin coğrafi dağıl ımını açıklamada peka la ku llanabilir. Çoğu zaman bu bulmaca çözme pek iyi işler ve bu Kuhn'un "olağan bilim" adını verdiği şeydi. Yine de, zaman zaman bu bulmacalardan bazılarının hakim olan paradigma içerisinden çözümü m ü mkün ol ma­ yabil ir. Bu genellikle basitçe kariyerlerini devam ettirme adına başka bir bulmacaya geçen bilim insanlarının kafaya çok ta kmadıkları bir şeyd ir. Ancak genellikle bu çözümü bulunamayan bulmacalar bilim dünyasının cad ı kazanını ça lkalandırmaya başlayacak hale gelir. İ nsan­ lar kendi başl a rına üstünkörü b u paradigmayla oynamaya başlarlar ve bu işe yaramazsa topun ağzındaki bilim bir bunalım dönemine girer ki bu tür durumlardan sadece tek sefere mahsus olmak üzere yeni bir paradigma geliştirilip ilgili bil imsel topluluktan ka bul görür. Bu tam da 20. Yüzyıl ın başında fizi kte olan şeyd ir. Newton ve klasik fizikteki tırma nan sorunlar Einstein'ın görelilik ve kuantum mekaniğine yerini bırakmıştı r. Kuhn bile buna bir nokta koyamıyor, her ne kadar, başarılı bilim felsefeci leri onun bilime dair d üşü nceleriyle i lgili soru nlar bulmuş ve onun yerine olası seçenekler sunmuş olsalar da. Ama bu bir bilim felsefesi kita bı değil, bu kitap hem bilimin hem felsefenin giriftliğini takd i r edip bu yolla yaşam hakkı nda genel olarak daha iyi bilgilenmek ve yaşa ma dair daha iyi düşün ü rler olmakla ilgili. Dolayısıyla, bütün bu soru nlardan sonra bilime güvenip güvenemeyeceğimizi bulmadan önce, bilimin doğasıyla ilgili son bir tartışmaya dönelim

(El bette ki

bilime güvenip güvenemeyeceğimiz sorusunun cevabı evet olacaktır, fakat belki biraz daha temkinli ve koşullu bir şeki lde). Ta rtışmaya açılan konu, bilimsel kura m lar ışığı nda gerçekçiler ve gerçekçilik ka rşıtları arasında geçiyor. Olası bir karışıklığı önleyeli m : Gerçeklik karşıtları bilimin b i r haya l olduğunu y a da bilimsel kuram­ ların keyfi ve gerçekle hiç bağlantısı bulunmadığını iddia eden kişiler deği llerdir. Öyle görünüyor ki, "gerçekçilik" sözcüğü burada belki de

Bilimin Sınırları

119

kötü bir seçi m ancak bazen etiketler ya pışıp ka lıyor ve ben de bu tür şeyleri ça lışan akademik çevrelerin kullandıkları terimleri kullan ıyo­ rum basitçe. Dolayısıyla, bilimsel kuramlara gerçekçi yaklaşan birisi bili mdeki kura m ların gerçekliği olduğu gibi ya da onun insan akl ı n ı n v e gözlemsel yetilerin bize sunabi ldiği g i b i yansıttığın ı söyleyen kişid ir. Bir çok bilim insa nı, ifadesi bile gereksiz, gerçekçilerdir ve önemli bir sayıdaki bilim felsefecisi de öyledir. Bir gerçekçi için, örneğin, bir fizik­ çinin elektronlardan bahsettiği yerde onlar verileri anlamlandırmak için bir araya getirilen bir varsayımsal bir ya pıyı ifade etmeye değil, dış dünyada elektronlara sahip olan fiziksel nesneler olduğunu ifade etmeye çal ışırlar- her ne kadar onları gözlemleyemesek de (bu sonun­ cusu önemli, ta rtışmanın önem li bir bölümü bilimde "gözlemleneme­ yenlerin" durumu üzeri ne yoğunlaşıyor, ya ni bir kuramın işlemesi için gerekli olan ve fakat birebir gözlemlenemeyen kuramsal varl ı klar). Şimdi insan d üşünebi lir, nasıl olur da cidden elektronların varlı­ ğından şüphe edilebilir? Bir elektrik devresine bağlı d üğmeye bastı­ ğı mızda elektronlar sayesinde değil mi apartma n ımızdaki elektriğin gelmesi? Yani, bu ne olup bittiğine dair gerçekçi bir açıklama. Ancak gerçeklik- karşıtları çarçabuk geçmişte bilim i nsanları n ı n birçok ke­ reler belli bir olayı açıklamak için açıkça gerekli gözüken bir takım gözlemlenemeyenler olduğunu iddia ettiklerine fakat daha sonra b u gözlemlenemeyenlerin aslı nda var ol mcıdığını keşfettiklerine dikkat çekecektir. Buna verilebilecek klasik bir ö rnek ise 19. Yüzyıl fizikçi­ leri tarafından boşluğu delip geçtiği ve dolayısıyla elektroma nyetik radyasyona uygun olduğunu (aynı ışık gibi) ve artmasını sağladığı n ı düşündükleri eter için de geçerli. Eterin gerekliliğinin o rtadan ka ldı­ rıl ması ve o zamandan bu yana bilim tarihinin çöplüğüne değeri d üşü­ rülerek atılması .1905'te öne sürülen E instein'ın özel görelilik kura m ı i l e olmuştu. Gerçeklik karşıtları büyük bir mutlulukla, kuantum meka­ niksel "köpük" ten kara enerjiye kadar, modern fiziğin de benzer bir­ takı m gözlemlenemeyen varlı kları barındırdığını ve hala belli bir kısım

120

Aristoteles'ten Yanıtlar

fizikçinin bu iki şey hakkı nda en az 19. Yüzyıldaki meslekta şları kadar kendilerine güvendiklerini öne sü receklerd i r. Gerçeklik ka rşıtlarının en ikna edici tezi veri yoluyla kuramın belir­ lenemezliğidi r. Herhangi bir deneysel gözlemler toplamının -bilimsel kuramın temel referans noktasıdır bu- sınırsız sayıda değişik teorilerle ki iyi bir çoğunl uğu tek bir kura m ı n işe ya ramaz çeşitlemeleri olmaya­ caktır, tam anla mıyla yarışabileceğini göstermek kolaydı r. Örnek mi istersiniz? Geçen otuz yılda (ve bugüne değin devam eden) kuramsal fizikteki oluşumlar sicim kuramı olarak adlandırılm ıştır. Bu kuramın (aynı olaylara uygulandığında d eğişik ta hminler yü rüten ve böylelikle bunların yanlış ya da eksik olduğunu söyleyen) fizik, genel görelilik ve kuantu m meka niğindeki iki hakim yan kura m ı kavra msal olarak birleş­ tirmesi bekleniyor. Sicim ku ram ı şu anda deneysel olarak test edilemi­ yor, çünkü daha önceki görelilik ve kua ntum mekan iği teori lerinin de yapa mad ığı gibi yeni herhangi bir doğrulanabilir ta hmin sunm uyor. Bilimsel kura m ı n en belirgin özelliğinin deneysel doğrulanabilirlik ol­ ması gerekirken bu oldukça kötü bir durumdur. Fakat daha kötü haber ise sicim kuramının aslında bir kura m olmadığı, onun yerine matema­ tiksel ol arak birbiriyle bağla ntılı, ya klaşık olarak 10 üyesi bulunan (on

üzeri beşyüz) bir kuramlar bütünü olduğudur. Bu akıl almaz derecede yüksek bir kuram sayısıdır ( eğer açılımını yazmak isterseniz bir 1 yazıp sonra da inanıl maz şeki lde 500 ta ne sıfır yazmak zoru ndasınız! ) ve basit ifadesiyle bunca çok kura m a rası ndan seçim yapmak için asla yeterli deneysel verimiz ol mayacak ki bu da aralarından herhangi bi­ rinin ( ya da hiçbirinin ) doğru olabileceğidir ve biz de bu konuda bir şey söyleyemeyeceğiz. Her ne kadar elde edersek edelim, veri büyük ölçüde doğru kuramı hafife a lacaktır- ya ni, aslında seçemeyecektir, demek istiyoru m . Şimdi, durumlar gerçekçilere korku nç gel meye başlad ı, değil mi? Buna karşın, kendilerince, yeterince ikna edici bir karşı atakları var ki bu da di kkat çeken bir şeki lde "mucize yoktur" şekl inde adlandırılan

Bilimin Sınırları

121

bir tez. Şu şeki lde: her ne kadar var olan verinin kesinlikle en iyi ku­ ramı ve sadece o kuramı seçmeyeceği doğru olsa da, el bette, biraz mucizelerden a rınmış şekilde, eğer bilimsel kuramların gerçek dün­ yayla hiç ilgisi olmasaydı bu da biraz tuhaf olmaz m ıyd ı? Realist der ki, Ei nstein'ı n genel göreliliği ya da kuantum meka niği gibi ka rmaşık ku­ ramlar dünya hakkında inanılmaz ölçüde gerçekleri tahmin edebil iyor olsalardı ve belli bir h assasiyet noktasına kadar a kla yatkın bir şekilde dünyayı old uğu gibi ya nsıtmıyor olsalardı buradaki hata ne ol urdu? Ama yine de, buna cevap olarak gerçeklik-karşıtı kişi de bunun tam da ya kın geçmişte olan şey olduğunu iddia ederdi (kötü mser meta­ tümevarım gibi renkli bir şekilde ta nımlanan bir gözlem). Newton meka niği yüzyıllar boyu fizikteki hakim kura m olara k değerlendirildi ve bugün hala uzay a racı gibi, roketlerin yörü ngesini hesaplamak için ku llanılıyor. Ve işe yarıyor da. Anca k biliyoruz ki aynı za manda büyük ölçüde ya nl ış. Bazen Newton mekaniğinin genel görelilik kuramına yöneltilen matematiksel yaklaşımlar vasıtasıyla özel bir durum olara k çıkartılabileceği söylenirken bir yandan da Newton ve Einstein tara­ fından öne sürülen bunun a ltı ndaki uzay-zaman kavramlarının nitelik olara k bi rbiri nden farklı old uğu da ayn ı derecede doğrudur ve en iyi olasıl ıkla bunlardan sadece birisi doğru olabilir, her ikisi değil. Buna rağmen, "mucize yoktur" tezinin belli bir gücü bulunuyor ve ne zaman ki yukarıda bahsettiğimiz basit düzeyi geçiyoruz o zaman gerçekçiler ve gerçeklik- karşıtları arasındaki tartışma çarçabuk teknikleşiyor ve konunun uzmanlarına da şimdilik çözümsüz görün üyor. Bilime üçü ncü bir ya klaşım biçimi vardır ki; bu yol bu bölüm bo­ yunca açıkla maya ça lıştığım her iki ana noktayı da kapsıyor: bir ta­ rafta bilimin işe yaradığı tartışılmaz; bilimsel buluşlar yaşa m larımıza pratik bir farkl ılık getiriyor ve evreni bilim sayesinde daha iyi kavrı­ yoruz. Evrim kuramı, kuantum meka niği ya da kıta değişimi "sadece" kuram değildir, d ü nyan ı n nasıl çalıştığın ı anlamak için oluştu rulmuş zarif yolla rdır. Arabalar, bi lgisayarlar, uçaklar ve uzay a raçla rı, insan

122

Aristoteles'ten Yanıtlar

geni projesinden bahsetm iyoru m bile, ya da sıhhati mizi korumak için kullandığımız değişik tıbbi tedaviler si hirle ça lışm ıyor ve bunları fa rk etmiyoruz bile. Bir tarafta n da birçok bil imsel kura m ı n şu ya da bu noktad a ya nlışlandığı da aynı şekilde doğruluk arz ed iyor ki bu da şu ankilerin tarihin çöplüğüne ka rışacağını düşünmememiz için h içbir nedenimizin olmadığı anlamına geliyor. El bette, günümüz bilimindeki en şaşırtıcı ve olumlu yorumlar alan kuramların bile- genel görelilik ve kuantum mekaniği- belli temel konularda ya nlış old uğu hali hazırda bilin iyor ki bu da fizikçilerin ge rçe kliğin temellerine dair daha gen iş, daha bütünleştirici bir kuram a ramaları n ı n da nedeni. O halde, belli bir anlamda bilimin tartışmasız şekilde ya nlış olması ve diğer bir a nlamda aynı şekilde doğru olması arasında olduğu gö­ rünen çelişki nin iki yakasını nasıl bir a raya geti receğiz? Perspektivizm adı verilen bir d üşünce yoluyla . Bunun nasıl işlediği n i a n lamak için önce basit bir örneği düşü n ü n : renk a lgısı. Bir anla mda, ren kler d ü nya hakkında nesnel gerçeklerin bir sonucudur: belli bir da lga boyu ta­ rafından şekillendirilen belli bir elektroma nyetik ışınım belli bir nes­ neye belli açıda çarpa r; böylelikle yansıyan ışık retinamız tarafından yakalanır, karşılığında belli nöronsal yolları ha rekete geçirecek şekilde gözümüzdeki belli pigmentleri uyarır ki bu da -beyin ta rafından ger­ çekleşti rilen hayret verici zarif bir süreç sonucunda- örneğin, "kırmı­ zıyı" görmemizle sonuçla nır. Fa kat, bir başka bakıma; rengi algılama biçimim indirgenemez bir şekilde öznel; aynı şeki lde hiç kimseyle pay­ laşı lamayacak tek kişilik bir deneyim meydana geti rir. Bunun yan ı sıra, siz ve ben ayn ı nesneye ba kıyor olabiliriz ve fakat birkaç nedenden dolayı fa rklı renkte olduğunu söyleyebiliriz: değişik açılardan ba kıyor olabiliriz, ya da başka zamanlarda ve başka ışık koşullarında bakıyor olabiliriz ya da belki ben kısmen körüm (ben öyleyim diyoru m) ve siz deği lsin iz. Bir başka deyişle, ren k algımızı etkileyen nesnel gerçek­ ler bulu nsa da, d ünya nın bu bölümüne ayrılan değişik görüşler için önem li bir yer bulunuyor. Elektromanyetik ışın ı m ve nesnesel özel-

Bilimin Sınırları

123

liklerle ilgili fiziksel gerçekler pigment ve nöronlar gibi belli biyolojik yapılar tarafından algıla nacak ve algılanamayacak şeylere bir kota ko­ yuyor. Ama nöronların karmaşıklığı ve çeşitliliği ne olup bittiğine dair öznel yo rum lara izin veriyor. Bil imsel perspektivizm bilimin süreçlerine de aynı düşünceyi uygu­ lar: bilimsel bilgi hem nesnel hem de özneldir çünkü gerçek dünyayla uğraşan belli bir görüşten (insanınkinden) doğar. Sonuç ise, bilimsel kura m la rımızın her za man geçici olacağı ve (gerçeklik ka rşıtla rı nın iddia ettiği gibi) belli bir düzeyde yanlış olacağı a ncak aynı zamanda (gerçekçilerin iddia ettiği gibi) az ya çok gerçek dünyanın nasıl olduğu­ na dair bazı önemli açılar su nacağı . Bilim bize, bir Tanrı'nın şeyleri gör­ düğü şekilde değil, d ü nyaya dair bir görüş sunar. İndirgenemez şeki lde evren hakkında insanca ve dolayısıyla belli bir dereceye kadar nesnel, fakat kesinl ikle keyfi ol mayan bir bakış açısı sağlar. Şimdi, neden yuka rıdakiler aklı yoluyla rah atı n ı sağlamaya ça lışan akıllı bir insana dert olmalıdır? Çünkü bilimin aslında nasıl işlediğine dair enikon u bir kavrayış bizi güçlü bir şüpheci ya par: akıl karşıtı bir davranış biçimi bilimi reddeden bir insan ya da bilimin açıklamalarını, ilk görüşte, sanki düşü nceleri asla sorgu lanmaması gereken çağdaş kehanetlermiş gibi, ka bul eden bir insa n yapmaz bizi. Çoğu zaman he­ pimizi etkileyen bu tü r bilim (iklim değişikliği, aşılar, otizm) hakkındaki kamusal tartışmalar bir taraftan bilim dünyasına dair sözde komplo teorileriyle ve bir taraftan da birçok insanın erişemeyeceği uzman gö­ rüşleri tarafı ndan şekil lendirilmekte. Bilim insanları temelde herha ngi bir teknisyen- bir araba ta mircisinden ya da beyin cerrahından fa rksız şekilde- gibidirler. Eğer sorununuz arabanızın d üzgün çalışmamasıysa, bir ta mirciye gidersiniz. Beynin izde ya nlış giden bir şey varsa, beyin cerrahına gidersiniz. Ancak evrim, iklim değişikl iği ya da aşıların güve­ nilirliği hakkında bir şey bilmek istiyorsa nız elin izdeki en iyi seçenek bilim dünyasına danışmaktı r.

124

Aristoteles'ten Yanıtlar

Aynı a raba tamircileri ve beyin cerra hlarında olduğu gibi, yine de, i llaki fikir birliğine varacaksınız diye bir şey yok ve bazen ikinci seçenek hatta bir üçüncüsün ü bile a ramak isteyebilirsiniz. Bazı teknisyenler ta­ mamıyla dürüst olmayabilir (her ne kadar bu benim d üşündüğüm üç kategori a rasında çok az rastla n ı r olsa da) ve onlara ilham veren şeyin ne olduğunu a raştırma ihtiyacını hissedebilirsiniz. Bilim insanları ta nrı gibi elleri nd e kesin bi lgiyi bulu nd ura n varl ıklar değillerd i r. Şeylere dair i nsa nca görüşleri vardır ki; b u na kendi uzmanlık alanları da dahildir. Fakat eşit koşullar a ltı nda- öze ll ikle h issenin yüksek olduğu durum­ larda- en iyi ham leniz uzmanların fikir birliğine dahil olmak ve eğer bir fikir birl iği mevcut değilse uzmanları n büyü k çoğun l uğunun fi krine katıl maktır; e lbette aklınızda onların d a ta mamıyla ya n l ış olabileceğini tutarak. Hem çok yen i olan hem de a kıllıca bir yaşam geçirmeye dair olan yolcu luğumuzla ilgisi bulunan bir bilimsel a raştırma alanı var: bil işsel nörolojik bilim. Renkli beyin röntgenlerini görmüşsü nüzdür ve belki de beynin nasıl a raştırıldığı n ı n insana dair olan her şeyi nasıl anlamlı kıldığına dair iddiaları d uymuş olabilirsiniz. "Beynim öyle yap­ mamı istedi" lafı ma hkeme dava larında (kabul edilebilir şekilde, garip şekilde) bir savu nma süsü verebilir kendisine ve kendinizi insan dav­ ranışı ve ilhamını anla mland ırmaya çalışan bir kurulun ortasında bu­ labilirsiniz. Gelecek iki bölümde yaşamlarımızı değiştirme isteğimize, ka ra rlarımızın kökeni ne, aşık olma eğilimi mize ve hatta arkadaşlıklara nasıl ya klaştığımız gibi durumlarda bu yaklaşımın ne gibi cevaplar sun­ duğunu göreceğiz. Genellikle olduğu gibi, karman çorma n olan bütü n bu şey, deneysel gerçeklerin ötesine geçmek amacıyla biraz felsefi bir bakış barındırır ki bu yolla bunların yaşamımız açısından ne a nlama geldiğini ve onla rı geliştirebileceğimizi bilebilelim.

• ÜÇÜ NCÜ KISIM

B EN K İ M İ M? B EN NE Y İ M?

9. Böl ü m : İradenin/İstencin Smırh Gücü

"Eğer direnemezsem, baştan çıkarılmaktan kaçınırım." Mae West

Sigarayı bıra kmakla ilgili sorunlarınız varsa basit bir çözüm var, en azından olanak bakımından. Nörobiyologunuz çok geçmeden in­ sulanızı - her bir beyin ya rıkürenizdeki serebral korteksin küçük bir kısmı - engellemeye muktedir olacaktı r ve voi la ! Bağı mlılığınız gitmiş oldu. Ne yazık ki nörobiyoloj ide elde edi lecek bedava yemek yoktur; dolayısıyla, operasyon m u htemelen bazı hoş olmayan "ya n etkiler"e neden olaca ktı r: libido kaybı yaşayabilirsiniz, hissiz hale gelebilirsiniz, duygusal olarak müziği ta kdir etmeye a rtı k muktedir ol mayabilirsiniz ve aynı zamanda taze yiyeceği çürümüş olandan ayırt etmeye özgü bir yetersizl ik geliştirebil irsiniz. Ama en azından akciğer kanseri olma şansı nız d ramatik bir biçimde d üşer. İnsani istemin tuhaf d ü nyasına, filozoflar arasındaki ta rtışmanın a ntik bir temasına ve bil işsel bilim ler­ deki a raştırmaların etkin alanına hoş geldiniz. Gönü l l ü kararlar verme yeteneği, istemi çalıştı rmak insa nın a n la­ m ı için temeldir. Yaşa mlarımız üzerinde en azından kısmi bir kontrol sağlam ış gibi hissetmeye ihtiyaç d uyarız ki bu farklı eylem yolları ara­ sından özgü r biçimde seçim yapma ka rarına sahip olmamız gerektiği anlamına gelir. Ada let sistemimizin tama m ı ( 14. ve 15. Bölüm) özgür

iradenin/İstencin Sınırlı Gücü

127

seçimler yaptığımıza dair olasıl ığa bağlı olan ahlaki sorumluluk fi krine daya n ı r. Eğer böyle seçimler yapamazsak, eğer bütü n eylemlerimiz bi­ zim kontrolümüz dışındaki güçler ta rafı ndan belirlen irse, bu durumda ahlakta n bahsetmenin hiçbir anlamı yoktur. Buna ilaveten, eylemleri­ mizin sahipliğine dair bir anlam olma ksızın yaptığımız şeyden anlamlı bir biçimde övgü bile alamayız hatta bu, satranç oynamaya planlanan bir bilgisayarın insan olan satranç oyu ncusunu yendiği için övgü alma­ sından daha fazla bir şey değildir - bilgisayar yaln ızca yapmak üzere programla nd ığı şeyi ya pmıştır, ne daha fazlası ne de azı. Özgür irade/istenç (fi lozofla rın ortaya koyd uğu şekliyle) veya istem (daha sık bil işsel bilimcilerce benimsenen bir terim) kavra mı ya lnızca kendim izi ve_ başkalarını kavramamız için temel deği ldir; aynı zaman­ da bu fikir istenç gücüyle d e bağlantı lıdır, zor seçimler ya pma yetisi ve onla rı bıra kmamak - hem insani durumu fazlasıyla sergileyen insanlar için beğeniye yol aça n hem de bunda yetersizmiş gibi görünen insan­ lara yönelik eleştiriye dair bu durumun başka bir görü nüşü. Lucifer tarafından önerilen basit bir ayartmaya d üşen cen nette ikamet eden atalarımızın istenç gücü nün yoksu nluğundan kaynaklanan H ı ristiya n günah fikrinin kökenlerini düşünelim. Bugün bile, istenç gücü belirgin bir biçimde sosyal ve popüler söy­ lemde önemli bir yer tutar, bazen de hemen hemen mistik seviye­ ye yükseltilir. Bu böl ümün ilk taslağın ı yazdıkta n kısa bir süre sonra ABD milletveki li Gabrielle G iffords bir deli tarafından ya kın bir me­ safeden vuruldu ki aynı kişi on sekiz insanı da vurmuştur ve onların a ltısı ölm üştü. İyileşmesi süresince gazeteler, başından sonuna kadar ona yard ı m edenin ateşli "ruhu" olduğu sonucuna dair alıntılarla do­ l uydu - araştırmalar açıkça istenç gücün ü n, konu mühim sağlık me­ selelerine geldiğinde güçsüz old uğunu göstermiş olsa bile. Örneğin Naoki Na kaya ve Danimarka Kanser Topl uluğunun Kanser Epidemoloji Enstitüsündeki meslektaşları tarafından yü rütü len ve 30 yıl boyunca 60.000 denek üzerinde ya pılan kapsamlı bir ça l ışmada kişisel özellik-

128

Aristoteles'ten Yanıtlar

lerle kanserden kurtul ma olası lığı arasında kesinlikle hiçbir bağlantı yoktu r. Ve bi risi, G iffords'un d u rumuna benzer olumlu bir hikaye öne sürebilir yan i Gifford ile eşit oranda savaşan ve hızlı biçimde bu savaşı kaybeden birine dair bir hikaye. Bu fi krin karanlık bir tarafı va rdır ki bu, eğer yeterince zorlamaya ça lışırsak her türden zorl uğun üstesi nden gelebiliriz şeklindedir ve eğer başarısız olursa k bunun tehlikeli sonucu bu başarısızlığın kendi hatamız olması şeklinded ir. Bu na, kısmen Opra h Winfrey gibi ünlü kişilerin suç ortaklığı yoluyla ( kuşkusuz iyi bir niyetle) popüler hale gelmiş Rhonda Byrne'ın yazd ığı Sır gibi kitaplar tarafından çoğaltılan duygusuz saçmalıkl a r örnek olabilir. Sır'ı n temel fikri, basitçe negatif d üşünceler negatif sonuçları geti rirken pozitif d üşüncenin pozitif şey­ leri getireceğini belirten bir "cazibe yasası"nın olduğudur. Fazla söze gerek yok, cazibe yasası diye bir şey yoktur, bu new-age metafizik saçmalıktı r. Ama bunu geriye döndü rmek ve birinin başına gelen "ne­ gatif" bir şeyin, o kişi negatif şeyler düşündüğü için meydana geldiği şekli ndeki bir sonuca varmak kolaydı r ve bu durumda onların başına gelen her ne ise kendi hatalarıdır: kurbanı suçlanma k, ya ralanmaya bir de aşağılan mayı eklemektedir. Bunu iyileştirmeyi düşünü nce, "po­ zitif" ta raf bile kolayca meydana gelen iyi için övülmeyi gerçekten de hak eden kişileri görmezden gel meye yönelttiğinden dolayı tehlike­ lidir. Örneğin milletvekili G ifford'un durumu söz konusu olduğunda birisi i l ksel h ü rmetin onu amel iyat eden yetenekli doktora ve sonra­ sında zor rehabil itasyonu boyunca ona yardım edenlere ödenmesi gerektiğini düşünür. Sözde pozitif düşünme gücü elbette yen i bir fikir değildir ve Sır basitçe bu özel türün madra bazlarının uzun alayının e n sonuncudur. Örneğin 19. Yüzyı lın başları bize "zihin tedavisi"ni getird i; ayn ı yüz­ yılın sonrasında Yeni Düşü nce Hareketin e (New Thought Movement) sahip olduk ve kadınların göğüs kanseri olma nedeninin cinsel olarak engellenmiş olmala rı ! olarak d üşünüldüğü 1952'de N arman Vincent

iradenin/istencin Sınırlı Gücü

129

Peale tarafından Pozitif Düşünmenin Gücü yayı nlandı. Sayısız örnek­ le devam edebilirim; fa kat mesele tartışmasız milyonlarca insanın, zihinlerinin madde üzerinde sihirli güçleri olduğunu d üşünmek için zamanla kandırı ldığıdır; ya lnızca parasal değil, fakat yaşa mlarını ilgi­ lendiren rasyonel ka ra rlar vermek için etkin güç durumları bakımdan da doland ı rıldıla r. Elinizdeki bu kitap saçmalı klardan bıkmış olan ve bilimin ve felse­ fenin sorunlarımız hakkında söyleyebi leceği en iyi şeye ulaşmak is­ teyen insanlar içindir. Dolayısıyla, istenç gücüne dair bir bilimin ger­ çekte ne ya pabileceğini ve yapamayacağını söyler? İstenç gücü n ü n bil işsel bilimindeki en çarpıcı örneklerden biri a nlaşılan bizim onun için eksik sipariş verdiğimizdir (eğer yeniden doldurulabiliyorsa) ki bu, onu gerçekten öneml i olan şeylere ha rcarken cimri olmamız gerektiği anlamına gelir. Örneğin, basit bir deneyde, deneklerden bir yapbozu çözmeleri istendi ve iki gruba böl ü nd üler: ilk gruba çikolatalı kura biye veri ldi, diğerlerine ise tu rp. Kurabiyeleri yiyen grup belirgin biçimde yapbozu turp yiyen gruptan daha iyi çözd ü; çünkü istenç gücü için ge­ rekli olan alıştırma nedeniyle - turptan zevk almak - d ikkatleri kısmen dağıldı. Benzer şeki lde potansiyel bakımdan büyük olacak bir yemek için birisiyle bul uşuyorsanız ve ne yiyeceğinizi kontrol etmek istiyorsa­ nız bir şeyler yapmadan doğrudan restora na gitmek istersiniz. Diyelim ki, yakı ndaki alışveriş merkezinin vitrinlerine bakmadan- çü nkü bunu yaparken yeni bir el bise ya da bir çift aya kka bı a l mamak için- kendi nizi tutmak adına istenç gücünüzün bir kısmını harca m ış olacaksınız. Son­ rasında büyük bir dilim ekmeğe yağ sürmemek için direnmek özellikle zor olacaktır... Halihazırda bir şeklide yetersiz olan istenç gücü kaynaklarım ızı tü­ ketmeye meyil l i şeylerin l istesi uzundur ve ne yazık ki gündelik haya­ tım ızdaki yaygın olaylar olan birçok öğeyi içerir. İşta hı kontrol etmek, içmeyi azaltma k (veya bir tane daha içmek), sevişmemek (istediğimiz halde), duygusal cevapları bastırmak (özellikle öfkeyi) ve hatta yukarı-

130

Aristoteles'ten Yanıtlar

da bahsedilen yap-boz çözme a l ıştırması gibi basit testleri yapmamak. Bunun için ilk savunma hattı dikkatli olmak ve herhangi bir zama nda bu gibi ayartma la rın (veya başka larının) birden fazlasına karşı koymak zorunda olmakta n kaçınmaya çalışmaktı r. Şans eseri bilişsel bilimciler Aristote les' in 24 yüzyıl önce sezdiği bir şeyi de keşfettiler (eudaimonia ve özellikle akrasia üzerin e olan 5. Bölü mdeki ta rtışmam ıza bakınız). Tı pkı Filozofu n önerdiği gibi, "erdem" dikkatli bir prati k meselesidir; dolayısıyla, modern bilimsel a raştırma bize istenç gücümüzü gel işti­ rebileceğimizi söyler. Bunu ya pma yolu istenç gücüne bir kasmış gibi davra n maktı r (bu açık biçimde ya ln ızca bir analojidir, harfi harfine ele a lınmamalıd ı r ! ) : Kendinizi küçük ayartmalara maruz b ı rakarak ve ba­ şarılı bir şekilde onlara d i renerek gücünüzü çalıştırabilirsiniz. Örneğin, arkadaşlarınızla dışa rıya yemeğe çıktı n ı z ve onlar tatlı sipariş ettiler. Garsona gülümsediniz ama tatlı yerine kahve veya çay istediniz ve sonrasında sakin bir biçimde içeceğinizi yudumla rken beyninize, ma­ sanızda a rkadaşlarınız tarafından tüketilen itibarı n ı yitirmiş çikolatalı tatlının görü nüşü karşısında ağzı nızın çok fazla sulanmamasını iletir­ siniz. İstenç gücünüzü geliştirmek için daha tuhaf yollar d a va rdır; mese­ la bedeninizi d üzenli olarak çalıştırmak veya kendi nizi, basit bir görev için baskın olmayan elin izi kullanmaya zorla mak. Psikolojik bir pers­ pektiften öyle görünüyor ki; istenç gücü kanınızdaki şeker miktarı gibi basit bir şeyden etkilenmekted ir. Asl ında yal nızca al ıştırma yapma et­ kinliğinin ka n şekerini düşürd üğüne dair ka n şekeri seviyenizdeki hızlı bir desteği vurgulayan ka nıtlar vardır - mesela testten önce bir kura­ biye yemek - muhtemelen bunlar size isted iğiniz üstü nlüğü verecek­ tir. Şüphesiz bu özel stratejideki sorun, kompleks ka rbonhidratların kendilerinde bağımlılık ya pıcı ve özell ikle uzun vadede sağlık için iyi olmama larıdır ki sonrasında bu, özel bağımlılıkla savaşmak için istenç gücün üze bel bağlamak zoru nda kalacağınız anlamına gelir. Hayatın adil olacağını kim söyledi?

iradenin/istencin Sınırlı Gücü

131

Üstelik birisi dinsel rotada ilerleyebilir. M ichael McCul lough ve Bri­ an Willoughby ta rafından M iami Üniversitesi'nde yürütülen a raştırma bağlamı nda içsel di nsellik denen şey (d ışsal çeşitliliğe karşıt olarak, ya ni ya l nızca komşularını etkilemek için kil iseye giden insanlar) kişi nin kendine hakim olma kla meşgul olma yeteneği için iyi bir yordayıcıdır. Bu, kaç ta ne modern dinin - özellikle tekta nrıcı Ya hudi- H ı ristiya n-is­ lamcı gelenekler - ayartmanın üstesinden gelmek için istenç gücü nün çalıştırılması fikri üzerine inşa edildiği düşünülürse gerçekte şaşırtıcı olmamalı. Şüphesiz dinsel pratiklerle meşgul olmanın, birinin istenç gücünü gelişti rip gelişti rmediğini veya dinsel ritüellerden etkilenen ve onları devam ettirenin ne türden bir i nsan olduğunu söylemek zor­ dur. Psikolojik araştırmalar dindar olan yetişkin ve de çocukları n ey­ lemlerinde daha itidalli olma yeteneğine sahip olduklarını gösterir ve nörobiyolojik veriler öz -denetimde merkezi olan beyindeki benzer bölgenin aynı zamanda dua sırası nda etkin hale geldiğini de gösterir. Buna rağmen yine de nedenselliğin yönünü tespit etmek zordur. Gariptir ki ba riz bir biçimde dindar olmanın aksine "spritüel" olmak yeterli değildir. Kend ilerini "dindar değil ama spritüel" olarak ka bul eden insanlar (şu a nd a birçok sanal ta n ışma sitesinde bulunan stan­ dart bir ifade olarak) istenç güçlerini çalıştırmakta geri kalanı mızdan daha iyi deği ller. Bu da dinsel deneyi min kendisinde veya dinsel bir cemaat tarafından sağlanan sosya l bir d üzende bir şeylerin bulun­ duğunu, yani tesirli olduğunu ima eder. Yi ne de, aram ızdaki seküler insanlar için her şey kaybedilmiş deği ldir. Yuka rıda bahsedilen M iami Üniversitesi'ndeki aynı a raştı rmacı lar dindar ol mayan insanların dua etmenin seküler karşılığıyla, ya ni meditasyonla ve kiliselerin seküler benzerleriyle ki böylesi organizasyonlar sosyal bir nedene adanm ışla r­ dır, meşgul olmak yoluyla aynı faydaları elde edebileceğini düşünür­ ler. Veya basitçe spor salonu üyeliğinize sahip çıkarsınız ve çoğunlukl a diğer elinizle yazarsınız.

132

Aristoteles'ten Yanıtlar

Yukarıdaki tartışmanın tam a mı, bizim gerçekte herhangi bir bilinçli "istence" sahip olduğumuz şekl indeki temel bir fikri esas almaktadır. Bu kavrayış şüphesiz aşırı derecede sağduyuluyken hem bilim hem de felsefe, sağduyumuzu mahvetme alışkanlığına sahiptir ve elbette öz­ gür istenç kavramının tam da kendisi nörobilimin son za manlardaki katkıları yoluyla yalnızca daha da şaşı rtıcı hale getirilen tartışmanın kalıcı konularından biridir. Bilim tarafındaki temel öğelerle başlaya­ lım. Karar verme sürecimizde içerilen beynin öneml i bölgeleri nden birisi, parietal kortekstir. Bunu nasıl bil iyoruz? Nörobil imcilerin ba­ zen deneylerini şeyta ni bir yolla yapmaları nedeniyle. Asl ında pari­

etal korteksi düşük seviyeli elektrik d a lgalarıyla stimüle edebiliriz ve bunu ya ptığı mızda, d enekler belli bir eylemle meşgul olmakta n aldık­ ları zevki ifade ederler - diyelim ki di llerini yuva rlarlar. Şimdi, elektrik

stimülasyonun hız göstergesini yükseltin, denek gerçekten de dilini yuvarlar! Deneyi yapan, bireyin içsel motivasyonu yüzünden değil de dışarıdan yüklenen elektriksel uyarıcı nedeniyle yapmayı istem ed iği­ ni hissettiği bir eylemi tetikleyerek deneğin istencini özellikle uzaktan ele geçirmeyi başa rmıştır. Eğer bu sizin için yeterince tu haf değilse, insa nların bir eyleme "sa­ hip old uklarını" düşünmelerine neden olanın ne olduğunu da belirle­ yebiliriz. Diyelim ki, dilimi yuva rlamaya karar veren gerçekten de ben miyim? Beyn imizin bununla uğraşma yolu, parietal korteksin hare­ ketlerimizin gerçekten de başla d ığı yer olan premotor kortekse sinyal gönderme yeteneğidir. Premotor korteks, parietal bölgeye ha reketin gerçekten de yerine getirildiğine dair geri sinyal gönderdiği anda ha­ reketin aslında yalnızca bize ait olduğu nu hissederiz. Bu d üzeneğin ya lnızca mevcut eylemle uğraştığını ve geniş bir kısm ı n bu eylemle etkin biçimde meşgul olmakta n duyduğumuz a rzu kadar meydana geldiğinde eylemin kendisine sahip olduğumuza dair h issi fark edin. Öznel özgür istenç duygumuz bu bileşenlerde mevcuttur ve eğer be­ yindeki ilgili bölgeler herhangi bir yerlerinden zedelenirse istencimiz

iradenin/İstencin Sınırlı Gücü

133

bozulabilir. Ama bu özgür istenç, bi linçli otonom kararlar vermek adına gerçek bir yetenek midir veya bundan ziyade, ne olduğunun farkı na bile var­ mamızdan önce bilinçaltı bir düzeyde verilen kararlarla birlikte bey­ nin iş yaptığı yapay bir yol mudur? İkinci olasılık şu anda klasik olan, 1970'1erde California Ü n iversitesi'nde Benjamin Libet ve meslektaş­ ları tarafından yürütülmüş ve o zamandan beri defalarca tekra rlanan ve onaylanan bir deney yoluyla açığa çıkarılm ıştır. Libet'in ne yaptığını tam anlamıyla anlama k, tartışmamız için bu d eneylerin uygu nl uğu nu görmek adına önemlidi r. Deneklerinden verili zaman süreci içerisinde di ledikleri kadar sayıda olmak üzere basit bir eylemi gerçekleştirmele­ rini ister, d üğmeye basma k gibi. Onlara d üğmeye basma "dürtü"sünü - yani ya klaşık olara k, onu yapmayı istediklerinin bilincinde oldukla rı zamanı - hissettikleri tam zamanı not etmelerini de ister. Libet daha sonra deneğin düğmeye basma kararını verd iğinin bilin­ cinde olduğu an ile d üğmeye gerçekten bası lan a n a rasındaki a ra lığı ölçer. Ertelenen zaman, ortalama, 200 milisa n iyed ir (Libet denekle­ rin ya klaşık olara k 50 milisaniyelik kabul edilebilir bir hata payıyla ka­ rarları n ı n farkı ndalığına ait sü reyi bildirdiklerini göstermiştir). Şu a na kadar olağan üstü olan bir şey yok: bir eylem hakkında karar verdiniz ve beyniniz için, kararı kasları nıza bildirmesi böylece de eylemin ger­ çekten yerine getirilmesini sağlaması yaklaşık olarak 200 milisaniye aldı. Ama işte tuhaf kısım: Libet ve meslektaşları aynı zamanda - bir

elektroensefalogram (EEG) yoluyla - ikincil motor korteksi n ne zaman eylemeye dair kararla il intili bir etkinlik kaydettiği ni de ölçmüşlerdir. İkincil motor korteks beyindeki, son uçta kasların kası lmasına sebep olan başla ngıçtaki mesaj ı veren bölged ir. Herkesin ilgisine, a raştı r­ macılar denekler bilinçli kararı verdiklerini söylemeden 300 mi lisani­ ye önce ikincil motor kortekste etkinlik ölçmüşlerdir! Gerçekten de, daha ya kın zamandaki deneyler parieta/ ve prefrontal kortekslerdeki etkinliğin başla ngıcıyla deneklerin bilinçli kararlarını verd iklerin i dü-

134

Aristoteles'ten Yanıtlar

şündü kleri an a rası nda 7 saniyel ik bir gecikme olabileceğini gösterir. Sade bir şekilde söylersek, sözde bilinçli "kara r"ın asl ı nda sonradan akla gelen bir şey, halihazırd a bir kaç saniye önce beyninizin bilinçaltı bir düzeyinde veri lmiş olan gerçek karar, basit bir farkı ndalık haliymiş gibi görünür! Şimdi Libet'i n ka n ıtı, bizim kendi (zi hinsel) gem imizin kapta nı oldu­ ğum uza dair savunulan sezgisel - ve güçlü bir biçimde duygusal- fikri neredeyse yalayıp yutmaz mı? Ta m a n lam ıyla değil. Her şeyden önce Libet' in kendisi çalışmasını bu şekilde yorumlamamıştır. Bilinçli isten­ cin tam anlamıyla d üğmeye basma (veya herhangi başka bir şey yap­ ma) fikrine n eden olmazken yine de motor korteks sinyal verdikten son ra onu "veto edebileceğini" önermiştir. Şüphesiz bu bizim eylem üzerindeki veto etme gücümüzün 150 milisaniyeden, spinal motor nöronla rın etkin hale geti rild iği ve gerçekten de eylemi başlattığı bir süreden, daha az bir sürede yerine getirildiği anlamına gelir. Libet ey­ lemde bu veto etme gücünün tüm deneyimine sa hip olduğum uzu ve bunun kend inde bilinçli bir istence yetecek kadar yer ayırdığını dü­ şünmekted ir. Buna rağmen felsefeci Adina Roskies ve d iğerleri bundan daha da öteye giderler. İlginç ve hatta bir biçimde rahatsız edici olsa lar bile Libet'in deneylerinin bilinçli istencin oldukça dar ve yapay bir biçi mde sınırla ndırılmış bir görü nüşüyle ilgilend iğine di kkat çekerler. Örneğin deneydeki deneklerin, bizim normalde düşünüp taşınmayla ilişkilen­ dirdiğim ize benzer herha ngi bir şeyi yapmaları istenmem iştir; yani se­ çeneklerin ve bir eylem dizisi nin veya bir başkasının peşinden gitme nedenlerinin belirgin bir d üzen lemesi. Bir anlamda birisi gerçekten de deneklere basitçe d üğmeye basma isteğini hissettiklerinde bunu bildi rmeleri söylendiğinden Libet'in deneyinin h içbir biçimde bilinçli istence işaret etmediği ni ifade edebilir. Libet'in ölçtüğü şeyin, basitçe bilinçaltındaki bir isteğin farkı ndalığım ı zla ilgili olduğu za man olması tamamıyla m ü m kündür. Eğer olan buysa; bu durumda, ikincil motor

İradenin/İstencin Sınırlı Gücü

135

korteksteki etkinl iğin bil inçli bir biçimde neler olduğunu bilmemizden önce ölçülebilmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktı r. Birinin, diyelim ki, gerçekten de bir engel olduğu nun ve bir kaçınma manevrasıyla meş­ gul olduğunun farkına varmasından önce bir engelden kaçınmak için hızlıca hareket etmesinden hiçbir fa rkı yoktur (bu tü rden diğer örnek­ leri sonraki bölümdeki zo mbi davranışında göreceğiz). Filozofların uzun bir süre boyunca nasıl çal ıştığı hakkı nda bir uzla­ şıya varmaksızı n özgür istenç hakkında konuşuyor olmaları kesinlikle var olan bir durumdur. Buna karşın felsefenin amacının empirik so­ rulara cevap vermek olmadığını, bundan ziyade, d üşü nmemizi açık kılmak olduğu nu hatırlamamız gerekir (bunun için bilime sahibiz ve bunu başarmak adına m ü kemmel bir iş çıkarıyor). Felsefi bir i nceleme bize biraz da olsa ya rd ım eder mi diye bakalım. David Hume bilinen bir biçimde özgür istenci, "istencin belirlenimine göre eyleme ya da eylememe gücü" olara k tanımlar; ya ni özgür istenç göz önünde bulu­ nan a rzulara göre eyleme yetisidir veya Timothy O'Connor'un ortaya koyd uğu gil:>i "bazı a rzuları yerine getirmenin bir aracı olara k bir ey­ lem dizisi seçme yetisidir". Özgür istence dair felsefi ta rtışmala rla yüzleşme soru nu determi­ nizmin meselesidir. Basitçe ortaya koya rsak, soru şudur: Eğer evrende meydana gelen her şey nedensel zoru nlu bağıntı ların (örneğin fiziğin yasaları) bir sonucuysa bu durumda kişi, hem dışsal (çevre) hem de içsel (genetik yapı) etkilerden bağımsız biçimde bir karar verme me­ ka nizması olacak "özgü r" bir istence nasıl sahip olabilir? Bu mesele­ nin özsel olarak üç ceva bı va rd ı r ki filozofları bağdaşırcı/kompatibil ist

(compatibilist), "libertaryan" uyumcular ve determinist uyumcular olarak böler. (Burada geçen "libertarya n" kelimesi nin Amerika n siya­ seti bağlamında sahip old uğu anlamla hiçbir işinin olmadığı n ı ekleye­ lim.)

136

Aristoteles'ten Yanıtlar

Daha spesifik bir biçimde; bağdaşırcılar evrenin deterministik oldu­ ğunu; fakat bunun kend inde özgür iste nci dışla madığı nı düşünü rler. Libertaryan bağdaşırcılar evrenin belirlenmiş olmadığını; zaten böyle olursa özgür istencin dışlanacağını düşünürler. Şimdi evrenin belirlen­ miş mi bel irlenmemiş mi olduğu bilimin ceva playacağı bir sorudur; çünkü o doğası bakı m ı ndan empiriktir ve bilim bu noktada bize olduk­ ça açık bir ceva p verir gibi görün ü r; her ne kadar ne yazık ki tartışmaya yardımcı olan bir cevap olmasa da. Eğer kuantum meka niğinin (şu ana kadar öneri len fizik teori lerinin e n kesini) en güncel yorumları doğruy­ sa bu durumda evren belirlenmiş değildir; çünkü kuantum d üzeyi nde aslında rastgele olayla r (ya ni n edensiz ve tamamen öngörülemeyen) bulunmaktad ı r. Birçok nörobiyolog ve felsefecilerin bazıları, kuantum meka niğinin özgür istenç meselesine bili msel bir cevap sağladığı nı iddia etmek adına bunu değerlendirdiler. Ne yazık ki; bu bir bakıma ayaklık üzerinde yürüme saçmalığıdı r. Kuantuma dayalı olaylar makul bir biçimde beynin kimyasal ve elektriksel süreçlerinin cereyan ettiği daha makroskopik d üzeylerde aniden ortaya çıksa ve bu şekilde ne yaptığı mız etkil iyor olsa da söz konusu olan "rastgele" istence dair bir örnektir, özgür istenç örneği değil . Hiç kimse seçim özgürlüğünü rast­ gele kara r vermeyle ilişkilendirmez, sanki beyi nlerimiz rulet makinesi­ nin seçtiği eylem d izisi her ne ise onunla uyumlu olan bir çarkın rast­ gele döndürüld üğü bir yermiş gibi . Hayı r, bağdaştırıcı olan ve olmaya n ta rtışma hakkında düşünmek için başka bir yola ihtiyacımız var. Libertaryan bağdaştı rıcıların tipik bir örneği, "özgürlüğüm için, öz­ gürlüğün kendisinden başka hiçbir sınır bulunamaz veya eğer tercih ederseniz, özgür olmakta n kesilmek için özgür değil iz" diyen F ra nsız varoluşçu filozof Jean Paul Sartre'd ı r. Belli bir dereceye kadar her ne kadar va roluşçul uğa sem pati d uysam da (radikal özgürlük doktrini ve kişinin yaşamı için birbirini izleyen sorumluluk fikri sarhoş edecek bi­ çimde yetki vericidir), bu basit bir biçimde olmaz. Özgü rlüğümüz için, hem içinde büyüdüğüm üz ve yaşadığımız çevre (kültü rel olduğu ka-

İradenin/İstencin Sınırlı Gücü

137

dar fiziksel) hem de genetik özyapımız nedeniyle bol miktarda sınır vardır. Örneğin, beden lerimizin kimyasal meka n izmasına ait ilinekle­ rin karakterimizi ve davra nışımızı etkilediği ve ne yapacağımıza dair fiziksel sınırlar ortaya koyduğuna dair biyolojiden ve bil işsel bilim ler­ den gelen oldu kça açık kanıtlar va rdı r. Mesela klinik açıdan depresif bir kişi, depresif olmamanın kısıtlamaları olmaksızın· güç bela "seçim ya pabilir" ve yaşam ı n ı karakterize eden eylemler ve ka ra rlar her ne ise onlardan ya lnızca kısmen sorumlu olacaktır. Gerçekten de varo­ luşçuluk, Sır ve "pozitif d üşün me"nin diğer formla rıyla ilişkili olarak gördüğümüz ku rba nı cezaland ı rmaya benzer zararlı zihn iyeti teh like­ ye atmakla oldukça ya kından boy ölçüşür. İkinci tür bağdaştırıcı lık evreni deterministik olarak kabul eder ve özgür istencin olanağını reddeder. Onun belli belirsiz daha zayıf ver­ siyonu, yuka rıda bahsettiğim kua ntum boşluğunu hesaba katar fakat - hakikaten rastgele olan eylemleri koruyarak - her şeyin fiziksel bir nedeni olduğu bir evrenin görünüşüyle ilgili bilgi veren bir bilimin basitçe özgür istencin herha ngi anlamlı bir duyum uyla uzlaştı rılabilir olmayacağını mu hafaza eder. Bunu örneğin, bu kitabı yazmanın ger­ çekte benim seçimim olmadığı, şu ana kadar yaşamım boyunca başı­ ma gelen her şeyin kaçın ı lmaz sonucu o lduğu izler. Şüphesiz ayn ı şey sizin onu okuma ka rarınız için veya yapmaya "karar verdiğimiz" büyük şeylerden (bir kariyer seçmek, evlenmek) en küçük şeylere ( buzdola­ bından bir bira almak için ayağa ka lkmak) kadar geçerlidir. Bu türden bağdaştırıcılığın bariz sonucu, ahlaki soru mluluğun herhangi bir an­ lamlı nosyonunun hatta herha ngi türden bir sorumluluğun dışarıda kalacağıdır. Eğer "siz" gerçekten de yaptığınız şeyi ya pmak adına bir seçime sahip değilseniz bu durumda ne suçla nabilirsiniz ( birinin öl­ dü rülmesinden) ne de layıkıyla övü l ürsünüz (eşinize sadık olmaktan). Bu ka ramsar görüş, d ünyanın sahip olduğu bütünüyle güçlü anlam dahilinde gerçekten bizim olan ka rarlar verdiğimize dair bütün üy­ le güçlü sezgilerimize karşıt işler. Fakat şüphesiz tarih, sağduyu nun

138

Aristoteles'ten Yanıtlar

ca mdan dışarı uçtuğu örneklerle doludur - d ünyanın düz ve evrenin merkezinde olduğuna dair evrensel olara k ka bul edilen eski zaman­ lardaki fikri düşü n ü n . Yine de bağdaştırıcı için bir sorun va rdır: eğer , birisi yüzeyi kazı rsa bağdaştırıcının "özgür; istençle muhtemelen neyi kastettiği artan bir oranda belirsiz hale gelecekti r. Eğer özgür, "neden­ siz" yan i herhangi fiziksel bir fenomenle veya psikolojik bir süreçle bağlantısız olma anlamına gel iyorsa bu durumda kavram, felsefede meydana gelebi lecek en kötü şeyle karşılaşmayı göze alır: tutarsızlık

(incoherence). Eğer özgür, rastgele anlamına gelm iyorsa ve yine de dışsal ve içsel nedenlerden etki lenmemiş olma anlamına geliyorsa, bir bağdaştı rıcı n ı n özgü r istençten ba hsederken ne demek istediğini anlamland ırmak ta m anlamıyla zordur. Ta m olara k böylesi bir büyüsel özellik nereden gelmektedir ve nasıl işleyecektir? Bu bizi, benim kişisel olarak favorim olan kurnaz bir okurun halihazırda haya l ettiği şeye yöneltir: bağdaştırıcılık. Bağdaştı rıcı ey­ lemlerimizin bir nedeni olması gerektiği ve onların fiziksel, biyolojik ve psikoloj ik kısıtlamalar tarafından sınırlandığı veya yön lendirildiği bilgisin i verir. Aynı zamanda bunun özgür istenç türü olduğunu da iddia eder, Daniel Dennett'in ifade ettiği haliyle "istemeye değer". Burada ne sihirl i bir el sallama ne de insan olman ı n gerçekliğinin ba­ sit varoluşçu luk- benzeri bir reddedişi ola mayacak özgür bir istence başvu rmaz. Neredeyse basit bir şekilde, özgür istenç bu a nlamda bil­ giyi göz önünde bulundurma (ispatı mümkü n), onu arzularımıza karşıt olarak dengeleme ve bizim için uygun olan birçok eylem dizisinden belli birini ele a l ma yeteneğimizdir. Şüphesiz arzularımız kendilerinde bizim yetiştiril me tarzı mızın, genetik ya pımızın ve yaşa mdaki dene­ yimlerimizin sonuçlarıdır. Başka türlüsü nasıl olabilir ki? Ve şüphesiz bizim akıl yürütme şeklimiz tüm bu şeyle rin bir sonucudur da. Tekrar­ dan, eğer böyle ol masaydı ne a n lama gelecekti? Dolayısıyla, bağdaştı­ rıcı lık yol açtığı her şeyle birlikte, bizim belli türden biyolojik bir va rl ık olduğum uza dair inka r edilemez gerçeğin farkı ndadır. Buna bağlı ola-

İradenin/İstencin Sınırlı Gücü

139

rak da fikirlerim ize sa hip olduğumuz ve böylece - sınırlar dahilinde - onlardan soru mlu tutulmamız veya onlar için övü lmemiz arası ndaki uzlaşma olara k da ka bul edilmekted ir. Bilime geri dönelim. Bu kitapta tartıştığı mız diğer birçok alanda ol­ duğu gibi, özgür istenç h akkı ndaki tartışma lar bilim ve felsefenin her ikisinin de anlayışımıza katkı sağlayacağına dair mükemmel örnekler olaca klar. Felsefe kavra msal meseleleri çözümlemeye yardım eder; bilim (eğer m ü m kü nse) empirik meseleleri d üzenler. Buna rağmen bilimin düzenleyemediği bazı şeyler de vard ı r, bazı bilim insanları n ı n b u n a karşıt o l a n ya n ı ltıcı beya nlarına rağmen . Örneğin, özgür istenç meselesini ilgilendiren nörobiyolojik makalelerde yinelenen bir tartış­ ma, determinizm fikrinin prensipte beyin sinyallerinin belli bir sın ıfı­ n ı n açıkça rastgele olan bir motif izleyip izlemediği nin kontrol edilme­ si yoluyla teste tabi tutu l ması şekl indedir. Bu kavra msal olarak birçok düzeyde kafa karıştı rıcıdır. Her şeyden önce, herha ngi bir veri dizisi onu üreten nedensel meka nizmayı gerçekten keşfedene kadar rast­ geleymiş gibi görünebilir - ya ni "rastla ntısallık" çoğunl ukla verili bir fenomen hakkındaki cehaletimizi basitçe nasıl etiketlend irdiğimizdir. İkinci olarak, yuka rıda açı kladığım gibi, bazı beyinsel olayları n hakika­ ten rastgele olduğuna dair mantıklı bir şüphenin ötesini gösterebilsek bile bu bize kelimenin herhangi önem li bir anlamı dahilinde özgür is­ tenci kazandırmaz. Dolayısıyla, nörobiyolojinin kesinlikle bu mesele hakkında söyleyeceği çok şey varsa bile, yapa mayacağı bir şey bağ­ daştırıcı olanlarla olmayanlar a rasındaki tartışmayı karara bağlamak­ tır. Nörobiyoloji ve özgür istenç tartışmala rındaki başka bir yaygın hata şudur: eğer bilim bize fenomenin mekanik bir ka bulünü verebil iyor­ sa bu duru mda bilim, özgür istencin gerçekten va r olmad ığını ciddi anlamda sergilemiş de olacaktır - her şey sinirsel patikalarla ilgilid ir. Tekrardan, bu bir filozofta saçma bir iddia olara k etki bırakır. Şüphesiz özgür istenç, her ne kadar tasarlanmış olsa da, belli türden sin irsel

140

Aristoteles'ten Yanıtlar

bir temele sa hip olmak zoru ndadır. Sih irden ba hsetmiyor olduğumuz sürece, insa n la rı n hissettiği ve düşündüğü her şey öyle ya d a böyle beyin lerinde yerleşmiş hale gelecektir. Beyin yok, d uygu veya d üşün­ me yok. Dolayısıyla X fenomeni için bir meka nizma sağlamak h içbir biçi mde bize X'in belli türden bir illüzyon olduğunu söylemez, basitçe X' in nasıl insani deneyimin bir parçası olacağını söyler; çünkü insanlar bir deneyime sa hip olmak için fiziksel bir dayanağa gereksinimi olan biyolojik organizmalardır. Aynı zamanda nörobiyolojik olarak a raştırıla bilecek birçok özgü r is­ tenç kavranımının va r olduğu o rtaya çıkar. Özel olara k, nörobiyologlar a ralarından en azından beş olası lığı ayı rt ederler: 1) motor etkinliğin başlatıcısı olara k özgür istenç, Libet'in deneyindeki şekliyle; 2) "yö­ netici kontrol", bilinçsiz kara rlarımız üzerinde yine de veto hakkımız olduğuna dair Libet'in düşü ncesi; 3) sahiplik duygusu olara k, kendine ait nörolojik bir temeli olduğunu gördü k; 4) niyet olarak, filozofların düşünüp taşın mayla eylem arası ndaki temsili aşama olarak düşündü­ ğü şekliyle ve son olarak 5) karar verme olarak, nesnesine bağlı olarak gerçekte saatler veya günler alan uzun bir sü reç olabilecek şekliyle. Bu durum ta mamen gerçek olan olasılığı yansıtabilir; yani "özgü r is­ tencin" hiç de bili msel bir fenomen olmad ığı, fakat beynin yaptığı bir d izi benzeşmeyen şeye uyguladığımız kapsamlı bir etiket olduğu. Do­ layısıyla; felsefi açık kılmayla bilimsel a raştırma a rasındaki etkileşim deva m eder ...

