Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar [17 ed.]
 9789758740215

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Halida, Bakir, Leyla ve Salıina'ya

Edebiyat özgürlüktür

Heinrich Böll

Özgürlüğe

Kaçışırn

Zindandan Notlar

Aliya İzzetbegoviç

tercüme

Hasan Tuncay Başoğlu

KLAS İK 18.

Kitap

Aliya

İzzerbegoviç Kiraplığı 3

Özgürlüğe Kaçışım Zindandan

Notlar

Aliya İzzetbegoviç Moj Bijeg u Slobodu Biljeske iz zatvoro 1983·1988

Tercüme Hasan Tuncay B�oğlu © Ba.kir lzetbegovic, 20ll © Klasik, 20 ll

Yayına Hazırlık Mustafa Demiray Birinci Basım Nisan 2005

Onyedinci Bas ı m Haziran 2015 ISBN 978-975-8740-21-5 TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 15813

Tasarım/Kapak Salih Pulcu Baskı/Cilt Şenyıldız Matbaacılık Sertifika No : 11964

Gümüşsuyu Cad. No:3, Kat:2 Topkapı/İstanbul

Tel: 0212 483 47 91

Vefa Cad. No:

48 34134 Vefa Fatih İstanbul

Tel 0212 520 66 41-42

Faks 0212 520 74 00

www.klasikyayinlari.com [email protected] facebook.com/klasikyayinlari

rwitter.com/klasikyayinlari

ALİYA İZZETBEGOVİÇ 1925 yılında Bosna Her­ sek'in Bosanski Samac ilinde doğdu. Babaannesi Üs­ küdarlı bir Türk kızıdır. İki yitşında iken ailesiyle bir­ likte, hayatının en önemli kısmının geçeceği Sar.ay­ bosna'ya taşındı. Saraybosna'da hukuk eğitimi gördü ve avukat olarak çalıştı. Genç yaşından itibaren İslami çalışmalara ve Müslü­ manların sorunlarına ilgi gösterdi. Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğu gerekçesiyle 1946 yılında üç yıl hapse mahkum edildi. Kendini entelektüel çalışmala­ ra verdi. İJ!am Deklartuyonu 'nu yayınladı. 1983 yılın­ da düşüncelerinden dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. Cezasının 5 yılını hapiste geçirdi. Yugoslavya'nın da­ ğılma sürecine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi (SDA)'ni kurdu ve genel başkanı seçildi. Komünist yönetimin çökmesiyle birlikte yapılan ilk serbest seçimlerde Bosna Hersek Federal Cumhuriye­ ti Devlet Başkanı seçildi. Sırp ve Hırvat güçlere kar­ şı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. 1995'te savaşa son veren DaytDn Anla.jmtuı nı imzala­ dı. 1996 yılında yapılan seçimlerde üçlü başkanlık konseyine seçildi. Uluslararası gücün haskılarına kar­ şı çıkan ve 2000 yılında sağlık nedenlerini gerekçe göstererek başkanlık görevinden istifa eden İzzetbe­ goviç 19 Ekim 2003'te dar-ı bekaya irtihal eyledi. Aliya İzzetbegoviç entelektüel, eylem adamı, siyasetçi, özgürlük savaşçısı ve düşünür kimliği ile halkına öncü­ lük etmiş bir isimdir. Bu özellikleriyle İslam dünyasın­ da yeni bir lider tipinin öncüsü sayılmaktadır. İzzetbegoviç'in, elinizdeki çalışması dışında Doğu ve İJ!am (Nehir, 1987), Tarihe Tanıklığım (Klasik, 2003) ve Kontqmalar (Klasik, 2003) isimli eserleri dilimize kazandırılmıştır.

Batı AraJında

SUNU Ş

Bilge bir öncüyü

okumak

Balkanlaröaki İslam varlığının tarihçileri ilgilendiren bir alan çalışması olmaktan çıkıp toplumsal hayatın tüm alanlarını kuşatan bir varlık oluşunu simgeleyen isiınierin başında kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç gel­ mektedir. Onun hayatı, eylemleri ve düşünceleri İslam medeniyetinin kalıcı unsurları olarak Müslümanların Avrupa'da, tarihi kökleri bulunan, yaşayan ve aynı za­ manda bölgenin geleceğini belirleyen en dinamik un­ sur olduğunun altını çizmektedir. Devraldıkları Osmanlı mirasını, geçmişin bir bakiyesi olmaktan çıkaran Balkan Müslümanları Avrupa'nın geleceğinin şekillenmesinde önemli roller üstlenecek aktörlere dönüşmüşlerdir. Bir coğrafyanın siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal geleceğinde aktif rol oyuayabilmek aynı zamanda bu ·

alanlarda birikim sahibi olmayı ve etkin davranınayı gerektirir. Boşnak, Arnavut, Pomak gibi yerli Balkan halkları sahip oldukları tarihsel ve kültürel değerlerle bulundukları coğrafyanın asli unsuru olabileceklerini, Balkanlar'ın geleceğinde yeniden aktif roller üstlenebi­ leceklerini özellikle Soğuk Savaş sonrası gelişmelerle göstermişlerdir. Bir ulusun varoluş mücadelesine öncülük eden kurucu bir lider olarak Aliya İzzetbegoviç böylesi tarihi kav­ şakta sahneye çıkmıştır. Bir yandan siyaset ve eylem adamı olarak Balkanlar'daki İslam varlığını yaşayan

bir medeniyetin temsilcisi konumuna getiren Aliya, bir diğer yandan da düşünür kimliği ile bunun ente­ lektüel boyutlarını ortaya koymuştur. Bu durum onun yüklendiği misyonun toplumunun yeniden inşasında ne kadar hayati önemde olduğuna işaret etmektedir. Elinizdeki kitap bir düşünür olarak Aliya İzzetbego­ viç'in portresini tamamlarken aynı zamanda evrensel bir düşünce sistemi geliştiren Müslüman bir mütefek­ kir prototipini de sunmaktadır. Siyaset ve eylem adamı ve bir düşünür olarak İzzetbegoviç bu eseriyle daha iyi anlaşılacaktır. O, bir eylem adamı, bir lider olarak kendi toplumuna öncülük eden ve bu bakımından ait olduğu toplumun, beslendiği kültürel kaynakların özelliklerini ortaya çı­ karan bir kişiliktir. Her ne kadar Aliya içinden çıktığı toplumun bir parçası olsa da, bir düşünür ve bir özgür­ lük savaşçısı olarak ortaya koyduğu felsefi metinlerio onu evrensel ölçekte fikir geliştirebilen, kendi kültür havzasını aşıp insanlığın temel varoluş problemlerine dair düşünce üretebilen, kuşatıcı bir düşünür konumu­ na yerleştirdiğini belirtmek gerekir. Elinizdeki eser, sa­ vunduğu düşüncelerden dolayı özgürlüğü elinden alın­ mış bir mütefekkirin hapishanede kaleme aldığı notla­ rından oluşmakta ve Aliyanın özgürlük savaşçısı ve dü­ şünür kimliğini daha da anlamlı hale getirmektedir. Aliya, belli bir kültürün yetiştirdiği, belli bir ulusa ön­ cülük eden ancak daha geniş ölçekte islam Dünyası için yeni bir lider prototİpine dönüşen bir sembol fi­ gürdür. Müslüman bir düşünür olarak ait olduğu me­ deniyetin sorunlarına kafa yormuş olması bunun gös­ tergesidir. Aliyanın ülkesinin bağımsızlık savaşına öncülük eder­ ken mazlum ve özgürlük arayışındaki topluluklara dö­ nük olarak oluşturduğu örneklik onun kendi kültür havzasını aşmasını ve sözlerinin evrensel ölçekte etkin hale gelmesini sağlamıştır. Yerel olanla evrensel olanın buluştuğu kavşak nokta­ sında karşımıza çıkan Aliya gibi özgün bir lider ve dü-

şünür prototipi tarihte ender zamanlarda ortaya çıkar. Yerel ve kendine ait değerlerden beslenerek evrensel mesaj veren bir düşünürdür Aliya. Ait olduğu topluma yabancılaşmadan, o toplumdan biri olarak öncülük eden ama evrensel boyutlarda mesajı olan bir lider, bir dü�ünür, yani bilge kral, yani Aliya İzzetbegoviç ... Bu kitapta yer alan metinler yazarının sunuşunda da belirtildiği gibi esas itibariyle hapishanede gizlice tutu­ lan notlardan oluşmaktadır. Zor şartlarda kaleme alı­ nan bu felsefi metinleri üretmenin güçlüğü ile ortaya çıkan düşünce ürünü kıyaslandığında Aliya'nın ente­ lektüel kapasitesinin şaşırtıcı ve göz kamaştırıcı boyut­ ları açığa çıkacaktır. Çarpıcı, sade, öz ve kısa metinlerden, bir tür felsefi afo­ rizmalardan oluşan bu kitap boyunca Aliya'nın hayat, ölüm, varoluş, aşk, özgürlük, din gibi insanoğlunun va­

roluşsal meselelerine dair fikirleri ile karşılaşacaksınız. Bu kitapta, bulunduğu maddi şartların tüm zorluğuna rağmen kendini çepeçevre saran siyasal ve toplumsal şartların üstüne çıkarak temel insanlık sorunuyla yüz­ leşme cesareti gösteren bir düşünürle karşı karşıyayız. Bu kitabın bir diğer önemli özelliği de, Aliya'nın daha önce yazdığı ve klasik metinlerinden birisi olarak bili­ nen Doğu ve Batı Arasında İslam başlıklı kitabında or­ taya koyduğu düşünceleri burada, müstakil bir bölüm­ de yeniden gözden geçiriyor oluşudur. Vefatından bir­ kaç yıl önce kendisiyle yaptığım bir görüşmede, bu bö­ lümün, "Doğu ve Batı Arasında İslam kitabını şimdi yazacak olsaydım nasıl yazardım" sorusuna verilmiş bir cevap olduğunu belirtmişti. Bu yönüyle elinizdeki kitap Aliya'nın, düşüncelerini yeniden gözden geçirdi­ ği metinleri içermesi bakımından da önemlidir. Son dönemde İslam Dünyası içerisinde evrensel bo­ yutlarda düşünce geliştirebilen ender mütefekkirlerin­ den birisi olan Aliya, bunu kendi toplumuna yabancı­ laşmadan başarahilmiş nadir isimlerden birisidir. Ken­ di medeniyetinden beslenerek evrensel ölçekte düşün-

ce üretebilen Aliya, bu bağlamda çağdaş İslam düşün­ cesinde önemli bir figür olarak öne çıkmaktadır. Batı medeniyetiyle hesaplaşmaya girerken hiçbir kompleks duymadan beslendiği kültürü de kritik edebilmesi na­ sıl ki onun sahip olduğu özgüveni gösteriyorsa, Müslü­ man bir düşünür olarak insanoğlunun kadim varlık meselelerine kafa yararak evrensel ölçekte düşünce üretebilmesi de onun bilgeliğine işaret etmektedir. Bir eylem adamı olarak öncü, bir düşünür olarak bilge ... Aliya'yı okurken, İslam Dünyasında öncülüğe soyunan lider tiplerinin büyük bir kısmının entelektüel açıdan malul oldukları bir ortamda, maddi şartların tüm olumsuzluklarına rağmen fikri ve ahlaki açıdan zengin bir bilge liderin tarihi nasıl yeniden kurabileceğine ta­ nıklık ediyoruz.

AkifEmre

Güz Düşer yapraklar, düşer sanki uzaklardan, gökyüzünde uzak bahçeler mi bozulmuş ne; düşerler gönülsüz doğanlar gibi. Düşer geceleyin ağır yeryüzü de yalnızlığa, bütün yıldızlardan. Biz hepimiz düşeriz. Düşer bu el, bak. Gör başka şeyleri de: bu, hepsinde. Ama var biri, bu düşmeyi ellerinde tutar, sonsuz yumuşak.

Rainer Maria Rilke

Tercüme: A. Turan Oflazoğlu*



Rilke'den Seçme/er, İz Yayıncılık, İstanbul 200 ı.

ÖNSÖZ

Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey be­ nim özgürlüğe kaçışımdır. Maalesef bu gerçek bir kaçış değildi. Oysa ben öyle ol­ masını isterdim. Bu zihni ve

fikri kaçış, yüksek duvarla­

rı ve demir parmaklıklarıyla Foça Hapishanesi'nden mümkün olan tek kaçış şekliydi. Eğer yapabilseydim, gerçek ve maddi kaçışa öncelik tanırdım. Sanırım okuyucular da, benim siyaset ve felsefe konula­ nndaki çeşitli düşüncelerimi ve yorumlarımı okumak­ tan ziyade bir mahkumun müstahkem bir hapishaneden heyecanlı kaçış hikayesini dinlemeyi tercih ederlerdi. Konuşamazdım ama düşünebilirdim. Dolayısıyla bu im­ kanı sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Önce her türden varlık hakkında sessiz tartışmalar yaptım; oku­ duğum kitaplar ve dışarıda vukubulan hadiseler hakkın­ da yorumlarda bulundum. Ardından notlar almaya ko­ yuldum. Başlangıçta gizlice not alıyordum, ama daha sonra oldukça cüretkar hale geldim; oturdum, okudum ve yazdım. Neticede teknisyenierin AS olarak adlandır­ dıkları ebatta 13 deftercik ortaya çıktı. Bunlar çok küçük bir yazıyla ve kasten okunınası imkansız bir şekilde ya­ zılmışlardı. Sekreterim Mirsada Hanım onları istinsah etme eziyetine katlandı. Şifrelerimi çözmede gösterdiği sabırdan dolayı ona teşekkür ederim. Bu notlarda din, İslam, komünizm, özgürlük, demokrasi ve otorite gibi "tehlikeli" kelimeler yerine sadece benim bildiğim başka kelimeler -benim yıllar sonra bile garip ve anlaşılınasını çok zor bulduğum kelimeler- kullanılmıştı. İlk yılın hemen hemen tümünde hiçbir şey yazmadım, yazamadım. Bu, araştırma, muhakeme etme ve hüküm

verme yılıydı. Sanırım ilk notlar 1984'te yazıldı; ardın­ dan bu yazma işlemi yaklaşık beş yıl boyunca her gün devam etti. Bildiğim kadarıyla son not 3676 numaralı ve 30 Eylül 1988 tarihlidir. O dönemde, hala yaklaşık 13 yıllık bir hapse mahkumdum ve ölüm tek umudummuş gibi görünmekteyciL Sanki sadece benim bildiğim bü­

yük bir sır gibi bu umudu gizli tutmaya devam ettim; bu, onların benden alıp götüremedikleri bir sırdı. Dolayısıyla bu düşüncelerin değeri, kendilerinde değil, fakat kaleme alındıkları şartlardadır. Duvarın bu tara­ fında hapishanenin mutlak sessizliği hüküm sürüyordu, öbür tarafında ise 1988'de kasırga haline gelecek olan bir fırtınanın işaretleri vardı. Sözkonusu kasırga Berlin Duvarı'nı yıkacak, Haneeker ve Çavuşesku'yu iktidar­ dan uzaklaştıracak, Varşova Paktı'nı ortadan kaldıracak ve Sovyetler Birliği ile Yugoslavya'yı parçalayacaktı. Za­ manın geçişini ve onun tam gözlerimin önünde değişen safhalarını neredeyse maddi bir şekilde algıladım. Sözkonusu dönem, Doğu Avrupa'nın komünist hükü­ metlerine dair korkunç tecrübelerin ardından, düşünce ve inançlarda yaşanan radikal bir revizyon dönemiydi. Dünya, milyonlarca insanın hayatını değiştirecek ve ta­ rihin akışını farklı bir istikamete çevirecek olan muaz­ zam bir dönüşüm geçiriyordu. Uzun bir süre çift kutup­ lu olan dünya tek kutuplu hale gelmişti. Bunun iyi olup olmadığını bilmiyorum, fakat olan buydu. Mücellidin tutkalma ilave olarak bu dağınık düşüncele­ ri biraraya getiren tek şey,

(hapiste geçen) 2000 küsur

gündür. Bir dereceye kadar bu düşünceler, hadiselere katılmaktan alıkonulan ama onları izlemek ve -doğru veya yanlış- kendi hükümlerini vermek için bol bol za­ manı olan bir adamın anahtar hadiseler üzerinde yaptı­ ğı bir yorumdur. Bunlar, maddi ve vicdani özgürlük, hayat ve kader, in­ sanlar ve hadiseler, okunan kitaplar ve onların yazarları, çocuklarıma hitaben tasarlanmış ama yazılmamış mek­ tuplar hakkındaki çeşitli düşüncelerdir; bir başka ifadey-

le bu uzun

2000 gün (ve gece) boyunca bir malıkurnun

zihninden geçebilecek her şey hakkındaki düşünceler. Yazarken notları ı,

2 ve 3 sayılarıyla işaretlemiştim.

ı numaralı notlar, o dönemde bana hayat, insanlar ve

özgürlükle ilgili gibi görünen birtakım genel düşünce­ lerdi. Daha iyi bir başlık bulamadığım için şimdi onlara aynı başlığı verdim.

2 numaralı notlar, başkalarıyla ilgili bazı gerçekler ve dü­ şüncelerdir; eğer fırsatım olsaydı onları okuması ve bil­ mesi için oğlum Bakire gösterirdim. Hürken bunu sık sık yapardım. Bu bölüm bir bakıma oğluma hitaben tasar­ lanmış ama yazılmamış bir dizi mektuptan oluşmaktadır. 3 numaralı notlar, Doğu ve Batı Arasında İslam adlı kita­ bıını o zaman yazmış olsaydım, ona eklerdim dediğim her şeyi içermektedir. Bir hatırlatma yapmak gerekirse, bu kitapta geçen vakıalar ve fikirler tek bir temel düşün­ ce etrafında, -bir gerekçesi olsun olmasın- benim üçün­ cü yol teorisi olarak adlandırdığım şey etrafında toplanır.

Elyazmalarıının nihai versiyonunu hazırlarken din, si­ yaset ve komünizm hakkındaki düşünceleri 1. bölüm­

(2., 3. ve 5.) aktardım ve İslam hak­ kındaki notları da "2 numara'öan çıkardım (6. Bölüm). den farklı bölümlere

EK kısmı daha sonra ilave edilmiştir. Bu kısım, hapis­ teyken çocuklarımdan aldığım yaklaşık

ı500 mektu­

bun bir kısmını içermektedir. Edebiyat benim özgürlü­ ğe akli kaçışım olduğu gibi bu mektuplar da benim his­ si kaçışımdı. Çocuklarımın, o mektupların benim için ne anlama geldiğini bildikleri ya da bilebilecekleri hu­ susunda emin değilim. Onları okuduğumda kendimi sadece hür bir insan olarak değil, aynı zamanda Allah'ın dünyanın tüm hazinelerini kendisine balışettiği birisi olarak da hissediyordum. Onları EK kısmında yayınla­ mayı seçmemin sebebi budur. O mektuplardaki bazı cümleler bana dönemin ve şartların, siyasi bir malıku­ rnun ailesindeki atmosferin ve düşüncelerin iyi bir res­ mini sunuyor -ve tabii onların yazarları hakkında da bir şeyler söylüyor- gibi görünmüştür.

On küsur yıl sonra elyazmalarım üzerinde çalışmaya başladığımda niyetim onu tutarlı, tam bir metin haline dönüştürmekti. Maalesef hapishanede yaptığım asıl dü­ zenlemeden (onları "üç raf " diye adlandırmıştım) daha ileriye gidemedim. Zamanıının olmadığını hissettim; belki de eldeki malzemeden daha iyisi yapılamazdı. Dolayısıyla elyazma nüshamı yazıldığı şekliyle ham olarak okuyuculara sunuyorum. Belki size bu defterlerle ilgili bir hikaye anlatabilirim. Çünkü bu hikaye hapishane atmosferinin bir tasviridir. Bir defteri bitirdiğimde onu asla dalahırnda bırakmaz­ dım. Onu bir arkadaşa, adam öldürme suçundan hü­ küm giymiş bir mahkuma emanet ederdim. Dolayısıyla bir defada sadece bir deftere, "üzerinde çalışılmakta olan" bir deftere el konulabilecekti. Gerçekten de gardi­ yanlar "tehlikeli şeyler" bulunup bulunmadığını kontrol için dolaplarımızı ararlardı. Herkes bu aramaya eşit de­ recede tabiydi; fakat bazılarımız "daha eşit"ti. Bir köylü olduğu için bahsigeçen arkadaşıının dolabına sadece şöyle bir göz atılırdı. Hapis dönemimin sonlarına doğ­ ru, sahte belge düzenlemekten hüküm giymiş bir başka arkadaş, Veselin K., bu defterlerin onunu bir satranç ku­ tusu içinde dışarıya çıkardı. Paketi çocuklarıma verdi­ ğinde de herhangi bir para almadı. Bizim cani olarak adlandırdığımız insanlar bazen şöhretten hatta beğenii­ rnekten hoşlanırlar. Bunun sebebi onların genellikle gerçek yoldaşlığın ne olduğunu bilmeleridir ve onlar fır­ satlardan istifade etmeye isteklidirler. Sözde "kibar in­ sanlar" çoğunlukla bu meziyetlerden mahrumdurlar. Oğlum Bakir, nihai yayından önce elyazı nüshanıp tü­ münü gözden geçirdi. Sabrı ve sayısız yararlı tavsiyesi için ona müteşekkirim. Hepsi bu kadar. Geriye, notların her bir bölümde kro­ nolojik olarak sunulduğunu söylemek kalıyor.

Aliya İzzetbegoviç Saraybosna, 15 Eylüll998

İÇİNDEKİLER

Birinci Bölüm

Hayat, İnsanlar ve Özgürlük İkinci Bölüm

Din ve Ahlak 45 Üçüncü Bölüm

Siyaset 73 Dördüncü Bölüm

Doğu

ve

Batı Arasında İslam a Haşiye 167 '

Beşinci Bölüm

Komünizm ve Nazizm: Unututmaması Gereken Bazı Gerçekler 267 Altıncı Bölüm

İslam Hakkında Düşünceler: Tarihe ve Diğer Şeylere Dair Gözlemler 301

EK Çocuklarımın Mektuplarından Seçmeler 335

Dizin 395

IliRINCI BÖLÜM

Hayat, İnsanlar

ve

Özgürlük



6.

Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim.

Hayatın kendinde, kendisine has bir gayesi vardır. Bu gaye, hayat gençlik, güzellik, saglık ve özgürlük gibi tüm ha­ rici anlamlarını kaybettiğinde görünür hale gelir. O zaman hayatın güzelliğinin bu arzulanan ama geçici değerlerde de­ ğil, bizzat hayatın kendinde olduğunu görürüz! 9.

ı 7. H içbir kinim yok, fakat elem duyuyorum. 2 ı. Çoğunlukla aşırı bir şekilde övülen "ölümü küçüm­ seme" hasleti, hayata (veya insana) saygı eksikliğinin bir ne­ ticesi olabilir. 23. Hegel Zencilere, Hintiiiere ve Çiniilere dair oldukça kötü bir imaj sunar. Mesela şöyle der: "Zencilerin tabiatında insanlığa benzer hiçbir şey yoktur. ( ... ) Beşeri değersizlik inanılmaz seviyelere ulaşabilir, tiranlık bir adaletsizlik ola­ rak görülmez, yamyamlık da yaygın olarak izin verilen bir Hayat, Insanlar ve Özgürlük

_l

faaliyettir." Ya da şöyle der: " Çin şeref hissini tanımaz ( . . . ) Çünkü [orada] hiç şeref yoktur ( . . . ) hakim duygu, kolaylık­ la sefihliğe dönüşebilen kölelik duygusudur. Çiniiierin ölümsüzlüğü de bu sefihlikle ilgilidir. Onlar her nerede olurlarsa olsunlar aldatıcılıkla meşhurdurlar. Arkadaş arka­ daşı aldatır, eğer bu ortaya çıkarsa suçlanmazlar ( . . . ) Sinsilik ve düzenbazlık Hintliterin ana özellikleridir. H intli, fatihe ve efendiye boyun eğerek alçalır ve ona karşı sinsidir; fethedi­ lene ve teslim olana karşı ise tamamen acımaz ve zalimdir" ( Hegel, Tarih Felsefesi). Yorum um: Bu ifadelerde açık bir ırkçılık, en azından bir Avrupa-merkezcilik var. Eğer bir ah­ lak hissi, sadece bazı ırkların veya ulusların imtiyazı olsaydı, artık hakikatte olduğu şey olmazdı. Ahlaklı (ya da ahlaksız) olan ferttir, halk değildir; dolayısıyla herhangi bir genelierne yapılamaz. 35. İki hakikat, biri şairin diğeri bilim adamının hakika­ ti. Şaire göre yıldızlar ya göz kırparlar ve üzgündürler veya göklerden bize bakıp ebediyetten bahsederler; ay, semanın ışığı, aşıkların arkadaşıdır; dere mırıldanır ve bir hikaye an­ latır; yaşlı m eşe ağacı sırlar saklar; gökler gülümser ya da öf­ keyle gürler; dağ zirveleri büyük mavi gökte düşünür ve ta­ biatın ezeliliğinden ve tüm beşeri şeylerin geçiciliğinden bahseder, vs. Bilim ise varlıklan hayli farklı görür. Bilim için tabiat ayrılmış, tecrit edilmiş bir haldedir, oradadır; alem boştur; her şey kendinde, kör ve gayrışahsi kuvvetlerin bir oyunundan ibarettir. Ay, bilinen veya anlaşılabilen herhangi bir gaye olmaksızın uzayın karanlığında milyonlarca yıldır hareket edip duran düz ve soğuk bir gezegendir. Eğer şairin yalanının mı yoksa bilim adamının doğrusunun mu bize daha yakın olduğunu ve daha fazla hakikat sunduğunu ke­ sin olarak söyleyebilseydik kendimiz hakkında çok daha fazla şey öğrenebilirdik Belki de mahiyetimiz ve kökeni­ mizle ilgili cevap, bizim kim olduğumuz ve nereden geldiği­ mizle ilgili soruların cevabı burada yatmaktadır. 44. Sarhoşlar arasında ayık bir adamın bulunması komik bir durumdur. Çünkü sarhoşlar topluluğunda sarhoşlar ço____l

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

ğunluktadır ve normalliğin ölçüsünü onlar koyar. Böyle bir toplulukta ayık bir adam anormal görülecektir. 51. Her gerçek sanatçının eserinin esas olarak otobiyog­ rafik olduğunu söylediğimizde, kahramanlarının başından geçen maceraların yazarın kendi hayatından alınmış hadise­ ler olduğunu kesinlikle kastetmeyiz. Sadece dahili yaşantı­ lar, çelişkiler, şüphe ve elemler -özellikle de elemler- ile ilgili tasvirterin kişinin kendi hayatıyla ilgili olduğunu kastederiz. Çünkü hiç kimse başka birinin elemini tasvir etmemiştir, bu mümkün de değildir. Her yazarın tasvir ettiği elem ken ­ disinindir; geçmişte veya gelecekte olabilir, fakat başka biri­ ne değil, sadece kendisine aittir. Bu anlamda her roman, esas kısmı itibariyle otobiyografiktir. Sadece soran cevap alacaktır. 89. Tüm bu olanlara katianmaının bir sebebi var. Bu se­ bep sadece bir tane, ama yeterli : Katlanmak zorun dayı m. 109. Oruçta gerçekten insani olan -kelimenin müsbet anlamında- bir şeyler var. Elbette bu tahlil edilemez, isbatla­ namaz da. Çünkü mahza şahsi bir tecrübedir. Ben hapistey­ ken, insanı boğabilecek depresyon anlarında iyi yemek ye­ mişsem kendimi hep daha kötü hissetmişimdir. Açlık, bana daima evin harika bir köşesinden daha faydalı olmuştur. Çünkü en kötü kombinasyon, boş bir ruh ile dolu bir mide­ dir. Niçin böyledir? Bu kon uyla ilgili düşünceler, insanoğlu­ nun mahiyeti hakkındaki anlayışımıza, aynı konudaki de­ rinlikli ve ileri düzeyde bir felsefi tartışmadan daha fazla katkıda bulunabilir. 134. Çelişkili gibi görünse de, barutun icadı, ruhun çıp­ lak fizik güç üzerindeki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir. Barut, maddi bakımdan zayıf olanlara bir fırsat sunmakta­ dır, yeter ki ruh ve cesaret sahibi olsunlar. 25 1 . Özgürlüğün üstünlüklerinin bizzat özgürlük dışın­ da bir şeyle isbatlanması gerekmez. O kendi kendisinin te­ minatıdır. 70.

282. Her yerde isyan ve kargaşa emareleri var. Bu, dün­ yamızın tabanına, bizzat temellerine ulaşan bir karışıklıktır. Hayat, tn'" nlar ve Özgürlük

_l

284. Heidegger ve onun ölüm felsefesi, tamamen Hıristi­ yan düşünce ve duygu aleminin bir parçasıdır. Bu tıpkı Marx'ın ve onun iyimser hayat felsefesinin Ahd-i Atik'in Ya­ hudi alemine ait olması gibidir. Sözde benzeriikierin çok faz­ la anlamı yoktur. Marx ile Heidegger'in durumu, Musa ile İsa, Ahd-i Cedid ile Ahd-i Atik, Yahudilik ile H ıristiyanlık gi­ bidir. Marx'ın felsefesi sığ ve iyimserdir, Heidegger'in felse­ fesi ise derin ve kötümser. Gerçek felsefe sadece ölüm vakı­ asını hesaba katan felsefedir. Aksi halde herhangi bir şüphe­ ye mahal vermeyen tek şeyle, yani ölüm vakıasıyla ilgili ha­ kikatten sakınırken nasıl olup da gerçek anlamda hayattan bahsedilebileceği sorusu daima baki kalan bir sorudur. 294. iki adam batmakta olan Titanik hakkında bahse gi ­ riyor. Onlardan biri hile yapıyor. Gerçek hayatta d a birçok insan bu ikisine benzer. 304. Hapiste iken insanın tek bir arzusu olur: Özgürlük. Eğer hap iste hastalanırsanız, özgürlüğü düşünmez, sağlığı­ nızı düşün ürsünüz. Dolayısıyla sağlık özgürlükten daha önemlidir. 325. Aptal bir köylüden bahsedilip bahsedilemeyeceğini bilemiyorum. Aptallık, sözde aydın olan ahmaklarda çok daha yaygındır. Bu, aptallığın en tiksindirici ve en açık biçi­ midir. Sahte bilginlik, aptallığı gizlemekten ziyade ifşa eder. Aptallık orada en vazıh şekliyle mevcuttur. Bu tür bir aptal­ lığı köylülerde asla görmedim. 326. Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar ki­ tapları basitçe "yutarlar': Onlar bunu yaparken "sindirmek", okunam işlemek, hazınetmek ve anlamak için gerekli olan zorunlu düşünce fasılalarına riayet etmezler. Bu tür insanlar kon uşurken , Hegel, Heidegger ve Marx'tan bazı parçalar ham olarak işlenınemiş halde çıkar. Bir arının paleni bala dönüştürmesinin "dahili" çalışma ve zaman gerektirmesi gi­ bi okuma da şahsi bir katkı gerektirir. 328. Newton, Darwin ve Freud inededikleri her şeye de­ terminizmi uyguladılar: İlki aleme, ikincisi canlılar dünyası_1

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

na ve üçüncüsü ruha. Bu üç determinizm türü de daha son­ ra ve aynı sırayla sorgulanacaktı. Sorgulama, Einstein'ın Newton'un alemini reddetmesiyle başladı. 355. Alemdeki varlıklar birbirleriyle illet-malul ilişkisin­ den ziyade karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindedirler. Onları il­ let-malul ilişkisi içinde gözlemlemekten ziyade bu karşılıklı bağımlılık içinde gözlemlemeliyiz. 360. Laf bolluğuyla birlikte onların uzun hikayesi genel­ likle söyleyecek hiçbir şeyleri olmadığının açık bir işaretidir. 366. Hayat, inanan ve salih arneller işleyenler ( . . . ) dışın­ da ( . . . ) hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur (el-Asr su­ resi ) . 377. Kundera'nın Theresa'sı ( Varolmanın Dayanılmaz Hafıjliği), çıplaklığı bir toplama kampındaki cebri tektipli­ ğin işareti , aşağılanmanın bir işareti olarak görür. 4 1 3 . Dünya iyi ve kötü şeklinde bölünmüş müdür, dola­ yısıyla insan ikiye mi bölünmüştür? Sanırım bir "romantik" ile bir "realist" arasındaki farklılığın yattığı yer burasıdır. Ro­ mantikler dünyayı insanlar arasında bir savaş alanı olarak görürler; bu insanlardan bir kısmı iyi, bir kısmı kötüdür. Realistler de aynı savaşı görürler, ama öncelikle insanın ken ­ di içindeki savaşı. Sanırım realistler hakikate daha yakın . 4 1 7. Shakespeare Kral L ear'd a sadece, delinin n e zaman Lear'ın hayatı anlamasını sağladığını ve yalnızca, körün ne zaman Gloucester'in hayatı "görme"sini temin ettiğini gös­ terir. Anlayan ve gören ruhtur. 4 1 8 . Mezarlıklardan daha ıssız yerler vardır. İ nsanlar me­ zarlıklara hatıralar ve duygulada giderler, oralarda ağlar ve mezar başlarına çiçek koyarlar. Dolayısıyla "bir mezarlık ka­ dar ıssız" demeyelim. Bu karşılaştırma yanlıştır. 423. Bir arkadaşımla serbestçe konuşamazsam -ki yaz­ dıklarımdan da anlaşılacağı gibi, konuşamayacağım açık - , özel hayat tamamen yok sayılmışsa, o zaman burası b i r top­ lama kampıdır. Bu sadece sıradan bir şiddet değil aynı zaHayat, İnsanlar ve Ozgürlük

_2

manda özel hayatın tamamen yok edilmesidir de. Ve bu, toplama kamplarının özelliklerinden biridir. 426. Cevabı olmayan bazı sorularımızı ortaya koyma­ clıkça ruhun varlığına dair hiçbir delil yoktur. Sözkonusu sorulardan biri, şiirin niçin insan ruhu hakkında günümüz psikolojisinden daha çok şey söylediğidir. Ruhu açığa çıka­ ranlar niçin psikologlardan ziyade şairlerdir, niçin Freud ve­ ya Jung değil de Shakespeare'dir? Bir başka soru şöyle olabi­ lir: Niçin zenginleştikçe daha fazla huzursuz oluruz? Ya da niçin kötümser felsefe müreffeh bölgelerde doğar? Niçin in­ san rahattan menfı yönde etkilenir? 428. Cüretkar bir binaya bak: Onu betonların veya içine

yerleştirilmiş çeliğin birarada tuttuğu doğrudur; ama esas doğru olan, onu birarada tutan şeyin onun temel denge ve oranlan içindeki düşünce olduğudur. 457. Voltaire'in durumunun (sadece onun durumu de­

ğil ) gösterdiği üzere eğitim , amaçlanmayan bir neticeyle so­ nuçlanabilir. Voltaire Cizvitlerce yetiştirilmişti ve onların en amansız düşmanı o oldu. 500. Paradokslar var. Eğer gece olmasaydı yıldızlı gökyü­ zünün muhteşem manzarasından mahrum kalacaktık Do­ layısıyla ışık bizi "görmek"ten mahrum bırakırken karanlık "görme"mizi sağlamaktadır. 509. Bir kelime hakikati açığa çıkarabilir ve aynı kelime onu gizlemek üzere de kullanılabilir. 521. Taklit en açık kabul ve onaylama biçimidir. 523. İnsan aklının kendisine sorduğu en derin ve en önemli soru, şimdiye kadar sorulmuş olan en önemli soru şudur: Niçin bir şey yok olmak yerine vardır? Ya da niçin bir şey varolur? Bana göre bu, ontolojinin temel sorusudur. 533. Aynı şey hakkında sonsuz sayıda yalan mümkün­ dür. Fakat onunla ilgili hakikat sadece bir tanedir. 534. Hayat tehlikeli bir şeydir. Güvensizlik yaşamanın bedelidir. Sadece ölenler ile asla doğmayacak olanlar mutlak anlamda güvendedirler. ___li

Ozgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

540. Terminoloj i üzerinde yani kavramlar [notion] ve isiınierin anlamı üzerinde uzlaşmadan önce herhangi bir tartışmaya girmenin imkansız olduğunu uzun süre önce bulan kişi Eflatun'du. 562. Varoluşçuluk mevzuu bakımından felsefe, mevzu­ unu tasavvur için kullandığı araçlar bakımından ise sanattır. 563 . Heidegger'in bir "varlık [ existence] felsefesi " kur­ mayı amaçlayan ve inanılmaz bir azİm, bilgi ve hırsla des­ teklenmiş olan tüm çabaları -kendi itirafına göre- başarısız­ lıkla sonuçlanmıştır. 578. Bir atasözünde "Ahmak bir dostun olacağına akıllı bir düşmanın olsun"* den ilir. Bunun sebebi muhtemelen akıllı bir alçağın çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve böylece iyi- huylu bir ahmağın aksine (onun hareketlerinin) esas itibariyle tahmin edilebilir olmasıdır. Dolayısıyla nere­ de durduğunuzu ve sizi neyin beklediğini bilirsiniz. 585. Gerçek trajedi anlarında, rol yapmanın ya da halin­ den memnun bir kederin yeri yoktur. 588. Tarih bazen bizimle ve en iyi niyederimizle dalga geçer. 59 1 . Bir keresinde Ivo Andric'e, eğer çok kısa bir mesaj vermesi istenseydi en önemli mesaj ının ne olacağı soruldu. O şöyle dedi: "Sarhoş olma." Andric, eğer insanlar içmeyi bıraksalar birçok başka kötülüğün de ortadan kalkacağına inanmıştı. Aynı yazar yine şu vurguda bulunur: " insanlar alkolün ne kadar zararlı olduğu hakkında konuşurken ikna edici sayısız misal verirler. Bir doktor onun sağlık için ne kadar zararlı olduğundan bahseder; bir sosyal hizmet uz­ manı alkolikierin ailelerinin sorunlarından, boşanmalar­ dan, mutsuz çocuklar ve yıkılmış yuvalardan bahseder; ka­ mu görevlileri iktisadi kayıplardan bahsederler, ilaahir. . . Fa­ kat bir gerekçe, belki de en önemli gerekçe ihmal edilir: İ n ­ san şerefi İ nsanlara ş u n u söylemek istiyorum: Kendi hatı•

Kelime kelime tercüme edilirse: "Akıllı bir şeytan l a uğraşmak, iyi huylu bir ah­ makla uğraşmaktan daha iyidir."

