Sosyoloji ve Sosyal Bilimler I [1, 1 ed.]
 9786059460279

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

PİNHAN YAYINCILIK Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215 Topkapı/Zeytinbumu İstanbul Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74 www.pinhanyayincilik.com [email protected] Sertifika No: 20913

Kaynak metin: Robert E. Park, "Sociology and the Social Sciences", can fournal

of Sociology,

Ameri­

XXVI (1920-21), 401-24; XXVIl (1921-22), 1-21; 169-

83' ten alınmışhr. © Pinhan Yayınalık, 2017 Türkçe çeviri© Damla B. Aksel, 2017 Birinci Basım: Ek.im 2017 Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever Çeviri Editörü: Kasım Akbaş Kapak Görseli: Hans Baluschek, Eisenbahner-Feierabend (1895) Kapak Tasannu: Mahmut Sever Dizgi: Özlem Sümbül Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt Yaylaak Matbaaalık San. Tic. Ltd. Şti. Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03 Sertifika No: 11931

Pinhan Yayınalık: 145 Sosyoloji Dizisi: 9 ISBN: 978-605-9460-27-9 Bu kitabın tüm yayın haklan saklıdır. Tanıhm amaoyla, kaynak gös­ termek şarhyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metnin, gerek görsel malzemenin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla çoğalhlması, yayımlanması ve dağıtılması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklanrun çiğnenmesi anlanuna geldiği için suç oluşturur.

SOSYOLOJİ VE SOSYAL BİLİMLER Sosyoloji Bilimine Giriş 1 Robert Ezra Park Çeviri: Damla B. Aksel

İçindekiler 1.

Sosyoloji ve "Bilimsel" Tarih

.

il. Tarihsel ve Sosyolojik Gerçekler 111. İnsan Doğası ve Yasa

.. .

... ....... ........... . .. ........................

.

.

............ ................ .............

.

.

..

.

........... ........ ....... . ...... .......................

iV. Tarih, Doğa Tarihi ve Sosyoloji

7

15 23

. 29

......................................... .

V. Sosyal Organizma: İnsanlık mı Leviathan mı? ................... 39 VI. Sosyal Kontrol ve Düşünce Okulları Vll. Sosyal Kontrol ve Kolektif Zihin VIII. Sosyoloji ve Sosyal Araşhrma .

...................................

.

.

57

. .

67

.............. ....... . . . ..............

..

.

..... . ...... ....... .. ................

Sistematik Sosyolojide Örnek Çalışmalar ve Sosyolojik Araşhrma Yöntemleri Çalışma Başlıkları

45

.............................................................

85

....................................................................

89

Tarhşma Konulan

..

.

. .

......................... . .... ................... .. ..........

. 90

1. Sosyoloji ve "Bilimsel" Tarih Sosyolojinin bağımsız bir bilim olarak tanınması ilk ola­ rak Auguste Comte'un

Pozitif Felsefe Dersleri

1830 ve 1842 arasında yayınlanan

ile birlikte olmuştur. Comte aslında

sosyolojiyi yaratmamıştı. Ancak ona bir isim, bir program ve bilimler arasında bir yer vermişti. Comte'un bu yeni bilim için önerdiği program, siyasete ve tarihe doğa bilimlerinin pozitif yöntemlerinin eklenme­ siydi. Pratik amacı, idareyi, kesin bir bilimin güvenli te­ melleri üzerinde kurmak ve tarihin tahminlerine matema­ tiksel formüllerin kesinliğini kazandırmaktı.

Sosyal olguları, diğer kategoriler için olduğu gibi, kar­ maşıklığına uygun olarak kesinlik sınırları çerçevesinde, öngörüye elverişli bir şekilde ele almalıyız. İncelemekte olduğumuz siyaset biliminin üç özelliği kavranarak, sos­ yal olguların öngörüsü şu varsayımlara sahiptir: İlk ola­ rak, gözlem gerçekliği zemininde hayal gücünün gözlem tarafından sistematik olarak ikame edildiği düşüncesi ile metafizik ideallik bölgeleri terk edilmiştir; ikinci olarak, siyasi mefhumlar artık mutlak değildir, medeniyetin de­ ğişken durumuna göreli hale gelmiştir ve bu nedenle teo­ riler, gerçekliğin olağan seyri izlenerek öngörülebilmele­ rine imkan verir; ve üçüncü olarak, kalıcı siyasi eylem mutlak yasalarla sınırlıdır, zira, eğer sosyal olaylar her zaman beşeri veya ilahi kanun yapıcının tesadüfi müdaha­ lelerine maruz kalsaydı, onlara dair herhangi bir bilimsel öngörü mümkün olmazdı. Böylece, pozitif sosyal felsefe­ nin özüne dair şartlan, bilimsel öngörünün bu büyük özelliği üzerinde yoğunlaştırabiliriz.1

1 Harriet Martineau, T1ıe Positive Philosophy of Auguste Comte, kabaca çeviri ve özet (Londra, 1893), il, 61.

7

Kısacası Comte devlet idaresini teknik bir bilim ve siya­ seti de bir meslek haline getirmeyi önerdi. İnsan doğasının bilimsel incelemesine dayanan yasama faaliyetinin doğal yasa niteliğini üstleneceği zamanlan bekliyordu. Daha önceki ve daha temel bilimler, özellikle fizik ve kimya, insanın dış doğayı kontrol etmesine neden olmuştu; son bilim olan sosyoloji insanın kendi üzerinde kontrolünü sağlayacakh.

İnsanlar, olguyu değiştirme gucunun yalnızca kendi doğal yasaları hakkında bilgilerinden kaynaklanabileceği­ ni geç öğrendi; her bir bilimin başlangıç döneminde bilim fenomenleri üzerinde sınırsız etki yaratabileceklerine inandılar ... Toplumsal olaylar, elbette ki aşırı karmaşıklık­ ları dolayısıyla bu iddiadan en son kurtulan oldu: ama bu nedenle bu iddianın diğerlerinde de erken dönemlerinde yer aldığını, ve dolayısıyla sosyal bilimin de sanrıdan kur­ tulacağını hatırlamak daha lüzumludur. [Mevcut sosyal bilim], bir zamanlar biyolojik, kimyasal, fiziksel ve hatta astronomik olaylarla ilgili, bunlarla ilişkili bilimlerin erken dönemlerinde olduğu gibi insanın toplumsal eylemlerini belirsiz ve keyfi olarak göstermektedir... İnsan ırkı kendi­ sini, mantıksal bir koruma olmaksızın her biri gelecekte kendi değişmez hükümet biçimini kurmayı hedefleyen çe­ şitli siyasi okulların yanlış dizayn edilmiş deneylerine tes­ lim etti. Böyle bir çekişmenin ne gibi kaotik sonuçları ol­ duğunu gördük; ve diğerlerinde olduğu gibi toplumsal olaylan her bir dönem için, siyasi eylemin sınırlarını ve özelliklerini tam bir kesinlik içerisinde belirleyecek de­ ğişmez doğa yasalarına tabi kılmadığımız sürece düzen ve anlaşma şansı bulunmadığını göreceğiz. Diğer bir deyişle toplumsal olguların incelenmesinde kuramsal düşünme­ nin diğer bütün dallarını yeniden yaratan pozitif ruhun dahil edilmesi gereklidir.1 Mevcut siyasi görüş ve taraflar anarşisinde, verili sosyal

1

Harriet Martineau, crp.

cit., Ti, 59-61. 8

düzen değişikliklerin kaçınılmaz olarak, en iyi haliyle el yordamıyla işleyen bir ampirizmi; en kötü ihtimalle de Fransız Devrimi gibi bir toplumsal karışıklığı çağrıştırdı­ ğını ileri sürmüştü. Toplumun spekülatif, veya Comte'un ifadesiyle metafizik, biliminin yerine geçecek pozitif yöne­ lim ile birlikte gelişme, düzenli bir ilerleme özelliği göste­ recektir. Kesin araştırma yöntemlerinin diğer bilgi alanlarına doğ­ ru

uzanmasıyla birlikte, insan ve toplum araştırmasının,

doğa bilimleri anlamında bilimsel hale gelmesi veya buna yönelmesi beklenmeliydi. İlginçtir ki bu bağlamda Com­ te'un sosyoloji için kullandığı ilk isim lojik kelimesi,

Pozitif Felsefe nin '

sosyal fiziktir.

Sosyo­

dördüncü cildine ulaşana

kadar hiç kullanılmamıştı. Öncüllerden olsa bile, insanın kendisi dışındaki doğa karşısında sahip olduğu kontrolü, insanlar karşısında da sağlayacak bir pozitif sosyal bilim peşinde koşan ilk kişi Comte değildir. Montesquieu ilk olarak lanan

Kanunların

1 747 yılında yayın­

Ruhu'nda, sosyal düzeninin form, yani

"belli bir yapı", ile "onu harekete geçiren beşeri ihtiraslar" olarak tanımladığı güçler tarafından meydana geldiğini belirtmişti.

Freeman'ın

"karşılaştırmalı

siyaset"

olarak

adlandırdığı çığır açan denemesinin önsözünde Monte­ squieu, pozitif hukukun çok çeşitli yöntemleri üzerinden keşfettiği tekdüzeliklerin sadece hukukun bilimine değil aynı zamanda insanlığın bilimine de katkı sağladığını ileri sürmektedir.

Her şeyden önce insanlığı ele aldım; ve düşüncelerimin sonucu, sonsuz çeşitlilikteki yasaların ve usullerin sadece geçici heveslerin ürünü olmadığını gösterdi.1 Benzer şekilde Hume da siyaseti doğa bilimleri arasına

1 Montesquieu, Baron M. de Secondat, The Spirit of Laws, İng. çev. Tho­ mas Nugent (Cincinnati, 1873), 1, xxxi.

9

koymuştu.1 Condorcet tarihi pozitif yapmak istemişti.2 Fakat 1815-1840 yıllarını kapsayan dönemin Fransası'nda yeni bir siyaset bilimine olan ihtiyaa bilhassa acil yapan şartlar söz konusuydu. Devrim başarısızlığa uğramış ve onu yönlendiren ve haklı gösteren politik felsefe iflas et­ mişti. 1789 ve 1815 yıllan arasında Fransa en az on farklı anayasa kabul etmiş, denemiş ve ilga etmiştir. Ancak bu dönemde Saint-Simon'un belirttiği gibi toplum ve onu oluşturan insanlar değişmemişti. Felsefecilerin iddia ettiği gibi hükümetin yalruzca insan eliyle yapılmış bir şey ve yasamaya ilişkin bir yapı olmadığı açıktı. Saint-Simon'un ifade ettiği gibi medeniyet doğanın bir parçasıydı. Dolayı­ sıyla siyaseti fizik gibi pozitif olan bir bilim haline getir­ meyi önerdi. Siyaset biliminin konusunun siyaset biçimle­ rinden ziyade sosyal koşullar olduğunu öne sürdü. Tarih edebiyattan ibaretti. Bir bilim olma yönünde değişecekti.3 Comte kendini Saint-Simon'un öğrencisi olarak adlandı­ rırdı. Comte'un Pozitif Felsefe' de çözüm aradığı sorunu Saint-Simon'un formüle ettiğini söylemek belki de daha doğru olur. Comte'a göre sosyolojinin gelişiyle birlikte insanların isteklerini tanımladığı felsefe ile doğanın mev­ cut düzenini tarif ettikleri doğa bilimi arasında uzun za­ mandır süregelen ve hala var olan ayrım ortadan kalkacak­ h. Bu durumda idealler gerçeklik üzerinden tanımlanacak ve insanlarının istedikleri ile mümkün olanlar arasındaki trajik fark ortadan kalkacakhr. Comte'un hatası ilerleme teorisini, ilerlemenin kendisiyle kanşhrmak olmuştu. Tabi 1 David Hume, Inquiry Concerning Human Understanding, Part ll, sec. 7. [Türkçesi: İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev.: Ergün Bayları, Bilgesu Yayınlan, 2009) 2 Condorcet, Esquisse d'un tableau historique des progres de l'esprit humain (1795), 292 [Türkçesi: İnsan Z,elcasının İlerlemeleri Üzerinde Tarihi Bir Tablo Taslağı, Çev.: Oğuz Peltek, Milli Eğitim Bakanlığı, 1990). Bkz. Paul Barth, Die Philosophie der Geschichte als Sociologie (Leipzig, 1897), Bölüm I, ss. 2123. 3 CEuvres de Saint-Simon et d'Enfantin (Paris, 1865-78), XVII, 228. Paul Barth, ap. cit., Bölüm 1, s. 23.

10

ki insanlar olanları öğrendiklerinde ideallerini mümkün olana göre ayarlayacaklardır. Ancak bilgi yavaş yavaş artmaktadır. İnsanoğluna dair bilgi 1842' den sonra büyük ölçüde art­ mıştır. "İnsanlığın pozitif bilimi" olan sosyoloji Comte'un programının gösterdiği yönde istikrarlı bir şekilde ilerledi, ancak tarihin yerini almadı. Tarihçiler hala tarihi "bilim­ sel" hale getirecek araştırma yöntemleri arayışı içindedir. Son nesil boyunca tarihin gidişahnı izleyen hiç kimse bu yöndeki bir eğilimden kuşku duymamıştır. Buckle'ın ça­ lışmasının ilk cildini 1857 yılında yayımlandığında oku­ yanlarımız ve hemen ardından 1859'da Türlerin Kökeni'ni okuyup Darwin'in doğal yasaların incelenmesine atfettiği şiddetli itici gücü hissedenlerimiz, tarihçilerin bir tarih bi­ limi yaratmak için olası bütün hipotezleri tüketene kadar onları takip edeceklerinden şüphe etmemiştir. Yıllar geçti ve çok az ilerleme kaydedildi. Belki de öğrencilerin çoğu otuz yıl öncesine göre böyle bir bilimin yaratılabileceği ih­ timaline daha fazla şüpheyle yaklaşıyor. Bununla birlikte hemen hemen her başarılı tarihçi oraya bir analiz buraya bir genelleme eklemek suretiyle onunla meşgul; düşün­ ceyle olan ayrışmanın kesinleşmesinden öncesiyle açık ve kesin bir bağlantı; ve her şeyin ötesinde araştırma alanını bütün ırklar, ülkeler ve zamanları kapsayacak şekilde ge­ nişleterek. Bilimin diğer dallan gibi tarih de arhk kendi kitlesi tarafından dolduruluyor ve engelleniyor, ama eği­ limi her zaman aynı kalıyor ve olduğundan daha farklı da olamaz. Tarihi bilim yapma çabalarının başarısız olması mümkündür ve belki de muhtemeldir; ama bu çabanın sona ermesi, bütün bilimlerin sona ermesine neden olacak nedenleri bir kenara ayırırsak, tecrübe dahilinde değildir. Tarihçiler bu girişimi bırakmayacak ve bırakabilecek olsa­ lar da bırakamayacaklardır. Bilim, kendi öznelerinden en önemlisi olan insanın kendi alanına getirilemediğini ka­ bullenmiş olsa kendi başarısızlığını da kabul etmiş olur­ du.1 1

Heruy Adams, The Degradation of the Democratic Dogma (New York,

11

Comte yeni insanlık bilimine bir isim ve bir bakış açısı sunduğundan beri tarih araşhrmalarırun alanı oldukça genişledi ve çok sayıda yeni sosyal bilim alanı ortaya çıktı; etnoloji, arkeoloji, folklor; dil, mitoloji, din ve hukuk, ve bunlarla ilişkili ve yakından bağlantılı olan halk psikolojisi, sosyal psikoloji ile daha geniş ve ayrınhlı siyaset psikoloji­ sinin öncülü olan kalabalıkların psikolojisi gibi maddi kül­ türlerin karşılaştırmalı çalışmaları gibi. Tarihçiler bu yeni inceleme alanları ve onların insanın ve toplumun incelen­ mesine dair getirdikleri yeni bakış açılarıyla oldukça ilgi­ lendiler. James Harvey Robinson'un belirttiği gibi, bu bi­ limlerden etkilenen tarihin kendisi bir tarihe sahiptir. Fa­ kat yeni tarihin sunduğu ya da tanıtmaya çalıştığı yenilik­ lerle, bilimin yöntemi ya da ideolojisinde köklü değişiklik­ ler olduğu görülmemektedir. Buckle'ın kitabı çıkhğından bu yana elli yıl geçti ve kendisi için belirlediği hedef doğrultusunda önemli iler­ leme kaydedildiğini savunacak bir tarihçi bilmiyorum. Özellikle siyaset ekonomisi, sosyoloji, antropoloji ve psi­ koloji gibi sosyal bilimin çeşitli alanlarının sistematik taki­ bi pek çok şeyi açıklamayı başarıyor; ama bir gökbilimci, fizikçi veya kimyacının bakış açısıyla oldukça hatalı ve bö­ lük pörçük bir bilgi kaynağı olan tarih daima kalmalıdır. . . Tarih hiç şüphesiz son derece bilimsel bir edayla incelene­ bilir ama insanlığın geçmişine dair sahip olduğumuz veri­ lerin doğası kesin bir bilimin düzenlenmesini sağlayacak nitelikte değildir, bununla birlikte hayati önemdeki haki­ katlere ulaşmamızı sağlayabilirler.1

Tarih, Comte'un inandığı gibi kesin bir bilim olmamış ve sosyoloji de sosyal bilimlerde onun yerini almamıştır. An­ cak sosyolojinin temelinde tarihi kesin bir bilim yapma çabası olduğunu hahrlamak için Comte'tan beri yer alan 1919), s. 126. 1 James Harvey Robinson, The New History, Essays Illustrating the Modern Historical Outlook (New York, 1912), ss. 54-55.

12

değişiklikleri anlamak için önemlidir. Bu durum, önemli değişikliklerle birlikte yine de ileride göreceğimiz gibi bi­ limin bir emeli olmaya devam etmektedir.

13

il. Tarihsel ve Sosyolojik Gerçekler Sosyoloji, Comte'un tasavvuruna göre, başkaları tarafın­ dan nitelendirildiği gibi "çok önemli bir bakış açısı" değil, temel bir bilim, yani bir araşhrma yöntemi ve "insanlık hakkındaki keşiflerin oluşturduğu bir bütündür" .1 Bilimler hiyerarşisinde sosyoloji zamansal olarak son gelendi ama önem sıralamasında ilkti. Sıralama şu şekildeydi: matema­ tik, astronomi, fizik, kimya, psikolojiyi de içeren biyoloji, sosyoloji. Bu sıralama en temelden karmaşığa doğru iler­ lemeyi temsil ediyordu. Tarih ve siyaset, doğal olayların en karmaşıklarıyla ilgilendikleri için Comte'un pozitif özellik olarak isimlendirdiği noktaya en son ulaşanlar ol­ muştu. Bunu sosyolojide yapmışlardı. Comte'tan önce ve bu yana bilimlerin tatmin edici bir sı­ nıflandırmasını bulmak için pek çok girişim olmuştur. Bilimin düzeni ve ilişkisi hala aslında felsefenin temel so­ runlarından biridir. Son yıllarda bu düşünce tarih ve doğa bilimleri arasındaki farkın bir derece farkı değil ancak tür farkı olduğu yolundaki kavrayış ile şekillendi; sadece konu açısından değil yöntem açısından da farklılaşmaktaydılar. Yönteme ilişkin bu fark temel bir farktır. Bu sadece olgula­ rın yorumuna dair değil ama mantıksal özellikleriyle de iliş­ kili bir farkhr. Her bir tarihi olgunun tekil bir olayla ilgili olduğu belir­ tilir. Tarih hiçbir zaman kendini tekrar etmez. Başka bir şey olmasa bile her bir olayın bir tarih ve yeri olması du­ rumu tarihsel olgulara, diğer soyut bilimlerin sahip olma­ dığı bir bireysellik kazandıracakhr. Tarihsel olgular, daima bir yere ve zamana bağlı olmaları, yani tekrarlanamamala­ rı dolayısıyla deney ve doğrulamaya tabi olmazlar. Öte 1 James Harvey Robinson, op. cit., s 83. 15

yandan, doğrulamaya tabi olmayan bir olgu doğa bilimi için bir olgu değildir. Doğal tarihten farklı olarak tarih bireylerle ilgilenir, yani bireysel olaylar, insanlar, kurum­ lar. Doğa bilimiyse bireylerle değil sınıflar, tipler ve türler­ le ilgilenir. Doğa bilimi için geçerli olan tüm iddialar sınıf­ ları ilgilendirir. Bir örnek bu ayrımı netleştirecektir. 1838 yılının Ekim ayında Charles Darwin, Malthus'un Nüfus hakkındaki kitabını alıp okumuştu. Şu sıralar çok ünlü olan kitaptaki "varoluş mücadelesine" dair olgular onun uzun süredir ilgisini çeken ve şaşırtan bir soruna, yani türlerin kökenine, bir açıklama getiriyordu. Bu tarihsel bir olgunun ifadesidir ve ampirik bir doğru­ lamaya tabi değildir. Diğer bir deyişle, aynı türden diğer insanların gözlemleri ile doğrulanacak veya kuşku duyu­ lacak bir hipotez şeklinde ifade edilemez. Ö te yandan Darwin türlerin evriminde cinsel seçimin ro­ lünü tarhştığı İnsanın Türeyişi'nde şu gözlemi yapar: "Na­ türalistler kuş seslerinin amaa konusunda bölünmüşler­ dir. Montagu'dan daha dikkatli çok az gözlemci yaşamıştır ve o da şunu iddia etmişti 'erkek ötücü kuşlar ve diğer pek çok kuş çoğunlukla bir dişi aramazlar ama aksine ilkba­ harda yaptıkları şey göze çarpan bir noktaya tünemek, dolu ve tutkulu notalarını söylemektir. Buna karşılık içgü­ düsel olarak dişi eşini seçeceği yeri bilir ve oraya gider."' Bu doğal tarihin tipik bir örneğidir. Ancak onu bilimsel yapan, saptamasının hayli muğlak bir genelliğe sahip ol­ ması değildir. Onu bilimsel yapan temsili özellikleridir, daha fazla gözlemle doğrulanabilir olması onu bilimsel bir olgu yapar. Darwin'in "insanın türeyişindeki" teorisini temel aldığı genel sonuçlar da bu tür zamana veya mekana bakmaksı­ zın toplanmış, karşılaştırılmış ve sınıflandırılmış, olgular­ dan oluşur. Darwin'in tasavvur ettiği gibi bu teori olgula­ rın bir yorumu değil bir açıklamasıdır. Tarih ile sosyoloji arasındaki ilişki gibi, daha soyut sos­ yal bilimlerin daha somut olanlardan ortaya çıkmış olması, 16