10. Böl ü m : Her Neyse: Bütün Bunları n Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi

"Akıl yalnızca tutkuların kölesidir ve öyle olmak zorundadır ve asla onlara hizmet etmekten ve uymaktan başka herhangi bir görevi varmış gibi davranamaz." David Hume

Evden çıkmak üzeresiniz; fakat kapıyı açmadan önce şemsiye alıp almamanız gerektiğini d üşün üyorsunuz. Bunu yapmanın mükemme­ len rasyonel bir yolu var: En uygun bilgiye daya nara k yağmur ihtima­ lini değerlendi rrn.ek. Örneğin, dışarıda koyu bulutlar fark ettiğinizi ve birazcı k araştırmanın (mu htemelen i nternetten) etrafta ki bulutları n türünden hareketle size yağmu r yağma şansının %90 olduğunu gös­ terdiği n i farz edel im. Yağmur yağma dığı zaman yine de aynı türden bulutların etrafta olma şansının %30 olduğunu da keşfettiniz ( bun­ ların bütünleyici olaylar olmadığını, dolayısıyla olasılıkların ı n %100e varmadığını fa rk ettiniz). Şemsiye almalı mısın ız? Sezgisel ceva bı n ız muhtemelen 'evet' olaca ktı r ve haklısınızdır. istatiksel teori, olasılık­ ların değerlendirmesini yapmanın uygun formel yolunun iki olasıl ığın ora nının logaritmasını almak olduğunu gösterir: log (90/30) = 0.48. Bu sayı sıfı rda n büyük olduğundan, sahiden de dışarı çıkarken şemsiye­ nizi almanız lazım. Olasılıklar tam tersi şekilde olsaydı, log (30/90)

=

142

Aristoteles'ten Yanıtlar

- 0.48 olacaktı . Bu n egatif bir sayı olduğundan, avantajın aslında yağ­ murdan yana ol madığı nı söyle r; dolayısıyla en iyi bahsiniz şemsiyeyi evde b ı rakmak olacaktır (siz d e ıslanma fobisi olmadığı sürece ki bu durumda yan ı n ı zda her za man bi r şemsiye taşı malısınız). Fakat muhakkak akl ıselim h iç kimse şemsiye almak gibi basit bir karar vermeden önce gerçekten de bu türden veya daha karmaşık hesaplamala rla meşgul olmak istemez. Şaşı raca ksı nız! Montreal Üni­ versitesi, Fizyoloji Bölümünden Paul Cisek, ya kın zamandaki nörobi­ yolojik bir araştırmadaki ilginç bir bulguyu açıklamak için bir örnek oluşturdu : öyle görünüyor ki beyniniz özellikle bu tü rden hesa plama­ larda uzman laşan nöronlara sahiptir, neler old uğu nun bilinçli bir bi­ çimde fa rkı nda olmamanız dışında. Sanki içinizdeki bir zombi işleyişi­ nizi ve kararlarınızı d enetliyormuş gibi ve "siz" ( bil inçli benliğiniz (self) anlamında) neler olduğunu ya l nızca bu gerçekten sonra fark etti niz. Cisek'in üzerine yorum yaptığı çalışma, T. Ya ng ve M . N . Shadlen tarafından 2007 yılında Nature dergisinde yayı nlandı. Bu çalışma in­ sanlar yerine maymunlar üzerinde yürütülmüştü ve yağm urun yağıp yağmayacağını belirten belirli bu lutları gözlemleme olası lığına dair bilginizle tam anlamıyla a naloj ik olan, hayvanların sembolik bi lgi­ yi nasıl yorumladığıyla baş etmesi gerektiği üzerineydi. Maymunlar iki hedefe ma ruz bırakıldılar (d iyelim ki, yeşil ve kırmızı bir hedefe), bunlardan biri ödülle ilişkilendirilm işti . Hayva nlar hangi hedefi seçe­ ceklerini, verili bir ödülün olasılıklı yordayıcısı olan geometrik figü rle­ rin şeki llerinde bulunan ipuçlarına daya nacak şeki lde ta hmin etmek zorundaydılar. Ö rneğin bir üçgen, kırm ızı hedefin doğru old uğu (ya ni ödülle ilişkilendirilmiş olara k) ö rneklerin ya lnızca %Sinde görünmek­ teyd i; fakat durumların %50sinde ödülü getiren yeşil hedefti. Eğer maymunlar filozofların olasılıklı çıkarsama olara k adlandırdıkları şeye yetili olsa lardı üçgenlere, yeşil hedeflerin göstergesi olan şeyler gö­ züyle bakacaklard ı. Gerçekte d u rumun bu olması dışında araştırmacı­ lar daha ka rmaşık i puçla rının verild iği durumlarda maym unların sa n ki

Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi

143

olası oranın logaritması şeklindeki kavramı uygu ladıklarını da göster­ diler ki bu logaritma tı pkı bizim yuka rıda ka pıdan çıkmak üzereyken şemsiye alıp almamaya karar verirken kullandığı mız gibidir. Ama maym unlar logaritmalar hakkında bir şey bilmezler. Olasıl ıklı çıkarsa manın a rdı ndaki teori şöyle dursun, gerçekte birçok insan lo­ garitmayı bilmez veya anlamaz ise o zaman bu nasıl mümkün olabilir? Çünkü bilinçli farkı nda lığınız olma ksızın beyin her şeyi sizin için (ve maym un için) ya par. Ya ng ve Shadlen özel türden nöronların etkinli­ ğiyle (LIP adı verilen, lateral intraparietal bölge, beyn in bu nöronları barındırd ığı yer) deney sırasında sağlanan ipuçlarının olası ora n ı n ı n logaritması arasında oldukça sıkı b i r korelasyon vard ı r. Ya ni, loga rit­ manın değeri yükseldikçe LIP nöronlarının etkinliği güçlenir, sa n ki maymunlar beyinlerinin içinde yerleşik çı karsamalı bir hesap makine­ sine sahiplermiş gibi ki bu makine onlara eldeki veriyi en etkili biçim­ de kullanma ve ödülü elde etmemekten çok birden fazla sayıda elde etme izni verir. Bir yere kadar, hepimiz bir "zombi anının" bir anda veya başka za­ man fa rkına varırız. H ızla gelen bir topa saatte 90 mil hızla vura n bir beyzbol top vurucusunun ona beyzbol sopasını nereden ve ne za man sallamasını söyleyecek karmaşık bir diferansiyel denklemi çözmek için zamanı yoktur. Ve yine de bilinçli girdiler olmaksızın beyni onun için hesaplama ları yapıyor gözükür. Aslında eğer bilinçlilik, beyzbol oyu­ nuna girseydi halihazırda olduğundan daha yavaş bir spor olacaktı çünkü bilinçliliğin bedeni sallama moduna sokması yüzlerce milisa­ niyeyi a lacaktı r. Eskiden Brooklyn köprüsüne yakın bir yerde yaşardım, Brooklyn tarafı nda. Apa rtmanıma ulaşmamda n önce çoğu nl ukla çiftl i olan bir trafi k ışığı n ı geçmem gerekirdi. Bana göre en uzakta olan ışıkla r ya­ yalar için ya kın olanlardan önce her zaman yeşil olurdu ( neden diye sormayın, bunun köprü nün girişindeki çapraşık trafik düzen iyle bir

144

Aristoteles'ten Yanıtlar

alakası olmalıyd ı ) . Bu, güvenli bir biçimde karşıdan karşıya geçmeden önce ikinci ışığın yeşile dönmesini beklemek zoru nda olmam anlamı­ na gelir. Yine de çoğunlukla kendimi bir ayağımı kaldırımın aşağısına sarkıtmış olara k yakalardım; san ki içsel bir oto pilot ilk ışığın yeşil ol­ duğu nu görm üş ve otomatik biçimde (gerçi bu durumda hata lı şekil­ de) yeşili "geç"le eşitlemiştir. Çoğu kez zaman lamadaki bu hatalı (potansiyel olara k oldukça teh­ l ikeli) ka rarı n bilincine varmışı mdır, ayağımı daha ileri gitmekten alı­ koya rak ve sakin bir biçimde ka rşıya geçmeden önce ikinci ışığın da yeşil ya nmasın ı bekleyerek. Bu Libet'in, m eşhur 1983 deneyinden (9. Bölüm) yıllar sonra geliştirdiği görüşlerinden birini örnekler: belki de bilincin rolü daima eleme ve ka rar vermeyle uğraşmak değildir. Çünkü bunu yapmak için çoğu pratik konumda fazlasıyla etkisiz ka lacaktı r; bundan ziyade bilincin yaptığı şey içteki zombi nin etkinliklerini izle­ mek ve nadiren bir veto uygulamak ya da zom binin hızlı ve bazen ku­ surlu kara rları n ı geliştirmek için eylem leri yeniden yönlendirmektir. O halde bizim oto pi lot zombi özellikle iş, beyzbol topuna vurmak ya da yağmurun yağma şansını hesaplamak gibi karmaşık işlemlere gelindiğinde oldukça yararlı olabil ir. Sorun şudur ki, karar vermenin bi­ li nçaltı mekan izmaları hakkında ne kadar fazla şey öğrenirsek farkında olmaksızın başkaları tarafı ndan o kadar kolaylıkla manipüle edilebili­ riz. Bu fenomenin örnekleriyle, ateşleme (priming) denilen, sosyal gü­ venlik numaranızın ileri ha nelerini düşün menizin sizi verili bir öğeye karşı daha eğilimli yapığını gösteren deneyin hikayesini anlattığım 6. Bölümde karşılaşm ıştık veya bir iş görüşmesi nin (ya da buluşmanın) çıktısının birinin sıcak veya soğuk içecek taşıyıp taşımadığı ndan etki­ lendiğini fark etmemizde gördüğümüz örnek (biçimde bu luştuğumuz kişi veya görüşmeyi ya pan doğru ltusundaki görece "soğuk" ve "sıcak" reaksiyon yaratma).

Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi

145

Ka ra r vermelerimizin birçoğunun bilginin bilinçaltı sürecinde yapıl­ dığıyla hatta d üşünd üğümüz zaman bunu bilinçli bir şekilde yaptığı­ mızla ilgili doğrudan nörobiyolojik ka nıt vardır. 2007 Mayıs ayında Bi­ lim (Science) dergisinde yayınlanan bir deneyde, bir grup nörobil imci bir video oyunun oyuncuları n ı n beyinlerini taramışlardır. Katılımcılar­ dan ekranda bazı para birimlerinin resmini gördüklerinde bir tutacağı sıkmaları istenmiştir, para biriminin değeri yükseldikçe (ya ni pou nd veya bir peni) daha sıkı tutacaklar. Deney için ilginç olan numara, bazı resimler bilinçli bir şeki lde kaydedilmeye yetecek kadar görünü rken diğerleri hızlıca ekranda ya nıp sönmekteydi ve yalnızca bil inçaltı dü­ zeyde algılanmaktaydılar. Buna rağmen her iki d urumda d a denekler tutacağı sıktıklarında beynin aynı bölgesi etkin hale gelmiştir: ventral

pallidus. Bu şaşırtıcıd ı r; çünkü evrimsel olara k oldukça a ntik olan bir beyin bölgesidir ve bilinçli d üşünmede içeril mez. İma edilen hem bi­ linça ltı düzeydeki reaksiyon hem de bilinçli resimlemeye a lt-bilinçsel bir şekilde karar verildiğidir: Prefrontal korteks, bilinçli düşünmenin meydana çıktığı yer, ta m an lamıyla, en son bilendir. İnsan zihninin birçok bileşeni olduğu fikri, onları bazen karşıtlığa düşüren yarı-bağımsız bir şekilde işleyen bileşenler, şüphesiz hiç de yeni bir şey değildir. 1920 yılında Freud, üç-parçalı zihin a n layışını, id, ego ve süper-ego olara k ta nımlanan pa rça ları sunduğu "Haz İ l kesinin Gerisinde" (Beyond the Pleasure Principle) başl ıklı bir m a ka le yayın­ ladı. Freud için id, d uygusal güdülerin yeridir; özellikle, a m a, ya lnızca olmamak üzere cinsel olanların. Süper-ego, bilinçli ve şekil lendirilmiş sosya l normları temsil eder. Ego - eğer dilerseniz bilincimiz denilen şey - diğer ikisi a rasındaki a racıd ı r, dışsal gerçeklik tarafından empoze edilen kısıtlamalara a racılık eder. Freud'un fikirleri nin empirik nörobi­ yolojik temeli yoktu (ve günümüzdeki a raştı rma lar, bilinçli ve bilinçsiz ald ı rış etme arasındaki ilişkinin daha karmaşık bir res m i n i gösterir) ama bunun yerine şaşırtı cı bir biçimde felsefede köklenm işti r.

146

Aristoteles'ten Yanıtlar

Belki de zihne ait çoğul etkileşim hal indeki kısımlar yoluyla ortaya konan en antik teori Platon'un Phaidon ve Devlet diyalogla rında sun­ duğu şekliyle "ruh" kavramıdır. İki diyalog aslında teori nin iki versiyo­ nunu sunar; a ma ben kısaca Devlet'te açık seçik ifade edilmiş olanı tartışacağım; çünkü bu daha olgun bir versiyondur ve ta rtışmamız için uygun olandır. Platon'un Devlet'teki a macı, adının önerdiği gibi, ger­ çekte insan zihninin nasıl çalıştığını incelemek değildir; fakat bundan ziyade ideal bir devleti nasıl kuracağımız sorusunun peşinden gitmek­ tir. Yine de bir noktada Grek filozof devlet ile bireysel insan arası n­ da, adil bir devletin tamamlayıcı parçalarının uyumlu dengesi yoluyla müm kün olduğunu; tıpkı mutl u bir insa nın ruhunun bileşenleri a ra­ sındaki dengenin sonucu olması gibi, bir paralellik çizer. Böylece bir devleti adil yapa nın ne olduğu n a dair sonuçlar çıkarmak için dengeli bir ruh için ne yapılması gerektiğine dair a na lizi az çok tuhaf bir fikir­ dir. Antik Yunan'da "ruh" kavra m ı çeşitli ve karmaşıktı ve zoru nlu bir biçimde ölümden sonra yaşamak fikri ni barındı rmazdı (Platon için barındırsa da öğrencisi Aristoteles için bu geçerli değildi). Ama tar­ tışmamızın a maçları adına Platon'un hakkında konuştuğu ruhu bizim (kimi zaman eşit oranda bulanık olan) zihin üzerine olan görüşümüzle kabaca eşitleyebil iriz. Platon için ruh/zihin işta hsa! bir kısma, spritüel bir kısma ve rasyonel bir kısma sahipti. İştahsa! bi leşen, açlık, susuzluk ve cinsellik gibi temel içgüdülerin tatmin iyle ilgilidir. Bu anlamda iş­ tahsa! ruh doğrudan Freud'un idi ile analojiktir. Spritüel kısım kendini korumayla ilgilenir ve ayn ı zamanda cesa retin (olumlu tarafta) ve öfke ya da kıska nçlığın (olu msuz tarafta) kaynağıdı r. Adının ima ettiği gibi rasyonel kısım bi lgeliğin ve daha yüksek seviyeden düşünmenin evidir ve hakikat meseleleriyle i lgilen ir. Bir ta rafta spritüel ve rasyonel kısım­ lar diğer tarafta Freud'un ego ve süper-egosu arasındaki ana loji biraz daha az belirgindir; gerçi paralellik o kadar zoraki olmasa da.

Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? içinizdeki Zombi

147

Buna rağmen Platon'un ruh görüşünü ele almanın ilgi çekici olma­ sının sebebi, onun üç kısımlıl ıkla ilgili detaylarında bulun maz; fakat çeşitli bileşenlerin sıklıkla birbirleriyle karşıtlık içinde olması ve arala­ rında bir önem hiyerarşisinin olduğu fikrinde bulunur. Platon için iyi bir yaşam yalnızca ruhun kısımlarının mütekabiliyetiyle (equilibrium) mümkünken bu müteka biliyet kesinlikle bir demokrasi değildir (ve şa­ şırtıcı ol mayan bir biçimde ne de Devlet'te sonuna kadar savunduğu ideal devlettir). Bunun yerine Platon için rasyonel ruh başta bulun­ malı ve iştahsa! kısmı kontrol altında tutmalı ve bunun içinde spritüel olandan ya rdı m almalıd ı r. Platon'a ait analoji, siyah bir atın işta hsa! ruhu temsil ettiği ve daha soylu olan beyaz at (spritüel ruh) tarafından ya ndan kuşatılan ve her ikisi nin de sürücü n ü n (rasyonel ruh) haşi n buyruğu altında olduğu bir at a rabası yoluyla yapılmaktadır. Dolayı­ sıyla; bu du rumda - eğer çarpıcı bir biçimde sunul ursa - dengeli bir insanı meydana getirenin ne olduğuyla ilgili felsefi bir teoriye sa hibiz: kişinin yaşamı için bir reh bere benzeyen aklın tutkuları ekip biçtiği bir teoridir. Modern terimlerle, eğer Platon'un teorisine dair yorumu m u­ zu biraz daha esnetirsek, filozof bilinçli d üşünmenin, bilinçaltı içgüdü­ leri kontrol altına alması ve yönlendi rmesi gerektiğini ifade edecekti r. Buna rağmen ve görd üğümüz üzere; her ne kadar daha yüksek beyin ­ sel işlevleri içim izdeki zombiye karşı veto etme gücü için b i r yer varsa bile, diğer anlatımın tam tersine, sürücüye yol gösteren Platon'un at­ larıym ış gibi görün meye başlar. Ayrıca belki bu ilişki şekli hiç de kötü bir şey olmayabilir. Başka et­ kileyici bir filozof olan David Hume (Platon'dan 20 yüzyıl sonra yaza n ) kartla rı tersi ne çevirir ve yalnızca "a kıl tek başına asla istencin herhan­ gi bir eyleminin gerekçesi olamaz" diye iddia etmez. Fakat en bilinen şekliyle "akıl yaln ızca tutkuların kölesidir ve öyle olmak zorundadır ve asla onlara uymaktan ve h izmet etmekten başka bir görevi va rmış gibi davra nmamalıdı r" der. Hume irrasyonelliğin hiçbir biçimde savunucu­ su değild ir. Asl ında Akim Çağı/Akıl Çağı denilen Ayd ı nlanmanın Fra n -

148

Aristoteles'ten Yanıtlar

sız felsefeci leriyle a rkadaştır ve ahlak, politika ve bilim üzerine olan iyi tartışıl mış seçkin yazıla rıyla hatırlanmaktadır. O ha lde, H ume'un aklın ya lnızca tutkuların kölesi olduğu ve (doğrusu) böyle olması gerektiği­ ni söyl emekle kastettiği ne olabilir ki? H u me insan doğası n ı n hevesli bir gözlemcisiydi ve motivasyona sahip olduğumuz için bir şeyler yap­ tığımızı fark etti; fakat bu motivasyonlar akıldan değil "tutkula rdan" geliyordu (yani duygusal güd ü ler) . Benim bunu bilgisayar klavyemde yazdığı m ı, sanda lyemden kalktığım ı, buzdolabına gittiği mi, ka pısını açtığımı, bir bardak su aldığım ı ve içtiğimi varsayın. Bütün bunla rı aklım bana öyle söylediği için yapma dım, eğer ya pmasayd ım eninde son unda susuz kalacağım, konsa ntrasyonumu kaybedeceğim ve muh­ temelen susuzl u ktan öleceğim için yaptı m. Yaptı m; çünkü susamıştım ya ni beynim ta rafı ndan kaydedilen ve içsel zombim ta rafından eyle­ m em için veri len karar nedeniyle bir susuzluk hissi duyd u m - bilinçli rasyonel karar vermeye başvurmaya h iç gerek yok. Hume bu ilkeyi ya lnızca yukarıdaki küçük örneğime benzer apaçık örneklere değil, neredeyse i nsanlar olarak yaptığımız herhangi bir şeyin sonucun u d a uygular. Ortaya koyd uğu şekliyle: '"pa rmağımı kaşı mamda nsa tüm dünyan ı n yok olmasını tercih etmek akla karşıt değildir. 'Bana ta mamıyla ya bancı olan bir insa n ı n ... en azı ndan tedir­ ginliğini engel lemektense kendim için topyekun yıkımı seçmem a kla karşıt değildir.' 'daha az iyi old uğunu bildiğimi en iyiye tercih etmem ve ikincisindense ilkinden daha fazla hevesli bir biçimde etkilenmem akla ne kadar d a az aykı rıdır."' Her ne kadar H ume'un görüşleri man­ tığa aykırı olsa ve Platon'da kökenlerini bulan ve günümüzde hala de­ vam eden uzun bir felsefi geleneğe tamamen karşıt bir yönde gitse bile, modern nörobiyoloji a klı, a rzularımıza ulaşmak için görevlendi­ rilmiş bir araç, bu arzu ları açığa çıka ra n temel kaynağı serebral kor­ teksten daha aşağıda bir şey olara k betim lediğinde Hume'u temize çıkarır görünür.

Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi

149

Hume bir adım daha ileriye gitti ve .bilinen biçimiyle ahlakın man­ tıksa l bir argüman yol uyla gelmediğin i (yeniden, daha önce ve şimdi­ ye dek çoğu filozofun iddia ettiğinin a ksine), bundan ziyade bizim d uy­ gusa l reaksiyonlarımızın bir çıktısı olduğu n u ileri sürdü. Bir örneği ele alalı m : Günümüzde çoğu insan köleliğin nahoş ve ahlaki açıdan yanlış bir şey olduğunu hisseder ki şüphesiz insanlık tarihi boyunca d u rum bu değildi. Şi mdi, gerçekte birisi rasyonel bir perspektiften köleliğin ya nlış olduğu n u göstermek için mantıksal bir argüman inşa edebilir. Ama böylesi bir a rgüman kendi lerinde rasyonel temel bakı mından savun ulması kolay olan belli öncüllere daya n malıdır. Mesela birisi, başka insanların özgürl üğü n ü sınırla manın veya birinin, başkalarının kendisi üzerinde güç uygulamasın ı istemiyorsa, başkaları üzerinde güç uygu lamasının ya n l ış olduğunu söyleyebilir. Yine de, köleliğin varsa­ yımsal savun ucusu kendi mantığı içerisinde böylesi argümanlara karşı koya bilir: Bazı insa n ların özgü rlüklerini sınırlamak rasyoneldir; böyle­ ce daha güçlü ve daha müreffeh bir toplum i n.şa edilebi lir veya eğer onlar üzerine empoze etmek için kuvvette sahipsek kendi buyrukla­ rı mıza uymaları için onları zorlamamız ka bul edilebilirdir. Ve da hası; kölelik lehindeki argü manları ikna edici bulmaya bilirsiniz (Kesin l ikle bulmamanızı u m ut ediyoru m ! ) fakat mesele, birinin rasyonel biçim­ de ta rtışma nın her iki ta rafı na da itiraz edeb ilmesi ve mutlak biçimde ahlaki duygumuzun kölelikle ilgili ne hissettiğim izden, duyguyu belir­ leyen değil, ayrı ntılarına giren argü manların çıkarsa nabilir olmasıdır. Kitapta (4. Bölümde) a hlakın, ilk olara k atalarımızın içgüdülerinde (ve bundan dolayı d uygusal reaksiyonlarında) şekillenen evrimsel bir süreçten geldiğiyle karşı laşmıştık ve bu anlamda yalnızca daha son­ raları bizim modern insan toplul uklarımızın karmaşık pratiklerine doğru gelişm iştir. Açıkça H ume evrim hakkında d üşünmemektedir (Darwin'den önce yazmıştır); fakat büyük olasıl ıkla yine de bu fikir­ den hoşlanmış olurd u . Gerçekte bil işsel bilim üzeri ne olan modern araştı rmaların bir başka etkileyici örneği felsefi kavramlara ışık tutar

150

Aristoteles'ten Yanıtlar

ve H um e bi r kez daha onun ta rafından akla nmış çıkar. Şu bat 2009'da H .A. Chapma n, D.A. Kim, J.M. Susskind ve A.K. Anderson tarafından yayınlanan bir çalışma, gerçekte temel insani d uygu larla bizim daha sofistike ahlaki ya rgılamamız a rasında derin bir bağlantı olduğunu göstererek fiziksel iğrenmeyle a h laki hoşnutsuzl uk a rası nda şaşırtıcı bir bağlantı bulm uştur. Yaza rlar kötü bir tat veya hastalık nedeniyle meydana gelen iğrenmenin ifade edilmesinde içerilen i l ksel bir kasın ayn ı zama nda a h laki iğrenmeyi deneyimlediğimiz za manda, örneğin haksızl ığa uğrandığında, etki nleştiğini gösterdiler. Bu "oralden mora­ le/ahlaka" denilen hipotez yine de birazcık spekülatiftir; fakat evrim­ sel teori nin a n a htar öngörü lerinden biriyle mutabıktır: evrim daha önce var olmuş olan meka n izmaların ve ya pıların üzerine inşa edilir ve onları yeni işlevler için "geri dönüştü rür". Bu aşamada, birçok me­ meli için ortak olan primordial ceva p, keskin yiyeceklerin deneyimi için duyu lan iğrenmenin bir reaksiyonudur ki bu yiyecekler çoğunluk­ la doğada zeh i rli olara k bulunurlar. İddia, ahla ki reaksiyonların evri­ minin iğrenmeye dair daha önce va r olan "oral" rotayı üyeliğe seçme­ si ve biyolojik bakımdan daha tehlikeli olan ka rmaşık (ve bu yüzden a hlaki olarak mekru h/yasak) d avranışların reddedilmesini ifade eden aynı beyin ve kas d üzeneği ni kullanmak yoluyla çabuklaştığıdır. Bu durumda son adım, iğrenmenin a hlaki bakı mdan daha bile "yüksek" seviyelerinin, adaletsiz davra n ış ve ayırt etme yoluyla elenen şeylerin seviyesi gibi (d iyelim ki, finansal bir işlemde paranın üstünün eksi k veri lmesi), ifadesi için aynı fizyolojik mekanizmayı yeniden seçmek olacaktır. Bilinçli akıl yürütmeyle duygusal dürtü arasındaki ilişki ki Platon'un rasyonel ben liğimiz (sel/) tarafı ndan denetlen mesi gereken ve bunun yerine H u me'un tutku larımız tarafından kontrol edildiği sonucuna va r­ d ığı ilişki, insanların patolojik olara k dürtü lerine yenik d üştükleri du-­ rumlarda istenen sonucu vermeyebilir. Amerika lı la rın ya klaşık olara k %9unun, öyle görünüyor ki, onları yaşa mla rı hakkında muhtemelen

Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi

ısı

pişman olaca kları, gelecekleri için pla nlamada soru n yaratan veya ilaç ve a l kol istismarı gibi yıkıcı davranışlarla meşgul olmayla ilgili alelacele kara rlar vermeye yönelten mecburi davranışlarla sorunla rı va rdır. Nörobiyologlar dürtü-baskılaması n ı n, dorsal anteriyör singulat olarak bilinen beynin prefrontal korteks bölgesinde yerleştiğini bil­ mektedirler. Bunu, beynin frenleme sistemi olara k düşünebilirsiniz ve ilginçti r ki ergenliğin sonuna kadar ta m anlamıyla olgunlaşmaz - bilim insan la rın gençlerdeki "risk alma" davranışı olarak adlandırd ı kları şeyi açıklama doğrultusunda uzun ömürlü olabilir. İlginç biçimde darsa/

anteriyör singulatı n işini yapma yeteneğin i etkileyen genetik etki­ ler vard ır. Mesela, MAO-Ayı hatırlarsak, (3. Bölümde) Jim Fallon'un hikayesini incelerken ka rşılaştığımız psikopatolojiyle ilişkilendirilen gen ... Beynin, (ne kadar aç veya ne kadar sinirli olduğu muzu da içe­ ren), duygu durumumuzu etkileyen bir sinir taşıyıcısı olan seratonin seviyesini indirgeyen bir enzim ü retir. MAO-A n ı n değişik bir biçimi aşırı dürtüsel davra n ışla ilişki lendirilmiştir bu da nörobilimcileri de­ neklere, dürtüsel kara rlar verme eği lim lerini ölçen bir video oyu nu oynamakla meşgulken "yüksek riskli" ve normal gen versiyonlarına sahip olanlarına beyin taraması uygu lamaya yöneltir. İlgi çekici bir biçimde, MAO-An ı n yüksek riskli va ryantı na sahip olan insanlar aynı zamanda dürtüsel davra nışı kontrol altında tutan tam olara k benzer darsa/ anteriyör singulatta düşük dereceden etki nlik sergilerler. Üstelik soru n bütün genlerimiz değildir, bundan çok uza ktır. Dolayı­ sıyla beynin frenlerini boşa a l mayla ya ni duygusal dürtülere karşı ko­ ya mamak ilgili etkinin ta m benzeri dışsal veya çevresel koşu llar, stres veya alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ta rafı ndan da meydana gelebilir ki ya l nızca bazı ları üzerinde ( kısmi) kontrol sağlayabiliriz. Bir sonraki dönemeç bilimsel olarak ilgi çekicidir; fakat onu insanlara yardım et­ mede daha da zor hale getiren bilim insanları n ı n "gen-çevre etkileşi-

152

Aristoteles'ten Yanıtlar

mi" dedikleri şeyi ü reten genetik şeylere birden çok şeki lde tesir eden dışsal koşul lard ı r. Tü m bu ka rmaşadan sonra, şimdiye dek yaşamları­ mızdan gerçekte n ne kadar sorumlu olduğumuz hakkında bir miktar tevazu kazanmış olma lıyız, en azından bu, "biz" le bilinçli benimizi kas­ tetmem ize rağmen vardır. O ha lde; bir sonraki bölümde iş, duygusal yaşa m ımızın daha anlamlı ve hayati bileşenlerini (aşk) ele almaya gel­ diğinde, bilinç vs. bilinçdışı bölgede işlerin özellikle d üzensiz olduğu n u görecek olmamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktı r.

• DÖRDÜ NCÜ KISIM

S EVG i

.

VE DOST LUK/A R KA DAŞLIK

1 1 . Böl ü m : Sevginin Enzimleri/Hormonlar1

"Yer çekimi insanların birbirlerine ôşık olmalarından sorumlu değildir." Albert Einstein

Platon, Sokrates'ten ( ! ) cinsellikle ilgili tavsiyeler aldığım ız, sevgi­ nin çeşitli biçim leri üzerine bir ka rşılıklı konuşmayı içeren Şölen adlı eserinde Aşk Tan rısı'nın sürekli bir ihtiyaç içinde olduğunu yazar. Fi lo­ zoflar ve ebetteki romancılar ile şairler yaşamımızı büyük ölçüde etki­ leyen bu temel d uygu olan aşk konusunda birkaç yüzyıl boyunca yazıp çizm işlerdir. Ancak gerçekte bizim türüm üzde aşk evrensel bir du rum olduğu ve onun hakkında beynimizdeki hangi ya pının bunu mümkün kıldığını sorabileceğimiz bir duygu olduğu için onun evrimsel kökenini merak edebiliriz ki bu da halen çok taze ve halihazırd a tartışmalı aşk bilimine bir giriş yaptığım ıza işa ret ediyor. İnsan nasıl olur da başkalarına deli gibi görünmeden ve ne olup bittiği nin herha ngi bir a nlamda özü nü a n layamadan aşk gibi insana ait ka rmaşık bir duyguyu bilim insanının m ikroskobu altına koyma dü­ şüncesi nden zevk alabilir ki? Acemilere bunu göstermek için, kokmuş tişörtleri kullanabiliriz. 1995'te Claus Wedekind ve İsviçre'de Bern Ün iversitesi'ndeki orta kları, insanın d işisinin belli koku ları olan erkeğe yönelik açıkça terci hleri olduğunu ileri koydukları ve şu a nda Kraliyet

Sevginin Enzimleri/Hormonları

155

Cemiyeti Bildiri Kitaplan nda gayet büyük ünü bulunan bir makale '

yayı nladılar. Araştırmacılar basit bir kurallar d izisi kullandılar. Belli bir sayıd aki erkeğe birkaç gece aynı tişörtü giymelerini söylediler; daha sonra bir grup kadına tişörtleri koklamalarını ve a ld ıkları kokuyu cinsel çekicilik derecesine göre derecelendirmelerini istediler. Bu iş sanki bir dizi bilim insa n ı aklını peynir ekmekle yemiş gibi dursa da, bu deneyde bir mantık va rd ı : Wedekind ve meslektaşları diğer memeli lerin ( örne­ ğin farenin) olası eşler için kokusal tercih ler belirttiğini ve bunun ne­ deninin bir kişi nin taşıd ığı koku nun BDUK'de ( Büyük Doku Uygunluk Kompleksi) taşıdığı gen lerle bir ilgisinin bulunmasından ileri geldiğini biliyorlardı ki bu kompleks bağışı klık tepki sisteminin önemli bir mo­ leküler aracıd ı r ve vücud umuz bu yolla dışarıdan gelen mi kropların saldırılarına karşı kendisin i savu nabilirDolayısıyla bu İsveçli bilim insanları BDUK moleküler belirteçleri için deneyleri nde hem erkekleri hem kad ınla rı derecelendirdiler ve daha sonra kad ı nların tişört kokusuna dair tercih lerine ilişkin verileri karşı laştırdılar. Sonuçlar hayret uyandırıyordu. İ nsanlar fareler gibi ha­ reket ediyor ve insanın d işisi kendilerin farklı B D U K genleri taşıyan er­ keklere karşı önemli ölçüde güçlü bir tercih ku llan ıyord u. Bu evrimsel bir açıdan tamamen mantıklı; çünkü BDUK gen leri fa rklı olan insan­ lar çiftleştiklerinde yavruları büyük doku uygunluk komplekslerinde daha fazla genetik değişkenler barındırıyorlar ki bu d a bera berinde o yavru nun enfeksiyon sonrasında hayatta ka lma şansı nı arttı rıyor (bu cephaneliğinizde çok çeşitli savu nma silahlarına sahip olmanıza ben­ ziyor; dolayısıyla d üşman bir silahınızı imha etse bile her zaman için bir başkasını devreye sokabil irisiniz). Bu evrimsel bir ta hminin nası l (ebeveynler yavrularında bağışıklık tepki ya pılarındaki genetik çeşitleri artırmaya çalışmalıdır), halihazırda hayvanların ( fa relerin ) ya pılarında bulunan, ken dim izinki gibi başka türlü ka rmaşık ya pılarda davra nışı tahmin etmeye yaradığı na dair kafa karıştıran bir örnek. Bir daha birisiyle buluşmaya gittiğinizde müstak-

156

Aristoteles'ten Yanıtlar

bel sevgili nizi koklamak için ona olabildiği nce ya klaşmanız ve ne gibi bir tepki a ld ığınızı görmek iyi olacaktır. (Ta bi ki, ana a m acınızı n sağlık­ l ı çocukla ra sahip olmak olduğunuzu varsayarak; yok eğer sizi m utlu edecek bir eş ara m a gibi daha gizemli amaçlar edindiyseniz işler çok daha karmaşık bir hal alır. ) Yin e d e benden size bir uyarı: Wedekind ve meslektaşları kadınların fa rkl ı BDUK'leri olan erkekler a rası ndan ayrım yapabilme yetilerinin doğum kontrol hapları kullandıkları za­ man ortadan kalktığını buldular. Öyle görün üyor ki, bir şekilde ilacın kadınların enzim dengesini değiştirmesi belli kokuları alma yetisine müdahale ed iyor; dolayısıyla d a BDU K'ya bağlı bir tercih öne sürme­ sini olanaksız hale geti riyor. Bu yüzden, yapılabilecek en iyi şey bir buluşmaya kimyasal engelleyiciler (sadece haplar değil, parfümler de) olmadan gitmek gibi görünüyor ve büyük ihtimalle daha sonra birkaç günlüğüne hiç yıka n mamak ... Elbette aşk kokular ve enzimler gibi basit şeylere indirgenemez; her ne kadar BDUK ile ilgili çalışmalar insanlar a rasındaki "kimyasal çekim" düşüncesine ta mamıyla yen i bir anlam yüklemiş olsa da. Buna bağlı olara k, filozofla r en azı ndan Platon'dan beri, aşk d üşüncesin i ve onun insan ilişkilerinde ne anlama geldiğini tartışa gelmişlerdir. Antik Yu nanlılar üç değişik aşk biçimi saptamışlardır ki bunlar eros, philia ve agape'dir. Eros, tabiki, büyük ölçüde cinsel çekicilikle a la kalı olan, bu­ gün bizim erotik aşk dediğimiz şeydir. Sokrates'e göre, eros "eksik"ti; çünkü sürekli bir tatminsizliği barındırıyordu ve bir başkasına karşı duyulan a rayış a ncak geçici olarak tatm in edilebilirdi ( her ne kadar bunun neden böyle olduğu ve beynimizin bunu birkaç dakikada n asıl hallettiğine dair daha çok ayrıntı bulunsa da ). Phi/ia i htiyaç halinde olduğum uzda ya d a diğer insa nlarla birl i kte olmak isted iğimizde ve Aristoteles'e göre ebeveynlere ve çocuklara, ömür boyu arkadaşları­ m ıza ve fakat aynı zamanda iş sözleşmelerine ve politik işbirliklerine de karşı duyumsadığımız bir aşk çeşididir. Bu son aşk biçimi, agape, bir anlamda ka rşıl ıksız h issettiğimiz ve yolun sonunun kişisel adamaya

Sevginin Enzimleri/Hormonları

157

vardığı; örneğin tanrılara (eğer inan ıyorsanız) fakat aynı zamanda bir eşe ya d a ya kın aile bireyine (bu a nlamda philia kavra mıyla çakışan) ve hatta gerçek ya da bilim sevgisi gibi bir düşünceye ya da a rayışa karşı duyulan en saf aşk biçimiydi . Çağdaş filozoflar halen aşkın ne olduğunu tartışıyorlar v e belki kısmen kapsayıcı şekilde, Antiklerin tanımlamalarından ciddi şekilde ayrılan aşk kavra mları öne sürmüşlerd i r. Çağdaş felsefede aşkın dört şekildeki kavra nımı aşkı n bir duygu olarak, "güçlü bir ilgi", bir birleşme ve diğer kişiyi önemseme olarak önüm üze gel i r. Güçlü bir ilgi mese­ lesiyle başlayalım. Aşkı bu şeki lde hayal etmenin temel özelliği baş­ kasının iyiliğini, kendimiz ondan bir yarar sağlayacağımız için değil, (belki de fark etmişsinizdir, bu, Antik Yu nanlıların agape düşüncesini hatırlatıyor) o kişi adına kendimizi hiç d üşünmeden düşünmektir. G . Taylor'ı n kuru v e resmi ifadeleriyle beli rtmek gerekirse: Eğer x y'i seviyorsa o halde x bundan bir yarar sağla mak ister ve y'yle birlikte olmak ister vesaire., ve o bunları ister (ya da bunlardan birkaçını) çünkü o, y'nin bazı belirl i özellikleri lJ.ı olduğunu v e b u n u n sonucunda bundan yararlanması nın ve y'yle olmasının buna değdiğini düşünür. Bu isteklerin tatminini bir amaç ola rak önüne koyar, başka bir şeye h izmet edecek bir amaç olarak değil . Pekala, asla d ü z b i r şekilde aşkı n felsefesiyle i lgili teknik b i r makale­ den alıntı yapmayacağıma söz veriyorum, çünkü bu tür bir şey felsefe­ cilere kötü bir ün kazand ı ra n şeylerden birisi. Yine de, Taylor'un söy­ lemek istediği şey diğer kişiyi ("y") karakter özellikleri ("lJ.ı") bize yarar sağlayacağı ndan sevdiğimiz değil, o özelliklerinin kendi başına zaten yeşermeye değer olduklarından diğer kişiyi sevdiğimiz. Yine belirtmek gerekirse, bu anlamda, bu aşk biçimi onlar doğal olara k iyi oldukları için tanrılara adanmış olduğu için, ( ve, örneğin, haklı olarak şeytanlar

158

Aristoteles'ten Yanıtlar

gibi kötü varl ıkları inkar edeceğiniz için ) agape'den gerçekte çokta uza kta değiliz. Her ne kadar bu kend inden vazgeçilen aşk d üşü ncesine karşı ortak bir ilgi bulunsa da, burada açıkça unutulan bir şey va rmış gibi görün mektedir. Başka bir filozof, H. Frankfurt'un da belirtti ği gibi, (düz bir alıntı deği l b u ! ) buradaki düşünce güçlü aşkın ne duygu larla ne düşü ncelerle ilgili d eğil, fakat istekle i lgili olduğudur: birisini güçlü şeki lde severiz; çünkü bizim onayladığımız şekilde davra nışlar orta­ ya koyar (ta nrıyı sevmeyi düşü nün, sevil iyor; çünkü iyi huyları va r ve buna göre hareket ediyor ve aslında kötü davranışlar içerisine girse aslında onu sevme zoru nl uluğunuz da ortadan kalkar- sizin tanrı nızın şu ya da bu şeki lde davranıp d avranmadığını bilebilmek size kalmış bir şey ki b u konuda daha fazla bir şey söylemeyeceğim). Eğleneceği miz bir başka ikinci çağdaş felsefi görüş ise aşkın bir baş­ ka insana değer verme olması düşüncesidir. Temel d üşünce aşkın bir başkasını kendi içinde değerli bulma ktır ve bunu böyle eyleriz; çünkü o diğer insa n ı n saygınlığı üzerine konu m landırılmış bir takdir va rd ır. Bu eğer biraz soyut ve gerçek dünyadan kopuk geldiyse, evet, öyle aslı nda. Fakat aşkın kavra msal değerine destek vererek felsefecilerin ulaşmaya ça lışmalarında kilit bir nokta va r: bu d üşünce bir aşk nesne­ sinin (ya ni, bir kişinin) benzer özellikleri olan bir başkasıyla değiş to­ kuş edilemeyeceği düşü ncesidir; çünkü bu her iki insanın saygı nlığına zarar verecektir. Yukarıda tartıştığımız "güçlü ilgi" görüşünü bir d üşü­ n ü n : bu görüşte aynı "i lgiyi" (ya ni sevmeyi) şu a n sevdiğinizi onunla ayn ı özelli kleri taşıyan birisine göstermekten sizi alıkoyacak hiçbir şey yoktur. O halde, tan rıları ya da sevgilileri değişebilirsiniz ya da hatta aynı özellikleri ("ıV') taşıdıkları sürece pek çok tan rıyı ve pek çok kişiyi ayn ı anda sevebilirsiniz. Bazı insanlar buna itiraz etmeyebilirler; fakat d iğerleri gerçek aşkın daha kişiye özgü ve değişikliğe daha az açık ol­ ması gerektiğini hissedebilir. Eğer iki nci gruptaysa nız aşkın değeri ne ait görüş size daha çok uyacaktır.