Hayat, İnsanlar ve Özgurluk

__]_

rınız için içmeyin, kendinize saygıdan dolayı kendi saygın­ lığınız için; kendin izi alçaltmayın." Yorumum: Alkolle ilgili yasaklamanın dini bir yasaklama haline gelmesinin sebebi muhtemelen budur. Çünkü din, bu zarar ve fayda hesabına kayıtsız kalabilir, fakat insan saygınlığının ihlaline kayıtsız kalamaz. 695 . H üzün ile kayıtsızlık arasındaki tercihim hüzünden yana olacak. 696. Hata, çirkin bir doğrudan daha çirkin olan tek şeydir. 782 . Eğer zamanı öldürmezsem zaman beni öldürür. 790. Melankoli bir nefs [ psyche] meselesi değil bir ruh [ soul] meselesidir. Bu nedenle o, daima psikiyatristlerden ziyade filozofların ve şairlerin (ve tabi teologların) ilgisini çekmiştir. 824. Karizması olan bir şey varsa, bu, ızdıraptır ("ızdıra­ bın karizması" ) . 825. İ nsan şimdinin nahoşluğundan kurtulmak için iki yöne kaçabilir: Geçmişe veya geleceğe. Seçim, karaktere ve kanaatiere bağlıdır. Gerçeklikten sözde vakur geri çekiliş, mahza korkaklık, gerçeklik karşısında teslimiyet veya inle­ yip sızianarak kendini aldatma olabilir. Hususi bir durum­ da bunlardan hangisinin geçerli olduğunu tam olarak bil­ mek zordur. 847. Mesele sadece hayatın saygınlığı değil, aynı zamanda ölümün de saygınlığıdır. İkisi birbiriyle bağlantılıdır. Ölüme saygısızlık hayata saygısızlığın bir neticesidir. 853. Hayat becerimiz ile hayat bilgimiz b irbirinden ta­ mamen farklı iki şeydir. Benzer şekilde bir sanatçı olmak, eser ortaya koymak ile sanat bilgimiz ya da onunla ilgili ce­ haletimiz başka başka şeylerdir. Sonuncusu daha yaygın ve daha doğrudur. 873 . Matematiğin rasyonalitenin bir terkibi (sentezi) ol­ duğu söylenir. _li

Ozgürlüğe Kaçışım:

Zindandan

Notlar

876. Şu kanaate vardım ki, ahmak insanların yakalana­ mayacağı bazı hastalıklar var. Sanırım uğraşsam onlardan bazılarının bir listesini dahi çıkarabilirim . 878. En büyük şeref sorunu nedir? Her şeyden öte bir tek şey: Kendine ve gayene sadık kal. 879. Hayalkırıklığı ne kadar büyüktür? Ü midin büyük­ l üğü kadar. Büyük ilmider büyük hayalkırıklıkları doğurur. 880. "önyargıyı yoketmek atom u parçalamaktan çok da­ ha zor ise yaşadığımız bu zaman dilimi keder vericidir, kas­ vetlidir." A. Einstein. 898. Hapis, "acı verici şekilde kökten" olduğu söylenebi­ lecek farkına varışları mümkün kılar. 929. Doğru adam, sevdiklerine karşı ya da en fazla ihti­ mam gösterdiği şeyler hakkında en sert şekilde konuşur. 966. Hayatın mutlu bir sonu olabilir mi? Bunu nasıl dü­ şünebilirsin? Her insan zarar ve ziyana uğramıyor mu? (el­ Asr suresi) . 998. Meşhur b i r film yönetmeni, " B i r insanın çok okuya­ bilmesi için ya çok zengin ya da çok fakir olması gerekir" demiş. Şunu eklemek isterim: Ya da bir mahpus (benim du­ rumumdaki gibi) . l O ı O . Hapisteyken yaşama arzumda asla bir eksilme his­

setmedim, fakat sık sık ölümün çok uzakta olmadığını bile­ cek kadar yaşlandığım gerçeğiyle teselli bulduğumu fark et­ tim. Bu düşünce bana rahatlama sağlıyordu. Onu büyük bir sır gibi sakladım. 1012. Realistler, insan hakkında düşünd üğümüz veya söylediğimiz şeylerin hakikatten ziyade, aşırı idealizm oldu­ ğu şeklinde bir itiraz ileri sürerler. Evet insanlardan ziyade arzularımızdan, insanın ne olduğundan ziyade ne olması gerektiğinden bahsediyor olmamız mümkündür. Bu doğru olabilir. Ama tüm bunlara rağmen, insanın nasıl bir şey ol­ duğuna dair bu güzel rüya, bizi insan kılan şeydir. Eğer "hak/doğru" ya da "gerçeklik" adına bu fikri bir yanılsama

Hayat,

İnsanlar v e Ozgürlük

_2

veya ahmaklık olarak bir kenara bırakırsak, hayatımızı ta­ hammül edilir kılan herşey ortadan kalkar, insanlığın mey­ yal olduğu her türden kötülüğe ve gaddarlığa mahkum olu­ ruz. Maalesef insanın varolmadığı şeklindeki "doğru" adına başlatılan bu kötülüklerin çoğu, gezegenimizin büyük kıs­ mında çoktan uygulamaya konuldu. ı 049. Mutlu bir adamın hayat hikayesi olmaz. Şöyle de­ nilebilir: "Sükunetli zamanlarda yaşayan mutlu bir adamın biyografisi kadar sıkıcı". En azından böyle görünüyor. Ger­ çekten böyle midir? Gerçekten mutlu bir adam var mıdır? Ortalama bir İsviçreli veya ortalama bir İsveçli bugün ger­ çekten mutlu mudur? Bauer ve Ibsen bu konuda bize bir şeyler söylüyor. ı 080. Bizzat başımızdan geçmedikçe başka hiçbir şekilde onaylayamayacağımız farkındalıklar vardır. Bu seviyeye ulaşmak, görmek ve emin olmak meşakkate (ve ızdıraba) yol açar. Başka yol u yok. ı 094. Bir insan, eski bir ayakkabı kadar, eski bir kasaba kadar veya en azından yüzyıllık yaşlı bir meşe ağacı kadar yaşlı olabilir. Eğer isterse bu ikinci tarzda yaşlanabilir. Bu, ruhun olmasını gerektirir. Peki ruh nedir? Bu sorunun he­ men hemen hiçbir cevabı yok; kesinlikle doğrudan bir ceva­ bı da yok; fakat aklıma Sokrates geliyor. Bu trajik Antik Yu­ nan aliminin çirkin bir yüzü varmış. Öyle çirkin bir yüz ki o, kendisini iyi tanıyanlar için, özellikle de öğrencileri için bir vakar ve saygı timsaliydi. Belki de yukarıdaki sorunun cevabı en azından kısmen şudur: İnsan ruhunun ne olduğu burada yatmaktadır. ı ı ı7. Sonsuz bir şekilde nasıl sevinileceğini ve yine son ­ suz bir şekilde nasıl ızdırap çekileceğini bilenler çok akıllı ve ruhani olan insanlardır. Aşırılar, bu tür insanların tipik ör­ nekleridir. ı ı 22. Bir insanın " bilebileceği", hissedebileceği ya da "ya­ şayabileceği " en derin ve en çok-yönlü hikmet bir kez ifade edilince d üşünce halini alır, bir düşüneeye indirgenir. Dü­ şünce ise tanım gereği tek yönlüdür. Bunlar; kaçınılmaz be___lQ

Ozgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

şeri sınırlardır ya da bilginin, malumatın [ information ) ve beşeri iletişimin sınırlarıdır. 1 1 23 . Hakiki bir şair, hakiki bir sanatçı, istemese bile "mücadeleye girmiştir". Onun sanatı -eğer hakiki ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıla­ rın kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır. 1 1 82 . İ nsan hayatında, sadece ölüm düşüncesinin bir ar­ zuyu uyandırabileceği ve ruhu topyekün uyuşukluğundan çıkarabileceği durumlar vardır. 1 1 87. İhtiyarlığı şöyle överler ( onların haklı olup olma­ dıklarını ise hala bilmiyorum): Etlatun: "Ancak bedenin gözleri düşmeye başladığında ruhun gözleri farkedilir hale gelir." Seneca: " Ruh canlanıp gelişiyor ve bedenle çok az ala­ kası olmasına seviniyor." Zuber: " Çok yaşayanlar adeta be­ denden arınmış gibidirler." Tolstoy: " Dünyanın ahlaki geli­ şimini yaşlılara borçluyuz." Vuando: "Beden ne kadar düşü­ şe geçerse ruh o kadar zirveye doğru çıkar." vb. . . 1 1 93. İ nsanın hapiste mekan darlığı ve zaman bolluğu olur. Maalesef zaman ve mekan burada birbirini ikame ede­ mez. 1 232 . Bazı insanlar sadece biyolojik olarak canlıdırlar. Hissi [ emotional] ve psikoloj ik olarak ise ölüdürler. Canlı olmak her şeyden önce ruhça canlı olmak demektir. 1 233. Sayısız abartmalara, hatta saçmalıklara rağmen modanın iyi bir yanı var: Bir ferdin fert olma, "farklı" olma ihtiyacın ı ifade ediyor. 1 23 5 . Bir bakıma çocuklar yetişkinlerden daha insandır. Çocuklar en cazibedar ve en mukni özelliklere -irade ve duyguların kendiliğindenliği- sahiptirler. Dolayısıyla insan­ lar büyürken " insanlık"larından bir kısmını, Cennet'ten be­ raberlerinde getirdikleri şeyin birazını kaybederler. İ nsan yaşadıkça hayat kaynağından giderek uzaklaşır. "Her insa­ nın ziyanda" oluşunun ( Kur' an) sebebi de budur. Bizim ha­ yatımız, tıpkı tabiatın " hayat" ı gibi entropinin sürekli bir ar­ tışı mıdır? Hayat, Insanlar v e Özgürlük

ll

_

1 257. Bir hikayenin nakli ile bir hadisenin nakli arasın­ daki farkın ne olduğunu hep merak etmişimdir. Hikayenin içeriği, hadisenin kendisinden, gerçeklikten ibaret değildir; aksine tecrübe ettiğim şekliyle hadisedir. Hikaye gerçekçi değildir, ama makuldür. Bir rivayet sadece gerçekçidir, anla­ mı yoktur, mahza bir vakıalar toplamıdır; oysa bir hikaye tertip edilmiş bir hadisedir. Sonu olmayan bir h ikaye hikaye değildir; o ndaki zaman sonsuz bir akış olmaktan çıkar. Hi­ kayede zaman bir şekilde sınırlandırılmıştır. Hikaye, doğru ve hakiki değildir; olabilir de, ama hakikat, hikayenin hika­ ye olmasına yardımcı olmaktan ziyade onu h ikaye olmaktan alı koyar. 1 267. Gayrıakli [ irrational] mantıksız olmadığı gibi akli [ rational) de her zaman mantıklı değildir; bazen durum bu­ nun aksinedir. 1 275. Izdıraptan sakınılamaz, ama fıkirlerle tamamlana­ bilir. Yaşayan her şey acı çeker. Fakat sadece insanlar ızdıra­ ba fikir giydirirler. Fark budur. 1 276. Her makul düşünce tabii olarak bir sistem olmaya doğru çabalar. Bu, onun hem iyi hem de kötü yanıdır. 1 295. Hakiki bir adam, kendi insani vazifesini yerine ge­ tirir veya onu yerine getirme uğraşında kendini tüketir. İn­ san dediğimiz şeyin başı ve sonu budur. Vazifenin kendisi genellikle ferdi bir tarzda anlaşılır. Din ve ahlak sadece bu vazifeyi objektif hale getirme, onu belirleme ve daha az süb­ jektif kılma teşebbüsleridir. O, daima mahza biyoloj inin dı­ şında bir şeydir. Çünkü hayvanlar da yaşar. İ nsan olmak için biyolojik hayatın ötesinde bir şeylere sahip olmak gerekir. Sorun, nasıl yaşandığı değil niçin yaşandığıdır. 1 324. Çoğu kere ( kendi kendime ve başkalanna karşı) geçmişten ziyade geleceğe dönük oluşumla övünmüşüm­ dür ve bu doğrudur. Bunun benim özel bir faziletim oldu­ ğunu düşünmüştüm. Bu kesinlikle faydalıydı, ama bir fazi­ let değildi. Bunun geçmişten ve kötü hatıralardan bir kaçış olduğunu ancak çok sonraları fark ettim. Bazı anlarda ba___12

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

şımdan geçen hadiselerin hiçbirinde hiçbir güzel şeyin bu­ lunmadığı gibi bir hisse kapılırdım . Sanki hepsi bana üç ço­ cuğumu kendisinden kurtardığım -kurtardım mı acaba- bir cehennem gibi görünürdü. 1 325. Kant, tabii fenomenlerle ilgili kanunların, akla ve onun formlarına a priori olarak tekabül etmesi gerektiğini ileri sürer; hatta [ ona göre] aklın kategorileri, fenomenlerle ilgili kanunları ve dolayısıyla "tüm fenomenlerin sentezi" olarak tabiat kanunlarını vaz' eder. Dolayısıyla aklın yasako­ yucu bir mahiyeti vardır. Nitekim tabiat ile tecrübelerin ko­ nuları hakkındaki fikirler arasında açıkça bir tekabül vardır. Bu tekabül nasıl mümkün olmaktadır? 1 329. ( Siyasetçiler ve düşünürler) . Kant'ın ( Saf Aklın Te n k idi ni kendisine ithaf ettiği ve) "mütevazi ve pek itaat­ kar bir hizmetkar"ı olduğunu söylediği Baran Cedlic'i kim hatırlar? '

1 332. Bazen bana insanın, hayatın haskılarına dayanabil­ mesi için cehennemin dokuzuncu katına inmesi gerekirmiş gibi gelir. Bu, dayanılmaz olana dayanmayı, kabul edilemez olanı kabul etmeyi ifade eder. Korkulan herşeyin, mutlak olarak herşeyin kabul edilmesidir. Bu, tam da dünyanın tüm belaları başına gelmiş gibi göründüğünde, en acı verici ola­ nı hariç acı dolu tüm bardakları içmiş gibi göründüğünde, sözkonusu en acı verici olanı almak ve tamamen içmek an­ lamına gelir. Bir gecede yaşlandığı söylenen insanlar vardır. Onlar, en aşağıya inmiş olanlar mıdır? Döndükleri zaman onlardan geriye kalan , tüm dünyaya, göğe ve yere cesaretle karşı çıkabilen ve herhangi bir hakikati doğrudan göğüsle­ yebilecek olan bir şeydir. Olabilecek olan her şey onların ba­ şına gelmiş ve onların korkacakları hiçbir şey kalmamıştır, korku diye bir şey kalmamıştır. Onlar kendi hayatlarını ya­ şamaya hazırdırlar, bu hayatın ne türden bir hayat olacağı önemli değildir; onlar yolun sonuna kadar sükunet ve va­ kada tahammül etmeye hazırdırlar. İşte ancak hayata katla­ nabilenler, ölüme katlanabilirler. Çünkü hayat, ölümden daha zor ve daha tehlikelidir. Hayat, İnsanlar ve Ozgürlük

__ll

1 356. İnsanoğlu kan , acı ve feryat içinde doğar; duyduğu ilk şey ağlamadır. Doğum tam anlamıyla tabii bir fıil değil­ dir; acı vericidir, neredeyse zalimcedir. Bu, yaratılmış olan hayatın kendisi hakkında doğrudan birşeyler söylemez mi? 1 388. ilk bakışta münasebetsiz gelebilir ama varoluşo­ muza anlam veren şey şerdir. Şer olmasaydı hayr da olmaz­ dı. İyi ve kötü olmasa her şey mekaniğe, dolayısıyla yokluğa (anlamsızlığa ) indirgenir. 1 395. İ nancımdan şüpheye düştüğüm zamanlar oldu. Gerçekten varolup olmadığını merak ettim. Fakat bir şey kesindi: Artık yaşlanmıştım, ama ölümden büyük bir korku duymuyordum . Aslında, gerçekten öleceğimi asla düşün­ medim. Daha çok beni bekleyen mesuliyet korkusuyla meş­ gul oldum. İ nancımın, düşünd Üğümden daha kuvvetli ol­ duğunu, böyle bir duygunun ancak Allah'a inançtan kay­ naklanabileceğini ve o inanç tarafından muhafaza edilebile­ ceğini de o zaman fark ettim . 1 407. Bazen gençliğimi, tüm hayallerin mevcut olduğu zamanki ilk gençlik yıllarımı canlı bir şekilde hatırlarım. Gelecek olan hayat rüzgar gibi esecek, o hayallerin hepsini parçalayacak ve geriye bir çöl bırakacaktı. Henüz her şey bitmedi, çocuklarım var. Allah'a şükrediyorum. 1 4 1 7. Tali h diye adlandırdığımız şey, bazen sadece şahsi vazifemiz ile tarihi vazifemizin, biyografımiz ile tarihimizin, şahsi arzularımız ile tarihi gidişatın çakışmasından ibarettir. Bazıları bu iyi talihi, şahsi olanı terkedip tarihi emri kabul etmede bulur. Eğer varlıklara bu şekilde bakarsam , hayatı­ rnın çoğu tarihi olanla çatışma içindedir, uyum ise ancak son zamanlarda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu iyi talihin hayatıının böylesine geç bir safhasında, burada harcamakta olduğum safhada vukubuluyor olması bir paradokstur. Şöy­ le de diyebilirim : Mutlu olamayacak kadar erken doğdum, biraz daha geç doğmalıydım. Ancak doğum, bizim seçeme­ diğimiz birçok şeyden biri; kaderimizin bir parçası. 1 43 1 . Herman Hesse'nin Boncuk Oy u n u nu okuruayı bi­ tirdim. Tarih 28 Haziran I 986, Cumartesi (Oğlum bugün '

___.11

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

tam 30 yaşında ve ben yaklaşık dokuz yıl daha hapiste kala­ cağım) . Okuma o kadar "yoğun"du ki bazen kendimi, yolu­ mu palayla açmak zorunda kaldığım bir cengeldeymişim gi­ bi hissettim. Bu, okuduğum en iyi kitaplardan biriydi ve ke­ sinlikle kendi düşüncelerime ve ikilemierime en yakın olan­ larındandı. 1452. Hakiki aşk sadece asil bir kalpte yerleşmeyi seçer. Bencil kalpler sevemez. ı 458.

Cehennemin dokuzuncu ve en kötü katı. Dan te orayı hainlere ayırmış. ı 5 ı 6. Edebiyatta bir kahramanın büyüklüğü onun sosyal önemiyle değil temsil ettiği ahlaki ikilemin büyüklüğüyle ölçülür. Bir karakter sosyal mertebesine, ünvan ve makamı­ na bakılmaksızın, bir romanda iyiyi ve kötüyü temsil ettiği zaman büyük olur. Bir roman veya dramda hükümdarın önemsiz bir karakter olabilmesine karşın, hizmetkarın kah ­ raman olabilmesinin sebebi budur. B u durum hayatta niçin böyle değil? Bunun sebebi, yazarın yazarken bizi kahrama­ nın ruhuna götürmesi, buna karşın gerçek hayatta insanla­ rın sadece dış yüzünü tanımamızdır. Bir insan yıllardır yakı­ nımızda ( işte veya çevremizde) yaşıyor olabilir ve biz onu tanıdığımızı sanabiliriz. Oysa gerçekte bildiğimiz tam da isim, meslek, mali durum ve sosyal konum gibi hiçbir ahla­ ki değer taşımayan şeylerdir. O kişi hakkında hakikaten önemli olan ve sadece bir yazarın bize söyleyebileceği şey genellikle bilinmeksizin kalır. 1 52 5 . "Güçlü" şahsiyetler olabilir, sadece içinde faaliyette bulundukları toplum veya çevre zayıf olduğu için güçlü olan şahsiyetler. 1 526. ideallerinizden vazgeçemezsiniz; öte yandan açık­ ça gerçeldikte onlara yer olmadığını görürsünüz. Bu trajik bir durumdur. 1 529. Bakış açılarını [ view ı geliştirip genişletmeksizin bilgi toplayan insanlar vardır. Bakış, sadece fikirler/kavram­ lar [ ideası yoluyla elde edilir. Hayat. Insanlar

ve Özgürlük

_15.

1 530. Yazar toplum tarafından kabulle karşılanabileceği gibi yanlış aniaşılıp reddedilmesi de mümkündür. İlk du­ rumda kendisini hayata ve gerçekliğe yabancılaştırma, ikin­ ci durumda ise gözden kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Her ikisi de vakidir. 1 55 1 . İ nsanları küçümseme iki yönlü olabilir ve tama­ men zıt duygulardan kaynaklanabilir. Küçümseme, bencil­ lik ve insanlara karşı duygusuzluktan kaynaklanabilir ve bu durum kişinin kendi kofiuğu için bir mazeret teşkil eder. Ancak küçümseme aynı zamanda onlara yönelik sevginin diğer yüzü de olabilir; bu insanlara karşı sürekli duyulan sevgiye karşın onlar tarafından hayalkırıklığına uğratılma­ nın neticesi olabilir. İlki bencil ve duygusuz kişinin, ikincisi yüce gönüllü ve asil ruhların özelliğidir. 1 552 . Yıldız (ya da gökyüzü) bir astronom için ne anla­ ma gelir, bir şair için ne anlama gelir ve ikisinden hangisi doğrudur? Bir astronom için gökyüzü bir tür cebirin (veya geometrinin) tecessüm ettiği, boş ve ıssız bir mekandır. Bir şair için yıldızlar melankolik duygular doğuran ve parılda­ yan mesajlar veya geçici, sürekli değişen bir dünyanın üze­ rindeki sonsuzluk ve nizamın sembolleridir. Bir çocuğa ilk olarak hangisi öğretilmeli: Ay hakkında güzel bir şiir mi yoksa onun hakkında astronomiye dayalı bir bilgi mi? 1 555. Yıldızlı bir gökyüzü ilim adamlarına, mistiklere, ahlak alimlerine ve şairlere aynı derecede ilginç gelir. Her bi­ ri yıldızlara bakarken farklı bir şey tecrübe eder ve kendi res­ mini görür. Bir görüntü (bir manzara) sonsuzdur; o sadece kendisiyle karşılaştırılabilir. 1 579. Dickens'ın David Copperfield'ını bitirdim . Şunu merak ediyorum: S uri (formal) ahiakın bakış açısından o korkunç terbiye sistemini tasarlayan Bay Murdstone ile kız­ kardeşi kötü insanlar mıdır? Belki değiller, fakat Dickens'ın tasvir ettiği ve Bay Murdstone'un her kelimesinin, Bayan Murdstone'un her hareketinin öldürücü bir soğukluk yay­ dığı o sahneler bir tür acımasız nizarnı ve merhametsizliği ___lQ

Ozgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

ortaya çıkarmaktadır. Allah'ım! D ürüst ama kalbi olmayan doğru insanlardan sana sığınırım. (Allah'ım ! Beni onların kalpsiz dürüstlüğünden koru) . 1 58 3 . Tek başına ilkeler yeterli değildir. İkinci "belirleyi­ ci parametre" insandır. Hıristiyan! ilkeler adına pek yüce iş­ ler yapılmıştır ama işkence kazıkiarı da yakılmıştır. Mesele, ilkeleri uygulayan insanlara bağlıdır. İkiyüzlüleri bir kenara bırakalım. 1 5 88. Diş ağrısı acı verir, ahmaklık acı vermez. Boş bir kafa hayatı sürdürürken boş bir diş ka � ar zorluk çıkarmaz. O sadece hasar vericidir, ama hiç kimse ahmaklıktan ölmez. 1 59 6 . Hayatım boyunca karşılaştığım siyasi ve maddi şartlar ve sorunlar, kanaatimce, çocuklarımın hayat ve ha­ yatta karşıtaşılacak sorunlar hakkında normalde olduğun­ dan çok daha erken düşünüp karar vermelerine yol açtı. Bu durumun onların hayatındaki neticeleri hem iyi hem de kö­ tü oldu. Allah hayırlı neticeleri artırsın . 1 600. Felsefi anlamda değil a m a içgüdü ve davranışları bakımından maddeci olan insanlar vardır. Gerçekte çoğu insan böyledir. 1 607. Faust bu dünyanın hazineleri karşılığında ruhunu satar. Bu, eski, çok eski ve sıkça tekrarlanan bir hikayedir. Üstelik doğrudur. 1 6 1 3 . "Tarihe gelince o, asırların kitabının sayfalarını ka­ rıştıran, vekayinameleri sorgulayan, tarihçilerio gözden ka­ çırdığı şeyi tamamlayan, olguları, adetleri ve karakterleri ye­ niden canlandıran, analizleri bağlantılandıran, ayrılmış ola­ nı birleştirip toplayan, düzensiz olanı düzene kavuşturan sa­ nattır." Victor Hugo böyle der. Kanaatİınce tarih ve sanat sözkonusu olduğunda yine de konunun kendisinde bir fark­ lılık vardır. Tarih harici hadiseleri tasvir eder, tarihi roman­ lar ise hayatın kendisini. Tarih hadiselerle ilgilenir, romanlar ise tecrübelerle. Tarihin konusu, bir halk, bir toplum, bir ce­ maat veya bir gruptur; bir romanın konusu ise bir kişidir (bir fert) . Bir roman veya epik şiire dayalı olarak yazılacak Hayat, İ nsanlar ve Özgürlük

___ll

tarih çok kötü bir şey olurdu; ama aynı zamanda bir roman veya şiir olmaksızın bir çağ hakkında tam bir bilgi edinme­ miz mümkün olmazdı. Edebiyat, tarihi olguları tasvirde n e kadar hata ederse etsin, tarih tarafından -sadece harici ola­ rak- doğru bir şekilde kaydedilen tarihi bir hadisenin mahal­ li özellikleri, sosyal iklimi, zamanın ruhu, teheyyücler ve o hadiseye dair sübjektif bir tecrübe bakımından doğrudur. Dolayısıyla tarihi tarihçilere, hayatı şairlere bırakmalıyız. Şa­ irler, bize geçip gitmiş bir zaman hakkındaki hakikatleri an­ latacaklardır, tarihte asla bulamayacağımız türden hakikatle­ ri. Açıktır ki her çağın bir harici bir de dahili tarihi vardır. 1 64 5 . Gururunu yaralamaksızın bir insana yardım et­ mek zordur. Herkes alan değil, veren olmak ister.

1 649. Nietzsche'nin "üstün-insan"ları zayıftır. Çünkü Nietzsche'nin üstün- insaniarına tavsiye ettiği şekilde sadece kendisi için yaşamak, kendi içgüdülerinin peşinden gitmek kolaydır. Başkaları için ve kendi içgüdülerine karşı yaşamak güçtür. Misillernede bulunmak kolaydır, affetmek güçtür. Komşunun karısını isternek kolaydır, ayartınaya karşı koy­ mak güçtür. İ lki insandan daha azını gerektirir. Sadece ikin­ cisi bir üstün-insan olmayı gerektirir. 1 65 2 . İyi ile kötü arasında garip bir bağlantı vardır. Kö­ tülük olmasaydı iyi olabilir miydi? İyi için mücadele etme dışında iyi var mıdır? Ibsen'in zulme karşı söyleyecek hiçbir şeyi yoktu, çünkü o şöyle demeyi alışkanlık haline getirmiş­ ti: İçimizdeki özgürlük sevgisini başka ne uyandırabilir? İtalyan ordusunun Roma'yı kurtardığını öğrendiğinde özel bir sevinç göstermedi. Şöyle dedi: "özgürlüğe olan güzel öz­ lem ebediyen kaybedildi. Ben kendim özgürlük için müca­ delenin özgürlük hakkında hoşlandığım tek şey olduğunu itiraf etmek zorundayım. Özgürlüğün tatbikine ilgi duymu­ yorum" ( Henrik lbsen , Brand) . Yorumum: Bunlar, özgürlük içinde yaşayan bir adamın düşünceleridir. Benim duru­ mumda olsaydı Brand'ın da aynı şekilde düşünüp düşün­ meyeceğin i bilemiyorum .