tarihle coğrafya arasındaki bir karşılaştırmayla gösterilebi­ lir. Bir bilim olarak coğrafya görülebilir dünyayla, yeryü­ züyle, uzaydaki yeriyle, kara kütlelerinin dağılımıyla ve yüzeyindeki bitki, hayvan ve insanlarla ilgilenir. Araşhr­ dığı nesneler arasında aradığı ve bulduğu düzen, en azın­ dan temel düzen, mekansaldır. Coğrafyacı bitkileri, hayvan­ ları ve temas ettiği insanları karşılaştırmaya ve sınıflan­ dırmaya başladığı noktada coğrafya botanik, zooloji ve antropoloji gibi özel bilimlere geçer. Öte yandan tarih olayların dünyasıyla ilgilidir. Olan bi­ ten her şey kuşkusuz tarih değildir ancak önemli olmuş veya olacak her olay tarihtir. Coğrafya görünür dünyayı mekanda olduğu haliyle ye­ niden üretmeye çalışır; tarihse aksine günümüzde, geçmi­ şin önemini yeniden yaratmayı amaçlamaktadır. Tarihçiler olaylan karşılaştırmak ve sınıflandırmak için tarihsel or­ tamlarından yani zaman ve mekan ilişkilerinden uzaklaş­ hrmaya çalışhğında; olayların tekil özellikleri yerine tipik ve temsili özelliklerini vurgulamaya başladıklarında tarih geçersizleşir ve sosyoloji haline gelir. Tarihle sosyoloji arasında burada belirtilen farklılıklar, ilk kez açıkça 1894 yılında Strasburg Üniversitesi'nde öğre­ tim üyelerine hitap eden Windelband tarafından tanımla­ nan tarihsel ve doğa bilimleri arasındaki daha temel ayn­ ına dayanır. Doğa bilimiyle tarih arasındaki fark gerçekleri bilgiye dönüştürmeye çalışhğımız noktada başlar. Burada yine birinin (doğa biliminin) yasaları ifade etmeyi, diğerininse (tarihin) olayları canlandırmayı hedeflediğini gözlemliyo­ ruz. Birinde düşünce aynnhlann tanımlanmasından genel ilişkilere doğru ilerlemektedir. Diğer durumda bireysel nesne veya olayın samimi bir tasvirine bağlıdır. Doğa bi­ limci için tekrar edilemeyen bir araştırma nesnesinin her­ hangi bir bilimsel değeri yoktur. Ancak eğer bir sınıfın özel bir türü veya özel bir durumu olarak görülebiliyorsa, kendi türüne dair çıkarsama yapılmasını sağlıyorsa bir 17

amaca hizmet etmiş olur. Doğa bilimci tekil bir vakayı an­ cak ondan genel bir yasaya dair ışık tuttuğu müddetçe değerlendirir. Tarihçi için mesele özelliği çerçevesinde geçmişteki bir olayı yeniden canlandırmak ve günümüze getirmektir. Amacı ressamın hayal gücünün nesnesi için yapmaya çalıştığı gibi gerçek bir olayı ele almaktır. İşte bu noktada tarihle sanat, tarihçi ve edebiyat yazan arasındaki akrabalığı fark ederiz. Bu nedenle doğa bilimi soyutu vur­ gularken tarihçi temelde somutla ilgilenmektedir. Doğa bilimlerinin soyutu vurgularken tarihin somutu vurguladığı gerçeği iki bilim tarafından ortaya koyulan araştırmaların sonuçlarını karşılaştırdığımızda daha açık görülecektir. Tarih uzmarurun konuları üzerinde çalışır­ ken kullandığı kavramlar ne kadar hassas olursa olsun, bu tür bir çalışmanın nihai hedefi her zaman olaylar bütü­ nünden geçmişin canlı bir portresini yaratmaktır. Tarihin bize sunduğu şey özgünlüklerinin verdiği zenginlikle bir­ likte insanların ve insan hayahnın karakteristik canlılıkları içerisinde tekrardan üretilmesidir. Böylece, geçmişin halk­ ları ve dilleri, biçimleri ve inançları, iktidar ve özgürlük mücadeleleri, tarihin ağzından geçerek bizimle konuşur­ lar. Doğa bilimlerinin bizim için yarattığı dünyayla ne kadar farklı! Başlattıkları meseleler ne kadar somut olursa olsun bu bilimlerin hedefi teoriler, değişim yasalarına dair ma­ tematiksel formülleştirmelerdir. Tekil, duyulara dayalı ve değişen nesneleri sadece cisimsiz görünümler (fenomen­ ler) olarak ele alarak bilimsel araştırma, olayların zaman­ sız değişimini yöneten evrensel yasalara dair arayış haline gelir. Duyuların bu renkli dünyasında bilim, şeylerin ger­ çek doğasının var olduğuna inanılan soyut bir kavramlar sistemi yaratır -bu sistemde renksiz ve sessiz atomlar dünyası, tüm dünyevi duyusal özelliklerinden mahrum bırakılmış vaziyette bulunur. Düşüncenin algı üzerindeki zaferi bu şekilde ortaya çıkar. Değişime kayıtsız kalan bi­ lim çapasını ebedi ve değişmez olan üzerine atar. Bu şe­ kildeki değişim değil değişimin değişmeyen biçimi ulaş­ maya çalıştığı şeydir. Böylece şu soru gündeme gelir: Genelde bilgiye ulaşma için hangisi daha değerlidir; yasaların bilgisi mi olayların

18

bilgisi mi? Bu bağlamda her iki bilimsel usul de eşit dere­ cede meşru kılınabilir. Evrensel yasaların bilgisi, insanoğ­ lunun doğal süreçlere müdahalesini mümkün kıldığı sü­ rece her yerde pratik bir değere sahiptir. Bu durum dış dünyada olduğu kadar iç dünyadaki hareketler için de ge­ çerlidir. İkinci durumda doğanın yasalarına dair bilgi, in­ sanlığın dış dünyanın kontrolünün giderek genişletildiği araçları yaratmayı mümkün kılmıştır. Ortak yaşamın amaçlan için tarihsel bilginin sonuçları­ na da eşit derecede bağımlıyız. İnsan, eski ifade biçimini değiştirmek gerekirse, tarihi olan bir hayvandır. Kültürel hayatı nesiller arasında sürekli artan tarihsel anıların akta­ rılmasına dayanmaktadır. Bu kültürel süreçte aktif olarak yer almayı tasarlayanların tarih bilgisine sahip olmaları gerekir. Tarihin kanıtladığı gibi, ipliğin koptuğu yer aalı bir şekilde tekrar bir araya getirilmeli ve tarihi dokuya tekrar örülmelidir. Elbette ki bireylerin ortak özelliklerini bir formül veya genel bir kavrama indirgemek insanlığı anlamak açısın­ dan gerçek bir kolaylaşhnadır. Ancak insan olguları kav­ ramlar ve yasalara indirdiği sürece bireyi feda ve ihmal etmek zorundadır. İnsanlar karakteristik modern modaya bağlı olarak "tarihi bir doğa bilimi" haline getirme arayı­ şında olmuştur. Pozitivizm tarihinin felsefesi olarak ad­ landırılan konuyla ilgili durum böyledir. Tarihin yasaları­ nın bize sunduğu net sonuçlar ne olmuştur? Kendilerini sadece sayısız istisnanın özenli incelemesi ile meşru kılan birkaç basit genellemeden başka bir şey değildir. öte yandan yaşamın tüm ilgi ve değerlerinin, insanların ve olayların özgünlüğüyle ilgili olduğu kesindir. Bir mese­ lenin çoğaldığında veya binde bir olgu olarak görüldü­ ğünde algımızın ne kadar çabuk köreldiğini düşünün. "O ilk değil", Faust'un acımasız pasajlarından biridir. Değer algımızın kökeninde bir nesnenin özgünlüğü ve tekilliği vardır. Spinoza'nın bilgi yoluyla tutkuların fethi konu­ sundaki öğretisi bu gerçek üzerinde durur, çünkü onun için bilgi, bireyin evrenselin, "sonsuza kadar" ebediyetin içinde kaybolmasıdır. Daha canlı duygularımızın nesnenin tekil özelliğine da­ yanması her şeyden önce insanlarla ilişkilerimize yansı19

maktadır. Sevilmiş bir nesnenin, bir insanın bizim için şu an var olduğu şekliyle başka bir zamanda var olmuş ol­ ması fikri inanılmaz bir düşünce değil midir? Birimizin, aynı bireysellik halinde ikinci bir kopyası olması korkunç ve düşünülemez bir fikir değil midir? Tekil bir insana dair olan gerçekler bütün tarihsel süreç için de oldukça geçerlidir: Sadece benzersiz olduğunda değerlidir. Bu Hıristiyan doktrinini, Helenizm'in Patristik felsefesine karşı güçlü kılmış olan prensiptir. Dünyayı kavrayışlarının orta noktası insanlığın eşsiz bir olay olarak düşüşü ve kurtuluşuydu. Tarihçinin gerçek yaşam olayla­ nnı bütün tekillikleri ve bireysellikleri içinde insanlığın hafızası için korumasına dair elinden alınamayacak meta­ fizik hakkına dair ilk ve büyük kavrayış bu şekilde olmuş­ tur.1

Diğer hayvan türlerinde olduğu gibi insanın da doğal bir tarihi vardır. Antropoloji, insanoğlunu hayvan türlerinden biri, Homo sapiens olarak değerlendiren bir bilimdir. Öte yandan tarih ve sosyoloji insanla bir kişi olarak, benzerle­ riyle birlikte toplumsal gelenekler ve kültürel ideallerin ortak bir kaynağına kahlan "politik bir hayvan" olarak ilgilenir. İngiliz tarihçi Freeman tarihin "geçmiş siyaset" ve siyasetin "güncel tarih" olduğunu belirtmiştir. Freeman, ilk kez Aristoteles tarafından kullanılan şekliyle siyaset kelimesini geniş ve liberal anlamında kullanır. Sözcüğün geniş anlamıyla insanların kontrol altında tutulduğu ve devletlerin yönetildiği siyasi süreç ve insanın evcilleştiği ve insan doğasının oluştuğu kültürel süreç, normalde var­ saydığımız gibi farklı değil benzer süreçlerdir. 1 Wilhelm Windelband, Geschichte und Naturwissenschaft, Rede zum Antritt des Rectorats der Kaiser-Wilhelms Universitiit Strassburg (Strasburg, 1900).

Windelband tarafından genel hatları çizilen mantıksal ilke daha sonra Heinrich Rickert tarafından Die Grenzen der naturwissenschaftlichen Beg­

rilfsbildung, eine logische Einleitung in die historischen Wissenschaften (Tü­ bingen u. Leipzig, 1902) eserinde verilmiştir. Ayrıca bkz. Georg Simmel,

Die Probleme der Geschichtsphilosophie, eine erkenntnistheoretische Studie (2nci baskı, Leipzig, 1915). 20

Bütün bunlar, tarih, siyaset ve sosyoloji arasında var olan yakın ilişkileri göstermektedir. Ancak önemli olan benzer­ likler değil, ayrımlardır. Zira, farklı disiplinler pratikte birbiriyle ne kadar örtüşürse örtüşsün, açık düşünebilmek için sınırlarının tanımlanması gerekir. Sosyoloji ve tarihi ele aldığımızda mevcut farklılıklar tek bir kelime ile özet­ lenebilir. Tarih de sosyoloji de bir insanın, insan olarak hayahyla ilgilenir. Bununla birlikte, tarih, somut olayları bulundukları zaman ve mekanda oldukları gibi yeniden üretmeyi ve yorumlamayı hedefler. Sosyoloji ise zaman ve mekandan bağımsız olarak insan doğası ve topluma dair doğal yasalar ve genellemelere ulaşmayı amaçlamaktadır. Bir başka deyişle tarih gerçekte neyin olduğunu ve nasıl gerçekleştiğini öğrenmeye çalışır. Sosyoloji ise diğer örnek­ lerin incelenmesiyle birlikte etkili olan sürecin doğasını açıklamaya çalışır. Doğa derken, genel ifadeler üretmek ve yasaları formüle etmeyi mümkün hale getiren şeylerin yönünden ve özelli­ ğinden bahsediyoruz. Birinin kendine özgü davranışının açıklaması olarak, bunun doğal olduğunu veya "sadece insan doğasından" ibaret olduğunu söylüyorsak, aslında bu davranışın bu bireyden veya genel olarak insanlardan beklemeyi öğrendiğimiz şey olduğunu söylemiş oluruz. Diğer bir deyişle bu bir yasadır. Burada kullanıldığı şekliyle doğal yasa bir grup nesne veya eylemin davranışını açıklayan herhangi bir ifadedir. Örneğin genel manhk öğrencilerinin aşina olduğu "evren­ sel önermenin" klasik ifadesi olan "bütün insanlar ölüm­ lüdür", insan olarak adlandırdığımız bir grup nesneye dair bir iddiadır. Bu da elbette "insanlar ölür" demenin daha formel bir yoludur. Bu tür genel ifadeler ve "kanunlar" sadece belli durumlara uygulandıklarında, veya bir kez daha genel mantık kavramlarıyla ifade etmek gerekirse, bir kıyaslama içerisinde yer buldukları zaman anlam taşır. Dolayısıyla: "İnsanlar ölümlüdür. Bu bir insandır." Ancak bu tür kıyaslamalar her zaman bir hipotez şeklinde ifade 21

edilebilir. Bu bir insansa, o ölümlüdür. Eğer a bir b ise, a aynı zamanda c' dir de. "İnsan doğası toplumsal ilişkilerin ürünüdür" sözü sosyoloji öğrencileri tarafından yakından bilinen genel bir iddiadır. Bu yasa veya daha doğrusu hi­ potez, tek bir vakaya uygulandığında yabani adamı tanım­ lar. Yabani insanlar, sözcüğün doğru anlamıyla vahşi ola­ rak tanımlananlar değil, hiçbir zaman evcilleştirilmemiş olan, bireysel örnekleri zaman zaman keşfedilen insanlar­ dır. Bir yasayı hipotez şeklinde belirtmek -doğal yasalar ola­ rak adlandırdığımız- yasaların doğrulama ve yeniden ifa­ de edilmeye tabi olduğuna vurgu yapar. Bu koşullar alhn­ da hipotezin yeniden ifadesini zorunlu kılan istisnai du­ rum, bilimin amaçlan için, onu sadece onaylayan diğer örneklerden daha önemlidir. Hipotezlerle çalışan ve daha fazla gözlem ve deneyle kı­ yaslanıp doğrulanabilecek gerçekleri ifade etmeye çalışan herhangi bir bilim, yöntem içerdiği sürece bir doğa bilimi­ dir.

22

111. İnsan Doğası ve Yasa Sosyoloji öğrencisi için doğal tarih ve doğal hukuk kav­ ramsallaşhrmasını önemli kılan şeylerden birisi, sosyal bilimler alanında doğal ve ahlaki yasa ayrımının en başın­ dan beri karıştırılmış olmasıdır. Comte ve Fransa' daki toplum felsefecileri devrimden sonra kasıtlı olarak pozitif ve "bilimsel" olarak görülen insan doğasının yasalarını, yasama faaliyeti için kullandı. Nitekim sosyoloji pozitif hale geldikçe Comte'un kaldırmaya çalışhğı ayrımları ta­ mamen ortadan kaldırmak yerine daha fazla vurgulamış­ hr. Doğal kanun, belirli nesne türlerinin veya sınıflarının davranışlarının tanımından başka bir şey yapmayı amaç­ lamaması nedeniyle diğer tüm kanun şekillerinden ayırt edilebilir. Normal şartlar alhnda insanlar, bitkiler, hayvan­ lar veya fiziksel nesneler gibi bir sınıfın nasıl davranacağı­ nın beklenebilir olması, o sınıfın herhangi bir üyesinden normalde ne bekleyebileceğimize dair fikir verir. Doğa bilimi öngörmeyi amaçlarsa bunu, tarihin somut gerçekler ve manhksal bir ifadeyle "varoluşçu önermeler" kullan­ ması gibi kavramlar veya sınıf isimleriyle çalışhğı için ya­ pabilir. Bilimin nihai sonucunun betimsel ifade olması özellikle astronomi,

mekanik ve

dinamik alanlarındaki büyük

kaşifler başta olmak üzere Galileo'nun zamanından beri keskin analitik zihinler için açık ve net olmuştur. Ancak yanlış anlaşılmaları düzeltildiği haliyle kesin olarak ifade edilen bir anlayış olarak bilimin temelde betimleyici ola­ rak görülmesi 19. yüzyılın son çeyreğinde kendini hisset­ tirmeye başladı; Kirchhoff ve Mach isimleriyle ilişkilendi­ rilebilir. 1876 yılında Kirchhoff mekaniğin görevini "do­ ğada gerçekleşen hareketleri tamamen ve en basit şekliyle açıklamak" olarak tanımladı. Bunu biraz genişletirsek, bi23

limin amacının doğal olguları ve olayları olabildiğince ke­ sinlikli, basit, bütünüyle, tutarlı olarak ve her zaman ileti­ lebilir ve doğrulanabilir kavramlarla tanımlamak olduğu­ nu söyleyebiliriz. Bu evrenin bilmecelerini çözmekten çok daha farklı bir görevdir ve Newton'ın yerçekimi kanunuy­ la ilgili söyledikleriyle iyi bir şekilde ifade edilmiştir: "şimdiye kadar gökyüzü ve denizlerde olan olayları yer­ çekimi gücüyle anlattım ama bu yerçekimine herhangi bir neden atfetmedim... Olaylardan yerçekiminin özellikleri­ nin nedenlerine dair sonuçlar çıkaramadım ve hipotezler kurmadım." (Newton, Philosophiae naturalis principia Mat­ hematica, 1687). Prof. J. H. Poynting (1900, s. 616) "bunu itiraf etmeliyiz" demişti, "fiziksel yasalar büyük ölçüde haysiyet kaybına uğramıştı. Daha kısa bir süre önce yaygın şekilde Doğanın Sabit Kanunları olarak tanımlanıyorlardı ve evreni yö­ netmek için yeterli kabul ediliyorlardı. Şimdi onlara kimi zaman gözlemlediğimize inandığımız benzerlikler dolayı­ sıyla hatalı olan basit bir betimleme derecesi atfedebiliriz... bir doğa kanunu hiçbir şeyi açıklamaz, yönetim gücü yok­ tur, dikkatsizlerin bazen kişileştirdikleri betimleyici bir formülden öte bir şey değildir." Eskiden "doğa kanunları­ nın tanrının düşünceleri" olduğu söylenirdi; şimdi onların araşhrmaanın tekrarlamaların düzenliliklerini özetlemek için kullandığı formüller olduğunu söylüyoruz.1

Doğa yasası öngörmeyi amaçlıyorsa bize ne yapabilece­ ğimizi söyler. Diğer taraftan, ahlak yasaları bize ne yapabi­ leceğimizi değil ne yapmamız gerektiğini söyler. Son ola­ rak medeni veya kurumsal kanunlar ne yapabileceğimizi veya ne yapmamız gerektiğini değil ne yapmak zorunda olduğumuzu söyler. Bu üç kanun türünün çok yakın ilişki­ li olabileceği çok açıktır. Ne yapabileceğimizi bilene kadar ne yapmamız gerektiğini bilmeyiz; insanların ne yapmaları gerektiğine dair yasalar kabul etmeden önce neler yapabi1

J. Arthur Thornson, The System of Animate Nature (New York, 1920), ss.

8-9. Aynca bkz. Kari Pearson, The Grammar of Science (2. baskı; Londra, 1900), bölüm. iii, "The Scientific Law". 24

leceklerini kesinlikle değerlendirmeliyiz. Üstelik bu aynm­ lann hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacağı büyük ihtimalledir. "Olabilir", "gereklidir" ve "zorunludur" ke­ limeleri bizim için bir anlam taşımaya devam ettiği sürece onların temsil ettiği ayrım bilimde ve sağduyuda süregele­ cektir. Doğa bilimlerinin özellikle fiziksel evrenin olaylarına dair yaptıkları uygulamalarla kazandığı muazzam prestij, bilim insanlarını kuşkusuz salt kavramsal ve soyut bilginin önemine olduğundan fazla değer vermesine yol açmıştır. Bu da onların tarihin de zaman içerisinde doğa bilimleri anlamında "bilimsel" olması gerektiği varsayımına yol açmıştır. Bu esnada tarih öğrencileri endüstrisinin biriktir­ diği çok sayıdaki tarihsel olay koleksiyonu, kimi zaman tarihçiler tarafından bile ham malzeme olarak kabul edildi. Doğa bilimcilerine göre onların değeri ancak, bilimsel ve matematiksel formül niteliği taşıyan tarihsel genellemeler­ le işlendikten sonra ortaya çıkacaktır. Karl Pearson, "Tarih hiçbir zaman bir bilim olamaz, hiç­ bir zaman az ya da çok kulağa hoş gelen bir dille prova edilmiş olay dizisinden öteye geçemez. Ta ki kısaca bilim­ sel bir formülle özetlenerek sıralanana kadar." demiştir.1 Ve Henry Adams, Amerikan Tarih Birliği'ne yolladığı bir mektupta tarihin bugüne kadarki "felsefenin ıvır zıvırları­ nı belirgin, ahenkli ve tamamlanmış bir sisteme çevirecek gizemi" bulmak yolundaki nafile çaba olduğunu itiraf etmiştir. Günümüzde yaşayan tarih araşhrmaalarının beşte dör­ dünün çalışmaları boyunca, bütün tarihi materyal dünya­ yı yöneten yasalar kadar net bir şekilde sadeleştirecek bü­ yük bir genellemenin eşiğinde olduğunu hissettiğinden emin olabilirsiniz. Zamanımızın büyük yazarları toplu­ mun kendi karakterini bilimin bir nesnesi olarak açığa vu­ racak yasanın farklı parçalarıyla çalışırken, her biri felse1

Kari Pearson, op. cit., s. 359.

25

fenin bu ıvır zıvırlanru belirgin, ahenkli ve tamamlanmış bir sisteme çevirmeye yarayacak gizemi bulduğuna dair bir anlık umuda kapılmış olmalıdır. İspanyolların söyle­ diği gibi mürekkep hokkasında ilhamın geldiğini zannet­ miştir. Defalarca kalemini düşürüp küçük bir adımın, ani bir ilhamın bütün insan bilgisini göstereceğini düşünmüş olmalıdır; tarihin bu sık ağaçlı ormanlarında bir köşeyi dönmenin, bir soluk izi takip etmenin onu bilimin anayo­ luna getireceğini tahayyül etmiştir. Şu an tarih olarak ad­ landırdığımız şüpheli olguları öğretmeye çalışan her pro­ fesör, er ya da geç, kendisinin ya da bir başkasının bu kar­ gaşaya bir düzen getirerek karanlığa ışık getireceğini his­ setmiş olmalıdır. Sabır ve şans kadar deha veya iltimasa ihtiyaç yoktur. Yasa kesinlikle orada olmalıdır ve bir kim­ ya veya fizik yasasıymış gibi gerçekte görülebilen, doku­ nulabilen ve ellenebilen bir yerde olmalıdır. Hayal gücüne veya bilimsel yöntem fikrine sahip hiçbir öğretmen, Darwin'in yöntemini insanlık tarihinin olaylarına uygula­ yarak kazanılacak ölümsüzlüğün hayalini düşlemekten kendini alamamışhr.ı

Gerçek şu ki, tarih ve coğrafyanın görünür, somut ve ge­ nel olarak insan hayatının ve görülebilen evrenin dene­ yimsel yönlerini korumaya çalıştığı somut gerçeklerin, herhangi bir genelleme veya onlardan çıkartılabilen veya onlar üzerine inşa edilmiş olan ideal yapılardan bağımsız olarak bir değeri vardır. Tıpkı bireysel psikolojinin araş­ tırma ve genellemelerinin biyografi ve otobiyografinin yerini alma ihtimalinin olamayacağı gibi, soyut sosyoloji­ nin hiçbir kavramı, toplumsal ve kültürel süreçlere dair hiçbir bilimsel tanımlama ve ilerleme yasalan yakın za­ manda, her ne pahasına olursa olsun, olaylar adını verdi­ ğimiz, hayatın benzersiz ve tamamen kavranmamış yönle­ rinin kayıtlaruu tutan tarihin daha somut gerçeklerini ge­ çersiz kılamayacaktır. Kavramsal ve soyut bilimin günün birinde hayatın so1

Henry Adams, op. cit., s.