Sevginin Enzimleri/Hormonları

159

Aşka dair üçüncü çağdaş yaklaşı m ise, aşkın bir birleşme olduğu yö­ n ündedir. Bu görüş aşkı n merkezinde birbirinden farklı iki insanın bir üçüncü biçim o rtaya koyma ları, bir bileşke, her bir kişisel "ben" i aşan bir "biz" oluşu munun bulu nması yer alır. Bu "biz" denen oluşum, kimi filozoflarca açıkça simgesel bir biçimde açı klan m ışken, kimileri de bu birleşime ilişkin daha önemli bir va rlık bilimsel (yani varl ığın ı n özüne bağl ı bulunan) bir açıklamayı ima ediyor gibidirler; sanki neredeyse bu birleşim kendi başına yeni bir bireymişçesine (aşkın bu "biz"lik du­ rumunun simgesel olmaktan başka bir şey olması n ı hayal edemesem de, işte durum ortada). Değer görüşünde olduğu gibi, aşkın bir bir­ leşme olduğuna dair görüş de aşık olmuş olan ya da halihazırda aşık olan insanların kendileriyle bağlantı kurabilecekleri bir şeyi odağa yer­ leştirmeye ça lışıyor: bu birleşimi ol uşturan tek tek bireylerdense bir birim olarak gel işen bu çiftin daha önem li olduğu yeni bir öncelikler yaratımı. Fakat burada da bir sorun beli riyor: insanlar hem sosyal hem de diğerlerine nazaran daha bireysel hayvan lardır ve birisi de çıkıp bu aşkın bir birleşme olduğunu savu nan görüşün bireysel ala nı, hakları ve saygıyı ha rca mak uğruna bu çifte çok ağırl ı k verdiğini savunabilir. Hepimizin de bildiği gibi, ta m olara k gerçek hayattaki ilişkilerin soru n­ larının kökünde bu çift olma durumu ve bireysel ihtiyaçların yarattığı gerginlik yatıyor. Son olarak, aşkın duygusal yorumuna geliyoruz. Felsefede bir duy­ gu, o duygunun nesnesine dair görüşler ve bu nesneye verilen teşvik edici bir tepkinin bileşkesidir. Örneğin, eğer ben sizden korkuyorsam, bu sizi kendi sağlığıma bir şekilde tehl ikeli görd üğüme dair bir dü­ şünce gel iştirdiği m anlamına gelir ve belki de aynı zamanda size karşı (ya savun macı ya da yok edici şekilde) bir tavır almaya hazı rla nd ığım anlamına da geli r. Aşkı bir duygu olarak düşünmek, elbette, felsefeci ol mayan birisi için güç bela şaşırtıcı olaca ktı r; fakat buradaki soru bu olaya dair ne tür bir kavrayışın bu düşünme ta rzına neden olabileceği ve aşkı bir duygu olara k kavramsal laştırırsak ne tür olası sorunların

160

Aristoteles'ten Yanıtlar

ortaya çıkabileceğid i r. Filozofların aşka dair d uygusal ku ramların sonucunda elde ettikleri bir şey, bizim aşkı, yal ı n bir şekilde birinden hoşlan maktan ayırt et­ memizi m ümkün kılmalarıd ır. Eğer aşk, a rkadaşlık ya da hayranlıktan ayrılan daha farklı ve derin bir tür duyguysa; o halde neden bu diğer d eneyim leri n açıkça aşka benzemediğini görmeye başla rız. Aşkı n bu d uygusal yoru munu destekleyen birta kım filozoflara göre, bu fa rkl ılı­ ğı yaratan en büyük şey biriciğimiz olan kişiyle özel bir metinsel geç­ m iş paylaşmam ızdır: Elbette bu kişi nin yaşa mın akışı içerisinde nasıl değişeceğinden bağımsız olara k açıkça bir başkasıyla tekrar yaşaya­ mayacağımız ortak olayla ra dair anıları ve duru m ları bir a raya getirip du ruyoruz. Bu gibi filozoflara göre, bu, neden ilk fırsatta (genell ikle) elim izdekini "satmadığım ızı" açıklıyor ki bundan dolayıd ır ki, daha iyi özell ikleri olan birisiyle (bunu L!J+" olara k adland ırabilirsiniz) "karşı­ laştığı mızda h � men eş değiştirmiyoruz. "

Buradaki sorun, elbette, düzenli bir toplumbilimsel gözlem olarak insanlar eşlerini "daha çaka satıyorlar" ( ya da aynı seviyede veya "daha aza satıyorlar" ). Ve durum kesinlikle odur ki; hem d ışsal hem d e içsel koşu lla rdan ötürü bu ortak geçmiş i nsanların birbirlerini terk etmelerinin önüne engel değil . Bir sefer bir ilişki başladı mı insanlar tahmin edilemez şekillerde zaman içerisinde değişirler ve bu değişim iki kişin i n bu ilişkinin devamını birbirlerine garanti edemeyeceklerine karar vermeleri için yeterli bir nedene katkıda bulunabilir. Yan ı sıra, eğer bu paylaşı lan geçm işin insanları bir arada tutan güçlü bir tutkal olduğunu düşünüyorsak, hatırlamamız gerekir ki ayn ı zamanda a rka­ daşlar ya da meslektaşlar gibi başka i nsanlarla da paylaşılan geçmiş­ lerimiz vard ı r ki yine de bu bizi yeni a rkadaşlar edinmekten ya da iş değiştirmekten alıkoyacak yeterli bir neden gibi durmaz. Açı kça görünüyor ki, o ya da bu şekilde filozoflar ta rafı ndan tartışı­ lan aşka dair bu dört temel kura m ı n kusurları bulunmaktad ı r. Ve fakat

Sevginin Enzimleri/Hormonları

161

aynı zamanda hepsi de insan ilişkilerine dair doğru olan bir temele tutunur, belki de felsefi açıdan tatminkar bir aşk görüşü elde etmeye başlamak için bu görüşlerin akıllı bir bileşkesini garanti ediyor gibi­ lerdir. Ancak bilgi-düşün'ün gözü nden böylesi bir zemin belli oranda bilimin bu konuda söylediğini dikkate almadıkça asla gerçekte yeterli olmayacaktı r. Ve bugün lerde bilim insa nları n ı n aşkla ilgili ortaya çı­ kardığı bir şey varsa o da bunun nasıl çok yüzlü ve girift bir biyolojik duygu olduğud u r. Aşk bilimini özetlemenin bir yolu, bunun (çoğunun) aslında en­ zimlerle, beyinlerimizi nasıl etkilediğiyle ve bunun gerisin geri tavı r­ larım ıza nasıl ya nsıdığıyla-ki böylelikle bütün bu olgu enzim-beyin bağlantısının evrimsel kökleriyle ilgili mantıklı bir ta rtışmayla dona­ tılmıştır- ilgili olduğunu söylemektir. Rutgers Ün iversitesi'nde bir a nt­ ropolog olan Helen Fisher, iş yaşamını aşk üzeri ne yaptığı araştı rma­ lar ve yazılar üzerine kurmuştur (ve çok da uygun bir şekilde kimya . cam adı verilen bir buluşma sitesi oluştu rup gözünü araştırma l a rı n ı uygulamaya geçirerek çıkar elde edebileceği oluşumlara dikm iştir). Fisher ve meslektaşları aşkın üç evresinin olduğunu, bunların belirli sinirsel ka rşılıklı bağlantılarla (Örneğin, beynin her evrede fa rklı şekil­ lerde uya rıldığı farklı bölümleri vard ı r) şeki llendiğini, bunların d eğişik dizilişlerle hareket eden fa rklı enzimler ta rafından düzenlendiğini ve primatlar ile diğer memelilerle bu temel süreçleri paylaştığı mızı d ü şü­ nüyorlar (en azından memelilerin azınlık bir kesimiyle- ya klaşık olara k b u türlerin %3'ü kada rıyla k i bunlar da aslında yavru ları nı büyütmek için d üzenli ilişkiler kurarlar). Bu üç evrenin kendileri, hayatı boyunca aşık ol muş herkese ta nıdık gelecektir: Önce bir sevdalanmayla (cinsel ilgiyle ha rekete geçirilen) başlarız, romantik aşkla devam eder ve - işler seyi rinde giderse- uzun dönem il işkilere yelken açarız (bazen, elbette, bi rkaç yıl sonra bu dön­ gü başka bir eşle yen iden başlar).

162

Aristoteles'ten Yanıtlar

İlginç olan şey şu ki; Fisher ve d iğerleri bu her bir evrenin sadece dışsal gözlemlerle, top lumsal olara k ka lıplaşmış davra nışlarla ta n ı m­ lana mayacağın ı ve fakat insan beyn inin belli bölgeleri ne n üfuz eden enzi m lerdeki belirli değişim lerin buna eşlik ettiği n i ortaya koyabildi ler. Daha sonraki atıflar için buyurun size enzimsel aşka dair kullanışlı bir yol göste rici: Evre

Enzim � östergesi

Sevdalanma

Yüksek androjen d üzeyleri, özellikl e

testesteron Romantik Aşk

Yüksek dopa min, düşük serotonin

Bağlılık

Yüksek oksitosin ve vasopressin

Sevdalanma evresiyle başla ma k gerekirse, hatırlamamız gerekir ki; her ne kadar genellikle testesteron erkek avcıyla ilişkilendirilse de, erkekte ve kad ında benzer etkileri gösterecek şeki lde, en azından cin­ sel d ü rtü bağla m ı nda, ikisinde de bulun ur. Elbette bu evre evri msel terimlerle açıklamak için gayet net: bilim yazarı Richard Dawkins'in de bir za manlar ta mı tamına belirttiği üzere, her ne kadar bu d üşü nce rahatsız edici olabilse de, geçmişteki soydaşların ızdan her bir tanesi en azından bir kere cinsel ilişki kurdu, yoksa siz olmazdı nız. Cinsellik d ü rtüsü, elbette, daha geniş d üzeyde ifade edilmeye yatkındır ki bu da cinsel ola ra k çekici bulduğumuz ve kabul edilebilir topl umsal şart­ lar a ltı nda cinsel il işkiye gireceği miz bir çok insan olduğu anlamına geliyor. Yine de, ça rça buk (ne kadar çabuk olacağı elbette ki hem bireysel özelli klere hem de toplumsal döneme göre değişir) eğer koşullar doğ­ ruysa olay roma ntik aşka doğru ilerler. Bu sonu ncusu asla mı asla Vic­ toria dönemindekilerin ve Fisher' ın kendi kitabının, Neden Aşık Olu­

ruz: Romantik Aşk'm Doğası ve Kimyası, bir buluşu değildi. Bu kitap bu durumun kültürel arası olduğu nu ve onun yazı lı insan ta rihinin başı n-

Sevginin Enzimleri/Hormonları

163

dan itibaren kayıt altı na alındığını göstermeyi a maçlayan edebi al ıntı­ larla harmanlanmış. (En çok sevdiğim kü ltürel gönderme açıkça kırsal kesimde yaşayan yerli Nepalli' lerin bir sözünden geliyor: "Pen is gird i ve aşk doğdu" anlamına gelen "Naso paya, maya pasyo,"). Roman­ tik aşkı deneyimleyen lerimiz bunun insanda tu haf bir evre olduğu­ nu söyleyeceklerdir: Bir kişi gerçek anlamda aşkının nesnesiyle kafayı bozar, onun yüzünden uykuları kaçar, sadece ve sadece her za man onunla birlikte olmak ister. Bu, kimyasal olarak konuşmak gerekirse, hiç şaşırtıcı deği ldir. Bu olaya dahil olan belli başlı iki enzimden biri olan dopamin, beynin "öd ü l sistemi" adı verilen düzeneğin temelinde yatar ki bu tatmin edici bir şey yaptığı mız zaman sırtımızı kimyasal an­ lamda sıvazlayan ve kokain gibi bağımlılık ya pan ilaçlara duya rlı ola n beyin alıcılarını kullanan enzimin aynısıdır. Romantik aşk bir bağımlı­ lıktı r ! Dahası, bu evre boyunca ikinci önemli enzim serotonindir ki bu da romantik dönem boyunca özel olarak düşük seviyelerde seyreder. Düşük seviyedeki serotoninin ta kıntılı davra nışlarla ve uya rılara daya­ lı davranışlar sergilemeyle bağlantısı bulu nduğu gayet iyi bilinen bir gerçektir. Ta nıdık mı geliyor? Pekala, o zaman şimdi bunun nereden çıktığı nı gayet iyi biliyorsunuz. Buna karşın, romantik aşk üzerinde gerçekleşti rilen en kafa karıştı­ ran araştırmaların sonuçlarından birisi hayvan ya pılarında karşım ıza çıkıyor. Sırf Shakespeare'in sonelerini ezbere okuyamıyorlar diye bu demek değildir ki çayır tarla fa releri insa nların eşlerine karşı göster­ dikleri tam anlamıyla benzer taktıntılı- tutku lu davra n ışı onlar da eşle­ rine göstermiyorlar- ki bu, mu htemel evrimsel amaç aynı olduğu için hiç de şaşırtıcı değil: cinsel ola rak çekici bulduğunuz ( yukarıda sevda­ lanmaya bakın ) bir eşi genlerin iz birleşsin ve gelecek nesi le aktarılsın diye onun sizinle kendisinin güzel yön lerini paylaşmaya ikna etmek. Şimdi düşünün ki dişi bir çayır tarla faresine bir dopamin düşmanı aşı­ ladınız ki bu seçici olara k beyn in dopa min alımının önüne set çeker: bunun sonucunda o zaman hangi erkeğe meyil göstermişse bu dişi

164

Aristoteles'ten Yanıtlar

ona i lgisini kaybedecektir! Bu deney kemirgene dopamin başlatıcısını aşılayarak tersinden d e uygulanabilir ki bu madde dopa min a l ı m ı na zemin hazırlar: şimdi aşı etkisini gösterdiğinde kendisine kur ya pan yakın ı ndaki herhangi bir erkek davran ışına karşı ilgi duyacak. Öyle ki bu düşü nce sanki aşk iksiri (ve karşı ilacı) sadece peri masalları n ı n ya da bilim kurgusal korku öyküleri

- konusunu oluşturm uyor gibi

görünüyor. En son evre o ilk yüksek testosteronla gelen cinsellik dürtüsün ü n ve daha sonraki dopa min kaynaklı romantik takıntın ı n yerine geçen daha sakin bir duyguyu barındı rıyor: daha rahatlatıcı bir düzenlilik duygu­ suna doğru yol alıyoruz ve uzun dönemlik ilişkiler kuruyoruz. Yine de, evrimsel olarak bunu açıklamak için roket uzma n ı bir bilim insanına gerek yok: d üzenli ilişkiler kurma olgusu yavruyu yetiştirmeye yardım etmede her iki ebeveynin en üst düzeyde katkıda bulu nduğu hayvan türleri nde çok belirgindir ki bu da daha çok, ebeveynlerin bu duruma dahil oluş süreçlerin i rahatlatmaları için yen i neslin yeterli seviyede kendi kendine yetebilm esinden önce birkaç yıla gereksinim duyulan ( ve erken toplumlarda yeni n esiller yaratma görevine dahil olmaya başlayan ), insanlara özgüdür, Yukarıda belirttiğim gibi, araştırmacı­ lar tarafından burada kilit görevi gören iki enzim bulundu: oksitosin ve vasopresin. Yine şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bu enzimin d iğer türlerde yuva kurma davranışıyla ilgisi olduğu gayet iyi biliniyor. Daha ikna edici olan ise, onların rhesus maymunu ve beyaz ayaklı fare gibi türlerinde beyin alıcılarının ol İnayışı ya da buna bağlı olara k cinsel açıdan haylaz olmala rı ve uzun dönemli çift kurma işine hiç ka lkışma­ dıklarıdır. İ nsanların bu tür bir kimyasal-sinirsel aşk ve d iğer insana diar duy­ guların çözüm lemesine karşı yöneltecekleri belli başlı ve bir bakıma mantıklı itirazları ise bunun gereği nden fazla basite indirgemeci oldu­ ğu olaca ktır: el bette ki Shakespeare'in sonelerine ( kırsal kesimde ya­ şayan Nepalli'lerin bilge açıkla malarını h iç söylemiyorum bile ) ilham

Sevginin Enzimleri/Hormonları

165

veren Aşk sadece kimyasallarla ve sinirlerle ilgili değildir. Bu el bette ki bu doğru ve fakat bu ta n ı m şu noktayı kaçırıyor ki, kimyasallar ve sinir­ sel ateşlenmelerin i nsan davranışının fa rklı görü nümleriyle, başka in­ sanların fark ettiğinden ya da itiraf etmek istediklerinden, daha fazla ilgisi vardır. Örneğin, burada tartışılan a raştırma, olayların en azından peri masallarında ("ve sonsuza kadar mutlu mesut yaşa dıla r" lafları, bilirsiniz ya) gitmesi gerektiği gibi gitmediğinde neler olabileceğine bir ışık tutuyor. Romantik aşkın neden genellikle fazla sürmediği sorusu­ nu ele alın. Elbette, her ne kadar bu bireysel durumlarda bu süre daha kısa ya da daha uzun olsa da

(elbette sinirsel psikoloji bu, sinirsel

fizik değil, dolayısıyla olaylar sadece geniş verisel bir anlamda geçerli olabili r) a raştırmalar gösteriyor ki romantizme özgü duygular 12-18 aya kadar devam edebil iyor. Fisher bunun basitçe zorluklara dayana­ madığımızla ilgili olduğu görüşünü öne sürüyor: romanti k davranış bi­ yologları n "vücudun işleyişi açısından pahalı" olarak nitelendirdikleri bir şeyd ir. Bu da bir d işiyi (insan olsun ya da olmasın) baştan çıkart­ mak için çok fazla güç gerektiği anlamına geliyor. Bu görev, ta bi ki, farklı türler tarafından farklı şekillerde gerçekleştirilir. Çardak kuşları (dişi iznini su nduğu anda daha işe yarar bir tane yapmak için hemen bozu lan) güzelce bezenmiş yuvalar kurarla rken insanlar da akşam ye­ meği ısmarlar, pı rlanta yüzükler alır ve evleri için daha az ödemeler alırlar; fakat kavrayış hepsinde aynıdır (Tesadüfi bir şekilde, ça rda k kuşları çok ya lın b i r ifadeyle inanı lmazd ı rlar, öyle ki, parıltılı nesneler toplayacak ve hatta tek a macı dişiyi ka nd ırmak olan tamtakır bekar bezi ola rak adlandırılan bir şeyi boyayarak "süsleyecek" kadar ileri gi­ derler. İnsanlardaki aşk ilişkilerine dair başka önemli ve peri masalla rıyla hiç alakası olmayan bir taraf ise, bu tür pek çok ilişkinin tek eşli ol­ madığı ya da bir yaşam boyunca sürmediğidi r. Veriler oldukça açık: çok eşlilik insan kültürlerinin %80'inininde mevcuttur ( her ne kadar ta rihsel olara k elbette çok az erkek birkaç eşi aynı anda idare edebil-

166

Aristoteles'ten Yanıtlar

mişse de; yukarı da "vücudun işleyişine dair harcamalara" bakın). Da­ hası, araştırmalar gösteriyor ki, Amerika l ı ların inanıl maz %30-SO' lik bir kısmı (kü ltürel mitlerin ta m aksine, hem erkek hem de kadınla r) yaşamları boyunca şu ya da bu zaman evlil iklerinin yanı sıra başka il işkilere de giriyorlar. Son uçta, sadece (insanların te rcihlerine ya d a kendi yönelimlerine uymakta d a h a özgür oldukları) a ç ı k toplumlarda boşa nma oranları daha yüksek olma eğilimi gösterm iyor; fakat ayn ı za manda boşanmalar evliliğin 4. yılında yoğu nlaşıyor. Neden? Çün­ kü bir biyolog dört yı llık bir sürecin bir insan yavrusunun daha faz­ la çift ebeveynli bakıma ihtiyacı olmayacak şekilde yeterince kendi ayakları üzerinde durabil mesi için yeterince uzun bir süre olduğunu söyleyecektir. Bundan öte, yeterli sayıdaki matematiksel örnekler (ve diğer türlerdeki deneysel ka nıtlar) hem erkeklerin hem de dişilerin hayatları boyunca çeşitli cinsel eş seçimlerinde bir üst çıtanın varlığın a işaret ed iyor; ç ü n k ü bu yavrularının genetik çekilişi kazanma şansı n ı a rtırıyor. Bizim gibi primatların normal durumunda y a dizi şeklinde tek eşlilik ya da sınırlı birçok eşlilik görü l ü r. Tabi bu demek değildir ki insanlar doğal olan ne varsa onu uygu lamak zoru ndalar (1. Bölü m'de görd üğümüz gibi, bu, felsefede iyi bilinen bir ma ntıksal yan l ışlıktır). Ancak eğer güçlü biyolojik dürtülere karşı hareket edeceksek bunu yapa rken önümüze çıkacak tehlikelerin ve zorlukların fa rkında olma­ mız gerekir. Bu bize biraz i rade gücüne mal olur ve sürekli olarak sırf ge nlerim iz, enzimlerimiz ve beyinlerimizin milyonlarca yıl öncesinden en az dirence şartla nmış şeki lde yola koyuldu kları nı düşüneceğimiz (gerçekleştirmeyi söylem iyorum bile) için kendimizi suçlu hissetme durumuna koyarız. Aşkı n kimyasına dair daha iyi bir kavrayış aynı zamanda daha orta­ lama, iş görü r sonuçlara yol açar. Örneğin, a nti -depresan ilaç ku llanan insanların a rtan sayısını gözünüzün önüne bir getirin. Hasta lık Yöne­ timi ve Önlenmesi Merkezi'nin' 2007'de sunulan bir çalışması a nti­ depresan kullanımının Birleşik Devletler'de 1988 ve 2000 yılları ara-

Sevginin Enzimleri/Hormonları

167

sında üç katı na çıktığını göstermişti. Sadece 2005'te a nti- depresanlar 1 18 mi lyon kere reçetelenmiş ve 2004'te bu tür ilaçlardan edinilen gelir 14 bilyon dolar gibi akıl almaz bir mikta ra dayan mıştı . (Bunları yazdığım şu sıra larda daha yakın zamanlara dair karşılaştırıcı veriler bulunm uyor). Elbette, pek çok insan, bu ilaçları iyi nedenlerle al ıyor ve doktorlar her ilaca özgü yan etki yelpazesi nin fa rkında; bu etkiler ki her bir hasta n ı n durumunda ilacı n ya rarlarıyla ka rşı laştı rı lması ge­ rekir. Fakat Fisher ve diğer yazar J. Anderson Thomson J r., 2006'da yayınlanan bir makalede, hem doktorların hem hastaların gözünden kaçabilecek ek başka ya n etkiler konusunda uya rıda bulunuyorlard ı . Pek çok a nti- depresan i l a ç serotonin olarak adlandırılır k i bu da bey­ nin serotonini saf dışı bıra kmasını önleyerek ça lıştı klarını ve dolayısıy­ la kimyasalı daha uzun süreler boyunca dolaşımda tuttukları anlamına gel iyor. Bu gereksinim d uyulan bir şey; çünkü serotonin kişinin ruh halini yukarılara taşıma etkisine sahiptir ve böylelikle bunalım hissi­ ne karşıt bir durum oluşturur. Ama yukarıda görd üğümüz gibi, düşük serotonin seviyeleri romantik aşk duygusu için de gereklidir. Bu da de­ mek oluyor ki a nti- depresa n ilaçlar kullanan hastalar nesnel biçi mde dışsal koşullardaki değişikliklerden bağımsız olarak a rkadaşları hak­ kı ndaki duygularında yapay değişiklikler h issedebili rler. Artan durum çalışma larının da ortaya koyduğu gibi, bu yalın bir olasılık olmakta n daha fazlasıd ı r. Bu duruma çok özgü olanla rından bir ta nesi Fisher ve Thomson tarafından maka lelerinde alıntılanmış ve b üyük bir bunalım yüküyle yüzleşmek için a nti- depresa n kullanan bir adamı konu ediniyordu: "Her ne kadar sağlığı m ı geri kaza ndığı m için m üteşekkir olduysam da, yaşama dair duyduğum tutkunun bir yuf­ ka yüreklilikle yer değiştird iğini fa rk etim . Eşime beslediğim romantik duygular içler acısı bir şekilde azalm ıştı ." En sonunda ( tıbbi gözetim altında ) yavaşça ilaçla rı nı bıra kmaya başladı ve sanki benim sihirim değmiş gibi eşine karşı beslediği duygu lar yerine geld i. El bette ki bu sihir değildi, fakat daha çok bizim sorunları m ızla başa çıkmaya ça lışır-

168

Aristoteles'ten Yanıtla r

ken b i l i m i n yardım edişinin n ası l bazı değişiklikleri de bera berinde ge­ tird iğine dair güçlü bir örnekti. Biyologların yapmam ıza yardım ede­ medikleri bu değişikliklerdir ki karar verme ihtiyacı nı bunlar önüm üze koya rlar; bu yüzdendir ki hala ve elbette, filozoflara i htiyacımız var. Kısaca; Eski Yunanlıların üç ayrı aşk an layışı nı kısaca gözden geçir­ dik. Dört çağdaş felsefi kavrayış ta rafı ndan tanımlanan ve nörobiyo­ lojinin (ve daha dar bir açıdan evrimsel biyolojinin) bu konuda bize ne söyleyebi leceğine de bir göz attık. Bu açıkçası değişik görüşleri ve bi lgi kırı ntılarını nasıl bir araya getirmemiz beklen iyor? Felsefi bir noktadan ba kaca k olursak, Eski Yu nanlıların sınıfla ndırmalarının aş­ kı n genel türlerini (sözcüğü geniş anla mda kullanı rsak) düzenlemek için bir girişim olduğunu, bir ya ndan çağdaş felsefi tartışmanın birini sevmem iz için neyin bizi haklı çıkardığı (ya da çıkarmad ığıyla) ilgili bir çerçevede şekillendiğini görmemiz gerekir. Dolayısıyla, bu ikisi ortak şekilde birbiriyle uyumlu değildir. Örneğin, birisi philia ve agape a ra­ sında bir ayırım olduğunu görebilir ve yine de birisinden birisinin mi; yoksa her ikisinin de mi aşkın nesnesi ne değer verme anlamında daha iyi kavrana bileceğini sora bilir; güçlü bir birliktelik, güçlü bir ilgi ya da belli d uygu çeşitleri örneklerindeki gi bi. Bu, felsefe ve bilimle de çatışma içerisinde değildir: Şu a n biz, ör­ neğin, hem nörolojik a lt a n lamlar hem de erosun evrimsel köklerine ilişkin Eski Yunanlıların anlayabileceğinden daha iyi bir a nlayışa sahi­ biz. Eğer aşkın bir duygu old uğu yönündeki çağdaş felsefi kura m ı dü­ şünecek olursak, bu biyologların va rlığın nedenine ve genel anlamda insani duygu ların altında yatan yapı lar ve özelde aşka eşlik eden d uy­ guların altı ndaki şeylere il işkin bize söyleyebilecekleriyle geliştirilebilir ve temellendirilebilir. Shakespeare ( Dilediğiniz Gibi'de ) iyi bilindiği gibi "Ne ola ki Aşk ?" diye sormuştu. Ne biyoloji ne de felsefe aşık olmanın nasıl olduğuna dair asla ilk elden bir deneyime karşı lık vere­ meyecek. Fakat kesin bir şekilde görün üyor ki, Ozan'ın sorusunu daha geniş bir anlamda ya nıtlamaya başlayabilmek için pek çok düşünce

Sevginin Enzimleri/Hormonları

169

ve deneysel ka nıt sunuyorlar ve sonuçta da yeni edindiğimiz bilgileri amacı olan bir hayatta n alacağımız zevki gelecekte arttı rmak için bize bir yol açıyorlar.

12. Böl ü m : Dostluk ve Yaşa mın Anlamı

"Bilgeliğin bize; hayatı tamamıyla mutlu geçirmemiz için sunduklarının arasında, dostluk en yücesidir." Epikuros

Mutluluğunuzu etkileyen üç ana etken varmış gibi duruyor: "Maç puanınız", yaşamın ızdaki koşullar ve onunla etkin olara k ne yaptığı­ nız. Ya da en azından bu çağdaş bilişsel bilimin mutluluk üzeri ndeki araştı rmalarından çıkan bir düşünce. M utlul uğa giden yoldaki maç puanı düşüncesi ki koşullar ne olursa olsun ça rça buk geri döneceğiniz sa bit bir duygusal dengeyi (düşük, yüksek ya da her neyse) kapsar, hala ta rtışmalıdır ve birinin maç pua nının -her ne kadar genetik ve erken gelişim dönemindeki etmenlerden etkilenmeye yatkın olsa da­ hayatı boyunca aslında büyük ölçüde değişiklik gösterebileceğine dair ka nıtlar va rdır. Bundan bağımsız olara k, veri ler gösteriyor ki; insanlar a rasındaki mutluluk fa rkı nın %50'si onların (yarı) maç puanlarından, diğer %10' 1uk kısmı kendilerini içinde buldukları koşullardan ve d iğer geriye ka lan %40' 1ık kısmı ise murtluluklarını artırmak için etkin olarak ne yaptı klarından dolayıdır. Bu da demek ol uyor ki, a n iden bir miras ka l masını beklemek (koşullardaki d eğişikliklerden ba hsediyorum) dı­ şarı çıkıp arkadaş edinerek mutluluğunuzu geliştirmek (etkin davra­ nış) kadar iyi bir bahis değild ir.

Dostluk ve Yaşamın Anlamı

171

Çünkü dostl uk, filozofla r ve bilişsel bili mlerle uğraşan bilim insan­ ları ta rafı ndan insa n m utluluğunun temel bileşenlerinden birisi olarak tanımlanm ıştır. Psikolog Robert B. Hays a rkadaşlığı "tarafların sosyo­ ekonomik amaçlarında on lara yardımcı ol maya niyetlenen ve belki de yoldaşlığın, ya kınlığın, duyguların ve ortak yardımın belli değişik dere­ celerini de barı ndırabilecek olan, insanlar a rasında zaman içerisinde oluşan gönüllü bir bağımlılık" olarak tanımlamıştı r. Pekala, bu biraz kuru bir tanım oldu, a ncak bu bil işsel bilim lerle uğraşan bilim insan­ larını a rkadaş edinmenin nası l eudaimoniayı ( ki belki hatırlarsı nız, iyi ve dolu dolu bir hayata verilen felsefi bir isim) geliştirdiğine yakından bakmaya teşvik eden bir kavramdır. Başlangıç olarak, ta hmin edeceğiniz gibi, m utluluk aslında bütün bu "beş büyük" kişilik özel liklerinden etkilenir: anlaşılabilirlik, vicdan­ lılık, d ışadönüklük (extraversion), nevrotiklik (neuroticism, duygusal dengesizlik ) ve açıklık. Ayn ı derecede şaşırtıcı ol mayan bir şekilde, belki de, nevrotiklik sizi aşağı çekerken d ışadönüklük mutlu olacağını­ za özelde iyi bir belirleyicidir. Ancak Meliksa h Demir ve Lesley Weite­ ka mp ta rafı ndan yürütülen bir a raştırma ayrıca gösteriyor ki a rkadaş­ lık mutlul uğu kişiliğin etkisin i n üzerine ve ötesine taşır (aynı derecede ilginç şeki lde ve belki genel görüşün tersine, cinsiyetin buna bir etkisi yok: erkekler ve kadınlar kişiliğin ve a rkadaşlığın işlevi bakımından aynı derecede mutlu olma ya da mutsuz olma eğilimine sahiptir ve erkek ya da kad ı n olmaları gerçeğinden başka açıkça h içbir katkı yok­ tur bu duruma). Bilimin sizin kuşkuyla baktığı nız şeyleri -dostluğun, arkadaşlığın sizin üzerinizdeki etkisinin ne kadar a rkadaşınız old uğuyla örneğin

(Facebook ve gibilerindekiler gibi şeylerden ba hsediyorum, her ne ka­ dar aşağıdaki bahsedeceklerimle daha ilgili olsa da) hiçbir alakasın ı n olmadığı nı gösterdiği gerçeği herhalde sizi şaşırtmayacaktı r- çünkü bu gerçekte ilişkilerinize ne gözle baktığı nızla ilgilidir. Özelde, mut­ luluğun uza mutl uluk katan iyi bir dostluğu oluşturan şeyler yoldaşl ı k

172

Aristoteles'ten Yanıtlar

(dostları nızla beraber bir şeyler ya ptığınızda) ve kendini ka bullenmek­ tir (dostlarınız/arkadaşlarınız sizin iyi, değerli bir a rkadaş olduğunuzu temin ettikleri za manlardan bahsediyorum). Bunun d ışındaki her şey, deyim yerindeyse, devede kulaktı r. Buraya ka dar dostluk bilimi biraz içinizi baym ış olabilir, çün kü basitçe çoğumuzun dostluğa verdiği değeri onaylayıp nitelendiriyor. Ancak bilimin gücü bize ilk başta kafa karıştırıcı ve hatta sezgilere aykı­ rı gibi görü nen şeylerle bizi şaşırtabi lmesinde yatar. Örneğin, N icholas Christakis ve Ja mes Fowler tarafından yürütülen tartışmaya açık bir araştı rma i nsana dair birkaç davranışsa! özelliğin bulaşıcı hasta lıkları n potansiyelleriyle aynı şeki lde yayıldığını gösterir gibid ir; yal n ız bu ya­ yılmanın a racısı arkadaşlık bağla rıdı r, virüs ya da bakteri deği l. Örne­ ğin, yaşamı nızın herha ngi bir döneminde aşırı şişmanlığa tutulursanız yakın a rkadaşınızın d a - diğer etkenlerden gayet bağımsız olara k- aynı şeye şaşırtıcı şekilde %57 ora n ında tutulma olasıl ığı bulunur. Dahası, a rkadaşlarınızın a rkadaşları bile etkilenecektir, ya lnız onların tehlike­ si %20 gibi düşük bir ihtimaldir. Onların a rkadaşları da (bu demektir ki onlar sizden iki kat ötedeler) %10 gibi bir oranla aşı rı şişma nlama tehlikesini barındırı rlar. Ne oldu? Tatlı yemeyi kesip, spor salonuna gitmeye mi karar verdiniz? Ch ristakis ve Fowler bunun sigara içme, içki bağı mlılığı, bunalım ve hatta mutl uluk

(ya da başka bir deyişle öznel iyil ik) konusunda

da ayn ı olduğunu gösterdiler! (eğer siz sigara içmeyi bırakırsanız a r­ kadaşlarınızın da %67 oranında sigarayı bıra kma olasıl ığı va r, onların a rkadaşları için oran ise %36). Bunlar daha çok sıra dışı bulgular ve yazarlar tahmin edilebileceği üzere bilim dünyasında hatırı sayılır bir kuşkuculukla karşılandılar (8. Bölümde görd üğümüz gibi, bu tam da bilimin ça lışma şeklidir). Fakat sonuçları açıklamak için kullanı labi le­ cek ve bir a n lamda m ümkünatı bulunan varsayımlar saf dışı bırakılmış gibi gözü kmektedir. Gel gelelim, olanaklı bir açıklama ise insanların a rkadaşlarında herhangi bir değişiklik yaratmadığıdır, fakat onun ye-

Dostluk ve Yaşamın Anlamı

173

rine insanların sadece birbirine benzer insanlarla birl ikte olmaya me­ yilli olduğudur (sigara içiciler diğer içicilerle, içki bağımlıla rı diğer ba­ ğımlı larla vesa ire ). Ancak bu Christa kis ve Fowler'ın bu değişikliklerin zamanla olduğunu belgeledikleri gerçeğini değiştirmiyor ki bu tam da bulaşıcı bir hasta l ığın yayılma düzenine benziyor ve fakat aynı zaman­ da bu olası açı klama ta hmin edemeyeceği şekilde bir sonuca ulaşıyor. Geliştirilen bir başka olasılık ise insanların benzer ortamları paylaştık­ ları d ı r ki bunlar da davra nışları üzerinde benzer etkilere neden olurlar (örneğin, yemekhanelerinin çoğu hızlı yemek zincirlerinden oluşan bir mahallede bulunuyorsanız aşı rı şişman olma ihtimaliniz yüksek­ tir). Ancak yine de, veriler bu şekilde açıklanamaz çünkü Christakis ve Fowler bunların arkadaşlar için geçerli olmasına rağmen komşular için geçerli ol madığı nı gösteriyorlar ki büyük ihtimalle onlar da sizinle aynı ortamı paylaşıyorlar ve hatta aslına bakıl ırsa bu sizin arkadaşla­ rın ızla aynı ortamlarda bulu nmanızdan daha mümkün bir durum gibi duruyor (zaten, şehrin başka bir bölümünde yaşıyor da olabilir bu kimseler). ister sevin ister sevmeyin, davra nışlarınız sizi belli ölçü­ de sorumlu ya par- iyi olsun kötü olsun- ve aynı zamanda sizi a rka­ daşlarınızın mutluluğu ndan da soru mlu yapar bu sizi. Bu demektir ki, doğru şeyi yapma konusunda daha büyük bir a hlaki soruml uluğunuz bulunmaktad ır. Bu da bizi filozofların a rkadaşl ık ve mutl uluk hakkında söyled iklerine bağlıyor. Dostluğun/arkadaşlığın felsefesine dair her türlü tartışma Antik Yu nanlılara ve özelde Aristoteles'e geri dönüp bakmak zorundadır. Gördüğümüz üzere onlar (11. Bölümde) aşkı üç şekilde ta nımlıyorlar:

Agape, Eros ve Philia. Hatırlarsa nız agape aşkın geniş anlamlı ta nı­ mıdır ve örneğin dinine bağlı insa n ların Tan rı'nın bizim ha kkı m ızda hissettikleriyle ilgilidir ya da ayakları daha çok yere basan bir insa n ı n genelde insanlık a d ı n a beslediği duygularla. Eros, doğal olara k, daha çok cinsel a rkadaşl ıklarımızda beslediğimiz aşkla ilgilidir, her ne kad a r Antik Yu nanlılar bizim kullandığımızdan d a h a geniş b i r kapsamda kul-

174

Aristoteles'ten Yanıtlar

!ansalar da. Philia ise bizi burada ilgil endiren çeşit çünkü bunun içeri­ sinde arkadaşları mıza, a ilem ize ve hatta iş ortaklarımıza karşı besledi­ ğimiz duygular mevcuttur (aynı zamanda bu, kişinin ülkesine beslediği ulusal d uyguları d a içerir ama onu başka zamana anlatırız). Bu ise tam ol a rak aşkla (erostaki gibi) arkadaşlık ( philia'daki gibi ) a rasında ne gibi bir farklı l ık olduğu sorusunu gündeme getiriyor ve doğal olarak buna en açık ya n ıt alışılageld iği üzere ( her ne kadar her zaman böy­ le olması gerekmese de ) eros a rkadaşın ızla cinsellik yaşadığınız an­ cak ve philia a rka daşlarınızla cinsel lik yaşamadığın ızd ır. Buna karşın, filozoflar aşkın gelişimlerden oluşan bir davranış biçimi olduğun ve a rkadaşlığın ise koşullu bir şey olduğunu söylüyorlar. Bu dernektir ki, sizin d uygularınıza karşıl ı k vermeyen birisine aşık olmanız tamamen a n laşılabilir bir şeyd i r; fakat ka rşılıksız bir a rkadaşlığı nız olabi leceğini iddia etmek kendi içinde çelişkilidir. Her duru mda, konu özellikle arkadaşl ığa geldiğinde, Aristoteles üç biçim sıralamıştı : Hazza daya nan, yarara daya nan ve erdeme daya­ nan. İlk biçim bir kişinin diğer bir kişiyle arkadaşlığın getirdiği hazdan dolayı a rkadaş olduğu d u rumlar için geçerl idir- örneğin çünkü konuş­ kan insanları seversiniz ya da beraber konserlere gidebileceği niz ve­ saire gibi insa n ları . Yarara dayanan a rkadaşlı kta ise, a rkadaşlıktan elle tutu lur gözle görü lür bir fayda sağlayan insa n larla ilgilidir ve bu mali ya da politik a nlamda ola bilir. Bunun a ltı ndaki anlam insanların bu ya­ rarcı a rkadaşl ı klard a birbirinden faydalanma adına birbiriyle arkadaş oldukları deği ldir. Çü nkü bir, bu yarar karşılıklı olabilir ve iki, işle ya da pol itikayla ilgili bir bağ sizin o ortağa ya da okul a rkadaşınıza sami­ mi duygular beslediği niz a n lamına gelmez. Buna karşın, Aristoteles'e göre, en yüksek mertebedeki dostluk/arkadaşlık erdeme dayanandır. Çü nkü burada o kişiyle sadece o kişi kendisi olduğu için dost/arkadaş olursunuz. ( Bu bahsettiğim Antik Yu nan'daki erdem ahlakıyla ilgili. 5. Bölüme bakınız.Günümüzdeki oldukça dar a nlamı büyük ölçüde H ıristiyanlıkta n etkilenm iştir.) Beğendiğimiz için onunla dost/arkadaş

Dostluk ve Yaşamın Anlamı

175

oluyorsak büyük ihtimalle bizim o kişide beğendiğimiz özelliklerden daha iyi şeylere sahip olan birisiyle eninde sonunda ta nışabiliriz ve böylelikle bu da tam ta mına o kişiyle d iğerini "takas edebileceğim iz" anlamına gelir ki filozoflar buna ikame edilebilirlik/ta kas edilebi lirlik

(fungibility adını veriyorlar. Bu sorunla aşktan ba hsettiğim izde hali­ hazı rda karşı laşmıştık. Öyle görünüyor ki ben birisini severim; çünkü onda beğendiğim özel liklerin bolluğunu görü rüm hem fiziksel hem de kişisel anlamda ( en azı ndan arkadaşl ıklarda fizi ksel kısım işin içine girmiyor ki bu önemli anlamda bazı şeyleri basitleştiren de bir şey ). Ancak durum böyle ola dursun, eğer bir kadını başka bir kad ının ye­ rine koya rsam da oldukça mantıklı davranmış olurum ( o kad ı n la kar­ şılaşırsam ve eğer o kadın da bana ilgi gösterirse) ki bu kad ında aynı özell ikleri paylaşıyorsa daha iyi bile olabilir. Kuşkusuz bu gibi durumlar yaşansa da, hem a rkadaşlık hem de aşk ilişkilerinde insanları manta rımsı şeyler olara k duygusuzca inceleyen birisine yaka paça girişebiliriz. Bazı fi lozofların bundan kurtu lmak adı­ na yaptığı şey bazı özellikleri taşıyan insanlara aşık olduğumuz veya önce onlarla arkadaş olduğumuz ve a rkadaşlık duygusunun aynı za­ manda ortak bir geçmişe dayandığı ve açıkça o belli arkadaş veya sev­ gil iyle ne kadar zaman geçirirsek ilişkinin de o denli derin ve özgün olduğu açıklaması n ı yapma ktır. Elbetteki bu ikame edilebilirlik

so­

ru nunu çözmüyor ve bu 'özellikler a rtı geçmiş' kuramını ka bul edip etmemenize bağlı. Deneysel olarak, bazı insanlar (ilişkileri nin anlamı hakkında bir şeyler söyleme çabası ndan hiç vazgeçmediklerini göz önüne alırsak) bunu kabul etmiyorlar; çünkü takas genel bir toplum­ sal olgu. Dostluğun belli bazı özellikleri bulunur ve örneğin bu nların arasın­ da başka insa nlara değer vermek, örneğin ayn ı duyguyu hissetmek ve paylaşmak, arkadaşı nıza yard ı m eden ve onu zara rl a rdan koruyan eylem lerde bulunmak gibi. Yine de, sadece ve sadece arkadaşlığa özgü bir şeyle çıkıp ortaya konuşmak zor bir şey. Örneğin, yakınlık ar-

176

Aristoteles'ten Yanıtlar

kad aşlığa dair bir özellikti r; çünkü gerçek a rkadaşlarım ızla yaşa mları­ mızdaki ayrıntıları paylaşırken yapay bir tanışıklıkla paylaşmayız, hatta genelde eros arkadaşımızla bile paylaşmayız. Yine, örneğin, daha özel ayrıntıla rı, en azından belli başl ılarını terapistimizle paylaşırız ki o as­ lında bu terim in tam anlamına bakacak olursak arkadaşımız değildir (sonuçta ortada bir iş ilişkisi bulunuyor ve Aristoteles'e göre bu olsa olsa yarara dayanan bir arkadaşlık o la bilir) . Bütün bu işlevsel etkileri bir ya na, bilimin göstermeye başladığı ve bölümün başı nda görd üğümüz gibi dostluk/arkadaşl ık neden önemli­ d i r? Aristoteles, a rkadaşların bize bir ayna tuttuğu nu ve onlar aracı­ l ığıyla kendimizi hiç göremeyeceğimiz şeki lde görebileceğimizi ve bu (ka rşı lıklı) ayna tutuşun bizi insan olara k geliştiren bir şey olduğunu düşünüyordu. O halde arkadaşlar, benzer bir eudaimonia kavramına sahipti r ve birbirine punu elde etmede ya rdımcı olurlar. O ha lde, Aris­ toteles ve (Epiku ros) gibi diğer Antik Yu nan fi lozofla rına göre dostlar/ arkadaşlar sadece a raçsal anlamda yaşa mım ızı zenginleştirdikleri için iyi değil lerdir; onlar ayn ı zamanda iyi bir yaşamı ol uşturan temel par­ çalardandırlar. Elbetteki a rkadaşlık kavramına değer vermek için d iğer bir neden ise arkadaşlığın toplumsal boyutundan kaynaklanır. Filozof Elizabeth Telfer'ın sözlerini ku llanmak gerekirse, "bu bize bir derece ve bir çeşit diğerlerinin iyil iğini d üşü nmemiz adı na, başka şekilde or­ taya çıkamayacak bir ilgili olma hali sunar." Arkadaşlığa dair bir tane daha ilginç bir felsefi açı sunmak daha kafa karıştırıcı olur. Beşinci bölümde ahlaka dair üç ana kuram olduğunu gördük: Erdem ahlakı (esas olara k Aristoteles'ten beslenen), sonuç­ çuluk ( veya daha dar a n lamda Jeremy Bentham ve John Stuart M ill'in felsefelerinden beslenen faydacılık) ve görev ahlakı (özellikle lmma­ nuel Kant'tan beslenen). Daha önce bahsettiğim o daha önceki tar­ tışmada kişinin aslında ahlaka dair daha kişisel leştirilmiş ve esnek bir ahlak görüşü edinmesi için her birinden edinebileceği ilginç özellikler olduğunu ileri sürmüştüm . Buna karşın bazı filozoflar Aristotelesçi er-

Dostluk ve Yaşamın Anlamı

177

dem ahlakına kayarken (ki hiç de şaşırtıcı ol masa gerek, arkadaşlığa dair söyled iklerine bakı l ı rsa ! ) a rkadaşlığın bizim a nladığımız biçimde aslında hem sonuççuluk hem de görev ah lakıyla yıldızının ba rışması­ nın zor olduğunu söyl üyorlar. Bu ne derecede mü mkündür ve bunun a ltı ndaki anlam nedir? Buradaki düşünce bir ya nda erdem ahlakı d iğer yanda da sonuç­ çuluk ve görev ahla kı arasında bir büyük bir fark olduğu d üşü ncesidir. Erdem ahlakı bi reyi merkeze alan bir ahlak a n layışıdır ki buradaki ah­ laki çözümlemenin kaynağı tekil insan, onun kişisel özelli kleri ve etra­ fı ndaki insa nlarla nasıl bağ kurduğud ur. Sonuççu luk ve görev ahlakı, buna karşın, özneye karşı a rtı ya da eksi yönde bir d uygu beslemez ki bu da herkese ayn ı şekilde davra nıldığı bir ahlak anlayışına dair ev­ rensel bir ölçüt koyma ça basıdır (Örneğin, bu M i l l'e göre hazzı arttırıp acıyı azaltmak, Ka nt'ın bölüm lemesel yönlendirmesine göre evren­ sel kanunlar haline gelse insanların kabul edebi leceği hareketlerde bulunmaktır). O halde buradaki sorun dostluğun/ arkadaşlığın daha ta nım aşamasından itibaren belli bir i nsana karşı belli bir ahla ki ter­ cih yaptığımız bir ilişki türüdü r (Bu aynı zamanda eros biçimi aşka da uygulanabilecek bir şeyd i r ve ayn ı zamanda aile üyelerimize karşı bes­ lediğimiz philia biçimine de uygundur). Örneğin, bir a rkadaşa sad ı k ka lmak, başka insanlara karşı o l a n sorumlulukları mızla çakışacak şe­ kilde o kişiye destek olmak Aristoteles'e göre hiç de sorun teşkil eden bir şey değildir ( bell i sınırlar içerisinde el bette: Yi ne de bir arkadaşınız için bir şey ça lmanız ya da birini öldürmenize hala izin yoktur ). Diğer taraftan Mili ve Kant'den birisi nin bir a rkadaşı için beslediği özel özeni ken dilerinin gen iş kapsamlı a hlaki bağla mları içerisinde açıklanması istense onlar tamamen bu konuda yanıtsız kal ı rlar. Eminim ki bu er­ dem ahlakını diğer rakip ahlaki kuramlardan üstte tutup kucaklamak için yeterli bir tez ama bu aynı zamanda felsefi akıl yürütme yoluyla meydana getirilen seçeneklerden kendimize ahlaki bir kurallar bütü­ n ü oluştururken üzerine d üşünmemiz gereken bir şey.

178

Aristoteles'ten Yanıtlar

Bu günlerde 21. yüzyıl ı n en önem li olayı haline gelen sa nal arka­ daşlar ve topl umsal ağları ta rtışmadan basitçe a rkadaşlık üzerine bir bölüm yazmak i mkansızdır. Açı k bilgiler: 'Resmi' bir Facebook sayfam bulunmaktadır, http://www.facebook.com/MassimoRationallySpea­ king ve bir Twitter hesabım da var, @ m pigliucci, gerçek a rkadaşlarım ve ailem için ayırdığım daha "özel" bir Facebook sayfam olduğunda n ba hsetmeden geçemeyeceğim . ) Christine Rosen'ın "Delphi kahininin önerisi "kendini bil" idi. Bugün, canlı toplumsal ağlar çağında, kahinin önerisi a ncak ve a nca k "kendini göster olabili rdi" diye yazdığı Yeni

Atlantis'te 2007 yılında yayı nlanan bir m aka le ile başlayalım. Her ne kadar bu bahsedilen makale felsefi eğilimleri olan huysuz ihtiyarların ve diğer burnu büyük Ludd ite'ların hoşuna gitse de, bence bu top­ lumsal ağlarda gerçekten olup bitene dair fazlasıyla abartılı mizah i bir çizim. Kuşkusuz toplu msal ağlar küresel ve şaşırtıcı boyutlarda bir olu­ şum: Şubat 2004 gibi geç bir tarihte açılan Facebook, Oca k 2011 sonunda d ü nya üzeri nde internet kullanan 2 mi lyar insandan geriye çıka rtıldığında 600 milyon kullanıcısı vard ı . Elbette bu insanların ken­ dilerini şiddetli bir biçimde d ü nyaya gösterme, iletişim kurma ve evet (genellikle zararsız) toplumsal teşhircilikte bulunma istekleri ni yansı­ tıyor. Anca k bu Slate'in eleştirmeni M ichael Kinsley' in söylediği gibi acaba 'bencilliğin geniş çevrelerce baş tacı edi lmesi" ola bilir mi? Yine, bu da çok hızlı ve şeyleri göz ardı eden bir yargı gibi duruyor. Rosen ve Ki nsley a ntik bir a rzu nun modern bir yansıması olara k adlandırı labile­ cek insanların toplumsal bi lgi paylaşma (bazen yad ı rgayıcı şekilde "de­ dikodu" olara k adlandırılan) dileklerini çarçabuk bir kalemde siliveri­ yorlar. Sonuçta bizi diğer pri matlardan ayıran şey toplumsal varlıklar olmamız (çünkü şempanzeler ve makaolar da toplumsal va rlıklar) ya da iletişim kurma mız değildir (kuşlar, sosyal böcekler ve sayısız diğer türler de yapıyor bunu). Bizi onlardan ayıran dil a racı l ığı ile çok kar­ maşık bilgileri birbiri mize aktarabilmemizdir. l nternet çağındaki top-

Dostluk ve Yaşamın Anlamı

179

l umsal ağlar belli bir dereceye kadar birkaç yıl öncesine a nlaşıla maz olmuş olaca k şeyleri mü mkün kılmış ve el bette kendi tuhaf seçenek­ lerini yaym ıştır a ncak temel ihtiyaçlar ayn ı ka lm ıştı r. 1967'de psikolog Sta n ley M i lgram bulgu ları "farklılığın a ltı boyutu" kisvesi altında temel toplumsal kurallar haline gelen ünlü bir a raştırma yapm ıştı. Birleşik Devletler içerisinde daha önceden belirlenmiş kişi­ lere u laşa bilmesi için kaç ta ne zincirleme mektubun gerekli olduğunu incelemeye başladı. Ortalama olarak, elde edilen sayı 5,S'ti. Araştırma e-mail döneminde Colu m bia Ü niversitesi'nde Duncan J. Watts tara­ fından da tekrar edilmişti ve bu sefer dünya üzerindeki hedeflere yo­ ğunlaşm ıştı. Sonuçlar neredeyse aynıydı : Bu sefer 5 değil 7'ye varan bir sonuç elde edildi. Yin e de, şaşırtıcı biçimde, bu iki deneyin ortaya koyduğu şey Kevin Bacon'dan "altı a rkadaş ötede old uğum uz" değildi; çünkü M ilgram ve Watts hedeflere ulaşmanın en etkili yolunun a rka­ daşlar aracıl ığıyla değil daha az bilindik insanlar vasıtasıyla olduğunu bulm uşlardı ki sosyal bilimciler buna "zayıf bağlar" adını veriyorla r. Buna bağlı olarak; en iyi biçimde toplu msal ağlar yoluyla yolcu luk eden bilgi, zayıf ağlar yoluyla yolcu luk eden bilgiyle aynı şekilde ya­ yılır: hevesler, dedikod ular, söylentiler, belli bir ilgi çekici gazete ma­ kalesi, canlı bir yayın, kitap eleştirisi, film, olay ya da d üşü nce hep bu şekilde yayılır. Bu sonuçlar açıkça toplumsal ağlar üzerine ya pılan a ba rtı l ı eleşti­ rilerin (ya da bu konuda a bartılı bir iyiye yorma çabası da d eni lebi­ l ir) neden a bartılı ve herhalde bu denli hararetli olduğu n u gösteriyor.