Özgürlüğe Kaçışı m: Zindandan Notlar

1 665. Hiç, bir dolandırıcıyı sözde namuslu bir vatandaş­ tan daha fazla sevdiğiniz oldu mu? Hiç sebebini merak etti­ niz mi? Kanaatimce, bu sadece dolandırıcının daha özgün ve daha kendisi olması sebebiyle böyle olabilir. O neyse odur. Namuslu bir vatandaş çoğunlukla kendisine ait olma­ yan, üzerine vaz' edilmiş bir kanuna göre hareket eder; do­ landırıcı ise kendisine uyduğu şekilde, kendi kanununa gö­ re hareket eder. Bu, cürümden hoşlanmak anlamına gelme­ dİğİ gibi suçu veya günahı onaylamak anlamına da gelmez; bu, şahsiyetin diğer parçasıyla ilgili bir şeydir. Biz kendi ken­ disinin yasakoyucusu olan bir insandan hoşlanırız. Aksine ahlaklı bir insanın ise hareketlerinden hoşlanırız, kendisin­ den değil; çünkü o itaat eder ve itaat bir özgür-olmama bi­ çimidir. Ruhtan kaynaklanmayan bir kanuna göre yapılan hareketler kolaylıkla nefret ettirici olabilir. XIX. yüzyıl sonu şiirinde dolandırıcılar ve günahkarlara belli bir anlayış gös­ terildiğini görürüz; bu anlayış yukarıda dile getirilenlerden kaynaklanmaktadır. lbsen'in Brand'ı " Ne olmak istersen ol, ama daima kendine karşı samimi ol" der. Bazı aşırı durum­ larda bir dolandırıcı hür bir insan olarak, ahlaklı bir insan ise kaidelerin esiri olarak görülür. Bu tür bir seçimle karşı­ laştığımızda spontan sempatilerimiz hür insan tarafındadır. Bir esire acınabilir, ama hiç kimse kendisini onunla özdeş­ leştirmek istemez. 1 674. Sık sık, özellikle de hemen verdiğim kararlardan sonraki günlerde beni bekleyen şeylere katlanabilecek cesa­ rete sahip olup olmadığımı merak ettim. Ölümün tek ümi­ dim olduğu günler vardı. Bunu, sadece benim bildiğim, on­ ların asla bilmediği ve benden alıp götüremeyecekleri bir sır olarak sakladım. 1 678 . Sevgi umumi bir şey olarak varolamadığı gibi fer­ di bir şey olarak da varolamaz. İsa'nın komşuya sevgiden bahsetmesinin sebebi budur. Sadece bu hususi sevginin an­ lamı vardır ve sadece bu sevgi varolur. İ nsanlık sevgisi! Ne­ dir bu? Bir insan insanlığı nasıl sever? Sevgi ya bir insana yö­ nelik olarak vardır veya hiç yoktur. Ha yat, İnsanlar ve

Özgurluk

____12

1 679. Kierkegaard " İşinde, daima ve her yerde ciddi ol" der; b u Ibsen'in (ya da Nietzsche'nin) "ya-ya da kanunu" nu hatırlatır. Ya bir ideale bilakaydüşart fedakarlık yapmak üze­ re çağırılan ve hazır olan birisiniz ya da değilsiniz; böyle de­ ğilseniz, işi yarım bırakmaktan daha kötü bir şey yoktur. Ba­ zen bu ihanet ve yalana eştir. 1 680. Kişinin kendi benliğinin olması, onun farkında bu­ lunması, onu savunması -bu " Ben"in ne anlama gelebilece­ ğine bakılmaksızın- insan olmanın ilk şartı dır. Bazen -eğer kendi tavrından neticeler çıkarmada tutarlı ve buna hazır ise- menfi bir kahramanın kaderine saygı ve ilgi duymamı­ zın sebebi budur. 1 69 1 . Kadın ile Erkek bu dünyanın ve hayatın temel hücresidir. Hiçbir inkılap, imparatorlukların el değiştirmesi veya dünyadaki mal sahiplerinin ve onlarla ilgili kanunların değişmesi, kadın-erkek ilişkisinde değişiklik yapılınaclıkça gerçek hayatı değiştirememiştir. Tersi de doğrudur: Hayatın bu temel unsurundaki en ufak bir değişim şümullü bir in­ kılaba yol açar. Kadın ile Erkek hakkındaki bu ilk imaj, bu kadim imaj, Cennetle, günahla, mesuliyet ve ceza ile bağ­ lantılıdır. Çağ açıcı düşüşten başlayarak daha sonra vukubu­ lan her şey, Adem, Havva ve onların ilişkisiyle bağlantılıdır. Onlar arasında meydana gelen şey, metafizik olarak başla­ mış ve metafizik olarak kalmıştır. Sonraki tüm tarih bu ilk dram ve onun ana karakterleri, Kadın ve Erkek tarafından belirlenmiştir. 1 7 1 7. Bu, bu dünyanın kanunları altında birbirlerine ait olamayanların , talihsizlerin kucaklaşmasıydı . Bu kucaklaş­ ma hakkında bir mücadeleden daha fazlasını hatırlatan tek bir yol vardı: Ölüm. Çünkü "Sevgi ve ölüm aynıdır': Bu ke­ limelerin kime ait olduğunu bilmiyorum, ama onlar hafıza­ mın derinliklerine kazınmış. 1 727. Birçok insan hakkında şu söylenebilir: Onlar rne­ kanizmin kurbanı olmak yerine onu yıkmayı istemişlerdir. 1 728. Adalet, isbata ihtiyaç duymayan az sayıdaki şey­ den biridir. Adalet ve hakkaniyete olan ihtiyacı isbatlamak, __lQ

Ozgürl üge Kaçışım: Zindandan Notlar

ya -kalbi olanlar için- abes, ya da -kalbi olmayanlar için­ faydasız bir iştir. Adil olmaya niçin ihtiyaç duyulduğu soru­ sunun kendisi, herhangi bir konuşma veya açıklamanın an­ lamsız olduğunu gösterir. 1 729. Metropolün insanlar üzerinde garip bir etkisi var. Bir metropol tarafından zehirlenmiş olan bir adam, bu dün­ yaya geldiğinde sahip olduğu doğrudan hayat hissini kaybe­ der. Tabiattan, denizden , gökyüzünden ve bulutlardan nef­ ret etmeye başlar ve tıpkı kapsamlı bir şekilde tatbik edilmiş herhangi bir zehire tiryaki olması gibi bir tiryaki halini alır. 1 735. Avrupalı yazarların aksine Amerikalı yazarlar, dün­ yayı düzeltmeye çalışmadıkları gibi edebiyatın böyle bir va­ zifesi olduğuna da inanmazlar. Onlara göre ideoloji bu dün­ yadaki vahim tehlikelerden biridir. Onlarla aynı fikirdeyim. 1 746. Bela aramak, cesaret değil deliliktir. Cesaret, insa­ nın sakınamayacağı sorunlarla m akul bir şekilde yüzleşme istekliliğidir. 1 748. Karanlığa alışmış olan köstebekler ışığa müsama­ ha gösteremezler. Onlara göre karanlık normal durumdur, ışık ise gayrıtabii ve tahammül edilemez bir şeydir. Bazı in­ sanlar onlara benzer. Karanlığa alışmışlardır, ışıktan hoşlan­ mazlar. 1 75 1 . Nietzsche bir keresinde " zayıflardan, ahlakçılardan ve kölelerden" nefret ettiğini yazmıştı . Ona göre bunlar bir ve aynı türden insanlardır. 1 760. İnşa edebilmek için yıkımın olması gerekir. Sadece ötke yıkabilir, sevgi yıkamaz. Öfkenin hayatın zorunlu ve faydalı bir parçası olmasının sebebi budur. 1 762, Özgürlüğü ararız, ama onu hak ediyor muyuz? 1 763. Bu tek büyük meşakkat, beni her gün tedricen, parçalar halinde ama sistematik olarak tüketecek yüzlerce küçük meşakkatten kurtardı. 1 766. Hayatıının erken satbasındaki meşakkatten onu unutmak suretiyle intikam alıyorum. Hayat, İnsanlar ve Özgürlük

_ll

1 774. Bir insan gibi yaşamak, ama bir hayvan gibi hasta­ lanmak ve sükunet içinde ölmek istiyorum. ı 780. Allah'ın elçisi, Hz. Yahve( ? ) 1 Şeytan'a onun insan üzerindeki nüfuzunun en güçlü olduğu zamanı sorduğun­ da şeytan şöyle cevaplar: " i nsan yeterince yemek yediği ve yeterince içtiği zaman ." ı 789a. ( ı 980'de Saraybosna'da) büyük bir modern resim sergisini gezdikten sonra tekrar dengemi bulmam ve dış dünyayla normal bir bağiantıyı yeniden kurup düzgün bir şekilde yürümeye başiayabilmem biraz zaman aldı. Sergiden ayrılıp caddeye çıktığımda biri resim dünyası diğeri gerçek dünya olmak üzere iki dünya arasında hafif bir çatışma ol­ duğunu hissettim. Bu dünyalan idare eden kanunların aynı olmadığı çok açık. ı 790. Anlamadığınız bir resmi gördüğünüzde onu yapa­ nın bir sanatçı olmadığını, daha ziyade saf bir kitleyle oyna­ yan bir şarlatan olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak şöyle de düşünebilirsiniz: Yaratıcının, size anlatmaya çalıştığı bir manzarayı veya hakikati görmek üzere ne kadar yukarı çık­ ması veya ne kadar aşağı in mesi gereklidir? Böyle yaparsanız daha az hata işlersiniz. Çünkü, düşünün bir kere, siz elekt­ ronikle ilgili bir makaleyi anlamazsınız; bir bilim adamının Satürn' e gidecek bir uzay gemisini nasıl inşa ettiği ve onun uçuşunu Arz'dan nasıl idare etmeyi planladığı hakkında si­ ze anlatacaklarının çoğunu da anlamazsınız. Size anlattığı şeyler tuhaf ve anlaşılması güç olsa da sözkonusu bilim ada­ mı bir şarlatan değildir. Dolayısıyla resmini anlamadığınız bir ressam niçin bir şarlatan olsun? ı 795. Haksızlık, adaletle, cezayla tedavi edilebilir. Suç ve ceza, remedium peccati [ suçun düzeltilmesi ] . Fakat haksızl ı ­

ğ ı gerçekten yenmenin tek yolu affetmektir. Kur'an' ın ada­ leti öğretmesi ve affı tavsiye etmesinin sebebi budur. Bu­ nunla birlikte adalet denilen şeyin gerçekten adil olduğunu veya yeni bir haksızlıktan ibaret olmadığını nasıl bilebiliriz? ı Metinde " Proph et Ya hweh" şeklinde geçmektedi r. ( ç . n . )

_n

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

İnsan hayatında aynı olan var mıdır? Ceza ve suç, birbirleri­ nin misli midirler -hiç misli olabilirler mi-, biri diğerinin öl­ çüsünde olabilir mi? Her adalet, insanlar tarafından beyan edilip uygulanması sebebiyle daima yeni bir haksızlık, yine kendisinin adaletini arayan bir haksızlık değil midir? Tekrar tekrar. 1 797. Aşırı hayal ile tembelliğin elele gittiğini, sanırım Andric'in eserinde okumuştum. Hayal gücü kuvvetli olan insanlar çoğunlukla tembeldir. Çalışkan olanlar da çoğun­ lukla kuru, mantıklı ve hesaplıdırlar. Bazı insanlar bencillik, hırs ve dikkat çekme arzusu sebebiyle çalışkanlığa yönelir­ ler. Ote yandan tembel insanlar sandığımız kadar nahoş gö­ rülmezler, çünkü ilgisiz ( tembel) olmalarına karşın aynı za­ manda çoğunlukla hiç hırsiarı ve hesapları yoktur. Bu açı­ dan yeşilaycılar ve alkoliklerle bir benzerlik sözkonusudur. Esas itibariyle biz yeşilaycılığı över, içkiciliği kınarız; ama öte yandan yeşilaycıları ve alkolikieri daima böyle görmeyiz. Bazı yeşilaycılarda saygı duyduğumuz tek şey onların ayıklı­ ğıdır; öte yandan onların bizden olabildiğince uzak durma­ larını isteriz. 1 799. ileriye gitmek imkansızdır, geriye gitmek de; geri­ sin geriye gidilecek hiçbir şey yoktur. 1 80 1 . Gökkuşağından daha güzel bir şey var mıdır? Fa­ kat içindeki insan onu göremez. 1 802 . Her ne kadar aralarında çok fazla fark bulunmasa da, bir insana kötülük yapmak ile ona yapabileceğiniz ve yapmak zorunda olduğunuz bir iyiliği yapmamak başka başka şeylerdir. Zaman zaman hayatınızı hesaba çekerken ikincisini unutmayınız. 1 804. Felsefe, insanın alemi kavrama veya en azından anlamaya yönelik tabii çabasından ortaya çıkmıştır ve bu yüzden varolmayı sürdürmektedir. Bu çaba varolduğu süre­ ce felsefe de varolacaktır. 1 826. Adeta bir duvarın veya bir tür deliliğin önündey­ miş gibi tüm gerekçelerim faydasız kaldı. Delilik hiçbir geHayat, İnsanlar ve Özgürlük

_.ll

rekçe tanımaz. Diğer insanlarla ve hadiselerle yapılan hiçbir karşılaştırma fayda sağlamadı. Çünkü bu karşılaştırma tipik ve normal olana dayalıdır; oysa burada her şey atipik ve anormaldir. 1 83 3 . Hayat paradokslarla doludur. Mesela ilke olarak diğer insanları seven ve onlara saygı gösteren hakiki bir in­ san, kendi vicdanına göre davranır v e başkalarının övgü ve yergilerine pek az önem verir. Aksine ham adam genellikle başkalarım küçümser, ama gizlice onların düşüncelerini alır, dolayısıyla küçümsediği insanların düşüncesine önem verir. Genellikle diktatörlerde ve zalim tabiatlılarda bunu görürüz. Stalin'in maiyetindekileri acımasızca küçümsediği söylenir. O özellikle şairleri ve entelektüelleri hor görürdü ( Os ip Mandelstam adlı bir şair Stalin hakkında hayli serbest bir şekilde yazdığı bir şiir sebebiyle başını kaybetmişti) . Bu­ radaki mantık sorusu şudur: Onlar kendilerinden aşağı gör­ dükleri ve küçümsedikleri insanların düşüncelerinden niçin etkilenirler? 1 85 1 . Nefretin kör olduğu söylenir; kendi tarzında aşk da böyledir. Gerçekten nefret ettiğim bir kimseyi hatırlaya­ mıyorum, ama hoşlanmadığım, hatta görmeye dayanama­ dığım insanları çok daha iyi bildiğime eminim. Onlara karşı hissettiğim soğukluk, onların tüm zaaflarını, yeteneksizlik­ lerini ve zeka kıtlıklarını -esas itibariyle, onları sevmiş olsay­ dım bana kapalı kalacak olan tüm hatalarını - görmeınİ sağ­ ladı . Benim bu "bilgi"min (veya bilmememin) iyi bir şey olup olmadığı ve bize yakın olan insanlarla ilgili tüm kötü gerçekleri bilmemizin gerekip gerekınediği ise farklı bir me­ seledir. 1 852. Etrafımızda dönüp dolaşan bir iğva şekli de şudur: Bazen aleyhine söyleyecek hiçbir şey bulamadığımız, bizden veya sevip saygı duyduğumuz insanlardan daha kötü olma­ yan birine karşı tiksinti duyarız. İnsanlara karşı duyulan bu asılsız antipatİ sıkça görülen ve çirkin bir vakıadır. Bu, bizim iğvalarımızdan biridir. _.11

Ozgürlüge Kaçışım: Zindandan Notlar

1 855. Okuma, okuyucuya bağlı olarak az çok yaratıcı bir fiildir; çünkü okuyucu okuduğu şeye kendi yorumunu geti­ rir. On okuyucu, Fyodor Karamazov'un on farklı karakteri ve onunla birlikte tamamen sübjektif, okuyucudan okuyu­ cuya değişen sayısız beklenmedik hüküm ve irtibatlandırma demektir. Bu bir dereceye kadar, bir hikaye okuruakla bir film seyretmek arasındaki farkı da ortaya koyar. Okurken bir karakteri (veya bir manzarayı) yeniden inşa ederiz; oysa film seyrederken görüntü ekrandadır. Dolayısıyla okumalı­ yız, çünkü film onun yerini tutmaz. 1 86 1 . Modern resmi anlamak bana hep biraz güç gelmiş, fakat bir sır gibi beni sürekli cezbetmiştir. Bu üslılptaki re­ simlerle ilgili ele geçirebildiğim her şeyi büyük bir merakla okurum. Burada, hapiste de bazen bir sırrı, kavrayamadı­ ğım ama çok yakın olduğunu hissettiğim bir özü anlama ar­ zusunun "hücum" ettiği günler olmuştur. Bir ressam olsay­ dım eminim kelimelerin kifayetsizliğini hissederek, hayret ve korkuyla gözümü dikip durduğum bu kavranması im­ kansız suretleri [ image] resmederdim. Sanırım böyle za­ manlarda modern resmi herhangi bir kimse kadar -tabi ta­ mamen aniayabilecek olan sanatçı hariç- anladım. 1 863. Zor ve en esaslı sorulara yani hayat ve ölümle, özellikle de ölümle ilgili sorulara gelince, bazıları bunları sürekli kendisine sormaya, bazıları da onları sormaktan sa­ kınmaya devam eder. Fakat hiçbiri bir cevap bulamaz. İlki, ortada hiçbir cevap olmadığı için, ikincisi ise aramadığı için bulamaz. İ lk bakışta netice aynıdır. Fakat bu iki grup insan arasındaki fark derindir, tıpkı hikmet ile lakaytlık arasında­ ki fark gibi . 1 864. Arzular olmaksızın bir hayat tahayyül edilebilir mi? Hayat ve arzular bir ve aynı şey değil midirler? Hatta bir arzunun üstesinden gelmek istediğinizde (bunun için çaba­ ladığınızda) bu da bir arzudur. Düşünce ve arzular durdu­ rulamaz. 1 866. Tolstoy, Hugo, Dostoyevsky ve Rousseau'nun eser­ lerini okudum ve şu neticeye vardım: Hiç kimse, hatta dahi Hayat, İ nsanlar ve Özgürlük

__1_2

olarak gördüğümüz insanlar bile rezillik ve zaaflardan aza­ de değildirler. Tek fark, insanların bunu kendileri ve başka­ larına itiraf etmeye ne kadar istekli olduklarıdır. Ruhu aynı anda hem zehirleyen hem de arıtan bir çatışma içinde, kişi­ nin hayatındaki tüm günahlada ve başarısızlıklada cesaretli bir şekilde yüzleşmesi; bu ancak gerçekten cesur ve büyük bir adamın yapabileceği şeydir. Nakıs insan yoktur, sadece gayrısamimi insanlar vardır. 1 869 . Tolstoy, çocukluğunu tasvir ederken o zamanın hatırasının kendisini bir tür şairane ve esrarlı duyguyla dal­ durduğunu, ardından , büyüyünce hayatın derinliğine dair bu hakiki duyguyu nasıl kaybettiğini anlatır. Hepimiz ben­ zer bir şey hissederiz. İnsanlığın başından geçen bu dram (ya da tüm gelişme) insan hayatında tekrarlanmaz mı? Üs­ telik bu kez sözkonusu gelişim sadece ilerleme değil, gerile­ me veya kayıp da içermez mi? 1 870. Bilgisayar hakkında fazla bilgim yok, ama kesinlik­ le şunu söyleyebilirim: Bilgisayarların zekası aptallıktır ve en iyi halde zekanın taklididir. Bu taklit, sonsuzcasına düzelti­ lebilir ama asla o sihirli çizgiyi geçemez, kendiliğinden ve sahih [authentic] olamaz. Canlı ve cansız olan arasındaki sonsuzcasına büyük farkı (veya isterseniz sonsuzcasına kü­ çük farkı) temsil eden gerçek tam da budur. Hiçbir beşeri ürün bu eşiği aşamaz. Sadece Allah buna kadirdir. "Allah bir sivrisineği mesel olarak vermekten çekinmez" (ei-Bakara, 2/26) . Bilgimiz ne kadar büyük olursa olsun zaman zaman onu abartmıyor muyuz? Dünyanın tüm kütüphanelerinde bulunan bütün bilgiler tek bir hayali bilgisayara kaydedilmiş olsaydı, dünyanın tüm büyük bilim adamları hayali bir mü­ essese veya laboratuvara toplansaydı ve onlara istedikleri kadar zaman ve imkan verilseydi, onlar tek bir bataklık siv­ risineğini üretemezlerdi. Sinek hakkındaki ayetin mesajı budur. 1 872. İyi bir yazan tahayyül etmeye çalışırsak genellikle onun sahip olması gereken hayal kuvveti, tecrübe, yetenek, _2§.

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

anlayış, zeka gibi nitelikleri düşünürüz. Fakat bir yerlerde, Turgenyev'in bir yazar olmak için sahip olunması gereken kusurların listesini yaptıgını okumuştum. Hadiselere bakı­ şın bu beklenmedik veya "tersine çevrilmiş" tarzını gözö­ nünde bulundurursak, bu listede bir kusurun çok yukarılar­ da olması gerektigini düşünüyorum: Kendini begenmişlik. Niçin bir yazar her şeyden önce kendisinin bize bir şey ög­ retmesi veya bizi egitmesi gerektigini ya da onun ne düşün­ dügünü bilmemiz gerektigini düşünür? Bu bir tür kendini begenmişlik degil midir? 1 875. Bu iki tarihin (dahili ve harici; bk. 1 6 1 3 . not) iliş­ kisine gelince, dahili tarih yazarın keyfiligi, sübjektitliği, ta­ rafgirliği ve hayali için mükemmel bir alan olmasaydı, hadi­ selerle ilgili asıl hakikati içerebilirdi. İnsanların tam olarak yazarın onları romanlarında tasvir ettiği gibi olduklarının garantisi nedir? Mesela Ivo Andric İslam ve Müslümanlar aleyhine tarafgir davrandığı ve bu tarafgirliği onun tüm ka­ rakterlerini Müslüman isimleriyle adlandırmasına yol açtığı gerekçesiyle mütemadiyen tenkit edilir. Müslümanlar onun hikayelerinde daima ibtidai, namussuz, zayıf, aylak, hilekar­ lığa ve tembelliğe meyyal olarak tasvir edilir. Her şeye rağ­ men harici tarih bu tür bir keyfiliğe ve telbise [ mystificati­ on] daha az açıktır; her halukarda ispatlanabilirliğe daha açık bir durumdadır. Çünkü sözde dahili tarihi yazarken ya­ zarların tümü Leo Tolstoy gibi insatlı davranmazlar. Mesela onun "Niçin?" adlı otuz sayfalık hikayesini yazarken gerçeğe olabildiğince sadık kalmak amacıyla 1 830- 1 83 1 tarihli Leh İsyanı hakkında birçok kitap okuduğu söylenir. O, günlüğü­ ne şöyle yazmıştır: "Sözkonusu hikaye boyunca dağılmış beş satırı yazabiirnek için çok şey okurnam gerekiyor." Bunun aksine misal olarak Andric verilebilir. Onun Drina Köprü­ sü'nün inşasından önce yapılan toprak istimlakini tama­ men yanlış anlattığı söylenmektedir. Andric' e göre bu, şi d­ det uygulanarak yapılan, herhangi bir tazminin ve hiçbir şi­ kayet hakkının sözkonusu olmadığı zalimane bir gasptı. Hayat, Insanlar ve Özgürlük

_ll

Oysa tarihçi Osman Sokolovic, mal sahiplerinin nasıl birer birer Türklerin makamına gittiğini ve alınan her bir hisse için satış bedelinin nasıl belirlendiğini gösteren mahkeme kayıtlarını bulmuş ve yayımlamıştır. Sokolovic, kayıtların lafzi tercümesini yapmıştır. Bunların benzer durumlarda yapılan modern işlemlerden hiçbir farkı yoktur. Eğer And­ ric, tarihi gerçekleri izlemediyse ya da onları doğrulamadıy­ sa, insanlar ve onların karakter, inanç, his ve ilişkileri hak­ kında yazdığı her şeyi kendi muhayyilesinden aldıysa (ki şüphesiz o hayli hayalcidir) , o halde onun Drina Köprüsü, Travnik Tarihi, Lanetli Bahçe ve Djerzelez adlı eserlerinde gerçekten varolan insanlar ve zamanlar hakkında öğrenile­ bilecek ve anlaşılabilecek hiçbir şey yoktur. Andric'in ro­ manlarından belki genel olarak insanlar hakkında, onların ne olabilecekleri ve gerçekte ne olmadıkları hakkında bir­ şeyler öğrenilebilir. Bu durumda onun eserlerinin felsefi bir değeri vardır, fakat bir çağın dahili tarihi olarak adlandırdı­ ğımız şey konusunda hiçbir ehemmiyetleri yoktur. 1 903. Zaman ve kullanım çoğu şeyi ıskartaya çıkarır; fa­ kat -halk şarkıları gibi- ağızdan ağıza dolaşan ve zamanla şe­ killenip zenginleşen, dolayısıyla daha kısa, daha anlamlı ha­ le gelen şeyler de vardır. 1 9 1 5. Aynı anda hem istediğimiz hem de nefret ettiğimiz tek bir şey vardır: Yaşlılık.

1 95 1 . Tecrübesiz -kişinin kendisine ait bir tecrübe tabi­ hiçbir hikmet yoktur. Ancak, eğer akıllı bir adamın kendi tecrübesinden ziyade başkalarınınkileri kullandığı doğruy­ sa, bundan çıkan netice; gençlikteki lakaytlığın yaşlılıktaki hikmetin şartı olduğudur. Bundan da, zeki gençlerin asla gerçek hikmeti elde edemeyecekleri ve bu tür bir hikmetin sadece ne çok akıllı ne de çok düşüneeli olan kimselerce el­ de edileceği neticesi çıkar. 20 1 8. Bir fabrika türbinine akıtılan su faydalı dır. Serbest kalan ve serbestçe akan su ise faydalı değildir, ama güzeldir. 20 1 9 . " Hiç" hakkında bir şey söylenebilir mi? ____2li

Ozgürl üge Kaçışım: Zindandan Notla r

2076. Feminist hareketin argümanlarından biri, kadının günümüze dek kendisini anne olarak ifade ettiği, şimdi ise kendisini bir şahsiyet olarak ifade etme zamanının geldiği şeklindedir. Onların muhakemesine göre anne ve şahsiyet zıt terimlerdir. Birilerinin bunu bana açıklamasını isterdim. Hep şahsiyette annelikten daha şahsi ve daha zengin bir şey olmadığını, anneliğin muhteşem bir şahsiyet olduğunu dü­ şünmüşümdür. Feminist diyalektik karıştırmaktadır. 2078 . Eğer insani sürekliliğin ve geleneğin sembollerini temsil etmeleri sebebiyle değilse, başka hangi sebeple uzak geçmişin nesnelerini ve hatıralarını saklarız? 2079. Pişmanlık eğer samimi ise en üst seviyeden ahlaki bir kategoridir. Kanaatİınce günah işlemiş ve tevbe etmiş bir adam, hiç günah işlememiş ( ki böyleleri var) olanlardan da­ ha iyidir. Sözde günahsız insanlara karşı daima bir antipa­ tim olmuştur; böyle olabilmek için büyük bir istek duyma­ ma rağmen kendimi bu güvensizlikten asla kurtaramadım. Belki de bunun sebebi günahsız da mükemmel de olmayı­ şımdır. 2080. Ressamların resim yapmasında garipsenecek bir şey yok. Dünya şekiller, renkler, ışık ve gölgeyle dolu, dola­ yısıyla resmedilrnek için yaratılmış; gözü ve ruhu olan insan da resim yapmak üzere yaratılmış. Dolayısıyla ressam ve dünyası birbirini sınırlandırır. 2 1 09. Hakiki insan kaba değildir. Onun duyguları vardır ve kendinden utanmaz. Homer'in, kahramanca işlerini ga­ yet canlı bir şekilde tasvir ettiği meşhur kahramanları göz­ yaşlarını gizlemezler. Patroclus, Akalarının Truva önlerinde öldürüldüğünü gördüğünde "suyun kayalık bir dağdan akışı gibi gözyaşlan yanaklarından akmıştı". Aşil ona " Niçin ana­ sının ardından koşan ve anası kolianna alıncaya kadar ağla­ yan küçük bir kız gibi ağlıyorsun Patroclus?" demişti. Pat­ roclus öldürüldüğünde Aşil "yere düştü ( . . . ) ve ağladı, öyle bir acıyla ağladı ki anası Tehida bile denizin derinliklerinde onu duydu". Antioch "acılı gözyaşlan saçarak" ağladı. HoH ayat , İ nsanlar ve Özgürlük

_22

mer ve kahramanları gözyaşları sebebiyle daha az erkek de­ ğildirler. 2 1 35 . " Daha iyi bir hayat" (bir slogan, parola, hedef ola­ rak) , kendisi için çabalanabilecek fakat uğrunda ölünıneye­ cek bir şeydir. "Yukarıda" olan şey bazı durumlarda bir hayal hatta bir vehim olmasına rağmen "hayat standardı"nın yu­ karısında olan bir şey için acı çekilebilir. Gerçekte bu, sevgi, şeref, özgürlük, saygınlık, şan, ülkü, vatan gibi bizzat ölümle aynı varlık nizamma mensup olan bir şeydir. Hayatı feda et­ mek gayrıakli ( irrasyonel) bir harekettir; böyle bir şey ancak duygulara dayalı olarak yapılabilir, akla dayalı olarak değil. 2 ı 43. Terbiye sadece bir güzel ahlak meselesi değildir, ay­ nı zamanda bir zevk- ı selim meselesidir. 2 1 44. İ slam doğru anlaşıldığında, onun, hakiki bir insa­ nı bir azizden üstün tuttuğu; bir azizi belki çabalamış, ama tam bir insan olamamış birisi olarak gördüğü açığa çıkacak­ tır. Tolstoy'un biyografısini, "80 yıl süren, tüm fazilet ve re­ ziletlerin, biri -yalan- dışında tüm reziletierin katıldığı bir m ücadele"nin (R. Roland) hareketli hikayesini her kim okursa, bu hakiki adamın hayatıyla karşılaştırıldığında "gü­ nahsız" bir azize (böyle bir şey varsa eğer) dair bir biyogra­ fınin ne kadar soluk, sıkıcı, hatta sahte olacağını anlayacak­ tır. Bu büyük yazann dramatik hayatının tam da Allah'ın is­ tediği şey olduğu ve Allah'ın günahsız meleklere günahkar bir adama secde etmelerini emretmesinin gerekçesini bu­ nun teşkil ettiği takdir olunacaktır. 2 1 53 . Bazı insanların ifade özgürlüğünü sürekli talep et­ meleri, o hakkı elde edince de kullanmamaları ilginçtir. 2 1 67 . Ateş bizi ısıtab ilir, ama onda yanabiliriz de. 2 1 78 . İ nsanlar hakkında nasıl hüküm verebilirim? Geçen 1 50 sene içindeki en büyük yazarlardan biri olan ve unutul­ maz nesir, şiir ve denemeler yazan Edgar Allan Poe 40 yaşın­ da öldü; alkol ve kimb�lir başka neler onu yiyip tüketmişti, pratikte evsizdi. Sadece Allah insanlar hakkında hüküm ve­ rebilir. ____lQ

Özgürlüğe Kaçışım : Zindandan Notlar

2 1 98 . Bir insan fikirleri ile değil duyguları ile tarif edilir. İnsan fikirlerini tamamen değiştirebilir ve aynı kişi olarak kalabilir. Bir insanın ancak duyguları değiştiğinde onun de­ ğişmesinden bahsedebiliriz. Denilebilir ki, biz hissi olarak yöneldiğimiz veya bağlantılı olduğumuz şeyi daha kolay el­ de etmemize katkıda bulunacakları inancıyla benimseriz fi­ kirleri. 2200. Kişinin ölümü de hayatı kadar değerlidir. 2204 . Borivoj Niksic Anısına Federal Mahkeme hakim i, başından itibaren M illi Kurtu­ luş Savaşında yer almış bulunan ve 1 939'dan beri Yugos­ lavya Komünist Pa rtisi üyesi olan Borivoj Bora Niksic 1 8 Ekim Cumartesi günü Belgrad 'daki Yen i Mezarl ığa defne­ dildi. Komünist fikirleri yayması sebebiyle baskıya uğradı ­ ğında sabitkadem v e teredd ütsüz durd u . Bir savaşçı, par­ tizan ve Srem'in cesur bir eviadı olarak nihai zafere kadar şeretle savaşt ı . Harp ve sulh döneminde bi rçok madalyay­ la ödüllendirild i . Daima kom ün ist fikirlerin m ütevazi bir destekçisi oldu. Bölge, Y üksek ve Federal mahkemelerde uzun süre hakim olarak hizmet eden ve Yugoslav h ukuk topluluğunca iyi bilinen Niksic, ceza yasaması , hukuk te­ orisi ve pratiğinin gel işimine büyük bir katkıda bulundu. Ağır hastalığı ve sonunun yaklaştığını anlaması üzerine ailesine ve meslektaşlarına bir mesaj bırakarak cenaze me­ rasiminin sadece yakın aile çevresinin ve yakın arkadaşla­ rının huzurunda, konuşmalar, çelenkler ve ölüm ilanları olmaksızın yapılmasını vasiyet etti. Federal Mahkeme'de uzun süredir görev yapan bu hakim, savaşçı ve her şeyden öte iyi adamın sessiz sedasız ayrılışı, meslektaşları, yakın çevresi ve dostları arasında büyük bir boşl uğa yol açtı"

( Politika,

Belgrad, 28 Ekim 1 986) .

Notum: Borivoj Niksic, benim ciavarndaki nihai kararı veren Federal Mahkeme Meclisi'nin reisiydi. Hukuki tavsif ("anayasa! düzeni yıkmayı amaçlayan karşı-devrimci örHayat, I nsanlar v e Ozgürlük

_ll

güt"ten sözde "sözlü saldırı"ya - Ceza Kanunu'nun 1 33 . maddesi- ) tebdil edildi ve ceza oniki yıl hapisten dokuz yıla indirildi. Yürürlükteki ceza kanununa göre azami ceza on yıl dı. 22 1 5. Aklım tereddüt etmeyi ve hayrete düşmeyi sürdü­ rüyor, ama kalbirn daima sağlam bir şekilde inanç tarafında yer almış durumda. Hakiki mutluluk anlarım, kalbimin ve aklımın uyum içinde olduğu zamanlardı. Bugün 1 Ocak. 1 987 yılına yeni girdik. Bizi neler bekliyor?

2268. Belki de keder, burada, ici-bas, bu ölümlü dünya­ da ruhun tabii bir halidir. 2268a. İnsan ruhunun karakteristiği başka nedir? Peri masallarını sever. Niçin? Mesa Selimovic, " insan, düşündüğü değil, yaptığı şeydir" der ( Derviş ve Ölüm) . Yorumum: Düşündüğüm şey değilim, hele yaptığım hiç. Her ikisi de açıkça şartlara bağlı­ dır. Ben, istediğim ve hissettiğim şeyim. Düşünce "benim dışımda" dır, hareketlerim daha da "yabancı", daha da "dışa­ rıda" dır. Hisler eğer ruhun kendisi değilse ona en yakın olan dır. 2275.

2324. Her şeyi yaşadığınız ve atlattığınızda, yüzlerce kere düşüp tekrar kalktığınızda, tüm boş ümitlerden ve rahatlık­ lardan vazgeçip gözönündeki hakikate yapıştığınızda, ancak o vakit hayatın nihai gayesinin kötülüğe karşı savaş olduğu­ nu fark edersiniz. Bu savaşta çok az şey yapılabilir, ama bize kalan tek şey budur. Bunun ötesinde ebediyen felaket ve ölüm vardır. 2330. İnsanlar hikmet hakkında değil cesaret hakkında şarkı söylediler. İnsanlar en güzel şiirlerini diğer her şeyden daha fazla saygı gösterdikleri bir fazilete adamışlardır, belki de bu onların arasında en nadir alanıdır: Cesaret, tehlikeyi ve ölümü küçük görme. Bu, Japonya'dan Hindistan ve _12

Özgürlüğe Kaçışım: Zi ndandan Notlar

İ ran'a, İngiltere ve Amerika'ya kadar tüm zamanların halk şiirleri için aynı şekilde geçerlidir. 234 1 . İnsan hap iste çok ciddi bir sınamadan geçmek du­ rumundadır. Yıllar süren bir yalnızlık ve mahrumiyet döne­ minden sonra ancak kuvvetli ruh sahibi biri herhangi bir zaaf ve duygusuzluk alameti olmaksızın oradan ayrılabilir. Bu, tüm güçlüidere rağmen onun deruni hayatının sıkıcı ol­ madığının ve inziva halinde dahi düşünceleri ve hayal oyun­ larıyla kendisini eğlendirdiğinin alametidir. Bedeni parmak­ lıkların arkasındayken ruhu sevdikleriyle birlikte olabilmiş, - uzak bir ülkede olsa bile- bir tiyatro gösterisini zihninde "seyredebilmiştir". 2343. Bazı insanların komedi izlerken onu hiç eğlenceli b ulmadıklarını fark ettiniz mi? Siyasetçiler genellikle rahat­ sız olurken bazı akıllı insanlar da komedileri hüzünlü bulur. 2354. Ruh da beden kadar acı çeker. Tıpkı kötü havalar­ da eski yaraların azınası veya kemiklerinizin uzun bir hayat boyunca topladığınız ve sadece kısa bir süre için unutmuş olduğunuz darbelerden dolayı sıziarnasında olduğu gibi, es­ ki ve uzun bir süre unutulmuş tüm acıların ve yaraların da " tutuştuğu" günler vardır. O günlerde gergin ve içinize ka­ panık olursunuz; ruhunuzda yeniden açılan yaralar, hiçbir şeyin kaybolmadığını, ortadan kalkmadığını, tüm acıların ve kötü hatıraların zerre kadar yokolmadığını hatırlatır size. Onlar tıpkı bu kez olduğu gibi sadece bir an uzaklaşır, dibi görünmez bir derinliğe çekilirler ve siz onları arkanızda bı­ rakırsınız. Gelecek sefere kadar. 2355. Dünyayla karşı karşıya geldiğinizde yenilgiden kurtulmanın tek bir yolu vardır. Hatta o bile emin bir yol değildir, ama mümkün olan tek yoldur: Aranızdaki güç orantısını kendi lehinize harekete geçirecek olan sizsiniz. Her biri sizden daha kuvvetli ve ağır olan binlerce şeyi hare­ kete geçirmek ve değiştirmek yerine dünyanın " üstünde" ol­ mak üzere kendinizi güçlendirirsiniz. Bunu yapabilirsiniz, en azından bir dereceye kadar bu sizin gücünüz dahilindeHayat, Insanlar ve Özgürlük

.....lJ

d ir. Dünya ise büyük ve fethedilemez bir şeydir. Geçeceğiniz tüm yolları deriyle kaplayamazsınız, ama kendiniz ayakkabı yapabilir, ayağınızı deriyle kaplayabilirsiniz, netice yine aynı olacaktır. Kendimizi içinde bulduğumuz dünyaya ve şartla­ ra hükmetmenin tek yolu budur. Yaşlı insanların kalın elbi­ seler giydiklerinde bile niçin üşüdüklerini düşündünüz mü hiç? Çünkü onların kendi hararederi yoktur. Dışarıdaki so­ ğuğa direnmenin en iyi yolu, kanınızı harekete geçirmek ve böylece kendinizi içeriden sıcak tutmaktır. Tek gerçek çö­ züm yolu budur. 2357. Baharatın yemeğİn yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözü­ lüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çö­ küşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir. 2374. Akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir. Hikmetli

adam ise nasıl suskun kalmacağını da bilir. 2376. Izdırap hissinden veya hissizliğinden, onun insan hayatındaki ve tarihteki rolünden bahsedilebilir; fakat onu hepimizin hissettiği kesindir: Izdırabın terkibi asildir, asil bir maddeden yapılmıştır.