127.

26

mut olaylarını anlamlı bir şekilde formülle ve genel terim­ lerle ortaya koyabilecek ve belki de koyacak olması felsefe­ cilerin hayali olmuştur. Bilgilerini gözlem ve araştırmadan ziyade ders kitaplarından elde eden sözde entelektüeller için bilimin bu hayali çoktan gerçekleştirmiş olduğu dü­ şüncesi trajik bir hatadır. Ancak bilimin, somut tecrübenin kaynaklarını veya önemini tüketmeye başladığına dair bir işaret yoktur. Dış doğanın sınırsız çeşitliliği ve kişisel de­ neyimlerime dair sınırsız zenginlik şimdiye kadar bilimsel sınıflandırma endüstrisine karşı çıkmıştır ve şüphesiz karşı çıkmaya da devam edecektir. Öte yandan, bilimin keşifleri her geçen gün, yeni ve daha geniş deneyim alanlarını bi­ zim için erişilebilir hale getirmektedir. Burada sözü edilenler, soyut bilimlerin faydaa özellikle­ rini vurgulamayı amaçlar. Tarih ve coğrafya ve somut bi­ limlerin hepsi yaşam tecrübelerimizi geliştirebilir ve bunu yapmaktadırlar da. Onların amacı yeni meraklar uyandır­ mak ve sempatiler yaratmaktır; kısacası insanoğluna, bü­ tün içgüdülerini ve yeteneklerini ortaya çıkaracak ve hare­ kete geçirecek kadar geniş ve çeşitli bir ortam hazırlamak­ tır. Matematik ve mantık gibi daha soyut bilimler, soyut ve keskin oldukları ölçüde deneyimi bilgiye, elde edilen bil­ giyi pratik amaçlara çevirmek için olan yöntem ve araçlar­ dır.

27

iV. Tarih, Doğa Tarihi ve Sosyoloji Teoride tarihin ve sosyolojinin amaa ve yöntemleri ara­ sında net ayrımlar yapmak mümkün olmakla birlikte, pra­ tikte iki bilgi türü neredeyse fark edilmeyen derecelerde birbirine geçer. Sosyolojik bakış açısı, tarihçinin "dönemlerin" incelen­ mesinden kurumların incelenmesine geçtiği andan itibaren tarihsel bir araşhrma içerisinde ortaya çıkmaktadır. Ku­ rumların tarihi, yani aile, kilise, ekonomik kurumlar, siyasi kurumlar vb. kaçınılmaz olarak karşılaşhrma, sınıflandır­ ma, sınıf isimleri veya kavramlarının oluşumu ile sonunda bir yasa formüle edilmesine yol açmaktadır. Bu süreçte tarih doğal tarih olur ve doğal tarih de doğa bilimine ge­ çer. Kısacası tarih sosyoloji haline gelir. Westermarck'ın History of Human Marriage [İnsan Evliliği Tarihi], bir sosyal kurumun doğal tarihini yazmak yönün­ deki ilk girişimlerden biridir. Çalışma, çeşitli fiziksel ve sosyal koşullar alhnda, hayli dağınık bir şekilde yaşayan insanların evlilik geleneklerinin karşılaştırılması ve sınıf­ landırılmasına dayanır. Bu türden bir araştırmadan elde edilen şey, insan davranışının incelenmesinden ziyade tarihinin incelenmesi değildir. Başka bir deyişle diğer ku­ rumlarda olduğu gibi, evliliğin tarihi, belli zamanlarda ve belli yerlerde bazı bireylerin veya grupların yaphklarının hesabının tutulması değildir. Daha ziyade insanın temel içgüdülerinin çeşitli durumlara verdiği yanıtların bir ta­ savvurudur. Westermarck bu tür tarihe sosyoloji adı ver­ mektedir. 1 1 Profesör Robertson Smith (Nature, XLIV, 270), Westermarck'ın İnsan Evliliği Tarihi'ni eleştirirken, yazann tarihle doğa tarihini kanşhrdığın­ dan yakınır. "Kamuoyunun denetiminde olan ve yasa tarafından düzen-

29

Ben bu kitabı yazarken insanlık medeniyetinin organik doğanın tarihi kadar bilimsel muamelenin nesnesi haline gelmesi gerektiğine dair kesin bir inanç bulunmaktadır. Fiziksel ve psikolojik yaşam olaylarında olduğu gibi sos­ yal yaşamın da belli gruplara ayrılması ve her grubun kendi köken ve gelişimi bağlamında araştırılması gerekti­ ği belirtilmektedir. Ancak bu şekilde muamele gördüğü zaman tarihin, öğrenmenin en genç dallarından biri olan Sosyolojinin bir parçası olarak, bir bilim sıralamasına ve onuruna layık olacakhr. Betimsel tarih yazıalığının bu bilime malzeme sunmak­ tan daha yüce bir amacı yoktur.1

Westerrnarck, evlilik tarihi çalışmasında olgu olarak top­ ladığı olaylardan bahsetmektedir. Bununla birlikte bu ol­ guların açıklaması için daha soyut bilimlere bakar. Sosyal olguların bağımlı olduğu nedenler biyoloji, psi­ koloji veya sosyoloji gibi farklı bilim dallarının kapsamına girer. Okuyucu sıkça göz ardı edilen veya zayıf olarak de­ ğinilen psikolojik nedenlere özellikle vurgu yaptığımı gö­ recektir. Ve daha önemlisi içgüdülerin toplumsal kurum­ lar ve kuralların ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı­ ğına inandığımı fark edeceklerdir.2

!enen bir kurumun tarihi doğa tarihi değildir" der. "Evliliğin gerçek tarihi, eşleşmenin doğal tarihinin bittiği noktada başlar... Bu konulan (poliandri, sadece kadınlar üzerinden akrabalık, çocuk öldürme, dışevli­ lik) doğal tarihin temel bir parçası olarak ele almak, toplum yasalarının temelde düzenlenmiş içgüdüler olduğunu iddia etmeyi gerektirir ve bu varsayım gerçekten de yazarımızın bütün teorilerinin altında yarat. Onun bu temel duruşu, kendisiyle tutarlı olduğu noktada, evlilikle bağ­ lantılı evrensel geçerliliğe sahip olan veya gelişimin temel çizgisinin ayrılmaz bir parçası olmasını gerektiren her bir kurumun temelinde içgüdülerin olduğunu ve içgüdülere dayanmayan kurumlann zoraki olarak istisnai ve bilimsel tarih açısından önemsiz olduğunu iddia etme­ ye zorlar." 1 Edward Westermarck, The History of Human Marriage (Londra, 1901), s. 1. 2

lbid., s. 5. 30

Westermarck evlilikle ilgili çalışmasındaki materyalleri­ nin çoğunu etnolojik olanlardan türetmiştir. Etnologlar, folklor (Alman Völkerkunde) ve arkeoloji çalışanlar, kurum­ lar tarihi çalışanlara göre araştırmalarının tarihsel mi sos­ yolojik mi olduğu konusunda daha az emindirler. Jane Harrison, sosyolog unvanını reddetmesine rağmen Antik Yunan dininin kökenine dair yaklaşımında, "ilkel toplumlar arasında dinin kolektif bir duygu ve kolektif bir düşünceyi yansıthğını" belirttiği teorisiyle sosyolojik teo­ riyi temel alır. Yunan gizemlerinin tanrısı Dionysius, Har­ rison'ın yorumunda grup bilincinin bir ürünüdür. Gizem tanrısı, yaşama kahlan ve bunları ifade eden iç­ güdüler, duygular ve arzulardan ortaya çıkar; ancak bu duygular, arzular, içgüdüler dini oldukları ölçüde bir bi­ reysel şuurdan ziyade bir gruba ilişkindir... Bu doktrinin gerekli ve en önemli sonucu, tanrısallığın aldığı şeklin, bu tanrısallığın içinde bulunduğu grubun toplumsal yapısını yansıtmasıdır. Dionysius annesinin oğludur çünkü anaer­ kil bir grupta ortaya çıkmışhr.1

Bu çalışma esasında Durkheim'ın "kolektif temsiller" an­ layışuun bir uygulamasıdır. Robert H. Lowie yakın zamanda yayınlanmış eseri Primi­ tive Society [İlkel Toplum]'da, "etnolog ve diğer tarihçiler"e atıfta bulunurken bir yandan da şunu sorar: "Etnolog ne tarz bir tarihçi olmalıdır?" Bu soruya şöyle cevap verir: "Eğer toplumsal evrim ya­ saları varsa, o zaman [etnolog] bunları keşfetmelidir," bu­ nunla birlikte, öncelikli olarak "amaa medeniyetin izlediği seyri olduğu gibi tespit etmektir . . . Başka bir bilgi dalının idealleri için çaba sarf etmek yanlış sonuçlara yol açabilir, zira aslında yanlışlama olan uydurma bir basitleştirmeye kolaylıkla yol açabilir." 1 Jane Ellen Harrison, 11ıemis, A Study of the Social Origins of Greek Religion (Cambridge, 1912), s. ix. 31

Başka bir deyişle etnoloji, tarih gibi, gerçekte olanları an­ latmaya çalışır. Soyutlama, "fazla basitleştirme" ve formül­ lerden kaçınmak zorundadır, çünkü bunlar başka bir bi­ limsel yöntemin idealleridir. Nitekim etnoloji ilkel insanla­ rın mevcut kültürlerinin, onların günümüzdeki dağılımı ve birbirlerini izlemelerinin tanımı olmaktan öteye gitme­ diği durumda bile, kendini soyut düşüncelerin etkisinden tamamen kurtaramamışhr. Teorik sorunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır ve bunların çözümü için psiko­ loji ve sosyolojiye dayanmak gerekir. Başta karşılaştırmalı çalışmalar olmak üzere kültür çalışmalarında ortaya çıkan sorulardan biri, mevcut kültürel niteliklerin ne ölçüde baş­ kalarından alınmış olduğu ve hangi ölçüde bağımsız kö­ kenleri olduğunun iddia edilebilecek olduğudur. Kültürün tarihsel olarak yeniden inşasında, paylaşım olgusunun gerçekten olağanüstü bir yeri vardır. Bir özel­ lik her yerde gerçekleşirse, gerçekte evrensel olarak faal olan bir sosyal yasanın ürünü olabilir. Sadece sınırlı sayı­ daki örnekte yer alırsa, yine de bu tür bir araçsallık çerçe­ vesinde evrimleşmiş olabilir ve bu durumda onu ortaya çıkaran özel durumlar, bu özelliğin yerleşik olduğu kül­ türlerin incelenmesiyle belirlenebilecektir ... Son olarak, belli bir kültürel özelliği paylaşanlar farklı soylardan ola­ bilir; buna rağmen, temas ve ödünç alma vasıtasıyla kül­ türlerinin bir bölümünde bu ortak özelliği paylaşmakta­ dırlar... Nitekim farklı menşelerden olan insanlar arasındaki kültürel benzerlikler bir hayli fazladır ve bu nedenle onla­ rın yorumlanması genellikle iki alternatif arasından bir se­ çime indirgenir. Ya belirlenebilir veya belirlenemez şekil­ deki benzer nedenlere dayanırlar, ya da ödünç alma sonu­ cu ortaya çıkarlar. Geçmişte bu açıklamalardan biri veya diğerlerine dair tercih etnolojik tartışmaların temelini oluşturmaktaydı; günümüzde hem İngiltere'nin hem de kıta Avrupa'sının etkin okulları ısrarla tüm kültürel para­ lelliklerin tek bir merkezden yayıldığı kanısını vurgula­ maktadır. Bu anlaşmazlık sorununu baştan öngörmek ka32

çınılmazdır, zira alternatiflerin kesin üstünlüğü kapsamlı pratik sonuçlar doğurmaktadır. Eğer her paralellik, ödünç sonucu gerçekleşmişse, bu durumda sadece benzerlikler üzerinden çıkarım yapılabilecek sosyolojik yasalar engel­ lenmiş olurdu. Bu durumda din veya sosyal yaşam veya teknoloji tarihi sadece inançların, geleneklerin ve uygula­ maların köken yerine ve onların dünyanın farklı bölgele­ rine yolculuklarının ifadesine dair bir açıklamadan ibaret olurdu. Öte yandan, ödünç, gözlemlenebilen paralellikle­ rin sadece bir kısmını kapsıyorsa, benzer nedenlerin açık­ lanması en azından diğerlerinin incelenmesi sırasındaki ideal hedef haline gelirdi.1

Bir örnek, başlangıçta sorulan tarihle ilgili olan bir mese­ lenin psikolojik ve sosyolojik hale gelişini ortaya koyacak­ tır. Early History of Mankind [İnsanoğlunun Erken Tari­ hi]'nde Tyler kıta Afrikası'ndaki siyah demirciler tarafın­ dan kullanılan körüklerin Madagaskar yerlilerinin kullan­ dığı körük tipinden çok farklı olduğunu belirtir. Madagas­ kar demircileri tarafından kullanılan körükler ise Sumatra Malayları ve Malezya Takımadaları'nın diğer bölgelerinde kullanılan körüklerle birebir aynıdır. Madagaskar yerlile­ rinin aslında Malezya kökenli olduğu yönündeki bu gös­ terge, bu insanlara ilişkin diğer antropolojik ve etnolojik verilerle uyuşmakta ve günümüzde kabul görmüş yargı olan Madagaskarlıların Afrika kökenli olmadıkları gerçe­ ğini ispatlamaktadır. Benzer şekilde Boas'ın Amerikan yerlileri mitolojisindeki Kuzguncuk döngüsüne dair çalışmaları bu hikayelerin İngiliz Columbiası'nın kuzey kesiminde ortaya çıkhğıru ve sahil boyunca güneye doğru gittiğini göstermektedir. Bu ilerlemenin yönüne dair kanıtlardan birisi hikayelerin, köken noktadan uzaklaşhkça karmaşıklıklarını yitirmeye başlamış olmasıdır. Tüm bunlar yayılma sürecindeki kültürel özelliklerde 1 Robert H. Lowie, Primitive Society (New York, 1920), ss. 7-8. 33

yer alan değişimlerin başlangıç noktası, yönü, hızı ve özel­ liklerini belirlemeye çalıştığı bağlamda açıkça tarih ve et­ nolojidir. Bununla birlikte, diğer sorular da kaçınılmaz olarak sor­ gulayan araştırmacının dikkatini Üzerlerine çekmektedir­ ler. Neden bazı kültürel özellikler diğerlerinden daha yay­ gın olarak ve hızla yayılmaktadır? Bu yayılma hangi koşul­ lar altında ve neden gerçekleşir? Son olarak, gelenekler, inançlar, diller, dini pratikler ve farklı insan toplumlarının kültürlerini oluşturan çeşitli teknik araçların nihai kaynağı nedir? Kültürel özellikleri bağımsız olarak oluşturan ko­ şullar ve süreçler nedir? Kültürel kaynaşmalar hangi ko­ şullar altında gerçekleşir ve bu sürecin doğası nedir? Bunların tümü temel olarak insan doğasına dair mesele­ lerdir, insan doğası sosyal ilişkinin bir ürünü olarak görül­ düğü sürece sosyolojinin meseleleri haline gelirler. İlkel halklar arasında dillerin, mitlerin ve dinin ortaya çıkmasına yol açan kültürel süreçler Almanya' da özel bir bilimi ortaya çıkarmıştır. Halk psikolojisinin ( Völkerpsycho­ logie) temelinde kültürel özelliklerin karşılaştırmalı ince­ lemesinin ortaya çıkardığı meselelerin psikolojik terimlerle açıklanmasına dair bir çaba yatmaktadır. Halk psikolojisi modem bilime doğru iki farklı istikamet izlemiştir. Bunlardan ilkine göre çeşitli sosyal bilimlerde [Geisteswissenschaften] sosyal hayahn ve tarihin olaylarına dair, toplumsal [geistiger] etkileşimlerin birer ürünü olma­ ları dolayısıyla psikolojik bir açıklama beklentisi olmuş­ tur. İkincisine göre psikolojinin kendisi saf iç gözlemin ka­ rarsızlık ve belirsizliklerinden kaçmak için nesnel mesele­ lere ihtiyaç duyar. Sosyal bilimlerde psikolojik yorumlara duyulan ihtiyaç ilk olarak dil ve mitoloji çalışmalarında kendini gösterdi. Her ikisi de zaten filoloji çalışmalarının alanının dışında kendilerine bağımsız araşhrma alanlan bulmuştu. Karşı­ laşhrmalı bilim özelliğini üstlendikleri zaman, her yerde bu olayların somut biçimlerini etkileyen tarihsel koşullara 34

ek olarak dil ve mitin gelişimini etkileyen bazı psikolojik güçler olduğunu kabullenmeleri kaçınılmazdı.1

Halk psikolojisinin amacı genel olarak belli kültürel formların, yani dil, mit ve dinin oluşumunu ve gelişimini açıklamak olmuştur. Bununla birlikte bütün mesele tama­ men farklı bir bakış açısıyla değerlendirilebilir. Örneğin Gabriel Tarde, aynı kültürel formların doğuşunu değil iletimini ve yayılımını açıklamaya çalışmıştır. Tarde'a göre iletişim (kültürel form ve özelliklerin aktarımı) sosyal ha­ yahn temel ve önemli olgularından biridir. "Sosyal" sadece taklit yoluyla iletilebilen bir şeydir. Toplumsal gruplar yalnızca yeni fikirlerin ve buluşların aktarıldığı merkez­ lerdir. Taklit sosyal bir süreçtir. Söyledikleriniz arasında şu an bilinçsiz olsa da geçmişte bilinçli ve gönüllü olarak üretilmiş, en yakın çevreniz do­ layısıyla bazı özel vurguları olmayan ve en uzak geçmişe uzanan sözlü ifadelerin bir ürünü olmayan hiçbir söz yok­ tur. Dua etmek, ikonu öpmek veya haç işareti yapmak gibi yerine getirdiğiniz dini ayinler arasında, atalarınızın tak­ lidi yoluyla gelişen bazı geleneksel jestler ve ifadeleri tek­ rarlamayan hiçbir ayin yoktur. Ne riayet ettiğiniz askeri veya sivil zorunluluklar, ne de işinizde gerçekleştirdiğiniz eylemler, size öğretilmemiş veya başka bir yaşayan örnek­ ten kopyalanmamış değildir. Eğer bir ressamsanız yaptı­ ğınız fırça darbeleri veya bir şairseniz yazdığınız dizelerin hiçbiri takip ettiğiniz ekolün geleneklerine uyumsuz de­ ğildir ve sizin orijinalliğiniz bile bir araya gelmiş basma­ kalıplardan meydana gelmiştir ve kendi de basmakalıp olmayı beklemektedir. Bu nedenle bütün sosyal olguların değişmeyen özelliği

1 Wilhelm Wundt, Völkerpsychologie, eine Untersuchung der Entwicklungs­ gesetze von Sprache, Mythus und Sitte. Erster Band, Die Sprache, Erster

Theil (Leipzig, 1900), s. 13. Halk-psikolojisi ismi ilk olarak Lazarus ve Steinthal tarafından, Zeitschrift Jür Völkerpsychologie und Sprachwissensc­ haft, l, 1860, eserinde kullarulmışhr. Wundt'un halk psikolojisi bu erken dönem yazarlarının bir devamıdır. 35

taklit sonucu olmasıdır. Ve bu özellik sadece sosyal olgu­ lara dair bir durumdur.1

Tarde'ın taklit yoluyla aktarım teorisi bir anlamda, Wundt'un kökenler teorisini tamamlayıcı olmasa bile bü­ tünleyicidir; zira Tarde kökene değil, aktarım olgusuna vurgu yapmaktadır. 1904 yılında St. Louis Exposition'da yapılan Sanat ve Bilim Kongresi'nde "Karşılaşhrmalı Filo­ loji Eğilimleri" başlıklı makalede Yale Üniversitesi'nden Profesör Hanns Oertel, Tarde'ın taklit teorisinden Wundt'un teorisine bir alternatif açıklama olarak söz et­ mektedir. Ona göre Tarde'ın teorisi dil alanında çalışanla­ rın, konuşmanın çok farklı biçimlerindeki fonetik değişik­ liklere dair yaphkları araştırmalar sırasında keşfettiği "ses değişikliklerinin çarpıcı tekdüzeliği" dolayısıyla böyle bir alternatif oluşturmaktadır. Bir kelimenin sözdizinsel yapısındaki ya da anlamında­ ki değişikliğin yaygınlığını bir konuşma topluluğunun tüm üyelerinde aynı anda ve bağımsız olan birincil deği­ şime bağlı olduğunu iddia etmek zor görünüyor. Taklitli yayılım teorisini benimseyerek tüm dil değişiklikleri ho­ mojen bir yapının parçası olarak görülebilir. İkinci olarak, diğer bakış açısı dile ilişkin değişiklikleri kurumlar, inanç­ lar ve geleneklerdeki değişimler gibi diğer sosyal değişik­ liklerle ilişkilendirmek yoluna gitmektedir. Çünkü bir sosyal grubun üyelerinden her birinin aktif olarak dil, inanç veya gelenekleri oluşturan her bir unsurun üretimi­ ne kahlması anlamına gelecek şekilde işbirlikçi olmaması sosyal grubun temel özelliklerinden biri değil midir? Bi­ rincil ve ikincil değişiklikler ve bir değişimin kaynağı ile ya­ yılması arasında aynm yapmak, bir toplumsal birimi bir araya getiren üyelerin bilinçli veya bilinçsiz olarak yeniliği kabul etmeye istekli hale getiren nedenleri dikkatlice ince­ lememizi sağlar. Belirli bir değişikliğin kabulünü veya

1 G. Tarde, Social Laws, An Outline of Sociology, Fransızcadan İngilizceye çeviren Howard C. Warren (New York, 1899), ss. 40-41 .

36

reddini belirleyen şey nedir? Bir değişikliği küçük bir alanda sınırlarken başka bir alanda genişleten şey nedir? Taklitli yayılım denilen ikinci teorinin lehine nihai bir ka­ rara varılmadan önce bu sürecin mekanizmalarını birkaç somut örnekle ayrıntılı bir şekilde ortaya koymak gerekir. Başka bir deyişle Tarde'ın (Les lois de l'imitation- taklit ya­ saları) genel hatlarını çizdiği resmi doldurmak gereklidir. Eğer varsayımları doğruysa, doğa biliminin ilgilendiği nesnelerde görülen fiziksel tekdüzelikten başka nedenlere dayanan bir tekdüzelik bulunmalıdır. Bu durumda bize psiko-fiziksel bir karakteri olan ve sosyal öneri temeline dayanan ikinci grup tekdüze olgular kurmamızı sağlaya­ caktır. Konuşma, inanç ve kurumlardaki benzerlikler bu ikinci gruba ait olacaktır.1

Dillerin karşılıklı çalışması için geçerli olan şey kültürel öğelerin karşılıklı çalışmasının yapıldığı her alan için ge­ çerlidir. Bu öğeler tarihsel bağlarından ziyade benzerlikleri açısından incelendiği noktada ortaya çıkan sorunlar sadece psikoloji ve sosyoloji gibi daha soyut bilimler tarafından açıklanabilir hale gelir. Freeman, Comparative Politics [Kar­ şılaştırmalı Siyaset] derslerine bu yargıyla başlar: "karşı­ laştırmalı çalışma yöntemi zamanımızın en büyük entelek­ tüel başarısıdır. Daha önce karanlık ve karışıklık içinde örtülü olan insanlık bilgisinin tüm dallarına ışık ve düzen getirmiştir. Daha önce rastgele tahmine dayanan bir alana ahlaki kesinliğe uzanan bir dizi argüman aktarmıştır. Ço­ ğunlukla dışsal kanıttan yoksun olan konulara daha inan­ dırıa ve hatasız içsel kanıt formları getirmiştir." Bir tarihçi dışsal kanıtı içsel kanıtla güçlendirdiği noktada, aslında bir bakıma tarihsel bir yorumlama yerine sosyolo­ jik açıklama ortaya koymuş sayılır. Sosyolojik yöntemin esası karşılaştırmalı olmaktır. İşte bu yüzden Freeman karşılaştırmalı siyasetten bahsederken kullandığı dil tarih1 Hanns Oertel, "Some Present Problems and Tendencies in Comparative Philology," Congress of Arts and Science, Universa/ Exposition, St. Louis, 1904 (Boston, 1906), III, s. 59. 37

sel kavramlardan ziyade sosyolojik kavramlara dayanır:

Karşılaşhrmalı Siyaset çalışmasının amaçlan bağlamın­ da siyasi bir yasa, aynı bir binanın veya bir hayvanın çalı­ şılması, sınıflandırılması ve binaların veya hayvanların ça­ lışma konusu olduğu ortamda etiketlendiği gibi çalışıla­ cak, sınıflandırılacak ve etiketlenecek bir örnektir. Eski zamanlar ve yerlerdeki siyasi yasalar arasındaki çoğun­ lukla çarpıcı ve beklenmedik olan benzerliklere dikkat etmeli ve elimizden geldiğince kendi örneklerimizi bu benzerliklerin muhtemel nedenlerine göre sınıflandırma­ lıyız.1 Tarihsel olarak sosyolojinin kökenleri tarihe dayanır. Bir bilim olarak varlığını, tarihsel gerçeklerin açıklanmasında kesin yöntemlerin kullanılmasına borçludur. Bunu başar­ mak için yapılan girişimde tarihten oldukça farklı bir şeye dönüşmüştür. En yakından ilişkili olduğu psikoloji gibi tabii ve nispeten soyut bir bilim haline geldi ve tarih araş­ tırmalannın yerine geçmek yerine onlara yardımcı oldu. Bütün mesele şu genel ifadeyle özetlenebilir: Tarih yorum­ lar, doğa bilimleri açıklar. Tecrübelerimizin yorumlanma­ sına bağlı olarak öğretilerimizi ifade eder ve inançlanmızı yarahnz. Öte yandan, olgulara dair açıklamalanmız doğa­ yı ve insan doğasını, insanı ve fiziksel dünyayı kontrol etmek için kullanılan teknik ve pratik aygıtlann temelidir.

1

Edward A. Freeman, Comparativc Politics (Londra,

38

1873),

s.

23.

V. Sosyal Organizma:

İnsanlık mı Leviathan mı? Comte'tan sonra sosyoloji tarihindeki ilk büyük ısım Spencer'dır. Bu iki ismin yazılarını karşılaşhrdığımızda İngiliz kanalından geçerken sosyolojinin bir deniz değişik­ liğine uğradığı açıkça görülebilir. Bakış açılarında bazı benzerliklere rağmen derin ve ilginç farklılıkları vardır. Bu farklılıklar "sosyal organizma" terimini kullandıkları farklı şekiller üzerinden kendini gösterir. Comte toplumu "kolektif bir organizma" olarak nitelen­ dirir ve Spencer'da olduğu gibi aile gibi bağımsız bireyler­ den oluşan bir organizmayla, bir bitki veya hayvan gibi farklı organların ne özgür ne de bilinçli olduğu fizyolojik bir birim arasındaki fark üzerinde ısrar eder. Ancak Spen­ cer, sosyal ve biyolojik organizmalar arasındaki farkı orta­ ya koyarken benzerlikleriyle de ilgilenir. Öte yandan Com­ te, benzerlikleri kabul ederken ayrımları vurgulamanın önemli olduğunu düşünmektedir. Comte için toplum Levy-Bruhl'ün bahsettiği gibi bir "po­ lip" değildir. Bireylerin fizyolojik olarak bağımsız olsa da fiziksel olarak birbirine bağlı olduğu hayvan kolonilerinin niteliklerine bile sahip değildir. Aksine "bu 'muazzam organizma' diğer varlıklardan özellikle, her bireyin kendi işbirliğini hissedebildiği, bunu yapabildiği veya durdura­ bildiği birbirinden ayırt edilir unsurlardan oluşmaktadır."1 Diğer yandan Comte sosyal uzlaşma ve dayanışmayı "kolektif" olarak tanımlamış olsa da toplumdaki bireyler arasında var olan ilişkileri -örneğin bütün sosyal ilişkilerin birimi ve modeli olarak gördüğü ailede olduğu gibi- bir 1 L. Levy-Bruhl, 17ıe Philosophy of Auguste Comte, İngilizce çeviri ve Giriş yazısı, Frederic Harrison (New York, 1903), s. 337.

39

bitki veya hayvan organları arasında var olan ilişkiden daha yakın ve samimi olarak değerlendirir. Comte'a göre birey bir soyutlamadır. İnsan, yalnızca insanlığın yaşamına katılmak yoluyla bir insan olur ve "toplumun bireysel öğe­ leri canlı bir varlıktan daha ayrılabilir görülse de sosyal uzlaşma hayati önem taşımaktadır."1 Dolayısıyla özgürlük ve bağımsızlığına rağmen bireysel insan gerçek anlamıyla "Büyük Varlığın bir orgaru"ydı ve büyük varlık da insanlıktı. Comte insanlık başlığı altına sadece bütün yaşayan insanları yani insan ırkını değil he­ pimizin içine doğduğu ve katkıda bulunduğumuz ve son­ raki nesillere eğitim ve gelenek süreçleriyle kaçınılmaz olarak aktardığımız ırkın sosyal mirasını oluşturan gele­ nek, tecrübe, görenek, kültürel fikir ve idealler gibi konu­ ları da koymuştur. Bu Comte'un sosyal organizma olarak ifade ettiği şeydir. Comte sosyal organizmayı kendisi de bir birey veya in­ san olarak bir şekilde mistik büyük bir varlık olarak dü­ şündüyse, Herbert Spencer, bunu gerçek anlamıyla büyük bir hayvan veya Hobbes'un Leviathan'ı gibi -düşük dü­ zeyli bir Leviathan olarak- düşünmüştür.2 Spencer'ın sosyal organizmaya bakışı "toplumsal küme­ ler"in büyümesi hakkında söylediği şeyler üzerinden oku­ nabilir.

1

lbid., s. 234.

2 Hobbes'un açıklaması şöyledir: "Zanaatkarlar tarafından yapay bir

adam olan Milletler Topluluğu, Devlet veya Latince Civitas olarak adlandı­ rılan Leviathan ortaya çıkmışhr. Kendini korumak ve savunmak amacıyla doğal olandan daha büyük bir boya ve güce; tüm vücuda hayat ve hare­ ket veren yapay bir ruh olarak egemenliğe; yapay eklemler olarak hakimlere ve diğer adalet ve yürütme memurlarına; doğal vücutta aynı görevi ya­ pan sinirler gibi her bir organın ve eklemin kendi görevini yerine getire­ rek egemenlik koltuğuna bağlanmasını sağlayan ödüllere ve cezalara sahiptir." Spencer, Hobbes'un toplumu "doğal" bir sonuçtan ziyade "uydurma" ve yapay temsil etmesini eleştirir. Herbert Spencer, The Principles of Sociology (Londra, 1893), I, 437, 579-80. Ayrıca bkz. bölüm iii, "Social Growth," ss. 453-58.

40

Sosyal ve organik kümeler için büyümenin yaygın ol­ duğunu söylerken inorganik kümeleşmeleri olan toplulu­ ğu tamamen dışlamayız. Bunlardan bazıları kristallerde olduğu gibi görünür bir şekilde büyür ve hepsi, evrim hi­ potezine göre bir noktada uyumla birlikte ortaya çıkmış­ tır. Bununla birlikte cansız dediğimiz şeylerle karşılaştırıl­ dığında, canlı cisimler ve toplumlar çok belirgin bir şekil­ de kitle arhşı sergiler ve bu nedenle ikisini de karakterize ettiğini söylememizi zorlaştırır. Pek çok organizma hayat­ ları boyunca büyür ve geri kalanlar hayatlarının önemli bir bölümünde büyürler. Sosyal büyüme genellikle ya top­ lumlar bölünene ya da kendi içinde boğulana kadar de­ vam eder. Dolayısıyla bu durum toplumların kendilerini organik dünyayla ittifak ettikleri ve kendilerini inorganik dünya­ dan ayırdıklarına dair ilk göstergedir.1

Aynı şekilde "sosyal" ve "canlı cisimlerin" genel özellik­ lerini karşılaşhrarak, başta yapının karmaşıklığı, işlevinin farklılaşmasına ve işbölümüne vs. değinmek suretiyle benzerlik ve farklılıkları belirterek Spencer toplumlar ve hayvanlar, sosyolojik ve biyolojik organizasyonlar arasın­ daki karakteristik kimlikler ve farklılıklara dair son derece doğala bir yaklaşım ortaya koyar. Toplumlar ve hayvanlar arasındaki benzetmenin en derin ve belirgin olduğu konu işbölümüyle ilişkilidir. İlk kez siyasal iktisatçılar tarafından bir sosyal olgu ola­ rak ele alınan ve daha sonra biyologlar tarafından yaşayan canlılara dair bir olgu olarak "işgücünün fizyolojik bö­ lünmesi" olarak ifade edilen bu işbölümü, toplumu, hay­ vanlarda olduğu gibi yaşayan bir bütün haline getiren şeydir. Bu temel özellik açısından bir sosyal organizmayla tek bir organizmanın tamamen benzer olduğu gerçekliğini yeterince vurgulamam mümkün değildir.2

1

Herbert Spencer, ap. cit., l, 437.

2

lbid., s. 440. 41

Bu "sosyal küme", "bütünleşik" olmak yerine "aynk" ol­ sa da -yani mekansal olarak ayrılmış birimlerden oluşsa da- her bir birimin birbirlerine işbölümü dolayısıyla ba­ ğımlı olması dolayısıyla yaşayan bir bütün olarak kabul edilmelidir. Ekolojistlerin günümüzde çok ilginç bir şekil­ de yazdıkları gibi bitki ve hayvan topluluklarının "yaşa­ yan bir bütün" olması gibi değerlendirilmelidir. Bunun nedeni, onu oluşturan bireyler arasında var olan içsel iliş­ kiler değil, topluluktaki her bir üyenin bir bütün olarak o toplum içinde kendine uygun bir yer, kendi ihtiyaçlarına uygun ve kendisini uyarlayabileceği bir ortam bulabilme­ sinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir toplum için şu söylenebilir: "üyeleri toplumun menfaati için değil, bu toplum üyelerinin menfaati için var olmaktadır. Siyasal yapının refahı için yapılan çabalar ne kadar büyük olursa olsun, onlar kendi başlarına bir şey ifade etmez ve ancak bileşenleri olan bireylerin iddialarını içerdikleri oranda bir şey haline gelirler."1 Diğer bir deyişle, Spencer'ın gördüğü şekliyle sosyal or­ ganizma kendisi için değil, kendisini oluşturan bağımsız organların menfaatine bulunurken, biyolojik organizmada durum bunun tersine dönmektedir. Orada, parçalar açık bir şekilde bütün için vardır, yoksa bütün parçalar için değil. Spencer bu paradoksal sonucu sosyal organizmalardaki duyarlılığın biyolojik organizmalarda olduğu gibi yer al­ madığı düşüncesi üzerinden açıklar. Aslında ikisi arasın­ daki temel fark budur. Sosyal bir duyu merkezi bulunma­ maktadır. Birinde (birey), bilinç kümenin küçük bir bölümünde yoğunlaşmıştır. Diğerinde (toplum), küme boyunca ya­ yılmıştır: Bütün birimler, eşit derecede olmasa bile buna en yakın derecede mutluluk ve sefalet yeteneğine sahiptir.

ı

Ibid., s. 450. 42

O halde sosyal bir duyu merkezi yoktur, birimlerden ba­ ğımsız olarak düşünülen bütünün refahı aranan bir amaç değildir. Toplum üyelerinin faydası için var olur; üyeler toplumun yaran için var olmaz.1

Burada belirtilmek istenen şey, toplumun, kendini oluş­ turan bireylerden bağımsız olarak kendine ait bir acı veya zevk aygıtına sahip olmamasıdır. Sosyal hisler yoktur. Al­ gılar ve zihinsel imgeler bireyseldir; sosyal olay değiller­ dir. Toplum sadece bağımsız organlan veya üyelerinde yaşar ve bu organların her birinin kendi beyni ve ona ba­ ğımsız hareket etme gücü veren kontrol organı bulunur. Toplum bir kolektivite olarak tanımlandığında bu anlama gelmektedir.

ı

Ibid., ss. 449-50. 43

VI. Sosyal Kontrol ve Düşünce Okulları Spencer'ın paradoksunun ortaya çıkardığı temel sorun sosyal kontrolün sağlarunasıdır. Bireylerden oluşan bir topluluğun kurumsal ve tutarlı bir şekilde hareket etmesi nasıl sağlanabilir? Belirli sosyal gruplar örneğinde, mesela bir hayvan sürüsünde, bir erkek çetesinde veya bir siyasi partide grup her bir üyesini kontrol eder mi? Bütün parça­ ların hepsine hükmeder mi? Bitki ve hayvan topluluklarıy­ la insan toplumu arasındaki spesifik sosyolojik farklılıklar nedir? Ne gibi farklılıklar sosyolojiktir ve genel olarak "sos­ yolojik" ifadesi ile ne demek istiyoruz? Spencer'ın sosyal organizma üzerine yazdığı makale 1860'ta yayınlandığından beri bu sorun ve başka sorular öyle ya da böyle toplum çalışanlarının teorik ilgisini büyük ölçüde çekmiştir. Onlara cevap verme girişimlerinin sosyo­ logların bölürunüş olduğu mevcut okulları yarattığını söy­ lemek mümkündür. Aralarında Paul Lilienfeld, Auguste Schaffle ve Rene Worms'un da bulunduğu belli bir grup yazar, Spencer tarafından geliştirilen biyolojik benzetmeyi korumak, ge­ nişletmek ve geliştirmek için çalıştı. Bunu yaparken, bazen sorunu yeniden yapılandırmada başarılı olsalar da çöze­ memişlerdir. Rene Worms, özellikle kimlikleri keşfetmek ve sosyal ve biyolojik kurumlar arasındaki paralellikleri ortaya koymak konusunda ustaca davrarunıştır. Sonuç olarak sosyal ve biyolojik organizmalar arasında türe değil sadece dereceye bağlı farklılıklar olduğu sonucuna varmış­ tır. "Sosyal bir duyu merkezi" bulamayan Spencer toplu­ mun sadece onu oluşturan bireylerde bilinçli olduğunu belirtmiştir. Worms ise ondan farklı olarak, bir algı merke­ zi olmasa bile sosyal bir bilincin varlığını varsaymamız 45

gerektiğini beyan eder, zira onun varlığına dair kanıtı her yerde görürüz. Güç kendini etkileriyle gösterir. Kolektif bir sosyal bilin­ cin ürünleri olarak değerlendirdiğimiz sürece anlaşılabilir hale getirebildiğimiz bazı olgular varsa, o zaman böyle bir şuurumuzun varlığını varsaymak zorundayız. Bunun bir­ çok örneği bulunur... örneğin bir suçun varlığında kitlenin tutumu gibi. Burada öfke duygusu oybirliği ile sağlan­ maktadır. Bir katil eylemde bulunduğu takdirde sıradan kitlenin anlık adaletiyle karşılaşacaktır. Adaleti oluştur­ manın bu yöntemi olan "linç kanunu" çok acımasızdır, ama bu noktada sosyal bilinci ele geçiren duygunun yo­ ğunluğunu ortaya koymaktadır. Böylece büyük ve ortak bir tehlikenin var olduğu her durumda toplumun kolektif bilinci uyanmaktadır; örne­ ğin Troyes Anlaşması'ndan sonra Valois Fransası'nda ve­ ya 1791'deki ve 1870'teki Alman istilasından önce modern Fransa'da olduğu gibi; veya Almanya'da Napoleon I'in zaferlerinden sonra olduğu gibi. Yabancılara karşı direniş­ le doğan bu ulusal birlik anlayışı toplumdaki üyelerin bü­ yük bölümünün devletin güvenliği ve şöhreti için hayatla­ rını vermeye tereddüt etmemesi derecesinde etkili olur. Böyle bir anda birey daha büyük bir bütünün küçük bir parçası olduğunu anlar ve üyesi olduğu topluluğa ait ol­ duğunu fark eder. Sosyal bilincin ona tamamen nüfuz et­ tiğinin kanıtı onun varlığını sürdürebilmesi için kendisini feda etmeye istekli olmasında ortaya çıkar.1

Kitlenin heyecan duyduğu olguların, sınıfın, kastın, ırkın ve ulusal bilincin grubun bireysel üyelerinin, belirli bir zamanda ve belirli koşullar altında bir bütün olarak gru­ bun boyunduruğu altına girdiği veya o şekilde görüldüğü konusunda herhangi bir soru yoktur. Worms bu olgu ve onu destekleyen olaylara "kolektif bilinç" adı verir. Bu soruna bir isim vermekle birlikte çözüm sunmaz. Sosyolo1 Rene Worms, Organisme et Societe, "Bibliotheque Sociologique Intema­ tionale" (Paris, 1896), ss. 210-13.

46

jinin amacı için gerekli olan şey bir tanım ve açıklamadır. Tam olarak hangi koşullar altında bu kolektif bilinç feno­ meni ortaya çıkar? Grubun bireysel üyeleri üzerinde gru­ bun kontrolünü veya bu şekilde görünenleri dayattığı fi­ ziksel, fizyolojik ve sosyal mekanizmalar nelerdir? Bu soru, sosyolojinin konuyla ilgili nesnel bir yanıt ver­ meye çalışmasından çok zaman önce siyaset felsefecileri tarafından siyaset felsefesi bağlamında öne koyulmuş ve cevaplanmıştır. Aristoteles'in "İnsan siyasi bir hayvandır" ve Hobbes'un "Her şeyin herkese karşı savaşı", omnes bel­ /um omnium, bu konuda ortaya koyulmuş okullann çerçe­ vesinin ve farklılıklannın ölçütünü oluşturur. Hobbes'a göre var olan ahlaki ve siyasi düzen -yani de­ netimin örgütlenmesi- herhangi bir toplumda yapay bir öğeden ibarettir. Bu denetleme rızaya dayanır, sonuçların mantıklı bir şekilde hesaplanmasıyla desteklenir ve dış bir güç tarafından uygulanır. Aristoteles ise bir arının kovan­ da yaşamak için yaratıldığı gibi insanın da toplumda ya­ şamak için yaratıldığını öğretir. Cinsiyetler arasındaki iliş­ kiler gibi anne ve çocuk arasındaki ilişkiler de bireysel erkek ve kadının fizyolojik yapılanması ile önceden belir­ lenmiştir. Dahası, insanın kaderi içgüdüleri ve kalıtsal davranışları ile yakın aile çevresinin ötesinde toplumsal bir varoluş içinde bulunmak üzere belirlenmiştir. Dolayısıyla toplum doğanın bir parçası olarak, yani bir kunduzun ba­ rajı veya kuşların yuvalan gibi düşünülmelidir. Nitekim insan ve toplum kendilerini iki yönlü olarak su­ narlar. Aynı anda hem doğanın hem de beşeri maharetin ürünleridir. Tıpkı bir vahşinin elindeki taş çekicin doğal adamın yapay bir uzantısı olarak görülmesi gibi, aletler, makineler, devletin resmi örgütlenmesi ve resmi olmayan "siyasi makine" gibi teknik ve idari araçlarda doğal sosyal grubun az ya da çok suni uzantıları olarak düşünülebilir. Bu doğru olduğu sürece Hobbes ve Aristoteles arasında­ ki çatışma mutlak değildir. Toplum hem doğanın hem tasanmın, içgüdünün ve aklın bir ürünüdür. Dolayısıyla 47

toplum bir insan ürünüyse, o hem doğayla insan doğasını birbirine bağlar hem de onların içinde kökleri vardır. Bu sosyal kontrolü açıklamaz ama kurumsal eylem so­ rununu basitleştirir. Toplumun üyeleri olarak insanların tam olarak anlamadıkları amaçlar için ve sadece tamamen olmasa da hafifçe bilinçli oldukları hedefleri gerçekleştir­ mek için hareket ettiğine dair açıklık getirir. Kısacası in­ sanlar sadece sonunun bilincinde oldukları çıkarlarıyla değil, aynı zamanda tam olarak açıkça kavrayamadıkları içgüdüler ve duygularla harekete geçirilmektedirler. İn­ sanlar ücret karşılığı çalışır ancak toplumdaki statülerini korumak için ölür veya bir hakaretin gücüne gitmesi dola­ yısıyla cinayet işlerler. İnsanlar bu şekilde içgüdüsel olarak veya törelerin etkisiyle hareket ettiğinde genellikle kendi­ lerini harekete geçiren dürtülerin kaynaklan ya da eylem­ leri dolayısıyla ortaya çıkacak sonuçlar konusunda olduk­ ça bilinçsizdirler. Törelerin etkisi altında insanlar genellik­ le bireyler olarak değil bir grubun üyeleri olarak hareket ederler. "Sosyal kontrolü" gözlemleyebildiğimiz en basit top­ lwnsal grup türü sürülerdir. Bir sığır sürüsünün davranışı sıradan bir gözlemciye göründüğü kadar tekdüze ya da basit bir mesele değildir. Ancak bütün toplumsal grupların öyle ya da böyle bir özelliği olan lideri takip etmenin bir göstergesi olarak ele alınabilir. Bir sürüde yaşamak ve kit­ leler halinde dolaşmayı sürü halinde yaşama olarak ad­ landırıyoruz ve bu durum genellikle içgüdüsel olarak gö­ rülmektedir ve büyük oranda sürü halinde yaşayan hay­ vanların özgün doğasıyla belirlenmektedir. Sürü halinde yaşamak olarak adlandırılan içgüdü üze­ rinden insanların davranışında karakteristik olarak sosyal olanı açıklamaya çalışan bir düşünce okulu bulunmakta­ dır. Sürülerin temel özelliği homojen olmalarıdır. Sosyal alışkanlığın en büyük avantajı, çok sayıdaki kişinin bir 48

olarak hareket etmesini sağlamasıdır. Sürü halinde yaşa­ yan hayvanların avlaması sırasında takip etme ve saldır­ ma gücü avlanan hayvanların ötesine geçer ve koruyucu toplumda yeni bir birimin çıkarabileceği tehlikeye dair duyarlılık sürüdeki bireysel üyelerdekinden hayli fazladır. Homojenliğin bu avantajlarını güvence altına almak için sürü üyelerinin, diğerlerinin davranışlarına karşı duyarlı olmaları gerektiği açıktır. Yalıtılmış kişinin yeri yoktur, sürünün bir parçası olan birey en güçlü dürtüleri iletebil­ me yetisine sahip olacaktır. Sürünün her bir üyesi kendi komşusunu takip etmeye ve onun tarafından takip edil­ meye eğilimlidir, her biri bir anlamda liderlik yeteneğine sahiptir; ancak normal davranıştan uzaklaşan hiçbir şey takip edilmeyecektir. Bir davranış sadece normale benzer­ lik gösterdiği ölçüde takip edilecektir. Eğer bir lider sürü­ de kalması sona erecek şekilde ileri giderse mutlaka göz ardı edilmelidir. Davranıştaki özgünlük, yani sürünün çağrısına karşı di­ renç doğal seçilimle bastırılır. Sürünün dürtülerini takip etmeyen kurt aç kalır; sürüye cevap vermeyen koyunlar yenilecektir. Yani birey sadece sürüden gelen dürtülere tepki ver­ mez, aynı zamanda sürüyü normal ortamı olarak değer­ lendirir. Sürünün içinde olmak ve her zaman onun içinde kalmak dürtüsü en güçlü ağırlığa sahip olacaktır. Onu ar­ kadaşlarından ayırmaya eğilimli olan herhangi bir şey, bu şekilde algılandığı müddetçe direnişle karşılık görecektir.1

Bu okulu takip eden sosyologlara göre, kamuoyu, vicdan ve devletin iktidarı "sürü hükmüne" uygun olarak hay­ vanların sürüdeki doğal düzenine dayanır. O halde vicdan ve suçluluk ve görev duygulan sürü ha­ linde yaşayan hayvanlara özgü meselelerdir. Bir suç ha­ lindeyken yakalanan kedi ve köpek cezanın geleceğini ka­ bul eder; ancak köpek yanlış yaptığını ve cezalandırılaca-

1 W. Trotter, Instincts of the Herd in Peace and War (New York, 1916), 29-30.

ss.

ğını bilir ve kendisi dışında bir güç tarafından sürüklenir gibi hareket eder, bu sırada kedinin tek dürtüsü kaçmak­ hr. Davranış ve cezanın diziliminin rasyonel olarak ta­ nınması toplu ve tek başına yaşayan hayvanlar için eşit derecede belirgindir, ama sadece bir suç işlediğini anlayan toplu halde yaşayan hayvanın günah duygusu vardır.1

Toplumun bu şekildeki açıklamasının dayandığı kavram homojenliktir. Hayvanlar ve insanlar her koşulda aynı şe­ kilde davranıyorsa, sanki ortak bir amaçlan varmış gibi davranır veya davranır gibi görünürler. Eğer herkes kitleyi takip ederse, herkes aynı giysileri giyer, aynı sözleri söy­ lerse, her yerde aynı savaş haykırışlarını yapar ve karakte­ ristik olarak en bireysel davranışında bile harici bir modele uymak ve sürünün parçası olmak için içgüdüsel ve tutkulu isteğin hükmü altında olursa, işte o zaman -farklı olanlar, uyumsuz olanlar, idealistler ve asiler dışında- topluma özgü her şeye dair bir açıklamamız olur. Sürü içgüdüsü uyumlu davranışın bir açıklaması olabilir ancak değişken­ liği açıklayamaz. Değişkenlik doğada olduğu gibi toplu­ mun önemli bir parçasıdır. Homojenlik ve hemfikirlilik insanlar ve hayvanların sos­ yal davranışlarının açıklaması olarak, çok yakın ilişkili kavramlardır. "Benzer uyarıya tepki vermek" derken, "uyumlu eylem"in başlangıanı anlayabiliriz ve bu da te­ mel bir sosyal gerçektir. Bu, Amerika Birleşik Devletle­ ri'nde Profesör Franklin Henry Giddings'in yazılarıyla popülerlik kazanmış toplumun "hemfikirlilik" teorisidir. Giddings bunu Aristoteles'in insanın politik bir hayvan olduğunu öne süren deyişine dayanan içgüdü teorisinden türemiş" olarak betimler. /1

Herhangi bir uyaran aynı anda veya farklı zamanlarda birden fazla organizma tarafından hissedilebilir. İki veya daha fazla organizma aynı anda verilen uyarana aynı anı

Ibid., ss. 40-41 . 50

da veya farklı zamanlarda cevap verebilir. Uyarana aynı veya farklı şekillerde, aynı veya farklı derecelerde, benzer veya farklı süratlerde, eşit veya eşit olmayan ısrarlılıkla yanıt verebilirler. Aynı uyarana verilen benzer cevaplarda -her türlü makul işbirliği biçiminin başlangıcı olarak­ uyumlu eylemlere dair bir başlangıç ve mutlak kökeni ta­ kip edebildiğimizi göstermeye çalıştım. Farklı ve eşit ol­ mayan cevaplarda ise sonsuz derecedeki birleşim ve işbir­ liği ihtimalleriyle örgütlü toplumsal hayata sınırsız kar­ maşıklığı getiren bireyselleşme, farklılaşma ve rekabet sü­ reçlerini görebiliyoruz.'

Giddings'in "hemfikirlilik" kavramıyla tarihsel olmasa da mantıksal olarak yakın ilişkili bir kavram da Gabriel Tarde'ın "taklit" kavramıdır. Giddings için "aynı uyarana benzer yanıt" toplumsal olgunun temeliyse, Tarde için "taklit" toplumun içinde bulunduğu durumdur. Tarde, toplumun taklitle gerçekleştiğini söyler. Nitekim Tarde'ın doktrini Giddings'inkinin bir sonucu olarak görülebilir. Taklit, Giddings'in toplu eylem olarak açıkladığı hemfikir­ liliğin etkili olduğu süreçtir. İnsanlar hemfikir doğmazlar, taklit yoluyla bu hale gelirler. Toplumsal yaşamın temelini oluşturan fikir ve istekler arasında sıkıntılı zamanlarda bile yer alan anlaşma -bu derece ortak fikrin, sonucun ve araçların herhangi bir za­ manda aynı toplumun bütün üyelerinin fikir ve istekle­ rinde bulunması durumu- insanların doğumunu birbiriyle oldukça benzer yapan organik kalıtıma veya yeteneklere neredeyse aynı derecede benzer kaynaklar sunan coğrafi ortama bağlı değildir. Bunun yerine tek bir ilkel canlı tara­ fından sahip olunan tek bir fikir veya eylemle başlayarak komşularından birine, daha sonra diğerine aktarılan öne­ ri-taklit sürecinin bir sonucudur. Bizde var olan organik ihtiyaçlar ve manevi eğilimler, ilkel benzerliklerine rağ1 Franklin Henry Giddings, The Concepts and Metlıods of Sociology, Cong­ ress of Arts and Science, Universal Exposition (St. Louis, 1904), ss. 78990.

51

men, en çeşitli biçimlerde gerçekleşebilecek olasılıklar ola­ rak yer alır. Bu olası gerçekleşmeler içerisinde taklit edilen ilk başlatıcılar tarafından ortaya koyulan göstergeler as­ lında kimin seçilmiş oldu ğunu belirler.1

Eylemi sürüler bağlamında ele alan, yani insanların ben­ zer hareket ettikleri için bir arada hareket ettiğini belirten bu okulların aksine, en azından insan toplumlarında top­ lumsal grupların gerçek birleşik varlıkları olduğunu ve insanların benzer amaçlan değil ortak amaçları olması dola­ yısıyla hareket ettiğini ortaya koyan Emile Durkheim'ın teorisi vardır. Bu ortak amaç kendisini toplumun bireysel üyeleri üzerine aynı zamanda bir ideal, bir istek veya bir zorunluluk olarak şart koşar. Sadece bireylerin istekleri ile grubun idaresi arasındaki çahşma sırasında grubun üyele­ ri tarafından hissedilen yükümlülük duygusu olan vicdan, bireysel şuurda, kolektif fikir ve grup iradesinin bir teza­ hürüdür. Bir panik veya izdiham anında insanların Gada­ ralı'nın domuzu gibi dik bir yerden denize döküleceği gerçeği, hemfikirliliğe dair bir kanıt olmakla birlikte ortak bir amaan göstergesi değildir. Hayvan sürüsüyle insan kitlesi arasındaki fark, kitlenin Le Bon'un "mevcut" olan kitlenin bir gemicilik terimi ifadesiyle "örgütlü kitle" ola­ rak tanımladığı, grubun her bir üyesi için ortak olan bir amaca ulaşma dürtüsünün hakim olduğu durumdur. Öte yandan panik anındaki insan, aynı kitlesel heyecanı duysa da birlikte değil bireysel olarak hareket eder, her bir birey kendini kurtarmak için arayış halindedir. Panik halindeki insanların benzer amaçlan vardır ama ortak bir amacı yok­ tur. Eğer "örgütlü kitle", "psikolojik kitle" "mevcut" bir toplumsa, panik ve izdiham "çözünme" halindeki top­ lumdur. Durkheim ne bu örneklemeleri kullanır ne de kendini bu terimlerle ifade eder. "Örgütlü" ya da "psikolojik" kitle

1

G. Tarde, ap. cit., ss. 38-39.

52

anlayışı onun değil Le Bon'undur. Gerçek şu ki Durkheim, bir toplumu yalnızca parçalann bir toplamı olarak düşün­ memektedir. Bununla birlikte toplumsal gruba egemen olan duygulan ya da fikirleri de özel veya öznel olarak nitelendiriyor. Bireyler belli şartlar altında bir araya geldik­ lerinde bireyler olarak sahip oldukları görüş ve düşünceler yeni ilişkilerin etkisi alhnda değiştirilir. Birliğin doğurdu­ ğu heyecan dışında, yeni bir şey (autre chose) doğar, diğer bir deyişle, birlikteliği yaratan bireylerin duygu ve fikirle­ rinin toplamı olmayan ve ondan farklı bir fikir veya bir duygu ortaya çıkar. Bu duygu ve fikir kamusaldır ve sos­ yaldir ve buna dair kanıt, kendini, ona karşı öyle ya da böyle dışsal olarak düşünen bireyler üzerinde zorunlu kılmasıdır. Bunu bir ilham kaynağı, kişisel bir serbest bı­ rakma veya genişleme hissi veya zorunluluk, baskı veya kısıtlama olarak hissederler. Sosyal olayların özelliği tam olarak da kendisini oluşturan bireylerin toplamını oluştu­ ran grup tarafından olan kontroldür. Kontrole dair bu ger­ çek, temel sosyal gerçektir. Böylece toplum sürekli bir bağımlılık hissi vermektedir. Sadece kendine özgü ve bireysel doğamızdan farklı bir doğası olması dolayısıyla kendine has hedefleri izler. An­ cak onlara arabuluculuk olmaksızın ulaşamayacağı için amirane bir şekilde yardımımızı ister. Kendi menfaatleri­ mizi unutmak uğruna onun hizmetkarları haline gelme­ mizi ister ve bizi, eksikliğinde sosyal hayatın mümkün olmayacağı her tür rahatsızlık, özgürlük ve fedakarlığa zorunlu kılar. Bu nedenle her anımızda kendimizi ne ya­ rattığımız ne de istediğimiz ve kimi zaman kendi temel eğilim ve içgüdülerimize aykırı olan davranış kuralları ve düşüncelerin mecburiyetinde kalırız. Toplum maddi kısıtlamalar haricinde bu imtiyaz ve fe­ dakarlıkları bizden alamamış olsa bile, dinlerin dayandığı ahlaki güç yerine gerekliliğine boyun eğdiğimiz fiziksel güç fikrini bizde uyandırabilirdi. Nitekim vicdan üzerinde gücü olan imparatorluğun ayrıcalıklı olduğu fiziksel üs53

tünlükten öte bağlanmış olduğu ahlaki otoriteyle ilişkili­ dir. Eğer emirlerine teslim olursak bu direnişimize karşı zafer kazanacak kadar güçlü olmasından değil, başlıca muhterem bir saygı nesnesi olduğundan kaynaklanır. Toplumun üyeleri üzerinde baskı yaratacak denli güçlü olarak bağlandığı eylem biçimleri aslında saygı uyandıran belirgin bir işaretle mimlenmiştir. Ortak olarak ele alındı­ ğında, her bir zihin tarafından düşünülen dinçlik diğer bütün zihinlerde ve karşılıklı olarak korunmaktadır. Her birimizde onları ifade eden tasvirler, hiçbir özel bilinç ha­ linin ulaşamayacağı bir yoğunluğa sahiptir. Zira onlar her birini şekillendiren sayısız bireysel temsilin gücüne sahip­ tirler. Onları belirtenlerin ağzından bizim varlığımızda konuşan toplumdur; onları duyarken duyduğumuz top­ lumdur; herkesin sesinde tek bir kişinin hiçbir zaman sa­ hip olamayacağı bir vurgu bulunmaktadır. Suçlama ya da materyal baskı yoluyla toplumun her türlü muhalefete karşı tepki gösterdiği şiddet, ortak düşünceyi heyecan pat­ lamasıyla tezahür ettirerek imparatorluğunu güçlendir­ meye katkıda bulunur. Kısacası, bir şey böyle bir fikir du­ rumunun nesnesi haline geldiğinde, her bir bireyin sahip olduğu temsil, kendini ona sunmayan kişilerin bile hisset­ tiği bir şekilde, onun kökenleri ve ortaya çıktığı şartlardan bir eylem gücü elde eder. Kendisine aykırı temsilleri itme eğilimindedir ve onları uzakta tutar; bir diğer yandan bu­ nu gerçekleştirecek eylemleri yönetir ve bunu yaparken de fiziksel bir zorlama veya bu tür bir yaklaşımla değil, içerdiği zihinsel enerjinin basit bir ışınımı ile bunu yapar.1

Ancak kamuoyunda, dini sembollerde, toplumsal gele­ neklerde, modada ve bilimde ("eğer insanların bilime karşı inançları olmasaydı dünyadaki bütün bilimsel gösterimle­ rin onların zihinleri üzerinde herhangi bir etkisi olmazdı") örgütlü bir şekilde bulunan aynı toplumsal güçler sürekli olarak eski düzeni yeniden yarahr, yeni kahramanlar yaraEmile Durkheim, Elementary Forms of Religious Life (New York, 1915), ss. 206-8 [Türkçesi, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev.: Fuat Aydın, Ataç Ya­ yınlan, 2005].

1

54

tır, eski tanrıları devirir, yeni mitler yarahr ve yeni idealle­ ri zorunlu kılar. Sosyolojinin tanımlama ve açıklamasını yaphğı kültürel süreçlerin doğası da tam olarak budur.

55

VII. Sosyal Kontrol ve Kolektif Zihin Durkheim kendi dönemindeki sosyologlarla karşılaşh­ rıldığında bazen bir realist olarak anılır. Bu, kavramların doğasıyla ilgili olarak ortaçağ filozoflarının tartışmalarına bir göndermedir. Bir kavramın, sadece bazı ortak özellikle­ rinden dolayı bir grup nesneye verilen basit bir sınıf ismi olduğunu düşünenlere nominalistler denirdi. Kavramın gerçek olduğunu, sadece bir tekiller grubu olmadığını dü­ şünenler ise gerçekçi olarak anılırdı. Bu anlamda Tarde, Giddings ve toplumu gerçekte ya da büyük olasılıkla hem­ fikir kişilerin bir birleşimi olarak düşünen tüm yazarlar nominalist olurlarken, toplumu etkileşim ve sosyal süreç açısından düşünen Simmel, Ratzenhofer ve Small gibi di­ ğer yazarlara realistler diyebiliriz. Her koşulda, bir toplu­ mun üyelerini, bir süreç olarak tanımlanacak yeterli karak­ tere sahip olan karşılıklı etkiler sisteminde birbirine bağlı olarak düşündükleri ölçüde realisttirler. Tabii ki bu süreç sadece alan ve mesafe bakımından ya­ kınlık terimlerinde düşünülemez. Sosyal sözleşmeler ve sosyal güçler fiziksel güçlerden daha gizil olsalar da on­ lardan daha az gerçek değillerdir. Örneğin mesleklerin büyük ölçüde kişisel rekabete göre belirlendiğini ve Sum­ ner'in "iç" ya da "biz" diye çağırdığı grubun "dış" ya da "diğer" gruplarla olan sürtüşmelerle tanımlandığını bili­ yoruz. Ayrıca, herhangi bir sosyal grup içindeki herhangi bir üyenin konumunun o grubun bütün üyeleriyle ve gü­ nün sonunda diğer bütün gruplarla olan ilişkisiyle ortaya çıkhğını da biliyoruz. Bunlar, sosyal etkileşim ve sosyal süreçle somut olarak kastedilen şeylerin örnekleridir ve bu tür düşünceler bazı yazarları bireysel kişileri "parça" ola­ rak ve toplumu "bütün" olarak düşünürken hpkı bir toz 57

yığının küçük zerreciklerden oluşması gibi haklı çıkarmak­ tadır. Toplum, yalnızca iletim yoluyla, iletişim yoluyla varlığı­ nı

sürdürmekle kalmaz, iletim ve iletişim

halinde var ol­ [common,

duğu da söylenebilir. Ortak, topluluk ve iletişim

community, communication]

kelimeleri arasında sözlü olan

bağdan da fazlası vardır.1

İletişim burada sosyal etkileşimle birebir aynı anlama gelmese de en azından bu etkileşimi gerçekleştirmenin bir yoludur. Ama Dewey'in tanımladığı haliyle iletişim deyi­ mi Tarde'ın "karşılıklı uyarım" [inter-simulation] dediği şeyden farklıdır, daha fazlasıdır. İletişim bir deneyimi bir bireyden diğerine "aktarım" yapmaya olanak sağlayan süreçtir ve aynı zamanda bu aynı bireylerin ortak bir tec­ rübeyi paylaşmasını sağlar. Dürüstlük ve doğrulukla, bazı tecrübeleri başka birine iletme deneyini deneyin, özellikle karmaşık bir tecrübe seçtiyseniz bu tecrübeye olan yaklaşımınızın değiştiğini göreceksiniz - ya da küfürlere ve nidalara boğulacaksınız. Ortak alanlar ve tecrübeleri yakalamak dışında, kişinin zi­ hinsel olarak kendi tecrübesini akıllıca söylemesi için baş­ kalarının tecrübesinden bir şeyler hayal etmesi gerekir. Bütün iletişim sanat gibidir.2

İletişim sadece kişisel ve özel olan tecrübelerden ortak ve kamusal bir tecrübenin yaratılmasını içermez, aynca bu ortak tecrübe yine her bireyin ortak ve kamusal varlığının ve hangi dereceye kadar olursa olsun gösterdiği kahlımın zeminini oluşturur. Üstelik bu ortak yaşamın bir parçası olarak töreler, gelenekler, alışkanlıklar, törenler, dil, sosyal ritüeller ve kamuoyu yani kısaca Sumner'in "töreler" ve 1 John Dewey, Democracy and Education (New York, 1916), s. 5 [Türkçesi, Demokrasi ve Eğitim, Çev.: Tufan Göbekçin, Yeryüzü Yayınlan, 2004). 2 Ibid., ss. 6-7.

58

bütün etnologların "kültür" terimi altında sınıflandırdığı şey oluşur. Durkheim'ı ve takipçilerini niteleyen şey de dil, bilim, din, kamuoyu ve hukuk dahil olmak üzere tüm kültürel materyaller ve ifadelerin, sosyal etkileşim ve sosyal ileti­ şimin sonuçlan olduklarına göre aynı zamanda bireysel bir zekarun hiçbir ürününün sahip olamayacağı gibi objektif, kamusal ve sosyal bir karaktere sahip olduğu konusundaki ısrarlandır. Durkheim bu zihinsel ürünlerden, bireysel ve sosyal temsiller olarak bahseder. Bireysel zihnin tipik ürü­ nü algı veya Durkheim'ın tasviriyle "bireysel temsildir". Algı, özel ve kişisel bir olgudur ve böyle kalacakhr. Hiç kimse kişinin kendisine geldiği şekliyle öznel izlenimleri somut bir biçimde yeniden üretemez ve bunlarla iletişim kuramaz. Komşum "düşüncelerimi" okuma yetisine sahip olabilir, beni harekete geçiren amaçlarımı benden daha iyi anlayabilir, ama benim aklıma gelen görüntüleri zihnimde uyandırdıklarının çok daha soluk halleriyle bile tekrar yaratamaz. İletişim çabasındaki bireyler grubunun karakteristik ürünü ise, özel olanın kamusallaştığı bir jest, işaret, sem­ bol, kelime veya bir tecrübe ya da amaca yönelik bir kav­ ram olarak, objektif ve anlaşılırdır. Ortak bir nesnenin sa­ dece gösterilmediği, ama bir anlamda yaratıldığı bu jest, işaret, sembol, kavram veya temsil Durkheim tarafından "kolektif temsil" olarak adlandırılır. Dewey'in iletişimde neler olduğunu tanımlaması, bu ko­ lektif temsillerin ortaya çıkma sürecinin bir açıklaması olarak alınabilir. "Bir tecrübeyi formüle etmek" Dewey'in deyimiyle "onun dışına çıkmayı, bir başkasının göreceği gibi görmeyi, bu tecrübeyi ona anlayabileceği şekilde ak­ tarmak için onun hayatının hangi noktalarına temas ettiği­ ni düşünmeyi gerektirir". Bir tecrübeyi aktarmak için böy­ le bilinçli bir çaba sarf etmenin sonucu da o tecrübeyi dö­ nüştürmektir. Tecrübe bir kere karşıya aktarıldıktan sonra iletişimi kuran iki taraf için de arhk aynı değildir. Bir olayı 59

yayınlamak ya da kamuya mal etmek artık o olayın eski haline bir son vermek demektir. Üstelik kamuyla paylaşıl­ dığı haliyle bile bu olay dinleyenlerin zihninde onu yaşa­ yan kişilerin zihninden farklı bir şekilde canlanır. Düşününce, kamuoyunun aslında kamuyu oluşturan ki­ şilerin tamamının, hatta çoğunluğunun bile fikri olmadığı bariz olacaktır. Aslında, kamuoyu derken kastettiğimiz herhangi birinin fikri değildir. Toplumun genelinin eğilim­ lerinin birleşimini yansıtan bütünleşmiş bir fikirdir. öte yandan, parçası olduğu kamuyu oluşturan bireyler arasın­ dan fikirleri kamuoyuyla bire bir örtüşen kimseyi tanıma­ sak bile kamuoyunun varlığını kabul ederiz. Yine de kamuoyu oluşturma sürecine katılan bir şahsın kişisel ve özel görüşleri çevredeki kişilerin görüşleri ve kamuoyu tarafından etkilenmektedir. Bu anlamda her görüş aslında kamuoyudur. Kamuoyu, oluşma biçimine ve varlığın biçimine göre yani onu oluşturmak için birlikte davranan bireylerden görece bağımsız olarak- kolektif temsilin ana özelliklerine sahiptir. Kamuoyunun tarafsız olduğu anlamda kolektif temsiller de tarafsızdır ve tıpkı kamuoyunun yaptığı gibi tamamen değil ama göreceli olarak dış güçler gibi kişisel algıları istikrarlılaştırarak, standartlaştırarak, bilindikleşti­ rerek ve aynı zamanda uyararak, genişleterek ve genelleş­ tirerek kendilerini bireyler üzerine dayatırlar. Kolektif temsiller bireysel bilincin dışındadır çünkü yalı­ hlmış bireylerden değil, bireylerin yakınlaşmasından ve birleşmesinden (kesişme) doğarlar. Şüphesiz, ortak sonu­ cun hazırlanmasında her birey kendi payını taşır, ama özel fikirler ilişkilerin geliştirdiği sui generis güçler dışında sosyal hale gelmezler. Bu bileşimlerin bir sonucu ve ora­ daki karşılıklı değişiklikler sonucu, (özel fikirler) başka bir şey haline gelir (autre chose). Bir kimyasal sentez onları yo­ ğunlaştıran, birleştiren sürecin ta kendisi tarafından dö­ nüştürülmeleriyle sonuçlanır. Buradan türetilen sonuç, bütünün bölümden daha büyük olması nedeniyle, birey60

sel zihnin ötesine

(deborde)

uzanır. Gerçekten ne olduğunu

bilmek için, toplamı bütünlüğüyle almalıyız. Bireysel bi­ lincin aracılığını sağlayamayacağı, hissettiği ya da tasarruf etmeyi başaramayacağı halde, bu iradeyi düşünen şey budur.1

Bu, neredeyse bir yüzyıllık eleştiriden sonra Comte'un sosyal organizma kavramından geriye kalandır. Gerçekçi­ lerin ısrar ettiği gibi, toplum, benzer düşünen bireylerden oluşan bir toplamdan daha fazla şeyse, bu (1) sosyal süreç­ lerden ve (2) nispeten objektif bir karaktere sahip olan ve bireyin üzerinde bir kontrol, bir sosyal kontrol uygulayan gelenekler ve fikirlerin -bu süreçlerin sonuçları- varlığı sayesindedir. Bu süreç ve ürünü sosyal bilinçtir. Sosyal bilinç de hem süreç hem de ürün olarak çift görünümüyle sosyal organizmayı oluşturur. Realistlerin ve nominalistle­ rin arasındaki tarhşma da sosyal geleneklerin ve kamuo­ yunun tarafsızlığına indirgenebilir. Şimdilik bu konuyu burada bırakabiliriz. Bu arada sosyal bilinç ve sosyal zihnin kavramları, felsefi anlamlar ve meşruluk konularını dert etmeyen yazarlar tarafından sosyal meseleler için kullanılmıştır. Kendilerini kırsal ve kentsel diye adlandıran iki yeni sosyoloji tipinin yeni yeni ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu iki düşünce okuluna ait yazarlar "kırsal" ya da "kentsel" zi­ hinler olarak adlandırdıkları şeyi çalışıyorlar. Bu terimleri kullanırken de düşündüklerinin Durkheim gibi kelimenin realist anlamında kolektif zihin mi veya Giddings ve no­ minalistler gibi tipik bir kırsal kesim veya kent sakininin birbirine benzemekte olan zihni mi olduğu konusunda her zaman emin değiller. "Zihin" sözcüğünün de benzer bir kullanımı akla geliEmile Durkheim, "Representations individuelles et representations collectives," Revue metaphysique, VI (1898), 295. Aktaran ve çeviren: Char­ les Elmer Gehlke, " Emile Durkheim's Contributions to Sociological Theory," Studies in History, Economics, and Public Law, LXlll, ss. 29-30. 1

61

yor, mesela "Amerikan zihni" deyimi farklı ulusların ve "vatandaşlarının" tutumlarındaki karakteristik farklılıkla­ rın tanımlanmasında ortaktır. "Amerikan zihni" deyiminin kaynağı politikti. On seki­ zinci yüzyılın ortalarından kısa bir süre sonra, İngiliz İm­ paratorluğu'nun tartışmalı hakimiyetine bir yaklaşım tarzı olarak açık biçimde Amerikan aklı ortaya çıkmaya başladı. Damga Yasası olaylan boyunca koloni kökenli politikacı­ larımız ve devlet adamlarımız, bütün sömürgeciler için doğal olan - ya da o zamana kadar ikinci doğaları haline gelmiş olan - bir düşünce ve hissetme tarzı olduğunu fark ettiler. Örneğin, Jefferson, Amerikan kolonileri boyunca, günün başlıca siyasi sorusu açısından önemli bir görüş birliğinin geliştirildiğini belirtmek için "Amerikan zihni" kullanışlı kelimelerini kullanmaktadır.1

Burada yine de Amerikan zihni deyiminin bireysel Ame­ rikalıların kafasındaki karakteristik bir istikrar için bir isim olup olmadığı ya da cümlenin "görüşün esaslı bir birliği" yerine mi kullanıldığı yoksa nihayetinde Amerikan görü­ şünün hem istikrar hem de birlik özelliğini kapsayıp kap­ samadığı tamamen net değildir. öte yandan emek sorunlarını ve sınıf çatışmalarını çalı­ şanlar "psikoloji" terimini genelde kırsal ve kentsel sosyo­ loji çalışanların "zihin" sözcüğünü kullandığı gibi kullanır­ lar. İşçi sınıfının "psikolojisinden", kapitalist sınıfın "psi­ kolojisinden" bahsederken bu terim ya bir sınıfın üyeleri­ nin sosyal tutumlarını ya da sınıfın bir bütün olarak ahla­ kını ve tavrını kastediyor olabilir. "Sınıfsal bilinç" ve "sınıf bilinci", "ulus" ve "ırk" bilinci kavramları şimdi öğrencilere tanıdık gelse de öncelikle "entelijansiya" olarak adlandırılan, bu terimlerin uygulan­ dığı çeşitli kitle hareketlerinin liderleri olan kesim tarafın­ dan kullanılmış gibi görünür. "Bilinç" terimi burada grup1

Bliss Perry, The American Mind (Boston, 1912), s. 47.

62

lardan bahsederken kullanıldığı anlamıyla "zihin" kelime­ sine yakın ancak farklı bir anlama sahiptir. Sadece belirli ırkların ve sınıfların karakteristik tavırlarına verilen bir isim değil, ancak bu tavırların grupların dikkatinin odak noktasında, Freudcu bir deyimle "ön-bilinçte" olduğu an­ lar için de geçerlidir. Bu anlamda "bilinçli", yalnızca bire­ yin katılımı ve grubun bunun sonucundaki dayanışması anlamına gelmez, aynı zamanda bireyin ve grubun ortak ve toplu işler yapabilmesi için zihinsel hazırlığı anlamına da gelir. Sınıf bilinçli olmak o sınıf için harekete geçmeye hazır olmak anlamına gelir. "Sosyal zihin" ve "sosyal bilinç" kavramlarının tam ola­ rak netleşmeden kullanılmasında toplumun ve sosyal grupların bu iki yüzünün tanınmasının da etkisi vardır. Topluma hem bireysel hem de toplu bir açıdan bakılabilir. Bireyin açısından bakarken sadece grubun hayatına katıl­ masıyla birlikte kişiliğine yazılan ve eklenen karakteri sos­ yal olarak görüyoruz. Baldwin'in çocukta karakterin geli­ şimi hakkındaki ilk araştırmalarından Elwood'un toplumu "psikolojik yönlerinden" incelemesine kadar, sosyal psiko­ loji çoğunlukla bireyin diğer bireylerle etkileşiminin onun üzerinde bıraktığı etkilerin araştırılması olmuştur.1 öte yandan Le Ban, Tarde, Sighele ve takipçilerinin ça­ lışmalarında yaptıkları kalabalık ve toplum tanımlarında toplu davranış ve "kurumsal eylemler" hakkındaki bir araştırmanın başladığını görüyoruz. Her iki anlamda da yine daha önce bahsettiğimiz toplumun realist ve nomina­ list algılan arasındaki çatışmayı ve zıtlığı gözlemliyoruz. Sosyal psikoloji ile temsil edilen nominalizm, bireyin ba­ ğımsızlığını vurgular veya vurgular gibi görünmektedir. Kolektif psikoloji ile temsil edilen realizm ise grubun birey veya bütünün parça üzerindeki kontrolü üzerinde durur.

1 James Mark Baldwin, Mental Development in the Child and the Race (New York ve Londra, 1895); Charles A. Ellwood, Sociology in Its Psychologica/ Aspects (New York ve Londra, 1912).

63

Toplumun bireysel ve kolektif olarak iki yönü olduğu doğruysa da bu kitabın varsayımı bir toplumun temelinin, toplumu basit bir bireyler grubundan ayıran şeyin üyeleri arasındaki düşünce benzerliği değil, kolektif eyleme geçme yeteneği olduğudur. Sosyal terimini, tutarlı eyleme yani bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ortak bir amaca doğru ilerlemeye geçme yeteneğine sahip herhangi bir gruba uygulayabiliriz. Ortak bir amaan varlığı belki de "orga­ nik" kavramının bir topluma uygulanırken söylenilebile­ cek her şeydir. Bu bakış açısından sosyal kontrol toplumun temel gerçe­ ği ve çekirdeğinde yer alan problemdir. Tıpkı psikolojinin bireysel organizmanın bir bütün olarak parçalan üzerinde belli bir kontrole sahip oluş şekli ya da daha doğrusu bu parçaların bütünün kurumsal varlığını sürdürebilmesi için bir bütün halinde hareket etmesi olarak görülebileceği gibi, sosyoloji de tam anlamıyla bahsedersek bireylerin bizim toplum olarak adlandırdığımız kalıa kurumsal varoluş tarzına dahil edilişi ve ortak hareket etmeye başlamaları süreçlerini araşhrmak için bir bakış açısı ve bir yöntemdir. Bu vurguyu kurumsal eylem üzerine yapmak, toplumun bireysel üyelerinin çoğunlukla bu kurumsal eylemler saye­ sinde şekillendiğini, hatta oluştuğunu göz ardı etmek an­ lamına gelmez. Bununla birlikte, eğer kurumsal eylem bireyi sosyal grubun organik bir parçası, bir araa haline getiriyorsa da bunu benzerlikler üzerinden değil farklılık­ lar üzerinden yapmakta olduğu kabul edilir. İşlerin bö­ lünmesi, insanlar arasında daha da geniş ve büyük bir işbirliğini mümkün kılarak bireysel farklılıkları dolaylı yoldan katlamışhr. Benzer şekilde düşünmenin bir anlamı varsa, o da grubun bireyleri arasında grubun eyleme geç­ mesini sağlayacak kadar fikir birliğinin olmasıdır. O za­ man, burada toplum, sosyal organizma ve sosyal grup denilirken kastedilen şey budur. Sosyolojiye sadece sosyal refah programlarının ve uygu­ lamalarının bir araya gelmesi olarak değil de temel bir 64

bilim olarak bakarsak kolektif davranışın bilimi olarak tanımlanabilir. Bu tanımla da diğer sosyal bilimlerle genel ve şematik ilişkisini açıklamak mümkün olur. Tarihsel olarak, sosyolojinin kökenleri tarihtedir. Tarih, diğer bütün sosyal bilimlerin büyük anne bilimidir. İnsan hakkındaki hiçbir şeyin tarihe yabancı olmadığı söylenebi­ lir. Antropoloji, etnoloji, folklor ve arkeoloji, tamamen de­ ğilse de çoğunlukla tarihin başladığı görevi tamamlamak ve tarih araştırmasının ilk ortaya attığı soruları cevapla­ mak için gelişmiştir. Tarihte ve onunla bağlantılı etnoloji, folklor ve arkeoloji gibi bilimlerde, sosyolojinin açıklamak istediği insan doğasının ve deneyiminin somut kayıtlarına sahibiz. Bu anlamda insan doğasının ve deneyiminin tarih somut, sosyoloji de soyut bilimidir. Tarih

� �

AnOropoZj""''•ii . P'"olojl

A

Politika

Eğitim

'°"····� Sosyal Hizmetler

Ekonomi

Diğer yandan teknik (uygulamalı) bilimler, yani siyaset, eğitim, sosyal hizmetler ve iktisat -iktisadın bir iş bilimi sayılabildiği noktaya kadar- sosyolojiye farklı bir şekilde bağlıdır. Bu konular az ya da çok ölçüde özellikle sosyoloji ve psikolojinin konusu olan prensiplerin uygulanmasıdır. Bu anlamda, sosyoloji diğer sosyal birimlere temel olarak kabul edilebilir.

65

VIII. Sosyoloj i

ve

Sosyal Araştırma

Sosyolojik düşünceyi Comte ve Spencer' dan beri arala­ rında paylaşmış olan düşünce okulları arasında gerçekçiler Comte'un geleneklerini sürdürmüş; öte yandan nomina­ listler ise Spencer'ın düşüncelerinin içeriğini olmasa da tarzını ve tavrını korumuşlardır. Daha sonra ise gerçekçi de olsalar nominalist de olsalar yazarlar, dikkatlerini top­ lumdan çok toplumlara, yani sosyal gruplara yöneltmişler ve sosyal süreçler yerine sosyal gelişmeye, sosyal felsefe yerine sosyal sorunlara daha çok ilgi duymuşlardır. Bu değişiklik sosyolojinin tarih felsefesinden toplumun bilimine olan geçişini imler. Bu dönüşümdeki adımlar bu bilimin tarihindeki dönemlerden oluşur, yani: 1. Comte ve Spencer dönemi; sosyoloji, görkemli bir şe­ kilde tasarlanmış, bir tarih felsefesidir, gelişme (evrim) "bilimidir". 2. "Okullar" dönemi; sosyolojik düşünce, değişik okulla­ ra dağılmış bir şekilde, sosyolojinin kendi sorduğu sorulan yanıtlayabilmek için araması gereken gerçekleri ve bakış açısını tanımlama çabası içine dalmış durumdadır. 3. Soruşturma ve araştırma dönemi; sosyolojinin ancak şimdi girmekte olduğu dönem. Sosyolojik araştırma günümüzde (1921) psikolojinin la­ boratuvar yöntemlerinden ya da tıbbın Pasteur ve hastalık yapıa mikrop teorisinden önceki durumuna benzemekte­ dir. Çok miktarda sosyal bilgi sadece belirli bir durumda ne yapılacağını araşhrmak için toplanmış durumdadır. Sosyal teorileri kontrol etmek için gerçekler araşhnlma­ mıştır. Sosyal problemler sağduyulu terimlerle açıklanmış ve çoğunlukla bu doktrini destekleyen gerçekler toplan­ mış, var olan doktrinleri test eden gerçekler ise göz ardı 67

edilmiştir. Varsayımların gerçekliklerini test eden, önyar­ gısızca gerçekleştirilen çok az örnek vardır. Charles Booth'un Londra' daki fakirlik üzerine 18 yıl sü­ ren ve 17 cilde ulaşan araşhnnalan da bu önyargısız araş­ tırmalara bir örnektir. Gelir ile refah arasındaki ilişkiye dair genel kabulün gerçekliğini test etme çabasıdır. Booth der ki: Amacım, yoksulluğun, sefaletin ve düzenli bir gelirin yokluğu ile göreli refah arasındaki sayısal bağlantıyı gös­ termeyi denemek ve her sınıfın yaşadığı genel koşullan açıklamakhr. Sözü edilen gerçekler, sosyal reformcular tarafından var olan olumsuzluklar için çareler bulmaya yardım etmek ya da sahte çareler benimsenmesini önleyecek herhangi bir şey yapmak için kullanılırsa amacım gerçekleşmiş olur. Kendime ait bir öneri getirme niyetim asla olmadı ve çeşit­ li yerlerde, özellikle sonuç bölümünde planlanmın ötesine geçmiş olursam bu ancak çok fazla tereddüt gerçekleşir. Yoksullann çalıştığı dezavantajlı şartlar ve fakirliğin olumsuzlukları konusunda büyük bir çaresizlik duygusu var: ücretliler, işlerini düzenlemek için çaresizler ve ver­ mek istedikleri emek için adil bir karşılık elde edemiyor­ lar; üretici ya da satıa ise sadece rekabetin sınırlan çerçe­ vesinde çalışabiliyor; zenginler ise kaynaklarını uyarma­ dan talebi rahatlatmak konusunda çaresizler. Bu çaresizli­ ği hafifletmek için, ilk adım ilgili sorunlann daha iyi belir­ lenmesidir... Benim Londra'nın bir kısmının nüfusunu analiz etme girişimimin faydası bu doğrultuda aranrnalı1 •

Bu muazzam çalışma gerçekten de yalnızca Londra' daki yoksulluğa değil, genel olarak insan doğasına büyük ışık tuttu. Öte yandan, cevapladığından daha fazla soruya yol açh ve tek konuyu netleştirdiyse o da Booth'un dediği gibi sorunun tekrardan tanımlanmasının gerekliliği oldu. Ancak sosyoloji günümüzde, o ya da bu şekilde, deney1

Labour arıd

Life of the People (Londra, 1889), I, 68

ss.

6-7.

sel bir bilim olma yolunda görünüyor. Mevcut sorunları, bir vakanın sonuçları bir diğerinde yapılabilecekler ve yapılması gerekenleri göstermesini sağlayacağı şekilde açıkladığı noktada böyle bir bilim haline gelecektir. Deney­ ler sosyal hayahn her alanında, endüstride, siyasette ve dinde devam ediyor. Bütün bu alanlarda insanlar duru­ mun açık veya kapalı teorisi tarafından yönlendirilir, an­ cak bu teori genellikle bir hipotez biçiminde belirtilmez ve olumsuz örneklerin testine tabi tutulmaz. Eğer aralarında bir fark gözetebilirsek, elimizde araştırmadan çok soruş­ turma var diyebiliriz. Peki, burada ifade edildiği anlamda, sosyal araştırma nedir? Sorunların sınıflandırılması, bir yanıt aramada bir tür ilk yardım olacaktır. 1 . Sosyal sorunların sınıflandırılması. - Tutarlı eyleyebilen her toplum ve her sosyal grup, üyelerinin isteklerinin or­ ganizasyonu olarak görülebilir. Bu, toplumun, bireylerin iştah ve doğal arzularına dayalı olduğu ve onlarda teces­ süm ettiği anlamına gelir; ancak, örgütlenirken, bu arzular da mutlaka disiplin altına alınmalı ve grubun tümünün menfaati doğrultusunda kontrol alhnda tutulmalıdır. Bu şekildeki her toplum ya da sosyal grup, ne kadar ge­ çici olursa olsun, normal şartlarda (a) amacını tanımlama­ nın ve politikalarını netleştirmenin, bunları bilinir kılma­ nın resmi bir yöntemine ve (b) bu politikaları işletmek ve amaçlarını yerine getirmek için bazı işlevlere, yöntemlere sahip olacaktır. Aile içinde dahi yönetim vardır ve bu ya­ salara, hükümlere ve idareye denk gelen unsurları içerir. Bununla birlikte, sosyal gruplar örgütlerini, organizas­ yonlarını ve tüm biçimsel davranış yöntemlerini, insan doğası olarak adlandırdığımız bir içgüdü, alışkanlık ve gelenek ortamında korurlar. Her sosyal grup kendi kültü­ rüne sahiptir ya da sahip olmaya meyillidir ve Sumner'in "folkways" adını verdiği geleneksel davranış biçimini ger­ çekleştirerek insanın kendi doğasını bastırır ve ona grubun üyelerinin karakteristik özelliklerini aşılar. Yalnızca ırklar 69

değil, milliyetler ve sınıflar da onları yanılmadan tanıma­ mızı ve sınıflandırmamızı sağlayan iz, görgü ve yaşam kalıplarına sahiptir. Sosyal sorunlar, grup hayahnın bu üç yönüne atıfta bu­ lunarak uygun bir şekilde sınıflandırılabilir, yani (a) örgüt­ lenme ve idare, (b) politika ve siyaset (mevzuat) ve (c) in­ san doğası (kültür). a) İdari problemler esas olarak pratik ve tekniktir. Devle­ tin, iş dünyasının ve sosyal refahın birçok sorunu tekniktir. New York City Belediye Araşhrmalan Bürosu tarafından ülkenin farklı yerlerinde yapılan araşhrmalar, diğer bir deyişle sosyal anketler, idarenin kendi politikasını veya amaanı değiştirmek değil, mevcut yönetim makinesinin ve personelinin verimliliğini arhrmak amaayla yapılan yerel yönetim çalışmalarıdır. b) Bu terimin burada kullanıldığı anlamıyla planlamanın problemleri ise politik ve yasamaya ilişkindir. Son yıllar­ daki sosyal araştırmaların çoğu, bazı yasama programları­ nın yararına veya belirli yerel sorunlarla ilgili daha bilinçli bir kamuoyu yaratmak amaayla yapılmışhr. Örneğin Sage Foundation tarafından gerçekleştirilen sosyal anketler, New York Belediye Araşhrmaları Bürosu tarafından gerçekleşti­ rilenlerden farklı olarak, planlama problemleriyle, yani sosyal kurumların etkinliklerini arttırmak yerine nitelikle­ rini ve politikalarını değiştirmekle ilgilendiler. İdare ile planlama arasındaki bu aynın her zaman açık değildir, ancak daima önem taşır. Reform çabaları genellikle idari istismarları düzeltme amaayla başlar, ancak sonunda re­ formların derinleşmeleri ve kurumların karakterini değiş­ tirmeleri gerektiği ortaya çıkar. c) İnsan doğasındaki sorunlar diğer tüm sosyal sorunla­ rın temelindedir. İnsan doğası, son yıllarda onu anlamaya başladığımız gibi, büyük oranda sosyal ilişkinin ürünüdür; bu nedenle toplumun kendisi kadar sosyolojik araştırma­ ların konusudur. Son yıllara kadar, günümüzde insan fak­ törü olarak adlandırdığımız şey birçok sosyal deneyde 70

ihmal edildi. İnsan doğasını, bir yandan onunla pazarlık etmeyi reddederek değiştirmeye çalışıyorduk. İsteklerimizi netleştirerek, yani kamuoyu "yaratarak" ve yasaları belir­ leyerek sosyal değişimleri gerçekleştirebileceğimiz varsayı­ lıyordu. Bu, reformları gerçekleştirmek için kullanılan "demokratik" yöntemdir. Eski "otokratik" yöntem ise, yalnızca hükümdarın veya egemen sınıfın otoritesine da­ yanarak toplumsal değişiklikleri emrediyordu. İnsanları, tıpkı Hıristiyan Bilimler gibi, ona çeken şey ise sık sık işe yaramasıydı. " Emretmek ve yasaklamak" sosyal tekniklerin en eski, fakat en kalıcısıydı -yani keyfi bir şekilde bir krizi yaratan şeyin yok olmasını veya güzel bir şeyin var olmasını em­ retmek ve bu emrin hayata geçmesini sağlamak için yine keyfi fiziksel güç kullanmak. Bu yöntem tam da tabii tek­ niklerin sihir aşamasına tekabül eder. Her ikisinde de be­ lirlenmiş bir etkinin yarahlması için gerekli araçların, arzu edilen etkiyi gösterdiğine hükmedilen ve vazgeçilmez bir araç veya aygıt olarak görülen irade hareketinin dahilinde bulunduğu; az ya da çok bilinçli bir şekilde düşünülmek­ tedir. Her ikisinde de sebebin (iradenin hareketi ve fiziksel eylemin) gerçekleşmesine etki ettiği düşünülen süreç, so­ ruşturmanın ulaşamayacağı yerlerdedir. Her ikisinde de sonuç elde edilmezse şayet tedirgin eden nedenleri bul­ maya ve kaldırmaya çalışmak yerine, yeni maddi aksesu­ arlar sürece eklenir ve yeni bir iradeye giriş yapılır. Bunun sosyal alanda iyi bir örneği bugünün tipik yasama usulü.

.

dur1 .

2. Sosyal grup tipleri: Günümüzde sosyolojik disiplinin sı­ nırlan içerisinde yer bulan çeşitli ilgi konuları, araştırma alanlan ve pratik programlar, ortak bir referans nesnesine, yani sosyal grup kavramına sahip olmakla birleştirilmiştir. Her grup ve her grup tipinin kendine özgü sorunları buThomas ve Znaniecki, The Polish Peasant in Europe and America (Boston, 1918), I, 3.

1

71

lunsa da bütün sosyal sorunların gunun sonunda grup yaşamının sorunu olduğu ortaya çıkar. Bu iddianın geçek­ liğini vurgulamak için en uzak alanlardan örnekler topla­ nabilir1. Din değiştirme, bir bakış açısıyla bir sosyal gruptan diğe­ rine geçiş olarak yorumlanabilir. Din değiştiren kişi, dini jargonu kullanırsak "bir günah hayatından çıkar ve erdem­ li bir hayata geçer". Şüphesiz, bu değişim derin kişisel rahatsızlıklar içerir, ancak değişimin kalıcılığı eski bağların yıkılması ve yerini yenilerinin almasıyla sağlanır. Keza muhacirin eski ülkesinden yeni bir ülkeye geçiş süreci de düşünce ve alışkanlıklarda derin değişiklikler içerir. Onun durumunda bu değişiklik daha yavaşça gerçekleşir, ancak bu yaşanan değişiklikleri daha az radikal yapmaz. Yakın zamandaki bir toplumsal araşhrmadan alınan aşa­ ğıdaki paragraf, tamamen farklı bir bakış açısı ile grubun topluluk yaşamındaki değişikliklere nasıl dahil olduğunu göstermektedir. Kısacası, problemi

Stillwater' de önümüzdeki birkaç yılın en büyük topluluk bilincinin gelişmesidir. Stillwater şehri

ve Stillwater'ın dışındaki ülke açısından düşünmeyi bı­ rakmalıyız ve

Stillwater Toplumu

açısından düşünmeliyiz.

Sanayi, sağlık, eğitim, dinlenme veya din hakkında küçük gruplar açısından düşünmeyi bırakmalı ve tüm toplum açısından düşünmeliyiz. İ yi olan her şey tüm topluma fayda sağlayacaktır. Herhangi bir zayıflık herkese zarar verecektir. Toplumun, bu raporda belirtilen bütün madde­ lerdeki işbirliği, gerçekten de Stillwater'ı St. Croix'nın gözbebeği haline getirecektir2•

1 Walter B. Bodenhafer, "The Comparative Rôle of the Group Concept in Ward's Dynamic Sociology and Contemporary American Sociology," American fournal of Sociology, X.XVI (1920-21), 273-314; 425-74; 588-600; 716-43. 2 Stillwater, the Queen of the St. Croix, The Community Service of Stillwater raporu, Minnesota, 1920, s. 71 .

72

Bu durumda topluluk sorununun çözümü "topluluk bi­ lincinin" yaratılmasıydı. Suç işleyerek para kazanan kişile­ rin durumunda, Atlantic Monthly dergisinin bir yazarının tanımını doğru kabul edersek, profesyonel suçlular ara­ sında da bir grup bilinci olmasıyla sorunun niteliği belirle­ nir: Profesyonel suçlu çok yoğun bir duygusal hayat yaşa­ masından dolayı ilginçtir. Toplum içinde yalıtılmıştır. Toplumun içindedir ama bir parçası değildir. Sosyal haya­ tı -zira bütün insanlar sosyaldir- kısıtlıdır ve tam olarak da kısıtlı olduğu için çok gergindir. Bir savaş hayatı yaşamak­ tadır ve bir savaşçının psikolojisine sahiptir. Bütün top­ lumla savaştadır. Suç dünyasındaki birkaç arkadaşı dışın­ da hiç kimseye güvenmez ve herkesten korkar. Şüphe, korku, nefret, tehlike, umutsuzluk ve tutku hayatında or­ talama bir bireyinkinden daha gergin bir biçimde bulunur. Huzursuz, rahatsızdır, kolaylıkla kızar ve şüphecidir. De­ rin bir uçurumun eşiğinde yaşar. Bu, tutkulu nefretini, vahşiliğini, korkusunu açıklamaya yardımcı olur ve ölü adamların masal anlatmadığı iddiasına dikkat çekici bir önem verir. Az sayıdaki arkadaşına, daha normal yaşayan insanlar arasında nadir bulunan bir güç ve tutku ile sarılır. Arkadaşları kendisiyle ifşaatı arasında dururlar. Hayata tutunma yöntemi, güvenliğinin temelidirler. Yeraltı dünyasında gruba olan sadakat en temel kanun­ dur. Sadakatsizlik ise ihanettir ve ölümle cezalandırılabi­ lir: Zira sadakatsizlik aynı zamanda kişinin arkadaşlarının da yok edilmesi anlamına gelebilir, suçlunun bütün hayatı boyunca inşa ettiği uçuruma atılması anlamına gelebilir. Suçlu topluma karşı saldırgandır. Suçluya göre hayatı öncelikli olarak savunmadır. Enerjisinin, umutlarının ve başarılarının büyük bir kısmı; kaçışların, başarılı ortadan kaybolmaların, izini doğru bir şekilde kapatmaların ve ak­ tivitelerine katılıp onlardan bahsetmeyerek toplumu dışa­ rıda tutacak iyi, sadık ve güvenilir arkadaşlara sahip ol­ manın etrafında kümelenir. Suçlu böylece kendi bakış açı­ sına göre -ki burada sadece profesyonel suçlulardan bah­ sediyorum- topluma karşı devamlı savunmada olduğu bir

73

savaş hali yaşar ve ihtimaller ciddi bir şekilde onun aley­ hinedir. Dolayısıyla ona karşı savunmacı bir psikoloji oluşturur -cesaret, kabadayılık ve kendini haklılaştırma tabanlı bir ruh hali. İyi -yani başarılı- bir suçlu düşmana, ortak düşmana, yani halka karşı bir dizi saldırıyı en başa­ rılı biçimde gerçekleştiren kişi, bir kahramandır. Bu şekil­ de bilinir, uğruna kadeh kaldırılır ve ziyafetler verilir; ona güvenilir ve itaat edilir. Ama her zaman sadece küçük bir grup tarafından. Kendi dünyalarında, kendi yaşamların­ da; grubun moralini korumak için özel olarak donatılmış bağlantılarla, ideallerle, alışkanlıklarla, bakış açısıyla ve inançla yaşarlar. Sadakat, korkusuzluk, cömertlik, kendini feda etme arzusu; soruşturma karşısında azim gösterme ve ortak düşmana olan nefret -bunlar morali koruyan par­ çalardır ama hepsi bir bütün olarak toplumun karşısında bulunurlar1•

Birinci grup prensibinin, Sing Sing'de hapishane duvar­ ları arasındaki suçlularla uğraşırken uygulanma şekli ise sosyal problemlerin grup problemleri olduğu gerçeğini daha net bir şekilde gösterir2• O halde, her sosyal grubun kendine ait (a) idari, (b) ya­ sama ile ilişkili ve (c) insan doğasına ait sorunlara sahip olduğu varsayılabilir, bu sorunlar da sosyal grup türüne atıfta bulunarak bir kez daha sınıflandırılabilir. Çoğu sos­ yal grup doğal olarak aşağıdaki sınıflardan biri ya da bir­ kaçına aittir: a) Aile. b) Dil (ırk) grupları. c) Yerel ve bölgesel topluluklar: (i) mahalleler, (ii) kırsal topluluklar, (iii) kentsel topluluklar. d) Çatışma grupları: (i) milliyetler, (ii) partiler, (iii) mez­ hepler, (iv) emek örgütleri, (v) çeteler, vb. 1 Frank Tannenbaum, "Prison Democracy", Atlantic Monthly, Ekim 1920, ss. 438-39. (Sabıkalı grubun psikolojisi.) 2

Jbid.,

55.

443-46. 74

e) Uyum grupları: (i) sınıflar, (ii) kastlar, (iii) mesleki, (iv) mezhepsel gruplar. Süregiden sınıflandırma tümüyle yeterli veya makul de­ ğildir. İlk üç sınıf, "yerleşim" ve "çahşma" grupları olarak adlandırılan son ikiye kıyasla birbirleriyle daha yakından ilgilidir. Aralarındaki aynın geniş kapsamlıdır, ancak ge­ nel karakteri aile, dil ve yerel grupların yakın ve genelde yüz yüze organize olan birincil gruplar olduğu -ya da ori­ jinalde olmuş oldukları- gerçeği belirler. Çatışma ve yerle­ şim grupları, birincil gruplar içinde ortaya çıkabilen; ancak tarihte birçok defa göründüğü şekliyle çoğunlukla bir bi­ rincil grubun bir başkasına dayahlmasıyla ortaya çıkan bölünmeleri temsil eder. Tarihteki her devlet, rütbe ya da malvarlığı ile birbirin­ den aynlan birçok üst ve alt sosyal gruptan oluşan bir

nıflar devleti

sı­

olmuştur ya da hala öyledirler. Bu olgu, o

zaman, "Devlet" olarak adlandırılmalıdır1.

Daha büyük grupların içindeki uyumun ve çahşmalann varlığı, onlan birincil ilişkilere dayanan gruplardan ayınr ve "ikincil" olarak değerlendirilen niteliğini kazandım. Bir dil grubu militan ve öz-bilince sahip hale geldiğinde, ulus karakterine bürünür. Aynı zamanda, yeterince geniş ve kendi benliğinin farkında olan bir ailenin bir klan haline geldiği de bir gerçektir. Bu bağlanhda bir grubun, grup olduğunun farkına varmasının onun karakterini değiştiri­ yor olması önemlidir. Dış çahşmalar, sosyal grupların iç organizasyonu üzerinde her zaman güçlü bir şekilde etki etmiştir. Grup öz-bilinci, çahşma ve uyum gruplarının ortak bir özelliği gibi görünür ve onlan, aile ve yerel topluluk tara1 Franz Oppenheimer, The State (Indianapolis, 1914), s. 5 [Türkçesi, Dev­ let, Çev.: Adam (Alaeddin) Şenel ve Yavuz Sabuncu, Phoneix Yayınlan, 2005). 75

fından temsil edilen daha temel topluluk biçimlerinden ayırır. 3. Sosyal grupların örgütlenmesi ve yapısı. Sosyal grupla­ rın sınıflandırılması için genel bir plana sahip olduğumuza göre, sıra şimdi de aileden mezheplere kadar bütün grup­ lara uygulanabilecek araştırma metotlarının keşfedilmesi­ ne geldi. Böyle bir analiz şeması sadece tipik grupların organizasyonunu ve yapısını değil, ayrıca bu organizasyon ve yapıların, genel olarak tanınan gerçek toplumsal sorun­ larla olan ilişkisini de detaylandırmalıdır. Çalışmada genel olarak toplum ve sorunları için önemli olarak kabul edilen gerçekler şunlardır: a) İstatistikler: sayılar, yerel dağılım, hareketlilik, doğum, ölüm, hastalık ve suç oranlan. b) Kurumlar: yerel dağılım, sınıflandırma (yani, (i) en­ düstriyel, (ii) dini, (iii) politik, (iv) eğitimsel, (v) refah ve karşılıklı yardım), topluluk organizasyonu. c) Kalıtlar: Özellikle din, dinlenme ve boş zaman ile ilgili olarak grup ve sosyal kontrol (siyaset) tarafından iletilen gelenek ve görenekler. d) Kamuoyunun örgütlenmesi: partiler, cemaatler, grup­ lar ve basın. 4. Sosyal süreç ve sosyal ilerleme. Sosyal süreç, grubun hayatındaki değişiklikler olarak görülen tüm değişiklikle­ rin adıdır. Bir grubun geçmişi olduğu zaman hayata sahip olduğu söylenebilir. Sosyal süreçleri, (a) tarihsel, (b) kültü­ rel, (c) siyasi ve (d) ekonomik olarak ayırabiliriz. a) Her kaha sosyal grubun mirası olan sosyal geleneğin toplamının biriktirildiği ve bir nesilden diğerine aktarıldığı süreçleri tarihi olarak tanımlıyoruz. Tarih, bireyde hafıza­ nın oynadığı rolü grup için oynar. Tarih olmasaydı, sosyal gruplar şüphesiz yükselip düşecek; fakat ne yaşlanacak ne de ilerleme kaydedeceklerdi. Okyanusu geçen göçmenler, yerel geleneklerinin çoğunu arkalarında bırakırlar. Bunun sonucunda da, özellikle ikin­ ci kuşakta, aile ve grup geleneğinin onlar üzerindeki kont-

-

76

rolü kaybolur; fakat tam da bu nedenle, kabul edilen ülke­ nin gelenek ve göreneklerinin etkisine daha açık olurlar. b) Eğer tarihsel sürecin işlevi sosyal deneyimlerin müşte­ rek birikimini toplamak ve korumaksa, kültürel sürecin işlevi de her önceki neslin kendilerinden sonra gelenlere dayathğı toplumsal biçimleri ve toplumsal kalıpları şekil­ lendirmek ve tarumlamakhr. Toplumda yaşayan birey, grubun hedonistik, ekonomik, politik, dini, ahlaki, estetik ve entelektüel faaliyetlerine ka­ tılmak için önceden var olan bir sosyal dünyaya uymalı­ dır. Bu etkinlikler için grubun ya geleneksel birliktelik kaynaklı ya da sonuca en etkili şekilde ulaşma bilinciyle bir biçimde örgütlenmiş az çok karmaşık plan setleri olan hedef sistemleri vardır. Ancak bu sistemler faaliyetleri gerçekleştirmek zorunda olan bireylerin arzularını, yete­ neklerini ve deneyimlerini ikincil önemde olarak görür, ha tta hiç dikkate almayabilir. Kişisel gelişimin bireysel ve sosyal faktörleri arasında ne olursa olsun, önceden var olan bir uyum yoktur ve bireyin temel eğilimleri her zaman sosyal kontrolün temel eğilim­ lerinden farklılık gösterirler. Kişisel gelişim her zaman bi­ rey ve toplum arasında bir mücadeledir -bireyin kendini ifade etme, toplumun ise kendine boyun eğdirme müca­ delesidir- ve bu mücadelenin süreçleri esnasında bireyin kişiliği -statik bir "öz" olarak değil, dinamik, sürekli geli­ şen bir dizi faaliyet olarak- ortaya çıkar ve kendini inşa eder.1

c) Şu veya bu hareketin kabul edilen sosyal yaptırımlar­ dan birini gerektirip gerektirmediğine karar vermek ge­ rekmediği sürece, geleneksel davranış standartları tarhşma konusu değildir. Kültürel süreçten ayrılan politik süreç yalnızca ayrım ve farklılık bakımından konuyla ilgilenir. Siyaset sorunlarla ilgilenir. Siyah, özellikle güney eyaletlerinde, popüler bir tarhşma 1

Thomas

ve

Znaniecki, op.

cit.,

Hl, 34-36. 77

konusudur. Ne zaman bir siyah kendini beyazların onu görmeye alışık olmadığı bir durumda bulursa, bu durum iki ırk için de yorumlara yol açar. Öte yandan, bir güneyli "kızının bir siyahla evlenmesini ister miydin?" sorusunu sorduğunda tartışmaların bitmesinin zamanıdır. Irklar arasındaki ilişkilerle ilgili sorular doğrudan ya da dolaylı yoldan "tahammül edilemez" formülünün kullanımıyla gündeme gelir gelmez hemen ortadan kaldırılabilir. Siyasi sorular, uzlaşma ve çıkar konularıdır. Irkların karışması ise geleneklere karşı olduğu için bu formülün mutlak hakimiyeti vardır. Bir toplumun veya bir sosyal grubun isteklerini formüle ettiği ve dayathğı politik süreç, geleneklerin sınırlarının içinde yer alır ve kamuoyunda yapılan tartışmalar, yasalar ve mahkemelerin kararlan ile taşınır. d) Ekonomik süreç, malların üretilmesi ve dağıtılmasın­ dan ayn tutulabildiği kadarıyla; fiyatların belirlenmesi ve bir takas değerinin uygulanması sürecidir. Çoğu değerler, örneğin şu anki sosyal statüm, geleceğe yönelik umutlarım ve hafızamdaki geçmişin anısı kişiseldir ve değiştirilebilir değerler değildir. Ekonomik süreç, meta olarak ele alınabi­ lecek değerlerle ilgilidir. Bütün bu süreçler, her toplumda ya da sosyal grupta de­ ğil ama çoğunda ortaya çıkabilir. Ticaret, bireyin kendi kazananın peşinden gitme özgürlüğünü varsayar ve sade­ ce bu özgürlüğe izin verilen ölçüde ve derecede gerçekle­ şebilir. Bununla birlikte, ticaret özgürlüğü, bir taraftan alışılmışın dışında diğer taraftan resmi yasayla sırurlıdır; bu sebeplerden ekonomik süreç genellikle kültürel ve poli­ tik süreçler tarafından tanımlanan alan dahilinde gerçekle­ şir. Sadece kültürel ya da siyasi bir düzen olmadığı bölge­ lerde ticaret tamamen özgürdür. (1) Kültürel, (2) siyasi, (3) ekonomik süreçler ve birbirle­ riyle olan ilişkileri, aynı merkeze sahip çemberlerle temsil edilebilir. Bu temsilde, en geniş kültürel etkilerin alanı ticaret ala78

nıyla aynıdır, çünkü en kapsamlı halinde ticaret mutlaka özel ve geleneksel bazı kanunlar çerçevesinde sürdürülür. Aksi takdirde bu ticaret değil, yasaların dışında yer alan yırtıa bir şeydir. Fakat eğer ekonomik süreç alanı neredey­ se her zaman en geniş kültürel etki alanları ile örtüşüyor olsa da, daha ufak sosyal gruplara uzanmaz. Bir kural ola­ rak ticaret ailenin alanını işgal etmez. Ailenin çıkarları, ticaret formunda bile bulunsalar her zaman kişiseldir. Ay­ nı köyün sınırlan içindeki ilkel bir toplum neredeyse her zaman toplulukçudur. Bütün değerler kişiseldir ve bireyle­ rin ekonomik ya da başka bir biçimde birbirleriyle olan ilişkileri önceden gelenek ve kanunlarla saptanmıştır. Kişisel olmayan değerler, mübadele değerleri, ele alınan herhangi bir toplulukta ya da sosyal grupta kişisel değer­ lerle ters oranda görünmektedir. Bu tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik süreçleri geniş bir biçimde tanımlama girişimi, sosyal hayatın; tarih, siyaset bilimi ve ekonomi gibi sosyal bilimlerin uzmanlık alanını oluşturan ve soyut olarak, formüle edilmiş, karşılaştırılmış ve ilgili olarak görülebilecek belirli değişim biçimleriyle bağlantılandırılmış olan yönlerini tanımlamamıza izin verdiği için gereklidir. Onları birbirleriyle ilişkilendirerek görme girişimi aynı zamanda bir bütünün parçası olarak ayırmak ve görmek yolunda bir çabadır.

a en yaygın kültürel etkilerin ve ticaretin alanı; b resmi siyasi kontrol alanı; c = tamamen kişisel ilişkilerin ve komünizmin alanı =

=

79

Sözü edilen sosyal değişim türlerinin aksine, tek yönlü ve ilerici olan diğer değişiklikler söz konusudur. Bunlar genelde "hareket" olarak adlandırılan değişiklikler, kitle hareketlerdir. Yeni sosyal organizasyonlar ve kurumlarda meydana gelirler. Sosyal değişimin daha belirgin olan bütün biçimleri, sos­ yal huzursuzluk olarak adlandırdığımız bazı sosyal belirti­ lerle ilişkilidir. Sıradan koşullar altında sosyal huzursuz­ luk sorunları, yeni sosyal ilişkilerin özel bir durumu olarak ortaya çıkar ve iletişim ile etkileşim sürecinde daha canlı bir temponun varlığını gösterir. Tüm toplumsal değişmelerden önce belirli bir derecede sosyal ve bireysel düzensizlik gelir. Genelde bunu normal şartlar altında bir yeniden yapılanma hareketi takip eder. Bütün gelişmeler belirli bir miktarda düzensizliğin varlığı­ na işaret eder. Bu nedenle gelişmekte olmasa bile en azın­ dan tek yönlü ilerleyen sosyal değişimler üzerinde çalışır­ ken aşağıdakiler ilgimizi çeker: (1) Düzensizlik: sosyal düzensizliğin belirtileri ve önlem­ leri olarak hızlandırılmış hareketlilik, huzursuzluk, hasta­ lık ve suç. (2) Sosyal hareketler (yeniden yapılanma) şunları içerir: (a) toplu hareketler (yani kitleler, grevler vb.); (b) kültürel uyanışlar, din ve dil ile ilgili; (c) moda (kıyafetlerde, bir araya gelmelerde ve sosyal ritüellerde değişiklikler); (d) reform (sosyal politika ve yönetimdeki değişiklikler); (e) devrimler (kurumlarda ve geleneklerdeki değişiklikler). 5. Birey ve kişi. Kişi, statü sahibi bir bireydir. Bu dünya­ ya bireyler olarak geliriz. Statü elde eder ve kişiler haline geliriz. Statü, toplumdaki pozisyonları gösterir. Her birey, üyesi olduğu her sosyal grupta kaçınılmaz olarak belirli bir statüye sahiptir. Bir grup içinde her üyenin statüsü diğer üyelerle olan ilişkileri tarafından belirlenir. Aynı şekilde her küçük grubun da daha bir büyük grup içinde, üyelerinin o grubun üyeleriyle olan ilişkileri tarafından tanımlanan bir statüsü vardır. -

80

Kişinin öz-bilinci -toplum içindeki rolünün kendi tara­ fından algısı, kısaca "benliği" onun kişiliğiyle özdeş ol­ mamakla birlikte kişiliğinin önemli bir parçasıdır. Ancak bireyin kendisi hakkındaki algısı da onun parçası olduğu grup ya da gruplardaki statüsü kaynaklıdır. Kendi hak­ kındaki algısı statüsüne uymayan birey izole olur. Tama­ men izole olmuş, kendisi hakkındaki algısı statüsünü hiç­ bir şekilde yansıtmayan kişi ise, büyük ihtimalle çıldırmış­ tır. Bu söylenenlere, bir bireyin içinde gruplara ve bu grup­ ların birbirinden ne kadar izole olduğunu bağlı olarak birden fazla "benliği" olduğunu da eklemek gerekir. Aynı şekilde bireyin, üyesi olduğu farklı gruplar tarafından tanımlanmış bir şekilde ve farklı derecelerde etkilendiği de doğrudur. Bu da bireyin kişiliğinin sosyolojik bakımdan hangi yöntemle incelenebileceğini gösterir. Her birey dünyaya bazı karakteristik özellikler ve içgüdü diye adlandırdığımız bazı görece sabit davranış şablonla­ rıyla gelir. Bu, kendi türünün bütün üyeleriyle paylaştığı kalıtsal mirasıdır. Ayrıca dünyaya başka davranış şekille­ rini öğrenme kapasitesiyle gelir. Bu tanımlanmamış kapa­ site bir bireyden diğerine büyük değişiklik gösterir. Bu bireysel farklılıklar ve içgüdü "kişinin kendi doğası" diye adlandırılır.ı Sosyoloji, bireysel kişiliklerin ve sosyal düzenin yaratıl­ dığı ham maddeyi sağladığı sürece "özgün doğa" ile ilgi­ lenmektedir. Toplum ve toplumu oluşturan kişiler, her yeni neslin katkıda bulunduğu maddiyat dahilinde işleyen sosyal süreçlerin ürünüdür. Birincil ve ikincil gruplar arasındaki önemli ayrımı ilk fark eden Charles Cooley aile, komşuluk, köy cemaati gibi birincil grupların samimi, yüz yüze birlikteliklerin kişinin 1 Toplumsal refah ve insani ilerlemeyle özgün doğanın ilişkisi öjenik biliminin konusu edilmiştir. Öj eniğin sosyal bilim olduğuna dair iddiala­ ra karşı eleştiri için bkz. Leonard T. Hobhouse, Socia/ Evolution and Politi­ ca/ Theory (Columbia University Press, 1917).

81

sosyal doğasını ve ideallerini oluşturmada başrolü oyna­ dığına dikkat çekti. ı Bununla birlikte, ilişkilerin birincil grupların içinde ol­ duğundan da daha samimi oldukları bir yaşam alanı da vardır. Özellikle bebeklik döneminde anne ile çocuk ara­ sındaki ilişkiler ve cinsel içgüdünün etkisi altındaki erkek­ lerle kadınlar arasındaki ilişkiler buna örnektir. Bunlar, en kalıcı sevginin ve en şiddetli nefretlerin oluştuğu ilişkiler­ dir. Bunu dokunmalı ilişkiler bölgesi olarak tanımlayabili­ riz. Son olarak, ilişkilerin nispeten kişiliksiz, resmi ve kon­ vansiyonel olduğu ikincil tanıdıklar alanı vardır. Birey aynı zamanda birincil grupta kendisine tanınmayan kişisel özgürlük ve farklılık hakkını toplumsal yaşamın bu bölge­ sinde kazanır. Nitekim bugünkü sosyal problemlerimizin tamamı de­ ğilse de büyük kısmı, kaynağını ve kökenini, büyük kitle­ lerin -örneğin göçmenlerin- birinci grup ilişkileri tabanlı bir toplumdan şehirler içindeki daha özgür, daha gevşek ve daha az kontrol edilebilir topluma geçişinde bulur. Batı toplumlarının hepsine derinlemesine nüfuz eden "ahlaki huzursuzluk", kişilerin giderek artan muğlaklık ve kararsızlığı, eski zamanların "güçlü ve istikrarlı karak­ terinin" neredeyse tamamen ortadan kalkması; kısaca bü­ tün toplumlarda Bohemliğin ve Bolşevikliğin artması as­ lında sadece üyelerinin tüm çıkarlarını genel sosyal te­ melde kontrol eden erken birincil grubun ya da sadece üyelerinin çıkarlarının çoğunu mesleki temelde kontrol eden, ortaçağ tipindeki meslek loncasının değil; aynı za­ manda üyelerinin tutumlarını kalıcı olarak düzenleme işi­ ni diğerleriyle paylaşmakta olan özel modem grubun bile gitgide güç kaybetmesinin sonucudur. Sosyal evrimin hızı o kadar arttı ki, özel gruplar üyelerinin ortak amaçlarına uygun olacak şekilde karmaşık duygusal yapılarını orga-

1

Charles H. Cooley, Social Organization,

82

s.

28.

nize edecek kadar kalıcı ve istikrarlı olmayı bırakıyorlar. Başka bir deyişle, toplum bireysel karakterlerin belirlen­ mesi ve istikrarı için kullandığı eski yöntemleri yavaş ya­ vaş kaybediyor.1

Her sosyal grup kendi karakterini onu oluşturan kişilerle oluşturmaya meyillidir ve bu sayede ortaya çıkan karak­ terler de oluşan sosyal yapının parçası olurlar. Sosyal ha­ yalın bütün sorunları böylece bireyin de sorunları olur ve ayru şekilde bireyin sorunları da grubun sorunları haline gelir. Bu bakış açısı önleyici hp ve bir noktaya kadar psiki­ yatri alanında şimdiden kabul görmektedir. Şimdilik sos­ yal saha araşhrmalannda yeterince kabul görmemektedir. Sosyal prensiplerin sosyal pratiğe uygulanmasında daha da ilerlemek için sorunlar üzerinde daha kapsamlı deney­ sel araşhrmalann, sistematik sosyal araştırmaların ve de­ neysel sosyal bilimin olması gerekmektedir.

1

Thomas ve Znaniecki, op.

cit., III, 63-64. 83

Sistematik Sosyolojide Örnek Çalışmalar ve Sosyolojik Araştırma Yöntemleri I. İLERLEMENİN BİLİMİ (1) Comte, Auguste. Cours de philosophie positive, 5. baskı. 6 cilt. Paris, 1892. (2) - . Positive Philosophy. Çev.: Harriet Martineau, 3. baskı. Londra, 1893. (3) Spencer, Herbert. Principles of Sociology. 3. baskı. 3 cilt. New York, 1906. (4) Schaeffle, Albert. Bau und Leben des socialen Körpers. 2. baskı. 2 cilt. Tuebingen, 1896. (5) Lilienfeld, Paul von. Gedanken über die Socialwissensc­ haft der Zukunft. 5 cilt. Mitau, 1873-81. (6) Ward, Lester F. Dynamic Sociology. 2 cilt. New York, -

1883. (7) De Greef, Guillaume. Introduction a la sociologie. 3 cilt. Paris, 1886. (8) Worms, Rene. Organisme et societe. Paris, 1896. il. EKOLLER

A. Gerçekçiler (1) Ratzenhofer, Gustav. Die sociologische Erkenntnis. Le­ ipzig, 1898. (2) Small, Albion W. General Sociology. Chicago, 1905. (3) Durkheim, Emile. De la Division du travail social. Paris,

1893. (4) Simmel, Georg. Soziologie. Untersuchungen über die Formen der Vergesellschaftung. Leipzig, 1908. (5) Cooley, Charles Horton. Social Organization. A study of the larger mind. New York, 1909. 85

(6) Ellwood, Charles A. Sociology and lts Psychological Aspects. New York ve Londra, 1912. B. Nominalistler (1) Tarde, Gabriel. Les Lois de l 'imitation. Paris, 1895. (2) Giddings, Franklin H. The Principles of Sociology. New York, 1896. (3) Ross, Edward Alsworth. The Principles of Sociology. New York, 1920. C. Kolektif Davranışçılar

(1) Le Bon, Gustave. The Crowd. A study of the popular mind. New York, 1903. (2) Sighele, Scipio. Psychologie des sectes. Paris, 1898. (3) Tarde, Gabriel. L' Opinion et la faule. Paris, 1901. (4) McDougall, William. The Group Mind. Cambridge, 1920. (5) Vincent, George E. The Social Mind and Education. New York, 1897. 111. SOSYOLOJİK ARAŞTIRMA METODLARI

A. Araştırma Metodlannda Kritik Gözlem (1) Small, Albion W. The Meaning of Social Science. Chica­ go, 1910. (2) Durkheim, E mile. Les Regles de la methode sociologique. Paris, 1904. (3) Thomas, W. 1., ve Znaniecki, F. The Polish Peasant in Europe and America. "Methodological Note", I, 1-86. 5 cilt. Boston, 1918-20. B. Topluluk Araştırmaları (1) Booth, Charles. Labour and Life of the People: Landon. 2 cilt. Londra, 1891. (2) - - . Life and Labour of the People in Landon. 9 cilt. Londra, 1892-97. 8 ilave cilt. Londra, 1902. (3) The Pittsburgh Survey. Ed.: Paul U. Kellogg. 6 cilt. Rus­ sell Sage Foundation. New York, 1909-1 4. 86

(4) The Springfield Survey. Ed.: Shelby M. Harrison. 3 cilt. Russell Sage Foundation. New York, 1918-20. (5) Americanization Studies of the Carnegie Corporation of New York. Ed.: Ailen T. Bums. 10 cilt. New York, 1920-21 . (6) Chapin, F. Stuart. Field Work and Social Research. New York, 1920. C. Birey Araştırmaları

(1) Healy, William. The Individual Delinquent. Bostan, 1915. (2) Thomas, W. 1., ve Znaniecki, F. The Polish Peasant in Europe and America. "Life Record of an Immigrant", Vol. III. Boston, 1919. (3) Richmond, Mary. Social Diagnosis. Russell Sage Foun­ dation. New York, 1917. iV. SÜRELİ YAYINLAR

(1) American fournal of Sociology. Chicago, University of Chicago Press, 1896-. (2) American Sociological Society, Papers and Proceedings. Chicago, University of Chicago Press, 1907-. (3) Annales de l 'institut international de sociologie. Paris, M. Giard et Cie., 1895. (4) L 'Annee sociologique. Paris, F. Alcan, 1898-1912. (5) The Indian fournal of Sociology. Baroda, India, The Col­ lege, 1920-. (6) Kölner Vierteljahrshefte far Sozialwissenschaften. Leipzig ve Münih, Duncker und Humblot, 1921-. (7) Rivista italiana di sociologia. Roma, Fratelli Bocca, 1897(8) Revue del 'institut de sociologie. Bruxelles, l'lnstitut de Sociologie, 1920-. [Bulletin del 'institut de sociologie Solvay'in devamı. Bruxelles, 1910-14.] (9) Revue internationale de sociologie. Paris, M. Giard et Cie., 1893-. (10) The Sociological Review. Manchester, Sherratt and 87

Hughes, 1908-. [Öncesinde Sociological Papers, Sociologi­ cal Society, Londra, 1905-7.] (11) Schmollers /ahrbuch für Gesetzgebung, Verwaltung und Volkswirtschaft im deutschen Reiche. Leipzig, Duncker und Humblot, 1877-. (12) Zeitschrift für Sozialwissenschaft. Berlin, G. Reimer, 1898-.

88

Çalışma Başlıkları 1 . Comte'un İnsanlık Algısı 2. Herbert Spencer'ın Sosyal Organizma Üzerine Düşün­ celeri 3. Small Tarafından Tanımlandığı Şekliyle Sosyal Süreç 4. Temel Sosyal Gerçekler Olarak Göç ve Benzer Düşünce 5. Sosyolojik Bir Sorun Olarak Sosyal Kontrol 6. Grup Bilinci ve Grup Zihni 7. Pittsburgh Araştırması ve Camegie Amerikanlaşma Araştırması'nda Gösterildiği Şekliyle Araştırma 8. Sosyolojide Grup Kavramı 9. Kişi, Kişilik ve Statü 10. Sosyolojinin İktisat ve Politika ile İlişkisi

89

Tartışma Konulan 1 . Sosyolojinin bilimler arasında yer almasını isterken Comte'un amaanın ne olduğunu düşünüyorsunuz? 2. Sosyal olaylar bilim tarafından öngörülebilir mi? Fi­ ziksel olaylarla karşılaştırın. 3. Comte bilimleri nasıl sıralar? Sosyolojinin sonlarda yer almasının sebebi size göre nedir? 4. Sosyal bilimlerde geçen "pozitif" teriminden ne anlı­ yorsunuz? 5. Sosyoloji deneysel olmadan pozitif olabilir mi? 6. "Doğa bilimleri soyutu vurgular, tarihçi ise somutla ilgilenir" Tarhşın. 7. Aşağıdaki olgularla ilgilenirken tarihi metotlar ve do­ ğa bilimleri metotları arasındaki farkı nasıl görüyorsunuz? (a) elektrik, (b) bitkiler, (c) sürüler, (d) şehirler 8. Tarih, doğa tarihi ve doğa bilimleri arasındaki farkı açıklayınız. 9. Westennarck'ın Ahlaki Fikirlerin Kaynağı ve Gelişimi eseri tarih midir, doğa tarihi midir, sosyoloji midir? Ne­ den? 10. "Tarih geçmişin politikalarıdır, politika günümüzün tarihidir." Kahlıyor musunuz? Açıklayınız. 1 1 . Tarihin kişiye faydası nedir? 12. Aşağıdaki davranış formüllerini (a) doğa kanunu (bi­ limsel anlamda sosyal kanun), (b) ahlaki kanun (geleneksel yaptırım, ahlaki prensipler), (c) medeni kanun türlerine göre sınıflandırın: "aynı yuvanın kuşları birlikte gezer"; "öldürmeyeceksin"; aşırı hıza kesilen ceza; "dürüstlük en 90

iyi davranış biçimidir"; tek eşlilik; taklit geometrik oranda yayılmaya eğilimlidir; "önce kadınlar"; Altın Oran; " az kullanılmış yoldan git"; çocuk işçi kanunları. 13. Sosyolojik hipoteze bir örnek verin. 14. Aşağıdaki söylemlerden hangileri tarihi, hangileri sosyolojiktir? Auguste Comte miyoptu. " İnsan özgür doğar, ve her yerde zincirdedir." "Bilim milletinden ya da ruhundan dolayı işlemez, ta­ mamen kozmopolitlikten gelir." 15. Yukarıdaki cümleleri nasıl doğrularsınız? Sosyolojik ve tarihi doğrulama yöntemleri arasındaki farkı açıklayın. 16. Karşılaştırmalı yöntemin kullanılması tarihsel midir yoksa doğa bilimsel mi? 17. "Sosyal organizma: İnsanlık mı Leviathan mı?" Bu al­ ternatife tepkiniz nedir? Neden? 18. Comte ve Spencer'ın sosyal organizma kavramları arasındaki fark neydi? 19. "Ufak bir bireyler grubu nasıl oluyor da toplu ve is­ tikrarlı bir şekilde davranmayı başarabiliyor?" Bu soruya Hobbes, Aristo ve Worms tarafından verilen cevap neydi? 20. " İ nsan ve toplum aynı anda hem doğanın hem de in­ san yapımının ürünleridir." Açıklayınız. 21. Grubun üyelerinin davranışlarının üzerindeki kont­ rolün hakkında yapılmış aşağıdaki açıklamaların önem ve sınırlamaları nelerdir? (a) homojenlik, (b) benzer düşünce­ de olmak, (c) taklit, (d) ortak amaç 22. Benzer düşünce, taklit ya da ortak düşünce gibi grup davranışını açıklayan teoriler üzerinde panik ya da izdi­ ham kavramlarının nasıl bir etkisi vardır? 23. "Sosyal olgunun karakteristiği tam da grubun kendi­ sini oluşturan bireyler üzerindeki kontrolüdür. Bu kontrol gerçeği temel sosyal gerçektir." Grubun üyeleri üzerindeki kontrolü hakkında bir örnek veriniz. 24. Grup zihni ve grup bilinci kavramlarının aşağıdaki güncel kullanımlardaki farkı nedir? "Şehir zihni", "köy 91

zihni", "kamuoyu", "ırk bilinci", "millet bilinci", "sınıf bilinci" 25. "Grubun varlığı" kavramından ne anlıyorsunuz? Bir deniz filosunun varlığı ve etrafında gösterdiği etkiyle ben­ zeşir mi? Deniz filosu sosyal bir organizma mıdır? "Grup bilinci" ya da "ırk bilinci" dediğimiz anlamıyla bir "sosyal zihin" ve "sosyal bilinç" sahibi midir? 26. Kamuoyu hangi anlamda tarafsızdır? Grubun fikrinin üyeleri olan bireylerin fikrinden tamamen farklı olduğu bir durumu inceleyin. 27. Hangi sebepten "sosyal kontrol" gerçeği "kolektif zi­ hin" terimleriyle yorumlanmıştır? 28. Hangisi sosyal gerçekliktir? (a) toplum benzer fikirle­ re sahip insanların bir araya gelmesidir, ya da (b) toplum bir etkileşim süreci ve sonucudur? Bu konuda Dewey'in şu sözünün etkisi nedir: "Toplumun geçiş esnasında olduğu dürüstçe söylenebilir". 29. Sosyolojinin tarih felsefesinden toplum bilimine dö­ nüşümündeki üç adım nelerdir? 30. Sosyal sorunların sınıflandırılmasında nasıl bir fayda görüyorsunuz? 31. Aşağıdaki araşhrmaları (a) yönetimsel sorunlar ve (b) politika sorunları veya (c) insan doğası sorunları olarak sınıflandırın: hastalık sorunlarını çözebilmek için sağlık sigortasının faydasını araştıran bir çalışma; polis kuvvetle­ rinin araşhrılması; savaşa yönelik tutumların araştırılması; ırksal grupların ilişkisinin araştırılması; sosyal ajansta çalı­ şanların tekniğini geliştirmek için yapılan bir araştırma; cezaevlerindeki mahkumlar arasında yapılan kendini yö­ netme deneylerinin araşhrılması. 32. Büyük şehirlerin "sosyal laboratuarlar" olarak tanım­ lanması bir benzetme midir yoksa gerçek mi? 33. Şu cümleden ne anlıyorsunuz: Sosyoloji, bir örnekteki sorunların çözümü, bir başka örnekte yapılabilecek şeyleri gösterdiği zaman deneysel bir bilim olacaktır. 34. Sosyolojinin politik eylemlerin, mesela yasakların et92

kisini isabetle öngörebilmesinin politik hayata etkisi nasıl olurdu? 35. Sosyoloji pozitif bir bilim olduğunda uzmanların kontrolünü hükümete aktarmayı onaylar mıydınız? Açık­ layınız. 36. Seçimlerin sonucunu kontrol eden politikaanın as­ lında sosyolog olarak çalışhğmı söylemek ne kadar doğru olur? 37. Bir sanat olarak sosyoloji ve bir bilim olarak sosyoloji arasındaki ayrım nedir? 38. Araştırma ve inceleme arasındaki farkı kitapta geçtiği şekliyle açıklayınız. 39. (a) Otokratik ve (b) demokratik sosyal değişim yön­ temlerini Amerikan toplumundan örnekleyiniz. 40. "Bütün sosyal sorunlar sonunda grup hayahnın so­ runlarıdır" kuralına istisna var mıdır? 41. Rastgele on iki grup seçin ve hangi sosyal gruba ait olduklarını sınıflandırın. Hangi grupları sınıflandırmak zor oldu? 42. Yukarıda bahsi geçen grupların organizasyonunu ve yapısını (a) grup hakkındaki istatistiksel gerçekler; (b) ku­ rumsal yönünden; (c) mirası yönünden ve (d) toplu görüş­ leri yönünden araştırınız. 43. "Her ilerleme bir miktar düzensizliği barındırır." Açıklayınız. 44. (a) Tarihi, (b) kültürel, (c) ekonomik, (d) politik sosyal süreçler arasındaki farklar nelerdir? 45. Kültürel, politik ve ekonomik süreç alanlarının göre­ celi çaplarının anlamı nedir? 46. "Kişi, statü sahibi bir bireydir." Bir hayvanın statüsü var mıdır? 47. "Örnek bir grup içindeki her üyenin statüsü gruptaki diğer bütün üyelerle olan ilişkisiyle belirlenir." Bir örnek veriniz. 48. Neden kişinin sorunları aynı zamanda grubun da so­ runlarıdır? 93

49. Kaynakçanın organizasyonu ve atıfta bulunulan cilt­ lerin sırası sosyoloji biliminin gelişmesi hakkında neye işaret ediyor? 50. Size göre, ilerlemeden çok sürece önem verilmesi, sos­ yolojik teori ve bakış açısındaki hangi değişimlere ne ka­ dar sebep olmuştur?

94

Robert Ezra Park

Sosyoloji ve Sosyal Bilimler

Sosyoloji Bilimine Giriş I

Robert Ezra Park (1864-1944): Amerikalı kent sosyoloğu. Erken dönem Amerikan sosyolojisinde en etkin kişilerden biri olarak kabul edilir. 1914'ten 1933'e kadar Chicago Üniversitesinde çalışmış ve burada Chicago Sosyoloji Ekolünün gelişiminde önemli bir rol oy­ namışhr. Sosyoloji giriş niteliği taşıyan çalışmalarının yanı sıra insan ekolojisi, ırk ilişkileri, göç, asimilasyon, toplumsal hareketler gibi alanlarda da devrimci katkılan olmuştur. Damla B. Akset: 1984 yılında İstanbul'da doğdu. 2008 yılında Galata­ saray Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü, 2009 yılında Sciences Po Pa­ ris'te Kamu Politikaları eğitimini, 2016 yılında da Koç Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi alanında doktorasını tamamladı. Başlıca çalışma alanlan uluslararası göç ve ulusaşırı hareketler olan Damla B. Akse!, Koç Üniversitesi Göç Araşhrrnalan Merkezindeki çalışmalarına devam etmektedir.