134 14 11MB
Turkish Pages 344 [346] Year 2015
1 ALFA 1 EDEBİYAT 1 155
2837
JV
80
GÜNDE DEVRİ ALEM
JULES VERNE 1828 yılında Fransa
'
nı n
Naııtes kentinde doğdu. Ailesinin isteğine
uyarak hukuk diploması aldı. Şahsen tanıştığı V ictor Hugo,Alexandre Dumas (Fils) gibi yazarların etkisinde tiyatro e serl e ri, şiirler yazdı. Yaşadığı bohem hayata kızan babasının maddi desteğini çekmesi üze rine gecimini vazarak karsılamava karar verdi '
J
,
�
.
1863 'te kaleme aldığı XX.} iL::yılda Paris'i yayıncısı Hetzel fazla uçuk bulup yayınıLuııadı. Bir tarafa atılan bu müsveddeler ancak 1994'te bulunup yayımlanabildi. Bir tek bu kitaba bakarak bill' günün bi limsel ve teknolojik gelişmelerinden hareketle 100 yıl sonraki geliş
melere ilişkin kestirimlerde bulunmakta Jules Verne'nin dünyada bir eşinin daha olmadığı görülür. Verne, "Olağanüstü Yolculuklar" üst başlığıyla yayımlanan romanla rında okurunu Fransa'dan başlayıp diğer Avrupa ülkelerinde, sonra T ürkiye dahil Asya, Afrika, Amerika, Avustralya'da, kutuplarda, ok yanuslardaki takımadalarda, derken gez ' egeniınizin içinde yolculu ğa çıkardıktan sonra Ay'a, daha sonra da Güneş Sistemine götürür. Fantastik sayılabilecek roman ve öykülerinin yanı sıra bilimkurgu sınırlarında dolaşanları da bulunmakla birlikte eserlerinin çoğunun yarı-bilimsel romanlar olduğunu söylen1ek pek yanlış olmaz. 1905'te �
.
Anıiens'de öldüğünde aralarında Seksen Günde Devri Alem, !ki Sene Okul Tatili, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah gibi dünyanın en çok okunn1uş kitaplarının da bulunduğu, bir kısmı ölümünden sonra ba sılacak olan çok sayıda eser bırakmıştı. Eserlerinin sayısını tam olarak verınek zordur. Bilinen 54 romandan başka 22 öykü kitabı, inceleme kitapları bulunmaktadır.
AYŞE MERAL 15 Ocak 1971 yılında Tokat'ta doğdu, 1973 yılında ailesiyle birlikte Fransa'ya yerleşti, 1990 yılında Türkiye'ye döndü. Galatasaray Lisesini bitirdi; İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatında üç yıl oku duktan sonra üniversite eğitimine son verdi. 1995 yılında başladığı çevirmenlik nıesleğini halen sürdürüyor.
Günde Devri Alem Le Tour du monde en quatre-vingts jours 80
©
2015, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şt i .
Kitabın tüm yayın hakları Alfa Basını Yayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında hiçbir yöntemle çoğaltılamaz.
Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedat Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Çeviren Ayşe Meral Kitap Editörü Melis Oflas İlüstrasyonlar De Neuville ve L. Benett Kapak Tasarımı Elif Çepikkurt Sayfa Tasarımı Yavuz Karakaş
ISBN 978-605-171-149-2 1. Basım: Eylül 2015
Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık Çiftehavuzlar Yolu, Acar Sanayi Sitesi, No: 8, Bayrampaşa-İstanbul Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29 Sertifika no: 12088
Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi, Ticarethane Sokak No: 15 34110 Cağaloğlu İstanbul Tel: (0212) 511 53 03 Faks: (0212) 519 33 00 www. alfakitap. com
Sertifika no: 10905
-
info @ al fakit ap. c om
OLAGANÜSTÜ YOLCULUKLAR
Çeviren
AYŞE MERAL
6
De Neuville'in ve L. Benett'in 59 resnıi
/ .·
-
;...:
/
.}
i \
l
6
1 •
PHILEAS FOGG iLE PASSEPARTOUT'NUN BİRİ EFENDi, DIGERI UŞAK OLARAK BiRBiRLERiNi KABUL ETTiKLERi BÖLÜM .
•
•
.
•
.
..,
•
•
•
1872 yılında Burlington Garden' da, Saville Row Sokak 7 numaralı evinde -1814'te Sheridan bu evde ölmüştür- her ne kadar dikkat çekmemeyi kendisine görev edinmiş olsa da Londra'daki Re form Kulüp'ün en ilgi çekici ve en tuhaf üyelerin den biri olan Phileas Fogg, Esq: oturuyordu. İngiltere'nin şanını yücelten en büyük hatip lerden birinin yerini, faz lasıyla centilmen bir be yefendi ve İngiliz yüksek sosyetesinin en yakışıklı şahsiyetlerinden biri olmasının dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen esrarlı kişilik Phileas Fogg almıştı. Byron'a benzediği söyleniyordu -başıyla, çün
kü ayaklarının eleştirilir hiçbir yanı yoktu- ama *
Esquire kelimesinin kısaltması olan esq. ifadesi İngiliz kö kenli bir kelime olup resmi olmayan ve belli bir toplum sal statüyü belirten bir saygınlık ifadesidir. 20. yüzyılın başlarına kadar üst sınıfa ait herhangi bir titri olmayan eşraf
(gentry) için kullanılırdı -çn. 7
JULES VERNE
bıyığı ve favorisi olan bir Byron, hiç yaşlanmadan bin yıl yaşamış tepkisiz bir Byron'dı bu. Kesinlikle İngiliz olan Phileas Fogg belki Londralı değildi. Onu borsada, bankada ya da şehrin hiçbir mağazasında gören olmamıştı. Londra'nın ne limanlannda ne de doklannda ar matörü Phileas Fogg olan bir gemi demir atmış tı. Bu centilmen hiçbir idari komitede yer almı yordu. Adı ne barolar birliğinde, ne Tapınakta, ne Lincoln'ün ne de Gray'in arda geçiyordu. Ne şansölye mahkemesine, ne Kraliçe'nin Divanı na, ne maliye bakanlığına ne de Ruhban Mahke mesine çıkmıştı. Ne sanayici, ne tüccar, ne tacir ne de tanmcıydı. Ne İngiltere Kraliyet Kurulu şunda, ne Londra Kuruluşunda, ne Sanatkarlar Kuruluşunda, ne RusseII Enstitüsü'nde, ne Batı Edebiyat Enstitüsü'nde, ne Hukuk Enstitüsü 'nde ne de doğrudan Kraliçe'ye bağlı olan Birleşmiş Bilim Sanat Enstitüsü 'nde yer alıyordu. Son ola rak Armonica D erne ğ i nden esasen zararlı böcek leri yok etme amacıyla kurulmuş olan Entomo loji Derneğine kadar İngiltere'nin başkentinde bolca bulunan sayısız demekten hiçbirinde yer almıyordu. Phileas Fogg, Reform Kulüp'ün üyesiydi, hep si bu. Bu kadar gizemli bir centilmenin bu saygın derneğin üyeleri arasında yer almasına şaşıracak olanlara, kendisinin bankalarında açık kredisi ol duğu Baring Kardeşlerin tavsiyesiyle oraya girdi ğini söylemekle yetineceğiz. Her çeki şaşmaz şe kilde düzenli olarak hesabından ödendiğinden belli bir "itiban" vardı. 8
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Phileas Fogg
Bu Phileas Fogg zengin birisi miydi? Hiç kuş kusuz. Ama nasıl zengin olmuştu, işte bu konuda en bilgili olanların bile cevap veremeyeceği bir soruydu bu ve Mr. Fogg da bunu öğrenmek için başvurulacak son kişiydi. Her ne olursa olsun hiç bir konuda müsrif birisi olmadığı gibi cimri birisi 9
JULES VERNE
de değildi, çünkü ihtiyaç olduğu anda asil, yararlı veya cömert bir işte sessizce ve hatta kendisini belli etmeden hemen yardımda bulunurdu. Bununla beraber bu centilmenden daha az iletişim kuranı yoktu. Mümkün olduğunca az ko nuşur ve sessiz olmasından dolayı da fazlasıyla gizemli görünürdü. Yine de hayatı gözler önünde olmakla birlikte yaptığı her şey daha önce yaptık larıyla tıpa,tıp aynıydı ki meraklıların kafası büs bütün karışırdı. Çok seyahat etmiş miydi? Bu mümkündü, çün kü hiç kimse dünya haritasını onun kadar iyi bil miyordu. Ayrıntılı bilgiye sahip olmadığı tek bir ücra köşe yoktu. Bazen kısa ve açık birkaç keli meyle, kaybolmuş veya yolunu şaşırmış yolcular hakkında kulübün üyeleri tarafından ortaya atı lan varsayımları düzeltiyordu; gerçek olasılıkları belirtiyor ve olaylar eninde sonunda söyledikle rini doğruladığı için sözleri bir içgörüden esinlen miş gibi anlaşılıyordu. En azından zihnen her yeri gezmiş birisiydi. Kesin olan bir şey varsa o da Phileas Fogg'un yıllardır Londra'dan ayrılmadığıydı. Onu biraz daha yakından tanıma şerefine sahip olanlar, evinden kulübe gelmek için her gün katettiği do lambaçsız yolun dışında kimsenin onu başka bir yerde görmediğini teyit edebilirlerdi. Boş zaman larını yalnızca gazete okuyarak ve visf oynaya rak geçirirdi. Doğasına son derece uygun olan bu sessiz oyunda çoğu zaman kazanırdı, ama kazan*
Dört kişiyle oynanan İngiliz kökenli bir iskambil oyunu.
19. yüzyıl Fransa'sında çok yaygın olan bu oyunun yerini daha sonra briç almıştır -çn.
10
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
dığı paralar asla cebine girmez, her zaman bü yük meblağlar olarak yardım bütçesine eklenirdi. Elbette şunu da fark etmek gerekir ki Mr. Fogg, kazanmak için değil oynamak için oynardı. Onun için oyun hareket etmeden, yer değiştirmeden, yorulmadan bir zorluğa karşı bir mücadele, bir savaştı ve bu da karakterine uygundu. Phileas Fogg'un ne eşi ne çocuğu -bu en dürüst insanların başına gelebilir- ne yakını ne de akra bası -aslında bu daha nadir bir şeydir- olduğuna dair bir bilgi vardı. Phileas Fogg, kimsenin gireme diği Saville Row' daki evinde tek başına yaşıyordu. Asla eviyle ilgili konuşulmazdı. Bir tek hizmetçi ona hizmet etmek için yeterliydi. Kronometre öl çümüyle her zaman aynı zamana denk gelen sa atlerde, aynı odada, aynı masada, meslektaşlarıy la ilgilenmeden, hiçbir yabancıyı davet etmeden kulüpte öğle yemeğini ve akşam yemeğini yer ve Reform Kulüp'ün dernek üyelerine sunduğu rahat odaları kullanmadan tam on ikide yatmak üzere evine dönerdi. Yirmi dört saatin on saatini evin de ya uyuyarak ya da kişisel bakımıyla ilgilene rek geçirirdi. Gezdiğinde de değişmez şekilde eşit adımlarla mozaik yer döşemeli giriş salonunda ya da İyon tarzında kırmızı porfirden yirmi sütunun taşıdığı mavi vitraylı kubbesi olan dairesel galeri de gezerdi. öğlen veya akşam yemeği yiyecek ol duğunda masasını leziz yemekler sunan kulübün mutfakları, erzak dolapları, kileri, balıkçısı, sütçü sü donatırdı. Siyah kıyafetler içinde, tabanı kalın pamuk kumaştan ayakkabılar giymiş ciddi kişi lerden oluşan kulübün uşakları, özel porselenler de ve Saksonya kumaşından muhteşem örtünün 11
JULES VERNE
üzerinde yemeğini servis ederdi; sherrysi, portosu veya tarçın ve baldırıkarayla tatlandırılmış claretsi kulübün kristalden bardaklarında ikram edilirdi; son olarak Amerika göllerinden büyük masraflar la getirilen kulübün buzlan da içeceklerini tatmin edici serinlikte tutardı. Bu koşullarda yaşamak tuhafsa, tuhaflığın iyi yanlan olduğunu kabul etmek gerekir! Saville Row'daki ev, şaşalı olmaksızın son derece rahat bir ev olarak bilinirdi. Zaten orada oturanın değişmez alışkanlıklarıyla gereken hiz met fazlasıyla azdı. Yine de Phileas Fogg tek uşa ğından olağanüstü bir dakiklik, düzenlilik bekli yordu. O gün, 2 Ekim günü Phileas Fogg, sakalını tıraş etmek için seksen altı fahrenhayt değil de seksen dört fahrenhaytta su getirdiği için James Forster'ın işine son vermişti ve on birle on bir bu çuk arasında gelecek olan eski uşağın yerini ala cak kişiyi bekliyordu. Phileas Fogg koltuğuna yerleşmiş, geçit töre nindeki bir asker gibi iki ayağı bitişik, elleri diz lerinin üzerinde, vücudu ve başı dik, saatleri, dakikaları, saniyeleri, günleri, haftaları ve yılı. gösteren karmaşık bir alet olan duvar saatinin akrebine bakıyordu. Mr. Fogg tam on bir buçukta, her zamanki alışkanlığına uygun olarak evinden ayrılıp Reform Kulüp'e gitmeliydi. O an Phileas Fogg'un bulunduğu küçük salonun kapısı çaldı. İşine son verilen James Forster göründü. - Yeni uşak, dedi. Otuz yaşlarında genç bir adam göründü ve se lam verdi. 12
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Fransızsınız ve adınız John mu? diye sordu Phileas Fogg. - Jean, aslında, Jean Passepartout. Bir işten di ğerine geçme konusunda doğal bir yeteneğim ol duğu için bana böyle bir lakap takıldı. Dürüst bir insan olduğumu düşünüyorum beyefendi, ama açıksözlü olmak gerekirse pek çok meslek icra et tim. Sokak şarkıcısı oldum, bir sirkte at cambazlı ğı yaptım, Leotard gibi havada uçtum ve Blondin gibi ip üzerinde dans ettim; ardından yetenekleri mi faydalı bir hale getirmek için beden öğretmen liği yaptım ve son olarak Paris'te itfaiye çavuşu ol dum. Dosyamda olağanüstü yangınlar yer alıyor. Ama Fransa'dan ayrılalı beş yıl oldu ve aile ha yatını tatmak için İngiltere' de oda hizmetçisiyim. Bununla birlikte işim olmadığı için ve Mr. Phileas Fogg'un Birleşik Krallık'ın en dakik ve düzenli in sanı olduğunu öğrenince, huzurlu ve bu Passepar tout adını unutacak kadar sakin bir hayat yaşama umuduyla beyefendinin yanına geldim . . . - Passepartout adı benim için uygundur, diye cevap verdi centilmen. Sizi bana tavsiye ettiler. Sizinle ilgili iyi istihbaratlarını var. Koşullarımı biliyor musunuz ? -Evet, beyefendi. - Peki, saatiniz kaçı gösteriyor? - On biri yirmi iki geçiyor, diye cevap verdi Passepartout cebinin derinliklerinden iri bir gü müş saat çıkartarak. - Saatiniz biraz geride, dedi Mr. Fogg. - Beyefendiden özür dilerim ama bu imkansız . - Saatiniz dört dakika geri. Her neyse. Aradaki farkı görmeniz yeterli. Dolayısıyla bu andan itiba13
JULES VERNE
ren, sabah on biri yirmi dokuz geçe, 2 Ekim 1872 Çarşamba günü benim hizmetime girmiş bulunu yorsunuz. Bunu söyledikten sonra Phileas Fogg sol eliyle şapkasını aldı, otomatik bir hareketle başına koy du ve bir tek kelime eklemeden çıktı.
Jean Passepartout 14
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Passepartout sokağa açılan kapının bir kez ka pandığını işitti; dışarı çıkan yeni efendisiydi. Ar dından kapının ikinci kez kapandığını işitti; ev den aynlan selefi James Forster'dı. Passepartout, Saville Row' daki evde tek başına kalmıştı.
15
il PASSEPARTOUT'NUN iDEALiNE KAVUŞTUGUNA İKNA OLDUGU BÖLÜM .
.
""
İlk başta biraz şaşa kalan Passepartout kendi kendine, "Aslında Madam Tussaud'nun evinde yeni efendim kadar canlı kişiler tanımıştım, " dedi. Madam Tussaud' daki "kişiler" , Londra' da çok gezilip görülen, konuşmadan yoksun balmumun dan insan figürleriydi. Phileas Fogg'la görüştüğü o birkaç dakika için de Passepartout, yeni efendisini hızlıca ama ti tiz bir şekilde incelemişti. En ufak bir şişmanlık belirtisinin bozmadığı, kırk yaşlarında, hoş ve asil yüzlü, uzun boylu, sarı saçlı ve favorili, şa kaklarında en ufak bir kırışıklığın bulunmadığı, renkli olmaktan ziyade soluk tenli, mükemmel dişleri olan bir adamdı. Fizyonomistlerin "eylem de sükunet" dedikleri şeye sahipti; konuşmaktan ziyade harekete geçenlerdendi. Sakin, ağırkanlı, duru bakışlı, gözbebeği kıpırdamayan birisi ola rak İngiltere'de sık sık karşılaşılan ve Angelica Kauffman'ın biraz akademik duruşlarını fırçasıy la muhteşem bir şekilde resmettiği soğukkanlı İngilizlerin tipik bir örneğiydi. Gündelik yaşamı16
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
nın çeşitli evrelerine bakıldığında bu centilmen, her zaman dengeli, gerektiği kadar ağırbaşlı, bir Leroy veya Earnshaw kronometresi kadar mü kemmel işleyen bir insan izlenimi uyandırıyordu. Gerçekten de Phileas Fogg insan şekline bürün müş dakiklikti, bu da "ayaklarının ve ellerinin ifa desinde" açıkça görünüyordu, çünkü hayvanlar da olduğu gibi insanlarda da el ve ayak tutkunun anlamlı organlarıdır. Phileas Fogg asla acelesi olmayan ve her za man hazır, adımları ve hareketleri açısından tu tumlu, matematiksel olarak şaşmaz insanlardan biriydi. Asla fazladan bir adım atmaz, her zaman en kısa yolu tercih ederdi. Tavana bakarak bakış larını boşa harcamazdı. Gereksiz hiçbir harekete izin vermezdi. Onu duygulanmış veya şaşırmış olarak gören hiç olmamıştı. Dünyanın en az acele eden insanıydı, ama her zaman da gideceği yere tam vaktinde varan birisiydi. Yine de yalnız ve bir anlamda toplumsal ilişkilerin dışında yaşa dığı anlaşılıyordu. Hayatta sürtüşmelere karşılık vermek gerektiğini ve sürtüşmelerin insanları ge ciktirdiğini bildiği için kimseyle sürtüşmüyordu. Tam anlamıyla bir P arisli olan Passeparto ut denilen Jean'a gelince, beş yıldır İngiltere'de ikamet ediyordu ve Londra'da oda hizmetçiliği yapıyordu, ama bağlanabileceği bir efendi bula mamıştı. Passepartout göğsünü geren, burunları hava da, bakışları özgüvenli, gözleri kuru, utanma bil meyen tuhaf insanlardan olan şu Frontinlerden· *
17. yüzyılın sonlarında Fransa'da tiyatro oyunlarında ve operada ortaya çıkan uşak karakteri -ed.n.
17
JULES VERNE
ya da Mascarillelerden· biri değildi. Hayır. Passe partout iyi yürekli, sevimli görünüşlü, biraz dol gun dudaklı, her zaman tatmaya ya da okşamaya hazır, bir dostun omuzlarında görmekten hoşlan dığımız yuvarlak, tatlı bir başla yumuşak huylu ve yardımsever biriydi. Gözleri mavi, teni canlı, kendi yanaklarına baktığında elmacık kemikleri ni görebilecek kadar tombul yüzlü, göğsü geniş, iri cüsseliydi; güçlü kasları ve gençliğinde yaptı ğı idmanların olağanüstü bir şekilde geliştirdiği Herkülümsü bir gücü vardı. Kahverengi saçları bi raz dağınıktı. İlkçağın heykeltıraşları Minerva'nın saçlarını düzeltmenin on sekiz şeklini bilseler de, Passepartout kendi saçlarını düzeltmenin tek bir şeklini biliyordu; üç kaba tarak darbesiyle saçını taramış oluyordu. Bu genç adamın açıkyürekli karakterinin Phi leas Fogg'unkiyle uyuşup uyuşmayacağını söy lemek, işte bu en temel temkinliliğin bile karar vermeye izin vermediği bir şeydi. Passepartout, efendisinin aradığı dakik hizmetçi olabilecek miydi? Bunu da ancak deneyerek görecekti. Bil diğimiz gibi, göçebe bir gençlikten sonra sakin bir hayatı arzular olmuştu. İngiliz metodizminin·· ve centilmenlerin deyim halini almış soğukkanlılı ğının met edildiğini işittiği için servet edinmek amacıyla İngiltere'ye gelmişti. Ama o ana kadar kader hiç yüzüne gülmemişti. Hiçbir yerde kök salamamıştı. On farklı evde çalışmıştı. Hepsin de hayalperest, adaletsiz, macera peşinde veya *
**
İtalyan tiyatrosundan Fransız tiyatrosuna devşirilen, Moliere'in oyunlannda da rastlanan uşak karakteri -ed.n. Protestanlığa bağlı bir düşünce sistemi -ed.n. 18
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ülke gezen -ki bu artık Passepartout'ya hiç uy gun değildi- kişilerle karşılaşmıştı. Son efendisi, parlamento üyesi genç Lord Longsferry, gecele rini Hay-Market'in meyhanelerinde geçirdikten sonra çoğu zaman polislerin omuzlarında eve dönüyordu. Passepartout, her şeyden önce efen disine saygı duymak istediğinden dolayı pek iyi karşılanmayan birkaç saygılı gözlemde bulun mayı göze almış ve ardından buradan ayrılmış tı. O esnada Phileas Fogg, Esq., uşak arıyordu. Bu centilmen hakkında bilgi edinmişti. Son derece düzenli, bir kez bile dışarıda yatmayan, asla yol culuk yapmayan, bir gün bile evine dönmemezlik etmeyen birisinin ona uyacağı kesindi. Görüşme için gelmiş ve bildiğimiz koşullarla işe alınmıştı. Passepartout -saat on bir buçuk olduğu için Saville Row' daki evde tek başınaydı. Derhal evi gezmeye koyuldu. Mahzenden tavan arasına ka dar her yeri dolaştı. Temiz, düzenli, vakur, hizmet için iyi organize edilmiş bu ev hoşuna gitmişti. Ona bir salyangoz kabuğu gibi görünmüştü, ama gazla aydınlatılmış ve ısıtılmış bir kabuktu bu, çünkü karbonlu hidrojen bütün ışık ve ısı ihtiya cını karşılıyordu. Passepartout hiç zorlanmadan ikinci kattaki kendisine ayrılmış olan odayı bul du. Oda da ona uygundu. Elektrikli ziller ve akus tik borular ara kattaki ve birinci kattaki odalarla iletişimi sağlıyordu. Şöminenin üzerinde Phileas
Fogg'un yatak odasındaki duvar saatiyle bağlan tısı olan elektrikli bir duvar saati vardı ve iki saat aynı anda aynı saniyeyi gösteriyordu. ,, "İşte bu, çok iyi! dedi kendi kendine Passe partout. 19
JULES VERNE
Aynı zamanda odasındaki duvar saatinin üze rinde bir not fark etti. Günlük hizmet programıy dı. Bu program Phileas Fogg'un düzenli olarak kalktığı sabah saat sekizden Reform Kulüp'te öğle yemeğini yemek için evden ayrıldığı on bir buçuğa kadar hizmetin bütün ayrıntılarını, çayı, saat sekiz yirmi üçteki kızarmış ekmekleri, saat dokuz otuz yedideki sakal tıraşı suyunu, saat ona yirmi kaladaki saç bakımını, vs içeriyor du. Ardından sabah saat on bir buçuktan dakik centilmenin yattığı vakit olan saat gece on ikiye kadar olan her şey not edilmiş, öngörülmüş ve düzenlenmişti. Passepartout bu programı düşün mekten ve çeşitli noktalarını zihnine işlemekten sevinç duydu. Beyefendinin gardırobuna gelince, çok fazla kı yafetle doluydu ve mükemmel bir zevkteydi. Her pantolonun, ceketin veya yeleğin, bu kıyafetlerin mevsime göre sırasıyla hangi tarihte giyilmesi gerektiğini belirten giriş ve çıkışların kaydedildiği bir sicil defterine not edilen bir numarası vardı. Ayakkabılar için de aynı düzenek geçerliydi. Kısacası ünlü ama sefih Sheridan Döneminde düzensizliğin tapınağı olan Saville Row' daki bu evde, hoş bir refahın habercisi konforlu mobil yalar vardı. Reform Kulüp biri edebiyata, diğeri hukuk ve siyasete ayrılmış iki kütüphaneyi Mr. Fogg'un hizmetine sunduğundan faydası olma yacak ne bir kütüphane ne de bir kitap vardı. Ya tak odasında yangına karşı olduğu kadar hırsızlı ğa karşı da koruyacak şekilde yapılmış orta ebat ta bir çelik kasa vardı. Evde silah olmadığı gibi av veya savaş aleti de yoktu. 20
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Ayrıntılı bir şekilde bu evi inceledikten sonra Passepartout ellerini ovuşturdu, geniş yüzü ay dınlandı ve sevinçle şunu tekrarladı: "Tam istediğim gibi! Tam benlik! Bay Fogg'la çok iyi anlaşacağız ! Evcimen ve düzenli bir adam ! Gerçek bir makine ! Böyle bir makineye hizmet et mekten memnuniyet duyarım! "
21
111
PHILEAS FOGG'A PAHALIYA MAL OLABiLECEK BiR SOHBETiN BAŞLADIÖI BÖLÜM •
•
•
Phileas Fogg, Saville Row' daki evinden saat on bir buçukta ayrıldı; sağ ayağını beş yüz yetmiş beş kez sol ayağının önüne ve sol ayağını beş yüz yet miş altı kez sağ ayağının önüne attıktan sonra in şası en az üç milyona mal olan Pall-Mall'da yük selen geniş bir bina olan Reform Kulüp'e vardı. Oraya vanr varmaz Phileas Fogg, dokuz pen ceresinin de sonbaharın altın rengine boyadığı ağaçların bulunduğu hoş bir bahçeye açılan ye mek odasına gitti. Burada onun için hazırlanan yemek servisinin olduğu her zamanki yerine yerleşti. Öğle yemeği bir ordövrden, birinci kali tede Reading sosuyla· tatlandırılmış buğulama balıktan, mantarlı bir çeşniyle süslenmiş kırmızı bir rozbiften, içi yeşil frenküzümleriyle ve ravent saplarıyla doldurulmuş bir pastadan, bir parça Cheshire peynirinden oluşuyordu; bütün bunla*
bkz. Reading sauce. Reading'te James Cocks adlı balık satıcısının 1789 yılında ezilmiş balıklardan yapıp sattığı sos. Daha sonra içerisine başka maddeler katılarak üre tilmeye başlanmıştır -ed.n. 22
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ra Reform Kulüp için özel olarak toplanan o mü kemmel çaydan birkaç fincan eşlik ediyordu. Saat on iki kırk yedide bu centilmen kalktı ve zengin çerçeveli tablolarla süslenmiş görkemli büyük salona yöneldi. Burada bir uşak ona kenar ları açılmamış bir Times verdi ve Phileas Fogg bu zorlu işleme fazlasıyla aşina olduğunu gösteren güvenli bir elle gazetenin katlarını başarıyla açtı. Bu gazeteyi okumak Phileas Fogg'u saat üç kırk beşe kadar ve onun ardından Standard da akşam yemeğine kadar meşgul etti. Akşam yemeği de öğle yemeğiyle aynı koşullarda gerçekleşti, sade ce menüye "İngiliz kraliyet sosu" eklenmişti Saat altıya yirmi kala beyefendi tekrar büyük salonda göründü ve Morning Chronicle'ı okumaya daldı. Yarım saat sonra Reform Kulüp'ün çeşitli üye leri gelmeye başlamıştı ve kömür ateşinin yandığı şömineye yaklaşmışlardı. Bunlar kendisi gibi tut kulu vist oyuncuları olan Mr. Phileas Fogg'un her zamanki oyun arkadaşlarıydı: Mühendis Andrew Stuart, bankacı John Sullivan ve Samuel Fallen tin, bira yapımcısı Thomas Flanagan, İngiltere Bankası yöneticilerinden, üyeleri arasında sanayi ve finans dünyasının seçkin isimlerinin yer aldığı bu kulüpte bile saygı duyulan zengin şahsiyetler den biri olan Gauthier Ralph. - Peki, Ralph, şu hırsızlık meselesi ne durum da? diye sordu Thomas Flanagan. - Ne olacak, banka parayı kaybettiğiyle kala cak, diye cevap verdi Andrew Stuart. - Tam aksine, bu hırsızlığı yapan kişiyi yakala yacağımızı umut ediyorum, dedi Gauthier Ralph. 23
JULES VERNE
Hünerli polis müfettişleri Amerika'daki ve Avru pa'daki gemilerin yüklenip boşaltıldığı önemli li manlara gönderildiler ve bu beyin onlardan kaç ması çok zor olacak. - Hırsızın eşkali mi var? diye sordu Andrew Stuart. - Her şeyden önce bir hırsız değil, diye cevap verdi Gauthier Ralph ciddi bir şekilde. - B anknot halinde elli beş bin sterlini (1.375.000 Frank) çalan adam nasıl hırsız değil? - Değil, diye cevap verdi Gauthier Ralph. - O halde sanayici mi? diye sordu John Sullivan. - Morning Chronicle onun bir centilmen olduğu nu söylüyor. Bu cevabı veren kişi etrafında birikmiş bir yığın kağıdın arasından başı görülen Phileas Fogg' dan başkası değildi. Bir yandan da Phileas Fogg, sela mını alan arkadaşlarını selamladı. Çeşitli İngiliz gazetecilerin hararetle tartıştık ları bu olay üç gün önce, 29 Eylül günü gerçek leşmişti. Elli beş bin sterlin tutarında bir tomar banknot İngiltere Bankasının baş veznedarının masasından alınmıştı. Genel Müdür Yardımcısı Gauthier Ralph, böyle kolay bir hırsızlığın yapılabileceğine şaşıranlara, o an veznedarın üç şilin altı penilik bir tahsilatı kaydetmekle meşgul olduğunu ve aynı anda her şeyi gözetemeyeceğini söyleyerek cevap vermişti. Fakat burada şunu fark etmek gerekir ki -ve bu da olayı açıklanamaz hale getiriyor- bu olağanüs tü "Bank of England" müşterilerinin haysiyetini son derece önemsemekteydi. Bu yüzden bankada 24
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ne muhafız, ne engel ne de demir parmaklık var dı! Altınlar, gümüşler, paralar herkesin ulaşabile ceği yerde olup bir anlamda ilk gelenin insafına bırakılmıştı. Buraya gelen herhangi birisinin say gınlığından kuşku duymak söz konusu olamazdı. Hatta İngiliz adetleri konusunda en iyi gözlemci lerden biri şunu bile anlatır: Bir gün bulunduğu bankanın odalarından birinde veznedarın masa sında duran üç veya dört kiloluk bir altın külçesi nin alındığına, elden ele dolaştığına, karanlık bir koridora kadar gittiğine, tekrar yerine gelmesinin yarım saat aldığına ve bu süre içinde veznedarın başını bir kere olsun kaldırıp külçeyi takip etme diğine şahit olmuş. Ama 29 Eylül günü olaylar böyle gelişmemişti. Banknot tomarı yerine dönmemiş ve "drawing office"in üzerinde duran muhteşem duvar saati büroların kapanışı olan beşi gösterdiğinde İngil tere Bankasının elli beş bin sterlini kayıp hane sine kaydetmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Hırsızlık usulüne uygun olarak tespit edildik ten sonra en hünerlileri arasından seçilen görev liler, "müfettişler", başarılı olmaları durumunda iki bin sterlinin (50.000 Frank) ve ele geçirilecek tutarın yüzde beşinin prim olarak verileceği vaa diyle en önemli limanlara, Liverpool'a, Glasgow'a, Le Havre'a, Suez'e, Brindisi'ye, New-York'a, vs gönderilmişlerdi. Derhal başlatılan soruşturma nın sunacağı bilgileri beklerken bu müfettişler, gelen veya giden bütün yolcuları dikkatlice göz lemlemekle görevlendirilmişlerdi. Bununla birlikte Morning Chronicle'ırı da söyledi ği gibi, hırsızlığı yapan kişinin İngiltere'nin hiçbir 25
JULES VERNE
hırsız çetesine dahil olmadığına dair kuşkular var dı. Bu 29 Eylül günü iyi giyimli, davranışlan düz gün, seçkin görünümlü bir centilmenin hırsızlığın sahnelendiği, ödemelerin yapıldığı odada gidip geldiği fark edilmişti. Soruşturma bu centilmenin eşkalini belirgin bir şekilde tespit etmeyi sağlamış tı ve bu bilgiler derhal İngiltere'nin ve Avrupa'nın bütün müfettişlerine gönderilmişti. Böylece bazı sağduyulu insanlar -ki bunlann arasında Gauthier Ralph da bulunmaktaydı- hırsızın kaçamayacağı nı umut etmekte haklı olduklarını düşünüyorlardı. Tahmin edildiği gibi bu olay Londra'nın ve İngiltere'nin gündemini oluşturmaktaydı. Metro pol polislerinin başanlı olma olasılıklan, lehte veya aleyhte, tutkulu bir şekilde konuşulup tartışılıyor du. Bu yüzden Reform Kulüp üyelerinin meseleyi ele almalanna şaşırmamak lazım, üstelik banka nın yöneticilerinden biri bunlardan birisiyse. Saygıdeğer Gauthier Ralph, sunulan primin görevlilerin gayretini ve zekasını perçinleyeceğini varsayarak araştırmalann sonuçlan konusunda kuşku duymak istemiyordu. Ama arkadaşı And rew Stuart bu özgüveni paylaşmaktan çok uzaktı. Böylece Stuart, Flanagan'ın karşısında; Fallentin, Phileas Fogg'un karşısında olacak şekilde vist masasına yerleşen beyefendiler tartışmaya de vam etti. Oyun esnasında oyuncular konuşmayı bırakıyorlardı, ama eller arasında ara verilen soh bet hararetlenerek tekrar başlıyordu. - Şansın becerikli hırsızın lehinde olduğu gö rüşündeyim, dedi Andrew Stuart. - Hadi canım! Artık saklanabileceği tek bir ülke kalmadı, diye cevap verdi Ralph. 26
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Hiç sanmıyorum! - Peki, nereye gidebilir? - Ne bileyim, ama dünya yeterince büyük, diye cevap verdi Andrew Stuart. - Eskiden öyleydi. . . dedi Phileas Fogg. Beyefen di, kesme sırası sizde, diye ekledi kartlan Thomas Flanagan'a uzatarak. El boyunca sohbete ara verildi. Ama Andrew Stuart şunu söyleyerek sohbeti tekrar başlattı: - Nasıl eskiden? Yoksa dünya mı küçüldü? - Kuşkusuz öyle. Bay Fogg'la aynı görüşteyim. Dünya küçüldü, çünkü yüz yıl öncesine göre on kat daha kısa sürede dünyayı dolaşabiliyoruz ar tık. Konuştuğumuz konuyla ilgili olarak da işte bu hız araştırmalan hızlandıracaktır, dedi Gauthier Ralph. - Aynı zamanda hırsızın kaçışını da hızlandı racaktır! - Sıra sizde Bay Stuart! dedi Phileas Fogg. Fakat hemen kanmayan Stuart ikna olmamıştı ve el bitince sözüne devam etti: - Şunu itiraf etmeliyiz ki, Bay Ralph, dünyanın küçüldüğünü söylemek için hoş bir ifade kullan dınız! Böylece dünyanın etrafındaki turu üç ayda gerçekleştirdiğimiz . . . - Seksen günde, diye düzeltti Phileas Fogg. - Gerçekten de beyler, Rothal ve Allahabad arasındaki bölge Hint Yanmadası Demiryollan açıldığından beri seksen gün yeterli, diye ekledi John Sullivan. Morning Chronicle'ın hesaplan da şöyle: Mont-Cenis ve Brindisi' den geçerek, Londra' dan Süveyş'e, demiryolu ve buharlı gemiyle: 7 gün 27
JULES VERNE
Süveyş'ten Bombay'a, buharlı gemiyle: 13 gün Bombay' dan Kalküta'ya, demiryoluyla: 3 gün Kalküta'dan Hong-Kong'a (Çin), buharlı gemiyle: 13 gün Hong-Kong'dan Yokohoma'ya Oaponya), bu harlı gemiyle: 6 gün Yokohoma'dan San Francisco'ya, buharlı ge miyle: 22 gün San Francisco'dan New York'a demiryoluyla: 7 gun New York'tan Londra'ya, buharlı gemi ve de miryoluyla: 9 gün Toplam: 80 gün ..
- Evet, seksen gün! diy� haykırdı Andrew Stu art dikkat etmediği için kötü bir kart oynayarak. Ama kötü hava koşullan, ters esen rüzgarlar, de niz kazaları, trenlerin raylardan çıkması, vs buna dahil değildir. - Hepsi dahil, diye cevap verdi Phileas Fogg oyununu oynamaya devam ederek, çünkü artık sohbet viste baskın çıkmıştı. - Hindular veya Kızılderililer rayları sökseler de mi! diye haykırdı Andrew Stuart. Trenleri dur durup vagonları soysalar da mı! Yolcuların başla rının derilerini yüzseler de mi! - Hepsi dahil, diye cevap verdi Phileas Fogg eli ni açarak. İki büyük koz. Eli dağıtma sırası kendisine gelen Andrew Stu art kartları toplarken şöyle dedi: - Teorik açıdan haklısınız Mr. Fogg, ama uygu lamada . . . - Uygulamada d a öyle, Mr. Stuart. 28
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
"Evet, Bay Fogg, 4000 sterlin bahse giriyorum!"
- Sizi bunu başarırken görmek isterim. - Tamamen size bağlı. Birlikte gidelim. - Tanrı korusun! diye haykırdı Stuart. Ama bu koşullarda bir yolculuğun gerçekleştirilmesi nin imkansız olduğuna dört bin sterlin {100.000 Frank) bahse girerim. 29
JULES VERNE
- Tam aksine, bu tamamen mümkün, diye cevap verdi Mr. Fogg. - Öyleyse bu yolculuğu yapın! - Seksen günde devri alemi mi? - Evet. - Seve seve. - Ne zaman? - Derhal. - Bu delilik! diye haykırdı Andrew Stuart arkadaşının ısrarlarına bozulmaya başlayarak. Hadi! Bunlan bırakıp oyunumuza bakalım. - O zaman tekrardan dağıtın, çünkü yanlış da ğıtıldı, diye cevap verdi Phileas Fogg. Andrew Stuart titreyen elleriyle kartlan tekrar topladı, ardından birdenbire anlan masaya koya rak şöyle dedi: - Peki, Mr. Fogg, dört bin sterlin bahse gidiyo rum! dedi. - Sevgili Stuart, s akinleşin. Bu ciddi bir şey değil. - Ben bahse giriyorum dersem, bu her zaman ciddi bir şeydir, diye cevap verdi Andrew Stuart. - Öyle olsun! dedi Mr. Fogg ve arkadaşları na dönerek ekledi: B aring Kardeşlerde yirmi bin sterlinim (500.000) var. . . - Yirmi bin sterlin mi! diye haykırdı John Sul livan. Beklenmedik bir gecikmenin kaybetmenize neden olabileceği yirmi bin sterlin! - Beklenmedik diye bir şey yok, diye cevap ver di sakince Phileas Fogg. - Ama Mr. Fogg, bu seksen günlük süre asgari zaman olarak hesaplanmış bir süredir. - İyi kullanılmış asgari şey her şeye yeter. 30
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Ama bu süreyi geçmemek için matematiksel olarak demiryollarından buharlı gemilere ve bu harlı gemilerden demiryollarına atlamak gerekir. - Ben de matematiksel olarak atlarım. - Bu bir şaka olmalı! - İyi bir İngiliz, bahis gibi ciddi bir konuda asla şaka yapmaz, diye cevap verdi Phileas Fogg. Sek sen günde, yani bin dokuz yüz yirmi saatte veya yüz on beş bin iki yüz dakikada ya da daha az sü rede dünyanın etrafını katedeceğime dair isteyen herkesle yirmi bin sterlin bahse gidiyorum. - Kabul ediyoruz, diye cevap verdi Stuart, Fal lentin, Sullivan, Flanagan ve Ralph aralarında gö rüştükten sonra. - Peki, Douvres treni akşam saat sekiz kırk beşte kalkıyor. Ona binerim, dedi Mr. Fogg. - Bu akşam mı? diye sordu Stuart. - Bu akşam, diye cevap verdi Phileas Fogg ve cep takvimine baktı. Mademki bugün 2 Ekim Çar şamba, Londra'ya, Reform Kulüp 'ün bu salonuna 21 Aralık Cumartesi akşam saat sekiz kırk beşte dönmüş olmam gerekir, yoksa Baring Kardeşler deki hesabımda bulunan yirmi bin sterlin sizin hakkınız olacaktır beyler. İşte size bu miktarda bir çek. Anlaşmanın tutanağı hazırlandı ve altı ilgili kişi tarafından derhal imzalandı. Phileas Fogg so ğukkanlılığını yitirmemişti. Kuşkusuz kazanmak için bahse girmemişti ve yalnızca yirmi bin sterli ne -servetinin yarısı- bahse girmesinin nedeni de diğer kısmını imkansız olmasa da zorlu olan bu projeyi gerçekleştirmek için kullanmayı düşünü yor olmasıydı. Rakiplerine gelince, bahse girilen 31
JULES VERNE
paranın miktarından değil de, bu koşullarda mü cadele etmekte biraz utandıklarından duygulan mış görünüyorlardı. O sıra saat yedi olmuştu. Mr. Fogg'un hazırlık larını yapabilmesi için viste ara verilmesi teklif edilmişti. - Ben her zaman hazırım! diye cevap verdi bu so ğukkanlı centilmen ve kartları dağıtarak ekledi: Koz karo, sıra sizde Mr. Stuart.
32
iV PHILEAS FOGG'UN UŞAGI PASSEPARTOUT'YU ŞAŞIRTTIGI BÖLÜM
Saat yedi yirmi beşte Phileas Fogg, vistte yir mi gine· kazandıktan sonra s aygıdeğer arkadaş larından müsaade istedi ve Reform Kulüp'ten ayrıldı. S aat yedi ellide evinin kapısını açtı ve içeri girdi. Büyük bir titizlikle programını incelemiş olan Passepartout, bu beklenmedik vakitte gelerek da kikliğine uymama suçunu işlemiş olan Mr. Fogg'u görünce epey şaşırmıştı. Çizelgeye göre Saville Row'un sakininin tam on ikide gelmiş olması ge rekiyordu. Phileas Fogg ilk önce odasına çıktı, ardından da seslendi: - Passepartout. Passepartout cevap vermedi. Ona seslenmiş olamazdı. Vakit gelmemişti.
- Passepartout, diye tekrarladı Mr. Fogg sesini yükseltmeden. Passepartout yukarı çıktı. •
İng. Guinea. Yaklaşık 2 1 şilin değerinde 1663 ile 1813 yıl lan arasında İngiltere'de kullanılan bir para birimi -çn. 33
JULES VERNE
- İki kez size seslendim, dedi Mr. Fogg. - Ama saat on iki değil, diye cevap verdi elinde saatiyle Passepartout. - Biliyorum, size kızmıyorum, dedi Phileas Fogg. On dakika içinde Douvres ve oradan da Calais'ye doğru yola çıkacağız. Fransız'ın yüzünde bir ekşime oldu. Kesin yanlış duymuş olmalıydı. - Beyefendi seyahat mi edecek? diye sordu. - Evet, diye cevap verdi Phileas Fogg. Devri alem yapacağız. Abartılı şekilde gözü açılmış, gözkapağı ve kaşı kalkmış, kolları sallanan, vücudu çöken Passe partout dehşet de dahil olmak üzere şaşkınlığın bütün belirtilerini gösteriyordu. - Devri alem mi! dedi alçak sesle. - Seksen günde, diye cevap verdi Mr. Fogg. Bu yüzden kaybedecek bir dakikamız bile yok. - Ya bavullar. .. dedi Passepartout farkına var madan başını bir sağa bir sola çevirerek. - B avula gerek yok. Bir çanta yeterli. İçine iki yünden gömlek, üç uzun çorap koyun. Kendiniz için de o kadar eşya alın. Yolda satın alırız. Mac kintosh'umu· ve yolculuk battaniyemi aşağıya in dirin. Sağlam ayakkabı giyin. Aslında pek yürü meyeceğiz. Hadi. Passepartout cevap vermek istedi. Ama ve remedi. Mr. Fogg'un odasından ayrıldı, kendi odasına çıktı, bir sandalyeye kendini attı ve ül kesinde kullanılan halka ait bir ifadeyle şöyle dedi: *
Yağmurluk-çn. 34
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Ah! Bir bu eksikti! Ben ki huzur arıyor dum! ... Ve kendiliğinden yolculuk için hazırlıklarını yaptı. Seksen günde devri alem! Acaba bir de liyle mi karşı karşıyaydı? Hayır . . . Şaka mıydı? Douvres'a gideceklerdi, iyi. Calais'ye gidilecekti, öyle olsun. Beş yıldır vatanına ayak basmamış olan bu iyi yürekli genç adamın oraya gitmek ca nını sıkmazdı. Belki de Paris'e kadar giderlerdi ve aslında başkenti görmek çok hoşuna giderdi. Kuş kusuz adımlarını bu kadar ihtiyatlı kullanan bir centilmen daha ileri gitmezdi . . . Evet, muhteme len. Ama şimdiye kadar bu kadar evcimen olan bir adam yola çıkıyor, başka bir yere gidiyordu! Saat sekizde Passepartout efendisinin ve ken disinin eşyalarının bulunduğu ufak bir çanta ha zırlamıştı; ardından hala kafası karışık, kapısını özenle kapadığı odasından ayrıldı ve Mr. Fogg'un yanına gitti. Mr. Fogg hazırdı. Yolculuğu için gerekli olan bütün bilgileri sunacak olan Bradshaw'un Kıtasal Demiryol u Geçişi ue Genel Rehberi'ni koltuğunun altında tutuyordu. Passepartout'nun elinden ç antayı aldı, açtı ve içine bütün ülkelerde kul lanılan o güzel banknotlardan bir tomar koydu. - Bir şey unuttunuz mu? diye sordu. - Unutmadım beyefendi. - Mackintosh'um ve battaniyem? - Buradalar. - Pekala, bu çantayı alın, dedi Mr. Fogg, Passepartout'ya çantayı uzatarak ve ekledi: Ona çok dikkat edin. İçinde yirmi bin sterlin (500.000 Frank) var. 35
JULES VERNE
Yirmi bin sterlin altına dönüşüp ağırlaşmış gibi çanta neredeyse Passepartout'nun elinden düşecekti. Böylece efendi ve uşak indiler, sokak kapısı iyice kilitlendi. Saville Row yakınlarında bir araba durağı var dı. Phileas Fogg ve uşağı körüklü, hafif bir araba ya bindiler ve araba Güneydoğu Demiryolunun kollannın buluştuğu Charing-Cross ganna doğru hızlıca ilerledi. Saat sekizde araba gann parmaklıklannın önünde durdu. Passepartout yere atladı. Efendisi onu izledi ve arabacıya ödeme yaptı. O an, elinde bir çocuk tutan, çamurların orta sında yalınayak, başında acınası bir tüyün sarktığı lime lime bir şapka, yırtık pırtık elbisesinin üzerine parçalanmaya yüz tutmuş bir şal dolayan zavallı bir dilenci kadın Mr. Fogg'a yaklaşıp sadaka istedi: Mr. Fogg, vistte kazandığı yirmi gineyi cebin den çıkardı ve dilenci kadına vererek: - Ah, kadıncağız, sizi gördüğüme çok sevin dim! dedi. Ardından yoluna devam etti. Passepartout gözlerinin yaşardığını hissetti. Efendisi onu duygulandırmıştı. Mr. Fogg ve Passepartout garın geniş salonuna girdiler. Orada Phileas Fogg, Passepartout' dan Pa ris için iki tane birinci sınıf bilet almasını istedi. Arkasını döndüğünde Reform Kulüp'teki beş ar kadaşını fark etti. - Beyler, yola çıkıyorum, dedi Phileas Fogg. Ya nımdaki pasaportta yer alacak vizeler sayesinde döndüğümde güzergahımı denetleyebilirsiniz. 36
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Zavallı bir dilenci kadın.