Facebook, Twitter ve türevleri bizim bildiğimiz a n lamdaki uygarlığın sonunu getirebilecek en son şeyler, hatta televizyon, filmler ve hatta baskı makinelerinin daha önce yaptıkla rından daha masum d u ruyor (herkesin yüreğine korku salanlar ve kıyamet tellalları bu tür d u rum­ larda da iş başındaydılar elbette). Anca k toplu msal ağların kendisi de elbette bir devri mler serisi yaratmayacak, iklim değişikl iğini çözmeye­ cek ya da insanl ığın karşı karşıya ka ldığı pek çok gerçek sorunu orta-

180

Aristoteles'ten Yanıtlar

dan kaldırmayacak. Bu yeni araçların yapıyor bulunduğu şey basitçe sizinle aynı şehirde yaşamayan a rkadaşlarınız ve ailenizle i letişim ha­ linde ka lmanızı sağlam ak, dolayısıyla öbür türlü iletişiminizin olma­ yacağı bir ton insanla sizi ta nıştırmaktır ve ayrıca kendi başınıza gö­ zünüzden kaçırmış olabileceği niz bir takım i lginç haberin ekranınızda görüntülenmesini olanakl ı hale geti rmekti r. Bütün bunlar elbette ya­ şamları mızda önemsiz bir değişim değil, a ncak bizim ne olduğumuzu ve nasıl d üşündüğümüzü (ve daha önemlisi nasıl hareket ettiğim izi) değiştirmiyor. Buna rağmen toplumsal ağları n yapamayacağı tek şey, size a rka­ daş edinememesid ir; her ne kadar "dost/arkadaş" sıralamalarınız ne denli uzayıp giderse gitsin. Yuka rıda bahsedilen makalede Christine Rosen'ın belirttiği gibi, "kamusal dostluk/a rkadaşlık kendi içerisinde sözcük düzeyinde bir paradokstur" ve Aristoteles büyük i htimalle buna katılıyor olaca ktı . İnsan kolayca yüzlerce, binlerce dost ve arka­ daş edinemez; çünkü dostluk ve a rkadaşlık güven ve yakınlık üzeri­ ne kurulu yakın bir ilişkidir ve önemli derecede zaman ayırmayı ister. Dahası, dostluk ve a rkadaşlık "düzenlenemezler" ya da "yeniden dü­ zenlenemezler" (ya da d üzenlenmemelidirler) ya da toplumsal ağlar hangi sözcüğü kullanıyorlarsa. Bu da demekti r ki, gerçek bir dostla/ a rkadaşla bir dahaki sefer bir yemeğe çıktığın ızda gerçekten de ona bir iyilik yapıp evin izin özel havasıyla buluşmadan önce sanal ta nışık­ lıklarınıza bakmakta n kaçı nma lısınız. Eğer bir a rkadaşınız varsa, onun hakkı sizin ona göstereceğiniz haftada bi rkaç saatlik a ralıksız ilginizd ir.

• BEŞİ NCİ KISIM

i Ç iNiZDE Ki PO L iT i K .

.

.

.

.

.

H AYVAN/CANL l/VA R LIK !



13. Böl ü m : Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

"Politika bela arama, bulma, yanlış tanı koyma ve sonrasında yanlış reçeteleri uygulama sanatıdır." Groucho Marx

Eski dostumuz, Aristoteles, meşhur bir biçimde "insan doğası gere­ ği politik bir varl ık/canlıdır" demişti. Modern bilime göre yaln ızca po­ l itik canlılar değiliz; en azından eğer birisi primatolog Frans de Waal'ın

Şempanze Politikası: Maymunlar Arasında Güç/İktidar ve Seks (Chim­ panzee Politics: Power and Sex among Apes) kitabını okursa bunu gö­ rü r. Buna rağmen Aristoteles'ten Frans de Waal'a kadar felsefeciler ve bilim insa nları politikanın sosyal yaşa mımız için temel olduğunu iddia etme konusunda bi rbirlerine benzerler ve bu yüzden de politika, akıllı bir insana yeşeren bir va r oluş için reh ber bulmaya dair a rayışım ızda incelememiz gereken başlıktı r. Felsefeciler ve siyaset bilimciler pol itikayı rasyonel kavramlar dahil inde, insanların bu veya şu pol itik pozisyon veya ideoloji hak­ kındaki a rgümanlara ve karşı-argüman lara nası l tepki gösterecekleri­ ni ele alara k düşünme eği limindedi rler. Öyle görünüyor ki, yine de, pol itika hakkında d üşündüğümüz zaman zihinlerimizin içinde olup biten şeylerin çok azı rasyonaliteyle ve bunun aksine birçoğu kişi likle

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

183

ilgilidir. Buna göre, insanlara a it politik görüşler hakkında biyolojik ve bilişsel bilimlerden toplanan bazı modern bulgularla işe başlayacağız, bizi h avaya soksun diye. Örneğin Douglas Oxley ve iş arkadaşları insanların - her şey adına olan - politik tutumla rıyla fizyolojik özellikleri arasında bir bağ oldu­ ğunu göstermişlerdir. Açıklamama izin verin . Araştı rmacı lar belli sayı­ daki deneğe 18 başlık üzerinden politik fikirleriyle ilgili sorular sordu­ lar. Bu soru ları cevaplaya n kişileri ti pik olara k sırasıyla muhafazaka r veya liberal bir bakış açısıyla ilişkilendirilen, "savunmacı siyaset" ya ni göç, silah kontrolü, savunma, dış ya rdım ve bu şekilde devam eden konular hakkında bir pozisyon çeşitliliği lehine düşük ya da yüksek tercih hakkı sergileyip sergilemediklerine bağl ı olara k ikiye böldüler. Sonrasında aynı deneklerin tehdit edici imgelere gösterdikleri reak­ siyonlar kadar ani yüksek seslere gösterdikleri reaksiyon (ürkme) sı­ rasındaki deri geçirgenliklerini ölçtüler. Hem deri geçirgen liği hem de ürkmeye benzer ceva plar bir bireyin tehdide karşı gösterdiği duygusal reaksiyonun ölçüsüd ü r ve bilinçli bir biçimde kontrol edilemezler. Cevaplar az çok şaşırtıcıdır. Basitçe belirti lirse, muhafazaka rların ama liberal lerin değil - hem tehdit edici imgelere hem de ü rkütücü seslere karşı güçlü ceva pları vardı ki bu, bu insanların fizyolojik ola­ rak (yan i ya ln ızca ideolojik ya da rasyonel ola rak değil) tehditlere ka r­ şı daha duya rlı oldukları anlamına gel ir. İyice d üşünelim; bu çal ışma insanların (şüphesiz yine de gelişmiş ola nların) genel politik ideolo­ jilerden, düşünüp taşınma yoluyla değil kişise l psikolojilerin in temel görün üşleri nedeniyle etki lendiklerini ima eder ve dahası da var: yuka rıdakini ta kip edermiş gibi görünen bir başka çalışmada, Ryota Kanai'nin başkanlık ettiği fa rklı bir araştırmacı grubu yakın zamanda yuka rıda bahsedilen fizyoloj ik fa rklılıkların gerçekte açık bir biçimde bütün beyin a natomisinde görüldüğüne dair bulgular yayınladılar. Öyle görünüyor ki liberaller genişlemiş anteriyör singu lat kortekse sa hip olma eğilimindeyken muhafaza karların amigda laları daha bü-

184

Aristoteles'ten Yanıtlar

yüktür. Bu ne anlama gelir? Şöyle ki, a nteriyör singu lat korteks karşıt bilgilerle başa çıkma yeteneğinde içerilirken, a migdala teh ditlere ce­ vap vermekle uğraşır. Sonuçla rınızı bu araştırmalardan çıkarabilirsin iz; fakat sizi uyarmam gerek, bu böl ümün geri kalanında bilimsel kanıtın aslında liberaller ve mu hafazakarlar hakkındaki birçok yaygın kalıp­ laşmış yargıya arka çı ktığın ı göreceksiniz (yatak odalarında ne türden nesneleri tercih etti klerine kadar giden ! ) . Yukarıda bahsedilenl erden hareketle çıka rmamız gereken so­ nuçlardan biri şüphesiz, insanları bel li bir şeki lde düşün meye iten muhafaza kar (veya liberal) gen diye bir şeyin var olduğudur; ka nıt­ lar ve a kıl la netlenmiştir. İşler bundan daha ka rmaşıktı r - ne yazık ki. Asl ında belli bir açıdan, davranışlardaki farkl ılığın (politik fikirler ve tehdide karşı verilen ceva plar gibi) izinin sürülebilmesi adına insan beyn ine kadar geri gitmek çok da şaşırtıcı değildir. On ları başka nere­ de bulabiliriz ki? Ve sırf beyi nler arasında biyolojik fa rkl ılık olması bu fa rklılıkların genetik olara k temellendiği a n la m ı na gelmez (biyolojiyi genetikle karıştı rmak yaygın bir hatadır). Araştı rmacılar yuka rıdaki fa rklılıklar için genetik temeller keşfetseler bile onların, pol iti k fikirle­ re benzer ka rmaşık davra n ışların doğrudan ve geri alına maz etki lerine sahip çok az sayıdaki gene ind irgenen sonuçlara bile sahip olmaları çok zordur. Yine de politikanın, bizim ne türden biyolojik va rlıklar ha­ line geldiğim ize kadar köken lerinin takip edildiği temel insani karak­ teristiklerden biri olduğu açığa çıkmaya başlar ( Ahlak başka şeydir. 3 . v e 4. Bölüme bakın). Muhafazakar-liberal dikatominin bilim temelli analizi her ne kadar ilginç olsa da, bu a nalizler çoğunlukla artan sayıdaki siyaset bilimci bu dikatominin pol iti k manzaranın fazlasıyla basit bir görünüşü ola­ rak görd üklerini destekler. Gerçekten de araştı rmalar son iki yüzyılda Amerika'da tuhaf bir çift trendin geliştiğini gösterir: Bir ta rafta pozis­ yon ları bakım ından artan oranda kutuplaşmış olan iki ana pa rti ve di­ ğer ta rafta Amerikan halkının, çoğunl ukla politik seçimleri belirleyen

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

185

bir mesele çeşitliliği hakkında daha fazla konsensüs oluşturan bir şeye sahip olup olmadığı bulunmaktadır. Bu konuya dair a raştı rmalar a ra­ sında bulunan ve Baldassari ve Gelman tarafı ndan gerçekleşti rilen bir ça lışma ise, Cumhu riyetçilerin yarısının kend ilerini muhafazakar ola­ rak d üşünmediklerini ve görüşme yapı lanların yal n ızca %12sinin ken­ dilerini aynı anda Cu mhuriyetçi, muhafazaka r ve kü rtaj karşıtı olara k ka bul ettikleri n i gösterdi. Benzer biçimde Demokratlar arasında (yal­ nızca %36sı kendisini libera l olarak adlandırmıştır) %901 yüksek sesle kürtaj, zencilere yardım ve devlet müdaha lesi karşısında liberal olma­ yan bir görüş benimsediler. Açıkça medyadaki ha berlerden elde ettiği­ miz Amerikan politik manzarasının basit resminde bir şeyler yan l ıştı r. Veriler daha incelikli ve ilgi çekici bir resmi önerir görü nmektedir: 1960lar ve 701erdeki politik yeni d üzenlemelerden beri ( Demokratla­ rın sivil yasalara verd ikleri destek yüzü nden Güneyde kaybettikleri za­ manlar) olan şey, partilerin kendi leri ne oy vere nleri "sınıflandırmada" daha iyiye gitm iş old uklarıdır (Baldassari ve Gelma n'ın terimleriyle) yan i pa rti platformla rıyla insanların politik görüşleri a rasındaki düşük korelasyona rağmen insanları bir partiye ya da d iğerine oy vermek için ka nalize etmekte. Örneğin sorgulanan a raştırma, pa rti üyeliğiy­ le politik meseleler arasındaki korelasyonun günüm üzde her on yılda bir 0.05 oranı nda arttı ğ ını göstermiştir ve bunu göstermek için de bir insanın önemsed iği meseleler her ne ise (mesela kürtajla ilgili olarak, eğer "kü rtaj karşıtı" iseniz arta n oranda Cumhuriyetçi lere oy verme­ niz gerektiğini fark edersiniz, eğer "kürtaj ya nlısı" iseniz, o zaman, en iyi şansı nız Demokratlar ile olmaktı r) onlar için iki pol itik pa rtiyi vekil­ ler ola ra k daha kolay ta n ı mlanabilir hale getirmiştirler. Fakat siyaset bilimcilerin buld uğu diğer şey, meseleler a rasında ki korelasyonun as­ lında aynı zaman süresi boyunca zorlukla yerinden oynadığıdır; dola­ yısıyla artış gösteren particil iğe - medyanın basit anlatımı tarafından teşvik edilen popüler görüşün a ksine - yine artış gösteren ideolojik üyelik refa kat etmez.

186

Aristoteles'ten Yanıtlar

Aynı yazar, Delia Bald assarri, ( meslektaşı Amir Goldberg ile birlikte) politik düşünce ağı n ı n doğasını araştırdığı diğer a raştı rm aları n ı takip eden bir inceleme yayınladı ve basitleştiri lmiş muhafazakar-liberal çift-kutuplu luğu bir kez daha basitçe desteklemek yerine insanların nasıl politik olara k düşündüğüne dair gerçek ka nıtların peşindeyd i. Buldukları şey, üç-kutupluluğun en azından ka n ıtı olarak sayılabilecek bir şeydi ve bu da ABD'deki gittikçe artan kafa karıştırıcı politik söy­ leme ışık tuttu (ve sanırım, benzer şekild e diğer Batı ülkelerine de). Ba ldassarri'nin ve Goldberg'in keşiflerinin sonucu olan üç-kutupluluk - uzun uzad ıya bahsedersek - konu politik tavı rla ra gel i nce üç kate­ goriye ayrılır: "İdeolog" adını verdikleri kişiler kendilerini çabucak ya muhafazaka r ya da liberal olara k, ta m da terim leri ka bul ettiğimiz a n la mda, ta nım layan kişilerdir. Örneğin, ben bir l iberalim, bu anlam­ da "ideologum" ve buna göre fa kir ve yaşlı insanları koruyan sağla m sosya l refa h progra mlar kad a r h e m geleneksel h e m de d a h a az gele­ neksel olan azınlıkları, örneğin, eşcinselleri koruyan sivi l hakların ge­ nişlemesi ni de destekleme eğilimindeyim. Ama sonrasında ikinci bir grup daha vardır, yaza rların "Alternatifçiler" olara k etiketlediği grup. Bunları tan ımlamak o kadar da kolay değildir; çünkü ahlaki ve ekono­ mik tutu mları ayrıştı rırlar (mesela bu şeki lde sosyal olarak ilerici ol­ salar da ekonomik bakı mdan m uhafazaka rdı rlar ya da tam tersi). Son olarak; "Agnostikler" olarak etiketlenen üçüncü grup vardır; çünkü üyeleri farklı politik görüşlere dair oldukça az bütün leşme gösterme eğilimindedirler. Sonrasında; Baldassarri ve Goldberg birini İdeolog, Alternatifçi veya Agnostik ya pmada rol oynayan bireysel sosya l kimli klerinin et­ kilerini inceled iler. Tekrardan, sonuçlar sta ndart anlatımla aynı yönde d eğildi. Örneğin, öyle görün üyor ki yüksek gelire sa hip insanlar ahlak bakı mdan eğer İdeolog gru bundaysalar m uhafazakar olma eğilim in­ dedirler; fakat Alternatifçifer a rasındaysalar ahlak bakım ından libe­ ra ldirler. Dahası, zayıf d i nsel bağlılıklara sahip insanlar ayn ı zamanda

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

187

eğer yüksek kaza nçlı kimselerse Alternatifçilerdir; fakat aynı şekilde güçlü dinsel bağl ı l ı kları olan ama düşük gelirli ola nlar da. İşleri daha da karmaşıklaştırmak adına, yetersiz ya d a yüksek derecede eğitim al­ mış ideologlar (fakat ortada değil) kendilerini demokrat olara k ta nım­ lamaya meyi llidirler ki eğer kişi bir Alternatifçiyse daha fazla eğitim bir Cumhuriyetçi olma olasılığının hayli yüksek ol ması anlamına gelir. Şu a nda başı nız dön üyor mu? Bunun neden a kşam haberlerindeki iki dakikalık haber lokmalarına güzelce uymadığını görebiliyor musunuz? Hal böyle iken bu sonuçlar, eğer politik fikri anlamakta kararlıysak bi­ rin i n ideolojisini gelirine ya da dindarlığına bağlayan hiçbir basit moti­ fin olmadığı nın farkı na va rmamız gerektiği anlamına gelir. O h ! ve işte beklenmeyen şey: insa nlar, diğer şeylere eşit olara k tercih leriyle tam a nlam ıyla uyu mlu olmaya n pozisyon çeşitleri arasından seçim yapma­ ları gerektiğinde mu hafaza kar olma eğil imindedir ki bu Cumhuriyetçi partinin (ve büyük olası l ıkla Batı Dünyasında ki d iğer mu hafazakar par­ tilerin) sabit bir avantaja, birçok siyaset bilimcinin daima bir paradoks olarak kab�I ettiği bir avantaja sahip olduğu a nlamına gelir: Amerikalı­ ların çoğu belirgin bir biçimde birçok mesele hakkında Demokratlarla aynı fikirdedir; hal böyle iken Cumhuriyetçiler daha fazla oy alır. Eğer insanlar arasında, ikil i-parti sistemine sahip bir sistemden bek­ lendiğinden daha çok ideolojik çeşitlilik varsa nasıl olur da sorgu lanan partiler buna rağmen ta rtışmayı kutu plaştırmayı başa rırlar? Bunun bir yolu, her zeki vatandaşın farkında olması gereken ve halihazırda farklı bir bağla mda 6. Bölümde (çerçeveleme) karşılaştığı mız şeye dair bir yaklaşım boyunca bulunur. Bu, sırf bilginin nasıl temsil edildiğine ya ni "çerçevelend iğine" bağlı olara k aynı olgusal bi lgiye farklı biçimde cevap veren insanlara gönderme yapar. Örneğin doktorunuzun size yaşam şa nsı n ı n %80 veya ölüm ora n ı n ı n %20 old uğu bir operasyon geçirmeniniz gerektiğini söyleyip söylememiş olması bir fark yaratır her ne kadar olgusal ola rak iki senaryo özdeş olsa lar bile. Pol itikacılar ve reklam ajansları bunu iyi bilirler ki bu nedenle pozisyonlarının ya

188

Aristoteles'ten Yanıtlar

da ü rü n lerinin olumsuz çağrışımlarından uza k durmaya ça lışırlar (ön­ ceki örneğim ize geri dönersek, "kü rtaj karşıtı" olduğunuzu söylersiniz "ürem eye karşıt haklara" karşıt old uğunuzu deği l veya "kürtaj yanlısı" olduğunuzu söylersiniz "anti-fetüsçü olduğunuzu değil vb.) . Siyaset psikologu Rune Sloth uus'a göre, çerçeveleme -politik bağ­ lamı içerisinde - iki farkl ı mekanizma boyunca işleyebilir: söz konusu bir tartışmadaki bel li fa ktörlerin önemine dair insanların düşüncele­ rini etkilemek ya da ta rtışmanın kendisinin içeriğini değiştirmek yo­ luyla. Birinci durumda politikacının yaptığı, eldeki mesele hakkındaki fikrinizi m u htemelen değiştirecek sorunların görün üşüne dair ilginize odaklan maya ça lışmaktı r (ve diğer ta raftan, onunla karşıt fikirlerde olacağınız şeyleri i lgilendiren diğer ba kış açılarının önemini azaltma­ ya); bunun yerine içerik çerçevelemesi, hedef dinleyicinin tartışmayla a la kalı bir şey olarak ele almayacağı veya bunun farkında olmayacağı yeni a rgümanlar ta nıtmaya çalışır. Empirik kanıt, her iki tür çerçeve­ lemenin de meydana geldiği; fakat farkl ı insanlarda fa rklı biçimlerde işlediği şekl indedir - ve bir konu için nasıl oy vereceğiniz hakkında (veya hatta belli türden bir ürünü alıp almayacağınız hakkında) karar vereceğiniz gelecek sefer onun farkında olmak isteyebilirsiniz. Slothuus bir bireyin politik farkındalık d üzeyiyle politik değerler a rasında aracı olan çerçevelemenin özellikle fa rklı türlerin i muhafa­ za etmektedir (İki şey açıkça benzer değildir: insanlar bir meselenin niteli kleri bakımından özellikle deneyi mli olmasalar bile güçlü politik düşüncelere sahip ola bilirler. Bunun tersine, mesele hakkında çok faz­ la şey bilebilir ve yine de onun üzerine olan güçlü bir partizan pozisyo­ nu ka bul etmeyebilirler). Bu d urumda Sloth uus'un yaptığı, deneyinin öznelerini, yeniden işgücüne katıl maları adına işsiz insanlara teşvik verme n iyetinde olan ama askıya alınan sosyal refahla ilgili güncel bir yasa tasa rısıyla i lgili bir gazete haberinin farklı versiyonları na· maruz bırakma ktı r. Bu haberin bir versiyonu, yasa tasarısı n ı n bir sonucu ola­ rak yaratılan işler açısından meseleyi çerçevelemekte, diğer versiyon

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

189

ise yasa nedeniyle ortaya çıkabi lecek fa kirler adına artış gösteren ge­ çim sı kıntısı açısından ya pmaktad ır. Hem tartışmanın çeşitli görün üş­ lerinin önemi hem de lehte ve aleyhte olan a rgümanlar açısından içe­ riği, yazarın fa rklı çerçeveleme tü rleri hakkındaki fikirlerini test etmek için değişti rilir. Sonuçlar çarpıcı biçimde açıktır: Yasa tasarısı fa kir insa nları n geçim sıkıntısının bir kaynağı olmaktan çok iş yaratmanın bir imkanı olarak sunulduğu zaman daha çok destek almakta ve bu anlamda çerçevele­ me gerçekten de bir fa rk yaratmaktadır (tekrardan, gazetedeki habe­ rin farklı versiyonları boyunca bulunanın ayn ı olgusal bilgi olduğunu hatırlayın; dolayısıyla insanlar olgulara değil, çerçevelemeye karşılık vermektedirler). Çerçevelemenin önemi (belli argümanları vurgula­ mak ya da vurgulamamak) insanları n politik olarak nasıl mütevazı ya da fazlaca farkında olara k tepki gösterd iğini etkiler; fakat d üşük politik fa rkı ndalığa sa hip insanlar üzeri nde hiçbir etkisi yoktur. Bunun yeri­ ne içeriksel çerçeveleme (ya n i dinleyiciler tarafından gözden kaçırıl­ mış olabilecek yeni bir argüman kazand ırmak), mütevazı bir biçi mde politik olan farkı ndalığı etkiler; fakat abartılı ve oldukça d üşük politik farkındal ığa sahip olanlar için hiçbir şey yapamaz. Bunun, çerçevele­ menin ya ln ızca psikolojik mekan izmalar yoluyla ça lıştığı, fakat düşük politik fa rkı ndal ığa sa hip insanların gerçekte çerçevelemeye oldukça dirençli olduğu - muhtemelen sergilenen içerik veya vurgu nun he­ men göze çarpmayan değişimlerini ta kdir etmek adına ne olup bit­ tiğinin çok az farkında oldu kları anlamına geldiğini eklemeliyiz. Peki, çerçevelemen i n politik bağlılığın değişen güçlerine sahip olan i nsan­ lar üzerindeki etkisinden ne ha ber? Muhtemelen şaşırtıcı ol mayacak bir şekilde çerçevelemenin fazlasıyla politik bağlılığa sahip olanlar üzerinde bir etkisi yoktur; fakat düşük dereceden bağl ılık gösteren in­ sanların aklını çeler. Anlaşılan, ya mütevazı olarak bilgilenmiş olan ları fazlasıyla bilgilenmiş kılar ya da henüz verili bir ideolojiyle bağlanma­ yan insanların görüşlerini değiştirebilirsiniz.

190

Aristoteles'ten Yanıtlar

Eğer yuka rıdakiler toplumun uzdaki pol itik söylemin ihtimalleriyle ilgili olarak sizin yeteri kadar hevesi nizi kırmadıysa, işte karşınızda bu işi m u htemelen yapacak bir başka çalışma: Monica Prasad ve mes­ lektaşlarının, bilişsel ahenksizlik ve politik d üşünce üzerine olan ça­ l ışma ları . (Şüphesiz, eğer doğal olara k iyimserseniz, benim gibi, bu durumda karşılaşmak üzere olduğumuz a kı l yürütmeye karşı kendinizi koru mak için basitçe söylenecek olanları zorunlu bilgiler olarak gö­ receksiniz. Seçim izi ya pın.) Bilişsel ahenksizlik kavra mıyla halihazırda Aristoteles'in insan lığa dair başka bir meşhur n itelendirmesini keşfet­ tiğimiz - rasyonel can l ı - 6. Bölümde ta nıştık. Yine de o d urumda, esasen bölünmüş bir beyne sahip olan ve nörobiyologla ra gerçekl iği a n lamlı kılmak için hikayeler uydurduğumuz zaman kafamızın içinde ne olup bittiğini göstermede yard ı mcı olan insanlarla uğraşmıştı k. Prasad'ın çalışmasındaki özneler bunun yerine m ükemmel derecede normal insanlard ı r ve eski I rak diktatörü Saddam Hüseyin ile 11 Eylül 201 1'de ABD'ye ya pılan terörist sa ldırı a rasında bir bağ olduğuna dair - tüm karşıt kan ıtlara rağmen - i kna edilmiş d urumdadırlar. (Bir itiraz olarak, Prasad'ı n ça l ışmasında bazı metodolojik sorunlar ve sınırlama­ lar vardır ki bun lardan bazıları makalenin bizzat yazarı tarafından da tartışılm ıştır; dolayısıyla eleştirel düşünme başlığı nızı takın ve tartışa­ cağım şeyi yal n ızca deneme niteliği ndeymiş gibi ele alı n.) Araştırmacı lar politik olarak temellenmiş bu tikel inanç üzerinde duru rlar; çünkü, ortaya koydu kları şekliyle, "birçok politik mesele­ nin aksine doğru bir cevap vardır" ve bu ina nç, yine de, 2003'e kadar Amerikalı ların %50si tarafından ka bul edil mekteydi - aslında Başkan Bush'un kendisinin bile bir noktada "Bu hükümet hiçbir za manll/9 sa ldırıları n ı n Saddam ve El Kaide ta rafından d üzenlendiğini söyleme­ di" demesine rağmen. Söz konusu olan Cumhuriyetçiler hakkında olan bir soru seçmek demek değildi, bu a rada, Prasad ve meslektaş­ larının yazdığı şekliyle bu ça lışmanın, on yıl önce yü rüttükleri Clinton­ Lewinsky skandalı ile ilgili olarak Demokrat seçmenleri hedef alan

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

191

bir çal ışmayla benzer sonuçlar vermesini ummaktadırlar. Çalışmada sınanan hipotezler, i nsa n ların neden açı kça ya nlış olan politik inanç­ lara tutunduklarına dair iki alternatif açıklama vermekteydi : "Bayesçi güncellemeci (updater)" teori insanların eldeki ka nıtlara uygun ola­ rak değiştiğini söyler ve bu yüzden de çok sayıdaki insan Saddam ve 1 1/9 arasındaki ilişkiye dair ya n l ış inancı, Bush yönetiminin ya nlış adına ku rnazca düzenlenmiş kampa nyası neden iyle korumaya ça l ışır (Bush'un kendisine ait olan yukarıdaki beyana rağmen). ("Bayesçi" te­ rimi, aslen 1763'de yayımladığı kısa ama sonraki zamanlarda oldukça etkili olan bir makalede, hem bilimsel hem de felsefi çevrede artan bi­ çimde popüler hale gelen bir olasılık teorisi türü ü reten Rahip Thomas Bayes' in adından gelmektedi r.) Prasad'ın grubu ta rafı ndan sınanan alternatif teori onların adlandırdığı şekliyle "gerekçeli akıl yürütme"dir; insanların sahip ol­ du kları inançlardan önemli olan bir ta nesinin gerekçelere dayanara k ya nlış olduğu olgusuyla yüz yüze gelmekten kaçınmak için bilişsel strateji dizisi görevlendi rdikleri bir durumdur. Bu çalışma nın sonuç­ ları Saddam ve 1 1/9 olaylarına dair spesifik meselenin ötesindekiler için de oldukça aydınlatıcıdır. Aynı "stratej iler" koşul çeşitliliği içinde iyi bilgilenmiş ve eğitim l i insanlar tarafından bile geliştirilebilir: poli­ tik sahneden aşı ve otizm a rasındaki sözde (ve va r olmaya n) bağ gibi bilimsel olara k ya nlış olan a n layışların savu nmasına kadar. Gerçekten de bu, bağrın ıza bastığınız (ve muhtemelen mazur görülemez) nos­ yonlarınızın savu nması nın bil işsel ka lkanını harekete geçirmekten do­ layı son zamanla rda suçlanıp suçlan mayacağı nızı yansıtan iyi bir öğ­ renme deneyim i olabilir - bunun hakkında arkadaşları nıza danışmak isteyebilirsiniz; çünkü büyük olasılıkla onlar size, kendi kendinize kul­ landığın ızdan daha gerçekçi bir ayna tuta rlar (12. Bölü mdeki dostl uk/ a rkadaşlık tartışmamıza bakı n).

192

Aristoteles'ten Yanıtlar

Prasad ve meslektaşla rın ı n buld uğu ilk şey, şaşırtıcı ola mayacak şeki lde, inancın oy verme kal ıplarına çevrilebileceğiydi: soruya doğru ya nıt veren (yani Saddam H üseyin ve 11/9 Eylül saldırıları a rasında ka nıtlanabilir bir bağ olmad ığını bilen) görüşmeciler bel irgin biçimde 2004 Başka n l ı k seçi m lerinde Bush'a oy vermeye daha az ve Kerry'e oy vermeye daha ya kın kişilerdir. Geri kalan kısımla ilgili olara k; daha önce hiçbir ilişkinin olmad ığına dair kan ıtlarla birlikte sunulan mesele hakkında düşü ncelerini değiş­ tirerek kaç tanesi Bayesçi güncel lemeci olara k davrandı? İç karartıcı bir biçimde, %2. Orijinal fikirlerin e sadık ka lan diğerleri, karşıt ka nıt la netlenerek, Prasad ve meslektaşlarının detaylı bir biçimde karakte­ rize ettiği altı ta ne farklı ve okka lı savu nma stratejisini ha rekete geçir­ diler. Önem de recesi bakımından azalan derecede işte bu stratejiler: Tutum G üçlendirme (%33): Veya G roucho Marx'ın ortaya koy­ duğu şekliyle, "Bunlar benim ilkele rim, eğer beğenmed iysen ... Peki, başkaları da var". Bu grup, üstü kapalı şekilde Saddam 11/9 bağlantısın ı n eksi kliğini ka bul ederek ve yine de va r olan kon u üzerindeki, I ra k Savaşı, pozisyonlarını değiştirmek adına ha reket etmeksizin basitçe ABD'nin neden l ra k'ı işgal ettiğine dair sebeplere geçiş yapabilirler. Mücadeleci Rasyonal ite (%16): Görüşülen kişilerden birinin or­ taya koyduğu şekliyle, "Hala daha fikirlerim var" diyerek fikir­ lerin kanıt olmaksızın veya varolana karşın savun u labi leceğini kasteder; çünkü basitçe böyle yapmak birinin hakkıdır. (Ger­ çekten de birisi Amerika n yasaları altında bile ya nlış fikirlere tutunmak için yasal hakka sahi ptir, olması gerektiği gibi; bunun iyi bir fikir olup olmadığı şüphesiz topyekun fa rklı bir mesele­ dir.) Çıkarsa nmış Savu nma (%16): "Eğer Bush onun yaptığı nı dü­ şündüyse bu du rumda ya pmıştır" yan i buradaki a kıl yürütme

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

193

şu şekildedir: insan yaşamı ve kaynakları için oldukça müsrif olan savaş &ibi bir şeyle meşgul olmak için iyi adamların (ABD) mutlaka bir nedeni va rdı r. Birinin bu nedenin ta m olara k ne olduğunu ortaya koya mama olgusu bu insanları çok da rahatsız etmiyormuş gibi görü nmekted ir. Aradaki İlişkiye İnandıklarını İnkar Etme (%14): Bunlar, I ra k v e 11/9 a rasındaki ilişkiye inandıklarını söylemiş olan ama hikayelerini değiştirmeleri için meydan okunduğunda çoğun­ lukla orijinal ifadelerinde değişiklik yapmaya girişen denek­ lerdir, "Oh, [Irak yerine] Afganista n ve 11/9 a rasında bir ilişki olduğunu kastettim." Karşılıklı Dalaşma (%12 ) : Bu grup Saddam H üseyin ile terörist sa ldırıları ilişkilendirmek için doğrudan h içbir kanıtı n olmadığı n ı kabul ederler; ama buna rağmen onlar için, Saddam'ın ABD için olan genel antipatisi veya genel anlamda terörizme verdiği "herkesçe bil inen" desteği gibi, diğer meseleler temelinde bir ilişkiye inanmak "mantıklıdır". Seçici Maruz Ka lma (%6): Son olara k, basitçe tartışmayla meşgul

olmak istemeyen

insanlar vard ı r (düşüncelerini

değiştirmezken). Bu insa nlar - "Bunun hakkında yeteri kadar şey bil miyorum" cümlelerinin bera berinde bahaneler ileri sürerler. (bunlar pek ta bi doğru olabili r; fakat şüphesiz bu konudaki agnostisizm ile daha tutarl ıdırlar). Bu stratejilerden herhangi biri nası l doğru olabilir? İnsanlar gerçek­ ten de "Bayesçi güncellemeciler" gibi davranmakta yani kanıt kolay­ l ı kla kullanılabilirken bile onları takdir etmek için rasyonel bir ya klaşım sergilemekte başarısız olacak kadar ka l ı n kafal ı m ıdır? Arkadaşlarımı­ za bu kadar yüklenmem ize gerek yok - veya muhtemelen birçok koşul a ltında fazlasıyla benzer bir tarzda davranacağımızdan, aslı nda ken­ dimize. Bu noktada çoğumuz için olup biten şey, bilişsel bilimcilerin

194

Aristoteles'ten Yanıtlar

adlandırması nı ku llanarak, "bu luşsal yöntem" yani bir iddiaya ya da duruma çabucak değer biçmek adına uygun otostop çekme ku ralları veya kestirme yolları. Çoğu duru mda, bilgi çağı nda akıllı telefon ve İnternet parmakları n ızın ucunda olsa bile tikel bir mesele hakkı nda ciddi araştı rma yapmaya adanmak için basitçe n e kaynağımız ne de zamanımız ol madığından bunu ya pman ı n nedeni va rd ır. Üstelik bazen za manımız olsa bile sadece araştırma yapmak için yeterince motive değil izdir - sorun, yiyecek almak ya da a ra bayı tem izletmek gibi ihti­ yaçlarımızla ka rşılaştırmaya yetecek kadar önem li ol mayabilir. Ne yazık ki, daha önce elde ettiğiniz orijinal sonucun uzu terk et­ memek için sezgisel ola rak da yeterl idir, ona ulaşmadan önce ele al­ dığınız kan ıtı n uyd u rma olmasının hiç bir önemi yoktur. Tekrardan, bu sadece enerji ve zamandan tasarruf etme meselesidir. Sonuçta iklim değişikliği nden I rak savaşına kadar her şey hakkı nda karar vermek adına, inandığımız politikacıları, politik parti leri veya ü n l ü leri bile ve­ killer olarak ku llanırız. Bu konuların herha ngi biri hakkında bir pozis­ yon beni msediğim izde eğer bize meydan okunursa o zama n bilişsel yeti leri m izi, pozisyonumuzla ciddi biçimde meşgul olmaktan ziyade eleştirinin yönü n ü değiştirme doğrultusu nda ha rekete geçiririz. Bu Prasad'ın çal ışması ndan önce birçok du rumda iyi şekilde sergilenmiş­ ti. Mesela bu luşsal yöntem ta kip edilirse, "eğer ne hakkında konuş­ tuğunu bilirmiş gibi görünen birisi bana X hakkında soru sorarsa, bu durumda X büyük olası lıkla vard ı r ve onun hakkı nda bir fikre sahip olmam gerekir", insanlar va r olmaya n yasaları, va r ol mayan pol itika­ cıları ve hatta va r olmayan yerleri ilgilendiren "fikirler" üstlenir! (yani hiç yoktan bir şeyler uyd uru rla r). Bu da bizi, Saddam ve 11/9 ile ilgili çal ışmaya geri götü rür: gördüğü müz üzere, birçok i nsan açıkça buluş yöntemini kullanmaktadır "eğer X ü lkesine karşı savaşacaksak bu du­ rumda X ülkesi bize mutlaka kötü bir şey ya pmış olmalıdır" yani bir neden olmak zoru ndadır!

Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine

195

İnsanların rasyonel canlılar olup olmadığıyla ilgili cidd i şüpheler vardır; (her bakımdan n e yaptığımız ve sonuçları hakkı nda düşünme yetisine sahip olma anlamında diğer tüm tü rlerden daha rasyonel ol­ sak da) ve şempanzelerin ve diğer sosya l primatla rın politik görüşleri üzerine olan destekli ka n ıtlar ele alı ndığında, tek politik can l ı da ol­ maya biliriz. Bununla beraber, hem pol itika hem de rasyonalite insan olman ı n ne an lama ge ldiğini ta nımlaman ı n oldukça önemli bir pa r­ çasıdır. Her ne kadar bir Bayesçi güncellemeci gibi davra nıp davran­ madığın ızı ya da -daha büyük olasılıkla - yuka rıda altları çizilen altı rasyonelleştirme stratejisinden birine tutunup tutunmad ığı nız ciddi biçimde ölçüp tartmak isteseniz bile başka bir seferde kendinizi ha­ ra retli bir şekilde politik bir pozisyonu savunu rken bulursunuz. Eğer böyleyse, içsel Bayesçi hesap makineniz bazı ayarlamaları gerektir­ mektedi r. Bu sizin için iyidir ve topluluğunuz için de iyi olacaktır.

14. Böl ü m : İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

"Hakkaniyet, adaletin gerçekten olduğu şeydir." Potter Stewart (Amerikan Anayasa Mahkemesi Hakimi)

Eğer uyumakta veya uçuş sersemliğine a lışmakta zorluk çekiyorsa­ nız, 5 hidroksitripta mini daha yaygın biçimde serotonin olarak bilinen bir kimyasalı denemek isteyebilirsiniz. Üstelik dikkatli olmayı da iste­ yebil irsiniz. Öyle görünüyor ki seroton in, sosya l ve kişisel yaşa m ı mızın vazgeçil mez bir bileşeni olarak tarafsız bir biçimde d urumları yargıla­ ma eğilimi mizi doğrudan etkilemektedir. Molly Crockett ve meslek­ taşları tarafından Ca mbridge ve Los Angeles Üniversitelerinde yürütü­ len çalışma, beyindeki d üşük serotonin d üzeyinin insanların, a l ıcıları old ukları şeye dair muameleyi haksız olarak düşünmeleri konusunda daha fazla inatçı olmalarına neden olduğunu gösterir. Araştırmacılar "ültimatom" oyunu denilen şeyin değişik bir biçimi­ ni kullanm ıştır. Buna göre, deneklerden belli bir miktardaki parayı pay­ laşmak için yapıla n öneriyi ka bul etmeleri ya da reddetmeleri istendi. İnsanların çoğu için %45-SSlik bir paylaşımın (kendi paylarına d üşenin az olduğu bir paylaşım) hakkaniyet sınırları dahilindedir. Paylaşım 30-

70 haline dönüştüğünde ise denekler a n laşmanın haksızlık olduğunu söylerler ve bu paylaşım ı n e n az 20-80 old uğu zaman ki kadar haksız-

İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

197

dır. Crockett ve iş arka daşları n ı n yapmak istedikleri deneyin katı lım­ cılarından bazı larını akut triptofan tüketim prosed ü rü için denekler haline getirmektir ki bu serotonin seviyesini belirgin biçimde geçici olara k düşürerek ü retimine engel olmak demektir. Bu sonuçların, deneğin prosedürü ka bul edip etmediği bilgisi nedeniyle etki altında kalmadığından emin olmak için deney sırasında plasebo kontrolü de kullanılmaktadı r. Dahası, bilimsel araştırmanın en yüksek sta ndardına erişmek için her şey bilim insanlarının verileri ha ngi deneklerin tedavi ve hangilerinin plasebo aldığı n ı bilmeden analiz ettikleri böylece de sonuçların yoru mlanmasında bilinçsiz hataların herhangi bir olasılığı­ nın elimine edildiği çift-kör protokolü kullanıla ra k ya pılıyordu. Çıktılar oldukça kolay a nlaşıl ı rdır: önerinin haksız veya hatta az çok taraflı olduğu durumlarda uygu lama ve plasebo denekleri arasında bir fark yoktur fakat teklif sorgusuz sualsiz haksızsa (20-80 önerisi) seroton i n seviyesi düşürülmüş denekler, kontrol grubuna oranla biraz daha yüksek bir yüzdede öneriyi reddederler. Beyninizde daha düşük oranda serotonin çevriminin ol ması otomatik biçimde (yani ona dair bilinçli kavrayışı nız olmaksızın) haksız uygulama için olan tolerans eşiğinizi düşürür. (Daha fazla serotoninin geçici olara k sizi haksızlığa daha toleranslı hala getirmesi mümkündür fakat Crockett ve iş arka­ daşları tarafından yürütülen çalışmada bu olası lığa işa ret edilmemiş­ ti r.) Bu çalışmayı özellikle ilginç yapan, onun ya l nızca beynin haksızlığı nası l tarttığı ha kkı ndaki nörobiyolojik bilginin bir parçası olmamasıdır: öyle görünür ki benzer bir davranış, ventra/ prefronta/ kortekslerinde lezyonlar olan hasta larda gözlemlenir. Bu a raştı rmacı lar tarafından serotoninin etkisini, büyük olasılıkla ventral prefrontal korteksteki etkinliğin bir modülasyonu boyunca gösterdiği anlamı nda yorum la­ n ı r. Ama hepsi bu değildir: dorsolateral prefrontal korteks adı verilen beyin bölgesi civa rındaki bir çatışmanın, mesela transkranial manye­

tik stimülasyon kullanara k etkinl iğine engel olmak yoluyla, insanları haksız önerileri kabul etmeye daha uygun hale getiren karşıt etkiyi

198

Aristoteles'ten Yanıtlar

gerçekleştird iğini de biliriz. Sanki beyi n, bizi uğraştıran pota nsiyel haksızl ı k örnekleri ne karşı nasıl tepki göstereceğimizi ölçmek için işe atıla n iki bölgeye sahiptir, bu oldukça çarpıcı olan bir şeyin ve bu "hak­ lılığın" ya lnızca kültürel bir i nşa veya teorik felsefi tartışma meselesi olmadığının göstergesidir; asıl itibariyle beynim izde yerleşmiş olan bir ha kkan iyet hesaplayıcısına sahibiz ! Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hakka niyet kavramının kendisi filozof­ lar a rasında cidd i bir tartışma meselesidir ve onunla ilgili bazı felsefi uygulamalarının diğer meselelerden belirgin biçimde daha iyi olacak şeki lde bilimle bağdaştığı n ı görürüz. Sci-phi bir kez daha bize, görüş­ lerim izi neye dayandırdığımıza ve kara rlarımızı nasıl verd iğimize dair olabilecek en uygun betimlemeyi sağlar. Eti k ve moral felsefedeki, oldukça önem li olan bir kavramla işe baş­ layalım, "reflektif denge" (reflecüve equilibrium) Bu kavram 1955 yı lın­ da Nelson Good man tarafından ortaya atı lmıştır (her ne kadar kendisi bu terimi kullan masa da) ve son uçta tüm zamanların en etkileyici ah­ lak felsefecilerinden biri tarafından meşhur edildi, John Rawls. Özün­ de, reflektif denge yöntemi, ism inin ima ettiği gibi, söz konusu olan bir eti k sorun hakkında sahip olduğumuz (hatta başka herhangi bir sorun hakkında) fa rklı kavrayışlar, yargı lar veya sezgiler arasında bir dengeye ulaşmayı isteyen rasyonel refleksiyonun bir çeşididir. Amaç, a ra vermeksizin yargılarımızı ve nedenlerimizi revize etmek ve bunu, onlar m ü mkün olduğu kad a r tutarlı olana kadar ya pmaktır ki böyle­ ce "denge" adı verilen şeye ulaşmamıza izin verilmiş olur. Örneğin kürtajın, potansiyel bir insan yaşamının ortadan kal kması a n lamına geleceğinden, kaçınılması gereken bir şey olduğuna dair bir başlangıç pozisyonuna sahip olabilirim. Buna rağmen bir kad ının kendi üreme kaderi üzerinde mümkün olduğu kadar fazla kontrole sahip olması ge­ rektiğini de düşünürüm. Da hası, annenin sağlığıyla karşıtlık içinde ol­ duğu durumda fetüsü hükü msüz bırakmak gerektiğini d üşünebilirim; çünkü a n ne, haklara sahip ta mamen biçimlenmiş bir kişi ve fetüs ise

İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

199

sın ırlı bir hak çeşitli liğine sahip olan potansiyel bir kişidir. Reflektif bir denge süreci beni tüm bu fa rkl ı ahla ki sezgilerin, onlara gerçekten ne­ den sahip olduğumu etraflıca ele alıp farkına varmaya ve birbirleriyle karşıtl ı k içindeyken onlara d ikkat etmeye zorlar. Bu durumda kürtaj üzerine olan fa rklı sezgilerimi mümkün olduğu kadar bağdaştı rmaya (muhtemelen mesele üzerine olan karmaşık d üşü ncelerim için yankı platformu olarak işlev gören bir arkadaşımın yardı m ıyla) ve belki de onların neden ol uştuğunu daha açı kça gördüğümde, bilinçli biçimde onların bazılarını mod ifiye etmeye ve reddetmeye bile girişebilirim. Sonra ki bölümde Rawls'ın reflektif denge yöntemini, birinin rasyo­ nel bakımdan göz önünde bulunduracağı kadar adil olan bir toplumun kuru luşu doğru ltusunda bize rehberlik etme n iyetindeki marifetli bir düzeneğe ulaşmak adına nasıl uyguladığını göreceğiz. Yine de şimdilik etik üzerine olan başka felsefi pozisyonların olduğunu fa rk edelim ki halihazırda bunlarla daha önceki tartışmala rımızda karşılaştık. Bunlar açıkça reflektif denge fi kriyle a nlaşmazlık içindedir - ilk bakışta onun kadar mantı klı görün ü rler. Örneğin util itaryanlar (nüfusun olası daha b üyük kısmı için mutluluğu maksimize etmemiz gerektiğini d üşünen insanlar) farklı etik sezgiler a rasında ahenk peşinde olan etik kararlara ulaşmada en azından iki sorun görürler. Bir yandan ahlak ha kkındaki sezgileri cidd iye alıp a lmamamız gerektiğini sorgularlar: bu sezgiler nereden gelmektedir ve neden onlara güvenmeliyiz? Diğer ya ndan, birinin etik düşünmesindeki tutarlılığın peşinde olmak, onu sorgu­ la maya, revize etmeye ve birinin ahlak meselesi ndeki öncelikleri ni ve kurallarını muhtemelen reddetmeye istekli olmak anlamına gel i r. Utilitaryanizm böylesi bir ana kuralı temele a l ı r (yukarıda bahsed ilen eylem yolunun ne old uğu a rayışı büyük bir olasılıkla azami sayıdaki insana fayda sağlamak içind ir), bel li ki utilitaryanlar reflektif denge fikrinden ta mamen rahatsızlık duya rlar. İlk itiraza cevap nörobiyoloji­ den gelirken, i kinci utilitaryan itirazın ka rşılığı doğası bakımından fel­ sefedir (okuyucu muha kkak tahmin etmiştir; ahlakın evriminden daha

200

Aristoteles'ten Yanıtlar

kapsa mlı bir biçimde bahsederken daha önce tartıştığımız evrimsel biyolojiden). İlk önce felsefeyi ele a lacağız, sonrası nda bilime geri döneceğiz. Yaşamda geri kalan her şeyle birlikte bizler, d u rmaksızın ne yapıyor olduğu m u z ve n ası l yapıyor old uğu muz hakkındaki varsayı m la rımızı aralıksız revize etmek için ne zaman, enerj i ve ne de oldukça açık bir biçimde acıyı göze alabili riz. Sokrates' in bilinen bir şekilde söylediği gibi, "sorgulan mayan yaşa mın yaşamaya değmeyeceği" doğru ola bi­ lir; a ma zamanım ızın çoğunu söylenen b u yaşa mı gerçekten de yaşa­ mak için harcamamızın daha iyi olduğu da doğrudur. Bu nedenledir ki reflektif denge ya klaşımı ilkenin d a r ve geniş uygula ması arasında bir ayı rım yapar. Dar ya klaşım kişinin kabul edilen ilkeler ve a hlaki sezgiler . a rasında, sözü edilen bu ilkelerin ve sezgilerin güvenirliliğin kökenini sorgulayacak kadar ileri gitmeksizin bir denge a radığı anla m ı na gelir. M esela, kü rtaj la ilgili kısa tartışmamıza geri dönersek; birinin ahlak sezgisi, yaşamın ne pahasına olursa olsun koruyacağı bir şey olduğu şeklinde olabilir; böylece bu, meselenin herhangi bir uygu lamasına reh berlik eden temeldeki varsayı m haline gelecektir. Böylesi bir sez­ giye tutun maya ça lışılırsa bile yine de soru n u n diğer öğeleri a rasında reflektif bir dengeye ulaşmak için geçerli boş bir yer olabilir; örneğin, fetüsün yaşam hakkıyla a n nenin yaşam hakkı nası l dengelenir (ne de olsa her ikisi de yaşama hakkına sahiptir; dolayısıyla eğer bu iki yaşam ha kkı arasında anlaşmazlık varsa kişinin hangisinin hakkının diğerinin­ kini yendiği üzerinde anlaşmaya va rması gerekir). Buna rağmen ara sıra temel ilkeleri sorgulama tartışması nı genişlet­ mek isteyebiliriz tı pkı, yaşam her ne olursa olsun koru nması gereken bir şeyd i r gibi. Burada yaşam hakkı ilkesin i n başka bir birey tarafından savu nulan a hlaki bir pozisyon ile ka rşıtlık içinde olduğu ortaya çıkar mesela birinin, ölüm cezasının bir kişiye iyi lik etmek olduğuna dair güçlü ahlaki bir sezgiye sahip olduğu za man ki gibi. Eğer yaşam kutsal ise - ya dinsel ya da seküler anlamda bile - bu durumda kü rtaja karşı

İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

201

olmak ama ölüm cezası lehine olmak, farklı ahlaki sezgiler arasında bir gerilim yaratabilir. Bu kapsam lı bir refle ktif denge kavranımının oyuna girdiği yerdir: ta biri caizse, şu anda çemberi genişl etiyoruz ve temel ilkelerimizden veya ana sezgilerimizden birinin (veya birkaçının) ya n­ lış olabi leceği ya da yeniden gözden geçiril mesi gerektiği olasılığı n ı d ikkate alıyoruz. Mesele şudur: Utilitarya n eleştiriler yoluyla devam ettirilen şeyin a ksine, reflektif denge fikri, tüm ilkelerimizi her za man sorgulamak zoru nda olmama eği limiyle uyu mludur. İ kincisi, reflektif dengeye dair kapsa mlı ya klaşımı ele aldığımız za man olan biten şey­ dir; fa kat bu dar, kesinlikle daha sıklıkla ya ra rlı, a lternatife uygu lan­ maz. Peki, reflektif dengeyi etiğe uygu lamaya dair elzem itiraza ne de­ n ir? Buna göre "a hlaki sezgiler"den birini veya bir başkası nı kulla ndı­ ğımız zaman, böylesi bir kullanışı hakl ı çıkarmak için hiçbir temelimiz yoktur; çünkü bu sezgilerin nereden geldiğini ve geçerli olup olmadık­ larını bilmiyoruz. Burası tartışma mızın bilime doğru döndüğü yerdi r. Yukarıda görd üğümüz üzere sonuç olarak, beyi nlerim izde yerleş­ miş bir "hakkan iyet hesaplayıcısı"na sahibiz. Bu hesaplayıcı ya lnızca utilitaryan hatlar boyunca işleyen bir şey olarak görünmez. Bundan ziyade farklı kriterler a rasındaki bir denge a rayışı yoluyla ilerler (bu durumda reflektif değildir ama bilinçsizdir). M i ng Hsu, Cedric Anen ve Steven Quartz'ın, bizler bir durumun hakka niyetiyle ilgili değerlen­ dirmede bulun makla meşgulken insan beyninin üç bölgesinin fa rklı biçimlerde ça lıştığına dair a raştı rmalarını hatırlayalım (3. Bölüm).

Putamen denilen bölge bir durumun etkiliğine değer biçmekten so­ rumludur (util itarya n izmin beyin versiyonu), insula ise tikel bir fikre özgü adaletsizliğin derecesine değer biçer. İkisi birbiriyle anlaşmazlık içindeyken - sıklıkla oldukları gibi - üçüncü bir beyin çevresi, kaudat/

septal subgenual, insula ve putamen arasında ara buluculuk yapar ve son kararı öne sürer.