2393 . Bugün 26 Şubat 1987, biraz heyecanlı bir gün. Bu sabah hapishane idaresine çağrıldım. Ziyaretçi odasında Leyla ve Sabina'yı sev inçli yüzlerle gördüm. Bana hemen kötü bir şey olmadığını söyleyeceklerini tahmin ettim. Bos­ na Hersek Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı Af Komisyonu reisi olan Nikola Stojanovic'in, af için başvuru yapmamı tavsiye ettiğini, serbest bırakılacağımı söylediler. Aracılık ya­ pan kişi Leyla'nın eski sınıf arkadaşı ve o dönemde Komis­ yonun sekreteri olan Zdravko Dj uricic idi. Djuricic başvuru metnini de hazırlamıştı. Metni okudum, imzalamadım. Ha­ pis devam ediyor. 240 l . Aşırı bilgi bazen yaratıcı düşünceyi engelleyebilir. Bir insan herhangi bir organizasyon ve vizyonu olmaksızın b irçok sahada bilgi sahibi olabilir. Birçok b ilgili insan, sade­ ce bir fikirle canlandırılabilecek hakiki bir bilgiye sahip ol___11

Özgürlüğe Kaçı ş ım:

Zindandan Notlar

maksızın yaşamış ve ölmüşlerdir. Genellikle kabul edildiği üzere yanlış bir hipotezle yapılan bir araştırma, hipotezsiz yapılan bir araştırmadan daha ümitvardır. İyi ama plansız bir malzeme yığını sadece bir yığın olarak kalır. Tıpkı bina­ nın inşası bitirilince inşaat iskelesinden kurtuldoğumuz gi­ bi, araştırınayı başlatıcı bir hipotez de araştırınayı tamamla­ dığımızda kendisinden kurtulacağımız bir önyargı duru­ munda olabilir. 2405. Sinekleri öldürmekle uğraşma, bataldığı kurut. 2429. Sadece özgürlük sık kullanınakla eskimez. 25 1 8 . Bir insanın "insanlığı" öncelikle onun iyi ve nazik

oluşunda değil, daha ziyade onun böyle olup olmama ihti­ malinde yatmaktadır. Dolayısıyla suçlu olmadığı için değil, fakat suçlu olması zorunlu ve kilçınılmaz olmadığı için böy­ ledir. İnsanın bir çıkış yolu vardır ve onun büyüklüğü de budur. 2529. Hapiste oruç tutmak, benim için, etrafımdaki her şeyin insani saygınlığıma saldırdığı bir zamanda onun ara­ sıra kabul edilmesi anlamına geliyordu. 2547. Ölüm vakıası tüm standartlarımızı değiştirir. Çün­ kü bu vakıayla yüzleşildiğinde hiçbir akil düşünce ve değer nizarnı onunla başedemez. Bunu sadece sevgi, inanç, nefret, gurur ve intikam gibi güçlü tutkular -ki akıl bunları redde­ der- yapabilir. Belki de bu başetme o tutkuları birçok kimse katında meşrulaştırır. 2557. Bir şeyin niçin varolduğu, niçin orada Birşey' in

bulunduğu ve Hiç'in olmadığı sorusu bana göre bir insanın kendisine sorabileceği en kapsainlı sorudur. Merak ediyo­ rum, bir insan hakikatte onun bir parçası olmakla birlikte böyle bir soruyu nasıl sorabilir ve nasıl düşün eb ilir? İlk duy­ duğumda hayretten donmuştum. 2572. Sanat, eğer sadece tasvir ediyor, izliyor, kopyalıyar veya hatta açığa çıkarıyorsa bu adı hak etmez; ancak bakış­ larını gaybın ve mucizevi olanın sınırlarına kadar genişlet­ mesi halinde sanat adını hakeder. Hayat. I nsanlar ve Özgürlük

____12

258 1 . Saf akıl, mahiyet ve vücudun (varlık) birliğini te­ cessüm ettirir. O, aynı anda hakiki varlıktır [ real e:ıcistence ] ve hakiki varlığın bu özelliği aklın bizzat mahiyetinde mek­ nuzdur. Yani o, tek, sorgulanamaz ve mutlak varlıktır. Dün­ ya, sonsuzluğa uzanan ve karşılaştığı her şeye kendisini akı­ tan ışıkla karşılaştırılamaz (Husserl'in Ideen 'de2 ortaya koy­ duğu görüşleri) . 270 3 . İ nsan tarihin kuvvetleriyle çatışma halindedir. Bu kuvvetler ferdin hayatına karşı kördürler. Fert, onun hayatı ve duyguları bu kuvvetlerin kurbanıdır. " Tarihin duygu­ suzluğu ve yerine geti rilmemiş vaadleri ferdi bunaltır" ( Emile Cioran , Tarih ve Ütopya) . Cioran kötülük, şiddet ve barbarlığı tarihin başlıca saikleri olarak görür. Ona göre ahlak, iyilik ve hümanist idealler, zulüm ve kötülük kuvvet­ leriyle giriştikler i çatışmada daima yenilginin eşiğinde ola­ gelmişlerdir.

2735. Fakirler arasında çelimsizlik ve solgunluk saygı görmez, çünkü bunlar onlara açlık ve fakirliği hatırlatır. 2862 . iyimserlik bazen alaycılık [ cynical] gibi görünür. 2 1 2 7. Allah, hayvanlardan farklı olarak bizi dik yürür şe­ kilde yarattı . Çoğu insan bu imtiyazı kullanmaz, hayatları­ nın çoğunda eğilirler, hatta sürünürler. İnsan böyle mi yap­ malı? Allah' ın bu büyük nimetini, dik yürümeyi reddetmek nankörlük değil mi? 2 1 5 2 . İ nsan "sosyal bir hayvan" değildir. Ne kadar insan olursa o kadar kişi halini alır, yalnızlığa doğru o kadar daha fazla çabalar. Sıradan (ortalama) bir insan, diğer insanları sevdiği için değil, fakat kendi kendine yetersiz olduğu için sosyal ve girgindir. Bu, tekdüzelikten, boşluktan, kişinin kendi hayatından bir kaçıştır. Sathi bir kişi, yalnız kalmayı sevmez; bunun tersi de doğrudur, hakiki bir ruhani adam , bir rahip, bir münzevi tüm hayatı boyunca yalnız kalabilir. 2 Ideen zu einer reinen Phiinomenologie und phanonıenologischen Philosophie [ Saf Bir Fenomeno/ojiye ve Fenomenolojik Felsefeye Dair Fikirler] . ilk baskısı Halle a . d . S . : Nieme yer, 1 9 1 3 . ( y. n . )

__lll

Ozgürlüge Kaçışım: Zindandan Notlar

2 1 56. İtalya'daki köylüler eşe ği n yürümesini sağlamak için ona vurmak yerine -ki inadı yüzünden eşeğe vurmak bazen faydasızdır- bir hile düşünmüşler: Bir sapanın ucuna bir demet ot bağlanır, sonra sopa da eşeğİn başına bağlanır. Otu gören eşek ona ulaşma ümidiyle yürür. Çoğu insan bu eşekler gibi değil mi? İ talya'da olduğu gibi başkalarını eşeğe çeviren bazı insanlar yok mu? 2 1 6 1 . Haset, mutsuz insanları etkileyen bir talihsizliktir. Mutsuz oldukları için haset ederler. Oysa haset, talihsizlikle­ rini ortadan kaldırmaz, daha da kötüleştirir. 2 1 73 . Bazı insanlar, kibirlerini kendini bilmenin bir şekli sanırlar, ama ikisi birbirinden tamamen farklıdır. 2 1 78 . Gerçek bilgiye, çoğunluğa -dolayısıyla daha aşağı, daha kaba tabiata- mensup olan insanlar sahiptir. Daha iyi insanlar bayağı ve cahil görünür. Sık sık şöyle bir ikilemim olmuştur: İyi h uyluluklarından dolayı onlara saygı mı duy­ malıyım yoksa bayağılıklarından dolayı gücenıneli miyim? Çünkü cehalet fazilet değildir. Aksi de geçerli: Çoğunluğa benzerneleri sebebiyle görgülü ve tecrübeli i nsanlara gü­ cenmeli miyim ( çünkü Kur'an'da ifade edildiği üzere "ço­ ğunluk iyi değildir") yoksa b ilgileri ve gerçekçilikleri sebe­ b iyle onları takdir mi etmeliyim? Tabi şu konuda bir ikile­ mim yoktu: D ürüstlük bilgiden üstündür; ama iyi ve dü­ rüst bir insanın bayağılığını ve beceriksizliğini gerçekten af­ fetmeyi asla başaramadığımı itiraf etmek zorundayım. Da­ ima şöyle bir ideali hayal etmişimdir: İ yi ve dürüst, ama ay­ nı zamanda tecrübeli ve gerçekçi bir adam. Bunlar tek bir kişide birleştirilebilir mi yoksa b u sadece şanslı bir tesadüf müdür? 2 1 82 . Tıpkı çocuklarımızın yükünü yüklenmemiz gibi, kendi hatalarımız ve reziletlerimizden ziyade diğer insanla­ rın hata ve reziletierini hissederiz. 2 1 84. İ rademizden gelen düşünceleri gürültülü ve tutku­ lu bir şekilde, b ilgi ve kanaatimizden kaynaklanan düşünce­ leri ise sakin ve soğukkanlı bir şekilde ifade ederiz. Soğuk­ kanlı bir şekilde ifade edilen hükümlere her zaman daha Hayat, İ nsanlar ve Özgürlük

_ll

fazla güvenmemizin sebebi budur. Biz onların tutkudan zi­ yade anlayıştan kaynaklandığını hissederiz. 2 1 85. Genel hakikatiere yönelik ilgiler ile şahsi hakikatle­

re yönelik olanlar ters orantılıdır. Yakınlarında ama pek ya­ kın olmayan sevdiklerinin şahsi meselelerine ve hayatiarına büyük bir ilgi duyan birileriyle karşılaşırsak (ki sadece ka­ dınlarda değil genelde çok sık görülür bu durum) , onların - felsefe ve bilimin mevzuları durumunda olan- dünyanın genel hakikatlerine daha az ilgi duyduklarını görürüz. Scho­ penhauer, meşhur iğneleyiciliğiyle, normalde özel bir zeka alanıeti göstermeyen sıradan insanların "başkalarının şahsi meselelerinde mükemmel cebirciler olduklarını, en karma­ şık denklemleri verili tek bir değerle çözdüklerini" söyler. 2 1 93 . Nietzsche, çok hassas bir adamdı, asla kendi Über­ mensch'i gibi değildi. 44 yaşında delirdi ve biyografı yazaria­

rına göre bunun görünür sebebi, Turin Caddesindeki bir manzaraydı. Filozof evinden ayrılırken atını acımasızca kamçılayan bir arabacı gördü. Kamçılanan hayvana doğru gitti, onu kibarca kucakladı ve ağladı, ardından da yığılıp kaldı. 1 2 yıl daha yaşadı, ama cinnetten hiç kurtulamadı. Biz neysek oyuz, olmayı düşündüğümüz veya olmayı istediği­ miz şey değil. 2228 . Mükemmeli başaramayız. Fakat yapabileceğimiz bir şey var: Daha fazla insan olmak için, her insanın daha fazla insana benzemesi için daimi olarak gayret gösterebili­ nz.

3054. Ölümün varlığı, hayat resmine gerekli koyu gölge­ leri verir. Bunlar olmasaydı o resim soluk ve anlamsız olur­ du. Ölüm içermeyen bir roman veya dram eksik görünür. 3066. Bana görüşlerini sunan birine şunu söylemek is­ terdim: Senin fıkirlerine, sözde kanaatlerine, dünya görüşü­ ne veya her ne şekilde adlandırırsan adlandır, ona ilgim yok. Beni ilgilendiren tek şey ve önemi olan tek şey, senin nasıl birisi olduğundur. İyi bir insan mısın yoksa kötü mü? Ger­ çekte tüm hikayelerin, hatta hareketlerin ancak senin kim ___2B

Özgürlüğe Kaçışı m : Zindandan Notlar

olduğun sorusuna cevap bulmama yardım ettikleri sürece ilginçtir. 3069. Karanlık dah i aydınlık olabilir. Yıldızlar gün boyu görünmezler. Onların ışığı, en koyu karanlıkta en kuvvetli durumdadır. Eğer karanlık gece hiç olmasaydı, yıldızlı bir gökyüzünün büyüsünü bilemezdik. Bilseydik bile bu inanıl­ maz manzarayı göremezdik. 3078. Gerçek bir yazarın özelliği nedir? Her şeyden önce

anlayış yeteneğidir. Dünyadan sanki gözleri kapalı geçip gi­ den ve hayatlarını tüketen insanlar vardır. Gerçek bir yazar bunun tamamen zıddıdır, bir fotoğraf camı kadar hassastır. 308 5 . Dünya red yoluyla kazanılamaz. Bu ancak kabul

yoluyla yapılabilir. Gerçekte dünyanın kabulü, onu değiştir­ menin veya kazanmanın önşartıdır. 3 1 0 3 . "Düşünmek" fiilini ifade eden Japon resim-yazısı " üzgün olmak" anlamına gelir. Bir tesadüf mü yoksa gizli bir mantık mı? 3 1 34. İnziva sorunu. Bazıları bunun, insanın kendi in­

sanlığını tasdik veya tecrübe etmesinin tek yolu olduğunu düşünür. Başkaları ise tam aksini düşünür: İnsan, ancak başka insanlar arasında insan olabilir ve insan olarak kalabi­ lir. Yeni nesil Alman yazarlarından Patrick Süskind, Güver­ cin adlı hikayesini sadece, insanın inzivada insanlığını kay­ bettiğini ve insani varlığın ancak diğer insanlar arasında i n ­ sani olabileceğini göstermek üzere yazmıştır. 3 1 3 7. Hayatta yapılan her şeyde oyun kaideleri vardır. Oyunun kaidelerine uy; onlara uyabilmek için ya onları öğ­ ren ya da onları kendin vaz' et. 3 1 40. Niçin daima ahhikiliği takdir ederiz de ahlak ko­

nuşmalarını küçümseriz? Çünkü ahlakilik bir harekettir, ahlak konuşmaları ise bir sözdür. Ahlakilik kendinize yöne­ lik bir taleptir, ahlak konuşmaları ise başkalarına yönelik bir taleptir. Ahlakilik daima ahlaki olmasına karşın, ahlak ko ­ nuşmalarının çoğu kere riyakar, dolayısıyla gayrıahlaki olu­ şunun sebebi budur. Hayat, İ nsanlar ve Özgürlük

___12

3 1 79. Hayatın varolma tarzının mücadele olduğu görü­ lüyor. M ücadeleden azade bir hayat tahayyül edilemez. Mü­ cadele yapıcı, yıkıcı veya abes (gereksiz) olabilir. Abes bir mücadele hiçbir şeyi çözmediği gibi herhangi bir amaca h izmet de etmez. Fakat birçok kimse sadece bu tür bir mü­ cadeleyi el üstünde tutar. 3 1 80 . Som balıkları hayatlarının belli bir sathasında neh­ rin yukarısına doğru, doğum yerlerine doğru giderler; bü­ yük mesafeleri aşar, akıntı ve şelaleleri aşar, hatta bu uğurda ölürler. Niçin ? Bunu yapmak zorunda olduklarını bilirler. Hepsi bu. 3260. Anlatıldığına göre Kon - Tiki'nin üç tayfası, Pasi­ fik'teki bir ilmi keşif gezisinde bir gece daha önce hiç gör­ medikleri büyülü renkleri olan yılan benzeri bir balık yaka­ larlar. Onu hemen bir deniz zooloğu olan dördüncü tayfaya götürürler ve onu uyandırıp balığı gösterirler. O, balığa ba­ kar ve " Böyle bir balık yok" deyip tekrar uyumaya döner. Birçok insan bu uzman gibi davranır. 3333. Aynı hadiseye katılan veya şahit olan insanlar ço­

ğunlukla onu farklı bir şekilde görür ve anlatırlar. Herkes kendi bakış açısının mutl a k olarak doğru olduğundan emin­ dir ( Rashomon filmi bununla ilgili bir hikayedir) . Bu durum nasıl açıklanabilir? Sanırım bunun tek izahı, gözlemlerimi­ zin asla mekanik ve objektif olmadığı şeklindedir. Bir hadi­ seyle ilgili görüşlerimiz gibi onlar da daima düşüncelerimiz, duygularımız, arzu ve tutkularımızia karışık haldedir. Bu du­ rum, sayısız görüş ve sayısız yanlış anlamaya yol açar. 3334 . Yaşamak m ı ölmek mi, hangisi daha büyük sorun? Belki de "Biz öldüğümüzde değil doğduğumuzda ağlarız" derken Amerikalı yazar Thomas Bailey Aldrich'in aklında bu soru vardı. 3340. Rasyonel ve irrasyonelin hakiki anlamı nedir? Bu­

nu söylemek zordur, çünkü diğer şeyler gibi "rasyo" anlayışı da, farklı kültür ve farklı dillerde aynı değildir. Latince Ra­ tio, İ ngilizce Reason ve Almanca Vern u nft aynı anlama gel­ mez. 40

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

334 1 . Olan veya yapılan şey sadece varolur, silinemez, çünkü bu zaman kanununa aykırı olurdu. Bugün 23 Mart 1 988; hapis müddetinin beş yılı geçti, ge­ riye dört yıl kaldı.

3375a. Picasso'nun resimleri hakkında ne düşünmeliyiz? Çoğumuz onların önünde şaşkın bir halde dururuz. Ressa­ mın kendisinin, sanatı hakkında ne düşündüğünü öğren­ mek ilginçtir. Picasso, Giovanni Pappini'ye 1 952'de yazdığı bir mektupta şöyle der: "Zevk-ı selim sahipleri, zenginler, aylaklar ve düşünürlerin hepsi sanatta yeni, ölçüsüz, rezalet­ vari bir şeyler ararlar. Ben ise kübizmden itibaren aklımdan geçen her türlü tahrik edici tuhaflıkla bu bilgiçler ve münek­ kitlerle eğlendim; onlar onu ne kadar az anladılarsa o kadar daha fazla hayran kaldılar. ( . . . ) Ama kendimle yüzleşince, kendimi kelimenin klasik anlamında bir sanatçı olarak gör­ me cesaretim yok. Giotto, Titian, Rembrandt ve Goya sanat­ çıydı. Ben ise sadece çağını kavramış olan ve ayrıca çağdaşla­ rının aptallığını, kibrini ve lakaytlığını becerebildiği kadar kullanan bir halk eğlendiricisiyim." Yorum um: Bu itirafın ne kadar samimi olduğunu bilmiyorum. Picasso'nun Batı res­ minde gerçek bir inkılap olarak görülen Avignonlu Kızlar resmi için, sadece bu resim için 700'den fazla çalışma ve tas­ lak hazırladığı gerçeği ile bunu nasıl telif edebilirim? Belki de Picasso bu beyanıyla sadece bize bir latife etmiştir. 3377. Bir yazar insanlardaki kötülükle savaşabilir, eğer gayesi buysa. Shakespeare, Macbeth'i tasvir ederken iyi ve kötüden, yüz sanatkarın [ aestheticist] bahsettiğinden daha fazla bahseder. 339 1 . Çoğu insan çıkar sebebiyle ( iktidar, servet, şan, aşk vs. ) kötülük işler. Ama kötülük için kötülük de vardır; sade­ ce amaç durumunda olan kötülük. Gerçek cehennem bu­ dur. Maalesef böyle bir kötülüğü ve onu işleyen insanları ta­ nıma fırsatım oldu. Hayat, İnsanlar ve Özgürlük

___1.1

3439. Izdırap ve acı, insan hayatında büyük bir ahlaki rol oynar. Açıklaması zordur, ama hepimiz bunu hissederiz. Ta­ bi bu, dünyanın değil daha ziyade insanın vasfıdır. Izdırap ve acı olmadığında eksik kalan şey, güvenilirlik dediğimiz o önemli şeydir. 3464. Haklıydım ama yanlış zamanda. 3 50 1 . Onlara şöyle dedim: Geçmişi gizleyebilirsiniz. Ama şimdiyi gizleyemezsiniz. 35 1 4 . Tanıdığım biri öldü . Ölüm ilanını okurken şöyle düşündüm: Güçleri veya katılıkları sebebiyle korktuğumuz insanlar vardır; yine hikmetleri veya farklı türden bir üstün­ lükleri sebebiyle saygı duyduğumuz, faziletleri sebebiyle be­ ğendiğimiz ve nihayet iyi huylulukları sebebiyle sevdiğimiz insanlar vardır. öldükleri zaman, hakiki bir h üzünle ve tela­ fi edilemez bir kayıp hissiyle hatırladığımız tek kişi sonun­ cusudur. Bana göre bu, sadece sevgi ve iyi huyluluğun za­ mana ve unutulmaya diğer her şeyden daha çok direnen ve ölüm dahil hiçbir şeyin sorgulayamadığı değerler olduğu­ nun daimi bir delili durumundadır. Bir anlamda sevgi ve iyi huyluluk insani ölümsüzlüğü isbatlar. 35 1 9 . Hatalarıının farkındayım, ama onlarla birlikte ya­ şıyorum. Bununla birlikte onları başkalarında gördüğümde sözkonusu hatadan ve kişiden tiksiniyorum. Benim "hakka­ niyet"imin ve objektifliğimin ölçüsü budur. 3527. Bir trajedi yazarı ve bir şair, hayatlarındaki kaba tecrübeleri heyecanlı bir hikaye haline dönüştürür, tıpkı ipek böceğinin dut yaprağını ipeğe dönüştürmesi gibi. Her ikisi de aynı derecede mucizevidir. 3528. Yıldızlara ne kadar yakın iseniz, kaderinize de o kadar yakınsınız: Yalnızlık, uzaklık ve soğukluk.

3540 . Orta Afrikalı sıradan bir yerli (vahşi) , gö �teki yıl­ dızları ortalama bir Avrupalı veya Amerikalı şehirliden daha iyi bilir. İbtidai bir adam güneşe bakarak zamanı söyler, ge­ ce seyahat ederken yıldızları izler; oysa bizim caddedeki sı­ radan insanımızın bu tür bilgisi sıfırdır. Gökle ilgili bilgimi_12.

Ozgü rlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

zi astronomlara ve fızikçilere terk ettik. Ama ana mesele bu bilgi veya cehalet değildir. Sözkonusu zarar, daha ahlaki ma­ hiyetlidir: Gökyüzüne hiç bakmayan veya nadiren bakan bir insan yön duygusunu kaybeder. Bu resim olmaksızın o, dünyanın tüm hikmetine kaynaklık eden bakış açısından mahrum kalır. İnsanın kendi büyüklüğünü ve kendi küçük­ lüğünü, bunların hiçbirini unutmaksızın takdir edebilmesi ancak bu semavi bakış açısıyla mümkündür. 3548 . Bazıları insanların nankörlüğünden şikayet eder. Sevgilerinin karşılık görmeyeceğinden, iyiliklerinin ödül­ lendirilmeyeceğinden ve farkedilmeyeceğinden korkarlar. Bu aşikar bir yanlış anlayış tır. Hakikaten iyi olan hiçbir am el mükafatsız kalamaz, çünkü mükafat eşzamanlıdır. Hakiki bir fedakarlıkla yani hakikaten iyi bir amel işleyenler bunu pek iyi bilirler. İyi bir iş ile mükafatı, nesne ile gölgesi gibi birbirinden ayrılmaz. Zihninizdeki mükafat onu sadece önemsizleştirir. Yaralı bir kuşu tedavi eden veya caddede pe­ şine düşen bir eniği dayuran bir çocuğa bakın. O çocuk her­ hangi bir özel ödül peşinde midir yoksa zaten ödüllendiril­ miş olduğunu mu hisseder? Gözlerindeki sevince bakın. 3559. Romeo ile Juliet, Tristan ile Isolde, ümer ile Meri­ ma, Leyla ile Mecnun, hepsi birbirine aşıktır. Biz de onları severiz. Biz onları, birbirlerini sevdikleri için severiz. Onları tanımasak da severiz onları. Bundan çıkan netice şudur: As­ lında biz onları sevmeyiz, biz sevgiyi severiz. 3574. İ nsan hata işleyebilir. Robot ise hata işlemez. Bu durumda insanın hata yapabilirliği bir üstünlüktür, robo­ tun hatasızlığı ise hatadır ya da "Bizim kendisinden korun ­ cluğumuz bir fazilettir". 3575a. Bilim ne övülmeli, ne de lanetlenmeli; kullanıl­ malı. Her halukarda bilim bazılarının sandığı ve iddia ettiği gibi mahza hakikat değildir, fakat hakikate götüren yollar­ dan biridir. 3599. Tüm insanlar, hatta farkında olmayanlar bile ruh­ larının derinliklerine dalarlar, cesareti, diğergamlığı ve cöHayat, İ nsanlar ve Özg ürlük

___1J_

mertliği beğenirler. Yoksa niçin bıkıp usanmaksızın, ölüme ve kadere meydan okuyan karakterler icat etmeye devam ediyoruz? Tüm insanlar en azından birazcık şair, mistik ve romantiktir. Yoksa bayraklara, sembollere, ilahilere ve milli marşlara, pişmanlık duymaksızın vatanları ya da sevdikleri kadın için ölüme koşan romantik kahramanlara olan bu za­ af nereden geliyor? Bizim gibi olmadıkları kadarıyla kendi­ leri olan kahramanları görmek üzere sinemaları dolduran bu yaratıklar kimler? Bu tür insanların gerçek hayatta mev­ cut olmadıkları (sadece edebiyatta varoldukları) doğruysa, geriye "tüm insanların muhayyilesinin niçin hatırlanamaya­ cak kadar eski zamanlardan beri onları üretmeye devam et­ mekte olduğu" sorusu kalıyor. Biz üzerinde olduğumuz ha­ le değil, olmadığımız ama olmayı istediğimiz ya da olmamız gereken hale hayranlık duyarız. 366 1 . Dilin bir yazarın vatanı olduğu söylenir. Başka yer­ Iere göç eden yazarlarda garip şeyler olur. Yeni vatanlarının dilini çok iyi bilseler dahi şiiri yine de kendi anadillerinde yazarlar. Mesela Joseph Brodsky, Batı'ya göç ettikten sonra nesri İngilizce, şiiri ise sadece Rusça ile yazmıştır. Derunu­ muzda bunu hepimiz anlarız, ama izahı zordur. 3676 . Şu b izim zamanımız zor, ama sonsuzcasına ilginç. Sıkılmaktan değil, o zamana pürüzlü ve zor bir şekilde sahip olmaktan şikayet edeb iliriz. Sadece, neticeyi görecek kadar uzun süre yaşamayacağım için eseflenebilirim. Ölümden bahsediyorum. Fakat belki de hiçbir netice ve ölüm yok. Belki de onu seyreden gözler sadece kapanacak ve hayat de­ vam edecek. Yeni doğumlar, yeni gözler, çiçekler gibi, yeni hikayeler gibi açılacak ve sonsuza kadar böyle sürecek. Al­ lah'ım Sen büyüksün ve Sen'in yarattığın alem de büyük! 3677. Oneeden de korkunç ve ürkütücü acı ve ızdıraplar vardı, ama baskı kılıcı insanın içindeki insana hiç böylesine vicdani bir şekilde yöneltilmemişti; insanları aşağılama ve çökertme niyeti asla böylesine şeytani bir beceri ve sebatla uygulanmamıştı. Bloch'un da ifade ettiği üzere bu, " insanlı­ ğın dik yürüyüşünün çöküşü"ydü. __.1_1

Ozgürlüge Kaçışım: Zindandan Notlar

IKINCI BÖLÜM

Din

ve

Ahlak

'*'

20. Tarihi bir fenomen olarak her dinin iki yönü vardır: Bir

" ilim" olarak vahiydir; uygulama olarak ise insanların eseri­ dir. Allah inancı vahyeder, insanlar ise uygular. Dinde büyük ve yüce olan her şey Allah'tandır. Hatalı ve değersiz olan her şey insanlardandır. Dini bilgi konusundaki bu uzlaşıda insa­ nın rolü de ikilidir: Bir yandan o henüz tahrif edilmemiş di­ ni bilgiyi suistimal eder, uygulamaz veya hatalı uygular, di­ ğer yandan sözkonusu bilgiyi çarpıtır, değiştirir. Tarih bize bu iki durumla ilgili sayısız misal sunmaktadır. Hegel şöyle der: " H ıristiyanlığın ruhunun hakiki ve saf haliyle anlaşılacağının sanılabileceği yüksek eğitimli Doğu Roma İmparatorluğu'nun tarihi bize bin yıllık bir kesintisiz suçlar, zaaflar, sahtekarlıklar, utanmaılıklar dizisi olarak su­ nulur. (. .. ) Her yerde H ıristiyan inancı adına katliam, çapul ve yakıp yıkma manzaraları vardır. Bir tartışmada eğer İsa, Tanrı'nın sıfatıyla aynı veya ona benzer bir sıfata [quality] sahipse bu tek harf [ Yunancada "aynı " ve "benzer'.' sıfatları Din ve Ahlak

.-...1.2.

[ adjectives ] birbirinden tek bir harfle ayrılır -benim no­ tum ] binlerce insan hayatına malolmuştur" ( Hegel, Tarih Felsefesi) . Hindistan tarih inde de benzer bir fenarneni araş­ tırdığımızda asla kayıtsız kalamayız: Bir an düşüncelerin de­ rinlik ve üstünlüğüne hayranlık duyarken, sonrasında ina­ nılmaz bayağılık ve saçmalık örneklerinden tiksiniriz. Bun­ ların tümü karışarak tek ve aynı isimle adlandırılmayı iste­ yen, çözülmesi imkansız bir düğüm haline gelir. Gerçekte bu, Allah'ın öğretisinden trajik bir sapmadır. Oysa vahyin izleri orada açıkça görülebilmekte ve beşeri karanlığın geri­ sinde ölümsüz ve lekesiz bir aydınlıkla parıldamaktadır. Yine de tarihin gerçek sorusu, tarih adına ne tür kötü­ lüklerin işlendiği değildir. Gerçek soru şudur: Eğer H i ndu­ izm, Yahudilik, H ıristiyanlık ve İslam diye bir şey olmasaydı dünyanın hali nasıl olurdu? İ nsanlık bu mekteplerden geç­ meseydi, onların yayıcıları mükemmel olmasa ve bazı yüce hakikatiere ilaveten bazı saçmalıklar da öğretilseydi insanlı­ ğın hali nasıl olurdu? Tarafsız ve hakkaniyetli bir tarihçi "ta­ rih" i hepimiz için yazmaya çalışsaydı ne kadar faydalı olur­ du! Tabi böyle bir tarih tasavvur edilip yazılabilirse! 90. Kanuna riayet eden doğru bir insan zorunlu olarak

ahlaklı biri değildir. Davranışın şekli doğruluğu alışkanlığın veya korkunun neticesi olabilir. Alışkanlık ahlaklı olmak de­ ğildir, hele korku hiç değildir. Sadece vicdana dayalı hare­ ketler hakikaten ahlakidir. Tıpkı namaz ve oruç için vicdanı bir karar vermek zorunda oluşum gibi, iyi ve dürüstçe dav­ ranmak için de vicdani bir karar verınem gerekir; böyle bir karar verebilmek için ise diğer seçeneğin bana açık olması zorunludur. Hadımlık namusluluk örneği değildir, tıpkı za­ yıflığın fazilet olmaması gibi. 9 1 . Dram, trajedi ve hatta komedi, iyi-kötü sorununu

şuur düzeyi ne çıkarmak suretiyle seyircinin ahlaki ikilemie­ rini keskinleştirir. Şuur önemli olduğu için, trajedide iyinin mağlup olması tali bir mesele olarak kalır. Burada netice önemsizdir çünkü esas itibariyle ahlaklı olan kaybedemez. 46

Özgürl üğe Kaçışım: Zindandan Notlar

Komedilerde insanlar güler veya birbirleriyle alay ederler. Onlar, iyi ile kötü, hatalar ile faziletler konusundaki şuuru keskinleştiren güçlü bir vasıta durumundadırlar. Dramı (ve­ ya komediyi) tanımayan insanlarda daha aşağı seviyeden bir ahlaki şuur hali bulmamızın sebebi budur; bundan dolayı beşeri ilişkilerdeki birçok çarpıklık normal ve tabii olarak görülür ve sürdürülür. Kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için ilk şart onların kötülük olduğunun kavranmasıdır. 9 1 a. Trajik olan şeyin özüyle ilgili düşünceler saf metafı­ ziktir. Çünkü Allah'ın sözkonusu olmadığı hiçbir trajedi yoktur, sadece talihsiz hadiseler, kazalar vardır. 99: Putperestlik ve diğer sahte dinler kazanç dinleridir. Vahye dayalı tüm hakiki dinler ise fedakarlık dinleridir.

Allah'ın her şeye kadir oluşu (ve her şeyi bilmesi) ile insanın mesuliyeti arasındaki mantıki tezat nasıl çözülebi­ lir? Nasıl olur da kudret tümüyle Allah'a, mesuliyet de tü­ müyle insana ait olabilir? Cevabı şudur: Bu, tıpkı alemin ay­ nı anda sonlu ve sonsuz olması gibi olabilir. Mantıki değil, ama böyle. 203 .