- Ah! Mr. Fogg, buna hiç gerek yok, dedi kibar
ca Gauthier Ralph. Onurlu bir beyefendi olarak sözünüze güveniyoruz! - Böylesi daha iyi, dedi Mr. Fogg. - Umarım ne zaman dönmeniz gerektiğini unutmamışsınızdır, dedi Andrew Stuart. 37
JULES VERNE
- Seksen gün sonra, 21 Aralık 1872 Cumartesi günü, akşam saat sekizi kırk beş geçe. Hoşça ka lın beyler. Sekiz kırkta Phileas Fogg ve uşağı aynı kom partımana yerleştiler. Saat sekiz kırk beşte düdük sesi işitildi ve tren hareket etmeye başladı. Gece karanlıktı. İnce bir yağmur yağıyordu. Kendi köşesine yaslanmış Phileas Fogg konuşmu yordu. Hala afallamış durumda olan Passepartout banknotların olduğu çantaya sımsıkı sarılmıştı. Ama tren henüz Sydenham'ı geçmemişti ki Passepartout gerçek bir umutsuzluk feryadı attı! -Neyiniz var? diye sordu Fogg Bey. -Şu var. . . ki. . acelemle ... şaşkınlığımdan . .. şeyi unuttum .. . -Neyi? -Odamdaki gaz lambasının vanasını kapamayı unuttum! -Ne yapalım, oğlum, sizin hesabınızdan düşe riz ! dedi soğuk bir sesle Mr. Fogg.
38
v
LONDRA MEYDANINDA YENi BiR DEGERIN ORTAYA ÇIKTIGI BÖLÜM .
.
-
.
Phileas Fogg, Londra'dan ayrılırken yolculu ğunun uyandıracağı büyük yankıdan habersizdi. Bahsin haberi ilk önce Reform Kulüp'te yayıldı ve bu saygın derneğin üyeleri arasında gerçek bir heyecana neden oldu. Ardından kulüpteki bu heyecan gazetecilerin aracılığıyla gazetelere yansıdı ve gazeteler aracılığıyla da Londra'nın ve İngiltere'nin bütün halkına. Bu "devri alem" meselesi, yeni bir Alabama meselesi gibi, aynı tutkuyla ve hararetle yorum landı, tartışıldı, incelendi. Kimisi Phileas Fogg'un tarafını tuttu, kimisi -ki bunlar kısa sürede büyük çoğunluğu oluşturacaklardı- ona karşı yer aldılar. Mevcut ulaşım araçlarıyla, asgari zamanda, te orik veya kağıt üstünde olmayıp gerçek hayatta gerçekleştirilecek olan bu devri alem, imkansız olmamakla birlikte deliceydi! Times, Standard, Euening Star, Morning Chronicie
ve geniş dağıtım yapan yirmi kadar başka gazete de Mr. Fogg'a karşıt bir tutum sergilediler. Yal nızca Daiiy Teiegraph belli bir ölçüde ona destek 39
JULES VERNE
çıktı. Phileas Fogg genel olarak manyak, deli ol makla suçlandı; Reform Kulüp'teki arkadaşlan da buna girişen kişinin zihinsel yetilerinde bir bozukluk olacağından bu bahse girdikleri için suçlu sayıldılar .
...okumamış tek bir kişi yoktu. 40
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bu konuyla ilgili son derece tutkulu ve aynı za manda mantıklı makaleler yayımlandı. İngilizle rin coğrafyaya ilişkin konulara ne kadar ilgi duy duklarını herkes bilir. Bu yüzden hangi sınıftan olursa olsun Phileas Fogg'la ilgili sütunları oku mamış tek bir kişi kalmamıştı. İlk günler bazı gözü pek kişiler -çoğunlukla da kadınlar- onun tarafını tutmuşlardı, özellik le de Il1ustrated London News Mr. Fogg'un Reform Kulüp'ün arşivlerine teslim ettiği fotoğrafını ya yınladıktan sonra. Bazı beyefendiler, "Ha! Ha! Ne den olmasın? Bundan daha olağanüstü şeyler de gördük! " demeye cesaret etmişti. Bunlar özellikle Dai1y Te1egraph'ın okurlarıydı. Ama kısa zamanda bu gazetenin de gevşemeye başladığı hissedildi. Gerçekten de 7 Ekim günü Kraliyet Coğrafya Derneğinin bülteninde uzun bir makale yayımlan dı. Makale, meseleyi her açıdan ele alıp bu girişi min çılgınlığını açıkça kanıtladı. Bu makaleye göre insanın engeli, doğanın engeli, her şey yolcunun aleyhindeydi. Bu girişimde başarılı olmak için çı kış ve vanş saatlerinin mucizevi bir şekilde bire bir denk gelmesi gerektiğini kabul etmek lazımdı, oysa ki böyle bir denklik yoktu, olamazdı da. Hadi trenlerin vanş saatlerinin sabit olduğu Avrupa'da neyse de, üç günde Hindistan'ı, yedi günde Birleşik Devletleri geçme konusundaki böyle bir sorunun unsurlarını dakik bir şekilde kurabilir miydik? Ya makine arızalan, raydan çıkmalar, karşılaşan in sanlar, kışın yaklaşması, karların birikmesi; bütün bunlar Phileas Fogg'a karşı değil miydi? Buharlı gemiler sert rüzgarın veya sisin insafına kalmış ol mayacak mıydı? Okyanus ötesi hatlarda en iyi ça41
JULES VERNE
lışan gemilerin bile iki veya üç günlük gecikmelere maruz kalması çok mu nadirdi? Oysa bu yolculuk zincirinde bir tek gecikme zincirin kopmasına ye terdi. Phileas Fogg sadece birkaç saatle bir gemiyi kaçırdığında, bir sonraki gemiyi beklemek zorun da kalacaktı ve bu yüzden de bütün yolculuğu dü zeltilemez şekilde tehlikeye girecekti. Makale çok ses getirdi. Neredeyse bütün gaze teler onu bastı ve Phileas Fogg'un hisse senetleri tuhaf bir şekilde düştü. Yola çıkışını takip eden birkaç gün boyunca önemli işler beyefendinin girişiminin "talihine" bağlanmıştı. İngiltere' de daha zeki, oyunculardan daha yüksek olan bahisçilerin dünyasının nasıl olduğunu biliyoruz. B ahse girmek İngilizlerin hu yunda vardı. Böylece hem Reform Kulüp'ün çe şitli üyeleri Phileas Fogg lehinde veya aleyhinde büyük meblağlarla bahse girmişler hem de halk kitlesi bu hareketi takip etmişti. Phileas Fogg, ba his defterine bir koşu atı gibi kaydedilmişti. Aynı zamanda Londra meydanında derhal rayici belir lenip bir borsa değeri haline getirilmişti. Baştan başa ve yüksek fiyatla "Phileas Fogg" talep ve arz ediliyordu; böylece muazzam işler gerçekleşti. Ama yola çıktıktan beş gün sonra yayımlanan Kraliyet Coğrafya Derneğinin bültenindeki yazı nın ardından talepler düşmeye başlamıştı. Phi leas Fogg düşüşe geçti. Derken desteler halinde teklif verilmeye başlandı. İlk başta beşer, ardın dan onar şeklindeyken sonunda yirmişer, ellişer ve yüzer halde verildi! Onun tarafını tutan tek bir kişi kaldı. Felç olan yaşlı Lord Albermale. Koltuğuna mahkum saygı42
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
değer beyefendi on yıl da sürse dünyayı dolaşmak için bütün seıvetini verirdi! Ve Phileas Fogg lehi ne beş bin sterlin (100.000 Frank) bahse girmişti. Bu girişimin saçmalığının yanı sıra gereksizliği de ona kanıtlanmak istendiğinde, o sadece şu cevabı vermekle yetiniyordu: "Bunu yapmak mümkün se, ilk yapanın bir İngiliz olması iyidir! " İşte bu noktaya gelinmişti, Phileas Fogg'un taraftarları gitgide azalıyordu; herkes, haklı ne denlerden ötürü, ona karşı cephe alıyordu. Artık bire yüz elli veya iki yüz alıyordu ki, hiç rağbet görmemesine neden olan yolculuğa çıkışından yedi gün sonra tamamen beklenmedik bir olay vuku buldu. Gerçekten de o gün, akşam dokuzda, emniyet müdürü şu şekilde bir telgraf almıştı: " Süveyş'ten Londra'ya Rowan, emniyet müdürü , merkezi idare, em niyet binası. Banka hırsızı Phileas Fogg'un peşindeyim. Aci len Bombay'a (İngiliz egemenliği altındaki Hin distan) tutuklama emri gönderin. Müfettiş Fix."
Bu telgraf derhal etkisini gösterdi. Haysiyetli beyefendi kayboldu, yerini banknot hırsızı aldı. Bütün diğer arkadaşları gibi Reform Kulüp'e ver diği fotoğrafı incelendi. Soruşturmadan elde edi len eşkale her hattıyla uyuyordu. Phileas Fogg'un hayatının ne kadar gizemli olduğu, yalnızlığı, ani yola çıkışı hatırlatıldı ve bu kişinin dünyayı kate deceği bahanesini mantıkdışı bir bahse dayandı rarak İngiliz polis memurlarını şaşırtmak istediği apaçık göründü. 43
VI
MÜFEITİŞ FIX'İN ÇOK HAKLI BiR SABIRSIZLIK SERGILEDIGI BOLUM •
•
•
v.
••
••
Bay Phileas Fogg'la ilgili bu telgrafın gönderil mesi şu şekilde gerçekleşmişti: 9 Ekim Çarşamba günü sabah s aat on bir de Süveyş'te, Doğu ve Yanmada Şirketine ait, pervaneli ve üst güverteli, iki bin sekiz yüz ton hacminde, beş yüz beygir gücünde demir bir buharlı gemi olan Mongolia bekleniyordu. Mon goiia düzenli olarak Süveyş kanalından geçerek Brindisi'den Bombay'a yolculuk ediyordu. Şirke tin en hızlı gemilerinden biriydi; öyle ki yönet meliğin Brindisi'yle Süveyş arasında saatte on mil ve Süveyş'le Bombay arasında dokuz mil elli üç santimetre olarak belirlediği hızı her zaman aşmıştı. Mongolia'nın gelmesini beklerken iki adam, Mösyö Lesseps'in büyük çalışmalarının parlak bir gelecek vaat ettiği, eskiden basit bir köy olan bu şehre üşüşen yerli ve yabancı kalabalığın ortasın da limanda geziyordu. Bu iki adamdan biri, Süveyş'e yerleşmiş -İngi liz hükümetinin can sıkıcı tahminlerine ve mü44
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
hendis Stephenson 'ın uğursuz kehanetlerine karşın- Ümit Burnundan geçerek Hindistan'a gi den eski İngiliz yolunu yan yarıya kısaltan bu ka nalda her gün İngiliz gemilerinin gelişini izleyen İngiltere konsolosuydu.
Polis müfettişi. 45
JULES VERNE
Diğeriyse zeki yüzlü, sinirli, kaş kaslarını ola ğanüstü bir istikrarla kasan zayıf, ufak tefek bir adamdı. Uzun kirpiklerinin arasında çakmak çak mak ama istediğinde hararetini söndürmeyi bil diği gözleri vardı. O an yerinde duramaması, gi dip gelmesi, belli bir sabırsızlığa işaret ediyordu. Bu adamın adı Fix'ti ve kendisi İngiltere Ban kasında yapılan hırsızlıktan sonra çeşitli liman lara gönderilen İngiliz polis memurlarından veya şu "müfettiş"lerden biriydi. Bu Fix'in Süveyş yo lunu kullanacak bütün yolcuları büyük bir titiz likle incelemesi ve aralarından biri ona şüpheli göründüğünde bir tutuklama emri kendisine ula şana kadar onu "takip etmesi" emredilmişti. İki gün önce metropol emniyet müdürlüğü Fix'e hırsızlık yapan zanlının eşkalini ulaştırmış tı. Bankanın ödeme salonunda fark edilen saygın ve düzgün kişinin eşkaliydi bu. Başarılı olması durumunda vaat edilen yüksek primden dolayı iyice heyecanlanan müfettiş, an laşılır bir sabırsızlıkla Mongolia'nın gelmesini bek liyordu. - Sayın Konsolos, bu geminin her an gelebile ceğini söylüyorsunuz, değil mi? diye sordu onun cu kez. - Gelecektir, Bay Fix, diye cevap verdi konso los. Port-Said yakınlarından geçtiği haber verildi ve kanalın yüz altmış kilometresi onun gibi bir gemi için önemli bir mesafe değil. Mongolia'nın devlet yönetmeliğince belirlenen saatten yirmi dört saat erken gelen gemilere verdiği yirmi beş sterlinlik primi her zaman kazandığını size tekrar söylüyorum. 46
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Bu gemi doğrudan Brindisi' den mi geliyor? diye sordu Fix. - Evet, Hindistan postalarını aldığı ve cumar tesi akşamı beşte ayrıldığı Brindisi' den. Bu yüz den sabırlı olun, gelmek üzeredir. Ama adamınız Mongolia'daysa aldığınız o eşkalle onu nasıl tanı yacağınızı gerçekten bilmiyorum. - Sayın Konsolos, bu tür insanları görünce tanımaktan ziyade kim oldukları sezilir. Önsezi sahibi olmak lazım ve önsezi işitme, görme ve koklama duyularının katkıda bulunduğu özel bir duyu gibidir. Hayatım boyunca bu beyefendilerin birçoğunu tutukladım. Yeter ki hırsızım gemide olsun; inanın bana, elimden kaçamayacaktır. - Öyle umuyorum, Mösyö Fix, çünkü ciddi bir hırsızlık söz konusu. - Muhteşem bir hırsızlık, diye cevap verdi mü fettiş heyecanlanarak. Elli beş bin sterlin! Böyle bir fırsat her zaman ele geçmez ! Hırsızlar cimri olmaya başladı! Sheppardların türü tükeniyor! Birkaç şilin için artık insanlar idam ediliyor! - Mösyö Fix, çok güzel söylüyorsunuz ve uma rım başarırsınız, diye cevap verdi Konsolos. Ama size tekrar söylüyorum, bulunduğunuz durumda bu iş öyle pek kolay olmayabilir. Aldığınız eşkale göre bu hırsız düpedüz dürüst bir insana benziyor. - Konsolos Bey, diye cevap verdi dogm atik bir şekilde polis müfettişi, büyük hırsızlar her zaman dürüst insanlara benzer. Hırsız suratı olanların düzgün durması gerektiğini, aksi taktirde tutuk lanacaklarını anlarsınız. Dürüst yüzlü olanları özellikle incelemek lazım. Zor bir iş, kabul ediyo rum, hatta meslekten ziyade bir sanattır. 47
]ULES VERNE
Söz konusu Fix'in egosu yüksek birisi olduğu anlaşılıyordu. O sırada nhtım yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. Farklı uluslardan denizciler, tüccarlar, simsarlar, fellahlar akın ediyordu. Yakında gemi nin geleceği apaçıktı. Hava güzeldi, ama doğu rüzganndan dolayı serindi. Güneşin soluk ışıklan altında şehrin üs tünde birkaç minare beliriyordu. Güneye doğru iki bin metre uzunluğunda bir dalgakıran Süveyş Li manında bir kol gibi uzanıyordu. Kızıldeniz'in yü zeyinde çoğu zarif biçimli antik kadırga modelini korumuş balıkçı veya kabotaj gemileri ilerliyordu. Bu halk kalabalığının arasında gezinirken Fix, mesleki alışkanlıklığıyla bir bakışta gelip geçenle ri inceliyordu. Saat on buçuktu. - Bu gemi gelmeyecek mi? diye haykırdı Fix limanın saatinin çaldığını işitince. - Uzakta olamaz, diye cevap verdi konsolos. - Süveyş'te ne kadar kalacak? diye sordu Fix. - Dört saat. Kömürünü yükleyecek kadar. Süveyş'ten Kızıldeniz'in diğer ucunda bulunan Aden'e geçecek. İki şehir arasında bin üç yüz mil var, yakıt ikmali yapmak lazım. - Bu gemi Süveyş'ten doğru Bombay'a mı gide cek? diye sordu Fix. - Duraklamadan, doğrudan oraya gidecek. - Peki, hırsız bu yolu ve bu gemiyi seçtiyse, Süveyş'te inip başka yollarla Asya'da bulunan Hollanda veya Fransız topraklarına gitmeyi plan lıyordur. İngiliz toprağı olan Hindistan' da güven de olmayacağını biliyordur. 48
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Ya da çok güçlü birisidir, diye cevap ver di
Konsolos.
Bildiğiniz
gibi,
İngiliz
suçlular
Londra'da yabancı ülkelerden çok daha iyi giz lenir. Müfettişi epey düşündüren bu görüşünü bil dirdikten sonra Konsolos yakınlardaki bürosuna döndü. Hırsızının Mongolia'da bulunacağına dair tuhaf bir önseziyle sinirli bir sabırsızlığa kapılan polis müfettişi tek başına kaldı - aslında bu alçak herif Yeni Dünya'ya gitme niyetiyle İngiltere ' den ayrıldıysa, Atlantik yollanna göre daha az denet lenen veya denetlenmesi daha zor olan Hindistan yolunu tercih etmiş olmalıydı.
Fix uzun süre bu düşüncelerle meşgul olama dı. Düdük sesleri geminin geldiğini haber ver mişti. Hamal ve fellah sürüsü biraz endişe verici bir kargaşayla yolcular ve kıyafetleri için limana akın etmişti. On kadar sandal kıyıdan ayrılmış ve
Mongolia'yı karşılamaya gitmişti. Az sonra kanalın kıyılan arasından geçen Mongolia'nın dev gövdesi göründü, bacalanndan gürültüyle buhar çıkarken koya demir attığında saat on biri gösteriyordu. Gemideki yolcular epey kalabalıktı. Bir kısmı güvertede kalıp şehrin pitoresk panoramasını seyrederken, büyük bir kısmı da Mongolia'ya ya naşan sandallara bindi.
Fix, karaya inen herkesi dikkatlice inceliyordu. O an yolculardan biri hizmetlerini sunan fellahla n kuvvetlice ittikten sonra ona yaklaşmış ve İngi liz konsolosluk bürosunu sormuştu. Aynı zaman da bu yolcu İngiliz vizesinin konulmasını istediği bir pasaport uzattı.
49
JULES VERNE
Fix içgüdüsel olarak pasaportu aldı ve hızlıca eşkali gözden geçirdi. Neredeyse istemdışı bir harekette buluna caktı. Kağıt elinde titredi. Pasaportta belirtilen eşkal metropol emniyet müdüründen aldığı eş kalle aynıydı. - Bu pasaport sizin mi? diye sordu yolcuya .
... kuvvetlice bir şekilde ittikten sonra ... 50
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Hayır, efendimin pasaportu, diye cevap verdi adam. - Peki, efendiniz nerde? - Gemide. - Kimliğini belirlemek için konsolosluk bürosuna şahsen gelmesi gerekiyor, dedi müfettiş. - Nasıl! Bu zorunlu mu? - Kesinlikle. - Peki, bu büro nerede? - Şurada, meydanın köşesinde, dedi müfettiş iki yüz adım ileride bulunan bir evi göstererek. - Gidip efendimi getireceğim, eminim bu hiç hoşuna gitmeyecek. Bunun üzerine yolcu Fix'e selam verdi ve ge miye döndü.
51
Vll EMNiYET KONUSUNDA PASAPORTLARIN FAYDASINI BiR KEZ DAHA GOSTEREN BOLUM •
•
••
••
••
Müfettiş rıhtıma indi ve hızlı .adımlarla kon solosluk bürosuna doğru ilerledi. Derhal acil bir durum olduğunu söyleyerek görevlinin yanına götürüldü. - Konsolos Bey, aradığımız adamın büyük bir ihtimalle Mongolia'daki yolculardan biri olduğunu düşünüyorum, dedi Fix hiçbir giriş cümlesi söy lemeden. - Bay Fix, bu alçağın yüzünü görmek hoşuma gider, diye cevap verdi Konsolos. Ama eğer dü şündüğünüz kişiyse, muhtemelen büroma gel meyecektir. Hırsızlar arkalarında iz bırakmayı sevmezler, zaten pasaportlara artık işlem yaptır ma zorunluluğu kalktı. - Konsolos Bey, eğer bu adam düşündüğümüz gibi güçlüyse gelecektir! - Pasaportuna işlem yaptırmak için mi? - Evet. Pasaportlar dürüst insanları rahatsız etmeye ve alçakların kaçmasını kolaylaştırmaya yarıyor. Pasaportunun kurala uygun olduğunu söylüyorum size, ama yine de ona vize vermeyi reddetmenizi umuyorum . . . 52
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Neden vermeyeyim? Eğer bu pasaport kurala uygunsa, vize vermemek gibi bir hakkım yok. - Ama Konsolos B ey, Londra'dan tutuklama emri gelene kadar bu adamı burada tutmam la zım. - Ah! Bay Fix, bu sizin sorununuz, diye cevap verdi konsolos. Ama ben . .. Konsolos cümlesini tamamlamadı. O an odası nın kapısı çaldı; büro görevlisi, biri müfettişle ko nuşmuş olan hizmetçi olmak üzere iki yabancıyı içeri aldı. Gerçekten de efendiyle uşağıydı. Efendi pasa portunu verdi ve kısaca konsolostan kendisine bir vize verilmesini rica etti. Konsolos pasaportu aldı ve dikkatlice okudu, o sırada Fix büronun bir köşesinde yabancıyı gözlemliyordu ya d a daha doğrusu gözleriyle yi yordu. Konsolos okumasını bitirdiğinde: - Phileas Fogg, Esquire, siz misiniz ? diye sordu. - Evet, beyefendi, diye cevap verdi beyefendi. - Peki bu adam uşağınız mı? - Evet. Passepartout adında bir Fransız. - Londra'dan mı geliyorsunuz? - Evet. - Nereye gidiyorsunuz? - Bombay'a. - Peki beyefendi. Bu vize işlemlerinin artık faydasız olduğunu ve artık pasaport gösterilmesini istemediğimizi biliyor musunuz ? - Biliyorum, beyefendi, diye cevap verdi Phile as Fogg, ama sizin elinizle Süveyş'ten geçtiğimi teyit etmek istiyorum. 53
JULES VERNE
- Öyle olsun, beyefendi. Konsolos, pasaporta tarih atıp imzaladıktan sonra kaşesini de bastı. Bay Fogg vize masrafları nı ödedi, soğuk bir şekilde selam verdikten sonra uşağıyla birlikte dışarı çıktı. - Yani? diye sordu müfettiş. - Ne olsun, son derece dürüst bir insana benziyor! diye cevap verdi konsolos. - Mümkün, diye cevap verdi Fix, ama konu muz bu değil. B ay Konsolos, bu soğukkanlı cen tilmenin aldığım eşkale tamı tamına benzediğini düşünüyor musunuz ? - Doğru, ama bildiğiniz gibi bütün eşkaller ... - Bunu açığa çıkaracağım, diye cevap verdi Fix. Uşak, efendisi gibi çözülmez görünmüyor. Üstelik adam Fransız, kendisini tutamayıp konuşacaktır. Göriişmek üzere Bay Konsolos. Bunu söyledikten sonra müfettiş çıktı ve Passepartout'yu aramaya koyuldu. O sırada Mr. Fogg, konsolosluk bürosundan ayrılıp limana yönelmişti. Orada uşağına birkaç emir vermiş, ardından bir sandalla Mongolia'daki kamarasına dönmüştü. Burada şu notların yer al dığı defterini aldı: "Londra' dan ayrılış, 2 Ekim Çarşamba, akşam 8:45'te. Paris'e varış, 3 Ekim Perşembe, sabah 7:20'de. Paris'ten ayrılış, Perşembe, sabah 8 :40'ta. Torino'ya Mont-Cenis yoluyla varış, 4 Ekim Cuma, sabah 6:35'te. Torino'dan ayrılış, cuma, sabah 7:20'de. Brindisi'ye varış, 5 Ekim Cumartesi, akşam 4:00'te. 54
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM Mongolia gemisine biniş, cumartesi, akşam
S:OO'te. Süveyş'e vanş, 9 Ekim Çarşamba, sabah ll'de. H arcanan toplam saat: 158 ve 1/2 ; yani 6 bu çuk gün. Mr. Fogg bu tarihleri, 2 Ekim'den 21 Aralık'a kadar, ay, hafta ve günlerin belirtildiği, her önem li şehre, Paris, Brindisi, Süveyş, Bombay, Kalküta, Singapur, Hong-Kong, Yokohama, San Francisco, N ew York, Liverpool, Londra şeklinde resmi va rışlarla gerçek vanş tarihlerini ve saatlerini sü tunlu çizelgesine not ediyordu, bu da güzergahın her noktasında ne kadar zaman kazandığını veya kaybettiğini rakamlara dökmesini sağlıyordu. Bu yöntemli çizelge her şeyi içeriyordu ve böy lece Mr. Fogg tahmini süresine göre önde mi yok sa geride mi olduğunu her zaman bilebilecekti. Böylece o gün, 9 Ekim Çarşamba, Süveyş'e va nşı resmi saate uygun olduğu için ne zaman ka zanmış ne de kaybetmişti. Ardından kamarasında öğle yemeğini servis ettirdi. Şehri gezmeye gelince, geçtikleri ülkeleri uşaklarına gezdiren İngiliz ırkından olduğu için bu hiç aklına gelmedi.
55
VIII PASSEPARTOUT'NUN BELKİ DE KONUŞMASI GEREKTIGINDEN FAZLA KONUŞTUGU BÖLÜM .
- .
Fix, gezip görmemesi için hiçbir neden olma dığına inanarak etrafa bakınan Passepartout'ya kısa sürede limanda ulaşmıştı. - Hey dostum, pasaportunuza vize alabildiniz mi? dedi Fix ona yaklaşarak. - Ah! Siz misiniz beyefendi, dedi Fransız. El bette aldık, her şeyimiz kuralına uygun. - Yöreyi mi geziyorsunuz ? - Evet, ama öyle hızlı gidiyoruz ki, sanki hayal aleminde geziyor gibiyim. Süveyş'te miyiz ? - Süveyş'te, - Mısır' da mı? - Evet, Mısır' da. - Afrika' da mı? - Afrika' da. - Afrika'da! diye tekrarladı Passepartout. İnanamıyorum. Beyefendi, inanın Paris'ten ileriye gitmeyeceğimi düşünmüştüm ve bu ünlü baş kenti sabah yedi yirmiyle sekiz kırk arasında, Nord Garından Lyon Garına giderken, bir at ara basının penceresinden, üstelik zorlu bir yağmur 56
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
altında görebildim! Pere-Lachaise'i ve Champs Elysees' deki Sirki görmek isterdim! - Aceleniz mi var? diye sordu müfettiş . - Benim yok, ama efendimin var. B u arada çorap ve gömlek almam lazım! B avullarımız yok, bir gecelik çantayla yola çıktık. - Her şeyi bulabileceğiniz bir pazara götüreyim sızı. - Beyefendi, gerçekten çok minnettar olurum! diye cevap verdi Passepartout. İkisi birlikte yola koyuldular. Passepartout ko nuşmaya devam ediyordu. - Gemiyi kaçırmamaya dikkat etmem lazım! - Yeterince vaktiniz var, dedi Fix, saat daha öğlen! Passepartout iri saatini çıkarttı. - Öğlen, dedi Passepartout. Hadi canım! Saat dokuzu elli iki dakika geçiyor! - Saatiniz geri, diye cevap verdi Fix. - Saatim mi! Büyük büyük babamdan kalan aile yadigarı saatim! Yılda beş dakika bile şaş maz. Gerçek bir kronometre gibidir! - Şimdi anladım, diye cevap verdi Fix. Süveyş saatinden yaklaşık iki saat geride olan Londra sa atini gösteriyor. Saatinizi gittiğiniz her ülkenin öğlen on ikisine ayarlamanız gerekir. - Saatime dokunmak mı! Ben mi! Asla! diye haykırdı Passepartout. - O zaman güneşle uyumlu olmaz. - Güneşe yazık olur! O haksız çıkar! Genç adam muhteşem bir hareketle saatini yeleğinin cebine koydu. Birkaç dakika sonra Fix ona şöyle dedi: 57
JULES VERNE
- Londra'dan aceleyle mi aynldınız? - Tam da dediğiniz gibi! Geçen çarşamba, alışkanlıklarının tersine Mr. Fogg, dernekten akşam sekizde döndü ve kırk beş dakika sonra yola çık mıştık. - Efen diniz nereye gidiyor ki? - Dümdüz ileriye! Devri alem yapacak!
"Saatim mi! Aile yadigarı!" 58
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Devri alem mi? diye haykırdı Fix. - Evet, seksen günde! Bunun bir bahis olduğunu söylüyor, ama aramızda kalsın, buna inanmı yorum. Bu hiç mantıklı değil. B aşka bir şey olmalı. - Bu Bay Fogg orijinal birisi mi? - Sanırım öyle. - Peki zengin mi? - Elbette, üstelik yanında yepyeni banknotlar halinde güzel bir meblağ taşıyor! Yolda da hiç cimrilik etmiyor! Bakın! Bombay'a daha erken va rırsak Mongoiia'nın çarkçısına güzel bir ödül sözü verdi! - Efendinizi uzun zamandır mı tanıyorsunuz? - Ben mi! Yola çıktığımız gün işbaşı yaptım, diye cevap verdi Passepartout. Müfettişin fazlasıyla alevlenen zihninde bu cevaplann etkilerini hayal etmek zor olmamalı. İşlenen hırsızlıktan kısa bir süre sonra Londra' dan alelacele aynlmalan, yanlannda taşı dıkları o yüksek meblağdaki para, şu akıl almaz bahis bahanesi. . . her şey Fix'in düşündüklerini teyit ediyor olmalıydı ve ediyordu da. Fransız'ı biraz daha konuşturdu ve bu genç adamın efen disini hiç tanımadığından emin oldu; bu adamın Londra' da insanlardan uzak yaşadığını, büyük bir serveti olduğunu ancak bu serveti nasıl elde et tiğinin bilinmediğini, ne düşündüğü kestirilemez birisi olduğunu, vs. öğrendi. Ancak Fix, Phileas Fogg'un Süveyş'te inmeyeceğinden ve gerçekten Bombay'a gideceğinden de emin oldu. - Bombay uzak mı? diye sordu Passepartout. - Epey uzak, diye cevap verdi müfettiş. On gün kadar daha denizde yolculuk etmeniz gerekecek. 59
JULES VERNE
- Peki Bombay nerede ? - Hindistan' da. - Asya'da mı? - Elbette. - Kahretsin! Size bir şey söylemek istiyorum . . . bir şey beni huzursuz ediyor . . . vanam! - Ne vanası? - Söndürmeyi unuttuğum ve benim hesabımdan düşülecek olan gaz vanam. Hesaplanma göre yirmi dört saatte iki şilin yakmış olacak, kazan dığımdan altı peni fazla ve yolculuk biraz daha uzarsa . . . Fix gaz vanası meselesini anlamış mıydı? Bu pek mümkün değil. Artık adamı dinlemiyordu ve bir karar vermişti. Fransız'la birlikte pazara var mışlardı. Fix adamı alışveriş yaparken bırakıp Mongolia'yı kaçırmamaya dikkat etmesini hatır lattı ve aceleyle Konsolosun bürosuna döndü. Artık ne düşüneceğine emin olan Fix tekrar so ğukkanlılığına kavuşmuştu. - Beyefendi, dedi Konsolosa, artık hiçbir kuş kum kalmadı. Adamımı buldum. Seksen günde devri alem yapmayı iddia eden eksantrik birisi olarak kendini tanıtmaya çalışıyor. - O zaman kurnaz birisi, diye cevap verdi kon solos, iki kıtanın polislerini kandırdıktan sonra tekrar Londra'ya dönmeyi planlıyor! - Bunu göreceğiz, diye cevap verdi Fix. - Yanılıyor olmayasınız ? diye sordu bir kez daha Konsolos. - Yanılmıyorum. - O zaman neden bu hırsız Süveyş'ten geçtiğini bir vizeyle belgelemek istedi? 60
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Neden . . . Ne bileyim, diye cevap verdi müfet tiş. Ama beni dinleyin. Ve birkaç kelimeyle söz konusu Fogg'un uşa ğıyla yaptığı sohbetin can alıcı noktalannı aktardı. - Doğru, bütün tahminler bu adamın aleyhin de. Peki, ne yapacaksınız? - Telgrafla Londra'dan Bombay'a tutuklama emrini aceleyle göndermelerini isteyeceğim, ben de Mongolia'ya atlayıp hırsızımı Hindistan'a kadar takip edeceğim ve orada, İngiliz topraklarında olacağım için elimde tutuklama emrimle kibarca adama seslenip elimi omzuna koyacağım. Soğuk bir şekilde telaffuz edilen bu sözlerden sonra müfettiş, Konsolqstan aynldı ve telgraf bü rosuna gitti. Oradan da emniyet müdürüne daha önce okuduğumuz telgrafı gönderdi. On beş dakika sonra Fix, elinde hafif bir ba vul, üstünde epey bir parayla Mongolia'ya bindi ve kısa bir süre sonra hızlı gemi son süratle Kızılde niz sulannda ilerlemeye koyulmuştu.
61
IX KIZILDENİZ'İN VE HİNT DENİZİ'NİN PHILEAS FOGG'UN PLANINA ELVERİŞLİ OLDUGU BÖLÜM
Süveyş ile Aden arasındaki mesafe tam olarak bin üç yüz on mildir ve şirketin görev defteri bu mesafeyi katetmesi için gemilerine yüz otuz se kiz saat tanıyordu. Kazanları iyi yanan Mongolia, yönetmeliğin öngördüğü varış süresinden önce varacak şekilde ilerliyordu. Brindisi' de gemiye binen yolcuların çoğu Hindistan'da inecekti. Kimisi Bombay'a gidiyor du, kimisi Kalküta'ya; ama Bombay üzerinden Kalküta'ya gideceklerdi çünkü Hindistan yarı madasını baştan sona kateden demiryollarının
yapılmasından sonra artık Seylan'dan geçmeye gerek kalmamıştı. Mongolia'nın yolcuları arasında çeşitli sivil me murlar ve farklı rütbelere sahip subaylar yer alı yordu. Subayların bir kısmı tam anlamıyla İngiliz ordusuna aitken, bir kısmı da yerli sipahi ordu sunu yönetiyordu. Hükümet eski Hint Şirketinin öngördüğü hak ve yükümlülükler için iyi ödeme62
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ler alıyordu: teğmenler 7 .000 F, onbaşılar 60.000 F, generaller 100.000 F: Bu yüzden Mongolia'da, ceplerinde yüklü mik tarda parayla uzaklara ticaret acentesi kurmaya giden birkaç genç İngiliz'in de yer aldığı bu me mur toplumunda yaşam güzeldi. Şirketin güven diği adam, gemide kaptana eşdeğer olan kama rot, her şeyi şatafatla gerçekleştiriyordu. Sabah kahvaltısı, saat ikideki öğle yemeği, beş buçukta ki akşam yemeği, sekizdeki çorba vaktinde ma salar taze etleri ve geminin kasap ve sofra hiz metlerinin sunduğu ara sıcakları taşımakta zor lanıyordu. Gemideki hanımlar -birkaç tane var dı- günde iki kez kıyafet değiştiriyordu. Müzikler çalınıyordu, hatta deniz izin verdiğinde dans bile ediliyordu. Fakat bütün dar ve uzun körfezler gibi Kızılde niz de fazlasıyla kaprisli ve çoğu zaman hırçındı. Rüzgar ya Asya ya da Afrika tarafından estiğin de pervaneli, uzun ince gövdeli Mongolia yandan rüzgar vurduğu için berbat şekilde ilerliyordu. O an hanımlar kayboluyordu, piyanolar susuyordu; şarkılar ve danslar aynı anda son buluyordu. Yine de boraya rağmen, dalgalara rağmen güçlü maki nesinin ittiği gemi, geç kalmadan Bab'ül Mendep Boğazına doğru son hızda ilerliyordu. O sıralar Phileas Fogg ne yapıyordu? Sürekli endişeli ve kaygı içinde geminin ilerleyişine za*
Sivil memurların ücretleri daha da yüksekti. Hiyerarşik olarak ilk derecedeki basit yardımcılar bile 12.000 Frank alıyorlar; yargıçlar 60.000 Frank, mahkeme başkanları 250.000 Frank, valiler 300.000 Frank ve genel vali 600.000 Frank'ın üzerinde alıyor. (Yazann notu) 63
JULES VERNE
rar verecek rüzgarların değişimiyle, makinenin kaza yapmasına neden olacak dalgaların düzen siz hareketleriyle, Mongolia 'yı bilinmedik limanla ra demir atmaya zorlayarak yolculuğu tehlikeye atabilecek olası bütün avaryalarla dertlendiğini düşünebiliriz. Ama durum hiç de öyle değildi ya da en azın dan bu beyefendi bütün bu olasılıkları düşünü yor olsa bile, hiçbir şey d avranışlarına yansımı yordu. Hep soğukkanlı kalan adam , hiçbir kaza nın veya beklenmedik olayın şaşırtamayacağı Reform Kulüp'ün ağırbaşlı üyesiydi. Gemideki kronometrelerden daha heyecanlı görünmüyor du. Nadiren güvertede görünürdü. H atıralarla dolu bu Kızıldeniz'i, insanlığın ilk tarihi sahne lerinin yaşandığı bu tiyatro sahnesini görmeyi pek önemsemiyordu. Kıyıya serpiştirilmiş ve pitoresk siluetleri bazen ufukta beliren tuhaf şehirleri seyretmeye gelmiyordu. Strabon, Arri an, Artemidoros, El İdrisi gibi eski tarihçilerin her zaman korkuyla bahsettikleri ve Tanrı rı zasını almak için kurban vererek yolculuklarını kutsamadan yolcuların asla rastgele çıkmadık ları bu Arap körfezinin tehlikelerini bile düşün müyordu. Peki, Mongolia'da mahsur kalan bu orijinal adam ne yapıyordu? Hiçbir yalpalanmanın, hiçbir baş kıç vurmasının bozamadığı muhteşem şekil de düzenlenmiş bu gemide dört öğün yemeğini yiyordu. Ardından vist oynuyordu. Evet! Kendisi kadar tutkulu partnerler bul muştu: Goa'daki görevine giden bir vergi tahsil darı, Bombay'a dönen saygıdeğer Bakan Decimus 64
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Smith ve Benares'teki birliğinin başına dönen İngiliz ordusunun tuğgenerali. Bu üç yolcu, viste Mr. Fogg'la aynı tutkuyla bağlıydılar ve onun ka dar sessizce saatlerce oynuyorlardı. Passepartout'ya gelince, denizin çalkantıların dan rahatsız olmamıştı. Ön tarafta bir kamara daydı ve o da büyük bir özenle yemeğini yiyordu. Aslını söylemek gerekirse bu koşullarda gerçek leştirilen bu yolculuk pek hoşuna gitmişti. Payına düşeni alıyordu. İyi besleniyor, iyi bir yerde ko naklıyor, ülkeler geziyordu ve kendi kendine bu fantezinin öyle böyle Bombay' da son bulacağını söylüyordu. Süveyş'ten ayrıldıktan bir gün sonra, 10 Ekim günü, Mısır'da karşılaşmış olduğu o nazik adamı güvertede gördüğüne çok sevinmişti. - Yanılmıyorum değil mi beyefendi, sizsiniz, Süveyş'te bana büyük bir nezaketle rehberlik eden kişi, dedi adamın yanına sevimli bir gülüm semeyle yaklaşarak. - Evet, öyle, diye cevap verdi müfettiş, sizi hatırladım! Şu orijinal İngiliz'in uşağısınız . . . - Ta kendisi, bay. . . - Fix. - B ay Fix, dedi Passepartout. Sizi gemide gördüğüme çok sevindim. Nereye gidiyorsunuz? - Sizin gibi Bombay'a. - Bu daha da iyi! Daha önce oraya gittiniz mi? - Birkaç kez, diye cevap verdi Fix. Yarımada Şirketinde görevliyim. - O zaman Hindistan'ı biliyorsunuzdur. - Yani . . . Evet . . . dedi Fix fazla bilgi vermemeye çalışarak. 65
JULES VERNE
- Peki Hindistan ilginç bir yer mi? - Çok ilginç! Camiler, minareler, tapınaklar, Hint fakirleri, pagodalar·, kaplanlar, yılanlar, çen giler! Yöreyi ziyaret edecek vaktiniz olacak mı? - Öyle umuyorum, Bay Fix. Seksen günde devri alem yapacağım bahanesiyle, aklı başında bir in sanın hayatını bir gemiden bir trene ve bir tren den bir gemiye atlamakla geçirmesine izin veril meli! Hayır. Bütün bu beden eğitimi Bombay'da bitecek, bundan emin olun. - Peki Mr. Fogg iyiler mi? diye sordu Fix en do ğal bir ses tonuyla. - Hem de çok iyi, Bay Fix. Ben de öyleyim. Aç kalmış bir dev gibi yiyorum. Deniz havasından ol malı. - Ya efendiniz, onu hiç güvertede görmüyorum. - Göremezsiniz. Meraklı birisi değil. - Bay Passepartout, güya bu seksen günlük yolculuk gizli bir görevin paravanı olabilir mi? ör neğin diplomatik bir görevin! - Emin olun, Bay Fix, hiç bilmiyorum, bunu öğ renmek için de yanın kuruş bile vermem. Bu karşılaşmalanndan sonra Passepartout ve Fix sık sık sohbet ettiler. Polis müfettişi, Mr. Fogg'un uşağıyla dost olma niyetindeydi. Bu işine yarayabilirdi. Bu yüzden Mongolia'nın bannda ona sık sık viski veya beyaz İngiliz birası ikram ediyordu; genç adam dobra bir şekilde çok dürüst bir beyefendi olarak gördüğü Fix'in bu ikramları nı kabul edip altta kalmamak için kendisi de ona içki ısmarlıyordu. ·
•
Budistlerin dini yapılarına verilen isim -ed.n . 66
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Steamer-Point'te mola veriyordu
Gemi son hızda ilerliyordu. Ayın on üçünde, üst kısmında yemyeşil hurma ağaçlarının yer aldığı yıkıntı halindeki surlan arasından Moka göründü. Uzaktaki dağlarda geniş kahve tarlalan uzanıyordu. Passepartout bu ünlü şehri gördüğü ne çok sevinmişti ve bir kulp gibi beliren surlan 67
JULES VERNE
dağılmış kalesiyle ve daire şeklindeki duvarlarıy la devasa bir yanın fincana benzediğini düşündü. Bir sonraki gece Mongolia, Arapçada Gözyaşı Kapısı anlamına gelen Bab'ül Mendep Boğazını geçti ve ertesi gün, on dördünde, Aden Koyunun kuzeybatısında yer alan Steamer-Point'te mola verdi. Burada tekrardan yakıt ikmali yapacaktı. Üretim merkezlerinden bu kadar uzaktaki gemi kazanlarının bu ikmalleri ciddi ve önemli bir meseleydi. Tek başına Yarımada Şirketi bu nun için yılda sekiz yüz bin sterlin (20 milyon Frank) harcıyordu. İkmaller için birkaç limana depo yaptırmak gerekmişti ve bu uzak denizlerde kömürün tonu seksen franka geliyordu. Mongolia'nın Bombay' a ulaşması için daha bin altı yüz elli mil katetmesi ve ambarlarını doldur mak için de Steamer-Point'te dört saat kalması gerekiyordu. Fakat bu gecikme Phileas Fogg'un programına hiçbir şekilde zarar veremezdi. Zaten Mongolia, Aden'e 15 Ekim sabahında varacak yerde 14 Ekim akşamında varmıştı. Bu da on beş saatlik bir ka zanç demekti. Mr. Fogg ve uşağı karaya indiler. Beyefendi pa saportuna vize damgalatmak istiyordu. Fix fark edilmeden onu takip etti. Vize işlemleri yapıldık tan sonra Phileas Fogg tekrar gemiye binip yanın kalan oyununa devam etti. Passepartout ise adeti olduğu üzere Aden'in yirmi beş binlik nüfusunu oluşturan Somaliler den, Hint tüccarlarından, Parsilerden, Yahudiler den, Araplardan, Avrupalılardan oluşan bu kala balığın ortasında gezindi. Bu şehrin Hint denizle68
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
rinin Cebelitank'ı olarak kabul edilmesine neden olan kalelerine ve Kral Süleyman'ın mühendisle rinden iki bin yıl sonra İngiliz mühendislerinin hala üzerinde çalıştıkları muhteşem sarnıçlara hayranlıkla baktı.
Passepartout ise adeti olduğu üzere bakınarak dolaşb. 69
JULES VERNE
"Çok ilginç! Çok ilginç ! Yeni şeyler görmek is tediğimizde yolculuk etmenin faydasız olmadığı nı görüyorum, " diyordu kendi kendine Passepar tout gemiye dönerken. Akşam altıda Mongolia'nın pervaneleri Aden Koyunun sularını çırpıyordu ve kısa bir süre son ra Hint denizlerinde hızla ilerliyordu. Aden'den Bombay'a ulaşması için yüz altmış sekiz saat ta nınmıştı gemiye. Kaldı ki bu Hint Denizi son de rece elverişliydi. Rüzgar kuzeybatıdan esiyordu. Yelkenler buhara destek çıkmıştı. Daha iyi destek alan gemi daha az sarsılıyor du. Temiz ve yeni kıyafetleriyle kadın yolcular tekrar güverteye çıkmıştı. Şarkılar ve danslar tek rar başlamıştı. Böylece yolculuk en iyi koşullarda gerçekleşti. Passepartout, kaderin Fix'in şahsında ona sundu ğu hoş dostluktan son derece memnundu. 20 Ekim Pazar günü öğlene doğru Hint kıyıları göründü. İki saat sonra rehber pilot Mongolia'ya biniyordu. Ufukta hoş tepecikler gökyüzünün sı nırlarında belirmişti. Kısa sürede şehri örten pal miye ağaçlan sıra sıra belirgin şekilde göründü. Gemi Salsetta, Colaba, Elephanta, Butcher adala rının oluşturduğu bu koya girdi ve saat dört bu çukta Bombay Limanına yanaştı. O sırada Phileas Fogg günün otuz üçüncü elini tamamlıyordu, partneriyle birlikte cesur bir ma nevrayla on üç el aldıkları için muhteşem bir şi lemle· bu güzel yolculuğu tamamlamışlardı. *
Briçte veya vistte bir ekibin, en fazla bir el vererek yaptığı oyun -çn. 70
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Mongo1ia'nın 22 Ekim günü Bombay'a varma sı gerekiyordu, oysa 20 Ekim'de varmıştı. Bu da Londra'dan ayrıldığından itibaren iki günlük bir kazançtı. Böylece Phileas Fogg, bunu büyük bir özenle notlarının kazançlar sütununa kaydetti.
