99 İçin Feminizm: Bir Manifesto
 9789755709703

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Utku Özmakas

BASKI CamScanner ile tarandı

%99 İÇİN FEMİNİZM: BİR MANİFESTO* CINZIA ARRUZZA, New York'taki New School for Social Research'de felsefe alanında dersler veren yazar, uluslararası kadın grevlerinin ABD ayağını örgütleyen aktivistler arasındadır. Vieıupoint Magazine'in editörlerinden olan Arruzza'nın yayımlanmış iki kitabı vardır: Dangerous Liaisons: The Marriages and Divorces of Marxism and Temi­ nisin (Merlin Press, 2013) ve A Wolfin the City: Tyranny and the Tyrant in Plato's Republic (OUP, 2018). TITHI BHATTACHARYA, Purdue Üniversitesi'nin Küre­ sel Çalışmalar bölümünün yöneticisi olan yazar, uluslara­ rası kadın grevlerinin ABD ayağım örgütleyen aktivistler arasındadır. International Socialist Revieıv'un editörlerin­ den olan Bhattacharya'mn The Sentinels of Culture: Class, Education, and the Colonial Intellectual in Bengal (OUP, 2005) başlıklı bir kitabı vardır. Ayrıca Mapping Social Reproduction Theory (Pluto Press, 2017) derlemesinin editörüdür. NANCY FRASER, New York'taki New School for Social Research'de felsefe ve siyaset alanlarında dersler veren ya­ zar, uluslararası kadm grevlerinin ABD ayağım örgütleyen aktivistler arasmdadır. Alanında sayısız yazıya ve pek çok kitaba imza atan Fraser'm eserlerinden bazıları şunlardır: Redistribution or Recognition? (Axel Honneth ile birlikte; Verso, 2003), Adding Insult to Injury (Verso, 2008), Fortunes of Feminism: From State-Managed Capitalism to Neoliberal Crisis (Verso, 2013).

*S E L YAYINCILIK / KADIN KİTAPLIĞI

* S E L Y A Y IN C IL IK Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi, No: 17, Beyoğlu - İstanbul Tel. (0212) 516 96 85 http://www.selyayincilik.com e-posta: [email protected] SATIŞ - DAĞITIM:

Çatalçcşme Sokak, N o: 19/1 Cağaloğlu - İstanbul e-posta: [email protected] Tel. (0 2 12) 522 96 72 Faks: (0 2 12) 5 16 97 26

* S E L Y A Y I N C I L I K : 9 62 K A D I N K İ T A P L I Ğ I : 12 ISBN 978-975-570-970-3

%99 İÇ İN FEM İN İZM : BİR M A N İF E S T O Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya, Nancy Fraver Türkçesr. Utku Ozmakns Özgün Adr. Feminism for the 99%. A Manifesto © Gius. Latcrza & Fıgli, 2019 © Sevi Sonmcz-Ajans Lctra aracılıkta Sel Yajınoiık. 2019 Genel Yayın Yönetmene İrfan Sancı Editör. Bilge Sancı Kapak tasarımı: Aslı Sezer Sayfa tasanme Seda Şahin Birina Baskı Mart, 2019 İkina Baskı: Ocak. 2021 Baskı ve C ilt: Yaylacık Matbaası Fatih Sanayi Sitesi. 12/197-203 Topkapı-İstanbul, 567 80 03

Sertifika No: 44865

Cinzia Arruzza Tithi Bhattacharya Nancy Fraser

%99 İçin Feminizm: Bir Manifesto Türkçesi: Utku Özmakas

İÇ İN D E K İL E R

Yol Ayrımı................................................................................................. 9

%99 İçin Feminizm: 11 T ez............................................................. 15

E k .............................................................................................................. 83

Yolu çoktan öngören Combahee Nehri Kolektifi'ne *

ve bugün yeni bir yol açan PolonyalI ve Arjantinli fem inist grevcilere...

Yol Ayrımı

Facebook'un operasyon müdürü koltuğunda oturan Sheryl Sandberg, 2018 baharında "Bütün ülkelerle şirketlerin yarısı kadınlar, bütün evle­ rin yarısı da erkekler tarafından yönetilseydi, çok daha iyi durumda olabileceğimizi," ilan etti dünyaya. Tabii, şunu da eklemeyi unutmadan: "Bu hedefe ulaşana dek tatmin olmayacağız." Ticari feminizmin önde gelen savunucuların­ dan olan Sandberg, bu açıklamayı yaptığında kadın yöneticileri şirketlerin yönetim kurulu masalarında bir koltuk kapmaları için "sınırları zorla"maya [lean in] davet ederek çoktan adın­ dan söz ettirmiş ve cüzdanını doldurmuştu bile.* Tıpkı ABD'nin eski Maliye Bakam -ve Wall Stre­ et üzerindeki hükümet denetimini kaldıran* Yazarlar, Sheryl Sandberg 2013’te yayımladığında büyük tartışma yaratan ve çok satan Lean In: women, w ork an d the will to lead kitabına gönderme yapıyor. Sandberg, bu kitabında kadınların sistemi yıkmasını değil, aksine sınırlarını zorlayarak sistem için­ de yükselmelerini, böylece daha eşitlikçi bir yer haline getirmeyi önerir, (ç.n.)

9

Larry Summors gibi, Sandberg de toplumsa] cinsiyet eşitliğine giden kral yolunun iş dünya­ sında sağlam durarak edinilen başarı taşlarıyla döşendiği nasihatini verirken kendinden zerre kadar şüphe duymuyordu. Aynı yılın bahar aylarında başgösteren mili­ tan bir feminist grev ise İspanya'da hayatı dur­ durdu. Beş milyondan fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen yürüyüşün, yani huelgafeminista'mn yirmi dört saatlik organizatörleri, "bizi itaatkâr, uysal hale getirmek ve sessiz kılmak isteyen patriyarka ve kapitalizmin ittifakına karşı isyan ve mücadele etmeye; (...) cinsiyetçi baskı, sö­ mürü ve şiddetten azade bir toplum için" çağrı yapıyordu. Madrid ve Barcelona'da güneş ba­ tarken, Katalan ve İspanyol feminist grevciler, "giderek kötüleşen çalışma koşullarım ve aym iş için erkeklerden daha az ücret almayı" kabul etmeyeceklerini söyleyerek, "8 Mart7ta her tür­ den üretici ve yeniden üretici faaliyeti sekteye uğratmak üzere kollarını kavuşturup bekleye­ ceklerini" haykırdılar dünyaya. Bu iki ses, feminist hareketin birbirine muha­ lif iki kanadını temsil ediyor. Bir yanda feminiz­ mi kapitalizmin cariyesi olarak gören Sandberg ve onun gibiler var. Bu insanlar, işyerindeki / sömürü ile toplumsal bütündeki tahakkümü idare etme görevinin, egemen sınıfın erkekleri ve kadınları tarafından eşit şekilde paylaşıldığı bir dünyayı arzuluyor. Bu, fırsat eşitliği vaazının olağanüstü bir görünümü: Feminizmin adını ıo

kullanarak, sıradan insanların birlikteliklerini bozan, ebeveynini öldüren drone'u idare eden ya da çocuklarını sınırda bir kafese kapatan kişi erkek değil de, kadın olduğu için minnettar ol­ masını isteyen bir görüş bu. Sandberg'in libe­ ral feminizmiyle taban tabana zıt olan huelga feministçi'mn organizatörleriyse kapitalizmin yı­ kılmasında ısrar ediyor: Patronlar, ulusal sınırlar ve sınırları koruyan drone'lar üreten bu sisteme karşı çıkıyorlar. Bu iki feminist görüşle karşı karşıya geldi­ ğimizde kendimizi bir yol ayrımında buluruz ve tercihimiz insanlık için son derece müstes­ na sonuçlara gebedir. Bu yollardan biri, insan yaşamının -eğer böyle bir şey mümkünse- ta­ nınmaz hale gelecek kadar sefilleştiği, yakıp yıkılmış bir gezegene kapı aralar. Ötekiyse in­ sanlığın en yüce rüyalarının mütemadiyen mer­ kezde yer aldığı bir dünyayı işaret eder: Refa­ hın ve doğal kaynakların herkes tarafından eşit şekilde paylaşıldığı, eşitlik ile özgürlüğün birer istek olmaktan çıkıp kök saldığı adil bir dünya. Karşıtlık, bundan daha çarpıcı olamazdı ga­ liba. Gelgelelim, bizi ikisinden birini tercih et­ meye zorlayan asıl husus, ufukta üçüncü bir yolun görünmemesidir. Neoliberalizm karşısın­ da alternatif kıtlığı yaşıyoruz: Kapitalizmin son derece yıkıcı, finansallaşmış bu biçimi, son kırk yıldır dünyanın dört bir yanma egemen oldu. Atmosferi zehirleyen, demokratik yönetime dair her türden iddiayı gülünçleştiren, toplumsal be­

li

Gerilerimizi kırılma noktasına kadar zorlayan ve büyük bir çoğunluğun yaşamım giderek kötüle­ şen koşulları altında sürdürmesine yol açan ka­ pitalizmin bu yinelenişi, her türden toplumsal mücadelenin önem kazanmasına, en mütevazı reformlar için sergilenen ılımlı çabaların bile ha­ yatta kalma savaşma dönüşmesine yol açtı. Bu koşullarda kenara çekilip olup biteni izlemek artık mümkün değil ve feministlerin safım belli etmesi gerek: Gezegen yangın yerine dönmüş­ ken "fırsat eşitliği vaazı"nm peşinde koşmaya devam mı edeceğiz? Yoksa bizi mevcut krizin ötesine geçirip yeni bir topluma kapı aralayacak olan toplumsal cinsiyet eşitliğini antikapitalist bir tarzda yeniden tasavvur edecek miyiz? Bu manifesto, ikinci yol için bir kılavuz, hem gerekli hem de uygulanabilir olduğunu düşün­ düğümüz bir güzergâh önerisi. Antikapitalist bir feminizmin bugün düşünülebilir olmasını sağlayan nokta kısmen şudur: Siyasi seçkinle­ rin güvenilirliği dünya çapında yerle bir olmuş­ tur. Yitip giden, yalmzca neoliberalizmi allayıp pullayan ve eski benliklerinden geriye kalanları bugün küçümseyen merkez sol ve merkez sağ partiler değil, aynı zamanda "ilerici" cilası par­ laklığını yitiren Sandberg tarzı ticari feminist müttefikleridir de. Liberal feminizm, Hillary Clinton'ın 2016'daki ABD başkanlık seçiminde çokça propagandası yapılan ama kadın seçmen­ leri heyecanlandırmayı başaramayan adaylığı duvara çarptığında kendi Waterloo,sunu yaşa­ dı. Üstelik de gerekçe ortadaydı: Clinton, seçkin 12

kadınların devlet erkanında yükselişi ile büyük bir çoğunluğun yaşamındaki gelişmeler arasın­ da giderek büyüyen uçurumu temsil ediyordu. Clinton'm yenilgisi, bizim için bir uyarı işa­ retidir. Bu durum, liberal feminizmin iflas et­ tiğini gözler önüne serdi ve solun mücadele etmesi için bir alan açtı. Liberalizmin çöküşün­ den doğan bu boşlukta başka bir feminizm inşa etme fırsatımız var: Neyin feminist bir mesele sayıldığına dair farklı bir tanıma, farklı bir sınıf yönelimine ve farklı bir ethos' a sahip; radikal ve dönüştürücü bir feminizm. Bu manifesto, bizim "başka" bir feminiz­ me katkı sunma çabamızdan ibaret. Hayali bir ütopya taslağı çizmekle ilgilenmiyoruz; aksine adil bir topluma ulaşmak için yürünmesi gere­ ken yolu işaret ediyoruz. Amacımız, feminist­ lerin neden feminist grevleri tercih etmesi ge­ rektiğini, neden öteki antikapitalist ve sistem karşıtı hareketlerle birleşmemiz gerektiğini, neden hareketimizin %99 için feminizm olması gerektiğini açıklamak. Feminizm, yalmzca bu yolu izleyerek, yani ırkçılık karşıtı, çevreci ve emek ile göçmen hakları alanında çalışan aktivistlerle ilişki kurarak çağımızdaki güçlüklerin üstesinden gelebilir. Hareketimiz, ancak "lean in" dogmasını ve %1'in feminizmini kayıtsız şartsız reddederse herkes için bir umut ışığı olabilir. Bize bu tasarıya kalkışma cesareti veren şey, bizzat militan feminist aktivizmin yeni dalga13

sidir. Emekçi kadınlar için korkunç sonuçlara yol açtığı kanıtlanan ticari feminizm değildir ve bu yaklaşım şu anda güvenilirlik açısından bir iç kanama geçirmektedir. Aynı şekilde cesa­ retimizi küresel Kuzey'deki kadınlara küçücük bütçeler koklatarak, onları "güçlendirdiği" id­ diasındaki "mikrokredi fem inizm inden de al­ mıyoruz. Bunların tam aksine, bize umut veren şey 2017 ve 2018 yıllarında gerçekleşen ulusla­ rarası feminist grevler ve kadm grevleridir. Bu grevler ve bunlarla ilişkili olarak şekillenen ha­ reketler, %99 için feminizme önce ilham verdi, şimdi de onu somutlaştırıyor.

14

Tez 1: Yetti feminist dalga, grevi yeniden icat ediyor.

Yeni feminist grev hareketi, 2016 yılının Ekim ayında Polonya'da yüz binden fazla ka­ dının kürtajın yasaklanmasına karşı çıkmak için grev yapıp sokağa dökülmesiyle patlak verdi. Bu radikal ret dalgası ay sonuna doğru çoktan okyanusu aşıp Arjantin kıyılarına vur­ muştu bile. Arjantin'de greve katılan kadınlar, Lucfa Perez'in korkunç bir şekilde katledilme­ sine militan bir çığlıkla yanıt veriyordu: "M una menos."' Dalganın İtalya, İspanya, Brezilya, Türkiye, Peru, ABD, Meksika ve Şili'yi de kap­ sayan bir düzine ülkeye daha sıçraması uzun sürmedi. Sokaklarda doğan hareket daha sonra işyerlerine, oradan okullara ulaştı ve sonunda da gösteri dünyasını, medyanın ve politikanın hırslı dünyasını sular altında bıraktı. Bu dalga­ nın sloganları, arkamızda bıraktığımız iki yılda dünyamn dört bir yanında çok güçlü bir yankı buldu: #NosotrasParamos, #WeStrike, #VivasNosQueremos, #NiUnaMenos, #TimesUp, #Feminism4the99. Önce bir damladan ibaret olan hareket, sonra bir dalgaya, sonunda da devasa bir sele dönüştü: Belki de gücü, mevcut ittifak­ ları bozup siyasi haritayı yeniden şekillendir­ meye yetecek yeni küresel feminist bir harekete.* * “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz.” (ç.ıı.)

15

Bir dizi ulusal eylem, organizatörler dünya çapında birlikte greve gitmeye karar verince 8 Mart 2017'de uluslararası bir hareket haline geldi. Bu cesur hamleyle kadınlar Uluslararası Kadın Günü'nü yeniden politikleştirdiler. Depolitikleştirmenin pırıltılı incik boncuklarım -geç kahvaltıları, mimozaları, hediye kartlarım- bir kenara fırlatan grev katılımcıları, bu günün işçi sınıfı ve sosyalist feminizmdeki unutulmaya yüz tutmuş tarihsel köklerini yeniden sahneye koy­ du. Eylemleri yirminci yüzyılın başındaki işçi sınıfına mensup kadınların hareketlerinin ru­ hunu canlandırdı. Birleşik Devletler7de ağırlıklı olarak göçmen ve Yahudi kadınların öncülük ettiği ve ABD'li sosyalistlerin ilk Ulusal Kadın- f lar Günü'nün yam sıra Alman sosyalistler Luise Zietz ile Clara Zetkin'in Uluslararası Emekçi Ka­ dınlar Günü'nü organize etmesine ilham veren grev ve kitlesel nümayişleri örnek aldılar. Militan ruhu yemden canlandıran günümü­ zün feminist grevleri, işçi hakları ve toplumsal adalete ilişkin tarihsel mücadelelerdeki kök­ lerimizi geri kazandırıyor. Okyanuslar, dağlar ve kıtaların yanı sıra sınırlar, dikenli teller ve duvarlarla ayrılan kadınları bir araya getirerek "Bizim silahımız dayanışmadır" sloganına yeni bir anlam katıyor. Yerel ve simgesel duvarları yıkan bu grevler, kadınların gücünün muaz­ zam bir politik potansiyeli olduğunu gözler önüne seriyor: Ücretli ve ücretsiz emekleriyle J dünyanın dönmesini sağlayanların gücünü. 16

Ne var ki mesele yalnızca bundan ibaret de­ ğil: Gelişimini sürdüren bu hareket, grevin yeni biçimlerini icat etti ve grev formunu yeni bir tür politikaya aşıladı. Grevi yürüyüşlerle, eylemlerle, küçük işletmelerin kepenk indirmesiyle, barikat ve boykotlarla buluşturan hareket, bir zamanlar muazzam bir kapasitesi olan ancak onlarca yıl­ dır maruz kaldığı neoliberal saldırı yüzünden ciddi bir biçimde daralan grev repertuarını ye­ niden zenginleştiriyor. Aym zamanda bu yeni dalga, grevleri demokratikleştirip kapsamlarım büyütüyor; ama en önemlisi, neyin "emek" sa­ yıldığına ilişkin tanımın çeperini genişletiyor. Bu kategorinin ücretli emekle sınırlandırılma­ sına karşı çıkan kadınların şekillendirdiği grev aktivizmi, bir yandan da ev işlerinden, cinsellik­ ten el çekiyor ve gülümseme mecburiyetini rafa kaldırıyor. Kapitalist toplumda toplumsal cinsiyetlendirilmiş, ücretsiz emeğin oynadığı vazgeçilmez rolü görünür kılarak, dikkati sermayenin fayda sağladığı ancak karşılığında bir ödeme yapma­ dığı faaliyetlere çekiyor. Dahası, bu grevlere ka­ tılan kadınlar, konu ücretli emeğe geldiğinde de neyin emek/iş sayıldığı hususunda son derece netler. Yalnızca ücretlere ve saatlere odaklanmayıp aynı zamanda cinsel taciz ve saldırıyı, ye­ niden üretim adaletinin önündeki engelleri ve grev hakkına ket vuran düzenlemeleri de hedef tahtasına oturtuyorlar. Sonuç olarak yeni feminist dalga, "kimlik siyaseti" ile "sınıf siyaseti" arasındaki dirençli 17

ve bölünmeye yol açan karşıtlığın üstesinden gelme potansiyeline sahip. İşyeri ile özel hayat" arasındaki dayanışmayı ifşa eden bu hareket, sınıf mücadelesinin bu mekânlardan biriyle sınırlandırılmasını reddediyor. Dahası, neyin "iş" ve kimin "işçi" sayıldığına dair alışılageldik tanımları yeniden şekillendirerek, ister ücretli ister ücretsiz olsun, kapitalizmin kadın emeğini yapısal bir biçimde değersizleştirmesine kafa tutuyor. Olup bitene bir bütün olarak bakıldığında, kadınların grev feminizmi, sınıf mücadelesini yeni, eşi benzeri görülmemiş bir aşamaya taşıma ihtimalini barındırıyor: Femi­ nist, enternasyonal, çevreci ve ırkçılık karşıtı bir aşama. Bu müdahalenin zamanlaması mükemmel. Kadınların grev militanlığı, bir zamanlar ima­ lat sektöründe çok güçlü olan sendikaların cid­ di bir biçimde zayıfladığı bir anda patlak verdi. Sınıf mücadelesinin yanaklarına kan taşıyan aktivistler, yüzlerini yeni bir alana döndüler: Sağlık, eğitim, emeklilik ve barınmaya yönelik neoliberal saldırıya. Kapitalizmin kırk yıldır işçi sınıfının ve orta sınıfın yaşam koşullarına yönelik saldırısını hedef tahtasına koyan kadın aktivistler, insanların ve sosyal toplulukların varlığını sürdürebilmesi için gereksinim du­ yulan emek ve hizmetler hususunda kendile­ rini eğittiler. En militanca grev ve kavgaların çoğu tam da burada, yani "toplum sal yeni­ den üretim" meydanında vuku buldu. Birleşik 18

Devletler'dc öğretmenlerin grev dalgasından tutun da, İrlanda'da suyun özelleştirilmesine karşı verilen mücadelelere ve Hindistan'da te­ mizlik işçisi Dalitlerinkine kadar -hepsi de ka­ dın işçiler tarafından başlatılan ve gerçekleşti­ rilen- bütün bu grevler, sermayenin toplumsal yeniden üretime yönelik saldırısına karşı bir başkaldırıdır. Uluslararası Kadın Grevi hareke­ tiyle resmi olarak bağlantılı olmasalar bile, tüm bu grevler, hareketle pek çok ortaklık taşır. Bu grevler, hem yaşamlarımızı yeniden üretme­ miz için elzem olan emeğin değerini koruma­ ya çalışıyor hem de sömürüsüne karşı çıkıyor; dahası, sosyal hizmetler için harcanan paranın artmasını talep ederken, bunu ücret ve işyeri hususundaki başka taleplerle buluşturmaya çabalıyor. Arjantin, İspanya, İtalya ve daha pek çok ül­ kede başgösteren kadınların grev feminizmi, kemer sıkma politikalarına karşı güçlerden de geniş çaplı bir destek buldu. Üstelik de yalmzca kadınlardan ve ikili toplumsal cinsiyet kodlarına başkaldırmış insanlardan değil, aym zamanda erkekler de okullardan, sağlık hizmetlerinden, barınmadan, toplu taşımadan ve çevre koruma faaliyetlerinden yapılan kısıntılara karşı hare­ ketin muazzam eylemlerine omuz verdi. Finans kapitalin "kamu malları"na yönelik saldırısına karşı duran feminist grevler, toplumumuzu sa­ vunmak için sergilenen kapsamlı çabaların bir modeli ve katalizörü haline geliyor. 19

Bir bütün olarak bakıldığında militan femi­ nist aktivizmin yeni dalgası, hem ekmek hem de gülü talep ederek, imkânsızı isteme fikrini yeniden keşfediyor: Hem neoliberalizmin sof­ ralarımızdan çekip aldığı ekmeği hem de isya­ nın coşkusuyla ruhumuzu besleyen güzelliği talep etmekten geri durmuyor.