202

Aristoteles'ten Yanıtlar

Hsu ve iş a rkadaşları bunu, denekler Uganda'daki öksüzler için olan ödeneği en iyi nası l paylaştıraca kları hakkında karar verdikleri sırada onla rı beyin ta ramasına maruz bırakmak yoluyla açığa çıka rırlar. Üç çocuk grubuna pa ket servisi yapmayı ve yemekleri dağıtmayı içeren kararlarla birlikte deney öyle bir şeki lde düzenlenm iştir ki denekler sonuçta oluşan dağıtı m ı n etkil iliğine dair değerlend i rmelerindeki ada letsizlik a lgılarını dengelemek zoru nda kalacaklard ı r. Ça lışmanın tüm sonuçları insa nların, hakka niyet duygu ları tarafından yön lendiril­ dikleri nde ahlaki ka ra rlar vermeye eğilimli oldukları fikrini destekler; hatta (sınırlar dahil inde) kaynak dağıtı m ı n ı n zararınayken bile. Başka deyişle, beyin lerimiz asl ında util itaryan hesaplayıcılar gibi çalışmaz­ lar; bundan ziyade hakkaniyet olarak adaletin bir anlamını takip eder görünürler. Da hası, Hsu ve iş a rka daşlarının sonuçla rı, bunun rasyonel bir düşünüp taşı nma yöntemiyle başarılacağı fikriyle uyumlu değildir; daha çok duygusal olara k temellenmiş ahlaki sezgiler nedeniyledir. Bu i kinci sonuç reflektif denge fi krinin ta mamına karşı geliyormuş gibi görü nür: ne de olsa eğer kararlarım ıza sezgi yoluyla ulaşıyorsak onlar üzerine gerçekten derinlemesine düşünm üyoruz! Asl ında Hsu ve meslektaşları açık bir şekilde maka lelerinde (bir felsefe dergisin­ de değil d e Bilim (Science) dergisinde yayımlanan) bunun Rawls'ın yaklaşımıyla bir dereceye kadar çelişki içinde olduğundan ba hseder­ ler. Ama gerçekte çelişmez. Görd üğümüz üzere reflektif denge bazı varsayı mlar ve sezgilerle işe başlamak zoru ndadır ve dar tarzda kul­ lanıldığında onları sorgulamak üzere daha da ileriye gitmesine gerek yoktur. Gerçekten de, Hsu ve meslektaşları tarafı ndan ya pılan çalış­ ma, bu sezgilerin nereden geldiğine dair meseleye kısmen ışık tutar: beynimizin içsel işleyişlerinde gömülüdürler. Bu ister kültürlenmenin sonucu olsun ya da olmasın, sosya l ca n lıların evrim lerinin uzun bir pe­ riyodunun sonucu olsun veya her ikisi. Şüphesiz bu başka bir konudur ki benzer şeki lde insandaki doğa-büyüme meselelerinden herhangi birisinin çaresine bakmak zor olaca ktır.

İçimizdeki Hakkaniyet Duygusu

203

Beyn imizin "hakkan iyet hesaplayıcısı"na bağla nmış görü ndüğüne dair nörobiyoloj iden elde edilen kanıta rağmen, bunun neden her şeyden önce ol ması gerektiği sorusu olduğu gibi ka lır. İnsandaki ahla­ kın olası evrensel kökenini kitabın önceki bölümlerinde (4. Bölüm) bir dereceye kadar ta rtışmıştık; fakat h akka niyet ve onun kökeni hakkın­ da bize daha bilgilendirici bir perspektif sunmada yardımcı olacak in­ sani gel işimsel psikoloj iye dair son zamanlardaki çalışma lar neden iyle su yüzüne çıkan yapbozun başka bir parçası da var. E. Fehr, H. Bern­ hard ve B. Rockenbach Doğa (Nature) dergisinde, en ya kın evrimsel akrabamız olan şempa nzelerie olan evrilmiş fa rklı l ıklarımıza dair geli­ şi msel bir içgörü kazanmak adına, fa rklı yaşlardaki çocu klar arasındaki sosyal davra nışla rı inceledikleri bir makale yayınladılar. Çalışmanın kurgusu oldukça a n laşılırdır. 3 ve 8 yaşları arasındaki belli sayıda çocukta n, tatlı form undaki yiyeceği nasıl paylaşacakları ve bunun yapıp yapmayacaklarıyla ilgili ka rarlar vermeleri istendi. Örne­ ğin, eşit bir biçimde paylaşmaya karar verebilirler veya bütün şeker­ l eri kendilerine saklaya bilirler. Yazarlar hediyelerin alıcıları n ı n odada bulunmamalarını ve oyu nun yalnızca bir kez oynanmasını garantiye alırlar. Çocukların karar verme şekilleri, sonrasında beklenen ödüle veya gru pta bir tekra rlama inşa etmeye dair hesa plamalarına değil, ( bilinçli ya da bilinçsiz) ha kkaniyet eğilim lerine dair daha iyi bir reflek­ siyon sunar. (Buna rağmen belirtilmelidir ki, bu tür çalışmalardaki tüm geçerli değişkenleri kontrol etmek mümkün değildir; mesela çocuğun davra n ışı, onun kararları n ı hesa ba katan testi yöneten yetişkinlerin ne h issettikleri nedeniyle etki altında ka labilir. Bilinçli duya rlı canlıla rla deney ya pmak oldukça usta lık isteyen bir şeydir.) Fehr ve meslektaşları nın çal ışması n ı n temel sonucu, çok küçük yaştaki çocuklarla {3-4 yaş) görece daha büyük olanların (7-8 yaş) d avra nışları arasında old ukça keskin bir ayı rımın olduğudu r. 7-8 yaş a rası çocuklar şekerlerini paylaşmak adına belirgin bir biçimde ileri bir eğilime sahiptirler ki bu araştı rmacıların "d iğerini-önemseyen" davra-

204

Aristoteles'ten Yanıtlar

nış olara k gön derimde bulundukları şeyi sergiler. Başka deyişle, genç olanlar bencil olmaya eğilim liyken, sosyal ha kka niyet kavramı bir in­ sanın ge lişimi süresince daha sonra açığa çıka r görü n ü r. Bu önemlidi r; çünkü örneğin şempanzeler davra n ışları nd a "diğerin i-önemseyen" tercihler göstermezler; özellikle 3-4 yaşındaki insanlar gibi davranışlar gösterirler. Hesaba katıl ması gereken başka bir i lginç nokta ise, çocuk­ ları n çok erken yaşlard a da yard ım edici davra n ışlarla meşgul olma la­ rıdır. Fakat bu davranış ta mamen farklı bir türdendir ki bil işsel bilim­ ciler ona araçsal yard ım olarak gönderimde bulunurlar: 14-18 ayl ık bebekler olara k insanlar başkaları n ı n bel l i a maçlara ulaşmalarına canı gönülden ya rd ı m ederler; tıpkı kapı ları açmak veya nesneleri d üzen­ lemek hatta bunu bir ödül almadan bile ya parlar. Önem li bir biçimde şempanzeler d e araçsa l yardımla meşgul olmaktad ı rlar ki bu d a ya kın evrimsel akrabalarım ızla kendi türüm üzü n erken yaşta olanları arasın­ daki paralell iği güçlendi rir. Fehr ve iş arkadaşları nın maka lesine yorum yapan M ichael Toma­ sello ve Felix Warneken gelişimsel ve evrimsel ça lışmalardan çıkan resmin, gittikçe daha fazla ka rmaşık hale gelen sosya l-etik davra n ışlar doğrultusundaki doğal ilerleme old uğun a işa ret eder: (şempa nzelerle paylaşıla n) a raçsal ya rdımla başlarız; buradan (insana özgü) d iğerle­ rini-önemseyen davranışın formlarına geçeriz ve son olarak yetişkin bireyler üzerinde gerçekleştirilen ça lışmalarla tekrar eden bir biçimde gösterilen, grup içinde elde edilen saygınlık gibi a nlayışlar nedeniy­ le etki altında kalan kompleks ka rşılıklı altu rizm türüne geçeriz. Buna rağmen mühim bir pa rça vardır: tipik olara k insanların diğerlerini­ önemseyen davranışı bir grubun üyeleriyle sınırlıdır ve grubun diğer üyelerine yayı lmaz veya yalnızca zoraki yayı lır. Şüphesiz bu, ı rkçılığın ve yabancı düşmanlığının temelinde du ran ve hem tarihsel hem de bugü nün gitgide a rtan çok kültürlü toplumunun karmaşasının temel kaynağı olan psikolojik meka nizmadır. Öyle görünüyor ki; biyolojik olarak temellen miş sosya l içgüdüler bizi, ya ln ızca bizim hakka niyetli

içimizdeki Hakkaniyet Duygusu

205

bir biçimde davranmaya hazır ve istekli olduğumuz (ve bu şüphesiz hayvan hakları sorununa değinmeye başlamak anlamına bile gelmez) varl ık çemberini gen işletmeyecek kadar öteye taşır. Ahla kımızı bu noktadan ötesine yükseltmek için bizim felsefi bakımdan daha sofis­ tike bir reflektif dengeye ihtiyacımız va rd ı r ki bu da beni bir sonraki bölümün konusuna ulaştırd ı : Adalet.

ıs. Böl ü m : Adalet Üzerine

''Adalet, erdemlerin baş tacıdır." Marcus Tullius Clcero

Neden d ü nyada adalet beklentisi içindeyiz? Amerikan televizyon ya pı mcısı ve birkaç kişisel gelişim kitabı yazarı Dennis Wholey, herkes­ çe bilinen bir şekilde şöyle demiştir: "Dünya n ı n iyi bir insan olduğunuz için size hakka niyetli davra nmasını umman ız, bir boğa n ı n vejeta ryen olduğunuz için size saldırmayacağını ummanız gibidir." Aynı soru M .Ö.

24. yılında Platon Devlet kita bını yazd ığından beri felse�eciler tarafın­ dan sorulmaktad ı r. Aslında kitaptaki ikincil karakterlerden bir tanesi­ nin Sokrates'e Gyges' in yüzüğüne dair miti anlattığı ünlü pasajlardan bazıları büyük filozofa, bu mitin a h lakına dair a kılsal bir cevap sağla­ ması adına meydan okur. H ikayeye göre Gyges Küçük Asya'nın batısında ( Modern Türkiye) Lidya krallığı nda, bir çoba ndır. Bir gün Gyges bir mağara bulur ve için­ de a ltın bir yüzük takan bir ceset va rd ı r. Gyges yüzüğü a l ı r ve onun sihirl i özel liğini keşfeder: Yüzüğü çevirerek istediği a nda kendini gö­ rün mez ya pabil mektedi r. Söylemeye gerek yok, Gyges hemen yeni keşfin i n gücünü şehir merkezine gitmek yoluyla işler hale getirir, kra­ liçeyi yoldan çıka rır, kralı öldürür ve kendini Lidya'nın yeni monarkı/ yöneticisi olarak ilan eder. Görü nen o ki, neslinden olan kişi lerden

Adalet Üzerine

207

biri i.ö. 6. yüzyılda yaşayan gerçek tarihsel bir kişi olan ve zenginlikle eşa nlamlı hale gelen Kral Kroesos olduğundan, bu yaptığı şeyler yanı­ na ka r kal mıştı r. Glaukon'un ha klı biçimde hi kaye nedeniyle a klı karışm ıştır (bu size J.R.R. Tolkien'in Tek Yüzüğünü veya - farkl ı bir formda - N icholson Baker tarafından yazı lan enfes kitap The Fermata'yı hatırlata bilir). Sokrates'e, eyleme ve cezadan kaçma gücü ne sahip olması söz ko­ nusuyken, birinin hangi temel bakımından Gyges'in eylediği şekilde eylememesi gerektiğini tartışabi leceği ni sorar. Şüphesiz bu birinin, in­ sa nlık tarihi boyunca hep yaygın olan, "kudretli olan doğruyu yapar" türünden davranış şekline karşı adalet kavramını savunmak için üre­ tebileceği rasyo nel a rgümanların eski çıkmazıdır. Çünkü Glaukon'un hikayesinin ahlakı, etiğin sosyal bir yapı ve bu yüzden keyfi olduğu şekl indedir; dolayısıyla tam olarak hangi anlamda Gyges'i n "yanl ış" bir şey yaptığın ı hayal etmek zordur. Gla ukon'un Sokrates için gönüllü ola rak ortaya attığı gibi: Hiç kimsenin bu türden demirden yapılma

bir doğaya sahip olacağı hayal edilemez ki adalet için kararmdan vazgeçsin. Hiç kimse marketten sevdiği bir şeyi güvenli biçimde al­ mak dururken kendisinin olmayan şeyden uzak durmamak veya ev­ lere girmek ve zevki uğruna herhangi birine yalan söylemek veya is­ tediğini hapisten Ç1karmak veya öldürmek ve her bakımdan insanlar arasmda bir tann olmak istemez. ... ve bunun doğru bir biçimde in­ sanm, isteyerek ya da adalet onun için bireysel bakımdan herhangi bir iyi olduğundan, adil olmadığma fakat zorunluluk yüzünden çün­ kü güvenli bir biçimde adaletsiz olabileceğini düşündüğü herhangi bir yerde adaletsiz olduğundan, adil olduğuna dair önemli bir kamt olduğunu iddia edebiliriz



...

Eğer herhangi birinin bu görünmezlik

gücünü edindiğini ve öyleyken yanllş hiçbir şey yapmadığmı veya başkasmm olana dokunmadığmı hayal edebiliyorsamz, onun se­ yirciler tarafından en acması aptal olduğu da düşünülebilir her ne kadar onu başkalarmm yüzüne karşı övseler bile ve kendilerinin de

208

Aristoteles'ten Yanıtlar

adaletsizliğe uğrayacak/art korkusundan bir başkası için görünüşü kurtarsalar bile. Sokrates Glaukon'a, erd e m etiğinden ba hsettiğimiz 5. Bölümde karşı laştığımız fikirleri detaylandırarak cevap verir (erdem etiği Antik Yuna n'da yaygın bir yaklaşımdır ki Sokrates'in ikinci kuşaktan öğren­ cisi Aristoteles ta rafından herkesçe bilinen şekilde üzeri nde ayrıntılı biçimde düşünül müştür). Özü nde, Sokrates'e göre, Gyges maddi ba­ kı mdan başarı lı olmuş olabilir; fakat aynı zamanda a hlaki bakımdan bozulmuş ve bu yüzden de doğası gereği mutsuzd ur (erdem etiği nin mutluluk kavramına göre). Sokrates Gyges' i ve ona benzeyen insanları kelimenin tam anlamıyla ru hları n ı arayan insanlar olarak, yeşermeye mukted i r olmayan kişi ler olara k görür. Şimdiye dek ahlaki davra nışı n bilimi hakkında hem nörobiyolojik (3. Bölüm) hem de evrimsel (4. Böl üm) perspektiften gerçekten de az çok bir şeyler öğrendik; dolayısıyla Gla ukon'un sorusu h akkında kısmi ce­ va plara sahibiz. Öyle görün üyor ki; hakka n iyet duygusu (14. Bölüm), büyük olasılıkla üyesi oldukla rı topluluklar eğer Gyges gibi davra nma­ ya başlar ve çoğu zaman bu ya nlarına kar ka lırsa kolaylıkla çökebilecek olan hayli yüksek akıllı sosya l ca nlılar olarak evrildiğimiz olgusunun bir sonucu olarak beyinlerim izdeki donanımla bütünleşiktir. İlgi çekici bir anlamda - her ne kadar kuşkusuz tam olarak demek istediği bu değil­ se de - Sokrates, Gyges'i kelimenin ta m a nla mıyla hasta ve bu yüzden de hakiki mutlu luk için ka biliyetsiz olarak görür. Yine de hem modern bil imciler hem de felsefeciler hala daha bu­ günlerde "beleşçi soru nu" olara k adlandırılan şey yoluyla yerleştirilen kavramsal meselelerle mücadele etmektedir. Bu sorunun modern ver­ siyonu Platon tarafından seçilenlerden ziyade genel likle daha renksiz kavra mlarla sunulma ktadır; fakat mantığı yine de aynıdır. Gündemde olan fikir şudur: bir toplulukta çoğunlukla ortak bir kaynağı muhafaza etmek veya yenilemek için ortak bir eyleme ihtiyaç duyarız (yani çev-

Adalet Üzerine

209

renin, devlet okullarının temizl iği veya bunla rı n savun ulması için para sağlamak). Bu - ideal biçimde - toplumsal yararları elde etmek için her üye ta rafı ndan az da olsa katkıda bulunularak (mesela vergi öde­ me yoluyla) yapılır. Buna rağmen n-mahkOm ikilemi olarak adlandırı­ lan matematik teori şunu gösterir: Ne kadar fazla sayıda birey ("n") içerilirse bu onları daha fazla sistemi ya nı ltmaya ve kaynağa katkıda bulunma ksızın yara rlarından kazan maya devam etmeye teşvik eder. Bu davranış hızlı bir biçimde yayılır ve ava m ı n trajedisi den ilen şeye yöneltir: Eğer herkes (veya insan ların yeterli sayıdaki fazlal ığı bile) be­ leşçi haline gelirse hiç ki mse için "beleş" bir şey ka lmayaca ktı r. Filozof David Hu me'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'de (1739) ortaya koyd uğu biçimiyle: iki komşu ortaklaşa sahip olduk/an bir tar­

layı kurutmak adına aynı fikirde olabilirler; çünkü her biri diğerinin zihnini okuduğu için bu kolaydır ve her biri kendi payına başansız ol­ masının doğrudan sonucunun tüm projeyi yüzüstü bırakmak demek olduğunu sezinler. Fakat binlerce insanın böylesi bir eylem hakkında aynı fikirde olacağım düşünmek çok zordur ve aslında imkansızdır; bir plan tasarlamak onlar için oldukça zor olacaktır ve hala daha zordur. Felsefenin tüm zamanlar için ol mazsa olmaz bir başka üyesi, John Stua rt Mili de sorunu açıkça tartıştığı zaman (Politik Ekonominin İlke­

leri, 1848), haftalık çalışma saatlerini insani bakımdan ka bul edilebilir bir düzeye indirgemenin tek yol unun insanların hafta başına mak­ simum sayıdan daha fazla saat çal ışmalarını yasaklayan bir yasanın geçirilmesini olduğunu kavram ıştır. Aksi ta kdirde, bireyler için karar­ laştırılmış maksi mumdan daha fazla saat çalışmak başka herkesi ce­ zaland ıra n bir teşvik olacaktır ki mantıklı hafta l ı k bir çalışma için hak­ larından vazgeçmeleri ve köleler gibi çalışmaları için hızlı bir biçimde tüm işçiler üzerinde baskı kuru lmasına yöneltecektir. Günü müzde de bu gerilim, işverenlerle işçi sendikaları a rasındaki sürekli ileri geri gi­ d işlerin kökenidir.

2 10

Aristoteles'ten Yanıtlar

Beleşçi sorunu aynı zamanda kimi temel sonuçlara da sahipti r ki bunlar bazı politik bilimciler ve fi lozoflar tarafından bile takdir edilme­ me eği li mded ir. Örneğin bunlardan belki de en güçlüsü Marx'ın sınıf mücadelesi teo risine karşı olan argümanla rdı r. Sorun, ça l ışan sı nıfın durumu daha iyiye gittikçe (kapitalist baskı lara karşı mücadelesinden dolayı) ça lışan la rın kendilerini daha iyi d u rumda bulmalarıdır. Yeterli sayıdaki çalışan bir kez orta sınıf statüsüne geçince (bir devrim için olan şöyle dursun) daha sonraki mücadeleler için güdü leri yok olur ve işler birçok modern Batı toplumundakilere benzer şekilde bir dengeye kavuşur - ki bu devrimin tekrarlanan öngörü lerinin neden berbat bir halde başarısız hale geldiğini de açıklar. Gerçekten de, sorun u takd ir etmedeki başarısızl ık yaygın bir man­ tıksal ya nılgıdan kökenlenir görünür: oluşum yanı/g/SI. Bu, bir grubun karakteristik özelliklerinin o gru bun bireysel üyelerininkiyle aynı ol­ ması gerektiği varsayımında içeril mektedir. Örneğin, işbirl iğinin grup adına iyi olduğuna inanmak için bir neden varsa buna bağlı olara k birçok insan, işbirliğinin grup içindeki bireyler içinde iyi olacağı çıkarı­ mını yapar; fakat bu basitçe ma ntıksal bir biçimde ilerlemez - beleşçi probleminde sergilendiği üzere ! Beleşçi sorununun va rlığına rağmen açıktır ki; topl umlar genel olarak onunla bir şekilde baş etmeye muktedirdirler. Bu da Gyges' in hikayesinin ezici mantıksal gücüne bakmaksızın kişilerin nasıl açıkça bi rbirleriyle işbirliğine eğilimli old uklarına dair bir açıklamaya ihtiyaç duyd uğumuz anlamına gelir. En apaçık cevap, kolektif işbirliğinin belli türlerini, vergi ödemek gibi, dayatan hükümetlere sahip olduğumuz şeklindedir. Gerçekten de Thomas Hobbes'un leviathan'ı ndan beri ( 165 1) bu, belli yaptırım güçlerine sa hip hükümetlerin devamlılığını ve oluşumunu desteklemenin ana nedenlerinden biri olarak sunul­ muştur. Yine de bu açıklama elzem olsa bile, insa n ların ça baları nın h ükümet müdahalesi tehdidi neden iyle güvende olmadığından, fakat yine de onların işbirliği içinde bulunduğuyla ilgili sosyal deneyimle-

Adalet Üzerine

211

rimizin birçok farklı alanı olduğundan, istemli insa n i işbirliğinin tüm örnekleri için kabul edilemez. Bu yüzden de politik ve sosyal bilimci­ ler üç ek, özel olara k müşterek olmayan, açıklamayı ele alı rlar: hata lı mantık, ü rün-gereği ve sadece kişisel çıkar ol maya n. "Hata l ı mantık" hipotezine göre birçok insan ı n işbirlikçi etkinlikle­ re katı lma nedeni beleşçi sorununun ma ntığını basitçe anla mıyor ol­ masıdır. Her ne kadar insanların işe girişmemenin ve başka birinin işi yapması na izin vermenin avantajına old uğu durumları hiçbir zaman anla mıyor olduklarını hayal etmek zor olsa bile, bu problem için etraflı empirik kanıt olduğundan, bu kesinlikle bir olasılıktır. "Ürün-gereği" hipotezi de empirik d estekten yara rlan ı r. Esas fikir şudur: insanlar, X kaynağına katkıda bulunmaya isteklidirler; çünkü başka bir şeyi ister­ ler, Y'yi ki bunu da a ncak X'e katkıda bulunarak elde ederler. Mesela, eskiden işçi sendika ları üyelerine, sendikalı ol maya nların alması muh­ temel olandan daha iyi bir sağlık hizmeti sağlardı (ki çoğu durumda bu hala daha doğrudur). O halde bu, birinin esasen sendika fikrinin ta mamını küçümsese bile ona katılmaktan dolayı elde edeceği biricik ya rarlardan dolayı sendikaya katıl ması anlamlı gelir (bu davranışın üs­ tüne ku ruld uğu ikiyüzlül üğe aldırmadan). Son olara k, "sadece kişisel çıkar ol mayan" hipotezinde insanlar, alturizmi veya şefkati hakiki ey­ lemler için yeterli olara k kabul eder, kusursuz bir biçimde onları yeri­ ne getirmekten hiçbir şey kaza nmayacaklarını bildikleri zaman bile. Felsefeci Russell H ard in, ölüm cezasını feshetmek adına mücadele veren insanların durumunun, kendilerinin de er geç ölüm sırasında olabilecekleri korkusu neden iyle yaptıkları şekl inde açıklanamayaca­ ğını belirtmektedir. Yi ne de sonuçta beleşçi problemi için en mutlak çözüm, özenti be­ leşçi leri cevapland ırmak adına bir kurallar sistemine sa hip olmaktı r, devletin yasalarının olması gibi. İnsanların farklı şeyleri tercih etme­ leri imkanına sahip olduklarında bile bu sistemi etkin bir biçimde seç­ tikleri olasılığına dair etkileyici empirik araştı rmalar bulunmaktad ı r.

212

Aristoteles'ten Yanıtlar

Örneğin; Özgür Gürerk, Bernd l rlen busch ve Bettina Rockenbach, Bi­ lim (Science) dergisinde b i r m a kale yayınladılar. Bu makalede iki kur­ m aca kurum düzenlediler ve ha ngisine katı lacaklarına dair insanlara izin verd iler. Her iki kurumda da üyeler, bireysel katkının seviyesine bakılmaksızı n sonrasında eşit bir biçimde dağıtılan kaynakları n ortak havuzuna katkıda bulunma ktadır. Araları ndaki fa rk kurumlardan bi­ rinde insanlar ka rşılık olmaksızı n katkıda bulunmayı es geçmektey­ ken, iki ncisinde d iğer insan lar beleşçi lere yaptırım uygu lama gücüne sa hiptirler; her ne kadar bu yaptırım onlara patlasa bile (başka bir deyişle duru m bir polis gücü ve ada let sistemini koru mak adına vergi ödemekle kıyas edilebilir). Beklendiği üzere ça l ışmadaki katıl ımcıların çoğu ilk başlarda yaptı­ rımcı olmayan kurumu seçmektedir (böylece beleşçi sorununu takdir ettikleri de sergilenmekte ve ondan fayda sağlamaktadırlar!). Şüphe­ siz soru n çok geçmeden sözü edilen kuru m ların ka musal iyinin en a lt­ ta, sıfır noktasında olduğu bir dengeyi hayata geçirecektir. M ü kemmel bir örnek ava m ı n trajedisidir. Tüm bunlar olu rken, yaptırımcı kurumu seçen kişiler hızlı bir biçimde ku rallar tarafı ndan izin verilen işbirliği­ nin ve kaynakların aza mi seviyesi doğrultusunda büyüyen bir siste­ mi zaman içinde gelişti ri rler. Ve i lginçtir ki; insa n la r bir kez yaptırı mcı sözleşmenin avantajlarını fark ettiğinde gitgide yaptı rımcı kurumlara geçiş ya parlar. Hobbes sosyal sözleşmenin bu mini-rekreasyonu nede­ niyle hoşnut edilmiş olurdu. Adalet ve işbirliği bilimi için bu kadar yeter. İşlerin nasıl ol ması ge­ rektiği (onların nasıl olduğu veya onları değiştirmeyi nasıl ele alacağı­ mıza karşıt olara k) hakkında modern felsefenin ne söylemesi gerekir? Bu kitap boyunca bilim ve felsefe a rasındaki ilişkinin hayatları yönlen­ d irme anlamında kompleks bir yapıda olduğunu belirttim; fakat mu­ hakka k ki sci-phi'ı anlamanın bir yolu da (bilim yoluyla bilgi edinen) felsefenin prensipte bize reh berlik edebileceği ve (felsefe tarafından yönlendirilen) bilimin, bu ilkeleri uygulamak için nasıl işe koyulacağı-

Adalet Üzerine

213

mız a nlamında en çıkar yol olduğudu r. Politik felsefenin d etaylı bir incelemesi açıkça, evrendeki yaşam ve her şey için kısa bir rehber olma hedefinin ötesindedir. 20.yüzyıl bo­ yunca bu alana yapılan en önemli katkı n ı n- pol itik felsefedeki daha sonraki tartışmalar için geçerli bir karşılaştırmal ı değerlend irmesini ol uşturan ve şimdiki bölümle önceki bölümü birleştiren bir teorinin, John Rawls'ın hakka niyet ola ra k adalet fikrinin- açık bir şekilde ne ol­ d uğunu biraz daha ayrı ntı lı bir biçimde tartışmazsam ihmalkar olu­ rum. Rawls, analizi için güçlü bir felsefi yöntem i işe koya r ki bu yöntem­ le halihazırda 14. Bölümde karşılaştık: reflektif denge. Özetlenirse; temel fikir, inançlarımızı uyu mlu hale getirmek adına mü mkün mer­ tebe acı çekeriz ve yine de onların bazen birbirleriyle karşıtlık içinde olduğunun farkındayızdır. Reflektif dengeyi pratik etmek ya sahip ol­ duğum uzu düşündüğümüz genel bir i na nçla (genel bir etik ilke diye­ lim) veya tikel bir mesele hakkında sahip olduğumuz spesifik bir po­ zisyonla başladığımız anlamına gel ir. Bu durumda kendimize, ikisin i n uyup uymadığını v e uymuyorsa spesifik mesele ha kkı ndaki d üşü nce tarzı mızı değiştirmen i n mi yoksa genel ilkeye dair onaylamayı muh­ temelen yeniden değerlendirip değerlendirmemenin mi daha anlam­ lı olduğunu sorarız. Bu sonrasında uygulamasıyla meşgul olmak için yeterince önemsediği miz herhangi bir inanç dizisi için tekrarlanabilir - genel olduğu kadar yerel bir dizi -. Amaç muhtemelen imkansız olan mükemmel bir uyuma ve bütünsel mantıksal tutarlılığa ulaşmak değildir; fakat bundan ziyade neye inandığımızı ve n iye inand ığımızı öğrenmek ve bunu yansıtmak ve ina nçları mızın genel dünya görüşü­ müz için temsil ettikleri çelişikliğin fa rkına va rd ığımız zaman onların bazı larını modifiye etmeye başlamamızd ı r.

14. Bölümde reflektif dengeyi kürtaj soru nuna uygu la mıştık. Şimdi din-temelli güçlü ahlaki inançla ra sahip olan birine deği nen başka bir

214

Aristoteles'ten Yanıtlar

örneği ele a la lım. D üşün ü n ki a rkadaşınız Bill, İnci/'deki (hem Eski hem de Yeni Ahit'teki) tüm buyruklara uyması gerektiğine inan ıyor. Aynı za­ manda zinanın suç olduğuna inanırken, zina ya pan kişinin bunun için öldürül memesi gerektiğini düşünüyor (bu d üşüncenin basitçe kendine hizmet eden bir şey olmadığını varsayalım). Son olarak, Bill 5. Kitap­ taki (22.22) "eğer bir adamın başkasın ı n karısıyla yattığı fa rk edilirse hem onunla yatan adam hem de kad ın öldürül melidir" buyruğunun, İsa'nın bir zinayı savu nmak adına ortaya attığı ve "o sizin a ra nızdaki güna hsız olandır; kadı n a taş atan ilk önce o olsun" şekl indeki John 8, 7 ile tamamen çelişi r göründüğünü keşfeder. Bill'in bu bilgi karmaşası karşısında yapması gereken nedir? Bu karmaşanın İncil ve zina hakkın­ da tutarsız bir inanç dizisi şekillendirmesi söz konusuyken ... Üç seçeneği vardır: ilk olara k İncil'in a h la ki tuta rlılığı hakkındaki inancını terk edebilir ve - nedeni her ne ise - Yeni Ahit'in bazı du rum­ larda Eski Ahit ile çelişebileceği ni kabul eder (bu durumda Ta nrının ne­ den fa rklı kutsal kita plarda kendi kendisiyle çeliştiği şeklindeki teolojik açmaz ya nında ha ngi kitaba inanacağıyla ilgili pratik bir meseleyle yüz yüze kal ıyor olsa bi le). İkinci olarak Bill, Yeni Ahit'in Eski'yi hü kümsüz kıldığını ka bul edebilir (bazı H ı ristiya nların yaptığı gibi); çünkü Yeni Ahit daha sonra yazılmıştır her ne kadar belirgin bir teolojik sorunla karşı karşıya kalmanın bedelini yeniden ödeyecek olsa bile. Son ola­ rak, zina hakkındaki tavrını değiştirebilir ve zina yapanları öldü rmeyi müdafaa etmeye başlayabilir. Her ne pahasına olursa olsun bu şekilde özetlenen mantıksal mekan içinde hareket etmiş, d ü mendeki ilke ola­ rak da reflektif dengeyi ku llanm ıştır. Eninde sonunda; ulaştığı sonuç onun ahlaki ka naatlerini katı laştırmış olaca k ya da Ta nrıya inancını kaybedecek ya da bu ikisinin a rasında ki bir şey. Mesele şudur: karşıt inançlarının bera berliğini sağlama ça basına dair alıştırma ona, açık bir biçimde bunla rla yüz yüze gelme ve en azından birkaçının sağlamlığını sorgulamaya başlama imka n ı verdi. Hatırlayalım ki; Sokrates'e göre,

sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değmez.

Adalet Üzerine

215

Dolayısıyla, Rawls'ın ta m olarak ne önerdiğine dair tartışma mız­ da reflektif dengeyi aklımızda tutalım. Bir Adalet Kuramı'ındaki çıkış noktalarından biri, çoğulcu bir topl uluğun tek bir kapsa mlı ahlaki doktri ni temel alara k kurulmasının mümkün olmadığıdır. Örneğin, bel li muhafazaka r merkezlerin karşıt yaygarala rına rağmen, ABD "Hı­ ristiyan bir ulus" değildir - veya asla olmamıştı r. Bu sadece teokratik bir temelin, Amerika n Anayasasının ve insan H akları Beya n namesi nin hem ruhunu hem de bu belgelerin yazınını ihlal etmesinden değil (gerçekten de seküler Aydınlanma doktrinlerinden etkilenm iştir ve özelli kle John Locke'un siyaset felsefesinden); fakat ülkede yaşaya n H ıristiyan olmayan nüfus için ağır bir şekilde ha kkan iyetsiz olacak­ tır. Aynı akıl yü rütme - filozofların söylemeyi sevdiği şekliyle mutatis

mutandis (ya n i göz önüne alınan gerekli farklılıklar) - eğer diyelim ki Müslüman veya Hintliler veya ateist olan öğelerle birlikte çok kültürlü bir ulus tesis etme düşüncesindeyseniz, uygulanabilir. (Popüler dü­ şüncenin a ksine, din doğrultusunda ya nsız olan sekü ler bir sistemle açık bir biçimde din karşıtı olan bir ateist düzen a rasında devasa bir fark va rdır.) O halde nasıl ilerleriz? Rawls'ın parlak kavrayışlarından biri de şüp­ hesiz bireysel dinsel veya ideolojik grupların üyelerinin, d inlerini ve ideoloj i lerini ta kip etmede özgür olması gerektiğid ir; konsensüs ne­ den iyle olan bir örtüşme aracılığıyla topl umsal bir a nlaşmaya ulaşı­ labilir. Örneklerinden biri Kilise ve Devlet'in ayrı lığı fikridir ki bu, hem dinda rların hem de ateistlerin üzerinde a n laşacağı bir şeydir, her ne kadar fa rklı nedenlerden olsa da Dindarlar tek bir Devlet dini olma­ sını veya ibadet özgü rl ü klerine devlet yoluyla olan fazla müdaha leyi istemeyebilir. Öte yandan ateistler Devlet'in herhangi bir d insel görü­ şe desteğinden bezmiş ve bunu topluluk üzerindeki habis etki olarak görüyor olabilir. Rawls'ın sisteminin başka bir temel ilkesi, açı k bir demokrasideki ve çok kültürlü bir topluluktaki ka musal söylemin ka musal dili kulla nmak

216

Aristoteles'ten Yanıtlar

yoluyla yürütülmesi gerektiğid ir -mezhepçiliğe karşıt olarak-. Felse­ feci Leif Wenar'ın tartıştığı bir örnek, kürtajla ilgil i ta rtışmalar hak­ kındadır. Yasa koyucu, kürtajı i lgilendiren bir tasarı üzeri ne öneride bulu nduğu ya da oy verdiği zaman veya meseleyi ilgilendiren özel bir kanun veya durum üzerine yargıda bulunduğu zaman Rawls'a göre bunu, ideolojik olarak tarafsız bir dille ya pmalıdır. Örneğin bu, bir hakim için bir duru m üzeri n e Ta nrının ona söylediği şeye başvuran bir fikri kaleme almasının ya d a pozisyonunu Kutsal Metinler temelinde gerekçelendiril mesinin akı lsal olmadığı anlamına gelir. Bu yüzdendir ki; sorgu lanan fikir veya hükü m polisin tüm üyelerine uygu lanacaktı r, yalnızca H ıristiya nlara değil ve şü phesiz bu üyelerden bazı ları (makul surette, kendi bakış açılarından) he rkesi kapsayan paylaşm ıyor olduk­ ları ahlaki doktrine dayanan herhangi bir a kıl yürütmeyi reddedecek­ tir. Gerçekten de ABD'deki çoğu hakim (her ne kadar az oranda olsa da yasa koyucular) bu ilkeye riayet etmeye eğilimlidir - tanık olunan Anayasa Mahkemesi'nin son zamanlardaki kara rları. Rawls'ın herhan­ gi bir özel grubun özgür kon uşma hakkını sınırlamaya çal ışmadığın ı a n lamak önemlidir veya bireylerin ahlaki a k ı l yürütmelerinin kendi ideolojileri ta rafı ndan bilgi lendi rilmemesi gerektiği ni de söylemez. Şü phesiz · böyle ya pma lıdır. Fakat eğer çok kültürlü bir demokrasi fik­ rini ciddi biçimde ele alırsak ideolojik düşünmemizi, daha sonraki tar­ tışmalar adına bir temel ola ra k herkes tarafından kullanılacak tarafsız bir dile çevirmeye muktedi r olabilmeliyiz. Bir ateist veya farklı bir din­ sel m ezhebin üyesi, masum bir yaşa mın korunmasını, bireyl ik veya buna benzer tarafsız kavramlara dayanan kürtajı ilgilendiren tartışma­ larla meşgul olan Hıristiyan ile irtibatlandırıl maktan mutlu olaca ktır. Fakat kü rtajın gayri a hlaki olduğunu bunun nedeni olarak da (tikel) Ta n rı ların öyle demesi olara k gösteren ve yegane zem in ola ra k bunu seçen kişiye söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Sonunda Rawls'ın temel kavramı olan hakka niyet olara k adaleti ele a l maya hazırız. İdeal (veya basitçe daha iyi) bir topluluk hakkında

Adalet Üzerine

217

düşündüğümüz zaman, bireysel özgürlü klerle eşitlik a rası ndaki sabit bir değiş tokuşla yüzleştiğimizi ka bul eder. Liberta rya nlar, bireysel öz­ gürlü kleri maksimize etmeyi dilerler, liberaller ise (lütfen iki kelimenin orta k kökünü fark edi niz, her ikisi de özgürlük kavramından türerler) eşitliği vurgularlar. Kendinde iyi olmak için çabalayan bir topluluk olarak ya pmam ız gereken şey bu duru mda polisimizin temel ya pısı­ nı incelemektir ki bu ya pı hem özgü rlüklerimizin uzamını hem de va­ ta ndaşlar a rası ndaki eşitliğin derecesini belirler. Rawls "temel yapı" başlığı altında hiçbiri muhtemelen fazlasıyla ihtilaflı olmayan, en azın­ dan Batı'daki açık demokrasilerde bulunan bir dizi kriter sıralar. Bu kriterler temel haklar, imkanların türü ve derecesi, yapılan işin çeşidi ve onunla birlikte devam eden fayda, refah ve gelir, eğitime ve sağlı k hizmetlerine erişim gibi ve b u n a benzer şeyleri içerir. Rawls için, iki ilkeye dayanan hakkan iyetli bir topluluk hakkında dü­ şünmek akılsaldır. Olumsuz tezi bireylerin erkek, kadın, siyah, zengin, Kafkasyalı olarak kabul edildiği veya benzer çizgideki herhangi bir şeyi taa h hüt eder. Onlar kişisel özelliklerin özel bir bi rleşimi ile doğmuş olurlar ve spesifik bir sosyal sınıf, cinsiyet veya etnik grupla birlikte ge­ len doğal özel yeteneklere sa hip oldukları (veya yoksun oldukları) için şansl ıdırlar (veya şanssızdırlar). Olu msuz ilkeye ilk tepkimiz bir şekilde şüpheciyken, ha ngi anlamda herha ngi birinin, zengin veya erkek veya Kafkasya lı (veya herhangi bir şey) olara k doğmayı hak ettiğini dile ge­ tirmek zordur; dolayısıyla belli bir şekilde doğmuş olan i nsa nlara özel ayrıca lıklar ta nımamak (veya özel engel leri görmezden gelmemek) üzere bir topluluk olara k anlaşmaya va rmal ıyız. Rawls'ın olumlu tezi sosyal iyilerin eşit ol mayan ayı rım ı n ı n herke­ sin yararına olmadığı durumda bunların eşit bir biçimde dağıtılması gerektiğini dile getirir. Bu özellikle Amerikalılar için muhtemelen sez­ gi- karşıtı bir iddiadır (belli bir yere kadar az çok Avrupa lılar için de diye tahmin etmeyi göze a l ıyorum) ve de olumsuz tezden bu sonucu çıkarır. Eğer insanların doğumdan gelen iyi ya da kötü şansı hak etme-

218

A ristoteles'ten Yanıtlar

d iklerinde hemfikirsek bu d urumda topl umsal kaynaklara eşit erişim­ den başka herha ngi bir şeye uyum sağlamayı neye daya narak di leriz? Rawls'ın ikinci tez için kısmi istisnas ı n ı anlamak önemlidir; ya ni eşitsizlik (sı n ı rlar dahilinde) eğer geniş oranda topluma ve özel likle e n az d urumda iyi olanlara yarar sağl ıyorsa gerekçelend irilebilir. Kavra­ yışın kendisi, top.l uluğun ihtiyaç duyduğu belli etki nlikler veya ticare­ tin veya i nsanların onlarla meşgul olmak için gereken özel teşviklerin gerekli olabileceği veya d iğer etkinliklerden daha pahal ıya mal ola­ cağı (örneğin hazı rlık yapmak bakı m ı ndan) şeklindedir. O ha lde; bu gibi durumlarda daha ağır işleri yapmaya istekli insa nlara daha fazla kaynak sağlamak akıllıca olacaktı r. Pratik bakı mdan bu, gerekli teşvik­ ler veya eğitim masraflarından dolayı pol ise (polis bizi koru mak için h ayatı nı teh likeye atan kişidir) veya öğretmene (çünkü bir öğretmen bir yüksek lisans ya da doktora derecesi kaza nma ihtiyacı olan kişidir) diğer meslek sahiplerinden daha fazla ödeme yapmayı gerekçelendir­ menin örneği olabilir. Fakat bu diyelim ki, topluluğa olan katkısı ya lnız­ ca eğlence bakı mından olan ve açık bir biçimde etki nliği, eğlencenin kendisinin katıksız değeri dışı nda başka hiç kimseyi daha iyi duru ma getirmeyen bir etkinliğe sahip olan atlete orantısız ödeme yapmayı haklı kıl maz. Rawls neden insanlardan iki tezine ve onlardan sonuçlanacak şey­ lere katılmalarını bekler ki? Çünkü, der ki, insanlara temel bir hak­ ka niyet duygusu bahşedilmiştir ve daha spesifik ola ra k insan olmak a racıl ığıyla iki "a hlaki güce" hepimiz sahibiz: bir adalet duygusuna ve iyiyi idra k etme kapasitesine. Rawls bu moral güçlerin nereden gel­ d iğini d üşü ndüğüne dair bir şey söylemez ama şimdiye kadar bunun gibi bir şeyin gerçekte beyi n lerimizle bütün leşik olduğun u gördük (3. Bölüm), en azından sosya l primatlar ola ra k evrim imizin bir kısmı ola­ rak (4. Bölüm) ki her ne kadar başka bir kısım biyolojik değil sosyal evrimden gel iyorsa da.

Adalet Üzerine

219

Sonu nda Rawls'ın elzem düşünme deneyine va rmış olduk: Onun sosyal sözleşme versiyonu. Bu versiyon yukarıdaki değerlendirmeler göz önüne alı ndığında, hangi türden topluluğa sahip olmak adına fi­ kir birliği içinde olacağımız sorusunun da cevabıdır. Rawls'ın burada­ ki yaklaşı m ı ustacadır ve tikel sonuçları na katılmıyor olsa bile kişinin takdir edeceği bir ya klaşımdır. Bizi, bir masa n ı n etrafında oturmuş bir toplul uğun üyesi olacak her insa nın temsil edild iği yen i bir topluluğun yapısını ta rtışıyor durumda ol mayı hayal etmeye davet eder - haya­ li bir anayasal sözleşme, eğer yapacaksanız, ama bir virajla: cehalet peçesi. Rawls ta rtışma n ı n katı l ı mcılarına, kendi bi leşenlerinin etnisi­ teleriyle, cinsiyetiyle, yaşıyla, sağlığıyla veya başka herha ngi bir doğal bahşetmeyle ilgili hiçbir bilgiye sahip değillermiş gibi düşünüp taşın­ malarını önerir. Bildikleri şeyi genel anlamıyla topluluğun üzeri nde uzlaşıma varacağı insa n i a rzuların (güvenlik, yiyecek, barınma vb.) kaynaklara sa hip olduğu, fakat sınırsız olmadıkları ve bu nedenle de çoğulcu old uğud ur (başka bir deyişle, fa rklı etnisitelerden, cinsiyet terci hlerinden, din lerden, politik ideolojilerden vesaire). Cehalet pe­ çesi arkasından bu biricik pozisyon söz konusu olduğunda ha ngi tür­ den topluluk onu devreye sokmada fikir birliği içinde olacaktır? Bu noktada Rawls'ın yapmaya çalıştığı nı ta kdir etmek elzemdir. Ke­ sinlikle var olan toplulukların bu şekilde inşa edilmiş ola mayacağı nı söylememektedir; tıpkı sanki hiçbir sosyal sözleşme imzalanmadığını veya bir topl uluğun tüm üyelerinin üzerinde anlaşmaya va rmad ığı nı söylemediği gibi (eğer söz konusu olan böyle bir ülkede doğduysa nız genel likle yasa ların toplul uğa sunduğu her ne ise bunu ka bul etmek­ ten başka çok az bir şansınız olacaktı r. Göç ya l nızca insanların çok azı için bir seçenektir ve her durumda sonunda çok az insana başka nereye gidebileceklerine dair sın ırlı seçimler verilir). Bundan ziyade o, bizi, doğuştan gelen basit şans neden iyle diğerleri üzeri nde avantaj­ lı (veya dezavantajlı) olduğumuzu peşinen bilmiyorsak toplulukta ne türden yasalar imal etmeye istekli olduğumuzu hayal etmeye davet

220

Aristoteles'ten Yanıtlar

eder. Rawls için kişinin doğal bahşedilmişliklerin ve doğuş koşulları­ n ı n onun a h laki olara k gurur duyacağı ya da utanacağı türden bir şey olmadığı n ı ; çünkü ya l nızca bir kura nın sonucu oldu kları, birinin yapıp ettiği şeylerin sonucu olmadığı n ı unutmayalım. Şimdi utilitaryanlar ( Rawls'ın kitabından önce politika felsefesinde baskın olan pozisyonu yansıtırlar) şüphesiz m utluluğu mümkün olan en fazla sayıdaki insan için maksim ize etmemiz gerektiğini savunurlar. Fakat Rawls onları, bunun büyük olasılıkla bir veya daha fazla azınlı­ ğın haklarının ka bul edilemez kısıtlamalarıyla sonuçlanacağı şeklinde cevapla r. Bunun yerine cehalet peçesi - Rawls'ı n ka bul ettiği şekliyle - "maksimin" kriterinin benimsenmesini teşvik edecektir; onun vası­ tasıyla insanlar, herkesin erişimi olduğu kaynakla rı n minimum sevi­ yesini maksimize etmek isteyecektir (çünkü hiç kimse, kurayı kaza nıp kazana mayacağını veya müstesna doğal ba hşedilmişliklere sahip ya da bel li bir ayrıcalıklı cinsiyette, etnisitede veya sosyal s ı nıfta doğm uş olan birkaç şanslı hak sahibinden biri olup olmayacağı nı bi lmez). So­ nuçta oluşan topluluk ne bir refa h devletine benzer; çünkü çok fazla kontrol küçük bir elit kesimin amaçlarıyla sonuçlanabilir; ne de bırakı­ nız yapsınlar ideolojisi (laissez-faire) üzerine kurulan liberter bir top­ luluktur (çünkü onda bulunan refa h ve güç büyük olasılıkla fazlasıyla çarpıktır). Hatta fazla kontrol devlet tarafından içselleştirileceğinden sosyalist bir sistem bile olmayacaktı r. Bunun yeri ne Rawls'ın vardığı sonuç şu şekildedir: ya mülkiyet sahibi bir demokrasiye sahip olaca­ ğız ya d a sosyal bir demokrasiye - başka bir deyişle, bazı Avrupa ül­ kelerindeki (özel likle İskandinav ülkeleri) var olan d uruma ya kı n bir devlet. Doğal ola ra k, böylesi sonuçlara itiraz etmek ta mamen olasıdı r. Ya pması zor olan şey ise rasyonel olarak adaletin özsel bir şekilde hak­ ka niyet a n lamına geldiği üzerinde anlaşıyorsak bu durumda, başka herhangi bir toplu luğun hangi anlamda bundan daha iyisini yapmak isteyeceğini meşru laştırmaktı r.

• ALTI NCI KISIM

TANRIDAN NE H A B E R?