71
x
PASSEPARTOUT'NUN AYAKKABISINI KAYBETMEKLE PAÇAYI KURTARDIGINA SEVİNDİÖİ BÖLÜM -
Herkesin bildiği gibi Hindistan'ın -tepesi gü neyde ve tabanı kuzeyde, ters dönmüş kocaman bir üçgen olan ülke- yüzölçümü bir milyon dört yüz milkaredir ve yoğunluğu eşit şekilde dağıl mamış olan nüfusu da yüz seksen milyondur. İngiliz hükümeti bu devasa ülkenin belli bir kıs mında gerçek bir hakimiyete sahiptir. Kalküta'da bir genel vali; Madras 'ta, Bombay'da, Bengal'de bir vali ve Agra' da bir vali vekili bulunur. Fakat tam anlamıyla İngiliz Hindistan'ı sade ce yedi yüz bin milkarelik bir yüzölçümüne ve yüz ile yüz on milyon arası bir nüfusa sahiptir. Buna bakarak bu toprakların büyük bir kısmının Kraliçe'nin egemenliği altında olmadığını söy leyebiliriz. Gerçekten de iç kısımlarda yabani ve korkutucu olan bazı racaların bölgelerinde Hint bağımsızlığı hala baskındır. 1756'dan -yani günümüzde Madras şehrinin bulunduğu yerde İngilizlerin ilk yerleşimlerinin kurulduğu yıl- büyük sipahi ayaklanmasının çık72
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
tığı yıla kadar ünlü Hint Şirketinin sınırsız bir gücü vardı. Şirket cüzi olarak ödediği veya hiç ödemediği ödenekler karşılığında racalardan al dığı çeşitli bölgeleri kendi topraklanna eklemişti. Genel valiyi, sivil ya da askeri bütün görevlileri kendisi atıyordu. Ama günümüzde bu şirket artık yok ve bu yüzden Hindistan'daki İngiliz toprakla n doğrudan Kraliçe'ye bağlı. Böylece yanmadanın görünümü, gelenekleri, etnografik bölünmeleri her gün büyük bir değişim gösteriyor. Eskiden yaya olarak, at üzerinde, at ara basıyla, el arabasıyla, tahtırevanda, insan sırtında, faytonla, kısacası antik taşımacılığın tüm araçla rıyla yolculuk edilirdi. Günümüzde istimbotlar bü yük hızla Indus'u, Ganj 'ı katediyor ve yol boyun ca kollara ayrılan ve bütün Hindistan'ı enleme sine geçen bir demiryolu sayesinde Bombay' dan Kalküta'ya gitmek sadece üç gün sürüyor. Bu demiryolu Hindistan'da düz bir çizgi şek linde gitmiyor. Kuşbakışı mesafe bin ile bin yüz mil arasındadır ve bu durum da trenler ortalama bir hızla üç günde bu mesafeyi katedebilir; ama ne var ki bu mesafe, demiryollarının yarımadanın kuzeyinde Allahabad'a kadar yükselerek takip et tiği kavis yüzünden üçte bir oranında uzuyor. İşte ana hatlanyla çizildiğinde bu "Great Indi an Peninsular Railway"in güzergahı bu şekildey di. Bombay adasından ayrılırken Salsette' den ge çiyor, Tanna'nın karşısındaki kıtaya varıyor, B atı Gat Dağlarını aşıyor, kuzeydoğuda Berhampur'a kadar ilerliyor, Bundelkhand'ın az buçuk ba ğımsız sayılan bölgesini dolanıyor, Allahabad'a kadar yükseliyor, doğuya bükülüyor, Benares'te 73
JULES VERNE
Ganj 'la buluşuyor, oradan hafifçe uzaklaşıp gü neydoğuda Burdivan'dan ve Fransız şehri olan Chandernagor'dan aşağıya iniyor, ardından düm düz Kalküta'ya varıyor. Mongoiia'nın yolcuları akşam saat dört buçuk ta Bombay'a varmıştı ve Kalküta'ya gidecek tren de · s aat tam sekizde kalkacaktı. Dolayısıyla Mr. Fogg oyun arkadaşlarından müsaade istedi, gemiden ayrıldı, uşağına alınma sı gereken bazı şeylerin bilgisini verdi, saat sekize gelmeden mutlaka tren garında olmasını tem bihleyip astronomik bir duvar saatinin saniyele re göre sallanan sarkacı kadar düzenli adımlarla pasaport bürosuna yöneldi. Bombay'ın harikalarını görmeyi düşünmediği gibi belediye binasını, muhteşem kütüphaneyi, surları, dokları, pamuk pazarını, çarşıları, cami leri, sinagogları, Ermeni kiliselerini, Malabar Hill' deki çok köşeli iki kulesiyle muhteşem pa godayı da gezme niyetinde değildi. Ne Elephanta şaheserlerini, ne koyun güneydoğusunda gizli olan gizemli yeraltı mezarlarını ne de Salsette Adasındaki Budist mimarisinin olağanüstü kalın tıları olan Kanheri mağaralarını görecekti! Hayır! Hiçbir yeri gezmeyecekti. Pasaport bü rosundan çıkan Phileas Fogg sakin sakin gara git ti ve burada akşam yemeği sipariş etti. Yemekler arasında şef garson, muhteşem olduğunu söyle diği "yöre tavşanı"ndan yapılmış bir yahniyi tav siye etti. Phileas Fogg şef garsonun tavsiyesine uydu ve büyük bir dikkatle yemeği tattı; baharatlı sosuna rağmen yemeği berbat buldu. 74
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bombay'daki Hint rakkaslar.
Şef garsonu çağırdı. - Beyefendi, sizce bu tavşan eti mi? diye sordu adama dik dik bakarak. - Evet, lordum, vahşi orman tavşanı, diye ce vap verdi yüzsüz adam. - Peki bu tavşanı kestiğinizde miyavlamadı mı? 75
JULES VERNE
- Miyavlamak mı! Hiç olur mu! Lordum! Bu bir tavşan! Yemin ederim . . . - Sakın yemin etmeyin ve şunu hatırlayın: Ke diler eskiden Hindistan' da kutsal hayvan olarak kabul edilirdi. Güzel günlerdi, diye ekledi Phileas Fogg soğuk bir sesle. - Kediler için mi, lordum? - Belki yolcular için de öyleydi! Bu gözlemde bulunduktan sonra Mr. Fogg sa kin sakin yemeğine devam etti. Mr. Fogg' dan kısa bir süre sonra Müfettiş Fix de Mongolia'dan inmiş ve Bombay'ın emniyet müdürünün yanına koşmuştu. Müfettiş olduğu nu, kendisine verilen görevi ve yapılan hırsızlığın zanlısına ilişkin durumu bildirmişti. Londra' dan tutuklama emri gelmiş miydi? Emniyete henüz hiçbir şey ulaşmamıştı. Bu da normaldi, çünkü tutuklama emri Fogg'dan sonra çıkartıldığı için henüz gelmiş olamazdı. Fix buna çok sinirlendi. Emniyet müdürün den Mr. Fogg'u tutuklaması için emir vermesini istedi. Müdür bunu reddetti. Bu mesele metropol idaresini ilgilendiren bir meseleydi ve ancak o merci meşru olarak bu konuda emir çıkartabilir di. İlkelerdeki bu katılık, yasaların harfi harfine uygulanması, kişisel özgürlük konusunda hiçbir keyfiyete izin vermeyen İngiliz adetleriyle kolay ca açıklanabilirdi. Fix ısrar etmedi ve tutuklama emrini bek lemeye mecbur olduğunu anladı. Fakat B ombay'da kaldığı sürece ne yapacağını kesti remediği sahtekarı gözden kaçırmamaya karar lıydı. Phileas Fogg'un burada bir süre kalacağın76
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
dan kuşku duymuyordu, zaten bildiğimiz gibi Passepartout'nun da görüşü bu yöndeydi; bu da tutuklama emrinin kendisine ulaşması için ge rekli z amanı tanıyacaktı. Efendisinin kendisine verdiği son emirler den sonra Mongolia'dan ayrılan Passepartout, Bombay'da da Süveyş'te ve Paris'te olanlar ola cağını, yolculuğun burada son bulmayacağını, en azından Kalküta'ya kadar devam edeceğini, hat ta daha da ötesine gidebileceğini anlamıştı. Öyle ki Mr. Fogg'un girdiği bu bahsin gerçekten ciddi olup olmadığını, kader kendisini zincirlemediği taktirde, her ne kadar sakin sessiz bir hayat ya şamak istese de seksen günde devri alem yapıp yapmayacağını sorgulamaya başlamıştı! Passepartout beklerken ve birkaç gömlek ve de çorap aldıktan s onra Bombay sokakları nı gezdi. Kalab alık bir topluluk vardı, bunların arasında her ulustan Avrupalılar, sivri ş apkalı Persler, yuvarlak türban takmış Bunyalılar, kare b aşlıklı Sindeliler, uzun elbise giymiş Ermeni ler, siyah sivri külahlı Parsiler bulunuyordu. Zerdüşt'e inananların doğrudan torunları olan, aynı z amanda Hintler arasında en hünerlileri, en medenileri, en zekileri ve en çetinleri olan Parsiler ya da Zerdüştler -Bomb ay'ın yerli zen gin tüccarları bu ırka aittirler- bir b ayram kut luyorlardı. Viyolanın ve tamtamların ritminde muhteşem ve e depli bir şekilde raks eden altın ve gümüş nakışlı pembe tülden elbiseleriyle Hint rakkaselerin yer aldığı, geçiş törenin ve eğlencelerin eşlik ettiği bir tür dini bir karnaval kutlanıyordu. 77
JULES VERNE
Passepartout bu tuhaf törenleri seyrediyor muydu; gözlerini ve kulaklarını bunları işitip gör mek için ölçüsüzce açmış mıydı; duruşu, yüz ifa desi hayal edilebilecek en acemi "booby"ninkini* andırıyor muydu, bunların üzerinde durmaya ge rek yok. Maalesef kendisini ve efendisiyle yaptığı yol culuğu tehlikeye atacak olan bu merakı onu uy gun olan noktadan daha ileri götürdü. Gerçekten de bu Parsi karnavalını biraz sey rettikten sonra Passepartout gara yönelmişti ki, olağanüstü Malabar-Hill Pagodasının önünden geçerken bu tapınağın içini gezmek gibi kötü bir düşünceye kapıldı. İki şeyden habersizdi: Birincisi bazı Hint pa godaların girişinin Hıristiyanlara kesinlikle yasak olduğu, ikincisi de o dine mensup olanların bile kapıda ayakkabılarını çıkartmadan içeri girmele rine izin verilmediği. Sağlıklı bir siyaset yürütmek için İngiliz hükümetinin bulunduğu ülkenin dini kurallarına en ince ayrıntısına kadar uyduğunu ve uyulmasını sağladığını, bu kuralları ihlal edenleri sert bir şekilde cezalandırdığını belirtmek gerekir. Passepartout, aklında hiçbir kötülük olmadan, basit bir turist olarak buraya girmiş, Malabar Hill'in içini, Brahman süslemelerinin göz alıcı yaldızlarını hayranlıkla izlerken, aniden kutsal döşeme taşlarının üzerine itildi. Üç rahip öfkeli bakışlarla üzerine atılıp ayakkabılarını ve çorap larını çekip aldılar, vahşi çığlıklar atarak pestilini çıkarttılar. *
Aptal, budala -çn. 78
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Rakiplerinden ikisini devirdi.
Güçlü ve çevik Fransız aceleyle ayağa kalktı. Bir yumruk atıp bir tekme basarak iki rakibini de virdi. Rahipler uzun elbiselerinin içine dolanmış kurtulmaya çalışırken, bacaklarının olanak ver diği son hızla pagodadan çıktı, peşine düşen ve etrafına kalabalığı toplayan üçüncü Hint rahibini de kıs a sürede geride bıraktı. 79
JULES VERNE
Sekize beş kala, trenin yola çıkmasına birkaç dakika kalmışken Passepartout şapkasız, ayak lan çıplak, öteberilerin bulunduğu paketi dövüş esnasında kaybetmiş olarak tren garına vardı. Fix de perondaydı. Mr. Fogg'u gara kadar ta kip etmiş, bu sahtekarın Bombay'dan ayrılacağını anlamıştı. Derhal Kalküta'ya ve hatta gerekirse daha da uzaklara kadar onu takip etmeye karar vermişti. Passepartout, gölgede bulunan Fix'i fark etmemişti, ama Fix Passepartout'nun birkaç keli meyle efendisine aktardığı başından geçen olay lan işitmişti. - Umanın başınıza bir daha böyle bir şey gel mez, dedi Phileas Fogg vagonda�i yerine geçerek. Zavallı adam, yalınayak ve soğukkanlılığını yi tirmiş halde tek söz etmeden efendisini takip etti. Fix ayn bir vagona binecekti ki, aklına gelen bir fikir aniden yolculuk planını değiştirdi. "Hayır, burada kalmalıyım. Hint bölgesinde işlenmiş bir suç . . . Artık elimden kaçamaz." dedi kendi kendine müfettiş. O an lokomotif düdük çaldı ve tren gecenin ka ranlığında kayboldu.
80
XI PHILEAS FOGG'UN FAHIŞ BiR FiYATA BiR BiNEK ALDIÖI BÖLÜM •
•
•
•
•
Tren belirlenen vakitte yola çıktı. Trende bir kaç yolcu, birkaç subay, sivil memurlar ve ticaret için yarımadanın doğusuna gitmesi gereken af yon ve çivit tüccarları bulunuyordu. Passepartout efendisiyle aynı kompartıman daydı. Karşı köşede üçüncü bir yolcu vardı. Bu kişi, kışlaları Benares'te bulunan bölüğü nün başına dönen ve Süveyş'ten Bombay'a yaptı ğı deniz yolculuğunda Mr. Fogg'un oyun arkadaşı olan Tuğgeneral Sör Francis Cromarty'ydi. Uzun boylu, sarışın, ellili yaşlarında, son sipa hi ayaklanmasında epey öne çıkmış Sör Francis Cromarty gerçekten yerli sıfatını hak eden biri siydi. Genç yaşından beri Hindistan'da yaşıyordu ve anavatanına çok nadiren gitmişti. Phileas Fogg istemiş olsaydı Hindistan ülke sini n adetleriyle, tarihiyle, düzeniyle ilgili bilgileri seve seve pay laşacak bilgili bir adamdı. Ama bu centilmen hiç bir şey istemiyordu. Yolculuk etmiyordu, sadece bir daire çiziyordu. Mantıksal mekanik yasaları na göre yerkürenin etrafında bir yörüngeyi takip 81
JULES VERNE
eden ciddi birisiydi. O an Lon.d ra' dan yola çıktı ğından beri kaç saat harcadığını hesaplıyordu; doğasında gereksiz hareketler yapmak olsaydı ellerini ovuştururdu. Yalnızca kartlar elindeyken ve iki el arasında onu inceleme fırsatı bulan Sör Francis Cromarty, yol arkadaşının ne kadar tuhaf bir kişilik oldu ğunu fark etmişti. Dolayısıyla bu soğuk görünü mün altında bir insan kalbinin atıp atmadığını, Phileas Fogg'un doğal güzelliklere, manevi esin lere duyarlı bir ruhu olup olmadığını haklı ola rak kendi kendine soruyordu. Onun için bu kesin değildi. Tuğgeneralin karşılaştığı bütün tuhaf in sanlar pozitif bilimlerin bu ürünüyle karşılaştırı lamazdı. Phileas Fogg dünyanın etrafında yaptığı yol culuk planını ve bunu hangi koşullarda gerçek leştirmek istediğini Sör Francis Cromarty' den gizlememişti. Tuğgeneral bu bahsi gereksiz bir uçarılık olarak görmüş ve her aklı başında insa na yol gösterecek olan transire benefaciendo'nun· eksik olduğunu düşünmüştü. Tuhaf centilmenin gidişatına bakılırsa, ne kendisi ne de başkaları için "hiçbir şey" yapmadan geçip gidecek gibi gö rünüyordu. Bomb ay' dan ayrılmalarının üzerinden bir saat geçmişti; tren viyadükler üzerinden Salset te Adasını geçmiş, kıtad a hızla ilerliyordu. Kal yan İstasyonunda Kandallah ve Pune'den geçe rek Hindistan'ın güneydoğusuna giden kavşağı sağında bırakıp Pauwell İstasyonuna varmıştı . *
Uzun iyilik izleri bırakarak öte dünyaya gitmek -çn. 82
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bu noktada tren, trap ve bazalttan dağ zinciri olan, en yüksek tepelerinde sık ormanların yer aldığı, birçok kola aynlan B atı Gat Dağlarına ulaşmıştı. Ara sıra Sör Francis Cromarty ve Phileas Fogg sohbet ediyordu ve tam o sırada Tuğgeneral sık sık tekrarlanan bir konuyla ilgili şöyle dedi: - Birkaç yıl evvel, Bay Fogg, burada yolculuğu nuzu muhtemelen tehlikeye sokacak ve sizi ge ciktirecek bir durumla karşılaşırdınız. - Neden, Sör Francis ? - Çünkü demiryollan tam bu dağlann eteğinde son buluyordu, dağın diğer yamacında bulunan Kandallah İstasyonuna gitmek için tahtırevan veya midilli sırtında dağlan geçmeniz gerekirdi. - Bu gecikme programımı hiçbir şekilde boz mazdı, diye cevap verdi Mr. Fogg. Bu engellerin olasılığını öngörmemiş değilim. - Yine de Bay Fogg, bu genç adamın başına ge lenlerle çok sıkıntılı bir durumda olurdunuz, diye devam etti Tuğgeneral. Ayaklarını yolculuk battaniyesine iyice sokmuş olan Passepartout derin derin uyuyordu ve haya linde kendisinden bahsedildiğini görmüyordu. - İngiliz hükümeti bu tür suçlar konusun da haklı olarak son derece katıdır, diye tekrar söz aldı Sör Francis Cromarty. Her şeyden çok Hindistan'ın dini adetlerine uyulmasını istiyor ve eğer uşağınız yakalanmış olsaydı. . . -Yakalanmış olsaydı, Sör Francis, cezalandın lırdı, cezasını çekerdi ve sonra uslu uslu Avrupa'ya dönerdi, diye cevap verdi Mr. Fogg. Bu olayın efen disini nasıl geciktireceğini anlamıyorum! 83
JULES VERNE
Bunun üzerine sohbet son buldu. Geceleyin tren Gate Dağlarını geçti, Nashik'e yöneldi ve er tesi gün, 21 Ekim'de, nispeten düz olan Kandeish topraklarında yoluna devam etti. İyice işlenmiş olan kırlarda dağınık şekilde küçük kasabalar yer alıyordu, bunların üzerinde Avrupalı kilisele rin çan kulesinin yerine minareler bulunuyordu. Çoğu Godavery'nin kolu veya alt-kolu olan çok sayıda küçük dereler bu verimli yöreyi suluyordu. Uyanmış olan Passepartout m anzarayı sey rediyordu ve "Great Indian Peninsular Railway" treninde Hintlerin ülkesinden geçtiğine inana mıyordu. Bu ona inanılmaz geliyordu. Yine de bundan daha gerçek bir şey yoktu ! İngiliz bir makinistin koluyla yönetilen ve İngiliz kömü rüyle ısınan lokomotif p amuk, kahve, hindis tancevizi, karanfil ve kırmızı biber tarlalarının üzerine dumanını püskürtüyordu. Buhar, arala rında pitoresk bungalovların, terk edilmiş ma nastır olan birkaç viharanın· ve Hint mimarisi nin tükenmek bilmeyen süslemelerinin zengin leştirdiği hayalsi tapınakların göründüğü palmi ye a ğaçlarının etrafında sarmallar çiziyordu. Ardından uçsuz bucaksız toprak parçaları, tre nin çıkarttığı seslerin korkuttuğu yılanların ve kaplanların eksik olmadığı vahşi ormanlar, ni hayet düşüncelere dalmış bakışlarla dizginsiz ilerleyen konvoyu seyreden fillerle dolu olan ve demiryolunun ikiye ayırdığı ormanlar göz ala bildiğine uzayıp gidiyordu. *
Hindistan'da Budist rahiplerin kaldığı bannaklar. Çoğu zaman kayalann içine inşa edilmiş olan bu yerler, boyalı bir dekorla süslenmişti -çn. 84
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Buhar sarmal şeklinde bükülüyordu.
s abah Malligaum İstasyonundan sonra yol cular, Tanrıça Kali'nin taraftarlarının sık sık kan lara boğduğu o uğursuz bölgeden geçtiler. Oraya yakın bir yerde Ellora kenti ve kentin hoş pagoda lan yükseliyordu; az ilerisinde de zalim Aureng Zeb'in başkenti ve günümüzde Nizam KrallığınO
85
JULES VERNE
dan ayrılmış illerden birinin sadece il merkezi olan ünlü Aurangabad göründü. İşte bu yörede Thuggeelerin reisi, Boğucular Kralı Feringhea hüküm sürüyordu. El geçirilemez bir çete halin de birleşmiş olan bu katiller, hiç kan dökmeden Ölüm Tanrıçası adına her yaştan kurban veriyor lardı ve öyle bir dönem olmuştu ki nereyi kazsa nız toprağın altından bir ceset çıkıyordu. İngiliz hükümeti belli ölçüde bu cinayetlere engel oldu ama bu korkunç çete hala varlığını sürdürüyor ve eylemlerine devam ediyor. Saat on iki buçukta tren Burhanpur İstasyo nunda durdu ve böylece Passepartout sahte inci lerle süslenmiş bir çift pabucu ateş pahasına alıp apaçık bir hevesle ayağına geçirdi. Yolcular hızlıca öğle yemeklerini yediler, ar dından tekrar yola koyulup Surat yakınlarında Kambay Körfezine dökülen küçük nehir Tapti'nin kıyısını bir süre takip ettikten sonra Assurghur İs tasyonuna doğru yola devam ettiler. O sıra Passepartout'nun zihnini hangi düşün celerin meşgul ettiğini bilmek yerinde olacaktır. Bombay'a varana kadar olayların bunlarla sınırlı kalacağını sanmıştı. Fakat artık Hindistan top raklarında son hızla ilerlediğinden beri düşünce lerinde bir şeyler değişmişti. Doğal hali dörtnala geri geliyordu. Gençliğindeki uçarı düşüncelere tekrardan kapılmaya, efendisinin planlarını cid diye almaya, bahsin gerçek olduğuna inanmaya, dolayısıyla da devri alemi gerçekleştireceklerini ve aşmamaları gereken azami sürenin önemini anlamaya başlamıştı. Şimdiden olası gecikme lerden, yolda meydana gelebilecek kazalardan 86
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
endişe duyuyordu. Hatta bu bahse ilgi duyu yordu ve bir gün önce sergilediği bağışlanamaz ahmaklığı yüzünden bahsi tehlikeye atmış ola bileceğini düşündükçe titriyordu. Mr. Fogg kadar soğukkanlı olamadığı için fazlasıyla endişe du yuyordu. Geçen günleri tekrar tekrar sayıyordu, trenin her mola verişine lanet okuyordu, treni yeterince hızlı gitmemekle suçluyordu ve in petto' olarak Mr. Fogg'u makiniste ödül vaat etmediği için suçluyordu. Zavallı genç adam buharlı ge milerde mümkün olan şeyin belli bir hıza uymak zorunda olan demiryolları için geçerli olmadığını bilmiyordu. Akşama doğru Kandeish topraklarını Bundelk hand topraklanndan ayıran Sutpur dağ geçidine girildi. Ertesi gün, 22 Ekim' de, Sör Francis Cromarty'nin sorusu üzerine Passepartout saatine baktıktan sonra sabahın üçü olduğunu söyledi. Gerçekten de batıda yetmiş yedi dereceye yakın bir yerde bulunan hala Greenwich meridyenine göre ayarlı olan o ünlü saati geri kalmış olmalıydı; sahiden de dört dakika gerideydi. Bu yüzden Sör Francis, Passepartout'nun söy lediği saati düzeltti, Fix'in kendisine söylediği şeyi tekrarladı. Her meridyende saatini ayarlaması gerektiğini anlatmaya çalıştı, sürekli doğuya yani güneşe doğru ilerlediği için de her geçilen derece de dört dakika kadar günler kısalıyordu. Ama bu açıklamalar faydasız oldu. Dik kafalı genç adam Tuğgeneral'in söylediklerini anlamıştı ya da an*
Gizlice -çn . 87
JULES VERNE
lamamıştı ama Londra saatine ayarlanmış olan saatini ileri almamakta inat etti. Kötü niyet taşı mayan ve kimseye zarar vermeyecek bir alışkan lıktı bu. Sabah sekizde ve Rothal İstasyonundan on beş mil ileride, etrafında birkaç bungalovun ve işçi kulübelerinin yer aldığı geniş kırların ortasın da tren durdu. Trenin makinisti şunu söyleyerek vagonların önünden geçti: - Yolcular burada iniyor. Phileas Fogg, demirhindi ağaçlarının ortasın da durmalarına anlam veremeyen Sör Francis Cromarty'ye baktı. Passepartout en az onlar kadar şaşırıp trenden atladı ve neredeyse anında geri döndü. - Mösyö, demiryolu yok! - Ne demek istiyorsunuz ? diye sordu Sör Francis Cromarty. - Trenin buradan ileriye gitmediğini söylüyo rum! Tuğgeneral derhal vagondan indi. Phileas Fogg hiç acele etmeden peşinden gitti. Her ikisi vat manla görüştü: - Neredeyiz? diye sordu Sör Francis Cromarty. - Kholby Köyünde, diye cevap verdi kondüktör. - Burada mı duruyoruz ? - Tabii. Demiryollan henüz tamamlanmadı. .. - Nasıl! Tamamlanmadı mı? - Hayır! Burasıyla yolun tekrar başladığı Allahabad arasında döşenmesi gereken elli mil var daha. - Ama gazeteler demiryollarının tamamen bit tiğini söylediler! - Ne yaparsınız Komutanım, gazeteler yanıldı. 88
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Üstüne üstlük Bombay' dan Kalküta'ya bilet kesiyorsunuz, diye devam etti sinirlenmeye baş layan Sör Francis Cromarty. - Evet öyle, diye cevap verdi kondüktör. Ama yolcular Kholby'den Allahabad'a kadar gitmeleri gerektiğini biliyorlar. Sör Francis Cromarty çileden çıkmıştı. Passe partout seve seve kondüktöre bir yumruk salla mak isterdi, ama efendisinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. - Sör Francis, dedi Mr. Fogg, dilerseniz Allahabad'a gitmek için bir çözüm bulalım. - Bay Fogg, burada tamamen zararınıza bir ge cikme söz konusu. - Hayır Sör Francis, bunu öngörmüştüm. - Nasıl! Yolun böyle olduğunu biliyor muydunuz? - Kesinlikle hayır. Ama er ya da geç karşıma herhangi bir engel çıkacağını biliyordum. Tehlike diye bir şey yok. Programıma göre iki gün öndey dim, bu iki günü burada kullanabilirim. 2S'inde öğle vakti Kalküta'dan Hong-Kong'a gidecek bir buharlı gemi var. Daha ayın 22'sindeyiz ·ve Kalküta'ya vaktinde ulaşınz. Bu kadar özgüvenle söylenmiş bir cümle karşı sında söylenecek bir şey yoktu. Demiryolu çalışmalannın bu noktada durdu ğu kesindi. Gazeteler, ileri giden kimi saatler gibi fazla erken davranıp bu hattın tamamlandığını haber vermişlerdi. Yolculann birçoğu yoldaki bu aksaklıktan haberdardı ve trenden iner inmez Hint öküzlerinin -bir tür hörgüçlü öküz- çektiği dört tekerlekli palkigharileri, seyyar pagodalara 89
JULES VERNE
benzeyen iki tekerlekli yolcu arabalarını, tahtı revanları, midillileri, yani köydeki bütün taşıma araçlarını kapmışlardı. Mr. Fogg'la Sör Francis Cromarty, bütün köyün altını üstüne getirmeleri ne rağmen hiçbir şey bulamadan döndüler. - Yürüyerek gideceğim, dedi Phileas Fogg. O an efendisinin yanına varan Passepartout, muhteşem olsalar da yetersiz olan pabuçlarına bakarak yüzünü ekşitti. Ne var ki kendisi de biraz araştırmıştı ve biraz tereddüt ederek şöyle dedi: - Mösyö, sanırım bir taşıma aracı buldum. - Nasıl bir araç? - Bir fil! Yüz adım ileride bir Hint'te bir fil var. - Gidip file bir bakalım, diye cevap verdi Mr. Fogg. Beş dakika sonra Phileas Fogg, Sör Francis Cro marty ve Passepartout kazıktan bir duvarla çevri li bir yere bitişik bir kulübeye vardılar. Kulübede bir Hint ve çitlerin arkasında bir fil vardı. Ricaları üzerine Hint Mr. Fogg'u ve iki arkadaşını çitli böl geye aldı. Burada yük taşıması için değil de dövüşmesi için terbiye edilen yan evcilleştirilmiş bir hayvan buldular. Dövüştürmek amacıyla hayvanın yu muşak huylu tabiatını değiştirip onu Hint dilinde "mutsh" olarak adlandırılan öfkenin doruk nok tasına ulaştırmak için üç ay boyunca fili şeker ve yağla beslemişti. Böyle bir yöntem böyle bir neti ce verecek gibi görünmeyebilir, ama yine de fil yetiştiricileri tarafından büyük bir başarıyla kul lanılan bir yöntemdir. Mr. Fogg'un şansına söz konusu fil bu diyete daha yeni başlamıştı ve "mutsh" hali henüz ortaya çıkmamıştı. 90
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
r"" �;... �
--- -
..e:-.·,- � . · ...;: - -. . , , , ,
Burada bir hayvan buldular ...
Kiuni -filin adı buydu- bütün hemcinsleri gibi uzun süre hızlı yürüyebilen bir hayvandı. Başka binek bulamadıkları için Phileas Fogg bu hayvanı kiralamaya karar verdi. Fakat filler Hindistan'da pahalı hayvanlardır çünkü sayıları epey azalmaktadır. Yalnızca erkek 91
JULES VERNE
filler sirklerdeki dövüşlere uygun olduğu için çok aranan hayvanlardır. Bu hayvanlar evcilleştiril diklerinde nadiren ürerler. Öyle ki fil sahibi olmak için onları avlamak gerekir. Bu yüzden de onlara çok iyi bakılır. Mr. Fogg Hint'ten filini kendisine kiralamasını istediğinde Hint bunu reddetti. Mr. Fogg ısrar etti ve saatine on sterlin (250 Frank) gibi hayvan için çok yüksek bir fiyat teklif etti. Adam yine reddetti. Yirmi sterlin? Yine hayır cevabı alındı. Kırk sterlin? Bu teklif de reddedildi. Passepartout her yeni teklifte yerinden zıplıyor du. Hint ikna olmayacak gibi görünüyordu. Yine de bu rakam güzel bir rakamdı. Filin Allahabad' a on beş saatte gittiğini varsayarsak, sahibine altı yüz sterlin (15.000 Frank) getirecekti. Phileas Fogg, hiç heyecana kapılmadan, Hint'e bineğini satın almayı teklif etti ve ilk önce bin sterlin (25 .000 Frank) önerdi. Hint hayvanı satmak istemiyordu! Belki de bu kurnaz adam sağlam bir servet edineceğinin ko kusunu almıştı. Sör Francis Cromarty, Mr. Fogg'u bir kenara çekti ve daha ileri gitmeden bu konuyu düşün mesini önerdi. Phileas Fogg yol arkadaşına dü şünmeden davranmak gibi bir alışkanlığı olma dığını, yirmi bin sterlinlik bir bahis söz konusu olduğunu, bu file ihtiyacı olduğunu ve değerinin yirmi katını ödemesi gerekse de sonunda bu fili alacağını söyledi. Mr. Fogg, açgözlülükten çakmak çakmak ya nan ufak gözlerinden yalnızca para meselesini sorun ettiği anlaşılan Hint'in yanına döndü. Phi leas Fogg art arda bin iki yüz sterlin, bin beş yüz 92
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
sterlin, bin sekiz yüz sterlin ve nihayet iki bin sterlin (50.000 Frank) teklif etti. Genelde yüzü al al olan Passepartout'nun heyecandan beti benzi atmıştı. Hint, iki bin sterline teslim oldu. -Pabuçlanm aşkına, fil etini iyice yükseltti! diye haykırdı Passepartout. Anlaşma yapıldı, artık geriye sadece bir rehber bulmak kalmıştı. Bu kolay oldu. Zeki görünümlü genç bir Parsi hizmetlerine girmek istediğini söy ledi. Mr. Fogg kabul etti ve gencin zekasını iyice artıracak dolgun bir ücret sözü verdi. Fil getirildi ve vakit kaybetmeden donatıldı. Parsi genç "mahout"u, yani fil seyisliğini iyi bili yordu. Filin sırtına bir halı serdi ve her iki yanına pek rahat olmayan arkalıklı iki iskemle yerleştirdi. Phileas Fogg meşhur çantadan alınan bank notlarla Hint'e ödemesini yaptı. Sanki bu para larla birlikte Passepartout'nun canından gidi yormuş gibiydi. Ardından Mr. Fogg, Sör Francis Cromarty'yi Allahabad İstasyonuna kadar götür meyi teklif etti. Tuğgeneral bu teklifi kabul etti. Yolculuğa bir kişinin daha eklenmesi bu dev hay vanı yoracak değildi. Kholby' de erzak alındı. Sör Francis Cromarty filin sırtındaki iskemlelerden birine yerleşti, Phi leas Fogg diğerine. Passepartout efendisiyle Tuğ general arasına, filin sırtındaki halının üzerine ata biner gibi yerleşti. Parsi genç filin boynuna oturdu ve saat dokuzda hayvan kasabadan ayn larak latanya palmiyelerinden oluşan sık bir or mana doğru ilerledi. 93
Xll PHILEAS FOGG VE YOL ARKADAŞLARININ HiNDiSTAN ORMANLARINDAKi MACERALARI VE AKABiNDE OLACAKLAR •
•
•
•
Rehber, gidecekleri yolu kısaltmak için ç alış maların hala sürdüğü demiryolunu sağında bı rakıp b aşka bir yol izledi. Raylar için belirlenen güzergah, Vindiya Dağları dallara ayrıldığın dan en kıs a yolu takip etmiyordu, bu da Phileas Fogg'un işine gelmiyordu. Bu yörenin yollarını ve patikalarını çok iyi bilen Parsi genç, orm an dan kestirme giderek yolu yirmi mil kısaltaca ğını iddia ediyordu. Böylece herkes kararı ona bırakmıştı. Phileas Fogg ve Sör Francis Cromarty, boğazla rına kadar mahfelerine· gömülmüş, seyisinin hız lı ilerlemesini sağladığı filin hızlı yürüyüşünden epey bir sarsılıyorlardı. Pek sohbet etmeden ve birbirlerine pek bakmadan İngiliz soğukkanlılı ğıyla bu durumu idare ediyorlardı. *
Deve, fil gibi hayvanların sırtına oturmak için konulan sepet -ed.n. 94
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bu zıplamalara gülüyordu.
Passepartout'ya gelince, filin sırtına oturmuş, do ğrudan sarsıntılara maruz kalıyordu. Efendisi nin tavsiyesi üzerine dilini dişlerinin arasına sok mamaya gayret ediyordu, çünkü ani bir hareketle dişleriyle dilini ısırabilirdi. Zavallı genç adam ba zen filin ensesine, bazen sırtına fırlıyor, tramp95
JULES VERNE
len üzerindeki bir palyaço gibi havada uçuyordu. Ama bu zıplamalar arasında eğlenip gülüyordu. Zaman zaman çantasından bir şeker alıyordu ve akıllı Kiuni düzenli ilerleyişine ara vermeden hortumuyla o şekeri yakalıyordu. İki saat geçtikten sonra rehber fili durdurdu ve onu bir saat dinlendirdi. Hayvan ilk önce yakın daki bir gölde susuzluğunu giderdi, sonra dalları ve çalıları büyük bir iştahla yedi. Sör Francis Cro marty bu moladan şikayetçi değildi. Her tarafı tu tulmuştu. Mr. Fogg ise yataktan yeni çıkmış gibi çevikti. - Bu adam demirden yapılmış olmalı! dedi Tuğgeneral ona hayranlıkla bakarak. - Hatta dövme demir, diye cevap verdi Passe partout hafif bir yemek hazırlarken. Rehber öğlen vakti yola çıkma işaretini verdi. Yöre birden çok vahşi bir görünüme bürünmüştü. Demirhindi ağaçları ve cüce palmiyelerin yerini büyük ormanlar aldı, ardından cılız çalıların di keldiği ve yer yer siyenit kayaların olduğu geniş kurak araziler göründü. Yolcuların pek uğrama dıkları Bundelkhand'ın bu yukarı kısmında Hindu dininin en korkutucu gelenekleriyle katılaşmış fanatik bir halk yaşıyordu. Vindiya Dağlarındaki ulaşılamaz sığınaklarında erişilmesi zor olan ra caların etkisi altında bulunan bir bölgede İngiliz hakimiyeti düzenli olarak oluşamamıştı. Hızla ilerleyen fili görünce öfkeli hareketler sergileyen vahşi Hindu çeteleri görünüyordu sık sık. Zaten Parsi genç bunları kötü insanlar olarak gördüğü için elinden geldiğince onlardan uzak durmaya çalışıyordu. O gün boyunca pek hayvan 96
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
görünmedi, Passepartout'yu çok güldürüp şebek lik ederek kaçan birkaç maymunu fark etmişlerdi sadece. Pek çok düşünce arasında özellikle bir düşün ce genç adamı huzursuz ediyordu. Allahabad İstasyonuna vardıklarında Mr. Fogg fili ne yapa caktı? Onu da beraberinde götürecek miydi? Bu imkansızdı! Taşıma maliyeti onu almak için öde nen ücrete eklenirse hayvan onu iflas ettirirdi. Onu satacak mıydı yoksa serbest mi bırakacak tı? Bu saygıdeğer hayvanı düşünmek gerekiyor du. Olur da Mr. Fogg onu Passepartout'ya hediye ederse fille ne yapacağını bilemeyecekti. Bu soru lar kafasını kurcalayıp duruyordu. Akşam sekizde Vindiya Dağlarının büyük bir kısmı geçilmişti ve yolcular kuzey yamacının di binde viraneye dönüşmüş bir bungalovda mola verdiler. O gün katedilen mesafe yaklaşık yirmi beş mildi ve Allahabad İstasyonuna varmak için bir o kadar daha yol almak gerekiyordu. Gece soğuktu. Parsi genç, kuru dallarla sıcak lığı taktir edilen bir ateş yaktı bungalovun içinde. Akşam yemeği Kholby'de satın alınan erzaktan oluşuyordu. Yolcular yorgun ve bitkin insanlar gibi yemeklerini yediler. Kesik kesik cümlelerle başlayan sohbet gürültülü horlamalarla son bul du. Rehber iri bir ağacın gövdesine yaslanarak
ayakta uyuyan filin yanında nöbet tuttu. O gece hiçbir olay olmadı. Maymunların tuhaf gülüşlerinin karıştığı leoparların ve panterlerin kükremesi bazen sessizliği bozdu. Ama yırtıcı hayvanlar çığlık atmakla yetindiler ve bunga97
JULES VERNE
lovdaki misafirlere karşı düşmanca herhangi bir davranışta bulunmadılar. Sör Francis Cromarty, yorgunluktan iflahı kesilmiş iyi yürekli bir asker gibi ağır bir uyku çekti. Passepartout rüyasında bir önceki gün olduğu gibi fil sırtında uçuştuğu huzursuz bir uyku uyudu. Mr. Fogg'a gelince, Sa ville Row' daki evindeymiş gibi sakin sakin uyudu. Sabahın altısında tekrar yola koyuldular. Reh ber akşama Allahabad İstasyonuna varmış olma yı umut ediyordu. Böylece Mr. Fogg yolculuğunun başından beri tasarruf ettiği kırk sekiz saatin yal nızca bir kısmını kaybetmiş olacaktı. Vindiya Dağlannın son rampaları inildi. Kiu ni tekrar hızlanmıştı. Öğlene doğru rehber Ganj Nehrinin kollarından biri olan Cani kıyısındaki Kallenger kasabasının çevresinden dolaştı. Reh ber, büyük nehrin ilk havzalarının çöküntüleri olan ıssız kırlarda kendisini daha güvende hisset tiği için insanların yaşadıkları yerlerden hep uzak duruyordu. Allahabad İstasyonu kuzeydoğuda on iki mil kadar ilerideydi. Meyveleri ekmek kadar sağlıklı, yolcuların söylediğine göre "krema kadar leziz" ve yolcuların çok hoşuna giden muz ağaç larının altında mola verildi. Saat ikide rehber birkaç mil boyunca devam eden sık bir ormana girdi. Ormanın içinde koru narak yolculuk etmeyi tercih etti. Buraya kadar hiçbir kötü durumla karşılaşılmamıştı ve yolcu luk sorunsuz son bulacak gibi görünüyordu ki fil huzursuzlanıp aniden durdu. O sırada saat dörttü. - Ne oldu? diye sordu Sör Francis Cromarty mahfenin içinden başını uzatarak. 98
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Bilmiyorum Komutanım, diye cevap verdi Parsi genç ağaçların altında yükselen kanşık bir fısıltıya kulak vererek. Kısa bir süre sonra bu fısıltı iyice belirginleşti. Uzaktan gelen insan seslerinden ve bakır müzik aletlerinden oluşan bir konser gibiydi. Passepartout pürdikkat etrafına bakıp sesleri dinliyordu. Mr. Fogg hiçbir şey söylemeden sabır la bekledi. Parsi genç yere atladı, fili bir ağaca bağladı ve ormanın en sık bölgesine doğru ilerledi. Birkaç dakika sonra döndü. - Bu tarafa doğru gelen bir Brahman· alayı var. Mümkünse görünmemeye çalışalım, dedi genç adam. Rehber filin ipini çözdü ve yolculara yere in memelerini söyleyerek ağaçlık bir yere yöneldi. Kendisi de kaçmaları gerektiği anda bineğe atla maya hazır vaziyette bekledi. Bu dinsel alayın an lan fark etmeden geçip gideceğini düşünüyordu, çünkü ağaçların yaprakları çok kalındı ve onları tamamen gizliyordu. İnsan seslerinin ve müzik aletlerinin uyumsuz gürültüsü yaklaşıyordu. Monoton şarkılar tambur ve zillerin tınılarına karışıyordu. Alayın başı, Mr. Fogg ve yol arkadaşlarının bulunduğu yerden elli adım ötede ağaçların arasında göründü. Bu din sel törenin tuhaf şahıslarını ağaçların arasında
kolaylıkla görebiliyorlardı. *
Hint kast sisteminde pek çok kez reankarnasyonla dün yaya geldiklerine ve herkesten üstün olduklanna inanı lan rahipler sınıfına verilen isim -ed.n. 99
JULES VERNE
Alayın ön sırasında başlarında külahlarla ala calı bulacalı uzun elbiseler giymiş rahipler vardı. Tamtamların zil seslerinin eşit aralıklarla kestiği cenaze duaları okuyan adamlar, kadınlar, çocuk lar bunların etrafını sarmıştı. Onların arkasın da koşumları süslü iki zebunun çektiği, tekerlek çemberiyle parmaklıkları iki yılan gibi birbirine dolanmış geniş iki tekerlekli bir arabanın üze rinde çirkin bir heykel göründü. Bu heykelin dört kolu vardı, gövdesi koyu kırmızıydı, bakışları boş tu, saçları birbirine dolaşmış, dili dışarı çıkmış, dudakları kınayla ve tembulle boyanmıştı. Boy nunda kurukafalardan yapılmış bir kolye, belinde de kesilmiş ellerden bir kemer vardı. Yere devril miş başsız bir devin üzerinde duruyordu. Sör Francis Cromarty bu heykeli tanıdı. - Tanrıça Kali, aşkın ve ölümün tanrıçası, diye fısıldadı. - Ölümün tanrıçası olmasını kabul ediyorum, ama aşk tanrıçasını asla! Çirkin kadının teki bu! dedi Passepartout. Parsi çocuk bir işaretle susmasını söyledi. Heykelin etrafındaysa şerit şerit aşıboyasıyla boyanmış, her yeri damla damla kanlarının aktığı kesiklerle kaplı, büyük Hindu törenlerinde hala Jaggernaut arabasının tekerleklerinin altına atla yan aptal, gözü kara, yaşlı bir Hint fakiri grubu çırpınıyor, yakınıyor, kendisini paralıyordu. Onların arkasında doğu kıy afetlerinin bütün ihtişamını sergileyen birkaç Brahman zar zor ayakta duran bir kadını sürüklüyordu. Bu kadın gençti ve Avrupalılar kadar beyazdı. B aşı, boynu, omuzları, kulakları, kollan, elleri, 100
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ayak parmakları mücevherlerle, kolyelerle, bile ziklerle, küpelerle ve yüzüklerle doluydu. Altın dan sırma işlemeli hafif bir muslinle örtülü bir tunik belini ortaya çıkarıyordu. Bu genç kadının arkasında -gözler için şiddetli bir kontrasttır bu- kemerlerinde kınsız kılıçlar ve telkari yapılmış uzun tabancalar taşıyan muha fızlar tahtırevan üzerinde bir ceset taşıyorlardı. Hayatta olduğu zamandaki gibi incilerle süs lenmiş türbanı, ipek ve altın kumaştan yapılmış elbisesi, kaşmirden pırlantalı kemeri ve Hint pren si olarak muhteşem silahlarıyla birlikte zengin raca, kıyafetleri içinde bir yaşlı adamın bedeniydi. Ardından müzisyenler ve onların arkasında çığlıkları bazen sağır edici gürültüyü bastıran fanatik artçı muhafız birliği bu tören alayını ta mamlıyordu. Sör Francis Cromarty büyük bir hüzünle bu alaya bakıyordu ve rehbere dönüp: - Bu bir sutti! dedi. Parsi genç onu başıyla onayladı ve parmağını dudaklarına götürdü. Uzun tören alayı yavaş ya vaş ağaçların altından geçti ve nihayet son grup da ormanın derinliklerinde kayboldu. Yavaş yavaş şarkılar azalıp kayboldu. Yine uzaklardan bir iki çığlık yükseldi ve son unda bü tün bu kargaşayı derin bir sessizlik takip etti. Phileas Fogg, Sör Francis Cromarty'nin söyle diği o kelimeyi işitmişti ve alay uzaklaşır uzaklaş maz sormuştu: - Sutti nedir? -Sutti, Bay Fogg, bir insanın kurban edilmesidir, ama kendi rızasıyla. Burada gördüğünüz ka101
JULES VERNE
dın yarın sabahın ilk saatlerinde yakılacak, diye cevap verdi Sör Francis. - Ah! Alçaklar! diye haykırdı iğrenerek Passe partout kendini tutamadan. - Ya ceset? diye sordu Mr. Fogg. - Prensin bedeni, kadının kocası, Bundelkhand'ın bağımsız bir racası. - Nasıl olur! diye devam etti Phileas Fogg se sinde herhangi bir şaşkınlık titremesi olmadan. Bu barbar adetler Hindistan'da hala devam edi yor mu? İngilizler bunları yok edemediler mi? - Hindistan'ın büyük bir kısmında bu tür kur ban etme adetleri kaldırıldı, ama bu vahşi bölge lerde ve özellikle de Bundelkhand topraklarında hiç nüfuzumuz yok maalesef, diye cevap verdi Sör Francis Cromarty. Vindiya Dağlarının bütün kuzey bölgesi cinayetlere ve yağmalara sahne oluyor. - Zavallı kadın! dedi Passepartout alçak sesle. Canlı canlı yanacak! - Evet, diye devam etti Tuğgeneral. Yanacak ve eğer yanmayı kabul etmezse, yakınlarının onu terk edeceği sefilliğe inanmazsınız. Saçlarını sıfı ra vurdurup bir avuç pirinçle beslenecek; onu itip kakacaklar, iğrenç bir varlık olatak görülecek ve uyuz bir köpek gibi bir köşede ölecek. Dinsel fa natizmden veya dinsel tutkudan ziyade böyle berbat bir hayatı yaşamaktansa bu zavallı kadın lar çoğu zaman kurban edilmeyi tercih ediyorlar. Bazen kendi istekleriyle kendilerini feda ettikleri de oluyor, işte o zaman hükümetin ciddi müda halesi gerekiyor onları engellemek için. Birkaç yıl önce Bombay'da oturduğum dönemde dul bir 102
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
genç kadın kocasının cesediyle yanmasına müsa ade edilmesi için validen izin istedi. Sizin de dü şüneceğiniz gibi vali bunu reddetti. Kadın şehir den ayrıldı, bağımsız bir racanın yanına sığındı ve burada kendisini kurban etti.
...bu bahtsız kadın hiç karşı koymuyor gibiydi. 103
]ULES VERNE
Tuğgeneral bu hikayeyi anlatırken rehber ba şını sallamıştı ve hikaye bitince şöyle dedi: - Yann güneş doğarken gerçekleşecek olan bu törendeki kurban kendi isteğiyle kurban edilme yecek. - Nereden biliyorsunuz ? - Bundelkhand' d a herkesin bildiği bir şey bu, diye cevap verdi rehber. - Ama bu bahtsız kadın pek karşı koyuyor gibi görünmüyordu, diye gözlemde bulundu Sör Fran cis Cromarty. - Çünkü kenevir ve afyon dumanıyla sarhoş edilmiş. - Peki nereye götürülüyor? - Buradan iki mil ilerde Pillaji Pagodasına. Kurban edilmeyi beklerken geceyi orada geçirecek. - Bu tören ne zaman olacak? - Yann, gün ağanrken. Bu cevaptan sonra rehber fili dalların ara sından çıkarttı ve hayvanın boynuna tırmandı. Ama tam da onu özel bir ıslıkla harekete geçi recekti ki Mr. Fogg onu durdurdu ve Sör Francis Cromarty'ye seslenerek şöyle dedi: - Gidip bu kadını kurtaralım mı? - Bu kadını kurtarmak mı Bay Fogg! diye haykırdı Tuğgeneral. -Hala on iki saat öndeyim. Bu zamanı buna harcayabilirim. -Demek ki kalbi olan birisiymişsiniz! dedi Sör Francis Cromarty. -Bazen, diye cevap verdi sade bir şekilde Phile as Fogg. Vaktim olduğunda. 104
XIII PASSEPARTOUT'NUN ŞANSIN CESURDAN YANA OLDUGUNU BiR KEZ DAHA İSPATLADIGI BÖLÜM -
.
Cesur, zorluklarla dolu, hatta belki de imkansız bir niyetti bu. Mr. Fogg hayatını ya da en azından özgürlüğünü ve dolayısıyla projesinin başarısını tehlikeye atacaktı, ama bu karan alırken hiç te reddüt etmedi. Üstelik Sör Francis Cromarty ka rarlı bir yardımcıydı. Passepartout'ysa hazırda bekliyordu, isteme leri yeterliydi. Efendisinin düşüncesi onu coştur muştu. Bu buzdan görünüşün altında bir yüreğin, bir ruhun var olduğunu hissediyordu. Phileas Fogg' dan hoşlanmaya başlamıştı. Geriye rehber kalmıştı. Bu meselede hangi ta rafı tutacaktı? Kendisini Hindulara daha yakın hissedebilir miydi? Onlara yardım etmeyi kabul etmese bile, tarafsız kalacağından emin olmak gerekiyordu. Sör Francis Cromarty ona bunu açık açık sor duğunda şöyle cevap verdi: - Komutanım, ben Parsiyim ve bu kadın da Parsi. Ne dilerseniz onu yapanın. - Pekala, rehber, diye cevap verdi Mr. Fogg. 105
JULES VERNE
- Ama şunu bilmelisiniz ki hayatımızı tehlike ye attığımız gibi, yakalanmamız durumunda bizi korkunç işkenceler de bekliyor. Siz karar verin. - Anladık, diye cevap verdi Mr. Fogg. Sanırım harekete geçmek için geceyi beklememiz gere kiyor. - Ben de öyle düşünüyorum, diye cevap verdi rehber. Bu cesur Hindu kurban edilecek kadın hakkında bazı bilgiler verdi. Parsi kökenli, Bombay'ın zengin tüccarlanndan birinin kızı ve güzelliğiyle bilinen bir Hint'ti. Bu şehirde eksiksiz bir İngiliz eğitimi almıştı; davranışlarına, eğitimine bakılınca onun Avrupalı olduğu sanılıyordu. Adı da Auda'ydı. Yetim kalınca, rızası olmadan Bundelkhand'ın bu yaşlı racasıyla evlendirilmişti. Üç ay sonra da dul kalmıştı. Kendisini bekleyen kaderi bildiği için kaçmıştı ama hemen yakalanmıştı. Racanın akrabaları onu kaçamayacağı bu ölüme gönder mişlerdi. Bu hikaye Mr. Fogg ve arkadaşlarının kararını daha da pekiştirmişti. Böylece rehberin fili Pillaji Pagodasına doğru sürmesine ve olabildiğince ora ya yaklaşmaya karar verilmişti. Yarım saat sonra, pagodaya beş adım mesa fede, görülemeyecekleri sık ağaçların arasında durdular. Fanatiklerin bağrış çağırışları net bir şekilde işitiliyordu. Burada kadına nasıl ulaşacaklarını konuştu lar. Rehber genç kadının hapsedildiği Pillaji Pa godasını biliyordu. Kalabalık sarhoş olup uykuya daldığında kapılardan birini kullanarak içeri mi girilmeliydi yoksa duvarlardan birine delik mi 106
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
açılmalıydı? Bu ancak oraya vardıklarında karar verecekleri bir durumdu. Ama kesin olan bir şey vardı ki kadın gün ağardığında kurban edilmeye götürülürken değil de o gece kaçırılmalıydı. Baş ka türlü bir insan müdahalesi onu kurtaramazdı. Mr. Fogg ve arkadaşları gecenin çökmesini beklediler. Ortalık kararır kararmaz, akşam saat altı sularında pagodanın etrafını kolaçan etmeye karar verdiler. Hint fakirlerinin son çığlıkları he nüz kesilmişti. Adetleri üzere bu Hintlerin hang'la -demlenmiş haşhaşın ilave edildiği sıvı kenevir iyice kendilerinden geçmiş olmaları gerekiyordu, böylece aralarından geçerek tapınağa kadar git meleri mümkün olabilirdi. Mr. Fogg'a, Sör Francis Cromarty'ye ve Passepartout'ya yol gösteren genç Parsi ses çı kartmadan ormanda ilerledi. Dalların altında on dakika boyunca sürünerek ilerledikten son ra küçük bir ırmağın yanına vardılar ve burada uçlarında reçinelerin yandığı demirden meşa lelerin ışığının altında üst üste yığılmış odunlar fark ettiler. Kıymetli sandal dallarından yapılmış ve şimdiden kokulu yağların üzerine dökülmüş olduğu, en üstünde dul eşiyle birlikte yakılacak olan racanın tahnit edilmiş bedeninin yer aldığı yakmalıktı bu. Od unların yüz adım ilerisinde ala cakaranlıkta, minareleri ağaçların tepelerini aşan pagoda yükseliyordu.
- Gelin! dedi rehber alçak sesle. Büyük bir dikkatle, peşinde yol arkadaşları, yüksek otlar arasında ilerledi. Artık sadece dalla rın arasında esen rüzgarın uğultusu sessizliği ara sıra bölüyordu. 107
JULES VERNE
Rehber az sonra açık bir alanın kenarında dur du. Birkaç reçine burayı aydınlatıyordu. Kendin den geçmiş kalabalık grup halinde buraya uzan mış uyuyordu. Ölülerle dolu bir savaş alanını an dırıyordu. Erkek, kadın, çocuk, hepsi karışık halde buradaydı. Şurada burada bir iki sarhoş hırıltılar çıkarmaya devam ediyordu. Arka tarafta, ağaçların arasında belli belirsiz bir şekilde Pillaji Tapınağı dikiliyordu. Fakat raca nın muhafızlarının duman çıkartan meşalelerin yanında kapıları gözetleyip kınsız kılıçlarla etraf ta dolaşması rehberde büyük bir umutsuzluk ya rattı. Rahiplerin de içeride nöbet tuttuklarını göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Parsi genç daha ileri gitmedi. Tapınağın girişi ni zorlamanın mümkün olmadığını anlamıştı ve yol arkadaşlannı geri çevirdi. Phileas Fogg ve Sör Francis Cromarty de onun gibi burada herhangi bir şey yapamayacaklarını anlamışlardı. Bir yerde durup alçak sesle durumu değerlen dirdiler. - S aat daha s ekiz, biraz daha bekleyelim, bel ki bu muhafızlar da uyuyakalırlar, dedi Tuğge neral. - Bu mümkün aslında, dedi Parsi. Böylece Phileas Fogg ve yol arkadaşları bir ağa cın dibine uzanıp beklediler. Zaman geçmek bilmiyordu! Rehber ara sıra onlardan ayrılıp ormanın kıyısını gözetliyordu. Racanın muhafızları h�la meşalelerin yanında nöbet tutmaya devam ediyorlardı ve pagodanın pencerelerinden hafif bir ışık yayılıyordu. 108
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Meşalelerin aydınlatbğı racanın muhafızları ...
Bu şekilde gece on ikiye kadar beklediler. Du rum değişmedi. Dışarıdaki nöbetçiler nöbetlerine devam ediyordu. Muhafızların uyuyakalmalarını beklemenin bir faydası olmayacağı belliydi. Muh temelen onlara hang verilmemişti. Bu nedenle 109
JULES VERNE
başka bir yol bulmak ve pagodanın duvarlarına delik açarak içeri girmek gerekecekti. İçerideki rahiplerin, tapınağın kapısındaki askerlerin tut tuklan gibi nöbet tutup tutmadıklannı öğrenmek gerekiyordu. Son bir müzakereden sonra rehber gitmeye hazır olduğunu söyledi. Mr. Fogg, Sör Francis ve Passepartout onu takip ettiler. Epey genişten do lanarak pagodaya arka tarafından ulaştılar. On iki buçuğa doğru kimseyle karşılaşmadan duvann dibine vardılar. O bölgede hiçbir nöbetçi yoktu, fakat şunu da belirtmek gerekir ki burada ne kapı ne de pencere vardı. Gece karanlıktı. Hilal şeklinde olan ay iri bu lutların bulunduğu ufuktan neredeyse hiç kımıl damıyordu. Ağaçlann uzunluğu etrafı daha da karanlıklaştırmıştı. Duvara ulaşmış olmak yeterli değildi, bir de delik açmak gerekiyordu. Bunun içinse Phileas Fogg'un ve yol arkadaşlannın yanında yalnızca çakı vardı. Şanslarına tapınağın duvarlan delin mesi pek zor olmayacak tuğladan ve tahtadan yapılmıştı. İlk tuğlayı çıkarttıktan sonra diğerleri kolayca yerinden oynayacaktı. Olabildiğince ses çıkarmamaya gayret ederek işe koyuldular. Bir yandan Parsi genç, bir yandan Passepartout, iki kadem genişliğinde bir delik oluş turacak şekilde tuğlalan sökmekle meşgullerdi. İş ilerliyordu ki aniden tapınağın içinde bir bağrışma sesi işitildi ve hemen ardından dışarı daki bağrışmalar onlara karşılık verdi. Passepartout ve rehber işlerine ara verdiler. Bi risi onları yakalamış mıydı? Tehlike işareti mi ve1 10
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
rilmişti? En sıradan önlem buradan uzaklaşmayı onlara telkin ediyordu, onlar da Phileas Fogg ve Sör Francis Cromarty'yle birlikte oradan uzaklaş tılar. Tehlike ortadan kalkana kadar tekrar orma nın dalları arasına saklandılar ve tekrar harekete geçmeye hazır durumda beklediler. Ama maalesef pagodanın o bölgesinde de mu hafızlar göründü ve kimsenin oraya yaklaşması na izin vermeyecek şekilde oraya yerleştiler. Yaptıkları şeyden alıkonulan bu dört adamın hayal kırıklığını tasvir etmek imkansızdı. Artık kurbana ulaşamayacakları belliydi, bu durumda onu nasıl kurtaracaklardı? Sör Francis Cromarty öfkeden tırnaklarını kemiriyordu. Passepartout deliye dönmüştü ve rehber de onu zor tutuyor du. Soğukkanlı Fogg duygularını belli etmeksizin bekliyordu. - Tek yapacağımız şey gitmek mi? diye sordu kısık sesle Tuğgeneral. - Evet, gitmekten başka çaremiz yok, diye ce vap verdi rehber. - Bekleyin, dedi Mr. Fogg. Yarın öğlen Allahabad' da olmam yeterli. - Ama umut mu kaldı? diye karşılık verdi Sör Francis Cromarty. Birkaç saat sonra gün doğa cak ve . . . - Elimizden kaçan şansı belki son anda yaka layabiliriz. Tuğgeneral, Phileas Fogg'a baktı ve düşüncele rini okumaya çalıştı. Bu soğuk İngiliz ne olmasını bekliyordu? Odunlar ateşe verilince kadına doğru koşup ulu orta onu cellatlarının elinden mi alacaktı? 111
JULES VERNE
Bu delilik olurdu ve bu adamın bu denli deli ol duğunu nasıl kabul edebilirdi? Yine de Sör Fran cis Cromarty, bu korkunç olayın sonuna kadar beklemeyi kabul etti. Rehber, yol arkadaşlarını saklandıkları yerde bırakmadı ve ormanın orta sındaki açık bölgenin arka kısmına götürdü. Bu rada ağaçların arasında gizlendiler; uyuyan gru bu izleyebileceklerdi. Bu sırada Passepartout bir ağacın ilk dallarına tırmanmış , ilk başta yıldırım gibi zihninden ge çen ama ardından beyninde iyice yer edinen bir fikri enine boyuna düşünüyordu. İlk başta "Bu delilik! " demişti kendi kendine ve şimdiyse "Neden olmasın! Bu bir şans, hatta belki de tek şansımız bu, üstelik böyle sersemlerle . . . " diye kafasında tekrarlayıp duruyordu. Ne olursa olsun Passepartout düşüncesini di ğerleriyle paylaşmadı, ama bir yılan gibi çevik bir şekilde ağacın yere eğilen alttaki dallarına doğru kaydı. Saatler geçiyordu ve nihayet daha berrak bazı ayrıntılar günün doğmak üzere olduğunu haber verdi. Yine de karanlık hakimdi. O an gelmişti. Uyuyan bu kalabalıkta bir diri liş olmuştu sanki. Gruplar hareketlendi. Tamtam sesleri yükseldi. Şarkılar ve çığlıklar tekrardan başladı. Zavallı kadının öleceği vakit gelmişti. Gerçekten de pagodanın kapıları açıldı. İçeri den daha canlı bir ışık belirdi. Mr. Fogg ve Sör Fran cis Cromarty aydınlıklar içindeki iki rahibin dışarı doğru sürüklediği kurbanı görebildiler. Korunma içgüdüsüyle sarhoşluğunu bertaraf etmeye çalı şan zavallı kadıncağız cellatlarından kurtulmaya 112
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
çalışıyor gibiydi. Sör Francis Cromarty'nin kalbi yerinden oynadı ve tepkisel bir hareketle Phileas Fogg'un elini tuttu ve de bu elin bir bıçak tuttuğu nu hissetti. O an kalabalık sarsıldı. Genç kadın kenevir du manlarıyla tekrar kendinden geçti. Dinsel uğultu lar arasında Hint fakirlerinin arasından geçti. Phileas Fogg ve arkadaşları kalabalığın arka sından onu takip ettiler. İki dakika sonra derenin kıyısına vardılar ve racanın bedeninin bulunduğu odun yığınına elli adım kala durdular. Bu alacakaranlıkta kurbanı tamamen hareketsiz olarak kocasının cesedinin yanına yatırdıklarını gördüler. Ardından bir meşale yaklaştırıldı ve üzerine yağ dökülmüş olan odun hemen alev aldı. O an Sör Francis Cromarty ve rehber bir anlık delilikle ateşe doğru atılan Phileas Fogg'u tuttu lar . . . Fakat Phileas Fogg onları geri itmişti ki birden durum değişti. Dehşete düşmüş birisi çığlık attı. Aniden bütün kalabalık dehşete kapılarak yere kapandı. Demek ki yaşlı raca ölmemişti, bir hayalet gibi aniden doğrulmuştu, genç kadını kollarına almış, kendisine hortlak görünümü veren dumanların arasında odunlardan aşağıya inmişti. Hint fakirleri, muhafızlar, rahipler ani bir deh
şetle yere kapanmışlardı; başlan eğikti, gözlerini kaldırıp böyle bir mucizeye bakmaya cesaret ede miyorlardı. Baygın olan kurban onu zorlanmadan taşıyan kolların arasındaydı. Mr. Fogg ve Sör Francis Cro113
JULES VERNE
marty ayakta kalmıştı. Genç Parsi başını eğmişti ve şüphesiz Passepartout da onlar kadar şaşkındı! Bu yeniden canlanmış ölü bu şekilde Mr. Fogg ve Sör Francis Cromarty'nin yanına kadar geldi ve hızlıca: - Kaçalım! dedi.
Dehşete düşmüş birisi çığlık attı. 1 14
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Kalın dumanların arasında ateşe kadar giden Passepartout'ydu! Karanlığı fırsat bilip genç ka dını ölümün elinden alan Passepartout'ydu! Her kesi dehşete düşürüp rolünü muhteşem şekilde oynayan Passepartout'ydu! Dördü hemen ormanda kayboldu ve fil de hızlı adımlarla onları alıp götürdü. Fakat arkalarından bağrışmalar ve çığlıklar yükseldi, hatta Phileas Fogg'un şapkasını delen bir mermi hilelerinin or taya çıktığının habercisiydi. Gerçekten de alev almış odunların arasında yaşlı racanın bedeni fark edilmişti. Korkularını at latan rahipler kadının kaçırıldığını anlamışlardı. Derhal ormana koşmuşlardı. Muhafızlar da onların peşine düşmüştü. Ateş açılmıştı, ama kadını kaçıranlar hızlıca ilerliyorlardı ve kısa bir süre sonra mermilerin ve okların ulaşamayacağı mesafeye ulaşmışlardı.
115
XIV PHILEAS FOGG'UN AKLINDAN SEYRETMEYi GEÇiRMEKSiZiN MUHTEŞEM GANJ VADiSiNDEN INDIGI BOLUM •
•
•
•
.
.
- .
..
•
•
..
Cesur kaçırma işi gerçekleşmişti. Bir saat son ra Passepartout başarısına gülüyordu. Sör Francis Cromarty cesur genç adamın elini sıkmıştı. Efen disi de ona "İyi," demişti ki beyefendinin ağzın da bu kelime büyük bir takdire eşitti. Passepar tout'nunsa "gülünç" bir fikir gelmişti aklına. Eski jimnastikçi, eski itfaiye çavuşu Passepartout, bir anlığına bu hoş kadının ölü kocası, tahnit edilmiş yaşlı bir raca olduğunu düşünerek gülüyordu. Genç Hint kadına gelince, olup bitenlerin far kında değildi. Yolculuk battaniyelerine sarınmış mahfede dinleniyordu. Bu sırada genç Parsi tarafından büyük bir dik katle yönetilen fil hala karanlık olan ormanda koşmaya devam ediyordu. Pillaji Pagodasından ayrıldıktan bir saat sonra uçsuz bucaksız bir ova da ilerliyordu. Saat yedide mola verildi. Genç ka dın hala bilinçsizdi. Rehber kadına birkaç damla su ve brandy içirdi, ama onu etkileyen baygınlık verici bu etki bir süre daha devam edecekti. 116
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Kenevir dumanının verdiği sarhoşluğun etki lerini bildiği için Sör Francis Cromarty kadın hak kında hiç endişelenmiyordu. Fakat Tuğgeneral genç Hint kadının kendisini toparlaması konusunda hiçbir kuşku duymazken, kadının geleceği konusunda bu kadar iyimser de ğildi. Phileas Fogg'a Mrs. Auda'nın Hindistan'da kalması halinde ister istemez tekrar cellatlarının eline düşeceğini açıkça söyledi. Bu vicdansızlar bütün yarımadaya yayılmışlardı ve Madras'ta olsun, Bombay'da olsun ya da Kalküta'da olsun, İngiliz polisine rağmen eninde sonunda kur banlarını tekrar ele geçireceklerdi. Bu sözlerini desteklemek için yakın zamanda olmuş benzer bir olayı anlattı. Ona göre genç kadın yalnızca Hindistan'dan ayrılırsa güvende olabilecekti. Phileas Fogg bu söylediklerini göz önünde bu lunduracağını ve bu konuda düşüneceğini söyledi. Saat ona doğru rehber Allahabad İstasyonuna geldiğimizi söyledi. Bir gece ve bir gündüz kadar sürede Allahabad'la Kalküta'yı ayıran demiryolu nun yeniden başladığı noktaydı burası. Dolayısıyla Phileas Fogg ertesi gün, 25 Ekim günü, öğlen vakti Hong-Kong'a gidecek gemiye binmek için tam vaktinde oraya varacaktı. Genç kadın garın bir odasına götürüldü. Pas separtout giysi, şal, kürk, vs. gibi gerekli eşyalar -bulabilirse- almakla görevlendirilmişti. Efendisi ona açık çek vermişti. Passepartout hemen yola koyuldu ve şeh rin sokaklarını dolaştı. Bütün yarımadanın ha cılarının ziyaret ettiği iki kutsal nehrin, Ganj ve Yamuna'nın birleştiği noktada inşa edildiği için 117
JULES VERNE
Tanrı'nın kenti Allahabad, Hindistan'ın en kut sal sayılan kentidir. Ramayana destanına göre Ganj 'ın kaynağının gökte olduğu ve Brahma sa yesinde yere indiği biliniyordu. Passepartout alışveriş yaparken artık devlet hapishanesine dönüştürülen muhteşem bir kale nin koruduğu şehri neredeyse tamamen gezmiş oldu. Eskiden şehir zanaatçılarla ve tüccarlarla doluyken artık ne zanaatçı ne de tüccar vardı. Sanki Farmer ve Co. 'nun birkaç adım ilerisinde bulunan Regent Street'teymiş gibi son moda eş yalar satan bir mağaza arayıp bulamayan Pas separtout, ihtiyacı olan eşyaları, yani İskoç ku maşından bir elbiseyi, geniş bir mantoyu ve hiç pazarlık etmeden yetmiş beş sterlin (1875 Frank) verdiği samur kürkü ikinci el eşyalar satan yaşlı ve huysuz bir Yahudi'nin mağazasında bulabildi. Ardından zafer kazanmış bir halde gara döndü. Mrs. Auda yavaş yavaş kendine gelmeye baş lamıştı. Pillaji rahiplerinin kadını maruz bıraktık ları bu etki yavaş yavaş kayboluyordu ve kadının güzel gözleri tekrar yumuşak Hintli bakışlarına kavuşuyordu. Şair Kral Uçaf Uddaul, Ahmehnagara'nın krali çesinin güzelliklerini överken şöyle der: "İki eşit parçaya aynlmış parlak saçları, cila lanmış gibi parlak ve tazecik, zarif ve beyaz ya naklarını hoş bir şekilde çevreliyor. Abanoz gibi siyah kaşları aşk tanrısı Kama'nın yayının şeklini almış ve o yay kadar güçlü. İpeksi uzun kirpik lerinin altında, berrak iki iri gözünün siyah göz bebeğinde, Himalaya'nın kutsal göllerindeki gibi semanın en saf yansımalan yüzüyor. Ince, eşit 1 18
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ve beyaz dişleri gülümseyen dudakları arasında parlıyor; tıpkı açmaya başlamış bir nar çiçeği nin içindeki çiy damlaları gibi parlıyor. Simetrik kıvrımlarla hoş kulakları, yaldızlı elleri, lotus to murcukları gibi taze ve kabarık ayakları Ceylan'ın en güzel incileri, Golconde'un en hoş pırlantaları gibi parıldıyor. Sarmaya tek elin kafi geldiği ince ve narin beli yuvarlak kalçalarının zarif hattını ve çiçek açmış gençliğin en mükemmel hazineleri ni sergilediği gövdesinin zenginliklerini daha da belirginleştiriyor. İpekten tuniğinin katları altın da ölümsüz heykeltıraş Vicvacarma'nın tanrısal eliyle saf gümüşten şekillendirilmiş gibi. " Fakat bu kadar şatafatlı sözleri kullanmadan Bundelkhand'ın yaşlı racasından dul kalan Mrs. Auda'nın kelimenin Avrupalı anlamında çok hoş bir hanım olduğunu söylemek yeterlidir. Kusursuz bir İngilizce konuşuyordu ve genç Parsi eğitimin onu değiştirdiğini söylediğinde abartmamıştı. O sıra tren Allahabad İstasyonundan ayrılacak tı. Genç Parsi bekliyordu. Mr. Fogg anlaştıkları üc reti tek bir kuruş fazla vermeden kendisine ödedi. Efendisinin rehberin yardımlarına neler borçlu olduğunu bilen Passepartout bu duruma şaşırdı. Genç Parsi bile isteye Pillaji olayında hayatını teh likeye atmıştı ve daha sonra Hindular bunu öğre nirse onların gazabından kurtulması biraz zordu. Geriye Kiuni kalmıştı. Bu kadar pahalıya satın alınan bir fili ne yapacaklardı? Ama Phileas Fogg bu konuda bir karar almıştı. - Parsi, dedi genç rehbere. Hizmetlerinin kar şılığını verdim, ama fedakarlığının karşılığını he nüz vermedim. Bu fili ister misin? Artık o senin. 119
JULES VERNE
Rehberin gözleri parladı. - Efendim, bana verdiğiniz bir servet! diye haykırdı genç adam. - Kabul et rehber, diye cevap verdi Mr. Fogg. Sana minnettar kalının. - Ha şöyle ! diye haykırdı Passepartout. Kabul et, dostum ! Kiuni çok cesur ve sabırlı bir hayvan! Bunu söyledikten sonra hayvanın yanına gi dip "Ye Kiuni, ye !" diyerek şeker verdi. Fil mut luluktan biraz hırladı. Ardından Passepartout'yu belinden yakalayarak hortumuyla sardı ve başı nın üzerine kadar kaldırdı. Bundan hiç korkma yan Passepartout hayvanın başını okşadı ve hay van onu tekrar usulca yere bıraktı. Genç adam Kiuni'nin hortumuyla el sıkıştı. Birkaç dakika sonra Phileas Fogg, Sör Francis Cromarty ve Passepartout, en güzel yeri verdikle ri Mrs. Auda'yla birlikte rahat bir vagona yerleş miş Benares' e doğru hızla ilerliyorlardı. Bu şehirle Allahabad arasında en fazla seksen mil vardı ve bu mesafeyi iki saatte katettiler. Bu yolculuk esnasında genç kadın tamamen kendine geldi; hang'ın uyutucu etkisi kayboldu. Batılı kıyafetler içinde, hiç mi hiç tanımadığı yolcuların arasında kendini trende bulduğuna nasıl da şaşırdı! İlk önce yol arkadaşları ona büyük özen gös terdiler ve birkaç likör damlasıyla onu ayılttılar, ardından Tuğgeneral olup bitenleri anlattı. Özel likle onu kurtarmak için hayatını ortaya koymak ta tereddüt etmeyen Phileas Fogg'un fedakarlığını ve Passepartout'nun cesur hayal gücü sayesinde bu olayın nasıl çözüldüğünü vurguladı. ·
120
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Hiç korkmayan Passepartout...
Mr. Fogg tek bir kelime söylemeden dinledi. Passepartout utanmıştı; "O kadar önemli bir şey değil ! " deyip duruyordu. Mrs. Auda sözlerden çok gözyaşlarıyla kurta rıcılarına olan minnettarlığını ifade etti. Güzel 121
JULES VERNE
gözleri duygularına dudaklarından daha iyi ter cüman oldu. Ardından düşünceleri onu tekrar sutti sahnesine götürdü, onu bunca tehlikenin beklediği Hint topraklarını tekrar görünce korku dan titredi. Phileas Fogg, Mrs. Auda'nın zihninde olup bi tenleri anlamıştı ve teselli etmek için bu olaylar yatışana kadar onu Hong-Kong'a götürmeyi so ğuk bir şekilde teklif etti. Mrs. Auda büyük bir minnettarlıkla bu teklifi kabul etti. Aslında Hong-Kong' da kendisi gibi Par si olan bir akrabası oturuyordu ve Çin kıyılarında bulunmasına rağmen tamamen İngiliz olan bu şehirde önemli bir tüccardı. Saat on iki buçukta tren Benares İstasyonun da durdu. Brahman efsaneleri bu şehrin, eskiden Muhammed'in kabri gibi gökle yer arasında ha vada asılı duran eski Casi şehrinin olduğu yer de bulunduğunu söyler. Ama daha realist olan bu dönemde doğuluların söylediklerine göre Hindistan'ın Atina'sı olan Benares basbayağı yerdeydi ve Passepartout bir anda hiçbir yöresel rengi olmayan, tamamen ıssız tuğladan evlerini, karakalemle çizilmiş gibi kulübelerini görebildi. Sör Francis Cromarty burada inecekti. Birliği bu şehrin birkaç mil kuzeyindeydi. Tuğgeneral, Phileas Fogg'la vedalaştı, yolculuğunun başarıy la sonuçlanmasını diledi ve bu yolculuğu böyle özgün bir şekilde değil de, daha faydalı bir şekil de tekrar gerçekleştirmesini arzu ettiğini ifade etti. Mr. Fogg yol arkadaşının parmak uçlarını ha fifçe sıktı. Mrs. Auda'nın sözleri daha duyguluy122
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
du. Sör Francis Cromarty'ye olan borcunu asla unutmayacaktı. Passepartout'ya gelince, Tuğ general elini güçlüce sıkarak onu onurlandırdı. Duygulanan Passepartout nerede ve ne zaman onun için bir şeyler yapabileceğini kendi kendine sordu. Ardından ayrıldılar. Benares'ten itibaren demiryolu kısmen Ganj Vadisini takip ediyordu. Hava açık sayılırdı ve kompartımanın pencerelerinde Bihar'ın değiş ken manzaralan, ardından yemyeşil dağlar, arpa, mısır ve has buğday tarlalan, yeşil timsahlann yer aldığı göller, elbette köyler, hala yeşil or manlar göründü. Birkaç fil, iri hörgüçlü zebular kutsal nehrin sulannda yıkanıyordu. Mevsimin kışa yaklaşmasına ve havanın epey soğumasına rağmen kadınlı erkekli Hindu grupları kutsal ab destlerini almak için suya giriyordu. Budizm'in amansız düşmanı olan bu inançtaki insanlar, güneş tanrısı Vişnu' da, doğa güçlerinin tanrısal şahsiyeti Şiva' da ve rahiplerin ve yasamacıların yüce efendisi Brahma' da kendini gösteren Brah man dinine mensuplardı. Fakat Brahma, Şiva ve Vişnu, artık "İngilizleşmiş" olan, yüzeyinde uçan martılar ve sulannda hızla çoğalan kaplumbağa ların olduğu kıyılarına uzanmış sofulan korkutan buharlı gemiler anırarak ve Ganj 'ın kutsal suları nı kirleterek geçtiğinde bu Hindistan'a hangi göz le bakıyorlardı! Bütün bu manzaralar yıldırım hızıyla geçiyor du ve çoğu zaman beyaz bir bulut ayrıntıları giz liyordu. Yolcular Benares'in yirmi mil güneydoğusun da bulunan, Bihar racalarının eski kalesi olan 123
JULES VERNE
Şunar Kalesini, büyük gülsuyu fabrikalarıyla Gazipur'u, Ganj Nehrinin sol kıyısında yer alan Lord Cornwallis'in mezarını, surlarla çevrili Bu xar şehrini, Hindistan'ın b aşlıca esrar pazarının yer aldığı büyük bir sanayi ve ticaret şehri olan Patna'yı, demir dökümhaneleriyle, kesici alet ve silah fabrikalarıyla ün yapmış ve uzun bacaları Brahma'nın gökyüzünü siyah dumanlarla kirle ten -rüyalar diyarına gerçek bir yumruk!- Manc hester veya Birmingham kadar İngiliz, Avrupai şehir Monghir'i göz açıp kapayana kadar geç mişlerdi. Ardından gece çöktü ve lokomotifin önünden kaçan kaplanların, ayıların, kurtların ulumaları arasında tren son hızla ilerledi, derken Bengal'in, Golgonde'un, virane haldeki Gur'un, eskiden baş kent olan Mürşidabad'ın, Burdvan'ın, Hugly'nin, Passepartout'nun vatanının bayrağının dalgalan dığını görmekten gurur duyacağı Hint toprakla rının Fransız şehri Chandernagor'un harik�lann dan hiçbiri görülemedi. Tren nihayet sabah yedide Kalküta'ya ulaş mıştı. Hong-Kong'a gidecek olan gemi öğlen vakti demir alacaktı. Yani Phileas Fogg'un önünde beş saat vardı. Güzergahına göre bu beyefendi Hindistan'ın başkentine Londra' dan ayrıldıktan yirmi üç gün sonra, yani 25 Ekim günü varacaktı. Böylece ne gecikmişti ne de erkenciydi. Maalesef Londra ile Bombay arasında kazandığı iki gün kaybedilmiş ti, Hint yarımadasını geçerken bu z amanın nasıl harcandığını biliyoruz. Phileas Fogg'un bundan pişmanlık duymadığını varsayabiliriz. 1 24
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Kadınlı erkekli Hindu gruplar.
1 25
xv -
BANKNOTLARIN BULUNDUGU ÇANTANIN BiRKAÇ BiN STERLiN KADAR HAFİFLEDİGİ BÖLÜM •
•
•
Tren garda durmuştu. Vagondan ilk inen Pas separtout oldu ve genç kadının perona inmesine yardımcı olan Mr. Fogg onu izledi. Phileas Fogg, kendisi için son derece tehlikeli olan bu ülke de olduğu sürece yanından ayırmak istemediği Mrs. Auda'yı rahatça yerleştirmek için doğrudan Hong-Kong gemisine gitme niyetindeydi. Mr. Fogg gardan çıkmak üzereyken bir polis memuru yanına yaklaştı: - Bay Phileas Fogg mu? - Benim. - Bu adam uşağınız mı? diye ekledi polis memuru Passepartout'yu göstererek. - Evet. - İkiniz de beni takip edin. Mr. Fogg hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermedi. Bu memur yasayı temsil ediyordu ve her İngiliz için yasa kutsaldır. Passepartout Fransız alışkan lıklarıyla bir şeyler söylemeye çalıştıysa da polis memuru sopasına dokundu ve Phileas Fogg uşa ğına itaat etmesini işaret etti. 126
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Bu genç hanım bize eşlik edebilir mi? diye sordu Mr. F ogg. - Edebilir, diye cevap verdi polis memuru. Polis memuru Mr. Fogg'u, Mrs. Auda'yı ve Passepartout'yu iki atın çektiği, dört tekerlekli ve dört kişilik bir tür araba olan palki-ghari'ye kadar götürdü. Yola çıkıldı. Yaklaşık yirmi dakika süren yol boyunca kimse konuşmadı. Araba önce dar sok aklı, kozmopolit, pis ve yırtık pırtık giyinmiş bir kalab alığın kaynaştı ğı kulübelerin sıralandığı "kara şehir" kısmını geçti; ardından tuğladan evlerle süslü , hindis tancevizi ağaçlarının gölgelendirdiği, olgun ağaçların yükseldiği, saat erken olmasına rağ men zarif süvarilerin ve muhteşem koşumlu arabaların gidip geldiği şehrin Avrupai kısmın dan geçti. Palki-ghari basit görünümlü bir binanın önün de durdu, ne var ki burası ev değildi. Polis memu ru tutuklularını -gerçekten de onlar için bu söy lenebilirdi- arabadan indirdi ve pencerelerinde demir parmaklıklar olan bir odaya aldı, ardından şöyle dedi: - Saat sekiz buçukta Yargıç Obadiah'ın huzu runa çıkacaksınız. Ardından odadan çıktı ve kapıyı kapadı. - Yakalandık! diye haykırdı Passepartout bir sandalyeye yığılıp kalarak. Mrs. Auda hemen Mr. Fogg'a dönerek hislerini gizlemeye çalıştığı bir sesle şöyle dedi: - Beyefendi, benden vazgeçmelisiniz ! Benim yüzümden dava ediliyorsunuz ! Beni kurtardığı nız için! 127
JULES VERNE
Phileas Fogg bunun mümkün olmadığını söy lemekle yetindi. Sutti işi yüzünden mahkemeye çıkmak! Bu kabul edilemezdi! Şikayetçi olanlar buraya gelmeye cesaret edebilir miydi? Yanlış anlaşılma olmalıydı. Mr. Fogg her ne olursa ol sun genç kadını terk etmeyeceğini ve onu Hong Kong' a götüreceğini sözlerine ekledi. - Ama gemi on ikide yola çıkacak! diye uyardı P assep artout. - Biz de öğlen olmadan gemiye binmiş oluruz, diye cevap verdi soğukkanlı beyefendi. Bu o kadar kesin bir şekilde söylenmişti ki Pas separtout kendi kendine, "Kahretsin! Kesinlikle! Öğlen olmadan gemide oluruz! " dedi. Ama hiç ikna olmamıştı. Saat sekiz buçukta odanın kapısı açıldı. Polis memuru göründü ve tutuklulan yandaki bir oda ya aldı. Burası mahkeme salonuydu; burada Av rupalılardan ve yerlilerden oluşan epey kalabalık bir topluluk ·mevcuttu. Mr. Fogg, Mrs. Auda ve Passepartout yargıçla mübaşire aynlmış yerin karşısında bulunan bir sıranın üzerine oturdular. Bu yargıç, Hakim Obadiah, peşinde mübaşirle hemen içeri girdi. Tostoparlak bir adamdı. Bir çi vide asılı duran bir peruğu aldı ve hızlıca başına geçirdi . .- Birinci dava, dedi. Ama elini başına götürünce: - Ah ! Bu benim peru ğum değil ki! diye fark etti. - Maalesef Bay Obadiah, o benim peruğum, diye cevap verdi mübaşir. 128
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Sevgili B ay Oysterpuf, bir yargıcın mübaşir peruğuyla doğru bir yargıda bulunmasını nasıl bekleyebilirsiniz ! Peruklar değiş tokuş edildi. Bu hazırlıklar es nasında Passepartout sabırsızlıktan yerinde du ramıyordu, çünkü mahkeme salonundaki iri du var saatindeki yelkovan korkutucu şekilde hızlı ilerliyor gibiydi. - Birinci dava, diye tekrarladı Yargıç Obadiah. - Phileas Fogg? dedi Mübaşir Oysterpuf. - Buradayım, diye cevap verdi Mr. Fogg. - Passepartout? - Burada! diye cevap verdi Passepartout. - Peki! dedi Yargıç Obadiah. Siz iki suçluyu iki gündür Bombay'ın bütün trenlerinde anyoruz. - Bizi neyle suçluyorsunuz? diye sordu sabır sızlıkla Passepartout. - Şimdi öğreneceksiniz, diye cevap verdi yargıç. - Beyefendi, dedi o an Mr. Fogg, İngiliz vatandaşıyım ve . . . - Size saygısızlık edildi mi? diye sordu Bay Obadiah. - Hiçbir surette. - Peki! Davacılan içeri alın. Yargıcın emri üzerine bir kapı açıldı ve bir mübaşir üç Hindu rahibi içeri aldı. - İşte onlar! diye fısıldadı Passepartout. Genç hanımı yakmak isteyen bu alçaklar! Rahipler yargıcın önünde ayakta durdular. Mübaşir, Mr. Phileas Fogg'u ve uşağını Brahman dininin kutsal saydığı bir yere tecavüz etmekle ve kutsal olan şeyleri hiçe saymakla suçlayan bir metni yüksek sesle okudu. 129
JULES VERNE
- İşittiniz mi? diye sordu yargıç Phileas Fogg'a. - Evet, beyefendi ve de itiraf ediyorum, diye cevap verdi Mr. Fogg saatine bakarak. - Aa! Demek itiraf ediyorsunuz ! . . . - İtiraf ettim ve şimdi de bu üç rahip Pillaji Pagodasında ne yapma niyetinde olduklarını itiraf etsinler. Rahipler birbirine baktı. Suçlunun sözlerinden hiçbir şey anlamamış gibi görünüyorlardı. - Tabii ya, Pillaji Pagodasında kurbanlarını ya kacaklardı! diye haykırdı Passepartout coşkuyla. Rahipler donup kaldılar ve Yargıç Obadiah da iyice şaşırdı. - Hangi kurban? diye sordu. Kimi yakacaklar dı! Bombay şehrinin ortasında mı? - Bombay mı? diye haykırdı Passepartout. - Evet, Bombay. Burada Pillaji Pagodası değil, Bombay'daki Malabar-Hill Pagodası söz konusu. - İşte kanıt, oraya saygısızlık edenin ayakka bıları, diye ekledi mübaşir masasının üzerine bir çift ayakkabı koyarak. - Ayakkabılarım! diye haykırdı Passepartout Son derece şaşırdığı için bu tepkiyi vermekten kendini alıkoyamamıştı. Efendiyle uşağın zihninde oluşan anlaşılmaz lık tahmin edilebilirdi. Bombay' daki pagoda da vuku bulan olayı tamamen unutmuşlardı ve Kalküta'da anlan mahkeme karşısına çıkartan da bu olaydı. Gerçekten de Müfettiş Fix bu talihsiz olaydan nasıl pay çıkaracağını iyi anlamıştı. Yola çıkışını on iki saat geciktirerek Malabar-Hill' deki rahiple re tavsiyelerde bulunmuştu. İngiliz hükümetinin 130
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
"Ayakkabılanm!" diye haykırdı Passepartout.
bu tür suçlara karşı son derece katı davrandığı nı bildiği için onlara zararlarının karşılığını faz lasıyla alacaklarına dair söz vermişti. Ardından bir sonraki trenle onları bu ayıbı işleyenlerin pe şine düşmeye itmişti. Genç dulu kurtarmak için 131
JULES VERNE
zaman harcadıklarından, Fix ve rahipler, tren den iner inmez tutuklanmaları gerektiğini telg rafla bildirdikleri Phileas Fogg' dan ve uşağından önce Kalküta'ya varmışlardı. Phileas Fogg'un Hindistan'ın başkentine henüz varmadığını öğre nince Fix'in nasıl bir hayal kırıklığına uğradığını bir de siz düşünün. Hırsızının Yanmada Demir yolları istasyonlarından birinde inip kuzey bölge lere sığındığını sanmıştı. Yirmi dört saat boyunca korkunç endişeler içinde kıvranan Fix garı gözet lemişti. O sabah, kim olduğunu açıklayamadığı bir genç hanımla birlikte Mr. Fogg'un trenden in diğini görünce fazlasıyla sevinmişti. Hemen bir polis memurunu göndermiş ve Mr. Fogg, Passe partout ve Bundelkhand racasının dul eşi bu şe kilde Yargıç Obadiah'ın karşısına çıkartılmışlardı. Passepartout bu meseleye kendini kaptırmış olmasaydı, mahkeme salonunun bir köşesinde anlaşılması kolay bir ilgiyle tartışmaları takip eden müfettişi fark ederdi; çünkü tıpkı Bombay' da ve Süveyş'te olduğu gibi Kalküta'da da tutuklama emri eline geçmemişti! O sırada Yargıç Obadiah, dikkatsizlikle ağzın dan çıkan o sözleri geri almak için her şeyini ver meye hazır olan Passepartout'nun ağzından ka çan itirafı kayda geçirdi. - Olaylar itiraf edildi mi? dedi yargıç. - Edildi, diye cevap verdi soğuk bir sesle Mr. Fogg. - İngiliz yasaları Hindistan' daki halkların bü tün dinlerini eşit ve ciddi şekilde korumayı ön gördüğüne göre, Mr. Passepartout da suçunu itiraf ettiğine göre, 20 Ekim günü Bombay'da Malabar132
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Hill Pagodasının kutsal kaldırım taşlanna ayak lanyla saygısızlık ettiğine kanaat getirilmiş, adı geçen Passepartout on beş gün hapis cezasına ve üç yüz sterlin (7.500 Frank) para cezasına çarptı rılmıştır. - Üç yüz sterlin? diye haykırdı verilen cezadan ciddi ciddi etkilenen Passepartout. - Sessizlik! dedi mübaşir cırlak bir sesle. - Buna ilaveten, uşakla efendi arasında suç ortaklığı olmadığına dair hiçbir somut kanıt ol madığına göre, kendi hizmetinde bulunan uşağın yaptıklanndan sorumlu tutulması gerektiğine göre, adı geçen Phileas Fogg'un ve suçlunun sekiz gün hapse ve yüz elli sterlin para cezasına çarp tırılmasına karar verilmişti. Mübaşir, başka bir davaya geçin! Kendi köşesinde Fix tarifsiz bir sevinç içindeydi. Phileas Fogg'un sekiz gün Kalküta'da alıkonul ması, tutuklama emrinin kendisine ulaşması için gereken zamanı tanıyacaktı. Passepartout afallamıştı. Bu ceza efendisini if las ettirecekti. Yirmi beş bin sterlin değerinde bir bahsi kaybedecekti ve bütün bunlar da avanaklık edip bu lanet pagodaya girdiği için olacaktı! Bu ceza kendisiyle ilgili değilmiş gibi Phileas Fogg'un özgüveni yerindeydi, kaşlannı bile çat mamıştı. Ama mübaşirin başka bir davacıyı çağı racağı an ayağa kalktı ve şöyle dedi: - Kefalet istiyorum. - Bu sizin hakkınız, diye cevap verdi yargıç. Fix soğuk terler dökmeye başladı, ama yargı cın "Phileas Fogg'un ve uşağının yabancı olduk lannı göz önünde tutarak" diye söze başlayıp her 133
JULES VERNE
birine bin sterlin (25.000 Frank) gibi fahiş bir fiyat biçmesiyle tekrar rahatladı. Hapishaneye girmemek Mr. Fogg'a iki bin ster line mal olacaktı. - Ödemeyi yapıyorum, dedi beyefendi. Passepartout'nun taşıdığı çantadan iki bin sterlin çıkarıp mübaşirin masasına koydu. - Hapishaneden çıktığınızda bu para size iade edilecektir, dedi yargıç. Şimdilik kefalet karşılığı serbestsiniz. - Gelin, dedi Phileas Fogg uşağına. - En azından ayakkabılarımı iade etsinler! diye haykırdı Passepartout öfkeyle. Ayakkabılar iade edildi. - Çok pahalıya mal oldular! diye homurdandı Passepartout. Her biri bin sterlin! Ayağımı sıkma sı da çabası! Acınası durumda olan Passepartout, genç ha nımın koluna giren Mr. Fogg'u takip ediyordu. Fix hala hırsızının bu iki bin sterlinden vazgeçmeye ceğini ve sekiz gün hapis yatacağını umut ediyor du. Böylece Phileas Fogg'un peşine düştü. Mr. Fogg bir araba tuttu, Mrs. Auda ve Passepartout'yla birlikte arabaya bindiler. Fix bir süre sonra şehrin limanlarından birinde du ran arabanın peşinden koştu. Limanın yanın mil açıklarında Rangoon gemisi demir atmıştı, kalkış bayrağı direğinde asılıydı. Saat on birdi. Mr. Fogg bir saat erkenciydi. Fix onun arabadan inip Mrs. Auda ve uşağıyla birlikte bir sandala bindiğini gördü. Müfettiş ayağını yere vurdu. - Alçak! diye haykırdı. Şuna bak, gidiyor! İki bin sterlini feda etti! Savurgan hırsız ! Ah! Gere134
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
kirse onu dünyanın öbür ucuna kadar takip ede ceğim ! Ama bu hızla hırsızlıktan elde ettiği bütün parayı harcamış olacak! Polis müfettişi böyle düşünmekte haklıydı. Londra'dan aynldığından beri yolculuk harca malan kadar ödüller, filin alınması, ceza ve ke falet olarak Phileas Fogg beş bin sterlini (125.000 Frank) şimdiden harcamıştı. Böylece müfettişlere söz verilen, ele geçirilen paradan yüzdelik olarak alınacak prim de her geçen gün azalıyordu.
135
XVI FIX'İN NEDEN BAHSEDİLDİÖİNİ ANLAMADIÖI BÖLÜM
Yanmada ve Doğu Şirketinin Çin ve Japon de nizlerinde kullandığı buharlı gemilerden bir olan Rangoon, brüt olarak bin yedi yüz yetmiş ton yük alabilen ve dört yüz beygir gücünde, pervaneli, demirden bir buharlı gemiydi. Hız açısından Mon golia ile yanşabilse de, rahatlık açısından pek iyi değildi. Bu yüzden Mrs. Auda, Phileas Fogg'un arzu ettiği şekilde rahat bir odada kalamadı. Ama zaten bu yolculuk üç bin beş yüz millik, yani on bir veya on iki günlük bir deniz yolculuğuydu, kadın da zorluk çıkaran bir yolcu gibi görünmüyordu. Yolculuğun ilk günlerinde Mrs. Auda, Phileas Fogg'u daha yakından tanıyabildi. Her fırsatta ona ne kadar müteşekkir olduğunu gösterdi. Soğuk kanlı centilmen, sesinde herhangi bir duyguyu açığa vuran en ufak bir titreme olmadan ya da harekette bulunmadan, en azından dıştan görün düğü kadarıyla, son derece soğuk bir şekilde onu dinliyordu. Kadının hiçbir eksiği olmamasına bü yük özen gösteriyordu. Belli saatlerde sohbet et mek için olmasa da dinlemek için düzenli bir şe kilde kadını ziyaret ediyordu. Kadına karşı en titiz kibarlık görevlerini yerine getiriyordu, fakat dav136
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ranışlan bunun için ayarlanmış bir makinenin za rafetiyle ve beklenmedik hareketleriyle yapıyordu bunu. Mrs. Auda tam olarak ne düşünmesi gerek tiğini bilmiyordu, ama Passepartout kadına efen disinin biraz sıra dışı kişiliğini anlatmıştı. Aynı za manda nasıl bir bahsin bu centilmeni devri alem yapmaya sürüklediğini de ona söylemişti. Mrs. Auda gülümsemişti; ne olursa olsun ona hayatını borçluydu ve kadının kurtarıcısını minnettar göz lerle görmesinde kaybedecek bir şeyi yoktu. Mrs. Auda, Hindu rehberin anlattığı acıklı hikayesini doğrulamıştı. Yerli halklar arasında en üstün görülen ırklardan birine mensuptu. Birkaç Parsi tüccar Hindistan' da pamuk ticaretinde bü yük servet edinmişti. Bunlardan biri olan Sör Ja mes Jejeebhoy, İngiliz Hükümeti tarafından soylu lar sınıfına yükseltilmişti ve Mrs. Auda, Bombay' da oturan bu zengin kişinin akrabasıydı. Zaten kadın da Hong-Kong'da Sör Jejeebhoy'un kuzeni olan saygıdeğer Jejeeh'in yanına gitmeyi umuyordu. Onun yanında aradığı yardım ve sığınağı bulabi lecek miydi? Bunu kesin olarak söyleyemezdi. Mr. Fogg bu konuda endişelenmemesini, her şeyin matematiksel olarak düzene gireceğini söyledi! Evet, matematiksel kelimesini kullanmıştı. Kadıncağız bu korkunç sıfatı anlamış mıydı? Kim bilir. Yine de kocaman gözleriyle, "Himalaya'nın kutsal gölleri gibi berrak" olan o kocaman gözle riyle Mr. Fogg'a bakıyordu! Ama kestirilemez olan Mr. Fogg, her zamankinden daha çetin bir halde, bu göle kendini atacak adam gibi görünmüyordu. Rangoon'da yaptıkları yolculuğun ilk bölümü muhteşem koşullarda gerçekleşti. Hava yumuşak137
JULES VERNE
tı. Denizcilerin "Bengal'in kulaçları" adını verdik leri bu uçsuz bucaksız körfez geminin ilerleyişine son derece elverişliydi. Az sonra iki mil dört yüz kadem yüksekliğiyle denizcilerin çok uzaktan fark edebildikleri Saddle-Peak Dağıyla adaların en bü yüğü olan Grand-Andaman Rangoon'dan görüldü.
Ona son derece müteşekkirdi. 138
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Gemi kıyıya yakın ilerledi. Adadaki Papua vah şileri sahilde görünmedi. Bu insanlar insanlık ölçeğinin en alt basamağı olarak görülüyor, ama haksız yere yamyam sayılıyorlar. Bu adaların panoramik gelişimi muhteşemdir. Yöreyi ilk anda uçsuz bucaksız latanya ağaçları, Güney Asya palmiyeleri, bambu ağaçları, hindis tancevizi ağaçlan, Hint meşeleri, dev küstümot lan, çalımsı eğreltiotları kaplıyordu ve bunlann arkasında dağların zarif siluetleri beliriyordu. Gökyüzü İmparatorluğunda yenilebilen yuvaları kıymetli yiyeceklerden sayılan değerli binlerce salangan kıyılarda uçuşuyordu. Adaman adalan nın sunduğu bu çeşitli manzaralar bir çırpıda ge lip geçti ve Rangoon deniz yoluyla Çin'e varmasını sağlayacak olan Malakka Boğazına doğru büyük bir hızla ilerledi. Geminin etrafında dolaşarak yolculuk etmek zorunda kalan Müfettiş Fix o sıralar ne yapıyor du? Kalküta'dan yola çıktıklannda tutuklama emrinin -şayet gelirse- Hong-Kong'a gönderilme si talimatını bıraktıktan sonra geminin gideceği yere kadar görünmemeyi umut ediyordu. Ger çekten de onu Bombay'da sanan Passepartout'yu şüphelendirmeden gemide neden bulunduğunu açıklaması zor olurdu. Fakat olayların gidişatın dan dolayı dürüst genç adamla tekrar iletişim kurması gerekti. Nasıl mı? Şimdi göreceğiz. Polis müfettişinin bütün umutlan, bütün ar zuları dünyanın tek bir noktasına, Hong-Kong'a odaklanmıştı, çünkü buharlı gemi Singapur' da harekete geçmesine fırsat veremeyecek kadar kısa süre mola verecekti. Dolayısıyla hırsızın tu139
JULES VERNE
tuklaması mutlaka Hong-Kong'da gerçekleşti rilmeliydi, yoksa hırsız bir anlamda onu çaresiz bırakarak elinden kurtulup gidecekti. Gerçekten de Hong-Kong hala İngiliz toprağıy dı, fakat güzergahı üzerindeki son yerdi. Ondan sonra Çin, Japonya ve Amerika, Mr. Fogg'a daha güvenli bir sığınak oluşturacaktı. Hong-Kong' da kuşkusuz arkasından gelmekte olan tutuklama emrini alabilirse Fix, Fogg'u tutuklayacak ve onu yerel polisin eline teslim edecekti. Hiç zorluk çık mayacaktı. Ama Hong-Kong' dan sonra basit bir tutuklama emri yeterli olmayacaktı. Suçlu iade si kararnamesi gerekecekti. Alçak adamın kaç mak için kullanacağı gecikmeler, yavaş ilerleme ler, türlü çeşit engeller çıkacaktı. Bu olay Hong Kong' da gerçekleşemezse, imkansız olmasa da onu yakalamak o kadar kolay olmayacaktı. "Bu yüzden, tutuklama emrini Hong-Kong'da bulacağım ve adamımı tutuklayacağını ya da emir gelmiş olmayacak ve o zaman ne pahasına olursa olsun onun yola çıkmasını geciktirmem gereke cek! Bombay'da başaramadım, Kalküta'da başa ramadım! Hong-Kong'da da başaramazsam rezil olurum! Ne olursa olsun başarmam lazım. Fakat gerekirse bu kahrolası Fogg'un yola çıkmasını na sıl geciktirebilirim?" diye tekrarlayıp duruyordu Fix kamarasında geçirdiği uzun saatler boyunca. Son çare olarak Fix, her şeyi, efendisinin nasıl birisi olduğunu işbirlikçisi olmadığını kesin ola rak gördüğü Passepartout'ya anlatmaya hazırdı. Anlatacakları sayesinde Passepartout suç ortağı olmaktan çekinip Fix'in safına geçecekti. Bu an cak hiç çare kalmadığında göze alınabilecek hiç 140
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
de güvenli olmayan bir yoldu. Passepartout'nun efendisine söyleyeceği tek bir sözle her şey düzel tilemez şekilde planlarını mahvedebilirdi. Polis müfettişi son derece müşkül durumday dı ki, Rangoon'da Phileas Fogg'un yanında Mrs . Auda'nın bulunması ona yeni fikirler verdi. Bu kadın da kimdi? Hangi koşullardan dola yı Mr. Fogg'un yanındaydı? Bunların buluşması Bombay ile Kalküta arasında bir yerde olmuş tu kesin. Ama yarımadanın hangi noktasında? Phileas Fogg'u bu genç yolcuyla rastlantılar mı bir araya getirmişti? Acaba bu centilmen bu hoş hanımla buluşmak için mi Hindistan' da yolculuk yapmıştı? Çünkü gerçekten de kadın büyüleyici bir güzellikteydi! Kalküta' daki mahkeme salo nunda Fix onu görmüştü. Müfettişin kafasının ne kadar karışık olduğu nu anlayabiliriz. Bu olayda suç teşkil edecek her hangi bir kaçırma olayı olup olmadığını düşündü. Evet! Böyle bir şey olmalıydı! Bu fikir Fix'in zih nine iyice yerleşti ve bu durumdan nasıl fayda lanacağını anladı. Bu genç hanım evli olsun veya olmasın, bir kaçırma olayı söz konusuydu ve onu kaçıran kişi Hong-Kong' da artık para cezasıyla kurtulamayacağı sorunlarla karşılaşacaktı. Fakat Rangoon'un Hong-Kong'a varmasını bek lememek gerekiyordu. Bu Fogg'un bir gemiden bir diğerine atlamak gibi nefret edilesi bir alışkanlığı vardı ve henüz dava edilemeden çok uzaklara git miş olabilirdi. Dolayısıyla İngiliz otoritelerini haberdar etmek ve Rangoon demir atmadan önce bu işlemi baş latmak gerekiyordu. Bundan daha kolayı yoktu, 141
JULES VERNE
çünkü buharlı gemi Singapur' da mola verecekti ve Singapur da Çin kıyısına telgrafla bağlıydı. Yine de harekete geçmeden ve daha kesin so nuç almak için Fix, Passepartout'yu sorgulamaya karar verdi. Bu genç adamı konuşturmanın zor olmadığını biliyordu ve o ana kadar koruduğu gizliliğe son verdi. Kaybedecek zamanı yoktu. 30 Ekimdi ve ertesi gün Rangoon Singapur' da mola verecekti. Dolayısıyla o gün Fix kamarasından ay rıldı ve çok şaşırmış görünerek "ilk kendisi" Passepartout'yu görmüş gibi yaparak onunla konuşmak için güverteye çıktı. Passepartout ge minin ön tarafında geziniyordu ki, müfettiş "Siz, Rangoon'da ! " diye haykırarak ona doğru gitti. - Bay Fix, bu gemidesiniz ! diye cevap verdi şaşkınlıkla Passepartout Mongolia' daki arkadaşını tanıyarak. Nasıl olur! Sizi Bombay'da bıraktım ve Hong-Kong yolunda buluyorum! Yoksa siz de mi devri alem yapmaya karar verdiniz ! - Hayır, hayır, diye cevap verdi Fix. Hong Kong' da en az birkaç gün kalmaya niyetliyim. - Öyle mi! dedi Passepartout bir an şaşkın gö rünerek. Ama Kalküta' dan yola çıktığımızdan beri nasıl olur da gemide size hiç rastlamadım? - Biraz rahatsızlandım . . . Sanırım deniz tuttu . . . Kamaramda kalıp yatmam gerekti. . . Bengal Kör fezi bana Hint Okyanusu kadar iyi gelmedi. Ya efendiniz Bay Phileas Fogg nasıllar? - Sağlığı yerinde ve planladığı şekilde tam vak tinde ilerliyor! Bir günlük bile gecikmesi yok! Ah! Bay Fix, sizin haberiniz yok, yanımızda genç bir hanım var. 142
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Genç bir hanım mı? diye cevap verdi müfet tiş muhatabının ne demek istediğini anlamıyor gibi görünerek. Ama Passepartout onu hemen olaylardan ha berdar etti. Bombay Pagodasındaki olayı, iki bin sterlin vererek fil aldıklannı, sutti olayını, Mrs. Auda'nın kaçınlmasını, Kalküta'daki mahkeme yi, kefaletle serbest bırakıldığını hızlıca anlattı. Olayların son kısmını bilen Fix, hiçbirinden ha berdar değilmiş gibi davrandı ve Passepartou t da pürdikkat dinleyen birisine maceralarını anla tına cazibesine kendisini iyice kaptırdı. - Peki efendiniz bu hanımı Avrupa'ya götürme niyetinde mi? diye sordu Fix. - Hayır, Bay Fix, hayır! Hong-Kong'da zengin bir tüccar olan akrabalarından birine onu emanet edeceğiz. "Yapacak bir şey yok! " diye düşündü müfettiş hayal kınklığını gizleyerek. - Bir bardak cin alır mısınız, Bay Passepartout? - Seve seve, Bay Fix. Rangoon'da tekrar karşılaşmamıza içelim!
143
XVII SINGAPUR iLE HONG-KONG ARASINDA ÇEŞiTLi KONULARIN KONUŞULDUÖU BÖLÜM •
•
•
•
O günden sonra Passepartout ve müfettiş sık sık görüştüler, ama müfettiş arkadaşına karşı son derece temkinli davrandı ve onu konuşturmaya hiç çalışmadı. Mrs. Auda'ya arkadaşlık etmek için ya da değişmez alışkanlığına uygun olarak vist oynamak için Rangoon'un büyük salonunda kalan Mr. Fogg'u bir veya iki kez uzaktan görmüştü. Passepartout'ya gelince, Fix'i bir kez daha efendisinin yoluna çıkaran tuhaf rastlantıyı ciddi ciddi düşünmeye koyulmuştu. Gerçekten de bu ilginç bir durumdu. İlk önce Süveyş'te karşılaştı ğı, Mongolia gemisine binen, birkaç gün kalacağını söylediği Bombay'da inip de Hong-Kong'a doğru giden Rangoon ' da bulduğu, kısacası Mr. Fogg'un güzergahını adım adım takip eden son derece ki bar, kesin olarak sevecen bu beyefendi hakkında düşünmek yerinde olacaktı. Burada fazlasıyla tu haf bir rastlantı vardı. Bu Fix neyin peşindeydi? Passepartout, Fix'in onlarla aynı anda Hong Kong' dan ayrılacağına ve aynı gemiye bineceğine pabuçları -onları özenle saklamıştı- üzerine bah se girebilirdi. 144
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bir veya iki kez fark etmişti ...
Passepartout bir asır boyunca düşünse de, müfettişe verilen görevi asla bulamazdı. Phileas Fogg'un bir hırsız gibi dünyanın etrafında "takip edildiği" aklına gelmezdi. Ama her şeye bir açık lama getirmek insan doğasında olan bir şeydir. 145
JULES VERNE
İşte aniden aydınlanan Passepartout da Fix'in varlığını şöyle açıklamıştı (ki yorumu son dere ce mantıklıydı) : Ona göre Fix, Mr. Fogg'un Reform Kulüp'teki arkadaşlan tarafından Mr. Fogg'un an laşılan güzergaha göre devri alem yapıp yamadı ğını denetlemek için gönderilmiş özel bir aj andan başka birisi olamazdı. "Bu besbelli! Besbelli! Bu beylerin peşimize taktıkları bir muhbir! Onu bir aj anla takip ettir mek! Ah Reform Kulüp'teki beyler, bu size pahalı ya mal olacak! " diye tekrarlıyordu içinden dürüst genç adam basiretinden gurur duyarak. Bu keşfinden dolayı çok mutlu olan Passeparto ut, rakiplerinin kendisine gösterdikleri bu güven sizliğe alınmasından endişe ettiği için efendisine şimdilik bir şey söylememeye karar verdi. Fakat üstü kapalı kelimelerle ve kendisini açığa verme den Fix'le alay etmeye kendi kendine söz verdi. 30 Ekim Çarşamba günü, öğleden sonra Ran goon, Malakka adındaki yanmadayı Sumatra top raklanndan ayıran yine Malakka adındaki boğazı geçti. Sarp yokuşlu, son derece pitoresk dağlı ada cıklar büyük adanın görünmesine engel oluyordu. Erkesi gün sabah dörtte, tarife üzerindeki programa göre yanın gün kazanan Rangoon, kö mür ikmali yapmak için Singapur'a demir attı. Phileas Fogg kazançlar hanesine bu yanın günü de not etti. Ardından birkaç saat gezmek is tediğini dile getiren Mrs. Auda'ya eşlik etmek için gemiden indi. Fogg'un her hareketini kuşkulu gören Fix'se görünmeden onları takip etti. Passepartout'ya gelince, Fix'in manevralarını gördükçe içten içe 146
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
gülüyordu ve her zamanki alışverişlerini yapma ya gitti. Singapur ne büyük ne de belirgin bir görünü me sahip bir adadır. Dağlar eksik, yani siluetsiz gibidir. İncecik de olsa çok hoş bir ada. Güzel yol ların kesiştiği bir park gibi. Yeni Hollanda'dan getirtilen zarif atların koşulduğu güzel bir at ara bası Mrs. Auda'yla Phileas Fogg'u parlak yaprak lı palmiyelerin, açılmış karanfil çiçekleriyle dolu karanfil ağaçları arasında alıp götürdü. Burada Avrupa kırlarının dikenli çalılarının yerini tutan karabiber çalıları yer alıyordu, muhteşem dal larıyla iri eğreltiotlarına benzeyen sagu ağaçları tropikal bölgelerin görünümünü çeşitlendiriyor du, cilalanmış gibi parlayan hindistancevizi ağaç ları havaya etkileyici kokularını yayıyordu. Koru da çevik ve suratlarını buruşturan sürü halindeki maymunlar hiç eksik olmuyordu. Muhtemelen vahşi ormanda kaplanlar bile vardı. Küçük sa yılacak bu adada bu korkunç yırtıcı hayvanların tamamen yok edilmediklerine şaşıracak olanlara cevap olarak boğazı yüzerek geçip Malakka'dan geldiklerini söyleyebiliriz. İki saat boyunca kırları dolaştıktan sonra Mrs. Auda ve yareni -ki aslında görmeden bakıyordu etrafa- mangustan ağaçlarının, ananaslann ve yeryüzünün en muhteşem meyvelerinin yetişti ği hoş bahçelerin çevrelediği ağır ve basık evlerin üst üste bindiği geniş bir yerleşim yeri olan şehre geri geldiler. Saat onda, muhtemelen at arabası tutmak du rumunda kalıp onları takip eden müfettiş peşle rinde, gemiye döndüler. 147
JULES VERNE
Passepartout Rangoon'un güvertesinde anlan bekliyordu. Ortalama bir elma iriliğinde, dışı koyu kahve, içi parlak kırmızı, beyaz meyvesi ağızda erirken gerçek gurmelere eşi benzeri olmayan bir zevk veren on iki kadar mangustan almıştı. Pas separtout bunları Mrs. Auda'ya sunmaktan çok mutlu olmuştu, kadın da büyük bir zarafetle ona teşekkür etti.
Yine de adanın incecik hali bile çok hoş. 148
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Saat on birde kömür ikmalini yapmış olan Ran goon demir almıştı ve birkaç saat sonra yolcular, ormanları yeryüzünün en muhteşem kaplanları , nı barındıran Malakka nın yüksek dağlarını göre meyecek kadar uzaklaşmışlardı. Singapur ile Çin kıyısındaki küçük İngiliz top rağı olan Hong-Kong arasında bin üç yüz mil var. Phileas Fogg'un 6 Kasım günü Hong-Kong'dan , kalkıp Japonya nın önemli limanlarından biri , olan Yokohama ya giden gemiye binebilmesi için bu mesafeyi altı günde geçmesi gerekiyordu. Rangoon çok yüklüydü. Singapur' da çoğu ikinci sınıfta yolculuk eden Hindulardan, Seylanlılar dan, Çinlilerden, Malezyalılardan, Portekizliler den oluşan çok sayıda yolcu binmişti. O ana kadar güzel olan hava ayın son hila liyle değişmişti. Deniz ç alkalanmaya başlamıştı. Rüzgar ara ara çok sert esse de, güneydo ğudan geldiği için buharlı geminin ilerleyişine elve rişliydi. Koşullar uygun olduğunda kaptan yel kenleri açtırıyordu. Çift direkli olan Rangoon iki gabya yelkeni ve mizana yelkeni açmış olarak yol aldı, hızı buharın ve rüzgarın çifte etkisiyle iyice yükseldi. Kıs a ve b azen çok yorucu dalga lar üzerinde Annam ve Cochinchina kıyılarına bu şekilde gidildi. Ama bu duruma s ebep olan denizden çok Rangoon'du ve bu yorgunluktan dolayı çoğu ra h atsızlanan yolcular gemiye kızdılar. Gerçek ten de Çin denizlerinde hizmet veren Yarımada Şirketinin gemilerinde ciddi bir yapım h atası v ardı. Geminin su içi derinliğiyle boşluk ara sındaki orantı yanlış hesaplanmış olduğu için 1
149
JULES VERNE
denize z ayıf bir direnç gösteriyorlardı. K apalı ve su geçirmez hacimleri yetersizdi. D enizcilik ifadesiyle "batmış" şekildeydiler, bu durumdan dolayı d a geminin üzerine birk aç d alga yağma sı hızını düşürmeye yetiyordu. Imperatrice ve Cambodge gibi Fransız n akliye gemilerine göre bu gemiler -motorları ve buhar aygıtlarına göre olmasa d a yapım biçimlerinden dolayı- çok es kide kalmış modellerdi. Mühendislerin hes ap larına göre b u gemiler b atmadan kendi ağırlık ları kadar ağırlık taşıyabilirler, oysa Yarımada Şirketinin gemileri Golgonda, Corea ve Rangoon alttan b atmadan ağırlıklarının altıd a birini bile taşıyamıyor. Dolayısıyla kötü havada büyük önlemler al mak ve bazen düşük buharla mayistra yelkenini açmak gerekiyordu. Phileas Fogg'u hiç etkileme yen ama Passepartout'yu son derece sinirlendi ren bir zaman kaybıydı bu. O zaman Passeparto ut kaptanı, çarkçıyı, şirketi suçluyordu ve yolcu taşımakla uğraşan herkesi lanetliyordu. Belki de Saville Row' daki evde hala kendi hesabına yanan gaz lambası bu sabırsızlığında etkiliydi. - Hong-Kong'a varmak için epey acele ediyor gibi görünüyorsunuz, dedi bir gün müfettiş. - Hem de çok! diye karşılık verdi Passepartout. - Sizce Mr. Fogg Yokohama gemisine binmek için acele ediyor mu? - Fazlasıyla. - Bu tuhaf devri alem hikayesine siz de mi inanıyorsunuz? - Kesinlikle. Ya siz, B ay Fix? - Ben mi? Hayır, inanmıyorum! 150
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Şakacı sizi! diye cevap verdi Passepartout göz kırparak. Bu kelime müfettişi düşündürdü. Nedenini bilmeksizin bu sıfat onu endişelendirdi. Fran sız onun kim olduğunu anlamış mıydı? Ne dü şüneceğini bilemiyordu. Yalnızca kendisinin bildiği müfettiş kimliğini Passepartout nasıl anlamış olabilirdi ki? Böyle konuştuğuna göre Passepartout'nun aklında bir şeyler olmalıydı. Başka bir gün genç adam daha da ileri gitmişti. Elinde değildi; kendisini tutamıyor, diline hakim olamıyordu. - Bay Fix, acaba Hong-Kong'a vardıktan sonra sizi orada bırakmak gibi bir bahtsızlığımız olabilir mi? diye sormuştu Passepartout muzipçe. - Yani, bilmiyorum! Belki de . . . diye cevap ver mişti köşeye sıkışan Fix. - Bize eşlik ederseniz benden mutlusu olmaz ! Yapmayın! Yanmada Şirketinin bir görevlisi yolda durmaz ! Sadece Bombay'a gidiyordunuz ve şimdi Çin'desiniz ! Amerika uzak değil ve Amerika'dan Avrupa'ya sadece bir adım var! Fix yeryüzünün en candan yüzüne bürünmüş muhatabına dikkatlice baktı ve onunla birlikte söylenenlere gülmeyi tercih etti. Fakat bu konu da kararlı olan Passepartout, "Bu meslek çok para kazandırıyor mu?" diye sordu. - Evet ve hayır, diye cevap verdi Fix bozuntu ya vermeden. İyi ve kötü işler oluyor. Yolculuk masraflarımı benim karşılamadığımı biliyorsu nuzdur! - Bundan eminim! diye haykırdı Passepartout kahkaha atarak. 151
JULES VERNE
Sohbetleri bittiğinde Fix kamarasına döndü ve düşündü. Kim olduğu anlaşılmıştı. Fransız, öyle ya da böyle müfettiş olduğunu anlamıştı. Ama efendisini haberdar etmiş miydi? Bütün bu olup bitenlerin içinde nasıl bir rol oynuyordu? Onun suç ortağı mıydı yoksa değil miydi? Olay sızıp so nuçsuz mu kalacaktı? Müfettiş bazen her şeyin mahvolduğuna inanarak bazen de Fogg'un her şeyden habersiz olduğunu umut ederek, nihaye tinde neyin doğru olduğunu bilemez bir halde zor birkaç saat geçirdi. Yine de zihninde sükunet yeniden oluştu ve Passepartout'ya karşı dürüst davranmaya karar verdi. Fogg'u Hong-Kong'da tutuklamak için ye terli koşullar oluşmazsa ve Fogg da İngiliz top raklarından kesinkes ayrılacak olursa o zaman Fix, Passepartout'ya her şeyi anlatacaktı. Ya uşak efendisinin suç ortağıydı -ve her şeyi biliyordu, o zaman yapılacak bir şey yoktu- ya da uşak hırsız lık olayından habersizdi, o zaman da tek çaresi hırsıza arka çıkmamak olacaktı. İşte iki adam arasındaki durum bu şekildey di ve Phileas Fogg bunların üzerinde muhteşem bir kayıtsızlıkla uçuşuyordu. Etrafınd a dönen göktaşlarından kaygılanmadan dünyanın etra fındaki yörüngesini mantıksal olarak gerçekleş tiriyordu. Oysa bu centilmenin çevresinde kalbinde bazı sarsıntılara neden olacak -astronomların ifade siyle- etkileyici bir yıldız vardı. Ama hayır! Mrs. Auda'nın cazibesi, Passepartout buna çok şaşır sa da, ona hiç etki etmiyordu ve bu sarsıntıları hesaplamak -eğer sarsıntılar varsa- Neptün'ün 152
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
keşfine neden olan Uranüs'ün hesaplarından· çok daha karmaşık olurdu. Evet! Genç kadının gözlerinde efendisine karşı . duyduğu minnettarlığı okuyan Passepartout buna her gün şaşırıyordu! Anlaşılan Phileas Fogg aşık olarak değil, kahramanca davranmak gerektiğin de bir kalbe sahipti! Bu yolculuğun ona sunacağı fırsatlara yönelik hiçbir iz yoktu. Ama Passepar tout aralıksız büyük korkular yaşıyordu. Bir gün makine dairesinin korkuluğuna dayanmış, gemi şiddetle baş kıç vurup pervane suların dışında fır döndüğünde arada sırada coşan güçlü makineye bakıyordu. O an buhar supaplardan kaçıyordu, bu da dürüst genç adamın öfkelenmesine neden oluyordu. "Bu supaplar yeterince yüklü değiller! " diye ba ğırdı. "Gemi ilerlemiyor ki! İşte İngilizler böyleler! Şimdi bu Amerikan gemisi olsaydı, belki havada zıplardık, ama en azından daha hızlı ilerlerdik! "
*
Neptün'ün keşfi gökyüzündeki bir cismin ilk kez sadece matematiksel hesaplarla gerçekleştirildiği ilk keşiftir. Ur bain Le Verrier adındaki bir Fransız astronom 1846 yılında
Uranüs'ün yörüngesini ve karakteristiğini temel alarak yaptığı ve iki yıl süren matematiksel hesaplar sayesinde bu gezegenin varlığını ve konumunu bildirmiştir. Alman astronom Johann Gottfried Galle ve asistanı Heinrich Lou is d' Arrest, 23 Eylül 1846 gecesinde Berlin Rasathanesinde bir derecelik bir farkla Le Verrier'nin teorik olarak belirle diği noktada Neptün'ü görmeyi başarmıştır -çn. 153
XVIII PHILEAS FOGG'UN, PASSEPARTOUT'NUN VE FİX'İN KENDİ İŞLERİYLE İLGİLENDİKLERİ BÖLÜM
Yolculuğun son günlerinde hava epey kötü leşmişti. Rüzgar iyice sert esmeye başlamıştı. Kuzeybatıdan geldiği için geminin ilerlemesine engel oluyordu. Fazlasıyla istikrarsız olan Rango on çok sarsılıyordu ve yolcular rüzgarın kıyıdan kaldırıp getirdiği bıkkınlık verici bu uzun dalgala ra kızmakta haklılardı. 3 ve 4 Kasım günleri bir tür fırtına koptu. Yağ mur şiddetle denize vurdu. Rangoon yarım gün boyunca mayistra yelkeniyle ilerlemek zorunda kaldı, dalgalan verevlemesine karşılayacak şe kilde pervanesini yalnızca on turla sınırlı tutarak iyice yavaşladı. Bütün yelkenler indirilmişti ve yağmurla karışık şiddetli rüzgarın ortasında ge minin donanımları gıcırdayıp duruyordu. Anlaşıldığı üzere geminin hızı kayda değer şekilde düşmüştü, bu yüzden Hong-Kong'a bil dirilen tarihe göre yirmi saatlik bir gecikmeyle varılacağı varsayılıyordu ve fırtına dinmezse bu gecikme daha da fazla olabilirdi. 154
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Phileas Fogg doğrudan kendisine karşı sava şıyormuş gibi öfkeli deniz manzarasını her za manki soğukkanlılığıyla izliyordu. Yüzünü bir kez olsun ekşitmedi, oysa yirmi saatlik bir gecikme Yokohama'ya giden gemiyi kaçırmasına neden olup bahsi tehlikeye sokabilirdi. Ama sanki bü tün sinirleri alınmış gibi bu adam ne sabırsızlanı yordu ne de canını sıkıyordu. Sanki hesaplarında bu fırtınanın da yeri vardı, onu bekliyor gibiydi. Bu gecikmeyle ilgili yol arkadaşıyla konuşan Mrs. Auda onu eskisi kadar sakin buldu. Fix ise olup bitenlere aynı gözle bakmıyordu. Bu fırtına hoşuna gidiyordu. Hatta Rangoon fırtına karşısında kaçmak zorunda kalsaydı memnuni yeti sınırsız olacaktı. Bütün bu gecikmeler işine geliyordu, çünkü Mr. Fogg'u Hong-Kong'da bir kaç gün kalmaya zorlayacaktı. Kısacası şiddetli rüzgarıyla ve çetin yağmuruyla gök planına kat kıda bulunuyordu. Biraz hasta olduğu doğruydu, ama bunun ne önemi vardı! Mide bulantılarını saymıyor ve deniz tuttuğunda bedeninin kıvran masını önemsemiyordu. Ruhu uçsuz bucaksız bir memnuniyetle neşeleniyordu. Passepartout'ya gelince, bu sınav dönemini pek gizlemediği bir öfkeyle nasıl geçirdiği hayal edilebilir. Şu ana kadar her şey nasıl da yolunda gitmişti! Su ve toprak efendisinin emrinde gi biydi. Buharlı gemiler ve demiryolları ona itaat ediyordu. Rüzgar ve buhar yolculuğunu hızlan dırmak için işbirliği içindeydi. Artık hayal kırıklı ğının vakti miydi? Passepartout, bahisteki yirmi bin sterlin kendi cebinden çıkacakmış gibi soluk alamıyordu. Bu fırtına onu deli ediyor, bu yağ155
JULES VERNE
murlu rüzgar çileden çıkarıyordu, b aşkaldıran bu denizi kırbaçlamak istiyordu! Z avallı genç adam ! Fix kişisel mutluluğunu özenle gizledi ve iyi de yaptı çünkü Passepartout, Fix'in gizli mut luluğunu bilseydi muhtemelen Fix kötü dakika lar geçirirdi. Fırtına boyunca Passepartout Rangoon'un gü vertesinde kaldı. Geminin içinde bekleyemezdi; direklere tırmanıyordu, mürettebatı şaşırtıyordu ve bir maymun becerisiyle her şeye yardım edi yordu. Böyle çileden çıkmış bir adamı görünce gülmekten kendilerini alıkoyamayan gemi kap tanına, subaylara, denizcilere yüz kez durumu sorup durdu. Passepartout fırtınanın ne kadar sü receğini kesin bir şekilde bilmek istiyordu. Baro metreye bakması söyleniyordu ve barometre de bir türlü yükselmiyordu. Passepartout baromet reyi sallıyordu, ama hiçbir şey fayda etmiyordu; ne sallamaları ne de sorumsuz alete savurduğu sövgüler işe yarıyordu. Sonunda fırtına dindi. Denizin durumu 4 Ka sım günü değişti. Rüzgar güneye doğru iki çeyrek kadar kaydı ve tekrar ilerlemelerine elverişli bir hal aldı. Zamanla Passepartout sakinleşti. Gabya yelke ni ve alt yelkenler tekrar açıldı ve Rangoon şahane bir hızla yoluna koyuldu. Fakat kaybedilen zamanı yakalamak mümkün değildi. Herkes payına düşeni almak zorundaydı ve ayın altısında sabahın beşinde kara göründü. Phileas Fogg'un planlamasına göre gemi buraya beşinde varacaktı. Fakat şimdi altısında varmıştı. Bu da yirmi dört saatlik bir gecikme demekti ve 156
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ister istemez Yokohama'ya giden gemiyi kaçır mış olacaklardı. Saat altıda bir rehber pilot Rangoon ' a geldi ve dar boğazlardan geçerek gemi yi Hong-Kong Limanına kadar yönlendirmek için kaptan köprüsüne yerleşti.
Mürettebab şaşırtıyor ve her şeye yardım ediyordu ... 157
JULES VERNE
Passepartout bu adama Yokohama gemisinin Hong-Kong' dan ayrılıp ayrılmadığını sormak için sabırsızlanıyordu. Ama son ana kadar umudu nu korumak için sormaya cesaret edemiyordu. Bu endişelerini Fix'le paylaşmıştı, o da -kurnaz tilki- Mr. Fogg'un bir sonraki gemiye bineceğini söyleyerek onu teselli etmeye çalışmıştı. Bu da Passepartout'yu iyice çileden çıkarıyordu. Fakat Passepartout rehber pilota Yokohama gemisini sormaya cesaret edemese de, Mr. Fogg Bradshaw'una· danıştıktan sonra her zamanki sakinliğiyle rehber pilota Yokohama gemisinin Hong-Kong'dan ne zaman kalkacağını sordu. - Yarın, sabah gelgitiyle, diye cevap verdi reh ber pilot. - Hım! dedi Mr. Fogg hiç şaşırmış görünmeden. Orada bulunan Passepartout rehber pilota sa rılmak isterdi, oysa Fix adamın boynunu kırmak istedi. - O buharlı geminin adı nedir? diye sordu Mr. Fogg. - Carnatic, diye cevap verdi deniz rehberi. - O gemi dün yola çıkmayacak mıydı? - Öyleydi ama kazanlarından biri tamir gerektirdi, bu yüzden kalkışı yarına ertelendi, beyefendi. - Teşekkür ederim, diye cevap verdi Mr. Fogg ve otomatik adımlarıyla Rangoon'un salonuna döndü. Passepartout'ya gelince, rehber pilotun elini alıp hararetle sıkarak, "Beyefendi, çok iyi bir in sansınız! " dedi. *
yıllan arasında demiryollannın ve gemilerin kalkış saatlerini bildiren İ ngiliz çizelgesi -çn. 1839-1961
158
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Rehber pilot verdiği cevapların neden bu kadar samimi teşekkürlere yol açtığını muhtemelen an lamamıştı. Düdük sesiyle tekrar kaptan köşküne döndü, gemiyi Hong-Kong boğazını kalabalıklaş tıran yelkenlilerden, sallardan, balıkçı sandalla rından oluşan türlü çeşit geminin arasında yön lendirdi. Saat birde Rangoon demir atmış ve yolcular in meye başlamıştı. Bu durumda rastlantının Phileas Fogg'un le hinde geliştiğini kabul etmek gerekir. Kazanları nın tamir işlemi olmasaydı Carnatic 5 Kasım tari hinde yola çıkmış olacaktı ve Japonya'ya gitmek isteyen yolcular bir sonraki gemiye binebilmek için sekiz gün beklemek zorunda kalacaklardı. Mr. Fogg'un yirmi dört saatlik bir gecikmesi oldu ğu doğruydu ama bu gecikmenin yolculuğunun geri kalan kısmı için kötü sonuçları olmayacaktı. Aslında Yokohama ile San Francisco arasında Pasifik Okyanusunu geçen buharlı gemi Hong Kong gemisiyle doğrudan bağlantılıydı ve o gel meden yola çıkamazdı. Elbette ki Yokohama'da yirmi dört saatlik bir gecikme söz konusuydu, ama yirmi iki gün süren Pasifik yolculuğu sıra sında bu süreyi kapatmak kolay olacaktı. Böylece Londra' dan ayrıldığı tarihten otuz beş gün sonra Phileas Fogg, yirmi dört saatlik bir farkla kendi belirlediği programa uyuyor görünüyordu. Carnatic ertesi sabah beşten önce yola çıkma yacağına göre Mr. Fogg'un önünde işleriyle, yani Mrs. Auda'yla ilgili konularla ilgilenmesine ya rayacak on altı saati vardı. Gemiden iner inmez genç hanımın koluna girmiş ve tahtırevana gö159
JULES VERNE
türmüştü. Hamala gidebileceği bir otel sordu, o da Club Hotel'i söyledi. Arkasında Passepartout'yla tahtırevan yola koyuldu ve yirmi beş dakika son ra gidecekleri yere vardılar. Genç hanım için bir oda tutuldu ve Phileas Fogg kadının ihtiyaç duyacağı şeyleri ayarladı. Ardından Mrs. Auda'ya Hong-Kong'da yanında kalacağı akrabasını derhal aramaya koyulacağını söyledi. Bunun üzerine genç kadının otelde yal nız kalmaması için Passepartout'ya kendisi dö nene kadar otelde kalmasını söyledi. Centilmen Borsa'ya gitti. Burada şehrin en zengin tüccarlarından biri olan saygıdeğer Jejeeh mutlaka tanınırdı. Mr. Fogg'un görüştüğü bir simsar Parsi tüc carı tanıyordu. Ama bu kişi iki yıl önce Çin' den ayrılmıştı. Servet edindikten sonra Avrupa'ya yerleşmişti, bu beyin Çin' deyken ticari işlerini Hollanda'yla yaptığı için orada olduğu düşünülü yordu. Phileas Fogg Club Hotel'e döndü. Burada Mrs. Auda ile görüşme talep etti ve hemen konuya gi rip saygıdeğer Jejeeh'in artık Hong-Kong'da otur madığını ve anlaşılan Hollanda'ya yerleştiğini söyledi. Mrs. Auda ilk önce bir şey söylemedi. Elini al nına koydu ve bir iki dakika düşündü. Ardından yumuşak bir sesle: - Ne yapmalıyım Bay Fogg? dedi. - Çok basit. Avrupa'ya gitmelisiniz. - Ama size zahmet vermek . . . - Zahmet vermiyorsunuz ve yanımızda bulunmanız programıma engel olmuyor ... Passepartout? 160
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Efendim? diye cevap verdi Passepartout. - Carnatic ' e gidip üç kamara tutun. Son derece hoş olan genç hanımla birlikte yol culuklanna devam etmekten memnun kalan Pas separtout Club Hotel'den hemen ayrıldı.
161
XIX PASSEPARTOUT'NUN EFENDİSİNE DUYDUÖU AŞIRI İLGİ VE DEVAMINDA OLAN OLAYLAR
1842 yılındaki savaştan sonra yapılan Nanking Antlaşmasıyla İngiltere'ye verilen Hong-Kong bir adacıktan ibarettir. Birkaç yılda İngiltere'nin sö mürgeci dehası burayı önemli bir şehir haline ge tirmiş ve Victoria Limanını inşa etmişti. Bu ada Canton Nehrinin ağzında yer alıyor ve nehrin di ğer kıyısına inşa edilmiş olan Portekiz'in Maçao şehriyle arasında sadece altmış mil var. Hong Kong'un ticari rekabette Maçao'yu mutlaka yen mesi gerekiyordu ve günümüzde Çin transitleri İngiliz şehrinden geçiyor. Doklar, hastaneler, çift taraflı yük iskeleleri, depolar, gotik tarzda bir ki lise, bir "government-house"·, Arnavut kaldırımlı sokaklar, her şey sanki Kent veya Surrey yörele rindeki ticari kentlerden birinin yerküreyi delip neredeyse ters kutbunda bulunan Çin'in bu nok tasında çıkmış gibiydi. Passepartout elleri ceplerinde tahtırevanlara, Gökyüzü İmparatorluğunda hala rağbet gören *
Hükümet
binası -çn .
162
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
yelkenli el arabalarına ve yollarda koşuşturan Çinlilerden, Japonlardan ve Avrupalılardan olu şan bu kalabalığa bakarak Victoria Limanına git ti. Bu dürüst genç adam yolunun üstünde küçük, ufak tefek farklılıklarla hala Bombay'ı, Kalküta'yı veya Singapur'u görür gibiydi. Bütün dünyada bu şekilde bir sürü İngiliz şehri vardı. Passepartout, Victoria Limanına vardı. Burada, Canton Nehrinin ağzında İngiliz, Fransız, Ame rikan, Hollandalı, türlü çeşit ulusa ait savaş ve ticari gemileri, Japon veya Çin tekneleri, yelken liler, sempanlar, tankalar, hatta suyun üzerinde çiçek kareleri gibi duran çiçek-gemileri bile orayı kımıl kımıl doldurmuştu. Etrafta gezen Passepar tout, hepsi de ileri yaşta san giyinmiş birtakım yerli gördü. "Çin usulü" tıraş olmak için bir Çin berberinin dükkanına girince, iyi İngilizce konu şan berberden bu yaşlıların en az seksen yaşın da olduklarını ve bu yaşta İmparatorluğun rengi olan sarı renkli kıyafetleri giyebildiklerini öğren di. Passepartout, tam olarak nedenini bilmese de bunu çok komik buldu. Sakalı düzeltildikten sonra Carnatic'in yolcu aldığı limana gitti ve burada bir baştan öbür başa gidip gelen Fix'i fark etti; buna hiç şaşırmadı. Fa kat müfettişin yüzünden büyük bir hayal kırıklığı okunuyordu. "Anlaşılan, Reform Kulüp'teki beyefendiler için durum kötü," dedi kendi kendine Passepartout. Arkadaşının üzgün halini görmezlikten gele rek neşeli gülümsemesiyle Fix'e seslendi. Fakat müfettişin, Fogg'u takip eden korkunç şansa kızmakta haklı nedenleri vardı. Hala tutuk163
]ULES VERNE
lama emri gelmemişti! Tutuklama emrinin arka sından geldiği ve bu şehirde birkaç gün kalırsa kendisine ulaşacağı kesindi. Hong-Kong söz ko nusu güzergahın son İngiliz toprağı olduğuna göre onu burada tutamazsa Mr. Fogg kesin olarak elinden kaçacaktı.
Passepanout bazı yerliler fark etti ... 1 64
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Bay Fix, bizimle Amerika'ya gelmeye kararlı mısınız? diye sordu Passepartout. - Evet, diye cevap verdi Fix dişlerini sıkarak. - Hadi bakalım! diye haykırdı Passepartout yüksek sesli bir kahkaha atarak! Bizden aynla mayacağınızı biliyordum. Gelin, siz de yerinizi ayırtın. İkisi birlikte deniz taşımacılık bürosuna gir diler ve dört kişi için kamara tuttular. Orada bu lunan görevli Carnatic'in tamir işlerinin bittiğini, dolayısıyla haber verildiği gibi ertesi gün sabah değil de bu akşam saat sekizde geminin kalkaca ğını söyledi. - Mükemmel! diye cevap verdi Passepartout. Bu efendimin işine gelecek. Gidip onu haberdar edeyim. O an Fix aşın bir karar aldı. Passepartout'ya her şeyi anlatacaktı. Phileas Fogg'u birkaç gün Hong-Kong'da tutmanın tek yolu buydu belki de. Bürodan çıkarken Fix arkadaşına bir meyhane de bir şeyler içmeyi teklif etti. Passepartout'nun zamanı vardı. Fix'in davetini kabul etti. Limana bakan bir meyhane vardı. Çekici bir görünüyordu. Oraya girdiler. Geniş, güzel dekor edilmiş bir salondu, dip tarafında minderlerle süslü bir kamp yatağı vardı. Bu yatağın üzerinde dizilmiş uyuyan birkaç kişi vardı. Büyük s alonda otuz kadar müşteri örgülü
hasırdan ufak masalara yerleşmişlerdi. Kimisi -ale veya parter- İngiliz birası içiyordu, kimisi cin veya brandy türünden başka alkollü içe cekler içiyordu. Bununla birlikte çoğu kırmızı topraktan uzun pipolardan gül esansıyla karış165
JULES VERNE
tırılmış küçük afyon topçukları tüttürüyordu. Ardından z aman z aman bazı öfkeli afyon içici leri m asanın altına kayıyorlardı ve meyh anenin garsonları onları başlarından ve ayaklarından tutarak uzun yatağın üzerine, diğer arkadaş larının yanına taşıyordu. Sersemlemenin son derecesine varmış yirmi kadar keş yan yana di zilmişti. Fix ve Passepartout, İngiliz bezirganlığının yıl da iki yüz altmış milyon Franklık -insan doğası nın uğursuz zaaflarından kazanılan acınası mil yonlar- sattığı bu afyon denilen uğursuz uyuştu rucuyu alan sersemlemiş, zayıflamış, aptallaşmış zavallıların doldurdukları tütün içilen bir meyha neye girdiklerini anladılar. Çin hükümeti katı yasalarla bu istismarı ön lemeye çalışsa da çabalan fayda vermedi. İlk za manlar afyon imtiyaz sayılarak yalnızca zengin kesim tarafından kullanırken daha sonra en alt sınıflara kadar yayıldı ve felaketlere engel olmak imkansız hale geldi. İmparatorluğun her yerinde sürekli afyon tüketiliyor. Kadın, erkek herkes bu acınası tutkuya kendilerini bırakıyorlar ve bunu içmeye alıştıklarında afyonsuz yapamaz hale ge liyorlar, çünkü bu tütünden çekmediklerinde mi delerinde korkunç ağrılar baş gösteriyor. İyi bir içici günde sekiz pipo afyon içebiliyor, ama beş yıl içinde ölüyor. İşte Hong-Kong' da bile her yerde bulunan bu sayısız tütün içilen yerlerden birine bir şey ler içme niyetiyle girmişti Fix ve Passepartout. Passepartout'nun üzerinde para yoktu, ama baş ka bir zaman ve başka bir yerde karşılığını ver166
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
meyi düşünerek arkadaşının "nezaketli" teklifini kabul etti. Fransız'ın onurlandırmakta geri kalmadığı iki şişe Porto istendi; Fix'se, daha ihtiyatlı davrana rak, büyük bir dikkatle arkadaşını inceliyordu. Havadan sudan bahsettiler ve özellikle de Fix'in Carnatic ' e binmekle ne iyi ettiğini konuştular. Yola çıkış saati birkaç saat öne alınan bu buharlı gemiyle ilgili olarak Passepartout, şişeler de bo şalmış olduğuna göre efendisine haber vermek için ayağa kalktı. Fix onu tuttu. - Bir dakika, dedi. - Ne oldu, Bay Fix? - Sizinle ciddi bir meseleyi konuşmak istiyorum. - Ciddi bir mesele! diye haykırdı Passepartout bardağının dibinde kalan birkaç damlayı içerek. Yarın konuşalım. Şu an vaktim yok. - Bekleyin, diye cevap verdi Fix. Mesele efendinizle ilgili! Fix'in yüz ifadesi tuhaftı. Passepartout yerine oturdu ve: - Bana ne söyleyeceksiniz ? diye sordu. Fix eliyle arkadaşının kolunu tuttu ve sesini alçaltarak: - Kim olduğumu çözdünüz mü ? diye sordu. - Kahretsin! dedi Passepartout gülümseyerek. - Bu durumda size her şeyi itiraf edeceğim . . . - Her şeyi anladığımda mı dostum? B u pek de başarılı bir şey değil! Neyse, yine de anlatın. Ama her şeyden önce size söyleyeyim, bu beyefendiler boşu boşuna masrafa girdiler! 167
JULES VERNE
- Boşuna mı! dedi Fix. Ne kadar da rahat konu şuyorsunuz! Meblağın ne kadar olduğunu bilme diğiniz belli! - Olur mu, biliyorum elbette, diye cevap verdi Passepartout. Yirmi bin sterlin! - Elli beş bin, diye düzeltti Fix Fransız'ın elini sıkarak. - Ne! diye haykırdı Passepartout. Bay Fogg buna cesaret etmiş olabilir mi! . .. Elli beş bin ster lin! . .. İşte vakit kaybetmemek için bir neden daha, diye ekledi tekrar ayağa kalkarak. - Elli beş bin sterlin! diye tekrarladı Fix Passepartout'yu tekrar yerine oturmaya zorlaya rak ve bir brandy şişesi söyleyerek. Eğer başarır sam iki bin sterlinlik bir ödül alacağım. Bana yar dım ederseniz beş yüzü (12.500 Frank) sizin, ister misiniz? - Size yardım etmek mi? diye haykırdı Passe partout gözlerini ölçüsüzce açarak. - Evet, Bay Fogg'u Hong-Kong'da birkaç gün tutmama yardım edin! - Ne! Siz ne dediğinizin farkında mısınız? dedi Passepartout. Nasıl yani! Bu beyefendiler efen dimi takip ettirmekle, dürüstlüğünden kuşku duymakla yetinmeyip üstüne bir de engeller mi çıkartmak istiyorlar! Onların adına ben utandım! - Ne demek istiyorsunuz? diye sordu Fix. - Bunun son derece nezaketsizce bir şey olduğunu söylüyorum. Yapmışken Bay Fogg'u soy sunlar ve parayı doğrudan cebinden alsınlar! - Hah! İşte biz de bunu istiyoruz! - Bu bir tuzak! diye haykırdı Passepartout Fix'in bardağına doldurduğu ve kendisinin de 168
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
fark etmeden içtiği brandy'nin etkisiyle. Gerçek bir tuzak! Bir de bunlar centilmen olacaklar! Ar kadaş olacaklar! Fix artık hiçbir şey anlamamaya başlamıştı. - Arkadaşlan! Reform Kulüp'ün üyeleri! diye haykırdı Passepartout. Şunu bilin Bay Fix, efen dim dürüst bir insan ve bir bahis söz konusuysa bunu meşru yollardan kazanmayı öngörür. - Hayda! Siz kim olduğumu sanıyorsunuz? diye sordu Fix Passepartout'ya dik dik bakarak. - Kim olacaksınız! Efendimin güzergahını de netlemekle görevli Reform Kulüp'ün bir muhbi ri! Ki inanın bu son derece aşağılayıcı bir durum! Bu yüzden de kim olduğunuzu öğrensem de Bay Fogg'a bunu söylemedim! - Hiçbir şey bilmiyor mu? diye sordu Fix ace leyle. - Bilmiyor, diye cevap verdi Passepartout bir bardağı daha kafaya dikerek. Müfettiş elini alnına götürdü. Tekrar konuş maya başlamadan önce tereddüt etti. Ne yapma lıydı? Passepartout samimi görünüyordu, ama bu onun planlannı daha da zorlaştınyordu. Bu genç adamın söylediklerine inandığı ve efendisinin or tağı olmadığı -ki Fix asıl bundan çekiniyordu- ke sin gibiydi. "Bu durumda, madem ki efendisinin suç ortağı değil, o zaman bana yardım edecek," dedi kendi kendine. Müfettiş ikinci kez karar almıştı. Zaten artık bekleyecek vakti kalmamıştı. Her ne pahasına olursa olsun Fogg'u Hong-Kong' da tutuklaması gerekiyordu. 169
JULES VERNE
- Dinleyin, dedi Fix kısık bir sesle, iyice dinle yin beni. Sizin sandığınız kişi, yani Reform Kulüp üyelerinin bir muhbiri değilim . . . - Peh! dedi Passepartout alaycılıkla bakarak. - Polis müfettişiyim ve Metropol için bir görevdeyim . . .