20

Tez 2: Liberal feminizmin iflas etti. Onu aşma vakti geldi.

Ana akım medyaf feminizm ile liberal feminiz­ mi bir tutmaktan vazgeçmiyor. Ne var ki, libe­ ral feminizm bırakalım soruna çözüm bulmayı, bizzat sorunun bir parçasıdır. Küresel Kuzey'de profesyonel-yönetici katlarma yuvalananlar, “lean in"e ve "cam tavam kırmaya" odaklanmış haldeler. Şirkette merdivenleri tırmanan ve or­ duda rütbe alan imtiyazlı kadınların üstünkörü bilgilerine alan açmaya odaklanmış bu yakla­ şım, ticari bir "çeşitlilik" coşkusuyla donanmış, piyasa merkezli bir eşitlik görüşünü öne sürü­ yor. Liberal feminizm, "ayrımcılık"ı kınamasına ve "seçme özgürlüğü"nü savunmasına rağmen, kadınların büyük bir çoğunluğu için seçme öz­ gürlüğünü ve kadınların otorite sahibi olması­ nı imkânsız kılan sosyo-ekonomik kısıtlamaları sorun etmeyi istikrarlı bir biçimde reddediyor. Liberal feminizmin gerçek amacı eşitlik değil, meritokrasidir. Toplumsal hiyerarşiyi yıkmaya çalışmaktan daha ziyade, onu "çeşitlendirme­ yi", "yetenekli" kadınları zirveye taşımak için "güçlendirmeyi" hedefliyor. Kadmlara düpe­ düz "yeterince temsil edilmeyen grup" muame­ lesi yapan savunucuları, imtiyazlı birkaç kişinin kendi sınıfından erkeklerle aynı koltuklara otura­ bilmesini ve aym maaşı kazanabilmesini garanti altına almaya çalışıyor. Doğası gereği, bu du­ rumdan başlıca faydalananlar zaten toplumsal, 21

kültürel ve ekonomik avantajlara sahip olanlar. Geriye kalanlar da en alttakiler. Gün geçtikçe katlanarak artan eşitsizlikle te­ peden tırnağa uyumlu olan liberal feminizm, baskıyı tamamen dışsallaştırıyor. Profesyonelyönetici kadınların, tam da çocuklarına bakan ve ev işleriyle uğraşan düşük ücretli göçmen kadınlara yaslanarak [leatı on] işlerinde yükselme­ sine [lean in] olanak sağlıyor. Sınıf ve ırka gözleri kapalı olan bu anlayış, davamızı seçkincilik ve bireyciliğe indirgiyor. Feminizmi "tek başına" bir hareketmiş gibi yansıtarak, yolumuzu ço­ ğunluğa zarar veren politikalarla kesiştirip bu politikalara karşı duran mücadelelerden uzak­ laştırıyor. Kısacası, liberal feminizm feminiz­ min adına kara çalıyor. Liberal feminizmin ethos'u yalmzca ticari değerlerle değil, aynı zamanda neoliberal kül­ türün sözde "ilerici" akımlarıyla da buluşur bir noktada. Kişisel gelişime duyduğu aşk, fe­ minizmi kadınların bireysel olarak tek tek öne çıkmalarıyla birbirine karıştıran sosyal medya ünlülüğü dünyasına aym derecede nüfuz eder. Bu dünyada "feminizm", hakkında en çok ko­ nuşulan hashtag'e ve reklamım yapma aracına dönüşme riski taşır. Bu da sayısı bir elin par­ maklarını geçmeyen insanların ikbali uğruna çoğunluğun özgürleşmesinin önemsizleştirilmesi manasına gelir.

22

Dolayısıyla liberal feminizm genel itibariyle neoliberalizm için mükemmel bir mazeret üre­ tir. Özgürleşme iklimindeki gerici politikaların örtbas edilmesini sağlayarak, küresel sermayeyi destekleyen güçlerin kendilerini "ilerici" olarak sunmalarına imkân tanır. Birleşik Devletler'de küresel finansla işbirliğine giderken, Avrupa'da İslamofobiye kılıf hazırlayan, işte tam da erki elinde tutan bu kadınların feminizmidir: Ticaret guruları "lean in"i vaaz edip küresel Güney'deki kadmtokratlar [femocrats] yapısal düzenle­ meler ve mikrokredileri dayatırken, pantolonlu profesyonel politikacılar da Wall Street'te yap­ tıkları konuşmalar için altı haneli çekleri cebe indiriyor. Lean-in feminizmine yanıtımız, kick-back [geri tepme] feminizmidir. Ezici bir çoğunluk kırık cam parçalarım temizlemeye mahkûm edilmiş­ ken, cam tavam kırmakla zerre kadar ilgilenmi­ yoruz. Köşe ofislere kurulan kadın CEOTarı ba­ şarıları için kutlamak değil, hem köşe ofislerden hem de CEOTardan kurtulmak istiyoruz.

23

Tez 3: ihtiyacımız olan antikapitalist bir feminizm; %99 için bir feminizm.

Önerdiğimiz feminizmin bu çağın krizlerine yanıt vermesi gerektiğinin farkındayız: Giderek düşen yaşam standartları ve giderek büyüyen ekolojik felaket; artan savaşlar ve şiddetlenen mülksüzleştirme; sonu dikenli tellere varan kit­ lesel göçler; ırkçılık ile yabancı düşmanlığının yüreklendirilmesi ve zor zahmet kazanılmış top­ lumsal ile siyasal hakların budanması. Tüm bu sorunlarla yüzleşmek istiyoruz. Ye­ tersiz tedbirlerden uzak duran bir feminizm tahayyül ediyoruz ve bu feminizmin amacı, gi­ derek yaygınlık kazanan barbarlığın kapitalist kökleriyle mücadele etmek. Sayısı bir elin par­ maklarım geçmeyen insanın özgürlüğünü sa­ vunmak için çoğunluğun refahım kurban etme­ yi reddeden bu feminizm, çoğunluğun ihtiyaç ve haklarım savunur: Yoksul ve işçi sınıfından kadınların, ırkçılığın kurbanı olmuş ve göçmen kadınların, queer\enn, trans bireylerin, engelli kadınların, sermaye onları sömürürken kendi­ lerini "orta sınıf" olarak görmeye teşvik edilmiş kadınların ihtiyaç ve haklarını. Gelgeldim, me­ sele sadece bundan ibaret değil. Bu feminizm kendisini geleneksel olarak tanımlanmış "kadın sorunlarıyla sınırlamaz. Sömürülen, ezilen ve baskı gören herkesin yanında yer alır; amacı bü­ tün insanlık için umut kaynağı olmaktır. îşte bu

25

feminizme %99 için faninizin dememizin nedeni tam da bu d ur. İlhamını yeni kadın grevleri dalgasından alan %99 için feminizm, pratik deneyimlerle teorik düşünceleri aynı potada eriterek vücut buluyor. Neoliberalizm toplumsal cinsiyet bas­ kısını gözlerimizin önünde yeniden şekillen­ dirirken, kadınların ve ikili toplumsal cinsiyet kodlarına uymayan bireylerin kâğıt üstünde­ ki haklarını kullanabilmesinin veyahut haklar elde etmeye devam edebilmesinin yegâne yolu­ nun, bu hakların altını oyan toplumsal sistemin dönüştürülmesi olduğunu düşünüyoruz. Yasal kürtaj, ne karşılayacak parası ne de onu sağla­ yan kliniklere erişimi olan yoksul ve işçi sını­ fından kadınlar için kendi başına pek bir mana taşımaz. Bundan daha ziyade, yeniden üreme adaletinin ve ücretsiz, evrensel, kâr amacı güt­ meyen sağlık hizmetlerinin sağlanması; ayrıca tıpta öjenik uygulamaların sona erdirilmesi­ ni gerektirir. Ücret eşitliği, yoksul ve işçi sını­ fından kadınlar için doğru dürüst geçinmeye yetecek ölçüde, kıt kanaat olmayan bir ücretin yanı sıra gerçek bir temeli olan, dava açmaya hakkını da içeren işçi hakları ile ev ve sağlık hiz­ metlerine ilişkin yeni bir düzenleme anlamına gelmediği sürece ancak sefalette eşitlik manası­ na gelebilir. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet şid­ detini suç kapsamında değerlendiren yasalar, şayet yapısal cinsiyetçiliğe, adalet sistemindeki ırkçılığa karşı gözlerini kapıyorsa; polis şidde­ tine, kitlesel gözaltılara, sınır dışı etme tehdit­ 26

lerine, askeri müdahalelere ve işyerindeki taciz ile suiistimale karşı söyleyecek tek bir sözü bile yoksa acımasız bir desiseden başka bir şey de­ ğildir. Sonuçta, kamusal hizmetleri, barınmayı sağlayacak ve kadınların hem evde hem de iş­ yerinde şiddete maruz kalmasını engelleyecek finansmanları içermediği sürece, yasal çareler boş birer kabuktan ibarettir. %99 için feminizm, hem bu yolları hem de daha fazlasını kullanarak, derinlikli ve geniş çaplı bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Bu hareketin neden hizipçi olmadı­ ğının nedeni özetle budur. Bizler, hiziplere ay­ rılmaktan daha ziyade çevresel adalet, ücretsiz nitelikli eğitim, doğru dürüst kamusal hizmet­ ler, düşük ücretli barınma, işçi hakları, ücretsiz evrensel sağlık hizmetleri veya ırkçılığın ya da savaşın olmadığı bir dünya için çabalayan her hareketi %99 için savaşmaya davet ediyoruz. Bizi tahakküm altma alan toplumsal ilişkileri ve kurum lan yerle bir edebilecek gücü ve görüşü kazanmanın yegâne yolu bu türden hareketler­ le ittifak kurmaktır. %99 için feminizm, sınıf mücadelesini ve kurumsallaşmış ırkçılığa karşı savaşmayı be­ nimsiyor. İşçi sınıfının her kesiminden kadın­ ların kaygılarım merkezine alıyor: İster ırkçılık mağduru, göçmen ya da beyaz; ister cis, trans ya da ikili toplumsal cinsiyet kodlarına uyma­ yan; ister ev emekçisi ya da seks işçisi; ister saat başına, haftalık, aylık ücret alsın ya da almasın;

ister işsiz veya prekarya; ister genç ya da yaşlı olsun. Enternasyonalizme sadık bir feminizm, emperyalizme ve savaşa kesinlikle karşı durur. %99 için feminizm yalnızca neoliberalizme değil, aynı zamanda kapitalizme de karşıdır.

28

Tez 4: Şu anda yaşadığımız şey, bir bütün olarak toplumun krizidir ve temel nedeni de kapitalizmdir.

2007-2008, ana akım gözlemcilere göre 1930'lardan bu yana dünyamn yaşadığı en korkunç eko­ nomik krizin başlangıcım işaret ediyordu. Bu gözlem esasen son derece doğru olsa da mevcut krizin çapım anlamakta yine de yetersiz kalmak­ tadır. Şu anda yaşadığımız şey, bir bütün olarak toplumun krizidir. Hiçbir surette ekonomi sahasıy­ la sınırlanamaz; aym anda hem ekonomide hem ekolojide hem politikada hem de "bakım" hiz­ metlerinde vuku bulan bir krizdir. Bu, toplumsal örgütlenmenin bütün biçimine dair genel bir kriz ve temelde de kapitalizmin krizidir. Özel olaraksa kapitalizmin bugün içinde yaşadığımız acımasız ve talancı biçiminin krizidir: Küreselleşen, ekono­ mikleşmiş ve neoliberal biçiminin. Kapitalizm, dönem dönem bu türden krizler üretir ve bunlar hiç de tesadüfi değildir. Bu sis­ tem, yalnızca emek gücünü sömürerek değil, aym zamanda doğayı, kamusal malları ve insanlarla toplumları yeniden üreten ücretsiz emeği bedelini ödemeden el koyarak varlığım sürdürüyor. Dur durak bilmeden sonsuz kâr peşinde koşan ser­ maye, (buna zorlandığı durumlar haricinde) tüm bunların yerine yenilerinin konması için gereken bedeli üstlenmeden sınırlarım sürekli ileri taşıyor. Yapısı gereği doğayı küçümseyen, kamusal güç­

29

leri araçsallaşfaran ve bakım emeğinin bilabedel sergilenmesini isteyen sermaye, belli aralıklarla hayatta kalmasına olanak sağlayan koşulları -ve bizleri- istikrarsızlaştırır. Kriz, sermayenin gene­ tik kodunda yazılıdır. Kapitalizmin bugünkü krizi, bilhassa şiddet­ li bir hal aldı. Neoliberalizmin hüküm sürdüğü kırk yıl boyunca ücretler düştü, işçi hakları bu­ dandı, çevre talan edildi, ailelerin ve toplumların varlığını sürdürmesini sağlayan enerji kaynakla­ rına el kondu. Kriz, ekonominin kılcal damarla­ rından çıkıp toplumsal dokuya yayıldı. Dünya­ nın dört bir yarımdaki insanların artık kitlesel olarak "Basta!" [Yeter!] diye haykırması boşuna değil. Klişelerin dışında düşünmeye açık olan­ lar, mevcut politik partileri ve neoliberal sağdu­ yunun telkin ettiği "serbest piyasa rekabeti"ni, "kalkınma ekonomisini, "işgücü piyasası esnekliğini ve "sürdürülemez borç"u elinin ter­ siyle bir kenara itiyor. Bunun sonucuysa liderlik ile organizasyon arasmda bir boşluğun doğması ve bu boşluğu anlamlandırmaya duyulan ihtiya­ cın gün geçtikçe artmasıdır. Bu gediğe atlayan toplumsal güçler arasın­ da %99 için feminizm de var. Gelgelelim, biz bu alamn önderliğini üstlenmiş değiliz. Aksine, pek çok kötü aktörle aym sahneyi paylaşıyoruz. Her yerde pıtrak gibi çoğalan sağ hareketler, "serbest ticaret i sonlandırıp dış göçü kısıtlayarak ve ka­ dınların, beyaz olmayanların, LGBTQ+ bireyle-

30

rin haklarını sınırlayarak, "doğru"* etnik köke­ ne, milliyete ve dine sahip olan pek çok aileyi kalkındırma vaadinde bulunuyor. Bu esnada, "ilerici direniş"in baskın akımları de aynı ölçü­ de rahatsız edici bir gündemi izliyor. Statüko­ yu yeniden tesis etmek için çaba harcayan bu küresel finans partizanları; feministleri, ırkçılık karşıtlarını ve çevrecileri, liberal //hamileri"nin saflarında buluşmaya ve toplumsal dönüşüme ilişkin daha iddialı, eşitlikçi tasarılarından vaz­ geçmeye ikna etmeyi umuyorlar, %99'u temele alan feministler tabii ki bu teklifi elinin tersiyle reddediyor. Yalnızca gerici bir popülizmi değil, aynı zamanda ilerici neoliberal hasımlarmı da... Bizler, sefalet ile krizin gerçek kaynağını yani kapita­ lizmi keşfetmek ve onunla yüzleşmek istiyoruz. Başka bir deyişle, bize göre kriz, basit bir bi­ çimde insanların acı çektiği, kârın ciddi bir biçim­ de azaldığı bir zaman aralığından ibaret değildir. Hayati bir politik uyamş uğrağı ve toplumsal dö­ nüşüm için bir fırsattır. Halkın önemli bir kesimi, kriz zamanlarında omuz verdikleri güçlerden desteklerini çeker. Alışılageldik politikaları red­ dederek yeni fikirler, organizasyonlar ve ittifak­ lar aramaya başlar. Bu türden durumlarda yakıcı sorular şunlardır: Toplumsal dönüşüm sürecine kim önderlik edecek? Bu süreç kimin çıkarma olacak ve nasıl nihayetlenecek?

Yazarlar burada “riglıt” sözcüğünün hem “doğru” hem de “sağ” manasına gelmesine gönderme yapıyor, (ç.ıı.)

31

Genel krizin toplumsal bir yeniden şekillenişe kapı araladığı böylesi bir sürece modern tarihte pek çok defa tesadüf edilmişse de, bu ör­ nekler çoğunlukla sermayenin lehine sonuçlan­ mıştır. Kârı eskiden olduğu seviyelere çekme peşindeki müdafileri, kapitalizmi tekrar tekrar yeniden icat etmiştir. Bu insanlar, yalmzca res­ mi ekonomiyi değil, aym zamanda politikayı, toplumsal yeniden üretimi ve doğayla olan ilişkimizi de yeniden şekillendirme peşindeler. Bunu yaparak yalmzca sınıf sömürüsünü değil, aym zamanda toplumsal cinsiyet ve ırk saha­ sındaki baskıları da yeniden şekillendiriyorlar. Feminist enerjiler de dahil olmak üzere, bütün isyankâr enerjileri karşı konulamaz bir biçimde %1'in namına temellük etmeye çabalıyorlar. Bu süreç bugün tekrar edebilir mi? Tarihsel açıdan yaklaşırsak, %1 daima toplumun ya da çoğunluğun çıkarlarına kayıtsız kalmıştır. Ge­ lin görün ki, bugün %lTik kesim artık çok daha tehlikeli. Kısa vadede kâr etmek dışında hiçbir derdi olmayan bu grup, yalmzca krizin derinli­ ğini anlamaktan azade değil, aym zamanda biz­ zat kapitalist sistemin uzun vadeli refahını da tehlikeye atıyor: Gelecekteki kârların da zemini olan ekolojik önkoşulları garanti altına almak yerine petrol uğruna toprağı delik deşik etmeyi tercih ediyorlar. Sonuç olarak, bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, bildiğimiz manasıyla yaşamı tehdit etmekte­ dir. Bu sorunu ortadan kaldırmaya yönelik ça32

balar, toplumsal örgütlenmeye dair en temel so­ ruların sorulmasına yol açmaktadır: Ekonomiyi toplumdan, toplumu doğadan, üretimi yeniden üretimden ve işi aileden ayıran çizgiyi nereye çekeceğiz? Kolektif olarak ürettiğimiz toplum­ sal artı değeri nasıl kullanacağız? Dahası, bu meselelerde kim karar verecek? Kâr peşinde ko­ şanlar, kapitalizmin toplumsal çelişkilerini şahsi servetlerini katlamak için yeni fırsatlara dönüş­ türmeyi başarabilecek mi? Toplumsal cinsiyet hiyerarşisini yeniden düzenlemelerine karşın feminist isyanın önemli ayaklarım yatıştırabile­ cekler mi? Veyahut sermayeye yönelik kitlesel isyan, sonunda "trende yolculuk edenlerin acil durum frenine asılmasına dönüşecek mi? Şayet böyle bir şey olacaksa, feministler bu isyanın ön sıralarında yer alacak mı? Bu sorulara ne yanıt verirsek verelim, son so­ ruya yanıtımızın evet olacağına şüphe yok.

33

,

Tez 5: Kapitalist toplamlarda toplumsal cinsiyet baskısı toplumsal yeniden üretimin kâr uğruna üretime tabi kılınmasına dayanır. Biz bunu tersine çevirmek istiyoruz.

