İran'da Türklerin Bin Yılı [1 ed.]
 9786052070222

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Ali Bademci

İRAN’DA TÜRKLERİN 1000 YILI Siyasî ve Sosyal Tarih

İRAN’DA TÜRKLERİN 1000 YILI Ali Bademci

©Yeditepe Yayınevi T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 16427 ISBN: 978-605-2070-22-2 Yeditepe Yayınevi: 358 İnceleme-Araştırma: 287 1. Baskı: Ocak 2018

Sayfa Düzeni Adem Şenel Kapak Tasarımı Sercan Arslan Baskı-Cilt Şenyıldız Yay. Matbaacılık Ltd.Şti. Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi C Blok No:102 - Topkapı / İstanbul Tel: 0212 483 47 91-92 (Sertifika No: 11964)

YEDİTEPE YAYINEVİ Çatalçeşme Sok. No: 52/1 34410 Cağaloğlu-İstanbul Tel: (0212) 528 47 53 Faks: (0212) 512 33 78 www.yeditepeyayinevi.com / [email protected]

Ali Bademci

İRAN’DA TÜRKLERİN 1000 YILI Siyasî ve Sosyal Tarih

Bu kitabı, bir ömür boyu bardağımda çayı eksik etmeyen ve daktilo sesleri susmadan uyumayan, 1980 öncesi birer ülkücü olarak fazilet mücadelemizde en önde yürüyen, sırtında üç çocuğu ile işkence odalarının kapısında usanmadan bekleyen ve hayatta çektiği sıkıntıları hiç belli etmeyen eşim ZÜBEYDE’ye armağan ediyorum.

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ..............................................................................................................................9 KISALTMALAR ...........................................................................................................12 GİRİŞ ...............................................................................................................................15 1. BÖLÜM SELÇUKLULAR DEVRİ (1040-1159) ...........................................................................23 2. BÖLÜM HAREZMŞAHLAR DEVRİ (1092-1221) ....................................................................107 3. BÖLÜM TÜRK MOĞOLLARI DEVRİ İLHANLILAR (1256-1353) ...................................171 4. BÖLÜM KARAKOYUNLULAR (1378-1469).............................................................................213 AKKOYUNLULAR (1378-1502) DEVRİ ....................................................................213 5. BÖLÜM EMİR TİMUR VE TİMURLULAR DEVRİ (1360-1506).......................................275 6. BÖLÜM SAFEVÎLER DÖNEMİ (1501-1736) .............................................................................415 7. BÖLÜM A) AVŞARLAR DÖNEMİ(1725-1758).........................................................................483 B) KAÇARLAR DÖNEMİ (1794-1925).......................................................................533 8. BÖLÜM PEHLEVÎLER –HUMEYNÎ DEVRİ (1925 - 1989)..................................................603

7

9. BÖLÜM BUGÜNKÜ İRAN TÜRKLERİ ....................................................................................653 SONUÇ ......................................................................................................................... 673 HARİTALAR .............................................................................................................. 677 İRAN TÜRK-TÜRKMEN ALBÜMÜ ................................................................... 681 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 693 DİZİN ........................................................................................................................... 707

8

ÖNSÖZ

E

linizdeki eser çok uzun bir çalışmanın mahsulüdür. Esas amacı ilk İslâmî asırlarda harap olmuş, fiziki olduğu kadar ruhen de çökmüş hatta Müslüman Arap ordularının asabiyetine karşı bir intikam1 sahası olarak büyük nüfus kayıplarına uğramış İran coğrafyasına sahip olarak yeni vatan ile bütünleşen Türkmenlerin, bu topraklara taşınmasından sonra yarattıkları siyasî, sosyal, kültürel inançbirliği ve tezahürünün bambaşka bir metotla değerlendirilmesidir. Bu sebeple X. asır ortalarında, Türkistan’dan İran yaylalarına doğru başlayan büyük Oğuz muhaceretinin tıpkı Anadolu gibi İran’ı da tamamen boş bulduğu görüşü yanlış değildir. Aslında mağlup İran gibi galip Bizans da çökmüş hatta yeni Müslüman Arap imparatorluğu dahi mezhep çatışmaları ile çatırdamaya başlamıştır. İşte böyle bir ortamda İran’a doğru Türklüğün ısrarlı ve şuurlu bir nüfusla kesif surette akışı Bizans ve Sasani medeniyetlerini belki kurtaramamış ama İslâm’ın yeniden dirilmesi ve bugüne yetişmesini sağlamıştır. “Dünyayı fethetmek fikri Peygamber tarafından çok kesin ifâdelerle formüle edilmiştir ve Peygamber bunun olacağını bazı sembolik hareketler olmadan görmüştür. İran ve Roma imparatorluklarının yakın zamanda fethedilmesi vaadi Kur’an’dan bile anlaşılır.”2 tespiti ile Türk hâkimiyet ideolojisi tamamen örtüşmektedir. Bugünkü Kazak bozkırlarında Yabgu Devleti’ne kafa tutarak Oğuzların Maveraünnehir’e yerleşmesi ve buradan yavaş 1 2

T. Harimi Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cerayanları, Ankara, 1940, s. 6. Ignaz Goldziher, İslâm’da Fıkıh ve Akaid, İstanbul, 2004, s. 37. 9

yavaş Arap-Fars İslâm imparatorluğunun topraklarına sahip olmasının başka türlü îzahı yoktur. Hatta Selçuklu Dakuk’un Müslüman olmayı mecburiyet hali olarak işaret eden fiili durumunu da ancak bu şekilde açıklayabiliriz. Menşeinde Türkistan’a mensubiyet olan İmâm-ı Âzam’ın, Kur’an’ın başka dil ile de okunup anlaşılması şeklindeki görüşü, kendi zamanında Zerdüşti eğilimi olarak nitelendirilse de3 dillerine çok kıymet veren Oğuzların kitle hâlinde Müslümanlaşmasını sağlarken, İslâm topraklarına doğru Türk yayılmasını bir hayli hızlandırmıştır. Gazneli gulam kültürünün üzerinden geçerek Horasan’dan başlayan Oğuz hâkimiyetinin kısa zamanda İran’a yayılıp buraları doldurmasının gerçek sebebi budur. Ebû Müslim’in Emevîleri ortadan kaldırarak İslâm’da tek milletliliğe son vermesi, Kureyşçiliğin yerine çok milletli İslâmcılığa doğru gidiş ile İslâm’ın gerçek yüzünü ortaya koyması bakımından üzerinde durulması gereken ehemmiyetli bir inceliktir. Müslim’in Fars ve Türklere dayanarak Arap milliyetçiliğini temsil eden Emevîlere karşı kazandığı Abbasî zaferi, Türkmenlerin işini kolaylaştırmış, Farsları üçüncü, Arapları ikinci plana atarak İslâm tarihinde Türkleşmeyi hızlandırmıştır. İşte bu önemli değişimin coğrafyası İran ve Irak-ı Acem’dir, ki Maveraünnehir’de doğan Türkmen ideolojisinin böylece gerçek vatanı İran omuş ve hatta Anadolu, Irak ve Suriye Türkmenliğine İran babalık yapmıştır. Bugünkü siyasî tarih haritalarında Anadolu ve Türkistan’da birer Türkmen devleti varken İran, Irak, Suriye ile birlikte siyaset sosyolojisinde beş Türkmen vatanı bulunmaktadır. İran’da Arap ve Fars, Suriye’de sadece Araplar ile birlikte yaşayan Türkmen unsurlar hâlâ bin yıl önceki geleneklerine harfiyen sahiptirler. Bunlar üzerinde ne kadar oyun oynanırsa oynansın mevcut devletlerine diğer unsurlardan daha fazla bağlıdırlar; fakat ne yazık ki zamanında Türkmenlerin kendilerinden evvelkilere uygulamadığı kanlı jenosidin ağır yükü altında sıkıntılıdırlar. İşte bu kitabın amacı ana Türkmen yurdu olan İran’da bu hakikati gözler önüne sermektir. 3

A.g.e., s. 69. 10

Türkmen tarihinin Anadolu’dan evvel Maveraünnehir ile birlikte İran topraklarında yerleşik ve kalıcı bir kültüre dönüşmesi elbette meselenin ehemmiyetini artırmaktadır. Göktürkler devrinde Oğuz, İslâmî asırlardan itibaren de Türkmen adı ile siyasîleşip sistemleşen Türkmenliğin bütün müesseseleri ile İran’a taşınarak burayı anayurt yapması çok dikkat çekicidir. Elbette konu çok uzundur; bu nedenle bu kitapta başlangıcından günümüze kadar dokuz bölüm üzerinde siyasî ve sosyal tarih tek kalıp üzerinde çalışılmış, cemiyet-ekonomi-inançlar-güncel demografik bilgiler, bütün bölümlere tek düzen olarak uygulanmış, böylece hem bu devirlerin anlaşılması kolaylaştırılmış, hem de hacmin çok kabarmasının önüne geçilmiştir. Bin yıllık bu uzun dönem dolayısıyla bu coğrafyada âdeta Türk tarihi gözler önüne serilmiştir. Sentez kabiliyeti yüksek siyasî-sosyal-dini-iktisadi meseleler bilhassa dikkat çekmek için enine boyuna çalışılmıştır. Çalışmada mutlaka birincil ve doğruluğu anlaşılmış kaynaklar kullanılmış, tevâtır veya speküler görüşlere yer verilmemiştir. Günümüzde benzer tarih çalışmaları elbette bir siyaset inşasına temel teşkil edecektir. Çünkü küreselleşen dünya istediği kadar millet ve milliyet gerçeğini ortadan kaldırmaya çalışsın bunu başaramadığı gözler önündedir. Kabilelerin bile milletleşmeye çalıştığı tarihi süreçte sosyolojik kazanımları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Elbette küresel hâkim güçler sadece sömürü düzenini devam ettirmek için çok parçalı ve zayıf devletlerin ortaya çıkmasını teşvik etmektedirler. Böyle büyük bir düşman ile ancak fikir ve ideal sahibi olmakla başa çıkabiliriz. İmkanları iyi kullanarak nesilleri dâima ileri hedeflere taşımak bizim yegane görevimizdir. Muhabbetle. Adana 15.01.2017 Ali BADEMCİ

11

Kısaltmalar AAM. A.g.e.-a.g.e. A.g.mk.-a.g.mk. A.g.b. A.g.t.-a.g.t. A.g.md.-a.g.md. Arşv. AMEA. ATASE. Bkz. Blm. BOA. C. Çev. DİA. Gnş.Blg. İA. İEF. İİD. İÜİFM. Ksm. s. S. SBD. TASAM. TDAV. TDİD. TDK. T.E. Terc. TKAE. TTK. UASAD. Vs. Vsk. Yay. YDT. YYLT.

Atatürk Araştırma Merkezi Adı geçen eser Adı geçen makale Adı geçen bildiri Adı geçen yayınlanmamış tez Adı geçen madde Arşiv Azerbaycan Milli Elimler Akademyası Askeri Tarih Araştırmaları Stratejik Etüd Bakınız Bölüm Başbakanlık Osmanlı Arşivi Cild Çeviren Diyanet İslâm Ansiklopedisi Geniş Bilgi İslâm Ansiklopedisi İstanbul Edebiyat Fakültesi İslâmi İlimler Dergisi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecm. Kısım Sayfa Sayı Sosyal Bilimler Dergisi Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi Türk Dil Kurumu Temel Eser Tercüme Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Türk Tarih Kurumu Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Vesaire Vesika Yayınları Yayımlanmamış Doktora Tezi Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi 12

Yazarın 36 Yıllık İran Rüyası

13

GİRİŞ

T

ürk tarihi ve Türk ırkının sosyal ve kültürel eğilimlerinin, eski zamanda en çok etkilendiği ve etkilediği coğrafya şüphesiz ki Orta Asya, Çin ve İran ülkeleri ile bu topraklar üzerinde yaşayan milletlerdir. Bu iki ülke insanını iyi anlayıp, sosyal ve kültürel hayatlarını tetkik etmeden Türk tarihi yazmak ve Türk tarih sosyolojisi oluşturmak hemen hemen mümkün değildir. Bu sebeple Türkleri daha tarihlerinin başlangıcından itibaren dâima batıya iten gücün ne olduğunu, göçebelik ve hayvanlarına otlak bulmak gibi sıradan sebeplerle îzah etmek çok tatmin edici değildir. Hatta Çin Seddi’nin Türklerden korunmak için inşa edildiği görüşüne varmak da bizi doğru sonuçlara götürmez. Oysa İran’da iki kültürün baskısı altında Türkmen kültürünün milletleşme sürecini oluşturduğunu anlamak ve tespitler yapmak, İslâm’ın tek milletlikten üç milletliğe inkişafını da doğru anlamamızı sağlar. VIII. asırda Çin ve İran arasındaki bozkırlarda yaşayan Türk ırkının, bir anda İslâmî hudutlar içine girmeye başlayarak, kazandıkları yeni güçle batıya tazyik ettikleri görüşleri de çok doğru değildir. Çünkü Türklerin Müslüman olmadan yüzyıllarca evvel batıya yöneldiklerini fakat kalıcı bir milletleşme ortaya koyamayarak kaybolduklarını görüyoruz. Bunların Hıristiyanlaşarak kısa zamanda başka milliyetlere dönüşmeleri de çok kabul edilebilir bir düşünce değildir, çünkü bu din içinde bir sürü milliyet zamanımıza kadar gelmiştir. Müslüman Türklerin muhaceretleri ile geldikleri coğrafyalarda mevcut kültürle sürtüşmesi ve bu durumdan mutlaka yenik veya galip çıkmasının 15

sosyolojik bir îzah tarzının olması gereklidir. Türklerin Müslüman olmadan evvel ve Müslüman olduktan sonra doğudan batıya yayılmalardan çok uzun bir zaman sonra, batıdan doğuya doğru hareketlerinin de olduğunu pek iyi biliyoruz. Fakat doğudan batıya doğru muhaceret ve göçebe kavimlerin kendilerini kaybetmesine tarihçiler ilgi duydukları halde diğer yöndeki hareketlere hiçbir gerekçe göstermemişlerdir. Bir misal olarak Kıpçak asıllı Özbek ve Kazaklar böyledir. Türklerin doğu-batı hareketleri hâlâ ilim adamlarına cazip bir mevzudur. Gerçekte insanların yaptığı en zor şey yaşadıkları coğrafyayı terkederek yeni yurt aramalarıdır. Çünkü bu yönelişler büyük sosyal hadiselere sebep olmakta ve hareket hâlindeki nüfusun kırılması, hatta yozlaşması ile de sonuçlanabilmektedir. Konumuz İran’dır; ki Asya’da beş büyük medeniyet ve kültür dairesi kalın bir çizgi hâlinde Hindistan-İran-Anadolu diye adlandırılır ve kuzey ile doğuda Çin medeniyetleri de bu merkezi kültürlerle alış-veriş yapmışlardır.4 Sinolog Eberhard, Franz Mogan’ın MÖ. 3000 yıllarına ait Türk kültür numunelerini ihtiva eden Merv Anav kültürünün Çinliler tarafından bilindiğini ifâde etmektedir.5 Dolayısıyla Asya’nın merkezinde Çin ile İran arasında dâima bir tazyik altında bulunan Türk ırkı, bu merkezi kültürün etkisiyle çok eski devirlerde İran coğrafyasının ortasında Çinlilerin bile anlayacağı tesirle kendilerini ifâde etmişlerdir. Tabii olarak bu dönemler İslâmîyet’ten çok önce Hiyungnu (Koyunlu)6, Hun ve Göktürk veya başka adlarla ortaya konmuştur. Bugün Türk sözcüğünün etnoloji ve terminolojisine dair dilcilerin açıklamaları tatmin edici bir seviyede olup bütün eski adlandırmaları ifâde gücüne sahip olmuştur.7 İran adının etnik bir isim olmadığı, aksine coğrafi bir deyim olduğu hususunda gerek temel ve gerekse tarihi ve kültürel 4 5 6 7

L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya, s. 5, C. I, Devlet Kitapları, İstanbul, 1970. W. Eberhard, Çin Tarihi, s. 2-13, TTK, Ankara, 1947. M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, s. XIII, C. 2, TTK, Ankara, 2011. A. Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi, Akçağ, Ankara, 2004, s. 85. 16

seyir yönünden elde edilen sonuçlarda herhangi bir sıkıntı mevcut değildir.8 Dolayısıyla İran milleti dediğimiz zaman Pers veya Fars ırkını ifâde etmiş olmayız.9 Esasen bir coğrafya deyimi olarak bu kavram Ortadoğu’nun batılılar tarafından yeniden dizayn edilmesi arifesinde güçsüz Kaçar şahları tarafından uydurulmuştur. Türkçe menşeli bir ad olup, II. Dünya Savaşı’nda da Fars milliyetçisi Pehlevî hanedanı tarafından, batılılar gibi ari ırktan gelen Ariler anlamında sırf batı işgalinden korunmak maksadıyla devlet adı olarak benimsenmiştir.10 Tabiatıyla İran dediğimiz zaman, bugünkü hudutların da çok ötesinde, mesela Doğu Anadolu’nun doğusu ve Horasan’ı da içine alan sadece Ariler denilenler değil Türk, Arap, Beluç, Peştu, Fars kavimlerinin de yaşadığı ülkeye verilen genel bir isimdir.11 Buna karşılık Çin ve İran arasına sıkıştırılan Türk ırkı için de, bilhassa Firdevsî’de kullanılan ve onunla bir istilâh şeklini alan, fakat sınırları tam olarak belli olmayan Turan kavramını da coğrafi bir isim olarak görmeliyiz. Birtakım etimolojik îzahlar bu deyimin bir millet adı olarak ifâde edilmesine ne yazık ki yeterli değildir, tıpkı İran gibi başka mana ifâde etmesi mümkün görülmemektedir. Eski İran Ahameniş dönemi İranlılarının Turan adını vermiş oldukları büyük ülkenin ortası Tiyenşan olmak üzere, Horasan, Soğdiyana, Fergana, Kaşgar’ı içine alacak şekilde; Hazar’ın kuzeyi, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa topraklarına kadar, MÖ. II. yüzyıldaki Sakaların yurdu kasdedilmektedir.12 Oğuz Destanı’nda biraz daha net bir İran ve Turan tarifi vardır. İranlılarla şiddetli savaşlar yapıldığı, Türklerin Kaşgar merkezli bir Turan devletinin bulunduğu hikaye edilmektedir.13 8 9

10 11 12 13

R. Oğuz Türkkan, Türk Tarih Tezleri, Türkler, C: I, Ankara, 2002, s. 411. Abdülhalik Bakır-Ahmet Altıngök, Klasik ve Çağdaş Kaynaklar Işığında Turanİran Kavramı ve Tarihsel Coğrafyası, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XXVI, Ankara, 2011, s. 362. Mariane Satrapi, Persepolis, www.kitapturk.com, Eylül, 2002. Bakır-Altıngök, a.g.mk., s. 363. Osman Karatay, Türklerin Kökeni, Ankara, 2011, s. 25. Z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, C. II, Ankara, 1981, s. 18. 17

Destanlara dayanarak yine destani özellikte bulunan Firdevsî’nin Şehnamesi’nin yanında İbn-i Belhî ve Dakukî’nin, Karluk ve Çiğil Türklerinin başkentleri Kaşgar olmak üzere hakanlarının Alp-Er Tunga olduğu ve devleti Dokuz-Oğuzlar, yani Uygurların oluşturduğunu kaydettiklerini görüyoruz. El-Birunî, Taberî, Narşahî, Nesafî gibi eski tarihçiler Türk devlet sınırlarının Meşhed ve Serakhs şehirlerine kadar uzandığını, hatta Farsça’da “Mezduran” adının Merz-i Turan yani Turan toprakları olduğunu ifâde etmektedirler.14 Böylece Maveraünnehir ve Horasan’ın tamamıyla Türk vatanı olduğu, buralara Farsların sonradan geldikleri ortaya konulmaktadır.15 Türk ve Pers ırklarının ilk karşılaşmaları MÖ. VI. yüzyılda Tiyenşan-Pamir-Altay Dağları civarında yaşayan Sakalar16 zamanında Türklerin Doğu İran yaylalalarına inmeleri sonucu başlamıştır.17 Pers Kralı Daryuş’a ait Behestun kitabesi Sakalardan bahsetmektedir.18 Sakaların Orta Avrupa’da Tuna Nehri’ne kadar yayıldıkları hususunun modern çalışmalarda yer aldığını bilmekteyiz. Hatta Alp-Er Tunga’nın bir Saka Türkü olduğu, Persler ile olan mücadelelerde onun öldürülme gününün bayram olarak, Fars kralı Sivayuş’un Sakalar tarafından öldürülüp Azerbaycan, Kafkasya ve Anadolu’nun Türklerin eline geçmesinin ise Persler arasında matem günü olarak kutlandığı gibi hususlar bilgilerimiz arasında yer almaktadır.19 Sakalardan sonra İran ülkesinde Farsların Türk asıllı düşmanı şüphesiz ki MÖ. IV. yüzyıldan itibaren Hunlardır. Bu mücadelelerde Hunlar Kafkasya’yı aşarak Anadolu’ya girmişler ve gerek Med gerekse Persleri tam bir çembere almışlardır. MS. 358’de 14 15 16 17 18 19

A.g.e., s. 19. V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, H. Dursun Yıldız, TTK, Ankara, 1990, s. 83. Özellikle Fars milliyetçileri Mevlâna ve Şah İsmail’i Türk saymamak gibi kasıtlı bir hataya Sakalar hususunda da düşmektedirler. V. Igor P’yankov, Sakalar, Türkler Ans., C. VI, Çev. Zülfiye Veliyeva, Ankara, 2002, s. 611-619. A. Çay - İ. Durmuş, İskitler, Türkler, C. I, Ankara, 2002, s. 575-596. A.g.md, s. 368. 18

Ak-Hunlar zamanında Farslar Türklerin üstünlüğünü kabullenerek vergi vermeye başlamışlar; fakat, bu sefer de içine düştükleri bunalım sebebiyle meşhur Yahudi Mazdek isyanı baş göstermiştir, ki bu kabil sosyal harekerler Farsları gövdesine kurt girmiş ağaç gibi eritmiştir.20 Hunlardan sonra Göktürkler devrinde (552-744) Farslar II. İmparatorluk devri olarak Sasani Devleti’ni (226-651) kurmuşlardır. Bu devir tam bir Fars rönesansıdır. Göktürk Devleti’ni Hunların Aşina soyuna mensup Türkler kurmuşlardı.21 Göktürkler Sasanileri birkaç defa yenerek İstanbul’a kadar uzanan İpek Yolu’nu ele geçirmişler; fakat İstemi Kağan zamanında Sasani hükümdarı I. Hüsrev Anuşirvan ile dostane askeri ve iktisadi ilişkiler kurulmuştu.22 Göktürkler artık İran ülkesinin her yanını tanımışlardı; batıdan Bizanslıların, doğudan Göktürklerin, kuzeyden Türk Hazarların sıkıştırmalarına 651’de Müslüman Arap orduları da güneyden bastırınca zaten bir türlü iç karşıklıklardan kurtulamayan Sasanilerin son hükümdarı Yezdigerd’in kaçtığı Merv’de bir değirmenci tarafından suikast sonucu öldürülmesiyle 500 yıllık devasa bir devlet tarihe karışmıştır. Türklerin Müslüman olmaya başladığı IX. asrın ortalarından itibaren artık âdeta İran ülkesi sahipsiz durumdaydı. Bu yılların Bağdat halifeliği ise muazzam mezhep cereyanları ile kasılıp kavruluyordu. Fakat nüfusunu da sıfırlamış olan Farsların dimdik ayakta duran medeniyetleri bulunmaktaydı. Ebû Müslim23 gibi tek tük fakat etkili komutanlar Abbasîler yanında 20 21 22 23

Mehmet Saray, Türk - İran İlişkileri, Ankara, 2006, s. 1-2. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara, 1977, s. 95. A.g.e, s. 95. Asıl adı Abdurrahman b. Müslim olan Ebû Müslim Horasanî 718-19’da Merv’de doğmuştur. Bu sebeple Ebû Müslim Mervezî diye de adlandırılmaktadır. Etnik menşei kesin olarak bilinmemektedir. Arap olmamakla birlikte Türk veya Fars olduğuna dair bilgi de yoktur. Batılılar Ebû Müslim için “Acem soyundan geldiği” ifâdesini kullanırlar. (Bk. W. Montgomery Waat, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. R. Fığlalı, Ankara, 1981, s. 63.) Emevî hilâfetine son veren ordunun komutanı olması sıfatıyla şöhret yapmıştır. İran, Özbekistan, Türkmenistan, Dağıstan ve Anadolu Türk halkı arasında “mübarek” kabûl edilmiştir. Türkler ve Türkistan ilgisi ile Horasanlı olmasından ötürü abartılı biçimde 19

fakat Şiî cephede yer almalarına karşılık Sasani enkazı tamamen Sünnî idi. Şartlar ne olursa olsun, Araplar onlara Acem-Acemî de deseler fevkalade İslâm tefekkürüne iştirak ettikleri bir gerçektir. 750 yılında Şiî Eba Müslim komutasındaki, çoğunluğu Türk köle ve paralı askerlerden meydana gelen ordu Emevî halifeliğine nihayet vermiştir. Bu büyük olay, zafer sahiplerine korkunç bir itibar kazandırmıştır. Gerçi ihtilalden sonra Abbasî halifesi, Müslim’i ortadan kaldırmıştı, ama şöhreti yıllarca devam etti. Hazar Denizi kenarında Gilan’da İran coğrafyasının muharib unsurlarından Deylemî denilen ve daha sonra Büveyhoğulları24 hanedanı adını alacak olan ve Orta Asyalı olmayan birtakım savaşçı unsurlar daha bulunuyordu; bunlar zamanla hâkimiyetleri ilerleyince Bağdat’a taşınmışlardı. Araplar ve Farslar gibi askerliği pek sevmedikleri için genellikle ordu Türkistanlı Müslüman olmayan askerlerden oluşuyordu. Bu sebeple sadece Abbasî değil Büveyhî ve Fatimî orduları bile Türklerden müteşekkildi.25 Büveyhîlerin daha sonra adını en çok duyduğumuz

24

25

Türk olduğu görüşlerinin temeli yoktur. Bütün hizmetlerine karşılık şöhretinin zararlı istikamete gitmesinden ötürü Halife Mansur tarafından 755 tarihinde hile ile öldürülmüş ve cesedi Dicle Nehri’ne atılmıştır. (Bk. H. Dursun Yıldız, Ebû Müslim, DİA, c. 10, İstanbul, 1990, s. 197-199). Köprülü’ye göre Müslim Türk’tür; fakat batılılar “O kendini düşünceye kaptırmıştır” diyorlar (Bk. Jean-Paul Roux, Orta Asya, İstanbul, 2006, s. 184). Büveyhoğulları’nın menşeleri çok aydınlık değilse de Türk ve Arap olmadıkları hakkında kesin bilgilere sahibiz. İlk vatanlarının Hazar Denizi kıyısında Deylem olması sebebiyle kendilerine “Deylemî” de denilmektedir. Fars, Kirman, Cibal Irak bölgelerine sonradan gelmişlerdir. Türkler İran’a indiklerinde burada tek savaşçı kavim olarak onları bulmuşlardır. Sâsânî Hükümdarı Behram-ı Gur’un soyundan oldukları rivayet edilmektedir. Önceleri putperest ve Mecusî oldukları bilinmekle beraber X. asırda Müslüman olarak “Şiî”liği benimsemişlerdir. Hatta kaynaklar onları müfrit “Şiî” olarak zikrertmektedir. (Bk. Erdoğan Merçil, Büveyhîler, DİA, C. 6., İstanbul, 1992, s. 526-530). 945’de Buveyhî ailesine mensup Mu’izzu’d ordunun başında Bağdat’a girdi ve halifelik üzerindeki bu güç Selçuklara kadar yüz yıl sürdü (Bk. Montgomery, s. 35) Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul, 1969, s. 332. 20

Arslan Besasirî adlı komutanları Fars Eyâleti Besa şehri Türklerindendi.26 Bunlar bugün dahi Horasan’da Türk diye adlandırılmaktadırlar. Esâsında Şiî olan bu Türkler ilk Müslüman Türklerdi, benzerleri Bağdat dışında Suriye ve Mısır’da da vardır. Dolayısıyla Müslüman olup da Türkmen adını almadan, yani Oğuzlardan evvel münferit olarak birçok Türk grup İran yaylarına yayılmış, bir kısım tefekkür sahibi insan Bağdat medreselerine intisap edip İslâmî düşünce hayatı ile kaynaşmış, özellikle Azerbaycan, Güneydoğu Anadolu’da Meyyafakirin, Irak’ta bugünkü Türkmeneli bölgesinin yerlileri olmuşlardır. Bunların Selçuklu Oğuz muhacereti ile ilgileri yoktu.27 Halife Harun el-Reşid (786-809) ve oğulları Memun (813-833) ile Mutasım (833-842) dönemlerinde Türklere ilgi doruk seviyeye çıkmıştır. Farabî (872-950), Gazalî (1058-1111) ve İmâm-ı Âzam (699767) bu devrin büyük Türk vatanının ürünleridir. Esaslı biçimde İran’da Türk-Türkmen gerçeği Büyük Selçuklu Oğuzları ile başlamıştır. Gazneliler şüphesiz ki bir Türk devleti olarak İran’ı Türklerle yapılandıran büyük bir organizasyondur. Gazneli Mahmud ve oğlu Mesud çok kıymetli komutanlardır. Bilhassa Mahmud eşsiz devlet adamıdır. Gaznelilerin yüzleri hep Hindistan’a dönüktür, fakat kök-gövde İran’dadır. Selçuklardan sonra İran’da Harezmşahlar devri daha ayrı bir renktir ve askeri bürokrasi ile ordu Kıpçak-Kangılı olmasına karşılık halk Türkmen varlığı ve ağırlığını muhafaza etmiştir. Türk Moğolları istilâsı bir rezalettir, hele Merv’in tahribatı ve bir milyona yakın Türkmen öldürülmesi facianın da üzerindedir. Emir Timur devri, İran’da bir iyileştirme, restorasyon devridir; lakin onun ölümü ile buralarda hâkimiyet hemen sonra ermiş, Anadolu’dan yapılan göçlerle takviye edilen Karakoyunlu ve Akkoyunlu devirleri Türkmenliğin tavana vurduğu yıllar durumuna gelmiştir. Şüphesiz ki Şah İsmail bir Türkmen gerçeğiydi ve zamanla bünyedeki eğri çizgiler Avşar Nâdir Türkmenleri ile 26 27

A.g.e., s. 381. A.g.e., s. 282. 21

düzeltilmiştir. Kaçarlar devri yeniden Alamut’un Cennet Fedailerinin dirilmesine ve Ağa hanların ortaya çıkışına yol vermişse de, bu sefer bu dönüşmemiş, devlet ve devlet adamlarını öldürmeye yönelinmemiştir. Hatta Kaçarlar devrinde Alamutçular daha doğuya Hindistan’a göçmüşlerdir. Avrupa’nın yükselişi ve Ümit Burnu’nun keşfi dolayısıyla İpek Yolu ehemmiyetini kaybedip, İslâm medeniyeti batı tarafından hücuma uğrayınca, İslâm’daki umumi çöküntünün büyük bir inkıraz ve feodalizme dönüştüğü yerler İran ve Irak olmuştur. İlk savaşta bu ülkeleri devlet yerine koyan bile olmamış, devasa İran, Rus-Türk-İngiliz-Fransız-Amerikan güçlerinin işgaline uğramıştır. İngiliz ve Amerikalılar 1925’te bir sömürü aracı olarak Rıza Pehlevî’yi bulmuşlar, önceleri Rusçu bu generalin darbesi ile al-aşağı edilen Ahmed Şah Kaçar ile Türkmen varlığı ve iktidarına nihayet verilmiş ve tam anlamı ile Fars milliyetçiliği devri başlamıştır. Halen bu dönem devam etmesine karşılık Türklük-Türkmenlik devasa bir nüfusla Farslarla yarışmakta ve büyük problemlere rağmen ülkedeki hâkimiyetlerini devam ettirmektedirler.

22

1. BÖLÜM

SelçUKlUlar DeVri (1040-1159)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Şüphesiz ki Göktürkler Orta Asya’da kurulmuş en büyük, medeniyet olarak en çok gelişmiş ve ulus adını devlet adı olarak benimsemiş önemli bir imparatorluktu. Kaynaklar onlardan sonra Türklerin Orta Asya’da bu çaplı bir devlet kuramadıkları görüşünde hemfikirdir.28 Göktürklerden sonra Uygurlar Orhun Bölgesi’nde Türkler arasında tam birlik sağlamayı başaramadıkları gibi batıya hiç hükmedemediler. 840’ta Uygurları Orhun’dan kovan Kırgızlar sağlam kültürü de ortadan kaldırdılar. 924’te Kırgızların, eski yurtları olan Yenisey bölgesine çekilip orada tam bir kabilevî hayata dönmelerinden sonra Kıtayların egemenliği ile Türk anayurdu tam olarak Moğolların eline geçmiştir. İbn-i Fadlan’a29 göre Türklerin İslâmlaşmaya başladığı asırlarda, en doğuda Uygurlar ve Karluklar, Hazar Denizi kuzeyinde bu göle adını veren Hazarlar, bitişiğinde Peçenekler ve Volga Bulgarları, kuzeyde Kimekler, güneyde Fars asıllı muhtelif İranî kavimler30, ortada yani Siriderya (Seyhun) Havzası ve kuzeyinde ise batı Göktürklerin bakiyesi31 ve doğu ucu olan bozkırlarda da yoğun olarak Oğuzlar yaşamaktaydı. Yenisey Yazıtlarından iyice anladığımız gibi Oğuzlar Göktürklerin en 28 29 30 31

Faruk Sümer, Oğuzlar, Ana Yayınları, Ankara, 1980, s. 26. Ramazan Şeşen, İbni Fazlan Sahatnamesi, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 30. M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, C. I, TTK, Ankara, 2011, s. 1. S. G. Ağacanov, Oğuzlar, Selenge Yayınları, İstanbul, 2010, s. 63. 25

hareketli ve kalabalık ahalisi durumundaydılar. Zaten Oğuz adına da ilk olarak bu yazıtlarda rastlanmıştır.32 Bir Göktürk boyu olarak Oğuzlar geldikleri Siriderya’da Yabgu adı verilen önderler tarafından idâre ediliyorlardı. Oğuz boyları arasında gerçek anlamda bir dayanışma mevcut olmadığı için Yakubovsky’e göre bunlardan bir devlet olarak söz etmek mümkün değildir.33 Hayvancılıktan başka bir meşgûliyetleri yoktu, fakat Göktürklerden olmaları sebebiyle sosyal ve iktisadi hayatlarında bir düzen olmadığını da söylemek mümkün değildir. Oğuz adının anlamı ile ilgili olarak yıllardan beri süregelen tartışmalar bir sonuca bağlanmamıştır. İlhanlı tarihçisi Reşidüddin’in Oğuznamelerden çıkardığı sonuca göre İlk Süt’e verilen isim olan Ağız-Ağuz adından türemiştir. Umumî fonetiğe uygun görülmekle beraber böyle bir görüş Kaşgarlı Divanı’nda34 kelimenin açıklaması yapılırken doğrulanmamaktadır. Çünkü Kaşgarlı’da böyle bir açıklama yoktur, eğer vaki olsaydı Kaşgarlı tarafından mutlaka ortaya konulurdu. Ünlü Macar bilgini J. Nemeth, Oğuz sözünü Ok+uz şeklinde tahlil etmiştir, ki ona göre Ok=Boy, Z ise çoğul edatıdır. Türk bilim adamlarından H. Namık35 ve Faruk Sümer’in36 eserlerinde kabul ettiği görüş budur. Eserlerinde coğrafi bilgilere yer veren tarihçi ve Türkologlar, IX. ve X. asırlarda Siriderya Havzası’nın tamamen Oğuzlarla kaplı olduğunu, fakat dağınık ve kendi başına buyruk olarak yaşadıklarını yazarlar. İbn-i Fadlan’ın verdiği bu doğrultudaki bilgilere göre bunların göçebe olmalarına rağmen medeni unsurlar olduklarının önemi vurgulanmıştır.37 982 yılında yazılmış önemli kaynaklardan Hudûdü’l-Âlem’de38 diğer Türk unsurlar ve Karahanlı ülkesi ile Dokuz-Oğuz ülkeleri hakkında bol bilgi 32 33 34 35 36 37 38

Faruk Sümer, s. 3. A. U. Yakubovsky, Altınordu ve Çöküşü, H. Eren, Kül. Bak., Ankara, 1976, s. 5. Kaşgarlı Mahmud, Divaniü Lûgat-i’t-Türk, C. I, B. Atalay, Ankara, 2006, s. 55. H. Namık Orkun, Oğuzlara Dair, Ankara, 1935, s. 4-5. Sümer, s. 1. Fadlan, s. 30. V. Minorsky, Hudûdü’l-Âlem, A. Duman-M. Ağarı, Kitapevi, İstanbul, 2008, s. 68. 26

verildiği halde ayrıca Siriderya Oğuzlarından bahsedilmez. Ancak İslâm müelliflerinin de Oğuzlara ilgileri pek fazladır, gerçi bu bilgiler hep İslâmî döneme aittir ama İbn-i Dülef’e göre Sultan Sencer zamanında bile Müslüman olmayan Oğuzların çok faziletli ve başı dik temiz insanlar oldukları hususundaki bilgiler pek dikkat çekicidir.39 Cumhuriyet devri çalışmalarında, tamamen batı Göktürklerin bakiyesi ve mirasçısı olan Sıderya Oğuzlarının Kırgızlardan sonraki erken dönemde Oğuz Yabgu Devleti adlı bir oluşumundan bahsediliyorsa da modern ve bilimsel çalışmalarda böyle bir şey bugüne kadar doğrulanamamıştır.40 Oğuz Yabgularının en kuvvetli olanlarının bile tabi oldukları, hele hele kendilerinden bile saymadıkları Musevi hakanları olan Hazarlara bağlı bulundukları hususunun hakikat olmadığı ispatlanmıştır. Siriderya Oğuzlarının batı Göktürk Devleti’nin devamı olduklarını, bundan sonra Türgişler devrinde de aynı tabiyeti sürdürdüklerini, Türgişlerden sonra yine kendilerini Göktürklere tabi saydıklarını; ancak Kırgızların yıkılışlarından sonra da Yabgu unvanını koruyarak büyük ihtimalle Karahanlılara metbu bulunduklarını rahatlıkla ifâde edebiliriz.41 Şimdi artık kolayca Selçuklulara geçebiliriz. İşte bütün bu ortaya dökülen bilgiler ışığında, X. asırda Müslüman olarak Türkmen adını alan Siriderya Oğuzlarından Selçukluların Türkistan’da kuvvetli bir varlık olarak ortaya çıkıp, ağır ağır Maveraünnehir’e yayılarak Horasan tarikiyle İran’a sahip olduklarını görüyoruz. Türklüğün tekamülünde genel olarak Müslüman olan Türklere evvelâ İranlılar, sonra da tarihçilerin Türkmen demesi genel bir kuraldır. Esâsında Türk ırkının Müslüman olduğu yıllarda Müslüman olan Türklere değil, ilk Müslüman Selçuklu 39 40 41

Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK, Ankara, 2001, s. 152. Köymen, s. 2. Zeki Velidi Togan, Hazarlar, İ.A, C. V, İstanbul, 1977, s. 397-400; Köymen, s. 2; Sümer, s. 25-30; O. Turan, s. 31. 27

Türklerine Türkmen denilmiştir.42 Bu hususu bilhassa tavzih etmek şarttır. Hatta literatürde ihmal edilmediği gibi Türkmen olmak için yazıtların baş aktörü Oğuz olmak gibi ince bir detay da bulunmaktadır. Türkmen istilâhının açılımı gibi sosyal tarihimizde duruşu da elbette İslâmîyeti hatırlatmaktadır. Çünkü Selçukluların ilk devleti, tabi sanıldığı gibi Hazarlar değil, Oğuz Yabgu Devleti olup onlar da yukarıda temas edildiği gibi Karahanlılara tabidir. Oğuz Yabguluların bir kısmı İslâm çemberinin dışında kaldıkları için onlara Türkmen denilmemiştir. Karahanlılar ve Gazneli devletleri de, birer Türk devleti olmasına rağmen bunların temsil ettikleri toplumlara Türkmen denilmeyişi, bu deyimin Selçuk Oğuzlarına ne derece yapışık olduğunu göstermektedir. Karluklar da elbette batıyı görmemiştir hatta büyük ölçüde Dokuz Oğuzların devamıdır. Bu güçlü ve dirayetli Türk unsurlarda kendileri Oğuz olmadıkları için Türkmen diye bir adlandırma yoktur. Kaşgarlı’nın coğrafya atlasında Maveraünnehir Oğuzları, yani Selçuklu Oğuzları işaret edilmektedir. Selçuklu Oğuzlarının Doğu Türkistan mı yoksa Otrar kapısını mı takip ederek Maveraünnehir’e geldiklerine dair sağlam tarihi bilgilerimiz yoktur. Büyük ihtimalle Göktürklerin kuruluş ve inkişafında bulunmuş olan Oğuzlar, Otrar kapısından nüfûz etmiş, yazıtların harika insanlarıdır. Selçuklu Oğuzlarına Türkmen denilmesinin Göktürklerle ilgisi üzerinde bugüne kadar pek durulmamıştır. Halbuki İslâmî devirde Türkistan coğrafyasında Türk adı ile anılan bir siyasî gücün ortaya çıkması pek önemlidir. Bu durum Göktürler devrinde olgunlaşan Türk etnolojisini bir hakikat olarak ortaya koyar. O zaman biraz da şu Türkmen tabirini açalım: Elbette Türkmen tabiri geniş anlamda Türklerin Müslüman oluşundan sonra ortaya çıkmıştır. Bu hususta herhangi bir anlaşmazlık yoktur. Hatta Kaşgarlı Mahmud Karahanlılar 42

“Türkmen” sözcüğünün Selçuklulardan çok önce Suriye’de Tolunoğulları ve Ihşidler devrinde kullanıldığına dair Arap kaynaklarında bilgiler bulunmaktadır. Fakat bu ad kitle halinden ziyâde münferiden Müslüman olan Türkler için kullanılmıştır. Bkz. Ali Bademci, Suriye’de Türkmenler ve Bayır Bucak, Ötüken, İstanbul, 2014, s. 40. 28

Devleti’nin kurucusu olan Karlukları da Oğuz kabul ettiğinden onlara da Türkmen demektedir.43 Kaşgarlı divanının başka bir yerinde, “Türkmen onlar Oğuz’dur” diyor. X. asırda Türkistan’a bir seyahat yapmış olan Arap tarihçi ve coğrafyacı İbn-i Havkal Farab ve Taşkent bozkırlarında yaşayan bin çadırlık bir Oğuz topluluğundan bahsederken başlarında “Turk-man kralı”44 olduğunu söyler. Ayrıca Oğuzların siyasî bir teşkilat olarak ilk defa görüldükleri Siriderya’nın, Soğdiyana olarak adlandırıldığı VIII. yüzyılda, aynı bölge “T’e-chü-meng”45 gibi değişik bir yazılış şekli olduğu düşünülürse, aynı coğrafyada Türkmen adının İslâmîyet’ten önce de kullanıldığı şeklinde bir sonuca ulaşmak mümkündür. İbrahim Kafesoğlu da “bazı kaynaklar” ifâdesinden sonra kaynak adı zikretmeden, önce Karluklar sonra da Oğuzlar arasında İslâmîyet’e intisab edilmeden önce, siyasî bir tabir olarak Türkmen deyiminin kullanıldığını, fakat bu adın İslâm sonrasında yeni bir siyasî ve sosyal boyut kazandığını ileri sürmüştür.46 Fars menşeli çağdaş coğrafyacı el-Biruni, kendinden sonrakileri tamamen etimolojik bir tahlil ile (Turk+Fars), Mânand, Benzeyen-Gibi, Türk+Men güçlendirme eki ile türetildiğini ortaya koymuştur. Farisî etimolojinin yanında XIV. asırda İslâm tarihçisi Arap İbn-i Kesir ise Türkmen tabirinin Türk-i İman’dan geldiğini savunmuştur; ki bazı Osmanlı müellifleri de aynı kanaattedir. Zamanımız alimlerinden F. Sümer de, -men ekinin kocaman-azman, değirmen kelimesinde olduğu gibi Türkçe’de mübalağa eki olarak kullanıldığını, bu durumda Türkmen deyiminin Öz-Türk anlamında olduğunu savunmuştur.47 Siriderya Oğuzlarının Yengi-Kend Yabgularının içinde bulundukları tarih IX. asrın ortalarıdır, ancak Abbasî Halifesi 43 44 45 46 47

Kaşgarlı, Divan, I/394; V. V. Barhold, Orta Asya Türk tarihi Hakkında Dersler, Kül. Bak., Ankara, 197, s. 101. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, O. Karatay, Ötüken, İstanbul, 2012, s. 223. Golden, s. 224. İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Kül. Bak., İstanbul, 1972, s. 9. Sümer, s. 52. 29

Muktedir Billah’ın Türk ülkelerine gönderdiği İbn-i Fadlan’ın Mart 922’de48 buraya vardığını yine kendisinden öğreniyoruz. Yabguların Yengi-Kend’de (Bugünkü Dihnev) önce Kayı sonra da Yazır boyundan oldukları Reşidüddin’in Oğuznamesi’nde kayıtlı olup, inceleme konumuz Selçukluların mensup olduğu Kınık boy adına burada rastlanmazken,49 bu isim Kaşgarlı Divanı’nda Oğuz boy adları arasında zikredilmektedir. Dihnev birçok kaynakta Göktürkler ve Hazarlardan beri bir Oğuz şehriydi. Kınık boy beyinin adı Dayık-Yayık olarak da adlandırılan Dukak veya Tutakak’dır. Dukak Oğuz Yabgusu’nun en yakınlarından birisi olduğu için oğlu Selçuk (Kaşgarlı’ya göre Selçük) sarayda büyümüştür. Boyun en yaşlısı İnanç Bey (Osman Turan’a göre Musa Yabgu), Melikname’ye göre Hazarların metbu olması sıfatıyla Yabgu unvanı sahibidir.50 Fakat Dukak zamanında tabiyetin Oğuz Yabgu’suna olduğu hususunda çok ihtilaf yoktur. Oğuzların destani inançlarına göre Yabgu halkın en büyüğü, atası anlamında olup kağan karşılığıdır. Türkolog Radloff’a göre Dukak-Tugag kelimesi ise bayraktar anlamındadır. Rivayete göre Kınık Boybeyi Selçuk, Dukak metbuu olduğu Oğuz Yabgusu ile münakaşa etmiş ve onun tarafından kılıç darbesi ile yaralanmış, ancak bir süre sonra araya girenlerin barıştırmaları sebebiyle de çok büyük itibar kazanmıştır. Selçuk’un, Yabgu’nun Hatun’u ile tartışmalarından sonra tekrar araları açılmıştır. Bu sıralarda Selçuk’un 17-18 yaşlarında olduğu sanılmaktadır ve yaşlı Dakuk son hadiseye yakın zamanda vefat etmiştir.51 Artık Kınıkların Yengi-Kend’de barınmaları mümkün değildir. Batıda Hazarlar ile birçok problemleri vardı, doğuda Yabgu’nun metbuu olduğu Karahanlılar ülkesi de aynı durumdaydı. Bu vaziyette güneyde Samanoğulları tarafına kaymaktan başka yol kalmıyordu. Kınıklar henüz Şaman’dı ve ancak güney ile doğuda İslâmlaşmış Türk kolonileri ile bağdaşmaları 48 49 50 51

İbn-i Fadlan, s. 29. Turan, s. 33. A.g.e, s. 34. Köymen, s. 8. 30

Müslüman olmadıktan sonra kesinlikle mümkün değildi. En yakın yer bir Uç-Suğur şehri olan bugün kaybolmuş Huvara veya Cend şehri idi. Huvara sanıldığı gibi Farsça bir kelime olmayıp, Oğuzların şehirleşme ile birlikte, yeni kargir yapılarına çamur sıva üzerine kireç yerine sürdükleri beyaz badana anlamına gelmekte olup, hâlâ kullanılan bir deyim olması sıfatıyla buranın eski bir Oğuz bölgesi olduğunu hatırlatmaktadır. Tıpkı destanlara göre Yengi-Kend’in Oğuz Han zamanında kurulmuş ve Göktürkler devrinde tamamen Oğuzlarla meskun bilinmesi gibi. Barthold’a göre Farsça adı Dihnev olan Yengi-Kend dâima Oğuz vatanı olmuştur. İşte tabii olarak biraz daha uç olmasına rağmen Cend’in durumu da farklı değildir. İşte Kınık Oğuzlarının yeni vatanı burasıdır ve Uç şehrinde artık Yabgu’ya tabiyetleri de söz konusu değildir. Selçuk ve ailesi Yabgu Oğuzları gibi Müslüman değildi, fakat Yabguların aksine daha derli toplu ve disipline olmuş bir feodalizm hâkimdi. Melikname’ye göre Selçuk Oğuzlarının Cend’e gelmesini Turan’dan İran’a geçiş olarak tasdik eden Abû’l-Faraç’a karşılık52 M. Altay Köymen böyle bir şeyin ancak Buhara toprakları olan Nur kasabasına geçişten sonra ifâde edilebileceğini savunmaktadır; tabii olarak bu görüş daha doğrudur.53 Kınık Oğuzları Cend şehrine geldiklerinde Dukak’ın hayatta olup olmadığı hususunda sağlam bilgilerimiz yoktur. Fakat kuvvetle muhtemeldir ki Dukak hayattadır, çünkü oğul Selçuk Bey ile Yabgu anlaşmazlığı tam bu zamanda zuhur etmiştir. Lakin Kınıkların Cend’e varışlarından itibaren Dukak’tan bahsedilmemesi ölmüş olabileceğini de akla getirmektedir. Aslında Selçuk Bey’in aşîreti ile birlikte mekan değiştirmesi biraz da Yagbu korkusundan kaynaklanmaktaydı. Çünkü Cend’e geldiklerinde asker olarak 100 atlı; servet olarak da bir miktar at, 1500 deve ve 50.000 koyun olduğunu biliyoruz.54 Bu durumda gerçekten maiyetinin az ve fakir olduklarını söylememiz 52 53 54

Bar Hebraeus, Abû’l- Faraç Tarihi, Ö. Rıza Doğrul, TTK, Ankara, 1999, s. 282. Köymen, s. 19 ve 34. A.g.e, s. 20. 31

mümkündür, çünkü kalabalık olsalardı mutlaka zengin olacaklardı. İbn-i Fadlan, seyahatnamesinde her şeye rağmen Oğuzların batıdaki Peçenek Türklerinden daha zengin olduklarını, çünkü onların sayılmayacak kadar hayvan sürülerine sahip olduklarını yazmaktadır.55 Kınık Oğuzlarının yeni yurdu Cend tam olarak İslâmlaşmıştır ve bu sebeple Selçuk Bey siyasî hedefleri olduğundan kısa süre içerisinde bu çemberin dışında kalmalarının mümkün olmadığını anlamış ve müşavere heyetine, “Yaşamak arzusunda bulunduğumuz bu ülkede İslâmîyet’e girmezsek kimse bize katılmaz ve yalnız bir cemaat olarak kalmaya mahkum oluruz.”56 demiştir. Bu sebeple Buhara’nın Zandana şehri valisine bir ulak göndererek, bu aralara gelmekteki maksatlarının Müslüman olmak olduğunu ve kendilerine fakih gönderilmesini istediklerini bildirmişlerdir. Selçuk Bey’in arzusu yerine getirilmiş ve bu şekilde İslâmîyet’e ilk adımı atmışlardır. Osmanlı tarihçilerinden Müneccimbaşı Ahmed Dede (1631-1702) ihtida hadisesinin 200.000 çadır ve 960 yılında vuku bulduğunu kaydetmektedir, ki Osman Turan bu tarih ve nüfusu makul görmektedir.57 Tam bu sırada Oğuz Yabgusu Kınıkların izini bulmuş ve vergi için memurunu göndermişti ki Selçuk Bey onlara “Müslüman, kafirlere haraç vermez”58 diyerek onları geri çevirmiş ve zaten araları bozuk olan Yabgu’ya karşı cihad ilân etmiştir. Kınık Oğuzlarının Müslüman olması hem İslâm, hem de Türk tarihi nazarından çok büyük ehemmiyeti haizdir. Çünkü bu hareket doğduğu topraklardan taşarak zamanla Çin’den Akdeniz’e, Hazar Denizi’nden Hindistan’a kadar devasa bir imparatorluk olmuş ve İslâmîyet’e tamamen sahip olarak bugün dahi devam eden Devlet-i Ebed Müddet bir ülkünün temelini atmıştır. Göktürklerin bakiyesi olan Selçuklu Oğuzlarının Müslüman olması başlı başına bir hadisedir. Karahanlıların daha 55 56 57 58

Fadlan, s. 41. Turan, s. 43; Köymen, s. 21. Turan, s. 43. A.g.e, s. 43. 32

evvel Müslüman olması elbette önemlidir, fakat Türklüğün İslâm enerjisi ile ideolojileşme şerefi kesinlikle Kınık Oğuzlarına aittir. Nitekim Rus tarihçisi Barhold’un, Avrupa’da, ”Türk kelimesi Selçuk ve daha sonra Osmanlı Devleti’ni kuran esasen Orhun Türkleri gibi Oğuz neslinden gelen kavim için kullanılıyordu.”59 tespitiyle, Türk adının İslâmîyet’ten sonra Selçuklular dolayısıyla cihanşümul bir anlam kazandığı ifâde edilmiştir. Kınık Oğuzları Müslüman olmadan evvel, daha önce Müslüman olmuş Harezm Oğuzları ve Karahanlı Karlukları ile ticari münasebette bulunarak İslâmîyet’i epeyce öğrenmişlerdi, bundan sonra kendilerine Salaçika-Selçukiyan60 (Selçuklular) denmeye başlanmıştır. Cend’e geldikten ve Müslüman olmayan Yabgu Devleti’ne kafa tuttuktan sonra Selçuk Bey’in çevre Oğuzları arasında itibarı bir hayli artmış ve kendilerine asker ve silah yardımları çoğalmış çevre boylar da yeni Türkmen bayrağı altında toplanmaya başlamıştır. Yabgu Oğuzları ile Selçuk Oğuzları arasında otlak ve mera kavgalarının dışında mücadeleler hakkında maalesef bilgilerimiz azdır. Lakin halkın vergiden kurtulması bile büyük bir zaferdi; Cend, Yabgu Oğuzları toprağı olduğu halde kanunları artık buralarda geçmiyordu. Daha evvel Selçuklu Oğuzlarının çok kısa olarak komşularından bahsetmiştik. Şimdi biraz daha detaya inme ve bugün bile Türkistan tarihi açısından ehemmiyeti olan güney komşu Samanoğulları, çok daha evvel Müslüman olmuşlardı. Onlar bir Türkistan unsuru olarak hâlâ Tacikler adıyla devam etmektedirler. Samanoğullarının kökeni ve anayurtları hakkında tartışmalar devam etmektedir. Kaynaklarda Samanoğullarının etnolojik olarak Sasani Hanedanı Behram Çupin’e dayandığını ve hatta soyun İran hükümdarı efsanevi Keyümers’e kadar inen bir kütüğü olduğu ileri sürülmektedir.61 Buna karşılık şecerelerde, 59 60 61

Barhold, Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 41. Kafesoğlu, s. 9. Aydın Usta, Samanîler, DİA, C. 36, İstanbul, 2009, s. 64-68; Hasan Kurt, Devlet Kurma Sürecinde Samanoğulları, AÜİFD, C. XLIV, Sayı 2, Ankara, 2003, s. 10933

Guzek ve Tamgaç Türkçe isimlerinin Kaşgarlı Divanı’nda62 zikredildiği, Saman’ın unvan olduğu, Hüdat kelimesinin ise Farsça’da sahip anlamına geldiği, ayrıca Uygur Türkçesi’nde Rütbe-Unvan manası taşıdığı;63 Behram Çupi’nin zamanın İran hükümdarına başarısız isyanından sonra Göktürklere sığınarak Hakan’ın kızı ile evlendiği, Samanoğullarının ilk ortaya çıktığı yer olan Semerkant, Belh, Eşnas şehirlerinin Akhunlar döneminden beri Türk yerleşim bölgeleri olduğu şeklindeki bilgilerle de birleştirilince, onlara “Türk” asıllı demek lazım geldiğini, İranlı tarihçiler Makdisî, İbn Mikevyh, Reşidüddin Fazlullah64 gibi birçok kaynak ifâde etmektedir. İster Türk ister İranî olsun bir Türkistan halkı olarak Samanîlerin, İran ve Orta Asya’da İslâmîyet’i ilk kabul edenler olduğu hakkında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu tarih Sasaniler İmparatorluğu’nun Araplar tarafından ortadan kaldırılmasından hemen sonralara tesadüf etmektedir. Her ne kadar Samanhüdat’ın Müslüman oluşu VIII. asır başına dayanmakta ise de Samanoğulları adıyla evvelâ Horasan, sonra Maveraünnehir’e sahip olarak bir devlet şeklinde ortaya çıkışları ancak bir asır kadar sonradır. Abbasîlerin Harun Reşid ve oğlu Mutasım devrinde, Samanoğulları Kafkasya ve Bağdat’a kadar uzanmışlar, bugünkü Türkistan ile birlikte aşağı yukarı İran’ın tamamına hâkim olmuşlardı. Samanoğullarının samimi Müslüman, Sünnî Müslüman oluşları İran genetiğine ne kadar uzaksa Türk genetiğine de o kadar yakındı. Yıllarca Hz. Ali evladı olduğu rivayet edilen Şiî Deylemîler (Büveyhîler) ve Harcilerle kıyasıya mücadele ederek en azından Türkistan’a bu cereyanları sokmamışlardır. İşte Selçuklu Oğuzların yeni güney komşuları Samanîler bu derece İslâmî tecrübe ve geleneklere sahip gerçek bir İslâm devleti idi.

62 63 64

129; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fi Tarıhi’I-Mülük ve ‘l-Ümem, VII. 265 Beyrut 1995; http://www.alwaraq.com (4.12.2002). Kaşgarlı, C. I, s. 454. Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, 1968, s. 83. Usta, Samanîler, s. 64. 34

Selçuklu Oğuzlarının doğu hududunda bir süre önce Müslüman olmuş ve bazı kaynaklara göre kendilerine devlet denilmeyecek olan bir Türk teşekkülü, Karahanlılar yaşayordu. Bunlar Müslüman olmadıkları 751 yılında, Müslüman Araplar ile Çinliler arasında cereyan eden Talas Muharebesi’nde halife ordularının tarafını tutarak onlara yardım etmişler ve Çinlileri yenmelerini sağlamışlardı. Sanıyoruz ki cemiyet ve halk olarak Araplarla Şamani Türklerin ilk karşılaştıkları siyasî ortam burasıydı. Esasen Göktürkler devrinden beri Türklerin batıya ilerleyişleri hızlanmıştı. Türklerin ilk ihtida hareketleri işte bu devre oturtulmaktadır. Karahanlıların ilk ortaya çıkışları Doğu Türkistan’dadır.65 İslâm tarihi kaynaklarında bunlar Hakaniyye olarak adlandırılırlar ve Kaşgarlı bunlara da Oğuz66demektedir. Karlukların, Göktürklerin devlet olarak varlığına son veren Uygurların batıya göçen kolları olduğu bellidir. Hudûdü’l-Âlem’de de, aynı gerçek çok açık olarak belirtilmektedir.67 Dolayısıyla Karahanlılar şüphesiz Göktürk ve Uygur menşeli olup; Oğuz, Yağma, Çiğil ve Karluk gibi Türk boyları karmasıdır.68 Müştereklikleri, Türklüğe bağlılıkları ve Göktürk efsanelerine derin inançlarıdır, ki hepsinin de geleneksel ataları Afrasayb, yani AlpEr-Tunga’dır. Son yıllarda yapılan modern çalışmalarda, Karahanlıları çoğunluk olarak Yağma kabilesine mensup Türklerin kurduğu görüşü kesinlik kazanmıştır.69 Karahanlı ismi Rus şarkiyatçı V. V. Grigorev tarafından 1874’te verilmiştir70; dolayısıyla literatür bu şeklide oluşmuştur; yoksa Türk tarihinde böyle kullanılmış bir devlet adı yoktur. 65

66 67 68 69 70

Ekber N. Necef, Karahanlılar, Selenge, İstanbul, 2005, s. 61; Tuygun Almas, Uygurlar, Selenge, İstanbul, 2010, s. 221; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, TTK, Ankara, 2002, s. 1; Abdülkerim Özaydın, Karahanlılar, DİA, C. 24, İstanbul, 2001, s. 404; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, TTK, Ankara, 2001, s. 18. Kaşgarlı, a.g.e, C. I/s. 14. Minorsky, s. 17. Genç, s. 5. Tuygun, s. 222; Genç, s. 4. Özaydın, Karahanlılar, s. 404. 35

IX. asır ortalarında Maveraünnehir’in doğusunda Fergana Vadisi civarında görülen Karahanlıların ilk Müslüman Türkler olarak, dostları da düşmanları da Samanoğulları idi. Çünkü daha evvel söz ettiğimiz gibi bunlar çok geniş ülkelere sahip bulunuyorlardı. Doğu Türkistan’da Doğu Karahanlılar kalmışlardı ve gerek Karahıtaylar ve gerekse Çinlilerle mücadeleyi onlar sürdürüyor, sıkışan Karluk-Çiğil-Yağma-Oğuz kabileleri koşar adım batıya geliyorlardı. Her şeyden evvel kendilerini ve hayvanlarını barındıracak geniş bozkırlara ihtiyaçları vardı. Bu durumda elbette Samanoğlu arazisinde gözleri olacak ve onlarla savaşacaklardı. Selçuk Oğuzlarının batısında Müslüman olmayan Peçenek ile Hazar Türkleri; bunlardan biraz aşağıda Oğuz ülkelerine yakın yerlerde de Müslüman Harezmliler yaşıyordu. Bu sonuncularla Selçuk Oğuzlarının ticari münasebetleri olduğu gibi, Dukak’tan önceki atalarının da Hazarlara bağlılıkları söz konusu olmuştu. Fakat şimdiki durumda artık gerek Hazarlar ve gerekse Peçenekler kafir durumunda bulundukları için düşman sayılıyorlardı. Aynı zamanlarda İbn-i Fadlan’ın ziyaret ettiği Peçeneklerin Yayık (Ural) Nehri’nin kuzeyinde oturdukları ifâde edilmektedir. R. Şeşen’e göre uzun zaman oturup medeniyet yarattıkları bir yurtları yoktur.71 Bunların IX. asırda Oğuzlar ve Hazarların tazyiki ile Fadlan’ın rastladığı Hazar Denizi’nin kuzeyinden önlerindeki Macarları iterek Volga’nın batısına geçtikleri hakkında bilgiler vardır. Hudûdü’l-Âlem’de bunlara “Becenâk-ı Türk“ yani Türk Peçenekleri72 denmektedir. 889’da Macarları daha da batıya iterek Tuna Nehri’ne kadar güney Rusya bozkırlarını kaplayacak kadar yoğun bir nüfusa sahip olmuşlardır. X. asırda ise Balkanlara inmişler ve Bizans’ın başına çökmüşlerdir. İşte 1071’de, ilahi kader onları Malazgirt’te evvelâ karşı saflarda olmalarına rağmen bilahare saf değiştirerek 71 72

Şeşen, Seyahatname, s. 41. Hudûdü’l-Âlem, s. XVII. 36

Oğuzlarla aynı cephede buluşturmuştur.73 Fakat Peçenekler Şaman ve muharip bir Türk kavmi olarak kalmışlardır. Tam batıda yer alan Hazarlara gelince en eski kaynak olarak İbn-i Fadlan74 ve Hudûdü’l-Âlem’de75 bunlardan da bahsedilmektedir. Fakat yeni ve modern çalışmalar, onların Hazar Denizi kuzeyine tamamen hâkim oldukları ve Göktürklerin batı ucuna mensup olabileceklerini ortaya koymuştur. Bu coğrafyadaki tarihlerini de daha evvele götürmek mümkün olmamakla76 birlikte Sasaniler ile yapılan savaşlardan sonra tarihten çekilen Sabar Türklerinin77 devamı olabilecekleri şeklinde görüşler de vardır. Hazar Denizi ile Karadeniz arasındaki sahaları kaplayan Hazarların kuzeyinde ise Kiev’e kadar İtil Bulgar Türkleri yaşamaktaydı. Z. Velidi, Hazarların Türklüğünde şüphe götürür taraf olmadığını ve Türkçe’nin Çuvaş lehçesini konuştuklarını ortaya koymuştur.78 Hazar adı “Qaz, oradan oraya göç etmek başıboş dolaşmak” şeklinde manalandırılmış ve bu anlam kabul görmüştür.79 Hazarlar taht hanedanının Musevi olması dolayısıyla onlara Yahudi Türkleri de denmekte olup gerçekten yıkılışına kadar Musevilik devlet dini olarak kendini muhafaza etmiştir.80 Fakat mezkur kaynakta Marguart’a dayanılarak Halife Me’mun devrinde halkın birçoğunun İslâmîyet’i kabul ettiği81 ifâde edilmektedir. Golden, Barhold’un Hazarların kökenleri hakkındaki mevcut görüşlerini daha ileri taşıyarak, Göktürkler ile münasebetlerin derecesini ortaya koymuş, Sabirler ile İtil Bulgarlarının da aynı daire içinde olduğunu belirtmiştir.82 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82

Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, TTK, Ankara, 1995, s. 68; Osman Turan, Selçuklar Tarihi, s. 139. Seyahatname, s. 76. A.g.e., s. XVII. Peter B. Golden, Hazar Çalışmaları, Selenge, İstanbul, 2006, s. 61-64. Ahmet Taşağıl, Hazarlar, DİA, C. 1, İstanbul, 1998, s. 116-120. Zeki Velidi, Hazarlar, s. 397. D. M. Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi, Selenge, İstanbul, 2008, s. 21. V. V. Barhold, Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 87. A.g.e., s. 85. Golden, Hazarlar, s. 64. 37

İşte Selçuk Bey, kabilesini sağı-solu ve kuzeyi tam olarak Türk kavimlerinin çelik duvarları kaplı bir coğrafyaya yerleştirmişti, ki bu yönlere kesinlikle kıpırdama imkanı yoktu. Dolayısıyla güneyde bulunan Samanoğulları dinine girmek hem onlarla iyi münasebetleri başlatmak, hem de çevre Oğuzlar arasında Müslüman olan kabileleri kendi tarafında toplamakla sonuçlanacaktı. Selçuk Bey’in kabilesi ile birlikte İslâm’a geçişi de âdeta tam devletlerarası hiyerarşik kurallara uygun olarak yapılmış ve Köymen’in çok yerinde bir ifâdesi ile onun sadece bir kumandan değil aynı zamanda iyi bir siyaset adamı olduğu da ortaya çıkmıştır.83 Zaten çok geçmeden doğudaki Karahanlılar ile arası iyi olmayan Samanoğulları, Selçukluların göz doldurucu kalabalıklığı ve teşkilatçılığı sebebiyle düşmanlarına karşı onlardan yardım istemiştir. Selçuk Bey hemen bu yardım isteğini kabul etmiş ve oğlu İsrail (Arslan) komutasında gönderdiği bir kuvvet sayesinde Karahanlılar yenilerek geri püskürtülmüşlerdir.84 Semerkant’a 42 km. mesafedeki Kuhek’de yapılan savaşta Karahanlı kumandanı Sübaşı Teğin yenildiği gibi daha sonra savaş meydanına gelen Hükümdar İlig Han Nasr’ın Oğuzların gece baskını ile mağlubiyeti onları çok kötü duruma düşürmüştür.85 Bu savaşın tarihi Köymen’e göre 992, Sümer’e göre 1003’tür.86 Bundan sonra Selçukluların Yengi-Kend’de itibarları bir kat daha artmış ve küçük bir devlet hâline gelmişlerdir. Selçuk Bey’in dört oğlu vardı.87 Cend’e geldikten sonra mı yoksa evvel mi evlendiği kesin olarak bilinmemektedir. Hatunun bir Karahanlı prensi, Mülüku’t-Türkman unvanlı ve Tokuz Tiğin adlı bir hükümdarın kızı olduğunu biliyoruz. Selçuk Bey, Samanoğullarına Karahanlılara karşı yardım meselesinde, Hükümdar İsmail b. Nuh el-Muntasır’ın kızı ile de evlenmiştir.88 83 84 85 86 87 88

Köymen, a.g.e, s. 22. Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 44. F. Sümer, Selçuklular, s. 366. Köymen, a.g.e., s. 32; Sümer, Selçuklular, s. 366. Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 12; Köymen, s. 31; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 31; Sümer, Oğuzlar, s. 63. Faruk Sümer, Selçuklular, s. 366, DİA, C. 36, İstanbul, 2009. 38

Oğullarından biri küçük yaşta ölmüştür, diğerleri yaş sırasına göre Mikail, İsrail ve Musa’dır. Kafesoğlu’nun Türkiyat Mecmuası’nda yayımlanan bir makalesine dayanarak F. Sümer ölen Selçukoğlu’nun İbrahim Yınal’ın babası ve adının Yusuf olduğunu ileri sürmekte89 olup, onun eserinin aksine “DİA” yazdığı “Selçuklular” maddesinde Selçuk Bey’in “Yunus” adlı beşinci bir oğlu olduğunu da ifâde etmektedir90 ki birçok kaynakta yer almayan bu husus Osman Turan’da da vardır.91 XIII. asır İran tariçilerinden Zekeriya Kazvinî, Oğuzların Sultan Sencer’e karşı ayaklanmalarını anlatırken, Selçuk Bey oğullarının Tevrat menşeli adlar taşıdığını, onların Hıristiyan (Nasara) ve İsevî olabileceklerini ileri sürmüştür. Bu şekildeki iddiaları oryantalistler hemen kapmış hatta Musevilikleri de konu edilmiş, fakat bunların ilmi kıymeti olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Çünkü İslâmlıktan önce Oğuzların Şaman oldukları açıklıkla bellidir, Müslüman oldukları dönemde bu isimlerin ticari ve kültürel münasebette bulundukları Hazarlardan geçmiş olabileceği haklı bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır.92 Öte yandan Selçuk’un Arslan, Yınal ve İnanç gibi Türkçe adlarının da olduğunu ve Tuğrul ile Alparslan’ın Mehmed, Çağrı’nın Davut, Sencer’in Ahmed, Tapar’ın Mehmed gibi adları bulunduğunu da bilmekteyiz.93 Mikail Müslüman olmayan bir ülkeye karşı yaptığı savaşta şehit olmuştur. İbnü’l-Esir’e göre bu tarih X. asrın bitiş yılları, yani 992’den sonradır. Mikail’in Tuğrul ve Çağrı adlı iki oğlu, Dede Selçuk Bey tarafından çok büyük bir ihtimamla yetiştirilmiştir. İbnü’l-Esir, Selçuk Bey’in 107 yaşında öldüğünü belirtmektedir. Bu durumda artık ailenin lideri Arslan Yabgu adı ile tanınan Selçuk’un ikinci oğlu İsrail’dir. Önceleri Samanoğullarına bağlı olarak yaşayan Gazneliler başkent Gazne olmak üzere 89 90 91 92 93

F. Sümer,Oğuzlar, s. 63. Sümer, Selçuklular, s. 365. Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 49. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 36. A.g.e., s. 37. 39

Horasan’da bir Türk devleti kurmuşlar, Samanîlere düşmanlıkları sebebiyle, şimdi Selçuklular ile de karşı karşıya gelmişlerdi. İşte daha Selçuk Bey hayatta iken Gazneli Mahmud hile ile Arslan Yabgu’yu tutuklamış ve aile başsız kalmıştı. Çünkü dördüncü oğul Musa ile F. Sümer’e göre beşinci oğul Yunus hakkında pek bilgimiz yoktur. Samanoğullarından sonra Selçukluların bütün mesaisi ve yarışları Gazneliler ile olduğu için şimdi bunları da biraz daha yakından tanımamız gereklidir.

Selçukluların Zuhurunda Samanoğulları Tacik Devleti

Gazneli Türk Devleti, Samanoğulları emrinde bulunan Türk komutanların kurduğu çoğunluk halkı Samanî-Farisî veya geç dönemde Tacik unsurlardan oluşturulmuş bir devlettir. Türkistan’dan giden paralı askerler, Türkler daha Müslüman olmadan Samanoğulları, Gazneliler, Büveyhîler, Abbasîler, Fatımîler gibi İslâm devletleri bünyesinde paralı asker olarak yer almışlar ve zamanla bu devletlerin en yüksek makamlarına kadar çıkarak âdeta devlete hâkim olmuşlardır. Bu uygulama Gaznelilerde 40

olduğu gibi esir alınıp satılanlardan da meydana gelebiliyordu, bunlara erkek çocuk anlamında Arapça gulam deniyordu. Bunların istihdam edildiği yer devletin birinci derecede gövdesi olan saray ve ordu idi. İşte Horasan “Gazne” şehrinden adını alan “Gazneli Türk Devleti” böyle bir devlettir. Bugünkü Afganistan’ın batısında Hamun Gölü çevresinde, esasen İslâmîyet’ten önce de Türkler yaşıyordu ve hatta 850 yılında Kabil’de kabulşahlar adlı bir Türk hanedan da bulunuyordu.94 Herhalde kabulşahların bakiyeleri de Gazneli oluşumuna katılmışlardı. Hindistan yolu üzerinde bulunan Gazne’yi Samanîler kuvvetli devirlerinde ele geçirmişlerdi. IX. asırda Türkler çeşitli boy adları ile sürekli olarak bu istikamete doğru iniyor ve Horasan’a tamamen hâkim oluyorlardı. İşte bu yıllarda Alptekin adlı Bir Türk, Samanî hükümdarı İsmail’e (907-914) köle (gulam) olarak satılmış ve sarayın hassa askerleri arasında yer almıştır. Kısa sürede kendini ispat eden Alptekin, Hindistan istikametinde yapılan akınlar sonucu Horasan valisi olmuştur. Alptekin burada Oğuzlar, Halaçlar ve hareket hâlinde olan diğer Türk kavimlerinden sağlam bir ordu kurmuştur. Çok geçmeden Gazneliler Samanoğullarından bağımsız ve kendi başlarına buyruk olmuşlar, hatta yer yer bağlı bulundukları Samanîlerle mücadeleye başlamışlardır. 963’te Alptekin’den sonra sıra ile Ebû İshak İbrahim, Bilgetekin, Boritekin, Sebüktekin, İsmail küçük taşra devletlerinin hükümdarı olmuşlar, fakat bu sonuncunun oğlu Mahmud’un Samanîlere karşı başarılı olmasından sonra, 997 yılında Gazneliler adı ile devlet ortaya çıkmıştır.95 Selçuklu Oğuzları komşuları olan üç Türk devleti ile arayı bozmuşlar ve bütün güçleri ile Samanîlerin yanında olmuşlardı. Esâsında Samanîlerin elinde bulunan geniş topraklarda; hem kuzeyde Oğuz Yabgu Devleti, hem doğuda Karahanlı Türk Devleti, hem de onlardan ayrılmış olan Gazneliler Devleti’nin mutlak gözü vardı. Selçuklular Samanîlerin yanında olarak onların tahtına oturmayı düşünürken, diğerleri bu devleti kuvvet yolu 94 95

Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, TTK, Ankara, 2005, s. 5. A.g.e, s. 1-15; Gazneliler, DİA, İstanbul, 1996, s. 480-84. 41

ile ele geçirmek istiyorlardı. İran’ın Gilan bölgesinde ortaya çıkıp kısa zamanda Abbasî halifeliği üzerinde sağlam bir nüfûza sahip olan Deylemli Şiî Büveyhoğulları devletinin de sırf Sünnî oldukları için Samanoğulları topraklarında gözü vardı. Nitekim bunlar tarafından sıkıştırılınca bu sefer Gaznelilerden yardım isteyen Samanî hükümdarı, yardım karşılığında komşu topraklarla, Amuderya’nın alt kısmını tamamen Büveyhîlere bırakmak zorunda kalmıştı. Kuzeyde Oğuz Yabgu Devleti Ali Han zamanında İslâmîyet’i kabul etmişti ve sürekli olarak Selçukluların takipçisi durumundaydı. Bu sebeple Yengi-Kend’e çok yakın olan Cend’de Selçuk Oğuzlarının huzuru bozulmuştu, artık çoğalmış ve itibarları da Karahanlılar yenilgisinden sonra arttığı için Maveraünnehir’e inme zamanın geldiğini anlamışlardı. İşte Karahanlılara karşı yaptıkları yardımlar yüzünden Samanoğlu hükümdarı Rıza Nuh Selçuklulara Buhara yakınlarındaki Nur kasabasında sürülerini otlatma müsaadesi verdi. Bu müsaadeye karşılık Selçuklular da onların hudutlarını koruyacaklardı.96 Böylece Cend’den Maveraünnehir’e göçen Selçuklular kışın Nur Buhara’da, yazın da Semerkant dolaylarında 30 yıl kadar yaşadılar.97 Selçuk Bey daha hayatta iken kabilenin başına torunları Tuğrul ve Çağrı Bey’in geçmesini istemiş, bu sebeple Amca Arslan ile bir soğukluk ve küskünlük olmuş, ancak onun esareti ve hapiste ölmesiyle Selçuk’un bu arzusu kendiliğinden gerçekleşmiştir.98 999 yılında Karahanlılar var güçleri ile Samanoğulları başkenti Buhara üzerine yürüyerek burayı zaptettiler. Bu durumda daha evvelce de olduğu gibi Selçukiler Samanoğulları tarafını tutarak onlara yardımlarını sürdürdüler. Hatta müşterek kuvvetler sayesinde Buhara yeniden alınmış, fakat Karahanlıların durmak bilmeyen saldırıları sonucu ve Samanoğlu kumandanlarından bazılarının Karahanlılar tarafına geçmesiyle bu devlet tamamiyle tarihe karışmıştır. Bundan sonra Selçuklular 96 97 98

Köymen, s. 35. Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 49. Köymen, s. 36. 42

Karahanlılara karşı yalnız kaldılar. Nitekim bu sıralarda Karahanlı İlig Han, Tuğrul’u esir etmiş fakat Çağrı Bey onların birçok kumandanlarını esir alınca Tuğrul serbest bırakılmıştır. İlig Nâsır Han’ın ölümü üzerine Selçukluların elinde bulunan Karahanlı Ali Tekin’in serbest bırakılarak Buhara’ya hâkim olması Selçukiler tarafından sağlanmış ve bu sefer Buhara’da müstakil bir Karahanlı Beyliği kurularak, Selçuki Arslan Han ile Ali Tekin’in kızı evlendirilmiştir.99 Yeğenleri ile aralarında geçimsizlik olduğu kaynaklarca doğrulanan Tuğrul ve Çağrı Bey, Arslan Yabgu Gaznelilere esir düşmeden, batıya doğru çekilmişler hatta Çağrı Azerbaycan ve Anadolu taraflarında bir keşif harekatı yapmış, fakat yukarıda söylendiği gibi Arslan’ın ölmesini müteakip tekrar Buhara’ya gelmişlerdir. Bu sırada Özkend Karahanlıları ile Gazneli Mahmud İran ve Turan meseleleri hakkında bir görüşme yapmışlar Türkistan’ı kendi aralarında paylaşmışlardı. Ali Tekin ve Arslan Yabgu çöle çekilmişlerdi; işte bu sırada Mahmud, Arslan’ı hile ile davet edip önce hapsetmiş sonra da öldürtmüştür. Böylece Buhara, Özkend Karahanlıların eline geçerken Mahmud bütün Türkistan’a hâkim oldu. Gazneli Mahmud’dan korkusundan Tuğrul ve Çağrı beylere sığınmış olan Buhara Karahanlıları Beyi Ali Tekin sürekli olarak iktidarı paylaşmak kaydı ile onları Buhara’ya davet ediyordu. Mahmud da, Tuğrul ve Çağrı kardeşleri davet ederek görüşmek istiyordu; ama onlar Arslan Yabgu durumuna düşmemek için bu teklifleri reddettiler ve amcaları İnanç veya Musa Yabgu’yu başlarına geçirerek Buhara’da Ali Tekin ile iş tutmakla beraber onun hâkimiyeti altına girmediler ve gerektiğinde karşı karşıya bile geldiler. Hatta bir defasında Ali Tekin’in 1000 askerini öldürdüler. Esâsında Ali Tekin Selçuklulardan kendine tabi bir Yabgu istiyordu.100 Ali Tekin, Gazneli Mahmud ile bir anlaşma yapıp Maveraünnehir’i paylaşan Özkend Karahanlı Hükümdarı Yusuf Kadir Han’ın kardeşiydi, böylece çok geçmeden Buhara 99 Osman Turan, Selçuklular, s. 52. 100 A.g.e, s. 56. 43

onlar tarafından işgal edildi ve Karahanlılar Amuderya’nın üst kısmına tamamen hâkim oldular. Artık Tuğrul ve Çağrı Bey’in durumları hiç iyi değildi. Bir süre Harezmşah Altuntaş ve oğlu Harun ile iş tuttular ve Gaznelilere karşı mücadele ettiler. Muktedir bir komutan ve iyi bir devlet adamı olan Gazneli Mahmud Selçukluların ehemmiyetini kavramış bir kişi olarak onların kendilerinin önüne geçmesini de istemiyordu. Fakat Selçuk Oğuzları Buhara’nın Büyük Karahanlılar eline geçmesinden sonra çekildikleri Harezm taraflarında çok rahat değillerdi. Çağrı Bey 3000 kişilik bir süvari kuvvetle Azerbaycan ve Anadolu taraflarında bir keşif seferi yapmış ve bir kısım Oğuzlar buralarla birlikte Irak’a kadar yayılmışlardı. Fakat esas olan şüphesiz ki Maveraünnehir idi. İşte Mahmud öldüğü 1030 yıllarından bir süre önce sanki imana gelerek Selçukluların Horasan’a inmelerine müsaade etmişti. Bu durumda Tuğrul ve Çağrı Bey çok stratejik bir mevkiye, Karahanlılar ile Gazneli Devleti arasına yerleşmiş bulunuyordu. Beyhaki’ye göre Selçuklular 10.000 süvari ile Ceyhun’u geçip Horasan’da Merv, Serhas ve Farava bölgesini yurt tuttular; böylece ortaya çıkışlarından itibaren Cend, Maveraünnehir ve Harezm’den sonra Horasan’a inmekle dördüncü defa yurt değiştirmiş oluyorlardı.101 Kısa zaman içinde Yunanlılar ve daha evvel Çağrı Bey ile batıya gidenlerin de çoğu dönerek bütün Selçuklular aynı vatanda buluşmuş oldular. Gazneli Mahmud’un yerine, iyi bir kumandan olmakla beraber babası gibi iyi bir devlet adamı olmayan oğlu Sultan Mesud gelmişti. Tabii olarak Selçuklular yeni yurtları için Mesud’dan izin istediler, fakat o bu talebi şiddetle reddederek üzerlerine Beğdoğdu komutasında büyük bir ordu gönderdi. Önce galip gelip birçok esir ve ganimet alan Gazne ordusu Temmuz 1035’te Çağrı Bey komutasındaki kuvvetler tarafından Hisar-ı Tak mevkiinde korkunç bir yenilgiye uğratıldı.102 Türkmenler zamanın en büyük devletine 101 A.g.e., s. 58. 102 A.g.e., s. 59; Merçil, Selçuklular, s. 367; Köymen, s. 215; Kafesoğlu, s. 22. 44

karşı büyük bir zafer kazanmış ve ana kaynak Beyhakî’ye göre “O kadar çok altın, gümüş, silah, alet, elbise ve hayvan elde ettiler ki hayretler içinde kaldılar.”103 Selçuklular kazandıkları zaferin sarhoşluğuna girmediler ve siyasî davranarak Sultan Mesud’a özür mektubu gönderdiler; o da özürlerini kabul ederek Selçuk reislerine hil’at, sancak, menşur göndererek, Nesa’yı Tuğrul Bey’e, Dühistan’ı Çağrı Bey’e, Farava’yı da İnanç Yabgu’ya bırakarak kendilerine Horasan’a mahsus Dihkan unvanını verdi.104 Belki mücadele daha yeni başlıyordu ama Selçuklular şimdi İran’a tam olarak girmiş ve muhtar bir idâreye sahip olmuşlardı. Artık Ceyhun’un kuzeyinden kitleler hâlinde Türkmenler Horasan’a iniyor ve İran bozkırlarının geniş otlaklarına yayılıyorlardı. Bu nüfus akışının önüne geçmek mümkün değildi, kısa zamanda Selçuk beylerine verilen yerler Türkmenler ile doluyordu. Zamanın gözlemlerinde bu göçlerin sürati ve kesafeti konusunda abartıya kadar varan bol yayınlar vardır, Selçuklu Türkmen beylerinin Gaznelilerin gönderdikleri hediyeleri rastgele öte-beriye fırlattıkları ve onları gulamlar olmaları sıfatıyla aşağıladıkları ve asaletin kendilerinde olduğunu gördükleri, ifâde edilen hususlar arasındadır. Gazneliler, Selçukluların büyük hayaller peşinde olduklarının farkına varmış, Horasan, Sistan, Bust, Güzganan, Serhas yağmalara uğramış ve diğer Türkmenlerin hareketleri de onlara mal edilmeye başlanmıştır. Buhara’da bir miktar Türkmen varlığı kabilevi duyguları bloke olmuş vaziyette muhafaza olmakla beraber tam olarak Karahanlıların eline geçmiştir. Bölgenin en kuvvetli Türk devleti Gazneliler ise Hindistan’a kadar açılmışlardı. Selçuklular İslâm dünyasının ortası, Türk ülkelerinin ise uç noktasını vatan edinmiş oluyorlardı. Bu durumda Gazneliler ve Selçuklular birbirine şüphe ile bakıyor, nihai hesaplaşmanın yakın olduğunu bilerek hazırlıklarını sürdürüyorlardı. İşin ilginç tarafı gulamlıktan gelmeyen 103 Turan, Selçuklular, s. 59. 104 Turan, s. 59; Merçil, s. 367. 45

Harezmşahlar gibi çevre Oğuz hareketleri de Selçukluların istiklalini arzu ederek onları destekliyorlardı. Karahanlılar bile kendi damgası ile onlara tebrikat göndermişti. Buna karşılık Selçuklular birtakım yağmaya dönüşen Oğuz hareketlerini Ceyhun ve Balhan Türkmenlerine mal ediyor; Sultan Mesud’dan, yer darlığından şikayet ile Merv, Serhas, Baverd şehirleri vergilerinin kendilerine bırakılması kaydı ile askeri yardım teklif ediyorlardı. Esâsında Sultan Mesud 15.000 kişilik bir orduyu çoktan Horasan ve Herat taraflarına göndermişti. Selçuklular ise “Eğer kast ederlerse biz de müdafaaya geçeriz o zaman hürmet kalkar“105 diyerek âdeta Mesud’a meydan okuyorlardı, fakat Mesud Horasan’ı kalbura çevirerek Selçukluların teklifini reddetmiştir. Sultan Mesud’un kendisi Hindistan’a gitmişti, Habib Sübaşı Horasan’a inen Türkmenlerle baş edemediği gibi daha evvelce Anadolu ve Azerbaycan taraflarına gidip Irak’ta hâkimiyet kuran Türkmenler de çoğunluk olarak İran’a dönmüşler Telekan, Faryab ve Rey’i kuşatarak yağmalamışlardı. Bir taraftan da Maveraünnehir Oğuzları aynı bölgelere doluyordu. Sultan Mesud Hindistan’dan döndüğü zaman vaziyeti bu şekilde görünce çok şaşırdı. Hemen Merv üzerine yürüme emri verdi, Selçuklular Gazne ordusunu çöle çekmek istedikleri için Serhas’a yakın Talhab adlı yerde savaşı kabule razı oldular. 1038 Mayısı’nda yapılan zorlu savaşta Gazneliler yeniden büyük bir bozguna uğradı ve Şübaşı’nın ordusu dağılarak sayısız esir ve ganimet Selçukilerin eline geçti, az bir Gazneli kuvvet ancak zorlukla canını Herat’a atabildi. Bu savaş sonunda Tuğrul Bey Nişabur, Çağrı Bey Merv, Musa Yabgu da Serhas’a girdi ve halktan hiçbir tepki görmediler. Büyük olmaları sıfatıyla Gaznelilere daha yakın olan Abbasî Halifesi Kâim-Biemrillah Irak’taki Oğuz Beyleri ile Tuğrul ve Çağrı beylere elçiler gönderek yağma ve tahripten vazgeçmelerini istedi, bu istek Tuğrul Bey tarafından Rey hâkimi 105 Turan, s. 60. 46

enişte Kızıl Bey’e iletilerek yerine getirildi.106 Böylece halife ile Selçuklular arasında ilk ve direkt münasebet de başlamış oldu. Sultan Mesud iyi bir komutan olmasına karşılık iyi bir devlet adamı değildi; halbuki ikili, hatta üçlü bir yönetim esasını benimsemiş olan Selçuklular hem daha iyi kumandan hem de ihtiyatlı birer devlet adamı idiler. Mesud onlardan korkmasına rağmen biraz da elindeki imparatorluk imkanları ve gücüne dayanarak 300 fil ile donatılmış 50.000 süvari ve piyadeden oluşan bir kuvvetle Şubat 1039’da Gazne’den hareket ederek Belh’e geldi. Ulyaabad denilen mevkide Çağrı Bey’i bozguna uğratarak Tuğrul Bey üzerine yürüdü. Tuğrul Bey Irak taraflarına gidip buralara sahip olmayı teklif etti ise de Çağrı Bey ısrarla karşı fikirdeydi. Serhas Çölü’nde 27 Haziran 1039’da yapılan savaşı yine Gazneliler kazandı, ancak kesin zafer kazandığını sanan Sultan Mesud yeniden Selçukluların taze kuvvetlerini karşısında buldu. Tekrar başlayan çarpışmalarda Gazneli ordusu korkunç bir bozguna uğradı. Mesud vezirinin görüşüne uyarak Selçuklulara barış teklif etti, Selçuklular bu teklifi kabul etmelerine rağmen işgal ettikleri yerlerden çekilmediler. Selçuklular çöle çekilerek Gazneli ordusunu yordular ve Mesud hiçbir netice alamadan Nişabur’a döndü. Halife ona Oğuzlar sakinleşinceye kadar Horasan’da durmasını tavsiye etti. Aslında Selçuklular, Horasan’dan Irak’ı Acem içlerine kadar İran’a hemen hemen hâkim olmuş durumdaydılar. Hatta son durumdan önce 1038 yılında Nişabur’u ele geçirmiş ve burada muhtar bir devlet olarak ilk kuruluşlarını yapmışlardı. Tuğrul Bey sultan, Çağrı Bey melik ve ordu komutanı, İnanç Yabgu ise aile büyüğü olarak durumunu koruyordu. Nişabur’da bir saray oluşturarak burayı başkent yapmışlardı. Osman Turan, Tuğrul ile Çağrı kardeşlerin ikili yönetim anlayışlarını Göktürk Devleti’nin kurucusu Bumin Kağan ile İstemi Yabgu ve Osmanlı 106 Merçil, Selçuklular, s. 367. 47

İmparatorluğu’nun kuruluşunda Orhan Gazi ile Alaeddin Paşa kardeşlerin durumuna benzetmektedir.107 1040 yılı baharında artık Selçuklu meselesini kesin olarak halletmek için Sultan Mesud büyük bir ordu ile Merv üzerine yürüdü. Kıtlık senesi olmasından ötürü orduyu doyurmakta güçlük çekiliyordu. Gazneli ordusunun gözde birliklerini Türklerden oluşan Hassa askerleri teşkil ediyordu ve emirleri de hep Türk asıllı idi.108 Nihayet iki ordu Merv yakınlarında Dandanakan Kalesi önünde karşılaştılar. 23 Mayıs 1040 günü karşılıklı çarpışmalar başladı, Selçuklu Türkmenleri su kuyularını önceden tamamen körlemiş olduklarından Gazne ordusu büyük bir susuzluk çekmeye başladı. Selçuklu baskınlarının çok şiddetlendiği bir sırada Gazne ordusunda disiplin bozuldu. Üç ay devam eden savaş müddetince Gazneliler tamamen çözüldü ve büyük bir bozguna uğradılar, Sultan Mesud yüz kişilik maiyetiyle kaçarak canını kurtarabildi. Üstelik bütün ağırlıklarını, yani hazine, mal ve silahlarını savaş meydanında bırakmışlardı. Ne yazık ki Ramazan ayının başına tesadüf eden bu müessif savaşta iki taraftan ölenler de Türk’tü ve her iki taraf da ilahi bir hâkimiyet davasına inanmışlardı. Kaynaklar her iki tarafın da kahramanca savaştığını fakat husasen Sultan Mesud’un şecaatinin her türlü övgünün üzerinde olduğunu belirtmektedirler. Bu savaşı kazanmakla Selçuklu Türkmenleri artık devletlerini kesin şekilde kurmuş oluyorlardı.109 b) Gelişme ve Yükselme Devri Dandanakan Savaşı sadece Türk tarihi açısından değil, aynı zamanda İslâm tarihi açısından da çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Türk tarihi açısından önemi Türk ırkının kesif olarak batıya yönelmesiyle sonuçlanması ve 1000 yıllık bir ufuk oluşturmasıdır. Hâlâ batıya dönük olan bu yüz o sağlam 107 Osman Turan, s. 62. 108 Merçil, Selçuklular, s. 368. 109 Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 76. 48

temeller üzerinde durmaktadır. Bunun da ötesinde Türklüğün batıya hareketinde katettiği menzil dahi sağı-solu, ötesi ve berisi ile devasa bir vatan olarak ayaktadır. İslâm tarihi açısından da, Bağdat’ta bir inkıraz olarak hayatını sürdüren ve Şiî Büveyhoğullarının oyuncağı hâline gelen Sünnî Abbasî hilâfeti Türklerin desteği ve himayesi ile yeniden canlandırılmış ve Sünnîlik ayrılıkçı batınî anlayışları bünyesinden temizleyerek bu coğrafyada hep galebe çalan Şiî İslâm düşüncesi de ikinci duruma düşmüştür. Çünkü Selçuklular daha başta, Selçuk Bey zamanında verdikleri sözü hakkıyla tutmuşlar ve sonuna kadar Sünnî Müslüman olarak kalmışlardır. Bugün, Selçuklu ve tabii bir devamı olan Osmanlıların İslâm’a hizmetleri hiçbir çalışma ve bilimsel ortamda inkar edilmemektedir. İşte bütün bunları Selçukluların devlet oluşunu sağlayan Dandanakan Savaşı gibi bir kardeş kavgasına borçluyuz. Selçukluların Dandanakan ile birlikte Türk dünyası ile İslâm dünyasının tam orta yerine oturması âdeta bir inkılap olmuştur. Bu inkılap sayesinde İslâm dünyası Bizans tehdidinden kurtulduğu gibi, İslâm kavimleri ve medeniyeti de Türklerin taze kanı, kahramanlığı, ahlak ve fazileti, hülasa olarak idealleriyle yeniden hayat buluyordu; çünkü Türklerle birlikte İslâm’ın da talihi değişiyordu.110 Savaştan hemen sonra yapılan ilk kurultayda sultan seçilen Tuğrul Bey çevre ülkelerin hükümdarlarına usulüne göre fetihnameler gönderdi. Halifeye yazdığı ve bir elçi ile gönderdiği mektupta ise Horasan’a adaletle hükmedileceğini ve Emirü’l-Mü’minin’e111 (halifeye) sadakatten ayrılmayacaklarını bildiriyordu. Dandanakan Savaşı sonrası Selçukluların tam hudutları hakkında sağlam bilgilere sahip değiliz. Çünkü daha yenilenler takip edilmediği için Gazneliler Devleti ayaktadır. Ayrıca Buhara’da Karahanlılar da yerinde durmaktadır. Fakat Selçukluların Horasan hâkimiyetlerinin pek sağlam olduğunu söylemek 110 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, s. XIII. 111 Merçil, Selçuklular, s. 368. 49

mümkündür. Merv, Serhas, Baverd gibi Horasan şehirlerinde halk ile biraz daha kaynaşmak için savaş sonrasında esirlerin tamamı serbest bırakıldığı gibi bir yıllık vergileri de affedilmiştir.112 Şüphesiz ki bu tip tedbirler onların bu yurtlarda kalıcı olacağını işaret etmektedir. En azından bu zaman için Selçukluların artık sıklet merkezlerinin İran olduğunu söylemek mümkündür. Batıda evvelce hâkim oldukları yerler de henüz birer uç olarak kendini koruyordu. Selçuklular İran coğrafyasında değişik soy ve kültürden insanlarla da yakın temasa geçtiler. Hiçbir şekilde bu halklara değişik gözle bakmamalarına rağmen, onları asker olmaları sıfatıyla mutlaka kendilerinden aşağı görüyorlardı.113 Fakat Türkmenler, medeni durumunu muhafaza eden hiçbir İranî zümreyi değişik görmediler; lakin batınî düşüncelere de müsaade etmeyeceklerini belli ettiler. Böylece bu zümrelerin tasallutuna giren hilâfeti de kurtarmış oldular. Fakat, bütün İran halkının yeni durumu hemen kabullendiğini söylemek mümkün değildir. Gazneliler kadar olmasa bile, Samanîlerin bir mirasçıları da kendilerinin olması dolayısıyla onların devlet düşüncesinden ziyâdesiyle faydalandılar.114 Hatta zamanla devletin karakteri tam bir Fars devletini andırsa da yerli düşünce ve medeniyet ile kaynaşmaktan kaçınmadılar. Ne yazık ki bu coğrafyanın en kurnaz unsuru olan Farslar bir türlü Türkmenlere Çobangözü ile bakmaktan vazgeçmediler. Selçuklular bu ileri kültürün sadece devlet düşüncesi ve telâkkilerini almakla kalmayarak dillerini bile devlet lisanı yapmaktan çekinmeyerek onların bile anlamayacakları hale getirdiler. Dandanakan’dan sonra bir taraftan devlet organize edilirken bir yandan da yeni fetihlerle devletin genişlemesi sonucu elde edilen coğrafyada tam hâkimiyet sağlamaya çalıştılar. Gazneli Mesud yenilgi dolayısıyla bütün suçu kumandanların üzerine 112 Köymen, s. 353. 113 A.g.e., s. 353. 114 Carl Brockelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, N. Çağatay, TTK, Ankara, 2002, s. 136. 50

atarak onları tekek teker îdam ettirdi. Durumu düzeltmek için Selçuklulara karşı Karahanlı Arslan’dan yardım istedi ise de umduğunu bulamadı. Çağrı Bey büyük bir ordu ile Belh’i kuşattı ve şehrin valisi hemen teslim oldu, bundan sonra Cüzcan, Badgis, Huttalan ve Toharistan belde ve bölgeleri kolaylıkla ele geçirildi. Bütün bunları haber alan Mesud Hindistan’a giderek herhalde kahrından öldü.115 İnaç Yabgu Herat’a yerleşmişti, İbrahim Yınal’ın kardeşi Ertaş Sistan bölgesini fethetti. Gazne tahtına çıkan Mesud’un oğlu Mevdud bir süre sonra Herat’ı kurtardı ise de Sistan’da büyük bir mağlubiyete uğradı. Harezm’de Şahmelik buranın Mesud tarafından kendisine verildiğini ileri sürerek başkaldırdı, lakin bunların üzerine 40.000 kişilik bir ordu ile gidildi ve üç gün süren kardeş kavgasında Harezmşah İsmail ordusu ile birlikte Selçuklu Türkmenleri tarafına sığındı. Şahmelik yine de rahat durmayınca Çağrı Bey, Gazne cephesini bırakıp Harezm’e yöneldi ve burada işleri yoluna koydu. Sultan Tuğrul Nişabur’da devlet teşkilatı tesisi ile uğraşıyordu, fakat Taberîstan ve Cürcan bölgelerini bizzat ilhak etti ve burada bozulan düzeni yeniden kurdu. Tuğrul Bey 1043 baharında Nişabur’da işlerini yoluna koyduktan sonra Çağrı Bey ile birlikte Harezm’e savaşa çıktı. Şahmelik kendini çöllere atıp kaçarken Harezm halkı biat etti ve Selçukluların bir eyâleti olduklarını kabullendiler. Şahmelik’i takip edip Mekran taraflarında yakalayan Ertaş, alınan talimata göre onu hapsetti ve bu müthiş Selçuk düşmanı hapishanede öldü. Çağrı Bey Harezm seferinden dönünce İnanç Yabgu’nun atıldığı Herat’ı kuşattı, fakat Mevdud karşısında yenildiler, ancak Ertaş’ın yetişmesiyle Gazne ordusu Herat’tan çıkarıldı, Yabgu da Sistan’a hâkim oldu. Çağrı Bey henüz 15 yaşında bulunan oğlu Alp Arslan’ı Gazne seferinin başına geçirdi, daha ilk hücumda Gazneliler bozguna uğradı. Böylece hastalığı sıhhate dönüşen Çağrı Bey Alp Arslan ile birlikte Tirmiz, Kabadiyan, 115 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 69. 51

Vahş, Kunduz ve Toharistan’ın bütün şehirlerini fethetti. Çağrı Bey buraların hepsini oğlu Alp Arslan’a verdi.116 XI. yüzyılın ortalarına doğru Selçuklular artık bütün İran, Irak-ı Acem’e sahip olmuşlar hatta Irak-ı Arab önlerine kadar gelmişlerdi. 1041’de Sultan Tuğrul Bey’e hâkim olan Irak Oğuzlarının elinden burayı aldı ve harap şehre taşınarak imar etti. Eski hükümdar sarayını (Dâr ul-‘emâre) yıktırarak kendine yeni bir saray yaptırdı. Bu tarihten itibaren devletin merkezi Nişabur’dan Rey’e taşınmış oluyordu. Şüphesiz ki Rey’e sahip olmak İran’ın tamamına sahip olmak anlamına geliyordu ve şimdiki durumda Türkler Anadolu’da Bizans hudutlarına dayanmışlar ve onlarla komşu olmuşlardı. İran’da hâkimiyet sağlanmayan yerler vardı, bunların başında İsfahan, Hemedan ve Kazvin gibi önemli merkezler geliyordu. Buralar itaat altına alınarak usulünce vergiye bağlanmış, idari ve ekonomik düzen sağlanmıştı. Tuğrul Bey Rey’e döndükten sonra İran’ın orta, batı ve güney bölgelerini itaat altına almak için İbrahim Yınal, Kutalmış, Çağrı Beğ oğlu Kara Aslan komutasındaki kuvvetleri buralara gönderdi. Amcazade İbrahim Yınal, Dinaver-Karmis-Hulvan-Hanikin-Şehrizor gibi yerleri Deylemî (Büveyhî) emirlerinin elinden alırken, Kutalmış da Kavurd-Yakuti-Guran-Damagan-Kumis-Şiraz-İstahr taraflarını fethetmiş ve Sünnî-Şiî mücadelesinin yoğun olduğu Bağdat’a yönelmişti.117 Selçuklular artık Anadolu’nun kapılarındaydılar, fakat bizim konumuz İran olduğu için Anadolu olaylarına çok girmeyeceğiz. Türkmenlerin Bağdat’a yönelmeleri karşısında telaşa kapılan Halife Kâim Biemerillah Tuğrul Bey’i buraya davet etti ve Tuğrul Bağdat’a varmadan hutbeyi onun adına okutmaya başladı.118 18 Aralık 1055’te Tuğrul Bey komutasındaki Türkmen ordusu Bağdat kapılarında görüldü. Türkmenlerin İran hâkimiyeti yolunda Bağdat’a girmesi harika bir olaydı. Tuğrul Bey Büveyhoğulları baskılarına karşı halife tarafından bizzat yazılı 116 A.g.e., s. 71. 117 A.g.e., s. 72. 118 Merçil, Selçuklular, s. 369. 52

olarak davet edilmesine rağmen ondan izin gelmeden Bağdat’a girmedi. Birlikler şehir dışında ordugah kurdu. 19 Aralık Salı günü Tuğrul Bey muhteşem ordusu ile şehrin kapısından girdi. Bu sırada Bağdat’ta bulunan Türk Memlükleri ve Deylemliler onları düşmanca karşıladılar. Karşılamada halifenin veziri, Büveyhî emirleri, kadılar ve nakipler hazır bulunmuşlardı. Büveyhîlerin komutanı Arslan Besairi de Türk olmasına ve kendisine bir şey yapılmayacağına dair önceden haber gönderilmesine rağmen korkudan kaçmıştı. Bir gün evvelden beri şehirde muazzam bir karışıklık vardı. Sultan Tuğrul bu olayları Büveyhî Hükümdarı el-Melikü’r Rahim Hüsrev Firuz’un tahrik ettiğini düşünerek onu yakalatıp Rey’de hapsettirdi. Aynı yıl Rahim burada öldü ve İran’da 120 yıldan beri devam eden Büveyhî hâkimiyeti son bulurken119 Bağdat Abbasî halifeliği de rahatlamış oluyordu. Bağdat’ta askerliğin dışında her meslekten yeteri kadar Türk bulunuyordu. Tuğrul Bey halifeye, “Sana hürmetim olmasaydı bütün Bağdat’ı kılıçtan geçirirdim.”120 dedi. Ayrıca, “Araplığa hizmet eden askerlerim bu kadar çok olmasaydılar Türklerin evvelce halifeden aldıkları her şeyi kendisine geri verirdim.”121 sözlerini de ilave etti. Halife bu sözlere çok memnun oldu. Tuğrul Bey aldırdığı tedbirlerle huzur ve sükunu sağladıktan sonra Dâr ul-emâre, yani hükümet sarayına yerleşti. Huzursuzluk çıkaran Türk ve Deylemlilerin evlerine el konularak Oğuzlara verildi. Aytekin Beğ Selçukluların ilk Bağdat valisi oldu. Halifeye 50.000 dinar ile 500 kor buğday tahsisat verildi122 ve dini otoritenin dışında tıpkı Büveyhîler devrinde olduğu gibi siyasî bir hak tanınmayarak, din ve devlet işleri tamamen birbirinden ayrıldı.123 Sultan Tuğrul yüzyıllardan beri mezhep çatışmaları ile altı üstüne gelen Bağdat’ın yeniden imarına başladı. Binlerce işçi ve sanaatkar toplanarak eski mahaller yıkılıp saray, cami, çarşı, 119 120 121 122 123

Kafesoğlu, Selçuklular Tarihi, s. 38. Osman Turan, Selçuklular, s. 93. Bar Hebraeus, Abu’ul Farac Tarihi, s. 318. A.g.e., s. 308. Osman Turan, Selçuklular, s. 93. 53

hamam ve evler yapıldı. Dicle kenarında başlı başına bir saltanat şehri oluşturuldu. Bu yeni şehre Tuğrul Bey şehri anlamında Medine Tuğrul Beğ adı verildi. Kutsal yerler yeniden tanzim ve imar edildi. Ayrıca Rey ve Nişabur’dan sonra Kum ve Kaşan birer imparatorluk şehri hâline getirildi. Sultan Tuğrul, halife sarayının yanına kendisi için büyük bir konak inşa ettirdi. Halifenin Tuğrul Bey’e gönderdiği kıymetli taşlarla işlenmiş altın bir taht da bu konağa yerleştirildi.124 Ayrıca yine onun isteği üzerine Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ona nikâhlandı ve üç ay sonra evlendirilerek Abbasî ve Selçuklu hanedanı arasında akrabalık oluşturuldu.125 Ocak 1058’de Halife Biemrillah Sultan Tuğrul’a cihan hükümdarlığı anlamına gelen siyah hil’at giydirdi. Onun unvanı artık Melikü’l-Meşrik ve’l-Mağriboldu.126 Selçukluların Büveyhî hanedanını ortadan kaldırması İran’ın tamamiyle Türkmenleşmesine doğru büyük bir adımdı, çünkü bunlardan başka İranîlik iddiasında bulunanlar olmadığı gibi bunlar Şiîliğin de katalizör unsuru durumundaydılar. Halifeliğin üzerinden Deylemî nüfûzunu ortadan kaldırmak ise Sünnîliğin başarısı olduğu gibi, Türkmenlerin de bu mezhebi dini bir ideoloji hâlinde benimsemeleriyle sonuçlandı. Artık toprak da, din de, hâkimiyet sembolü ve devlet de tek kelime ile Türkmen’di. Bu şartlar altında Tuğrul Bey gerek dini ve gerekse siyasî meselelerde tam hâkimiyet sağlasa da İran toprağında kuvvet bulmuş olan Şiîlik ve Şiîlerin rahat durması elbette beklenemezdi. Nitekim öyle oldu ve Mısır Fatimî halifeliği Bağdat Şiîlerini harekete geçirdi. Daha evvel kuzeye kaçmış olan Türk asıllı Büveyhî komutan Arslan Besairi, Şiî halifesi Mustansır’ın yardımı ile meydana getirdikleri bir ordu ile Bağdat’a yürüdü. Daha evvel buradan kaçan Şiî askerler de onlara iltihak etmişti. Sincar civarında Şiî ordusu, Kutalmış ve Arap asıllı Kureyş komutasındaki Selçuklu Türkmen ordusu yenildi, hatta 124 Bar Hebraeus, s. 308. 125 A.g.e., 308; Turan, Selçuklular, s. 94. 126 Merçil, Selçuklular, s. 369. 54

Kureyş yaralanarak karşı tarafa esir düştü.127 Şiîler Bağdat’ın altını üstüne getirerek şehri işgal ettiler ve hutbeyi Fatimî halifesi adına okutmaya başladılar. Arslan Besairi yanında tamamen Türklerden meydana gelen kuvvetlerle bir yıla yakın Bağdat’ı elinde tuttu ve halifeyi buradan tard etti. Üstelik Çağrı Bey’in kızı halifenin eşi Arslan Hatun’u da elinde esir tuttuysa da sonra para karşılığı serbest bıraktı. Sultan Tuğrul bu zaman içinde hanedan içi meseleler ile uğraştığından Bağdat ile fazla ilgilenemedi. Arslan Besairi de öyle kolay yutulacak lokma değildi, Selçuklu hanedanı içerisindeki anlaşmazlıklarda bile parmağı vardı. Hatta İbnü’l-Cevz’in Ebû’l-Faraç’tan naklettiğine göre Fatımî halifeliğinde bile gözü vardı.128 Besairi sürekli olarak Fatımî hâkimiyetinde olan Suriye ve Filistin’e Türk ve Oğuz sevk ediyor ve buraları kendine bağlı Türklerle dolduruyordu.129 İşte bütün bu olaylar karşısında nihayet Sultan Tuğrul Aralık 1059’da yanında Halife Kâim Biemrillah olduğu üzere Bağdat’a girdi. Yağma işine katılan bütün Besairi’nin Türkleri ve Şiîleri tard edildi. 26 Aralık 1059 günü de öldürülen Besairi’nin kellesi sultana takdim edildi.130 Sultan Tuğrul ikinci sefer halifenin canını, malını ve makamını kurtarmıştı. Hatta Bağdat’a girişlerinde canına bir zarar gelir endişesi ile ordunun önünde gitmek istemiş fakat sultan buna rıza göstermemiştir. Lakin artık bir tehlike söz konusu değildi. Bu sefer Bağdat temizlendiği gibi sık sık yağmalara katılan Türk ve Türkmen unsurlar sultanın emri ile Horasan ve Türkistan’a tehcir edilmişlerdir. Bu sefer hilâfet merkezinin yeniden tanzimi ve imarı bir hayli zaman almıştır. Şartlar ne olursa olsun bir türlü Türkmen’e ısınamayan Arap ırkı, sultanın 127 Sibt İbnü’l-Cevzî, Mira’Âtü’z-Zaman Fî Tarihi’l-Ayan’da Selçuklular, Ali Sevim, TTK, Ankara, 2011, s. 17. 128 Cevzi, s. 65. 129 Turan, Selçuklular, s. 96. 130 A.g.e., s. 81; Aralarında Osman Turan’ın da olduğu birçok kaynak Besairi’nin öldürülmeyip Mısır’a kaçtığını naklediyorsa da (Selçuklar Tarihi, s. 94) Cevzi gibi eski kaynaklarda ve yeni çalışmalarda da (Merçil, Selçuklular, s. 363) Besairi’nin yukarıda anlatıldığı şekilde öldürüldüğü teferrutla ortaya konmaktadır. 55

makama bu derece bağlılığı sebebiyle bir süre sonra halifenin kızı Seyyide Hatun Sultan Tuğrul’a nikâhlanmıştır. Esâsında halife “Adetlerimizde yoktur” diye böyle bir şeye rıza da göstermemişti. Üstelik bu işi incelemek ve görüş almak için bir heyet kurdurmuştur. Onlardan aldığı netice “Asil Arap kanınızı Türkmen kanı ile bozmayın” şeklinde olmuştur. Halife açıkça bu hususu söyleyemediği için birtakım vilayetleri ikta olarak istiyor, 300.000 dinar altın mihr, sayısız altın, gümüş, mücevherat ve eşyadan mürekkep çeyiz talep ediyordu. Bu hususta halifenin Hatice Arslan Hatun ile de araları açılmıştır. Sultan sertlik yanlısı olmakla beraber ümera ve vezir Amidülmülk onu teskin etmişlerdir. Neyse görüşmeler tatlıya bağlanmış, sonunda Sultan Tuğrul’un, Şahinşahü’l-muazzam Melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib131 sıfatlarını taşıyan Ağustos 1061 tarihli, halifeye tehdit ifâdelerini de taşıyan ağır mektubu gitmiş ancak bundan sonra korku ile Arap kafası razı olmuştur. İşte nikâh işi ancak bu şekilde sağlanmış ve Tebriz yakınlarındaki ordugahta gerçekleşmiştir.132 Bu arada biraz iç karışıklıklardan da bahsedelim: Selçuklu hanedan ailesinin Selçuk Bey oğullarından Mikail’den Tuğrul ve Çağrı; Yusuf’tan Yınallılar; Arslan Yabgu’dan da Tabgululular ile daha küçük olan Kızıllar ve Yağmurlular neşet etmiştir.133 Mikail erken ölünce hatunu gelenek mucibince kardeş Yusuf ile evlendirilmiş böylece Yınallılar hem amca oğlu hem de anneden kardeş olmuşlardır. Şüphesiz ki her hanedan gibi bu büyük ailede de zaman zaman taht mücadeleleri vuku bulmuştur. İşte bunların en büyüğü Yusuf’un oğlu İbrahim Yınal’ın, Bağdat’ın Arslan Besairi tarafından işgal ve zaptı sırasında, bu istilânın 13 ay sürmesine karşılık aynı zaman dilimi içerisinde dokuz ay kadar süren ve İbrahim’in 23 Temmuz 1059’da yay kirişi ile boğulması ile sonuçlanan İbrahim Yınal isyanıdır. Musul Valisi İbrahim Yınal büyük ölçüde Arslan Besairi’nin kışkırtmasıyla kendini Selçuklu tahtının asıl sahibi olarak görüyordu. 131 Cevzi, s. 102. 132 Turan, Selçuklar, s. 100. 133 A.g.e., s. 30. 56

Besairi, İbrahim’e mektup yazarak ona yardım edeceklerini ve Selçuklu sultanı olarak tanıyacaklarını bildiriyordu.134 İbrahim Yınal daha evvel de benzer teşebbüslerde bulunmuş ve her defasında Sultan Tuğrul tarafından bağışlanmıştı. İbrahim Yınal işte bu maksatlarla çoktan Musul’dan Hemedan’a hareket etmişti. Sultan bu sırada Nusaybin’de bulunuyordu, ordusunun bir kısmını Bağdat’a yöneltip bir kısmını da burada bırakmak zorunda olduğu için üçe bölünmüş vaziyette İbrahim’i takibe koyuldu. Fakat yanındaki az kuvvetlerle İbrahim’in 30.000 kişilik Türkmen ordusuna yenildi. Bu şartlar altında Hemedan Kalesi’ne sığınarak Bağdat’tan yardımcı kuvvetler istedi. Aynı zamanda Merv’de ölüm döşeğinde bulunan Çağrı Bey’e mektup yazıp, “Kardeşim hakkımı almağa ve saltanatımı yıkmağa çalışıyor, yardım ve imdadınıza mutlaka ihtiyacım vardır.”135 diyordu. Çok geçmeden Çağrı Bey’in oğulları Alparslan ve Kavurt yetiştiler. 3 Ağustos 1059 yılında Rey civarında korkunç bir kardeş savaşı oldu ve İbrahim Yınal, Alparslan tarafından tutuklanarak amcası Sultan Tuğrul’a teslim edildi. Birçok sorumlu Ahmed ve Mehmed gibi yeğen hanedan azaları ile birlikte boğduruldular. İşte sultan ancak bundan sonra Bağdat’a gitmiş ve gaileli durumu ortadan kaldırılmıştır. İbrahim Yınal’ın isyan günlerinde Arslan Yagbu’nun oğlu Kutalmış da başkaldırmıştı. Hanedandan olmaları dolayısıyla bazı yerlerin kendilerine verilmesini istiyorlardı. Anadolu’nun fatihi olan, onun oğlu Süleyman da böyle bir hakkı olduğunu ve buraların sultan tarafından babasına verildiğini ileri sürmüşse de bunu doğrulayıcı hiçbir kaynak maalesef yoktur. 1059’un son aylarında Sultan Tuğrul, Bağdat’a varmışken kendisinden yaşça büyük olan Davut Çağrı Bey’in Belh’te öldüğü haberi geldi. Bağdat’a hiç gelmemiş olan Çağrı Bey’in Mahmud b. Sebüktekin’in çocuklarıyla ve Gazne hükümdarlarıyla mücadele amacıyla Horasan’da oturduğunu biliyordu.136 134 A.g.e., s. 96. 135 A.g.e., s. 97. 136 Cevzi, a.g.e, s. 60. 57

Aynı zamanda Halife Kaim Biemrillah kayınbabası olan Çağrı Bey’in yiğit ve mert bir insan olduğu hakkında kaynaklar hemfikirdir. Çağrı Bey Merv’e getirilerek buraya defnedildi. Diğer iki oğlu Yakuti ve Kavurt, Tuğrul’dan sonra tahta geçen Sultan Alparslan’ın yanına gittiler.

Türkmen Selçuklu İmparatorluğu

Sultan Tuğrul’un çocuğu yoktu, çünkü Altuncan adlı hatun evvelce Harizmşah’ın karısı iken yanlışlıkla vezir Amidülmülk tarafından hadım edilmişti.137 Altuncan’ın çok dindar olduğu ve Sultan üzerinde büyük nüfûzu bulunduğunu biliyoruz. Fakat kardeş kavgasının vaki olduğu günlerde, yani Ağustos 1059’da, Altuncan Hatun öldü. Rivayete göre ölümüne yakın, Tuğrul’un nikâhlı olduğu Halife Biemrillah’ın kızı ile evlenip dünyada ve ahirette şereflenmesini istemiştir. İşte Sultan Tuğrul Altuncan’ın da vasiyeti üzerine 4,5 ay önce nikâhlandığı halifenin kızı ile evlenmek için Bağdat’a hareket etti. 18 Şubat 1063’te düğün şenlikleri başladı ve bir hafta kadar sürdü. Sultanın yanında Azerbaycan beyleri ve devlet adamları 137 Turan, Selçuklular, s. 99. 58

da bulunuyordu. Ziyafetler ve eğlenceler, sultanın dağıttığı hediyeler birbirini takip ediyordu. Başta yetmişlik damat sultan olmak üzere bütün beyler Türkçe şarkılar söylüyor, dans ediyor, halay çekiyor ve dizlerini yere vuruyorlardı. İbni Cevzi ve Abu’l-Farac’a göre Türkmen dansları İran topraklarında ilk olarak burada görülüyordu. Sultan, bütün ısrarlara rağmen Halife sarayında gerdeğe girme teklifini reddeti. Gelin altın bir tahtta oturduğu halde halifenin sarayından alınarak sultanın sarayına getirildi. Sultan derhal zevcesini alıp ordusu ile birlikte Rey’e hareket etti. Sultan Tuğrul Rey’e döndükten sonra hastalandı, zaten kaynaklara göre gelirken de rahatı pek yerinde değildi. Altı ay kadar Kasran’da hasta yattı. Çok fenalaşınca Rey’e getirildi ve Cevzi’ye göre 8 Ramazan, 4 Eylül 1063 günü hayata gözlerini yumdu.138 Sultan, halifenin kızı Seyyide ile 6 ay 20 gün nikâhlı kalmış, gerdeğe girmeden ölmüştür.139 Sultan Tuğrul vefat ettiği Rey’de defnedildi. Bazı kaynaklarda yer aldığı gibi Merv’de Çağrı Bey’in yanına gömüldüğü iddiaları doğru olmayıp bugünkü Gunbet-i Tuğrul140da yatmaktadır. İbnü’l Esir’e göre, Sultan Tuğrul hayatta iken, Çağrı Bey’in ölümü üzerine evlendiği onun hatunundan olma Süleyman adlı oğlunu veliâht tayin etmişti. Fakat bir taraftan Çağrı’nın diğer oğlu Alparslan ve Tuğrul Bey hayatta iken ona karşı başkaldıran Arslan Yabgu oğlu Kutalmış bunu kabul etmeyerek harekete geçtiler. Vezir Amidülmülk Kunduri, savaş hâlinde olduğu Kutalmış işini bırakarak Rey’e döndü ve vasiyet mucibince Süleyman’ı sultan ilân etti ve orduya cülus bahşişi olarak 700.000 altun ile 200.000 altun değerinde 16.000 çeşit giyecek ve silah 138 Cevzi, s. 116. 139 A.g.e., s. 116; Bütün kaynaklar sultanın gerdeğe girmediğini, yani zifaf gecesi yaşanmadığını ifâde ediyorsa da ölümle ilgili bize en geniş ve en doğru bilgileri veren Garsunni’me’nin ifâdelerini aktaran Cevzi, “Seyyide ile gerdeğe girmesinden 6 ay 20 gün sonra …” şeklinde bir açıklamada bulunuyorsa da sanırız zifaf kasdedilmemektedir. 140 Osman Turan, Selçuklular, s. 102. 59

dağıttı.141 Selçuk Bey’in torunu ve Yunus’un oğlu Elbasan da Süleyman’ın sultanlığını kabul etmiyor, Alparslan’ın yanında yer alıyordu ve hatta onun adına Kazvin’de hutbe bile okutmuştu. Alparslan bulunduğu Horasan’dan Başkent Rey’e yanındaki büyük bir ordu ile birlikte hareket etti ve Kazvin üzerinden Rey’e geçti. Yolda Damgan civarında emrinde 50.000142 Türkmen askeri bulunan Kutalmış’ı mağlup ederek Rey’e vardı. Kutalmış verdiği çetin mücadeleden sonra bu vuruşmada atından düşerek öldü ve ölümüne çok üzülen Alparslan onu Tuğrul Bey’in yanına defnettirdi. Süleyman herhalde tehlikenin farkına vararak Şiraz’a gitmiş, durumun ciddiyetini anlayan Vezir Kunduri de âni bir dönüş yaparak camilerde Alparslan adına hutbe okutmaya başlayarak Alparslan’a itaat edeceğini bildirmiştir. Böylece Alparslan saltanat davacılarını bastırarak amacına ulaştı. Amcasına ait 200 miskal değerindeki sofrada beylere büyük ziyafetler verdi ve hil’atler dağıttı, cülus merasimini müteakip her tarafta adına hutbeler okundu ve para bastırıldı. Alparslan’ın ilk icraatı Kunduri’yi vezirlikten azlederek, Merv’de iken de aynı görevinde bulunan ve aynı zamanda, alim ve fazıl biri olan Nizamü’l-Mülk’ü Selçuk sultanlığı vezirliğine getirmek oldu.143 Sultan babası Çağrı Bey’in, topraklarını Sultan Tuğrul toprakları ile birleştirince şimdi Ceyhun’dan Dicle’ye kadar uzanan büyük bir imparatorluk ortaya çıkıyordu.144Artık Türkistan ve İran tamamen bir Türkmen yurdu oluyor, bir anlamda İran ile Turan aynı bayrak altında birleşmiş oluyordu. Tuğrul’un hatunu ve halifenin kızı Seyyide Bağdat Şahnelliği’ne (emniyet müdürlüğü) tayin edilen Aytekin’e teslim edilerek birtakım hediyelerle babasının yanına gönderildi. Halife Biemrillah, Alparslan namına hutbe okuttuktan başka, dualar ile kılıç kuşanmak maksadıyla menşur, sancak ve hil’atler gönderdi.145 141 142 143 144 145

Sibt İbnü’l-Cevzi, s. 126. A.g.e., s. 126. Turan, Selçuklular, s. 105. Merçil, Selçuklular, s. 369. Turan, a.g.e., s. 105. 60

Sultan Anadolu cihetini kontrol ederek bazı küçük fetihler yaptıktan sonra Turan’a yöneldi, bazı iç karışıklıkları halletmek üzere Hazar ve Aral arasındaki Üstyurd’u tamamıyla İran ile birleştirdi. Ardından amca Tuğrul’un en büyük rüyası Fatımî Halifeliği’ni ortadan kaldırmak maksadıyla Suriye’ye gitti. Bu amaç ile tam Halep önünde iken Bizans imparatorunun Doğu Anadolu’ya ulaştığı haberini aldılar. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Ovası’nda yapılan meydan muhaberesinde dengesiz ve hazırlıksız kuvvetlerle Alparslan, devrinin ve gelecek zamanların en büyük zaferini elde etti. Malazgirt’ten sonra çağdaşı tarihçiler Alparslan’ı dünyanın en büyük hükümdarlarından saymışlardır.146 Sultan Alparslan’ın hayatı Anadolu ve Suriye’yi Türkmenleştirmekle geçti, bir bakıma Anadolu Türklüğü demek tek başına Alparslan demektir; lakin konumuz İran olduğu için bu hadiselerin teferruatına girmiyoruz. Fakat Malazgirt’te Bizans ordusunda paralı asker olarak yer alan Şaman Türklerin, yani Peçenek ve Uzların büyük bir Türklük heyecanı olarak ırkdaşlarının tarafına geçip savaşın kaderini değiştirdiklerini söylemeden geçemeyeceğiz. Sultan Alparslan’ın fütühat yüzü iyice batıya dönüktü. İran Türkmenlerin merkezi durumuna gelmiş olduğu için ufak tefek hadiseler dışında durgundu ve işler yolundaydı. Hilâfet merkezinde de herhangi bir sıkıntı yoktu, imar ve eğitim faaliyetleri Bağdat’ı Gülistan’a çevirmişti. Turan’da Fergana-Özkend Karahanlı hâkimiyeti devam ediyor ve bir ayrılık gayrılık olmadığı için Karahanlı hükümdarları da, bilhassa Semerkant ve Buhara gibi önemli merkezlerin muazzam bir imardan geçirilmesine yardım ederek iyice Türk kültürü ve Türkle yoğuruluyordu. Selçuklu sultanları başta Samanoğulları ile aralarında husumet olmuşsa da imparatorluk olduktan sonra bu oluşuma bilhassa müsaade etmişler ve Anayurt’ta onların âdeta bir beylik olarak kalmalarını sağlamışlardır. Selçuklu sultanları ve şehzâdeleri dâima ilk hatunlarını Karahanlılardan almışlar ve kızlarını da 146 Merçil, Selçuklular, s. 370. 61

onlara severek ve isteyerek vermişlerdir. Malazgirt sırasında Karahanlıların başında hükümdar olarak Şemsü’l-mülk Nasr Han bulunuyordu. Nasr Han aynı zamanda Sultan Alparslan’ın damadı, Alparslan da onun kızı ile evliydi. Sultanın oğlu, yani Nasr’ın kayınbiraderi, Harezm Meliki Arslan Argun veya Toharistan Meliki Ayaz arasında muharebe eksik olmuyordu. Nasr, sık sık Fergana Özkend’den taşarak Semerkant ve Buhara istikametine taşkınlıklar yapıyordu. Bu istilâ haberleri üzerine Ayaz ve Melikşah kardeşler Nasr ile vuruşmalarında bozguna uğramış ve birçok Selçuklu askeri esir düşmüştü. Bu aile içi kavgalarda Nasr Han Hatun’un kardeşlerine yardım ettiğini düşünerek, ona eziyet etmiş ve ölümüne sebep olmuştu.147 İşte bu nahoş haber üzerine Sultan Alparslan Eylül 1072’de 200.000 kişilik atlı ve yaya, büyük bir ordu ile Turan seferine çıktı. Şüphesiz ki gayesi aile içi huzursuzlukları önlemek ve Türkistan hanlıklarını sıkı bir tabiyete almaktı. Çünkü bunlar sadece tek parça Türk oldukları ve aileden bulundukları için sürekli olarak hataları görmemezlikten gelinmiş hatta bir dereceye kadar şımartılmışlardı. Son zamanlarda özellikle Bağdat’ta yağma faaliyetlerinde bulunan ve Besairi’ye sıkı sıkıya bağlı Türk unsurlar da ıslah olsunlar diye Maveraünnehir’e gönderilmişlerdi. Alparslan’ın büyük ordusu Ekim-Kasım 1072’de kayıklardan oluşturulan devasa bir köprüden geçerek Buhara taraflarına vardılar. Bu sırada sultan ordusunda bulunan bazı Harezmlilerin kadınlara tecavüz ettikleri ve yağmalarda bulundukları görüldü. Sultana getirilen habere göre bunların başında Yusuf Harezmi adlı Birun Kalesi muhafızının bulunduğu ve sultan gelinceye kadar buraya sığındıkları öğrenildi. Yusuf kaleden indirilip sultanın huzuruna getirildi. Sultan onu görünce çok hiddetlenip sövüp saymaya başladığından hemen yakalanarak çadırının önünde çakılan dört kazığa bağlandı. Öldürüleceğini anlayan Yusuf, “Ey kötü adam! Benim gibi bir 147 Sibt, s. 183; Turan, s. 145. 62

adam böyle kötü bir ölüm şekliyle mi öldürülür?”148 dedi. Bunun üzerine sultan, Yusuf’un el ve ayaklarını çözdürdü, eline bir ok alarak o tarafa fırlattı, fakat isabet almadı. Bunun üzerine Yusuf sür’atle sultanın üzerine atlayarak dizinde sakladığı bir bıçakla onu vurdu. Ağır yaralı olan Alparslan başka bir çadıra götürüldü, bu sırada aslen Ermeni olan bir temizlikçi elindeki bıçakla Yusuf’un başını parçalayarak onu öldürdü. Daha sonra “Yusuf’un kalbinin ve ödünün çıkarılarak kendisine getirilmesini” emreden sultanın bu isteği yerine getirildi. Sultan yaraları sarılarak Ceyhun’a döndü ve orada 24 Kasım 1072 Cumartesi günü hayata veda etti.149 Yusuf’u öldürenin Ermeni bir şahıs olmasına karşılık, Urfalı Meteos’un verdiği bilgilere göre Yusuf, bir Kürt sergerdesi idi.150 Fakat mesele yazıldığı gibi olup, olayın camia olarak Kürt unsurlarla ilgili siyasî bir yanı yoktu. Çünkü Anadolu’nun Kürtleri Alparslan’ı çok severlerdi ve bu sebeple Malazgirt’e 10.000 Kürt askeri ile iştirak ederek Bizans’a karşı canla başla savaşmışlardı.151 Sultan Alparslan 42 yaşlarında ölmüş ve saltanatı ancak dokuz yıl sürmüştür. Cenâzesi oğlu Melikşah ve hanedan üyeleri ile birlikte Merv’e götürülerek Çağrı Bey’in yanına defnedilmiştir. 148 Sibt, s. 183. 149 A.g.e., s. 184. 150 Urfalı Mateos, Vekayiname ve Papaz Grigor’un Zeyli, Hrant D. Anderson, TKK, Ankara, 2000, s. 145-146. Sultan Alparslan’ın öldürülmesinde kaynaklarda birbirini tutmayan açıklamalar vardır. Metinde verdiğimiz Sibt İbnü’l-Cevzi’nin aktarmasına göre olay yukarıda olduğu gibi cereyan etmiştir. Mateos bu kişinin bir Kürt olduğunu kaydetmektedir. Aynı kaynakta öldürüleceğini anlayan Yusuf ’un akşam çocukları sultanın eline geçmesin diye iki keskin bıçakla onları öldürdüğü, ertesi gün çizmelerinin içine sakladığı iki bıçakla af dilemek için sultanın katına çıktığı ve onu üç yerinden bıçakladığı yazmaktadır. Osman Turan İskenderiye Patrikleri Tarihi adlı bir kaynağa dayanarak kale muhafızı Yusuf Harezmi’nin aslının Deylemli bir Batıni (Turan, Selçuklular, s. 147) olduğunu, olayın mutlak Karahanlılara dayandığını ve siyasî olduğunu ifâde etmektedir. Eğer gerçekten Deylemli ise mutlak Batınidir. İster Kürt ister Deylemî olsun olayın siyasî boyutu varsa mutlaka Karahanlı Hükümdarı Nasr’a dayanmaktadır. İbni Kalani’si de Yusuf ’u mutasavvıf zahid elbisesi giymiş bir Batıni olarak tarif etmektedir (Cevzi, s. 184). 151 Turan, Selçuklular, s. 134. 63

Sultan Alparslan’ın vasiyetine göre yerine oğlu Melikşah’ın getirilmesi ve vezaret makamında Nizamü’l-Mülk’ün kalması isteniyordu.152 Vasiyet yerine getirilerek Melikşah sultan ilân edildi. Sultan Alparslan belki Türk tarihinin en dindar hükümdarıdır.153 Bir sefere çıkarken kendi ifâdesi ile “Dâima Tanrı’dan yardım dilerim” dermiş. “Biz bu ülkeleri silah kuvvetiyle aldık. Temiz Müslümanlarız ve bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı.”154 sözleri pek önemlidir. Alparslan Bağdat’a hiç gitmemiştir fakat amcası Tuğrul zamanında Nişabur’da yaptırılan Nizamiye Medresesi geleneği hilâfet merkezinde de sürdürülmüş ve devrin büyük alimleri olan Şirazi, Gazali, Şâşi bu medreselerde görevlendirilmiştir. Sultan Tuğrul İran’ı Türkmenleştirirken Alparslan daha fazla Anadolu’ya ehemmiyet vermiş ve hiçbir şekilde anayurt Türkistan’ı ihmal etmeyerek canını da burada vermiştir. Öldüğünde imparatorluğun her tarafında yas tutulmuş ve eski adetler üzere kadınlar başlarını yolmuşlardır. Sultan Melikşah kısmen oturmuş bir Ortadoğu ve Anadolu ve tam oturmuş bir İran ile hilâfet merkezi, buna karşılık babasının bir suikast sonucu öldürülmesi ile sonuçlanan karışık bir Maveraünnehir devralmıştır. Selçuklu’nun Türkmen unsuru tıpkı tahterevalli gibi sürekli dalgalanıyor ve bu sallantılar sürekli kavga, savaş ve bunalım yaratıyordu. Bilhassa İran ile Turan arasındaki bu gidiş gelişler sürekli olarak toplumda kargaşalıklar yaratıyordu. Tuğrul Bey gibi Alparslan da bu sıkıntıları yaşadı. Sultanların “Yer ve yurd tutmak bilinci”155 aşîret yapısının önüne geçemiyor ve insanlar belli yerlere tutturulamıyordu. Melikşah 20 yaşlarındaydı fakat onun devlet idâresindeki tecrübesizliği Nizamü’l-Mülk gibi bir vezirle telafi edilebiliyordu. Yeni sultan ilk olarak saltanat iddiasına heves eden 152 153 154 155

Vasiyetname için, Cevzi, s. 184. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, M. Altay Köymen, TTK, Ankara, 1999, s. 116. Turan, Selçuklular, s. 149. Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, DTCF, Ankara, 1975, s. 32. 64

amcası Kavurd Bey’i tenkil etti ve kendi yayının kirişi ile boğdurdu.156 Karahanlılar ve şimdi de Gazneliler Selçuklu hudutlarına tecavüz ediyorlardı. Nasr, Tirmiz ve Belh bölgesini işgal etmişti. Daha evvel Karahanlılara yenilen Ayaz yine 10.000 askerle gittiği Maveraünnehir’de bir daha Nasr’a yenildi. Askerlerin çoğu Ceyhun Nehri’nde boğuldu. Gazneliler Toharistan’ı istilâ ile sultanın amcasını da esir etmişlerdi. Melikşah önce bunların üzerine yürüdü, af dilediler, ardından Nasr da işgal ettiği yerlerden çekilerek iş savaşmadan tatlıya bağlandı. Melikşah Horasan üzerinden tekrar babasının izini takip ederek Türkistan’dan Anadolu-Suriye-Kafkasya-Antakya’ya kadar gaza yaptı. Melikşah bu seferler dönüşünde hilâfet merkezi Bağdat’a geldi ve coşkun tezahüratla karşılandı, davul ve boru sesleri şehri inletti. Sultan, vezir ve erkan İmam-ı Azam türbesini ziyaret ederek burada Hanefîlere mahsus bir medrese yapılması emrini verdi. Hz. Ali, Hüseyin ve Cafer’in türbelerini de ziyaret ederek hayırda bulundu, Alevîlerin verdiği çok büyük bir ziyafette muhtaçlara 20 bin dinar para dağıtıldı. Bağdat’ta önemli hadiselerden biri de Melikşah’ın kızı Mahmelek Hatun’un Halife Muktedi ile evlendirilmesidir. Bu düğüne Türkistan’dan davetliler, zamanın devlet adamları iştirak etmiştir. Tamamen Türk adetleri ve usullerine göre yapılan düğün kaynaklarda sayfalar dolusu methiyelerle anlatılmıştır.157 Gelinin çeyizi 130 deveye yüklenmiş; sadece elbiselerini 74 katır taşımış, gelinin 200 cariyesi bile arkasından getirilmiştir.158 Sultan Melikşah, babasının ve dedesinin tersine, Türkistan ile çok ilgili bir sultandı. Karahanlılar bir mesele olarak devam ediyordu, Melikşah’ın eşi Terken Hatun bir Karahanlı prensi ve Ahmed Han Karahan da onun yeğeni idi. Sultan üzerinde çok etkili olan bu hatuna rağmen Türkistan’daki huzursuzluklar onu çok meşgûl ediyordu. Bu sebeple Melikşah 1088 yılının Temmuz ayında Maveraünnehir’e bir sefer düzenleyerek evvelâ Buhara’yı 156 Sibt, s. 191. 157 A.g.e., s. 245. 158 Osman Turan, a.g.e., s. 162. 65

kuşattı, burayı teslim alarak Semerkant’a hareket etti ve burada da sükuneti sağladı. Yakalattığı Ahmed Han’ı öldürmeyip İsfahan’a gönderdi. Semekkant’tan sonra Kaşgar’a ilerledi, Doğu Karahanlılar Fergana Özkend’de hükümdarın hutbe ve sikkelerde adının zikrini kabul edince Türkistan’da kısmen huzuru sağlamış olarak Horasan’a indi. Aynı anda Nizamü’l-Mülk, Kaşgar’a kadar sultanın bıraktığı hareketi sürdürdü ve Maveraünnehiri tamamen itaat altına aldı. Fakat onlar İran’a döndükten sonra Çiğil ve Yağmalar başkaldırmış ve burada bulunan Selçuklu valisi Harezm’e kaçmak zorunda kalmıştı. İsyancılar sultan sofrasında kendilerine yer verilmediğini, iyi-kötü günlerde Oğuz geleneklerinin uygulanmadığını iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Melikşah yeniden Türkistan’a dönerek isyancıları itaate aldı ve ikinci seferde Semarkant’ta idâreyi tamamen yeniledi. Nizamü’l-Mülk’e göre artık “Dünya temizlenmiştir. Hiçbir yerde mukavemet edecek bir düşman ve muhalif yoktur.”159 Alparslan’dan Melikşah’a miras kalan ve Selçuklu Devleti’ne çok büyük hizmetler eden Fars asıllı vezir Nizamü’l-Mülk’ ün hanedanın çok üzerine çıkan bir nüfûzu vardı. Ailesinin önlenemez yükselişi de halk tarafından iyi karşılanmıyordu. Sultan birçok defalar kendisini ikaz etmiş, buna karşılık Nizamü’l-Mülk, “Devlete ortak olduğumu henüz bilmiyor musun? Bu vezirlik diviti ve arık senin tacın ile o derece bağlıdır ki diviti aldıktan sonra tac da kalmaz gider.”160 demiştir. Siyasetname’nin satır aralarında da benzer ifâdeler bulunmaktadır. İşte 1092 yılında cereyan eden bu hadiseden sonra Nizamü’l-Mülk’e arzuhal vermek için huzuruna çıkan Deylemî bir Batınî tarafından öldürüldü. Kaynaklara göre Melikşah, Bağdat’ta bulunduğu bu sıralarda vezirinin öldürülmesine çok üzülmüştür. Terken Hatun Nizamü’l-Mülk’ü hiç sevmiyor ve Berkyaruk yerine kendi oğlunu veliâht yapmak istiyordu. Melikşah ise kızı ve Halife Muktedi’den olma torununun sultan olmasını, böylece saltanat ve 159 Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, s. 120. 160 Osman Turan, Selçuklular, s. 171. 66

hilâfeti birleştirmek istiyordu. Lakin halife bunu istemiyordu. Bu sebeple Melikşah halifeye rest çekerek Bağdat’ı terketmesini istedi. On gün mühlet isteyen halifeye bu müsaade verildi ama bu zaman dolmadan, dokuzuncu gün Melikşah Bağdat’ta zehirlenerek öldürüldü. Urfalı Mateos’a göre, Karahan asıllı Terken Hatun sultana zehir içirerek ona kıymıştır;161 hatta Cevzi ve Farac’ın162 iddialarına bakılırsa bu zehirleme işi sultanın kölesi Hurdak vasıtasıyla yapılmıştır. Mateos mütercimlerinden Edouard Dulaurer’in, Vekayiname’ye yazdığı dipnota göre,163 halife ile münakaşalarından sonra Sultan Melikşah şiddetli bir hummaya tutulmuş ve Aralık 1092 tarihinde ölmüştür. Babası Alparslan gibi 42-43 yaşlarında fani aleme göç eden Melikşah’tan sonra Terken Hatun idâreyi ele almış ve beş yaşındaki oğlu Mahmud’u sultan ilân ettirmiştir. Buna karşılık Melikşah’ın büyük oğlu Berkyaruk aynı zamanda Nizamü’l-Mülk’e bağlı gulamlar tarafından tahta çıkarılmış ve sonra ikisi arasında bir anlaşma sağlanarak, İsfahan ve Fars eyâletleri Mahmud’a, geri kalan yerler ise Berkyaruk’a verilmiştir. Bu hadiseden sonra Bağdat’a gelen Berkyaruk Halife Muktedi Biemrillah tarafından Rükneddin lakabı ile sultan ilân edilmiştir.164 Melikşah’ın cenâzesi, her ne kadar Mateos’da Merv’e götürülüp babasının yanına defnedildi deniliyorsa da,165 Tarihi Güzide yazarı Hamdullah Mustavfi’ye göre İsfahan-Kerran mahallindeki türbeye defnedilmiştir. İbni Halikkan ve Mecmuatü’l Tevarih’i kaynak olarak kullanan Osman Turan da aynı düzeltmeyi işaret etmiştir.166 Sultan Melikşah babası Alparslan ve büyük amcası Tuğrul gibi çok çaplı bir hükümdar, kişiliği ve dünya görüşü sağlam bir sultandı. 400 bini atlı 700 bin kişilik bir orduya sahipti.167 Kaşgar’dan Rum’a, Harezm’den Kudüs’e kadar ülkelerin gerçek 161 162 163 164 165 166 167

Mateos, s. 178. Turan, s. 172. Vekayiname, s. 178/173. Merçil, Selçuklular, s. 370. A.g.e., s. 179. Turan, s. 173/65. Siyasetname, s. 120. 67

sahibiydi. Zamanında İran tamamen Türkmenleştirilmiş ve tam anlamı ile bir vatan hâline gelmişti. Onun döneminde Deylemlilerden başka İran’da muhalif kalmamıştı. Ne yazık ki babasından miras kalan Türkistan hadiseleri durmak bilmiyordu. Devletin ağırlığı İran’da olunca sık sık baş gösteren Türkmenler ve Karlukların isyanlarının önüne geçilemiyordu. Kendisi İran edebiyatı ve Şiîrine pek meraklıydı. Fakat her halükarda saray, ordu ve millet dili olan Türkçe’den vazgeçmemesi sebebiyle İranlı devlet adamları da Türkçe öğrenmek zorunda kalmışlardı. Bu devirdeki en büyük mahsur, halifelik de dahil vezaret makamının hep İran kökenlilerden oluşudur.168 Bu hususa ileride temas edeceğiz. c) Çöküşü Sultan Melikşah daha öldüğü gün devlet ikiye bölünmüştü. Anadolu ve Suriye’de Kutalmış’ın oğlu Süleyman, Büyük Selçuklulardan ayrı İznik başkent olmak üzere bir devlet kurmuştu. Haçlılar ise Anadolu kapılarına gelip dayanmıştı. Böylece devlet fiilen üç parçaya bölünmüş ve devasa imparatorluk bir anda inkıraz devrine girmişti. Suriye ve Irak’ta da ayrı idâreler teşekkül etmeye başlamıştı. Bağdat’ta Terken Hatun sultan gibi haraket ediyor, Muktedi’nin Türk anadan doğma oğlu Cafer’i halifeye veliâht ve Mahmud’u da birleşik Selçukîlerin tek sultanı yapmak istiyordu. Bu amaçla Terken 12.000 kişilik bir ordu kurmuş, kumandanları devlet adamlarının isteğine göre tayin ettirmiş, hazineleri boşaltarak 20 milyon altın dinarı askerlere dağıttırmıştı.169 Böylece önceden anlaşma sağlanmış olmasına rağmen Mahmud adına Terken Hatun, Berkyaruk ile fiili mücadeleye başlamış oluyordu. Terken Hatun Suriye’de bulunan Melikşah’ın kardeşi ve Berkyaruk’un amcası Tutuş’u Rey’e çağırdı, fakat Tutuş varmadan Terken Hatun bir suikast sonucu öldürüldü. Bunun üzerine 1092’de taht kavgası iyice kızıştı ve Rey civarında yapılan savaşta çok kan aktı. Birçok emir ve 168 Aydın Taner, Türk Devlet Geleneği, s. 114. 169 Turan, s. 177. 68

kumandanın Berkyaruk tarafına geçmesi sebebiyle Tutuş ağır bir mağlubiyete uğradı ve böylece Terken Hatun’un koşusuna gelmeyi kendisi ve kumandanları canları ile ödediler. Türkistan ve Horasan’da da başına buyruk teşebbüsler artmıştı. Horasan İran Türkmenliği’nin yarısından fazlasını teşkil ediyordu. Burada da Amca Arslan Argun vaziyete hâkim olmuştu. Sultan ona karşı diğer amcası Böribars’a destek verdi ve Argun öldürüldü. Berkyaruk küçük kardeşi Sencer’i Merv merkez olmak üzere Horasan Meliki tayin etti. Kıpçak ağırlıklı Harezm’e de kendilerinden Koçkaroğlu Ekinci adlı biri vali tayin edildi. Karahanlılar Melikşah zamanında olduğu gibi tabiyetlerini tekrarlamış, Gazneliler ise Sencer tarafından bertaraf edilmiştir.170 Mısır Şiî Fatimî Halifeliği orduları Akdeniz sahillerine kadar çıkarak Filistin’i ele geçirmiş Sünnî İslâm davasına karşı duruyorlardı. Ne yazık ki Anadolu ve Suriye Selçukları, Büyük Selçuklulardan tamamen ayrılmış ve tek başlarına canlarının derdine düşerek Haçlıları göğüslemişlerdi. Berkyaruk’un evvelce Gence Melikliği’ne tayin ettiği kardeşi Mehmed Tapar’la da meselesi vardı. Çünkü Tapar daha evvel Terken Hatun emirleri ile hareket etmişti. Birçok emir şimdi de Mehmed Tapar’ın saflarına geçmişti. Berkyaruk onu Hemedan civarında ciddi bir yenilgiye uğratınca Tapar bu sefer kardeşi Sencer’in yanına gitti. Berkyaruk 100 bin kişilik bir ordu ile Bağdat’a gelmişti ki Sencer ve Mehmed Tapar da buraya geldiler. Burada tekrar bir anlaşmaya varıldı ise de Mehmed Tapar yeniden anlaşmayı bozdu, fakat kardeşi tarafından ikna edildi. Azerbaycan’dan Suriye’ye kadar Tapar’a bırakılıyordu; böylece devlet üç ayrı idâreye bölünmüş oluyordu. Berkyaruk hastalıklı olduğu için Aralık 1104’te eceli ile 26 yaşında öldü, böylece meydan tekrar Mehmed Tapar’a kalmış oldu. Mehmed Tapar Selçuklu ülkesinde tam bir terör estirerek yeğeni Melikşah’ı öldürtüp Bağdat’a geçti ve burada yeni tayinler yaparak kendini sultan ilân ettirdi. Suriye’den sonra Musul’a kadar hâkim olmuştu. Bu sırada Mehmed Tapar Deylem Batınîlerine 170 A.g.e., s. 178. 69

karşı başarılı savaşlar yaptı. Sultanın Bağdat’ta bulunduğu sırada Hille’nin Arap Emiri Şiî Mezeyyed’in üzerine yürüdü. Bu sırada Bağdat’ta Şiîler pek kuvvetlenmiş, bunlara birçok Türkmen Bey’i de katılmıştı. 50.000 kişilik bir ordu ile Arap Şiî Emir tenkil edilerek öldürüldü. Mehmed Tapar, Hasan Sabbah171 ve Batınîlere karşı çok zorlu bir mücadele vermiştir. 1107’de İsfahan yakınlarındaki Şahdiz Kalesi’ne yerleşen Batınî dervişlerini kaleyi tahrip ederek ortadan kaldırmış, 1117’de Hasan Sabbah’ın da içinde bulunduğu, fevkalade tahkim edilmiş, Alamut Kalesi’ne mühim bir kuvvet göndermiş ancak birtakım ihanetler sonucu başarı sağlayacağı sırada 1118’de eceli ile ölmüştür. Kardeşi Sencer’i daha evvelden Batınîlere karşı cihada memur etmişti. Mehmed Tapar’ın ölümü üzerine Horasan’da bulunan kardeşi Sencer sultanlığını ilân etti. Bağdat’ta yeğeni Mahmud’u meşru hükümdar olarak tanıdı ve kendisini de Sultanü’l Âzam ilân etti. Böylece devlet yine Irak, Anadolu, İran-Turan olmak 171 Hasan Sabbâh; Selçuklu Hanedanı ve devlet adamları ile İran Türkmenliği’nin bir numaralı düşmanıdır. Müfrit Şiî görüş ve inançlara sahip olan bu şahıs İran’da İmamiye (12 İmam) Şiası’nın merkezi olan Kum şehrinde 1053-54 yıllarında doğduğu rivayet edilmektedir (Abdulkerim Özaydın, Hasan Sabbâh, DİA, C. 16, Ankara, 1997, s. 349). Cüveynî’ye göre (Alaeddin Ata Melik Cüveynî, Tarihi Cihangüşa, Mürsel Öztürk, Kül. Bak. Ankara, 1998, s. 534) Güney Yemen’de Himeyr kabilesine mensup Arap asıllıdır. Babası Yemen’den Kufe’ye oradan Kum’a ve daha sonra da Rey’e gelmiştir. Sabbah’ın Selçuklu Veziri Nizamü’l-Mülk ve Ömer Hayyam’ın Nişabur medresesinden okul arkadaşları olduğu doğru değildir. Çünkü aralarında 30-37 yaş fark vardır. Gençliğinde tesadüfen karşılaştığı bir Fatimî daîsinden etkilenerek İsmailîye Mezhebi’ne girmiştir. Onun tavsiyesi ile Mısır’a gitmiş rivayete göre zamanın Fatimî Halifesi’ne vekil tayin edilmiştir. Israrla Halife Mustansır’ın büyük oğlu Nizar’ın halife olmasını istediği için İran’a döndüğü zaman Nizari İsmailîye’nin veya kısaca Nizarilik kurucusu addedilmiştir. Bir süre Nizamü’l-Mülk’ün yanında çalışmış, ancak onun makamına göz dikince 4 Eylül 1090’da Gilan-Mazenderan-Deylem dağlık bölgesinde Alamut Kalesi’ne yerleşerek devletini kurmuş, zamanla taraftarları artarak bir “fedai-fidai” örgütü kurmuştur. Taraftarları sürekli olarak uyuşturucu aldığı için bunlara Haşhaşiler de denmektedir. Toplu ve münferit katliamlar yapmak, devlet adamlarına suikastlar tertiplemekle tanınmış, zamanla kale devletçilikleri şeklinde Suriye’ye kadar yayılan bu örgüt 166 yıl yaşamıştır. (Geniş bilgi için bkz: Farhat Daftaray, İsmailîler, Doruk Yay., İstanbul, 2005.) 70

üzere üç parça hâline geldi. Sultan Sencer’in Horasan Meliklik dönemi 21 yıl, sultanlık dönemi 39 yıl sürmüştür. Anadolu-Irak-Suriye ayrı Selçuk devletleri olunca Sencer bütün yüzünü Horasan’dan İran ve Turan’a çevirmiştir. Onun zamanında İslâm ülkeleri tam bir huzur bulmuştur, belki son defa olarak Oğuzlar ana yurtlarına yüklenmişler hatta daha ötelere kadar gitmişlerdir. Bu sebeple zamanın tarihçileri haklı olarak Sencer’i, Tuğrul-Alparslan-Melikşah kadar büyük ve çaplı Selçuk hükümdarlarından saymışlardır. Fakat uzun saltanat döneminde birçok başarı ve kahramanlıklara imza atmasına rağmen şansının pek yaver gittiği söylenemez. Osman Turan’ın tespitlerine göre Sultan Sencer İslâm dünyasının kaderini etkileyecek doğu, yani Turan kavimlerine karşı eski Selçuklu yurdu Cend-Mankışlak uçlarında üsler kurmuş, onlara karşı kazanmış olduğu zaferlerle yeni yurtları ve Müslümanları koruma altına almış, Kıpçaklara imkan vererek onların Kafkasları aşıp atlı arabalarla Tuna Nehri’ne kadar yayılmalarını sağlamıştır.172 Sultan Sencer daha saltanatının başından itibaren Oğuz dünyasında sözü geçen ve kendisine hürmet edilen bir hükümdar olmayı başarmış, Anadolu-Irak-Suriye ve Azerbaycan’da faaliyet gösteren Selçuk menşeli devlet adamları ve Atabeylere her zaman yardım etmiştir. Gerçekten Cend ve Mankışlak’ta Şaman Türk ve Moğol kavimlerini göğüslemekle, ileride Cengiz Han ile gerçekleşecek tahribatı en az yüz yıl ileriye atmıştır. Özellikle Moğol Karahıtayların saldırıları ve tazyikleri tacizin çok üzerinde bir seviyeye çıkmıştı, eğer bu saldırılar göğüslenmemiş olsaydı bir anda İran’ın altını üstüne getirmeleri işten bile değildi. Sultan Sencer bunlara karşı aldığı tedbirlerle bir set oluşturmuştur. Bağdat halifesine 1133 tarihinde gönderdiği bir mektubunda Çin ve Hint hudutlarında hükümdarları itaat altına aldığını, Cend havalisinde kafirleri kılıçtan geçirdiğini, bu işler için 700.000 dinar masraf ettiğini ifâde ederek, “Tanrı bu dünyayı bizim tasarrufumuza ve emanetimize tevdi 172 Osman Turan, Selçuklular, s. 188. 71

eyledi, biz cihan padişahlığını cihan padişahı babamızdan ve verdiği sancak ile halifenin dedesinden aldık.”173 demiştir. 1130-1140 yılları arasında Karahıtayların Selçuklu metbuu Karahanlılar üzerindeki tazyiki şiddetlendi. Bazı Karluk, Kanglı ve Oğuzlar Semerkant Şiîlerinin de desteği ile Türkistan tarafından sıkıştırılınca Karahanlılar Karahıtaylar karşısında güçsüz kaldılar ve Hocend civarında Karahanlı Hükümdarı Mahmud’u mağlup ettiler. Bunun üzerine Sultan Sencer 100.000 kişilik bir ordu ile Karahanlılara yardım için Karluklar üzerine yürüdü. Karluklar af diledilerse de Sencer kabul etmedi. Bunun üzerine onlar da yardım için Karahıtay hükümdarı Gürhan’a başvurdular. Karahıtaylılar Kaşgar yakınlarında büyük bir yenilgiye uğradılar ve 30.000 kayıp verdiler. Sultan, Harezm’e geçince Karahıtayların yeniden saldırısı başladı. Harezmşah Atsız isyanını feci şekilde bastıran Sencer bu sefer 300.000 kişilik bir ordu ile yeniden Maveraünnehir’e hareket etti. Birtakım Oğuz beyleri de Karahıtay ve Yağmaların hükümdarı olan Gürhan’ı tahrik ettiler. Hatta istiklal ümidi ile metbuu Atsız da aynı tutum içine girdi. Böylece tarafları da Türk olan, iki ordu Semerkant civarındaki Katvan’da 10 Eylül 1141’de birbirine girdiler.174 Sultan Sencer’in kendine güveni fayda vermedi ve Karluk-Karahıtay ortaklığı Sencer’in Selçuklu ordusunu bozguna uğrattı. Bu sefer Selçuklu ordusu 30.000 kayıp vermiş, hatta Sencer’in zevcesi Terken Hatun175 ile birçok emir de esir düşmüştü. Sencer Sistan emirinin tavassutu ile eşini esaretten kurtardı ve maiyetindeki 300 kişi ile Belh istikametine çekildi. Yanlarından geçmek zorunda kaldıkları Gürhan onu tanıdığı halde yakalatmadı ve kaçmasına müsaade etti.176 Katvan bozgunu Sultan Sencer’in olduğu kadar Selçukluların da sonunu hazırladı. Çünkü Maveraünnehir’in Ceyhun kuzey ve doğusu tamamen elden çıkmış, bugün Doğu Türkistan 173 174 175 176

A.g.e., s. 189. Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 218; Turan, s. 191. Karahanlı Prenseslerine Terken deniyordu. Merçil, s. 219. 72

dediğimiz Kaşgar ülkeleri Karahıtayların eline geçmişti. Karahıtaylılar bir Moğol kavmi olmakla beraber ordu büyük ölçüde Oğuz, Karluk, Kangılı ve Yağmalardan meydana geliyordu. Hıtaylar daha evvelki asırlarda çok tanınmamakla beraber hükmettikleri insan unsuru tamamen Göktürk oluşumuna iştirak etmiş, yazıtlarda belirtildiği üzere zaman zaman huysuzluk yapmış Türk asıllı kavimlerdir. Bunların Türkmenlerden farklı tarafı Müslüman olmayışları ve Şaman, Budist veya başka putperest inançlara bağlı olmalarıdır. Karahıtaylar tamamen feodal bir unsur olup savaşçılığın dışında marifetleri yoktur. Bu sebeple Maveraünnehir’de mevcut idârelere dokunmamış sadece hane başına bir dinar vergi koymakla yetinmişlerdir. Karahanlılar ve diğer feodal idârelere de hiç karışmamışlardır. Bir anlamda bu manzara en baştaki Oğuz Yabgu idâresini andırıyor ve tam anlamıyla bir geriye dönüşü ve Türkistan ile Turan’ın çehresini değiştiren İslâm medeniyetinin ortadan kaldırılma anlamını taşıyordu. Artık Selçuklu ve İslâm medeniyetinin şarklı ve yine Türk ağırlıklı unsurlar tarafından çiğnenmesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Selçuklulardan ayrılmak isteyen Harezm ve genel olarak Oğuzlarda Selçuklu’nun yenilmezliği inancı kesinlikle ortadan kalkmış, idâreden ve düzenden öteden beri pek hoşlanmayan Oğuzlar da yüz bulmuştur. Sultan Sencer ordusunu tamamen kaybetmişti, çünkü zayiat çok fazlaydı. Fakat yine de kısa sürede kendini toparladı ve 1143’te isyan edip istiklal ilân eden Harezm üzerine yürüyerek Atsız’ı itaat altına aldı. Atsız Merv’e saldırmış ve Selçuklu hazinelerini bile boşaltmıştı. Selçuklulara bağlı din adamlarının çoğu Atsız tarafından öldürülmüştü. Bu arada Horasan’da bugün Afgan denen Gorlular, Müslüman olmuş ve önderleri Firuz-kûh kendilerine yardım eden birtakım Oğuz unsurlarla saltanat ilân etmiş, fakat Sencer bunların da üzerine yürüyerek Atsız gibi onları da itaat altına almıştı. Sultan Sencer kısa sürede kendini ve devleti toparladı, Türkistan ve Turan hariç geriye kalan yerlerde durum iyiye gitmişti, İran’da Türkmenlik tam anlamı ile oturmuştu. Doğuda Karahıtay 73

sıkıştırması Maverünnehri de tazyik altına almış Horasan ve İran bozkırlarına korkunç bir muhaceret başlamıştı. Bu Oğuz göçü ise gittiği yerlerin de disiplinini ve devlet idâresini bozuyordu. Dâima hareket hâlinde olan Oğuzlar, 1143 yılında Karahıtaylara tabii olarak Buhara’yı idâre eden Türk asıllı Alptekin üzerine saldırdılar, ancak tenkil edilerek Belh taraflarına doğru sürüldüler. Buralarda daha Göktürkler zamanında gelen Oğuzlar da bulunmaktaydı. Belh ve Horasan’ın diğer şehirlerindeki Kalaç veya Halaçlar da evvelce gelmiş olan önce Samanoğulları sonra da Gaznelilere tabii olarak yaşayan Oğuzlardı. Karlukların baskıları ile bir kısım Oğuzlar da Orhun havalisinden ayrılarak Talas ve Tokmak havalisine gelmişlerdir. Gerdizi’nin görüşlerini nakleden Osman Turan Yağmaların Uygurlardan kaçıp Karluklar veya Halaçların arasına geldiklerini, Halaçların Toharistan’da Haytallar ile dost olarak karıştıkları hadiselerinin akislerini anlatmaktadır.177 İleriki bölümlerde sosyal yönden inceleyeceğimiz Oğuzlar yazıtlarda da konu edildiği gibi daha Göktürkler devrinden itibaren tamamen feodal bir anlayışla düzene uymamışlar ve dâima başa güreşmişlerdir. Karahanlı ve Gazneliler sonra da imparatorluk devri Selçuklular zamanında hiçbir şekilde disipline olmamışlardır. Önce devlet teşkiline iştirak ediyorlar fakat kısa süre sonra başkaldırıyorlardı. Bunlar eski yurtlarını boşalttıkları için evvelâ bir insan yoğunluğu oluştuğu ve bunların en başta otlak meselesi yüzünden birbirleri ile didiştikleri görülmektedir. Türkistan devletlerinde Oğuzlardan devlet kurucu ve komutan dışında bürokrat çıkmaması sebebiyle çoğu zaman bu huzursuzluklar kendilerinden olmayan Gulamlar veya Mültezimlere tepki şeklinde de ortaya çıkmaktaydı. Sultan Sencer bunlardan teşkil eden küçük beylikleri boy beyleri ve şahneler vasıtasıyla idâre ediyor, vergi topluyor ve asker alıyordu. Çoğu zaman merkezden gönderilen bu kişilerin özellikle kendilerini iyi tanıyan ve kendilerinden olan birisi olmasına dikkat ediliyordu. 177 Turan, Selçuklular, s. 194. 74

Bu küçük beylikler Ravendi’ye göre Ra’iyyet-i hass-i sultan”178 adı altında doğrudan sultana bağlı idiler. Karahıtaylar tarafından sıkıştırılınca Horasan istikametine inen bu Oğuzlar orada da problem çıkardılar ve Belh valisi Kumaç’a saldırarak ordusunu mağlup ettiler. Bunun üzerine Sultan Sencer 100.000 kişilik bir ordu179 ile Mart-Nisan 1153’te onların üzerine yürüdü. Geriden gelenler hariç 40.000 hane olduğu kaynaklarda vurgulanan Oğuzların ekonomik durumları gayet iyi idi. Sencer’den af dileyerek, bağışlanmaları için 100 veya 200 bin dinar para, 50 bin at ve deve, 100 köle vermek istediler. Fakat özellikle Sencer’in emirleri bu teklifin kabulüne karşı çıktılar ve Oğuzların üzerine saldırdılar. Belh sınırları içerisinde bir boğazda sıkıştırılan Oğuzlar ne yazık ki Selçuklu ordusunu elim bir bozguna uğratarak sultan ve emirlerini esir aldılar ve zaten kinli oldukları emirlerin boyunlarını vurdular. Sultan Sencer’e yine eskisi gibi çok izzet ve ikramla sultan olarak muamele ettiler. Üstelik Sencer huzurunda af dilediler, yer öptüler ve “Biz senin kullarınız, sana itaatten ayrılmayız, iyi biliyoruz ki bizimle savaşa zorla itildin. Sen sultansın biz ise kullarız.”180 dediler. Feci vaziyet karşısında çok geçmeden Süleyman Şah imdada yetişmiş, başta muvaffakiyet elde etmişse de Merv önlerinde bozguna uğramıştır, Oğuzlar burayı yağma ve talan etmişlerdir. Emniyet tedbirleri fevkaladedir, Sencer geceleri de kafese konmaktadır. Bu sebeple esaretten kurtulması bir hayli zordu. Oğuzlar Merv’de onu tahttan azlettiler ve 1154’te Tus-Meşhed üzerine yürüyerek mamur İran Türkmenliği’nin zenginliklerini yağmaladılar. Karahanlı hükümdarı Arslan Han adına hutbe okutmaya başladılar.181 Hanedandan Irak Selçukî Sultanı Mahmud Oğuzlara karşı mücadele etti ise de bir başarı sağlayamadı ve bunun üzerine bir hayli kuvvetlenmiş ve istiklal ilân etmiş olan Harezmşah 178 Süleyman er-Ravendi, Râhat-üs-Südûr ve Ayet-üs-Sürûr, C. 2, TTK, Ankara, 1999, s. 344; Turan, s. 194. 179 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 224. 180 A.g.e., s. 224. 181 A.g.e., s. 224. 75

Atsız’dan yardım istemek zorunda kaldılar. Ancak bu birliktelik sonucu oluşan baskıdan emniyet tedbirleri biraz gevşetilince Sultan Sencer bir fırsattan istifade ederek kaçmak suretiyle esaretten ancak üçüncü yıl sonunda Nisan 1156’da kurtulabildi. Oğuz isyanı Türk tarihinde Oğuzlar etnik ve içtimai durumlarını dışa vuran çok elim bir hadisedir. Katvan bozgunundan sonra manen çöken Sencer Oğuzlar hadisesinde bir kat daha azmini kaybetmişti. Bu sebeple devleti yeniden diriltmek için fazla bir şey yaptığına dair önemli bir kayıt yoktur. Nihayet bu büyük ve muhteşem sultan acılara dayanamayarak 26 Nisan 1157’de 71 yaşında iken, içi boş bir hazine ve harap bir İran-Türkistan-Turan bırakarak eceli ile öldü. Sultan Merv’de sağlığında yaptırdığı Darülahiret adı verilen muhteşem türbesine defnedildi. Sultan Sencer mutlaka, “Heybetli, cömert ve güzel ahlâklı, yumuşak huylu, halka karşı merhametliydi. Bütün ülke onun zamanında güven içindeydi. Bilim adamlarına en çok hürmet ve sevgi gösteren Selçuklu hükümdarlarından biri idi.”182 Sultan özellikle ilme, edebiyata ve sanata çok ilgili ve imarcı bir kişiliğe sahipti. İlim adamlarının hepsine maaş bağlamış ve onları dâima himaye etmiştir. Fakat ne yazık ki onun ölümü ile Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarihe karışıyordu. Kuzeyde Türkistan’dan Kıpçak, doğudan Karahıtay sıkıştırması ile Türkmenler tekmil İran bozkırları ve şehirlerini işgal etmişlerdi. İran’da insan kesafeti Oğuzların kuvvetle lehine olmakla beraber burada da olumsuzluklar devam ediyordu. Fakat çok geçmeden Harezmşah bu boşluğu dolduracak ve ülkeye tamamen sahip olacaktı. Konumuzun dışında olduğunu evvelce de belirttiğimiz gibi Irak-Anadolu-Suriye Selçukluları düzen içinde varlıklarını koruyorlardı. Zamanımızda bile bu ülkelerde Türkmen-Oğuz varlığının korunduğunu görmekteyiz.

182 A.g.e., s. 226. 76

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Göktürk Devleti şüphesiz ki Orta Asya’da Türklerin kurduğu en geniş ve şümullü, aynı zamanda belli bir medeniyet seviyesine ulaşmış bir devlet ve milletten meydana geliyordu. Göktürklere aynı zamanda, hangi boydan olursa olsun bütün Türklerin iştirak ettiği devasa bir organizasyon, tarihte pek az gerçekleşmiş bir Türk boyları ve kavimleri konfederasyonu gözü ile de bakabiliriz.183 Yenisey Yazıtları’nda her boyun oluşturduğu konfedere parçalara Budun184 adı veriliyordu. Demek ki Selçukluların kökünü ve gövdesini oluşturan cemiyet Göktürklerin bir sosyal dilimi idi. Dilim demek zorundayız çünkü Göktürkleri oluşturan diğer Türk kavim ve kabileleri ile Oğuzlar arasında hiçbir bakımdan bir ayrılık sözkonusu değildi. Yenisey Yazıtları’nda Türk adının genel bir ad olması gerekirken, o da diğer Türk boyları gibi Türk Budun-Tabgaç Budun-Kıtay Budun-Oğuz Budun-Kırgız Budun185 diye adlandırılıyordu. Ancak devlet adı Göktürk olunca Türk adı da bunların hepsi için ortak bir ad olarak kullanılmaya başlamıştır. Budunlar kendi aralarında Üç Oğuz-Dokuz Oğuz gibi boylara ayrılırken, boylar da obalardan meydana gelmekteydi. Türk kelimesi daha ziyâde Uygurlar zamanında vurgulu bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır.186 Bunlara ait Yenisey Kitabeleri’ne göre Oğuzlar bu isimle ilk olarak Barlık Irmağı havalisinde görülmüşlerdir. Taşağıl bunun tarihini 627 olarak tespit etmiş, fakat kaynak vermemiştir.187 Siriderya’ya gelmeden önce başka vatanlarda durak yapıp yapmadıkları kesin olarak bilinmiyor, ancak Fadlan ziyaretinde 183 Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 158. 184 Faruk Sümer, Oğuzlar, s. 3. 185 V. Thomsen, Orhun Yazıtları Araştırmaları, Vedat Köken, TDK, Ankara, 2002, s. 129. 186 A.g.e., s. 5. 187 Ahmet Taşagıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, TTK, Ankara, 2004, s. 92. 77

her tarafın feodal topluluklar hâlinde Oğuzlar ile kaplı olduğu belirtiliyor.188 Yenisey Yazıtları ile İbni Fadlan’ın ziyareti arasında 300 yıl gibi bir aralık olduğu düşünülürse Barlık’tan Siriderya’ya gelerek buraları işgal ve istilâ ettileri kolayca anlaşılır. Şüphesiz ki Siriderya Oğuzları tıpkı Göktürkler gibi feodal bir cemiyetti. Ancak yazıtlardaki kültür ve medeniyet seviyesine bakılırsa Siriderya Oğuzlarında böyle bir sosyal tekamül ve medeniyet seviyesini göremiyoruz. Fakat yazıtların mevzuu ile yüzde yüz örtüşen bir durum gözlenmektedir ki o da hâlâ Oğuz Göktürk Cemiyeti’nin sosyal hayattaki ile aynı cemiyet olmasıdır. Savaşçı, oldukça hareketli fakat uzlaşmaz insanlarlardır. Barhold da Oğuzların medeni durumunun farkındadır ki onlar medeniyetçe Karahanlılardan daha aşağı oldukları halde “Milli Türk hayatının özelliklerini daha iyi korumuşlardır.”189 diyor. Siriderya’da ilk Oğuz toplulukları siyasî bir otorite altında yaşamayı batı yönlerinde bulunan Hazar Türk-Musevî Devleti’nden öğrendiler. Çünkü bunlarla yoğun ticari münasebetleri bulunmaktaydı. Hazarlar kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdukları gibi devlet olarak savaş ilân ve idâresinde, yani siyasette de ileri bir seviyede bulunuyorlardı. Yine batıda Harezmliler ile güneyde Samanoğulları da örnek aldıkları cemiyet seviyesini aşmışlardı. Bunlara karşılık Oğuzlar hâlâ iptidai bir feodalizmde kendi aralarında anlaşamıyorlardı. İşte bu sebeplerden ötürü cemiyet olarak genel ve birleşik bir hareket yaratamayan Oğuzlar için Barhold, işte hiçbir zaman siyasî birlik kuramamış olan bu Oğuzların ancak anavatanları dışında başarılı olduklarını ifâde etmektedir.190 Oğuzlar göçebe topluluklar hâlinde yaşıyor ve bila-istisna hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Kışın şehirlere gidenler de bulunuyordu, bunlar çift mekanlılardı; sadece şehirde oturanlar da vardı. Kaşgarlı; Seprem, Karaçuk, Suğnak, Karnak, Sitgün gibi 188 İbni Fadlan, Seyahatname, s. 30. 189 Barhold, Orta Asya, s. 146. 190 Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 138. 78

şehirlerin ahalisinin tamamen Oğuz olduğunu yazmaktadır.191 Fakat Oğuzların kesif bir tarzda şehirleşmeleri ancak Müslüman olduktan sonra gerçekleşmiştir. Kaşgarlı’ya göre şehirleşenler artık savaşa da gitmiyorlardı ve bunlar yatuk yani tembel insanlardı. İbni Fadlan Oğuzlarda bir hanenin 100 bin koyun ve 10 bin at ve devesi bulunduğunu ifâde ediyor. Bu hayvanların eti, sütü ve yağı onların yegane geçim kaynağı idi. Genellikle kendi aralarındaki kavgalar da bu hayvanlar için otlak yüzünden çıkıyordu. Reşidüddin’e göre Oğuzlar 24, Kaşgarlı’ya göre 22 boydan meydana geliyorlardı. Her boyun başında Beğ unvanlı bir asilzade bulunuyordu ve bir tamgası vardı.192 Ebû’l Gazi Bahadır Han ayrıca her boyun simge olarak bir kuş motifi kullandığını yazar,193 Selçuklu Oğuzlarında yani Kınıklarda bu Çakırdoğan’dır. Beğe itaat şarttır, ona karşı gelirsen cemiyette barınamaz ve oba değiştirmek zorunda kalırsın. Kınıkların Göktürklerden sonra mekanı, metinlerde anlatıldığı gibi Cend şehridir ve bu mekan ile bütünleşmişlerdir. Şehirleşmiş olanlar burada yaşamaktadır ve çoğu çift mekanlıdır. Brockkelmann’ın, Oğuzların Cend’in kuzeyinde boy esasına göre bir imparatorluk oluşturdukları194 tezini zamanın ve zamanımızın tarihçileri doğrulamıyor, aksine parçalı cemiyetler hâlinde yaşadıklarını ortaya koyuyorlar. Hatta batıda bulunan Peçenekler bile aynı durumda olup, Türk menşeli olarak devlet oluşumunu gerçekleştiren sadece Hazarlar’dır.195 Aynı gerçeği İbni Fadlan196da doğrulamaktadır. Dolayısıyla Siriderya Oğuzlarına tamamen iptidai ve başıboş bir cemiyet gözü ile bakamazsak da güçlü bir organizasyon olduğunu söylemek mümkün değildir. 191 Sümer, s. 38. 192 Roux, Orta Asya, s. 247. 193 E. Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, M. Ergin, 1001 Temel Eser, İstanbul, 1975, s. 44-52. 194 Carl Brockhelmann, s. 141. 195 Peter Golden, Hazar Çalışmaları, s. 71; Dunlop, s. 21. 196 Fadlan, s. 41. 79

Ayrıntılı bilgilerimiz olmamasına rağmen Kınık Oğuzlarının tabi olduğu Oğuz Yabguları elbette bir devlet konumunda bulunuyordu. Çünkü bir başkanları ve yöneticileri bulunuyor ve bağlı beğler sarayda idâreye kumandan ve idâreci olarak iştirak ediyorlardı. İşte Dukak’ın Yabgular içerisindeki konumu da böyleydi ve oğlu Selçuk Bey sarayda büyümüştü. Bu sebeple Selçuklu ailesinin feodal bir aile olarak ilk siyasî tecrübelerini burada kazandıklarını söyleyebiliriz. Selçuk Bey’in Yabgu’nun hatunu ile senli-benli ve pervasız olduğuna bakılırsa oluşumda büyük ağırlıkları olduğunu da işaret etmek zorundayız. Selçuklu ailesinde Oğuz geleneğinde bulunan başıboş yaşamanın siyasî ideallere dönüşmesi de işte bu şekilde Selçuk Bey’in Yabgu Sarayı’nda yaşadıkları günler ve hatunla kavgalarından da anlaşılmaktadır. Onların Yengikend’den Cend’e taşınmaları da bu siyasî idealler ile ilgilidir. Bu devirde hemen hemen bütün eski ve yeni kaynaklar hususen Selçuklu ailesinin ısrarlı bir şekilde Oğuz gelenekleri ve Türklüğe bağlı olduklarını ortaya koymaktadır. Düşkünlere yardım, misafir ve yabancılara ilgi bugün bile modern cemiyetlerde bulunmayan alışkanlıklar olarak kanunlaşmış vaziyettedir. İbni Fadlan, Oğuzların bir yabancı misafire bütün varlıklarını verecek kadar fedakar olduğunu kaydetmektedir.197 Bu sebeple hâlâ talan peşinde olan Müslüman Araplar ve İranîlerden bir şeyler almak yerine dürüstlük ve fedakarlıkta, Oğuzların Müslümanlara örnek olduğunu rahatlıkla ifâde edebiliriz. Yine Fadlan’ın tespitlerine göre o zaman özellikle İranî unsurlarda yaygın olan erkek sevgilinin bunlar arasında bulunmadığı ve cezasının ölüm olduğunu öğreniyoruz198 ki bu Moğollarda da aynıdır. İşte bu derece sağlam bir cemiyet yapısında eksik olan tek şey İranîlerin iyi hâkim olduğu idâre ve siyasettir. Selçuklu Oğuzları, Cend’in Samanoğulları toprağı olması sebebiyle, şu veya bu şekilde Müslüman olmak zorunda kaldılar. 197 Fadlan, s. 33. 198 A.g.e., s. 34. 80

Bunu ilerideki bahislerde inceleyeceğiz. Yalnız araları çok iyi olmamasına rağmen Karluk prenslerden kız alışverişleri yapmışlardır, bu durum Sultan Sencer’e kadar devam etmiştir. Dolayısıyla hiçbir şekilde kanlarının ve nesillerinin bozulmasını istememişlerdir. Bu kural en azından “Terken” adı verilen ilk hatunlar için geçerlidir, mutlaka onlardaki bu şuur ideal hâline dönüşmüştür. Selçuk Bey Samanoğullarına din değiştirmek için sadece ulak göndermiştir. Bu durum cemiyet ve sosyal hayat olarak onlardan daha muntazam olduklarını gösterir. Usullere göre Müslüman olduktan ve Türkmen adını aldıktan sonra İslâmî kurallara aynı Türklük gibi azami değer vererek bu şuurla hareket etmişlerdir. Hoca Ahmed Yesevî de Samaoğullarının yıkılmasından sonra Buhara’da Yusuf Hemedanî’ye199 intisap ederek İslâmîyeti ondan öğrenmiş, fakat esas mürşidi ve kendisini Hemedanî’ye gönderen Arslan Baba adlı şahıstır. Kaynaklar Arslan Baba’nın henüz Müslümanlığı kabul etmemiş bir Şaman olduğunu ileri sürmektedir.200 Bu devirde Oğuzların kadın veya erkek en çok kullandıkları unvanın Arslan olduğuna bakılırsa onun Oğuz olduğuna hükmetmek gerekir. Ahmed Yesevî için gerçekten zamanında İslâmî kültürün en yüksek olduğu Karahanlılar, yani Karluklara da mensup olduğu söylenebilirse de hayatında Kaşgarlı ve Yusuf Has Hacip izleri ve tanışıklığı görülmemektedir. Halbuki yakın komşuları Karaman Oğuzları ile münasebetlerini Karaman tarihçisi Ş. Tekindağ ortaya koymakta, Zeki Velidi de bunu doğrulamaktadır.201 Her ne kadar menkıbelere göre Yesevî’nin Hazret-i Ali evladından olduğu ortaya konuyorsa da202 bu o zamanın tasavvuf geleneklerindendir. Halbuki Kınıklı Oğuzlar ileYesevî dünyası ve Müslümanlık anlayışları tamamen örtüşmektedir. Bu sebeple gerek düşünceleri ve gerekse yaşadığı bölge bakımından Ahmed 199 Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ, Ankara, 2009, s. 60. 200 Paul Roux, Orta Asya, s. 266. 201 Şahabeddin Tekindağ, Karamanlılar, İA-6, Dok.Tezi, İstanbul, 1977, s. 316; Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1947, s. 27. 202 Köprülü, a.g.e., s. 57. 81

Yesevî’nin Siriderya Oğuzlarından olduğunu ve doğu, uç bölgelerde yaşadığını söylemek çok yanlış değildir. Selçukluların gelişme devri ile Yesevî’nin ilk gençlik yıllarının aynı zamana rast gelmesi onun tasavvuf geleneklerine uygun olarak hayatta iken çok tanınmadığını ortaya koymaktadır. Selçuklu Oğuzlarının Samanoğulları paralelinde Sünnî İslâm inançlara sahip olmalarına, Karahanlılara onların tesiri ve arzuları ile düşmanlık yapmalarına karşılık hiçbir şekilde cemiyet olarak onlardan ayrı olmadıklarını, fakat devlet oluşumunda farklı düşündüklerini görüyoruz. Bertold Spuler de aynı kanaatte olup “Selçuklular, Samanoğulları ve Gaznelileri tam manası ile taklit edemezlerdi”203 diyor. Bu husus inançlar ve hayat tarzı ile cemiyet manasında da doğrudur. Nitekim Arslan Yabgu’nun Samanoğlu’nun kızını alması meselesinde babasının Müslüman olmasına karşılık onun hâlâ eski inançlarda kalmakta ısrar ederek, sözkonusu evliğinin şartı olan Müslüman olmaya yanaşmaması da bize bu gerçeği ispata yeter. Hatta ilerleyen zamanda Gaznelileri gulam olmaları hasebiyle asaletten uzaklaşmış gördükleri ve aşağıladıkları da bize Selçuklu Kınık Oğuzlarının kesinlikle Oğuz ve Türkmen yapısında ısrarlı bir sosyal hayatı tercih ettiklerini ortaya koymaktadır. Gazneliler sanırız bu ezikliğin farkındadırlar, çünkü sürekli olarak Oğuzlardan tedirgin olmuşlardır. Kendileri Türklüğün şuurunda oldukları halde Mahmud da Mesud da böyledir. Horasan’da otlak verdikleri Selçukluları dâima daha evvelden buraya gelip yerleşen mesela Belh Oğuzları ile temas ettirmemeye gayret etmişlerdir. Elbette Oğuz’un yönü baştan beri batıya dönüktür. Bu sebeple Uç-Şuğur bölgelere yerleşmekten imtinâ etmemişlerdir. Gazneliler onlara Gilan-Mazenderan-Deylem gibi Hazar istikametinde yerleşik bulunan Şiî Büveyhîleri hedef göstermişlerdir. Bu temas ve sürtüşmeler sonunda Selçuklu Oğuzlardan Şiîliğe intisab eden bir tek kişi görülmemiştir. Üstelik şimdi Sahra Türkmenleri dediğimiz toprakları Türkmenlere yurt 203 V. V. Bertold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 384. 82

olarak bırakmışlardır. Selçukluların gözü mutlak surette daha ileri bir medeniyet seviyesinde bulunan İran ülkelerine tamamen sahip olmaktaydı. Bu sebeple Deylemlileri yurtlarından kovmakla kalmayarak yavaş yavaş başta Nişabur olmak üzere Horasan şehirlerini ele geçirerek İran ile Turan’ın irtibatını kesmişlerdir. siyasî varlığı ortadan kalkan Samanoğullarının zamanla benlikleri de ortadan kalkmış ve Tacikliğe razı olmak zorunda kalmışlardır. Selçuklular harika bir zeka ile batıya akmadan bugünkü Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya evvelce Çağrı Bey’i göndererek şartları ve medeni üstünlüğü keşfetmişlerdir. Dandanakan galibiyetinden sonra Selçuklu Devleti Tuğrul ve Çağrı kardeşler tarafından Nişabur ve Merv’de iki başkentli olarak teşkilatını tamamlamış, hutbelerde ikisinin de adı okunmaya başlamış, sikkeler de böyle tanzim edilmiştir.204 Bu ikili yönetim bir tesanüd içerisinde ilk olarak onlarda görülüyordu. Samanoğulları ve Gazneliler İranî şehinşah unvanını kullanıyorlardı, ilk kesilen sikkelerde bu unvana rastlıyoruz, ama çok sürmeden Selçuklular devlet başkanına karşılık olarak sultan unvanını kullanmaya başladılar. Selçuklular ile birlikte sultan adı sadece yüksek ve bağımsız hükümdarların unvanı olurken bağlı beylikler melik ve şah diye adlandırılıyordu.205 Selçuklu sultanları yükselme devrinden itibaren artık kendilerini Sultan-ı İslâm diye ifâde ediyor ve tıpkı Karahanlılar gibi Afrasayp soyun geldiklerini tekrarlıyorlardı. Selçuklu sultanları ve Oğuzları Büveyhoğullarını ortadan kaldırıp Bağdat’a hâkim olduktan sonra da İran medeniyeti ve yaşayış şekillerine tamamen hâkim Arap kültüründen hiçbir şekilde etkilenmediler. Cemiyet olarak tıpkı Cend’deki gibi tertemiz kaldılar. Çeşitli sebeplerle Bağdat’a daha önce gelen Oğuzlar veya diğer Türk boyları ile kumandanlar gibi Şiî mezhebine ne geçen ne de adet, gelenek, yaşayış tarzında Araplar gibi olan kimse çıktı. Sultanlar dâima halifeleri tebaası gibi gördü ve 204 Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 142. 205 A.g.e., s. 143. 83

büyüklüğü kendilerine has bir kabiliyet ve asalet olarak muhafaza ettiler. Tuğrul Bey zorla denilebilecek bir şekilde halifenin kızını aldı ve yeri geldiğinde sultanlar tarafından ona “Bağdat’ı terk et” bile denildi. Öyle Osmanlı devrinde olduğu gibi Arap’a Kavm-i Necib olarak muamele edip şımartmadı. Sadece dini meselelerle uğraşmalarına ve devlet işlerine karışmamalarına bilhassa özen gösterildi. Çünkü Arap’ın ne derece menfaatine düşkün olduğunu görmüş ve anlamışlardı. Selçuklu Oğuzları daha baştan itibaren bir egemenlik şuuruna sahip bulunuyorlardı. İşin dikkat çekici yanı Türkmen halkta da bu eğilim vardı ve daha evvel de bahsedildiği gibi bu bir şuur hâlindeydi. Osman Turan’a göre bu cihan hâkimiyeti davasıydı.206 Dandanakan’da Çağrı Beğ’in elde ettiği başarılar karşısında “Artık cihan bizimdir” sözleri bu şuurun canlı tezahürüdür.207 Bu olguyu hem halk hem de hanedan seviyesinde bütün katmanlarda yer yer görmek mümkündür. Yani Selçuklu hanedanı cemiyette aynı duyguları bir şuur hâlinde paylaşıyordu. Selçuklulardan kız alan halife ve Arap vüzera da dâima hanım sultanların takibi altında kaldı ve onlara Arap ile İran geleneklerinde olduğu gibi değersiz insanlar muamelesi yapılamadı. Şüphesiz ki halifeler aşırı derece Selçuklu sultanları ve kumandanlarından korkuyorlardı. Arslan Besairi’nin bile halife karşısında konumu böyledir. Abbasî halifeleri kendi menfaatleri ve makamlarından başka hiçbir şeyi düşünmüyorlardı. Selçuklu hâkimiyeti ile şüphesiz ki çeşitli milliyetler Arapların baskı ve eritilme politikalarından kurtularak kendilerine gelmişlerdir. Çünkü Selçuklular herkesin kendi dilini konuşmasını ve dini inançlarını yaşamasını serbest bırakmışlardı. Bunun en güzel örneği eski topraklarıdır. Oğuzlardan ata binmesini bilmeyen, ok atamayan kimse yoktu, kadınlar bile aynı maharetlere sahipti. Göçebeliğin yanında şehirleşmenin başladığı ilk günlerden beri özellikle savaş 206 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, C. 1-2, İstanbul, 1969, s. 81. 207 Faruk Sümer, Oğuzlar, s. 91. 84

aletlerini kendilerini yapıyorlardı. Zanaat erbapları için şehirlerde ayrı çarşılar yapılmıştı. Özellikle Taşkent, Harezm ve sonraki yıllarda da Şam okları dünyaca meşhurdu. Mancınıklar da kendi imalatı idi, öyle ki Selçuklular bugünkü tüfeklerin iptidai şekli olan zemberekli tüfekler bile yapıyorlardı.208 Selçuklu Oğuzları, genellikle İranî unsurlardan oluşması mecburiyet hali olan, valiler ve mültezimlerden hiç hoşlanmıyorlardı. Fakat özellikle vezaret makamını hep onlar işgal ediyordu.209 Bilhassa idâreciler çoğu zaman halka baskı yapıyorlardı. Hiç de tarihlerin yazdığı gibi Oğuzların vergi ödememek gibi bir huyları yoktu. Fakat ölçü kaçtığı zaman halk canından beziyordu. Orduda da gulam kumandanlara karşı itaatsizlik mevcuttu. Toprakları biz aldık, biz vatanlaştırdık, fakat yabancıların zulmü altında inliyoruz şeklinde itirazlar yükseliyordu. Normal şartlarda Oğuz menşeli idâreciler ve sultanlara kimsenin tepkisi yoktu. Üst kademede Türkmen asıllı devlet adamları rüşveti bilmemesine karşılık İranî asıllılar bu işe pek meyilli idi. Halbuki daha baştan itibaren devlet adamlarının maaşları ve ikta gelirleri pek yüksekti.210 Vezir Nizamü’l-Mülk’ün pek büyük serveti bütün kaynaklarda ifâde edilmektedir. Devlet de millet de zengindi, halkın durumu da çok iyiydi, nitekim bu hususu en güzel şekilde Sultan Sencer’in 3 yıl gibi uzun bir zaman esaretinde görüyoruz. Sultan Sencer’in kendisini bırakmaları karşılığında altun dinar ve toprak vaatlerine karşılık, Oğuzlar daha büyük paralar ve hayvan vermeyi teklif etmişlerdir. Yani hiçbir şekilde Oğuz isyanının sebebi ekonomik veya inanç kaynaklı değildir; İranî ve gulam unsurlara Oğuzların milli tepkisidir. Bu hususu başka şekilde yorumlamak hatta Babailer isyanında olduğu gibi toprak meselerine bağlamak211 kesinlikle mümkün değildir. Sonradan Oğuzların kanaatleri değişerek Merv’i yağmalamaları ise zaten Türkmenliğin genetiğinde bulunan ve hiçbir 208 209 210 211

Osman Turan, Selçuklular, s. 291. Barhold, Moğol, s. 384. Osman Turan, Selçuklular, s. 295. A. Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 57. 85

şekilde değişmeyen savaş şartlarının ganimeti olarak değerlendilmelidir. Sencer’in tutuklanmasında Oğuzların müsamahası ve başta olduğu gibi emniyet tedbirlerini gevşetmeleri herhalde bilerek yapılmış bir davranıştır. Dolayısıyla sultan ancak böyle kurtulmuş ve belki de kendi ırkından gördüğü eziyet sonucu kahrından ölmüştür. Selçuklu Oğuz Türkmen cemiyetinde kültürel zenginliğe karşılık yaygınlık yoktu. O zamana göre halk zaten ileri medeniyet enleminde bir şeylerden hebersizdi. Okuma ve yazma ancak saray ve üst tabaka için geçerliydi ki hocaların bile haklı olarak hepsi Fars asıllı idi. Alparslan ve oğlu Melikşah çok kültürlü ve Farsça bilen hükümdarlar olmalarına karşılık Sultan Sencer’in okuma yazmasının bile bulunmadığı Bartold tarafından ifâde edilmektedir.212 Fakat okuma yazma bilmeyecek derecede kültürden habersiz bir sultanın devasa bir ülkeyi nasıl idâre ettiği ve siyasette nasıl karar verdiği çok dikkat çekicidir. İbnü’l Esir bu boşluğun vezirler tarafından doldurulduğunu ve bunların çoğu zaman Nizamü’l-Mülk’te olduğu gibi ifa ettikleri görev sebebiyle kendilerini sultandan daha üstün gördüklerini belirtmektedir.213 Türkistan’da Karahıtayların önünde artık Sultan Sencer engeli kalmıyordu. Oğuzlar rahatlıkla sıkıştırılabilir ve böylece büyük bir demokrafik dalgalanma yaratılarak Selçuk dünyası derinden sarsılabilirdi. İran’a da son Türkmenler kalmıştı, artık ovalar çoban taşıyamaz hale gelmişti. Bu dönemde Maveraünnehir ve Horasan (Belh)214 başlangıç noktası olmak üzere büyük bir Türkmen-Oğuz hareketi daha başlamıştır. Fergana Vadisi’nde Karahanlılara itaat etmeyen ve Oğuzlarla araları pek iyi olan Karluklar da bu zorlu yürüyüşe iştirak etmişlerdir. Aynı harekete Siriderya’nın sağ kıyısında bulunan bir kısım 212 Barthod, Moğol, s. 384-85. 213 İbnü’l Esir, İslâm Tarihi, C.10, Bahar Yayınları, A.Özaydın, İstanbul 1991, s. 138;Barthold,s.385. 214 Osman Turan,Selçuklular,s.193. 86

Kanglı-Kıpçakları da katılmışlardır.215 Moğol saldırılarından sonra artık Siriderya’da Oğuzlardan bahsetmek mümkün halden çıkmıştır. 1273-74’te Barçınlığ-Kent’i ziyaret eden Cemal Karşi216 eserinde ve sonra da Ebûl’l Gazi Bahadır’ın Şecereyi Terakime’sinde217 bahsettiğine göre burada yine bir kısım Oğuzlar bulunuyordu. Sencer’i esir eden Oğuzlar şüphesiz ki Selçuklu Türkmenleri idi. Çünkü burada daha evvelce yerleşik bulunan Halaçlar savaştan önce Sencer tarafına geçmişlerdi. Yine Oğuz isyanını takip eden zamanda Kirman’da Gulam-Memlük idâresi Türkmenlerin eline geçmiştir. Daha 1135 yılında Fars ülkesinde Salgurlar, Huzistan’da Avşarların yaşadıkları ve Oğuz isyanından sonra buralara da kesif bir Türkmen dalgası vurduğu, Şehrizor taraflarında Yıvaların bunlardan olduğu biliniyor.218 Fars ülkesinde Salgurlar birkaç yıl sonra bir atabeylik kurmuşlardır. Bu bölgelerde yaşayan Kürtler tamamen batıya itilerek cemiyet yapısı Türkmenleştirilmiş, Dihnev’de yerleşik bulunan Kürtler Dahkuk’a kadar sürülmüştür. İran Azerbaycanı’nın Türkmenleşmesinde Anadolu Selçuklu Devleti kurucusu ve Kılıç Arslan’ın babasının büyük hizmeti olmuş onun Navekiyye askerleri sürekli olarak mübadele unsuru olmuştur. Anadolu ile Azerbaycan arasındaki etnik ve dil benzerliği içeren bir cemiyet oluşumu bu sebeplerden meydana çıkmıştır. Irak bölgesine de özellikle çok hareketli bir Oğuz boyu olan Bayatlar yerleşmiş ve bunlar Cezire’den itibaren bütün Kuzey Suriye’ye yayılmışlardır. Bunlar da Anadolu Oğuzları gibi Azerbaycan ile ilişkilerini kesmemişlerdir. Bugünkü İran’ın hemen hemen her yanında âdeta bir etnik harita gibi Oğuz ve Türkmen boyları dağılmışlar ve bunlar hâlâ boy adlarını soyadı olarak kullanmaktadırlar. İran’da Özbayatlar ve Karabayatlar adı da verilen Horasan Bayatları Safevîler devrinde devlette siyaset oluştura215 Osman Yorulmaz,Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri, Ötüken, İstanbul 2012,s.95. 216 Sümer, Oğuzlar, s. 112. 217 Ebûlgazi Bahadır Han, s. 74. 218 Sümer, Oğuzlar, s. 126-127. 87

rak teşekkül eden cemiyete hâkim olmuşlardır. Şam Bayatları veya Şamlular dediğimiz diğer Bayatlar da Suriye’yi tamamen istilâ etmişlerdir. Bugün İran’da Bayatlar büyük ölçüde yerleşik vaziyete geçip Hemse-Zencen bölgesinde Kaşgayîler ile birlikte yoğun bir Türkmen nüfusu oluşturmuşlardur. F. Sümer Şark musikisinde Bayatî makamının bu kültürden çıktığını söylemektedir.219 İslâm aleminin büyük ilim ve fikir adamı, felsefeci İmam Gazalî önce Nişabur sonra da Bağdat’ta Nizamiye medreselerinde Vezir Nizamü’l-Mülk’ün koruması altında çalışmıştır. Onun arkadaşı olan Ömer Hayyam da böyledir. Zamanın üst tabaka cemiyet hayatını açıklaması bakımdan bu iki şahsiyeti hatırlamak bile yeterlidir. Kendisi bir Oğuz Türkü olan İmam Gazalî İslâm dini skolastiğinin fıkhi ve dini yönlerini incelemiştir.220 Oğuzlar halis Türkçe konuşuyorlardı. Kendilerinden önce Bağdat ve İran’a gelen Türkler gibi halk hiçbir surette Arapça ve Farsça öğrenmeye meyletmedi. Selçuklular İslâm dünyasına hâkim oldukları zaman Arapça Müslümanların ilim ve medeniyet dili idi. Samanoğulları tabii olarak Farsça konuştukları halde Türklerden meydana gelen orduya bu dili öğretememişlerdir. Gazne sultanları da Farsça bilmiyorlardı.221 Bu sebeple Selçuklularda halk, ordu ve saray dili Türkçe olmasına karşılık edebiyat dili Farsça’dır; onun için Türkler arasında Arapça eski ehemmiyetini kaybetmiştir. Selçuklu İmparatorluğu’nda Türkçe en az Farsça ve Arapça kadar ağırlığı olan hâkim bir lisandır. Kaşgarlı’nın divanı Türkçe’nin üstünlüğünü ispat için kaleme alınmış ve halifeye takdim edilmiştir.222 Mutlaka Selçukîler devrinde edebiyat dolayısıyla Farsça’ya ilgi fazlaydı ve devam eden bugünkü Selçuklu Farsçası ile kesinlikle eski Farisî ve Sasanî metinlerin okunabileceğini sanmıyoruz. Bu sebeple 219 220 221 222

A.g.e., s. 237. Carl Brockelmann, a.g.e., s. 143. A.g.e., s. 338. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it Türk, C. I, B. Atalay, TDK, Ankara, 2006, s.VIII. 88

İran’da Türkmen hâkimiyetinin Farsça’yı çok değiştirdiğini ve onu milli olmaktan çıkarıp bölgesel ve İslâmî bir kültür unsuru hâline getirdiğini rahatlıkla ifâde edebiliriz. Bu zamanda Türkçe’nin Farsçalaştığını söylemek bu zenginliği görmemezlikten gelmek demektir. Farsça’nın içine düştüğü bu hale karşılık bugünkü Türkçe ile Göktürk, hatta elimize geçse çok daha eski Türkçe metinleri okumak ve anlamak mümkündür. Göktürklerin dağılmasından sonra Siriderya’ya gelen Oğuzların, bazı kaynaklara göre yazıyı da bildiklerini anlıyoruz. Çünkü Göktürk yazıtlarında halkın dikilitaşları okumaları ısrarla tavsiye edildiğine göre halk çoğunlukla okumayı bilecek bir medeniyet seviyesinde idi. Kaşgarlı Mahmud’un Oğuzların devlet muhaberatında bu yazıyı kullandıklarına dair verdiği bilgilerin Göktürklerden beri yazıyı devam ettirdiklerinin delili sayılması gereklidir.223 b) Ekonomi Selçuklu ve Orta Asya Oğuzlarının başlangıçta yegane ekonomik faaliyet ve kaynakları hayvancılıktan ibaretti. Çünkü büyük bir çoğunluk göçebe hayat yaşıyordu. Hatta onlara İranîler, biraz da bu işi aşağılamak maksadıyla, çoban kavim gözü ile bakıyordu. Koyun sürüleri, at sürüleri, develer; hatta, Huduülalem’e224 göre sığır sürüleri yekun tutmaktadır. At binek, deve ise yük aracı olarak kullanılıyordu.225 Oğuzlar daha Müslüman olmadıkları dönemde bile at eti yemiyorlardı, ölenler ve misafirleri için hep koyun kurban ediyorlardı. Siriderya Oğuzları ilk ticari faaliyetlerini batı kapısı, yani Harezm ile yapmaya başlamışlardı. Pek işlek olan bu yol İdil’den batıya açılıyordu. Başta İbn-i Fadlan olmak üzere eski kaynaklar onların birçok tüccarları olduğunu kaydediyor. Barış zamanlarında Harezm’de Curcaniye ve Bartekin’e Maveraünnehir’de 223 Osman Turan, Selçuklular ve İslâmîyet, Turan Neşriyat, İstanbul, 1971, s. 8. 224 Hududü’l Âlem, s. 25. 225 Sümer, Oğuzlar, s. 42. 89

ise Sabran’a geliyorlardı. Horasan ve Maveraünnehir et ihtiyacını Karahanlılar ve Oğuzlardan karşılıyorlardı.226 İslâm ahalisi Oğuzların keçesini makbul addediyor, Oğuzlar da onlardan dokunmuş kumaş satın alıyorlardı. Ancak şehirleşme ile birlikte hayvancılıktan çiftçilik ve bağcılığa bir geçiş olmuş, ziraat ikinci ve büyük ekonomik kaynak hâline gelmiştir. Yine şehirleşme düzeyinde sanat ve bilhassa demir işleri geleneksel bir meslek olarak ilk teşekkül eden sanayi kollarıdır. Türkmenlerin İran’a hâkimiyetinden sonra, daha evvelce Sasanîlerin Anadolu Bizans yolları ile Avrupa’ya bağlanması, Selçukluların çok mahir olduğu kervansarayların yapılması, ticareti artırarak ekonomiyi çok yüksek ve zengin bir hale getirmiştir. Orta Asya ve daha doğunun üretim ve malları Tebriz’e getiriliyor buradan Anadolu ve Bağdat’a yönlendiriliyordu. Orta dönemde Anadolu Türkmenleşince İbnü’l Esir’e göre bir defasında Tebriz’den Erzurum’a 20.000 baş koyun sevkedilmiştir.227 Selçuklu Oğuzlarının yükselme devrinde hâkim oldukları ülke ve bölgelerde siyasî birliği sağlamaları buralarda özellikle ticaretin gelişmesine yardımcı olmuştur. Ticaret yollarındaki emniyet ve güven dâima mübadeleyi kolaylaştırıyor ve Hindistan’dan Suriye sahillerine, Batı Avrupa, Türkistan, Harezm, İran, Anadolu içlerine kadar sefer yapılmasına imkan veriyordu.228 Selçuklu topraklarında ilk sulama kanalları da onların zamanında yapılmış, Merv’de pamuk ziraatinin artması sağlanmıştır. Ticaret ve ziraatin gelişmesinin yanında her şehirde bakırcılık, demircilik, ağaç ve taş oymacılığı, dokumacılık, deri işlemeciliği, halı ve dakuma işleri, ipek, yün ve pamuk dokumacılığı, iplik sanayii gibi iş kolları ilerlemişti. Ticarette altun ve para yerine senet kullanımı gelişmiş hatta Farsça çek İranlılardan Araplara bu devirde geçmiştir. Türkçe’de de çekin çizgili pamuk dokuma, kitap noktalamak, düğümlemek 226 A.g.e., s. 43. 227 İbnü’l Esir, C. 12, s. 179; Osman Turan, Selçuklular, s. 288. 228 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 518. 90

anlamına geldiği düşünülürse para yerine kullanılan bu vasıtanın terminolojik şümulü daha kolay anlaşılır. İşte bu zamanda Uzak ve Yakın Şark arasında faaliyet gösteren kişi ve şirketler böyle para yerine çek kullanarak emniyeti artırıyorlardı.229 Kirman bölgesinde çölden geçen yolcular için hanlar ve kervansaraylar, yollarda kervanların kaybolmaması için işaret kuleleri, önemli noktalarda derbentler, havuzlar, hamamlar inşa edilmiştir. Hindistan, Sistan, Basra arasında transit ticaret, teşvik ve himaye görmüştür. İşte buna benzer verimliliği arttırıcı her türlü çalışma teşvik görmüş, böylece Oğuzlar tarihlerinde en önemli yükselişi Selçuklular devrinde sağlamışlardır.230 Türkler Oğuzlar önderliğinde sahip oldukları İran-Bizans ve Arap ülkelerini birbirinden ayırt etmemişler, o toprakları kullanacakları düşüncesiyle kalıcı ekonomik ve sosyal müesseseler teşkil etmişlerdir.231 Önce İran’da bu müesseselerin temeli atılmış sonra aynen Anadolu’ya kopyalanmıştır. Bu sebeple Anadolu’da fethedilen ve kurulan her yeni şehre Türkmen İran’dan bir kadı sağlanıp gönderilmiştir. Bu sebeple kuyumcular, fırıncılar, dokumacılar, ayakkabıcılar, kasaplar, dericiler Türkmen İran’dan getirilen uzmanlar tarafından lonca adı altında bir teşkilat içerisine alınıyorlardı.232 Anadolu’da, Türkistan’dan beri devam eden serüvende düzeni Türkmen İran sağlıyordu. Büyük Selçukluların son, Türkiye Selçuklularının ilk zamanlarında Anadolu’da meydana gelen iktisadi refah işte bu düzenlemenin mahsulü olarak, bazı vakıflar gibi İslâmî olmayan oluşumları da ortaya çıkarıyordu.233 Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’de belirttiği, ekonomik veri olarak değerlendireceğimiz ve Melikşah devrindeki zenginliği gösteren önemli rakamlardan biri 400.000 kişiye hazineden 229 Osman Turan, Selçuklular, s. 304. 230 Barhold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 142. 231 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 2, Cem Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 9. 232 A.g.e., s. 17. 233 A.g.e., s. 37. 91

devamlı maaş verilmesi ve bunların giydirilmesidir. Bunlar hadim ve hizmetçiler idi. Ayrıca 400.000 süvari atlarıyla birlikte hazır vaziyette sultanın emrinde ve tam maaşlı insanlardı. Mülk’e göre bu rakam 700.000’e çıkarılabilseydi Çin ve Hindistan da fethedilecekti. Çünkü her padişahın ordusu ne kadar fazla olursa vilayetleri de o kadar fazla olur, kimin ordusu daha az ise vilayetleri de o nispette az olur düşüncesi hâkimdi.234 Selçuklu devri Anadolu, Irak, Suriye, İran, Horasan, Türkistan ve Turan ülkeleri vergi gelirleri zamanın kaynaklarında yer almaktadır. Bunlardan faydalanıp çeşitli sonuçlar çıkarabiliriz. İran tarihçisi Mahmud Kazvini’ye göre Anadolu’nun 15.000.000, Doğu Anadolu ve Musul’un 10.000.000, Ahlat’ın 2.000.000 dinar (altun) vergi geliri bulunuyordu.235 Bunu bütün Selçuk ülkelerine teşmil edersek herhalde 100.000.000 dinarı geçtiğini görürüz. Bu rakamın o devrin Avrupa ülkelerinin tamamının milli gelirlerinden daha fazla olduğunu mukayese ile tespit edebiliriz, böylece bu rakam bugünkü para ile 50.000.000 kg. altından daha fazla bir rakama baliğ olmaktadır. c) İnançlar Oğuzlar bu ad ile tarih sahnesine çıktıkları VII. yüzyılın ortalarından beri geleneksel inanç sistemleri olan Şamanlık’a mensuptular. Diğer Türk boy ve kavimlerinin aksine hiçbir şekilde din değiştirme cihetine gitmediler. Şüphesiz ki yeni bir dine intisap etmek yeni bir medeniyet ve sosyal inançlara sahip olmayı gerektirdiğinden cemiyetlerin hayatlarında derin değişiklikler hasıl eder. Böyle değişiklikler ya o kavmin tamamen değişip tarih sahnesinden çekilmesine yol açar, yahut da o kavmi mevcudiyetini korumak için tedbirler almasını gerektirecek bir neticeye götürür.236 Göktürk yazıtlarında din değiştirmenin husule getirdiği kültür değişmelerinin ne kadar kötü 234 Mülk, Siyasetname, s. 120. 235 Osman Turan, Selçuklular, s. 299. 236 Osman Turan, Selçuklular ve İslâmîyet, s. 1. 92

sonuçlar verdiği gerek Bilge, gerekse Kutluk Kağan ve Vezir Tonyukuk tarafından edebi bir tarzda uzun uzadıya anlatılmaktadır. İşte ikinci vatanları olan Siriderya’da, Göktürklere muarrız Uygurların aksine Oğuzlar tamamen tek parçalı oldukları ilk cemiyetin bütün değerlerine derin bir şuurla bağlı kalmışlardır. Şamanlık sosyo-kültürel alanı çepeçevre kuşatan, idâre edici ve yönlendirici bütün fonksiyonları ile Türk kültür ve sosyal hayatını kapsayan daha ziyâde felsefi ve pratik inançları bünyesinde barındıran bir değerler manzumesiydi.237 Bu sistem bir din olmaktan ziyâde Türk ırkının manevî bünyesi ve hâkimiyet ideolojisi durumundaydı. Tarihlerinde ilk defa Çinliler Şaman Türklere teslim olmuşlar ve vatanlarını kaybetmişler,238 son olarak da Cengiz Han239 örneğinde olduğu gibi Şaman ideolojinin tebaası olmuşlardır, öyle ki takip eden yüzyıllar boyunca özellikle Oğuzların sosyal ve inanç kültürü bünyesinde dâima bu inançların tezahürü görülmüş hatta yeni inançların da alt yapısını oluşturmuştur.240 Zaman zaman Türk cemiyeti içerisinde birtakım çatışmalara sebep olsa da, meseleler yeni inançlarından ziyâde eski inancın ağırlığı ile çözümlenmiştir. Bu sebeple ileriki İslâm dairesinde Oğuzlar Arap ve Farsların mezhep asabiyetine iştirak etmemişler ve kendi kendilerini kitabelerin kanunlarına uymaya mecbur hissederek korumasını bilmişlerdir. İşte diğer Türk kavim ve kabileleri içerisinde o zamandan beri çoğunluğu muhafaza eden Oğuzların güçlü devlet ve sağlam inanç sistemlerine sahip olmalarının gerçek sebeplerini bu inceliklerde aramak gereklidir. Esâsında bugünkü bilgilerimize göre Şamanlık; peygamberi, muayyen bir kutsal kitabı, hatta galip ihtimale göre tapınağı olmayan ve Kam adı verilen erenler-babalar tarafından devamlılığı 237 Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken, İstanbul, 2009, s. 21. 238 İsenbike Togan-Gülnar Kara-Cahide Baysal, Çin Kaynaklarında Türkler, Eski T’ang Tarihi, TTK, Ankara, 2006. 239 Ali Bademci, Cenğiz ve Yasası, Timur Ve Tüzükatı, Ötüken, İstanbul, 2008, s. 27-127. 240 A.g.e., s. 21. 93

sağlanan, basit inanışlar ve bu inançlar üzerine kurulan merasimlerden ibaretti.241 Oğuzlar tarih sahnesinde bu ad ile ortaya çıktıklarından beri Şamanî inanca sahip bulunuyorlardı ve diğer Türk kavimlerinin aksine İslâmîyet’e kadar din değiştirmedikleri biliniyordu.242 Göktürk ve devamı mahiyetinde olan Oğuz Şamanlığı bugünkü Altay ve Yakut Şamanlığını çok gerilerde bırakmış mütekamil bir sistemdir. Abdülkadir İnan, daha Hunlar zamanında Türklerin göktanrı tarafından 24 boya ayrıldığını tespit etmiş, Göktürkler sonrasında bu boy sayısı Oğuzların malı olarak önce Kaşgarlı daha sonra Reşidüddin’de Oğuz Boyları şemasını ortaya çıkarmıştır.243 Hemen hemen bütün kaynaklar Şamanlığın tek tanrılı bir inanç sistemi olduğu üzerinde birleşmektedir. M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren izlerine rastlanan Şamanlığın monoteist olmayan komşu dinlerden en önemli farkı da işte budur. Museviliğin Yehova’sında Yahudilerin üstün tutulması gibi, bu inanç sisteminde de Türkler üstün tutulmaktadır. Göktürk kitabelerine göre Türkler dara düştükleri zaman “Türk Budun yok bolmasın tiyin Türk Tanrı..” diye dua ederek tanrının onları koruyup kollayacağına inanmaktadırlar.244 İlk dönemlerde sadece sihri özelliklere dayanan Şamanlık zamanla birtakım dini usullerle Şerî Felsefeyi de kapsamıştır.245 Kamların belli bir asaleti vardı ve onlara dededen, nineden gelen bir silsile izleniyordu; herkesin bu makama ulaşması elbette mümkün değildi. Onlar bir rahipten ziyâde belli ideoloji ve felsefe adamları görevini yapıyordu. Şamanlığın mütekamil devri elbette Göktürkler zamanı idi, bu sebeple din değiştirmeye şiddetle karşıydılar ve hiçbir surette tevessül etmemişlerdir. Fakat onların yıkılmasına sebep olan Uygurlar, Buda ve Mani dinlerine girmişler lakin bu sistemleri ağır Şaman inançlardan ötürü bünyelerine uydurmayı 241 242 243 244 245

Osman Turan, Selçuklular ve İslâmîyet, s. 3. Abdülkadir İnan, Tarihte Ve Günümüzde Şamanizm, TTK, Ankara, 1972, s. 1. İnan, Şamanizm, s. 2-3. Turan, Türkler ve İslâmîyet, s. 3. Fuzuli Bayat, s. 22. 94

başarsalar da ileriki yıllara taşıyamamışlar ve milli benliklerini kaybetmişlerdir. Göktürklerden sonra, Uygurların Buda ve Mani, Hazarların Musevi, Karlukların Müslüman olmalarına karşılık Siriderya Oğuzlarından Selçuklular ortaya çıkana kadar Şaman olarak kalmışlardır. Daha batıda Peçenekler ve Tuna boylarında Uzlar da Şamanî inançlarda bir müddet daha sabrettikten sonra Bulgarlar gibi Hıristiyan dinine girenler olmuş bunlar daha sonra milliyetlerini de kaybederek Slavlaşmışlardır. Avrupa kavimlerine Hıristiyanlığın pek zararı olmamasına karşılık Türklerin tamamen yabancılaşması gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Ruslara da Hıristiyanlık çok yaramamış ancak değişik unsurlardan topladıkları Slavlar ile ancak bir milliyet oluşturmuşlardır. Halaç ve Çiğillerde de eski inançları dikkate almamak akrabalık düşüncelerinin tamamen silinmesi ile sonuçlandığı gibi, Moğolistan Tatarlarının246 güneşe tapmaları bunları Türk çemberinin dışına atmıştır. Türk ırkı üzerinde özellikle Doğu Türkistan ve Maveraünnehir’de Zerdüşt, Buda, Mani ve Nestûrî Hıristiyanlık gibi inanç sistemlerinden en fazla tesirli olan Buda’dır. Hatta Mircea Eliade gibi bazı şarkiyatçılar Buda’yı, Şamanlığın bile Buda’dan doğduğunu ileri sürecek kadar dikkate değer bulmuşlardır. Osman Turan, Budizm’in İslâm mezhep ve tasavvuf cereyanları üzerindeki tesirini, Maveraünnehir’de ilk defa kurulan medreselerin Budistlerin vihara(manastır)larını takliden ortaya çıktığını, hatta Buhara adının da oradan geldiğini ifâde etmektedir.247 İşte bu tesir iledir ki Budizm altın devrini Hindistan yerine Maveraünnehir’in arka bahçesi durumunda olan Horasan’da yaşamıştır. Hangi sebeplerle olursa olsun Şamanlık-Buda ve İslâmîyet iç içe girmiş ve çok kıymetli olan Türk tasavvufunu ortaya koymuştur. 246 Yusuf Ziya Yörükan, Şamanizm, Ötüken, İstanbul, 2009, s. 23. 247 Turan, Selçuklular ve İslâmîyet, s. 6. 95

İslâmîyetin zuhuru ile ilk Arap yayılması başladığında bunların ordularına paralı asker olarak giren Türklerden zaruri olarak İslâmîyeti seçenler olmuştu, gerçekte ilk Müslüman Türkler bunlardı. Lakin imkan nispetinde kitlevi Müslümanlık Türkistan’da Karahanlılar zamanında olmuştur. Fakat bu zamandan evvel Göktürk Devleti’nin yeniden toparlanma gayretleri sırasında, ağırlıkları Moğolistan’da bulunmak kaydı ile Kuteybe Bin Müslim komutasındaki Arap orduları Semerkart, Buhara, Baykent taraflarını işgal etmişler ve yer yer Türklerle çarpışmalar da olmuştu. Araplara karşı ilk kin ve İslâm’a karşı ilk müsbet olmayan bakışlar bu sırada Arapların kötü muamelesi ve acımasızlığına karşılık korkunç bir tepki ile oluşmuştur. Bu sırada Buhara’da Araplar Türk korkusundan camiye bile silahla gidecek duruma gelmişlerdir. Türk hükümdarlardan birisi Çin imparatoruna yazdığı mektupta “Arap hâkimiyetinin 718 yılında zeval bulacağını”248 yazacak kadar bir tiksinti husule gelmiştir. Elbette İslâm tarihlerinde Emevîler devri fütühat ve genişleme devri olmasına karşılık aynı zamanda Arap ırkçılığının ön plana çıkması sebebiyle, bunalımlar, çöküşler, dejenerasyon, dinin aslından uzaklaşma devirleridir. Bu sebeple Emevîlere karşı Abbasî direnişinde İranlılar ile birlikte Türkler Arap milliyetçiliğine karşı çıkmışlardır. Ebû Müslim ordusuna birçok Türk katıldığı gibi Müslim’i bile Türk menşeli görenler olmuştur. Bu İslâmî iktidar değişikliğinden hemen sonra Abbasîler 750-751 yılında Çinliler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Türk bölgesi Talas’ta vuku bulan muharebede Karahanlıların hanedan ailesi Karluklardan ısrarla yardım istemişler, Türkler de canla başla ezeli düşmanlarına karşı onlarla birlik olarak İslâm ordularının savaşı kazanmalarına yardımcı olmuşlardır. İşte Araplarla Türkler arasında ilk yakınlaşma böyle başlamış, fakat bu yakınlaşma din ve inanç değiştirmek için yeterli olmamıştır. Daha evvel İranlılara ehemmiyet verip sonra sırt çeviren Araplar için şimdi Abbasîler devrinde en gözde unsurlar 248 Turan, Türkler ve İslâmîyet, s. 11. 96

Türkler olmuştu. İranî unsur Samanoğulları 723’te Müslüman olmuş ve ancak 875’te Buhara başkent olmak üzere bir devlet kurmuşlardı. Fakat gerek burada gerekse Semerkant’ta Müslüman olmayan Türklerle birlikte yaşıyorlardı. Tıpkı Abbasî ordusundaki paralı askerler gibi münferid olarak Türkler arasında, ilim gibi sebeplerle İslâmîyeti seçenler de olmuştu. Türklerde ilk İslâmlaşma, 840 yılında Uygurların Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılmasından sonra kurulan Karahanlılar Devleti zamanında oldu. Bu devlet Doğu ve Batı Karahanlılar olmak üzere Türk devlet geleneğine göre iki parçalı idi, doğudakilerin başkenti Kaşgar batıdakilerin ise Fergana’da Özkend idi.249 Garip bir tecellidir ki Türkler Araplarla tanışmalarından sonra İslâmîyeti onlar yerine Samanoğullarından öğrenmişlerdir. Batı Karahanlılardan Oğulcak Kadir Han zamanında onlara sığınan Samanoğlu şehzâdesi Nasr Han burada bir devlet kurma teşebbüsüne girişmiş, bu vesile ile İslâmı öğrenen Karahanlı beyleri uzun zamandan beri tereddüd ettikleri, fakat girmeye de kararlı oldukları bu yeni dine Kadir Han oğlu Satuk Buğra Han zamanında, 944-45250 yıllarında kitle hâlinde girmeye başlamışlardır. Aslında uzun zamandan beri Türklerin savaşçılığına göz dikmiş olan Araplar Hz. Muhammed’den rivayetle birtakım hadisler aktararak, Türklerin inançlarına göre onları İslâma davet etmişlerdir. Bu hadis ve inzar ayetleri ile ilgili olarak, hatta bir hadis-i kudsinin varlığı ile Kaşgarlı Mahmud Divânı’nda bu ilahi mesajların Türkler tarafından iyice bilindiği nakledilmektedir.251 Selçuklu Oğuzları Cend’e geldikleri zaman Maveraünnehir ve çevresinin durumunu biliyoruz, doğuda Türk menşeli Müslüman olmuş Karahanlılar, kuzeyde Şaman Oğuz Yabgu Devleti, batıda yine Türk menşeli Şaman Peçenekler ve Musevi Hazarlar ile daha beride Harezm Müslümanları, güneyde ise büyük 249 Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 19; Ekber Necef, Karahanlılar, s. 157. 250 Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, s. 8. 251 Kaşgarlı, Divan, C. 1, s. XVII. 97

bir devlet olarak Müslüman Samanoğulları bulunuyordu. Selçukluların münasebette bulunacakları ve arazi olarak istekli olacakları tek unsur onlardı. Selçukluların Samanoğulları inisiyatifinde nasıl ve hangi sebeplerle Müslüman olduklarını metinlerde anlatmıştık. Selçuk Bey Müslüman olduğu zaman Arslan Yabgu’nun henüz bekleyişte olmasının yegane amacının din değiştirmek değil hâkimiyet olduğu açıklıkla görülmektedir. Selçukluların doğusunda bulunan Karahanlıların İslâmîyeti seçmemeleri Göktürklü yıllara dayanmaktadır. Oğuzlar gerek Karahanlı kurucu unsur Karluklar gerekse diğer Türk boyları ile evvelden beri barışık değillerdi. Bu sebeple daha Nur Buhara topraklarında Samanoğulları ülkesine ayak basar basmaz, Karahanlılara karşı onlardan yardım istenmesini geri çevirmemişlerdir, Selçuklu Oğuzları Terkenleri onlara tercih edip asaletlerini tasdik ettikleri halde herhalde siyasî hedeflerin çakışmasından ötürü hep Samanoğullarının yanlarında yer almışlardır. Bu siyasetin faydasını da görmüşlerdir. 999 yılında Samanoğulları son bulunca toprakları Karahanlılar, Selçuklular ve Gazneliler arasında bölüşülememiş, fakat ilerleyen yıllarda Dandanakan’da Gazneliler hezimete uğrayınca Maveraünnehir ve Horasan tamamen Selçuklu Oğuzların eline geçmiştir. Selçuklular Samanoğullarından devraldıkları İslâmî müesseler ve dini kültür unsurlarının sonuna kadar sahipçisi olmuşlardır. Aynı Samanoğulları gibi Sünnî fıkıhtan katiyyen ayrılmamışlar ve yine onlar gibi Hanefî mezhebinde ısrar etmişlerdir. Sırf bu sebeplerle Ortadoğu’nun aksine bugün bile Maveraünnehir’de Sünnî Hanefîliği korumuşlardır. Gaznelilerin İslâm medeniyeti içerisindeki seviyeleri Samanoğullarını aşmıştı. Özellikle edebiyatta Firdevsî zamanı bunların devrine tekabül eder. Selçuklular soy ve boy olarak onları aşağı görmelerine karşılık ilimlerine saygılı olmuşlar ve özellikle dini ilimleri onların bıraktığı yerden Bağdat’a taşımışlardır. Bir Gazneli şehri olan Nişabur’da ilk üniversite tarzındaki Nizamiye Medreseleri buna bir örnektir. Selçuklu Müslümanlığı kendinden sonraki Osmanlı Müslümanlığı gibi halktan ayrı ve 98

içe dönük bir anlayıştan ziyâde halkla beraber bir anlayış sergilemiştir; bu hususta ne alemci Arap Müslümanlığı, ne de Mezdeki ve aşırı mistik İranî Müslümanlık gibidir. Selçuklu Müslümanlığı tam anlamıyla Türk ırkının bütün hasletlerini ifâde edecek unsurlara sahipti. Selçuklu Oğuzlarının Hanefî mezhebinde bu kadar ısrar etmelerinin sebebi şüphesiz ki İmamı-ı Âzam’ı kendilerinden saymalarıdır. Selçuklu devri tarihçilerinden İsfahanlı Ravendi, “Sözlerine inanılır din imamlarından doğru isnatlarla işittim ki, İmam-ı Âzam Kufeli Ebû Hanife, veda haccında iken dedi ki Ey Tanrı, eğer ictihad doğru ve mezhebim hak mezhebi ise, ona yardım et. Çünkü sen Tanrım için şeriatı tespit ettim. Kabe’den bir hatib seslenip hakkı doğruyu söyledi; kılıç Türklerin elinde olduğu müddetçe mezhebin zail olmasın” dedi.252 Gerçekten özellikle Sultan Alparslan’ın amcası Tuğrul gibi Sünnî İslâm’a çok bağlı olduğu ve Hanefî mezhebine bağlılığından ötürü Şafiîlerden bile çok hoşlanmadığı rivayet edilmektir. Osman Turan Alparslan’ın Sünnî İslâm’a bağlı olduğu kadar eski inaçlara da saygılı olduğunu, Malazgirt arifesinde atının kuyruğunu “Eski bir Şamanî adete” göre bağladığını ifâde etmektedir.253 Türklerin İslâm dinine intisabı her ne kadar, Mani ve Budist olan Kaşgar’a karşılık Balasagun’da Karahanlılar devrinde başlamış ise de gelişme ve şümulü kesinlikle Siriderya Oğuzları, yani Selçuklularla ilgilidir.254 1030 ve 1071’de hâlâ aralarında büyük miktarda Şaman inançlı insan bulunan Oğuzlar İran ve Anadolu’ya açıldıkları zaman, buralara daha evvelden Harun Reşid ve oğulları zamanında gelen ırkdaşlarını görünce, İran’da kitlevi ve medeni bir tarza Türkmen adını alarak olgun İslâmîyeti seçtiler. Yani sanıldığı gibi Türkler arasında kitleler hâlinde Müslüman olmak sayıları fazla olmayan Karluklar 252 Râvendî, a.g.e., C.1, s. 19. 253 Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 138. 254 Jean-Paul Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, Kabalcı, İstanbul, 2002, s. 44. 99

arasında ve Maveraünnehir’de değil İran’da gerçekleşmiştir. İşte bu sebeplerle Oğuzlar İran’a esas vatanlarından ziyâde bağlanmışlar ve burayı Müslüman-Oğuz, yani Türkmenlerin anayurdu hâline getirmişlerdir. Bu ameliyeyi Anadolu, Suriye ve Irak Türkmenliği izlemiştir. Oğuzlar Turan’dan İran topraklarına göçünce kendilerinden evvel gelen ve mezhep cereyanlarına iştirak eden Türklere pek yanaşmadılar ama İmam-ı Âzam gibi ilim ve isim yapan ırkdaşlarından da ayrılmadılar. Bu sebeple Türklerin İslâmlaşma zemini kesinlikle İran bozkırlarıdır, bunun altını çizmekte fayda vardır. Türkmenlerin İslâmî ayrılıkçılık ve mezhep hareketlerine iştirak etmemelerini daha sonraki Arap kaynakları İslâm’da samimiyetsizlik gibi değerlendirmeleri ve hatta onları ikiyüzlü olarak255 nitelemelerinin hiçbir dayanağı yoktur. Türkmenlerin ilk İslâmî dönemlerinde yazılan Türkçe hikaye kitaplarından Yusuf ile Züleyha-Seyyid Hamza’da en basit İslâmî deyimlerin detaylı bir şekilde açıklanmasını Türklerin İslâm’da samimiyetsizliği ile değil yeni olmaları ile îzah etmek daha doğrudur. Hatta bu hususta Gaznelilerde olduğu gibi Farsların kendilerinde bir İslâmî üstünlük görmeleri hiç de doğru değildir. Nitekim bu gerçeği en iyi kavrayan ilim adamları Rus müsteşrikleri olup bunların başında Barthold gelmektedir.256 Elbette hâkimiyet telâkkisi dinî meylin çok üzerindeydi; çünkü netice itibariyle dini de kurtaracak olan hâkimiyet ve sağlam devlet düşüncesiydi. Selçuklular artık birer Müslüman Türk olarak İran kapısı Horasan’a geldikleri zaman daha itinalı olarak hareket etmeye başladılar. Tuğrul Bey tarafından tamamen İslâmî ölçülere göre halkın ve inançların tanzimi, buna göre İslâmî gelişimi ortaya koyacak imar faaliyetleri ve devlet otoritesi sağlandı. Özellikle Türkmenlerin yağmalara ve kanunsuzluklara katılmaması, daha evvelden buraya gelen Türklerin hal ve hareketlerinin disipline edilmesi bunların başında geliyordu. Artık buradan İran 255 A.g.e., s. 44. 256 Bk. V. V. Barthold, Orta Asya, Selenge, İstanbul, 2010, s. 78. 100

ve Irak içlerine, yani İslâm’ın merkezine doğru hareket gayet düzgün olmalıydı. Bunun için her türlü tedbirler alınmış Dandanakan’dan sonra artık başkent olan Merv böyle tanzim edilmişti. Gerek Tuğrul ve gerekse Çağrı Bey dâima halifelere karşı saygılı oldular ve onları Peygamber ahfadı olarak gördüler. Büvehîlerin 200 yıllık bir hâkimiyetten sonra Bağdat’tan sökülüp atılmaları, hilâfet merkezinde daha evvel gelen Türklerin taşkınlıklarının önlenmesi makamı çok memnun etmişti. Çağrı Bey’in kızının halife ile evlendirilmesi ve halifenin kızının Sultan Tuğrul’a nikâhlanması bu saygı ve muhabbettin ifâdesidir. Akrabalık meselesinde kesinlikle Türk töre ve inançlarından ayrılınmamış ve bu hususlar Araplara dahi kabul ettirilmiştir. Tuğrul Bey’in düğünündeki Türkmen türküleri ile Bağdat’ın inlemesi, halay çekilmesi gibi sosyal ve kültürel tezahürler yıllarca insanların gönlünü işgal etmiş ve bu kültür Peygamber ahfadı tarafından da benimsenerek Hanım Sultan vasıtasıyla halife sarayında geçerliliğini korumuştur. Halife Türk devlet geleneği ve teamülleri doğrultusunda Selçuklu Türkmen sultanlarını İslâm’ın Müdafii ve Cihan’ın Sultanı olarak ilân etmişlerdir. Bu yönlü ilk münasebetlerden itibaren Selçuklu sultanları halifelerden dâima devlet işlerine karışmamalarını ve kendilerini tamamen din işlerine vermelerini istemişler ve sonuna kadar da bu isteği uygulatmışlardır. Ama zaman zaman Irak-ı Arab ve husûsen Basra’da Araplardan ikiyüzlülük, menfaatperestlik, mezhep değiştirme gibi durumlar görmüşlerse de bunları çok ağır cezalandırmışlardır. Fakat her halükârda Anadolu-İran-Suriye-Bağdat’ta gerek görmedikçe Arap idâresine karışmamışlar ve vergilerini verdikten sonra onları sosyal hayatları ve idârelerinde serbest bırakmışlardır. Selçukluların Orta Doğu’da inanç sahasında yaptıkları en önemli reformlardan biri de Müslüman olmayan ahali üzerindeki baskıları kaldırmaları ve onlara da kendi hususiyetlerini ifâde de serbestiyet tanımalarıdır. Bu sebeple Suriye’de İslâm’ın ilk devirleri ve özellikle Emevîler zamanında Hıristiyan Araplar üzerindeki din baskısı kesinlikle kaldırılmıştır. Onun için Suriye’de bugünkü 101

Müslüman olmayan Araplar kesinlikle varlıklarını Selçuklu Türkmenlerine borçludurlar. Selçuklular Bağdat’a hâkim olduktan sonra inanç sahasında aldıkları en önemli tedbirlerden biri de kendilerinden önce gelen Türklerin çeşitli mezhep karışıklıklarına girmeleri ve kendi başlarına buyruk hareket etmelerini önlemeleridir. Bilhassa halifeler bu durumdan hiç hoşnut değillerdi. Metinlerde aktardığımız üzere sultanın emri ile bunlar yeniden Maveraünnehir bölgesine sürgün olarak gönderilmişler ve böylece sükunet ile Türkmenler aleyhindeki hava kısmen de olsa düzelmiştir. Bunlar gittikleri bölgelerde umuma uyarak eski mezheplerinden dönmüşler ve ıslah olma yoluna girmişlerdir. İslâm dünyası içerisinde kötü örnek olan Türkmen yağmacılığı da bu vesile ile önlenmiştir. Selçuklu hanedan ailesi içerisindeki çalkantılar elbette din ve mezhep düşüncesiyle ilgili değildi. Hanedan İslâm’a bihakkın riayet ediyordu. Bu sebeple küçük çaptaki manzaralar dışında Selçuklu hanedanından Şiî şahsiyetler çıktığı ve bunun Türkleri etkileyerek kargaşalık oluşturduğu hiçbir şekilde söz konusu değildir. Ancak tasavvufî anlamda ileri Anadolu Selçuklu devirlerinde münferit senkretik inançlardan ötürü meydana gelen sarsıntıları zaten hiçbir şekilde İslâmî saymak mümkün değildir. Hanedan bunlara da itibar etmemiştir. Asıl olan hâkimiyet mücadelesi ve şuuru idi; buna da “cihan hâkimiyeti” adı verilmiştir ve kökleri Oğuzların eski inançları yani Şamanlık devrine kadar uzanmıştır. Selçukluların İslâmî inançları gayet nettir ve hiçbir şekilde felsefeye girmez. Bu durum onların geçmişlerini, törelerini ve vatanlarını unutmalarına engel olmuyordu. Sultan Tuğrul İran’a çok önem verirken Alparslan, Türkistan meselelerine daha çok ehemmiyet vermiş ve hatta canını bile bu hususta feda etmiştir. Öyle ki Alparslan Bağdat’a bir defa dahi gitmemiştir. Melikşah ve Sencer’i Türkistan konusunda aynı şekilde görmeliyiz. Elbette Müslüman Türk anlamında Türkmen deyimi şuuru ile iyice yoğrulmuş olan Oğuzlar, aynı zamanda, İbn-i Kesir’in 102

Türk-i İman şeklindeki terminolojik îzahı sultanların kafasında âdeta Türk’e iman havasında tezahür etmişti. Bu sebeple Selçuklu sultanları ve Oğuzlar iyi birer Müslüman oldukları gibi aynı zamanda şuur sahibi birer Türk’tüler. Türkistan’a bu kadar önem vermelerine karşılık Maveraünnehir’deki isyanların sebeplerini bu bakımdan anlamak mümkün değildir. Bugün dahi Hanefî-Müslüman olarak dini hayatlarını sürdüren Türkistan’ın böyle bir yola girmelerinde dini sebepler aramanın hiçbir manası yoktur. Zaten bu karşılıklıkların hiçbiri özellikle mezhep saiki ile çıkmamıştır. Fergana Vadisi’ne hapsolan Karahanlıların sürekli olarak akrabalarına maraz çıkarmasının huysuzluktan başka anlamı yoktur. İyi Müslüman olan Ferganalılar sanki genetik özelliklerinden ötürü dâima kendilerini dini bakımdan Türkistan Türk kavimlerinden üstün görmüşler ve varlık gösterememeleri sebebiyle de hep bir adım ileride durmuşlardır. Selçuklu sultanlarında çok farkına varmadığımız hilâfet ile saltanatın birleştirilmesi fikri de dini bir eğilimdir. Sultan Melikşah bu işi kızı Mahmelek ile Halife Muktedi’den olma torunu Cafer’i hilâfet ve saltanat naibi yaparak çözmek istiyordu. Hatta bu maksatla kızı ölünce torun Cafer’i İsfahan’a götürerek kendi eli ile yetiştiriyordu. Bu sebeple halife ile sultan arasında ciddi bir gerginlik oluşmuş, Terken Hatun’un Berkyaruk’u tasfiye ederek kendi oğlu Mahmud’u veliâht yapması, hatta Cafer’in hem halife hem de sultan olmasına Nizamü’l-Mülk’ün de rıza göstermemesi gibi bir ortamda Melikşah’ın zehirlenerek ölmesi bu tasavvurun gerçekleşmesini engellemiştir.257 Bu tasavvur ileride Harezmşah Muhammed tarafından da gündeme getirilecek, fakat gerçekleşmeyince Hülâgu tarafından Hilâfet’e son verilecekti. Her şeye rağmen Emir Timur da Hilâfeti, Türkistan’a nakletmek istemiş, lakin Hilâfet’in Mısır’a göçen Abbasîlerden Türklere intisabı Osmanlı padişahı Yavuz Selim’e nasib olmuştur.

257 Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 172. 103

SELÇUKLULAR SOYKÖTÜĞÜ258 Dukak Bey

258 Metinlere Uyum Sağlanmış Soyküğü 104

KARAHANLILAR SOYKÜTÜĞÜ

GAZNELİLER SOYKÜTÜĞÜ

105

2. BÖLÜM

HareZmŞaHlar DeVri (1092-1221)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Hazar Denizi’nin kuzeyinde ve Ceyhun Nehri’nin güneyinde her iki tarafta kalan coğrafyaya Harezm259 adı verilmiş olup bu bölgenin başkenti Ürgenç’tir. Bölgeye Harezm260 adı verilince bu ülkeleri de idâre edenlere İranî bir deyim veya unvan olarak Harezmşah denilmiştir. Harezmşah bir etnisite olmayıp coğrafyadan kaynaklanan ve bölgeyi idâre eden hanedanlara verilen addır. Daha İslâm öncesi dönemlerden beri Harezm’e hâkim olan vali, emir ve hükümdarlar bu isimle anılmıştır.261 Çok geniş bir sahaya yayılmış olarak Pers İmpaparatorluğu yıllarından başlayıp 997’ye kadar Afrigoğulları, 995-1017 arasında Me’muniler, 1017-1041 arasında Gaznelilere bağlı olarak Sultan Mahmud tarafından tayin edilen Altuntaşoğulları gibi hanedanlar hüküm sürmüşlerdir. Bunlara da Harezmşah denmiştir. 1040’ta bölge Gaznelilerin elinden çıkınca Cend Emiri Şah Melik onları Harezm’den sürmüş, Altuntaşoğulları da Horasan’a göçerek Selçuklulara sığınmış, ancak onlardan da yüz bulamayınca dağılmışlardır. Tuğrul Bey zamanında Harezm’de artık Selçuklu 259 Alaedin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa, Mürsel Öztürk, Kül. Bak., Ankara 1988, s. 146. Cüveynî de Harezm’in bölgeye verilen bir isim oduğunu, halkın Ürgenç dediği başkendin ise esas adının Curcaniye olduğunu serahatan kaydetmekte ve “Bana göre beldelerin en güzeli Harezm’dir” demektedir. Son yıllardaki modern çalışmalarda Anuşteğin için Zeki Velidi görüşlerine dönülmüş ve bunların Kanglı olduğu ileri sürülmüştür: Bkz. Osman Yorulmaz, Kanglı Türkleri, s. 93. 260 Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 190. 261 Aydın Taneri, Hârizmşahlar, DİA, C. 16, İstanbul, 1997, s. 228. 109

hâkimiyeti söz konusudur. Fakat Harezm ülkesinin tam olarak Sultan Alparslan zamanında fethi tamamlanmış, bunlara eskisi gibi Harezmşah yerine Melik sıfatı unvan olarak uygun görülmüştür. Selçuklu saraylarından mahalli idâreciler marifetiyle vergi gelirlerini toplayan sorumlulara da Taşdar denilmiştir. Selçukların inkırazından sonra başta İran olmak üzere miraslarının üzerine oturan ve Harezmşahî diye adlandırılanlar ilk Taşdar Anuşteğin’in soyundan gelmişlerdir.262 Fakat Alparslan bu ülkeyi oğlu Ayaz’a vermiştir.263 Anuşteğin bir Türk Memlûkü idi, emirlerden Bilge Teğin tarafından satın alınarak Selçuklu sarayına getirilmiş, gelirlerin bir kısmından faydanlanmak suretiyle zengin olmuş ve fakat vazifesini saraydan naipler aracılığıyla sürdürmüştür. Sultan Berkyaruk zamanında Harezm’e Koçkar adlı bir vali tayin edilmişse de bunun bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra Anuşteğin’in oğlu Kutbeddin Muhammed Harezmşah unvanı ile Harezm’e melik olarak tayin edilmiştir. Bu melik artık idâreyi Selçuklu sarayı yerine Harezm’in başkenti Ürgenç’ten sürdürmeye başlamış ve Selçuklu sultanlarına dâima sadık kalmıştır. Oğuz hâkimiyeti öncesinde tıpkı Samanoğulları gibi İranî soydan gelen Müslüman-Sünnî-Hanefî Harezm ahalisi, eski sahipleri ile Müslüman olmayan Oğuzların onlarla ticari münasebetlerde bulundukları ve İslâmî referansın bir kısmını da onlardan öğrendiklerini daha evvel belirtmiştik. Bu sebeple Harezm ülkesi Müslüman tüccarları Oğuzları gayet yakından tanıyorlardı. “Müsürman” adı verilen bu tüccarlar İskandinav ülkelerinden getirdikleri malları Harezm pazarından Siberya’ya, buraların koyunlarını da Avrupa içlerine kadar satıyorlardı.264 Oğuzlar da tıpkı Samanoğullarında olduğu gibi Maveraünnehir’de Araplardan ziyâde Müslümanlık konusunda onları örnek alıyorlardı. Onun için Selçuklu Oğuzlarının Müslüman olmasında bunların bilhassa yardımlarını söylemekte fayda vardır. Bu bakımdan iki 262 Merçil, s. 190. 263 Taneri, s. 228. 264 İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, TTK, Ankara, 2000, s. 31. 110

halkın birbirine karıştığı ve bu tarafa tıpkı Samanlı ülkesinde olduğu gibi İslâmlaşan Oğuzların akın akın yayıldığını biliyoruz. Ceyhun’un yukarı mecrası Asya’nın en münbit topraklarıydı ve daha ötesi kum çöllerine dayanıyordu.265 Şehirleşen ve zaten evvelden beri yerleşik hayatı tercih edip Ürgenç’i oluşturan ilk İranî halkların elbette ilk göçebeleri Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler olmuştur diyebiliriz. Daha sonraki yıllarda bu bölgenin İran coğrafyasında metbu bir Türkmen yurdu hâline gelmesini de ancak bu şekilde îzah edebiliriz. Menşeî itibariyle Harezmşahları tıpkı Gazneliler gibi Samanoğlu vasallığı üzerine kurulu bir gulâm idâresi olarak görebiliriz. Lakin bu istikamete Oğuz akınları ve zamanla göçebe halkı tamamen Türkmenlerin meydana getirdiğini düşünürsek Gazneli idâresinden farklı olduklarını bilhassa müşahade ederiz. Gerek Sultan Mahmud ve gerekse oğlu Mesud’un Oğuzları çeşitli tedirginliklerden ötürü yanlarına çok yaklaştırmadıklarını, sürekli olarak onların hâkimiyet düşüncelerinden korkmaları sebebiyle öne çıkarmadıklarını iyice bilmekteyiz. Fakat Harezm’e daha Selçuklular gelmeden halkın tamamen Türkmenlerden oluştuğunu ve Ceyhun’un bereketli topraklarının Oğuz otlak yerleri olduğunu görmekteyiz. Bu kesafetin Oğuzlar tarafından oluşturulduğu ve Oğuz genetiği hatırlanırsa siyasete dönüşmemesi zaten mümkün değildi. İşte yeni Harezm’i mutlaka bu gözle görmemiz ve incelememiz şarttır. Bu sebeple Harezmlilerin Maveraünnehir’de tek siyaset tayin edici Selçukluları takip etmemeleri ve kuvvetlenip de Selçukluların zayıfladıkları zamanları kollamamaları yani onların siyasetine bulaşmamaları zaten düşünülemezdi. Bölgenin adı ile anıldığı Harezmşahların atası yukarıda zikredilen Anuşteğin’dir. Hangi Türk boyundan oldukları belli olmamakla birlikte İ. Kafesoğlu; Cüveynî, Şerafeddin Ali Yezdi ve Mecmua’ül-Ensab’ı kaynak göstererek Harezmşahların “Irken 265 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 30. 111

Türk olduklarında şüphe yoktur,”266 demektedir. Ancak gerek Cüveynî ve gerekse İbnü’l-Esir Anuşteğin soyunun serahaten Türk Memlûku olduğunu yazmaktadır. Bu yönleri ile Gaznelilere benzediklerini ifâde etmeliyiz. Kafesoğlu Reşidüddin’e dayanarak Harezmşahların Oğuz Beğdili boyundan olduğunu ileri sürmüşse de, kabul görmeyen bu tespite; onların Memlûk olduklarını kabul etmekle beraber F. Köprülü sahip çıkmıştır.267 Bu tartışmalara Z. Velidi ve birçok oryantalist de katılmıştır. Harezmşah halklarının genellikle ve coğrafya olarak Oğuzlarla kuşatılmış olması ve çocukları devrinde bunlara Kanglı Harezmşahları denmesi her halükârda bu çemberin içinde bulunduklarını göstermektedir. Anuşteğin’in iyi eğitim görmesi için babası onu Merv’e tahsile göndermiş ve iyi yetişmesini sağlamıştır. Siyaset, din, ilim ve idâreciliği burada öğrenmiştir. İdareciliği sırasında sultanların emirlerine tam olarak uymuş, her yıl kendisi veya büyük oğlu Atsız, Sultan Sencer’i ziyaret ederek vergiler ve hediyeler sunmuştur. Zamanın kaynaklarında Anuşteğin’in çok çalışkan ve dürüst bir idâreci olarak halk tarafından pek sevildiği ve ilerisi için yerini sağlamlaştırdığı; hatta ona Ebü’l-Feth ve Emr’il-mü’minin diye hitap edildiği hususları yer almaktadır.268 Anuşteğin’in ölümünden sonra Sultan Sencer, babası gibi yetişmiş ve iyi tahsil görmüş oğlu Atsız’ı (1128-1156) bir menşur illere Harzemşah yaptı. Esas bu devletin kurulması onun zamanında gelişti, çünkü Selçukluların inkıraza sürüklendiği apaçık görülüyordu. Ardı arkası kesilmeyen Oğuz isyanları ve hanedan içi mücadeleler ile Maveraünnehir’in durulmamasının verdiği sıkıntılar sürüyordu. Fakat her şeye rağman Atsız özellikle ilk dönemlerinde Selçuklulara canla başla hizmet ettiği gibi seferlere de katıldı. Eski kaynaklarda ifâde edildiği gibi ailede olan “Gurur, kibir ve kendini beğenmişlik”269 onda biraz daha faz266 267 268 269

Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 38. Fuat Köprülü, Tarih Araştırmaları I, Akçağ, Ankara, 2006. Taneri, s. 229. Cüveynî, s. 257. 112

laydı ve bu seferlerde Cend ve Mankışlak gibi stratejik önemi olan bölgelere sahip olarak tam Oğuzlara nüfûz etti ve onların haleti ruhiyelerini iyice anladı. Hatta bir av esnasında Sultan Sencer’e yapılacak bir suikastı önleyerek onun gözdesi oldu.270 Horasan seferinde Selçuklu ordusunun sol cenahını tutarak çok büyük yararlıklar gösterdi. Bu durumu Selçuklu ümerası kıskanarak aralarını bozmaya çalıştı. Bilhassa Maveraünnehir’de Oğuzlar arasında şöhreti pek artmıştı. Gerçekte Sencer’e karşı olanlar onu da ortadan kaldırmak istiyorlardı. Fakat Sencer savaş sonunda ona Harezm’e dönmesi için izin verdi. Atsız iç ve dış entirikalardan Selçukluların sallandığının farkına varınca, Cihangüşa’ya göre 1138 yılında isyan bayrağını açtı.271 Bunun üzerine Sultan Sencer, Horasan’dan Harezm üzerine yürüdü. Atsız kemiyetçe az ve genellikle Müslüman olmayan Oğuzlardan272 meydana gelen bir ordu ile savaşı göze alamadığı için çöl istikametine kaçtı. Fakat yakalanan oğlu Atlığ öldürüldü. Sencer Harezm’e kardeşi Süleyman’ın oğlu Muhammed’i tayin etti ise de az sonra gelen Atsız onları bozguna uğrattı. Artık başladığı işi yarım bırakmayan Atsız buradan Merv üzerine yürüdü ve çok sayıda adam öldürtüp mamur şehri yağmalattı. Bu sırada Sultan Sencer de Katavan’da Kıtaylara yenilmiş ve bozgun şeklinde Horasan Belh’e canını zor atmıştır. Harezmşah Atsız artık bağımsız olmuştu. Atsız el altından Maveraünnehir emir ve hanlarına yardımlarını sürdürdü. Özellikle Karluklara yardım etti ve dolayısıyla Sencer’e karşı Kıtayları da desteklemiş oldu. Atsız mutlaka öldürülen oğlu Atlığ’ın intikamını almak istiyordu. Harezmşah arazisinin bir kısmının Kıtaylar tarafından işgali ve Atsız’ın vergiye bağlanması273 gibi sonuçlara bakılacak olursa Atsız’ın onlara direkt yardım ettiği elbette söylenemez. Yardımların Karluklara yapıldığını ifâde etmek daha doğrudur. Burada dikkat çeken en önemli nokta artık Atsız’ın 270 271 272 273

A.g.e., s. 250. A.g.e., s. 251. Taneri, s. 229. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 54. 113

gerçek niyetlerinin ortaya çıkmasıdır. Fakat siyaset gereği Atsız, Selçukluların Kıtaylar karşısındaki bozgunundan bir ay evvel Mayıs 1141’de tekrar Sultan Sencer’in metbuu olduğunu ilân etmişti; lakin bir dönüm noktası olan Katavan’dan sonra Eylül 1141’de Merv’den Nişabur’a geçerek orayı da zapt etmiş ve kendi adına hutbe okutarak tam istiklâlini ilân etmiştir.274 Atsız Merv’de yaptıklarının Nişabur’da tekrarına izin vermemiş, fakat bunca hizmetlerine karşılık hanedandan ihanet gördüğünü de ifâde etmekten kaçınmamıştır.275 Böylece Merv ve Nişabur gibi iki Selçuklu başkenti Harezmşahların eline geçmiş ve onlar İran’a ayak atmış oluyorlardı. Sultan Sencer Harezmşahların genişlemesini ve son emrivakileri kabul etmeyerek, Cüveynî’ye göre276 Ekim-Kasım 1147’de tekrar Harezm üzerine yürüdü. Fakat bu sefer Hezar Esf adlı bir kaleyi aylarca kuşatmak suretiyle zorla aldı. Artık Harezm halkı da Sencer’e karşı bilenmişti. Zamanın şairlerinden Vatvat; “Ey Şah! Senin hasmın kahraman Rüstem de olsa, Hezar Esf’ten bir eşek bile alamaz.”277 sözleri ile bu gerçeği ifâde etmiştir. Fakat devasa bir ordu karşısında tekrar ara bulunmuş ve Sencer üçüncü defa Atsız’ı affetmiştir. Atsız sultanın gönderdiği hediyeleri kabul ederek Horasan’a dönünce Sencer’e elçisi ile gönderdiği hediyelerle mukabele etmiştir. Sultan Sencer’in tek şartı Atsız’ın Maveraünnehir’e giderek herkesin anlayacağı bir dille tabiyetini ilân etmesiydi. Atsız bu vaadi daha sultan ayrılmadan yerine getirdi. Atsız, sultanın gönderdiği son elçilere gayet iyi muamele etmiş ve daha sonra bazı savaşlara da Sencer yanında katılmıştır. Fakat en önemlisi Maveraünnehir’i ayrılıkçılardan temizledikten sonra oğlu ve Halefi İl-Arslan’ı bölgeyi yönetmesi için oraya göndermesidir.278 Cüveynî’ye göre İl-Arslan Cend’i alıp Maveraünnehir Oğuzları üzerinde Harezmşahlar 274 275 276 277 278

Köprülü, Tarih Araştırmaları, s. 187. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 55-56. Cüveynî, s. 253. A.g.e., s. 253. A.g.e., s. 255. 114

egemenliğini tesis ettiği yıl, yani 1153’te, Sultan Sencer Oğuzlara yenilerek esir alındı. Sultanın Oğuzlara yenilerek üç yıl onların ellerinde esir kalması zamanında (1153-1156) dâima sultanın haklarını korur bir politika izleyen İl-Arslan böylece Oğuzların da tam anlamı ile gönlünü almış oluyordu. Bu sırada (30 Temmuz 1156) Atsız öldü ve yerine İl-Arslan Harezmşah oldu. Fakat 1157’de Sultan Sencer de ölünce tam serbest kaldılar. İşte bu tarihten sonra tam istiklâl ilân eden Harezmşahlar, Maveraünnehir’den ziyâde İran kapılarını zorlamaya başladılar ve Irak Selçukluları ile kardeşçe münasebet kurdular.279 İran’ın tamamı Oğuzlar tarafından istilâ edilip, bütün bozkırlar onlarla dolup taşmasına karşılık Sultan Sencer öldükten sonra buralarda zerre kadar devlet otoritesi kalmamış, bir taraftan Irak, diğer taraftan Alamut’dan gelen ayrılıkçı mezhep hareketleri düzeni iyice bozmuştu. Önce Merv sonra da Nişabur’u ele geçiren Harezmşahları artık İran’a çeki düzen vermek gibi gerçek bir hizmet bekliyordu. Şüphesiz İl-Arslan çok akıllı bir devlet adamıydı, kendine oğlu Sultanşah’ı halef seçen İl-Arslan artık İran işlerine el atmış ve devleti de yükselmeye doğru tırmandırmaya başlamıştı. b) Gelişme ve Yükselme Devri Harezmşah Atsız öldüğü zaman, Veliâht İl-Arslan İran kapısı olan Horasan’da bulunuyordu. Fakat hadiseyi öğrenir öğrenmez süratle Harezm’e hareket etti. Cüveynî’nin verdiği bilgilere göre, Ürgenç’e varır varmaz isyan etme ihtimali olan ve Atabey Oğul tarafından desteklenen kardeşi Süleyman’ı hapsederek Atabey Oğul’u da öldürttü. Emirlerin ve askerlerin maaşlarını artırarak ödedi ve onları ziyâdesiyle memnun etti. Selçuklu elçileri baş sağlığı ve tebrikat için geldiler ve onları çok iyi karşıladı. Atsız’ın ölümünden 10 ay sonra Sultan Sencer öldü ve Harezm ülkesinde iki gün yas ilân edildi.280 279 Aydın Taneri, Harezmşahlar, s. 229. 280 Tarih-i Cihangüşa, s. 257. 115

İl-Arslan tahta çıkmaz babasının Oğuzlar ile ilgili politikasını kısmi bir tadilatla uygulamaya başladı. Fakat esas olan Horasan ve İran’dı; gerçekten İ. Kafesoğlu’nun da yerinde bir tespitiyle İran işlerine daha tesirli bir biçimde müdahil olundu.281 İl-Arslan bu yönü ile aynı Selçukluların politikasını takip etmiştir. Yeni Selçuklu Sultanı Mahmud Han ile dostane ilişkiler kurmuş, fakat Sencer zamanındaki gibi Bende-Tabi gibi bir tabir yerine Muhlis-Sadık tabirini kullanarak eş durumda olduklarını ortaya koymuştur.282 Selçuklu Sultanı Mahmud zaten hanedanın kız tarafından geldiğinden, pek kifayetsiz biri idi ve devletin de mâli durumu çok kötüydü. İşte yeni Harezmşahlar Devleti hızla büyümeye doğru giderken, Selçuklular da bu hızdan daha süratli bir şekilde Maverünnehir, Horasan ve İran’da tamamıyla tükeniyorlardı. Fakat Selçukluların yerine hükümran olmağa başlayan Harezmşahların doğuda en büyük handikapları tıpkı onlar gibi Mevareünnehir’in kendi başlarına buyruk Oğuzları, Karlukları ve Katavan’da büyük bir galibiyet kazanan Karahıtaylardı. Daha evvel ifâde ettiğmiz gibi Harezmşahlar onlara metbuu olmamakla birlikle saldırılarından korunmak için bir miktar vergi ödüyorlardı. Karluk ve Oğuzların arkasında da mutlaka Karahıtaylar vardı. İl Arslan zamanında Karluklardan Bigü Han’ın öldürülmesi üzerine Laçin Bey komutasındaki bir grup Karluk Harezmşahlara sığındı.283 Bunun üzerine İl Arslan o tarafa yürüdü. Bir kısım Karagöl ve Cend Türkmenleri de Karahıtaylardan yardım istemişti. Çok geçmeden Karahıtay gücü olarak İlig Türkmen komutasında 10.000 kişilik bir ordu İl-Arslan’a karşı durdu. Harezmşahlar Buhara halkını yanlarına alarak Semerkant üzerine yürüdüler, fakat kalabalık olan İl Arslan ordusu karşısında savaşa girmediler. Bu sırada Horasan’da Oğuz ayaklanması oldu ve mecburen ordu bu tarafa yönlendi. Şadyan mevkiindeki karşılaşma yine anlaşma ile sonuçlandı. 281 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 74. 282 A.g.e., s. 74. 283 Cüveynî, s. 257. 116

Maveraünnehir’de bir kısım Harezm öncüleri 1170’te yenildiler ve bu sırada 8 Ağustos’ta İl Arslan eceli ile öldü.284 Şimdi de Harezmşahlarda taht mücadelesi başladı ve bu işe bölgenin hâkim gücü Karahıtaylar da müdahil oldu. İl Arslan’ın yerine tahta çıkan veliâht küçük oğul Sultan Şah Harezm hazineleri karşılığında Hıtayların yardımı ile tahttan indirildi ve yerine 11 Aralık 1172’de Tekiş Harezmşah ilân edildi. Tekiş daha adil ölçülerle işe başladı ve kısa zamanda devleti toparlayarak makamını borçlu olduğu Karahıtaylarla da iyi münasebetler kurdu. Tekiş kendisine karşı saltanat mücadelesi veren Sultanşah’ın annesini takip ederek öldürttü, fakat Sultanşah önce Melik Müeyyed sonra da Horasan’da Gurlulara sığındı. Kısmen huzurlu olan Tekiş Harezm’e geldiği zaman karşısında Karahıtayların vergi memurlarını gördü. Vergi yüzünden bir anda Tekiş ile Karahıtayların arası açılınca bu sefer Sultanşah o tarafa yani Hıtaylara sığındı. Karahıtaylar Fuma komutasında Harezm’e bir ordu gönderdi. Tekiş Ceyhun’un sulama kanallarını açarak gelmelerini biraz engellemek ve geciktirmek istedi ise de Karahıtay ordusu Harezm’e dayandı. Fakat halk onlara büyük tepki gösterdi ve Sultanşah da mücadeleyi bırakarak bir kısım Karahıtay askeri ile geri çekilip Serhas ve Merv dolaylarına gitti ve buralarda bir emirlik kurdu. Sultanşah buralarda savaşlar yaparak bir hayli kuvvet de topladı. Devlette iki başlılığı önlemek için Tekiş bu tarafa hareket etti. Fakat o Horasan’a varmadan Sultanşah 1193’te burada öldü.285 Sultanşah’tan sonra çocukları burada emirliği devam ettirmek istedilerse de başaramadılar. Tekiş’i mutlaka büyük Harezmşahların başında saymak gereklidir. Sultanşah’ın ölümünden sonra dedesi Atsız gibi yüzünü İran ve İslâm dünyasına çevirmişti. Maveraünnehir’de karışıklık ve Karahıtay tehlikesini önlemek mümkün halden çıkmıştı, şimdi artık Türkistan’a Gavureli deniyordu. Gerçi buralarla 284 A.g.e., s. 258. 285 Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 192; Cüveynî’ye göre bu tarih 15 Nisan 1186’dır. 117

ilgilenmemek mümkün değildi ama, Irak Selçukluları ve halifeliğin oldukça zayıflamasından faydalanmak ve Türkmenlerin istilâsı ile yoğun iskan ile sonuçlanan Batı İran’a yönelmek daha doğruydu.286 Azerbaycan Selçuklu Beyleri arasında da tıpkı Horasan gibi taht kavgaları başını almış gidiyordu. Daha evvel Sultanşah başarılı sefer yapmış, bu sebeple Tekiş ilk seferinden geri dönmüştü. Irak Selçuklu Sultanı Tuğrul buraları devamlı yağmalatıyordu. Tekiş tam anlamıyla büyük Selçuklu sultanlarını andırıyordu; çünkü hâkimiyeti elden bırakmıyor ve halifeyi dahi metbuu düşünüyordu. Bu sebeple tarihçiler ona Büyük Sultan adını vererek Selçuklu Oğuzlarının devamı olarak kabul etmişlerdir. Büyük bir hükümdar olarak Tekiş yine büyük Selçuklu sultanları gibi Maveraünnehir, yani Türkistan’a çok ehemmiyet vermiş, belki de daha sonraki tarihlerde Türk hükümdarlarının, bu coğrafyaya son bakışları olmuştur. Tekiş kendinden önce ve kendi zamanında Türkistan’daki bütün uygunsuzluklara rağmen, Maveraünnehir için kaynaklarda konu edilmeyen bir hususu, “Kahredici devletimizin mebdei ve menşeidir”287 sözleri ile ifâde etmiştir. Artık Türkistan Karahıtaylar tarafından iyice işgal edilmişti. Ordusu çoğunluk olarak Müslüman olmayan anayurt Türklerinden meydana gelen bu Moğol unsuruna Türkmen Karluk güçleri de ne yazık ki yardım ediyor ve hatta işgale onları teşvik ediyorlardı. Tekiş gibi kuvvetli bir Harezmşah ise buraları ata yurdu olarak gördüğü için katiyyen onlara bırakmak niyetinde değildi. Tekiş aslında ilk hareketi ile bu boyunduruğu kırmış ve onlara vergi ödemez olmuştu. 1175-1180 arasında ise Siriderya’nın kuzey doğu bozkırlarında bulunan Kıpçaklar, yani şimdiki Kazaklarla anlaşarak onlarla birlikte bir cephe olmayı başardı. Tekiş’e göre, şimdi kafirlerin elinde bulunan Cend şehri “İslâm padişahlarının şerefli bekçisi”288 durumundaydı. O sebeple 286 Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 193. 287 Kafesoğlu, a.g.e., s. 91. 288 A.g.e., s. 92. 118

sanırız ki bu iyi münasebetler neticesinde Kıpçakların Müslüman olması sağlanmış ve M. Halil Yinanç’a göre, hiçbir tarihi kaynakta yer almayan bu olay sebebiyle Kıpçakların Uran kabilesi reisi Alpkara Cend sınırlarına gelerek Harezmşah’a tabiyet arzetmiş büyük oğlu Alpkuran’ı Yugur-zedegân’dan olan kalabalık bir grupla Ürgenç’e göndererek bütün kavmi ile birlikte hizmete hazır olduğunu bildirmiştir.289 İşte bu tarihten sonra Harezmşah ordusunda Kıpçaklar ve onlardan olan Kangılılar süratle artmaya başlamıştır.290 Uzak görüşlü bir devlet adamı olan Tekiş, Kıpçak heyetini Cend, Sağnak, Ribtat ve Barçınlık hâkimi oğlu Nâsıreddin Melik’in yanına göndermiş ve Karahıtaylar üzerine saldırmalarını emretmiştir. Cüveynî’de etraflıca yer alan bu önemli hadise İran tarihçilerinden Bağdatî’de de mevzu olmuş,291 hatta Tekiş oğlu Harezmşah Muhammed’in annesi ünlü Terken Hatun ile bu münasebetler neticesinde evlenmiş ve bu hareket doğrultusunda Harezmşah ülkesinin doğu ve Türkistan toprakları tamamen Kanglı-Kıpçakların iskanı ile sonuçlanmıştır.292 Tekiş ele geçirdiği bu taze ve zinde kuvvetleri şimdilik sınır bölgelerinde ileri hareketlerde kullanmış fakat zamanla Terken Hatun’un293 himayesi ile bütün ordu Kanglı olduğu gibi, Kıpçaklar Harezmşah ülkesinin her yanına dağılmışlardır. Alpkara, az zamanda Talas ve Sayram’a kadar sefer ederek Karahıtayları en azından buralardan tard etmiş, Kafesoğlu’na göre tam bir Harezmşah yurdu hâline getirememiştir. Fakat Maveraünnehir’den başka Siriderya ötesinde Balasagun taraflarına bile ağır baskılar icra edilmiş ve tazyik devamlı ayakta tutulmuştur.294 İşte bütün bu baskılardan cesâret alan A.g.e., s. 94; Osman Yorulmaz, Kanglı Türkleri, s. 95. A.g.e., s. 95. Yorulmaz, s. 95-96, Dipnot: 240-242. Cüveynî, Cihangüşa, s. 320. Bazı kaynaklarda Terken Hatun’un Oğuz Bayat boyundan olduğu yer almaktadır. Hatta babasının Kanklıların Bayat kabilesi reisi Cinkişi olduğu ifâde edilmektedir. Bkz. A. Konstantin d’Ohsson, Moğol Tarihi, Nesnel Yay., İstanbul, 2008, s. 90-91. 294 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 95.

289 290 291 292 293

119

Sultan Tekiş kalabalık bir ordu ile Maveraünnehir’e yaptığı vaki seferler neticesinde Buhara’yı zapt etmiştir. Tekiş Maveraünnehir’i tam yoluna koymadan Horasan’a inmek niyetinde görünmüyordu. Son zamanlarda Tekiş’in kardeşi Süleyman Şah’ın elinde bulunan Afganistan Gurluları fırsatı ganimet bilerek buralara saldıralar düzenliyorlardı. Harezmşah ordusu Horasan’da sürekli olarak savunmada bulunuyordu, çünkü Tekiş’in öncelikli cephesi Karahıtaylardı. Gurlu hükümdarı Tekiş ile Sultanşah arasında ikili oynuyor ve Sultanşah’ı Tekiş’e karşı koz olarak kullanıyordu. Bu sebeple Horasan ve Hindistan istikameti sürekli karşıklıklarla doluydu. Bu karışıklıklar 5-6 sene devam etti. Sonunda Sultanşah 1193 senesinde öldü ve hâkim olduğu Telekan-Mevirud-Herat hattına kadar bütün Horasan Tekiş’in eline geçti. Tekiş’in oğlu Muhammed Nişabur Valiliği’ne getirildi ve Süleyman’ın ölümü bu taraflarda bir rahatlık sağladı. Bu sebeple haklı olarak tarihçiler Sultanşah’ın ölümünden sonra Harezmşahların ciddi bir yükselişe geçtiğini yazmaktadırlar.295 Irak Selçukluları da can çekişiyordu. Yirmili yaşlarda olan Sultan Tuğrul, günü gün etmekten ve İran içlerinde Türkmen bölgelerine hesapsız yağmalardan başka bir iş görmüyordu. Etrafında öldürmedik aklı başında devlet adamı bırakmamıştı. Üstelik yapılan kötülükler Rey civarına hâkim olan Harezmşahlara mal ediliyordu. Halife en-Nâsır Harezm’e elçi göndermiş, durumdan şikayet ediyor ve buraların Harezmşah’a verildiğini belirtiyordu. Tekiş zaten Irak üzerine yürüyecekti, bu sebeple evvelâ bir öncü birlik sevketti. Kutluğ İnanç komutasındaki Harezmşah ordusu Rey civarında Tuğrul’un ordusunu feci bir mağlubiyete uğrattı ve çember içersine alınan sultan teslim olmak yerine sonuna kadar tek başına çarpıştı. Fakat atından düşerek Harezmliler tarafından öldürüldü ve kesik başı Tekiş’e getirilerek gövdesi günlerce Rey’de teşhir edildi (25 Mart 1194). Savaş 295 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 122. 120

meydanına kavuşan Tekiş kesik başı Bağdat’a halifeye gönderdi. Böylece Irak Selçukluları da tarih sahnesinden çekilmiş oldu.296 Tekiş Rey’i tamamen ele geçirdikten sonra Selçuklu başkenti Hemedan’a yöneldi ve burada Irak-Acem tahtına oturdu. İleri gelenlerin tebrikatını kabul etti. Halife en-Nâsır başarıdan kendine bir pay çıkarmak ve bazı toprakların halifeliğe terki umudu içersindeydi. Vezir Kassab’ın halifenin hediye ve menşurunu 10.000 kişilik bir Bedevî ve Kürt ordusu eşliğinde göndermesine Tekiş alındı ve hâkimiyetin paylaşılması isteği olarak değerlendirdi. Bu sebeple o veziri karşılamak için aynı şekilde bir ordu gönderdi. Çareyi kaçmakta bulan hilâfet veziri Bağdat’a doğru yol alırken ordusu da kendiliğinden dağıldı. Tekiş Irak İran’ını baştan başa yeniden düzenledi. İsfahan’ı Kutluğ, Hemedan’ı Emir Karagöz, Rey’i ise oğlu Yunus’a vererek Şemseddin Mayacık’ı buradaki orduların başkumandanı yaptı ve Merv’de diğer oğlu Melikşah’ı Nişabur’a göndererek kendisi de Kutbüğiddin Muhammed ile birlikte Harezm’e hareket etti.297 Sultan Tekiş’in açık şekilde halife ve birçok din adamı ile arası açılmıştı. Kesinlikle büyük Selçuklu sultanları gibi Harezmşah Tekiş de din adamlarının din ile uğraşmasını ve hâkimiyete iştirak etmesini istemediği için halife kaale bile alınmıyordu. Bu durum Bağdat’ta zaten bozuk olan durumu biraz daha bozdu. Nâsır evvelce Tuğrul’u Tekiş’e şikayet ederken şimdi Tekiş’i Gurlulara şikayet ediyor ve onlardan medet bekliyordu. Tekiş Harezm’de bulunduğu zaman içinde yine Türkistan istikametini düzene koymakla uğraştı. Oğlu Muhammed bu sefer ayrı baş çeken Kıpçaklar üzerine yürüdü. Fakat Katur Buku’nun Kıpçak ve Kanglılar üzerinde, Tekiş namına kazandığı Muzafferîyet ortalığın durulması ile sonuçlandı. Kıpçak, Kanglı ve Uranlar gibi bugün Kazaklar olarak tanıdığımız o gün Müslüman olmayan bu Türk kavimleri Harezmşahlar Devleti için elbette çok önemliydi. Çünkü Türkistan’da 296 Cüveynî, s. 266-67. 297 Kafesoğlu,Harezmşahlar,s. 127. 121

disipline olmayan Müslüman Türkler, ilk Müslümanlardan olan Karluk ve Karahanlı unsurları idi. Bunlar Selçuklu sultanları zamanında yaptıklarının aynısını şimdi Harezmşahlara da yapıyorlardı. Halbuki ufak tefek hadiselere ve inanç uyumsuzluğuna rağmen bozkırın Kıpçak, Kanglı ve Uranları daha evvel de ifâde ettiğimiz gibi Harezmşah ülkesinin her tarafına yayılmışlar ve tam anlamı ile bir millet oluşturmuşlardı. Hele Tekiş’in muktedir bir bozkır prensi olan Kanglı Terken ile evlenmesi onları devlete daha çok bağlamış, ordu âdeta onlardan müteşekkil büyük ve taze bir güç hâline gelmişti. Çağdaş kaynaklardan Cüveynî’nin verdiği bilgilere göre298 Harezmşahlar Selçukluların Oğuz yoğunluğunu muhafaza etmekle beraber Kıpçakları devlette hâkim güç hâline getirmekle Türkistan’da Türklüğe yeni bir çehre kazandırmışlardır. Çünkü Müslüman unsurların her birisi dinin cihad düsturundan aldıkları manevî güçle tek tek hâkimiyet peşinde oluyorlardı. Bu sebeple devlet bünyesinde Oğuz-Kıpçak dengesinin Harezmşahları imparatorluk hâline getirdiği hususunu göz ardı etmemeliyiz. Harezmşahların yeni toplumsal özelliği ve Terken Hatun etkisi şüphesiz Sultan Tekiş’i de etkilemiş, o artık din adamları ve halifeyi de ciddiye almaz olmuştu. Halife din adamları aracılığı ile sürekli olarak Harezmliler aleyhinde çalışma yapıyor ve halkı kışkırtıyordu. Birkaç kere Tekiş’in affına mazhar olan ve Rey Muharebesi’nden sonra İsfahan Meliki tayin edilen Kutluğ, şimdi Bağdat’ın tahrikleri sonucu halife ile bir cephe oluşturmuş ve Hemedan’a yürümüştür. Bunun üzerine Irak’taki Harezm kuvvetleri komutanı Mayacık, Tekiş’in oğlu Yunus ile birlikte, Muhammedi ve Samin köyleri arasında Kutluğ’u sıkıştırarak onu feci şekilde mağlup etti. Kutluğ can korkusu ile Bağdat’a sığınmak zorunda kaldı. Bağdat’ta eski Harezm Meliki Kutluğ’a Halife’nin talimatıyle Yıva Türkmenleri’nden meydana gelen 5000 kişilk bir ordu hazırlandı.bHalife Veziri İbnü’l Kassab ve Kutluğ Hemedan üzerine yürüdüler ve Harezmşah 298 Cüveynî, s. 256-57. 122

kuvvetleri bu durum karşısında Rey’e çekildiler. Eylül 1195’de Hemedan’ı işgal eden Halife Ordusu her tarafı yağmaladılar ve kaynaklara göre Müslümanlara çok büyük eziyetler ettiler. Bunun üzerine Yunus Han ve Mayacık Rey’i terkederek Demegan, Bistam, Cürcan istikametine geçtiler. Vezir Hemedan’da Sultan Tekiş’in yaptırdığı köşke oturdu. Irak-ı Acem’in her tarafına Halife’nin gücü ve kuvvetini yaymağa başladı. Fakat çok geçmeden 1196’de vezir ile Kutluğ’ın arası açıldı, birbirlerine karşı harbe başladılar. Mayacık Kutluğ’a işbirliği teklif ederek onun onu Rey’e çağırdı ve Save civarında yakalatarak öldürttü.299 Bu kadar hadiseden sonra ancak Maveraünnehir’i yoluna koyan Sultan Tekiş İran’a gelebilmiş ve kuvvetlerini doğruca işgal altında bulunan Hamedan’ın kurtarılmasına yollamıştır. Bu sırada Vezir Kassap ölmüş ve Yıva Türkmenleri300 Halife Ordusu olarak başıboş kalmışlardı. Harezm Ordusu ehemmiyetli miktarda kayıp vermesine rağman Mayacık Hemedan’ı almayı başararak Tekiş’in muazzam köşküne indi. Mayacık, Kassab’ın mezardaki cesedini çıkararak kafasını kesmiş ve Tekiş’e yollamıştır. Sultan ancak Temmuz 1196’da Hemedan’a vararak köşke yerleşmiş, onun geldiğine inanmayan halk ve din adamlarının tebrikâtını kabul etmiştir. Halife En-Nâsır hâlâ hiç birşeyin farkında değildi. Harezmşah’ın Irak topraklarını kendilerine iade etmesini, aksi takdirde gaza edeceklerini söylüyordu. Buna karşılık Ravendi’nin nakline göre Tekiş, “Vakıa hüküm Emirü’l-mü’minine aittir, biz bir şahneyiz. Lâkin hasmımız çok olduğu cihetle kalabalık orduya muhtacız. Arz divanımızın kayıtlarına göre askerimizin mevcudu 170 bin kişidir. Kuvvetlerimizin beslenebilmesi bakımından arazimiz dardır. Bu itibarla Halife’nin Huzistan’ı dabize in’am etmesi münasib olur.”301 şeklinde cevap vermiştir. 299 A.g.e., s.135. 300 Ravendi bunları Özbekdiye adlandırıyor. Bkz. Rahat-Üs-Südur, s.360. 301 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.137. Ravendi eserinin Ahmed Ateş tarafından yapılan tercümesinin TTK yayınınında bu hususa rastlanmamıştır. Kafesoğlu’nın aslından aldığı sanılmaktadır. 123

Tekiş birtakım tedbirler aldırıp mahalli yetkililer tayin ettikten sonra tekrar Maverünnehir’e dönmüş fakat ancak 1198 sonbaharında bölgeye gelmiştir. Irak-ı Acem ve İran ortalarında, Bağdat civarında korkunç bir Türkmen yağması sürüyordu. Halkın elinde artık verecek birşeyi kalmamıştı. Şimdi her elinde silâh olan grup aynı şeyi tekrarlıyordu. Harezmşah’a karşı başkaldıran halifenin ne maddî ne de manevî gücü bunları önlemeye yetiyordu. Son zamanlarda Harezmşah’ın Bölge Komutanı Şemseddin Mayacık da aynı yolu tutmuştu. Tekiş bunlara karşı Gürcistan’da mücadele edden Özbek adlı bir kumandanı memur etmşti, lâkin Gökçe adlı Türkmen kumandan ortalığı kasıp kavuruyordu. Tekiş Irak’a Horasan üzerinden gelmişti. Horasan kuvvetleri ile birleşen Harezm güçleri yol üstünde bulunan Geşvare, Cünaşek gibi kaleleri fethettiler. Esterâbâd’ı yağmaladılar. Firuzkuh ve Üstüvnavet kaleleri harpsiz teslim alındı. Sonra Irak’a yürüdü ve öncelikle Şemseddin Mayacık’ın işini bitirmek istedi. Fakat Mayacık davetlere icabet etmedi ve Erdehan kalesine sığındı. Buradan celbedilerek sultan huzuruna getiridi ve devlete hizmette kusur etmeyen kardeşi Akça’nın hatırına kafası kesilmiyerek önce hapse sonra da Türkistan’a sürgüne gönderildi.302 Tekiş günden güne Irak’ı düzeltiyordu ve artık Türkistan’dan da iyi haberler geliyordu. Mayacık’ın ortadan kaldırılmasından sonra Halife Nâsır işin ciddiyetini anlamış olarak Sultan Tekiş’e hediyeler ve hil’atlerle birlikte Horasan, Türkistan ve Irak ülkelerinin saltanat menşurunu gönderdi. Böylece Harezmşah İmparatorluğu Halife tarafından da tasdik ediliyordu. Fakat zamanın kaynakları Irak’da hadiselerin durmadığına dair bilgilerle doludur. Tekiş Irak’dan getirdiği daha büyük bir ordu ile Harezm’e dönerken bir kısım kuvvetleri Nişabur ve Kirman’a göndererek buralarda Oğuzlar üzerindeki hâkimiyeti sağlamlaştırdı. 302 İbnü’l-Esirir, İslâm Tarihi, C.12, s.127 ; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.143. Revendi’ye göre Şemseddin Mayacık (Rahat-üs-Südur,s.367) öldürülmüştür. Fakat bu bilgi doğru değildir.Yukarıdaki kaynaklara ilâve olarak Cüveynî (s.274) de öldürlmediğini yazmaktadır. 124

Sultan Tekiş son yıllarını Batınî unsurlar yani Hasan Sabbah örgütü; İsmailî-Haşhaşîlerle mücadele ile geçirdi. Daha evvel birkaç defa Selçuklu komutanları tarafından kuşatılan Kale-i Kahireyine sarıldı ve yapılan anlaşma gereğince içindekiler boşlaltıldı ve Alamut’a sığnmalarına müsaade edildi. Kazvin yakınlarında bulunan bu kale sert taşlar üzerine bina edilmiş ve Sultan Mesud zamanında İsmailîler tarafından onarılarak kullanılmaya başlanmış, içi fedâî ve silâhla dolu bir yerdi. Alamut civarında yuvalanmış olan çok sayıda mürid öldürülüdü. Fakat İsmailîler kendilerine karşı Tekiş’in yaptığı bu hareketin intikamı olarak Vezirini öldürmekle cevap verdiler.303 Vezirinin ölümüne çok üzülen Sultan Tekiş, evvelce döndüğü Harezm’den Horasan istikametine gitmişti. Burada boğazında bir iltihaplanma oldu. Ürgenç’te iken peyda olan bu ağrılar için tabibler ona hareketsiz durmasını tavsiye ettiği hâlde o kimseyi dinlememiş ve Horasan’a gelmişti. İbnü’l-Esir’in verdiği bilgilere göre 304Şehristan denen yere geldiğinde ağrılar arttı ve burada 4 Temmuz 1200 günü öldü. Gerçekten Büyük Selçuklu sultanları çapında bir hükümdar olan Alaeddin Tekiş babası Atsız da dahil özellikle onların yapamadıklarını başarmış ve Türkistan’ı Karahıtaylar’dan kurtararak Horasan ve Irak’a hâkim olmuştu. Sultan Tekiş’in cenâzesi oğlu ve halefi Muhammed tarafından Şehristan’dan alınarak evvelce Ürgenç’de hazırlanan mezara gömüldü. Tekiş yirmi yıllık saltanatın ardında bir ucu Talas diğer ucu Bağdat olan büyük bir ülke ile Kanglı, Kıpçak, Uran ve Oğuzlardan meydana gelen kuvvetli ve organize olmuş bir ordu bırakıyordu. Kaynaklarmız genellikle onun âdil ve halka karşı çok insaflı olduğundan söz etmektedirler. Esas adı Kutbeddin Muhammed olan Alaeddin Muhammed, Alaeddin adını babasına izafen almıştır. Kendisi Turşiz Muharebesi’nde iken Alaeddin Tekiş ölmüş, o yüz bin dinar karşılığında muhasarayı bırakarak Harezm’e dönmüş ve 31 gün sonra tahta 303 Cüveynî, Tarihi Cihangüşa, s.275-276. 304 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C.12, s.133. 125

geçmiştir.305Tekiş’in ölüm haberini alan Gur Sultanları Şıhabeddin ve Gıyaseddin, Merv ve Tuş şehirlerini kolayca zaptetikten sonra Nişabur üzerine saldırmışlardı. Buralar Horasan’ın İran kapısı olarak en önemli kentleriydi. Nişabur’da sultanın kardeşi Ali Şah bazı Harezm ümerası Gurlular tarafından esir alınmış ve halka çok büyük eziyet edilmiştir. Harezmşah Muhammed Horasan’da bu karşışıklıkları öğrenince güçlü bir ordu ile bu tarafa yöneldi. Şaydah’da Gurlu ordusu mahvedildi ve Cüveynî’ye göre fareler gibi kaçacak delik aradılar. Kale yerle bir edildi ve içeride bulunanlar başta din adamları olmak üzere aman dilediler; hiç kimseye dokunulmayarak ellerine verilen hediyelerle ülkelerine yollandılar.306Sultan, Merv üzerinden Harezm’e döndü; fakat aynı zamanda Herat üzerine büyük bir Türk ve Tacik ordu ile yürüdü. Şehrin kalesini mancılıkla atılan taşlarla tahrip ettiler ve Kutval Kalesi adlı bu kale komutanının aman dilemesi üzerine onları affederek şefkat gösterdiler. Bu sırada Merv’e doğru çekilen Harezmşah ordusu Horasan’dan çıkan Gurlular tarafından takib ediliyordu. Bunlar arasında Hindistan’da yerleşik Halaç Türkleri de vardı ve ordu Harezm ordusunun en az iki katı kadardı. Merv yakınlarında iki ordunun savaşı Harezmlilerin galibiyetiyle sonuçlandı. Ertesi yıl Gurlu hanedanındaki iç çekişmelerden istifade edilerek tekrar Herat üzerine yüründü. Herat’da Gurluların valisi Alp Gazi adlı bir Türk’dü; bunun beyan ettiği yetkiye güvenilerek bir daha Horasan’a varmayacaklarının taahhüdü üzerine anlaşma yapıldı ise de Gur padişahı daha sonra bunu kabul etmeyerek Alp Gazi’yi öldürerek anlaşmayı bozdu.307 Gur Sultanı Şıhabeddin, Herat’ın intikamını almak için ertesi sene çok büyük bir ordu toplayarak Harezm üzerine yürüdü. Bu büyük saldırıda Harezm din adamları vatan savunması için halkı öyle bir hazırladı ki Harezm güçlerinden daha büyük ve silâhlı bir yedek ordu hazırlanmasını başardılar. Cüveynî’den aldığımız bilgilere göre 305 Köprülü, Tarih Araştırmaları,s.194. 306 Cüveynî, s.279. 307 Cüveynî, s.282. 126

İmam Şıhabettin hutbede “Canını ve malını korurken ölen insan şehittir” hadisine uygun olarak halka fetva vermiştir.308 Harezmşah Muhammed’ın Kanglı annesi de bu savaşta halkın tamamen silâhlanması için bir emirnâme çıkarmış ve kağıttan miğferler hazırlattırarak askerlerin başına koydurmuş ve surlara dizmiştir.309 Böylece Harezmşah Muhammed’in piyade ve süvariden meydana gelen ordusu ile Ceyhun kıyısında Nuzvar denilen mahalde karargâh kurarken tam karşılarında yani nehrin öbür tarafında da Gurlular yer almışlardı. Ertesi gün Semerkant Emiri ile bir Karahıtay ordusunun Harezmşah’a yardıma geldiği anlaşıldı ama bunlar korktukları için silâhlarını bile kınından çıkarmadan sıvıştılar. Akşam olunca Gurlular bütün güçleri at-deve ve filleriyle savaşı başlattılar. Fakat inanç birliği içinde olan Harezm ordusu karşısında tam bir bozguna uğrayayarak kaçışmaya başladı. Geride bıraktıkları atdeve-fil gibi ağırlıklar ile çok miktarda ganimet Harezmlilerin eline geçti. Gur ordusu bugünkü Kuzey Afganistan’da bulunan Andhud’a vardıkları zaman bu sefer daha evvelden hazırlıklı olan Semerkantlılar ve Karahıtay Ordusu da saldırya geçti. Gur Sultanı Şıhabettin bu savaşta 50 bin askerini kaybetmişti. Fakat yine onun canını Müslümandır diye Semerkant Emiri kurtardı. Siyaset adamlığı pek fena sayılmayan Harezmşah Muhammed, Gurlularla barış yolunu seçerek anlaştı; fakat ertesi sene Talekan sınırında Merverud topraklarına tecavüz edildi; sultan Merv’den hemen bir ordu gönderek Gurlu Türk Komutanı Taceddin Zengi’nin kolayca kellesini aldı. Sultan Şıhabeddin ise uykuda olduğu sırada çadırına giren iki Hintli tarafında öldürülünce kuvvetleri de dağılmıştı.310 Böylece Gur sultanına ait olan bütün ülkeler Harezmşahlara geçmiş oldu. Alaeddin Harezmşah Herat ülkesini Hüseyin b. Harmil’e 250.000 altın 308 A.g.e., s. 282. 309 Kafesoğlu, Harezmşahlar Tarihi,s.158. 310 Cüveynî, s. 285. 127

kıymetinde ikta karşılığı teslim etmiş311 ve harekâta devam edilmesi emrini vermiştir. Kaynakların verdiği bilgilere göre Muhammed Harezmşah 1207 yazında tekrar Maveraünnehir’e yöneldi; çünkü Karahıtaylar yeniden gaile çıkarmışlardı. Bu sefer de Karahıtaylıların mağlubiyeti ve Buhara’nın kesin olarak zaptı ile neticelendi. Köprülü’ye göre bu büyük başarıdan sonra sultan, İskender-i Sani ve Sencer lakaplarını alarak Cihangirlik iddiasıyle Selçukluların varisi ve İslâm dünyasının liderliğine soyunmuştur.312

Türk Harezmşahlar İmparatorluğu

Karahıtay seferinde Muhammed’in esir düştüğü şeklinde bir şayiâ üzerine Herat naibi Harmil hutbeyi Gurlular adına okutmaya başlamış, fakat sultan Harezm’e gelir gelmez nedamet beyanında bulunmuşsa da hükümdarın emri ile kafası kesilmiştir. Yine Nişabur’da kendisi bir Kanglı olan Vali Gezlik Han isyan etmiş çağrıldığı Ürgenç’te kafası kesilerek Horasan’a gönderilmiştir. 311 Köprülü,Tarih Yazıları,s.197. 312 A.g.e., 197; Cüveynî, s.299. 128

1209 yılında Sultan Muhammed ata toğrağı addettiği Mazenderan ve Kirman üzerine yürüyerek buraları baştan başa fethetti ve yeni naiblerine teslim etti. Kirman fethi zorlu oldu, Mazenderan’dan ancak bir yıl sonra İmparatorluk topraklarına katıldı.313 Ertesi yıl Gazne ve Firuzkuh teslim alınarak valileri yenilendi. Bütün bu fetihlere rağmen Sultan Muhammed’in kafası dâima Maveraünnehir ve Karahıtaylarda idi. Bu sırada Moğolistan’da yeni bir oluşum meydana gelmiştir. Cengiz Han ve Moğollar. Cengiz’in de en büyük düşmanları Karahıtaylar ve Türk asıllı Naymanlar idi. Bunlar şimdi Moğolistan’dan yapılan tazyik sonucunda akın akın Türkistan’a göç ediyordu. Bir kısmı geçici sığınma arzusunda idi; fakat çoğu da yağma peşinde, tamamı Şaman veya Naymanlar gibi bir kısmı da Hıristiyan Nesturî unsurlardı. Bu sebeple Horasan, Gazne, Firuzkuh, Nişabur, Kirman, Mazenderan’da işlerin tamamen yoluna konulmasından sonra Harezmşah tekrar kafasının takılı olduğu Karahıtaylar meselesi için Harezm’e döndü. Kıtaylar kalabalık ve itibarlı bir Moğol kavmi olarak, X. asırda çok kuvvetlenerek Türk kavimlerinin anayurtlarından çıkarılmalarına sebep olmuşlardır.314 Daha evvel Kuzey Çin’de boy adları ile bir devlet kurmuşlar ve zamanla Türkler gibi batıya yönelmişlerdi. Doğu Türkistan’da Uygurlarla komşuluk yaparak bir süre onları da hâkimiyetleri altına aldılar. Batıya hareketleri hakkında çok bilgi bulunmamasına rağmen Karahanlıları tâkip ederek geldikleri ve Cüveynî’ye göre Karahıtay olarak Hıtaylar 80 kişi olarak ayrılmışlar ve Maveraünnehir’de ilk olarak Kırgızlar’la savaşmışlardır.315 Burada Emil denilen bir bölgeye yertleştikleri zaman yanlarına aldıkları Türk kavimlerinden bazı unsurlarla 40.000’e ulaştılar. Bunlar da diğer Moğol kavimleri gibi Türklerden hiç ayrılmamışlardır. Emil’de geçinemeyince Balasagun’a inmişlerdir. Buranın Efrasayp neslinden geldiğini söyleyen güçsüz 313 Cihangüşa,s.295. 314 V.V. Barthold, Orta Türk Tarihi Hakkında Dersler, s.131. 315 Cihangüşa, s.305. 129

bir hükümdarı vardı. Karluk ve Kanglılar’dan316 meydana gelen halk onlara itaat etmiyordu. İşte bu zayıf hükümdarın himayesinde Karahıtaylar güçlendiler. Bunlar Türkistan’da Türk hanedanları arasında gidip-gelir oldular ve zaman zaman Oğuz ve Karluk isyanlarında Harezmşahlar’ın bile yanlarında oldular. Fakat Cengiz Han ile belâlı duruma düşünce tazyikleri bir kat daha arttı. Harezmşah Muhammed de babası zamanında ödediği vergileri artık ödemiyordu. İşte 1210 yılında Karahıtay ile Harezmşah büyük hesaplaşması da bu vergi meselesinden ortaya çıktı. Ürgenç’e vergi tahsiline gelen Karahıtay elçilerine imparatorluk havasına kapılmış olan Muhammed biraz da gururundan kaynaklanan bir acelelikle çok kötü muamele etti ve onları öldürtüp Ceyhun nehrine attırdı. Karahıtay hanı hazırlanıncaya kadar Semerkant Hanı ile Harezmşah Muhammed anlaşmışlardı. Buhara ve Semerkant Muhammed’in eline geçmişti. Semerkant hanı ile Karahıtay Han’ı Gürhan’ın arası iyi değildi; çünkü Gürhan kızını Semerkant Han’ı Osman’a vermeyi reddetmişti. Semerkant iyice tahkim edilmişti; Terken Hatun’un emirlerinden Bürtene Osman’ın yanında mümessil tayin edilmişti. Sultan Muhammed Seyhun’u geçip ilerlerken Fergana ve Endican civarında İlamış mevkiine geldiği zaman Karahıtay Komutanı Tayangu idâresindeki ordu ile zorlu bir savaş başladı. Kafesoğlu’na göre bu muharebede hakiki bir cihad havası yaratan Sultan Muhammed kafir ordusu üzerine saldırıya geçti ve bu savaşta Karahıtaylar korkunç bir bozguna uğradılar.317 Üstelik tamamen geriye püskürtülen Karahıtay istilâsı bu sefer de Moğollar’ın hışmına uğradı ve Güçlük Han tarafından mahvedildi. Bunun üzerine Karahıtaylılar, Harezmşah’dan af dileyerek, “Ülkemize girip almış olduğun şehirler ve öldürdüğünüz adamlarımız konusunda kesinlikle sizi affediyor ve mazur görüyoruz. Şu anda üzerimize karşı koyamayacağımız bir düşman geliyor, şayet bu düşman 316 A.g.e., s. 305. 317 Kafesoğlu, Harezmşahlar,s.184.; Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s.441;Cüveynî, s.307; İbnü’l-Esir, C.12, s.222. 130

bize karşı galip gelip ülkemizi istilâ edecek olursa sizin bunu durdurmanız mümkün değildir. Şu anda her ikimizin çıkarına olan bir durum varsa o da ordularınızla birlikte bize yardıma gelip büyük düşmana karşı yardım etmenizdir. Şayet bu düşmana karşı galip gelecek olursak size yeminler ederiz ki daha evvel ele geçirmiş olduğunuz yerleri bir daha sizden almayı asla söz konusu etmeyecek ve size hiçbir şekilde saldırmayıp elimizde bulunan yerlerle yetineceğiz.”318 dediler. Yine İbnü’l-Esir’e göre, Karahıtaylara karşı Güçlük Han da işbirliği teklifinde bulunmuş, hatta bunun karşılığında Harezmşah ülkesine karşı harekete geçmeyeceğine dair taahhütte bulunmuş ise de tarihi bir hata olarak, Harezmşah Muhammed biraz da zafer sarhoşluğu içerisinde ikisine de “Sizinle beraberim” şeklinde cevap vermiştir.319 Üstelik Cengiz Han’a kafa tutarak batıya hareket eden, kendisi Müslüman olmayan Nayman Türkü320 Güçlük, Muhammed’e taahhüdde bulunarak: “Karahıtay Gürhan’ı kim yakalarsa Kaşgar ve Hotan’a kadar olan ülkeler onun olacak ve aramızda bir saldırmazlık anlaşması yürürlüğe girecek.” dedi. Harezmşah Muhammed bu teklifi de kabul etti.321 Bu ahidleşmeyi Muhammed ciddi tutmadı ve Karahıtaylarla girdiği savaşı kaybetti; fakat Güçlük büyük başarı sağlayarak Gürhan’ı yok etti ve Doğu Türkistan’a sahip oldu. Bunun da ötesinde Muhammed Karahıtaylara esir düştü ise de bir yolunu bulup kurtuldu ve yeniden ordusunun başına geçti. Karahıtaylardan bu savaşta 47.000 kişi öldürülmüştü.322 Bütün bunlara rağmen Karahıtay 318 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C.12., s.223. 319 A.g.e., s.223. 320 Abdülkadir İnan’a göre Nesturi Hıristiyan Naymanların Türklüğü meselesi bir asırdan beri münakaşa konusdur. Fakat XIII. Asırda Türkçe konuşan bu kavmin ırken Türk olduğu İngiliz tarihçi Howorth ve Fransız Türkolog Pelliot tarafından ispatlanmıştır. Bkz.Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, TTK, Ankara 1968, s.59; Ali Bademci, Cengiz ve Yasası, s.32; René Grosset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken, İstanbul 1980, s.188; Jean-Paul Rox, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket, Kabalcı, Ankara 2001, s.39. 321 V.V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s.442. 322 Cüveynî, s.308. 131

Devleti yıkılmamış, Muhammed’in serbest kalması ile tekrar Harezmşah’dan vergi talebinde bulunmuşlar ve bu talep Terken Hatun tarafından yerine getirilmiş323 ise de Nayman hanı güçlük sebebiyle iki yıl sonra tamamen ortadan kalkmıştır.324

Türk Gazneliler İmparatorluğu

İbnü’l-Esir’e göre Osman’ın Harezmşah tarafına geçmesi üzerine Karahıtaylı Tayangu komutasındaki bir ordu ile Karahan-Harezmşah kuvvetleri arasında vukuu bulan nihâi savaşlardan birinde de Hıtayların tamamen beli kırılmıştır. İyi bir komutan olan Tayangu bu savaşta esir düşmüş, sultan huzuruna getirilmiş ve Harezm’e kadar götürülmüştür. Muhammed onu tahtına oturtmak suretiyle çok iyi muamele etmiş ve Karahanlı Osman’ın kızı ile evlendirmiştir. Böylece ordusu tamamen yok olan Tayangu’nun Fergana Özkend’e kadar olan ilk Karahanlı toprakları Harezmşahlar’a geçmiş,325 vergi olayı da sona ermiştr. 323 Barthold, Moğol İstilâsı, s.443. 324 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C.12,s.224; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.186. 325 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C.12,s.220. 132

Karahıtaylara karşı Harezmşah ile güç birliğine giren Semrekand’ın Karahanlı Türk Hükümdarı Osman, Ürgenç’e geldi ve eşit hükümdar gibi karşılandı. Daha evvel Karahıtay prensesi ile evlenme hevesinden sonra bu sefer Muhammed’in kızına talip olmuştu. Osman Han henüz 20-25 yaşlarında idi.326 Bu işi tamamen Terken Hatun organize etti ve Cüveynî’ye göre Türk âdetleri gereğince Osman’ın bir yıl Ürgenç’de kalmasını ve devlete kuvvet vermesini sağladı.327 Osman Ürgenç’te Küregen olarak alıkonulduğu sırada dağınık hâlde bulunan Karahıtaylar yeniden Semerkant’a saldırdılar. Daha evvelce iyi tahkim edilmiş Semerkant’a yapılan baskınlardan, halkın da yoğun tepkileri sonucu Karahıtaylar hiçbir netice elde edemişlerdir. Şimdi Karahıtaylar Naymanlar ile Harezmşahlar arasına sıkışmış ve son günlerini yaşıyorlardı. Sultan Muhammed bunun üzerine Semerkant tarafına yönleldi; fakat halk Osman’ı ordunun başında görmek istiyordu. Bunun üzerine Osman Han Valide Sultan’dan izin isteyerek birlikte bu tarafa geldiler. Osman şimdi Semerkant’a, Harezmşah’ın kızı ile de evlenmiş Karahanlı sultanı gibi olarak dönüyordu. Esâsında Türkistan tam anlamıyla toparlanmış ve dış saldıralara karşı hazırlık yapacak hata koyacak duruma gelmişti. Fakat Osman Semerkant’a gelir gelmez, Harezmşahların onlara çok kötü davrandığını ve halkın galayan hâlinde olduğunu gördü. Dolayısıyla dağılma hâlinde olan Karahıtaylılarla arayı bozduğuna pişman oldu. Ana kaynaklardan Tarih-i Cihangüşa’da bu konuda maalesef bilgi bulunmamaktadır; fakat İbnü’l Esir bütün hadiseleri çıplaklığı ile anlatmaktadır. Ona göre Semerkant’a gelir gelmez Harezm tabiyetini reddetmiş beraberinde gelen Harezmlilerin şehre yerleşmelerini menederek çoğunu öldürtmüştür.328 Tahrikler sonu yönetici kadro olan Harezmlilere halk hücum etmeye onları rastgele öldürmeye başladı. Ceset parçaları 326 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.187/ dipnot 189. 327 Cihangüşa, s.310. 328 İbnü’l-Esir, s.220. 133

sokaklarda ağaçlara asılarak günlerce teşhir edildi.329 Bu kardeş katliamında bütün Harezmlilerin öldürülüğü ifâde edilmektedir. Tenkile gelen bazı görevliler de hapsedilmişlerdir. Osman bütün bu nahoş hadiselerden sonra şehrin kalesinde bulunan karısı Harezmşah Sultan’a yönelerek, onu öldürmek düşüncesiyle günlerce dövmüştür. Muhammed’in bacısı olan Hanım Sultan kalenin kapılarını kapattırmış yanında bulunan cariye ve adamları ile Osman’a karşı koymuş ve ona “Hangi kötü davranışta bulundum ki beni öldürmek istiyorsun? Kadın öldürmek son derece ayıptır. Allah’dan kork ve bana ilişme”330 diye haber göndermiş Osman da bunun üzerine onun peşini bırakmıştır. Bütün bu hadiseleri haber olan Harezmşah Muhammed mukabil olarak Ürgenç’te bulunan Osman’ın331 kardeşini hapsettirmiş ve hemen Semerkant üzerine yürümüştür. Âdeta deliye dönmüş ve İbnü’l Esir’e göre Harezm’de bulunan bütün yabancıların öldürülmesini emretmişse de çok akıllı bir kadın olan Valide Terken Hatun onu vazgeçirmiştir.332 Büyük Harezmşah Ordusu başlarında Muhammed olduğu hâlde çoktan Ceyhun’u aşmış ve Semerkant önlerinde demirlemişti. Burada Osman’a yaptıklarının çok ayıp olduğu ve Müslüman kanı döktüğü bir mektupla bildirilmiş ise de Karahanlı Han’ın mektubuna: “Elinden geleni ardına koyma” şeklinde restle cevap vermiştir. Aynı zamanda Osman çoktan Naymanların temizlemiş ve varlıklarına son vermiş olduğu Karahıtayların kalanlarından yardım istemişti.333 Semerkant’ın kapıları tamamen kapatılmıştı, fakat güçlü olan Harezmşah ordusu engelleri yıkarak şehre girmeyi başardı. Karahanlı hükümdarı kaleden çıkarak huzura geldi. Emir gereğince tüccar gibi yabancı unsurların oturduğu mahalleler hariç yerliler kılıçtan geçirildi. Halk ve ulemâ ellerinde Kuran-ı Kerim ile eman dilemeye başladılar. Semerkant’da Harezmliler on bin 329 330 331 332 333

A.g.e., s.221; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.192. İbnü’l-Esir, s.221. Omelyan Prıtsak, Karahanlılar, DİA, C.6, İstanbul 1977, s.251-273. İbnü’l Esir, s.221. İbnü’l-Esir, s.223; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.189. 134

kişi öldürmüşlerdi; gerçi İbnü’l-Esir bu rakamı iki yüz bin olarak telâffuz ediyor, lâkin bu rakam bir kısım tarihçiler tarafından pek mübalağalı bulunmaktadır.334 Cüveynî’ye göre katliamdan sonra Sultan Muhammed, Semerkant’ı yeniden onarmış, büyük bir camii yaptırmış, halka çok kıymet vermiş ve buraya ikinci başkent muamelesi yapmıştır. Tutuklananları affettiği gibi Osman’ı da affetmek istemişse de kızkardeşi Hanım Sultan buna engel olmuş, Osman ve sülâlenin Semerkant’ta bulunan akrabaları ya îdam ya da itlâf edilmişlerdir. Bazı sikkeler üzerinde yapılan çalışmalardan alınan sonuçlar arasında Özkend’de bulunan Karahanlı sülâlesi mensupları da öldürülmüştür ki Osman’ın babası Uluğ Sultan unvanlı Celâleddin Kadir Han ve diğer oğlu Ötiğin de aynı âkıbete uğramışlardır.335 Böylece Karahanlılar (840-1212) Türk Devlet geleneğine göre teşkil edilen konfederasyon yapılarından, önce doğuyu, şimdi de batıyı kaybederek üç yüz yıl devam eden bir hayattan sonra tarih sahnesinden çekilmiş oldular. Harezmşahlar, Mazenderan’daki Bavendî hanedanından sonra böylece bir hanedana daha son vermiş oldular. Sultan bundan sonra Türkistan’ın Moğolistan kapısı olan Otrar’a birlikler gönderip kendini sağlama alırken Fergana’ya yeni naipler göndererek hâkimiyet sağlamıştır. Halbuki Karahıtaylar Naymanlar tarafından tamamen ortadan kaldırılmış, Gürhan, Güçlük tarafından yakalanmış ve Doğu Karahanlı-Uygur ülkesi olan Kaşgar tamamen onların eline geçmiştir. Sultan Muhammed iki tarafı da idâre etmiş şimdi Karahıtay arazisi Güçlük’ün eline geçip kuvvetleri de ona ilhak olunca, zaferinden pay istemiş fakat Naymanlar bunu reddetmiştir. İbnü’l Esir’in beyanınına göre sonradan aralarında bir anlaşma olduğu ileri sürülmüşse de diğer kaynaklar tarafından doğrulanmamıştır.336 Harezmşah Alaeddin Muhammed’in içinde Naymanlarla ilgili sıkıntılar vardı. Bu sebeple 1214 yılına kadar Semerkant’ta 334 Barhold, Moğol İstilâsı’na Kadar Türkistan, s.458. 335 A.g.e, s.453; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 189. 336 A.g.e., s. 454. 135

kaldı; İbnü’l Esir’e göre Naymanlar’ın reisi olan Tayang Han’ın oğlu Güçlük’ün Fergana’ya saldıracağını düşünüyordu. İsficab, Şaş, Fergana ve Kâsân halkını batıya göçürterek buraları tahrip ettirdi; anlaşılan Seyhun’un güneyinde ahâli bırakmak istemiyordu. Moğolistan kapısına yapılan yığınak ise Cengiz’in sıkıştırdığı halkın yeni bir göç ve istilâ hâline dönüşmesiydi. Moğolistan’ da cidden önemli hadiseler cereyan ediyordu, etrafına Türk kavimlerini toplayan ve 1209 Kurultayı’nda Temuçin adı yerine Cengiz adını alarak kendini Türklerin ve Moğolların hanı ilân ettirerek337 Cengiz Han adını dünyaya duyuran birisi çıkmıştı. Bu yeni oluşum itaat etmeyen Türk ve Moğol kavimlerini sürekli olarak batıya tehcir ediyordu. Bunlardan Naymanlar gibi Türk asıllı Hıristiyan Nesturi olan Kerayitleri zorla itaat altına almış, fakat Nayman Hanı Tayang’a gücü yetmemiş, Naymanlar da artık Doğu Türkistan’a sahip olmuşlardı. Cengiz, Kerayit Hanı Ong Han’dan geçen arazileri Moğol kabileleri arasında taksim ederken kaçan Ong Han Naymanlar tarafından öldürülmüş Cengiz Han’ın şahsî rakiplerinden Camuka Naymanlar’a sığınmıştı.338

Türk Devlet Geleneğinin Menbaı Karahanlılar Devleti 337 Cengiz Han, Moğolların Gizli Tarihi, Ahmet Temir, TTK, Ankara, 1995, s. 56. 338 A.g.e.,s.129. 136

Gizli Tarih’in verdiği bilgilere göre Naymanlar Cengiz Han ile bir hayli meseleli idiler. Daha 1204 yıllarında Nayman Hanı Tayang, Cengiz Han ordusuna, sayıca az ve zayıf olduğunu düşünerek Ongutları yardıma çağırmışlar, fakat Moğol korkusundan bu istek kabul edilmemişti. Bu sebeple Cengiz Han, ordusunu tanzim ettikten sonra Naymanlar üzerine saldırmış, Altay eteklerine çekilen Naymanlar, Moğol ordusunun başında kendilerinin Dört Köpek diye adlandırdığı Cebe, Kubilay, Celme, Subetay gibi şöhretli komutanlar olmak üzere Naymanları bozguna uğrattılar ve Güçlük’ün babası Tayang Han esir düştü.339 Güçlük bu savaşta yanında az kuvvetle kaçmayı başarmış evvelce hikâye edildiği üzere Doğu Türkistan’ı işgal ederek batıya yayılmıştı. Naymanlardan sonra Merkitleri de yenen Moğollar onların da batıya göçmelerine ve ilk Nayman kabileleri ile birlikte İrtiş Havzası’na yerleşmelerine sebep olmuşlardı. Merkit reisi Tokto-abiki öldürülmüş oğulları Kudu ve Çıla yanındaki güçlerle batıya kaçmışlardı. İşte Harezmşah hudutları bu şekilde Moğol kaçkınları ile dolup taşmağa başlamıştı. Harezmşah Gurlulardan geçen Gur, Herat, Garcistan, Zemindaver (Sicistan-Gur arası) bölgelerini Hindistan’a kadar merkez Gazne olmak üzere oğlu Celâleddin’e vermiştir. Fakat çok sevdiği oğlunu yanından ayırmayarak naib olarak Kerber Melik’i tayin etmiş, fakat her şeye rağmen mağdur Celâleddin en kötü zamanlarda bile kesinlikle ihânet etmemiştir.340 Diğer yandan Kirman, Sicistan ve Umman Denizi’ne kadar olan yerleri de merkez imparatorluğa bağlamıştı. Hatta İbnü’l Esir’in yazdıklarına göre Hürmüz, Mekran, Sind bile Harezmşah idâresine katılmıştı ve bu idâre Moğıl istilâsı sonuna kadar devam etti.341 Türkistan ve Horasan tamamen Harezmşah egemenliğine geçmişti. Irak-ı Acem ve Kuzey İran’da mahallî Türkmen hanedanları arasında sürekli bir rekabet vardı. Halife de birtakım oyunlara girmekten çekinmiyor ve otorite boşluklarından 339 Gizli Tarih,s.123. 340 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.196. 341 İbnü’l Esir, İslâm Tarihi, C.12, s.255. 137

faydalanarak hakları olduğu bazı toprakları sahiplenmeye ve zaman zaman Harezmşah’a kafa tutmaya devam ediyordu. İşte bütün bunlara son vermek için Sultan Muhammed kuvvetli bir ordu ile bu tarafa yöneldi ve imparatorlukta umumi nizamı sağlamlaştırmaya çalıştı. Dolayısıyla Cengiz Han hudutlarına dayandığı sırada Harezmşahlar artık Selçuklu sınırlarına kavuşmuş durumdaydı. Irak-ı Acem’de Harezmşah Naibi Oglımış öldürülmüş ve asayişsizlik almış yürümüştü. İşte bu durum üzerine Harezmşah Muhammed, kendi tarihçisi Nesevî’ye göre yüz bin kişilik bir ordu ile bu tarafa hareket etti. Zamanın kaynaklarının ifâde ettiği üzere esâsında imparatorluk olarak dört yüz bin süvari çıkaracak gücü olduğu bildirilmektedir. Kafkasya’da daha evvel naib olan Özbek ayrı baş çekmiş ve İsfahan’a kadar inmişti. Fars Atabeyi Sa’d de Rey, Har-ı Rey, Kazvin, Simnan bölgelerini işgal etmişti.Muhammed Komis mevkiine geldiği zaman Kazvin’e 10 fersah342 mesafede bulunan Hayl-i Büzürg’e 12 bin hafif süvariyi Fars Atabeyi üzerine sevk etti. Sa’dbunları Özbek’in askerleri sanmış ve savaşı kabul etmişti. Sa’d yakalanarak sultanın huzuruna getirldi; ordusu çoktan dağılmıştı. Vaziyeti haber alan Özbek ise korkudan İsfahan’ı terkederek Hemedan istikametine çekilmişti. Fakat sultanın ordusunun süratle geldiğini haber alınca 200 sağlam süvari ile sarp dağlara kaçmayolunu seçti. Harezmşah ordusu âdeta bir operasyon şeklinde ve tam gerilla usülü ile yakaladığı suçluların ellerini kollarını bağlayarak sultan huzuruna gönderiyordu. Sultan başta Özbek olmak üzere bunların çoğunu yine de affetti ve hutbenin kendi adına okunmasını sağlama bağladı. Bağdat’a düzenlenecek saldırı için Sa’d’ın da emanı makul karşılandı ve Harezmşah isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Harezmşah Muhammed İran ve Irak-ı Acem ülkelerinin idâresini oğlu Rükneddin’e tevdi ederek vezir olarak da Terken Hatun’ın akrabalarından Yıgan Taysı’yı Atabey yaptı. Şimdi artık 342 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 202. 138

Harezmşah İmparatorluğu Çu Havzası’ndan Hind sahillerine, Kafkas Dağları ve Bağdat’a kadar sınırlarını sağlamlaştırmış; “Harezm, Maveraünnehir, Seyhun Öteleri, Mankışlak, Horasan, Toharistan, Kuhistan, Afganistan, Sind kenarları, Kirman, Belûcistan, Fars, Irak-ı Acem, Azerbaycan, Erran, Taberistan gibi ülkelerden onun akisleri”343 geliyordu. Yine zamanın kaynaklarından alınan mütemmim malümâta göre Muhammed’in Anadolu ve Suriye’yi ele geçirmek gibi tasavvurları bu ülkelerde ciddi endişeler yaratmıştı. Fakat bütün bunlardan önce Bağdat’ta hilafet ona göre çıban başı olarak duruyordu ve Muhammed, Halife Nâsır’dan hiç hoşlanmıyordu. Barthold, haklı olarak 1215 itibariyle, İslâm hükümdarları arasında Harezmşah Sultan Muhammed’in rakîbi yoktu diyor.344 Batıda İran’da sükûnet temin edilirken Bağdat’ta halife hâlâ muarrız tavırlarını sürdürüyordu. Muhammed, Halife Nâsır’a kendi adına hutbe okunmasını, daha evvel Büveyhîler ve Selçuklular devrinde olduğu gibi cismanî iktidardan feragat etmesini istemişti. Batıda bundan başka başarısızlık ve handikap bulunmuyordu. Babası Harezmşah Tekiş de böyle olmasını arzu etmiş ve halifeleri o da hiç sevmemiş ve hatta Türk hâkimiyeti önünde bir engel olarak gören düşüncelere sahipti. Muhammed bu düşüncelerine cevap almak için Harezm kadısını halifeye elçi olarak göndermişti. Fakat halife gönderdiği elçi ile bir daha bu istekleri kesin dille reddetti. Muhammed’e gönderilen elçi, tesadüfi bir kişi olmayan zamanın âlim ve müçtehitlerinden Şeyh Şıhabeddin Sühreverdi idi. Sultan bu elçiye de çok iyi muamele etmemiş ve yüz dahi vermemişti. Belli ki sultanın kafasında Bağdat üzerine yürümek mutlak bir şekil almıştı. Her şeye rağmen Sühreverdi, sultanın huzurunda bir hadis-i şerif okumak istemiş, kendine bu izin verilmiş, hadis dinlenirken diz çökmek âdet olduğu için Muhammed de öyle yapmıştı. Sühreverdi’nin Hz.Peygamber’in Abbasîlere zarar vermemeleri için tenbihini 343 A.g.e., s.205. 344 Barthold, Moğollar İstilâsı’na Kadar Türkistan, s. 460. 139

hatırlatması üzerine sultan: “Ben Türk’üm ve Arapça’yı az bilirim, fakat senin okuduğun hadisin mânâsını anladım. Ancak Abbasoğullarının hiçbirine benim zararım dokunmadı, onlara fenalık etmek için de çalışmadım. Halbuki onlardan birçoğunun camiamdan emirü’l-mümininin hapishanelerinde bulunduğunu hatta orada çoluk-çocuk sahibi olduklarını işittim; eğer şeyh bu hadisi emirü’l-mümininin huzurunda okusa idi daha iyi ve yerinde olurdu” demişti.345 Böylece Muhammed artık kesinlikle sultan-ı İslâm’lığın kendilerine geçtiğini savunuyordu.346 Halife Nâsır, Harezmşah’dan daha hiddetli davranışlar içerisindeydi. Elinden gelse koca imparatorluğu bir günde ortadan kaldırmak istiyordu. Hatta Muhammed Maveraünnehir’de meşgûl iken Gurluları Harezmşah topraklarına saldırtmış, Gazne Alaeddin tarafından işgal edilip nihâî olarak teslim alındığı zaman meşkûk evrak arasında halifenin aleyhte mektupları da bulunmuştu. Cüveynî’ye göre Nâsır Harezmşahlar aleyhinde işbirliği için Karahıtaylara bile müracaatta bulunmuş, İsmailî Haşhaşî ileri gelenleri, Harezmliller’e hac için yol vermemekle halifenin taraftarı hâline gelmişti.347 İbnü’l Esir İsmailîlerle epeyce içli-dışlı olan Nâsır, Oglımış’ı onlara, yani Batinîlere öldürtmüştür.348 Dinine bağlı olan başta Harezm halkı ve imparatorluk ahâlisi bu çekişmelerden hiç hoşnud değildi. Sultan Alaeddin Muhammed mutlaka ahâlinin ve çevresinde bulunan ulemânın ve müritlerin desteğini almak istiyordu ki ancak bundan sonra bir harekât düşünülebilirdi. Aslında Muhammed hilafetin Abbasoğulları tarafından gasbedildiğini, gerçek sahibin Ali evlâdından Hz.Hüseyin soyundan gelen Seyyidler olduğu, binaenaleyh gücü yeten birinin bu adâletsizliği düzeltmesi gerektiği; üstelik Abbasî halifelerinin Allah’ın emirlerinden olan gazalarda bulunmak hususunda isteksiz davrandığı, sınırlarını korumaktan 345 346 347 348

A.g.e., s.461. Kafesoğlu,s.216. Cihangüşa, s.310-311 İbnü’l-Esir, s.258. 140

aciz olduğu, sapık yolda onların kökünü kazımak ve kafirleri dine davet etmek için çaba harcanması kanaatinde olduğu zamanın kaynaklarında açıkça ifâde edilmektedir.349 Bunun da ötesinde Fuat Köprülü’ye göre Halife Nâsır Şiî temayüllü idi.350 Harezmşah Muhammed kendi makamlarından bu yönde bir karar çıkarmaya muvaffak olarak, Barhod’un ifâdesi ile “Ruhanî makamların bu kararlarına dayanarak, Halife Nâsır’ın hal’ edildiğini ilân etti ve adını hutbe ve sikkelerden çıkartarak”351 Tirmiz’de bulunan Seyyid Alaü’l-mülk Tirmizî’yi getirterek halife ilân etti ve bu düşüncesini gerçekleştirmek için Bağdat’a doğru yola çıktı.352 Muhammed 1217’de İran’da hâkimiyetini yeniden kurdu. Fakat aynı yılın yoğun kış şartları içinde Hemedan’dan Bağdat üzerine gönderdiği esaslı birlik Kürdistan Dağları’nda kar fırtınalarına tutularak ağır zayiat verdi ve sağ kalanlar da Kürtler tarafından öldürüldü; Harezmşah’ın huzuruna çok az insan yetişebildi.353 Böylece Bağdat seferi umulan neticeyi vermediği gibi sultanın itibarını da bir hayli düşüdüğünden Hemedan’da kalmayıp Horasan’a geçti. Harezmşah Muhammed’in din adamları ve ulemâ ile arasının kötü olmasına karşılık, devleti paylaştıkları Valide Terken Hatun’un muhaliflerle çok iyi münasebetleri vardı. Valide Necmeddin Kübrâ’nın müridi genç Şeyh Mecdeddin Bağdatî görüşlerinin bir hayli etkisi altındaydı. Hatta Terklen Hatun’un bu gençle ilişkisi vardır diye bir dedikodu çıkmış354, ihtimalen bunu duyan Muhammed genç şeyhi hiddete kapılarak öldürtmüştür.355 Sultanın hiç de hoş olmayan bu hareketleri orduda 349 350 351 352 353 354

Cüveynî, s.311; İbnü’l-Esir, s.259. F.Köprülü, Tarih Araştırmaları I, s.198. Barthold, Moğol İstilası,s.462. Cüveynî, s.311. İbnü’l-Esir, C.12,s.270;Barthold,s.463. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s.220. Bu hususun doğru olması mümkün değildir. Çünkü o zamanda Terken Hatun torununun oğlunu görmüştür. Dolayısıyla tamamen bir dedikodudan ibarettir. Bkz. Barthold, Moğol, s.465. 355 Barhold, Moğol, s.463; Kafesoğlu, a.g.e, s.220. 141

dâhi kendini göstermiş; fakat zaman zaman bu hususlar Terken tarafından göğüslenmiştir. Bu sebeple sultan ile annesi arasında da çetin bir mücadele başlamıştı. Bazı kaynaklar Şeyh Mecdeddin’in öldürülmesinden bir süre sonra sultanın nadim olduğunu yazarlarsa da böyle bir hareket onun içinde bulunduğu mağrur ortama hiç de uygun değildir. Dolayısıyla bu hareketle tamamen bir Türk tarikatı olan Kübrevî, müridlerini ölüm olayı ile tamamen karşısına almış oluyordu. Mecdeddin, Necmeddin Kübrâ’ının en iyi talebesi durumundaydı. XII-XII. asrın büyük şeyhleri gibi Necmeddin Kübrâ, batıdan gelen muhacir ulemâlardan Şeyh Ebû Yakub Yusuf el-Buızencirdî el-Hemedanî (ö. 1140)’nin Maveraünnehir’de kurduğu tarikata mâlikti.356 Tarih kitaplarında tamamen Türkmen tarikatı olarak Kübrevilik’in ilk mensupları ve kurucularından fazla bahsedilmiyorsa da Hâkim Ata ve Ahmed Yesevî de bulunmaktadır.357 Her şeye rağmen Sultan Muhammed annesine çok düşkündü; bu sebeple orduyu tamamen ele geçirmesine müsdaade etmiş; hatta veliyahtlık Celâleddin’in hakkı olmasına rağmen annesi Terken Hatun gibi Kanglı olan Uzlakşah’ı veliyaht nasb etmiştir. Tarihçi Nesevî’ye yaşça büyük olan Celâleddin Mengüberdi’ye Herat ve Gurlulardan alınan bölgelerin verilmesine karşılık Kanglı Veliahd Uzalakşah’a Harezm, Horasan, Mazenderan Valiliği uygun görülmüştü.358 Sultan Irak’dan manevîyatı bozuk bir hâlde 1218 başlarında döndüğü zaman Ürgenç’de annesi ile şiddetli bir kavgaya tutuştu. Sultan, Terken Hatun’un çok itibar ettiği Vezir Nizamü’l-Mülk’ü azletmişti; fakat bu şahış Harezm’e vardığı zaman valide sultan tarafından hükümdarlar gibi karşılatılmıştı. Bunun üzerine münasebetler biraz daha sertleşince sultan emrini geri almıştı. İşte yaklaşan Moğol tehlikesi karşında dev bir imparatorluğun hâli bu durumdaydı. Devlet kesinlikle valide sultan ve oğlu ile iki başlı vaziyetteydi. Halifenin hal’ edilmesi ile 356 Barhold, Moğol,s. 464. 357 Barhold, Moğol,s.46. 358 A.g.e.,s.464. 142

ilgili olarak çıkarılan fetva ve Mecdüddin’in öldürülmesi toplumu ayaklanma noktasına getirmişti. Sultan artık bütün dikkatini şarka çevirmişti; gerçi son on yıldan beri bütün mesaisini bu yöne teksif etmişti ama, elde ettiği başarılar da önemsenmeyecek durumda değildi. Şimdi Selçuklular zamanında disipline edilemeyen Türkistan daha sağlam temel üzerinde duruyor gibiydi. V.V. Barthold bu yılları tahlil ederken Terken Sultan’ı bir askeri partinin başkanınına benzeterek vaziyete tam olarak hâkim olduğunu bilhassa vurgulamaktadır.359 c) Çöküşü XII. asrın ikinci yarısında bugün Moğolistan adı verilen kadîm Türk yurtlarında, daha doğudan, Çin taraflarından kopup gelen360 ve o güne kadar hiçbir şekilde Türk ırkından ayrılmayan ve tamamen Türk geleneklerine sahip Moğol diye, daha az insanı olan yeni bir kavim ve oluşum ortaya çıkmıştır. Bunların en önemli yazılı kaynağı Gizli Tarih’e göre buraya Onlar Denizi’ni361, yani deniz aşırı ülkeleri bırakarak geldikleri ifâde edilmektedir. Modern çalışmaların hemen hemen hepsinde Asya’da Moğol unsurların küçük bir azınlık olarak dâima Türkler’in doğusundaki bölgelerde dağınık olarak yaşadıkları ve Tula Nehri’nin iki ırk arasında sınır teşkil ettiği,dolayısle, Altay dil ailesinden bir dil ile konuşmaları,bu dil gramerinin Türkçe, Tunguz ve daha ziyâde Kora gramerine benzediği açıklıkla ortaya konmaktadır.362 Moğolların tarihleri tamamen Türk tarihi içersinde M.Ö. II. asra kadar çıkmakta ise de, esas Türklerle temaslarının sıklaştığı Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasının ardından III-VI. yüzyıllar arasındadır. Çin kaynaklarına göre Moğol asıllı Hsienpive Juan-juanlar363 ancak bu zamandan sonra belli boşluklar 359 360 361 362 363

A.g.e., s. 468. İbnü’l Esir, C.12, s.313. Cengiz Han, Moğolların Gizli Tarihi, s.3;Bademci, Cengiz Han, s.29. Osman G. Özgüdenli, Moğollar, DİA, C.30, İstanbul 2005, s.225. V.V. Barthold, Türk Moğol Ulusları Tarihi, H.Eren, TTK, Ankara 2006, s.4. 143

doldurarak kendilerini göstermişler ve önce Göktürkler sonra da Uygurların hâkimiyetine girerek, bunlardan bilhassa Göktürkler devri Türk medeniyetinin nimetlerini görmüşlerdir. Fakat Üç Bozkırlı yazarı Manole Neagoe’ye göre364 Moğol mefhumuna değer verdiren şüphesiz ki 1162 yılında muhteşem Ötüken yamaçlarına yastlanan Deli-ün Boldok’ da sonradan Cengiz Han diye ünlenen Temuçin’in doğmasıdır.365 İşte bu hakikat dolayısıyladır ki, devrinin siyaset tarihçisi Ata Melik Cüveynî, Cengiz Han’dan evvel Moğolların “Belli bir reisi ve yöneticisi bulunmadığı”nı ifâde etmektedir.366 Bu sebeple Moğol adının ancak XII. yüzyılda Cengiz Han adı ile birlikte bir kıymet ifâde ettiği hususunda kaynaklar ittifak hâlindedir. Cengiz Han, şüphesiz ki Türk bir ortamda büyümüş ve böyle bir kültüre sahip olarak ortaya çıkmış, kaynaklarda Türkçe bilmeyen367 bir Moğol olarak geçmektedir. Onun Moğol’luğunu tartışmaya açmak çok önemli değildir. Kendisi geçmişte hanedan368 olduğu bilinen Kayat-Kıyat369 adlı bir kabileye mensup ve kabilesinin asaletine şiddetle inanan bir kimse olup bu asaletin Ötüken Türk kültürü ile alâkalı olduğunun şuurundadır. Zeki Velidi Togan, Cengiz Han’ın eski Göktürklerle nesep birliğini ileri sürmüşse de ilim âlemince kabul görmemiştir.370 Hatta ona göre Cengiz Han Türkçe biliyordu ve Türklüğü tartışma götürmez.371 Bir kabile reisi olan babası Yesügey Bahadır kendisi üç yaşındayken öldü. Onu annesi Houelen Ece bin bir zorluklarla büyüttü. Cengiz’in ilk adı bir Tatar adı Temuçin olduğu için kendisine kaynaklar ve özellikle İslâm müverrihleri Tatar demektedir. M. Kafalı’ya göre Temuçin’in kardeşlerini ve 364 365 366 367 368 369 370 371

Manole Neogoe, Üç Bozkırlı, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1976, s.126. Mustafa Kafalı, Cengiz Han, DİA, C.7, İstanbul 1993, s.367. Cüveynî, Tarihi Cihangüşa,s.84. V.V.Barthold,Cengiz Han, İA, C.3,İstanbul 1977, s.94. A.g.e., s.94. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s.67. A.g.e., s.IV. Zeki Velidi Togan, Cengiz Han(1155-1227), 1969-1970 , Güz Dönemi Ders Notları. 144

ailesini geçindirmek için hayat mücadelesi yirmi yedi sene sürmüştür;372 pek çok zorluklar çekmiştir. Babası ölmeden nişanlandığı Börte-Fuçin Merkit adlı Moğol kabilesi tarafından kaçırılarak Türk asıllı Kerayitlerin hükümdarı Onghan’a hediye edilmiştir. Fakat Onghan bu hediyeyi kabul ederek babası Yesügey’i çok sevdiği için Temuçin’e göndermiştir. Bu sebeple Temuçin’in ilk savaş tecrübesi ve yetenekleri Merkitlerle yaptığı mücadelelerde kazanılmış ve 1197’de onları ağır bir mağlûbiyete uğratmış, Hükümdar Tokta-Beki’yi öldürtmüştür. Temuçin artık Onghan (Tuğrul) yanındadır; nitekim 1199’da Kişil-Baş mevkiinde yine Türk asıllı Nayman hakanı Buyruk’a dayanmıştır.373 1200’de yine Onghan ile birlikte Tayciutlar üzerine yürüdüler ve ertesi yıl Kataginler, Dörmenler ile yapılan savaşlarda başarılı oldular. Hepsinden önemlisi Enkiras, Kurulas, Dörmen, Tatar, Katagin, Salciut gibi Türk veya Moğol kabileleri tek cephede birleşmiş ve Moğol asıllı Camuka’yı han ilân etmişlerdi.374 Cengiz, bunlara karşı yapılan savaşta büyük başarı sağladı, Camuka’yı yakalatarak îdam ettirdi,375 Kongrat Kabilesi kendiliğinden itaatini bildirdi.376 Moğolistan’da durum pek karışıktı; bir taraftan yenilip batıya kaçanlar bir taraftan Kuzey Çin’den ekmek peşinde gelen yeni Türk ve Moğol kabileleri vardı. Ne oldu ise Cengiz ile Baba377 diye hitap ettiği Onghan’ın arası açılmış ve hatta 1202 Tatar savaşı sırasında ona tertip edlen suikast Tuğrul ve oğlu Senggün’den bilinmişti. Bu sefer de Temuçin’in zararı dokunduğu ve tehcir ettiği Türk-Moğol kabileleri, Nayman Hükümdarı Onghan etrafında toplanmışlardı. Zaten Naymanlardan başka Moğolistan’da ezilmeyen güç de kalmamıştı; hele en kalabalık 372 373 374 375 376 377

Mustafa Kafalı, Cengiz Han, s. 367. A.g.e., s. 367. Ahmet Temir, Moğolların Gizli Tarihi, TTK, Ankara, 1995, s. 125. Barthold, Moğol İstilâsı, s. 474. M. Kafalı, Cengiz Han, s. 367. Barthold, Cengiz Han, s. 92. 145

halk olan Tatar neslinin kökü kazınmıştı.378 Nihayet 1206’da Naymanların da üzerine yürüyen Temuçin onları da pençesi altına almış ve artık bozkırın yegâne hükümdarı olmuştu. Bu tarihte yapılan kurultayda artık ona Cengiz adı verilmiş, Cihan Hükümdarı, Göklerin Oğlu gibi unvanlarla taltif edilmiştir.379 1207’de Kırgızlar kendiliğinden Cengiz Han’a tabi oldular. Cengiz, 1208’de Merkitlerle işbirliği yapan Nayman Tayang Han’ın oğlu Güçlük üzerine yürüyerek onları mağlup etti; Merkit hükümdarı öldü, ailesi ise Uygurlara sığındı; fakat Güçlük daha evvel anlattığımız gibi daha batıya hareket ederek Özkend Karahanlılarına ilticâ etti. Güçlük burada Karahanlı Gürhan’ı öldürerek onun ülkesine hâkim oldu ve Karahıtayları durdurdu. Bütün bu karışıklıklar içinde Uygurlar Cengiz hâkimiyetini kabul ederek Türk Moğollarının Moğolistan dışına çıkmasını sağladılar ve aynı zamanda onların ilk devlet teşkilâtının bürokratları ve vezirleri, çocuklarının hocaları oldular.380 Çok geçmeden Tangutlar ve Karlukların tabiyeti sağlandı. Hıtaylar zaten Naymanlar tarafından batıdan sıkıştırılıyorlardı; Cengiz de birden bire doğudan bindirince hepsi itaat altına alındı. 1215’te artık Doğu Türkistan’da Balasagun da alınmış durumdaydı. Aynı yıl Çin’de Pekin ele geçirldi.381 1217’de Subutay ve Togaçar Merkitler, oğlu Cuci ise Kırgızlar üzerine yürüdü ve böylece Doğu Türkistan’ı tamamen fetheden Cengiz Talas’da Kırgız varlığına son vererek Batı Türkistan’a ayak basmış oldu.382 Tamamen Türk kültürü ortamında yetişmiş olan Cengiz Han, ortasına yerleşmiş olduğu Türk anayurdu ve halkı üzerinde Uygurlardan devlet idâresi ve yazı alanında fevkalâde faydalanarak ilk teşkilâtlı birklikler ve bir devlet düzeni oluşturuyordu. Hatta savaşçı olmaktan ziyâde tüccar bir kavim olan 378 Plano Carpini, Moğol Tarihi ve Seyahatname, E. Ayan, Derya Yay., Trabzon, 2000, s. 53. 379 M. Kafalı, Cengiz Han, s. 368. 380 Turgun Almas, Uygurlar, s. 367. 381 d’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 70. 382 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 228. 146

Uygurlardan Moğollar ilk alışverişi de öğrenmişlerdi.383 Türk geleneğinden geçme Çin düşmanlığına ise devam ediyor ve sahip olduğu yerlerle yetinmeyerek güneyi ile birlikte bütün Çin’i fethetmek istiyordu. Bu sebeple sürekli olarak Çinlileri kuzeyden sıkıştırıyordı. Cengiz Han yüzyılların Türk ve Moğol rüyası olan Çin’i fethettiği zaman bile aklında cihanı fethetmek gibi bir düşünce olduğu hiçbir şekilde söylenemez.384 Bu düşünceler ya Uygurların modern kültürü hakkında bilgi sahibi olduktan veya sonradan çevresinden kendine empoze edilmiş veya büyüdükten sonra yakıştırılmıştır. Türk Moğol kavimleri sürekli din değiştirirken kendisi din değiştirecek kadar bir medenî seviyeye ulaşmamış ve ömrü boyunca bir bozkır adamı olarak Şaman kalmıştır. Bunun da ötesinde Harezmşahlar gibi kendi ırkının devleti olarak gördüğü bir imparatorluğu ortadan kaldırmak istediği asla iddia edilemez. O geçmişten etkilenerek Çin’i fethetmek suretiyle dünyasının en geniş sınırlarına ulaşmıştı; tarihi seyir biraz daha bu istikamette devam edeceğini işaret etmektedir. Kaldı ki Barthold tam bir uzman kanaati ile Cengiz’in kendini Doğu hükümdarı, oğlum diye hitap ettiği Alaeddin Muhammed’i Batı hükümdarı olarak gördüğü bir hakikattir.385 Gizli Tarih’te de Cengiz Han’ın benzer görüşlerde olduğu ve Müslüman Türklerle kesinlikle savaşmak istemediği vurgulanmaktadır.386 Bunların da ötesinde, d’Ohsson’a göre Cengiz Han savaş başlamadan saatler önce tıpkı Çin seferi öncesinde olduğu gibi ulu bir dağ tepesine çıkmış Şamanî inançlara uygun olarak dualar ettiklen sonra üç gün ağlamıştır.387 Cengiz Han’ın basit fakat dürüst düşüncelerine karşılık Harezmşah Muhammed hiç de böyle düşünmüyordu. İranlı tarihçi Abbas İkbal de, Muhammed’in gözünün cihangirlikte olduğu, 383 384 385 386 387

Barthold, Moğol, s. 482. A.g.e., s. 486. A.g.e., s. 487. Gizli Tarih, s. 174-186. Ohsson, s. 94. 147

idâresi altındaki insanların geleceklerini katiyyen düşünmediği, baba ve dedenin kurallarına uymak istemediği kanaatindedir.388 Rıza Nur daha da ileri giderek Muhammed’i “Sarhoş ve budala” olarak tarif etmektedir.389 Moğolların Moğolistan’dan çıkarak Doğu Türkistan’ı ve Kuzey Çin’i ele geçirdiklerini, hatta Yedisu Kırgızlarını egemenlik altına aldıklarını, Güçlük’ün babası Nayman Han’ı Tuğrul’un esir olduğunu pekala biliyor veya duymuştur. Lâkin Çin fethine katiyyetle inanmıyordu. Çünkü kendisinin evvelâ müttefiki olması hesabıyla Güçlük arazisinde hak iddiaları ile dünya imparatoru olmak için Türk ülküsü hedeflerine uygun olarak ataları gibi Çin ülkesine sahip olmak istiyordu. Dolayısıyla şimdi iki cihangirin Türklük idealleri çakışıyordu. Üstelik Moğolların ve Naymanların Müslüman olmaması sıfatı ile kafir addediliyorlardı. Cüvenî ve Ravendî’ye göre, bu hususta Hristiyan-Nesturi olan Güçlük, halkının çoğu Müslüman olan Kaşgar’da korkunç zulümler yapıyor ve İslâmî kutsal değerlere küfrediyordu. İşin ilginç yanı şimdi Moğollar Güçlük’ün arazilerine Müslümanların kurtarıcısı sıfatıyla giriyorlardı.390 Naymanlarla meseleli olan Güçlük Han Tangutları ezdikten ve Pekin’e girdikten sonra elbette orduların yüzü Güçlük’e dönecekti. Çünkü Cengiz’e göre o bir kaçak veya hâindi. Muhammed Çin ile ilgili bilgi toplamak için buraya gidip gelen tüccarlardan bigi istedi. Alınan bilgiler ışığında haberlerin doğru olup olmadığını tahkik için Seyyid Bahaüddin Razi başkanlığında bir heyeti Çin’e gönderdi. Harezmşah’ın Güçlük ile münasebetleri iyi olmadığından heyet Moğolistan üzerinden geçmiş ve Doğu Türkistan’a uğramamıştı.391 Harezmşah elçileri Tamgaç (Çin) hududuna kadar gitmişler ve buralarda dağlar gibi öldürülmüş insan yığınlarını görmüşlerdir. Elbette anlatılanlarda mübalağa vardı fakat Pekin’in Moğollar tarafından işgal edildiği bir gerçekti. Zaferi Gizli Tarih de müjdelemekte 388 389 390 391

Kafesoğlu, Haremşahlar, s. 232. Rıza Nur, Türk Tarihi, C. 2, Kutluğ, E. Kılınç, İstanbul, 1972, s. 74. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 227. Barhold, Moğol, s. 488. 148

ve insanların âdeta orman gibi biçildiğinden bahsetmektedir.392 Hatta Harezm hayetinden Razi’nin birkaç arkadaşı da bu sağlıksız ortamda ölmüşlerdir.393 Kafesoğlu’na göre Razi, Pekin’de Çin hükümdarının oğlunun Cengiz Han’ın huzuruna getirildiğini de görmüştür.394 Pekin’de Harezmşah elçileri Cengiz Han ile de görüşmüşler ve çok iyi karşılanmışlardır. Cengiz Han bu görüşmelerde hâkimiyeti altında bulunan Uygurlardan ötürü iyi ticarî münasebetler kurarak Çin mallarının batıya taşınmasını istiyordu. Daha evvel de söz edildiği gibi Cengiz bu görüşmede, Alaeddin’in siyasî emellerine395 karşılık kesinlikle Harezmşahları kötü rakip olarak görmemiştir. Köprülü’ye göre Cengiz Han da 1218 baharında Harezmşah’a bir elçilik heyeti göndermiş ve Alaeddin Muhammed bunları Maveraünnehir’de kabul etmiştir.396 Moğol elçileri Muhammed’in aksine bilgi toplamaktan ziyâde Cengiz’in daha evvel ifâde ettiği ticarî münasebetleri geliştirme üzerinde durmuşlardır. Ticarî münasebetler Harezmşah’ın umurunda bile değildi. Fakat zamanın hemen hemen bütün kaynakları ve sonradan yapılan siyasî değerlendirme ile mülâhazalar Muhammed’ın gayet mağrur bir tavır sergilediği hususu üzerinde ittifak hâlindedirler. Halifeye restini çektikten sonra kendini tam olarak cihangirlik makamına oturtan Alaeddin Muhammed, ulemâ ve komutanları da dinlemez olmuş, bu vaziyette tam bir “muvazenesizlik”397 içerisinde bulunuyordu. Cengiz Han’ın elçilik heyetinin başında Mahmud Yalvaç398 adlı Harezmli bir Türk ile Buharalı Ali Haceve Otrarlı Yusuf bulunuyordu; bunların üçü de sultanın teb’ası ve Müslümandı.399 Gizli Tarih, s. 169. Barthold, Moğol, s. 486. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 231. Barthold, Moğollar, s. 487. F. Köprülü, Tarih Araştırmaları I, s. 200. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 227. Gizli Tarih, s. 183; Ebû’l Gazi Bahadır Han, Türk’ün Soyağacı, İlgi Yayını, Rıza Nur’dan Çev. Y. Yiğit, İstanbul, 2010 s. 102; Rıza Nur, Türk Tarihi, s. 75, C. 2. 399 d’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 92. 392 393 394 395 396 397 398

149

Muhammed Yalvaç’a yersiz sorular sorarak ona kolundan çıkardığı bir inciyi rüşvet olarak vermiştir. Cüveynî’ye göre elçilik heyetinde Meragî, Denzekî ve Herevî gibi, itibarlı şahsiyetler de bulunuyordu.400 Dört yüz elli kişilik tüccar kafilesi kâmilen Müslümanlardan meydana geliyordu.401 Görüşmelerde Mahmud, Cengiz Han’ın haysiyetinden katiyyetle taviz vermemiştir. Muhammed bu duruma sinirlenerek: “Senin hanın kim oluyor da kendini benden üstün görüyor?”402 demiştir. Buna sebep olarak da gelen mektupla Cengiz Han ona gayet samimi olarak oğlum diye403 hitap etmekteydi. Ebû’l Gazi’ye göre Yalvaç, kellesinin âkıbetinden korkarak bundan sonra onun istediği şekilde cevaplar vermiştir. Görüşme sonuçları Cengiz Han’a ulaştırıldığı zaman han çok memnun olmuş, Muhammed’den bir fenalık gelmedikçe ona bir şey yapmamaya karar vermiştir.404 Şartlar ne olursa olsun bu görüşmelerde, elde yazılı bir metin olmasa da, kaynaklara göre, iki devlet arasında ticaret, dostluk ve iş birlği anlaşması imzalanmıştır. İşte bu dostluk ve iş birliği anlaşmasına dayanılarak Cengiz Han aralarında Müslüman tüccarların da bulunduğu 450500 kişilik bir ticaret kervanını Harezmşahlar tarafında hudut şehri olan Otrar’a göndermiştir. Heyet Muhammed’e gümüş külçeleri, keçi, yeşim taşı, tarkul denilen beyaz yün elbiseler de getirmişti. Kervanın malları o kadar çoktu ki yüzlerce hayvan taşımaktaydı. Harezmşah’ın Otrar Valisi Gayyur Han İnal, Sultan Muhammed’in dayısı, dolayısıyla Terken Hatun’un kardeşi ve Kanglı Bey’i idi.405 İbnü’l-Esir’e göre Gayyur Han Moğol kervanındaki malların zenginliğini görünce hayrete kapılmış ve Muhammed’e el konulması yönünde tavsiyede bulunmuştu.406 400 Gizli Tarih, s.174’de heyetin 100 kişi olduğu içlerinde “Uhuna” adlı bir Moğol’un da yer aldığı belirtilmektedir. 401 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 235. 402 Ebû’l Gazi, s. 102. 403 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 233. 404 Ebû’l Gazi, s. 103. 405 A.g.e., s. 104. 406 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C. 12, s. 316. 150

Fakat d’Ohsson dayandığı kaynağı belirtmeden valinin “Cengiz Han’ın casusları tacir şeklinde buraya geldi.”407 şeklinde bir rapor gönderdiği yönündedir. Fakat Barthold, Cüveynî ve Tabakat-ı Nâsıri’ye (Cüzcani) dayanarak valinin tamahkarlığını gösterirken408 Rıza Nur Hintli bir tüccarın valiye İnalcuk hitabı ile onu küçümsediğini ve Gayyur’un buna çok sinirlendiğini ileri sürmektedir.409Artık sebep ne olursa olsun Harezmşah Muhammed’in mesajı bellidir ve “Onları öldürün” şeklinde olmuştur. İşte tarihlerimizde facia olarak gösterilen Otrar Hadisesi’nin gerçek yüzü budur.410 Otrar, Maveraünnehir ve Türkistan’ın Moğolistan’a geçit veren yegâne kapısı idi. Bugüne kadar Hıtay-Karahıtay akınlarının birçoğu da buradan gelmişti. Ayna zamanda Moğolistan üzerinden Çin’e en kestirme yollar da buradan geçiyordu. Doğu Türkistan’ın çöllerine takılmadan eski Türk ve Moğol yurtlarına bu kapıdan ulaşmak daha kolaydır. İşte Cengiz Han’ın kısa sürede varabileceği bu önemli yerde Gayur Han, Sultan Muhammed’in emirlerini yerine getirerek Moğol kafilesi mensuplarını öldürtmüş, mallarına el koymuştur. Korkunç hâdise karşısında Kafesoğlu’na göre, Muhammed Harezmşah şahsında hakkını verdiği ve tam bu adamın resmini sergileyen sabır ve metanet,411 ne yazık medenî İslâm dünyasının lideri olan şahısta değil Cengiz Han’da görüldü ve yeni bir elçi göndererek bilgi istedi. Fakat Muhammed, Buğra adlı bu elçiyi de öldürttü ve diğerlerinin sakallarını keserek hakarette bulundurdu. Hareket hâlinde olan Moğol ordusu hâlâ savaşmak niyetinde değildi; çünkü önce Nayman Hükümdarı Güçlük Han’ı ortadan kaldırmak istiyorlardı. Cend’e yakalamış olan Cengiz’in büyük oğlu Cuci kumandasında bir orduyu Muhammed tâkip emri verdiğinde, ”Aramızda savaş yok ne yapıyorsunuz?” denildiği 407 408 409 410 411

d’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 94. Barthold, Moğol, s. 491. Rıza Nur, Türk Tarihi, C. II, s. 75. Bademci, Cengiz ve Yasası, s. 73. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 239-40. 151

zaman Muhammed: “Cengiz Han bana düşman değilse ben ona düşmanım, putperestleri öldürmek vazifemdir.” diye cevap verince, Moğollar Harezmşahların sol kanadına bozdular ki neredeyse Muhammed de gidiyordu; fakat imdada oğul Celâleddin yetişti. Lâkin bu küçük savaş denemesinde Harezmşah’ın: “Bu Moğollar gibi yiğit asker görmedim.”412 diyecek kadar aklı başına gelmiş fakat iş işten çoktan geçmişti. Otrar Faciası’nın ilginç yanlarından birisi de Harezmşah’ın Validesi Terken Hatun’un Cengiz Han ile anlaşmış olduğu şeklindeki iddialardır. Gerçekten Leon Cahun, Cengiz’in sabırlı duruşunu sultanın annesi ve imparatorluğun güçlü kişiliği Terken Hatun ile anlaşmış olmasına bağlamaktadır.413 Bugün için kaynağı olmamasına rağmen iddia tarihi seyre uygun düşmektedir. Cengiz Han hiç acele etmedi; Güçlük Han’ın ölmesinden sonra memleketi tamamen ele geçirildi ve 1208’de bir kurultay yapılarak Muhammed’e karşı savaş kararı alındı. Artık yıl sonunda bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Cuci ile Harezmşah ordusu üzerinde gerekli test yapılmıştı. Yıl sonuna doğru Moğol ordusu nazarını bu tarafa çevirirken, zamanın devlet adamlarının Alaeddin Muhammed’e onları Seyhun’un karşı tarafında karşılama tekliflerine Harezmşah tarafından çok itibar edilmemiştir.414 Artık çareler tükenmişti ve “iki devlet bir millet” değerlendirmeleri de iflâs etmiştir. Muhammed’in olası fâciayı kışkırttığı bir gerçektir. Kışı nihai hazırlıklarla geçiren devasa Türk-Moğol ordusunun 1219 baharında Harezmşah üzerine yürüme borusu çaldı. Ordunun başında bizzat Cengiz bulunuyordu ve yanında da eşlerinden Hulan vardı. Cebe Noyan uç öncü, arkasında Subetay, onun peşinde Tohaçar olmak üzere üç ordu hücuma geçti. Moğol savaş planına göre Harezm ordusu geriden çevrilip, Cengiz’in intikaline kadar beklenecek, ondan sonra hücum emri 412 d’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 95. 413 Leon Cahun, Asya Tarihine Giriş, Seç Yay., S. İnan Kaya, İstanbul, 2006, s. 193; Bademci, Cengiz, s. 74. 414 Bademci, s. 74. 152

verilecekti.415 Bir kısım kuvvetler kısa zamanda Uygur Kayalık ve Almalık bölgelerinden yeteri kadar takviye alarak Otrar önlerinde görüldü. Bu ana kadar Harezmşahlardan hiçbir mukavemet yoktu. Kaynakların üzerinde mutabık kaldıkları bilgilere göre Cengiz Han orduyu burada dörde ayırdı.416 İki oğul Çağatay ve Ögeday’ı Otrar kuşatması ve kalenin fethi ile görevlendirirken, büyük oğul Cuci, Alak Noyan ve Sektu Boğa417 ile Semerkant, üçüncü ordu da Hocend-Benakand üzerinden hücuma geçti. Kendisi de bizzat Sultan Muhammed’i karşılamak için merkez ordusu ile en küçük oğul Tuli418 ile birlikte Buhara üzerine hareket etti.419 Kafesoğlu’na göre meskukata dayanan kaynaklardan aktardığı bilgilere göre Moğol ordusunun mevcudu 150 bin kişidir.420 Fakat Tasakat-ı Nasri gibi İslâmî kaynaklar bu rakamı 600-700 kişi ile ifâde etmektedirler. Cengiz Han öldüğünde ordu mevcudunun 129 bin kişiden ibaret olduğu düşünülürse elbette yüksek rakamların ortaya atılmasında mübalağa vardır. Dolayısıyla Kafesoğlu gibi Barthold da Cengiz’in ordu mevcudu hakkında 150.000 kişiden az 200.000 kişiden fazla olamayacağı görüşündedir.421 d’Ohsson’un fikrine göre Harezmşah ordusu Moğollar’dan 400 bin422 kadar fazlaydı; fakat komutanlar arasında birlik ve beraberlik yoktu; Muhamnmed’e inançlarını kaybetmişler, bu sebeple cephesinde fazla hareket yoktu. Otrar 60 bin kişilik bir kuvvetle Gayyur Han tarafından korunuyordu. Buhara Harezmşah garnizonu hakkında çelişkili bilgiler olmakla beraber Cüzcani 12.000 süvari, Cüveni dış orduda 20.000 asker, Nesevî ise 30.000 askerden bahsetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre Buhara savunmasında İhtiyareddin Küşlü ve İnanç 415 416 417 418 419 420 421 422

Gizli Tarih, s. 182. Ohsson, Moğol Tarihi, s. 98. Ebû’l Gazi, Şecere, s. 107. Ebû’l-Gazi, s. 107. Bademci, Cengiz, s. 76. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 248. Barthold, Moğollar, s. 488. d’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 96. 153

Han adlı kumandanların olduğunu diğer cephelerde ise Karahıtay komutanlar bulunduğu ifâde edilmektedir.423 Otrar tamamen sarılmış, kale önünde saf saf Moğol askerleri bekliyordu. Manzarayı kale burçlarından seyreden Gayyur Han’ın (İnalcuk) ruh hâlini Cüveynî: “Etrafa baktığında bir asker denizi gördü. Şaşkınlıklar içinde bir süre Moğol askerlerini seyretti.”424 demektedir. Her şeye rağmen Otrar halkı beş ay, kale ise üstüne bir ay daha dayandı. Vali İnalcuk ve kumandan Karaca katiyyetle teslim olmak istemediler; fakat Karaca bütün yiğitliğine rağmen çarpışmalarda öldürüldü; oku biten vali en son taş atarak savunmayı devam ettirmek istedi ise de sağ yakalanarak gözü ve kulağına eritilmiş gümüş dökülerek telef edildi.425 Moğollar kale ve Otrar ahâlisini şehir dışında toplayarak kılıçtan geçirdiler. Ebû’l-Ferec’e göre çok zengin olan Otrar’dan toplanıp şehir dışına çıkarılan Müslüman tüccar sayısı 280.000 kişidir.426 Cuci Seyhun sahilini takip ederek önce Singas ardından da Cend ve Yengikend’i ele geçirdi. Buralarda olağanüstü bir katliam yaptılar. Cuci kendi komutasında bir ordu ile Özkend, Yarlıkend, Aşnas gibi eski Karahanlı yurtlarını tahrip etti. Alınan şehrin insanları boş bir yere toplanıp öldürülüyor ve arkasından şehre yeni valiler görevlendiriliyordu. Cuci bu arada ordusunda bulunan 10.000 Uygur’a izin vererek yerlerine aynı sayıda bölge ahâlisinden bir Türkmen gücü ikame etti.427 Benakend üzerine yürüyen üçüncü ordu Alak, Sögetü ve Tugay adındaki üç kumandanın idâresinde 5000 kişiden meydana geliyordu. Burayı Kanglılar savunuyordu; savaşsız teslim oldular fakat topluca öldürüldüler. Aynı birlik takviye kuvvetlerle Hokand üzerine yürüdü. Burayı çok kahraman bir Harezmli Bardhold, Moğol, s. 504. Cüveynî, Cihangüşa, s. 120. d’Ohsson, s. 98. Ebü’l-Ferec İbnü’l-İbrî, Târihî Muhtasari’d-Düvel, Ş. Yaltkaya, TTK, Ankara, 2011, s. 11. 427 A.g.e., s. 99.

423 424 425 426

154

olan Timur Melik ancak 1000 askerle savunuyordu. Timur Melik 12 gemi yaptırark Seyhun’un öbür sahilinden Moğolları ok yağmuruna tuttu ve onlara çok zarar verdi; ancak Moğol kumandanı çok geçmeden Otrar’dan getirdikleri 50 bin kişi428 ile taşla doldurdukları nehir yatağından onlara ulaşmaya çalıştı. Fakat Timur Melik ve askerleri bu sefer gemi sayısını 70’ye çıkararak, bu gemilere bindiler ve kendilerini nehrin çoşkun akışına bıraktılar. Cuci ve ordusu Ürgenç’e yönelmişti. İşte Timur Melik ve adamları da buraya kadar gemilerle geldiler fakat Moğol duvarını yaramayacaklarını anlayınca sahile çıkıp atlarına bindiler. Sahilin iki yakasından da ısrarlı bir şekilde takip ediliyorlardı. Fakat karada yapılan mücadelede bütün askerlerini kaybetti ve son üç oku ile üç Moğol askeri öldürüp Harezm’de bulunan Celâleddin Mengüberdi kuvvetlerine katıldı.429 Cengiz Han ise merkez ordusunun başında küçük oğlu Tuli ile birlikte Buhara’ya yaklaşmıştı. Nesevî’ye göre maksadı Sultan Muhammed’in ordusu ile irtibatını kesmekti. Otrar’da vali yardımcısı olarak görev yapan ulemâdan Bedreddin Amid daha şehir düşmeden Cengiz tarafına geçmişti. Bu kişinin babası ve akrabaları Muhammed tarafından îdam edilmişti. Cengiz Han istihbarat olarak uleme cephesi liderinden çok faydalanmıştır. Zarnuk Kalesi ve şehrinin harpsiz tesliminde bu zâtın etkili olduğu ve kimseye dokunmadıkları için şimdi dahi buranın adı Mesud şehir anlamında Kutlubalıg’dır.430 Cengiz burada birkaç Türkmen rehberliğinde, Tair-Bahadır adlı kumandanını küçük birlikle Nur Buhara’ya sevk etti ve geriden gelen birlikte şehir kolayca, fakat vahşice teslim alındı. Şartlar ne olursa Muhammed’e rağmen Türkistan korkunç bir direniş gösteriyordu. Halk direniyor fakat akın akın Maveraünnehir’i terkediyor ve Alaeddin gibi Horasan’ın yolunu tututyordu. İşte bu direniş yüzünden savaş başlamasından ancak bir yıl yıl sonra, Cüzcani’nin 428 A.g.e., s. 100. 429 Cüveynî, “Tarihi Cihangüşa”da bu cengâver kahramanı sayfalarca anlatmaktadır. Hatta Firdevsî’nin Rüstem’inin bile bu kadar yiğit olmadığını yazmaktadır. 430 Barhold, Moğol, s. 502. 155

ifâdesine bakılırsa Şubat’da, Cüveynî’ye göre Mart 1220 başında Buhara kuşatmasına ancak başlanabilmiştir. Harezmşah’ın Buhara ordusu askerleri baskıya dayanamayarak şehri boşalttılar ve halk eman dileyerek kapıları açtı. İbnü’l-Esir’e göre 10 Şubat 1220 Salı günü Cengiz Han Buhara’ya girdi; “halka iyi muamele edildi”431 demesine rağmen esâsında tarihi şehir ateşe verilmiş, kadı ve imamın zevcelerine tecavüz edilmiş, zenginler sıraya dizilerek para için öldürülmüştür.432 Cengiz Han Buhara’da fazla kalmadı ve 5 günlük mesafede bulunan Semerkant’a hareket etti. Maveraünnehir’in diğer iki ordusunu da bu tarafa celbetmişti. Yazılanların aksine Moğol orduları doğudan değil batıdan girmişlerdir. Cüveynî 110.000 (60.000 Türk, 50.000 Tacik), Muhammed Nesevî 40.000, İbnü’l-Esir ise 50.000, Cüzcani’ye göre de Tacikler, Gurlular, Kalaçlar ve Karluklardan 60.000 Harezm askerinin Semerkant’ı savunduğunu belirtiliyorlar.433 Ebû’l-gazi’de bu savunma birliklerinin miktarı 1.100.000 kişiye kadar çıkartılır.434 Semerkant ağırlıklı olarak Kanglı askerler ile kumandan İnal Han tarafından müdafaa edliyordu. Şehir beş ay, kale ise üstüne bir ay daha dayandı. Buhara gibi burada da büyük bir yağma vahşet sergilenerek teslim olan kumandanlar sultanlarına ihânet etmiş diye Çağatay ve Ögeday’ın emri ile îdam edildiler. Harezmşah birlikleri üçüncü bir yarma yapmışlardı ama alınan çelişkili bilgiler kayıp sayısının 50-70 bin civârında olduğunu haber vermektdir. Ağırlıklı iddiaya göre, yarmayı Türklerin yapmış, Alp Er Han, Şeyh Han, Bala Han kuvvetleri 1000 kadar kayıp verirken Moğollardan birçok esir alarak bir hayli zayiat olmuştur.435 Nihayet kadı, şeyhülislâm ve ulemâdan kimseler eman diledi. Cengiz Han bunları çok iyi karşıladı ve şehre Namazgâh Kapısı’ndan girildi. Din adamları ve kalede bulunan 50 bin kişiye 431 432 433 434 435

İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C. 12, s. 320. Ohsson, s. 103. Barhold, Moğol, s. 506. İslâm Tarihi, C 12, s. 114. Barhold, Moğol, s. 507. 156

dokunulmamış, fakat Semerkant harabeye çevrilmiştir. Moğollar Semerkant’dan da Buhara gibi çok büyük servet topladılar. Artık sıra Başkent Ürgenç’e gelmişti. Daha evvel sevk edilen kuvvetleri izleyerek Seyhun’un iki yakasını takiben Cuci ve Çağatay kumandasındaki büyük ordu Harezm’e girdi. Cengiz, küçük oğul Tuli ile birlikte arkadan yetişti. Ohsson’a göre Harezm’e yüklenen birlikler 700.000 kişi civarındaydı.436 Sultan Muhammed güya Gazne ve Nişabur’da ordu toplamak için kaçmayı başarmış ve oğlu Celâleddin’i de arkasından bu tarafa sürüklemişti. Halbuki yetersizlik ordu ve kuvvetlerde değil mâneviyattaydı ve ülke tam bir anarşi hâlindeydi. Alaeddin’in diğer oğulları Uzlakşah ve Akşah muvaffakiyet göstermelerine rağmen netice olarak sultanın emri ile Celâleddin’i takip etmişler ve savunmada halk, Moğol ordususunun mezâlimi ile baş başa bırakılmıştır. Başkent Ürgenç tam anlamı ile Harezmşah’ın Bağdat’ı, Türkistan’ın en önemli medeniyet ve kültür şehri, mütekâmil bir imparatorluk merkeziydi. Parça parça işgal dolayısıyla buradan başta İran ve Anadolu olmak üzere İslâm dünyasına dağılan âlimler gittikleri yerlerde Türk-İslâm medeniyeti ve kültürünü ihyâ etmişlerdir. Bu güzel başkentin idâresi Terken Hatun’un yakın akrabası Kanglı Ömer Han adlı bir valiye bırakılmıştı. Moğollar dut kütüklerinden gülle yaparak şehri topa tuttular. Halk muazzam bir direniş gösteriyor ve gerçekten devâsa orduya boyun eğmiyordu. Şehrin tesliminin gecikmesine Cengiz Han çok kızıyor ve oğulları Cuci ile Çağatay’ı suçluyor, onlar da kabahati birbirinin üzerine atıyordu. Bu sebeple Cengiz Han tarafından Ögeday, ordu genel komutanlığına getirildi ve iki kardeş onun marifeti ile barıştırıldı. Teslim olmaları için Moğollar tarafından elçi olarak gönderilen Hacı Hasan437 halk tarafından linç edilerek öldürüldü.438 Şehirde yapılan çarpışmalarda Ohsson 436 Moğol Tarihi, s. 113; Bademci, Cengiz, s. 85. 437 Moğol kaynaklarında Asan. 438 Barthold, Moğollar, s. 510. 157

ve Reşidüddin’e göre Moğol askerinin 24.000 Harezmli öldürdüğü tespit edilmiştir.439 Harezm’de halk ile Moğol ordusu arasında dişe diş çarpışmalarda ne yazık ki Cengiz tarafından çok sayılan ve kendi taraflarına geçmesi için ısrar edildiği hâlde “70.000 kişilik halkımın öldüğü bir savaşta ben iş birliği yapamam” diyen 75 yaşındaki Necmeddin Kübrâ’nın da şehit edilmesidir. Ahmed Yesevî’nin Türk Müslümanlığı davasının sahibi ve Kübrevîlik’in kurucusu olan bu muhterem ve mümtaz zat öyle bir hiddetle çarpışmıştır ki hemen hemen bütün kaynaklarda ölü hâlinde bile ellerinin zorla açıldığını ve avuçlarında bir tutam Moğol askerlerine ait saç bulunduğu tespit edilmiştir.440 Artık başkent de işgal edildiğine göre Harezmşah İmparatorluğu’na bitmiş gözü ile bakılabilirdi. Gerçi Sultan Muhammed ile oğlu ve halefi Celâleddin yöneldikleri Horasan-Gazne-Nişabur hatta Afganistan ile Doğu İran ahalisi ve kumandanlarından pek umutlu idiler. Tarih-i Cihangüşa’ya göre 1221 yılı başında bu bölgeye gelen Celâleddin’i 50.000 kişi ile Emin Melik, 40.000 kişi ile Iğrak Han karşıladılar ve birçok Gur emiri de onlara iltihak etti.441 Cengiz Han daha Semerkant’da iken Terken Hatun’un imparatorlukta ağırlığını bildiği için ona bir barış elçisi gönderdiği Muhammed Nesevî tarafından kaleme alınan Sîretü’s-Sultan¹ Celâleddin Mengüberdî adlı eserde rivayet edilmektir.442 Buna göre Cengiz Han, eğer bulundukları yerlerde kendilerine karşı çıkılmazsa, Harezmşah topraklarında gözlerinin olmadığı; Harezm, Horansan ve Maveraünnehir’in Ceyhun ötesini kendilerine bırakabilecekleri ifâde edilmektedir. Yani bugüne uyarlarsak Türkmenistan-Afganistan-Tacikistan-Doğu İran. Tabiî olarak Moğollar o zaman İran’a da geçmeyeceklerdi. Celâleddin’in yanında bulunarak onun hayatını zikri geçen eserde 439 440 441 442

Bademci, Cengiz Han, s. 86. A.g.e., s. 87. Cüveynî, s. 339. Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 160. 158

yazan Nesevî şüphesiz ki bunu ancak duyduğu için güvenilirliği şüpheli olduğu gibi, doğru olsa dahi bu vaadi Cengiz Han’ın tutup tutmayacağı şüphelidir. Terken Hatun Moğolların bu teklifi ile ilgilenmemiş ve çoktan yanına yükleyebildiği kadar hazineler ile Muhammed’in kadınlarını ve küçük çocuklarını alarak Ürgenç’i terk etmiştir. Üstelik yola çıkarken yine Sîretü’s-Sultan Celâleddin Mengüberdî’ye göre 20’ye yakın hükümdarzadeyi boğdurarak Ceyhun Nehri’ne attırmıştır. Terken Hatun, bu da yetmiyormuş gibi kafilenin en güvenilir adamı Yazır Türkmeni Ömer Han’ın da kellesini vurdurmuş, fakat Mazenderan’a yaklaştığı sırada Cebe ve Subutay tarafından önü kesilerek esir alınmıştır. Doğruca Cengiz Han’a gönderilmiş olan valide buradan Karakum’a sevk edilerek orada sefalet, açlık, yokluk içinde Cengiz Han’dan çok sonra 1233 yılında eceli ile ölmüştür. Sultan Muhammed Harezmşah’a gelince Moğol orduları Buhara önlerinde görüldüğü zaman o Semerkant’dan ayrılmış ve Horasan’da Belh’e gelmişti. Burada bir hayli gönüllü toplamıştı ve Celâleddin de yanındaydı. Cüveynî’ye göre Sultan Muhammed Hindistan’a geçmek fikrindeydi; fakat Irak’tan gelip aklını değiştirdiler ve bu fikrinden vazgeçerek Irak-ı Acem ve İran’a yönelmeyi düşündü. Celâleddin bu fikre şiddetle muhalefet etti; Moğollar buna mukabil saldırıya geçmenin daha doğru olduğunu savunuyordu, fakat sultan kimseyi dinlemedi ve bu harafa hareket etti. Cengiz Han Cebe ve Subutay’a nerede olursa olsun mutlaka Muhammed’i yakalayarak getirmelerini emretmişti. Horasan’a yıldırım hızı ile yetişen Moğollar onu bulamayıp 45 gün kadar önce ayrıldığını duyunca deliye döndüler. Muhammed ise yanında bulunan 20.000 kişi ile Irak’ta umduğunu bulamadı; çünkü Celâleddin’in söylediği gibi Moğollar ona yetişmişti. Buradan Mazenderan ve Gilan’a yöneldi, arada meydana gelen çarpışmada askerlerini kaybetti ve canını Hazar Denizi’nde bulunan Abiskun Adası’na atarak ancak kurtulabildi. Çok ağır hastaydı, Celâleddin, Aksultan ve veliâht Ulzakşah da yanındaydı. Burada evvelki kararını değiştirerek Celâleddin’i 159

veliâht tayin etti ve kılıcını da kendi eli ile kuşattı, ancak çok geçmeden Aralık 1220’de burada eceli ile öldü. Sultanın ölümünden sonra gerçekten büyük bir kahraman olarak Celâleddin yeni takviyelerle muazzam bir ordu kurdu ve Moğollarla gerilla savaşına başladı. Cengiz’in çocukları ve kumandanları İran ve Irak’ın altını üstüne getirmiş ve bu zengin memleketleri de yakından tanıyarak bilgileri Cengiz Han’a ulaştırmışlardı. Fakat Cengiz Han’ın Harezmşah’ın zengin İran’ını gördüğünü sanmıyoruz. Celâleddin ve bundan sonraki İran Türkmenliği’ni daha sonraki Moğollar bahsinde inceleyeceğimiz için şimdilik burada bırakıyoruz.

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Harezmşahlar Devleti’nde cemiyet ve cemiyetin teşekkülü Selçuklular kadar yeknesak değidir. Çünkü Harezm’in durumu bozkır şartlarından farklıydı. Ürgenç asırlara dayanan bir medeniyet ve kültür merkeziydi. Dolayısıyla cemiyette belli bir İranî unsur ve bunların ortaya koyduğu göçebe olmayan şehirli kültürü vardı. Gerçekten Oğuzlar buraya sonradan gelmiş ve diğer Türk unusurlar olarak Kıpçaklarla bir arada yaşıyorlardı. Büyük bir kültür uyuşmazlığı elbette yoktu. Türkmenlerin şehirli Fars kültürü içerisinde eriyip yok olmaları imkânı da bulunmuyordu. Özellikle Kıpçak asıllı Kanglılılar soy ve boylarında oldukça ısrarlı idi. Harezm ahâlisi genellikle tüccardı; doğuda Oğuz boylarından aldıkları hayvan ve Çin emtiayı Avrupa ve İran içlerine kadar götürüyorlardı. Bu bölgede Eberhard’ın ileri sürdüğü 429 yılında göçebeliği bırakıp yerleşik hayata dönen443 ve savaşçı bir Türk kavmi olan boylar, O. Yorulmaz’a göre Kanglılardan başkaları 443 W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, TTK, Ankara, 1996, s. 73. 160

değildir.444 Buradan anlıyoruz ki Harezm’deki Türkler de ülkenin bir hayli eski ve coğrafyası ile bütünleşmiş insanlarıdır. Zaten daha Selçukluların ilk devirlerinden beri Müslüman olan unsurların çeşitli sebeplerle buraya göçtükleri çok iyi bilinmektedir. Bu sebeple her zaman Harezm Türkmen cemiyeti Buhara ve taşrasından daha canlı ve kalıcı olmuş, Türkmenlik burada günümüze kadar devam eden bir yapı oluşturmuştur. Bu kalıcılığı, ne Moğol akınları ne de Emir Timur değiştirebilmiştir. Buhara’nın aksine Harezm’de bir Türkmen artistokrasisi oluşmuştu. Atsız ve çocukları bu yapıyı geliştirdiler; Terken Hatun da mezkûr yapıyı evvelâ orduya, sonra da devlete hâkim kıldı. Bu bakımdan Harezmşahlar cemiyetinde Türkmenlerin tahsil görmüş, münevver insanlar olduğu hususu Köprülü tarafından da öne çıkarılmaktadır.445 Necmeddin Kübrâ gibi bir âlimin yetiştiği cemiyetin seviyesini düşünmek bile insanın aklını zorlamaktadır; Harezmşahların bu ihtişam devri için denilebilir ki, belki Türk tarihinin hiçbir devresinde din adamları, askerler ve devlet adamları bu derece ve her bakımdan, bir tesânüt içerisinde olmamıştır. Fakat her şeye rağmen cemiyette bir dinî veçhenin ağır bastığını söylemek mümkün değildir; ordu ve hanedanda ise mensûbiyet ve Türkmen duyguları her zaman dinî temayüllerin üzerinde olmuştur. Hatta Kübrâ örneğinde görüldüğü üzere din adamları ve ulemâ sınıfında bile millî duygular bir şuur nisbetinde bulunuyordu. Cemiyette hemen hemen İslâmîyet’e intisab etmemiş fert ve boy bulunmamaktadır. Harezmşahlar, devri Türk cemiyetinde çok güzel bir şekilde Oğuz-Kıpçak dengesi kurulabilmiştir. Bu iki büyük kavim hiçbir şekilde birbiri ile çatışma hâlinde değildir. Türkmen olgusu etrafında bir birliktelik ve etnolojik kaynaşma hâsıl olmuştur. Binaenaleyh Göktürkler devrindeki çatışma ve ayrılıklar nihayet bulmuştur. Herhalde bunun sebebini İslâmî tefekkür hayatına borçluyuz. Bu kaynaşma artık zedelenmez Türkistan adı 444 Yorulmaz, Kangılılar, s. 65. 445 Köprülü, Tarih Araştırmaları I, s. 222. 161

altında bir vatan şuurunu ortaya çıkarmıştır. Gerçekten bu devir Türk cemiyetinde tıpkı Selçuklu Oğuzlarında olduğu gibi Türkistan tutkusu vatan şuurunun üstünde etnolojik mânâları da yüklenmiştir. Karahıtay ve Moğol tazyikleri altında kalmış Türkistan tutkusuna hayranlık duymamak mümkün değildir. Harezmşah cemiyetinde yine Kübrâ örneğinde gördüğümüz gibi ordu halkla bütünleşmiştir. Mutlaka ordu ücretli askerlerden meydana geliyordu.446 Fakat şartlar ne olursa olsun ordu Selçuklularda olduğu gibi İran’ı madden ve mânen gereği gibi yüklenememiştir. Yani Türkistan mefhumu Yengikend Oğuzlarında olduğu gibi sahiplenilememiştir. Selçuklularda kesinlikle bir İran-Turan ayrılığı olmadığı gibi İran’ı sahiplenme bir ülkü hâlindedir, bunu Harezmşahlarda göremiyoruz. Harezmşah cemiyetinde İslâm bütün halk tabakalarına yayılmıştı. Müslüman olmayan Türk unusurlara hiç kıymet verilmiyor ve gâvur diye adlandırılıyorlardı. Bu sebeple Hırıstiyan Naymanları kesinlikle ciddiye almamışlardır. Bu hâli ile Harezmşah cemiyetinin din ideolojisini Selçuklu Oğuzlarından daha fazla ciddiye aldıklarını rahatlıkla bir hakikat olarak ifâde edebiliriz. Kafesoğlu’na göre bu tutku ve eğilim sultan, beyler ve bürokrasi nezdinde kendini beğenmişlik ve üstün görme şeklinde bir “tevehhüm”e dönüşmüştür.447 b) Ekonomi Harezmşahlar Devleti’nin ana gövdesini oluşturan merkezî Harezm topraklarında şüphesiz ki şehirleşme eski devirlerinden beri çok canlı bir şekilde kendini göstermektedir. Esasen bu şehirleşme imparatorluk devrinde Maveraünnehir ve Horasan’a kadar yayılmıştır. X. asır Arap coğrtafyacılarından İbni Havkal bu devreye ait söz konusu şehirleşmeyi anlatırken sadece şehir adlarını saymakla kalmayarak aralarındaki bağlantı yollarını ve ulaşımın kolaylığını ve ulaşım mesafesi ile zamanınını 446 Barthold, Moğol, s. 465; Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 221. 447 Harezmşahlar, s. 207. 162

da belirtmektedir.448 Elbette bu şehirler arasında ipek, canlı bir ticaret ve ekonomik halkasının ilkini oluşturmaktaydı. Bu sebeple ipekli kumaş dokumacılığı ve sanayinin çok geliştiğini belirtmek gereklidir. Harezm’in eski başkenti ve büyükçe bir höyük üzerinde kurulu saray şehri Kâs449 veya Şehristan yerine şimdi Hive veya Ürgenç çok tekâmül etmiş şekli ile Türk Harezmşahlarının başkentiydi. Fakat yine de âlimler ve zengin tüccar şehri olarak Kâs elbette haşmetini ve ticarî canlılığını muhafaza ediyordu.450 Samanîler devrinde önemini kaybeden Kâs, Türkmenler zamanında şehirleşme ve güzellikte, Arapların Cürcaniye dediği Urgenç daha çok gelişmiştir. Urgenç sadece siyasî başkent değil aynı zamanında ekonomi ve ticaretin de merkezi olmuştu. Türkistan’da hiçbir zaman önemini kaybetmeyen canlı hayvan ticareti için aynı Buhara’da olduğu gibi Urgenç’te de daha büyük bir koyun pazarının kurulması ile sonuçlanmıştı.451 Başkent çok zengin bir şehir olmuştu, çünkü fethedilen ülkelerden bütün servet ve iktisadî kıymeti olan emtia buraya taşınıyordu. Bu sebeple Harezm ülkesinin şark ile garbın buluşma noktasında olması dolayısıyla ticaret, her zaman ve her devirde ehemmiyetini korumuştur. Bir koldan İpek Yolu tabiî olarak bu iktisadî canlılığın hayat damarlarını teşkil etmiştir. Çünkü doğunun ve Hindistan’nın kıymetli malları bu yollardan Avrupa’ya taşınmaktaydı. Taht bölgesi Harezm topraklarına en büyük bereketi Ceyhun Nehri’ne eklenen kanallar452 teşkil ediyordu. Bu kanallar aşağı yukarı her köy ve mezralara dahi giriyordu. İşte suyun yarattığı bu cennet toprakları daha verimli ziraat merkezleri ile donanmıştı. Sebze tarımının dışında meyve bahçeciliği de muhakkak sulu yapılmaktaydı. Bu sebeple Harezmşah ülkesinde 448 Mukaddesî bu yolların şemasını vermiştir. Barthold, Moğollar, s.191; Ramazan Şeşen, a.g.e., s. 213-251. 449 Barthold, Moğollar, s. 188. 450 A.g.e., s. 188. 451 A.g.e., s. 190. 452 A.g.e., s. 189. 163

her şeyden evvel tarım ve hayvancılık ekonominin ana kaynağıdır. Ayrıca suyu seven ve ipekçiliğin temeli olan uçsuz bucaksız arazilere dağılmış devasa dut ağaçları başlı başına eknomomiye kaynak ve hareketlilik sağlayan bacasız fabrikalar durumundaydı. Urgenç’in dışında Merkezî Türkistan’da şüphesiz ki Semerkant ikinci başkent durumdaydı.453 Cüveynî Semerkant’ın Harezmşah Muhammed’in en güzel ve en gönül alıcı454 şehri olduğunu yazmaktadır. Buhara ise eski ihtişamını korumuş, İran’a doğru Nişabur, Cüveynî’nin anlatımına göre Zöhre yıldızı455olmuştur. Merv ise Oğuz istilâsından sonra bir miktar eli yüzü toplanmıştır. Fakat Harezmşah devrinde batı İran şehirlerinde bir güzelleşme sağlandığı söylenemez. Çünkü şartlar ne olursa olsun Harezmşahlar bozkır İran’ında tam bir hâkimiyet sağlayamadılar. Fakat Maveraünnehir ve Horasan böyle değildi, şehirlerin hemen hemen hepsi tam anlamı ile canlı birer ticaret merkezi durumdaydı. Bunlar arasında Nesa, Şaş, Hocend, Tirmiz, İsficab, Fergana, Belh, Vahş’ı sayabiliriz.456 Gazne de Mahmud ve Mesud devrinin haşmetini taşıyordu. Zaten Irak-ı Acem ilk İslâmî devirlerden beri şehirleşmiş canlı bölgelerdi. Harezmşah ülkesindeki ekonomik canlılık devleti de zenginleştirmiştir. Bir milyona baliğ olan kuvvetli ve saldırı kabiliyeti yüksek bir ordu besleniyordu. Şüphesiz ki bu ordunun ve geniş imar hareketlerinin kaynağı vergiler ve ganimetlerdir. Vergiler yıllık olarak toplanıyordu ve hazinenin önemli bir kaynağıydı, bunun için yeterli bürokrasi oluşturulmuştu. Tabiî olarak olağanüstü durumlarda ek vergiler de salınıyordu. Cüveynî’ye göre sadece Nur Buhara’da alınan yıllık vergi beş yüz bin dinarı aşıyordu.457 Ekonominin ana kaynaklarından olan ganimetler de elbette büyük servetlerin askerler ve devlete taşınması 453 454 455 456 457

Meryem Gürbüz, Harezmşahlar, s. 227, Boğaziçi Yay., İstanbul, 2014. Cüveynî, Cihangüşa, s. 142. A.g.e., s. 174. M. Gürbüz, a.g.e., s. 228. Cihangüşa, s. 151. 164

ile sonuçlanıyordu. Askeri savaşa götüren gaza ve cihad ülküsü İslâmî inançlara göre ganimeti helâl sayıyor ve teşvik ediyordu. Harezmşah tarihlerinin hemen hemen hepsinde bu ganimetlerin devleti ne derece zengin ettiği hususları yer almaktadır.458 Elbette Moğol istilâsı Harezmşah ülkesinin iktisadi hayatını oluşturan demografik yapısını alt üst ettiği gibi, nüfusu da birkaç milyon azalttığı gerçektir. Bunun için sadece Merv katliamını hatırlamamız yeterlidir, Selçuklular zamanından beri İran’a akan Türkmenlik hemen hemen ortadan kaldırılmış mezarlar dahi tahrip edilmiştir. Moğol istilâsı karşısında önce Horasan yolunu tutan Türkmenler bizzat Cengiz Han’ın da iştirak ettiği takip sonucu Celâleddin örneğinde olduğu gibi canını Hindistan’a atmış bu sefer burada Harezmşah ahalisi büyük kemiyet ifâde etmeye başlamıştır.459 Moğol saldırılarının önünden kaçan Celâleddin aynı şekilde Anadolu’nun sosyal ve demokrafik yapısını alt-üst etmiş ve mamur Anadolu Selçuklu ülkesinde bir anda milyonlarca yolunu kaybetmiş Türkmen birikimi hasıl olmuştur.460 Dolayısıyla Moğol istilâsı Harezmşah ekonomik gelişmesini ortadan kaldırdığı gibi insan ve ekonomik değerlerin zayiatı toplum ve toplulukları derin bir yoksulluğa düçar etmiştir. Ekonominin ödeme kalemlerine gelince en yüklü miktar maaşlar ve saray giderleriydi.461 Eyâletlerde maaşlar ikta sahipleri tarafından yapılmaktaydı. Vezirler mâli dengenin sorumluları sıfatı ile önemli giderleri de ödemekteydiler. Devlet hazinesinden merkez ve eyâletlerde daha evvel hükümdarlık yapmış olanlara dahi maaş ödenmekteydi. Nesevî bu geleneğin Selçuklularda da var olduğunu, böylece Harezmşahlara intikal eden eski hanedan mensupları için aynı geleneklerin devam ettirildiğini ve bu ödemelerin düzenli olarak yapıldığını 458 459 460 461

A.g.e., 297-98. Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C. 1, TTK, Ankara, 1987, s. 279. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 420. Gürbüz, s. 243. 165

yazmaktadır.462 Bu sebeple Harezmşahlarda düzenli bir devlet idâresinin sonucu olarak malî idârenin de mükemmel çalıştığını zamanın kaynaklarında muhataplarının bir memnuniyet ifâdesi olarak görmekteyiz. c) İnançlar Harezmşahlar İmparatorluğu Selçuklular gibi tam anlamı ile İslâmî bir devletti. İslâmîyet tasavvufî tezahürler ile toplumun en alt katmanlarına kadar nüfûz etmişti. Maverünnehir, Horasan, Gazne, Merv gibi büyük merkezlerde İslâmî ilimler eğitimi veren medreseler bulunuyordu. Buralarda halk Sünnî Hanefî veya en fazla Şafiî mezhebine mensuptu. Fakat genel olarak Hanefî mezhebi hâkimiyeti vardı. Hazar Denizi güneyinde Alamut ile Irak-ı Acem’de bir kısım ahali İsmailî ve Şiî inançları ile mahdut sahalarda tamamen uyumsuz muhalifler olarak yaşıyorlardı.463 Mamafih diğer eyâletler ve Buhara gibi şehirler ile Horasan’da da çoğunluk teşkil etmemek üzere Şiî gruplar ve heterodoksi inançta tasavvuf eğilimlileri de bulunuyordu. Fakat Şia’nın, İran’da Kum, Kâşân, Sebzvar, Türşiz, Rey, Ferahan ve Kühistan’ın bazı merkezlerinde hâkim durumda olduğunu, İsfahan ve Nişabur’da ise az sayıda olmak üzere Şiî gruplar bulunduğunu görmekteyiz.464 Harezmşahlar Sünnî, Hanefî ve Şafiî mezheplerin hamiliğini yüklenmişlerdi. İki mezhebe devletin resmî dinî ideolojisi gözü ile bakılabilir. Halk seviyesinde Şiî ve Sünnî çatışmalarına çok rastlanmamakla beraber zamanın kaynakları Sünnî, Hanefî ve Şafiîler arasında toplumsal kargaşalıkların sık sık meydana geldiğini yazmaktadır. Bunların dışında özellikle Horasan’da Kerramîlik, Mu’tezile ve Eş’arilik gibi kelâm mektepleri mensupları arasında mücadeleler eksik olmuyordu. Mamafih Harezm ve Maveraünnehir’de bu vari daha ziyâde tasavvufî 462 A.g.e., s. 244. 463 Köprülü,Tarih Araştırmaları, s. 215. 464 A.g.e., s. 219. 166

hareketler önde gidiyordu. Fakat İran ortalarında Şiîlerin hareketleri çoğu zaman haddi aştığı vakitler devlet zecri tedbirler almaktan imtinâ etmiyor ve liderlerini bir şekilde ölüm ve benzeri cezalarla ortadan kaldırıyorlardı. Kuzey uç bölgelerde hâlâ Şaman kazak ve Oğuzlar vardı, lâkin Harezmşah Devleti bunlara gavur gözü ile baktığından çok da önemsenmemişlerdir. Bunlar zamanla ya kuzeye çekilerek inançlarını korumuşlar veya Karahıtay gibi Şaman Moğol unsurlar arasında erimişlerdir. Batıda Hazar ve Peçenek unsurlardan çok azı varlığını koruyabilmiş, çoğu Türk ırktan halk Kıpçaklaşarak İslâmîyet’i seçmişlerdir. Bu bakımdan Selçukluların devamı olarak Harezmşahlar saltanat yıllarına İslâmîyet’in altın yılları gözü ile bakabiliriz. Harezmşahlarda hurafeye kıymet vermeyen bir İslâmî dinî yapı mevcuttur. İlim lisanının Arapça ve kısmen Farsça olması Ortadoğu Müslümanlığında olduğu gibi halkın milliyet değiştirmesi şekline dönüşmemiştir. Zamanın en büyük ulemâları bile Türkmenliğin şuurundaydı. Halifeliğe bağlı olan ahali bile cennetin anahtarlarının bunlarda olduğuna hiç inanmıyordu. Bu sebeple bu zamanda Necmeddin Kübrâ ve Şeyh Mecdeddin Bağdatî gibi Hoca Ahmed Yesevî yolu içtihadında tamamen Türk Müslümanlığının kurucusu din adamlarının varlığına şahit oluyoruz.465 İşin ilginç yanı bu zaman tefekkür sahipleri Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya da aynı inancı taşımışlar,466 bu yurdu Arap veya Fars cenneti olmaktan kurtarmışlardır. Bugün Anadolu Bektaşî tezahürleri dahi meselenin bu yönü ile ancak îzah edilebilmektedir. Harezmşah hükümdarları dinî temayüllerin ve makamların üzerinde kendilerinden üstün İslâm hükümdarı olduğuna inanmıyorlardı. Harezmşahlar, Selçuklulardan da daha belirgin olarak VIII. asrın başlarından itbaren Maveraünnehir, Harezm, Horasan, hatta İran’dan Arap varlığı ile kültürünü tamamen söküp 465 Barthold, Moğollar, s. 305-306. 466 A. Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, s. 95. 167

atmışlar ve Bağdat’a hapsetmişlerdi. Bu bakımdan Abbasî halifeleri ve her zaman ırkçılık peşinde olan Araplarda çok açığa vurulmayan bir Türkmen düşmanlığı vardı. Herhalde buna bir şuur altı mukabelesi olmak üzere Atsız ve Tekiş’den beri Harezmşahlar da Araplar ve Abbasî halifelerinden hoşlanmıyordu. Muhammed Harezmşah devrinde bu hoşnutsuzluk tam anlamı ile bir kin şekline dönüştü. Elbette Şeyh Mecdeddin’in, Muhammed Harezmşah tarafından öldürülmesi bu hoşnutsuzluğun sadece bir cephesi idi ve daha ziyâde halkı kışkırtmak için halife mahfillerince yayılmıştı. Esas mesele İran, Irak-ı Acem, Merv, Nişabur ve Horasan’ın hilâfetin elinden alınması ve Türkmenleştirilmesi idi. Metinlerde görüldüğü üzere Muhammed sırf bu sebeplerle hilâfet makamını Türkistan’ın göbeğinde Tirmiz’e taşımayı bir fetva ile uygun görmüştü. Cüveynî’nin uzun uzadıya konu ettiği gibi467 çürümüş Arap halifeliğinin Türkistan’a taşınması halk belleğinde hiç de kötü karşılanmamıştır. Zamanın kaynaklarında bilgi bulunmamasına rağmen468 Mecdeddin Bağdatî’nin öldürülmesi sonradan abartılı biçimde aktarılmıştır. Şeyhin öldürülmesi elbette tasvip görmemişti, fakat ordudaki huzursuzlukları da bu sebebe bağlayarak hiçbir şekilde doğru bulmak mümkün değildir. Ordu da halkın bir parçası olarak tamamen devletin üzerine bina edildiği, İslâmî inançlara sahipti. Bizzat Mecdeddin’in mürşidi Kübrâ’nın Moğol saldırına karşı duyarsız kalmaması bunun en canlı örneğidir. Şeyh’in Terken Hatun’a tutkunluğu ise tamamen bir Fars masalından ibarettir, çünkü Mecdeddin Terken’in torunu yaşından bile küçüktü. Bu sebeple bu meseleyi İslâmî düşüncenin dozu ile yorumlamak fevkalade yanlıştır. Moğol istilâsında halkın tepkisinde en küçük bir lakaydi bulunmadığı gibi ordu da kendisine verilen görevleri ziyâdesiyle yerine getirmiştir. Evvelce bahsini ettiğimiz, İbnü’l-Esir ve Reşüdiddin’in de vurgulu biçimde ortaya koyduğu gibi halk beş ay kapıları açmamış ve ısrarla direnmiştir. 467 Cihangüşa, s. 330. 468 Barhold, Moğollar, s. 464. 168

Harezmşah’ın halk unsurlarında, İslâmî inançların Selçuklulardan daha sağlam olduğunu ve Oğuzların daha şuurlu Müslümanlar olduğunu mutlaka kabul etmek gereklidir. HAREZMŞAHLAR SOYKÜTÜĞÜ

169

3. BÖLÜM

TÜrK mOĞOllarI DeVri ilHanlIlar (1256-1353)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Harezmşahlar İmparatorluğu’nun yükselme devri Cengiz Han’ın Türk Moğol İmparatorluğu’nun ortaya çıkış devresidir. Bundan önceki bölümde büyük ölçüde Türklerden meydana gelen Moğol ordularının Maveraünnehir’den Harezm’e uzanarak Harezmşahlar İmparatorluğu’na son verdiklerini anlatmıştık. Cengiz genel olarak Semerkant’tan ayrılmadı, ordu iki koldan Muhammed ve Celâleddin’in peşindeydi. Cengiz Han, Türkistan topraklarının Moğol orduları tarafından ele geçirilmesinden sonra, Gazne, Nişabur ve Horasan ile Hindistan istikametinde hâkimiyet sağlanamamıştı. Harezmşah Celâleddin, Cengiz’in de ifâde ettiği gibi buralarda tam anlamıyla bir kahramanlık destanı yazıyordu. İran artık Turan’dan ayrılmış, Türkistan öte Turanîlerin eline geçmişti. Önce Selçuklular sonra da Harezmşahlar devrinde İran tamamen Türkmenleşmişti. Daha da ötesi Moğol tazyiki İran’daki Türkmen yapısını biraz daha sıklaştırdı, ülkede Oğuzların nüfûz etmediği bölge kalmadı. Hatta İran’ı da geçerek Suriye ve Anadolu ile XIV. asırda Osmanlıların Avrupa’ya ayak basması ile Alperenler olarak buralara kadar ilerledi. Moğol ordularının büyük kısmı Türkistan’ı tanzim ile meşgûl iken ayrı bir kısım kuvvetler Harezmşah Muhammed’in izini kaybederek Celâleddin üzerine yoğunlaştılar. Muhammed’in ölümü ile Harezm’de Sultan ilân edilen Celâleddin Mengüberdi Horasan’a yönelmişti. İran toprağı ve kapısı olarak görülen Horasan’da uzun zaman Türk Moğolları oyalanmak zorunda kaldılar. Gazne ve Horasan’da muazzam direniş oldu. Hatta Gazne 173

ile Bamyan arasında bulunan Pervan’da muazzam bir ordu toplayan Celâleddin Toharistan’da Valiyan Kalesi’ni kuşatmakta olan Moğolları büyük bir yenilgiye uğrattı ve 1000 Moğol askeri öldürdü. Moğol ordu kumandanı Şiki-Kutuku Noyan yenilgi karşısında Türkistan’a çekilerek Cengiz Han’ın huzuruna iltihak etmiştir. Fakat Moğollar Celâleddin’i takipten geri kalmadılar, Bamyan’daki çarpışmalarda Çağatay’ın oğlu ve Cengiz’in çok sevdiği torunu Mutuken maktul düşmüştür.469 Moğol ordularının bir kolunun komutanı olan Cebe, Muhammed’i takip maksadıyla İran içlerinden Harezmşah’ın sığındığı ve orada öldüğü Hazar Denizi adalarından biri olan Abiskun’a yöneldiği zaman devasa bir Türkmen ülkesi hâline gelen İran’ı ve zenginliklerini yakından görmüştü.470 Cengiz Han’ın sağlığında İran’ı gördüğünü ve bildiğini sanmıyoruz, bu konuda kaynaklarda bilgi bulamıyoruz ki muhtemelen görmemiş ve belki varlığından da habersizdir. O, günlerini bir Turanlı olarak hep Maveraünnehir’de geçiriyordu. İşte Muhammed’in ölüm haberi alınınca Cebe komutasındaki hareket kabiliyeti yüksek güçler de Celâleddin üzerine yönlendirilmiştir. Moğollar bütün gücü ile Celâleddin üzerine yüklenince o arkasını Hindistan istikametinde Sind Nehri’ne dayayarak tam bir gerilla savaşları taktiği ile o tarafa doğru çekilmeye başladı. Nesevî’ye göre Celâleddin Gazne’nin doğusunda bulunan Gerdiz’de bir Moğol ordusu öncülerini mağlup etti. Fakat esas kuvvetler yetişince önceden hazır edilen kayıklarla Sind Nehri geçildi. Birçok kayık Sind’in dalgaları altında parçalandı; fakat Celâleddin, Cengiz Han’ın hayranlıkla seyrettiği bir şekilde karşı tarafa geçmeyi başardı.471 Barthold’un Nesevî’ye dayanarak verdiği bilgileri göre Sind’in öte tarafında Harezm ordusu Moğolların kendi içlerinde karışıklıklar çıkarmayı denemiş ve bunu da başarmış; hatta bir ara Cihangir Cengiz Han Celâleddin karşısında cepheyi terkederek kaçmaya karar vermiştir. Celâleddin 469 Barhold, Moğollar, s. 540-542. 470 Kafesoğlu, Harezmşahlar, s. 281. 471 Ali Bademci, s. 84. 174

Sind’i geçerken babaannesi Terken gibi Cengiz’in eline geçmesin diye annesi ve karısını nehrin azgın sularına attırmıştır.472 1222 yılı itibariyle devasa ordular buralarda iş göremeyince, Moğollar bizzat hanın emri ile artık Celâleddin’i takipten vazgeçerek Horasan ve Türkistan’a geçmeyi uygun görmüşlerdir. Cengiz’in küçük oğlu Tuluy büyük olmayan bir ordu ile Doğu İran, yani Horasan’ın üç büyük şehri Herat, Nişabur ve Merv’de operasyonlarla görevlendirilmişti. Buralar Harezmşahlardan sonra anarşi içerisindeydi. Türkmenlik yönünden büyük bir kiymet ifâde eden Merv’de maceraperst mahallî kumandanlar hâkimiyeti ele almışlardı. Moğollar şehirde 400 sanatkar haricinde bütün halkı katlettiler. Nişabur’da bir Moğol kumandanının öldürülme olayının verdiği intikam duygusu ile daha büyük bir dehşet yaşandı. Şehir yerle bir edilerek tarla hâline getirilip sürüldü. En az zarar gören Herat’ta 12.000 Harezm askerinin katli ile yetindiler.473 Evvelce bahsettiğimiz Celâleddin Maveraünnehir ve Horasan’da yeni isyanlara sebep olmuştu. Zaten Moğolların İran’da kurdukları idâreler Türkistan kadar kendilerinden olan insanların elinde değildi. 1222’ye gelmeden Celâleddin’in Hassa birlikleri Merv’de yaşanan büyük katliama mukabele olarak şehre saldırdı. Emir Kuştekin Pehlivan Selçukluların muhteşem Türkmen merkezini kuşattı, yetersiz olan Moğollar canlarını Meraga Kalesi’ne attılar.474 Kuştekin Merv’i eski hâline getirmeye çalıştı ve surları tamir ettirerek ziraatı canlandırmaya çalıştı. Hatta buradan Buhara üzerine yürüdü ve Moğol valisini öldürdü. Moğol güçleri ancak 1222 sonunda Kuştekin isyanını bastırabildiler ve Karaca Noyan, Merv’i yeniden teslim aldı, ancak Kuştegin 1000 kişilik bir kuvvetle kaçmayı başardı. Geriden gelen yeni güçlerle bu üçüncü sefer olmak üzere Nesevî’ye dayanan Barthold’a göre 100.000 Türkmen daha katledilmiştir.475 Zamanla Türkistan’da sükûtu sağlayan 472 473 474 475

Barthold, Moğollar, s. 545. d’Ohsson, s. 129. Barthold, Moğollar, s. 547. A.g.e., s. 549. 175

Türk Moğollarının çoğu Müslümanlaşarak yeni bir hayat şeklini seçerken İran Kapısı Merv daha uzun süre direndi ve bir türlü Moğol hâkimiyetini kabullenemedi. Nitekim aynı yıl Taceddin Ömer adlı bir Türkmen 10.000 kişilik güç oluşturarak Merv’e hücum etti ise de Kutuku Noyon’un Kalaç ve Afganlılardan oluşturduğu 100.000 kişilik bir Moğol ordusu Merv’de Türkmen hâkimiyetine son verdi.476 Yerli Türk hanedanları tarafından önce ısrarla Hindistan’a davet edilen Celâleddin ilerleyen günlerlerde yine aynı mahallî bey ve kabilelerin saldırılarına uğradı. Cüveynî’ye göre Lahor yakınlarında bulunan Balala ve Nikala kasabalarnda 5-6 bin kişilik mahallî bir gücün saldırılarına uğradılar, Celâleddin yanında bulunan 500 süvari ile bunlara başarılı bir şekilde karşılık verdi. Elbette yerli beyler onun güçlenmesini istemiyordu, fakat bu ilk çarpışmadan sonra cesâreti görülünce elindeki güç birden 3-4 bin kişiye yükselmiştir.477 Cengiz Han onun nefes alışını bile haber alıyordu. Bu sırada Gaznin’de bulunan Cengiz Han o tarafa Törbay Tokşin komutasında bir ordu gönderdi ise de mevcut tabiat şartlarında hareket edemiyerek geri döndüler. Celâleddin birkaç gün içinde Delhi’ye varmıştı. Buranın hâkimi Şemseddin ondan korkarak kalmasını istemedi. Zaten Celâleddin’in de burası kafasını fazla sarmamıştı. Buradan yeniden Balala ve Hilala bölgesine hareket etti; yanındaki asker sayısı 10.000’e çıkmıştı. Burada bulunan Kalaç Türklerinden Raca Kokar Sankin’in kızı ile nikâhlandı. Celâleddin burada da bu sefer kayınbabasının düşmanları ile ceng ederek bir hayli ganimet elde etti ve ordusunu artırdı. Celâleddin artık geri dönüşe başlamış ve yolu üzerinde hiçbir hâkimiyet bırakmıyarak ilerliyordu. Her şeye rağmen Celâleddin 1223 yılı sonuna kadar Hindistan ve geri dönüş yolunda oyalanmıştır. Sultan Gucerat civarında iken, Iraklılardan oralarda durumun iyi olduğuna dair haber ve davet almıştır. Bu sebeple 476 A.g.e., s. 549. 477 Cihangüşa, s. 345. 176

Celâleddin hiç korkmadan bu tarafa hareket etti. Moğollar daha Maveraünnehir ile meşgûldü ve İran’a nüfûz etmemişlerdi. Merv’de yaptıkları Türkmen katliamı ise onlardan nefret için yeterli sebepti ve elbette Celâleddin gibi bir kurtarcı bekleniyordu. İlk durak Şiraz’dır ve burada Selçuklu atabeğlerinin mahallî ve gevşek bir hâkimiyeti vardır ki, sultan burada çok sevilmektedir. Bu sebeple iyi karşılanır ve İsfahan’a, oradan da 1224 kışını geçirdiği Şuşter’e gelir. Yolda ileriki yıllarda Hülâgu’nun Bağdat’ı zaptında en büyük savunma gücü olarak karşımıza çıkan Süleymanşah’ın büyük bir güçle ona katıldığı ve kızkardeşini nikâhlayarak birlikte Bağdat üzerine yürüdüklerini biliyoruz. Halife Nâsır’ın sultana yardım edeceği sanılıyordu. En azından sevimsizlik babadan gelmiş olmasına rağmen düşman karşısında bir birliktelik olabileceği düşünülmüştü. Fakat öyle olmadı ve Nâsır, Celâleddin’e hiç yüz vermedi. Celâleddin bu sebeple Süleymanşah’la birlikte Bağdat üzerine yürüdü ve Nâsır’ın askerlerini perişân etti; fakat herhalde ahâ liyi karşısına almamak için veya acil bir durum sebebiyle yönünü Dahuk’a çevirdi ve Erbil’i zaptederek Azerbaycan’a yürüdü. Celâleddin Tebriz’de, son Selçuklu Sultanı II. Tuğrul’un kızı ile evli olan Atabeğ Özbeğ’in Beylik’ini elinden alarak ölümüne kadar hükümrân olacağı adetâ yeni bir devlet kurdu. Kısa zamanda Ahlât ve Diyarbakır’ı zaptederek Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin ile sürtüştü ve onlardan Doğu Anadolu’nun bazı yerlerini aldı. Celâleddin’in Azerbaycan ve İran serüveninde ibret alınacak bir ders de Gürcistan’ın fethinde saklıdır. 1227’de Celâleddin Gürcistan üzerine yürüdüğü zaman, Cüveynî’ye göre Kral İvan, içerisinde Kıpçakların da bulunduğu büyük bir Kafkas ve Suriye birleşik ordusu toplamıştı. Sultan bu ordudaki Türk menşelileri iknâ ederek kendi tarafında geçmelerini sağlamış ve savaştan önce yapılan teke-tek döğüşlerde birçok Gürcü cephesi askerini kılıcı ile yere sermiş ve daha sonra yapılan savaşı da kazanarak düşmanı bozguna uğratmıştır. Moğol Taymas, Celâleddin’i savaşla alt edemeyeceğini anlayınca, “Yüreği savaş 177

ateşi ile tutuşan Türklerden bir birlik oluşturarak”478 sultanın çevresine sokmuş, onu Azerbaycan’da zevk ve sefâya sürükleyerek bir gece baskını ile ele geçirmek istemişse de bunu başaramamış ve Ebû’l-Gazi’ye göre yiğit adam Diyarbakır’da atına ve kürküne tamah eden birkaç Kürt eşkıya tarafından 1231 tarihinde öldürülmüştür.479 Fakat Hülâgu’nün halifeyi öldürdüğü yıllara (1258) kadar yaşadığı sanılmış ve Moğollara karşı kurtarıcı diye İran ve Turan’da yolu gözlenmiştir.480 Celâleddin’in amansız takibi ile Moğol orduları İran’a girmiş oluyorlardı. Gazne, Horasan ve Herat bir daha yağmalanmıştır. 14 Haziran 1222’de altı aylık bir kuşatma sonunda ele geçirilen Herat’ta 1.500.000 kişi boğazlanarak öldürülmüştür.481 Burada o zamanda kalabalık nüfûsa sahip ve Harezmşah’a çok bağlı olan Halaç veya Kalaç Türkleri üzerine korkunç bir soykırım uygulanmış, Merv kaçıncı defa yağmalanmıştır.482 Türk Moğolu orduları Celâleddin’i tâkip edeceğim diye İran, Azerbaycan ve Anadolu önlerine kadar ileri harekâtı genişlettikleri bir zamanda, Cengiz Han, Ağustos 1227’de 72 yaşında, ölümsüzlük ilacını bulamayarak öldü. Bu durumda hareketin devam ettiği İran dâhil bütün işgal ve istilâ edilen Harezm ülkeleri ileri gelenler, komutanlar ve hanedan üyeleri tarafından boşaltıldı. Büyük oğul Cuci babasından evvel öldürülmüştü. Bu sebeple geniş Harezm ve Deşt-i Kıpçak’ta onun çocukları bulundukları yerleri terketmeyerek Karakorum’a fazla ilgi göstermediler. Çünkü aile Cuci’yi kendilerinden saymıyordu.483Ayrıca Cuci’nin daha hayatta iken yoğun İslâm toplumundan etkilenerek onlarla işbirliği yapmak suretiyle Cengiz Han’ı bir av esnasında öldürmek gibi düşünceleri olduğuna Reşidüddin 478 479 480 481 482 483

Cüveynî, s. 374. Ebû’l-Gazi, Şecere, s. 144; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 372. Cüveynî, s. 377. A.g.e., s. 130. Bademci, Cengiz, s. 92-93. Bademci, s. 46. 178

pek kiymet vermektedir.484 Kuzey vilâyetleri Cengiz Han’ın hayatında Cuci’ye verilmişti, fakat Çağatay vaki tasavvurları ona bildirince, gizlice zehirletilmesini emretmişti.485 Cuci’ye, Aral Gölü’nden Avrupa’ya kadar uzanan Deşt-i Kıpçak ve eski Bulgar toprakları, İdil-Ural ve Batı Sibirya ile Tatar atlılarının ayaklarını basacağı son noktaya kadar fetih hakkı tanınmış, Çağatay’a Uygur İli, Maveraünnehir, Kayalık arazisi, Ögeday’a da İmil Irmağı’nın suladığı yerler yurt olarak verilmişti. Cuci babasından evvel ölünce mirâsı üzerinde o hayatta iken bâzı meseleler olmuşsa da, bir görüş veya düşünceye göre en büyük torun Batu, daha babasının ölümünde, yani Cengiz Han hayatta iken, 1226’da, babasının varis olduğu topraklarda Altınordu adıyla bir devlet kurmuştu. Çağatay Maverünnehir’de hâkimiyet sağlamış olmasına rağmen henüz merkezden ayrı, Cucioğulları gibi bir teşkilâtlanma görülmüyordu. İran, Kafkasya, Irak, Suriye, Anadolu Tuli’nin oğlu Hülâgu’nün tasavvur edilen faaliyet ve hâkimiyet sahasıydı.486 Böylece şimdi konumuz olan İran Türkmenliğine, yani Moğol yükselişine geçebiliriz. b) Gelişme ve Yükselme Devri İran elbette Türk Moğollarının yumuşak karnıydı. Buralar fethedilmiş gibi görünüyordu ama hiçbir şekilde Selçuklular ile başlayıp Harezmşahlarla devam eden Türkmenlik olgusu aşılamamıştır. Gerçi birtakım Noyanlar buraya gönderilmiş ve halkı baskı altına almış ve soyguna da başlamıştı ama, Cengiz İmparatorluğu’nun taksimi ile buralar hissesine düşen Hülâgu henüz ortalarda görülmemişti. Ayrıca Doğu ve Batı Türkistan’a hâkim olan Çağatay ile Deşt-i Kıpçak’ta sağlam bir hâkimiyet tesis eden Cuci’nin çocuklarının bilhassa Kafkasya’da iddiaları bulunmakyaydı. Ayrıca Anadolu Selçuklulardan ayrı olarak İran’a tabi gibi duran Doğu Anadolu’da Karakoyunlu ve Akkoyunlu 484 d’Ohsson, s. 140; Barthold, Moğollar, s. 559. 485 Barthold, a.g.e., s. 559. 486 Bademci, Cengiz, s. 105. 179

Türkmenleri ortaya çıkmış ve bölgede hak iddia eder duruma gelmişlerdir. Suriye ise Mısır Memlûklularının tam olarak idâresine girmişti. İşte bütün bu meseleler elbette Hülâgu’yü bekleyen en önemli engellerdi. Öte yandan Mısır Memlûklularının tahtında bulunanların ve ordunun Kıpçak asıllı olması dolayısıyla Memlûk Devleti ile Cuci’nin Altınordu oluşumu arasında iyi münasebetler bulunuyor Anadolu Selçukluları da bu cepheye meylediyordu. Moğol orduları Cengiz’in ölümünden sonra İran-Kafkasya-Anadolu- Irak ve hattâ kısmen Suriye topraklarını ancak Celâleddin’i izlemek sûretiyle görüp tanıyarak fethetme yoluna gittiler. İran’da gerçekleştirilen istilâ ve kurulan idâreler Hülâgu gelene kadar çok kuvvetli yönetimler olmayı başaramadılar. İran’a esas olarak kuvvetle Türk Moğolu damgasını Hülâgu vurdu. Fakat ona kadar olan hadiseleri bir gözden geçirelim: Harezmşahların en kuvvetli devirlerinde bile merkez Bağdat olmak üzere Irak-ı Acem’i elinde bulunduran bir Hâlife Devleti bulunuyordu. Hatta bunlar İran içleri ve doğusunda da hak iddia ediyorlardı. Elbette Halife en-Nâsır Harezmşahlardan şiddetle rahatsızdı, fakat Cengiz’in varlığından da Halife Sarayı’na gelen haberle ancak 1217-18’de farkına varmıştır.487 Tarihçi Mirhond’un verdiği bilgilere göre Nâsır Harezmşahlara Cengiz’den yardım istemiş fakat bu teklifine müsbet karşılık alamamıştır. Cengiz Han birkaç koldan ve kuvvetli ordularla Maveraünnehir’de operasyonlara devam ederken iç bölgelere kaçan Muhammed’i takip amacıyla Cebe ve Sübütay memur edilmiş bu kuvvetler Belh ile Tus üzerinden Nişabur’a yürümüşler ve üç yıl içinde de buraya hâkim olmuşlardır. Ardından yine İran istikametinde Cebe, Hemedan ve Mazenderan’ı Sübütay da Kazvin’i ele geçirmiş, İran’ın ortasında Rey de savaşsız teslim olmuştur. Yılın şiddetli kış mevsiminde aynı ordular Kafkasya ve Azerbaycan’a vardılar; Gürcistan’ı dize getirerek Ermenistan’a dönüş yaptlar. 1221 Mart ayında Urmiye Gölü kenarında bulunan 487 Berhold Spuler, İran Moğolları, Çev. C. Köprülü, TTK Ankara 195, s.30 180

ve bilâhare Alamut kütüphanesinin de Hülâgu tarafından taşınacağı muhteşem Türkmen şehri Meraga’ya vardılar. Halife Nâsır yaklaşan tehlikeye karşı Eyyubîlerle yardımlaşmaya çalıştı ise de bunlardan da netice alamadı.488 Türkmen yurdu Erdebil ve Tebriz kolayca Moğolların eline geçti. Moğol valinin öldürüldüğü Baylakan’ı yerle bir ettiler. Buradan konumuz dışında olan Kıpçak’a yöneldiler. Celâleddin Harezmşah Moğollardan sonraki yıllarda aynı yollardan Kafkasya’ya vararak Tiflis’i ele geçirmişti. Burada topladığı bir ordu ile zayıf Moğol çemberini yararak, önce kardeşi Gıyaseddin ile birleşti ve İsfahan-Mazenderan-Kirman üzerinden 1227’de Irak’a yöneldi.489 Rey-Hemedan ve İsfahan şehirlerini tamamen ele çirdiler. Celâleddin bir tertipten şühelenerek kardeşi Gıyaseddin’i öldürttü. Diğer kardeşi Rüknüddin de evvelce ölmüştü. Böylece tek Harezmşah olarak İran yaylalarında dolaşmaya başladı. Uzunca bir süre de Azerbaycan’da kaldı ve Moğollar kılına dokunamadılar. Fakat serseri mayın gibi Gürcistan-Anadolu ve Suriye’de birtakım serüvenlere girdi evvelce de söylendiği gibi bunu canı ile ödedi. Cengiz’den sonra büyük hanlık makamına oturan Ögeday zamanında İran’da tenkil hareketleri sürdü. Fakat bilhassa Celâleddin’in ölümünden sonra kısmî bir rahatlama olduğundan İran işlerini ikinci planla aldılar. Fakat Celâleddin’den sonra Gürcistan’a girdiler ve Ermenistan’ı ele geçirdiler. Genel olarak Kafkasya ve İran içleri zayıf bir hâkimiyet vardı.490 Moğol Noyan ve Emirler arasında da köklü anlaşmazlıklar vardı. Ögeday’ın ölümünden sonra Göyük zamanında da aynı durum devam etti ve İran Türkmen bölgelerinde küçük düzenlemer yapıldı. Ögeday’a karşı dik duran Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın ölümünden sonra Gıyaseddün Keyhüsrev zamanında Anadolu’ya giren Baycu Noyan Kösedağ’da onları yenerek İran’a 488 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, C.XII,s.246; Spuler, s.37-38. 489 İbnü’l-Esir ,s.258. 490 Spuler, a.g.e., s.47. 181

bağlamıştır.491 Göyük’ten sonra tahta oturan Möngke zamanında Moğollar İran işlerine çok ehemmiyet verdiler. Tuluy oğlu Möngke, Ön-Asya’ya kardeşi Hülâgu’yu vazifelendirdi. Daha evvel de belirtildiği gibi İran’da Moğol nüfuzu hemen hemen yok gibiydi. Şüphesiz ki İran’da hâkimiyete ortak isteyen iki unsur vardı: Halifelik ve Alamut Haşhaşileri. Hülâgu Karakorum’dan İran istikametine hareket ederken büyük Moğol ordusunun beşte birinin hazırlanması emredilmişti.492 Kaynaklar bu ordunun 130.000 askerden mürekkep olduğunu haber vermektedir.493 Reşidüddin’eg öre Hülâgu’ya büyük Kağan Möngke: “Gezerek Turan’dan geçip İran’a git, Işıldayan güneş gibi meşhur ol”494 beytinde ifâdesini bulan bir yol göstermesinde bulundu. Komutan Ketboğave Baycu Noyan önceden hareket etmişti, Hülâgu 1255’de Semerkant’a vardı ve ertesi yılın başında İran’daydı. İlk aldığı malumat halife ve haşhaşilerden şikayetleri ihtivâ eden Baycu’nun elçileri vasıtasıyla gelen haberdi.495 Böylece ilk gündem belirlenmiştir; bunların hakkından gelmek. Cüveynî’ye göre Alamut’a yürümek için ilk işi halifeye ordu göndermesi için haberci celbi oldu.496 Nâsır Hülâgu’yu oyaladı ve Türkmenleri birbirine düşürmek için tavsiyelerde bulununca, Hülâgu ona bizzat gelmesi tâlimatını verdi. Halife buna da aldırmayınca artık Hülâgu kafayı ona takmıştı. Bu öfke Alamut’a çevrilmiş nazarlar da tereddüd hasıl etti, birkaç kere Hülâgu Bağdat yolundan zorla döndürülünce Alamut işi hızlandırıldı. Hülâgu daha İran’a ayak basar basmaz İlhanlı diye adlandırılmaya başlanmıştı. Bu sebeple kendinden sonra gelen haleflerinin İran iktidarına İlhanlılar denmeye başlanmıştır. Bu isimle anılan ilk İlhanlı İran Hükümdarı Hülâgu’dur.497 491 492 493 494 495 496 497

Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.431-32. Spuler,s.59. Abdülkadir Yuvalı, İlhanlılar, DİA C.22, İstanbul 2000,s.103. Reşîdüddin Fazlullah, Câmiu’t-Tevarih, TTK Ankara 2013,s. 14. A.g.e., s.12. Cihangüşa, s.581. Yuvalı, İlhanlılar, s.102. 182

Alamut, İran’da Elburuz Dağları üzerinde Kazvin’în kuzey doğusunda müstahkem bir kaledir. Ortaçağ’da Râdbâr Vadisi’nde inşa edilmiş elli kadar kalenin en meşhurudur. Alamut aynı adla anılan vadi ile Tâlekân Nehri’nin birleştiği yerden 10 km., Kazvin’den de 40-45 km. mesafede, Deylem sınırında, 2000 mt. yüksekliteki bir dağın yalçın kayaları üzerine bina edilmişrir. Fars dili Taberîstan şivesinde Kartal Yuvası anlamına gelmektedir.498 İbnü’l-Esir’e göre Deylem hükümdarları zamanında yapılmış fakat 860 yılında Taberîstan Alevîlerinin burayı yurt tutması üzerinde büyük bir onarım geçirmiş,f akat esas şöhretini Hasan Sabbah’ın 4 Eylül 1090’da İsmailî Devleti’ni bu kalede kurmasıyla kazanmıştır.499 Mısır Fatimî İsmailîlerinden ayrı olarak Sabbah dışındaki liderleri Nizar’dan ötürü bunlara Nizarî İsmailîlieri denmiştir.500 Selçuklu Melikşah’tan Muhammed Tapar’a kadar Alamut’u ortadan kaldırmak için birçok teşebbüslerde bulunuldu; bu yüzden birçok ümera suikast sonucu can verdi. Harezmşlar devrinde de Tekiş’den itibaren birçok kuşatmalar yapıldı, fakat sarp kayalar üzerine kurulu Alamut’dan taş bile oynatılamadı.501 Üstelik daha da güçlenerek Suriye topraklarında bile birçok kale tesis edilerek devletin hududu genişledi.502 İşte nihayet Alamut’u ortadan kaldırmak Turanlı Hülâgu’ya nasib oldu. Ordular kale çevresinde toplanıp mancınıkları kurmaya başladığı zaman İsmailî Şeyhi Rükneddin Hürşah’a Bikitimur riyasetinde kaleyi teslim etmesi için bir elçi gönderdi ise de talepler reddedildi. Kaynaklarda Alamut’da dünyanın en büyük kütüphanesinin bulununduğu riyavet edilir.503 Hâce Nâsıreddin Tûsî, Reisü’d-devle, Muvaffakatü’l-devle gibi zamanın çaplı bilim adamları da Alamut da bulunmaktadır. 504 Bu bilim insanları 498 499 500 501 502 503 504

Abdülkerim Özaydın, Alamut, DİA, C. 2, İstanbul 1989, s.336. İslâm Tarihi, C.XII, s.153 Farhat Daftaray, İsmailîler, s.459 Özaydın, s.337. Daftaray, s.459 A.g.e. ,s.461. Reşidüddin, s.21. 183

şeyhe teslim olunması ve kapıların açılması hususunda telkinde bulundukları hâlde faydası olmamıştır. Bunun üzerine 19 Kasım 1256505 günü Moğol kuvvetlerine dayanamayan Alamut tamamen ele geçirilmiş ve kale yerle bir edilerek o muhteşem kütüphane bile ateşe verilmiştir; mamafih Hülâgu’nun Horasan’da hizmetine giren tarihçi Ata Melik Cüveynî tarafından kitapların büyük kısmı kurtarılmıştır.506 Dolayısıyla bu meşhur tarihçi Alamut Nizari Devleti’nin ortadan kaldırılışına bizzat şahitlik yapmıştır. 1273 yılında da Memlûk Sultanı Baybars Suriye kalelerini ele geçirerek Ortadoğu’daki Haşhaşiliğin kökünü kazımış, böylece dünyanın başına belâ olan bu terörist hareket son bulmuştur.507 Daha sonraki yıllarda Alamut yeniden İsmailîler tarafından toparlanmaya çalışılmışsa da İlhanlıların en parlak devrinde buna imkân verilmemiştir. Âlim ve filozof Nâsıreddin Tûsî508 Hülâgu ile dost olmuş ve kendisine imkân verilerek Meraga’da başta astronomi olmak üzere çalışmalarını burada sürdürmüştür.509 Önce gönlü ile Alamut’a gelen Tûsî’nin zamanla bunlarla ilişkileri bozularak, yirmi yıla yakın kaldığı Alamut’da buradaki hayatının çoğunu gözaltında geçmiştir. Dolayısıyla hürriyetine kavuşmuş olmaktadır. Şunu da ilâve etmek lâzımdır ki, büyük âlim kesinlikle İsmailî değil, İmamiye Şiası’na mensup olup kaynaklarda Fars olmaktan ziyâde Türk asıllı olduğu ifâde edilmektedir.510 Cihangüşa’ya göre Hülâgu Alamut’un ortadan kaldırılmasından sonra ,ara vermeden Bağdat’a yöneldi be bu maksatla Ekim 1257’de Hemedan’dan çıktı. Sakuncak ve Baycu Noyan 505 Özaydın, s.337. 506 A.g.m., s.337. 507 Şerafeddin Yaltkaya, Baybars Tarihi, C.2,TTK Ankara, 2000,s.21; Daftaray, s.460. 508 Rızayev Ağababa, Nâsıreddin Tûsî: Hayatı, İlmi, Dünya Görüşü, Bakü 1996, s.11 509 Murat Demirkol, Nâsıreddin Tûsî’nin Bilim ve Felsefedeki Yeri, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar dergisi, www.e-sarkiyat.com, s.IV Kasım 2010, s.38-56; Vahap Taştan, Naasıreddin Tûsî: Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü, erciyes.edu.tr. s.1-13. 510 Murat Demirkol, Nâsıreddin Tûsî’nin İbni Sina Savunması, Ankara 2010, s.8-28. 184

sağ cenah birliklerin başında Erbil, Şehrizor ve Dakuk Dağları üzerinden hareket etti. Ked Buka ve Ankiya Noyan Tikrit ve Bayat üzerinden yol aldılar. Hülâgu ise ordunun merkezinde Kirmanşah ve Havalan üzerinden yol aldı. Halife güçleri Devatdâr-ı Kuçak komutasında Bakuba ile Bacsera arasında nehir kenarında ordugâh kurmuşlardı. Hülâgu Baycu Noyan komutasındaki birliklere nehri geçerek Bağdat’a girme emrini verdi.511 Kendisi Hilvan üzerinden ilerledi. Halife orduları Bakuncak komutasındaki öncü birliklere karşı dayanamayarak ric’ata başladıkları sırada Baycu Noyan Devat-Dâr üzerine yürüdü ve birliklerini darmadağın etti. Hülâgu’nun merkez kuvvetleri kayıkları beklemeden Dicle’nin kollarından Diyala Nehri’ni aşarak 1258 Ocak ayında Bağdat kapısına vardılar. Buka Timur batıdan kuşatarak bu istikamete kaçmalarını önlemek için derin hendekler kazdırdı ve ağaçlarla duvar ördürdü. Sakunca ve Baycu Noyan bu duvarlar önüne mancınıkları yerleştirerek savaş düzeni aldılar. Yıllardır çığırından çıkmış halifelik müessesesinin Sahib-i Divan’ından itibarlı bir şahsiyet olan Ebû Talip ve Darbus, Hülâgu huzuruna birtakım hediyelerle geldiler. Halife Mustasım Hülâgu’nun komutanları isteme taleplerine kurnaz cevaplar verince zaten kararlı olan Moğollar ilk olarak Hülâgu komutasındaki merkez kuvvetlerle doğu taraftan, soyluluk kavşağı diye adlandırılan Necabe Kavs’tan Kedbuka kuvvetleri şehre girmeye başladılar. Balagay ile Sübütay Bağdat’ın sağ tarafında, Buka Timur batıda Bakkal Bağları, Sakuncak ve Baydu ise kuzey-batıda Deylem Hastahanesi tarafını tutmuşlardı. Böylece kuş uçmayacak şekilde hilafet merkezi kuşatılmış oluyordu. 30 Ocak’ta başlayan saldırılar Cüveynî’ye göre 5 gün 5 gece sürdü.512 Seyyidler, Hıristiyan keşişler, savaşa girmeyenler ve şeyhlerin canının bağışlanacağına dair bir ferman yazılarak ileri cepheleren Bağdat’a atıldı. Son iki gün şiddetlenen savaş sonucu 7 Şubat 1258 511 Cüveynî, Cihangüşa, s.586. 512 A.g.e.,588. 185

günü güneş doğarken surlar aşılarak dört taraftan şehre girildi ve sabah namazı vakti kale ile surlar tamamen Türk Moğolların eline geçti. Bağdat’ta bulunan Türk ve Türkmen asıllar ile halifeye karşı olan Araplar ve özellikle Şiîler şimdi taraf değiştirmiş ve fatihlerin saflarında yer almışlardı. Karşı duran Süleymen Şah gibi komutanlar ilk etapta öldürülürken Devat-Dâr kaçmak suretiyle canını kurtardı. Halife Mustansır işin ciddiyetini anlamıştı; şehirden çıkmak için izin isteyerek ertesi gün (4 Safer-11 Şubat) imamlar, seyyidler, şeyhler ile birlikte Hülâgu’nun huzuruna gertirildi. Kendisine rahat durursa canına bir şey olmayacağı ve siyaset ile uğraşmaması söylenmiştir. Fakat her şeye rağmen şehirden çıkmasına müsaade edilmeyerek Bağdat’ın ünlü kale kapılarından, bugün dahi ayakta olan Bab’üş Şarkî’ye (Kalvaz Kalesi) götürüldü. Yine Cüveynî’nin verdiği bilgilere göre Hülâgu halifeyi çağırtarak onun evini görmek istedi. Ona bütün mallarını halka dağıtmasını emrederek bir tabak içindeki altınları göstererek: “Al bunları ye” dediğinde Mustansır: “Onlar yenmez” deyince, “O hâlde bunları neye sakladın? Bu demir kapıları niçin söküp ok ve mızrak yapanlara vererek şehir kenarında bulunan karargâhımıza gelmedin? Eğer gelseydin ben bu nehri geçmezdim.” dedi. Halife: “Allah’ın takdiri böyleymiş” diye cevap vermekle yetindi. Buna karşılık Hülâgu: “Şimdi senin başına gelecekler de Allah’ın takdiridir” dedi.513 20 Şubat 1258 günü Bağdat kapılarından biri olan Vakıf köyüne getirilen halife ve ortanca oğlu öldürüldü, ertesi günde büyük oğlu ile yakınları Kalvaz kapısında infâz edildiler. Abbasîlerden hemen hemen kimse ölümden kurtulamadı. Kadın ve hademeler ile anası Türkmen Olcay Hatun ile küçük oğulun canını bağışladılar. Mübarekşah adlı bu oğlan, annesi tarafından Meraga’da bulunan Nâsıreddin Tûsî’nin yanına gönderildi ve kendisine eş olarak bir Moğol Hatun verdiler.514 Bağdat 513 A.g.e., s.590. 514 Câmiu’t-Tevarih, s.47. 186

Abbasî hanedanı mensuplarından bazılarının Mısır’a kaçtığı ve hanedanı burada dirilttiği söylenirse de birçok araştırmalar bunun Nil Sahillerinde bir uydurma olduğu ve Osmanlı’nın 1517’de bu uydurma hanedanı ortadan kaldırdığı görüşüne itibar edilmiştir.515 Böylece 750 yılından beri devam eden ve 525 sene süren Bağdat Abbasî Halifeliği’ne son verilerek, şehir valisi anlamına gelen Şahnelik’e, Ustu Bahadır veya Ali Bahadır516 adlı şahıs tayin edilmiştir.517 Artık İran ve Irak-ı Acem’in her yanında İran Moğolları adı verilen ve İlhanlılar olarak tarihte yerini alan bir devlet teşkilâtlanmasını yapıyor, Anadolu, Azerbaycan ve Suriye’de ise fütühat devam ediyordu. Kösedağ’dan sonra Anadolu Selçukluları ve Ermenistan bağlı devlet hâline getirlmiş, fakat 13 Eylül 1260’de yenilmez Moğol orduları Memlûklu Kutuz 518tarafından Ayncallud’da bozguna uğratıldı519 ve ordu kumandanı Kitbuka çarpışmalarda öldürüldü.520 Kardeşi ve büyük Kağan’ın ölümü dolayısıyla Karakorum’da bulunan Hülâgu’nün iştirak etmedği bu fecî yenilgide Moğol orduları Fırat berisine kadar çekilmek zorunda kaldı. Azerbaycan tamamıyla fethedilmiş ve buralarda mahallî idâreler tesis edilmişti. Ağustos 1262’de Altınordu Hanı Berke ile Hülâgu’nun İlhanlı ordusu Kafkasya yüzünden birbirine girdi ve çok sayıda insan hayatını kaybetti. İki Cengiz 515 Spuler,İran Moğolları, s.63. 516 Câmiu’t-Tevarih, s. 48. 517 Cihangüşa’yı Farsçadan Türkçeye çeviren Mürsel Öztürk, adı geçen eserin 423 numaları dipnotunda Şahne’nin ön adı olan Ustu’nun Moğolca olduğunu, diğer kaynaklarda Ali olarak geçtiğini, binaenaleyh bu ismi Müslüman olduktan sonra alabileceğini ifâde etmektedir. 518 Kutuz Harezmşahlar hanedanına mensup Türkmen veya Kangılı’dır. Baypars’dan etkilenen bazı kaynaklar onun Kıpçak olduğuna hükmederlerse de bu ihtimal zayıftır. Zaten hanedana masûbiyeti dolayısıyla kimliği ortaya çıkmaktadır. Babası Celâleddin’in amcazadesi, annesi ise kız kardeşidir. Savaş sırasında Moğollara esir düşmüş ve Şam’da Memlûklu İzzettin Türkmanî tarafından satın alınmış ve orduya verilmiştir. İsmail Yiğit, Kutuz, DİA, C.26, Ankara 2002, s. 500. 519 Yuvalı, s.103; Spuler, s.68;C.Tevarih, s. 56. 520 Reşidüddin, s.58. 187

Devleti bakiyesi savaşında Berke yenildi ve Azerbaycan’ın tamamı İran’a tabiiyetini sürdürdü.521 İran’ı baştanbaşa fethederek birleştirmeyi başaran ilk İlhanlı Hülâgu 8 Şubat 1265’de müptelâ olduğu sara hastalığından522 öldüğü zaman İlhanlı Devleti’nin hudutları Amu Derya’dan Fırat’a523, yani Turan hududundan, Belucüstan, Kafkasya ve Suriye’ye kadar uzanıyordu. Böylece İlhanlılar gerçek hudutlarına varmış, İran’da Türkmenleri tamamıyla birleştirmiş, tam bir devlet olmuş, İranîlik ile Türkmenlik aynı potada kaynaşarak yeni, azınmayacak çapta bir kültür ortaya çıkmıştır. İlhanlılar bundan sonra kendilerini İran hükümdarı olarak görmüşler, sürekli olarak da Türkistan’ı kendilerine tâbi kılmaya çalışmışlardır.524 Henüz 48 yaşında ölen Hülâgu hem iyi bir komutan hem de iyi bir devlet adamı idi. Kendisi Budist olan Hülâgu’nun, Alamut ve halife görüntülerinden sonra İslâmîyet’e kini bir kat daha artmıştır. Fakat Hıristiyan devletlerle ilişki kurmasına525 ve bölgede kuvvetli olan Hıristiyanlara rağmen onlara fazla yüz verdiği de söylenemez. Kaynaklar bu konuda ona en büyük desteğin Uluhatun Dokuz’dan geldiğini ifâde etmektedirler. Hülâgu bütün meziyetlerin dışında ilmî faaliyetlerin gelişmesine çok faydalı imkânlar sağlamış, dostu Tûsî’ye Meraga’da iyi bir kütüphane ve rasathane binası inşa ettirmiştir. Hülâgu’nun yerine İlhan makamına, ortanca oğlu Yeşmut tâlip olmasına rağmen yaşça ondan büyük olan Moğolistan doğumlu Abaka Han getirilmiştir. Nâsıreddin Tûsî’ye göre Abaka Han 9 Mart 1265’de başkent Tebriz’e gelmiş ve fakat ancak 19 Haziran 1265’de tahta çıkmıştır. Abaka, babasının dostu ve müşaviri olan tarihçi Ata Melik Cüveynî’nin kardeşi Şemsseddin Cüveynî’yi vezirlik makamına getirdi. 521 522 523 524 525

A.g.e., s. 68. Spuler, s.77. Yuvalı, s.103. Spuler, s.69-70. Hanefi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, Ötüken, İstanbul 2010, s.45. 188

Abaka tam bir batılı devlet adamı gibi haraket ederek işe başladı. Evvelâ çağdaşı olan Bizans İmparatoru VIII. Michael (1259-1282) ile ilişki kurarak onun kızını kendine nikâhladı ve karşılıklı sefaret heyetleri gidip gelmeye başladı.526 Altınordu karşısında başarı sağlayarak Derbend’e kadar hudutlarını sağlama alan Abaka, Maveraünnehir’de Altınordu ve İlhanlılar gibi Karakarum’a bağlı olarak Doğu ve Batı Türkistan’da kurulu Çağatay Devleti ile Mübarek Şah zamanında münasebetler gayet iken Gıyasettin Barak( 1266-1271) iktidar devrinde birden bozulmuş Horasan yüzünden iki Moğol ordusu savaşmak zorunda kalmışlardır. 27 Nisan 1270’de İlhanlı ordusu Barak karşısında yenilince sonradan kendisi toparlamış, fakat Altınordu da Derbend üzerinden saldırıya geçmiştir.527 Horasan ordusu komutanı Türkmen Akbeğ Amuderya’yı geçerek Buhara’ya saldırdı ve yağmada bulundu; bir dereceye kadar muvaffakiyet elde etti ise de Türkistan’da tutunmanın zorluğu karşısında geri çekildi ve bu teşebbüsünü canı ile ödeyerek 1276’da Doğu Horasan’da îdam edildi. Herat da aynı âkıbete uğradı. Kafkasya’da durum toparlandı ise de Herat ve Horasan gibi oralarda da ateş yanmaya devam ediyordu. Esas handikap güneybatıdaydı; Memlûkların Moğollar karşısında dünyada tek muzaffer devlet oluşu onlara bölgede gelişmeleri dizayn etme hakkı tanıyordu. Üstelik Bizans, Anadolu Selçukluları, Memlûklar ve Altınordu tam bir iş birliği içerisinde bulunuyor ve bu işte Sultan Baybars (1260-1277) başı çekiyordu. Ülkesini tam anlamıyla sağlam bir devlet hâline getiren Baybars Bağdat’tan kovulan Abbasî hanedanını Mısır’a yerleştirerek halifeliği yeniden kurmuştur.528 Bütün bunlara karşılık Abaka da Ortadoğu’da haretketlerini devam ettiren Haçlılar ile anlaşma yoluna gitmiştir. İşte bu iş birliğine güvenerek 1269’da Suriye üzerine yürümüş Antep ve Harim’i ele geçirmiş fakat 1272’de 526 Ebü’l-Ferec İbnü’l-İbrî, Târihiî Muhtasari’d-Düvels., Ş. Yaltkaya, TTK, Ankara 2011, s.47; Spuler, s.78-79. 527 Reşidüddin ,s.83;Spuler,s. 81. 528 K.Yaşar Kopraman, Baybars I, DİA, C.5, Ankara 1992, s.221. 189

Sultan Baybars tarafından Harran’da feci bir bozguna uğratılmışlardır.529 1277’de Baybars Selçukluların isteği üzerine Anadolu’ya geldi, Kayseri’yi işgal ederek, Elbistan’da Abaka komutasındaki orduyu bir daha yendi ve devletine ihanet eden birçok Pervaneoğlu’nu cezalandırdı.530 Baybars bununla da kalmayarak Ermenistan’ı (Sis-Çukurova) Moğollardan ayırdı ve Moğolların müttefiki Haçlılara karşı Suriye’de büyük bir darbe indirdi. 531 1281’de Memlûk Sultanı Kalavun, Hums yakınlarında Moğol ordularını bir daha hezimete uğratmış,532 böylece Tarsus, Kilikya, Elbistan, Ayıntab, Urfa tamamen Memlûkî ülkesi olmuş, İlhanlılar Fırat’ın doğusuna çekilmişlerdir. İlhanlı Devleti’nin kurulmasına çok büyük hizmetler eden ve atalarından gelen gelenekleri titizlikle koruyan Abaka Han her hâlde ordunun başarısızlıklarına dayanamayarak 1282’de ansızın öldü. Abaka veraset işini önceden hâlletmemişti, fakat devlet ricâli kendi kanaatleri yönünde Hülâgu’nun yedinci oğlu Teküdar’ı 21 Haziran 1282 günü İlhanlı hükümdarı ilân etti.533 Politik durum iyi değildi, Müslüman olan İran halkına yeni gelen Türkistan ahalisinin de Müslüman olması eklenince hanedan ile halk arasında derin bir uçurum meydana geliyordu. Anadolu-Altınordu-Suriye (Memlûk) Devletlerinin de Müslüman olması şimşeklerin sürekli olarak İran’a yönelmesi ile sonuçlanıyordu. Mısır Türkmen orduları ile İlhanlılar kesinlikle başa çıkamıyor ve bundan cesâret alan Anadolu Selçukluları hemen hemen kaybedilmiş duruma gelmiştir. İlhanlılar nezdinde Memlûk düşmanlığı kuvvetle başa çıkılamayınca bir şekilde kırılması gerekiyordu. İşte bu şartlar altında Teküdar daha tahta oturur oturmaz Müslüman olduğunu açıkladı ve Ahmed adını aldı. Bundan sonra kendisine Sultan Ahmed denilmeye başlandı. Yeni ve modern 529 530 531 532 533

Yaltkaya, Baybars Tarihi, s.17-18. A.g.e., s.112. Kopraman, s.222. Altan Çetin, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, TTK Ankara 2009., s.3. Reşidüddin, s.130. 190

araştırmalarda Teküdar’ın politik sebeplerle Müslüman olduğu üzerinde durulmaktadır.534 Çünkü bu kadar gelenekçi bir toplumda şarkta din gibi çok önemli bir meselede âni karar verilmişti. Ahmed Teküdar Eylül 1282 başında Kahire’ye bir elçilik heyeti göndererek yeni Memlûklu Sultanı Kalavun’a ihtida kararını bildirmiş ve iyi münasebetler kurmak istediğini belirtmiştir. Mısır bu ihtida hadisesini soğuk karşılamış ancak gönderdiği sefaret heyeti ile İlhanlı hükümdarını tebrik etmiştir. Ahmed’in samiyetsizliğinin en büyük göstergesi Anadolu Selçuklu Sultanı III. Giyaseddin Keyhüsrev’i aynı yıl (1282 sonu veya 1283 başı) îdam ettirmesidir.535 Teküdar’ın Müslüman olması ne yazık ki sadece dışta değil içte Moğol ümera ve halk üzerinde de fayda sağlamamıştır. Üstelik İlhanlı Abaka’nın oğlu Argun, zaten hakkının gasbedilmesinden içinde bulunduğu hâli bu vesile ile dışa vurmuş ve amcasına karşı tavır almıştır. Sultan Ahmed, Argun’a yardım ve Şemseddin Cüveynî’ye düşmanlık ediyor diye Mecdü’lmülk’ü 13 Ağustos 1282 günü îdam ettirdi. Böylece Argun ile iç mücadele başlamış oldu. Argun Müslümanlığı kabul etmeyen halk ve ümera ile birlikte ülkenin doğusunu tamamen ele geçirmişti. Bu açıkça Ahmed’e isyandı ve görüşmeler yolu ile meseleler hâlledilemedi. Nihayet gelenekçi ordu ile Müslüman ordu karşı karşıya geldi ve çarpışmalar Teküdar’ın yenilgisi ile ile sonuçlanarak, yakalanan sultan 16-17 Ağustos 1284 gecesi îdam edildi.536 Argun, işte böyle olaylı biçimde 11 Ağustos 1284 günü İlhanlı hükümdarı oldu ve kısa sürede ülkeyi sâkinleştirdi.537 O birçok Moğol prensesi ve bu arada Selçuk Sultanı Rükneddin’in kızı Selçuk Hatun’la evlendi538; bu evlilikler hem geleneksel hem de siyasî tabandan geliyordu. Anadolu’lu sultanın kızından ya çocuk olmamış, yahut da siyaseten öne çıkarılmamıştır. Ebû’l-Ferec’e 534 535 536 537 538

Spuler, s.89. A.g.e., s.95. A.g.e., s.92. Reşidüddin, s.151. A.g.e., s.150. 191

göre Argun aslında Ahmed’in öldürülmesini istemiyordu. Bu sebeple birkaç gün onu gözaltında tuttu, fakat539sultanın düşmanlarının çokluğu böyle bir âkıbeti engelleyemedi. Bütün malını mülkünü satarak devlete vermesine rağmen Vezir Şemseddin Cüveynî de 15 Ekim 1284 günü aynı âkıbeti boyladı.540 Cüveynî’den sonra birçok devlet görevlisi ve kumandan eski suçlarından ötürü mahkeme edilerek öldürüldü. Argun, Ahmed’in îdam ettiği Selçuklu Sultanı Gıyaseddin’den sonra sultan olan II. Gıyaseddin’in Mesut’a müsamaha ile yaklaşarak Anadolu insanının gönlünü almaya çalışmış, fakat biraz da baş etmekte güçlük çekmiştir, gibi intiba da vardır. Argun zamanında, İlhanlı Devleti keyfi idâre edildi. Şemseddin Cüveynî gibi soydan mâliyeci ve Sahib-i Divan bir aileden gelen Müslüman bir bürokratı îdam edip halk nezdinde adı kötüye çıkmış bir Yahudi olan Sadü’d-Devle’yi olağanüstü yetkilerle donatması elbette onun saltanatını derinden etkilemiştir. Yahudi vezir, önce Müslümanlara karşı müşfik davranmış, sonra dişlerini göstermeye, akraba ve dostlarını ısrarla korumaya başlamıştır. Argun ise adetâ dünya ile irtibatını kesmiş Budist papazlarla ile vakit geçiriyor, Sadü’d-Devle’nin dışında kimseyle görüşmüyordu.541 Sağlık durumu da iyi değildi ve yapılan tedaviler cevap vermiyordu. Halk da hiç memnun değildi. Moğol ihtilâlciler çok ince hesap yaparak 5 Mart 1291 günü kaçırdıkları Yahudi Sadü’d-Devle’yi öldürdürerek Müslümanların ve Yahudilerin mallarını yağmaladılar, 10 Mart’ta da Argun eceli ile öldü.542 Argun zamanında yoğun iç olaylara karşı dış siyasetin durgun olduğunu görüyoruz. Asayiş olayları ve hanedan çekişmelerinin dışında, Spuler, asayiş meselesi olarak dağlarda yaşayan Kürtlerin hırsızlık yapıp huzursuzluk kaynağı olduklarını, bunun için Argun’un onlara karşı 16 Nisan 1286’da büyük bir 539 540 541 542

Ferec, s.61. A.g.e., s.61; Spuler, s.94. Spuler, s.96. Reşüdiddin, s.172. 192

tenkil hareketi düzenleyerek olayları ancak bir derece engellediğini yazmaktadır.543 Uzun zaman hasta ve inziva hayatı yaşayan Argun zamanında kimin İlhanlı hükümdarı olacağına karar verilmemişti; bu sebeple ancak onun ölümü ile veraset meselesi tartışılmaya başlandı. Yine Argun’un oğullarından biri tercih edileceğine göre İlhanlı devrinin en iktidarsız ve ayyaş bir kişiliği, hatta yasaların şiddetle menettiği oğlancılığa müptelâ olan Geyhatu 22 Temmuz 1291’de Han seçildi.544 Bunun zamanında kabiliyetsiz vezirler elinde halk çok sıkıntı çekti, hepsinin üstüne en büyük gelir kaynağı olan hayvancılık hastalıktan ötürü dibe vurdu. Mamafih bütün idaresizliğe rağmen devlet toprak kaybına uğramadı. Geyhatu’nun en büyük rakibi Baydu devamlı gözaltında tutuldu ise de başarılı bir ihtilâl ile iktidarı ele geçirerek 24 Mart 1295’de Geyhatu’yu devirerek, omu îdam ettirdi ve İlhanlı makamına oturdu. Baydu birtakım düzenlemer yaptı; fakat bunun halkın huzuruna ve sükûnuna hiç katkısı olmadı. Argun’ın en büyük oğlu muhalefetin başını çekiyordu ve Müslümanlar tarafından çok seviliyordu Amcası Geyhatu’nun îdam edilmesi de onu çok hiddetlendirmişti. Gazan, Horasan’da kendine vezir yaptığı Nevruz’ın delâletiyle Müslüman olmuştu. Bununla birlikte topladıkları 100.000 kişilik545 bir ordu ile Rey üzerine yürüdü. Baydu bir taraftan Nevruz, diğer yandan Gazan’a anlaşma teklif etti ise de reddedildi. Gazan, Geyhatu’nun dâhil katillerin kendisine teslimini istedi. Baydu ataları gibi Budist idi; fakat Gazan’ın Müslüman olması İran’da taraftarlarını artırdığı gibi manevîyatı da düzeltmişti. Şimdi Baydu’nun veziri ve komutanları da Gazan tarafına geçiyordu. Baydu bozguna uğradı ve kaçarken yakalanıp 5 Ekim 1295’de îdam edildi. İlk Müslüman İlhanlı olan Gazan bir ay içerisinde aradığı suçluları buldurarak ortadan kaldırdı ve 543 Spuler, s.97. 544 A.g.e., s.100. 545 Yuvalı ,s.103. 193

3 Kasım 1295 Pazar günü tahta oturdu.546 Bütün bunların ötesinde Gazan Han sadece Müslüman olmakla da kalmayarak İslâmîyeti devletin resmî dini hâline getirdi; hutbeyi kendi adına okutarak para bastırdı ve Karakorum’da bulunan merkezî devletle ilişkilerini tamamen kesti.547 Gazan’ın, İlhanlı olması İran’ın ufkunu derin biçimde etkliledi; ülkede Türkleşme problemi yaşanmıyordu, çünkü 300 yılı aşkın zamandan beri ülkede Türkmen rüzgarı esiyordu. Moğollarla birlikte bir miktar Müslüman olmayan Türk ve Moğol gelmişti ki bunların çoğu Türk’tü. İdarede Moğollar öndeydi fakat geçim için mekân değiştiren halk ile komutanlar ya Nayman yahut da Kerayid gibi Türk unsurlardan olduğu gibi Maveraünnehir ve Horasan’dan taşınan Müslüman Oğuzlar da vardı. Gazan Han’ın Müslüman olması bu unsurlar arasında da kendini gösterdi ve sür’atle Moğol ırkı yok olmaya başladı. İşte yeni İlhanlılar böyle bir imkânın avantajını kullanmaya başladı. Memleketin her köşesinde huzur ve sükûn çok kısa zamanda sağlandı. Sosyal ve iktisadi hayatta özellikle İslâmî kurallar uygulanmaya başladı. Mâliye ve orduda geniş bir ıslâhata gidildi. Posta teşkilatı âdeta Cengiz Han devri örnek alınarak yeniden organize edildiği gibi can ve mal emniyetinin sağlanması yönünde kurallar konuldu. Vergi sistemi de yeniden bir tanzime tâbi tutuldu ve halktan gücünden fazla talepte bulunulmayacağı sözü verildi. Gazan Han İran’da bilhassa Türkmenlerin durumunu kuvvetlendirirken Anadolu’nun üzerine gitti ve isyanları bahane ederek Türkmen halkı çırılcıpılak soyacak hâle getirmiştir. Böyle bir tutuma Anadolu beylerinin Memlûklulara meyyal olması sebep olduğu gibi Suriye’de Hıristiyanlara yaranmak için de yapıldığı şeklinde görüşler yanlış değildir. Gerçekten Gazan Han atalarının Memlûklulara bakışında yenilgilerinin intikamını almak için Papa VIII. Boniface’ye mektup yazarak Hıristiyan 546 Reşidüddin, s.253. 547 Yuvalı, s.103. 194

devletlerin desteğini sağlamaya çalışmış fakat 1303’de Şam yakınlarında yenilmenin önüne geçememiştir.548 Dolayısıyla bu yönleri ile Gazan’ın dış siyasetinin yönünü de anlamış olmaktayız. Fırat’ın batısı ve Küçük Ermenistan Memlûklular ile İlhanlılar arasında dâima paylaşılmayan topraklar olmuştur. Çukurova’da Küçük Ermenistan denilen bölgenin merkezi Sis (Kozan) şehrine Memlûklular hücum ettiği zaman Gazan Han Anadolu Valisi Sülemiş ile bazı ümerayı îdam ettirmiştir.549 Kafkasya’da Gürcistan ve Altınordu karşısında da Gazan Han’ın başarılı olduğu söylenemez. Memlûklular Fırat’ın doğusunda birçok defa Moğol arazisine girdiler, buna karşılık Gazan Han Hums’a kadar ilerleyip Şam’ı işgale muvaffak olduysa da yukarıda belirtildiği gibi Mısır Kıpçaklarına ataları gibi yenilmekten kurtulamadı. Gazan Han’ın inatla bir taraftan Memlûk bir taraftan da Kafkasya yüzünden Altınordu ile rekabeti onun sağlığını bir hayli bozmuştu. Suriye saldırılarından sonra Nisan ayında Beynennehreyn (Mezopotamya)’da kışladığında çok fenalaştı. Azerbaycan’a döndüğünde 17 Mayıs 1304’de Rey’de öldü.550 Gazan zamanında İlhanlı Devleti’nin iç ve dış politikada en geniş hudutlara vardığı kabul edilmektedir.551 Ondan sonra zaten böyle fütühata da pek girişilmemiştir. Moğolluğun Türkmenlilik ve İslâmîyet içinde eriyerek son haşmet devrini yaşadığı artık gözden kaçmayordu. Çünkü bir taraftan Anadolu Türkmen beylikleri, bir taraftan Gürcistan ve diğer taraftan da Fars ve Kirman’da müstakil idâreler kendini göstermeye başlamıştı. Gazan Han öldüğünde halefi ve kardeşi Olcaytu Horasan’da bulunuyordu. Henüz 22 yaşında olan yeni İlhan adayı haberi duyar duymaz saraya doğru hareket etti ve çok önemli vukuat olmadan 19 Temmuz 1304’de tahta oturdu. Olcaytu, Gazan gibi muktedir bir kişiliğe ve ufka sahip değildi; ancak düzeni 548 549 550 551

Yuvalı, s.103. Spular, s.110. Reşidüddin, s.304. Spuler, s.117. 195

korumak ve ilk iş olarak Kirman’da yeniden Moğol idâresini başlatmakla vaziyete hâkim olmaya çalıştı. İç idârede Sadüddin ve Reşidüddin’i vezaret makamında bırakarak çifte vezirlilik durumunu korudu.552 Dışarıda Memlûklulara karşı Avrupa ve Suriye Hıristayanları ile dostluk kurarken Anadolu’da kuvvetlenen Türkmen beyliklerine gözdağı vermek için Bizanslılara yardımda bulundu ve İmparator II. Andronikos Palaiogos’un kızı Meryem ile evlendi; Kazvin ve Tebriz arasında Sultaniye adlı bir şehir kurarak başkenti buraya taşıdı.553 Memlûklular ellerinde bulundukları Fırat berisi arazide hâkimiyetlerini sağlamlaştırdılar ve bilhassa Küçük Ermenistan (Çukurova) üzerindeki konumlarını muhafaza ettiler. Memlûklular ile teati edilen elçi gidiş gelişleri ve kuru tehditler fazla bir şey ifâde etmedi ve Gazan zamanında alıkonan esirlerin iadesi sağlanamağı gibi, kesilen ticarî ilişkiler ise kendiliğinden başladı.554 Olcaytu zamanında yeniden merkezî Moğol Devleti yani Karakorum ile irtibat tesis edildi. Maveraünnehir’den gelen bir kutlama heyeti hem veraseti tasdik etmek hem de durumu bildirmek için İlhanlılarla bir araya geldiler. Fakat bu teşebbüsten hiçbir netice elde edilemedi ve Türkistan’daki karşışıklıkların önüne geçmek mümkün olmadı. Olcaytu Horasan’a kendini ispat etmek için bir sefer düzenledi ise de bir dereceye kadar ancak Gilan’da direnebildi ve şark seferinden netice alınamayarak bazı komutanlar ve bir miktar askerin telef olması ile sonuçlandı. Hülâgu’dan itibaren İlhanlılar Doğu Anadolu’yu iki askerî eyâlete ayırmışlardı; bunlardan birisi merkezi Musul olmak üzere Mardin’i de içine alan Diyarbakır Eyâleti, diğeri ise merkezi Ahlat olan Van bölgesi idi.555 Buralarda Selçuklulardan kalan birtakım Türkmen beylikleri bulunuyordu; lâkin inkıraz bulmuşlar ve sadece Artukoğulları Moğollara biat ederek yaşama süresini uzatabilmiştir. Esâsında Doğu Anadolu’daki dengeleri 552 553 554 555

Spuler, s.120. Yuvalı, s.103. Spuler, s.120. Faruk Sümer, Karakoyunlular, TTK, Ankara, 1967, s.33. 196

alt-üst eden Moğolların önünden kaçarak gelen ve hayvanclılık yolu ile pek zengin olan göçebe Türkmenlerdi. Bunlar çift mekanlılar olarak tabir edilen yazlık ve kışlık arasında gidip gelen ve genel olarak otorite tanımayan unsurlardı. İleride göreceğimiz üzere bu bölgede güvenliği sağlayan Moğollara ait Oyrat tümeni sürekli olarak Türkmenleri taciz ediyor ve haksızlık yapıyordu. Hülâgu bir dereceye kadar bunları önlemişse de devlet zayıfladıkça baş edilemez hâle gelmiştir. Fakat Türkmenlerden İlhanlılar için en önemlisi Fırat’ın doğu yakasında Mardin ve Hısnıkeyf’de hükümran olan Artuklulardı; bunlar Selçuklular ve Atabeğlerden gelen oldukça savaşçı ve devlet tecrübesi olan unsurlardı. XII. yüzyılın başında hâkim oldukları bu bölgede Moğol devrinde çok önemli görev ifâ etmişler ve Memlûklulara karşı seferlere katıldıkları gibi Moğolların en fazla taciz olduğu Kürtleri de frenlemişlerdir. O sebeple bunların pozisyonuna dokunulamamış, Olcaytu zamanında da imtiyâzları devâm etmiştir.556 Anadolu’da Türkmen beyliklerinin en dişlisi şüphesiz ki Karamanoğullarıdır. Bunlar da Moğolların önünden kaçarak gelmiş Maverünnehir unsuru olarak Baba İlyas ayaklanmasına katılmış ve savaş tecrübesi kazanmışlardı. 1314 yılında Karamanlı beyleri Türkmenlerin başını çekerek ayaklandılar. Konya’dan Malatya’ya kadar Moğol nüfuzu bu büyük ayaklanma ile kırılmışsa da tarihçi Kaşanî’ye göre ancak 1315 yılı sonunda tenkil edilebilmişlerdir.557 Olcaytu atalarından ulaşan geleneklere uyarak Memlûklularla karşı karşıya geldi. Selefleri gibi kendilerine ilticâ eden birkaç Memlûk kumandanına uyarak 1314’de Suriye’nin büyük bir kısmını işgal etti ve Şam’ı ele geçirdi; fakat şarktan gelen tehlikeler yüzünden tutunamayarak geri çekildi, böylece gayretleri de boşa gitti. Olcaytu kişilği zayıf bir handı; dışarısı kadar içeride de durumun çok iyi olduğu söylenemez. Onun zamanında İran’da 556 Osman Turan, Doğu Anadolu’da Türk Devletleri Tarihi, s.190, Turan Neşriyat, İstanbul 1973, s.190. 557 Spuler, s.128. 197

Şiîlik kuvvetlenmiştir ve kendisinden önce ülke Sünnî iken sonradan Şiîleştiği bilinmektedir. 558Olcaytu, Anadolu’da Türkmenler, şarkta Çağataylılar, Suriye’de Memlûklulara karşı hiçbir iş göremeden 14 Aralık 1316’da eceli ile ölmüştür. Olcaytu halefini önceden belirlemişti: On iki yaşındaki küçük oğlu Ebûsaid Bahadır; 15 Nisan 1317 günü vasisi Sevinç’in refakatiyle Sultaniye’de babasının tahtına oturdu. Ordu ve ümerada herhangi bir huzursuzluk görülmedi; mamafih devlet idâresi Vezir Sevinç’in elindeydi ve onun ölümünden sonra Taceddin Ali Şah’ın eline geçti. O, çoban olduğu hâlde yerinde bırakılarak emirü’l-ümera (beylerbeyi) nasbedildi. Ebûsaid zamanı İlhanlılar devrinde kısmen sâkin geçen bir devredir. Gerçi Maveraünnehir’de karışıklıklar durmak bilmiyordu, Anadolu’da Türkmenler sürekli ayaklanıyordu. Türkistan’ın İran’da kalan kısmında kısa sürede sükûnet sağlandı; Emir Çoban ise Anadolu’da çok yararlık göstermesine ve Türkmenlerin iş birliği teklifine uymamasına karşılık Ebûsaid ile özel bir meseleden ötürü araları açılmış ve Çoban’ın bütün çevresi öldürülmüştür. 1319’da Kafkasya için Altınordu ile bir çarpışma olmuşsa da kısa sürede tatlıya bağlanmış; Memlûklularla da 1323 yılında bir saldırmazlık anlaşması imzalanmıştı. Said’in babası zamanında başlayan Şiîlik eğilimlerinden de dönülerek devletin Sünnîliği ilân edilmiştir.559 İlhanlıların bu döneminde sarayda bilhassa huzur sağlanamamış, Vezir Reşüdiddin ile Tacüddin Alişah birbirlerini bitirecek duruma gelmişlerdi. Ordu ilk vezirin arkasındaydı, lâkin Çoban’ın gözden düşmesi onu da zor durumda bıraktı ve Reşidüddin’in 17 Temmuz 1318’de îdamı ile sonuçlandı.560 Esâsında İran Moğollarının en önemli devlet adamı ve müellifi olan Reşüdiddin’in öldürülmesi artık devletin sallandığı anlamına geliyordu. Vezir makamına getirilen Komutan Çoban ve Tacüddin Alişah’ın araları çok bozuktu ve bu anlaşmazlık muktedir 558 Hanefi Şahin, s.51. 559 Yuvalı, s.104. 560 Spuler,s .135. 198

bir şahsiyet olan Çoban’ın aleyhine sonuçlandı; komutan kardeşi ile birlikte Sultaniye’den kaçarak Tebriz’e gitti; fakat bilâhare gönlü edilerek affedildi ve tekrar görevine döndü. Bu sebeple sarayda başlayan tartışmalar savaşa döndü ve Çoban’a karşı olanlar Ebûsaid ile çarpışmak için silâha sarıldılar. Artık bu tarihten sonra isyan ve iç mücadelelerin önü alınamaz oldu ve on yılı aşkın bir zaman sürdü. 1324 yılında İlhanîler tarihinde ilk olarak bir vezir; Tacuddin Alişah eceli ile öldü. İşte bu kargaşalık devirlerinde düzgün bir komutan ve ordudan sorumlu olan Emir Çoban sarayı çok meşgûl etmiştir. Emir Çoban isteseydi oğlu olan Anadolu Valisi Timurtaş ile birlikte rahatlıkla İran’a hükmedebilirdi; lâkin sadakatla devletine ve Ebûsaid’e bağlı kalmıştır. Vezir Alişah’ın ölmesi ile Çoban en büyük düşmanını kaybetmişti. Bu sefer, Horasan’da çok yararlılık gösteren Akboğa adlı komutan ile evli olan Emir Çoban’ın Bağdat Hatun’a İlhanlı Ebûsaid göz koymuştu.561 Cengiz Yasaları her ne kadar bu işe cevaz veriyorsa da Emir Çoban buna rıza göstermedi ve Ebûsaid ile araları açıldı; fakat dedikoduların önünü almak ve çevresini de saldıralardan korumak için bazı komutanlarla birlikte Horasan’a hareket etti. Ebûsaid tamamen dengesini kaybetmiş ve başta Timurtaş olmak üzere Çoban’ın çevresinden îdam kararları vermekte idi; fakat sürekli olarak Sultaniye’den haber alan komutan Çoban her şeyi teferruatı ile tâkip etmekteydi. Çoban hükümdara karşı çıkmak kararını aldı ve bu durumu çevresine bildirdi; hatta Karakorum ile de istişare etti, fakat netice elde edemeyince Anadolu’ya gidip oğlu Timurtaş ile başkaldırmaya karar verdi. Bu maksatla Çoban, Herat’tan geçerken Ebûsaid’in emri ile tutuklanarak Kasım 1327’de başı kesildi.562 Emir Çoban’ın öldürülmesinden sonra, daha saraya müjde gelir gelmez Bağdat Hatun kocası Akboğa’dan boşandırılarak Ebûsaid’in başkadını olarak nikâhlandı ve Hüdavendigar lâkabını 561 Enver Konukçu ,Bağdat Hatun, DİA C.4, İstanbul ,1997, s.444. 562 Spuler, s.141. 199

aldı. 563Çoban’ın büyük oğlu Harezm’de ölmüştü, Anadolu’da Timurtaş ise önce bir kaleye hapsedildi sonra da Memlûklulara verildi ve ondan korkan Hükümdar Naşir tarafından 1328’de Ebûsaid’in ricası ile îdam edildi. Gürcistan’da çok büyük yararlılıkları olan Çoban’ın küçük kardeşi Mahmud ise Ebûsaid’in elinden kurtulamadı ve Tebriz’de asıldı. Sarayda bu kadar entrika meydana gelirken 1335’de Altınordu Hanı Özbek kuzeyden Derbend’e saldırdı. Savaş ortamında bu sefer de Bağdat Hatun’un yeğeni Dilşad ile evlenen Ebûsaid 30 Kasım 1335 günü âniden öldü. Bu âni ölümü kaynaklar Bağdat Hatun’un zehirletmesi diye kaydetmişlerdir. Fakat Said’in oğlu olmadığından ve hanedandan da kimse bulunmadığından artık Hülâgû ahfadı ortadan kalkıyor ve İlhanlılar hâkimiyeti de son buluyordu.564 c) Çöküşü İlhanlılar dev bir imparatorluk idi; İran, bütün Irak, bugünkü Afganistan ve Belücistan’ın büyük bir kısmı, Güney Kafkasya, Türkmenistan’ın güneyi, Suriye’nin bir kısmı ve bağlı devlet Anadolu.565 Artık bu büyük devletin toprakları kuzeyden Altınordu’nun şiddetli taarruzlarına uğrarken Anadolu’da Osmanlılar, Karamanlılar, Eratnaoğulları, Karakoyunlular ve Akkoyunlular, Irak’da Celâyirliler, doğuda Serbedâîler ve Muzafferîler ayrı ayrı devletler olarak ortaya çıkıyorlardı.566 İlhan arayışlarında Hülâgu’nun en küçük kardeşi Arık Boğa’nın torununun torunu olan Arpa Han 30 Ekim 1335’de hükümdarlık makamına getiridi. Fakat her şeye rağmen hamile olan Ebûsaid’in dul eşi Dilşad’ın oğlan doğurması için bekleyişe geçmekten de geri durmadılar. Ümera ve ordu, hükümdar arayışı içerindeydi ve bu husus sık sık çarpışmalara da sahne oluyordu; bu sebeple Arpa’nın İlhan hükümdarlığı altı ay kadar 563 564 565 566

Konukçu, s.444. Spuler, s.143. Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, C.1, Kül.Bak., Ankara 2005, s.557. Yuvalı, s.104. 200

sürdü; sonra Baydu’nun torunlarından Musa Ali Han 15 Mayıs 1336’da tahta çıkarıldı. Fakat iki ay gibi kısa zaman içinde hem Arpa hem de Musa îdam edildiler. Dilşad Hatun da kız doğurduğundan tasavvurlar gerçekleşmedi. Bunun ardından Mönge Timur’ın torunun torunu Muahammed İlhan iki yıla yakın hükümdar koltuğunda oturdu ise de, 16 Temmuz 1338’de Cengiz Han’ın kardeşi Utki’nin neslinden Togay Timur iç savaş sonunda hükümdar oldu.567 Yeni hükümdar ülkenin her yanında bir seri îdamlarla işe başladı ve böyle de devam etti. Dolayısıyla Togay Timur’un on üç yıl süren İlhanlı hükümdarlığının içe dönük mücadeleler ile geçtiği söylenebilir; artık tam bir dağılma döneminin sonuna gelinmiştir. 1356 yılında Altınordu Hanı Canı Beğ Kafkasları aşarak Erdebil üzerine yürüdü ve kısa süre İran’a hâkim olan Cuci nesli birkaç vali tayin ettilerse de 1351’de ülke tamamen Moğol neslinin elinden çıktı.

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Şüphesiz ki daha Moğolistan’dan çıkışlarından itibaren Moğollar tamamen göçebe feodal unsurlardan meydana geliyordu. Sosyal ve kültürel bakımdan bir bütünlük arzetse de muasır anlamında modern bir cemiyetten bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Bozkır hayatına alışmış, dünya ile teması olmayan, tamamen dışa kapalı birtakım Türk ve Moğol kabilelerinin zorla bir araya getirdiği bir serüven mekanizması olduğunu düşünmek hiç de yanlış değildir. Her şeyden evvel kendi aralarında bile geçim sağlayamayan, dâima birbirinin imkânlarında gözü olan bir yağma sosyolojisinin özellikle dikkat çektiği görülmektedir. Fütühat anlayışı ve yayılma düşüncesi de böyle feodal düşüncelerden oluşuyordu. Hemen hemen kimsenin okuma ve 567 Tarihler için Bkz. karşılaştır: Yılmaz Öztuna, s.559; Spuler, s.146. 201

yazması yoktu. Bu sebeple metinlerde de görldüğü üzere birçok medenî davranış ve hayat şekillerini karşılaştıkları ilk medenî unsur olarak Uygurlardan öğrendiler.568 İran’da ise bürokrasinin vazgeçilmez unsuru Farslar ve Yahudilerdi. İlhanlıların anadili şüphesiz ki Moğolca idi; fakat Moğollarla beraber Cengiz serüvenine katılan bütün unsurlar Türkçe konuşmakta idi. Zaten Moğol olarak gelen halkın azlığı hemen hemen bütün kaynaklarda yeralmaktadır.569 Cüveynî’nin de kaydettiği şekilde Moğolistan’dan gelenler zaten elit sayılabilecek Suganut, Kıyat, Mangıt, Kongrat, Celâyir ve Kertayit gibi unusurlardı ki bunlardan Anadolu’ya yerleşenler ve Emir Timur tarafından Erdebil’e götürülen Karatatarlara da tarihçi Hafız Ebru Türkmen demiştir.570 Hatta Cengiz’in Türkçe bilmemesine karşı birçok Moğol asker, ahali ve haneden Türkçeyi gayet iyi bilmekteydi. Tabiî olarak İran’da durum daha değişikti, ilim lisanı Selçuklulardan beri Türk Farsçası idi.571 Genellikle göçebe olan Türkmen ve Moğol halk Farsça bilmezdi. Fakat ilim ve ticaret yapanlar ile İranî unsurların yoğun olduğu bölgelerde Farsça mutlak olarak en önemli dildi; lâkin imparatorluğun taşrasında şark-garp-kuzey ve güneyde Türkçe ana lisandı. Tabiî olarak din ve dinî ilim dili Arapça, kısmen de Farsça idi. Özellikle Irak’ta Arapların yoğun olduğu bölgelerde Arapça ve Türkçe konuşulmaktaydı. Yazı dili de tabiî olarak eskiden beri gelen Arap harfleriydi. Uygur harflerinin hemen hemen İran’da hiç kullanılmadığını sanıyoruz. Arap bölgelerle Arapça, Fars bölgelerinde Farsça ve Türk-Moğol bölgeleri ile de Türkçe yazışmalar yapılmıştır.572 Tabiî olarak özellikle Türkmen ulemâ arasında edebiyat lisanı Farsça’dır ki bu önemli özellik Anadolu’da Selçukîlerde de Hz. Mevlânâ boyutlarında sürmekteydi.573 Fakat ileriki 568 569 570 571 572 573

Turgun Almas, Uygurlar, s.366. Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, s.271. A.g.e., s.271. Yuvalı, s.105. Togan, Umimi Türk Tarihine Giriş, s.272. W.Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyanet Yay., Ankara, s.67. 202

yıllarda Anadolu’ya paralel olarak Türkmenler arasında Türkçe de edebiyat lisanı olarak kullanılmaya başlamıştır. Cengiz Han’ın ortaya çıkışında Moğollar Kerulen ve Onon nehirleri kenarında hayvancılık ve ormanlarda avcılık yapmaktaydılar. Birlikte yaşadıkları Tatarlar içinde azınlık durumunda bulundukları için kendilerini Tatar diye adlandırıyorları. Genellikle kabile ve boy yapılarını ısrarla sürdürüyorlardı. İç çekişme ve feodal hayat tarzı Moğol kabileleri arasında daha yoğundu. Daha evvel hasret duydukları ve rahat ettikleri dönem huzur yılları olan Göktürkler devriydi; fakat bu zamanda da birçok defa kendi aralarında ve Türk kabileleri ile şiddetli anlaşmazlıkları oldu.574 Çinlilere karşı zorlu mücadeleler Türkler gibi onların da sosyal hayatlarında bir dizi efsaneler oluşturmuştu. İşte bu efsanelerin Cengiz Han’ın kafasında ilk devlet düşüncesini şekillendirdiği başta Moğolların Gizli Tarihi olmak ciddi kaynaklarda öne çıkmaktadır.575 Cengiz Han idâresinde Türk ve Moğol unsurların XIII. asır başlarından itibaren yine feodal ağırlıklı tamamen askerî bir toplum hâline gelmeyi başardıkları ve böylece Moğolistan dışına çıkmaya başladıklarını görüyoruz. Zikredilen coğrafyada Moğol kabilelerinden daha displinli ve teşkilâtlı olan Tatarlar, Naymanlar, Kerayitler, Ongutlar576 gibi Türk unsurların da isteyerek veya zorla bu konfederasyona iştirak ettikleri, Moğol hareketinin Türk yüzü için bilhassa önemlidir. Çünkü Bolşevikler devrinde neşredilen Rus kaynaklarının pek değerli çalışmalarında bu hususlar öne çıkarılmamıştır.577 Türk Moğolları Harezmşah hudutlarından Maveraünnehir’e ilk adımı attıklarında yaratılan Türk İslâm Medeniyeti ve bunun ortaya koyduğu İslâmî Türk cemiyeti ile karşıltıklarında gördükleri zenginlikler karşında şaşırmışlardır. Otrar bunların o muhteşem medeniyet ve cemiyeti gömdükleri ilk mezarlıktır. 574 575 576 577

Ahmet Taşağıl, Göktürkler I, TTK, Ankara 2003, s.81-86. d’Ohsson, Moğol Tarihi, s.30-31; Ebû’l-Gazi, Türk’ünSoyağacı, s.25. Abdülkadir İnan, Makaleler Ve İncelemeler, s.59-65. B.Y.Wladimirtsov, Moğlların İçtimai Teşkilâtı, s.81-83, TTK, Ankara, 1944. 203

Türkistan’ın Buhara, Semerkant, Hocend ve Harezm’de Türklerin yarattığı ileri hayat tarzı ve şehirleşme ise Moğolların gözlerini açarken, geldikleri yerlerdeki iptidaî hayatın tezahürleri mutlak olarak şiddetli bir yağmacılık ve tahribe dönmüştür. Uzun süre Türkistan’ın yaratılmış kazancını kene gibi emen yağmacılar batı ve güneybatıya yönelirken yeni bir düzen kurmak yerine mevcut tahripkârlığı sürdürmüşlerdir. Moğollar, her şeyden evvel Selçuklulardan beri gelen iki asırlık ileri yaşama düzeninin insan unsurunu büyük olçüde ortadan kaldırmış, Müslüman Türkleri fertten aileye kabileden kavimlere kadar dağıtarak fevkalâde teşekkülü tamamlanmış sosyal yapıyı bozmuşlardır. Eğer sadece mevcut zenginlikleri almakla yetinerek cemiyetin sosyal ve medenî yapısı ile oynamamış olsalardı bugün Orta Asya’da en azından bir Osmanlı haşmeti yaşayabilme imkânına sahip olacaktı. İşte İran’da sağlam geleneksel devlet yapısı Fars kültürünün mütekâmilliği üzerine oturmuştur. Selçukîlerin yarattığı ve Harezmşahların ideolojize ettiği Türkmen medeniyeti ve sosyal hayatı için de aynı şeyleri ifâde edebiliriz. İlhanlı İranı’nda Horasan, Gazne, Ürgenç ve Merv’de teşekkül eden ve batıyı işaret eden tasavvuf okulları tamamen dağıtılmış Türk Müslümanlığı dejenere edilmiş ve uzun süre çarpık eğilimlere ezdirilmiştir. Bu derece etkin bir yayılma hareketinde Moğolların en büyük kaybı evvelâ kendilerini kaybetme şeklinde ortaya çıkmıştır. Yüz elli sene gibi sosyolojide çok anlam ifâde etmeyen bir zaman içerinde Moğollarla tamamen Türkistan, İran, Anadolu, Suriye ve Deşti-Kıpçak’a yayılan akınların ektiği bahçelerde Moğol yerine Müslüman Türk unsurlar yeşermiştir. Moğolların Müslüman unsurlara alışmaları Türkistan’da yavaş olduğu hâlde İran’da daha hızlı gelişmiş ve göçebe Moğollar Türkler arasında etnik olarak kendilerini kaybetmişlerdir.578 XV. asır müverrihlerinden al-Omari’niın Tizenhausen’deki tercümelere göre Kıpçak’daki bu dönüşme daha evvel daha büyük boyutlarda gerçekleşmiştir. İşte yüz yılı doldurmadan dağılan 578 A.g.e.,s. 184-185. 204

İran Türk Moğolları ve İlhanlıların cemiyet yapısını da ancak bu gözle incelediğimiz zaman sağlam sonuçlar elde edebiliriz. Harezmşah Muhammed ve Celâleddin tehlikesi geçtikten sonra ancak Moğollar İran içlerine daldılar. Mevcut medeniyeti devam ettirmek yerine vurucu gücü yüksek kumandanların idâresinde bir hanedan devleti kurmayı başardılar. Elbette en yakın akrabaları olan ve bütün İran’a dağılmış, müesseseleşmiş Türkmenliğe dayandılar. Çünkü İran’ın Fars unsurları evvelki dönemlerden sinmiş ve Fars Körfezi civarına yığılmıştır.579 Farslardan fazla bir zayiat olduğu bugüne kadar hiçbir kaynakta yer almamıştır; kendi bölgelerinde Muzafferîler sâkin bir hayat yaşamaya devam etmişlerdir. Şasbankâre, Hürmüz ve Kaya adalarında da aynı durum sürdü. Fakat evvelâ Oğuzluk ve sonra da Türkmenliğin teşekkülü ile Kirman, Luristan, Gilan, Herat gibi Doğu İran için de şeyleri söylemek mümkün değildir. Büyük yerleşim merkezlerinde ise silsile olarak devam eden bürokrasi, ilmî ve kültürel hayat tam anlamı ile bir şehirli hayat sürdürüyor, göçebe unusurlar ise zamanın en büyük kaynağı olan hayvancılık yapıyordu. İlhanlılarda tıpkı merkezî devlet gibi cemiyet yukarıdan aşağıya doğru teşkilâtlanmıştı. İlhan, Asiller, Horde adı verilen askerî memuriyetler en üst tabaka idi ve bütün saraylarda olduğu gibi bunlar arasında şiddetli bir mücadele vardı. Türk geleneklerine uygun olarak Bukavul ve Bavurci adı verilen memuriyet sınıfı sabah ve akşam yiyecek ve içecek tedariki ile uğraşırdı.580 Koyun sürülerine Ahtacılar nezaret ediyordu. Yurte adı altında çadırcılık başlı başına bir hizmet erbabı kurumuydu; ayrıca dört kılıçcıbaşı, yakın ve uzak devlet habercileri, kemankeşler nüfûzlu hizmetlerdi. Çerbi adı verilen uşaklık sınıfı, Bahadır verilen 1000 cengâver üst tabaka memuriyetleri idi. Cüveynî, Reşidüddin, Mirhond gibi zamanın kaynakları ayrıca Saray Hâkimliği, Doğancı, Avcıbaşevci, Sukurcu, Kunduracıbaşı, Sofracı, Çeşnicibaşı, Aşçı ve İçkicibaşı gibi yüksek 579 Spuler, s.156. 580 A.g.e., s.298 205

memuriyetlerden581 bahsetmektedir. Bunların hepsi elbette halkın çok üzerinde ve cemiyete iştirak etmeyen unsurlardı. Bütün bu üst kademe en sonunda Asiller anlamına gelen İnağ diye bir idâre altında toplandılar. Halk, mutlaka her verilen emri yerine getiren Türkmenlerden oluşuyordu .Genel olarak Moğollar asker veya imtiyâzlı siviller olmasına karşılık Müslüman Türkler hem asker hem de hiçbir imtiyâzı olmayan halktı. İmtiyazı olan diğer unsurlar ise eğitimli İranlılar, Yahudiler ve Hıristiyanlardı. İlhanlılar dönemine hükmeden Cüveynî, Reşidüddin bunlardan sadece ikisidir. Dolayısıyla bunların dayandıkları yakın akrabaları da imtiyâzlı sınıf içerisinde addedilebilir. Çoğu zaman bu imtiyâzlı bürokratlar elde ettikleri gayri meşrû serveti canları ile ödemişlerdir. Büyük hanlar devrinde de küçük hanlar zamanında da ne yazık ki hep halk ve asker olmaktan kurtulamamış Türkmenler ezilmişlerdir. Maalesef İran Türkmenliği’nin bu makus talihi hâlâ yenilememiş ülkenin hâkim unsuru çağın dışında bir hayat şekline hapsedilerek ezilmişler ve daha önceki devirlerdeki hayatın özlemi içinde olmuşlardır. b) Ekonomi İlhanlılar devrinde ekonomik hayatın pek canlı olduğunu görüyoruz. Cengiz Han’ın ticarete önem verme düşünceleri Moğolistan’dan ziyâde İran’da daha çok anlam kazanmıştır. Çünkü İran dört yandan gelen tarihî ticarî yolların kavşağı ve Anadolu’nun tâbi devlet olması dolayısıyla Avrupa’nın kapısı durumdaydı. Şimdiki deniz yolları henüz bilinmediğinden özellikle Çin ve Hindistan malları dünyaya İran üzerinden açılmaktaydı. Bu sebeple zaman zaman İlhanlılar Devleti idâre olarak sallansa da ticaret ve ekonomi devamlı canlı kalmıştır. Türkmenlerin hayvancılığı ve hayvan yetiştirmekteki kabiliyetleri sebebiyle önemli bir varlık kaynağı idi. Yine merkezî Moğol devletinden uyarlanan posta ve haberleşme, sanat ve ticarette ilerlemeler sağlamıştır. Esasen daha baştan beri Cengiz Han gerek İslâm 581 Bkz. karşılaştır, a.g.e.,299. 206

ve gerekse Çin ülkesi ile sağlam ticarî ilişkiler için gerekli tedbirleri kanunlaştırmıştır.582 Avrupalı devletlerden bilhassa İtalyanların Tebriz’de kolonileri bulunmaktaydı. Batılı seyyahlar Tebriz’in ticarî mallarının çokluğundan burayı dünyanın en önemli merkezlerinden saymışlardır.583 Moğollar genellikle göçebe yaşadıklarından hayvancılık ve ticaretten ziyâde avcılıkla uğraşıyor ve şehir hayatına intibak edemiyorlardı. Bu sebeple İran’ın can damarı olan ticareti Yahudiler, Farslar ve iki yüz yıldan beri yerleşik şehirli hayatı seçen Türkmenler yapıyordu. Fakat gerek Türkmenler ve gerekse Moğollar için tcaretin can damarı Farslar olmuşlardır.584 Özellikle Anadolu, Suriye, Kıpçak, Harezm, Türkistan hatta Hindistan ile ticaret tamamen zikredilen unsurların tekelindeydi. İlhanlılar bir imparatorluk olarak çok geniş alanlara ve ülkelere yayılmış olmalarına karşılık devletin maddî durumunun çok iyi olduğu ve vergilerin sağlam toplandığı söylenemez.585 Çünkü fethedilen ülkelerdeki yağma, soygun ve çapul hareketleri de halkı bezdirmişti. İlhanlı sarayının ekonominin zayıflığına rağmen çok müsrif olduğu da kaynaklar tarafından ifâde edilmekte olup maalesef hazinenin güçlülüğü hakkında bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Bu sebeple uzun yıllar Alamut hazinelerinin gömülü olduğu yerler aranmış, bu hususta Anadolu define bölgesi ilân edilmiş ve kaynak aranmıştır. Fakat bir şey bulunamayınca Geyhatu zamanında hazine iflâs etmiş ve kağıt para tedavülüne gidilmiş, ülkenin zengin Yahudilerinden borç para alınmıştır. Kaşanî’ye göre Olcaytu zamanında sadece ordunun giderleri gelirlerden fazlaydı.586 İlhanlılar kendilerinden önceki düzene uyarak, para olarak sikke ünitesi şeklinde Dinar kullandılar. İran’a geldiklerinde çok kıymetli olan altın dinarın zamanla ayar ve veznini düşürerek 582 583 584 585 586

B.Y.Wladimirtsov, s.189-190. Yuvalı, s.105. Barthold, İslâm Medeniyeti, s.59. Spuler, s.324. A.g.e., s.325 207

değersiz hâle getirdiler. Gazan Han zamanında malî sistemde geniş bir islahata gidilerek ayarların düzeltilmesi gibi esaslı değişiklikleri yapılmış ve vergi mevzuuatı da yeniden tanzim edilmiş ise de çok da faydası olmamıştır.587 Bu sebeple her hükümdar zamanında sık sık kıtlıklar olmuş ve bu durumdan da en fazla zararı halk çekmiştir. Bu sebeple Argun zamanında halk imar ve ziraatle meşgûl olsun diye önemli tedbirlerle gönül alınmak istenmiştir.588 İlhanlı vergi mültezimleri (Bitikçi) çoğu zaman çok zâlim insanlardı. Mâliyenin tek hâkimi vezir adına hareket ediyorlardı. Hasat zamanı sık sık Türkmenler ile devlet karşı karşıya geliyordu. Çünkü gerek yasalardan kaynaklanan ve gerekse İslâmî dönemlerden gelen geleneklere uyularak bir çok sınıf ve din mensuplarına vergi muafiyeti devam ediyordu. Asilller ve papazlar bunların sadece iki grubudur. İslâmîyet’e geçtikten sonra Gazan Han zamanında bu muafiyet Müslüman kadılara da teşmil edildi; fakat orana vurulacak olursa Müslüman İran toplumu nezdinde bu bu muafiyet ancak devede kulak nisbetindeydi. Bitikçiler açıkça halkı soyuyordu; bunlardan hemen hemen rüşvet almayan yoktu. Kobçur adı verilen bir çeşit verginin bir yılda 23 defa yükseltilmesi589 halkın daha kolay rüşvet vermesi ile sonuçlanmıştı. Çünkü bu kadar vergileri ödememek ancak rüşvet ile kabil oluyordu. Çoğu zaman bu yağmaya küçük memurlar da katılıyordu. Bu rüşvet sistemi memuriyetlerin en üst kademelerine kadar çıkmıştı. Her türlü iyi ve kötü şartlara rağmen Maveraünnehir’in aksine İran İlhanlılar devrinde cihan medeniyetinin ön safında bulunmuştur.590 Çünkü Müslüman Arap istilâsı İran’da insanlarla birlikte medeniyet nâmına bir şey bırakmamıştı. Bu sebeple Moğolların İran’a tahribatın misli kadar bir canlılık getirdikleri, hatta Türkmenleri de disipline ettikleri söylenebilir. 587 588 589 590

A.g.e., s.105. Reşidüddin,s.105. A.g.e., s.341. Barthold, İslâm Medeniyeti, s.63. 208

Çünkü şehirleşen Türkmenler, göçebeliği terk etmiş ve muhitin de tesiriyle ticarî hayata girmişlerdir. Hıristiyanlarla iyi ilişkiler de ticaret hayatını etkilemiştir. Marko Polo Seyahatnamesi’nde Çin ülkelerinde bile birçok coğrafî adın İran tüccarlarının telaffuz ettiği şekilde isimlendirildiği ifâde edilmektedir. c) İnançlar Moğol Hanedanı’nın kurcusu Cengiz Han şüphesiz ki katı derecede Şaman’dı ve hayatı boyunca bu inancını sürdürdü; hiçbir şekilde başka bir din ve inanca da meyletmedi. Fakat kendinden sonrakiler için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Konumuz olan İlhanlıların kurucusu Hülâgu’nun da birçok kaynakta Şaman olduğu yazılı ise de bu husus doğru bulunmamış ve sadece kendisi değil oğlu ve halefi Abaka için de Budist ve bu inancın Maytreya591 mezhebine mensup olduğu şeklinde tespitler yapılmıştır.592 Zeki Velidi, Hülâgu ve Abaka’nın cenâze törenleri ile Süleyman bin Abdulhak al-Azerbaycanî ile Abdullah al-Davet-Dârî’yi mehaz göstererek onların tıpkı Cengiz Han gibi Şaman olduklarını ortaya koymuştur.593 Şüphesiz ki Moğolistan ve Doğu Türkistan’da Budizm’e geçen, hatta İran’da bulunan Türk ve Moğol unsurlarından Naymanlar gibi Nesturî Hıristiyan olanlar da mevcuttu; Hülâgu’nun anası Surgatuna Hatun bir Kerayit Türkü ve Nesturî Hıristiyandı. Hatta Hülâgu’nun büyük karısı Tokuz Hatun da aynı inanca sahip ve aynı kabiledendi. Her şeye rağmen Türk Moğollarında Şaman olarak kalmak töreden de ötede bir asalet ifâdesiydi. Gerçekten Hülâgu, Müslümanları hiç sevmiyor ve onlara ayrılıkçı İslâmî görüşleri nedeniyle Alamut örneğinde olduğu gibi oldukça kızıyordu. İran, Anadolu ve Suriye’de Moğol hâkimiyetini kuran ve kendisi de inatlık derecesinde Şaman olan Cormagon Noyan genellikle Müslümanlarla savaştığı için Hıristiyanlarla iş birliğine girmiş, 591 Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihi, s.260 592 Yuvalı, s.103. 593 Zeki Velidi, s.469/318 nolu dipnot. 209

fethettiği yerlerde onları himâye etmiştir. Halefi Baycu Noyan’ın da durumu aynıdır; hatta Papa İnnocent’e Frenkleri Anadolu ve Suriye’ye sokmayacaklarını bildirmiştir. Baycu’ya halef Nayman Türk’ü İlçigiday Noyan, Fransa kralını Franklar için tehdit etmiştir.594 İşte İlhanlı yetkililerin Şamanizm dışındaki tutumlarına dair birkaç örnek. İlçigiday’ın azledilmesinden sonra bu makama yeniden getirilen Baycu Noyan ise bu sefer özellikle Doğu İran’da Müslümanlarla iş tutmuş hatta Cüveynî ailesini o bulmuştur. Moğol İlhan ve ümeranın durumu ne olursa İran’ın esas ahalisi olan Türkmenler, Farslar ve Araplar elbette Müslümandı. Hatta yeni gelen birçok Moğol ve Türk asıllılar da kısa sürede Müslümanlaşmışlardır. Hülâgu’nun daha evvel adı geçen büyük hatunu Tokuz İlhan’ı Müslümanlara karşı bilhassa frenlediği bilinmektedir. Bu sebeple daha baştan itibaren İslâmîyet’in İlhanlı sarayına girdiğini ve halkın durumunun da bu hususu desteklediği ortadadır. Müslümanlığı şüphe ile karşılanmış olan İlhanlı Ahmed Teküdar da Nikola adını alarak önce Hıristiyan olmuş, sonra Budizm’e geçerek ancak bundan sonra İslâmîyeti tercih etmiştir. Bunun gibi yine anası Kerayit olan İlhanlı Olcay’tu da çocukluğunda vaftiz edilmişti; fakat sonradan İslâmîyet’te karar kıldı. Haklı olarak Zeki Velidi Togan, İran’da Hıristiyanlığın cazip gösterilmesinin Nayman ve Kerayitlerle ilgili bir fantaziden başka anlam ifâde etmediğini söylemektedir.595 Şartlar ne olursa olsun Ahmed adını alarak İlhanlı olan Teküdar, İran’ın ilk Müslüman Moğol hanıdır. Halk Teküdar’ın Müslümanlığından çok memnun olmasına karşılık Moğol ümera ve bazı haneden üyeleri aşırı tepki göstermişler ve sırf bu sebeple yeğeni Argun tarafından öldürülmüştür.596 Moğol istilâları ile çağdaş olan Hz. Mevlânâ ve halifesi Arif Çelebi onların mutlaka Müslüman olacaklarına dair kehanette bulunmuşlar, bu sebeple taraftarlık dahi yapmışlardır. Hatta Mevlânâ’nın 594 A.g.e., s.260. 595 A.g.e., s.263. 596 Hanifi Şahin, s.49. 210

müridi Vezir Muineddin’in ölümü onların elinden de olsa birlikte ve emirlerinde çalışmıştır.597 İlhanlı Argun müfrit derecede ata dini Şamanizm veya Budizm’e bağlı gerçek bir Müslüman düşmanı idi.598 Fakat büyük oğlu Gazan Han sadece Müslümanlığı seçmekle kalmayarak, onu aynı zamanda İlhanlıların resmî dini yaptı.599 Yasalar yerine İslâm Şeriâtı’nı benimsedi ve halka ilân etti. Hatta bütün yasama işlerini İslâm hukukuna bağladı ve kendisi de Hanefî ve Sünnî mezhebi seçti.600 Gazan Han’ın önemli politikalarından biri de belki de İran tarihinde görülmemiş ölçüde sağlam bir Şiî-Sünnî dengesi kurmuş olmasıdır. Reşidüddin’e göre İslâmî uygulamalara karşı gelen Moğol halk ve ümerayı İran dışına kovmuştur.601 Gazan Han’dan sonra yerine geçen kardeşi Olcaytu ağabeyinden devraldığı sağlam devlet görüşlerine bağlı kalmıştır. Önce Hanefî, sonra Şafiî en sonunda Sünnîlere ağır tedbirler uygulamış, fakat yerine geçen Ebû Said Bahadır yeniden Sünnîliğe dönmüştür.602

İran Türk Moğolu İlhanlılar İmparatorluğu 597 598 599 600 601 602

Zeki Velidi, s.264-65. Spuler, s.96. Yuvalı, s.103. Şahin, s.48. Reşüdiddin, s.250. Şahin, s.51. 211

212

4. BÖLÜM

KaraKOYUnlUlar (1378-1469) aKKOYUnlUlar (1378-1502) DeVri

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Her nedense bizim tarihlerimizde Karakoyunlular ve Akkoyunlulardan fazla bahsedilmez. Anadolu’da bir kasaba büyüklüğündeki beylikler de buna mukabil çok şaşaalı biçimde anlatılır ve Osmanlı Beyliği’nin bunları hangi yollarla yuttuğu destanlaştırılır. Karamanoğulları Beyliği hakkında da maalesef bildiklerimiz azdır. Halbuki bunlar Anadolu’ya ilk gelen muazzam ve enerjik Türkmen kütleleridir. Karamanlılar bu kitapta konumuz değildir; lâkin Karakoyunlular ve Akkoyunluları bilmedikten sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Türkiye saymayıp bir ân evvel İran’a devretmemiz gerekecektir. Elbette bunların tarihleri Anadolu’da başlamış, İran’da devletleşmiş ve her iki coğrafya ile birlikte Anadolu’nın coğrafî devamı olan Irak, Suriye Türkmeneli’nde sürmektedir.603 Anadolu Beyliklerinin bugün adları bile unutulmuşken Karakoyunlular ve Akkoyunlular soy ve boy kültürü ile aynı coğrafyalarda kendilerini ifâde etmektedirler. Devletşah Semerkantî, Tezkiretü’ş-Şuara’da, Karakoyunluların yurdunu hikâye ederken, Siriderya’nın kuzeyinde Altay Dağları ile komşu ve bugünkü Kırgızistan’a doğru uzanan Gazıgurd Dağ Silsilesi’ni işâret etmektedir.604 Gerçekten burası Göktürkler zamanında bir Oğuz yurdu olup Dede Korkut’ta, Salur Kazan’a yuvarlanan taşlar bu dağın taşları imiş. Oğuznamelerde de benzer hikâyeler vardır. Bugünkü siyasî hudutlara göre 603 Bkz.Bademci, Irak’ta Türkmen Dramı ve Suriye’de Türkmenler ve Bayır Bucak. 604 S.G.Ağacanov, Oğuzlar, s.206. 215

yüksek dağ Gazıgurd, Kazakistan-Özbekistan-Kırgızistan’ın kavşak yerindedir. Ahmed Yesevî’nin Yes’i (Türkistan) şehri de buraya yakındır. Bugün Türk dünyasında ziyâret yeri olarak adlandırılan, çaput bağlanıp dilek tutulan Gazıkurd, aynı zamanda Nuh’un Gemisi’nin oturduğu ve hatta Alp-er Tunga’nın yaşadığı yer olarak da görülmektedir.605 Bu nazardan bakarsak Ahmed Yesevî’nin de Oğuz olduğuna hükmedebiliriz. Zeki Velidi, Yesevî’nin Karamanlılar gibi büyük Oğuz boyları ile de yakın ilgisi olduğunu yazmaktadır.606 Gerçekte Kıpçak uruğlarından olan ve Oğuznamelerde zikri geçen Baranlu ve Barendi boy adlarına bakılırsa bunların Siriderya kuzeyinde ve Devletşah’ın üstünü işaretlediği bölgede Oğuzlaştıkları ve Türkmen zümresi diye adlandırlmaya başladıklarını görüyoruz. Bu Türkmenlerin bir miktar Kalaç olduğu hususu da tıpkı Kıpçaklık gibi daha sonraki Akkoyunlu Karakoyunlu etnolojisi ile ilgili tezahürlerle örtüşmektedir.607 İşte Karakoyunlular Moğol istilâlarının başladığı XIII. yüzyıl başında hâlâ Oğuz yurdunda oldukları hâlde ilk çeyrekte buraları terk ettikleri kuvvetle ifâde edilmektedir. Hatta Karamanlılar ve Akmanlılar gibi büyük Oğuz boylarının da bu sırada batıya muhaceretleri rahatlıkla ifâde edilebilir. Tabiî olarak Yabgu ve Selçuk Oğuzları ile Fergana’dan Suriye’ye daha VIII. yüzyılda gelen, Araplar tarafından Türkmen diye adlandırılan Karlukları608 mutlaka bunlardan ayırt etmek gereklidir. Kara ve Akkoyun adlandırmaları mutlak olarak koyun adı ile ilgili olduğu ve bu hayvan resminin bayraklarında yer aldığı, Tamga’larında bulunduğu düşünülen Akkoyun ve Karakoyun ile ilgilidir. Ağacanov’un naklettiğine göre bugün Kazakistan’ın Carcav ve Çohtepe köylerinde yaşayan aynı adla adlandırılan Oğuz halkın inanışına göre bir adamın iki oğlundan birine ak 605 606 607 608

Yakub Deliömeroğlu, Türkistan:Yesevi’nin Şehri Yesiye Dair, Bakı 2011,s.151 Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarhine Giriş,s.320. A.g.e. ,s.363. Kaşgarlı, Karluklar’a Oğuz demektedir. Bkz. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgatİt-Türk, C.III, Besim Atalay, TDK, Ankara 2006, s.351 216

diğerine kara koyun vermesi bu adların ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiştir.609 Karakoyunluların Oğuzların Baran610, Akkyonluların ise Bayındır611 boyundan olduğu ve Horasan’dan sonra ikinci durakları İran’a gelişlerinin de Moğol istilâları ile ilgili bulunduğu hususunda herhangi bir terddüd yoktur. Karakoyunluların Anadolu’daki inanç yapılarına bakılırsa Horasan istikameti ile geldikleri kesinlik kazanmaktadır. Ancak o zaman Akkoyunlu inançlarını Karakoyunlulara rekabet görüşleri ile îzah edebileceğimiz gibi, diğer Türkmen beyliklerinden farklılıkları da Horasan yolu ile geldikleri hususu ile aydınlatabilir. Fakat geliş tarihleri konusunda Devletşah XIII. asır başını işaret ederken, Osmanlı kaynakları aynı asrın sonunda, yani İlhanlılar devrinde muhacerat olayının vukua geldiği zamanı yazmaktadır.612 Faruk Sümer’in eserinde İran bir yana, Karakoyunluların Doğu Anadolu’ya gelişlerinin Moğol istilâsından önce gerçekleştiğini birtakım delillerle ortaya konmaktadır.613 Fakat İranlı müelliflerin Türklerin buraya Oğuz Han zamanında geldikleri ve bahse konu Türkmen uluslarının da bunların bakiyeleri olduğu şeklindeki görüşlerinin hiçbir dayanağı yoktur.614 Karakoyunlu önderleri, devlet görevi yapan, Bey-Merkez-Aşîret yapısında bir ulustu. Sa’dlu, Baharlu, Duharlu, Karamanlu, Alpavut, Çekirlu, Hacılu, Ağaçeri, Döğer, Bayramlu gibi oymaklar bu ulusun öğeleri durumundadır.615 Bugün bu aşîret adları hemen hemen bütün Türkmen dünyasına yayılmıştır. Burada ilginç bir iştirak Karakoyunlular içindeki Karamanlu ve onlarla 609 A.g.e., s.206 100 Nolu Dipnot. 610 Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.16; Ağacanov, Oğuzlar, s206; İ.Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri Ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, TTK, Ankara 2011, s.181. 611 John E.Woods, Akkoyunlular, Milliyet Yay., İstanbul 1993, s.19; Uzunçarşılı, s.108. 612 Uzunçarşılı, s.188. 613 Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.14. 614 A.g.e., s.35. 615 A.g.e., s.19-32. 217

yakın akraba Akmanluların Anadolu içindeki Karamanlılar ile siyasî birlikteliğinin olmamasıdır. Çünkü Men-Manekinin Türkmen etnolojisinde koyun anlamına geldiği, hatta 4-5 yaşındaki koyunlara Man denildiğini, dolayısıyla bu adla anılan oymağın Karakoyunlu ve Akkoyunlu siyasî teşkilâtlanmasına kuvvetle iştirak ettiklerini ve Salurlardan olduklarını bilmekteyiz.616 Faruk Sümer’in listesinde yukarıda sıralanan oymaklar işte böyle şöhret kazanmış büyük aşîretlerdir; gerek Karakoyunlular ve gerekse onların siyasî devamı olan Akkoyunlular oluşumun dâima merkezinde yer almışlardır.617 Evvelce bahsini ettiğimiz gibi Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri İlhanlılara dâima bağlı kalmışlardır. Son zamanlarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ufak tefek problemler çıksa da, bu bölgelerden Hemedan’a kadar uzanan coğrafyada konfederasyona ait oymak ve aşîretlerin ancak XIV. asır başlarında ağırlıklı bir siyasî güç olduklarını rahatlıkla ifâde edebiliriz. Bu zamanda iyice bozulan İlhanlı idâresi sebebiyle Moğol Oyratlar Türkmen unsurları taciz etmeye başlamıştır. Moğol baskıları sonucu her iki ulus da Anadolu ortalarına kadar yayılarak Doğu ve Güneydoğu’yu tamamen ele geçirmişlerdir. Cengiz istilâları sebebiyle Karakoyunluların Gazıgurd Oğuz yurdundan, Maveraünnehir ve İran yolunu kullanarak, efsanevî Oğuz Han’ın torunlarından ve Karakoyunlu Karayusuf’un yedinci atası kabul edilen Türe Beğ komutasında hareket edip, Anadolu’da Bitlis, Erzurum ve Diyarbakır yörelerine yerleşmişlerdir.618 Gaz-Gurd ile Kara-Tav’ı benzeştiren Sümer’in sanırız ki bugün Gaziantep’in güneybatısında bulunan ve Suriye ile hududumuz olan Gurd-Dag adı dikkatini çekmemiştir. Dolayısıyla sonradan Kürtdağı şekline dönüştürülen bu sarp leçeliklerin ilerideki siyasî hâdiselerde ve bugünkü Suriye Türkmenlerinin boy yapısında önemli olduğunu düşünmekteyiz. Anadolu’da Oyratlar ile mücadelede hiçbir zaman -başta iki Türkmen ulusu 616 Soltansa Atanıyazov, Türkmenin Soyağacı, Ötüken, İstanbul 2010, s.52. 617 Tevfik Necefli, Karakoyunlu ve Ağkoyunlular, Tebriz 1390, s.7-15. 618 Sümer, Karakoyunlular, s.36. 218

olmak üzere- hiçbir şekilde boyun eğilmediğini sahip olduğumuz kaynaklar vurgulu biçimde ortaya koymaktadır. Karakoyunluların bilinen ilk önderi 1380’de ölen Bayram Hoca’dır. İlhanlı Ebûsaid Bahadır Han’ın ölümü (1335) üzerine Anadolu Beylikleri gibi ortaya çıkmışlardır. Bayram Hoca Karakoyunlulardan Baharlı Oymağı’ndandır.619 Önce Moğol Çobanlıların maiyyetinde iken sonradan Celâyirlerden Sultan Üveys hizmetine girmişlerdir. Bu sırada Akkoyunlular ise Tur Ali Bey ve oğlu Kutlu idâresinde Trabzon Rum İmparatorluğu hudutlarına girmişler ve daha sonraki yıllarda bu işi geleneksel siyaset hâline getirmişlerdir.620 Hatta Akkoyunlular Sivas Eratna Veziri Kadı Burhaneddin621 ile de bozuşmuş, Tur Ali’nin diğer oğulları Ahmed ve Pir Ali kardeşleri Karaosman’ı (Karayülük) ileri hareketlerde bulunmasınlar diye bunun nezdinde rehin bıramışlardır.622 Kadı Burhaneddin ile düşmanlık da böyle başlamıştır. Tıhranî’nin dindar bir emir olarak nitelendirdiği ve tarihini başlattığı Akkoyunlu Kutlu’nun623 oğlu Ahmed onun oğlu ise tarihlerimizin Karayülük olarak tanıdığı Osman Bey’dir.624 Görünüşe göre Karakoyunlular daha evvel ortaya çıkmasına karşılık, Akkoyunlular Anadolu’da siyasetin altını üstüne getirmişlerdir. Karakoyunlu Bayram Hoca 1380’de öldüğü zaman Celâyirlilere bağlık sürüyordu; fakat Musul, Erciş ve Sincar tamamıyla ellerinde bulunuyordu. Artık Ulus Beyi Kara Mehmed’di. Kızını 619 Uzunçarşılı, s.180. 620 Ebû Bekr-i Tıhranî, Kitab-ı Dıyarbekriyye, Çev.Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, Ankara 2001 ,s.20; Uzunçarşılı, s.188. 621 Hemen hemen bütün yeni kaynaklarda Kayseri ve Sivas Bölgesinde 1327 yılında bir Uygur Türkü olan Emir Alâeddin Eratna tarafından kurulmuş olan Eratna Beyliği’nin adı üzerinde kadılığı ve vezirliği görevinde bulunan olan Salur Türkmeni Burhaneddin Hükümdar olarak zikredilmektedir, halbuki Burhaneddin önce kadı sonra da vezirdir. Ancak Eratnalıların kökü kesildikten sonra, yani 1381’den sonra Sultanlığı sökonusudur. Bu konuda Bkz. Kemal Göde, Eratnalılar, TTK, Ankara 2000, s.120. 622 Uzunçarşılı, s.188. 623 Tıhranî, s.34’de Bahaeddin Osman Beğ b.Emir Kutlu Beğ şeklinde üst şecere bilgisi vermektedir. 624 Tıhranî, s.21; Uzunçarşılı, s.188. 219

Celâyir Beyi Ahmed’e vererek Moğollar ile akrabalık tesis eden Kara Mehmed’in Bayram Hoca’nın oğlu veya bir diğer ihtimalle kardeşinin oğlu olduğu bilgilerine sahibiz. Cesur ve atak olan bu Kara Mehmed 1387’de Tebriz’i ele geçirmişse de bu sefer de Timur belâsı çıkmış ve Karakoyunluların ebedî düşman olarak burayı ellerinden almıştır. Kara Mehmed Tebriz’de Celâyir tahtında hak iddia eden Şeyh Ali’nin kırk bin kişilik ordusuna karşı beş bin kişi ile savaşmış ve damadı Ahmed’in tahtını sağlamlaştırmıştır.625 Sonraki yıllarda Karakoyunluların, hacca gidenleri taciz ettikleri şeklinde Çağataylar tarafından ileri sürülen iddialara karşılık Kara Mehmed Türkmenler içerisinde Musul taraflarında bu işe tevessül edenlerle şiddetle mücâdale etmiştir. Kara Mehmed kızını almak istediği Mardin hükümdarını da savaşta yenmiş ve amacına ulaşmıştır. Kara Mehmed bölgenin kudretli devleti Memlûklular ile de diplomasiye girmiştir. Öteden beri aralarında geçimsizlik olan Akkoyunluların Erzincan Beyi Mutahharten’i626 sıkıştırması üzerine yardımına gitmiş ve burada boy düşmanlarını feci bir yenilgiye uğratarak Sivas ve Kayseri’yi elinde bulunduran Akkoyunlu-Karakoyunlu gibi Salur aşîretinden olan Eratnalılar Veziri Türkmen627 Kadı Burhaneddin’e ilticâlarına sebep olmuştur. Emir Timur İran kapılarında görüldüğü zaman Anadolu’da da dengeler az çok ortaya çıkmıştı: Moğolların en büyük bakiyesi olarak Celâyirliler-Memlûklular-Erzincan Hükûmdarı Taharten-Osmanlı Beyliği ve Karakoyunlular bir cephe; Kadı Burhaneddin ortalı olmak üzere, Akkoyunlular Emir Timur emrinde ikinci cephe durumundaydı. Timur yaklaşırkan Uygur asıllı Tahartan da hâkimiyetini kabul edince, Akkoyunlular ile birlikte Çağatay oluşumunu kabullenmiş ve burada en büyük düşman olarak ön cephede İran’da Ahmed Celâyir, Doğu Anadolu’da Karakoyunlular kalmış oluyordu. 625 Sümer, Karakoyunlular,s.47. 626 Mutahhartenlerin de menşei Uygurdur ve Thareten Alâeddin’in kardeşinin oğludur. Bkz. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.287. 627 Woods, s.73. 220

Türk Moğol İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Türkistan merkezli Çağatay İmparatorluğu toprakları üzerine oturup, kendini de Moğolların Küregen’i, dolayısıyla varisi ilân eden Emir Timur’in ilk üç yıllık( 1386-1388) seferleri anarşi içinde bulunan Doğu İran (Horasan) ve Azerbaycan’adır.628 Ahalisi tamamen Türkmen olan Tebriz’i Celâyirliler kendi aralarında paylaşamıyorlardı. Bu sebeple daha Timur gelmeden Bağdat’ta Fars ve Araplarla bir devlet kuran Celâyirliler de Tebriz’e saldırmışlar ve ele geçirildiği haberleri üzerine Ahmed Celâyir de bu tarafa hareket etmişti. Karakoyunlu Kara Mehmed’i Tebriz’e Ahmed taraftarı Celâyir Devletyar davet etmiş ve Türkmenlerin 24 Mayıs 1387’de buraya hâkim olmalarını sağlayarak muhalif Celâyirlileri de temizletmiştir.629 Şüphesiz ki bu harekete sadece Karakoyunlular değil Akkoyunlular ile birlikte bütün Türkmen unsurlar da katılmıştır. Hafız-ı Ebru bu çarpışmalarda Kara Mehmed’in Akkoyunlu bir bey tarafından öldürüldüğünü kaydediyorsa da bu bilgi doğru olmayıp Tıhranî’ye göre ancak iki yıl sonra 1389’da Akkoyunlu olmayan Emir Pir Hasan tarafından öldürüldüğü bilgisi daha doğrudur.630 Ahmed Celâyir, Emir Timur’un Tebriz’e yöneldiğini duyup tekrar Bağdat’a kaçınca, dağınık ve birbirine düşman olan Türkmenler gibi kolay düşmanlar karşısında Çağatay ordusu zorlanmadan Tebriz’i ele geçirmiştir.631 Emir Timur’un Tebriz’den sonra Gürcistan saldırısı İslâmî şovdan başka anlam taşımaz; onun bilgisizliği veya kurnazlığı da ayrıca inceleme konusudur. Emir Timur’un Türkmenleri yok etme peşinde olduğu kesinlikle gizli gündemidir ve bunu açığa vurmasa da takip eden tedip hareketleri bu gerçeği ortaya koymaktadır. Nitekim Tebriz senesinin kışını Karabağ’da geçiren Timur baharla birlikte 628 629 630 631

İsmail Aka, Timur Ve Devleti, TTK, Ankara 2000, s.12. Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.52. Ebû Bekr-i Tıhranî, s.36. İsmail Aka, s. 12. 221

Karakoyunlu Kara Mehmed’in üzerine yürümüştür.632 Çağatay ordusu ile başa çıkamayacaklarını anlayan Kara Mehmed Türkmenleri bugün Bingöl ili hudutlarında bulunan Çapakçur Dağlarının yüksek yerlerine çekerek bütün geçitleri tutturmuştır. Timur, Türkmen inadını bildiği için bu tarafa kendisi gitmedi ve bir kısım kuvvetlerini gönderdi, fakat bu kuvvetler ağır bir hezimete uğratıldı.633 Böylece Kara Mehmed’i yakalayamayacağını anlayan Timur İran’a dönmeye karar verdi. Timur, Toktamış üzerine gideceğinden İran’ı terk ettiği için şimdilik bu gaile atlatılmıştı. Kara Mehmed Suriye taraflarına döndü; fakat burada, İbnü’l-Furat’a göre aile içinde beylik meselesinden kardeşinin oğlu Kara Pir Hasan tarafından oğlu Bayram’la birlikte Nisan 1389’da öldürüldü.634 Timur Tebriz’e girdiğinde Akkoyunlu Karayülük Osman, ağabeyleri Ahmed ve Pir Ali ile şiddetli bir rekabet hâlinde olduğundan onlar tarafından hapsedilmişti.635 Trabzon’un güneyinde yaşayan çoğunluk Akkoyunlular Rum İmparatorluğu ve Erzincan Hükümdarı Uygur Tahharten ile Kutlu zamanındaki iyi ilişkileri sürdürülmesine karşılık Eratnalılarla araları oldukça bozuktu,636 hatta bu düşmanlık Karakoyunlardan daha üst noktalardaydı. Anlaşmazlık konusu mutlaka Erzincan arazisi idi ki iki beyliğin de burada gözü vardı. Woods, 1381’de Akkoyunlu Ahmed’in Tahharten’e kızını vererek Erzincan’da istiklâl ilân ettiklerini ileri sürüyorsa da637 esas Akkoyunlu istiklâli Timur zamanındadır.638 Karayülük Osman, Kadı Burhaneddin’in hizmetinde on yıl kadar kalmış, ancak dayısının bunlar tartafından öldürülmesi üzerine küserek Timur zamanında daha aşağılara inmiştir. Tıhranî’nin verdiği bilgilere göre Karayülük 632 Justin Marozzi, Timurlenk, YKY, İstanbul 2004,s.162; Nizamüddin Şâmi, Zafernâme, N. Lügal, TTK, Ankara 1949, s.185. 633 İsmail Aka, s.15. 634 Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.53. 635 Uzunçarşılı, s.188. 636 Woods, s.76. 637 A.g.e., s.105 638 Uzunçarşılı, s.189. 222

Osman, Kadı Burhaneddin’i terk ettiği zaman 600 askeri bulunuyordu ve doğruca Divriği kalesine sığınmıştı.639 Ancak sebepleri çok belli olmayan bir şekilde Kadı Burhaneddin’in 20.000 kişilik ordusuna karşılık 600640 kişi ile aralarında bir çarpışma husule gelmiş, Temmuz 1398‘de Burhaneddin’i öldürmüştür.641 Bunun üzerine büyüş şöhret kazanan Karayülük Osman, Emir Timur’un dikkatini çekmiş ve Ankara Savaşı’ndan sonra da Diyarbakır ve havalisi, hizmetlerine mukabil kendisine ikta olarak verilmiştir. 642Her şeye rağmen Trabzon’dan Erzincan’a kadar yayılan Akkoyunluların Diyarbakır’a kadar genişlemeleri tam olarak anlaşılamadığı gibi643 Kutlu’nun kendi babasının adını taşıyan en küçük oğlu Osman’ın Timur himayesinin dışında îzaha muhtaç olan, Akkoyunlu boyunu nasıl toparladığı ve Döğerler gibi isyankâr aşîretleri nasıl kendilerine bağladığı gibi hususlar açıklık kazanmamıştır. Yeniden Karakoyunlulara dönecek olursak, Kara Mehmed öldükten sonra boy ve aşîret, büyük oğlu olduğu sanılan Mısır Hoca’nın etrafında toplandılar. Elbette çocukları Kara Mehmed’in intikamı için amcaoğulları Pir Hasan’ın üzerine gideceklerdi. Mısır Hoca’nın Mardin hükümdarlarından yardım istediğine dair Faruk Sümer’de bilgi varsa da, Ebû Bekr-i Tıhranî644 diğer oğul Kara Yusuf’un Karayülük Osman’dan böyle bir istekte bulunduğunu645 yazmaktadır ki modern çalışmalar bu hususu mümkün görmemektedir.646 Çünkü bu zamanda (1391) Pir Hasan ölmüş yerini oğlu Hüseyin almıştır. Fakat kesin bildiğimiz husus Mısır Hoca’nın uzun zaman beylik yapmadığı ve bu görevi Kara Yusuf’a devrettiğidir.647 639 640 641 642 643 644 645 646 647

Ebû Bekr-i Tıhranî, s.40. A.g.e., s.42. Woods, s.80; Tıhranî,s.42. Uzunçarşılı, s.189. Woods, s.77. Faruk Sümer, Karakoyunlular,s.54. Ebû Bekr-i Tıhranî, s.36. Faruk Sümer, s.54. Tıhranî, s.36. 223

Kara Yusuf çok enerjik ve oldukça kahraman yaradışlı bir Türkmen beyi idi; hemen hemen çağının tek ve Türk tarihinde ender rastlanan mert adamıydı. Elbette babasının intikamı peşinde koşacak ve yarım kalan Tebriz rüyasını yeniden hayata koyacaktı. Baba katilinin adı öldüye çıkmıştı. Şimdi yeniden Azerbaycan’a yöneldi; bu arada Tebriz’i emanet ettiği Halil’i kendisinin bulunduğu Alıncak’a çağırdı. Tebriz, Celâyir emirleri elinde anarşiye boğulmuştu; Türkmenlerle Moğol emirler arasında şiddetli bir geçimsizlik vardı. Timur’dan korkusundan Ahmed Celâyir buradan elini ayağını çekmişti. İşte böyle bir ortamda Kara Yusuf hesaplaştığı baba katilinin oğlu ile bir vuruşma hâlindeyken onun emirlerinden birini öldürdü. 1392’de de geldiği Aladağ’dan Tebriz’e yöneldi ve şehir kolaylıkla işgal edildi. Birkaç gün sonra Kara Yusuf buradan ayrıldıktan sonra Tebriz Cakirlü oymağının saldırısına uğradı. Bunun üzerine Kara Yusuf tekrar Tebriz’e gelerek altı ay kadar kaldı ve değişik beylerden oluşan bir Türkmen idâresi kurdu ki, 1392 yılı sonlarında Emir Timur yeniden İran kapılarında görüldü.648 Emir Timur’un bu ikinci turu İran, Anadolu ve Ortadoğu’yu, Nizamüddün Şami’ye göre “Muhaliflerden temizleme”649 operasyonuydu. Aslında ilk seferinde de görmüştü ki buralar tamamen bomboştu. Başta Karakoyunlular olmak üzere bölgede ancak dağınık durumda olan Türkmenler vardı. Zaten bunlara yaptığı itaat çağrılarında Karamanoğulları, Tahhareten ve Dulkadiroğulları olumlu cevap vermişlerdi.650 Karakoyunlular ile rekabet hatta düşmanlık içinde olan Akkoyunlular ise dünden razıydı; daha Bağdat’ta Ahmed Celâyir’i651 kaçırıp burayı aldıktan sonra Tikrit’e yönelen Timur’a ilk katılan ve onun lehine 648 649 650 651

Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.56. Zafernâme, s.169. Hayrunisa Alan, Timurlular, Ötüken, İstanbul ,2007,s.62. Azarbaycan’da da hak iddia eden Ahmedt Celâyir ağırlıklarını alarak Halep’e kaçmıştır. Kara Yusuf’ın kızkardeşi Vefa Hatun ile evli olan Celâyir eşi ve oğlu Şirvan’ı öldürdüğü için iktidarını temin eden Karakoyunlular ile de arası çok bozuktu. Buna rağmen kendini Yusuf nezdinde affettirmek için durumu ona bildirerek bir miktar at ve kumaş göndermişti. İleride Halep’de Kara Yusuf ile 224

yararlık gösteren ilk Türkmenler de Akkoyunlular idi652. Emir Timur, Resul-ayn’a vardığında ordunun sağ kolunu Muş sahrasında bulunan Karakoyunlular üzerine sevk etti ve bölgeyi tamamen yağmalattı.653 Kara Yusuf Muş’u terketti ise de Timur ısrarla onun tâkip edilmesini emretti, fakat hiçbir sonuç elde edemeyince Van Gölü kuzeyinde bulunan Aladağ’a yönelerek Karakoyunlu Mısır Hoca’nın elinde bulunan Avnik Kalesi’ni kuşattı. Karakoyunlular bu kaleyi 43 gün kahramanca müdafaa ettiler; fakat dayanamayınca 31 Temmuz 1394 günü Karakoyunlu Mısır Hoca kefeni boynunda ve kılıcı elinde olduğu halde Timur’un torunu Emirzâde Muhammed Sultan’a teslim oldu.654 Emir Timur’un yine İran’ı terk etmesi gündeme gelince Kara Yusuf baba ocağı Erciş’e gelerek şehri ele geçirdi ve Avnik Kalesi’nin emanetini elinde buluduran Kürt kuvvetleri ile çarpışmalara başladı. Yusuf, burada Timur’un beylerinden Atalamış tarafından esir alınmış ve Memlûk Sultanı Berkuk’a gönderilerek hapsedilmiştir, o bir yolunu bularak serbest kalmış ve Suriye’ye hareket etmiştir. İbnu’l-Fuat’a göre Karakoyunlular Avnik’de 5.000 kişi ile 20.000 kişilik Çağatay ve Kürt kuvvetlerini bozguna uğratmışlar, birçoğunu da öldürmüşlerdir.655 Timur tarihçisi Şerafeddin Ali Yezdî, Kara Yusuf’un bu sırada Musul’u alarak kardeşi Yar Ali’ye teslim ettiğini ve kendisinin de Halep’den Kahire’ye gittikten sonra Suriye taraflarına döndüğünü yazmaktadır.656 Emir Timur 1399’da Hindistan seferinden döndükten sonra tekrar İran’ı katederek Azerbaycan’a geldi. Van Gölü civarında bulunan Kara Yusuf kardeşinin elinde bulunan Musul’’a geldi. Bağdat’ta katliam yaparak kaçan Ahmed Celâyir de güvenli

652 653 654 655 656

tekrar kaderleri birleşecektir. Bkz. Caf ’erî b.Muhammed el-Hüseynî, Târîh-i Kebîr (Tevârih-i Enbiyâ ve Mülûk), TTK, Ankara, 2011, s.10. Ebû Bekr-i Tıhranî, s.43. Nizamüddin Şami, Zafernâme, s.178; Sümer, Karakoyunlular, s.57. A.g.e., s.58. A.g.e., s.59. Şerafeddin Ali Yezdî, Zafernâme, Özbek Baskı, Taşkend ,1973,s.177. 225

olarak gördüğü buraya yerleşti. Her şeye rağmen Yusuf eski dostu ve eniştesi Ahmed’e çok iyi misafirperverlik göstererek onu tekrar birlikte Bağdat’a dönmeye razı etti. Kara Yusuf ve Türkmenlerin nezaretinde zorluk görmeden Bağdat’a girilerek Celâyir Hükümdarı sıfatıyla Ahmed ikinci defa tahtına oturdu.657 Fakat çok geçmeden Timur’un Sivas’a658 yöneldiğini duydukları zaman iki kafadarı telâş bastı ve çevrildiklerini anladılar. Çünkü bunların dışında Çağataylara sert muamele eden yoktu. Bu sebeple onlar Suriye’ye yönelmeden Memlûklulara sığınmaya karar vererek 1400 ortalarına doğru Bağdat’tan ayrıldılar.659 Daha evvelden Memlûk Sultanı Ferec’e elçi göndermilşerdi; yanlarında da 7000 kişilik kuvvet ve yakın beyleri bulunmaktaydı. Zamanın Suriye hududunda Halep Memlûk Valisi Demirtaş’ın geçişleri engellemesi üzerine çıkan çarpışmada Kara Yusuf Halep Atabeyi Canbeğ’i öldürünce iş yine sarpa sardı. Olay için Ferec’den özür dilendiyse de işe yaramaması üzerine Ahmed ve Yusuf Osmanlı Sultanı Bayezid’e sığınmaya karar verdiler. Yolda aralarında anlaşmazlık çıkan Yusuf ve Ahmed Celâyir Osmanlı ülkesine ayrı ayrı girerken, Bayezid onları çok sıcak karşıladı; kendilerine Aksaray bölgesini dirlik olarak verdi. Yusuf ve Ahmed Yıldırım saflarında, Timur’u destekleyen Tahharten üzerine yürüdüler. Yusuf ve askerleri burada çok yararlılık gösterdi, bu sebeple Bayezid Erzincan’ı kendilerine verdiyse de, Karakoyunlu beyi ancak altı gün kaldı. Âşıkpaşaoğlu’na göre çok iyi konuk edilmelerine rağmen Yusuf ve Ahmed Osmanlı ülkesinde çok uzun zaman kalmamışlardır.660 Karakoyunlu Yusuf ve Bağdat Hâkimi Ahmed Celâyir ayrı ayrı zamanlarda Irak-ı Arab’a; ilki Hit’e diğeri ise Hille hâkimi oğlunun yanına gitti. Bundan sonra daha birçok maceraya giren Yusuf Türkmenlerle Bağdat’a giderek saltanat makamına oturdu ve 1403 yılına kadar bu pozisyonunu devam ettirdi. Ahmed ise 657 658 659 660

A.g.e., s.195. Ayrıntı için, Tarihî Kebir ,s.11-12; Şâmi, Zafernâme, s.294-295. Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.61. Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, 1000 Temel Eser, İstanbul 1970,s.81. 226

yeniden Suriye yolunu tutarak ikinci defa Memlûk’a iltica etti. Kara Yusuf’un durumuna bakılırsa Emir Timur’un bölgede en çok ondan korktuğu ve onu katiyyen küçümsemediği anlaşılmaktadır. Emir Timur bu sefer Mirza Ebû Bekir ve Mirza Rüstem’i Yusuf’un üzerine gönderdi.661 Kara Yusuf elindeki az sayıda kuvvetle devasa Çağatay ordusuna karşı Nehru’l-Ganem kıyısında karşılaştı; fakat dayanamayarak Suriye taraflarına doğru çekilmeye başladı. Attan düşen kardeşi Yar Ali ve hatunu esir alındı; Ali hemen öldürülmüştü. Mısırlı tarihçi Makrizi Kara Yusuf’un önce Mirzaları yendiğini fakat geriden gelen yüz bin kişilk ordu karşısında ric’at ettiğini yazmaktadır.662 Yusuf Suriye’de Halep yerine Şam’a varmış ve bu sefer ilticası kabul edilerek misafir edilmiş, bir süre sonra kaderdaşı Ahmed ile burada birleşmişlerdir. Artık ikisi de Timur baskıları sonucu hapsedilmişlerdir. Şerafeddin Ali Yezdî’ye göre Timur, Anadolu’yu itaat altına alıp Karabağ’dan İran’a vedâ ederken çocukları ve torunlarına, Tâcikleşmiş Ahmed’ten ziyâde, Kara-Yusuf-i Türkmân’ın iyi tâkip edilmesini öğütlemiştir.663 Kara Yusuf’un Şam’daki hapis hayatı bir düşman mevkûfiyeti değildi; çünkü Memlûk genel siyaseti Timurlulara oldukça karşı olduğu gibi Ferec’in Suriye ümerası özellikle ondan korkmaktaydı. Üstelik Suriye Memlûk idâresi Ferec’e oldukça karşı idi. İşte Timur’un Çağatay ülkesine yönelmesi ve Memlûk iç meselelerinden ötürü Şam Emiri Şeyh el-Mahmudî tarafından serbest bırakıldı. Kara Yusuf’ın Şam’da iken bir oğlu oldu; Pir Budak adı verilen çocuk Yusuf tarafından Ahmed Celâyir’e evlâtlık olarak teslim edildiği gibi, iki eski dost yeni İran haritası hususunda kendi aralarında anlaşarak akidleştiler. Doğu Anadolu ve Azerbaycan Türkmen yurdu Kara Yusuf’a, Bağdat ise Ahmed’e ait olacaktı. Kara Yusuf, Ferec’e rağmen kendilerini serbest bırakan ve iyiliklerini gördükleri Emir Mahmudî’nin 26 Haziran 1405 Kahire ihtilâl yürüyüşüne katıldı ve birçok 661 Ebû Bekr-i Tıhranî, s.47. 662 İbni Tağrıbirdi, s.65. 663 Yezdî, Zafernâme, s.342. 227

yararlıklar gösterdi; fakat Suriyeliler birbirine düşünce netice alınamadı. Bunun üzerine Kara Yusuf çevresinde bulunan Dımaşk Türkmenlerini664 kendi yurtlarına gönderdi.665 Kara Yusuf Şam’dan çıktığı zaman yanında 1000 kadar Türkmen olduğu sanılıyor. Artık Memlûk sultanı ile belâlı olduğu için İranlı tarihçi Kazvinî’ye göre Mardin’e gelinceye kadar 180 defa cenk ettiği iddia edilmektedir.666 Bu zamanda bütün Kuzey Suriye’nin özellikle İran’dan kaçarak gelen Türkmenlerle dolup taştığı düşünülürse elbette Yusuf’un kuvvetlenerek bu kadar olmasa bile birçok çarpışmaya katıldığı ve hep galip olduğu iddiası pekâla gerçek olarak kabul edilebilir. Kara Yusuf’un Mardin’de bir erkek çocuğu daha olmuş adını Cihanşah667 koymuştur; bu hâli ile istikameti Musul’a çevirmiştir. Kara Yusuf Mardin ile Diyarbakır arasında Akkoyunlu Karayülük Osman ile karşılaşmış ve aralarında neticesiz kalan ve kaynaklara göre 20 gün kadar süren savaşlardan sonra durumun yatıştığı bir safhada, Kara Yusuf, Kara Osman’a: “Her ikimiz Türkmeniz. Daha fazla birbirimize saldırmak için çaba harcamayalım. Bundan fazla birbirimizle dövüşmeyelim. Her birimiz Rum ve Çağatay gibi düşmanlarımızla meşgûl olalım. Senin için en uygun davranış, durumlarını bildiğin Suriye ve Rum’a saldırmak, benim için ise Çağatay ile mücadele etmektir. Bu devletin selâmeti için gereklidir.”668 dedi ve aralarında anlaşma sağlandı. Ahmed Celâyir ise Kara Yusuf daha Mısır savaşında iken ipleri koparmış ve Bağdat’a vararak Celâyir tahtına oturmuştu; fakat onun yanında birkaç nökerden başka kimse olmadığı gibi savaşacak adamı da bulunmuyordu. Yine de Türkmenler onu yalnız bırakmadılar, çünkü Bağdat’ta Moğolluk devri çoktan kendini Türkmenliğe tahvil etmişti. Kara Yusuf Van civarında Timur metbuluğunu kaybetmiş olan bazı aşîretlerle savaşarak 664 665 666 667 668

Bugünkü Golan Türkmenleri. Ebû Bekr-i Tıhranî, s.48; Sümer, Karakoyunlular, s.68. A.g.e., s.68. Tıhranî, s.48. Tıhranî, s.49. 228

onları itaat altına aldı ve Avnik Kalesi’ni yeniden ele geçirerek eski ülkesine tamamen hâkim oldu. İspanyol seyyah Clavio, bu sırada Yusuf’un 10.000 atlı ile Hoy ve Erzincan civarını yağmaladığını ve Azerbaycan topraklarına girdiğini669 yazmakta ise de Sümer Hoca başka hiçbir kaynakta böyle bir bilginin yer almadığını belirtmektedir.670 Bu duruma göre Timur’un oğlu Miranşah oğlu Ömer Mirza’ya bırakılmış olan İran için diğer oğlu Ebû Bekir Mirza ile Kara Yusuf’un vuruşması mukadderdi.671 b) Gelişme ve Yükselme Devri Emir Timur öldükten (18 Şubat 1405) sonra İran tam bir anarşi içerisindeydi. Bir tarafta Karabağ ve Sultaniye’de Mirzalar, diğer yanda Bağdat’ta Celâyirliler, Azerbaycan’da Türkmenlere dayalı Kara Yusuf hâkimiyeti vardı. Aslında üç iktidar iddialısının da güç kaynağı Türkmen ve Türk unsurlardı. Dolayısıyla İran meydanında yapılacak her türlü hesaplaşma bundan sonra bu güçler arasında olacaktı. İşte bu şartlar altında bir defa Kara Yusuf’un tokadını yemiş olan Mirza Ebû Bekir ikinci defa ona karşı harekete geçti. Türkmen ordusu ile Çağatay ordusu 21 Nisan 1408 günü Şenb-i Gazan yakınındaki Serd-rud mevkiinde karşılaştı ve savaş Kara Yusuf’un çok üstün galibiyetiyle sonuçlandı.672 Üstelik Çağatay ordusu dağılmış ve Ebû Bekir Mirza bir daha dönmemek üzere Sultaniye istikametine kaçmış, babası Timuroğlu Miranşah da öldürülmüştü. Kara Yusuf’un galibiyeti kendisine büyük bir şöhret kazandırdığı gibi Türkmenlerin bir kat daha etrafında toplanması ile sonuçlanmış ve artık Tebriz merkezli Karakoyunlu Devleti fiilen ortaya çıkmıştır. Hafız-ı Ebru gibi zamanın Timurlu kaynakları bile Kara Yusuf’un yiğitliği üzerine destan yazmışlardır. Faruk Sümer’e göre haklı olarak, Karakoyunluların 669 Ruy González de Clavijo, Timur devrinde Kadis’ten Semerkand’a Seyahat, Çev. Ö.R. Doğrul, Kanaat Kitapevi, İstanbul, 1940, s.2. 670 Karakoyunlular, s.69. 671 Tıhranî, s.53. 672 İsmail Aka, s.45. 229

Çağataylara karşı sed oluşturmasının Osmanlı ve Memlûklu Türk Devletlerini de koruma altına almıştır.673 Bu hadiseden sonra çok sevdiği Aladağ’a geçen Kara Yusuf yolda Karakoyunlu emirlerinden Bistam Bey’in Sultaniye’yi ele geçirdiği haberini almış ve bu emir, Yusuf tarafından Irak-ı Acem Valiliği’ne tayin edilmiştir. Bu arada Kara Yusuf Doğu Anadolu’da ata yurdu kalelerin ve mekânların hemen hemen hepsini ele geçirmiştir. Şüphesiz ki Karakoyunluların başarıları en fazla Akkoyunluları hem ilgilendiriyor, hem kıskandırıyor, hem de tedirgin ediyordu. Çünkü bu coğrafyada iki aşîret birbirine karışmıştı. Emir Timur Anadolu’yu terk ederken Diyarbakır ve çevresini Karayülük Osman’a ıkta olarak verdiğini daha evvel söylemiştik. Tabiî olarak kuzeydoğu Suriye ile kuzey Irak ve Van Gölü’nden itibaren Azerbaycan’a açılan bir koridor onlara ait, yani Akkoyunlu mülkü idi. Fakat şimdi Emir Timur ölmüş ve Mirzalar da Kara Yusuf tarafından büyük bir yenilgiye uğratılmıştı. Kara Yusuf ile Karayülük Osman arasında en önemli mesele arazi tecavüzleri ve Mardin Artuklu Beyliği idi. Osman buraya saldırıda bulunmuş ve Musul üzerinde de hak iddiasında bulunuyordu. Yusuf sür’atle Mardin üzerine hareket etti ve Diyarbakır (Âmid) yakınlarında 1409 ilkbaharında Akkoyunlular üzerine saldırdı; çarpışmalarda Karayülük Osman bozguna uğrayıp kaçmaya mecbur oldu. Kara Yusuf buradan Mardin’e geçti. Böylece artık sahiplenen olmadığı için 300 yıl kadar süren Anadolu’nun en eski Selçuklu Beyliği Artuklular 1409 senesinde tarihe karştılar.674 Kara Yusuf’un iki sefer tahtını sağladığı Bağdat Celâyir Hükümdarı Ahmed, Karakoyunluların bütün bu başarılarını kıskanarak Ağustos 1410’da Tebriz üzerine saldırıya geçti; kararsız bazı Türkmen beylerini de yanında toplayarak kısa zamanda gevşek de olsa Tebriz’de hâkimiyeti sağladı. Kara Yusuf bu sırada yazı geçirmek üzere Aladağ’a gitmiş ve Erzincan fethi ile 673 Karakoyunlular, s.77. 674 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s.199. 230

meşgûldu; haberi alır almaz beyleri ile birlikte sür’atle Tebriz’e hareket etti. Savaş 30 Ağustos günü Tebriz’e yakın olan Esed köyü civarında başladı ve Ahmed’in yenilerek kaçması ile sonuçlandı. Kaynaklar Ahmed Celâyir’in çok vefasız, gaddar ruhlu davranış ve hareketlerinde istikrar olmayan sefih bir insan olduğu hususlarında ittifak hâlindedir.675 Çok geçmeden Ahmed yakalanarak Kara Yusuf’un huzuruna getirildi; Yusuf’un oğlu ve Ahmed’in evlâtlığı Pir Budak’a Azerbaycan’ı, diğer oğlu Şah Mehmed’e Irak-ı Arab’ı verdiğine dair elinden belge alındıktan sonra, evvelce bacılarını öldürdüğü için kısasa kısas kabilinden, Yusuf’un küçük kardeşi Karakoyunlu Hoca Cafer tarafından kafası kesilerek öldürüldü. Cesedi de üç gün Tebriz’de teşhir edildi.676 Kara Yusuf epeyce rahatlamıştı; Ahmed’e taraftarlık yaptılar diye Tebriz Türkmenlerini cezalandırmak istedi ise de sonra bu kararından vazgeçti. Artık Aladağ ve Tebriz arasında mekik dokuyordu. Bu arada babasının ölümünden sonra 1405’de Emir Timur’un tahtına oturan ve Herat’da bulunan Mirza Şahruh, devleti toparlamaya başlamış ve yüzünü İran’a çevirmişti. Mirzalar, İsfahan’a kadar geliyor fakat Kara Yusuf korkusundan Bağdat ve Tebriz’e yanaşamayorlardı. Şahruh’tan gayri memnun olan Timurzâde Mirza Rüstem 23 Ekim 1410’da Tebriz’e Kara Yusuf’u ziyarete geldi ve kendisine çok büyük ilgi gösterilerek misafir edildi. Rüstem Tebriz’de iken Gilân taraflarında Şehrizor hâkimi Kara Yusuf’a tâbiiyyet bildirmiştir. Her şeye rağmen Karayusufoğlu Şah Mehmed Irak-ı Arab’da muhalif unsurları temizleyerek çevrede Karakoyunlu hâkmiyetini sağlamlaştırıyordu. Kara Yusuf ertesi sene Tebriz’de bütün beylerini toplayarak oğlu Pir Budak’ı sultan ilân etti. Pir Budak, Kara Yusuf’un Şam’da hapis olduğu günlerde doğmuş ve Moğol Sultanı Ahmed Celâyir’e evlâtlık olarak verilmişti. Şimdi ise hâlâ geçerliliğini koruyan Cengiz Yasaları’na göre Celâyir Ahmed’in oğlu ve halefi olarak 675 Hasan-ı Rumlu, s.90; Tıhranî, s.53; Sümer, Karakoyunlular, s.84; İ. Aka, s.47. 676 Bkz. Yukarıda Zikredilen Kaynaklar. 231

sultan oluyor ve altın tac giyiyordu. Kara Yusuf ise sadece oğlunun vekilliğini almakla yetindi. İşte tam bu sırada Kara Yusuf’un diğer oğlu Şah Mehmed de Bağdat’a tamamen hâkim oldu. Şah Mehmed muhalif Celâyir ile Arap unsurları temizleyerek, geçmişi olduğu gibi silmiş Türkmenliği bayraklaştırmıştır. Bu yeni dönemde Türkmenler Karakoyunlular önderliğinde tamamen İran üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı; fakat bu Doğu Anadolu’yu boşalttıkları anlamına gelmiyordu. Çünkü Kara Yusuf’un bütün dünyası ecdadının toprakları olan bugünkü Van-Erçis-Erzincan-Mardin-Muş-Bitlis-Musul topraklarıydı. Fakat Türkmenler için artık büyük vatan İran olduğu için hudutları çoktan Horasan’a dayanmıştı. Timurlular uzun süren hanedan içi meseleleri de aşmış durumdaydılar.677 Herat’da Timurlu Şahruh’un taciz haberleri Kara Yusuf’u Miranşah’ın ölümündeki teessüründen geri adım attırdığı gibi, nikâhına aldığı Miranşah’ın hanımı ve kızını da mukabele olsun diye öldürtmüştür.678 Bu sebeple Şahruh’un biraz daha düşmanlığının yoğunlaştığını ve Türkmenler üzerine bir sefere hazırlandığını söylemeliyiz. Karakoyunluların ezeli düşmanı Akkoyunlu Karayülük Osman da Timurlulara güvenerek sık sık özellikle Mardin’i taciz etmekteydi. Memlûluklular ile de Kara Yusuf’un Mısır macerası yüzünden münasebetlerin iyi olmadığını görüyoruz ve sanıyoruz ki Erzincan yüzünden kuvvetlenen Osmanlı ile de meseleler vardı. Bunun dışında Trabzon Rum İmparatorluğu, Gürcüler ve Şirvanşah Kürt beylerinin de Türkmen hâkimiyetinden hoşnut oldukları söylenemez. Kara Yusuf 1412 başlarından itibaren Aladağ yöresindedir; burada devlet kutlaması olarak muhteşem bir Toy yapmışlardır. Akkoyunlu Karayülük Osman Çağatay yönünden gelen ayak sesleri ile cesâret buluyor ve Yusuf’u kızdıracak hareketlerde bulunuyordu. Osman, Yusuf’un barış tekliflerine aldırmamış ve Musul ile Sincar köylerini yağmalamıştı. Bu sebeple 677 Tacü’s Selmanî, Tarihnâme, İsmail Aka, TTK, Ankara 1999, s.72 678 İsmail Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, TTK, Ankara 2001, s. 13. 232

Kara Yusuf Muş-Bitlis-Mardin üzerinden Diyarbakır’a doğru sefer kararı almaya mecbur oldu. Fakat Osman bozguna uğrayıp kaçmış ve kendini kaleye kapatmak zorunda kalmıştı. Akkoyunlu tarihçisi Tıhranî bu acı mağlûbiyetlerden bahsetmezken, Hasan-ı Rumlu’da oldukça detay bulabilmekteyiz.679 Bu çarpışmalarda Yusuf yine de aşîretler üzerine gitmemiş ve karışık olan Şirvan680 ile Gürcistan’a yönelmiştir. Buralardan bol miktarda ganimet elde eden Yusuf ancak Şubat 1413’de başkent Tebriz’de olabilmiştir. Yusuf, Tebriz’den doğuya Çağatay hududuna hareket etti. Timuroğulları Fars ve Acem Irak’ını İsfahan’a kadar zaptetmişlerdi. Karakoyunlu yürüyüşü sürdüğü sırada ordu içinde bulaşıcı bir hastalık baş gösterince geri dönmek zorunda kaldılar. Şahruh ümerası ve Mirzalar bunu korkaklık şeklinde yorumladılarsa da İsfahan’dan bu tarafa geçmeye cesâret edemediler. Fakat Şahruh iç karşıklıkları önleyip Harezm fethini de tamamladıktan sonra kesin olarak İran içlerine daldı. Yusuf’a tâbilik teklifleri ve onun da doğu-batı yönünde iki Türk devletinin çarpışmasının yanlış olacağı şeklindeki tekliflerinin hiçbir faydası olmadı. Üstelik Yusuf Memlûk, Osmanlı hatta Akkoyunlulara da benzer teklifleri yapmıştı. Timurlu Hükümdarı Şahruh sadece Karakoyunlu Türkmenlerine karşı yüz bin kişilik bir ordu toplamıştı. Bu ordu ile Timurlular, İskender’in elinde bulunan İsfahan’ı ancak itaat altına alabilmiş ve Türkmen hareketini şimdilik ileriye bırakarak Herat’a dönmüştü. Üstelik İsfahan’a gelişinde rıza ile tabiiyet altına alınan Cakirlu Türkmen aşîretine büyük imkân transferi yaparak Kara Yusuf’un Çağatay’a doğru hareketi karşısında anında müdahale ile görevlendirmiştir. Esasa bakacak olursak Timurlular tam anlamı ile Emir’in vasiyetini tutarcasına Türkmenlerden korkuyorlardı. Şahruh’un öncelikli hedefi Emir Timur’un başkent yaptığı Sultaniye idi. Halbuki Karakoyunlular buranın 679 Ahsenü’d-Tevarih, s.77. 680 A.g.e., s. 97. 233

hudut olmasını ve kendilerine bırakılmasını istiyorlardı. Hiç de savaşçı bir karekteri olmayan Şahruh iç meseleleri yoluna koyduktan sonra dış siyasette de bir atak yapmak istiyor ve Türkistan’da sahip olmayı başardığı hudutları Anadolu ve Suriye’ye kadar genişletmek arzusu taşıyordu. Bir savaş öncesinde Kara Yusuf’un hiç de aceleci ve makul olmadığını söylemek mümkün değildir. Timur ve Akkoyunluların resmî tarihçilerinin birincil kaynak durumundaki eserlerinde Kara Yusuf suçlanırken günümüz Türkiye ve İran681 modern çalışmaları; Aysenü’d-Tevarih ile Tevfik Necefli’nin, Karakoyunlu ve Akkoyunlular tarihinde doğru bilgileri bulabiliriz. Bu kaynaklarda Kara Yusuf’un kesinlikle savaş istemediği ve Şahruh’un isteklerine cevap verecek duruma geldiği gözlemlenmektedir. Şüphesiz ki Kara Yusuf sadece İran Türkmenlerini değil aynı zamanda Anadolu’da Osmanlı ve Mısır’da Memlûkluları da korumak eğilimindedir.682 Fakat şüphesiz ki Timurluların lügatında Türkmenlik yoktur ve bu husus Şahruh ile tamamen Tacikliğe rücû etmiştir; artık savaş kaçınılmazdır. Kara Yusuf’un öncelikli gündemi Akkoyunlular yani Karayülük Osman’dı. Çünkü Şahruh’ın Azerbaycan istikametinde 1415’de ilk saldırısı ve sınırda kendine ait yüz bin kişilik bir ordu toplaması, eyâletlerden katılımlar sağlaması karşısında Osman yine çırpınışlara ve Türkmenler üzerinde oyunlara başlamıştı. Yusuf’un elinde başta Osman’ın kardeşi Ali Beğ, Şemseddin-İskender Mirza, Osman’ın amcası Yakub Bey683 gibi birçok ünlü Akkoyunlu Emiri daha evvelden esir olarak alınmış ve tutuklu bulunmaktaydı.684 Karayülük Osman 1416 yılı içinde sürekli olarak mekân değiştirerek kaçmayı tercih etmiştir. Fakat ertesi yıl Kara Yusuf onun üzerine yürüdü; Karayülük Osman Memlûk hududundan elçi göndererek barış istemiş ve kendisine sürekli saldırılarda bulunduğu Kemah Kalesi için bin dirhem altın, at 681 682 683 684

Bkz.Necefli, Akkoyunlular ve Karakoyunlular. Sümer, Karakoyunlular, s.98. Tıhranî, s.58. A.g.e., s.55. 234

ve deve verilerek anlaşma sağlanmıştır.685 Fakat Osman Şahruh’un yaklaştığını haber alınca bir yıl kadar sonra yeniden kazan kaldırdı ve Türkmenleri ayaklandırdı. Bazı kaynaklarda Timurlular ve Memlûklular tarafından tahrik edilip Kara Yusuf’a saldırması istendiğine dair bilgiler vardır.686 1418 Temmuz’unda Karakoyunluların Erzin Valisi Pir Ömer Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratılmıştır. Dolayısıyla Kara Yusuf’un bölgede meseleli olmadığı hiçbir devlet ve emirlik kalmamıştı. Her ne kadar Osmanlı ile Karakoyunlular Timuroğulları konusunda hemfkir ise de Türkmenlerin rahat durduğunu söylemek mümkün olmadığı için sürekli olarak Anadolu içlerine doğru ilerlemeyi sürdürdükleri, hatta Şarkikarahisar Kalesi’ne ulaştıklarını Osmanlı tarihçilerinden öğrenmekteyiz.687 Fakat bir kısmı Kürtlerden mydana gelen Şirvanşah ordusu Yusuf’un oğlu Pir Budak tarafından feci bir yenilgiye uğratılmış, onlar da tabiî olarak Şahruh’un himayesine sığınmışlardır.688 1418 yılı başlarında Akkoyunlu ve Karakoyunlu hükümdarlarının elçileri, Şahruh orduları Kandahar’a dayandıklarında, Herat’a gelmişlerdir. Kaynaklarda bu konuda ayrıntı olmamasına karşılık, Akkoyunlu elçisi 1420’de Şahruh’ın Karakoyunlular üzerine saldırıya geçeceğini anlamış689 ve elçilerin dönüşünde, Karayülük Osman yeniden Mardin’e saldırarak, 8 kale ve 220 köyü kuşatma altına alarak şiddetle tâciz etmiştir. Kara Yusuf çok büyük bir hınçla Osman üzerine yürüdü; o çareyi kaçmakta bulunca da Diyarbakır civarında bozguna uğradı. Bozgundan sonra Osman Halep’e doğru yol alıp Memlûk’a sığınma için müsaade istemiştir. Karayülük Osman’ın bu talebi kabul edilmiş, fakat Yusuf onu Fırat’ı geçerken Mecruban Suyu kenarında yakalamış ve Mercidabık’da bir daha yenerek 685 Sümer, s.97. 686 Woods, Akkoyunlular,s .87; Sümer, Karakoyunlular, s.98; Necefli, Akkoyunlular ve Karakoyunlular, s.141. 687 M.Ahmed Dede, MüneccimbaşıTarihi, C.1, 1001 T.E., İstanbul 1972, s.186 688 Sümer, s.98. 689 Woods, Akkoyunlular, s.88. 235

ağırlıklarını ele geçirmiş, fakat Osman 1000 kadar adamı ile canını Halep’e atmıştır.690 Bu sırada Kara Yusuf geliyor diye Mısır hazırlıklarını artırıp, Halep ve Hama ahalisi iyice tedirgin olurken, Karakoyunlu Beğ’i bazı İnallu, Avşar ve Bayat beylerini te’dip için Antep üzerine yürümüş, Mardin’e geldiğinde Osman’ın şehri yaktığını, kız ve oğlanları sattığını görünce biraz daha hiddetlenmesine rağmen memleketinin yolunu tutmuştur. Memlûklular da Yusuf’un istikametini öğrenince tedbirleri yavaşlatmışlardır. Kara Yusuf dönüşünden sonra bu sefer Osman’ın Erzincan Bey’i Pir Ömer’i öldürdüğü haberini aldı. Karayülük’ün gücü Erzincan’ı almaya yetmedi ama daha evvel bedelini alıp anlaştığı Kemah Kalesi’ne sahip oldu. Ümerası Pir Ömer’i öldürmemesi, Yusuf’un da elinde esirler bulunduğunu hatırlattı ise de dinlemedi ve onu başını keserek öldürdürttü. 1420’de meydana gelen bu hâdiseye Yusuf çok hiddetlenmişse de yaklaşan, hatta kapıya dayanan Çağatay tehlikesi yüzünden bir şey yapamamıştır. Kara Yusuf’un oğullarından, Bağdat Hâkimi Şah Muhammed ve Mirza İskender’in araları iyi değildi. Muhammed, Şahruh’a karşı babasının emrini dinlememiş İskender ise analıklarının birini kendine eş edinmiş ve Kerkük-Dakuk taraflarına kaçmıştı. Bu ahlâksızlık691 ise Türkmenlerin nefretine sebep 690 Sümer, s.99. 691 Tıhranî, a.g.e., s.56; M. Şamil Yüksel, Türk Kültüründe Levirat ve Timurlularda Uygulanışı, Turkish Studies, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 5/3 Summer 2010, s.2027-2058. Tıhranî’nin görüşleri elbette İslâmî ölçülerle ahlâksızlıktır. Lâkin, Araplar ve Musevilerde de bugünki latince adı “levirat” olan büyük kardeşin dul eşi ile evlenmek vardı. Eski Türkler ve inançlarda ise bundan farklı olarak dul üvey ana ile de evlenmek geleneği vardı. İslâmîyetten sonra ise bu gelenekten umûmî olarak vazgeçilmiş fakat Arap ve Musevî geleneklerindeki uygulamaya devam edilmiştir. Şamanizm geleneklerinde dul eşin eski kocasının yeniden yaşça küçük olmaması ve eşinin ölmesi gerekiyordu. Halbuki İslâmî yıllarda ölmek yerine boşanmak şartı yeterli görülmüştür. Bizim dilimizde Levirat’ın karşılığı Kazak ver Kırgız Türkçesinde hâlâ kullanılan “Amangerlik” kelimesidir (M.Ş amil). Şamanlığa dayalı Cengiz Yasaları’nda da eski Türk geleneği uygulanmıştır. Bu sebeple Karakoyunlu uygulamasının îza236

olmuştu. Buna karşılık Şahruh biraz yumuşamış ve Azerbaycan ile Irak-ı Arab’ı Yusuf’a bırakmak kaydı ile Sultaniye ve Kazvin hususunda ısrarlı bulunmuştur. Durumu bir elçiyle Karakoyunlu hükümdarına iletti ise de Yusuf şiddetle reddetti. Çünkü hâlihazırda burası Türkmenlerin elindeydi ve başlarında da Kara Yusuf’un en küçük oğlu Cihanşah bulunuyordu. Yusuf sadece burada tâbiiyeti kabul ediyor, Şahruh ise buna da razı olmuyordu. Şahruh hemen hemen imparatorluğun bütün bölgelerinden asker ve en vasıflı emirleri çağırmıştı. Kaynaklara göre göre ordu en az 200 bin692 kişiden meydana geliyordu.693 Timurlu kemiyetinin yüksekliğine karşılık keyfiyet aynı seviyede değildi ve ordu katiyyetle Türkmenler ile muharebe etmek istemiyordu. Buna karşılık Türkmenlerin morali yüksek olmasına karşılık sayıca arada çok fark vardı. Hafız-ı Ebru’ya göre Yusuf savaş tecrübesi olsun veya olmasın bütün Türkmenleri en azından piyade olarak orduya çağırmıştı;694 fakat kaynaklarda kesin bir rakam telâffuz edilmemesine rağmen sadece Abdurrezzak Semerkantî’nin verdiği bilgiler, Kara Yusuf’un 50 bin695 rakamını yakaladığı dâhi şüphelidir. Üstelik Karakoyunlu Kara Yusuf hastaydı ve sedye ile taşınıyordu.696 Fakat bütün hazinesini askerlere dağıtmıştı. Şahruh’ın 25 Ağustos 1420 günü Herat’dan çıktığı ve Azerbaycan’a doğru hareket ettiği bilinmektedir. Kendi tarihçileri, ibadet ederek, zafer için Allah’a yalvararak, on iki bin defa Fetih Suresi’ni okuduğunu yazmaktadır. Bu beyanlardan anlaşılıyor ki Şahruh Kara Yusuf’dan çok korkmakta, onun tehlikeli ve tecrübeli biri olduğunu bilmektedir. Kara Yusuf karşılaşma

692 693 694 695 696

hı Heterodoks inancları ifâde eden Karakoyunlularda Şamanizm’den kalma bir gelenek olduğu düşünülmelidir. Bu konuda şu kaynaklara bakınız: Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, s.30; L. Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE, Ankara, 1971, s.57. Hasan-ı Rumlu, s.125. Sümer, s.106. A.g.e., s.109. A.g.e., s.110. Rumlu, s.127. 237

için ancak bir ay sonra yola çıkmıştır, üzerinde heyecan ve korkudan eser yoktur. Faruk Sümer’in ifâdesi ile “Şahruh ordusu ile beraber Sultaniye’ye doğru kaygılı bir surette yürürken”697 17 Kasım 1420 günü Kazvin tarafına gönderilmiş olan casuslar avdet ederek Kara Yusuf’un Ucan yöresinde eceli ile öldüğü haberini getirdiler. Haber, zâten Türkmenler ile savaşmakta isteksiz olan Çağatay ordusuna derin bir nefes aldırdı. Bu sırada Şahruh daha Rey’de bulunuyordu ve Yusuf ise ordusuna resmi geçit yaptırdıktan sonra yüksek bir moralle Tebriz’den çıkmıştı. Akkoyunlu Karayülük Osman hemen fırsatı ganimet bilerek Doğu Anadolu’dan her türlü yardımın gitmemesi için önünü kesmiştir. Anadolu Türkmenlerinden Karamanlılar bile doğuya sarkmış ve Gence’ye kadar gelmişlerdi. Yusuf’ın oğullarını daha evvel zikretmiştik. Kara Yusuf, ölüm haberinin Çağatay’a ulaşmasından üç gün evvel 13 Kasım 1420 Perşembe günü ruhunu teslim etmişti. Mısırlı tarihçi Makrizi’ye göre zehirlenerek öldürüldüğü698 bildiriyorsa da genel olarak kaynaklarda hangi hastalıktan muzdarip olduğu bilinmemekte olup, ancak bu sırada 65 yaşında olduğu yazılmaktadır. Beklenmedik olay şüphesiz ki Karakoyunlu ordusunda büyük bir kargaşa yarattı. Öyle ki hükümdarın cenâzesi bile olduğu yerde kalmıştı. Oğullarından Şah Mehmed Bağdat’ta, İskender Kerkük’te, İspend Adilcevaz’da, Cihânşah ileri cephe olan Sultaniye’de, Ebûsaid ise Erzincan’da olduğundan ordugâhta bulunmuyorlardı. Kara Yusuf’un naaşını ancak hatunu Kadem Paşa ile Emir Karaman sahiplenerek Alıncak Kalesi’ne götürmek üzere ordugâhtan ayrıldılar; hazineler ise emirler tarafından paylaşılarak her biri, bir istikamete dağıldılar. Bazı Türkmenler daha da ileri giderek Kara Yusuf’un sırtındaki elbiseler ve kulağındaki küpelere bile tamah ederek soymuşlardır. Cenâze ancak üçüncü gün, Sultaniye’den gelen Cihanşah’ın da iştiraki ile Tebriz üzerinden Van Erciş’e götürülerek daha 697 Sümer, s.108. 698 A.g.e. ,s.111/276. 238

evvelce yaptıralan zaviyeye konmuşsa da bu kabir günümüze kadar yetişmemiştir.699 Böylece Çağataylar Sultaniye ve Tebriz’e kolaylıkla girdiler; kaynaklara ve atadan kalma tahribat ile cinayet haberlerine Şahruh devrinde fazla rastlanmıyor; hatta aksine Tebriz’de Türkmenlere çok iyi muamele edilmiştir. Şahruh’u karşılayanlar arasında daha evvel Karakoyunlular tarafından esir alınmış Osman’ın oğlu Yakub da bulunuyordu. Yakub ve yanındaki Akkoyunlu emirlerin serbest bırakılmasını Şahruh’un oğlu Baysungur emretmişti;700 bu sebeple Tebriz’de Çağatay idâresinin oturması için canla-başla çalışmışlar hatta Osman’ın yanına gitmelerine bile müsaade edilmiştir. Karakoyunlu ümerası da Yakub’a gayet iyi davranmıştır ve babasının yanına gitmek istediği zaman elbiseleri bile bu düşmanlar tarafından giydirilmişti. Şimdi Akkoyunlu Osman’a gün doğmuştu, çünkü amansız düşmanı sessiz sedasız bu dünyadan göçmüştü. Üstelik halefleri taht yarışında birbirini yemekle meşgûl olduğu için kendisi ile uğraşacak zaman kalmamıştı. Tıhranî’ye göre Karayülük Osman hiç vakit geçirmeden Musul ve Kerkük civarında bulunan Mirza İskender üzerine yürümüş 21 gün süren savaşta onu üç defa yenmiş ve Diyarbakır’a dönerek yeni Karakoyunlu istilâlarına hazırlanmaya başlamıştır.701 Hasan-ı Rumlu burada Osman’ın Karakoyunlular tarafından sırtından bıçaklandığını yazmaktadır.702 Woods’un703 kaynak göstermeden yazdıklarına bakılırsa bu çapışmalarda Rumlu’nun iddiaları daha doğrudur ve İskender onu fenâ hâlde yenmiştir. Bu husus Faruk Sümer tarafından da fark edilmiş ve İskender’in zaferi anlatılmıştır.704 Ayrıca Döğer aşîretinin büyük yararlık gösterdiği ve Akkoyunlulara kayıplar verdirdiği daha 699 700 701 702 703 704

A.g.e., s.,111-112. Woods, s.89. Kitab-ı Diyarbekriyye, s.59-64. Rumlu, s.135. Akkoyunlular,s.89-90 Sümer,Karakoyunlular,s.118-119. 239

sonra Osman’ın bunlar üzerine şiddetle yürümesinden bellidir. Fakat şartlar ne olursa olsun durum Akkoyunlular için daha müsaitti ve Karayülük, Diyarbakır’dan sonra, geçmişten beri en önemli meselesi olan Mardin’i kuşatmış ve köy ile kentleri âdeta harabeye çevirmiştir. Oradan Erzincan’a geçmiş ve Trabzon’a kadar yağmalarda bulunmuş, fakat kışı geçirmek üzere yeniden Diyarbakır’a dönmüştür. Bahara yakın Karakoyunlu Döğer Aşîreti Osman’ın hışmına uğradı, yurtları yakılarak talan edildiler ve dağılmalarına sebep olundu. Osman’ın Çemişkezek’i kuşatıp alması da aynı şekilde olmuştur.705

İran Türkmen Akkoyunlu ve Karakoyunlu İmparatorluğu

Her halükârda İskender Mirza ya Osmanlı’ya sığınacak veya Azerbaycan’a geçmenin yollarını bularak babasının tahtına oturacaktı. Şahruh’un Van Gölü civarına kadar gelip Karayülük Osman ile görüşmesinde, ona birtakım imtiyâzlar ve imkân vermesinden sonra Karakoyunulara saldırtmasının akabinde bu sefer Şahruh ile savaş gündeme gelmiş, başta Erçiş olamak üzere Muş ve Van arasındaki bölgelerde Karakayonlu beyleri sağlam 705 Tıhranî,s.68. 240

bir direniş göstererek tâbiiyeti reddetmişlerdir. Osman Şahruh’a Yusuf’un oğulları ortadan kaldırılmadıktan sonra huzur sağlanamayacağını söyleyerek onu tahrik etmiş, bu durumdan ötürü Türkmenler pek ezilmişlerdir. Bölgede bulunan Karakoyunlu Mirzaları İskender ve İspend bu çatışmalara çekindikleri için katılmamışlardır. Fakat 30 Temmuz 1421 günü Eleşgirt civarında vuku bulan meydan savaşında iki Kara Yusuf oğlu da bulundu ve Türkmenler büyük bir şecaatle Çağatay’ın 200 bin kişilik ordusuna karşı 50 bin gibi az kuvvertle karşı koydular.706 Çağatay ordusuna Karayülük Osman ve oğulları da büyük güçle iştirak ertmişlerdi. Savaşın en sıkışık anında Çağatay ordusu bir dağılma ve bozguna uğrama alâmetleri gösterdiği sırada Şahruh yine seccadeyi sererek707 zafer için Tanrı’ya dualar etmeye başladığı sırada sayıca az olan Karakoyunlu cepheleri bir bir düşmeye başladı ve Mirzalar savaş meydanını terketmek zorunda kaldılar. Karayülük Osman hıncı olan birçok Türkmen beyini esir almakla kendini teselli etti ve Şahruh daha buralarda durmadan, Tebriz ve Sultaniye üzerinden Herat’a döndü. Şahruh Herat’a dönerken Tebriz’de Kara Yusuf’un oğullarından ve Türkmenlerden korkudan hiçbir hanedan mensubu ve ümera sorumluluk almadı;708 bu sebeple Şahruh Azerbaycan’ı eski vali ve idârecilere bırakmak zorunda kaldı. Tıhranî ve Hasan-ı Rumlu709 Şahruh’un ülkeyi Karayülük Osman’ın oğlu Ali’ye bıraktığını yazarlarsa da Sümer710 bunların doğru olmadığını ifâde etmektedir. Nitekim Şahruh’tan sonra Mirza İskender’in kolaylıkla Tebriz’e gelip vaziyete hâkim olması da 706 Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.121-122. 707 Bu savaşla ilgili olarak Safevî tarihçisi Hasan-ı Rumlu’nın “Yenilgi Şahruh Padişah’ın ordusunun üzerine düştü. Emir Firuzşah-ı Tarhan ile Kara Osman-ı Bayındır hezimet yolunu tuttular. Hiçbir zaman elemin kalbine yol bulmadığı Şahruh Padişah duayı göğe ve huşu yüzünü yere koyup çokça yalvardı. Gezegenlerin ylıdızının bu paslı kubbede ekvatora ulaştığı vakitten başını batı ufkuna çektiği zamana kadar savaş ateşi haddinden fazla yanıp alevlendi.” satırları cidden dikkat çekicidir. Ahsenü’d-Tevarih, s.141. 708 Necati Lügal, Tezkiretü’ş-Şuara,C.IV,Tercüman 1001 T.Eser, İstanbul 1977, s.530 709 Diyarbekriyye,s.67;Ahsenü’d-Tevrih, s.136. 710 Karakoyunlular, s.124. 241

bize bu görüşün daha doğru olduğunu ortaya koymaktadır.711 Dolayısıyla İspend Mirza’nın da Doğu Anadolu’da kalmasıyla İskender’in Tebriz’e gelerek Kara Yusuf’un tahtına oturduğunu ve onun ölümünü müteakıp 1420 yılı itibariyle hükümdar olduğunu kabul etmek zorundayız. Gerek Rumlu ve gerekse Tıhranî’nin beyanlarının aksine Karayülük oğlu Ali Bey başta Tebriz’de olsalar da sonradan Kerkük taraflarına kaçmış, İspend Mirza ise Doğu Anadolu’da bazı kaleleri yoluna koyduktan sonra o da Tebriz’e yani İskender’in yanına gitmiş, ancak burada da durmayarak Bağdat Hâkimi kardeşi Şah Mehmed ile savaşmak için o tarafa gitmiştir.712 Karakoyunlu Hükümdarı İskender elbette ve öncelikle Karayülük Osman ile hesaplaşacaktı. Bu sebeple yapılan çağrılara uyarak 1422 baharında Bitlis ve Mingöl (Bingöl) taraflarına geçmiştir. İskender’in kız kardeşi ile evli olan ünlü Şerefhan’ın babası Şemseddin’in yanında bulunan Kürt aşîretleri birlikte Şahruh’un yanında yer aldıkları gibi, Karakoyunlu prensesin de eziyet gördüğü haber alınmıştır. Bu sebeple kendilerine Kara Yusuf tarafından verilen Bitlis, Ahlat, Hınıs ve Muş şehirlerinde Hâkim Şemseddin; her ne kadar Şerefhan tarafından “Cahil, ahmak, serseri” diye713 kötülenirse de İskender tarafından bazı Kürt beyleri ile birlikte öldürülmüş,714 mülkü elinden alınmış ve çevre Ermenilerden temizlenmiştir. Şerefhan İskender’in kardeşi Türkmen kızının Kürt cemiyetine uymadığı ve serbest hareket ettiği için babası ile aralarının iyi olmadığını yazmakta ise de yalan söylemektedir; 715çünkü kitaba koyduğu beyt de iyilikle hâllolmayınca kötülüğe başvurulduğu işaret edilmekte ve müteakip sayfada sultanın dişlerinin kırıldığı itiraf edilmektedir. Aynı yıl İskender Sultaniye’de kadar gitmiş ve burada Çağatay güçlerini perişan ederek tekrar Tebriz’e dönmüş fakat bir yıl geçmeden yeniden baba yurdu Doğu Anadolu’ya gelmiştir. 711 712 713 714 715

Diyarbekriyye, s.65;Ahsenü’d-Tevrih, s.134; Sümer, Karakoyunlular, s.116. Sümer, a.g.e., s.124. Şerefhan Bitlisi, Şerefnâme, Ant Yay. M. E. Bozarslan,İstanbul 1971, s.489. Tıhranî, s.70. Şerefname, s.490. 242

Karakoyunlu İskender makul sayılmayacak ahlâki zaafları olsa da çok korkusuz bir insandı. Bu yönü ile şüphesiz ki Kara Yusuf ile karşılaştırılabilir. Hakikaten muahhar kaynaklarda onun bu yönünün delillik ve serserilik derecesinde olduğu ifâde edilmiştir. Kara Yusuf’un İskender ve daha evvel ölen Pir Budak’ın dışında İspend, Şah Muhammed, Cihanşah, Ebûsaid adlarında dört oğlu daha vardı. Şahruh Türkmen problemini kökünden hâlletmek için üçüncü defa, 2 Ağustos 1429’de Sultaniye’den sonra Tebriz kapılarına dayanıp Şenb-i Gazan‘da ordugâh kurduğunda İskender çoktan Salmas Ovası’nda savaş durumu almıştı. Sultaniye hâkimi kardeşi Cihanşah şüphesiz yanındaydı ve ordunun sol kuvvetlerine kumanda ediyordu. İspend Mirza Bağdat’ta kardeşi Şah Muhammed üzerine yürümüştü; yaşça en küçük olan Ebûsaid ise Pir Budak’ın ölümünden sonra Erzincan’da sessiz bir hayat sürüyordu. Bu sebeple Çağatay Hanı Şahruh karşısında Kara Yusuf’un iki oğlu Hükümdar İskender ve Cihanşah dik durarak mutlaka babalarının izinden gittiler. Hatta muharabe planları bile babalarının bıraktığı yerden devamı mahiyetindeydi.716 İskender’in Tebriz Valisi Deli Ahmed burayı terk etmşti. Fakat orduda Kara Yusuf’un tasavvuru olan piyadelerin dışında 50 bin süvari olduğu ve Karakoyunluların maneviyatının çok yüksek bulunduğunu Rumlu gayet geniş hikâye etmektedir. Salmas Ovası sağı ve solu dağ ile kaplı, Türkmenler yönünden çevirme hareketi mümkün olmayan bir konumdaydı. Türkmenlerin korkusuzluğuna karşılık Çağatay ordusu önceki gibi devasa sayılarına rağmen korkudan ordugâhın dört tarafına hendekler kazmıştı. Faruk Sümer’in değerlendirmesi ile717 Salmas muharebesi mutlaka bir meydan savaşıydı. Çünkü isteksiz de olsa Şahruh’un iki oğlu Baysungur ve İbrahim sağ ve sol kanatları tutmuşlar ortada ise Hükümdar Şahruh Horasan ve Mazenderan güçleri ile mükemmel görünümde idi. Savaş 17 Eylül (Rumlu’ya göre 716 Hasan-ı Rumlu, s.197. 717 Karakoyunlular, s.128. 243

11 Eylül) Cumartesi günü başladı. Devletşah Tezkiresi’ne718 göre Şahruh’ın en ünlü komutanlarla bulunuduğu merkez kanat hiç savaşmadı hatta Sümer’e göre sağ ve sol kanatlarda kısa süre içinde büyük zaafiyet baş gösterdi ve buna karşılık Türkmenler, “Hayalin bile tasavvur edemeyeceği bir kahramanlık gösterek herkesi hayretler içinde bıraktı”.719 Rumlu ise İskender için “Dağı titreten bir azâmet” ifâdesini kullanmaktadır.720 Fakat maalesef şans baştaki gibi gitmedi ve tâkip eden günlerde sayıca çok fazla olan Çağatay Ordusu vaziyete hâkim oldu. O kadar çok insan öldürülmüştü ki, yine Rumlu “Yiğitlerin kanından ovada meydana gelen kan ırmağı savaş yiğitlerinin kellesini götürdü”721 sözleri ile hayretlerini gizlemeyerek, hakikatin boyutlarını ortaya koymuştur. İşte böylece İran toprakları beş asırdan beri Türkmen kanı içiyordu. Artık Çağatay ordusunun önünde hiçbir engel kalmamıştı. Şahruh’ın oğlu Muhammed Cuki, İskender ve Türkmenleri Van’a kadar takip ettti. Fakat Herat’a dönüşünde Tebriz’e geldiği zaman İskender korkusu ile Azerbaycan’ı teslim edecek kimse bulamadığı için en mutedil gördüğü Kara Yusuf’un en küçük oğlu Ebûsaid’e bıraktı. İskender Van tarafında hâkim bulunan oğlu Yar Ali’nin yanında fazla kalmadı ve Tebriz’e gelerek kardeşi Ebûsaid’i öldürüp yeniden Türkmen padişahlığını ele aldı. Böylece adını İlhanlı Sultanı Ebûsaid’den alan ve Türkmenlerin kısaca Busad dediği Karakoyunlu Ebûsaid ancak altı ay kadar tahtta oturabildi. Çağataylar Mirza İskender’den hiç hoşlanmıyordu; bu sebeple onun Tebriz’e gelip sahip olması üzerine Şahruh kış şartları demeden alelacele bu tarafa yöneldi ise de Azerbaycan’a kadar gelip İskender ile karşılaşmaktan korktuğu için Rey’de bekledi ve eski Sultaniye hâkimi Karayusufoğlu Cihanşah’ı huzuruna davet ederek metbu hükümdarlık ile görevlendirdi. Cihanşah 718 719 720 721

Semerkandi, a.g.e., s.598. Tezkire, s.598. Ahsenü’d-Tevarih ,s.198. A.g.e., s.198. 244

çevresinde bulunan Türkmenler, İskender’in düşmanı Şirvanşah’ın kuvvetleri ve Şahruh’un oğlu Muhammed Cuki ile birlikte 11 Ağustos 1435’de Tebriz üzerine yürüdü. İskender tabiî olarak böyle bir oluşuma dayanamayacağını düşünerek Anadolu’ya doğru çekildi. Fakat Şahruh çoktan Akkoyunlu Osman’a Şirvan güçleri ile birleşerek İskender’in önünün kesilmesini bildirmişti.722 İskender Karayülük Osman’ın işgali altında bulunan Erzurum’a gelmişti. Karakoyunlu Türkmenleri daha ilk saldırılarda ve şehir varoşlarında Akkoyunlu güçlerini yenmişlerdi. Fakat John E. Woods’a723 göre Karayülük Osman geriden gelen Çağatay güçlerinin yetişmesini bekleyerek oyalama savaşları ile meşgûldü; zaten elindeki güçler de Karakoyunlular ile baş edecek sayıda değildi. Karaosman’ın damadı Ahmed Beğ Purnak ve daha birçok Akkoyunlu beyi öldürüldüğü gibi Karayülük Osman da ağır yaralanmış724 ve götürüldüğü Erzurum’da 30 Ağustos 1435 günü 725hayatını kaybetmiştir. Oğlu Şeyh Hasan tarafından gizlice bir mescidin haziresinde toprağa verildi.726 Akkoyunlular tamamen dağılınca, İskender Erzurum’a girdi ve Osman ile oğlu Bayezid üç-beş ümeranın cesedini mezardan çıkararak kafalarını kesti ve düşmanları olan Memlûk Hükümdarı Karsbay’a verilmek üzere Kahireye kadar gönderdi.727 Gelen ordunun büyüklüğü karşısında Erzurum’da tutunamayacağını anlayan İskender Osmanlılara sığınmak üzere Tokat tarafına yöneldi. Faruk Sümer’den728 naklen zamanın Timur tarihini yazan Thomas de Medzoph’a729 göre Çağatay ordusu Karakoyunlu ve Akkoyunluların çarpıştıkları yeri görünce deşhet içerisinde kalmışlardır. Manzaradan etkilenen ve mutlaka 722 723 724 725 726 727 728 729

Tıhranî, s.76. Akkoyunlular, s.95. A.g.e., s.96. Sümer, s.136. Tıhranî, s.80. A.g.e., s.80; Sümer, s.136. A.g.e., s. 137. Thomas de Medzoph, Expose des guerres de Tamerlan et de Schach Rokh (Timur Ve Şahruh Savaşları’nın Tarihi), Bruxelles 1860, (https://archive. org/),s.133 . 245

İskender’den korkan Şahruh’un oğlu Muhammed Cuki biraz daha takip ettikten sonra Osman’ın kızı ile nikâhlanarak Tebriz’e dönmüştür. Mirza İskender’in Osmanlı sultanı II. Murad’ın izni ile Osmanlı ülkesine ilticâsının hemen hemen bütün Osmanlı tarihlerinde kaydı vardır. Müneccimbaşı Ahmed Dede730 ilticânın Tokat civarında vuku bulduğu, fakat emrindeki Karakoyunlu Türkmenlerinin rahat durmadığını, yağmalara yöneldiğini anlatarak İskender’in de Şahruh’un Azerbaycan’ı terketmesinden sonra zora gerek kalmadan ülkeyi terk ettiğini yazmaktadır. Gerçekten durumdan haberdar olan Şahruh’un da II.Murad Han’a mektubu Kâzerunlu Cüneyd adlı bir adamı ile göndererek teslimini istediği bilinmektedir.731 Şahruh, 2 Mayıs 1436’da Tebriz’den ayrılarak Herat’a döndü ve Azerbaycan’ı teslim ettiği Karayusufoğlu Cihanşah Mirza’yı da bir Timurî kız ile evlendirdi. İskender Anadolu’dan çıkarken baba ocağında 40.000’in üzerinde asker topladı ve 1438 baharında Tebriz’e yöneldi. Yanında yön değiştirmiş bazı Akkoyunlu beyleri de bulunuyordu. Cihanşah ise onun geldiğini duyunca Salurlu beyler ile üzerine yürüdü. Heftçeşme mevkiinde İskender’in ordusunda bulunan Karamanlı Piri Beğ kendi Türkmenleri ile Cihanşah tarafına geçince denge iyice bozuldu, bozgun başlayarak İskender’in yenilmesi ve Alıncak Kalesi’ne sığınması ile ancak canını kurtarabildi. Cihanşah ısrar ve inatla kuşatmayı devam ettirdi; fakat ağabeyinin canını almayı bir türlü başaramadığı bir sırada kale içinde yeğeni (İskender’in oğlu) Şahkubat tarafından sarhoşluk anında öldürüldüğü haberi alındı. Ebû Bekr-i Tıhranî aşırı derecede İskender aleyhindedir. Onun verdiği ve modern çalışmalara kadar intikal eden bilgilere göre Şahkubat, İskender’in babasının altından alıp eş yaptığı analığı Bahşi’nin kızı ile ilişkisinden doğmuş, o da babasının yolunda analığı Leylâ ile ilişkiye girmiş, fakat babasını 730 Müneccimbaşı Tarihi, s.210-211. 731 İsmail Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, TTK, Ankara 1994, s.179 246

öldürme öğüdünü anasından almıştır.732 Şahkubat amcası Cihanşah’a durumu bildirdiği zaman önce inanılmamış fakat sonra kendisinden istenen -İskender’in en önemli adamı- Helavar’ın kellesini gönderince duruma ancak inanmışlardır. Kaynaklar İskender’in 21 Nisan 1438’de öldüğünü ve kendisinden birkaç gün sonra da emirlik hülyalarına kapılan Şahkubat’ın Cihanşah tarafından yargılandıktan sonra öldürüldüğü hususunda hemfikirdir.733 Böylece Cihanşah rahatlıkla Karakoyunlu tahtına oturmuş, onun devrinde devlet en parlak zamanını yaşamıştır. Çağatay tehlikesinin bitmesinden sonra Kara Yusuf evlâtları arasında beğlik mücadeleleri had bir safhaya çıkarken, Timurlu himayeleri sonucu bir hayli toparlanan Akkoyunlular, Karayülük Osman’ın ölümünden sonra, Karakoyunlu ve kendi aralarındaki taht kavgalarına rağmen Diyarbakır merkezli olmak üzere bir hayli toparlanmışlardı. Osman’dan sonra cenâzesini kaldıran Ali Bey tahta geçince diğer kardeşlerinin şiddetli muhalefeti ile karşılaştı ve birçok Akkoyunlu oymağı Karakoyunlu saflarına geçmeye başladı.734 Fakat Ali’nin Cihangir’den olma torunu735 Hamza önce Mardin sonra Diyarbakır’ı ele geçirerek Akkoyunlular tarihinde ilk olarak adına para bastırdı.736 Sümer’e göre bu dönemde birçok Akkoyunlu beyi Hamza’yı ulu bey olarak tanıdı ve Ali Bey ise Kemah-Erzincan-Karahisar Hâkimi ağabeyi Yakub’un yanına gitti ve bilâhare oğulları Hüseyin, Cihangir ve Uzun Hasan Bey de kendisine iltihak ettiler.737 Fakat bir süre sonra Hamza Bey sıkıştırınca Osmanlı ülkesine iltica etti ise de duramayıp yeniden Erzincan’a geldi. Uzun Hasan da kardeşleri ile birlikte bir süre Memlûklu HaKitab-ı Diyarbekriyye, s.96. Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.142. Faruk Sümer, Akkoyunlular, DİA, C.2, İstanbul 1989, s.272. Woods, s.179. Faruk Sümer Hoca (Akkoyunlular), Hamza’yı Karayülük Osman’ın oğlu olarak gösterirse de Şecereler bunu teyid etmemektedir. Çünkü Woods gibi Mükrimin Halil Yinanç da (Akkoyunlular, Şecere, İA, C.2, İstanbul, 1978, s.264-65.) ile Tıhranî ve Rumlu gibi ana kaynakların anlatımında doğrunun ortaya koyduğumuz şekilde olduğu açıkça görülmektedir. 737 Sümer, Akkoyunlular, s.272.

732 733 734 735 736

247

lep’inde Türkmen asıllı Tagribilmiş’in yanında misafir olarak kaldı. Bir taraftan Karakoyunlu ve bir taraftan da iç mücadele ile uğraşan Akkoyunlu Emir Hamza 1447’de Diyarbakır’da ölünce yeniden taht mücadelesi başladı. Fakat Hamza Bey’den sonra Cihangir tahta geçerek Ergani taraflarını da kardeşi Uzun Hasan’a verdi. Tam bu yıllarda Karakoyunlu Cihanşah’ın Bağdat’ı ele geçirmesinin meşgûliyetinden faydalanarak bölgedeki ağırlıklarını biraz daha artırdılar ve Erzincan’ı ele geçirdiler; fakat Karakoyunlu Cihanşah’ın şimşeklerini üzerlerine çekerek bölgeye gelmesine sebep oldular. Karakoyunlu beyi aynı anda bir orduyu da Mardin’e Cihangir üzerine göndermişti. Cihanşah Erzincan’ı geri aldığı gibi Cihangir idâresindeki merkezî Akkoyunlu Devleti’ni de kendine bağlı hâle getiren 1452 (bir rivayete göre 1453) tarihli bir anlaşma ile Tebriz’e döndü. Bu sefer Cihanşah’ın Çağatay ile uğraşmasından faydalanan Uzun Hasan, Van ve Çemişkezek taraflarını yağmalayarak Erzincan’a saldırdı ise de ağabeyi Cihangir’in olmamasından faydalanarak Diyarbakır’a girdi ve şeklen de olsa dede tahtına oturdu.738 Dolayısıyla en muktedir Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın taht başlangıcı olarak tarihçiler bu tarihi kabul etmek eğilimdedirler. Karakoyunlu Cihanşah, Şahruh’un ölüm tarihi olan 1447 yılına kadar ona bağlı görünmeye itina etti; fakat bu tarihten sonra sür’atle ülkesinin sınırlarını genişletmeye başladı. Timur ve Şahruh şehzâdelerinin taht mücadelelerinden faydalanarak Fars ve Kirman eyâletlerini zabtederek, 1457’de de Horasan ve Herat’ı işgal etti.739 Böylece Karakoyunlu Devleti’nin hudutları Horasan’dan Anadolu’da Sivas, Kuzey Suriye, Irak-ı Arab ve Acem’i de içine alacak kadar genişlemişti. Sadece bugünkü doğu ve güneydoğuda Akkoyunlular bir kısım Türkmen aşîretleri ile birlikte sık sık boy gösteriyorlardı. İşte böylece İran’ı tam düzene koyarak Çağatay korkusu da hissetmeden Karayusufoğlu Cihanşah 15 Mayıs 1467’de Tebriz’den Diyarbakır’a doğru 738 A.g.e., s.272; Mükrimin Halil, Akkoyunlular, s.259. 739 Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Karakoyunlu Akkoyunlu Devletleri, s.183; Tıhranî, s. 209. 248

hareket etti.740 Azerbaycan toprağı olan Hoy’a gelindiği sırada Uzun Hasan’ın da 12 bin kişilik bir ordu ile bu tarafa hareket ettiği haberi alındı. Akkyonlulara ulaşan bilgilere göre Cihanşah ordusunun 150 bin süvariden faza olduğu söylense de Uzun Hasan buna inanmadı ve 30 bini geçmediklerini söyledi.741 Gerçekten Uzunçarşılı da Akkoyunlu beyinin fevkalâde bir istihbarata sahip olduğunu söylemektedir.742 İki eski akraba ve tarihi düşman arasında bir süre elçiler gidip geldi ise de barış için sonuç alınamadı. Bunun üzerine hem Karakayonlular hem Akkoyunlular ilâve asker toplamak için karavullar gönderdiler. Yaz ortalarında Cihanşah Erçiş’e gelmiş ve Muş’a geçmişti; fakat 30 Ekim’de Çapakçur’da savaş düzeni alarak ordugâh kurdu. Çok sert geçen kış şartları dolayısıyla Cihanşah, beylerin savaşı bahara bırakmak istemeleri üzerine kuzeye doğru çekilmeye başlamıştı. Akkyonlu Uzun Hasan bu fırsatı değerlendirerek 6000 kişi ile onu takip ederek gafil avladılar; üstelik Cihanşah dâhil bütün beyler aşırı derece şarap içmişlerdi. Ne olduğu anlaşılmadan vuku bulan kargaşalıkta atına binip kaçarken Cihanşah bir Akkoyunlu beyi tarafından esir edilmiş ve 11 Kasım 1467 günü Uzun Hasan’dan tâlimat almadan öldürülmüştür. 743Cihanşah’ın kellesi teşhir için yeni fethettiği Horasan taraflarına gönderilirken bedeni babası Kara Yusuf’ın Ercişte bulunan kabrine gömülmüştür.744 Cihanşah’ın öldürülmesinden sonra artık Karakoyunlular için çöküş devri başlıyordu. Zaten son zamanlarda beyler arasında Akkoyunlulara gidiş-gelişler başlamıştı. Fakat daha evvel de ifâde edildiği gibi Cihanşah devri Karakoyunlularda tam bir genişleme hatta imparatorluğa doğru bir gidişti. Lâkin her halükârda Akkoyunluların özellikle Azerbaycan ve Doğu İran 740 741 742 743

Tıhranî, s.245. A.g.e.,s. 248. Anadolu Beylikleri, s.184. Geniş bilgi için Bkz.: İ. Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, s.71; Uzunçarşılı, s.184; Tıhranî, s.257; Sümer, Akkoyunlular, s.272; M. Halil Yinanç, Akkoyunlular, s.260; Rumlu, s.437. 744 Tıhranî, s.258 249

topraklarında hemen hemen hiç tesirleri yoktu. Cihanşah’ın telef olduğunu duyan Uzun Hasan kısa süre sonra onun ordugâhına gelmiş ve hemen hemen bütün Karakoyunlu beylerini öldürtmüştür.745 Fakat bölgede Karakoyunlu ağırlığını tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı için Uzun Hasan’ın daha çok mücadele etmesi gerekiyordu. Çünkü Timurlular bile bu işi başaramamıştı. Zamanın kaynakları ve daha sonra yapılan modern çalışmalara bakılırsa, Uzun Hasan sadece Cihangir’i öldürtmekle kendini cihan padişahı olarak görmeye başlamış, Mısır ve Osmanlı sultanlarının ülkelerini almak tasavvuruna kapılmış, bunun için Avrupa ile münasebet kurmak ve silâh almak yolunu seçmiştir.746 İşte bu sebeple başta Kirman (1469) ve Bağdat’ı (1470) ele geçirdiği gibi Doğu Anadolu’da Ahlat, Muş, Bitlis, el-Cezire bölgeleri ile kaleleri aldı.747 Fakat bu işler o kadar da kolay olmadı; çünkü âdeta bir kaza eseri öldürülen Cihanşah’ın devleti ve çocukları hâlâ ayaktaydı. Uzun Hasan Hemedan’da Karakoyunlu Cihanşah’ın oğlu ve halefi Hasan Ali’yi bozguna uğratarak onun babası zamanında hâkim olduğu yerleri ele geçirmişti; fakat Horasan, Herat ve Türkistan’a sahibp olan Timur’un torunu Ebûsaid Karakoyunlulara sahip çıkarak Azerbaycan üzerinden Aras Nehri’ne kadar geldi. Meydana gelen savaşta Uzun Hasan’ın şansı yine yaver giderek tamamı Türkmenlerden oluşan Çağatay güçleri yenildiler ve Timurî Ebû Said de öldürüldü.748 Bu olaydan sonra büyük şöhret kazanan Hasan Bey artık sadece Karakoyunluların değil Timurîlerin de bölgede varisi olduğunu iddia etmeye ve batıya yönelmeye başladı.749 Batıda Osmanlı ve Memlûklular vardı. Karamanoğulları Osmanlılara baştan beri düşmanlık yapıyordu ve bunlardan Pir Ahmed ile Kasım Beyler Akkoyunlulara 745 746 747 748 749

İ. Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, s.72. Mükrimin Halil, Akkoyunlular, s.260. Tıhranî, s.270; Rumlu, s.451; Sümer, Akkoyunlular, s.272. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.192. E.Woods, Akkoyunlular, s.189. 250

sığınmışlardı. Aynı şekilde Uzun Hasan Osmanlı düşmanı Venedikliler ile de ittifaka girmişti. Gürcistan üzerine müteaddit seferler yapan Hasan Bey, 1472’de Tokat yöresinden Osmanlı topraklarına tecavüz etti ise de mağlup olarak geri döndü. Aynı yıl Suriye’de Memlûklulara karşı yaptığı savaşı da kaybetti.750 Osmanlı Akkoyunlu çarpışmasına geçmeden evvel Trabzon Rum İmparatorluğu ile XII. asır ortalarından itibaren Anadolu’da devri daim eden Türkmenler ile bunların münasebetlerini kısa da olsa anlatmakta fayda vardır. Çünkü bunlarla Türkmen boyları arasındaki münesebetler Doğu Anadolu ve İran Türkmenliği için pek önemlidir. Osmanlı tarihi ile uğraşanlar işin bu yönününe etraflıca ortaya koydukları hâlde Türkmenler ile münasebetler pek az bilinmektedir. Fatih’in bu devleti ortadan kaldırması şühesiz bir anlık mesele değildir. Geride dört asırlık bir Türkmen dönemi vardır. Bizans tarihinde 1203 (1204)751 yılında Latinlerin (IV. Haçlı Kuvvetleri) İstanbul’u işgal ederek bu devleti tamamen ele geçirdiklerini bilmekteyiz.752 Latin işgalinden sonra asılları Trakyalı olan Bizans hanedan ailesi Kommenoslar önce Kastamonu taraflarına geçererek burada devleti sürdürmeye çalışmışlarsa da, imparator ailesinin Edirne’de mecburi ikamete tâbi tutulması sebebiyle başarılı olamamıştır. Ancak I. Andronikos’un oğlu Manuel’den olma torunları Aleksios ve David,753 Türk Moğulu, Emir Timur ve Anadolu Karakoyunlu-Akkoyunlu beylerinin üzerinde büyük baskı oluşturduğu Gürcülerin yardımı ile Trabzon’da bir devlet kurmayı başarmışlardır.754 İşte bu devlete bizim tarihlerimizde çok eski adı ile Pontus veya bildiğimiz ad ile Trabzon Rum Devleti denmiştir. Hatta Komnenler imparator ailesinden geldiği için Rum İmparatorluğu ismi de kullanılmış, aynı zamanda Pontus adı da özellikle öne çıkarılmıştır.755 750 751 752 753 754 755

Mükrimin Halil, Akkoyunlular, s.260. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.2, TTK, Ankara 1975, s.51 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, TTK, Ankara 2011, s.387. A.g.e., s.531. A.g.e., s.441. Heath W. Lowry-Feridun Emecen, Trabzon, DİA, C.41, İstanbul, 2012, s.297. 251

Bu devleti istediği kadar Bizanslı Komnenler kurmuş olsun, Kıpça’ta Moğol sıkıştırmaları sonucu o taraftan gelen Rum ve Türk ahali ile Trabzon’da bilhassa Kraliçe Tamara zamanında devlet oluşumunda yardımda bulunan Gürcü ahaliyi de hesaba katmak ve bu hususta mutlaka çalışmak elzemdir. Bu bakımdan Akkoyunlu ve Komnen münasebetleri pek önemlidir; çünkü bu Türkmenler Trabzona yakın bölgelerinde iddia sahipi idi. Pontus ile birer Anadolu beyliği olmayan Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin münâsebetleri Osmanlı’nın kuruluş dönemlerine kadar (1320)756 gitmektedir. Uzunçarşılı’ya göre Karakoyunlu Beyliği’nin temel taşını koyan Baharlu Oymağı Beyi Bayram Hoca757 Trabzon üzerine yürümüş ve Assemeta mevkiini ele geçirmişti.758 Sonraki dönemler bu sefer Akkoyunlular Trabzon üzerine akınlarını artırdılar, hatta 1346’da Trabzon içine girerek meydana gelen çarpışmalarda Yusuf adlı bir beyin şehadeti ve kardeşlerinin esareti ile ilk kaybı vererek bir kan davası oluşmasına sebep oldular. Bunların intikamını Akkoyunlular Hanedanı’ın kurucusu olan Tur Ali Bey aldı ve imparatorun kızı Despina’yı esir ederek oğlu Fahr-al-Din Kutlu Bey ile evlendirdi.759 Bu izdivacı III. Aleks onları kazanmak için kabullenmiş, kendi kız kardeşlerinden birini Ordu-Beyramlu Beyi Karakoyunlu Hacı Emir, diğerini de Kelkit Havzası’nın güçlü Türkmen beyi Taceddin’e nikâhlamıştır.760 Böylece Türkmenler, özellikle de Akkoyunlular arasında sıhrî bir akrabalık meydana gelmiş oluyor ve ileriki zamanlarda bu akrabalık daha da kuvvetlendiriliyordu. İşte Karayülük diye tanıdığımız ve birçok kaynakta devlet kurucusu olarak nitelendirilen Akkoyunlu Osman Bey Komnen Maria Despina’dan doğmadır. Uzun Hasan da sanıldığı gibi Osman Bey’in oğlu değil Ali Celâleddin’den olma 756 A.g.e.,s.297. 757 Bayram Bey, Kara Mehmed’in babası veya amcasıdır. Bkz. Anadolu Beylikleri, s.180. 758 Heath W.Lowry, s.297. 759 M.Halil, a.g.m., Şecere, s.264-264. 760 Heath W.Lowry, s.297. 252

torunudur.761 Uzun Hasan Otlukbeli arifesinde II. Aleksi’nin oğlu Kalo İonnes’in güzelliği dillere destan kızı Theodora Katerine ile evlenmiş ve bazı Pontus arazisini de çeyiz olarak almış762 ve imparatorluğun varisi durumuna gelmiştir. Uzun Hasan’ın Türkmen olan üç karısı daha vardı; fakat Şah İsmail’in annesi olan Şeyh Haydar’ın karısı Katerina’nın üç kızından birisidir.763 İleri bahislerde göreceğimiz üzere İran’da Türkmenler adına devlet kurucusu görevini yapacak olan Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd de Trabzon İmparatorluğu ile ilgiliydi ve o istikamete akınlar da yapmıştı. Bu sebeple ister bu yönden isterse mezhep meselesi yüzünden Karakoyunlulara yakınlığı dolayısıyla Uzun Hasan hiçbir yerde dikiş tutturamayan Şeyh Cüneyd’e devletinin kapılarını açtığı gibi 1458 yılında kız kardeşi Hatice Begüm Sultan’ı da nikâhlamıştı.764 II. Aleksi’in Osmanlı korkusundan Türkmenlere kucak açtığı şüphesizdir. İstanbul’un fethi ile büyüklüğünü ispat eden II. Mehmed’e kafa tutmaya Türkmen beyi Uzun Hasan cesâret edemedi. Bu sebeple Amasra’nın Cenevizlilerin elinden savaşsız alınıp Osmanlı yürüyüşü bir Anadolu Türkmen Beyliği olan Candaroğulları üzerine döndüğü vakit artık Trabzon Rum İmparatorluğu’na sıra geldiği açıktı. Candaroğlu ülkesi 1461’de Osmanlı ülkesi olduğunda Candar Beyi Kızıl Ahmed kendisine verilen Mora Sancak Beyliği’ni kabul etmeyerek Akkoyunlulara sığındı.765 Sinop’a kadar Osmanlı ordusunun başında Gedik Ahmed Paşa bulundu, fakat Koyunhisar’a yaklaşıldığı sırada Fatih Mehmed Bursa’dan bu tarafa yöneldi. Çünkü Uzun Hasan 1461’de Osmanlı hududunu geçerek Koyunhisar Kalesi’ni zaptetmiş ve açıktan açığa hasım vaziyete geçmişti.766 Kaleyi zaptederken Hamza Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Ak761 762 763 764 765 766

Mükrimin Halil, Akkoyunlular, Şecere, s.264-265. Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, TTK, Ankara 1992,s.29. Woods, Akkoyunlular, Şecere, s.179. Hınz, s.27. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.II, s.50-51. İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.I, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1971, s.293. 253

koyunulular karşısında yenilmiş fakat Gedik Ahmed Paşa’ya yenilmişlerdir. İşte Fatih Mehmed’in alelacele gelmesinin sebebi de budur. Fatih, Koyunhisar’ı geri kazandıktan sonra Trabzon istikametinde Bulgar Dağı’na tırmanmış, Gümüşhane sırtlarında Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun bazı elçilerle birlikte sulh isteği için Osmanlı ordugâhına gelmiştir. Sara Hatun Bulgar Dağı’ndaki zahmetleri görünce hayretini gizleyememiştir.767 Fatih Mehmed’in Uzun Hasan’ın annesine çok hürmet edip ana diye hitap ettiği hemen hemen bütün kaynaklarda vardır. Bu sebeple Trabzon’un selâmeti için sulh isteği kabul edilmiş fakat Sara Hatun rehin olarak alıkonulmuştur.768 Uzun Hasan’ın geri adım atışında şüphesiz ki Karakoyunlular ile rekabeti ve onlardan korkmasının, Fatih’inse Avrupa fütûhatının eden âmil olduğu görülmektedir. Böylece Osmanlı ordusu Trabzon’a girmiş kale ve hazineler teslim alınarak beylere hisseleri verilmiş769 böylece sırf Türkmenlerin müsamahası sebebi ile iki buçuk asır770 süren Rum İmparatorluğu’nun varlığına son verilerek Osmanlı ülkesi olmuştur. Fatih Mehmed böylece anasını Hasan’a iâde ederek,771 varisliği kabul edilen Akkoyunlulara da hisselerine düşen miras bizzat hükümdar tarafından verilmiştir.772 Tarbzon Rum İmparatorluğu’nu ilhak etmeyi Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri başaramamıştı ama Uzun Hasan iki Türkmen tahtını birleştirip Tebriz’e taşınınca kendini İran şehinşahı olarak görmeye başlamış, bunun da ötesinde Çağatay ordusunu yendiği zaman kesinlikle Anadolu’nun tamamına göz dikmiş ve İstanbul’u sahiplenmek duyguları öne çıkmıştı. Zamanın siyaseti gereği Osmanlı tarihçileri bile bunun farkına varmışlardı.773 Bu amaçla Uzun Hasan Osmanlı’nın Avrupa’da 767 Müneccimbaşı Ahmed Dede, Müneccibbaşı Tarihi, C.II, 1001 Temel Eser, İstanbul 1972, s.325. 768 Danişmend, a.g.e., s.293. 769 Müneccimbaşı Tarihi, s.326. 770 İsmail Hami, s.294. 771 Müneccimbaşı Tarihi, s.326. 772 Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri,s .191. 773 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t -Tevarih, C.III, Kül.Bakan., İstanbul, 1979, s.109. 254

ısrarlı yürüyüşünün devam ettiği sırada kendine Hıristiyan ülkelerden müttefik bulmuştu. Üstelik bunlardan Akdeniz limanlarını elde bulunduran yine Osmanlı düşmanı Karamanlılar yardımıyle silâh alıyordu.774 Halbuki Fatih Mehmed onları fazla ezmek istememesi sebebiyle Trabzon’dan öteye gitmemişti. Akkoyunlular içindeki bilenmiş Karakoyunlu unsurlar tarihi geleneklerle Osmanlı taraftarıydı; devlet sık sık her iki Türkmen unsurdan da sınır tecavüzleri ve yağmalar yaşamasına rağmen yine de kırıp geçirmek istemiyordu.775 Her şeye rağmen Osmanlı Anadolu’da Türkmen beyliklerini bir bir ilhak ederken İran Türkmenlerine dâima yardım etmiş ve gerektiğinde ülke sınırlarını onlara seve seve açmıştır. İlgili bahislerde görüldüğü ve görülecek olduğu gibi Ahmed Celâyir, Kara Yusuf, Şeyh Cüneyd, Safevîler bunun canlı örnekleridir. Şimdiki durumda ise Uzun Hasan Karaman beylerine Osmanlı’ya düşmanlık için himaye gösterirken II. Murad, Ali Bey ve iki Akkoyunlu şehzâdenin ilticasını kabul ederek onlara İskilib ve çevresini tımar olarak vermiştir. Bunun gibi Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmed ve onun oğlu Ahmed Mirza Osmanlı ülkesine sığınmışlar, ikisi de hükümdar kızları ile evlendirildikleri gibi kendilerine de mal ve mülk verilmiştir. Aşıkpaşaoğlu ve Müneccimbaşı tarihlerine göre Osmanlı onları kendi insanı olarak kabul etmiştir.776 Bütün bunlara karşılık Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan rahat durmayarak II. Murad ve Fatih devrinde düşmanca saldırıları sürdürdü. Hatta Uzun Hasan Fatih’e mektuplar gönderek, doğuda kazandığı zaferlerden bahisle Timurîlerin kesik başlarını göndererek, onların ve İlhanlıların varisi olduğunu iddia ediyor ve Osmanlı’nın kendisine tâbiyetini istiyordu.777 İşte bu düşmanlık 1472’de patladı ve Akkoyunulara sığınmış olan Karamanlı Pir Ahmed ve kardeşi Kasım’a, Akkoyunlu Veziri Ömer Bektaş, kardeşi Yusufça Mirza komutasında bir Türkmen 774 775 776 777

Walther Hınz, s.49. Danişmend,s.279. Hınz’ın “Uzun Hasan”mütercimi Tevfik Bıyıklıoğlu notu:s.49(K). Ziya Nur,Osmanlı Tarihi, C.I,Ötüken,İstanbul 1994, s.156. 255

ordusunu yardımlarına göndererek açıkça taraf olduğunu, savaşma niyetinde bulunduğunu ortaya koydu.778 Yusufça Mirza Yalvaç Kırili’nde bir kısım güçler de Sivas ve Tokat’da sınır tecavüzü ve yağma işlerine başladılar. Bunun üzerine bir Osmanlı ordusu Konya Valisi şehzâde Mustafa’nın emrine girerek Yusufça Mirza üzerine yürüdüler. Bayındırlı Oğuzları, Kayı Oğuzları karşısında dayanamayarak bozguna uğradılar ve kış mevsiminde kaçacak yer bulamayarak çoğu kırıldı ve başkumandan Yusufça Mirza esir edilerek İstanbul’a gönderildi, fakat Karamanoğullarının yeniden İçel mıntıkasına sahip olmasının önüne geçilemedi.779 İşte bu olaylar artık kesin bir hesaplaşmanın habercisi ve işareti oldu. Fatih artık müsamahayı terk ederek Konya’da Sultan Mustafa, Amasya ve Tokat’da ise Sultan Bayezid’e gerekli hazırlık emrilerini verdi. 1473 baharında Fatih iki orduyu birleştirerek Tokat Kazabad’a geldiği zaman asker sayısı 100 bine kavuşmuştu.780 Nihayet iki ordu Bayburt civarında Tercan mevkiindeki Üçağız’a geldiğinde Akkoyunlu ordusu da Otlukbeli tepelerinde göründü. Çok acı bir tesadüfdür ki, iki Türkmen ordusunun her birinin ortalarında Fatih Mehmed ve Uzun Hasan, yine her birinin sağ ve sol cenahlarında da şehzâdeler, yani sultan ve şahın, büyük ve küçük oğulları karşı karşıya savaşacaklardı. Savaş başlar başlamaz Uzun Hasan’ın küçük oğlu Zeynel şehzâde Mustafa kuvvetlerine dayanamayarak yenildi ve Zeynel’in kellesi şehzâdenin önüne konarak Fatih’e gönderildi.781Aynı zamanda şehzâde Bayezid de karşısındaki Uğurlu Mehmed kanadını yenince savaşın sonucu az-çok ortaya çıkmuştı. 13 Ağustos 1473 günü782 Uzun Hasan muharebeyi kesin olarak kaybettiğini anlayınca bütün ağırlıklarını, 778 779 780 781 782

Müneccimbaşı Tarihi,s.342. Nur, s.157; Müneccimbaşı, s.343. Müneccimbaşı, s.343. Tıhranî, s.352. Kaynaklarda ne yazık ki tarihler örtüşmemektedir: Uzunçarşılı, 11 Ağustos (s.91); Tıhranî, 13 Ağustos (s.348); Bıyıklıoğlu, 12 Ağustos (Hınz,s.51); Danişmend, 4 Ağustos (s.325); Nur, 11 Ağustos (s.159); Müneccimçbaşı, 16 Rebiilevvel (s.346) tarihlerini vermektedir. Sanıyoruz ki bu çelişki biraz da çevirmelerden 256

170 komutan ve 5000 esiri savaş meydanında bırakarak kaçtı. İşin hikâyesinde Can Kurtaran adlı boz atı ile kaçtığı ve giderken “Behey Karamanoğlu! Hanedanın harab ola! Bad nam olmama sebep oldun. Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı?”783 dediği rivâyet edilmektedir. Sonraki hadiseler göstermiştir ki Uzun Hasan bir daha bu tarafa dönüp bakmamış, oğullarına da Osmanlı ile savaşmamayı vasiyet etmiş ve ölümüne kadar (1478) İran hükümdarı olarak hayatını sürdürmüştür. Fatih’e gelince katiyyen fethedilen yerlerde Türkmenlere eziyet ettirmemiş, her türlü yağmayı yasaklamış ve Uzun Hasan’ı da fazla hırpalayıp doğuyu güçsüz bırakmamak için tâkip de ettirmemiştir. Osmanlı ile Akkoyunlu arasında Fırat çizgisini korumaya Fatih bilhassa itina göstermiştir. Yavuz ve Kanunî devrinde de Osmanlı’nın Sultan Mehmed politikası devâm etmiş fakat ne yazık ki Akkoyunlulardan sonra Safevîler devrinde özellikle Doğu ve Güneydoğu Türkmenleri Erdebil’e akınca yüksek dağlardan Kürtler Türkmen yurtlarına oturmuşlardır. c) Çöküşü Hakikaten Osmanlı yenilgisinden sonra Uzun Hasan iyice Tebriz’li oldu; 1469 yılından beri buraya taşıdığı başkente yeni bir şekil vermeye ve Türkmenleri İranlılaştırmaya çalıştı784 ve Gürcistan’ın dışında başka sefere çıkmadı.785 1477’de bu seferden döndüğü zaman hastalanarak yatağa düştü ve Tebriz’e gelince durumu daha da ağırlaştı. Hatunu Selçuk Şah Begüm Şiraz’da büyük oğlu Halil’e haber göndererek gelmesini sağladı ve böylece bakılamayan devlet işleri durmadı. Fakat Hasan 5 Ocak 1478 günü 54 yaşında iken Tebriz’de öldü ve Nâsıriye Medresesi’ne gömüldü.786

783 784 785 786

kaynaklanmaktadır. Çünkü çoğunluk olarak telâffuz edilen 16 Rebiülevvel (11 Ağustos) tarihi doğru kabûl edilmektedir. Ziya Nur, s.159. Hınz, s.56. Sümer, Akkoyunlular,s.272. Hınz, s.57;Woods, s.203-229. Uzun Hasan İran’da geleneklere uyarak Ebû en-Nâsır Hasan Bahadır adını almıştı; bu sebeple gömüldüğü mekâna bu isim 257

Uzun Hasan’dan sonra büyük oğlu Halil yerine geçti; fakat hiçbir suçu olmayan Theodora Katerine (Despina)’dan olma 20 yaşındaki üvey kardeşi Maksud’u önce zehirletti ve sonra da boğdurarak öldürttü. Venedik Elçisi Kontarini’ye göre Halil, Maksud’un büyük kardeşi Uğurlu Mehmed’i de zincire vurdurmuştur.787 Halil’in 15 yaşındaki öz kardeşi Yakub Diyarbakır valisi idi, bu haksızlık ve yanlış uygulamalara dayanamayarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan topladığı Türkmenlerle Tebriz üzerine yürüdü. Bu sırada Halil amcası Cihangir’in oğlu Murad’a karşı savaşıyordu; ancak daha sonra Yakub’a yöneldi. Selçuık Şah Begüm Yakub’un yanındaydı ve siyasî meselelerde çocuk yaştaki oğlunu yönetecek kadar devlet tecrübesi bulunuyordu. İşte bu sebeple 15 Temmuz 1478 günü Yakub’un ordusu Doğu Azerbaycan Eyâleti Marend bölgesi Hoy Çayı kenarında ağabeyinin ordusunu yenerek onu da öldürdü ve kısa süreli Halil iktidarından sonra Yakub tahta oturdu. Yakub annesinin desteği ile 12 yıl Akkoyunlu tahtını korudu ve Horasan’dan Anadolu ortalarına kadar hâkim Türkmen Devleti en parlak devirlerinden birini yaşadı. Memlûkların Urfa’yı alıp Doğu Anadolu’ya hâkim olmalarının önü elde edilen zaferle (1480) engellendiği gibi, Gürcistan’a yapılan seferde Ahıska ve Hatun Kalesi alındı.788 Şirvan ve Gürcistan seferlerinde Türkmenler ilk olarak top kullandılar. Hanedan ve aşîretler arasında çatışmalar da var hızı ile devam ediyordu. Özellikle Fars bölgelerinde ve Gilân’da mezhep telâkkileri öne geçmiş Türkmenliği sallar duruma gelmişti. Bunlardan biri de Yakub’un halasının oğlu ve aynı zamanda eniştesi olan, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın öldürülmesiydi. İşte çok kritik bir ortamda devletin direği görevini yapan Selçuk Şah Begüm’ün verilmiştir. Ölüm tarihi Bıyıklıoğlu’na göre 1474 olarak zikrediliyorsa da (Hınz, s.52) doğru olan tarih 1478’dir. Bu tarih o zaman Tebriz’de bulunan Barbaro’nun verdiği tarihdir ve İran kaynaklarınca da doğrulanmıştır. 27 Ramazan 878 (2 Ocak 1478). Herhalde tashih hatası olarak Woods’da 1425 tarihi yer almıştır (s.229). 787 Hınz, s.57. 788 Sümer, Akkoyunlular, s.273. 258

1490 veba salgınında hayatını kaybetmesi ardından da oğulları Yakub ve Yusuf Mirza’nın ölmesi devleti tam bir kargaşalık ve inkıraz devrine sürükledi.789 Yakub’un yerine oğlu Baysungur ve sonra Rüstem Mirza (1491); daha sonra da Uğurlu Mehmed’in oğlu Ahmed Göde (1497) Tebriz’de tahta çıktılarsa da devletin gücünü devam ettiremediler; üstelik Göde İsfahan’da bir çarpışmada hayatını kaybetti ve durum biraz daha kötü hâle geldi.790 Hanedan mücadeleleriyle şehir beylikleri oluşmaya başlayınca Murad Şirvan’da, Elvend Mirza Azerbaycan’da, Muhammed Mirza Yezd’de parçalı hükümdarlıklar ilân ettiler. Elvend, Azerbaycan’ı 1501’de Şah İsmail’a kaptırdı ve kaçtığı Diyarbakır’da eceli ile öldü. Muhammed Mirza ise Murad ile yaptığı savaşta İsfahan’da hayatını kaybetmiştir. Murad da Şah İsmail’e yenilerek Diyarbakır’a kaçmış ve oradan önce Dulkadıroğullarına damat olarak bir süre burada kaldıktan sonra Osmanlılara iltica etmiş fakat Çaldıran Savaşı sonrasında öldürülerek başı Şah İsmail’a gönderilmiştir (1514). İran’da artık Farslık ile birleşen ve Türkmenleri taban olarak kullanan Şah İsmail yegâne hâkim unsur hâline gelmiştir.791

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri gerçek anlamıyla birer feodal Oğuz boyları konfederasyonudur. Bu bakımdan Türkistan, Horasan, Anadolu, Suriye Türkmen oluşumlarından hiçbir ayrılığı ve farklı tarafı yoktur. Diğer Anadolu beyliklerinde olduğu gibi oturmuş bir şehirli yapıları olduğu söylenemez. Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Fırat ve Dicle Deltası’nın (Türkmeneli) her tarafı mukaddes vatanlarıdır. Bu sebeple bütün boy ve 789 A.g.md., s.273. 790 Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.196. 791 Sümer, Akkoyunlular, s.273. 259

oymaklar buraların verimli ovaları ile Doğu Anadolu’nun otu bol yaylalarına dağılmışlardır. Bir tarafta Kızılırmak, diğer tarafta Azerbaycan ve İran yaylaları ile Karadeniz-Trabzon’dan Basra’ya kadar yemşil bir coğrafya. Karakoyunlu ve Akkoyunlu toplumunu oluşturan unsurlar hemen hemen bugün Anadolu’nun her yanına dağılmıştır. İran’da ismen ve cismen var olan Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Musullu, Hindli, Tekeli, Bayburtlu, Çapanlı, Karadağlı, Karamanlu, Dulkadir, Varsak, Avşar, Kaçar gibi Türkmen boy ve oymaklardır.792 Sanıldığı gibi Karakoyunlular Baraniler, Akkoyunlular ise Bayındırlar’an ibaret değildir. Bu sebeple bunların oluşturacağı Türkmen sosyal yapısının genel yapıdan farklı olduğu hiçbir şekilde düşünülemez. Anadolu Beylikleri Osmanlı’nın esas nüvesini teşkil eden Söğüt ve diğer Anadolu Yörükleri dışında büyük ölçüde şehirleştikleri için, Karamanlılar dışında birkaç Osmanlı padişahı zamanında tamamen yutulmuşlardır. Fakat Karakoyunlu ve Akkoyunluları ne Türk Moğolları ne de Emir Timur itaat altına alabilmiştir. Bu sebeple idarî yapı kısa sürede oymaktan emirliğe, ulustan imparatorluğa dönüşmüştür.793 Bu imparatorluklar tam anlamı ile konfedaratif ve göçebe bir imparatorluktur; çünkü bunlarda göçebelik hiçbir surette tamamen terk edilmemiştir. Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri Doğu ve Güneydoğu İran’da Moğol idârelerine bağlı kaldıkları hâlde özellikle Karakoyunlular Emir Timur’la sırf Tacik yapısı yüzünden kaynaşmadıkları hâlde Moğolca konuşan Celâyir, Süldüs, Bisuut, Sünit, Kuruluas794 gibi unsurlar zaman içinde tamamen Türkmen cemiyeti ve ulusları içerisinde varlığını kaybetmişlerdir. Bunun dışında Uygur, Kıpçak ve Tatar gibi Türk menşeli kavimler de aynı âkıbete uğramışlardır. Bugün hemen hemen bunlardan eser kalmamıştır ve Türkmen etnonomisin dışında soy, boy ve halkı ifâde edecek deyim kullanılmamaktadır. Sosyal hayatta âdeta Türkmen deyimi ırk adı hâline gelmiştir. Karakoyunlu 792 Mükrimin Halil Yinanç, Akkoyunlular, s.262. 793 A.g.md.., s.251. 794 Faruk Sümer, Oğuzlar, s.143. 260

Yusuf Bağdat yöresinde Celâyirlerin varlığına son verdikten sonra yeknesak bir toplum olarak Türkmenliğin İran hâkim toplumsal yapısı olduğunu bilhassa vurgulamak şarttır. Karakoyunlular devlet hayatında kendi Türkmen özelliklerini ısrarla korumalarına karşılık müesseseler Celâyirlilerin devamı şeklindedir, ki Akkoyunlular da umûmiyetle böyle bir düzene bağlı kalmışlardır. Fakat iktidar değişikliği Akkoyunlular lehine dönüştüğü zaman birtakım Karakoyunlu’nun yeminli ve kurucu boyu Baranlular Horasan ve Hindistan’a kadar göçmüşler, burada XVII. asır sonuna kadar aynı sosyal yapı ile devlet olmuşlardır.795 İran tahtı Akkoyunlulardan Safevîlere geçtiği zaman da, Deylem ve Gilân’ın Safiyuddin ailesinde tezahür eden Şafiî-Sünnî, daha sonra da Şiî-Sûfi yapı ne kadar Fars destekli olursa olsun Hatayî’nin Türkmenlik’te demirlemesi ile sonuçlanmıştır. İşte Karakoyunlu ve Akkoyunlu cemiyetinin bu sosyal ve etnik ideolojilesmesine özellikle dikkat etmeliyiz, ki bu gün dahi aynı yapı devam etmektedir. Selçuklu Oğuzlarından farklı olarak İran’da süratle gelişen şehirleşme yapısının bir Doğu ve Güneydoğu gerçeği olarak karşımıza çıkan Karakoyunlu ve Akkoyunluların bu yurtlarda yeniden göçmen yapıya dönmeleri ve bunun ileriki yıllarda İran’a da taşmaları cidden çok ehemmiyetlidir. Metinlerde gördüğümüz üzere gerçekten Akkoyunlu ve Karakoyunlular Türkistan’da Oğuz Yagbu Devleti’nin bir parçası olsa da kendileri, bugünkü Yesi (Türkistan) toprakları Gazıgurd Dağı Oğuzlarıdır. Bunların bölgeye gelişlerinin birer Selçuklu bakiyesi olan Anadolu Türkmen Beyliklerinin sosyal yapılarından farklılığını siyasî tarih bahsinde gördük ve kaynakların örtüştüğü hususunda Moğol hareketleri önünden sürüklenenler olduğunu belirttik. Elbette Moğol saldırıları Harezmşah ülkesine girmeden bu bölgeyi tazyik etmişlerdi. Bu bakımdan özellikle destanlarda ortaya çıkan köy-mezra-dağ-soy-boy-aşîret-gelenek-inanç gibi hususların Karakoyunlu ve Akkoyunlu yurtlarına Oğuz vatanından 795 Oğuzlar, s.147. 261

adetâ kopyalanarak yapıştırıldığını rahatlıkla ifâde edebiliriz. Özellikle Karakoyunluların en şaşaalı İslâmî devirde bile at eti yiyerek kımız içmeleri796 bu gerçeğin sağlam tezahürüdür. Selçuklu Oğuzlarında böyle gelenek çok görülmüş değildir. Bu sebeple hiçbir zaman Akkoyunlular ve Karakoyunlular, Anadolu Selçuklu Beylikleri ve Osmanlılarda kendilerine yer bulamamışlardır. Türkistan ve İran’da ilk Türkmenleşen Oğuzların şehirli yapısı bizi bir ân için Türkmen-Oğuz ayrılığına götürebilir; fakat bu görüş tamamen Sovyet görüşüdür. Çünkü biliyoruz ki X-XII. asırlarda Siriderya’nın aşağı kısımlarında yerleşik veya çift mekânlı yarı göçebe Oğuzlar tarihten tamamen çekilmişlerdir.797 Bu sebeple Karakoyunlu ve Akkoyunluların göçebeliğini çok yanlış bulmak mümkün değildir. Karakoyunlu ve Akkoyunlularda halk tamamen Türkçe’nin Türkmen lehçesini kullanıyordu. Akkoyunlularda Farsça uluslararası anlamda kullanılmakla beraber Karakoyunlularda daha azdır. Her iki ulus da ilk zamanlar tıpkı İlhanlılarda olduğu Uygur harfleri798 kullanmışsa da genel olarak Arap alfabesi hâkimdi. Destanlardan kalan dil geleneği elbette ısrarla sürdürülmüş, Selçuklu Oğuzların farklı olarak Farsça’ya hiçbir sûrette temayül gösterilmemiş, hatta bu lisanın cazibesi dolayısıyla özellikle Safevîlerde devam eden bir özellik olarak Türkmen lehçesi gerçek anlamı ile edebiyat lisanı olmuştur. Halkın konuştuğu ve cemiyetin uzuvlarını bağlayan Türkçe gerek Karakoyunlu ve gerekse Akkoyunlu imparatorluklarında devlet lisanı olmuş ve diğer dilleri sindirmiştir. Emir Timur’un Türkmenleri Farsça’ya temayül gösterip Taciklik’te karar kılarken Akkoyunlu ve Karakoyunlular tertemiz Türkçe ile Bayati ve Hoyrat söylemişlerdir. Şu Suriye Bayati’sindeki Türk dili rahatlığını nerede bulabilirsiniz?!: 796 Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.90 797 Ağacanov, Oğuzlar, s.129. 798 R.Rahmeti Arat, Fatih Sultan Mehmed’in Yarlığı, Türkiyet Mec., İstanbul 1937, s.6. 262

“Ekmek yaptım terredim, Güne çıkdım parradım, Garşıda gardaş gelyer, Goça kurban bağladım.”799 Karakoyunlu ve Akkoyunluların şüphesiz ki ana meşgalesi hayvancılıktır. Bu sebeple mevsimlik mera aradıkları için sürekli yer değiştirmek zorunda kalmışlardır. Elbette faydalanılan alanın genişliği ve büyüklüğü çok önem taşımakta, sosyal hayatta değişik geleneklerin devamını sağlamaktaydı. Halk genel olarak kışı bir arada ve obalarda geçirirken, yazın yüksek yaylalara çıkıyorlardı. Bu bakımdan doğu ve güneydoğunun sulak bölgeleri onların öz yurtları olmuştur. Göçler genel olarak yaz ve sonbahara denk geliyordu. Türkistan’da Turası yer olarak adlandırılan fakat batıda XI-XIII. yüzyıllarda kullanılan yYurt deyimi, Brockelmann’a göre Doğum yeri-Gelinen Yer-Mesken anlamında kullanılıyordu.800 Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenlerinin besledikleri hayvanlar remzlerinde de olduğu gibi koyun ağırlıklı olup yanında keçiler de bulunuyordu. Düz arazide olmadıkları için at ve deve yetiştiriciliği mutlaka ikinci planda; ancak İran’ın Horasan taraflarında kabil olabiliyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile İran Azerbaycanı’nda deve ve at, besleme etinden ziyâde yük taşıma ve binicilik için ancak bir meşgûliyetti. Bu durumda avcılığın da geleneklerde yer teşkil ettiğini belirtmek lâzımdır. Yarı yerleşik Karakoyun ve Akkoyunlularda halı-kilim-keçe-yün-elbise-çapan-gömlek-çömlek ve çeştli süs eşyaları da toplumsal bir uğraştı. Ustalar çarıkları keçe ve deriden, yünden, keten kumaşlardan ve diğer ürünlerden yapıyorları.801 Ayrıca hayvan kemiklerinden en iyi savaş araçları, demirden en güzel kılıç-kama ve bıçaklar bilhassa Suriye-Halep’de çok ilerlemişti. 799 Ali Şamil, Colan Türkmanları, Azerbaycan Milli Elemler Akademiyası Folklor İnstitutu Yayını, Bakı, 2014, s.93 800 Nakleden Ağacanov, Oğuzlar, s.132. 801 Ağacanov, s.146. 263

Karakoyunlular ve Akkoyunlularda bir Oğuz geleneği olarak aile hayatında elbette tek kadınla evlilik esastı. Fakat beyler ve hanedan üyeleri siyasî nüfûz sağlamak maksadıyla çok kadınlı evlilik yapmışlarsa da dâima itibarlı olan ve veraset hukukundan tam olarak faydalananlar ilk kadın, yani başhatunlardır. Özellikle halk arasında destanî bir inançla anlatılan kahramanların dâima tek karıları olagelmiştir.802 Bu sebeple rastgele evlilikler yerine birbirini seven aileler daha beşikte iken çocuklarını sözlendiriyorlardı. Bu bakımdan mutlaka çok sağlam bir aile yapısı olduğunu söylemek mümkündür. Karakoyunlu hanedanında oğulun öz annesi olmayan bir kadınla evlenmesi ise Şamanizm’de vardır. Fakat bu gelenek genellikle halk nezdinde kabul görmemişse de Moğollarla birlikte bu âdet İran’a taşınmıştır. Tıpkı at eti yemek ve kımız içmek gibi İslâmîyet tarafından yasaklanmıştır. Bu gelenek tek-tük de olsa heterodoksî geleneklerden sayılmalıdır. Anadolu’ya Edik denilen renkli çizmeleri Karakoyunlular ve Akkoyunlular getirmiştir. Destanlarımızda da geçen bu tabiri ve anlattığı eşyayı katiyyen Memlûkî gibi Türkmen olmayan unsurlar bilmez. Bugün az da olsa Maraş, Adana, Antep gibi Bayat yurtlarında, 40 santim uzunluğunda konçları bulunan, ökçesiz, uçları kıvrık, sarı ve kırmızı çizmeler hâlâ görülmektedir.803 Bayat âdetlerini, düğünlerini, toylarını, ölülerini, yemeklerini, edebiyat ve folklarını uzun uzadıya anlatmak istemiyoruz. Çünkü bunları yeteri kadar Suriye ve Irak çalışmalarında ortaya koyduk.804 Netice olarak Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerin diğer Oğuz obalarına göre daha dayanaklı, daha güçlü, tabiatı alt edecek derecede bulundukları topraklara bağlı olduklarını ve sürekli idâre edebilmek için mutlaka kendi idârelerini sağlamak gibi düşünceleri ülkü edindiklerini rahatlıkla söyleyebilirz. At sırtında veya koyun-keçi peşinde de olsalar dâima 802 Sümer,Oğuzlar, s.403. 803 A.g.e.,s, 409. 804 Bk.Ali Bademci, Suriye ve Irak Türkmenleri. 264

savaşçı olduklarını, düsturlarının kahramanlık ve mertlik olduğunu bilhassa vurgulamalıyız. Bir ân için İskender’in Şahruh’a iki ordunun kırılmaması için güreş veya karşılıklı dövüş teklif ettiğini hatırlamamız yeterlidir. b) Ekonomi Karakoyunlu ve Akkoyunlu ekonomisi mutlak surette hayvancılık, hayvan ürünleri ile el sanatları ve bunları esas alan mamullere dayanıyordu. Ziraî, hayvan, zanaat ve sınaî ürünlerin ticareti çoğu zaman takas yolu ile eski Oğuz geleneğine tâbir.805 Karakoyunlular ve Akkoyunlular mutlak emir-bey-sultan olan aşîret reisleri, kendi adlarına para da bastırmışlardı806 ve ülke içinde altın, gümüş ve bakırdan yapılma bu paralar iktisadî hayatı tanzim ediyordu. Toprak İlhanlılar ve Osmanlılarda olduğu gibi sultanın malı idi; fakat hükümdar ailesinden olan bey ve emirlere ıkta veya idâre için veriliyordu; bunlar iktanın gelirine göre kuvvet beslemek ve dilenildiğinde orduya katlmak zorundaydılar. Ayrıca aşîret kuvvetleri de vardı. Her iki devletin de başkenti Tebriz olup Fars, Yezd, İsfahan, Bağdat, Diyarbakır, Erzincan, Şarkikarahisar büyük vilayetlerdi;807 buralarda ekonomik hayat gayet canlı idi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu mallarının dış tüketimi şüphesiz ki Osmanlı ve Memlûk ülkelerine ihraç edilen mallardı. Buranın tüccarlaına satılan emtia Akdeniz ve Karadeniz limanlarından gerekli ülkelere yetişiyordu. Akkoyunluların bilhassa Memlûklular ile ticarî faaliyetleri gayet canlı idi. Hatta Ahmed B. Lütfullah’ın Câmiü’d-Düvel’ine göre, Uzun Hasan Rakka civarından gelip geçen tüccarlara rahat vermeyerek sürekli mallarını yağmalayan Neşib, Uneynrabia gibi Arap aşîretlerini şiddetle 805 Ağacanov, s.148. 806 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, TTK, Ankara, 1970,s .272. 807 A.g.e., s.281. 265

tedip ederek tüccarların rahatlığını sağladığı ve bu gibi hâdiselere çok ehemmiyet verdiğini biliyoruz.808 Daha İlhanlılar devrinde itibaren özellikle Tebriz çok önemli ticaret merkezi idi. Buradan Rusya ve Altınordu, Harezm, Türkistan, Hindistan hatta Çin’e kadar mal gönderildiği gibi oralarda bulunan her eşyayı Tebriz’de satın almak mümkündü. İşte sırf bu sebeple Avrupalı Cenevizliler Tebriz’de ticarethane kurmuşlardı.809 Karakoyunlar ve Akkoyunluların kendi aralarındaki sürekli mücadeleleri ve Timur’un üç sefer bunlar üzerinden Ortadoğu’yu talan etmesi aşîretleri yorgun düşürdüğü gibi, mahsülleri yakılıp hayvanları yağmalandığı için çok zor duruma düşmüşlerdir. Bundan sonraki bahiste bu olaylar üzerinde etraflıca duracağız. Emir Timur’ın Akkoyunlular ile dostluğunun siyasî anlamda faydası olmuşsa da pratikte varını yoğunu ona haraç olarak veren beyler yüzünden halk, mekânlarını terk etmek ve başka bölgelere göç etmek zorunda kalmıştır. Maalesef istemeyerek de olsa aynı hatalara zaman zaman Osmanlılar da düşmüş ve Fatih’e kadar söz konusu Türkmenler ezilmişler ve malları mülkleri ellerinden alınmıştır. Bu sebeple Osmanlı vilâyetlerindeki eknomik canlılığı, halkın refahını komşu Akkoyunlu ve Karakoyunlular kesinlikle yakalayamamışlardır. Uzun yıllar Karakoyunlu Akkoyunlu ülkelerinde düzen sağlanamamış ve katiyyen mezheple ilgisi olmayan derebeylik ve Türkmen eşkıya hikâyeleri genellikle onlara ait yurtlarda görülmüştür. Doğu Toroslar, Amanoslar, Antep, Urfa, Reyhaniye, Kozan, Payas, Hassa (Tiyek Beyleri), Yeniil, Carablus (Halep), Rakka Türkmenlerinde olduğu gibi. Öyle bir çılgınlıktır ki, Osmanlı bunlara ne yazık ki Ekrad-ı Etrak veya Ekrad-ı Türkman (Kürd Türkü veya Kürd Türkmeni)810 demiş, bu rezalet Cevdet Paşa’nın Halep valiliğine kadar sürmüştür.Bu unsurların tamamı Akkoyunlu ve Karakoyunlu Bayatlardır. 808 Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.246/3. 809 Spuler, İran Moğolları,s.474. 810 Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Oymak Aşîret ve Cemaatler, Tercüman, İstanbul, 1979, s.27-31 266

Her şeye rağmen hayatı at sırtında geçen özellikle Karakoyunlu ve ondan sonra Akkoyunluların devlet düzeyinde imparorluk oldukları dönemde bile kurumlaşmış iktisadî faaliyetleri hakkında çok bilgimiz yoktur. Bu karanlık doğu ve güneydoğu için hususen ehemmiyet taşımaktadır. İran kaynaklarının yeniden taranması ve akademik arştırmaların önünün açılması belki yeni materyallere erişmemize yardımcı olacaktır. Yetersiz olmakla beraber bizim kaynaklarımızda az çok siyasî ve kültür tarihi bilgileri vardır. Bilinen hususları metinlerde gözden geçirdik. Fakat kurumlaşmış ekonomik müesseseleri îzah etmenin zorluğu ile karşı karşıyayız. Tarihe değişik gözle bakılmaması biraz da zamanın vakanüvislik geleneğinden kaynaklanmaktadır. Demografik bilgiler de vermek mümkün değildir; içtimaî hareketleri ancak ordu mevcutları ile aydınlatmanın dışında şimdilik kısır döngü içerisindeyiz. İşte sırf bilgi azlığı sebebiyle, Kanadalı mantıkçı J.E.Woods’un, Karakoyunlu ve Akkoyunluların “Kazak yağmacılar çetesinden, tarım ve ticaretle düzenli, ama özel yağmacılar çetesinden yağmacı bir ilişki üzerine temellenmiş, göreli merkezîlemiş bir bölgesel beyliğe siyasal, iktisadî ve toplumsal evrimine ilişkin olanlardır.”811 şeklindeki görüşlerine katılmak mümkün değildir. Günümüz ABD Türkologlarından Peter b. Golden812 de Roemer veya Vambery’in Çar Rusya’sı bunalım devrinin genel Türkmen813 tasvirine uyarak, imparatorluk olmuş Karakoyunlu ve Akkoyunluları “Haydut çetesinden farkı olmayan topluluklar”814 olarak görmesi hiç de doğru bir görüş değildir ve bu görüşleri zamanın Osmanlı-İran-Memlûk kaynaklarında doğrulayıcı hiçbir bilgi yoktur. c) İnançlar 811 Woods, Akkoyunlular ,s.18. 812 Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.376. 813 Arminus Vambery, Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, Kitabevi, İstanbul, 2011, s.154-155. 814 Golden, s.376. 267

Karakoyunlular ve Akkoyunlular şüphesiz ki İslâm dairesi içerisindedirler. Selçuklulardan farklı olarak bunlar Türkistan’da İran ve Doğu Anadolu’ya göçerken ana yurttan Müslüman olarak değil İslâm cemiyetleri içerisinden gelmişlerdi. Selçuklulargibi Oğuz Yabgu Devleti’ne küserek değil yanlarında veya karşılarında dik duran Oğuzlar olarak bugünkü Gazıgurd Dağı civarından gelmişlerdir. Kaynaklarda örtüşen bilgilere göre Moğol tazyiki 815sonucu önce Horasan’a gelerek kendi kurdukları ve boy adı ile anılan Yazır Vilayeti’ne yerleşmişler,f akat daha sonra da İran’a gelelerek İlhanlılar zamanında son yurtlarını bulmuşlardır. Bu sebeple hangi mezhebe mensup olurlarsa olsunlar her iki Türkmen aşîreti de Horasan’da bir süre kaldıkları için buranın İslâmî ikliminden etkilenmişlerdir. Bu sebeple İslâmî inançlarının Selçukîler ile örüşmesi katiyyetle mümkün değildir. Bunlar daha ziyade Yesevî görüşlerine yakın bağdaşmacı (senkretik) inançlara sahiptirler. Konu ile ilgili hemen hemen bütün modern çalışmalarda Akkyoyunlular Sünnî, Karakoyunlular Şiî olarak tasvif edilmektedir. Hatta bazen “müfrit” gibi deyimlerle özellikle Karakoyunlu Şiîliği bilhassa vurgulanmaktadır.816 Karakoyunluların İran’a taşınmasından sonra özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Musul, Suriye bölgelerinde evvelce bu Karakoyunlu diye adlarından cemaatler benzer isimler alarak “Yörükan Tâifesi” diye nitelendirilmeye başlamışlar;817 hatta Anadolu’nun bütün bölgelerine yayılmışlardır. Bunlar üzerinde yapılan saha çalışmaları ne yazık ki literatür olmuştur. Fakat bu görüşleri Uzunçarşılı kısmen de Sümer Hoca desteklememektedir.818 Çünkü büyük ölçüde bir Anadolu deyimi olan Yörük veya Yörükler’den Şiî veya Alevî olanlara rastlayan olmamıştır. Anadolu’da konu ile ilgili yaygın saha çalışmaları yapan İrene Melikoff’un da ne Yörükler ne de Karakoyunlu olarak bildiğimiz aşîret ve cemaatler 815 816 817 818

F. Sümer, Karakoyunlular, s.14; O.Turan, Doğu Anadolu, s.195. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.186. Cedvet Türkay, s.478. Mehmet Eröz, Yörükler, TFAV, İstanbul, 1992, s.47 268

üzerinde yaptığı çalışmalarda böyle bir bilgiye rastlayabiliyoruz.819 Bizim literatüre göre “müfrit” Sünnî dememiz gereken Akkoyunluların ise Sünnîliğinin sözde kaldığını; çünkü Uzun Hasan’ın Şiî Nimetullahiye’ye yakın inançları olduğu gibi,820 hakikaten müfrit Şiî olan Şeyh Cüneyd Safevî, Uzun Hasan’ın kızkardeşi Hatice Begüm ile evli olmasından ötürü eniştesiydi.821 Bu sebeple en azından Şiîliğe zemin hazırlayan Karakoyunlular değil Akkoyunlulardır. Böyle bir şey olmayacağına göre mezhep taassubuna takılmak hiç de doğru değildir. Türk ilim insanları Karakoyunlulara Şiî, Akkoyunlulara Sünnî derken kaynak kullanmazlar; tamamen görünüş ve intibaya dayanarak karar verirler. Halbuki Woods yukarıda naklettiğmiz görüşleri ile bunları sözde Müslüman olarak ifâde ederken hem kaynak kullanmış822 hem de geniş açıklamalarda bulunmuştur. Gerçekten Uzun Hasan’ın Tebriz’de ortaya koyduğu İslâm kültür varlıklarını gördükten sonra823 onun koyu Sünnî-Hanefî olan Osmanlı ve Fatih Mehmed’den ayrı düşündüğüne elbette hükmedemeyiz; lâkin Karakoyunluları İran’ın sonraki Safevîleri gözü ile görmemiz katiyyetle yanlıştır. Nitekim Fransız Paul Rox: “Kesin olmamakla birlikte Karakoyunluların Şiî eğilimli oldukları ileri sürülmüştür.”824 hükmü ile her ne kadar Türk tarihçilerinden etkilendiğini belli ediyorsa da kararlı değildir ve müfrit gibi gereksiz nitelendirmelere itibar etmemiştir. Günümüz ABD’li bilim adamı Peter Golden da Karakoyunlular için Şiî olmamakla beraber hükmünü vererek Safiyyüddin ailesinden etkilenen Moğol Celâyirlerden ötürü öyle sanıldığını ifâde etmektedir.825 Yabancıların bu konu ile ilgili görüşlerini çoğaltmak ve daha birçok örnekler vermek mümkündür; bu konuda hiçbir çalışması olmayan Türk din tarihçilerinin susmalarına 819 820 821 822 823 824 825

İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, s.21-77, Demos, İstanbul, 2011. Woods, s.149. Hınz, s.27. Woods’un kaynakları için Bkz.: Akkoyunlular, s.204-229. M. Halil, Akkoyunlular, s.262. Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, s.319, Kabalcı, İstanbul 2012. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.375. 269

karşılık Köprülüzade’nin Türk literatürüne uygun görüşleri olduğunu söylemek elbette mümkündür.826 Bu gerçekler ışığında şunu görüyoruz ki tamamen Sünnî inançta olan ve Karamanlı engeline rağmen Osmanlı ile kısa zamanda kaynaşan diğer Anadolu Beylikleri ile kendilerini ayrı görmekte ısrar eden Karakoyunlu-Akkoyunlu’nun inanç sitemini Şiî-Sünnî gibi bir eksende incelememiz hiç de doğru değildir. Çünkü özellikle ve iddia konusu olan Karakoyunlular için bugün Anadolu-Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Irak Türkmeneli ve Suriye’de var olan, Osmanlı devirlerinde Bayat Etnodenizi’nde demirleyen Türkmen inanç sistemi hiç de bu izleri taşımamaktadır. Akkoyunlu bürokratı İdris Bitlisi’ye göre: “Eski Bayındır efendiler (Akkoyunlular) konfedere aşîret savaşlarında gerçekleştirdikleri kıyım ve adaletsizlikler nedeniyle XVI. yüzyıl sonlarında ilâhi misyonlarından yoksun bırakılmışlardır.”827 Bu görüş ışığında sonradan Osmanlı olan Arap-Kürt asıllı Müfrit Sünnî Âlim Bitlisi,828 özellikle Anadolu için Akkoyunluların Sünnîliğini de boşa çıkartmakta ve zamanımız batılıları gibi doğru düşünmektedir. Elbette bu iki ulusun da Tebriz’i başkent yaptıktan sonra sosyal-iktisadi-idarî-kültürel yapılarında bir uyarlama olduğu gibi inanç yapılarında da yeni bir şekillenme meydana gelmiştir. Metinlerde geçtiği üzere Akkoyunlular Sünnî görüşleri ile tarihî Karakoyunlu düşmanlığına isyan eden Karakoyunlu Baharlu oymağının Şiî görüş ve inançları ileri sürerek yeniden Horasan taraflarına oradan da Hindistan’a göç edip devletleştiklerini biliyoruz.829 Buna karşılık gerçekten müfrit Şiî ve Şiî olduğu iddia edilen Karakoyunlulara şiddetli düşmanlığı bulunan Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in siyasî olarak Sünnî Akkoyunlu mirasını gütmesi de çok ilgi çekicidir. 826 Bkz. M. Fuat Köprülü, Türk Tarh-i Dinisi, Akçağ, Ankara, 2005; Anadolu’da İslâmîyet, Akçağ,Ankara 2005. 827 Woods, s.299. 828 Şahsiyeti ve düşünceleri için Bkz.: M. Törehan Serdar, İdris-i Bitlisî, Ötüken, İstanbul, 2008. 829 Sümer, Karakoyunlular, s.148. 270

Karakoyunlu ve Akkoyunlu Müslümanlığını İran’a gelmeden durak yaptıkları, Sultan Sencer devri Horasan Türkmen ikliminden itibaren almak ve menşe olarak Gazıgurt Oğuz iklimini yaşadıkları için onların inanç dünyalarını Yesevî’nin Türk Müslümanlığı çerçevesinde ancak îzaha kavuşturabiliriz. Osmanlı müelliflerinin Selçuklu’dan devraldığı Sünnî-Hanefî inançlar ışığında mutlaka hataya düşeriz. O zaman bunların inançları İslâm düşüncesinin neresindedir ve nasıl bir İslâmî düşüncedir? İşte şimdi kısaca bu mevzuu aydınlatalım: Anadolu ve Ortadoğu’da Moğol istilâsı öncesindeki sosyolojik inanç hareketlerinde Horasan menşeli veya buranın sosyal iklimine alışmış Türkmenlerin başı çektiğini çok iyi bilmekteyiz. Bu isyanlara Arap ve Fars gibi Müslüman unsurlardan iştirak eden olmadığı gibi, söz konusu kaynaklarda olaylara hemen hemen hiç yer verilmez.830 Elbettte ister Şiî ve isterse Sünnî kaynaklı olsun bu olay ve hareketleri din yönünden ele alıyorsak, hiçbir gerekçeye mahal olmadan bütün Müslümanların iştirakı söz konusudur. Halbuki Akkoyunlular ve Karakoyunluların da ısrarlı Türkmen hareketini bu yönü ile ele alırsak mefhûm engelenin öte tarafına geçemeyiz. Bu sebeple her iki Türkmen hareketinin de İslâmî, hele hele mezhepsel bir hareket olduğunu söylememiz mümkün değildir. Akkoyunlu tarihçisi Tıhranî, Cengiz Yasaları’ndan kaynaklanan ve İslâm’a uymayan bazı ahlâkî zaaflarından ötürü Kara Yusuf’un oğlu ve torununu831 zındık olarak nitelendirmektedir. Osmanlı tarihçilerinde de aynı eğilimi görebiliriz. Bu husus Türkmenleri işaret etmek için, Türkmenleri belirlemek ve şehirlilerden ayırt etmek için meselâ Etrak-ı bi-idrak (İdraksiz Türkler); Etrak-ı Mütegallibe (Zorba Türkler), Etrak-ı nâ-pâk (Pis Türkler);;Etrak-ı Hâricî veya Etrak-ı Havâric (isyancı, dinsiz Türkler) gibi hakaret dolu terimler kullanıyorlardı.832 Bu ifâdeler bilhassa Karakoyunlular ve büyük ölçüde Akkoyunlar ile ilgili kanaatlerle bire bir örtüşmektedir. Halbuki nitelemeler Selçuklular devri heterodoks Türkmenler için 830 A. Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s.30. 831 Kitab-ı Diyarbekriyye, s.56. 832 Ocak, a.g.e., s.59. 271

en az iki yüz yıl önce söylenmişti. Dolayısıyla aynı coğrafyada Karakoyunlu ve Akkoyunlu inançlarını da ancak bu gözle, yani bağdaşmacı (senkretik)833 bir nazarla vuzuha kavuşturabiliriz. Diğer bir husus da Karakakoyunlu ve Akkoyunlu aşîret topluluklarının özellikle İlhanlılar devrinde demokrat İslâm ile tanışmalarıdır. Çünkü Gazan Han’a kadar İlhanlılarda din yoktu ve Cengiz Yasaları’nın uygulamada olması sebebiyle topluma bağımsız halk inançları ve Şamanizm gibi eski dinlerin hâkimiyeti söz konusuydu. Gazan’dan sonra Olcaytu devrinde ise Şiî görüşler öne çıkmaya başlamıştı.834 İşte bu sebeple her Moğol devletinin teb’ası olan Karakoyunlu-Akkoyunlu aşîret konfederasyonlarının Şiîlik’ten etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Sünnî geleneğin şehirli gelenek ile sıkı sıkıya bağlılığı, daha serbest hareket etmeye alışmış Türkmenler için Şiî inançlar bilhassa cazib görülmüştür. Karakoyunlu oymaklar belirli dozdaki Şiî eğilimin eski inançlarla beraber inat derecesinde Sünnî Emir düşmanlığından, Akkoyunlulardaki Sünnî eğilimin ise taraftarlıktan ileri geldiğini de sanırız kabul etmek gereklidir. Fakat her halükârda Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Kur’an’ı tercüme ettirerek835 Türkçe okuma ve anlama isteğini de yine demokrat ve Türk Müslümanlığı ile îzah edebiliriz. Karakoyunlular, Akkoyunlulara göre daha sert ve cengâver karekterli insanlardır. Özellikle Kara Mehmed ve Çağataylar karşısında âdeta yiğitliğin ve saflığın destanını yazan Kara Yusuf ve oğlu İskender’in kahramanlıkları hem eski kaynaklar hem de modern çalışmalarda bilhassa vurgulanmıştır.836 Karakoyunlu Cihanşah devletine Osmanlı örneğini devlete esas alırken,837 Akkoyunlu Yakub kendi taht zamanında Türkmenliliğin Farslaşmasının önüne geçememiştir.838 Bu bahiste demirlenecek fikir, Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı 833 834 835 836 837 838

A.g.e., s.95 Hanifi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, s.169. Sümer, Oğuzlar, s.149. Tıhranî, s.57; Hasan-ı Rumlu, s.46; Sümer, Karakoyunlular, s. 54-112-144. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s.184. Wodds, Akkoyunlular, s.223-234. 272

muşteşem eserinde Yesevî’ye izafe ettiği Sünnî fikirler Akkoyunlularda, daha sonra İslâm Ansklopedisi’nde caydığı ve Şiîliğe yatkın düşünceleri ise Karakoyunlara mal etmek gerekecektir.839 KARAKOYUNLULAR SOY KÜTÜĞÜ

AKKOYUNLULAR SOY KÜTÜĞÜ

839 Fuat Köprülü, Ahmet Yesevi, İA, C.I, İstanbul, 1978, s.210-215. 273

5. BÖLÜM

emir TimUr Ve TimUrlUlar DeVri (1360-1506)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Emir Timur ve Timuroğulları, Türk tarihi olduğu kadar, onun önemli bir parçası olan İslâmî yıllar Türkmen tarihini de pekâla çok yakından ilgilendirmektedir. İşin konusu İran Türkmenliği olursa bu iş biraz daha ehemmiyet kesbetmektedir. Çünkü bugünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Horasan’a kadar büyük bir coğrafyanın Timur’dan evvel sahipleri olan Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler konunun muhatabı ve baş aktörüdür. Daha evvel incelediğimiz Selçuklulardan Karakoyunlu ve Akkoyunlulara kadar İran topraklarındaki Türkmen hâkimiyeti biraz daha sağlamlaşmıştır. Türk Moğolu istilâsı ile inkıraza sürüklenen İran, Karakoyunlular ve Akkoyunlular ile bu devreyi atlatmış, fakat bu sefer kapılar Timur tarafından zorlanmış ve her hâlde İran Türkmenliği’ne onlardan fazla zararı dokunmuştur. Detaya girmeden önce bu hususu bilhassa vurgulamak gereklidir. Karakoyunlular ve Akkoyunlular devrinin ilgili bahislerinde bu konuları onlar yönünden bir miktar incelemiş, fakat Timur hareketi ve onların kaynak bilgilerinde detayına inmemiştik. “Cengiz ve Yasası-Timur ve Tüzükatı” kitabımızda ise sadece siyasî tarih yönü ile bu meseleyi ortaya koymuş, fakat sosyal-iktisadî-inanç boyutlarına pek yer vermemiştik. Şimdi ise siyasî tarih bahsinde de bir miktar revizyona gidilerek mesele diğer bahislerdeki kalıba uygun olarak işlenmiştir. Timur, Hicrî hesapla 25 Şaban 836, Milâdî hesapla 9 Nisan 1336’da, 12 Hayvanlı Türk Takvimi’ne göre de Sıçan yılında; bugünkü Türkistan’ın, Keşke (Kaşka) Derya bölgesi Hoca Ilgar 277

köyünde doğmuştur. Hatta Barthold bu bölgeye İstahri, İbni Havkal, Mukaddesi gibi eski kaynakları mehaz gösterek Kişş denildiğini, XIV. asırdan sonra da Yeşilşehir mânâsında Şehrisebz olarak adlandırıldığını840 ifâde etmeliyiz. Timur’un hayatında yazdırılmış yegâne kaynak olan Nizamüddin Şami’nin Zafernâme isimli eserine göre Timur ana tarafından Cengiz Han soyuna mensup ve annesinin adının da Tekina Hatun olduğu bilinmektedir.841 Bu hususun ne kadar doğru olduğu meçhuldür. Son zamanlarda Özbekistan’da kaynak özelliği olmayan bazı Timurnamelerden faydalanılarak yapılan çalışmalarda anne adının Hatun dışında Begüm, Mahbegüm842 gibi sıfatlarla da tanımlandığını görüyoruz. Güya Çağatayların komutanı olması dolayısıyla Timur’ın babasının emir unvanı ile anıldığından ona da Emir Turagan denilmiştir. Üçler Bulduk’un 2005 yılında neşrettiği başka bir Timurname’de Timur’un ana adının Bekine Begim, baba adının ise Togay Bahadır olduğu843 belirtiliyor ki bu ifâde tarzı o zamanın Çağatay Türkçesi’ne daha uygundur. Timur’un Türkçe’de “demir” anlamına geldiğini,844 bu kullanılış biçiminin dışında “Temür” ve “Temir” şeklinde de kullanıldığını, benzer şekillerde bu isme Göktürk metinlerinde de rastlandığını, Uygur metinlerinde ise “Tamir”, “Tamür” olarak geçtiğini biliyoruz.845 Farsların Timurlenk, Türkler’in Aksak Timur, batılıların ise Tamerlan dediği Timur’un doğum yeri ve tarihi hususunda ise bütün kaynakların aynı olduğunu ifâde etmeliyiz.846 Timur’un doğum yeri ve tarihi ile ilgili çelişkiler olmadığına göre en azından bu yönü ile onun mutlak soylu bir kişi olması gerekir. Timur’un çağdaşı olan İbni Arabşah’ın özellikle onun 840 V.V. Barthod, Moğol İstilasına KadarTürkistan, s.174. 841 Nizamüddin Şami, Zafernâme,s.16. 842 Süleyman İnayatav, Sahipkıran ve Temuriler Nazarı Tuşgan Diyar, Taşkend, 2002,s.3 843 Üçler Bulduk, Timur Hakkında Bilimmeyen Bir Timurname, GÜEFD, C.29/4, Ankara 2009,s.485. 844 Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat’it Türk, C.4, s.598. 845 Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TTK, Ankara 1968, s.223 846 Mustafa Kafalı, Timur, İA, C.12/1,s. 336. 278

nesebi hususunda iyi düşünmediğini ve onun aleyhinde olduğunu çok iyi biliyoruz. Barthold biraz Arabşah biraz da Clavio’dan etkinenerek Timur’un soyu ile ilgili olarak onu “Eşkıya çetesi sıfatıyla faaliyet gösteren”847 birisi olarak değerlendiriyor. Osmanlı müellifi Nazmizâde’nin “Tarih-i Timurlenk” adlı eserinde İbni Arabşah’ın “Acaibü’l-Makdur Fi Nevaib-i Timur” tercümesinin tam ifâdesi ile Timur’un “Çoban neslinden bir eşkıya reisi”848 olduğudur. Şerafeddin Ali Yezdî’nin Zafernâmesi’ne göre Timur’un Keş şehri surları haricinde849 doğmuş olması bile Barthold tarafından soylu olmadığı şeklinde yorumlanmıştır850. Günümüz tarihçilerinden Hayrünisa Alan bu görüşlerin gerçeği yansıtmadığını ısrarla vurgulamaktadır.851 Gerçekten özellikle Timur’un annesi Tekina Begüm’ün zamanın Buhara eşrafı ve âlimlerinden Ubeydullah İbn Ahmed al-Mahbubî gibi yüksek tabakaya mensup biri olduğu852 bilinmektedir. Esâsen Tekina Begüm’ün adından bile bir Beyzade olduğu ve kendisinin soylu bir Türk ailesine mensubiyeti anlaşılmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kızın çapulcu veya eşkıya olacak bir aileye girmesi mümkün değildir. Timur’un şehir surlarının haricinde doğması, Keş’in merkezinde oturan bir aileye mensup olmaması üzerine Arabşah gibi başından beri aleyhte olan birinin ve bir Avrupalı Seyyah olan Clavio’nun indî sebeplere dayanarak bir tarihi kişiliğin soyu hakkında neticeye varmak doğru değildir. Timur’un baba tarafına gelince bütün kaynaklarda adının başında Emir unvanı vardır. Gerçi o zamanda Türkistan idâre yönünden çok dağınık bir durumdaydı. Timur’un dünyaya geldiği Orta Türkistan veya Maveraünnehir Cengizoğulları ve sonra da torunlarının paylaşamadığı en önemli vatandı. Çünkü Cengiz Han’ın oğulları tıpkı onun gibi kendilerini Türklüğün mirasçısı 847 848 849 850 851 852

V.V. Barthold, Uluğ Beg ve Zamanı, Çev.İsmail Aka, TTK, Ankara 1997, s.14, Üçler Bulduk, dipnot 7. Mustafa Rahmi (Balaban), Timur ve Tüzükatı, İstanbul, 1339, s.7. V.V. Barthold, Uluğ Beg ve Zamanı, İ. Aka, TTK, Ankara, 1997,s.15 Hayrünisa Alan,Timurlular, İstanbul 2007,s.25. İnayatav, s.3. 279

saymışlardır; torunları da Çin istikameti hariç aynı yolu takip etmişlerdir. Harezmşah ülkesinde devletin küçük ünitelerine hanlık ve idâreden sorumlu olanlara han denildiği Cengizoğulları idâresinde Türk sistemine de uygun olarak “Emir” veya “Beğ” unvanı veriliyordu. İşte Timur’un dünyaya geldiği yıllarda Maveraünnehir’deki anarşi yüzünden Beğlik veya Emirlikler birer rütbe olarak çok küçülmüşlerdi. Bu sebeple Emir Taragay’ın durumunu abartıya kaçmadan değerlendirmemiz lâzımdır. Birçok kaynak853 Emir Taragay’ın yanındaki silâhşörlerin 3-5 kişiyi geçmediğini ifâde etmektedir. Timur ile ilgili yazılanların çoğu torunları zamanında toplandığı için oldukça abartılıdır. Bu yüzden Timurnameler’e fazla itimat edilmemektedir. Esâsen iyi inceleyenlerin dikkatini çektiği gibi Timur’un ilk zamanlarına ve babasınıa ait bilgiler çok az olup Zafernâme’de de bilgi bulunmaması yüzünden ve biraz da Arabşah tesiriyle aleyhte yorumlanmıştır. Gücü ne olursa olsun Taragay’ın emirliği bir gerçektir. Evliliğinde de aynı hususu görüyoruz. İ. Aka’nın: “Turagay sadece Barlaslar arasında değil, hatta bütün Çağatay ulusunda itibarlı bir beğ idi.”854 görüşü bir uzman tespiti olması dolayısıyla çok önemli olup bu hususta ayrıca bir şey söylemeye gerek yoktur. Timur’un Barlas adlı bir Moğolistan kavminden olduğu hususunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Öte yandan Barlas adının bir kavim veya boy olarak Gizli Tarih’de geçtiğini de biliyoruz. Nizamüddin Şami’nin Zafernâmesi’nde855 Timur’un beşinci dereceden atası856 olarak kaydedilen ve Uluğ Beğ tarafından bugünkü mezar taşına kazınan kitabenin orta yerinde857 adı geçen Karaçar Noyan’ın yaşadığı ifâde edilen zaman ve mekânda hiçbir olayda adı geçmediği dikkatten kaçmamalıdır. Barlas boyunun Çağatay’a Cengiz Han tarafından teslim ve emanet edildiğini 853 854 855 856 857

Manole Neogoe, Üç Bozkırlı, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1976, s.266. İsmail Aka, Timur ve Devleti, s.4. Şami, Zafernâme, s.16. Kafalı, Timur, s.336. Alan, s.26. 280

tarihçiler tartışmasız858 kabul ediyorlar. Bu durumda Gizli Tarih’de muhtelif zamanlarda tertiplenen kurultaylarda yetki verilen, yüzbaşı ve mingbaşı gibi rütbelerle taltif edilen859 kişiler arasında da Karacar veya büyüklerinden birine rastlanmamaktadır. Tabiî Zafernâme’de yazılanlar sonradan tanzim edildiği veya doğru olmadığı anlamına gelmez, olsa olsa bir miktar abartı ifâde eder ki bu da bütün resmi tarihlerde mevcuttur. İşte böyle bir kimlik ile Timur Türkistan’da Türk Moğolu İmparatorluğu’nun en büyük parçalarından olan ve Cengiz’in ortanca oğlunun adı ile anılan Çağatay Hanlığı’nın toprakları üzerinde kendini gösterdi. Devletin hudutları doğudan batıya, Doğu Türkistan’dan Harezm’e güneyde Horasan’a, kuzeyde ise Kazak bozkırlarına kadar dayanıyordu. Bu zamanda, Timur’un kafasındaki coğrafyanın büyük bir kısmı Çağatay ulusundan XXV. Han Tuğluk Timur’un (1347-1367) idâresinde bulunuyordu. Esâsında Çağatay’dan önce de sonra da buralarda idârede istikrar sağlanamamıştı. Gelen gideni artıyordu. Zaten Çağatay’dan beri geçen aşağı yukarı 100 yıl içerisinde 25 hükümdarın gelmesi istikrarsızlığın derecesini ziyâdesiyle göstermektedir. Tuğluk Timur hükümdarlığının sonuna doğru, Çağatay Hanlığı ağırlığını 1361’de Doğu Türkistan’dan batıya doğru kaydırdı ve Altınordu’nun hâkimiyet sahasında olan Maveraünnehir’i fethederek Semerkant’a sahip oldu. Nizamüddin Şami Zafernâmesi’ne göre860 bu zamanda Şehrisebz’de Emir Timur ve Hacı Barlas, Hocend’de Emir Bayezid, Belh ve civârı bazı vilâyetler Emir Hüseyin, Hace-i Apardi Şupurgan’ı, Keyhüsrev ve Olcaytu Katlan ve Erhenk vilâyetlerini ellerinde bulunduruyordu. Bedakşan beğleri ise isyân hâlinde idiler. Bunlar büyük emirlerdi, daha küçük bir sürü beğ ve beğlik iddiasında bulunanlar da vardı. Timur’a emirlik tabiî ki babası Taragay’dan kalmıştı. Çünkü Taragay Çağatay Han’ı Kazan Halil Han (1343-1346) ve 4 evvelinin itibarlı emirlerindendi. Bu sebeple Taragay’dan sonrra Timur, 858 A.g.e., s. 26. 859 Gizli Tarih, s.134. 860 Şami ,s.17-18. 281

Emir Timur diye anılmaya başlanmıştı ki Şerafeddin Ali Yezdî, onun cesâretini göstermeye ve milletini istibdattan kurtarmaya 25 yaşlarında861 başladığını ifâde etmektedir. Moğol Emiri Tuğluk Timur Maveraünnehir’e geldiğinde Emir Timur dâhil bütün emir ve beğler ona karşı çıktılar. Bazı küçük ve güçsüz beğler ise Horasan taraflarına kaçtılar. Timur kaçmadı ve Tuğluk Timur’un ordu komutanı olan Kerayit kabilesinden Emir Hamid’e862 yaklaşarak han ile görüştü ve kendini 10.000 adam ile Mavareünnehir komutanlığına tayin ettirdi. Çağatay Han’ı Tuğlık Timur da bundan çok memnun oldu.863 Fakat bir süre sonra beylerden ve aynı zamanda Timur’un kayınbiraderi olan Emir Hüseyin, Şami’ye göre kardeşi,864 Manole ve Rıza Nur’a865 göre866amcası Hacı Barlas ve çok yakını olan Bayezid-i Celâyir isyân ettiler. Bunun üzerine Tuğluk Timur Türkistan fethini yeniden ele alarak 1362’de buraya daha kuvvetli bir ordu gönderdi ve Emir Hüseyin’i mağlup ederek Maveraünnehir’de tam hâkimiyet sağladı ve tahta oğlu İlyas Hoca’yı oturttu. Bu son harekette Timur, kayınbiraderi, ailesi ve en iyi dostuna ihanet ederek867 samimiyetle Tuğluk Timur’un yanında yer aldı ve bu sebeple elde edilen zaferin aslan payını elde ederek kendini vali ve başkomutan tayin ettirdi. Timur 24 yaşlarındaydı ve Cengiz Han’ın aksine tam bir siyaset adamıydı. Mağlup dostları çoktan Horasan taraflarına kaçmış meydan çok zayıf beylerle kendisine kalmıştı. İlyas Hoca da Türkistan’da iyi karşılanmamış ve halk idâreden memnun değildi. Mühür Timur’daydı ve Çağatay Hanlığı adına 10.000 askere kumanda ediyordu. Daha o yaştaki kıvraklığı için sonradan, “Tecrübemle öğrendim ki ustaca düzenlenmiş bir plan on bin 861 862 863 864 865 866 867

M. Rahmi, s. 8. Alan, s.30. Age., s.8. Şami, s.18. Rıza Nur, Türk Tarihi, s.313. Manole, s.270. A.g.e., s.271. 282

askerden daha fazla muvaffakiyet sağlıyor”.868 diyecekti. Esâsen Şami Zafernâmesi’nde Timur’un bu ihânetleri danışıklı döğüş şeklinde anlatılmaktadır ki869 büyük ihtimalle onun yazdıkları resmî tarihçilikten öteye gitmiyor. Siyaseten de olsa, biraz da idârede başarısızlığın sonucu olarak Timur kendi ailesine ihâneti uzun süre sindiremedi ve yeni bir siyasî oyun tezgâhlayarak biraderi Hacı Barlas’tan af diledi. Timur aynı zamanda Tuğluk Timur’a da haber verek onun yardımı ile yeni bir sefer sonucu amcası ve yakınlarının tekrar kaçmalarına ve bazı beylerle birlikte amcası Hacı Barlas’ın öldürülmesine sebep oluyordu. Bu sefer Tuğluk Timur, Timur’un ikili siyasetinin farkına varınca onun valilik yetkilerini İlyas Hoca’ya devir ile kendisine sadece Barlas Emirliği ve komutanlığını bıraktı.870 Anlaşılan yeni durumdan pek memnun olmayan Timur bu defa Tuğluk Timur’u terk ederek Maveraünnehir’in en güçlü emirlerinden olan eşi Olcay Terken Ağa’nın babası Emir Hüseyin’in yanına gitti ve bir süre beraber çalıştılar. İlyas Hoca Emir Hüseyin üzerine büyük kuvvetler gönderdi. Timur bu defa kayınbabasının yanından ayrılmadı ve sonuna kadar mücadele ederek Moğol otoriteyi Moğolistan’a kovalamayı başardı. İlyas Hoca da bu sıralar ölmüş olan babasının tahtına oturdu ve böylece Cengizoğulları Maveraünnehir’i tamamen terk etmiş oldu. Şartlar ne olursa olsun, Şerafeddin Ali Yezdî’ye871 göre Timur, olağanüstü derecede askerlere kendini sevdirmişti; onun verdiği tâlimat işin içinde ölüm de olsa yerine getirilirdi. Emir Hüseyin ve Emir Timur aslında birbirlerine hiç güvenmiyorlardı. Türkistan’da artık ufukta yeni bir devlet görülüyor ve bu devleti teşkil eden millet, adını üzerinde bulunduğu coğrafyaya vermiş olan insanlardı. Başkent’in Semerkant olacağı bile şekillenmiş, lâkin burası Emir Hüseyin’in çok kötü idâresinin elinde bulunuyordu. Kayınbaba ve damat Cengiz soyundan olmadıkları için 868 869 870 871

Age., s.71. Şami, s.18. Age., s.271. M. Rahmi, s.8. 283

geleneklere göre han olamıyorlardı. Bu sebeple Emir Hüseyin Âdil Han, Emir Timur ise Suyurgatmış Han adlı bir Cengizoğlu’nu yeni devlete baş yapmak için uğraşıyorlardı. R. Grousset’e göre Timur ve Emir Hüseyin Türkistan’ı birlikte kurtarmışlar, fakat Hüseyin askeri güç olarak ondan güçlü ve Merkezî Türkistan’ın dışında Belh, Kunduz, Hulm ve Kabilgibi Doğu İran yani Horasan topraklarına hâkimdi. Buna karşılık Keş ve Karşi’ye hâkim olan Emir Timur kişilik olarak daha güçlüydü.872 Netice olarak iki cambaz daha uzun süre bir ipte oynamayadılar ve şüpheler birden savaşa dönüştü. Bu mücadele aslında Maveraünnehir hâkimiyeti için yapılan bir mücadele idi.873 Gerek Nizamüddün Şami ve gerekse Şerafeddin Ali Zafernâmelerinde, Emir Timur ve Emir Hüseyin gibi Türkistan’a sahip olmak isteyen iki Türk beyinin mücadeleleri geniş geniş anlatılmaktadır.874 Gecikmeyen muharebede Timur Emir Hüseyin’i kendi yurdu olan Belh’de çevirdi. Hüseyin canına kıyılmaması şartıyla teslim olmayı kabul etti ise de bazı kaynaklara göre kendini sevmeyen iki zâbit,875 bazı kaynaklarda ise Emir Keyhüsrev’in kardeşini öldürmek suçundan kısas uygalanarak876 öldürüldü. Bir rivâyete göre de Mekke’ye hacca giderken evvelce hakaret ettiği iki Türk beği tarafından boğazı kesilerek katledildi.877 Mavereünnehir valileri Timur’un yanındaydı; hepsi Emir Hüseyin’in ölümü üzerine onun etrafında toplandılar. Emir Timur Hüseyin’in hareminde bulunan Kazan Han’ın kızı Saray Mülk Hanım ile nikâhlanarak Cengiz sülâlesine damat,878 yani Güregen oldu. Artık tek başına Maveraünnehir’e sahip olmuştu. Ceyhun üzerine bir köprü yaptırarak Keş’ten Semerkant’a taşındı ve burayı hızla imâr ettirerek yeni devletin başkenti yaptı. Timur esâsında 7 Nisan 1370’de Belh’i 872 873 874 875 876 877 878

René Grosset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken,İstanbul 1980, s.388-389. H. Alan, s.30. Şami, s. 21-59; M. Rahmi, s.8. A.g.e., s.10. Şami ,s.60; Yezdi (H. Alan), 30/14. Rıza Nur, Türk Tarih,s. 322-323. Alan, s.32. 284

Hüseyin’den alır almaz Türk âdetlerine göre Ak Keçe üzerine oturtulup hükümdar ilân edilmiş, fakat başkentin Keş’te kalması yakınları tarafından istenmişti. Ancak hoca ve şeyhler ağır basınca Semerkant’ta879 resmen devletini kurmuş, törenle kılıç kuşanmış, Moğol usulünce altın tacı giymiş, bunların üstüne altın, elmas ve inciler saçtırmıştı. O han unvanını almadı, bu makam Suyurgatmış’a aitti; kendine “Sahip kıran” lâkabı ile komutan anlamında “Emir” denildi. Demek ki, Türkistan’ın yeniden fethi ve Horasan tariki ile İran hudutlarına nüfuzu tam on yıl sürmüştü. Maveraünnehir az çok kurtulmuştu. Cuci ve Çağatay oğulları arasındaki tartışmalı bölge meselesi de böylece bitmiş oluyordu. Artık bir hükümdar olarak, birleşik Türkistan için Timur’un önünde âcilen hâlledilmesi gereken iki önemli mesele vardı; batıda kalan Moğol unsurların tamamen Moğolistan’a kovulması, Harezm’in Maveraünnehir’e ilhakı ve İran’a tamamen hâkim olmak. Bu sebeple önce Cengiz Han’ın ilk işgal ettiği Doğu Türkistan’ın İlyas Hoca’nın elinden alınarak Çağatay Hanlığı’na son verilmesi öncelikli hedefti. Timur, devletin kuruluşunun ilk günlerinde önce halkı rahatlatmaya gayret etti. Beyler arasındaki problemleri çözdü ve artık mahallî çatışmalara ve zorbalıklara son verildi. Sonra askerlerini düzene koydu. Cengiz Han’ın ordu düzenine göre orduyu onluk – yüzlük – binlik - on binlik gruplara ayırarak komutanlarını merkezî otorite ile takviye ederek sulh zamanında savaşa hazır hâle getirdi. Birleşik Türkistan için Semerkant’ta yapılan ilk kurultayda 5-6 yıl gibi bir hedef tespit edildi880 ise de temkinli hareket eden Emir Timur kafasındaki ilk merhalede ıslâha yöneldi; fütühatı ancak 10 yılda gerçekleştirebildi.881 Program belliydi: Huzur için dâhilî ve hâricî Moğol unsurlardan kurtulmak; Harezm’i ve Doğu Türkistan’ı fethetmek. H. Duğlat: “Timur’un yükselişi Maveraünnehir’de çöküşten güçlenmeye bir 879 Rıza Nur,s.322. 880 M. Rahmi, s. 9. 881 Manole, s. 285. 285

dönüm noktasıydı, aynı zamanda da asil Çağatay sülâlesine bir ölüm oku olarak saplanmıştı.”882 demekle bu gerçeği ifâde etmektedir. Türkistan’da Türklerin en büyük huzursuzluğu medeniyet yerine hep çapul ve yağma peşinde koşan Moğol unsurlardı. Bu tip işler de Türk kavim ve kabilelerine maalesef onlardan geçmiştir. Doğu Türkistan’ı fethetmek devlet olmanın şartı iken Harezm’i fethetmek farklıydı. Burası imparatorluk olmanın kapısıydı. Çünkü Harezm’i aşan Asyalı kısa zamanda bir ucu Moskova diğer ucu Macaristan olan dünyanın büyük kısmına hâkim oluyordu. İşte bu sebeple hedeflenen zaman içinde Emir Timur Harezm’e 4, Doğu Türkistan’a karşı 5 savaş yaptı.883 İlk hareket tabii ki, 1371 yılında Harezm istikametine oldu. Daha evvel bahsedildiği gibi Harezm Altınordu Kıpçakları ile Çağatay Hanlığı arasında sürekli el değiştiriyordu. Siriderya Deltası, yani bugün Kazakların yaşadığı bölge Kıpçakların elinde bulunmasına karşılık Kath ve Hıyve 1264’te Çağatay Hanlığı’na geçmiş fakat bir türlü istikrar sağlanamamıştı. Nihayet 1360’larda Kongrat menşeli bir Özbek Beyi olan Hüseyin Sofi burada müstakil bir idâre vücuda getirmişti.884 Emir Timur ilk Harezm Seferi’nden evvel Hüseyin Sofi’den Çağatay arazisinin iadesini istedi. Fakat Sofi akıl hocası durumunda olan Keyhüsrev’in kışkırtmasıyla kabul etmedi ve Timur’a çok kaba davrandı. Bunun üzerine Emir Timur ordusu yüksek bir moralle ilk çırpıda Kât Hisarı’na girdi.885 Ertesi gün kale içinde Sofi’nin öldüğü, yerine kardeşi Yusuf Sofi’nin getirildiği anlaşıldı. Savaş sürdürülmedi ve iş tatlıya bağlandı: Zafernâme’de Ak Sofi Özbek padişahının kızı diye zikri geçen bir prenses ile Timur’un kendisi nikâhlanırken oğlu Cihangir’e de prensesin amca kızını nişanladılar. Fakat Harezm’de sükûnet kısa sürdü ve bu sefer Yusuf Sofi verdiği sözden dönerek isyan etti. Timur ikinci Harezm seferine 882 883 884 885

Mirza Haydar Duğlat, Tarih-i Reşidi, Selenge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 67. Manole, s. 285. Grousset, s. 395. Şami, s. 79-80. 286

sayısız askerle çıktı, Yusuf aman diledi ve nişanlı kızını hazırlayarak düğün kafilesi ile Semerkant’a gönderdi. Prenses Hondzâde Timur tarafından coşkuyla karşılanarak muhteşem bir düğünle Cihangir’le evlendirildi ve Harezm işi de ikinci defa fazla zayiat yaratılmadan çözüldü. Şimdilik kaydı ve akrabalık tesisi ile Harezm en azından emniyete alınmış durumdaydı. Burası elbette hem İran hem de Kıpçak için elverişli bölge durumundaydı. Çünkü tarih boyunca Harezm her zaman İran’a tabi addedilmiştir ve halkı da hâlâ Türkmen’dir. Elde edilen ağırlıklar ve vergilerden ordu gerçek anlamı ile teçhiz edilmiş ve doyurulmuştu. Emir Timur bilhassa bu hususa çok itina gösteriyor bir taraftan da yasalar yerine İslâmî kaide ve kurallara dayalı tüzükler ihdas ederek kanunlaştırıyordu. Hükümdarlığı üzerinden daha beş yıl geçmeden ülke anarşinin ve idâresizliğin kol gezdiği bir yer olmaktan kurtarılmış, hızla tüzüklerin hâkim olduğu bir kanun devleti hâline gelmişti. Millet ve ordu siyasetin olduğu kadar bu devir ekonomisinin de kaynağı olan savaşa hazırdı. Zafernâme’ye886 göre işte bu sağlam kafa ile 26 Aralık 1375 Çarşamba günü Çağatay Hanlığı merkezi toprakları veya doğu kısmı, yahut da gerçek adı ile Doğu Türkistan’a doğru büyük yürüyüş başladı. Daha Cengiz Han zamanında birçok Moğol buralara sarkmıştı. Ne âdet ne de inanç itibariyle Türkistan Türk’ü ile anlaşamıyorlardı. İşte ilk iş bunları zararsız hale getirmek ve hatta Türkistan dışına, Moğolistan’a kovmaktı. Mevsim kara kıştı, ordu hareket edemiyordu ve askerin sanki kanı donmuştu. Bu sebeple Emir Timur tekrar Semerkant’a dönerek iki ay burada kaldı ve 23 Şubat 1376’da yeniden hareket emrini verdi. Duğlat’a göre daha evvel Moğolları ted’ip hareketleri ile beraber bu kara kıştaki acil ve hızlı sefer beşinci oluyordu.887 Çağatay askerleri Kamerüddin komutasında çoktan Göktepe mevkiinde toplanmış, Timur ordusu ise Şehzâde Cihangir 886 Şami, s. 82-84. 887 Tarih-i Reşidi, s. 211/68. 287

idâresinde savaş meydanına varmış, fakat bunu haber alan Kamerüddin çareyi kaçmakta bulmuştur. Arkadan yetişen Timur, beğlerin koluna girerek Moğolları büyük bir bozguna uğrattı ve büyük miktarda ganimet ile başkente döndü.888 İran’ın, Türkmen kapısı Harezm sürekli karışıyordu. Şami’nin yazdıklarına göre o zaman Özbek Vilâyeti889 adı da verilen Harezm’i İran, Altınordu veya Kıpçak tarafındaki birtakım bunalımlar da etkiliyor, o taraftan kovalanan Harezm’de, Harezm’den kaçan ise o tarafta soluğu alıyordu. İşte Timur’un Harezm huzursuzlukları sebebiyle bu istikamete 1376’da yaptığı beşinci sefer de böyle oldu. İsyan eden beğlerden üç günlük takipten sonra yakalananlar öldürüldü, yakalanamayanlar kuzey veya batıya kaçtılar. Bu arada daha evvel Timur ordusu önünden kaçan Doğu Türkistan Duğlat kabilesi lideri Kamerüddin’in Endican’a gelerek buraları yağmaladığı bildirildi. Bunun üzerine Timur büyük oğlu Cihangir komutasında en iyi birlik ve beğlerinden oluşan bir orduyu süratle bu istikamete yönlerdirdi. Evvelce Timur’un yanında olan Cengiz soyuna mensup Adilşah Celâyir de önce Özbek Urus Han’a sonra da Kamerüddin’e sığınmıştı. Endican’ın yağmalandığını Timur’a vali olan Emirzâde Ömer Şeyh bildirmiş ve Kamerüddin ile çoktan savaşa başlamıştı. Arkadan Timur da Endican’a ulaşmış, bu sefer de Kamerüddin Moğolistan istikametine kaçmış, fakat yine askerleri ile epeyce bir müddet vuruşmalar olmuş, neticede Timur orduları yine galip gelmiş Endican kurtarılmıştır. Burada Emir Timur bir cengâver gibi tamamen ferdi bir mücadele vermiş ve yanında 4 bahadır, 15 askerle890 âni baskın yapan Kamerüddin’i perişân etmiştir. Mücadelede Emir Timur, “Zafer ve galibiyet askerin çokluğu ile değildir; o Tanrı’nın bir lütûf ve ihsanıdır; mert olun, az bir gevşeklik gösterirsek iş elden gidecektir.”891 cümleleriyle bir Türk’e yakışır şekilde askerlerden 888 889 890 891

A.g.e., s. 211-212; Şami,s. 82-84. Zafernâme, s. 85. Tarih-i Raşidi, s. 211. Şami, s. 86. 288

birisi olduğunu göstermiştir. Esâsında Kamerüddin ordusu da Türk’tü, netice itibariyle Çağatay Hanlığı adına hareket eden Doğu Türkistan ordusunun bir parçasıydı. Bir Çağatay, hatta Duğlat kabilesi önderi Kamerüddin’in akrabası yine bir Duğlat olan Mirza Haydar’a göre Timur burada müsebbibleri feci şekilde cezalandırırken mümkün mertebe iki taraf insanını birleştirmeye ve kaynaştırmaya çalışarak mert insanları af yoluna gitmiş, dolayısıyla düşmanı durumunda olanların takdirini kazanmıştır.892 Timur bu istikamete birçok sefer yaptı. Çünkü sürekli tâciz buradan geliyor ve sık sık hemhudut olan bölgelerin zengin merkezleri Moğol yağmasına uğruyordu. Kamerüddin seferi herhalde dördüncü büyük operasyondu. Timur bir avuç bahadırı ile muzaffer olarak bu seferden Semerkant’a döndüğünde herkesin yas içerisinde olduğunu gördü ve bu yasın sebebinin ikinci oğlu şehzâde Cihangir’in ölümü olduğunu öğrendi. Gerçi kaynakların hemen hemen tamamı Cihangir’i birinci şehzâde olarak zikrediyorlar ama, Barthold Timur’un birinci oğlu olan Ömer Şeyh’in o zaman 40 yaşlarında olduğunu yazmaktadır893 ki bu bilgi daha doğrudur. N. Şami’nin Zafernâmesi’nde Cihangir’in ölümünden bahsedilmez. Halbuki Timur’u cihangirlik merdivenlerinin daha ilk basamaklarında en çok etkileyen hâdiselerden en önemlisi budur. Şerafeddin Ali Yezdi’ye göre,894 Emir Timur Kamerüddin takibinde iken rüyâsında bu ölümü görmüş, bu heyecanla Semerkant’a gelmiş, rüyânın hakikat olduğunu görünce de derinden etkilenmiştir. Halk “Serpuşsuz başlarına torbalar geçirmiş oldukları halde ‘Eyvah Cihangir öldü. Yeryüzünde bütün bu rüzgârla uçup giden bir gül gibi gitti. Eyvah ki öyle âdil bir şehzâdeye ölüm kıydı’ diye ağlaşırken ordu siyâh ve mâvi giyerek yas” tutmuş, “Timur bunları görerek çok müteessir” olmuş, 892 Duğlat, s. 212. 893 Barthold, Uluğ Beğ, s. 16. 894 M. Rahmi, s. 10-11. 289

sık sık “Ah ne talihsiz imişim Cihangir öldü” diye ağıt yakmış, hatta “…artık umuru devlete uğramaz” olmuştu.895 Şerafeddin Ali Yezdi Zafernâmesi’ni iyice inceleyen Mustafa Rahmi Bey’e göre şehzâde Cihangir’in ölümü 1375 sonu veya 1376 başıdır.896 Bunun kaynağı Yezdi’dir, fakat Barthold ikinci tarihi897 vermektedir ki o zaman VIII. Hicri aydan sonradır. Öldüğünde 20 yaşlarında olan Cihangir sadece Timur’u değil ailenin bütün fertlerini çok etkilemiş olacak ki, Timur’un amcası Emir Seyfettin acı olayın tesiriyle teselli bulmak ve şefaat istemek için dünyadan el etek çekerek canını Kâbe’ye atmıştır.898 Bu zamanda Emir Timur’u keder uykusundan doğuda ve batıda benzer meseleler uyandırdı. Çünkü bu meseleler halledilmeden devlet yerine oturmuş sayılmazdı. Bu çetrefilli meselede meydanda yarışan üç bayrak da esâsında Türklüğe dayalı ve Türklük adına hareket ediyordu. Buna Üç Medeniyet demek daha doğru olur: birisi Batı ve Orta Doğu kültürü ile teması olan Altınordu uzantılılı İslâmî-Türk, diğeri Doğu, eski Türk-Uygur-Moğol referanslı yine İslâmî renk ağırlıklı Türk, diğeri ise Orta Asya ve Türkistan İslâm ağırlıklı Türk-İslâm yüzlü Türk düşüncesi için yarışıyordu. Tabiî bir süre sonra bu yarış veya kavgaya dünyanın en uzun ömürlü Müslüman Türk İmparatorluğu’nu teşkil eden Anadolu Türklüğü de iştirak edecekti. Esâsen bir medeniyeti söndürdüğü için evvelce de gördüğümüz gibi Cengiz bakiyeleri hâkim olduğu her ülkede bunalım içerisinde yüzüyordu. Cengiz soyunun en kuvvetli oluşumu Altınordu bile yıllardan beri sallanıyordu. Tabiî olarak bu devlet veya oluşumların esas unsuru Türkler olduğu için dalların sallanması kökleri de etkileyeceğinden, kök yani Türkistan, Timur’un teşkilâtlandığı coğrafya da şiddetle sallanıyor ve bu sallantı en başta bir Emir Timur mülkü olan ve kaç saferle sahip olunan Harezm’i de ziyâdesiyle etkiliyordu. 895 896 897 898

A.g.e., s. 11. A.g.e., s. 12. Barthold, Uluğ Beğ, s. 16. Haydar Duğlat, s. 211. 290

Burada Emir Timur ve Altınordu, yani Toktamış meselelerine hiç girmeyeceğiz. Çünkü hem İran Türkmenliği ile fazla ilgisi yok, hem de çok uzun bir meseledir.899 Ancak Türkistan’ı vuzuha kavuşturmadan bu devir İran Türkmenliği’ni de îzah edemeyiz. Öte yandan Toktamış Emir Timur’un himmet ve desteği ile yeniden Altınordu Hanı olduktan sonra İran meseleleri yüzünden aralarında bir sürtüşme olmuş fakat Çağatayların baskınlığı ile sonuçlanmıştır. Bu sebeple Timur Türkistan, Altınordu(Kıpçak), Harezm ve Doğu Türkistan cihetlerini sağlama aldıktan sonra artık imparatorluk olma yolunu tıkayacak bir iç mesele kalmamıştı. İç mesele diyoruz çünkü Selçuklulardan sonra kadîm Orta-Doğu ve Batı Asya ile Doğu Avrupa’da idâre hangi kavim ve kabileden olursa olsun kesinlikle Türklerin hâkim millet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki bu XIV. ve XV. yüzyılda Çin Moğol idâresinin bile Türk Moğolluğu’ndan mülhem olduğunu daha evvel kısaca anlatmıştık. İşte XIV. asrın bu son günlerinde Türkistan’da Emir Timur ile parlayan Türk-İslâm güneşinin imparatorluk olma hâlini ve böylece İran’a sokulma olaylarını tâkibe devam edelim. b) Gelişme ve Yükselme Devri Timur’un mükemmel monografisini yazan M. Neagoe, onun hayatının bu safhasında büyük bir hükümdar olmak istediğini, meselenin sâdece cihâna hâkim olmak olduğunu, soyunu da Cengiz Han’a bu sebeple bağladığını, gâyenin “Turan soyundan gelen milletleri İran üzerine hâkim olarak” birleştirmek olduğunu isâbetle ifâde ederek, “Timur bu hayalet hanların yerine geçmek ve aynı zamanda ihtiraslarına meşru bir nitelik vermek için bir Moğol şeceresi düzenleyerek çağdaşlarına kendisinin Cengiz Han ile akrabalığını ispat ediyor ve bunu kabul ettiriyordu.”900 demektedir. Timur bundan sonra Moğolların Küregen’i ve Çağatay Han’ı Suyurgatmış adına hareket edecek 899 Bkz. Bademci, Cengiz-Timur, s. 138-149. 900 Manole, s.279-280. 291

ve kendinde olmayan Moğolluğu da böylece halletmiş olacaktı. Yani Doğu Türkistan’daki Çağatay hanedanını tanımıyor ve Maveraünnehir merkezli bu hanlık mirasının peşine düşüyordu. Hatta Türkçe “yasak”tan gelen ve Türklerin “yosun”901 diye biraz da garipsenecek bir şekilde adlandırdıkları Cengiz Yasası’na böylece riâyet edilmiş oluyordu.902 Yani bundan sonra Türkistan bütünleştirilerek cihân hâkimiyetine gidilmesi yolunda doğu – batı -kuzey - güney yönünde toprak talepleri bu esâsa dayandırılacak ve Cengiz Han’ın fethettiği ülkelerde yeni medeniyet üzerine bir imparatorluk oturtulmuş olacaktı. Timur daha Semerkant’a geldiği ilk günlerinden itibaren Yesi’den Hoca Ahmed Yesevî, Belh’ten Mevlânâ Celâleddin gibi903 Türk evliyâların mânevî havalarını buraya taşıyarak imparatorluk hâline getireceği devletin, Türklük ve İslâmîyet gibi temel değerler üzerine binâ edileceğini çoktan ortaya koymuştu. Ne garip bir tecellidir ki, Timur’un ortaya çıktığı coğrafya belki 150-200 km.’lik bir çember içinde Türk ırkının İslâm’la şereflendiği Buhara’yı Şerif-Fergana (Karahanlı) çizgisinin ortaladığı coğrafya idi. Ve yine ne ilâhi tesâdüfdür ki, Emir Timur’dan tam 500 yıl sonra onun devletini yıktığı Osmanlı’nın bir paşası ve onun gibi Küregen olan Enver de aynı coğrafyada Turan bayrağı dikecekti904. Cengiz bakiyyesi olarak İlhanlılar adı ile Türk Moğolların elinde bulunan İran’da da durum, Cuci ve Çağatay ulusları ülkelerinden çok farklı değildi. Hülâgu’nun İlhanlıları çoktan sükût etmişti. Batıdan başlarsak Anadolu toparlanmış, Osmanlı Beyliği Anadolu Beyliklerini yavaş yavaş disipline ederek bir devlet hâlinde birleştirmiş hatta Avrupa’ya bile geçmişti. Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır’da Memlûklu Devleti bulunuyordu. Doğu Anadolu ve Batı İran dağınık bir vaziyette Türkmen beylerinin hâkimiyetindeydi. Esâsında İran, Anadolu, Suriye ve Mısır hâlâ bir 901 902 903 904

Şami, s.69. A.g.e., s.69. A.g.e., s.78. Ali Bademci, Türkistan’da Enver Paşa, Cild II, İstanbul, 2008, Sarıklı Basmacı, İstanbul 2010. 292

Selçuklu bakiyyesiydi. Emir Timur’un hemhudut olduğu İran’a yaklaşınca, Herat merkez olmak üzere Horasan’da Kertler, Batı Horasan’da Sebzvar merkezli Serbedarlılar, yine merkez Cürcan olmak üzere Astarabad, Damgan, Bistam Toga Timurlular, Fars ve Kirman’da Muzaffariler, Bağdat merkezli Irak-ı Arab, Irak-ı Acem ve Azerbaycan bölgelerinde ise Celâyirliler hüküm sürüyordu.905 İşte esas mesele bu sonunculardı. Timur genişlemeye ilk adımı bu dağınık ülkeleri fethederek başlayacaktı. Horasan bugünkü Afganistan’dan İran’a kadar büyük bir ülkeydi ve Türk Moğolları devrinde İran İlhanlıları ile Çağataylar arasında sürekli el değiştirmişti. Halk Selçuklu ve Harezmşahların devletleştirdiği tâ Gaznelilerden beri gelen Türk ve biraz da Fars ve Abdal (Afgan) unsurlardan oluşuyordu. Gerçi sırf biraz adının benzemesinden dolayı bazı yayınlarda Kürddiye şeklinde nitelendirilen Kertler Y. Öztuna’ya göre906 Farsca konuşan Türk Hanedanı, fakat Grousset’e göre Afgan hanedanıdır.907 Bunlar Belh (Güney Türkistan), Herat, Sistan, Nişabur, Guur, Gazne gibi Türk medeniyet merkezlerinde 144 yıl hüküm sürmüşlerdir. Horasan’da şu vaziyette hâkim unsurlar Serbadarlılar, Toga Timurlular, Kertler ve Muzafferîler aynı zamanda kendi aralarında bitmek tükenmek bilmeyen mücadele hâlindeydiler.908 Zafernâme’ye göre Emir Timur Semerkant’dan Horasan’ın başkenti Herat’a doğru çok büyük bir ordu ile909 ve tam bir “Büyük Emir” haşmetiyle hareket etti. Şehzâde Miranşah daha evvel “Seçkin beğler ve 50 koşunluk bir kuvvetle”910 Horasan yolundaydı. Şehzâde kuvvetleri Fuşeng Kalesi’ni ele geçirip Herat önlerine geldiği zaman Emir Timur onlara yetişmişti. Şami’ye 905 906 907 908 909 910

İ. Aka, Timur ve Devleti, s.10. Y. Öztuna, Hanedanlar, s.832. Grousset, s.402. İ. Aka, Timur ve Devleti, s.11. Şami, s.99. İ. Aka, s.11. 293

göre Herat Kalesi’nin fethinde ordu tam bir Ceng-i Sultanî911 sergiledi. Önce Melik oğlu İskender af dilemek için Timur huzuruna getirildi. Ardından Melik Gıyaseddin kaleden dışarı çıkarak Bağ-ı Zagan’da müthiş bir korku ile Emir Timur önünde diz çöktü. Zafernâme’de Timur’un onu taltif ettiği, hilât ve kemer hediye ederek hususî iltifâtta bulunduğu ve özellikle oğlu İskender Şeyh’e: “Vâki olan bu gerginlik Melik’in maslahatı ve feleğin hadisatı icabındandır.”912 dediği gayet merdane bir üslûpla muarızlarına şefkat gösterdiği hikâye edilmektedir. Yine Timur biyografisini yazan Justin Marozzi: “Herat’la birlikte yepyeni bir fetih devri açılmıştı. Bundan böyle Timur ömrünün sonuna kadar her bahar bir sefere çıkacaktı. Kış, hareketsizlik ve ordularının bir sonraki hedefini planlama mevsimiydi. İlk seferi anlamlı bir göstergeydi.”913 diyor. Gerçekten Herat’ın fethi Timur’un devletini genişlettiği kadar zenginleştirmişti de. Melik, gayet cömert davranarak kaleden çıkardığı hazineleri ile başka bir kalede gizlenmiş olan diğer servet, kale ayaklarında Emir Timur’a teslim edildi. Fetih tamamlandıktan sonra Timur’un kardeşinin oğlu Emir Cihânşah Bahâdır Herat’a vali tayin edildi. Timur Horasan’a seferlerini 1383 sonuna kadar tekrarladı. Gerçekten Horasan gibi büyük bir ülke yıllardan beri aynı Türkistan gibi anarşi içerisinde kıvranmıştı. Timur buraların mahallî hanedanlarına gayet iyi muamele ederek birçokları ile akrabalıklar tesis etmek gibi tarihin vazgeçilmez fetih geleneğini sürdürdü. Muzafferîlerden bir kız alarak onları da kendi hanedanına dâhil edip, Kertleri muharip bir güç olarak Miranşah ordusu ile birleştirdi ve 1382 yılı içinde Kelât, Kahkaha, Turşiz kalelerini tamamen ele geçirilerek, Horasan’ın her tarafına Miranşah’ın beğleri tayin edildi. Ancak aynı yıl büyük bir isyân çıkmış, bu isyân Miranşah tarafından şiddetle bastırılmış ve daha evvel Timur tarafından Semerkant’a getirilen Kert hanedan mensupları bu isyânlarla 911 Zafernâme, s.100. 912 A.g.e., s.101. 913 Justin Marozzi, Timurlenk, YKY, İstanbul 2004, s.155. 294

ilgili görülerek, başta Gıyaseddin olmak üzere öldürülmüşlerdir.914 Esâsında kendisi çok siyasî bir kişi olan Şiî İmamı Ali Müeyyed, Emir Timur, Serbedarlıların başşehri olan Sebzvar üzerine yürüdüğü zaman yüzüne vurulmamak kaydıyle isyânı teşvik etmek suçundan yakalanarak Semerkant’a alıkonulmuş ve İ. Aka’ya göre 1386’da bir bahane ile ortadan kaldırılmıştır.915 Timur’un Horasan seferlerinden en korkuncunun bizzat Timur tarafından gerçekleştirilen Sistan seferi olduğun kaynakların tamamında aynı şekilde ifâde edilmektedir. İbni Arabşah ve Yezdî’yi kaynak gösteren Grousset 1383 seferinde Sebzvar’da 2000 esirin canlı olarak üst üste konularak balçık ve tuğla ile gömüldüklerini916anlatmaktadır. Gerçekten evvelki seferlerde kendilerine çok iyi muamele edilmesine rağmen üst üste isyân ettirilen halk Emir Timur’un asâbiyetiyle cezalandırılmış, insanlara ibret dersi verilmiştir. Gerçekten Nizamüddin Şami de: “Öldürdükleri insanların kafalarından minareler ve tepeler yaptılar.”917 şeklindeki ifâdeleriyle söz konusu ibretlik cezaları teyit etmektedir. Ertesi yıl Toga Timurlular918 üzerine yapılan nihaî seferle Emir Timur Horasan’ı büyük ölçüde fethederek eski İlhanlı İran’ına dayanmış, lâkin Emir Veli önce firar etmiş, sonra tekrar ülkesine geri gelmiş fakat Timur’un bir dahaki hareketiyle Azerbaycan tarafına kaçmıştı.919 Emir Timur devlet hayatında hiçbir şeye bir gerekçe veya sebep bulmadan harekete geçmemiştir. Kendisi dünya savaş tarihinde tıpkı Cengiz Han gibi yıldırım savaşı savunucu ve tatbikçilerinden olmasına rağmen, gerekçe bulmadan hiçbir harekâta girişmemiştir.920 İşte şimdi Toga Timurlu Emiri Veli’nin bu tarafa kaçması kendisinin de onu takip etmesi ve girdiği ülkeleri 914 915 916 917 918 919 920

İ.Aka, s.11. A.g.e., s.12. Grousset, s.402. Zafernâme, s.110. İ. Aka, Timur ve Devleti, s.12. A.g.e., s.12. Marozzi, s.167. 295

fethetmesi anlamını taşıyordu. O zamana kadar son fethettiği ülkeler Doğu İran yani Horasan’dı; şimdi ise hedef tahtasında Batı İran, bugünkü İran vardı. Irak-ı Acem, Azerbaycan ve Bağdat Türk Moğolları kalıntısı Ahmed Celâyir’in kötü idâresinde bulunuyordu. İlhanlılar zamanında (1256-1344) bu ülkeler tamamen bir Türkmen ülkesi ve devleti iken İbni Arabşah’a göre şimdi Ahmed Celâyir burayı Arap-Fars sultanlığı hâline getirmiş, kardeşi Hüseyin’i öldürterek Bağdat’ı zaptetmiş, burada zalim ve hain despot bir idâre kurmuştu.921 Emir Timur Emir Veli’yi takip etmek için 1384’de ilk olarak İran’a girdiğinde Ahmed Celâyir Irak-ı Acem’in başkenti Sultaniye’de bulunuyordu; korkudan hemen burayı boşaltarak Tebriz’e kaçmış, Timur da oraya yerleşmiş fakat sonra âniden Semerkant’a dönmüştür. Emir Timur’un İran’a bu gelişi sadece bir keşif hareketi mahiyetinde olmuş, esâslı hareket ertesi seneye kalmıştır. Onun bir çırpıda İran içlerine kadar dalması dünyayı hayrette bıraktığı gibi belki kendisi de buna şaşırmıştır. Öyle ki, Marozzi: “Önce Kandehar’ı zaptetmiş ardından ordularını bir hamlede İran çöllerinden aşırarak öyle uzun boylu bir çarpışmaya bile girmeden Semerkant’a 1500 km. mesafedaki Sultaniye’yi kazanmıştı. Bu, dünya sahnelerinde kuvvetli bir boy gösterişti; cümle âleme ağır bir dille âdeta davul zurnayla bir imparatorluk kurma peşinde olduğunu ilân ediyordu”922 şeklindeki tespiti ile bu gerçeği ifâde etmektedir. 1386’da Timur İran’a bir yıldırım sür’ati ile yüklendi. Artık Azerbaycan’a kaçan Emir Veli çoktan unutulmaya terk edilmiş, Tebriz’e doğru ilerleyen Ahmed Celâyir için hac yolunun güvenliği gibi iki önemli sebep ortaya konmuştur. Semerkant’tan hareket eden Emir Timur’un ilk durağı Mazenderan idi; buranın emiri tâbiîyyet arzettiği için fazla durmadan hac kafilelerini rahatsız eden Luristan hâkimi Melik İzzettin üzerine yürüdüler ve yakalanan suçlukların cezası ânında infâz edilerek, 921 Grousset, s.403. 922 Marozzi, s.155 296

onları uçrumlardan aşağı atarak öldürüldüler.923 Melik İzzettin ise yargılanmak üzere oğullarıyle birklikte Semerkant’a gönderildi.924 Timur buradan vakit kaybetmeden Azerbaycan’a doğru yürüdü. Daha evvel burayı geldiği öğrenilen Ahmed Celâyir Timur’un Tebriz’e doğru geldiğini duyunca hemen tabana kuvvet Bağdat’a geri kaçtı. Böylece beklenen Tebriz fethi kolaylıkla gerçekleştirildi. Emir Timur Tebriz’de bir kurultay akdetti ve yaz mevsimini de burada geçirdi. Kaynaklara göre kurultayda, Hıristiyan Gürcistan’ın etrafındaki Müslümanlara rağmen nasıl hayat sürdüğü sorgulanmıştır. Dolayısıyla Tebriz’i fethetmek bir Türklük gösterisi idi, fakat Hıristiyan bir devleti ortadan kaldırmak cihad idi. Tebriz’den Nahcivan ve Kars üzerinden Tiflis ele geçirilerek Gürcüler itaat altına alınmıştır. Timur buradan kışı geçirmek üzere çok sevdiği ve buralara geldiği vakit orayı terk etmek istemediği Karabağ’a varmıştır. Emir Timur’un özellikle kış aylarında Karabağ’da plan yapmakla vakit geçirdiği biliniyor. İran’a bu ikinci gelişi artık kalıcı bir gelişti. Daha evvel fethettiği Sultaniye’den sonra şimdi Kars-Nahcivan-Tiflis-Tebriz-Karabağ atlarının çiğnediği yerler mülkü hükmünde idi. Halkı Türkmen olduğu için kendi mülkü gördüğü Selçuklu İranı’nda Emir Timur’a kafa tutacak çapta bir kişi olamadığını iki yıllık tecrübe ve fiilî işgalle zâten anlamıştı. Şimdi Kuzey İran veya Güney Kafkasya yahut da Azerbaycan tamamen elindeydi. Horasan’ın fethi ile Türkistan’la arada boşluk kalmamış, müteakip sefer veya operasyonlarla iktidar sağlamlaştırılmıştı. Şimdi İran olarak sadece Bağdat ve taşrası ile, büyük fütühat için de kuzey kapı dan Altınordu, batı kapısından Osmanlı, güneybatı kapısından da Mısır Memlûkları bulunuyordu. Tabiî bir de hepsinden önemlisi onu çok uğraştrıran ve kızdıran Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türkmen Beylikleri ile de yakın komşu olmuştu. Hatta henüz fethettiği Tebriz’de bu bey veya beyliklerin mevcudiyeti açıkça bulunuyordu. Velhâsıl, 923 Grousset, s.404. 924 İ.Aka, Timur ve Devleti, s.12. 297

bunlardan önce bahsi edilen en kolay iş Bağdat hâkimi Ahmed Celâyir idi. Çünkü onun kolu kanadı olmadığı gibi muktedir bir adam da değildi. Şu anda Timur’un bulunduğu Kuzey İran Türkmen toprakları eski Altınordu ve İran İlhan’ı hanları arasında çekişmeli bölge durumundaydı. Tıpkı Harezm ve Maveraünnehir’in eski Altınordu ile Çağatay Hanlığı arasında iddialı bölge olması gibi. Şimdi, Harezm beyleri her ne kadar Altınordu menşeli Sofizade Özbek Emirleri ise de mülk Emir Timur’undu. Bunun gibi İran’ın başkenti durumunda olan, Azerbaycan-Sultaniye geçen senelerde; Tebriz ise şimdi Timur mülkü olmuştu. İşte Timur’un Azerbaycan’a bu ikinci gelişinden çok kısa bir süre evvel, Hamdullah Kazvini’nin Tarih-i Güzide’sini kaynak gösteren Yakubovsky’e göre925 12 Kasım 1385-12 Şubat 1386 tarihleri arasında, artık bir sığınmacı değil kendini imparator olarak gören Toktamış tıpkı Cengiz vâri korkunç bir hışımla ve büyük bir ordu ile Tebriz’e gelmiş ve buraları yağmalamış, hatta aynı kaynağın benzetmesine göre Moskova’ya yaptığını burada da yapmış, halkı ağır bir vergi yükü ile soymuştur. Esâsında Türkmen Tebriz, Emir Timur’a daha yakın duruyordu. Yani Sultaniye’den sonra Tebriz’de de bekleniyordu. Bu sebeple Toktamış’ın şehre girmesi 9 gün sürmüştü.926 Toktamış’ın siyaseti ve davranışları bunlarla da kalmamış, aynı eski Altınordu hanlarının İlhanlılara karşı Memlûklularla dostluğunu yenileyerek Timur’a karşı birlikte hareket etme yollarını tespit için bir heyet bile göndermişti.927 Bu zamanda Osmanlı Beyliği ile Memlûk münasebetleri de en azından kötü durumda değildi. Böylece Toktamış büyük bir ittifakı temin etmiş oluyordu.928 Peki kime karşı? O günün şartlarına göre Emir Timur dışında dünyada başka güç iddiasında olan yoktu. 925 926 927 928

A. Yu.Yakubovsky, Altınordu ve Çöküşü, H. Eren, TDK, Ankara, 1976, s.223. A.g.e. s. 222. İ. Aka, s.14. M.Kafalı, Altınordu Hanlığının Kuruluş v,e Yükseliş Devirleri, İÜEF Yayını, İstanbul 1970,s.111. 298

Timur 1387 kışını929 Karabağ’da geçirirken bütün bunları duymamazlık ve görmemezlikten geldi. Bu arada Toktamış’ın büyük bir ordu ile Derbend’i geçip Azerbaycan üstüne geldiği öğrenildi. Enteresandır ki Timur’u bu olay sinirlendirmedi; komutanlarına kesin talimat vererek o istikamette kontrol yaptırmalarını, gelenler gerçekten Toktamış güçleri de olsa katiyyen çatışmaya girmemelerini ve ateş etmemelerini söyliyerek: “Bizim padişah Toktamış ile ahd ü peymanımız vardır; biz ahd ü peymanı tutuyoruz, eğer bu onun ordusu ise, muharebe etmeyiniz geri dönünüz.”930 dedi. Şehzâde Miranşâh yanında birkaç bahadır o tarafa giderek ordunun öncü keşif güçleri ile karşılaşmışlardır. Bunların Toktamış’ın adamları olduğunu tespit etmişler, üstelik ok yağmuruna tutularak mecburen çatışmaya girmişler ve her iki taraftan da 40 kişinin öldüğü bir olay meydana gelmiştir. Zafernâme’ye göre sağ olarak yakalananlardan bazıları Emir Timur’un huzuruna getirilmiş, emir onlara çeşitli armağanlar vererek: “Bizim aramızdaki hukuk baba-oğul arasındaki hukuk gibidir, birkaç câhil adamın yüzünden arada niçin bu kadar insan helâk olsun? Biz eski ahd ü peymanımız üzerinde kalmalıyız. Uyumuş bir fitneyi uyandırmıyalım; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: “Fitne uyumuş bir insana benzer, onu uyandırmadıkça o uyanmaz, onu uyandıran kimseye Allah’ın lâneti olsun.” eğer bir kimse onun hilâfına hareket etmeye yahût onun hilâfını muvafık bir şekilde göstermeye kalksa biz her ikimiz onu tutup cezasını vermeliyiz, tâ ki başkalarına ibret olsun.”931 sözleriyle uğurlamıştır. Esâsında Emir Timur’un niyeti İran işini tamamen hâlletmek ve Güney İran ile birlikte Bağdat’ın fethini tamamladıktan sonra Toktamış gibi kadere bağlı işlerle uğraşmaktı. Hatta Nizamüddin Şami’ye göre sırf bu sebeple Semerkant’dan yeni güçler Bağdat yakınlarına celbedilmiş, Timur da Karabağ’dan buraya yetişerek buluşmuşlardı. Her şeye rağmen Timur fetih 929 Altınordu ve Çöküşü, s. 224. 930 Şami, s.123. 931 A.g.e., s.123. 299

sezonuna araya vermedi. Bir taraftan bazı küçük kaleler fethedilirken diğer yandan hacılara daha evvel verdiği sözü tutarak hac yolunda zorluklar çıkaran ve hacıların mal ile paralarını yağmaladığı rivayet edilen Türkmen ağırlıklı unsurlar üzerine yürüdü. Aslında bu bir bahane idi; gerçek amaç Timur’un Türkmen-Tacik oluşumuna uyum sağlatmak hatta Türkmenliği geriye çekmekti. Kolaylıkla Erzurum’a kadar vardı, burayı ele geçirdi ve Erzincan’da Uygur asıllı Türk Moğolu Tahareten’e elçi göndererek ondan itaat istedi. Türk Moğol hâkimiyetinden sonra Kadı Burhaneddin’den evvel Orta Anadolu’ya hâkim olan Tahareten aynı zamanda Ertana hanedanının da temcilcisi idi.932 Emir Tahareten zorluk çıkarmadan ve ahâlisini ezdirmeden Anadolu’da Timur’a itaat eden ilk emir oldu ve sonuna kadar da ondan ayrılmadı. Fakat Karakoyunlu Türkmen Kara Mehmed şiddetle itaatı reddetti. Bu sebeple onu tâkip ve cezalandırmakla Şehzâde Miranşah görevlendirildi. F. Sümer’e göre Karakoyunuların hac kafilelerini taciz ettiği sadece bir bahaneden ibaretti; bunların üzerlerine varılmasının gerçek sebebi itaat etmemeleri933 hatta karşılık vermeleridir. Üstelik Timurlular, Karakoyunluların mal ve davarlarını yağmaladılar. Timur’un resmi tarihçisi N. Şami Miranşâh’ın ahvâli ve elde ettiği ganimetlerden bahsederken, şehzâdenin tümeni dışında iki tümenin başında bulunan Mehmed Mir, Şeyh Ali, İkbal Şah, Tilek Kavçin ve ordularından bahsetmemektedir.934 Halbuki Hafız-ı Ebru ve Ş. Ali’yi kaynak gösteren Faruk Sümer bu tümenlerin çok güç duruma düştüklerini, darboğazlara şıkıştırıldıklarını, Kara Mehmed tarafından mağlup edilerek Timurlu Lala Hoca, Gıyaseddin Barlas’ın oğlu Şah Melik’in (Timur’un yeğeni) Karakoyunlular tarafından öldürüldüğünü yazmaktadır.935 Öte yandan Karakoyunluların hac ve ticaret kervanlarını taciz etmediğinin en kuvvetli delillerini yine Zafernâmelerde görüyoruz. 932 933 934 935

İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, s.126. Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.49. Zafernâme, s.124-125 F.Sümer, Karakoyunlular, s.50. 300

Çünkü Timur’lu kaynaklarda “..hadsiz hesapsız ganimetler ele geçirip döndü..”936 denilmektedir ki çapul yapanın bu kadar serveti ele geçirip hele hele yerleşik olması mümkün değildir. Ayrıca Karakkoyunların elinde bulunan kalelerin sağlamlığı ve heybeti karşısında hayranlığını ifâde eden Emir Timur’un Kara Mehmed oğullarından Mısır Hoca’nın elinde bulunan bugünkü Erzurum Köprülü’deki Avnik Kalesi’nin zaptına cesâret edemediğini biliyoruz.937 Her ne hâl ise Timur’un hemen hemen bütün Doğu Anadolu’yu kolaçan ettiği ve Türk Moğolu, İlhan nüfuzunun 1350’lerde tamamen bitmesinden sonra bu yörede kümelenen Türkmenleri pek ezdiği Türklüğün engin hafızasında kayıtlıdır. Erzincan’ın biat etmesi, Erzurum’un kolay ele geçirilmesi her ne kadar Emir Timur’u aşırı derecede cesâretlendirmişse de Karakoyunlu’nun sert kaya olduğu Muş Dağlarında iyice ortaya çıkmıştır. Ermeni müverrihi Mezdop’a dayanarak Faruk Sümer’in verdiği bilgilere göre: “Timur’un bütün ordusuyla üzerine gelmekte olduğunu öğrenen Kara Mehmed, onun önünden sür’atle geri çekilerek Çapakçur havâlisine gelmiş ve buradan birden bire geri dönüp Çağataylara hücum etmiştir. Kara Mehmed ve askerleri fevkalâde bir yiğitlik göstermek sûretiyle Timur’u yenerek firara mecbur etmişler, ordusunun kumandanı olan Loghmaghan (Lala Hoca?)’ı askerlerinden bir kısmı ile birlikte öldürmüşlerdir. Geri dönen Timur Muş sahrasına gelmiş ve oradan da Erciş ve Malazgirt’e gitmiştir. Yine aynı müverrih evvelce Kara Mehmed’in maiyyetinde olup, o zaman kendisinden ayrılmış bulunan Pir Hasan’ın Timur’un bir birliğine karşı kazandığı bir galebeyi de anlatmaktadır. Pir Hasan, ilk önce Muş’un güneyindeki Khouth sıra dağlarının en yüksek zirvesi olan Marath tepesine doğru çıkmaya başlamış, sonra geri dönerek Çağataylara saldırmıştır. Pir Hasan ve buyruğundakiler görülmemiş bir yiğitlikle dövüşerek Timur’un askerlerini kat’î 936 Şami, s.124. 937 Karakoyunlular, s.49. 301

bir mağlubiyete uğratmışlardır. Kanlı savaşı ovanın yanındaki dağdan seyretmekte olan bir Ermeni, Türkmenlerden Marûf adlı bir kahramanın yalnız başına düşmandan yüz kişiyi öldürdüğünü müverrihe anlatmıştır. Çağataylar verdikleri iki binden ziyâde kayıptan dolayı büyük bir korkuya kapılarak kaçmaya başlamışlar, fakat bunlar da Pir Hasan’nın zaferinden cesâretlenerek dağlardan aşağıya inen Ermeni ve Kürtler tarafından perişan edilmişlerdir. Arz-ı inkıyât etmiş olan Muş emirinin yardımıyla muharebe meydanına gelen Timur, ordusunun verdiği ağır telefât karşısında büyük bir hiddete kapılmış ve Muş emirine kendisini Pir Hasan’ın bulunduğu yere götürmesini emretmiştir. Lâkin Muş emiri Pir Hasan’ın arkasından gitmenin mümkün olmadığını, çünkü onun Marath dağına çıktığını ve ona yetişmek için çok ağır kayıplara uğranılacağını söyleyerek Timur’u bu fikrinden vazgeçirmiştir.”938 Emir Timur da, tıpkı Cengiz Han gibi, Anadolu örneğinde gayet açık görüldüğü üzere Türk’ü Türk’e kırdırıyordu; lâkin, o sofu inançlarına bunu nasıl sığdırıyordu anlamak mümkün değildir. Ortaya çıktığında o da tıpkı Kara Mehmed’e milletin verdiği unvanı o kendi kendine nasbederek Türk beğiyim diyordu; oysa şimdi nasıl Türkmen’in kanına giriyordu! Fakat ne güzel olmuş da dünya imparatorluğu yolunda mahallî bir beğden dersini almıştı. Daha ileride sadece kendinin değil neslinin alacağı dersler de ayrıca gönüllerin cabasıdır. Gerçekten İran’a ilk gelişinde önünü boş görmenin kazandırdığı cesâret Anadolu kapılarında bir çırpıda erimişti. Bundan sonra daha ihtiyatlı olacaktı. Nitekim bir daha böyle atik çarpışmalara cesâret edemedi. Muş’tan Ahlat ve Adilcevâz’a geçmiş, sıradan fetihler yaparak yeniden Karakoyunlu yurdu Aladağ’a varmış, Abaka Sarayı çayırlığında biraz dinlendikten sonra Van havzasından geçerek güya Van Şehri’ni fethetmiş ve İran’a dönmüştür.939 938 A.g.e., s.50. 939 A.g.e., s.51. 302

Karakoyunlu Kara Mehmed galibiyeti veya Emir Timur’un Anadolu mağlubiyeti, o zaman sadece bölge siyaseti değil belki dünya siyasetinde de Türklük adına önemli bir gösterge olmuştur. Bir kere sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu değil, Türk Moğollarından sonra özellikle Kuzey İran, yani Azerbaycan ve hatta Selçuklu’dan sonra Irak-ı Arab ve Suriye’ye yayılmış olan Türkmenler rahat nefes almış, moral bulmuşlardır. Belki Altınordu Han’ı Toktamış ve bunların oluşturduğu Türk Kıpçak siyasetinin dâima etkili olduğu Mısır Memlûkları Doğu Anadolu Türkmenleri ile dâima iyi ilişkileri bulunan ve her hâlde onların ileri karakolu olarak işe başlayan Osmanlılar da hâdiseden siyaseten etkilenmişlerdir. Nitekim kökleşmiş bir devlet idâresine mâlik bulunan Memlûklardan İbnü’l-Furat ve İbn Dokmak gibi müellifler eserlerinde 789 yılı (1387) olayları içerisinde Karakoyunlu Kara Mehmed’in başarılarına geniş yer vermişlerdir.940 Emir Timur Anadolu’dan çekilerek İran’a doğru ilerlerken Hemedan üzerinden İsfahan’a uğramış ve burada her hâlde son olaylardan cesâret alarak isyân eden Muzafferîlere yüklenmiş ve onlar yüzünden halktan büyük paralar talep etmiş ancak tahsil edemeyince halkı kılıçtan geçirerek şehri ancak böyle teslim almıştır. Ardından Muzafferî Zeynelabidin’i tâkip ederek Aralık 1387’de kolayca Şiraz’ın da teslimini sağlamıştır.941 Aynı zamanda Timur’un mağlubiyetinin verdiği ruh hâline bir işâret olması açısından bu son fütühat için Manole Neagoe: “İsfahan’ın yanması 20 gün sürdü, 70.000 kafadan şehrin etafına ehramlar dikildi. Bu vahşet karşısında dehşete düşen Şiraz halkı kayıtsız şartsız teslim oldu.”942 diyor. Marozzi de bütün kaynaklar gibi: “Kentteki kanlı katliamdan kısa bir süre sonra kentin bir yarısını gezen tarihçi Hafız Ebru, her biri 1500 kafadan oluşan 28 kule saymıştı.”943 cümleleriyle katliamın büyüklüğü ve 940 941 942 943

Karakoyunlular, s.51. İ. Aka,TimurVe Devleti, s.15. Üç Bozkırlı, s.289. Marozzi, s.171. 303

daha evvel de ifâde edildiği şekilde Timur’un gerginliğini ortaya koymaktadır. Anlaşılan Altınordu Han’ı Toktamış da Timur’un Anadolu ve Azerbaycan mağlubiyetinden cesâretlenmiş olacak ki İsfahan ve Şiraz işgalleri ile aynı zamanda Kıpçak ordusu Maveraünnehir’de görülmüştü. Toktamış velinimetinin topaklarına pervasızca dalıyor hatta Şehzâde Ömer Şeyh’in Türkistan ordusu ile şiddetli bir çarpışmaya girerek onu alt ediyordu. Gerçekten 1387’nin son günlerinde artık bir imparatorluk olan Timurlu arazisini toza dumana katan başında Toktamış’ın bulunduğu Türk Moğolu ordusu Suğnak’tan girerek Savran’a dayanmış, Fergana’dan bu tarafa koşturan Ömer Şeyh tarafından ona engel olunmak istenmişse de, Otrar’da Timur’lu ordusu yenilmiş ve Buhara işgalden zorlukla kurtarılmış, Maveraünnehir yağmasının önüne geçilememiştir.944 Toktamış’ın talanından bugünkü Türkistan eski adı ile Yese şehri de nasibini almış,945 Türklüğün mânevi önderi Ahmed Yesevî’nin mübârek kabrine saygı gösterilmemiştir. Öte yandan kendileri Cuci ulusundan birer kongrat olan Harezm’in Sofi ailesi de Timur’lu idâresinin buradaki yumuşak karnı olarak isyân etmiş ve Emir Süleyman Sufi Toktamış’ın yanında yer alarak ömrünün sonuna kadar onun kumandanı olmuştur.946Aynı şekilde az da kalmış olsalar Türkistan Moğolları da sanki aynı olaylardan cesâret bularak isyân etmişlerdi. İşte alelacele İran’dan Semerkant’a dönmek zorunda kalan Emir Timur’u Moğollar, Harezm ve Toktamış gibi üç yeni mesele bekliyordu.947 Harezm ve Toktamış hem istikamet hem de sebeb-sonuç olarak aynı zincirin halkaları idi. Gerçi Harezm bir iç mesele, Toktamış ise bir cihangirlik davasının halkasıydı. Fakat bunlardan önce Türkistan’ın doğudan Moğol akınlarına karşı esâslı vaziyette emniyete alınması yani tahkimi gerekiyordu. Toktamış 944 945 946 947

Timur ve Devleti,s.15. Bozkır İmparatorluğu, s.411. Yakubovsky, s.226. H. Alan, Timurlular, s.41. 304

Maveraünnehir’e geldiği zaman Emir Timur’un büyük şehzâdesi Ömer Şeyh Fergana’da Moğolların def’i ile uğraşıyordu. Ömer Şeyh sırf bu yüzden Toktamış’a yenilmiş fakat Moğolları Maveraünnehir’den kovmuştu. İşte Emir Timur üç meseleyi çözmeye başlarken Ömer Şeyh’in son hareketlerini sağlamlaştırarak yıldırım hızı ile bu yöne yüklendi. Ş. Ali Yezdî’ye göre vurucu gücü yüksek bir orduyu beş kola ayırarak Moğolistan’a girdi ve bu ülkeyi baştan başa tahrip ile büyük bir katliam yaptı. Ahâliyi kılıçtan geçirirken küçük Moğol çocuklarını Türkistan’a getirtti.948 Emir Timur kendi mülkü ve Türkistan’ın ayrılmaz bir parçası olarak telâkki ettiği Harezm’e önce bir öncü birlik göndererek istihbarat yaptırdı ve kendisi de arkadan, lâkin olduğunca sür’atle bu istikamete hareket etti. Giderken Sabran, Kaşkaderya, Karşı ve Buhara çevresinde Toktamış’ın verdiği zararları tespit etti. Timur Harezm’e varmadan düşman addettiği Kongrat Emiri Sofi’nin kaçtığı haberini aldı, fakat kendisi aldırmayarak yola devâm etti. 1388’in ilk aylarında yıldırım gibi Harezm’in başkenti Ürgenç’e girdi. Şami’ye göre önce Emirzâde Miranşah birliklerinin girdiği Kamkend yerle bir edildi ve alınan emir üzerine Ürgenç’e de aynı mezâlim uygulandı. Burada canlının gireceği bir barınak bile bırakılmayarak şehir arazi hâline getirilmiş, ahâli Semerkant’a göçürülmüş artık tarla olan eski medeniyet alanlarına arpa ekilmesi kararlaştırılmışdı.949 Timur’un artık tartışmasız gündemi Toktamış’tı. Bizim tarihimizde Timur-Toktamış hadisesi çok tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Gerçekte Emir Timur komutasındaki Türkistan ordusunu şartlar ne olursa olsun bir Cengiz evlâdı olan Toktamış üzerine çeken tılısım 160 yıl kadar evvel Türk Moğollarının Türkistan’da yaptığı korkunç tahribat ve katliamdır. Bu hususu bilhassa tespit etmek gereklidir. Timur zaten ortaya çıktığından beri amacının Türkistan’ı birleştirmek olduğunu her fırsatta ifâde etmiş ve ömrünün çoğunu Moğolları ülkesinden 948 M. Rahmi, s.12. 949 Zafernâme, s.130-131. 305

kovmaya harcamıştır. Toktamış’a gelince, Türk Moğolları istediği kadar Deşt-i Kıpçak ve İdil Ural’da Müslümanlaşarak Tatar adıyla muazzam bir Türk ulusuna dönüşmüş olsunlar, hâlâ bu bu coğrafyada asaletin Cengiz Han ile ilgili olduğu inancı âdeta şuur altına yerleşmiş bir hakikat şeklini almıştır. İşte Emir Timur’un hazmedemediği budur. Toktamış’ın daha büyük bir devletin başında olduğu ve bununla orantılı olarak askerinin de fazla olduğu, maddî durumunun da Timurlulardan iyi olduğu bir gerçekti. Görünüşe göre Emir Timur Türkistan’ın dışında Horasan ve İran’ın büyük bir kısmına hükmetmesine rağmen her hâlde buralardan büyük ölçüde asker toplayamamıştı; onun elinde Türkistan askeri dışında güç de yoktu. Zafernâme’de Emir Timur’un 23 Ocak 1391 Pazartesi günü Türkistan ordusuna Semerkant’dan Deşt-i Kıpçak’adoğru hareket emrini vermiştir.950 Karasman mevkiinde Toktamış’ın elçileri ondan bir mektup getirdiler. Toktamış mektubunda Emir ile münâsebetlerinin baba-oğul gibi olduğunu, kendisine hadsiz-hesapsız yardımlar yaptığını, fakat kendisinin birtakım adamlara kandığını ve hata ettiğini, bu sebeple affedilmesini istiyordu. Timur elçilere çok iyi muamele etti, onları ağırlayarak birçok hediyeler verdi, fakat mektuba fazla aldırmadı. 6 Nisan’da Sarığuzun mevkiine kavuşmuşlardı ki artık bozkıra çıkmış oluyorlardı. Uludağ’a varıldığında Emir Timur en yüksek yere çıkarak buraya taş çekilmesini, hâtıra olarak bir kitâbe dikileceğini belirtti. Timur’un resmî tarihlerinde bu bu kitâbe olayı etraflıca yer alıyor, lâkin taşa ne yazıldığı belirtilmemektedir. 1940’larda, bugünkü Kazakistan’ın Karasakpay maden ocakları yakınında Altın Çuku Dağı’ında bu anıt kitâbe bulunmuştur. 11 satırdan oluşan kitabenin 8 satırı Uygur, 3 satırı Arap harfleri ile yazılmış bulunduğu, Arap harfleri ile yazılı ilk satırın besmele olduğu geri kalan satırların okunamadığı; ancak Uygur harfleri ile yazılı bölümde de: “Yedi yüz Doksan (1391) Koyun Yılında Orta Yaz Ayında Turan Sultanı Timur Beğ 200.000 Kişilik Bir 950 Şami, s.142. 306

Ordu İle Toktamış Han’a Karşı Sefere Çıktı. Bu Yere Vardığı Zaman Hâtıra Olarak Bu Âbideyi Dikti. Ahâli Bizi Dua İle Ansın.”951 ifâdelerinin yer aldığı tespit edilmiştir. 12 Nisan 1391 günü Türkistan ordusu Tobal Suyu’nu geçmişti; öncü birlikler ateş alâmetleri gördüklerini bildirmişlerdir.952Anlaşılan Toktamış sürekli geri çekiliyordu. Çünkü Tobul’dan sonra Yayık ve Samara ırmakları da geçilmişti. Nihayet Emir Timur 20.000 kişilik bir ordu ile şehzâde Ömer Şeyh’i ileri gönderdi. Aynen düşünüldüğü gibi oldu ve savaş başladı. 27 Nisan 1391 günü iki ordu olanca gücü ile Kunduzca veya Kundurça mevkiinde karşılaşmışlar ve savaş Timur’un zaferi ile sonuçlanmıştır. Toktamış ordusu kurtuluşu kısmen kaçmakta bulmuştur. Emir Timur ise savaşın gâlibi olarak ve bol ganimetlerle Kıpçak ordusunu alt etmenin kazandırdığı yüksek moralle Semerkant’a dönmüştür. N. Şami’ye göre, orduya piyâde olarak katılan askerlerin bile her biri 10-20 at, süvâriler ise en az 100’er at getirmişlerdi, küçük baş hayvan ganimetinin ise kendi deyimi ile “haddi-hesabı” yoktu.953 Yağma işi de o kadar ileri götürülmüştü ki, dönüşte Türkistan bozkırlarına girildiğinde Cuci ulusundan Türk Moğolu göçebelerin varlıkları yağmalanarak soyulmuşlardır.954 Resmî tarihçilerden Şerafeddin Ali Yezdî ganimet bolluğunu sayıp döktükten sonra sadece kendi hissesine 5000 kız ve oğlan köle düştüğünü ifâde etmektedir.955 Altın Ordu Hanı Toktamış kesin yenilgiye uğratılmış fakat yakalanamamış veya yakalanmak istenmemiştir. Esâsında ağacın kökünden sökülmesi yerine sallanması ile yetinilmiştir. İşte bu şartlarda fırsatı değerlendiren Toktamış çok geçmeden yeniden devlete hâkim olmuş ve daha evvel işgal ettiği toprakları terk etme sözü karşılığında Rus Knezlikleri ile de iyi münasebetler kurmuş,956 hatta Knez Vasili tarafından hanlığının 951 952 953 954 955 956

Yakubovskıy, s.247; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.17. Nizamüddün Şami, s.145. A.g.e., s.153. Yakubovskıy, s.251. A.g.e., s.251 G. Vernadsky, Rusya Tarihi, Selenge, İstanbul, 2009, s.102 307

tanınacağına dair söz almıştı.957 M. Kafalı ve H. Alan’a göre bu durum Knezlikler üzerinde Toktamış nüfuzunun devam ettiğini gösterirse de,958 terk edilen arazi, vergi gibi haklar onlara verilen tâviz anlamına geliyordu. Toktamış’ın rahat durmaya niyeti yoktu; önceki hatayı tekrarlarcasına Kafkaslara sarkma düşüncesindeydi. Gerçekten 1394 Sonbaharı’nda Toktamış kuvvetlerinin Derbend’i geçerek İran Şirvan topraklarına girdiği duyuldu.959 Emir Timur’un Kıpçak ve ötesi ülkelere yeni bir sefer kafasında olgunlaşmıştı. Çünkü birinci seferde teferruata inilmediği gibi Toktamış meselesi de esaslı bir sonuca bağlanmamıştı. Savaş stratejisi olarak Cengiz’in izinde giden Emir Timur da tabiî ki Rusya ve Avrupa içlerine kadar girmek düşüncesindeydi. En azından Rus Knezliklerinin kontrol altına alınması ve zenginliklerinin transferi gibi amaçlar peşindeydi. İşte artık sebep hâsıl olmuştu, Toktamış’ın sınır tecavüzü tabiî olarak cezasız kalmıyacaktı. Bu sebeple biraz da İran meselesi için Toktamış üzerine ikinci sefer İlkbahar 1395 tarihini taşımaktadır. Timur ailesi ve Türkistan ordusu kışı İran Azerbaycanı Künbet mevkiinde geçirirken Toktamış’a giden elçi terslenerek geri gönderilmiş ve durumu Timur’a intikal etmiştir. Bu durumda Kıpçak ülkesine Kafkaslar üzerinden Derbent yolu ile girilecekti. Zâten Türkistan Elçisi Şemseddin El-Mâlikî daha Timur’un yanına varmadan Toktamış cephesinde savaş tıkırtıları başlamıştı. 28 Şubat 1395’de Timur hazır olan ordusuna hareket emrini verdi. Bütün kaynaklar Emir Timur’un II. Kıpçak Seferi Türkistan ordusunun haşmetini bilhassa belirtmişlerdir. Ordu Türk âdetleri960 tertibine uygun olarak tanzim edilmişti. Sol kanadının ucu Elburuz Dağlarına dayanırken sağ kanadının ucu ise Hazar Denizi’ne kadar uzanmaktaydı.961 Ş. Ali Yezdî’ye göre de: “Elburuz Dağı eteğinde bulunan Samur Irmağı’ndan 957 H. Alan, Timur’un Toktamış Üzerine Seferleri ve Altınordu’nın Yıkılma Meselesi, Bilig, Yesevi Üniversitesi, 2003, s. 27-135, 958 Kafalı, s.11; H. Alan, a.g.m., s.27-135. 959 Kafalı, s. 111. 960 Yakubovskıy, s.253. 961 N. Şami,s.192; Kafalı, s.112. 308

Hazar Denizi’ne kadar 5 fersah (yaklaşık 30km.) bir alanın tamamen Timur’un askerleri ile dolu olduğu”, hatta “Cengiz Han zamanından beri böyle büyük bir ordunun görülmediği, Acem mülkünde görülmek bir yana ne okunmuş ne de işitilmişti.” 962 gibi ifâdelere yer verilmiştir. Emir Timur’un misli görülmemiş ordusu Derbend’i geçer geçmez öncelikle Toktamış’ın müttefiki olan Kıtağ kavmini perişan, varlıklarını yağma ve tahrip etti. Toktamış Han’ın Ortak adlı elçisi Timur’a doğru gelirken muazzam Türkistan ordusunu görünce çok şaşırdığı ve hemen geri dönerek hanına durumu bildirdiği, bu vaziyet karşısında Toktamış’ın geride durarak Kazançi adlı bir komutanı öncü birlik yaparak cepheye gönderdiği, fakat savaşı kabul eden bu ilk ordunun korkunç bir yenilgiye uğradığı, II. Kıpçak Seferi’nin ilk çarpışma haberidir. Zafernâme’ye göre “Toktamış ordusu askerlerinden o kadar öldürüldü ki sahra ve ovalar kana boyandı. Kazançi bu savlet ve şecaati görünce bin türlü hile ile muhârebe meydanından canını dışarı atarak kaçmak yolunu tuttu.”963 satırları ikinci seferin dehşetini göstermeye yeterlidir. 14 Nisan 1395’de iki Türk ordusunun Terek Nehri kenarındaki çarpışması, belki tarihin değil ama bir milletin iki ordusunun en büyük iç harbine dönüştüğü meydan muharebelerinden birisidir. M. Kafalı’nın da önemle belirttiği gibi bu savaş Cengiz Han’dan sonra Deşt-i Kıpçak’da buradaki Türk kavimlerini ifâde etmek üzere ortaya çıkan Cuci ulusu ile aynı şekilde Türkistan Türklüğünü ifâde eden Çağatay ulusunun hesaplaşmasıydı.964 Önceden Toktamış için Altınordu Han’ı Urus Han ile kötü olan Türkistan Emiri, şimdi onun oğlunu yanında taşıyor, birçok Cuci ileri geleni ve komutanla Toktamış’ın aleyhinde birliktelik oluşturarak psikolojik ve fevkalâde moral üstünlüğünü de temin ediyordu. İşte iki taraf için de bütün bu iyi kötü şartlar içinde savaş başlamıştı. Tabiî olarak neticeyi tahmin etmek güç değildir; savaşı 962 H. Alan, a.g.m., s.27. 963 N. Şami, s.193. 964 Kafalı, s.112. 309

çok büyük bir ağırlıkla Türkistan ordusu yani Emir Timur kazanmıştır. Emir Timur bu sefer sonuçtan o kadar emin olmuştur ki zamanın kaynaklarında mânevî âleme teslim olduğuna dâir öne çıkan bir görüntü de yayılmıştır. Toktamış Han bazı emirleri ile birlikte selâmeti kaçmakta görerek Bulgar tarafına, diğer bir grup emir ve komutan ise Kırım tarafına doğru savaş meydanını terk etmiş ve savaşı götüren yiğitler kaderleri ile başbaşa bırakılmıştı. N. Şami: “O kadar adam katledildi ki o sahrada kan dereleri peyda oldu.”965 demektedir. Timur ordusu buradan vurucu gücü yüksek kuvvetlerle Rusya içlerine dalarak Karasuk’a ulaşıp şehrin içini dışını tamamen yağma ettirdi ve buradan Moskova’ya kadar ilerledikleri hâlde şehre tam girmedi.966 Emir Timur’un Moskova önlerindeki tutumunu anlamak mümkün değildir. Her bakımdan akrabalık ve birlikteliğin dışında din kardeşliği gibi kendine göre çok önemli bağları bulunan Altınordu Devleti’nin altını üstüne getirdikten sonra Rus Knezliklerine karşı tereddüdünün izâhı pek zordur. Elindeki ordunun gücü her türlü tartışmanın üzerinde olduğu gibi mevsim de anormal değildir. Peki o zaman Moskova şehir varoşlarından neden geri dönülmüştür? Yakubovskıy’in: “Orta Asya ve İran’ın bütün hükümdarları gibi Timur da Rusların durumu üzerine sağlam bilgi almamıştı. Orta ve Ön Asya’nın coğrafî ve tarihî İslâm ülkeleriyle kavimleri üzerine köklü bilgiye sahip olduğu hâlde Rusya, Rus prenslikleri ve Moskova üzerine en ilkel bilgisi bile yoktu. Rus ülkesine ait realiyeteye az çok uygun tarihî-coğrafî bilgi Orta Asya’ya gelmiyor ve bu yoldaki haberler Altınordu’nun içinde kalıyordu. Bu sebeple İslâm ülkelerinin hatta Hıristiyan Kafkasya alanlarının tarihine ait zengin malzeme veren XV. yüzyıl İslâm (Acem ve Arap) tarihçiliğinde Rusya tarihine ait ilginç ve değerli hiçbir şey bulunamaz. Bu eserlerde Rus şehirlerinin adları bile güvenilir bir şekilde tespit edilememiştir.”967 şeklindeki tespitleri de bu konuyu 965 Zafernâme, s.194. 966 H. Alan, Timurlular,s.59. 967 Altınordu ve Çöküşü, s.259. 310

yeterince izâh edemez. Çünkü XIV. yüzyılda Rus Knezlikleri ve Moskova’nın dünya siyasetinde etkili bir yerinin bulunmadığını çok iyi bilmekteyiz. Rusya’yı tanımamak Moskova’ya girmemek için mazeret olamaz. Yani Cengiz Han ve zamanının bilgileri Moskova’yı daha mı iyi tanıyordu? Yakubovskıy yukarıdaki görüşleri ile mensup olduğu milleti yüceltmek gibi bir yol üzerindedir. Belli ölçüde bilgi ve keşif eksiklikleri bulunabilir, lâkin o güne kadar Kıpçak Hanlığı’na vergi veren Rusların siyasî ağırlığı Harezm kadar bile olamaz. N. Şami’yi, Tiesenhausen üzerinden incelediği görülen görülen Yakubovskıy’in, Zafernâme’de: “Emir’in askerleri Urus’un Karasu şehrini vilâyetle beraber yağma ettiler.”968 cümlesindeki Rus adı yerine kullanılan Urus’u, Urus Han ile karıştırarak Timur’u bilgisizlikle suçlaması ve Timurîlerin Ruslar hakkında bilgilerinin bulunmadığı şeklinde bir sonuca varması969 acaba ne derece doğrudur?

Türk Timur İmparatorluğu 968 Zafernâme, s.196. 969 Yakubovskıy, s.259. 311

Emir Timur II. Kıpçak Seferi ile Toktamış meselesini nihâyetlendirmiş, Altınordu ise devlet olarak henüz Timur’dan önceki gibi birkaç başlı ve düşer kalkar görünümü ile devâm etmiştir. Kendisi ise Moskova’ya kadar gittikten sonra dönüşte “Garbî Deşt-i Kıpçak’ı da harebeye çevirdikten sonra Derbent üzerinden Azerbaycan’a dönmüş”970 ve bu sefer Kafkasları da gergef gibi dokuyarak971 Türkistan-Horasan’dan sonra en önemli vatanı olan İran’a, yani Tebriz’e inmiştir. Emir Timur’un I. Kıpçak Seferi’nden dönüşü 1391 yılı sonlarıdır. Yine savaş borusu ötüyordu; yapılan araştırmalarda yeni yıl itibariyle 1397’ye kadar süren bu devreye, Beş Yıllık Sefer972 dönemi denmiştir. Gerçekten fethedilen ülkeler Çağatay Hanlığı’nı imparatorluk yapmaya yeterli sayılabilirdi. Fakat buralarda ne kalıcı bir düzen sağlanabilmiş ne de gerçek mânâda devlet teşkilâtı kurulabilmişti. Herat merkezli Horasan Türkistan’ın arka bahçesi durumunda olduğu için en azından şehzâdeler tarafından yapılan seferler ve bunlarla birlikte Mirzalar vâsıtasıyla kurulan bir teşkilât mevcuttu. İran bu durumda bile değildi; Bağdat hâlâ Celâyir Ahmed’in kötü idâresi altındaydı. Türkmenlerin merkezi Tebriz kadar önemli bir merkez olan Şiraz kezâ öyleydi. Timur’un yokluğunda buralarda gerek asayiş meseleleri ve gerekse idâre husûsunda tedbirler alınıyor ve emirin demir yumruğu hissettiriliyordu ama daha yapılacak çok iş vardı. Harezm az çok Türkistan’la bütünleşmişti, fakat Altınordu belki bir cenâze şeklinde bütün haşmetiyle yerinde duruyordu. Hele Doğu Anadolu Karakoyunluları ve Güneydoğu Anadolu Akkoyunluları, İran-Anadolu-Memlûk üçgeninde diğer Anadolu beyliklerinden farklı olarak Türkmen bayrağı ile Timur’un İslâm meş’alesine kafa tutuyor, asâlete dair hukukun kendilerine ait olduğunu ileri sürerek ona meydan okuyorlardı. Belki tekrar oluyor ve ileride bir daha tekrar edilmiş olacak ki, bizce Karakoyunlu Mehmed ve oğlu Kara Yusuf’un şansları yaver gitmemiş, Allah büyük bir 970 Kafalı, s.113. 971 N.Şami, s.196. 972 İ. Aka, Timur ve Devleti, s17. 312

devlet kurmayı nasip etmemiştir ama onlar Emir Timur’dan geri kalır başbuğlar değildi. İleride Anadolu harekâtında göreceğiz ki Emir Timur Bayezid’den ziyâde Karakoyunlu Kara Yusuf’la yatıp, onunla kalkmış ve hep onu aramıştır.973 İşte Timur İmparatorluğu’nun görünen durumu şu şekildeydi: Timur’un oğlu Miranşah Herat istikametine, torunu Pir Muhammed ise Gazne, Kabil, Kandahar üzerine gitti. Görevleri Sind Irmağı’na kadar olan ülkeleri ferthetmek,974 daha evvel alınan yerlerde asayişi sağlamak ve devleti oturtmaktı. Emir Timur’a gelince onun aklı kesinlikle İran’daydı. Bu sebeple Timur, 24 Mayıs 1392 günü Semerkant’dan çıkıp Mazenderan üzerinden Güney İran’ın Fars bölgesine gelirken, N. Şami gayesinin “İran memleketlerini gezmek ve memleketi muhaliflerden temizlemek”975 olduğunu ifâde etmiştir. Buhara’ya gelindiğinde Emir Timur’da ağır bir rahatsızlık peydâ oldu. Her ne kadar Zafernâme’de kendisinin buna aldırmadığı belirtiliyorsa da hiç de öyle değildir ve rahatsızlık sebebiyle ölümü hatırlayıp hadîs-i şerifler okuyarak, hatunlarını, ağırlıklarını, evlâtlarını baş ucuna getirtip telâşe düştüğü de açıkça görülmektedir.976 Rahatsızlığı 45 gün kadar süren Emir Timur’un ayağa kalkar kalmaz ilk hedefi Fars bölgesindeki Muzafferîler hanedanının varlığına son vermek olmuştur. Burada bütün hanedan üyeleri öldürülerek ülke Mirza Ömer Şeyh’e teslim edilmiştir. Daha sonra Şiraz üzerine yürünmüş ve gevşek olan hâkimiyet sağlamlaştırılarak, Miranşah ve Pir Muhammmed kumandasındaki ordular Sultaniye, İsfahan ve Hemedan hâkimiyetini tazelemiş, Şiraz İran’ın idâre merkezi hâline getirilmiştir. Ordu Şiraz’dan Irak topraklarına intikal ederken Kulağı mevkiinde Türkmenlerle bir çatşma hâsıl olmuş fakat bu ordunun Bağdat üzerine yürüyüşünü engelleyecek şekle dönmemiştir. 973 974 975 976

M. Halil Yinanç, Bayezid I, İA ,C. 2, İstanbul 1970, s.383 Aka, s.17. Zafernâme, s.153. N.Şami, s.154. 313

1393 yılı Ağustos’unda Türkistan orduları Bağdat önlerinde bulunuyordu. Timur’un diğer seferlerinde olduğu gibi bu seferinde de plan ve program yoktu.977 Bağdat’a yaklaşırken evvelâ Celâyir Ahmed ve ardından da iş birliği içerisinde olduğu bazı Türkmen unsurların sür’atle burayı terk ettiği ve Dicle üzerindeki köprüleri tahrip ile gemileri de batırdıktan sonra Suriye’ye doğru kaçtıkları haberi alındı. Bağdat’a Emir Timur’un ne kadar rahat girdiğini burada bizâtihi bulunarak yaşanan olayları seyreden tarihçi N. Şami’nin: “Mehmed Azad bir mertlik göstererek sudan geçip öteki tarafta bulunan gemileri ele geçirdi, hepsini bu tarafa nakletti; fakat askerler gemilere hiç bakmadılar. Dicle’yi havadaki kuşlar, denizdeki timsahlar gibi öylece geçtiler. O zaman ben de Bağdat’ta oturuyordum, şehirde sakin olanlardan en evvel huzura gelip yeri öpen ben idim, Emir Timur benim böyle herkesten evvel geldiğime memnun oldu buna mukabil bana muhabbet ve iltifat gösterdikten sonra: Tanrı sana rahmet etsin ki bu şehirde herkesten evvel beni karşılamaya çıkıp gelen sen oldun, buyurdu. O sırada tesadüfen şehrin kapısından dışarı çıkmıştım, şöyle baktığım zaman suyun üstü öyle askerle dolu idi ki Dicle’nin yüzünü bir sahradan ayırt edemedim, taaccüb ettim, kendi kendime, selâbet, celâdet ve şecaat cihetiyle sair insanlardan bu kadar farklı olan bunlar nasıl insanlardır, nasıl bir taifedir? dedim. O zaman bildim ki bu, Tanrı tarafından müeyyed olan Emir Timur’un ordusudur. Onun kavim ve kabilesi kuvvet, celâdet ve mertlik cihetiyle sair mahlukâta nazaran bir rüçhâna mâliktir dedim. Hülâsa Mehmed Azad büyük bir mertlik göstererek sudan geçti, gemileri elde ederek bu tarafa geçirdi. Emir Timur da bunları takiben bizzat Dicle’den geçti. Emirler ve devlet erkânı diz çökerek ricâ ettiler: Emir hazretleri zahmet çekmiş yorulmuştur, dönüp şehri teşrif etsinler, biz bendeleriniz düşmanı tâkip edelim; fedakârlık vazifelerini yerine getirelim dediler.”978 tasviriyle İslâmîyet’in en 977 Yaşar Yücel, Timur’un Orta Doğu- Anadolu Seferleri ve Sonuçları, TTK, Ankara, 1989,s.3. 978 Zafernâme, s.170. 314

önemli olaylarına sahne olan ve yüzyıllarca hilâfete merkezlik yaparak aynı zamanda Selçukluların zuhûru ve dahli ile sade bir kavim dininden cihanşümûl bir din hâline dönüşen Türk-İslâm Medeniyeti’ne sahne olmuş bulunan bir dünya kenti, Bağdat’ın görünümü. Evet Bağdat’ın kendine mahsus câzibesine kapılmamak elde değildir. Emir Timur gibi çocukluğundan itibaren Buhara’nın ağır mânevî havasını teneffüs etmiş birisinin buradan etkilenmemesi her hâlde mümkün değildir. Bu sebeple Timur, Mirzaları civâr ülkelerin fethine yönlendirirken kendisi ordularının başında olduğu hâlde Bağdat’ta tıpkı Horasan’da olduğu gibi fikir ve düşünce hareketlerinin içine girmiştir. Zafernâmelerde bu görüşmelerle ilgili teferruatlı notlar mevcuttur. Timur Bağdat ahâlisi, idâreci, tâcir, din adamı gibi kişilere zulüm etmeden mümkün mertebe yakıp yıkmadan yani Hülâgu gibi aşırılıklara kaçmadan eman karşılığı askere Bağdat’ı terk ettirmiş, zâten kendisi de idâreyi ilgililere teslim ettikten sonra elde ettiği yeni istihbarat doğrultusunda Tikrit istikametinden Suriye, yani Memlûk topraklarına doğru yürümüştür. N. Şami’ye göre Emir Timur’un 31 Ekim 1393’de Bağdat’ı terki düşünülürse979 burada ancak 45 gün gibi kısa bir süre kalmıştır. Tikrit’te çok sağlam bir kale bulunduğunu biliyoruz. Zâten Bağdat halkındaki korku, misli ile buralara da çoktan yayılmış, Timur’un Cengiz Han orduları gibi yapacağı zihinleri işgal etmişti. Aslında Tikrit Kalesi hâkimi Timur’a itiraz etmeden teslim olmuş, lâkin, huzura gelmeye korkması karşı gelmek şeklinde anlaşıldığından Türkistan orduları bütün gücü ile bu kaleye yüklenmişlerdir. Her hâlde bir hafta kadar süren kuşatmadan sonra kale yerle bir edilmiş, kaçabilenlerin dışında yakalananlar tamamen öldürülmüştür. Aslında Timur’un hedef ülkeleri Azerbaycan ve Kars’tan çok iyi görünüyordu. Emir Timur 1386’da Batı İran’ı işgal ettiği zaman 1387’de Karabağ’dan Nahcivan yolu ile Doğu Anadolu’ya gelmiş ve burada özellikle Karakoyunlulardan büyük tepki 979 A.g.e., s.173. 315

görmüştü. Bu sefer Anadolu ve Memlûk topraklarına yapılacak harekât için coğrafya tam ortalanmıştı. Esâsında gerek Suriye ve gerekse Anadolu’da eskiye nazaran değişen bir şey yoktu. Tabiî ki özellikle bu sefer zamanında Timur’un devleti ve ordusu kadar büyük bir güç idi ki, ne Orta Doğu ne de Anadolu’da mevcuttu. Emir Timur önceki tepkiyi çok iyi biliyordu. Timur, şimdi Tikrit’te bulunduğu bu günlerde, daha evvel gıyâbında ülkesi işgal edilen Erzincan Emir’i Türk Moğolu Tahareten’e, henüz bir devlet hâline gelememiş Karakoyunlu ve Akkoyunlu beğlerine, Kayseri Sivas topraklarına hâkim Eretna Devleti’ni elinde bulunduran Kadı Burhaneddin Ahmed’e, Dulkadiroğlu Sevli Bey’i ile Karamanoğlu Alâeddin Bey’e mesaj, Memlûk Sultanı Berkuk’a da elçi göndermiştir. Batı Anadolu’nun bir kısım yerlerini elinde bulunduran Bayezid’in Osmanlı Devleti ise başarılı fetihlerle Rumeli’ye geçmiş fakat Anadolu’da henüz siyasî bir birlik sağlayamamıştı.980 Timur’dan Yıldırım Bayezid’e bir mesaj gelmesi ihtimali yüksek olduğu hâlde devlet konumunda görülüp kendisine Mısır örneğinde olduğu gibi en azından bu safhada elçi gönderilmediğini biliyoruz. Osmanlı’nın da Anadolu Beylikleri ve Doğu Anadolu topraklarında gözü vardı. Onlarla iyi veya kötü münâsebetlerinin olduğu, bu münâsebetlerin Kadı Burhaneddin ve Karamanlılar örneğinde olduğu gibi çok iyi olmadığı da âşikârdır. İşte bu şartlar altında Emir Timur daha mesaj veya mektupların cevabı gelmeden ve Mısır’a giden elçiden haber alınmadan sür’âtle Tikrit üzerinden Mardin’e doğru harekete geçti. Mardin sultanı karşı tavır almamasına ve Emir Timur ile önceden hukukları olmasına rağmen burada yaygın olarak yerleşik bulunan ve orduyu da elinde bulunduran Karakoyunlu bBeğlerine ait beldeler yağmalandı ve halk fecî şekilde cezalandırıldı. Anlaşılan Timur evvelki seferde Karakoyunlu acısını henüz unutmamış ve kişiliği ile örtüşen intikam duygusundan kendini alamamıştı. Öyle ki Mardin’i yağmalayıp epeyce ilerledikten sonra 980 Y. Yücel, a.g.e. ,s.3. 316

Zafernâme’ye göre sudan bir bahâne ile tekrar dönerek güya İsâ ile hasbihâl etmiştir.981 İ. Aka, Emir Timur’un bu seferki aceleciliğini: “O, daha gelecek cevapları beklemeden ileri harekâtına devam ile Kerkük, Altınköprü, Erbil, Musul, Mardin ve Diyarbakır’i fethedip, Van Gölü’nün kuzeyindeki Aladağ’a gelmişti. Buradan Doğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinin fethi için asker sevk eden Timur, kendisi de Üçkilise’ye geldi. Burada iken Erzincan emiri Mutahharten (bazı kaynaklarda Taharten) gelerek ona bağlılığını bildirdi. Memlûk sultanı ise Timur’a, onun gönderdiği elçileri öldürmekle cevap vermişti. Timur bunun üzerine Suriye’ye yürüme kararı almıştı. Öte yandan Anadolu’da da durum onun lehine gelişmeler göstermekte idi. Karamanoğlu Alâeddin Bey, Timur’un mektubuna, Kadı Burhaneddin ve Yıldırım Bayezid ile arası açık olduğundan olumlu cevap vermiş, ister Suriye, ister Anadolu hangi devlet üzerine gidecek olursa olsun, kendisine katılacağını bildirmişti. Dulkadiroğlu Suli Beğ ise gönderdiği elçileri ile, Timur’u kendisini devamlı tehdit eden Memlûklar üzerine yürümeye teşvik ediyordu.”982s atırları ile hem o günkü Timur’un sabırsız hâlini hem de Anadolu ve Mısır siyasetini uzman sıfatıyla gözler önüne sermektedir. Etrâflı olarak bilinmemesine rağmen, Kadı Burhaneddin’in Sultan Bayezid ile yıldızlarının barışmadığı, buna rağmen, Timur’un bu seferki Anadolu kapılarına dayanması karşısında Bayezid-Berkuk-Toktamış arasında bir ittifaka aracılık ettiği ve bunun başarıldığı,983 Timur’un da durumun farkına vardığı ve bu sebeple çark ederek tekrar Kafkasya’ya yöneldiğini görüyoruz. Emirzâde Ömer Şeyh Timur’un en büyük ve en sevgili oğluydu. Batıya gelişinde Güney İran’daki Muzafferîleri ortadan kaldırmış ve bu hanedana ait Fars mülkünü Şehzâde Ömer’e vermiş, o da adım adım Bağdat dâhil kendini ya önde yahut arkada verilecek vazifeye göre ordusu ile tâkip etmiştir. Emir 981 Şami, s.179. 982 İ. Aka,Timur ve Devleti, s.20. 983 A.g.e, s.20. 317

Timur Bağdat’tan Suriye’ye yöneldiği zaman Ömer Şeyh de Şiraz’dan onun yanına hareket etmişti. N. Şami’nin nakline göre Ömer, 7 Ocak 1394 günü Harmato denilen yere geldiğinde burada bir süre gezinti yapmış ve işte bu sırada ehemmiyetsiz bir Kürt’ün yayından çıkan okla kazaen vurulmuş, olduğu yere yığılarak hayatını kaybetmiştir.984 İşte Emir Timur’un bu defa Şam’a yönelmeyip geri dönme sebeplerinden biri de budur ki ,bu sırada Mardin’de Karakoyunlu Türkmenleri Timur askerlerine saldırmışlardır. Emir Timur evlât acısı ile daha bir müddet buralarda ve Doğu Anadolu’da oyalandı, ne Anadolu’ya ne de Suriye’ye gitti. Aksine Aladağ üzerinden Gürcistan’a geçerek buraların asâyişini temin etti. Zâten bundan sonra Kafkaslar üzerinden Toktamış üstüne yürüdüğünü ve buraya dönüşünü de yine aynı menzilden Derbend-Azerbaycan-Sultaniye-Hemedan üzerinden 1396 yılı Güz’ünde Semerkant’a döndüğünü biliyoruz.985 Emir Timur fetih siyasetinin kendinden bir buçuk asır önce Türk Moğol yayılmasının İslâmî versiyonundan başka bir şey olmadığı dikkatle tahlil edildiği zaman hemen görülecektir. Cengiz’den 150 yıl sonra dünya savaş siyasetinde birçok değişiklikler olması lâzım gelirken Timur’da da Türk Moğolları gibi strateji-plan-program diye bir şeyin varlığından söz etmek mümkün değildir. XIII. yüzyılın sonlarına gelindiği o günlerde, bırakın Altınordu’nun geniş ülkesinde, İran-Horasan-Azerbaycan-Bağdat gibi Emir Timur mülkü ülkelerde bile bir düzen kurulmasını, Türkistan’da bile temelleri sağlam dört başı mazbut bir idâreden söz etmek mümkün değildi. Fakat insanlar sindirilmiş, korku denen ağır silâhın gölgesinde itaatın dışında bir şey yapamıyorlardı. Bu büyük vatanda en azından Selçuklu örneğindeki muhteşem medeniyet inşâsı yerine devlet siyasetine ve Emir Timur’un beynine aynı Cengiz Han gibi devâmlı savaş 984 Zafernâme, s.179. 985 İ. Aka, Timur ve Devleti,s.22. 318

prensibi hükmediyordu. Bu sebeple her gâlibiyet yeni bir fütuhata başlangıç gibi oluyordu. İşte bu psikolojik çağrışımlar içerisinde Müslüman olmayan bir ülkeye saldırmak ve biraz da yeni fetihleri İslâmî cihad ile süslemek istiyordu. Çünkü yeni keşiflerin yegâne yerleşikleri Türkmenlerdi; elbette bunlarla hesaplaşma adına at oynattığı Türk ülkelerindeki tutumunu tarih affetmeyecekti. Çünkü hiçbir Türkmen, gönlü ile Emir Timur’un yanında değildi ve onun yağma ve talan hareketleri ile her bakımdan kötü duruma düşürülmüştü. Bu bakımdan Timur fetihleri ile Moğol istilâsının bilhassa İran-Anadolu ve Ortadoğu için zerre kadar farkı yoktur. İslâmî hareket adına Türkmenler ağır bir soykırıma tâbi tutuluyordu. Esâsında Timur da bu işin farkındaydı; o sebeple yeniden buralardan Hindistan’a yönelirken cihad sayılabilecek davranışlar sergilemek istiyordu. Çin’e bir sefer de cihad sayılabilirdi. Çin seferi için başta Moğolistan ve Doğu Türkistan’a, hatta “Putperestleri ortadan kaldırmak için Hıtay-Hoten” ülkelerine Emirzâde Muhammed Sultan Moğolistan valiliğine tayin edilerek bu ülkeleri tanzim ve imar etmesi emredilmişti.986 Emir Timur’un kendisi de: “Delhi, Kenbayt memleketlerinde ve Hindistan’ın bazı diğer yerlerinde, İslâmîyet yayılmış oralarda tedavül eden dirhem ve dinarlar üzerinde kelime-i tevhîd yazılmış olduğu hâlde bütün etrafı kâfirlerin vücûdu ile ve putperestlerin küfrü delâleti ile mülevves olduğunu ve oralarda bulunan padişahların, onlardan yalnız baç ve haraç almakla iktifâ ederek bunlara küfrü dalâletlerinde serbest bıraktıklarını, bunların dalâletlerini kaldırmaya hiç himmet etmediklerini haber almıştı.”987 şeklindeki inanç ve gerekçe ile Mart 1398’de Hindistan Seferi’ne başladı. Hindistan Seferi’ne gerçekten Müslüman olmayan Kabil yöresi putperestlerinden başlandı. Burada başkent Delhi olmak üzere Türk asıllı Tuğluk Hanedanı hâkim bulunuyordu. 986 Zafernâme, s.206. 987 A.g.e., s.206. 319

Firuz Tuğluk Han’ın (1351-1388) ölümünden sonra ülke tam bir anarşi içerisindeydi. Öyle ki Firuz’un ölümünden Timur’un bu ülkeye girişine kadar Delhi tahtı 7 defa el değiştirmiştir.988 Bildiğimiz gibi Hindistan’da sadece hanedan Türktü, halk ise yerli Hindu vesâir unsurlardan müteşekkildi. Türkistan’ın bunalımlı devrelerinde oradan buralara Türk gelirse devlet kuvvetli oluyor, gelmediği ve kısmen Türkistan’ın huzurlu dönemlerinde burada denge bozuluyordu. İşte Emir Timur böyle bir gerçeği görmemezlikten gelerek bu anarşi içerisindeki ülkeye saldırdı. Önce torun Pir Muhammed 1397’de Multan’ı fethetmiş, arkadan 1398’de Emir Timur bütün gücü ile Hindistan’a yüklenerek Delhi’yi almış ve burada putperestlere karşı cihad düsturu ile Hindulara çok eziyet ederek varlıklarını yağmalamış ve ülkeyi baştan başa tahrip etmiştir.989 Hindistan Müslümanlarının o an için bir zararları olduğu elbette söylenemez, hatta idârede biraz düzelme de görülür. Lâkin bundan sonra Müslümanlarla Hindular arasında derin bir uçurum meydana gelmiştir. Zaten 1399’da Timur buradan gittikten sonra hâkimiyeti de son bulmuştur. Hindistan dönüşünde Emir Timur 63 yaşında bir cihangir sıfatı ile artık Asya’nın yegâne hâkimi idi. Kendini varis saydığı Cengiz Han fütühâtından en büyük parça olan Çin duruyor fakat Moğolistan ve Doğu Türkistan fethedilmiş topraklar ve Timur’a bağlı valilikler hâline getirilmişti. Şüphesiz onun kafasında Çin vardı; lâkin ondan önce tıpkı Deşt-i Kıpçak ve Harezm üzerine ilk seferlerde olduğu gibi kendine karşı gelen kendi milletinin halklarının güya Turan bayrağı altına celbi gerekiyordu. Bahsedilen ülkeler Batı İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Suriye idi. Emir Timur 27 Nisan 1399 günü Hint Seferi’nden Semerkant’a dönmüştü. Fakat burada dört ay kadar oyalandı. İmar faaliyetleri ile meşgûl olarak artık devasa bir imparatorluk olan 988 Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C.I, TTK.Yayını, Ankara, 1987, s. 331. 989 A.g.e., s. 332. 320

devletin çeşitli meselerini tanzim ettirdi. Kafasında tasarladığı yeni seferden önce ülkenin içini tanzim etti. En iyi ve muktedir emirlerden 10’unu İran istikameti dışındaki Turan hudutlarını kesin muhafaza ve korumakla görevlendirdi. Cihangir’in oğlu torun Muhammed Sultan Semerkant’ta vekil olarak bırakılırken, Ömer Şeyh’in oğlu İskender Şark hudutlarından sorumlu idi.990 Emir’in aklı doğuda yani Çin’de değil ona birçok yerde meydan okuyan batıda idi. İran’da da işler iyi gitmiyordu. Onun çekilmesinden sonra Ahmed Celâyir yeniden Bağdat’a gelmiş ve Karakoyunlu Mehmed’in oğlu Kara Yusuf’un da desteğini sağlamıştı. Esâsen Karakoyunlu ve Akkoyunlular her ne kadar kendi aralarında uğraşıyorlarsa da Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile birlikte Batı İran ve Suriye’de hâkim oldukları Türkmenlerin büyük bir ağırlığı olduğu görmemezlikten gelinemez. İlhanlılar zamanında bile hem Bağdat hem de Mısır dâima bu Türkmenlere mesafeli yaklaşmıştır. Bu devre üzerinde yapılacak araştırmalar gerek Osmanlı gerekse Timur kaynaklarının hafife aldığı Türkmenler ve onların önderi Kara Yusuf, Yıldırım Bayezid, Toktamış, Berkuk gibi çağdaş Türk başbuğlar bir yana en az Emir Timur kadar çaplı ve yiğit bir Türkmendir. Emir’in çekindiği kişilerden birisi de Kadı Burhaneddin’dir. Bu Bey de Emir’in çağrılarına cevap bile vermemiş ve O’na hiç aldırmamıştır; o da Türkmen’dir. Emir Timur’un Anadolu’da Yıldırım’dan ziyâde Karakoyunlu ve Kadı Burhaneddin’den çekindiğini söylersek yanlış yapmayız. İşte Timur’u bu tarafa çeken hususların öne çıkaran tablo böyleydi. Elbette Timur’un Türkmenler ile hesaplaşması tarihimiz açısından çok önemli bir meseledir. Bugüne kadar sadece Yıldırım ile çekişmesi konu edildiği halde Türkmenler üzerine kabus gibi çökmesi çok fazla işlenmemiştir. Bu husus özellikle konumuz olan İran Türkmenliği için Anadolu’dan daha kötü ve kalıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Elbette Timur’a kafa tutan Toktamış artık yoktu, Mısır Sultanı Berkuk da ölmüş, yerine çocuk yaştaki oğlu sultan olmuştu. 990 H. Alan,Timurlular, s. 65. 321

Ama ne Cengiz, ne de İlhanlı Türk Moğollarını ülkesine sokmayan Memlûklu onun aklındaydı: küçük bir beylikten devlete tırmanan Osmanlı Sultanı Bayezid ile Karayusuf da Timur’un takıntılı muhataplarıydı. Azerbaycan’da 1393 yılından beri Şehzâde Miranşah’ın kötü idâresinden halk hiç memnun değildi. Bu idâresizlik Türkmen liderleri bu tarafa çekiyordu. Miranşah hemen hemen bütün vaktini içki ve âlem ile geçiriyor, İspanyol Seyyah Clavijo’nun ifâdesine göre binâ yapmak yerine bina yıkmanın medeniyet alâmeti olduğunu söylüyordu.991 Bayezid Anadolu’yu biraz toparlamasına rağmen başta Karamanoğlu Alaeddin, Erzincan Hâkimi Thareten, Dulkadiroğlu Sevli Bey Timur taraftarı;992 bir süre evvel ölmüş olan Kadı Burhaneddin Timur’un düşmanıydı, ama Yıldırım’ın da dostu değildi. Bütün bunların dışında Memlûk ile Osmanlı arasında Emir Timur’a karşı fiili bir vuruşmada işe yarayıp yarayamayacağı pek belli olmayan ancak zamanın tarihçilerinin göklere çıkardığı gevşek bir dostluk vardı. İşte 10 Eylül 1399 günü Semerkant’tan batıya son seferine başlayan Emir Timur’u böyle karışık bir gündem bekliyordu. İran’da Timur ve Timurluların hattta Türklerin dâimî yurdu Azerbaycan’dı. İlhanlılardan beri başkent olan Sultaniye ilk, Şiraz ve Tebriz daha sonra Timurluların başkenti oldu. Emir Timur Karabağ’ı gerçek yurt edinmişti; bu tarafa geldiğinde özellikle dinlenme, av, kurultay ve sayfiye için buradan başka mekân tanınmazdı. İşin aslına bakarsak Türk ulusları istedikleri kadar başka unsurlara sevdalı olsun Türk ve Türklüğün dışındaki bir unsurdan gönülden himmet görmüyorlardı. İşte Emir’in Azerbaycan tutkusunun gerçek anlamı da budur.Tam bu mânâda N. Şami’nin konu ile ilgili satırlarına bakalım: “Emir Timur, Hindistan’dan darü’l-mülk Semerkant’a döndükten sonra İran memleketlerine hususiyle Azerbaycan ve mülhakatına Gürcü ve Ermeni askerleri tarafından tecâvüzler vaki 991 İ. Aka, Timur Ve Devleti, s. 23. 992 H. Alan,Timurlular, s.66. 322

olduğunu, bu cihetle reayanın zarar gördüğünü haber aldı. Emir-i Hümâyun nâmus ve gayretine dokunan bu hâle tahammül edemeyerek sekiz yüz ikide (1399) hareketle Horasan’a doğru yola revân oldu. Sultaniye yolundan geçerek Tebriz Karabağlarına doğru teveccühle oraya nâzil olup o sahraları hargâh ve haymeleriyle çetr ve âlemleriyle işgal etti, orduyu teftiş ile askerlerin cümlesine ulûfe ve yiyecek verdi. Bu ahvâle inzimamen etraftan muvâfık haberler geldi, şöyle ki Timur Kutluğ Han’ın Özbek Vilâyeti’nde (Altınordu) vefâtıyla millet birbirine girmiş, aralarında münâzaalar, ihtilâflar zûhur etmiş, bu cihetten vilâyet alt üst olmuştu. Bundan maada Mısır Meliki Berkok’un vefâtıyla devlet erkânı birbirine itimât etmeyerek muharebeye başlamışlar ve ileri gelen birçok emirleri öldürmüşlerdi. Memleket başsız kalıp Berkok’tan sonra kalan Ferec ismindeki çocuğun elinde, hiçbir nüfûz ve imtiyâz kalmamıştı.”993 Emir Timur böylece her şeyi sağlama aldıktan sonra yedi yıl savaşları adı verilen fakat gerçekte beş yıl süren994 son batı seferi, daha doğru deyimle Türkmen Seferi’ne çıktı. Daha evvel talimat verildiği üzere Türkistan dışında en displine ve güçlü ordunun bulunduğu Herat’a, Semerkant’tan on güçlü emir gönderilerek Şehzâde Şahruh komutasında Azerbaycan’a hareketi istenmişti. Kış bastırmadan Timur Karabağ’a varmış, arkasından da Şahruh yetişmişti. Şimdi İran belki de Turan’ın en büyük ordusunu barındırıyordu. Bu ordu hakkında klâsik kaynaklarda tıpkı Kıpçak Seferi ordusu gibi ancak fantazi sayılabilecek pek abartılı rakamlar telâffuz edilmektedir; en insaflı sayı bizzat ordunun içinde bulunan Şerafeddin Ali Yezdî’nin; ileride sadece Anadolu’ya Bayezid üzerine göndereceği ordunun sekiz yüz bin kişi olduğudur.995 Timur 1400 yılı kışını geçirereceği Karabağ’dan önce Tebriz’de Miranşah meselesi gibi bir iç meseleye el attı. İran gibi dinler ve milletler tarihinde temel direk olmuş bir ülkenin kötü 993 Zafernâme, s.254. 994 H. Alan, s.65. 995 Mustafa Rahmi, s.21. 323

idâresini elbette Emir yargılayacaktı. Miranşah da kendisinden ve idâresinden memnuniyetsizliğin farkındaydı. Hatta Emir Timur onun durumunu bir başkaldırı olarak da algıladığına dâir bilgiler vardır. Bu sebeple Timur’u karşılamaya biraz geç kaldığı da kaynaklarda zikredilmektedir. Emir, şehzâdeyi hemen huzura kabul etmeyerek tepkisini ortaya koymak sûretiyle onu cezalandırırken şahsından evvel çevresindekilerin daha çok üzerine gitti. Ş. Ali Yezdî’ye göre kayıtların incelenmesi ile israfa sebep olanların mallarına el konulurken Miranşah’ın kötü idâresinden kusurlu bulunan tanınmış devlet adamları suçlu bulunarak öldürülmüşlerdir.996Açık yargılama ve cezalandırma ile Miranşah meselesi bir türlü hâlledildikten sonra Emir Timur Karabağ’a geçmiş ve bastıran şiddetli kış mutat olduğu üzere onları uykuya çekmişti. N. Şami’ye göre burada aile fertleri ile kış çıkana kadar beraber olmuş, Emirzâde Halil Sultan’ın yeni dünyaya gelen erkek evlâdı ile sevinmiş; ancak iİlkbahar kokmağa başladığı zaman Noyinleri, devlet erkânını toplayarak Kurultay yapılmasını istemiş, Gürcistan üzerine gazâ kararı alınınca, orduyu teftiş edip, piyâdelere at ve bütün askere ulûfe ve yiyecek dağıtarak yola çıkılmıştır.997 Artık sefer yönü belli idi. Cepheler de teşekkül etmişti. Karakoyunlu Türkmenleri ve Moğol Celâyir ittifakını biliyoruz. Kendi aralarında problemleri olan Ahmed Celâyir ve Kara Yusuf yurtları işgal edildiği için müthiş Timur düşmanı iki ortaktı. Sivas yöresinde kesin bir hâkimiyeti bulunan Kadı Burhaneddin hiçbir şekilde Timur’un tehditlerine papuç bırakmamış998 ancak Yıldırım’a da teslim olmamakla birlikte ancak aralarında böyle bir ittifak oluşmuştu. Kara Yusuf ve Ahmed Celâyir ile Yıldırım beraberliği de aynı şekildeydi. Fakat Mısır ve Osmanlı arasındaki ilişki devletler arası daha ciddi bir beraberlik olmalıdır.T oktamış da yenilmeden önce bu ittifak grubunun içindeydi. Erzincan Hâkimi Moğol-Uygur unsur Tahareten 996 H. Alan, Timurlular, s.65. 997 Zafernâme, s.256. 998 Yaşar Yücel, Timur’un Dış Politikasında Türkiye ve Yakın Doğu, s.24. 324

ise baştan beri Timur taraftarı olduğu gibi, Anadolu Beylikleri ve başta Karamanoğulları, Emir’in gücünün zirvesinde olduğu bu kesin hesaplaşmada yerlerini korudular ve hiçbir şekilde Osmanlı da olmadılar. Emir Timur Toktamış’ı ikinci defa yendikten sonra Kafkasya üzerinden kışı geçirmek üzere Azerbaycan’a geçerken Şirvan Samur Nehri kenarında Osmanlı Sultanı Yıldırım’a bir mektup yazarak Toktamış’a karşı gâlip geldiğini belirttikten sonra tehditlere başlayarak evvelce Irak-ı Arab’da bulunduğu sırada Şam tarafına hâkim olan ve asil bir soydan gelmeyen Berkuk’un elçilerini öldürttüğü, şimdi ise işlerini yoluna koyduktan sonra o taraflara geçecip Suriye’yi işgal edeceğini, kendisinin Berkuk ile ittifaktan ayrılmasını istiyordu.999 Hatta söz konusu mektupta Berkuk için, “Çerkez Oğlancığı”, Kadı Burhaneddin için de “Sivas Kadıcığı” gibi aşağılama amaçlı ifâdelerin bulunduğunu, araştırmalarda kaynak gösterilmiyorsa da pek iyi bilmektetiz.1000 Yüzyıllardan beri Altınordu-Mısır beraberliği artık Toktamış’ın yenilmesi ve devletin içine düştüğü dağılma sürecinden dolayı yoktu. Bir de üstüne üstlük daha evvel N. Şami’nin de anlattığı gibi Berkuk ölmüş yerine geçen çocuk yaştaki oğlu Ferec yüzünden devletin gücü kalmamıştı. Kadı Burhaneddin’in belirgin bir gücü vardı; ama Timur’un bu gelişinden kısa bir süre evvel, Karakoyunlulara yenilerek Burhaneddin’e sığınan Doğu Anadolu Türkmen beylerinden bizim meşhur Uzun Hasan’ın babası Akkoyunlu Beyi Karayülük Osman tarafından öldürülmüştü.1001 Anlaşılan Timur’un karşısında düzenli güç olarak Osmanlı Sultanı Yıldırım’dan başkası kalmıyordu. Geriye kalanlar belki ayağa takılacaktı ama çok da mesele değildi. Yıldırım, Emir Timur’un tehdidinden sonra onun Semerkant’a geçerek Hint Seferi’ne çıkmasından istifade ederek en kuvvetli Anadolu Beyliği olan Karamanoğulları üzerine yürümüş, 999 İ.Aka, Timur ve Devleti, s.23. 1000 H. Alan, Timurlular, s.66. 1001 İ. Aka, Timur ve Devleti, s.24. 325

Alâeddein Bey’i yenerek elindeki toprakları zapt etmişti. İşte tam bu sırada Burhaneddin’in öldürülmesi onun ülkesi olan Sivas ve ötesini, Berkuk’un ölümü üzerine de Memlûkların elinde bulunan Anadolu topraklarını kendi ülkesine katmıştı. Yani Konya, Larende, Aksaray, Sivas, Amasya, Malatya, Darende ve Divriği, 1400 yılı itibâri ile şimdi fiilen Osmanlı toprağı idi. Görüldüğü kadarı ile Bayezid Anadolu’da bir miktar toparlanmış, ama yurtları elinden alınan Anadolu Türkmen beğlerinin de Timur tarafına geçmesine engel olamamıştır. Öte yandan Timur Gürcistan’dan Ordu’ya doğru hareket ederken Bağdat’ta bulunan iki kafadar Karakoyunlu Kara Yusuf ve Ahmed Celâyir Memlûklara sığınmak üzere Suriye taraflarına hareket etmişler ancak, iltica istekleri kabul edilmeyince Halep’de tutuklanmışlardır. Her hâlde burada Türkmenlerinin baskıları sonucu beklenmedik bir şekilde serbest kalarak Timur’un Sivas’ı aldığı günlerde Bayezid’e sığınmışlardır. Aynı şekilde Kadı Burhaneddin katili Karayülük Osman da gerek onun varisleri ve gerekse burada gözü olan Yıldırım’ın korkusundan Timur taraftarı olan Erzincan Beyi Uygur Tahareten’e sığınmış ancak burayı güvenli ve amaçlarını gerçekleştirmek için müsait bulmayınca Memlûklar hizmetine girmiştir.1002 Artık Anadolu’dan, Türkistan ordusunun ayak sesleri işitiliyordu. Timur Gürcistan’a öyle bir hışımla girdi ki, bir anda Ordu Vilâyeti hudûduna kavuştular. Burada Gürcistan Kralı Kergin’e kendisine sığınmış olan Ahmed Celâyir’in oğlunu hemen iâde etmesine dâir elçi göndererek: “Eğer nefsinin ve hanümanının selâmetini istersen Sultan Ahmed’in oğlunu bizim tarafımıza gönder, bunu yaptığın takdirde ordumuzun kahır ve savletinden emin olursun ve vilâyetin senin uhdende kalır”1003 şeklinde bir de ihtar gönderdi. Garip bir şeydir ki bu gelişinde Gürcistan kralı bile Timur’dan korkmuyordu. Anlaşılan o zamanda bu bölgede böyle bir hava varmış. Kergin’in giden elçiye iyi davranmadığı 1002 Y. Yücel, Timur’un Dış., s.79. 1003 N. Şami, Zafernâme, s.256. 326

ve ona fenâ cevaplar verdiği bilinmektedir. Ordu vilâyeti hudûdunda geride ve önde tarlalardaki ekinler bile kökünden sökülerek her taraf dümdüz edildi. Gürcüler yüksek dağlara çekilmişti; ama kurtulmak mümkün değildi. İyi cengâverler bu dağlara iplerle tırmanarak, mağaralara neft atarak ateşe verdiler ve çoğunu avlayarak kalelerini yerle bir ettiler. Gürcistan ordusunda bulunan paralı Müslüman Horasan askerleri ile Müslüman olan Gürcülerin dışında ele geçen her canlıyı öldürdüler. Yıldırım Bayezid Sivas, Kayseri ve Amasya gibi Kadı Burhaneddin topraklarını ele geçirdikten sonra baştan beri Emir Timur’a biat eden Uygur Tahareten’e ait Erzincan topraklarına gelip dayanmıştı. Burada bir kısım arazide Doğu Anadolu Türkmen Beyliği Akkoyunlular da bulunuyordu; Timur’un bu gelişinde onlar da Tahareten’in yanındaydı ve Osmanlı’ya karşı idi. Esâsında Emir Timur Bayezid’den ziyâde Sivas Hâkimi Kadı Burheneddin ile hesaplaşmaya acele ediyordu ki o şimdi öldüğüne göre ülkesini yerle bir etmekten başka yol kalmamıştı. İşte tam böyle bir zamanda Bayezid arı kovanına çomak sokarcasına Tahareten’e bir elçi gönderek: “Bize muti ve münkad olarak Erzincan’ın ve etrafta bulunan memleketlerin haracını gönder” gibi bir mesajla tehdit vâri birtakım sözler söylemiş, o da bunu Sultaniye ve Tebriz’de bulunan Emir Timur’a bildirmişti.1004 Timurlu kaynaklarına göre Emir Timur: “Allah o kula rahmet etsin ki kendi kadr ve menziletini bilir haddini tecâvüz etmez, Tanrı’ya hamd olsun bugün dünyanın meskûn olan yerlerindeki memleketler bizim tasarruf ve fermânımız altındadır. Etrafta bulunan melikler bize tâbidir. Memleketin işleri yolunda icrâ ediliyor. Dünyanın serkeşleri bizim rıbka-i itaatimizden baş çeviremez ve hiçbir memleketin serdarı bizim hükmümüze karşı serkeşlik edemez. En büyük ordular bize karşı mukavemet gösteremez. Dünya bize tâbidir. Biz senin aslını neslini bilir, tanırız. Eğer haddini gözetir ve onu tecâvüz etmezsen senin için iyi olur, bundan başka sizin Frenklere karşı muharebe 1004 N. Şami, Zafernâme, s.260. 327

ettiğinizi bildiğimizden bizim askerlerimizden o memleketlere bir zarar gelmemesi ve muharebenin Müslümanların refâhı hâlini ve kâfirlerin hezimetini mûcip olacak bir sûrette neticelenmesi için aslâ size taarruzda bulunmadık, şimdi sen fuzûllük ediyor, haddinden büyük sözler söylüyorsun, hem yoktan başına işler çıkarmak istiyorsun, zorla belâyı üzerine dâvet ediyorsun, âkıbet ve selâmetinin kadrü kıymetini bilmiyorsun; kimsenin yapmadığını yapma; şeytan bu husûsta sana örnek olsun. Aklınla hareket et, belayı üzerine davet etme, sözünü gözünün önünde tut.” şeklinde bir mektup göndermiş, buna karşılık Bayezid gayet mağrurâne: “Onunla muharebe etmek ne zamandan beri benim hatırımdan geçiyordu, şimdi bunu mevki-i fiile koymaya azmettim, eğer o benim üzerime gelmezse ben ona karşı Tebriz ve Sultaniye’ye gidiyorum.” diye sert ve haşin cevap vermiştir.1005 Emir Timur, İslâmî ve aynı zamanda ahlâkî bir uslûpla, fakat nasihat havasındaki sözlerle Yıldırım’a bir mektup göndermiştir. Mektubunda Yıldırım’ın üzerine gitmek istemediği görülüyor ama satır aralarında aba altında sopa göstermekten de geri kalmıyordu. Konu ile ilgili olarak Yaşar Yücel’in, “Eldeki kaynakların kabil olduğu kadar dikkatle gözden geçirilmesi sûretiyle çizmeye çalıştığımız panaromada Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid çok silik bir yer almaktadır. Türkiye’de siyasî vahdeti temin iddiasında olan Yıldırım Bayezid, Timur’un deneme seferi diyebileceğimiz, 1393/94 harekâtı sırasında son derece pasif durumda kalmış ve Timur’u ileride tekrar Türkiye’ye saldırmakta tereddüde düşürebilecek kat’i teşebbüslere girişmemiştir. Esâsen konumuzun gayesi zımnen Yıldırım Bayezid’in 1402’de çok acı bir şekilde netice verecek olan gafletini ortaya koymaktır. Burada bir noktaya da işâret etmek gerekiyor. Yerli Osmanlı kaynakları Timur’un bu saldırısı konusunda hemen hemen esâslı hiçbir bilgi ihtivâ etmemektedir. Biz eminiz ki eğer Yıldırım Bayezid Ankara Muharebesi’nden çok önce ciddî 1005 A.g.e., s.260-261. 328

birtakım teşebbüslere girişmiş olsa idi, bu teşebbüsler her hâlde Osmanlı yerli kaynaklarına in’ikas etmiş olabilirdi.”1006şeklindeki tespitleri olay zamanından bu yana en güzel teşhis ve tespit olmasının ötesinde, netice itbariyle bir Osmanlı kaynak hesap edilmesi dolayısıyla tarihi problemin çözümü için tarihe not düşmek derecesinde önemlidir. Emir Timur henüz Gürcistan’dan çıkmamıştı; fakat Yıldırım’ın cevabî mesajından haberdar olmuştu. Tahareten ordusu ile beraber hudutta Timur’u karşılayarak ona iltihak etti. Şimdi artık hedef Sivas’tı. Timur’un çok planlı olmayan fetihlerde bulunduğu doğrudur, lâkin onun takıntılarını da görmemezklikten gelemeyiz. Emir’in kafasındaki Sivas, Osmanlı’nın olan Sivas değil, zamanında kendisini hiç takmayan ve şimdi yaşamayan Kadı Burhaneddin Sivas’ı idi. Buralarda yaptığı tahribâtın kini de oradan geliyordu. Türkistan ordusu Gürcistan hudûdundan çıkışından iki gün sonra Sivas’a girmişti. Kaynaklardan anlıyoruz ki: “Çöller, ovalar, haymeler hargâhlarla doldu, askerler fersahlar uzunluğunca dağları ovaları istilâ ettiler” ifâdeleri ile tanımlanan Timur ordusu gerçekten devâsa bir ordu idi. Sür’atine de bakılırsa hareket kabiliyeti bir hayli yüksek ve displinliydi. İyi korunan Sivas Kalesi’ne 4.000 Timurlu bahâdır, açılan delikten içeri girmeyi başardılar. Fakat her şeye rağmen kuşatma 18 gün sürmüş, burçları yıkılmış, her taraf delik deşik edilerek kalbura döndürülmüştür. Şehir Emiri Mustafa, Timur’dan eman istemiş ve isteği kabul edilmiştir. Şehir ahâlisinin çoğu Ermeni olduğundan esir edilmişler, mukavemet eden 4.000 süvâriden ibâret sipâhiler kuyulara atılmış; kale tamamen yıkılarak yeri dümdüz arazi hâline getirilmiştir.1007 Sivas bu hâle getirildikten sonra her hâlde Timur’un kafasındaki Kadı Burhaneddin silinmiş, şimdi ise Doğu Anadolu’da Türkmenler aranır hâle gelmiştir. Bu sebeple Timur Sivas’tan öteye gitmek istemedi. Doğu Anadolu’yu kolaçan ile Türkmenlerden 1006 Yaşar Yücel, Timur Tarihine Dair Araştırmalar, s.24-25. 1007 N. Şami, Zafernâme, s.261-62. 329

bulabildikleri ile hesaplaşmak Halep ve Şam üzerine yürüyerek Suriye’nin işini bitirip Memlûk’u da zapt ü rapt altına aldıktan sonra bu gelişinde kafasında son şeklini alan Bayezid’in üzerine yürümektir. Türkistan ordusu, yeni Osmanlı toprağı Sivas’ı yerle bir ettikten sonra Yıldırım’ın yeni fethettiği Memlük ve Dulkadirli toprağı olan Elbistan taraflarına yönlendirildi. Emirzâde Şahruh öncü birlik olarak yine Emirzâde Süleymanşah ile birlikte bu tarafta olan Türkmenleri hizâya getireceklerdi. Öncü birlikler Türkmenleri Malatya-Besni-Kâhta çizgisine kadar tâkip ettiler. Buradan öte gitmediler ama Sivas muhafızı Mustafa’nın oğlunun hâkimi bulunduğu Malatya, Müslümanlardan eman bedeli tahsil edilirken, yoğun olan Ermeniler esir edilerek malları yağmalandı. Bu istilâlarda Emirzâde Emiranşah ordusu görev yaptı ve kaleler boşaltılarak kullanılmaz hâle getirildi ve birçok mal ganimet olarak zapt edildi. Bu çizgiden öte gidilmemesinin her ne kadar sebebi Suriye’ye yönelmek idiyse de daha evvel Emir Timur’un düştüğü Türkmen Çukuru gibi bir tehlikeyi de göz ardı etmemek gereklidir. Timur bulunduğu coğrafyada artık en büyük hesaplaşmalardan birisi için Memlûk’a doğru yol tuttu. Suriye tamamen Türrkmenler ile dopdoluydu. Burada Moğolların önünden kaçarak gelen her boydan ve aşîretten Türkmen vardı. Yani hesaplaşacak düşman bulabilirse er meydanı Halep ve Şam’dı. Daha evvel bahsedildiği üzere Bağdat’ın fethedildiği günlerde Mısır Hükümdarı Sultan Berkuk Timur’un elçilerini öldürtmüş ve ona açıkça meydan okumuştu. Toktamış-Berkuk-Bayezid, Timur namlusunun ucundaki üç Müslüman, hatta Türk hükümdarlardı. Gerçi Emir Timur Berkuk’u Türk saymıyordu, lâkin doğru olsa bile devletinin Türk olduğu da bir gerçektir. Türkmen Kara Yusuf Timur’un Avnik Kalesi hâkimi Emir Atlamış’ı bir baskınla esir almış ve tutuklayarak Mısır’a götürmüştü. Onun için Timur’un Memlûklular ile iade hususunuda bir hesaplaşması vardı. Bu sebeple Timur Sultan Ferec’e Malatya hudûdunda sırf sözlü isteklerini tekit için, bir elçi göndererek: “Ben Şam arazisine yabancı 330

bir asker getirmek istemiyorum. Siz artık daha ilerisine gitmeyin, Atlamış’ı derhâl gönderin, tâ ki ben de elçi öldürdüğünüzden dolayı günahınızı affedeyim ve memleketinizi selâmette bırakayım.”1008 demiştir. Çocuk yaşta ve aklının da pek erdiği söylenemeyecek olan Sultan Ferec ümerası, her hâlde Mısır’ın an’anevi politikası gereği, Türk Moğolu Hülâgu’yu yenmiş bir devletin başı sıfatiıyla Timur’un isteklerine sırt çevirdikleri gibi bu defa elçiyi öldürmediler ama öldürmekten beter derecede kötü karşılayıp tahkir edici sözler de söyleyerek kaynaklara göre güç ve zenginliğe güvenerek resti yenilediler. Sözleri tutulsaydı Emir Timur yine de Halep ve Şam’a girecek miydi? Kestirmek biraz zor ama her hâlde Halep-Hama-Hums’a girer ama Moğol ordularının başına gelenler ile biraz da Şam’ın İslâmî karekterinden ötürü belki oraya kadar uzanmayabilirdi. Netice itibariyle coğrafya olarak tamamen Anadolu fayının devâmı olan bu bölgenin IX. asırdan beri Fergana menşeli, Karluk ve Kıpçak olarak adlandırılan Tulonoğlu ve İhşidler ile son devir Oğuz-Türkmen kültürel yapısı, her hâlde Timur’un da malumu idi. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Ümera da karşı çıkmasına rağmen ordu Besni üzerinden birkaç kolda Antep’e inerek kaleyi kuşattı. Şehirde ileri gelenler canlarını kurmak için kaçmışlardı. Çok sağlam olan kaleyi Timur da beğenmiş fakat çok geçmeden yerle bir edilen kale şehirle birlikte ele geçirilmiş, karşı gelenlerin hepsi kılıçtan geçirilerek öldürülmüştür. Şahruh komutasında öncü birlikler Antep’in alınmasından sonra çoktan Halep kapılarına dayanmışlardı. Memlûklar da Halep’de gerekli savunma tedbirlerini almışlar Şam, Trablus, Humus, Hama, Baalbek, Safet ve Kal’at-ür-Rum Türkmen emirleri savunmaya iştirak etmişlerdir. Halep ümerasının çoğu savaşmak niyetinde olmadığı hâlde Türkmenler canla başla öne çıkmışlar ve anlaşmaya yanaşmamışlardır. Memlûk ordusu Türkmenlerin çağrısına uyarak Timur’a karşı durdular ve bir ânda savaş başladı. Suriye’de cerayan eden savaşların hepsinde özellikle 1008 N. Şami, s.265. 331

Hama’nın ve Humus’un dağlık yörelerinde yaşayan Karakoyunlu aşîretleri en ön saflarda mücadele ettiler. Eski Atabeylik ümerası boyun eğme taraftarı olduğu için isteksiz davrandı, Ferec’i de dinlemedi. Halep kuşatmasında bizzat Emir Timur çarpışmaya katılanlar arasında bulunduğundan buna “Ceng-i Sultanî” dendi. Savunma fazla dayanamadan şehir teslim alındı. Kaçanlar Şam istikametine giderken yakalananların hepsi öldürüldü. Zafernâme müellifi Nizamüddin Şami’nin kendi ifâdesine göre hacca gitmek maksadıyla Halep’de bulunduğu bu sırada olayların içinde kaldığını ve esir alınanlar arasında bulunduğunu biliyoruz.1009 Halep’in düşmesinde Akkoyunlu Karayülük Osman’ın oğlu İbrahim büyük yararlılıklar göstermiş ve Timur’un yanından ayrılmamıştır. Karayülük Suriye seferine katılmamış ancak Timur’a buraya dönüşünde Birecik’te iltihâk etmiştir.1010 Halep büyük mücadeleden sonra kendini bırakınca yakın olan diğer şehirler de kendiliğinden teslim oldular. Memlûk Emirleri Timur Sodon ve Timurtaş, Emir Timur’un emri ile zincirlere vurularak hapsedilmişlerdir. Türkmenlerin çoğu ya dağlara yahut da kuzeye doğru kaçmışlardır. 1401 yılı Ocak ayında Timurlu ordu Şam’a girdi. Sultan Ferec bir süre ordunun başında mücadele etti. Hatta 25 Aralık günü Çağatay ordusuna sıkıntılı günler yaşattı. Çok kanlı geçen bu muharebede askerî ümera zâten savaşmak istemediğinden nihâyet Memlûk ordusu geri püskürtülmüş, bundan sonra Ferec Şam’ı terketmiş ve Kahire’ye gitmiştir.1011 Bir süre daha dayanan Şam’ın âkıbeti artık belli olduğu hâlde şehir kuşatılmış, kuşatma uzun sürse de ele geçirilmiştir. Mirza Miranşah ve Şahruh idâresindeki ordular Akka’ya kadar ilerleyerek aldıkları tâlimat mucibince Ken’an’da kışlamışlardır.1012 Emir Timur gerek Halep ve gerekse Şam’ın mânevî havasından ziyâdesiyle etkilenmiştir. Özellikle 500 yıllık Türkmen 1009 1010 1011 1012

Zafernâme, s.272. Yaşar Yücel, Timur Ortadoğu, s.112-13.. Grousset, s.419. İ. Aka, Timur ve Devleti, s.26. 332

yurdu Halep’te Tunuslu İslâm Âlimi İbni Haldun (1332-1406) ile uzun sobet imkânı bulmuş, tarikatlar konusunda Timur’un sorduğu sorular ve aldığı cevaplarla iki taraf da hayretler içinde kalmıştır. Timur’un Şam’dan Semerkant’a götürdüğü âlimler arasında olan ve onu hiç sevmeyen Arap tarihçi İbni Arabşah (1389-1450)’ın ifâdesine göre: “Tarihçinin seçkin havasından etkilenen konuşması karşısında gözleri kamaşan Timur onu oturtmuş ve böylesine âlim bir insanı kendisine tanıma fırsatı verdiği için ona teşekkür etmiştir”.1013 Emir Timur’un zorla ele geçirildiği için Şam ahâlisine çok eziyet ettiği, hatta iki defa eman bedeli aldığı bilinmektedir. Entresandır ki yıllardan beri sağlamlığı ile tanınan gerek Halep ve gerekse Şam kaleleri önce ateşle ısıtılmış sonradan üzerine sirke dökülerek soğutulmuş ve top kullanılmadan kazma ile sökülür vaziyete getirilerek bir daha tamiri de yapılmayacak şekilde yıkılmıştır.1014 Şerafeddin Ali, Timur’un şehri tamamen soymasının ve halkın bir kısmını öldürmesinin sebebini, Şamlıların Hz. Ali’ye karşı duydukları derin sevgiyi cezalandırma isteğiyle olduğunu belirtmektedir.1015 Gerçekten aynı tarihçi, bizzat Emir Timur’a ait: “Şamlılar Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye zulmeden Emevî halifelerini tuttular. İnsan, Hz. Muhammed’e nasıl düşman olabilir? Bunların o zamanki cinâyetlerini Hak Teala bugün cezalandırıyor.”1016 sözlerini de nakletmektedir. Görülüyor ki Timur, Şam için kendini Tanrı’nın kılıcı olarak ifâde etmektedir; onun derin İslâmî inançları bu işi şuurla yaptığını ortaya koymaktadır. Mart 1401’e kadar Suriye’de kalan Emir Timur’un Şam’da geçirdiği günlerle ilgili olarak Nizamüddin Şami Zafernâmesi’nde de onun İslâmî kişiliğini aydınlatacak bilgiler mevcuttur.1017 Hz. Peygamber’in eşlerinden olan Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe 1013 1014 1015 1016 1017

Grousset, s.419. Godfréy Goodwin, Yeniçerililer, Derin Türkömer, İstanbul, 2001, s.94. A.g.e., s.20. Mustafa Rahmi, s.20. N. Şami,s.280-84. 333

ve Bilâl Habeşî’nin Şam’daki kabirleri Emir tarafından büyük bir mânevî teslimiyet içinde ziyâret edilmiş ve onlardan yardım niyâz edilmiştir. Şu satırlar Timur’a aittir:1018 “Biz işitmiştik ki bu memleket bir müddet Muaviye ve Yezid’in idâresi altında idi. Bunlar dâima ehl-i beyte, Peygamber’in damat ve kardeşi Aliyyü’l-Murtaza’ya ve kıyamet gününün banûsu Fâtımatü’z-Zehrâ’nın oğullarına adavet gösterdiler. Muharebe yapmak, öldürmek, esir etmek gibi onlara karşı hiçbir fenalığı yapmaktan çekinmediler. Şam ahâlisi de bunlarla beraber oldular. Ben bu itikada çok taaccüp ederim ki bir taife peygamberlerin ulusunun ümmetinden olsun ve onun hidâyet ışığıyla dalâlet zulmetinden kurtulsun ve cehennem zindanı olan şirkten bir cennet bahçesi gibi olan İslâmîyet’e kavuşsun da onun hanedanına böyle zulümler yapsın; bu benim havsalama girmezdi, fakat bu hakikat şimdi meydana çıktı; çünkü böyle büyük bir şehirde sırf hava ve heves uğrunda bu kadar büyük binalar, köşkler, bağlar, bahçeler, semaya ser çekmiş saraylar yaptıkları hâlde burada medfûn olan Peygamber aleyhisselâmın zevcelerinin kabirlerine himmet sahibi bir adam çıkıp da ne mürüvvet ne diyânet saikasiyle bir kubbe veyâ bir türbe yapmak şöyle dursun, dört duvar bile çekmemiş. Allah böyle bir milletin başına belâ vermeyip kime versin?”. Bu sözlerden sonra Emir kutsal yerlerin imar edilmesi ve Peygamber eşleri ile Bilâl Habeşî’nin mezarlarına birer kubbe yapılmasını, çıkan yangınların söndürülerek huzurun sağlanmasını istemiştir. Nisan 1401’de Şam’ı terk eden Timur Humus’a geldi. Ordunun büyük kısmını ise Antep’e Türkmen takibine gönderdi.Ardından kendisi de tahmin edildiği üzere Anadolu’ya dönmek yerine Halep-Antep ve Urfa üzerinden Fırat’a dayandı. Fakat yine de Suriye dönüşünde Bayezid’e tehditkâr bir mektup yazdığı, bu defa kendisine gelen Osmanlı elçilerinin ise daha ılımlı oldukları ve mülâyim mesajlar getirdiklerini biliyoruz. Güney Doğu Anadolu yollarında Emir itaat etmeyen Türkmenlerle 1018 A.g.e. ,s.282. 334

uğaşırken1019 Ermenilerin yurtlarını dağıtırmıştır; devâsâ ordu artık Türkmen kenti Mardin’e varmıştı. Kızgın olan Emir burada yakılıp-yıkılacak ne kadar yer varsa mutat olduğu üzere bu işler yapıldıktan sonra Bağdat’a hareket etti. Ordu şark cihetine yerleşti. Üçüncü sefer gelinen bu büyük kent yine direnmeyi tercih etti ve şehir çepeçevre sarılarak kuşatıldı. Emir Altınköprü yolu ile bizzat Bağdat’a gitti. 19 Haziran 1401 tarihinde Bağdat’ta âdetâ ibret-i âlem bir katliam gerçekleştirildi. Zafernâme: “Bazıları mecburî olarak can korkusundan kendilerini suya attılar; fakat o köprüye geldikleri vakit oradaki tirendazlar onları okla öldürdüler. Şehirde kalan kadın, erkek, ihtiyar, genç halk için emir çıktı, hepsini öyle kıyasıya öldürdüler ki seksen yaşındaki bir ihtiyar ile sekiz yaşındaki çocuk arasında hiçbir fark gözetmediler, hepsini kılıçtan geçirdiler, yüzde bir kişi ancak kaldı, bunların da esir alınması için emir çıktı. Âlimler, sâlihler ve şeyhlerden bir cemaat Emir Timur’a gelmek istedi. Emir, bunlar hakkında lütûf ve atifette bulundu. Elbise, ulağ verdi. Kendilerine maaşlar bağladı. Selâmetlerini temin etti. Bundan sonra Emir tarafından emir verildi, bütün binaları, pazarları hanları, câmileri buyrulduğu gibi yıkarak âleme ibret olmak üzere bütün mamureleri bir çöl gibi dümdüz yaptılar.”1020 satırları ile katliamı bütün açıklığı ile tasvir etmektedir. İbni Arabşah Timur Ordusu ile Dicle Nehri arasında kalan Türkmen halkın bütünüyle helâk olduğunu ve insan kellelerinden 120 kule yapıldığını anlatmaktadır.1021 Bağdat’ta öldürülen insanların çoğu Türkmen ve bir kısmı da Arap oymaklarından meydana geliyordu; Türkmenler buraya Suriye operasyonundan kaçarak gelmişlerdi.1022 1401 Temmuz’da Timur’un 1402 kışı için yeniden Tebriz üzerinden Karabağ’a hareket etttiğini ve 29 Kasım 1401 günü buraya vardığını görüyoruz. 1019 1020 1021 1022

Yaşar Yücel, Timur’un Ortadoğu., s.110. N. Şami, s.288-89. M. Rahmi,s.21. Yaşar Yücel, Timur Ortadoğu., s.118. 335

Semerkant’tan sonra Karabağ, Emir Timur’un gerçek vatanı olmuştu. Emir Timur son seferleri ile Turan saltanatının yanında İran sultanı unvanını da almıştı. Ve tarihin ancak eski dönemlerinde gerçekleşen İran’ın Rum’a hâkimiyeti de gerçekleşmek üzereydi. Rum’da acaba yakın hemşerisi olan Hz. Mevlânâ (1207-1273) Emir Timur’u ne kadar etkileyecekti? İkisi de Türk kültürünün kabına sığmadığı İran coğrafyasında cihanşümul Fars kültüründen etkilenerek Selçuklu’nun devâmı mahiyetindeki yeni Türk kültürünün iki temsicisi olarak birbirini fazla tanımamaları hakikaten çok dikkat çekicidir. Gerçekte her Türk gibi çok yumuşak kalpli ve duygusal bir insan olan Emir Timur’un derin mânevî inançları sebebiyle zaman zaman ağladığını da biliyoruz. Bugüne kadarki eylemleri ile Timur’un mânâ âlemini her nedense çok etkilemeyen Rum diyârı yerine ondaki Tebriz ve Karabağ tutkusu esâsında pek anlamlıdır. Emir Timur’un Anadolu’da geçirdiği bir yıla yakın zamanda hep Batı Anadolu’da bulunduğunu bilmekteyiz.1023 Ne yazık ki İran ve Doğu Anadolu’daki Türkmen katliamı ile Anadolu’nun mânevî ikliminin damarlarını kestiğinin farkında olarak Konya’da Hz. Mevlânâ’nın huzuruna dahi varamamıştır. Emir Timur’un eylemlerinde çok hesaplı hareket etmediği şeklinde yaygın bir kanaat varsa da Karabağ’da geçirdiği kış, ufuktaki Anadolu hareketinin düşünce safhası olarak değerlendirebilir. Fakat Emir Hüseyin’den Toktamış’a ,Berkuk’tan oğul Ferec’e ve nihâyet Bayezid’e kadar Emir Timur tehdit de ifâde etse nasihatlarına bakılırsa hiç de hesapsız ve düşüncesiz eylemlerde bulunmadığı görülecektir. 1402 kışında Karabağ’dan Anadolu’nun görünümü ise şöyle idi: Emir Timur’un Anadolu harekâtı için artık hiçbir engel kalmamıştı. Sultan Bayezid de önce ihtimal vermemekle birlikte Timur’un iki-üç defa çevresinde dönmesi ve son Sivas katliamından sonra artık üstüne doğru geleceğine inanmıştı. Bu sebeple son muhaberelerde devlet lisânından ayrılmamakla birlikte 1023 Yaşar Yücel, Timur,s.137. 336

daha yumuşak bir lisân kullandığını görüyoruz. Emir’in bölgedeki iki düşmanı Ahmed Celâyir ve Karakoyunlu Emiri Kara Yusuf, Memlûk ordusunun Halep ve Şam yenilgilerinden sonra artık bu toprakları terk etmişler ve önce Ahmed sonra Kara Yusuf Yıldırım Bayezid’e sığınmışlardır. Şerafeddin Ali’ye göre Celâyir Ahmed’iın bacısı Dilşâd Sultan ile karı ve kızları Bağdat’ta Timur’a esir düşmüşlerdi.1024 Yıldırım Bayezid tam devlet ciddiyeti ile her iki sığınmacıya da çok yi davranmış, hatta İlhanlı menşeli, yani Türk Moğolu olan zamanın tarihçisi Hafız-ı Ebru’ya göre Türkmen Kara Yusuf’a Orta Anadolu’da Aksaray dirlik olarak verilirken, Ahmed Celâyir’e de aynı şartlarda Kayseri tahsis edilmiştir.1025 Özellikle Kara Yusuf cesâreti ile, Celâyir Ahmed de başına gelenlerle Bayezid’ı çok etkilemişlerdir. Netice itibariyle her iki emir de topraklarını kaybetmiş ve ülkelerini Timur’a kaptırmışlardır. Emir Timur Suriye dönüşünde Antep üzerinden Mardin’e yönelince Yıldırım Bayezid’in aklına giren iki kafadar, kendilerinin de iştiraki ve en önde gitmeleri kaydı ile Timur’un aldığı Sivas’ı geri almayı başarmışlardır. Bu seferde Osmanlı ordusu Erzincan’a kadar ilerlemiş, Tahareten ile yapılan savaşta en önemli komutanı Mukbil, Kara Yusuf tarafından esir alınmış, halk Bayezid’den af dilemiştir. Ne var ki iki kafadar Timur’u Bayezid’den daha iyi tanıdıkları için, biraz da onun şerrinden korkarak Erzincan Tahareten’e geri verilmiş, ancak ailesi rehin olarak Bursa’ya götürülmüştür.1026 Emir Timur Karabağ’da, yani Erzincan’a uzak olmayan bir mesafedeydi. Bölgedeki hareketlenmeler üzerine Mirza Şahruh Osmanlı’yı cezalandırmak için bu tarafa gönderilmiş ancak Bayezid elçisinin Tahareten’in ailesi dâhil yapılan yanlış işlerin düzeltileceğine dâir teminat vermesi üzerine hareketten vazgeçilmiştir. Esâsında Şahruh’un geri dönmesini sağlayan ortam bir anlaşma ortamıydı ve Osmanlı ricâli kesinlikle Timur’un son başarılarından sonra sulh 1024 A.g.e., s.128. 1025 A.g.e., s.129-132. 1026 A.g.e., s.130. 337

taraftarı idi.1027 Bayezid’ın bu son hareketinin Şerafeddin Ali ve Hafız-ı Ebru dışındaki kaynaklar tarafından doğrulanmadığı bilinmekte ise de1028 her hâlde cereyân etmesi kesin olan bu son hadiseler Bayezid’in sür’atle çark edip dönmesine rağmen, bardağı taşıran son damla olduğu da bir gerçektir. Yıldırım’ın zamansız olduğu kadar mânâsız da olan son hareketlerine bakarak Timur’dan korkmadığı şeklinde bir sonuca varmanın yanlış olduğu, son yıllarda yapılan araştırmalarda anlaşılmıştır. Yıldırım’ın korkmadığını düşünmek Timur’un gücünü ve tecrübesini iyi kavrayamamak demektir. Yıldırım’ın Türkmen misafirlerinin, özellikle Celâyir Ahmed’in yersiz tahrikleri ve telâşı ile Yıldırım’ın son hareketleri, ayrıca Timur’un Anadolu üzerine yürümesi ortaya çıkarken sadece canını düşünen Celâyir Ahmed, kendisine dirlik olarak verilen Kayseri’yi terk ederek Irak-ı Arab’a gitmiştir. Gerçi Ahmed’in Anadolu’yu terk ederek Bağdat tarafına gitmesinin Bayezid’ın Timur’u oyalamak için bir taktik olduğuna dâir görüşler varsa da1029 bu şahsa münhasır bir tahmin olmanın ötesine gitmez. Hâlâ Karabağ’da bulunan ve bütün zamanını Anadolu seferi için harcayan Emir Timur, Celâyir’in Irak’a geldiğinin haber alınması üzerine sadece Irak-ı Arab’da değil Irak-ı Acem de dahil birkaç koldan arama yaptırmış lâkin onu ele geçirememiştir. 1402 Mart ayı ile Anadolu harekâtının başlayacağı Haziran arasında Emir Timur ile Bayezid arasında sürekli elçi teatisi olduğu hemen hemen bütün kaynaklarda yer almaktadır. Bu görüşmelerde Timur yine eski uzlaşmacı ve tarih ile barışık tutumunu devâm ettirirken Yıldırım da evvelce verdiği cevaplardan fazlaca geri adım atmamıştır. Emir Timur ise son olarak kendi yanında bulunan ve onu sürekli tahrik eden Aydın-Saruhan-Menteşe-Germiyan-Teke-Hamid-Candaroğulları1030 beyliklerinin topraklarının iâde edilmesini de isteklerine ilâve ediyordu. 1027 1028 1029 1030

M. Halil Yinanç, Bayezid I, s.382. A.g.e.,s.131. A.g.e., s.132. A.g.e., s.135. 338

Esâsında Emir Timur daha baştan beri Bayezid’in tamamen kendine tâbi olmasını istiyordu. Bu ilk isteğinden anladığımız şey hâkimiyet meselesidir. Çünkü Timur Bayezid’e gönderilecek kemer ve külâhın kabul edilmesi, kendi adına hutbe okutularak para bastırılması, şehzâdelerden birinin rehin olarak gönderilmesi1031 gibi isteklerden değişik bir şey anlamak mümkün değildir. Tabiî olarak Osmanlı’nın kısmen oturmuş devlet geleneği Timur’un bu isteklerini önceleri sertçe, sonra da daha mülâyim bir ifâde ile kabule yanaşmamıştır. 1032Bu sebeple bütün istekleri yerine getirilse bile yine tâbi olmayı kabul etmediği müddetçe Yıldırım’ın üstüne yürüyeceği gün gibi âşikardı. Çünkü Timur daha ortaya çıkışından itibâren bizzat cihangirlik1033 arzularını her vesile ile terennüm etmiştir. Onun tıpkı izinde göründüğü Cengiz Han gibi bu arzuları kabardığı zaman mânâ âlemine sığınmasının ve Tanrı’ya yakarmasının gerçek sebebi budur. İstediği kadar zamanın tarihçileri Bayezid-Timur ihtilâfına birçok sebepler buladursun bunlar zâhirî olmaktan öteye gidemez. Timur’un cihanşümul bir imparatorluk kurma emelini gerçekleştirmek istemesi.1034 gerçek sebeptir. Timur’un artık Anadolu seferinde kaybedecek bir gün bile zamanı yoktu. Cengiz gibi başta yapmayıp sona bıraktığı Çin Seferi için zamanlama müsait gürünüyordu, çünkü Çin imparatoru ölmüş ve bu ülkede karşıklıklar başlamıştı.1035 Fakat Anadolu Seferi’nde her ihtimali de hesaplayarak kariyerine toz kondurmak niyetinde değildi. Bu sebeple 1402 kışında Karbağ’da çok ince hesaplar yapmış, Türkistan’dan getirdiği yeni ve taze kuvvetlerle ordunun vurucu gücünü yükselterek hareket kabiliyetini artırmıştır. Mart 1402 başında Emir Timur bütün hazırlıkları ikmal ederek şehzâde, ümera ve komutanları Kurultay’a çağırmış ve 1031 İ. Hakkı Uzunçarşılı, smanlı Tarihi, C.1, TTK, Ankara, 1972, s.307; M. Halil Yinanç, s.382. 1032 M. Halil Yinanç, a.g.m., s.383. 1033 Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, C.1, s.79 1034 A.g.e., s.136. 1035 İ. Hakkı Uzunçarşılı, s,307. 339

açıkça Anadolu Seferi’ni tebliğ etmiştir. Özellikle ümera Bayezid ile bir savaş istemiyordu. Osmanlı tarihçisi Mükrimin Halil’e göre Kurultay’da kimse Emir’in yüzüne karşı savaş istemediklerini söylemedi, ama sonradan ümeradan Almalıklı Şemseddin huzura çıkarak durumu teferruatla Timur’a anlatmış, Anadolu’da devletin yetişmiş insanlarla tahkim edildiğini, hezimete uğrama ihtimalinin de bulunduğunu belirtmiştir.1036 Bütün bunlara karşılık başta müneccimler olmak üzere Timur’u özellikle mânevî motiflerle etkileyenler daha baskın çıkmış, 13 Mart 1402 günü Tebriz’e gelen Emir, eski isteklerini tekrarlayan yeni bir elçi göndererek kendisi de ağır ağır Anadolu’da ilk fethettiği toprak olan Avnik’e doğru hareket etmiştir. Timur Avnik’te iki ay kadar kalmış, yeni elçiler ve kabulü imkânsız isteklerle Bayezid üzerindeki baskısını artırıp, bir taraftan İslâmîyet’ten dem vurup Anadolu’yu istilâ etmek istemediğini söyleyerek savaş sorumluluğundan kurtulmaya ve kendi şehzâdeleri ile ümerayı kandırmaya çalışırken diğer yandan Hıristiyan devletlerle münesabâta girişmiş ve Fransa kralına mektup yazarak ittifak teklif ettiği gibi kendisine müracaat eden Bizans imparatoru ve Cenevizlilere de Bayezid üzerine sefer edeceğini söyleyerek müsterih olmalarını tavsiye eylemişti.”1037 Timur’un Avnik’e varışından itibaren Anadolu seferinin başladığını söyleyebiliriz. Çünkü artık Türkistan orduları da saf saf batıya doğru tıpkı bir mıknatıs gibi çekiliyordu. Ahmed Celâyir’den sonra her hâlde Kara Yusuf da Timur Anadolu‘ya girmeden izin isteyerek Osmanlı ülkesini terketmiş, dolayısıyla Timur’un öteden beri iki önemli isteği yerine getirilmişti. Gerçi Bayezid her zaman bu iki mülteciden rahatsız olmadığını elçileri vâsıtasiyle Timur’a iletmişti; ama gitmelerine de bir şey demedi. Fakat Timur yine de ilerliyordu, işte bütün bu gelişmeler karşısında devleti kendinden çok kısa süre sonra yok olan Emir Timur’a karşı, yine idâresi ve adâleti kendinden sonra devâm edecek olan Yıldırım Bayezid’in Veziri Ali Paşa’ya: “Şerefimiz ve karşı koyacak kuvvetimiz 1036 M. Halil, İslâm, s.383. 1037 A.g.m., s.384. 340

vardır; tâbi olamayız ve istiklâlsiz yaşayamayız.”1038 sözlerinden başka söyleyecek birşey kalmıyordu. Esâsında savaş başlamıştı, çünkü Timur, torunu Muhammed Sultan’a daha Avnik’te iken Osmanlı kuvvetleri tarafından korunan Kemah Kalesi’nin kuşatılmasını emretmiş, kendisi ise Pasinler üzerinden Erzincan’a oradan da Erzurum’a varmıştı. On beş gün süren kuşatmayla Kemah Kalesi ele geçirilirken fethedilen diğer araziler evvelce kendisine ait olan son İlhanlı, yani Türk Moğolu Uygur asıllı Tahareten’e teslim ediliyordu. Emir Timur sür’atle Sivas’a doğru ilerlerken bir yandan da istihbarât çalışmalarına devâm ediyordu. Türk Moğollarının Anadolu’yu işgalinde Kırşehir ve Yozgat taraflarına yerleştirilen ve Osmanlı ordusunda yekûn tutacak derecede hissedilir mevkii olan Kara Tatarlarla bir zamandan beri gizli görüşmeler yapılıyordu. Emir Timur bir taraftan Türkistan’da Moğol bırakmayarak onları Moğolistan ve ötesine kovup hatta kendisinin Türk ve Türkmenlerin Emiri olduğunu ilân etmesine karşılık Kara Tatarlara: “Siz Moğolsunuz onlar Türkmen” diye casûsları aracılığı ile haber gönderek onlara tıpkı bir zamanlar Cengiz Han’ın Kıpçaklar ve Türkistanlılara yaptığı gibi aldatmaca uyguluyor, Anadolu’da yeni yurtlar vaat ediyordu.1039 Yıldırım’dan cevap gelmediği bahânesi ile daha evvelden yolları da iyi bildikleri için çok kısa zamanda Sivas’a kavuşan Timur orudu burada beklediği elçileri buldu. Gerek Osmanlı ve gerekse Timur kaynaklarının Bayezid’in mesajında istikbâlde gerçekten büyük devlet olacak bir milletin başbuğu sıfatı ve şuuru ile cevaplar verdiğini, aksine Emir Timur’ın hiç de mağrur bir emir edâsı içinde olmadığını, uzlaşmaz bir tutum içinde olduğunu görmekteyiz. Bizim Cumhuriyet ile başlayan iyi olduğu kadar, çapraşık tarafları da olan tâarih görüşümüz, Timur’u haklı göstermeyi Türkçülük telâkki ettiği için, Timur bir imparator, Bayezid ise sıradan bir bey gibi mantıksız 1038 Uzunçarşılı, a.g.e., s.308. 1039 M. Halil, a.g.m., s. 384. 341

ve temelsiz görüşlerle Timur’u göklere çıkarıp Bayezid’i Mmağrur gibi bir kelime ile mahkum etmek yolunda saplantılara takılmıştır. Yıldırım’n tarih kitaplarındaki görüntüleri de böyle bir resmi aksettirmektedir. Osmanlı elçilerinin getirdiği yeni bir haber yoktu; devlet ciddiyeti gereği Timur’un isteklerinin yerine getirileceğine dâir bir geri adım hissi dâhi sezilmiyordu. Yıldırım sadece, Emir Timur’u savaşa bahane aramakla itham ediyor, belânın sorumlululuğunun kendilerine ait olduğunu söylüyor, Allah’a tevekkkül ettiğini ifâde ediyordu. Bayezid’in bilhassa vezirinin ve ümerasının çok akıllı olduğu kadar cesur ve aynı oranda da temkinli insanlar olduğunu bilhassa ifâde etmek lâzımdır. Çünkü savaş sonunda da görüyoruz ki hepsi şerefle canlarını vermişlerdir. Onları kışkırtıcı gibi ithamlarla, kötü sıfatlarla ifâde etmek bühtandan öteye gitmez. Osmanlı cephesinin bu sağlam duruşu karşısında Emir Timur hâlâ istekleri çoğaltmak ve şantaj vâri oyunlarla karşısındakini korkutarak sindirmek peşindeydi. Bayezid’in elçilerini alıkoyup göndermemek, onlar önünde askerlerine resmi geçit yaptırarak çok kuvvetli intibaını vermek böyle bir düşüncenin ürünüdür. Ama inançlarının kendini çok rahatsız ettiği de bir gerçektir. N. Şami, Timur’un bu sıralarda içinde bulunduğu durumuk endi sağlığında bitirmiş olduğu Zafernâme’de: “Yarabbi sen kereminle bu hasta kulunun elini tut; eğer elimden tutmazsan mahvolduğum gündür” 1040beyti ile çok güzel ifâde etmektedir. Elçileri alıkonulunca Bayezid de Tokat taraflarına Timur’u karşılamak için ilerlemişti. Anlaşılan Osmanlı ricâli savaşı bu tarafta kabul etmek istiyordu. Timur bunu görmüş veya haber almış gibi o tarafa yönelmek yerine Anadolu içlerine doğru yürüyüp şehir ve kasabaları tahrip cihetine gitti. Öncü kuvvetler Süleyman Şah komutasında Kayseri cihetine doğru giderken, Şeyh Nureddin ve Burunduk komutasındaki bir kısım kıvvetler de Hafik Kalesi’ni kuşatarak kısa sürede zapt ettiler. Emir 1040 Zafernâme, s.303-304. 342

Timur’un kendisi de ortada ileriye doğru gitmiş olan orduları tâkip etti. Karakol kuvvetleri Kayseri ve çevresini soyarak mahsül zamanı olduğundan halkın elinden yiyecek ekmeğinin buğdayını bile aldılar. Timur Kayseri’den Kızılırmak’ı takiben Kırşehir’e doğru gelirken Bayezid de yurt savunması için bu tarafa hareket hâlindeydi; Timurlular bu durumu haber almışlardı. Timur âdetâ harp oyunu oynuyordu, kendi ordusundaki süvâri çokluğuna karşılık Osmanlı ordusundaki piyâde kesafetini yormak için yolu uzatıyordu. Şimdi Ankara’ya kadar gelmiş ve su menzillerini kontrol altına almak sûretiyle muharebe vaziyeti konumuyla şehri kuşatmaya başlamıştı. Osmanlı şehir kumandanı Yakub Bey Ankara surlarını iyice tahkim etmişti. Bayezid’in yaklaştığını haber alan Emir Timur bunun üzerine kuşatmayı kaldırarak Çubuk Ovası’na kaymış ve hatta sırtını Çubuk Çayı’na vererek evvelden tasarladığı hâliyle karşı tarafın kullanacağı su kaynakları ve kuyularını tahrip ettirmişti. Başvezir Ali Paşa daha ordu Tokat’ta iken Timur ileri harekâtını haber aldıkları zaman padişaha dağlara çekilerek muharebeyi kabul etmek gibi o zamana kadar pek uygulanmamış olan gerilla savaşı gibi yüzyıllar sonranın modern savaş tekniğine benzer bir usûl ve yordam teklif etmişse de, gerek komutan Firuz Hoca ve gerekse ümera padişah üzerinde etkili olarak an’anevî meydan muharebesi ile “Mezâlimin def’i”ni uygun görmüşlerdir. Yıldırım Ankara’nın kuşatıldığını haber alınca evvelce Sivas’ın uğradığı katliamı burada da yaşamamak için sür’atle Çubuk’a hareket etmiş hatta Timur’dan evvel Ova’ya vararak harp vaziyetini almıştır. Emir Timur’daki tereddüdün korkudan başka izâh edilecek tarafı yoktur. Osmanlı askerinin şecaaat ve cesâret üstünlüğü1041 bütün dünya gibi Timur ve Türkistan ordusunun da malumu idi. Sayılara gelince şüphesiz ki Timur belki hayatında en büyük ordu ile buraya gelmişti. Muhtelif vesilelerle Osmanlı elçilerine yaptığı göz korkutma gösterilerine dayanarak kafalarda 1041 M. Halil, a.g.m. ,s.385. 343

yerleşen rakamlara ve Osmanlı kaynaklarının yakıştırmalarına göre Timur Ordusu 800.000 kişidir.1042 Fakat gerçekte silâh üstünlüğünün de kendilerinde olduğu kaydı ile çoğunluğu süvâri olan bu ordu muhtelif ırk ve kavimlerden meydana gelen 160.000 kişiyi geçmiyordu. Ordu içerisinde hepsi süvâri olan ve bugüne kadar Timur’un yanından ayrılmayan Maveraünnehir kuvvetlerinin dışında, Şirvan ve Tahareten güçleri ile 20 metbuu emir bulunuyor ve Şeyh Nureddin, Burunduk, Şahmelik, Cihanşah ve Süleymanşah gibi büyük komutanlar da bu ordulara komuta ediyordu. 1043Diğer yandan Emir Timur’ın yarım kalmış kendini bekleyen bir işi ve özellikle kuvvet ihdası gereken korkulu bir bölgesi veya meselesi her hâlde mevcut değildi. Fakat buna karşılık Yıldırım’ın başta İstanbul muhasarası gibi Hz. Peygamber’in methine nâil olacak bir büyük ideali ve Rumeli ile Avrupa meseleleri, yarım kalmış işler, hem de güç ayrılması gereken hudut meseleleri ihtivâ ettiği gibi, Anadolu içinde dahi Türkmen beylikleri meselesi ve Timur’un yanında avını bekleyen fırsatçı beyler başlı başına emniyet problemi yaratacak ayrı bir gündemdi. Son zamanlarda Karamanoğlu’nun itaat altına alınması ile biraz durulmuş görünen Anadolu birliği şimdi Timur’un çubuk sokması ile arı kovanına dönmüştü. Doğuda Tahareten eski topraklarına kavuşmuştu; lâkin yine baştan beri Timur’un yanında olan Akkoyunlular Güneydoğu’da fırsat kolluyordu. Dolayısıyla Bayezid’in vatanı dört tarafı ile ateş çemberi idi. Timur’un böyle bir meselesi yoktu. Timur kaynakları ve Fetihname’ye göre Osmanlı oOrdusu 70.000 civârında idi ve piyâde çoğunlukluydu. Yıldırım Bayezid’in belki bu miktardan birkaç misli fazla orduları iç ve hudut güvenliğinde bıraktığını düşünmek kesinlikle mübalağa sayılmaz, çünkü o zaman Anadolu’da karışıklıkların kontrolü ancak büyük askeri güçle sağlanabilirdi. Osmanlı ordusunda Bayezid’in kayınbiraderi Sırp Kralı İstefan’ın 10.000 civarında askerinin dışında Türk olmayan unsur yoktu. Bunların savaştaki tutumları, Türk askerler ile 1042 M. Rahmi, Timur, s.22. 1043 M. Halil, s.385. 344

mânevîyat önderleri diye nitelendirilen tarikat mensuplarınca muteber görülmemeleri gibi sebeplerle zararlı olmaları devlet ileri gelenlerine ders olmuş, bundan sonra Osmanlı ordusunda Hristiyan asker kullanılmamıştır.1044 Buna karşılık yukarı da bahsedildiği gibi Maverünnehir ordusunun ancak Tacikler dışında kalanlar Türk-Türkmen-Kıpçak-Özbek olarak düşünülebilirdi. Geriye kalan Timur ordusu çeşitli ırklardan toplama askerlerdi. Yani Timur ordusunda öyle Türkçülüğe tahvil edilebilecek gerçekten Türkî bir görüntü yoktu. Zaten Batı İran’dan itibaren kâmilen milyonlarca Türkmen, Emir Timur’u kendi sloganları doğrultusunda Türk bile saymıyordu. Osmanlı ordusunda sağ cenahta Anadolu askerine Kara Timurtaş Paşa, sol cenahta Rumeli askerine Hoca Firuz Bey komuta etmekteydi. Bayezid üç oğlu, Mustafa, Musa ve İsa Çelebi ile kapıkulu askerlerinin başında ve Veziriazam Ali Paşa ile birlikte merkezde bulunuyorlardı. Ayrıca Timur’dan kaçan Kıpçaklar, Türkmenler ve Kara Tatarlar öncü birliklerdi. Timur ordusunda da aynı tertip üzere merkezde kendisi sağ ve solda şehzâdelerin komutasındaki kuvvetler yer almıştı. Ankara Savaşı’nın günü ve başlama zamanı ile ilgili olarak N. Şami’de bir kayıt olmamasına karşılık, Ş. Ali veya Osmanlı kaynaklarına hâkim olduğu görülen M. Rahmi’nin 19 Zilkade 804 (16 Haziran 1402), Cuma1045 tarihi zikrediliyor. Fakat gerçekte en doğru tarih M. Halil’in “Müşâhid müellifler”e dayanarak verdiği 27 Zilhicce 804 (28 Temmuz 1402) Cuma sabahı erken vakit1046 bilgisidir. Her hâlde doğru olan bu tarih, savaşın içinde bulunan Timur tarihçisi Hafız-ı Ebru ve Osmanlı tarihçisi sayılması lâzım gelen İbn-i Arabşah’a aittir. Çünkü sonraki Osmanlı tarihçileri sadece tarihi ve başlama zamanını değil olayları da değişik yorumlamışlardır. Günümüzde yapılan Timur 1044 M. Halil, a.g.m, s.386. 1045 M. Rahmi, s.22. 1046 M. Halil, a.g.m, s.386. 345

araştırmalarında uyulan tarih ve başlama zamanı1047 yukarıda zikredildiği gibidir ve bu hususta bir ihtilâf yoktur. Savaş başlamadan evvel Yıldırım ümerayı toplayarak onlara kahramanca bir nutuk serdetmiş, düşmanın üstün gücüne karşılık zaferi kazanabilmek için onları fedâkârca hücuma teşvik etmiştir. Fakat ne yazık ki her iki ordunun da Müslüman olması dolayısıyla şehitd ve gazi gibi mânevî rütbeler konu edilememiştir. Fakat yine de ilk hamlede Osmanlı ordusunun üstün olduğunu, hatta Timur cephesinin çökmeye yüz tuttuğunu bilmekteyiz. Savaşın ilerleyen saatlerinde Timur’un zırhlı Maveraünnehir askerleri ile Hindistan fillerinin ortaya çıkması âdetâ bir dehşet yaratmış, bu sebeple Bayezid ordusunda başlayan panik, öncü kuvvet olan Kara Tatarlar (Oğuz menşelidir) ile karşı tarafta beylerinin alâmetlerini gören Anadolu Beylikleri Türkmenlerinin saf değiştirmesine yol açarak savaşın kaderini göbeğinden etkilemiş, bütün bunların üzerine Temmuz’un sıcağında öğleden sonra başlayan su sıkıntısı ve Emir Timur’un umumî taarruz emri, önce sipâhileri sonra da piyâdeleri bozguna uğratmıştır. Veziriâzâm Ali Paşa ve Süleyman Çelebi ile bir kısım ümera muharebenin kaybedilmeye başladığını gördükleri hâlde çarpışa çarpışa geri çekilmişler, diğer cenahın kumandanı olan Mehmed Çelebi ise savaş meydanını terk etmiş, onu sırp kralı izleyerek muharebe dışı kalmışlardır. Timur ordusu tarafından sarılarak çembere alınan padişah ile ümerası ve Kara Timurtaş ile Hoca Firuz sonuna kadar harbe devâm etmişlerdir. Bir ara Minnet Bey adlı bir kumandan padişaha kaçarak kurtulmayı teklif etmiş ise de Bayezid kabul etmemiş ve akşam üstü yanında kalan 3.000 kişi ile birlikte çekildiği yüksek bir tepede vuruşmaya devam etmiş, ancak gece yarısına doğru Timur’un kukla hanı Suyurgatmışoğlu Mahmud Han tarafından yakalanmıştır. Bayezid yakalandığı ân kendisinin padişah olduğunu söylemiş ve Timur’un huzuruna götürülmeyi istemiştir. Başka 1047 H. Alan,Timurlular, s.75; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.28; Yaşar Yücel, Timur Orta Doğu, s.136; İ. Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi, s.128. 346

bir rivâyete göre de Timur’ın yanında bulunan Germiyanoğlu Yakub Bey tarafından teşhis edilmişti. Bayezid’in yanında bulunanlar, askerlerinin başında çarpışarak şerefleri ile ölmüşlerdir. İşte bu şekilde yakalanarak elleri bağlanan Bayezid, Timur’un “canlı” olarak istemesi tâlimâtına uyularak huzuruna ancak yatsı namazı sırasında çıkarılmıştır. Zafernâme’ye göre savaşın kazanıldığından hâlâ emin olmayan Timur, gâlibiyet için Tanrı’ya dua ederken karşısında Bayezid’i görünce fazla şaşırmamış ve ona şunları söylemiştir: “Bu fenalığı kendine sen yaptın, kaç defa haddini tecâvüz ettin, beni o hâle getirdin ki senden intikam almak bana vâcip oldu; bununla beraber ben buna yine ehemmiyet vermedim, Müslümanlığın icâp ettirdiği veçhile sana nasihât ettim, bayraklarımızın Rum memleketleri üzerinde dalgalanmasını istemediğimi sana bildirdim, bu da Efrenc’e karsı girişmiş olduğun gazada muzaffer olduğun içindi; hatta sana yardım etmek mal ve asker vermek istedim. Ben yalnız senin için icrâsı kolay olan şu dört şeyi talep ettim. 1. Kemah Kalesi’ni teslim etmek, 2. Taherten’in ailesini göndermek, 3. Kara Yusuf’un ailesini hudut harici yapmak, 4. Arada ahd ü peyman aktetmek için bir adam göndermek. Sen ise cüz’iyat üzerinde münâkaşa yaptın, nihâyet felek bir ibret nümûnesi ortaya koydu ve bununla sana dehr ile pençeleşmek, Tanrı’nın yandırdığı bir çerağı nahvet ve gurur rüzgârıyla söndürmek mümkün olmadığını gösterdi.”1048 Emir Timur’un nutku aslında daha uzun. Fakat evvelce söylediklerinden biraz daha kaçamaklı ifâdelerle karşı karşıyayız. Bu ifâdeler harfi harfine doğru değildir ve tarihi sorumluluğu üzerinden atma gibi bir aldatmacadır. Konuşmanın Bayezid tarafından cevaplanan bölümü ise tamamen resmî tarihçinin uydurmalarıdır. Timur karşısında aşağılanarak küçülme ve yakarma Bayezid’in kişiliğine ve tarihi duruşuna uygun düşmemektedir. Şami’nin Bayezid’in istekleri ile ilgili sadece çocuklarını görmek istemesi şeklindeki talebinin dışındakiler, tamamen hayâl 1048 N. Şami,s.309. 347

mahsulü ve hiçbir şekilde doğrulanmayan, zâten doğrulanması da mümkün olmayan yakıştırmalardır. Sebebi ne olursa olsun Emir Timur, Bayezid ve hemen buldurarak yanına getirdiği oğullarına iyi muamele ettiği bir gerçektir. Yakalanır yakalanmaz zincirlere bağlandığı, hele hele çok büyütülen demir kafes meselesinin bildiğimiz gibi olmadığı anlaşılmıştır. İbni Arabşah gibi bu hususta o kadar ileri gidenler olmuştur ki, sanki Timur bir Fars Hükümdarı Yıldırım da Rum Kayseri imiş gibi, vaktiyle Şapur’un maruz kaldığı aynı muamelenin Şehinşah’ın bir intikamı gibi görülmüştür. Gerçekte muhafaza o zamana kadar birçok benzer olaylarda kullanılmış bir dünya geleneği olup iki atlı arasında arasında demir kafes değil tahtırevan şeklinde yüzyıllardan beri gelen ve az çok bir standardı olup özellikle büyük esirler için kullanılan bir araçmış.1049 Emir Timur’un yanında veya yakınında bulunan Yıldırım Bayezid için en acı olan taraf, gözleri önünde devletinin önce yağmalanıp sonra küçük küçük parçalara ayrılmasıdır. Biliyoruz ki İstanbul muhasara altında ve fethedilmek üzereydi; artık bu iş başka bahara kalmış ve elli yıl kadar gecikmiştir. Rumeli’de fethedilen Mora, Selânik, Yunanistan gibi İstanbul’a yakın birçok şehir ve kasaba boşaltılmış, hepsinden önemlisi, fetih vaziyetinden savunma nizamına geçilerek elli yıl da böyle geriye gidilmiş, Arnavutluk terk edilmiş, Adriyatik sahillerinden Pindus Dağları doğusuna çekilinilmiştir.1050 Savaş gecesinden itibaren Anadolu ayağa kalkmış, bin bir emekle Türklük etrafında toplanan medeniyet yarımadası, yeniden Türkmenlerin dağıtılması ve İran’a kadar göçleri tam bir anarşi yaratmıştır. Timur’ın kışkırtmalarıyla şehzâdeler arasında taht kavgaları başlamış, Osmanlı tarihlerinde “Fetret” diye adlandırılan ve en az on yıl kadar devam eden bir bunalım devri başlamıştır. Karamanlı ve Dulkadirli Beylikleri yeniden ihyâ olmuş, 1049 .Fuat Köprülü, Demir Kafes Rivayeti, Belleten, C.1 Sayı 2, TTK, Ankara, 1 Nisan 1937, s.591-603. 1050 M. Halil, s.387. 348

Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri Doğu Anadolu’yu tamamen ele geçirmiş, toparlanma ve eski hâle getirilme faaliyeti yüz yıl sürmüştür. Seçkin Mirza ve kumandanlar emrinde 30.000 kişilik Timur kuvveti sür’atle Osmanlı başkenti Bursa’ya girdikleri zaman Şehzâde Süleyman kız kardeşi ile eşini yanına alarak kaçmayı başarmış, halk helâk olma korkusundan Uludağ’a sığınmıştır. O güzel Bursa’nın ne hâle getirildiğini anlatmaya gerek yoktur. Emir Timur’un Kütahya’dan seyrettiği Bursa günlerinde Yenişehir’de gizlenmiş olan Bayezid’in Sırp prensesi olan eşi ile iki kızı, aranıp da ele geçiremediği için Ahmed Celâyır yerine de şehzâde Mustafa Çelebi’ye nişanlanmış olan kız esir olarak huzura getirilmişlerdir. Bayezid’in küçük kızı emirlerden birinin oğlu ile evlendirilirken, büyük kızı Timur’un torunu Ebû Bekir Mirza’ya nikâhlanmıştır. Emir Timur Kütahya’da iken ordular birkaç koldan Bursa’dan İznik’e ,buradan Konya’ya kadar çok şiddetli bir tahribat ve yağmalamada bulunmuşlardır. Bu işler yaklaşık bir ay kadar sürmüş, Timur Kütahya’dan Altıntaş’a geçtiği sıralarda Bayezid’i kaçıracağından şüphelenilen Hoca Firuz öldürülmüştür. İşte meşhur demir kafes hikâyeleri de bu hâdiseden sonra orta çıkmaya başlamıştır. Emir Timur sürekli olarak Bayezid’e kendisini tahtına iâde edeceğine dair vaatlerde bulunmaya devâm ederken bizzat kendi eli ile Anadolu’yu beyliklere taksim etmekten de geri kalmıyordu. 1397 senesinde bin bir meşakkatle displine edilen Karamanoğulları, Osmanlı hapishanesinde bulunan Mehmed ve Ali Bey’in serbest bırakılıp, Mehmed Bey Karaman Hükümdarı ilân edilerek Kayseri, Kırşehir, İsparta, Eğirdir, Sivrihisar, Beypazarı ve Antalya’nın kendilerine verilip eskisinden daha büyük bir devlet meydana getirilmiştir. Sadece Sinop’u elinde bulunduran Candaroğlu İsfendiyar Bey’e şimdi Kastamonu ve Çankırı’nın da ilhâkıyle hudutları genişletilirken, Ege’de daha küçük fakat birkaç tane beğlik kurulmuştur.1051 Doğu Anadolu’da Timur’un 1051 İ. Hami, Kronoloji, s.137. 349

ezelî müttefiki Moğol Tahareten’in durumunu zâten bilmekteyiz. Burada kârlı çıkanlardan biri de Timur’un yanında seferlere katılan Akkoyunlu Karayülük Osman’dır ki Diyarbakır ve havâlisi onun hissesine düşmüştür. Geriye kalan Osmanlı arazisi Timur’dan sonra birbirleri ile ölesiye mücadele eden Süleyman-İsa-Mehmed şehzâdeler arasında paylaştırılmak sûretiyle üç Osmanlı hükümeti vücûda getirilmiş1052, dördüncü şehzâde Mustafa ise Timur’la birlikte Semerkant’a götürülmüştür.1053 Timur Altıntaş’tan İzmir’e doğru giderek belki de Anadolu’da en büyük hizmeti sayılabilcek fethi gerçekleştirmiş, 1344 yılında Rodos şövalyeleri tarafından Aydınoğullarından alınan ve Türkler tarafından Gâvur İzmir olarak adlandırılan Eski İzmir’i yağmaladıktan sonra sahiplerine teslim etmiştirTimur’un İzmir’i fethi 1402’nin son günlerine denk gelmiş ve 15 gün kadar sürmüştür Zafernâme’ye göre1054 İzmir’in fethinde Bayezid Emir Timur’un yanındaydı ve bu kadar kısa zamanda fethin gerçekleşmesine hayret etmiştir.1055 Timur ve ordusu Ege’nin yumuşak ikliminde kışı geçirirlerken Bayezid’in hasta olduğu haberi alınmış, bunun üzerine Emir, İzzettin Mesud Şirazî ve Celâleddin Arab gibi mühim tabiplerini tedâvi için görevlendirmiştir. Bir Bizans kaynağına göre, Timur tarihçilerin “Müzmin maraz” diye adlandırdığı Yıldırım Bayezid’ın hastalığı, romatizmadan1056 başka bir şey değildir. Fakat N. Şami’nin: “Ruhi kaderinin tesiri”1057 cümlesiyle ifâde ettiği ölüm öncesi görünüşün fizikî bir hastalık olmadığını işâret etmektedir. Timur tarafından tahtına iâde edileceği vaadi ile sürekli olarak kandırılan, bunun ötesinde ülkesi gözleri önünde parçalanan, çocukları birbirlerine düşürülen, karısı esir edilip zayıf bir ihtimâle göre gözleri önünde sakilik yaptırılan bir Bayezid’ın mânen sağlıklı olması 1052 1053 1054 1055 1056 1057

A.g.e., s.136. M. Halil, s.389. N. Şami, s.320. Uzunçarşılı, s.320. M. Halil, s.388. Zafernâme, s.322. 350

zâten mümkün değildir. Anlaşıldığına göre ağır bir mânevî bunalım içinde bulunan Yıldırım Bayezid, 9 Mart 1403 Perşembe günü Akşehir’de 43 yaşında olduğu hâlde ruhunu teslim etmiştir. Öldüğünde yolda olan Emir Timur’un, haberi alınca çok müteessir olduğunu ve gözlerinden yaş döküldüğünü yanında bulunan Zafernâme müellifi Şerafeddin Ali Yezdî söylemektedir.1058 Timur’un emri ile cenâze “Tahnit ve hükümdarlara lâyık bir şekilde techiz edilip” namaz kılındıktan sonra Akşehir’de Selçuklular devri velilerinden Şeyh Mahmud Hayrânî türbesine emâneten konmuş, bilâhare Bursa’ya nakledilmiştir. Timur Bayezid’ın öldüğü Akşehir’de epeyce bir müddet kaldı. Hatta Mısır elçilerini burada kabul etti ve Anadolu beylerinin tanzimi ile uğraştı. Ankara Savaşı tarihi itbarıyla Emir Timur Anadolu’da bir yıl kadar eğlenmiştir. Artık Türkistan’a dönüş için ziller çalıyordu. Dönüş yolunda sağ cenah ordusunu Tokat-Amasya’ya, sol cenah ordusunu ise Kayseri’ye gönderdi. Kendisi de merkez ordusu ile yarım ay şeklinde, buradaki 30.000 (N.Şami’ye göre 1.000 hane) çadır kadar olan “Kara Tatarlar”ı ortaya alarak reisleri Teberrük ve Mürüvvet Bey komutasında geldikleri yere, Türkistan’a doğru yola çıktılar. Kara Tatarların İran Damgan’da isyân etmeleri karşısında onları feci şekilde cezalandırarak öldürttüğü 2-3.000 kişinin kellesinden kule yaptırdığı, böylece Maveraünnehir’e kadar götürmeyi başararak onları Kaşgar ve Issık Göl taraflarında ilk vatanlarına yerleştirdiğini bilmekteyiz.1059 Tatarların bir kısmını da Erdebil’de ziyaret ettiği Şeyh Ali Sâfi’ye devrettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır. Emir Timur merkez ordusu ile bugünkü Bingöl civârına geldiğinde, Zafernâme’ye göre Avnik Kalesi’nde birkaç gün dinlenip ve bu esnâda Sultaniye’de bulunan Saray Melik, Anadolu’da ölen torun Muhammed, sultanın anası Hondzade ile diğer ağalar ve sultanlar huzura yetiştiler. 1403 yılı Temmuz ayında Gürcistan’a 1058 M. Rahmi, s.25; M.Halil, s.388. 1059 N. Şami, Zafernâme, s.328; İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.27; H. Alan, Timurlular, s.77. 351

varan Timur burada da bir zaman eğlendikten sonra kışı geçirmek üzere Kasım ayı sonlarında Karabağ’a inmiştir. Emir Timur’un bu son Karabağ safahati bir hayli renklidir. Çünkü o artık Garb’ı dize getirmiş ve dünyanın en faal bölgesinin büyük kısmını ele geçiren bir cihangir konumundadır. Bu sebeple yapılan eğlenceler, tertip edilen toylar böyle bir hükümdarın şanına lâyık olmalıydı. N. Şami Vali Şeyh İbrahim’in kış boyunca Emir şerefine tertib ettiği toyları: “Emir’in bulunduğu günlerde her hafta ve hatta bir kaç günde bir kere bir bahâne ile büyük toylar yaparak zevk ü safa ile vakit geçirdiler, Turan ve İran memleketlerinden Türk, Tacik, Arap, Acem’den, sadât, ulemâ, meşayih, kadılar, müftüler, sevahip, sudur, ağyan eşraf orada toplandılar. Emir hazretleri saltanat işlerinden fariğ ve nâmdar emirlerin, vezirlerin, memleket, saltanat işlerine ait maruzâtıyla meşgûl olduktan sonra akşamları meclisinde toplanan fuzela ve ulemâ ile ilmî mübahaseler, şer’î mes’eleler hakkında musahabeler yaparlardı; bu sûretle bu ruhanî meclisin nedimlerini hakikat ve hikmet sofrasında ilim gıdasıyla doyururlar ve hakikat şarabı ile suvarırlardı.”1060 satırları ile ifâde etmektedir. Timur’un Karabağ günlerinde sıkı düşmânlarından Ahmed Celâyir ile Kara Yusuf’un Suriye taraflarında tebdil-i kiyâfet bir tarzda Memlûk kuvvetlerince yakalandıkları haberi alındı.1061 Esâsen birkaç gün önce de Ahmed’in oğlu yakalanmış ve Emir’in affına mazhar olmuştu. Şimdi Ahmed için de mülâyim düşünerek kendisi Tâcik olduğu için ondan endişe edilmemesini, ancak Kara Yusuf-i Türkmen’den korkulmasını,1062 bu sebeple hemen idâm edilmesini1063 istemiştir. Timur Semerkant yolunda da birkaç sefer Kara Yusuf’u sormuşsa da Suriyeliler gaflete dalıp onu öldürmemişlerdir. Çünkü onları yakalayan Şeyh Mahmud’un aklından Memlûk sultanı olmak 1060 1061 1062 1063

Zafernâme, s.347. Şami, s.348. Faruk Sümer, Karakoyunlular, s.67. Şami, s.348. 352

geçmektedir; bu sebeple birbirinden ayrılmayan Tâcik Ahmed Celâyir ile Türkmen Kara Yusuf’a çok iyi muamele etmştir.1064 Emir Timur ordusu ve ağırlıkları ile beraber Mart 1404’de Semerkant’a gitmek üzere Karabağ’dan ayrıldı. Timur beş yıldan beri bulunduğu İran ve Anadolu toprağında düşmanlarının cezasını kesmesine rağmen evvelden beri İran’ı kötü idâre eden Şehzâde Miranşah cezasız duruyordu. İşte Aras Irmağı geçilip Nimetâbâd’a gelindiği asırada Mirza Şahruh kendisine kavuşmuş, Erdebil’e varıldığında da daha evvelce kararlaştırılarak tertiplenen toyda Al Tamgalı Yarlık ile Hülâgu Han tahtını, yani bütün Azerbaycan, İstanbul’a kadar Rum diyarı, Arran, Irak-ı Acem, Mugan, Ermenistan ve Gürcistan; İskenderiye ve Nil’e kadar Şam diyârı Miranşah oğlu torun Mirza Ömer’e verilmiştir. Buna ek olarak Şirvanşah Şeyh İbrahim, Mardin Hâkimi İsa, Melik İzzettin, Gürcü kralı, Erdebil Emiri Bistam, Urmiye ve Meraga hâkimleri ile bazı beğler de ayrıca ona bağlı kalacaklar, baba Miranşah da oğulun emrine girerek1065 cezalandırılmış olacaktı. Timur artık fethettiği ülkelerden geçerken kendi toprakları olması hesâbıyla daha emin adımlar atıyor ve ahaste aheste Rum’dan İran’a, oradan da Turan’a doğru ilerliyordu. Semerkant’a varmadan Maveraünnehir’de ilk durağı doğum yeri olan Keş olmuş ve burada mürşidi Şeyh Şemseddin Külâl’in mezarını ziyâret ettikten sonra ancak 1404 yılı Temmuz ayında Başkent Semerkant’a varmıştır. Emir’in çok uzun sürmeyen Semerkant günleri yine toylar, nikâh törenleri, imar faaliyetleri gibi hizmetlerle geçmiş, fakat kafası hep yeni ama son seferin planları ile meşgûliyetten geri kalmamıştır. Ramazan’a yaklaşılan günlerde Timur’ın meşhûr İmam Berke’sinin öldüğünü görüyoruz. Aynı şekilde Anadolu’da ölen torunu Muhammed Sultan’ın da ölüm sene-i devriyesi idi. Emir bunlar için hayır aşları yaptırmış, günlerce Kur’an hatmettirilmiş, 1064 F. Sümer, s.66/186. 1065 İ. Aka, Mirza Şahruh ve Dönemi, s.28; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.31; H. Alan, s.77. 353

devâmlı hazır bulunan imamlara ağır hediyeler verilmiştir. Öte yandan Suriye’den getirilen Türkmen ustalarla Semerkant’ın güzelleştirilmesi hızlandırılmıştır. Kendi yokluğunda birçok câmi, medrese ve hastane yapılmıştı. Bayezid’in dinî erkânından esir alınarak Türkistan’a getirilen Şirazlı Şeyh Cezerî’ye sualler yöneltilerek İslâmî ilimler için halka önderlik yapılmıştır. Kendisi Şafiî Mezhebi’nin Kelâm âlimi olmasına rağmen Semerkant başkadısı ile soru-cevaplı sohbetler sonucu o sıralar 17-19 yaş arası 5 torunun evlenmesinde nikâhları Hanefî mezhebi esaslarına göre kıyıldı.1066 10 yaşında bulunan Şahruh’un oğlu İbrahim Sultan’ın oğlu ünlü bilgin torun Uluğ Beğ de bu sırada amcaoğlu Muhammed Sultan’ın kızı Aka Biki1067 veyâ Öge Begüm ile evlendirildi.1068 Bütün bunları görenler artık Emir Timur’un Semerkant’ta oturarak ihtiyarlık günlerini geçireceğini sanıyordu. Türk savaş geleneği ve şimdiye kadar görüldüğü üzere yeni bir sefer için ilkbaharı beklemek gerekirken Timur yine yerinde duramıyordu. Kafasını meşgûl eden Çin Seferi için en münâsib zamandı. Çünkü Çin’de yeni iktidar değişikliği olmuş ve sefer için müsâit bir ortam meydana gelmişti.1069 Fakat orduyu iknâ etmek mümkün olmuyordu. Zira hem kış mevsimine giriliyor hem de yedi yıl savaşlarından henüz gelinmişti ve herkes yorgundu .Semerkant’ın zevk ve sefâ günlerinden sonra Emir Timur subaylarına birçok hediyeler dağıtıp onları biraz yumuşattıktan sonra kendilerine: “Kahraman arkadaşlar! Tanrı’nın bize olan lütûflarını hepiniz biliyorsunuz. Bize bunca fütühatı müyesser etmesi lütfûn sârih delilidir. Maatteessüf şurasını da unutmayalım ki zafer neş’esiyle Müslüman kanları da döktük. Bunlar birer cinâyet olup bu günâhlardan yıkanmak için büyük işler ister. Çin küffâr ile dolu. Biz orada İlâ-yı Kelimetullâh ile evvelki günâhlarımızın affına vâsıta hazırlayabiliriz. Gidip o putperestlerin mâbetlerini yıkalım, harabeleri üstüne câmiler 1066 1067 1068 1069

İ. Aka, Timur ve Devleti, s.31. Tacü’s –Selmani, Tarihname, Çev.İ. Aka, TTK.Yayını, Ankara ,1988, s.13. Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.42. Grousset, s.424. 354

kurduralım, günâhlarımızı orada yıkayalım. Zira cihad mukaddes bütün günâhları yıkar götürür”1070 şeklinde bir hitapta bulunarak gönüllerini almıştır. Timur Azerbaycan’da iken Çin’in Moğol asıllı İmparatoru Tunguz Han ölmüş yerine gelen Milli Ming Hanedanı’nın ilk İmparatoru Hong-wu1071 gönderdği elçiler marifetiyle, Çağatay Hanlığı’nın devâmı ve Cengiz İmparatorluğu’nun bir parçası olarak görülen Timurlulardan vergi isiyordu. Son zamanlarda bu istek âdetâ baskıya dönmüştü. Taşkent’ten Çin hududuna kadar Moğolistan ülkesi bir Timur toprağı olarak Şahruh oğlu Muhammed Taragay (Uluğ Beğ); Fergana, Endican, Kaşgar, Hoten torun İbrahim Sultan’a verilmişti. Cihangiroğlu Pir Muhammed ile Ömer Şeyhoğlu Seydi Ahmed Kandahar taraflarına gönderilmişti. Nihayet 27 Kasım 1404 günü Semerkant’tan hareket edilerek çok şiddetli kışın hüküm sürdüğü şartlarda, Ş. Yezdî’ye göre mevcûdu 200.0001072 civârında olan ordu tamamen donmuş olan Seyhun Nehri üzerinden geçerek Taşkent-Sayram’dan Cengiz Han’ın tamamen haritadan sildiği Fenakend üzerinden Otrar’a varmadan konaklama yerinde durdular. Târihname’ye göre Aksulât’ta kışlanacaktı.1073 Bu sebeple Otrar’a doğru ordugâh kurulması için talimât verilmişti. Emir Timur bu arada yakın olması dolaysıyla kendi ve kadınları ile Ahmed Yesevî’nin türbesini ziyâret ile duâ etmiştir.1074 Esâsınsda bu seferin adı Çin Seferi idi ama, işin birinci etabı Cengiz’in Türkistan’a girdiği yerden Moğolistan’a geçmek, önce tâcizlerinden âdetâ bıkkınlık yaratan Moğol unsurlarını tam olarak temizlemekti. Selmânî’nin: “Güneşin Hut burcundan doğuşu gibi, Moğollar üzerine yönelmeye karar verdiler. Emirzâde Halil Sultan, Emirzâde Ahmed ile Hudaydâd Hüseynî, Arlat Yâdigâr Şah , Sulduz Pîr Ali, 1070 1071 1072 1073 1074

Mustafa Rahmi, Tüzükat, s.28. Grousset, s.424. Mustafa Rahmi ,s.28. Tacü’s –Selmani, s.16. A.g.e., s.16. 355

Şemseddin-i Abbas, Burunduk, Nuşirevân gibi ileri gelen beylerin sağ kol askerleri ile Taşkent yolundan, Sahipkıran’ın kızının oğlu Sultan Hüseyin’in sol kol askeri ile Sahipkıran üzerinden gitmeleri kararlaştırıldı. Kendisi ise yıldızın uygun düştüğü anda Aksulad’dan Otrar’a yöneldi.”1075 cümlelerinde bunu açıklıkla görmekteyiz. Kış şartlarında ilerleme mümkün olmuyordu. İşte ancak 11 Şubat 1405 günü1076 orduya ileri hareket emri verildiği sırada Emir Timur’un âniden rahatsızlandığı görüldü. Orduda bulunan Tabip Fazlullah (veyâ Mevlânâ Abdullah-ı Tebrizî) muayene sonucu hastalığı teşhis etmiş ve Emir’in yüzüne karşı, “Ümid yok” demiştir.1077 Emir Şeyh Nureddin ve Emir Şah Melik gibi gözde komutanların huzurunda Timur, Cihangiroğlu Pir Muhammed’i veliâht tayin ettiğini belirterek1078 huzurda bulunanlara: “Pir Muhammed Cihangir’e bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz. Bu babta sadakat yemini etmenizi talep ederim.” diyerek bütün kumandanları ağlayarak yeminlerini almış ve bu yemin merasiminden sonra yanı başındaki çadıra çekilerek prenslerin hıçkırıklarına pek müteessir olmuş fakat sükûnetini bozmadan, Ş. Ali’ye göre, gözlerini semaya dikerek: “Cihan hâkimiyetinin esâsları hakkında nasihâtta bulunarak,” 1079 “Biricik yandığım ve acıdığım şey oğlum Şahruh’u görememeksizin öleceğimdir. Fakat ne yapayım Tanrı böyle murad etmiş. Çocuklarım! Tebaanın istirahâtını temin için benim sizlere bıraktığım vasiyeti ve düsturları unutmayınız. Halkın dertlerine derman bulunuz, zayıfları himâye ediniz. Bilhâssa fakirleri zenginlerin zulmünden sıyanet ediniz. Her emelinizde rehberiniz adâlet ve iyilik olsun. Eğer benim gibi uzun müddet saltanat sürmek isterseniz kılıcı ihtiyat ve liyâkat ile kullanınız. Aranıza nifak tohumu girmemesine çok dikkat ediniz. Zira nedimleriniz ve düşmanlarınız bundan istifade için aranıza nifak 1075 1076 1077 1078 1079

Tarihname, s.17. A.g.e., s.19. M. Rahmi, s.29. H. Alan, s.83. Selmani, s.19. 356

sokmaya çalışacaklardır. Vasiyetimdeki usûl ü idâre düsturlarına sâdık kalırsanız tâc dâima sizin başınızda kalır. Ölüm döşeğinde olan babanızın sözlerini dâima hatırlayınız.”1080 demiştir. Emir Timur bundan sonra yedi gün daha yaşamış, nihâyet 17 Şaban 807/18 Şubat 1405, Çarşamba gecesi 69 yaşında olduğu hâlde vefât etmiştir.1081 Timur ruhunu teslim ederken başucunda Kur’an okuyan Molla Habibullah’ın kendisine yaklaşmasını isteyerek: “Lâ İlâhe İllallah Muhammed Ya Resullullah” diyerek öldüğü kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi 18. âyetine atıfta bulunarak Musa’nın yanındaki gence “Bu yolculuğumuzda yorgun düştük” hitâbını baş ucunda bulunanlara ezberinden tekrar etmiştir.1082 Emirin naaşı mumyalanarak vasiyeti gereğince Semerkant’ta Seyyid İmam Berke için yaptırdığı muhteşem türbeye defnedilmek üzere buraya götürülmüştür. Sağlığında: “Rûz-i mahşere gidileceği gün halkına ben yanımda Ahfad-ı Muhammed’den bu zâtın eteklerine yapışırım.”1083 dermiş. Mezar kitâbesinde tarih bulunmayan Emir Timur’un, ölüm günü ile ilglili bir tereddüd olmamasına rağmen bazı araştırmalarda bir gün farkla 19 Şubat 1405 tarihi yer aldığı da görülmektedir.1084 Şimdi meselenin diğer cihetine gelince, resmî tespitler, yani Nizamüddin Şami, Şerafeddin Ali Yezdî ve Hafız-ı Ebru’nun dışında hemen hemen bütün kaynaklar ve yapılan araştırmalarda Emir Timur’ın aşırı derecede akollü olduğu hususuna yer vermişlerdir. Gerçi Hafız-ı Ebru’nun “Zeyl-i Zafernâme”sinde bile Emir’in çok içkili olduğu yer alıyorsa da bunu ağır kış şartlarının soğuğundan korunmak için yaptığı şeklinde bir hafifletici 1080 M. Rahmi, s. 30. 1081 M. Kafalı, İslâm, C.XII/1, s.345 (Ş.Ali Yezdî); İ. Aka; Timur ve Devleti, s.33; Mirza Şahruh ve Zamanı, s.31; M. Şamil, s.28; Barthold, Uluğ Beğ, s.48. 1082 Tarihname, s .19. 1083 M. Rahmi, s. 31. 1084 H. Alan, Timurlular,s. 83; Tarihname, s.20. 357

sebep ileri sürüldüğünü1085, hatta bu içki meselesi üzerinde çok duran İbn-i Arabşah’ın da aynı şeyleri söylediğini yazdıklarından öğreniyoruz. Önemli olan Timur’un içkili olması değildir. Çünkü Türk hükümdarlarının bir miktar içkiye düşkün olduklarını ve bilhassa zaferlerden sonra tertiplenen toylarda, özellikle Orta Asya’da başta kımız olmak üzere alkollü içkiler aldıklarını, şöyle veya böyle İslâmî dönemde de bu geleneğin sürdüğünü biliyoruz. Mesele, Emir Timur’un ölüm sebebinin içki olup olmadığı husûsudur. Çünkü yine Hafız-ı Ebru’ya göre ölmeden birkaç gün önce hiç yemek yemediği ve sürekli içki içtiği, bu yüzden ciğerlerinin parçalanarak öldüğü1086 ve bu sebeple tabibin yüzüne karşı: “İşin bittiği”ni söylediğine şâhidiz. Gerçekten Barthold da bu hususta aynı kanaattedir; fakat ısınma gerekçesini de ilâve ederek: “Timur’un hastalanmasına ve ölmesine başlıca sebep de ısınmak için çok fazla şarap kullanması olsa gerekir”1087 demektedir. c) Çöküşü Ne yazık ki Emir Timur dönemi İran ve onun bir devamı olan Anadolu Türkmen bölgelerindeki istilâsı belli bir vatan idealinden yoksun olduğu için uzun sürmedi ve onun ölümü ile sallanmaya başladı. Bu bakımdan Türk Moğolu dönemiyle bile mukayese edemeyiz. Türkmenlik gibi sağlam bir ideolojinin daha İran kapılarından itibaren ezilerek bitmiş olan Fars unsurların öne çıkmasından ve on yılda Türkmen dünyasını yüz yıl geriye atmaktan başka işe yaramamıştır. Elbette bizler sadece Osmanlı’nın çok önemli devresinde böyle bir felâket ile karşılaşmasını iyi bilmekteyiz; lâkin baştan beri ortaya koyduğumuz bilgiler ışığında Anadolu’dan daha mütekâmil bir seviyede bulunan ve nüfusça zamanın Türk coğrafyasının en yoğun bölgesi olan Doğu Anadolu-İran Türkmen yurdunu düşünürseniz elbette ihânetin boyutlarını daha iyi anlarsınız. Bu sebeple 1085 İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.31/121 Nolu Dipnot. 1086 M. Şamil Yüksel, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, s.28. 1087 Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.47. 358

Ankara Savaşı sadece Osmanlı için değil bölge Türkmen dünyası için de büyük ehemmiyeti hâiz olduğu için üzerinde genişçe durduk. İleriki yıllarda mezhep gibi çeşitli hâkimiyet ideolojilerinin bir sonuç olarak ortaya çıkmasından sonra Anadolu ve İran Türkmenliği maalesef iki, hatta üç parçalı hâle gelmiştir. Selçuklu-Harezmşah-İlhan ve Türkmen devletleri zamanın da böyle ısrarlı bir dinî ideolojiden bahsedilmez iken Emir Timur’dan itibaren bu parçalı vaziyet Türk dünyasını orta yerden ikiye ayırmıştır. Bu sebeple İran’da tutmayan Horasan Fars ideolojisinin sonuçları olmasaydı Timur’u yok saymak, kısa süren, sadece fiili bir istilâ dönemi saymamız gerekecekti. Fakat geriden gelen Şiî-Bâtınî düşünce işin yönününü değiştirmiştir. Şimdi Timuroğulları dönemi ile işi takip edip sonuçlandırmamız gerekmektedir. Emir Timur’un dört oğlu ve iki de kızı vardı. Oğulları Cihangir, Ömer Şeyh, Miranşah ve Şahruh. Kızları da Togay Şah veya Aka Biki ile Begüm kızı Sultanbaht idi. Timur’un ölümünden hemen sonra kazan kaldıran Sultan Hüseyin işte bu Aka Biki’nin oğluydu. Emir hayatta iken Cihangir eceli ile ölmüştü. Ömer Şeyh ise Timur’un da bulunduğu Irak-ı Arab’ın fethi sırasında, tamah edip kaftanını çalmak için bugünkü Kuzay Irak’da serseri bir Kürt tarafından öldürülmüştür. Aklî dengesi yerinde olmayan Miranşah’ın İran-Anadolu ve Suriye’nin tek hâkimi iken idâresizliği yüzünden Ankara Savaşı’ından sonra azledilerek yerine oğlunun getirilip kendinin de onun emrine verilip cezalandırıldığını biliyoruz. Şahruh’a gelince, ölmeden onu göremediği için gözünün açık gittiğini dünyaya son mesaj olarak ileten Emir’in herhalde en akıllı oğlu olup baştan beri ilk fethedilen ve Timurilerin Türkistan kadar anavatan addettiği Horasan’ın yagâne sahibi idi ve başkent Herat’ta bulunuyordu. Emir Timur çok soğuk fakat dünyayı ısıtacak kadar derin bir İslâmî hava içerisinde henüz canını vermiş veya vermek üzereydi ki özellile Emâret hususunda patırdı başlamıştır. Gayet açık ve herkesin duyacağı şekilde en muteber ümera huzurunda oğlu Cihangir büyük bir inanç ve şuurla, onun ölümü 359

ânında Gazvin’de bulunan, hayatta bulunsaydı veliâht olacağı mukakkak olan Emirzâde Cihangir’in oğlu Pir Muhammed’i veliâht olarak tayin ile bu hususu gerçekleştireceklerine dair Şeyh Nureddin ve Şah Melik gibi ünlü komutan ve beğleri teyiden yemin ettirmişti. Şimdi devâsa bir ordu Moğolistan kapısında kükremiş bir at gibi duruyordu. Alınan karara göre bir kısım ümera naaşı Semerkant’a götürüp defin işi ve merasimini üzerine alırken ordunun bir kısım ümera ile sefere devâm sonucuna vardı. Tabiî olarak o zaman da büyük komutanlık her şeyden evvel askerî bir mesele olarak ortaya çıkıyordu. Geleneklere göre en yaşlı Emirzâde veya Mirza ile bu mesele aşılabilirdi; kaynaklara göre karı koca çok dengeli olmamakla tanınan1088 Miranşah’ın oğlu Halil Sultan’dı. Sefer sonuna kadar hükümdarlığa getirilecek ve sefer sonunda Semerkant’ta toplanacak kurultayda vasiyet yerine getirilecekti.1089 Fakat her şeye rağmen ölüm haberi herkes üzerinde bir şaşkınlık ve üzüntü yaratırken aynı zamanda karargâhdan ordunun en küçük ünitelerine, başkentten vilâyetlere kadar muazzam bir karışıklık meydana getirdiği de gerçektir. Lâkin her şeye rağmen Timur’un vasiyetini yerine getirmek için yemin eden Üümera emirlikle ilgili alınan karardan sonra, önce ordu bünyesi ölümden haberdar edilirken sonra da Veliâht Pir Muhammed’in acele olarak Semerkant’a gelmesi bildirilmiş, Herat’ta bulunan Şahruh, Tebriz’de Mirza Ömer, Bağdat’ta Ebû Bekir ve Miranşah ölüm olayından haberdar edilmişlerdir.1090 Emir Timur’un ölüm haberinin tebliğinden sonra Tacü’s-Selmani’ye göre: “Hazreti Sahipkıran’ın cesedi güzel kokular, gül suyu, misk ve kafur ile yıkanarak tabuta konup memleketin hayrına olmak üzere gizlice ve gece karanlığında Hoca Yusuf ile Semerkant’a gönderdiler.”1091 Emirler Şeyh Nureddin ile Şah Melik durumu çok iyi idâre ediyorlardı. Hatta sefere devâm edilmesi 1088 1089 1090 1091

Leon Cahun, s.317. Selmani, s.22; H. Alan, Timurlular, s.93; İ. Aka, s.33. İ.Aka,Timur Ve Devleti, s.34. Tarihname, s.22. 360

ve geçici hükümdarlık fikri de büyük ihtimalle bunlardan çıkmıştır. Yalnız Timur’un ölümünden sonra ana kaynaklarda da üstüne basıla basıla sözü edilen yapılacak sefer Büyük Çin Seferi değil Moğolistan Seferi’dir. Çünkü hem seferin kısa süreli olup Semerkant’a kurultaya dönüleceği, hem de Çin Seferi adınının hiç geçmemesinden bunu anlıyoruz ve sanıyoruz ki doğrusu da budur. Geçici hükümdarlıkla ilgili hususa gelince bunun da ümeranın fikri olduğu açıktır; çünkü bu sırada en yaşlı Emirzâde sıfatıyla Halil Sultan cephede değil Taşkent’de bulunuyordu. 1092Her şeye rağmen Emir Timur’un naaşını Semerkant’a götüren Emir Hoca Yusuf 23 Şubat 1405 Pazartesi günü sâlimen buraya varmış, dinî icâplar yerine getirildikten sonra Muhammed Sultan medresesine defnedilmiştir. Emir Timur’un cenâzesinin neden bu kadar acele ile toprağa verilmesini anlamak mümkün değilir. Bir miktar gizliliğin izâhını yapabiliriz; düşmanının uyanmasına sebep olarak toplumu hareketlendirmemek istenmiştir. Esâsında Timur’un ölümü beklenmiyordu; çünkü o çok yorgundu ve bu yorgunluk rahatsızlığını kapatıyordu. İşte âni ölüm yıllardan beri onun varlığına ve yanı başına alışmış en yakın komutanları Emir Şeyh Nureddin ve Emir Şah Melik üzerinde âdetâ şok tesiri yaratmıştı. Çünkü bizzat onun Cihân Hâkimiyeti Vasiyetnâmesi’ni Timur’un dudakları arasından çıkış tonu ile gören ve bilen bu iki önemli insan, vasiyette vurgulanan Pir Muhammed’in veliâhtlığından çark ederek Şahruh’un adını telâffuz etmeye başlayanlara durumu izâh etmekle birlikte çoğu zaman da vaziyeti idâre eder görünmüşlerdir. Şahruh’un ileri sürülmesine karargâh tepki göstermiyordu. Bu durumda vasiyetin yerine getirilmediği gerçeği ortada iken bilhassa ümeranın yeminlerini îzah etmek mümkün değildir. Elbette doğrusu Şahruh’tu; çünkü Timuroğulları içerisinde ondan akıllı ve şuurlu kimse de yoktu. Ama kış mevsiminin ağır soğuklarına rağmen daha ceset sıcaklığını muhafaza ederken hükümdarlık gibi vasiyetin bütününe 1092 İ. Aka, Timur ve Devleti, s.34. 361

şâmil bir cihangir tâlimatının yerine getirilmemesini sanıyoruz ki ancak ufuksuzluk ile îzah edebiliriz. İleride bu kayıtsızlığın sıkıntıları fethedilen ülkelerin bir bir elden çıkması ile daha rahat görülecektir. Timur Devleti’nin onun zamanında olduğu gibi ondan sonra da demir yumruk ile yürütülemeyeceği anlaşılmış olmaktadır. Zamanın en önemli kaynağı Selmânî bu hâdiseleri biraz karışık da olsa teferruatla anlatıyor, Târihname mütercimi olan İ. Aka yukarıdaki can alıcı noktaları büyük bir maharetle ortaya koymuştur.1093 Pir Muhammed yerine Şahruh’un ortaya sürülmesine gerekçe olarak onun Kandahar gibi imparatorluğun en uzak köşesinde bulunduğu gösterilmektedir ki o zaman bazı çevreleri tatmin edebilecek böyle bir gerekçe dünya devletinin yarısının tayininde bir engel teşkil etmişse bu bahaneden öteye geçemez. Zaten Mirza Şahruh da çoktan ve sür’atle Semerkant’a doğru hareket etmişti.1094 Emir’in ölümünden sonra ortalığı karıştırarak Timur’un demir yumruğunu anarşiye dönüştüren Miranşah oğlu Halil Sultan ve kız kardeşinin oğlu1095 Hüseyin Sultan’dı. Sefer için orduya katılamaları ve naaşın Semerkant’a gönderildiği kendilerine bildirilmişti .Fakat bu son tâlimat evvelâ Sultan Hüseyin tarafından yerine getirilmemiş ve bulunduğu sol kanat ordusundan bir miktar kuvvetle ayrılarak Semrkant’a doğru hareket etmiş ve cenâze varmadan burayı ele geçirmeyi hedeflemiştir. Öte yandan ordunun sağ kanadında daha Taşkent civârında bulunan Halil Sultan da, Hüseyin’in Semerkant’a doğru yürüdüğünü duyunca1096 kol beğleri tarafından hükümdar olarak ilân edilmiş ve emrindeki güçlerle Semerkant’a doğru yürüyüşe geçerken merkez ordusu komutanları da Emir Timur’un vasiyetinde ıisrar ederek aynı istikamete yönelmişlerdir. Merkez ordusu karargâhında bulunan hanımlar ve diğer aile efrâdı cenâzenin ardından Semerkant’a gönderilmişti. Şimdi ise Emir 1093 1094 1095 1096

İ. Aka,Timur ve Devleti, s.35. H. Alan,Timurlular, s.93. Selmanî, s.24. İ. Aka,Timur ve Devleti, s.36. 362

Şeyh Nureddin ve Emir Şah Melik Timur’un en seçme askerleri ile huzuru sağlamak ve bilhassa vasiyeti yerine getirmek için başkent kapılarına dayandılar. Çin seferine çıkarken Semerkant’ı, bizzat Emir Timur’un görevlendirdiği Emir Argunşah korumaktaydı. Merkez ordusu emirleri onu Hüseyin Sultan’ın durumundan haberdar etmiş, hatta gönderilen mektupta: “O aklı bozuk ve kötü işler gören bir kimse olup kendini boş düşünceler ve hayâllere kaptırmıştır. Gaflete düşmeyip onun tarafından gelebilecek bir teklikeyi önlemek ve arzusuna kavuşmasına engel olmak için şehir korunmalıdır.”1097 denilmekteydi. Sultan Hüseyin’in Emir Timur’a bile karşı gelip kafa tuttuğunu anlatan Selmânî, Semerkant hâkimiyeti meselesinde kendisini kölelikten gelme bir Türkmen diye tahkir ettiği Emir Argunşah’ı suçlamaktadır; ama onun da bir insan olarak gözünün korkabileceğini unutarak, Hüseyin Sultan’ın talimâtına uyarak şehrin kapılarını kapattığından yakınmaktadır.1098 Çoktan hükümdarlık hayâllerine kapılmış olan câhil Halil Sultan da iki gün içinde ve merkez ordusundan önce Semerkant’a vararak Argunşah’a haberci göndermiş; yalan, aldatıcı söz ve vaatlerle biraz korkutmayı başararak Hazreti Hakan’ın şehri kendisine bırakmış olduğunu “Semerkant Kalesi’ni elinde tutarak kimseye teslim etmemesini”1099 istemiştir. Bu durumda öyle veya böyle Emir Timur’un Çin’e yönlendirdiği o muazzam ordu şu anda kendi başkentini kuşatmış bulunuyordu. Ortada bir tarafta vasiyeti uygulama peşinde olan merkez ordusu ve hanımlar, diğer tarafta sağ sol ordulara hükmetmesi gereken Halil ve Hüseyin, bir yandan da yolda bulunan Veliâht Pir Muhammed ve şehzâde Şahruh bulunuyordu. Semerkant Hâkimi Türkmen Argunşah şehri teslim etmemekle birlikte Halil Sultan lehine bloke etmeyi açıkça ifâde ederek Sultan Hüseyin’e de sırtını dönmeden merkez orduları ve vasiyetnâmeyi uygulamak üzere birinci elden yeminli olan Emir 1097 Selmanî, s.24. 1098 Tarihnâme, s.25. 1099 A.g.e., s.26. 363

Şeyh Nureddin ve Emir Şah Melik’e açıkça şehrin kapıları kapatılıp, hatta Selmânî’ye göre “berkitilmiş” 1100bir duruma getirilmiştir. Emir Şah Melik birkaç gün Argunşah’a nasihat etmişse de bir türlü dinletememiştir. Bunun üzerine 3 Mart 1405 günü Şeyh Nureddin, beğlerle görüşmek üzere Çıharrâhe Kapısı’na varmış yapılan bütün görüşmeler sonucu değiştirmemiş ve o da şehre sokulmamıştır. Semerkant’a girilemeyince yine Merkez Ordu Karargâhı’nın yönlendirilmesiyle her hâlde özellikle kan dökülmesi gibi hâdiselere sebebiyet verilmemesi için ılımlı hareket edilmeye özen gösterilerek Buhara’ya gidilmesine karar verilmiştir. Taşkent’de bulunan ve Halil Sultan’ı destekleyen beğlerin bir ara vasiyetnâmeye uyacaklarına dâir bir “Ahidnâme” imzalamaları üzerine sultanın da buna uyduğu belirtilmişse de onun sözlerinde samimi olmadığı zâten sonraki hareketleri ile anlaşılmıştır. Merkez ordusu Emirleri Şeyh Nureddin ve Şah Melik yanlarına Uluğ Beğ ve kardeşi İbrahim Sultan’ı da katarak daha evvelden aldıkları karar gereğince kendileri Buhara istikametine hareket ederken, hanımları da şehre girmek üzere Çıharrâhe Kapısı’na bıraktılar. Ertesi gün şehre alınan hanımlar Timur’un gömülmüş olduğunu görerek üzülmekten başka bir şey yapamadılarsa da hiç olmasa eşlerine karşı son görevi yapmış oldular. Merkez ordusu beğleri ordu bünyesinde bulunan maddî ağırlıklar ve birtakım silâhlarla beraber Buhara yolunda iken Semerkant Hâkimi Türkmen Argunşah’dan gelen bir mektupta: “Pir Muhammed gelene kadar şehir kapılarının açılmayacağı”1101 şeklindeki taahhüde rağmen Salmânî’ye göre tâkip eden günlerin başında başkent Halil Sultan’a teslim edilmiştir.1102 14 Mart 1405 Çarşamba günü Halil Sultan Semerkant’a girmiştir. Argunşah ve Timur’un cenâzesini buraya getirip defnettiren Yusuf Hoca onu karşılayarak şehir, kale ve hazinenin 1100 A.g.e., s.26. 1101 İ. Aka,Timur ve Devleti, s.38. 1102 Tarihname, s.31. 364

anahtarlarını teslim etmişlerdir.1103 Halil Sultan her hâlde hükümdarlık devâm eder düşüncesiyle ele geçirdiği hazineyi bol keseden başta yardımını gördüğü borçlu kişilere ve askerlere dağıtmaya başlamıştır.1104 Diğer yandan güya Emir Timur’un vasiyetini yerine getiriyormuş gibi, onun veliâht gösterdiği Pir Muhammed’in 9 yaşındaki torunu Muhammed Cihangir’i Han ilân ederek ikisinin adına para bile bastırttı. Bu zamanda Emir Timur geçiçi olarak konulduğu Muhammed Sultan medresesinden alınarak bugüne kadar muhafaza edildiği Seyyid Bereke’nin ayak ucuna defnedilmiştir. Buhara cephesine gelince, buraya yetişen ümeradan birçok zevât ve ordu komutanları Selmânî’ye göre: “Buhara Semerkant’dan küçük değildir” diyerek burada sür’âtli bir savunma hazırlığına girişmişler, şehrin burç ve surlarını sağlamlaştırmışlardır.1105 Bu durumda Timurlu Devleti fiilen ikiye bölünmüş oluyordu. Vaziyete göre her ne kadar Semerkant başşehir ise de devletin omurgası Buhara olmuştu. Çünkü merkez ordusu beğleri ve şehzâdeleri hazineleri de buraya getirmişlerdi. Yani ordu bünyesinde Otrar’da ne gibi bir maddî ve mânevî ağırlık varsa şimdi buradaydı. Beğlerin Buhara’da aldığı karara göre Şah Melik bir kısım kuvvetlerle Horasan’a doğru hareket ederek Şahruh ve Pir Muhammed, hangisi ile evvel karşılaşılırsa ona tâbi olunacak, Şeyh Nureddin ise daha bir müddet şehzâdeler ve hazinelerle burada beklemede bulunacaktı. Şah Melik Amu Derya geçitlerinden bugünkü adı Cizzak olan Dize’ye geldiği zaman karşı tarafta 500 atlısı ile Şahruh göründü. Semerkant ve Buhara’nın durumu ile olaylar kendisine teferruatla anlatıldı. Şahruh Bahadır Emir Şah Melik’i dinledikten sonra ona: “Madem ki durum böyledir bölük bölük olmak ve gafil davranmak cihangirlikte yasaktır. Akıllı kimsenin ihtiyâtlı olması gerekir.”1106 dedi. Emir Şah Melik’e de âcilen Buhara’ya dönerek 1103 1104 1105 1106

İ.Aka, Timur ve Devleti, s.38. Tarihnâme, s.34; H. Alan, Timurlular, s.93. Tarihnâme, s.31. Selmani, s.32. 365

Şeyh Nureddin, emirzâdeler ve hazinelerle birlikte kendilerine katılmalarını ve Horasan’dan gelen ordu ile Semerkant’da düzenin en kısa zamanda sağlanacağını ilâve etti. Şah Melik sür’âtle Buhara’ya vararak emirzâdeler ve Şeyh Nureddin’e Şahruh’un tâlimatını iletmiştir. Aslında bir zamanlar Emir Timur’un en güvendiği emiri olan Şeyh Nureddin’in de kafası karışıktı ve hâinlerle işbirliği yapma ihtimâli Şahruh tarafından bile anlaşılmış, Şah Melik ikâz edilmiştir.1107 Tahmin edildiği gibi oldu ve ne söylendi ise Şeyh Nureddin Buhara’dan ayrılmaya râzı olmadı ve bir sürü bahane ileri sürdü. Bu durumda Şah Melik çâresiz Şahruh’a doğru gidince Timur’un: “Hazine ve defineleri, altın, gümüş, at ve sâir hayvanlar ile mücevherâttan meydana gelen, emirzâdeler, beyler naibler ve yanında bulunanların bütün mallarını Pazar hırsızlarının yağmasına bıraktı ve o mallar hırsızların elinde doyumlık oldu.”1108 Tabiî ki Şeyh Nureddin’in hırsızlarla işbirliği yaptığı söylenemez ama bu husustaki ikâzları dinlemediği gibi elinde güç olmasına rağmen kullanmaya korkması bunca serveti havaya uçurmuş kendisi ise canını zor kurtararak Şah Melik’e ulaşmıştır. Hazine gitmiş lâkin emirzâdeler kurtulmuştu. Şah Melik onu tenkit bile etmeden hep birlikte Amu Derya kıyısına gelerek Şahruh’a iltihak ettiler. Bu arada Halil Sultan ile Şahruh’un arasını bulma teşebbüsleri de artmıştı. Yakınları Şahruh’a Semerkant’ın idâresini emirzâdelerin birine bırakakacağını, çünkü kendisinin yıllardan beri Herat’a alıştığı, hatta burayı Semerkant’ın üzerine çıkardığı söyleyerek, daha evvel Maveraünnehir idâresinin kendisine verilmesi karşılığında Şahruh’a biat edeceğini vaadeden Halil Sultan ile bu şartlarda anlaşması tavsiye ediliyordu. Şahruh hazineler ve başka birtakım şartlarla bu isteği kabul edeceğini belirtmişse de sonradan hükümdarlık dışında bütün isteklerden vazgeçerek Herat’a dönmüştür.1109 Böylece Maveraünnehir sorumsuz, câhil ve idâresiz bir kişiye bırakılmakla 1107 A.g.e., s.32. 1108 A.g.e., s.33. 1109 İ. Aka, Timur ve Devleti, s.40. 366

daha ilk günden imparatorluk olarak kalma vasfı kaybedilmiş ve devlet fiilen ikiye bölünerek, Halil Sultan’ın keyfi idâresi buranın insanını canından bezdirerek yeni arayışlara sevk etmiştir. Halil Sultan’ın Maveraünnehir ile yetinmeyeceği belliydi. Çünkü daha kendine gelmeden İran Hâkimi babası Miranşah ve kardeşi Irak Hâkimi Ebû Bekir’e devâmlı haberciler ve mektuplar göndererk Şahruh’un elinde bulunan Horasan’a müdâhale edilmesini istiyordu. Bu tahrikler karşısında Miranşah Horasan yolunu tutmuş ise de Şahruh’un hiç aldırmaması ve Semerkant’tan hâdise çıkarmadan Herat’a dönmesi üzerine o da tekrar Irak’a geri dönmüştür.1110 Şahruh’un Herat’a dönme sebeplerinden biri Miranşah’ın Horasan’a doğru gelmesi ise, diğeri de Kandahar Hâkimi Pir Muhammed’in Halil Sultan’dan yardım istemesiydi.1111 Bu durumda gayet net olarak cepheler belirgin hâle gelmişti: Bir tarafta baba ve oğullar olarak Miranşah-Ebû Bekir-Halil Sultan, diğer yanda da Cihangir oğlu Veliâht Pir Muhammed-Şahruh. Yani coğrafî olarak belirtirsek Tacik-Özbek-Kıpçak-Türkmen Türkistan’ı ve tamamıyla Türkmen İran. Ne olursa olsun ölümünün üzerinden 15 gün geçmemişti ki Timurlu İmpratorluğu, Maveraünnehir’de Miranşah oğlu Halil Sultan, Irak-ı Arab ve Azerbaycan’da yine Miranşah oğlu Ebû Bekir ve Herat merkezli olan en büyük eyâlet Horasan’da Emirzâde Şahruh olmak üzere üç parçaya ayrılmıştı. Şimdi gözler imparatorluğun kısmen yakın arazilerinden olan ve kendisi Timur vasiyetine göre veliâht tayin edilmiş bulunan Kandahar Hâkimi Pir Muhammed’de idi. Zâten Anadolu, Suriye, Deşt-i Kıpçak, Harezm, Kaşgar ve kısmen Moğolistan devlet tecrübesi ve kültürü Timulurluların üzerinde olan mülkler olarak disipline edilmesi zor ülkelerdi. Şahruh Herat’a dönerken Pir Muhammed Maveraünnehir’e girmiş hatta burada hâkimiyetini pekiştirmek husûsunda Halil Sultan ile karşı karşıya gelmişti. Yardım istediği Şahruh’dan 1110 Selmani, Tarihname, s.37. 1111 H.Alan, Timurlular, s.93. 367

daha bir şey gelmesine vakit kalmadan Emir Pir Ali Taz’ın Halil Sultan’ın kışkırtmaları ile Pir Muhammed’i öldürdüğü görüldü.1112 Emir Timur’un gerçek veliâhtının öldürülmesi tabiî ki büyük bir karışıklığa yol açmıştı. Müsebbibin Halil Sultan olduğu bilindiğinden artık sultanın Maveraünnehir’de tutunması mümkün değildi. Nitekim çok geçmeden Emir Timur’un başta Deşt-i Kıpçak olmak üzere birçok seferlerinde yanı başında bulunan ve son olarak onun tarafından Turan hududunun korunması için görevlendirilen Emir Hudayd Hüseynî ile anlaşmazlığa düşerek çarpışmaya girdi ve esir oldu. Hudayd, Şahruh Maveraünnehir’e geldiğinde ona da biat etmemiş ve kaçtığı Moğolistan’da öldürülmüş, elinde esir tuttuğu Halil Sultan ise bir türlü kurtulmayı başararak Şahruh tarafından canı bağışlanmış ve öldürülmeyeceğine dair kendisine teminat verilerek Rey hâkimliğine tayin edilmiştir.1113 Böylece Pir Muhammed’in öldürülüp, Halil Sultan’ın da bir şekilde disipline edilmesiyle Timurlular da en azından taht mücadeleleri nihayet bulmuş ve Semerkant’ta hâkimiyeti, tamamen ele geçiren Şahruh tek hükümdar olarak buranın idâresini oğlu Uluğ Beğ’e verdikten sonra kendisi de eskisi gibi Herat’a gitmiş ve böylece artık başkent burası olmuştur. Timur hayatta iken önce Cihangir, sonra Şeyh Ömer’in ölmesi ile Miranşah ve Şahruh’tan başka oğlu kalmadığını daha evvel söylemiş, yaşça daha büyük olan ilkinin aforoz edilmesine karşılık en küçük şehzâde, yani Şahruh’u göremeden öldüğü için âdeta gözleri açık gitmişti. Şimdi her ne kadar vasiyeti yerine getirilmememiş olsa da, veliâhtın da dünyadan göçmesi ile ortaya çıkan yeni durumda Şahruh’un hükümdar olması çok da yadırganacak bir durum değildi ve çoğunluk halk ile ümerâ huzur için böyle bir sonuca kesinlikle râzıydı. Hele târih boyunca siyasî olarak dâima karışıklık kaynağı olmuş Maveraünnehir’in yeni hükümdarın oğlu torun Uluğ Beğ gibi âlim, fâzıl, dirâyetli 1112 Tarihname, s. 38; H. Alan, Timurlular, s. 94. 1113 H. Alan, Timurlular, s. 94. 368

bir şehzâdenin idâresine bırakılması başlı başına bir sükûnet kaynağı olmuştu. Gerek çağdaş kaynaklar ve gerekse sonradan yapılan araştırmalar Şahruh için hiçbir olumsuz açıklamada bulunmazlar. Şahruh’un bilhassa vurgu yapılan İslâmî inançlarına uygun olarak gerçekten çok nitelikli bir devlet adamı olduğu ortaya konmaktadır. Selmânî onun bilhassa İslâmîyet’e bağlılığını ifâde etmek için “Şer’an yükümlü olduktan sonra bugüne kadar namazını kaza etmemiş hatta nafile namazlarını bile bırakmamıştır”1114 demektedir. Tarihnâme’de Şahruh’un devlet adamlığı ve dine düşkünlüğünü vurgulayan ifâdelerinin benzeri ve daha güzel anlatımını çağdaş Timurlu tarihçilerden Hâfız-ı Ebru’da da görüyoruz. Timur İmparatorluğu’nun yumuşak karnı Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab ile Doğu ve Güney Doğu Anadolu gibi Türkmen bölgeleri idi. Çünkü netice itibariyle Anadolu, Suriye ve Deşt-i Kıpçak’ta mevcut devletler ve idârelere nihayet verilmemesine karşılık Harezm de dâhil olmak üzere Azerbaycan, İran ve Irak’ta Timurlular devlet olarak hemen hemen vaziyete hâkim olmuşlardı. Timur-Türkmen mücadeleleri buralardaki Fars kültürünü ortadan kaldırıp Türkmenliği bilerken, imparatorluğun merkezi olan Maveraünnehir, Herat ve Horasan’da ise devletin bu kültür üzerine oturması ile sonuçlanmıştır. Hatta Türkistan’da uyuyan Samanoğlu ve Soğd kültürü sanki yeniden canlanmış ve Tacik adı altında tamamen devlete sahip olmuştur. İşte esas mesele bu idi ve bir zamanın İran-Turan mücadelesi şimdi tersine dönmüştü. Türkmenlerle Tacik Türkistan bütün birleştirici unsurlara rağmen, Türklük motifi ile işlenmiş ve sağlam bir Türkmen kültürüne mâlik, kıbleleri Tebriz olan bu insanlarla bir türlü dikiş tutmaları bir hayli zordu. İran’da Emir Timur’un ağır baskıları sonucu bir kat daha bilenmiş olan Türkmenlik dimdik ayaktaydı. Karakoyunlu Karayusuf daha Timur arkasını dönmeden meydana çıkmış ve Timuroğullarını 1114 Tarihnâme, s. 9-10. 369

teke-tek savaşa davet edecek derecede meydan okumaya başlamıştır. Öyle kinli idi ki, can düşmanları Akkoyunluları bile affetmiş, Kara Yülük Osman’a, “Biz ikimiz de Türkmeniz. Bundan fazla birbirimizle uğraşmayalım. Sen iyi tanıdığın bildiğin Rum ve Suriye halkı ile meşgûl olman benim de Çağatay’a gitmem devletimizin selâmeti bakımından en makul ve en uygun davranış olur.”1115 diyecek kadar düşmanı teke indirmiştir. Bu ele avuca sığmaz adam Timur’dan sonra 1405 yılında Memlûk Sultanı Ferec’i devirmek için Şam Naibi Şeyh el-Mahmûdî ile Mısır Seferi’ne bile çıkmıştır.1116 Tabiî olarak Timur’un Tacik diyerek kendinden korkulmamasını öğütlediği Ahmed Celâyir de daha ayakta, fakat korkudan Türkmen Karayusuf’un yanındaydı. Bunun dışında Türkmen cephesine şimdi baştan beri Timur’un yanında olan ve onu Bayezid’e tutuşturan Akkoyunlu Kara Yülük Osman da artık Timuroğulları egemenliğinin karşısındaydı. Emir Timur’un, Bağdat’ın hilâfet merkezi olması dolayısıyla çok ehemmiyet verdiği İran ve taşrası mülkünün bu kadar tez dökülmesinin sebebi 1402’den evvel buralarda Miranşah’ın çok kötü idâresiydi. Oğlu Halil Sultan Türkistan’da ne ise Miranşah özellikle hâkim olduğu yıllarda buralarda aynı idi. Emir Timur Anadolu Seferi sonrasında epeyce bir zaman Karabağ’da kalarak buradaki idâreye çeki düzen vermiş, Miranşah oğlu Ebû Bekir’e Irak-ı Arab’ı, Ömer Şeyh oğlu Pir Muhammed’e Şiraz’ı, kardeşi Rüstem’e İsfahan’ı, Miranşah oğlu Mirza Ömer’e Azerbaycan’ı vererek Emir Cakü oğlu Cihanşah’ı da ona Atabeğ yapmıştı.1117 Şahruh ile anlaşan Halil Sultan da Semerkant’dan önce Herat’a, oradan da yüklendiği yeni görev ve mansıpla Rey hâkimliği için bu tarafa yani Kuzey İran’a gelmişti. Şimdi Timurlu İran, başta hiç aklı olmayan idâresiz bir Timur oğlu Miranşah, aynı bölgede oğlu deli Halil Sultan ve yine oğul Ebû Bekir Mirza. Öyle anlaşılıyor ki, Şahruh ve ondan gelen kolun Maveraünnehir ve Horasan’da sağladığı hâkimiyeti Miranşah’dan gelen Timurlu 1115 Ahsenü’t-Tevarih, s. 54. 1116 A.g.e., s. 53; F. Sümer, Karakoyunlular, s. 68; İ. Aka, Timur ve Devleti, s. 43. 1117 İ. Aka, Timur ve Devleti, s.40. 370

kolu İran ve taşrasında sağlayamayacak ve ilk önce bu topraklar elden çıkacaktı. Miranşah’ın valiliğinden beri süregelen idâresizlik nihâyet Mirza Ömer’in Atabeğ’i ve aynı zamanda Şahruh’ın torunu Emir Cakü oğlu Cihanşah, bir tartışma sonucu Mirza Ömer’in adamları tarafından bazı beğlerle birlikte öldürüldü. Olayları haber alan Ebû Bekir bölgenin hâkimi sıfatıyla Azerbaycan’a doğru yürümüş fakat hile ile ele geçirilerek kardeşi Mirza Ömer tarafından tutuklanarak hapse atılmıştır. Daha evvel Halil Sultan tarafından Şahruh’a karşı Horasan’a çağrılan Baba Miranşah buraya giremeyince oğul Halil Sultan ile birlikte Sultaniye üzerine yürümüş burayı ele geçirerek Ebû Bekir’i hapisten kurtarmış ve kendini de hükümdar ilân ettirmişti. Tebriz’e kadar yürüyerek burayı da ele geçirince babasını devirip tahtını sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Fakat bir süre sonra batıda Şirvanşahlarla savaştan dönen Mirza Ömer, Tebriz’i yeniden ele geçirmiş, ama Ebû Bekir tekrar toparlanıp saldırarak şehre hâkim olmuştur. Bu durumda Mirza Ömer babası ve kardeşleri ile tamamen arayı açınca Şahruh’un huzuruna yetişmiş o da kendisine Astarabat ve Damgan taraflarını vermiştir. Ömer burada da rahat durmamış ve kendisine sahip çıkan amcası Şahruh’un ayağına dolanmış ve bunun üzerine Şahruh’un adamları tarafından 18 Nisan 1407’de Murgap yöresinde bir müsâdemede öldürülmüştür.1118 İşte Emir Timur’un çok değer verdiği İran ve çok sevdiği Azerbaycan’ın, ölümünden sonraki hazin durumu budur. Öyle anlaşılıyor ki burada eskiden beri kötü olan idâre daha da kötüleşmiş, Türkistan ve Horasan’daki kısmî sükûta karşılık İran’da özellikle Mirzaların kavgası çok kısa zaman içerisinde ülkenin tamamen elden çıkması ile sonuçlanmıştır. Tabiî ki bu hızlı gelişmenin en büyük müsebbibi Azerbaycan ve buranın taşrası durumunda olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türkmenlerinin o zamanki hâkim varlığıdır. Ömrü boyunca Kara Yusuf’un 1118 İ. Aka,Timur ve Devleti, s.42; H. Alan, Timurlular, s.96. 371

gölgesinde gezen Türk Moğolu Celâyir Ahmed’in varlığını da hesâba katmak lâzımdır. Suriye’de Timur’un baskısı ile hapiste birlikte yattıkları zaman Celâyir Ahmed ve Kara Yusuf dostluklarını daha da pekiştirmişler ve Yusuf’un dünyaya yeni gelen Pir Budak adlı oğlu Ahmed’e evlâtlık verilmiştir.1119 Fakat her nasılsa Kara Yusuf ve Celâyir Ahmed Suriye Emiri ve bilâhare Memlûk Sultanı Şeyh el-Mahmudî’nin yardımıyla hapiste bile rahat yaşamışlarken, Ahmed, Yusuf gibi ona yardım etmemiş ve Şeyh’in Mısır Seferi’ne katılmamıştır. Gerçi çok kısa bir süre sonra Yusuf da aynı istikamete yönelmiştir ama o daha Doğu Anadolu’da iken Celâyir Ahmed, Timur’un ölümünden kısa zaman sonra 15 Haziran 1405’de, yani Şam hapishanesinden çıkar çıkmaz bir kısım Oyratlarla Bağdat üzerine yürüyerek burayı ele geçirmiş ve Türkmenlerden temin ettiği yardımla Tebriz’e girmiştir.1120 Türkmenlerin geriden geleceği muhakkak olan Kara Yusuf’u beklemeleri sebebiyle onlar olmadan Tebriz’de tutunması mümkün olmayan Ahmed, Mirza Ebû Bekir’in de bu tarafa yaklaştığını duyunca yeniden Bağdat’a yönelmiştir. Timurluların Doğu Anadolu-Azerbaycan ve İran hâkimiyeti için esas ve büyük tehlike geriden geliyordu: Kara Yusuf. Bu korkusuz adamın başında bulunarak bizzat idâre ettiği Suriye ordusu Saidiyye mevkiinde Mısır’ın büyük ordusunu yenmiş, ancak bundan sonra bazı emirlerin ihâneti sebebiyle Şeyh Kahire kapılarında yenilmiştir.1121 İşte kitabında yenilgi yazmayan Kara Yusuf bu olaydan sonra Mısır mâcerasına nihâyet vermiş ve kendi insanını kurtarmak için memleketine dönmüştür. Kara Yusuf, Celâyir’den birkaç ay, Timur’un ölümünden 5 ay kadar sonra Ağustos 1405 sıralarında yanında 1.000 kadar Türkmen süvâri ile birlikte Suriye’den çıkarak Mardin’e doğru hareket etmiş ve çağdaş İran müverrihlerinin nakline göre Şam’dan Mardin’e gelinceye kadar Memlûk hudut ve kale muhafızları ile 1119 Hasan-ı Rumlu, s.53. 1120 H. Alan, Timurlular, s.96; İ.Aka,Timur Ve Devleti,s.46. 1121 F. Sümer, Karakoyunlular, s. 68. 372

180 defa savaşmış ve hepsinde galip gelmiştir.1122 Bu sebeple Mardin hâkimleri onu çok iyi karşılamışlardır. Kara Yusuf’un bu arada bir oğlu daha dünyaya gelmiş ve adını Cihanşah koymuştur. Akkoyunlu tarihçisi Abû Bakr-ı Tıhranî’ye göre kışı Musul’da geçiren Kara Yusuf’a burada Türkmenlerden birçok katılımlar olmuş, Hasankeyf’de Karayülük Osman ile kısa süreli bir çarpışma olmuşsa da savaş barışla sonuçlanmıştır1123. Gerçekte bu barış Diyarbakır merkezli Güneydoğu Anadolu, Erzincan merkezli Doğu Anadolu ve Tebriz merkezli Azerbaycan ile Irak-ı Arab ve Acem’de Timurluların sonu olmuştur. Eğer bu beraberlik Timur Anadolu kapılarına dayandığı zaman gerçekleşmiş olsaydı belki Emir Anadolu ve Suriye taraflarına adım bile atamıyacaktı. Zâten birçok yerde de Kara Yusuf onlara üstünlük sağlamıştı. Kara Yusuf hiçbir şekilde Timurlu tarihçilerin yanlış anlattığı gibi bir yol kesen olmadığını yiğitlik ve mertlikle geçirdiği hayatı ve çocuklarıyla de tarihe isbat etmiştir. Kara Yusuf kış geçtikten sonra ata toprakları olan Bitlis’e gelirken Emir Timur’un Türkmen kafataslarından kule yapmak1124 gibi zulmününün hatıralarını bizzat görerek Timurlulara karşı biraz daha bilenmiştir. Gittiği yerlerde hâkimiyet sağlayan Kara Yusuf, Bitlis’den sonra Van’ı da idâresine almıştır. Kara Yusuf, Akkoyunlularla barışı muhafaza ederse bölgede tek rakibi Timurlular ve muhatabı Mirza Ebû Bekir olacaktı. Tabiî onunla birçok bakımdan kaderi paylaştığı, hatta oğlunu evlâtlık verecek kadar yakın olduğu Ahmed Celâyır ile de muhabbetin devâm etmesi gerekiyordu. Karakoyunlular büyük bir devlet olmaya doğru giderken saf bir yaradılışta olan Kara Yusuf’un teline basıldığı zaman dostluğuna da pek güvenilmiyeceği gibi, Celâyir Ahmed’in de bölgenin kuvvetli ve kurnaz oyuncularından olduğunu kabul etmek lâzımdır. Van hâkimi İzzettin kuvvetli bir Timurlu dostu ve önceden de Yusuf’a karın ağrısı olmakla beraber şimdi ülkesi işgal 1122 A.g.e., s.68. 1123 F. Sümer, Karakoyunlular, s.69. 1124 R. Clavijo, Timur Devrinde Kadis’den Semerkand’a Seyahat, s.134. 373

edilince tam bir Kara Yusuf düşmanı olmuştu. Timurlu Ebû Bekir hapisten kurtulduktan sonra batıya yönelmiş, bunu haber alan ve Tebriz yakınlarındaki Ahmed Calâyır’ın Bağdat’a doğru hareketi üzerine o da rahatlıkla Nahcivan’a kadar gelmişti. Burada İzzettin ile Ebû Bekir uzun görüşmeler yapmışlar ve tehlikenin adının Türkmenler1125 olduğu husûsunda birleşmişlerdi. Yusuf’un elinde tâze ve azimli bir ordu olmasına karşılık Ebû Bekir Mirzalar bunalım dolayısıyla böyle her şeyden evvel ideali olan bir orduya sahip olmadığı zâten fiilen Doğu Anadolu’nun elden çıktığı bir gerçekti. Şimdi mücadele Azerbaycan mücadelesi idi. Ebû Bekir bilhassa Van hâkiminin tahrikleri ile savaşa çoktan karar vermişti. Yusuf ise böyle bir vuruşmaya can atıyor ve “Bırakalım Çağataylar ile uğraşmayı, yazın Aladağ’a kışın Diyarbakır ve Fırat kıyısına inelim” şeklindeki bütün yoklamalarına karşı, beğleri “Onlardan korkulacak bir hâl yoktur” diyerek savaş istediklerini açıkça ortaya koyuyorlardı. 14 Ekim 1406 Perşembe günü Türkmen ve Çağatay gibi yine Türk ve Türkî iki ordu Aras Irmağı’nın iki kıyısında karşı karşıya gelmişlerdi. Savaşın ilk günü Ebû Bekir, ırmağın bu kıyısına geçip ilk saldırıyı başlatmış ise de, Kara Yusuf tek başına Timurlu saflarına girerek kendi üzerlerine gelenleri defetmiş ve savaş birden kızışmıştır. İşte bu ilk gün manzarasından Yusuf ona: “Aramızdaki düşmanlık yüzünden çok sayıda insan öldü. Yiğitliğin ve bahadırlığın şartı ikimizin karşılıklı savaşmasını gerektirmektedir. İkimizin de elinde kılıç ve mızrak olsun. Atımızın dizginini savaş meydanından geçirmeyelim. Görelim akşam oluncaya kadar kimin boynu yayın kemendine gelecek.”1126 gibi bir teklifle onu teke-tek bir yiğitlik gösterisine davet etti ise de ondan bir ses çıkmamış ve biraz sonra da Timurlu ordusu bozguna uğrayarak kaçmaya başlayınca birçok askerin Aras’ta boğulmasına karşılık bir kısmı da Kara Yusuf’a esir düşmüştür. Ebû Bekir savaş meydanından birkaç kişi ile birlikte kaçarak ancak canını kurtarmış ve Marend üzerinden Tebriz’e gelerek 1125 F. Sümer, Karakoyunlular, s.72; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.44. 1126 Hasan-Rumlu,s. 56-57. 374

sanki galip ordular gibi halkın malını mülkünü yağmalatmış, bereket ki Şeyh Kassab’ın adamları Türkmenlerin ateş yakmaları ile “Yusuf geliyor”1127 zehabına kapılan Mirza buradan Sultaniye’ye kaçarak korkusundan kendini kalenin güvenli bölgesine atmıştır. Kara Yusuf galibiyetin hazzı, ata toprağı şevki, devlet olma ufkunun görünmesiyle Ebû Bekir’i tâkip etmek yerine Türkmenleri toparlamak, gelen tebrikleri kabul etmek gibi emâret görevlerini yerine getirerek Nahcivan’a geçti ve kışlamak üzere Marend’e çekildi. Burada zamanın tanınmış şahsiyetlerinden ve soyunun Hz. Zeynel Abidin’e çıktığı rivâyet edilen Hace Seyid Muhammed onu Tebriz’e davet etmiştir. Kara Yusuf baharda Tebriz’e girerek buradan Sultaniye üzerine yürümüş ise de Ebû Bekir, bir zamanlar Emir Timur’un aynı duruma düşürdüğü Kara Yusuf gibi buradan da kaçarak yüksek dağlara sığınmıştır. Yusuf, Ebû Bekir’i bulamayınca şehri yağmalatıp Tebriz’e dönmüş, bunu fırsat bilen Mirza yeniden Sultaniye’ye gelerek Yusuf’a karşı savaş hazırlıklarına başlamıştır. Yanında babası Miranşah ve kardeşleri de olduğu hâlde Kara Yusuf ile bu seferki muharebenin tamamen Azerbaycan için yapıldığını hatta İran ve Irak’da da Çağatay varlığının bu kavgaya bağlı olduğunu her iki taraf da biliyordu. Gerçi Ahmed Celâyır Tebriz’de Ebû Bekir’in önünden kaçmış ve yöneldiği Bağdat’ı ele geçirerek buraya tamamen sahip olmuştu. Kara Yusuf’un Ebû Bekir ile ilk savaşından 60 gün evvel Mirza Ömer adına Bağdat’ta Timurluların son valisi Devlet Hoca burayı bırakarak kaçmış, Ahmed de 13 Temmuz 1406 gece vakti fırsattan faydalanarak Bağdat’ı işgal etmiştir.1128 Esâsında İran ve Irak ülkesi ile Azerbaycan Miranşah ve Mirzalarını kesinlikle sevmiyordu. Gerek emirzâdenin dengesizliği sebebiyle kötü idâresi, gerekse Maveraünnehir’de tutunamayarak bu tarafa gelen Mirza Halil, Mirza Ömer ve şimdi 1127 Hasan-ı Rumlu ,s. 57; F. Sümer, Karakoyunlular, s.73; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.44. 1128 Hasan-ı Rumlu, s.58. 375

Timur’u temsil eden Ebû Bekir en azından Şahruh’ın Herat’ı gibi âdil bir idâre kuramamışlar halkı perişan etmişlerdir. Öyle ki yenildiğinden beri Ebû Bekir büyük gayretlerle Türk ve Taciklerden bir ordu yapmayı başaramamış Harezm üzeri Semerkant taraflarından gelen Nevruz ve Abdurrahman adlı iki Türkmen Emir’in 5.000 kişilik kuvvetini1129 ricâ ile ancak alıkoyabilmiştir. Kara Yusuf evvelce de yaptığı gibi saltanatta gözü olmadığı şeklinde bir ifâde ile beğleri yoklamış ve Türkmenlerin yekvücut hâlinde aralarında başka milletten fert olmayan bir sağlamlıkla Çağayat ordusu karşısında büyük vuruşmaya hazır olduklarını bildirmişlerdir. 20.000 atlısı ile Çağatay ordusunın 23 Nisan 1408 günü hesaplaşma alanı Tebriz yakınlarında Serdrûd mevkii idi.1130 Kara Yusuf ve emirleri bizzat meydana atılarak korkunç bir cesâret örneği sahnelemişlerdir. F. Sümer’e göre H. Ebru, Mirhond, Semerkantî gibi zamanın Timurlu kaynaklarında gerek Kara Yusuf ve gerekse emirlerinin kahramanlıkları yer almaktadır.1131 H. Rumlu’da da: “Duruşu kaplan, yelesi sümbül, vücudu dağ gibi. Kartal tabiatlı, Anka haşmetli ve kanadı papağan kanatlı. Savaş sırasında onun iki ayağının (çıkardığı tozdan) havanın gözü kararmakta. Onun saldırısının gücüyle saba rüzgarı, onun iki elinde saklanmakta. Kendini gösterdiği sırada güzel yürüyüşlü bir keklik gibi, yolda gidişi sırasında hilekâr karga gibi. Nalının gürültüsü Rum’dan Kabil’e duyulur. Alnının işâreti Hindistan’dan Şuşter’e kadar görülür.”1132 diye yazmıştır. Çok geçmeden Türkmenlerin cesâreti karşısında Çağatay ordusu dağılmaya başlamış, Mirza Ebû Bekir son bir taarruzla durumu kurtarmaya çalışmışsa da babası Miranşah’ın öldürülmüş olduğunu görmüş, bunun üzerine ordusu tamamen dağılınca kendisi de önceki defa olduğu gibi kaçmaktan başka çare bulamamıştır. Türkmenler elde ettikleri zafer ile birçok ganimet kazandıkları gibi, Miranşah’ın zevce ve câriyeleri de 1129 1130 1131 1132

F. Sümer, Karakoyunlular, s.74. H. Rumlu, s.63. Karakoyunlular, s.75. Ahsenü’t Tevarih, s.63. 376

Kara Yusuf’ın eline düşmüş fakat o gerek Türk Moğolları ve gerekse Timurlularda görüldüğü gibi bu kadınlara dokunmayarak himâye göstermiş, hatta Miranşah için de: “Eğer sağ olarak bana getirilseydi her türlü riayeti gösterirdim.”1133 demiştir. Fakat Miranşah’ın kellesinin Türkmen mızrağı ucunda günlerce teşhiri ve güçlükle defin için ilgililere teslim edildiği husûsu kaynaklarda yer almaktadır.1134 Yine de Türkmenlerin nezâretinde Miranşah, Sorhab denilen yere gömülmüş fakat bir süre sonra adamlarından Şems-i Guri1135 gizlice kemiklerini alarak ata ocağı Keş’e götürmüş, daha sonra da buradan çıkarılarak babasının gömülü olduğu Gür-i Emir’e nakledilmiştir.1136 Timurlulara karşı Karakoyunlu Kara Yusuf Beğ’in zaferi gerek bölge ve gerekse Çağataylar için çok önemli bir tarihî hadisedir. Timur İmparatorluğu İran ve Irak üzerindeki topraklarını kaybetmekle onun ölümünden üç yıl gibi kısa bir zaman sonra artık imparatorluk olma özelliği kaybetmiştir. Çünkü Şahruh’un bütün gayretlerine rağmen bu topraklar bir daha alınamayacaktır. Yani kayıplar kesin ve kalıcıdır. Bölge açısından da Memlûk ve Osmanlı idâreleri rahatlamış, İran’ı aşamayan bir Timurlu’nun bir daha buralara gelmesi hayâl bile olmaktan çıkmıştır. Nitekim bu olaylardan sonra Osmanlı Devleti artık Anadolu Beylikleri ile kolayca mücadele etmiş ve Anadolu’yu fetretten kurtarma yoluna girmiştir. Diğer önemli sonuçlardan biri de bu topraklar üzerinde günümüze kadar süren Türkmen hâkimiyetinin tescil edilmesi ve Karakoyunlular adı ile büyük bir devletin kurulmasıdır. Şöyle veya böyle ileriki yıllarda Karakoyunlulardan Akkoyunlulara geçen bölge hâkimiyeti yüz yıla bile varmadan Safevîler adı ile yeni bir Türk Devleti doğurmuş; hanedanlar değişse bile bu devlet kendini XX. yüzyıla taşıyabilmiş ve hâlâ en azından insan yapısı ile bize ayakta olduğunu konuşabilecek fırsatı vermiştir. 1133 1134 1135 1136

F.Sümer, Karakoyunlular, s.76. Gleb Golubev, Uluğ Beğ, TTK, Ankara, 2011, s.33 İ. Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, s.6/20. İ. Aka, Timur ve Devleti, s.45. 377

Emir Timur’un sevgili torunu Mirza Ebû Bekir’e gelince, kaçarak geldiği Sultaniye’de tutunamayınca kendini Yezd taraflarına atmış, iyi karşılanacağını umarken şehir kapılarının yüzüne kapanması karşısında buradan Kirman’a; orada da iktidar sevdasına düşünce Sistan’a geçmiş; fakat burada da rahat durmayıp amcası Şahruh’a karşı hareketleri ile saldıracak doğru dürüst hedef bulamayınca Kirman hâkimi İdigu’nun oğulları tarafından aynı yıl içinde(1408) öldürülmüştür.1137 Kara Yusuf Anadolu tutkunu idi. Savaştan sonra çok kinli de olsa Timurluların arkasından gitmedi; Muş yöresine çekildiği sırada Akkoyunlu Karayülük Osman’ın Mardin üzerine yürüdüğünü haber aldı. Bunun üzerine Diyarbakır istikametine hareket ederek Osman’ın hakkından gelmiş, Mardin Artuklu Beği Salih’e de kızını verip onu Musul Beyi yaparak Mardin’e kendi adamlarından birini koymak suretiyle huzuru sağlamıştır. Ancak Artuklu Beğ’i Melik Salih Musul’da vefât edince olay Karakoyunlulardan bilinmiş, fakat 300 yıllık Artuklu Hanedanı ortadan kalkmıştır.1138 Yusuf buradan Timur’un meşhûr adamlarından Taharaten’in torunu Hasan üzerine yürümüş Erzincan’ı ele geçirerk Anadolu’da son Türk Moğol bakiyyelerini de ortadan kaldırarak buraya kendi adamlarından birini vali tayin etmiştir. Kara Yusuf Doğu Anadolu’da iken dostu Celâyir Ahmed Azerbaycan’a saldırmış, oğul Şah Mehmed yanındaki az kuvvetle baş edemeyince Hoy taraflarına çekilmiştir, böylece Tebriz yeniden Ahmed’in eline geçmiştir. Celâyir Ahmed Tebriz’i ele geçirdiği günlerde Kara Yusuf da Erzincan fethini tamamlamış ve çok sevdiği Aladağ’da Türkmen askerine bir resmi geçit yaptırarak beğlerine de Ahmed ile savaşıp savaşmayacaklarını sormuştur. Beğler kararı kendisine bıraktıklarını ifâde ettikten sonra Yusuf hareket emrini verdi. Savaş meydanı Timurluların yenildiği Şenb-i Gazan yanınında Esad köyü civârı idi. Bu mekânda eski iki dost kozlarını 1137 İ. Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, s.7. 1138 F. Sümer, Karakoyunlular, s.80. 378

paylaşacaktı. Gerek eski ve gerekse yeni kaynaklar Celâyir Ahmed’in çok vefâsız ve gaddar ruhlu, hareketlerinde istikrar olmayan, sefih bir insan olduğunu, aynı zamanda son günlerdeki Kara Yusuf galibiyetlerini çekemediğini, varlığını Kara Yusuf’a borçlu olduğu, dolayısıyla kabahatin de ona ait olduğunda hemfikirdir.1139 30 Ağustos 1410 tarihinde medana gelen savaş Türkmen ordusunun tam bir zaferi ile sonuçlandı. Çareyi kaçmakta gören Ahmed’in üzerindeki kaftan ve elbiselere tamah eden birileri onu soyarak çırılçıplak bırakmışlar, o da bir ağacın tepesine çıkarak oradan durumu seyrederken kendisini gören Bahaüddin adlı bir ayakkabıcıya vaatlerde bulunarak yardım etmesini istemiş ise de adam karsının tavsiyesi ile onu Kara Yusuf’a ihbar ederek yakalanmasına sebep olmuştur. Yakalanarak Kara Yusuf’un huzuruna getirilen eski dost onun tarafından güler yüzle karşılanmıştır. Kara Yusuf’un oğlu, fakat Ahmed’in de evlâtlığı olan Pir Budak’a Azerbaycan, diğer oğlu Şah Mehmed’e de Irak-ı Arab’ın verildiğine dâir Celâyir’in elinden bir beyan alındıktan sonra kısasa kısas uygulanarak Celâyirlilerden öldürdüğü bir beye karşılık kardeşi Hoca Cafer, Ahmed’in canını alarak hayatına son verdi.1140 Son Celâyir ve Tahareten olayları ile Türkmen hâkimiyeti bu bölgedeki Türk Moğollarının son izlerini de silmiş, Timuroğullarının def’i ile de İran’da Türklük ve Türk kültür hayatı Taciklik veya Farslılığın önüne geçmiştir. İran taşrasında Miranşah’ın çocuklarından başka, bugünkü Kuzey Irak’da öldürülen Ömer Şeyh’in oğullarından Pir Muhammed Şiraz’da, Rüstem İsfahan’da, İskender ise Hemedan yöresinde hâkim olarak bulunuyorlardı. Pir Muhammed babası ölünce annesi Emir Timur tarafından amcası Şahruh’a nikâhlandığından, Timur ölünce, babası durumunda olan Şahruh’a biat etmiş ve Şiraz’da onun adına hutbe okutarak sikke kestirmiştir. Esasasında Ömer Şeyh’in oğulları arasında da tam bire birlik yoktu. Pir Muhammed akıllı bir Mirza olmasına karşılık 1139 Hasan-Rumlu, s.90; F. Sümer, Karakoyunlular, s.84; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.47. 1140 Hasan-ı Rumlu,s .84-85; F. Sümer, Karakoyunlular, s.86. 379

İskender kendi başına buyruk hareket ediyordu. Bu sebeple Pir Muhammed kendisini tutuklayarak Horasan’a gönderemiş lâkin o bir yolunu bularak tekrar dönmüş ve bu sefer kardeşi Mirza Rüstem ile birlikte Pir Muhammed’e karşı birleşmişlerdir. Bu mücadeleler sonunda 18 Mayıs 1409 günü sonlarında Pir Muhammed kendi beylerinden saltanat hayallerine kapılan birisi tarafından öldürülmüştür.1141 Bunlar arasındaki mücadele hâkimiyetten ziyâde mevcut bir hazinenin paylaşılmasıyla ilgili idi. Nitekim Pir Muhammed’i öldüren Serbedar Hüseyin adlı Beğ çoktan hazinelere el koymuş bu sebeple İskender’i de öldürmeye kalkmıştı.1142 Şahruh’ın Türkistan’da hâkimiyet sağlamasından sonra on atlı ile ve hâkim sıfatıyla Rey’e gelen Miranşah oğlu Halil Sultan kendi kardeşleri arasında aracılığı beceremeyince Ömer Şeyh’in oğulları İskender ve Rüstem arasında aynı işi yapmaya kalktı. İstek Rüstem’den gelmişti, lâkin İskender bir türlü barışa yanaşmadı ve Şiraz’da hâkimiyet sağladı. Rüstem ise Kara Yusuf’a sığınarak Türkmenler önünde diz çöken ilk Mirza olmuş ve öldürülme yerine kendisine yardım bile yapılarak İsfahan’a gönderilmiştir. Bundan sonra Kara Yusuf Sultaniye üzerine yürüyerek burayı da ele geçirmiştir. İran’da kazan kaynayıp batı kısım tamamen Türkmenlerin eline geçerken Kararakoyunlular büyük bir imparatorluk olma yoluna gidiyorlardı. Maveraünnehir’de hâkimiyet sağlamış görünen Herat’taki Şahruh da Semerkant’daki oğlu Uluğ Beğ de rahat değildi. Timur’un bütün devlet teşkilâtı tamamen torunu Uluğ Beğ’in elinde olup babası Şahruh ile de pek irtibatı yoktu. Barthold’a göre o sadece babasına olan saygısını göstermek için birkaç defa Herat’a varmıştı.1143 Uluğ Beğ görünüşü ile dedesi Timur’u andırıyordu ama burnunun dibindeki asâyişsizlikten hâkimiyet problemine dönüşen basit olaylara bile bizzat el koyamıyor, devamlı ilimle uğraşıyordu. Bir de dedesinin göstermelik Cengiz’e mensup görünmek iptilâsı onda da vardı. O da 1141 İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.61. 1142 İ. Aka, Timur ve Devleti,s.50. 1143 Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.73. 380

soyu o tarafa dayalı bir hanımla evli olduğu için Gürkan unvanını taşır olmuştu.1144 Cengiz soyundan bir han taşıma ise geleneklerde kalmış olsa bile Suyurgatmış oğlu Mahmud Han’ın Anadolu’da ölmesinden sonra bizzat Timur devrinde bu uygulama terk edimiştir. Uluğ Beğ’in ikinci evliliğindeki eşi de işte bu Mahmud’un kızı idi. Dolayısıyla Maveraünnehir’de Emir Timur gibi demir yumruklu bir hükümdar artık yoktu diyebiliriz. Bildiğimiz gibi 1394 doğumlu henüz çocuk yaşta olan Uluğ Beğ ilmî faaliyetlerle uğraşıyordu; devlet idâresinden hiç haberi yoktu. Devlet dedesi Emir Timur’ın iki Emiri Şah Melik ve Şeyh Nureddin tarafından yönetiliyordu. Şah Melik’in de öteden beri Şeyh Nureddin ile arası iyi değildi. Uluğ Beğ’e her hâlde babası Şahruh tarafından tavsiye edilmiş olacak ki her hususta Emir Şah Melik’e itaat ediyor ve çok katı bir şekilde babası gibi şeriatı uygulayordu. Türkistan’da iktidar Şah Melik’in elinde idi, savaşa da barışa da, vergiye de o karar verirdi; Uluğ Beğ sadece av ile ilgileniyordu.1145 Şah Melik ve Şeyh Nureddin rekabeti de özellikle Uluğ Beğ’in çocukluk yıllarındaki en önemli meseleydi. Çünkü Nureddin birkaç sefer isyân ederek Semerkant’a kadar gelerek devlete kötü günler yaşatmış, fakat püskürtüldüğü için kaçtığı Moğolistan’da kesilen kellesi Şahruh’un önüne konulmuş, Şah Melik ve Uluğ Beğ de bu gaileden kurtulmuştur.1146 İran, Horasan ve Türkistan’dan sonra esâsında etnik yapısı itibariyle İran’ın bir parçası olan Harezm’in durumuna gelince; Emir Timur’a çok pahalıya patlayan bu ülkenin durumu da Timurlular açısından çok iyi değildi. Selçuklular evvelinden beri yapısı çoğunlukla Türkmen olmasına rağmen Özbeklerin ağır baskısı vardı; esasen Özbeklilik gibi bir ayrıcalık da bu yıllarda, yani Timurlular devrinde başlamıştı. Timur’un ölümünden hemen sonra fırsatı ganimet bilen diğer bölgeler gibi burada idâreyi elinde tutan Özbekler ayaklandılar. Timur’un ölümünden sonra Özbekler Harezm’i ele geçirdilerse de bu uzun sürmedi 1144 A.g.e., s.76. 1145 Gleb Golubev, Uluğ Beğ, s.33. 1146 A.g.e., s.36. 381

ve yeniden Timurlu hâkimiyeti sağlandı. Fakat Timurluların taht kavgaları boyunca Özbekle’in başkaldırıları da sürüp gitti. Şahruh’un durumu toparladığı 1413 başlarında Özbekler yine ayaklandılar. Harezm’de tam hâkimiyet sağlasalardı belki Maveraünnehir’e inecek, bununla da yetinmeyerek bütün Türkistan’ı bile ele geçirecek ve Altınordu-Kıpçak asıllı olan bu unsur Özbekler devrini başlatacaktı. Görülüyor ki esâsında etnolojik olarak hiçbir anlamı bulunmadığı gibi, bir Maveraünnehir kavramı dahi olmayan, dolayısıyla Kıpçak menşeli bir deyim olan Özbeklik de işte böyle ortaya çıkmış olacaktı. Harezm Türkmenliği Türklüğün medresesi ve İran Türkmenliği’nin ata ocağı idi. Özbekler, Merkezî Türkistan’da dahi Türkmenler gibi Timur’un kozmopolit imparatorluk kültürü olan Tacikliğe tepkiliydiler. Şahruh,Harezm meselesini Emir Timur’ın en iyi komutanlarından Şah Melik ile çözdü.Onun emrinde büyük bir ordu ile arkadan Şahruh ve ordu içinde Uluğ Beğ’in filleri ile Nisan ayında başlayan Harezm seferi Ekim ayına varmadan Özbekler’in susturulması ile sonuçlandı ve ordular Herat’a döndü. Zâten bu olaydan kısa bir zaman sonra Şah Melik Harezm Valiliğine tayin edilmiş,1426’da ölümünden sonra da bu göreve oğlu getirilmiş 1147böylece eskiden beri önemli bir huzursuzluk kaynağı hal yoluna konmuştur. Şah Melik Uluğ Beğ’den farklı olarak Şahruh’un görev talep ettiği bütün seferlerde bihakkın yer alarak Timurlu târihinde çok iyi bir isim olmuştur. Şahruh Harezm’e giderken Nişabur’a geldiği zaman kardeşi Ömer Şeyh’in oğlu Mirza İskender’i bilgilendirerek baharda (1414) Kara Yusuf üzerine yürüyeceğine dâir haber göndermiş ve Rey’de kendisine katılmasını istemiştir. 1148Mirza İskender amcasının tâlimatına uyacağına, onun geleceği yollarda topladığı emirler vâsıtası ile muhalefet etmiş bunun üzerine Şahruh Tebriz’e yürüyeceğine İsfahan’ı elinde tutan İskender’in üzerine yürümüş, yapılan görüşme ve anlaşma çabaları sonuç 1147 Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.76. 1148 İ. Aka, Timur ve Devleti, s.57. 382

vermeyince kalenin kuşatması da uzadıkça uzamış ve neticede buradan kaçan İskender yakalanarak huzura getirilmiş, hâkim olduğu bölge Rüstem’e verilmiş, Rüstem de kardeşinin gözlerine mil çektirerek cezâsını kesmiştir. Çok merhametli bir kişiliğe sahip olan Şahruh kesinlikle İskender’in eziyet görmesine taraftar olmamış, fakat İskender mil çekilmiş gözü ile kurulu düzene karşı gelmiş bir âşiret tarafından yakalanıp Rüstem’e teslim edilince onun tarafından öldürülmüştür. Irak-ı Acem ve İran’ın Fars bölgesinde köşeye sıkışıp kalan Timurlular Şahruh’un gayreti ve Ömer Şeyh’in çocuklarının sahneden çekilmesinden sonra kısmen sakinleşmiştir.1149 Harezm’de Özbeklerin susturulması seferine sadece filleri ile katılan Uluğ Beğ bundan sonra Maveraünnehir’de başkaldırılara doğrudan cevap vermeye başlamıştır. Fergana Hâkimi Ömer Şeyh’in oğullarından Mirza Emirek Ahmed Andican’da isyan bayrağını çekmiştir. Bunun üzerine Uluğ Beğ büyük bir ordu ile Ahsikend (Hokand) üzerinden Andican’a geçmiş ve orada devlet otoritesi tesis edilmiştir.1150 Uluğ Beğ’in Fergana Seferi’ni, İran’da bir sürü gaile çıkaran Ömer Şeyh’in diğer kardeşleriyle uğraşan baba Şahruh’un tâlimatıyla mı yaptığı husûsunda kesin bilgi bulunmamakla birlikte seferden sonra babasını ziyaret için Herat’a gelmesi böyle bir bilgiyi doğrulamaktadır.1151 Şahruh bu seferde yine Ömer Şeyh’in oğlu Mirza Baykara ile uğraşırken Uluğ Beğ’in önünden kaçarak Moğollara sığınan Emirek Ahmed’e affedildiğine dâir haber göndermiş, o da bu emre uyarak Herat’a gelmiş, fakat Mekke’ye sürgüne gitmiş ve bir daha da buradan dönmeyerek, Hafız-ı Ebru’ya göre, büyük ihtimalle bu Mirza da orada ölmüştür.1152 Fergana Seferi sanki Uluğ Beğ’e yeni bir şahsiyet kazandırmıştı. Hele olaydan sonra babası tarafından tekdir yerine ihtimalen takdir görmesi, Şahruh’un diğer oğlu Baysungur ile 1149 1150 1151 1152

İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.101. Hasan-ı Rumlu, s.105. Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.77; İ. Aka, Timur ve Develeti, s.57. Barthold, Uluğ Beğ, s.78. 383

beraber aynı kare içinde görünmeleri,1153 Uluğ Beğ için büyük bir mânevî hamle olmuştur. Bundan sonra Şah Melik’in de Harezm valiliğine tâyini sebebiyle Uluğ Beğ’i ordusunun başında görebiliyoruz. Aynı yıl sonunda Harezm’i yeniden istilâya kalkan Özbekler üzerine yürüdüğünü görebiliyoruz. Uluğ Beğ’in âdetâ şahlanışı üzerine Özbekler dağılmıştır. Uluğ Beğ, Altınordu’daki taht mücadelelerinde tıpkı dedesi Timur’un Toktamış’a yardım etmesi gibi o da Urus Han’ın torunu Mirza Burak’a1154 destek vermiş ve hanlığı elde etmesine sebep olmuştu. Bu sebeple artık Harezm’de bir Özbek meselesinin çıkmamasından emin olunmuştu. Artık kendisine Türkistan Hükümdarı denilmesi gereken Uluğ Beğ batıyı bir nebze emniyete aldıktan sonra gözünü doğuya, Moğollara çevirmişti. Baştan beri Timur ve evlâtlarına şiddetle karşı çıkan Moğollar da tıpkı Özbekler gibi Timurluların baş ağrısı idi. Bu sebeple Emir Timur’un ölümü ile yapılamayan Moğolistan-Çin Seferi onları âdetâ çılgına çevirmişti. Uluğ Beğ, Kaşgar merkezli Doğu Türkistan o zaman kendi toprakları olduğu için, Moğolların hareketleri hakkında buranın valisi Sıddık tarafından sağlam bilgiler alıyordu. İşte bu tarafa bir hareket için Uluğ Beğ 1417-18 kışını bir ucu Taşkent’te olan Çırçık Irmağı’nın Hocend kıyısında geçirmiş bu sırada Özbek Cengizlileriden1155 esir alınan büyükçe bir grubu serbest bırakmıştı. Uluğ Beğ’in Moğollarla ilişkileri ve birkaç defa onlar üzerine gitmesi dolayısıyla az çok vaziyet idâre edilmiş oluyordu. Bu arada Moğol hanının ölmesi ve yeni hanın gönderdiği elçi marifetiyle birlik ve iyi dileklerini1156 bildirmesi durumu biraz daha rahatlatıyordu. Harezm Özbekleri için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Şahruh babasının ölümü üzerinden geçen on beş yılın sonunda suların durulduğunu ancak 1420’lerde görebildi. Batı 1153 1154 1155 1156

A.g.e., s.77. A.g.e., s.79. A.g.e, s.79. Barthold, Uluğ Beğ ve Zamanı, s.80. 384

İran ve ötesi tamamen elden çıkmış, devlet Doğu İran, Horasan, Maveraünnehir, Harezm ve Doğu Türkistan’dan çekilmişti. Şimdi kesin olan birşey vardı ki, o da hanedanın bütün mensuplarına kendini kabul ettirmişti.1157 Şahruh’un projesi, kaybedilen İran topraklarını yeniden kazanmaktı. Bunun için çok geç kalınmıştı ama ne de olsa huyları çok benzemese de o bir Timuroğlu idi. İran’daki Timurlu topraklarının Türkmenler tarafından çok sıkı bir şekilde zaptedildiğini biliyoruz. Kara Yusuf her ne kadar zaman zaman Çağatay topraklarında gözünün olmadığını söylüyorsa da Doğu İran eyâletlerine saldırmaktan da geri kalmıyordu. Timurluların özellikle Kara Yusuf ile hiçbir şekilde iyi münâsebetleri olduğu söylenemez. Bu konuda Akkoyunlu Hükümdarı Karayülük Osman, Timur zamanından beri biraz eenek davranmış, Kara Yusuf’un da adı geçecek şekilde Şahruh ile elçi teatisine dâir bilgilerimiz vardır; fakat sonuçlarına dâir hiçbir bilgimiz yoktur.1158 Timurlu tarihçilerden Hafız-ı Ebru, zamanın başbuğlarından hiç birinin Kara Yusuf’un askeri kadar mükemmel olmadığını kaydetmektedir.1159 Şahruh on beş yıldan beri dejenere olan kırık dökük bir ordu ile nasıl Türkmenlerle savaşacaktı? Üstelik Timurlu ordusu Türkmenlerle savaşmak istemiyordu. Şahruh koca ülkeden toplanmış 200.000 gibi dev bir ordu ile gelecekti ama Türkmenler de artık eskisi gibi değildi. Esâsında Şahruh’un babası gibi çok ilerilerde gözü olmadığı bir gerçektir. Amaç, Azerbaycan, Irak-ı Arab ve Irak-ı Acem’i Türkmenlerin elinden almaktı. Fakat huzursuzluk kaynağı son zamanlarda Sultaniye ve Kazvin gibi Irak-ı Acem şehirlerinin Kara Yusuf tarafından ele geçirilmesiydi. Şahruh’un Tebriz’e gönderdiği Sadık adlı elçi ile bu konuyu barış yolu ile hâlletme şeklindeki teklifi Kara Yusuf tarafından şiddetle reddedilmiştir.1160 Aslında Şahruh’un barış paketi içerisinde Kazvin 1157 1158 1159 1160

İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.115. A.g.e., s.116. F. Sümer, Karakoyunlular, s.90. Ahsenü’t Tevarih, s.122; Karakokoyunlular, s.105. 385

ve Sultaniye’de Çağatay hâkimiyetinin tanınmasına karşılık Azerbaycan ve Irak-ı Arab’da devlet seviyesinde Karakoyunlu hâkimiyetini tesis etmek bulunuyordu. Yani Çağataylar Bağdat ve Azerbaycan’dan dolayısıyla ötesi olan Anadolu ve Suriye’den tamamen çekilmiş oluyorlardı. O zamanın siyasî şartları içerisinde Timurluların Kara Yusuf’un bir imparatorluğu andıran topraklı varlığının tanınması çok önemliydi. Ama Timur’un karşısında bile dik duran Kara Yusuf için böyle bir teklife kabul cevabı verilmesi mümkün değildi. Onun yerinde Timur da olsaydı belki biraz düşünür fakat sonunda Kara Yusuf gibi reddederdi. Öte yandan Kara Yusuf’un oğlu İskender’in de özellikle Acem Irak’ı için çok istekli ve ısrarlı olduğunu bilmekteyiz.1161 Başka çâre kalmamıştı; ikisi de birer Türk hanedanı olan Türkmenlerle Timuriler, yanlarında bulunan çoğunluğu Türk menşeli insanlardan meydana gelen iki ordu çarpışacaktı. Şahruh geniş imparatorluğun her yanından asker istemiş ve yukarıda zikredildiği miktarda bir orduyu toplamayı başararak 25 Ağustos 1420 günü Herat’dan ayrılmıştı. Çağdaş tarihçi Hasan-ı Rumlu1162 Moğolistan’dan Deşt-i Kıpçak’a Türkistan’ın uzak yerlerinden Hindistan’a kadar asker toplandı ve padişah evinde en az 30.000 silah bulunduğunu ifâde etmektedir. Şehzâde Uluğ Beğ ve Afganistan Hükümdarı Mirza Suyurgatmış’ın bir miktar süvâri gönderdikleri merkez ordularına bunların dışında bütün şehzâde ve emirler katılma talimatını almışlardı. Gül-i Bağan’da Timur’un en büyük komutanlarından ve Harezm Valisi Şah Melik burada askerleri ile büyük orduya katıldı. Şah Melik büyük emirlerden Hasan Sufi ile birlikte ordunun öncü kuvvetlerinin başına geçtiler, arkalarından da Şahruh hareket etti. Herat-Rey arasını 60 güne yakın bir zamanda kat eden Şahruh ordusuna yolda Hazere Moğolları, batı hudut komutanı İlyas Hoca ile Fars Valisi İbrahim Mirza, İsfahan Hâkimi Yeğen Rüstem, Yezd Valisi Kınaşirin ve Kirman Valisi Emir Çakmak kuvvetlerinin de katılmasıyla tavacıların 1161 F. Sümer, Karakoyunlular, s.105. 1162 Ahsenü’t-Tevarih, s.123. 386

tespitlerine göre sayının gerçekten 200.000 atlıya ulaştığı bildirilmiştir.1163 Çok dindar bir şahsiyeti olduğunu daha evvel vurguladığımız Şahruh Türklmenlerin üzerine giderken yolu üzerinde bulunan Selçuklular devri büyük velilerinden Şemsüddin Ahmed-i Câm, Şeyh Ebû’l-Harakani, Ebû-Yezd’i Bistami, Şeyh Rüknuddin Alâuddevle-i Simnani gibi tanınmış İslâmî şahsiyetlerin türbelerini hep ibâdet ederek geçmiştir. Ne olursa olsun tıpkı ordusu gibi Şahruh da Türkmenlerden korkuyordu. Yapılan araştırmalarda Çağatay ordusunun mâneviyâtının son derece zayıf olduğu bilhassa vurgulanmakta, devâsâ ordunun bir tarafta Timur’un cihanı titreden asker ve komutanlarına karşılık diğer tarafta toplama ve aileden torunların oluşturduğu zayıf birlikler olduğu belirtilmektedir.1164 Türkmen ordusunun mâneviyâtının yüksek olmasına karşılık Kara Yusuf’un çocukları ile arasının iyi olmadığı, Güneydoğu Anadolu’da İsfahan babasının emrini dinlemeyerek orduya katılmadığı, Bağdat’taki Şah Mehmed’in: “Babamda akıl kalmamış” dediği fakat her şeye rağmen Yusufoğlu Cihanşah’ın Çağatay hududunu dirâyatle tuttuğu, Timurlu Ordusu Komutanı Şahmelik’in Kara Yusuf’a bir asker olarak “Topraklarının tanınmasına râzı olması için” ısrar ettiği zamanın tarihçilerinin beyanındandır.1165 Yine bir asker cevabı olarak Kara Yusuf’un, hapsettiği Şahmelik elçisine cevabı da pek entresandır ki, 1071’de Malazgirt’te Sultan Alparslan’ı hatırlatmaktadır: “Ben bu ülkeyi hiç abartısız miğferi delen kılıçla aldım. Benden de kılıçla alınabilir; kolay alınır diyene şaşarım. Bir kimsenin tehdidinden korkacak ve kuru gürültüye pabuç bırakacak çocuk değilim; ne filozof sözüyle korkutulacak her şeyden habersiz bir deli, ne de savaşta ayağım taşa çarpacak diye korkan bir tabansızım. Niye bir kimsenin arkasından gideyim? Çünkü ben padişahım. Ben aslanım, arkadan gidecek köpek değilim. 1163 Ahsenü’t Tevarih, s.125; Karakoyunlular, s.106. 1164 F. Sümer, Karakoyunlular, s.107. 1165 Hasan-ı Rumlu, s.126. 387

Bu heves uğruna kellem dahi gitse, bu sözü söylemekten nefesimi kesmem.”1166 İşte böyle bir ortamda Şahruh 12.000 defa Fetih Suresi okumasını tamamlandığı gün Emir Yusuf Hoca komutasında 10.000 kişilik bir kuvveti Kazvin üzerine sevk etti. Çağatay ordusunu karşılayan Karakoyunlu Valisi Kör Haydaroğlu Kâsım Bey mukavemet edemeyeceğini anlayınca Sultaniye’de bulunan Karayusufoğlu Cihan Şah’ın siperlerine çekilmiştir. Sultaniye Valisi olan Cihanşah şehri ve kaleyi iyice tahkim etmişti. Şahruh Kazvin’in kolay düşmesiyle biraz korkuyu yenmesi gerekirken ordu Sultaniye’ye doğru ilerlerken kendisinin de çok kaygılı olduğu ifâde edilmektedir.1167 İşte tam bu zamanda kader Şahruh’un elinden tutmuş ve Cihanşah Tebriz’den gelen bir haberciden babası Karayusuf’un öldüğü haberini almıştır. Olay Akhoca mevkiinde bulunan Şahruh’a da kendi ulakları vasıtasıyla bildirilmişti. Bu durumda Türkmen birlikleri başlarında Cihanşah olmak üzere yığdıkları zahire vs. gibi taşınır kıymetleri de yanlarına alarak Sultaniye’yi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Aynı gün Sultaniye Kadısı Seyyid Abdullah’ın Şahruh huzuruna gelerek Yusuf’un ölümünü doğrulamış ve vefatın 10 gün önce, 13 Kasım 1420 günü gerçekleştiğini bildirmiş, tabiî olarak haber Çağatay ordusunu büyük ölçüde rahatlatmıştır. 1168Kara Yusuf’un öldüğü gün, henüz olaydan haberi olmayan ve Rey’de ibadet eden Şahruh’un birden bire: “Türkmen Kara Yusuf Öldü” diye bağırdığını Hasan-ı Rumlu, tarihinde kaydetmektedir. Türk Moğolları karşısında Harezm’de Kanglı Celâleddin Harezmşah ve Emir Timur karşısında Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da Kara Yusuf sadece yaşadığı devrin değil belki umum Türk tarihinin destan kahramanı Kürşad’ın ta kendisidir. Eğer Kara Yusuf Şahruh’un teklifini kabul etseydi, belki sadece batı Türklüğü olan Anadolu-Azerbaycan-Irak-ı Arab ve Suriye’de durumun 1166 Ahsenü’t-Tevarih, s.127. 1167 F. Sümer, Karakoyunlular, s.108. 1168 İ. Aka, Şahruh ve Zamanı, s.119. 388

çok değişik olabilir ve hatta Timurluların geleceği de, tecelli ettiği şekilde olmayabilirdi. Kara Yusuf ender bir kahraman olması dolayısıyla tabiî olarak düşmanları da çoktu. Kendi ırkından pusuda bekleyen Akkoyunlu Karayülük Osman bunların en başında geleniydi. Sırf Yusuf’a biat etmemek için Timur’un hâkimiyetini tanımıştı. Şimdi Yusuf ölünce nasıl onun mülkünü sahiplenmeye çalıştığını Akkoyunlu tarihçisi Ebû-Bekr-i Tihranî eserinde çok güzel anlatmaktadır. İleride hanedanından Safevîleri doğuracak olan Karayülük, Karakoyunluların yerine oturmasaydı belki İsmail de olmayacak Doğu Anadulu’dan Horasan’a kadar dev bir mezhep değil soy imparatorluğu kurulmuş, yanıbaşında hemhudut bir Türkistan İmparatorluğu da yaşamış olacaktı. Yani mezhep telâkkileri Türk coğrafyasını tam orta yerinden bölmüş olmayacak; İran ve Anadolu’daki devlet tecrübesinden gerek Türkistan (Batı ve Doğu) gerekse Hindistan nasipsiz kalmayacaktı. Tabiî bütün bu faraziyeler bir kahramanın kafasına girmeyecek kadar büyüktür. Ama Kara Yusuf mutlak büyük düşünen bir adamdı ve Şahruh’u yenmeden, emin olarak ilerideki düşünceleri öyle gündelik hayâller değildi. Çünkü Timur tarihçisi Hafız-ı Ebru’ya göre o zamana kadar uygulanmamış bir tarzda Tebriz halkından çok miktarda piyade asker celbi, akılları durduracak dereceye kadar çıkmış olmalı ki F. Sümer de Yusuf’un yaya askeri Osmanlı’nın azapları gibi kullanmayı düşündüğünün muhtemel olduğunu fakat yine de bu büyük işe ne için giriştiğinin tespit edilemediğini yazmaktadır.1169Ayrıca Kara Yusuf o güne kadar mâlik olduğu bütün hazinelerini bir kuruş kalmayıncaya kadar askerine dağıtmıştır. İşte bu hareketlerinden Yusuf’un çok büyük şeyler düşündüğünü, Timurlu yazarların dediği gibi bir maceraperest olmadığını anlayabiliriz. Artık Şahruh’un önü açıktı. Kendi hanedanından engel olan çıkmadıktan sonra Türkmenlerden yana kafası rahattı. Çünkü Kara Yusuf artık yoktu, Karyülük Osman da babası Timur’ın 1169 F. Sümer, Karakoyunlular, s.109. 389

en iyi adamlarındandı. Şahruh tahmin edildiği gibi bir engelle karşılaşmadan Azerbaycan’a girdi ve kışı geçirmek üzere Karabağ’a yerleşirken ordu da aynı bölgede konakladı. Burada bir kış çeşitli kavim, kabile ve devletlerden gelen elçiler ile görüşmeler yapıldı. Kışın çıkmasına yakın âdet olduğu üzere hareketlenme başladı. Zâten her tarafta isyânlar da birbirini tâkip ediyordu. Anlaşılan o ki Türkmenler kesinlikle hâkimiyeti paylaşmak istemiyorlardı. Şahruh 5 Nisan 1420 günü ordusuna Tebriz istikametine yürüyüş emrini verdi. Kara Yusuf’un oğulları yer yer direniyorlardı. Çağatay Ordusu Komutanı Şah Melik 20.000 süvâri ile Nahcivan’a girdi. Geriden takip eden Şahruh 17 Mayıs 1420’de Bayezid’e vardı. Burada Karayülük Osman’ın Kara Yusuf’un oğulları ile şiddetli bir muharebeye tutuşup fenâ hâlde yenildiği haberleri bir ânda mânevîyatın bozulmasına sebep oldu.1170 Çağatay ordusu Ahlat ve Adilcevaz’a yaklaştığı zaman burada Şahruh’un huzuruna kabul edilen Karayülük Osman: “Türkmenler ile Kara Yusuf’un etbaının, tamamen yok edilmediği takdirde ülkenin düzene girmeyeceği ahalinin durumunun düzelmiyeceğini”1171 söyleyerek onu tahrik etmesi sebebiyle buradaki Türkmenlere çok sıkıntı edilmiştir. Nihayet yer yer başsız olan Türkmenlerle Çağatay ordusu arasında bugünkü Eleşkirt mıntıkasında â’la bir meydan savaşı başlamıştır. Şahruh’un sol kolu Türkmenler tarafından bozguna uğratılmışsa da ilerleyen saatlerde durum düzeltilmiştir.1172 Bu savaşta Çağatay ordusu âdetâ sallanmış, Kara Yusuf’un oğulları İskender ve İsfend çok iyi bir direniş göstermişlerdir. Ancak Çağatay ordusu ile baş edilememiş geri çekilmişlerdir. Şahruh burada Türkmen esirlerine kötü muameleyi durdurmuş ve bir kısım tutsakları da affetmiştir.1173 Esâsında Şahruh’ın her şeye rağmen bölgeyi Karakoyunlu beğlerine teslim etme gibi bir niyetinden bahsedilmekte ise de, Azerbaycan’dan Herat’a dönerken 1170 1171 1172 1173

Hasan-ı Rumlu, s.137. İ. Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.123. F. Sümer, Karakoyunlular, s.122. İ.Aka,Timur ve Devleti ,s.63. 390

ülkenin Karayülük Osman’ın büyük oğlu Ali’ye bırakıldığı1174 şeklindeki Ebû-Bekr-i Tıhranî ve Hasan-ı Rumlu görüşlerine F. Sümer itibar etmemektedir.1175 Dolayısıyla Şahruh’ın Doğu Anadolu’ya kadar gelip Azerbaycan’ı yola getirme düşüncesi de sonuçsuz kalmış ve 1421 yazı sonunda bölgeyi terk ederek Horasan’a dönmüştür. Fakat Azerbaycan’da sular durulmayacaktı. Çünkü artık bu ülkeler Timurlu olmaktan çıkmış durumdaydı. İleriki yıllarda Şahruh’un bu tarafa iki seferi daha olacak, durumu değiştirmeyecekti. Ağırlıklı olarak Kara Yusuf’un çocukları, daha sonra da Karayülük’ün oğulları Türkmenlerin önderliğini kucakladılar. Şahruh’un İran’a gelmesinin esâsında pratikte hiçbir faydası yoktu. Zâten Kara Yusuf ölmemiş olup da savaşmış olsalardı Timurluların yenilmesi kaçınılmazdı. Bereket Azrail Şahruh’un imdadına yetişmiş Yusuf ölünce Türkmenler başsız kalarak toplu bir direniş gösterememişler, fakat ülkeyi yine de Şahruh’a teslim etmemişlerdir. Dolayısıyla bu dünya adamı olmayan Şahruh’un tâkip ettiği siyaset idârede maslahattan öteye gitmiyordu. Babası zamanındaki dinamik idâre çok gerilerde kalmıştı. Türkistan ve Uluğ Beğ için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Semerkant dışına seyrek çıkan ve çok uzaklaşmadan hemen geri dönen Uluğ Beğ’in idâresi de babasına benzer özellikler taşıyordu. Şahruh 10 Nisan 1429 günü 100.000 kişilik bir süvari ordusu ile yeniden Azerbaycan üzerine yürüdü. Önceki seferde olduğu gibi yine evliyâların türbelerini ziyaret ederek yol alan Şahruh Sultaniye’yi kolayca geri aldı, lâkin Tebriz önünde durdu. Türkmen İskender, Selmas Ovası’ında bütün hazırlıklarını tamamlamıış, bir tarafını dağ bir tarafını da Çay’a dayayarak çembere alınma ihtimalini ortadan kaldırmış olarak, bir kısmı piyade olmak üzere 50.000 kişilik bir ordu ile çoktan Çağatay ordusunu bekliyordu.1176 Bu savaşta sol kuvvetlere komuta eden Cihanşah 1174 Mirza Şahruh, s.125. 1175 Karakoyunlular, s.124. 1176 Ahsenü’t-Tevarih, s.197; F.Sümer, Karakoyunlular, s.128. 391

ve en küçük kardeş Ebû Said de İskender ile beraber bulunurken, hayatta olan diğer iki kardeş Şah Mehmed ve İspend ağabeylerinin yanında yer almamışlardır. Şahruh’un ise şehzâde İbrahim, Mirza Baysungur ve Mirza Muhammed yanında ve orduya komuta ediyorlardı. Hesaplaşma 17 Eylül 1429 günü başladı. Sağ kolda bulunan Mirza İbrahim Türkmen Cihanşah’a saldırdı ver aralarında şiddetli bir muharebe oldu. Timurlu kaynaklardan Abdürrezak-ı Semerkantî’ye göre, Türkmenlerin sol cenahında bulunan İskender’in üzerine gitmeye hiçbir komutan cesâret edemiyordu.1177 İki gün kıyasıya muharebe Türkmenlerin üstünlüğü ile devam etti. Şahruh durumun vehametini sezince bütün ihtiyatlarını muharebeye sürdü. İşte böyle bir sayı ve güç üstünlüğü karşısında Türkmen ordusu yenildi. İskender her şeye rağmen kendilerini takip eden Çağatay ordusunu babasının mezarının bulunduğu Erçiş’e sokmadı. Direniş karşısında eriyeceğini düşünen Timurlular daha fazla takip etmeyerek geri döndüler. Şahruh bu sefer sonunda da Kara Yusuf’un çocukları ile baş edemeyeceğini anlamış olarak Azerbaycan’ı kendisine karşı savaşan en küçük Karayusufoğlu Ebû Said’e bırakmıştır. Şahruh babasından kalan alışkanlıkla 1430 kışını Karabağ’da geçirmiş ve bahar gelmeden Herat’a kavuşmuştu. Şahruh Azerbaycan dönüşünde İran’daki hareketlerden etkilenen Harezm Türkmenleri ile de uğraşmak zorunda kalmıştı. Şimdi Türkisten Tacikliğine karşı Harezm Türkmenliği ve Özbekler de ayaktaydı. İran Türkmenliği ise dâima ayaktaydı. 1431’de Azerbaycan’dan yine kötü haberler gelmiştir. Çağatay ordusunun burayı terkinden sonra Karayusufoğlu İskender, Şahruh’un Azerbaycan’ı emanet ettiği kardeşi Ebû Said’i öldürmüş ve ülkeye yeniden hâkim olmuştu. 1433’de de Bağdat’ta bulunan Şah Mehmed, Baba Hacı adlı birisi tarafından öldürülmüş, böylece Karakoyunlu kardeşler arasındaki anlaşmazlıklar da su yüzüne çıkmıştır. Öte yandan Şahruh ile İskender arasındaki 1177 F. Sümer, Karakoyunlular, s.129. 392

meselenin kökleri tabiî ki babalarına dayanıyordu. Kara Yusuf’un çocukları içinde cesarette onun izinde olan tek adam yine de İskender’di. Azerbaycan’a yeniden hâkim olan İskender, Timurluların Türkmenlere karşı eskiden beri en yakınları olan Şirvanşahlara da çok zarar vermişti. Zaten Akkoyunlular ile durumu söylemeye bile gerek yoktur. İşte gerek Şirvanşah gerekse Akkoyunlular Şahruh nezdinde şikayetçi olmuşlardı. İşter bütün bu sebepler dolayısıyla yine hiçbir fayda sağlamayan1178 ve Türkistan’da bile durumun kötüleşmesine sebep olan Şahruh’un üçüncü Türkmen seferi başladı. Çağatay ümerasının istemediği Şahruh’un yeni İran Seferi 1434 Kasım ayında ordunun Herat’tan yola çıkması ile başlamıştır. Bu seferde her hâlde Şahruh Şubat ayında vardıkları Rey’den Tebriz’e kadar gitmiş ve fiilen savaşa katılmamıştır. Burada İskender’e kırgın olan Karakoyunlu beğleri ile Karayusufoğlu Cihanşah da Şahruh’u ziyaret etmişlerdir. Şahruh Karakoyunluları Cihanşah, Şirvanşahlı Halilullah’ı da Mirza Cuki emirine vererek İskender’in üzerine göndermiştir. Karakoyunlu İskender’in bu kadar kalabalık ve ittifak güçleri ile baş etmesi tabiî ki mümkün değildi. Bu sebeple tabiî ata yurdu olan Alıncak Kalesi’ne, orada da tutunamayınca Anadolu içlerine doğru kaçmıştır. Bu yıl itibari ile yani 1435’de belki de son defa olmak üzere Timurlular Azerbaycan’da hâkimiyet sağlamıştır. Bu sefer Cuki aldığı talimat gereğince İskender’ı takip etmiş ve çok sıkışan Karakoyunlu güçleri Akkoyunlu Karayülük Osman’dan yardım ile geçiş istemişler, ancak bu istek kabul edilmeyince iki Türkmen gücü birbirinin üzerine saldırmıştır. Erzurum civarında meydana gelen vuruşmada İskender karşısında dayanamayan Akkoyunlular yenilmiş, yılların Timur dostu Karayülük Osman öldürülmüş, cesedi de oğlu Şeyh Hasan’a teslim edilmiştir.1179 Şahruh bu sefer Azerbaycan’ı Karayusufoğlu Cihanşah’a 1178 İ. Aka, Timur ve Devleti, s. 72. 1179 Hasan-ı Rumlu, s. 225; İ. Aka, Timur ve Devleti, s.72. 393

emanet ederek Harezm’de artan Türkmen-Özbek hâdiseleri üzerine 1436 yılı Ekim ayında Herat’a dönmüştür. Türkmen İskender babası kadar cesur birisi olmasına rağmen, onun kadar ahlâken düzgün olmadığını ve bu sebeple Şahruh’un hâkimi Cihanşah ile Tebriz civarında bir çarpışma arefesinde kendi emirleri tarafından 1438 yılı içinde öldürüldüğünü biliyoruz.1180 Dolayısıyla bundan sonra artık Azerbaycan’da Timurlular için büyük tehlike kalmamış oluyordu. Bu arada Mirza Cuki’nin de ölmesi ile Şahruh’un Uluğ Beğ’den başka oğlu kalmamış, kendisinin de müptelâ olduğu hastalığı bir hayli ilerlemiş, 12 Mart 1447 günü ölmüştür. Şahruh’un ölümü ile İran’da Timuroğulları devri de kapanmıştır.,

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Her şeye rağmen Timur Hanedanı’nın tartışmasız Barlas kabilesinden olduğu1181 ve bu kabilenin Moğolistan kavimleri arasında yer aldığı, gerek Cengiz ve gerekse oğlu Çağatay zamanında çok tanınmadığı, hele hele soyun Borcigin ile Cengiz Han’a bağlandığı husûsu tam doğrulanamadığı için efsâne havasındadır. Aşağı yukarı bütün hanedanların varoluşları ile ilgili benzer hikâyeler anlatılmaktadır. Öte yandan Gizli Tarih’de kavim adı olarak Barlas zikrediliyorsa da önemsenen bir kavim olmadığı da gerçektir. Moğol, Tatar, Merkit, Kerayit, Nayman, Karakitay, Uygur, Cengiz ulusunın ağırlıklı kavimleridir. Esâsen bunlar arasında Türk ve Moğol’u ayırt etmek mümkün olmadığı gibi bütün unsurlar aynı sosyal ve kültürel özellikte olduğundan bunlara Moğol veya Tatar genel bir isim olarak verilmiştir. Sanıyorum Moğol deyimi de Türkçe menşelidir. Şunu ifâde etmek istiyoruz ki, Barlas kabilesi Moğol veya Tatar oluşumunda 1180 Hasan-ı Rumlu, s. 227. 1181 Alan, s.26; İbni Arabşah, Acaibu’l Makdûr, Selenge, İstanbul, 2012, s.36-37. 394

ağırlıklı bir kavim değildir. Nasıl Moğol adı Cengiz Han ile öne çıkmışa, Barlas da Timur ile tanınmıştır. Bunun başka örnekleri de vardır. Meselâ Hıyve’de Kongratlar, Buhara’da Mangıtlar hanedan olmaları dolayısıyla bir kabile olarak tanınmışlıklarını günümüze kadar sürdürdürmüşlerdir. Eğer Hıyve Hanlığı ve Buhara Emirliği olmasaydı bu kabile adları silinip gidecekti. Bu hususu Timur düşmanı İbn Arabşah da doğrulamaktadır.1182 Yine Arabşah’a göre bir Türk kabilesi olan Barlas, Timur tarafından Moğolluğa çevrilmiş ve asâlet unvanı olarak kullanılmıştır.1183 Barlaslar Türk kabilesi olmasaydı en büyük düşman Arabşah belki bunu açıklamaktan gurur duyardı. Yanlız Timur kaynakları istediği kadar asâlet yaratmaya çalışsın Timur’un bir hanedana dayanmadığı gerçeğini1184 değiştirmek mümkün değildir. Timur da çocukluğundan itibaren kendini cihangir olmaya hazırlamıştır. Çocukluğunda yalnız askercilik oyunu oynadığı, arkadaşlarını kendi emrinde kişiler olarak gördüğü, kafasında onları bir hükümdarın tebaası gibi canlandırdığı, becerikli olanları taltif ettiği gibi husûslar çocukluğu ile ilgili bize intikal eden yegâne bilgilerdir.1185 Çünkü 1360 yılı, yani onun yirmi dört yaşına kadar hayatı ile ilgili fazla bilgilere sahip olunmadığı bir gerçek olarak karşımızda duruyorken1186 çocukluğu ile ilgili birçok benzer hikâyeler anlatılmaktadır. Meselâ, anası Tekina Begüm’ün Timur’u doğurmadan evvel bir rüyâ gördüğü ve doğacak oğlan çocuğunun dünyaya hâkim olacak bir devlet kuracağının müjdelendiği1187 belirtilmektedir. Cengiz gibi Timur’un da bir eli kapalı ve kanla dolu olarak dünyaya geldiği1188 eski kaynaklarda yer almaktadır. Timur küçüklüğünde arkadaşlarını toplayarak: “Benim dedem gaipten haber verir. Birgün dedi 1182 1183 1184 1185 1186 1187 1188

Alan, s.25. Arabşah, s.36. Alan, s.27. Mustafa Rahmi, s.6-7. Barthold, Uluğ Beğ, s.18. Ü. Bulduk, s.485. Mustafa Rahmi, s.6. 395

ki: “Benim neslimden gelecek biri cihangir olacak.” İşte o benim. Bana sâdık kalacağınıza yemin edin”1189 demiş ve onlara yemin ettirmiştir. Şahsen Timur Türk olarak yaratıldığının farkında olmalıdır. Manole Neagoe: “Timur tarihçileri, bununla Cengiz arasında kan münasebeti (soydaşlık) olduğunu ispata çalıştılar. Gerçek olan şudur ki Timur’un şeceresi ne kadar dâhiyane şekilde Cengiz’e bağlanmak istenirse istensin Barlas kabilesi Türk soyundan idi. Bu itibarla Timur’un kendisinin de Moğol olmak hoşuna gitmekle beraber Moğol değil Türk’tür”1190 görüşündedir. Timur’un çocukluk ve gençlik yılları Türkistan’ın tam bir idâresizlik ve anarşi içinde olduğu husûsu hemen hemen bu dönemi inceleyenlerin özellikle dikkatini çekmiştir. Esâsen gerek Cengiz Han ve gerekse oğullarının Maveraünnehir’de esâslı bir idâre kuramadıkları da bir gerçektir. Uzun süreli olmasa da İran’da İlhanlılar, İdil Ural’da Altınordu tam anlamıyla Türkleşip Müslümanlaştıktan sonra sağlam idâreler hâline gelmişlerse de Türkistan’da İslâmlaşma ve Türkleşme süreci gibi merhale olmamasına rağmen ülke kavgalar ve soygunla yönetilmeye çalışılmıştır. Bu husûsta Doğu Türkistan bile Maveraünnehir’den çok iyi durumdadır. Fakat yine de bu topraklarda muazzam bir Cengiz ağırlığının hâlen sürdüğünü inkâr edemeyiz. Belki bu duygunun izâhı bile güçtür. Türkler için ne ise, Rusların en büyük darbeyi Cengiz’den yedikleri ortada iken onlardaki Moğol muhabbetini anlamak mümkün değildir. İleriki yıllarda tamamen Cengiz usûllerine göre kurdukları Rus devlet yapısının Moğollukla iç içe olduğunu hayretle göroyoruz. İşte bu sebeple, Timur’un hayatı Maveraünnehir’de Moğollarla mücadele ile geçmişken, onun soyunu ve idâresini Cengiz Han’a bağlamak istemesi cidden üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Uzman gözü ile Y. Yücel bu çelişkiyi: “Her hâlde bu, o günün siyasal ve sosyal şartları içinde bölge topluluklarının 1189 M. Rahmi, s.7. 1190 Üç Bozkırlı, s.266. 396

sempatisini kazanmak için ortaya atılmış bir iddia olmalıdır.” 1191 gibi bir anlayışla izâh ettiği gibi başka eserinde de “Mirasçı sıfatıyla”1192 Türkistan’ı onlardan temizlemek için böyle göründüğünü ifâde etmektedir. Gerçekten Timur siyasî bir kişilik olarak ortaya çıkışından itibaren çocukluk hayâlleri de dâhil hiçbir zaman kendisi için “Han, sultan, padişah” gibi unvanları telâffuz etmemiş ve sadece: “Ben Türklerin beyi, Müslümanların emiriyim”1193 demiştir. A. Yalçın’ın, Timur’un İslâmîyeti anladığı kadar Türklüğünü de anlamış olması1194 tespiti cemiyet itibariyle doğru iken siyaseten yanlıştır. Hatta değişik şekillerde birçok yerde rasladığımız: “Biz ki mülk-i Turan, Emir-i Türkistan’ız. Biz ki Türk oğlu Türküz. Biz ki milletlerin en kadîmi ve en ulusu Türkün başbuğuyuz.”1195 Beyânı Timur’a ait olsa da olmasa da ona çok yakıştığını söylemeliyiz. Değişik şekillerini çok değişik kaynaklarda görmemiz mümkün olan mezkûr beyânın kaynakları olduğu ifâde edilen Netayic ülü-Vukuat ve Tacü’t Tevarih’de1196 Timur’un böyle ve buna benzer beyânları yer almamaktadır. Tabiî ki böyle bir tedbir bu beyânın doğru olmayacağını ortaya koymaz. Timur’un çocukluğundan itibaren tıpkı İslâm ve Türklük gibi dünyasını işgal eden üçüncü mefhûm büyük bir Türk vatanı yaratmaktır. Vatanını bir devlet olarak düzenlemek ve dünyayı fethederek onun pervanesi yapmak Timur’un savaş oyunlarının yegâne mevzuu idi. Türk vatanlarının Selçuklu ve Harezemşah hanedanları devrinde (1040-1220) yakaladığı maddî ve mânevî ihtişam, bir rüzgâr gibi gelen Cengiz Han öncülüğündeki Türk Moğolları tarafından, milyonlarca kardeş kanı 1191 1192 1193 1194 1195 1196

Yaşar Yücel, Timur’un Dış Politikasında Türkiye ve Yakın Doğu, s.5. Yaşar Yücel, Orta Doğu-Anadolu Seferleri, s. 9. H. Alan, s.28. Alemdar Yalçın,Benim Devletim, Fetih, İstanbul 1974, s.52. A.g.e.,s.52. M. Nuri Paşa, Netayic-ül Vukuat, N. Çağatay, TTK, Ankara, 1992; Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t Tevarih, İ. Parmaksızoğlu, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974. 397

akıtılarak hercümerç edilmişti. İlgili konularda da ifâde edilmiş olduğu üzere Türk Moğolları rüzgârından en fazla mağdur olan da yine Türkler ve özellikle Türkistan’dı. İdil-Ural, Kırım, hatta Anadolu ve İran derin bir mânâ deryâsı hâline gelip İslâm kaynaklı tasavvuf yeni Türk düşüncesini yaratırken Maveraünnehir’de insanlar birbirini boğazlamıştır. Türk Moğolları devrinde Türkistan hiçbir sahada ilerleme gösteremediği1197 gibi oldukça gerilemiştir. Harezmşahlar devrinde Buhara ve Bağdat’ın mânevî nüfûzunun üzerine çıkacak bir seviyeye gelerek, Harezmşah Muhammed’ın Abbasî halifelelerine karşı Orta Asya’da bir hilâfet merkezi teşkili ile Seyyid Alâ’ül-Mülk Tirmizî’yi halife1198 ilân edecek derecede İslâm’ın bayraklaşmasına karşılık yeni ve köhne dönemde câmiler ahır yapılmıştır. Cengiz Han’ın da birkaç defa ifâde ettiği gibi Türk Moğolları âdetâ Türk vatanları üzerine belâ olarak gönderilmişti. İşte Timur bütün bunların farkında olarak ve vatanını kucaklayarak milletini yeniden şekillendirmek ve düşmanı kovmak için çok genç yaşta meydana inmişti. Türkistan’da idâre diye bir şey kalmamıştı. XIV. asır ikinci yarısında, yani Timur zamanında Harezm ve bugünkü Kazakistan topraklarına tekabül eden Türkistan, Cengizoğullarından Cuci soyundan gelen Altınordu Hanları tarafından idâre ediliyordu. İdâre fenâ değildi. Maveraünnehir yani Orta ve Güney Türkistan ile Doğu Türkistan Cengizoğlu Çağatay soyuna mensup olanlar tarafından yönetiliyordu ki, Türklük galebe çalınca, bunlara tıpkı Cuci ulusu gibi Çağatay ulusu denmeye başladı. Cengiz soyu özentileri tamamen bir kamuflajdır. Timur zamanında Moğollar Türk vatanlarından tamamen kazınmış veya sindirilmiştir. Yakubovskıy: “Timur ordusu ve Toktamış devrindeki Cuci ulusu ordusu ile Cengiz Han devrindeki Moğol ordusu arasında esaslı bir fark yoktur. Timur ordusu, askerî sistem bakımından esâs itibariyle Cengiz Han ordusunun daha mütekâmil bir 1197 Barthold, Uluğ Beğ, s.6. 1198 A.g.e., s.7. 398

şeklinden ibarettir.”1199 diyor. Toktamış ordusunun daha evvel konu edilen Cengiz Han Yasası’na göre tanzim edildiğini yani onlu sisteme göre kurulduğunu, askere ihtiyaç olduğu zaman emrin bu sisteme göre uygulandığını, sefer, disiplin, iâşe gibi husûsların da aynı şekilde yerine getirildiğini biliyoruz. Altınordu devrinde bile ordunun süvâri birliklerinden ibâret karakteri değişmedi. Buna karşılık yine Yakubovskıy’ın tespitlerine göre: “Timur’un ordusu da bir milis kuvveti idi. Ancak, bu ordu, Cengiz Han devrinde olduğu gibi, genel bir mâhiyet taşımazdı. Timur devletinin feodal karakterine uygun olarak, bu milis kuvvetleri geniş göçebe kütlelerini kucaklamakla beraber yerleşik halkın sayısı kesin olarak tespit edilirdi. Bunların sayısı yukarıdan gelen açık emre ve yerli şartlara istinâden, her defa yerli hükümdarlar tarafından tayin edilirdi. Timur’un milis kuvvetleri ile Cengiz Han ordusu arasındaki belli başlı farklardan biri de, Timur ordusunda süvâri birliklerinin yanında piyâde kuvvetlerinin büyük rol oynamasıdır. Timur’un, düşmanlarıyla yaptığı bütün büyük muharebelerin tasvirinden anlaşılan bu cihet Timur devletinin feodal karakterine tamamıyla uygundur. Piyâde askerler genel olarak köylüler ve esnaf arasından alınırdı. Bu sonuncular yalnız koç başı ve sair kuşatma makinelerini ve muhtelif savunma silâhlarını kullanmak için askere alınırlardı. Milis olarak toplanan Timur askerlerinin bazen beş ve hatta on yıldan uzun süre ile seferde kalmalarını da Timur ordusunun açık bir özelliği olarak kabul etmek gerekir. Timur, milis prensibine dokunmamakla beraber, askerî teşkilâtını dâima geliştirmiştir.”1200 Timur’un ordu üzerinde daha titiz olduğu biliniyor. Yukarıdaki açıklamaları “Tüzükat”a göre biraz daha açmak mümkünse de tekrar olmaması için şimdilik bu kadar bilgi ile yetinelim. Yalnız şunun altını çizerek kabul etmemiz gereklidir ki Türkistan ordusı Kıpçak ordusundan katbekat modern ve vurucu 1199 Altınordu ve Çöküşü, s. 232-33 1200 Ag.e., s.234-235. 399

gücü daha yüksek, komutası daha mükemmel, disiplinli ve güçlü olduğu belirtiliyor. Diğer yandan derinliğine araştırma yapan yeni kaynaklar Çağatay ordusunun ateşli silâhlara da sahip olduğunu yazıyor. Gerçi Toktamış’ın Moskova’ya saldırısında iptidâi de olsa ateşli silâh kullanıldığını, 1376’da Rusların Kazan’ı kuşatmasında Tatarların ateşle karşılık verdiğini bilmekteyiz.1201 Timur’un Hindistan ve Şam’da ateşli silâh kullanıldığını doğrulayan kaynaklar yok değildir. Zaten Avrupalılar da 1400’lerden sonra bu işi öğrenmiştir.1202 Timur’ın Toktamış’la hesaplaşmaya giderken kafasındaki meselelere ilgi duymamak mümkün değildir. Elbet onun dünyasında daha sonraki hadiseleri aydınlatacak ruh hâlini bilmemiz gereklidir. Uludağ’da dikilen kitabede, Emir Timur’un kendine “Turan sultanı” adını vermesi ve bunu kitâbeye kazıtması bugün için sâdece bizlerin değil her hâlde en az elli yılı aşkın bir zaman önce, Rus Türkoloğu Yakubovskıy’ın de dikkatini çekmiştir.1203 Gerçekten en azından Emir Timur ile ilgili çalışmalarda bir dizi unvanları içerisinde Sultan-ı Turan nasbının fazla zikredilmemesi bir eksiklik değil midir? Sonra bu Turan deyimini de XIX. asır Pan-Türkizm’i olarak algılamak yanlıştır. Burada Turan tâbiri bir coğrafya deyimi olarak Türklüğü ifâde etmektedir. Bütün bu açıklamalardan sonra Emir Timur’ın idâresinde bulunan Türkmen-Kıpçak-Tacik-Karluk ağırlıklı insanlara mutlaka Ordu Cemiyeti tâbirini kullanmak çok yerinde olur. Hemen hemen Timurlu halk yığınlarının tamamı orduya endeksli unsurlardı. Timurlu Devleti’nde yazışma lisanı Farsça olduğu hâlde birçok durumlarda Türkçe, Arapça ve Moğolca da kullanılmakta idi. Fakat edebiyat lisânı mutlaka Çağatay Türkçesi idi ve çocukları zamanında bu husûs biraz daha açık ve hâkim hâle gelmiştir. Şahsen Timur’un görünür bir Türkçlüğü yoktur; bu bakımdan onu Osmanlı’dan farklı düşünmek mümkün 1201 A.g.e., s.244. 1202 A.g.e., s.245. 1203 Altınordu ve Çöküşü, s.248. 400

değildir. Ancak kullandığı fütühat ideolojisi ve argümanları Türk kültür menşeli olmasına karşılık görüntü İslâm resmini aksettirmiştir. Aslında Timur’un bu yönünü de anlamak mümkün değildir ve onu bu husûsta mensup olduğu cemiyetini sorguladığı kanaatinde de değiliz. Çünkü bütün savaşlarını Müslümanlarla yapmıştır ki bunlar da ağırlıklı olarak Müslüman Türklerdir. Horasan ve Türkistan’da uyguladığı Türkmen-Kıpçak-Karluk-Tacik hamurunun belki biraz dayanaklı olduğu iddia edilebilir ama İran-Suriye-Anadolu Türkmenleri üzerinde uyguladığı kıyım ve zulmü Türklük veya böyle bir duruşla îzah etmek kabil değildir. Bu bakımdan üst üste ceset kuleleri kendisine ve Çağatay’a karşı düşmanlık yaratmaktan başka işe yaramamıştır. İran başta olmak üzere Türkmen vatanlarına uyguladığı soykırım bu bakımdan dört yüz yıllık bir emeği kısa zamanda harabeye dönüştürürken kendisine Türkistan’a zenginlik transferinden başka sonuç vermemiş, bu sebeple buralarda bedduanın dışında kalıcı izler bırakmamıştır. Bu bakımdan Batılıların pek erken gördüğü gibi Emir Timur’un hayatı maalesef tezatlarla doludur. Timurlular devletinde hayret edilecek bir husûs vardır ki Türk menşeli Müslümanlara lâyık gördüğü muameleler hiçbir surette cemiyetin direği ve öncüsü olan ulemâ tarafından tenkit edilmediği gibi aksine onaylanmıştır. Halbuki Harezmşahlarda Muhammed’in yanlış işlerine karşılık bütün halk-ordu ve ulemâ ayağa kalkmıştır. Gerçekten bu sindirmişliğin îzahı pek güçtür ve konuyu çalışanları pek düşündürmüştür. Timur’un karşısında hükümdarlar da susmuş, onu hiç ikaz eden olmamış, aksine tahtını bırakıp kaçmışlardır. Ne yazık ki Timur’un kocaman imparatorloğunu Mirzalar bir asır bile yaşatamadılar. Tarihçilerin mutlaka bu durumu sorgulaması şarttır. Bu bakımdan bakiyyeleri zamanımıza kadar devam eden Cengiz İmparatorluğu bile böyle değildi. Emir Timur devrinin Arap ve İslâm mütefekkiri İbni Haldun ile konuşmaları da çok ilgi çekici ve zamanın cemiyet yapısını 401

aydınlatıcıdır. Elbette Haldun kale surlarından iple indirilirken diğer ulemâ gibi Timur’dan çok korkmuştur. Alıkonulma korkusuyla Timur’a çevresi gibi hoşuna gidecek lâflar etmiştir. Haldun onunla ilgili birtakım kehanetlerde bulunmuş ve Türklerin önemli bir millet olduğunu söylemiştir. Fakat Emir bu lâflara aldırmayarak Şam’ı ettiği gibi Emevîye Câmisi’ni de harabeye çevirmiştir. Fakat Haldun kurnaz davranarak İbni Arabşah gibi yakayı ele vermekten kendini kurtarmıştır.1204 b) Ekonomi Emir Timur’un özellikle Türkistan dışında uyguladığı ekonomi politikası tam anlamı ile talan ve soyguna dayalıdır. Onun için fethettiği ülkeleri tamamen soymak ilk görevleri ve en önemli amaçlarıydı. İbni Arabşah onun yağmacılığının çocukluğundan beri devam eden alışkanlık olduğunu, çünkü çocukluğunda koyun çalıdığı için ayağından vurulduğunu bu sebeple kendisine “Aksak Timur” dendiğini,1205 binaenaleyh bu alışkanlığın genetik bir hâl aldığını vurgulamaktadır. Gerçekten Timur’un azılı bir düşmanı olan Arap tarihçinin bu görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Timur istilâsı ile ilgili birincil kaynakların hepsinde aynı durum ısrarla ortaya konmaktadır. Hatta İbni Arabşah dışında İbni Tagrıberdi ve İbni Hacer’e göre soyunun da aynı durumda olduğu ifâde edilmektedir.1206 Emir Timur’un fethettiği ülkelerin bilûmum maddî servetlerine el koyarak Türkistan’a taşıması elbette Maveraünnehir’de bir ekonomik canlık vücuda getirmiş, ganimetler muazzam bir imar devri ve refah yaratmıştı. Bir dereceye kadar özellikle Şahruh devrinde Horasan ve Herat’da yapılan yatırımlar burayı da Maveraünnehir’den geri kalır durumda bırakmamıştı. Fakat diğer ülkeler ve özellikle konumuz olan İran için bunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Hele Anadolu ve dünya kadar 1204 İbni Arabşah, s.31-46. 1205 A.g.e., s. 50 1206 M. Şamil Yüksel, Arap Kaynakları’nda Timur, Bilig, Sayı 31, Güz, 2004, s.86. 402

Türkmen’e mezar olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bir çivi dahi çakmamıştır. Bu sebeple Maveraünnehir’de yaptırdığı sulama kanallarının benzerini diğer ülkelerde görmek mümkün değildir. Emir Timur’un fethetmiş olduğu Müslüman ülkelerden zorla Türkistan’a getirdiği sanatkâr ve ustalar hâdisesini iyice bilmekteyiz. Ne yazık ki bu ustalara yaptırdığı ve bitmesi için baskı yapıp korku saçmasından ötürü çamur balçıkla yapılan duvarlar çoğu kısa zamanda çökmüştür. Bu sebeple Arabşah’ın naklettiği: “Bizim kudretimizi görmek istersen inşa ettiğimiz yapılara bak!” şeklindeki sözleri de garip bir hâtıra olarak hafızalarda kalmıştır. Devlet düşüncesinin ortaya çıkışından itibaren şüphesiz olarak onu ayakta tutan en önemli kurum vergi müssesesidir. Fakat maalesef Timurlular gibi devâsâ bir imparatorlukta merkezin dışında bu kurumun mükemmel çalıştığını söylememiz mümkün olmadığı gibi düzenli bir devlet teşkilâtı oluşturulamadığı için araştırmacılar bilhassa ekonomik bilgiler bulma konusunda çaresiz kalmışlardır.1207 Vergi işleri genellikle Tacik asıllı vezirler tarafından yürütülüyordu. Bu sebeple bu vezirler korkunç servetlere mâlik oldukları hâlde Türk ve Türkmen askerî ümera böyle değildi ve emire korku ipleri ile bağlıydılar. Devlet kaydı tutanlar anlamında bunlara Nüvisendegân-ı Tacik1208 deniliyordu. Dolayısıyla Timur’un pek de inandırıcı olmayan Türklük iddialarına rağmen devlet bürokrasisinin Selçuklulardan farklı olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi cemiyetin de Türkmen tabanla kültür olarak örtüştüğü görülmemektedir. Kayıtlarda geçen cizye, bac, haraç, avârız1209 gibi kelimelere bakarak devlet düzeninin inşâ edilemediği Türkistan ve Horasan dışında bu vergilerin düzenli olarak tahsil edildiğini düşünmek mümkün değildir. Ancak Emir Timur’dan sonra halkla daha barışık olan çocukları zamanında devlet tesis 1207 H. Alan, Timurlular, s.289. 1208 A.g.e., s.289. 1209 A.g.e., s.290. 403

edildiği için düzenli vergi alındığı ve yağmalardan kaçınıldığını söylemek doğru bir teşhistir. Timurlu İmparatorluğu X. asırdan beri oluşan Müslüman Türk ülkelere hükümran olmuştu. Elbette buralar Doğu ve Batı’yı, Hind ile Çin’ i Avrupa’ya bağlayan önemli yollardı ve üstelik İpek Yolu eski azâmetini muhafaza ediyırdu. Bu sebeple ticaretin çok iyi olması gerekirken sürekli savaş, istilâlar bu önemli kaynağın da önünü kesmişti. Selçuklular zamanındaki canlılığın bulunduğuna dâir kaynaklarda sağlam bilgi yoktur. Hayvancılık, çobanlık ve çiftçilik elbette Türk insanının yegâne iktisadî kaynağı idi. Ancak bu işin de eski önemini aynı sebeplerden ötürü koruduğunu söylemek mümkün değildir. Tacik unsurlar genellikle devlet bürokrasisini oluşturduğu için bolluk içinde ve şehirleşmiş olarak yaşarken Türk insanı hâlâ çoban ve göçebeliğe dayanarak elde ettiği her mahsül zorla elinden alınmaktaydı. Dolayısıyla Moğollar zamanından daha beter bir yokluk toplumun kaderi hâline gelmişti. Timurlu dönemde kullanılan paralar hakkında az-çok bilgimiz vardır.1210 Para gümüş, altın, bakır, pirinç gibi kıymetli madenlerden kesiliyor ve sikke olarak tenge, mirî, dangî gibi isimlerle adlandırılıyordu. Ayrıca para birimi olarak dinar, dirhem, tümen, kebekî dinar ve dirhemî gibi deyimler de kullanılıyordu. Tümen, para biriminden ziyâde hesaplaşma birimiydi. c) İnançlar Timur’un annesi Tekina Begüm ve babası Emir Taragay’ın çok dindar Müslümanlar olduğu hakkında kaynaklar tam bir ittifak hâlindedir. Annesi gibi babası Taragay’ın da bir rüyâ gördüğü ve bu rüyâya göre kendisine çok yakışıklı bir delikanlının her yanı aydınlatan bir kılıç verdiğini, bu kılıcı yukarıya doğru kaldırıp dört yöne uzattığı zaman çeliğinden çıkan parıltının dünyayı aydınlattığını hissetti anlatılır. Rüyayı Şeyh Zeydüddin’e anlattığı zaman: “Bir oğlunun dünyaya geleceğini ve kılıcı 1210 A.g.e., s.293. 404

ile dünyayı fethedeceğini, bütün insanları İslâm dinine çevireceğini, dünyayı sapıklık ve kötülüklere götüren karanlıktan çıkarıp gerçekten doğru imana kavuşturacağını”1211 müjdelemiştir. Timur’un kendisi de ailesi gibi İslâmîyet’e olağanüstü derecede bağlı idi ve dini bütün bir kişi olarak yetişmişti. Öyle ki Timur adının bile aile tarafından Kur’an-ı Kerim’den tefeül yolu ile belirlendiğini bilmekteyiz.1212 Hatta bu husûsu Melfuzat’da kendisi de anlatmakta ve adının babasının şeyhi tarafından Mülk Suresi 16. Âyet’te geçen ve Temur kelimesinden ilhâm alındığını ifâde etmektedir. 1213Konu ile ilgili güzel bir makalesi bulunan A. Fuat Bilkan, “çalkalanma” anlamında olan, Kur’an’daki Temur deyiminin Tur Suresi 9. Âyet’te de yer aldığını belirtmektedir.1214 İşte Timur’un hükümdarlık hayatında da aileden aldığı dinî terbiye ve eğitimin çok etkili olduğunu, din ve ilim adamlarına çok kıymet verdiğini görüyüruz. Türklüğün büyük mânâ önderleri olan Ahmed Yesevî ve onun yolunda olan Necmeddin Kübrâ’nın Timur üzerinde çok büyük etkileri olduğunu iyi bilmekteyiz. Hatta Yesevî’nin bugünkü türbesini o yaptırmıştır. Aynı şekilde N. Şami’nin nakline göre Şam’ı fethettiği zaman Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme’nin kabirlerini ziyaret etmiş ve kabirler üzerine bir kubbe diktirmiştir.1215 Timur’un bugünkü Özbek ve bazı Asyalı yazarlarının ona yakıştırdığı üzere Nakşibendî tarikatı mensûbu olduğuna1216 katılmak bizce mümkün değildir. Bahaeddün Nakşibend Timur’un çağdaşıdır, fakat yakın münâsebetlerine dâir bir şey bilmiyoruz. Üstelik Timur’un Mutezile’ye yakın görüşleriyle, özellikle hükümdarlık zamanındaki düşüncelerinde Bahaüddin Nakşibend ile fikir birliği içinde oldukları söylenemez. 1211 Manole Negaoe, s. -266-67. 1212 A. Fuat Bilkan, Tefeül İle Ad Verme Geleneği ve Emir Timur’un Adı, MFD, 2010/85, s.135. 1213 Bilkan, s.134. 1214 Bilkan, s.1-35. 1215 Nizamüddin Şami, s.282. 1216 İbrahim Müminav, Yazma Manbalarmalümatı Esasıda Amir Temurning Orta Asiya Tarihida Tutgan Orniva Rali, Taşkend, 1993, s.6 405

Çünkü hassaten o dönemde Mutezile mevcut mezhepler ortamında ortaya çıkış yollarını çok gerilerde bırakmıştı. Bunun da ötesinde Timur’un çağdaşı olarak görüşlerinden ziyâde kişilik olarak Bahaeddin Nakşibend’den çok hoşlanmadığını da bilmekteyiz.1217 Bu sebeple Timur’un Nakşibendîlerden Emir Külal’a yakınlığı ve tasavvufu onun görevlendirdiği Şemseddin Külal’dan öğrendiği rivâyet edilmektedir;1218 ki bunun bile rivâyetten anlaşıldığı kadarıyla doğruluğu şüphelidir. Timur’un Bahaeddün Nakşibend ile gerginliği konusunda Z. Velidi Togan tarafından, onun kayınpederi ve Batı Çağatay Ordusu Komutanı Emir Kazgan’ın,1219 Şeyh’in ay ay yanında subay olarak çalıştığı Gazan Han Halil’i öldürttüğünü, 1220dolayısıyla bu husûsun bir husûmet sebebi olabileceği ifâde edilmektedir. Bu hâdiseden sonra Emir Kazgan iki kişi tarafından öldürülür ki Küregen Timur bu iki kişiyi bularak öldürür ve kayınbabasının intikamını alır.1221 Bu öldürme olayı biraz karışıktır; bu sebeple Timur gibi İslâmîyet’i kabul etmiş dinî bütün bir devlet ve siyaset adamının Nakşibendîlik gibi Türk tasavvuf hayatında çok önemli bir yeri olan fikre karşı olması zaten mümkün olamadığı gibi, şeyh hazretlerinin de Emir Timur’u, zikri ve fikri ile yok sayması akla uygun değildir. Şunu da söylemek lâzımdır ki, Timur’un çocukluğunda ve gençliğinde çok saf ve temiz duygularla bağlandığı İslâmî görüşlerinde hayatının hiçbir devresinde değişiklik olmadığı hâlde, sanıyoruz ki devlet hayatında bir Türk geleneği olarak din adamlarının olur-olmaz işlere karışmasına müssaade etmemiştir. Ona dinî yönden yapılan haksız saldırıların da her hâlde kaynağı budur. Timur’un çocukluğunda edindiği İslâm’ın namaz terbiyesi hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Günümüz Timur uzmanlarından M. Şamil Yüksel, Nizamüddin Şami’nin 1217 1218 1219 1220 1221

İklil Kurban, Doğu Türkistan İçin Savaş, TTK, Ankara, 1995, s.18 . M. Şamil Yüksel, s. 28/231. İklul Kurban, s.16. Zeki Velidi Togan, Necati Lügal Armağanı, TTK ,Ankara 1968,s.775 Kurban ,s.16. 406

Zafernâmesi’nde 5, Şerafeddin Ali’ni Zafernâmesi’nde ise 23, Acai’ib el-makdur fi Neva’ib Teymur’da 2, el-karn et-Tasi’de 1, Ravzat’ül-manazır’da 2 yerde1222 Timur’un namaz ibâdeti ve bu ibâdete bağlılığı belirtildiğini ifâde etmektedir. Şerafeddin Ali Yezdî’ye göre, Timur’un boş vakitlerini nafile ibâdeti yapmak ve Kur’an okumakla geçirdiği, Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezberlediği, el-Cezerî’den ders aldığı, hatta Cezerî’nin Sahihi Buhârî’yi ona tamamen okutarak hadis riyâyeti konusunda kendisine icâzet verdiği bilinen husûslardandır.1223 Timur’un aileden gelen İslâmî inançlara bağlılığı yine aile ve çevreden edindiği Türklük duyguylarıyla iyice süslenmiştir. Onun çocukluğunda Çağataylık adı altında kurumlaşan Türk kültürü, kendi zamanında âdetâ dokrinleşmiş ve asırlara intikal eden bir medeniyet hâline gelmiştir. Bu müesseseleşme gerçek anlamı ile İslâm’a dayalı bir Türklük sistemidir. Gerçi Cengiz Han’ın dağıtıp perişân ettiği Türkistan Türklüğü Timur’un çocukluğunda pek zayıf duruma düşürülmüştü ama bir taraftan Türklüğün bu fetret devri Alperenler ve derviş gâziler tarafından bir felsefeye dönüşürken, işte tam yeni düşüncesinin vücut bulduğu topraklardan dünya Türklüğünün bütün coğrafî yerleşimlerine âdetâ akmıştır. Türkistan’da Timur devrinde kökleşen Yesevî’nin felsefî Türkçülüğü, Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş-ı Velî ile kök salmıştır. İşte Timur’un Türk düşüncesinin böyle önemli bir devrenin öncüsü olarak ortaya çıkması ancak devraldığı kültür mirasının haşmetiyle izâh edilebilir. Timur’un Alevîliği meselesine gelince, yine aklı erdiğinden itibaren dinî meseleri din adamlarına bırakan bir yetişme tarzına sahip olmasına rağmen İlhanlılar zamanından beri Orta Asya’da çok tartışılan Şiîlik ve Alevîliğe kendisinin fazla dahli olmamamasına rağmen sonradan yazılanlarla bulaştırılmıştır. Esâsında en muteber emâneti durumunda olan Nizamüddün Şami Zafernâmesi’nde: “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebine 1222 Musa Şamil Yüksel, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, TTK, Ankara, 2009, s.26. 1223 A.g.e., s.27. 407

salikim”1224 diyerek açıkça görüşünü ortaya koymasına rağmen kendine izâfe edilen görüşlerle nitelendirilmesi doğru değildir. Herat dönüşü Timur kışı geçirmek üzere buradan Buhara’ya dönerken yolda İslâm Âlimi Mervezî’nin mezarını ziyâret etmiş, burada Herat’ı teslim eden Ali Bek ile meşhur Şiî Sebzvarlı Ali Müeyyed gelerek yer öpmüşlerdir. Emir Timur türbenin mânevî havası içinde onlarla dinî sohbetler etmiş ve özellikle Müeyyed’e mezhep ile ilgili sorular sormuş, o da: “Herkes kendi padişahlarının dinindendir, yani benim mezhebim Emir Timur’un mezhebidir” şeklinde cevap verince, Timur: “Ben ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebine salikim.”1225 demiştir. Emir Timur ve Timurluların Sünnîliğini tartışmak bile yanlıştır. Çünkü bugünkü Türkistan’da Sünnî-Hanefîliğin dışında mezhep bulunmaması da bu gerçeği yeterli derecede doğrulamaktadır. Öyle ki bütün soydaşları Şiî olmasına rağmen Türkistan Türklüğünün İslâmî inaçlarından hiç ayrılmayan dünkü ve bugünkü Taciklerin de firesiz Sünnî-Hanefî olması aynı gerçeği ifâde etmektedir. Timur’un Mûtezile görüşünde olması iddiasının da fazla bir derinliği yoktur. Yani Mûtezile’nin onun ailesine, çocukluğuna, gençliğine yön veren bir anlamı olmamıştır. Bir kere iman ile şüphe arası bir ruh hâlini ifâde eden bu görüş menşe itibâriyle Hâricî ve Şiî hareketleri işâret etmektedir.1226 Timur bu ölçülere uymamaktadır. Z. Velidi’nin onun Suriye’de dört mezhebe Mûtezileleri imam kılmak düşüncesi1227 tek başına fazla bir şey ifâde etmemektedir. Barhold’un: “Moğollar devrinde bile Orta Asyalı din bilginleri arasında Sünnî İslâm bilginleri ile yan yana serbest düşünen Mûtezileliler vardı.”1228 görüşüne göre Müslümanlara yapılan baskı onları aralarında fikir ayrılıkları olmayan toplumlar hâline getirmişti. Bu sebeple Timur devri Mûtezile düşüncesi ile Orta Doğu ve Suriye’yi 1224 1225 1226 1227 1228

Şami, Zafernâme, s. 102. A.g.e., s.102. Henrik Samuel Nyberg, Mûtezile, İA, Cilt 8, s.756-764; Kurban, s. 17. Zeki Velidi Togan, Hatıralar, İstanbul, 1969, s.97-98. Barthold,Uluğ Beğ,s.7. 408

karıştırmamak gereklidir. İklul Kurban’a göre Timur’un Anadolu’da Alevîleri desteklemesi1229 Sünnî Osmanlı’ya karşı siyasî bir manevradan başka anlam taşımamaktadır. Bu sebeple bunun konusunu bile etmek anlamsızdır. Şerafeddün Ali Zeydi Zafernâmesi’ne göre Alâeddin Tarmaşirin Han (1322-1334) ile Tuğluk Timur arasında 33 yılda 60 1230 hükümdar hanlık makamına gelmiştir. Tuğluk Timur’a kadar gelen hanların 11’i Müslüman, yine 11’i Şaman ve 2’si Hıristiyan1231 olması dolayısıyla Buhara, Harezm, Semerkant gibi önemli İslâm merkezlerini bünyesinde bulunduran Türkistan’ın büyük bir kısmını içine alan Çağatay Hanlığı’nda böyle bir durumun normal görülmesi, İslâmîyet’in Asya’da erken ve kalıcı nüfûz ettiği millet ve milliyetin tanınmadığını göstermektedir. Altınordu’da Berke (1257-1266) ve İlhan’da Gazan Han (12951304) döneminde başlayan Müslüman hanlar devri bir daha yerini başka bir dine terketmezken Çağatay’da Mübârek Şah Han (1251-1261) ile başlayan Müslüman hanlar devri Tuğluk Timur’a kadar 6 Şaman ve 2 Hıristiyan hanın1232 hükümdarlığa gelmesi mânevî hayatta geriye gidişten başka anlam taşımaz. Dolayısıyla Türk düşüncesinde her zaman mânâyı tâkip eden maddî hayatın, yani medeniyetin Türkistan’da bu zamanda oldukça zayıfladığını, en azından ilerleme göstermediğini anlıyoruz. Bu şartlar altında Emir Timur Türkistan’da Türk Moğolları hâkimiyetine nihâyet vererek artık kendi İslâmî idâresini kurmuştu. Timur Cengiz Yasaları’nı ya ortadan kaldırıyor veya İslâmî şekle sokuyordu. Her hâlde Moğolluğu en azından bu safhada da tamamen ortadan kaldırmak istemiyordu. Hiçbir şekilde han olmak istemiyordu. Hanlık makamında Cengiz soyundan gelen Suyurgatmış Han olarak bulunuyor ve hutbe onun adına okutuluyordu. Her husûsta Emir Timur’un talimâtı uygulanıyor, hükmü o veriyordu. Öyle ki, artık Çağatay hanları da yok 1229 1230 1231 1232

İklul Kurban, s.18. H. Alan,s.29. Öztuna, Hanedanlar, s.667. A.g.e., s.667 409

sayılırdı, çünkü Kaşgar ve Türkistan hükümdarları Emir Timur’a tâbi idi. Ebû’l Gazi Bahadır Han’ın bize aktardıklarına göre Suyurgatmış “22 yıllık yalandan saltanatında”1233 hiçbir şekilde Timur’un ve çocuklarının sözünden çıkmadı. Ölünce yerine oğlu Sultan Mahmud’u getirildi ki, o da aynı şekildeydi; üstelik Timur ve inançlarına babasından fazla bağlı kalmış Cengiz soylu birisi olarak çok sofu bir Müslüman olduğunu da ispat etmiştir. Öyle ki bütün vaktini ibâdetle geçirdiği husûsunda kaynaklarda yeterince bilgi vardır. Emir Timur savaşta ve barışta hanları hiç yanından ayırmadı ve fermanlarındaki tuğrasında, onlara izafen “Âdil Mahmud Han Emir Gazi sözümüz.” diye yazdırdı; hatta, bayram ve ziyâretlerde usûl ve âdetlere göre huzurlarında dâima diz çöktü.1234 Emir Timur sadece törede değil inaçlarında da pek samimi idi. Çocukluğundan beri bir yaşama ve yaşatma şekli, yani devlet idâresi şekli olarak benimsediği İslâmî inaçlarına kendisi inandığı kadar tebaaya da aynı düşünceleri taşıdığını her fırsatta ispat etmiştir. Babasından miraz kalan Emir Külal1235 örneği mânevî kişiliklere olan bağlılığı, iç gaileleri özellikle Emir Hüseyin meselesini hâllettikten sonra, devletini imparartorluk merdivenlerine taşırken şu anda yan yana aynı türbeyi paylaştıkları Seyyid Bereke’yi yanında ve hatta başının üstünde görüyoruz. Barthold’un aktardığı bilgilere göre1236 Emir Timur, Seyyid’e Andhoy şehrini tımar olarak vermiş, âdetâ onun mânevî koruyuculuğuna sığınmış, hatta Bereke ile birlikte Tirmizli Seyyid kardeşler Ebû’l-Meali ve Ali Ekberler’in görüşleri devlete şekil ve istikamet vermiştir. Timuroğulları’na gelince Hafız-ı Ebru’ya göre Şahruh’un bir günlük hayatı şeklinde özetlenmiştir: “Saltanat işlerini gün içerisinde bitiremese dahi günlük ibâdetini mutlaka yerine getirirdi. Gününü planlar ve vaktinin çoğunu bir dakikası bile boşa 1233 1234 1235 1236

Şecerei Türki, s.162. A.g.e., s.163. Şamil Yüksel, s. 21. Barthold, Uluğ Beğ, s.18-19. 410

gitmeyecek şekilde Müslümanların hayırlı işlerinde ve devlet idâresinde harcardı. Sabah namazını kılar ve gün doğana kadar dua eder, gün doğduktan sonra da kuşluk namazı kılardı. Ardından devletin ileri gelenlerini ve görevlileri kabul ederek ülkede meydana gelen olaylar hakkında bilgi alırdı. Daha sonra saraydan çıkarak halk ile görüşür, ardından da ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen şehzâdeleri, misafirleri ve elçileri kabul eder ve büyük bir sofra kurdururdu. Öğle yemeğinden sonra malî ve mülkî işleri kendisine arz etmeleri için ümeraya zaman ayırır, onlardan tatminkâr bilgi ve sorularına cevaplar aldıktan sonra kendilerine yeni görevler verirdi. Biraz öğle uykusunun ardından tarih kitapları, tarikat ve hakikat ile ilgili nükte ve haberleri okuyup şeriat kanunlarını öğrenmek için âlimlerle münâzaralar yaptıktan sonra ikindi namazını Fetih ve Nebe sûrelerini okumak sûretiyle cemaat ile kılardı. Akşam namazının ardından da mutlaka 6 rekât evvabin namazı kılardı. Pazartesi, Perşembe ve Cuma günleri akşam namazını müteakip güzel Kur’an okuyan hâfızlar huzurunda hazır bulunur ve her biri sıra ile yarım cüz Kur’an okurdu. Rüşde erdikten sonra hiçbir vakit namazını kazaya bırakmadığı hâlde her gün bir günlük namaz kaza ederdi. Ardından da her gece olduğu gibi meclisindeki âlimlerle birlikte Kur’an’ın onda birini tertip üzere birkaç Arapça ve Farsça tefsirden mütâlaa ederlerdi. Tefsirlerde geçen ince nükteleri ve bahisleri de Vekâve, Hıdâye, Salât-ı Mesudî ve diğer fıkıh kitaplarına bakarak tahkik ettikten sonra tıp, nücum, lügât ve diğer ilimlerden de birkaç meseleyi tartışırlardı. Bunların ardından da Kur’an’dan tertip üzere bir cüz okurlar, Yasin, Duhân, Fetih ve Vâkıa sûrelerinin her birinden sonra bir cüz daha okurlardı. Ardından da o gün meydana gelen küçük büyük her olayı divân defterine kaydederlerdi. Şahruh her namaz için abdest tazelemeyi vacip gördüğünden abdestini tazeler ve yatsı namazını imam ile kılardı. Bu işlerde o kadar dikkatli ve özenli idi ki, 30 411

yıldan fazla savaş-barış, yaz-kış demeden bu saydıklarımızı yerine getirmiş ve bir kez dahi ihmâl etmemiştir.” 1237. Görülüyor ki Şahruh İslâmîyet’i samimiyetle önce kendi hayatı sonra da milleti için bir yaşama şekli olarak seçmiş bu yönü ile babasından bile ileri gitmiştir. Yüzyıllardan beri hangi kavmi barındırırsa barındırsın devâm eden mistik yapısı ile Horasan gerçek mânâsıyla Müslüman diyarı olmasını Şahruh’a borçludur. “Ya Maveraünnehir! Buranın hâkimliğine Uluğ Beğ’in getirilmesi Türkistan’ın altın yılları olmuştur. Çünkü Uluğ Beğ’in Türkistan hâkimliğini sâdece bir genel vali veya melik olarak değil, “Cilânuti vâdisindeki bir kaya üzerinde 1425 yılına ait bir kitabede Uluğ Beğ en yüce sultan, bütün milletlerin hâkimlerinin hâkimi ve yeryüzünde Allah’ın gölgesi”1238 şeklindeki telâkkiye uygun olarak değerlendirmek gereklidir. Anlayacağımız şudur ki, Emir Timur’dan sonra devletin başına en akıllı oğlu Şahruh’un, Türkistan’ın başına da Şahruh’un oğlu Uluğ Beğ’in gelmiş olması o zaman Türklüğünün ağırlığını taşıyan Orta Asya için büyük bir şans olmuşsa da, Timur’un devâsâ Cihan İmparatorluğu’nun bütünlüğünü korumaya gücü yetmemiştir. Fakat her şeye rağmen Türkistan ve Horasan’da en azından taht kavgaları sona ermiş ve sükûnet sağlanmıştır diyebiliriz. Timurluların ikinci başkenti Herat’a gelince, orada da İslâmî inançları tam mânâsıyla yaşayan, asla içki içmeyen ve “... her türlü oyun, eğlence ve dinen yasaklanmış şeylerden uzak duran”1239 âbide bir Timurlu ile karşı karşıya olmamıza rağmen ülke, bu kişi yani Şahruh tarafından değil, aynı zamanda Uluğ Beğ’in de annesi olan baş kadın Gevherşad tarafından idâre ediyordu.1240 İster Akkoyunlu ister Karakoyunlu olsun bura Türkmenlerinin, Hanefî mezhebinin mekruh saymasından dolayı eski alışkanlıklarını terk ederek hiçbir surette at eti yemedikleri ve kımız 1237 1238 1239 1240

M. Şamil Yüksel, s.30. Barthold,Uluğ Beğ,s.73. M.Şamil Yüksel,Timurlular,s.31. Barthold,Uluğ Beğ,s.74. 412

içmediklerini çok iyi bilmekteyiz.1241 Bizim nazarımızda Emir Timur, 1402’de Ankara’da Osmanlı Devleti’ni mağlup ettiği ve kaosa düşürdüğü için mütecâviz bir despottur. Onunla çok az doğrudan teması olan Avrupalıların hâfızasında Timur, C. Marlowe gibi yazarların serbest muhayyilelerinde şekillenmiş irrasyonel bir tirandır; Türklere (Müslümanlara) gadrettiği için Avrupa’da sevinçle karşılanmış olsa bile kendisinden korkulur, aynı Attila gibi Tanrı’nın Kırbacı diye anılırdı. Tarihçiler, Timur’un Osmanlı Devleti’ni bozarak Avrupa’yı ve Bizans’ı, Dest-i Kıpçak’ta Altınordu devletini parçalayarak da Moskova Prensliği’ni sevindirdiğinde müttefiktirler. Bizans ve Papalık temsilcileriyle Osmanlılar aleyhinde ittifak anlaşmaları yapmıştır. Kaba bir nazarla İslâm’a bunca zararı dokunduğu anlaşılan Timur’un maiyetinde devrin en namlı din adamları, ulemâsı, müftü ve meşâyihi vardır. Ordusunun safları arasında yüzlerce Dâvud orucu tutan, bir o kadar da hâfız asker vardır. O hâlde sormalıdır: Nasıl olur da bir hikâyede bu kadar çelişki birleşir? Açıklamaya yardımcı olacağını düşündüğüm birkaç örnek takdim etmek istiyorum. Fanatik bir Şia düşmanı olan Timur, Yezid’i Şam’daki mezarından çıkartıp, kabrin içini pislikle doldurttuktan sonra geri gömdürecek denli de müfrit bir ehl-i beyt taraftârıdır. Ömrü boyunca İslâm’ın koruyucusu olduğunu söylemiş, ama hemen hemen sadece Müslüman devletlerle savaşıp pek çoğunu da yıkmıştır. Mutaassıp derecede dindar bir Müslüman olarak tavsif edilen Timur, vahşette Cengiz Han’ı geçmiştir: Timur’un Isfahan, Delhi, Bağdat, Sivas, Bursa, Şam, Saray, Hacı Tarhan (Astrahan) gibi birçok İslâm şehrini acımasızca çiğneyen orduları yüz binlerce sivili kılıçtan geçirmiş, binlercesini diri diri gömmüş, arkasında kellelerden kuleler bırakarak ilerlemiştir. Elbette Müslümanlık bu değildi ve İslâmîyet’in içinde bu kadar gaddarlığın barınmasın da imkân yoktur. Bu sebeple Timur’da gelişmiş ve başka şekilde anlamdırılmış ırkî düşüncelerin daha önde bulunduğu düşüncelerine iştirak etmemiz gerekecektir 1241 A.g.e., s. 90. 413

TİMUROĞULLARI SOY KÜTÜĞÜ

414

6. BÖLÜM

SaFeVÎler Dönemi (1501-1736)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı 350 yılı aşkın süren Safevîler devri, İran tarihi kadar İran Türkmenleri’nin de çok önemli ve uzun süren, bıraktığı tesirlerle ehemmiyetini bugün dahi muhafaza eden çok önemli bir devredir. Baştan beri İran Türkmenliği’ni birçok bakımdan ince teferrutlarına kadar inceledik ve birçok bahiste daha iyi akılda kalsın diye mükerrer olabilecek husûsları da çıkarmayı düşünmedik. Bu sebeple inkıraz bulan Akkoyunlu-Karakoyunlu-Timur ve Mirzalar hâkimiyetinden sonra, XV. asır nihâyetine doğru durumu bir daha özetleyip yeni devreye girmek istiyoruz: Emir Timur’un yerine gelen Timurlular, onun hatalarını bildikleri için istilâ ve soygun cihetine gitmeyerek, bilhassa Hüseyin Baykara ve veziri Ali Şir Nevaî zamanında tamamen kültüre ağırlık verdiklerinden, zayıf olan ordular kinli olan İran Türkmenleri’ni disipline edemediler. Batıda Akkoyunlular Azerbaycan, Fars, Kafkasya, Şirvan, Şeki, Albanya, Derbend mevkiilerine kadar etkili olmaya devam ederken, Diyarbakır, Musul, Bağdat şehirlerinde zayıf da olsa hâkimiyetlerini koruyor ve Türkmenlere sahip çıkıyorlardı. Akkoyunlu ve Karakoyunluların Suriye bakiyyeleri ise Memlûklular yönetiminde bulunuyordu. Kuzeydoğuda Türkistan’da Özbekler, Hindistan’da ise Timur soyundan gelen Baburlular, batıda da bir Türkmen İmparatorluğu olarak Osmanlılar âdetâ Türk asrının kapılarını açmışlardı. Elbette Anadolu Türklüğün şuurundaydı ve Fatih’den itibaren Karakoyunlu ve Akkoyunlular, Doğu-Güneydoğu Türkmenleri’nin üzerine gitmedi ve hâkimiyetlerini dâima takviye 417

etti. Bu husûsta Fatih Mehmed’in vasiyetini de iyi değerlendirmeli ve istiklâlde varsa hataları gözden geçirmeliyiz. Bu görüş ve değerlendirme bugün bile anlamını kaybetmemiştir. Safevîlerden evvel İran içlerinde güçlü bir otorite bulunduğu söylenemez. Kendi başına buyruk bir sürü derebeylik bulunuyordu. Hazar Denizi kıyısında Mazenderan’da on Beylik, Gilân’ın Lahican, Reşt ve Taleş bölgelerinde ise üç bağımsız mahallî idâre hüküm sürüyordu. Ayrıca Güney İran’da Irak-ı Arab, Fars, Yezd ve Kirman’da da Akkoyunlulara iple bağlı hükümetler varlığını sürdürüyordu. Doğu İran’da Sistan ve Belûcistan ile Hûzistan’da da aynı durum mevcuttu. Bu şartlar altında her şeye rağmen Türkmenlerin daha intizamlı olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi onlara rağmen ülkede hiçbir şey yapmak kabil değildir. Fakat mutlaka ve genel olarak siyasî istikrardan bahsetmek kesinlikle çok güçtür. İşte Safevî hanedanı İran’ın böyle bir ortamında ortaya çıkmıştır. Kesinlikle hanedan Sufî bir gelenekten gelmektedir. Bugün elimizde bulunan bilgilere göre hanedanın menşeini 1300’lü yılların altına indirmek mümkün olmadığı gibi gibi İran kadîm coğrafyasının en önemli bölgesi olan Hazar kıyısındaki Gilân’ın dışına çıkarmak imkânı da yoktur. İleride teferruatla anlatılacağı gibi Erdebil’e çok sonradan gelmişlerdir. Safevî Devleti’nin kurucusu olan Şah İsmail’e kadar onunla çağdaş İranlı tarihçi Mîr Yahyâ b. Abdillatîf Hüseynî el-Kazvinî (1481-1555)’ye göre hanedanın şeceresi şöyledir: “İsmail b. Sultan Haydar b. Sultan Cüneyd b. Şeyh Sadreddin İbrahim b.Hoca Ali b. Şeyh Sadreddin Musa b. Şeyh Safiyyüddin Ebû İshak b. Şeyh Emineddin Cebrail b. Şeyh Salih b. Şeyh Kutbeddin b. Salâheddin Reşid b. Muhammed el-Hafız b. İvaz el-Havass b. Firuz Şahi Zerrinkülah b. Seyyid Muhammed b. Şerefşah b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Hasan b. Seyyid Muhammed b.Seyyid İbrahim b. Seyyid Ca’fer b. Seyyid Muhammed b. Seyyid İsmail b. Seyyid Muhammed b. Seyyid 418

Muhammed-i A’rabi b. Seyyid Ebû Muhammed b.Ebû’l-Kasım Hamza b. İmamu’l-Hümam Musa el- Kâzım.”1242 Şecerenin doğruluğu bir yana en azından Safevî Hanedanı’nın atalarınınn etnik olarak Arap-Fars-Türk veya Kürt olduğunu iddia etmek bugünkü verilere göre kesinlikle mümkün değildir.1243 Fakat Türk olduğunu kabullenmek için yeteri kadar sebep bulunmaktadır.1244 Şecere içeriğinin geleneğe istinaden mi yoksa gerçekten böyle olduğu için mi görülen bilgilere dayandırıldığı husûsunda doğru dürüst bir iddia da mevcut değildir. E. Granville Browne (1867-1926) gibi İran uzmanı Batılı bilim insanları bu şecerenin doğru olabileceğine ihtimal vermemekte veya en azından ihtiyatla yaklaşmaktadır. Hınz, Safevîlerin kendilerinin bile bu mensubiyetin doğruluğundan şüpheleri olduğunu yazmaktadır;1245 tarihçi Kazvinî de Safiyyüddin’in mürididir. Zamanın kaynaklarından Persli Don Juanadı ile Türkçeye çevrilen Oruç Bey adlı, vaftiz edilerek Hıristiyan olup İspanya’ya yerleşen bir Tükmen Safevî bürokratının oğlunun yazdığı mufassal tarihe göre, Safevî soyu Hazret-i Peygambere bağlanarak 1242 Abdillatîf Kazvinî; Safavî Tarihi, Çev. Hamidreza Mohammed Nejad, Ankara, 2011, s.23 1243 Bizde Safevî Hanedanı’nın Kürt menşeden geldiğini ilk iddia eden Z.V elidi Togan’dır (Bkz. Oktay Efendiyef, Azerbaycan Sefaviler Dövleti, Bakı 2007, s.40/8 nolu dipnot), diğeri ise Kesrevi’nin “Şeyh Safi Ve Tebareş”ine dayanarak Firuz Şah’ın, X. asırda Azerbaycan’a yayılması sırasında kendisinin buraya geldiğini beyân eden Faruk Sümer’dir.(Faruk Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK, Ankara, 1999, s.1/1 nolu dipnot). Halbuki Z. Velidi’den evvel bu görüşler aşılmıştır. Rus tarihçiler VV. Barthold, M. S. İvanov, İ. İ. Petruşevski Safevîlerin Türk menşeli olduklarını ispat etmişlerdir. Barthold, Safevî sülâlesinin kurucusu olan Safiyyüddin’den bahsederken “Erdebil şeyhleri şüphesiz Fars değil Türk kökenlidir.” diyor. Bkz. Zülfiyeva, s.22 (Kaynaklar için de 43-45 numaralı dipnotlar.) