140 2 9MB
Turkish Pages 293 [302] Year 2020
umut yolu Engin Tonguç
•
TÜRKiYE
$BANKASI
Kültür Yayınları
ENGİN T ONGUÇ UMUT YOLU ©TÜRKİYE İŞ BANK.ASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2.017
Senifika No:
40077
EDİTÖR
DERYA ÖNDER GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM DÜZELTMEN
ESEN GÜRAY SON OKUMA
PINAR GÜVEN DİZİNİ HAZIRLAYAN
OZAN KIZILER GRAFİK TASARIM UYGULAMA
TÜRKİ YE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI 1.
BASIM: SERGİ YAYINEVİ, 1984 İZMİR
TÜRKİYE İŞ BANK.ASI KÜLTÜR YAYINLARl'NDA GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ 1.
BASIM: KASIM 2.02.0, İSTANBUL
ISBN 978-625-405-201-9 BASKI
AYHAN MATBAASI MAHMUTBEY MAH. 2.62.2.. SOK. NO: 6
Tel:
/ 31 BACCILAR İSTANBUL
(0212) 445 32 38 Faks: (0212) 445 05 63 Senifika No: 44871
Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOK.AK NO: ı/4 BEYOCLU 34433 İSTANBUL
Tel.
(0212) 252 39 91 39 95
Faks (0212) 252
www.iskultur.com.tr
Anı
umut yolu Engin Tonguç
•
TÜRKiYE
$BANKASI
Kültür Yayınları
Kitapta kullanılan görseller, aksi belirtilmedikçe, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı'ndan alınmıştır.
İçindekiler
Önsöz . ... ................ ................. . ..................... ....................................................................................................................................vıı Doğum Çocukluk....
........................ . . . . . ................................. ........................................................................................................................................
İlköğretim ..... ... ..... . . .. ... ... . Orta öğretim... . .... . .
..
.
.. . ...
...
...
.
. . . . . . ... ..
... ......... ......... ... ..... .... ...... .. . . . . . .
.
3
. .. ............................. ......... ............ 1O .. .. ... ........ ......... ......... .. 30
.....................
..
....
...
.
.
..
..............
... .. . .... ... ... . . ..... . . .. ... ............ ... ... ...................... ....... 44 Bir Başka Eğitim .. ..... ... . .. . .. ... .... .. .. .. . . . . .. . . .... . . ... . . .. .. ...... ..... ... . . . .... ... ... .. ... . ..... ....... 64 .
..
.. .
. .
..
..
...
..
.
. .. .... . ....
. ... ....
. . ..
... .. .
..
.
.
.
. . . .
Kardeşimin Ölümü ......................................................................... .. ..... ...... ...... .......
.
.
.
.
. .
.
.......... ....... ..... . ...... 89
Liseden Sonra (1945-1950) ........................................................................................................................... 93 .. ..... . .. . . . . . .124 Ankara Tıp Fakültesi........ Düş Kırıklığı ............. ...... ... ............. ....... ........ .... . .... . ...... ....... . .... .. ... . ... .. . . ... ..... ... . . .......... ....... ..... .. 137 .
.
..
.
.
.
.
. .
. .
.
.. .
.
..
. .
.
.. .. .
..
.
... . .
..
...
.
. ..
Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası.....
.
.
.
....144
..
... ..... ............................ .... .................. .............. .................... .........153 Batı'ya Doğru Hamburg Üniversitesi Tıp Fakültesi... .. . ........ ... .. ..... . . ... . ...... ... . .............. .... ... . .163 .
.
.
.
Uzmanlık Sınavı ............... ... ...... ....... ................... .... .. ... .... ..... .. ... ....... . ... ........... ...... .... ...... ......... .. .... ......186 .
.
.
.
.
..
..
.
.
.
.
.
. ..
.
.
.
.
.
..
.
.
Amasya Şeker Fabrikası ............... ..... . .. ... . .. . . .... ... ... .... .... ...... ..... . .. . ... ... . ..... .... .... ..... .. .193 ..
. .
.
. ..
. . .
.
..
..
..
.
.
.. .
.... .
.
. ..
.
..
.
.
..
Babamın Ölümü ........ ..... ..................................... . . .................. ..... ... ........... ......... . ..... ............ .. ...... ... . .... .....215 27 Mayıs Sonrası Ankara'da . .. .. ......... ... ........................ ........................... .... ............ ..... ....... .225 ..
.
. .
..
...
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. .
..
.
.
....
.. .. .... ... ..... ... ... . . .... .. .. .. ...... . ......... ... ....... ...231
imece Dergisi. ... ...... .... ...... ......... ..... .
.
.
Toplantılar, Öğretmen Kuruluşları ... ...... ....... . .................. .... . ... .. . ..... ........ .... ........... ...242 .
.
. .
.
.. ..
.
. .
..
.
...
.
Hasanoğlan ....... ......................... .......... ........ ......................... .... ..... ................ .......... ......... .................. ... .................251 12 Mart, Öncesi ve Sonrası ................... ...................................... . ........................... ................. ..... .....258 ..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Albüm .......... ..... ... .... .. .. .... .. . . . .. ..... . ........ ... .. .. .......... ...... .... .. ...... ....... ... ..... ... ............. . ....... . . ..... .. .... ....... .271 .
Dizin...... .
...
..
.
.
..
.
. . . .
.
. .
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
..
. ..
.. . ..
.
..
.
.
. .. . . .. ........285
Önsöz
Neden anı yazılır ? Belki kendini savunma gereksinimi, belki geride iz bırakma içgüdüsü. Ne olursa olsun, en al çakgönüllü yaşantıda bile yararlanılacak bir şeyler bulun sa gerek. Olanağı yok ama her birimiz tüm diğer insanla rın yaşamını bilebilseydik, belki zamanla gelişmiş, olmuş, olgunlaşmış bir insan türünün ortaya çıkması kolaylaşır; kötülükler azalırdı ! Önemsiz anıların eskidikçe beklenmedik şekilde değer kazanması, geçmiş dönemlerin aydınlatılmasına yaraması, bir başka deyişle, tarihin yazılmasına yardımcı olması ger çeği de insanı anı yazmaya yüreklendiren bir başka olgu. Bu düşüncelere katılmayanlar, bu kitap yerine aşağı daki birkaç tümceyi okumakla yetinebilirler: Uygarlık, eşitlik, hakçasına paylaşılacak bolluk ve mutluluk getirecek bir Cumhuriyet'e inanmış bir kuşak tık. Ne var ki, ülkenin çalışma yaşamına katıldığımız yıl larda kendimizi giderek hızlanan bir bozulma, yozlaşma sürecinde bulduk. Çalışma yaşamımız bu süreçte inançla rımız doğrultusunda çırpınıp durmakla geçti. Onun için bu anılarda sevinçlerden çok düş kırıklıkları, mutluluk lardan çok acılar vardır. Ama yeniden yaşama olanağı bulunsaydı, tüm olumsuz koşullara karşın, yaşam hakkı mı ben yine böyle kullanırdım! Yaşam öykümün özeti budur. . . Engin Tonguç
Umut Yolu
Doğum
26 Nisan 1 92 8 'de Ankara'da doğmuşum. Ulus semtinde ki Büyük Postane Sokağı'nın, sebze halinin güney kapısı na eriştiği yere gelmeden, hemen sağda, sokak düzeyin den aşağıda eski Tahtakale Mahallesi başlar. Buraya yirmi otuz basamaklı bir taş merdivenle inilir. Mahallenin içle rine doğru giden dar, eğri büğrü yolun başında, sağ kolda iki katlı, çatısında küçük bir tahta çıkma balkonu olan ahşap bir eski Ankara evi vardır. İşte yakın yıllara kadar biraz tadilatla ayakta duran, kirada oturduğumuz bu evde doğmuşum. Babam o sıralarda "Maarif Vekaleti Levazım ve Alatı Dersiye Müzesi Müdürü " olan resim öğretmeni İsmail Hakkı Bey, annem ilkokul öğretmeni Nafia Hanım. 26 Ocak 1 92 7' de Ankara' da evlenmişler. Gece annemin doğum ağrıları başlayınca babam bir doktor aramaya ko yulmuş. O zamanki Ankara'da doğum uzmanlarının sayı sı birkaçı geçmiyormuş. ilk başvurduğu, sonradan İstanbul' da profesör ve ünlü bir hekim olanı pazarlığa kalkışmış, olmayacak bir ücret istemiş, yoksa gelemezmiş. Bunu ödeyecek durumda ol mayan babam, olayı yıllar sonra bile gözleri kinle dolarak anlatırdı. Hayalimizde, onun karanlık eski Ankara so kaklarında içi kaygı dolu, hızlı hızlı yürüyüşü canlanırdı. Babamın hekimlere ve hekimliğe karşı duyduğu güvensiz-
3
lik ve soğuklukta sanırım bu olayın da etkisi vardır. Baş vurduğu ikinci doktor, Ankara Doğumevi'nin kurucusu Zekai Tahir Burak koşulsuz gelmiş. Sabaha kadar uğraş mış. Doğum forsepsle ve çok zor olmuş. Daracık odada, forseps elinden kaydıkça kan ter içindeki doktorun hızını alamayarak sırtını duvara çarptığını anlatırlardı. Durumu abarttıklarını sanmıyorum, bugün bile kolayca görülen kafamdaki derin iki yara izi söylenenlerin kanıtı. Gün ışır ken doğum gerçekleşmiş. Dr. Burak'a bundan elli yıl kadar sonra bir Boğaziçi ge zisinde rastladık. Ölümünden kısa bir süre öncesiydi. İyice yaşlanmıştı, yanında eşi vardı. Vapurun kalabalığı arasın da ayakta kalmışlardı. Eşimle yerlerimizi onlara verdik. Davranışımızın yaşlı bir meslektaşa gösterilecek saygıyı aşan bir sevecenlikte oluşuna şaşırmışlardı. Her zamanki çekingenliğimle bunun nedenini onlara açıklamadığıma yanarım. Annem ve babam kimlerdi, nereden geliyorlardı ? Çoğu kişi gibi bu soruların karşılığını geç olarak, yeterli bilgileri alabileceğim kişilerin aramızdan ayrılmasından sonra merak etmeye başladım. Bu nedenle öğrenebildik lerim noksan ve sınırlı kaldı. Babam 1 8 94'te, bugünkü Bulgaristan sınırları içindeki Dobruca'da, Silistre ilinin Totrakan sancağına bağlı Tataratmaca köyünde doğmuş. Orta halli bir çiftçi ailesinin dört çocuğundan en büyü ğüymüş. Babasının adı İdris, annesinin Vesile. Kendisinin anlattığına göre, ana tarafı Dobruca'da yerleşmiş Türkle re, baba tarafı Kırım kökenli bir Tatar ailesine dayanıyor muş. Dobruca'daki Türkler, 1 1 . yüzyıldan sonra birbirini izleyen dalgalarla Karadeniz kuzeyinden göçen Peçenek ler, Uzlar ( Oğuzlar), Kumanlar. Daha sonra Anadolu'dan da Dobruca'ya Oğuz göçleri olmuş. Tatarlarsa, Osmanlı4
Rus Savaşları'ndan sonra dönem dönem Kırım'dan gelip buraya yerleşmişler. Babam iri, oraların deyimiyle biraz pehlivan yapılı, beyaz tenli, gözleri yeşile çalan açık renkte bir kişiydi. Amcamda çok daha belirgin olan hafif çıkık elmacık kemikleri Kırım karışımını anımsatırdı. Köyünde ilkokulu ve Silistre'de rüştiyeyi bitiren babam, daha fazla okumayarak tarım işlerinde kendisine yardımcı olmasını isteyen babasına karşı çıkmış, annesinin yardımıyla evden kaçıp okumak için İstanbul'a gelmiş. Binbir zorluktan ve dolandırılarak anasının verdiği paranın çoğunu da kap tırdıktan sonra çağın ünlü Maarif Nazırı Şükrü Bey'in odasına girmeyi başarmış. Balkan Harbi'nden yeni çık mış İstanbul sokaklarını dolduran yoksul Rumeli göçmen kalabalıklarının etkisi altındaki bakan, onun Kastamonu Öğretmen Okulu'na yatılı öğrenci olarak alınmasını sağ lamış. İstanbul'dan Kastamonu'ya gitmek üzere yola çık tığı gün Birinci Dünya Savaşı başlamış: 30 Ekim 1 9 14. Adapazarı'ndan Kastamonu'ya kadar yürüyerek gitmiş. Sonra Kastamonu ve İstanbul Öğretmen Okulu'ndaki öğrencilik yılları. Almanya'da öğrenim, Eskişehir, Konya, Adana ve Ankara'da öğretmenlik. Annem ise 1 899'da bugün Güney Yugoslavya sınırla rı içindekil Kosova-Mitroviçe'de doğmuş. Babasının adı Kamil, annesinin Zümrüt. Annem, onların yaşamış altı çocuklarından ikincisi. Babası subaymış. Önce süvari, sonra jandarma. Kardeşlerinin doğum yerleri ile ailenin yaşadığı kentler arasında İpek, Ohri, Priştine, Mitroviçe, Serez, Selanik adları geçerdi. Bunları duyunca, insan son dönem Osmanlı İmparatorluğu tarihini, Makedonya çe tecilerini, başkaldırmaları, dağlardaki vuruşmaları, İttihat 1
2008 yılından beri Kosova Cumhuriyeti sınırları içerisinde. (e.n.)
5
ve Terakki Cemiyeti'ni, 1 908 Devrimi'ni anımsamaktan kendini alamazdı. Annemin çocukluğunun önemli bir bö lümü Selanik'te geçmiş. Balkan Harbi'nde kent düştüğü zaman (9 Kasım 1 9 1 2 ) aile buradaymış. Babaları orduyla gitmişmiş. Annem, en canlı çocukluk anıları olarak Yu nan ve Bulgar askerlerinin marşlar söyleyerek kente giriş lerini, Türk semtlerindeki korkuyu, kocaman çizmeleriy le düşman askerlerinin evlerde subay aramalarını, asker giysilerini bahçedeki kuyuya nasıl sakladıklarını, subay ailelerinin bir vapura doldurularak Kuşadası'na gönderi lişlerini anlatır dururdu. Daha sonra İstanbul'a gelmişler. Annem, savaş yıllarında ( Birinci Dünya Savaşı) İstanbul Kız Öğretmen Okulu'nda yatılı öğrenciymiş. Kurtuluş Savaşı başlarken Anadolu'ya geçen Yüzbaşı Kamil Bey, İnebolu'da görevlendirilmiş. Kısa süren bir hastalık so nucunda daha savaş bitmeden burada ölmüş. Annemin ana babasının kökenleri konusunda bildiklerime gelince, dedeleri arasında bir Trebin (bugünkü Trebinje, Adriyatik kıyısındaki Dubrovnik'ten 30 km içeride, Bosna-Hersek bölgesinin güneyinde bir kasaba) tahrirat katibi de var. Lakabı Şeyhoğlu imiş. Şeyhoğlular yıllar önce Konya Karaman'dan oraya göçmüşler. Bu göç, Osmanlıların Karaman Beyliği'ni buyrukları altına alabilmek için bu yörelerden zaman zaman Rumeli'ye kitle halinde Kara manlı Oğuzları yollamalarıyla ilgili olsa gerek. Ayrıca annemin çocukluk anıları arasında alaycı bir şekilde söz ettiği Türkçenin yerine Boşnakça konuşmayı yeğleyen bir akraba da var. Belki de iki köken söz konusu. Anadolu Türkleri ve Müslüman Slav asıllı Boşnaklar? Bilemiyo rum. Annem orta boylu, beyaz tenliydi. Makedonya'da çok rastlanan türden uzunca bir yüzü ama kahverengi Anadolulu gözleri vardı. 6
Görülüyor ki Rumelili ailelerin çoğunda olduğu gibi, bizim ailenin geçmişi ve yaşantısı da Asya içlerinden baş layıp Anadolu'da, Güney Rusya'da, Balkanlar'da sonla nan o büyük tarihsel serüveni, göçleri, savaşları, yükseliş ve düşüşleri, karışıklıkları ve karışmaları yansıtıyordu. Annemde ve babamda Rumeli sevgisi, Rumeli tutkusu, Rumeli özlemi hep canlı kaldı. Duygusal bir ilişkiydi bu. Annem için çocukluğunun geçtiği yerler, her söz edilişinde "canım Rumeli " , "canım Selanik"ti. Her Rumeli türkü sü dinleyişinde tüm saklama çabalarına karşın babamın gözlerinin dolduğunu, uzaklara dalıp gittiğini görürdük. Tuna kıyılarına mı, Deliorman'a mı giderdi ? Konuşma, duyuş davranış, gelenek ve görenek bakımlarından Orta Anadolu insanından farklı olduğumuz bir gerçekti. Ben bunu zamanla anladım. Örneğin hiç farkına varmadığım halde aksanımdan Rumeli kökenli olduğumun anlaşıldı ğının bilincine ancak gençlik yıllarımda vardım. Evcek sık sık devrik tümcelerle konuşuyor, (ş) 'leri de ( j ) 'ye çe viriyorduk. Kızınca yahut heyecanlanınca bu özellikler büsbütün belirginleşiyordu. Annem de babam da çalışkan ve hareketli insanlardı. Boş durmayı sevmezlerdi. Her iki si de inatçıydı, akıllarına koyduklarını yapmak isterlerdi. Çabuk kızarlardı ama kızgınlıkları da çabuk geçerdi. Ne şeli ve konuşkandılar. Arkadaşlıktan, eğlenmekten hoş lanırlardı. Benim kalıtımsal mirasım bunlardı. Ama bu özelliklere, şüphesiz ki değişik bir çevre, apayrı bir doğa, Anadolu bozkırı bir şeyler katacak, onları yeniden şekil lendirecekti. Nitekim Orta Anadolu insanı, yerli Ankaralı bizlere pek benzemezdi. O biraz tutucu, yavaş, durgun görünüşlü, az konuşan, duygu ve düşüncelerini kolayca açığa vurmayan, sözünü sakınan bir kişilikteydi. Kurtuluş Savaşı Ankarası'nda bu iki tipin karışımı vardı. Sayıları 7
Tonguç ailesi, 24 Ağustos 1 928, A nkara.
Engin Tonguç, bir yaşındayken, 2 6 Nisan 1929.
8
Nadide Kansu, Nafia Tonguç, Engin Tonguç, İsmail Hak kı Tonguç, (geride) Şevket Aziz Kansu; Ankara, 1 93 1 .
sürekli artan, kente dışarıdan gelmiş, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten kadroların önemli bir bölümü Rumeliliydi. Bun ların genellikle eski İttihatçılardan ve yakınlarından oluş tuğu düşünülürse durumun doğallığı anlaşılır. Zamanla gerçek yerli Ankaralılar, esnaflık ve küçük zanaatlarla geçimlerini sürdüren bu kişiler giderek azınlıkta kala cak, kente kişiliğini dışarıdan gelenler verecekti. Böyle bir ortamda ben, kendimi tam anlamıyla "Ankaralı " sa yamadım, sorulduğunda "Ankaralıyım" diyemedim, hep "Ankara'da doğmuşum ama aslımız Rumelili " yanıtını verdim.
9
Çocukluk
Çocukluk anılarımız ne zaman başlar? Genellikle, ger çekten anımsadıklarımızla sonradan bize anlatılanları birbirine karıştırırız: En doğrusu, belleğimde olduklarına gerçekten güvendiklerimden işe başlamak. Cumhuriyetin 1 0 . yılı Ankarası'ndan bazı görüntüler. Sokaklarda taklar, süslemeler, sergi panoları. Evde kesip yapıştırarak oyna dığım çizgi-resimli basılı kağıtlar: Bir yanda temiz giyim li, okul sıralarında oturan öğrencileri ile Cumhuriyetin ilkokul öğretmeni. Öte yanda sarıklı kara sakallı, sopalı mahalle mektebi hocası, yere bağdaş kurmuş öğrencileri. Bunlar 1 O. yıl sergilerinde kullanılacak grafik ve afişlerin hazırlanmasına katılan, o yıllarda babamın da çalıştığı Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü'nce yapılmış ol salar gerek. Ankara'da iki evimiz oldu. Çocukluğum ve gençliğim bu evlerde geçti. Biri kentte, diğeri kent dışındaki Etlik semtindeydi. Yerli Ankaralıların bir geleneği vardı. Biraz hali vakti yerinde olanlar sıcaklar başlayınca kent yöresin deki Etlik, Keçiören, Dikmen gibi semtlerde bulunan baba evlerine göçerlerdi. Kurtuluş Savaşı nedeniyle Ankara'ya gelenler de çoğunlukla bu geleneği benimsediler. Yazın sıcağı ve tozu, kent merkezini çekilmez yapardı. Aslında babam böyle mal mülk edinme işlerini hiç beceremezdi.
10
Engin Tonguç, sekiz yaşındayken, 26 Nisan 1 936.
lsmail Hakkı Tonguç, Nafia Tonguç, Nebile Cavcı, Engin Tonguç.
11
Ankara'ya geldiğimiz ilk günlerde kendisine çok düşük bir bedelle bostan satmak istemişlerdi. Gülüp geçmişti. Satılmak istenen yerde sonradan Sıhhiye alanındaki Sağ lık Bakanlığı binası yapıldı ! Ama bacanağı, büyük enişte Nafi Atuf Kansu biraz daha gerçekçiydi. İleriyi düşünerek hiç olmazsa başlarımızı sokabileceğimiz bir yer edinmenin gereğini anlamıştı. İyi ki öyleydi, yoksa babam 1 950'den sonraki bakanlık emri dönemlerinde çok daha fazla sıkın tı çekerdi. Etlik'te 15 dönüm kadarlık bir bağ ile kentte şimdi ka leye doğru çıkan Hisarparkı Caddesi'nin yanına rastlayan yerde iki katlı bir ev almış olan büyük enişte, bağdan dört dönümlük bir araziyi babama vermiş. O da önce bir oda yapmış, sonra her yıl yeni kısımlar eklemiş. Sonunda üç odalı, teraslı, balkonlu bir bağ evi ortaya çıkmış. Bizim kinden 50-60 metre kadar uzakta, büyük enişte Nafi Atuf Kansu ve büyük teyzemlerin yine böyle eklene eklene ya pılmış bağ evleri vardı. Yaz gelince iki aile de " bağa çıkardı. " Daha sonraki yıllarda, enişte Ankara'daki evinin yanına bir apartman yaptı, kendisi oraya taşındı. Eski Ankara evini de yine ucuz bir bedelle ve uzun vadeli taksitlerle babama sattı. Böylece kentte de kiradan kurtulmuş oluyorduk. Artık yaz kış iki aile yan yana yaşıyorduk. Büyük teyze, annemin ablası, ciddi, biraz sert, bazen çekindiğimiz ama iyi yürekliliğini de bildiğimiz bir kişiydi. Aile içinde sözünü esirgememesiyle tanınırdı. Gerçekten de öyleydi. Nafi Atuf Bey, ünlü Milli Eğitim Bakanı Necati Bey'in müsteşarıymış. Çalışma arkadaşları arasında bir ar kadaşlık havası yaratmaya çok önem veren ve bekar olan bakan, onları sık sık akşam yemeğine götürürmüş. Eşinin geceleri geç saatlere kadar dışarıda kalmasından usanan
12
büyük teyzenin, bir gece çok geç saatte, bir içki sofrasın dan dönüşte enişteyle birlikte kapıyı çalan Bakan Necati Bey'i nasıl azarladığı aile arasında gülerek anlatılırdı. Büyük enişte ile babam arasında az bulunur bir dost luk ilişkisi vardı. Babam için Nafi Bey akrabalıktan çok öte değer verdiği, saydığı bir eğitbilimci ve eski müsteşar lık görevi nedeniyle de büyüğü, üstü idi. Babam ona karşı çok saygılı davranırdı. Birkaç gün geçmezdi ki bir araya gelip saatlerce konuşmasınlar. Konuları hep politika, eği tim, kalkınmayla ilgili olurdu. İki aile birbirine son derece yakındı. Aramızda karşılıklı "öbür ev" deyimi kullanılır dı. Örneğin teyzelere eniştelere değil de " öbür eve gidiyo rum" derdik. Üzerimde iz bırakmış çocukluk anılarımın çoğu Etlik'le ilgilidir. O birkaç dönümlük bağda biraz hayal gücü olan bir çocuk için geniş oyun olanakları vardı ve ben kendi yalnızlığım içinde bu olanakları olabildiğince geliştiriyor dum. Bir tür kendi kendine yetebilme deneyimiydi bu. Ama orada geçirilen günlere asıl havasını veren Ceyhun Ağabey'di. Büyük eniştenin ölmüş ilk eşinden olan oğlu Ceyhun ( Ceyhun Atuf Kansu), benim ve bana yaşça daha ya kın olan kardeşi Arman'ın ağabeyimizdi. Yatılı olarak İstanbul'da okurdu. Yazları Etlik'e gelirdi. Onun gelme sini iple çekerdik. Ceyhun Ağabey hareket, canlılık, yeni buluşlar, yeni oyunlar, bir koşuşturma, bir coşku demekti. Ondan çok şey öğrenirdim. Yaşamım boyunca da ondan çok şey öğrenecektim. Onun ölümüne kadar da, ondan sonra da. Kısacası o çocukluğumun tutkun oldu ğum kişisiydi. Olmayan ama hep özlemini çektiğim bir öz ağabeyin yerini tutuyordu. Hep de öyle kaldı. O günlerde çekilmiş bir fotoğraf bizim üçlüyü gösteriyor: Arman ve
13
Ceyhun Atuf Kansu (ayakta), Arman Atuf Kansu (solda}, Engin Tonguç (sağda) Etlik'te (Fotoğraf: Işık Kansu Belgeliği).
ben bir tahta arabaya oturmuşuz, arkamızda ayakta biz den biraz daha büyük Ceyhun Ağabey. Üçümüzden de bir haşarılık, bir coşku taşıyor, yaşama kıvancıyla doluyuz, kendimizden ve dünyadan hoşnutuz. Gerçekten de üçümüz bir araya gelince yapmadığımız haşarılık kalmazdı. Bazen başka akraba ve komşu çocuk ları da bize katılırlardı. O zaman tehlikeli işlere bile kal kışırdık. Bir kez kurumuş otları yakalım derken az daha komşu evlerden birini tutuşturuyorduk. Ceyhun Ağabey ceketiyle yangını söndürmeyi başardı. Ne serüvendi! Deh şetli bir de azar yedik. Ama asıl, olağan çocuk oyunlarının dışındaki uğraş larımızdan söz etmek istiyorum. Küçükhisar köyü ! Adını ve varlığını Ceyhun Ağabey'e borçlu olan "Küçükhisar" bağın kırlık bir köşesine dizilmiş tek sıralı taşlardan yapıl ma bir küçük köy, daha doğrusu bir ilçeydi. Kaymakam lık, çarşı, okul, karakol yapıları vardı. Kaymakam elbette
14
Ceyhun Ağabey'di. Arman mal müdürü, bense jandarma komutanıydım. Niye böyleydi, bilmiyorum. Ceyhun Ağabey öyle uy gun görmüştü. Belki Arman sakin, soğukkanlı ve hesaplı, bense hırçın ve çabuk kızan yaradılışta olduğum için ! Biz ler burayı yönetiyorduk. Günlük emirler çıkar, okul, çarşı denetlenir, hırsızlar yakalanır, bazen görünmeyen, uzak lardaki bir valiyle telefonla görüşülür, bilgi verilir, emir alınırdı. Tüm amaç ve çabamız Küçükhisarlıların daha iyi yaşamalarını, daha mutlu olmalarını sağlamaktı. Yaşımız büyüdükçe işi daha da genişletiyorduk. Şimdi iş kağıda aktarılmıştı. Anadolu'nun belirli bir bölgesinde kurulmuş bir hayali devlet söz konusuydu. Ceyhun Ağa bey devlet başkanı, Arman maliye, bense yine ya savunma ya da içişleri bakanıydım. Giderek işi o kadar azıttık ki türlü resmi( ! ) yazışmaların konduğu dosyalar ortaya çık tı. Kalkınma tasarıları, atama emirleri, yabancı ülkelere verilen notalar, savunma planları, haritalar. . . Hatta kağıt üzerinde bir iki başkaldırmayı bastırdık, birkaç darbeyi önledik! Daha sonraki yıllarda bu kez Arman'la bu oyunu yıllarca sürdürdük. Ama işin başı Küçükhisar köyüydü. Aradan yıllar geçtikten sonra bile, Etlik'e her gidişimiz de, otlar arasında giderek kaybolan o tek sıra taşlardan yapılmış " ilçe "ye uğramadan edemezdik, ta ki büyüyen Ankara oralara da erişip dizi dizi apartmanların öncüsü grayderler bizim Küçükhisar'ı, ayırımına bile varmadan toprak yığınlarının altına gömene kadar! Devletle ilgili yazışmaları, dosyaları, haritaları, planları ise her taşın al tında bir solcu arandığı yıllarda yok ettik. Bunlar işgüzar bir 1. Şube görevlisinin eline geçerse, tümünün bir oyun olduğunu anlatabilmek bize pahalıya mal olabilir kaygı15
sıyla. Belki bugün böyle bir kaygı gülünç görülebilir ama o günlerin bazı görevlilerini yakından tanıyanlar, sanırım bize hak vereceklerdir! Evlerimizde babalarımızın konuştuklarından, duyup okumaya başladıklarımızdan esinlenerek geliştirdiğimiz bu oyunlardan, Küçükhisar' dan, sonraki devletten bizde ne iz kaldı ? Sanırım şu; önümüzde kalkındırılması gereken bir ülke, hizmet edilmesi gereken bir toplum vardı. Yaşamın amacı bunu sağlamaktı. Bundan başka amaçları olan insan ların bulunabileceğini uzun yıllar düşünemedim bile. Bana göre her çocuğun, her gencin böyle düşünmesi doğaldı. Sanki her evde, her ailede konuşulan baş konu Türkiye'nin kalkınması, ilerlemesi sorunuydu. Daha ileri yaşlarda bam başka işler peşinde koşan insanların varlığını görünce çok şaşırdım. Böyle insanlarla bir türlü anlaşamadım. Başka çocukluk anılarım arasında da Etlik'teki bağı mız önemli yer tutar. Kızgın bozkır güneşi ile çorak, taşlı toprak arasında yaşam savaşı veren cılız ağaçlarımız, tüm uğraşımıza karşın bir türlü gelişemeyen bağ, kırlık yerler deki yaban otları, böcekler, hatta taşlar olanca ayrıntıla rıyla belleğimde yer etmişlerdir. Onların arasında bir şey öğrendim: Doğa çetindi ve ister insan, ister bağ omcası, ister vişne olalım, bir şey olabilmek, bir ürün verebilmek için sabırla bıkmadan didinmek, direnmek ve katlanmak gerekiyordu. Bu ancak Anadolu bozkırından çıkarılabile cek bir dersti. Gücüm arttıkça o doğayla biraz daha içlidışlı oluyor dum: Hem hoşumuza gittiğinden hem savaş yıllarındaki yoklukların ekonomik zorlamasıyla küçük çapta sebze ta rımcılığına kalkışmıştık. Bahçedeki sebzelerin çapalanma sı, sulanması, bakımı annemle benim görevimizdi. Elimde çapa, yalınayak karık açmak, suyu çevirmek, bu arada 16
boyumu geçen mısırların, fasulye sırıklarının arasında toprağa uzanmak, arıları, kuşları seyretmek, böceklerin ötüşünü dinlemek, toprağın sıcaklığını, yumuşaklığını sır tımda duymak, büyük sayılmayacak bir yerden elde etti ğimiz sebzenin çokluğuna bakarak o gösterişsiz doğadaki güce şaşmak, o topraktaki yaşamı duymak, onunla içli dışlı olmak kent çocuklarının alışılagelmiş gözlemlerinden olmasa gerek. Ne var ki, doğayla yakınlaşmam başlangıç ta hiç de kolay olmamıştı. Burada, dört beş yaş çocuklu ğumun korkulu rüyası Recep'ten söz etmem gerek. " Recep" bağın bakımında bize yardımcı olan Bağlum köyünden Aptullah'ın eşeğiydi. Bizimkilerin dediklerine bakılırsa, bir gün eşeği ile Ulus alanından geçmekte olan Aptullah'ın heykelin önünde, hani o zaman şu CHP Genel Merkezi olan ilk Meclis binasının olduğu yerde, polis çe virmiş, alanın görüntüsünü bozduğunu, buradan geçme mesini söylemiş. "Ne demek geçememek ? Yol vergisini öderken görün tüyü bozuyor muyduk ? " Eşeği sürmüş gitmiş. Bir şey diyememişler. Ama çok kızmış. O kızgınlıkla eşeğin adını Recep koymuş. Böyle anlatırlardı. İşte babamla ilk ve belki de yaşamımın en ciddi anlaş mazlığı, bu Recep yüzünden çıktı: Bizimkiler bazı günler Etlik'te kır yürüyüşüne çıkarlardı. Hatta Ovacık, Bağlum köylerine kadar gidildiği olurdu. Benim binmem için de Aptullah'ın eşeği düşünülürdü. Bense bundan hiç hoşlan mazdım. Oysa hayvancağız çok da uysaldı, belki o yörenin en uslu ve en sevimli eşeğiydi. İri, kara, biraz hüzünlü göz lerinin güzelliğini hala anımsarım. Ama o semerin üstüne beni bir bağırış çağırış arasında zorla oturttuklarında bir kuleye çıkarılmış gibi olurdum. Kısacası korkuyordum. 17
Etlik 'teki bağ evi, batı cephesi.
Üstüme varmasalar, zorlamasalar zamanla kendi ken dime eşeğe binmek isterdim sanıyorum. En azından me rak duyacaktım. Ama benim bu işten korktuğumu anla mak babamı son derece kızdırıyordu. Gerçekten sinirleni yordu. Onun, köy kökenli birinin oğlu, nasıl olur da eşeğe binmekten korkardı ? Tüm eğitimciliğini falan bir kenara koyuyor, beni semerin üstüne zorla oturtmaya çabalıyor du. Annemin durumu yumuşatma çabaları sonuç vermi yordu. Giderek korkum geçti, eşeğe alıştım. Ama isteme diğim bir şeyin bana zorla yaptırılmasına karşı duyduğum tepki, direnç hep kaldı. Oysaki hayvanlardan genellikle korkmazdım. Bağdaki kurt köpeğimize bayılırdım. Hele evdeki kedi en iyi oyun arkadaşımdı. Zamanla, hayvanları sevmeden insanların sevilemeyeceğini daha iyi anladım. Onları sevmek daha kolaydı; art düşünleri, kötülükleri yoktu. Etlik'teki bağ evinde de, kentteki evde de uygarlık olanakları sınırlıydı. Etlik'te elektrik, havagazı ve şebeke 18
suyu bulunmuyordu. Geceleri gaz lambası, bazen de lüks yakılırdı. Yemek ya gaz ocağında ya da maltız ateşinde pişirilirdi. Suyu evin önündeki kuyudan çekerdik. Kuyu, buzdolabı olarak da kullanılırdı. Kentteki evde su, elekt rik, havagazı vardı ama damı tüm aktarma çabalarına karşın yine de akardı. Yağmurlu havalarda odaların orta sında leğenler, kovalar eksik olmazdı. Kışın soba yakardık. Kömürü evin altındaki bodrum dan babam taşırdı. Kışın bir oda ısınırdı. Bazen su boruları donar, binbir zorlukla açılırdı. Kalorifer ancak bazı Yeni şehir apartmanlarında bulunan bir lükstü. Hiçbir zaman bir buzdolabımız (o günlerin deyimiyle "frij iderimiz" ) ol madı. Babam, toprak testinin üstünü ıslak bezlerle örter, bunu pencerenin dışına koyar, bazı akşamlar minderinde bağdaş kurarak oturup içtiği bir kadeh rakısının suyunu buradan alırdı. Ev eşyamız gösterişten çok uzak, basit şeylerdi. Hele bağ evinde sandıklar ve ot şiltelerle yapılmış minderler en yaygın mobilya türüydü. Babam, gündelik yaşamımızda, ev düzenimizde basitlikten, sadelikten yanaydı. Sanki Tür kiye' deki insanların çoğunun yaşam düzeylerinin üstüne çıkmaktan korkar, utanırdı. Annemse evine çok düşkün dü. Temizlik ve düzen tutkusuyla birlikte yenilik yanlısıy dı. Uygarlığın olanaklarından yararlanmak isterdi. Sürekli olarak kaloriferli, çağdaş mobilyalı, buzdolaplı, konforlu bir evin özlemini çekerdi. O günün Ankarası'nda bunlar, Yenişehir'de bir apart man katı demekti. Babamsa buna hiç yanaşmazdı. Bazen eve yeni bir eşyanın alınması ikisi arasında sorun olurdu. Parasal olanaklarımız da sınırlıydı ama bunun eli sıkılıkla hiçbir ilgisi yoktu. İki ayrı yaşam anlayışı sorunuydu bu! Zamanla annem kendine göre bir yöntem geliştirdi: Evin
19
lsmail Hakkı Tonguç, Nafia Tonguç, Engin Tonguç, Şevket Aziz Kansu. Arkadakiler: Ergun Kansu, Nadide Kansu; Etlik.
harcamaları için kendisine verilen paradan yavaş yavaş, belli etmeden bir bölümünü artırıyor, sonra bununla ken dince eve gerekli bir şey alıveriyordu. Babam, eve böyle sürprizle giren eşyaya bir süre yan gözle bakar ama sonra alışırdı. Bir gün bir masa, başka bir gün bir büfe . . . İlk radyomuz d a annemin çabasıyla böyle alındı. O hantal Mende markalı radyo odanın en iyi yerine yer leştirildi, üstüne işlemeli bir örtü kondu. Şimdi, annemin akşamları en büyük zevki radyoyu karıştırarak değişik istasyonları dinlemekti. Babamsa savaşın gidişini bu rad yo aracılığıyla yabancı istasyonlardan izleyecekti. Alman istasyonlarından duyulan o berbat bağırtı, Hitler'in çınla yan sesi, bugün bile kulaklarımdadır. Evde en bol olan şey kitaptı. Raflar, odalar dolusu ki tap. Annem bunların kolayca tozlanmalarından, temiz liklerinin zorluğundan yakınırdı. Babamsa, evi kitapla doldurmayı sürdürürdü. Türkçe, Almanca eğitim, top-
20
lumbilim, sanat ve yazınla ilgili bir yığın kitap. Bunlarla haşır neşir olmaya çok erken başlayacaktım. Ne okudu ğuma hiç karışmazlardı. Babama göre insan okudukça kendi yolunu kendisi bulurdu; karışmaya gerek yoktu. Bir de Almanya'dan getirdiği gramofonu ve plakları var dı. Bunlar klasik müzik plaklarıydı. Beethoven, Grieg, Bach, Mozart . . . Batı müziğine çok küçük yaşlarda alışa caktım. Kentteki evimizin alt katı kiradaydı. Kiracımız alatur ka müzik sanatçısı Şerif İçli idi. Ailecek iyi, efendi insan lardı. Oğlu Rebii mahalledeki oyun arkadaşlarımızdandı. Yetişkin iki kızları vardı. Bazı geceler Şerif Bey'in saz arka daşları gelir, birlikte çalışırlardı. Şerif Bey, Ankara Radyo su fasıl heyetinde çalardı. Bazen de Çankaya Köşkü'nün bir otomobili Şerif Bey'i "yukarı" götürmeye gelirdi. Köş ke gitmeye böyle denirdi. Orada çalarlardı. Bir yaz akşamıydı. Evin ortak kullandığımız arka bah çesinde bir gürültü koptu. Biri hırpalanıyordu. Hemen oraya koştuk. Babam, Şerif Bey'in arkadaşlarının elinden orta yaşlı, ufak tefek, zayıfça birini aldı. Olaya aile arasında yıllarca gülecektik: Polatlı'da ça lışan bir ilkokul öğretmeni maaşını aldığı gün eğlenmek amacıyla Ankara'ya gelmiş. Biraz içmiş. Sonra Bent deresi'ndeki genelevlere gitmek üzere yola koyulmuş. Ankara'yı iyi bilmiyormuş. Bentderesi yokuşunu ineceği ne dosdoğru yürüyerek bizim sokağa gelmiş, O gece Şerif Bey'lerde saz arkadaşları bekleniyormuş. Kendisi henüz yokmuş ama bazı arkadaşları gelmişler, hatta hafiften saza da başlamışlar. Hava sıcak olduğu için kapı ve pencereler açıkmış. Bizimki buraya dalmış. Evdekilerse Şerif Bey'in davet ettiği tanımadıkları bir konuk sanmışlar, içeri buyur etmişler. Ne var ki, adam bir süre sonra hizmet etmekte 21
(Soldan sağa ayaktakiler) lsmail Hakkı Tonguç, Engin Tonguç, Tuğrul A tuf Kansu (soldan dördüncü), Kadir Yörükoğlu, Nafi A tuf Kansu, K. Yörükoğlu 'nun eşi. Ôn sıra: A rman Atuf Kansu (soldan üçüncü, yüzünü güneşten koruyan çocuk), Nadire Kansu, Nafia Tonguç (en sağda); Etlik, Ankara.
olan kızlara sataşmaya başlamış. Bir süre sabretmişler. O sırada Şerif Bey gelmiş. Adamı tanımadığı anlaşılmış. Sar kıntılığı iyice artıran adamı arka bahçeye götürmüşler. Başına gelenlerden iyice şaşırmış çakırkeyf öğretme nin, bir de karşısında ilköğretim genel müdürünü bulun ca yüzünün aldığı şekil görülmeye değerdi ! İşte böyle bir semtti bizimki. Sonraki yıllarda aşağı katı bir berber kiraladı. Uzun zaman da kira ödemeden oturdu. Bir iki kez isteyecek oldular, verdiği karşılık kısa ve yalındı: "Param yok, ne yapayım! " Arada bir annem yakındıkça babam gülerdi: "Ne yapalım parası yokmuş adamın. " 22
Evimizin önünden eğri büğrü, yer yer kaldırım taşları döşeli bir sokak geçerdi: Yiğit Sokak. Bizim evin karşısın da boş bir arsa vardı. Burası mahalle çocuklarının, bizle rin oyun yerimizdi. Arsanın bir yanında sonradan yıkılan, düzgün, betondan yapılma iki katlı bir ev bulunurdu: Dö nemin Ankarası'nda sayıları pek de fazla olmayan çocuk hekimlerinden Dr. Vahit Bey'in evi. Evin arkasındaki depo gibi bir yerde Vahit Bey çocuk mamaları üretirdi. Bazen kapıdan bakardık: un tozları, teneke kutular, bakır kazanlar arasında çalışan, kılıkları fırıncıya benzeyen bir iki kişi bizi kovalarlardı. Dr. Vahit Bey'lere ailecek gidip gelirdik. Vahit bey, başını oynattık ça tombul yanakları sallanan, sert görünüşlü biriydi. Çok iyi yemek yaptığı ve boğazına düşkün olduğu söylenirdi. Nitekim yıllar sonra, ağır bir akşam yemeğinin ardından birdenbire öldüğünü duyacaktık. Bizim evden iki ev aşağıda, dört katlı, ilk apartman lardan denebilecek iyi bir yapının zemin katı "tayyareci" Vecihi Bey'in eviydi. Bazı akşamlar sokağa bakan ufak balkonda oturduğunu görürdük. Biz çocukların çok ilgi duyduğumuz bir kişiydi. Uçabilen biri! Onu uzaktan in celerdik. Yine bu yapının üçüncü katında ilkokuldaki sınıf ar kadaşım Alman Werner otururdu. Babası İmalat-ı Har biye Fabrikaları'nda ( bugünkü Makine Kimya Endüstrisi - MKE) çalışırdı. Sanırım mühendisti. Werner'in biz sınıf arkadaşlarından daha uzun boyu, yukarı doğru sivrice bir kafası, altın renginde saçları vardı. Çok temiz ve düzenli bir çocuktu. Benim iyi arkadaşımdı. Birbirimizin evine gi der gelirdik. Evlerine girince alışkın olmadığım bir koku duyardım. Değişik bir yağla yapılmış kızartma kokusu gibi bir şey.
23
Bu kokuyla daha sonra Almanya'da çok karşılaşa caktım. Savaş çıkınca Werner'ler Almanya'ya döndüler. Ondan bir kez, Merseburg adında bir kentten atılmış bir kart aldım. Bir daha haberleşemedik. Merseburg savaş sı rasında çok bombalanan, şimdi Doğu Almanya'da kalmış bir endüstri kentiydi. Yaşıtlarımızın birçoğu savaşın son yıllarında cepheye sürülmüştü. Werner'in yaşayıp yaşa madığını hala merak ederim. Evimizin arka tarafında, bizim bahçeden yüksek bir taş duvarla ayrılmış, koskocaman bir yapı, Yusuf Ruso'nun apartmanı vardı. Mahallelinin kısaca "Yahudi'nin yeri " dediği bu yer, semtin baş belasıydı. Yusuf Ruso çok varlık lıydı. Ama yine de her türden insana oda kiralardı. Hatta apartmanın bahçesine kurduğu barakaları bile kiraya ve rirdi. Bunların bazıları da depo olarak kullanılırdı. "Yahudi'nin yeri "nde çıkan kavgalar ve yangınlar mahalleliyi bıktırmıştı. Hele bahçede oturan biri vardı ki ! Hemen her gece eve sarhoş gelir, karısı kapıyı açmaz, camlar kırılır, kıyamet kopardı. Ruso, itfaiyeye de sanki aboneydi; yılda birkaç kez bahçede yangın çıkardı; orada depolanmış ne olduğu belirsiz mallar tutuşurdu. Mahal leli Ruso'yu sık sık ilgili yerlere şikayet ederdi. Ne var ki, hiçbir şey değişmezdi. Daha sonraları İsrail'e göçtü, ma halle de rahat etti. Ta 1 958 yılına kadar annemin tüın yakınmalarına karşın annemle babam bu evde oturdular. Bu arada evin önündeki eski, çarpık Yiğit Sokak yok olmuş, modern, geniş bir asfalt cadde, Hisarparkı Caddesi geçmiş, evimiz ve yeri çok değer kazanmışn. Bir ortak bulunarak evin yerine bir apartman yapnrılması için yıllarca birtakım tasarılar üzerinde duruldu. Her şeyden önce, arsanın köşesindeki birkaç metrekarelik bir yerin sarın alınarak parsele karılması gerekiyordu. Tapu
24
Engin Tonguç, 29 Nisan 1935.
kayıtlarına göre burası kaybolmuş bazı kişilerindi. Yıllarca bu pürüzün çözülmesi için uğraşıldı. Emekliliği sırasında babamın yine bu konuyla ilgili tapu dairesinden gelişini anımsıyorum. Şaşırmış, söyleni yordu: " Otuz küsur yıl bu devlette böyle şeylerin olma masına çalıştıktan sonra bunu nasıl yaparım ben ? " Me murun birinin rüşvet istediğini anlamıştı. Sonunda bizim evin yerine ortak bir apartman yapma tasarısını gerçekleş tirmeyi beceremeyeceğimiz anlaşıldı. O sırada açıkgöz bir banka müdür yardımcısı ortaya çıktı. Bizim eve ve arsa ya karşılık bizimkilere Emek Mahallesi'nde iki apartman dairesi verdi. Hisarparkı Caddesi'ndeki evin yerine de koskocaman bir işhanı dikti. Buna benzer bir iki iş daha yaptıktan sonra bu adam Ankara'nın sayılı varlıklı kişile rinden oldu. Babam, taşındıkları Emek Mahallesi'ndeki apartman dairesinde iki yıl daha yaşadı. Bazı yıllar, birkaç haftalığına, annemle birlikte İstan bul' da oturan anneanneme giderdik. Birkaç gün önceden
25
heyecandan uykularımı kaçıran bir olaydı bu! Ankara ile İstanbul arasında ulaşım trenle yapılırdı. Sadece bu tren yolculuğu bile benim için bir coşku kaynağıydı. Çocuk luğumda büyüyünce ne olacağım sorulduğu zaman, hep "tren makinisti " karşılığını verirdim. Tren, akşamüstü Ankara'dan kalkar, sabahleyin İstanbul'a varırdı. Hiç uyumaz, çevreyi görebilmek için pencerenin yanından bir dakika ayrılmazdım. Sönük ışık lı istasyonlar, kampana ve düdük sesleri, kırmızı kasketli hareket memurları, zor seçilen kasabalar ve gece yarısı giderek sıklaşan ışıklar, bir koşuşma, satıcıların sesleri: Eskişehir istasyonu. Burada sahlep içilirdi. Eskişehir'den sonra gözlerimi daha da açardım. Ağaçlar ve yeşillik baş lıyordu artık. Ankara'da yaşayanların yeşillik özlemi biz çocuklara da bulaşmıştı. Gün ağarırken çevre büsbütün güzelleşirdi. Sapanca Gölü denize yaklaşmanın ilk habercisiydi. Ye rimde duramazdım; birazdan denizi ve gemileri görecek tim. İzmit'e girer girmez deniz, üzerinde sarılı kırmızılı, yeşilli, rengarenk takalar, gemiler. . . Cama yapışıp büyü lenmiş gibi seyrederdim. Niye Ankara' da denizimiz yoktu ki ? Şimdi sıra Bostancı'daydı: İlk tramvayları orada gö recektim. Önce sarı renkli birinci mevkililer mi ? Sarıların olmasını dilerdim. Ve ilk " dan dan da dan dan" sesleri ile sarı tramvay, hem de ikili bir dizi ! Sevinçten uçardım. Çocukluktaki kolayca mutlu olabilme, sevinebilme ye teneğimizi zamanla niçin yitiririz? Daha sonraki yıllarda Ankara ile İstanbul arasında trenle o kadar çok gidip gel dim ki . . . Ama kendimi ne kadar zorladımsa da çocuklu ğumdaki o tadı bulamadım. Anneannem bekar iki teyzemle birlikte Kadıköy'de ah şap bir eski İstanbul evinde otururdu. Şişman, sakin, güleç
26
Engin Tonguç, çok sevdiği trenlere bakarken.
bir yaşlıydı. Biz torunlarına çok iyi davranırdı. Sabahleyin çantasını alır, siyah bir manto giyer, siyah başörtüsünü ta kar, çarşıya çıkardı. Beline kadar uzanan bembeyaz saçla rını, gündüz topuz yapardı. Gece yatmadan önce yatağına oturup saçlarını açmasını, sonra onları bir süre fırçala masını merakla beklerdik. Dili Rumeli aksanına çalardı. Halimize gülerdi. Aslında asık yüzlü ve mutsuz olması için bir yığın neden vardı. Gençlik yılları subay olan kocasıyla Makedonya'nın başkaldırılar ve savaşlarla kaynayan kentlerinin birinden diğerine göçmekle geçmişti. Bu süreçte de üçü küçük yaş ta ölen dokuz çocuk doğurmuştu. Çocuklarının her birinin doğum yeri bir başka kentti. Balkan Harbi'nin sonunda her şeyi bırakıp Anadolu'ya geliş. Kurtuluş Savaşı başında İne bolu, kocasının beklenmedik ölümü. Altı çocukla dul kalış. Tüm bunlara karşın kendisini dengeleyebilmiş bir ki şiydi. Dine mi sığınarak bunu başarmıştı ? Sanmıyorum. Namaz kıldığını, dua ettiğini hiç görmedim. Ama kade-
27
Ankara 'daki ev, 1935.
re inanmışlarda görülen bir rahatlığı, hoşnutluğu vardı. Yakındığına hiç tanık olmadım. Anneanne bir taşınma ve göçme uzmanıydı. O kadar çok yer değiştirmişti ki bu alanda uzmanlaşmıştı. Anneanne usulü denk yapmak bütün ailede kullanılan bir yöntemdi. Öyle yapılmış bir dengin içinde her türden kırılacak eşyayı, aynaları, kap kacağı zarara uğramadan ülkenin bir ucundan ötekine götüre bilirdiniz. Anneannenin sandığı ise başlı başına bir ilgi konusuy du. Bir yığın eski eşya arasında arada bir çıkarıp baktığı ama atmaya kıyamadığı birtakım eski yazılı kağıtlar var dı ki bunları görünce kızları gülerlerdi. İmparatorluğun çökmesiyle hiçbir değeri kalmamış devlet tahvilleri yahut buna benzer bir şeyler. Aslında anneannenin anıları her halde yakın tarihimiz ve Rumeli olayları bakımından çok ilginç olsa gerekti.
28
Ne var ki bunu çok geç, artık onunla konuşma olanağı kalmadıktan sonra anlayacaktım. Anneannem benim tıp öğrencisi olduğum yıllarda, subay olan kocası İzmit yöre sindeki Büyükderbent'te görev yapan en küçük teyzemin yanındayken öldü. Ben de oradaydım. Kimseye yük olma dan, kimseyi rahatsız etmeden geçen yaşamı gibi dingin bir ölümdü bu. Yitmekte olan Osmanlı Makedonyası'nın hemen her önemli kentinden geçip gelen bir yaşamın nok talandığı yer, mezarı Büyükderbent İstasyonu'nun hemen yanındadır, trenle geçerken görülür.
29
İlköğretim
1 9 34 yılında ve altı yaşında ilkokula başladım. O yıllarda okuryazar ailelerde çocuklarını olabildiğince okula erken başlatma merakı vardı. Ama bunda benim isteğimin de rolü olmuştu; benden üç yaş büyük olan teyze oğlu Ar man ilkokula gidiyordu ve ben ona özeniyor, hatta peşine takılarak sınıfta yanında oturuyordum. O ise bundan pek utanıyordu. Sonunda beni de okula yazdırdılar. Ne var ki okul ya şamım pek kısa sürdü: On gün sonra kızıl hastalığına ya kalanmış evde yatıyordum. O yıllarda ne sulfamidler ne de antibiyotikler bulunmuştu. Günümüzde kolayca tedavi edilebilen kızıl, çok tehlikeli bir hastalıktı. Evimizin kapı sına bulaşıcı hastalık olduğunu, içeri girilmemesini belir ten bir sarı kağıt asılmıştı. O günlerde doğal sayılan 40 günlük tedavi ve yalıtma döneminin sonunda da ayağa kalkamadım. Hastalık orta kulakta ve böbreklerde yangı yapmıştı. Ankara Numune Hastanesi'nde, bulaşıcı bir hastalık geçirdiğim için ziya retçi de alınmayan bulaşıcı hastalıklar servisine yatırıldım. Yanımda annem kalıyordu. Burası asıl hastaneden ayrı, eski, sıkıcı bir yapıydı. Yat tığım ikinci kattaki odanın penceresi yan tarafa, Ankara Kız Lisesi'nin bulunduğu sokağa bakıyordu. Babam he-
30
Engin Tonguç, ilköğretim ikinci sınıftayken, 1 936.
men her akşam işten çıkınca bu sokağa gelir, onunla pen cereden konuşurduk. Yeni çıkmış soyadı yasası gereğince "Tonguç " soyadım aldığımızı da orada öğrendik. Annem anlamını sordu. Dobruca'da Tonguç " ilk erkek evlat" an lamına gelirmiş. Babamın dedesi de en büyük erkek to runu olan babamı, çocukken kucağına alıp "Tonguç'um benim" diye severmiş. Hastanede geçirdiğim o haftalar yaşamımın en zor dö nemleridir, ilaçlarla tedavi edilemeyen ortakulak yangısı nı önce kulak zarını delerek gidermeyi denediler. İki kez yinelenen ve çok acılı bu işlem de yararlı olmayınca bir operasyona karar verildi. Yangı kulak arkasındaki kemik boşluklarını da sarmıştı. Buradaki kemik kırılacak, içerisi temizlenecekti. Operasyon salonunda son anımsadığım,
31
tepemde yanan koskocaman bir lamba ve başları, yüzleri beyazlar içerisinde birtakım adamlardı. Operasyondan sonraki günler daha da zordu: Her sabah gelerek sargıları açıyorlar, o kırdıkları kemik boş luklarının içerisini penslere sarılmış birtakım gazlı bezlerle temizliyorlardı. Bu, bugün bile olduğu gibi anımsadığım berbat bir duyguydu! Pensin kemiğin içinde dolaşması nı, acıyı, o dayanılmaz hışırtıyı olduğu gibi duyuyordum. Bağırmamam için ağzıma bir mendil veriyorlardı. Göz yaşlarım akarken bu mendili dişliyordum. Mendil birkaç günde parçalandı. Loş, sarı boyalı, iç karartan hastane oda ve koridorları, her yere sinmiş ecza kokusu, her birini bir başka acının kaynağı olarak görmeye başladığım beyaz giysili adamlar belleğime öylesine kazındı ki, yıllarca sonra bile hastane sözünden irkilir oldum. Hekim, hastane, ilaç gibi sözcük ler bana iyileştirme, yardım gibi kavramlardan çok, acıyı ve eziyeti anımsatıyordu. Ama hekimliğin benim için kor kulan ve sevilmeyen bir uğraş olmasına karşın, bir merak konusu olup çıktığı da bir gerçekti; bundan sonraki ço cukluk yıllarımda başlıca oyunlarımdan biri hekimlikti. Birtakım küçük şişelere sular dolduruyor, kesilmiş bez par çalarını, pamukları ıslatıyor, operasyonlar ve pansumanlar yapıyordum. Hastanedeyken geçirmekte olduğum böbrek yangısı nedeniyle yaptırılan çok sıkı perhiz de bir başka yakınma konusuydu. Haftalarca, üstüne reçel sürülmüş haşlanmış patatesten başka bir şey yedirmediler. Ondan sonra yıllar boyu patates yiyemedim. Sonra bir gün bir tabak makama vererek perhizi açmaya başladılar. Aslında herhalde çok tat sız ve yavan olması gereken bu yağsız, tuzsuz yemeğin bana verdiği tadı hiçbir zaman unutamam. Sonunda zayıflamış ve bitkin taburcu oldum. Birkaç ay da evde yatacaktım. 32
Engin Tonguç, Ankara.
İlkokuldaki öğretmenim Şükran Hanım (bugün bile sevecenlikle anımsadığım az sayıdaki hocalarımın başında gelir) birkaç günde bir okuldan çıkınca bizim eve geliyor, bana ders veriyordu. Böylece ders yılı yitirmeyecektim. Şükran Hanım'ın bu işi ne derece isteyerek yaptığını bil miyorum ama her zaman güler yüzlü ve sabırlıydı. Sarı saçları, masmavi gözleri vardı: O zamanlar bana yetişkin bir kişi olarak görünürdü. Herhalde çok gençti. Yıl so nunda dışarıdan ilkokul birinci sınıf sınavına girdim ve ikinci sınıfa geçtim. Böylece asıl okul yaşamım ikinci sınıf ta başlamış oldu. 33
Engin Tonguç, ilkokul ikinci sınıfta, sınıf arkadaşlarıyla birlikte. Ortada Ôğretmen Meliha Hanım, solunda Engin Tonguç ve onun da solunda Rüştü Uzel'in kızı Yıldız Uzel; Ankara, 4 Ocak 1 93 6 .
Okulumuz evden birkaç yüz metre uzakta, Ankara Kalesi'nin eteklerinde ( bugünkü Hisarparkı'nın altında) Necatibey ilkokulu'ydu. Her katında beş derslik bulunan, yeni, düzgün bir yapıydı. Okulun bulunduğu yerden bi zim eve, Anafartalar Caddesi'ne doğru orta halli ailelerin de oturduğu semtler vardı. Okulun arkasındaki Kaleiçi ve yöresi ise yoksul mahalleleriydi. Okulun öğrencileri toplumsal ve ekonomik durumları farklı bu iki bölgeden geliyordu. İkinci sınıfta çekilmiş bir sınıf fotoğrafımıza bakıyorum: Öğrencilerin bu farklı kökenleri hemen ayırt ediliyor. En önde, Meliha Hoca'nın yanında ben ve evle ri bizden bir sokak ötede olan Rüştü Uzel'in kızı Yıldız oturuyoruz. Daha doğrusu, öğretmen ikisi de Milli Eğitim Bakanlığı'nda yönetici olan babalarımızı düşünerek bizi buraya yerleştirmiş olsa gerek! Yine önlerde " iyi aile" çocukları; sonradan avukat olan arkadaşım Metin, Ankara'nın o günlerdeki en iyi fırı-
34
nının da sahibi varlıklı Tavşanlı ailesinin kızı Pakize, sarı şın ve güzel olduğu için erkek çocukların ilgisini çekmeye başlayan Emine göze çarpıyorlar. Arka sıralarda ise daha çok yukarı mahallelerin çocukları; kocaman sarı kafasıy la, bir hırsızı izlerken vurulan bir polisin oğlu, sevdiğim bir arkadaş: İsmet. Ne yazık ki şimdi adlarını bilemediğim diğerleri ve en arkada, köşede, uzun boylu, kambur sırtlı, yaşça hepimizden büyük, bir türlü sınıf geçemeyen, sınıfta en arkada oturan, bazen salyası akan Feyyaz. Çoğu o yaygın deyimle "halk çocukları " olan bu sınıf ta ben kendi orta sınıf kökenimden müthiş sıkılır ve uta nırdım. Hele öğretmenlerin bazen bilmeyerek de olsa biz lere biraz daha yakınlık göstermeleri, biraz daha sevecen davranmaları, hatta seslerindeki en küçük bir değişiklik bile beni rahatsız ederdi. Daha çok o " halk çocukları "yla arkadaş olmaya çalışırdım. Onlarla arkadaşlığın çekici yönleri de vardı: Oturduk ları ve her yanını çok iyi bildikleri o Kaledibi ve Kaleiçi mahalleleri benim için değişik bir dünyaydı. Okuldan çı kınca özellikle bir yere gitmek isterdik: Kalenin kuzeye, Bentderesi'ne bakan yamaçları. Burada bir yeraltı yolu nun başlangıcı vardı. Oraya ancak dik yamaçtaki kaya lardan atlayarak, hatta bazı yerlerde tırmanarak erişile bilirdi. Sarp yamaca tırmanmaya başlayacağımız yerin başında hemen her zaman gençlerden bir topluluk olurdu. Bunlar orada öylece dikilir, aşağıya bakarlardı. Tam altlarında Arıkara genelevleri vardı. Evlere girip çıkanlar o noktadan kuşbakışı görünürdü. Bundan başka bir şey de ayırt edilmezdi. Ama onlar bakıp dururlardı. Bi zim aklımızsa o mağara dediğimiz yeraltı yolundaydı. Yol, bir tünelin ağzı gibi, dimdik, kaleye doğru tepenin içinde uzanır giderdi. Herhalde su almak için yapılmış bir geçitti.
35
Biz bu tünelin içinde yirmi otuz metre kadar gidebilirdik. Ötesi karanlıktı. Üstelik de korkardık. Yolun ta yukarıya, iç kaleye kadar gittiği, daha büyük çocukların fenerlerle daha yukarılara çıktıkları ama bir yerdeki çöküntünün yolu tıkadığı, tünelin içinde toprak kazılınca kemikler çıktığı, hatta bu yoldan aslında Hacı bayram Camii'ne kadar bile gidilebileceği gibi konuşma larla büyülenirdik. Başlangıçta okula gitmeyi çok istediğim halde sonra dan çok hoşlandığımı söyleyemem. Ders aralarında bah çede oynamak, arkadaşlıklar, okuldan çıkınca okulun önünde sıralanmış helvacı, simitçi, şekercilerden bir şeyler almak, hele o birkaç kuruşa renkli resimlerin gösterildiği kutuya bakarak dünya turuna çıkmak, kışın arkadaşlarla kızak kaymak güzeldi ama derslerden sıkılırdım. Sonradan ilkokul karneme baktığım zaman pek de iyi bir öğrenci olmadığımı anladım. Bazı derslerden bayağı kötü notlar aldığım olmuştu. Matematikle aram hiç iyi değildi, yazımsa berbattı, hep de öyle kaldı. Sevmediğim, hatta sinirime dokunan başka konular da vardı: Bunların başında ne yazık ki müzik geliyordu. Kızlı erkekli, el ele tutuşarak " [ . . . ] çiftçi çukurdadır, çiftçi çukurdadır, haydi peri kızı . . . " diyerek bahçede fır dönüp durmak da neyin nesiydi ? Çiftçi niye çukurdaydı, peri kızının orada ne işi vardı ? Bu yapmacık şarkılarla bize ne aşılanmak istendiğinin akla yakın bir açıklamasını bugün bile bulamamışımdır. Çoğumuzun perilerle falan işimizin olmadığı kesindi. Ankara'nın Kaledibi ve Kaleiçi mahalleleri de perilerin değil yoksulların, dilencilerin, hat ta ünlü kabadayıların cirit attıkları yerlerdi. Ne ilkokulda ne daha sonra kimse bana şarkı söyle temedi, müzik derslerini sevdiremedi. Şiir ezberlemek ve 36
İ. H. Tonguç, N. Tonguç, Engin Tonguç, Müştak Dikerman (Nafia Tonguç 'un kardeşi), Etlik 'e giderken yolda verilen bir molada, 26 Nisan 1 936.
Engin Tonguç, tornetle Bentderesi'nden Etlik 'e (bu şekilde iki saat süren yolda) giderken.
37
okumak da hoşlanmadığım işlerdendi. Hem çok güçlükle ezberleyebiliyor, hem o bize öğretilen şekilde baştan boy nu kırıp selam vererek, abartmalı el kol hareketleriyle şiir okumayı, ayağını pat diye yere vurmayı anlamsız buluyor, bir türlü kendime yediremiyordum. Bir kez, ezbere şiir okumaya çabalarken herhalde sıkıntıdan olacak, sınıfın ortasına kustum. Sanırım "ezberlemek" kavramı da bana ters geliyordu. Bir şeyi düşünerek bulmak varken, niçin ezberlemeliydi? İşte bu kafayla çarpım tablosunu yıllarca ezberlemedim. İki sayının çarpımını bulmak gerektiği za man oturup hesaplamaya çalışıyordum. Böylece ilkokulda çarpım tablosunu bilmeden üst sı nıflara çıkma rekorunu da kırdım. Dördüncü sınıfta ben hala çarpım tablosunu bilmiyordum. Ama artık öğrenimi me olabildiğince az karışmayı ilke edinmiş evdekilerin de sabrı tükenmişti. Ancak babamın beni okuldan alma kor kutmacasından sonra çarpım tablosunu ezberledim. Bun lara karşılık okumayı seviyordum. Sevdiğim kitaplar, okul kitapları değildi. Romanlar, hikaye kitapları ve dergiler. Afacan, Çocuk Sesi, her hafta çıkış günlerini iple çeke rek beklediğim dergilerdi. Karlı ama güneşli eski Ankara kışlarında Anafartalar Caddesi'ndeki gazeteci Ali Bitik'in küçük satış yerinden dergileri alarak sıcak sobanın başın da bir solukta okuduğum zamanları bugün bile aynı hazla anımsıyorum. ilkokulda çok kötü iki anım var. ilkinde ikinci sınıftay dım. Sınıflar bahçede tabur olmuş, derse girmek için yü rüyüşe geçmişler. Önümüzdeki sınıf ilk katın bahçe kapı sından girdi. Sıra bizde. Ben öndeyim. Sınıfın geçmesi için açılır kapanır kapıyı tutuyorum. Arkadan başka bir sınıf geliyor. Onların yüzüne kapıyı bırakamadım, tutmayı sürdürdüm. En son o sınıfın bayan öğretmeni geliyordu: 38
Engin Tonguç on yaşındayken, 2 9 Ağustos 1 93 8.
"Ne dikiliyorsun sen burada ? " Yüzüme tüm gücüyle bir tokat attı. Herhalde başka bir şeye kızmıştı. Olayı yıllarca evde anlatmadım. Bugün bile o haksız tokatı düşündükçe o öğretmene kin duyarım. Yapılan haksızlıkları unutma ma huyum bu olaydan sonra herhalde daha da gelişmiş olmalı. İkinci olay: Dördüncü veya beşinci sınıftayız. Sınıfta öğretmenin gelmesini bekliyoruz. Oturduğum sıranın ya nındaki aralıkta iki çocuk kavgaya başladılar. Bayağı dö vüşüyorlar. En yakınlarında da ben varım. Aralarına girip ayırmaya çalıştım. Biri bu kez bana saldırdı. Birden ken dimi kaybettim. İki yumruğumla, yüzüne yüzüne vuruyor,
39
bir daha vuruyordum. Aksi gibi hep de başını eğiyordu. Tüm yumruklar alttan yüzünü buluyordu. O yaştaki bir çocukta bu kadar gücün olmasına hala şaşarım. Çok kı zınca insanın gücü artıyordu anlaşılan. Neden sonra bizi ayırdılar. Ağzı burnu kanayan oğlanı sınıftan dışarı çıkar dılar. Ertesi gün başöğretmen beni çağırttı. Yanında dün dövdüğüm çocuk ve babası vardı. Çocuğun şişmiş, mo rarmış yüzünü görünce çok korktum. Başöğretmen önce beni adamakıllı bir azarladı, okuldan atmakla korkuttu, sonra ikimizi barıştırdı; çocuğun babasını yatıştırdı. O günden sonra, tüm yaşamım boyunca, iki üç kişiyi tokat ladığını oldu ama hiçbir zaman kendimi kaybederek dö vüşmedim. Eleştirilecek yönleri bir yana, ilkokulda bize aşılanmak istenen neydi ? Sanırım şöyle özetlenebilir: Dış düşmanlar dan ve içeride padişahın kötü yönetiminden, geri kafalı din adamlarının bağnazlığından kurtarılmış yoksul, geri bir ülkenin çocuklarıydık. Bu ülke kalkındırılacak, uy garlaştırılacaktı. Bunu bizler yapacaktık. Bununla görevli ve yükümlüydük. Bayrak törenleri, sabahları, "Türküm, doğruyum ... " ile başlayan antlar, tarih ve yurt bilgisi ders lerinde anlatılanlar, yerli malı hafta ve sergileri . . . Hepsi bu amaca yönelikti. Kendi kendine yeten, bağımsız, kalkın mış bir ülke. Atatürk böyle istiyordu. Bizse Cumhuriyet'in kuşaklarıydık. O çağın ilkokulu daha üstündeki okullar dan ve bugünkülerden çok daha fazla, çok daha başarıyla bunu aşılıyordu. Bizim kuşaklardan olanların her birinde, az veya çok bu öğretimin izleri kalmış ve yaşamları bo yunca davranışlarını, tutumlarını etkilemiştir. 1 93 8 'de, biz dördüncü sınıftayken Atatürk öldü. Ev deki konuşmalardan, gazetelerden ağır hasta olduğunu biliyordum. İkinci derse yeni girmiştik. Puslu bir kış gü40
Etlik, Ankara, 1 940.
nüydü. Pencereden dışarıya gözü ilişen öğretmenimizin birdenbire ağlamaya başladığını gördük. Dışarıda bay raklar yarıya çekiliyordu. Ağlaşmaya başladık. Dersleri kesip bizleri evlerimize yolladılar. Evdekiler, yakınlarımız, herkes kaygılıydı. Şimdi ne olacaktı ? Sonraki günlerde İnönü'nün cumhurbaşkanı seçilmesi bir ölçüde rahatlama yarattı. Cenaze töreninden önceki günlerin Ankarası'nı anımsıyorum: Sokaklarda tuhaf giysili yabancı askerler dolaşıyordu. Tören için gelmişlerdi. Bir akşam annem ve babamla TBMM önündeki ka tafalka gittik. İnce ince, pis bir yağmur yağıyordu. Kuy ruk Ulus alanına kadar uzanıyordu. Biz de girdik. Kimse konuşmuyordu. Yavaş ayak sesleri, bazen bir iki hıçkırık. Ağır ağır bayrağa sarılı tabutun önünden geçtik. On ya şındaydım. Sanki bir dünya yıkılmıştı. Cenaze töreninin yapılacağı gün annemle Denizciler Caddesi'nin Halkevi'ne 41
bakan ucuna gittik. İnsan doluydu. Tören alayı buradan geçecekti. Tam önümüze geldikleri zaman annem beni kalabalığın arasından yukarı kaldırdı. Ağır ağır geçen askerler, top arabasındaki bayrağa sarılı tabut, ardından yürüyen silindir şapkalı, üniformalı kalabalık belleğime kazındı. Ama belleğimde canlı Atatürk de vardı. Yaşlılığımda bir konuşma sırasında Atatürk'ü yakın dan görmüş olduğumu söyleyince akraba çocuklarının irkilmelerine, yüzüme bakıp kalmalarına şaşmıştım. Atatürk'ü görebilmiş olmak onlar için ne kadar inanıl maz ise bizim gibi o çağ Ankaralıları için de o kadar olağandı . Onu iki kez yakından görmüştüm. Birincisin de bir pazar gezintisinde babamla Gazi Çiftliği istasyo nundan yukarıya doğru yürüyorduk. Karşıdan beş altı kişilik bir grup geliyordu. Ortalarındaki Atatürk'tü . Yoldakiler biraz kenara çekilerek selamlıyorlardı. He men yanımızdan geçtiler. Ne yalan söyleyeyim, biraz düş kırıklığına uğramıştım. Bana göre, çok daha iri ve gösterişli olmalıydı. Oysaki orta boylu, herkes gibi bir insandı. Hafif baş eğmelerle selamlara karşılık vererek yanındakilere bir şeyler söylüyordu. İkinci kez yine Çiftlik'teydik. Marmara Köşkü'nün önündeki kemerli terasta hasır bir koltukta oturuyordu. Yine beş altı kişiydiler. Bu kez aralarında hanımlar da vardı. Önlerindeki havuzun beri yanı, bizlerin de oturdu ğumuz Marmara Gazinosu'ydu. Yaklaşık 20-30 metrelik bir uzaklıktan ona istediğim kadar bakmıştım. Gazinoda bir caz orkestrası çalıyordu. Dans edenler vardı. Atatürk ve yanındakiler de gazinodakiler gibi içiyorlar, neşeyle ko nuşuyorlar, gülüyorlardı. Atatürk'ü görmek! Ankara'da doğal bir şeydi bu. Elbette birtakım koruma önlemleri vardı. Ama yanına yaklaşılamayan, gizli içip gizli eğlenen, 42
kendilerini bir tür saray yaşantısı içerisinde yalıtmış yöne ticileri daha sonraki dönemlerde görecektik. Son sınıftayken bizi 23 Nisan çocuk balosuna götür düler. Daha doğrusu her sınıftan birkaç kişi baloya gitmek için seçildi. Bu gibi işleri kimler düzenliyordu bilmiyorum. Balo Ankara Halkevi'ndeydi. En iyi giysilerimizin rahat sızlığı içerisinde, büyümüş de küçülmüş gibi, ne yapaca ğımızı bilemeden Ankara Halkevi salonlarında dolaşıp dururken kulaktan kulağa yayılan bir söylentiyle toplu luk dalgalandı: Metin, Emine'yi öpmüştü ! Bizim sınıfın Metin'i daha o zamandan yakışıklı, haşarı bir oğlandı. Emine de sınıfın sarışın güzeli. Balonun tüm düzeni bozul muştu. Bu olayın sonuçlarının ne olabileceğini kafamız da evirip çevirerek suskunluk içerisinde dağıldık! Yıllar sonra Emine'yi Postane Sokağı'nda uzaktan gördüğümü sandım: Şişmanlamış, iki çocuğu kollarından çekiştirerek yürümeye çalışıyordu. Ezilmiş bir görünümü vardı. Belki oydu, belki değildi. Metin ise haşarılığını gençliğinde de sürdürdü, hukuk öğrenimi yaptı, avukat oldu, İstanbul'a yerleşti. 1 93 9 Haziranı'nda ilkokulu bitirdim. Tüm uğraşları na karşın müzik sınavında bana yine şarkı söyletemediler. Ev idaresinde ise salatanın nasıl yapılacağını anlattırdılar, düğme diktirdiler. Diğer derslerin sorularının neler oldu ğunu unutmuşum. O yıl İkinci Dünya Savaşı çıktı. Etlik'teki evdeydik. Günlük gazeteyi bağ evleri arasında eşeğiyle dolaşarak sebze, meyve satan bir zerzevatçı getirirdi. Gazeteyi aldım, birinci sayfada büyük puntolarla bir başlık vardı: "İkinci Dünya Savaşı başladı. Almanya bu savaşta yenilecek! " İyi bilmişlerdi! Tarih 3 Eylül 1 939'du. Karartma, yokluk, darlık ve ekmek karnesi dönemi başlıyordu. 43
Ortaöğrenim
Beni ortaokula yazdırmaya ne zaman götüreceğini sordu ğum zaman babam, "Artık koskoca adam oldun, kendi işini görmeyi öğren " dedi. Ben de diplomamı, gerekli bel geleri aldım, ortaokulun yolunu tuttum. O günkü adıyla "Taş Mektep " Ankara Numune Has tanesi'nin arkasında, şimdiki Yüksek İhtisas Hastanesi'nin bulunduğu yerde eski, tarihi bir yapıydı. Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Eğitim Bakanlığı olarak da kullanılmıştı. Ağaçlık, geniş bir bahçenin ortasında, sonradan düzlene cek bir tepenin üstündeydi. Bahçenin bir yanı küçük bir yarla Ankara-Cebeci tren yolunda sonlanırdı. Okuldan kaçmak için genellikle burası kullanılırdı. Okula Deniz ciler Caddesi'nden yaya gidip gelirdim. Caddenin sonuna varmadan sola sapıp eski Ankara evlerinin bulunduğu bir sokaktan geçerek yolu kısalttığım olurdu. Bu sokakta bir mescit, çeşme, su taşıyan kadınlar vardı. Sonraları buraları olduğu gibi yıkıldı. Bazen de içeri sinde Topal Osman'ın Kurtuluş Savaşı sırasında muhalif milletvekillerinden Ali Şükrü'yü öldürdüğü söylenen eski Ankara evinin önünden, sıra arkadaşım Nihat'la birlikte Samanpazarı'na çıkar, Anafartalar Caddesi'nden yavaş yavaş yürüyerek, çevremize bakınarak okuldan dönerdik. Sağda bir set üzerinde düzgün görünümlü Gazi ilkokulları, solda Çocuk Esirgeme Kurumu apartmanları, onların al-
44
Gazi ilkokulları
tında eski Yahudi Mahallesi. (İlkokuldayken oraya gitme ye çekinirdik. Kendilerinden olmayan çocukları iğneli fıçı ya attıkları söylenirdi. O dönemde Ankara' da ciddi ölçekte bir Yahudi topluluğu kalmış olduğunu sanmıyorum. ) Öğrencilik yaşamımız bakımından ortaokul çok bü yük bir değişiklikti. İlköğretim ile ortaöğretim arasındaki sistem ayrılığı, birçoğumuzun yeni okulumuza uyum sağ lamamızı zorlaştırıyordu. Eleştirilebilecek yanları varsa da, ilkokuldaki eğitim sistemi öğrencinin etkinliğine daya nan, uygulamaya önem veren nitelikteydi. Ayrıca ilkokul öğretmeni yalnız bilgi aktaran bir kişi değildi, yetişkinler olarak yaşayacağımız toplum içerisindeki davranışlarımı zı belirli amaçlara yönelterek şekillendirmeye çalışan bir yol gösterici, bir anlamda Cumhuriyet rejiminin biz ço cuklar düzeyindeki temsilcisiydi. Ortaokulda ise temel amaç, bizi birtakım bilgilerle dol durmaktı. En kısa zamanda en çok bilgiyi kafalarımıza tık mak. Üstelik her öğretmen bunu kendi yöntemince, kendi
45
bildiğince yapmaya çalışıyordu. Sonuç, birer not alma ve sınava hazırlanma makinesine dönüşmemiz oluyordu. Bil ginin aktarılma hızı ve yoğunluğu da her öğretmene göre değişiyordu. Bunlara uymak zorundaydık. Günde beş ders varsa, beş tür de huyu suyu, yöntemi farklı öğretmen vardı. Derslerin teorik ve uygulamasız oluşu, gereksiz ve aşırı bilgilerle yükleme bizlerde giderek bir tepki oluştu ruyordu. Enerji dolu, etkinlik gereksinimi içerisindeki bu yaşlardaki çocukları saatlerce oturma ve dinleme zorunda bırakmak, davranışlarını yasaklarla sınırlamak, onlardan yalnız baş eğmelerini bekleyerek çocukları güdülmesi, yö netilmesi gereken bir topluluk olarak görmek, sonunda tam bir kutuplaşmayla sonuçlanıyordu. Bir yanda biz, bir yanda da okul yönetimi ve öğretmenler vardı. Onlara göre bizler zorla, ceza ve baskılarla yola getirilecek bir haylazlar topluluğu, bize göre onlarsa her olanakla karşı konulması, mücadele edilmesi gereken bir baskı yönetiminin uygu layıcılarıydılar. Daha ileri sınıflarda kutuplaşma tam bir nefrete dönüşüyordu. Lisede birçok öğrencinin okulun ya pısına, eşyasına zarar vermekten haz duyduklarını anım sarım. Sıraları çizmek, kırmak, duvarları kirletmek, yazı ve resimler yapmak sık rastlanılan davranışlardandı. Öğ retmen ve yöneticilerden de bir olanak bulunca öğrencilere zevkle dayak atanlar az değildi. Şüphesiz ki bu görünüme uymayan öğrenciler, öğretmenler de vardı. İyi öğretmenler, mesleğini çağdaş eğitim ilkelerine göre, severek yapmak is teyenler de bu sistem içerisinde ikinci planda kalıyorlardı. Ortamın yumuşamasına, kutuplaşmanın kalkmasına yar dımcı olabilecek toplu etkinlikler hemen hemen hiç yok tu. Öğrencinin boşalabileceği resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerse hem bizlerce, hem öğretmenlerin çoğu tara fından küçümsenir, fazla ciddiye alınmazdı. Bu derslerin 46
öğretmenleri de genellikle kendilerine ne kadar önemli bir görev düştüğünün bilincinde olmazlardı. Bu söylediklerim çok abartılı bulunabilir; ne var ki ortaöğrenimin belirgin niteliği buydu. Bazı örnekler ver mekte yarar var. Bizde okul anıları belirli bir " sevgili öğ retmenim " , "ah o sıralara bir kez daha dönebilseydik" yapaylığıyla anlatılır. Bunların içtenlikle söylendiğine, söyleyenlerin de eğer gerçekleşebilse o günlere yeniden dönmek isteyeceklerine inanmıyorum. Benim de kendi lerinden çok şeyler öğrendiğim, bugün sevgi ve saygı ile andığım öğretmenlerim vardır. Ama sevmediklerim, ha yırla anmadıklarım da az değildir. Bu konuda gerçekleri söylemenin okula saygısızlık olacağı kanısında değilim. Hatta yararı olacağına inanıyorum. Onun için de alışılmı şın tersini yapacağım: Bizlere ve sanırım öğretmenlere göre de her dersin bir önem derecesi vardı. En çok korku (saygı diyemeyeceğim) uyandıranlar matematik, fizik, kimya öğretmenleriydi. Bunların nonı genellikle kıt olurdu. Bu derslerden "çakı lırdı. " Kendileri de görevlerinin çok önemli olduğuna ina nırlar, diğer öğretmenler arasında ayrı bir havayla dola şırlardı. Edebiyat, tarih, coğrafya gibi derslerin öğretmen leri öğrenciye biraz daha yaklaşabilirlerdi. Dengeli not verenleri de, kıt notluları da vardı. Müzik, resim, beden eğitimi öğretmenleri ise önemsenmezdi. Bunların ders lerinden "çakılmazdı. " Kazara bunlardan biri dersinin ciddiye alınmamasına sinirlenerek bir öğrenciyi bütünle meye bırakmaya kalksa, diğer öğretmenlerin buna tepki gösterdiklerini duyardık. Bu durumda da bu derslerin öğ retmenleri ya komplekslerle hırçınlaşırlar ya da kendile rini çevrelerinden yalıtırlar, sporcu yahut sanatçı pozları takınırlardı. 47
Görüldüğü gibi, öğretmenleri değerlendirirken bizim en önemli ölçütümüz nottu. Bu da doğaldı; sistemin teme li not alıp sınıf geçmeye dayanıyordu. Ortaokulda ilk iki yılda hiç de iyi bir öğrenci olma dım. Biyoloji dışında özellikle fen derslerini sevmiyordum. ilk karnelerimde bunlardan hep düşük not alır, sınıf geç mek için gerekli ortalamayı ancak yıl sonuna doğru tut turabilirdim. Edebiyat, tarih ilgi duyduğum derslerdendi. Özellikle edebiyat öğretmenimiz Beşir Göğüş'ün çok iyi bir öğretmen oluşunun bunda rolü vardı. Yabancı dil der siyle, yani Almancayla ise başım dertteydi. Öğretmenimiz Ankara'nın tanınmış bir avukatının Alman asıllı eşiydi. Meslekten öğretmen değildi. Öğretmekle bilmenin çok farklı şeyler olduğunu onun derslerinde anladım. Sınıfça zorluk çekiyor, dersleri anlayamıyorduk. Okuldan ilk kez bu Almanca dersi yüzünden kaçtım. Tren yoluna bakan bahçe duvarından. Birkaç arkadaş buradan atlıyor, Denizciler Caddesi'ndeki bir sinemaya gidiyor, saatlerce film seyrediyorduk. İşe bir de benim Al manca konusundaki gevşekliğim ekleniyordu; babamın Almanca bilmesine güveniyordum. Kendim çalışmıyor, ev ödevlerini ona yaptırıyordum. Aslında evdekiler benim derslerimle, ödevlerimle ilgilenmezlerdi. Tüm öğrenim yaşamım boyunca okul dışında kimseden bir saat bile ders almadım. Hatta evde kötü karnelerime bile bir tepki gösterilmez, "Senin sorunun, kendin çözümle! " denirdi. Babam bir süre bu alışılmamış duruma, benim Almanca ödevlerimi ona yaptırmama ses çıkarmadı. Ama bir gün patladı. Ve öğrencilik yaşamımın evdeki ikinci ve son aza rını yedim (birincisi çarpım tablosu yüzündendi): " Bun dan sonra Almancadan benim yardımımı bekleme. Ben lisanı öğretmen okulunda, herkes yattıktan sonra tavan
48
Engin Tonguç, arkada görünen Nafi Atuf Kansu 'nun evi, E tlik, yaz 1 943.
Hasanoğlan, yaz 1 943.
49
arasında çalışarak kendi kendime öğrendim. Ortaokulda okumak istemiyorsan, o senin bileceğin iş. Çok iyi sanat okulları var. Seni oraya veririz, sanat öğrenirsin. " Ona göre herkesin ortaöğrenim yapıp üniversiteye git mesine hiç gerek yoktu. Çalışmayacaksam ortaokulda yer işgal edip başkalarının hakkını yememeliydim! Bir daha Almanca ödevlerimi ona götürmedim. Okuldan kaçmak tan vazgeçtim. Notumu düzelttim. Ertesi yıl öğretmen de ğişti. İyi bir Almanca öğretmeni, Mansure Çakırgil, sınıfı derleyip toparladı. Bizim evde "kendi işini kendi başına görme " büyük bir slogandı. Yıllar sonra o önemsenmeyen üç dersin; müzik, resim ve beden eğitiminin ciddiye alınmamasıyla neler yitirdiğimizi çok geç anlamış olacaktım. Doğayı seviyor, çoğu kez içim den gördüğümün resmini yapmak geliyor ama beceremi yordum. Daha doğrusu işin tekniğini bilmiyordum. Kürsü nün üstüne bir iskemle yahut bir vazo konularak yürütülen sevecenlikten uzak resim dersleri bize bir şey verememişti. Müzik dinlemekten giderek daha çok hoşlanıyordum ama müzik bilgim yoktu. Üç yıl müzik dersi okuduktan sonra en ufak bir nota bilgimin olmaması, iki dize şarkıyı söyleyememem herhalde yalnızca benim yeteneksizliğimle açıklanamaz. Tahtaya çizilmiş bir bilmem ne majör gamı nı falanca gama çevirmekle sürdürülen, neredeyse mate matik problemi çözmeye dönüştürülmüş bir sözde teorik müzik bilgisi almıştık. Bundan kulağımda -iki bütün bir yarım, üç bütün bir yarım gibi- gerçek müziğe ve sesle re uygulandığı zaman ne anlama geldiklerini bilmediğim bazı formüller kalmıştı. Ya işin pratiği? Ortaokulda ilk yıl çok şişman bir müzik öğretmenimiz vardı. Sesinin çok güzel olduğuna inanırdı. Bize olanca sesi ve şişmanlığıyla Santa Lucia'yı 50
söylerdi. Ona göre sesine ve söyleyişine bayılacaktık. Ama çoğunluğu Samanpazarı, Kaledibi, Atpazarı, İsmetpaşa, Ulucanlar gibi eski Ankara mahallelerinden gelmiş çocuk ların doldurduğu sınıfımız Santa Lucia'dan pek bir şey an lamıyordu. Bizim için, önümüzde tek başına var gücüyle bağıran, moraran, çok şişman bir adam vardı. Gülmemek için kendimizi zor tutardık. Herhalde duygusuzluğumuz karşısında hayal kırıklığına uğruyor, bizlerin adam olama yacağımıza inancı biraz daha güçleniyordu. İkinci sınıftaki müzik öğretmenimiz ise ilkinin tersine, çok zayıf, sinirli, uzun saçlı biriydi. Keman çalardı. Hem de ağır, klasik parçalar. Şimdi de onu dinlemek zorunday dık. Keman çalanların o alışılmış pozuyla, başı hafifçe yana eğik, gözleri yarı kapalı, saçları alnına dökük, çaldı, çaldı ... Romantik bir kişiliği olduğu anlaşılıyordu. Sonra çaldığı parçanın bestecisini anlattı. Sanırım Brahms söz konusuy du. Sustu, bizden bir yanıt bekler gibiydi. Sessizlik! Ona en yakın sırada oturan Piç Yılmaz (haylazlığından ötürü böyle denirdi) bir şey söyleme zorunluluğu duydu: "Sapına kadar erkek adammış hocam" . Brahms'ı kastedi yordu. Kendince övmek istemişti. Hocanın dalgın gözlerinde şimşekler çakn. Elindeki kemanı Yılmaz'ın kafasına geçirdi. Sınıftan çıkn gitti. Sapı kırılmış keman elinde sallanıyordu. Beden eğitimi derslerinin ciddiye alınmamasının za rarını da ileri yaşlarda çektim. Vücut yapım beden eğiti mine elverişli olduğu halde hiç spor yapmamıştım, sporu sevememiştim de! Beden eğitimi hocamız çok küfrederdi. Küfürleri de kendine özgüydü. Sıra arkadaşım Nihat buna çok gülerdi. Elinde değildi. Daha öğretmen kapıda görü nünce bile onu gülme tutardı. O zaman da hoca ilk küfrü patlatırdı: " Eşek kafalı itler! " Hepimiz eşek kafalı bir itin nasıl bir şey olacağını düşünürken Nihat daha da çok gü ler ve sınıftan atılırdı. Hemen her ders ! Bu arada biz eşek 51
kafalı itler, daha özgün buluşlarla isimlendirilerek koşma yahut kasadan atlama çabası içinde olurduk. Ortaokulun son sınıfında okula uyum sağlamıştım. Bü tünlemeye kalmadan ortaokul son sınıf sınavlarını verdim. Liseyi Ankara Atatürk Lisesi'nde okudum. Okul Sıh hiye ile Maltepe arasındaydı. Yepyeni, düzenli, güzel bir yapıydı. Sınıfta toplumsal kökenleri farklı, iki tür öğrenci olduğu hemen göze çarpıyordu. Birinciler üst düzey yöne ticilerin ve varlıklı ailelerin çocuklarıydı. Diğerleri o günle rin yaygın deyimiyle ile "halktan" geliyorlardı. O yıllarda bu iki türü birbirinden ayıracak özel okullar, ayrıcalıklı liseler falan yaygın olmadığı için burada, bir çatı altınday dılar. Temel ayrım bu olmakla birlikte Yenişehirliler ve eski Ankaralılar şeklinde bir coğrafi bölünme de söz konusuy du. Aslında bu bölünme yalnız biz çocuklar arasında değil, o dönem Ankarası'nın yetişkinleri arasında da geçerliydi. Sınır, istasyondan Cebeci'ye giden demiryoluydu. Demiryolunun kuzeyindeki eski mahallelerde kalmış olan memur aileleri arasında, özellikle hanımlar tarafın dan, Yenişehir' de bir apartman katına taşınabilmiş olanla ra imrenme ve kıskançlıkla bakılırdı. Yenişehir'de kalori ferli bir apartman katı bu hanımların büyük özlemiydi. Bu, aynı zamanda oradaki çağdaş yaşantıya da katılabilmek demekti: Karşılıklı çay ve poker partileri, hanımların günlü toplantıları, danslı toplantılar, balolar. Bizim oturduğumuz eski mahallelerde ise yaşam gösterişsiz ve sönüktü. İşte bu ayrım da Atatürk Lisesi'ndeki sınıflara yansı yordu. Yenişehirliler bizim taraftan gelenleri küçük görür lerdi. Onların konuşmaları, davranışları değişikti; terbiye li çocuklardı. Okulun kurallarına uymaya ve iyi öğrenci olmaya çalışırlardı. Aralarında sanattan, müzikten an ladıklarını konuşmalarıyla belli edenler vardı. Herhalde
52
Engin Tonguç lise ikinci sınıftayken Tabiat Bilgisi dersi öğretmeni Nezihe Alsaç nezaretinde arkadaşlarıyla bir okul gezisinde. Keçiören, Ankara, 1 Mayıs 1 943 .
özel ders de alıyorlardı. Bense arada kaldığım duygusu içerisindeydim; üst düzey yöneticilerden birinin oğluydum ama demiryolunun da öbür tarafından geliyordum. ilkokul ve ortaokulda o yörenin çocuklarıyla arkadaş lık etmiştim. Şimdi de gönlüm onlardan yanaydı. Şu Ye nişehirliler bana yapmacık tavırlı ve züppe görünüyorlar, hatta sinirime dokunuyorlardı. Belki o yaşlarda bu tür sı nıfsal ayrımlar yapılamayacağını düşünenler olabilir ama çocuklarda olağanüstü bir, kişilerin sınıfsal durumunu sezme yeteneği olduğunu unutmayalım! O günlerde Ankara Atatürk Lisesi ülkenin sayılı lisele rindendi. Öğretmenler sık sık yer değiştirmezlerdi. Bizim lisede adlarını daha okula başlamadan duyduğumuz ünlü öğretmenler vardı. Ama sistem yine o ortaokuldaki gele neksel okulculuktu. Her şeyi berbat eden o cepheleşme, öğrenci-öğretmen ve okul yönetimi kutuplaşması burada
53
da geçerliydi. Amaç yine yalnızca not almak ve sınıfı geç mekti. Bazı hocaları sever, bazılarından nefret ederdik. Fizik öğretmenimiz sözlü yoklamalarda sekiz on kişiyi birden tahtanın önüne dizerdi. Ne yaparsanız yapın so nuç değişmezdi. Bir kişi 5'in üstünde, iki kişi 4 veya 5, geri kalanlar mutlaka 1 alırlardı. Hoca, 1 'i kalemi sapından avucuyla tutarak, aşağıdan yukarı doğru, şu eski İstanbul tramvay biletçilerinin bilet keserken yaptıkları hareke ti anımsatan bir çekişle, hırsla not defterine yazardı. En büyük zevki kopya çekenleri yakalamaktı. Yazılı yokla malarda birdenbire birkaç metre sıçrayarak bir çocuğun üstüne çullandığını görürdük, kopya çektiğini sezmiş ama tam bir suçüstü yapabilmek için bir süre göz yummuştu. Biz de ona sınıfı zindan ederdik. Bazen ders fizik labora tuvarında yapılırdı. Bakanlık, dersin deneyli okutulmasını istiyordu. Orada öğretmen deney yapar, biz seyrederdik. Optik deneyi yapılırken sınıfın ışıkları söndürülürdü. Tüm sınıf, hocanın adını fısıldamaya başlardık. Adı, böyle bir fı sıltıya çok elverişliydi. Karanlıkta bir fısıltıdır giderdi. O ise aklınca hem konuşur hem belli etmeden elektrik düğmesine yaklaşırdı. Düğmeyi birden çevirirdi. Ne var ki bizler de te tikteydik. Fısıltı bir anda kesilirdi. Herkes taş gibi otururdu. Bu oyunu haftalarca sürdürdük. Yılın sonuna doğru ne olduysa oldu, birkaç arkadaş zamanında susamayıp yakalandı. Hoca önce laboratuvarın kapısını kilitledi, sonra yakalananları sıra dayağına çekti. Laboratuvar bodrumdaydı, bazıları pencerelerden kaçabildi, biri çok kötü dayak yedi. Kimya öğretmenimiz de bazen bizi laboratuvara indi rirdi. Yine yalnızca seyirciydik. Bir tüpte iki sıvıyı birbi rine karıştırırken deneyi anlatır, örneğin " şimdi mavi bir renk olacak" derdi. Ne var ki renk pembe olur, sınıfta bir 54
gürültü kopardı; "yuh pembe oldu" . Şık giyimli, alımlı bayan öğretmenimiz kıpkırmızı kesilirdi. Bir coğrafya öğretmenimiz vardı. Ders anlatırken sü rekli sorardı: " Burada filan falan pek ne yapmaz? " Tüm sınıf, yanıtlamak zorundaydık: "Yetişmez efendim (örneğin buğday) . " Bu "filan falan ne yapmaz" sözü giderek sıklaştı. Saymaya başladık. Bir süre sonra rekorunu kırdı. 40 daki kalık derste tam 65 kez "filan falan ne yapmaz" diyordu! Ünlü bir edebiyatçının kızı olan edebiyat öğretme nimizin notunun kıtlığı konusundaki ünü okulu aşmış, Ankara'ya yayılmıştı. Edebiyat dersi değil de sanki bir iş kenceydi. Neden böyle yapardı ? Bundan kıvanç mı duyar dı? Böyle bir tutumla edebiyat sevdirilebilir miydi ? Elbette kendini saydıran, ciddi, bizlere çok şey öğreten hocalarımız da vardı. Örneğin edebiyatta Cevdet Kud ret Solok, tarihte Fatma Kara) ve Meliha Çınar, felsefede Hayrünnisa Köni, Almancada Mahir Yalnız, tabiat bilgisi dersinde Nezihe Alsaç hemen sayabileceğim adlardır. Geleneksel, eskimiş öğretim sistemi bu öğretmenlerin de çok verimli olmalarını önlüyor muydu ? Hocam Cevdet Kudret'in edebiyat derslerini ilgiyle izlerdik. Acaba ken disine bırakılsa, o öğretim programının divan yazınına büyük ağırlık veren dar ve sıkıcı kalıpları içerisinde kalır mıydı ? Hoca, bu sınırları aşmadan bize gerçek yazını öğ retebilmek, sevdirebilmek için didinir dururdu. Ama bir gün dayanamadı, sınırı geçiverdi. Şiirde özgün koşuğu an latıyordu. Bir örnek verecekti. Tahtaya yazdı: Birden bire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından, yaralı bir atlı yuvarlandı atından! 55
Sonra şiiri yüksek sesle okudu ve sözcüklerin ritmi ile anlatılan hareket arasındaki o büyüleyici ilişkiyi dize dize açıkladı. Sınıfta bir süre çıt çıkmadı. Sessizliği bir soru bozdu: "Hocam, bu şiir kimin ? " Hoca gözlüklerinin üs tünden muzip muzip bakarak gülümsedi: " Onu da büyü yünce öğrenirsiniz! " Ve tahtayı sildi. Lisede çalışkan bir öğrenci oldum. Bunda, bir an önce okulu bitirip şu işi savuşturma isteği kadar, belki ondan da daha çok, Yenişehirlilerin çalışkan takımına karşı duy duğum öfkenin rolü vardı. Onların önünde küçük düş mek istemiyordum, bir; hem çalışkan olunabileceğini hem bizim eski Ankaralılarla arkadaşlık edilebileceğini kendi me ve çevreme kanıtlamak istiyordum, iki. Çalışma nedenim kesinlikle okulu ve dersleri sevmem den kaynaklanmıyordu. Sınıfta oturmak için kendime seç tiğim yer bile buna göreydi. Yenişehirli çalışkanlar grubu en ön sıralarda otururdu. Gözleri hocadan ayrılmazdı. Hocanın ağzından her çıkanı yazarlar, durmaksızın par mak kaldırırlardı. Diğer öğrencilere karşı kabalık yap mazlar ama soğuk davranırlar, arada hep bir mesafe bı rakırlardı. Bense sınıfın ortalarında bir yerde otururdum. Hemen benim arkamdan bizim "halk çocukları "nın sıraları başlardı. Az çalışanlar, futbolcular, okuldan ka çanlar, sigara içenler oralardaydı. Parmak kaldırmazdım, hoca bir şey sorarsa yanıtlardım. Yazılı sınavlarda arka dakilere kopya verirdim. Sınıfın en iyi öğrencisi B. idi. Çe limsiz denebilecek kadar zayıf, gözlüklü, çok ağırbaşlı ve düzenli bir çocuktu. Okul yönetiminin koyduğu kuralları çiğnediği görülmemişti. Hocalar ve yönetim tarafından çok sevilirdi. Gerçekten ideal öğrenciydi. Liseden sonra hukuk öğrenimi aldı ve Avrupa'da doktora yaptı. Düzene uyumunu ve kurallara saygısını meslek yaşamı boyunca 56
sürdürdü. Uzun yıllar Adalet Bakanlığı'nda yüksek görev lerde bulundu. Erken denebilecek bir yaşta öldü. O yıllarda ortaöğrenimde "İftihar Listesi" adı altın da bir ödüllendirme uygulaması vardı. Bir yıllık öğrenim süresinde her sınıftan en yüksek notları alan iki öğrenci iftihar listesine alınırdı. Bunların adları, resimleri Milli Eğitim Bakanlığı'nın her yıl yayımladığı bir albümde yer alırdı. Lisede iki yıl ben de bu listeye girdim. Çalışkanlar gru bunun dışında kalarak, okula ve yönetime karşı olanlarla, tepki gösterenlerle arkadaşlık ederek de bunun başarılabi leceğini göstermekten hoşnuttum. Ama biraz da utanıyor dum. Çünkü bu listeye girmek öğrencilerin çoğuna göre, öğrenci argosuyla "keklik" sayılırdı. Çoğunluğun doğru bulduğu ve amaçlanan, sınıf geçecek kadar çalışmaktı. Bu görüş, bana da akla yakın geliyordu. Çalışkan öğrenci sa yılıyordum ama genel davranışım çalışkanlarınkine ben zemiyordu. Bu da bazı öğretmenleri şaşırtıyordu. Bir ev ödevine 8 veren bir öğretmenimiz, " Şunları da yazsaydınız, 10 alacaktınız" dediği zaman, verdiğim, "İyi ama ben 1 0 almak istemiyorum ki" karşılığını duyunca bir süre düşünmüş, sonra " Sizi hiç anlamıyorum, bir tür hırs eksikliği bu ! " demişti. Evet, öyle denebilirdi. Önem semediğim konularda ve alanlarda başarılı olmak, yüksel mek için hiç hırsım yoktu. Hep de böyle kalacaktım. Sınıfla okul yönetimi arasındaki ilişkiyi sınıf mümessi limiz Nedret Baban sağlıyordu. Şu geniş Baban ailesinden ve Ankara'nın ünlü bir avukatının oğluydu. Anafartalar Caddesi'nde, bize yakın bir yerde otururlardı. Sonradan hukuk öğrenimi yaparak avukat olan Nedret'in ilginç bir kişiliği vardı. Çok zekiydi ancak sınıfı geçecek kadar çalı şırdı. Tepkisi benimkinden başka bir türdendi. 57
Nedret, sınıfın yöneticisi olarak kendini hem bizler hem okul yönetimi için vazgeçilemez kişi durumuna ge tirmişti. Bazı sınıflardaki okul yönetiminin adamı, hatta ajanı türünden sınıf mümessillerine hiç benzemezdi. Yö netim de bunun farkındaydı, ne var ki bizimki gibi bir sınıfı olaysız yönetebilmek için ona gereksinimleri vardı. O ise sınıfta kendine özgü bir yönetim kurmuştu, kendi kurallarını uyguluyordu. Her şeyden önce, okul yönetimi ile onun aracılığı ol madan ilişki, hele şikayet, birbirine karşı tanıklık, j ur nalcilik kesinlikle yasaktı. Buna karşılık, yönetime karşı elinden geldiğince bizleri korurdu, cezaları hafifletmeye çalışırdı. Okul yönetimi, yaşamımızı kolaylaştıracak bazı önlemler almıştı: Örneğin her derste iki kişinin dersten kaçma hakkı vardı. Bunlar o ders bakımından o gün en zor durumda olanlardan, çalışmamışlardan seçilirdi. Öğ leden sonraki mütalaa saatlerinde de iki kişi kaçırılırdı. Bunun derslerle ilgisi yoktu. Genellikle sıraya konurdu. Sinemaya gitme, önemli bir buluşma yahut başka kişisel bir iş gibi sosyal zorunluluklar için kullanılırdı. Nedret bu işi günlük yoklama fişleri üzerinde yaptığı değişikliklerle düzenlerdi. Yönetim işin farkına varmazdı. Bir kez, bir tür çarpık bir özyönetim özlemi de sayıla bilecek kaçma uygulamasının dozunu kaçırdık: Çok güzel bir ilkbahar günü ve cumartesiydi. Sondan bir önceki ders boştu. Ön sıralardaki çalışkanlar grubundan üç kişi dışın da tüm sınıf, başımızda mümessilimiz, sınıfça dosdoğru okuldan çıkıp gittik. Nedret, öğretmenlerin her ders so nunda işleyip imza ettikleri koskoca kara sınıf defterini, yoklama fişlerini de koltuğuna almıştı. Yeni yapılmakta olan Gençlik Parkı'nda birkaç saat oturduk, konuştuk, güldük eğlendik. 58
Pazartesi sabahı okula gelir gelmez, yönetimce elebaşı sayılan birkaç kişi, başımızda Nedret, müdür yardımcısı nın karşısına çıkarıldık. Adam mosmor olmuş, saçlarını yoluyordu. Cumartesi günü son derse gelen öğretmen sı nıfta yalnız üç kişi bulunca okul birbirine girmişti. Deh şetli bir azar yedik. Ama hepsi sözde kaldı. Olayı kağıda dökemediler. Anlaşılan koskoca bir sınıfın okul saatinde başlarında sınıf defterini koltuğuna almış mümessilleri ile okuldan çıkıp gitmesinin nasıl farkına varamadıklarını daha üst makamlara açıklayamamaktan çekinmişlerdi. Tüm öğrenciler olarak hepimiz okul müdürü İhsan Üngüt'ten çok korkardık. Müdür umulmadık yerlerde ve zamanlarda birdenbire ortaya çıkardı. Örneğin bodrum kat koridorunda gizli gizli sigara içilirken bir fısıltı duyu lurdu: "Müdür geliyor! " O, upuzun boyuyla daha kori dorun bir ucunda belirmeden öbür taraftaki merdivenlere erişebilenler kurtulurlardı. Yahut öğleden sonraki müta laa saatinde yakındaki Sus Sineması'na gitmiş olanlar ka ranlıkta müdürün uzun gölgesini sezer sezmez kendilerini sinema sıraları arasında yere atarlardı. Yakalananların durumu kötü olurdu; müdürün hiç şakası yoktu. Bakanlık sigara içilmemesi, saçların 3 numara kesti rilmesi konularının üzerinde çok dururdu. Herhangi bir dersin ortasında sınıfın kapısı birdenbire açılır, müdür yardımcıları içeri girerdi. Hiçbir şeye el sürmeden ayağa kalkmamız ve öylece durmamız istenirdi. Sıralar, çantalar, ceplerimiz aranır; bulunan sigara ve kibritler alınırdı. Ya hut gelenler ellerinde bir makas, saçı uzamış olanlardan bir tutam saç keserek onları 3 numara tıraşsız dolaşama yacak duruma sokarlardı. Bu gibi uygulamalar öğrenci yönetim yabancılaşmasını daha da artırırdı. Sanki birbiri ne düşman iki topluluktuk. 59
Bir gün koridorda yürürken karşıdan gelen müdür yardımcısı beni durdurdu: "Ne biçim yürüyorsun öyle külhanbeyi gibi, iki yana sallanarak! " Ne yapayım, yü rüyüşüm böyleydi. " Ben böyle yürürüm, bizim ailede de herkes böyle yürür, ne yapalım yani" diye yanıtladım. Onun suçlaması kadar benim karşılığım da yersiz ve ya kışıksızdı. Ama böyleydik işte! Arada ne bir sevecenlik ne bir işbirliği ve anlayış havası esiyordu. Belki onların da sorunları vardı. Dönemin yöneticile rinin yakınlarının birçoğunun bulunduğu bir okulda, hele de bir tek parti yönetimi döneminde, disiplini sağlamak kolay olmasa gerek. Yönetimin öğrencilere farklı dav ranması bunu daha da zorlaştrıyordu. Bizim okul yöne timinin bundan kaçınması, en azından böyle bir davranı şı açıkça belli etmemesi, olumlu yanlarıydı. Benim de en büyük korkum, yönetim tarafından ayrıcalıklı sayılmaktı. Değil bana, çok daha üst düzeyde bulunanların çocukla rına bile böyle davranılmadığını belirtmek üzerime düşen bir borçtur. Toplumsal ve siyasal konularla lise döneminde ilgi lenmeye başladım. Bu gelişmede okuldan çok, okul dışı etkilerin rolü vardı. Ortaokul ve lisede okuduğum yıllar ( 1 939- 1 945 ) İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. İçinde bulun duğumuz olağanüstü koşullar düşün ve sanata kısıtlama lar getirmişti. Ama çok önemli bazı kültür atılımları da yapılmaktaydı: Dünya klasiklerinin dilimize çevrilmesi, ti yatro ve opera alanındaki gelişmeler bize klasik, hümanist bir Batı kültürünün kapılarını açıyordu. Bu yolu izleyince o yaygın deyimle "sol akımlar" denilen düşün sistemleri ne ilgi duymak doğaldı. Bu konularda bilgi edinebileceğimiz kaynaklardan yoksunduk. Yasaklamalar, kısıtlamalar ilgiyi daha da 60
artırıyordu. Sosyal adalet, sosyal demokrasi, sosyalizm, hatta komünizm neyin nesiydi ? İnsanı bu alanlarda araş tırmalar yapmaya iten, çekici kıldıran bir duygusal etmen de vardı: Bursa Cezaevi'nde yatan bir ozanın şiirleri giz lice elden ele dolaşıyordu ve bunlar, sanatsal değerleri bir yana, "sol" görüşle ilgili tüm konuların onun kişiliğiyle özdeşleştirilerek ilgi kazanmasına yol açıyordu. Okuldaki öğrenimse bizlere bu konularda yeterli bir açıklama, ay dınlatma getirmiyordu. Edebiyat ve felsefe dersleri de di ğerleri gibi, geleneksel görüşlerle yazılmış tek kitaba bağlı olarak her türlü tartışma ve araştırmaya kapalı, dar bir çerçeve içerisinde yürütülüyordu. Sosyoloji dersinde ayrıntılı bir ev ödevi yapmamız is tenmişti. Konuyu kendimiz seçecektik. Son sınıf öğrenci siydik. Arkadaşların çoğu klan, kabile, aile gibi klişeleş miş konuları işlediler. Bense toprak mülkiyeti ve sorun larını ele aldım. Çok da emek verdim. Hatta yarı anlayıp yarı anlamayarak Prof. Ömer Lütfi Barkan'ın Osmanlı İmparatorluğu'nda toprak sorununu inceleyen, evde bul duğum bir yazısından bile yararlanmaya çalıştım. Bana göre iyi bir iş yapmıştım. Sosyoloji öğretmenimiz ise te dirgin olmuştu. Neden böyle bir konu seçmiştim ? Çalış mayı uzun uzun eleştirdi. Beklediğimden çok düşük bir not aldım. 1 945 yılının Haziran ayında lise son sınıf sınavlarına girmeye başladım. Önümde üç sınav kalmıştı ki beklen medik bir hastalık, ağır bir akciğer yangısı beni yatağa dü şürdü. Son üç sınav eylül dönemine kalmıştı. Okulun son yılında hangi mesleği seçeceğimi düşünüp durmuştum. Bu konuda tamamen özgürdüm. Bu kararı kendi kendime vermem isteniyordu. Yalnızca bir kez, babam görüş be lirtmekten kendini alamadı. 61
Laf olsun diye, "Acaba Harp Okulu'na mı girsem? " demiştim. Ciddi bir söz değildi, belki de onu sınamak is tiyordum. " O meslek sana göre değil ! " "Neden ? " "Aşırı otoriteye gelemezsin sen! " Demek belli etmeden benim üzerimde bazı gözlemler yapıyordu ! Uzun uzun düşündükten sonra mimarlıkta karar kıldım. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nin Mimarlık Bölümü beni çekiyordu. Orada, teknik bilgilerin yanında, mimarlığın sanatsal yönüne de ağırlık veri ldiği şeklinde bir düşünüm vardı. O yazı Akademi'nin giriş sınavlarına hazırlanmakla geçirdim. Teknik resim ve matematik çalıştım. Ama eylül ayı büyük bir düş kırıklığı getirdi. Akademi de içinde ol mak üzere, tüm yüksekokul ve fakültelerin giriş sınavları bizim lise bitirme sınavından önceydi. Bir yıl beklemem söz konusuydu. O üzüntüyle, kalan üç sınavı verdim. Artık lise mezu nuydum. Tam o günlerde Ankara'da yeni bir tıp fakültesi açılıyordu. Gecikme nedeniyle onun giriş sınavları diğer yüksekokullarınkinden daha geç yapılacaktı. Yıl yitirme den yükseköğrenime başlayabilmek için tek olanak buy du. Mimarlık derken hekimlik ? Apayrı iki meslek ? O za mana kadar hekim olmayı ciddi olarak düşünmemiştim. Ama şimdi, düşündükçe ilginç buluyordum. Ceyhun Ağabey o yıl İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitire rek Ankara Numune Hastanesi'nde asistanlığa başlamıştı. Daha fakültedeki öğrencilik yıllarında bile tıp mesleğini salt hastalıkları giderici bir uğraş olmaktan çok, insana çok geniş ufuklar açan, doğayı, insanı, evreni tümüyle an lamaya yarayan bir bilim olarak görür ve bize böyle anla-
62
tırdı. Böyle geniş bir açıdan bakınca, hekimlik benim için de çekici olmaya başlıyordu. Babamın hekimlere ve hekimlik mesleğine pek seve cenlikle bakmadığını biliyordum ama benim seçimime karışmayacağı kesindi; öyle de oldu. Annem içinse he kimlik çok saygın bir meslekti. Üstelik o, babamın tersine tıbba ilgi de duyardı. Bizlerin her hastalanışında yanından ayırmadığı, halk için yazılmış Kendi Kendinin Doktoru başlıklı kitaba başvurması evcek ona takılmamıza neden olurdu. Böylece Ankara Tıp Fakültesi giriş sınavlarına katıl mak için kaydımı yaptırdım. Türkiye' de insanın geleceğini her şeyden çok rastlantılar belirler. Bunun başka örnekle riyle daha sonraki yaşamımda da sık sık karşılaşacaktım.
63
Bir Başka Eğitim
Bozkırdaki bozuk köy yolu üzerinde, bir cipin içinde sarsıla sarsıla gidiyoruz. Göz alabildiğine uzanan sarı boz bir düzlükte telgraf direkleri masmavi ufkun başla dığı uzaklıklara doğru giderek küçülüyor, küçülüyor ve sonunda yok oluyor. Tekdüzeliği bozan biricik görüntü ardımızdan göğe kalkan yüzlerce metrelik toz bulutu. Hava sıcak. Çukurlarda yavaşlayan ve zorlanan arabanın motor sesine çevredeki ağustosböceklerinin cızırtısı karı şıyor. Cipin arkasında, sağ tekerleğin çamurluğu üstünde oturuyorum. Döşeme yerine üzerine dürülmüş bir batta niye konmuş bu birkaç karışlık sac parçası, benim yerim. Sırtım arabanın tentesine dayalı, sağ elimle düşmemek için tente demirine sımsıkı tutunmuşum, her sarsıntıda başım üst tenteye çarpıyor. Sırtımda, karnımda ağrılar, midemde bir eziklik. Bazen bulantı ve baş dönmesi. Ama ses çıkaramıyorum. Sol çamurluğun üstünde uzunca bir tahta sandık var; içinde yolda yiyeceklerimiz: Peynir, zeytin, ekmek, sala talık, domates, bazen de haşlanmış et. Sandık ile benim aramda, asıl arka oturma yerinde, genellikle biri köy ens titüsü müdürü olan iki eğitim görevlisi. Önde, şoförün ya nında babam oturuyor. Arkadan onun kızarmış ensesini görüyorum. Dikkatle yolu gözlüyor, bir yandan sigara
64
içiyor, arada bir de kucağındaki 1/800.000 ölçekli hari tasına bakıyor. Benden başka hepsinin sırtında boz, kaba kumaştan yapılmış giysiler var. Askere benziyorlar. Neden sonra, ancak yanına gelince ayırt edilebilen, küçük bir vadinin içine yahut bir tepenin ardına gizlen miş bir köye geliyoruz. Tek katlı, düzensiz, toprak, düz damlı, kerpiç evler. Araba ilk evlerin arasına girerken ürkmüş birkaç tavuk gıdaklayarak sağa sola kaçışıyor, peşimize bir iki köpek takılıyor. Kahve olması gereken bir yerin önünde duruyoruz. Evlerin arasında yırtık giysiler içerisinde, sümüklü, gözleri sinekli, yüzleri yaralı, meraklı çocuk kafaları belirmeye başlıyor. Muhtar aranıyor. Köy lüler suskun ve çekingen. Birtakım görevlilerin köye gel mesi onları kaygılandırıyor. Kim bilir yine ne istenecek ? Yoksa buraya hangi memur uğrar ? En az zararla onları nasıl savmalı ? İnenlerin alışılmadık giysileri, memurlarınkine uyma yan davranışları onları şaşırtıyor. O başları olduğu anla şılan iri yarı, biraz pehlivanımsı yapılı, köylü yüzlü ola nı kendileri gibi konuşuyor. Uzun süre konuya girmiyor, havadan sudan sözler ediyor, sigara veriyor. Yavaş yavaş merak artıyor, gelenlerin çevresinde köylülerden bir halka oluşuyor. Karşılıklı takılmalar ve giderek yayılan gülüş meler başlıyor. Ben biraz uzaktan, olanı biteni izliyorum. Babamın köylülerle hemen içlidışlı oluvermesine, onların çekingen lik ve kaygılarını kısa sürede gidermesine hep şaşmışımdır. Çay, kahve ikramları başlıyor. Babam, neden sonra okul işi için geldiklerini açıklıyor. Hep birlikte köyün kenarın da okul yapımının sürdüğü yere yürüyorlar. Duvarlar çık mış ama çatı henüz örtülmemiş. Babam, peşinde ötekiler ve köylülerle yarıya kadar çıkılmış duvarları inceliyor, ce65
binden çıkardığı çelik metresiyle bazı yerleri ölçüyor. Bir şeyler gösteriyor. Su basmanı, hatıl, çıkma, kirişler gibi birtakım sözcükler kulağıma kadar geliyor. Sonra baba mın ayağında boz pantolonu, kalın potinleri, başında kas ketiyle onlardan biraz uzaklaştığını görüyorum. Elinde ta şıdığı fotoğraf makinesini açıyor, köylülerle okul yapısının fotoğrafını çekiyor. Arabaya dönüyoruz. Köylüler okul yapımının bitimi için belirli bir gün ve riyorlar, o da istedikleri bazı gereçleri sağlayacağını söylü yor. Yemek çıkarmak istiyorlar. Kalmıyoruz. Yeniden yola koyuluyoruz. Babam, bir iki not alıyor, yörenin eğitim gö revlisine bazı şeyler yazdırıyor. Köy enstitüsü müdürüne takılıyor. Sonra yemek için elverişli bir çeşmebaşı gözle meye başlıyor. İlke olarak yemek kırda yeniyor. Çoğu kez de, bizim yerde yemek yediğimizi gören bir çoban yahut oralardaki tarlasında çalışan bir köylü çıkıp geliyor. O da sofraya buyur ediliyor. Çevre ve sorunları konusunda on dan bilgi alınıyor. Sonra yeniden haritada seçilmiş bir baş ka köye doğru, bozkırın sonsuzluğuna dalıyoruz. 1 940'lı yıllarda Türkiye'nin en fazla gezen adamı sanı rım babamdı. Sonradan bir kitabında görevde bulundu ğu 1 1 yıllık süre içerisinde 6 1 il merkezi, 305 ilçe, 9 . 1 50 köy gördüğünü yazacaktı. Deyim yerindeyse Anadolu'yu karış karış bildiği söylenebilir. İnönü'yle çıktığı gezilerde her gittikleri yöreyle ilgili ayrıntılı bilgi vermesine İnönü o kadar alışmıştı ki, babam bir gezi dönüşünde "Ana dolu'daki her köyü tek tek bilmemi istiyor sanki " diye yakınmıştı. Bir genel müdürün görevini köy köy dolaşarak yü rütmeye çalışması, 1 980 koşullarında insana anlamsız ve gereksiz görünebilir. Ama o yıllarda görevlilerin ve bürok ratların ülkeyi bilmemelerinden, halkı tanımamalarından 66
yakınılırdı. Geziye meraklı yönetici tipi çok daha sonrala rı, karayolları yapıldıktan, uçak bağlantıları kurulduktan, kıyılarda dinlenme kampları, kentlerde misafirhaneler açıldıktan sonra ortaya çıktı. Kırklı yıllarda ise Anadolu'da gezmek, hele köylere gitmek kolay göze alınabilecek bir şey değildi. Kentleri birbirine bağlayan karayolları ağı son derece ilkeldi. İn san gücüyle yapılmış, kırma taşlı, inişli çıkışlı, neredeyse her tarlanın çevresinde dolaşan bu eski tip " il şoseleri" üzerinde erişilebilen en yüksek hız saatte 40 km olurdu. Çalışkan, yapı işlerine meraklı, " inşaatçı, imarcı" valile rin çabalarıyla yapılan bu yolları bulmak bile bir mut luluktu. Köy yolları ise bazen bir derenin yatağında ya hut kırların ortasında kayboluveren toprak açmalardan, izlerden başka bir şey değildi. Tek düzenli ulaşım aracı demiryoluydu. Onun ulaşabildiği yerler de çok sınırlıydı. Bu koşullarda köylere gitmek ? Pek az üst düzey yönetici için çekiciliği vardı bunun. Peki, bu zor gezilerde ben ne arıyordum ? En iyisi bu konunun başından başlamak: Babamın yöneticilik anlayışının alışılmıştan çok fark lı olduğu anlaşılıyor. Her işi yerinde görmek, yerinde iz lemek, ülkenin gerçeklerini bilerek karar almak isterdi. Oysaki geçerli olan, görevi masa başında yapmak, işleri "makam odasından " yönetmekti. Bürokrat biraz da buna zorunluydu. O makam masalarını dolduran kağıtlar, dos yalar! İmzalar, imzalar! Devlet kağıtlarla yönetiliyordu. Daha doğrusu bürokratın bir şey yönettiği yoktu. O yal nızca olayların ardından sürükleniyordu. Yıllar sonra, erişkin olarak benim de yönetime bir ucundan bulaştığım dönemde daha iyi anlayacağım gibi, bu sistem içerisinde en zor olan, yeni bir işe başlamak ve başlatmaktı. En azından buna zaman kalmıyordu. Gün67
delik işlerin altında bunalıyordunuz. Bunlarsa sizin irade niz dışında başlayarak önünüze gelmiş işlerdi. Kısa süreli yöneticilik günlerimde, bazı görevlileri tümüyle gündelik işlerin dışında bırakarak yalnızca yeni başlanacak işlerde çalıştırmayı düşünmüşümdür. Doğal olarak bunu yapabi lecek yetenekte olmaları koşuluyla ! Böyle kişilikli yardım cılar bulabilmekse, bir başka sorundur! Babam ise ilköğretim genel müdürlüğüne getirilince zaman yitirmeden kendisini gündelik ve bürokratik işlerin dışında bırakacak bir düzen kurmuştu. Çok güvendiği bir arkadaşını, Ferit Oğuz Bayır'ı başyardımcısı olarak göre ve getirdi, İlköğretim dairesinin tüm gündelik işlerini ona bıraktı. Öğretmen okulundan hocası olan bakanlık müs teşarı İhsan Sungu'nun bir gün kendisine şöyle dediğini anlatırdı: " Ben senden gelen yazıları okumadan imza ediyorum, sen inceliyorsun değil mi ? " " Eğer Ferit'in imzası varsa onları ben de okumam ho cam, kaygı duymayın ! " Böylece dosyalar arasında yitip gitmekten kurtulmuştu. Yöneticilikte kendinizi o gün delik çarkın dışına atacak bir yol bulamazsanız, hiçbir yeni iş yapamazsınız. Yıllar sonra Melih Cevdet Anday o yılları anlatırken, babamdan sonra İlköğretim Genel Müdürü olan Yunus Kazım Köni'nin, masası dosyalar la dolu, şöyle yakındığını yazar: "Tonguç hem bu işleri yapar hem gezecek zamanı nasıl bulurdu ? " Bir bürokrat o dosya yığınlarından ayrılamazdı. Bir dinsel tören ka dar kutsal o evrak imzalama işlevi ! Bürokrat herhalde en çok o masalarda oturup evrak incelerken kendisini genel müdür yahut müsteşar sanırdı. Babamsa en fazla, kucağında haritası, köy yollarında, arabanın içerisinde sarsıla sarsıla neler yapılması gerektiğini düşünürken ge nel müdürdü. 68
Elbette koşullar bu tür bir çalışma için hiç de yeterli değildi. Hele işin başlangıcında ! 1 936'da bakanlıktaki tek motorlu araç bakanın makam arabasıydı. Müsteşar başta olmak üzere, üst düzey yöneticilerinin tümü evlerinden işe yürüyerek yahut belediye otobüsüyle gidip gelirlerdi. Ne dizi dizi sekreterler, ne lüks döşeli makam odaları vardı. Ulus alanında, şimdiki büyük çarşının yerindeki eski öğ retmen okulundan bozma, sonradan yanan Milli Eğitim Bakanlığı binasını çok iyi anımsıyorum. İki katlı, ortası avlulu, dört köşe bir taş yapı. İlköğretim dairesi yapının Ulus alanına bakan yüzündeydi. Avlu yönündeki koridor dan aşınmış tahta bir eşikle ayrılmış, üzerinde dört beş oda bulunan ikinci bir küçük koridora girerdiniz. Oda lardan biri babamındı. Yüksek tavanlı, yüksek pencereli, loş bir oda. Pencerelerden Ulus alanındaki ata binmiş Ata türk yontusu tam yandan görülürdü. Kalın, eskimiş, hatta biraz tozlu perdeler, yerde yıpranmış bir halı, birkaç mu şamba koltuk, bir demir soba. Duvarda bir Türkiye hari tası. Yıllar geçtikçe bu haritanın üzerindeki renkli nokta lar çoğalacaktı: köy enstitüleri, bölge okulları... Yoksul, ama onurlu bir yönetimin genel müdürünün çalışma yeri. Daha doğrusu kırlarda, dağlarda verilen bir savaştan ar takalan zamanda çalışılan yer. İlk inceleme ve denetleme gezileri trenle yahut kira lanmış taksilerle yapılırdı. Babam Ankara çevresindeki köylere gideceği zaman, en yakın taksi durağından, An kara sebze halinin yanındakinden, Şoför Hıfzı Efendi'nin otuz bilmem kaç model 1 3 1 3 plakalı taksisi, kilometre başına şu kadar kuruş hesabıyla tutulurdu. Belleğimde bu ilk gezilerin dönüşleri yer etmiş: Etlik'teki bağ evinin bal konunda annemle birlikte karanlıkta oturuyorum; 1 936 yılı. Hesapça o 3 7, ben sekiz yaşındayım. Gece yarısı ol69
mak üzere. Gözümüz evden bir kilometre kadar ileride, kentten Ayvalı'ya giden yolda. Çok seyrek, belki saatte bir, bu yolda bir arabanın ışıkları görünüyor. Her araba geçişinde doğruluyoruz, acaba bu tarafa sapacak mı ? Ha yır, geçıyor. Neden sonra bir arabanın ışıkları bizim eve gelen yola dönüyor, azalıp çoğalarak kıvrılan, hafif yokuşu tırman maya başlıyor. Annem, " Geliyor" diyerek kalkıyor, lam bayı yakıyor. Toz içinde bir taksi evin önündeki badem ağacının altında duruyor. Babam kir içerisinde, çoğu kez pantolonu, ayakkabıları kurumuş çamurlarla sıvalı, yorgun, uykusuzluktan ve sigara dumanından kızarmış gözlerle iniyor. Annem sızlanıyor, bazen üstünü başını ka pının önünde çıkarttırıyor; çünkü birkaç kez üstünde bit bulunmuş, çamaşırları kaynatılmış. Annemin onu bekle yerek geçirdiği, bundan sonra da geçireceği sayısız gece lerden biriydi bu ! Babam, daha o yıllardan başlayarak, olanaklar elver diği ölçüde beni de bu gezilere götürmeye başladı. Baş langıçta son derece rahatsız oluyordum; araba tutuyordu. Yakınmanın bir yararı yoktu; alışırsın deyip geçiyordu. Sonunda gerçekten alıştım. Beni niye yanında sürüklüyor du? Bunu hiçbir zaman açık olarak söylemedi. Zamanla, bunun bir tür eğitim olduğunu anladım. Yorgunluğa, sı kıntıya, zorluklara alışmamı, ülkeyi, insanlarını, sorunları nı tanımamı istiyordu. Ama bunları açıkça söylemiyordu. Öğüt ve ders vermiyor, her zamanki gibi o yalnız ortamı hazırlıyor, doğru olanı benim bulup çıkarmamı istiyordu. Eğitme yöntemi buydu. Yalnız bir kez, ta 1 945'te, doğru dan düşündüğünü söyledi: Konya-İvriz Köy Enstitüsü'ne gidecekti. Beni de götürmek istiyordu. Lise öğrencisiydim. Birkaç gün sonra coğrafyadan sınava girecektim. Evde ka70
lıp ders çalışmak zorundaydım. Kesinlikle gitmeyeceğimi anlayınca sinirlendi: " Bir gün gelecek gelmediğine pişman olacaksın. Belki de orayı bir daha hiç görmeyeceksin. Sı nav sınav. . . Ne çıkacak bu sınavlardan! Coğrafya sınavıy mış. Coğrafya çalışmanın böyle bir geziden daha iyi şekli olur mu ? " Doğruydu. Ama bunu bizim coğrafya öğretme nine nasıl anlatırdık ? Ben de haklıydım. Ülkede çekişmesi yapılan, birbirine tabanı tabanına zıt, biri teorik, ezbercili ğe dayanan, diğeri uygulamalı, gözlemlere, yaşama dönük iki öğretim ve eğitim sisteminin arasında kalıyordum. Ne yazık ki seçeneğim yoktu. Gitmedim. Sınava hazırlandım. Dediği doğru çıktı; bir daha hiçbir zaman İvriz'e gitme olanağı bulamadım. Beni gezilere götürürken belki gelecek günlere kendi yakını olan bir tanık bırakmayı da düşünüyordu. Kim bi lir? 8-1 8 yaş arasında, onun gezilerinin bazılarına katıl dım. Ülkenin birçok yöresini, hem de erişilmesi çok zor, başka hiçbir şekilde göremeyeceğim köşelerini tanıdım. Bu gezileri biraz daha anlatmak istiyorum: Anımsayabildiğim en eski gezi Ankara çevresindeki köylerde. Kiralık taksinin köye girmesiyle önce kaçışan, sonra arabaya duydukları ilgiyi yenemeyerek yavaş yavaş sokulan zayıf, sağlıksız, yamalı, yoksul giysiler içindeki köy çocukları. En yüreklileri arabanın parlak yerlerine ellerini değdirip hemen çekiyorlar. Daha yetişkinler gel meden, babam onları çevresine topluyor, kuru bir dalla toprağa yazıyor, okumalarını istiyor: Ana ata ot at! Dura dura heceliyorlar. Sonra yine birkaç kolay hesap sorusu; şu pazara giden yumurtalardan satılanlar, satılmayanlar. ilk kez o gezide çamura saplandık. Hem de nerede ? Tam bugünkü Emek Mahallesi 8 . Cadde'nin olduğu yer71
de, o zaman kent dışındaki Balgat köyüne gitmek için geçmeye çalıştığımız küçük bir derede. O günden bir de fotoğraf kalmış: Arabanın arka tekerlekleri çamura saplı, çevreden gelmiş köylüler çıkarmaya çalışıyorlar. Başımda bir okul kasketi, biraz uzaktan olanlara bakıyorum. Daha sonraki yıllarda köy yollarında o kadar çok çamura sap landık ki ! Neler olacağını artık ezbere biliyordum. Önce arka tekerleklerin önüne taşlar konacaktı. Ama genellikle bunun yararı olmazdı. ilk kurtulma denemesiyle taşlar ça mura gömülür, araba da daha çok batardı. Herkes, çev reden gelenler bir kez de arabaya dayanarak denerlerdi. Bu da sökmezse son ve en etkili çözüme sıra gelirdi: En yakın tarladan bir çift öküz getirilir, arabayı bunlar çekip çıkarırlardı. Yıllar geçtikçe gezi anılarım, izlenimlerim çoğaldı. Ar tık köylerde üç sınıflı eğitmenli ilkokullar açılmaya baş lamıştı. Ama hep o yoksulluk! Kerpiç evler, duvarlarda tezekler, cılız, soluk insanlar, bakımsız hayvanlar. İnsana umut veren tek yer, köydeki biricik kırmızı damlı yapı, kö yün yanındaki ilkokuldu. Bizim Milli Eğitim tarihimizde eğitmenlerin yeri yeterince belirtilmemiştir. Sonradan köy enstitülerinde okuyarak kimi yazar, kimi politikacı, hatta bakan olan çocukları ilk yetiştirenler onlardır. Denebilir ki Anadolu'ya çağdaş anlamlı ilköğretimi o çilekeş eğitmen ler sokmuştur. Sırtında boz yahut koyu lacivert kaba kumaştan, kurs ta verilmiş elbisesiyle eğitmen, askerlikteki çavuşluğun dan kalma alışkanlıkla babamın ve gelenlerin karşısında hazır olda duruyor. Sıralarda kızlı erkekli köy çocukları. Babam önce öğrencilerin İstiklal Marşı'nı söylemelerini istiyor. Belki biraz düzensiz ama hep bir ağızdan ayak ta söylüyorlar. Sınıfın hafif buğulu camlarından içeride 72
olup bitenleri gözlemeye çalışan köylü yüzleri görüyo rum. Kimi kasketli, kiminin başı sarılı, sakallı, tıraşlı, yaşlı genç, hepsi kavruk, hepsi derin çizgilerle dolu köylü yüzleri. Babamsa öğrencilere sorular soruyor: Atatürk kim, ne yapmış, Cumhuriyet ne demek ? Okuldan hoşnut çıkıyor. Köylülerin arasında elini eğitmenin omzuna koya rak onu övüyor. Eğitmen sevincinden kıpkırmızı oluyor. Başlangıçta şüpheyle karşılanan, ülkenin gerçeklerinden habersiz eğitbilim ulemasının tüylerini diken diken eden eğitmen sistemi bayağı yürüyordu. Babamın; bir insanın yeteneklerinin çok yönlü olduğu, doğru eğitildiği zaman değişik türden işler yapabileceği görüşüne de uygundu. Nitekim yine bu düşünle, tüm ilköğretim örgütünü, bu örgüt içerisindeki mesleği öğretmenlik olan görevlilerin tümünü okul yapımı işine koşacak ve bu insanlar, il milli eğitim müdürlerinden ilkokul öğretmenlerine kadar, elle rinde yapı planları, metreler, dağ taş demeden, bir yapı örgütünün elemanlarıymış gibi çalışarak binlerce köy il kokulunu yaptıracaklardı. Sonra o yılların en yaygın ulaşım aracı: Tren. Ölgün ışıklı, yarı karanlık Anadolu istasyonları, düdük, kam pana sesleri, kömür tozu dolu kompartımanlar. Bir gece saat 03.00'te Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü'ne gitmek için Sarımsaklı İstasyonu'na indik. Karanlık, ayaz. Oku lun kamyonu bizi bekliyordu. Şoförün yanında bozuk şosede kamyon yolculuğu. Sonunda enstitünün ışıkla rı. Koşuşan, gülen insanlar, sıcak bir çay. İki gün sonra yine trenle Ankara'ya dönüyorduk. Bu kez koridorda ve ayakta. Hayır, zaman zaman koridordaki koskocaman bir Diyarbakır karpuzunun üstüne oturarak! Ankara'dan Balıkesir'e bir Savaştepe yolculuğu: Balıkesir ile Savaştepe 73
arasında karayolu yoktu. Tren Balıkesir'e kadardı. Ak tarma yapılması gereken trense bir gün sonraydı. Biraz sonra kalkacak bir yük treni varmış. Babam, istasyon şe fine gitti, kendisini tanıttı. Herhangi bir kaza durumunda devlet demiryollarının sorumluluk taşımayacağını belirten bir kağıdı babama imza ettirdikten sonra yük treniyle git memize izin verildi. Furgonun [ek eşya vagonu] ortasına iki iskemle koydular. Tren Savaştepe'ye doğru ağır ağır, zorlanarak tırmanıyor. Her tünele girişte furgonun içi lo komotifin dumanıyla doluyor. Öksürüp duruyoruz. Bir kaç saat sonra Savaştepe'ye indiğimizde simsiyah kömür tozuna bulanmıştık. 1 940'larda araç sıkıntısı bir ölçüde giderildi. Kuru luşu ilerlemiş köy enstitülerinin kamyonları, kaptıkaçtı ları olmaya başlamıştı. Gezilerde bunlar kullanılıyordu. Ne var ki, yokluklar kendini belli ediyordu: Bir Kasta monu dönüşünde lastiğin en az on kez patlamasından sonra Kalecik'e yakın bir yerde kaldık. Sökülüp takıla rak yamanan iç lastikler artık yama tutmuyordu. Geziye katılanlardan biri en yakın istasyona gitti. Hasanoğlan İstasyonu'yla bağlantı kurdu. Enstitünün kamyonu gel di, bizleri aldı. Bir başka Kastamonu dönüşü: Çankırı'nın içinden geçen çay, tahta karayolu köprüsünü sürükleyip götürmüştü. Arabayı, sağlam kalmış demiryolu köprü sünden geçirmeyi denediler. Olmadı. Bir tahta köprü yü zünden Ankara'nın burnunun dibinde kalakalmıştık. İki gece köprünün onarılmasını bekleyerek Çankırı'da ber bat bir otelde kaldık. Asıl rahatlama son yıllara doğru oldu. Orduya gelen ciplerden dördünü ilköğretim işlerinde kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı emrine verdiler; hem de asker şo förleriyle birlikte. Ülke dört bölgeye ayrıldı ve bu bölge74
lerde kalan köy enstitüsü müdürleri bölgelerindeki gezi ve denetlemelerinde bunları kullanmaya başladılar. Babam da Ankara'dakinden yararlanıyordu. Bozuk köy yolla rında gitmeye elverişli böyle bir araca kavuşunca keyfi ne diyecek yoktu. Şimdiye kadar hiç ulaşılamamış yerlere gidecekti artık. Araba ona göre donatıldı. Bir başka ilke: Kendi kendine yetmeye çalışacaksın ! Yiyecek sandığı, bat taniyeler, kazma kürek, bir yığın araç gereç. Artık yol iz tanımıyordu. Haritasını açıyor, parmağını bastığı köye dağlardan, dere yataklarından iniveriyordu. Benim katılmadığım bir Doğu Anadolu gezisinden dönüşünde anlatmıştı: Bir dağ köyüne girdiklerinde köy lülerin yaşlı genç, çoluk çocuk dağlara kaçmaya baş ladıklarını görmüşler. Güçlükle bir kişiyi yakalamışlar, niye kaçtıklarını sormuşlar. O güne kadar hiç görmedik leri cipten ürkmüş köylüler, canlı bir yaratık olmasından korkmuşlar! Yine o gezide bir başka köyde arabadan inenlerin çevresinde toplanıp yere diz çökmüşler, öylece oturup bakıyorlarmış. Sonra ağlamaya koyulmuşlar. İçle rinden bir kişi yavaşça babama yaklaşmış, elini pantolo nuna değdirmiş; gerçekten var olup olmadığını anlamak istermiş gibi. Türkçe bilenlerinden biri açıklamış: " Bu köy kuruldu kurulalı buraya hiçbir hükümet adamı gelmemiş ti bey, gerçek mi diye bakıyoruz, sevinçten ağlıyoruz, bizi de sonunda düşündüler diye ! " Köyün birinde de şimdiki padişahın kim olduğunu sormuşlar. Gezilerin tehlikeli yönleri de vardı. Bir kez babam en gel nedir bilmek istemiyordu. Sanki doğayla savaşa gir mişti. Aklına koyduğu yere, aklına koyduğu zaman gide cekti. Anadolu' da erişilemeyecek bir yer olacağı düşünün den rahatsız oluyordu. Yolda kara, çamura saplanmalar, kaymalar olağandı. Bir kez, bir gece yolculuğunda uçmuş 75
bir köprünün başında son anda durabildiklerini yanında kiler anlatmışlardı. O dönemin Anadolu şose köprüleri! Çivilerinin yarısı dışarıda, uzatılmış kalaslar, tahta ayak lar. . . Çoğu kez şoför arabayı köprünün başında durdurur, köprünün ortasına kadar yürür, orada bacakları üstünde birkaç kez yaylanarak köprünün ne kadar ağırlık taşıya bileceğini anlamaya çalışırdı. Sonra, verdiği karara göre, ya arabayla geçilir yahut herkes iner yürür, şoför ağır ağır aracı köprüye sürerdi. Cipin asker şoförü güleç, sağlıklı, sırım gibi bir deli kanlıydı. Saatlerce uyumadan araba kullanabilirdi. Şu il köğretim işine en az diğer görevliler kadar emeği geçmiş bu çocuğun adını anımsayamadığım için üzgünüm. Sanı rım Muğlalıydı. Yanında babam hiç uyumadan, ağzından eksik olmayan sigarası, gözleri yola dikili, ona yardımcı olmaya çalışırdı. Ama yorgunluğa dayanma gücü daha az bir şoförle ve Hasanoğlan'ın kaptıkaçtısıyla yapılan bir kaç günlük bir Kırşehir ve çevresi gezisinin dönüşünde az daha sona yaklaşıyorduk. Gecenin çok ileri saatleriydi. Şoför iyice uykusuzdu. Gündüz birkaç kez, bana ve enstitünün müdürüne sızlan mıştı; dayanamıyordu. Babama bir şey söyleyememiştik. Ertesi sabah bir yasa tasarısının Meclis'teki görüşmesinde bulunmak zorundaydı, acele ediyordu. Kaptıkaçtıda birkaç kişiydik. Ben yine en arkada ve köşedeyim. Bir ara sanırım hepimiz uyumuşuz. Büyük bir sarsıntı ve şangırtı oldu. Gözümü açtığımda sırtım arabanın arka yan camın daydı; cam nasılsa kırılmamıştı. Üstüme biri yığılmıştı. Devrilmiştik. Bir süre kimse konuşamadı. Sonra babamın sesi duyuldu, teker teker adlarımızı söylüyordu. En son bana seslendi. Bir öğretmenin kolunda ve yüzündeki hafif cam kesiklerinden başka yaramız beremiz yoktu. Yalnız-
76
ca şoförden ses gelmiyordu. Hepimiz bir korku ürpermesi geçirdik. Biraz sarstılar. Böyle bir şeye tanık olmasam ke sinlikle inanmazdım; hala uyuyormuş! Babam, "Ne yap tın yahu" dedi. Şoförün sesi özürden çok suçlama doluy du: "Uyumuşum beyim! " Babam hiç sesini çıkarmadı. "Hadi bakalım çıkalım buradan ! " Yanındaki kapıyı havaya doğru açtı. Teker te ker çıkarak yere atlarken önce üzerimizdeki yıldız dolu göğü görüyorduk. Araba yolun kenarındaki çukura yan yatmış, duruyordu. Biraz ileride yolun bu kenarı en az on metrelik bir bayıra dönüşüyordu! "Düzeltmeye çalışalım şunu, bakalım işleyecek mi ? " Hep birlikte yüklendik. Araba yeniden şosenin üzerine oturdu. Şoför denedi, çalışıyordu. Sürten çamurluğu elimizden geldiğince dü zelttik. Tekrar bindik, yola düzüldük. Babam enstitü mü dürüne, " Başlat bakalım bir türkü Hürrem Hoca . . . " dedi. Kendisi de söylemeyi çok isterdi ama pek beceremezdi. Bir süre hep birden söylenen türküye katılmaya çalıştı, sonra yine sigarasını yakıp gözlerini yola dikti. Bitmek bilmeyen yola . . . Dikmen sırtlarından Ankara'yı gördüğümüz za man gün ağarmaya başlamıştı. Evde üstümüzün başımı zın durumunu gören annem telaşlandı: " Bir şey mi oldu ? " Babam gezideyken hep bir kaza haberi alacağı korkusuyla yaşardı. Babam biraz kem küm etti, olayı anlatmadı, üstü nü değiştirip Meclis'in yolunu tuttu. Yaşım ilerledikçe bazılarına katıldığım bu gezilerin ye tişmem bakımından nasıl bulunmaz bir olanak olduğu nun bilincine varmaya başladım. Onun için de gözlerimi ve kulaklarımı açıp olup bileni izlemeye çalışıyordum. Her şeyden önce, babam bunca yorgunluk ve zorluğa katlanarak, hatta tehlikeleri göze alarak, çevresindekileri zorlayarak, koşturup durmakla ne amaçlıyordu ? Sorunun
karşılığı kolaydı: En azından, bürokratik düzen içerisin de uyuşuklaşmış, edilgin bir yönetim mekanizmasını ülke çapında harekete geçirmeye, işe sürmeye çalışıyordu. Ger çekten de bir süre sonra bu paslı çark dönmeye başlaya caktı. Bunda, elbette işe ağırlığını koyan Devlet Başkanı İnönü'nün büyük etkisi vardı. Aslında babam da gücü ondan alıyordu. Ama tüm görevlilerin kısa bir süre içinde şu kanıyı edindikleri de bir gerçekti: İşin başında, hiç beklenmedik bir anda ve en olmayacak yerlerde ortaya çıkıveren bir genel müdür vardı. O toza bulanmış cip, yol iz olmayan bir yönden, hiç umulmadık bir saatte, bir okulun, bir hükümet ko nağının, bir milli eğitim memurluğunun önünde beliri yordu. Öğretmenin işbaşında olup olmadığı denetleniyor, öğrenciler sınavdan geçiriliyor, bölgedeki okul yapımı konusunda bilgi isteniyordu. Bazen görevlinin gerçeğe uymayan bilgiler verdiği olurdu. " Söylediklerin doğru değil, şimdi o köylerden geliyorum ben ! " Adamcağız şa şırıp kalırdı. Nasıl gitmişlerdi bunlar oralara ? Birkaç kez görevlileri eliyle koymuş gibi, kasabanın kahvesinden çı kardığına tanık oldum. Memurların gittiği kahveyi nasıl bilirdi ? Sanırım, Anadolu memur yaşantısının tanımadığı yönü yoktu. Bu gezilerde ben kendimi elimden geldiğince gözlerden silmeye, olanları uzaktan, dikkati çekmeden izlemeye ça lışırdım. Benim gibi babamın yanında giden bazı çalışma arkadaşları da işin kötüye gideceğini gösteren belirtileri bi lirlerdi. Üstündeki boz gocuğun dış cebinde duran yüzlük sigara paketinden Yeniceleri hırsla, birbiri ardına çekmeye başlaması ilk kötü belirtiydi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü Hürrem Arman ise " Hocanın ensesi kızarmaya başladı mı ortalıkta görünmemeye çalışacaksın " derdi.
78
Sonra bir azar seli ile fırtına kopardı. Özellikle sinirlen diği bazı davranışlar vardı: Bürokratik özürler! "Yazdım ama henüz karşılık gelmedi. Tahsisat yok ki " gibi. Ona göre her sorunun çözümü "kafayı kullanarak" , yetki kul lanmaktan kaçınmayarak bulunabilirdi. Ama denetimler tek yönlü bir korkutma, sindirme havası içinde geçmezdi. Cezalandırma ve ödüllendirme, özendirme mekanizmala rı birlikte işlerdi. Eğer karşısında işini yapmış, hele kendi çabasıyla bazı engelleri aşmış bir kişi varsa, o sözünü esir gemeyen adam gider, yerine bir hoca, bir ağabey gelirdi. Adama sarılır, sırtını okşar, bir kahvesini içmek istediğini söyler; anılar, fıkralar anlatır, şakalar yapar, mesleksel bil giler verir, özel yaşamıyla ilgilenir, bir sorunu varsa çöz meye çalışırdı. Ankara'yla telgraf bağlantısı olan ilk büyük merkezde o günkü inceleme ve denetimlerin sonuçları uygulanmaya konurdu: İlköğretim dairesine alınacak önlemler bildirilir, emirler yazdırılır, bazı kişilerin görevleri değiştirilir, birkaç gün içerisinde bazıları daha üst görevlere getirilir, bazıları da görevden alınmış olurdu. Hareketin çok candan yan daşları ve onulmaz düşmanları olmasının bir nedeni, ge çerli bürokratik düzen içerisinde alışılmamış bu gibi kesin, hızlı ve sert uygulamalardır. Ne var ki, o ağır çarkın yine alışılmamış bir şekilde, belirli bir amaca doğru harekete geçirildiği de bir gerçektir. Köy enstitülerindeki denetimlerin niteliği elbette köy lerdekinden biraz daha değişik olurdu. Okulun maddi ortamının hazırlanmasıyla ilgili çalışmaların yanı sıra, uygulanması istenen yeni eğitim ve öğretim konuları, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik sorunları ele alı nırdı. Genellikle, herhangi bir enstitüye gecenin geç sa atlerinde varılırdı. Yanındakilerin yorgunluktan gözleri 79
kapanırken, o yine sigarasının birini yakıp birini söndü rerek saatlerce enstitü müdürüyle konuşurdu. Sabahleyin erkenden uyanırdı. Bazen yanında gidenlerin yattıkları odanın kapısını açarak içeri bir sandalye fırlattığını gö rürdük: "Hey millet, davranın bakalım! " Aslında neşeli bir adamdı. Çalışma arkadaşlarıyla dostluktan, şakalaş maktan hoşlanırdı. Gece belki iki üç saat bile uyumamıştı ama dipdiri olurdu. Yaradılıştan çok güçlü, çok sağlıklı bir adam mıydı ? Öyle zayıf bünyeli, çelimsiz bir kişi değildi ama olağanüs tü bir gücü olduğunu da sanmıyorum. Yalnız sinirleri sağ lamdı. Başını yastığa koyar koymaz uyur, istediği saatte de uyanırdı. Bir inancın, bir amaca varma çabasının insanın gücünü şaşılacak kadar artırabileceğini, ona tükenmez bir enerji verebileceğini tıp öğrenimim ilerledikçe daha iyi an layacaktım. Gücünün asıl kaynağı buydu. On bir yıl bo yunca sanki bir cezbeye tutulmuştu. Çok da acelesi vardı, çok acelesi ! Zamanla yarışıyordu sanki! Sabah çayından sonra enstitünün büyük toplantı ala nına gidilirdi. Önce bayrak töreni. Boz asker kumaşından kaba giysileri, kasketleri, omuzlarında kazma kürekleriy le öğrencilerin geçidi. Tüm öğrenci ve öğretmenlerin ka tılmasıyla sabah halayı. Alışılmamış bir görüntü. Sanki Anadolu ayağa kalkmış, el ele bir yerlere gidiyor. Davu lun gümbürtüsüne uyarak yüzlerce gencin koca alanda dönmesi. İşte o zaman hiç kıpırdamadan ayakta, olanları seyretmekte olan o koca adamın belli etmemeye çalışa rak elinin tersiyle gözlerini sildiğini görürdüm. Öğrenci ler alanın çevresinde bir dörtgen oluşturunca yavaş yavaş alanın ortasına yürürdü. Şimdi kuş uçsa kanat sesi duyu lurdu. Tam ortada durur, ağır ağır konuşmaya başlardı. Alışılagelmiş anlamıyla iyi bir tören konuşmacısı değildi. 80
Sözlerinde duygusal öğeler değil, akıl ve mantık ağır ba sardı. Neler söylerdi ? Bir üst düzey görevlisinin ağzından çıkması olağan olmayan şeyler. Ülkenin, özellikle köylerin geriliğini, yoksulluğunu açık açık anlatırdı. Sonra sorardı: "Analarınız, babalarınız gibi yokluk yoksulluk, ezilmişlik içerisinde yaşamınızı sürdürmek istiyor musunuz ? " Onla ra, kurulmasında kendilerinin etkin olacakları uygar, mut lu bir köy geleceğinin tablosunu çizerdi. " İleri, çağdaş bir Türkiye'yi kısa sürede yaratamazsak bizi bu topraklarda yaşatmazlar" derdi. Daha sonra sınıflar, enstitünün çalışma alanları, işlik ler, tarlalar, bahçeler, ahırlar gezilirdi. Her işin, her öğretim işlevinin öğrencilerin etkinliğiyle üretime dönük yapılma sını isterdi. Yabancı ve doğal olmayan her şeye karşıydı. Örneğin, okul yönetim yapısının önüne çim mi ekilmiş ya hut girişte mermer mi kullanılmış ? Yüzü asılırdı. Güzelim Anadolu bitkileri varken İngiliz çimi ? Yörede Ankara taşı varken mermer? Hemen eleştirirdi. Gece öğretmenlerle yaptığı toplantıdaki konuşması gündüz öğrencilerle olandan çok daha açık, çok daha ya lın olurdu. Saatlerce, arkalarda oturanların gözlerinin ka panmaya başlamasına aldırmadan, konuşur konuşurdu. Ne yapmak istediğini, onlardan bekleneni anlatır, över, eleştirirdi. Konuşmalarının duygusallıktan uzak kuruluğu yanında açıklığı, gerçekçiliği çarpıcı olurdu. Bugün bile o konuşmaların birçoğunu çekinmeden yapabilecek yöne tici düşünemiyorum. Bu konuşmaların birçoğunun ilgili yerlere ulaştırıldığından hiç şüphem yok. Köy enstitüleri ve ilköğretim seferberliğiyle ilgili, onun çalışma arkadaşlarının sonradan yayımlanan anılarında geniş biçimde açıklanmış ayrıntılara girmek istemiyorum. Benim belirtmek istediğim, daha çok bu olayların ve ba81
bamın gelişmem üzerindeki etkileridir, bununla ilgili izle nimlerimdir. Evdeki ilişkilerimiz, bana karşı davranışları gezilerle kazandıklarımı bütünlüyordu: Babam kendisine kalan pek az dinlenme zamanını ya okuyup yazarak ya mevsim yazsa ve Etlik'teki bağdaysak dışarıda, bahçede geçirirdi. Sırtında bir gömlek, ayağında eski bir pantolon, o çorak, biraz eşeleyince altı kaya çıkan sözümona bağ toprağı üzerinde onu bugün de görür gibiyim. Elinde bağ bıçağı, üzüm topluyor yahut aşı yapıyor. Pantolon cebinden bir ip parçası sarkmış. Ceplerinde hep biraz ip, bir çakı, bun lar gibi bir sürü ufak tefek şeyler bulundurmasına güler dik. Fidan dikmesini, budamasını, kalem aşısı yapmasını ondan öğrendim. Bazen de testere, çekiç, çivileri alır, ya kümesi onarmaya ya oturulacak bir bahçe sırası yapmaya koyulurdu. Böyle işler yapmayı da ondan öğrendim. Ben yardımcısıydım. Hiç belli etmeden, yaptığı işleri yavaş ya vaş, ben öğrendikçe bana aktardığını sonradan anladım. Görünüşte hiçbir şey öğretmiyordu da yardım ederken ben kendim öğreniyordum! Bir gün el konusundaki dü şünlerini anlattı: Ona göre insan eli, beyinle birlikte insanı diğer canlılardan ayıran en önemli organdı. El becerisi uy garlaşmanın bir ölçütüydü. El yeteneği herkeste bulunur du. Ama onu kullanmalı ve geliştirmeliydik. İnsan, elini kullanmasını öğrenerek doğaya egemen olmuştu. Sonraki yıllarda, eli hiçbir işe yaramayan, en azından iki tahtayı birbirine çakamayan, bir musluğu yahut bir sigortayı de ğiştiremeyen, bir masayı boyayamayan, bir sebze karığmı sulayıp çapalayamayan, bir fidanı budayamayan insanla rın da bulunduğunu, hem de bunların sayılarının hiç de az olmadığını görerek şaşacaktım. Ben her kişi bunları yapabilir sanıyordum ! Gerçekten de elin çevreyle, eşyay82
la, doğayla buluşmasında, onları değiştirebilmesinde ola ğanüstü bir şeyler vardı, insanı kendisi dışındaki evrenle bütünleştiren, bizi yalnızlıktan ve yabancılaşmaktan kur taran bir şeyler! O bağ bahçe işleri, ufak tefek onarımlardan şunu da öğrendim: Dünyada en üstün, en kutsal değer işti, çalış maydı. Çalışan, bir şey üreten insan, toplumun en saygı değer bireyi olmalıydı. Ve de iş, ciddi bir uğraştı. Türü ne olursa olsun yarıda bırakılmaması, başından sonuna ka dar özenle yürütülmesi gereken bir uğraş. Babama göre, ister bir iskemle yapın, ister kitap yazın, niteliği ne olursa olsun, bir işten iyi bir sonuç almak istiyorsanız tüm ben liğinizle gücünüzü harcamalı, işe emek vermeliydiniz. Bu düşününü sık sık, köylüce açıklamaktan da çekinmezdi: "İnsanın k . . . terlemeden yapılan işten hayır gelmez! " Böylece zorlanmadan, farkına varmadan, kendi yolu mu kendimin bulduğuna inanarak, bir tür iş eğitiminden geçtiğimi sanıyorum. Bazen de bağın ortasına, bir ağacın altına oturur, sulu yahut kuru boyayla resim yapardı. Elbette ressam değildi, yalnızca bir resim hocasıydı ve kendisi için yapıyordu re simleri. Yanında durur seyrederdim. Bana resim yapmayı öğretmemesi, hatta belli etmeden resim yapmaya özendir meye bile çalışmaması çok gariptir. Oysaki, tanışların, ak rabaların çocuklarına resim yaptırmayı, onların resimlerini incelemeyi, düzeltmeyi çok severdi. Belki de bende resim için yetenek görmemişti. Resim bir sanat uğraşıydı, bunun için özel bir tutku ve istek gerekliydi. Bahçe işleri, ufak tefek onarımlarla elde edilecek el becerisi ise her uygar insanın edinmesi gereken asgari iş öğrenimi düzeyiydi anlaşılan! Arkadaşları, dostları genellikle eğitimcilerdi. Bunların başında büyük enişte Nafi Atuf Kansu gelirdi. Biraz uzağa 83
çekilir, yere oturur, onların konuşmalarını dinlemeye, ken dimce bir şeyler çıkarmaya çalışırdım. Sabırla, saatlerce dinlerdim. Hep ülke sorunları, kalkınma, eğitim, rej imin geleceği, siyasal durum ve İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili konuşurlardı. Bir kez de Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan evimize geldi. O dönemlerde bir bakan, çok önemli bir kişiydi. Kolay kolay onlarla yüz yüze gelinemezdi, sık sık da de ğişmezlerdi. Kısacası bir bakan görmek önemli bir olay dı. Tüm dikkatimle onu gözlüyordum. İlk izlenimim düş kırıcıydı: Çok ufak tefek, gösterişsizdi. Gür, pos bıyıkları vardı. Bildiğim kişilerden tek farklı yanı paltosunun yaka sında bir kürk, bir de şık saplı bir bastonu olmasıydı. Çok ciddi, hatta neşesiz, durgundu. Benimle hiç konuşmadı. Çocuksuz çok kişi gibi, o da çocuklarla nasıl konuşula cağını pek bilmiyordu. Babam ona çok saygılı davranı yordu. Onu çok severdi. Kendisini ilköğretimin başına Arıkan getirmişti. Babamın anımsadığım en üzüntülü günlerinden biri 1 947'de Arıkan'ın ölümünü öğrendiği gündü. Arıkan, sa nırım kaldığı Ankara Palas'ta (yahut evde ? ) fazla uyku ila cı içmiş, bir daha uyanmamıştı. Yatağının yanında üstüne mezar resmi çizdiği bir kağıt bulmuşlardı. Babam, her za man, onun çok duygulu, içli bir insan olduğunu söylerdi. Refah şilebi olayıl sırasında Milli Savunma Bakanı olması nedeniyle kendisine ve çok partili yaşama geçiş dönemin de CHP'ye yapılan ölçüsüz saldırılara katlanamamıştı. 1
Refah Faciası olarak da bilinen bu olay 23 Haziran 1 941 'de yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Birleşik Krallık'a sipariş verilen denizal tıların savaş yüzünden gecikmesi nedeniyle oraya gönderilen personeli taşıyan Refah şilebi, Akdeniz açıklarında kimliği belirsiz bir denizaltı tarafından batırılmıştır. Kazada 32 kişi kurtulurken, 1 6 8 kişi hayatını kaybetmiştir. (e.n. )
84
Bir kez babam anlatmıştı: Bakanken, Meclis'te çok bunaldıkları bir gün, birlikte oradan çıkmışlar, bakanlığa gideceklerine, kent dışına gitmişler. Atların bakıldığı bir yere gelmişler. Arıkan bir atın yanına gitmiş. Kendi atıy mış. Ona şeker yedirmiş. Sevmiş, yüzünü, gözünü öpmüş. Sonra babama dönmüş, dolu gözlerle, " İşte bu gördüğün at, birçok insandan daha iyidir ve benim için çok daha güvenilir bir arkadaştır" demiş. Bakan olarak Hasan Ali Yücel sık sık evimize gelirdi. Arıkan'a hiç benzemeyen bir kişiliği vardı. Neşeli, konuş kan, açık, insanlarla kolayca ilişki kurabilen bir kişiydi. En karmaşık konuları çarpıcı birkaç tümceyle herkesin anlayabileceği şekle sokabilen, esprilerle süsleyerek din lenebilir hale getiren çok işlek bir zekası vardı. Benimle konuşur, okulum konusunda sorular sorar, ev görevlerime bakar, düşünlerini söylerdi. Bir kez, babamla ikisi Etlik'teki bağın bahçesinde, bir tahta sıranın üstünde oturuyorlardı. Birkaç adım ötelerin de de bağ işlerinde bize yardımcı olan Bağlumlu Aptullah, bağ belliyordu. Belli etmiyordu ama kulağı onlardaydı. Yücel'in ise özellikle neşeli bir günüydü. Yakın arkadaş ları arasında olduğu zaman kullandığı, o zaman zaman küfürlerle de süslenen konuşma şekliyle fıkralar anlatıyor, espriler yapıyordu. Bakan gittikten sonra Aptullah, mut fağa annemin yanına gitti. Çok önemli bir şey söyleyecek gibi bir hali vardı: "Nafanim (Nafia Hanım diyemezdi), bu herif çok terbiyesiz (Milli Eğitim Bakanını kastedi yordu ! ), buraya gelip giderse Hakkı Bey'in de terbiyesini bozacak! " Bunu daha sonra Yücel'e anlattık; onu da gül dürdük. Yücel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra da babamla dost luğunu sürdürdü. Ama artık o neşeli kişi gitmişti. Espri85
Engin Tonguç (sol başta) arkadaşlarıyla; Şubat 1 944, Ankara.
lerinde, nüktelerinde bir acılık vardı. Kırgındı. Partisinin ve İnönü'nün kendisini yüzüstü bırakıvermelerini bir türlü kendine yediremiyordu. Bizim eve son gelişi babamın ölü münden sonradır. 27 Mayıs Devrimi yeni yapılmıştı. Yine 1 946- 1 950 döneminden söz açıldı. Sesi hala kulaklarımda dır: " Onu hiçbir zaman affetmedim, etmem de! " İnönü'yü kastediyordu. Birkaç ay sonra Yücel'i de yitirecektik. Babamın bana çocukmuşum gibi davrandığını hiç anımsamıyorum. Çok küçük yaşlardan başlayarak, ken disiyle konuşulacak bir kişi sayıldığım izlenimini edin mişimdir. Herhalde bu da bana uygulanan eğitimin bir bölümüydü. İleri çocukluk ve gençlik yıllarımda ise her konuda kendisiyle uzun uzun konuşma olanağını bana verirdi. Özellikle 1 946'dan sonra (ki artık 1 8 yaşınday86
dım) ilişkimiz baba-oğul düzeyini aşarak neredeyse ar kadaşlığa ulaştı. Yıllar geçtikçe, onun İlköğretim Genel Müdürlüğü dönemiyle ilgili sorduğum sorulara çok daha ayrıntılı karşılıklar vermeye başladı. Görevden ayrıldık tan, hele bakanlık emrine alındıktan sonra sürdürülen so ruşturmalar sırasında hazırladığı yazılı savunmaları bana dikte ettirirdi. Zamanla, işlerin perde arkasıyla ilgili olayları, onun konuya bakış açısını, temel görüşlerini daha iyi anlı yordum. Anılarını anlatmayı severdi. Bunların bazıları, özellikle İnönü'yle ilgili olanlar, kendi konusunu aşarak, sonradan çok tartışılacak tek parti dönemini anlama, yorumlama olanağı verecek nitelikteydi. İnönü ve İkinci Dünya Savaşı'yla bağlantılı anılar arasında bugün de dile getirilmemiş olanlar vardır. Ne yazık ki, bunların bazıları nı şimdilik açıklama olanağı yok. Kendi konusuyla ilgili büyük ölçüde ondan öğrendikle rimden, bıraktığı belgelerden yararlanarak, köy enstitüleri girişiminin kendimce yorumunu yapmayı, daha sonraki yıllarda yazdıklarımla deneyecektim. Böylece bir borcu ödemeye çalıştım. Düşünlerimi burada yinelemeyeceğim. Ama bunların bazılarından rahatsız olanların sonradan kalkıştıkları haksız ve kişisel saldırılarda " Biz öğrencisiy dik yahut çalışma arkadaşıydık, oğlu ne bilecek" türün den, asıl kaynağın ne kadar yakınında bulunmuş olduğu mu unutarak yapılan eleştirilerin yersizliğine değinmeden geçemeyeceğim. Bunların hiçbirine karşılık vermedim. Bugün de karşılığa değer bulmuyorum. Babamın ölümünden sonraki yıllarda onun nasıl bir kişi olduğunu bana anlatmaya kalkanlarla da karşılaştım. Aramızda baba-oğul ilişkisini aşan bir yakınlığın olduğu nu bilemeyeceklerini düşünerek genellikle bunlara hoşgö87
rülü davranmaya çalıştım. Ama sabrımın taşmasıyla tepki gösterdiklerim de oldu. Özellikle, yaşamı boyunca bana öğüt vermekten kaçın mış, eğitim anlayışında "öğüt verme"nin yeri olmayan bir kişinin, babamın adını kullanarak bana, " Baban şöyleydi, sen de böyle ol" demeye kalkanlara karşı. Sanırım sorun şuydu: Eğer bir yakınınız kendisinden sonra da üzerinde tartışmaların sürdüğü önemli bir iş yapmışsa, onu kaybet tikten sonra izleyebileceğiniz iki yol vardır. Birincisi kolay ve dolambaçsızdır: Onun konusuyla hiç ilgilenmez, kendi yaşamınızı sürdürürsünüz. Hele daha önce de konuya ilgi duymamışsanız işiniz daha da kolaylaşır. İkinci yol, karışık ve sorunlarla doludur; hele konuy la ilgilenmişseniz: O yakınınızın ölümünden sonra da konuya katkıda bulunma gereksinimi ve sorumluluğunu duyarsınız. Kendinizi yalnızca bu işe verirseniz bu kez de karşınıza " Peki, ben neyim, benim kişiliğim, yaşamımda kendi amaçlarım, kendi sorunlarım yok mu ? " sorusu çı kar. Hem sizden öncekiyle bağı kesmemek, onu sürdür meye çalışmak, hem kendi yaşamınızı yaşamak, kendinizi kanıtlamak, o yakınınızın güçlü kişiliği altında ezilmemek zorundasınızdır. Bu, sizi bir senteze götürür. Bu durumu kullanmak isteyen bazı kişilerse, bundan hoşlanmazlar; sizin ilgisiz kalmanızı yahut da konuya kendinizden bir şey katma dan onların söyleyeceklerini yinelemenizi isterler. İkilemli olan, zor ama insanı kişiliğini yitirmeden kendisine düşeni yapmış olmanın esenliğine götüren yol, bu ikincisidir. Ben de " bir başka eğitim" ile bana gösterildiğine inan dığım o yolda yürümeyi deneyecektim.
88
Kardeşimin Ölümü
Lise öğrenciliği yıllarımın en acı anısı budur. Ben sekiz yaşındayken bir erkek kardeşim doğmuştu. Aramızdaki yaş farkına karşın onunla çok iyi anlaşıyor duk. Ama ne yazık ki, hep eksikliğini duyduğum bu kar deşli yaşam ancak yedi yıl sürecekti. Kardeşim hareketli, konuşkan, sokulgan bir çocuk tu. Benim sessizliğim, çekingenliğim onda yoktu. İnsan larla kolaylıkla ilişki kurar, kendini sevdirirdi. 1 944 yı lında ilkokula yeni başlamıştı, birinci sınıftaydı. O mart gününü hiç unutamam. Bir cumartesi. Ceyhun Ağabey, kardeşi, ben öğleden sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın Cebeci'deki konservatuvar salonunda ver diği konsere gitmiştik. Programdaki bir parça kafamda yer etmiştir: Beethoven'ın Kader Senfonisi! ı Konserden döndüğümüzde ev, yakınlarımız ve komşularla doluydu. Beni içeri sokmadan, yana, büyük teyzelerin evine götür düler. Ne oluyordu ? Büyük enişte Nafi Atuf Kansu beni karşısına aldı. Böyle durumlarda çok soğukkanlı ve doğal davranırdı: " Bak oğlum, kardeşini kaybettik. Annen ba ban çok üzgünler. Sen bir süre bizde kalacaksın. " Kardeşimin iki gündür boğazı ağrıyordu. Biz konser deyken merak etmişler, muayenehanesi bizden birkaç ev 1
5 No'lu senfoni, Do Minör, Op. 67 (e.n. )
89
Engin Tonguç ve kardeşi Yalım Tonguç, Ankara; Etlik'teki evde.
ileride olan, doğduğundan beri de kardeşime bakan Nu mune Hastanesi'nin Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Hal dun Tekiner'i çağırmışlar. Difteriden şüphe etmiş. " Kesin değil ama biz yine de serum yapalım" demiş. Daha iğ neyi yaparken çocuk gitmiş. Tıpta az rastlanılan bir aşırı duyarlık ve alerj ik tepki olayıydı. Doktor da en az bizler kadar üzgünmüş. O kadar şaşırmış ve acı duymuştum ki ne bir şey söy leyebiliyordum, ne gözümden bir damla yaş geliyordu. Donup kalmıştım. Birkaç saat sonra büyük enişte, " Seni götürüp kardeşini göstereceğim. Yoksa ileride görmedi ğine üzülürsün, olana da inanamazsın " dedi. Yatağında 90
sapsarı saçlarıyla, solgun, gözleri kapalı yatıyordu. Yaşa mımda ilk kez ölümle karşılaşıyordum. Öylece bakakal dım. Sonra beni çıkardılar. Cenazesine de götürmediler. Doğrusu ya ben de gitmek istemedim. Bu olayla ilgili her şeyden kaçarsam olay değişecekmiş gibi geliyordu bana. Konuşmak da istemiyordum olanları. Acı çektiğimi belli etmek gurur kırıcı geliyordu. Yalnız geceleri, kimseye belli etmeden gizli gizli ağlıyordum. Okula gittiğim ilk gün ar kadaşlar başsağlığı dilediler. Her zamanki gibi, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya zorluyordum kendimi. Öğret menler de öyle davranıyorlardı. Yalnız arada değişik ba kışlarını yakaladığım oluyordu. Annemle babam bitmiş, yıkılmışlardı. Babam her ak şam içmeye başladı. Bir süre böyle yapacaktı. Onu işi kur taracaktı. Acısı biraz hafifleyince kardeşimin ilkokulda okuma yazma öğrenmeye başladığı defterinin ilk sayfa sına ilk yazısıyla yazmış olduğu sözcükleri kesip çıkardı, onun bir resminin altına yapıştırdı. Duvara astık. Artık yalnız resmi olacaktı evimizde; gözleri anneminkilere ben zeyen sarışın bir çocuk: "Yalım Tonguç, (Sınıf: 1 -A, No: 9 1 ) . " Annemse hiç iyi değildi. Sabahları evden çıkıyor, mezarlığa gidiyor, mezarın başında saatlerce oturuyordu. Ölünceye kadar da o mezarı evin bir uzantısı saydı. Oraya gömülmeyi vasiyet etti. Olaydan sonra doktoru mahkemeye vermesi için baba ma çok baskı yaptılar. Ne annem, ne de babam buna ya naştı. Ne yararı vardı ki ? Üstelik elbette isteyerek yapma mıştı. Ya yanılgısı ? Sanırım vardı. Kardeşimin çok alerjik bir bünyesi olduğunu, ona doğduğundan beri bakan bir hekim olarak biliyordu. Böyle durumlarda serum birden bire değil, azar azar, aralıklarla, aşırı duyarlık giderilerek yapılır. Bir anlık bir yanılma nelere mal olmuştu ! Aslın91
da Dr. Haldun Bey Ankara'nın en iyi, en dürüst, en sevi len çocuk hekimlerindendi. Biz de kendisini çok sever, sa yardık. Daha sonraki günlerde bizleri uzaktan gördüğü zaman bile karmakarışık olur, gözükmemeye çalışırdı. O günden sonra da hiçbir hastasına iğne yapmadığını, yapa madığını öğrendik. Aradan uzun yıllar geçti. Kardeşimin yokluğundan duyduğum gizli acı hep sürdü. Annem öldüğünde, 33 yıl sonra, mezar açıldı. Annemin vasiyetini yerine getirmek için mezarı hazırlatıyorduk. Ondan kalanı bir yana çek mişlerdi: Birkaç avuçluk bir toprak yığını ! Uzun uzun baktım. İşte kardeşim o idi, o toprak kümesi! Doğa verdiğini geri almıştı. Ama ne yazık ki çok erken almıştı ! Onu hala o kadar çok özlüyordum ki !
92
Liseden Sonra (1 945-1 950)
Liseyi bitirdiğim 1 945'ten 1 950'ye kadar geçen süre aile mizi de yakından etkileyen önemli olayları kapsar. Bu ne denle, tıp öğrenimimle ilgili anılara geçmeden bu olayları anlatmak istiyorum. 8 . 5 . 1 945'te Almanya'nın, 2.9. 1 945'te de Japonya'nın teslim olmalarıyla İkinci Dünya Savaşı bitmişti. Türkiye'de tek parti yönetiminin 22. yılındaydık. Uzun sürmüş bir iktidara karşı birikmiş hoşnutsuzluklar, tepkiler, savaş tan da yararlanarak baskı altında tutulmuş türlü düşün ler ve siyasal eğilimler yavaş yavaş su yüzüne çıkıyordu. Cumhuriyet'in kurucusu CHP, ne yazık ki halktan yana tüm çabalarına, tüm kalkınma ve uygarlaşma girişimleri ne karşın ne halkın iktidarı olmuş, ne kalkınma yolunda yeterli düzeye erişebilmişti. Bu amaçla çalışan, iktidara yakın aydınların gücü giderek azalıyordu; siyasal alana ağırlığını koymaya başlayan yeni güçler, yeni sınıflar or taya çıkıyordu. Eğer kişi için bu ülkeyi kalkındırmak bir amaç ve mutluluksa, bizim kuşakları çok daha zor ko şullar ve mutsuzluklar bekliyordu; 1 923- 1 945 döneminde yararlı olabilmek için iktidara yakın olmak yeterliydi ama bundan sonra çapraşık güç dengesi hesaplarına bağlı kısa süreli iş yapabilme dönemleri ortaya çıkacaktı. 1 945'lerde hareketlenen toplum, giderek artan devinimlerle hepimizi oradan oraya savurarak bir yerlere gitmeye koyulacaktı. 93
O yıl Cumhurbaşkanı İnönü yakın çalışma arkadaş larına konuyu açarak çok partili rejime geçme girişimini başlattı. Bunların arasında partinin üst düzey yöneticile rinden, İnönü'nün güvenini kazanmış bir kişi olarak ta nınan Nafi Atuf Kansu da vardı. Daha sonraki yıllarda İnönü, çok partili rej ime geçme düşününe birçok yakın çalışma arkadaşının tepki gösterdiğini açıklamıştır. Evet, Kansu'nun da kaygıları vardı. Kurtuluş Savaşı'nı yapan ve Cumhuriyet'i kuran kadro içerisinde demokrasiden, özgürlüklerden yana olanların önde gelenlerindendi. Ama bir imparatorluğu yıkarak iktidara gelmişler, birtakım re formlar ve devrimler yapmışlardı. Bunların bedeli kanla ödenmişti. ilk gün olduğu gibi o günlerde de ne ölçüde halk desteğine güvenebilecekleri sorusunun karşılığı açık değildi. Karşıtları ise yok edilememişler; yalnızca sinmiş lerdi. Tecrübe edilmiş iki çok partili düzene geçme de nemesinin olumsuz bitişi de henüz unutulmamıştı. Öte yandan, iktidarda çok yıprandıkları, savaşın bitiminden sonra bugünkü sıkı rej imin sürdürülemeyeceği, bir deği şiklik gerektiği de gerçekti. Ama nasıl bir değişiklik ? Ya ipler ellerinden gidiverirse ? Demokrasi derken, önleneme yecek boyutlarda bir geriye dönüş, bir karşı devrim ha reketi gelişirse ? Tüm çekincesine karşın, parti yöneticileri arasında, İnönü'nün yürüyeceği yeni yolda güvenebileceği kişilerin başlarında gelmiş olsa gerek ki, o yıl ( 1 945 ) eski İttihatçı, partinin sağ kanadına yatkın Memduh Şevket Esendal CHP Genel Sekreterliğinden çekildi, yerine Nafi Anıf Kansu getirildi. ilköğretim seferberliği ve köy enstitülerinin kurulması ise olanca hızıyla sürüyordu. İnönü, devletin tüm olanak larını bu işe koşmuştu. Köylerde okul yapımı, yatılı köy bölge okullarının açılması, köy enstitülerinin çoğaltılması 94
doruk noktasına ulaşıyor, yüksek köy enstitüsü en nite likli dönemini yaşıyordu. 1 7 Nisan'da Ulus gazetesinde o yılın en başarılı öğretmen ve yöneticilerini gösteren onur listeleri yayınlanıyor, devletçe bunlara resmen te şekkür ediliyordu. Babam sık sık, neredeyse birkaç gün de bir Çankaya'daydı. İnönü de 1 8 .5. 1 945 günkü Ulus gazetesinde yayımlanan "İlköğretimin Yeni Yılı " başlıklı yıllık yazısında, o güne kadar alışılmadık bir şey yapıyor, cumhurbaşkanı olarak bir genel müdüre; adını belirterek teşekkür ediyordu. Çok partili düzene geçişin ilk girişimleri bu hava içeri sinde başladı. Yeni yetişenlerin birçoğu gibi, ben de bir arayış içe risindeydim. Ne bulursam okuyordum. Milli Eğitim Bakanlığı'nın klasikleri, başta Remzi olmak üzere kita bevlerinin yayımladıkları çeviriler, demokrasinin geleceği söylentileriyle çoğalmaya başlayan dergiler. . . Belki biraz hızlı ve karmaşık bir okuma ... Birçoklarımız gibi bir ek siklik olduğu duygusundan kurtulamıyordum. Noksan kalan bir şeyler vardı. Okuduklarım beni bir yere kadar getiriyor, orada bırakıyordu. Ötesi ? Bir ötesi olmalıydı. Sonra sakınılan, sanırım gizlenen yavaş yavaş şekillenme ye başladı. Yetersiz de olsalar daha net, daha açık bazı kaynaklar bulmuştum: Haydar Rifat'ın sosyalizmle ilgili çevirileri ve Max Beer'in Sosyalizmin ve Sosyal Mücade
lenin Tarihi! 1 960'tan sonraki yayın bolluğu içinde yetişenlere gülünç gelecek bir zenginlik! Kaynak düşün yapıtları nı ancak 1 960'lardan sonra bulabilecek bizim kuşaktan olanlar, bilimsel sosyalizm alanına daha çok duygusal et kenlerle girmişizdir. Uygar Batı ülkelerinde gazete satıcıla rında bile bulunan, klasikleşmiş kitaplar yerine şiirlerden, 95
romanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorduk. Hatta el den ele dolaşan bazı şiirleri birbirimizden kopya ediyor, defterlerimize yazıyorduk. İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitiren Ceyhun Ağabey, o yıl asistan olarak Ankara Numune Hastanesi Çocuk Kliniği'ne geldi. Onun aracılığıyla Ankara'nın genç ay dınlar ve sanatçılar çevresini tanımaya başlayacaktım. O çevreleri çok kişi anılarında anlatmıştır. Postane Sokağı, Şükran Lokantası, Palabıyık'ın Meyhanesi ... öykülerini yinelemeyeceğim. Genç bir üniversite öğrencisi olarak Ceyhun Ağabey'in yanında bazı geceler oralarda buluna bilmek beni mutlu ediyordu. Günün iktidarı ise bu küçük sanatçı topluluğunu şaşılacak derecede önemsiyordu. Sivil polislerini peşlerine takıyor, meyhanelerdeki sofra konuş malarını dinletiyordu. Çok yukarılara ulaştırılan bu ko nuşmaların içeriği, daha sonraki düşün hareketlerinin ya nında pek hafif kalırdı. Ama ülkeye demokrasiyi getirme savındaki iktidarın şüpheciliği, hoşgörüsüzlüğü, işkilliliği başka türlüydü ! O yıllarda sol düşünün önemli odak noktalarından biri Ankara'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ydi. Bir arayış içerisindeki öğrenciler Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi hocaların çevresinde kümeleşi yorlardı. Dernek kurma yasakları gevşetilince çekirdeği ni bu öğrencilerin oluşturduğu Türkiye Gençler Derneği kuruldu. Derneğin 1 50 kadar üyesi bulunuyordu. Cey hun Ağabey, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde öğrenci olan kardeşi Arman ve ben de bu derneğe üye olduk. Be nim fakültedeki sınıfımdan üye olan üç arkadaşım vardı. Ceyhun Ağabey ile birlikte bizler derneğin sağlık kolunu oluşturuyorduk. Dernek merkezi, Denizciler Caddesi'nde, eski bir Ankara evinin bodrum katındaydı. İki odalı bir 96
yerdi: Toplantı odası ve kitaplık. Bizler toplantılara sey rek katılırdık. Diğer üyelerin sık sık toplandıklarını, uzun tartışmalar yaptıklarını biliyorduk. Doğrusu bu kuramsal tartışmalar yerine yararlı bir şeyler yapmak bize daha an lamlı geliyordu. Böylece çoğunluk orada tartışıp durur ken bizim sağlık kolu işe yöneldi. Ankara'nın gecekondu semtlerinden birinde bir poliklinik açmak üzere dernek yönetim kurulundan bir karar çıkarttı k. Ankara Kalesi'nin tam karşısına gelen Altındağ'ın tepesinde bir gecekondu kiralandı. Bir pazar günü, sağlık kolunun başkanı, sınıf arkadaşım Kamuran, Ceyhun Ağabey, diğer iki tıp öğren cisi arkadaşımızla birlikte birkaç sandalye, masa ve gerekli diğer araçları o tepeye çıkardık, polikliniği açtık. Haftada iki gün, öğleden sonraları, çevredeki çocuklara burada pa rasız bakılacaktı. Muay(.·neleri Ceyhun Ağabey yapacak, bizler de yardım edecektik. Çevre halkı gerçekten ilgi gös terdi, muayeneye getirilen çocuk sayısı giderek artıyordu. Kerpiçten yapılmış gecekondunun damı akardı, zor ısınır dı. Ama yararlı bir şeyler yapmanın kıvancıyla çalışıyor duk. Haftada iki gün o yokuşu istekle, hırsla tırmanırdık. O yıllarda Mısır' da kolera çıkması bize yeni bir çalışma alanı açtı: Ankara' da kolera aşısı kampanyası başlatılmıştı. İl Sağlık Müdürlüğü'ne gittik, yardımcı olmak istediğimi zi söyledik. O semtlerde zor durumda olduklarını, yeterli elemanları olmadığını belirterek bizi çok iyi karşıladılar, teşekkür ettiler, uygulamamız için aşı verdiler. Dernek merkezi bizim bu çalışmalarımıza fazla ilgi duymuyordu; hatta belki anlamsız da buluyordu. Sanı rım sol akımın her zamanki açmazı söz konusuydu: Yerel ve sınırlı çalışmalarla konuya katkı ve yaklaşım mı yok sa temelden, topyekun bir değişim mi ? Toplumsal yapıyı kökten değiştirmenin kuramsal tartışmasını yaparken, 97
Altındağ'ın tepesinde çocuklara kolera aşısı yapmak bir çok arkadaşımıza anlamsız görünüyordu herhalde! Ara mızdaki düşün ayrılıkları bir yana, hepimizin bir arayış içerisinde olduğumuz, topluma, bu ülkenin insanına bir şeyler vermek istediğimiz bir gerçekti. Aramızda o günle rin düşünmeye, bir yol bulmaya çalışan, en hareketli, en iyi yetişmiş yüksekokul öğrencileri vardı. Bunları suçla mak, kendinden uzaklaştırmakla o günün iktidarının ka zancının ne olduğu sorulabilir. Kanımca, onlar hoşgörülü bir yaklaşımla kazanılabilirdi. Ne var ki, bunun tam tersi yapılıyordu. Dernekte en yakın arkadaşlarım, bizim sınıftan Kamu ran ve bir başka yüksekokul öğrencisi A. idi. Kamuran, ağırbaşlı, ciddi bir kişiydi. A. ise canayakın, çekici bir arkadaştı. Koyu solcu görünmeye çalışırdı. Bir Nazım Hikmet hayranıydı. Onu tanıyan Naci Sadullah'tan çok etkilenmişti. Ondan dinlediklerini uzun uzun anlatırdı. Gündelik siyasal olayları katı bir bilimsel sosyalizm ku ramsalcılığıyla yorumlamaya özenirdi. Bu da bazen ters ve tuhaf sonuçlara varmasına neden olurdu. Güler, ken disine takılırdık. Katı, acımasız bir " devrimci kişi " olarak görünmek istemesine karşın, duygulu ve insancıl yanları ağır basardı. Bana da asıl bu nitelikleri çekici gelirdi. İlk gençlik yıllarında ağır bir akciğer tüberkülozu geçirmişti, sık sık buna değinirdi, yinelemesinden korkardı. "Ya gü nün birinde hapse düşer, oradaki koşullara dayanamaz sam, hastalığım yinelenirse" deyişinde, özendiği " devrim ci kişiliğe" ters düşen çocuksu bir içtenlik vardı. Yıllar sonra, dernekte üyelik yapmış bazı arkadaşlarıy la birlikte tutuklandığı zaman, aralarından inançlarından hemen dönen o oldu. Bu kadarla da kalmadı; arkadaşla rını suçladı. Birçokları onun verdiği bilgilerle ağır cezalara 98
çarptırıldı. O ise az bir cezayla kurtuldu. Ama suçlamala rını daha sonra da sürdürdü, yazdığı yazı ve kitaplarla ya nıltılmış, kandırılmış olduğunu açıkladı, konunun uzmanı kesildi. Yaşamı boyunca da eski arkadaşları arasında bir dönek sayıldı. Bense yalnızca acıma duydum onun için. Belki doğrudan zararını görmediğimden, belki yakın ar kadaşlığımızın anısından. Hep gözümün önünde olanca içtenliği ve insanca zayıflığıyla "ya yeniden tüberküloza yakalanırsam" diyen, olanca çocuksuluğuyla devrimcilik öyküleri anlatan öğrenci canlandı. Onu son kez demek kapandıktan birkaç yıl sonra gör düm. Daha tutuklanmamıştı. Yenişehir'de yürüyorduk. Bana çok önemli bir şey söyleyecekmiş: O, Kamuran ve ben üçlü bir grup oluşturmalıymışız. "Peki, ne olacak o zaman ? " Birlikte kitaplar okuyarak kendimizi yetiştirme liymişiz. "Kitap okuyacaksak gruba falan ne gerek var, oturup kendimiz okusak olmuyor mu ? " Bir daha birbiri mizi hiç görmedik. Anlaşılan kişiliğinin kaldıramayacağı birtakım ilişkiler içerisindeydi. Tutuklanma, salıverilme ve "doğru yolu bulma " sından sonra da onu bir daha görme isteğini hiç duymadım. Bugün de duymuyorum. Kamuran ise en yüksek cezalardan birini alacaktı. Uzun zaman yattı. Çıktıktan sonra zaman zaman buluşur dertleşirdik. Bir gün kıvançla yeni işini anlattı. Hamamö nü semtinde bir yoğurt yapımevinin yöneticisi olmuştu. Kendi düşünü olan meyveli yoğurt yapımı denemesi de başarılı sonuç vermişti. Bildiğimiz yoğurdun yanında pembeli yoğurtlar da piyasaya çıkacaktı şimdi ! Bayağı seviniyordu. Acısını ve kırgınlığını bir süre için unutmuş olmasına sevindim. Ama aklımdan o genç tıp öğrencisi Kamuran da geçiverdi. Olan tıp öğrenimine olmuştu. Ne gereksiz ve yararsız adamlar şu Tıp Fakültesi'ni bitirmiş99
lerdi! Düşünebilen, bir arayış içerisinde olanlar ise yolun kenarında kalmışlardı. Onları anlamaya çalışmak, biraz hoşgörülü olmak toplumun daha yararına olmaz mıydı ? Kamuran bugün de öyle bir işte, bu kez İstanbul' da çalışı yor, olanca kırılmışlığıyla ! 7 Ocak 1 946'da CHP'den ayrılan milletvekilleri Celal Bayar'ın başkanlığında Demokrat Parti'yi kurdular. Çok partili rejim uygulaması başlamıştı. İnönü'nün ilköğretim seferberliğinin siyasal tartışma konusu yapılmaması için Bayar'dan söz aldığı söyleniyordu. Seçimler temmuzda yapılacaktı. Verilen söze karşın yeni partinin elemanları nın, bazı il yöneticilerinin katı ve aşırı davranışlarının da yok yere yol açtığı yakınmalardan yararlanarak, taşrada ilköğretim seferberliği adı altında halka angarya yaptırıl dığı yolunda propagandaya başladıkları anlaşıldı. Verilen söz pek kısa sürmüştü ! O yılın Hasanoğlan'daki 1 7 Nisan törenlerine İnönü, Başbakan Saracoğlu, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yü cel ve bazı bakanlar katıldılar. Ankara'dan Hasanoğlan'a özel bir tren kaldırılmıştı. Görevlilerden başka halktan birçok kişi, üniversite öğrencileri konuk olarak oraya geliyordu. Önce büyük toplantı alanında bir geçit töreni yapıldı. Kendisine doğru gelmekte olan öğrencilerin bir den yön değiştirerek dönmeleri İnönü'yü şaşırttı. Verilen yanıta ise çok güldü: Geçit töreni, selamlanacak kişiler öğ rencilerin sağında kalacak biçimde yapılmalıymış, onun için öğrenciler alanın öbür yanından geleceklermiş. O gün için oradakileri güldüren bu olay, birkaç ay sonra olsa çok ciddi sonuçlar doğurabilirdi; ya öğrenciler, o kişiler sol yanlarında kalacak biçimde geçselerdi ? Soruşturmacı ve karalayıcıların elinde ne güzel bir koz olurdu! Önümüz deki günlerde böyle şeylerle uğraşılacaktı işte ! 1 00
Sonra Güzel Sanatlar yapısının yanından açıkhava tiyatrosuna gidildi. Hani şu sonradan havadan bakıldığı zaman orak-çekiç biçiminde olduğu " keşfedilecek" olan yere! Burada öğrenciler oyunlar oynadılar, şiirler okudu lar, bir tiyatro gösterisi sundular. İnönü'yü ilk kez bu ka dar yakından görüyordum. Belirli bir hoşnutlukla töreni izliyor, bir sıra gerisinde oturmakta olan babama dönerek bir şeyler soruyordu. Başbakan Saracoğlu ise arada bir ka lın sesiyle nükteler yapıyordu: " Beni de bu okula öğrenci yazın ! " İlköğretim atılımını yürüten bu kadronun son kez bir araya geldiğini kim bilebilirdi ? Çok değil, dört ay son ra her şey tersine dönecekti. Bu arada CHP seçime hazırlanıyordu. Ne var ki, par tide bir birlik yoktu. Demokrasi yanlısı görünen bazı genç milletvekilleri İnönü'nün çevresinde toplanarak yapılacak rej im değişikliğine karşı olanlarla, bunun sonuçlarından kuşku duyanlara karşı bir güç oluşturmaya çalışıyorlar dı. Özgürlüklerden yana oldukları savındaki bu gençlerin temel siyasal görüşleri bakımından tutucu ve sağa yatkın oluşları o dönemin çelişkilerinden biridir. Atatürkçülük ve devrimlerden ödünler vererek Demokrat Parti ile baş edilebileceği inancında olan bu grubun verdiği zararlar ileride görülecekti. Çoğunlukla partiyi gençleştirmek amacıyla son yıl larda politikaya sürülmüş genç partililerdi bunlar. Ama Falih Rıfkı Atay gibi o günlerde devrimlerden ödün ta nımayan bir parti yazarına göre, tutucu görüşlü " Cum huriyet beyzadeleri "nden başka bir şey değildiler. CHP için o günün temel sorununun şu olduğu kanısındayım: Parti, çok partili düzene geçilirken DP'nin karşısında sola mı kayacak, yoksa ödün yarışına girişerek mi onunla başa çıkmaya çalışacaktı ? İçeride çekişmesi yapılan bu iki gö101
rüştü. Milletvekili adaylarının saptanması sırasındaki ge lişmeler bu çekişmenin kanıtıdır. Aday listesi yapılırken yararlanılmak üzere babamdan da bazı adlar istenmişti. Çoğunluğu öğretmen, köy enstitüsü yöneticisi, eğitimci, köy muhtarı, köylü gibi o zamanki CHP yöneticilerinin alışkın olmadıkları kişileri içeren bu listede 26 isim vardı. Kansu'nun da desteğiyle bu listeden bazı adlar o zaman genel merkezce saptanan aday listesine alındılar. Ama lis tenin açıklanmasından birkaç gün önce silindiler! Partinin tutucu sağ kanadı ağır basmış, İnönü'nün siyasal seçeneği belli olmuştu; CHP, DP ile sağa kayarak başa çıkmaya ça lışacaktı. Bu gelişmeler arasından en çok bunalan kişilerden bi rinin CHP Genel Sekreteri Nafi Atuf Kansu olduğuna hiç kuşku yoktu. Özgürlüklerden, demokrasiden yana biriy di. Yaşamı, yazıları bunun kanıtıydı. Ama DP'nin kuru cularını da iyi tanıyordu. Yıllarca bir partide ve Meclis'te birlikte bulunmuşlardı. Onlara güveni yoktu. Atatürk'ün çizdiği yolda gideceklerine inanmıyordu. Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka, Terakkiperver Cumhuriyetçi Parti çizgisi. Türkiye'nin gereksinimi bu muydu ? CHP içinde ise çok partili bir rejime karşı olan partinin otorite yan lısı aşırı sağı giderek güçleniyordu. İşin kötüsü, partiyi gençleştirmek düşünüyle söz sahibi yapılmış gençler de temel görüşleri bakımından partinin tarihsel çizgisinden çok, DP'ye yakındılar. Bunlar mı, erken bir DP iktidarı mı ? Daha sonraki günlerde, kardeşi Şevket Aziz Kansu, 1 946 seçimlerinden birkaç gün önce ağabeyinin kendisi ne, " Bu seçimlerde CHP'yi iktidardan düşmüş görmek tense kendimi oradan atarım" diyerek Ankara Kalesi'ni gösterdiğini anlatacaktır. Yine o günlerde Kansu'nun " Bu çok partili rejim öyle çalkantılara neden olacak ki, 20-30 1 02
yıl sonra ortalık durulabilirse yine iyi sayılmalıdır, bu ara da her gelen bir öncekini aratacak " sözlerini birçok kez yinelediğini çok iyi anımsıyorum. O hep bilinen, dürüstlüğü tartışmalı 1 946 seçimleri 21 Temmuz'da yapıldı. DP 68 milletvekilliği almıştı ama seçimlere düşen gölge, geçecek dört yılın siyasal havasını etkileyecek, CHP iktidarı seçimlerde baskı yapmış olma suçlaması altında ezilecekti. Kansu, o yıl bitmeden CHP Genel Sekreterliği'nden sessizce ayrıldı. 5 Ağustos 1 946'da CHP'deki otoriter sağ eğilimin temsilcisi Recep Peker başbakan olmuştu. Böylece Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı da sona ermişti. Yerine getirilen Reşat Şemsettin Sirer eğitim tarihimizde olumsuz yönden unutulmaz izler bırakacaktı. Sirer kimdi, nasıl bir kişiydi ? Bunun üzerinde biraz durmak istiyorum. Milletvekili olmadan önce Milli Eğitim Bakanlığı'nda genel müdürlük de yapmış olan Sirer, babamın yıllardan beri tanıdığı bir meslektaşı ve deyim yerindeyse arkada şıydı. Çocukluğumda birkaç kez bizim eve geldiğini anım sıyorum. Babamla birlikte 1 934'te Almanya Maarifi adlı bir kitap da yayımlamışlardı. Babam, bu kitabın hazırlanması sırasında, Sirer'in aşırı şüpheciliği, kararsızlığı nedeniyle kendisinin çektiği sıkın tıyı anlatırdı. Ama Sirer'le ilgili çok daha ilginç anıları da vardı: 1 92 7 yılında bakanlık, bir tren katarında gezici bir eğitim sergisi düzenlemişti. Babam, Sirer, daha sonraki yıllarda ilköğretim genel müdürlüğünde babamın yardım cısı olacak Ferit Oğuz Bayır ve bazı başka eğitimciler bu katarla Samsun'a kadar gidip geleceklerdi. Yollarda kon feranslar verilecekti. Trendekiler boş zamanlarında arala rında ülke sorunlarını tartışıyorlardı. Böyle bir tartışma sırasında sağ eğilimli Sirer ile sol görüşlü Bayır arasında 1 03
büyük kavga koptu. Sirer, bunu hiçbir zaman unutmadı. 1 946'da, yirmi yıl sonra, bakan olunca, ilk işi bu olayı anımsatarak Bayır'ı görevden almak olacaktı. 1 946'dan önce milletvekili olan Sirer, köy enstitüleri ne karşı bir tutum takınmıştı. İnönü'nün, belki de onun görüşlerini değiştirebilmek umuduyla yanında götürdüğü bir köy enstitülerini denetleme gezisinde, babama, " Sen bu halk çocuklarını böyle yetiştirirsen, biz bu milleti nasıl yönetiriz, bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem ben " diyen de Sirer'di . İşte şimdi Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı'nı bu Sirer'e emanet ediyorlardı ! Sirer'in kişiliği konusunda çok ilginç gözlem ve anıları olan babam, ona kızmaktan çok, acırdı. Bunları yazma yacağım. 1 9 5 3 yılında bir seçim gezisinde devrilen otomo bilinin altında kalarak beli kırılan, böylece ölen Sirer için babamın söylediği son sözler de "Zavallı Reşat! " oldu. Sirer bakan olarak 5 Ağustos 1 946'da işe başladı. İlk görüşmelerinde, görevden ayrılmak istediğini söyleyen babama, "Birlikte çalışacağız, senin ayrılmanın hesabını meslek kamuoyuna nasıl veririm ben" diyen Sirer birkaç hafta sonra gerçek yüzünü göstermeye başlar. Bakan oda sında aralarında büyük bir tartışma çıkar. Sesleri dışarı kadar taşmaktadır. Son söz olarak Sirer, "Senin çoluk ço cuğunla birlikte belini kıracağım" der. Babam çıkıp gider. 2 1 Eylül 1 946'da ilköğretim genel müdürlüğü görevin den alınmıştır. İnönü'yle ilişki çok daha önceden kesilmiş tir. Seçimlerden sonra bir daha köşke çağrılmamıştır. Son görüşmelerinden biri çok da tatsız geçmiştir. O zamana kadar İlköğretim dairesinin özlük işlerine karışmayan İnönü, bir enstitü müdürünün görevinin değiştirilmesini ister. Yapılmış birtakım ihbar ve jurnallerin etkisinde kal dığı anlaşılmaktadır. O gece köşkte babamdan başka Baş1 04
bakan Saracoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Yücel vardır. İkisi de susarlar. Babamın karşılığı o güne kadarki ilişkilerinde görülmemiş sertliktedir: " Bir kez kelle vermeye başlarsa nız, sıra bir gün size kadar gelir! " Ortalık buz gibi olur. İnönü işi şakaya çevirir. Babam, birkaç gün sonra atandığı Milli Eğitim Bakan lığı Talim Terbiye Kurulu üyeliği görevine başladı. Ama böyle etkin olmayan bir görevde bulunuşu bile yeni hü kümet için rahatsızlık konusuydu. Zaman yitirmeden köy enstitülerine zarar verme çalışmalarına girişen Sirer, ba bam hakkında birtakım soruşturmalar açtırdı. Kendisine Meclis'te gerekli olan ortamı, Yücel tarafından Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürlüğü görevinden alınmış ve şimdi milletvekili olan Emin Soysal sağlıyordu. Her türlü ölçü den yoksun, kin ve öfke dolu konuşmalarıyla, daha doğ rusu saldırılarıyla Soysal da Sirer'in yolunu açıyordu. Bir yıl önce ülkenin cumhurbaşkanının çalışmalarından ötürü teşekkür ettiği adam, şimdi en tehlikeli solculardan biri sa yılır olmuştu. Bunun etkilerini gündelik yaşamımızda da seziyorduk: Evin çevresinde hiç de boyacıya benzemeyen boyacılar, simitçiye benzemeyen simitçiler dolaşıyordu. Komünistlik suçlamaları giderek yaygınlaşıyor, ikti dardaki CHP sağ kanadı tarafından siyasal karşıtlarını sindirme amacıyla bir silah olarak kullanılıyordu. Sokak gösterileri, "Komünizmi tel'in " mitingleri, sol görüşlü ya yın organlarının matbaa ve yönetim yerlerine saldırılar, alanlarda kitap ve dergi yakmalar yaygınlaşıyordu. Ge tirileceği söylenen demokratik düzen ile hükümetin dav ranışı tam bir çelişkiydi. Hoşgörüsüzlük inanılır gibi de ğildi. Orhan Veli'nin tek yapraklı, düşük tirajlı her sayısı bin bir zorlukla çıkartılabilen Yaprak dergisi bile iktidarı son derece kızdırıyordu. Dergide, özellikle hükümetin 105
milli eğitim alanında giriştiği bozma, yıkma işlemleri eleş tiriliyordu. Sirer'in adının dergide sürekli ufak harflerle yazılması Ankara'da günün alay konusuydu. Tan, Yeni Dünya, Görüşler gibi daha geniş kapsamlı sol yayın or ganlarının merkezleri ise daha 4 Aralık 1 945'te düzenlen miş bir sokak gösterisi sırasında yakılıp yıkılmışlardı. 20 Nisan 1 947'de de İzmir'de sol görüşlü Zincirli Hürriyet dergisi sokaklarda yakıldı. Bu gibi gösterilerin hükümetçe korunduğu, hatta desteklendiği, CHP'nin gençlik örgütle riyle ilgili politikacıları tarafından düzenlendiği, o günle rin Ankarası'nda herkesin bildiği bir gerçekti. Gençliği siyasal amaçların aracı yapmanın ilk kötü örnekleri o yıllarda CHP tarafından verilmiştir. Üniversi te öğrencisi olarak o günleri çok iyi anımsıyorum. Tam derse gireceğimiz sırada bir haber gelirdi: Ulus alanında " komünizmi tel'in " mitingi varmış. Göreve çağrılan genç lik yola düşerdi. Kimi gerçekten inanarak, kimi yalnızca dersten kaçmış olmak için, kimi de korkudan giderdi. Ka tılmayanlara kötü gözle bakılırdı. Biz, şu Türkiye Gençler Derneği üyesi birkaç kişi, gitmezdik. Sınıfta sürekli bizi izleyen bazı öğrenciler türemişti. Bunlardan biri, açık açık kendisini polisin görevlendirmiş olduğunu söyleyebiliyor du. Bunlardan bazılarının belirli bir aylık karşılığı bu işi yaptıkları söylentileri dolaşırdı. Sınıfta sistemli olarak bizlere karşı bir hava geliştiril miş, birçok arkadaşımız bizimle konuşmaktan kaçınmaya başlamıştı. En sonunda bunlardan biri, fakültenin tuvale tinde, bazı arkadaşların bizimle konuşulmaması için sınıfı zorladıklarını, bundan sonra benimle konuşmazsa kusu runa bakmamamı söyledi. Ona hiç üzülmemesi, bildiği gibi davranmasını söyledim. Kendimce bir karar aldım: Onlar boykotlarını uygulamadan önce ben onlarla ilişkiyi 1 06
kesecektim. Güvendiğim dar bir çevreyle, yalnızca birkaç kişiyle arkadaşlık edecektim. Öyle de yaptım. Fakülteyi bitirinceye kadar az sayıda ama güvenilir arkadaşlarım oldu. Bunların bazıları, hatta belki en yakınları benimle ortak siyasal inançları da paylaşmazlardı ama insancıl de ğerlere saygılı çocuklardı. Daha sonraki yıllarda, o miting sömürüsü yatışınca, sınıf arkadaşlarımın çoğu şu bizimle konuşulmaması bas kısını unuttular ama benim tutumum değişmedi. Onun için de sınıf arkadaşlarımın çoğu tarafından soğuk, kibirli, insanlarla ilişki kurmakta yeteneksiz sayıldım; belki za manla biraz öyle de oldum. Ama onlar beni bu yola iten nedenleri bilmediler, düşünmediler. Bense yalnızlığa daya nabilmenin insana güç kazandırdığını çok erken anladım. Bir miting sırasında bir gün bizim Türkiye Gençler Derneği'nin Denizciler Caddesi'ndeki merkezi de saldırıya uğradı. Eşyalar parçalandı, kitaplıktaki kitaplar yırtılarak sokağa atıldı. Görenler, CHP'nin genç, şu " Cumhuriyet beyzadesi " denen, sözümona özgürlüklerden' ve demok rasiden yana bazı milletvekillerinin de olayı uzaktan hoş nutlukla izlediklerini söylerler. Bir mitingçi elinde kalın bir kitap, bağırıyormuş: "İşte buldum, Rusların kitabını bul dum! " Elindeki Fransızca Larus'muş [Larousse] . Böylece derneğin çalışmaları son bulmuş oldu. Altındağ'daki dis panseri de boşalttık. Pratik olarak bitmiş ama yasal ola rak süren dernekten ayrıldık. 1 952 yılı tutuklamaları diye bilinen olaydan sonraki yargılamalarda derneğin mahke meye çıkarılan evrakı arasında bizim Altındağ dispanseri nin hasta kayıt defteri de varmış. Hasta bakma görüntüsü altında sol propaganda yapıldığı savı ile o defter de kanıt olarak mahkemeye sunulmuş. Defterde hep 1 0- 1 2 yaşın dan küçük çocukların kayıtlı olduğu görülünce bu kanıt 1 07
ciddiye alınmamış. Meğerse dispanser çalışmaları kalaba lık bir sivil ekip tarafından sürekli izlenirmiş. Bundan da en fazla dispanserin yakınındaki kahveci hoşnutmuş. Ge nellikle orada otururlarmış. Çocuklara bakma görüntüsü ardında solculuk propagandası yapmak! Bizlerse nasıl bir istek ve kıvançla hekimlik yapmaya özenmiştik! Yıpranmasına İnönü'nün de katkıda bulunduğu Recep Peker başbakanlıktan çekilerek yerine 9 Eylül 1 947'de Ha san Saka hükümeti kuruldu. Ancak parti içinde sağ akım gücünü sürdürüyordu. Sirer, yerinde kalmıştı. Babam için yeni suçlamalarla soruşturmalar açılıyor, Meclis'te Emin Soysal ve sağ basın kendisine insafsızca saldırıyorlardı. Nafi Atuf Kansu'nun CHP Genel Sekreterliği'nden ayrıl dıktan sonra bir yana çekilmesi onu da böyle saldırılardan kurtaramamıştı. Genç bir eğitimciyken Ethem Nejat'la tanışmış olmasından, Kurtuluş Savaşı başlangıcında " spartaküs" ler denilen aydın solcu topluluk içerisinde ya kınları olmasına kadar, yaşamının her olayı sağ basında didikleniyordu. Ama aile içinde, 1 947'nin asıl boy hede fi öbür enişte, Nafi Atuf Kansu'nun kardeşi Şevket Aziz Kansu'ydu. Hem onun hem babamın bacanağı olurdu. Kansu, İstanbul Tıp Fakültesi'nde İç Hastalıkları pro fesörü Neşet Ömer İrdelp'in yanında uzman hekimken, kendisine varlıklı bir hekimlik yaşamı sağlayabilecek bu yolu bırakmış, Paris'te antropoloji öğrenimi yapmıştı. İs tanbul Üniversitesi'nde öğretim üyesi olmuş, Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulunca, Atatürk'ün isteğiyle bu fakültenin antropoloji kürsüsünün başına ge tirilmişti. Çalışmalarında Atatürk'ün yakın ilgi ve deste ğini görmüştü. Uluslararası değeri olan bir bilim insanıy dı. CHP, 1 946'da yeni Üniversiteler Yasası ile üniversite özerkliğini getirdiği zaman Ankara Üniversitesi'nin ilk 1 08
rektörü seçilmişti. Seçim çekişmeli geçmişti. İnönü'nün adayı Birinci Dünya Savaşı'ndaki silah arkadaşı, emekli general doktor, Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdülkadir Noyan'dı. Seçim turları sürerken İnönü'nün özel hekimi Prof. Zeki Hakkı Pamir, Kansu'ya Noyan lehine adaylık tan çekilmesinin iyi olacağını usulünce duyurmuştu. Ama sonuçta Kansu seçilmişti. Tek parti yönetiminin alışkan lıklarından kurtulma sancıları içinde bir CHP ve seçimle işbaşına gelmiş bir üniversite rektörü ! Seçimden sonra CHP genel merkezine ağabeyini gör meye giden Şevket Aziz Kansu'ya oradaki CHP üst dü zey yöneticileri sormuşlardı: "Yani şimdi senin atanmanın herhangi bir makamca onayı falan söz konusu değil mi ? " Hayır, değildi, yeni yasaya göre seçim mazbatasını almış olmak yeterliydi. " Biz ne yapmışız, nasıl bir yasa çıkarmı şız yahu ? " " Devlet biziz" deme alışkanlığındaki CHP'nin etki alanı dışında bir kurum, bir üniversite ! Rektör Kansu'nun çevresindeki fırtına, bir süredir sol düşün akımının odağı durumuna gelmiş Dil ve Tarih-Coğ rafya Fakültesi'nden üç öğretim üyesinin, Milli Eğitim Ba kanı Sirer tarafından işten çıkartılmak istenmesi üzerine patladı. Sirer, Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav'ın görevlerine son verilmesini istiyordu. Bakan baskı yapıyor, üniversite senatosu ise direniyordu. Rektör, haklı olarak, bu kişilerin işlerine son vermeyi gerektirecek hiçbir yasal ve geçerli gerekçe bulunmadığını söylüyor, üniversite özerkliğini savunuyordu. İstanbul Üniversitesi Senatosu ve Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar da bu dav ranışı destekliyordu. Gerginlik artınca, önce bazı sağ ba sın organlarında Kansu'ya karşı kişisel saldırılar başladı: Gençliğinde, 1 8 yaşında, solcu Aydınlık dergisinde yazılar yazmıştı ! 1 09
Baskı ve yazılı saldırılar bir sonuç vermeyince, o günle rin deyimiyle "gençliğin ulvi heyecanı galeyana geldi. " 27 Aralık 1 947'de Ulus alanında Kıbrıs için yapılan miting yön değiştirdi. "Komünist hocaları istemeyiz" sloganla rıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne gelen "gençlik " içeri girdi, rektörün odası işgal edildi. Rektör orada bu lunmasaydı, belki o gün için olay bu kadarla son bulurdu. Ama o, mitingi ve tasarlananları haber aldığı halde işine gitmişti. Bağımsız ve özgür bir üniversitenin yasal rektörü değil miydi ? Hükümet kendisini elbette korurdu. Rektör ve yanındakiler makam odasında itilip kakıla rak bir masanın üstüne çıkarıldılar. Odayı doldurmuş bir kalabalık avaz avaz bağırıyordu: " Rektör istifa! " Oracık ta yazdırılan bir istifa mektubu, eğilen bir dekanın, rast lantıya bakın, rektörlük seçimlerindeki rakibi emekli tuğ general Prof. Dr. Abdülkadir Noyan'ın sırtında, rektöre zorla imza ettirildi. Sonra rektör ve yanındakiler dışarı çı karıldılar, bahçeyi dolduran kalabalığın arasına sokuldu lar. Tartaklanma ve hakaretler giderek artıyordu. Olayın bir linçle bitmesi işten bile değildi. İşin dozu tasarlananı çok aşmış, istenmeyen sınırlara ulaşmıştı. İşte o zaman, olayı başından beri büyük bir se rinkanlılıkla izlemekte olan gençten bir kişi hızla harekete geçti. Şaşılacak bir beceriyle rektörü kalabalığın arasından çıkararak beklemekte olan bir otomobile bindirdi; canını kurtardı. Ne olaydan sonraki soruşturma sırasında, ne mahkemede bu kişinin kim olduğu anlaşılabildi. Kendisi ni bir daha gören de olmadı. Eve getirilen rektörün ifadesi genç bir komiser yardımcısı tarafından alındı. Sonra asıl önemli konuk gözüktü: Milli Eğitim Bakanı Sirer, hükümet adına üzüntülerini bildirmeye geliyordu. Sahneyi yan odadan görebiliyorduk. Olayın hazırlanmış senaryonun dışına çıkması karşısında telaşlanmış, ürk1 10