Pek çok insan kapitalist toplumlarm tanımı gereği sınıflı toplumlar, yani para kazanması gereken çok daha büyük bir grubun daha kü­ çük bir azınlığın şahsi kârı uğruna sömürülme­ sine olanak tanıyan bir toplum olduğunu bilir. Ne var ki, bu gerçek kadar bilinmeyen bir başka gerçekse kapitalist toplumlarm aynı zamanda tanı­ mı gereği toplumsal cinsiyet baskısından doğduğu­ dur. Cinsiyetçilik ortaya tesadüfen çıkmamıştır; bu toplumun yapısına içkindir. Şüphesiz, kadımn tahakküm altına almması kapitalizmin icadı değil. Baskı altma alma, daha önceki sınıflı toplumlarda da başka biçimler al­ tında gözlenen bir durumdur. Gelgelelim, ka­ pitalizm cinsiyetçiliğin yeni, ayrıksı "modern" biçimlerini tesis etmiş; bunu yeni kurumsal ya­ pılarla desteklemiştir. Kapitalizmin temel hamle­ si, insanların teşekkülüyle [the making of people] kârın teşekkülünü [the making of profit] birbirin­ den ayırmak; ilkini kadınların görevi haline getirir­ ken, diğerinde de kadınları ikincil konuma koyma­ sıdır. Kapitalizm, bu hamlesiyle aynı anda hem kadınları baskı altma almayı yeniden icat etmiş hem de bütün dünyayı alt üst etmiştir.

35

Bir insanın teşekkülünün ne kadar hayati ve girift bir emek barındırdığını anımsadığı­ mız vakit, tuhaflık ayan beyan ortaya çıkıyor. Bu faaliyet, yalnızca bir yaşamı biyolojik ola­ rak dünyaya getirip onu sürdürmekten ibaret değildir; çünkü aynı zamanda çalışma kapasi­ temizi veyahut Marx'ın verdiği isimle emek gücü"nü yaratıp sürdürmeyi de içerir. Dahası, bu süreç insanları "doğru" tutumlarla, eğilim­ lerle, değerlerle; yeteneklerle, kabiliyetlerle ve vasıflarla şekillendirmeyi de içerir. Sonuçta bir insanın teşekkülü için sarf edilen çaba [zvork], genel olarak toplum ve özel olarak da kapitalist üretim için maddi, toplumsal ve kültürel bazı koşulların gerçekleştirilmesinin önkoşuludur. Bu çaba olmaksızın ne yaşam ne de emek gücü ortaya çıkabilir. Bu hayati faaliyete toplumsal yeniden üretim diyoruz. Kapitalist toplumlarda, toplumsal yeniden üretimin sahip olduğu rolün önemi gizlenmiş ve reddedilmiştir. Bir insamn teşekkülünün kendi başına önemli olduğu göz ardı edilerek, bu süreç kâr elde edilmesinin salt bir aracı gibi düşünülmüştür. Böyle düşünülmesinin nede­ niyse şudur: Sermaye, paraya en önemli öğe muamelesi yaparken, bir yandan da bu süreç için para ödemekten elinden geldiğince kaçınır. Toplumsal yeniden üretim emeğini sergileyen kadınları ikincil bir konuma koyar. Üstelik de kadınlar burada yalnızca sermaye sahiplerinin

36

değil, başkalarının sorumluluğunu üstlenebile­ cek daha imtiyazlı başka işçilerin de altında bir konuma itilir. Burada sözü edilen "başkaları" büyük oranda kadındır. Çünkü kapitalist toplumda, toplumsal yeniden üretimin örgütlenmesi toplumsal cinsiye­ te dayanır: Toplumsal cinsiyet rollerine ve toplumsal cinsiyet baskısının tahkim edilmesine. Bu nedenle toplumsal yeniden üretim feminist bir meseledir. Gelgelelim, sınıf, ırk, cinsellik ve ulusun belli baş­ lı noktalarında fay hatları vardır ve mevcut krizi çözmeyi hedefleyen bir feminizm, toplumsal ye­ niden üretimi, söz konusu tahakküm eksenlerini birbirine bağlayan ve kavrayan bir bakış açısıyla ele almak mecburiyetindedir. Kapitalist toplumlar, emeğin sürekli ye­ niden üretimi sürecinde ırk ayrımcılığım da kurumsallaştırmıştır. İster köle toplumu ya da sömürgecilik, ister apartheid ya da yeni em­ peryalizm söz konusu olsun, bu sistem ırk ay­ rımcılığına maruz kalmış kadınları, çoğunluk konumunda olan etnik gruptan ya da beyaz "kızkardeşleri"ne çok düşük ücretlerle hizmet etmeye zorlamıştır. Bütün enerjilerini hanıme­ fendilerinin ya da işverenlerinin çocuklarına ve evlerine bakmak için harcamaya zorlanan kadınlar, kendi evleriyle çocuklarının bakım­ ları için çok büyük bir mücadele vermek zo­ runda kaldılar. Bunun yanı sıra, tarihsel açıdan bakıldığında, kapitalist toplumlar kadınların toplumsal yeniden emeğini toplumsal cinsi­

37

yet ikiliğinin ve heteronormatifliğin hizmetine sunmaya çabalamıştır. Anneleri, öğretmenleri, doktorları ve diğer insanları çocuklarının heteroseksüel birer cis-kız ya da cis-oğlan olmasını sağlamaları için yüreklendirmiştir. Bunun üstü­ ne bir de modern devletlerin insanların teşek­ külünü çoğu zaman kendi ulusal ve emperyal tasarılarının aracı haline getirmeye çalıştığı ger­ çeğini eklemek gerekir. Modern devletler, doğ­ ru" doğumları teşvik ederken, "yanlış larm da cesaretini kırar. Eğitim ve aile politikalarım yalnızca "halk" için değil, aynı zamanda -g e ­ rek duyulduğunda ulus için fedakârlığa davet edilebilecek- "Almanlar", "İtalyanlar" ya da "Amerikalılar" için tasarlarlar. Sonuç olarak toplumsal yeniden üretimin şımf karakteri te­ mel niteliktedir. İşçi sınıfından annelerin ve okulların, çocukları sisteme uygun "işçiler" ola­ rak yaşama hazırlaması beklenir; İtaatkâr, pat­ ronlarına saygılı, "haddini" bilen ve sömürüye müsamaha gösteren. Bu baskı yöntemleri hiçbir zaman kusursuzca işlememiştir; hatta ara sıra hedefi çok fena ıskalamışlardır. Şunu da ekle­ meden geçmeyelim: Bunlardan bazıları günü­ müzde giderek gücünü kaybediyor. Her şeye rağmen, toplumsal yeniden üretim, tahakküm ve ona karşı mücadeleyle sonuna kadar ilgilidir. Kapitalist bir toplumda toplumsal yeniden üretimin ne kadar merkezi olduğunu bir kez anladığımızda artık sınıfa eskisi gibi bakama­ yız. Eski usul anlayışların aksine, kapitalist toplumda sınıfı oluşturan şey, yalnızca "emeği" 38

doğrudan sömüren ilişkiler değil, aynı zaman­ da emeği yaratan ve yenileyen ilişkilerdir de. Küresel işçi sınıfı yalnızca fabrikalarda ya da madenlerde çalışanlardan ibaret değil. Tarlalar­ da, evlerinde, ofislerde, otellerde, restoranlarda, hastanelerde, çocuk bakım kliniklerinde, okul­ larda, özel sektörde, sivil toplumda güvencesiz, işsiz ve emeği için hiçbir ücret almayanlar da aym derecede önemli. Çoğu zaman tahayyül edildiğinin aksine küresel işçi sınıfı, straight be­ yaz erkeklerle sınırlı değil; göçmenler, ırk ay­ rımcılığına maruz kalanlar, hem cis hem trans kadınlar, farklı vasıflara sahip insanlar da bu sınıfın bir parçası. Tüm bu insanların ihtiyaçları ve arzuları, kapitalizm tarafından göz ardı edi­ liyor veyahut çarpıtılıyor. Bu bakış açısı, sımf mücadelesine ilişkin çer­ çevemizi de genişletmemizi sağlar. Bu sayede yalmzca adil sözleşmeler ya da asgari ücret gibi işyerindeki ekonomik kazammlara odaklan­ mayı bırakıp aym zamanda sendikalar ile res­ mi işçi örgütleriyle smırlanmaksızm toplumun farklı alanlarındaki kazanmalarına da dikkat etmeye başlarız. Bizim için hayati olan ve olup biteni anlamanın anahtarı şudur: Sınıf mücade­ lesi, toplumsal yeniden üretime ilişkin mücadeleleri de bünyesinde barındırır: Evrensel sağlık hizme­ tine ve ücretsiz eğitime, çevresel adalete ve te­ miz enerjiye erişme, barınma ve toplu taşımaya dair mücadeleleri. Kadın özgürleşmesi için, ırk­ çılık ve yabancı düşmanlığına karşı sergilenen politik mücadeleler ve savaş ile sömürgeciliğe 39

yönelik muhalefet de yukarıda saydıklarımızla aynı derecede önemlidir. Bu türden çatışmalar, her ne kadar değerini reddetse de, emeğin yeniden üretimine daya­ nan kapitalist toplumlar için her daim elzem olmuştur. Fakat bugün, toplumsal yeniden üretime ilişkin mücadeleler bilhassa yakıcı bir hal almıştır. Neoliberalizm, hane başına ücretli emek saatinin arttırılmasını, bu esnada sosyal refah için devletin verdiği desteğin azaltılması­ nı talep ederken, ailelerin, toplulukların ve en başta da kadınların çamna ot tıkıyor. Bu evren­ sel müsadere koşulları altında toplumsal ye­ niden üretime ilişkin mücadeleler merkezi bir rol oynuyor. Söz konusu mücadeleler, toplumu tepeden tırnağa değiştirme potansiyeli taşıyan öncü tasarıları şekillendiriyor artık.

40

Tez 6: Toplumsal cinsiyet şiddeti farklı biçimler alsa da, bunların hepsi kapitalist toplumsal ilişkilerle bağlantılıdır. Hepsine karşı savaşm aya yemin ediyoruz.

Araştırmacılar küresel olarak her üç kadın­ dan en az birinin yaşamları boyunca toplumsal cinsiyet şiddetine maruz kaldığım tahmin edi­ yor. Bunların büyük bir çoğunluğu kadınların partnerlerinden geliyor; kadın cinayetlerinde partnerlerin parmağının olduğu vakaların oram yüzde 38ü buluyor. Fiziksel, duygusal veyahut her türden partner şiddeti, kapitalist toplumun dört bir yamnda bulunur; her ulusta, sımfta ve ırksal-etnik grupta. Bu şiddet tesadüfi olmak bir yana, tam aksine, temelini kapitalist toplumun ku­ rumsal yapısında bulur. Bugün yaşadığımız toplumsal cinsiyet şid­ deti, aile ve kişisel yaşamın kapitalist toplum­ daki çelişkili dinamiklerinin bir yansımasıdır. Tüm bunlar, sistemin insanın teşekkülü ile kârın teşekkülü ve aile ile "iş" arasındaki be­ lirleyici ayrımına dayanmaktadır. Bu süreçte anahtar niteliğindeki değişim anlarından biri, erken dönemlerdeki -yaşlı erkeklerin yaşam ve ölüm hakkım elinde tuttuğu- akrabalığa dayalı hane yönetiminden kapitalist modernli­ ğin sınırlı, heteroseksüel -daha küçük bir hane halkına önderlik eden "daha küçük" erkekle­ rin idare hakkının azaldığı- çekirdek ailesine

41

geçişti. Bu değişimle birlikte akrabalık temelli toplumsal cinsiyet şiddetinin niteliği de değişti. Daha önce alenen politik olarak görülenler artık "özel" oldu: Politik olan, "rasyonel" ve kontrollü olmaktan çıkıp çok daha enformel ve "psikolo­ jik" oldu. Varlığını ağırlıklı olarak alkol, utanç ve endişeye dayanarak sürdüren bir tahakküm, bu türden bir toplumsal cinsiyet şiddeti, kapi­ talist toplumun her aşamasında görülebilir. Ne var ki, bu şiddet kriz dönemlerinde çok daha tehlikeli ve yaygın hale gelir. Bu dönemlerde statü endişesi, ekonomik kırılganlık ve politik belirsizlik artıyor, toplumsal cinsiyet düzeniyse sarsılıyormuş gibi görünür. Kimi erkekler ka­ dınların "kontrollerinden çıktığı"nı ve modern toplum da yeni cinsel özgürlük ile toplumsal cinsiyet akışkanlığı yüzünden kontrolün "par­ maklarının arasından kayıp gittiğini" görür. Bu adamların eşleri ya da kız arkadaşları "kibirli", evleri "düzensiz" ve çocukları da "yaramaz"dır. Patronları merhametsiz, iş arkadaşları haksız bir biçimde kayırılmakta ve işleri de tehlike altındadır. Cinsel hünerleri ve ayartma güçleri şüpheli haldedir. Erilliklerinin tehdit altında ol­ duğunu fark edip köpürürler. Gelgelelim, kapitalist toplumdaki her tür­ den toplumsal cinsiyet şiddeti açık bir şekilde bu "özel", "irrasyonel" biçimi almaz. Bu şid­ detin başka türleri de oldukça "rasyonel" dir: Bir denetim tekniği olarak toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddetin araçsallaştırılması mesela. Örnekler arasında köleleştirilmiş ve sömürülen 42

kadınlara tecavüz edilmesinin yaygın bir silah haline dönüştürülmesinden beyaz olmayan kadın topluluklarında tedhiş havası estirmek ve onların tabiiyetini tahkim etmeye; kadınla­ rın "alıştırılması" için kadın tüccarları ve insan kaçakçıları tarafından tekrar tecavüze uğrama­ sından savaşta silah olarak "düşman" kadınlara önceden planlayarak tecavüz edilmesine kadar pek çok durum var. Cinsel saldırı ve taciz, çoğu zaman işyerlerinde, okullarda ya da kliniklerde de bir araç haline gelmiştir. Bu gibi durumlar­ da failler, patronlar ve yöneticiler, öğretmenler ve antrenörler, polisler ve gardiyanlar, doktor­ lar ve psikiyatristler, ev sahipleri ve ordu men­ suplarından, yani hepsi de kurbanları üzerinde kamusal kurumsal bir iktidara sahip olanlardan başkası değildir. Bu iktidar sahipleri, kurbanla­ rı üzerinde cinsel açıdan fayda sağlayabilecekleri bir hakimiyet kurabilir; hatta kimilerinin yaptığı tam da budur. İşte, kadınların ekonomik, pro­ fesyonel, politik ve ırksal yaralanabilirliğinin kökenleri tam da burada yatar: Maaş bordro­ suna, referansa, işverenin ya da ustabaşımn göçmenlik statüsünü sormayacağına dair hüs­ nüniyetine olan bağımlılığımız. Bu şiddeti ola­ naklı kılan şey, toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıfı birbiriyle buluşturan hiyerarşik iktidar sistemi­ dir. Bu şiddetin sonucu da söz konusu sistemin normalleştirilip tahkim edilmesidir. Aslına bakılırsa toplumsal cinsiyet şiddeti­ nin -biri özel, öteki kamusal olan- iki biçimi birbirinden ayrılamaz. Gençliğin, erkek kar­ 43

deşlik kulüplerinin ve sporcu altkültürlerinin söz konusu olduğu melez vakalar da vardır. Bu altkültürler genç erkekleri kurumsallaşmış mizojiniye, statü için birbirleriyle rekabet etme­ ye ve kadınları suiistimal ederek hava atmaya yönlendirmektedir. Dahası, toplumsal cinsiyet şiddetinin bazı kamusal ve özel biçimleri, bu kısırdöngüyü karşılıklı olarak tahkim etmekte­ dir. Çünkü kapitalizm kadınları ağırlıklı olarak yeniden üretim işiyle görevlendirdiği için "üre­ tici emek" dünyasına paydaşlar olarak eksiksiz bir biçimde katılma kabiliyetimize ket vurmak­ tadır. Bunun sonucunda da bir çoğumuz aile­ mizi ayakta tutmaya yetmeyecek, hiçbir yere varmayan işlerde çalışmak zorunda kalırız. Bu da "özel" hayatımıza dezavantaj olarak yansır; çünkü bizi güçsüzleştiren ilişkileri terk etme ka­ biliyetimiz azalır. Tüm bu olup bitenden ilk fay­ dalanan da hiç şüphesiz ki sermayedir. Ne var ki, etkisi bize ikinci bir saldırı olarak yansır: İlki aile ve yakın çevreden, İkincisi de sermayenin tetikçilerinden. Toplumsal cinsiyet şiddetine yönelik alışılageldik feminist tepkiler akla yatkın olmakla birlikte yetersizdir. En yaygın tepki, bunun bir suç olduğunun kabul edilmesi ve ceza verilme­ si talebidir. Bu -çoğu zaman anıldığı şekliyle"cezai feminizm"* [carceral feminism], tam olarak Sorunları polis, hapishane ve ceza sistemleri aracılığıyla çözmeyi öneren, bu nedenle sosyo-elconomik ve yapısal gerekçeleri göz ardı ettiği eleştirisine maruz kalan feminist bir akım, (ç.n.)

44

neyin sorgulanması gerektiğine daha en baştan karar vermiştir: Yasaların, polisin ve mahkeme­ lerin toplumsal cinsiyet şiddeti üretmeye eği­ limli köklere sahip olan kapitalist iktidar yapı­ larından yeterince özerk olduğu gibi yanlış bir varsayıma sahiptir. Aslına bakılırsa cezai adalet sistemi, orantısız bir şekilde yoksulları, işçi sını­ fından beyaz olmayan erkekleri ve göçmenleri hedef alır. Bunların aksine beyaz yakalı profes­ yonel erkeklerse tecavüz ve dayak gibi konu­ larda suçlanmaktan muaftır. Aynca bu sistem, yaraları sarmak söz konusu olunca kadınların kendi başının çaresine bakmasını önerir: Kadın­ lar, hapisteki oğullarım ve eşlerini ziyaret etmek için uzun mesafeler kat etmek; evi kendi başla­ rına çekip çevirmek, tutukluluk halinin hukuki ve bürokratik açmazlarıyla kendi başına müca­ dele etmek zorunda kalıyor. Benzer bir biçimde insan kaçakçılığı karşıtı kampanyalar ve "cinsel kölelik" karşıtı yasalar, tecavüzcüler ile bu işten kâr edenler kadar göçmen kadınların da sınır dışı edilmesi için kullanılıyor. Aym zamanda söz konusu şiddete cezai yollarla verilen yamt, çoğu zaman geriye kalanların kurtuluş seçeneklerinin önemini göz ardı etmektedir. Evlilik içi tecavüz ya da işyerinde maruz kalman saldırıları suç ka­ bul eden yasalar, gidecek yeri olmayan kadınla­ ra el uzatmadığı gibi, bir yeri olanların da oraya varmasına yardımcı olmuyor. Bu koşullar altın­ da hiçbir feminist, hatta sınıf ve ırk konusunda duyarlılığı olmayanlar bile, toplumsal cinsiyet şiddetine verilen bu cezai yanıtı destekleyemez.