16. Böl ü m : Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

"Eğer Tann olmasaydı bile, Onu icat etmek gerekecekti 11 Voltaire

1990ların sonları nda Los Angeles kökenli muhafazaka r bir Ya hudi olarak yetiştirilen Jeff Schimmel'in beyn inin sol temporal lobundan a l ı na n bir tü mörü va rdı . Operasyon bir başarıydı, birçok bakımdan, fakat onun kişiliğinde adamakıllı bir değişime sebep oldu. Schimmel insanların bazen bir parça gerçek olmad ığı izlenimine sahip olmaya başladı; san ki onlar a n imasyon figürleriydi. Kafasında sesler duymaya başlad ı ve daha sonra görüntüler. Bu görüntü lerden birini Meryem Ana'nın görü nüşü ola ra k yorumladı ve bir Yahudi'nin böylesi bir Ka­ tolik Kilisesi ikonu tarafından ziyaret edil mesi iron isi onu etkilemedi. Schimmel nörologuna geri gitti ve beyninin operasyon öncesi ve son­ rası durumunu ka rşılaştı rmak için yen i bir M RI ta ramasından geçti. Durum d ikkat çekecek derecede farklıydı. Etkilenmiş lob çekmiş, şe­ kil değiştirmiş ve ya ral ı dokularla ka plan mış hale gelmişti. Bu doku lar onun görü ntüler ve işitsel halüsinasyonlar görmesinden sorumlu olan kısımdı; çünkü ya ralar gelişigüzel sinirsel ateşlenmelere sebep ol maya başlamıştı, özellikle Schim mel'de tempora/ fob epilepsi durumu söz konusuydu . Beyni din üzerine olan bir beyine dön üşm üştü. Schi m mel'in durumu kesinlikle ya nlış ateşlenen bir beyinle d insel deneyim a rasında bir bağla ntının bulunduğu ilk sefer değildi. Gerçek-

Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

223

ten de iki buçuk milenyum önce epilepsiyi "kutsal hasta lık" olarak eti­ ketlemiş olan H ippokrat'tan başkası değildi. Buna rağmen Schimmel başına gelene bir sorun gözüyle bakmadı; fakat onu bir olana k olarak görd ü . Daha iyi, daha spritüel bir insanmış gibi hissetti ve Budizm ile (evet, farkı ndayım, Meryem Ana'yı gören Ya hudi bir Budist ... ) yeni keşfed ilmiş dinsel lik d uygusunu yönlendirmek için ilgilen meye başla­ dı. Ne olursa olsun nörobiyoloji ve bilişsel bilimlerden gelen bu ve başka kanıtlar, din ve tanrıların "oralarda" olmaya karşın ne kadar beynim izde olduğu sorusunu açığa çıka rı rla r. Dinin çoğu insan için ya­ şam ın anlamı ve ona dair genel bakış adına ne kadar önemli olduğu göz önüne alınırsa, di nsel inancın biyolojik temeline dair küçük çaplı bir araştırmaya girişmemiz nedeniyle konuya iyi şekilde hizmet etmiş oluruz. Kim bilir, nöbet geçirmeksizin daha iyi insanlar haline gelmek için yollar bul uruz veya hatta hiçbir biçimde dine başvu rmaksızın. Anlaşılan o ki bilim, mistik bir deneyimin öznel d uygusunu birkaç şekilde başlata bilir ve illegal ilaçları kullanmış olmaksızın bile. Belki de bu a la ndaki en ünlü deney dizisi Kanada Lau rentian Ü niversitesi'nde M ichael Persinger tarafından yürütülmüş olan deneylerdir. Pesinger güvenli ve kontrollü koşullar a ltında, Jeff Schimmel'in daha ziyade rastlantısal bir biçimde başına gelen türden bir şeyi eksiksiz bir biçim­ de tekrar etmeyi amaçlayan bir alet keşfetti. Ona "Tan rı M iğferi" adını verdi ve bu m iğfer mod ifiye edilmiş bir motosiklet kaskını içeriyordu ve alçak veya yüksek elektro-ma nyetik alanlar meydana getirme ye­ teneğine sahipti. M iğfer, beynin sağ temporal lobu içindeki spesifik bölgeleri uyarıyor, deneklerde bir tepki çeşitliliğine neden ol uyor ve bunların içine deney odasında yal n ız olmaları gerçeğine rağmen bir va rlığın hissed ilmesi de giriyord u . Eğer odanızdaki doğaüstü görünüş çay finca n ınız değilse bu d urum­ da nörobil imciler sizin için bedenin dışında olan bir deneyimi tetikle-

224

Arlstoteles'ten Yanıtlar

yebilirler. Birçok kimsenin fizi ksel olmayan bir gerçekliğin varoluşuna bir ka nıt olması adına başvurduğu, old u kça duygusal ve hep hikaye olara k sayı lmış bir fe nome n . İsviçre'n in Lozan ve Cenevre Ü n iversite Hasta neleri'nde çal ışan Olaf Blanke ve meslektaşları epi lepsiyi tedavi etme amacıyla beynin fa rklı kısı mlarını uyaraca k elektrotlar kullan­ dılar. Sağ anguler girus olarak bilinen bölgedeki dalga ları azalttı kları zam a n hastaların "tüm-vücut yer değişimi" olarak adlandırdıkları şeyi, yani beden-dışı deneyi m leri deneyimledi klerini buldular. Araştırmacı­ lar beyin, somatosensori ve vestibuler bilgiyi bütü nleşti rmede başarı­ sız olduğunda bunlara sebep olunduğu sonucunu çıka rdılar yani birisi, kendi bedeninin pozisyonu ile ke ndi denge değerlendirmesinin bera­ berliğin i sağlaya madığı nda. Profriyosepsiyon denilen (bize bedenimi­ zin nerede bittiğini ve geri ka lan evrenin nerede başladığını söyleyen içsel d uygu) benzer bir bozulmanın da genel likle yemekten kaçın ma, halüsinasyona sebep olan ilaçların yüklenimi ve - en etkileyici şekilde - meditasyon veya yürekten dua etmek (bu durumlarda "evrenle bir olmak" duygusu çoğunlukla ifade edildiğinden) gibi mistik deneyim­ lerle ilişkilendirilen başka çeşitten uyarıcılar nedeniyle de yol açıldığı­ nı belirtmek ilginçtir. Şüphesiz bilimin sırf çeşitli mistik deneyi mleri tekra rlıyor olması, tanrıların ve transandantal gerçekliklerin var olmadığı anlamına gel­ mez. Sonuç ola rak; eğer biz gerçek mistik deneyimlere sahip olma ye­ teneğine sahipsek bir biçimde bu beynim izi de içine almal ıdır; çü n kü her şeyi d eneyiml ememizin yolu budur - bu ister fiziksel bir nesne veya bir ha lüsinasyon olsun. Gerçekten de, daha kapsamlı bir biçimde ya felsefi ya da bili msel olarak "oralarda bir yerde" (ya ni insan zihnin­ den bağımsız) doğaüstü bir şeyin olmadığını sergilemek basit bir şe­ kilde olası değildir. Yine de bilim ne kadar çok mistisizmi soruştu rursa ve n e kadar çok mistik deneyimlerin görünüşünü açıklamak için yollar bulursa, bizler rasyonel olarak bu deneyimlerin olağan ol mayan ko­ şullar altında insan beyninin kullanım (dışında) kal masıyla sonuçlanan

Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

225

bir karar olduğuna o kadar çok olumlu bakmaya zorlanırız. İşte sorunu ele almanın başka bir yolu. Birinin uçan daire gözlem­ lediğini, rengini, şeklini ve yörüngesini detaylı bir biçimde tarif ettiğini varsayın. Bazı incelemeler yaparsınız ve aynı saatte ve yerde olağa n­ dışı büyük bir meteorun gözlemlendiğini keşfedersiniz. Dahası, mete­ or doğru renge sahiptir ve bildirilen uçuş d üzen ini takip etmektedir. Şahidimiz - kendisine meteordan ba hsedildiği nde - kolayl ıkla ceva p verir: "Evet, fakat bu uçan daire olmad ığını kanıtlamaz. Sırf gördü­ ğüm şey hakkında doğalcı bir açıklamaya sahipsiniz diye bu uzaylıla­ rın olmadığı a nlamına gelmez." Burada neler olup bittiğin fa rk edin. Önceli kle meteor açıklaması nı uça n daireye tercih etmenin nedeni, uça n daire olmadığı n ı ka nıtlamış olmamız değildir. Bilim bu şekilde işlemez. Bundan ziyade, natüralist açıklamayı kabul etmek daha akıl­ lıcad ı r; çünkü a) olgulara iyi düzeyde uyan tek uygun açıklamadır ve b) d ışarıda gerçekten de bir uzay gemisinin old uğu sonucuna va rmak sıra dışı bir iddiadır ve uygun ka nıtlar basitçe iddia için yeterli değildir. Bunu söylemek şüphesiz "uzaylılar yokturlar" (genel anlamda) şek­ lindeki tikel olayın açıklamasına dair bir sonuç çıkm az. Fakat yine de, uzaylılara inanmak (veya bu yüzden başka herha ngi bir ina nç) ya ln ızca inandırıcı olgu lara dayan dığı zaman rasyonel hale gelir. Olası lıklar ba­ sitçe yeterli değildir. İ na nçla kan ıt a rasında ki orantılılıktan bahseden tüm bilimsel ka­ nıtlara ve felsefi konuşmalara rağmen çok sayıda insanın mistik ve doğa üstü n ü terk etmekte zorluk çektiği gerçeği aynen devam eder. Neden? Bu bölümün geri ka lan kısmında ve bir sonraki bölü mde, a nalizin çeşitli düzeylerinde cevaplar arayarak inceleyeceğimiz soru budur: beyn in kimyası, insanlık durumunun sosyoloji ve psikolojisi ve hatta Homo sapiens'in, kendi türümüzün evrimsel biyolojisi. Bu so­ ruşturma, ya ln ızca yaşam görüşümüzün ve anlamının doğaüstü inanç­ ları destekleyip desteklemediğim ize bağlı olara k derinlemesine fa rklı olmasından değil, fakat - beğensek de beğen mesek de - tan rıya ve

226

Aristoteles'ten Yanıtlar

hatta basitçe kaderlerini dönüştürmede gizemli güçlerin yeteneğine inanan çok sayıda h emcinsi miz olan insanın yaşamla rımızı etkiliyor olmasından dolayı da önemli bir şeydir. O halde kafamızın içinde neler olup bittiğiyle ve özellikle basit beyin ki myasallarının ne anlamda batıl ina nçlı olacağı mıza dair şaşırtıcı etki­ siyle işe başlayalım. Peter Brugger, Zürih Ün iversite Hastanesi'nde bir nörobiyologdur ve paranormal veya tra nsandantal fenomenlere ina­ nanlarla bu konuda şüpheci olanlar a rası ndaki, beyin-te melli, fa rkın ne olduğunu görmek için çarpıcı bir deney yürütmekteydi. Bu türden şeylere inanmaya doğru meyleden insanların gerçekte rastgele bilgi kı rıntısı olan şeyleri örüntüler olarak "onaylamaya" eğilimli oldukları iyi bilinir. Diğer taraftan daha şüpheci bir zi hne sa hip olarak nitelen­ diri len insanlar, olumlu bir sonucu ka bul etmek için görece yüksek bir bariyere sahip olduklarından bazen gerçek örüntüleri gerçekten de gözde n kaçırırlar. Benzer şekilde Brugger, inanan kişilerin çoğu nl ukla gerçekte a n lamsız olan örüntüler içinde kel imeler veya yüzler gördük­ lerini ve şü phecilerin gerçekte orada oldukl a rı halde keli meleri veya yüzleri fa rk etm ediklerini gösterm iştir. Bununla birlikte bulguların hayrete d üşüren kısımları: Brugger ve meslektaşları deneklere, beyi ndeki dopamin (bir nörotransmit­

ter) seviyesini yükselttiği için normalde Pa rkinson hastalarına ve­ rilen L-dopayı tatbik ettiler. İlacı aldıktan sonra şü pheciler öncekin­ den daha fazla kelime ve yüz gördüler ve deneye verdikleri karşılık inananları n kine oldukça ya klaşmış hale geldi ! İ lginç biçimde ilaç hiç örüntünün olmad ığı yerde onları gören inananları n eğilimlerini daha fazla artı rmadı ki muhtemelen insa nlarda uyarılabilir "batıl ina ncın" bir üst d üzeyi, platosu vard ı r. Şimdi, etrafım ızdaki dü nyada örü ntüler görmeye dair meyilli olmamızla dopaminin ne ilgisi va rd ı r? Buna dair bir ipucu, dopaminin beynimizin ödüllend irme sisteminin bir parçası old uğu olgusunda bulunabilir, aslında dopamin doğru bir şey yaptığı­ mız zaman doğal kendiliğinden tetiklenen bir yükselmeye neden olur.

Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

227

Ve d ünyayı yön lend irmede ve anlamada bize ya rdımcı olan örüntüler bulmak genelde iyi bir şeydir ve de dolayısıyla beyinlerimiz bunun için bizi öd üllendiri r. Basit an lamda Brugger'in deneyi bize, geri ka lanım ızı orta yere serpiştirilmiş olarak bıraka n dağı lımın uç nokta larını kap­ layan fazlasıyla batı l ina nçlı kişiler ve şüpheciler neden iyle dopamin ödül üyle örüntüleri görme eği limi a rasındaki bağda doğal bir çeşitlen­ me olduğunu gösterir. Buna rağmen, anlaşılan odur ki; nörolojik biçimde batıl ina nçla bağlantılı olan yalnızca haz değildir, korku da böyled ir. Teksas-Austin Ün iversitesi'ndenJenniferWhitson ve Northwestern Üniversitesi'nden Adam Galinsky verili bir durum üzeri ndeki kontrol eksikliği nin - daha ziyade çoğu muz için ıstırap verici bir durumu - aslı nda batıl inanca olan eği limimizi a rtı rdığını i ncel ikli bir biçimde sergilediler. Bize ne ol­ duğuna dair kontrol edemediğimiz his, beyinde amigdala olarak bili­ nen bölgeyi etkin hale getirir ki onun halihazırda duygusal cevaplarla özelli kle korkuyla yakından bağla ntılı olduğunu görmüştük. Buna rağ­ men ne olduğuna dair bir örüntü yakalamak, durumu anlamlı kılmak ve mu htemelen gelecekteki değişi mler hakkında öngörüde bulunmak için bile bize olanak verir. Bu sonuçta korku larımızı hafifletir - öyle görünüyor ki durum üzerindeki henüz elde edilmiş "kontrolümüzün" gerçekliğe dayanıp dayanmadığına bakılmaksızın . Batıl ina nçla kontrol yoksunl uğu a rasındaki korelasyonun anlamlı kan ıtı, kültürel antropolojik yazımda bulunmaktadır. Örneğin Trobri­ an Adalarındaki (Papua Yeni Gine) ka bileler, eğer sığdan ziyade derin sularda balık avlamaya meyill iyseler ba riz bir biçimde daha ritualistik davra n ışlar sergilemektedi rler. Neden? Önceki d u rum sonrakinden fazlasıyla öngörülemez olduğundan (örneğin ani fı rtı nalar ve genel­ de daha az bilinen balık yerleri olma ları nedeniyle) ve batıl inancın arta n derecesi açıkça belirsizliğin ve korkunun a rtan derecesini telafi etmektedir. Ayn ı etki sporda da görülebilir. İyi bilinir ki; beyzbol atıcı­ ları, orta saha oyuncularından daha fazla batıl inançlıd ır. Söz konusu

228

Aristoteles'ten Yanıtlar

olan bir oyunun sonucunun, atıcı lardan çok oyuncular için daha fazla öngörü lebilir olduğunu düşünen biri için ise bu a n lamlıdır (gerçekten de bu örüntü aynı oyuncu atıcı olmaktan sahaya geçtiği zama n bile elde edilir!). Dolayısıyla Wh itson ve Gal insky kontrol eksikliğiyle asılsız örüntü a lgısı arası ndaki bağlantı n ı n çeşitli görü n üşlerini, hem d eneklerine su­ nulan örüntü türün ü hem de on ların deneyimledikleri kontrol h issin i manipüle edebildikleri a ltı deney dizisi aracı lığıyla test ettiler. İlk de­ neyde, gerçekten de artan kontrol eksikliğinin öznenin örüntü görme ihtiyacını çoğalttığın ı tespit ettiler. İkinci deneyleri örüntüleri algılama­ ya dair bu a rta n ihtiyacın aslında (asılsız) örüntülerin çoğalmış a lgısına dön üştüğünü göstermek yoluyla bir adım daha ileri gitti ( bu durumda özneler, aslında yalnızca rastgele seslerin olduğu yerde i mgeler gö­ rüyorla rdı). Dahası üçü ncü deney, kontrol eksikliği deneyim leyen in­ sa nlarda basit bir biçimde bir durumun a n ısının hatırlanmasının aynı za manda onların asılsız a lgılarını da artı rdığın ı ortaya koyd u. Dördün­ cüde, pratik zeka d eneyi, Whitson ve Galinsky kontrol eksikliğiyle batıl inanç ü retme tehdidini birbirinde ayırabildiler ve tehdidin tek başı na yeterli olmadığını, kontrol eksikl iği hissinin verilen karşılığı ü rettiğini buldular. Beşinci deney fina nsal meselelerle bağlantılı olarak kontrol yoksunluğu deneyimlendiğinde ne old uğu üzerine odaklandı, piyasa değişikliği ve yatırım kararları gibi. Ası lsız korelasyonların yatırım ka­ rarları n ı n belirsizliğiyle de ü retildiği ni sergilediler - açı kça bir fi na nsal planlama stratejisi gibi gelmeyen kararlar. Witson ve Galinsky deney serisi ndeki son deney bize bir umut ışığı veren deneydir; çünkü kontrol eksikliğiyle batıl inanç a rasındaki bağlantıyı nasıl bozacağımız sorusuna işaret eder. Tüm gerekli olan, deneklere kendilerini doğru lama şansı vermektir yan i onların gerçek­ te durumla baş edecek yetenekte olduğunu hatırlatmaktı r ve kontrol eksikl iği-batıl inanç bağla ntısı temel seviyeye geriler. Araştırmacılar psikotera pinin (geniş anlam ıyla "konuşma terapisinin") insanların zor

Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

229

durumlara egemen olma duygusunu yeniden kaza nmala rı için bir yol olabileceği sonucuna va rırlar çünkü basitçe bu insanlar, onların ne ol­ duğunu anlamada bir a nlah inşa etme ve bu nedenle de bahl inanç ihtiyacının alhnı oyma yeteneğine sahiptir. Üstelik bilimin ve aklın peşinden gitmeye kendini adamış bir kitap için oldukça tuhaf bir soruyu ciddi ciddi kendim ize sorabiliriz: bahl inanç işler mi? Bahl inanç ritüelleriyle meşgul olmanın (şans için dü­ zenli formasının alhna daima kolej tişörtün ü giyen basketbol efsane­ si M ichael Jordan gibi) insanlara kaderlerini dönüştürme adına özel nedensel güçler verdiğini önermekten bahsetmiyorum. Fakat belki de bahl inanç hptaki plasebo etkisine benzer biçimde işlemektedir: sınırlar dahilinde, eğer hastalar ilaç aldıklarını düşünüyorlarsa, bir şe­ ker hapından ziyade, gerçekten iyileşmiş hissederler ve hatta sağl ık­ larının bazı nesnel fizyolojik ölçüleri gelişim gösterir. (Buna rağmen plasebo etkisine fazlasıyla bel bağlamayı düşünmeden önce etkileri­ nin kısa süreli olduğu konusunda uya rmalıyım ve ciddi hastalıklarda işler halde değildirler.) Bu olasılık, Köln Üniversitesi'nden Lysann Da­ misch, Barbara Stoberock ve Thomas M ussweiler'in çarpıcı sonuçlara ulaşmalarının nedenidir. Onların yaphğı başka bir çokl u deneydir ve deney dizisine ve Damisch ve meslektaşlarının ayrıca lıklı çalışmaların­ da ortaya koyduklarına kısaca bakmaya değer. Öncelikle deneklerinde bahl inanç davranışını "etkin hale getirmenin" - deneyi ya pan kişilerin onlara, veri len bir görevi yerine getirdikleri topun "şanslı" olduğunun söylemesi - gerçekten de performans arhrır. Şanslı topu ku lla ndığını düşünen kişiler sıradan bir top kullandığını düşünenlere göre daha iyi skorlar elde ederler. Sonuç: bahl inanç iş başı ndadır! Fakat a raşhr­ macı zihinler bilmek ister, nasıl? Muhtemelen sırf insanlar bahl inanç "etkinleştirmesi" nedeniyle cesaretlenmiş hissettiklerindendir ve bu ekstra özgüven düzeyi fa rkl ı lığı meydana getirir. Açıkça hayır: Damisch ve arkadaşlarının ikinci deneyi basit cesaret kaza nmayla bahl inancın etkisini l if lif ayırmaya muktedir olur ve sonuçta farkl ı lığı meydana ge-

230

Aristoteles'ten Yanıtlar

tiren batıl ina nçtır. Üçüncü deney teste tabi tutulan d eneklerin gelişmiş performa ns­ ları ndan soru mlu olan gerçek psikolojik mekanizmayı ele almaya baş­ lad ı . Öyle görünmekteydi ki, ölçülebilen tek farklılık batıl inanç nede­ niyle ne söyleyeceğin i bilen kişilerin ayn ı zamanda "öz-yeterlilik" ile ilgili daha üst bir d üzeyi deneyim liyor olmalarıydı yani deneyin, on­ ların yapmaları için düzenlediği şeyleri başarmada kendilerine daha fazla güveniyorlardı. Ama bekleyin bir dakika, bu kesinl ikle basitçe özgüven meselesi d eğildir. Eğer d uru m bu olsaydı bu hikaye daha çok, eğer ya l n ızca "kendinize inan ı rsa nız" her şeyi ya pabileceği niz de ısrar eden kişisel gelişim gurula rın ın işine benzemeye başlardı. Beklenildiği üzere Damisch ve meslektaşla rı n ı n dördüncü deneyi daha derinlere gitti ve batıl ina nçla işe başlayan insanların, basitçe kontrol grubun­ daki kişilerden belirgin bir biçimde daha uzun süre amaçları için ısrar ettiklerini göste rdi. Bu nedenled i r ki bu kişiler daha iyi bir performans sergilediler, basitçe daha fazla çabaladılar da ondan ! Hikayenin ahlakı, nedensel zincirin şöyle bir şeye benzediği yön ü n­ dedir: Batıl

şeylere

inanıyorsunuz>

Batıl

davra n ışlarla

meşgu lsünüz > Bu özgüven düzeyi nizi artırıyor > Sonuçta bu, göreviniz için daha fazla ısra r etmenize neden oluyor > Bu yüzden eşit olan şeylerdense bunu başarmanız daha muhtemel. H içbir sihre gerek yok, ya lnızca biraz ilginç ve azıcık çapraşık insan psikolojisi. Şüphesiz bu sonuçlar bir şekilde tasarlan mış la boratuar ko­ şulları a ltında elde edilmişlerdir fakat gerçek insani koşullarla yani "sa­ hada" meydana geldiğini bildiklerimizle tutarlıdır. Örneğin Damisch ve meslektaşları spor ta kımlarının, batı l inanç d üzeyiyle gösterdikleri performans arasında kayda değer bir korelasyonun olduğunu bildirir­ ler. Bu aynı zamanda ta kımın içerisindeki bireysel oyuncular için de

Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor?

231

doğrud ur: Oyuncular daha batıl inançlı hale geldikçe daha iyi perfor­ mans sergiler. Şü phesiz a lan araştı rmaları duru m u nda nedensel fak­ törleri l if lif ayırmak daha zordur ki bu nedenle alan araştırmalarıyla laboratuar çalışmaları n ı n bi leşi mi batıl inançların nasıl tam anlamıyla işlediğini bize a n latmanın başlangıç noktasıdır. Yuka rıdakilere bağlı olmaksızın, neden insa nlar en başta batıl inançlarla ve davranışla rla meşgul olma za hmeti ne katla nır? Neden yuka rıdaki nedensel senaryonun ilk iki (veya hatta üç) adımını atla­ yarak sade de gelmeyelim ve başarıya ulaşmak adına daha uzun ve zor şekilde bunla rı uygulamayalım? İşlerin daha spekülatif hale geldiği yere geldik; gerçi kesinl ikle daha az ilginç değil, eğer amacımız insanlık durumunu anlamlı kılmaksa. Michigan Ün iversitesi'nden a ntropolog Scott Atran batıl inancın "bilişin trajedisi" adını verdiği şey nedeniyle açığa çıktığı önerisinde bulunur. Fikir şudur: Bilinçlilikle birlikte birinin va r olan statüsü nü anlama ka bil iyeti de gelir, geçmişi hatırlar ve - el­ zem bir biçimde - gelecekte ne olacağını yansıtır. Diğer çoğu hayva n ı n a ksine ( belki de hepsi) öleceğimizi bil iriz v e beyin lerimiz açık bir bi­ çimde kalıcı imha d üşü ncesinden irkilir. Ölüm, üzerinde kontrolümü­ zün olmadığı mutlak pozisyondur ve batıl inancı, kontrol eksikliğinden çıkarsa nan korkuyu yatıştırmanın bir yolu olarak görürüz. Ölüm onun hakkında fazlasıyla felsefe yapmaya rağmen korku nun ti pik kaynağı­ d ı r; dolayısıyla beyi nlerim iz, ölümün her şeyin sonu olmadığına dair bizi ra hatlatmak için hikayeler uyd urur. Bunu yapmaya çok genç yaşta başlarız. Arizona Üniversitesi'nden Deborah Kelemen çocukların d ünyayı nasıl gördüğüyle ilgili bir çal ış­ ma yü rüttü ve onların her yerde bir amaç görme eğiliminde olduğunu doğruladı (filozofların adlandırdığı şekliyle "faillik öngörmek"). Ya ln ız­ ca hayvanlar değil (kuşların old uğu yerde m üzik va rd ır) fakat ca nsız nesnelerde de (nehirler onların üzerinde botlarımızı sürel im diye va r) . Dahası Kelemen çocu kların alternatif, teleolojik olmayan (yani a maç­ odaklı ol maya n) açıklamalara fazlasıyla dirençli olduklarını keşfetti.

232

Aristoteles'ten Yanıtlar

Bu noktada tanrılar ve evreni kontrol etmedeki diğer bilinçli güçler hakkındaki iddiaları kabul etme adımı gerçekten d e oldukça kısadır. İlginç biçimde nörobiyolojik araştırmala r beyinlerimizin ca nlı ve cansız nesneler a rasında oldukça erken yaşta ayırım yaptığı nı ve oto­ matik biçimde ca nlı nesnelere istem bahşettiğim izi gösterir. Yale'den Paul Bloom bi rkaç aylık bebeklerin bile iki kategoriyi ayırt ettiğini söy­ ler. Eğer onlara karmaşık bir biçimde bulunan ca nsız bir nesne göste­ rirseniz (mesela başlayan ve biten) bir yetişki nin yapacağına benzer şekilde bebekler şaşırmış gözükürler - gerçi bir insan ta rafından aynı davranışla meşgul olunursa hiçbi r şaşırma reaksiyonunu elde edil me­ miştir. Buna rağmen tüm bunlar yine de batıl inancın, tan rılara inanmayı da içeren, gerçekten nereden gel d iği sorusunu cevapla maz. Ta rih bo­ yunca batıl ina nç, insan toplulukları arasında özsel olara k evrenseldir ve hala daha d ünya nüfusu n u n %80i gibi bir oranda hükü m sürmekte­ dir. Eğer yaşamın a n lamı adına daha rasyonel bir arayışa girişmek isti­ yorsak bunun kökenine inmemiz gerekir. O halde; bir sonraki bölümde gü nümüzün en başarı lı bili msel d isiplinlerinden ikisinin birleşiminden doğan cevap türüne bakacağız: Bilişsel bilim ve evrimsel biyoloji.

17. Böl ü m : Dinin Evrimi

''Aptallıkların en yaygın olanı apk ve doğru olmayana tutkulu bir şekilde inanmaktır. Bu insanın yaptığı başlıca şey olmuştur." H. L. Menken

İşte ele almak için ilginç bir deney: Bir güvercini özsel ağırlığı nın %75i ora n ında aç bıra ktığınızı varsayın. Sonrasında onu bir kafese koyuyorsunuz ve düzen l i a ra lıklarla yemek veriyorsun uz, güvercinin davra n ışı ve yemeğin alı nması arasında bağlantı olmaksızın. Sonrasın­ da düzenli ara l ı kları bozuyorsunuz. Oldukça tuhaf bir şey ol uyor: Gü­ vercin batıl inançlı hale gel iyor. B.F. Skinner iyi bilinen biçimde böylesi deneyler yürüttü, "bir kuş, pekiştirmeler arası nda iki ya da üç kez ka­ feste saatin tersi yönünde dönmeye koşullandı. Başka bir tanesi, tek­ rar eden şekilde kafasını kafesi n üst köşelerinden birine sokuyordu. Üçüncü bir tanesi "havaya savurma" cevabını gel iştirdi; sa n ki kafası nı görülmez bir bariyerin altına yerleştiriyor ve onu tekrar eden biçimde yukarı ka ldı rıyordu. İ ki kuş, beden ve başlarına dair bir sarkıç hareketi gel iştird i; baş öne doğru uzanmakta ve bir şekilde daha yavaş olan bir hareket tarafından ta kip edilen keskin bir hareketle sağdan sola sal­ lanmaktaydı. Genel olara k beden ise ha reketi takip etmekte ve hare­ ket geniş kapsamlı olduğunda bir iki adım atılmaktaydı . Başka bir kuş, zemine doğru tamamlanmamış gaga lama ya da hafifçe değme hare­ keti yapmaya koşullanmıştı ama zemine dokunm uyordu". Skinner'ın

234

Aristoteles'ten Yanıtlar

güvercin lerine ne ol uyordu? Yemi almadan tam önce meşgul oldukla­ rı hareket her n e ise onu tekra rlamaya çal ışıyorlardı. Büyük olasıl ıkla bu davra n ışı tekrar etmenin yemi yeniden ortaya çıkaracağına dair (bilinçsiz) umutları nedeniyle ya pıyorlard ı . Felsefi olara k e l e alın ırsa, güvercinler klasik b i r m antıksal ya nılgıya düşmüşlerdi (tekrarda n, bilinçsizce) ya ni gösterişli Lati nce d eyişiyle

post hoc ergo propter hoc, "bundan sonra öyleyse bunun yüzünden". Eğer güvercin lerin bunu yapmasının komik olduğunu d üşü nüyorsa nız aslında bunun insanlar tarafından yapılan en yaygın akıl yürütme ha­ ta larından biri olara k ka bul edildiğine di kkat edin. "Şanslı tişörtü n ü" veya çora bını veya şapkası nı veya önemli bir olay öncesindeki her­ ha ngi bir şeyini giyi nen bir kişi bunu bir kez giydiğinde meydana gelen olay her ne ise (sınav, iş görüşmesi, spor karşılaşması) onun lehte bir sonuca sahip old uğuna daya na rak bunu yapa r. Eğer batıl inanca ge­ lindiğinde o, insanlar ve diğer canlılar a rasındaki fa rklı herhangi bir şey olarak diğer tü rlerin hemen hemen a n ında bıra ktığı aptalca dav­ ranışsa bunu ya pma nedenleri bu davranışın tek bir kere gerçekten işe ya ramadığın ı fa rk etmiş olmalarıdı r. Diğer taraftan insa nlar dav­ ranışları n ı n tekrarlanan başarısızlıklarını rasyonalize etme adına sonu gelmeyen harika yollar bulurlarken sürekli olarak bunların gerçekten bir veya birkaç kez "işe yaradığı nı" vurgula rlar. Batıl inanç - son bölümde ta rtıştığı m ız üzere - insan beyninde kökleşmiştir ve dinsel inancın temelidir. 4200 veya bu sayıya yakın bir şekilde kata loglanan d inlerdeki tüm insanları ilgilendi ren bir fe­ nomendir ve insani varoluş labirentinde seyrederken dindar olalım ya da olmayalım yolumuzu akılsal bir biçimde bulmak adına anlamamız gereken şeylerden biridir. Eski a h babımız İskoç filozof David H u me'un bilindik bir biçimde ortaya koyduğu şekliyle (Dinin Doğal Tarihi'nde):

Dini ilgilendiren her araştırmanm en yüksek öneme sahip olması gibi özelde iki soru ilgimizi incelikli bir biçimde çekmek adma mey-

Dinin Evrimi

235

dan okur: Akıldaki temelini ve insan doğasmdaki kökenini ilgilendi­ ren iki soru. Bazı okurları hayal kı rıkl ığı na uğratmak pahasına bu kitapta Hume'u n ortaya attığı soru lardan i lkini, ya ni d insel inancın rasyonel temelleriyle ilgili olanı görmezden geleceği m. Bana kal ı rsa hiçbir te­ mel yoktur ve bu durum gayet ayrı ntılı bir biçimde bir sürü kitapta ele alınm ıştır. İlgilenen okur kolayca tanrıların varlığı adına ve onlara kar­ şıt olan sta ndart argümanların mu hteşem açıklamalarını bulabilir ve yakın za manlarda birçok yaza r ta nrılara karşıt olan durumları yeniden ifade etmiş ve güncellemiş olduğundan dolayı burada bir kez daha on­ lardan ba hsetmek için ne yeri ne de sizin zamanınızı harcamak adına h içbir baskı hissetmemekteyim . Bu du rumda H u me'un öne sürdüğü ikinci soruyla baş başa kal ı rız: dinsel inançların köken leri nelerd ir? Bu muhteşem, fakat yine de oldukça kompleks bir sorudur ve ilerleme­ den önce biraz daha kesin olmamız gerekir. Öncel ikle görül meyen nedensel entitilere/şeylere dair batıl inanç ile (tanrılar, hayaletler, ru hlar vb.) belli sosyal yapılar tarafı ndan ü re­ tilen ve eşlik edilen düzenli inanç dizisi olarak din a rasında bir ayı rım yapa lım. Açıkça; sonraki önceki olmaksızın var olamaz; fakat bu, batı l inancın kökenini a nlamakla dinin kökenini anlamanın aynı old uğu an­ lamına gelmez. Diğer hayvanların da batıl ina nçla r sergilediğine dair daha önce gösterdiğimiz apaçık olgula rı d üşünebi liriz. Fakat bildiğimiz kadarıyla dine sahip olan tek ca nlı insandır. Yine de işleri daha karma­ şık hale getirmek hatta fenomenin kökenini anlamak bize, bu fenome­ nin neden halihazırda geniş bir kapsama sahip olduğu hakkında çok az şey söyler yan i muhafaza edil mesi. Örneğin popüler sosyal paylaşım sitesi Facebook Harvard mezunlarının iletişimde kalması için başlatıl­ mıştı; fakat şu anda da muhafaza edilmekted ir - belki beklenmedik bir şekilde - ta m anlamıyla yüz mi lyonlarca insan bir veya başka bir d üzeyde ya lnızca a rkadaşları ya da aileleri ile değil, fakat tamamen ya bancı olan kişilerle de iletişim kurmakta n zevk a l ı rlar.

236

Aristoteles'ten Yanıtlar

İkinci olara k, belli bir fenomenin birden çok nedeni olabilir ve ne­ denler birçok fa rklı düzeyde işl iyor olabilir ki bu da bize anlamanın çoklu katmanlarını sağlar. Buna, dört n eden ayı rt eden Aristoteles tarafı ndan bilindik bir biçimde işa ret edilmişti . Örneğin Man hattan Union Square'da dolaşıyorsunuz ve 16. Caddenin köşesinde seçkin bir Fransız Beyefendisinin heykelini görüyorsunuz. H eykelin nasıl oluyor da orada olduğunu sorarsan ız, yan i M a n hatta n'ın ortasında heykelin bulunma sebebi nedir? Aristoteles'e göre, dört fa rklı ama birbirini ta mam layıcı cevaba bakmanız gerekir. İlk olara k heykel bronzdan ya­ pılmadır ki bu, onun ne türden bir malzemeden ya pıl dığı sorusuna cevap verir (buna uygun olarak Aristoteles onu maddi neden olarak adland ırır) . İkinci olarak, heykelin neyi temsil ettiğini sorabilirsiniz (Aristoteles'in özsel nedeni): Öyle görünüyor ki Fransız Marquis de Lafayatte'nin bir temsilidir. Üçüncü, doğal olarak, heykeli kimin yap­ tığını bilmek isteyebilirsiniz (Aristoteles'i n etkin nedeni) ve ya nıt hey­ keltıraş Frederic-Auguste Bartholdi'dir ki aynı kişi Özgürlük Heykelini de tasa rı mlam ıştır. Son olara k; heykelin neden en baştan itibaren ora­ da olduğunu da sora bilirsiniz (Aristoteles'in ereksel nedeni) ve bunun nedeni, Fransız hükümetin i n Fransa-Prusya savaşı sırasındaki ya r­ dımları için New York kentine teşekkür etme isteğidir ( hediye olarak Lafayette'yi seçme neden leri ise onun Amerikan devrim i kah ramanı olmasıd ı r). Görebileceğiniz üzere her ne kadar görü nürde basit bir soru olsa bile "Nasıl oluyor da heykel orada?" nedensel analizin birçok sevi­ yesine im kan veri r. Fark edilmesi önemli olan şey ise bu seviyelerin karşılıklı olara k ayrıcalıklı olmadığıdır: Aristoteles tarafından dört neden, h epsi heykelin va r oluşuna dair açıklamaya katkıda bulunan şeyler olara k ta n ı mlanır ve bunu fa rklı şeki llerde ya parlar. Bu bir şekil­ de mutlak nedenin ( neden heykel orada?) baskın çıktığı ya da maddi nedenden (heykelin neden yapıld ığı) daha temel bir açıklama old uğu demek değildir. Batıl inanç ve d i n tartışma larında bol miktarda bulu-

Dinin Evrimi

237

nan farklı açıklama türleri a rasındaki karışıklıktan dolayı bölümün geri kalanı nda bunu akılda tutalım. Sıra batıl inanç ile dinin birleşimine dair açıkla maya geldiğinde bize sunulan üç olasılık va rd ı r: Bilişsel bilim, bir önceki bölümde i nsan beyninin batıl düşün meyle nasıl meşgul old uğu hakkında bilgi verir. Sonrasında biyolojik ve kü ltürel açıkla malara sahibiz ki bunlar dini gö­ rece evrimsel ve toplumsal güçlerin bir sonucu olarak yorumlamayı amaçlar. Aristoteles' in nedensell iğinin çoklu seviyeleriyle silahlanmış olara k h emen bu üç olasılığın dinin ka rşılıklı olara k ayrıca lıklı olan üç açıklaması ol madığını fark ederiz; onlar farkl ıdırlar ve ka rşılıklı olarak açıklamanın d üzeylerini pekiştirirler. Daha ba riz bir biçimde din, insan beyninin nörobiyolojik karakteristikleri nedeniyle mümkün hale gelir ki bu da bizi, dinin nasıl meydana geldiği sorusunu ceva playan batıl düşünmeye yatkın hale getirir (Bu Aristoteles' in üç nedeninin değin­ diği şeydir). Fa kat eşit oranda onun neden olduğunu (Aristoteles'in ereksel nedeni), ne türden biyolojik ve kültürel güçlerin bunu böyle yaptığın ı da bilmek isteriz. Dolayısıyla insanlar ya ln ızca hayva nların batıl inanca olan eğil imlerini paylaşmazlar; fakat yaşamlarının evren­ sel ve temel bir görü nüşü yapacak kadar ileri gidecekleri bir şeyi kabul etmeye çalışırlar. Belki nedenler ve açıklamalar hakkındaki tüm bu konuşmalar dine uygulandığında birazcık tuhafmış gibi gelebilir. Gerçekten de, bu bi­ limdeki görece yeni bir trendin sonucudur. M u htemelen bilim ile din a rasında ki ilişkinin bir hayli çalka ntılı olan tarihi yüzünden (Galileo'yu düşünün veya daha kötüsü Giordano Bruno'yu) veya belki de bilim gibi aslen seküler bir girişimin kutsallığı adına bilim insanları uzun bir zaman için di nden mümkün olduğunca uzak durdular. Yi ne de basit bir ana loji, dinin bilim temelli bir açıklamasına ka lkışma kta tuhaf ya da ters bir şeyin olmad ığını göstermek için yeterli olaca ktı r. Örneğin, insan türü n ü n başka bir evrensel özniteliği olan dili ele alalım ki o aynı zamanda bildiğimiz kadarıyla Hama Sapiens'e özgüdür. Eğer dili anla-

238

Aristoteles'ten Yanıtlar

mak istiyorsak din meselesi hakkında ele almış olduğumuz üç benzer açıklama türünü kullanabiliriz: Bilişsel bilim, biyoloji ve kültür. Dilin, insan beyni nin belli ya pıları yoluyla mümkün kılındığı hak­ kında şüphe yoktur. Ö rneğin, nörobiyolojide sayısız etkileyici çalışma, beynin hangi bölgelerinin dile vekalet ettiğini ve olur da bu bölgeler kaza veya hasar alma sonucu zara r görürse ne olacağını belgelendir­ mekted ir. Broca bölgesi beynin sentaksın düzgün ku llanımını ve ke­ l imeleri cümleler oluşturmak için nasıl bi rleştirdiğimizi kontrol eden bölgeyken Wernicke bölgesi d iğer insanları n cümlelerini anlamada ve analiz etmede bize yardı m eder. Buna bağlı olarak Broca bölgesindeki hasar dilbilgisel olmayan ama mantıklı konuşmayla sonuçla nır; Wer­

nicke bölgesindeki zarar ise buna ka rşıt olarak dil bilgisel biçimde doğ­ ru ama a n la msız cüm leler ü retir. Üçü ncü bir bölge daha vardır, Sylvian

fissür. Bu bölge dilde içerilen tipik i nsani kısı mlarla başka hayvanlarda bulunan nörolojik yapıyı fiziksel ola rak ayı rır. Buna rağmen nörobiyolojinin, dile sahip olman ı n bizim için na­ sıl mümkün olduğuna dair tatmin edici bir açıklama verdiği dikkate alınsa da sorunun diğer önemli iki görü n üşü adına bize h içbir ipucu sağlamaz. Neden dil yeteneğine gereksinim d uyuyoruz ve neden bu kadar çok fa rklı dil var? Bugün dü nyada konuşulduğu bilinen yaklaşık 7000 dil ve tıpkı dinler gibi çok büyük sayıda bu dilleri ku llanan insan­ lar var; 845 milyon kişi tarafı ndan kullanılan Mandarinden yalnızca iki kişi ta rafından konuşulan U ral Dağla rındaki Ter Sami dili gibi. Olur da merak ederseniz İngilizce üçüncü sırada ve 328 milyon kişi tarafından konuşul uyor. Bu biyolojik ve kültürel faktörlerin işin içine girdiği yerdir. Kültü­ rel faktörlerle başlaya lım; çünkü dil ile ilgili oldukları sürece anlaması daha kolayd ı r. Makul surette bol tarihi kayda rağmen gerçekte insan­ ların kullandıkları di llerin evriminin izini birkaç bin yıl öncesine kadar sürebi liriz. Örneğin Danca, İzlandaca, Norveççe ve İsveççe d illerinin

Dinin Evrimi

239

hepsi Eski N orveç dilinden türemiştir ve aslında bu dillerin evrimini onlara tekabül eden popülasyonun göç örüntüleriyle eşleştirebiliriz. Tek başlarına kelimelerin evriminin de izini sürebiliriz; tıpkı Oxford

Dicüonary'nin her edisyonunda yapıldığı gibi. Örneğin "dictionary" sözcüğü 16. Yüzyıla kadar gider. Kelimeler için bir kılavuz a n lamına ge­ len Ortaçağ Latincesindeki "dictionarioum" sözcüğünde köken bulur; sonuçta anlamı şüphesiz sözcük olan Latince "dictio"ya kadar gidilir. Gerçekten de dilin evrim i hala daha meydana gelen bir şeydir: gen­ lerle analojik olan kültürel mirası n bir birimi anlamına gelen ( biyolojik mirası n birimi) "mem" sözcüğü (aşağıda tekrar onunla karşılaşacağız) 1976 yılında çok satan kitabı Bencil Gen'de ( The Selfish Gene) kulla­ nan Richa rd Dawkins tarafından türetildi. Dolayısıyla şimdiki durum­ da hem dilin nasıl meydana geld iğiyle hem de zaman boyunca nasıl değiştiği ile ilgili güzel bir betimlemeye sahibiz. Fakat evvela neden dile sahip old uğumuzu ne açıklar? Ceva p basitçe "iletişim kurmak" olamaz; çünkü diğer türlerin pek çoğu etkin bir dile (yalnızca anlamlı sesler ve işaretler iletme yeteneği olarak ta nımlan mayan aynı zaman­ da bir dil bilgisine sahip olmak anlamına gelen) ihtiyaç duymaksızı n iletişim kurmaktadır. Aynı zama nda "başka türlü ka rmaşık görevleri yerine getiririz, "aya insan gönderme"ye benzeyen bir şey de olamaz (veya binalar i nşa etmeye veya Facebooku kullan maya veya sıra lamak istediğiniz diğer kültürel karmaşık etkin likler her ne ise). Bu yüzden­ dir ki; insanlık tarihinin çoğunda uzaya yolculukla (veya köprü inşa et­ mekle veya sanal sosya l paylaşı mla) meşgul değildik; dolayısıyla doğal seleksiyon gibi biyolojik süreçlerin bu nedenlerden dolayı dile yönel­ mesi mümkün değildir. O halde neden meydana geldi? Gerçekten de bilm iyoruz. Şü phesiz dil yeteneğinin daha büyük hay­ va nları avla mada daha iyi işbirl iği ya pmak için evrildiği (her ne kadar paleontolojik ka nıtlar insanla rın nadiren bunu yaptığın ı gösteriyor gibi görünse de) ve şüphesiz sosyal iletişime olanak sağlamak da dahil bir sürü hipotez önerildi (gerçi neden ilkel insanların muhtemelen 150

240

Aristoteles'ten Yanıtlar

kişiden az olan gruplarının sosyal gerekliliklerinin üstesinden gelmede böylesi karmaşık bir a raca ihtiyaç d uydu kları pek açık değildir). Kesin­ l ikle eninde sonunda Shakespeare ve blog d ü nyasına varmamız da bu yüzden değild ir. Bildiğimiz tek şey dilin görece biçimde i nsani silsi lede geç evrildiğidir; kuşkusuz dik-duruşa evrilmemizden sonra. Erken ho­

minidlerin (Australopithecus afarensisin üyesi olan meşh u r Lucy gibi), halihazırda iki ayaklı olması ve yine de küçük bir beyni m u hafaza et­ mesinden d olayı m u htemelen dil ile ilgili anatomik bölgelerden mah­ rum olması gerçeğinde bu oldukça açıktır. Ge rçekten d e oraya varmak uzun bir zamanımızı aldı: Homo cinsi (tü rümüzün ait olduğu) evrimine yaklaşık 2,5 milyon yıl önce başladı; fakat en iyi tahminlerimiz dilin yaln ızca geçmiş 30-10000 yı llık süreçte geliştiğini söyler.

4. Bölümde gördüğümüz gibi insan davra n ışının özellikle insa nla­ ra özgü olan veya neredeyse böyle olan davranışların evrimiyle ilgili hipotezleri test etmek gerçekte çok zord u r; çünkü diğer türlerle ya­ pacağı mız az sayıda karşılaştı rmaya sahibiz ve fosil kayıtları genell ikle ya rdımcı olmaz. Gerçekte b u d urumda fosiller ilk önce yürümek son­ rasında dili geliştirmekle bağlantılı olan fiziksel karakteristikler hak­ kında oldukça iyi bir hikaye a n latı r (ya l nızca beyin ölçüsü bakı mından değil, aynı zamanda kon uşmak için sesleri telaffuz etmemizi sağlayan gırtlak olara k bilinen a natomik özellik bakı mından da). Fakat ne tür­ den evrimsel süreçlerin konuşmaya muktedir olma n ı n davra n ışsa! karakteristiklerine yönelttiğine dair çok az şey söyler veya hiçbir şey söylemez. Hemen göreceğimiz gibi, evrim hakkında a kılsal bir şeki lde çıkarım yaptığımız bu sınırlama aynı zamanda dinin evrimiyle ilgili ça­ l ışmaya ve benzer nedenlere uygu lanabilir. Son za manlarda dinin biyoloj ik ve kültürel evri mi hakkında çok şey yazıldı ve bu konu hakkında olan yazı n ı n teknik olanları şöyle du rsun popüler olanlarının bile kesin likle burada hakkını veremem. Bununla bera ber muhtemelen kültüre karşıt olara k "biyolojik" evrim hakkında kon uşulacak ilk şey bunun, iki nedenden ötürü bir hata olduğudur.