müş, yüzü sapsarı, elleri titreyen bir bakan. Tüm gücüyle rektörü o gün için bir çıkış yapmaktan, hükümeti suçla yan bir bildiriyle görevinden çekilmekten vazgeçirmeye çalışıyordu. Sonra çıktı gitti. Nafi Atuf Kansu ile babam, rektörün olayın içyüzünü belirten bir açıklama yaparak hemen istifa etmesinin doğru olacağı kanısındaydılar. Ama o kararsızdı. Basının büyük çoğunluğu olayı aktar makla yetinmişti. Yalnız Vatan gazetesi yapılanı eleştirmiş ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar, Sena to adına olayı kınayan bir telgraf yollamıştı. Kansu, izin alarak İstanbul'a gitti ve ancak birkaç hafta sonra istifa etti. O zaman da artık istifanın kamuoyunda bir etkisi ol madı. Olay güncelliğini yitirmişti. Bir süre sonra olayın sanığı olarak bazı gençler mah kemeye çıkarıldılar. Yüzlerce kişinin gözleri önünde ya şanmış bir olayın bir tek tanığı bulunamadı. Kimseye de ceza verilmedi. Kansu, mahkemede son olarak şöyle dedi: "Anlaşılan böyle bir olay olmamış ve ben rüya görmü şüm! " Yaşamı boyunca bu olayın etkilerini üzerinden atamayacaktı. Ama asıl onulmaz yarayı alan üniversitey di. Gelecek günlerde üniversiteye ve özerkliğine saldırılar türlü şekillerde yinelenecekti. Düşünleri ve davranışlarıyla tam bir uygar bilim insanı olan Şevket Aziz Kansu'nun yanılgısı, CHP'nin kendi çıkardığı üniversite özerkliği yasasına kendisinin saygı duyacağını sanması olmuştu. Olayın acı bir gülümsemeyle karşıladığımız bir yönü daha vardı: 1 942- 1 944 yılları arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dekanı olan Şevket Aziz Kansu, fakülteye izinsiz girerek yandaşlarıyla toplantı yapan Nihal Atsız'a engel olmadığı gerekçesiyle Milli Eğitim Bakanı, yani Hasan Ali Yücel tarafından sağcıları korumakla suçlanarak görev den alınmak istenmişti ! 111
Sirer, 1 0 Haziran 1 948 'de kurulan Hasan Saka ka binesinde yerini Tahsin Banguoğlu'na bıraktı. Ama kısa bakanlık süresi içerisinde köy enstitüleri projesine zarar verme konusunda elinden geleni yapmış, yüksek köy ens titüsünü kapatmış, eğitim ve öğretim sistemini büyük öl çüde değiştirmiş, yönetici ve öğretmenleri oradan oraya savurmuş, haklarında soruşturmalar açmıştı. Ayrıca dün ya klasiklerinden yapılan çeviri çalışmaları durdurulmuş, güzel sanatlar alanında Yücel'in başlattığı tüm etkinlikler yavaşlatılmıştı. Böylece kendisinden sonra geleceklerin yürüyecekleri yolu hazırlamıştı. Onlar ister CHP'li, ister DP'li olsunlar, o yolda gitmekte kusur etmeyeceklerdi. Babam 2 Nisan 1 949'da Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğinden alınarak Ankara Atatürk Lisesi resim-iş öğretmenliğine atandı. Bu, bir tür ceza ve küçük düşürme olarak düşünülmüştü. Ama bir şeyi hesap edememişlerdi. Onun, meslekte asıl görevin öğretmenlik olduğu ilkesine gerçekten inandığını ! Böylece, kısa sürede okuldaki öğretmen ve öğrencilerin önyargılarını değiştir diği gibi, sevilen, aranan bir kişi olmaya başladı. O gün lerde bu okulda öğretmenlik yapmış bir meslektaşı şöyle der: " Bakanlığın yüksek düzey yöneticisi olup da bize öğ retmen olarak gelenleri daha önce de görmüştük. Bunlar, durumu onur kırıcı bulurlar, bizlere tepeden bakarlar, öğ retmenler odasına bile girmezler, müdürün yanında otu rurlar, küskün ve isteksiz çalışırlardı. Oysa o bizlerden biri gibi davranıyordu. Hepimizle şakalaşıyor, fıkralar, hikayeler anlatıyordu. " Öğrenciler o ciddiye alınmayan resim dersini sevmeye başlamışlardı. Babam sanki meslek yaşamının sonuna doğru mesle ğinin güzelliklerini yeniden yaşamak istiyordu. Okuldan kolu koltuğu öğrencilerin yaptıkları resimlerle dolu ola112
rak geliyor, bunları saatlerce inceliyor, eleştirilerini saptı yor, ciddi ciddi notlar veriyordu. Not defterleri hala durur. Sonra oturuyor, yabancı kitapları da karıştırarak mesle ğe yeni girmiş bir öğretmen gibi, özenle, titizlikle bir gün sonraki dersinin planını yapıyor, derse hazırlanıyordu. Aslında, on yıllık büyük bir emeğin gözleri önünde parça parça edilişini, eli kolu bağlı seyretmekten kahrolduğu ke sindi. Üstelik yaradılıştan duygulu bir insandı da ! Ne var ki duygularını açığa vurmamaya özen gösterirdi. Karar larına duygunun değil, akıl ve mantığın egemen olmasına çabalardı. Arkadaşları, yakınları, bizler, hepimiz onun soğukkan lılığını bozmak, onu kışkırtmak için elimizden geleni ya pıyorduk. Ona haksızlık ediliyordu. Bir eser yıkılıyordu. Kötü işler yapılıyordu. Niçin susuyordu ? Niçin saldırıları yanıtlamıyordu ? Karşılığı hiç değişmiyordu. Bu ortamda yapılacak bir şey yoktu. Olanaklar elverişli değildi. Bu koşullarda ortaya atılmak, çatışmaya girmek yapılmış işler için daha da zararlı sonuçlar verebilirdi. Tek yapıla cak şey, soğukkanlılıkla beklemekti. Açıkçası savaşı kabul etmiyordu. O günlerde bize çok ters gelen bu stratejinin doğruluğunu daha sonraları, duruma geniş bir açıdan ba kınca anlayacak ve ona hak verecektim. Gerçekten de koşullar elverişli değildi. Sesini hiçbir şe kilde duyuramazdı. Basın ? Basın tümüyle kaynatılan cadı kazanının, belirli bir politikaya araç yapılan solculuk suç lamalarının etkisiyle karşıt görüşlere kapılarını kapamıştı. Öğrencileri mi kışkırtmalıydı ? Belki de saldıranların bek ledikleri böyle akılsızca işlere kalkışmasıydı. Böylece, yap tıklarını belirli bir düzeyin altına düşmeden, yayımladığı kitaplarında savundu. Bizlerse bununla yetinemiyorduk. İnönü olup biteni niye önlemiyordu ? Arkadaşlarına karşı 113
İnönü'yü savunuyordu. Onun, önünde çözümlemek zo runda olduğu çok ağır sorunlar vardı. Bunların yanında eğitim konularının önemi sınırlı olmalıydı. Duruma tek yanlı bakılmamalıydı. Hep onları yatıştırmaya çalışırdı. Yalnız bir gün, o da aile çevresinde, biz yine İnönü'nün tutumunu eleştirince, biraz buğulu bakışları uzaklara di kili, ağzından bir daha hiçbir zaman yinelemeyeceği, bek lenmedik bir tümce çıktı: " Onun için politika her şeydir; politikasız yaşayamaz. Politikada kalabilmek için de her gerekeni yapar! " Bu bir yakınma mıydı, derinlerdeki bir kırgınlığın boş bulunduğu bir anda açığa vurulması mıydı ? Yine o günlerde bazı arkadaşları da ona İnönü'ye git mesi, yüz yüze görüşmesi için baskı yapıyorlardı. Y ıkına bozma işlemleri belki bu yoldan durdurulabilirdi. O ise bunun hiçbir yararı olmayacağı görüşündeydi. Sürdürü len kötülükler, İnönü bile olsa bir kişinin iradesiyle durdu rulabilecek türden değildi ona göre. Siyasal güçler denge sindeki bir değişmenin sonucuydu. Bu durumda gidip de görüşmenin ne anlamı ve ne önemi vardı ? Sonuna kadar da bu görüşü savundu. Bir yaz günü Etlik'teki bağda birlikte çalışıyor, fidan larla uğraşıyorduk. Birdenbire yüz metre kadar ilerimizde, sırttaki yola gözüm ilişti. Orada yavaş yavaş ilerleyen bir kaç atlı vardı. Cumhurbaşkanı, yanında yaveri ve birkaç kişiyle, Ankara çevresindeki alışılmış atlı gezintilerinden birini yapıyordu. "Aaa, İnönü bu! " dedim. Yanımda ba bamın birden dikildiğini, tüm vücudunun gerildiğini, kısa ama çok kısa bir an oraya doğru atılmak istermiş gibi bir hareket yaptığını sezdim. Sonra kasları gevşedi, karşı sırt tan geçmekte olan atlılara baktı baktı . . . Hiçbir şey söyle meden döndü, elindeki bağ bıçağıyla fidanları budamayı sürdürdü. 1 14
Milli Eğitim Bakanlığı'na yapılan saldırılara karşı tu tulacak yol konusunda Yücel ile farklı düşünüyorlardı. Yücel'in yaradılışı yüzüstü bırakılmayı, haksızlıkları ses sizce karşılamaya elverişli değildi. Hele askerlik gibi bir konunun siyasal çekişmelere araç yapılarak, Sirer tarafın dan başlatıldığına şüphe olmayan bazı girişimlerle, son birkaç yılda çoğunluğu köy enstitüsü çıkışlı bazı öğret menlerin yedeksubay okulundan çavuş olarak çıkarılma larına dayanamıyordu. Bu durumun düzeltilmesi için baş vurularda bulundu; İnönü'ye, Genelkurmay başkanına, bakanlara gitti. Hiçbirinin yararı olmadı. Babam, Yücel'in Kenan Öner'le tartışmasını mahke meye götürmesine de karşıydı. Milli Eğitim Bakanlığı'nda yapmış oldukları on yıllık çalışmaların eleştirilerinin tek hakimli bir mahkemede yargı konusu yapılmasını doğru bulmuyordu. Nitekim mahkeme Yücel'in açtığı davayı reddetti. Kararın sonradan Yargıtay'da Yücel'den yana bozulması kamuoyunu fazla etkilemedi. Konu, başlangıç taki kadar güncel değildi artık ! O günlerle ilgili sonradan çok şaştığım bir olay da Emin Soysal'la ilgilidir. Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün eski müdürü, milletvekili olarak babama ve Yücel'e karşı en ağır ve kişisel saldırıları sürdürür, birtakım kitapçık ve broşürler yayımlarken, babam o ve onun gibilerden "ya şamım boyunca adlarını ağzıma almamaya and içtiğim kişiler" diye söz ederdi. Nitekim öyle de yaptı. Babamın ölümünden sonra, köy enstitüsü müdürlüğü yaptığı dönemde, Soysal'ın babama yazdığı kırk kadar özel mektup bulunduğunu gördüm. Bunların içeriği, or taya döküldüğünde Soysal'ı çok zor durumda bırakabi lecek nitelikteydi. Ve işin garibi mektupların bazıları açıl mamıştı! Zarfların üzerindeki yazıdan kimden geldikleri 115
belliydi ve bunları ne geldikleri, ne Soysal'ın saldırılarını sürdürdüğü günlerde, ne de çok daha sonra açıp okuma gereğini duymuştu! Babamın kendisini savunmak için on ları kullanma yoluna gitmemesi, genel tutumunun bir ge reği olarak açıklanabileceği gibi, eski bir iş arkadaşının ve öğrencisinin sonraki davranışına karşı duyduğu tiksintiyle de yorumlanabilir. Ama mektupları yazmış olan kişinin o mektuplar yokmuşçasına, inanılmaz bir rahatlıkla saldırı larını sürdürmesini nasıl açıklamalı ? Acaba eski hocasının mektupları kendisine karşı kullanmayacağını bilecek ka dar onu iyi tanıyor ve buna mı güveniyordu ? O sıkıntılı günlerin asıl acısı daha önümüzdeydi: Büyük enişte Nafi Atuf Kansu'nun küçük oğlu Arman, 1 949'da yedeksubay okuluna gitmişti. Dil ve Tarih-Coğrafya Fa kültesi çıkışlıydı. Yedeksubay okulundaki öğrencilik süre si sona ermeden, okulda görevli, sonradan Kore' de şehit olacak değerli bir subay, birlikte askerlik yaptıkları günler den tanıdığı, sevdiği Şevket Aziz Kansu'ya özel bir haber getirdi: Yedeksubay okulu öğrencilerinden 30-40 kişiyle birlikte Arman da çavuş çıkarılacaktı. Gerekçe, şu bizim Türkiye Gençler Derneği'nde üyelik yapmış olmasıydı. Aslında Arman'ın derneğe kaydolmasından başka dernekle ilgili en ufak bir çalışması bile yoktu. Haber, babasını çok üzdü. Günümüzde, askerliği çavuş olarak yapmanın o dönemde niçin bir felaketmiş gibi karşılan dığı şaşkınlık uyandırabilir. Ama o günlerde yedeksubay okulundan çavuş çıkarılmak çok onur kırıcı sayılırdı. Uy gulama, çavuş çıkarılanlar üzerinde yaşamları boyu süre cek olumsuz izler bırakırdı. Nafi Atuf Kansu ciddi şekilde hastaydı da. Yıllardan beri şekeri vardı, bir enfarktüs ge çirmişti, sürekli hekim kontrolü altındaydı. Üstelik evde büyük bir üzüntü daha vardı: Eşi, büyük teyze, ağır has116
taydı. Hem de umutsuz şekilde. Tanısı çok geç konmuş bir kanser, tüm vücudunu sarmıştı. Yataktan çıkamıyor, şiddetli ağrılar çekiyordu. Kansu, bu üzüntüler arasında yedeksubay okulundaki çavuş çıkarma işlemini durdurabilmek için uğraşmaya ko yuldu. Devletin üst düzey yöneticilerine gidiş gelişlerinde çoğunlukla yanında bulunuyordum; gelebilecek bir krize karşı çantamda bazı ilaçlar ve tansiyon aleti ile! Bir kez, bir takside kendisine insülin iğnesi yaptım. Böyle bir iş için sağa sola başvurmanın kendisine ne kadar zor geldiğini seziyordum. Gururlu, kendisi ve yakınları için bir şey iste mekten son derece kaçınan bir kişiydi. Bu yüzden yakın ları arasında ona kırılanlar olurdu. Daha birkaç yıl önce, iki yıl üst üste sınıfta kaldığı için askere çağrılan ve ken disinden yardım isteyen yeğenine verdiği karşılığı hepimiz anımsıyorduk: " Mademki iki yıl sınıfta kaldın, askere de gidersin evladım, ne var bunda ! " Ama şimdi iş başkaydı. Konuşmalardan çok üzgün çıktığını görüyordum. Yakın mıyordu. Az konuşan, duygularını açığa vurmayan bir kişiydi. Aklımdan yaşamöyküsünü geçiriyordum: Kurtuluş Sa vaşı öncesinin genç, aydın, ilerisi için en umut verici eği timcilerinden biri. Atatürk'e ilk katılanlardan. Atatürk'ün Ht1kimiyet-i Milliye gazetesinin ilk yazı işleri müdü rü ve başyazarı. Devrimci Milli Eğitim Bakanı Musta fa Necati'nin müsteşarı ve en yakın çalışma arkadaşı. 1 927'den sonra milletvekili, 1 935'ten beri CHP'nin ge nel yönetim kurulu üyesi, Ankara Halkevi'nin başka nı, CHP'nin en güvendiği kişilerden biri. O kadar ki, Atatürk'ün ölümünden sonra onun özel evrakını incele mekle görevlendirilmiş. Elli yıl sonra açılması koşuluyla Merkez Bankası kasalarına kilitlenen bu belgeleri görüp 117
okuyan ama en yakınlarına bile bir şey sızdırmayan kişi. CHP'nin en zor döneminde parti genel sekreteri. Sözümo na partiye canlılık getirecek genç milletvekillerinin birço ğunu politikada ilerleten bu eski kurtuluş savaşçısı, şimdi iktidardaki bu kişilere kişisel bir ricada bulunmak için başvurmak zorunda kalıyor ve belki de soğuk karşılanı yordu. İnsanı kahreden bir durumdu. Sonunda, aralarında oğlunun da bulunduğu öğrenci lerden bir bölümünün haksızlığa uğratılmamalarını sağ ladı. Askerler, bazı politikacıların kendi amaçları doğrul tusunda çevirdikleri oyuna aracı yapılmak istendiklerini anlamışlardı. Yedeksubay olarak okulu bitiren Arman'ı Ankara Garı'ndan görev yeri olan Erzurum'a uğurladık tan sonra, istasyondan çıkarken büyük enişte bizlere dön dü: " Bu iş de bitti ! " Bakışı ve bunu söyleyişi daha çok " Ben de bittim " anlamı taşıyordu. İşin başından beri ilk açık yakınmasıydı. Eşi Ankara Tıp Fakültesi Kadın Has talıkları Kliniği'nde yatıyor, kendisi de onun yanında kalı yordu. Yine oraya gitti. Ertesi sabah hastaneden telefon ettiler. Acele gelmemi zi istiyorlardı. Tablo içler acısıydı. Enişte, teyzemin yattığı odada ağır bir kalp krizi geçiriyordu. İğneler, oksijen tüp leri falan. Durumu umutsuzdu. Büyümüş gözlerle olanları seyreden hasta teyzemi odadan sedyeyle çıkarmak istedi ler. Gitmedi. Sona az bir şey kalmıştı. Soluk almakta çok zorluk çekiyor, ağzından kanlı bir köpük geliyordu. Bu arada babam yetişti. O zaman, konuşamayan ama tüm bilinci yerinde olan Kansu'nun elini babama uzattığını ve tutmasını istediğini gördük. Çok belirgin bir vedaydı bu! Babam gözyaşları içinde bu eli tuttu ve sonuna kadar da bırakmadı. Daha sonraki yaşamımda mesleğim gereği çok ölüm gördüm. Ama ölümün eşiğindeki hiç kimsede onun 118
o mavi bakışlarıyla el uzatışındaki bilinçli ayrılış anlatımı na tanık olmadım. Her şey bittikten sonra, kardeşinin, Şevket Aziz Kansu'nun acılı sesi duyuldu: "Ağabeyimi öldürdüler! " Elbette hastanedeki hekimleri kastetmiyordu ! Cebeci'deki hastanenin yokuşundan başlarımız eğik, yavaş yavaş iner ken birdenbire dikkatimizi çekti: Her yana bayraklar ası lıyordu; bir gün sonra Cumhuriyet bayramıydı. O cumhu riyetin kurulmasına baş koymuşlardan bir aydının yüreği ise daha fazla dayanamamıştı; 26. yıldönümünü göreme yecekti. Öldüğünde 59 yaşındaydı. Oğlunun cenazeye gel mesi için telgraf çektiler. Erzurum istasyonundan, geldiği trenle geri döndürüldü. İnönü cenazeye gelmedi. Yaverini göndermekle yetindi. Evde ise bir kez daha hükümet adı na üzüntülerini bildirmeye gelmiş, yine elleri titreyen bir Milli Eğitim bakanı bulacaktık: Prof. Tahsin Banguoğlu, bundan böyle eniştenin ailesinin her sorunuyla kendisinin ilgileneceğini yineleyip duruyordu. Ama bir daha yüzünü görmeyecektik. Babam ve köy enstitüleri konusunda ise Banguoğlu'nun herhalde bu kadar iyi niyetleri yoktu: Onun bakanlığı döneminde de Sirer'in başlattığı bozma, yıkma çalış maları, açılan soruşturmalar sürdürüldü. CHP'nin 14 Mayıs 1 950'de iktidardan düşeceği günler yaklaşırken Banguoğlu'nun babamı Ankara'dan Kayseri Lisesi öğret menliğine nakletmek üzere olduğu söylentileri çıkacaktı. Onun Ankara'da oluşu iktidarı rahatsız ediyordu. Eski çalışma arkadaşlarıyla ilişkisi kesilmemişti. Bunların ara larında görevinden ayrılmasından sonra babamla karşı laşmaktan kaçınanlar elbette vardı ve bunlar bekleneceği gibi, daha önceleri onun karşısında en çok sallanıp yuvar lananlardı. 119
Evde bu gibiler alay konusu olurdu. Bir keresinde ba bam dayanamamış, kendisini görünce kaldırım değiştiren birinin yanına giderek, " Bak ben buradayım, istersen bir daha buralardan geçme" demekten kendini alamamıştı. Ama gerek eski yöneticiler, gerek köy enstitüsü çıkışlı öğ retmenlerden birçoğu sık sık evimize gelip gidiyorlardı. Ankara'da olmayanlarla da babam sürekli mektuplaşı yordu. Tüm bu ilişkileri sürdürürken saptamak istediği bir tek şey vardı: Kurulmuş yapı yıkıma ne ölçüde daya nacaktı ? Köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler ne kadar dire nebileceklerdi ? Kamuoyunda seslerini duyurabilecekler miydi? Umudunu buna bağlamıştı. Beklenen güçlü ses ilk kez uzaktan, tanımadığı genç bir köy öğretmeninden geldi: Mahmut Makal. Bunu diğer leri izleyecek ve ülkenin düşün ve yazın yaşamında yeni bir akımın öncüleri olacaklardı. Mahmut Makal'ın Bizim Köy kitabının yayımlanması ve kamuoyunda büyük ilgi toplaması ile babamın ne kadar kıvandığını anlatamam. Türkiye'nin köy gerçeğini köyün içinden çıkan bir aydın dan ve onun diliyle, anlatımıyla kamuoyu ilk kez duyuyor ve çarpılıyordu. Bu olay, uygulanan eğitim yönteminin doğruluğunun kanıtıydı. Ürün kendini göstermişti. Arkadaşlarıyla birlikte Makal' a bir mektup yazdılar, onu kutladılar ve bir sandık da kitap gönderdiler. Sonra Makal'ın Cumhuriyet gazetesinden ödül aldığı, İstanbul'a davet edildiği, Ankara'ya da geleceği öğrenildi. Bu arada eğitim gericilerinin çıkardıkları bir söylenti herkesi çok eğlendirdi: Sözde Makal'ın kitabını babam yazmıştı! İs tese bile böyle bir şeyin olamayacağı, o kitabın ancak o köy öğretmeni tarafından yazılabileceğini anlayamayacak kadar kültürden yoksundular. Şimdi Ankara'nın aydın ve sanatçı çevreleri merakla Makal'ın Ankara'ya gelmesini 1 20
bekliyorlardı. Nasıl bir kişiydi bu bir anda doruğa çıkıve ren? Bir gün evin telefonu çaldı; arayan Makal'dı. Geziyi üstlenmiş olan Cumhuriyet gazetesi onu An kara Palas'a yerleştirmişti; oradan arıyordu. Babam, kendisini hemen aldıracağını, gelip bizim evde kalmasını söyledi. Ben almaya gittim. Ankara Palas'ın, o günlerin Ankarası'nın olanca politika kulisinin yapıldığı, yabancı elçilerin, politikacıların kaynaştığı en lüks otelinin holün de beni bekleyen, gencecik bir kişiydi. İnce uzun bir boy, upuzun kollar, nereye koyacağını bilemediği kocaman köylü elleri, biraz da dar bir ceket. Yanında küçük ve sa nırım tahtadan bavulu. Fazla konuşmadan evin yolunu tuttuk. O gece Ankaralı bazı aydın ve sanatçılar bizim eve doluştular. Sanki uzaydan gelmiş bir yaratık göreceklerdi. Ama büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Makal konuşmuyordu. Düşünüyor muydu, duyuyor muydu, konuşabilir miydi ? Neyin nesiydi ? Ortalığı bir birine katan o kitabı yazan suskun, sakalı yeni bitmiş, gösterişsiz, beceriksiz, biraz da sakar bu oğlan mıydı ? Hiçbir şey anlamadan dağıldılar. Ancak o zaman, babam la yalnız kalınca Makal konuşmaya başladı. İstanbul'da da böyle olmuştu. Ona denizi göstermişler, bak bu deniz, apartmanları göstermişler, bak bunlar apartman, demiş lerdi. Şaşmasını bekliyorlardı. Ne de olsa kente inmiş bir köylüydü. Bunu anlayınca hiçbir şeye tepki göstermemeye karar vermişti. Babama göre Anadolu insanının geleneksel savunma yöntemiydi bu! Akıllı olduğunu belli etmemek, kabuğuna çekilivermek! O gece Makal babamla saatlerce konuştu. Ba bamın izlenimi çok olumluydu. Ama ertesi gün bir kaygısını açıklamaktan da kendini alamadı: "Bu kadar genç yaşta bu kadar üne erişmek. İlerisi için beni kaygılandırıyor bu! " 121
Makal daha sonraki yıllarda da sık sık evimize konuk oldu. 1 950'ye doğru iktidar son bir düşüncesizlik yapıp onu tutuklattı. Birkaç gün tutuklu kaldı. Salıverilmesi olay yapıldı ve bu daha da tanınmasına yol açtı. Henüz gerçek yüzünü göstermemiş olan yeni Demokrat Parti iktidarı ise o ilk günlerin havası içerisinde ona değer verme gereğini duydu. Yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar ne kadar özgür lüklerden yana bir kişi olduğunu göstermek için Makal'ı Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne çaya davet etti. Makal yine bizim evde kaldı. O dönemlerde köşke çağrılmak önemli bir olaydı. Hepimiz Makal'ın bu işin üstesinden nasıl geleceğini me rak ediyorduk. Cumhurbaşkanı ve yirmi yaşında bir köy öğretmeni yazar! Türkiye'nin o günlerinde alışılmış bir görüşme değildi bu. Makal'ınsa, kılı kıpırdamadı. Gitti, geldi, olanları, konuşulanları anlattı. Çankaya Köşkü'ne köyün kahvesine gider gibi, rahat, serinkanlı, ezilmeden, sıkılmadan girip çıkmıştı. Sanki oranın gerçek sahibiydi! 14 Mayıs 1 950'deki iktidar değişikliği bizim evlerde hiç de olumlu karşılanmadı. 1 946- 1 950 dönemi CHP iktidarlarının ailecek çok zararlarını görmüş olmamıza karşın, ailenin tümü CHP'li kalmış ve oylar CHP'ye veril mişti. Hatta babam, seçimlerde CHP'ye yardımcı olmaları için arkadaşlarına mektuplar yazmıştı. Demokrat Parti'yi oluşturanların içtenlikle özgürlüklerden yana olduklarına ve ülkeye gerçek bir demokrasinin gelmesi için çalışacak larına inanmıyordu. İktidar değişikliğinin bazı aydınlarca sevinçle karşılanması bir yanılgıydı. Tek parti yönetimine karşı olan aydınlar ve halk aldatılmıştı. Demokrat Parti iktidarının ilk günlerindeki halkçılık gösterileri, cumhur başkanının birkaç gün otobüsle işe gitmesi falan, hep ge çici davranışlardı. 1 22
Temel sorun şuydu: CHP'nin sağında bir ikinci par ti ile gerçekten demokrasi gelebilir miydi ? Yoksa gerekli olan, o ikinci partinin CHP'nin solunda kurulması mıydı ? O günlerde bu konu çok tartışıldı. Ülkede bir ölçüde bir sol aydın potansiyeli vardı. CHP sağcılarına ikinci parti kurdurmak yerine, o birikimden yararlanılarak CHP'nin solunda yer alacak bir parti ile Kurtuluş Savaşı ve Atatürk ilkelerinden, devrimlerden ödün vermeden çok partili bir rejime geçilemez miydi ? O günlerde İnönü'nün niçin sola değil de sağa açılma kararı verdiği konusunda bir yığın varsayım bulunabilir ama sorunun karşılığı herhalde bu gün bile tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş değildir. Nedenleri ne olursa olsun, sonu hiç de iyi bitmeyecek 1 950-1 960 Demokrat Parti iktidarı dönemine girmiştik.
1 23
Ankara Tıp Fakültesi
Şimdi birkaç yıl geriye dönelim: 1 945 Sonbaharı'nda katıl dığım Ankara Tıp Fakültesi giriş sınavı üç derstendi: Fizik, kimya, biyoloji. Tam not her biri için 1 0, toplam 30'du. Sanırım 1 20 öğrenci alınacaktı. Bunun iki katı kadar aday sınava giriyordu. Yazılı sınavda liseden sınıf arkadaşım olan Uğur Soyer'le yan yana oturduk, karşılıklı yardımlaş tık. Sınav sonucu şaşırtıcıydı: 26 puanla birinci olmuştum! Benden sonraki en yüksek puansa, 2 l 'di. Sınavı yöneten Fen Fakültesi, ödül olarak bana fakülte yayınlarından tam bir takımı verdi. Ne var ki, lise edebiyat kolu çıkışlı ol duğum halde, birinci gelmem dedikodu konusu olmuştu. Babası Maliye Bakanlığı'nda yüksek görevlerde bulunan bir aday, babamın Milli Eğitim Bakanlığı'nda bulunuşu nu ileri sürerek sınavlarda tarafsız davranılmadığı savıyla soruşturma istedi. Sınav kağıtları dekanın önünde yeniden okundu: Sonuç değişmemişti. Şikayeti yapan öğrenci ise o kadar düşük not almıştı ki fakülteye giremiyordu. Tıp Fakültesi'nin ilk yılında (FKB [Fizik-Kimya-Biyo loji] sınıfı ) doğrudan tıp öğrenimi ile ilgisi olmayan fizik, kimya, botanik ve zooloji dersleri okunuyordu. Hoca lar Fen Fakültesi ve Ziraat Enstitüsü'nden geliyorlardı. Kendi dallarında gerçekten iyi hocalardı: Fizikte Prof. Nusret Kürkçüoğlu, kimyada Prof. Avni Refik Berkman,
1 24
botanikte Prof. Hikmet Birand, zoolojide Prof. Mithat Tolunay. Zooloji ve botanik ortaöğrenimde de sevdiğim derslerdendi. Ama fiziği ve özellikle kimyayı etkin olarak bize yaptırılan laboratuvar çalışmalarıyla ilk kez bu sınıfta anladığımı, sevdiğimi söyleyebilirim. Aslında öğrenilmele ri manevi bilimlerden çok daha kolay olması gereken bu dallar, ortaöğrenimde niçin öğrencilerin çoğu için korkulu rüya oluyordu ? Öğretmenlerin kendileri mi konularına yeterince hakim değillerdi, yoksa öğrenimin deneyden çok söze dayanması mı bu sonucu veriyordu ? Yeni tıp öğrencileri için önemli günlerden biri kadavra üzerinde anatomi çalışmalarının başlayacağı gündür. O günün heyecanı, korkusu kaba şakalarla, esprilerle belli edilmemeye çalışılır. Kulaklarımız abartılmış söylentilerle doluydu: Bazı kişiler kadavra çalışmasına dayanamazdı, insan aylarca et yiyemezdi, öğrenimi bırakmak zorunda kalanlar olurdu ... Tıp öğrencisi insanın yapısını kadav rada dokuları tabaka tabaka kesip açarak öğrenir. Kala balık bir sınıf olmadığımız için birkaç yarıyıl sürecek bu çalışmayı gereği gibi yapabilecektik; her kadavraya altı öğrenci düşüyordu. Korkulanların hiçbiri olmadı. Kız arkadaşlar da ara mızda olduğu halde, ne salonun, ne kadavraların soğuk luğundan ürperdik, ne et yiyemez olduk, ne de bu yüzden öğrenimini bırakanlar çıktı. Bence bunun nedeni kadavra da canlı insanı anımsatan özellikler olmamasıydı. Deyimi hoş görün, kadavra, bir tür insan pastırmasından başka bir şey değildi. Keskin bir formol kokusunun tüttüğü, ku rumuş, sertleşmiş, bir siyah-beyaz film renginde gerçek görünümünü yitirmiş dokular. Kadavra, ölülere damarla rından günlerce formol verilerek hazırlandığı, formol dolu havuzlarda bekletildiği için böyleydi. İnsana asıl ürperti 1 25
veren, üzerinde çalışılması gerçekten irade gücü gerekti ren, taze ölüde yapılan otopsilerdi. Bunu birkaç yıl sonra görecektik. O zamana kadar da böyle şeylere alışmış ola caktık. Tıp öğrencisinin heyecanla beklediği bir başka gün de ilk büyük ameliyatın görüleceği gündür. Ben ilk bü yük ameliyatı fakültenin Cebeci Hastanesi'ndeki Üroloj i Kliniği'nde seyrettim. Her kimin aklıysa, küçük sınıflarda olduğumuz halde bizi bir böbrek ameliyatına sokmuştu. Hoca, bisturiyi aldı, ameliyat masasına yan yatırılmış has tanın belini, enlemesine bir çekişte kesiverdi. Tek darbede cildi, derialtını açmıştı. 20-30 santim çapında (yahut bize öyle gözüken) kıpkırmızı bir çukurla adam sanki ortadan ikiye bölünmüştü. Yardımcısı olan doçent bu fırsatı kaçır madı (ileride politikaya girecek, başarılı da olacaktı) : " Fev kalade hocam, fevkalade! " Hoca, gördünüz mü der gibi lerden bizlere baktı. Kendimi dışarıya, bahçeye zor attım. Fakültede ilk yıllardan sonra doğrudan tıp mesleğinin uygulamasıyla ilgili derslere de başladık. Yeni kurulmakta olan fakülte kente dağılmış durumdaydı. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Cebeci'deki Gülhane Hastanesi, Ankara Numune Hastanesi ve Yıldırım Beyazıd alanın daki Veteriner Fakültesi arasında dört dönüyorduk. Bazı günler bir yerden diğerine yetişebilmek için yemek yemeye zaman kalmazdı. Fakülte yeni olduğundan öğretim üyelerinde de bir ça lışma isteği vardı; bizlere bir şeyler öğretmek için çabalar lardı. Hocalar üçe ayrılabilir: Birinciler eski kuşaktandı. Bunlar deneyimliydiler ve hekimlikte her şeyden önce ken di bilgilerine, hekimlik sanatındaki beceri ve ustalıklarına güvenirlerdi. Çoğu bizim öğrencilik yıllarımızda doçent olan ve genellikle dış ülkelerde de bulunmuş gençler ise tıp1 26
Engin Tonguç, asistan arkadaşları ve stajyerlerle, Gülhane Tıp Fakültesi, Ekim 1 950.
taki son gelişmeleri yakından izleme olanağı bulmuşlardı. Bunlar, çağdaş tıpta kişisel becerinin yanı sıra araç gereç, laboratuvar gibi önemleri giderek artan yardımcı öğelerin de değerini verirlerdi. Son grup olarak yabancı hocaları sa yabiliriz. Alanlarında gerçekten değerli bu tıp adamlarının fakültede bulunuşları hem öğrenimin niteliğini yükseltiyor hem bizimkiler için bir uyarı oluyordu. Biyokimyada Prof. Stary, farmakolojide Prof. Pulewka, çocuk hastalıklarında Prof. Eckstein, cilt hastalıklarında Prof. Marchionini, cer rahide Prof. Melchior böyle hocalardandı. Kısacası, ister bizden ister yabancı olsunlar öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu işlerini severek yapıyorlar ve bizleri ellerinden geldiğince yetiştirmeye çalışıyorlar dı. Henüz bıkkın değillerdi ve muayenehanecilik salgını da ufak boyutlardaydı. Bugün geriye baktığım zaman, hocalarımızın yaşlı, genç genellikle " iyi doktor" oldukla rını anlıyorum. Ama bir tıp fakültesi için bu yeterli miy di ? Fakültedeki öğrenimin ülkemizdeki, hatta tüm dün-
1 27
yadaki yükseköğrenim sistemlerinde olduğu gibi eleştiri lebilecek birçok yanı bulunduğu bir gerçektir. Gelişmiş ülkelerde de daha sonraki yakın yıllarda klasik üniver site öğrenimi geniş çapta tartışılmaya ve değiştirilmeye başlanacaktı. Bizde sorunun boyutları bence daha da büyüktü: Çağ daş tıp bize dışarıdan aktarılmıştı; önce Fransız ve Alman, giderek Anglosakson tıbbının etkisindeydik. Bir Türk tıp ekolü hiçbir zaman kurulmamıştı ve kurulamayacaktı. Üniversitenin tümü gibi tıp fakülteleri de toplumdan ko puktu. Öğrenimde Batı kitaplarından bilgi aktarılmakla yetiniliyor, bizim toplumumuzun sorunlarına yaklaşılmı yor, bizim gereksinimlerimize karşılık verebilecek nitelik te hekim yetiştirilmiyordu. Bilmem hangi Güney Ame rika ülkesinde birkaç kişide görülmüş bir paraziti yahut Amerika'nın falanca dağlık bölgesindeki "kayalık dağlar humması"nı biliyorduk da, ufak bir yaraya dikiş koyma sını öğrenmeden hekim oluyorduk. Bizim hocaların arasında teorik ders vermenin çok iyi örneklerini gösterenler de vardı. Kitaplardan topladıkları nı öyle yoğun, öyle bilgili şekilde anlatırlardı ki, izlemekte zorluk çekilirdi. O zaman bu gibilerin " ilmine" hayran kalırdık. Böyle derslerin hekimlik yaşamımızda bize bü yük bir yararı olmayacağını yıllar sonra anlayacaktık. Buna karşılık derse bol hasta getiren, pratik bilgiler veren, kendi deneyimlerini anlatan ve kuramsal bilgileri kitaplar dan okuyabileceğimizi belirten yabancı hocaların, örneğin Prof. Eckstein ve Melchior'un bazı dersleri hekimlik ya şamım boyunca aklımdan çıkmamıştır. Onların sınavları da bizimkilerden farklı olurdu: Kısa, öz ve pratiğe dönük sorularla öğrenciyi değerlendirirlerdi. Bizimkilere ise ki taptaki belli bir bölümü eksiksiz anlatmak gerekirdi. 128
Belki ünlü oluşlarından, belki öğrenciler tarafından se vilmelerinden ötürü, yabancı hocaların bizimkilerin bazı larınca kıskanıldıklarını sezerdik. Savaş bitince ülkelerine dönmeye başladılar. Prof. Eckstein'ın Ankara Garı'ndan uğurlanışını anımsıyorum. Gar çok kalabalıktı. Öğrenci ler, hocalar ve bir yığın insan. Eckstein uzun yıllar Anka ra Numune Hastanesi'nde çalışmış, Ankara'da neredeyse bakmadığı çocuk kalmamıştı. Hitler rejiminden ilk kaçan lardandı. Trendeki kompartımanı hiç abartsız ağzına ka dar çiçek ve armağanlarla dolmuştu. Eşine az rastlanan, içten gelen bir uğurlamaydı. Öğrencilerin sevgi gösterileri arasında tren kalkarken, arkamda duran iki öğretim üye sinden birinin diğerine fısıldadığını duydum: "Artık bu kadarı da fazla ! " Daha geniş, gelişmiş ülkelerin tıbbını da kapsayan bir eleştiri de yapılabilir: Hekimlik hala toplumsal değil, birey sel bir hizmet sayılıyordu o günlerde. Konusu çevresinden ve çevre koşullarından yalıtılmış salt insandı ve hekimin görevi onun bedensel arızalarını gidermekle sınırlıydı, o noktada da bitiyordu. Ötesi hekimi ilgilendirmiyordu. Bu durumda hekimlik geleneksel "zanaat" olma özelliğini sürdürüyordu. Klasik tıp öğrenimi bu zanaatın öğretilmesi demekti. Böyle bir öğrenim için geniş bir kültüre, bir dünya görüşüne gerek yoktu. Bunlar olmayınca da hekim bir tek nisyen düzeyinde kalıyor, ortaya bir "tıp doktoru" değil, bir zanaatkar çıkıyordu. Bu tiplerin meslek yaşamlarında birer para makinesine dönüşmeleri de çok kolay oluyordu. Oysaki tıp biliminin öğrettiği insanı, tüm çevresi ve sorunlarıyla birlikte, toplum, doğa ve hatta evren içeri sindeki yerine oturtabildiğiniz ölçüde tıp bilimi bir anlam kazanıyor ve tadına varıyordu. Bunun ilk koşulu ise insa nın tıp öğrenimini hiç olmazsa kendi çabasıyla edinmeye 129
çalışacağı bir genel kültürle birlikte götürebilmekti. Tıbbı bu anlamda seviyor ve böyle anlamaya çalışıyordum. Ho calarımızın içinde pek azı bu tür bir tıp anlayışında olsalar gerekti. Belirttiğim doğrultuda ancak bir iki örnek anımsıyo rum: Bir ders arasında öğrenciler Prof. Nusret Karasu'ya tıp öğrenimi için lise fen çıkışlıların mı yoksa edebiyat çıkışlıların mı daha elverişli olduğunu sorduklarında, hocanın karşılığı onlara çok ters geldi: Ona göre elbette edebiyat çıkışlılar daha elverişliydi; hiç edebiyat, felsefe, toplumbilimle uğraşmadan tıp öğrenimi yapılabilir miy di ? İkinci olay da Karasu'nun iç hastalıkları polikliniğinde geçti. Hoca, burada bize poliklinik uygulaması yaptırırdı, hem de her birimizle tek tek uğraşarak. Hocayla birlikte bir hastaya baktık. Adam belediye temizlik işçilerinden biriydi. Yatırılacaktı. Birden hoca onun mesleğinin yıpra tıcılığından, bunun sağlık durumu üzerindeki etkilerinden söz etmeye başladı. İş, hele böyle zor, kirli ve aşağı gö rülen bir iş için harcanan emek kutsal sayılmalıydı. Ona büyük saygı göstermeliydik . . . Bunlar alışkın olmadığımız sözlerdi. Hocaya uyarak hastanın çevresinde saygıyla du ruyorduk. Bu hava içerisinde tekerlekli sedye aramızdan geçerken, davranışımızdan iyice şaşıran adam yüzlerimize bakıp duruyordu. Ama böyle olaylar çok azdı. Tıp öğrenimimize yöneltilecek bir başka eleştiri, bizim hocaların çoğundaki aşırı otorite ve tek adamlık tutkusu dur. O dönemlerde hoca her şeydi. Yardımcısı, asistanı, öğrencisi üzerinde tek ve mutlak egemen oydu. Her şeyin en iyisini, en doğrusunu o bilirdi. Hele asistanlar! Klinik lerdeki hizmeti yüklenen, sürekli oradan oraya koşturulan asistan hiçbir hakkı bulunmayan, hocanın buyruklarına, kaprislerine, hatta haksızlıklarına en ufak tepki gösterme130
den boyun eğmesi gereken bir tür çağdaş köle sayılırdı. İs tanbul' daki bir tıp büyüğümüze göre onlar " isterse ayak kabısının topuğuyla ezebileceği yaratıklar" dı. Yine bunlardan biri her sabah kliniğine gelişinde ziller çaldırır, en kıdemli doçentten asistana kadar herkes ka pıda sıra olur, hocanın eli öpülürdü. Gerekçesi ne kadar akla yakın olursa olsun, o gün orada bulunmayanların günü zehir edilirdi. Böyle mutlak otoriteye dayalı bir dü zenleme içerisinde, fakültelerin bir başka işlevinin, özgür bilimsel tartışma ve araştırma görevinin nasıl yerine geti rilebileceği ve bu bakımdan hangi düzeyde olduğumuz bir başka konudur. Sanırım böyle bir işlev yoktu. Son sınıfa gelirken tartışmasız da olsa teorik bilgilerle alabildiğine doldurulmuştuk. Bu konuda kimsenin hak kını yememek gerekir; öylesine doldurulmuştuk ki, daha sonra Almanya'da yapacağım uzmanlık öğrenimi sıra sında teorik bilgi bakımından hiç sıkıntı çekmeyecektim. Zorluklar pratik azlığından kaynaklanacaktı. Son yıl kliniklerde staja ayrılmıştı. İki aylık cerrahi sta j ından hiç yararlanmadım. Elimize bir tek cerrahi gereç almadık. Ne dikiş atmanın, ne bir apse açmanın uygu lamasını yapmıştık. Buna karşılık her sabah sekiz kişilik stajyer grubu olarak hocanın peşine takılıyor, vizitelerde bulunuyor, hocanın yaptığı ameliyatları seyrediyorduk. Bunların hepsi bir sindirme ve yıldırma havası içerisin de geçiyordu. Vizitelerde azarlanan, hasta başında sövülen ve hatta dövülen asistanlar. Bir bağırış, bir kıyamet. Hoca, ameliyatta kızınca (kızmadığı an yoktu) karşısındaki asis tanın ellerini uzattırır, elindeki ağır ameliyat araçlarından biriyle ilkokul çocuklarına yapıldığı gibi onların ellerine vururdu. Sonra bize döner, "İşte görüyorsunuz bu eşşek lerden neler çekiyorum" derdi. "O eşşekler" bizden bir131
kaç yıl önce fakülteyi bitirmiş genç hekimlerdi ve gündelik pratikte bize bir şeyler öğretmekle görevliydiler. Utançtan başlarımızı eğer, onların yüzüne bakmamaya çalışırdık. Bir kez hoca sövüp saymakla, ele vurmakla da yetin medi, ameliyatı durdurdu, masanın çevresinden dolandı, kendisine asiste etmekte olan başasistanın (uzman bir he kimin) arkasına geçti ve onun kaba etlerine bir tekme attı. Sonra yerine döndü, ameliyatı sürdürdüler. Çok sıkılmıştık. Zaman zaman bize ders de veren başa sistanın yüzüne nasıl bakacaknk? Ama o, ameliyattan sonra soyunma odasında gülerek bizlere döndü: "Gördünüz mü bugün hocanın bana çektiği voleyi? " Sistemi benimsemişler ve alışmışlardı. Onlara göre hoca "iyi adamdı ama biraz si nirliydi. " Tıbbın bu şekilde öğrenilebileceğini kabullenmiş lerdi anlaşılan. Yıllar sonra, üniversitelerin en bunalımlı dö nemlerinde, o eski günlerde artlarına "vole çekilen"lerden üniversite yöneticileri çıkn. Ağırlıklarını da hiçbir zaman özgürlüklerden yana koymadılar. Doğal değil mi? Doğum ve kadın hastalıkları kliniğindeki staj yararlı geçti; bize iki aylık, düzenli ve akıllıca yapılmış bir çalışma programı uygulanmıştı. Ancak orada geçirdiğim ve kome dilerde rastlanabilecek türden bir geceyi yazmadan ede meyeceğim: Doğum görmek ve bu alanda pratik yapmak için her gece iki stajyer klinikte nöbetçi kalırdı. Benim ilk nöbetim sonradan Basel Tıp Fakültesi'nde cerrahi profe sörü olacak sınıf arkadaşım Erdem Yaşargil (tanınmış be yin cerrahı Gazi Yaşargil'in kardeşi) ileydi. Elbette doğum konusunda yeterli teorik bilgimiz vardı ama o gece ilk kez doğum görecektik. Nöbet bir asistan ve ebe ile tutulurdu. Ancak sırası gelince nöbetçi asistanı uyandıracak olan ebe de çok yorgundu, doğuracak kadının başında bizi bıraka rak dinlenmeye gitti. 1 32
Ağrıları sayıyor, bekliyoruz, sırası gelince ebeyi uyan dıracağız, o da doktoru alacak. Oysaki doğum birdenbire başladı, şaşırıp kaldık. Erdem benden daha yürekli çıktı, hemen eldivenleri giydi, önlüğü taktı, işe koyuldu. Eğil di, baktı bir makas istedi. Bir şey kesecek. Biraz dikkatli bakınca su kesesi sandığı ve makasın ucunun yaklaştığı yerde çocuk saçları görür gibi olduk. O arada baş görün dü; korkudan buz gibi olmuştuk. Birkaç saniye farkla baş makastan kurtulmuştu ! Ama düşünmeye zaman yoktu. Çok kolay bir doğum oluyordu; nitekim Erdem doğan çocuğu elime tutuşturu verdi. İki bacağından yakaladığım başı aşağıdaki çocuk balık gibi kayıyordu elimden; neredeyse yere düşürecek tim. Çok gerekliymiş gibi seslendi. " Hemen yıka . " La vaboya koştum. Ebenin daha önce lavabonun içinde su hazırladığını görmüştük. Çocuğu baş aşağı bu suya daldı rıyordum ki sudan buharlar çıktığını fark ederek durdum. Ebe, doğumun ne zaman olacağını bilmediği için oraya kaynar su doldurmuştu, sonra ılıtacaktı. Tam o sırada da esneyerek içeri girdi: " Çocuklar ne oldu ? " Dünyadaki ilk birkaç dakikası içerisinde çocukcağız iki kez elimizden canını kurtarmıştı; çok şanslı olacaktı anlaşılan, çok! İşi ebeye devredip kan ter içerisinde dışarı çıktık. Koridorda kadının yakınları çevremizi aldılar: " Oğlan mı, kız mı ? " Bilmiyorduk. Çıktığımız hızla içeri girip bak tık. Oğlandı. Gözyaşları içerisinde ellerimize sarıldılar, te şekkür ediyorlardı. İçeride olanları bir bilselerdi ? Sonraki hekimlik yaşamımda bu olayı çok sık anımsadım; benzeri durumlar bu ölçüde olmasa da hekimlikte pek sıktır. Üze rine titrediğiniz, tüm beceri ve bilginizi ortaya dökerek baktığınız bir hasta için sizi suçlarlar da türlü nedenlerle ilgilenemediğiniz, hatta bakımında hatalar yaptığınız bir 133
başka hasta için el üstünde taşırlar. Hekimin doğru mu, yoksa eğri mi yaptığının anlaşılma şansı birçok mesleğe göre pek azdır. Bunun için de hekimlik kötüye kullanıl maya çok elverişlidir. Bu meslekte insanın gerçek hesabı vereceği tek yer kendi vicdanıdır. Ya o da yetersizse ? Tıp fakültesinde iyi ve düzenli çalıştım. Hekimliği de giderek sevdim. Sanırım sınıfın en iyi birkaç öğrencisi ara sındaydım. Cerrahi bölümlerden çok, iç hastalıkları beni çekiyordu. Bunda kapsam çok genişti. Tıbbı tümüyle kav rayabiliyordunuz. Tanı koymak, tedaviyi saptamak dü şünmeye, birçok olasılığı birer birer ele alarak elinizdeki bulguları ve verileri doğru değerlendirerek bir ayıklama yapmaya, kısacası ustalıklı bir yargılamaya dayanıyordu. Bu, beni çekiyordu. Böylece daha son sınıfa gelmeden iç hastalıkları uzmanı olmaya karar vermiştim. En çok da bununla ilgili derslere çalışıyordum. Son sınıftaki iki ay lık iç hastalıkları stajına istekle başladım. İç hastalıkları klinikleri genellikle sakin, düzenli yerlerdir. Oralarda çalı şanlar da efendi, çelebi insanlardır (genellikle) . Staj yaptığım klinikte d e böyleydi. Bizimle yakından ilgileniyorlar ve düzenli bir çalışma programı uyguluyor lardı. Her stajyer bir asistanın yanına verilmiş, birlikte çalışıyorduk. Her hafta birimiz seçtiğimiz bir hastayı ay rıntılı olarak hazırlıyor, hocaya takdim ediyorduk. Bunun üzerinde bir saat kadar süren bir tartışma yapılıyordu. Sıra bana gelince kendimce ilginç bulduğum bir böbrek hastasını seçtim. Günlerce çalışıp hazırlandım. Takdim günü bayağı heyecanlıydım. Hoca, çevresinde stajyerler, öğrenciler, asistanlar, doçentleri . . . En az otuz kişilik bir kalabalık la hastanın koğuşuna geldi. Konunun böbrek hastalığı olduğunu anlayınca yüzünü buruşturdu; daha çok kalp 1 34
hastalıklarına ilgi duyardı. Biraz ilgisizce dinlemeye ko yuldu. Ama dinledikçe ilgisi artacak ve yüzü daha çok bu ruşacaktı. Hastaya konmuş tanıdan çok farklı bir böbrek hastalığı türünün söz konusu olduğunu ileri sürüyor ve bunu saptadığım bulgularla kanıtlamaya çalışıyordum. "O bulguların bu anlama geldiğini nereden okudun sen ? " " Prof. Frank'ın Böbrek Hastalıkları kitabından. " " O kitabı ben de okudum ama orada böyle bir şey yok. " Halbuki vardı. Yutkundum, söylemekle söyleme mek arasında bocaladım. Ok yaydan çıkmıştı bir kez: "Kitabın 86. sayfasında. Kitap da içeride, asistan oda sında. İsterseniz gidip alayım. " Hoca ilk kez görmüş gibi beni iyice bir süzdü, o otuz kadar kişi başlarını eğmişler, yere bakıyorlardı. "Devam et bakalım. " Ondan sonra insafsızca bir tar tışma başladı. Benim her dediğimi çürütmek için elinden geleni yapıyordu. İyice bunalmıştım. Sonunda en güçlü kozumu açmaktan başka çözüm kalmamıştı: "Nitekim bu hasta bundan birkaç ay önce Numune Hastanesi'nde de yatmış ve oradaki dosyasına göre bu rada düşünülmeyen şu şu incelemeleri de yapmışlar ve benim ileri sürdüğüm tanıyı koymuşlar. " Hastanın daha önce Numune Hastanesi'nde yatmış olduğu buradaki hasta dosyasında yazılı değildi. Bunu hastayı takdime ha zırlarken öğrenmiş ve asistandan gizlemiştim. Sonra bir başka ders için gittiğimiz Numune Hastanesi'ndeki arşiv de dosyasını bularak bu bilgileri oradan almıştım. Sonucu yine kendime saklamıştım. Davranışımda doğru olmayan bir şeyler vardı. Olgun bir hoca bunu biraz çocukluk, biraz kendini gös terme gayretkeşliği sayar, isterse işi bir şakayla yahut bir 135
öğütle falan geçiştirebilirdi. Örneğin birkaç yıl sonra uz manlık öğrenimi yaparken Almanya' da karşılaştığım ben zer olaylar böyle sonuçlanırdı. Alman hocamız gülümser, gözlüklerinin üstünden bir bakar, " İyi yanılmışız, genç ar kadaşımız düzeltti bunu " yahut; " Sanırım iyice yaşlanmı şız" türünden bir espri yapar, ortaya bir alınma ve prestij sorunu çıkmazdı. Bilim kuramlarındaki hoşgörü ve düşün özgürlüğünün, hocanın kendine güveninin ve kompleks sizliğinin bir sonucuydu bu. Ama bu kez böyle olmadı. Bi zim hoca mosmor kesildi: "Ya ... Bunu da yaptınız demek beyefendi ! " Hızla döndü, peşindekilerle birlikte koğuştan çıktı gitti. Asistanla yalnız kalmıştık. Maçı kazanmıştım. Çok zor duruma düşürdüğüm asistanın hocadan, benim de ondan iyi birer azar yediğimizi söylemeye gerek yok. Ama olayın asıl olumsuz sonucunu yıl sonunda, sınava girdiğimde yaşayacaktım. Hoca beni karşısına aldı, olan ca hırsı ve bilgisiyle tam bir buçuk saat, sordu sordu. So nunda: "Olmamış. Sen sonbaharda bir kez daha gelsen iyi olacak " dedi. Başından beri olayı izlemekte olan ve sanırım nedenini de bilen doçenti dayanamadı: " Hocam, müsaade edin biraz da ben sorayım." Onun karşısına geç tim. Sınav sonuçları açıklanınca en iyi hazırlandığım ve en çok önem verdiğim dersten orta alarak ancak geçebilmiş olduğumu anladım. Doçent de ancak bu koşulla bütünle meye bırakılmamı önlemiş olsa gerekti. 1 95 1 yılı Temmuz ayında sınavlarımız bitti. Hekimlik diplomalarımızı aldık. Sevinerek ve önemli birer kişi oldu ğumuzu sanarak! Gerçekten hekim olabilmek için öğren memiz gereken daha ne kadar çok şey bulunduğunu yıllar geçtikçe anlayacaktık.
136
Düş Kınklığı
Donuk bakışlı sekreter, "toplantıda " dedi, "çarşambaya gelin. " Şaşmadan çıktım. Çarşambaya beş gün vardı. İki aydan beri sayın yüksek görevlinin müşterisiydim. Cu madan çarşambaya, çarşambadan cumaya ! Haftanın iki gününü bakanlıkta geçiriyordum. Sekreter, benden çok usandığı günler önünü ilikleyip beyefendisinin odasına gi riyor, varlığımı bildiriyor, "gelsin " buyruğu çıkarsa, eliyle bana makam odasını gösteriyordu. İçi dışı kaplama, ses geçirmez kapıdan beni içeriye " beyfendi "ye iletirken, din sel tören yöneten bir ilkçağ insanı kadar saygılıydı. Kocaman bir masanın ardında oturan, kıt konuşmalı, yüzünden hiçbir anlam okunmayan kişinin anlattıklarımı dinleyip dinlemediğini bilmiyorum; sonunda ağzından hep şu sözler dökülüyordu: "İnceliyoruz, haftaya gelin. " Ve ben, bir kez daha budalacasına umutlanarak, sanki onun kararını değiştirip " Hayır, olmaz" demesinden kor kuyormuş gibi, çabucak toparlanıp odadan çıkıyordum. O ise çizgileri hiç değişmeyen yüzünü benim varlığımı unutmuşçasına önüne eğmişti bile! Üstelik de eski bir ta nışımızdı! Benim gibi sürekli iş izleyicileri pek çoktu. Bir çağ değişimini yaşıyorduk. Köşebaşlarını yeni görevliler tut muştu. Ve bizler, bakanlık koridorlarında ürpererek dola-
137
şıyorduk. Burada karşılaşan eski Milli Eğitim müdürleri, okul yöneticileri, öğretmenler birbirleriyle konuşmaktan çekiniyorlardı. Kırk yıllık arkadaşlar birbirlerini tanımaz lıktan geliyordu. Kimi bakanlık emrine alınmış, kiminin görev yeri değiştirilmiş, kimi tek yönlü soruşturmalarla bunaltılmıştı. Yeni gelenler bir dönemi sonlandırıyorlardı. Yıllardan beri köşelerinde bu olanağı beklemişlerdi. Şimdi onların günüydü. Benim ne işim vardı bu çatışmanın ortasında ? Tıp fa kültesini bitirir bitirmez sınıf arkadaşım Erdem Yaşargil'le birlikte, kendi olanaklarımızla dış ülkelerde uzman lık öğrenimi yapmamıza izin verilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı'na başvurmuştuk. Babamı bakanlık emrine al ması ile övünen, devletin radyosunda Tanrının her günü köy enstitüleri ve kurucuları için ağzına geleni söyleyen yeni Demokrat Parti iktidarının Milli Eğitim Bakanı Tev fik İleri'nin Bakanlığı'na ! Erdem İsviçre'ye, Basel'e, ben de Almanya'da Hamburg Tıp Fakültesi'ne gidecektik. Gereken belgeleri tamamlamıştık. Erdem Basel'de işe baş lamıştı bile. Bense hala postacıyı gözlüyordum. Olumlu olumsuz hiçbir karşılık gelmiyordu. Haftalar geçiyordu. Deliye dönmüştüm. Niye olur yahut olmaz demiyorlar dı ? Onların böyle davranmayı bir kurnazlık, bir akıllılık saydıklarını anlayamıyordum. Babamsa öğüt veriyordu: " Düşme bu işin üstüne. İleride başka olanaklar da çıka caktır senin için. Üstüne düştükçe yapmaz bunlar. Ace len ne ? " Bu tutuma büsbütün kızıyordum. Haklı değil miydim? Özgürlüğümü hiçbir neden göstermeden kısıt ladıkları için onlar haksız değil miydiler? Öyleyse niçin susup oturacaktım? Hem " Acele etme" ne demekti ? Yıl larım hesaplıydı. Bir ayın bile önemi vardı. Bir an önce çalışmak istiyordum. Büyük hesaplaşmanın içinde işimin 138
ne kadar küçücük bir yeri olduğunu kavrayamıyordum. Kendi işimi dünyanın en yaşamsal sorunu sayıyordum. En ufak haksızlığa olanca gücümle başkaldırmak istiyordum. Haksızlıklara alışmamıştım. Haksızlığın yaygınlığının, gündelikliğinin yeterince bilincinde değildim. Düzeni hak lıdan yana sanıyordum! Bugün, yükseköğrenim yapmış bir kişinin gerçekleri kavramadaki bu yeteneksizliği beni utandırıyor. Ayların, günlerin önemi varmış! Yılların önemsizliğini anlayacak tık yaşam boyunca ! Sabretmenin ve beklemenin geri kal mış bir toplum içinde insanın en büyük gücü olduğunu öğrenecektik. Ama o zamanlarda okuduğum kitaplar, o uygarlıklar dünyasının yapıtlarından bana kalan bu de ğildi. Onlar etkin, sabırsız, hesaplı, yaratıcı bir Batı uy garlığının değer ölçülerini aşılıyordu. Ve ben, bunlara hiç benzemeyen değer yargılarıyla düzenlenmiş bir toplumda tam bir Batılı gibi olmak, çevremden de öyle davranışlar beklemek savındaydım. Batı, bir ülkü, bir inanç; bir ma sal diyarı, iyiliklerin, erdemlerin, düzenin egemen olduğu bir kavramdı benim için. Batı konusunda hiç şüphe yoktu içimde o dönemlerde. O kitapları okuduğum Etlik'teki armut ağacının altın da saatlerce oturuyor, "haklılığımı" düşünüyordum. Kötü hiçbir şey yapmamıştım ki! Postacı gelinceye kadar mavi göğü seyrediyordum. Postacı geliyor ve bir şey getirmi yordu. O mavi, geniş Ankara göğü insanın özgürlük özle mini büsbütün kamçılıyordu. Herhalde benden başka hiç kimse de postacının bir şey getirebileceğine inanmıyordu. Ama ben . . . İki a y böyle geçti. Sonra babamın tüm uyarmalarına karşın, bakanlığa taşınmaya başladım. Mademki haklıy dım, savaşacaktım ve hakkımı alacaktım. 139
İçimde ilk şüphe beklenmedik bir anda ve yerde uyan dı: Saat 14.00'e geliyor, biz sürekli müşteriler, yöneticiler, onların buyruğundakiler öğle paydosundan sonra hep birlikte bakanlığa doğru yürüyoruz. Birdenbire birkaç adım önümde onu gördüm. Onun gün ışığında, hepimiz gibi kaldırımda, nasıl göründüğünü incelemeye başladım. Özel kalem odalarından geçilerek binbir güçlükle erişilen, hak ile haksızlığı ayırt edecek kişi, başı eğik, yavaş yavaş yürüyor. Ve sonra: " Hak tu! " Olduğum yerde donarak, biraz ilerideki kaldırıma yapışmış yüksek görevli balga mına bakakaldım. Sarımsı beyaz, pis, çağın simgesi gibi, sanki tüm inançlarıma, tüm kitaplarıma sıvışmış önümde duruyordu. Şüphe bir şimşek gibi indi. İşim olmayacak tı. Benim işimi yapacak, benim haklılığımı anlayacak bir kişi, Bakanlıklar semtinin kaldırımlarına böylesine bir ilkellikle tüküremezdi. Diyebilirim ki, yüksek görevlile re karşı o güne kadar hala duymakta olduğum saygı ve güvenin son artıklarını da hiçbir olay o öğle güneşinde Bakanlıklar kaldırımına yapışmış bu sarımsı beyaz salgı kadar silememiştir. Bu sarsıntıyla başka kapıları zorlamaya başladım. Bu adamların işimi yapmak istemedikleri belliydi. Ama neye dayanıyorlardı ? Haksızlıklarına bir gerekçe bulmak zorundaydılar. Başladım bunu kurcalamaya. O zaman önemli ve gizli bir yerden bir yazı beklediklerini öğrenebil dim. Umdukları dayanak oradan gelecekti. Çevrenin tüm uyarma ve öğütlerine karşın, o önemli ve gizli yere giderek işimi engelleyen nedeni sormaya karar verdim. Yüz yüze ve apaçık konuşmanın ne zararı olurdu ? Bir neden bildi rirlerdi elbet. Bir sabah, memurların şaşkın bakışları arasında, işimle uğraştıklarını sandığım Ankara il Güvenlik Örgütü'nün bir bölümünün şu Hacıbayram Camii yanındaki, eski 1 40
ahşap yapısından içeri girerek müdürü görmek istediğimi söyledim. Götürdüler. Bir solukta derdimi anlattım. Yer gösterdi. Oturdum. O susuyor ve dakikalar geçiyordu. Sonra çekmecesini çekti, bir tabanca çıkardı. Şarjörü çekti. Şarjördeki kurşunları birer birer çıkararak masanın üstü ne dikine dizmeye başladı. Hiç acele etmiyordu. Masanın camında oluşturdukları yansımayla kurşunlar oldukların dan daha uzun görünüyorlardı ... Şarjör boşalınca yine o yavaşlıkla kurşunları yeniden yerlerine dizmeye koyuldu. Sonra şarjörü tabancaya, tabancayı çekmeceye yerleştirdi. Gösteri bitmişti. Hep susuyorduk. Birdenbire başını kaldırarak birkaç isim saydı: " Bunları tanır mısınız? " Bazılarını tanıyor, ba zılarını tanımıyordum. Hiç sesimi çıkarmadım. O konuş masını sürdürüyordu: " Şu şu konularda neler düşünürler, falanca falanca ile ilişkileri var mıdır? " Anlaşılmıştı. Yine o eski Türkiye Gençler Derneği işini kullanacaklardı. Ben susuyordum. Direnmemi anlamış olacak ki, " Sordukla rımı düşünün, haftaya yine gelin. O zamana kadar ben de sizin işinizi incelerim" dedi. Elbette oraya bir daha git medim. Milli Eğitim Bakanlığı'na gidip gelmekten başka yapacak bir şey yoktu. Ve bir gün, artık hiç ummadığım bir gün, o suskun yüz değişik bir söz söylemek için kımıldadı: " Sonuçlandı, falanca heyi görün. " O kadar. Sonucu soramadım. Ağır gözkapakları gözlerini örtmüştü bile. Gittiğim kişi kısa konuştu: "Yabancı ülkelerde kendi hesabınıza da olsa öğrenim yapmanız Bakanlığımızca uy gun görülmemiştir. " Odanın ortasında ayakta duruyor dum: "Nedenini öğrenebilir miyim ? " Birden masasından fırlayarak yanıma kadar sıçradı. Burnumun dibine so kulmuş, gözlerimin içine bakarak parmağını sallıyordu. 141
Yüzünün rengi sarı, irin gibiydi. Gözlerinde öfkeden çok, kötü bir sevincin parıltıları vardı. Kinden kısılmış bir sesle fısıldıyordu: "Bakanlık neden bildirmek zorunda değildir, anlaşıldı mı, uygun görmüyoruz, işte o kadar! " Çıktım. Bir bakıma rahatlamıştım . Aydınlığa çıkmış tık hiç olmazsa. Bağdaki armut ağacının altına uzandım. Armut ağacı dost, armut ağacı temiz, armut ağacı sabır lı, armut ağacı bilgeydi. Gökyüzü Ankara yazının olanca maviliğiyle insanı özgürlüklere çağırıyordu. Bana haksız lık yapılmıştı. Haksızlık! Uzun uzun düşündüm. Günün birinde yenileceklerdi. Kitaplarım üstün gelecek ve armut ağacı onlara gülecekti. O irin sarısı yüzdeki doyumlu kin kasıntıları gözlerimin önündeydi. Ben ve en sonunda ne kadar küçücük olduğunu anlamaya başladığım işim bu kadar önemli miydik ? Büyük işlerle uğraşamayacak ka dar küçük kişilerdi bunlar. Hiç yıkılmamıştım. Hatta biraz gurur duymaya da başlamıştım. Evimizi sıkıntılara sokan asıl büyük haksız lığa bir ucundan beni de katmışlardı. Demek daha önce onların çıkar düzenlerine bu kadar etkili bir darbe vu rulmuştu. Kinlerinin bana ve benim küçük işime erişecek kadar büyük oluşu bundandı demek! Şimdi onları daha iyi tanıyordum. ilk çatışmayı kazanmışlardı ama savaş sürecekti. İşin ardını bırakmayacaktım . . . Armut ağacının altından kalkarak eve yürürken artık huzurlu, rahatlamış bir insandım. Ve herhalde biraz olgunlaşmış! Askere gitmek için şubeye başvurdum. İçim rahattı artık. Postacı askere alındığımı bildiren kağıdı bakanlığın resmi karşılığıyla aynı günde getirdi. Dedikleri gibi yaz mışlardı: " . . . uygun görülmemiştir. " Neden yoktu. Çok değil, on yıl kadar sonra, işler bir kez daha ter sine dönecekti: Radyolarda, kendilerini savunma olanağı 1 42
bulunmayanlara sövüp saymayı bir beceri sanan o yıkı cı, anayasayı çiğnemekten cezalandırıldı. Bana j urnalcilik önermeye kalkan da öyle. Eski tanışımız yüksek görevli daha önce yetersizliği ileri sürülerek öğretmenlik mesle ğinden atılmıştı. Sarı yüzlüsü ise onulmaz bir hastalık so nucu ölmüştü. Ne yazık ki, hiçbirinden geriye "şu ülkenin çıkarına dır" denebilecek olumlu bir iş, anılacak bir hizmet kal mamıştı.
1 43
Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası
ilk hekimlik görevime 1 952 yılı Mart ayında Yedek Tabip Asteğmen olarak Milli Savunma Bakanlığı Ankara Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası'nda başladım. Fabrika Hekimliği, Tank Onarım bölümüyle aynı çatı altında, iki odalı küçük bir yerdi. Burayı bulduğumda işi bana devre dip gidecek meslektaşım günlük viziteyi yapıyordu. Vizi tedekilerin birini hemen bana aktardı: "Ezilmiş tırnağının çıkarılması gerekiyor, siz yapıverin! " İlk hastam budur. Bir tırnağın nasıl çıkarılacağını elbette biliyordum ama hiç yapmamıştım. Bana yardım edecek olan deneyimli sağlık memurunun şüpheci bakışlarını görmemeye çalışarak işe koyuldum. Tıptaki en tatsız ve yürek bulandırıcı küçük operasyonlardan biri olan bu işlemi yanlışsız başardım. Sonra yandaki küçük odaya geçerek kimseye belli etme den yüzümü soğuk suyla yıkayıp kendime geldim. İkisi de bal gibi beni sınamışlardı! Ankara Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası çok önem verilen bir kuruluştu. Amerikan askeri yardımı yeni başla mıştı. İnsan ve hayvan gücüne dayalı ordu dönemi geride kalıyordu. Her şey yenileniyor, ordu yeni silahlar ve çok sayıda motorlu araçla donatılıyordu. Bunların bakımı ve onarımı o zamanki düzen içerisin de başlı başına bir sorundu. Kademeli bir bakım ve ona rım hizmeti gerekiyordu. Bunun en üst düzeyinde yurdun
1 44
Engin Tonguç, Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası, Temmuz 1 952.
birkaç yerinde kurulmalarına başlanan bu fabrikalar ola caktı. Ankara'daki en büyüğüydü. Yardımdan gereğince yararlanabilmek bu yeni düzenlemenin başarısına bağlıy dı. Fabrika geniş bir alana yayılmış yapı ve barakalardan oluşuyordu. Fabrikanın hekimi olarak burada çalışan subay, astsubay, erler ve sivil işçilerle birkaç yüz kişilik hizmet bölüğünden, toplam olarak ortalama 1 .000 kadar kişi ile bunların ailelerinden sorumluydum. Fabrikanın müdürü Binbaşı Reşat Taykut'tu. Teknik Üniversite çıkışlı yüksek makine mühendisiydi. Ame rika ve Almanya'da bulunmuştu. Birkaç lisan bilirdi. Daha sonra generalliğe kadar yükselecek, Milli Savunma Bakanlığı'nda daire başkanlığı yapacak, askerlikten ayrıl dıktan sonra da uzun yıllar Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışacaktı. Taykut'un olağan yöneticilerde bulunmayan önemli özellikleri vardı: Her şeyden önce, masabaşı mü hendisi değildi. Fabrikadaki en küçük tezgahtakinden en karmaşık işe kadar hepsini kendi başına yapabilecek pra tik deneyimi ve bilgisi bulunuyordu.
1 45
Staj yaptığı dış ülkelerdeki fabrikalarda öyle yetişmişti. İşçiler, gerektiğinde müdürün ceketini çıkarıp kolları sıva yarak, örneğin bir torna tezgahının başına geçip beğenme diği bir işin nasıl yapılacağını gösterivermesine şaşarlardı. Yine o müdür, tepesi atınca bir parça sandığını kaldırdığı gibi içindekiler örselenmeden nasıl taşınacağını da göste rebilirdi. Müdür, iyi bir insan yetiştiriciydi. Çok okuyan, kültürlü bir kişiydi. Subay gazinosunda öğle yemeklerin de, dinlenme zamanlarında konuşmaları hiçbir zaman belli bir düzeyin altına düşmezdi. Okuduğu kitaplardan söz eder, subaylarını gerek teknik, gerek genel kültür bakı mından yetiştirmeye çalışırdı. İşe ve işini iyi yapana değer verir, yanındakilerin de böyle olmasını isterdi. İşe kendini vermeyene, hele iş türüne göre seçim yapana çok kızardı; ona göre işin her türlüsü önemsenmeliydi. Bir kez, henüz müdürü iyi tanımayan bir genç yedeksubay kimya mü hendisinin bir türlü istenildiği gibi çalışmaması üzerine, müdürün bir emriyle fabrikanın çöplerini toplamakla gö revlendirildiğine tanık olmuştuk. Diplomasına güvenen bu arkadaşımız, fabrikada geçerli iş ve çalışma kurallarını benimseyinceye kadar fabrikanın çöp kamyonunda, şofö rün yanında görev yaptı ! Bu kadar önem verilen bir kuruluşun başına Taykut'un getirilmiş olması yerinde bir seçim olsa gerekti. Fabrika, son derece düzenli, temiz bir durumda çalışıyordu. Sık sık üst düzeyde konuklar gelirdi; bizden ve yabancılardan. Benim işim de oldukça yoğundu. Gündelik vizite 4050 kişiden aşağı düşmezdi. Öğleye kadar bunlara bakar, öğleden sonra da ev hastalarına giderdim. Onların sayı sı da 5- 1 0 arasında değişirdi. Ayrıca işçilerin periyodik kontrol muayeneleri, aşılar, hizmet bölüğünde sağlıkla ilgili işlemler. . . Boş zamanım olmazdı. Ama hoşnuttum. 146
Tam anlamıyla pratisyen hekimlik yapıyordum. Fakülte de noksan kalmış pratik yanım şimdi tamamlanıyordu. Birkaç haftalık bir çalışmadan sonra müdür beni ça ğırdı: " İşine bağlı, çalışmak isteyen bir kişisin sen, hiç işçi sağlığı, iş güvenliği diye bir şeyler duydun mu ? " Bakakal dım. Fakültede bize böyle konulardan hiç söz edilmemişti. Taykut, uzun uzun işyeri ve fabrika hekimliği, iş kazala rı, meslek hastalıkları gibi konuları anlattı. Dış ülkeler de bunların uygulamasını yakından görmüştü. Bizde bu alanlarda yeterli bir gelişme olmamasına üzülüyordu. Bu rada, fabrikada örnek bir işçi sağlığı hizmeti kurmak ister miydim ? Böylece ben, meslek yaşamımda önemli bir yer tuta cak işçi sağlığı ve meslek hastalıkları konularını ilk kez bir aydın makine yüksek mühendisinden, Binbaşı Reşat Taykut'tan öğrendim. O günlerde konuyla ilgili birkaç ya bancı kitap da getirttim; mesleğimle ilgili yazıları rahatça anlayacak kadar Almancam vardı. Müdür de tüm fabri kaya bir genelge çıkardı: On beş günde bir fabrikanın her bölümünü gezecek, işçi sağlığı ve iş güvenliği bakımların dan buraları denetleyecek, saptadığım eksikleri, önerileri mi bir raporla müdüre bildirecektim. Bölüm şefleri bana yardımcı olacaklar, kolaylık göstereceklerdi. Başlangıçta bazı tepkiler geldi. Bölüm şefleri genellikle benden üst rütbelerdeydiler, benim tarafımdan eleştiril mek geleneksel askerlik anlayışlarına ters geliyordu. Ama tutumumu onların o konudaki duyarlıklarını dikkate ala rak ayarlamam ve en önemlisi, müdürün ağırlığını benden yana koyması sonucunda, kısa zamanda bir denge kurul du. Görevi yapabilmek için benim de kendimi yetiştirmem gerekiyordu. Falanca işlikteki gürültü nasıl giderilebilir, falan tezgahta kaza olasılığını azaltmak için hangi önlem1 47
ler alınmalıdır, egzoz gazının zararlı etkisi nasıl giderilir? Bazen raporları hazırlarken bayağı zorlanıyor ve kitap ka rıştırmak zorunda kalıyordum. Birkaç ay sonra sağlık hizmetini daha da geliştirdik. Sağlık Merkezi'ni 8 - 1 0 odalı bir başka yapıya taşıdık. Bu rada 15 yataklı bir revir, bir küçük laboratuvar ve bir ec zane kuruldu. Ama fabrikanın kadrosunda olmayan böy le bir yeri açabilmek için çok uğraştık. Araçların bir kısmı fabrikada yapıldı, laboratuvar ise sorun olmuştu. Bir mik roskop isteğimiz bile, bağlı olduğumuz tümen eczacısınca olumlu karşılanmamıştı. Ne var ki, yakınımızdaki Ana Sıhhiye Deposu'nun bizim fabrikayla bağlantılı olmasın dan yararlandık, motorlu araçları bizde yenileniyordu. İşleri çabuklaştırıldı ve karşılığında Amerikan yardımın dan bir laboratuvar sandığı aldık. İçinde her şey vardı, mikroskoptan her türden gündelik kan, idrar tahlillerinin yapılabileceği ayıraç ve araçlara kadar. Revire bir ecza cı kalfası ile bir de laborant aldık. Elbette böyle kadrolar yoktu, işçi konumundaydılar. Bir şey öğrenmiştim; kafayı kullanıp yürekli hareket edince birçok bürokratik engel aşılabiliyordu. Fabrika reviri, müdürün gelen konuklara kıvanacak gösterdiği bölümlerden biri olmuştu. Ana tamir fabrikasında çok çalıştım, iyi çalıştım. Bü tün günüm dolu geçiyordu. O günlerden kalma bir iki fotoğraf var. Birinde 5-6 kişilik revir personeli. Ortala rında ben, üniformalı. Yanımda en kıdemli sağlık memu rumuz, Murtaza. Elini beni korumak ister gibi omzuma atmış. Yaşça benden büyük ve deneyimliydi. Ondan çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. O günlerdeki yaygın uyuz hastalığının tanınmasını ve tedavisini bile ondan öğren dim. Sonra genç bir sağlık memuru daha, laborant ve ec zacı kalfamız. Güleç yüzlü, çalışkan iki sıhhiye erimiz. Ve 148
Recep Usta. Ona fabrikanın sağlık açısından en önemli sorunu olan akümülatör bölümünde rastlamıştım. Akü bölümü çok eski ve elverişsiz bir yapıdaydı. Burada ne yazık ki kurşun zehirlenmeleri görülüyordu. Sonraları giderek durum iyileştirildi. Ama o ilk günlerde yaşamı akümülatörcülükle geçmiş yaşlı Recep Usta, sık sık kurşundan etkilenerek, karın ağrıları içinde, iki bük lüm revire getirilirdi. Artık çalışacak durumda değildi. Müdüre söyleyerek onu revire aldırttım. Kırk yıllık akü ustasından birkaç haftada bir pansumancı çıkardık. Nasıl hoşnuttu, nasıl koştururdu ? Bir başka fotoğraf: Hizmet bölüğünün erleri haftalık temizlik muayenesinde. Bölük Komutanlığı yapan arkadaşım Teğmen İbrahim Aksu ile (sonradan o da general olacaktı) elimizde içine DDT eriyi ği doldurulmuş bir havalı boya tabancası, yerdeki elbise leri temizliyoruz. Kara gözlü, kara saçlı, neşeli biraz uçarı bir çocuktu İbrahim. Türkiye'nin işçi gerçeğiyle ilk kez bu ilk hekimlik gö revimde karşı karşıya geldim. O güne kadar kafamda ki taplardan okuduğum bir işçi kavramı vardı. Sınıf bilinci, Paris Komünü, sıkılmış yumruklar. . . Elbette gerçek çok başkaydı. Bunu giderek, içlerine girip yaşantılarını, dav ranış ve düşünüşlerini tanıdıkça anlayacaktım. Her gün onların yahut yakınlarının muayenelerini yapmak üzere evlerine gidiyordum. Yine her gün vizitelerde karşı karşı yaydık. Gündelik yaşamlarını sürdürmeye çalışan insan lardı her şeyden önce. Çoğunlukla koşulları irdelemeyi, iyileştirmeyi değil, uysallıkla kabullendikleri koşullar içe risinde kişisel olarak kolaylıklar aramayı yeğlerlerdi. Ra hat ve olabildiğince az çalışabilmek! Tembellik değildi bu. Düşünebildikleri tek çözümdü. Aralarında bu amaçla hekimliği kullanmaya kalkışanla149
ra çok kızardım. Vizitede hasta olmadığı halde hastaymış gibi görünmeye çalışanlar, yine hasta olmadığı halde evin de hasta olduğunu bildirip eve doktor isteyenler, bazen mahallenin kahvesinden çıkardıklarım. Bu gibilere çok katı ve sert davranırdım. Bana göre işçi çok çalışan, iyi çalışan, buna dayanarak da göğsünü gererek haklarını is temesini bilen bir kişi olmalıydı! Aradan yıllar geçtikten sonra, sağlığı böyle amaçlar la kullanmaya kalkanlara o kadar katı davrandığım için kendimi eleştirdim. Daha yumuşak, nedenlere inerek onları ortadan kaldırmaya yönelik bir çalışma herhalde daha doğru olurdu. "Hekimliği kullanmak" , büyük ölçü de "hekimliğe sığınmak" olsa gerekti. Yalnız, onları hoş görmediğim zamanlarda da bunu hiçbir zaman fabrika yönetimi öyle istiyor diye yapmadım. Her zaman hekim bağımsızlığını korumaya özen gösterdim. Gerektiğinde yönetime karşı işçileri savundum. Hele benden açıkça yardım isteyenlerden bunu hiç esirgemedim. Örneğin bir kez, sevdiği kızı kaçırabilmek için birkaç gün izin isteyen birine derdini açıkça anlattığı için istirahat bile verdim. İşyeri hekimi olarak yönetim ile işçi arasında bir denge kurmanın, iki tarafın da adamı olmamanın büyük önemi vardı. Sanırım bunu yapabildim. Ev hastalarını gezmek başlı başına bir öğrenimdi, Türkiye'yi biraz daha tanımak bakımından. Köyü ve köy lüyü biliyordum. Şimdi gecekondu gerçeği karşımdaydı. Hemen hepsi Ankara'nın gecekondu semtlerinde oturu yorlardı. Çoğu kez cip bir yere kadar gidebilirdi. Ondan sonra sağlık çantasını alıp elimde adresin yazılı olduğu kağıt, yola düşerdim. Adresi bulmak başlı başına bir so rundu. Ne sokak ne numara düzeni vardı bu semtlerde. Sonunda, her işçiden evinin çevresini gösteren bir kroki alıp dosyasına koymakla zorluğu bir ölçüde giderebildik. 1 50
Bazı yerlerde tırmanmak gerekirdi. O tepelere her gün nasıl çıkıp inerlerdi ? Özellikle sağlık koşulları çok kötü mahalleler vardı. Tuzluçayır, Keçikıran gecekonduları ya nında, Altındağ, Gülveren, Yenidoğan uygarlaşmış semt lerdi. Şu gecekondulaşmaya niye zamanında bir çekidüzen verilmemişti ? Aslında adamların istekleri çok değildi ve bir tür sağduyuya dayanıyordu: iki odalı bir ev, henüz köy kökeninden kopmamış insanları ekonomik bakımdan da desteklemeye yarayacak ufacık bir bahçe, birkaç ağaç. Bugün Ankara'ya uzaktan bakın: Gecekondu semtle rinde her evin yanında biraz yeşillik görürsünüz. Varlıklı semtleri ise beton yığınıdır. Apartman yerine bahçeli ev el bette sağduyunun gereğiydi. Ama devlet, devlet olup da o sağduyuyu bir düzenlilik içerisinde kullandıramaz mıydı ? Benzer bir örnek de vardı. Biraz daha varlıklıların akıllı bir belediye başkanının önderliğinde kurdukları Yenima halle. Yeni Ankara hiç olmazsa böyle böyle mahallelerle çevrili bir kent olabilirdi. Ev hastaları gezilerinden yorgun ve çamurlara bulan mış olarak dönerdim. Birkaç ay sonra herhalde Ankara'nın gecekondu semtlerini en iyi bilenlerden biri olmuştum. Bazen öğüt verirlerdi: "Ne var hepsine gidecek, ya isti rahat istiyordur ya ilaç. Gitmeden yazıver şunları. " Öyle yapanlar olmuşmuş. Bir kez bile o yolu tutmadım. Böyle yaptığım için de şimdi çok mutluyum. Üstelik de sorun yalnız ilaç ve istirahat yazmak değildi, öyle hastalıklar bu lup çıkarmışımdır ki oralarda ! Gençlik ve ilk hekimlik yıllarımın en bunalımlı ola bilecek bir döneminde (uzmanlık öğrenimi için dışarıya gidememiş olmaktan dolayı çok üzgündüm) Bnb. Reşat Taykut gibi biriyle karşılaşmak ve anlatmaya çalıştığım gibi bir çalışma ortamı bulmak sevindiriciydi. Askerlik 151
sürem dolduktan sonra, müdürün önerisi üzerine, Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası'nda bir yıl daha sivil ola rak çalıştım. Sivil hekim kadrosu olmadığı için de aşçı kadrosunda ve saat ücretli olarak! İşyeri hekimliğini ba yağı kavramış ve sevmiştim. Fabrikaya yedeksubay olarak gelirken, ardımdan "dikkat edilmesi gereken bir kişi " olduğumu belirten her hangi bir uyarı yazısı gönderildi mi, bilmiyorum. Böyle bir şey olsa bile, Taykut bunu bana hiçbir zaman hisset tirmedi. Bana, tüm meslek yaşamım boyunca karşılaştı ğım en verimli çalışma ortamını sağladı. Oysaki dönem hiç de iyi değildi; birçok aydın solculukla suçlanıyor, ça ğın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin ağzından bizim soyadımız düşmüyor, babam bakanlık emrine alınıyordu. Böyle bir zamanda Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı, çok önem verilen bir fabrikada, işçilerin arasında, olanca istek ve hırsımla adam gibi bir işyeri hekimliği yaptım. Kötü mü oldu ? Orada iki yıl boyunca doğru dürüst bir sağlık hizmeti verilmesi ülkenin zararına mıydı ? Elbette değildi. Ama doğal sayılması gereken bir olanak, rastlantıyla kar şılaştığım uygar ve aydın bir tek insanın tutumuyla ortaya çıkmıştı.
1 52
Batı'ya Doğru
Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası'nda sivil hekim olarak çalışırken, 1 953 yılı yazında, uzmanlık öğrenimi yapmak amacıyla Almanya'ya gitmeme izin verilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı'na bir kez daha başvurdum. Bakan lıktaki müsteşar başta olmak üzere bazı üst düzey görev liler geçen iki yıl içerisinde değişmişlerdi. Yeni müsteşarın yıllarca önce, babamın da öğretmenlik yaptığı öğretmen okulunda öğrenciyken Avrupa'ya öğrenime gönderilmesi söz konusu olmuştu. Ama bir engel vardı, gözü arızalıydı. Bu ise dış ülkelere gönderilmeme nedeni sayılıyordu. Öğretmenler böyle iyi bir öğrencinin sudan bir nedenle öğreniminin aksamasına kıyamamışlar ve işi kestirme bir yoldan çözmüşlerdi. Bakanlığa gidecek evraka, gözündeki arıza belli olmayacak şekilde biraz yandan çekilmiş bir fo toğrafı eklenmiş, o günlerde ayrıntılı sağlık kurulu raporu da söz konusu olmadığı için bu önlem sorunu çözmeye yetmişti. Benim evrak dönüp dolaşıp şimdi onun önüne gelmişti. Sonradan öğrendiğimize göre, o gizli ve önem li yerden de durumum sorulmuş, " son iki yıl içerisinde durumumda değişiklik olmadığı " şeklinde bir karşılık alınmıştı. Açıkçası, iki yıl önceki olumsuz karar yerine olumlu bir karar alınmasına dayanak sayılacak bir deği şiklik yoktu o karşılıkta. Değişen tek etmen, karar verecek 1 53
yetkililerin değişmiş olmasıydı. Birkaç gün içinde " kendi hesabıma uzmanlık öğrenimi yapmak üzere dış ülkelere gitmemin uygun görüldüğü " kararı bana bildirildi. Kural ların ve yasaların değil, kişilerin elindeydik. Öç avcıları yerlerinden ayrılmamış olsaydı sonuç elbette yine olum suz çıkacaktı. Ailecek parasal durumumuz iyi sayılmazdı. Hele ba bamın bakanlık emrinde olması nedeniyle yarım maaş alması işi daha da zorlaştırıyordu. Ama Türk lirası henüz değerini koruyordu. Gerçi bir devalüasyon geçirmiştik. Ne var ki dışarıda öğrenim yapanlar için bundan doğan farkı hükümet ödüyordu. Ben de son iki yıl içerisinde ma aşlarımın büyük bir bölümünü artırmıştım. Bu durumda, her ay benim için yatırılması gereken 240 lirayı karşılaya bilecektik. Yola çıkmadan birkaç gün öncesine kadar Ordu Do natım Ana Tamir Fabrikası'ndaki görevimi sürdürdüm. Son gün subay gazinosunda bir ayrılış toplantısı düzenle diler. Müdür, çalışmalarım için teşekkür etti. Aslında ben onlara ve özellikle ona, teşekkür borçluydum. Bugün bile her köşesini tanıdığım o ilk işyerimin önünden geçerken o günleri anımsarım, içim ısınır. O yılın ekim ayı sonuna doğru Sirkeci Garı'ndan Hamburg'a gitmek üzere trene bindim. Bulgaristan yolu kapalıydı, oradaki yeni rejim sınırlarını açacak kadar ken dine çekidüzen verememişti anlaşılan. Tren Yunanistan üzerinden Yugoslavya'ya, oradan da İtalya'ya gidiyordu. Ben Kuzey Yugoslavya'daki Ljubljana kentinde aktarma yaparak, Münih üzerinden Hamburg'a gidecek bir trene binecektim. Uzun bir yolculuk olacaktı. Sirkeci Garı doluydu. Yurtdışına giden trenlerin uğur lanışı daha içli, daha dokunaklı olurdu. Kompartımanda1 54
ki orta yaşlı, etlice yol arkadaşıma, karısı beş altı yaşla rında bir çocuk uzatıyordu. Adam her ikisini· de öpüyor du. Gardan çıktık. Sağımızda surlar, solda deniz. Adam tüccarmış. "Mesleki incelemeler" için birkaç haftalığına Avrupa'ya gidiyormuş. İlk kez yurtdışına çıktığımı anla yınca bana öğütler vermeye başladı: " Lj ubljana'da aktar ma yapacaksınız. Orada birkaç gün kalın. Aceleniz ne ? Biletiniz iki aylık. Ne günler geçirdim ben orada... Kal orada birkaç gün . . . Birader sen bunları bilmezsin. Kızları güzeldir... Eğlenirsin. Bu kez ben Trieste'den işe başlayaca ğım. Avrupa bu kardeşim. Niçin gidiyoruz? " Adam Avrupa'ya hovardalığa gidiyordu. Şimdi de eski serüvenlerini anlatmaya başlamıştı. Ona göre Avrupa, is tediğin her kadını kolayca kullanabileceğin kocaman bir haremdi. Hele doğudan gelen erkekler! Kendi akıllarınca, erkek olarak onlar el üstünde taşınıyorlardı; Koridordan geçerken trendeki kadınlar bu adamın bakışlarından kur tulamıyorlardı. Ayaklarında şıpıdık maroken terlikleri, peşinde onun çevreye bakışlarından, terliklerinden sıkıla rak ezilip büzülen ben, yemekli vagona gittiğimizde her halde pek gülünç bir görünümdeydik. Kafamdaki Avrupa kavramı onunkine hiç uymuyordu. Batı giyimi içindeki bu harem azgını mı yoksa Avrupa'yı burayla ilgili her konuyu okuduğu kitaplara göre değerlendirmeye çalışan ben mi haklıydık ? Zamanla çözecektim bunu. Yemekte bir de "kovboy şapkalı " biri ile arkadaşı var dı. Bilmem ne doktorası yapmaya giden iki İstanbul çocu ğu. Kovboy şapkalısı yemekte bile şapkasını çıkarmıyor du. Türkçe bilmeyen yabancı garsona söz atıp duruyordu: "Reis, ekmek getirsene lan! Davar, ne olacak. Anlamaz ki ! " Garson homurdanıyor, birkaç dil deneyerek ne iste diklerini soruyordu. " Ekmek ulan ekmek ! Nah işte. Ayı ! " 155
Acaba ne doktorası yapacaktı, tüm dikkatime karşın çı karamadım. Bu arada tren yabancı topraklarda ağır ağır ilerliyordu. Yunanistan taşlı, çorak ve yoksuldu, Yugoslavya'da trene heybeli torbalı, yorgun bezgin köylüler doluştu. Koridor lara serildiler. Vagonların iki başına da tabancalı, ünifor malı birer genç kondu. Bunlar milismiş. Yemekli vagona gelen Yugoslavların yabancılarla konuşmak istemedikleri belli oluyordu. Bitmeyen ovalar, mısır tarlaları, yarı yıkık evler. Her yanda geçirilmiş savaşın izleri vardı. Gece küçük bir istasyonda gürültülerle uyandık. Bağ rışmalar, koşuşturmalar. Birkaç asker bir vagon penceresi ne doğru koşuyordu. Pencerenin dışına asılmış bir torba yı çekip aldılar. İçinden sucuklar çıkıyor. Söylenerek geri dönüyorlar. Sucukların sahibi korkusu geçince gülmeye başlıyor: "El bombası sanmışlar. " Yer yer, kırlarda tahta tüfeklerle talim yapan siviller görüyorduk. Bunlarla kime ve neye hazırlanıyorlardı ? Korkuları neydi ? Yeni rejimin henüz oturmadığı anlaşılıyordu. Bu ülkede ne olup bittiği ni pek de anlayamadan yabancılık dokunulmazlığının ta dını çıkararak, köylerden kentlerden kendi sorunlarımızla baş başa geçip gidiyorduk. İçi kitap dolu iki ağır bavulla ve hissettiğim yalnızlık duygusuyla bana olduğundan büyük gözüken Lj ubljana Garı'nın ortasında dikilmiştim. Trenin son vagonları da gözden kayboldu. Sözde burada aktarma yapacaktım. Ne var ki, trenimiz birkaç saat gecikmiş ve aktarma yapaca ğım tren gitmişti. Yalnızdım artık. Yol arkadaşı tüccarın benim yabancı dil konuşmamı gerektirmeyen yardımı ve girginliği de yoktu şimdi. Durup beklemek yararsızdı. İs tasyon yapısına doğru yürüdüm. Soğuk, güneşli bir sabahtı. Yanımdan bir tek sözlerini bile anlamadığım insanlar geçip gidiyordu. Kime başvura156
cak, derdimi nasıl anlatacaktım? Almanca anlarlar mıy dı ? Daha önemlisi, ben Almanca konuşabilecek miydim? Kapısında "Turist Bürosu-Danışma" yazılı yere girdim. Masanın başında sapsarı bir kız oturuyordu. Zorlukla "günaydın" dedim. Hala iki yanımda, havada tuttuğum bavullarla ve yabancı dille konuşabilmek için harcadığım çabanın etkisiyle çok gülünç bir görünüşüm olmalı ki, kız gülmeye başladı. Bir türlü kendini tutamıyordu. Bir şeyler söyledi, anlamadım. İşaretle anlattı. Önce bavullarımı yere bırakıp biraz dinlenmeliymişim. Akıl sızlığımdan utanarak bavulları yere koydum. Tümceler düzenleyebilmek için Almanca dilbilgisi kurallarını aklım dan geçiriyor, gözlerim havada bir noktaya dikili, konuş maya çalışıyordum. Ama ne doğru dürüst bir söz edebi liyor, ne de onun dediklerini anlayabiliyordum. Okulda dokuz yıl Almanca okumuştum, tıp kitaplarını kolaylıkla anlayabiliyordum ama şimdi aktarmayı kaçırdığımı anla tamıyor, bundan sonraki trenin ne zaman olduğunu sora mıyordum. Anlaşılan benim gibilerle karşılaşmaya alışkın olan kız, sonunda ağır ağır konuşarak, bazen söylediklerini kağıda yazarak, yarın sabahtan önce tren olmadığını, bu gece kentte bir otelde kalmak zorunda olduğumu anlattı. Paramı değiştirip Yugoslav parası verdi. Oteli tarif etti. Anlamadım. Bana oteli kendisi gösterecekti. Bavullarımı burada bırakabilirmişim. Çalınmaz mıydı ? Çalınmazmış. Kent planı üzerinde gezilecek yerleri gösterdi. Beni önü ne katıp otele götürdü ve otelciye teslim etti. İstasyondaki büro gece de açıkmış. Gerekirse, sıkılırsam gelip konuşa bilirmişim. Otel büyük ve temizdi. Yemekleri de iyi. Koskoca otel de birkaç kişiydik. O yıllarda, hele o mevsimde fazla turist 1 57
olmazdı, yabancı işçi uygulaması da henüz başlamamıştı. Yemeğimi ısmarlayabilmiş, parasını verebilmiştim. Öğle den sonra gezdiğim kent çok temiz ve bakımlıydı. Gördü ğüm ilk Avrupa kentiydi. Güzel bir parkı vardı. Sokaklar neredeyse boştu. Parkta da çocuk arabalı birkaç kadından başka kimse yoktu. Saat beşten sonra her yan doluverdi. İşten çıkmışlardı. Şimdi eğleneceklerdi. Yaşamları bizim kine benzemiyordu. Ertesi gün karşılaştığım ilk Alman, Avusturya-Alman ya sınırında kompartımanın kapısını sert bir hareketle açarak askerce selam veren, şık giysileri içerisinde bir ge neral kadar gösterişli tren kondüktörü oldu. Adam, bi letimi uzun uzun inceledi ve geçerli olmadığını, yeniden ve cezalı olarak bilet almam gerektiğini bildirdi. Bilet iki aylıktı ama geçerliliğinin başladığı tarihteki ay Türkçe olarak yazılmıştı. Bu sözcüğün benim Almancasını söyle diğim ay olduğu nereden belliydi ? Buraya gelinceye kadar bilete belki on kez bakılmıştı ama kimsenin aklına böyle bir şey gelmemişti. Ne var ki o Alman, düşünüyordu işte! " Görevini " yapıyordu ! Görevini yapmak! Bu sözü ne kadar sık duyacaktım Almanya'da. Onları daha yakından tanıyınca anlayacak tım ki, yalnız kendilerinin görevlerini tam olarak yaptıkla rı inancı içindedirler. Görev konusunda kendilerinden üs tünü yoktur. Avusturyalı rahatına düşkün ve boş vericidir. Fransız uyuşuk ve bozulmuştur, İngiliz akılsızdır, İtalyan hırsızdır, Rus kaba ve tembeldir. Hele Doğudakiler, hele bizler. . . İşte o , dikkatli, çalışkan, işinde titiz Alman, dört başka ülkenin görevlilerinin görmediği eksikliği, belki de yolsuz luğu ( ! ) bulup çıkarıvermişti. Durumu şeftrene bildirme ye gitti. Benimse Ljubljana deneyiminden sonra kendime 158
güvenim artmıştı. Bavulumdan Almanca-Türkçe sözlüğü çıkarıp hazırladım. Şeftren ötekinden de daha şık ve cid diydi. Sözlüğü burunlarına dayayarak eylül sözcüğünün Almanca karşılığını gösterdim. Etki güçlü oldu. Çok bo zulmuşlardı. Gidenler, gereksiz yere çavuşunu rahatsız etmiş be ceriksiz bir acemi er ile kızgın bir kıta çavuşuydu, tüm cakaları kaybolmuştu. En azından yüzde doksanının do landırıcı olduğuna inandıkları bir Doğuluya mat olmak gururlarını kırmıştı. Almanların ulusal üstünlüklerine olan değişmez inançları ve Alman olmayan her şeye karşı duydukları güvensizlikle daha sınırdayken karşılaşmış tım. Bu ölçüsüz, aşırı üstünlük savı dört buçuk yıl peşimi bırakmayacak, zaman zaman insanı çileden çıkaracak ör neklerle bana nice uykusuz gecelere mal olacaktı. Bütün gün boyunca kompartımana çok temiz ve düz gün giyimli yaşlı bir kadından başka gelen olmadı. Tüm Almanlar gibi, sağlık bilgisi kitaplarındaki " iyi oturuş ör neği " resimlerine benzer şekilde, dimdik oturuyordu. Bir iki kez konuşmayı denedim. Kısa soğuk karşılıklarla kesti. Dışarıyı seyretmeye koyuldum. Doğa, insanın elinde yoğrulup düzenlenmişti. Evler, ormanlar, çayırlar, çitler, yollar, her şey geometrik bir düzen içerisindeydi. En boş yerlerde bile uygar insanın " Ben her şeyi yapabilecek güç teyim, doğayı da istediğim kalıba sokabilirim" diyen güçlü sesi duyuluyordu. İnsan aklının gücünü önemsemeyen ve bu gücü işe dönüştürmenin değerini kavramayan Doğulu lar için ne kadar değişik bir görünümü vardı Avrupa'nın! İnsan, yalnız maddesel düzendeki bu üstünlüğün etkisinde kalmıyor, bu uygarlığı yaratan felsefenin, dünya görüşü nün yabancılığı, değişikliği ve farklılığı karşısında alıştığı değer ölçülerinin nasıl altüst olduğunu da anlıyordu. 1 59
Yıllarca Batı'yı anlamaya çalışmama, buralara pek de boş gelmemiş olmama karşın! Ya Doğu'nun düzeni içeri sinde, Doğu felsefesinin, gelenek ve göreneklerinin etki sinde, inançları hiç sarsılmamış, başka seçeneklerin varlı ğını bile düşünmemiş milyonlarca insan? O Anadolu'nun 40 bin köyünü dolduran toprak insanı Anadolulular? Birkaç yıl sonra onlardan binlercesini olanca sorumsuz luğumuzla, en küçük bir hazırlık gereksinimi duymadan, Avrupa'nın ortalarına salacak, yabancının yabancısı ol dukları bu uygarlığa uymalarını bekleyecek, bunu yapa madıkları zaman da ya kızacak ya onları güldürü roman larımıza konu yapma duyarsızlığında bulunacaktık. Ata türk ve Atatürk'ün büyüklüğü, "uygarlık değişimi " , "çağ daş olmak ", "adam olmak " gibi deyişlerle neyi amaçladı ğı Batı'nın uygar ülkeleri görülmeden anlaşılamaz. Gece oldu. Oturduğum yerden yavaşça kayıyorum. Trenin tik-takları uykuyu çabuklaştırıyor. Bendeki yor gunluk belirtileri artınca o yaşlı kadın benimle ilgilenmeye başlıyor. Nereden geldiğimi, kaç gündür yolda olduğumu soruyor. "Yatın, çok yorgun olmalısınız" diyor. Uzanıyo rum. O ise hep öyle dimdik oturuyor. Zihnim karmakarışık. Donuk gözlü görevli, masanın üstündeki tabanca kurşunları, şıpıdık terlikli tüccar... Yat tığım yerde dönüp duruyorum. Beyaz saçlı Alman kadını sabaha kadar hep öyle oturacak. Bir ara üstümü örttüğü nü seziyorum. Yaslı, anılara dönük bakışları hep uzaklar da. Anlayamıyorum. Tek anladığım, onun için benim çok uzak ülkelerden gelmiş yorgun bir kişi olduğum. Acaba o kadar mı ? Daha sonrasını yıllar geçtikçe anlayacağım. Onların içinde de çok, hem de çok iyilerin olduğunu. O sert ba kışlı, donuk, yaşlı kişilerden çoğunun binlerce kilometre 1 60
uzakta, yok yere toprağa karışmış bir oğulun, bir torunun acısıyla içlerinin kavrulduğunu. O yaşlı kadındaki değiş meyi, bakışlarındaki buğulu, yaslı ısınmayı yıllarca sonra böyle yorumlayarak rahatlayacağım. Belki o da, uyku sunda inleyerek, yabancı bir dille sayıklayarak sıçrayan uzun yol yolcusunda, karlı Rus steplerinde donan, Kuzey Denizi'nde boğulan, çölde kuruyan, Balkan Dağları'nda hançerlenen oğullarından, torunlarından bir şeyler bul muştur, diyeceğim. Sabaha karşı yaşlı kadın indi. Soğuk bir kompartıman da yalnız kaldım. Bir ovada olsak gerek. Tren, benim alış kın olmadığım delice bir hızla koşuyor. Sis içerisindeyiz. İki saatlik yol kaldı. Güneşten eser yok. Sisin içerisinde tek tük evler seçiliyor. Her şey, her yan boz renkte. Nerede o bizim sarılar, turuncular, maviler ? O bol yeşillik, çayırlar, ormanlar bile boza bulanmış. Kuzey ikliminin biz güney liler üzerindeki karamsarlık uyandırıcı etkileriyle ilk kez karşılaşıyordum. Bir pişmanlık duygusu gitgide benliğimi sarıyordu. Ne etmeye buralara gelmiştim ? Bu boz ülkede işim neydi ? Nelerle karşılaşacaktım? Başarabilecek miy dim ? Hamburg'un kenar semtlerine geldik. Büyük büyük istasyonlarda duruyoruz. Birinden pembe-beyaz, hamam dan yeni çıkmış gibi bir İngiliz çavuşu bindi. Almanya he nüz işgal altındaydı. Kuzeyde İngilizler vardı. Bir bana, bir eşyalarıma şaşkın şaşkın bakıyor. Dört istasyon varmış meğer bu kentte. Sonradan öğrendim. Yanlış yerde inme korkusuyla sonuncusuna kadar gittim. Artık tren çıkmaz bir yolda durmuştu. Bavulların sapına yapıştım. Tam inerken birinin sapı koptu. Bizim ülkeden gelenlerin çoğunun bavulunun sapı kopuk olur yahut da iple onarılmıştır. İngiliz atılıp öbür 161
bavula yapıştı. Yardım edecek. Sonra o da gitti. Böylece Almanya'nın Hamburg kentinin Altona Garı'na, birinin sapı kopuk taş gibi ağır iki bavulla ayak bastım. Bavulla rımı sürüyerek ve pişmanlıkla dolu olarak. . . Yolculuk sona ermişti. Asıl serüven şimdi başlıyordu.
1 62
Hamburg Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kliniğinde çalışacağım Profesör Jores'in bizim deyimi mizle "özel kalem odası" pek gösterişsizdi. Gözlüklü bir sekreter hanım, bizde evrak kaydeden memurların bile tenezzül buyurmayacakları kadar küçük bir madeni ma sada çalışıyordu. Bavullarımı otelde bırakıp geldiğim gün hastane nin yolunu tutmuştum. Merak içindeydim. Hamburg Üniversitesi'nin ünlü Eppendorf Tıp Fakültesi Hastanesi nasıl bir yerdi ? Gösterişli bir yapıyla karşılaştım. Bu değil miş, burası bir liseymiş, iki yıldır hemen her gün aklımdan geçirdiğim adresin olduğu semtte şöyle bizim bildiğimiz tür den, gösterişli, görkemli bir hastane yapısı göremiyordum. Sormak zorunda kaldım. Koskocaman bir parkın ucunda, kırmızı tuğladan yapılmış, iki katlı bir binanın giriş kapısını işaret ettiler. Bunun arkasında yetmiş kadar tek katlı pav yon geniş bir bahçenin içerisine serpiştirilmişti. Doğrusu ya hiç de gözüm tutmamıştı burayı. Çalışacağım 2. Dahiliye Kliniği'nin Şefi Prof. Jores'in bulunduğu yapı, diğerlerinden de daha ufak, basık, şantiye gibi bir yerdi. Buralarda mı bilimsel araştırma yapıyordu Almanlar? Sekreter hanım geldiğimi içeriye bildirirken bunları düşünüyordum. Özel kalem odalarında geçirdiğim deneyimlerden sonra böyle yerlerle ilgili içimde hiç de iyi duygular yoktu. Bir de 163
burada yabancı dille konuşacaktım. Birazdan huzura kabul edilecektim. İçeriye nasıl saygılı bir davranışla gireceğimi, söze nasıl başlayacağımı tasarladım. Ama düşündüğüm sahne tersinden oynandı; profesör dışarıya geldi. Uzun boy lu, zayıf, hafif kamburca, beyaz saçlı, gözlüklü bir adamdı. Gülümseyerek elimi sıktı, hatırımı sordu: "Şimdi arkadaş larla bir toplantımız var. Gelin sizi tanıştırayım. " Yan odaya girdik. Hepsi teker teker kalkıp elimi sıkı yorlar. Prof. falanca ... Doçent filanca . . . İyice alıklaştım. Herhalde dedim kendi kendime, ben kırık dökük Alman camla sekretere kendimi yanlış tanıttım. Belki de bunlar Türkiye'den bir konuk profesör falan bekliyorlardı; beni o sandılar, uzmanlık öğrenimi yapmak üzere asistan ola rak geldiğimi anlamadılar. Öyle olmasa böyle davranırlar mı ? Asistan dediğin kapı diplerinde durur. Sövülen, tek melenen, kafasına makas, bisturi fırlatılan, insan hakları yasası dışında bir yaratıktır. Biz böyle gördük. Kısacası başlangıçta öyle bir yanlışlık olmuştu ki! Nasıl temizleye cektim bunu ? Hoca yer gösterip beni de aralarına oturttu: "Mes lektaşımız uzmanlık öğrenimi yapmak için geliyor; hangi servisten başlatalım ? " Yanlışlık falan yoktu ! İnsanı adam yerine koyuyordu yalnızca ! Beni ! İyi ki bilmiyorlardı ne biçim olayların içinden geldiğimi ... Donuk gözlüyü, kar şımda şarjörler doldurulup boşaltıldığını, kalem odaların da süründürüldüğümü, itilip kakıldığımı ... Yavaş yavaş kendimi toparladım. İnsan olduğumun bilincine varıyor dum; benim de saygıya değer olabileceğimin bilincine! İn sanoğlu bunu ne kadar çabuk öğrenebiliyor! Bir oda bulup yerleşebilmem ve çevreye alışmam için birkaç günlük bir süre verdiler. Sonra klinikte işe başla dım. 1 64
Çalışacağım ilk servis Doç. Dr. Goldeck'in 30 yataklı pavyonuydu. Dr. Goldeck orta yaşlarda, topluca, sarışın, boncuk mavisi gözlü, tipik bir Alman'dı. Kan hastalıkları uzmanıydı. Servise gittiğimde üç asistanı ve hemşirelerle birlikte günlük sabah vizitesine başlamak üzereydi. Eller sıkıldı. Peşlerine takıldım. O gün benimle hiç ilgilenmedi. Ertesi gün de, daha sonraki günler de ! Sabah günaydını dışında bir tek söz konuşmuyorduk. Tutumu, hocanın ilk günkü davranışına hiç benzemiyordu. Servisin 20 kadar hasta yatağı büyük bir koğuşa çepeçevre dizilmişti. Orta da üzerinde irili ufaklı ilaç şişeleri bulunan camlı bir masa vardı. Dördüncü günün sabahı, vizite sırasında olanca sakar lığımla bu masadaki şişelerden birini yere düşürdüm. Bir şangırtı oldu, herkes bana baktı. Yaşlı başhemşire yakın ma yollu bir şeyler mırıldanırken, Dr. Goldeck asistanları na döndü: "Tam Doğulu işi, değil mi ? " Onlar da saygıyla sırıttılar. Deli olmak işten değildi. Nasıl yürüyecekti bu iş ? Birkaç gün daha sabrettim. Sonra ona böyle boş dolaş maktan bıktığımı, bana iş verilmesini istediğimi söyledim. " Oo, ben sizin yalnız vizitelere katılmakla yetineceğinizi sanmıştım. Yabancıların bazıları böyle yaparlar da ! " Bu raya ciddi olarak çalışmak amacıyla geldiğimi, diğer asis tanların yaptıkları işleri yapmak istediğimi anlattım. Düşündü. Sanırım kırık dökük konuşma Almancama güvenemiyordu her şeyden önce. Gerçekten de, lisana hep kendi kendime çalıştığım için, söylenenleri anlıyor, hele tıp kitaplarını rahatlıkla okuyor ama konuşmada zorluk çekiyordum. Bu da onlarda ilk olarak lisanımın yetersiz olduğu izlenimini uyandırıyordu. Durumu bir süre sonra anlayacaklar ve rahatlayacaklardı. " Sizi laboratuvara ve relim önce, bir çalışma dönemi geçirirsiniz." 1 65
Bana hemen hasta vermeye yanaşmıyordu. Labora tuvar dediği, servisin bulunduğu pavyonun bodrumun da, küçücük bir tepe penceresi olan bir odaydı. Burada asistanlar servisteki hastaların gündelik basit tahlillerini yaparlardı. Önerdiği çözümle o işlerin tümü bana yüklen miş oldu. Sabah vizitesinde yapılacak tahlilleri not ediyor, sonra bodruma kapanıyor, akşama kadar önüme yığılmış 30 hastanın kanları, idrarlarıyla uğraşıyordum. Başlangıçta mikroskop kullanabileceğime bile inanmı yorlardı herhalde. Arada bir asistanlar, aşağıya, hastaları nın tahlil sonuçlarını almaya geliyorlardı. Kısacası labo rantlık yapıyordum. Hiç yakınmadan birkaç hafta böyle çalıştım. Güvenleri artmaya başlamıştı. Sonra bir gün yine karşısına dikildim, bana da hasta verilmesini istedim. Benim de diğer asistanlar gibi sekiz hasta yatağım vardı şimdi. Aslında yapacağım iş kolay değildi. Bir kez, hasta benim yabancı olduğumu anlar anlamaz huzursuzlanıyor, önce bir güvensizliğe kapılıyordu. Ne var ki disipline çok yatkındılar. Biraz düşününce herhalde mantıkları şöyle işliyordu: "Üniversite Hastanesi'nde bunu doktor olarak karşıma çıkardıklarına göre güvenmem gerekir herhalde. " Onların güvensizliğini gidermek için ben de çaba har cıyordum. Bu da her hastayla diğer asistanlardan daha fazla uğraşmamı gerektiriyordu. İşin zor yanı daha sonra başlıyordu: Almanca gözlem ve bulgularımı yazmak, has ta dosyasını düzenlemek. Hele hasta taburcu olurken, asıl hekimine gönderilmek üzere hazırlanan ayrıntılı hekim mektubunu (rapor) yazmak daha da zordu. Mesleksel bilgi bakımından bir güçlüğüm yoktu. Ama lisan konu sunda çok titizdiler; bir tek sözcük üzerinde bile dururlar dı. Alman asistanların da yardımıyla kısa sürede bu işleri yapabilir duruma eriştim. Kolay olmadı. İlk aylarda çok 166
küçümsemeyi ve önyargıyı anlamazlıktan geldim. Sonun da, küçüklük duygusuna kapılmadan aralarında çalışıyor dum artık. Uzmanlık sistemleri bizimkinden farklıydı. Bizdeki uzmanlık sınavı onlarda yoktu. Burada yalnızca belirli süreyi doldurmak yeterliydi. Eğer o kişi uzman olamaya cak durumda ise yetkili klinik şefi onu bu süre dolmadan uzaklaştırıyordu. Bu arada, tüm süre boyunca asistanlara o kişinin gücü ve olanaklar elverdiği ölçüde bilimsel araş tırma yaptırılıyor, bunlar yayımlanıyordu. Bunun asistan için ve ondan daha fazla araştırma ko nusunu ona veren ve yol gösteren öğretim üyesi için öne mi vardı. Öğretim üyelerinin geleceği, yaptıkları (daha doğrusu yaptırdıkları) bu araştırmaların çokluğuna ve ni teliğine bağlıydı. Bir klinikte yalnızca klinik şefi kalıcıydı. Diğer öğretim üyeleri o klinikte uzun süre durmuyorlardı. Üniversite içi veya dışı diğer hastanelerde göreve alınmala rında tek ölçüt, ellerindeki bilimsel araştırmalar oluyordu. Böylece, bir üniversite kliniğinde öğretim üyesi yığılması önlendiği gibi, akademik unvanı olan kişilerin üniversite dışı hastanelere dağılmaları da sağlanıyordu. Sistem bu olunca, öğretim üyelerinin ellerinden geldi ği kadar çok asistanla birlikte bilimsel araştırma yapmak istemeleri doğaldı. Sistemin en zayıf yanı bir tür asistan sömürüsüne elverişli olmasıydı. Nitekim öğretim üyeleri içinde işin ölçüsünü kaçıranlar da oluyordu: Bir konuyu kısımlara ayırarak birkaç asistana bölüştürmek ve bunu kısımların tek başına anlam taşımayacağı şekilde yapmak, çalışmanın sonunda ancak bir tek kişi tarafından değer lendirilebilir olmasıyla sonuçlanıyor, asistanlar, işin zor kısımlarını yaptıklarıyla kalıyorlardı. Dış ülkelerden gelen bizim gibiler de böylelerinin işine geliyordu; işin hamallı1 67
ğını onlara yaptırıp, sonuçları yayına hazır duruma getir mek için ellerinden alma olanağı vardı. Kısa zamanda bazı öğretim üyelerinin biz yabancıla rın yalnızca çok dar, sınırlı bir konuda bilimsel araştırma yapmakla tüm süremizi geçirmemizi yeğleyebileceklerini anladım. Bu ise uzmanlık öğrenimi yapmak değildi elbet. Kliniğin şefi Prof. Jores ise böyle düşünmüyordu; bizler den yanaydı. Daha başlangıçta, orada bulunacağım dört yıl içinde, belirli sürelerle kliniğin tüm bölümlerinde -ser visler, poliklinik, kliniğin kendi biyokimya ve röntgen bö lümlerinde- doğrudan doğruya çalışacağımı belirten bir program yaptık. Bu arada bir bilimsel araştırma da yapa caktım. Ama bu yayımlanmayacaktı ve bunu Türkiye'ye dönerken uzmanlık tezim olarak götürecektim. Araştırma Dr. Goldeck'in yol göstericiliğinde, kan hastalıklarıyla il gili bir konuda olacaktı. Dr. Goldeck konuyu verdi ve gündelik işlerimin yanı sıra bu işe de başladım. Araştırma için bazı araç gereçler gerekliydi. Bunları hastanenin ambar memuru gibi bir ada mından alacaktım. Ama bir türlü alamıyordum. Adam, her ülkede rastlanan türden, eline olanak geçince gücünü ve yetkilerini kanıtlamaya meraklı bir kişiydi. Her gidi şimde atlatılıyor, hatta azarlanıyordum. Orada da küçük adamlar böyledirler. Durumu Dr. Goldeck'e anlatmaya çe kiniyordum. O ise işin yürümesindeki yavaşlığı herhalde yine benim Doğulu oluşumla yorumluyor, konu açılınca yüzünde o insanı deli eden küçümseme beliriyordu. Sonunda bir gün patladım. Odasına gittim. Durumu anlattım. Böyle bir şeyin değil Ortadoğu'da, Afrika'da bile olamayacağını, doğrusu bir Alman hastanesinin bu durumda oluşuna çok şaştığımı söyledim. Bilerek işi bu yöne çekmiştim. En duyarlı yanlarıydı. Şimdi bakalım o 168
Alman gururu nasıl bir tepki gösterecekti ? Bir süre dur du. Sonra beklenmedik bir soru sordu: "Pazar günü ne yapacaksınız, bir tasarınız var mı ? Sizi bir pazar gezme sine davet etmek istiyordum da ! " Hiçbir tasarım yoktu. Ertesi günü istediğim tüm araç ve gereçleri aldım. Bir şey daha öğrenmiştim: Güçten ve yerinde yapılırsa güç göste risinden hoşlanıyorlardı. Bu dersten, başka olaylarda da yararlanacaktım. Pazar gününü Dr. Goldeck, eşi, iki çocuğu ve Volkswa gen arabasıyla birlikte geçirdik. Kent yöresinde uzun bir otomobil gezisi yaptık. Bana bazı eski yapıları, kiliseleri, manastırları gösterdi. Bir arkeoloji uzmanı olabilecek ka dar bu konuları biliyordu. Daha önce Türkiye'ye de git mişti. Birkaç hafta sonra ona Bergama, Efes'le ilgili bro şürler götürdüm. Hepsini ezbere biliyordu ... Bergama'nın planı üzerinde hangi yapının ne olduğunu o bana anlattı. Birkaç ay sonra da hastanede, meslektaşlarına; yaptığı Türkiye gezisi konusunda çok güzel bir konferans verdiği ne tanık olacaktım, slaytlarla, resimlerle. Mademki gidip görmüştü; gördüklerini, öğrendiklerini onlara da aktar malıydı. Kafaları böyle işliyordu. Asıl mesleğin yanında bir uğraşı, bir merakı olmak bir Batılı özelliğidir ve sa nırım, Batılıyı uygar insan yapan özelliklerden de biridir. O pazar öğle yemeğini çok temiz, tipik bir Alman köy lokantasında, akşam yemeğini de Hamburg'un en büyük otellerinin birinde yedik. ilk kez bir Alman ailesinin gündelik yaşamına katılmış tım. Eşi çok kibar, çok iyi bir hanımdı. Biri dört beş yaşla rında, diğeri daha büyük iki çocuğu çok iyi eğitilmişlerdi. Gün boyunca birer yetişkin gibi davrandılar. Onlarla da yetişkinlermiş gibi konuşuluyordu. Öyle bizdekine benzer "Ah şekerim, ne de tatlı çocuksun" lu aşırı ve gereksiz sev gi gösterileri falan olmuyordu. 169
Birkaç gün sonra Dr. Goldeck bana o pazar günü çek tiği fotoğraflardan yaptığı bir albümü armağan etti, anı olarak. Aramızdaki buzlar erimişti. Yabancılar ve uluslar konusunda genelleme yapmanın kolaylıkla yanılgılarla sonuçlanabileceğini bilirim. Ne var ki, Almanlar için şu söylenebilir sanırım: Yabancıyı, yabancı olan her şeyi önce büyük bir kuşkuyla karşılıyorlar, sonra yavaş yavaş, çe kingenlik ve duraksamalarla güvenmeye başlıyorlardı. Bir kez güvendikten sonra da içtenlikle benimsiyorlardı. Bi zim yabancılara baştan çok büyük bir ilgi gösterip sonra dan yakınmaya başlamamızdan daha iyi değil miydi bu ? Hekim olarak Dr. Goldeck'ten çok şey öğrendim. Tez çalışmam da onun yardımıyla ilerledi. İkinci yıla geçtiğim de çalıştığım serviste deneyimli asistan sayılır olmuştum. Özellikle kan hastalıkları ve bunların laboratuvar mua yeneleri alanında Dr. Goldeck'in güvenini kazanmıştım. Yeni gelenlere yardım ettiğim de oluyordu. Türkiye'ye döndükten sonra da onunla ilişkimiz sürecekti. Klinik teyken profesör olmuştu ve artık Bremen'de büyük bir hastanenin başındaydı. Bir kez daha Türkiye'ye geldi. Ankara'da konuğumuz oldu. Genç yaşta da kalp rahat sızlığından öldü. İşe başladıktan birkaç hafta sonra Prof. Jores beni, iki Alman ve bir Güney Amerikalı asistanla birlikte evine, akşam yemeğine çağırdı. İçime işlemiş profesör korku sundan kurtulamamıştım daha. İyice rahatım kaçmıştı. Ne yapacaktım şimdi ? Korkunun yanı sıra, Almanların bu gibi işlerdeki şekilcilikleri de işi zorlaştırıyordu. Her sabah, klinikte karşılaşan herkes birbirinin elini sıkardı. Akşam ayrılırken de. Hele biri vardı ki daha 30 metreden elini uzatıp üstünüze gelirdi. O gün kazara serviste örne ğin bir hemşirenin elini sıkmayı unutsanız akşama kadar 1 70
üzülür, surat ederdi. İnsan ilişkilerinde bu şekilcilik alışkın olmayanları bunaltırdı. Armağan alırken el sıkacaktınız, habersiz kimsenin evine gitmeyecektiniz, yemeğe evin ha nımı başlamadan başlanmayacak, şarabı önce evin erkeği tadacak . . . Daha bir sürü kural. Zamanla, bu kuralların insan ilişkilerinin esenliği açı sından yararlı olduklarını anlayacaktım. Böylece kişisel özgürlükler korunuyor, kişilerin birbirlerini rahatsız etme si önleniyordu. Almanlarda bizdeki çığlıklı sarmaş dolaş olmalar, gözyaşları, öpücükler yoktu. Bizdeki gibi içten ilişkilerin olmadığını mı gösterir bu ? Hiç de değil. San ki bizde yapılanların çoğu gerçekten içtenlikle midir? Ne yapmam gerektiğini Alman asistan arkadaşlara sordum. Evin hanımına mutlaka çiçek gidecek. Her rengin ayrı an lamı var. Çift sayıda çiçek de gitmez. Kapı açılınca çiçek hanıma verilecek (kağıdından çıkarılarak), o da elinizi sı kacak (ilk karşılaşmadaki el sıkıştan ayrı), sonra çiçekleri hemen bir vazoya koyup, sizin de görebileceğiniz bir yere getirecek. Alman arkadaşlar beş adet pembe karanfil gö türmemin uygun olacağına karar verdiler. Hoca, Hamburg'un kenarında, bahçeli bir evde otu ruyordu. Yolda giderken yapacaklarımı bir kez daha aklımdan geçirdim. Tam evin kapısında onunla karşılaş mayayım mı ? Gezintiden dönüyordu. Her zamanki ace leciliğimle biraz erken gelmiştim. İçeri birlikte girdik. Ne olacaktı şimdi ? Eşi de ortalıkta yoktu. Hoca anlayışlıydı, ne yapacağıma karar veremeden arkamda gizleyip durdu ğum çiçekleri uzanıp aldı (kağıdı ile birlikte) , beni sıkıntı dan kurtardı. Salona gittik. Diğerleri de daha gelmemişti. Şimdi ne yapmalı ? Çok saygılı oturup az mı konuşma lı ? ( böylesine alışkındık) . Yoksa karşımda herhangi biri varmış gibi mi davranmalı ? Neyse ki ötekiler yetiştiler. 171
Yemek yendi, çok da içildi. Hepsinin davranışı son derece doğal ve rahattı. İçkinin de etkisiyle ben de havaya uyma ya başladım. Her şeyden önce insandık ve eşittik. Ölçü buydu. Ciddi konular, şakalar birbirini izledi. Sonraki günlerde anlayacaktım. İş yaşamında soğuk bir kişi sanılan Prof. Jores, aslında son derece neşeli, espri li bir insandı. Bir gün, biz Doğu'dan gelenlerin eğlenmesi ni bilmememize şaştığını söyleyecekti bana. Hoca, bir ara bana bazı kongre ve seminer broşürleri verdi: "Aslında fazla önemli değildir bunlar. Tıpta hiçbir önemli konu bir kongrede çözümlenmemiştir. Ne denir, bir kongre bir son rakinin ne zaman yapılacağını saptamaktan başka bir işe yaramaz ... Önemli olan, yeni kişiler, yeni kentler tanımak tır. . . " Çok geç saatlere kadar kaldık orada. Sonra hoca teker teker paltolarımızı tutup giydirdi (konuğu idik), bizleri arabasına doldurdu, en yakın metro istasyonuna bıraktı. Ertesi sabah, tam saat sekizde herkes işinin başındaydı. Prof. Jores, tanınmış bir tıp adamıydı. Özel uzmanlığı iç salgı bezleri hastalıkları (hormon) üzerineydi. Kitapları vardı. Naziler zamanında üniversiteden ayrılmak zorunda kalmıştı. Onu o dönemlerden tanıyanlar, şu zorunlu Nazi selamı için kolunu ne denli isteksizlikle kaldırdığını, takli dini yaparak anlatırlardı. Kültürlü, açık düşüntü, her tür bağnazlıktan uzak bir kişiydi. Demokrasiye inanırdı. Ders leri çok güzeldi, duru, açık, çok kolay anlaşılan bir Alman cayla konuşurdu. Klinikte son derece demokratik bir hava olmasını isterdi. Her kişi, durumu ne olursa olsun, düşün düğünü söyleyebilmeliydi. Haftada bir yaptığı şef viziteleri de böyle geçerdi. Hasta yatağı başında düşündüklerinizi rahatça söyleyebilirdiniz. Dikkatle dinler, en acemice öne rilerden işe yarar bir şeyler çıkarmaya çalışırdı.
O yıllarda daha çok psikosomatik hekimlikle uğraşı yordu. Günümüz hekimliğinin tek yanlı olduğu kanısın daydı. İnsanı bedensel ve ruhsal yanlarıyla ve bunların birbirleri üzerine olan etkileriyle bir bütün olarak ele al mak gerekliydi. Bizim birtakım ilaçlarla düzeltmeye ça lıştığımız birçok sağlık bozukluğunun kökeninde ruhsal nedenler vardı. Bu görüşler dar anlamlı geleneksel tıbba bağlanmış hekimleri kızdırırdı. Bir de ilaç firmalarını ! Prof. Jores, Naziler döneminde bir süre büyük ilaç fir malarında çalışmak zorunda kalmıştı. Hem genel tıp gö rüşü, hem oradaki gözlemleri sonucu günümüz tıbbında tedavinin büyük ölçüde ilaca dayandırılmasını eleştirirdi. Şu sözünü hiç unutmam: "Tıpta işe yarar ilaç türü aslın da yirmiyi geçmez. " Yaşamları piyasaya durmadan yeni ilaçlar sürmeye dayanan ilaç tröstleri, bu mekanizmanın işlemesi için kullanmaya alıştıkları üniversite kliniklerin den birinin başında böyle birinin olmasına çok kızarlardı. Orada çalıştığım dört yıl boyunca Prof. Jores'ten bir tek sert söz işitmedim. Ama bir iki kez istediği gibi çalış mayan asistanların bir gün içerisinde ortadan kayboluşla rına tanık oldum. O yumuşak, hoşgörülü tutumun altında demir gibi bir iş disiplini anlayışı vardı. Almanlar iş ile iş saatleri dışındaki ilişkileri dikkatle birbirinden ayırırlardı. Örneğin, öğleden önce, servislerde on beş dakikalık bir dinlenme verilirdi. Asistan odasında oturur, kahve içer, bir şeyler yerdik. Bu sırada Prof. Jores bile gelse kimse yerinden kıpırdamazdı. Başlangıçta ben hemen ayağa fırlardım. Almanlar buna şaşırırdı. Dinlen me süremiz değil miydi ? Bir akşam hep birlikte işten çıkıyorduk. Kapının önün de Prof. Jores arabasının karlarını süpürmeye çalışıyordu. Bizde olsa on kişi yardıma koşardı. Hiçbiri aldırmadı. Se1 73
lam vererek yanından geçip gittiler. Aklıma, bizim ülkede hocanın arabasına lastik bularak uzman olduğunu söyle yen bir meslektaşımız geldi. Hastane 1 8 89'da kurulmuştu. Alman tıbbının birçok büyük ismi burada çalışmıştı. Kurulurken hastanecilik anlayışına bir yenilik getirilmek istenmişti: Pavyon siste mi. Çok büyük bir bahçenin içine serpiştirilmiş tek katlı pavyonlar hastayı doğaya yakın tutacaktı. Her pavyonda otuz kadar yatak, mutfak, banyo, laboratuvar, hekim ve hemşire çalışma odaları ve o pavyonun kıdemli hemşiresi nin kalacağı bir oda vardı. Böylece her pavyon kendi başı na bir birimdi. Amaç, hastaya olabildiğince ev ortamında bulunduğu izlenimini vermekti. O yıllarda savaşın etkileri daha silinmemişti: Yıkılmış pavyonların kalıntıları, beş altı katlı, metrelerce kalınlıkta beton duvarlı büyük blok sığınaklar. Onların çoğu şimdi laboratuvar olarak kullanılıyordu. Yer darlığı pavyonların bodrumlarından bile yararlanmayı gerektirmişti. Elimizin altındaki tıbbi araç ve gereçler de öyle çok modern, yeni değildi. Benim haftalarca kullandığım mikroskoba bizde herhalde burun kıvırırlardı. Ne var ki bilimsel çalışmalar olanca hızıyla başlamış tı. Büyük, gösterişli yapılar yapmanın, bunları olur olmaz araç gereçle doldurmanın iyi sağlık hizmeti vermekle eş anlama gelmediğini orada anladım. Bizde her işe koşturu lan hademe orada yoktu. Servislerde de, hocanın kapısın da da. Hocanın kahvesini gerektiğinde sekreteri yapardı. Hastaneyi temizleyenleri hiç görmezdik. Bunlar biz işe başlamadan, çok erkenden işlerini bitirip giderlerdi. Bir de taşıyıcılar vardı, pavyondan pavyona hasta taşımak için. Onlar bir merkezde bulunurlar, gerektiğinde telefon la çağrılırlardı. 1 74
Dr. Goldeck saat tam sekizde (hiç şaşmazdı bu, saatle rinizi ayar edebilirdiniz) sabah vizitesine başlamak üzere hasta koğuşunun ortasında olurdu. O anda orada olma yan asistana o gün dargın dururdu. En büyük cezaydı bu. Saat 1 3 .00- 1 6.00 arası öğle tatiliydi. Yemek yer, isterseniz dinlenir, isterseniz özel işlerinizi görürdünüz. Ama genel likle oturup hasta raporlarını tamamlamak gerekirdi. Saat 1 6.00'dan 1 9.00'a kadar yeniden çalışılırdı. Yani tam gün ve tam kadroyla. Öğretim üyeleri özel hekimlik yapamazlardı. Yalnız klinik şefinin haftada iki yarım gün özel hasta bakma hakkı vardı. Kendisine ayrılmış yirmi yataklı özel servise de kendi hastalarını yatırabilirdi. Bunlara karşılık belir li bir ücret alırdı. Aslında, halkın yüzde 95 'inin sigortalı olduğu bir toplumda o özel hasta bakma işinin bizdeki boyutlarda olması düşünülemezdi. Asistan ve öğretim üyelerinin maaşları düşüktü. Üni versite dışı hastanelerde daha yüksek ücretler verilirdi. İlk günlerde bana sordukları iki soru hem ben hem onlar için şaşkınlık kaynağı olmuştu: "Ülkenize dönünce hastane hekimliği mi yoksa özel hekimlik mi yapacaksınız? " Ne demekti bu? Bizim bildiğimiz ikisi birlikte yapılırdı. O za man açıklamışlardı, Almanya'da ya hastanede çalışırsınız -ki bu üniversite hastanesi ise bilimle uğraşacağınız ve az para alacağınız, varlıklı olamayacağınız anlamına gelir yahut özel hekimlik yaparsınız, çok para kazanabilirsiniz. O çok paranın da bir sınırı vardı; çünkü muayenehane hekimi sağlık sigortası kuruluşlarıyla anlaşma yapmak zorundaydı. Muayenehanesinde baktıklarının büyük çoğunlu ğu sigortalılardı. Sigorta dışında özel hasta ücretleri çok yüksekti. Ama bu gibilerin de sayıları azdı. Şu tam süre 1 75
çalışma konusuyla ilk kez karşı karşıya gelmiştim . . . İkinci soru da şuydu: " Sizde bir poliklinik hekimi, örneğin bir üniversite veya hastane polikliniğinde bir günde kaç hasta bakar? " Övünmüştüm: "Kırk, elli, altmış! " Çok şaşırmış lardı. "Nasıl olur? " Benim de çalışacağım bizim kliniğin polikliniğine bir günde hekim başına beş altı hasta alını yordu. Düşünmüştüm: " Bal gibi olur, biz o beş altı kişiye yarım saatte bakarız! " Bunu açıktan söylemedim iyi ki! Yoksa sonradan poliklinikte nasıl hasta bakıldığını görün ce çok utanırdım. Bizim hastanelerimiz ile burası arasındaki en büyük fark, hasta bakımındaydı. Hekimlerin bilgi yönünden bizden bir üstünlükleri yoktu o dönemlerde. Ama hasta bakımı! Hekimin bilgisini de değerlendiren en önemli öğe buydu. Burada şunu anladım: İyi hastane her şeyden önce ve ilk koşul olarak iyi hemşire demekti. Hemşirelerin son derece düzenli, disiplinli bir çalışma sistemleri vardı. Çok iyi yetişmişlerdi. İş saatleri içinde boş oturan, ciddi olma yan bir tek hemşire göremezdiniz. Ayrıca hastabakıcı yoktu. Hastanın her işini hemşire görürdü. Asistanlar gibi bir hemşireye de altı-sekiz yatak düşüyordu. Hasta taburcu olunca o yatağın hemşiresi ya tağı olduğu gibi indirir, bir leğen sabunlu su ile demir kar yolayı baştan aşağı siler, yatağı yeniden hazırlardı. Has tanın temizliği, gerekli ise yedirilmesi, her türlü bakımı, tedavinin uygulanması, yapılacak tahlil ve muayenelerin izlenmesi, hasta dosyasının bazı bölümlerinin işlenmesi, hep onların göreviydi. Sabah ve öğleden sonra kahvaltıla rını pavyonun mutfağında doğrudan doğruya hemşireler hazırlayıp dağıtırlardı. Gelen yemekler de onlar tarafın dan dağıtılırdı. Pavyonda kalan kıdemli hemşire her an hastalarla ilgiliydi, çalışma saati olsun olmasın. Bir daki1 76
ka durmadan çalışmalarını şaşmadan ve karşılaştırmalar yapmadan izlemeye olanak yoktu. Ya Alman tıbbı? Alman tıp okulunun temelinde de bu ulusun her alandaki çalışmalarında bulunan nitelikler vardı. Göreve ve işe bağlılık, sorumluluk duygusu, ayrın tılarda titizlik, düşün ve yargılarda sistemlilik ve açıklık. Kliniğe yatan hasta, yakınmaları ne kadar önemsiz olursa olsun, son derece ayrıntılı ve sistematik şekilde incelenir di. Hastanın sağlık geçmişiyle ilgili tüm belgeler, kayıtlar, diğer hastanelerdeki gözlem dosyaları hasta yattıktan birkaç gün sonra elinizde olurdu. Bu mekanizma çok hızlı ve düzenli işlerdi. Bazen bir hastayı hazırlamak için geçmişiyle ilgili bir mahkeme dosyası kalınlığında yazıyı okuyup incelemek gerekirdi. Bunlardan önemli ipuçları çıkarıldığı olurdu. Bazı hastanelerdeki arşivlerin savaşta yanmış olmasına çok üzülürlerdi. Hasta, üniversite kliniklerine doğrudan doğruya baş vuramazdı. Her hastanın sürekli bir pratisyen hekimi var dı. Hastanın asıl sahibi o hekimdi. Taburcu olurken ona çok ayrıntılı bir " hekim mektubu " (rapor) gönderilirdi. Yapılan incelemeler, muayene sonuçları, düşünülen ola sılıklar, konulan tanı, önerilen tedavi ... hepsi bu rapora yazılırdı. Bu raporu asistan hazırlar, servis şefi imzalar dı. Böylece yaptığınız işin sorumluluğunu belirgin olarak yüklenirdiniz. Gerek hasta gözlem dosyasını, gerek bu raporları hazırlamak kolay değildi. Üstelik yasal sorum luluğu vardı bu işin ve yasa uygulayıcıların da hiç şakası yoktu. Kendinizi mahkemede buluverirdiniz. Bizdeki gibi hekimin yasal sorumluluğunun genellikle kitaplarda kaldığı, hastaların hastanelerden ellerine bir re çete tutuşturularak salıverildikleri bir sistemin içerisinden gelenler için kolayca uyum sağlanacak koşullar değildi 1 77
bunlar. Bu işleri onlar gibi yapabilmek birçok uykusuz geceye ve çabaya mal oldu bana. Bugün bile orada hazır lamış olduğum yüzlerce raporun suretlerini saklarım ve bunu yapabilmiş olmakla övünürüm. Alman tıbbının bir özelliği de yeniliklere karşı neredey se tutuculuk derecesinde çekingenlik gösterilmesiydi. Yeni ilaçları, yeni yöntemleri öyle uluorta benimsemezler an cak yararları kesinleştikten sonra uygulamaya sokarlardı. Yıllarca yararını gördükleri, yerleşmiş, gelenekselleşmiş yöntemlere güvenirlerdi. Bir şeyi benimsemeleri için onun mutlaka tam bir mantıksal açıklaması yapılabilmeliydi. İlaç saptamak, ilaç kullanmaksa çok önemli bir iş sayı lırdı. Çok ve türlü ilaç kullanmaktan hoşlanmazlardı. İlaç, gerektiği zaman ve tam yerinde kullanılmalıydı. Ve dozu da çok iyi, çok dikkatli ayarlanmalıydı. İnsanın elleri tit rerdi reçete yazarken. Tekrar tekrar ne yaptığınızı, doğru yaptığınızı düşünmek, irdelemek gereğini duyardınız. Hastalar da ilginçti: Hekime bu kadar güvenen, saygı lı davranan, disiplinli hasta herhalde başka ülkelerde pek azdır. Her sözünüze inanırlardı. Her istediğinizi yapmaya çalışırlardı. Bir süre yalnız kan kanseri hastalarının yattığı bir bölümde çalıştım. Her sabah gittiğimizde birkaç yatağın boşalmış olduğunu görürdük. Hekim olarak bizlerin bile sinirlerimizi bozan bir yerdi. Burada bile bir taşkınlığa, tar tışmaya, gürültüye tanık olmadım. Farkı bizim yörelerden kliniğe bir hasta yattığı zaman anlardık. O bir tek Orta doğulu, pavyondaki diğer tüm Alman hastalardan fazla sorun çıkarırdı. Ban toplumunda hekimin saygın bir yeri vardı. İki mesleğe mensup insanlar özellikle saygı görürdü: Hekimler ve din adamları. O dönemde yaşanan bir olay beni çok utandırmıştı: Türkiye' den yaz izninden dönüyor dum. Almanya'ya gelirken elimizden geldiğince çok sigara 1 78
getirmeye çalışırdık. Almanya'da sigara pahalıydı. Alman gümrüğü ise yirmilik beş pakete izin verirdi. En az yirmi paket sigarayı bavulun değişik yerlerine gizlemiştim. Güm rükçünün sorusuna dört paket sigaram olduğu karşılığını verdim. Bavulu açıp göstermemi istedi. İstemeye istemeye bavulun kapağını açıyordum ki, gözü eşyalarımın en üs tünde duran şu bizim stetoskopa (hasta dinleme aracına) ilişti: "Doktor olduğunuzu anlamamıştım. Çok özür dile rim, kapatın lütfen! " Dövseler daha iyiydi. Çok üzüldüm, utandım. Bir hekimin yalan söyleyebileceğini aklı almıyor du. Sonraki yıllarda, bizler döndükten sonra işçi akımı, ka çakçılıklar başlayınca onlar da değişecek, diplomatik pa saportluları bile kurt köpeği kontrolünden geçireceklerdi. Hastanede İranlı, Yunan, İspanyol, Güney Amerikalı yabancı hekimler arasında benden başka birkaç Türk ar kadaş daha vardı. Biri bizim klinikteydi. Onunla birlikte hem mesleki, hem dil bilgimizi ilerletmek için o yıllarda çok tutulan bir Almanca tıp kitabını dilimize çevirdik. Aylarca uğraşmıştık. Türkiye'ye bir yaz iznine gidiyor duk. Ayrılmadan hocayı, Prof. Jores'i gördük, yaptığımız çeviri çalışmasını anlattık, elimizdeki dosyayı gösterdik. Odasındaki dolaptan üç kadeh çıkardı. Konyak koydu. Yaptığımız işten ötürü bizi kutluyordu, çok sevinmişti. Ne yazık ki çeviriyi okuyamadığını söyledi. Bizim için kadeh kaldırdı. Çevirimizi Türkiye'de bir profesörümüze gö türdük. Yayımlanmasına yardımcı olmasını isteyecektik. Önüne koyduğumuz dosyaya hiç de iyi bakmıyordu. Ka pağını bile açmadı. Bizi bir güzel azarladı. Biz kim oluyor duk da kitap çevirisine kalkışıyorduk ? Dışarı çıkınca arkadaşım, "Acaba onun adını da koy mayı önersek yardımcı olur mu ? " dedi. Kesinlikle karşı çıktım. Onun bu işte bir emeği yoktu ki ! O günden beri 1 79
o çeviri dosyası dolapta durur (elbette yayımlanmadan), gözüme iliştikçe o günkü aklıma kızar, arkadaşımın öneri sine uymadığıma yanarım. Gelin de karşılaştırma yapma yın: Profesörler ve profesörler! Almanların arasında da yakınılacak kişiler yok muy du ? Elbette vardı. En zor günlerimi poliklinik bölümün de geçirdim. Programa göre burada altı ay çalışacaktım. Burada poliklinik, bizdekinin tersine en önem verilen bö lümlerden biriydi ve yine bizdekinin tersine burada acemi değil, deneyimli asistanlar çalıştırılırdı. Onların anlayışına göre hastayı belirli bir süre içerisinde inceleyerek doğru sonuçlara varabilmek, günlerce elinizin altında bulunan servis hastalarıyla ilgilenmekten daha çok beceri, daha çok deneyim isteyen bir işti. Polikliniğe üçüncü yılda, deneyimli asistan olarak git tim. Poliklinik şefi bilgili ama çok hırslı, yükselme tut kunu bir doçentti. Yıllar sonra Prof. Jores'in yerini ala caktı. Yönetimindeki asistanlara olabildiğince çok bilim sel çalışma yaptırmak isterdi. Benim oraya gelmemden hoşnut olmadı. Amaçlarımız uyuşmuyordu. Her polik linik hastası için son aşamada yazılan hekim mektupları (raporlar) imzasından dönmeye başladı. Raporlar tıbbi yönden değil, Almanca dil kusurları olduğu savıyla geri geliyordu. Başlangıçta bir şeyden şüphelenmedim. Dil konusun daki titizliklerini biliyordum, herhalde bunun yazı tarzı başka, zamanla alışırım, dedim. Ama bir süre sonra yıllar dan beri bu gibi raporları daktilo ettirdiğim Alman sekre ter de olup bitenden bir şey anlamamaya başladı. Yazıyo ruz dönüyor, yeniden yazıyoruz, dönüyor. Günlük olması gereken raporlar günden güne aktarılarak birikmeye baş lamıştı. Bir süre geceleri evde de çalıştım. Olmuyordu. 1 80
Sonunda kendisiyle konuştum. Derdini olanca açık lığıyla söylemekten çekinmedi. Ona kendisi için bilimsel çalışma yapacak kişiler gerekliydi. Yükselmesi için bu ça lışmalara, çok sayıda çalışmaya gereksinimi vardı. Bense buna yanaşmıyordum. "İsterseniz şefe söyleyeyim, sizi bir başka yere alsın . " Hiç aldırmadım: " Bu kliniğe üç yıl, yabancı asistanlar arasında dolaştırılan altı aylık bir burs dışında, karşılıksız, en az sizin asistanlarınız kadar çalı şarak hizmet ettim. Bir kusurum da yok. Programımda öngörülen süreyi tamamlayacağım poliklinikte. " Bu kez Prof. Jores'in polikliniğe gelip gitmesi sıklaştı. Özellikle de benim ne yaptığıma bakıyordu. Hiç şüphe yok, ona şikayet ediyordu beni. Raporlarsa yine geri çev riliyordu. Konuyu başasistan pozisyonundaki bir Alman arkadaşıma açtım. Birkaç gün raporları benim yerime o yazdı. Sekreter de bizden yanaydı, kimseye bir şey söy lemedi. O raporlar da geri geldi. Yanına gittim. Neyin noksan olduğunu sordum. Yine öyleydi, dil bozukmuş! Hiçbir şey söylemedim. Çıktım. Hocaya gidip her şeyi anlattım, raporları da verdim. O Alman arkadaşı ve sekreteri tanık gösterdim. Prof. Jores, üzülmememi, işimi sürdürmemi söyledi. O günden sonra raporlar imzadan dönmedi ve ben de poliklinikteki süre mi tamamladım. Almanya'ya gelirken babam, "Şimdi öyle bir çarkın içi ne gireceksin ki, dönünceye kadar yaşamaktan yorgun dü şecek ancak dönünce bir oh diyeceksin" demişti. Gerçekten de öyle oldu. Burada yaşam hızlandırılmış bir film gibiydi. Yalnız iş alanında değil, yaşamın genel akışı da öyleydi. Ve buna uymak zorunda kalıyordunuz. Arkadaşlıklar, geziler, müze, konser, opera, sergiler... Hep bir şeyler vardı. Elim181
den geldiğince o kitaplardan okuduğum Batı uygarlığını, kültürünü anlamaya çalışıyordum. Neydi, ne değildi? Hamburg' a geldikten kısa bir süre sonra buradaki genel izlenimlerimi yazmayı denedim. Bu yazılar Varlık dergisinde yayımlanmaya başladı. Zamanla Batı'ya daha soğukkanlı, daha eleştirici gözle bakacaktım. Artık o çar pıcı görüntünün ardındaki ekonomik sistemleri, bunların bizim gibi kalkınamamış ülkeler için ne anlama geldiğini görüyordum. Bir Batı hayranı değildim artık. Yalnızca bir uygarlık tutkunuydum. Karşımızda bir dev vardı, yaşamı büyük ölçüde bizim gibi ülkelerin geri kalmışlığından bes lenen bir dev. Kısa sürede onların düzeyine erişmek zorun daydık. Yoksa yeniden onların sömürü alanına girmemiz ve sonunda yutulmamız işten bile değildi. Evle sürekli mektuplaşıyordum. Türkiye'de olup bi tenler böyle bir açıdan bakınca hiç de hoşnutluk uyandı racak nitelikte değildi. Kişisel kaygılarımız da sürüyordu. O dönemin yasalarına göre bir memur bakanlık emrinde iki yıl kalabiliyor, bu süre içerisinde yarım maaş alıyordu. İkinci yılın sonunda memurluğu sona eriyor, maaş da ke siliyordu. Babamın süresi dolmuştu ve yasal hakkı olduğu halde emeklilik işlemini bir türlü yapmıyorlar, emeklilik başvurusuna karşılık vermiyorlardı. Parasal durumu hiç de iyi değildi. Böyle bir durumda benim ne işim vardı buralarda ? Evdekilerse beni yatıştırmaya, bir zorluk ol madığına inandırmaya çalışıyorlardı. Babamın emeklilik işleminin, bakan Tevfik İleri'nin değişmesinden sonra, 27 Şubat 1 954'te yapıldığını öğrenince onlarla birlikte ben de sevindim. Eve yeniden para girmeye başlayacaktı. Almanya' da birinci yılım dolmak üzereydi. Serviste ça lışıyordum. Gençten bir Türk geldi. Benimle konuşmak is tiyormuş. Bir alışkanlık olsa gerek, gözleriyle sürekli çev1 82
Engin ve Müstesna Tonguç, Hamburg.
reyi tarıyordu. Çok yalnız konuşmalıymışız. Boş bir odaya gittik. Biraz kem küm etti, sonra açıldı: "Türkiye'de çok önemli yerlerde yakınlarım var. Benden bir şey istediler. Bir süre önce Berlin'de uluslararası bir öğrenci kongresi olmuş. Sol bir toplantı. Orada bir Türk Türkiye'yi kötü leyen bir konuşma yapmış. O önemli yakınım öğrenciyi bulmamı istedi benden. Bir de liste gönderdi. Sizin de adı nız var. İnceledim. Siz değilmişsiniz. Sonucu bildirmeden bir kez de size sorayım dedim. " Üzülmeli mi, kızmalı mı şimdi ? Burada da rahat ver mek istemiyorlardı. Ne toplantıdan haberim vardı, ne bir yere gitmiştim doğal olarak. Geldiğimden beri şurada ça lışıp duruyordum. Üstelik Bedin biz öğrencilere gidilme si yasaklanmış bir işgal bölgesiydi. Elimdeki pasaportla gidemezdim de. Ona, " Buraya gelmeniz çok anlamsız" dedim, "o işi ben yapmış olsam herhalde size o bendim demem. Üstelik de bir kanıya varmışsınız. Ne yazacak sanız yazın. " Anlaşılan Almanya'da öğrenim yapanların listesine bakmışlar, bazı adlar üzerinde durmuşlardı. Ge1 83
Engin Tonguç, Hamburg 'dan Türk iye 'ye dönüş yolunda, 1 958.
lecekte de bazı benzer durumlarda böyle yapacaklardı. Kolay yoldu bu. Ne yapalım ? 1 95 8 yılında klinikte işim bitmişti. Oraya geldiğimde saptadığımız programı tamamlamış, uzmanlık tezimi de hazırlamıştım. Prof. Jores 1 953-1 958 yılları arasında yap tığım çalışmaları ayrıntılarıyla anlatan çok güzel bir belge düzenledi. Kliniğin farklı bölümlerinin başında olan doçent ve profesörlerden de böyle belgeler aldım. Hakkımda yazı lanlarla kıvanıyordum. Gerçekten de belgelerin içeriği alı şılmışı aşıyordu. Türkiye' de elbette işime yarayacaklardı. O yılın ağustos ayında Hamburg rıhtımından Kırşehir şilebine bindik. ülkeye dönüyorduk. Dönüyorduk diyo rum, nedeni, iki kişiydik artık. 1 956'da, bizim hastaneye 1 84
gelmiş doğum ve kadın hastalıkları uzmanı bir Türk mes lektaşım Dr. Müstesna ile evlenmiştim. Bundan sonra acı lara birlikte göğüs gerecek, sevinçleri birlikte yaşayacaktık. Belgeler mi ? Ne yazık ki onlar Türkiye'de yasal uz manlık öğrenimi süresini doldurmuş olduğumu kanıt lamaktan öte hiçbir işe yaramadılar. Bir yerlere girmek, bir şeyler olmak için böyle belgelerden başka dayanaklar, bende bulunmayan çok farklı yetenek ve beceriler gereki yordu. Ama ben o belgelerle bugün hala kıvanırım, arada bir çıkarır okurum. Orada, o çok uzaklarda, Hamburg denen kentteki ünlü hastanede öylesine çalışmış olduğum için sevinç duyarım.
1 85
Uzmanlık Sınavı
1 95 8 yılı Ağustos ayında eşimle birlikte Almanya'dan yurda döndük. İlk iş önerisi Turhal Şeker Fabrikası'nda çalışmakta olan Ceyhun Ağabey' den geldi. Amasya Şeker Fabrikası'nda hekimlik. Dönüşümüzden birkaç gün sonra Amasya yolundaydık. Ne var ki Almanya'daki uzmanlık öğrenimimin Türkiye' de geçerli sayılması için uzmanlık sı navına girmem gerekiyordu. Amasya Şeker Fabrikası'nda işe başladıktan birkaç ay sonra, bu işi bitirmek için izin al dım. Amasya'daki yaşamımızı anlatmaya geçmeden önce uzmanlık sınavının öyküsünü yazmak istiyorum: Sınava girmek üzere tıp fakültelerimizden birinin bir iç hastalıkları kliniğini seçtim. Bunun nedeni, kliniğin ba şında daha önce benim gibi Almanya' da çalışmış bir şefin olmasıydı. Ayrıca bu klinikte uzun yıllar Türkiye' de görev yapan bazı Alman hocalar da bulunmuşlardı. Sınav konu sunun benim alışkın olduğum yöntemlerle çalışılan böyle bir yerde daha kolay çözümlenebileceğini ve burada an layışla karşılanacağımı düşünüyordum. Bu da gerekliydi. Bizim fakülte ve eğitim hastanelerimizde dış ülkelerde uzmanlık öğrenimi yapanlar genellikle kuşkuyla karşıla nıyor, kendilerine güvenilmiyor ve sınava girmeden önce klinikte geçirilen uyum süresi çok uzatılıyordu. Sınava alı nıncaya kadar bir iki yıl çalışmak zorunda kalanlar var-
1 86
dı. Bense işimi bir an önce bitirip Amasya'daki görevime dönmek zorundaydım. Kliniğin şefi beni iyi karşıladı. Almanya'daki gençlik yıllarından söz etti, iyi bildiği Eppendorf Hastanesi'ni anımsadı. Sonra Almanya' da hazırlamış olduğum uzman lık tezini inceledi. Bazı sorular sordu. Bir küçük sınavdı bu. Hoşnut kaldığı anlaşılıyordu. Ertesi gün, şu gerekli uyum süresini geçirmek için klinikte işe başladım. Yanın da çalışacağım doçentin servisine gittiğimde asistanlarıyla sabah vizitesine çıkmak üzereydi: "Demek Almanya'dan geliyorsunuz. Oradan gelenler genellikle pek bir şey öğren memişlerdir. Zaten öğretmezler ki! " Başasistanına döndü: "Arkadaşa mikroskobun nasıl kullanıldığını öğretirsiniz, kan sayımları falan. Yavaş yavaş yetişir. " Çok genç, olsa olsa benden birkaç yaş büyük bir kişiydi. Almanya'da ilk günlerde başıma gelen şimdi burada yineleniyordu. Ye niden kendimi kanıtlama, üstelik de sıfırdan başlayarak kanıtlama zorunluğu ortaya çıkmıştı. Yutkundum: " Bun ların hepsini ben orada o kadar çok yaptım ki! " " Aman beyim, biliriz biz oralarda zamanın nasıl ge çirildiğini. Biz de bulunduk oralarda. " Boş bulundum: "Nerede, ne kadar kaldınız ? " Kendisine böyle doğrudan sorular sorulmasına alışık değildi anlaşılan, düşünmeden yanıtladı: "Münih'te, yirmi gün." " O kadarcık zamanda bir şey anlaşılmaz ki! " Başasis tan susmamı işaret etti. Viziteye başladı, hep birlikte peşi ne takıldık. Birkaç gün sonra bana da hasta yatağı verdi ler, asistan gibi çalışıyordum şimdi. Ama yaptıklarım, her vizite aramızda bir çekişmeye dönüşüyordu. Ne yapsam eleştiriliyordum. Bu kez ben de onun açıklarını yakalayınca düşünle rimi çekinmeden söylemeye başladım. Bu doçentin zayıf 1 87
yanı fakülteyi bitirir bitirmez, dışarıda hiç hekimlik yap madan burada kalmış olmasıydı. Bu deneyimsizlik görüş açısını daraltıyordu. Başasistan ve benim gibi Almanya' da uzun süre kaldıktan sonra burada uzman asistan olarak doçentlik tezini hazırlamakta olan meslektaşlarım üzülü yorlar, bana yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Ama aramız giderek daha çok bozuluyordu. Artık bu işin burada ol mayacağını, bir başka kliniğe gitmem gerektiğini düşün düğüm günlerde sayın doçentimizin beni çağırdığını söy lediler. Odasına gittim. " Engin Bey, oturmaz mısınız ? Ne içersiniz, çay ? " Ne olmuştu ? Niye değişmişti ? Biraz sonra anlaşıldı. Bir tıp kitabı hazırlıyordu. Pro fesörlüğü için buna gerek olacaktı. Ne var ki, Almanca bilmediği için onların literatüründen yararlanamıyordu. Acaba yardım etmek ister miydim ? Bir kitap çıkardı, 4050 sayfalık bir bölüm gösterdi. Bunun çevirisini yapabilir miydim? Kilidi açacak anahtar bulunmuştu. Elbette yapa caktım çeviriyi. Çok kısa zamanda bitirip verdim. Şimdi aramız düzelmişti. Bu kadar iyi yetişmişken niye üniver sitede kalmayı düşünmediğimi soruyordu bana. Böylece benim uyum süremin 1 ,5-2 ay olmasına karar verdiler. Sınav gününün saptanması için sınav jürisi üyelerini dolaşmaya başladım. Bir kural koymuşlar. Dış ülkelerden gelenlerin sınav jürileri yalnızca klinik şeflerinden oluşa cak. İç hastalıkları dalında bu o dönemde Türkiye'nin en ünlü üç iç hastalıkları ordinaryüs profesörünün ve klinik şefinin beni sınava çekeceği anlamına geliyordu. Türkiye'de uzmanlık öğrenimi yapmışlar için ise kendi hocası ve herhangi iki profesör yeterli oluyordu. Tıpta fakülte içi ilişkileri bilenler, o fakültenin üç iç hastalıkları kliniği şefinin bir sınav için bir araya getiril mesinin ne gibi sorunlar doğuracağını çok iyi anlarlar. 188
Çoğu kez değil sınav, gündelik konularda bile, her biri kendi çevresinde koşulsuz egemen bu kişilerin buluşma larında hava elektrikli olur. Aralarında en rahat dert anla tabileceğim bizim hocaydı, ondan başladım. Pazartesi ve çarşamba günleri onun için uygun değildi. Başvurduğum ikinci üye çok saygılı bir İstanbul efendisiydi. Değerli bir bilim insanıydı ama ne yazık ki onun da salı ve cuma gün leri doluydu. Sonuncusu bulunması ve konuşulması en zor olandı, işi çoktu. Üçüncü gidişimde görebildim. Bir başasistanı kapıda durmuş, odaya giriş çıkışı yönetiyordu. Beni içe ri itti. Hoca, odanın ortasında, ayakta, bir asistana bazı şeyler not ettiriyordu. Bir ikinci asistan da bir röntgen filmini ışığa tutmuş, hocaya gösteriyordu. Hoca, bu iki işi yürütürken bir yandan da daktilo makinesinin başın da oturmuş bir başka kişiye rapor yazdırıyordu. Çok işi vardı ! Ben, çözümleyeceği dördüncü konuydum. Hiç ba şını çevirmeden, "Tez ? " dedi. Geldiğimi duymuştu an laşılan. " Burada . " "Ver. " Tezin getirdiğim nüshası birkaç metre uzakta ki büyük toplantı masasının üstüne uçtu. Orada daha bir sürü dosya vardı. Benim tezi elbette daha sonra inceleye cekti. "Konusu ? Tek tümceyle. " Tezin konusunun özeti nin özetini yapmaya çalıştım. " Benim için perşembe ve cumartesi günleri olmaz. " Uygun olmayan günler altıyı bulmuş, haftanın çalışma günleri de bitmişti. Yutkundum, durumu anlattım. " Ol maz. Diğerlerini bir kez daha dolaş. " Konuşma sonlan mıştı. Beni iterek dışarıya çıkardılar. Birkaç gün sonra ikinci tura başladım. Sonuç değişmiyordu. Sıra yine so nuncuya gelmişti. O, günde üç işi birden yürütüyordu. 1 89
" Ne oldu ? " Durumu bir kez daha anlattım. " Söz anlamaz mısın, olmaz dedik ya. " Birden gözlerimin önünde küçük, kırmızı noktalar uçuşmaya başladı. Sınavımın yapılmasıyla görevlendiril diğini bildiren resmi dekanlık yazısını uzattım: "Zama nınız olmadığından sınavı yapamayacağınızı yazın o hal de şunun arkasına ! " Daktilo sesi kesildi. Sinek uçsa sesi duyulurdu şimdi. İlk kez işlerini bırakıp döndü, ne biçim biri olduğuma baktı: "Ne diyorsun sen ? " İki aya yakın bir süredir otelde kaldığımı, çalıştığım yerden daha fazla izin alamayacağımı, maddi durumumun da iyi olmadığı nı, sınav için zaman yoksa bu işi bırakıp görevime dön mek zorunda kalacağımı anlattım. Biraz yumuşamıştı: " O halde çarşamba. Ama ben ancak sınav başladıktan son ra, işlerim bitince gelirim. Vereceğim soruları da telefon la yazdırırım. Hocan razı olursa! " Teşekkür edip çıktım. Doğru bizim hocaya gidip işi anlattım. " Sınavın ortasında gelmek, telefonla soru yazdırmak, nasıl olur bunlar? Gö rülmüş şey mi bu ? " Sonunda razı oldu. Sınav iki aşamalıydı. Önce klinikte yatan hastalar ara sından seçilmiş 20 vakadan biri kurayla saptanıyor, onu muayene edip hazırlıyor, sonra j üriye takdim ediyordu nuz. Bunun üzerinde tartışma yapılıyordu. Böylece sınavın pratik bölümü bitmiş oluyordu. Sonra teorik sınav başlı yordu. Bunun için de her üç j üri üyesi ikişer soru veriyor, bunlardan kurayla biri çekiliyor, sorunun karşılığı yazılı olarak hazırlanıyor, okunuyor, bunun üzerinde de tartışma yapılıyordu. Sonuncu jüri üyesi gelebildiği zaman biz yazılı sınavın tartışma aşamasındaydık. Oturdu, yanındaki ki taplıktan bir tıp kitabı çekti, onu karıştırmaya başladı. İlgi lenmiyordu. (Bizim büyük tıp hocaları hoşnutsuzluklarını
1 90
belirtmek için böyle yaparlar. ) Sınav bitti. Teşekkür ettiler. O zaman kitaptan başını kaldırdı: "Ama tatmin olmadım ben! " Jüri başkanı bizim hocaydı, sordu: " Neden ? " "Pratikteki vaka da, teorik sorusu da hormon hasta lıklarından. " Kendisi kalpçiydi. " İyi ama teorik sorusu sizin telefonda yazdırdığınız so ruydu. " " Olsun. Ben daha sormak istiyorum. " Bizim hoca si nirlenmişti: "Jüri başkanı olarak söylemek zorundayım, resmi sınav bitmiştir. Siz özel olarak soru sorabilirsiniz. Elbette bu sonucu etkilemez. " Ve sordu. Hem de ne sor mak ! Bir saat kadar. Şimdi rahatlamıştı. Sınav odasından çıktıktan sonra beni yeniden çağır dılar. Uzman hekim olduğumu belirten belgeyi imzala yıp verdiler. Türkiye'de çok az uzman hekimin uzmanlık belgesinde o daldaki klinik şefi üç ordinaryüsün imzası vardır. Hormon hastalıklarıyla yakından ilgilenen o çok nazik profesör, sınavdan hoşnut kalmıştı. Almanya' da ça lıştığım klinikte uygulanan bazı yöntemler konusunda ye niden sorular sordu. Sonra, " Çok iyi yetişmişsiniz. Benim kliniğimde başasistan olarak kalmak ister misiniz ? " dedi. Elbette isterdim, hem de sevinerek! Kliniği belki de Türkiye'nin en iyi, en bilimsel çalışan kliniklerinden biriydi. Almanya'daki hocam Prof. Jores, ayrılırken bana ülkemde mutlaka akademik kariyer yap mamı öğütlemişti. Yoksa Almanya'daki tüm emeklerimin anlamı olmayacaktı ona göre. Olumlu yanıtım üzerine profesör, " O halde yarın benim yönetim işlerime bakan yardımcımı görün" dedi. Ertesi gün onu gördüm. Ama hiç de iyi karşılanmadım: "Hocanın aklında yanlış kalmış. Boş başasistanlık kadro su yok bizde. Boşuna uğraşmayın. Olmaz. " Sorun elbette 191
kadro değildi. Kliniğin içinden yetişmiş, başasistanlık bek leyen kendi elemanları vardı. Böyle durumlarda dışarıdan gelen istenmez, yıllarca oranın kahrını çekmiş olanlar var ken. Gerekçe budur. Oradan doğru beni ona yollayan ho canın yanına, muayenehanesine gittim. Olanları anlattım. " Aa, sizi asistan olarak kliniğime gireceksiniz diye dü şünmüştüm ben. Sizse uzmansınız. " Şaşkınlıktan bir süre konuşamadım. "Aman efendim, nasıl olur, dün yaptığınız sınav neydi öyleyse ? Üç klinik şefinin bir araya gelip asis tan giriş sınavı yaptığı görülmüş şey mi ? " Doğal olarak, verebileceği bir karşılık yoktu. Dalgınlığından ötürü özür diliyordu. Gerçekten nazik bir adamdı. Çıktım. Birden o muayenehanesinin bulunduğu kalabalık caddede üniversiteyle, Bizans oyunlarıyla, iki aydır çek tiğim sıkıntılarıyla bu koca kentten öyle bir tiksindim ki! Son hızla en yakın postaneye gittim. En kısa zamanda Suluova'ya döneceğimi bildiren bir telgrafı eşime yolla dım. Otelden eşyamı alıp o akşamki trene yetiştim. Bilindiği gibi, Türkiye'de sonu neredeyse bir iç savaşa kadar varacak olan çatışmalar, ilk kez 1 968'de gençlik ha reketleri olarak üniversitede başlamıştır. Üniversite genç liğinin dayanamadığı neydi, neye karşı çıkıyorlardı ? Baş kaldırılan bilimsel yozlaşma, hoşgörüsüzlük, başıboşluk, çalışmalarda ciddiyetsizlik, eskimiş öğretim yöntemleri, bu kurumların kişisel çıkarlar için kullanılması değil miy di ? Üniversite kendisini düzeltebilse, çağa uyabilse, kendi sini yönetebilse, çok ucuza elde ettiği özerkliğin değerini anlasa, acaba Türkiye terör çıkmazına bu kadar kolay sürüklenebilir miydi ? Zaman zaman üniversitede kalmadığıma üzüldüğüm anlar olmuştur. Ne var ki, o kurumun içinde olmamaktan hoşnut olduğum anlar çok daha fazladır. 1 92
Amasya Şeker Fabrikası
1 6 Ağustos 1 95 8 'de Amasya Şeker Fabrikası'nda göreve başladık. Fabrika Amasya'dan 25 kilometre kadar uzakta, yeni gelişmekte olan Suluova ilçesindeydi. ilk işim müdürü aramak oldu. Fabrika misafirhanesinin çok iyi döşenmiş özel bir salonunda kağıt oynamakta olan dört kişiden birini gösterdiler. " Hangi kağıt oyunlarını bilirsiniz ? " ilk sorusu buydu. Hiçbirini bilmiyordum. Dördünün de yüzünde düş kırıklığıyla küçümseme arasında ifadeler be lirdi. Anadolu'da, özellikle memurlar arasında iskambil tutkusunun boyutlarının büyüklüğünü henüz tam olarak bilmiyordum. Önümüzdeki günlerde o salonda yirmi dört saati geçen partilere tanık olacaktım. Ertesi gün fabrikaya gittik. Çalışacağımız fabrika re viri iki katlı düzgün, kaloriferli bir yapıydı. Bizden önce de burada çalışan hekimler olmuş, ama çok durmamışlar. Revirin birkaç odasının kullanıldığı anlaşılıyordu. Yalnız gündelik poliklinik muayenesiyle yetinilmişti. Biz de sa bah viziteye çıkanları muayene etmekle işe başladık. Bir telefon geldi: " Doktor sen misin ? İğnem var, sağlık me murunu yolla ! " Kim olduğunu söyleme gereğini bile duy muyordu. Çok önemli biriydi anlaşılan . . . Sağlık memu ru çalışma odasına gidip iğnesini orada yaparmış. Öyle
1 93
alışmış. Revire gelemezmiş. Elbette " Hayır" dedim. Biraz sonra kapı tekmeyle açıldı, içeriye, hem de bir kadın has tayı muayene ederken, gözü dönmüş biri girdi: "İğneciyi göndermeyen sen misin, eski köye yeni adet mi getiriyor sun ? " Yakasından tuttuğum gibi dışarı attım. Yöneticilerle sürtüşmemiz ilk gün ve böyle başladı. Fabrika, daha doğrusu onların deyimiyle " koloni " , çok düzenli, bakımlı, geniş bir alandaki çok sayıda yapı dan, bahçelerden oluşmuştu. Asıl fabrika, revir, misafirha ne, işçi ve memur yemekhaneleri, lojmanlar, satış koope ratifi, parklar, havuz, depolar, yatakhaneler, garaj , çiftlik . . . Sanki güçlü bir e l çok uygar bir ülkeden bir bölümü kesip çıkarmış, buraya Anadolu'nun ortasına getirip oturtuver mişti. Çevredeki yoklukların ve gelişmemişliğin içinde bir tür uygarlık vahasında yaşayacaktık. Devletten başka hiç bir girişimci bir fabrika kurarken sosyal gereksinimler için bu kadar büyük yatırımlar yapmaz. Amacın daha baştan yalnız şeker üretmek değil, hem bu işte çalışacakları bura ya bağlayacak bir ortam hazırlamak hem de çevreye ör nek olmak olduğu anlaşılıyordu. Şeker fabrikalarının bölgesel esasa dayalı geniş tarım örgütlerinin şekerpancarı üreticisiyle çok yakın ilişkide bulunabildiği ve böylece devletin etkin yol göstericiliğiyle yaygın bir kültür tarımının gerçekleştirildiği de bir gerçek ti. Bu fabrikaların ekonomiye yaptıkları önemli katkıdan, İkinci Dünya Savaşı sürecinde ülkenin açlıktan korunma sındaki önemli rollerinden de şüphe edilemezdi. Ama yine de insanı huzursuz eden bir şey vardı bu düzenlemede. Bunun ne olduğunu anlamak için sanırım en iyi yol şu " koloni" sözünden işe başlamaktı. Turhal Şeker Fabrikası'nda çok uzun yıllar çalışmış olan Ceyhun Ağabey de daha sonra yazdığı anılarında bu 1 94
sözden yakınacaktı. Koloni, koloni içi, koloni dışı sözcük leri buradaki gündelik yaşamımızda pek sık duyulurdu. Fabrika alanını çeviren duvarlar iki dünyayı birbirinden ayırıyordu. Biz koloni içindeydik. Koloni ise tüm gerek sinimlerimizi, istersek hiç koloni dışına başka bir deyişle asıl Türkiye'ye çıkmadan karşılayabileceğimiz şekilde dü zenlenmişti. İlk bakışta insana çekici gelen hatta uygarca bir ge lişme olarak sevinç uyandıran bu sistem, biraz düşün meye başlayınca rahatsızlık veriyordu. Geçmişimizin, Cumhuriyet'in de gideremediği onulmaz hastalığı, halk tan ve toplumdan kopukluk, toplumun üstünde devlet an layışı, halktan yana olmasına çalışılan işlerde bile bunun bir bağış, bir sadaka verir gibi yapılarak etkinin berbat edilişi bu düzenlemede de seziliyordu. Aydın denilen insan, bir türlü halkla bütünleşemiyor du. Koloninin çevresini kuşatan duvarların içinde Türkiye ortalamasının çok üstündeki olanaklardan yararlananları, o duvarların hemen ötesinde ne olup bittiği hiç ilgilendir miyordu. Burada Amasya Şeker Fabrikası gibi 1 950'den sonra kurulan bazı şeker fabrikalarının eskilerden farklı olarak yalnız devletin malı değil, birer devlet-halk ortaklı ğı oldukları söylenebilir. Çok varlıklı, özel girişimci büyük pancar çiftçilerini devletin fabrikalarına ortak etmek De mokrat Parti iktidarının felsefesine elbette uygundu. Ama onlar gerçek halk mıydı ? Koloni içerisinde kendilerini yalıtanlar arasında da katı bir hiyerarşik düzenleme vardı. En üstte dört müdür. Fabrika müdürü, muhasebe, ziraat müdürleri ve teknik müdür. Bunlar iki katlı, köşk tipi (özel deyimiyle müdür tipi), kaloriferli lojmanlarda otururlardı. Yakıt parası öde mezler, çimli bahçeleri fabrika bahçıvanlarınca bakılırdı. 1 95
Fabrikanın makam arabalarını kullanırlar, misafirhanede kendilerine ayrılmış özel salonda kağıt oynarlardı. Sonra ikinci derecedekiler: müdür yardımcıları, yüksek mühen disler, kimyagerler, doktorlar. Bunların, her katında bir da ire olan iki katlı sobalı lojmanları vardı. Kendilerine parası ödenmek kaydıyla kömür verilirdi. Ardından üçüncüler: teknisyenler, ustabaşılar, memurlar. Onların lojmanları bi raz daha ufaktı. Yakıt işlerini de kendileri çözümlerlerdi. Bunların hepsi koloni halkını oluştururdu. Çoğun luktakiler, yani işçiler de iki sınıftı. Birinciler, fabrikanın sürekli işçileri, koloni dışında parasal güçlerine göre, ge cekondudan daha düzenli köy ve kasaba evlerine kadar, her türden başlarını sokacak bir yer edinmeye çalışırlardı. Sürekli işçiler kalıcıydılar. Meslek yaşamlarını bu fabrika da geçireceklerdi. Koloni içi halkından bazı açıkgözlerin, hatta ileri görüşlü bazı yöneticilerin, daha fabrika kuru lurken çevredeki tarlaları ucuza satın alıp sonra işçilere sattıklarını, iyi de para kazandıklarını duyardık. Onlar için buradaki yaşam nasıl olsa geçiciydi. Günün birinde büyük kentlere döneceklerdi. Kolonide geçirilecek yıllar da olduğunca para biriktirmek, büyük kentlere dönerken oralarda bir veya birkaç kat sahibi olmak amaçlarıydı. Eh, koloni içi koşulları da, sağlanan olanaklarla para biriktir meye elverişliydi. Hele duvarların dışında yeni gelişmekte olan ilçe de bu bakımdan değerlendirilirse! Bir de geçici yahut mevsimlik işçiler vardı. Bunlar fabrikanın çalıştığı kampanya aylarında uzak çevre köylerinden gelirler ve kolonideki bekar işçi yatakhanelerinde kalırlardı. Bize de hekimlere ayrılmış olan lojman verildi. Dört odalı bir kat. Ne paramız, ne burayı döşeyecek eşyamız vardı. Fabrika misafirhanesinden ödünç alınan birkaç is kemle, Amasya çarşısından ilk maaşımızla aldığımız iki 1 96
somya, örtülük ve perdelik basmalarla ancak iki odasını oturulabilir duruma getirebildik. Bir süre sonra babam Ankara'dan portatif birkaç sandalye, koltuk, masa gön derdi. En önemlisi de bir sandık kitap! Eksiklerimizi za manla tamamlayacaktık. Ama yine de burada çalıştığımız sürece lojmanın bir bölümünü kullanmadık. Evin en sevdiğimiz yeri balkonuydu. Bulunduğumuz yamaçtan, balkona oturarak çevreyi seyretmeye doyum olmazdı. Sağda fa brika, önümüzde, birkaç kilometre ile ride Tersakan Çayı, çevresindeki yeşillik, ağaçlıklar, arada demiryolu, daha gerilerde, Merzifon yönünde o yumuşak kavisli, çıplak Anadolu tepeleri. Güneş bunların ardında batar, batarken de o tepeler yalnız Orta Anadolu yaylasın da görülen renklere bürünürdü. Kırmızılar, morlar. . . Fabrikada çocuk hastalıkları uzmanı olmadığı için on beş günde bir Ceyhun Ağabey Turhal' dan gelir, çocuklara bakar, bir gece kalır ve dönerdi. O günü iple çekerdik. Ak şam balkonda onunla oturup bir kadeh rakının ve küçük pikabımıza koyduğumuz bir plağın eşliğinde güneşin batı şını seyretmek ve konuşabilmek, konuşabilmek ... Ceyhun Ağabey işini çok severek yapardı ve de çok, ama çok çalışırdı. Geldiği gün revirde çocuk gürültüsü ve ağlamasından geçilmezdi. Hiç sinirlenmezdi, çok sabırlıy dı. Sabahtan gece geç vakte kadar onlarla uğraşırdı. Bazen sağlığından kaygılanır, işin bir bölümünü, zorlayarak bir gün sonraya bıraktırırdım. Çok yorulduğu zaman mua yeneye birkaç dakika ara verir, revirin arkasındaki küçük fidanlığa çıkar, yere, toprağa oturur, bir sigara yakar, avu cuna biraz toprak alıp okşardı. Bu ülkeyi, toprağı, insan ları, yoklukları, kusurları, erdemleri, her şeyi, her şeyiyle çok severdi, çok ! Ama Amasya ve Tokat illerinde onun seveni de çoktu. 1 97
Uzun yıllar sonra, terör ve şiddet eylemlerinin en yay gın olduğu günlerde, geçici görevle Tokat'a giden bir he kim akrabamıza Ceyhun Ağabey'in yakını olduğunu an layınca, yanına gelip " Bizler yıllar önce onun yaşattığı ki şileriz. Hiç çekinme, bildiğin gibi gez dolaş Tokat'ta, sana hiçbir şey olmaz" demişlerdi. Cumhuriyet onun gibi çok sayıda Anadolu tutkunu aydınlar yetiştirebilseydi ! Fabrikadaki hekimlik görevimize istekle başladık. İlk kez büyük kentlerden ve hastanelerden uzak bir yerde gö rev yapacaktık. Amasya'daki olanakları sınırlı devlet has tanesi sayılmazsa, gerektiğinde yararlanılabilecek en ya kın büyük hastane, 1 30 kilometre uzaktaki Samsun'day dı. Bu durumda, her şeyden önce fabrikanın revirini sağlık sorunlarımızın birçoğunu yerinde çözümleyebileceğimiz düzeye getirmek gerekiyordu. Günlük poliklinik muaye nelerinde reçete yazmakla yetinemezdik. Oysaki çevreden bize verilen öğütler hiç de bu yönde değildi. Buralara gelmeyi göze aldığımıza göre elbette çok para kazanmayı da amaçlıyorduk! O halde hemen kolo ni dışında, yeni gelişmekte olan ilçede birer muayenehane açmalıydık. Hele eşim, kadın nisaiye uzmanı olarak çok tutunur, tüm yöreden hasta çekebilirdi. Buralarda kadın nisaiyeci . . . altın madeni gibi bir şeydi bu! İlçede eczane de yoktu. O halde? Hekim olarak bir ecza dolabı açmak ya sal hakkımızdı. Fabrikadaki işi ise olabildiğince sınırlı tut malıydık. Orası ne kadar böyle kalırsa, muayenehaneler o kadar çok işlerdi. Fabrikada yazacağımız reçeteleri de açacağımız ecza dolabından verirdik. Bu işten anlayanlar en çok üç yıl içinde Ankara veya İstanbul' da bir apartman alabileceğimizi garanti ediyorlardı. Bizse ne yaptık? Elbette söylenenlerin tam tersini! Önce, yalnız iki odası kullanılmış reviri işler duruma getir198
dik. Yirmi kadar yatak koyarak hasta yatırmaya başladık. Bir ameliyathane ve doğum odası, ufak bir laboratuvar kurduk. Fabrikaya bir eczane açmamız perakende fiyat larla bize ilaç satan Amasya eczanelerinin hiç de hoşuna gitmedi. Fabrika şimdi tüm ilaçlarını doğrudan doğruya firmalardan, toptancı fiyatına getirtiyordu. Eczacı kalfası, laborant gibi yardımcı sağlık personeli aldık. Artık do ğumlar, bazı nisaiye operasyonları revirde yapılıyor, çok ağır olmayan hastalar burada yatırılıyordu. Çevre hasta nelerine hasta gönderilmesi çok azalmıştı. " Koloni" nin dışında merkezi fabrika olan yepyeni bir kasaba gelişiyordu. Hem de hızla. Ev edinmeye çalışan işçilerin, bu hızlı gelişmenin kolay kazançlarından yarar lanmak isteyen emlakçının, yap-satçının, bakkal, kahveci, otelci ve esnafın, değişik yörelerden gelmiş bir yığın hırslı, girişimci insanın oluşturduğu yepyeni ama düzensiz, kar makarışık bir yerleşme merkezi doğuyordu. Bu gelişme daha sonraki yıllarda Suluova'nın bu yörenin terör olay larının en sık görüldüğü ilçesi olmasıyla sonuçlanacaktı. Benzerlerinde olduğu gibi, burada da devletçe getiril mesi gereken sosyal hizmetler hızlı gelişmeye ayak uydu ramıyordu. Örneğin, en yakın sağlık kuruluşları 20-30 km uzakta olan Amasya ve Merzifon'daydı. Giderek şu soru önem kazanıyordu: Biz burada neciydik ? Şu "koloni içi"ne kapanmamız doğru muydu ? Buranın devleti dışarı nın da devleti değil miydi ? Fabrikanın küçük bir hastane olup çıkan revirinden çevre, hatta yakın köyler niçin ya rarlanmasındı? Bunun yasal bir yolu da vardı. Şeker fabrikalarının sağlık kuruluşlarında çok az bir ücret karşılığı dışarıdan hasta bakılması ve yatırılması öngörülmüştü. Ücreti fab rika muhasebesi alır, bir bölümü fabrikaya kalır, artanı da 1 99
belli oranlarda hekimler ve yardımcı sağlık personeli ara sında bölüştürülürdü. Dışarıda açılmış özel muayenehane gelirleriyle karşılaştırıldığı zaman hekime gülünç denecek bir gelir sağlayan bu mekanizma genellikle işletilmezdi. Biz bu yolu açtık. Kısa bir süre sonra revir, yalnız fabrika çalışanlarına değil, bir ölçüde ve özellikle acil durumlarda, tüm çevreye sağlık hizmetinin verildiği bir merkez duru muna gelmişti. Gündelik çalışma düzeni kurulduktan sonra, daha önce Ankara'da Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası'nda ki çalışmamdan alışkın olduğum şekilde, iş hekimliğiyle ilgili konulara da el atmak istedim. Ne var ki, buradaki anlayış çok başkaydı. Fabrika yönetimi, fabrikanın üre tim bölümlerinde iş kazaları, sağlık koşulları gibi konular da fabrika hekiminin inceleme yapması, söz sahibi olması bir yana, bekar işçi pavyonlarındaki temizlik sorunlarıy la ilgilenmeme bile sıcak bakmadı. İş hekimliği kavramı, henüz bu kuruluşların kapısından içeri girmemişti. Sonuç olarak; burada bu konuyla ilgili çalışmalarımız işçilerin işe giriş muayenelerini, periyodik kontrollerini ciddi ve düzenli bir şekilde yapmakla sınırlı kalacaktı. Günler geçtikçe bizim görev anlayışımızla fabrika yö netiminin ve koloni halkının bizden bekledikleri arasında farklılıklar olduğu daha iyi ortaya çıkıyordu. Bize göre, sağ lık hizmeti vermekle yükümlü olduğumuz her kişiye, ister fabrika müdürü, ister geçici işçi olsun, konulmuş kurallar çerçevesi içerisinde ve eşit hizmet götürmekle yükümlüy dük. Onlarsa, böyle bir "mahrumiyet bölgesi"nde görev yapma özverisine katlandıkları için, her olanağın kendile rine kayıtsız koşulsuz sağlanması gerektiği görüşündeydiler. O hiyerarşik düzen içerisindeki yerlerine göre, fabrika çiftliğinden süt ve yumurta almaktan fabrika doktorların200
dan yararlanmaya kadar her tür hizmet, kendi bildiklerin ce ve hiçbir kural tanımadan onlara verilmeliydi. Müdür lojmanlarının bahçesini sulayan bahçıvan, misafirhanede ki özel salonda hizmet gören garson, makam arabasında ki şoför ne ise, hekim de ona yakın bir şeydi. Bu anlayışın yaygınlığında belki fabrikanın uzun süre hekimsiz kalarak sağlık işlerinin sağlık memurları tarafından yürütülmüş olmasının da rolü vardı. Ama asıl sorun, sanırım sistemin kendisinden doğuyordu. Bir de bizim, Almanya gibi he kim-hasta ilişkilerinin çok iyi düzenlenmiş, görev ve yetki sınırlarının iyice belirlenmiş olduğu bir ülkeden yeni gel diğimiz düşünülürse, ortamın çatışmaya ne kadar elverişli olduğu anlaşılır. Böylece ilk günlerde başlayan üst düzeyle sürtüşmeler türlü olaylarla sürüp gitti. Bizim, fabrika hekimliğine bir kişilik kazandırma, hizmeti belli bir düzen içerisinde ko nulmuş kurallara göre verme çabamıza rağmen, onların alışkanlıkları bu iş ilişkisi kopma noktasına gelene kadar değişmeyecekti. Sonunda, fabrikanın toplantı halindeki dört müdürüne, kendileri hakkındaki düşünlerimi o güne kadar hiç duymadıkları bir açıklıkla söyledikten sonra is tifa dilekçelerimizi verecektik. Ama o güne daha iki yıl vardı. Ya işçiler? Onlar tarafından sevildiğimizi, anlaşıldı ğımızı da sanıyorum. Çünkü o son gün istifalarımızı dur durmak için birtakım girişimlere kalkışacaklar ve bunu yine biz önleyecektik. Aslında işimiz ağırdı. Fabrikada ve çevrede eşimle ben den başka hekimin olmayışı, ebe ve hemşire bulunmayışı, gelenlerin de uzun süre kalmamaları işimizi zorlaştırıyor du. Sürekli nöbette gibiydik. Üstelik birimizin işi olduğu zaman, doğal olarak diğerimiz de ona yardımcı oluyor, birlikte çalışıyorduk. Eve gitmeyerek, revirdeki muayene 201
masalarının üstünde biraz dinlenerek sabahladığımız ge celer çok olmuştur. Ertesi günü ise günlük çalışma başlı yordu. Büyük kentlerden ve hastanelerden uzak, olanca so rumluluğu kendimiz yüklenerek, danışabileceğimiz yar dım umabileceğimiz kimse olmadığını da bilerek çalışmak, hekim olarak yetişmemiz, deneyim edinmemiz bakımın dan çok yararlıydı. Bir doğum, bir ağır hasta beklerken vermemiz gereken önemli bir kararın öncesinde durumu birlikte tartışır, en doğru olanı bulmaya çabalardık. Özel likle, kritik durumdaki bir hastanın revirde tutulması ya hut Samsun, Ankara gibi yerlere gönderilmesi konusun da hasta için en yararlı kararı vermek bizi çok yıpratırdı. Hastanın durumu, gideceği uzaklık ve süre arasında doğ ru bir denklem kurma zorunluğu vardı. Kırsal bölgelerde hiçbir zaman tek başlarına çalışmamış olan hekimler ne demek istediğimi zor anlayacaklardır. Böyle revirde geçirdiğimiz gecelerde çok bunaldığımız zaman birkaç dakika için revirin önüne çıkar, basamakla ra oturur birer sigara yakar, dinlenmeye çalışırdık. Herkes uykudadır. Sessiz, çok sessizdir ortalık. ileride fabrikanın kapkara görüntüsü. Üstümüzde yıldızlar, yıldızlar. . . Terte miz bir hava. Sonra yavaş yavaş gün ağarmaya, çevredeki ağaçlar şekillenmeye başlar. Gece çalışanlar, nöbet tutanlar çok iyi bilirler, sabaha karşı midenizde bir eziklik, karnınızda bir gerilme, bir yanma vardır. Bir karamsarlık, bir sıkıntı her yanınızı sa rar. O ilk gün ışıklarıyla yeniden güç kazanırsınız. Koca dünya bir kez daha uyanıyordur. ilk serçeler uçmaya öt meye başlarlar. Yaşam yeniden güzel görünür gözünüze . . . İşte genellikle d e o saatlerde beklediğiniz doğum gerçek leşiverir. Neden çoğunlukla o saatlerde ? Bir yığın bilimsel 202
açıklaması vardır elbet. Yeterli midir? Yoksa bebeğin, ya şamın güzelleştiği o saatlerde günün kötülükleri pislikleri henüz ortalığa saçılmaya başlamadan dünyaya gözünü açması doğanın bir tür kutsaması mıdır? Böyle anlarda, hele hekimseniz düşünür kalırsınız. Doğum-yaşam-ölüm. Nedir, neyin nesidir, bir anlamı, bir amacı var mıdır bu olup bitenin ? Şu üç sözcüğe indirge nebilecek serüvenin gizleri yanında her şey, gündelik so runlar, tüm öğretiler, her şey ufalır, küçülür. Hekimlik de! Hekim olarak gücümüzün ne kadar sınırlı olduğunu insan bu meslekte yıllar geçtikçe daha iyi anlar. O büyük gize en çok yaklaşılabilen meslektir hekimlik. Onun için de güzel dir. Ama bir yerde yetersiz kalır. Ölümü ancak geciktirebi lirsiniz, hastayı iyileştirmekse durumu başlangıç noktası na dönüştürmek, doğal olanı yeniden sağlamaktan öteye bir anlam taşımaz. Bunlarda bulamadığımız yaratıcılık duygusunu bir ölçüde doğumda tadabileceğinizi ben o uykusuz geçen Suluova gecelerinde anladım. Bir ucundan da olsa o yaratıcılığa katılmış oluyordunuz yaptığınız yar dımla. Var olmuş yepyeni bir canlının dünyamıza gelişine tanık olmak! Bunun verdiği mutluluk ve yararlı bir şey yapmış olma duygusu ne hasta iyileştirmekte vardır, ne de ölümü geciktirmekte ! Hoş geldin, hoş geldin bebek! Suluova' da geçirdiğim o iki yıl, hekimlik yaşamımın en yoğun, en dolu günleridir. Ve de en öğretici! Hekim olarak öyle sanıyorum ki çevremize yararlı olduk, bazı kişilerin yaşamları bizim çabalarımızla kolaylaştı, belki de uzadı. Daha iyi, daha yararlı olamaz mıydık ? Elbette olurduk. Sınırı yoktur bunun. Suluova'da, bizim fabrikanın 4-5 km kuzeyinde, Yeni Çeltek'te Turhal Şeker Fabrikaları'nın linyit işletmesi var dı. Fabrikanın kömürü oradan sağlanırdı. Haftada üç gün, 203
öğleden sonraları ek görev olarak oraya giderdim. Yeni açılan, çalışma koşulları zor bir yeraltı işletmesiydi. Ter sakan Çayı'nın bir tarafındaki Amasya il Özel İdaresi'ne bağlı Eski Çeltek Linyit İşletmesi'nde üretim kolay ve teh likesiz olduğu halde, çayın öbür tarafındaki bizim ocakla rın son derece tehlikeli oluşu jeolojik yapının yol açtığı bir şanssızlıktı. Bizim tarafta, yer katmanlarındaki kaymalar göçükleri kolaylaştırıyor ve en kötüsü grizu birikimine ne den oluyordu. Madende çalışanlar sert ve çetin kişilerdi. Genellik le çevredeki Alevi köylerinden ve Karadeniz yöresinden gelirlerdi. Sonuncuların yönetimi kolay değildi. Araların da kimliğini gizlemeye çalışan, hatta çift nüfus cüzdanı kullanan kişiler çoktu. Kan davası, eski hükümlülükler, sabıkalardan ötürü tanınmak istemezlerdi. Muayeneye geldiklerinde bedenlerinde eski bıçak, kurşun yaralarının izlerini görürdüm. İşletmedeki yardımcım, sağlık memuru da Karadenizliydi. İyi anlaşırdık. Ama daha ilk günden kafası bir noktaya takılmıştı, niçin silah taşımıyordum ? Ona göre erkek adam silahsız gezmemeliydi. Bir gün sabrı tükendi, bir Kırıkkale tabancası getirdi bana. Onsuz ol mazmış, ayıpmış. Onlardaki bu silah tutkusu güvenlikle rini sağlamanın yanı sıra ezilmiş benliklerindeki küçüklük duygusunun giderilmesine de yardımcı oluyordu herhal de. Tabancayı bir kenara koydum. Bazı geceler eşimle köylere, dışarı gitmek gerektiği zaman yanıma aldığım oldu ama gerekse kullanabilecek miydim? Kullanmasını da bilmezdim ki ! Bir gün, bizim Karadenizli sağlık memurunun çok se vinçli oluşu dikkatimi çekti. Ne olmuştu ? " Bizimkiler du vara yapiştirmişlar onlari! " Memleketlileri bir kız birine kaçmış. Yakınları iz sürmüşler, buralarda gizlendiklerini 204
öğrenmişler. Bir gece kaldıkları odanın pencerelerinden vurmuşlar onları. Tam kırk kadar kurşun atarak! Duvara yapışanlar onlarmış. Yazılı olmayan kendi yasaları böyle gerektiriyormuş ! Bir ara, bizim Karadenizlilerin en azılılarından birkaç kişiyle gereksiz istirahat istemeleri yüzünden vizitede takış tık. Bundan sonraki muayene gününde küçük bir gösteri yaptılar. Muayeneye bellerinde bıçaklarıyla geldiler, ceple rinde tabanca olduğu anlaşılan şişkinlikler vardı. Bunları özellikle göstermeye çalışıyorlardı. Anlamazlıktan geldim. İki gün sonra, şu benim Kırıkkale tabancayı görünür şekil de muayene odasındaki masanın üstüne koydum, viziteyi öyle yaptım. Gelen masaya bakıyor ama hemen gözünü kaçırıyordu. Sonra her şey düzeldi. Anadolu' da hekimliğin kitaplarda olmayan ve de ne bizde ne Almanya'daki fakül telerde öğrenilemeyen başka yönleri de vardır. Madenle ilgili en acı anım o grizu olayıdır. Bir öğleden sonraydı. Fabrikanın revirindeydim. Maden yönünden bir patlama sesi geldi. Dışarı çıktık. Oradan siyah bir du man yükseliyordu. Ambulansla madene vardığımda orta lık karmakarışıktı. Koşuşturanlar, hafif yaralılar, üstü başı yanık işçiler. Ama asıl felaket aşağıdaydı. Grizu patlama sıyla oluşan göçüğün arkasında kalanlar vardı. Elbette sağ değildiler artık. Göçüğü temizlemeye başladılar. Birkaç saat sonra madenin çevresi işçi yakınlarıyla dolmuştu. Çoğu kadın ve çocuktu. Hiç konuşmuyorlar, öylece duruyorlar, bakıyorlar ve bekliyorlardı. Hep bek liyorduk. Aşağıyla bağlantılı bir iki aracın sesinden başka hiçbir gürültü yoktu. Böyle sahneler yalnız filmlerde olur sanırdım. Şimdi içindeydik. Uzaktan giderek artan motor sesleri duyuldu. Birkaç kamyon geldi. il merkezinden jan darma getirmişlerdi. Onları her yana dizdiler. Ocak ağzın205
da bir hareket oldu. Sonra ilk sedye. Çıkarılan, elbiseleri tümüyle yanmış, siyahlaşmış, neredeyse kömürleşmiş, tanınmayacak durumda bir cesetti. Sedyenin bizim sağ lık merkezinin önüne konmasıyla maden alanını çevirmiş tel örgülerin dışında toplanmış o sessiz topluluktan göğe korkunç bir ağıt yükseldi. Jandarmalar hareketlendiler. Bulunduğumuz yere doğru koşmak isteyenler önlendi. Sedyeyi içeri aldık. Üstüne bir çarşaf çektik. Yapılacak başka bir şey yoktu. Sonra yine o sessiz bekleyiş. Yeniden bir koşuşturma, hareket ve o yürek parçalayıcı ağıt ... Biri daha çıkarılmıştı. 8-1 O saatte iş tamamlandı. Şimdi sağlık merkezinde kavrulmuş, çıplak, dört madenci yan yana ya tıyordu. Günlerce unutamayacağım o yanık kokusu. Sav cı, jandarmalar, kimlik saptama çalışmaları. Bir yandan da tabutlar hazırlanıyordu. Daha cesetlerin çıkarılması tamamlanmadan söylen tiler alıp yürümüştü. Aşağıdaki havalandırma yetersizliği kazanın nedeniydi, mühendisler gerekli önlemi almamış lardı, çıkarılan ölülerin cebinde kibrit bulunmuştu; hayır maden mühendislerinden biri yanık elbisenin içine kibrit koyarken yakalanmıştı. Karadenizlilerin şefi durumunda ki bir maden çavuşu vurmak için işletme mühendisini arı yordu, mühendis kaçmıştı . . . Bir yığın söylenti. İşçilerin ve yakınlarının en duyarlı oldukları böyle bir zamanda yöne ticilerce yapılabilecek en yanlış hareket, herhalde kazanın suçunun işçide olduğunu savunmaktır. Böyle sorumsuzca bir davranış o insanları çılgına çevirmeye yeter. Bunu yapan biri de ortaya çıkacaktı. Teknik işlerle il gisi olmayan bir yönetici. Hem de o sözleri, ortalığı kap lamış yanık et kokusundan hiç etkilenmeden, o gün hiç kimsenin yiyemediği tas kebabını yemekhanede şaşkınlık dolu bakışlarımız arasında ağır ağır çiğnerken ortaya ata206
caktı. Kişisel bir duygusuzluk muydu yoksa onulmaz bir işçi-yönetici kopukluğunun hastalıklı bir belirtisi mi? O sözler hızla ortalığa yayıldı ve içeride yakınları, arkadaş ları bulunanlar çılgına döndüler. O zaman da jandarmala rın getiriliş nedeni anlaşıldı. Bir şeyi daha gördüm: Devlet gücü ve otoritesinin bizim halk üzerindeki geleneksel etki sini ve gücünü. Acıyla kıvranarak en büyük tepkileri gös terecek olanlar bile üç sırmalı bir jandarma başçavuşunun önünde suskunlaşıveriyorlardı. Ertesi gün cesetlerin geceyi tel örgülerin dışında geçir miş yakınlarına verilmesi işlemine başlandı. Fabrikanın maaşlı bir hocası vardı. Yıkama ve kefenleme işlemini yapması için onu getimik. Ama hoca efendi bunun ken di görevi olmadığını ileri sürüyordu. Cesetlerin durumu onu ürkütmüştü anlaşılan. Olayın başından beri ilk kez soğukkanlılığımı yitirdim. Fabrikada yıllardır yiyip içerek semirmiş hocaya o işi yaptırdım. Nasıl yaptırdığımı yaz mak istemiyorum. Sonra ağlayan, bağıran kalabalığa ce nazeleri teslim ettik. Bazılarına yatıştırıcı iğneler yapmak gerekti. Önce cenazeler ve kalabalık, sonra birkaçı dışında jandarmalar gittiler. Yorgun, karmaşık duygularla dolu, sağlık merkezinde masama oturdum. Masanın dolabını açmamı sağlık memuru engelledi: "Ne olur, orayı elleme doktor bey. " Elbette açtım. Ağzına kadar bıçak ve tabanca doluydu. Jandarmanın bir arama yapmasından korkarak, nasıl olsa sağlık merkezi aranmaz düşüncesiyle bunları benim dolaba doldurmuşlardı. Sağlık memuru gözleriyle yalvarıyordu. Bir şey söylemeden dolabı kapadım. Bu kez de en son sığınakları hekim olmuştu! Bu grizu olayı bir büyük dersti benim için. İş güven liğinin, iş hekimliğinin önemini somut olarak gösteren 207
bir ders, işçi dediğimiz o kişilerin jandarma korkusuyla mühendise, yöneticiye kinle gazapla bakmaktan başka bir şey yapamadıklarını gözlediğim ama bana, hekime, yalnız bana; yardımcı olmak, bir şeyler yapabilmek için çırpın dığımı gördükleri zaman yakınlıkla, yakarıyla ve biraz da sevecenlikle bakan o insanların bize okullarda öğretilme miş beklentilerini anlatan bir ders. Anlayışa ne çok gerek sinimleri vardı. Ne kadar yalnız ve köşeye itilmişlerdi ve biz onlardan ne kadar uzaktık! Doğal olarak ve de çoğu kez olduğu gibi kazadan kim se sorumlu olmadı. Kazanın nedenleri, başka madenlerden gelenlerin verdikleri bilirkişi raporlarının karışık tümceleri arasında yitip gitti. Ama biz oradan ayrıldıktan birkaç yıl sonra, yine o ocakta öylesine bir grizu patlaması olacaktı ki ! Türkiye'deki maden kazalarının en büyüklerinden sa yılan o olayda tam 68 madenci ölecekti. Bu kez cesetleri yukarı bile çıkaramayacaklar, patlamadan sonra galerileri su basacak, bulundukları bölüm kapatılacak, orası yerin birkaç yüz metre altı, o 68 kişinin mezarı olacaktı. Grizu patlamasını ve olayla ilgili gelişmeleri hiç unut madım, hiçbir zaman da unutmayacağım. Suluova' da çalıştığımız günlerde, bizim kafa yapımızda iki kişinin kısa süren bir muayenehane deneyimi geçirmiş olmamız bugün bana gülünç geliyor, biraz da utanıyorum bundan. Ama çevrenin etkisi ve baskısı güçlüydü. Mua yenehane açmayan hekim görüntüsü o kadar alışılmamış bir durumdu ki hekimin beceriksizliği, yeteneksizliğiyle eş tutuluyordu. Bizde de neredeyse bir aşağılık duygusu gelişmeye başlıyordu. Sonunda şu işi bir de biz deneyelim dedik. Amasya'da, Buğday Pazarı'nda bir daire tuttuk. Hafta da iki gün öğleden sonra burada özel hekimlik yapacaktık. 208
Tabelaları astık, beklemeye başladık. Alt katımız bakka liye, karşımızda tahıl satan dükkanlar. Onların tabelaları arasında bizimkiler. Binaya girerken biraz sıkılıyor, görün memeye çalışıyorduk. Bana ilk gelen Amasya' da askerliği ni yapmakta olan bir yedeksubay gençti. Yapılacak iğnesi varmış. İki buçuk lira bırakıp gitti. Eşime daha çok hasta geliyordu. Hanım kadın hastalıkları uzmanı Anadolu'da altın madeni gibiydi ya ! Ama o da kürtaj yapmıyordu. Böylece bizim maden de işlemiyordu. İkimiz de gelen hastaları iyice incelemeye, sanatımızı en yararlı ve dürüst şekilde yapmaya çabalıyorduk. Bu ise kazanç yolu değil di. Birçok meslekte olduğu gibi hekimlikte de o mesleği iyi yapmakla çok para kazanabilmek eş anlama gelmez. Kendimizi pahalıya satabilme yeteneğimizin olmaması bir yana, vicdanların biraz hafife alındığı bir hekimlik piyasa sında mesleğin kurallarını sıkı sıkıya uyguladınız mı başa rı (kazanç anlamında) şansınız çok düşer. Hekimlikte temel kural, önce hastaya zarar verme mektir. Bir gün, muayenehanede bir hastada oldukça ağır bir şeker hastalığı saptadım. Hem de tüm laboratuvar in celemelerini de yaptırarak. Tedavinin, duruma uyan bir diyet ve insülinden oluşması gerekiyordu. İkisini ne kadar dengelerseniz, hastanın yaşamı o kadar uzar. Hastalığın mekanizmasını ve diyetin önemini uzun uzun anlattım. Çok sevdiği bir yığın yiyeceği kısıtlamam hiç de hoşuna gitmedi. Bir süre sonra bir başka hekime giden hasta övü nüyordu: " Birincisi beni aç bırakacaktı. Ama bu her şeyi yediriyor. Bana, 'Sana öyle ilaç vereceğim ki tatlı, börek, her istediğini yiyeceksin' dedi. " Evet, demişti. İnsülin do zunu son derece yükseltmiş, diyeti kaldırmıştı. Gündelik yaşamında hastayı hoşnut etmişti ama hastalığı hızlandır mak ve yaşam süresini kısaltmak pahasına ! 209
Yine de tüm olumsuz etkenlere karşın zamanla tutu nacaktık. Eğer muayenehaneciliği sürdürebilseydik! Ama şu hekimle hasta arasındaki doğrudan para ilişkisi de bize ağır geliyordu doğrusu. Hastanın elinden para almak! Sanki meslek kirleniyor, biz de küçülmüş, satın alınmış gibi duyuyorduk kendimizi. Hekimlik bir zanaat olmak tan öte bir şeydi bize göre. Bir gün, yine muayenehanede oturmuş hasta bekler, Buğday Pazarı'ndaki dükkanları seyrederken birdenbire uyandık: Ne işimiz vardı bizim burada ? Zamanımızı karşı kaldırımdaki nohut, fasulye, arpa çuvallarını seyrederek geçirmek ve en ağırı, mesleği dosdoğru para karşılığı yap mak ? Tıp satılık bir meta, bir bakkaliye malı mıydı ? Ve o gün tası tarağı topladık, tabelaları indirdik, muayene hanede otururken gözümüzde tüten, kendi kurduğumuz revirimize, asıl işimize döndük. O günden beri şu bizim tabelalar evin kömürlüğünde durur, arada bir gözüme iliş tiklerinde aklıma Amasya'nın Buğday Pazarı gelir. Yüzle rini duvara çevirir yahut üstlerine bir şey örterim. Hiç kimse kusura bakmasın, isterse bağnazlık desin, muayenehanecilik piyasası kurallarına, muayenehane iş letilebileceğine de inanmam, inanamam. Suluova'daki en kötü anım, kendi yanılgı payımın olup olmadığını bugün bile düşünmekten vazgeçemediğim bir kuduz olayıdır. Revire gelerek yarasına dikiş atılan bir kişinin kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olduğu son radan anlaşıldı. Türkiye'de kuduz aşısı uygulama yetkisi belirli hastanelere verilmiştir. Amasya Devlet Hastanesi de bunlardan biriydi. İlgili uzman hekim, başta eşim olmak üzere yaralıya bakmış tüm revir personeline kuduz aşısı uygulamaya başladı. Verilen günlük aşı dozu bana yüksek görünmüştü. Uyardım. Sağlık Bakanlığı'nca gönderilmiş 210
Müstesna ve Engin Tonguç.
bir genelgedeki aşı dozu tablosunu gösterdi. Buna göre yaptığı doğruydu. Aşının beşinci günü sağlık memurlarımızdan birinin el ve ayaklarını hareket ettiremediğini bildirdiler. Tıpta çok korkulan, el ve ayaklardan giderek gövdeye doğru yayı lan ve sonu ölümle biten bir felç türü söz konusuydu ve büyük olasılıkla yapılan aşının bir sonucuydu. Çok sevdi ğimiz sağlık memurumuzu ambulansla hemen Samsun'a, sinir hastalıkları uzmanına götürdük. Ne yazık ki onun da yapacağı bir şey yoktu. Mehmet Efendi o gece öldü. Fabrikaya döndüğümde eşimin ve aşılanan personelden iki kişinin daha çok şiddetli bir alerjik rahatsızlık geçirmekte olduklarını gördüm. Hastanede bize aşıyı uygulayan uz mana olanları anlattım; durumu hemen Ankara'ya, kuduz müessesesine ve Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne bildirmesini, bü yük olasılıkla aşıda bir bozukluk yahut dozda bir yanlışlık olduğunu sandığınu söyledim. Ama o çok soğukkanlıydı, anlattıklarımdan ve olanlardan fazla etkilenmişe benzemi211
yordu. İşin tuhafı, 14 günlük aşı uygulamasını yine bu doz larla sürdürmek niyetindeydi. Durum aydınlanıncaya ka dar kimseyi aşıya göndermeyeceğimi bildirerek ayrıldım. Ankara'ya durumu bildiren yıldırım teller çektim. O arada, ilçe jandarması resmi bir yazı getirdi. Devlet Hasta nesi, aşı uygulamasını sürdürebilmek için falanca yasanın şu maddesine göre zor kullanılarak hastaneye getirilmemizi istiyordu! Jandarmaya hiçbir şekilde gitmeyeceğimizi söy ledim. Birkaç saat sonra Ankara'dan telimize karşılık geldi: Hıfzıssıhha Enstitüsü verilen dozun çok yüksek olduğunu, 5 gün içerisinde 14 günlük kürde almamız gereken dozdan çok daha fazlasını almış olduğumuzu, uygulamanın hemen durdurulmasını, ölenin başının kesilmesini, incelenmek üzere kuduz kurumuna yollanmasını bildiriyordu. Elbette bir gün önce toprağa verdiğimiz zavallı sağlık memurunun başını yollamaya kalkışmadık. Hastanedeki meslektaşımızın gösterdiğim tel karşısında hala direnmesi ise akıl alacak iş değildi. Onu ancak, yine yıldırım teller le durumu Sağlık Bakanlığı'na anlatıp oradan kendisine emir verilmesi üzerine durdurabildik. Bu arada, eşimdeki alerjik rahatsızlık daha da şiddetlenmiş, kalp atışlarında düzensizlikler başlamıştı. Bunları aylarca çekecek, hasta nede yatmak zorunda kalacaktı. Aşının yanlış dozda uygulanmasının nedeni daha son ra anlaşıldı. Hazırlanan kuduz aşılarının etkinliği birkaç yıl önce artırılmış, üç katına çıkarılmıştı. Hastanedeki genelge eski duruma göreydi. Aşıyı uygulayan uzmansa birkaç ay önce kuduz aşısı uygulama yetkisi olmayan bir sağlık merkezinden hastaneye naklen atanmıştı ve kuduz kursundan da geçmemişti. Yeni dozları bildiren genelge ise hastaneye ya gelmemiş ya bir kenara atılmıştı. Sağlık Bakanlığı olayı soruşturmaya bile gerek görmedi. 212
Her hekim gibi benim de meslek yaşamımda yanlış lıklarım, en azından yetersizliklerim elbette vardır. Ama hiçbir olay, doğrudan doğruya benim sorumluluğumda olmamasına karşın, yine de bu olay kadar acı vermemiştir bana. Niçin ilk gün, o aşı dozunun yüksekliğinden şüphe lendiğim ilk gün daha etkin davranmadım, işi derinliği ne araştırmadım ? Buna yanarım, üzülürüm. Evet, niçin ? Sanırım bunun açıklaması şudur: Almanya'daki 4,5 yıl lık asistanlık sürecinde aşırı düzen, disiplinli davranma, görev ve sorumluluklarda belirlilik, özenli çalışma gibi ilkelere dayanan bir ortamda iş görmüştüm. Edindiğim alışkanlıklar Amasya'da halen etkisini sürdürüyordu. Ye terince yerlileşememiştim. Bu tür yanlışlıklar ve vurdum duymazlıklar olabileceğini kavrayamıyordum. Bunun za rarı o adamcağıza dokundu işte. 1 960 yılına girdiğimizde ülkedeki politik gerilim artık kopma noktasına yaklaşmıştı. Hele taşrada, kırsal bölge lerde çok partili yaşam iyice yozlaşmıştı. Halk yönetimi ile birtakım yerel zorbaların egemenliği eş anlamlıydı. Bu kişiler her türden kural ve düzenlemenin dışında, hatta üstünde oldukları inancındaydılar. Bizler de böyle küçük kasaba politikacılarıyla takışmaya başlamıştık. Bunlar dan birinin bizim revire izinsiz hasta ziyaretine girmesini engellemem üzerine bu yörede pek yaygın olan bir suç lamaya başvurdular: Sözde, Alevi kökenlilere ayrıcalıklı davranıyormuşum. 1 960 Mayıs ayı başlarında Ankara'dan başbakanlık özel kalem müdürü olay hakkında fabrika müdüründen bilgi istedi. Bir soruşturma açıyorlardı. Nelerle uğraşı yorlardı bunlar? Müdür biraz telaşlandı ama soruşturma yapılamadı. 27 Mayıs gününe ulaşmıştık. O sabah uyan dığımızda bir türlü ısınamadığım, içtenliklerine, halktan 213
yana özgürlüklerden yana oluşlarına hiç inanamadığım on yıllık Demokrat Parti iktidarının devrildiğini gördük. O gün duyduğum sevinci, mutluluğu yaşamım boyunca duymadım. Yeniden dünyaya gelmiştik sanki. Kuşlar gibi hafiftik. Hukukun, bilimin, aydının sesi duyulacaktı artık. Türkiye, o özlediğimiz, kalkınmış, uygar ülke olma yolu na girecekti. Ankara'ya, eve telefon ettim. Onlar da sevinçliydiler. Babamın sesi coşku doluydu. Telefon hatlarını fazla işgal etmemek için kısa kestik. Meğerse son konuşmamız ola cakmış bu! O coşku ve mutluluk dolu günler bizim için bir aydan fazla sürmeyecekti.
214
Babamın Ölümü
23 Haziran 1 960 sabahı Ankara'dan fabrika müdürüne telefonla babamın kaybını bildirmişler. Bana durumunun çok ağır olduğu, hemen yola çıkmam gerektiği söylendi. Ankara'ya kadar, beş saatlik yol boyunca ne olduğunu çok iyi anlamama karşın dilim varıp da yanımdaki eşime gerçeği soramadım. O da söyleyemedi. Hemen yola çıkmıştık. Tozlu Suluova-Merzifon-Ço rum-Ankara karayolu. Olanı biliyorum. Genişlemiş, ki reçlenmiş o koca damar açılıvermiştir. Sonra iç kanama. Bari acı çekmemiş olsa ! Acaba çok uzun sürdü mü ? San mam. Merzifon'u geride bırakarak döne dolaşa Çorum Yaylası'na tırmanıyoruz. Şimdi Alıcık bucağı. Uzaklar da, yamaçlarda boz köyler. Her birinde tek birer kırmı zı damlı yapı. Köy ilkokulları. 1 940'larda o tepelerden Gümüşhacıköy'e inip Merzifon-Havza üzerinden Ladik Köy Enstitüsü'ne gitmiştik bir kez. Kırmızı damlı yapılar yeni yükseliyordu o zamanlar. O koca damar. Onu röntgende görmüştüm. Ben Al manya' dayken 1 95 8'in Nisan ayında Ankara'dan tele fon etmişlerdi. Annemin sesi acılıydı: "Babanda bağırsak kanseri buldular. Yarın uçakla geliyoruz. " İlk kez uçağa bineceklerdi. Durumun ağırlığı bundan belliydi. Ham-
215
burg Havaalanı'nda karşılaştığımızda donup kalmıştım. Zayıflamış, erimişti. ilk bakışta umut yok demiştim. Ça lıştığım kliniğe yatırdık. Beni kliniğin adamı sayıyorlardı uzun süredir. Çok ilgilendiler. O bağırsak kanseri bir türlü bulunamıyordu. Bir şey olduğu kesindi ama neydi ? So nunda karnı açıp bakmaktan başka yol olmadığına karar verilmişti ki fakülteye yeni gelmiş cerrahi hocası bir farklı olasılık üzerinde durdu. O günlerde ben bizim iç hastalıkları kliniğinin röntgen bölümünde çalışıyordum. Bu bölümün şefi olan Doçent Gadermann'ın yanında. Büyük karın atardamarının fil mini birlikte çektik. Karanlık odada filmi banyodan çı karıp ekrana tuttuğumuz anı hiç unutmam. O koca da mar, normalin birkaç katı genişlemiş, her yanı kireçlenme plaklarıyla dolu, oradaydı. Bir gün açılacak, patlayacaktı. Donup kaldık. Sonunda ben konuştum: "Ne kadar ya şar ? " En sevdiğim hocamdı. Oralarda az rastlanan türden duygulu, yiğit bir adamdı. Karısının doğumdan sonra bu hastanede, anlaşılmadık bir şekilde tetanostan ölmesi so nucu içkiye başlamıştı. İkinci Dünya Sava� ı'nın sayılı ha vacılarındandı. Bir süre yüzüme baktı: "En çok beş yıl. O da sigarayı bırakırsa. " Sonra hiç konuşmadık. Sigarayı bırakırsa ? O içkiyi bırakabiliyor muydu ? Bir kaç yıl sonra hastanenin bahçesinde düşüp ölecekti. Beyin kanamasından, içkiyi bırakabilse herhalde yaşardı. Ya içe ride, röntgen masasında sonucu bekleyen adam ? Niye eli durmaksızın koskoca sigara paketlerine giderdi ? 1 95 8 'in Türkiyesi'nde mi sigarayı bırakacaktı, ardındaki geçmişin koca yüküyle ? Beklediğim gibi ne o sigarayı bırakabildi, ne diğeri içkiyi. Merzifon'dan gelen yol dar bir vadiden geçerek Çonım'a iner. İnce bir su, çevrenin kıraçlığında kucaklanası kavak 216
ağaçları. Bozkır güneşi tam tepede, insanın beynini yakar ken rüzgarda ne güzel salınırlar. Onların gölgesinde veril miş molalarda boz giysili ilköğretim seferberliği yürütücü leri . . . Biraz soluklanma ve yeni bir köye doğru gidiş. Türkiye'ye döndüğümüzde babamla o ilk yanlış teş hisi, şu bağırsak kanseri teşhisini koyan doktora gittik. Almanya'daki tüm incelemelerin birer kopyalarını ge tirmiştim. Yıllardan beri babama bakan en tanınmış, en iyilerinden, saydığımız bir hekimdi. Hastalığın kanser çık mayışının sevinci içinde bulguları gösterdik. Kırgınlık bir yana, gerçeğin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan işi başlatan adam olarak ona teşekkür ediyorduk. İçimizde en ufak bir art düşünce yoktu. Ben, hekim olarak da bu ilginç vakayla ilgileneceğini sanıyordum. Üstelik de Almanya'daki alış kanlığımla, hastanın asıl hekimi olan ona durumun akta rılmasını zorunlu sayıyordum. Ama amacımızı bir türlü anlatamadık. Çok bozulmuştu. Kanser çıkmış olsaydı, dediği doğru çıktı diye sevinecek miydi ? Babam durumu kurtarmayı denedi: " Oğlum da bu yıl dönüyor. Sizin yanınızda uzmanlık sınavına girmeyi ne kadar isterdi. " "Aman ne şeref, ne şeref bizim için! " Tersyüzüne çık tık. Hekimlik miydi bu ? Hayır, insanlık mıydı ? Bozkırın ortasında yine biraz su, biraz yeşillik, birkaç eski konak. Ortaçağ'dan kalma çarşısıyla Sungurlu. Düş lenen işlikli, tarım alanlı köy okulları. Gelişecek, açılacak köy ekonomisi. Köye çağdaş tarımı, tekniği sokma çaba ları. Ne uğraştı ya ! Sonuçsa kentlerin çevresindeki gece kondulara göçen eğitimsizler ordusu olmuştu. İlerideki yıllarda da Avrupalara göçmeye başlayacaklardı. 1 956 yılı yazında annemle Avrupa'ya gelmişlerdi. Hamburg' da bir ilkokul görmek istemişti. İzin almak için 217
milli eğitim müdürü gibi birine gitmiştik. Yıllardan beri yurtdışına çıkmadığı için Almancayı nasıl konuşacağını merak ediyor, yardıma hazırlanıyordum. Almansa bizi pek bir şeye benzetememiş, amacımızı da herhalde garip semişti. Kılığına kıyafetine hiç önem vermemiş, kendisini emekli öğretmen diye tanıtan bir yaşlı adam. Üstelik de Ortadoğu' dan. Babam beklemediğim kadar düzgün bir Almancayla konuşmaya başlamıştı. Dilbilgisi kurallarına çok uygun, ama çok uzun ve ayrıntılı, iç içe tümceler kurarak konu şuyordu. Yazı dili tümceleriyle. Şaşıp kalmıştım. Almanca okumayı hiç bırakmadığı anlaşılıyordu. Alman da şaşıp kalmıştı ama daha çok da bunalmıştı. Alman eğitim sis temi ve eğitim tarihi konusunda sınava girmiş gibiydi. Bu adam bunları nereden biliyordu, kimdi ? Ayrılırken kapıya kadar geçirildik. İzni de almıştık. Gittiğimiz ilkokulda bir kaç derse girip çıktı. Öğretmenlerle konuştu. Yargısı çok olumsuzdu. "Weimar döneminden sonra eğitim alanında hiçbir şey yapmamış bunlar. Hatta gerilemişler. Nazilerin zararı büyük olmuş . . . " Elbette öyleydi. Ne var ki, 1 9361 946 arasında Türkiye'de yapılan işin büyüklüğünü de buralarda kimse bilmiyordu. Karlsruhe'de öğrenciyken kaldığı evi arayıp bulmuştuk. Yanında kaldığı aileyi ta nıyan bir komşunun çıkmasına çocuk gibi sevinmişti. Ve İsviçre'de Pestalozzi'nin mezarı başında düşünüp kalışı ! Kırıkkale yakınları. Oradan kuzeye, Sulakyurt'a doğ ru Alevi köyleri vardır. Bir gece geç saatte böyle bir köye girmiştik. Ben ortaokul öğrencisiydim. Ellerinde fener lerle bizi bir eve götürdüler. Odada çepeçevre, 20-30 kişi oturmuştu. Bizler de çöktük. Beyaz sakallı bir kocakişi konuşmaları yönetiyordu. Sonra bir tasla rakı geldi. Be yazlaşmayan, anasonsuz rakı. Anlaşılan kendileri yapı218
Müstesna Tonguç, Engin Tonguç ve Talip Apaydın.
Naciye ve Mahmut Makal, Engin Tonguç, 1 Haziran 2 003 .
219
Mehmet Başaran, Dursun Kut, Engin Tonguç, Soma Sendika Oteli.
yorlardı. Önce o yaşlı bir yudum aldı. Sonra tas elden ele geçmeye başladı. Sıra bana gelince yanımdaki yüreklen dirdi: "İç oğul, bir yudum al. Bizde içilir. " Gözleri iyilik dolu sevecen insanlardı. Ankara'da nutuklar atıladursun, Anadolu'da Anadolu'nun düzeni geçerliydi. Eğitimin de katkısıyla tüm Anadolu'yu hal hamur edip Cumhuriyet'i özümsemiş bir ulus yaratılabilecek miydi ? Hasanoğlan, o umutların gömülü olduğu yer, sağımız da kaldı. Kayaş yönünden toz toprak içinde Ankara'ya girdik. Babam beyaz bir çarşafın altında upuzun yatıyordu. Açtılar. Yüzü soluk, çok soluktu. Gözleri kapalıydı. Du daklarında biraz acılı ama daha çok olandan ötürü özür dilermiş gibi bir gülümseyiş vardı. Hem o idi hem değil di artık. Elini tuttum. Üstü damarlı, parmakları nikotin lekeli iri elini . . . Etlik'teki evde bana çivi çakmasını, ağaç budamasını öğretirken yahut resim yaparken becerisini 220
özenerek seyrettiğim elini. Bir süre bırakamadım. Öyle vedalaştık. Eve gelip gidenler giderek artıyordu. Arkadaşları, eski köy enstitüsü yöneticileri ve öğretmenleri, eski öğrenci ler... Orada, hemen yanı başında iki köy enstitülüyle tanış tık: Dursun Kut ve Fakir Baykurt. Önümüzdeki yıllarda onlarla ve daha önceden de tanıdığım Mahmut Makal ve Talip Apaydın'la yakın arkadaşlığımız olacak, birlikte bir şeyler yapacaktık. Ve bir yeni dost daha; Mustafa Ekmek çi. O kadar köy enstitülü bir hali vardı ki! Hep de öyle kalacaktı. Cenaze ertesi günü kalktı. Aile olarak bir tek şey iste miştik. Tabutun bayrağa sarılmasını. Bunun için gerekli izin, kısa bir süre sonra trafik kazasında yaşamını yitirecek olan 27 Mayıs'ın Ankara Valisi General İrfan Baştuğ'dan alındı. Dilekçemde onun olum var. Hacıbayram Camii'nin önü çok kalabalıktı. Birden bir kaynaşma oldu. İnönü gelmişti. Köy enstitülerinin ve eğitim seferberliğinin o tek kanatlı çok partili rej im uğ runa gözden çıkarıldığı 1 946'dan beri ilk kez bir araya geliyorlardı. Biri musalla taşında, diğeri de onun başında ! İnönü yakınlarını sordu. Beni gösterdiler. Elini öptüm. Bana sarıldı, öptü. Ben de sarılıverdim. Kollarımın ara sındaki ufak zayıf, yaşlı adamın sırtında kürek kemikle rinin çıkıntısını hissettim. Çok ince, bembeyaz bir cildi vardı. Okul kitaplarımızda Atatürk'ten sonra resmini en çok gördüğümüz o İnönü'yle yan yana duruyorduk şim di. Babamın tabutu önünde, yanında CHP'nin bazı ileri gelenleriyle. Bayrağa sarılı tabutu kaldırdılar. Yürümeye başladık. İnönü'yü görünce kaldırımlarda dizilmiş halk ona yak laşmak için ileri atıldı. Bir yandan da alkışlamaya başla22 1
Tonguç, vefatından k ısa bir süre önce ziyaret ettiği Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 'nde Sabahattin Eyuboğlu ile birlik te, Haziran 1 9 60.
dılar. Elinin sert bir hareketiyle alkışları durdurdu. Ama kalabalığın arasında sıkışıyorduk. Yanındaki CHP'lilerle birlikte yedi sekiz kişi kol kola girerek onun çevresinde bir yarım daire yaptık, ezilmesin diye. Birkaç adım sonra durdu, beni aradı: " Hayır, sen benimle gel. " Beni yanına çekti, koluma girdi. Öylece yürüdük, İnönü'nün; " Hayata gözlerimi yumarken hatırlayacağım tek şey, bu memleket te ilkokul davasının halledilme yoluna girmiş olduğudur" sözlerine neden olan işi yürütmüş kişinin tabutunun ar dından ... 222
Cenazeden sonra ev köy enstitülülerle doluydu. Baba mın, ölümünden 12 gün önce, 1 1 Haziran 1 960'ta, tam 14 yıl sonra ilk kez Hasanoğlan'a gitmiş olduğunu anlat tılar. Sabahattin Eyuboğlu bir Fransız gazetecisini götü recekmiş, birlikte gitmişler. Orada çekilmiş fotoğrafları gösterdiler. Son fotoğraflarıydı bunlar. Yüzünde acı alay lı bir gülümsemeyle çevresine bakıyordu. Biraz şaşırmış, biraz mutlu da denebilir. Geçen süre içerisinde o zaman dikilmiş ağaçların nasıl bu kadar büyüyebildiklerine çok şaşmışmış. Bir suskunluk oldu. Sanırım birkaç kişi birden aynı şeyi düşündük: Acaba onu Hasanoğlan'da mı toprağa verseydik ? Orada, enstitünün hemen arkasında, köye var madan küçük bir tepe üzerinde bir mezarlık vardır. Hem köyü hem okulu görür burası. O yer aklımızdan geçti. Ne var ki, yıllar sonra, şu terör olayları alıp yürüdüğü zaman, Hasanoğlan'da öyle olaylar çıkacaktı ki böyle bir şey yap mamış olmamıza şükredecektim. Birkaç gün sonra teşekkür etmek için İnönü'ye gitmek istedim. Babamın eski arkadaşı, aile dostumuz, CHP'nin ileri gelenlerinden Cevat Dursunoğlu bir randevu aldı. Onunla birlikte o günlerde İnönü'nün oturduğu Ayten Sokak'taki eve gittik. Bizi alt kattaki salona aldılar. Birkaç dakika sonra İnönü aşağıya indi. Bir kanepede beni ya nına oturttu. Düzgün giyimli, bakımlı. Cildinin çok ince ve beyaz oluşu bir kez daha dikkatimi çekti. Babamın hastalığını ve son yıllarda neler yaptığını sordu. Anlattım, hazırlanmakta olan anayasa taslağıyla ilgili ilköğretim konusundaki düşünlerini içeren bir kağıdı verdim. Aldı, cebine koydu. Sonra, " 1 946 yılından önceki çalışmaların dan ötürü daha sonraki yıllarda hiç pişmanlık duymaz dı. Yalnız sık sık yenilediği bir tek üzüntüsü vardı: 'İnönü 223
bize (Yücel'le ona) köy enstitülerinin sayısını kısa sürede 60'a çıkarın, savaş bitince bu işleri bize yaptırmayacaklar dır, demişti. Sayı bize çok yüksek göründü, yapamadık, buna yanarım' derdi " dedim. İnönü güldü, birkaç kez elini dizime vurdu: " Söyledim, söyledim. ilahi adam, ilahi adam . . . " Sonra yeniden has talığını anlattırdı. Babamın erken ölmesi onu ilgilendiri yordu. Bize şeker ikram etti. Benim nerede, ne yaptığımı sordu. Bir süre düşündü: "Demek Amasya . . . Şimdilik ay rılma sen oradan. " Evin dışı İnönü'yü görmeye gelenlerle doluydu. 27 Mayıs sonrasıydı ya. Böyle bir yerel politi kacılar heyetini içeri aldılar. Devrilmiş Demokrat Partici ler için söylemediklerini bırakmıyorlardı. İnönü'nün de kendilerine katılmasını bekler gibiydiler. O ise susuyordu. Sonunda bir tek söz söyledi: " Garip adamlardı. " Gelenler biraz bozuldular. Gitmek üzere kalktık. İnönü de bizimle birlikte bahçeye çıktı. Bekleyenlerden biri kendisini yere, ayaklarına attı. İnönü sinirlendi, adamı tuttuğu gibi kal dırdı. Daha birkaç ay önce Yunan orduları başkomutanı m teslim aldığı kentte, başına taş fırlatılan adamın şimdi ayaklarına kapanıyorlardı. Ayrıldıktan sonra Dursunoğlu'na, İnönü'nün, " Sen Amasya'dan ayrılma " demekle ne kastettiğini sordum. " Canım, seni milletvekili yapmayı düşünmüştür" dedi. Ben ve politika ! Böyle bir istek ve amacım olmaması bir yana, ben olduğum için değil de, yalnızca Hakkı Tonguç'la eş soyadı taşıdığım için milletvekili olmak! Bir daha bu konunun üstünde hiç durmadım. 30 Kasım 1 960'ta Amasya'dan ayrılarak Ankara'ya göçtük. Yaşamımızda yeni bir dönem başlıyordu.
224
2 7 Mayıs Sonrası Ankara'da
27 Mayıs'ın getirdiği özgürlük ortamında yıllardan beri baskı altında tutulan düşünler söylenebilir olmuştu. Bir aydınlanma ve bilinçlenme çağına girmiştik. Aydınların üstündeki baskı kalkmıştı. Temel hak ve özgürlükleri çiğ neyerek iktidarda kalmayı denemiş olanları deviren güç ler, ordu, gençlik ve aydınlar tam bir işbirliği ve anlayış içerisindeydiler. Şimdi herkes, elinden geldiğince bir şeyler söylemeye, yazmaya, yepyeni bir düzenin kuruluşuna kat kıda bulunmaya çalışıyordu. Bu arada 14 yıldan beri tek yönlü olarak saldırılan, kurucularının savunma olanağı bulamadıkları, lekelenmiş ve sonunda da bir tabu olup çıkmış köy enstitüleri konu su da birdenbire güncelleşivermişti. Hesap görme zamanı gelmişti. Akla kara belli olacaktı şimdi. Sırtını devlete da yayarak eli kolu bağlı kişilere saldırma dönemi bitmişti. Konunun güncelleşmesinde ilk adım, Yaşar Kemal'in Mil li Birlik Komitesi üyeleriyle yaptığı seri röportajlarda bu konuya da yer vermesi olmuştu. Konu üzerinde konuşabi lecek bir yetkili kişinin; babamın 27 Mayıs'tan bir ay ka dar sonra ölümü, başlayacağı anlaşılan tartışmalarda bir boşluk yaratıyordu. Ne yazık ki, bunu yine çok yetki ile konuşabilecek bir ikinci kişinin, Hasan Ali Yücel'in 1 96 1 yılı Şubat ayındaki beklenmedik kaybı izleyecekti.
225
Bu iki kayıpla, hareket en önemli bir dönemde baş sız kalıyordu. Sanki ikisi de o 27 Mayıs mutluluğu sona ermeden, onun yozlaşmasını, bozulmasını görmeden gö çüp gitmek istemişlerdi! Ülkenin her yerinde ise eski köy enstitülü yöneticiler, öğretmenler, eski öğrenciler kendi liğinden oluşan bir toparlanma, birleşme çabası içindey diler. Yıllardır çok acı çekmişler, çok haksızlıklara uğra mışlardı. Doluydular. Baskı döneminde bin bir güçlükle yayımladıkları yerel dergiler, kurdukları dernekler şimdi toplanma, örgütlenme odakları oluyordu. Hareketi bir leştirecek, yerel girişimlerin arasında eşgüdüm kuracak bir düzenlemenin gereği açıktı. Bunun için ilk çalışmalar İstanbul' da Sabahattin Eyuboğlu'nun düşün öncülüğünde başladı. Bir dergi çevresinde toplanılacaktı. Derginin adını da o koydu: İmece. Mesleğimle ilgisi olmayan bu çalışmalar arasında be nim bir yerim var mıydı, daha doğrusu olmalı mıydı ? Önümüzdeki günlerde köy enstitüleri konusuyla yoğun şekilde ilgilenmemden rahatsız olan kişilerin soracakları bu soruyu ben de kendi kendime sormuştum. Hem de işin başında babamın ölümünden sonraki ilk günlerde. O günlerin gecelerini ondan kalanları incelemekle geçir miştim. Büyük bir oda dolusu kitap, dosyalar, yığınlarla belge ve mektuplar. Çok yüzeysel bir inceleme bile bunla rın hem eğitim tarihi hem gelecekte konuya yön verilmesi bakımından çok önemli olduklarını gösteriyordu. Eğitbilim, toplumbilim, sanat ve sanat tarihi, yazın dal larında Türkçe ve Almanca yapıtları kapsayan kitaplığın yanı sıra, asıl ilginç olanlar belgeler, mektuplardı. İlköğre tim işinin başından sonuna kadar, önemli resmi belgele rin suretleri, yazışmalar, mektuplar, notlar, yazı taslakları saklanmıştı ve bir düşünün olgunlaşmasını, uygulanması226
nı aşama aşama gösterecek nitelikteydiler. Hele Milli Eği tim Bakanlığı yangınından sonra, birçoğunun asılları yok olmuş bazı belgelerin değeri herhalde daha da artmıştı. Bunları değerlendirmek, en azından bu işi yapacak kişiler ortaya çıkıncaya kadar korumak gerekiyordu. Önce hepsini yakın çalışma arkadaşlarına vermeyi dü şündüm. Ama hangisine ? Belgelerin gündelik yüzeysel ve kişisel amaçlarla kullanılmalarını istemiyordum. Üstelik daha ilk incelemede, bunların olduğu gibi ortaya serilmesi durumunda sürüp giden çekemezlik, sürtüşme ve hizip leşmelerin hızlanacağını da anlamıştım. Nitekim yine bu nedenle, daha sonraki günlerde, arşivin düzenlenmesi için çalışacak bazı arkadaşlarının belge ve mektupların bir bö lümünü görmemelerini de sağlayacaktım. Kitaplık ve bel geleri elden çıkarmayacak, gelecekte çok daha elverişli bir ortam oluşana kadar kendim değerlendirecektim. Bir soru daha vardı, basında ve düşün yaşamında hızla güncelleşen köy enstitüsü tartışmaları sırasında ve ensti tülülerin örgütlenme çabalarında İsmail Hakkı Tonguç adı ne ölçüde ve ne yönde kullanılacaktı? Öğretmenler genellikle duygusal eğilimleri güçlü bir meslek topluluğu dur. Onları bu yönden etkilemek kolaydır. Beklenmedik ölüm olayı, böyle bir etkilenmeye çok elverişli bir ortam yaratmıştı. Ama aramızda olmayan bir kişinin önümüz deki günlerin savaşımlarına karıştırılması elbette ona ya pılacak saldırıları da birlikte getirecekti. Tonguç adı birleşme, toparlanma, bir güç oluşturma amacıyla kullanılmalı mıydı ? Kendisi olsaydı ne yapardı ? Elbette tüm gücünü gelişmelerden yana koyardı. Üstelik adının kullanılmasını önleme olanağımız da yoktu. O hal de saldırıları da göze alarak bu durumu kabullenecektik. Ama bir koşulla, ona dayanırken elden geldiğince akılcı 227
ve nesnel yöntemler kullanmalıydık, duygusallığı geri it meliydik. Bana gelince, bunu çok düşündüm. Yukarıdaki yar gılar beni işin içine çekiyordu. Ayrıca çok küçük yaşlar dan beri beni kendi konusuyla ilgilendirmek, hatta tanık etmek için baskısız bir çabayı sürdürdüğünü de anlama manın olanağı yoktu. Hem en azından, herhangi bir va tandaş kadar benim de istediğim, inandığım bir konuyla ilgilenmek hakkım değil miydi ? Ne var ki, bir isim mirası nı sömürmeye kalkmış bir kişi olmak da istemezdim. Bir çıkar beklememek koşuluyla, yalnız bu koşulla işe ben de katılacaktım. Günü gelince de asıl işime dönecektim. Hiç bir kişi, bir yerlere erişmek için köy enstitüleri konusuyla uğraştığımı söyleyememeliydi. Aslına bakarsanız, koşullar böyle bir sömürü için son derecede elverişliydi. O günlerde ülkede en etkin dönemle rini yaşayan köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler öylesine bir coşku içerisindeydiler ki hiç abartısız Edirne'den Kars'a kadar kent kent ilçe ilçe, yalnız soyadından yararlanarak en yakın ilgiyi görmem işten bile değildi. Bunu hiçbir za man kullanmadığımı, o duygusallıktan yararlanmaya kal kışmadığımı, hatta onların coşkusunu elimden geldiğince soğukkanlı inceleme ve araştırmalara yöneltmeye çalıştı ğımı çok rahatlıkla söyleyebilirim. İşe etkin olarak katılma kararını verdikten sonra iş ya şamımı buna göre düzenledim. 1 Aralık 1 960'ta Anka ra' daki yeni işlerime başladım. İşlerime diyorum, çünkü iki işyeri söz konusuydu: Haftada üç gün Hasanoğlan'da ki Öğretmen Okulu'na (eski Hasanoğlan Köy Enstitüsü) gidecektim. Okulun hem doktoru hem sağlık bilgisi öğ retmeniydim. Sonraki yılların tartışmaları arasında, bu işe girmeme yardımcı oldukları halde, kendilerinin geçmiş 228
dönemlerde köy enstitülerine verdikleri zararları sergile mekten çekinmeyişimi eleştirenler ve beni iyilikbilmezlikle suçlayanlar oldu. Evet, bana yardımcı olunmuştu. Ama okula doktor bulmanın her zaman bir sorun olduğu, benim başvurumdan önce de okulun aylarca doktorsuz kaldığı bu gibilerin belirtmeyi unuttukları gerçeklerdir. Kı sacası bir kayırma söz konusu değildi. Ayrıca ne karşılığı olursa olsun, geçmişi değiştirmeye kalkışmayacağımı da bilmeleri gerekirdi. İki yarım gün de Milli Savunma Bakanlığı'nın daha önce çalışmış olduğum Ana Tamir Fabrikası'nın ben zeri, yalnız biraz daha ufağı olan Ankara Ağır Bakım Fabrikası'nda işyeri hekimliği yapacaktım. Böylece hafta da üç yarım günü tasarladığım kendi çalışmalarıma ayıra biliyordum. Bu iş düzenlemesi elbette yorucu olacaktı, ne var ki amacıma uygundu.
229
İmece, sayı
230
1,
Mart
1 96 1
(Karabey Aydoğan Belgeliği).
İmece Dergisi
Derginin ilk sayısı 1 Mart 1 96 1 'de yayımlandı. Başyazı İnönü'nündü. Bunu, CHP'nin muhalefet yıllarında sık sık İnönü'yle görüşebilen Mahmut Makal kendisinden almıştı. İnönü, yıllardan sonra ilk kez köy enstitüleri ko nusunda konuşuyordu. İkinci yazı Yücel'indi. Ne yazık ki derginin çıktığını göremedi, birkaç hafta önce onu kay betmiştik. İmece dergisi 1 960'tan sonraki yıllarda öğret menlerin hükümetlerce dikkate alınması gereken bir baskı gücü durumuna gelmelerinde önemli bir rol oynayacaktı. Derginin yönetimi, parasal kaynakları, dağıtımının alı şılmamış özellikleri vardı. Dergi Türkiye'nin her yerinde ki çok sayıda köy enstitülünün ortaklığıyla kurulmuştu. Dağıtım ve satışı da her ilçede saptanmış bir köy enstitülü temsilci tarafından yürütülüyordu. Aracı bayiler, dağıtım kuruluşları kullanılmıyordu. ilk dört sayıyı İstanbul'da işe önayak olan İmececiler çıkarmıştı. Ne var ki o onul maz hastalık, gereksiz anlaşmazlıklar pek çabuk kendini göstermişti. Ne de olsa köy enstitüsü yılları çok gerideydi artık. Dergi Ankara 'ya aktarıldı. İşin ağır bölümünü Dursun Kut ile ben üstlendik. Kut, geçmiş yıllardaki baskı dönemlerinde Isparta'da öğ retmenken Demet dergisini çıkarmıştı. O günlerde köy enstitülülerin sesini duyurabilecekleri sayılı birkaç yayın
23 1
organından biriydi bu dergi. Kut'un oradan çok deneyi mi vardı. Onunla birlikte çalışmamız yaşamımın en güzel anılarıdır ve kardeşlik düzeyinde bir arkadaşlığın baş langıcıdır. Önce evlerimiz derginin merkezi olarak kulla nıldı. Sonra Ulus'ta, postanenin arkasındaki sokakta bir işhanında oda bulundu. Derginin yönetim yerini oraya taşıdık. Gündelik işlerimizi bitirdikten sonra gece yarıla rına kadar çalışıyor, yazıları seçiyor, düzeltmeleri, sayfa düzenini yapıyorduk. Matbaada makinelerin başından ayrılamayışımız, bizim konuşma ve koşuşmalarımızdan etkilenen dizgicilerin, tertipçilerin gösterdikleri özel ilgi ve baskıdan çıkan ilk nüshalar. . . Paketleri yüklenip büroya gelişimiz. Dergilerin abonelere, ilçelerdeki temsilcilerimize postalanması. Elbette diğer arkadaşlar da bize yardımcı oluyorlardı. 1 96 1 yılının son aylarında büroda bir konuğumuz vardı: Doğan Avcıoğlu. Yön dergisini çıkarma hazırlıkla rı içerisindeydi. İmece'nin başarısından güç aldığını söy lüyordu. Bir yardım yapabilir miydik ? Elbette yapardık. Ona ilçelerdeki İmece temsilcilerinin adreslerini verdik, hepsine de çıkacak Yön'e yardımcı olmalarını, tanıtma larını bildirdik. 1 960'lı yılların en önemli düşün hareketine kaynaklık edecek Yön dergisi 20 Aralık 1 96 1 'de yayına girdi. ilk sa yısında bizim de imzalarımızın bulunduğu Yeni Devletçilik bildirisi vardı; bildiride köy enstitüleri konusuna da yer ve rilmişti. Böylece ilk kez, konu bir ilerici aydınlar kesiminin ortak çalışma programına girmiş oluyordu. Yayınını sür dürdüğü 1 967 Haziranı'na kadar Yön, eğitim sorunlarına ve köy enstitüleri konusuna sayfalarını hep açık tuttu. Yön'ün devamı sayılabilecek olan saha sonraki Dev rim gazetesinde de Avcıoğlu bu tutumunu değiştirmedi. 232
1 962 yılı 1 7 Nisanı'nda Yön, köy enstitüleri konusuna geniş yer verdi. Hatta Avcıoğlu, birkaç sayfayı olduğu gibi bize bıraktı. İlk kez, asıl yıkma işleminin 1 946- 1 950 CHP iktidarlarınca yürütüldüğünü orada açıkça anlattık, o dönemin yöneticilerini suçladık. Bu dergilerde ve günlük gazetelerde çıkan yazılarla köy enstitüleri sorunu giderek güncelleşiyordu. İmece'yi çıkarırken derginin kurucularının ( 1 2 kişi) düşün ve önerilerini almaya, elimizden geldiğince bir bir lik sağlamaya çalışıyorduk. Dergide bizden başka etkin şekilde görev yapanların başında Fakir Baykurt ve Mah mut Makal gelir. Derginin 39. sayısında, 5. sayıdan sonra Ankara'da M. Makal, D. Kut, E. Tonguç ve F. Baykurt tarafından hazırlandığı yazılıdır. Daha sonra benim ve ar dından Baykurt'un etkin yönetimden ayrılmamızla yöne ticiler ikiye inmiştir. 5 8 . sayıda o sayının M. Makal ve D. Kut tarafından çıkarıldığı kaydı vardır. Bundan sonra da dergi bir başka ekibe devredilmiştir. Yasal durum ilginçtir. Hepimiz memur olduğumuz için sorumlu müdürlüğü bir eski köy enstitülü, o günlerin yapı müteahhidi Hamza Soydaş yapıyordu. Bir etkinliği olma dığı, yazıları görmediği halde bize gösterdiği güven tamdı. Biz de aslında hiçbir sorumluluğu bulunmayan bir işten ötürü başının yasalarla derde girmemesi için çok dikkatli davranırdık. Dergiyi herhangi bir soruşturmaya uğratma dan bir başka ekibe teslim edince rahat bir soluk almıştık. 1 962 yılının Temmuz ayında dergiye paralel olarak kitap yayınları yapmak üzere İmece Yayın Kooperatifi kuruldu. Bir ay sonra önemli bir kitabı yayımlayabildik: Fay Kirby'nin Türkiye'de Köy Enstitüleri. Yazar o yıllar da Amerika ve Kanada'da öğretim üyesi olan Prof. Niyazi Berkes'in eşi idi. Kitap, Kirby'nin Amerika'da Columbia 233
Üniversitesi'nde köy enstitüleri konusunda yaptığı dokto ra tezinden özetlenmişti. Kirby, 1 960'tan önce Türkiye' de incelemeler yapmış, eski köy enstitüsü yönetici ve öğren cileriyle de konuşmuştu. Tez, o güne kadar bu konuda ya pılmış en ayrıntılı bilimsel incelemeydi ve basında, aydın çevrelerde büyük ilgi topladı. Aşırı sağcılar hemen suçlama kampanyasına giriştiler: Kitap Niyazi Berkes tarafından yazılmıştı; o halde tek yönlü ve kötü amaçlıydı. Gerek Kirby'yle gerek Berkes'le yaptığımız konuşmalar şüpheye yer bırakmayacak şekil de çalışmanın Kirby tarafından yapıldığını gösteriyordu. Ama Berkes özellikle tarihsel ve toplumbilimsel yönlerden yardımcı olmuş olabilirdi. Türkçeye çeviride de elbette büyük emeği olmalıydı. Bunların tümü son derece doğaldı ve kitabın değerini azaltıcı değil, artırıcı öğelerdi. Kitabın yayımı, solcu oldukları savındaki bazı kişilerin köy ensti tüleri konusunda takındıkları olumsuz ve şüpheci tutumu bir kez daha öne çıkarmalarına olanak verdi. Bunlar köy enstitüleri konusunu hiç bilmeyen yeni kuşakların akılla rını karıştırmayı sürdüreceklerdi. Dergiyi yönettiğimiz sürece kurucular arasında özellik le Sabahattin Eyuboğlu'nun görüşlerinden yararlanmaya çok önem veriyorduk. Bu durum, babamın da en yakın dostlarından olan bir büyük adamı yakından tanımama yardımcı oldu. Hele Eyuboğlu'nun ayda bir kez UNES CO toplantılarına katılmak üzere Ankara'ya gelmesi bu lunmaz bir olanaktı. Onun düşün ve sanat adamı olarak bilinen özellikle rine burada değinmeye gerek yok. Ama o bulunmaz in sancıl yanına değinmeden geçemeyeceğim. Evren, doğa, insan ve yaşam sevgisi bu kadar bilinçli, bu kadar yalın ve içten bir başka kişi tanımadım. Eyuboğlu'ndan sevgi 234
taşardı, beklentisiz art düşünsüz bir sevgi ! Tüm ilkellik ve kötülüklerden arınmış, günümüzün insanından çok üs tün, belki birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkabilecek gelişmiş bir insan türünün bireyleri herhalde ona benzeyeceklerdir. Eyuboğlu'yla birkaç saat birlikte olmak, bir aydın lık, bir mutluluk, bir arınma şöleniydi. Eyuboğlu her ay İstanbul'dan " Anadolu'ya acıkmış " gelirdi. Bazen o eski Bizans havasından yakınır, burada soluk aldığını söyler di. Bir Anadolu tutkunu, bir Anadolu ermişiydi. Bizim ile Batı'nın, bizde olan ile Batı'dan alınmaya değer olanların en olumlu senteziydi. Gelir gelmez, o seferin çevre gezisi programını yapardı. Ankara yöresindeki köyler, eski ka lıntılar, bazen gecekondular. . . Bunlara okşar gibi bakardı. Fotoğraf makinesi durmadan işlerdi. Küçük çantası daha sonra bize göstereceği slaytlar, filmlerle dolu olurdu. Gezilerden sonra akşam sofrası ve tadına doyulmaz söyleşiler. . . Sınırsız hoşgörüsü, köy enstitülerini eleşti renlere işlemezdi. Yanında köy enstitülerine karşı bir şey söylenemezdi. Onlara öylesine vurgundu. Babamdan, ba bamın düşünlerinden duygusallığa kaçmadan söz ederdi. Bu tavırda, çok sevdiği bir dostunu yitiren, çok duygulu bir kişinin iç dengesini koruma kaygısını sezerdim. Çok sevdiklerimizi yitirince bazen davranışlarımız böyle olur. Eyuboğlu bana çok yakınlık gösterirdi. Sanırım severdi de. İstediğim zaman evine girip çıkabilen sayılı kişilerden dim. Bir kez, ilk ve son olarak o duygu barajı göçüver di. Bir dostluk şöleninin akşamı arkadaşlarla onu oteline bırakıyorduk. Vedalaşırken ne oldu bilmiyorum, olağan davranışıma uymayan bir şey yaptım. İçimden, ta içimden gelmişti: " Sizin yanınızda babamlaymış gibi oluyorum. " Herhalde böyle bir açıklamayı hiç beklemiyordu. Önce gözleri şaşkınlıkla açıldı ama hemen ısındı, ısındı, sımsıca235
cık oldu, boynuma sarıldı, dakikalarca bırakmadı. Yanak larımda sel gibi inen gözyaşlarını duyuyordum. İmece konusunda zaman zaman Eyuboğlu'yla düşün ayrılıklarımız olmuştur. Ama bu ona olan yakınlığımı hiç etkilemedi. Eyuboğlu derginin kültür ve sanat dergi si olma niteliklerinin ağır basmasından yanaydı. Sanırım düşündüğü model, 1 946'dan önce Hasanoğlan'da yüksek köy enstitüsü öğrencileriyle çıkardıkları Köy Enstitüleri dergisiydi. Bizse güncel bir savaşımın içindeydik ve günün eğitim politikasında derginin bir baskı öğesi olması görü şündeydik. Daha doğrusu buna zorunluyduk. İmece atılımının tabanını oluşturan, ülkeye dağılmış köy enstitülüler seslerini duyurmak, bir güç olduklarını kanıtlamak istiyorlardı. Beklentileri buydu ve bizi buna zorluyorlardı. Zaman zaman siyasal olaylar karşısında açık, kesin şekilde durumumuzu belirlemek, hatta kişile ri kıyasıya eleştirmek zorunda kalıyorduk. Eyuboğlu ise bunları belirli bir düzeyin altına inmek olarak değerlen diriyor, hele kişisel tartışmalara girilmesinden hiç hoşlan mıyordu. Belki de bizim, tutumumuzu böyle şeylerin çok üstünde olan bir kişiye onaylatmaya çalışmamız yanlıştı. Ondan yararlanılacak boyut bu değildi. Eyuboğlu her zaman bize ve derginin çıkarılmasına yardımcı oldu, yol gösterdi, bizi uyardı. Bizlerden sevgi sini esirgemedi. Geriye bakıldığı zaman, derginin köy enstitülüleri bir araya toplamak bakımından yararlı olduğu söylenebilir. Sistemin kamuoyuna ve özellikle genç kuşaklara tanı tılması konusunda ise istenen etkinliğe erişip erişemedi ği tartışılabilir. Bir gerçek giderek belirginleşmişti: Köy enstitülüler arasında köy enstitülerinin amacı ve niteliği konusunda görüş ayrılıkları vardı. Kuruluşta çalışanların 236
T01'GIJÇ ÖZEL
SA.TiSi
Hllrrem ARMAN * Nebi DADALOOLU * Hatim KANAR
* İlmıet � BERBllDI * Llltfi KALEL1 * Ahmet KOKLUGtt..ı..ıııft * Hllınl ı l OZTOlU< * Enver ATILGAN * H. � Y101TLJ!IR * Rafet GOzi:LTIRPAN * Bonık Ali UÇAR * Jlllaeyiıı YILDIRDI * Ahmet ANAÇ * X. Nuri AYVALI *
Y!:ltGtN
* Recep BULUT
* ıı.
Niyasi ALTUNYA * Erdal AltAS * A. BENDERL100LU
111 İ ıııccc.
sı1yı 1 1 1 . 'fo11gııç Ozcl Sayısı, Tc111 11111z / 9 70 (Ka rı1l>cy Aydo[;a11 Bclgcli/!,i) .
ülkeye yararlı bir iş yapma tutkusu, ölesiye çalışma, özveri ortak özellikleriydi. Ama genel dünya görüşü ve eğitim anlayışları bakımından bu çapta bir birlik içinde olmadık ları da bilinen bir gerçekti. Farklılıklar bir ölçüde yetiştirilen öğrencilere de yansı mıştı. Başlıca iki temel görüş ayırt edilebiliyordu: 1 . Köy enstitüleri girişimi ve ilköğretim seferberliği çağdaş eğit bilim ilkelerinin uygulandığı bir öğretmen yetiştirme ve okulculuk hareketiydi. 2. Amaçlanan, halkı eğitim yoluy la bilinçlendirerek aydın vatandaşlar yetiştirmek, onların ülkenin yönetimine etkin olarak katılmalarını sağlayarak Cumhuriyet'in temellerini sağlamlaştırmaktı. Bu görüşle rin kökleri ilk kurulan enstitülerden Kızılçullu ile Çifteler arasındaki sistem ve uygulama ayrılıklarına, Hakkı Ton guç ile Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünü etkisi al tında tutan Halil Fikret Kanat ve yandaşlarını ayıran eğit bilim ve siyasal görüş ayrılıklarına kadar dayanıyordu. Bize göre, köy enstitüleri girişiminin asıl temelinde ikinci anlayış vardı. Tutucu ve gericilerce karşı çıkılan, saldırılan da buydu. Zamanla, iki görüşün temsilcileri arasında kişisel sürtüşme, hatta düşmanlıklar gelişmişti. Özellikle yüksek köy enstitüsü çıkışlılar arasında öğren cilik yıllarındaki sağ-sol çekişmesinin hesaplaşması daha bitmemişti. Yıkılış döneminde bazı öğrencilerin diğerlerini solcu olarak suçlamaları ve ihbar etmeleri yıkıcılarca kul lanılmış, ihbar edilenler askerde çavuş çıkarılmak, meslek yaşamları boyunca ezilmek, soruşturmalara uğramak gibi işlemlerle karşılaşmışlardı. Diğerlerinin arasında ise 1 946-1 960 iktidarlarıyla bağ daşmayı becerenler, dış ülkelere yollananlar, iyi görevlere getirilenler vardı. Bunlar, 1 960 sonrası iktidarlara da ko laylıkla sokulmuşlardı. Köy enstitülerini onların anladık238
lan şekilde savunmak, sistemin kamuoyunca anlaşılma sında yanılgılara yol açıyor, köy enstitülerinin asıl anlayı şıyla ilgisi olmayan bir tür çağdaş okulculukla yetinilmesi tehlikesini doğuruyordu. Bu görüşü savunanlarsa, hem bir ilericilik sloganı olup çıkmış köy enstitülerinden yanaymış gibi görünüyorlar, hem bundan ötürü saldırılara uğramıyorlardı. Biz dergiyi ileri görüşün doğrultusunda tutmaya çalışıyorduk. 1 962 yılı sonuna doğru köy enstitüsü kökenli bazı CHP mil letvekillerince hazırlanan Köy Kalkınma Enstitüleri yasa tasarısı dar anlamda köy enstitüleri görüşüne bir örnektir. Buna karşılık, ileride değineceğim 23 Aralık 1 96 1 'deki açık oturumda okunan bildiri, köy enstitüsünün asıl an layışını yansıtıyordu. Dolaylı yoldan da olsa soruna açık lık getirebilmek için, babamın 1 955'te Rauf İnan ve Fuat Gündüzalp'le birlikte dilimize çevirdiği bir kitabı, Rufer'in Pestalozzi ve Devrim 'ini yayına hazırlayarak 1 962 yılı so nunda İmece yayını olarak çıkardık. Kitapta, genellikle salt eğitbilimci olarak bilinen Pestalozzi'nin, aslında eğitimi soyut özgürlük kavramları nın gerçekleşmesinin ötesinde, sosyal adalet ve sosyal de mokrasiye dayanan toplum düzeninin kurulması için bir araç olarak kullanmayı düşünen bir devrimci olduğu tezi ileri sürülüyordu. Kitap, beklediğimiz ilgiyi toplamadı. Fazla dolaylı bir yol seçmiştik. Giderek, içerideki düşün ve amaç ayrılığı açığa vurulmadıkça ve yanlış olduğuna inandığımız köy enstitüsü anlayışına karşı çıkılmadıkça, konuyu kamuoyuna anlatıp benimsetemeyeceğimizi kav rıyorduk. Bu ise iç çekişme demekti. Derginin kurucularından bazıları böyle bir iç çekişme nin birliği bozacağı gerekçesiyle buna karşı çıkıyorlardı. Aslında " birlik" olmadığı gibi, bu görüntüyü korumaya 239
çalışmak da elimizi kolumuzu bağlıyor, konuya zarar veri yordu. İyi niyetlerle kurulmuş kooperatifin yönetiminin (ki artık bize karşı olanların elindeydi) derginin de yönetimini ele almak için kooperatif genel kurulunda yaptıkları girişi mi, dergi yöneticileri olarak ancak kooperatiften çekilmek le önleyebildik (Mayıs 1 964) . Yine de dergi hiçbir zaman istediğimiz açık hesaplaşmayı yapacağımız yayın organı olamadı, çok ortaklı İmece'nin yapısı buna elverişli değildi. Dergi dış basında da ilgi uyandırmaya başlamıştı. Paris'te yayımlanan Orient adlı dergide 1 962'de çıkan "Türkiye'de Toplumsal Akımlar" başlıklı bir yazıda İmece'ye ve savunduğu görüşlere geniş yer veriliyordu. Kanımca, İmece 1 964'ten sonra etkinliğini yeterince artı ramadı, hızlı toplumsal uyanışa ayak uyduramadı. Bense görüşlerimi elimden geldiğince diğer dergilere de yazdığım yazılarla ve yayınlarla duyurmaya çalıştım. 1 970'te köy enstitüleri konusunda çıkardığım bir kitabınl yayını kolay olmadı. Oldukça uzun olan kitabın yayım lanmasını, kitap yazma işine girişmeye beni yüreklendiren Mustafa Ekmekçi sağladı. Bu yayınlardan bazıları, görüş leri ve davranışları eleştirilen kimilerinin hoşuna gitmedi. Aralarından haksız ve gerçeklere aykırı savlarla kişisel sal dırılara girişenler oldu. Biri de küçük düşürüldüğünü ileri sürerek kitabın toplatılmasını istedi. Girişimi son anda, bir köy enstitülü hukuk profesörünün çabasıyla önlendi. Bu yayınların, bazı kişilerin köy enstitüleri konusunu sö mürü aracı yapmalarını bir ölçüde önlediğini, bazı gerçek lerin ortaya çıkmasını sağladığını ve köy enstitülerinin asıl düşün ve ilkelerinin anlaşılmasına yardımı dokunduğunu sanıyorum. Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Ant Yayınları, 1 970. (e. n . )
240
1 2 Mart dönemine girerken köy enstitüleri konusun daki son yazım Devrim dergisinin 20 Nisan 1 971 tarih li sayısındadır. Bu, derginin de son sayısıdır. Yazıda, 26 Mart 1 971 'de kurulmuş Nihat Erim hükümetinden eği tim alanında ciddi bir atılım beklenmemesi gerektiği gö rüşü savunuluyordu. O günlerde bazı ilerici aydınlar bile bu hükümetin reformculuğuna inanmışlardı. Ama sayın Erim'in 1 946- 1 950 döneminin köy enstitülerini yıkan hükümetlerinde de görev almış olması, o dönemdeki bazı tutumları anımsanınca insan iyimser olamıyordu. Bu ya zıdan altı gün sonra Elrom Olayı nedeniyle sıkıyönetim ilan edilecek ve tutuklamalar başlayacaktı. Tutuklananlar arasında Erim'e inanmış olanlar da bulunacaktı.
24 1
Toplantılar, Öğretmen Kuruluş/an
1 960'tan sonra köy enstitüleri konulu çok sayıda açık oturum, konferans, seminer türünden toplantı yapıldı. Bunların birçoğuna katıldım, ilk iki açık oturumdan söz etmek istiyorum. 1 96 1 yılının son günlerinde Türk Devrim Ocakları yö neticileri İstanbul'da köy enstitüleri ve yeniden kurulup kurulmamaları konulu bir açık oturum düzenlediklerini, bizleri de konuşmacı olarak çağırdıklarını bildirdiler. Genç liğin konuya ilgi duyduğunun ilk be�irtisiydi bu. Düzenleme düşününün İnönü'den kaynaklandığı söylenir. Anlaşılan İnönü, politikadaki o büyük deneyimiyle konunun önü müzdeki dönemin başlıca akımları arasında yer alacağını sezmişti, konuya yeniden sahip çıkmayı amaçlıyordu. Açık oturum 23-24 Aralık 1 96 1 'de, Türk Devrim Ocakları'nın Tünel'deki merkezinde yapıldı. Konuşma cı olarak Rauf İnan, Hürrem Arman, Dursun Kut, Fakir Baykurt, Hamit Özmenek ve ben katıldık. Karşımızda ise sağın temsilcileri, Prof. Mümtaz Turhan ve Doçent Nuret tin Topçu gibi kişiler vardı. Köy enstitüleri konusu ilk kez kamuoyu önünde tartışılacaktı. Bizlerin sağın kişileriyle karşı karşıya getirilmemiz ise büyük bir yenilikti. Şimdiye kadar yalnızca onlar kamuoyu önüne çıkmış lar ve her istediklerini, karşı görüş olmadan söyleyebilmiş-
242
Müstesna Tonguç, Mehmet Başaran (soldan üçüncü), Engin Tonguç, Dursun Kut.
lerdi. O güne kadar yaşanmamış bir tabloydu. Bizim ekip yılların birikimiyle dolu, arkalarını devlet gücüne dayaya rak tek yanlı saldırılar yapmaya alışkın karşıtlarımız ise ilk kez tarafsız yönetilen bir ortamda, eşit koşullar içerisinde karşı karşıya gelmekten dolayı rahatsız ve kızgındılar. Koşulların eşitliğini bozmak için ellerinden geleni yap mışlar, salonu kendilerinden yana bir öğrenci kalabalığıy la doldurmuşlardı. Bunlar bizim her sözümüze karşı gös teriye kalkışıyorlardı. Ama yine de iki temel görüş ortaya çıktı. Sağcılar kitle eğitimi yerine az sayıda, üstün nitelikte aydın yetiştirilmesini yeğliyorlardı. Dinleyiciler arasında bulunan Eyuboğlu da bir konuşma yaptı, karşı taraf en öz ve yalın karşılığı ondan aldı: "Ağacın iyisi saksıda değil ormanda yetişir! " Günün sürprizi, yıkma döneminin Milli Eğitim bakanı CHP'li Tahsin Banguoğlu oldu. Bize karşı düşünler ileri
243
sürmesini beklediğimiz Banguoğlu öyle bir savunuyordu ki köy enstitülerini! Politikacılar yeni dönem için yer tutu yorlardı. Banguoğlu, gereken karşılığı bizden aldı. Yıkıcı lardan biri ilk kez kamuoyu önünde açıkça suçlanıyordu. Seyircilerden biri, herhalde bir eski enstitülü dayanama dı: "Yaşayın, ağzınıza sağlık. " Açık oturumun sonunda köy enstitülerinin yeniden nasıl kurulabileceğini belirten, ekipçe hazırladığımız bir bildiriyi okuduk. Ne var ki böyle ciddi önerileri tartışmaktan kaçınıyorlardı. İstanbul'daki başarı üzerine Devrim Ocakları Ankara'da da bir açıkoturum düzenlenmesine karar ver di. Açıkoturum, 6-7 Ocak 1 962 günü halkevleri genel merkezi olarak kullanılacak olan, şu ünlü Meclis reisi Re fik Koraltan'ın 27 Mayıs'tan önceki resmi konutunda ya pıldı. İstanbul deneyiminden sonra sağ kesim, konuyu tar tışmanın kendilerine bir yarar getirmeyeceğini anlamıştı. Bu kez iyice hazırlıklıydılar. O günün gazeteleri salo nun onlardan yana bazı gençlerle dolu olduğunu yazıyor lardı. Sağ ekibin başında, Nihal Atsız'ın o günlerde polis kolejinde öğretim üyeliği görevi de yapan bir yakın arka daşı bulunuyordu. Bizim taraftaysa İstanbul'da konuşan lara başka kişiler de katılmıştı. Bu durum, konuşmalar sırasında bizim açımızdan bazı güçlüklere neden olacaktı. Açık oturum daha ilk dakikalarda işin çığrından çıkaca ğını gösteren belirtilerle başladı. Her sözümüz sataşma larla kesiliyor, konuyla ilgisi olmayan sloganlar birbirini izliyordu. Açık oturumu ciddi ve bilimsel bir yöne götürme çaba ları sonuç vermedi. Karşımızdakiler hep aynı tek suçlama yı yineliyor, onun dışında bir şey konuşmaya yanaşmıyor lardı. "Köy enstitüleri komünistlik yuvasıydı ! " Eski Milli Eğitim Müfettişi Ali Uygur, enstitülerde yaptığı soruştur244
ma sırasında kitaplıklarda sol kitaplar bulduğunu açıkla dı, listesi de önündeydi ama okuyamıyordu. Yanında otu ranlar listeyi çektiler ve zararlı sol kitaplardan bazılarını okudular. Panait İstrati'nin bütün romanları, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Hayber Kalesi, Hazreti Ali Cengi . . . Gülüşmeler sağcı dinleyicilerimizi büsbütün kızdırdı. Ar tık salon tam bir miting alanına dönmüştü. Açık oturum bu hava içinde bitti. Salondan çıkarken dinleyiciler arasından geçişimizi anımsıyorum. Kıpkırmızı yüzleri, kanlı gözleriyle bilincini yitirmiş gibi bağıran bir topluluk. Yine de biz yürüdükçe dar bir koridor açılıyordu. En ufak bir duraksama göste rirsek, saldırmaları işten bile değildi. Geçip gittik. Düşüne, kaba güçle karşı çıkmanın ilk deneyimlerinden birini ya şamıştık. Gelecek günlerde bu yöntemler daha çok gelişe cekti . Bu koşullarda açıkoturumlardan bilimsel denecek bir sonuç çıkmadı. Ama konu, hele sağcıların yarattıkları ortam nedeniyle basında ilgi gördü ve biraz daha güncel leşti. Gençlik kesimi ise köy enstitülerine ilgisini sürdüre cekti. 1 946'dan sonra girilen çok partili dönem, öğretmen lerin dernekler yoluyla örgütlenmelerini kolaylaştırmıştı. Kurulan yerel öğretmen derneklerinin hemen hepsinin etkin üyeleri baskıya uğrayan köy enstitüsü çıkışlı öğ retmenlerdi. 15 Ağustos 1 948 'de 30 kadar yerel dernek Ankara'da toplanarak Türkiye Öğretmenleri Yardımlaş ma Derneği'ni kurdular. Bu kuruluş daha sonra Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu (TÖDMF) adı altında, 12 Temmuz 1 969'da yaptığı kurultayında kendi sini feshederek 5 Temmuz 1 965'te kurulmuş olan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile birleşinceye kadar, 22 yıl çalışmalarını sürdürdü. 1 960 öncesi iktidarlarına karşı 245
öğretmenlerin haklarını, ileri eğitim ilkelerini, köy enstitü lerini savunmaya çalıştı; ezilen köy enstitülü öğretmenler için bir dayanak oldu. 1 960'tan sonra ise hem federasyon hem sendika iktidarlar tarafından dikkate alınması gere ken bir baskı gücü olabildiler. Her iki kuruluşun yöneti minde de köy enstitülüler ön plandaydı. Federasyonun, 13 bin öğretmenin katıldığı Ankara'da ki büyük eğitim mitingi ve federasyonla TÖS'ün birlikte düzenledikleri yine Ankara'daki büyük eğitim yürüyüşü o dönemin en görkemli, en düzenli ve en ağırbaşlı gösterile ridir. Kitlelerin katıldığı gerçek bir demokratik rej im için çok doğal sayılacak bu çalışmaları gerçekleştirmek hiç de kolay olmamıştır. Daha önceki çok partili ama tek yönlü yıllara alışmış yöneticiler, politikacıların karşılarında böy le güçler görmeye alışkın değillerdi. Belki de o günlerin başbakanı İnönü olmasaydı, bunlara izin de vermezlerdi. Federasyon ve sendika yöneticileri ise girişimlerin yasal sınırlar içerisinde kalmasına büyük özen göstermişlerdir: Bunların arasında en çok TÖS'ün başkanlığını da yapan Fakir Baykurt'la ilişkim ve arkadaşlığım oldu. Diğer arka daşları gibi o da 1 960'tan önce birçok baskı ve haksızlığa uğramış, oradan oraya sürülmüştü. 27 Mayıs'tan önceki son görev yeri de sanırım Şavşat'tı. O da diğerleri gibi geri kalmışlığa karşı çıkan bir yazar olmanın bedelini ödüyor du. Ele avuca sığmayan toksözlü Makal, ödünsüz bir ilke ve inanç adamı; Mehmet Başaran, alçakgönüllü, içli bir bozkır sanatçısı; can arkadaşım Talip Apaydın ve diğerle ri. Hepsi bu çileli yolun yolcularıydılar. Fakir, Yılanların Ôcü romanından çevrilen filmin yol açtığı olaylar ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in filmi gördükten sonra her zamanki içtenliği ve açıksözlülüğüyle "Az bile yazmış" demesiyle o günlerin basınında çok sözü 246
edilen bir kişiydi. Sanatçı kişiliğinin yanı sıra iyi bir yöne tici ve örgütleyici olduğu da değineceğim olaylar içerisinde anlaşılacaktı. Baykurt o dönemde sağcıların boy hedefiy di. Oysaki düşünlerinde, eylemlerinde aşırılıklardan uzak, dengeli bir insandı. Çok iyi bir yargılama yeteneği vardı. Her tür düşünü hoşgörüyle ölçüp biçer, yönetici olarak kararlarını soğukkanlılıkla ve genellikle duygusallığa ka pılmadan verirdi. Bir sanatçıda sık rastlanamayacak bu nitelikler, duru bir dünya görüşü, üstün bir konuşma ve yazma yeteneğiyle birleşince ortaya iyi bir yönetici çıkı yordu. Günün birinde onun gibilerden, o köy enstitüleri kuşağının ileri gelenlerinden yeterince yararlanılmamasıy la neler yitirildiği belki anlaşılacaktır. Fakir'in başında bulunduğu TÖS'ün büyük eğitim yürüyüşünü anımsıyorum. Hükümet ve Milli Eğitim Ba kanlığı ile izin için günlerce süren çekişmeler. . . Aşırı sağ cıların saldırı ve tehditleri . . . İçerideki düşün ayrılıklarının giderilmesi ... Hizipleşmelerin önlenmesi ... Yasal sınırların içinde kalmada gösterilen titizlik ... Ve sonra o güne kadar Türkiye'de görülmeyen bir düzen içerisinde sessizce yü rüyen binlerce öğretmen ... Her grubun önünde, geldikleri ilçelerin adları, dörderli sıralar... Yürüyüş kolunun ucu Tandoğan Meydanı'na varmışken, sonu daha Kızılay' day dı. Saatler boyunca bir taşkınlık, bir düzensizlik olmadı. Halk kaldırımlara, pencerelere birikmiş, donup kalmış seyrediyordu. Yalnızca yürüyen 30 bin kişinin ayak sesle ri ... Öğretmenler yürüyordu, öğretmenler. . . N e istediklerini Tandoğan Meydanı'ndaki kürsüden açıkladılar. Kendileri için hiçbir şey istemiyorlardı. Tek is tedikleri halkı eğitmek, gerçek birer Cumhuriyet vatandaşı olabilmeleri için çağdaş bir eğitim düzeninin kurulmasıy dı. Bir zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı'nda bir ilköğretim 247
genel müdürü, başlatılacak ilköğretim seferberliğine dire nen bir bakanlık yöneticisine, " Bir gün gelecek binlerce öğretmen bu bakanlığın kapısına dayanacak, bakalım o zaman şimdiki gibi rahat ve kaygısız oturabilecek misiniz bu koltuklarda " demek zorunda kalmıştı. İşte şimdi gel mişlerdi . . . Kapıdaydılar. Fakir o gece bizim evde kaldı. Birkaç gecedir farklı ev lerde yatıyordu. Sağcılar onu, öldürmekle tehdit ediyor lardı. TÖS 4-8 Eylül 1 96 8 'de Ankara'da Devrimci Eğitim Şfırası'nı topladı. Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Şfırası'nı yasalara aykırı biçimde 1 962'den beri toplantıya çağırmı yordu. Üyeleri için yeni haklar, ücret artırımları, kolaylık lar peşinde koşan bir sendikayla baş etmek kolaydır. Ama bunların yerine mesleğe sahip çıkan, yetersiz bir yöneti min görevlerini üstlenmek isteyen, demokrasinin amacı olan özyönetime yönelmiş bir meslek kuruluşuyla karşı karşıya kalmak ! Bakanlığın işi zordu. Şurada, eğitim sorunları geniş olarak tartışıldı, öneriler de içeren ayrıntılı raporlar ha zırlandı. Tutucu iktidarlar elbette bunları dikkate alma yacaklardı. Ne var ki, kamuoyunun ileri sürülen görüş lerden etkilenmediği de söylenemezdi. Meslekte yıllarca türlü görevlerde bulunmuş kişilerin sorunları konuşarak, tartışarak hazırladıkları o raporların içinde bugün de ya rarlanılması gereken birçok önemli görüşler, öneriler bu lunduğunu sanıyorum. Buna benzer bir çalışma daha TÖS'ün 7-9 Temmuz 1 969'da Kayseri'deki genel kurulunda yapılacaktı. Ka nımca tüm bunlar, yazın değerleri kadar, erişilen düşün düzeyi yönünden de hiçbir zaman değerini yitirmeyecek niteliktedir. Köy enstitülerini kuranların köyden, ülkenin 248
insanlarının çoğunluğundan getirebilmek için yaşamlarını harcadıkları ses, yükselmeye başlamıştı. Ne var ki, tutucu cephelerin de boş durduğu söylene mez. Adalet Partisi 27 Ekim 1 965'ten beri iktidardaydı. 28 Mart 1 966'da Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığından ayrılmasıyla bir denge öğesi ortadan kalkmıştı. 30 Ekim 1 969'da yapılacak seçimler yine bu cepheyi iktidara geti recekti. Bu ortamda yasadışı hareketler giderek yoğunla şıyor, hatta bunlar bazılarınca solun güçlenmesini durdu racak bir önlem olarak görülüyordu . Bu hava içerisinde TÖS'ün Kayseri'deki genel kurulu taşlı sopalı saldırıya uğradı. Güvenlik güçleri yeterince etkin olamamışlardı. Kayseri'den dönenler ayrıntıları anlattılar; ölümden zor kurtulmuşlardı.
249
Tohum A tan Adam, temsili çizim, Akçadağ, sayı 8 , Ağustos 1 946 (Çağla Ormanlar Ok Belgeliği).
250
Hasanoğlan
Şimdi yine 1 960'a dönelim. Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu (eski Hasanoğ lan Köy Enstitüsü) Hekimliği ve Sağlık Bilgisi öğretmenliği görevim hem asıl mesleğimi sürdürmek hem uğraşacağım konunun içinde bulunmak bakımından iyi bir çözümdü. On dört yıldan beri Hasanoğlan'a gitmemiştim. Biraz heyecanlıydım. Küçük Hasanoğlan İstasyonu ile okul ara sındaki yolda gördüğüm ilk değişiklik artık Tohum Atan Adam t yontusunun olmayışıydı. Onu sakıncalı bularak yıllar önce kaldırmışlardı. Hatta İsmail Hakkı Tonguç'un bununla kendi heykelini diktirmiş olduğunu söyleyecek kadar sapıtmışlar da çıkmıştı. Ve sonra ağaçların arasın daki ilk yapılar. . . Şaşıp kaldım. Gerçekten de o zaman dikilmiş ağaçlar nasıl bu kadar büyümüştü ? Bozluğun yerini yeşil almıştı şimdi. Araların da tarım uygulaması yapan öğrenciler vardı. Ceket, pan tolon, kravatlı, iskarpinli çocuklar hafiften çapa yapmaya çalışıyorlardı. Sonra o büyük toplantı alanı ve iki katlı yö netim yapısı. İkinci kattaki bir pencereye gözüm takıldı: Babamın enstitüde kaldığı geceler yattığı konuk odası. Bir süre durdum. Sonra okul müdürünün odasına gittim. l
Hasanoğlan'da görev yapan heykeltıraş Nusret Suman'ın, o dönem enstitüde bulunan d iğer kişilerin de desteğiyle istasyona yakın bir ya maçta diktiği iki metreye yakın yükseklikteki köylü heykeli . (e.n . )
251
Gündelik işlerim zor değildi. Okulun reviri, sağlık me muru vardı. Öğrencilerin hastalananlarının bakımı, loj manlarda oturan öğretmen ve memur ailelerinin hekim liği. Periyodik muayeneleri, aşılar falan. Asıl ilginci son sınıf öğrencilerine verdiğim sağlık bilgisi dersi sırasındaki gözlemlerimdi. Elimde olmadan bu çocukları eski köy enstitüsü öğrencileriyle karşılaştırıyordum. Çoğunlukla bunlar da köyden gelmiş, iyi çocuklardı. Hamur yine o hamurdu. Ama o eski köy enstitülülerden çok, benim or taokul ve lise yıllarımdaki öğrenci arkadaşlarıma benzi yorlardı. Davranışları, düşünleri, yargıları ile ... Günler geçtikçe eğitimin gücünü daha iyi anlıyordum. İnsana şekil verme sanatı idi bu. Değişik yöntemler kulla narak değişik kişilikler yaratabiliyordunuz. Bazen insana ürküntü verecek kadar güçlü bir yanı vardı öğretmenliğin. Köy enstitüleriyle yapılmak isteneni şimdi somut gözlem lerle daha iyi anlıyordum. Okul yönetimiyle önemli bir sorunum yoktu. Bana karşı dikkatli, saygılı ama uyanıktılar. Öğretmenlerin dav ranışları da genellikle arkadaşçaydı. Sorun daha yukarı lardaydı. Gerek bakanlıkta, gerek öğretmenler arasında geleneksel öğretim ve eğitim ilkelerinin değiştirilmesinden yana olanlar vardı. O zaman hemen köy enstitüleri ilkele rine dönüş sorunu ortaya çıkıyordu. Oysaki yepyeni ve değişik etmenler söz konusuydu. Örneğin bakanlıkta Amerikalı uzmanlar bulunuyordu. Bunların bir uzantısı da bizim okulda çalışan gençten bir Amerikalı eğitim uzmanıydı. İlk günden beri birbirimiz den hiç hoşlanmamıştık. Okulda bulunduğumuz birkaç yıl boyunca hemen hiç de konuşmadık. Amerikalılar öğ retim sistemimizde reform yapmamıza yardımcı olmak amacıyla aramızda oldukları savındaydılar. Ancak bu re252
formun ne olduğu, nasıl yapılacağı bir türlü yeterli açık lıkla ortaya konmuyordu. Zaman zaman bazı "proje" ler geliştiriliyordu. Okul daki Amerikalı da bu projelerde kullanılmak üzere ça lışmalar yaptırmak için öğretmenlerden çalışma grupları kuruyordu. Bunlar çalışma saatleri dışında toplantılar yapıyorlar, karşılığında da Amerikalıdan bir ek ücret alı yorlardı. Sanırım birçoğu için de konunun en çekici yanı buydu. Amerikalıların gerçek bir reformdan çok, böyle bir çalışma perdesi ardında eğitim alanında Türkiye'de ne olup bittiğini, öğretmenlerin ne düşündüklerini, güç lerinin ne olduğunu saptama amacını güttüklerini sanıyo rum. Gerçek bir reform amaçlansaydı, projeyi yürütenle rin en azından geçmişteki köy enstitüsü uygulamasına ilgi göstermeleri gerekirdi ki buna hiç yanaşmıyorlardı. İşin ilginç yanı, bakanlıktaki proje çalışmalarına, ko ordinatör olarak içinde köy enstitüsü çıkışlıların da bu lunduğu bazı yöneticilerin gayretkeşlikle katılmalarıydı. Bunlar 1 946- 1 960 döneminde dış ülkelere, genellikle Amerika'ya gönderilmiş kişilerdi. İyi İngilizce konuşuyor lardı, bazıları doktora da yapmıştı. Uzun çalışmalardan sonra ortaya bir sözde reform tasarısı çıktığı söylentileri yayıldı. Öğretim programlarında bazı değişiklikler yapıl mıştı. Okulun gündelik yaşamında da yenilikler düşünü lüyordu. Örneğin, öğrencilerin yemeklerini birkaç gözlü özel çelik kaplarda "self servis" yöntemiyle yemelerinin zaman ve giderler bakımından yarar sağlayacağı uzun araştırmalar sonunda kanıtlanmıştı! Okulun kuruluşundaki temel ilkelere ters düşen, son radan yapılmış tüm derslikleri bir çatı altında toplayan büyük derslik yapısının bodrum katındaki bir yerin, yarı karanlık, diskoteğimsi bir düzenlemeyle öğrenci lokali 253
yapılmasının toplumsal yaşama renk katacağının anlaşıl ması da varılan bilimsel sonuçlardandı. Köy enstitüleri za manında yapılmış, mimari değeri olan, modernize edilmiş bir İç Anadolu köy evi görünümündeki eski öğrenci evinin onarılması düşünülecek değildi ya ! Orası şimdi depo ola rak kullanılıyordu. Boş zamanlarını değerlendirmek için öğrencileri koca Hasanoğlan kırının ortasında bir beton yapının bodrumuna tıkacaktık ! Ortaya çıkan reform tasarısını bakanlık ileri gelenle rine tanıtmak amacıyla okulda bir toplantı düzenlendi. Müsteşar başta olmak üzere ileri gelen yöneticiler hazır bulundular. Komitelerin çalışmaları sergilendi. Sıra bana gelmişti. Verdiğim sağlık bilgisi dersinin uygulamaya yö nelik olmasını sağlayacak bazı düşünlerimi anlattım. Ama okul hekimi olarak da bazı sorunlarım vardı. Proje koor dinatörü eğitim doktorumuzun bu sözlerle rahatının kaç tığını fark ettim. (Ne yazık ki eski bir köy enstitülüydü ! ) Başından beri benden kuşkulanıyordu, birkaç gündür toplantıda yapacağım konuşmamın metnini istiyordu, vermemiştim. Sorunların başında giyim konusu geliyor du. Hasanoğlan Ankara'ya yalnızca 32 km uzaklıkta ol duğu halde yükseklik farkı nedeniyle iklimi çok soğuktu. Açık havadaki dersler, özellikle tarım uygulamaları sı rasında öğrencilerin başlarının açık oluşu sürekli olarak nezle, sinüzit ve soğuk algınlığından rahatsızlanmaları na yol açıyordu. Bunların önünü bir türlü alamıyorduk. " Malumları olduğu üzere " hijyen diye bir bilim, onun da işe göre giyim seçimi diye bir bölümü vardı. Gündelik kent giysisiyle tarlada çalışmanın gülünçlüğü ve zararları bir yana (eh, eskisi gibi asker kumaşından yapılmış iş giy sileri, tulumlar olmayacağına göre), hiç olmazsa başlarını örtemez miydik ? 254
Kasket giydirme önerim olumlu karşılanmamıştı. El bette kasketten ideolojik anlamlar çıkarılabilirdi. O halde, reform çalışma grubu öğrencilere birer " fötr" giydirmeyi düşünür müydü acaba ? Hem bu şekilde fötr bugünkü giy silerini de tamamlamış olurdu. Soğuk bir hava esti. Ama aldırmadım. Diskoteğimsi öğrenci lokali konusunda düşündüklerimi de okul hekimi olarak anlattım. Toplantıdan sonra bizim bağlı olduğumuz öğretmen okulları genel müdürü (eski bir köy enstitüsü müdürüy dü) yanıma gelerek, " Hakkı Tonguç'un oğluyla tanışmak tan memnun olduğunu " söyleme gereğini duydu nedense. Bende, o toplantıda diğer bakanlık ileri gelenleri arasında bulunmaktan biraz sıkılmış gibi bir izlenim bıraktı. Re form çalışmalarından ciddi bir sonuç çıkmadı. Amerikalı ların ilgisi Türkiye çapında yürütmeye başladıkları büyük anket çalışmalarına kaymıştı. Anket sorularından bazıları basına yansıyacak ve eleştiri konusu olacaktı. Köylerimiz de en etkili kişi kimdi, öğretmen mi, muhtar mı, imam mı ? Ne yazık ki Amerikalılar bu çalışmalarında da bazı eğitimcileri kullandılar. Hasanoğlan'da öğretmenlerin bazılarıyla birlikte oku la yeni bir hava getirmeye çalıştık. Öğrenciler de buna is tekliydiler, aralarında sık sık eski köy enstitüleri konusun da soru soranlar vardı. Okulun eğitim ve öğretim işlevini yalnızca okuma yazma öğretecek ilkokul öğretmenleri yetiştirmekle sınırlayan anlayış, öğrencilerde bir tutukluk, durgunluk, hatta karamsarlık yaratıyordu. O eski canlı lıktan eser yoktu. Okul sanki iğdiş edilmişti. Öğrenciler? Onları bugün bile üzülerek anımsarım. Bu yetiştirme yöntemiyle çoğu silik birer ilkokul öğretmeni olarak yaşamlarını sürdüreceklerdi. Kim bilir uyandırıl255
mayı bekleyen kaç tane Makal, Apaydın, Başaran, Bay kurt gizliydi aralarında ! Anadolu'nun insan varlığı nasıl böylesine boşa harcanıyordu! Okulda iki kez Eyuboğlu'nun kısa metraj lı kültür film lerini göstermeyi başardık. Yılanların Öcü tartışmalarının en yoğun olduğu günlerde Fakir Baykurt'a bir konferans verdirdik. Kendilerinden biri olarak gördükleri Baykurt'a öğrenciler sevecenlikle, özenerek bakıyorlardı. Konferans salonuna gelirken bir anda öğrencilerin arasında kaybo luverdi. Okul yönetimi bu girişimlerimiz karşısında ikircikliydi. Ülkedeki siyasal gelişme hangi yönde olacaktı ? Ya biz leri tutanlar iktidar olacaksa ? Bu konularda yöneticilerin duyargaları çok gelişmiştir. Durum açıklık kazanıncaya kadar yönetim bize karşı edilgin kalacaktı. Yalnız okul yönetimi mi böyleydi ? Hayır. Tüm politikacılar bekleme deydi. 1 Nisan 1 962'de okula gelen dönemin başbakan yar dımcısı tüm öğretmenlerin önünde, " Eski köy enstitüle rine dönülmedikçe kurtulamayız "la başlayan çok yürekli bir konuşma yaptı. Ama konuşmanın ertesi günü basın da yer alması üzerine bir açıklama yaparak bazı sözlerini değiştirme gereğini duydu. İki yönü de kollamakta yarar vardı. Ne var ki, bize bir ölçüde hareket olanağı veren bu edilgin tutum, siyasal gelişmelere paralel olarak değişe cekti. 27 Mayıs'ın devirdiği iktidar çabuk toparlanıyor du. Daha 1 1 Şubat 1 96 1 'de Adalet Partisi kurulmuştu. Ekimde yapılan seçimler hiç de umulduğu gibi CHP'nin üstünlüğüyle sonuçlanmamıştı. ilk sivil hükümet 20 Kasım 1 96 1 'de, İnönü'nün baş kanlığında CHP-AP koalisyonu olarak kuruldu. AP içeri256
sinde aşırılar giderek etkinlik kazanıyorlardı. 25 Haziran 1 962'de İnönü CHP-YTP-CKMP koalisyon hükümetini kurmak zorunda kaldı. AP koalisyona girmemişti. Milli Eğitim Bakanlığı'na ılımlı Hilmi İncesulu'nun yerine, sağ eğilimli Şevket Raşit Hatipoğlu gelmişti şimdi. 20 Kasım 1 962'de TİP'in bir mitingi basıldı, bir şubesine saldırıldı, bu saldırılar birbirini kovaladı. AP 1 7 Kasım 1 963'te yapılan yerel seçimlerde oy ora nını yüzde 45,8'e yükselterek büyük bir başarı kazan dı. Geleceğin iktidarı belli olmuştu. 1 1 Haziran 1 963'te Hatipoğlu'nun yerine İbrahim Öktem'in Milli Eğitim ba kanı olmasıyla bizim için sınırlı bir ferahlık yaratılmasının önemi kalmamıştı artık. 25 Aralık 1 963'te İnönü, CHP Bağımsızlar koalisyonunu kurdu. Bunun geçiciliği başın dan belliydi. İbrenin ne yana eğildiği iyice anlaşılmıştı. Okuldaki yönetim giderek gerçek yüzünü göstermeye başlıyordu. Bazı öğretmenler de değişik davranışlara gi riyorlardı. Benim Hasanoğlan'da bulunuşum anlamsızla şıyordu artık. 24 Haziran 1 964'te okuldaki görevimden kendi isteğimle ayrıldım. 29 Kasım 1 964 günü Ankara'da yapılan AP büyük kongresinde adı o güne kadar duyulma mış bir kişinin Amerika Birleşik Devletleri başkanıyla çe kilmiş fotoğrafları dağıtılıyor ve kendisi AP genel başkan lığına seçiliyordu. Geleceğin başbakanı da belli olmuştu.
257
12 Mart, Öncesi ve Sonrası
1 946'dan önce Hasan Ali Yücel'in dünya klasiklerini dilimize çevirtmesiyle klasik Batı kültürünün temelleri atılmıştı. 1 96 1 Anayasası'nın getirdiği düşün özgürlüğü ortamında biraz daha ileri gidildi. Uygar dünya kültürü nün bir parçası olan, başlıca bilimsel sol temel yapıtlar da dilimize kazandırıldı. Aydınların el yordamıyla, sezgilerle çoğu roman, şiir gibi yazın ürünlerinden bulup çıkarmaya çalıştıkları ger çekler şimdi ellerimizin arasındaydı. Bu okuma, inceleme, kendini yetiştirme, bilinçlenme kampanyası içerisinde önemli sorunların karşılıkları aranmaya başlandı: Nasıl bir toplumduk, nereden gelmiş nereye gidiyorduk, niçin geri kalmıştık, 150 yıllık kalkınma çabalarımız niye yeter li olamamıştı, bundan sonra ne yapılmalıydı ? İncelemeler, çeviriler, yeni dergiler birbirini kovalıyordu. 1 960- 1 970 bir kültür ve düşün patlaması, bir uya nış dönemiydi. Bazı kitapların, incelemelerin önemli etkileri oldu. Örneğin 1 963'te Sabahattin Selek'in A na dolu İhtilali Kurtuluş Savaşı'nın birçok tarihçi tarafın dan gözardı edilmiş gerçeklerini ortaya koydu. Doğan Avcıoğlu'nun 1 968'de yayımlanan Türkiye'nin Düzeni büyük ilgi topladı. Türkiye'nin sosyoekonomik yapısının incelendiği, eleştirildiği bu yapıt, yıllarca kullanılacak bir başvuru kaynağı olacaktı.
258
Bunlar hemen şöylece aklıma gelenler. Daha yüzlerce kitap, makale, inceleme, araştırma yayımlandı. Bunların birçoğunun bilim kuramlarının, üniversitelerin resmi ça lışmaları değil de kendilerini bu işlere vermiş aydınların, bilim insanlarının kişisel çabaları olarak ortaya çıkarılmış olması ilginçtir; elbette o kuruluşların ülkenin düşün ya şamındaki hızlı gelişmeye ayak uyduramadığını gösterir. Artık yepyeni bir kuşak düşünmeye başlamıştı. Hem de daha önceki kuşaklardan değişik şekilde düşünmeye ! Sistemli bir temel kültür edinme olanağı içerisinde bu ku şağın görüş açısı, sorunlara yaklaşımı, tartışma yöntemle ri, hatta kullandıkları sözcükler bizlerinkinden çok fark lıydı. Yeni kavramlar oluşmuştu. Düşün yapıları daha çok romana ve şiire dayanarak gelişmiş bizim kuşaklar, on ların yanında artık " duygusal" kalıyordu. Yeniler nesnel ve bilimsel yaklaşımlara, açıklamalara değer veriyorlardı. Kendileri gibi davranamayanları küçümsüyorlar, daha önceki kuşakların kendilerine aşılamaya çalıştıkları tüm inanç ve değerlerden şüphe ediyorlardı. Kuşakların arası hızla açılıyordu. Yüzyılların düşün kısırlığını, yozluğunu gidermek, uygar düşün dünyası ile aradaki farkı kapatmak bir kuşağın görevi olmuştu. Yanlış yollara sapmadan bunun üstesinden gelebilecekler miydi ? Hızlı gelişme siyasal alanda da etkisini gösterdi: İnö nü, partisine etkinlik kazandırabilmek, genç kuşakları çe kebilmek için 1 965 seçimlerine girerken " ortanın solu " sloganını ortaya attı. CHP sola açılma sancıları içerisin deydi. Sarsıntı parti yönetiminin değişmesine kadar vara caktı. 1 946'da çok partili rejime kalkışılırken yapılması gerekene şimdi girişiliyordu. Daha soldaki Türkiye İşçi Partisi'nin seçimlerden 15 milletvekilliği kazanarak çık259
ması da politikacıları sola açılmaya zorluyordu. O 1 5 mil letvekili Meclis'te sert bir muhalefet yapacak, iktidarları iyice bunaltacaktı. Bu ortamda bizler de elimizden geldiğince köy enstitü lerinin ne olup olmadığını anlatmaya çalışmıştık. Dergi, kitap yayınları, eski köy enstitüsü müdür ve öğretmenle rinin çıkardıkları anı kitapları, gazete yazarlarının maka leleri, toplantılar, radyo programları birbirini izliyordu. Konu toplumun malıydı artık. Bizim dışımızda savunucu ları çıkmasına seviniyorduk. Ülkenin kalkınmasını amaç lamış her ilerici programda köy enstitülerine de değinil mesinde çabalarımızın başarısını buluyorduk. 1 960'larda ortaya attığımız "Köy enstitüleri yeniden kurulmalıdır" sloganını bağnazca bulanlar, koşulların de ğiştiğini, sistemin yeni koşullara uydurulması gerektiğini söyleyerek bizleri eleştirenler oldu. Şüphesiz ki bu düşün doğruydu ama o yıllarda bu slogana gereksinim vardı; köy enstitülüler bu şekilde bir araya toplanıp ortaya bir güç çıkarıldı. Üstelik 1 960'ın ilk yıllarında nasıl bir iktida rın işbaşına geleceği de daha kesinlikle belli değildi. Başlangıçta karar verdiğim gibi, köy enstitülülerin ça lışmalarına katıldığımı daha önce anlattım. Bazı gerçek lerin anlaşılmasında yardımım dokunduğunu sanıyorum. Örneğin, 1 950'den sonra İnönü de aralarında olmak üze re CHP'liler köy enstitülerinin yıkılması suçunu hep De mokrat Parti'nin üstüne atmışlardı. 1 970'te çıkan kitabımı CHP üst düzey yöneticilerinin bazılarına da postalamıştım. Birkaç gün sonra o yılın 1 7 Nisan törenleri yapılacaktı. Ben törene gitmedim. Daha sonra, törene katılmam için ısrarla aratılmış olduğumu söylediler. CHP genel sekreterinin köy enstitüleri konu sunda o törende yaptığı konuşma, ertesi gün partinin ya260
yın organı Ulus gazetesinde olduğu gibi yayımlandı. Ko nuşmada kitabımda bulunan düşünlere de oldukça geniş yer verilmişti. İlk kez bir CHP yöneticisi, partinin değişik sınıfların temsilcilerinden oluşan bir iç yapısı olduğunu, geçmişteki tıkanıklıkların bundan kaynaklandığını söylü yordu. Köy enstitülerini kuranın da yıkanın da CHP oldu ğu açıkça belirtiliyordu. Bu konuşma hem köy enstitülerinin hem CHP'nin iç sınıfsal çelişkisinin kabulü açısından büyük bir aşamay dı. Geçmiş eleştirilerek, ileride kazanılması gereken yeni kişilik vurgulanıyordu. Artık kimlerden yana olunduğu ortaya konulmalı, yeni bir tabana dayanılmalıydı, geçmiş le ilişki kesilmeliydi. Konuşma, tarihe " reddi miras " ko nuşması olarak geçecekti. Politikacılar Türkiye'deki hızlı gelişmeye, uyanışa ayak uydurmaya çalışıyorlardı. 12 Mart öncesinde köy enstitüleri konusunda araş tırma yapma gerekçesiyle konuyla ilgili kişilere başvu ran yabancıların sayısının giderek artması ilginç bir du rumdur. Daha sonraki yıllarda da dikkatimizi çekecekti; Türkiye'de olayların hızlandığı dönemlerde bu tür araş tırmacılar çoğalmaya başlıyordu. Olayı dar anlamda bir bilgi edinme çabası olarak yorumlamamak gerekiyordu bence. Elbette işin içinde böyle bir amaç da vardı. Ama gerçekten de gelenler bilimle uğraşan kişilerdi. Batı'nın sistemi buydu. Bilimsel araştırmalar yapılıyor, bunlardan bizim gibi ülkelere uygulanacak politikanın saptanması için de yararlanılıyordu herhalde. 1 96 1 Anayasası'nı yaratan güç, ordu-gençlik-aydın dayanışması ve hiç şüphe yok ki bu durum, çıkar çevrele rinin hiç istemedikleri bir yakınlaşmaydı. Türkiye'yi kont rolleri altında tutmak isteyenlerin de işine gelecek bir şey değildi. Atladıkları bir şey olmuştu. Ama bunu gidermek 261
için hızla Türkiye'nin iç yapısını, iç güç dengelerini biraz daha inceleyeceklerdi. Bildikleri, birçok yerde uyguladık ları genel kurallara tıpatıp uymayan bir şeyler vardı bu rada. Onları bulup çıkaracaklar ve önlemlerini ona göre alacaklardı. Ordu, Cumhuriyet'in ilk iki cumhurbaşkanının, Ata türk ve İnönü'nün çabalarıyla uzun yıllar sivil yönetimden ayrı tutulmuş, politikaya girmemesi neredeyse gelenek selleşmişti. İnönü 1 950'de Demokrat Parti'ye böyle bir yönetim teslim etti. Kanımca, 1 950- 1 960 iktidarının en büyük suçu bunun değerini anlamamasıdır. Her ülkede olduğu gibi, elbette Türkiye'de de ülke so runlarının ordu politikaya karışmadan, siviller arasında çözümlenmesi en iyi yoldu. Ama onlar, ordunun işe ka rışmasını zorunlu kılacak ne kadar yanlış varsa, hepsini yaptılar. Düşürüldükten sonra çabuk toparlanabilecekleri de bir gerçekti; ülkenin ekonomisini ellerinde tutan güçler onlardan yanaydı. 1 965'te ise ülkenin açmazı, iktidarda, uygulamakla gö revli olduğu yeni anayasaya karşı olan bir partinin bulun masıydı. Toplumsal uyanış alabildiğine ilerliyordu. Böyle sürerse, iktidarı destekleyen çevrelerin çıkarları da tehlikeye düşecekti. Reform ve düzen değişikliği isteklerini durdur manın bir tek yolu vardı: Birliği ve dayanışmayı bozmak. Anayasal çerçeve içindeki demokratik kitle hareket lerinin zorbalık ve teröre dönüşmesinde yanılgıların ve kışkırtmaların payları hangi oranlardadır, bugün bile anlaşılabilmiş değildir. Gençlik hareketleri giderek yasal sınırların dışına çıktı. Aydınlarsa, düşünleriyle onları bu yola itmiş olmakla suçlanacaklardı. 1 2 Mart 1 971 'de durumun 27 Mayıs 1 960'takinden çok farklı olduğunu anlayabilenler pek azdı. Birçok aydın 262
26 Mart 1 971 'de kurulan Nihat Erim hükümetini alkışlı yor, bunun bir reform hükümeti, bir ilerici iktidar olaca ğını umuyordu. Hatta o hükümette görev almış bakanla rın bile bazıları farkı aylar sonra anlamaya başlayacak ve çekileceklerdi. Ülkede ekonomik gücü ellerinde tutanlar 1 96 1 Anayasası koşulları içerisinde iş görme gücünü ken dilerinde bulamamışlardı. Şimdi çok ustalıklı bir biçimde, terör ve temel özgürlüklere, yılların düşün birikimine eş bir anlam kazandırılacak, bunlar aynı torbaya konacak ve torbanın ağzı bağlanacaktı. Aslında, 1 946'da getirilen tek kanatlı çok partili rejim iflas etmişti. İçyüzü hala tam bilinmeyen ama bir kışkırtıcı ajanın da işe karıştığı söylentilerinin de çıktığı İstanbul'daki İsrail Konsolosu Elrom'un öldürülmesi olayı 26 Nisan 1 97l 'de sıkıyönetim ilanıyla sonuçlandı. Teröristlerle birlikte ay dınların tutuklanmalarına da başlanmıştı. Radyo, gözal tına alınmak üzere ilgili yerlere başvurmaları istenenlerin adlarını okuyordu. Kimler yoktu ki! Yazarlar, bilim insan ları, sendikacılar. . . Başbakanın yakın arkadaşları bile içeri alınıyordu. O ise tüm bu uygulamaların bilgisi dışında ya pıldığı, kendisinin bir sorumluluğu olmadığı savındaydı. O günlerde ilginç bir davet aldık. Başbakanın basın da nışmanlığını yapmakta olan Kurtul Altuğ, Fakir Baykurt, ben ve bazı arkadaşlarla tanıdığımız bir gazetecinin Çan kaya' daki evinde buluşmak istiyordu. Gittik. Altuğ'un iktidarın verdiği görevle böyle bir görüşmeyi düzenledi ği anlaşılıyordu. Sorun şuydu: TÖS, hükümetin eğitim politikasını destekleyecek miydi ? Baykurt, TÖS başkanı olarak desteği belirten bir bildiri yayımlayamaz mıydı ? Verilen karşılık " Önce hükümet yaptırımlarını göstersin, doğru bulursak destekleriz" oldu.
263
Bu karşılıktan birkaç gün sonra TÖS yöneticileri tutuk landı. Hem de ne tutuklama ! Fakir'in evinin bulunduğu sokak gece yarısı iki başından kesilmiş, ev sarılmış, bahçe görevlilerce kuşatılmış, eve bir yığın görevli girmişti. Onu bir ciple götürmüşlerdi. Fakir birkaç gün tutuklu kaldı. Salındı. Kendisine çok iyi davranıldığını anlattı. Ama TÖS istenen destekleme bildirisini yine yayımlamadı. Yeniden tutukladılar. Bu kez işleri uzun sürecekti. Birkaç gün sonra, evde yeni aramalar yapılacağından kuşkulanan eşi, bizlere haber gönderdi. Evdeki kitap ve yazıları gözden geçirmemizi istiyordu. Fakir de haber gön dermiş; yazacağı roman ve hikayelerde kullanacağı bazı notlar varmış, bunlar götürülürse kaybolabilir kaygısıyla onların güvence altına alınmasını istiyormuş. Birkaç saat çalışarak evde yazılı, basılı ne varsa inceledik. Aslında za rarlı bir şey yoktu ama yönetimin tarafsızlığına güven bir kez yitirilince ölçüler de değişir. Bazı mektupları ayırdım. Örneğin Yugoslavya, Bulgaristan gibi ülkelerden gelmiş iş mektupları. Bunlar Fakir'in orada çevirileri yayımlanan kitaplarıyla ilgili yayınevleriyle yaptığı yazışmalardı. Ya hut Anadolu'dan, öğretmenlerden gelmiş bazı mektuplar. Adam dağın başında bir köyde bunalmış, içini döküyor. Fakir'in hikaye, roman çalışmalarıyla ilgili notlarını ise bir yakınının evine yolladık, TÖS'te çalışan bir kişiyle! Aylar sonra, yaptığımızı anlatınca Fakir gülmekten kendini ala madı; dava dosyasında o kişinin polisin adamı olarak çalış tığını gösteren bir belge okumuştu! Bizlerin bu gibi işlerdeki yeteneğimiz bu kadardı işte! Anlaşılan o notlar da gereken yerlere götürülmüş, incelerımiş, sonra o yakınına ulaşmıştı. 1 971 Türkiyesi'nde birçok evin termosifon bacası ya kılan bazı kitap ve yazılarla saatlerce tütmüştür. Ne var ki bunun sorumluluğu o evlerde oturanlarda olmasa gerek! 264
" Bir sınıfın diğer sınıf üzerinde egemenliğini sağlamak amacıyla gizli örgüt kurmak. " TÖS için açılan davadaki sav buydu. Dinleyici olarak bir duruşmaya gittim. Geniş bir sınıf büyüklüğündeki salonu doldurmuş, hemen hepsi öğretmen, 1 OO'ün üstünde insan. En ön sırada TÖS yöne ticileri. Başta Fakir. Fakir'in soğukkanlı, kendine güvenir bir hali vardı. Duruşma yargıcı, genç denilebilecek yaşlar da, temiz, beyaz yüzlü bir askeri yargıç. Sorgulama aşamasında bir duruşmaydı izlediğim. Arka sıralardan, 1 8-20 yaşlarında, tutuklu, gencecik bir kız öğretmenin sorgusu yapılıyordu. Onun için gizli ör güte üye olmaktan birkaç yılı aşan bir hapis cezası isteni yordu. Suç kanıtı bir tek posta kartıydı. Pullu, damgalı, zarfsız, açık olarak bir arkadaşına yollanmış bir tek posta kartı. TÖS üyesi bir arkadaşına gönderdiği bir bayram tebriğiymiş. Yazdığı bir iki tümce suçun kanıtı yapılmak isteniyordu. Sonra orta yaşın üstünde Samsunlu bir öğretmenin sorgusu yapıldı. Ayrıntılarını şimdi anımsamıyorum, tu tuklama nedeni öylesine olağan ve gündelik bir olaya da yanıyordu ki tüm salondakiler gibi yargıçlar da gülüm seyerek başlarını eğdiler. İnsan ister istemez şöyle düşün mekten kendini alamıyordu: O salondakilerin hepsi bu ülkenin aydınları değil miydi ? Onları nasıl karşı karşıya getirmişlerdi ? Zorbalık ve terör olaylarına karışanlarla yürürlükteki yasaların çerçevesi içinde düşünlerini açıkla mış aydınlar nasıl olup da bir tutuluyordu ? "Toplumsal gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştır. " 12 Mart el koyması için ileri sürülen bir gerekçe de buydu. "Toplumsal gelişme böyle giderse ekonomiden en fazla yararlananların çıkarları bozulacaktır" diye düşünenlerin var olduğu da bir gerçekti. 265
1 2 Mart el koymasından sonra daha önceki siyasal çekişmelerin zorbalık ve silahlı eyleme dönüşmesinin ne denleri üzerinde durulmuştur. Hemen her kesim suçlandı: Politikacılar, yöneticiler, bürokratlar, öğretmenler, yazar lar, sendikacılar, sanatçılar, bilim insanları . . . Ama bir kesi me ilişilmedi: 1 950'den sonra kısa süreli kesintiler dışında ülkeyi yöneten iktidarların desteklediği, her isteğini yerine getirmek için çabaladığı özel sektör. Atatürk devletçilik demişti; bunu anayasaya da koy muştu. Devletçiliği en geniş anlamda, bir karma ekono mi sistemi içinde düşündüğünü varsayalım. 1 950'lerden sonra o denge bozulmadı mı ? Özel sektör güçlendikçe ülkenin gelir dağılımındaki aksaklık giderek artmadı mı ? Varlıklı çok varlıklı, yoksul daha yoksul olup orta sınıflar erimedi mi ? İstatistikler, tüm bilimsel veriler bunu göster miyor mu? Bu sözleri bir özel sektör düşmanlığı olsun diye yazmı yorum. Kolay kazanç, aşırı kar, kalitesiz üretim eğilimini kontrol edemeyen, kendini denetleyemeyen, yöneteme yen, kendi uzun vadeli çıkarlarının bile bilincine varama yan, dar görüşlü, güdük, çarpık bir özel girişimciliğin de ülkenin içine sürüklendiği ağlanası durumda sorumlulu ğu, hem de önemli bir sorumluluğu olduğunu belirtmek için söylüyorum. Kentleri kuşatmış yoksul gecekondularda yaşayan insanların her gün gözlerinin önünde sorumsuzca sürüp giden o kolay kazançlara dayalı savurgan yaşantı ser gilemelerinin gençlerin yanlış yollara sürüklenmesinde hiç mi rolü yoktu ? Atatürk'ün amacı böyle bir toplum muydu ? Toplumun her kesiminin hakkı olanı aldığı, ekonomik çıkar grupları arasında sağlıklı dengelerin ku rulduğu, kimsenin kimseyi sömürmediği, en yoksulun 266
bile insan gibi yaşayabileceği bir toplum yapısı yaratmak değil miydi ? Bu eleştirileri yapmanın, böyle bir mutlu toplumu özle menin komünizmi istemekle hiçbir şekilde eş anlama gel mediği anlaşılana, kafalara girene kadar ne yazık ki daha çok acı çekilecek, o amacı gerçekleştirmeleri gereken güç ler daha çok birbirine düşecek, birbirini kıracaktır. TÖS davası uzun sürdü. Sonunda kimse ceza almadı ama bu sonuca varılmasında Fakir'in mahkemedeki so ğukkanlı, inandırıcı ve dengeli tutumunun büyük etkisi vardır. TÖS başkanı olarak yazdığı savunma, bu tür yazı nın unutulmaması gereken bir yapıtıdır. TÖS'te yöneticilik yaptığı sürece çok dikkatli, yasalara çok saygılı davran ması, bir denge öğesi olarak hareket etmesi, o mahkeme salonundan kendisini de, arkadaşlarını da, TÖS'ü de yüz akıyla çıkartmasını sağlamıştır. TÖS'te tabanın baskısı çok güçlüydü. Bu baskıyı yasal sınırları aşmadan harekete dönüştürmek kolay değildi. Baykurt bunu başarmıştı. Ne var ki çilesi daha bitmemişti. Sıkıyönetimce salı verildi ama bir süre sonra sivil mahkemelerde açılmış da valar nedeniyle tutuklandı. TÖS başkanı olarak geçmiş günlerdeki bazı konuşmalarından ötürü suçlanıyordu. Ankara sivil cezaevinde bir kez kendisini ziyaret ettim. Çıplak badanaları dökük duvarlı ziyaretçi odasında, si nek pislikleriyle bulanıklaşmış çift camlı, küçücük, hela penceresi büyüklüğünde deliğimsi bir yerden birkaç daki ka konuştuk. Saçlarını da kesmişlerdi. Bu davalardan da beraat edecekti. Salıverildiğinde o eski Fakir değildi artık. Yalnız o mu ? Hiçbirimiz eski biz değildik ki. Sabahattin Eyuboğlu ve arkadaşlarının da gizli örgüt kurma suçlamasıyla tutuk lanmaları ölçünün kaçırıldığını gösteriyordu. Eyuboğlu ve 267
gizli örgüt kurmak! Olacak iş değildi ama istese yaradılışı buna elverir miydi acaba ? Kendisini iyi tanıyanlar herhal de rüyalarında bile böyle bir şey göremezlerdi. Ve bu ikti darın başında bir hukuk profesörü vardı ! İktidarların bazı yanlış işlemleri vardır ki kolay kolay unutulmaz! Ve bun ların sorumluluğundan hiç kurtulunamaz tarih önünde! Bu olaylar bende silinemeyecek izler bıraktı. Yıllarca elime kalem almadım, alamadım. Ürküntü de değildi bu, bir başka duyguydu ... Sivil yönetime geçildikten sonra da (sanırım en sivil yönetim o baştakilerin değerini bilmedik leri 1 950-1 960 dönemiydi) uzun süre, 1 964'te girmiş ol duğum Sosyal Sigortalar Kurumu'nda hastane hekimliği dışında bir şey yapmadım. Olaylarsa, elbette durmuyor du. Siyasal ortam yine alabildiğine gerginleşiyordu. Yine terör olayları başlıyor, şiddet tırmanıyordu. Ufukta yeni ve kaçınılmaz el koymalar gözüküyor, insanlar can güven liği kaygısıyla, haklı olarak, bir kez daha sivil yönetimle rin sona erdirilmesini özlüyorlardı. Ve sanırım, kuşaklar arasındaki kopukluk da giderek artıyordu. Tüm bu olanlardan kimlerin çıkarı vardı, bun lardan hangi çevreler yararlanıyordu ? 1 975 yılında, TÖS'ün yerine geçmiş olan TÖB-DER'in bir 1 7 Nisan köy enstitülerini anma törenine katılmamı istediler. Daha doğrusu, törene davet edilen Ankara Tabip Odası, oda adına gitmemi ve bir konuşma yapmamı iste di. Yıllardan beri böyle toplantılara katılmıyordum ama bağlı olduğum meslek kuruluşunun verdiği görevi yerine getirmeyi doğru buldum. Köy enstitülerindeki sağlık kolları, buralardan yetişen köy sağlık memurları ve ebeleri konu alan bir araştırma yazısı hazırladım. Tören, Ankara'da birkaç yıl sonra bir yangında yanacak olan YIBA çarşısının en üst katındaki 268
bir salondaydı. Dinleyicilerimiz gencecik çocuklardı. Ku şaklar ne kadar çabuk değişiyordu. Bazı politikacılar da vardı. Okuduğum incelemem pek ilgi uyandırmadı. Benden sonra Talip Apaydın konuştu. Köy enstitülerindeki öğren cilik yılları anılarını anlattı. İş eğitimini vurgulamak isti yordu. Onun konuşması da pek ilgi uyandırmadı. Bizim söylediklerimizle hiç ilgisi olmayan, güncel siyasal slogan ları bağırıp duruyorlardı. Onların kendi konuşmacıları vardı, eş sloganlarla onları coşturan. Köy enstitülerini fa lan dinleyecek halleri yoktu. Çok başka havalardaydılar. Toplantıdan sonra uzun uzun düşündüm. Akıl yolu bilim yolu derken, bunların dışında apayrı bir yola mı saptırılmışlardı ? Yoksa bizler mi yaşlanmıştık da onla rı anlayamıyorduk ? Şu kesindi, bizlerden bir şeyler öğ renmek, yaşadıklarımızdan yararlanmak istemiyorlardı. Daha sonraki günlerde böyle toplantılara da gitmedim. Köy enstitüleri konusunda söyleyeceklerimi yıllarca söyle miş, yazmıştım. Bu konuda tasarladığım diğer çalışmaları ileride yeniden ele alabilirdim. Eğer yaşarsam . . . Uğraşımın ağırlık merkezi hekimliğe v e özellikle mes lekteki ilk tutkuma, iş hekimliği ve işçi sağlığına dönmüş tü yine. Bundan sonra neler olduğu ise ayrıca yazacağım uzun bir öyküdür. 1 3 Ağustos 1 983, İzmir
Albüm
Müstesna ve Engin Tonguç
273
Engin Tonguç, Hemşire Okulu diploma töreni, 1 9 79.
Ferit Oğuz Bayır Ôdül töreni; Foça, 1 7 Nisan 1 98 8.
2 74
Engin Tonguç, 1 . U/usa/ Sağlık Kongresi; A nkara, 23-28 Şubat 1 9 92.
Engin Tonguç, Güldikeni Yayınevi, 23 Haziran 1 9 9 7.
275
E ngin
ue
Müstesna Tonguç, Harb - İş toplantı salonu, 23 Haziran / 9 9 7.
K E ÇE V Genel Kurulu, 26 Nisan 2 003 .
276
Engin Tonguç, İsmail Hak kı Tonguç Belgeliği Vakfı yöneticileri ile birlik te: Soldan sağa: Nuray Ak tay, Gülin Onat Bayır, Güzel Yücel Gier, Kemal Kocabaş, Engin Tonguç, Metin Atuf Kansu, Işık Kansu, Özgür Aydın. 1 0 Nisan 2 0 16, Soma.
fakir Bayk urt ve eşi Muzaffer Baykurt, Engin ve Müstesna Tonguç; Soma.
Müstesna Tonguç 'un ailesi ile. . . (Sol başta) Engin Tongııç, (yanında) Tosun Terzioğlıı (Prof D r. ) ; oturanlar: (sol /,aşta) Nafi,ı To ngu ç,
(sağ başta) İsmail Hak kı Tonguç.
278
Engin ve Müstesna Tonguç, Mustafa Ekmekçi (en sağda hasır şapkalı) Ayvalık 'ta.
(Karşıda yan yana oturanlar) Engin Tonguç ve Talip Apaydın.
279
7. Tıp Kongresi, Trabzon SS K .
Engin Tonguç, Öğretmen Dünyası dergisi standında kitaplarını imzalıyor.
280
(Arka sırada) Müstesna ve Engin Tonguç bir tıp kongresinde.
Engin Tonguç, Müstesna Tonguç, Müstesna Tonguç'un akrabaları Aybars lrtis; (ayaktakiler) Aslı Ece lrtis, Mehmet Hilmi Ergin ile birlikte.
281
Engin Tonguç, bir çocuğa resim yarışması nedeniyle ödülünü veriyor.
Engin Tonguç, EÇE V'de konuşma yaparken.
282
Engin Tonguç, Güldik eni Yayınları 'nın Sahibi Mustafa B eyk öylü ile İsmail Hak k ı Tonguç 'un A nkara Cebeci Asri Mezarlığı 'ndaki gömütü başında.
Engin Tonguç, eşi Müstesna Tonguç 'un gömütü başında.
283
Engin Tonguç, çizim: Osman Turan.
284
Dizin
Adalet Partisi 249, 256, 257 Adana 5 Adapazarı 5 Adriyatik Denizi 6 Afacan 38
Afrika 168 Akçadağ 250
Aksu, İbrahim 149 Aktay, Nuray 277 Alıcık 215 Ali Şükrü Bey 44 Almanya 5, 21, 24, 93, 131, 136, 138, 145, 153, 158, 161, 162, 175, 178, 179, 181-183,
185-187,
191,
201, 205, 213, 215, 217 Almanya Maarifi 103
Alsaç, Nezihe 53, 55 Altındağ 97, 98, 107, 151 Altona Garı 162 Altuğ, Kurtul 263 Amasya
186-188, 193, 196-
199, 208-210, 213, 224 Amasya Devlet Hastanesi 210 Amasya Şeker Fabrikası 186, 187, 193, 195
Amerika Birleşik Devletleri 145, 233, 253, 257 Anadolu 4, 6, 7, 15, 16, 27, 66, 67, 72, 160, 193, 194, 198, 205, 209, 220, 235, 264 Anadolu İhtilfıli 258 Anafartalar Caddesi 34, 38, 44, 57 Anday, Melih Cevdet 68 Ankara 3, 5, 7, 10, 12, 15, 19, 21, 22, 25, 26, 34, 36, 38, 41, 42, 44, 45, 51, 53, 55, 57, 62, 69, 71, 73-77, 79, 81, 86, 92, 96, 97, 100, 106, 114, 119, 120, 129, 142, 145, 150, 151, 170, 197, 198, 200, 202, 211-215, 220, 224, 228, 231, 233235, 244-246, 248, 254, 257, 268 Ankara Ağır Bakım Fabrikası 229 Ankara Atatürk Lisesi 52, 53, 112 Ankara Doğumevi 4 Ankara Garı 118, 129 Ankara İl Güvenlik Örgütü 140 Ankara Kalesi 34, 97, 102
285
Ankara Kız Lisesi 30 Ankara Numune Hastanesi 30, 44, 62, 90, 96, 126, 129, 135 Ankara Ordu Donatım Ana Ta mir Fabrikası 1 44, 152-154, 200, 229 Ankara Palas 84, 1 2 1 Ankara Radyosu 21 Ankara Tabip Odası 268 Ankara Tıp Fakültesi 63, 118, 124 Ankara Üniversitesi 108 Ankara Üniversitesi Dil ve Ta rih-Coğrafya Fakültesi 96, 108-110, 116 Apaydın, Talip 219, 221, 246, 256, 269, 279 Aptullah (Bağlumlu) 17, 85 Arıkan, Saffet 84, 85 Arman, Hürrem 77, 78, 242 Atatürk, Mustafa Kemal 40, 42, 73, 102, 108, 117, 160, 221, 262, 266 Atay, Falih Rıfkı 101 Atpazarı 51 Atsız, Nihal 111, 244 Avcıoğlu, Doğan 232, 233, 258 Avrupa 153, 155, 158-160, 217 Avusturya 158 Aydın, Özgür 277 Aydınlık 109 Ayten Sokak 223 Ayvalı 70 Baban, Nedret 57-59 Bach, Johann Sebastian 21 Bağlum 17
286
Balgat 72 Balıkesir 73, 74 Balkanlar 7 Banguoğlu, Tahsin 112, 1 19, 243, 244 Barkan, Ömer Lütfü 61 Basel Tıp Fakültesi 1 32, 138 Başaran, Mehmet 220, 243, 246, 256 Baştuğ, İrfan 221 Bayar, Celal 100, 122 Bayır, Ferit Oğuz 68, 103, 104 Bayır, Gülin Onat 277 Baykurt, Fakir 22 1 , 233, 242, 246-248 , 256, 263-265, 267, 278 Baykurt, Muzaffer 278 Beer, Max 95 Beethoven, Ludwig van 2 1 , 89 Bentderesi 21, 35, 37 Bergama 169 Berkes, Niyazi 96, 109, 233, 234 Berkman, Avni Refik 124 Berlin 183 Beyköylü, Mustafa 281 Birand, Hikmet 125 Bitik, Ali 38 Bizim Köy 120 Boğaziçi 4 Boran, Behice 96, 109 Boratav, Pertev Naili 96, 109 Bosna-Hersek 6 Bostancı 26 Brahms, Johannes 51 Bremen 170 Buğday Pazarı 208, 210
Bulgaristan 4, 154, 264 Burak, Zekai Tahir 4 Bursa Cezaevi 61 Büyük Postane Sokağı 3 Büyükderbent 29 Büyükderbent İstasyonu 29 Cavcı, Nebile 11 Cebeci 44, 52, 89, 119 Cebeci Hastanesi 126 CHP 17, 84, 93, 100-103, 105109, 111, 112, 117-119, 122, 123, 221, 223, 231, 233, 239, 256, 257, 259261 Columbia Üniversitesi 233 Cumhuriyet 120, 121 Çakırgil, Mansure 50 Çankaya 95, 263 Çankaya Köşkü 21, 122 Çankırı 74 Çınar, Meliha 55 Çifteler Köy Enstitüsü 238 Çocuk Sesi 38 Çorum 215, 216 Dahili Böbrek Hastalıkları Kliniği 135 Daniş, Naci Sadullah 98 Demet 231 Demokrat Parti 100-103, 112, 122, 123, 138, 195, 214, 260, 262 Denizciler Caddesi 4 1 , 44, 48, 96, 107 Devlet Planlama Teşkilatı 145
Devrim 232, 241 Devrimci Eğitim Şurası 248 Dikerman, Müştak 37
Dikmen 1 O, 77 Dobruca 4, 31 Doğu Almanya 24 Dubrovnik 6 Dursunoğlu, Cevat 223, 224 Eckstein, Albert 127-129 Edirne 228 Efes 169 Ekmekçi, Mustafa 221, 240, 279 Elrom, Efraim 263 Emek Mahallesi 25, 71 Emine (Arkadaşı) 35, 43 Eppendorf Tıp Fakültesi Hastanesi 163, 187 Ergin, Mehmet Hilmi 282 Erim, Nihat 241, 263 Erzurum 118, 119 Esendal, Memduh Şevket 94 Eski Çeltek Linyit İşletmesi 204 Eskişehir 5, 26 Ethem Nejat 108 Etlik 10, 12-18, 20, 22, 37, 41, 43, 49, 69, 82, 85, 114, 139, 220 Eyuboğlu, Sabahattin 222, 223, 226, 234-236, 243, 256, 267 Feyyaz (Arkadaşı) 35 Frank, Erich 135
287
Gadermann (Doçent) 216 Gazi Çiftliği İstasyonu 42 Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü 10 Gazi İlkokulları 44, 45 Gençlik Parkı 58 Gier, Güzel Yücel 277 Goldeck (Doç. Dr.) 165, 168170, 175 Göğüş, Beşir 48 Görüşler 106 Grieg, Edvard 21 Gülhane Hastanesi 126 Gülhane Tıp Fakültesi 127 Gülveren 151 Gümüşhacıköy 215 Gündüzalp, Fuat 239 Güney Amerika 128 Gürsel, Cemal 246, 249 Hacıbayram Camii 36, 140, 221 Hakimiyet-i Milliye 117 Halkevi 41, 43, 117 Hamamönü 99 Hamburg 154, 161, 162, 169, 171, 182, 184, 217 Hamburg Havaalanı 215 Hamburg Tıp Fakültesi 138 Hasanoğlan 49, 76, 223, 254 Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu (bkz. Hasanoğlan Öğretmen Okulu) Hasanoğlan İstasyonu 74, 251 Hasanoğlan Köy Enstitüsü 78, 100, 220, 223 Hasanoğlan Öğretmen Okulu 228, 251, 255, 257
288
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 222, 236 Hatipoğlu, Şevket Raşit 257 Havza 215 Hayber Kalesi 245 Hazreti Ali Cengi 245 Hıfzı Efendi 69 Hisarparkı 34 Hisarparkı Caddesi 12, 24, 25 Hitler, Adolf 20, 129 Hürriyet ve İtilaf Fırkası 102 Isparta 231 İçli, Rebii 21 İçli, Şerif 21, 22 İdris 4 İleri, Tevfik 138, 152, 182 İmalat-ı Harbiye Fabrikaları (bkz. Makine Kimya En düstrisi Kurumu) İmece 226, 230-233, 236, 237, 239, 240 İmece Yayın Kooperatifi 233 İnan, Rauf 239, 242 İncesulu, Hilmi 257 İnebolu 6 İnönü, İsmet 66, 78, 86, 87, 94, 95, 100-102, 104, 105, 108, 109, 113-115, 119, 123, 221-224, 231, 242, 246, 256, 257, 262 İpek 5 İrdelp, Neşet Ömer 108 İrtis, Aslı Ece 282 İrtis, Aybars 282 İsmet (Arkadaşı) 35
İsmetpaşa 51 İsrail 24 İstanbul 3, 5, 6, 14, 25, 26, 43, 100, 111, 120, 121, 131, 198, 226, 231, 235, 242, 244, 263 İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi 62 İstanbul Kız Öğretmen Okulu 6 İstanbul Öğretmen Okulu 5 İstanbul Teknik Üniversitesi 145 İstanbul Tıp Fakültesi 62, 96, 108 İstanbul Üniversitesi 108 İstrati, Panait 245 İsviçre 138, 218 İtalya 154 İttihat ve Terakki Cemiyeti 5 İzmir 106 İzmit 26, 29 Japonya 93 Jores, Arthur 163, 168, 170, 172, 173, 179-181, 184, 191 Kadıköy 26 Kalecik 74 Kaledibi 35, 36, 51 Kaleiçi 34-36 Kamil Bey (Yüzbaşı) 5, 6 Kamuran (Arkadaşı) 97-100 Kanada 233 Kanat, Halil Fikret 238 Kanık, Orhan Veli 105 Kansu, Arman Atuf 14-15, 22, 30, 96, 116, 118
Kansu, Ceyhun Atuf 13-15, 62, 89, 96, 97, 186, 194, 197, 198 Kansu, Ergun 20 Kansu, Işık 277 Kansu, Metin Atuf 277 Kansu, Nadide 9, 20 Kansu, Nadire 22 Kansu, Nafi Atuf 12, 13, 22, 49, 83, 89, 94, 102, 103, 108, 109, 111, 116-118 Kansu, Şevket Aziz 9, 20, 102, 108, 109, 111, 116, 119 Kansu, Tuğrul Atuf 22 Karadeniz 4 Kara!, Fatma 55 Karaman 6 Karaman Beyliği 6 Karasu, Nusret 130 Karlsruhe 218 Kars 228 Kastamonu 5, 74 Kastamonu Öğretmen Okulu 5 Kayseri 248, 249 Kayseri Lisesi 119 Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü 73 Keçikıran 151 Keçiören 10, 53 Kendi Kendinin Doktoru 63 Kıbrıs 110 Kırıkkale 218 Kırım 5 Kırşehir 76 Kızılay 247 Kızılçullu Köy Enstitüsü 105, 115, 238
289
Kirby, Fay 233, 234 Kocabaş, Kemal 277 Konya 5, 6 Konya-İvriz Köy Enstitüsü 70 Koraltan, Refik 244 Kore 116 Kosova 5 Köni, Hayrünnisa 55 Köni, Yunus Kazım 68 Köy Enstitüleri 236 Kuşadası 6 Kut, Dursun 220, 221, 231-233, 242, 243 Küçükhisar 14-16 Kürkçüoğlu, Nusret 124 Ladik Köy Enstitüsü 215 Larousse 107 Larus (bkz. Larousse) Ljubljana 154-156, 158 Makal, Mahmut 120-122, 219, 221, 231, 233, 246, 256 Makal, Naciye 219 Makedonya 5, 6, 27, 29 Makine Kimya Endüstrisi Kurumu 23 Maltepe 52 Marchionini, Alfred 127 Marmara Gazinosu 42 Marmara Köşkü 42 Mehmet Efendi 211 Melchior, Edward 127, 128 Meliha Hanım (Öğretmen) 34 Merkez Bankası 117 Merseburg 24 Merzifon 197, 199, 215, 216 Metin (Avukat) 34, 43
290
Mevlid 245 Mısır 97 Milli Eğitim Bakanlığı 34, 44, 57, 69, 74, 95, 104, 115, 124, 138 , 141, 153, 247, 248 Milli Savunma Bakanlığı 145, 152, 229 Mitroviçe 5 Mozart, Wolfgang Amadeus 21 Murtaza (Sağlık memuru) 148 Münih 154, 187
Necati Bey (Milli Eğitim Bakanı) 12, 13 Necatibey İlkokulu 34 Nihat (Arkadaşı) 44, 51 Noyan, Abdülkadir 109, 110 Ohri 5 Onar, Sıddık Sami 109, 111 Orient 240 Orta Anadolu 7, 197 Ortadoğu 168, 218 Osman (Topal) 44 Osmanlı İmparatorluğu 5 Osmanlılar 6 Ovacık 17 Öktem, İbrahim 257 Öner, Kenan 115 Özmenek, Hamit 242 Palabıyık Meyhanesi 96 Pamir, Zeki Hakkı 109 Paris 108, 240 Paris Komünü 149 Peker, Recep 103, 108
Pestalozzi ve Devrim 239 Pestalozzi, Johann Heinrich 239 Polatlı 21 Postane Sokağı 43, 96 Priştine 5 Pulewka, Paul 127
Ran, Nazım Hikmet 98 Recep Usta 149 Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü 126, 211, 212 Remzi Kitabevi 95 Rifat, Haydar 95 Rufer, Alfred 239 Rumeli 6 Ruso, Yusuf 24 Rusya 7 Saka, Hasan 108 , 112 Samanpazarı 51 Samsun 103, 198, 202, 211 Sapanca Gölü 26 Saracoğlu, Şükrü 100, 101, 105 Sarımsaklı İstasyonu 73 Savaştepe 73, 74 Selanik 5-7 Selek, Sabahattin 258 Serbest Fırka 102 Serez 5 Sıhhiye 52 Sıhhiye Meydanı 12 Silistre 4, 5 Sirer, Reşat Şemsettin 103-106, 110, 112, 115, 119 Sirkeci Garı 154 Solok, Cevdet Kudret 55 Soma Sendika Oteli 220
Sosyal Sigortalar Kurumu 268 Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelenin Tarihi 95 Soydaş, Hamza 233 Soyer, Uğur 124 Soysal, Emin 105, 108, 115, 116 Stary, Z. (Prof.) 127 Sulakyurt 218 Suluova 192, 193, 199, 203, 208, 210, 215 Sungu, İhsan 68 Sungurlu 217 Sus Sineması 59 Süleyman Çelebi 245 Şavşat 246 Şeyhoğlu 6 Şükran Hanım (Öğretmen) 33 Şükran Lokantası 96 Şükrü Bey (Maarif Nazırı) 5 Tahtakale 3 Tan 106 Tandoğan Meydanı 247 Taş Mektep 44 Tataratmaca 4 Tavşanlı, Pakize 35 Taykut, Reşat 145-147, 151, 152 TBMM 41 Tekiner, Haldun 90, 92 Terakkiperver Cumhuriyetçi Parti 102 Tersakan Çayı 197, 204 Terzioğlu, Tosun 278 Tohum Atan Adam 250, 251 Tokat 197, 198 Tolunay, Mithat 125
291
Tonguç, Engin 8-11, 13, 20, 22, 25, 27, 31, 33, 34, 37, 39, 49, 53, 86, 90, 127, 183, 188, 211, 219, 220, 222, 233, 243, 273-284 Tonguç, İsmail Hakkı 3, 9, 11, 20, 22, 37, 85, 224, 227, 238, 251, 255, 278, 281 Tonguç, Müstesna 185, 186, 219, 243, 273, 276, 278, 279, 281, 282 Tonguç, Nafia 3, 9, 11, 20, 22, 37, 85, 278 Tonguç, Yalım 90, 91 Topçu, Nurettin 242 Totrakan 4 TÖB-DER 268 TÖS (bkz. Türkiye Öğretmenler Sendikası) Trebin 6 Trebinje (bkz. Trebin) Trieste 155 Turan, Osman 284 Turhal Şeker Fabrikası 186, 194, 197, 203 Turhan, Mümtaz 242 Tuzluçayır 151 Tüm Eğitim ve Öğretim Emek çileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (bkz. TÖB-DER) Tünel 242 Türk Devrim Ocakları 242, 244 Türkiye 16, 19, 66, 79, 81, 93, 102, 120, 149, 168-170, 178, 186, 188, 191, 208, 210, 214,
292
150, 179, 192, 217,
164, 182195, 218,
231, 234, 247, 253, 255, 258, 261 , 262 Türkiye Gençler Derneği 96, 106, 107, 116, 141 Türkiye İşçi Partisi (nP) 257, 259 Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu 245 Türkiye Öğretmenler Sendikası 245-249, 263-265, 267, 268 Türkiye Öğretmenleri Yardım laşma Derneği 245 Türkiye'de Köy Enstitüleri 233 Türkiye'de Toplumsal Akımlar 240 Türkiye'nin Düzeni 258 Uğural, Mustafa Necati 117 Ulucanlar 51 Ulus 3, 41, 69, 106, 110, 232 Ulus 95, 261 UNESC0 234 Uygur, Ali 244 Uzel, Rüştü 34 Uzel, Yıldız 34 Vahit Bey (Doktor) 23 Varlık 182 Vatan 111 Vecihi Bey 23 Vesile 4 Werner 23, 24 Yalnız, Mahir 55 Yaprak 105
Yargıtay 115 Yaşar Kemal 225 Yaşargil, Erdem 132, 133, 138 Yaşargil, Gazi 132 Yeni Çekek 203 Yeni Dünya 106 Yenidoğan 151 Yenimahalle 151 Yenişehir 19, 52, 99 YIBA Çarşısı 268 Yılanların Ôcü 246, 256 Yıldırım Beyazıd Meydanı 1 26
Yılmaz (Arkadaşı) 51 Yiğit Sokak 23, 24 Yön 232, 233 Yörükoğlu, Kadir 22 Yugoslavya 5, 154, 156, 264 Yunanistan 154, 156 Yücel, Hasan Ali 85, 86, 100, 103-105, 111, 1 12, 1 1 5, 224, 225, 231, 258 Zincirli Hürriyet 106
Zümrüt 5
293
Köy Enstitüleri'nin mimarı lsmail Hakkı Tonguç ile ilkokul ögretmeni Nafia Tonguç'un ilk çocugu olarak Ankara'da dünyaya gelen Engin Tonguç, Umut Yolu 'nda çocuklugundan 1 983 'e kadar olan anılarını kaleme alıyor. Ankara' da geçen çocukluk günlerine ve aile içinde aldıgı egitime anılarında ayrıntılarıyla
Engin Tonguç (1 928·2016) İlk,
yer veren Engin Tonguç, yurtiçi ve
orta ve lise eğitimini Ankara'da
yurtdışındaki tıp egitimi sürecini de dönemin olaylarını ve kişisel gözlemlerini dışarıda bırakmadan paylaşıyor. lşyeri hekimi olarak çalıştıgı yıllarda yaşadıkları hem mesleki açıdan hem de o günlerin koşullarını içermesi bakımından ayrı bir önem taşıyor. Babası lsmail Hakkı Tonguç'u da anlatan ve ondan aldıgı yurtseverlik sorumlulugunu yaşamı boyunca sürdüren Engin Tonguç'un anıları kişisel olmanın ötesinde o günlerin siyasi, düşünsel ve ekonomik ortamına da ışık tutuyor.
tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden 1 951 'de mezun oldu. 1953-1958 yılları arasında Hamburg Üniversitesi'nde iç hastalıkları alanında uzman oldu. 1956'da meslektaşı Dr. Müstesna İnay ile Hamburg'da evlendi. Yurda döndükten sonra 1 964'e kadar çeşitli yerlerde işyeri hekimliği görevlerini yürüttü. Bu dönemde arkadaşlarıyla birlikte
İmece dergisini çıkardı.
SSK'ya bağlı sağlık kurumlarında iç hastalıkları uzmanı olarak çalıştı. 1 978-1980 yılları arasında SSK Genel Müdür Yardımcılığı görevini üstlendi. 1981 'de emekli olduktan sonra İzmir'e yerleşti. 201 1 'de İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı'nın kuruluşuna öncülük etti. Kitapları: Devrim Açısından Köy
Enstitüleri ve Tonguç, Umut Yolu, Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç SSK Yönetiminde 2 Yıl (Bir Tutam Umut İçin, SSK Anıları), Sağlık Yazılan.
(Yaşamı-Öğretisi-Eylemi),
24 TL