45

Kadıntokratların önerdiği "piyasaya daya­ nan çözümler" de aynı derecede yetersizdir. Küresel finans kurumlarınm heybetli gökde­ lenlerinden konuşan ve etek giyen bu ilerici neoliberaller, onlar kadar şanslı olmayan Gü­ neyli kızkardeşlerini kendi işlerini kurmaları için para vererek şiddetten korumayı önerir. Mikrokredilerin aslmda ev içi şiddeti ve kadın­ ların erkeklere bağımlılığım azalttığına yönelik kanıtlar en iyi ihtimalde dahi sallantılıdır. Ne var ki, bu kredilerin bir etkisi son derece açık­ tır: Mikro-fonlama kadınların borç aldıkları kişilere bağımlılığını arttırmaktadır. Yoksul ve işçi sınıfın­ dan kadınların boyunlarına dolanmış borç yu­ larım gitgide sıkılaştıran bu yaklaşım, bizatihi toplumsal cinsiyet şiddetine yol açmaktadır. %99 için feminizm, toplumsal cinsiyet şidde­ tine yönelik hapse dayanan ya da kadıntokrat yaklaşımların ikisini de reddeder. Kapitalizmin çatısı altındaki toplumsal cinsiyet şiddetinin yalmzca olağan durumdan bir sapma olma­ dığını, aksine sistemin bir koşulu olduğunun farkındayız. Toplumsal düzenin derinlerine demirlemiş bu şiddet, kapitalist şiddetin daha girift bağlamından yalıtılarak anlaşılm ayacağı gibi, ona çare bulamaz da: Toplumsal cinsiyet şiddeti, yeniden üretim özgürlüğünü reddeden yasaların biyopolitik şiddetinden; piyasanın, bankaların, ev sahiplerinin ve tefecilerin eko­ nomik şiddetinden; polislerin, mahkemelerin ve gardiyanların devlet şiddetinden; sınırlar­ daki görevlilerin, göç rejimlerinin ve emperyal 46

oıduların ulus-aşırı şiddetinden; zihinlerimi­ zi sömürgeleştiren, bedenlerimizi tahrif eden ve sesimizi kesen ana akım şiddetin simgesel şiddetinden; toplumlarımızı ve habitatlarımızı erozyona uğratan "yavaş" çevresel şiddetten bağımsız olarak düşünülemez. Bu dinamikler, kapitalizme özgü olsa da, mevcut kriz döneminde keskin bir şekilde yük­ seldi. Neoliberalizm, "bireysel sorumluluk" adı altında toplumsal yardımlara yönelik kamusal fonların musluğunu kesti. Bazı durumlarda ka­ musal hizmetleri özelleştirerek, bunları doğru­ dan kâr kaynağı haline getirdi; başka örnekler­ deyse bakımın bütün yükünü üstlenmeleri için aileleri zorlayarak sorumluluklarından sıyrıldı. Bunların sonucundaysa toplumsal cinsiyet şid­ detini körüklemiş oldu. Birleşik Devletler'de mortgage piyasasının çöküşü orantısız bir biçimde beyaz olmayan kadınlara zarar verdi. Evden tahliye edilme oram en yüksek olan ve muhtemelen evsizlik ile istismarcı ilişkilerini sürdürme mecburiyeti arasında seçim yapmaya zorlananlar tam da bu kadınlardı. Britanya'da ise finansal çöküşün so­ rumluları kamusal hizmetleri iyiden iyiye tah­ rip etti. En başta kadın barınma evlerine sağla­ nan ekonomik desteği kestiler. Karayipler'de yemek ve benzin fiyatlarındaki artışlar sosyal hizmetlere yönelik kesintilerle at başı giderken, toplumsal cinsiyet şiddetini de arttırdı. Tüm bu adımlara normalleştirici, disipline edici propa-

47

gandamn çoğalması eşlik etti. "İyi" bir eş ya da daha çok çocuk sahibi olunması yönünde tem­ cit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp kadınların önüne sürülen tavsiyeler, normatif toplumsal cinsiyet rollerine ve kimliklerine uyum sağlamayanlara karşı şiddeti meşrulaştırmak için hızla birer ara­ ca dönüştü. Günümüzde işçi düşmanı yasalar, ağırlıklı olarak kadınların çalıştığı sektörlerdeki şiddeti katlamaktadır. Meksika'daki üç bin macjuiladora gibi, serbest üretim bölgelerinde çalışan kadın­ lara yönelik toplumsal cinsiyet şiddeti, yaygın bir biçimde emeği denetlemenin bir aracı ola­ rak kullanılmaktadır. Fabrikalardaki patron­ lar ve yöneticiler seri tecavüzü, sözlü tacizi ve aşağılayıcı fiziksel aramaları kullanarak verimi arttırma ve emek örgütlenmesinin mayalanma­ sını engellemeye çalışıyor. Bu pratikler serbest üretim bölgelerinde bir kez yerleşti mi, -işçi sı­ nıfının evi de dahil olmak üzere- toplumun ta­ mamına yayılması an meselesidir. Dolayısıyla kapitalist toplumlardaki toplum­ sal cinsiyet şiddeti münferit bir hadise değil­ dir. Tam aksine, kökleri kadınların toplumsal cinsiyetlendirilmiş bir iş örgütlenmesinin ve sermayenin birikim dinamiklerinin boyun­ duruğu altına alındığı bir toplumsal düzene kadar uzanmaktadır. Meseleye böyle bakınca # Bende [ttMeToo] hareketinin işyerindeki istis-

Meksika daki serbest ticaret bölgelerinin genel adı. (ç.n.)

48

mara karşı bir protesto olarak başlamış olması ve şov dünyasındaki kadınlara ilk desteğin Ka­ liforniya'daki göçmen tarım işçisi kadınlardan gelmesi hiç de şaşırtıcı değildir: Bu kadınlar, Harvey VVeinstein'm yalnızca basit bir "kadın avcısı"ndan ibaret olmadığım, aynı zamanda Hollywood'da kimin çalışıp kimin çalışamaya­ cağım da belirleyen güçlü bir patron olduğunu şıp diye anlamıştı. Şiddetin her türden biçimi kapitalist toplu­ mun gündelik işleyişine içkindir; çünkü bu siste­ min en iyi zamanlarında bile ayakta kalmasının yolu yalnızca vahşi bir baskı ile imal edilmiş rı­ zanın bir arada olmasıdır. Şiddetin bütün biçim­ leri ortadan kaldırılmadan yalnızca tek bir biçimi sonlandırılamaz. Her türden şiddetin kökünü ka­ zımaya yemin eden %99 için feministler, toplum­ sal cinsiyet şiddetine karşı mücadele ile kapita­ list toplumdaki her türden şiddete -ve bu şiddeti destekleyen toplumsal sisteme- karşı mücadele­ ler arasmda bağlantı kurmayı amaçlıyor.

49

Tez 7: Kapitalizm, cinselliği düzenlemeye çalışır. Bizse onu özgürleştirmek istiyoruz.

Günümüzün cinsel mücadeleleri ilk bakışta net bir tercih sunar. Bir yanda cinsel gericilik, di­ ğer yandaysa cinsel liberalizmin güçleri vardır. Gericiler, aile değerlerini ve kutsal yasaları ihlal ettiğini ileri sürdükleri cinsel pratikleri yasakla­ maya yeltenir. Sözde ebedi ilkelerini savunma­ ya kararlı olan bu grup, "zina yapanları" taşla­ yabilir, lezbiyenlerin kafasında sopa kırmaya kalkabilir ya da geyleri "dönüşüm tedavisi"ne zorlayabilir. Liberallerse aksine, cinsel kalıpla­ ra uymayanların ve azınlıkların yasal hakları için savaşır. Bir zamanlar tabu olan ilişkilerin ve hakir görülen kimliklerin devlet tarafından tanınması için uğraşırken "evlilik eşitliği"ni ve LGBTQ+ bireylerin orduya girebilmesini des­ tekler. İlk cephedekiler -patriyarka, homofobi, cinsel baskı gibi- gerici arkaizmleri geri getir­ meye çalışırken, ikinci cephedekilerse modern­ liğin -bireysel özgürlük, kendi ifade etme hak­ kı ve cinsel çeşitliliğin- arkasında durur. İnsan aklım peynir ekmekle yemediyse tercihinin ne olacağı belli değil mi? Aslına bakılırsa iki taraf da göründüğü gibi değil. Bir yandan, bugün karşı karşıya olduğu­ muz cinsel otoriterliğin son derece arkaik oldu­ ğu açık. İlk grubun ilahi emir ya da yüzyılla­ rın alışkanlığı diye sunduğu yasakların aslında

51

"yoni-gelenekscl" bir yapı kurmaktan başka bir amacı yok: Kapitalist gelişime verdikleri geri­ ci tepkiler, karşı çıktıkları şeyler kadar modern aslında. Aynı şekilde liberallerin vaat ettiği cin­ sel haklar da modernliğin kapitalist biçimlerini daha baştan verili kabul ediyor. Gerçek özgür­ leşmenin önünü açmaktan daha ziyade normal­ leştirici, devletçi ve tüketime yönelik. Bunun gerekçelerini anlamak için söz ko­ nusu muhalefetin soykütüğünü çıkarmak ye­ terli. Kapitalist toplumlar, mütemadiyen cin­ selliği düzenlemeye çalışmışsa da, araçları ile yöntemleri tarihsel açıdan farklılıklar gösterir. Sistemin erken dönemlerinde, yani kapitalist ilişkiler bu denli yaygınlık kazanmadığı vakit­ lerde, cinselliğin münasip ya da günah sayılan türlerini birbirinden ayıran normlar müesses otoriteler (özellikle kiliseler ve cemaatler) tara­ fından oluşturulup dayatılıyordu. Daha sonra­ ları, kapitalizm bütün toplumu şekillendirme­ ye başladıkça, -devletin onay mührünü bastığı toplumsal cinsiyet ikiciliği ve heteronormatifiik de dahil olmak üzere- düzenlemenin yeni, bur­ juva normları ve tarzları tasarlanmaya başladı. Ne kapitalist metropolün ne de burjuva sınıfının çizgilerine hapsolmuş bu "modem" toplumsal cinsiyet ve cinsellik normları, sömürgecilik ile kitle kültürü de dahil olmak üzere farklı araç­ lar vasıtasıyla çok geniş bir satha yayıldı; ayrıca, sosyal yardımların aile temeline dayanan bir öl­ çüte bağlanması da dahil olmak üzere devletin baskıcı ve yönetsel gücü aracılığıyla yaygın bir 52

şekilde dayatıldı. Tabii bu, hiç sorgulanmadıkla­ rı manasına gelmez. Aksine, söz konusu normlar yalnızca eski cinsel rejimlerle değil, aynı zaman­ da özellikle şehirlerde, gey ve lezbiyen altkültür ile avangart çevrelerde ifade bulan cinsel özgür­ lüğe ilişkin yeni arayışlarla da kıran kırana bir çarpışmaya girmek zorunda kaldı. Daha sonraki gelişmeler tabloyu yeniden şe­ killendirdi. 1960Tann sona ermesiyle birlikte burjuva akımlar yumuşadı, liberal akımlar taş­ kın misali etkisini dört bir yana ulaştırdı ve altkültürler de ana akım hale geldi. Sonuç olarak, bu iki eğilimin hâkim fraksiyonları adım adım ilerleyip yeni bir projenin paydasmda buluştu: Devletin düzenleme sahasını genişleterek bir zaman­ lar tabu sayılan cinsiyet biçimlerini normalleştirmek ve bunu yaparken de bireyciliği, aile yaşamını ve tüke­ timi teşvik eden sermaye dostu bir kisveye bürünmek. Oluşan bu yeni tablonun arkasmda kapitaliz­ min doğasındaki ciddi bir değişim yatıyor: Gi­ derek iktisadileşmiş, küreselleşmiş ve aile mef­ humuyla bağlarım koparmış olan sermayenin artık queer ve cis-olmayan cinsiyet/toplumsal cinsiyet oluşumlarına kolayca muhalefet ede­ meyecek bir hale gelmesi. Büyük şirketler artık yegâne normatif aile ya da cinsiyet formundaki ısrarcılıklarından vazgeçmekle kalmadı, aym zamanda bu şirketlerin büyük bir çoğunluğu artık çalışanlarının ciddi bir kısmının heteroseksüel aile kalıbı dışında bir hayat sürmesine epey istekli. Çünkü bu sayede hem işyerinde

53

hem de alışveriş mekânlarında insanları hiza­ ya getirmenin yeni bir yolunu bulmuş oldular. Cinsel farklılık, piyasa için reklamları, yeni ürün türlerini, yaşam tarzı ürünlerini ve önceden pa­ ketlenip tüketime hazır hale getirilmiş hazları cazip kılmanın bir kaynağı haline geldi. Kapita­ list toplumda "seks satar" ve neoliberalizm de farklı tatların ticaretini yapar. Bugün cinsellik bağlammda yürütülen mü­ cadeleler, tam da gençler arasında muazzam bir toplumsal cinsiyet akışkanlığı yaşanırken, giderek yükselen c\ueer ve feminist hareketlerin sahasında gerçekleşiyor. Bu, aym zamanda -formel toplumsal cinsiyet eşitliği, LGBTQ+ hakları ve evlilik eşitliği gibi meseleler de dahil olmak üzere- önemli hukuki zaferlerin elde edildiği bir dönemdir de. Tüm bu zaferler, neoliberalizmle bağlantılı önemli toplumsal ve kültürel değişik­ liklerin yansıması olsa da, bir yandan da kırana kırana bir mücadelenin meyveleridir. Yine de, bu zaferlerin son derece kırılgan ve sürekli teh­ dit altında olduğunu eklememiz gerek. Hukuk sahasında tamnan yeni haklar, mütemadiyen toplumsal cinsiyet şiddetine ve cinsel şiddete maruz kalan, simgesel bir ret ve toplumsal dışlamayla karşı karşıya olan LGBTQ+ bireylere yö­ nelik saldırıları durdurmaya yetmemiştir. Aslına bakılırsa, iktisadileşmiş kapitalizm cinsel saldırıları ciddi şekilde körüklemektedir. Mesele, yalnızca haklı erkek sahipler"inden cinselliği­ ni "çaldığı" için kadınları öldüren "hödüklerle ya 54

da kadınlarını" ve "ailelerini" acımasız bireyci­ likten, kaba tüketicilikten ve "ahlaksızlıklar" dan korumak için kendini paralayan gericilerle ilgili değil. Bu tutum, aynı zamanda kapitalist mo­ dernliğin bazı gerçek olumsuz yanlarım tespit ederek kitlelerden destek gören ve böylece hızla büyüyen sağcı popülist hareketleri de kapsıyor. Buna tabii ki söz konusu gerici tutumun aileleri ve toplulukları piyasanın acımasız salvolarından korumaktaki başarısızlığım da eklemek gerekir. Gelgelelim, hem yeni-geleneksel hem de sağ popülist güçler, bu haklı şikâyetleri sermayenin daha iyi göğüslemesine müsaade edecek türden bir muhalefeti besleyip büyütmenin yollarım arı­ yor. Onların "korumak"tan anladığı, tehlikenin gerçek kaynağım, yani sermayeyi hasır altı eder­ ken rap müziği cinsel özgürlükle iHşkilendirmekten ibarettir. Cinsel gericiliğin aynadaki aksiyse cinsel li­ beralizmdir. Liberalizm, en iyi ihtimalde bile, yeni formel özgürlükleri gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan toplumsal ve maddi önkoşul­ ların ezici bir çoğunluğunu yıpratan politikala­ ra dayanır. Örneğin, trans bireylerin haklarım tanıdığını iddia eden devletlerin bir yandan da geçiş maliyetlerini düşürmeyi nasıl reddettiğini bir düşünün. Cinsel liberalizm, ayrıca -geylerle lezbiyenlerin kabulünün bedeli olarak tekeşli aileyi normalleştirip dayatan- devlet merkezli düzenleyici rejimlere de bağlıdır. Bireysel özgür­ lüğün hakkım teslim ediyormuş gibi görünür­ ken, öte yandan da ailenin toplumsal yeniden 55

üretimdeki rolü de dahil olmak üzere homofobi ve transfobiyi besleyen yapısal koşulları zerre kadar sorgulamadan es geçer. Cinsel özgürleşme diye görülen şey, aile sa­ hası dışına çıktığımızda çoğunlukla kapitalist değerleri yeniden üretir. Takılma ve sanal ran­ devuya dayanan yeni heteroseksüel kültürler, kadınları cinselliklerine "sahip" çıkmaya teş­ vik eder; ancak kadınları erkeklerin belirlediği standartların zaviyesinden değerlendirmekten de geri durmaz. "Kendi bedeninin sahibi olma­ yı" telkin eden neoliberal söylemler, oğlanların zevk almaşım sağlamaları için kızlara baskı ya­ parken, erkeklerin cinsel bencilliğini de kapita­ list bir tarzda onaylar. Benzer bir biçimde, "gey normalitesi"nin yeni biçimleri kapitalist normaliteyi önkoşul sa­ yar. Yeni yeni su yüzüne çıkmaya başlayan gey orta sınıflar, birçok ülkede tüketim biçimleriyle ve saygınlık talebiyle tanımlanmaktadır. Böylesi bir katmanın tanınma elde etmesi, yoksul cjueer bireylerin -bilhassa da beyaz olmayanla­ rın- sürgit devam eden marjinalleştirilmesinden ve maruz kaldıkları baskılardan ayrı dü­ şünülemeyeceği gibi, ayrıca iktidar koltuğunda oturanların emperyalist ve yeni sömürgeci projelerini meşrulaştırmak için "doğru düşü­ nen, doğru yaşayan" geyleri kabullendiklerini söyleyerek 'LGBTQ+ dostu gibi görünüp göz boyamaları yla da ilişkilidir. Örneğin İsrail'dek devlet kurumlan "gerici, homofobik" Filistinli56

leı üzerindeki vahşi boyunduruğunu meşrulaş­ tırmak için kendi kültürlerinin "gey dostu" ol­ duğunu anımsatıyor sürekli. Benzer bir şekilde, kimi AvrupalI liberaller, Müslümanlara yönelik düşmanlıklarını meşrulaştırmak için LGBTQ+ bireylere yönelik "geniş hoşgörü"lerini hatırlat­ maktan hiç geri durmuyor. Bu liberaller, hiçbir ayrım gözetmeden bütün Müslümanları gerici­ likle özdeşleştirirken, Müslüman olmayan ama cinsellik konusunda otoriter davramşlar sergileyenlereyse tek bir eleştiri bile yöneltmiyorlar. Nihayetinde bugünün özgürleşme hareket­ leri iki arada bir derede kalmış halde: Bir taraf, kadınları ve LGBTQ+ bireyleri dinsel ya da patriyarkal bir tahakküm altına almanın peşindey­ ken, diğer tarafsa bizi sermayeye altın tepside sunuyor. %99 için feministler bu oyunu oynama­ yı reddeder. Hem neoliberal işbirlikçiliği hem de yeni-geleneksel homofobi ile mizojiniyi redde­ diyoruz; biz, New York'ta 1969'daki Stonewall ayaklanmalarının, Aleksandra Kollontay'dan Gayle Ruhin'e kadar feminizmin "seks pozitif" akımlarının ve 1984'te lezbiyen ve geylerin İn­ giliz madencilerine verdiği tarihi desteğin radi­ kal ruhunu canlandırmak istiyoruz. [Cinselliği yalmzca üreme ve normatif aile biçimlerinden değil, aym zamanda toplumsal cinsiyet, sınıf ve ırkın, devletçilik ile tüketimciliğin tahribatla­ rından kurtarmak için de mücadele veriyoruz. Elbette, bunun için toplumun yeni, kapitalist olmayan bir biçimini inşa etmemiz gerektiğini adımız gibi biliyoruz. Bu yeni toplumun, cinsel 57

özgürleşme için gereken -toplumsal yeniden üretim için cömert bir kamusal desteğin de dahil olduğu- maddi temellerin tesis edildiği, ailelerin ve kişisel ilişkilerin geniş çaplı yelpazesinin yeni­ den tasarlandığı bir toplum olması gerektiğinin farkındayız.

58

Tez 8: Kapitalizm, ırkçı ve sömürgeci şiddetten doğmuştur. %99 için feminizm, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtıdır.

Tıpkı akut kapitalist krizin önceki uğrakla­ rında olduğu gibi, bugün de "ırk" ihtilaflı bir konu haline gelmiş, ateşli ve yoğun tartışmala­ ra yol açmıştır. Mağdur çoğunlukları savunuyormuş gibi görünen demagogların teşvikini cebine koyan saldırgan etno-milliyetçi sağ po­ pülizm, Avrupalılarm ve beyazların üstünlü­ ğünü naralar ata ata savunmak adına "sadece" kendi kitlesine dönük ince mesajlarla geçişti­ riyor durumu. Korkakça ortayolcu politikalar izleyen hükümetler, göçmenlerle mültecilerin ülkeye girişini engellemeye, onları çocuklarıy­ la ailelerinden ayırmaya, kamplara kapatmaya ve denizde boğulmaya terk ederek açıkça ırkçı denklerinin korosuna katılıyor. Bu esnada polis Brezilya'da, ABD'de ve başka pek çok yerde be­ yaz olmayan insanların camna kıyıp cezasızlıkla ödüllendirilmeye devam ederken, mahkeme­ ler rekor sayıda insanı giderek uzayan süreler için kâr peşinde koşan hapishanelere kapatıyor. Bu hadiselerin çoğu skandala dönüştü ve kimileri bu durumla savaşmaya çabaladı. Al­ manya, Brezilya, ABD ve başka ülkelerdeki aktivistlerin beyaz üstünlükçiilerin nümayişlerine ve polisin siyahilere yönelik şiddetine karşı ol­ duğunu göstermek için sokaklara dökülmeye

59

hazır olduğu ortaya çıktı. Bu aktivistlerden ki­ mileri, ABD hükümetinin göçmenliğe yönelik kısıtlamalarını uygulamaktan sorumlu kuru­ luşu ICE'nin hapis ve tasfiye politikalarına son vermesini talep ederek, "lağvetme" terimine yeni bir anlam kazandırmaya çalışıyor.* Yine de ırkçılık karşıtı pek çok kuvvet, müdahalelerini ahlaki bir kınamanın ötesine taşımıyor. Diğerle­ riyse ateşle oynamayı tercih ediyor: Göçmenliği engellemek için sağcılara "işbirliği" yapmayı teklif eden Avrupa'daki bazı sol prartileri bir dü­ şünün mesela. Bu durumda feministler de -tıpkı herkes gibi- tarafım belli etmek mecburiyetinde. Lâ­ kin, tarihsel açıdan bakıldığında feminizmin ırka ilişkin sicili en iyi ihtimalle biraz karışık­ tır. Nüfuzlu beyaz ABD süfrajetleri, İç Savaş'tan sonra açıkça ırkçı sataşmalara maruz kalmıştı; bu esnada kadınlar oy veremese de, siyah er­ kekler verebiliyordu. Aynı dönemde ve yirmin­ ci yüzyıl boyunca, önde gelen İngiliz feminist­ ler, Hindistan'daki "kahverengi tenli kadınların sefil koşullarının iyileştirilmesi gerektiğinden,' ırkçı niteliklere sahip bir "medenileştirme"yi yürürlüğe sokan sömürge idaresini savunmuş­ lardı. Bugün bile Avrupa'da yaşayan önemli feministler, benzer gerekçelerle Müslümanlık karşıtı politikaları meşrulaştırıyor. * Yazarlar, ABD’de göçmenlik ve mülteci hakları konusundaki yasal uygulamalardan sorumlu olan ICE’nin faaliyetine son vermesi için yine hukuki bir terimi slogan haline getiren harekete gönderme ya­ pıyor. (ç.n.)