Dinin Evrimi

241

Bunlardan il ki, kültürlerin kendi başla rına evrildiği şeklindedir her ne kadar orga n izmaların kü ltürel olmayan niteliklerinden fa rklı bir üslup­ ta olsa da. Dahası başka her şeyin olduğu kadar "biyolojik"tir. İ nsanlar kültüre sahip olan tek canlı değildir; eğer bundan bir insanın genetik özyapısına kadar doğrudan izi sürülebilen belli sosyal davra n ışları kast ediyorsak. Bu yüzden ayı rım genetik evrim ile kültürel evrim a rasında olmal ıdır. Her ikisi de doğa gereği biyoloji ktir, tıpkı (biyolojik) orga niz­ malar tarafından yapılan herhangi bir şey gibi. O halde genetik evrimden ba hsedelim. Buradaki düşü nce, doğal seleksiyon ve diğer araçlar nedeniyle kökensel olara k Darwi nci evrim teorisinin modern versiyonunun insanlar olara k neden belli davra­ nışlara angaje olduğumuza dair içgörü sağlayabileceği şeklindedir. 4. Bölümde gördüğümüz gibi, bunun özsel bakı mdan doğru olduğunu ve biyolojinin hem felsefedeki (bu du rumda ahlak felsefesi) hem de psikolojideki bazı tartışmalarla ilgili bilgi verebileceğini düşünüyoru m. Gerçekten de birçok şeyi etkilediği için psikolojinin en önemli teori­ si olarak ka bul edilen Freudculuk terk edildiğinden beri bu d isipline insan davra n ışı hakkındaki muhteşem tonlarca empirik veri miras bı­ rakılm ıştır; fakat bu veriler, onları anlamlı kılacak temellerinde bulu­ nan çok da iyi bir teoriyle birlikte değildir. İnanmadığım şey - bi rkaç paragraf sonra göreceğimiz üzere - evri msel biyolojinin kendi kendine böylesi bir teori sağlaya bilecek olduğud ur. Biyologlar ne vakit herhangi bir karakterin genetik evri mini düşün­ seler üç kapsamlı açıklama türüyle yüz yüze gelirler: ya sorgulanan karakter doğal seleksiyon yoluyla evrilm iştir; çünkü adaptiftir (yani organizmanın uygu nluğunu artı rır) veya şa nsa daya lı süreçler yoluyla evrilm iştir (teknik anlamda "rastlantısal sürü klenme") veya kendile­ rinde adaptif olan diğer karakteristiklerin ikincil bir ürün olarak biline gel m iştir. Bazı örnekler ele alınırsa : ka n ı pom palamak için bir ka l be sahip olduğumuz gerçeği kesinlikle doğal seleksiyonun ürünüdür. Ka lp spesifik ve h ayati işleve sahip kompleks bir orga ndır; dolayısıyla onun

242

Aristoteles'ten Yanıtlar

şans yoluyla evrilmesinin olanağı yoktur veya başka bazı karakteristik­ lerin ikincil ürünü olara k o rtaya çıkması m u htemel deği ldir. Diğer ta­ raftan genetik sürüklenme büyük olasılıkla hayatta ka lmak için önem li olmaya n varyasyon türünden sorumludur: mesela bir erkeğin göğsün­ deki kıl sayısı. Bell i ikliml erde bel ki özellikle kıllı olmak önem li ola bilir; fakat ta m sayı muhtemelen fa rklılık yaratmayacaktır, dolayısıyla da kıl l ı l ığın farklı derecelerine neden olan gen her ne ise onun rastgele sıralan ması yoluyla evrilir. Peki ya ikincil ürünler? Yin e kalp ta rafından bu kez ana işlevi yoluyla değil ama pompalarken ses çıkarması gerçeği nedeniyle iyi bir örnek sunulmaktad ır. Ses hayatta kalmak için zoru nlu deği ldir ve bu yüzden de doğal seleksiyon yoluyla seçil memiştir. Ses oradadır; çünkü pom palamak gü rültüye neden olur ve ondan kaçın­ manın hiçbir yolu yoktur; bu yüzden d e başka bir şeyin evriminin ikin­ cil ürünüdür (kan pompa lama yeteneği) . Peki y a d i n ? Güvenli bir şekilde sürüklenmeyi b i r olası lık olara k dış­ layabiliriz. Din nosyonu öyle iyi bir şekilde yerleşmiştir ki sürüklenme kompleks ve "masraflı" (enerji anla m ı nda) yapıların evri mine yönelt­ mez ve d i n sorgu lanmaz bir biçimde bu faturaya uyar. Ya seleksiyon ya da ikincil ürü n olmalıdır. Seleksiyon bakım ı ndan çeşitli yaza rlar dine ayrıcal ı k tanınması gerektiği önerisinde bulunurlar; çünkü "toplum yanlısı" olarak bilinen şeyi teşvik eder. Buna göre, bireylerden oluşan gruplar, grubun üyeleri ya rd ı m etmeye ve grubun diğer üyeleri için fedakarlıkta bulun maya daha istekli olmasından dolayı birbirine daha bağlı olduğundan, üyeleri birbirine bağlılık davranışı doğrultusunda daha az eğilimli olan gruplara üstün gel irler. Bir a nlamda din, insanları tehditler ve ödüllerin bir birleşi mi (örneğin sonsuz lanetlenme veya ka lıcı huzur dolu bir öbür yaşam ) a racılığıyla daha işbirl ikçi yaparak bir tür sosya l yapıştırıcı olur. Bu türden hipotezleri empirik bakımdan ele­ mek oldukça zord ur. Mesela gerçekte 19. Yüzyıl Amerikasında dinsel komün ler, seküler olanlardan daha fazla kalıcıdır. Ayrıca; a raştırmacı­ lar istatiksel olara k bir kom ü n ü n üyeliği için değerli olan gerekliliklerin

Dinin Evrimi

243

farklı düzeylerin i kontrol ettiklerinde bu etki kaybolur - bu da üyenin, onda n vazgeçemeyecek hale getiren bir gruba üye olmak için kendi başı na dinsel lik olmayan yüksek bir bedel ödemek zorunda olduğu gerçeğini ifade eder. Da hası toplum yan lısı davranış hipotezi gerçekte grup seleksiyonun bir formuna dayanır (ya ni doğal seleksiyon birey­ lere değil belli kara kteristi klere sahip gruplara ayrıcalık tan ı r) ve grup seleksiyonun gerçekten de doğada oldukça sık meydana geldiği hak­ kında şüpheci olmak için evrimsel teoride bulunan iyi teknik nedenler va rd ı r. Sonuç olarak, diğer primatların da toplum ya nlısı davran ışlar sergilediğine işa ret edilmelidir ki bunlar büyük ihtimal le, din geliştir­ me ihtiyacı olmaksızın grubun diğer üyeleri tarafından paylaştırılan cezalandırma ve ödüllerin bir gru bu yoluyla dayatıl ı r. Doğal seleksiyonun dinin evrimini destekleyebileceğine bağlı ola­ rak başka bir olası senaryo daha vardır. Bu senaryo (gru bun a ksine) bireylerin sağlam l ığın ı a rtı rmak için seleksiyonun standart mekaniz­ masını içeren bir ya pıdadır. Bir önceki bölümde de gördüğümüz gibi batıl ina nç, kaygıyı ve stresi bastırma eğilimindedir çünkü kişi kaygıya ya da strese neden olan her ne ise bir şekilde onun üzerinde kontrol sahibiymiş gibi h issetmek ister (kontrol ne kadar hayali olursa olsu n). Yine daha önce de tartıştığımız gibi, yaşam ları mız boyunca kolayl ıkla gösterilebilir şekilde sahip olduğumuz en stresli d üşü nce kendi ölü­ mümüzdür. Ona bilincin trajedisi olarak gönderimde bulun uruz: bir ca nlı, varol uşunun evrenin geri ka lanından bağımsız olduğunun bi­ lincine bir kez vardı mı bu aynı zamanda böylesi bir varoluşun sınırlı olduğu gerçeğinin de bilincine va rmak demektir - ve çok az insan, bilinen bir biçimde "Ölüm bizi ilgilend irmez; çünkü var olduğumuz sü rece ölüm orada deği ldir. Ve o geldiğinde a rtık biz var değilizd ir" diyen Epikuros'un itidalli hali yoluyla gelen kalıcı kişisel yok oluş üze­ rine düşünüp taşınır. Bu din kendi yok edilişini düşünüp taşındığında beynimizi teskin etmek için evrilmiştir bu yüzden bir dereceye kadar nörobiyolojik ka nıtlarla desteklenen albenili bir olasılıktır. Ama aynı

244

Aristoteles'ten Yanıtlar

zama nda ona karşı çeşitli itirazlar da ileri sürülebilir ki bunlardan en besbelli olanı muhtemelen batı l ina ncın evriminin bu şekilde açıkla­ nabileceğidir; fakat d i n, batıl i n ançta kökenlen irken (diğeri olmadan ilkinin m ümkün olamayacağı anlamında) onun daha da ötesine giden - yalnızca bi reysel değil - daha karmaşık sosya l bir fenomendir. Do­ ğa l seleksiyon daha ziyade minimalist türden bir süreçtir ki yapılması gereken şey için yeterince iyi olan sonuçlar ü retir; dolayısıyla dinin oldukça karmaşık sosyal fenomeninin, eğer basit bireysel batıl inanç fenomeni yeterl iyse evri leceğini hayal etmek zordur. Şüphesiz doğal seleksiyon ile dini, adaptif bir özellik olara k bağla­ yan başka birçok olası senaryo va rd ır fakat bu olasılığı en inandırıcı po­ tansiyel muhalifine dönüştürmeye doymayız: dinin evrildiği fikri ama bunu, başka bir şeyin iki ncil ürünü olarak yapması . Ta m olara k neyin? insan zihninin iki niteliği bizi batıl inanca karşı yatkın hale getiren uy­ gun adaylardır ve eninde sonunda dinin kültürel fenomenine yönelen

Homo sapiensi yakı nlarda ha rekete geçirmiş olabilir. Böylesi bir nite­ liğin ilki gerçekte, hayvan türünün gen iş bir kısmı tarafından payla­ şılma ktadır ve etrafımızdaki d ü nyadan rastlantısal olmayan örüntü ler seçip çıka rmak bizim yeteneğimizdir. Bu yetenek açıkça bir hayvan ı n hayatta kalması için avantajlıdır. Örneğin, mevsim lerin a rdıllığı n ı keş­ fetmek yı lın fa rklı za manlarında neyi avlamayı veya toplamayı bilmek için zorunludur (ve daha sonra insanın evri minde ne zaman ekmek ve ürünleri toplamak için). Çevredeki hangi a razi parçalarının yemek ya da su sağlamasın ı n daha muhtemel olduğunu ve olası avcıların nere­ de pusuda beklediğini söylemeye muktedir olmak iyi bir şeydir. Örüntü ara madaki soru n - yüksek m iktardaki dopaminin örüntü­ lerin olmadığı yerde insanların onları görme eğilimini a rtı rdığından bahsettiğim iz bir önceki bölümdeki gibi - bunun kaçınılmaz bir şekil­ de bir h ayvanın hata yapacağı ve rastlantısal sesleri anlamlı bilgilerle karıştıracağı şeklindedir. Doğal seleksiyonun bu türden bir hatayı ele­ meme nedeni (ki modern bilim tabiriyle "yanlış pozitif" olarak adlan-

Dinin Evrimi

245

dırı l ı r) özellikle (yanlış negatif olarak adlandırılan) karşıtıyla, gürü ltü old uğu düşünülen bir sinyali görmezden gelmeyle ka rşılaştı rıldığında belki de çok masraflı olmamasıdır. Bu tartışmanın bağlamı içerisin­ de bahsedilen tipik örnek şu şekildedir: eğer yakınlarınızda yaprak­ ların hışı rdadığını duyuyorsanız bunun ya rüzgarın sonucu olduğunu (rastlantısal sinyal) veya yakınların ızda bir avcının pusuda beklediği­ ni (anlamlı örüntü) tah min edersiniz. Eğer avcıyı tercih ederseniz ve gerçekte rüzgarsa, kaçma manevrasıyla uğraşırken h a rcadığı nız az buçuk enerji kaybından ve korkudan başka bir zarar gelmemiş olur. Fakat gerçekte yakı nlardaki bir avcıyken siz onu rüzga rın sesi olarak düşünürseniz bu ha rfi harfine yaşa m ı n ız boyunca yapmış olacağınız en son hata olabilir. (Bu arada birisi, yanlış pozitiflerle yanlış negatifler a rasında neden bir d eğiş tokuş olması gerektiğini doğal olara k me­ rak eder: İ kisinin benzerliğini m i ni mize etmenin bir yolu yok mudu r? Öyle görünüyor ki, va r, fakat ek bilgilerin toplanması nı gerektiriyor. Bu kendi başı na masraflı ve potansiyel olara k da riskli bir girişimdir.) Halihazırda örü ntü-ara ma davra n ışı nın başka canlıla rda batıl inanç­ benzeri davra nışları nasıl meydana geti rdiğini ve çeşitli çalışmaların bu davra nışların bizim türümüzde ne kadar geniş yayı l ı mlı olduğunu nası l gösterd iklerini gördük. O halde bunu batı l inancın, nedensellik yüklemenin m ükemmel olmaya n meka nizmasının bir sonucu olarak ilk destekçisi şeklinde hesaba kata bil irsiniz. Bazen gerçekte rastla ntı­ sal veya özell ikle anlamlı olmayan süreçlerin sonuçları olan şeyler için spesifik nedenler hayal ederiz. Bizi batı l inanca yatkın hale getirebilecek olan ve insan ların sonuç olarak dine sahip olması olgusu (ve belki de birkaç başka primatı n) şeklindeki ikinci nitelik "zihin teorisi" olara k adlandırılır ve bu, o in­ sanların davranışsa! dağarcığı nda kökleşmiştir. Bu kelimenin bilimsel anla mıyla gerçekte bir teori değildir; fakat d iğerlerinin eylemlerini öngörmek, anlamak ve doğru şekilde tepkide bulunmak adına onlar üzerine faillik yansıtmak için - sosyal varlıklar adına - oldukça kulla-

246

Aristoteles'ten Yanıtlar

nışlı bir yetenektir. Tı pkı örüntü-arama davra n ışında olduğu gibi faillik yükleme de kulla nışlı olmanın ötesi ne geçebilir, komutlarımıza uygun biçimde cevap vermediği için irrasyonel bir şekilde bi lgisayarım ıza kız­ dığımız zamanlar gibi (ekleme: onu yapan veya programlayan insanla­ ra deği l, makineye kızmak). Örüntü a ramayla faillik yansıtmayı dini açıklamak adına nasıl birleş­ tiririz? Dinsel inancın en yaygın ve basit türü a n imizmdir: doğal feno­ menlere bir ru ha sahip oldukları fikrinden dolayı doğal bir tan rısa llık yü kleme. Animizm sayesi nde er ya da geç dinin, panteizmi (bireysel tanrıları, ay, güneş, gezegen ve daha fa rklı doğal fenomenler benzeri doğal nesnelerle tanımlama), çokta nrıcı lığı (tanrıların insan benze­ ri form larla kişiselleştirilmiş şekilde tanımlanması) ve tekta n rıcılığı da içeren daha sofistike kavranımları açığa çıktı. Animizmin örüntü ara ma ve faillik ya nsıtma kta n nasıl çıktığını görmek kolayd ır ve bu iki n itelik hala daha di nsel ina nçların tüm form larının a ltında yatar. Bu a n lamda din, evrimin ikincil bir ürünü olara k görülebilir. Çünkü onun a ltında yatan iki davra nışsa! özellik adaptif d eğere sahiptir (bir bireyin sağlamlığı n ı a rtı rması anlamında) ve büyük olasılıkla doğal seleksiyo­ n u n sonucudur (gerçi bu, insan öncesi türlerdeki bi linçliliğin evri mi hakkında çok fazla şey bilmediğim izden faillik ya nsıtmaktansa birçok türle paylaştığımız örüntü arama du rumunda daha da belirgindir). Batıl inancın ve dinin genetik evrimi meselesinin a nalizi adına, is­ ter doğal seleksiyonun doğrudan son ucu olarak, isterse benim daha muhtemel buld uğum önceden var olan insani niteliklerin ikincil ü rünü olsun, yukarıda söylenenlerin hepsine sınırlı bir şekilde sahibiz. Ger­ çi açıkça din, çoğu insanın yaşa mında onun nasıl böylesi baskın bir bileşen haline geldiğine dair betim lememizi tamam la mak için dönüş yapacağımız kültürel evri min d ramatik bir düzeyi olarak da görülür. Başlangıç olarak, genetik evrimin d i nsel fenomen i n bütünselliği ni açı klamak için neden yeterli olmadığını sa ptayalım. Bunu iki tür de­ ğerlendirme yoluyla a n layabiliriz. İl ki, dinsel i na nçların ve pratiklerin

Dinin Evrimi

247

çeşitlil iğini açıklamak için insan popü lasyonunda yeterli genetik var­ yasyonun olmadığını göstermenin kolay olduğu şeklindedir. Belki bu, birazcık fıçıda bulunan bir balığı yakalamaya benzer; çünkü çok az in­ san ciddi biçimde insan davranışının açıklamasının tüm görünüşleri­ nin ta mamen gen lerimiz tarafından yapıldığı n ı savunur (her ne kadar şaşırsa nız d a ! ) . Yine de mesele şud ur: insan popülasyonunda bulunan davran ışları etkileyen gen varya ntları nın sayısı büyük olasılıkla, eğer gen ler gerçekten de inançları mız gibi, özellikle batı l inançla rdaki, tek veya hatta başl ıca nedensel faktör olarak ele alın ırsa bunun sonucun­ da meydana gelen şeyin etkisinden daha düşüktür. İnsan genomunda her şeye yetecek kadar gen yoktur. Bu ilk a rgümanı daha iyi ta kdir etmek aslında ikinci argümanımı anlamaya yard ım edecektir; çünkü ikisi bağlantı lıdır. Dile sahip olma yeteneği ve var olan insan dil leri arasındaki ayırımla ilgili daha önce­ ki örneğim i hatı rlayın . İkincisi kültürel evrimin ürünüyken ilki genetik olara k yerleşmiştir dem iştim. Ya ni genlerimiz bize (bir şekilde yeni tarihli m uhteşem ilerlemelere rağmen detayları açık olmaktan uzak olan ) nasıl konuşacağım ızı öğretir; fa kat hangi d ilde kon uşacağı mızı deği l. Gerçekten de İ ngil izce, Çince veya İspa nyolca gibi tipik gelişmiş insan dillerindeki tüm kel imeleri kodlamak için insan genomunda ye­ terli gen yoktur - ka ldı ki şu anda ku llanıla n 7000 dili genetik ola rak kod lasın (ve artık konuşul mayan birçok başka dili). Benim argümanım, dil yeteneğiyle kon uşulan diller a rasındaki farkın batıl inanç eğilimiyle şaşırtıcı kültürel din fenomeni arasındaki farka kibarca pa ralel olduğu şeklindedir. Eğer hala daha ikna olmad ıysa nız işte size, insa n i kültürel fenomenin, hangi doğaya sahipse, genetik açıkla maları n ı n sınırını açık kılacak başka bir örnek: yağlı ve şekerli yiyeceklere dair doğal doymak bilmez bir iştaha sahip olduğumuz şüphe götürmeyecek bir biçimde doğrudur ki sonuçta bu büyük olasılı kla genetik olara k bizde kodlan­ mıştı r; dolayısıyla yağı ve şekeri depolamayla karşı karşıya ka ldığımız her imkandan istifade ederiz - ne de olsa ölüm ile hayatta ka lmanın

248

Aristoteles'ten Yanıtlar

farkı nı göstermek için kullanılmaktad ı r. Buna rağmen bu açıklama Top Cheften yemek kitaplarına, gurme restoran lardan fast-food zincirleri­ ne dek yemekle ilişki li kültüre l fenomenin devasa alanı hakkında he­ men hemen hiçbir şey söylememekted ir (veya, eğer arzu ederseniz, yal n ızca önemsiz gerçekleri söylemektedir) . Gelinen noktada b u böl ümün başında kısaca ka rşı laştığımız ve tek bir kelimeyle özetlenen kavram ı incelemek neredeyse zorunludur: 'mem'. 'Mem'in kültürel evrim i n bir birimi olduğu varsayılır ve me­ metik, memlerin evri mini çalışan (sözde) bilimd ir. Görd üğümüz üze­ re kavra m ı n (ve terim) 1976 yılına ve Richa rd Dawkins' in Bencil Gen

(The Se/fish Gene) kitabına ka dar izi sürülebilinir. Popüler bilim kita bı da olan bu kitap, evrim teorisinin bazı mantığa aykırı yönlerini kamu­ ya açıkl amayı a maçlamaktadır. Dawkins mem fikri ni genlerle olan bir ana loji adına, biyolojik ka lıtımsal bilgi edinme, gündeme getirdi; gerçi itibarı bakımından fi krini yal n ızca metafor statüsünde bırakıp sınırları­ nı zorlamadı (daha sonrakiler bunu yaptılar) . Bunun hakkında patavatsız olmama izin veri n: memetiğin kültürel evrimi anlamak için katiyen yara rl ı olduğunu düşü n m üyoru m. Her ne kadar memetiğin ayrıntılı bir ta rtışması hem bu kitabın ufkunun hem de a macı n ı n ötesinde olsa da meseleyi ele almak zorundayız; çünkü bir okuyucu olarak siz, daha kapsa mlı olan genetik vs. kültür başlı­ ğıyla ne zaman karşılaşsa nız onunla yüzleşmeye ma hkumsunuzdur. Kültürel özelliklerin genetik evrim den bir bakıma gerekenden fazla evrildiğinden hiçbir şüpheniz olsu n . Aynı zamanda Darwinci olmayan dina mikleri ta kip etmek yoluyla bu şekilde oldukları da eşit derecede açıktır. Kültürel özell ikler hem ebeveynden çocuğa (dinsel veya politik yatkınlıkları n ızın şu ana kadar ki en iyi istatiksel yordayıcı ailenizin din­ sel veya politik sempatisidir) hem de "yatay bir biçimde" yani başka bireylerden öğrenme yoluyla geçmekteyken genler (geniş anlamıyla, istisna lar va rd ır) dikey bir biçimde a kta rılır ya ni bir jenerasyondan di­ ğerine. Ama genler ile memler a rasındaki benzeşmezlik bundan daha

Dinin Evrimi

249

fazla kemikleşm iştir. Öncelikle "memler" (genlerin a ksine) öylesine eğreti tanımlan mış­ lardır ki kafanızda "din" adına sapla nmış akı lda ka lıcı bir melod i nede­ niyle her şeyi tehlikeye atar. Bu melodi kültürel fenomen in oldukça heterojen bir kategorisidir ve aşırı derecede belirsizdir. İkinci olarak, genlerin neden yapı ldığı n ı bildiğimiz halde (fa rklı türden nükleik asit çifti) memler h içbir ta nımlanabilir fiziksel temele sahip değildir. On­ lar ne de olsa fikirlerdir ve fikirler, birinin kafasındaki veya bir kitap ya da bir bilgisayarın sa bit d iskinde depola nan bitler veya tamamen başka bir şey şekl indeki nöral örüntüler olarak somutlaştırı labilirler. Üçüncü olarak, kimyasal bakımdan bir gen için mutasyon geçi rmen in ne demek olduğunu biliyoruz, memler adına olan a naloj ik süreç bir kez daha um utsuz bir şekilde belirsizdir - ve memetik mutasyona dair bir anlayış olmaksızın birisi memlerin bilimsel bir teorisini meydana getirmeyi asla ümit edemez. Dördüncü olarak ve en elzemi, genler ve memler a rasındaki analojinin temel cazibesi kültürel evrimde neler olup bittiğine dair (yaln ızca bir tanımlama değil ) bir açıklama kazana­ mıyor olmamızd ı r. Gerçekte bunu kaza nmamız haricinde. Görüyorsunuz ki, evrim teorisinin bili msel bir teori ola ra k işleme­ sine izin veren şey - boş bir apaçıkl ığa karşıt olarak - genlerin doğal seleksiyon nedeniyle desteklediği ve d esteklemediği şeyler hakkında öndeyide bulun maya mukted ir olmak adına genlerin ne yaptığı hak­ kında yeterince şey bilmemizdir. Burada n gerçek d ü nyaya dönebiliriz, bu öndeyileri test edebiliriz ve buna uygun olara k d üşünmemiz üze­ rinde değişiklik yapabil iriz. Bu bilimin işleme şeklidir. Fakat memlerin işlevsel ekolojisinin (biyolojik bilimler bakımından uygun terimi kullanarak) nasıl işlemesi gerektiği hakkında hiçbir fikri­ miz yoktur. Neden diğerleri deği lken belli bir melodinin ya da belli bir dinin memetik seleksiyon tarafından desteklenmesi gerektiğini bilmi­ yoruz. Sonuç olarak; belli bir memin (d iyelim ki, "A Takımı" dizisinin

250

Aristoteles'ten Yanıtlar

melodisi) seleksiyon yoluyla desteklendiği için yayı ldığını söylemek gerçekte melodinin yayı ldığı için yayıld ığı nı söylemek ile eş anlamlıdır; dolayısıyla m emetik teoriyi totolojik yapar. Va rolan bilim lerden tama­ men mahrum olan sevi m li bir metafordur. Bunun, memetik bir a raş­ tırma progra m ı için bir fikir olduğundan temel olara k kusurlu olduğu için mi yoksa basit anlamda görece yeni bir girişim olduğu (35 yaşında ve devam eden) için mi böyledir bilmiyorum, gerçi aynı yaşta ki gene­ tik bilimi göz alıcı bir biçimde memetiğin şimdiye kadar yaptığından daha fazla ilerleme göstermişti. Öyle bile olsa şu anki d urumda h içbir biçimde kültürel evrimi a n lamada yardımcı değildir ve gerçekte suyu belirgin biçi mde bulandırmaktadır. O halde şimdiye kadar su yüzüne çıkarılan dinin evrimin genel resmi a hlakın evri m i adına gördüğüm üze veya büyük olasılıkla dilin evriminden soru m l u olana benzerdir. Genetik evrim başka nedenler yüzünden adaptif olan davra n ışların ikincil ürünü olara k sü reci baş­ latma kla örüntü a ramanın ve fa illik yansıtmanın yapı taşlarını sağladı (sırasıyla, doğadaki i mkanları ve tehditleri a n laya ra k ve başka insan­ ları n d avra n ışlarını öngörmeye ve anlamaya m u ktedir olara k). Aynı zamanda - her ne kadar bu za mana kadar ileri sürülen kanıt ve argü­ manlar yoluyla ikna edilmemiş olsam da - doğal seleksiyonun dinsel davra n ışı ya insanlarda sebep olduğu stres indirgemesi nedeniyle ya da bir grubu diğerinden daha rekabetçi yapa n toplum yan l ısı davranış nedeniyle doğrudan desteklemesi de mümkünd ür. Buna rağmen batıl ve basit d insel inançlardan modern dinsel kültürlerin şaşırtıcı çeşitli­ liğine ve ka rmaşasına geçiş sta ndart Darwi nci genetikten fa rkl ı meka­ nizmalar yoluyla gerçekleşir ve daha ilk sırada yer alan bir süreç olan kültürel evrimin bir ürünüdür. Tü m bu söylenenler en önemli ve kafa karıştı rıcı insani fenomenlerden birine dair akılsal bir açıklama sağlar ve eğer amacımız d ü nyayla i lgili bir a n layışı, mümkün olduğunca in­ sani olması kadar rasyonel olara k şekillendi rmekse bu ciddi biçimde ele alınmalıdır. Söylemeye gerek yoktur: Tan rılar çizdiğim resimden

Dinin Evrimi

251

ta m a nlamıyla dışlanmam ışlard ı r; fakat oldukça açık biçimde gerekli de d eğildirler. Eğer va rsalar bi le, yine de a nlamlı bir yaşam sürmek için onlara çok da ihtiyacımız yoktur.



18. Böl ü m : Euth ryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımmdan Ahlak

"Ve dindarlık ve dinsizlik nedir?" Sokrates

Yıl M .Ö. 399 veya o civarlar. Atina'dayız, Batı medeniyetinin en bü­ yük figürlerinden birinin, filozof Sokrates' in ya nında yürüyoruz. Aslın­ da Sokrates Agora'ya, Anti k Atina'da vatandaşlar için ana toplanma yerine doğru gidiyo r. Oraya ticaret için veya öğrencilerinden biriyle bir ta rtışmaya girişmek için gitmiyor. Bundan ziyade Sokrates, Kral Arkhon'un (yasal sulh yargıcı) makamına, Roya l Stoa'ya acil bir iş için çağrılmıştı r. Çağrının nedeni, Sokrates'in pek de iyi ta nımadığı, adı Meletos olan genç bir Atinalının filozofu dinsizlikle (tanrılara saygısız­ lık ve genel olarak ahla ka aykırı konuşma) ve Atina gençliğini bozmak­ la suçla mış olmasıdı r. Platon'un Phaidon'u ndan, ( başka bir Platoncu metinde de tarif edilen, Savunma) öğrendiği miz kadarıyla Sokrates'in savu n ması başarısız olacak ve Atina demokrasisi tarafı ndan ölüme mahkum edilecektir. Ama felsefe tarihindeki bu a lçak gün hala daha önümüzdedir ve Sokrates hakimin makamına giderken bir ahba bıyla karşılaşı r. Söz ko­ nusu olan karakter Euthyphro'dur. Euthyph ro, Platon' un ta nrıların va r

Euthryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak

253

olup olmadığın ı ve popüler a lgının aksine, a hlaki olan ı n ve ol maya­ nın ne olduğunu belirleme de hiçbir rol lerinin olmadığı n ı göstermek için görevlend irdiği şimdiye kadar ki en güçlü argümanları tarif ettiği diyalogunun da adıdır. Bu şüphesiz elzem bir meseledir; çünkü din hakkında şimdiye dek doğaüstü olmakta n ziyade insa n i bir fenomen olarak ortaya attığımız argümanlara bakıl maksızın çoğu insan için tan­ rıya inanmanın ana nedeni muhtemelen, evrensel bir ahlakın varl ığını garanti edebilecek tek şeyin doğaüstü olduğunu ve var oluşumuzun mutlak anlamını sağlaya nın yaln ızca bu türden a hlaki kod ların va ro­ luşu olduğu hakkındaki çıkarımlar yoluyla düşünmelerid ir. Ama eğer Sokrates (veya Platon, kendisi hiçbir şey yazmadığından katkılarını Sokrates' inkilerden ayı rmak oldukça zordur) haklıysa bu durumda tan rıların var oluşu meselesi hem ahlak için hem de yaşa mın anla­ m ı na dair arayış için geçersizdir ki bu a rayış kutsal kitaplardaki hiçbir kestirme yolun işe yaramayacağını ve şimdiye dek meşgul olduğumuz sıkı ça lışmayı yapmak zoru nda olduğumuzu ima eder. O halde, hadi Sokrates'i biraz daha takip edelim ve Euthyphro ile karşılaştığında neler olup bittiğini görelim. Geleneksel olarak selam­ laştıktan sonra karşılıklı olarak Kral'ın Mahkemesi'ndeki işlerini araş­ tırırlar. Euthyphro birinin Sokrates'e karşı dava açma isteği karşısı nda dehşet içindedir; fakat Euthyphro'nun kendi işini öğrendiğinde asıl daha fazla şaşıra n Sokrates'tir. Evinde ça lışanlardan birinin ölümüne kazara sebep olan ve bunun karşılığında cinayet nedeniyle suçlu olan öz babasını ihbar edecektir. Sokrates, Euthyphro'nun nasıl olur da yapması gereken doğru eylemin bu olduğunu bildiğini öğrenmek is­ ter - sonsuz özgüveninden anlaşıldığı kadarıyla kesinlikle biliyordur - Euthyphro'nun yanıtı şu şekildedir:

Yapmak üzere olduğu şeyin

doğru olduğunu bilir; çünkü bu tanrtlarm istediği şeydir. Fakat Sok­ rates cevaplar: Tanrtlarm ne istediğini nasıl biliyorsun? Sokrates'in apaçık ironisi karşts1nda istifini tamamen bozmadan, başka bir mu­ hatabı açık yüreklilikle cevap verir: "Sokrates, Euthyphro'nun en iyi

254

Aristoteles'ten Yanıtlar

olduğu ve onu diğerlerinden ay1ran şey böylesi meselelerdeki kesin bilgisidir. O olmaksızın ne için iyi olacağım?" Sokrates daha sonra E uthyphro için daha fazla h ü rmet gösterir gibi yapar ve kendisini onun çömezi ilan eder. Böylece bu gibi meseleler hakkında o da bir şeyler öğrenebilecektir. Bu kurmaca hemen son­ rasında filozofu a paçı k olan soruyu sormaya yöneltir: "Ve dindarlık ve dinsizlik ned i r?" ki hatırlayın, modern deyişle bu, a h laki olanın ve a h laki olmaya n ı n ne olduğunu sormakla hemen hemen aynıd ır. Euthyphro'nun ilk cevabı çoğu insanın vereceği ceva ptır: "Bu durum­ da di ndarlık tanrılara yakın olan şeydir ve dinsizlik onlara yakın ol­ maya ndır." Başka deyişle, tanrıl ar a h laki olanı ve olmayanı ta nımlar. Bu, neden bir sürü insanın mutlak biçimde a h lakın tanrılar olmaksızın var olmasının m ümkün olmadığı sorusunun ceva bıyla ayn ıdır ve bu yüzden d e doğaüstü nü reddetmek ah laki relativizmi sahiplenmekle eşdeğer olaca ktı r. Ve de bu noktadan yaşamın bu yüzden a n la msız olduğunu söyleme noktasına gitme mesafesi kısadır. Ama 'biraz yavaş 'der Sokrates. Duyduğumuz hikayelere göre ta n­ rıların çoğu nlukla belli bir örnek söz konusuyken neyin doğru veya yanlış olduğu hakkında kıyasıya atıştıkla rına dair a h babının dikkatini çeker. Bu şüphesiz ya l nızca çok tanrılı dinler için bir soru n değildir; ayn ı za manda akıllı bir insan, neden ra kip bir dinin desteklediği bir tanrı tarafından değil de belli bir tanrı ta rafı ndan dikte edilen ah lakı benimsemesi gerektiği hakkında kendi kendine soru sormaya başladı­ ğı an, tek tanrılı dinler içinde bir sorun olaca ktı r. Fakat Sokrates o gün iyi bir ruh haline sahiptir. Dolayısıyla Euthyphro'nun m u htemelen tüm tanrıların üstünde a n laşmaya vardığı en azından bazı a h laki emirlerin olduğunu farz etmesi yoluyla bu belirli ka ncaya takılmadan kurtulma­ sına izin verir (ya ni sebepsiz yere öldürmek caiz deği ldir). Yine de Sok­ rates soruyu başka bir şekilde ifade etmek yoluyla bu konuya vurgu ya par: ''Anlamayı istediğim ilk mesele, dini bütün ve kutsal olanın

tanrtlar tarafından sevildiği mi yoksa tanrtlar tarafından sevildiği

Euthryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak

255

için mi dini bütün ve kutsal mı olduğudur? Şimdi bu i ki alternatifi - Euthyphro'nun ikilem i olarak bilinen şeyin boynuzlarını - d ikkatli­ ce inceleyelim. Bu ikilemin neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak istiyorsanız insanlar a rasında ahlakın ve ta nrısallığın içinden çıkılma­ yacak bir şekilde dolaşık olduğuna dair oldukça yaygın olan hata l ı sa­ nıdan kendinizi kurtarmanız gerekir. Önce, ikinci boynuz ele alınırsa, ya ni bir şey ahlakidir; çünkü ta nrılar ta rafından onaylanm ıştır. Mantı­ ğa aykırı bir şekilde olmasından ziyade bu özsel olarak a hlakın keyfe keder old uğu a nlamına gel ir! Eğer ta n rı soykırı m ı n, tecavüzün veya cinayetin soru n olmadığına karar verirse bu durumda onu, böylesi bir düşüncenin ne derece tiksindirici olduğuna veya kendi doğru ve ya n­ lış duyumumuzun böylesi bir sanı tarafından ne oranda ezileceğine veya rencide edi leceğine bakı lmaksızı n, tasvip etmek zorunda kalırız. Gerçekten de sözde ta nrısal kökenlerine bakılmaksızın, gü nümüzde hiçbir aklı başında (ahlaklı) insanın takip etmek istemeyeceği çeşitli kutsal metinlerde bulunan Tan rı'nın buyru kları adına kusursuz iyi olan örnekler bulmak hiç de zor değildir. Eski Ahit'ten, Semavi-Hıristiyan­ Müslüman üçlemesi tarafından ki bu da dü nya ça pındaki inanları n %5S ini b i r araya getiren b i r ka buldür, paylaşılan kutsal kitaptan birkaç örnek ele alalım (Bu %5S lik kısmı %15 ile dindar olmayanlar ve ateist­ ler ve %13 ile de Hindular takip eder):

Genesis

6.11-17 ve 7.11-24'de: Tek bir aile hariç Tanrı tüm insan

ırkını yok eder. Aynı zamanda yeryüzündeki her türü öldürür, sonra­ sında gezegende yeniden iskan etmeleri için türlerin her bir çiftini kurtarır.

Genesis

34.13-29: Yahudiler, Tanrının izniyle, köylerindeki tüm

erkek nüfusuyla birlikte Hamor'u ve oğlunu öldürürlerken kendileri için kadın, çocuk, büyükbaş hayvan ve diğer malları almayı şüphesiz ihmal etmezler.

256

Aristoteles'ten Yanıtlar

Exodus 14, 9.14-16, 10.1-2

ve

11:7:

Tanrı Mısırlılar üzerine veba

salar (her ne kadar Yahudilerin Mısır'da tutsak olduğuna dair ta­ rihsel bir kayıt bulunmasa da). Verilen nedenler özellikle ahlaki bir perspektiften ikna edici görünmemektedir ve bunun içine gücünü sergilemede ve Yahudilerin çocuklarına aktarmak için bir şey verme de Tanrının Hükümdar olduğu ve hiç kimsenin onun gibi olmadığı da girer.

Exodus 17.13:

Joshua, Tanrının inayetiyle Amalek ve halkını kat­

leder.

Numbers 15.32-36

Birisi ateş için odun toplayarak Şabatı bozar.

Bunun küçük bir suç olduğu düşünülebilir; fakat bu suçun Tanrı-tas­ dikli cezası ölene dek taşlanmaktır.

Deuteronomy 2.33-34:

İsrailliler Sihon'un erkek, kadın ve çocuk­

larını yok ederler (tabii ki Tanrının inayetiyle).

( 6.21-27, 8:22-25, 10:10-27, 10:28, 10:30, 10:32-33, 10:34-35, 10:36-37, 10:38-39) uzun uzadıya öldü­ Joshua'nın birçok pasajında

rülen karakterler vardır ve bunların içine saygın Jericho ve Ai halkı, Gibeonlular, Makkedah halkı, Libnahitler, Lakhish halkı, Eglonitler, Hebronitler ve Debritler de girer.

Bu şekilde konuşmaya devam edebi liriz; fakat sanırım ba kış açımı (ve Sokrates'inkini) fazlasıyla gösterdim. O ha lde, belki de Euthyphro'nun ikileminin diğer boynuzuna ele alabiliriz ve diğer türlü olmanın aksi ne, verili bir eylemin ta nrılar tarafından tasdik edilme ne­ deninin onun ahlaki olması olduğu konusunda anlaşabiliriz. Böylesi bir ha reketin yal nızca geçici bir rahatlama sağla ması hariç. Bunu şu şekilde düşünün: eğer Tan rı söz konusu olan eylemi a h laki old uğu için onayl ıyorsa bu ahlak için Ta nrıdan bağı msız bir sta ndardın olduğu ve Tanrının kendisinin d e ona bağlı ka ldığı a nlamına gelir. Fa­ kat eğer durum buysa onu iki hayret verici sonuç takip eder: ilk olarak

Euthryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak

257

ahlaklı olmak için tanrılara ihtiyacımız yoktur ve ikinci olarak, şimd iki durumda ahlakın nereden geld iği ni keşfetmemiz gereklidir. İ kinci so­ runun cevabını zaten ele aldık (3. ve 4. Bölüm) fakat şu anki amacımız için Euthyphro'nun ikileminin şaşırtıcı sonuçla rı şu şekildedir: dindar bir inanan ya ahlakın keyfe keder olduğunda ya da tan rısal olanın (eğer varsa) onunla hiçbir işi olmadığında hemfikir olmalıdır. Şüphesiz çok az insa n ilk duydukları a nda bu sonuçtan memnun olacaklardır, hepi mizden daha az d a umutsuzca Sokrates' in ona batır­ mayı başardığı ikilemin boynuzlarından kaçmaya ça lışan eski iyi arka­ daşımız Euthyp hro'nun hoşuna gider. Başa rı lı olamaz; çünkü çaba ları Sokrates'in hakkında yorum yaptığı zayıf bir ma ntığı açığa vurur: Ve sen bunu söylediğin za man, keli melerinin sağla m d urmaması­ nı yürüyüp gitmelerini merak etmiyor musun? Beni, kelimelerinin bir çember içinde hareket etmesine neden olan Daida los'dan başka ve daha büyük bir sanatçının olduğunu algılamaksızın, onların yürüyüp gitmesine neden olan Daidalos olmakla mı suçlayacaksın ki o büyük sanatçı sen kend insin; göreceğin üzere argüman dönüp dolanıp aynı noktaya geri döndü. Kutsal ya da dini bütün olan ı n tanrılar ta rafından sevilenle ayn ı olduğunu söylememiştik mi? U n uttun mu? Son derece sabırlı bir öğretmen olan Sokrates (veya karakterini nasıl yorumladığınıza bağlı olarak toplumun her daim alaycı yorum­ cusu) sonrasında Euthyphro'ya artık ta rtışmaya sıfı rda n başlamala­ rı gerektiğini söyler. Fakat Euthyphro daha fazla dayanamaz ve Batı edebiyatı nda şimdiye dek görünen en laubali, aceleci geri çekilmeyle, "Başka zaman Sokrates; çünkü acelem var ve gitmem gerek" diyerek Sokrates'i terk edip gider.

Euthyphro diyalogu 24 yüzyıl önce yazıldı ve son ucu, ta n rısallık ve ahlak a rasındaki ilişkiye dair tüm Ya hudi- H ı ristiya n-Müslüman kav­ rayış için yıkıcıd ı r. Gerçekten de, ta n rılarla etiği bağlamaya çaba layan herha ngi bir din için (neredeyse tüm d i n ler) yıkıcıdır. O halde birisi

258

Aristoteles'ten Yanıtlar

Platon'un bakış açısından bazı etki li cevaplar bekleyebilir. Aslı nda be­ nim anlayışıma göre, her ne kadar filozofların çoğu Plato n'un pozis­ yo nunun çü rütü lemez olduğunu hemen hemen ka bul etse bile çeşitli teologlar bu soruşturmanın peşine düştü . Bu elzem bir sorun oldu­ ğundan bu ikileme karşıt olan üç standart itiraza kısaca bakalı m . Belki de i l k en açık karşı saldırı hattı n ı n peşine, tüm za man ları n en etkili teologları ndan biri olan Thomas Aquinas (1225-1274} d üş­ müştür. Aquinas Sokrates'i (veya Platon'u) mantıksal bir safsatayla m eşgul olmakla suçladı (ki bu bir filozof için geçekten kötü bir şeyd ir) ve özellikle ya nlış ikilemin safsatasıyla. Bu birisi, geçekte uygun olan daha fazla seçenek varken bir durum için ya lnızca iki seçenek su nduğu zaman meydana gelir. Özellikle politikacılar bu türden şeylerde bece­ riklidi r ( "ya bizim lesin ya da bize karşısın" da olduğu gibi). Aquinas bir şeyin iyi olduğunu; çünkü Tanrının böyle dediğini ka bul etmek zorun­ da ka l ı r a m a teolog tartışmaya da devam eder. Bu basitçe böyledir; çünkü iyi olmak Ta nrının doğasındadır ki bu da onun buyruklarının gerçekte ahlaki olmasını gara nti altına alır (Birisi Aquinas'ın yukarıda alıntılanan Eski Ahit'teki pasajlara pek de aşina olmadığı veya onları çok da cidd iye almadığı sonucunu çıkarıla bilir). Yine de, teolojik bi­ çimde konuşulursa, bu hiç de tatmin edici bir hamle değildir; çünkü din için fazlasıyla temel olan ahlak, ta nrısal buyru k teorisinin reddi ile eşa n la m lıdır ve dahası özsel olarak kişiyi ikilemin ikinci boyn uzuna oturtm uş olarak bırakır. Neticede eğer Ta nrı kendi doğası gereği belli bir şekilde eylemek zoru ndaysa bu en hakiki manada, eğer duraksa­ madan Ta nrının sanılara sahip old uğu ve bunun insa nlara neyi n doğ­ ru neyin ya nlış olduğunu keşfetmeyi kendi başlarına bulma olanağı sund uğu sergilenebilirse, bir kez daha ahlakın Ta nrının kendisinden bağımsız olduğu anlamına gelir. Bir şekilde daha sofistike olan bir çaba, günümüz teologla rından Richard Swinbu rne ta rafı ndan gösterilm işti r. Bu çaba, a hlaki değer­ lerin iki çeşniye sahip olduğunu öneren bir uzlaşma n ı n şeklini almış-

Euthryphro'nun İkilemi: İnsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak

259

tır: zorunlu ve olumsa l . Başka deyişle bazı a h laki değerler evrensel ve mutlak iken diğerleri koşullara bağlıdır. Swinbu rne'e göre, mutlak değerler, örnekleri tecavüz ya da öldürme karşısı ndaki yasa klamalar olan tüm kavranabilir dünya larla sınırlanmıştır. Diğer tarafta n olumsal değerler her yer ve her zamana uygulanabilir değildi r - d iyelim ki, yılın belli zamanlarında belli başlı yiyeceklerin yenmesinin yasa klanması. Buna rağmen Swinburne'in manevrası dindar için işleri za r zor daha iyi hale getirir: eğer mutlak değerler spesifik koşullardan bağımsızsa bu durumda onlara akıl yoluyla ulaşılabilir (ki bu şüphesiz çoğu ahlak felsefecisi nin projesidir) ve kişi bir kez daha, ne ya pmamızın söylen­ mesi için ta nrılara ihtiyaç duymad ığımızı belirten ikilemin boynuzuna takılır. Bu senaryoda en iyi ihtimalle Tan rı, işin doğrusu, bize nadiren ahlakın meselesi gibi görü nen minör eylemler bakım ından kendi kişi­ sel terci hini söyleme noktasına va rır (demek istediğim Cuma gün leri et yemeye karar vermeme dair ya da Şabatta çalışmamdan gerçekten kim zarar görür? Görünen o ki ya lnızca Tanrının kibri - ve bifteğimin elde edildiği hayva n). Son olara k muhtemelen Euthyphro'nun ikileminden bugü ne dek en sofistike olan ceva ba geldik; çağdaş din felsefecisi, Robert Mer­ rihew Andrews tarafından önerilen ceva ba. Adams kelimenin doğru ve yanlış gibi iki a nlamını ayırt eder: birisi bu terimlerle ta mamen ne kastettiğim ize göndermede bulunur ki bu bir ateistin bile paylaşacağı bir anlayıştı r. İkinci anlam ise özel olarak dinseldir ve böylesi isteklerin ahlaklı lığına dair insani d üşünceye bakıl maksızı n basitçe Tanrının ne istediğini ima eder. O halde; Ada ms'a göre elzem olan ham le, Ta nrı­ nın doğa gereği iyi olduğu şekl indedir (özellikle belli kutsal metinlerde bulunan söz konusu kan ıtlar daha ziyade belirsizken bunu nasıl biliriz; fakat argü manın sürekliliği uğruna devam edelim) ki bu yüzden "doğ­ ru nun" (veya "ya n lışın") iki anlamı gerçekte örtüşür. Fakat yeniden Adams'a göre, Ta nrı farklı şeki lde buyruk vermeye karar verebilir; ör­ neğin tecavüz, cinayet ve ta lan. Böylece de iyinin iki anlamını, "ahlaki"

260

Aristoteles'ten Yanıtlar

olana ikinci bir anlam yükleyerek ayırabilir. Sizi bilmem ama bu bana, aslında, başlangıçta Platon'un haklı olduğu sonucundan çaresizce ka­ çınmayı a maçlayan inanılmaz mental bir jimnastik gibi geliyor. Ger­ çekten de, oldukça dola m baçlı bir şekilde, ikilemin boynuzlarından bi­ ri ne geri d öneriz: ahlakın keyfi biçimde Ta nrı tarafından tanı mlandığı ve bu yüzden d e söylediği her şeyin basitçe geçerli olması gerektiği; çünkü çok güçlü olduğundan ona direnmenin aptalca old uğu itirafına. Fakat bu delil yoluyla, insan tari hi boyu nca g�ç nedeniyle kalkışılan her türden gaddarlık ayn ı za manda bir a n lamda "a hlaki" olarak sayı la­ caktır; çünkü bunlar oldukça güçlü bir birey tarafından veri len kararın sonucud u r. Eğer a h lakta n an lad ığınız buysa, sanırım bir sorunumuz var. Eğer bilimin tanrı lara dair inancımız hakkında söylediklerini ( 16. ve

17. Bölüm) Euthyphro'nun ikileminin yıkıcı gücüyle birleştirirsek dinin doğaüstü bir gerçeğin ya nsı ması değil, insani bir fenomen olduğu so­ nucuna va rmak zorundayızd ı r. Ve sıra ahlaka geldiğinde (ve böylece yaşa m ı m ıza anlam veren şeyin büyük bir parçasına) kendi başımıza­ yız. Bu tam olara k ahlakın ne olduğunu ve onu inşa etmede başvura­ cağımız bil imsel ve felsefi içgörürlerin ne türden olduğunu keşfetmek adına bir arayışa girişmemiz gerektiği anlamına gelir. Zaten bu kitap boyunca yaptığımız da ta m olarak budur! Bu yüzden şimdi, sci-phi temelli araştı rma m ızdan bazı genel dersler çekip çıka rm a zamanıdır.

• SON U Ç SO N U Ç N E D İ R P E K İ ?

i n sa n Doga sı •

u

ve

Ya şa m ı n A n l a m ı

Sonuç: Son uç Ned i r Pe ki ? İnsan Doğası

ve

Yaşa mın Anlamı

"İnsan kendine erek koyan/arayan bir varlıktır. Yaşamı, kendi ereğini gerçekleştirebilmesi ve onun için mücadele etmesiyle anlamlıdır." Aristoteles

Anlamlı bir şekilde yaşamanın ne olduğuna dair çıktığımız bilimsel ve felsefi yolculuğun sonuna geld ik. Bu yolculuk süresince ahlaki karar vermenin nörobiyolojik boyutundan John Rawls'ın adalet kuramı na, aşık olma mızı sağlayan enzi mlerden arkadaşlığın ahlakına kadar her şeyi gözden geçirdik. Ta rtışmadığımız nokta ise bütün bu kitabın al­ tında yatan varsayım ki bu varsayı mı Aristoteles yaklaşık iki bin beş yüz yıl öncesinde de ya pmıştı : İ nsan olmanın altında temel bir şey yatar ve her ne kadar onlara çok değişik yolla rdan ulaşsak da ( ya da ulaşamasak da ) hepimiz hemen hemen ayn ı şeyleri ara rız. Bir başka ifadeyle; insan doğası diye bir şey vard ı r. Bugü nlerde insan doğasına dair ta rtışma lar felsefeciler a rasında pek de revaçta değildir. Bilim insanları için ise oldukça kafa karıştı­ rıcı olan ve bu konuda düşünmek adına gel iştirilen ilginç yollara bir göz atmak oldukça eğitici olacaktır. Belki de insan doğasına yöneltilen en genel bilimsel ya klaşım evrimci psikologlar tarafından önerilm işti r. Evrimsel psikoloji evri msel biyolojinin bir uzantısıdır ve insan davra-

263

insan Doğası ve Yaşamın Anlamı

nışı n ı n en azından belli bir oranda genetik özellikler üzerine kurulu old uğu ve (belli anlamda) doğal seçim ta rafından şekillendi rildiği gibi son derece akla yatkın bir varsayıma bağlıdır. Görebileceği niz gibi, bu iddia tartışmaya açık değilmiş gibi görü n üyor ama şeyta n ayrıntıda gizlidir. Bazı evrimci psikologlar insan doğası üzerine neredeyse ta­ mamı kanıtlar ta rafından doğrula nmamış çok büyük iddialard a bulun­ maya çok yatkı ndırlar. Neden bahsettiği mi anla manız adına buradaki bir örnek Alan S. Miller ve Satoshi Kanazawa'nı n Günümüzde Psikoloji adlı dergide ve birazda kışkı rtıcı bir başl ıkla yayınlanan "İnsan Doğası Hakkında Doğru Bilinen On Politik Ya nlış" başl ığı nı taşıyan bir maka­ leden geliyor: "Erkekler

kadı nları

dedirtebil mek

adına

etkilemek uygarlıkları

ve

onlara

kurmuşlardır

evet ve

yıkmışlardır." "Dolayısıyla sarışın kadınlarla birlikte ol mayı tercih eden erkekler bilinçsiz olarak daha genç ve dolayısıyla en azından daha sağl ıklı ve daha doğurgan kadınlarla birlikte olmaya gi rişirler." "Müslümanların yaptığı intihar bombalamaları ne İslam ile ne de Kur'an' ile alaka l ı olmayabilir... Bu bakış açısından ele alındığında her­ şeyde olduğu gibi, intihar bomba lamaları belki de daha çok cinsellikle ya da cinselliğin yokluğuyla ilgili olabilir." İlk cümleye bakar bakmaz onun saçma bir yargı olduğu nu anl ıyor­ sun uz. Gezegenimiz üstündeki her bir hayvan türü aya çıkacak roket­ ler inşa etmeden d işilerini cinselliğe davet etmeye ça balamışlardır, dolayısıyla bizim neden fa rklı olduğumuz konusu burada açık değil ( ya da M iller ve Kanazawa'nın hangi şeylere daya n arak bu tuhaf sonu­ ca ulaştıkları ). İ kinci cümle; insana dair gayet ortada olan biyolojik ve kü ltürel çeşitlemeleri göz a rdı ediyor, örneğin, zaman içerisinde pek çok kültürün basit anlamda sarışın kadınlardan hoşlanma deneyi mini

264

Aristoteles'ten Yanıtlar

ed inmediğid ir; dolayısıyla bu açı kça insana dair evrensel bir şey ola­ maz. B u na ek ola rak, sarışınl ığın gençliği ve doğurgan l ığı çağrıştırdı­ ğını düşünmek için hiçbir nedenimiz yok. Eğer gerçekten bir neden gerekiyorsa- "beyefendi lerin neden sarışı n kad ınları tercih ettiğine" dair daha olası bir biyolojik açıklama farklı türlerin üyelerinin, sağl ıklı oldukları sürece ki bu yavrularında yüksek genetik çeşitl ilik ihtimalini arttı rı r- fa rkl ı görünen çiftlerle birlikte olmaya yatkın olmasıdır. M i l­ ler ve Ka nazawa'n ın çok eşli liğe gösterilen hoşgörüye bağladığı ( ki bu bazı erkekleri bir eşten mahrum bıra kır ) Müslümanlar arasındaki intihar bombacı larının yaygınlığı meselesine gelince iki çok açık ger­ çeği bertaraf ediyorlar: Birincisi- görünür şeki lde sonuçlarını d üşün­ meden b u n a kalkıştı kları için- dünya üzerinde intihar bombacılığına ka lkışmaya n pek çok diğer çok eşli kültür vardır. İkincisi, bu intihar bombalamaları çok yeni bir kültürel olgudur ve bi rkaç on yı l öncesine kadar bilinmiyordu bile ve dolayısıyla işlenmiş herha ngi bir biyolojik yatkınlık bulmak oldukça zordur. Evrimsel psikoloji bir ta rafa, m a ntıksal, felsefi ve güvenilir bili msel ka nıtların ışığında insan doğası ü zerine düşünebileceğimiz daha akla uygun yoll a r yok mudur peki? El bette va r. Felsefi olarak konuşmak gerekirse, ilginç bir yöntem David Hume'un 1739-40 a rasında yayım­ lanan İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinde öneri l miştir. H u me iki fa rklı okul a rasında devam eden 'özcülük' an layışı üzerine bir tartış­ maya katı l mıştı ki bu d üşü nce i nsan doğası n ı n ne ise o olduğunu ve zamanla bunun değişmed iğini savunuyordu. Fra ncis Hutcheson ve Anthony Ashley Cooper ta rafından temsil edilen bir okul insanları n doğal olara k iyicil olduğunu ve bunun topl umsal va rlıklar olmamızın nedeni old uğu görüşü ndeydi. Bernard Mandeville ta rafından temsil edilen diğer okul ise insanın toplumsal yön ünün kendi ilgileri doğru l­ tusunda ortaya çıktığı görüşünü savunuyord u. H um e, gayet mantıklı bir biçimde, orta yolu bulmuş ve çok marifetli bir biçimde 21. Yüzyıl biliminin bulgularını önceden görmüştü.

İnsan Doğası ve Yaşamın Anlamı

265

M ichael Gill'in oldukça ufuk açıcı çözümlemesinde bel irtildiği gibi, H ume'un d üşü ncesi insan doğasının "özgün" bir kökünün ( biz olsak bugün ona biyolojik bir temel derdik ) bulunduğu yön ü ndeydi ki bu aslında kendi ilgilerimizle büyük çapta bağlantıl ıydı ve bu geçmişi miz­ de düşük d üzeyde bir toplumsall ığa doğru bizi itm iş bulu nuyord u. An­ cak topl u m ( biz olsak bugün kültür derdik ) bu temel üzerine kurulur ki bu da sa mimi duygu larımızın ulaşacağı d üzlemi akrabalarımız ve komşularımızdan alıp daha soyut bir insani boyuta ulaştırır. H ume'un d ediği gibi: "Dolayısıyla kendi ilgilerim iz adaletin kurulmasındaki özsel etkendir; a ncak ka m usal ilgiye dair d uyulan bir sem pati bu erdeme ulaşan bir ahlaki onayı n kaynağıdır." Bu insan doğasına dair hareketli ( kendi içerisinde umut vaat eden ! ) bir görüşe katkıda bulunmaktad ı r k i b i r anlamda b u Aristoteles' in ( 5 . Bölüm) değer a hlakı n ı ve onun erdemin deneyimle gelen bir şey olduğu düşüncesini çağrıştı rmakta­ dır. Eğer öyle olmasaydı bu kitapta bu zamana kadar okud uğu n uz her şey sadece bilim d ünyasına açık bir kaynak haline gelirdi, iyi yaşam/ eudaimonik bir yaşam elde etmen ize yaramazdı. Peki ya bilim? 1953'te James Watson ve Fra ncis Crick Doğa (Natu­

re) dergisinde "Deoksiri boz Nü kleik Asid'in Yapısı" başlıklı bir makale yayınladılar. Bu makale onların - gezegenimiz üzerinde pek çok ca n­ lı yaşam biçiminin kullandığı ka lıtsal molekül olan- DNA'nın ya pısına dair elde ettikleri bulguları ayrıntılandı rıyordu ( bazı ları değişik ama benzer bir şey olan RNA'yı kulla nıyor ). Bu aynı zamanda moleküler devrim adı verilen bir zamanın da başla ngıcıydı ki bu devir yaşa m ı n kimyasal temelleriyle ilgili pek çok buluşun zirvede olduğu b i r zaman­ dı. Bu devrim tartışmaya açık bir şekilde, insa n genomu projesine ait tam bir metnin yayı mlanmasıyla 2003 yılında doruk noktasına ulaştı. 1989'da başlaya n ve ya klaşık 3 milyon dolar harcanan bu proje, bi­ limin sonunda i nsa doğasını keşfedeceği bir nokta olarak belleklere kazınmıştı. Böylel ikle de bir CD üzerinde bir insanı nasıl ol uşturabi­ leceğimizi okuya bilecektik ki bu da kanserden yaşlanmaya kadar her

266

Aristoteles'ten Yanıtlar

türlü hasta lığı iyileşti rebilme niteliğini taşıyord u. 21. yüzyılın ilk on yılı n ı n son unda pek çok bilim insanı biraz daha aklını başına toplamıştı. Bu sadece insan genomunun devasa karma­ şıklığı ndan dolayı değil aynı zama nda ilk başta görülmüş olması gere­ ken şeyin daha sonradan görül mesinden do layıyd ı : Bize dair her şey genlerim izde saklı d eğildir, ondan öte bir şeyd ir. Ben i yan l ış anlama­ yın: Biyoloji ve genetik bilim özelde, kim olduğum uzu anlamak için temel araçlard ı r. Eğer büyük beyin lerimiz varsa, bu onu olası hale ge­ tiren genlerden dolayıdı r ve bu da sonuçta evrimsel bir sürecin sonu­ cud u r (her ne kadar, hala evrimin metabolik olara k inanı lmaz saçma şeki lde pa halı olan insan beynini neden seçtiği konusunda pek çok uçuk kaçık düşüncemiz olsa da). Fakat a rta n bir şekilde görülüyor ki, geçen on bin lerce yıl boyunca insan evrim i ve insan doğasının şekil­ lendirilmesinde en çok etkili olan şey genler değil, kültürd ü . Ve elbet­ te bu ikisinin bu ikisinin bi rbiriyle olan il işkileriydi, buna gen-kültür karşılıklı/birlikte evrim i denil iyor. Yine de, i nsan ve şempa nze genomları tamamlandığında, biyolog­ lar insan doğasına ilişkin biyolojik temel lere çok ya klaşmış olacağı mızı düşünüyorlard ı : Sadece iki geriom u karşılaştı rıp farklıl ıkları bulacak­ tık. Şempanzeler hala bugün bile bizim en ya kın evrimsel kuzenlerimiz oldukları için (her ne kadar bizden evrimsel anlamda dört milyon yıl ötede olsa la r da), bizi insan yapan genleri aydı nlatma mız gerekir. Ama yine de çok fazla ileri gidemedik. Şempa nzeye benzeyen ata larım ız­ dan ayrıl mamızdan itibaren hızlı bir evrime uğrayan şaşı rtıcı bir grup proteinle karşılaştık. Buna aykırı olan lardan bir tanesi FOXP2'dir ki bu da insa nların kon uşmasıyla ilgilid i r. Aynı zamanda HARl adı verilen bir RNA molekülünde olduğu gibi d üzenleyici bölümlerde de bazı fa rk­ lılıklar bulduk; her ne kadar onun hakkında bütün bildiğimiz cen ine ait beyin h ücrelerinde ortaya çıktığı olsa da ki onun ne işe yaradığı hakkında da h içbir bilgimiz yok.

İnsan Doğası ve Yaşamın Anlamı

267

Dahası, insanın evrimine gösterge olara k kabul edilen en açık seçik genetik değişim patlaması şempa nzelerin ortaya çıkmasına ve bizim onlardan ayrılmamıza neden olan ayrışmadan çok çok daha ya kın bir zamanda gerçekleşti: Sadece 40,000 ile 10,000 önceki yı llar a rasında ki bu evrim terminolojisi içinde çok küçük zamana denk gel ir. Bu ev­ rimsel anlamda kültürel evrimin hayli bağlantılı olduğu bir dönemi de ifade eder. (İlk verd iğim ta rih kabaca dilin evrimi, ikincisi ise tarı mın bulunuşuna denk gelmektedi r.) Bu, genetiğimiz üzerinde sonsuz geri bildirimlerle çalışan arta n sayıdaki bilim insa n ı n ı n insanın doğasının kültür ta rafı ndan şekillendirildiğini düşünmesi için büyük bir neden­ dir. Buna verilebilecek en açık bir örnek ise insanların süt ve şekerde bulunan la ktozu sind i rebil mesini sağlayan bir proteini üreten genle­ rin evrimidir. Bunların hiç biri tesadüfi olmasa da, bu değişimler hay­ va nları yetiştirmeye başlayan topluluklar ta rafından benimsenmişti ki bu da kültürü yönlendiren genetiğe verilebilecek apaçık bir örnektir. Hume bundan büyük ihtimalle son derece tatm in olurdu. El bette, yaşamlarımızı anlamlı hale getiren ve bizi mutlu eden şey­ lere dair öğrendiğimiz her şey başka bir diğer moleküler ya da evrim­ sel biyoloj iden değil, sosyal bilimlerden geliyor; özel likle psikoloji ve sosyolojiden geliyor denebilir. Modern psikoloji Aristoteles'in hazzın peşinden koşma biçimindeki mutluluk ile sonuna kadar yaşa nmış, eu­

daimonik bir yaşam olarak mutluluk a rasında yaptığı benzer bir ayı­ rımı yapıyor. Deneysel sonuçlar ortada ve Antik Yunanlı filozofu hiç de şaşırtmazdı : H azzın peşinden haz için gitmek (psikologların 'haz­ sal değirmen' olarak adlandırdıkları terim) bizi hiçbir yere götürmez; çünkü bir hazzı elde ettiğimiz anda ufukta bir diğeri belirmeye başlar. Bu yolcu luk asla bitmez ve-daha önemlisi- bizi asla ta m olarak tatmin etmez. El bette ki bu çağdaş Amerikan toplumunu özsel olara k rek­ lamcılık ve onu ateşleyen m üttefik kuruluşlarla güçlendirilen kocaman bir haz üretim merkezine dön üştürmekten alıkoymadı. Fakat belki bu ülkedeki insanların yaşamı yeterince tatm inkar bulmamalarının ve

268

Aristoteles'ten Yanıtlar

ruh hallerin i değiştiren uyuşturucu lara bağı mlı (ki bunların çok büyük reklamları yapılıyor ve eşl iğinde büyük çıkarlar sağlıyor) olmalarının temel nedeni de bu. Bunun yerin e psikologlar insanları tatm in eden şeyin ömür boyu sürecek m utluluk olduğunu buldular. Ve bu son söy­ led iğim sadece ve sadece bir anlam a rayışı yoluyla bulunabilir. Modern bilim ayn ı zamanda d uygu ların adeta kas gibi gel işti rile­ bileceğin i de buldu ki bu A ristotel es'in erdemin ya pıp etme, eyleme sonucunda elde edilebileceğine il işki n düşüncesinden hiç de farkl ı değil . Asl ında bunları ya pabilmek için gayet basit yollar var. Yaptığı­ n ız iyi şeylerin gün sonunda zihinsel bir mu hakemesini yapabil irsiniz (açıkçası bu Jul ius Caesar'ı n işine yaramış gibi duruyor !) ya da 'iade-i ziyaret' olarak adlandırabi leceğimiz şeyleri gerçekleşti rebil irsiniz ki bu da demek ol uyor ki (içinde bulu nduğumuz bu çağda yüzyüze bu işi yapmak gerekli olmasa da) sizi olumlu ola rak etkileyen ya da sizin için iyi şeyler yapmış olan insanlara teşekkür etmek için belli bir zaman ayı rabilirsiniz. 'Düşünceli olmak' yaşa m ı n anlamını bulmada başka bir yol olabilir ve bu dinlenme çal ışmalarından ne ya pmanız gerektiği ve niye onu ya pmanız gerektiği üzerine odaklanma (örneğin felsefe ya pma) gibi çok değişik şekillerde yapılabilir. Tabi ki bu a rada, bütün bunlar sadece daha mutlu bir yaşa m ı n ka pılarını açmaz (sanki bu ye­ terince iyi d eğilmiş gib i ! ) a ma aynı zamanda daha uzun bir yaşa m ı n ka pılarını da a ralar: Araştırmacılar kendilerini olumlu düşüncelerle b i r a rada yaşa mak için uzun süre eğiten insa nla rın olumsuz d üşüncelerle iştiga l edenlere göre on yıl daha uzun yaşadıkları nı buldular- bu sigara içenlerle içmeyenler arasında rastladığımız benzer bir yaşam beklen­ tisi (ki bu sigara içmeyi iyi bir şey olarak a lgılamad ığı nız sürece sigara­ ya başlayın dediğim anlamına gelm iyor! ) Sosyologlar 'mutluluk' araştı rma larına çok geç katıldılar ve insan, insanların yaşamlarını neyin daha iyi ve anlamlı kıldığına ilişkin ilgi çekici konuları a raştırmalarda bilimin neden bu kadar geç ka ldığını merak ed iyor- ki yara rlı olmasını söylemiyorum bile- Bazı sonuçlar

insan Doğası ve Yaşamın Anlamı

269

hiç de şaşı rtıcı değil, fakat diğerleri üzerine d üşü nmenizi sağlayacak ve kestiremed iği niz sonuçlar veriyorlar. Pek çok Amerikal ıya büyü k bir sü rpriz olarak gelen şey, her ne kadar bu bir süredir biliniyorduysa da- zenginlik ve mutluluk arasında, kimi ufak tefek uyarılarla, çok az bir bağı ntı old uğuydu . Örneğin, topl umsal düzeyde, Amerika Birleşik Devletleri'n i n gayrisafi yurtiçi hasıla_(GDP) 1978 ile 2008 arasında bü­ yük oranda ilerlem işti (eğer özel ola ra k belirtmek gerekirse 2,3 trilyon dolardan 14,4 trilyon dolara yü kseldi) ve fakat kişilerin kendi lerine dair mutl ulukları ayn ı dönemde ya aynı kaldı ya da daha düşük sevi­ yelere indi. Bu nedenledir ki son yıllarda Bi rleşmiş Mil letler ta rafı ndan i nsani Gelişim/Gelişmişlik İndeksi/ Ölçeği adı verilen istatistikler geliş­ ti rildi. Bu ölçek daha toparlayıcı bir ölçüm şekli ve sadece G DP'ye dair veriler sunm uyor; fakat ayn ı za manda sağlık ve eğitimle ilgili verileri de içeriyor. Bu demek değildir ki 'para size mutlu luğu satı n alamaz'.Ancak pa­ ra n ı n kendisi gerekli bir şey olmasına rağmen mutluluk için yeterli deği ldir. Dünya üzeri nde yapı lan araştı rmalara insanların mutlu ol­ maları için en az d üzeyde de olsa bir gelire ve (bir ev ya da temel sağlık bakımı) gibi yard ı m lara ihtiyacı olduğunu gösteriyor; fakat onun ötesinde o küçücük zenginlik kişinin mutluluğu nun tahmini için zayıf bir istatistik olara k beliriveriyor. 'Aristoteles de şöyle demişti' diye bir şey söylememi bekliyorsanız haklısınız: Kendi döneminde, Stoacıların dediğinden farklı olarak, Filozof diyordu ki; insanın eudaimonia'nın peşinden gidebilmesi için yaşamında temel ihtiyaçları gidermesi ge­ rekir ve dolayısıyla mutluluk bel li bir anlamda şans ve koşullara bağlı bir durumdur. İ lginç bir şekilde, araştı rmacılar Birleşik Devletlerde insanların be­ yan ettikleri m utluluk d üzeyleri üzerinde artı/ek gelirin yarattığı etkiyi nitelendi rmeyi başardılar ve kelimenin ta m ifadesiyle ol masa da so­ nuçlar hayranlık uyandırıcıyd ı . Örneğin, öyle görün üyor ki, her 1000 dolar mutluluk üzerine gel iştirilen sosya l bilimler ölçeği nde yaklaşık

270

Aristoteles'ten Yanıtlar

0.002' 1ik bi r mutluluk a rtışına neden ol uyordu. Bu nu bağlama otu rt­ mak gerekirse, bu demektir ki 100. 000 dolar fazla gelir elde ederseniz evliyi (daha mutlu olanl ar) beka rdan (daha mutsuz olanlar) , ya da çalışanı (daha mutlu olanlar) işsizden (daha mutsuz olan lar) ayıran her ne varsa o da sizin m utl u luğun uzu o derece arttırır. Yi ne de ben; gel işimin çizgisel olduğundan ya da hatta sürd ü rülebilir olduğundan şüpheliyim; dolayısıyla da yılda bir m i lyon dolar kazanan birisinin banka h esabına 100 dolar akta rdı kça mutlu olabileceği fikri beni pek de tatmin etmiyor. Kaldı ki bunları söyleyen kişilerin belli anlamda bu söylemi dara ltması gerekir; çünkü daha zengin kişiler daha mutlu ol­ duklarını beyan etmeye kendilerini zorlanmış hissedebilirler; hele ki ve özellikle zenginlik, çevrelerinin ve kişiliklerinin bir parçasıysa. Ya kın zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde mutluluk üzeri­ ne yapılan anketler a ra ştı rmacıların öznel iyiliğin istatistiksel ya pısı, ya ni mutluluğumuzu etkiliyor gibi dura n etkenler anlamına gelir, diye adla ndırd ı kları şey hakkında oldukça aydın latıcıdır. İlişkisel bağın her zaman n edensel liği beraberinde getirmeyeceği (her ne kadar bu ikisi arasında oldukça büyük bir bağ bulu nsa da ... ) şu örneği bir sindirme­ ye çalışı n : Örneğin, kadınlar erkeklerden daha mutlu olmaya yatkı n­ dırlar; evli insanlar evli olmayanla rdan daha mutludurlar ve beyazlar diğer bütün etnik toplul uğa kıyasla daha mutludurlar ( yine, Bi rleşik Devletlerden ba hsediyorum). Vücut hareketleri yapmak ve meyve ye­ mek mutl ul ukla ilişkilendirilirken bir taraftan da şişman olmanın öznel iyilik doğrultusunda olumsuz bir ilişkisi olduğu düşünülüyor. Ah ... ve ta bii ki kuşkusuz yaşa mı nıza bir anlam katsa da, evinizde çocu klarını­ zın olması, şaşırtıcı şeki lde mutl uluğunuz üzerinde ol umsuz bir etki yapıyor. Hatta kadı nların Ven üs'ten erkeklerin ise Mars'tan geldiğini iddia eden deli saçmasını hatırlıyor musunuz? Ya ni aslı nda, gerçek araştırmalar erkeklerin ve kadınların mutlulu kları n ı n aynı etkenlerden etkilendiğini ve her ikisinin de bunlardan ayn ı şekilde etkilendiklerini ortaya koyuyor. Buradan çıkan sonuç ise, hepimizin sonuçta insan ol-

İnsan Doğası ve Yaşamın Anlamı

271

duğudur. Peki ya öznel iyiliği dünya ölçeği nde bir ka rşılaştırmaya tabi tutar­ sak ne olur? Öyle görünüyor ki, en mutlu uluslar İ rlanda, İsviçre, Mek­ sika, Birleşik Devletler, Birleşik Krallık, Yeni Zelanda, Danimarka, İsveç, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg ve Hol landa (Avrupa ülkelerin ara­ sı ndaki ora ntısız dağı lıma bir bakın, özellikle İskandinav ülkelerindeki. Dünya üzeri ndeki en mutsuz yerler içerisinde ise Rusya, Bulga ristan, Letonya, Hırvatistan, Macaristan ve Makedonya bulunuyor (yani ge­ nel olara k bütün Doğu Avrupa). Buna karşın, burada en ilginç olan şey ise, en mutlu bölgelerin kişisel mutluluk göstergeleri bağlamında ortak olara k neyi edindiklerini bulup ortaya çıkarmaktı r. Yine söylü­ yorum, bu liste ta mamıyla şaşırtıcı değil ama şu da var: Düşük işsizlik ve ekonomik dar boğaz oranı, düşük seviyedeki eşitsizlik, rahat yaşa­ ma durumu, yüksek ka musal harcama, düşük kirl ilik seviyesi, yüksek ora ndaki demokratik katı lım ora n ı ve a rkadaşlar arası güçlü bir ileti­ şim bu yerlerin o rtak nokta ları. Diğer bir deyişle, John Rawls'un adil devlet a nlayışını en iyi kavraya bilen yerler özellikle en mutlu ülkeler konumuna geliyor. (5. Böl üm). Bu çalışmalarda benim en zorlayıcı bulduğum kısım yaştan ve ya­ şamdan elde edi len tatmin a nlayışının birbiriyle çok ka rmaşık bir i liş­ kisinin bulun masıdır ki bu da en iyi şekilde bir 'U' figürüyle açıklana­ bilir. Birleşik Devletlerde bu ya klaşık 40 yaşlarında çok mutsuz olma ihtimali niz olduğu ve fakat Avrupa'da ayn ı mutsuzluk oranının yakla­ şık 54 yaşına denk geldiği anlamına gelir. Dolayısıyla insa nların bir­ çoğunun deneyimlediği 'orta yaş bunalı mı' (ve özellikle de erkeklerin deneyimled iği; hatırlayı n onlar kadınlardan daha mutsuz ol maya eği­ limliler) ortaya çıkıyor. Burada m üthiş olan şey yaşa mdan elde edi len doyu mun kişinin erken 80'li yaşlarına kadar devam ediyor; eğer tabii o kadar yaşayacak kadar şansl ıysa. Aristoteles lafı duymaktan bıkmış olabileceğinizi bil iyorum; a ncak o eudaimonia'nın ömür boyu devam eden bir süreç olduğunu ve bunun sonucuna a nca k kişi göçüp gittik-

272

Aristoteles'ten Yanıtlar

ten son ra karar verilebileceği ni düşünüyordu ... İşte b u da beni, anlam ve yaşama dair son konumuza getirip bıra kı­ yor: Yaş ve erdem arasındaki ilişki. Bu günlerde erdem, daha çok eski bir kavra m; her ne kadar o hem Batı hem de Doğu felsefesinin odak noktası olmuş olsa da (i nsa nlar eudaimonia ya da aydınlanma desin­ ler adına, bu hiç fark etmez). Erdem deneysel bilgiyle kıyas kabul et­ meyecek bir şeyd ir; hatta belli bir alana uygulanan teknik bilgiyle asla ka rşılaştırılamaz. El bette bu ortak bir deneyim . Özellikle, hızlı bilimsel ve teknolojik i lerlemenin çağı nda, bu günlerde yaşlı insanlar İnternet alanları ha kkında zeki genç çocuklardan daha az bi lgiye sahipler. Fakat h iç kimse 17 yaşındaki bir bilgisayar dahisinin bu gezegen üzerinde on yıllarca za man geçirmiş birinden daha erdemli olabileceğini dü­ şün mez. Çü n kü erdem, insana dair toplumsal durumlarla ilgili dene­ yimsel bi lgiyle ilgilidir ve bu bilgi de öyledir ki sadece deneyimle elde edilebilir. Ve bu kitap boyunca sözü edilen ana konu, bu deneyi mi fel­ sefi bir bakışla harma nlamak ve ayrıca bunun içerisine çağdaş bilimin sundu kları a rası ndan en iyi bilgiyi dahil ederek gayet kıvrak bir şekilde varlığı mızı son derece güçlü şeki lde bu sularda yüzd ürmektir. Colum bia Üniversitesi'nden Vivian Clayton, 70'lerden başlamak üzere erdem üzerine birçok a raştırma yaptı. O za manlar kendisi her­ halde aslında bu konunun bilimsel araştırma yöntemleriyle inceleni­ lebileceğini söyleyen ilk araştırmacıyd ı . Ona göre, erdem üç parçadan oluşan bir ana başlık olarak algılanabi lir: Bilginin alı mlan ması (bil işsel işlev), bilgi nin çözüm lemesi (kavrayışsa l işlev) ve bu bilginin duygular tarafı ndan süzül mesi (duygusal işlev) . Başka bir ifadeyle, bilge olmak için şeyleri bilmek, onlar üzerine düşünmek ve duygu lar a racıl ığıyla o bilgiyi harmanlamak gerekir. En yen i a raştırmalar gösteriyor ki, daha yaşlı ve daha bilge insanlar ( bu ikisinin a rasında doğal bir il işki bulunmuyor el bette ! ) olumsuz deneyi mlerinden daha çok bir şeyler öğrenmeye yatkınlar ve onlar

İnsan Doğası ve Yaşamın Anlamı

273

ne zaman ha rekete geçilmesi ya da başka çözüm yolu olmadığı anda durumun ne zaman kabullenil mesi gerektiği arasında bir ayırı m yapa­ biliyorlar. Gençler ve daha az erdemli olan kişilere göre, duygusal ola­ rak anlamlı ola n amaçlara daha iyi odaklanıyorlar ve nörolojik olara k konuşmak gerekirse prefontal kortekslerini ( beyn in yönetim merkezi) kullanara k a mygdalalarına (beyinin duygusal tepki merkezi) daha çok söz geçirebiliyorlar. Dolayısıyla da onlar olumsuz duygu ları bir kenara atarak olumlu d üşü ncelere daha çok zaman harcıyorlar. Filozof ve psi­ kolog William J ames herhalde "Erdemli olma sanatı, neyi görmezden gelmeyi/dikkate almamayı bilme sanatıdır."

{The art of being wise

is the art of knowing what to overlook.) der iken belki de bu tür bir şeyi kastediyord u. Dünyanın nasıl işlediğine ve bunun içerisinde yolu muzu nasıl bu­ lacağımıza dair bilimin ve felsefenin bu zamana kadar bize söyleyebi­ leceklerinin en iyilerini kullandığımız yolculuğumuzun sonuna geldik. Bu yol boyunca büyük ihtimalle tan rıların olmad ığını ve hatta olsalar bile bize nasıl ahlaklı olabileceğimizi öğretemeyeceklerini ve yaşam­ larımızı anlamlı kı lamayacaklarını görd ü k. Aşk ve a rkadaşlığın/dostlu­ ğun biyolojik temelleri olduğunu, varlığım ız için hayati olduğunu ve felsefi fikir ça rpışmaları için ne denli verimli bir alan olduğunu gördük. Ahlakın evrimsel temelleri ve nörobyolojik alt anlamlarını- ki her ikisi de kendimiz için doğru olan şey üzerine d üşünmememiz için bir ba­ hane değil- inceledik ve hatta ne tür bir toplum istediğimizi ve bunu neden istediğimiz hakkındaki soru ları bile tartışmaya açtık. istek/ira­ de gücünün ve yaşa mla rımızı bilinçli ola rak yönetme yeteneğimizin­ ki bunlar üzerine kurulur felsefi tartışmalar- daha önce sanılandan da daha az olduğunu görd ük. Ve hatta bilimin kendisinin bile bilgi ve kesinlik söz konusu olduğunda belli sınırlarının olduğunu keşfetme imkanı bulduk. Özellikle son bahsettiğim iki nokta bütün bu bilgi-düşü n/sci-phi anlayışına karşı çıkabilecek olası bir itirazın öncü lüğünü üstleniyor:

274

Aristoteles'ten Yanıtlar

Bir yandan reddedemeyeceğimiz şeki lde biliyoruz ki b ilimsel bilgi şimdilik geçerli olan bir bilgidir. B u ise bu kitapta okuduğunuz bazı hatta birçok bilimsel iddia n ı n belki bir yıl ya da bir on yıl içerisinde geçersiz kılınabileceği anlam ına gelir. Öte ta rafta n ise, bizim üzerin­ de düşündüğümüz soru lar hakkında ne d üşünmemiz gerektiği konu­ s u nd a filozofların itirazları bulunuyor ki bu da yaşamın a n la mına dair belirtebil eceğimiz kesin bir felsefi gerçeklik bulunmadığı n ı ifade eder. Bu iki kesin olmayan kaynağı birkaç yüzyıl hatta milenyum boyunca açıkça sabit durduğu görü len dini ve ruhani öğretilerle ka rşı laştırın. Ben, Knoxville- TN'de yaşa rken oradaki yerel bir ra hip/va iz benim evrim kon usundaki yazıp çizmelerim ve ko nuşma larım ka rşısı nda çok bozulmuş ve yerel gazeten i n editörüne oldukça öfkel i bir mektup yol­ l amıştı. Bu acı lar içerisinde kıvra nan vaiz mektupta insan ların neden bilimin sürekli şekilde seyir eden bu kesin olmayışlık halini İncil'de de­ mir gibi sert kesinl iklere tercih ettiklerini a n layamad ığını söylemişti. Bu iyi bir soru işte ve hemen ya nıtlamak gerek. El bette, öncelikle, İncil'in - diğer her dini metin gibi- yorumlanması gerekir ve yorumlama içinde bulunulan kültürel çağ ile birlikte çarpıcı şeki lde değişir. Dinci özcülerin yerleşik bazı inançlarına göre, kutsal metinlerin harfi harfine bir okuması yapılamaz ki bunu dini mezhep­ ler a rasında bu ya da şu durumda kutsal metinlerin ne demek istedi­ ğine dair uzayı p giden tartışmala rında görmek mümkündür. Dahası,

İncil'de herkesin a n l aya bileceği ölçüde sade öğretiler (Exodus 21.17 ve Matthew 15,4 ve diğer yerlerde bulunabileceği gibi örneğin ebe­ veynlerine saygısızlık eden çocuğun öld ürülmesi) olmakla birlikte ve fakat birçok insan onu barbar za manlardan kalan bir şey diye bir kö­ şeye fı rl atı r. Ta bi ki aynı zamanda da, herha ngi bir dini metnin erki ni/otoritesin i ka bul etmek için h içbir mantıksal neden yoktur. Ahlakın yüce kaynağı yaln ızca ta nrılar ola maz; mantıkl ı bir insanın doğaüstü varlıkların var­ lığından şüphe etmesi için geçerli sebepler yok değildir. Fakat d a ha

insan Doğası ve Yaşamın Anlamı

275

öneml isi bütün bu otoritelerin hepsin i n insa n- a racı lar (pa paz, vaiz, rabbi, imamlar, guru ve benzerleri gibi) tarafından ulaştı rıl ması gere­ kir ve bu tür bir dağıtı m umutsuz derecede öznel ve filozofların a kıl yürütmeleri ile bilim insanlarının geçici sonuçları ndan çok daha şüphe uyandırıcıdır. En azından felsefeyi ma ntığa/akla dayanarak tartışabilir, bilimi ise deneysel bilgiye dayanarak sorgulaya biliriz. Ancak

,. bi lgi-düşünün/sci-phi nin

'kesinsizliğinin/belirsizliğinin'

ölümcül bir hata olmamasın ı n temel sebebi kullandığı yöntemin bir soru n olmakta n öte bizzat onun ana/temel bir erdemi olmasıdır. İnsan olarak dünya hakkındaki şeyleri keşfetme ve onlar üzerine düşünme konularında doğuştan sınırlı olduğumuzu kafa mıza sokmamız gereki­ yor. Bu keyfi olara k akıl ve deneyden 'kaçarak' din ve ruhaniliğe yelken açmak için bir yetki değil; bu sadece ki msenin son noktayı koyacak ce­ vapları olmadığını ve bu yolculuğun aklını kullanmaya gönüllü herkese açık olduğunu bize hatırlatan bir şeydi r. Aynı za manda; insa nların yap­ maya mahkum oldukları gibi, yaşa mı yeterince iyi kavraya mad ığım ız, orada burada d üşüp ka lktığımız için kendi bacağımızdan asılmamızın da nedenidir. Bu nedenledir ki eudaimonik bir yaşam ölüm a n ı mıza kadar her zaman kusu rlu ve eksiktir. Fakat bu, eylediğimiz b ütün et­ kinliklerin hepsinden daha önemli bir şeydir; çünkü bilgi-d üşün yal ı n sağduyu, politik ideoloji y a da dinsel m istisizm i l e sarılı o l a n a n layışlar­ dan daha içi dolu bir görüştür. Biz sosyal ve (öyle ya da böyle) akı lsal varlıkla rız. Kendi mizi ve içinde bulu nduğumuz toplumu geliştirmek için aklı mızı nasıl kullanabileceği miz üzerine kafa yorabiliriz. Bu ise ya­ pabileceğimiz anlamlı bir şey gibi görünüyor ...



Da h a Fa z l a s ı İ ç i n . . . De ri n l e re Yö n e l m e k

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

277

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

1.Bölüm: Bilgi-Düşün *

(Sci-Phi)

ve Yaşamın Anlamı

A Treatise of Human Nature by David H u me. Dover,

1740/2003. *

Rethi nking Thi n : The New Science of Weight loss - and the

Myths and Rea lities of Dieting by Gena Kolata. Picador, 2008. *

Nonsense on Sti lts: How to Tell Science from Bunk, by

Massimo Pigliucci. Un iversity of Chicago Press, 2010.

2. Bölüm: Sepet İkilemleri ve Ahlaki Olana Nasıl Karar Verdiğimiz Üzerine *

"Morality and Evolutionary Biology" by William FitzPatrick.

Sta nford Encyclopedia of Philosophy, 19 December 2008, http://plato.stanford .edu/entries/morality-biology/ *

"The Emotional Dog and lts Rational Ta il: A Social l ntu itionist

Approach to Mora l J udgment" by Jonathan H a idt. Psychological Review, volume 108, pp. 8 14-834, 2001. *

"Damage to the prefrontal cortex increases utilitarian moral

judgements" by M. Koenigs, L. Young, R. Adolphs, D. Tra nel,

F.

Cushman, M. H auser, and A. Damasio, A. Nature, volume 446,

278

Aristoteles'ten Yanıtlar

pp. 908-9 1 1, 2007. *

"Is ethics a science?" by Massimo Pigliucci. Philosophy Now,

issue 55, p. 25, 2006. *

"On the relationship between science and ethics" by

Massimo Pigliucci . Zygon, volume 38, pp. 871-894, 2003. *

"The Trolley Problem" by J. Thomson. The Ya le Law Journal,

volume 94, pp. 1395-1415, 1985.

3. Bölüm: Beynimiz Ahlakı Nasıl Algılıyor? *

"Can Genes And Brain Abnormalities Create Killers?" by Neal

Cona n (with Barbara Bradley Hagerty). National Public Rad io, Ta lk of the Nation, 6 July 2010. *

"The Cogn itive Neuroscience of Moral Judgment" by Joshua

G reene. in: The Cogn itive Neurosciences iV, M iT Press, 2009. *

"The Right and the Good: Distributive J ustice and Neura l

Encoding o f Equ ity and Efficiency" b y M ing Hsu, Cedric Anen and Steven R. Quartz. Science, volume 320, pp. 1092-1095, 2008. *

"The role of emotion in moral psychology" by Bryce H uebner,

Susan Dwyer and Marc Ha user. Trends in Cognitive Science, volume 13, pp. 1-6, 2009. *

"Moral Judgment and the Bra i n : A Functional Approach to

the Question of Emotion and Cognition in Mora l J udgment l ntegrating

Psychology,

Neuroscience

and

Evolutionary

Biology" by Kristin Prehn a nd Hauke Heekeren. i n : The Mora l Brain (edited b y J. Verplaetse e t al.), Springer, p p . 129-154, 2009.

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

279

4. Bölüm: Ahlakın Evrimi The Selfish Gene by Richard Dawkins. Oxford U niversity

*

Press, 1976. "Any Animal Whatever': Darwinian Building Blocks of

*

Mora lity in Monkeys and Apes" by Jessica C. Flack and Frans B.M. de Waal. Journal of Consciousness Studies, volume 7, pp. 1-29, 2000. " Evolution of indirect reciprocity" by Ma rtin Nowak & Kari Sigmund. Nature, volume 437, pp. 1291-1298, 2005. * The

Expanding Circle: Ethics and Sociobiology by Peter Singer.

Clarendon, 1981.

5.

Bölüm: Kendi Ahlaki Kurallarınızı Oluşturmak İçin

Eğlenceli Bir Tarif *

"Deontological Ethics" by Larry Alexander and M ichael

Moore. Stanford Encyclopedia of Philosophy, 21 November 2007, http://plato.stanford.edu/entries/ethics-deontological/ *

"Well- Being" by Roger Crisp. Stanford Encyclopedia of

Philosophy, 9 December 2009, http://plato.stanford.edu/ entries/well-being/ * "Virtue Ethics" by Rosalind Hursthouse. Stanford Encyclopedia

of Philosophy, 18 Ju ly 2007, http://plato.stanford.ed u/entries/ ethics-virtue/ *

The Basic Writings of John Stuart M i l i : On Liberty, the

Subjection of Women and Utilitarianism by John Stuart Mili. CreateSpace, 2009.

280

Aristoteles'ten Yanıtlar *

Kant: A Very Short l ntrod uction by Roger Scruton. Oxford

University Press, 2001. *

"The Triviality of the Debate Over 'ls-Ought' a nd the

Definition of 'Mora l'" by Peter Singer. American Philosophical Quarterly, volume 10, 1973, http://www. utilitaria n.net/singer/ by/197301--.htm *

"Consequentialism" by Walter Sinnott-Armstrong. Stanford

E ncyclopedia of Philosophy, 9 February 2006, http://plato. sta nford .edu/entries/conseg uential ismi *

Virtue Ethics: An l ntroductian by Richard Taylar. Prametheus

Books, 2002.

6. Bölüm: Akıldan Pek Nasiplenmemiş Canlı/ Hayvan: İnsan *

"it feels like we're thin king: the rationalizing voter and

electoral democracy" by Christopher H . Achen a nd Larry M. Bartels. Annual Meeting of the American Political Science Association, 2006. *

"Delusion" by Usa Bartolotti. Stanford Encyclopedia of

Philosophy, 16 September 2009, http://plata.stanford.edu/ entries/delusian/ *

"Decisian making: rationa l ar h edanic?" by M ichel Cabanac

and Ma rie-Claude Bon niot-Cabanac. Behaviaral and Brain Functions, volume 3, 8 pp., 2007., *

"The Split Brain Revisited" by M ichael Gazza niga . Scientific

American, volume 287, pp. 26-31, 2003. *

Pha ntoms in the Brain by V.S. Ramachandra n . Harper, 1999.

*

"Sponta neous confabu lation and the ada ptation of thought

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

281

to ongoing reality" by Arm i n Schnider. Nature Reviews Neuroscience, volume 4, pp. 662-671, 2003. *

Being Wrong: Adventures in the Margin of Error by Kathryn

Schulz. Ecco, 2010. *

Mistakes Were Made (But N ot by Me): Why We Justify

Foolish Beliefs, Bad Decisions, a nd H u rtful Acts by Carol Tavris and Elliot Aronson . Mariner Books, 2008.

7. Bölüm: Sezgi ve Akılsallık; Yaptığınız İşte Gerçekten İyi Olmanın Yolları *

"Overcoming lntuition: Metacogn itive Difficu lty Activates

Analytic Reasoning" by Adam L. Alter and Daniel M . Oppen heimer, N icholas Epley, and Rebecca N . Eyre. Journal of Experimental Psychology: General, volume 136, pp. 569-576, 2007. *

"Which should you use, lntu ition or Logic? Cultural Differences

in l njunctive Norms about Reasoning" by Emma E. Buchtel and Ara Norenzaya n . Asia n Journal of Social Psychology, volume 1 1, pp. 264-273, 2008. *

"The l nfluence of Experience a nd Deliberate Practice on the

Development of Su perior Expert Performance" by K. Anders Ericsson. The Ca mbridge Hand book of Expertise and Expert Performa nce. Ca mbridge Un iversity Press, 2006. *

"Compa ring expert and novice u nderstanding of a complex

system from the perspective of structu res, behaviors, and functions" by Cindy E. Hmelo-Silver and Merav G reen Pfeffer. Cogn itive Science, volume 28, pp. 127-138, 2004.

282

Aristoteles'ten Yanıtlar

"l ntuition: A fundam ental

*

bridging construct in the

behavioural sciences" by Gerard P. Hodgkinson, Janice Langan­ Fox and E ugene Sad ler-Sm ith. British Journal of Psychology, vol ume 99, pp. 1-27, 2008. "lntuition and the Correspondence Between lmplicit and

*

Explicit Self-Esteem" by Christian H . Jordan and Mervyn Whitfield and Virgil Zeigler-Hill. Journal of Personality and Social Psychology, vol ume 93, pp. 1067-1079, 2007. *

"The Expert M ind" by Philip E. Ross. Scientific American, 24

July 2006. *

The Genius in All of Us: Why Everything You've Been Told

About Genetics, Ta lent, a nd IQ Is Wrong, by David Shenk. Doubleday. *

"lntuition : Myth o r a Decision-ma king Tool?" by Marta Sinclair

and Neal M . Ashkanasy. M a nagement Learning, volume 36, pp. 353-370, 2005.

8.

Bölüm: Bilimin Sınırları

*

What Is This Thing Cal led Science?, by Alan Chalmers.

University of Queensland Press, 1999. *

Scientific Perspectivism, by Ronald Giere. U niversity Of

Chicago Press, 2010. *

"Science and Pseudo-Science" by Sven Ove Ha nsson. Stanford

Encycloped ia of Philosophy, 3 September 2008, http://plato. stanford .ed u/entries/pseudo-science/ *

Understa nding Philosophy of Science, by Ja mes Ladyman.

Routledge, 2002.

Daha Fazlası lçin Derinlere Yönelmek •.•

*

283

Philosophy of Science: A Very Short l ntroduction, by Sa mir

Okasha. Oxford University Press, 2002. *

"The Problem of lnduction" by John Vickers. Sta nford

Encyclopedia of Philosophy, 21 June 2010, http://plato. stanford.ed u/entries/ind uctio n-problem/

9. Bölüm: İradenin/İstencin Sınırlı Gücü *

Elbow Room: The Va rieties of Free Will Worth Wanting, by

Daniel Den nett. M iT Press, 1984. *

"The sources of human volition" by Patrick Haggard. Science,

volume 324, pp. 731-733, 2009. *

"Is free will an illusion?" by Martin Heisen berg. Nature,

volume 459, pp. 164-165, 2009. *

"Anterior prefrontal fu nction and the limits of human

decision making" by Etienne Koechlin a nd Alexandre Hyafil. Science, volume 318, pp. 594-598, 2007. *

"Personal ity Traits and Cancer Risk and Survival Based on

Finnish and Swedish Registry Data" by Naoki Nakaya et al. America n Journal of Epidemiology, volume 172, pp. 377-385, 2010. *

"Free Will" by Timothy O'Connor. Stanford Encyclopedia

of Ph ilosophy, 29 October 2010, http://plato.sta nford.edu/ entries/freewill/ *

"Free choice activates a decision circuit between frontal

and parietal cortex" by Bijan Pesaran, Matthew J. Nelson and Richard A. Andersen. Natu re, vol ume 453, pp. 406-410, 2008.

284

Aristoteles'ten Yanıtlar *

"How does neuroscience affect our conception of volition?"

by Adina L. Roskies. Annual Review of Neuroscience, volume 33, pp. 109-130, 2010.

10. Bölüm: Her Neyse: Bütün Bunların Sorumlusu Kim? İçinizdeki Zombi *

"Living on lmpulse" by Benedict Ca rey. New York Times, 4

April 2006. *

"Who's Mi nding the Mind?" by Benedict Carey. New York

Times, 31 J u ly 2007. *

"The currency of guessing" by Paul Cisek. Nature, volume

447, pp. 1061-1062, 2007. *

" H ume's moral

philosophy"

by R.

Cohon.

Stanford

Encyclopedia of Phi losophy, 29 October 2004, http://plato. sta nford .ed u/entries/h ume-moral/ *

"Dispositional impu lsivity in normal and abnormal samples"

by Jan ine D. Flory, Philip D. H arvey, Vivian M itropoulou, Antonia S. N ew, Jeremy M. Si lverman, Larry J. Siever and Stephen B. Manuck. J ournal of Psychiatric Research, vol u me 40, pp. 438447, 2006. *

"Time of conscious intention ta act in relation to onset

of cerebral activity (readiness-potential): The u nconscious initiation of a freely volu ntary act" by B. Libet, C.A. Gleason, E.W. Wright and D.K. Pearl. Brain, volume 106, pp. 623-642, 1983. *

"Ancient theories of soul" by Hendrik Lorenz. Sta nford

Encyclopedia of Philosophy, 22 April stanford.ed u/entries/ancient-soul/

2009, http://plato.

Daha Fazlası lçin ... Derinlere Yönelmek *

285

The Republic by Plato, R .W. Sterling and W.C. Scott (eds.).

Norton & Co., 1996. *

"From Ora l to Moral" by Pau l Rozin, Jonathan Haidt, and

Katrina Fincher. Science, volume 323, pp. 1179-1180, 2009.

11. Bölüm: Sevginin Enzimleri/Hormonları *

Why We Love : The Natu re and Chemistry of Romantic Love

by H.E. Fisher, H. Halt, 2004. *

"Lust, romance, attach ment: do the side effects of serotonin­

enhancing a ntidepressants jeopardize romantic love, marriage, and fertility?" by H . E . Fisher and J. Anderson Thomson Jr., in Evolutionary Cogn itive Neuroscience, edited by S.M. Platek, J.P. Keenan, and T. K. Shackelford . MiT Press, 2006. *

"Love" by B. Helm. Stanford Encyclopedia of Philosophy, 8

April 2005, http://plato.stanford .edu/entries/love/ *

"Love: you have 4 minutes to choose you r perfect mate" by

M. Ka plan . Nature, volume 451, pp. 760-762, 2008. *

"The myth, the math, the sex" by G. Kolata. New York Times,

12 August 2007. *

"A love vaccine?" by J. Tierney. New York Times, 12 January

2009. *

"MHC-dependent mate preferences in humans" by C.

Wedekind, T. Seebeck, F. Bettens, and A.J. Paepke. Proceedings of the Royal Society, Biological Science, volume 260, pp. 245249, 1995. *

"Love: neuroscience reveals all" by L.J . You ng. N ature,

volume 457, p. 148, 2009.

286

Aristoteles'ten Yanıtlar 12. Bölüm: Dostluk ve Yaşamın Anlamı *

"Friendship as a health factor" by Jennifer Couzin. Science,

volu me 323, pp. 454-457, 2009. *

"An economic model of friendship: homophi ly, m i norities

and segregation" by Sergio Cu rra rini, Matthew O. Jackson, and Paolo Pin. Econometrica, vol ume 77, p. 1003, 2009. * "I

am so happy cause today 1 found my friend: friendship a nd

personality as predictors of ha ppiness" by Meliksah Demir a nd Lesley A. Weitekamp. Journal of Happiness Studies, vol ume 8, pp. 181-21 1, 2007. *

"l nferring friendsh ip network structure by using mobile

phone data" by Nathan Eagle, Alex (Sandy) Pentla nd, and David Lazer. Proceedings of the National Academy of Science­ USA, vol ume 106, pp. 15 274-15278, 2009. *

"Community structure and ethnic preferences in school

friendship" by M .C. Gonzalez, H .J . Herrmann, J Kertesz and T. Vicsek. Physica, 27 November 2006. *

"Friendship versus business in ma rketing relationships" by

Kent Grayson. Journal of Ma rketi ng, volume 7 1, pp. 121-139, 2007. *

"Friendship" by Bennett Helm. Stanford Encyclopedia of

Philosophy, 17 May 2005, http://plato.stanford.ed u/entries/ friendship/

13. Bölüm: Önüm, Arkam, Sağım, Solum: Politika Üzerine *

"Partisans without constra int: pol itical pola rization and

trends in American public opinion" by Delia Ba ldassarri and Andrew Gelman. American Journal of Sociology, volume 1 14,

287

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

pp. 408-544, 2008. *

"Political belief networks: socio-cognitive heterogeneity

in America n public opinion" by Delia Baldassarri and Amir Goldberg. Political Networks Paper Archive, 2010, http:// opensiuc.l ib.siu.ed u/pn wp/52 *

"Political

interest,

cognitive

abil ity

and

personal ity:

determ inants of voter tu rnout in Brita in" by Kevin Denny and Orla Doyle. Geary Discussion Pa per Series, 2005, http://www. ucd.ie/gea ry/publications/2005/GearyWp200507.pdf *

"Political ideology: its structu re, functions, and elective

affinities" by John T. Jost, Christopher Federico, and Jaime Napier. Annual Review of Psychology volume 60, pp. 307-357, 2009. *

"Political orientations a re correlated with brain structure in

young adu lts" by Ryota Kanai, Tom Feilden, Colin Firth, and Geraint Rees. Cu rrent Biology, 7 April 2011. *

"Sticking with your vote: cognitive dissonance and political

attitudes" by Sendhil Mullainathan and Ebonya Washington. American Economic Journa l: Applied Economics, volume 1, pp. 86-11 1, 2009. *

"Politica l attitudes vary with physiological traits" by Douglas

Oxley, Kevin Smith, John Alford, Matthew H ibbing, Jennifer Miller, Mario Scalora, Peter Hatemi, and John R. H ibbing. Science, volume 321, pp. 1667-1670, 2008. *

'"There M ust Be a Reason': Osama, Saddam, and inferred

justification" by Monica Prasad, Andrew Perrin, Kieran Bezila, Steve Hoffman, Kate Kindleberger, Kim Ma nturuk, and Ashleigh Powers. Sociological lnquiry, volume 79, pp. 142-163, 2009.

288

Aristoteles'ten Yanıtlar *

"M ore than weighting cognitive importance: a dual-process

model of issue framing effects" by Rune Slothuus. Political Psychology, volume 29, pp. 1-28, 2008.

14. Bölüm: İçimizdeki Ha kkaniyet Duygusu *

"Serotonin modu lates behavioral reactions to unfairness"

by Molly J. Crockett, Luke Cla rk, Golnaz Tabibnia, Matthew D. Lieberman, and Trevor W. Robbins. Science, volume 320, p. 1739, 2008. " Reflective equil ibrium" by Norman Dan iels. Sta nford Encyclopedi a of Philosophy, 28 April 2003, http://plato. *

stanford .ed u/entries/reflective-eguilibrium/ *

"The right and the good : distributive justice and neural

encoding of eq uity and efficiency" by M i ng Hsu, Cedric Anen, and Steven R. Quartz. Science, volume 320, 23 May 2008, pp. 1092-1095. *

"Share and share alike" by M ichael Tomasello and Fel ix

Warneken. Nature, volume 454, pp. 1057-1058, 2008.

15. Bölüm: Adalet Üzerine *

"What a re human rights? Fou r schools of thought" by Ma rie­

Benedicte Dembour. Human Rights Quarterly, vol ume 32, pp. 1-20, 2010. *

"The Competitive Advantage of Sa nctioning l nstitutions"

by Ozgur Gurerk, Bernd l rlenbusch, and Bettina Rockenbach. Science, volume 312, pp. 108-111, 2006.

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek *

289

"The free rider problem" by Russell Hardin. Stanford

E ncyclopedia of Philosophy, 2 1 May 2003, http://plato. stanford.edu/entries/free-rider/ *

"Are our minds fu ndamentally egalitarian? Ada ptive bases

of different socio-cultura l models about d istributive j ustice" by Tatsuya Kameda, Masanori Takezawa, Yohsuke Ohtsubo and Reid Hastie. i n : M. Scha ller, S. J., Heine, A. Norenzayan, T. Yamagishi, & T. Kameda (Eds.) (2009). Evolution, Culture, and the Human Mind. Lawrence Erlbaum Associates. *

A Theory of Justice by John Rawls. Harvard U niversity Press,

1971. *

J ustice: What's the Right Thing to Do? by M ichael Sandel.

Farrar, Stra us and Giroux, 2010. *

"John Rawls" by Leif Wenar. Stanford Encyclopedia of

Philosophy, 25 March 2008, http://plato.stanford.edu/entries/ rawls/

16. Bölüm: Beynimiz Tanrı Hakkında Ne Düşünüyor? *

"Sti m ulating illusory own-body perceptions" by Olaf Blanke,

Stephanie Ortigue, Theodor La ndis and Ma rgitta Seeck. Nature, volume 419, pp. 269-270, 2002. *

"Born believers: How your brain creates God" by M ichael

Brooks. New Scientist, 4 February 2009. *

"KeepYour Fingers Crossed ! How Superstition lmproves

Performance" by Lysann Da misch, Barbara Stoberock, and Thomas Mussweiler. Psychological Science, O nlineFirst on May 28, 2010.

290

Aristoteles'ten Yanıtlar *

National Pubic Radio's Ba rba ra Bradley Hagerty on the

connection between epilepsy and religious eperiences: .b.ttQJL www.npr.org/templates/story/story.php?storyld=104291534 *

"Paranorm al beliefs linked to brain chemistry" by Helen

Philips. NewScientist.com, 27 J u ly 2002. *

"Lacking control increases ill usory pattern perception" by

Jennifer A. Whitson and Ada m D. Galinsky. Science, volume 322, pp. 115-117, 2008.

17. Bölüm: Dinin Evrimi *

Gods We Trust: The Evolutionary Landscape of Religion, by

Scott Atra n. Oxford U niversity Press, 2002. *

Religion Explained: The Evolutionary Origins of Religious

Thought, by Pascal Boyer. Basic Books, 2001. *

Breaki ng the Spell: Religion as a Natural Phenomenon, by

Daniel Dennett. Penguin, 2007. *

The Natura l History of Religion by David Hume. EZReads

Publ ications, 2010 (1757). *

"The Origin and Evolution of Religious Prosociality" by Ara

Nore nzayan and Azim F. Shariff. Science volume 322, pp. 5862, 2008. *

"The origins of religion: evolved adaptation or by-prod uct?"

by l l kka Pyysiainen and Marc Hauser. Trends in Cognitive Science, n. 847, online version. *

God's Brain, by Lionel Tiger and M ichael M cGuire.

Prometheus, 2010.

Daha Fazlası İçin ... Derinlere Yönelmek

291

18. Bölüm: Euthryphro'nun İ kilemi: İ nsani Bir Sorun Olması Bakımından Ahlak *

"Plato's Ethics: An Overview" by Dorothea Frede. 5tanford

Encyclopedia of Philosophy, 2003, http://plato.stanford .edu/ entries/plato-ethics/ *

"5ocrates" by Debra Nails. 5tanford Encyclopedia of

Philosophy, 2005, http://plato.stanford .edu/entries/socrates/ Euthyphro by Plato. http://classics.mit.edu/Plato/euthyfro. htm l İNSAN DOGASI VE YAŞAMIN ANLAMI *

"lnternational happiness" by David G. Blanchflower and

Andrew J . Oswald. National Bureau of Economic Research Working Paper n. 16668, 2011. *

"Biology, politics, and the emerging science of human

natu re" by James H . Fowler and Da rren 5chreiber. 5cience, volume 322, pp. 912-914, 2008. *

"Hume's Progressive View of Human Nature" by M ichael Gill.

Hume 5tudies, volume 26, pp. 87-108, 2000. *

"The Older-and-Wiser Hypothesis" by 5tephen Hall. New

York Times, 6 May 2007. *

"The other stra nd" by Erika Hayden. Natu re, volume 457,

pp. 776-779, 2009. *

"H istorica l evidence and human adaptations" by Jonathan

Kaplan. Philosophy of 5cience, volume 69, pp. 5294-5304, 2002. *

"Happi ness 101" by D.T. Max. New York Times, 7 January

2007.

Felsefe bazen bir ö l ü m ka l ı m sorusud ur. M. Pigliucci "Ahlaki m ü kemmel l i k a l ışka n l ı k sonucu elde edil ir. Adil eylemlerde b u l u n a ra k a d i l, ölçülü eylemlerde b u l u narak ölçülü, ces ur eylemlerde b u l u n arak cesur o l u ruz." Aristote/es "Yer çeki m i i n s a n l a rı n b i rbirlerine aşık o l m a l a r ı n d a n soru m l u deği l d i r." Albert Einstein "Hakkan iyet, a d a l etin gerçekten olduğu şeyd ir." Potter Stewart (Amerikan Anayasa Mahkemesi Hôkimi) "Ad a l et, erdemlerin baş tacıd ı r." Marcus Tul/ius Cicero "Ve d i nd a rl ı k ve d i ns i z l i k n e d i r?" Sokrates "Ak l ı n özgürce sava ş m a s ı n a izin veri ld iği sürece, ya n l ış fi kirler hoşgörü l e b i l i r." Thomas Jefferson " İ n s a n ke n d i n e erek koyan/arayan b i r va rlıktı r. Ya şamı, ke n d i ereğini gerçekleşti re b i l mesi ve o n u n için mücadele etmesiyle a n l a m l ı d ı r." Aristote/es

ISBN

978-605-5790-87-5

,,

® SENTEZ YAYI N C I L I K Cumh uriyet Cad. Eski Tahıl İçi Sokak

No:5 BU RSA

Te l: (O 224) 225 11 80 (pbx) Faks: (O 224) 225 02 00 [email protected] 9

7860 5 5

790875

www.sentezkitap.com