2 57a. Tanımı gereği din şahsidir. 367. Din, semanın barış ve derinliğiyle ahenk içinde ha­ reket etmesi için insana yöneltilmiş bir taleptir. Fakat " i n ­ s a n acelecidir" ( Kur'an ) ; d a r kafalı, ürkek, hırslı v e bencil­ dir. Bunların tümü, semanın açıkça ortaya koyduğu her şe­ ye zıttır. 492. Schelling'in Rönesans resmi ile Hıristiyanlık ve Yu­

nan plastik sanatı ile Yunan mitolojisi arasında bir telazum bulunduğu şeklindeki görüşü kabul edilemez. Yunanlı müş­ rik, uluhiyeti bir heykelde dolayısıyla bir nesnede görmüş­ tür, bu da saf putperestliktir. Makul bir eğitim almış Hıris­ tiyan mümin, Madonna'nın suretinde uluhiyeti görmez; ak­ sine kendisine ruh vahyedilmiş bir şeyi görür. Burada suret, duyu-üstünün hissi ( duyuya dayalı) bir ifadesidir (sonlu içinde sun ulan sonsuz) . Bu, tehlikeli bir H ıristiyan! sapma olmasına rağmen Hıristiyan! putperestlikten bahsedilemez Din v e Ahlak

____il

( Kur'an'ın da yaptığı bu ayrım gözardı edilemez) . Gerçekte Yunan ve Roma putlarını yapanlar ile kiliseleri dünya çapın­ da azizierin ve Tann-insanların sayısız suretleriyle dolduran ressamların farklı dahili saikleri vardır. İkincisinde daha zi­ yade surete ve ferdiyetçiliğe yönelik özgün bir dini gayret­ keşlik bulunur. Bilimin gördüğü (ya da görmesi gerektiği) şekliyle objektif, yeknesak, basit ve daima özdeş aleme karşı Din tekrar tekrar yaşayan, düşünen, hisseden, gören tek bir aleme şahitlik eder. Din, yeni suretierin amansız bir şekilde resmedilmesi yoluyla, mabedin her tarafından akan insan seli yoluyla maddi, objektif, ölü ve gayrışahsi bir aleme karşı koyar, onu bastırır. Ruh (akıl değil) , bu deruni "suretler im­ paratorluğu"nu görür ve onu ifşa etme yönündeki kışkırt­ maya direnemez. Ben Ortaçağ H ıristiyan resmini böyle yo­ rumlardım. Yine de şurası vurgulanmalıdır ki, ressamın kendi hislerine bakılmaksızın bu, temaşa eden kişinin en alt seviyeden putperestliğiyle neticelenebilir. 495. Bazıları, Bach'ın Toccata und Fugue in D - min o r ünü aynı anda tüm zamanların hem en büyük dini terkibi hem de en tann-tanımaz terkibi olarak adlandırmışlardır. Bura ­ d a Toccata dini b i r tecrübe için hazırlıktır; insan ile Allah arasındaki engelleri kaldırır. Fugue ( füg) ise Allah ile ilişki­ nin tahakkukudur, bir buluşma anıdır. '

497. Mekanik nizarn bir saat gibi anlamsız görünür. Sa­ dece ahiald methumların hakiki anlamı vardır. Bunlar iyi, kötü, sabır, teslimiyet, isyan, hayal utanma, gurur, vakar, ne­ damet, ceza, mükafat, korku, sadakat, ihanet gibi methum­ lardır. Sadece bu n iteliklere dair bir alemin anlamı vardır. Alem etkileyicidir, şaşırtıcıdır, korkunçtur, ama onun son­ suz boşluğu ve mutlak doğruluğu drama anlamsız görünür. Bu, bir nizarn ve anlam sorunudur. Bir telefon rehberi veya bir yabancı dil sözlüğü, anlamdan ziyade nizama dair bir misaldir. Onların "anlam"ını Dostoyevsky'nin bir romanı veya Shakespeare'in bir dramıyla karşılaştırın. Sadece insan hayatının hakiki bir anlamı ve de maksatla­ rı vardır. İnsanın alemi ( tabiatı) inceleyebilmesinin ve bu_____1ft

Özgürlüğe Kaçışıın : Zindandan Notlar

nunla birlikte ateist olarak kalabilmesinin sebebi budur. An­ cak, Allah sözkonusu olmaksızın insanı ve onun hayatının manasını anlamak mümkün değildir. D ram , Tanrı'nın alemdeki en kuvvetli ve en görünür izi olarak kalmaktadır. 535. Ahlakilik faydalı olsaydı, hayatın manasını anlamak için Allah zorunlu olmazdı. Ahlakilik faydalı değilse, o za­ man ahlakiliğin anlamı nedir? Muhtemel cevaplar sadece iki tan edir:

ı) Ahlakilik anlamsızdır, 2) Allah ahlaki davranışın

anlamının garantisidir. Anlam, ahlakiliğin zorunlu bir nite­ liğidir; çünkü ahlakilik maksada yönelik değildir ve bu tür bir anlam hayat sahibi bir Tamıyı gerektirir.

552. Tabiatta kuvvet, zaman, mekan, etkileşim, hız, çar­ pışma, ışık, karanlık, soğukluk, sıcaklık, sabiteler, çekme ve itme, hareket, kütle gibi şeyler vardır. Ruhta ise günah, mer­ hamet, güven, adalet, teslimiyet, nedamet, korku, kaygı, af, utanma, vakar, aşağılanma, kendini beğenm işlik ve isyan gi­ bi değerler mevcuttur. Bu öteki dünya, tabii dünyanın dışın­ da ve ondan üstündür. Her şeyin üstünde ve sonunda tabi­ at ve entropi değil de Allah'ın ve Ahiret'in b ulunmasının se­ bebi budur.

583. Ahlakilik, gerçek ise daima fedakarlık ve ızdırapla bağlantılıdır. Aksi halde mahza aptallık ve riyakarlıktır.

586: Polonyalı bir yazara ait bir hikayede, Almanlardan işkence gören ve vurulacağını bilen bir adam, yalnız ölmek­ ten korktuğu için arkadaşına ihanet eder. İdam mangasının önünde buluşurlar ve ihanete uğrayan ihanet edenden af di­ ler. Czeslaw Milosz "Bu af, faydacı bir ahlak tarafından ge­ rekçelendirilemez" der ( The Forbidden Mi nd) .

596. Bizi insan kılan tüm dahili emirler özü itibariyle gayrıakli ( irrasyonel) dir.

609. Nuh'un sözde yedi emri gerçekte Adem ve Nuh'a verilmiş olan ahlak kaideleridir (bunlar Kitab-ı Mukad­ des'te bulunmaktadır) : Yardımlaşma, adaleti ikame etme ve putperestliğin, küfrün , hırsızlığın, adam öldürmenin, zina­ nın ve hayvaniara zulmün haramlığı. Din ve

Ahlak

___12

769 . İ nsanın şerefl, Allah'ın onu emir ve yasaklarına mu­ hatap olmaya layık ve dolayısıyla mükellef kılmış olmasında yatar.

843. Avrupa, Ortaçağın dini ve bedii mirasına ateist hi­ kayeleri kabul ederneyecek kadar gömülmüş durumdadır.

864. Tüm diğerleri gibi benim dinim de doğruluğu hak­ kındaki herhangi bir sorgulamanın a priori olarak reddine mi dayanmak zorundadır? Kur'an'ı n temi n üslılbundan ve daima ayet! ere ( delillere, emarelere) atıtlaryapmasından yo­ la çıkarak dinimin böyle olmak zorunda olmadığını ve ol­ mayacağını söyleyebilirim. ilave olarak Kur'an sanki b�n im (ve sizin) için nihai bir delil, kalbime ve aklıma yakın bir yerde bulunuyormuş gibi konuşur. Yoksa dış alemin gözlen­ mesi ne yönelik sürekli atıfların bulunduğu cümlelerde ne gibi bir gaye bulunabilir?

1 004. Ateizmin ideoloğu olan Feuerbach, mezarın dinin beşiği olduğunu söylemiş. O bununla, dinin insanın ölüm korkusundan beslendiğini söylemek istemiştir. Ne en din­ dar i nsaniantı biyografıleri ne de derinlikli bir dindarlığa sa­ hip kimselerin şahsi tecrübeleri doğrular bu ifadeyi.

1 026. İ nsan , insanı sevmeli, insanlığı değil. İnsanlık, in­ sana yönelik sevgi yokluğu için ileri sürülen bir mazerettir ( " Komşunu sev" ) .

1 040. Allah'ım hatalıysam beni affet, ama iyi bir Hıristi­ yana kötü bir Müslümandan daha çok saygı gösteriyorum; sırf M üslüman (İslami değil) olduğu için bir şeyi savuna­ mam , yine sırf başkasına ait diye iyi bir şeyi gözardı ede­ mem.

1 047. Varlıkların iki yüzü vardır: Sözde doğru bir i nsan gerçekten dürüst görünebilir, ama aynı zamanda birçok ka­ ideyi ihlal etmekten çekinmeyen , bunu da korku veya zaaf­ tan dolayı yapmayan korkunç bir Filisti olabilir. Bazıları ha­ set sebebiyle başkalarının gürültülü patırtılı hayatlarını

kı­

nayabilir, çünkü kendileri bu şekilde yaşayamamaktadırlar. Zayıf bir kişi, genellikle bu hasedin farkında değildir ve bu ____2Q

Ozgürlü�e Kaçışı m: Zindandan Notlar

hareketini ahlaki olarak görebilir, oysa kesinl ikle böyle de­ ğildir. Biri zayıf diğeri güçlü ama ahlaklı iki adam aynı şekil­ de davranıyormuş gibi görünebilirler. Diyelim ki onlar içki içmiyor veya günah işlemiyorlar; ilki irade yokluğu veya ne­ ticelerinden korkması sebebiyle, ikincisi ise prensip olarak, bastırılan arzusuna rağmen. Hangisinin olduğunu söyle­ mek zor, ama bir şey kesin: Sadece ikinci durum ahlakilik­ tir. ilki zayıflıktır ve zayıflık erdem değildir.

1 053. Ebu Ali İbn Sina hakikate nazari düşünce yoluyla yani mantık kanunları yoluyla değil sadece mistik haller yo­ luyla ulaşılabileceğini ileri sürer.

1 086. İbtidai sanat: Vahşi gariplikler, siyah i heykel, Avustralya'nın oyma ve örmeleri, Zenciterin maskeleri ve putları ve bu sanatın Batı'ya doğru muzafferane ilerleyişi. İbtidai halkların putları şeytaniara benzer (güzellik örnekle­ ri olan Antik Roma ve Yunan putlarının aksine) . Onlar iyi ile kötünün bir tür mezcidir; çünkü bu insanların zihninde iyi ile kötü henüz tamamen ayrışmamıştır. Allah ile şeytan­ lar arasındaki müphem bir ayrım, müphem iyi-kötü ahlak mefhumlarının sebebi (veya neticesi) durumundadır.

1 1 1 6. Birkaç gün önce hapishane sinemasında izlediğim bir filmin sonunda fılmin kahramanı yen i bir suç işlemeyi, para toplamayı ve kuryelik yapmayı reddediyar ve asılıyor. Seyircilerin çoğunluğu suçlulardan oluşuyordu. Kesin ola­ rak biliyorum ki onlar dah i ihaneti reddettiği için kah rama­ nı alkışladılar. Oysa bu red onun için ölüm anlamına geli­ yordu . Onların hepsi , ölümü kahramanın zaferi olarak gör­ dü. Eğer kahrama � yumuşasa ve hayatı seçseydi kalpleri bu­ ruk bir şekilde ayrılacaklardı . Her halukarda buruk ayrıldık, ama farklı bir burukluktu bu; bizim isteyip de yapamadığı­ mız bir şeyi (bir fılmde de olsa) yapabilen birini görmenin gururunu içeren türden bir burukl uktu. Eğer bu "mağlubun zaferi" hakkında düşünür ve ondan doğru neticeyi çıkarır­ sak ( ki netice bir paradokstur ) , belki insan hayatının en de­ rin sorununu, hatta varlık muammasını çözmüş oluruz. Din v e Ahlak

__21

Gerçekte bu , kendisine doğru çabaladığımız, hayranlık ve saygı duyduğumuz ya da en yüksek iyi h uyluluk -farklı in­ sanlar bununla neyi kastederlerse etsinler- şekli olarak gör­ düğümüz şeyin hayatın kendisi olmadığını, fakat hayat hak­ kında bir şey olduğunu; çıkar, bencillik ve zamanın reddini içeren bir prensip teşkil ettiğini gösterir. İnanç, yalnızca bu prensibe dair tam bir şuurdur veya bu inanılmaz bilgiyi ta­ nımlamaya yönelik bir teşebbüstür.

1 1 20. Kur'an'daki ve · Herman Hesse'nin eserlerindeki Tanrı

anlayışını

karşılaştırmak

ilginç

olurd u .

Hem

Kur'an'da hem de Hesse'nin eserlerinde Tanrı her şeyden önce bir yaratıcıdır. O, iyilik ilkesinin ifadesinden ibaret de­ ğildir; çünkü Tanrı olmak için - Hesse'nin inandığı üzere­ tüm gerçekliği, dolayısıyla iyiyi de kötüyü de ihata etmek gerekir. Peki nasıl? Bu bir sır.

1 1 2 1 . Tann-insan ilişkisi hakkındaki İslami anlayış: Hı­ ristiyanlıkta insanın Tanrı'ya yükselişinde Kur'an'ın çok açık bir şekilde reddettiği beşeri bir kibir bulunmaktadır.

1 1 67. İnsanlar ruhlarının derinliklerinde insani saygın­ lıklarına, sağlık ve hayattan daha fazla değer verirler. Dachau ve Buchenwald'daki Nazi kamplarında bir yıl geçiren ve da­ ha sonra b u tür aşırı durumlarda mahpusların davranışını tasvir eden Bruno Bettelheim, mahpusların, kendilerini aşa­ ğılayan veya onlara sözle hakaret eden muhafıziardan ken ­ dilerini döven, hatta öldüreniere nisbetle çok daha fazla nef­ ret ettiklerini söyler. Aynı yazar, mahpusların görüşleriyle il­ gili bir başka (ve belki de) beklenmedik bir gözlernde bulu­ nur: " İşkencede ölen mahpuslar, siyasi inançları sebebiyle işkenceye uğramış olsalar da şehit olarak görülmezler; an­ cak başkalarını kurtarmaya çalışırken ölenler şehit olarak kabul edilirlerdi." Başka bazı gözlemler: Yeni mahpuslar ( kampta bir yılını tamamlamamış olanlar) öncelikle kendi şahsiyetleriyle, kendilerini nasıl muhafaza edip zarardan ko­ runacaklarıyla ilgilenirler; eski mahpuslar ise bunu çoktan aşmışlardır ve başlıca kaygıları kampta en az kötü şekilde ___,22_

Özgürlüğe Kaçışı m: Zindandan Notlar

nasıl yaşanacağıdır. Onların çoğu "dış dünya"ya bir daha dönüp dönmeyecekleri konusunda şüphe etmeye başlarlar ( B. B . , Individual and Mass Behavior in Extreme Situations) . Yorumum: Bir parça ekmekten ziyade güzel bir mektubu gözlediğim sürece her şey yolunda demektir. Üstelik durum hala böyle (Bu, hapisteki 38. ayım ) .

1 326. Kant, insan aklının gücünü tenkit ederek ruhun ölümsüzlüğü, irade hürriyeti ve Allah'ın varlığı konusund;,ı. güvenilir hiçbir ilim olamayacağını göstermek istedi. Fakat Kant bununla sözkonusu üç prensibi yıktığım düşünmü­ yordu. Sadece bunların ilmi bulguların ve nazari aklın ko­ nusu olamayacağını ileri sürüyordu. Onları arneli akla yer­ leştirmesinin sebebi de budur. Kant şöyle der: " Dolayısıyla inanç için yer açmak amacıyla bilgiyi sınırlandırmak zorun­ daydım, çünkü metafizik dogması -yani saf aklın tenkidi ol­ maksızın onda başarılı olunabileceği önyargısı- , ahlaka karşı ve daima pek dogmatik olan inançsızlığın gerçek kaynağı­ dır" ( Kant, SafAklın Tenkidi) . 1 3 3 1 . Kant'ın Tenkid 'i ile birlikte akıl, tüm vazifelerinin en zorunu yani kendisini - aklın gücünü ve sınırlarını- tanı­ ma vazifesini üstlendi.

1 389. Şüphecisiniz, inanmak size zor geliyor ama Allah' ı arıyorsunuz. Bir güle bakın ve onun hakkında düşünün. O, Allah'ın bir "ayet" i (emare ) , hatta semanın yeryüzündeki kı­ sa ömürlü bir izi değil midir? Onun hiçbir mukayese ve ge­ rekçe kabul etmeyen güzelliği için başka bir izah bulabilir misiniz? Ya onun tohumu için? Yüz, bin veya bir milyon yıl verseniz ve isteyebileceği tüm araçları sunsanız bile onu üre­ tebilecek bir akıl tahayyül edebilİyor musunuz?

1 398. Din veya ahiakla ilgili bazı görüşler, vazıh bir şekil ­ de ifade edildiklerinde bir geometri aksiyanıuna eşdeğer olabilirler. Tıpkı tek bir geometri olduğu gibi tek bir ahlak vardır.

1 4 1 2. Kişi gururlanmaksızın kendi insani saygınlığını nasıl vurgulamalı? Bunun cevabı, en yüce iyilik ve hakkaniDin v e Ahlak

___2l

yet modeli olan Allah'a teslimiyettir. Teslimiyet, kibir haline gelmemiş bir saygınlık hissidir. Teslimiyet sadece Rab Te­ ala'ya sunulur, diğer her şeyden uzaklaştırılır ("İnsanlardan korkmayın benden korkun" - Kur' an ) . Allah'a kulluk insa­ ni saygınlıkla uyum içindedir. Beşeri gurur, bu kulluk ol­ maksızın , tahmin edilemez ve müsamaha gösterilemez bir kibir ve gösterişe dönüşür.

1 432. Bazen Allah hakkındaki b üyük ve kadim hakikat­ ler bana muazzam dağlar gibi görünür. Sarsılmaz, ezeli ve sessiz olan bu hakikatler, ne genel kargaşa ve velveleye ne de arada bir ortaya çıkıp onlara taş atan ümit vadeder bir dü­ şünüre önem verir. Zaman zaman bulutlar gelir, onları ör­ ter, şimşek çakar, gök gürler, sonra her şey açılır; zirveleri bembeyaz }5.arla kaplı olan bu dağlar mavi gökten bile daha ·

açıktır.

1 444 . Allah'a birbirinden tamamen farklı iki yoldan gidi­ lir: Mantık yoluyla ve mistisizm yoluyla. İlki dolaylıdır, ikin­ cisi doğrudan. Bir skolastik, aklı ile yaşar ve inanır, bir mis­ tik ise h issi ile .

1 472. Lessing'in Bilge Nathan'ında Sultan Salahaddin bu Yahudiye şöyle bir soru sorar: " Oç dinden -Yahudilik, Hıris­ tiyanlık, İslam- hangisini hak olarak görmektesin?" Nathan cevap vermek yerine ona sihirli bir yüzükle ilgili bir hikaye anlatır. Bu yüzük, sahibini Allah ve insanlar katında makbul bir kişi kılabilmektedir. Yüzük babadan oğula geçer ve niha­ yette üç oğlu olan bir babaya ulaşır. O zaman baba, bu yü­ züğe tıpatıp benzeyen iki yüzük daha yaptırır, fakat sadece biri hakikidir. Kardeşler kimin hakiki olana sahip olduğu konusunda kavga ederler ve bir hakime giderler. H akim on­ lara kendisinin bu konuda bir hüküm veremeyeceğini ve hakiki yüzüğün, Allah ve insanlar katında makbul olan kişi­ de olduğunu söyler. Tek delil budur ve onlar bunu ancak Al­ lah'a adanmak ve iyi arneller işlernek suretiyle başarabile­ ceklerdir. Nathan'ın mesajı şudur: Eğer mümini Allah'a adanınaya ve komşularına iyilik yapmaya yönlendiriyorsa, ismi ne olursa olsun o din hakikidir. __.21

Ozgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

1 5 1 2 . Voltaire resmi dine ( gerçekte Katalik Kilisesi'ne) şiddetle karşıydı, ama ateist değildi. Allah'ın her şeyin baş­ langıcı olarak mevcud olduğunu, ama O'nun hakkında iş­

rak ( aydınlan ma) yoluyla değil, akıl yoluyla birşeyler öğreni­ lebileceğini ileri sürmekteydi. Dolayısıyla Voltaire' e göre Al­ lah hakkında bilgi edinme, rahiplerin değil, akıl sahiplerinin yani filozofların işidir. Dahası Voltaire Allah'ın varlığına dair üç tür delil ortaya koyar: Kozmolojik, teoloj ik ve ahlaki. Fa­ kat onun savunduğu şey dinden ziyade deizmdir. Deizm, hakikat olamayacak kadar aşırı iyimserdir. Çağdaş bir yazar isabetli bir şekilde, Voltaire'in din hakkındaki fikirlerinin ancak mali güven ve refah içinde yaşayanların hissiyatını tatmin edeceğini söyler. Bu yazar şöyle demiştir: " H ayatları­ nı inierde geçiren insanlar deizmin öğretisine sağır kalmış­ lardır."

1 556. Bilim ezeli ve "nihai" soruları cevaplamaya çalışır: Tanrı, ölümsüz! ük, özgürlük. Netice şudur: Ya 1 ) yanlış ce­ vaplardan ve vehimlerden bahsetmişizdir veya 2) insan ak­ lının tatminkar bir cevap verememesi sebebiyle hayalkırıklı­ ğına uğramışızdır. Bilim dini iptal edebilir, ama onun yerini alamaz. Bunun tarihi bir misali, XIX. yüzyıl başları Avru­ pa'sındaki ruh halidir: Şüphecilik, kötümserlik, ikilemler, hatta "dünya ızdırabı" hissi. İki muhtemel çıkış yolu vardı: Ya dine dönüş - ki bu bazıları için imkansızdı- veya Tanrı, ölümsüzlük, insanın ruhu, özgürlük gibi sözde ezeli ( nihai) soruların nefyedilmesi. Yeni materyalist felsefe bu ikinci yo­ lu önerdi. Bu felsefeye göre akıl yetersiz değildir. Bu felsefe­ de soru da cevap da yoktur. Akıl, mantıksız veya hatalı soru ­ lara mantıklı bir cevap veremediği gib i , bilim de gayrıilmi talepleri karşılayamaz. Materyalistlere göre akla imanı kay­ betmek yerine alemin gerçekliğine dair yeni bir tarif yapma­ lı, gerçeklik ile yanılsama arasına bir sınır çizmeliyiz.

1 756. Hamsun, acı çeken asil karakterli ve talihsiz kahra­ manları hakkında şöyle der: "Onlar bu dünya için yaratıl ­ mamışlardı ve dünya da onlar için yaratılmamıştı. H içbir Din ve Ahlak

___22

zenginlik veya beklenmedik elverişli şart onları kurtaramaz; çünkü onlar kötü talihi kendi içlerinde, bu dünyayla olan acımasız dahili uyumsuzluklarında taşımaktadırlar." Yoru­ mum: Hiçbir şey Allah'ın varlığını bu "uyumsuzluk"tan da­ ha iyi ispatlamaz. Tek olan bir dünyada hiçbir uyumsuzluk yoktur.

1 757. Bir kez saadet-i kusvayı b uldular mı, yeryüzünde­ ki tüm dehşet, bulanlardan onu alıp götüremeyecektir, eğer bulmuşlarsa .

ı 764. Diğer her şeyle birlikte inancın da, bir anlamsızlık (ya da irrasyonellik) ölçüsü vardır ve bu, insan hayatının gerçekten insani olabilmesi için gereklidir. ı 79 1 . ( Bir ateistle yapılan görüşmeden ) : O, alemde akl ın varlığını, özellikle de tabiattan önce aklın mevcut oluşunu tahayyül etmenin imkansız olduğunu söyledi. Şöyle sor­ dum: Sonsuz, ezeli ve kör bir alem hiç daha az büyüleyici, mucizeden daha aşağı bir şey midir? Şurası açıktır ki hem akıl hem de tabiat vardır. Kendi varlığımızı ispatlayan şey budur. Müminlerle ateistler arasındaki tüm fark, kimin baş­ langıca neyi koyduğu noktasındadır. Mürninler "başlangıç­ ta kelam -yani akıl - vardı" derler. Diğer tüm farklılıkları da bu farklılık doğurur. 1 79 l a. İnsanın aklı mucizelere inanmaya isyan eder; öte yandan her gün tüm m uc izelerin en büyüğüne bakmaya mahkumdur: Yıldızlarla beneklenmiş sonsuz gökyüzü. Bir son vardır, ama h içbir son yoktur. İnsan zihni için bu muci­ ze tamamen idrak edilemez bir şeydir ve öyle kalacaktır. Sonluluk ve sonsuzlukla ilgili soru yine cevapsız kalacaktır. Aklımızın ilk inkar edeceği şey, yıldızlarla dolu sonsuz gök­ yüzüdür; fakat bunu inkar imkansızdır, çünkü sözkonusu hadise çok açıktır. 1 796. Alembir mucizedir, ancak biz alışkanlık kesbetmi­ şiz. Bir karahindiba çiçeğine bakın, ama etrafımızdaki her şeye bakmaya alıştığımız şekilde sathi olarak değil -ki hiçbir şeyi fark edemeyişimizin sebebi budur- istekle bakın . Dani___2Q

Özgürlüğe

Kaçışı m : Zindandan

Notlar

markalı ilk elçilik heyeti, hava taşımacılığı sayesinde Grön­ land'a taze bir gul buketi götürmüştü; bu onlar için büyük bir sürpriz oldu. İ nsanlar adeta bir mucizeymiş gibi güllerin etrafında toplanıp onlara bakıyorlardı, etraflarında danse­ dip heyecanla bağırıyorlardı. Tüm alem bir mucizedir, ama biz buna dikkat etmeyiz. Hissizleştik. 1 80 3 . Varoluşçuluğun özel bir yönü var: Gabriel Mar­ eel'in Hıristiyan varoluşçuluğu ile J. P. Sartre' ın ateist varo­ luşçuluğu şeklinde iki türü bulunuyor. Sözkonusu farklılık­ lar, Kierkegaard, Heidegger ve Jaspers gibi bu üslubun diğer düşünürlerinde de görülebilir. Yine de varol uşçu teistler da­ ha kuvvetli . Gerçekten de yazarların sübjektif inançlarını gözardı edersek, varoluşçuluk teist bir öğretidir. 1 83 2 . Köylüler asiilere ne verdi? Ağır şartlardaki çalışma­ larının tüm meyvelerini. Peki asiller buna karşı köylülere ne verdiler? Hiçbir şey, sadece boş, ahlaksız bir hayat örneği . Bereket versin köylüler bu örnekliği izlemeye ve taklit etme­ ye muktedir değillerdi. Mesela içki içme konusunda bunu yapabilselerdi, topyekün bir talihsizlik olurdu. Çoğu köy ço­ cuğu asilleri taklit etti, daima kötü şeylerde. 1 845. Bu dünyaya yaklaşımı konusundaki tüm kayıtla­ rından sarfınazar edilirse, dinin ümitsizlik ve kötümserlikle hiçbir ortak yönü yoktur. İncil, "Sevinçli Haber"dir. Tıpkı güneşin doğuşunun karanlığı ve sisi dağıtması gibi sevinçli haber de kötümserliği ortadan kaldırır. 1 874. Leo Tolstoy, kötülüğe karşılık vermeme şeklindeki Hıristiyan! kaideyi şöyle açıklar: " Kötülüğe karşılık verme­ mek yalnızca, insanın kendisi için, kemale ermesi için bu şe­ kilde davranmasının gerekli oluşu sebebiyle değil, sadece karşılık vermemenin kötülüğü durdurması, onu kendi içine emip yayılmasına izin vermemesi sebebiyle de önemlidir" ( Tolstoy'un günlüğünden , 12 Haziran 1 898 ) . Tolstoy'un izahında kötülüğe karşılık vermemenin nasıl olup da kötü­ lüğü emeceği konusundaki düşünce hususi olarak ilgi çeki ­ cidir. ilginç bir düşünce ! Din ve Ahlak

___;}]_

1 939. ispat aramayan inanca sonsuz saygım var, ama eğer inanç yine de deliHere atıfta bulunuyarsa o zaman bu delillerin "muhkem olması" gerekir. O zaman zayıf argü­ manlara karşı son derece tenkitle yaklaşırım, hatta onları hakir [ cynical] görürüm.

1 962. Radya-Yoga' nın ilk maddesi doğru davranışla ilgili beş kaide içerir: ı ) Ahirnsa - şiddetten kaçınma - , 2) satya -ha­ kikat/doğruluk sevgisi- , 3 ) asteya -başkasının malına el uzat­ mamak- , 4 )

brahmacharya -kişinin duyularını ve şehvetini

kontrol etmesi- , 5) apasigra -zorunlu olmayan her şeyden vazgeçmek- . Bu kaidelerin yüceliği inkar olunamaz. Bunlar­ daki ilahi köken açıkça farkedilir durumdadır.

1 963. Zühd prensibi n isbeten alemşümuldür; Antik Yu­ nan - Stoikler-, Roma -Sinikler- ve H ıristiyanlık - rah ipler­ gibi birbirinden farklı birçok kültürde onu görürüz. Hin­ distan'da zühd ya da tapas, Niwama-Yoga'n ı n üçüncü mad­ desidir.

1 97 1 . Hıristiyanlık ile Hi nduizrn arasında dahili bir pa­ ralellik vardır. isa' nın hayatının belli bir döneminde Hindis­ tan' a yaptığı iddia edilen ziyaret ile "tekrar diriliş" inden sonra H indistan'a yaptığı gizli seyahat hakkında çeşitli hika­ yeler anlatılı r.

1 979. Hind dini düşüncesinin sembollerinden biri nilü­ fer çiçeğidir. Bu sembolün anlamı şudur: Nilüfer çiçeğinin çarnurdan çıkması ve çarnur yahut suyla lekelenmeksizin suyun sathına ulaşmasında olduğu gibi , insan bedeninde doğan akıl da gerçek özelliklerini tutku ve cehalet bataklığı­ nın üzerine yükseldikten sonra geliştirir. Derunun karanlık yönleri nilüfer çiçeğinin saf suyuna dönüşür.

1 983. Her din başlangıcında saftır, fakat insanlar onu bo­ zar. Siyu yerlilerinin şu duasındaki inanç safiyetine bakın ( asli tevhid ) : İzin ver kerem/i ellerime Yarattığın



şeylere dokunsun

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

Sesin i duyma m için kulaklarımı keskinleştir Kavrayabilmem için h ikmet ver bana Her yaprağa her taşa gizemli bir şekilde yerleştirdiğİn öğretini Kuwet istiyo ru m, faka t ka rdeşlerimi ezmek için değil Sadece en kötü düşmanımı - kendimi- yen mek için Tanrım, değiştiremeyeceğim şeylere daya nmak için bana güç ver Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için de cesaret Bir de ikisini tefrik etmek için h ikmet.

Garip bir şekilde anlamsız inanç ve ibadetlerine rağmen bu Kızılderili şiirinde ne kadar yücelik var! Hıristiyanlığa benzemiyor mu: Yüce bir sevgi öğretisi ve kiliselerde putlar? Bundan şu ortaya çıkmaktadır: Bir dinin tahrif olması esna­ sında ahlaki öğretiler onun daha dirençli kısmını oluşturur; öte yandan teoloj i ve inançlar çabuk bir yozlaşma ve çürü­ meye maruz kalır. Bu durum, eğer dinin ibadet yönünün rahiplerin elinde olması gerçeğiyle açıklanamayacaksa baş­ ka nasıl yorumlanabilir? Onların o kısımda "yapacak" bir­ şeyleri vardır; öte yandan ahlaki kısımla özel olarak ilgilen­ mezler. İlave olarak ahlaki emirler ( sevgi, adalet, büyüklere hürmet ya da

On Emir) kendi başlarına vazıhtırlar. Ote yan ­

dan dinin ibadet kısmı daima az çok irrasyoneldir ve bu se­ b eple rahiplerin açıklamalarını gerektirir. Onlar da b u kısmı daima daha esrarengiz ve karmaşık hale getirirler. Hatta ra­ hipler bu kısmı mümkün olduğu kadar anlaşılmaz hale ge­ tirmeyi çıkarlarına uygun bulurlar, çünkü bu yolla kendi te­ kelleri güçlenir, kitlelerin kendilerine bağımlılığı artar. Her halukarda rahipler de müminlerin cumhuru da dini öğreti­ nin ibadet kısmına daima daha fazla önem verirler; öte yan­ dan ahlaki kısım her iki grup tarafından genellikle ihmal edilir. Dinlerin kesreti ( çokluğu) sadece ibadet ve inanç ( te­ oloji) bakımından sözkonusudur. Ahlaki kısım ise dinlerin mantıki lübbüdür ve genellikle birbirine benzer, bazen öz­ deştir. Son olarak tüm bunlar, tüm kültürler gibi dinlerin de Din v e Ahlak

__.22.

gerçek gelişmeyi tanımadığını gösterir. Onların "gelişim" i ve "tarih"leri, onların ölümüdür.

2006. " idealleri insanlara empoze etmek üzere yapılacak her teşebbüs, onların isyanıyla neticelenir" (Amos Oz) . İla­ ve olarak, insan idealsiz yaşayamaz, en azından insan gibi yaşayamaz. Sevgi ve inanç meselesine gelince burada zorla­ manın hiçbir faydası yoktur. " Dinde ikrah yoktur" ( el-Baka­ ra, 2/256) .

2035. Rüzgar esti ve birkaç kuru karahindiba tüyü (ya da lifı) elime düştü. Bunlar, baharda tarlaları kaplayan sarı çi­ çeklerdir ve kuruduklarında hafif, kuru bilyeler gibidirler. Bu bilyeler, müstakbel çiçeklerin onlarca ( veya yüzlerce) fı­ desini taşırlar. Rüzgarın elime getirdiklerinden birine bakı­ yorum. Bu hafif ve tüylü malzemeden yapılmış ufacık bir paraşüte benziyor; bu da havası alınmış ufacık bir topa ben­ zeyen bir noktada sona eriyor. Tohum, bu bitkinin amacı ve varlığı. Onda tam bir yeni bitki potansiyeli var; yine onda aynı bitkinin sonsuz sayıdaki yeni nesilleriyle birlikte tama­ men aynı tohumu mevcut; bu şekilde sonu gelmeksizin sü­ rüp gidiyor. Bunların tümü amacıyla uyum içinde; gereğin­ den fazla veya az hiçbir şey yok. Şöyle düşünüyorum: Eğer dünyadaki tüm bilgiler, dünyanın tüm kütüphanelerindeki ·

kitapların tümünde ve tüm akıllı insanların kafalarında bu­ lunan bilgiler, yani geçmişin ve şimdinin tüm hikmeti bir yerde toplansaydı ve yaşayan tüm bilim adamlarından olu­ şan bir takım kurulup istedikleri tüm teknik kaynaklar, pa­ ra ve zaman verilseydi, dünyanın birleşik hikmet ve gücü­ nün hepsi bunun gibi tek bir fide üretemezdi. Bu ufacık to ­ humla karşılaştırıldığında insanları aya götüren mekik, ka­ ba ve vahşi bir alettir.

2093 . Dostoyevsky, Ivan Karamazov'un " Her şey mü­ bah" felsefesini adam öldürme konusunda sınar. Bu dehşet verici tecrübede sözkonusu felsefe iflas eder. Dostoyevsky, sahneye şeytanı sokmak suretiyle bu felsefenin şeytani oldu­ ğunu gösterir. _jill

Özgürl üğe Kaçışım : Zindandan Notlar

2094. Ahlaki mesuliyetin ve cennet veya cehennemİ hak etmenin önşartı olarak özgürlüğe gelince, mutlak olarak mı kısmen mi, daimi olarak mı arasıra mı, nadiren ve zaman zaman mı, fiillerimizde değil de sadece düşüncede mi özgür olduğumuz hiç önemli değildir. Anahtar soru, kaide olarak özgürlüğün mevcut olup olmadığıdır. Tüm hayatımız bo­ yunca bir kez bile özgür olsak dahi, sadece tek bir dahili ka­ rar konusunda özgür olsak dahi , hakkımızda (ve bizim üs­ tümüzde) verilecek bir h üküm için , ebedi kaderimiz, cen­ netlik mi cehennemlik mi olacağımız konusunda oldukça yeterlidir. Ne zaman ve nasıl özgür olursak olalım, sadece tek bir kararımız için sorumluyuz. İyi ve kötü adam arasın­ daki tüm fark, sadece, iyi adamın işleyemese dahi iyiliği sev­ mesi ve istemesi ; iyiliği ne fiiliyle ne de sözüyle tasdik etme­ se de ruhunun ta derinliklerinde, uzak bir yerlerde, "tüm sonların sonunda", tabanında bir arzu veya istekle tasdik et­ mesidir. Bu imtihandan kaçınabilecek olan ve kendisini her şeye rağmen kurtarılanlar veya düşenler arasına yerleştir­ meyecek hiç kimse yoktur. Bu noktada sosyal mevki, eğitim ve yetişme tarzının, telkin edilen felsefe veya dinin ne oldu­ ğu fark etmez. Bu asgari özgürlüğe sahip olmayan hiç kim­ se yoktur; asgari özgürlük ise tam özgürlüktür, ne daha bü­ yük ne de daha küçük olabilir.

2098. Kant'ın antinomilerinin ideleri din ve ahiakın te­ melindedir, tıpkı antitezlerin bilimin temelinde oluşu gibi. Bilim, alemin ezeliliği, bölünebilirliği, illiyeti ve objektifliği varsayımiarına dayanır. Bu önşartlar olmaksızın bilim ol­ maz; aksine özgürlük önşartı olmaksızın da ahlak olmaz. Kant' ın antinomilerinin tez ve antitezleri, kültür ve medeni­ yet, en uzak ve en mücerred kaziyyelerine indirgenmişlerdir. Daha fazla indirgeme mantıken muhaldir. Dahası Kant'ın antinomilerinin dört tez ( ve antitezi ) nin elele gittiğini kavrarız. Özgürlük, Tanrı'yı varsayar; tıpkı Tanrı ' nı n özgürlüğün önşartı oluşu gibi. Ancak illiyet çerçe­ vesinde kavrayabildiğimiz (başka türlü kavrayamayız) bir Din

ve

Ahiiık

___61

alemde, sadece Tanrı hür bir mahluk yaratabilir. Tersine, ( mekan ve zaman bakımından) sonsuz bir alem de sonsuz­ casına bölünebilir, kör ve zorunlu olarak gayrışahsidir. Baş­ ka türlü de olamaz. Bazı insanlar alemi sadece antitez bağ­ lamında ( Kantçı anlamda) anlayabilirler. Diğer tüm alem görüşleri onlara yabancıdır. Onlar için bu tez perdelenir; ni­ çin böyle olduğunu ise bilemeyiz ( Kur'an da böyle bir per­ deden bahseder, bk. el- Bakara, 2/7 1 ) . Bu insanlar kendi dünya görüşleriyle mutmaindirler. Bize göre onların "gö­ rüş"ü körlüktür. Oysa onlara göre böyle değildir, çünkü bu, hususi türden bir körlüktür. H içbir renkkörü kendi halini bilernedİğİ gibi, eğer biz "görenler" ona söylememiş olsak, parlak ve renkli bir dünyayı görememekten dolayı mahru­ miyet h issi de duymaz. Biz "görenler" de gerçekliğin b irçok kısmına karşı kör ( ve sağırız) . Nitekim renk tayfının büyük kısmına, belli bir limitin altında veya üstünde kalan seslere, köpeklerin alabildiği kokulara, radyomuzun alabildiği işaret ve dalgalara karşı durumumuz böyledir. Ateistler ızdırap çekmezler, intihar etmezler, akıl hastanelerini doldurmaz­ lar; onların zıtları yani mürninler de. Talihsiz olanlar üçün ­ cü kısımdakilerdir; arayan ama bulamayan , ruhları ve akıl ­ ları daimi ve çözümsüz bir çatışma içinde kalanlar. Onlara göre bu alem mantıki ve kavranabilir değildir, anlamlı değil­ dir, çünkü alem sonsuzdur ve ezeli hareket ve değişim ka­ nunlarına tabidir. Akıllarıyla değil ruhlarıyla "görme"ye ça­ lıştıkları için sadece " kozmik dehşet"i, ıssızlığı ve anlamsız­ lığı görürler. Onlar saçmalık, kötümserlik ve nihilizm felse­ fesinin kurucuianna devşİrıneler sunarlar. M ürninler arar ve bulurlar; ateistler aramaz ve b ulmazlar; üçüncü kısım ise arar, fakat bulamaz. Her üç durum da ruh ile akıl ilişkisi hakkındadır. Alemi, her ruh Kant'ın üç tezi içinde, her akıl da Kant'ın dört antitezi içinde görür. Bazı insanlarda baskın olan ruhtur, diğer bazılarında ise akıldır. Üçüncü bir kısım­ da ise ruh ve akıl, sonsuz ve neticesiz olarak sürekli çatışma halindedir. ___1!2

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan

Notlar .

2 1 39. Tanrı yoksa insan da yoktur. İnsan yoksa mesuliyet de yoktur. Mesuliyet yoksa suç da yoktur. Öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mübahtır. 2 ı 5 2 . Bazıları dini bağlılıklarını n, kendilerini tefekkür­ den azade kıldığına inanırlar. 2 ı 7 1 . En karmaşık türden dahi olsa, hayat mekanik de­ ğildir. Hayat dramdır, trajedidir, komedidir, saçmalıktır, masaldır veya mittir. O, bunların hepsidir, çünkü Tan rı var. Tanrı olmaksızın hayat mekaniğe rücu ederdi, hayat- olma­ yan olurdu. 2 ı 97. Tanrı'nın varlığına dair akli bir delil yok, fakat in­ sanın izah edilemez ve tüm zaman ve mekanlarda mevcut bir ihtiyacı, Tanrı'ya ihtiyacı vardır. Ateistler, Tanrı'nın insa­ nı değil, insanın Tanrı'yı yarattığını söylerler. Ama o zaman şu soru ortaya çıkar: Niçin? İnsan O'nu niçin yarattı? Sade­ ce bir kez değil binlerce kez; bir yerde değil yeryüzündeki her yerde? 2 2 1 6 . Kur'an'daki bir cümle hep dikkatimi çekmiştir ve bildiğim kadarıyla farklı şekillerde tefsir edilmiştir. Bu, va­ rolan herşeyin "vukubulduğu" dur, çünkü ikilem hen üz çö­ zülmemiştir. Allah bu ikilemi ortadan kaldıracak olsaydı, eğer her şey açık, ifşa edilmiş olsayd ı , o zaman " her şey ya­ pılmış, bitmiş" ( Kur' an) olurdu . Sanırım benzer bir düşün­ ce Dostoyevsky'de ( Karamazov Kardeşler) bulunabilir. Bu­ rada kötülük, şeytan ve şüphe, "vukubulma"nın önşartıdır ve bu düşünce Büyük Engizisyoncu tarafından sunulur. Kö­ tülük zorunludur, çünkü onsuz, hayat denilen bu tezat nihai olarak çözüme kavuşmuş ( karara bağlanmış) olurdu ve her şey durur, hatta yokolurdu. 2233. Niçin siyasi veeize ve sloganlar kullanılmakla eskir de yüzyıllardır duyduğumuz, minareden yükselen ezan ya da kilise çanlarının sesi hep ilk zamanki gibi heyecan verici olarak kalır? Bu seslerde, güzelliği asla eskimeyen güneşin doğuşu gibi " tabii bir oluş" mu var?

2 1 48a. Bir keresinde dinin merkezi metbumu olarak fe­ dakarlığın mahiyetinden bahsetmiştim. Bu irrasyoneldir, Din ve Ahlak

_Ql

bazen anlamsızdır; fakat yine de insanın kendini tasdik et­ mesinin tek yoludur. Eşit derecede irrasyonel, ulaşılamaz ve ilmi olarak ma'dum olan ruha "dokunup hissetme"mizin başka yolu yoktur. Bir süre önce, yakınlarda ölmüş Rus film yönetmeni Andrei Tarkovsky' nin Fedakarlık adlı filmiyle il­ gili yazılarını okumuştum . Sanırım onun da zihninde aynı düşünce vardı ve aynı ikilemle ilgileniyordu. Tarkovsky şöy­ le yazmıştı: "Bu fikirlerio özellikle kabul edilebilir olmadığı­ nı biliyorum, çünkü hiç kimsenin kendisini feda etme ira­ desi/isteği yoktur. Fakat eğer insan ruhi kurtuluş istiyorsa bunun başka bir yolu yoktur. ( . . . ) Kanaatİınce bu hissi tanı­ mayanlar insan olmamışlardır. Onlar, toplum ve hükümetin elindeki nesneler haline gelmişlerdir. ( . . . ) Fedakarlık fiilinin maddi seviyede saçma bir yansıması olabilir, ama ruhani se­ viyede gerçekten muhteşemdir, çünkü yeniden oluşuma yol açar. ( . . . ) " Maalesef Fedakarlık filmini seyretme fırsatı bula­ madım, fakat biliyorum ki Tarkovsky'nin ne bu ne de diğer filmleri SSCB'de gösterildi. Bunlar, orada yasaklandı. Tar­ kovsky, Batı'da yaşadı ve filmlerini orada yaptı; 1 986'da Pa­ ris'te öldü. 2498. Bitkiler, tohumlarını mümkün olduğu kadar uzak­ lara yaymanın ve böylece hayatta kalmayı ve yayılmayı te­ min etmenin "yollarını buluyor"lar. Karahindiba tohumu­ nun bir tür paraşütü var; bu onun rüzgarla birlikte yüzlerce metre uzaklara uçmasını sağlar. Virjinya sürüngen bitkisi, gerçek bir denizci düğümü atar. Düğüm kurudoğunda öy­ lesine gerilir ki sözkonusu bitki artık onu taşıyamaz; düğüm kopar, tohumları ana bitkiden çok uzaklara fırlatır. Bitkiler bu tür paraşüt ve düğüm hilelerini nasıl bilmektedirler? Ateistlere göre bunların tümü tesadüfün bir oyunudur. 2 5 1 9. Bazen edebi türler içerisinde Allah'ın varlığı gerçe­ ğiyle en uyumlu olanın traj edi olduğunu düşünürüm. Tra­ jedide alçaklar başarılı olur ve kaçıp kurtulurlar; samimi ve yüce ruhlu insanlar ise zarar görürler. Bu ezeli kaybedenleri deli ve hissiz olarak ilan etmenin hiçbir "akli" hükmü bu­ lunmadığı için ( çünkü Antigone, Hamlet, Samson veya Je___!21

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

an Valjean kesinlikle böyle değildirler) , tüm h ikaye ve özel­ likle de onun traj ik sonu aniden sadece Tanrı'nın kavraya­ bileyeceği ve ancak O'nun yazabiieceği daha yüksek bir dra­ mın mahza ilk hamlesi olarak açığa çıkarılır. Çünkü, akla ait herşeyin sonu olan ızdırap ve ölüm bu durumda, devam eden bir dram ın iki hamlesi arasındaki bir fasıladan ibaret­ tirler. Ölen/kaybeden bir kahraman için duyduğumuz hay­ ranlık ve sempati, akli bir bakış açısından tamamen anlam­ sızdır, fakat farkında olalım ya da olmayalım bunlar derin bir şekilde dinidir. Çünkü bu tür bir tecrübede -ve yalnızca bu tür tecrübede- ölüm ve kaybın tamamen farklı anlamları vardır. Trajedi, dini bir meseldir. 2 5 2 3 . Çıkmaz: Akıl-varlık-akıl. Hangisinin ilk, hangisi­

nin başlangıç -eğer varsa- olduğu tüm dinler adına Kitab- ı Mukaddes'teki şu ünlü cümleyle çözüme kavuşturulmuş­ tur: " Evvela kelam vardı." Cevap açıktır ve müphemlikten uzaktır. Herhangi bir açıklama gereksizdir. 2 5 3 2 . Ateist bilim adamları, fiziki tabiatın hedef yönü­

nün ispatlanamayacağını ileri sürerler. İspatlanamayacağı için de mevcut değildir. Semanın sonluluğu veya sonsuzlu­ ğu ispatlanabilir mi? 2 5 8 8 . Din, radikal bir yükselmedir, insanın gayrıinsani bir halden çıkış yoludur. Ancak objektif bir çıkış yolu olan inkılaba karşın din daima insanın dahili yükselişidir, süb­ jektif bir imkan dır.

2 1 77 . Ahlaki öğretilerin tarihi tanırnlara dinden çok da­ ha dayanıklı olduğu ortaya çıkmıştır. Ulaşabileceği het şeyi yıkan bir insan daima dine ahlaka nisbetle daha fazla zarar verebilmiştir. Bunun iyi bir örneği Budizm ve H ıristiyanlık­ tır (bu tezat ilkinde daha açıktır) . Her iki dinin ilah! kökenli olduğu açık olan ahlaki öğretileri yüceliklerini muhafaza ederken, onların -beşeri kökenli olduğu aşikar olan- dini içerikleri üzücü tahriflere maruz kalmıştır. İnsanlar Hıristi­ yanlıkta bir "teslis" Tanrısı ve yığınla aziz icat ederken, Hin­ duizmde ise genellikle kendi suretlerine benzeyen çok sayı­ da tanrı uydurmuştur. Din ve Ahlak



2225. Fedakarlık, dinin merkezi mefhumudur, tıpkı gü­ çV n ( veya ölçünün ) fıziğin merkezi mefhumu oluşu gibi. İsa'nın ızdırabının yüce bir sembol oluşunun sebebi budur. Onun tarihi (doğru olsun ya da olmasın) dinin özüdür. Çünkü her ne kadar lsa' nın hayatı gerçekten sona ermişse de, ızdırabın tarihi, fedakarlığın tarihi, hakikaten dini bir alem içinde a priori olarak doğrudur. D inin bakış açısından bakıldığında, fedakarlık olmaksızın insanın hayatı gerçek­ ten insani olamazdı. Fedakarlık mefhumu, çok sayıda red­ di; gerçekte hesap ve çıkar dünyasının radikal bir şekilde reddini içerir. Bu tür bir dünyan ın reddi olmaksızın da din olamaz. 2227. Tüm hayatımız boyunca, savunulamaz olan , daimi ve kaçınılmaz bir çürümeye mahkum olan şeyleri koruma­ ya çalışırız: Hayat, sağlık, mal. Baştan kaybeditmiş olan bu beyhude mücadele içinde, eğer sadece kendileri için savaş­ mış olsak kazanabileceğimiz ya da muhafaza edebileceğimiz hakiki değerleri unuturuz. Kur'an'da açıkça beyan edildiği üzere, tüm hayatımız boyunca hakiki değerleri sahte olanla­ rıyla değiştiririz. 2229. İnsan hayatında değerli olan her şey, insanın tüm · iyi hisleri, imrendiğimiz ya da iftihar ettiğimiz tüm başarıla­ rı gayriaklidir ( irrasyoneldir) . Akli ( rasyonel) olan sadece insanın bencilliği ve çıkandır. 3090. İnsan ruhu, ebediyet, sonsuzluk, kemal, iyilik, ba­ rış ve Tanrı'yı şiddetle arzular. Bu arzu hafıza değil midir? O, ( geçici olarak) kaybeditmiş bir dünyanın hatırasını açığa çı­ karmıyor mu? 3 1 22 . İ nançtan daha derin veya daha yüce hiçbir şey yoktur; bazı inananlardan daha donuk veya daha sıkıcı bir şey de yoktur. 3 1 2 7. Alemi gözlemlemek ( Kur'an: "Gözlemle, seyret . " 56/7, 56/6-n, er- Rum, 30/42 vd. ; el- Fatır, 35/27 vd. ; el- G aşi­ ye, 88/ 1 7-2 1 ; el-Vakıa, 56/63- 78, vb. ) , en derin dini tecrübe olabilir. Tabiat mucizelerle doludur, ama çiçek tohumları . .

66

Özgürlüğe Kaçışı m: Zindandan Notlar

beni daima diğer her şeyden daha çok heyecanlandırı r. Ben alışkanlık olarak yeni filizlenen bir çiçeği açar ve her elefa­ sında içindeki ufacık tohum kümelerine hayran hayran ba­ kanın . Kuru bir karahindiba çiçeğine dikkatle baktınız mı hiç? Fidelerin her biri -ki her çiçekte en az yüz tane vardır­ kendi başına çok karmaşık bir sistemdir. ilk tohum, bu kar­ maşık mekanizmanın ufacık bir parçasından ibarettir. Ora­ da azıcık yiyecek ve ufacık bir paraşüt ya da kanatlar vardır, ki bunlar tabiatta bulunan en güzel ve gerçekte en fonksiyo­ nel maddeden yapılmışlardır. Bu dünya hakkında, eski za­ manlardan bugüne kadar gelip geçen insanlarca toplanan tüm bilgi bir yerde biraraya getirilse ve tek bir işin hizmeti­ ne sunulsa bu tohumlardan bir tekini bile yapamaz. Çünkü böylesine ufak olan o tohum da hayat [gücü] ( vis vitalis) de­ nilen ufacık ve gizemli kaynaktan daha fazlası vardır; ama o ayrıca müstakbel bitkinin, onun görünüş, renk, koku ve üreme kabiliyetinin bir şifresini taşır, dolayısıyla sonunda bu daire için daha fazla tohum meydana getirir ve bu böy­ lece sürer gider. Bunu düşününce kalbirn hep yeniden ürpe­ rir. Benim için bu daima güçlü bir dini tecrübe olmuştur. İbadetin dışarıda değil içeride, kelimeler ve harekette değil ruhta olduğu doğruysa, o halde bir karahindiba çiçeğine da­ ir bu gözlem benim için daima hakiki bir ibadet olmuş, ha­ yatımda yaptığım diğer her ibadetten daha samimi olmuş­ tur. Din ile bilimin terkibinin ne olduğu konusunda bir so­ ru sorulduğunda daima bu misali veririm; bu, beşeri araş­ tırma için sonsuz bir saha ve onun sonunda da yine bir sır­ dır. Gökyüzü gibidir, sonu yoktur. 3 1 39 . Etrafımızdaki her şeyde mucizeler var, ama insan hala alemdeki en büyük mucizedir. 3 1 56. İnsanlar daima bir şeyler kutluyor, ay in yapıyorlar. Kutlama yapmaksızın duramazlar. Sani' leala'ya ibadet et­ mezlerse, O'nun eserine ibadet ederler. Halık Teala'ya secde etmezlerse mahlukata secde ederler. Tüm fark budur, ama esaslı dır. Din

ve

Ahlak

.....Sil.

3253. K�tülük hayatın şartıdır. Kötülük olmasaydı ahla­ ki bir entropi durumu olurdu, dolayısıyla yokluk sözkonu­ su olurdu. 3309a. Jean Dausset, kendisine virüslerden sorulduğun­ da ilginç bir cevap verdi ve şöyle dedi: "Onlar çok kurnazlar. Özellikle AIDS virüsü şimdiye kadar bilinenierin tümünden daha kurnaz. Öncelikle doğrudan kendisini yokedeceği var­ sayılan hücrelere, insanın bağışıklığına saldırır. İkincisi, sü­ rekli değişir, öyle ki bağışıklık sistemi onunla savaşamaz." Soruru şu: AIDS virüsünü bu şekilde kim, niçin inşa etmiş? 3346. H ıristiyan ( Ortaçağ) skolastiği metodu itibariyle tamamen akılcıdır; mantık! muhakeme yoluyla Allah'ın varlığını ispatlamaya çalışmıştır. Kanaatİınce böyle yapmak la Avrupa ateizmine giden yolu açmıştır. c

3352. Varoluş, Heideggerci anlamda Dasein, dünyaya "atılmışlık"tır. Bu haliyle bu görüş, esas olarak dinidir, tabi dünya kelimesinin en geniş anlamıyla. 3375. "Tanrı yoksa insan da yoktur" formülü benim için başlangıç noktasıdır. Bu, Oklid aksiyomları gibi açıktır, bel­ ki de delilin ötesindedir [ ispat gerektirmez) ; ama aynı za­ manda tıpkı Öklid'in aksiyomları gibi meydan okumanın ötesin dedir. 3482. Sihir, dini değildir. Sihir, insanın fethedebileceği, boyun eğdirebileceği, kendi hizmetine sakabileceği kuvvet­ !ere imandır. Din ise, insanın kendisine boyun eğeceği ve hizmet edeceği kudrete imandır. Sihrin daima dünyevi bir amacı veya çıkarı vardır: Hastalık, düşman ve tehlike gibi şeylerden korunma, hasat, yağmur. Din, semavi bir krallık ister. Dünyevi krallığa gömülmüş olan sihir insanın değeri­ ni de ebediyetini de asla vurgulamaz. Her şey şimdi ve bu­ rada ( hic et n unc) , yeryüzündedir. Onun "aldatıcı bir tek­ nik" oluşunun sebebi budur, çünkü amacı "pratik"tir; ama metodu gayesizdir, aldatıcıdır. Ruhun ebediliğine ve kurtu­ luşuna gömülmüş olan din ise neticedir. Sihir, amaç ve araç çelişkisiyle temayüz eder: Amaç aklidir, araç gayrıaklidir. �

Özgürl üğe Kaçışını : Zindandan Notlar

Çalışmanın, bilgi ve -dini ya da sihri- çabanın yerine ikame edilmesinin aldatıcılığı bu nedendendir. Bir başka farklılık daha vardır: Sahte din olarak sihir çok yaygındır, inanabile­ ceğimizden daha yaygın. Hak din ise nisbeten az sayıdaki insanın, sandığımızdan çok daha az sayıda insanın özelliği­ dir. Buna rağmen hak dinin sahtesiyle değiştirilmesi umumi bir sorun ve daimi bir olgudur. 3497. Mayısın ortası ve her yer karahindibalarla kaplı;

balıarda tarla ve meraları istila eden sarı çiçekler. Bunlar, ço­ cukların oynamayı sevdiği ve "fırtına" olarak adlandırdığı sarı toplardır. Bunun gibi bir çiçek kopardım, meltem to­ humlarının yarısından fazlasını çoktan saçmıştı. Hiç bu to­ humlardan birini gözlemlediniz yahut dikkatlice incelediniz mi? İ ncelemediyseniz bir inceleyin. Mucizeyle yüzyüze gele­ ceksiniz. Bu bitkinin hayatının amacını, üremesini, geleceği, bir sonraki neslin doğuşunu hatırınızda tutarsanız, önünüz­ de mutlak bir mükemmellik bulacaksınız. Önünüzde olan şey, kelimenin dar anlamıyla bir tohum değildir. Tohumun bir uçta sona eren ince siyah bir ucu vardır. Çok dilli bir yıl­ dız şeklinde ve çok sayıda son derece güzel liflerden yapıl­ mış bir paraşüt ve bir sap bulunur. Bu öyle tasarlanmıştır ki, rüzgar onu mümkün olduğu kadar uzaklara götürebilir ve tüm dünyaya yayabilir. Sözünü ettiğim sapın ince ucu dahi tohum değildir. Tohum sadece onun daha küçük olan kıs­ mıdır. Gerisi, başlangıç döneminde "yerleşinceye" kadar to­ humu beslemek üzere varolan ihtiyat besinidir. Bu tohumla ilgili her şey açıkça tasarlanmış, hiçbir şey tesadüfi değil. To­ hum düşer, yağmurlar onun toprağa girmesini sağlar, kışı burada geçirir, balıarda " kendisini hatırlar" ve filizlenir. On­ dan da sarı bir karahindiba yetişir. Bu çiçeğin her bir yapra­ ğı yavaş yavaş bir tohuma dönüşür ve bu böylece sürer gi­ der. Bilimimizin , bilim adamlarımızın ve teknoloj imizin ta­ mamının tek bi r yere toplanmış olsalar ve ahenkli bir şekil­ de birlikte çalışabilseler dahi, bir yüzyılda bile bunun gibi tek bir tohum üretemeyeceklerini düşündüğümde, onların Din ve Ahlak

___Q2

bunu asla yapamayacaklarını düşündüğümde, insanların tabiatın ardındaki bu apaçık aklı nasıl olup da görmezden geldiklerini merak etmek zorundayım. Bu ne tür bir körlük­ tür? İnsanın, Allah'ın böylesine açık bir " işaret" i (ayeti) kar­ şısındaki kayıtsızlığı nasıl açıklanabilir? Üstelik bu, daha da garip ve daha az açıklanabilir durumda olan, hayranlık ve meraka daha layık olan birçok işaretten sadece biridir. 3533. Eğer hakiki ibadet dışarıda değil içerideyse, mera­ sirnde değil ruhtaysa, o halde Allah' a en yoğun yönelişim , canlı tabiatı gözlemlerken sözkonusudur. Bir televizyon bel ­ geselini hatırlıyorum. Bu belgeselde tropik kuşların hayret­ te bırakan hayatları, çiçeklerle ortak yaşamları ve canlı dün­ yanın sonsuz renkliliği gösteriliyordu. Kamera bir çiçekten diğerine geçiyor, çiçek çanaklarına bakıyordu. Ardından rüzgar tarafından yavaşça taşınan tohumların uçuşunu izli­ yordu. O anda, kendimi Allah'a, ibadet esnasında olduğum­ dan daha yakın hissettim -çünkü ibadetler bazen rutin ve otomatik olabilir- ve Allah'ın işine, O'nun yaratışının canlı deliline hayret ettim . Turgenyev, "çiçeklerin kendi masum gözleriyle bize nasıl baktıkları"nı söylemişti. Belki de en çok, sözsüz ve sessiz olan bu şahitlikten heyecan duydum. Bir çiçeğe yönelik bu "bakış"ta hakikaten zararsız ve doku­ naklı bir şeyler vardır. Eğer ibadet kelimeler ve hareketlerde değil de ruhtaysa o halde bu televizyon belgeseli esnasında en yoğun ibadet tecrübesini yaşadım. 3579. Jasna Poljana'da 1 fotoğraf çekmeye davet edilen Tulalı bir fotoğrafçı, Tolstoy'a şöyle sorar: " Leo Nikolaevic, Tanrı var mı?" Tolstoy ona mikroskopla mikroplara bakıp bakmadığını sorar. "Eğer bir mikroba, Rayevsky adında Tu­ lah bir fotoğrafçı olup olmadığını sorsaydık ne cevap verir­ di dersin?" 3625. Önde gelen dinlerin, özellikle de Yahudilik, Hıris­ tiyanlık ve İslam 'ın tarihte özel bir rolleri ve yerleri vardır. I Yasyana

Polyana: Tolstoy' u n 1 82 8 'de doğduğu. ailesine ait, Tula yakınlarındaki

malikane. ( y. n . )

_lQ

Özgürlüğe Kaçışın> : Zindandan Notlar

Her birinin ortaya çıkışından sonra dünya artık eski dünya olarak kalmamıştır; daima yeni ve farklı bir dünya olmuş­ tur. Bu ana dinlerin zuhuru, Allah'ın beşeri tarihe ve bu ta­ rihin akışına doğrudan ve ani bir müdahalede bulunduğu izieniınİ bırakır. Bunlar, tarihin süreklilik kaidelerine doğ­ rudan bir müdahaleydi. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muham­ med'in zuhuru için hiçbir "tarihi" izah yoktur. Onlar, sözko­ nusu dinlerin herbirinde, bir evrimin değil, tamamen yeni bir başlangıç, yen i bir çağ, ruhi bir inkılap anlamına gelen şeyin habercileriydiler. 3635 . Kitab-ı Mukaddes'i ( tabi ki onun asli şeklini kaste­ diyorum) kendisinden önceki veya ortaya çıktığı dönemde­ ki tüm kitaplardan böylesine farklı kılan özellik, onun mut­ lak özgünlüğüdür. O, bazen adeta "gökten indirilmişçesine" -ki gerçekte de böyledir- külliyen yeni bir şeydir. Bu özellik konusunda hemen hemen bir icma vardır.

Din ve Ahlak

_ll

ÜÇÜNCÜ BOLÜM

Siyaset

'*

1 9. Güney Amerika ağırlıklı olarak Katolik, Kuzey Amerika ise ağırlıklı olarak Protestandır. Avrupa'da da benzer bir bö­ lünme görürüz. Her yerde dikkat çeken husus, Protestan ulusların ilerlemeye Katolik uluslardan daha açık oldukları­ dır. Protestanlık tarihte genel olarak Hıristiyanlığın Katolik biçiminden daha güçlü bir saiktir. 24. Ölüm cezasının ilga edilmesi talebi, ceza kanununda mağdurdan ziyade suçluya önem verme yönündeki eğilimin mütemmim bir cüzüdür. ileri sürülen argümanlar sorunlu­ dur. Mesela size ölüm cezasının icrasıyla ilgili ayrıntıları an­ latır ve onun lehinde olup olmadığınızı sorarlar. Suçun işle­ nişi ve suçun mağdur ve ailesinde bıraktığı korkunç etki ko­ nusundaki ayrıntıları da anlatabilir ve aynı soruyu sorabilir­ lerdi. Ancak sanki ortada iki değil sadece bir adam öldürme -yani katile karşı uygulanacak ölüm cezası- varmış gibi işin bu tarafı bir kenara bırakılır. 34. Herkesin kolayca kabul edeceği üzere, bedeni cezanın onur ve insani saygınlık duygusuna aykırı olduğunda şüphe Siyaset

___ll

yoktur. Ancak meseleni n öteki tarafından bakıldığında tec­ rübeler göstermektedir ki, maalesef en ufak bir onur ve insa­ ni saygınlık derecesine sahip olmayan insanlar bulunmakta­ dır. Kur' an, hayvanlar gibi "hatta onlardan da aşağı" olan in­ sanların varlığından bahseder. Hapiste küçük suçlardan mahkum olanlarla biraz vakit geçiren biri bu konuda kolay­ lıkla ikna olacaktır. Ceza kanunları tipik olarak, masa başın ­ da oturan ve genellikle bu beşeri "malzeme"ye aşina olma­ yanlarca yazılır. Hastahaneye adım atmamış veya hastalada uğraşmamış bir doktor düşünülemez. Oysa kriminologların durumu tam da budur. Onların çoğu, en iyi halde, suçlular­ la bir sorgu veya dava esnasında karşılaşmışlardır. Gözön ü­ ne alınması gereken husus, sıradan insanlardan farklı olarak suçluların daha büyük bir dönüşüm güçlerinin olduğudur. Suçlular asla bön değildirler; az çok tecrübeli insanlardır on­ lar. Hayata dair değerlendirmeleri yanlış olabilir, ama bu as­ la saflık sebebiyle değildir; daha ziyade kötülüğe bağlılıkları sebebiyledir ve bu durum onların çoğunda nihai ve düzelti­ lemez bir durumdur. Hapisteyken yankesici İ ik ve kapkaççı ­ lık sebebiyle hapis yatan çok sayıda insan tan ıdım. Bunların bir tekinde bile hapisten çıktıktan sonra namuslu bir işe baş­ lama hazırlığı görmedim. Aksine birbirlerini teşvik edip eğitmekte ve tecrübelerini paylaşmaktaydılar. Sadece katiller arasında bir miktar nedamet bulunduğunu fark ettim; fakat onlar arasında bile tövbekarlar çoğunluğu oluşturmuyordu. Hapishane tiyatrosunda izlediğim bir film sahnesinde bir adam tecavüz kastıyla bir kıza saldırıyordu. Kız tuzağa yaka­ lanmış av gibi çırpınırken seyircilerin çoğunluğu -mahpus­ lar- gürültülü bir şekilde saldırganı teşvik ediyorlardı . Özellikle küçük hırsızlar ve yankesiciler vicdansız suçlu­ lardandır. Orılar birbirlerine nasıl aylar boyu madencilerin tüm kazançlarını çaldıklarını anlatarak eğlenirler. Bir kere­ sinde tüm kazaneını kaybettiğini (çaldırdığını) farkeden bir marleneinin intihar ettiğini anlatmışlardı. Onlardan biri ellerini göstererek bana şöyle dedi: "Gör­ müyor musun, bunlar iş için değil başka bir şey için mi ya___li

Özgürlüğe

Kaçışım :

Zindandan Notlar

ratılmışlar?" Gerçekten de uzun parmaklı güzel şekilli elleri vardı. Ona bazılarının, "Elleri yaratan yapılan iş türüdür" şeklinde bir iddiada bulunduklarını söyledim. O ise işin ke­ sinlikle kendi ellerini yaratmadığı şeklinde cevap verdi. Ar­ dından onun böyle güzel elleri hak etmediğini, bu ellere sa­ hip olmamasının tamamen adil olacağını düşündüm ve an­ cak daha sonra Şeriat'ın cezasının tam da bunun için oldu­ ğunu hatırladım . Tabiatıyla ceza verilirken çok dikkatli olunmalıdır; ancak ceza kanununu hapiste yazacak olsaydım ve bunu tüm ha­ pishane tecrübelerimi dikkate alarak yapsaydım, sanırım o kanun şer'i ceza kanununa çok benzerdi. Önceleri bedeni cezaya karşı bazı kayıtlanın vardı; şimdi bazen bana öyle ge­ liyor ki Allah beni buraya kendi hikmetini benimkiyle mu­ kayese etmem için göndermiştir. 48. Bir milletin veya dönemin tarihini okurken bazen birkısım hadiseler, zaferler veya mağlubiyetler, bir ulusun kötü veya iyi talihi, şanslı veya şanssız şartların -yani tesadü­ fün- neticesiymiş gibi görünür bize. Ancak hadiseleri biraz daha yakından inedersek genellikle, "tesadüf"ün bizim ilk anda sandığımız gibi tesadüfi olmadığı neticesine varırız. 49. Milletimin geçmişini bilmiyorum ya da yeterince bil­ miyorum. Fakat şimdiki durumu, yani neticeyi biliyorum. Şimdiki durumdan geçmişle ilgili birçok netice çıkarabili­ rım. 50. Bir milleti veya dönemi tanımak için onunla ilgili ya­ zılı tarihleri okumak asla yeterli olmaz. Balzac'ın romanları olmaksızın on ciltlik bir Fransa tarihi dahi Fransız toplumu­ nun hayatına dair vazıh bir resim sunamaz. Ancak onlarla birlikte, XIX. yüzyıl Fransız toplumunun yaşayışını tanıdığı­ mızı söyleyebiliriz. Tarihler bize hadiselerden haber verirler; romanlar, şiir­ ler, destanlar, hikayeler, efsaneler ve masallar ise bize gerçek­ ten varolmuş olan bir şeyden, bir insanın - ferdin- hayatın­ dan haber verirler. Biri harici, diğeri dahili tarihtir. Harici Siyaset



tarih çok daha yetersizdir; çünkü o çoğunlukla imparator. !ardan, krallardan, saray ve çevresindeki sınırlı sayıda bir grubu ilgilendiren hadiselerden bahseder. Bir milletin im ­ paratorlarını, yaptığı savaşları, muzaffer veya mağlup oldu­ ğu tüm yerleri bildiğimde, o milletin tarihini bildiğimi söy­ leyemem. Dahası teşri müessesesini ve kültürünü tanısam dahi o milleti tanıdığıını söyleyemem. Bilakis bir ferdin evinde nasıl yaşadığını, karısı, çocukları, hizmetçileri ve otoriteyle ilişkisinin nasıl olduğunu bilmem gerekir. Ancak bu resimlerin her ikisini de yani hem dahili hem de harici resimleri birleştirmek suretiyle belli bir ölçüde o milleti ve onun geçmişini tanıdığıını -tabi yazarlar ve onların eserle­ riyle ilgili konulması gereken tüm sınırları ve ihtirazi kayıt­ ları dikkate alarak- söyleyebilirim. 52. Tabiatta olduğu üzere tarihte de her şey çeşitlilik ve

sürekli değişim gösterir. Tarihin durması için tarihte sabit hale gelmiş tek bir durum veya şart arayarnam veya bekle­ yemem; tıpkı dört mevsimden birinin ebediyen sabitlenme­ sini talep ederneyişim gibi. Tabiatta olduğu gibi tarihte de değişime yol açan güçler daima olacaktır. isteklerim ve ha­ reketlerimle ben de sadece bu daimi değişimierin birine iş­ tirak eden bir ayrıntıyım. 53. ABD , yüzyıldan fazla bir süre önce Afrika'nın batı sa­

hilinde bir toprak parçası satın aldı ve ilk özgür zenci devleti olan Liberya'yı kurdu. Bu, ABD'nin şu utanç verici "siyah kargo" ( mahut siyah köle ticareti) konusunda kendisini bir dereceye kadar teselli etmek üzere yaptığı bir teşebbüstü. Sözkonusu çevrede yakalanıp zorla köleleştirilerek okyanus ötesine götürülen Siyahların ahfadından bir kısmı Liber­ ya'ya geri götürüldü. Peki ne oldu? Geri gönderilen bu kö­ leler Liberya'da efendiler haline geldiler ve beklenmedik bir tarzda, soylarından türedikleri siyahi topluluğu boyundu­ ruk altına aldılar. Bu siyahi kastın yaklaşık yüzyıl süren ida­ resi "yüz ailenin terör saltanatı" olarak bilinir. Bu yönetim ancak 1 980'deki askeri bir darbeyle sona ermiştir. Tüm ___J_Q

Ozgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

bunlardan sonra hayatın bazen asil düşüncelerle acımasızca alay ettiği ya da iyi veya kötü niyetierin tarihin akışı içinde hiçbir özel öneminin olmadığı neticesini çıkarabiliriz. Dola­ yısıyla müsbet neticeler bencil güdülerden, menfi neticeler de en asil güdülerden kaynaklanmış olabilir. Öte yandan yu­ karıda zikredilen hadise, kölelerde ve acı çekenlerdeki mas­ keli zalimterin nasıl perde arkasında gizli olduğunu ve bu­ nun [ çevre] şartlarına ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Ni­ tekim insanlar sık sık şöyle derler: Onun ne yaptığını Allah bilir. İnsanlar fiilen sadece zahiri olarak efendiler ve köleler, zalimler ve mazlumlar şeklinde ikiye ayrılabilirler. Ahlaki bir bakış açısından ise, her insanda hem bir efendi hem de bir köle vardır ve bazen bir kimsenin objektif olarak ne olacağı, yani bu iki imkandan hangisini tarihi hayatta tahakkuk et­ tireceği sadece şartlada ilgili bir meseledir. 68. Bir toplumun veya medeniyetin gelişmiş safhasıyla ilgili tarihleri okurken ruhi ve ahlaki çöküşten bahseden ta­ rihçilerle karşılaşırız; onlar sakin bir şekilde, bolluk ve lüks içindeki insanın insanlığını kaybettiğini ifade ederler. Geri­ ye sadece ahlaki cüceler kalmıştır ve onlar da acımasızca yaklaşan ölümü beklemektedirler. Şurada burada büyük şahsiyetler çıkar, ama onlar umumi zaafın ortasındaki güç­ süz nadir fertlerden ibarettirler. Genel halet-i ruhiye ile tezat içerisinde onların büyüklüğü göze daha da büyük görünür. 69. Milletler tarihe ahlaken zengin maddeten fakir ola­ rak girerler. Tarihten çıktıklarında ise vaziyet genellikle bu­ nun tam tersidir. Hemen tüm önemli halkların tarihlerinde bu tesbit doğrulanmıştır: Antik Farisilerda, Romalılarda, Yunanlılarda, Araplarda, hatta modern Avrupa milletlerin­ de. 2uradan, bir medeniyetin (ki medeniyet objektifleşmiş, maddileşmiş bilgiden ibarettir) tarihi gelişimi yoluyla açık­ lanabileceği , ama ahiakın (bu şekilde) açıklanamayacağı ne­ ticesi çıkar. Tarihi ve harici bir güç için bir netice değil ön­ şart olan şey kesinlikle ahlaktır; tıpkı müstakbel bitkinin to­ hum q_aki yiyecek stoğunu harcayarak fılizlenmesinde olduSiyaset

_]]_

ğu gibi, tarihi olarak kendisini gerçekleştiren bir halkın da bu ahlaki stok pahasına yaşadığı, sözkonusu ahlaki stoğu harcadığı söylenebilir. Başlangıçta daima bir insanla ve onunla birlikte dini şuur ve ahlak bakımından pek saf ve yü­ ce örneklerle karşılaşırız. Tarihi gelişim süreci içinde din ya terkedilir ya da zayıt1ar; nihayette, ölümün eşiğinde dinsiz­ lik ve tam bir ahlaki çöküntü haline varılır. Dolayısıyla ah­ lak hiçbir yerde bir ürün ( netice) değildir; biz onu asli biçi­ miyle bir halkın hayatında ve şuurunda buluruz ve çoğun­ lukla bunun varlığını açıklayamayız. Ahlak, tarih sahnesine girişini ilan eden "beşeri malzeme" nin mütemmim bir cüzü olarak bulunur. Bu asli ahlakiliği oluşturan şey nedir? Hiçbir şey, eğer bu kelimeyi sözlük anlamında kullanırsak. Bu ahlakilik, haya­ tın neticesi değil kendisidir veya başlamak üzere olan haya­ tın kaynaklarından biridir. Son da ortaya çıkan ahlaksızlık ve sefahat ise ideallerin boşa gitmiş ve kaybedilmiş oluşunun ifadesidir sadece. Sonuna yaklaşan hayatın kır saçlarıdır on­ lar. Sefahat, gücün değil zaafın ifadesidir. Niçin tüm genç ırklar ahlaklı ( püriten ) iken çöküşte olanlar ahlaksızdır? " Başkaca bir müsbet devrim imkansızlaştığında cinsi devri­ min sırası gelmiştir. Bu devrim, ne gücün ne de herhangi bir ideale yönelik iradenin bulunduğu bir zamanı selamlar. O, hakiki irade ve gayenin bulunmadığının işaretidir. Çünkü iyi olan her şey, zahmetli bir şekilde 'sarp yokuşa tırmanış­ tır' (el-Bel ed, 90/ l 1 ) : '

88. Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır, demok­ rasi ona izin verse bile ahlaklıdır. Ahlakilik özgürlükten ayrı­ lamaz. Ancak hür fıil ahlaki fıildir. Bir diktatörlük özgürlü­ ğü, dolayısıyla seçme imkanını ortadan kaldırmak suretiyle, kendi temellerinde ahlakiliğin nefyini içerir. Bu noktaya ka­ dar, tarihteki tüm tezahürler ne olursa olsun, din ile dikta­ törlük birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar. Din, tıpkı ruh­ beden ikileminde olduğu üzere daima ruhu tercih ettiği için, isteme ile davranma ve niyet ile hareket arasındaki seçimde de -neticesi ne olursa olsun- daima isteme ve niyeti tercih �

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

eder. Kasıt olmaksızın, "niyet" olmaksızın, yani fıilde bulun­ ma veya bulunmama hürriyeti ya da imkanı olmaksızın bir hareketin din bakımından değeri yoktur. Zorla aç bırakılına oruç olmadığı gibi zorla yapılan iyilik de iyilik değildir ve di­ ni bakış açısından değersizdir. Seçme özgürlüğünün, yani fı­ ilde bulunma veya bulunmama, riayet veya ihlal konusunda özgür olmanın tüm dinlerin ve ahiakın temelinde yatan ön­ şart oluşunun sebebi budur. Yine ister diktatörlükte olduğu üzere fiziki güç yoluyla isterse ütopyacia olduğu üzere itaat eğitimi yoluyla olsun bu seçme özgürlüğünün ortadan kal­ dırılması, onların [ din ve ahlak) nefyi anlamına gelir. Bura­ dan, gerçekten insani olan her toplumun özgür fertlerden oluşan bir topluluk olması gerektiği anlayışı çıkar. Sözkonu­ su toplum, kanunlarının ve müdahalelerinin (harici zorlama derecesinin) sayısını zorunlu bir sınırta tahdit etmek zorun­ dadır; bu zorunlu sınır, içinde iyi ile kötü arasında seçim ya­ pabilme özgürlüğünün korunacağı, dolayısıyla insanların mecbur oldukları için değil istedikleri için iyilik yapacakları alandır. iyiliğe yönelik bu niyet yoksa karşımızda ya bir dik­ tatörlük ya da bir ütopya vardır. 94. Bir dünya, büyük siyaset kabiliyetini kaybettiğinde, diplomatik kılı kırk yarmalar C Hegel'in ifadesiyle "diploma­ tik devlet" ) başlar. 1 00 . Halk ve kalabalık aynı şey değildir. Bu farkı çok iyi bilen demagoglar bunu kendi amaçları için bolca kullanır­ lar. Halk, dahili şuur, ahlak ve ideal prensibini kaybettiğinde kalabalık haline dönüşür. Şuursuz halk, sürü halini alır. Sü­ rü, idealsiz ve şekilsiz bir insan kalabalığıdır; her biri kendisi için yaşayan ve daha yüksek ve daha ictimai bir şuur taşı­ maksızın , hatta bir isim bile taşımaksızın sadece kendi çıkar ve arzuları olan bir fertler topluluğudur. Halkın idealleri vardır, sürününse sadece arzuları. Sürüyü tarihi yolun so­ nunda, yıkı, ışın eşiğinde görürüz. Bunun tipik bir misali, Roma İ mparatorluğu'nun yıkılışı öncesinde var olan Roma­ lı lümpen proleteryadır. Siyaset

_22

1 03 . Sosyal hayat hakiki anlamını kaybettiğinde veya bu­ lamadığında, fertler kendi şahsi eğilimlerine ve karakterleri­ ne dayalı olarak ya düşünce ve mistisizme sığınırlar veya kendilerini bedeni hazların eline bırakırlar. Sadece iki tür insanın - zahidler ve eyyamcılar- bulunduğu bir durum, toplumun hastalıklı olduğunun güvenilir bir işaretidir. 1 04. Fikirler sözkonusu olduğunda iki tür yasaklama vardır. İlki, iktidarda olanların zamanı gelmiş ve gelişmekte olan fikirlere direnişidir. İkincisi, İ mparator Theodosius'un putperesdere karşı yayımladığı fermancia olduğu üzere geri çekilen, sekerat halindeki bir şeyin yasaklanışıdır. Putperest­ lik fiiliyatta çoktan ölmüştü ve bu yasaklama sadece bir ölüm belgesiydi, olup bitmiş tabii ölümün ilanıydı. Her iki yasaklama da amaçsızdır. ilki faydasızdır, çünkü hiçbir şeyi değiştiremez; ikincisi ise gereksizdir, çünkü değişim olup bitmiştir. 1 1 0. Kanunlar sözkonusu olduğunda bir devlet sistemi­ ne veya nizamma ait prensipierin halkın ruhuna dayalı ol­ ması büyük önem arz eder, bunların halk içinde müphem fikirler şeklinde dahi yaşaması için bu gereklidir. Sistem an­ cak o zaman bir gerçekliği ifade eder, adlandırır, tam bir far­ kındalık kazandırır, bir gerçekliği ortaya koyar. Eğer bazı te­ mel değerler halk tarafından bilinmez ya da hissedilmezse yüce yasakoyucu zor bir duruma düşecektir, çünkü onun kanunları boş beyannameler halinde kalabilir. Halkın in­ sanların eşitliğine inanması ile derin ırkçı önyargılara sahip olması başka başka hallerdir. İkinci durumda eşitliğe saygı gösteren bir anayasa güçlükle "sindirilecektir" ve hayata ge­ çirilme şansı çok az olacaktır. 254. Demokrasi ve istikrar birbirine bağlıdır. İstikrar için demokrasiye, demokrasi için istikrara ihtiyacımız var. 27 1 . İ htiyaç duyduğumuz şey, inanan insanlar mıdır yoksa düşünen insanlar mı? Bunlar birbirlerini dışlar mı? 274. İki dünya savaşı arasındaki bazı yayınları okursanız -o zamanlar her hadise için sözde sosyolojik izahlar bulun__lill

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

ması modaydı- mesela tecavüz suçundaki yükselmenin cin­ si istekleri bastırma ve muhafazakar ahlak gibi faktörlerin neticesi olduğu şeklinde bir iddiayla karşılaşırsınız. Tecavüz suçunun ABD'de ve Batı ülkelerinde özellikle de şu sözde cinsi devrimden sonra yayılması, sözkonusu sosyolojik iza­ hın doğru olmadığını gösterir. 285. Henry LeFebvre'in iddiasına göre Fransa Komünist Partisi, Kruşçev'in Sovyetler Birliği Komünist Partisi XX. Kongresiyle ilgili gizli raporunun varlığını yirmi yıl boyun­ ca gözardı etmiştir. 293. Tarihi hadiselerde insanları sadece çıkarları değil ay­ nı zamanda idealleri de harekete geçirdiğinden tarih öngö­ rülebilir değildir. Aksine bu durum, sadece kaide bakımın­ dan bile olsa, tabii illiyetten farklılık arz eden bir illiyet ola­ caktır. Tarihi hadiselere ruhun müdahale etmesi sebebiyle (ahlak ve idealler ya da adalet ve zulüm güdüleri şeklinde ) , b i r başka ifadeyle tarihin faili olan insan, ızdırap ve fayda (çıkar) tarafından harekete geçirildiği ama on un ( tarihin ) kölesi olmadığı için, tarih öngörülemez. Tarih, gelecekten haber verenleri mütemadiyen "yalancı" çıkarır. Bunun son misali, Marx'ın tarihi öngörmedeki başarısızlığıdır. Tabi bu­ rada, dünya sosyalist inkılabının vukubulmamasını düşün­ mekteyim. 297. Bugün ( 1 984'ün sonları) insanlığın yarısından faz­ lası yirmi civarında federal devlette yaşıyor. Teşkilat bir ül­ keden diğerine değişiyor. Farklılıklar esas olarak federal devletlerin merkezi hükümetten bağımsızlık derecelerinde yatıyor. 298. Tarih, her büyük teşebbüste bulunan ciddi güçlük­ Ierin sadece onun tatbikinin son safhalarında ortaya çıktığı­ nı tekrar tekrar göstermiştir. Hıristiyanlık, İslam ve sosyaliz­ min tarihleri bu durumu aynı derecede gösteriyor. 30 1 . Yeni sanayi-sonrası çağa yönelik hazırlıklar esnasın­ da özellikle I 974'teki "petrol krizi"nden sonra Avrupa Eko' nomik Birliği ülkelerinde iki milyon işçi işten atıldı ve nihaSiyaset

___lli

yette işsiz sayısı 1 984'te 1 2 milyonu aştı . O halde sorun, gel­ mesi kaçınılmaz olan yeni çağı nasıl karşılayacağımızdır. Özellikle üçüncü dereceden faaliyetlerin gelişimi, sırf küçük ve dinamik şirketlere has fırsatlar sunmaktadır. 1 977'den beri hesap dönemleri içinde ABD 'de 600.000 şirketin kurul­ duğu ve yıllık 40.000 şirketin de iflas ettiği tahmin ediliyor. Halen pazarı acımasızca zapteden ve Darwinci ayıklanma­ nın çelik kanunlannın yürürlükte olduğu bir savaş sürüyor. Yeni kurulan etkili fırmalar genellikle çalışan sayısı yirmi­ den az olan küçük şirketler. 3 1 5 . Batı Almanya'daki Sosyal Demokrat Parti, 1 959'da Bad Godesberg'deki kongrede, "sosyal hadiseleri tahlil meto­ du" olarak Marksizmi bir kenara bıraktı . Bu parti, "refah devleti "ni sınıflararası çatışmaya tercih etti. İsveç sosyal de­ mokrasisi bu dönüşü neredeyse otuz yıl önce tamamlamıştı. 3 1 7 . En gelişmiş ülkelerin tümünde ekonomideki salt sa­ nayi işçisi kadrolannın daimi bir azalma sürecine girdiği gö­ rülüyor. Alain Touraine bu gelişmeye binaen klasik işçi sını­ fının tedricen ortadan kalkacağını ileri sürüyor. Sendikalı iş­ çi sayısı da azalıyor. Mesela Fransa'da 1984 yılında işçilerin sadece %30'u dört büyük sendikadan birinin üyesi duru­ mundaydı. 3 1 8 . Geçen asırcia Amerika'da at çalan bir h ırsız asılırdı. Bu tamamen tabii bir şey olarak görülürdü. 3 1 9 . 1 984'te sadece St. Quentin Hapishanesi' nde ( Kali­ forniya) 1 55 mahkum idam edilmeyi bekliyordu. 329. Cinsiyetler arası farklılıklardan bahsettiğimizde fe­ ministleri değil kadın ve erkekleri gözönünde bulunduru­ ruz. Dünyanın prensip veya unsurlanndan biri olan kadın­ lardan farklı olarak feministlerin hiçbir önemi yoktur. Onlar köklerinden koparılmış bitkiler gibidirler ve dolayısıyla her­ hangi bir dikkate alma ve karşılaştırmanın dışında kalırlar. 3 3 1 . Zamanımızcia eski ve yeni nesiller arasında büyük farklılıklar olmasını beklemek normaldir. Radyo ve televiz­ yonla büyüyen bir çocuk, küçüklüğünden itibaren dünya·



Ozgürlüge Kaçışım : Zindandan Notlar

nın diğer taraflarında farklı düşünen, farklı yaşayan ve his­ seden insanlar bulunduğunu keşfedecektir. Bunun daha bü­ yük bir hoşgörüyle ve her tür şovenizmin azalmasıyla neti­ celenmesi gerekir. Çünkü çocuk, tıpkı kendi mensup oldu­ ğu çevredeki insanlar gibi, farklı şeylere inanan ama aynı derecede iyi ve kötü olan insanları görür. Bu tecrübenin mantıki bir neticesi daha büyük bir hoşgörü olacaktır. Fa­ kat, hayat mantıki midir? 332. Her şeye rağmen yüzyılımızda insanlar arası ilişki­ lerde bir demokratikleşme sözkonusudur. Bundan şüphe eden, Immanuel Kant'ın ( Saf Aklın Tenkidi'nin önsözünde) Königsberg'deki adı bilinmeyen bir bürokrata (veya bakana) yaptığı nazik ithafı okumalıdır. "Muti bir hizmetkar" olarak Kant, ona "edebi karİyerinin tüm kazançlarını " ith af etmiş­ tir. Bu arada boyunduruk ifadesi olarak "yerlere kadar" eğil­ meler, o dönemde her adımda karşılaşılan bir şeydi. 333. Televizyon, hiç durmaksızın insanların şuurlarına resmi felsefe ve ideoloj iye uyan standartiaşmış mesajları ve imajları çiviler durur. Televizyonun totaliter rej imierin elin­ de güçlü bir silah oluşunun sebebi budur. Ancak bu alanda­ ki yeni teknolojik gelişmeler (kablolu yayın, daha fazla ka­ nal, uydu yayını, özel istasyonlar, video kaydedici ler, video kasetler vs. ) bu ideolojik ve siyasi tekeli kırıyor. Televizyon kurmaya koşuşan totaliter ülkelerin bu yenilikler karşısında nasıl tepki verdiklerini görmek eğlenceli olacaktır. Zaten di­ reniyorlar, çünkü bunları ya görmezden geliyor ya da bu ge­ lişmelerden kaçınıyorlar. Bu onlara uymaz. 334. Totaliter bir toplum, halkın yetiştirilmesinde ve eği­ timinde tekdüzeliğe mcyleder, çünkü bu, manipülasyonu kolaylaştırır. Tekdüze insanların davranışı daha kolay kont­ rol edilebilir ve öngörülebilir, mevcut biçimlere daha iyi uyar. 339. Hayatın her gerçeği ve insanla ilişkili olan her şey karmaşıktır; basit bir nazariyeyle açıklanamayacağı gibi çö­ zülemez de. Yine de bu yüzyıl, insanların nazariyelere inanSiyaset

___lU

dıkları bir yüzyıldır. Bolşevikler işçilerin gücüne, Almanlar üstün ırka, kr! minologlar cezanın beyhudeliğine (çünkü bi­ yoloji ve sosyal şartlar saldırganın davranışını mutlak olarak belirler) inandılar. İtalya'da daha ileri gittiler ve tırnarhane­ leri ortadan kaldırıp hasta insanları sokakta bıraktılar. Çün ­ kü hastalığın sosyal kökenli olduğu ve tımarhanelerin an­ lamsız olduğu şeklindeki nazariyeye inanmışlardı. Hastalı ­ ğ ı n sosyal olarak belidendiği şeklindeki iddiada hakikat pa­ yı varsa da tımarhanelerin ortadan kaldırılması ne topluma ne de hastalara yaramıştır. 343. Rahatlıkla görülebileceği üzere her teknolojik geliş­ me, öncelikle istihbarat ve ordu alanında, ardından diğer alanlarda sözkonusu olur. Daima böyle olmuştur. Bugün sa­ dece daha zahirdir, o kadar. 346. 1 950'lerin başlarında İngiltere ile İran arasındaki bir anlaşmazlıkta hakemlik yapan ve Den Haag'daki Ulusla­ rarası Adalet Divanı'nın başkanı olan kişi İngiliz asıllıydı ve ülkesi aleyhine oy kullandı. İngiliz halkı ötkelenmişti, ama vatanına ihanetle suçlamadılar onu. 350. Yüksek teknoloj i ( high- tech) , genellikle sanıldığı üzere zorunlu olarak işsizliğe yol açmaz. Toftler, 1 963 ile 1 973 arası dönemde Japonya'nın yeni teknolojiye en yüksek oranda yatırım yapan ve aynı zamanda istihdamcia en bü­ yük artışı sağlayan ülke olduğunu söyler. Aksine işyeri bakı­ mından en büyük düşüş, makinalara en düşük oranda yatı ­ rı � yapan İngiltere'de yaşandı. 35 1 . Sanayi sonrası dönemde bir ulusun iktisadi haya­ tındaki değişimler: 1 980'de ABD 'deki 85 milyon çalışandan sadece 20 milyonu, ülkenin 220 milyonluk nüfusu için maddi mal üretmişti. Toftler'ın ifadesine göre geri kalan 65 milyon "sembolleri kullanmakta" yani gayrımaddi üretimde çalışmaktadır. 352. Öndegelen Amerikan şirketlerinden bazıları, üre­ timden ziyade döviz ve mali manipülasyonlar yoluyla bü­ yük karlar elde etmekte veya daha büyük kayıplara uğra_.tM

Ozgürlüge Kaçışım: Zindand � n Notlar

maktadırlar. Dolayısıyla [ anonim ] şirketlerin çoğunda "uluslararası nakit işlemleri yöneticisi" pozisyonuyla gide­ rek daha fazla karşılaşılmaktadır. Bunlar dünyadaki elektro­ nik kumarhanelere katılmakta, onların vazifeleri, en düşük faiz oranlarını, en elverişli döviz işlemlerini ve en hızlı geri dönüşü araştırmaktır. 369. Mercator'un dünya haritası bize pek uymaz. Çünkü o, Avrupa-merkezciliği tahrik eder. Bu tasarı, gerçek ilişkile­ ri tahri f etmek suretiyle kuzeyi, dünyanın gelişmiş kısımla­ rını orantısız bir şekilde büyük gösterir ve bu şekilde sö­ mürgeci güçlerin sömürülen ülkelere göre büyüklük hissini pompalar (İskandinavya Kongo'dan daha büyüktür, gerçek bunun aksi olsa da) . . 382. Kadınların ev dışında istihdamı ve üretime katılma­ sı yönündeki ısrarlı baskının psikoloj ik bir şekli de vardır: Bu, doğum yapmak, çocuk yetiştirmek ve aileye bakmak yo­ luyla kadının evde yarattığı iktisadi değerlerin tanınmama­ sından oluşur. Günde 1 0- 1 2 saatini eve ayıran bu işçi, bu ev hanımı,. istatistiklerimiz tarafından işsiz olarak sunulur ve " çalışmayan unsur" başlığı altında tasnif edilir. Hepimiz bir kadının ne kadar meşgul olduğunu bilir, ama aynı zamanda görmezden geliriz. Kadının çalışmasının bu şekilde gözardı edilişi, evi terkedip ailesine sırtını dönmesi için ona yapılan baskının bir başka ve bu kez ahlaki bir şeklidir. İslam kültü­ rü diğer yöne gitmek zorundadır. Bunun başlangıcı da, an­ nenin ve ev hanımının işinin tanınması olacaktır. 383. Alvin Toffler, alkolikliğin Amerikan sanayiine yıllık 200 milyar dolara malolduğu tahmininde bulunur. Ote yan­ dan bu rakamlar Polanya ve Sovyetler Birliği sözkonusu ol­ duğunda daha da kötü bir durumdadır. Sovyetler Birliği Bi­ limler Akademisi üyesi Fyodor Uglov, Sovyetler Birliği' nde alkolü tamamen yasaklayan bir kanun çıkarılmasını öner­ mektedir. O, "Aksi halde Sovyet ulusu ortadan kalkacak" de­ mektedir. Uglov'un iddiasına göre, Sovyetler Birliği'nde 40 milyondan fazla alkolik bulunuyor. Her yıl bir milyondan Siyaset



fazla insan alkol sebebiyle ölüyor ve her altı çocuktan biri ebeveyninden birinin alkolik olması sebebiyle sakat doğu ­ yor ( Osmica, ı 4 Mart ı 98 5 ) . 3 8 6 . Amerikan Hıristiyanlığı dahi ırkçılıkla kirlenmiştir. Bu yüzyılın ortalarında bile birçok kilisede, " kilisenin sade­ ce beyazlar için" olduğu yolunda bir ikaz okunuyordu. 403 . Güç, vaadler yoluyla elde edilse bile ancak neticeler­ le muhafaza edilebilir. 420. Alkoliklik, Sovyetler Birliği'nde birinci dereceden bir sorun halini almıştır. 1 960- ı 980 arasında, yani yirmi yıl içinde alkol üretim ve tüketiminin sekiz kat arttığı tesbit edilmiştir. ı 980'de kişi başına 30 litre alkol tüketiliyordu ve 40 milyon alkolik vardı. Sovyetler Birliği Bilimler Akademi­ si'nin yaptığı bir analize göre, alkol yıllık olarak l . S milyon­ dan fazla insanın doğrudan veya dolaylı ölüm sebebidir. Bu, Hiroşima'ya atılan gibi 13 atom bombasının etkisine eşde­ ğerdedir. Alkol, doğumlarda o/o2S oranında düşüşe, ölüm­ lerde ise %40 oranında bir artışa yol açmıştır. Bazıları alko­ l ün karlı olduğunu ileri sürerl�r. Bu da hesaplanmıştır. Dev­ let bütçesine 49 milyar ruhielik bir gelire karşılık ı so milyar ruhieden fazla bir zarar verilmiştir ( " O ikisinde [ içki ve ku­ mar] büyük bir zarar ve bazı faydalar vardır, fakat zararları faydalarından daha büyüktür!" el- Bakara, 2/2 ı 9 ) . Sağlığa ayrılan kaynakların o/o90'ı sadece alkolikierin tedavisine harcanmaktadır. Alkol, ülkede bir yılda kaydedilen suçların o/o90'ında başlıca saik durumundadır. Fyodor Uglov, ülkede alkolün tamamen yasaklanmasım dahi önerm iş, "yoksa mil­ letin tamamen ortadan kalkacağı"nı ileri sürmüştür ( Politi­ ka, Belgrad, ı s veya ı 6 Mayıs ı 985 ) . 42 1 . Andre Breton, bir yerde içinde hiçbir gizliliğin bu­ lunmadığı ve her şeyin şeffaf olduğu "camdan bir ev"de ya­ şamak istediğini söyler. Sanırım o, sosyalist bir fanatikti. 425. Dünyanın cüz'ilerden oluştuğu, yani dünyan ın in­ san fertleri ve cüz'i nesneler içerdiği kanaatindeyim. Çünkü mevcut olan her şey cüz'i/münferid olarak mevcuttur; külli _JlQ

Özgürl üğe Kaçışım: Zindandan Notlar

olarak mevcut olan hiçbir şey yoktur. Çünkü külli, hakikat­ te mevcut değildir, mantığımızın inşasıdır. 434. Erich Fromm, "sosyal olarak yapılan ( dırıl) mış ku­ sur"u tarif etmiştir; o bunu şöyle bir hadise olarak görür: Tefessüh etmiş ve insanlığından çıkmış bir toplumda bir miktar aleni tefessüh ve vicdansızlık sadece normal olmak­ la kalmaz aksine arzu edilir hale gelir. Belirgin bir şekilde militarist olan bir toplumda saldırgan ve vicdansız bir fer­ din durumu (ki bu fert "çok iyi uyum sağlamış" durumda­ dır ve nevrotik olmayacaktır) veya evliliğe sadakatin alaya alındığı ve "cinsi devrim" e ilerleyen bir toplumda pornogra­ fı ve evliliğe sadakatsizlik buna iyi bir örnektir. Marazi ve çirkin olan şey normalleşmiştir. 435. XIX. yüzyılda beyaz taeider Çin'e tonlarca afYon gönderiyorlardı. 1 840'larda Çiniilerde o kadar çok uyuştu­ rucu bağımiısı vardı ki Çin hükümeti 20.000 afYon kasasını yıkma kararı aldı, bunun üzerine Çin'e harp ilan edildi ( Bi­ rinci AfYon Savaşı) . Çin, Nanking Barış Anlaşmasında, yok edilen afYon için İ ngiltere'ye tazminat ödemeye, limanlarını İ ngiliz taeiriere açmaya ve Hong Kong'u teslime zorlandı. Anlaşmayla bağlanmış olan Çin ithal vergilerini indirmek zorunda kaldı. Böylece ucuz İ ngiliz malları Çin pazarına akın etti ve Çin'in sanayi gelişimini neredeyse tamamen durdurdu. 437. Sovyetlerin "çöküş sanatı" (bu mefhum Plehanov'a atfedilir) konusundaki uyarıları ile faşistlerin "dejenere sa­ nat"ı reddedişleri (ki faşistler zımnen tüm modern sanatı bu gruba sokarlar) arasında çarpıcı bir benzerlik vardır. Her halükarda komünist ve faşist teorisyenlerin modern sanat konusunda neredeyse aynı olan yaklaşımları tesadüf değil­ dir ve daha derinde yatan bir benzerliğe ve ayniyete işaret eder. 442. İstatistikler, bugün yaşayan her insanın 20 milyon civarında ecdadı olduğunu söylüyor. Bu hesap, insanlığın bilindiği varsayılan tarihine göre yapılıyor. Siyaset

___lll

450. Tarihi zaman, daima vahiylerle sınırlıdır; iki büyük harp arasında birçok küçük harp vardır. 45 1 . Sosyal realizmin tipik özelliklerinden biri, sahte­ klasik mimari ve muazzam abidelerdir; zevksiz bir şekilde dokunaklı ve saldırgan bir şekilde sembolik. 455. Sonunda bu gayrıinsani fakat kaçınılmaz ve acıma­ sız vakıa, yani atom bombasının gücü ortaya çıktı. Düşün­ düğümüz her şey bu durumu hesaba katmak zorunda, bu acımasız vakıaya uyum sağlamak zorunda. 456. Huxley, kendi köleliklerini sevrneleri sağlanan bir köleler topluluğundan bahseder. Bu vazife bugünün totali­ ter devletlerinde propaganda bakanlıklarına, gazete yayıncı­ Ianna ve öğretmeniere havale edilmiştir. 462 . Sözde sosyalist ülkelerdeki cinsi özgürlüKler, siyasi özgürlüklerin yerine ikame edilmiştir. Otoriteler bu bağlan­ tının pekala farkındadırlar. 467 . Sovyetler Birliği, cumartesi günlerini tatil olarak ka­ bul edince alkol tüketimi hızla arttı. 476. Sosyal realizm gerçek hayatı değil, ütopyadaki mu­ hayyel hayatı resmeder. Bu resim genellikle iyimserdir, fakat yanlıştır. Realizm sunduğu karanlık yönlere (mesela Balzac) rağmen hakikatiyle bizi zapteder. Sosyal realizm ise yanlışlı­ ğıyla bizi iter. Bu durum " ütopyanın dayanılmaz hafıfliği" olarak adlandırılabilir. 483. Bazı hakikatler: Klasik Yunan sanatındaki en büyük gelişme heykel ve dramda yaşandı, öte yandan orada müzi­ ği görmeyiz. Rönesansta şiir kuvvetli bir inkılaba tanık ol­ du, bir süre sonra da müzik ve mimarlde aynı durum vu­ kubuldu. Romantisİzın döneminde lirizm öne çıktı; akılcı XIX. yüzyılda ise roman. Bazı sanatlar bazı uluslara daha uygun düşmüş gibi görünmektedir. M üzik Almanlara, şiir Fransızlara, edebi nesir İ ngiliz ve Ruslara, resim İtalyanlara daha uygun düşmüş gibidir. Bunlar arasında kesin hatlar çizmek mümkün değildir, ancak birtakım kaba ayrımlar farkedilebilir. ____llli

Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar

5 ı o. ı 968 ile 1 980 arasında dünyada kayda geçmiş 6700 terörist faaliyet vardı. Bunlardan 2206'sı Batı Avrupa'da ve sadece 62'si Doğu Bloku ülkelerinde meydana geldi (Interv­ ju, 5 Temmuz ı 98 5 ) . Öyle görünüyor ki teröristler özgürlü­ ğü istismar ediyorlar. 5 1 ı . How to Succeed: Messages from the Most Successful American Companies adlı ( Thomas Peters ve Robert Water­ man, 1 985 ) kitapta, en başarılı 62 Amerikan şirketiyle ilgili bir tahlile dayalı bir netice bulunmaktadır. Buna göre başa­ rının en önemli arnilieri yatırımlar veya otomasyon değil bizzat çalışanlardır. Kitap şu iddiada bulunuyor: " iyi yöne­ tim, her bir ferdin şirketin ve bir bütün olarak toplumun menfaatlerini kendi isteğiyle gözetmesini sağlayacak şekilde bir çalışma atmosferi meydana getirebilen yönetimdir." Marx'ın gelişim vizyonuyla tamamen zıddiyet arzeden bu netice, Japon şirketleri ve onların ekonomik yayılması vaka­ sını daha da teyit eder. 5 ı 2 . Max Rafael'in sanat ve gelişimin birbirine bağlılığı konusundaki "meşhur" cümlesi şöyledir: " Bir ressam, mal­ zeme ve biçim seçiminde tamamen özgür olduğunu düşü­ nür, oysa gerçekte bu seçim maddi ve ruhi üretimin duru­ mu ve sanatçılar sınıfı tarafından, özellikle de bizzat resim sanatının tarihi tarafından belirlenmektedir." Materyalistler daima iştiyaklı bir şekilde hür olmadığımızı ispatlamakta­ dırlar. Max Rafael'in talihsiz bir şekilde seçilmiş örneğinde olduğu üzere onlar, özgürlüğün en açık olduğu hallerde bi­ le üç ağır zincirle zincirlenmiş olduğumuz konusunda bizi iknaya çalışırlar: ı ) Ruhi ve maddi üretimin durumu, 2) Sı­ nıf mensubiyeti, 3) Tüm tarih. Özgürlüğün benzerleri için­ de hiçbir şey, onların köleleştirilmiş bir dünya anlayışlarının sorgulanmasına yol açmaz. 5 ı 3 . Dünyadaki en son gelişmelerin mahiyeti konusun­

da birtakım tipik emareler bulunmaktadır: ı ) İskandinav ülkelerinde feminizm ve pornografı karşıtı bir hareket, 2 ) ABD'de alkolsüz disko klüpleri; i ş ve disiplini gururla kaSiyaset

__ll2

bullenen yeni bir nesil, 3 ) Gençlikte d ine yeni bir ilginin uyanması, 4) Hem Batı'da hem de Doğu'da komünist parti­ lerin etkisinin hızla azalması, 5) Darwinciliğin ve özellikle de Freudculuğun tenkide tabi tutulması, 6) Alkolikliğe karşı hukuki önlemler alınması ( SSCB, İ skandinav ülkeleri, İngil­ tere, Batı Almanya vb. ülkelerde) . 53 1 . Norveç'te " Pornografı ve Fuhuşa Karşı Hareket Grubu" (muhalifler hemen buna " Riyakarlar Koalisyonu" adını takmışlardır) 1 98 l 'de kuruldu. Desteğine ve etkisine bakılırsa ulusal ölçekte bir parti olduğu söylenebilir. Hare­ ket yaklaşık olarak 400.000 üye topladı (Norveç'in nüfusu yaklaşık olarak 4 milyondur) . Bu hareketin ideologları, "Pornografı atom bombasından sonra insanlığa yönelik en büyük tehlikedir" iddiası nda bulunmaktadırlar. Onlar fuh­ şun tamamen yasaklanmasım istiyorlar. Hareketin en radi­ kal taraftarları, pornografınin (ve fuhşun) kadının saygınlı ­ ğına ve insan haklarına doğrudan bir saldırı olduğunu ileri süren feministler. Hem Muhafazakar hem de Sosyal De­ mokratik Partiler, giderek daha fazla pornografı karşıtı sert ifadeler kullanınada yarışıyorlar. Pornografık yayınların - re­ sim, film, video kaseti vb. - satışını yasaklamak üzere ceza kanununda değişiklik öneren bir tasarı hazırlanmıştı ve bu­ nu hazırlayan Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ydi (NIN, Belg­ rad, 30 Haziran 1 985) . 574. Huxley bize iki şey öğretti: 1 ) Ütopyaların mümkün olduğunu ve sırf bu yüzden tehlikeli olduklarını, 2) insanla­ rın tümünün özgürlüğü sevmediğini , yüce ve soylu olan her şey gibi özgürlüğe de çağrıda bulunulması ve öğretilmesi gerektiğini. Özgürlük tabii değil, eğitimle hasıl olan bir hal­ dir. İnsanların büyük çoğunluğu onu kolaylıkla güvenlik ve hazla değiştirebilirler. XX. yüzyıl tarihi bunu doğrular. 575. Amerikalıların görüşlefi ve hükümleri bazen Avru­ palılara çok safça görünür. Hitler, Nazizm, savaş, gaz odala­ rı, Stalin'in tasfiyeleri gibi hadiseleri Amerikalılar gazeteler­ den öğrenmişlerdir; oysa bunlar Avrupalılar için doğrudan _.2Q

Özgürlüğe Kaçışıın: Zindandan Notlar

ve kanlı hadiselerdir. Amerikalıların idealizmi ile Avrupalı­ ların alaycılık [ cynicism ] ve şüpheciliklerinin kaynağı bu­ dur. Buradaki sorun , tarihi tecrübe olarak adlandırdığımız şeyin ölçüsündeki muazzam farklılıktır. 595. Avrupa medeniyetinden bahsettiğimizde abartılı coşku ve heyecan bazen bizi alıp götürürse Nazizmin ve Bolşevizmin de bu medeniyetin ürünleri olduğunu bir ha­ tırlayalım. Bu kayıt unutulamaz. 597 Çoğunluğu çocuk olmak üzere binlerce insanın aç­ lıktan öldüğü Etiyopya'da ( 1 984- 1 986 arası) ordu silahlan­ ma için bir milyar dolardan fazla harcadı ve tabi ki kıtlığı hissetınedi (Duga, no. 299/ 1 985) . . 59 9. ideoloj i insanların nasıl ve ne ile yaşadıklarını sorar. Din ise böyle yaşayan insanların niçin ve nasıl bir şeye ben­ zediklerini sorar. ideoloji ile din arasındaki sürekli yanlış anlamanın kaynağı da burasıdır. ideolojinin gelişme gördü­ ğü yerde din son derece çöküş görür; çünkü din, hiç insan bulamaz, sadece çalışan ve tüketen varlıkları görür. 606. i nkılap hiçbir kanunla kayıtlı değildir. Marksizmin klasiklerindeki tavır budur. 608. Ahd-i Cedid'deki bazı cümleler anti-semitiktir. 6 1 8 . Gorky, din ortadan kalkınca sanatın onun yerini alacağı ve "estetiğin geleceğin etiği" olduğu görüşündedir. Bir sanatçı veya bir yazar, rahibin yerini alabilecektir. Bir parti yetkilisinin, kiJiselerin yerini neyin alacağı konusun­ daki sorusunu Lenin şöyle cevaplamıştı: " Tiyatrolar': 624. C. Milosz'un psikoloji tahlillerinden biri ( Piotr'un rüyasıyla ilgili ) şöyledir: "O şöyle dedi: Bu, tam koruruayla ilgili bir rüyaydı. .. Piotr'un dediğine göre bir adam, kendi­ sinden daha güçlü bir kuvvete alıştığında, nefret ettiği şeyin hayranlık duyduğu bir hedef haline geldiği bir noktaya ula­ şır. O bunu kabul etmek istemez. Çok nahoş bir şeydir bu. Fakat fiilen bu kuvvet merkezine daha yakın olmaktan baş­ ka bir kurtuluş yolu yoktur. Şefkat ve büyük mutluluğun Siyaset

_21

bulunduğu yer burasıdır" (C. Milosz, Conquest of Power) . Milosz, gerçekte insanları totaliter bir sistemi kabullenmeye elverişli hale getiren ferdi arnilieri açığa çıkarmaya çalış­ maktadır. Milosz'un kahramanı, kendisinden daha güçlü bir kuvvetle karşı karşıya kaldığında, terörün kesin etkisi al­ tında Stalinciliğin taraftarı haline gelir ve bu kuvveti yatış­ tırmak ve ehlileştirmek için onun totaliter mantığını kabul­ lenir ( Nikola Milosevic, Captured Mind'ın önsözünde ) . 625 . Yıkma ve tahrip etme tutkusu, radikal solun hakim temayülüdür. 626. Latin Amerika 1 984'te ihracat gelirlerinin yaklaşık o/o40'ını borç faizine ödedi (bazı ülkeler daha da fazla öde­ di: Arjantin o/o52 'sini ) . Gelişmeye zarar vermeksizin döviz gelirlerinin maksimum o/o l O'unun rezerv edilebileceği dü­ şünülüyor. 628. Yansıma teorisi bakımından haklı olarak şu soru so­ rulabilir: Sanat ve edebiyat gerçekten sosyoekonomik şartla­ rın pasif bir yansıması ise, o halde niçin sosyalist ülkelerde yazarların ve sanatçıların faaliyette bulunmaları böylesine enerj ik bir şekilde istenmektedir? Bu talepten hemen fikir­ lerin gerçekliğin yaratıcıları olduğu, bunun tersinin olmadı­ ğı neticesi çıkarılabilir. Buradaki tezat barizdir. 630. Milosz'un Conquest of Power adlı romanında Teresa "Onlar babanı öldürdüler, sana daha güçlü görünmelerinin sebebi bu" der. Acımasız ve kör kuvvetle karşı karşıya kalan Piotr, nefret nesnesini hayranlık nesnesine çevİrıneye çalışır. ibtidai ve putperest dinlerin çoğunluğunun temelinde de benzer bir his yatar. ibtidai insanlar ilahiarına saygı ve sevgi­ leri sebebiyle tapmazlar. Merhametine terkedildikleri kuv­ vetler o ilahlarda kişileştirilmiştir. Korkuyla mücadele eden ibtidai insan sözkonusu kuvvetleri yatıştırmaya çalışır, tesli­ miyetini, takdir ve takdisini sunar. Bugün de bazı insanlar aynı şeyi mutlak güç sahibi otoritelere karşı yapmaktadırlar. Bu insanlar, kendi saygı ve arzularıyla değil fakat sözkonusu otoritenin mahiyeti karşısında hissettikleri sonsuz güçsüz___.22_

Özgürlüge Kaçışım: Zindandan Notlar

lük sebebiyle boyun eğerler. C. Milosz, seçkin psikolojik tah­ liliyle nasıl çelişkili bir neticeye ulaşıldığını göstermektedir: Seçimi olmayan insan nefretini hayranlığa dönüştürür. En büyük iyilik, kendilerinden sadece sorun çıkarması beklenen kimselerin " iyiler kitabı"nda olmaktır. Orwell ' in kahramanı Winston, neticede Büyük Birader'e aşık olmuyor mu? 632 . Sovyetler Birliği dışındaki en büyük kapitalizm mü­ nekkidi olan Herbert Marcuse, kapitalist kitle demokrasisi­ nin terör ve fakirliğe değil etkinlik ve servete ve yönetilenle­ _ rin çoğunluğunun iradesine dayalı olduğunu kabul eder ( H . Marcuse, End of Utopia) . Bu başlangıç noktasından hareket eden Marcuse, kapitalist bir rejimin ancak meclis dışı vası­ talada yani terör ve şiddet yoluyla yıkılabileceği neticesine varır. O bu yolu savunur. 643 . iktisatçı Ruth Sivard'ın ( l 984- 1 985 'te yaptığı) araş­ tırmaya göre kendisine ücret ödenmeyen kadınların çalış­ malannın yani evdeki çalışmalarının miktarı yıllık olarak 4 trilyon dolara baliğ olmaktadır ve bu , toplam dünya üreti­ minin üçte birine eşittir. Bugün dünyadaki ülkelerin çoğunluğu resmi olarak ka­ dın-erkek eşitliğini tanır. Kadınlar, dünya işgücünün üçte birini oluştururlar, ancak toplam gelirin sadece onda birini alırlar. Kaide olarak çalışan kadınların, biri işyerinde diğeri evde olmak üzere çifte bir iş günleri vardır. Bazı İstatistikler, Avrupalı çalışan kadınların kocalarından yarı yarıya daha az boş zamanlarının bulunduğunu göstermektedir. Benzer bir durum diğer ülkelerdeki çalışan kadınlar konusunda da ge­ çerlidir. 656. Yenilen milletin sorumlu tututmadığı hiçbir yenilgi yoktur. "Tarih çöplüğü"nde masum olan yoktur. Çünkü ta­ rihin bakış açısından zayıf olmak kusurdur. Zayıflık tarihte ahlaka aykırıdır. 660. Sadece "boş mideterin tarihi harekete geçirdiği" doğru mudur? Siyaset

____21

664. Geçmiş zamanlarda insanlar din adına öldürüyor­ lardı, bugün ise ideoloj i adına. Bu yüzyılda milyonlarca in­ san ideoloj i adına öldürüldü. 673. Sıradan insanlar, AIDS'in modern medeniyetin "cinsi özgürlüğe" ödediği bedel olduğu kanaatindedirler. Gayrıtabii bir şehvet düşkünlüğünün cezası olarak gökten düşen ateşle yıkılmış olan Sodom ve Gomore' nin hatırası bu kanaate yol açmaktadır. 674. Dünyada araştırma ve geliştirme (ar-ge) programia­ rına yapılan yatırımlar: ı 985 'te Milan'da "Avrupa' nın ve Av­ rupa sanayinin, ABD ve Japonya'nın teknolojik meydan okumasına nasıl cevap vereceği " sorununa bir hal çaresi bulmak üzere bir toplantı düzenlendi. Gerçekte sorun, belli bazı ülkelerin teknolojiyle nasıl il işki kuracakları ve yakla­ şan teknoloj i oyununa ne kadar hazır olduklarıydı. Bu saha­ daki mütehassıslardan biri olan Co lin N orman, ı 970'lerin sonlarında ar-ge'ye dünya çapında 1 50 milyar dolardan faz­ la para harcandığı tahmininde bulunmuştur. Tab i bu yarışın başlıca saiki, halihazırdaki çatışmadır. Başlıca yatırım alan­ ları şunlardır: Elektronik (özellikle mikro-elektronik) , kim­ ya ve ilaç sanayi ile uzay. ABD'de bu yatırımlar (ar-ge) GSMH 'nın %2.4' ünden fazladır. Fakat sanayinin ar-ge'ye yaptığı yatırımlarla birlikte bu oran %4'e çıkar. Onu GSM H 'sının %2. 1 1 'i -ya da ekonomi sektörünün payı dahil edilirse %6'sı- ile Japonya izlemektedir. Japonya ı 980'de uzay keşifleri için yıllık bir m ilyar dolar civarında bir kaynak harcamıştır. Burada işaret edilmesi gereken husus, Japon­ ya'nın ayakta kalmasının ön şartı olarak sahip olduğu tek şansın teknoloj i olduğudur. Batı Almanya GSMH'sının yak­ laşık %2'sini, İngiltere ise %2.2'sini ayırmaktadır. SSCB'de bu iş, GOSPLAN, icadlar ve Keşifler Komitesi ve Bilimler Akademisi ( ı 724'te kurulmuştur ve şimdi 800 mensubu vardır) eliyle organize edilmektedir. SSCB'de bir buçuk mil­ yon c ivarında bilim emekçisinin bulunduğu tahmin edil­ mektedir ( 1 980'de; ki bu 1 958'deki rakamın beş katıdır) . __'!:!

Ozgürl üğe Kaçışım: Zindandan Notlar

Ar- Ge'ye 1 980'de 2 3 . 8 milyar ruble harcanmıştır. Üçüncü Dü nya ülkeleri arasında sadece Çin ile Hindistan'ın daha gelişmiş bir bilim ve gelişim politikaları vardır. Çin'de yak­ laşık iki milyon b ilim emekçisinin bulunduğu ve GSMH'nın yaklaşık % 1 ' inin ar-ge'ye harcandığı tahmin edilmektedir. Hindistan'a gelince, orada yaklaşık iki buçuk milyon bilim emekçisi ve mühendis bulunmaktadır. Ar­ ge'ye ayrılan fonlar 1 947'den beri sürekli bir artış kaydet­ miştir. 677. Tarih matematik değildir; tarihte hiçbir matematik­ sel zorunluluk yoktur. Engels, 1 89 1 - 1 895 arasındaki birçok makale, röportaj ve mektubunda sosyal demokrat partinin iktidarı ele geçirmesine ramak kaldığını ve bunun "mate­ matiksel bir zorunluluk" olduğunu söylüyordu. Bahsettiği şey vukubulmadı; vukubulduğunda da olan şey artık En­ gels'in sosyal demokrasisi değil Bolşevizm idi; gerçekte sa­ bık işçilerin totaliter iktidarıydı. 679. İ spanya ve Portekiz Avrupa Birliği'nin tam üyesi ol­ duklarında ( 1 986) , "Onikiler"in nüfusu 3 1 8 milyon olacak. Bu, manidar bir şekilde ABD'nin ( 232 milyon) ve SSCB'nin (275 milyon) nüfusundan daha fazla. Buna ilave olarak AB'nin büyük bir kültürel ve ilmi geleneği ve gelişim kay­ nakları bulunuyor. Üç ülkenin -Almanya, Fransa, İ ngiltere­ bilimsel araştırmaya yaptıkları yatırımlar toplandığında, ABD'nin yatırımiarına eşit, Japonya'nın yatırımlarının ise iki katı olan bir miktara ulaşılır. Fakat mevcut parçalanmış­ lık sebebiyle bu yatırımların etkisi oldukça küçüktür. EU­ RECA'nın (Avrupa Araştırma İ şbirliği Bürosu) bu engelleri ortadan kaldırması gerekiyor. 683. Marx son zamanlarda bulunup yayımlanan elyazı­ larında, kendi tarih metodunu tam olarak Makyavelli'nin Floransa Tarih i ni okurken geliştirdiğini söylüyor. Sözko­ nusu eserde bu şehirdeki sınıf çatışmalarının tarihi sunulur. Makyavelli siyaseti ahlaktan ayırmıştır. Makyavelli, ahlakı ferdi ve kamuya ait olmak üzere ikiye ayırır ve ilkini ikinci'

Siyaset

___22

sine tabi kılar. O aynı zamanda toplumun hedefi olarak "kamu çıkarı"nı vurgular. Fakat onun nazariyesi sözde ka­ mu çıkarının ne kadar ahlaksız ya da ahlak-dışı olabileceği­ ni göstermeye de yarayabilir. Makyavelli'nin Hükümdar'ı tüm otokratlar için yazılmış alaycı [ cynical] bir elkitabıdır. Makyavelci terimi de, onun anlattığı türden iktidarı ele ge­ çirme ve muhafaza etme metodoloj isini göstermek üzere kullanılır. 686. Sosyal demokratlar tarafından yaklaşık 50 yıldı r

oluşturulagelen "i sveç modeli refah devleti" nasıl b i r şeydir? Toplum, karşılıklı dayanışma temelinde her mensubu için insani hayat şartlarını sağlamaya çalışır. 1 8 aydan büyük her çocuğun, çocuk bakım müessesesinde garanti altına alın­ mış, sağlam bir yeri vardır. Okula gittiğinde ona ücretsiz ki­ tap, okul araç-gereçleri ve yemek sağlanacaktır. Okulu biti­ rince bir işi olacaktır. Eğer iş yoksa devlet kamu hizmetle­ rinde onun için bir iş oluşturacak veya işsizleri işe alan işve­ reniere teşvikler getirecektir. İsveç'te işsizliğin % 3 'ten az ( 1 985) olmasının sebebi budur. Kişi evlendiğinde bir ap art­ man katı elde edecek veya kendi gelecek beklentilerine göre onu satın alacaktır. Çocukları olduğunda bazı imtiyazlar el­ de edecektir. Hastalandığında hastalığının ilk gününden iti­ baren maaşının %90'ını alacaktır. Çalışmayı reddetse bile toplum ona asgari bir destek sağlayacaktır. Yaşlandığında çalıştığı yıl miktarına bakılmaksızın emekli aylığı alacaktır. Kendine bakamayacak hale gelirse yaşlılar yurduna yerleşe­ bilecektir. Bu sistemin menfı yönü, nisbeten bürokratikleşmiş ol­ ması, dolayısıyla n isbeten pahalı bir sistem olmasıdır. Sağ­ lık, eğitim ve sosyal yardım devlet bütçesindeki en büyük gi­ derlerdir. Netice olarak İsveç'teki vergi oranları dünyadaki en yüksek oranlar arasındadır. B ilindiği üzere 1985 seçimle­ rinde İsveç sosyal demokratları " işçi fonları" adlı bir prog­ ram ilan ettiler. Buradaki fikir, işçilerin bu fonlara yaptıkla­ rından daha fazla ödeyip b unlar aracılığıyla hisse satın alıp ____2(2

Özgü rlüğe Kaçışıııı: Zindandan Notlar

şirketlere ve fabrikalara ortak olmaları şeklindeydi ( Danas, Eylül 1 985; NIN, 6 Mayıs 1 985) . 687. Bizi insanların mı, hadiselerin mi, aklın mı yoksa te­ sadüfün mü yönetmesini istiyoruz? Eğer insanların yönet­ mesini istiyorsak, ne tür insanlar? 688. Bilim için (ya da araştırma ve geliştirme -yani ar-ge­ için) ayrı bir bakanlık! Niçin olmasın? 692. İ skandinav ülkelerindeki ( İ sveç, Norveç, Danimar­ ka) 1 984-5 seçimleri, seçmen kitlesinin sosyal demokrasiye yöneldiğini gösteriyor. Bu eğilim, İ spanya, Fransa, Yunanis­ tan ve nihayet çok açık bir şekilde Portekiz'de ( 1 985 Güzü ) biraz daha erken ortaya çıkmıştır. Avrupa sosyalistleri ile sosyal demokratlar arasında apaçık bir farklılık var. Fransa Sosyalist Partisi Genel Sekreteri olan Lionel Jospin, bunu açıklarken şöyle der: Bir tahlil e göre ( 1 985) sosyal demokra­ siler öz itibariyle sadece "sosyal servetin (gelir) daha iyi ve daha adil bir yeniden dağılımı"nı amaçlamaktadırlar. "On­ lar kaide olarak toplumdaki üretim ilişkilerinin sahipliğini ve örgütlenmesini değiştirmeyi hedeflememektedi rler." "Oysa biz sosyalistler, sosyalist dönüşümün bu her iki unsu­ runu da hedeflemekteyiz." Yorumum: Bu tür mefhumların tümü, 1 980'lerden itibaren gözle görülür bir geri çekiliş ha­ lindedir (tabi burada ikincisini yani sosyalist mefhumları düşünmekteyim) . 698. İ statistiki verilere göre 1 970'lerle 1 980'lerde Batı ül­ kelerinde yüksek mevkilerdeki kadın sayısında düşüş ol­ muştur. Bugün 30-40 yıl öncesine göre daha az kadın ba­ kan, elçi ve milletvekili vardır. Bunun tek istisnası İ sveç'tir; orada yüksek vazifelere gelen kadın sayısı artmıştır. 7 1 7. Tek bir fenomenin dağınık niteliklerinin tümünü kendisinde toplayan ve dolayısıyla bir sembol haline gelen vakıalar ( hadiseler) vardır. 730. Özgürlük ve anarşi, birbiriyle karıştınlmaya mah­ kum iki mefhumdur. Onlar bu konuda tek örnek durumun­ da değildirler (zarar-günah, faydalı-iyi, Tanrı-tabiat vb. ) . Siyaset

___5[J_

7 4 4 . Jurgen Habermas bir röportajda " Burjuva özgürleş­ mesinin neticelerinin korunması gerekir. Anayasaya dayalı haklar olmaksızın sosyalizm mahza saçmalıktır" der ( NIN, 24 Kası m 1 98 5 ) . Habermas, modern çağın en önemli Mark­ sist yazarı olarak görülür. Bu durum , onun 1 970'lerde Max Planck ilmi- Teknoloj ik Dünyanın Hayat Şartlarını Araştır­ ma Enstitüsü'nün ( Batı Almanya) yöneticiliğine atanması­ na engel olmamıştır (o, bu makamdayken The Problem of the Legitimacy of La te Capitalism adlı kitabını yazmıştır) . Tersine bir durumda (yani komünist bir nizamda komüniz­ me karşı yaznuş olsaydı ) benim gibi 14 yıl hapse mahkum olurdu. " Kesin" fark budur.

754. En önemli ekonomik kaynak iyi nitelikli personel­ dir; bu personelin bilgi ve yetenekleri ilmi çalışma ve eğitim yoluyla oluşturulur ve objektif hale getirilir. ilmi araştırma­ ya yatırılan bir dolar, on yıl sonra oniki dolar olarak geri dö­ ner. Enformasyon teknolojisi sözkonusu olduğunda ise bu iki katına dahi çıkabilir. Japonya'da milli gelir, 1 970- 1 980 arasındaki dönemde kişi başına yıllık 1 .806 dolardan 1 2�000 dolara yükseldi. Fakat enformasyon teknoloj isinin gelişimi için yapılan harcama, kişi başına yıllık 3 50 dolardı ( Danas, Zagreb, 26 Kasım 1 985) . 777. Fransız sosyologları, alkolikliğin "daha az değerli ve bol olan bir ahaliye yönelik kitle katliamı" olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü alkolikierin ömür beklentisi, içki iç­ meyenlerden ortalama yirmi yıl daha kısadır. Alkol, "eşitlik ilkesi"ne tam olarak uyan kötül üklerden biridir; çünkü ay­ dınlara ve işçilere, gençlere ve yaşlılara, zenginlere ve fakir­ lere, köylülere ve sanatçılara, kadınlara ve erkeklere eşit de­ recede zarar verir. Alkolikierin çocukları da alkolik olur. Dünya Sağlık Teşkilatı ( WH O ) , 1 9 5 1 'de alkole "virüs" statü­ sünü verdi . Bu, toplumun ve ailenin güçlükle tedavi edilebi­ len bir hastalığıdır. Yugoslavya'da tedavi gören alkolikler arasında en büyük oranı yaklaşık %90 ile işçiler oluştur­ maktadır. Yugoslavya'da üç milyon insan sıkça ve bol mik___';ili

Ozgürlüğe Kaçı ş ı m:

Zindandan Notlar

tarda içki içmektedir; onların bir milyonu kronik alkoliktir. Öte yandan halkın sadece %3-4'ü içki içmez. Araştırmaya dahil edilen 1 .000 öğrenciden üçte biri içki içmeye 1 1 - 1 5 yaş arasında başlamıştır; onda biri ise beş yaşına varmadan şa­ rap içmiştir ( NIN, ı s Aralık 1 985 ) . 778. "Tam olmak isteyen bir insanın olduğu yerde devlet asla totaliter olamaz" ( Denis de Rougemont) . 780. Denis de Rougemont i kinci Dünya Harbinin he­ men ardından Avrupa'yı birleşmeye çağırdığında onun bu çağrısı alaya alınmıştı . Fakat 40 yıl sonra bu birlik giderek artan bir boyutta gerçeklik halini alıyor. Bu doğrultuda meydana gelen gelişmeler, şüphesiz bu yüzyılın en önemli vakıalarından biridir. 79 1 . İ nsanlar, toplumlar ve siyasi sistemler arasındaki gerçek farklılıklar amaçlarda değil metotlardadır. Dolayısıy­ la amaçlar hakkında fazla soru sormayın. Çünkü ilan edil­ miş amaçlar daima yüce ve iyidir. Metotlar hakkında sorun ya da metotları gözlemleyin. Bu asla yanıltmaz. 8 1 4. SSCB'de yüzden fazla ulus ve etnik grup yaşamak­ tadır. Resmi olarak onların her birinin kendi ulusal cumhu­ riyetleri veya özerk yönetimleri vardır. Sovyetler Birliği 1 5 federal ve 20 özerk cumhu riyet, 8 özerk ve 1 0 milli bölgeden oluşur ( Danas, 1 7 Aralık 1 98 5 ) . Buna rağmen Rus hakimi­ yeti her yerde hissedilir. 8 1 5 . ABD 'deki son nüfus sayımında etnik arkaplan hak­ kındaki soruya cevaben Amerikalıların %83'ü etnik bir kim ­ lik beyan ederken sadece o/o6'sı kendilerini Amerikalı olarak ifade etmiş. " Eritme kabı" nazariyesine rağmen etnik kimli­ ğin sıradışı bir şekilde sabit kaldığı, etnik homojenleşmenin vukubulmadığı ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Amerika etnik anlamda çoğulcu bir toplum olarak kalmıştır. 828. Pozitivistler, toplumda kadınla erkek milerindeki farklılıkların tabii olmadığını, aksine uzun süreli uygulama­ ların ve yetiştirme tarzının neticesi olduğunu ispatlamaya çalışırlar; bu suni şartlar olmasa sözkonusu rollerin eşitleSiyaset

__..2.2

nebileceğini ileri sürerler. Dahası kız ve erkek çocukların yaptıkları farklı oyun ve oyuncak seçimlerinde dahi -ki oğ­ lanlar askerleri ve zanaatkarları taklit edip silah ve araçlar yaparken, kızlar evler, bebekler yapar ve karşılıklı ziyaretiere önem verirler- seçim, faaliyet ve oyuncak özgürlüğünü sı­ nırlayan şeyin sosyal baskı olduğunu iddia ederler (mesela, Vesna Janjevic, psikolog) . Bu nazariyenin savunucuları, ço­ cukların bu seçimi kendiliğinden yapmadıklarını, fakat ebe. veynlerin, öğretmenierin ve pedagogların onlara bu şekilde alışkanlık kazandırdıklarını ileri sürerler. Bu pek mukni gö­ rünmüyor. 83 1 . Fransız şair Louis Aragon Sovyet gizli polisi için bir kaside yazdı . Ş u mısra ona ait: " Çok yaşa GPU, kahramanlı­ ğın diyalektik ifadesi." O şu meşhur cümlenin de yazarıdır: " Biz Stalin'i Shakespeare, Rimbaud, Goethe ve Puşkin'den üstün tutarız." Daha sonra görüşünü değiştirdi. Tarihi bir mesafe katetmek herkes için, özellikle de şairler ve yazarlar için zorunludur! 836. Dünyadaki toplam nüfus tahminleri ( NIN, 29 Ara­ lık 1 98 5 ) : 1 985'te 4.8 milyar, 2000'de 6 milyar, 2025'te 8 mil­ yar, 2050'de l l milyar. Beyaz ırkın nüfusu nisbi olarak azalıyor. Beyazlar 1 985'te dünya nüfusunun %34'ünü oluştururken 2000 yılında %25'ini, 2025'te ise % 1 8'ini oluşturacaklar. Bu, yüzyıllardır dünyaya hakim olan ırkın batışını mı gösteriyor? ABD'deki siyah nüfus beyazların iki katı oranında artı­ yor. Bugün Avrupa Birliği'nde 320 milyon insan yaşıyor, ama nüfus artış oranı sadece 0,5. Dolayısıyla yüzyılın so­ nunda Avrupa Ekonomik Birliği'nin nüfusu 280 milyona düşecek. Bugün SSCB'nin ( 1 985) 276 milyon nüfusu var. Fakat yüzyılın sonunda 3 1 O ila 320 milyon arasında Öir nü­ fusa ulaşılacağı tahmin ediliyor. Bu artış münhasıran Ruslar dışındaki milletierin lehine olacak. Cezayir'de her kadın ortalama yedi çocuk doğuruyor. En fakir 35 ülkenin 23'ü Afrika kıtasında. I 00

Özgürlüğe Kaçışı m : Zindandan Notlar

Avrupa, ABD ve SSCB'nin beyaz topluluklarında gide­ rek daha az çocuk doğuyor. Geç evlilik, bencillik ( "Bir ço­ cuk için değil kendim için yaşamak istiyorum" ) , kariyer, bo­ şanma, ebeveynlerin her ikisinin de çalışması, düşük doğur­ ganlık, uyuşturucu, cinsi hastalıklar ve yaygın kürtaj bu du­ rumun sebeplerini oluşturuyor. Demografik krizierin se­ bepleri büyük oranda ahlaki mahiyetli . 8 3 9 . I rkçılığın h içbir ilmi temeli yok: Ferdin mirasını oluşturan genlerin %99'u tüm insanlarda ortak. Genlerin % 1 ' i insanın fiziki görünüşünü yani ır ki kimliğini belirliyor. Modern genetik ilmi, ırklar arasındaki ayrımlada ilgili eski açıklamaları reddetmekte. 844. Teknolojik gelişimin itici güçleri neler? Ekonomik

mekanizmalar, daima yeni bir şeyler araştıran insanlar, daha fazla kar için yarış, hakimiyet için yürütülen askeri m ücade­ le ya da devlet idaresi mi? Uzak Doğu'da bir dizi küçük ülke ( Tayvan , Güney Kore, Malezya, Singapur, Hong Kong) güçlü bir gelişme gösteri­ yor. Bu, Japon modelinin bir taklidi. Fakat bizzat Japonya'da hangi güçler faaldi? Bazı durumlarda en kuvvetli itici gücün askeri hakimiyet amaçlı müthiş bir teşebbüs olduğu görül ­ m üştür ( Reagan'ın "Yıldız Savaşları" olarak bilinen Stratejik Savunma Girişimi ( S D I ) ile ABD buna iyi bir misaldir) . ABD 'de ar-ge için yapılan harcamaların yarısı savunma sa­ hasında yapılmıştır. Benzer bir durum SSCB için de geçerli­ dir. Ancak ABD'de askeri sektörde yapılan araştırmaların neticeleri hızla sivil sektöre aktarılırken diğer bazı ülkelerde durum böyle değildir. Daha hızlı gidilebilir mi? Yukarıdaki ülkeler bun un yapılabileceğini göstermişlerdir. Onlar, Ja­ ponya' nın gelişimi için gereken zamanın yarısı kadar bir za­ manda benzer bir gelişmişlik seviyesine ulaşmışlardır. Bu ülkelerin her birinde gelişimin ilk safhası beş yıldan daha az sürmüştür. B u gelişimin ana özellikleri şunlardır: Dünya pazarına açılma, özel girişim, idari düzenleme ve sınırlama­ ların kaldırılması [ deregulation] , yabancı yatırımlara açılSiyaset

_lQ.l

ma, düşük gümrük vergileri, sembolik vergiler, farklı vergi ve ruhsatların ortadan kaldırılması. Singapur bu şekilde 1 985'te dünyanın en çok bilgisayar disketi ihraç eden ülkesi olmuştur. Malezya ise en büyük disket elektroniği ihracatçı­ sı olmuştur. Bu Japon modeli, yumuşak hükümet denilen şey üzerine kuruludur. Yani işadamları ile devlet idaresi ara­ sında kesintisiz bir müşavere süreci işler. Diğer ülkelerin ak­ sine Hindistan'da ise muharrik güç siyasettir. Elektronik Bölümü'nün başındaki kişi, h ükümetin başındaki kişidir. Yoksa dünyada bürokrasinin, teknolojik gelişimi harekete geçirmesi pek alışılmış bir durum değildir. Bürokrasi genel­ likle statükonun kuvvetidir. 845. Anlayış eksikliğinden saldırganlığa sadece bir adım vardır. 85 1 . İnsanlık tarihte ilk defa kendini yok etme, fiilen fe­ na bulma ihtimaliyle yüzleşti. Bu hissin ayıltıcı bir etkisi var ve gelecek nesillerin tümünün davranışını etkileyecek. Ümit edelim ! 868 . Cezayirli şairler, Araplaşma sürecinin yavaş işleme­ sinden memnun değiller. Onlar, Fransız sömürge siyaseti ta­ rafından zalimce uzaklaştırılan bir dili kendi ülkelerine geri getirmenin taşıdığı anlamı bilmektedirler. 9 1 3 . Japonya'daki okul sistemi XVII . yüzyılda bile öyle­ sine gelişmiş durumdaydı ki okuryazar olmayanların yüz­ desi dünyadaki en küçük yüzdeydi. Oysa Japon yazısı çok karmaşıktır. Demek ki bu durum, yazıya değil, insanlara bağlıdır. 9 1 5. "Japonya Batı'ya açıldığında tüm çabalarını insan eğitimine hasretti ve bunu çok daha liberal bir tarzda yaptı . Burada Paris'ten otuz kilometre kadar uzaktaki bir köyde, oğullarıının devam ettiği ilkokulda hiçbir piyanonun ve re­ sim dersinin bulunmadığını, hatta tabii ilimierin dahi öğre­ tilmediğini gördüğümde şok oldum. Bunların tümü Japon­ ya'nın en ufak köyünde bile uzun süredir mevcuttu . Fran­ sızlar Japonya'nın nasıl böylesine hızla yükselebildiğine el___lQ2_

Ozgürl üge Koçışını : Zindandan Notlar

bette ki şaşırırlar" ( Japon ressam ]ase Tabuchi, Ocak 1 986 ) .

NIN,

19

927. Bir toplum eğer - tarihi olarak hoşgörülebilir bir öl­ çünün ötesinde- bilgi (bilim ) alanında geri kalırsa, kendisi­ ni medeni dünyanın dışında bırakır. Bu vakıa ışığında gele­ ceğimiz hakkında nasıl bir netice çıkarmalıyız? 93 1 . l 985'te ABD'de yıllık geliri 1 0.609 dolardan az olan dört kişilik bir aile "fakir" kategorisine dahil edilmekteydi. Bu kategori, ABD nüfusunun % 1 4.4'ünden yani 33.7 mil­ yon insandan oluşuyordu. Bu kategorinin büyük çoğunluğu zencilerden oluşmaktaydı. 937. Kültür, her şeyden önce bir halkın varlığının delili veya emaresidir. 939. Medeni toplu mlar gerilerneye başladığında ananevi hayat tarziarına (ananevi toplum) geri dönmezler, aksine medeniyetsizleşirler. Yetersiz maddi gelişme sebebiyle me­ deniyet trendi izlenemediğinde vukubulan alışıldık durum budur. Vukubulan şey, tam bir maddi ve ruhi fakirleşmedir. 94 1 . Bürokrasinin kaidelerinden biri şudur: Hiçbir şey yapmamak daha iyidir; çünkü hiçbir şey yapmayan hiç hata yapmaz ve hiç kimse fıilsizlik sebebiyle sorumlu tutulamaz. B ü rokrasinin statüko taraftarı olmasının ve her yeniliğe kar­ şı çıkmasının sebebi budur. 942. Tepeden inme (bir kararla verilmiş) hiçbir özgür­ lük mümkün ya da gerçek değildir. Özgürlük verilmez, alı­ nır. 947 . Tüm denizcilerin (deniz kazasından ve gemin in ha­ sar görmesinden son raki) sloganları şudur: "Yüzmek ge­ rek". 949. Dünyada suç oranı, yıllık olarak ortalama