60

Feminizmin ırkçılıkla tarihsel ilişkisi el­ bette "çok daha inceltilmiş" formlara da bü­ rünmüştür. Liberal ve radikal feministler, açıkça veya bile isteye ırkçı olmadıkları durum­ larda bile "cinsiyetçilik" ile "toplumsal cinsiyet meseleleri"ni beyaz, orta sınıftan kadınların durumunu yanlış bir biçimde evrenselleştiren bir tarzda tanımlamışlardır. Toplumsal cinsiye­ ti ırktan (ve sımftan) soyutlayan bu feministler, "kadınlar"m evden kaçma ve "işe gitme" ihti­ yacım öncelikli hale getirmişlerdi: Sanki hepi­ miz banliyöde yaşayan ev kadınlarıymışız gibi! ABD7deki öncü beyaz feministler de aym man­ tığı izleyerek, siyahi kadınların yalmzca yine siyah erkeklerle ırkçılık karşısında dayanışma­ yı, ırkçı olmayan ya da ırkçılık sonrası bir kızkardeşlik olarak tahayyül etmeyi önceledikleri sürece gerçek birer feminist olabileceklerinde ısrar ettiler. Beyaz olmayan feministlerin on yıl­ larca süren azimli tepkileri sayesinde her geçen gün bu türden görüşlerin maskesi düşüyor ve her kesimden sayısı hızla artan feminist tarafın­ dan reddediliyor. %99 için feministler, bu utanç verici tarihi açık yüreklilikle kabullenip çareyi ondan ke­ sin bir biçimde kopmakta buluyor. Bizler ırk­ çı, emperyalist bir toplumda "kadın özgürleş­ mesi" namına hiçbir şeyin başarılamayacağım çok iyi biliyoruz. Ne var ki, sorunun temelinde kapitalizmin yattığının ve ırkçılıkla emperya­ lizmin bundan bağımsız düşünülemeyeceği­ nin de farkındayız. "Ücretsiz emek"i ve "ücret 61

sözleşmesini yere göğe sığdıramayan bu top­ lumsal sistem, Afrika'da ancak şiddetli sömür­ geci yağmalar, "siyah tenlilerin ticari amaçlarla avlanıp" "Yeni Diinya'da" köleliğe zorlanması ve yerli halkların mülksüzleştirilmesi sayesin­ de işleyebilirdi. Amma velakin, kapitalizmin zaferini ilan etmesinden çok önce, "ücretsiz emek"in kârlı bir biçimde sömürülmesini sağ­ layan gizli koşul, zaten bağımlı ya da özgür olmayan halkların ırkçı bir müsadereye maruz bırakılmasıydı. Ücret vermeden sömürülen "işçiler" ile bağımlı olarak mülksüzleştirilen "ötekiler" arasındaki fark, kapitalizmin tarihi boyunca -kölelik, sömürgecilik, apartheid ve uluslararası işbölümünde- farklı biçimler almış ve zaman zaman aralarındaki çizgiler bulanıklaşmıştır. Gelgelelim, her aşamasında küresel ırkçı ayrımcılık çizgisiyle aşağı yukarı denk düşmüştür. Günümüz de dahil olmak üzere, her aşamasında ırkçılığa maruz kalmış halkla­ rın yeniden üretilemeyen doğal kaynaklarına ve yeniden üretimin temeli olan insani vasıfla­ rına tek bir kuruş bile ödenmeden sermayenin kârım arttırması adına el konmuştur. Sistem içi nedenlerle kapitalizm sürekli olarak ırkçılığa maruz kalan insanlar sımfı yaratır; bu insanla­ rın ve emeklerinin değerini yere çalıp bunlara el koyar. Irkçılık ve emperyalizme gerçekten karşı çı­ kan bir feminizm, aynı zamanda kapitalizme de karşı çıkmak zorundadır. Bu önerme günümüzde, yani ırkçı müsade­ renin steroitlerle takviye edildiği bir dönemde 62

hiç olmadığı kadar doğrudur. Borçlandırarak mülksüzleştirmenin giderek arttığı günümüz­ de, neoliberal kapitalizm dünyanın dört bir yanında ırkçı baskıyı teşvik etmektedir. "Postkolonyal" küresel Güney'de, borçtan beslenen şirketler arazi için yerlilerin ve kabilelerin top­ raklarım ellerinden alıyor. Bazı vakalarda bu durum intiharla sonuçlanıyor. Öte yandan da, egemen borcun "yeniden yapılandırılması", fai­ zin Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYİH) oramm en tepeye taşıyarak, sözde bağımsız devletleri toplumsal harcamalarım kısmaya zorlayarak Güneyli işçilerin gelecek nesillerinin emeğinin gitgide artan bir kısmını küresel borç verenle­ rine geri ödemeye mahkûm olmalarına yol açı­ yor. Bu yolları izleyen ırkçı müsadere dur durak bilmeksizin sürüp gidiyor ve imalatın büyük bir kısmının küresel Güney'e taşınması sayesin­ de sömürünün artmasıyla kol kola ilerliyor. Bu baskı, küresel Kuzey'de de aym süratle devam ediyor. Düşük ücretli, güvencesiz hizmet işleri sendikalı sanayi emeğinin yerini alırken, ücretler -özellikle de ırkçı muameleye maruz kalan işçilerin baskın olduğu yerlerde- insani bir yaşam sürmek için gereken asgari miktarm bile altına düşüyor. Bu işçiler aym anda birden fazla işte çalışmak ve hayatta kalmak için avans almak zorunda kalıyorlar; ancak bunun da öte­ sinde, ay sonunda ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmayan maaşlara ve yüksek faizli borçlara mahkûm ediliyorlar. Destekleyici sosyal yardım­ lar gitgide azalırken, kamusal hizmetlerin yükü 63

de ailelerin ve toplulukların sırtına yükleniyor. Açıkça söylemek gerekirse en başta azınlıkların ve göçmen kadınların... Keza, eskiden kamu­ sal altyapıya ayrılan vergi gelirleri, borç yöne­ timine dönüştürülüyor. Bunun bilhassa okullar, hastaneler, barınma ve toplu taşıma, temiz hava ve suya erişim gibi alanlarda uzunca bir süredir kamusal fonlardan mahrum bırakılmış ve ten rengi nedeniyle ayrımcılığı uğrayan topluluklar üzerinde korkunç etkileri var. Finansallaşmış ka­ pitalizm, her bölgede ve her düzeyde, yeni ırkçı müsadere dalgalarına yol açıyor. Bu küresel piramit yapışırım aym zamanda toplumsal cinsiyete uzanan etkileri de olduğunu eklemek gerek. Günümüzde milyonlarca siyah ve göçmen kadm, hasta bakıcı ve ev emekçisi ola­ rak çalışıyor. Çoğu zaman kaçak ve ailelerinden uzakta çalışan bu kadınlar, hem sömürülüyor hem de mülksüzleştiriliyor. Üstelik güvencesiz bir düzende, hakları ellerinden alınarak ve her türden istismara açık bir halde ucuza çalışmaya zorlanıyorlar. Küresel bakım zincirlerinin* şekil verdiği bu baskı, (bazı) ev işlerinin yükünü üs­ tünden atabilen ve zorlu meslekleri icra eden çok daha imtiyazlı kimi kadınlar için daha iyi koşul­ lar sunar. Tabii, bu imtiyazlı kadınlarının bir kıs­ mının, kadm haklarım savunmak adına siyah er­ kekleri tecavüzcü diye hapse atmayı amaçlayan, Arlie Hochschild tarafından ortaya atılan bu kavram, ücretli ya da ücretsiz bakım emeği sarf edenler arasındaki ilişkiyi ifade eder. Zincir uzadıkça emek degersizleşir ve zincirin son halkasında yer alanlar genellikle emeğinin karşılığında hiçbir ücret alamaz, (ç.n.)

64

göçmenlerle Müslümanları rahat bırakmayan ve siyah ve Müslüman kadınlan egemen kültürde asimile olmaya zorlayan siyasi kampanyalara destek vermeye davet etmesi ne kadar ironik! Gerçek şu ki, ırkçılık, emperyalizm ve etnomilliyetçilik genelleşmiş bir mizojinin ve bütün kadınların bedenleri üzerindeki bir denetimin sacayaklarıdır. Faaliyetleri hepimize zarar verdi­ ğinden, bunlarla dişimizi tırnağımıza takıp hep beraber mücadele etmek zorundayız. Lâkin, küresel bir kızkardeşliğe dair soyut beyanlann hiçbir manası yoktur. Bu politik sürecin ama­ cı daha en baştan belliymiş gibi davrananlar, homojenliğin yanıltıcı görünümüne kapılıyor demektir. Asıl gerçek, kapitalist toplumda he­ pimizin mizojinik baskılara maruz kaldığı ve bu baskının zaman zaman farklılaştığıdır. Her daim ayan beyan ortada olmasa da, baskının farklı biçimleri arasındaki bağlantının politik olarak ifşa edilmesi gerekir. Yani dayanışmayı inşa etmek için bilinçli çabalara ihtiyaç vardır. Şayet toplumu dönüştürmeyi ümit ediyorsak İhtiyaç duyduğumuz müşterek gücü yalnızca böyle, yani farklılıklarımız için ve farklılıkları­ mızla birlikte mücadele ederek elde edebiliriz.

65

Tez 9: Sermayenin yeryüzündeki yıkımını tersine çevirme mücadelesi veren %99 için feminizm eko-sosyalisttir.

Kapitalizmin bugünkü krizi aym zamanda ekolojik bir krizdir de. Kapitalizm, kârım kat­ lamak için bedava ve sınırsızmış gibi davran­ dığı, hatta çoğu zaman düpedüz çaldığı doğal kaynaklara el koyma peşindedir. Yapısal olarak çaldıklarım telafi etmeden doğayı gasp etmeyi hedefleyen kapitalizm, düzenli aralıklarla ken­ di ekolojik olanaklılık koşullarım istikrarsızlaştırır. Bunu bazen toprağı tüketerek ve mineral zenginliğini azaltarak, bazense hava ve suyu zehirleyerek yapar. Günümüzdeki ekolojik kriz, kapitalizmin geçmişindeki ilk kriz değil elbette; gelgelelim en küresel çaplısı ve sıkıntı yaratanı olduğu kesin. Artık bütün gezegeni tehdit eden iklim değişimi, seri üretim yapan endüstriyel fabri­ kalar üstündeki hakimiyetini kayıt altma almak isteyen sermayenin fosilleşmiş enerjiye sığın­ masının doğrudan bir sonucudur. Yeryüzünün altmda yüzlerce milyon yıl boyunca kömürleş­ miş kaynakları çıkaran genel olarak "insanlık" değil, sermayedir ve yine sera gazı salımmı ile kirlenmenin etkilerini ya da bunların yerine ne konacağını hiç düşünmeden göz açıp kapayın­ ca kadar bu kaynakları tüketen de aynı serma­ ye den başkası değildir. Önce kömürden petro-

67

le, ardından da hidrolik kırılmalarla doğalgaza doğru yaşanan geçişler, karbon salınımıni arttı­ rırken, bu "yan etkilerin" yükünü -hem küresel Kuzey'de hem de küresel Güney'de- orantısız bir biçimde yoksul ve çoğu zaman da beyaz ol­ mayan toplulukların sırtına yüklüyor. Günümüzdeki ekolojik kriz şayet doğrudan doğruya kapitalizmle ilişkiliyse, o halde kadın­ lara yönelik baskıyı yeniden üretip daha da be­ ter bir hale getirir. Mevcut ekolojik krizle yüz­ leşmek zorunda kalan ilk grup kadınlardır ve bu grubun yüzde 80'i de iklim mültecilerinden oluşmaktadır. Bu kadmlar, küresel Güney'de kırsal işgücünün büyük bir çoğunluğunu oluş­ turuyor ve toplumsal yeniden üretim emeğin­ deki aslan payımn sorumluluğunu taşıyor. A i­ lelerinin barınması, giyinmesi ve karınlarının doyurulmasındaki anahtar rollerinden ötürü kıtlık, kirlilik ve toprağm aşırı sömürülmesiyle başa çıkmada çok önemli bir paylan var. Ben­ zer bir biçimde küresel Kuzey'deki beyaz tenli olmayan yoksul kadınlar da orantısız şekilde zarar görmeye açık. Çevresel ırkçılığın kurbam olan bu kadınlar, sele ve kurşun zehirlenmesine maruz kalan toplulukların bel kemiğini oluştu­ ruyor. Kadmlar giderek büyüyen ekolojik felaketle­ re karşı mücadelelerin de ön cephelerinde yer alır. ABD de Barış İçin Kadın Grevi adını taşıyan militan solcu grup, stronsiyum 90'ın kemikleri­ mizde birikmesine yol açan atom silahlarına kar­ 68

şı on yıllarca mücadele yürütmüştü. Bugünler­ deyse kadınlar, ABD'deki Dakota Boru Hattı'na karşı mücadele eden Su Koruyucularının başım çekiyor. Kadınlar Peru'da ABD'nin maden­ cilik devi Newmont firmasına karşı Mâxima Acuna'nm öncülüğünde başarılı bir mücadele verdiler. Kuzey Hindistan'da Garhvalili kadın­ lar üç hidroelektrik barajımn inşaatma karşı ver­ dikleri mücadelede bir adım bile geri atmadılar. Kısacası, kadınlar dünyanın dört bir yamnda su ile tohumun özelleştirilmesine karşı ve biyolo­ jik çeşitliliğin korunması ile sürdürülebilir ta­ rım için sayısız mücadelenin başını çekiyor. Kadınlar, tüm bu vakalarda ana akım çevre­ cilerin -aslında birbirine taban tabana zıt olan"doğa"nm ve insan yaşamının maddi refahının korunmasının ötesine geçmeme eğilimine mey­ dan okuyan yeni ve bütünleşmiş bir mücadele biçimine örnek oluşturmaktadır. Ekolojik so­ runları toplumsal yeniden üretimden ayırmayı reddeden ve kadınların öncülüğünü üstlendiği bu hareketler, -"salınım sınırları", "ekosistem hizmetleri", "karbon dengelenmesi" ve "çev­ resel türevler" hakkında konuşup duran ancak küresel ısınmayı durdurmak için parmağım bile kıpırdatmayan- "yeşil kapitalist" projelere ticari ve kapitalist olmayan güçlü bir alternatifi temsil etmektedir. Doğayı kantitatif bir soyut­ lamanın zehirli atmosferine terk edip ortadan kaldıran bu "yeşil finans" projelerinin aksine, kadınların mücadelesi -toplumsal adaletin, toplulukların refahının ve insani-olmayan do69

ganin sürdürülebilirliğinin birbirinden ayrıla­ m ayacağı- gerçek dünyaya odaklanır. Kadınların özgürleşmesi ve gezegenimizin ekolojik bir felaketten korunması el ele ilerle­ yen süreçlerdir ve kapitalizmin sırtının yere ça­ lınması da bundan bağımsız değildir.

70

Tez 10: Kapitalizm gerçek demokrasi ve barışla bağdaşmaz. Bizim yanıtımızsa feminist bir enternasyonalizmdir.

Bugünkü aynı zamanda politik bir krizdir. Küresel finans tarafından engellenip gırtlağına basılarak felç edilen ve bir zamanlar demokra­ tik olduğu iddia edilen devletler, kamunun ya­ rarına olsa bile acil sorunları ele almakta sürekli başarısız oluyor. Bu devletlerin çoğu, çözüme giden yolları açıkça tıkalı olmadığında bile ik­ lim değişimi ve finansal reform gibi sorunlar karşısında sıkıntı yaşıyor. Ticari güçlerin pen­ çesine düşmüş ve borçları yüzünden zayıflamış hükümetler, yurttaşlarının gözünde giderek zincirleri sermayenin -merkez bankalarının ve uluslararası yatırımcıların, bilişim teknolojisi devlerinin, enerji alanındaki kodamanların ve savaştan kâr elde edenlerin elinde olan- köle­ sine dönüşüyor. Dünyamn dört bir yamndan insanların -merkez soldakiler de dahil olmak üzere- kitleler halinde neoliberalizmin önayak olduğu ana akım partiler ve politikalarla selamı sabahı kesmesinde şaşırtıcı bir şey var mı? Politik kriz, kapitalist toplumun kurumsal yapısına dayanır. Bu sistem, "politik olan'T "eko­ nomik olan"dan, devletin "meşru şiddet"ini pi­ yasanın "sessiz baskısından ayırır. Bunun so­ nucuysa toplumsal yaşamın devasa alanlarının demokratik denetimin sınırlarını aştığını ilan

71

etmek ve böylelikle onları doğrudan şirketlerin tahakkümüne terk etmektir. Böylelikle kapita­ lizm, tam da yapısı nedeniyle, bizi tam olarak neyi ve nasıl üreteceğimize, hangi enerjiye da­ yanacağımıza ve bunları ne türden toplumsal ilişkiler vasıtasıyla yapacağımıza dair kolektif bir karardan mahrum bırakır. Ayrıca, kolektif olarak ürettiğimiz toplumsal artı değeri nasıl kullanacağımızı, doğa ve gelecek nesillerle na­ sıl bir ilişki kuracağımızı ve toplumsal yeniden üretimi işini ve bununla bağlantılı olarak üre­ timi nasıl örgütleyeceğimizi belirleme kapasi­ temizi de elimizden alır. Kısacası, kapitalizm temelde antidemokratiktir. Bununla birlikte, kapitalizm emperyalist bir dünya coğrafyası üretmek mecburiyetindedir. Bu sistem, küresel Kuzey'deki güçlü devletlerin daha zayıf olanları yağmalamasma cevaz verir: Güçlü olanlar ticaret rejimleri sayesinde zayıf­ ların ticari dengesini bozarak ürettikleri değeri hortumlar ve onları borçlandırarak ezer; zayıf­ ları askeri müdahaleyle korkutup "yardım " m kesilmesiyle tehdit eder. Bunun sonucu, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun politik bir korumadan mahrum kalmasıdır. Küresel Güney'deki milyarlarca insanın demokratik heves­ lerinin dayanışmaya değer bulunmadığı açıktır. Bu hevesler, düpedüz kulak ardı edilir veyahut vahşi bir biçimde bastırılır. Sermaye, mekân tanımaksızın iki yolu bir­ den tutmak ister. Bir yandan, özel mülkiyeti

72

güvence altına alan yasal rejimlerden ve mu­ halefete ket vuran baskıcı güçlerden faydala­ nır, sermaye birikimi ve kriz yönetiminden so­ rumlu düzenleyici kurumlar için zorunlu olan altyapıları destekleyerek kamusal gücü kendi lehine büker. Öte yandan da, kâr arzusu kapita­ list sınıfların bazı kesimlerini düzenli olarak ka­ musal güce diklenmeye kışkırtır. Kamusal gücü piyasa karşısında konumlandırıp yerden yere vuran bu kesimlerin tasarısı onu zayıflatmaktır. Bu türden kısa vadeli çıkarlar uzun vadede ha­ yatta kalmaya baskın çıktığında sermaye kendi kuyruğunu yiyen bir kaplana dönüşür. Hayatta kalmasını için gereken politik kurumlan yıkma tehdidinde bulunur. Kapitalizmin -en iyi zamanlarında bile- poli­ tik bir kriz yaratma eğilimi artık doruk noktası­ na ulaşmıştır. Mevcut neoliberal rejim, yalmzca askeri teçhizatlarını donanmış halde beklemiyor; aynı zamanda borç silahı da elinde hazır. Zira kendisine karşı durabilecek her türden kamusal gücü ve politik kuvveti açıkça hedef tahtasma oturtuyor. Örneğin, 2015'te Yunanistan'da oldu­ ğu gibi kemer sıkma politikalarım kabul etmeyen seçim ve referandum sonuçlarım geçersiz kılmış­ lardı. 2017-2018'de Brezilya'da aym şeyi yaparak durumu engellemeye çalıştılar. Dünyamn dört bir yarımda önde gelen kapitalist firmalar (seb­ ze meyve, eczacılık, petrol ve silah alanlarındaki devasa firmalar) sistematik bir şekilde otoriterliği, baskıyı, darbeleri ve emperyal savaşları des­ teklemiştir. Yandaşlarının iddialarımn doğrudan 73

boşa düştüğü bu toplumsal sistem, demokrasiy­ le yapısal bir bağdaşmazlığı olduğunu gözler önüne sermiştir. Kapitalizmin şu anki politik krizinin asli mağdurları yine kadınlardır ve elbette bu krizi özgürleştirici bir çözüme kavuşturma mücade­ lesinin asli failleri de onlardan başkası değildir. Gelgelelim, bizim için çözüm, basit bir şekilde iktidarın kalesine daha çok kadm yerleştirmek değildir. Uzunca bir zamandır kamusal alandan dışlanan kadınlar olarak "özel" diye yaftalanıp rutin bir biçimde görmezden gelinen meselele­ rin -m esela cinsel saldırı ve tacizin- tartışılması için dişimizi tırnağımıza takarak mücadele et­ mek zorundayız. İronik olan şu ki, iddialarımız çoğu zaman seçkin "ilericiler" tarafından dillendiriliyormuş gibi davranılıyor. Oysaki onlar, bu iddiaları yalnızca sermayeye uygun hale ge­ tirildiğinde dillendirebilir: Bizi kadm politika­ cılarla duygudaşlık kurup onlara oy vermeye davet ediyorlar; ne var ki, dürüst olmayan bu kadınlar yalmzca kendi politik konumlarında yukarı tırmanışlarım kutlamamızı istiyor. Sanki yükselmeleri bizim kurtuluşumuz için bir adım­ mış gibi! Başka ülkeleri bombalamak ve apartheid rejimini sürdürmek; medeniyet adı altında yeni sömürgeci müdahalelere arka çıkmak; hü­ kümetlerinin parmağı olan soykırımlara karşı sessizliğini korumak; yapısal düzenlemeler, borç dayatma ve kemer sıkmaya zorlama vası­ tasıyla savunmasız halkları mülksüzleştirmek

74

gibi kirli işlere bulaşan egemen sınıftan kadın­ ların feminizmle zerre kadar alakası yoktur. Fiiliyatta kadınlar dünyanın dört bir yanın­ da sömürgeci işgal ile savaşın ilk kurbanlarıdır. Kadınlar, sistemli bir istismar, politik tecavüz ve köleleştirmeyle karşı karşıya kalırken, sev­ diklerinin öldürülmesine ve sakat kalmasına, öncelikle aileleri ve kendileri için gerekli olan altyapıların yıkılmasına dayanmak zorunda bı­ rakılıyor. Bizler, işte bu kadınlarla dayanışma içindeyiz; toplumsal cinsiyet ve cinsel özgür­ leşmeyi yalnızca kendi hısımları için talep eden etekli savaş çığırtkanlarıyla değil. Kahverengi ve siyah tenli kadmları özgürleştirme iddiasıyla kafalarındaki tasarıları meşrulaştırma peşinde olan -hem erkek hem de kadın- devlet bürok­ ratlarına ve mali yöneticilere şunu söylüyoruz: Adımızı bu işe karıştırmayın!

75

Tez 11: %99 için feminizm bütün radikal hareketleri müşterek bir antikapitalist başkaldırıda buluşmaya davet ediyor.

%99 için feministler, öteki direniş ve isyan hareketlerinden ayrı hareket etmez. Bizler, ik­ lim değişikliğine veya işyerinde sömürüye kar­ şı verilen mücadelelerin bir parçası olduğumuz gibi, kurumsal ırkçılık ile mülksüzleştirmeye karşı verilen mücadelelerin de bir parçasıyız. Bunlar bizim mücadelemizdir; toplumsal cin­ siyet ve cinsel baskıya son vermesi mümkün olmayan kapitalizmi yerle bir etmek için ver­ diğimiz mücadelelerin bir parçasıdır. Sonuç or­ tada: %99 için feminizm, yeryüzünün dört bir yanındaki öteki antikapitalist -çevreci, ırkçılık karşıtı, antiemperyalist ve LGBTQ+ hareketler ve sendikalar da dahil olmak üzere bütün- ha­ reketlerle güçlerini birleştirmelidir. Her şeyden önce, %99'u savunan solcu, antikapitalist hareket­ lerle ittifaka girmeliyiz. Bu yol bizi sermayenin sunduğu iki temel politik seçeneğin de karşısında durmaya götü­ rüyor. Yalnızca gerici popülizmi değil, aynı za­ manda ilerici neoliberalizmi de reddediyoruz. Aslında bakılırsa hareketimizi inşa etme niye­ tinde olduğumuz ittifaklar bu iki seçeneği de bölme amacı taşıyor. İlerici neoliberalizm örne­ ğinde, işçi sınıfından kadınları, göçmenleri ve beyaz olmayanları "lean in” feministlerinden,

77

meritokratik ırkçılık ve homofobi karşıtların­ dan, şirket çeşitliliği ve -kadınların endişeleri­ ni çalıp onları sermaye dostu terimlerle ifade eden- yeşil kapitalizm düşkünlerinden ayır­ mak istiyoruz. Gerici popülizme örneğindey­ se, işçi sınıfından insanları militarizmi, yaban­ cı düşmanlığım ve etno-milliyetçiliği allayıp pullayanlardan ayırmak istiyoruz. Kendilerini "sokaktaki insancın savunucusu gibi sunarken, sinsice plütokrasiyi yüceltenlerle işçi sınıfı ara­ sına bir mesafe koymak istiyoruz. Stratejimiz, kapitalizm yanlısı siyasi blokların ikisinde de mevcut işçi sınıfı kesimlerini kazanmak. Bu şe­ kilde toplumu dönüştürmeye yetecek kadar et­ kili ve geniş kapsamlı bir antikapitalist güç inşa edebiliriz. Mücadele hem bir fırsat hem de bir okuldur. Kendimize ilişkin eski kavrayışlarımıza meydan okuyan ve dünyaya ilişkin görüşlerimizi yeni­ den şekillendiren, mücadelenin bir parçası olan­ lar dönüşebilir. Mücadele, kendi üstümüzde yarattığımız baskıya dair kavrayışımızı derin­ leştirebilir: Buna neyin sebep olduğuna, bundan kimin fayda sağladığına ve üstesinden gelmek için ne yapmamız gerektiğine dair kavrayışımı­ zı. Dahası, bizi çıkarlarımızı yeniden yorumla­ maya, umutlarımızı yeniden değerlendirmeye ve neyin mümkün olduğuna ilişkin algımızın kapsamını genişletmeye teşvik eder. Nihaye­ tinde, mücadele deneyimi bizi kimin müttefik kiminse düşman sayılması gerektiği üzerine ye­ niden düşünmeye yönlendirebilir. Bu da ezilen78

ler arasındaki dayanışma çemberini genişletip ezenlere karşı düşmanlığımızı keskinleştirebilir. Burada etkili olan ifade "-ebilmek"tir. Her şey, aramızdaki farkları ne hemen benimseyen ne de katı bir şekilde reddeden, rehber niteli­ ğinde bir bakış açısı geliştirebilme yeteneğimize bağlı. Moda olan "çoğulculuk" ideolojilerinin iddialarının aksine, mustarip olduğumuz çeşitli baskılar yeni ve muhtemel bir çoğunluk oluş­ masına yol açmaz. Bu baskıların farklı biçimleri ve özellikleri olsa bile, hepsi de köklerini aym toplumsal sistemden almakta ve aynı sistem ta­ rafından tahkim edilmektedir. Bu sistemin kapi­ talizm diyerek adım açıkça koymak ve ona karşı hep beraber mücadele etmek gerekir; serma­ yenin bizi bölmek için tohumlarını attığı fark­ lılıkların (kültür, ırk, etnisite, sakatlık, cinsellik ve toplumsal cinsiyet ayrımlarının) üstesinden gelmenin en iyi yolu budur. Gelgelelim bu durumda kapitalizmi doğ­ ru düzgün bir şekilde anlamamız gerekir. Dar, eski usul anlayışların aksine, işçi sımfı yalnızca ücretli sanayi işçilerinden ibaret değildir; daha­ sı, onların maruz kaldığı sömürü de kapitalist tahakkümün doruk noktası değildir. Bu sömü­ rünün öncelikli olduğunda ısrar etmek sınıf dayanışmasını güçlendirmek bir yana, daha da zayıflatır. Aslına bakılırsa sınıf dayanışmasının gelişmesinin en iyi yolu, aramızdaki farklılıkla­ rın karşılıklı olarak tanınmasıdır: Kıyaslanama­ yacak yapısal durumların, deneyimlerin ve acı-

79

ların; özgül ihtiyaçlarımızın, arzularımızın ve taleplerimizin; sayesinde en iyiye ulaşabilece­ ğimiz çeşitli örgütlenme biçimlerinin karşılıklı olarak tanınması. %99 için feminizm, böylelikle "kimlik siyaseti" ile "sınıf siyaseti" arasındaki bilindik ve bayat karşıtlığın üstesinden gelme­ nin peşindedir. %99 için feminizm, kapitalizmin bizim için inşa ettiği sıfır toplamlı çerçeveyi reddederek, mevcut ve gelecekteki hareketi geniş kapsamlı küresel bir ayak­ lanmada buluşturmayı hedefler. Feminist, ırkçılık karşıtı ve antikapitalist bir vizyonla donamp geleceğimizi şekillendirmede başrol oynamaya söz veriyoruz.

80

Ortadan Başlam ak

Feminist bir manifesto yazmak göz korkutucu bir görev. Böyle bir işe kalkışan herkes omuzların­ da Marx ve Engels'in ağırlığım ve gölgesini hisse­ der. 1848'de kaleme aldıkları Komünist Manifesto aklımıza mıh gibi çakılmış bir cümleyle başlıyor­ du: "Avrupa'nın üstünde bir hayalet dolaşıyor." Elbette komünizmin "hayaletiydi bu; geliştiğim düşündükleri işçi sınıfı mücadelelerinin bir araya gelmesi olarak betimledikleri devrimci bir tasarı: İşçi sınıfını nihayetinde kapitalizmi -ve onunla birlikte bütün sömürüyü, tahakkümü ve yaban­ cılaşmayı- ortadan kaldıracak dünya çapmda ta­ rihsel bir güç, enternasyonal hale getirme ve bir­ leştirme tasansı. Seleflerimizi son derece ilham verici buluyo­ ruz; üstelik de yalmzca kapitalizmi isabetli bir bi­ çimde modem toplumdaki baskının nihai temeli olarak tanımladıkları için değil. Aynı zamanda onların yolunda ilerleme görevimiz hiç kolay ol­ madığı için de... Zira Komünist Manifesto yalnızca edebi bir başyapıt değil ve 1848 ile 2018 arasında dağlar kadar fark var. Evet, -bizim kapitalizmin krizi olarak kavradığımız- muazzam bir toplum­ sal ve politik ayaklanma döneminde yaşadığımız doğru. Gelgelelim, bugünün dünyası Marx ve Engels'inkinden çok daha küresel ve hiç şüphe yok ki, ayaklanmalar da Avrupa sınırlarını aş­ mış durumda. Benzer bir şekilde bizler de, sımfa

85

ilişkin olanların yanı sıra ulus, ırk/etnisite ve din gibi alanlarda çatışmalarla karşı karşıyayız. Daha­ sı, bizim dünyamız onların bihaber olduğu poli­ tik fay hatlarıyla dolu: Cinsellik, sakatlık, ekoloji ve toplumsal cinsiyet mücadeleleri muhtemelen Marx ve Engels'in tahayyül bile edemeyeceği bir kapsam ve yoğunluğa ulaştı. Daha parçalı ve he­ terojen bir politik manzarayla karşı karşıya oldu­ ğumuzdan, küresel olarak birleşmiş bir devrimci gücü tahayyül etmek bizim için hiç kolay değil. Tüm bunların yanı sıra, sahneye sonradan çık­ tığımız için Marx ve Engels'e kıyasla özgürleştirici hareketlerin hangi muhtemel yanlış yollara sapa­ bileceği hususunda daha bilinçliyiz. Miras aldığı­ mız tarihsel bellek, Bolşevik Devrimi'nin mutlakiyetçi Stalinist devlette yozlaşmasını, Avrupa'nın sosyal demokrasisinin milliyetçilik ile savaşa tes­ lim olmasını ve küresel Güney'deki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yenilgiye uğramasmdan sonra aym topraklarda otoriter rejimlerin pıtrak gibi çoğalmasını içeriyor. Bizim için önemli olan, neoliberalizmin ittifak kurduğu, neoliberalizmi geliştiren ve onun için bir mazeret işlevi gören güçlerin dönemimizin özgürleştirici hareketleri tarafından geri kazanılmasıdır. Solcu feministler neoliberalizmin mazeret bulmak için kullandığı güçlerle acı verici bir tecrübe yaşadı; çünkü ha­ reketimizin ana akım liberal çizgilerinin azınlığın meritokratik gelişimine yol açtığına şahit olduk. Tüm bu yaşananlar, beklentilerimizin Marx ve Engels inkinden farklı şekilde gelişmesine yol açmadı. Nasıl ki onlar, kapitalizmin görece genç 86

olduğu bir dönemde kaleme kâğıda sarıldıysa, biz de kooptasyon ve baskı konusunda çok daha ehil, vahşi ve yaşlı bir sistemle karşı karşıyayız. Üstüne üstlük, günümüzdeki politik manzara­ nın dört bir yam tuzaklarla dolu. Kendi Mani­ festo'm uzda açıkladığımız üzere, bugün femi­ nistlerin karşı karşıya olduğu en tehlikeli tuzak, mevcut politik seçeneklerin ikiyle sınırlı olduğu­ nu düşünmektir: Bir yanda talancı, oligarşik gün­ demini bir özgürleşme maskesi altında gizlemek için feminizmin elitist, ticari bir versiyonunu öne süren neoliberalizmin "ilerici"; öte yandaysa başka araçları kullanarak benzer, plütokratik bir gündemi izleyen -mizojinik ve ırkçı içerimlerini "popülist" referanslarla cilalayan- neoliberaliz­ min gerici bir türü var. Hiç şüphe yok ki, bu iki eğilim aymyla vaki değildir ama ikisi de gerçek­ ten özgürleştirici ve çoğunlukçu bir feminizmin ölümcül düşmamdır. Üstüne üstlük, her ikisi de birbirine giden yolun taşlarım döşer: İlerici neoliberalizm, önce gerici popülizmin yükselişi için gereken koşulları yaratü, şimdi de kendisini bir alternatif olarak sunuyor. Bizim Manisfesto'muz bu savaşta bir taraf seç­ meyi reddediyor. Kapitalist krizi idare etmek için seçeneklerimizi iki stratejiyle sınırlayan bu me­ nüyü elimizin tersiyle itiyoruz; bu Manifesto'yu ikisine de bir alternatif olarak kaleme aldık. Biz mevcut krizi yönetmeyi değil, çözmeyi taahhüt ediyoruz; mevcut düzenlemelerin üstünü ört­ tüğü bazı gizli özgürleşme olanaklarım görü­ nür kılmanın ve uygulanabilir hale getirmenin 87

peşindeyiz. Liberal feminizmin finans kapitalle kurduğu konforlu ittifakı bozma azmiyle başka bir feminizm öneriyoruz: %99 için feminizm. Bu proje için 2017'de Birleşik Devletler'de ya­ şanan kadm grevinden sonra bir araya geldik. Bundan önce her birimiz kapitalizm ve toplum­ sal cinsiyet baskısı arasındaki ilişki üzerine ayrı ayrı yazılar kaleme almışük. Cinzia Arruzza fe­ minizm ile sosyalizm arasındaki endişe verici ilişkileri hem tarihsel hem de kuramsal açıdan çözümlemişti. Tithi Bhattacharya toplumsal ye­ niden üretimin içerimlerini sınıf ve sınıf müca­ delesi açısmdan tarüşmıştı. Nancy Fraser ise -toplumsal yeniden üretim biçimlerinin krizinin bir parçası olduğu- kapitalizm ile kapitalist kriz üzerine geniş kapsamlı bir kavrayış geliştirmişti. Farklı noktalara vurgu yapmamıza rağmen mevcut konjonktüre dair müşterek bir anlayışa sahip olduğumuzdan bu Manifesto'yu. yazmak için güçlerimizi birleştirdik. Tarihin bu uğrağı, üçümüz için de, feminizm ile kapitalizmin ta­ rihinde hayati bir bağlantı noktasını temsil edi­ yor: Müdahaleye açık ve hatta müdahale etmeyi gerektiren bir bağlantı noktasını. Bu bağlamda feminist bir manifesto yazma kararım almamızı sağlayan, politik bir amaçtı: Bir kurtarma ope­ rasyonu veyahut rota düzeltmesinin peşindeyiz; amacımız, politik bir karmaşa döneminde femi­ nist mücadelelere yeniden yön vermek.

88

K apitalizm i ve Krizini Yeniden Kavram sallaştırm ak

Bizim Manifesto'muzun tepki verdiği kon­ jonktür en iyi şekilde bir kriz olarak anlaşılabilir. Ne var ki, bu sözcüğü durumun kötü olduğu gi­ bisinden çekingen ve bariz anlamıyla kullanmı­ yoruz. Mevcut felaketler ve ıstıraplar korkunç bir boyuta ulaşmış olsa da, "kriz" terimini kul­ lanma gerekçemiz bununla sınırlı değil: Bugün yaşadığımız sayısız şer ne birbiriyle alakasız ne de tesadüfün bir eseri. Aksine bunların hepsi, temelinde yatan toplumsal sistemin ürünü. Bu öyle bir sistem ki, yaşanan felaketler onun ras­ gele sonuçları olmak bir yana, tam aksine kuru­ cu dinamikleri arasında. Bizim Manifesto'muz bu toplumsal sistemin adım kapitalizm olarak koyuyor ve mevcut krizin kapitalizmin krizi olduğunu ilan ediyor. Ne var ki, kapitalizmi artık eskisi gibi kavrayamayız. Biz feministler, kapitalizmin yalnızca ekonomik bir sistem olmadığını, bundan çok daha fazlası­ nı içerdiğini çok iyi biliyoruz: Kapitalizm, resmi ekonomiyi idame ettiren ve görünüşte "ekono­ mik olmayan" ilişkiler ile pratikleri de kapsa­ yan kurumsallaşmış bir toplumsal düzendir. Kapitalizmin resmi kurumlan -ücretli emek, üretim, mübadele ve finans- sırtını zomnlu desteklere ve onu olanaklı kılan koşullara daya­ mıştır: Ailelere, topluluklara, doğaya; teritoryal

devletlere, politik örgütlere ve sivil toplumlara; -büyük oranda kadınlar tarafından ve çoğu zaI man karşılığı ödenmeden sergilenen toplumsal yeniden üretim emeği de dahil olmak üzere- hiç de önemsiz olmayan, muazzam miktardaki üc­ retsiz ve el konulmuş emeğin farklı formlarına. Tüm bunlar kapitalist toplumun kurucu öğeleri ve doğal olarak da onunla mücadele alanlarıdır. Manifesto'muzun kapitalist krize ilişkin kap­ samlı görüşü, tam da bu geniş ölçekli kapita­ lizm kavrayışından ileri geliyor. Kapitalizmin zaman zaman piyasa kazalarına, iflas zincirle­ rine ve toplu işsizliğe yapısı gereği eğilimli ol­ duğunu göz ardı etmeden, başka sorunlar, yani "ekonomik olmayan" çelişkiler ve kriz eğilim­ leri de içerdiğini söylüyoruz. Örneğin, kapita­ lizm bünyesinde ekolojik bir çelişki barındırır: Bir yandan doğayı içinden enerji ve hammadde r akan bir "musluğa" indirgerken, öte yandan da / ona atıkları toparlayan bir "lavabo" muamelesi yapar. Sermaye, doğanın söz konusu iki kapa­ sitesini de yerine ikamesini koymaksızm bilabedel gasp eder. Sonuçta, kapitalist toplumlar, / kendisini ayakta tutan doğal çevrelerin denge­ sini bozmaya ve hayatı sürdüren ekosistemleri tahrip etmeye yapısal olarak eğilimlidir. Bu toplumsal oluşum biçimi, benzer şekilde politik bir çelişkiyi de bünyesinde barındırır: Ya­ şam ile ölüme dair temel meseleleri "piyasalar"ın hükümranlığına bırakarak politikanın kapsamı­ nı sınırlama ve kamuya hizmet etmesi gereken 90

devlet kıırumlarım sermayenin hizmetkârı ha­ line getirme eğilimine sahiptir. Dolayısıyla ka­ pitalizm, sistem içi gerekçelerle tasarrufunu de­ mokratik istekleri boşa düşürme, hakların altım oyma ve kamusal güçleri etkisizleştirme ve vah­ şi baskılar, bitmek bilmez savaşlar ve yönetişim krizleri yaratma yönünde kullamr. Son olarak da, kapitalist toplum bünyesinde bir toplumsal yeniden üretim çelişkisi barındırır: Bununla yerine hiçbir şey koymadan "ücretsiz" yeniden üretim emeğinin olabildiğince serma­ yenin lehine idare edilmesi eğilimini kast edi­ yoruz. Nihayetinde bu eğilim düzenli olarak kadınların canına okuyan, aileleri mahveden ve toplumsal enerjileri kırılma noktasma kadar es­ neten "bakım krizleri"ne yol açar. Başka bir deyişle, bizim Manifesto'muza göre kapitalist kriz yalnızca ekonomiyle değil, aym zamanda ekoloji, politika ve toplumsal yeniden üretimle de ilişkilidir. Kaldı ki, bunların köke­ ni her durumda aynıdır: Sermayenin varlığım sürdürmesi için zaruri olan koşullarım hiçbir çaba harcamadan elde etme eğilimi. Sermaye, toplumsal yeniden üretim için gereken koşulla­ rı bedelini ödemeden elde etmeyi amaçlar. Bu koşullar atmosferin karbon salimimin soğurma kapasitesini; devletin özel mülkiyeti savun­ ma, bir isyam bastırma ve parayı himayesi al­ tına alma kapasitesini ve -bizim için en temel olan- insanın varlığım sürdürme ve şekillendir­ me için gereken ücretsiz emeği içerir. Sermaye

91

bunlar olmadan ne "işçileri" sömürebilir ne de kârını katlayabilir. Gelgeldim, sermaye bu ko­ şullar olmadan yaşamıyorsa da, mantığı onu bunlardan vazgeçmeye sürükler. Eğer doğanın, kamusal gücün ve toplumsal yeniden üretimin ikame edilmesi için gereken bütün bedeli öde­ meye kalkışırsa kârı giderek azalacaktır. Biriki­ mi tehlikeye atmaktansa sistemin kendi varoluş koşullarmı yamyam misali yemesi evladır! Dolayısıyla Manifesto'muzun öncülü şudur: Kapitalizm, bünyesinde kendi resmi ekonomi­ sinden ileri gelenlere kıyasla çok ama çok daha fazla sayıda çelişkiyi barındırır. "N orm al" za­ manlarda sistemin kriz eğilimleri, "yalnızca" harcanabilir ya da güçsüz görünen kesimleri etkileyerek az çok gizli kalır. Ne var ki artık o normal günler çok geride kaldı. Bugün, kapita­ lizmin bütün çelişkileri kaynama noktasına ulaş­ tı. Esasen, —%1'lik kesim hariç- artık hiç kimse politik felaketin, ekonomik kırılganlığın ve top­ lumsal yeniden üretimin yoksullaşmasından kaçmamaz. Dahası, iklim değişikliği yeryüzündeki bütün hayatı yerle bir etme tehdidini savu­ ruyor. Teşhisimiz şu: Bu yıkıcı gelişmelerin her biri birbiriyle çok derinlerde ilişkilidir ve bu ne­ denle de hiçbirinin tek başına çözülmesi müm­ kün değildir.

92

Toplumsal Yeniden Ü retim N edir?

Manifesto'muz, mevcut krizin bütün veçhe­ lerini ele alıyor. Ne var ki, toplumsal cinsiyet asimetrisiyle yapısal bağlantısı olan toplumsal yeniden üretim veçhesiyle özel olarak ilgileni­ yoruz. O halde soruşturmamızda daha derin­ lere inebiliriz: Toplumsal yeniden üretim tam olarak nedir? "Luo" örneğini düşünelim. Sadece soyadıyla tamnan Tayvanlı bir anne, 2017 yılında oğluna dava açmış ve onu yetiştirirken harcadığı za­ man ve para için tazminat talep etmişti. Luo, iki oğlunu bekâr bir anne olarak yetiştirmiş ve iki çocuğunun da diş hekimliği okumasını sağ­ lamıştı. Bunun karşılığında oğullarının yaşlan­ dıklarında kendisiyle ilgilenmesini bekliyordu. Beklentilerini karşılamayınca oğullarından bi­ rini dava etti. Tayvan Yüksek Mahkemesi, hiç beklenmedik bir karar alarak çocuğun annesine "yetiştirme" bedeli olarak 967.000 dolar ödeme­ sine karar verdi. Luo örneği, kapitalizm çatısı altındaki ya­ şamın üç temel ilkesini gözler önüne seriyor: JBirifflHsi. kapitalizmin görmeyi reddettiği ve gizlemeye çalıştığı insani bir evrenseli: Bir in­ sanı doğurmak, onunla ilgilenmek ve yaşamım idame ettirmek için gereken zaman ve kaynak­ ların ne kadar büyük olduğunu açığa vuruyor. İkincisi, bir insanın vücuda gelmesi ve/veya 93

varlığını sürdürmesi için gereken emeğin top­ lumlunuzda halen büyük oranda kadınların sırtında olduğunun altım çiziyor. Son olarak, hayatın olağan akışı içerisinde kapitalist toplu­ mun -sırtım buna yaslamış olsa b ile - bu emeğe hiçbir şekilde değer vermediğini faş ediyor. Luo örneği bizi Manifesto'muzda merkezi bir rol oynayan dördüncü önermeyi izah etmeye teşvik ediyor: Kapitalist toplumun birbirinden ayrılamayacak ama aym zamanda birbirine taban tabana zıt olan iki buyruktan oluştuğu önermesini. Bu sistemin kâr elde etme sürecini belirleyerek varlığım sürdürme ihtiyacı, insanın teşekkülü dediğimiz süreç vasıtasıyla insanların varlığım sürdürme ihtiyacına taban tabana zıttır. "Toplumsal yemden üretim" terimi ikinci buy­ ruğa gönderme yapar. İhsanlan yalnızca yemek yiyip uyumakla kalmayıp aym zamanda çocuk yetiştiren, aileleriyle ilgilenen, topluluklarının varlığım idame ettiren ve tüm bunlan yaparken de geleceğe dair umut besleyen toplumsal varlık­ lar olmasım sağlayan faaliyetleri kapsar. "İnsanın teşekkül etmesini" sağlayan faali­ yetler, her toplumda farklı şekilde vuku bulur. Ancak, kapitalist toplumlarda bu faaliyetlerin hizmet etmesi gereken ikinci bir efendisi var­ dır: Toplumsal yeniden üretim çalışmasına ver "işgücü"ne muhtaç olan sermaye. Kendisi için mümkün olan en düşük maliyetle bu "tuhaf meta yı yeterince tedarik etme güvencesine sa­ hip olan sermaye, toplumsal yeniden üretim ça94

lışmasımn bütün yükünü kadınların, topluluk­ ların ve devletin sırtına yüklemekte, bu esnada bunları kârını maksimize edecek en iyi formlara dönüştürmektedir. Marksist-feminizm, sosyalist-feminizm ve toplumsal yeniden üretim teo­ risi de dahil olmak üzere feminist teorinin çeşitli yaklaşımları, kapitalist toplumda kâr elde etme [profit-making] ile insanın teşekkülü [people-making] eğilimindeki çelişkileri çözümlemiş, serma­ yenin İkincisini ilki lehine araçsallaştırma güdü­ sünü gözler önüne sermiştir. M arx'm Kapital'ini okuyanlar sömürünün ne olduğunu iyi bilir: Sermayenin üretim sürecin­ de ücretli işçilerin sırtına yüklediği bir adalet­ sizliktir. Bu düzende işçiler geçim masraflarım karşılayacak kadar ücret alırken, aslında çok daha fazlasını üretir. Hülasa, patronlarımız kendilerini, ailelerini ve toplumuzdaki altya­ pıları yeniden üretmeye yetecek olan saatten çok daha fazla çalışmaya zorlarlar bizi. Üretim araçlarını ellerinde tutanlar ve onların ortakları adına kâr formunda ürettiğimiz artı değeri gasp ederler. Toplumsal yeniden üretim kuramcıları, bu tablodaki eksiği dillendirir ama durumu ye­ terince reddetmez: Tıpkı Marksist ve sosyalist feministler gibi bizim de rahatsız edici bazı sorularımız var: Kadın emekçi, işe gelmeden önce ne yapmak zorundadır? Kadın emekçinin yemeğini kim pişirdi, yatağını kim hazırladı, sıkıntısını kim azalttı ki, yorucu bir günün erte-

95

sinde yeniden işe gidebilsin? Tüm bu teşekkül çalışmasını başka birisi mi üstlendi, yoksa bun­ ları -yalnızca kendisi değil, ailesi için d e- ya­ pan yine bizzat o muydu? Tüm bu sorular kapitalizmin gizlemek için didindiği bir gerçeği faş ediyor: Kâr elde etmek için gereken ücretli emek, bir insanın teşekkü­ lü için gereken (çoğunlukla) ücretsiz emekten bağımsız varolamaz. Dolayısıyla ücretli emek denen kapitalist kurum, artı değerden çok daha fazlasını örtbas etmektedir. Doğum izini kaçır­ maktadır gözlerden: Varlık koşulu olan toplum­ sal yeniden üretim emeğini. Toplumsal süreçler ve kurumlar iki türden de "üretim"e, yani kârm ve insamn üretimine muhtaçtır. Bunlar analitik olarak birbirinden ayrı olsa da, yapısal olarak müşterektir. Aralarındaki ayrım, bizzat kapitalist toplu­ mun uydurmasıdır. Dile getirdiğimiz üzere, in­ sanın teşekkülü için daima bir çaba sarf edilmiş ve bu çaba da mütemadiyen kadınlarla ilişkilendirilmiştir. Gelgelelim, eski toplumlar "eko­ nomik üretim" ile toplumsal yeniden üretim arasmda keskin bir ayrım gütmüyordu. Kapita- Ş lizmin gelişmesiyle birlikte toplumsal varoluşun bu iki veçhesi birbirinden ayrıldı. Üretim fabri­ kalara, maden ocaklarına ve bürolara taşınırken, ekonomik" diye düşünüldü ve karşılığı nakit olarak ödendi. Yeniden üretim ise "aile" düzeyi­ ne çekildi ve böylelikle kadınlara has bir hale getirildi. Bu süreç, "çalışma" değil, "bakım" ola96

rak tanımlandı ve paranın aksine "sevgi" uğru­ na yapıldı. Veyahut bize böyle dendi. Aslma ba­ kılırsa kapitalist toplumlar, toplumsal yeniden üretimi özel olarak evlerle sınırlamadı; aksine, komşuluk, taban örgütlenmesine giden toplu­ luklar, kamu kurumlan ve sivil toplumun belli kesimlerinde de konumlandırdı. Yeniden üretim emeğinin bir kısmının metalaştırılması, çok uzun bir zaman aldı ve bugün de şimdiye dek hiç ulaş­ madığı bir boyuta ulaştı. Her şeye rağmen, kârın teşekkülü ile insa­ nın teşekkülü arasındaki ayrım, kapitalist top­ lumun kalbindeki çok köklü bir gerilime işaret eder. Sermaye sistematik bir biçimde kârım art­ tırmaya çalışırken, buna karşılık işçi sınıfından insanlar da toplumsal birer varlık olarak daha anlamlı ve haysiyetli bir yaşam sürmeye çaba­ lar. Bunlar en temelde uzlaşamayacak amaç­ lardır; çünkü sermayenin birikimdeki payının artmasımn yegâne yolu bizlerin toplumsal yaşamdaki payımn azalmasıdır. Evde yaşam­ larımızı zenginleştiren toplumsal pratikler ve dışarıda yaşamlarımızı geliştiren toplumsal hizmetler, sürekli olarak kârın azalması tehdidi içerir. Dolayısıyla, bu maliyetleri azaltma yö­ nündeki finansal güdü ve bu türden emeklerin altını oymaya duyulan ideolojik güdü, bir bü­ tün olarak sistemin dört bir yanma yayılmıştır. Kapitalizmin hikâyesi, şayet basit bir biçim­ de kâr elde etme sürecinin insanların teşekkülü­ nü ortadan kaldırdığı bir hikâye olsaydı, sistem

97

meşru bir biçimde zaferini ilan edebilirdi. Ne var ki, kapitalizmin tarihi anlamlı ve haysiyetli yaşamlar için verilen mücadelelerce şekillendi­ rilmiştir. Ücret için verilen mücadelelerin çoğu zaman "ekmek parası" için verilen mücadeleler olarak amlması tesadüf değildir. Dolayısıyla ge­ leneksel emek hareketlerinin çoğu zaman yap­ tığı gibi bu meseleleri işyeri talepleriyle sınır­ lamak doğru bir tutum olamaz. Bu geleneksel bakış açısı, sermayenin yaşamı yalnızca bir ara­ cıya indirgediği bir sistemde ücretler ile yaşam arasındaki fırtınalı, istikrarsız ilişkiyi kavrayamaz. Emekçiler ücretleri için mücadele etmiyor; ekmek parası için mücadele ediyorlar. Bu duru­ mu sürdürme arzusu bir sonuç değil, bir belir­ leyen. Dolayısıyla, yemek, barınma, su, sağlık hizmeti ya da eğitim için verilen mücadeleler, her zaman ücretin dolayımlı aracılığıyla ifade edilmez. Bunun anlamıysa şudur: Söz konusu mücadeleler yalnızca işyerinde biraz daha fazla maaş almak için verilmez. Modern dönemin en büyük iki devriminin; Fransız ve Rus devrimlerinin kadınlar tarafmdan başlatılan mide isyan­ ları olduğunu unutmayalım. Toplumsal yeniden üretim mücadelelerin gerçek amacı, insamn teşekkülü sürecini kâr elde etme sürecinden öncelikli hale getirmek­ tir. Bu mücadeleler yalnızca geçinmekle ilgili değildir. Bu nedenle %99 için feminizm, ekmek ve gül için mücadeleye vücut kazandırır ve onu güçlendirir.

98

T oplum sal Yeniden Ü retim K rizi M anifesto'm uzun çözümlediği konjonktür içerisinde toplumsal yeniden üretim ciddi bir kriz sahasıdır. Bu krizin temel nedeninin şu ol­ duğunu ileri sürüyoruz: Kapitalizmin toplumsal yeniden üretime yaklaşımı çelişkilidir. Bir yan­ dan, bu faaliyet olmadan sistem işleyemez; öte yandan da, sistem bunun maliyetini görmezden gelir veyahut ya hiçbir ekonomik değer vermez ya da çok az verir. Bunun anlamı, toplumsal yeniden üretim emeği için gereken kapasitele­ rin zaten daha en baştan veriliymiş gibi kabul edilmesi; sanki hiç dikkat veyahut ikame ge­ rektirmeyen ücretsiz ve sonsuz "hediyeler"m iş gibi m uam ele görmesidir. Mesele enine boyuna düşünülmediğinde, her daim emekçileri yetiş­ tirm enin [produce] ve ekonomik üretimin -y an ı sıra genel olarak da toplum un- dayandığı top­ lumsal ilişkilerin sürdürülebilmesi için gerekli enerjilerin yeterli olacağı varsayılır. İşin gerçeği, toplumsal yeniden üretim kapasiteleri sonsuz değildir ve kırılma noktasına kadar esnetilebilir. Bir toplum, hem kamusal desteğini toplum­ sal yeniden üretimden çektiğinde hem de baş tedarikçilerini uzun ve yorucu saatler süren dü­ şük ücretli işlerde çalışmaya zorladığında sırtı­ nı yasladığı toplumsal kapasiteleri tüketir. İçinde bulunduğumuz durum tam olarak budur. Kapitalizmin mevcut, neoliberal biçimi, insanların yeniden canlanmasını ve toplumsal 99

bağların sürmesini sağlayan kolektif ve bireysel kapasitelerimizi sistemli bir biçimde tüketiyor. İlk bakışta bu rejim, kapitalizmin üretim ile ye­ niden üretim emeği arasındaki toplumsal cinsi­ yete dayanan kurucu ayrımım bozuyor gibi gö­ rünüyor. Yeni "çift maaşlı aile" idealini yere göğe koyamayan neoliberalizm, kadınları dünya ça­ pında kitlesel olarak ücretli işçi haline getiriyor. Oysaki bu ideal bir aldatmacadan ibaret ve bu emek rejimi de kadınlan özgürleştirmekle zer­ re kadar ilgili değil. Önümüze özgürleşme diye sunulan şey, aslmda sistemin yoğunlaştınlmış sömürüsü ve müsaderesi. Üstüne üstlük, akut toplumsal yeniden üretim krizinin de motoru. Elbette kaymak tabakada yer alan kadınların bir kısmının neoliberalizmden bir şeyler elde ettiği doğru: Kendi sınıflarından erkeklere gös­ terilen kolaylıklar onlara gösterilmemiş olsa da prestijli mesleklere adım atıp şirket yönetiminde basamaktan kolayca tırmandılar. Gelgelelim, büJ yük çoğunluğu bekleyen gerçek bambaşka: Dü -7 şük ücretli, güvencesiz çalışma. Üstelik de kötü çalışma koşulları altında, serbest üretim bölge­ lerinde ve hizmet sektöründe; yoksul, ırkçılığa maruz kalmış ve göçmen kadınların fastfood ser­ vis ettiği ve ucuz şeyler sattığı devasa mağaza­ larda; temiz ofislerde, otel odalarında ve evlerde çalışarak; hastanelerde ve bakım evlerinde elle­ rinde boş lazımlıklarla ve çok daha imtiyazlı bir tabakadan insanların ailelerine -üstelik de çoğu zaman bunu kendi ailelerinden uzakta ve onları ihmal etmek pahasına- bakarak yaparlar bunu. * 100

Bu çalışmanın bir kısmı, daha önceden be­ deli ödenmeyen yeniden üretim emeğini metalaştırıyor. Ne var ki, bu metalaştırmanın so­ nucu kapitalizmin üretim ile yeniden üretim arasındaki ayrımını bulanıklaştırmak olduğu gibi, aym zamanda bir başka kesin sonucu da şudur: Kadın Özgürleşmesine ket vurmak. Ser­ maye, zamanımızın ve enerjimizin büyük bir kısmına el koymuş olsa da, neredeyse hemen hepimiz "ikinci bir iş"te daha çalışmak zorun­ dayız. Üstelik de, kadınların ücretli emeğinin büyük bir kısmının hiç de özgürleştirici olma­ dığı gün gibi ortada. Güvencesiz ve düşük üc­ retli işler, ne işçi haklarına ne de sosyal haklara ulaşabilm eyi sağlıyor. Aynı zamanda özerklik kazanma, kendini gerçekleştirme ya da beceri edinme ve bunları hayata geçirme fırsatım da çalıyor kadınlardan. Bu çalışmanın kadınlara sağladığı, bilakis, taciz ve istismar karşısındaki kırılganlıktan başka bir şey değildir. Bunlarla aym derecede önemli olan bir başka husus da şu: Bu rejimde kazandığımız ücretler, çoğunlukla -ailem izi bir yana bırakalım - kendi toplumsal yeniden ürememizi karşılamak için bile yetersizdir. Hanedeki başka bir kişinin daha ücretli çalışması elbette bir destektir; ama yine de bu destek nadiren yeterlidir. Sonuç olarak pek çoğumuz pahalı, insan sağlığım tehlikeye atan ve tehlikeli ulaşım araçlarını kullanarak uzun mesafeler kat ettiğimiz birden çok "M cîş"te çalışmak zorunda bırakılıyoruz. Savaş sonrası dönemle karşılaştırıldığında hane başına ücret­ 101

li çalışma saati arttı; ama kendimizi yenilemek, ailelerimiz ve arkadaşlarımızla ilgilenmek ve evimiz ile topluluklarımızı idame ettirmek için eereken saatlerde köklü bir kesinti yaşandı. Öyleyse kendisini feminist bir ütopya gibi sunan neoliberal kapitalizm, aslında sömürüyü yaygınlaştırmaktan başka bir şey yapmaz. Yal­ nızca erkekler değil, kadınlar da hayatta kalmak için emek gücünü parça parça -v e ucuza- satmak zorunda kalır. Dahası, bununla da yetinmez: Gü­ nümüzde sömürü, mülksüzleştirmeyle bütün­ leşmiştir. Gitgide daha çok kadmlaşan işgücünü yeniden üretmenin bedelini ödemeyi reddeden 7 sermaye, artık "yalnızca" işçilerin ürettiği artı değere ve geçim araçlarma el koymakla yetinmi­ yor. Bunun yam sıra, sömürdüğü insanların be­ denlerine, zihinlerine ve ailelerine derinlemesine sızıyor ve sadece artıdeğer ürettikleri enerjilerini değil, aym zamanda kendilerini tazelemeleri için gereken enerjileri de çalıyor. Başka bir kâr kayna­ ğı olarak toplumsal yeniden üretimi bir madenci misali bireylerden kazarak çıkaran sermaye, işçi­ leri kemiğine kadar sıyırıyor. Sermayenin toplumsal yeniden üretime yö­ nelik saldırısının bir kısmı da kamusal sosyal hizmetlerde tasarrufa gidilmesidir. Kapitalist kalkınmanın eski sosyal-demokratik (veya dev­ let idaresindeki) aşamasında, zengin ülkelerde­ ki işçi sınıfları, sermayeden toplumsal yeniden üretim için bazı devlet desteklerini koparmayı başarmıştı: Emekli maaşları, işsizlik sigortası, ço102

cıık yardımları, ücretsiz kamusal eğitim ve sağlık sigortası. Fakat bu asr-ı saadet olmadı; kapitalist çekirdekteki çoğunluğu oluşturan etnik gruba mensup işçilerin kazanımlan, aslında kadınların aile ücretine bağımlılığına, toplumsal güvenlik­ ten ırksal / etnik dışlamalara, toplumsal refah için heteronormatif açıdan uygun olma ölçütü­ ne ve "Üçüncü Dünya"daki süregiden emperyal müsadereye dayamyordu. Bununla birlikte, söz konusu imtiyazlar, sermayenin toplumsal yeni­ den üretime yönelik içkin saldın eğilimine karşı kimilerine kısmi bir koruma da sağladı. Neoliberal, fmansallaşmış kapitalizm tama­ men yeni türden bir yaratıktır. Kamusal yar­ dımlar vasıtasıyla toplumsal yeniden üretimi istikrarlı hale getirerek devletleri güçlendirmek şöyle dursun, finans kapitalin özel yatım ncılarm acil ihtiyaçlarım karşılaması için devleti ve kamuyu denetim altma almasma müsaade eder. Tercih ettiği silahsa borçtur. Finans ka­ pital, sosyal demokrat yardımlann en ılımlı biçim lerini bile ortadan kaldırmak, devletleri ekonomilerini liberalleştirmeye, sermayeleri­ ni serbestleştirmeye ve savunmasız halklarına "kem er sıkma p olitikaların ı dayatmaya mec­ bur bırakm ak için kullandığı devlet borcunun sırtından geçinir. Bu esnada da, köylüler ile iş­ çileri denetim altma almak, onları toprağa ve işe bağım lı kılmak, GDOTu tohumlar almala­ rını ve düşük gelirlilerin başka şansı olmadığı için satın almak zorunda kaldığı ucuz tüketim mallarım üretmelerini garantilemek maksadıy103

la -yüksek faizli mortgage kredilerinden kredi kartlarına ve öğrenci kredilerine, maaş günü kredilerinden mikrokredilere k ad ar- tüketi­ ci borçlarını arttırdıkça arttır. Bu rejim, her iki yolla da kapitalizm in birikim buyruğu ile top­ lumsal yeniden üretim in gereksinimleri arasın­ daki içsel çelişkisini keskinleştirir. Aynı anda hem çalışma saatlerinin arttırılmasını hem de kamusal hizm etlerin tırpanlanmasını isteyen kapitalizm, ailelere ve topluluklara yönelik ba­ kım emeğinin kendisiyle hiçbir alakası yokmuş gibi davranır. Üstelik de kadınların bu bakım emeğini sergileme kapasitelerini azaltarak... Sonuç, özellikle kadınlar açısından, top­ lumsal yeniden üretim sorumluluklarının kadınların -serm ayenin öncelikle birikime hasredilmesini isted iği- yaşamlarının müsait boşluklarına sıkıştırılmasına yol açan çılgınca bir mücadeledir. Bu da, alışılageldiği üzere, bakım emeğinin imtiyazlı olmayanların sırtına yüklenmesi manasma gelir. Sonuç, daha yoksul f kadınları, çoğu zaman da göçmenleri ve / veya ırkçılığa maruz kalan grupların mensuplarını evlerini temizlemek ya da çocuklarına ve yaş­ lanan ebeveynlerine bakm ak için işe alabilecek paraya sahip olanların, kendileri çok daha ka­ zançlı bir işte çalışırken bu insanları "küresel bakım z in cirlerin in bir parçası haline gelmeye zorlamasıdır. Şüphesiz, bu süreç düşük ücretli bakım işçilerinin aile ve ev içi sorumluluklarını yerine getirmek için bocalamaları, çoğu zaman da bu sorumlulukları onlardan daha yoksul ka104

diaların sırtına yüklemesi, onların da bunu bir başkasına yaparak zincirinin sürüp gitmesidir. Bu senaryo, "yapısal düzenleme" boyundu­ ruğu altma alınmış borçlu postkolonyal dev­ letlerin toplumsal cinsiyetlendirilmiş strateji­ lerine gayet uygun düşer. Rezerv para ihtiyacı olan bu devletlerden bazıları, kadınların ailele­ rine para göndermeleri için ülke dışmda bakım emekçisi olarak çalışmasını fiili olarak teşvik ederken, başka ülkeler de çoğunlukla düşük ücretli -k öle gibi çalıştırılan ve cinsel şiddete maruz kalan- kadm işçilerin istihdamının ter­ dir edildiği (tekstil ve elektronik eşya montajı gibi) sanayi alanları için serbest ticaret bölgele­ ri yaratarak yabancı sermayeyi yatırım yapma­ sı için davet eder. Her iki durumda da toplum­ sal yeniden üretim kapasiteleri posası çıkana kadar zorlanmaktır. Bu yaklaşımın açık sonu­ cu, bakım gediğini gidermek değil, aksine ye­ rini değiştirmektir: Zenginden yoksul ailelere, küresel Kuzey'den küresel Güney'e doğru kay­ dırmak. Nihai sonuç, toplumsal yeniden üre­ time ilişkin yeni, ikili bir örgütleme biçimidir; bedelini karşılayabilenler için metalaştırılmış ve karşılayamayanlar için de özelleştirilmiş bir biçim. Bu düzenlemede ikinci kategoride yer alanların bir kısmı, bakım emeğini ilk gruptaki­ ler için (düşük) ücretli olarak çalışarak karşılar. Bunların hepsi, topyekûn ele alındığında "bakım krizi" denilen şeyi oluşturur. Ne var ki, M anifesto'm u zd a ileri sürdüğümüz üzere,

105

bu İfade kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bu, ya­ pısal bir krizdir; "bakım krizi"yse çağdaş ka­ pitalizmin genel ve geniş çaplı krizinin sadece bir kısmıdır. Kapitalizmin krizinin ne denli ağır yaşandığı dikkate alındığında, son yıllarda top­ lumsal yeniden üretim sahasındaki mücadelele­ rin böyle patlak vermesi hiç de şaşırtıcı değildir. Kuzeyli feministler, çoğu zaman odaklarının "aile ile iş arasındaki denge" olduğunu söyler. Gelgeldim, toplumsal yeniden üretime ilişkin mücadeleler bundan çok daha fazlasını barındı­ rır bünyesinde: Barınma, sağlık hizmetleri, gıda güvenliği ve koşulsuz temel gelir için tabandan örgütlenen hareketler; göçmenlerin, ev emekçi­ lerinin ve kamu çahşanlannm hakları için veri­ len mücadeleler; kâr amaçlı bakım evlerindeki, hastanelerdeki ve çocuk bakım evlerindeki sos­ yal hizmet çahşanlannm sendikalaşması için yapılan kampanyalar; hem çocuk hem de yaşlı bakımı gibi kamu hizmetleri, çahşma süresinin kısaltılması, doğumda hem anne hem de baba­ ya cömert bir ücretli izin verilmesi için verilen mücadeleler. Bunlar bir bütün olarak ele alındı­ ğında ortaya çıkan, üretim ile yeniden üretim arasındaki ilişkinin çok ciddi ölçüde yeniden düzenlemesi talebidir: Kârı değil, insanların ya­ şamlarım ve toplumsal bağlarım önceleyen top­ lumsal düzenlemelerin yapılması; her cinsiyet, toplumsal cinsiyet, milliyet ve renkten insanın toplumsal yeniden üretim faaliyetini güvenli, hakkı yerli yerince verilmiş ve istismarsız bir şekilde karşılayabildiği bir dünya talebi.

106

% 99 İçin Fem inizm in Politikası

Yukarıdaki analiz, Manifesto'muzun temel politik amacım şekillendirir: Feminizm, mev­ cut kriz karşısında ayağa kalkmak zorundadır. Daha önce dile getirdiğimiz üzere, bu kapitaliz­ min en iyi ihtimalle yerini değiştirebileceği ama çözemeyeceği bir krizdir. Gerçek bir çözüm, toplumsal örgütlenmenin tepeden tırnağa yeni bir biçimini gerektirir. Şüphesiz, Manifesto'muz alternatifin sınır­ larını kesin olarak belirlemiyor. Bu sınırlar al­ ternatifi yaratma mücadelesi esnasmda ortaya çıkmalıdır. Yine de, bazı şeyler şimdiden aşikâr. Liberal feminizmin iddia ettiğinin aksine, fır­ sat eşitliği vaazı cinsiyetçiliğin üstesinden ge­ lemez. Aym şekilde, cinsiyetçiliğin yasal re­ formlar aracılığıyla bozguna uğratılabileceğine inanan harcıalem liberalizm de yanılmaktadır. Buna ilaveten sosyalizmin geleneksel anlayı­ şına ayak uydurarak ücretli emek sömürüsüne yönelik özel bir odaklanma da kadınların -v e her türden toplumsal cinsiyete sahip olan iş­ çilerin- özgürleşmesine kapı aralamaz. Hedef tahtasına sermayenin -her türden sömürünün bağlı olduğu- ücretsiz yeniden üretim emeğini araçsallaştırmasmı oturtmak gerekir. Aslına ba­ kılırsa ihtiyacımız olan, sistemin üretim ile ye­ niden üretim, kâr elde etme ve insamn teşekkü­ lü arasında kurduğu çetin bağlantıyı ve insanın

107

kâra tabiiyetini ortadan kaldırmaktır. Bu da, iki­ si arasında bir simbiyoz üreten daha geniş çaplı bir sistemin yıkılması manasma gelir. Manifesto'muz, liberal feminizmi bu özgür­ leşme tasarısının önündeki en büyük engel ola­ rak görüyor. Bu akım bugünkü hakimiyetini önceki dönemin radikal feminizminden daha uzun süre ayakta kalarak, işin aslı, onu tersine çevirerek tesis etti. 1970'lerde yükselen radikal feminizm, savaşa, ırkçılığa ve kapitalizme karşı duran sömürgecilik karşıtı güçlü m ücadele dal­ gasıyla birlikte doruk noktasma ulaşmıştı. Bu feminizm, söz konusu mücadelelerin devrimci ethos'unu paylaşarak, mevcut düzenin bütün yapısal temelini sorguladı. Ne var ki dönem in radikalizmi durgunlaştıkça, ütopyaca ve dev­ rimci arzulardan mahrum bir feminizm biçim i, yani ana akım liberal politik kültürü yansıtan ve bu kültüre ayak uydurmuş bir feminizm h e­ gemonya kazandı. Elbette, hikâye büsbütün liberal fem inizm ­ den ibaret değil. Irkçılığa ve kapitalizme karşı mücadele eden feminist akımlar bugün de var­ lığını sürdürüyor. Siyah feministler sınıf söm ü­ rüsü, ırkçılık ve toplumsal cinsiyet baskısının kesişim kümesini ele alan içgörü dolu çözüm ­ lemeler yapıyor; son dönemlerde ortaya çıkan materyalist queer teoriler, kapitalizm ile cinsel kimliklerin baskıcı biçimde şeyleştirilmesi ara­ sındaki önemli bağlantıları gözler önüne serdi. Militan kolektifler, zorlu tabandan örgütlenme 108

çalışmalarım günden güne aksatmadan sürdü­ rüyor ve Marksist feminizm bugünlerde yeniden canlanıyor. Tüm bunlara rağmen, neoliberalizmin yükselişi, radikal akımların içinde hareket etmek mecburiyetinde olduğu genel bağlamı dö­ nüştürdü; liberal feminizm de dahil olmak üze­ re şirket dostu alternatifleri güçlendirirken, işçi sınıfı yanlısı hareketleri de zayıflaüyor. Her şeye rağmen, bugün liberal feminist he­ gemonya dağılmaya başladı ve bu enkazdan radikal feminizmin yeni bir dalgası yükseliyor. Manifesto'muzda işaret ettiğimiz üzere, bu yeni hareketin anahtar niteliğindeki yeniliği, grevin benimsenip yeniden icat edilmesi. Feministler grev yaparak, işçi hareketiyle özdeşleşen ve onu güncelleyen bir mücadele biçimi oluşturdular. Yalnızca ücretli işi değil, aym zamanda toplum­ sal yeniden üretimin ücretsiz emeğini de askıya alarak, İkincinin kapitalist toplumda vazgeçilmez bir role sahip olduğunu faş ettiler. Kadınların gü­ cünü görünür kılarak, sendikalarm grevin on­ lara "ait" olduğu iddiasma meydan okudular. Greve giden feministler, yalmzca mevcut dü­ zeni kabullenmeye zerre kadar gönüllü olma­ dıklarım ifade etmekle kalmıyor, aym zamanda emek mücadelesini de yeniden demokratikleş­ tiriyorlar. Apaçık olması gerekenin altım yeni­ den çiziyorlar: Grevler, bir bütün olarak işçi sı­ nıfına aittir; işçi sınıfın belli bir kesimine ya da belli örgütlere değil.

109

Bunun potansiyel sonuçları çok geniş kap­ samlıdır. M a n i f e s t o ' m u z d a ifade ettiğimiz üzere, feminist grevler bizi işçi sınıfım oluşturanın ne olduğu ve neyin sınıf mücadelesi sayıldığı konu­ sunda bir kez daha düşünmeye sevk eder. Kari Marx, ünlü kavramsallaştırmasında işçi sınıfını "evrensel sınıf" olarak betimlemişti. Bununla kast ettiği, işçi smıfımn maruz kaldığı sömürü ve tahakkümü ancak mücadele ederek orta­ dan kaldırabileceğiydi. Bunu söylerken, aym zamanda işçi sınıfının dünya nüfusunun ezici bir çoğunluğunu baskı altına alan toplumsal sisteme meydan okuyarak insanlığı ileri taşıya­ bileceğini de kast ediyordu. Gelgelelim M a r jın yolundan gidenler, işçi sınıfı ile insanlığın bir­ birinden farksız, homojen bir varlık olmadığım ve evrenselliğin içsel farkların göz ardı edilme­ siyle tesis edilemeyeceğini anlamadılar. Bugün halen bu politik ve entelektüel hatalarm bede­ lini ödüyoruz. Neoliberaller, sermayenin yırtıcı niteliklerini göze hoş göstermek için aklımızla alay edercesine "çeşitliliği" kutsayıp dururken, 1 solun pek çok kesimi hâlâ bizi birleştiren şeyin soyut ve homojen bir smıf kavrayışı olduğunu ve feminizm ile ırkçılık karşıtlığının yalnızca bizi bölmeye yol açacağım söyleyen eski formü­ lü savunmaya devam ediyor. Buna rağmen durum giderek daha açık hale geliyor: Erkek ve beyaz, standart militan işçi portresi artık günümüze uygun değil. Aslın­ da bakılırsa bu tasvir en baştan beri isabetsiz­ di. Manifesto'muzda ileri sürdüğümüz üzere ııo

günümüzün küresel işçi sınıfı milyonlarca ka­ dından, göçmenden ve ten rengi beyaz olma­ yan insandan oluşuyor. İşçi sınıfı artık yalnızca işyerinde değil, aynı zamanda toplumsal ye­ niden üretim sahasında da mücadele ediyor; gıda isyanlarından Arap devrimlerine, İstanbul Taksim Meydam'nı işgal eden mutenalaştırma karşıtı hareketlerden kemer sıkma politikala­ rına karşı verilen mücadelelere ve Öfkeliler'i harekete geçiren toplumsal yeniden üretim sa­ vunusu mücadelelerine kadar pek çok yerde ve şekilde çarpışıyor. Manifesto'muz, hem işçi sınıfını boş, homojen bir soyutlama olarak gören sınıf indirgemecisi solun hem de kendi çıkarları uğruna çeşitlili­ ği kutsayan ilerici neoliberallerin bakış açışım reddediyor. Bunların yerine, hem formunu hem de içeriğini aşağıdan gelen mücadelelerin çok­ luğundan alan bir evrenselciliği öneriyoruz. Elbette kapitalist toplumsal ilişkilere içkin olan farklar, eşitsizlikler ve hiyerarşiler, ezilenler ile sömürülenler arasmda bir çıkar çaüşmasma yol açar. Amma velakin, mücadelelerin bölünerek çoğalması, toplumu dönüştürmek için ihtiyaç duyulan türden sağlam ve geniş kapsamlı itti­ fakların kurulmasını sağlamaz. Aksine, farklı­ lıklarımızı ciddiye almazsak bu türden ittifaklar tümden imkânsız hale gelecektir. Manifesto'muz, j farklılıklarımızın üstünü örtmeyi ya da önemsizleştirmeyi önermek şöyle dursun, tam aksi­ ne kapitalizmin farklılıklarımızı bir silah haline getirmesine karşı savaşmak gerektiğini savu-

ııı

nuyor. %99 için feminizm bu evrenseldlik viz­ yonunu somutlaşünyor: M ütem adiyen oluşum halinde, daima dönüşüme ve tartışmaya açık, her zaman kendisini yeni dayanışm alar aracılı­ ğıyla inşa eden bir vizyonu. %99 için feminizm, durağanlaşmayı redde­ den, kapitalizm karşıtı bir feminizmdir: Eşitlik sağlanana kadar hiçbir şekilde denkliklerden tatmin olmayacak, adalet tesis edilene kadar ya­ sal haklarla yetinmeyecek ve bireysel özgürlük­ ler herkes için özgürlük temelinde şekillenme­ diği sürece demokrasiden memnun olmayacak bir feminizm.

112

Farklı akımları, eğilim ve yaklaşımları içinde barındıran, bazı konularda ayrışan ve birleşen feminizm anlayışlarına taze bir soluk: %99 İçin Feminizm. İlhamını kısa süre önce dünyanın çeşitli ülkelerinde patlak veren feminist grev dalgalarından alan Arruzza, Bhattacharya ve Fraser bir konuda çok net: Toplumsal cinsiyet şiddeti farklı biçimler alsa da kapitalist toplumsal ilişkilerin sonucudur ve dolayısıyla bugün feminizm her zamankinden daha fazla antikapitalist bir karaktere bürünmelidir. Tüketiciliği pompalayarak kendine yeni bir pazar yaratan ticari feminizmle de, kariyer basamaklarını o kırılan cam tavanların döküntülerini süpürmeye mahkûm kızkardeşlerimizin omuzlarına basarak tırmanmamızı öğütleyen liberal feminizmle de arasına mesafe koyan; cinselliği ve cinsel kimlikleri düzenleyen değil, özgürleştiren; ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı; enternasyonalist, eko-sosyalist bir feminizmin manifestosu bu. Üstelik, bir mücadele aracı olan grevi bürokratlaşmış sendikaların elinden alarak yeniden icat eden ve antikapitalist bütün radikal hareketlerle ittifak kurmayı hedefleyen bir feminizmin. Arruzza, Bhattacharya ve Fraser'ın kürtajdan bakıma, sağlıktan barınmaya, şiddetten cinselliğe kadar pek çok sorunu ele aldığı ve eşzamanlı olarak on dört dilde yayımlanan bu manifesto, kapitalizmin kâr hırsının temelde kadınların sömürüsü üzerine inşa edildiğini gözler önüne sererken, coşkuyla bir çözüm de sunuyor: %99İçin Feminizm. Dünyanın üstünde bir hayalet dolaşıyor: Feminizmin hayaleti.

ISBN 1 7 û -c17S-S7G-c17D-3

9 TL (KDV'den muaftır.) selyayincilik fselyayin Sselyayincilik

9 789755 709703

www.selyayincilik.com