"Dinleyin," dedi Fix kısık bir sesle. 1 70
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Siz . . . Polis müfettişi! . . . - Evet ve bunu kanıtlayabilirim, diye devam etti Fix. Buyurun görev kağıdım. Müfettiş cüzdanından bir kağıt çıkartarak em niyet müdürünün imzaladığı bir özel görev evra kını arkadaşına gösterdi. - Bay Fogg'un yaptığı bahis, siz ve Reform Ku lüp'teki arkadaşlarının kandığı basit bir bahane, çünkü farkına varmadan onun suç ortağı olmanı za ihtiyacı vardı. - Ama niye? . . . diye haykırdı Passepartout. - Beni dinleyin. Geçtiğimiz 28 Eylül günü eşkali belirlenen bir adam İngiltere Bankasından elli beş bin sterlin çaldı. Bakın, bu kişinin eşkali şöyle ve tamı tamına Bay Fogg'a uyuyor. - Yapmayın! diye haykırdı Passepartout masa sına güçlü yumruğuyla vurarak. Efendim yeryü zünün en dürüst insanıdır! - Nereden biliyorsunuz ? diye karşılık verdi Fix. Onu tanımıyorsunuz bile! Yola çıktığı gün onun hizmetine girdiniz ve yanına büyük miktarda banknot şeklinde para alarak bavulsuz, saçma sapan bir bahaneyle alelacele yola çıktı. Ve siz onun dürüst birisi olduğunu savunmaya cesaret ediyorsunuz! - Evet! Evet! diye tekrarlıyordu istem dışı bir şekilde. - Onun suç ortağı olarak tutuklanmak istiyor musunuz ? Passepartout başını ellerinin arasına almıştı. Onu tanımak mümkün değildi. Polis müfettişine bakmaya cesaret edemiyordu. Phileas Fogg bir hırsız, o ki Auda'nın kurtarıcısı, cömert ve cesur 171
JULES VERNE
adam! Ama ona yönelik böyle tahminler vardı! Passepartout zihnine usulca sızan kuşkuyu de fetmeye çalışıyordu. Efendisinin suçlu olabilece ğine inanmak istemiyordu. - Neyse, benden ne istiyorsunuz ? diye sordu polis müfettişine olağanüstü bir çabayla kendisi ne hakim olmaya çalışarak. - Şöyle ki, diye cevap verdi Fix, Bay Fogg'u buraya kadar takip ettim, ama Londra' dan iste diğim tutuklama emri henüz bana ulaşmadı. Bu yüzden onu Hong-Kong'da tutmama yardım etmeniz lazım . . . - Ben! Onu . . . - Ve İngiltere Bankasının söz verdiği iki bin sterlinlik ödülü sizinle paylaşacağım! - Asla! diye cevap verdi Passepartout. Ayağa kalmaya çalışsa da tekrar sandalyesine düştü, aklını ve gücünü yitirdiğini hissediyordu. - B ay Fix, söylediklerinizin hepsi doğru olsa bile, efendim aradığınız hırsız olsa bile, ki bunu kabul etmiyorum . . . Onun hizmetindeydim . . . hiz metindeyim . . . onu iyi kalpli ve cömert birisi ola rak gördüm. . . Ona ihanet etmek . . . asla . . . bütün dünyanın altınını verseler de hayır . . . Biz köyü müzde yediğimiz tabağa tükürmeyiz! - Reddediyorsunuz yani? - Reddediyorum. - Peki, hiçbir şey söylemediğimi varsayalım, diye cevap verdi Fix. Hadi içelim. - Evet, içelim! Passepartout gitgide sarhoş olduğunu hisse diyordu. Fix onu ne pahasına olursa olsun efen disinden ayırmak gerektiğini anladığı için onu 172
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
saf dışı bırakmak istiyordu. Masanın üzerinde afyonla dolu birkaç pipo vardı. Fix onlardan bi rini Passepartout'nun eline sıkıştırdı, Passeparto ut pipoyu eliyle tuttu, ağzına götürdü ve bir iki fırt çektikten sonra uyuşturucunun etkisiyle başı ağırlaşmış vaziyette masaya yığıldı. - Nihayet, dedi Fix Passepartout'nun kendin den geçtiğini görünce. Bay Fogg Carnatic'in yola çıkacağını vaktinde haber alamayacak, yola çı karsa da, en azından bu lanet olası Fransız olma dan çıkmış olur. Hesabı ödedikten sonra oradan çıktı.
173
xx •
FIX'IN DOGRUDAN PHILEAS FOGG'LA İLETİŞİME GEÇTİÖİ BÖLÜM v
Geleceğini ciddi şekilde tehlikeye sokacak bu olaylar olurken Mrs. Auda'ya eşlik eden Mr. Fogg, İngiliz şehrinin sokaklannda geziyordu. Mrs. Autla onu Avrupa'ya kadar götürme tekli fini kabul ettiğinden beri Mr. Fogg böylesi uzun bir yolculuğun içerdiği tüm ayrıntılan düşünmüş olmalıydı. Kendisi gibi bir İngiliz'in elinde bir çantayla devri alem etmesi olabilecek bir şeydi, ama bir kadının böyle bir yolculuğu bu koşullarda gerçekleştirmesi mümkün değildi. Bu yüzden de yolculuk için gerekli kıyafetler ve eşyalar alınma sı gerekiyordu. Mr. Fogg kendisine özgü sakinli ğiyle görevini yerine getirdi ve bunca nezaketten dolayı biraz mahcup kalan genç dul kadının her özrüne veya itirazına değişmez şekilde şöyle ce vap verdi: - Yolculuğum için bunlar gerekli, hepsi prog ramımda yer alıyor. Alışveriş işleri tamamlandıktan sonra Mr. Fogg ve genç kadın otele döndüler ve ihtişamla servis edilen akşam yemeğini otelde yediler. Ardından 1 74
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Mrs. Auda, biraz yorgun olduğu için soğukkanlı kurtarıcısının elini "İngiliz" usulünce sıktıktan sonra odasına çıktı. Saygıdeğer beyefendiyse bütün akşam Times ve Illustrated Landon News 'u okumaya daldı. Bir şeylere şaşıracak bir kişi olsaydı, muhte melen uşağının yatma saatinde görünmemesi ne şaşırırdı. Fakat Yokohama gemisinin Hong Kong için yarın s abahtan önce yola çıkmayaca ğını bildiği için onun gelmeyişini dert etmedi. Ertesi gün Mr. Fogg zili çaldığınd a Passepartout gelmedi. Saygıdeğer beyefendi uşağının hiç otele dön mediğini öğrenince ne düşündü, kim bilir. Mr. Fogg çantasını almakla yetindi, Mrs. Auda'ya yola çıkacaklarını haber verdirdi ve bir tahtırevan çağ rılmasını istedi. Saat sekizdi ve Carnatic'in boğazdan çıkmasını sağlayacak denizin yükselmesi saat dokuz buçuk olarak belirtilmişti. Tahtırevan otelin kapısına vardığında, Mr. Fogg ve Mrs. Auda konforlu araca bindiler ve eş yaları arkalarından bir el arabasıyla onları takip etti. Yarım saat sonra yolcular limana vardılar ve burada Mr. Fogg Carnatic'in bir önceki gün yola çıktığını öğrendi. Hem gemiyi hem de uşağını burada bulacağı nı düşünen Mr. Fogg her ikisinden de vazgeçmek zorunda kaldı. Ama yüzünde hayal kırıklığına dair hiçbir iz yoktu ve Mrs. Auda ona endişeyle bakınca şöyle cevap vermekle yetindi: - Bu sadece ufak bir karışıklık, hanımefendi. 175
JULES VERNE
O an onu dikkatle inceleyen bir adam ona doğ ru yaklaştı. Müfettiş Fix'ti. Mr. Fogg'u selamladı ve ona şöyle dedi: - Siz de, beyefendi, benim gibi dün gelen Rangoon 'un yolcularından mısınız ? - Evet, beyefendi, diye soğuk bir sesle cevap verdi Mr. Fogg, ama sizinle . . . - Özür dilerim, uşağınızı burada bulurum diye düşünmüştüm. - Nerede olduğunu biliyor musunuz beyefen di? diye sordu heyecanla genç kadın. - Nasıl? Sizinle değil mi? dedi Fix şaşırmış gibi yaparak. - Hayır, diye cevap verdi Mrs. Auda. Dün ak şamdan beri görünmedi. Bizsiz Carnatic ' e binmiş olmasın? - Sizsiz mi hanımefendi. . . diye cevap verdi müfettiş. Affınıza sığınarak şunu sormak istiyo rum, yoksa siz de mi bu gemiyle yola çıkacaktı nız? - Evet, beyefendi. - Ben de öyle, hanımefendi, ama gördüğünüz gibi hayal kırıklığına uğradım. Carnatic ' deki ta mir erken bitince kimseye haber vermeden on iki saat önce Hong-Kong'a doğru yola çıkmış , biz de bir sonraki gemiye binmek için sekiz gün bekle mek zorunda kalacağız. Fix bu "sekiz gün" kelimelerini söylerken kal binin sevinçten yerinden oynadığını hissetti. Se kiz gün! Fogg sekiz gün Hong-Kong' da kalacaktı! Tutuklama emrinin kendisine ulaşması için bu süre yeterli olacaktı. Nihayet şans yasayı temsil eden bu adamın yüzüne gülmeye başlamıştı. 176
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Phileas Fogg'un sakin sesiyle şöyle dediğini işittiğinde başından nasıl kaynar sular indiğini bir de siz düş ün ün: Fakat Hong-Kong Limanında sanırım Carnatic'in dışında da gemiler de var. Mr. Fogg, Mrs. Auda'nın koluna girerek yola çı kacak gemilere bakmak için doklara doğru ilerledi. Fix afallamış bir şekilde onları takip etti. Sanki bir ip onu bu adama bağlıyordu. Yine de şans şimdiye kadar hizmet ettiği kişiyi terk etmiş gibiydi. Phileas Fogg üç saat boyunca limanın altını üstüne getirdi, Yokohama'ya git mek için gerekirse bir gemi kiralamaya bile ha zırdı, ama ya yükleme yapılan ya da yükü boşaltı lan, yani hemen yola çıkabilecek durumda olma yan gemiler gördü. Fix tekrardan umut etmeye başlamıştı. Yine de Mr. Fogg yılmıyordu; gerekirse Maçao'ya kadar araştırmalarını sürdürmeye bile hazırdı ki dış limanda bir denizci ona seslendi: - Saygıdeğer beyefendi bir gemi mi arıyor? diye sordu denizce şapkasını çıkartarak. - Yola çıkmaya hazır bir geminiz var mı? diye sordu Mr. Fogg, - Evet, efendim, bir kılavuz gemi, 43 numara, filotillanın en iyisi. - Hızlı mı? - Yaklaşık sekiz ile dokuz mil arasında. Görmek ister misiniz ? - Evet. - Beyefendi memnun kalacak. Denizde gezi mi yapacaksınız ? - Hayır. Yolculuk. 177
JULES VERNE
- Yolculuk mu? - Beni Yokohama'ya götürebilecek misiniz ? Denizci bu sözleri işitince kollarını bıraktı, gözleri fal taşı gibi açıldı. - Beyefendi şaka yapıyor olmalı! dedi adam.
"Saygıdeğer beyefendi gemi mi arıyor?" 178
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Hayır! Carnatic'i kaçırdım ve San Francis co gemisini yakalayabilmek için en geç 14'ünde Yokohama'da olmam lazım. - Üzgünüm, ama bu mümkün değil, dedi kap tan. - Size günlük yüz sterlin (2500 Frank) ve vaktinde oraya varırsam da iki yüz sterlin vereceğim. - Gerçekten mi? diye sordu kaptan. - Gerçekten, diye cevap verdi Mr. Fogg. Kaptan bir kenara çekildi. Böyle büyük bir meblağ kazanmak arzusuyla bu kadar uzağa git me endişesi arasında kalmış olarak denize bakı yordu. Fix ölümcül kaygılar içerisindeydi. O sıra Mr. Fogg, Mrs. Auda'ya dönmüştü. - Umarım korkmazsınız hanımefendi, dedi ka dına. - Sizinle birlikte olduktan sonra, hayır, Bay Fogg, diye cevap verdi genç kadın. Kaptan tekrar beyefendinin yanına gelmiş, elinde şapkasını evirip çeviriyordu. - Söyle kaptan, dedi Mr. Fogg. - Yani, saygıdeğer beyefendi, yirmi tonilatoluk bir gemiyle ve yılın bu döneminde ne adamları mı, ne kendimi ne de sizi bu kadar uzun bir yol culukta riske atabilirim. Zaten vaktinde varama yız, çünkü Hong-Kong'dan Yokohama'ya bin altı yüz elli mil var. - Bin altı yüz sadece, dedi Mr. Fogg. - Aynı şey. Fix derin nefes aldı. - Ama belki başka türlü bir yol bulabiliriz, diye ekledi kaptan. Fix artık nefes alamıyordu. 179
JULES VERNE
- Nasıl? diye sordu Phileas Fogg. - Japonya'nın güney ucunda bulunan Nagazaki'ye ya da Hong-Kong'a sadece sekiz yüz mil uzaklıkta olan Şangay'a gidebiliriz. Şangay'a gi dersek Çin kıyılarından uzaklaşmayız, bu da bi zim için büyük bir avantaj sağlayacaktır, üstelik oradaki akıntı kuzey yönünde. - Kaptan, Amerikan gemisine Yokohama'da binmek istiyorum, Şangay'da veya Nagazaki'de değil, diye cevap verdi Phileas Fogg. - Neden olmasın? diye cevap verdi kaptan. San Francisco gemisi Yokohama'dan kalkmıyor. Yokohama'da ve Nagazaki'de mola veriyor, asıl kalkış limanı Şangay' da. - Söylediklerinizden emin misiniz ? - Kesinlikle. - Peki gemi Şangay' dan ne zaman ayrılıyor? - Ayın 11'inde, akşam yedide. Dolayısıyla önümüzde dört günümüz var. Dört gün, yani doksan altı saatimiz, yaklaşık olarak saatte sekiz mil yapabili riz, eğer her şey yolunda giderse, rüzgar da güney doğudan eserse, deniz de sakin olursa, Şangay'la aramızda bulunan sekiz yüz mili geçebiliriz. - Ne zaman yola çıkabilirsiniz ? - Bir saat içinde. Erzak alıp gemiyi hazırlayacak kadar kısa bir süre. - Anlaştık . . . Geminin sahibi siz misiniz ? - Evet, John Bunsby, Tankadere'in sahibi. - Kapora ister misiniz ? - Beyefendi için bir sakıncası yoksa. - Buyurun iki yüz sterlin . . . Beyefendi, siz de, bu fırsatı değerlendirmek ister misiniz . . . diye ek ledi Phileas Fogg Fix'e dönerek. 1 80
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Beyefendi, ben de sizden bunu rica edecek tim, diye cevap verdi kararlı bir şekilde Fix. - Pekiyi. Bu durumda yarım saat sonra gemide oluruz. - Ama o zavallı genç adam . . . dedi Passepar tout'nun ortadan kayboluşundan dolayı çok en dişelenen Mrs. Auda. - Onun için elimden geleni yapmaya çalışaca ğım, diye cevap verdi Phileas Fogg. Fix öfkeden patlamak üzere, iyice kudurmuş olarak kılavuz gemiye giderken, Mr. Fogg ve Mrs. Auda birlikte Hong-Kong emniyet bürosuna gitti ler. Burada Phileas Fogg Passepartout'nun eşkali ni verdi ve İngiltere'ye dönmesine yetecek kadar para bıraktı. Aynı işlemi Fransız elçiliğinde de yaptı, ardından tahtırevan onları eşyalarını alma ları için otele kadar götürdükten sonra yolcuları dış limana tekrar getirdi. Saat üçtü. 43 numaralı kılavuz gemi, mürette batıyla, yüklenen erzakla demir almaya hazırdı. Tankadere yirmi tonilatoluk, ön kısmı sivri, yan ları geniş, su çizgisi oldukça uzun, iki direkli şirin, minik bir gemiydi. Yarış yatlarına benziyordu. Bakırının parlak, demirlerinin galvanize edilmiş, beyaz güvertesinin fildişi kadar bembeyaz olma sı gemi sahibi John Bunsby'nin gemi bakımından anladığını gösteriyordu. İki direği hafif arkaya yaslanıyordu. Randa yelkeni, mizana yelkeni, trinketa yelkeni, flokları ve üst direk yelkenleri vardı ve arkadan esen rüzgar için bir servet dona tabilirdi. Muhteşem bir şekilde ilerliyor olmalıydı ve aslında kılavuz gemiler "yarışmalar"ında bir kaç ödül kazanmıştı. 181
JULES VERNE
Tankadere'in mürettebatı John Bunsby'den ve dört adamdan oluşuyordu. Hava nasıl olursa ol sun gemileri aramak için maceraya atılan ve bu denizleri fevkala de tanıyan şu cengaver denizci lerdendiler. Aşağı yukarı kırk beş yaşında, güçlü kuvvetli, güneşten dolayı iyice kararmış, gözü çakmak çakmak, yüzü enerjik, sağlıklı, işinde iyi olan John Bunsby en ürkek insanda bile güven uyandırıyordu. Phileas Fogg ve Mrs. Autla gemiye bindiler. Fix önceden gelmişti. Geminin arka merdiveninden yuvarlak bir divanın üstünde duvarları çerçeve şeklinde genişleyen kare bir odaya iniliyordu. Ortada bir lambanın aydınlattığı bir masa vardı. Oda ufak ama temizdi. -Size daha iyi bir şey sunamadığım için üzgü nüm, dedi Mr. Fogg cevap vermeden eğilen Fix'e. Polis müfettişi Mr. Fogg'un iyiliklerinden ya rarlanırken kendini aşağılanmış gibi hissedi yordu. "Kesin çok kibar bir alçak, ama yine de alçağın teki ! " diye düşündü. Saat üçü on geçe yelkenler çekildi. İngiliz bay rağı geminin ucunda dalgalanıyordu. Yolcular güvertede oturuyordu. Mr. Fogg ve Mrs. Autla bel ki Passepartout'yu görürler diye son bir kez lima na baktılar. Fix kaygılıydı, çünkü zavallı genç adam te sadüfen limanın bu kısmına gelebilir ve pek de müfettişin lehinde olmayacak bir açıklama yapa bilirdi. Ama Fransız görünmedi ve muhtemelen hala onu sersemleten uyuşturucunun etkisi al tındaydı. 182
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
"Size daha iyi bir şey sunamadığım için üzgünüm."
Nihayet gemi sahibi John Bunsby denize açıldı ve rüzgarı randa yelkeninden, mizana yelkenin den ve floklarından aldığı için Tankadere dalgalar üzerinde sıçrayarak hızlıca ilerledi. 183
XXI TANKADERE'IN SAHiBiNiN İKİ YÜZ STERLİNLİK ÖDÜLÜ TEHLİKEYE ATTIÖI BÖLÜM '
.
.
.
.
Yirmi tonilatoluk bir gemiyle ve özellikle de yılın bu döneminde sekiz yüz millik bir yolculuk gerçekten de maceralı bir yolculuktu. Özellikle ekinoks zamanında korkunç rüzgarlara maruz kalan bu Çin denizleri genelde çok berbattı ve he nüz kasım ayının başındaydılar. Gün başına para aldığı için yolcularını Yokohama'ya kadar götürmek kaptan için daha avantajlı olurdu. Ama bu koşullarda böyle uzun bir yolculuğa atılmak büyük bir temkinsizlik olacaktı. Şu var ki John Bunsby, dalgalar üze rinde bir ebegümeci gibi yükselen Tankadere'ine güveniyordu ve belki de ona güvenmekte haksız değildi. O günün son saatlerinde Tankadere, Hong Kong'un kaprisli boğazlarında ilerledi ve kıyıya yakın veya arkadan esen rüzgarla son hızla muh teşem bir şekilde götürdü. - Size elinizden geldiğince hızlı gitmenizi tem bih etmeme gerek yok sanının, dedi Phileas Fogg gemi açık denize girdiğinde. 184
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Saygıdeğer efendim, bana güvenin, diye cevap verdi John Bunsby. Yelkenler açısından rüzgarın taşımamıza izin verdiği kadar rüzgar ta şıyoruz. Üst direk yelkenlerini açmanın bir fayda sı olmaz, üstelik açarsam bu yelkenler geminin ilerleyişine zarar vererek sadece gemiye üstten baskı uygulayacak.- Bu sizin mesleğiniz kaptan, benimki değil, bu işi size bırakıyorum. Phileas Fogg, dik durmuş, bacakları aralıklı, bir denizci gibi sağlam, dalgalı denize tepkisizce ba kıyordu. Arka tarafta oturan genç kadın, kırılgan bir gemide meydan okuduğu, akşamın alacaka ranlığıyla kararmış bu okyanusa bakarak duy gulanmıştı. Başının üstünde büyük kanatlar gibi onu uzamın içinde taşıyan beyaz yelkenler ka barmıştı. Rüzgarın havaya kaldırdığı küçük gemi sanki havada uçuyor gibiydi. Gece çöktü. Ay ince hilal biçimindeydi ve ye tersiz ışığı ufkun sislerinde kaybolacaktı. Doğu dan gelen bulutlar gökyüzünün bir kısmını işgal etmeye başlamıştı. Kaptan konum ışıklarını yakmıştı, karaya ya kın yerlerde pek çok geminin gezindiği bu deniz lerde bu önlemi mutlaka almalıydı. Başka gemi lerle karşılaşmaları nadir bir durum değildi ve ol dukça hızlı ilerleyen gemi en ufak bir çarpışmada parçalanabilirdi. Fix geminin ön tarafında düşüncelere dalmış tı. Fogg'un pek konuşkan olmadığını bildiği için onlardan ayn bir yerde duruyordu. Zaten yardım larını kabul ettiği bu adamla konuşmak onu tik sindiriyordu. Aynı zamanda geleceği de düşünü yordu. Bay Fogg'un Yokohama'da durmayacağı, 185
JULES VERNE
cezasız ve güvende olacağı Amerika'ya ulaşmak için San Francisco'ya gidecek bir gemiye derhal bineceği kesin görünüyordu. Phileas Fogg'un pla nı ona çok basit görünüyordu.
Arka tarafta oturan genç kadın duygulanmıştı. 186
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Sıradan bir alçak gibi doğrudan İngiltere' den Birleşik Devletlere giden bir gemiye bineceği yer de bu Fogg, polisin izini yitirmesini sağladıktan sonra bankanın milyonunu rahat rahat yiyeceği Amerika kıtasına daha güvenli bir şekilde varmak için yerkürenin dörtte üçünü katetmişti. Ama Birleşik Devletlere vardığında Fix ne yapacak tı? Bu adamı kendi haline mi bırakacaktı? Hayır, bin kere hayır! İade karan çıkana kadar ondan bir adım bile ayrılmayacaktı. Bu onun göreviydi ve sonuna kadar bu görevin peşinden gidecekti. Ne var ki iyi bir olay olmuştu: Passepartout artık efendisinin yanında değildi ve özellikle de Fix'in onunla paylaştığı sırdan sonra efendiyle uşağın bir daha asla bir araya gelmemesi gerekiyordu. Phileas Fogg tuhaf bir şekilde ortadan kaybolan uşağını düşünmüyor değildi. İyice düşündükten sonra bir yanlış anlama sonucunda zavallı genç adamın son anda Carnatic'e binmiş olma ihtimali geldi aklına. Ona çok şey borçlu olan ve onun gibi dürüst bir uşağı özleyen Mrs. Auda'nın düşüncesi de bu yöndeydi. Böylece onu Yokohama'da bula bilirlerdi ve Carnatic'le oraya gittiyse bunu öğren mek kolay olacaktı. Saat ona doğru rüzgar şiddetlenmeye baş lamıştı. Belki de yelkenlerin köşelerini boğarak yüzeylerini küçültmekte fayda vardı, ama kap tan gökyüzünü büyük bir titizlikle inceledik ten sonra yelkenleri oldukları gibi bıraktı. Zaten Tankadere'in su içi derinliği büyük olduğundan yelkenleri iyi taşıyordu ve yel çevrimi olması du rumunda her şey yelkenleri hızlıca indirmek için hazırdı. 187
JULES VERNE
Saat gece on ikide Phileas Fogg ve Mrs. Auda kamaralarına indiler. Fix onlardan önce kendi ka marasına inmiş ve yataklardan birine uzanmıştı. Kaptan ve adamlarına gelince, onlar bütün gece güvertede kaldılar. Ertesi gün, 8 Kasım'da, güneş doğarken gemi yüz milden fazla yol almıştı. Sık sık denize atılan hız ölçer ortalama hızın sekiz ile dokuz mil ara sında olduğunu gösteriyordu. Bütün rüzgarı taşı yan Tankadere'in yelkenleri gevşekti ve bu şekilde azami hızına ulaşabiliyordu. Rüzgar bu şekilde devam ederse bütün talih ondan yanaydı. O gün boyunca Tankadere akıntıları kendisine fayda sağlayan kıyıdan fazla uzaklaşmadı. İskele yönünden en fazla beş mil uzaklıktaydı ve düzen siz bir silueti olan bu kıyı ara sıra güneş açtığında belli belirsiz görünüyordu. Rüzgar karadan estiği için deniz fazla hareketli değildi: Bu da gemi için çok iyi bir durumdu, çünkü küçük tonilatoluk ha fif gemiler hızlarını kesen, denizcilerin ifadesini kullanacak olursak "onları öldüren" dalgalardan daha çok sıkıntı çekiyordu. Öğlene doğru rüzgar biraz azaldı ve güneydo ğuya kaydı. Kaptan direk üstü yelkenlerini açtırdı, ama iki saat sonra onlan tekra r indirmek gerek ti, çünkü rüzgar yeniden sertleşmişti. Kendilerini deniz tutmadığı için Mr. Fogg ve genç kadın gemi deki konservelerden ve peksimetlerden yediler. Fix de yemeklerini paylaşmaya davet edildi, ge miler gibi mideleri de doldurmak gerektiğini bildi ği için bu daveti kabul etmek zorunda kaldı, ama bu durum onu yaralıyordu! Bu adamın parasıyla yolculuk etmek, onun erzakıyla karnını doyur188
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
mak, bunlar onun için pek dürüstçe şeyler değildi. Yemeğini yedi, ayak üstü de olsa yemiş oldu. Böylece yemek bitince Bay Fogg'u bir kenara çekip şunlan söylemesi gerektiğini düşündü: - Beyefendi ... Bu "beyefendi" kelimesi ağzından zor çıkıyor du ve bu "beyefendiyi" yakasından tutup tutukla mamak için kendine zor hakim oluyordu. - Beyefendi, bu yolculuk için beni de yanınıza aldığınız için mahcup durumdayım. Ama benim parasal kaynaklanın sizin gibi rahat davranma ma olanak vermese de, en azından bana düşen payı vermek istiyorum . . . - Bunlardan bahsetmeyelim, beyefendi, diye cevap verdi Bay Fogg. - Olur mu, ben . . . - Hayır, beyefendi, dedi karşılık kabul etmeyen bir ses tonuyla Mr. Fogg. Bunlar benim genel gi derlerimde zaten yer alıyor! Fix önünde eğilip oradan aynldı, boğuluyor gi biydi, geminin ön kısmına uzandı ve o gün bo yunca tek bir kelime etmedi. O sıra çok hızlı ilerliyorlardı. John Bunsby umutluydu. Birkaç kez Mr. Fogg'a Şangay'a vak tinde varacaklannı söyledi. Buna cevap olarak Mr. Fogg ise sadece bunu umduğunu söyledi. Za ten küçük geminin bütün mürettebatı işini yü rekten yapıyordu. Ödül bu dürüst insanların işta hını kabartmıştı. Bu yüzden yelkenlerin yönünü belirlemeye yarayan her halat büyük bir titizlik le gerildi! Yelkenlere gerekli sertliği vermek için her bir halat sağlamca gerildi! Dümendeki adam eleştirilebilecek en ufak bir yana sapmaya neden 189
JULES VERNE
olmadı! Royal-Yatch-Club'ın bir kadırgası bile bu kadar büyük bir ciddiyetle manevra edilmemiştir. Akşam kaptan hız ölçerle Hong-Kong' dan beri iki yüz yirmi mil gidildiğini ölçmüştü ve Phileas Fogg Yokohama'ya vardığında programına her hangi bir gecikmeyi not etmemeyi umut edebilir di. Böylece Londra'dan yola çıktığından beri kar şılaştığı ilk ciddi gecikme muhtemelen ona zarar vermeyecekti. Geceleyin, sabahın ilk saatlerine doğru Tankadere, Büyük Formoza· Adasını Çin kıyısın dan ayıran ve Yengeç Dönencesini kesen Fo-Kien Boğazına girmiş oldu. Bu boğazda deniz çok sertti ve ters akıntıların oluşturduğu burgaçlar vardı. Küçük gemi yorucu olmaya başlamıştı. Kısa dal galar hızını kesiyordu. Güvertede ayakta durmak epey zorlaşmıştı. Günün ağarmasıyla rüzgar daha çok sertleşti. Gökyüzünde rüzgar daha da hızlanacak gibi gö ründü. Kaldı ki barometre çok yakında atmosfer de değişiklikler olacağına işaret ediyordu; günlük ilerlemesi düzensizdi ve cıva kaprisli bir şekilde inip çıkıyordu. Aynı zamanda denizin "fırtına kokan" uzun dalgalar halinde güneydoğu tara fından yükseldiği fark ediliyordu. Bir gün önce
güneş okyanusun fosforlu parıltılarının ortasında kızıl sisler içinde batmıştı. Kaptan gökyüzünün bu kötü görünümünü uzun süre inceledi ve dişleri arasında anlaşıla maz şeyler mırıldandı. Bir anda yanında bulunan yolcusuna alçak sesle şöyle dedi: *
Tayvan'ın eski adı -çn. 190
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Size her şeyi söyleyebilir miyim beyefendi? - Her şeyi, diye cevap verdi Phileas Fogg. - Rüzgar çok hızlanacak. - Kuzeyden mi güneyden mi gelecek? diye sormakla yetindi Mr. Fogg. - Güneyden. Bakın. Orada bir tayfun oluşuyor! - Madem bizi doğru tarafa itecek, öyleyse güneyden bir tayfun gelsin, diye cevap verdi Mr. Fogg. - Madem olaya bu şekilde bakıyorsunuz, söy leyecek bir şeyim yok! diye cevap verdi kaptan. John Bunsby sezgisinde yanılmamıştı. Yılın daha erken bir döneminde ünlü bir meteoroloğun ifadesine göre tayfun elektrikli alevlerden bir ışık şelalesi gibi akardı, ama kış ekinoksunda şiddetli bir şekilde kopmasından endişe etmek gerekirdi. Kaptan gerekli önlemleri aldı. Geminin bütün yelkenlerini indirip bağlattı ve serenleri de güver teye çekti. Üst direk yelkenleri açıldı. Ek yelkenle ri çekmek için serenlere eklenen parçalar çıkartıl dı. Ambar kapaklan iyice kapatıldı. Artık geminin gövdesine tek bir damla su giremez durumdaydı. Gemiyi rüzgarı arkadan alacak şekilde tutmak amacıyla trinketa yelkeni görevi görmesi için ka lın bir kumaştan bir flok, yani üçgen şeklinde bir yelken çekildi sadece. Ve herkes bekledi. John Bunsby yolcularına kamaraya inmelerini tavsiye etmişti; neredeyse havadan yoksun dap daracık ve dalgaların sarsacağı bir yerde tutsak kalmanın hiç hoş bir yanı yoktu. Ne Mr. Fogg, ne Mrs. Auda ne de Fix güverteden ayrılmak istedi. Saat sekize doğru rüzgar ve yağmur fırtına sı gemiye vurdu. Küçücük kumaş parçasıyla 191
JULES VERNE Tan kadere, fırtına şeklinde estiğinde tam bir de
ğer verilmesi mümkün olmayan bu rüzgar tara fından tüy gibi havaya kalktı. Hızını buharlarının son hızıyla giden bir lokomotifin hızının dört ka tıyla karşılaştırırsak, yine de onun hızının altında kalmış oluruz. Gün boyunca gemi, korkutucu dalgalar üzerin de taşınarak, ne mutlu ki onların hızına eşit bir hız yakalayarak kuzeye doğru son hızla ilerledi. Arkasında yükselen sudan dağlar yirmi kez te pesinden aşağıya inecek gibi oldu. Ama kaptanın yaptığı ustaca bir dümen hareketi felaketi berta raf ediyordu. Serinkanlılıkla karşıladıkları deniz serpintisine bazen baştan aşağı maruz kalıyorlar dı. Muhtemelen Fix sövüp sayıyor olmalıydı, ama korkusuz Auda soğukkanlılığına hayran olduğu yol arkadaşından gözlerini ayırmadan ona layık davranıyor ve onun yanında fırtınaya meydan okuyordu. Phileas Fogg'a gelince, sanki bu tayfun programında yer alıyor gibiydi. O ana kadar Tankadere sürekli kuzeye doğru yol almıştı; ama akşama doğru, endişe edildiği gibi, rüzgar, çeyrek kadar kayarak kuzeybatıdan esmeye başladı. Bu yüzden gemi yan tarafını dal galara çevirdiği için korkunç bir şekilde sarsıldı. Dalgalar, geminin bütün parçalarının birbirine hangi sağlamlıkla bağlandığı bilinmediğinde kor kutmaya yetecek bir şiddetle gemiye çarpıyordu. Geceyle birlikte fırtına iyice şiddetlendi. Ka ranlığın çöktüğünü ve karanlıkla birlikte fırtına nın çoğaldığını görünce John Bunsby ciddi endi şelere kapıldı. Bir yerde konaklama vaktinin gelip gelmediğini düşünerek mürettebatına danıştı. 192
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
John Bunsby adamlarına danıştıktan sonra Mr. Fogg'un yanına yaklaştı ve şöyle dedi: - Saygıdeğer beyefendi, sanırım kıyıdaki li manlardan birine gitsek iyi olacak.
Tankadere bir tüy gibi havaya kalktı. 193
JULES VERNE
- Ben de öyle düşünüyorum, diye cevap verdi Phileas Fogg. - Öyle mi! H angisine gidelim? diye sordu kaptan. - Yalnızca tek bir liman biliyorum, diye cevap verdi sakince Mr. Fogg. - Ve o da . . . - Şangay. Kaptan bir süre bu cevabın ne anlama geldiği ni, nasıl bir dik kafalılık ve inat içerdiğini anlama mış gibiydi. Ardından şöyle haykırdı: -Elbette! Saygıdeğer beyefendi haklı. Şangay'a! Böylece Tankadere'in yönü değişmez şekilde kuzeye doğru tutuldu. Korkunç bir gece! Küçük geminin batmaması bir mucizeydi. İki kez daldı ve bağlama halatla rı eksik çıksaydı gemideki her şey sürüklenip yok olacaktı. Mrs. Auda bitkin haldeydi ama hiç şikayet etmedi. Birçok kez Mr. Fogg bir çok kez dalgaların şiddetine karşı Mrs. Auda'yı korumak için ona doğru koşmak zorunda kaldı. Gün yeniden doğdu. Fırtına aşın bir öfkeyle zincirlerinden kopmuş gibi devam ediyordu. O sıra rüzgar tekrar güneydoğudan esmeye başladı. Bu elverişli bir değişimdi ve Tankadere eski dalga ların rüzgarın oluşturduğu yeni dalgalara çarptığı parça parça bu denizde yeniden yol almaya baş ladı. Bu gemiden çok daha sağlam gemileri par çalayacak dalgaların çarpışmaları buradan ileri geliyordu. Kimi zaman yırtılan sisin arasında kıyı fark ediliyordu, ama ortalıkta tek bir gemi bile yoktu. Tankadere denizde ilerleyen tek gemiydi. 1 94
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Öğlen güneşin ufukta alçalmasıyla birlikte fır tınanın dineceğini gösteren belirtiler daha net bir şekilde göründü. Fırtınanın kısa sürmesi şiddetinden kaynak lanıyordu. Tamamen bitkin halde olan yolcular biraz yemek yiyip biraz da dinlenebildiler. Gece sakin sayılırdı. Kaptan alçak camadanda yelken açtırdı. Geminin hızı çok yüksekti. Ertesi gün, ayın 11'inde, gün ağarırken kıyının neresi ol duğu belirlendi ve John Bunsby Şangay'a yüz mil kaldığını söyleyebildi. Yüz mil kalmıştı ve bu mesafeyi katetmek için ellerinde yalnızca bugünleri vardı! Mr. Fogg Yo kohama gemisini kaçırmak istemiyorsa, akşam vakti Şangay'a varmış olması gerekiyordu. Birkaç saat kaybetmesine neden olan bu fırtına olma saydı şu an limana otuz mil uzaklıkta olacaktı. Rüzgar iyice hafiflemişti; neyse ki deniz de onunla birlikte sakinleşmişti. Gemi böylece tek rar yelkenlerini açabildi. Direk üstü yelkenler, istralyalar, karşıt floklar gemiyi alıp götürüyordu ve deniz de pruva bodos lamasının altında köpürüyordu. Öğlen vakti Tankadere Şangay'a kırk beş mil uzaklıktaydı. Yokohama gemisinin yola çıkmasın dan önce bu limana varmak için altı saati kalmıştı. Gemide endişe hakimdi. Her ne pahasına olursa olsun oraya varmak istiyorlardı. Herkes -muhtemelen Phileas Fogg hariç- sabırsızlıktan kalplerinin hızlıca çarptığını hissediyordu. Küçük geminin saatte ortalama dokuz mil gitmesi gere kiyordu ve rüzgar giderek azalıyordu! Düzensiz bir yeldi, her yandan esen kaprisli esinti dalgala195
JULES VERNE
rı gibiydi. Bu esintiler geçer geçmez deniz derhal düzleşiyordu. Fakat gemi öyle hafifti, ince kumaştan yel kenleri öyle yüksekti ki, gelip geçen bütün esin tileri yakalıyordu ve akıntının yardımıyla da John Bunsby saat altıda Şangay Nehrine kadar sadece on mil kaldığını ölçmüştü. Şangay şehri, nehrin ağzından en az on iki mil uzaklıktaydı. Saat yedide Şangay'a hala üç mil vardı. Kapta nın ağzından olağan üstü bir küfür kaçtı. . . İki yüz sterlin değerindeki ödülü kaybedecekleri kesindi. Mr. Fogg'a baktı. Mr. Fogg tepkisizdi, oysa o anda bütün serveti söz konusuydu . . . Aynı zamanda suyun yüzeyinde, dumanlı bir sorguçla taçlanmış uzun siyah bir gemi göründü. Belirlenmiş saatinde yola çıkmış olan Amerikan gemisiydi bu. - Kahretsin ! diye haykırdı John Bunsby düme ni çaresizce iterek. - İşaret! demekle yetindi Phileas Fogg. Bronzdan küçük bir top Tankadere'in önünde uzanmış duruyordu. Sisli havalarda işaret verme ye yarıyordu bu. Top ağzına kadar dolduruldu ama tam kaptan kızgın kömürü fitile değdireceği an : - Bayrağı yarıya indirin, dedi Mr. Fogg. Bayrak direğin yarısına kadar indirildi. Bu yar dım çağrısı demekti ve Amerikan gemisinin bunu fark edip geminin yanına gelmek için kısa bir sü reliğine yolundan ayrılacağı umut edilebilirdi. - Ateş ! dedi Mr. Fogg. Ve bronzdan küçük topun patlama sesi hava da gürledi. 196
XXll PASSEPARTOUT'NUN KUTUPLARDA BiLE OLSA CEBiNDE PARA TAŞIMASI GEREKTİGİNİ ANLADIGI BÖLÜM •
•
Carnatic Hong-Kong'dan 7 Kasım günü, ak
şam saat altı buçukta ayrıldığı için Japon top raklarına doğru tam güç ilerliyordu. Ticari mal larla ve yolcularla doluydu. Geride iki kamara boştu. Bunlar Mr. Phileas Fogg adına ayrılmış kam aralardı. Ertesi s abah ön kısımdaki insanlar, bir anda gözleri yarı afallamış , sendeleyerek yürüyen, saçları dağınık bir adamın ikinci sınıfın eşya de posundan çıkıp geminin yedek parçalarından birinin üstüne oturduğunu şaşkınlıkla gördüler. Bu yolcu Passepartout'nun ta kendisiydi. İşte olaylar şöyle gelişmişti: Fix tütün içilen meyhaneden ayrıldıktan bir kaç dakika sonra, meyhanenin iki garsonu derin
derin uyuyan Passepartout'yu olduğu yerden alıp uyuşturucu içenlere ayrılmış olan yatağa yatır mışlardı. Ama üç saat sonra rüyalarına girecek kadar Passepartout'nun peşini bırakmayan sabit bir düşünce onu uyandırmış ve uyuşturucunun 197
JULES VERNE
etkisine karşı mücadele etmesine neden olmuş tu. Görevini tamamlayamama düşüncesi bu ser semliğini sarsıyordu. Sarhoşların bulunduğu ya taktan ayrılmış ve sendeleyerek, duvarlara tutu narak, düşerek ve kalkarak, ama her zaman karşı konmaz şekilde tıpkı bir rüyadaymış gibi "Carna tic! Carnatic! " diye bağırarak bir tür içgüdüyle bu meyhaneden çıkmıştı. Buharlı geminin bacaları tütüyordu ve yola çıkmaya hazırdı. Passepartout'nun sadece birkaç adım atması yeterliydi. Kalkan köprüsüne atıldı, iskele kapısını geçti ve tam Carnatic palamarlarını çözdüğü an geminin ön tarafına bilincini kaybet miş şekilde düştü. Bu tür sahnelere alışık olan bir iki tayfa zavallı genç adamı ikinci sınıfların kamarasına indirmiş ti ve Passepartout ancak ertesi gün Çin toprakla rına yüz elli mil uzaklıkta uyandı. İşte bu yüzden o sabah Passepartout Carnatic'in güvertesinde bulunuyordu ve serin deniz havası nı derin derin içine çekiyordu. Bu temiz hava onu kendine getirdi. Düşüncelerini toparlamaya baş ladı ve bunu yapmak için de epey çaba sarf etti. Neyse ki bir önceki gün alanlan, Fix'in sırrını, tü tün meyhanesini vs. hatırladı. "Fena şekilde sarhoş edildiğim kesin! Mr. Fogg ne diyecek? Her ne olursa olsun gemiyi kaçırma dım ve en önemlisi de bu! " dedi kendi kendine, ardından Fix'i düşünerek şöyle ekledi: "Ona gelince, umarım ondan kurtulmuşuzdur ve bana teklif ettiği şeyden sonra bizi Carnatic'te takip etmeye cesaret etmemiştir. Polis müfettişi, İngiltere Bankasında işlenen hırsızlıkla suçlanan 198
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
efendimin peşinde bir müfettiş ! Hadi oradan sen de! Ben ne kadar katilsem Mr. Fogg da o kadar hırsızdır! " Passepartout bunları efendisine anlatmalı mıydı? Fix'in oynadığı rolü ona söylemek uygun olur muydu? Metropol emniyetinden bir müfetti şin dünyanın etrafında onu takip ettiğini söyleyip ardından muhtemelen onunla birlikte bu olaya gülüp geçmek için Londra'ya varmasını beklemek belki de daha iyi olacaktı. Bu meseleyi düşünme liydi. Şu an için en acili Mr. Fogg'un yanına git mek ve son derece uygunsuz olan bu davranışın dan dolayı ona özürlerini bildirmekti. Bu yüzden Passepartout kalktı. Deniz dalgalıy dı ve gemi yalpalıyordu. Henüz bacaklarının üze rinde pek duramayan dürüst genç adam güçbela geminin arka kısmına ulaştı. Güvertede ne efendisine ne Mrs. Auda'ya ben zeyen kimseyi gördü. "Neyse, Mrs. Auda bu saatte henüz kalkma mıştır. Mr. Fogg'a gelince de her zamanki gibi vist oynayan birilerini bulmuştur . . . " diye düşündü. Passepartout bunları düşünerek salona indi. Mr. Fogg orada da değildi. Passepartout'nun ya pabileceği tek bir şey kalmıştı: Bir kamarota Mr. Fogg'un hangi odada kaldığını sormak. Kamarot bu isimde hiçbir yolcu tanımadığını söyledi. - Affedersiniz, dedi Passepartout ısrar ederek.
Uzun boylu, soğuk, pek konuşmayan, genç bir ka dının eşlik ettiği bir beyefendi. . . - Gemide genç hanım bulunmuyor, diye cevap verdi kamarot. Ayrıca buyurun yolcu listemiz. Ba kabilirsiniz. 199
JULES VERNE
Passepartout listeye baktı. . . Efendisinin adı yoktu. Bir anda aydınlanmış gibi oldu. Aklından bir düşünce geçti. - Bak sen! Ben Carnatic 'teyim, değil mi? diye haykırdı. - Evet, diye cevap verdi kamarot. - Yokohama'ya mı gidiyoruz? - Kesinlikle. Passepartout bir an için yanlış gemiye binmiş olmaktan korkmuştu! Ama Carnatic 'teydi, efendi sinin burada olmadığı da kesindi. Passepartout kendisini bir koltuğa attı. Yıldı rım çarpmış gibiydi. Aniden kafasında her şey ay dınlandı. Carnatic'in yola çıkma saatinin erkene alındığını, efendisine haber vermesi gerektiğini ve bunu yapamadığını hatırladı! Mr. Fogg ve Mrs. Auda gemiyi kaçırdıysalar bu onun suçuydu! Onun suçu, evet, onu efendisinden ayırmak ve efendisini Hong-Kong'da tutmak için onu sarhoş eden hainin suçu! Çünkü nihayet polis müfettişi nin planını anladı. Ve şu an kesin Mr. Fogg iflas etmiş, bahsini kaybetmiş, hatta belki tutuklan mış, hapse bile atılmış olabilirdi! Aklına bunlar gelince Passepartout saçını başını yoldu. Ah! Şu Fix bir eline düşse, nasıl da ödeşecekti! Nihayet bu çökkünlüğü atlattıktan sonra Pas separtout tekrar serinkanlılığına kavuştu ve du rumu inceledi. Pek de imrenilecek bir durum de ğildi. Fransız Japonya yolundaydı. Oraya varacağı kesindi, ama oradan nasıl geri dönecekti? Ceple ri bomboştu. Tek bir şilini, tek bir penisi yoktu! Neyse ki gemide kalacağı yer ve yemeği önceden 200
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ödenmişti. Böylece karar vermek için önünde beş veya altı günü vardı. Yolculuk boyunca yiyip iç tiğini tasvir etmek mümkün değil. Efendisi, Mrs. Auda ve kendisi adına yedi. Sanki gittiği Japonya her türlü yiyecekten içecekten yoksun çölümsü bir ülkeymiş gibi yedi. 13'ünde, sabah gelgitinde, Carnatic Yokohama Limanına girdi. Burası, Kuzey Amerika, Çin, Japonya ve Ma lezya adaları arasında posta ve yolcu ulaşım hizmetinde kullanılan bütün buharlı gemilerin mola verdiği Pasifik'in önemli duraklarından bi ridir. Yokohama, Yeddo Körfezinde bulunuyor; Japon İmparatorluğunun ikinci başkenti, eskiden yaşadığı sürece sivil imparator olan tai"kun'un· kaldığı ve Tanrı soyundan gelen dini imparator mikado'nun oturduğu büyükşehir Meako'nun ra kibi olan bu devasa şehrin yakınında. Carnatic limanın dalga kıranlarının ve gümrük mağazalarının yakınına, türlü çeşit uluslara ait sayısız geminin arasında Yokohama Limanına yanaştı. Passepartout Güneşin Oğullarının bu tuhaf topraklarına heyecansız ayak bastı. Rastlantıyı rehber edinip şehrin sokaklarında maceraya atıl maktan yapacak daha iyi bir işi yoktu. Passepartout ilk önce kendini, Anlaşma Bur nundan nehre kadar olan kısımda, sokaklarıyla, meydanlarıyla, doklarıyla, depolarıyla kuş atan, alçak duvarlı, z arif sütunların yükseldiği veran dalarla süslü evleriyle tamamen Avrupai bir şe*
Japonya'da gerçek gücü elinde tutan askeri başkan, bir diğer adı şogun'dur -çn. 201
JULES VERNE
birde buldu. Tıpkı Kalküta'da ve Hong- Kong'd a olduğu gibi burada da birbirine karışmış , her ulustan insanlar, Amerikalılar, İngilizler, Çinli ler, Hollandalılar her şeyi satmaya ve her şeyi satın almaya hazır halde kımıl kımıl gidip geli yordu; Fransız bunların arasında kendisini Ho tantolar ülkesine fırlatılmış kadar yab ancı his sediyordu. Passepartout'nun düşündüğü çare, Yokoha ma' da bulunan Fransız veya İngiliz konsolos luk memurlarına başvurmaktı; ama efendisinin hikayesine sıkı sıkı bağlı olan kendi hikayesini anlatmak istemiyordu ve bu noktaya varmadan önce bütün diğer şanslarını tüketmek istiyordu. Dolayısıyla rastlantı işine yaramadan şeh rin Avrupai kısmını dolaştıktan sonra, gere kirse Yeddo'ya kadar gitmeye kararlı bir şekil de Japon kısmına girdi. Yokohama'nın bu yerli kısmının adı, çevrede adalardaki insanların taptıkları deniz tanrıçasının adını aldığı için B enden'di. Burada çam ve sedir ağaçlarından çok güzel yollar, tuhaf bir mimaride yapılmış kutsal kapılar, bambuların ve sazlıkların ara sında kaybolmuş köprüler, yüzyıllık sedirlerin devasa ve melankolik kubbesinin altında ko runan tapınaklar, içlerinde Budist rahiplerinin ve Konfüçyüs talebelerinin yaşadığı Buda tapı nakları, kısa bacaklı kanişlerin ve çok tembel ve okşanmayı seven kuyruksuz s arı kedilerin arasında oynayan, yerli paravanlardan kesilip yapılmış gibi görünen, pembe tenli ve kırmızı yanaklı bir sürü çocuğun toplanabileceği sonu gelmeyen sokaklar görülüyordu. 202
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Sokaklar kımıl kımıldı, hiç durmayan bir gel git vardı: dar kasnaklı uzun davullanna tekdüze bir şekilde vurarak ayin alayı şeklinde geçen Buda rahipleri; Çin mürekkebiyle işlenmiş sivri başlıklı, kemerlerinde iki kılıç taşıyan gümrük veya polis memuru olan Yakuninler; beyaz çizgili mavi pa muk kumaştan kıyafetler giymiş ve horozlu tü fekleri olan askerler; ipekten hırkalara sarılmış, zırhlı gömlek ve etek giymiş mikado'nun silahlı adamları; türlü çeşit sınıftan başka askerler, zira Çin'de küçümsenen askerlik mesleği Japonya'da çok saygı duyulan bir meslektir. Ardından dilen ci rahipler, uzun elbiseli hacılar, saçları dümdüz ve abanoz kadar siyah, iri kafalı, uzun gövdeli, sıska bacaklı, kısa boylu, bakır tonundan mat beyaza kadar bütün nüanslarda tenlere -ama hiç sarı benizli kişiler yoktu, çünkü Japonlarla Çinliler arasındaki temel fark budur- sahip basit siviller vardı. Son olarak arabalar, tahtırevanlar, atlar, hamallar, yelkenli el arabaları, lake du varlı "norimon"lar·; bambudan gerçek yataklara benzeyen yumuşacık "kango" taşıtlar arasında küçük ayaklarıyla attıklan küçük adımlarla, ku maştan ayakkabılar, hasırdan sandaletler veya işlemeli tahtadan nalınlar giymiş, çekik gözlü, çökmüş göğüslü, modaya uygun olarak dişleri si yah, ama ulusal kıyafet olan "kirimon"u.. -Parisli modern kadınların Japon kadınlardan almış gibi göründüğü, geniş bir kemerin arka tarafta saçma bir kurdele oluşturduğu, önü ipekten bir eşarpla kapatılan bir tür sabahlığı andıran kadın elbise* **
Japonya'da bambu çubuklarına asılmış tahtırevan -çn. Kimono -çn. 203
JULES VERNE
si- büyük zarafetle taşıyan pek güzel olmayan birkaç kadın vardı. Passepartout, tuhaf ve zengin butiklere, Japon kuyumculuğunun yalancı ışıltılannın yığıldığı pa zarlara, kendisinin girmesi yasak olan şerit flama lanyla ve bayraklarla süslü lokantalara, fermente edilmiş pirinçten elde edilen içki olan "saki"yle birlikte sunulan kokulu sıcak suyun içildiği çay hanelere, Japonya'da neredeyse hiç bilinmeyen afyonun değil de çok kaliteli bir tütünün içildiği konforlu tütünhanelere bakarak bu rengarenk ka labalığın ortasında birkaç saat gezindi. Ardından Passepartout kendisini tarlalarda, devasa pirinç tarlalannın ortasında buldu. Bu rada son renklerini sergileyen ve son kokulannı yayan çiçeklerle birlikte çalı değil de ağaçlar ha linde parlak kamelyalar, bambudan çitler arasın da yerlilerin meyvelerinden ziyade çiçekleri için yetiştirdikleri, çirkin suratlı korkuluklann ve cırt lak bir ses çıkartan pervaneli kuş kovarlann ser çelerin, güvercinlerin, kargalann ve diğer bütün açgözlü kuşlann gagalanndan koruduğu kiraz ağaçlan, erik ağaçlan, elma ağaçlan serpiliyordu. Büyük bir kartalı banndırmayan tek bir vakur se dir, melankolik şekilde uzun ayaklannın üzerine tünemiş bir iki balıkçılın üstünü yapraklanyla kapamamış tek bir salkım söğüt yoktu; her yer de kuzgunlar, ördekler, atmacalar, yabani kazlar, Japonlann "ulu ve soylu" olarak gördükleri, onlar için uzun ömrü ve mutluluğu simgeleyen sayısız turna vardı. Bu şekilde gelişigüzel ilerleyen Passepartout otlar arasında birkaç menekşe gördü. 204
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
"Ah! İşte yemeğim burada," dedi kendi kendi ne Passepartout. Ama onları kokladıktan sonra hiç kokulan ol madığını fark etti. "Şanssızlık!" diye düşündü. Bu dürüst genç adam olacakları tahmin ede rek Carnatic'te elinden geldiğince iyi yemişti; ama gezmekle geçen bir günün sonunda mide sinin kazındığını hissetti. Yerli kasapların raf larında koyun, keçi veya domuz olmadığını fark etmişti ve yalnızca tanın işlerinde kullanılan öküzleri öldürmenin bir suç olduğunu bildiği için Japonya'da etin çok nadir olduğu sonucuna vardı. Passepartout yanılmıyordu, mademki ka saplık et yoktu, o zaman midesi yaban domuzu etinden veya alageyik etinden bir parçayla, kek likle ya da bıldırcınla, kuş veya balık etiyle de ye tinebilirdi; ne var ki Japonlar neredeyse sırf çeltik tarlalarının ürünleriyle besleniyorlardı. Ama ka derine boyun eğip yiyecek meselesini halletme işini yarına bıraktı. Gece çöktü. Passepartout yerli şehre döndü, meydan soytanlannın büyüleyici gösterilerini ve dürbünlerinin etrafında kalabalıkları topla yan rüzgarın ortasındaki astrologları seyrederek rengarenk lambalar arasında sokaklarda gelişi güzel ilerledi. Ardından alev almış reçinelerin ışığında balıklan kendilerine çeken balıkçıların ışıklarıyla süslenmiş koya döndü. Nihayet sokaklar ıssızlaştı. Kalabalığın yerini Yakuninlerin nöbetleri aldı. Muhteşem kıyafet leriyle ve alaylarının ortasında bu subaylar bü yükelçileri andırıyorlardı ve Passepartout bu göz 205
JULES VERNE
alıcı devriyelere her rastladığında kendi kendine şöyle diyordu: "Bak işte! Yine Avrupa'ya gidecek bir Japon el çiliği ! "
Gece çöktü. Passepartout yerli kente döndü ... 206
XXIII PASSEPARTOUT'NUN BURNUNUN ÖLÇÜSÜZCE BÜYÜDÜGÜ BÖLÜM
Ertesi gün Passepartout bitkin, açlıktan ölmüş bir halde her ne pahasına olursa olsun yemek yemesi gerektiğini ve bunu ne kadar erken halle derse o kadar iyi olacağını düşündü. Saatini sat mak gibi bir çaresi vardı, ama bunu yapmaktansa açlıktan ölmeyi tercih ederdi. İşte doğanın onu mükafatlandırdığı, güçlü olmasa da tınısı güzel sesini kullanmanın zamanı gelmişti. Bazı Fransızca ve İngilizce şarkılar biliyordu ve bunları söylemeyi denemeye karar verdi. Japon larda her şey zil, tamtam ve davul eşliğinde ya pıldığına göre bu Japonlar illa müziğe ilgi duyuyor olmalıydılar ve büyük bir ihtimalle Avrupalı bir virtüözün yeteneğine kayıtsız kalmazlardı. Ama bir konser düzenlemek için daha erkendi belki de ve beklenmedik bir şekilde uyandınlan müzik amatörleri üzerinde mikado'nun resminin bulunduğu paralarla şarkıcıyı ödüllendirmeyebi lirlerdi. Böylece Passepartout bir-iki saat beklemeye karar verdi. Ama yol alırken gezgin bir sanatçı için kıyafetlerinin fazla düzgün olabileceğini düşün207
JULES VERNE
dü ve aklına durumuna daha uygun bir kıyafetle elbiselerini değiş tokuş yapabileceği geldi. Aynı zamanda bu değiş tokuştan hemen açlığını gider mekte kullanabileceği bir abra bile alabilecekti. Bu karan aldıktan sonra, artık sadece uygula mak kalmıştı. Uzun arayışların sonunda Passe partout ne istediğini dile getirdiği yerli bir eskici buldu, kısa bir süre sonra üzerinde eski bir Japon elbisesiyle, yanında zamanın rengini soldurduğu bir tür türbanla dükkandan çıktı. Ama buna kar şılık cebinde birkaç kuruş tıngırdıyordu. "Neyse, karnavalda olduğumuzu düşünürüm! " dedi kendi kendine. Artık "Japon" görünümlü Passepartout'nun ilk işi mütevazı görünümlü bir "tea-house"a· girmek ve burada akşam yemeği sorunu çözülmesi gere ken bir insan olarak bir avuç pirinçle bir iki parça kuş etini yemek oldu. Güzelce yedikten sonra, "Şimdi aklı başında davranmalıyım. Bu elbiseyi daha da Japon olabi lecek başka bir elbiseyle değiştirmem mümkün değil. Aynca üzücü bir hatırası kalacak olan bu Güneş ülkesinden olabildiğince çabuk nasıl ayrı lacağımı düşünmem lazım," dedi kendi kendine. Passepartout Amerika'ya gidecek olan gemile ri gezmeyi düşündü. Bu gemilere yemek ve yolcu luk karşılığında. aşçı veya uşak olarak hizmetleri ni sunacaktı. San Francisco'ya vannca işin için den bir şekilde çıkardı. Önemli olan Japonya'yla Yeni Dünya arasında bulunan Pasifik Okyanusu nun dört bin yedi yüz milini aşmaktı . •
Çay evi -ed.n. 208
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Passepartout üzerinde eski bir Japon elbisesiyle çıktı.
Passepartout bir düşünceyi uzun uzadıya ken di haline bırakan birisi olmadığı için Yokohama Limanına doğru ilerledi. Fakat doklara yaklaştık ça, aklına geldiği anda çok basit görünen planı gitgide gerçekleştirilemez olarak görmeye baş lamıştı. Bir Amerikan gemisinde niye bir aşçıya 209
JULES VERNE
veya uşağa ihtiyaç duyulsun ki? Üstelik bu şekil de giyinmişken nasıl güven uyandırabilecekti? Kimin tavsiye ettiğini nasıl gösterecekti? Hangi referansları verecekti ? Bu şekilde düşünürken bir tür palyaçonun Yo kohama sokaklarında sergilediği gösterinin de vasa afişine ilişti gözü. Bu afişte İngilizce şöyle yazıyordu: SAYGIDE GER WILLIAM BATULCAR'IN JAPON AKROBAT GRUBU TANRI TINGU'NUN DO GRUDAN HIMAYESI ALTINDA OLAN UZUN BURUNLAR AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NE GİTMEDEN ÖNCE SON GÖSTERISI BÜYÜK E GLENCE! .
.
.
"Amerika Birleşik . Devletleri! Işte aradığım şey! " diye haykırdı Passepartout. Afişi taşıyan adamı takip etti ve az sonra onun peşinden Japon şehrine girdi. On beş dakika son ra birkaç flamanın süslediği ve dış duvarlarında perspektif kullanılmamış olsa da canlı renklerle bir sürü hokkabazın resmedildiği bir kulübenin önünde durdu. Afişin söylediğine göre Güneş imparatorlu ğundan ayrılıp Birleşik Devletlere gitmeden önce son gösterisini yapacak olan cambazlardan, hok kabazlardan, palyaçolardan, akrobatlardan, ip cambazlanndan, jimnastikçilerden oluşan bir 210
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
grubun müdürü, bir tür Amerikalı Barnum olan saygıdeğer Batulcar'ın yeriydi burası. Kulübenin önünde bulunan sütunlu bir giriş ten içeri girdi ve Mr. Batulcar'ı sordu. Mr. Batulcar göründü. - Ne istiyorsunuz? diye sordu ilk başta yerli sandığı Passepartout'ya. - Bir uşağa ihtiyacınız var mı? diye sordu Pas separtout. - Uşak mı! diye haykırdı Barnum çenesinin altında bolcana uzayan gri sakallarını okşaya rak. Asla benden ayrılmamış ve onlara yemek verdiğim sürece bana bakan iki itaatkar ve sadık uşağım zaten var. . . Bakın buradalar, diye ekledi adam kontrbasın telleri kadar iri damarlann do laştığı iki güçlü kolunu göstererek. - O zaman işinize yaramam mı? - Yaramazsınız. - Kahretsin! Sizinle yola çıkmak işime gelirdi. - Bak sen! dedi saygıdeğer Batulcar. Ben ne kadar maymunsam siz de o kadar Japon'sunuz ! Niye böyle giyindiniz ? - Elimizden ne geliyorsa öyle giyiniyoruz! - Bu doğru. Fransız mısınız ? - Evet. Parisliyim, hem de Paris'in içinden. - O zaman çirkin yüz mimikleri yapmayı biliyorsunuzdur. - İnanın biz Fransızların çirkin mimikler yapma sını bildiğimiz doğru, ama Amerikalılar kadar değil! diye cevap verdi Passepartout uyruğundan dolayı kendisinden böyle bir şey istenmesine gocunarak. - Doğru. Bu durumda sizi uşak olarak işe ala mazsam, palyaço olarak alabilirim. Anladınız mı 211
JULES VERNE
dostum. Fransa' da yabancı soytarılar sergilenir ve başka ülkelerde de Fransız soytarıları! - Aa! - Güçlü kuvvetli misiniz ? - Özellikle sofradan kalktığımda. - Peki şarkı söylemesini biliyor musunuz ? - Evet, diye cevap verdi eskiden bazı sokak konserlerine katılmış olan Passepartout. - Peki, baş aşağı, sol ayağınızın tabanında dö nen bir topaçla ve sağ ayağınızın tabanında den gede duran bir kılıçla şarkı söylediniz mi? - Kahretsin! diye cevap verdi Passepartout gençken yaptığı ilk hareketleri hatırlayarak. - Gördüğünüz gibi, hepsi bul diye cevap verdi saygıdeğer B atulcar. Anlaşma şipşak yapıldı. Nihayet Passepartout bir iş bulmuştu. Ünlü Japon grubunda her işi yapacaktı. Bu pek gurur verici bir durum değildi, ama sekiz gün geçmeden San Francisco için yola çıkmış olacaktı. Saygıdeğer Batulcar'ın büyük gürültüyle haber verdiği gösteri saat üçte başlayacaktı ve kısa bir süre sonra kapıda bir Japon orkestrasının olağa nüstü aletleri olan tambur ve tamtam çalmaya başlamıştı. Anladığınız gibi Passepartout'nun özel bir rolü yoktu, sadece Tingu tanrısının Uzun Burunların gerçekleştirdikleri "insan piramidi" gösterisinde sağlam omuzlarıyla onlara destek verecekti. Bu büyük eğlence tüm gösterileri ta mamlayan bitiş gösterisiydi. Saat üç olmadan seyirciler geniş kulübeyi dol durdular. Avrupalılar ve yerliler, Çinliler ve Japon lar, erkekler, kadınlar ve çocuklar dar banklara ve 212
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
sahnenin karşısında yer alan localara yerleşmiş lerdi. Müzisyenler içeri girmiş ve bütün orkestra gonglar, tamtamlar, flütler, tamburlar ve büyük davullar, var gücüyle çalıyordu. Bu gösteri akrobat gösterileri gibiydi. Ama şunu kabul etmek gerekir ki Japonlar dünyanın en iyi cambazlarıdır. Birisi elinde yelpazesi ve küçük kağıtlarla çi çeklerin ve kelebeklerin zarif hareketlerini ger çekleştiriyordu. Bir başkası piposunun kokulu du manıyla havada seyircilere yönelik bir iltifat keli mesini çizen mavi harfler yazıyordu. Daha başka sı yanan mumlan havada uçuruyor ve dudağının hizasına geldiğinde mumlan söndürüyordu ve de hiç aralık vermeden muhteşem hokkabazlığıyla art arda bütün mumlan yakıyordu. Bir diğeri dö nen topaçlarla akla gelmez kombinasyonlar oluş turuyordu, bu homurdanan makineler durmak bilmeyen döngülerinde kendilerine has bir ha yatla canlanmış gibiydiler; pipo saplarında, kılıç ların keskin ağızlarında, sahnenin bir yanından diğer yanına gerçek saçlar gibi gerilmiş demirden teller üzerinde hızla ilerliyor, büyük kristal va zonun kenarını dolaşıp bambudan merdivenleri çıkıyor, çeşitli ses tonlarını birbirine karıştırarak tuhaf ezgiler meydana getirerek her yere dağılı yorlardı Hokkabazlar onları fırlatıp yakalıyorlardı ve topaçlar havada dönüyordu, tahtadan raket lerle onlan badminton topu gibi fırlatıyorlardı ve topaçlar dönmeye devam ediyordu; topaçları ceplerine koyuyorlardı ve çıkarttıklarında topaç lar hala dönüyordu, ta ki zemberekleri açılıp her biri fişek gibi dağılıncaya kadar! 213
JULES VERNE
Burada grubun akrobatlannın ve jimnastikçi lerinin olağanüstü hareketlerini anlatmaya gerek yok. Merdiven, sınk, top, fıçı vs. üstünde yapılan gösteriler büyük bir titizlikle gerçekleştirildi. Fakat gösterinin asıl çekici yönü Avrupa' da henüz tanın mayan "Uzun Burun" cambazlannın gösterisiydi. Bu Uzun Burunlar doğrudan Tanrı Tingu'nun koruması altında bulunan özel bir topluluktur. Ortaçağdaki haberciler gibi giyinip omuzlannda bir çift kanat taşırlar. Ama onları diğer cambaz lardan ayıran asıl şey yüzlerine yapıştırmış ol dukları uzun burun ve bunu kullanma şekilleriy di. Bu burunlar beş, altı hatta on kadem uzunlu ğunda, kimi dümdüz, kimi kıvrık, kimi pürüzsüz, kimi siğilimsi bambu parçalardan ibaretti. İşte cambaz bütün hareketlerini sağlam bir şekilde tutturulmuş bu eklentiler üzerinde gerçekleşti riyordu. Tanrı Tingu'nun bu talebelerinin bir dü zinesi sırtüstü yattı ve arkadaşları paratoner gibi dikilmiş burunlarının birinden diğerine zıplaya rak, üzerinden uçarak gidip geliyorlardı ve akla gelmez hareketlerde bulunuyorlardı. Gösterinin sonunda seyirciye elli kadar Uzun Burun'un Jaggernaut arabasını temsil edecekleri insan piramidi gösterisi yapacağı vurgulanarak duyurulmuştu. Fakat burada saygıdeğer Batul car'ın sanatçıları birbirinin omzundan destek alarak bu piramidi meydana getirecek yerde bir birlerine burunlarıyla tutunacaklardı. Arabanın tabanında yer alan bu cambazlardan biri gruptan aynlmış ve de bu işi yapmak için güçlü ve bece rikli olmak yeterli olduğundan onun yerini dol durmak için Passepartout seçilmişti. 214
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Abide iskambil kartlanndan yapılmış bir kule gibi yıkıldı.
Gençliğinin üzücü hatıralarıyla ortaçağ kıya fetini giydiğinde, sırtında rengarenk kanatlar ge çirip yüzüne altı kadem uzunluğunda bir burun tutturulduğunda vakur genç adamın hali acına sıydı! Yine de bu burun onun ekmek teknesi sayı lırdı ve o da kararını verdi. 215
JULES VERNE
Passepartout sahneye girdi ve Jaggernaut ara basının temelini oluşturacak olan meslektaşları nın yanında sıraya girdi. Hepsi burunları havada yere uzandılar. İkinci bir cambaz kafilesi bu uzun eklentilerin üzerine yattı, üçüncü bir grup onların üzerine, ardından dördüncü bir grup ve yalnızca uçları birbirine değen bu burunların üzerinde sahnenin tavanına kadar bir insan anıtı yükseldi. Alkışlar iyice artmışken ve orkestranın aletle rinin her biri gök gürültüsü gibi patlarken piramit sarsıldı, denge bozuldu, temeldeki burunlardan biri tutmadı ve iskambil kartlarından yapılmış bir kule gibi yıkıldı. Bu Passepartout'nun suçuydu, yerinden fırla mış, kanatlarının yardımı olmadan rampayı geç miş ve sağdaki bir balkona tırmanıp seyircilerden birinin ayağının dibine "Ah! Efendim! Efendim! " diye haykırarak düşmüştü. - Siz misiniz? - Evet, benim! - O zaman, hadi gemiye oğlum! Mr. Fogg, ona eşlik eden Mrs. Auda ve Passe partout, hep birlikte koridorlardan geçerek kulü benin dışına koştular. Ama orada "kırık çıkık"lar için zararların ödenmesini isteyen ö fkeden ku durmuş saygıdeğer Batulcar onları bekliyordu. Phileas Fogg adama bir avuç banknot atarak öf kesini dindirdi. Ve saat altı buçukta, tam kalka cağı vakit, Mr. Fogg ve Mrs. Auda Amerikan ge misine ayak basmışlardı; Passepartout da onları takip ediyordu, sırtında kanatlar ve henüz yü zünden çıkaracak vakit bulamadığı altı kademlik burnuyla! 216
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Sırtında kanatlarıyla peşlerinde Passepartout...
217
XXIV PASiFiK OKYANUSU YOLCULUÖUNUN YAPILDIÖI BÖLÜM •
•
Şangay yakınlarında olup bitenleri anlamışsı nızdır. Yokohama gemisi, Tankadere'in gönderdiği işaretleri fark etmişti. Kaptan, bayrağın yarıya ka dar inmiş olduğunu görünce küçük gemiye yönel mişti. Kısa bir süre sonra Phileas Fogg gemi sahibi John Bunsby'nin cebine gemiye kadar götürme si için anlaştıkları yüz elli sterlini (13.750 Frank) koymuştu. Saygıdeğer beyefendi, Mrs. Auda ve Fix buharlı gemiye binmiş ve gemi de Nagazaki ve Yokohama'ya doğru yoluna devam etmişti. 14 Kasım günü sabah vakti, resmi çizelgede ki saate uygun olarak Yokohama'ya varan Phi leas Fogg, Fix'i kendi işlerine bırakmış, Carnatic gemisine gitmiş, burada Mrs. Auda'nın büyük sevinçle -belki de Mr. Fogg da sevinmişti, ama en azından hiçbir şey belli etmemişti- Fransız Passepartout'nun Yokohama şehrine vardığını öğrenmişti. Aynı günün akşamı San Francisco'ya doğ ru yola çıkacak olan Phileas Fogg derhal uşağını aramaya koyulmuştu. Fransız ve İngiliz konsolos 218
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
memurlarına başvurmuş ama netice alamamıştı; boşu boşuna Yokohama sokaklannı dolaştıktan sonra Passepartout'yu bulacağına dair umudu tü kenmek üzereydi ki tesadüfen ya da bir tür önse ziyle saygıdeğer Batulcar'ın kulübesine girmişti. Kuşkusuz acayip ortaçağ kıyafetleri içindeki uşa ğını tanıyamamıştı, ama uşağı sırtüstü yattığında efendisini balkonda fark etmiş ve elinde olmadan burnunu hareket ettirmişti. Cambazlar arasında ki dengenin bozulması ve ardından olup bitenler de bu yüzdendi. İşte Passepartout, Hong-Kong'dan Yokoha ma'ya Tankadere yelkenlisinin üzerinde B ay Fix eşliğinde nasıl yolculuk ettiklerini Mrs. Auda'nın ağzından öğrendi. Fix adını işittiğinde Passepartout renk vermedi. Polis müfettişiyle kendisi arasında olup biten leri efendisine bildirmenin zamanı gelmedi diye düşündü. Böylece Yokohama'daki tütün meyha nesinde sarhoş olma suçunu tek başına üstlendi ve bunun için de özür diledi. Mr. Fogg tepkisizce ve cevap vermeden bu hikayeyi dinledi, ardından uşağının gemide daha düzgün kıyafetler alması için ona yeterince para verdi. Bir saat geçmemişti ki dürüst genç ada mın, burnunu kesmiş ve kanatlarını yolmuş ola rak ·Tann Tingu'nun talebelerini çağrıştırabilecek hiçbir yanı kalmamıştı. Yokohama'dan San Francisco'ya yolculuk eden gemi "Pacific Mail steam" şirketine aitti ve adı da GeneraI-Grant'tı. İki bin beş yüz ton hacminde, iyi düzenlenmiş ve yüksek hız yapabilen yandan çarklı geniş bir buharlı gemiydi. Güvertenin üze219
JULES VERNE
rinde geniş bir sarkaç peş peşe bir inip bir çıkıyor du, sarkacın bir ucunda bir pistonun sapı hareket ediyordu ve diğerinde doğrusal hareketi dairesel harekete çeviren hareket kolu doğrudan çarkların eksen miline etki ediyordu. General-Grant üç hafif direkle donatılmış, buhara büyük destek sağla yan geniş yelkenlere sahipti. Saatte on iki mil gi den gemi Pasifik Okyanusunu geçmek için yirmi bir günden fazla harcamayacaktı. Phileas Fogg, 2 Aralık günü San Francisco'ya varacağına göre, ll'inde New York'ta ve 20'sinde Londra'da olaca ğını, böylece o hayati 21 Aralık tarihine kadar bir kaç saat kazanacağını düşünmekte haklıydı. Buharlı gemide yolcular epey kalabalıktı; İn gilizler ve çok sayıda Amerikalı vardı. Sanki Amerika'ya doğru gerçek bir işçi göçü yapılıyor du, aynı zamanda izinlerini dünyanın etrafında dolaşarak geçiren Hindistan Ordusundan belli sa yıda subay vardı. Bu yolculuk esnasında herhangi bir olay olma dı. Geniş çarklarının üzerinde duran geniş yelken lerinin desteğiyle gemi fazla sarsılmıyordu. Pasi fik Okyanusu adını haklı çıkarıyordu. Mr. Fogg her zamanki gibi sakindi ve pek konuşmuyordu. Genç kadın yavaş yavaş bu adama minnettarlığın dışında başka duygularla bağlandığını hissedi yordu. Bu sessiz doğası, aslında çok cömert olan karakteri genç kadını düşündüğünden daha çok etkiliyordu; farkında olmadan gizemli Fogg'un hiçbir şekilde etkisinde kalmıyormuş gibi görün düğü duygulara kayıyordu. Bunun dışında Mrs. Auda olağanüstü bir şekil de centilmenin planıyla ilgileniyordu. Yolculuğun 220
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
başarılı olmasına engel olabilecek zorluklardan endişe duyuyordu. Çoğu zaman Mrs. Auda'nın kalbinin satır aralarını okuyan Passepartout'yla sohbet ediyordu. Bu dürüst genç adam artık efen disine kocakarı imanıyla bağlıydı. Phileas Fogg'un dürüstlüğünü, cömertliğini, özverisini öve öve bi tiremiyordu; ardından Mrs. Auda'yı yolcuğun en zor kısmının atlatıldığını, fantastik Çin ve Japon ülkelerinden çıkıldığını, tekrar medeni memle ketlere döneceklerini, nihayet San Francisco' dan New York'a ve ardından New York'tan Londra'ya bir transatlantik sayesinde öngörülen süreyi aş madan bu imkansız devri alemi tamamlayacak larını söyleyerek yolculuğun sonucu konusunda teselli ediyordu. Yokohama'dan ayrıldıktan dokuz gün sonra Phileas Fogg, yerkürenin tam tamına yansını ka tetmişti. Gerçekten de General-Grant, 23 Kasım günü, yüz sekseninci meridyenden, yani Güney ya nmkürede Londra'nın tam karşıt noktası olan meridyenden geçiyordu. Mr. Fogg'un kendisine tanınan seksen günün elli iki gününü kullandı ğı doğruydu ve elinde yirmi sekiz gün kalmıştı. Ancak şunu da fark etmek gerekir ki "meridyen farklılığına" göre beyefendi daha yolun yansın da görünse de, aslında toplam yolun üçte ikisi ni katetmişti. Gerçekten de Londra'dan Aden'e, Aden'den Bombay'a, Kalküta'dan Singapur'a ve Singapur'dan Yokohama'ya, hepsi de zorunlu dolambaçlardı! Londra' dan geçen ellinci paralel takip edilse aslında dairesel mesafe sadece on iki bin mil yapıyordu, oysa Phileas Fogg ulaşım araç221
JULES VERNE
!arının kaprislerinden dolayı 23 Kasım tarihinde on yedi bin beş yüz milini katettiği yirmi altı bin mil yapmak zorunda kalıyordu. Ama artık yol düzdü ve üstelik karşısına sürekli engel çıkart maya çalışan Fix de yoktu! Aynı zamanda 23 Kasım günü Passepartout büyük bir sevinç yaşadı. Hatırlarsanız inatçı genç adam, uğradığı bütün ülkelerin saatlerini yanlış sayıp ünlü aile yadigarı saatinin saatini Londra saatinde tutmuştu. İşte o gün, saatini geriye veya ileri almadan saati gemi kronometresiyle aynı za manı gösterdi. Passepartout bu konuda kazandıysa, bunu an lamak kolay. Şu an burada olsaydı Fix'in ne söy leyeceğini bilmek isterdi. "Bu soytarı meridyenler, güneş, ay hakkında bir sürü şey anlatıyordu! Ah! Bu insanlar! Onla ra kulak verilse çok acayip saatler üretilirdi! Bir gün güneşin benim saatime uymaya karar vere ceğini biliyordum ! " diye tekrarlayıp duruyordu Passepartout. Passepartout şunu bilmiyordu: Saatinin kad ranı İtalyan saatlerinde olduğu gibi yirmi dört saate ayrılmış olsaydı, bu konuda hiç de haklı çıkmış olmazdı, çünkü gemi saati sabahın doku zunu gösterdiğinde onun akrebi gece yansından itibaren saat yirmi biri gösteriyor olurdu - işte bu fark Londra ile yüz sekseninci meridyen arasın daki farka eşitti. Fakat Fix, tamamen fiziksel olan bu etkiyi açıklamayı başarsaydı da, Passepartout, muhte melen bunu anlamıyor olmasa da kabul etmezdi. Her ne olursa olsun ve ne kadar imkansız olsa da 222
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
eğer polis müfettişi beklenmedik şekilde şu an gemide görünseydi, kincilik hakkıyla Passepar tout onunla bambaşka bir üslupla bambaşka bir konuyu tartışırdı. Fix şu an neredeydi? Müfettiş Yokohama'ya varınca gün içinde tekrar buluşacağı Mr. Fogg' dan ayrılmış, derhal İngiliz Konsolosluğuna gitmişti. Burada kırk gün dür, Bombay'dan beri arkasından gelen tutukla ma emrine nihayet kavuşabilmişti - emir, mü fettişin Carnatic'te olduğu bilindiğinden Hong Kong' dan bu gemiyle gönderilmişti. Müfettişin hayal kırıklığını siz düşünün! Artık tutuklama emri faydasızdı! B ay Fogg İngiliz topraklarından ayrılmıştı! Artık onu tutuklamak için bir iade ka rarı gerekiyordu! İlk öfke anını atlattıktan sonra Fix kendi kendi ne, "Öyle olsun! Tutuklama emrim burada işe ya ramıyor olabilir, ama İngiltere'de işe yarayacak tır. Bu alçak polislere izini kaybettirdiğini sanıp tekrar vatanına dönecek gibi görünüyor. Tamam. Ben de onu oraya kadar takip ederim. Paraya ge lince, umanın bir şeyler kalır! Ama yol, para ödü lü, mahkeme masrafı, para cezası, fil, türlü çeşit masraflarla adamım yolda beş bin sterlinden faz lasını harcadı. Ne yapalım, banka zengin! " dedi. Kararını verdikten sonra Fix hemen GeneraI Grant'a bindi. Mr. Fogg ve Mrs. Auda gemiye var dıklarında o çoktan gemideydi. Büyük bir şaşkın lıkla ortaçağ kılığındaki Passepartout'yu tanımış tı. Her şeyi batırabilecek bir açıklamada bulunma mak için hemen kamarasına saklandı, yolcuların kalabalığı sayesinde düşmanı tarafından fark 223
]ULES VERNE
edilmemeyi umuyordu ki, tam da o gün geminin ön tarafında onunla yüz yüze geldi. Passepartout hiç açıklama yapmadan Fix'in boğazına yapış tı ve hemen Fransız'ın üzerine bahse giren bazı Amerikalıların sevinciyle zavallı müfettişe Fran sız boksunun İngiliz boksundan üstün olduğunu ispatlayan muhteşem bir dizi yumruk sıraladı. Passepartout bu dayaktan sonra biraz daha sa kinleşmiş ve rahatlamış buldu kendini. Fix biraz perişan bir halde ayağa kalktı ve rakibine bakarak soğuk bir tavırla şöyle dedi: - Bitti mi? - Şimdilik evet. - O zaman gelin konuşalım. - Ne yapayım . . . - Efendinizin iyiliği için. Passepartout bu soğukkanlılığın etkisinde kal mış gibi polis müfettişini takip etti ve birlikte bu harlı geminin ön tarafına oturdular. - Bana dayak attınız, dedi Fix. Şimdi beni din leyin. Şu ana kadar Mr. Fogg'un düşmanıydım, artık onun oyununu oynayacağım - Nihayet! diye haykırdı Passepartout. Onun dürüst bir insan olduğunu mu düşünüyorsunuz? - Hayır, diye cevap verdi soğuk bir sesle Fix. Hala onun bir sahtekar olduğuna inanıyorum . . . Susun! Hareket etmeyin ve bırakın söyleyecek lerimi söyleyeyim. Mr. Fogg İngiliz topraklarında olduğu sürece tutuklama emri elime geçene ka dar onu bekletmem gerekti. Bombay'da rahipleri ona karşı kullandım, sizi Hong-Kong' da sarhoş ettim, efendinizden ayırdım, Yokohama gemisini kaçırmasını sağladım . . . 2 24
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Passepartout yumruklan sıkmış dinliyordu. - Şimdilik Mr. Fogg İngiltere'ye dönme niye tinde gibi görünüyor, diye sözüne devam etti Fix. Öyle olsun, peşini bırakmayacağım. Ama en geller çıkarmak için ne kadar çabaladıysam ar tık engelleri bertaraf etmek için aynı çabayı sarf edeceğim. Gördüğünüz gibi oyunum değişti, çün kü şu anki çıkarlarım bunu gerektiriyor. Sizin çı karınızın da benimkiyle bir olduğunu ekliyorum, çünkü ancak İngiltere'ye vardığınızda bir suçluya mı yoksa dürüst bir insana mı hizmet ettiğinizi öğrenebileceksiniz! Passepartout pürdikkat Fix'i dinlemişti ve Fix'in samimiyetle konuştuğuna ikna oldu. - Dost muyuz? diye sordu Fix. - Dost, hayır, ama müttefik, evet ve belli koşullarda, çünkü en ufak bir ihanet belirtisi gö rürsem boğazınıza sanlının, diye cevap verdi Passepartout. - Anlaştık, dedi sakin sakin polis müfettişi. On bir gün sonra, 3 Aralık günü, General-Grant Altın Kapı körfezine girmiş ve San Francisco'ya varmıştı. Mr. Fogg henüz ne bir gün kazanmış ne de bir gün kaybetmişti.
225
xxv
BİR MİTİNG GÜNÜ SAN FRANCISCO'NUN KISACA TANITILDIGI BÖLÜM
Phileas Fogg, Mrs. Auda ve Passepartout Amerika kıtasına -indikleri deniz üzerinde yü zen limana kıta adını verebilirsek tabii- ayak bastıklannda saat sabahın yedisiydi. Gelgitlerle yükselen ve alçalan bu limanlar gemilerin yük lenmesini ve boşaltılmasını kolaylaştınyordu. Burada her boyutta yelkenliler, her ulustan bu harlı gemiler ve Sacramento'ya ve nehrin diğer kollanna giden birkaç katlı istimbotlar baştan ve kıçtan palamarlanıyorlardı. Meksika'ya, Peru'ya, Şili'ye, Brezilya'ya, Avrupa'ya, Asya'ya ve Pasifik Okyanusu'nun bütün adalanna uzanan bir tica retin ürünleri de burada toplanıyordu. Nihayet Amerika topraklanna varmış olma se vinciyle Passepartout en hoş tarzda bir perendey le gemiden inmesi gerektiğini düşünmüştü. Fakat zemini çürümüş limana düştüğünde neredeyse ze minin diğer tarafından çıkacaktı. Yeni kıtaya "ayak basma" şeklinden dolayı dürüst genç adam soğuk kanlılığını yitirip hareketli limanların alışıldık ko nuklan olan sayısız karabatak ve pelikan sürüsünü korkutarak uçuran olağanüstü bir çığlık attı. 226
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Mr. Fogg limana iner inmez New York için ilk trenin kaçta kalktığını ö ğrendi. Akşam altıda kal kacaktı. Mr. Fogg'un önünde California'nın baş kentinde geçirebileceği bir günü vardı. Mrs. Auda ve kendisi için bir araba getirtti, Passepartout ara bacının yanına oturdu ve yolculuk için üç dolar alan araba anlan International-Otel'e götürdü.
Neredeyse diğer taraftan çıkacaktı. 227
]ULES VERNE
Bulunduğu yüksek yerden Passepartout bü yük Amerikan şehrini merakla inceliyordu: geniş sokaklar, düzgün bir şekilde sıralanmış alçak ev ler, Anglosakson tarzda gotik Katolik kiliseleri ve tapınaklar, devasa doklar, bazısı ahşaptan bazısı tuğladan saray gibi depolar; sokaklarda sayısız araba, omnibüs, tramvaylar; hem Amerikalılarla ve Avrupalılarla hem de Çinlilerle ve Hintlilerle dolu kaldırımlar - kısacası iki yüz bin kişilik bir nüfusu oluşturacak kadar bir sürü insan. Passepartout gördüklerine şaşırıyordu. O hala 1849 yıllarında kalmış efsanevi şehri, altın külçe lerini fethetmek için koşup gelmiş haydutların, kundakçıların, katillerin şehrini, bir elinde tabanca diğer elinde bıçakla altın tozuna karşılık oynayan sınıfsızların çıfıt çarşısını bekliyordu. Ama o "güzel zamanlar" çoktan geride kalmıştı. San Francisco büyük bir ticari şehir görünümündeydi. Nöbetçile rin nöbet tuttuklan belediye konağının yüksek ku lesi, dik açıyla kesişen, aralarında yemyeşil parkla rın serpildiği, ardından Göksel İmparatorluktan bir oyuncak kutusuyla getirilmiş gibi görünen bir Çin şehrinin aniden göründüğü bu sokak ve cadde bü tününe tepeden bakıyordu. Artık geniş kenarlı fötr şapkaları, altın yatağı peşinde koşanlarda moda olan kırmızı gömlekler, başlan tüylü Kızılderililer yoktu; bunların yerine bitmek bilmeyen uğraşları olan çok sayıda centilmenin taktığı ipekten şapka lar ve siyah kıyafetler vardı. Bazı sokaklarda, bun lar arasında Montgomery-Street'te -Londra'nın Regent-Street'i, Paris'in Boulevard d'Italie'si, New York'un Broadway'i- dünyanın her yerinden ürün leri raflarında sunan muhteşem mağazalar vardı. 228
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Passepartout Intemational-Otel'e vardığında sanki İngiltere' den hiç aynlmamış gibi hissetti. Otelin girişinde, gelip geçenlere bedaua ikram yapılan, bir tür açık büfeyi andıran devasa bir "bar" vardı. Kurutulmuş et, istiridye çorbası, pek simet ve chester peyniri tüketicinin cüzdanını aç masına gerek kalmadan dağıtılıyordu. Canı ferah lamak isteyenler sadece içkisinin, ale, porto veya xeres'inin parasını ödüyordu. Passepartout'ya bu "çok Amerikalı" göründü. Otelin restoranı çok rahattı. Mr. Fogg ve Mrs. Auda bir masaya yerleştiler ve çok hoş kara renk te zenciler tarafından miniminnacık tabaklarda bol bol yemek servis edildi. Öğle yemeğinden sonra Phileas Fogg, Mrs. Auda eşliğinde, pasaportuna vize işletmeye İn giliz konsolosluk bürolarına gitmek için otelden aynldılar. Kaldırımda Pasifik demir yollarına bin meden önce bir düzine Enfield tüfeği veya Colt tabancası almanın daha temkinli olacağını söy leyen uşağına rastladı. Passepartout trenleri ba sit İspanyol hırsızlan gibi durduran Siyulardan ve Pavnilerden bahsedildiğini işitmişti. Mr. Fogg bunun gereksiz bir önlem olduğunu söyledi, ama yine de nasıl isterse öyle davranmasına izin verdi. Ardından konsolosluk bürosuna yöneldi. Phileas Fogg henüz iki yüz adım atmıştı ki "ola ğanüstü bir rastlantı eseri" Fix'le karşılaştı. Müfet tiş son derece şaşırmış gibi yaptı. Nasıl olur! Mr. Fogg ve kendisi Pasifik Okyanusunu birlikte geç mişlerdi ama gemide birbirlerine rastlamamışlar dı! Her ne olursa olsun Fix çok şey borçlu olduğu bu centilmeni tekrar görmekten şeref duyduğunu 229
JULES VERNE
ve işlerinden dolayı Avrupa'ya dönmesi gerektiği için böyle hoş insanlarla birlikte yolculuk etmek ten çok memnun olacağını söyledi. Mr. Fogg bu şerefin kendisine ait olduğunu söyleyerek cevap verdi ve Fix -Mr. Fogg'u gözden kaçırmak iste miyordu- bu tuhaf San Francisco şehrini onlarla birlikte gezmesine müsaade etmesini rica etti. Bu ricası kabul edildi. Böylece Mrs. Auda, Phileas Fogg ve Fix bir likte sokaklarda dolaşmaya başladılar. Kısa bir süre sonra çok sayıda halktan insanın akın et tiği Montgomery-Street'te buldular kendilerini. Kaldırımlarda, yolun ortasında, aralıksız geçen otobüslere ve omnibüslere rağmen tramvaylann raylarının üzerinde, bütün evlerin pencerelerin de, hatta ta çatılara kadar yayılmış olan kalaba lığı saymak imkansızdı. Grupların arasında afiş taşıyan adamlar gidip geliyordu. Bayraklar ve fla malar rüzgarda dalgalanıyordu. Her yerden bağ rışlar yükseliyordu. - Yaşasın Kamerfield! - Yaşasın Mandiboy! Bu bir mitingdi. En azından Fix böyle düşündü ve düşüncesini şunu ekleyerek Mr. Fogg'a iletti: - Bu kargaşanın içine girmezsek iyi ederiz, be yefendi. Burada sadece yumruk yeriz. - Öyle, diye cevap verdi Phileas Fogg, ne kadar siyasi olsa da yumruk yumruktur. Bu gözlemi işittiğinde Fix gülümsemesi ge rektiğini düşündü ve kendilerini kavganın içinde bulmadan mitingi seyredebilmek için Mrs. Auda, Phileas Fogg ve Fix, Montgomery-Street'in yuka rısında yer alan bir tür terasa açılan merdivenin 230
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
üst basamaklarına çıktılar. Önlerinde, yolun di ğer tarafında, bir kömür tüccarının yük iskele siyle bir petrol satıcısının mağazasının arasında kalabalığın çeşitli akımlarının yöneldiği geniş bir açık hava bürosu uzanıyordu. Peki şimdi bu mitingin sebebi neydi? Hangi amaçla yapılıyordu? Phileas Fogg kesinlikle bil miyordu. Yüksek mevkili askeri veya sivil bir gö revlinin, bir valinin veya kongre üyesinin seçimi miydi? Şehri tutkuyla saran bu olağanüstü hare ketliliğe bakacak olursak, böyle bir şey olduğunu tahmin edebilirdik. O an kalabalıkta önemli bir hareket meyda na geldi. Bütün eller havadaydı. Kimisi sımsıkı kapalı, bağrışmalar arasında kalkıp hemen in diriliyor gibiydi, muhtemelen oy kullanmanın hararetli bir tarzıydı bu. Çalkantılar geri çekilen kalabalığı hareketlendiriyordu. Flamalar salını yordu, kaybolup paçavra halinde tekrar görü nüyordu. D algalanma merdivene kadar yayıldı, bir yel çevrimiyle aniden hareketlenmiş bir de niz gibi bütün kafalar yüzeyde kümeleniyordu. Gözle fark edilir şekilde siyah şapkaların sayısı azalıyordu, hatta bazılan normal yüksekliğini kaybetmiş gibiydi. - Bunun bir miting olduğu apaçık, dedi Fix. Buna neden olan mesele de oldukça soluk kesen bir mesele olmalı. Her ne kadar halledilmiş olsa da, Alabama meselesi söz konusuysa buna hiç şaşırmam. - Belki, dedi sadece Mr. Fogg. - Her ne olursa olsun, iki şampiyon karşı karşıya, Kamerfield ve Mandiboy. 231
JULES VERNE
Phileas Fogg'un koluna girmiş olan Mrs. Auda bu gürültülü sahneyi şaşkınlıkla izliyordu. Fix ya nında duranlardan birine tam bu halk kaynaşma olayının nedenini soracaktı ki birden daha belir gin bir hareket oluştu. Sövgüyle süslenmiş ya şasın nidaları çoğaldı. Flamaların sapları saldın silahına dönüştü. Artık eller yoktu, her yer yum ruklarla kaplıydı. Durdurulan arabalann üstün den ve yolları kesilen omnibüslerin tepesinden suratlara indirilen yumruklar konuşuyordu. Her şey fırlatılmak için kullanılıyordu. Botlar ve ayak kabılar çok gergin yörüngeler çiziyorlardı, hatta öyle görünüyordu ki kalabalığın bağırış çağırışla rına tabancaların ulusal patlamaları eklenmişti. Kargaşa merdivene yaklaştı ve ilk basamak larda bulunanlar geri çekildi. Seyirciler avantajın Mandiboy'da mı yoksa Kamerfield'da mı olduğu nu anlayamadan taraflardan biri diğerini geri iti yordu. - Sanırım buradan gitmemiz daha uygun ola cak, dedi "adamının" kötü bir darbe almasını ya da bir işin içine karışmasını istemeyen Fix. Eğer mesele İngiltere'yleyse ve İngiliz olduğumuz an laşılırsa, istemesek de kavganın içinde buluruz kendimizi. - Bir İngiliz vatandaşı. . . diye cevap verdi Phi leas Fogg. Ama beyefendi cümlesini tamamlayamadı. Arkasındaki merdivenin vardığı terastan korkunç bağrışmalar yükseldi. "Yaşasın! Yaşasın! Mandi boy! " diye bağırıyorlardı. Yardıma gelen ve Ka merfield taraftarlarına yandan girmeye hazırla nan bir seçmen ordusuydu bu. 232
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Mr. Fogg, Mrs. Auda ve Fix iki ateş arasında kaldı. Kaçmak için çok geçti. Kurşun kaplamalı bastonlarla silahlanmış, bu gürültülü adam seline karşı koymak imkansızdı. Phileas Fogg ve Fix, genç kadını korumaya çalışarak korku � ç şekilde itilip kakıldılar. Mr. Fogg her zamanki gibi soğukkanlılı ğıyla doğanın her İngiliz kolunun ucuna yerleştir diği doğal silahlarıyla kendisini korumaya çalıştı, ama bu faydasızdı. Kızıl sakallı, yüzü al al, geniş omuzlu, bu çetenin başı gibi görünen iriyan bir cengaver korkutucu yumruğunu Mr. Fogg'a doğru kaldırdı; eğer Fix kendini feda ederek bu darbeyi onun yerine almasaydı centilmene epey zarar ve rirdi de. B asit bir başlığa dönüşen ipekten şapka sının altında hemen kocaman bir şişkinlik oluştu. - Yanki! dedi Mr. Fogg rakibine küçümseyici bir bakış fırlatarak. - Englishman! diye cevap verdi diğeri. - Tekrar karşılaşacağız! - Ne zaman isterseniz. Adınız ? - Phileas Fogg. Sizinki? - Albay Stamp W. Proctor. Ardından sel geçip gitti. Fix yere düşürüldü ve elbiseleri paramparça oldu, ama ciddi bir yara al madan ayağa kalktı. Yolculuk paltosu eşit olma yan iki parçaya ayrılmıştı ve pantolonu bazı Kızıl derililerin ağ kısmını çıkartıp giydikleri -herkesin moda anlayışı kendine- o tuhaf donlara benze mişti. Her ne olursa olsun Mrs. Auda korunmuştu ve yalnızca Fix yumruk yemişti. - Teşekkür ederim, dedi Mr. Fogg müfettişe ka labalıktan çıkar çıkmaz. - Rica ederim, diye cevap verdi Fix, gelin. 233
JULES VERNE
- Nereye? - Mağazaya. Gerçekten bu ziyaret tam yerindeydi. Phileas Fogg'un ve Fix'in kıyafetleri sanki bu iki centil men, Kamerfield veya Mandiboy adına dövüşmüş kadar lime lime olmuş bir haldeydi .
... Fix kendini feda edip bu darbeyi onun yerine almasaydı. 234
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Bir saat sonra tekrar düzgün bir şekilde giyin mişlerdi ve şapkaları başlarındaydı. Ardından International-Otel'e döndüler. Burada P assepartout, yanın düzine altıpat larlı ve merkezi ateşlemeli hançerli tabancayla efendisini bekliyordu. Fix'i Mr. Fogg'un yanında görünce kaşlarını çattı. Ama Mrs. Aud a birkaç kelimeyle olup bitenleri anlattıktan sonra Pas separtout kaygısından kurtuldu. Anlaşılan Fix artık bir düşman değil, müttefikti. Sözünde du ruyordu. Akşam yemeğini yedikten sonra yolculan ve eşyalannı gara götürecek olan bir otobüs çağrıldı. Arabaya binmek üzereyken Mr. Fogg, Fix'e şunu sordu: - Şu Albay Proctor'u gördünüz mü? - Hayır, diye cevap verdi Fix. - Onu bulmak için Amerika'ya geri geleceğim, dedi soğuk bir sesle Phileas Fogg. Bir İngiliz va tandaşının bu şekilde muamele görmesine izin vermek uygun olmaz. Müfettiş cevap vermedi, sadece gülümsedi. Gördüğünüz gibi Mr. Fogg, kendi memleketinde düelloya tahammül edemeyen ama yurtdışında şereflerini korumak söz konusu olduğunda dövü şen İngiliz soyundandı. Saat altıya çeyrek kala yolcular gara vardılar ve treni yola çıkmaya hazır buldular. Mr. Fogg trene binmek üzereyken bir memuru görüp yanına gitti: - Dostum, bugün San Francisco'da bazı kan şıklıklar oldu, değil mi? diye sordu adama. - Mitingdi beyefendi, diye cevap verdi memur. 235
JULES VERNE
- F akat sokaklarda belli bir hareketlilik fark ettim. - Bir seçim için düzenlenen basit bir mitingdi. - Bir generalin seçimi olmalı, değil mi? diye sordu Mr. Fogg. - Hayır efendim, sulh yargıcı seçimiydi. Bu cevabı aldıktan sonra Phileas Fogg vagona bindi ve buharlı tren var gücüyle yola koyuldu.
236
XXVI PASiFiK DEMiR YOLLARININ EKSPRES TRENiNE BiNiLEN BÖLÜM •
•
•
•
•
•
"Ocean to ocean" -Amerikalılannın dedikleri gibi- bu üç kelime Amerika Birleşik Devletlerini enine kateden "grand trunk"a verilen genel isim dir. Aslında "Pacific rail-road" iki ayrı bölümden oluşur: San Francisco ile Ogden arasında "Central Pacific" ve Ogden ile Omaha arasında "Union Pa cific" . New York'la sık sık irtibat kuran beş ayn hat Omaha'da birleşir. New York'la San Francisco, üç bin yedi yüz seksen altı mil uzunluğunda kesintisiz bir demir şeridiyle birbirine bağlı bulunmaktadır. Omaha ile Pasifik arasında demiryollan Kızılderililerin ve yırtıcı hayvanlann bulunduğu bir bölgeden geç mektedir - Illinois'den kovulduktan sonra Mor monların 1845'lere doğru kolonileştirmeye çalış tıkları geniş bir bölge. Eskiden en elverişli koşullarda New York'tan San Francisco'ya gitmek için altı ay gerekiyordu. Artık bu mesafe yedi günde gidiliyor. 1862' de demiryollan hattının daha güneyde olmasını isteyen Güneyli vekillerin itirazlanna rağmen demiryolunun çiziminin kırk birinci pa237
JULES VERNE
ralelle kırk ikinci paralel arasında olmasına karar verildi. Özlenen merhum B aşkan Lincoln'ün ken disi yeni ağın başlangıç hattını Nebraska Eyaletin deki Omaha şehrinden b aşlattı. Derhal çalışmalar başlatıldı ve ne evraklarla ne de bürokrasiyle uğ raşan Amerikan etkinliğiyle sürdürüldü. İşçilerin hızı demiryollannın doğru uygulanmasına engel değildi. Kırlarda günde bir buçuk mil ilerliyorlardı. Bir gün önce döşenmiş raylarda ilerleyen bir loko motif yann için gerekli olan raylan getiriyordu ve raylar döşendikçe Üzerlerinde gidip geliyordu. Pacific demiryolunun güzergahında birkaç kol vardır: Iowa, Kansas, Colorado ve Oregon eya letleri. Omaha'dan ayrılırken kuzey kolun ağzı na kadar Platte River'ın sol kıyısını boydan boya gittikten sonra güney kolu takip ediyor, Laramie topraklannı ve Wahsatch dağlannı geçiyor, tuzlu gölün etrafından dolaşıyor, Mormonlann başkenti olan Salt Lake City'ye vanyor, Tuilla vadisine dalı yor, Amerikan çölünü, Cedar ve Humboldt dağla nnı, Huboldt Nehri'ni, Sierra Nevada'yı boylu bo yunca geçiyor ve Sacramento'dan Pasifik'e iniyor, üstelik bu güzergahta eğim Rocky Dağlannı geçer ken bile mil başına yüz otuz kademi geçmiyor. Trenlerin yedi günde katettikleri ve saygıdeğer Phileas Fogg'a ayın 11'inde New York'ta Liverpool gemisine binmesine imkan verecek -en azından böyle umut ediyordu- olan bu uzun damar bu şe kildeydi. Phileas Fogg'un bulunduğu vagon, hareket ka biliyeti sayesinde ufak kavisleri dönmesini sağ layan her biri dört tekerleğe sahip iki bölmeye oturtturulmuş uzun bir omnibüs tarzındaydı. İçe238
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ride kompartıman yoktu; her iki yana konmuş ek senle dik açı oluşturan ve aralarında her vagonda mevcut olan tuvaletlere giden dar bir boşluk bu lunan iki dizi oturak vardı. Tren boyunca vagon lar birbirlerine yaya köprüleriyle bağlıydı, böylece yolcular trenin bir ucundan diğerine gidip gele biliyorlardı, aynı zamanda yolcuların hizmetinde salon-vagonları, teras vagonları, restoran vagon ları, kafe vagonları da bulunuyordu. Sadece tiyat ro-vagonları eksikti, ama bir gün onlar da olurdu. Köprülerde mallarını sergileyen kitap ve gazete satıcıları ve de müşterileri hiç eksik olmayan içki, yiyecek, puro satıcıları durmadan gidip geliyordu. Yolcular akşam saat altıda Oakland İstasyo nundan yola çıkmışlardı. Hava kararmıştı. Gök yüzünü kara dönüşmekle tehdit eden bulutların kuşattığı soğuk, karanlık bir geceydi. Yine de tren son hız ilerliyordu. Durakları göz önünde bulun durarak saatte yirmi mil ilerliyordu; bu hız çizel gede gösterilen zaman dahilinde Birleşik Devlet leri geçmesini sağlayacak hızdı. Vagonda pek sohbet edilmiyordu. Zaten uyku yolcuları kuşatacaktı. Passepartout polis müfet tişinin yanında yer alıyordu ama onunla konuş muyordu. Son olaylardan sonra aralan fazlasıyla soğumuştu. Ne sempati, ne samimiyet kalmıştı. Fix davranış şeklini değiştirmemişti, ama Passe partout tam tersine, son derece çekimser davra nıyor ve en ufak bir şüphede eski dostunu boğaz lamaya hazır bulunuyordu. Tren yola koyulduktan bir saat sonra kar yağ maya başladı, neyse ki hafif yağdığı için konvo yun ilerleyişini yavaşlatacak türden değildi. Pen239
JULES VERNE
cereden, lokomotifin buhannın kıvrımlannı aça rak artık grileştiği bembeyaz devasa bir örtüden başka bir şey görünmüyordu. Saat sekizde bir kamarot vagona girdi ve yol culara yatma saatinin geldiğini haber verdi. Bu vagon bir yataklı vagondu ve birkaç dakikada ya takhaneye dönüştürüldü. Oturaklann sırtlıklan yatırıldı, titizlikle paketlenmiş kuşetler zekice dü şünülmüş bir sistemle açıldı, .göz açıp kapayana kadar bölmeler oluşturuldu ve her yolcu meraklı gözlerden koruyan iri perdelerin arasında konfor lu bir yatağa kavuştu. Çarşaflar beyaz, yastıklar yumuşacıktı. Tren son hız California'yı geçerken geriye yatıp uyumak kalmıştı - zaten herkes ra hat bir gemi kamarasındaymış gibi öyle yaptı. San Francisco ile Sacramento arasında bulu nan bu bölgede yol pek engebeli değildi. "Cent ral Pacifıc Road" adını taşıyan demiryollannın bu kısmı Sacramento'yu çıkış noktası olarak alıp Omaha'dan giden kısımla buluşmak üzere doğu ya doğru ilerledi. San Francisco' dan California'nın başkentine demiryollan hattı San Pablo körfe zine dökülen American River'ı boylu boyunca izleyerek doğrudan kuzeydoğuya gidiyordu. Bu iki önemli şehir arasında bulunan yüz yirmi mil altı saatte katedildi ve gece yarısına doğru uyu yan yolcular Sacramento'ya geçtiler. Bu yüzden California'nın yasama merkezi olan bu önemli şehri göremedikleri gibi güzel limanlarını, geniş sokaklannı, muhteşem otellerini, parklannı ve tapınaklannı da göremediler. Junction, Roclin, Auburn ve Colfax istasyonları nı geçip Sacramento'dan çıktıktan sonra tren Sier240
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ra Nevada Sıradağlanna girdi. Cisco İstasyonunu geçtiğinde saat sabahın yedisiydi. Bir saat sonra yatakhaneler tekrar sıradan vagonlara dönüştü rülmüştü ve yolcular bu dağlık yörenin pitoresk manzarasını pencereden görebiliyorlardı. Tren yolu Sierra'nın kaprislerine boyun eğiyordu; şura da dağın yamaçlanna tutunmuş, burada uçurum lann üzerinden geçiyordu; zorlu açılardan kaçını yor, çıkışsız gibi görünen dar boğazlara atılıyordu. Pas renginde bir ışık yayan büyük feneriyle, kılıç gibi uzanan "astragalus" bitkisi gibi, gümüşümsü çanıyla, kutsal emanet kutusu gibi parlayan loko motif ıslıklannı ve homurtulannı sellerin ve şe lalelerin gürültüsüne ekliyordu ve dumanını çam ağaçlannın siyah dallan arasında eğip büküyordu. Güzergah üzerinde az veya neredeyse hiç tü nel, köprü yoktu. Demiryolu dağlann eteklerinin etrafından geçiyor, bir noktadan diğerine düz bir çizgi çizerek en kısa yolu aramıyor ve doğayı boz muyordu. Humboldt Nehrinin kenarı sıra gittiği için demiryolları bu noktadan itibaren yine nehrin yatağını takip ederek birkaç mil kuzeye doğru yükseldi. Ardından doğuya doğru biraz kıvnldı; Nevada'nın doğu ucunda nehrin doğduğu nokta olan Humboldt Sıradağlanna varmadan nehirden ayrılmayacaktı. Kahvaltı yaptıktan sonra Mr. Fogg, Mrs. Autla ve arkadaşları vagondaki yerlerine geçtiler. Phile as Fogg, genç kadın, Fix ve Passepartout, rahatça yerleşmiş vaziyette gözlerinin önünden geçen değişik manzaraları seyrettiler: geniş kırlar, ufuk ta kenarlan beliren dağlar, köpük köpük sular ha241
JULES VERNE
linde akan dereler. Bazen kalabalık bir bizon sü rüsü uzaklarda toplanıyor ve hareketli bir mendi rek gibi görünüyordu. Bu sayısız geviş getiren or dular trenlerin geçişine çoğu zaman engel olabili yordu. Bu hayvanlardan binlercesinin saatler bo yunca demiryolundan geçtiği görülmüştür. Böyle bir durumda lokomotif, durmak ve yolun tekrar boşalmasını beklemek zorunda kalıyordu.
Çarşaflar beyazdı. 242
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Hatta burada da böyle bir şey oldu. Saat öğlen üçe doğru demiryolunu on veya on iki bin baştan oluşan bir sürü kesti. Tren hızını azalttıktan son ra bu devasa sütunun yan tarafından girmek için lokomotifin ön kısmındaki uzun demiri aralarına sokmaya çalışsa da bu nüfuz edilemez yığının önünde durmak zorunda kaldı. Bu geviş getiren hayvanların -Amerikalıların yanlış adlandırdıkları haliyle buffalolann- bazen olağanüstü böğürtüler çıkararak sakin adımlarla yürüdükleri görülüyordu. Avrupa'daki boğalardan çok daha iriydiler; bacakları ve kuyrukları kısa; başlan, boyunları ve omuzlan uzun tüylü bir yeley le kaplıydı. Bu göçü durdurmayı akla getirmemek gerekiyordu. Bizonlar bir yönde ilerlemeyi seçtiler mi, onlann bu ilerleyişini hiçbir şey ne durdurabilir ne de yönünü değiştirebilirdi. Hiçbir dalga kıranın durduramayacağı canlı et seli gibiydi bunlar. Köprülere çıkan yolcular bu tuhaf olayı izli yorlardı. Ama yolcular arasında en çok acelesi olması gereken kişi, Phileas Fogg yerinde kalmış ve mandaların yol verme lütfunda bulunmaları nı felsefi bir vakurla bekliyordu. Passepartout bu hayvan kalabalığının neden olduğu gecikmeden dolayı öfkeden patlıyordu. Hatta tabanca mühim matını onların üzerine boşaltmak istedi. - Bu nasıl bir ülke! diye haykırıyordu. Basit öküzler trenleri durduruyor ve yolu kapatmamış gibi hiç acele etmeden alay şeklinde ilerliyorlar! Kahretsin! Mr. Fogg'un bu zaman kaybını planla rına dahil edip etmediğini bilmek isterim! Bu kala balık eden sürünün içinden treni ilerletip geçmeye cesaret etmeyen şu makiniste ne demeli peki! 243
JULES VERNE
Makinist engele karşı koymaya çalışmamıştı ve temkinli davranmıştı. Lokomotifin önündeki kısımla muhtemelen sürünün ilk mandalarını ez miş olurdu ama her ne kadar çok güçlü olsa da tren yine de durdurulmuş olurdu, üstelik kaçınıl maz olarak raylardan çıkar ve çaresizce burada kalırlardı.
On veya on iki bin baştan oluşan bir sürü demiryolunu kesti. 244
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
En iyisi sabırla beklemekti; kaldı ki gerekirse kaybedilen zamanı treni hızlandırarak kazanabi lirdi. Bizon sürüsünün geçmesi üç koca saat sür dü ve yol ancak gece çökerken serbest kalabildi. O sıra sürünün son kıtası raylan geçerken baş kısmı da güney ufukta gözden kayboluyordu. Böylece tren Humboldt Sıradağlarını geçerken saat sekiz olmuştu. Saat dokuz buçukta da tuzlu gölün bulunduğu ve Mormonlann tuhaf memle keti olan Utah topraklanna girildi.
245
XXVII PASSEPARTOUT'NUN SAATTE YiRMi MiL HIZLA MORMON TARİHİ DERSİ ALDIGI BÖLÜM •
•
•
5 Aralık'ı 6 Aralık'a bağlayan gece tren güney doğuya doğru yaklaşık elli millik bir yol gittikten sonra büyük tuzlu göle yaklaşarak bir o kadar daha yol aldı. Passepartout sabah dokuza doğru köprülerden birinde hava almaya çıktı. Hava soğuktu, gökyüzü gri, ama artık kar yağmıyordu. Sislerin büyüttüğü güneş kocaman altından bir para gibi görünüyor du ve Passepartout bunun sterlin değerini hesap lamakla meşgulken bu faydalı çalışması tuhaf bir kişi yüzünden bölündü. Elko İstasyonundan trene binen bu kişi uzun boylu, koyu esmer tenli, kara bıyıkları, siyah ço raplan, siyah ipekten şapkası, siyah yeleği, siyah pantolonu, beyaz kravatı, köpek derisinden el divenleri olan bir adamdı. Protestan rahiplerine benziyordu. Trenin bir ucundan diğerine gidip geliyor ve elle yazılmış bir notu ekmek hamuruy la her vagon kapısına yapıştınyordu. Passepartout kapıya yaklaştı ve bu notlardan birinde Mormon misyoneri saygıdeğer İhtiyar 246
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
William Hitch'in 48 numaralı trende bulunmasını fırsat bilip öğlen on birde 117 numaralı vagonda Mormonluk üzerine bir konferans vereceğini ve "Son Zaman Azizleri"nin dinsel gizemlerini me rak eden bütün centilmenleri dinlemeye davet ettiğini okudu. Mormonluk hakkında Mormon topluluğunun temeli olan çok eşlilik adetlerinin dışında pek bir şey bilmeyen Passepartout "Kesin katılacağım, " dedi kendi kendine. Yüz kadar yolcu taşıyan trende haber hızla yayıldı. Bunlardan en fazla otuzu, konferans ke limesinin aldatıcılığına kanıp saat on birde 117 numaralı vagonun banklarına yerleşmişlerdi. Passepartout yandaşların ön sırasında yer alıyor du. Ne efendisi ne de Fix rahatını bozma gereği duymuşlardı. Söylenen saatte İhtiyar William Hitch ayağa kalktı ve sanki baştan itirazlarla karşılaşmış gibi kızgın bir sesle şöyle haykırdı: - Ben size diyorum ki Joe Smyth bir şehittir, kardeşi Hvram şehittir, Birleşik Devletler hükü metinin peygamberlere karşı yürüttüğü zulmün Brigham Young'ı da şehit edecektir! Bunun aksini söylemeye cesaret edecek olan var mı? Kimse coşkulu konuşma tarzının doğal ve sa kin görünümüyle ters düştüğü misyonere itiraz etmeye kalkışmadı. Ama Mormonluğun o sıralar zorlu sınavlardan geçiyor olması rahibin öfkesini açıklıyordu. Gerçekten de Birleşik Devletler hükü meti bu bağımsız fanatikleri epey güçlük çekerek bastırmıştı. Devlet Utah'ı ele geçirmiş ve ayak lanma ve çok eşlilikle suçlanan Brigham Young'ı 247
JULES VERNE
hapse attıktan sonra bu eyaleti de Birleşik Dev letler yasasına boyun eğdirmişti. O zamandan beri peygamberin müritleri gayretlerini kat kat artırmış ve eyleme geçmeyi beklerken kongrenin iddialarına karşı sözle direniyorlardı. Gördüğünüz gibi İhtiyar William Hitch de miryollarınd a bile kendi inancını yaymaya ça lışıyordu. Öyküsünü sesini aniden yükselterek ve el kol hareketlerini abartıp etkili hale getirerek Tevrat döneminden itibaren Mormonların tarihini an latmaya koyuldu: Yusuf kabilesinden bir Mormon peygamberin İsrail' de yeni dinin yıllıklarını na sıl yayınladığını ve oğlu Morom'a nasıl miras bı raktığını, ardından asırlar sonra Mısır harfleriyle yazılmış olan bu kıymetli kitabın 1825 'te mistik peygamber olarak ortaya çıkan Vermont eyaletin den bir çiftçi olan Joseph Smyth Junior tarafından nasıl tercüme edildiğini, en sonunda ışıklı bir or manda göksel bir habercinin nasıl ortaya çıktığını ve Tanrı'nın yıllıklarını ona nasıl verdiğini anlattı. O sıra misyonerin geçmişe yönelik öyküsüne pek ilgi duymayan bazı dinleyiciler vagondan ayrıldı; ama William Hitch sözüne devam ede rek Smyth Junior'ın babasını, iki kardeşini ve birkaç müridi bir araya toplayarak Son Zaman Azizleri dinini nasıl kurduğunu -bu din yalnız ca Amerika'da değil aynı zamanda İngiltere'de, İskandinav ülkelerinde, Almanya'da da mevcut olup müritleri arasında zanaatkarlar ve çok sa yıda serbest meslekten insanlar bulunmaktadır Ohio' da nasıl koloni kurduklarını, iki yüz bin do lar ve Kirkland' da eski bir bina karşılığında nasıl 248
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Mormon Kilisesi inşa ettiklerini, Smyth'in nasıl gözü pek bir bankacı olduğunu ve mumya ser gileyen birisinden İbrahim'in ve başka ünlü Mı sırlıların elinden yazılmış öykülerin yer aldığı bir papirüsü nasıl aldığını anlattı. Bu anlattıkları biraz uzayınca dinleyici sırala rı seyreldi ve dinleyici kitlesi olsa olsa yirmi kişi kaldı. Ama ihtiyar yerlerini terk edenleri pek umur samadan ayrıntılı bir şekilde Joe Smyth'in 1837' de nasıl hileli iflas ettiğini, onun yüzünden iflas eden hissedarlarının Smyth'in üzerine nasıl katran döküp tavuk tüylerine yuvarladıklarını, birkaç yıl sonra Bağımsızlık ilan edildikten sonra Missouri' de daha şerefli ve daha dürüst bir kişi olarak üç bin müride sahip gelişmekte olan bir topluluğun nasıl başında bulunduğunu ve kafir lerin nefretlerinin Smyth'in peşini bırakmadığı için Amerikan Far West'ine nasıl kaçmak zorun da kaldığını anlattı. On dinleyici hala onu dinliyordu ve pürdikkat kesilmiş olan dürüst Passepartout da bunların arasındaydı. Böylece Passepartout, uzun zulüm lerin ardından Smyth'in nasıl Illinois'da ortaya çıktığını ve 1839'da Mississippi kıyılarında nüfu su yirmi beş bin kişiye kadar yükselen Nauvoo-la Belle'de nasıl mezhep kurduğunu, Smyth'in nasıl belediye başkanı, yüksek yargıç ve general oldu ğunu, 1843'te Amerika Birleşik Devletleri'ne nasıl başkan adayı olduğunu ve nihayet Carthage'da pusuya düşüp nasıl hapse atıldığını ve maskeli bir insan grubu tarafından nasıl öldürüldüğünü öğrenmiş oldu. 249
JULES VERNE
O an vagonda yalnızca Passepartout ve gözle rinin içine bakan, sözleriyle onu büyüleyen ihti yar kalmıştı. İhtiyar Smyth'in öldürülmesinden iki yıl sonra ilhamlı bir peygamberin, Brigham Young'ın, Nauvoo'yu bırakıp tuzlu gölün kıyıları na yerleştiğini ve burada, bu muhteşem yörede, bu verimli topraklar arasında, California'ya var mak için Utah'tan geçen göçmenlerin yolu üze rinde yeni koloni Mormonluğun çok eşli ilkesi sayesinde olağanüstü bir gelişme kaydettiğini de öğrenmiş oldu. - İşte bu yüzden, kıskançlığı yüzünden kong re bize sataşıyor! Bu yüzden Birleşik Devletlerin askerleri Utah topraklarına ayak bastı! Bu yüz den başkanımız, peygamber Brigham Young'ı adaleti hiçe s ayarak zehirlediler! Kab a kuvvete boyun eğecek miyiz ? Asla! Vermont'tan kovul s ak da, Illinois'dan kovuls ak da, Ohio' dan ko vulsak da, Missouri'den kovuls ak da, Utah'tan kovuls ak da çadırımızı kurac ağımız bağımsız topraklar yine buluruz . . . - Ve siz, kulum, diye ekledi ihtiyar öfkeli bakışlarını tek kalmış din leyicisine dikerek, çadırınızı bizim bayrağımızın altına dikecek misiniz ? - Hayır, diye cevap verdi cesurca Passepartout ve bu öfkeli adamı çölde vaaz vermeye terk ede rek oradan kaçtı. Bu konferans sırasında tren hızlıca ilerlemişti ve saat on iki buçuğa doğru tuzlu gölün kuzeybatı ucuna varmıştı. Burada geniş bir alana yayılmış, Ölü Deniz adını da taşıyan ve Amerika' daki Jour dainlerden birinin döküldüğü bu iç deniz görülü yordu. Sağlam dayanakları olan hoş vahşi kaya250
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
ların çevrelediği, beyaz tuzlann tanelendiği, eski den daha geniş alanı kaplayan, ne var ki zamanla kıyılan biraz yüksek olduğu için derinliğini artıra rak yüzölçümü küçültülmüş olan muhteşem bir su tabakası, harika bir göldü bu.
"Ya siz kulum!" 251
JULES VERNE
Yetmiş mil uzunluğunda, yaklaşık otuz beş mil eninde olan tuzlu göl, deniz seviyesinden üç bin sekiz yüz kadem yüksekte yer alıyor. Çöküntü alanı dipte on iki kademe yaklaşan asfaltit göl den· farklı olarak bu gölün tuz oranı çok yüksektir ve suların ağırlığının çeyreği katı madde taşımak tadır. Bunların özgül ağırlıkları 1170 ve arıtılmış suyunki de 1000'dir. Bu yüzden burada balık ya şayamaz. Jourdain'in, Weber'in ve diğer derelerin getirdiği balıklar orada hemen ölüyor; ama bu su yun yoğunluğunun bir insanın bu göle dalamaya cağı şeklindeki söylenti doğru değildir. Gölün etrafında kırlar muhteşem şekilde eki liydi, çünkü Mormonlar toprak işlerinden anlı yorlardı: Evcil hayvanlar için kulübeler ve ağıllar, buğday, mısır, sorgum tarlaları, yemyeşil kırlar, her yerde yabani gül çalıları, akasya ve sütleğen buketleri vardı. İşte altı ay sonra bu yörenin gö rünümü böyleydi, ama yolcularımızın orada bu lunduğu sırada yeri hafif pudralayan kar ince bir tabaka halinde zemini gizliyordu. Saat ikide yolcular Ogden İstasyonunda indi ler. Tren saat altıda tekrar yola çıkacağı için Mr. Fogg, Mrs. Auda ve iki yol arkadaşlarının Ogden İstasyonundan ayrılan küçük bir sapakla Azizler Kentine gidecek kadar vakitleri vardı. Tamamen Amerika tarzında, uzun soğuk çizgili geniş bir satranç tahtasını andıran, Victor Hugo 'nun ifa desiyle "dik açıların uğursuz hüznü"yle bütün Amerikan şehirlerinin patronuna göre çizilmiş olan bu küçük şehri gezmek için iki saat yeterKenarlarında bulunan asfaltit maddeden dolayı Ölü Deniz'e verilen isim -çn. 252
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
liydi. Azizler Kentinin kurucusu kendisini Ang losaksonlardan ayıran bu simetri gereksinimin den kaçamazdı. İnsanların kurumlara muhte melen layık olmadıkları bu tuhaf memlekette her şey "kare şekilde" yapılmıştı: şehirler, evler ve saçmalıklar.
Harika bir göl! 253
JULES VERNE
Saat üçte yolcular ]ourdain kıyısıyla Wah satch dağlarının ilk kıvnmları arasında inşa edil miş şehrin sokaklarında geziyorlardı. Burada çok veya hiç kilise olmadığını fark ettiler, ama anıt olarak peygamberin evi, adalet sarayı ve mühim mat deposu vardı; ardından akasya, palmiye ve keçiboynuzu ağaçlarıyla çevrilmiş, bahçe içinde, mavi tuğladan yapılmış, verandalı ve balkonlu evler geliyordu. 1853'te inşa edilmiş taştan ve kil den bir duvar şehri çevreliyordu. Pazarın yer al dığı ana caddede bayraklarla süslü birkaç otelin arasında Salt Lake House yükseliyordu. Mr. Fogg ve arkadaşları şehri pek kalabalık bulmadılar. Çitlerle sarılı birkaç mahalle geçtik ten sonra ulaşabildikleri Mormon Kilisesi bölümü hariç sokaklar neredeyse ıssızdı. Kadınlar çok sayıdaydılar, bu da tuhaf Mormon aile düzeniyle açıklanabilirdi. Yine de bütün Mormonlann çok eşli olduklarını düşünmemek lazım. Herkes iste diğini yapmakta serbestti, ama Utahlı kadınların evlenmek istediklerini fark etmek yerinde ola caktır, çünkü Mormon cenneti bekar kadınlara kapılarını açmaz. Bu zavallı kadınlar ne zengin ne de mutlu görünüyorlardı. Birkaçı, muhteme len en zengin olanları, sade bir şal veya başlıkla uzun, siyah ipekten bir ceket giymişlerdi. Diğerle rinin kıyafetleriyse dokuma bezlerdendi. Passepartout'ysa, inanmış bir genç adam ola rak, birkaç Mormon kadının tek bir Mormon erke ğini mutlu etmekle yükümlü olmasına korkuyla bakıyordu. Sağduyulu yaklaşımında aslında daha çok kocaya acıyordu. Hayatın zorlukları arasında bunca hanıma rehberlik etmek, bu şekilde Mor254
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
mon cennetine kadar onlara yol göstermek, bu leziz yerin süsü olacak olan şanlı Smyth'in eşli ğinde sonsuza kadar onlarla orada buluşmak ona ürkütücü geliyordu. Kendisini hiç buna uygun hissetmiyordu. Belki de abartıyordu ama sanki Great-Lake-City'nin hanım yurttaşlannın ona en dişe verici bakışlarla baktığını düşünüyordu. Ne mutlu ki Azizler Kentinde fazla kalmaya caktı. Saat dörde beş kala yolcular garda buluş tular ve vagonlardaki yerlerine tekrar yerleştiler. Düdük sesi işitildi, lokomotifin tekerlekleri raylar üzerinde patinaj yaparak trene biraz hız kazandırmaya başlamıştı ki "Bekleyin! Bekleyin! " diye bağrışlar yükseldi. Harekete geçmiş bir tren durdurulmaz. Bu bağrışlan atan bey elbette ki geç kalan bir Mormon'du. Soluk soluğa koşuyordu. Şansına garda ne kapı ne engel vardı. Böylece raylı yola atıldı, oradan da son vagonun basamağına zıpla dı ve vagonun oturaklanndan birine nefes nefese kalmış şekilde kendini bıraktı. Büyük bir heyecanla bu jimnastik olayını izle yen Passepartout, geç kalan bu adamı seyretme ye geldi ve bu Utah yurttaşının kansıyla kavga et tiği için kaçtığını öğrenince merakı daha da arttı. Mormon kendini toparladıktan sonra Passe partout nezaketle kaç kansı olduğunu sordu adamın kaçma şekline bakarak en az yirmi kansı olduğunu tahmin ediyordu. - Bir tane beyefendi! diye cevap verdi Mormon ellerini göğe kaldırarak, bir tane ve yetip de artı yor bile! 255
XXVIII PASSEPARTOUT'NUN AKLIN YOLUNU GÖSTERMEYİ BAŞARAMADIGI BÖLÜM
, Great-Salt-Lake ten ve Ogden İstasyonundan ayrıldıktan sonra tren San Francisco> dan beri do kuz yüz mil katedip Weber Nehrine kadar bir saat boyunca kuzeye yöneldi. Bu noktadan itibaren Wahsatch Dağlarının engebeli kayaları arasında tekrar doğu yönünü takip etti. İşte tam da bu dağ larla Rocky Dağları arasındaki kısımda Amerikan mühendisler ciddi sorunlarla karşılaşmışlardı. Bu yüzden bu güzergahta Birleşik Devletler hüküme tinin sübvansiyonu mil başına kırk sekiz bin do lara kadar yükselmişti, oysa düz ovalarda sadece on altı bin dolardı; ama daha önce söylediğimiz gibi mühendisler doğaya dokunmamışlardı, hileli davranıp zorlukların etrafından dönerek Büyük Havzaya ulaşmak için demiryolu güzergahı bo yunca on dört bin kadem uzunluğunda yalnızca tek bir tünel kazınmıştı. Tuzlu gölde bu güzergah en yüksek seviyesi ne ulaşmıştı. O noktadan itibaren Bitter-Creek Vadisine doğru inip Atlantik ile Pasifik arasında 256
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
sulann birleştiği noktaya çıkmak için uzun, geniş bir kavis çiziyordu. Bu dağlık bölgede riolar· vardı. Muddy, Green ve diğer ırmakları küçük köprüler üzerinden geçmek gerekiyordu. Passepartout'nun hedefe yaklaştıkça sabırsızlığı da artıyordu. Fix ise bu zorlu bölgeden çıkmış olmayı isterdi. Gecikme lerinden endişe ediyor, kaza olmasından çekini yor ve İngiliz topraklanna ayak basmakta Phileas Fogg'un kendisinden daha da acele ediyordu! Akşam onda tren hemen tekrar yola koyul mak üzere Fort-Bridger İstasyonunda durmuştu ve yirmi mil ilerde -Colorado'nun bütün hidrolik sistemini oluştan nehirlerin bir kısmının aktığı Bitter-Creek Vadisini takip ederek- eski Dakota olan Wyoming eyaletine girmişti. Ertesi gün, 7 Aralık'ta, Green River' da on beş dakika mola verildi. Gece fazlaca kar yağmıştı, ama yağmurla kanşık yağdığı ve erimeye yüz tut tuğu için trenin ilerlemesine engel teşkil edemez di. Yine de bu kötü hava Passepartout'yu kaygı landırıyordu, çünkü kar vagonların tekerleklerin de çamur birikmesine neden olduğu için yolculuk esnasında mutlaka sorun çıkaracaktı. "Hangi akla hizmet kış günü yolculuk etmeye kalkıştı! Şansını yükseltmek için ilkbaharı bek leyemez miydi? " diyordu kendi kendine Passe p artout. Ama dürüst genç adamın hava durumuyla ve ısının düşmesiyle meşgul olduğu o sıralar Mrs. Auda çok başka sebeplerden kaynaklanan daha ciddi endişeler içerisindeydi. *
İspanyolca ırmak, nehir anlamına gelen kelime -çn. 257
JULES VERNE
Gerçekten de birkaç yolcu vagonlanndan in miş, trenin yeniden yola çıkmasını beklerken Green River Garının peronunda dolaşıyordu. Genç kadın pencereden bu insanlar arasında Al bay Stamp W. Proctor'u, San Francisco mitingin de Phileas Fogg'a karşı son derece kaba davranan bu Amerikalıyı tanımıştı. Mrs. Auda görünmek istemediği için hemen arkasına yaslanmıştı. Bu olay genç kadını fazlasıyla etkilemişti., Her ne kadar soğuk bir kişiliği olsa da her gün ona karşı büyük özverilerde bulunan bu adama bağ lanmıştı. Muhtemelen genç kadın kurtarıcısına duyduğu hislerin derinliğini henüz tam anlamış değildi ve bu duyguya minnettarlık adını vermiş ti. Mr. Fogg'un er ya da geç davranışına karşılık vermek istediği bu kaba kişiyi görünce kalbi bir den sıkıştı. Elbette Albay Proctor'u bu trene geti ren rastlantıydı ama ne olursa olsun, o buradaydı ve Phileas Fogg'un rakibini fark etmesini ne pa hasına olursa olsun engellemek gerekiyordu. Tren tekrar yola koyulduğunda Mrs. Auda, Mr. Fogg'un uyuduğu bir anı fırsat bilip Fix ve Passepartout'yu durumdan haberdar etti. - Proctor trende mi! diye haykırdı Fix. Endi şe etmeyin hanımefendi, B ay Fogg'la görüşme den önce benimle görüşmesi gerekecek! Sanırım olup bitenlerde en ciddi hakarete m aruz kalan ben oldum! - Üstelik, istediği kadar albay olsun, ben onun la ilgilenirim, diye ekledi Passepartout. - Bay Fix, diye tekrar söz aldı Mrs. Auda, Mr. Fogg intikamını kimseye bırakmaz. Hakaret eden bu adamı bulmak için kendisinin de söylediği gibi 258
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
tekrar Amerika'ya gelecek türden birisi. Bu yüz den Albay Proctor'u görecek olursa üzücü sonuç lar doğurabilecek bir karşılaşmaya engel olama yız. Bu yüzden onu hiç görmemeli. - Haklısınız, hanımefendi, diye cevap verdi Fix. Onunla karşılaşması her şeyi mahvedebilir. Yense de yenilse de Mr. Fogg gecikmiş olacaktır ve . . . - Bu da Reform Kulüp'teki centilmenlerin işine gelir. Dört gün sonra New York'ta olacağız ! Efen dim dört gün boyunca vagonundan ayrılmazsa, Allahın belası bu lanet Amerikalıyla karşı karşıya gelmemesini umut edebiliriz! Elbette ki ona engel olmanın bir yolunu buluruz . . . Konuşmaya ara verildi. Mr. Fogg uyanmıştı ve karla lekelenmiş pencereden manzarayı seyret meye koyulmuştu. Fakat daha sonra efendisinin ve Mrs. Auda'nın duymayacağı şekilde Passepar tout polis müfettişine şöyle dedi: - Gerçekten de onun için dövüşür müsünüz ? - Onu canlı olarak Avrupa'ya geri getirmek için yaparım! diye cevap verdi Fix amansız bir iradeye işaret eden bir ses tonuyla. Passepartout tepeden tırnağa ürperdi, ama efendisiyle ilgili düşünceleri değişmedi. Şu an Albay'la karşılaşmasını önlemek için Mr. Fogg'u kompartımanında tutmanın bir yolu var mıydı? Aslında centilmen pek meraklı birisi
olmadığı gibi pek hareket eden birisi de değildi, bu yüzden onu içeride tutmak çok da zor olma malıydı. Ne olursa olsun polis müfettişi bir çö züm bulmuş gibiydi, çünkü birkaç dakika sonra Phileas Fogg'a şöyle dedi: 259
JULES VERNE
- Trende geçirdiğim bu saatler çok uzun ve ya vaş ilerliyor. - Öyle, diye cevap verdi centilmen, ama yine de saatler geçiyor. - Gemideyken vist oynama alışkanlığınız var dı, öyle değil mi? diye sordu müfettiş. - Evet, diye cevap verdi Phileas Fogg, ama bu rada zor olur. Ne kartlarım ne de partnerlerim var. - Kartları bir yerden alırız. Bu Amerikan tren lerinde her şey satılıyor. Partnerlere gelince, belki hanımefendi. . . - Elbette beyefendi, diye cevap verdi genç ka dın heyecanlanarak. Vist oyununu biliyorum. İn giliz eğitiminin bir parçasıdır. - Ben de bu oyunu iyi oynadığıma inanıyo rum, diye devam etti Fix. Böylece üçümüz ve de boş bir . . . - Nasıl isterseniz beyefendi, diye cevap verdi Phileas Fogg trende bile olsa tekrar en çok sevdiği oyunu oynayabileceğine sevinerek. Passepartout bir kamarot bulmak için gönderil di ve kısa zamanda iki eksiksiz deste, fişler, jeton lar ve örtülü küçük bir masayla geri döndü. Hiçbir eksik yoktu. Oyun başladı. Mrs. Auda vist oynama yı yeterince biliyordu, hatta ciddi Phileas Fogg'dan bir iki iltifat bile alabilmişti. Müfettişe gelince, cen tilmene kafa tutacak kadar başarılıydı. "Artık elimizde. Buradan kımıldamaz! " dedi kendi kendine Passepartout. Sabah on birde tren iki okyanusun birleştiği noktaya varmıştı. Bur ası deniz seviyesine yedi bin beş yüz yirmi dört İngiliz kademi yüksekliğinde, 260
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
Rocky Dağları arasında yer alan bu güzergahtaki en yüksek noktalardan biri olan Passe-Bridger' di. Yaklaşık iki yüz milden sonra yolcular kendilerini Atlantik'e kadar uzanan ve doğanın demiryolları na elverişli kıldığı o uzun ovalarda buldu. Atlan tik havzasının yamacında ilk riolar, North Platte River'ın kolları veya alt kolları görünüyordu. Ku zey ve doğu tarafında bütün ufuk Rocky Dağla rının kuzey kısmını oluşturan ve Laramie doru ğunun yükseldiği bu devasa yarı dairesel hatla çevriliydi. Bu eğri ile demiryolu hattı arasında nehirlerin serpiştirildiği geniş vadiler uzanıyor du. Rayların sağında Missouri'ye dökülen büyük ırmaklardan biri olan Arkansas Irmağının kayna ğına kadar güneyde yuvarlaklaşan som dağların ilk yokuşları kat kat yükseliyordu. Saat on iki buçukta yolcular bu yöreyi idare eden Halleck Kalesini uzaktan fark ettiler. Birkaç saat geçtikten sonra Rocky Dağları geride bıra kılmış olacaktı. Böylece bu zorlu bölgeden trenin kazasız belasız geçebileceği umut edilebilirdi. Kar durmuştu. Hava ayaza dönmüştü. Lokomo tiften korkan iri kuşlar uzaklara kaçıyordu. Hiç bir yırtıcı hayvan, ayı veya kurt vadide görünme mişti. Burası devasa çıplaklığıyla tam anlamıyla ıssız bir yerdi. Vagonda servis edilen rahat bir öğle yemeğin den sonra Mr. Fogg ve partnerleri bitmek bilme yen vist oyununa dönmüşlerdi ki şiddetli düdük sesleri işitildi ve tren durdu. Passepartout başını kapıdan sarkıttı ve trenin durmasını gerektirecek bir şey göremedi. Görü nürde hiç istasyon yoktu. 261
JULES VERNE
Mrs. Auda ve Fix bir an Mr. Fogg'un trenden inmeye kalkışmasından endişe ettiler. Ama cen tilmen uşağına şunu söylemekle yetindi: - Neler olduğuna bir bakın. Passepartout vagondan atladı. Kırk kadar yol cu yerlerinden ayrılmıştı ve bunların arasında Al bay Stamp W. Proctor bulunuyordu. Tren, yolu kapatan kırmızıyı gösteren bir işa retten dolayı durmuştu. Makinist ve kondüktör trenden inip bir sonraki istasyon olan Medicine Bow'un gar şefinin treni karşılamaya gönderdiği bir demiryolu bekçisiyle hararetli bir şekilde ko nuşuyorlardı. Yolculardan bazıları yanlarına yak laşmış ve konuşmaya katılmışlardı - yine bunla rın arasında yüksek sesiyle ve buyurgan hareket leriyle Albay Proctor da bulunuyordu. Grubun yanına giden Passepartout demiryolu bekçisinin şöyle dediğini işitti: - Hayır! Geçmenin imkanı yok! Medicine-Bow köprüsü sallanıyor ve trenin ağırlığını kaldıramaz. Söz konusu olan bu köprü, trenin durduğu yere bir mil uzaklıkta, nehrin üstünden geçen bir asma köprüydü. Demiryolu bekçisinin söylediğine göre köprünün çökme tehlikesi vardı, iplerinden bir kaçı kopmuştu ve üzerinden geçmeyi denemek imkansızdı. Demek ki oradan geçmenin imkansız olduğunu söylerken demiryolu bekçisi · abartmı yordu. Zaten kayıtsız olmaya alışık olan Ameri kalılar temkinli olmaya başladıklarında temkinli davranmamanın delilik olacağını söyleyebiliriz. Passepartout efendisini haberdar etmeye ce saret edemeyip dişlerini sıkmış, heykel gibi hare ketsiz durarak dinliyordu. 262
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Nasıl yani! diye haykırdı Albay Proctor. Bura da kalıp karda kök salmayacağız! - Albay, diye cevap verdi kondüktör, tren iste mek için Omaha İstasyonuna telgraf çektik ama büyük bir ihtimalle tren Medicine-Bow'a saat al tıdan önce varamaz. · - Altı mı! diye haykırdı Passepartout. - Öyle, diye cevap verdi kondüktör. Zaten bu havada istasyona kadar yürüyerek gitmemiz o kadar sürer. - Yürüyerek mi! diye haykırdı bütün yolcular. - Bu istasyon ne kadar uzakta ki? diye sordu yolculardan biri kondüktöre. - On iki mil ilerde, nehrin diğer tarafında. - Karlar içinde on iki mil mi! diye haykırdı Stamp W. Proctor. Albay şirkete ve kondüktöre kızarak bir dizi sövgü fırlattı, öfkeden patlayan Passepartout'nun onunla koro oluşturmasına az kalmıştı. Burada efendisinin bütün banknotlarına rağmen geçe meyecekleri fiziksel bir engel vardı. Üstelik karla kaplı ovada on beş mil yapmak zorunda kalacak olan yolcular arasında hayal kı rıklığı iyice yayılmıştı. Phileas Fogg oyununa dal mış olmasaydı illa dikkatini çekecek olan hayhuy lar, haykırışlar ve bağrış çağırışlar yükselmişti. Yine de Passepartout onu haberdar etmek zo runda kalacaktı ve başı eğik vagona doğru ilerli yordu ki, trenin makinisti -Forster adında gerçek bir Yankee- sesini yükselterek şöyle dedi: - Beyler, köprüyü geçmenin belki bir yolu vardır. - Köprünün üzerinden mi? dedi bir yolcu. 263
JULES VERNE
- Köprünün üzerinden. - Trenimizle birlikte mi? diye sordu Albay. - Trenimizle birlikte. Passepartout durmuş makinistin her kelimesi ne kulak kesilmişti. - Ama köprü çökmek üzere ! diye tekrarladı kondüktör. - Ne önemi var, diye cevap verdi Forster. Sanı rım treni son hız üzerine sürersek köprüyü geç me şansımız olabilir. - Kahretsin, dedi Passepartout. Yolcuların belli bir bölümü bu teklifin cazi besine kapılmıştı. Özellikle de Albay Proctor'un hoşuna gitmişti bu. Tehlikeyi seven bu adam bu nun mümkün olduğunu düşünüyordu. Hatta mü hendislerin son surat ilerleyen yekpare trenlerle "köprü kullanmadan" nehirleri geçmeyi düşün düklerini hatırlattı. Böylece meseleyle ilgilenen herkes makinistin görüşüne katıldı. - Yüzde elli geçme şansımız var, diyordu biri. - Yüzde altmış, diyordu bir başkası. - Yüzde seksen! Hatta yüzde doksan! Passepartout Medicine Deresini geçmek için her şeye razı olsa da söylenenler karşısında deh şete kapılmıştı, bu girişimin biraz fazla "Ameri kan tarzında" olduğunu düşünüyordu. "Aslında yapılacak daha kolay bir şey var, ama bu insanlar bunu akıl bile etmiyorlar! " diye dü şündü. - Beyefendi, makinistin teklif ettiği yol bana biraz tehlikeli göründü, ama . . . - Yüzde seksen şansımız var! diye cevap verdi konuştuğu yolcu sırtını dönerek. 264
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM
- Bunu biliyorum, diye cevap verdi Passepar tout bir başka centilmene yönelerek. Ama biraz düşününce . . . - Düşünmeye gerek yok, işe yaramaz! diye ce vap verdi Amerikalı omuz silkerek. Madem maki nist geçeceğimizi söylüyor, geçeriz! - Muhtemelen, diye devam etti Passepartout, geçeriz, ama belki biraz temkinli olmak . . . - Nasıl! Temkinli! diye haykırdı Albay Proctor tesadüfen işittiği bu kelimeye yerinden zıplaya rak. Son hız diyoruz size! Anlıyor musunuz ? Son hız! - Biliyorum. . . anlıyorum, diye tekrarlıyordu cümlesini tamamlamasına izin verilmeyen Pas separtout. Mademki bu kelime sizi rahatsız edi yor, o zaman temkinli demeyelim, daha doğal. . . - Kim? Ne? Nasıl? Doğal kelimesiyle ne deme ye çalışıyor bu? diye haykırdı her yandan yolcular. Zavallı genç adam kime ne anlatacağını şaşır mış durumdaydı. - Yoksa korkuyor musunuz? diye sordu Albay Proctor. - Korkmak mı? Ben mi! diye haykırdı Passe partout. Öyle olsun. Bu insanlara bir Fransız'ın Amerikalılar kadar Amerikalı olabileceğini göste recegım. - Herkes trene binsin! Trene binin! diye bağırdı kondüktör. - Evet! Trene binin, diye tekrarlıyordu Passe partout. Trene binin! Hadi hemen! Ama önce biz yolculan yaya olarak köprüden geçirip ardından treni geçirmenin daha doğal olacağını düşünme me kimse mani olamaz! 265
JULES VERNE
Ama kimse bu aklı başında sözü işitmedi ve kimse bunun çok doğru olduğunu kabul etmek istemedi. Yolcular vagonlanna dönmüştü. Passepartout olup bitenle ilgili hiçbir şey söylemeden yerine oturdu. Oyuncular tamamen vist oyunlarına dal mış durumdaydılar. Lokomotif düdüğü şiddetli bir şekilde öttü. Makinist buhan tersine çevirerek treni yaklaşık bir mil geriye götürdü - tıpkı hız almak isteyen bir atlayıcı gibi. Ardından ikinci bir düdük sesiy le ileri hareket başladı, hızlandı, kısa sürede kor kutucu bir hıza ulaştı; lokomotiften çıkan tek bir uğultu işitiliyordu, pistonlar saniyede yirmi kez inip çıkıyordu, yağ kutulan içinde tekerleklerin dingillerinden duman yükseliyordu. Saatte yüz mil hızında ilerleyen bütün trenin artık raylar üs tünden gitmediği hissediliyordu. Hız yerçekimini yutmuş gibiydi. Ve geçildi! Bir şimşek gibiydi. Köprü görünme di bile. Tren bir anlamda nehrin bir kıyısından di ğerine zıpladı ve makinist dolu dizgin giden treni istasyondan beş mil ileride ancak durdurabildi. Tren köprüyü geçer geçmez tamamen parçala nan köprü Medicine-Bow'un ivinti yerine büyük bir gürültüyle çöktü.
266
SEKSEN GÜNDE DEVRİ ALEM -· � · �.
.. .
-:::·: �""' "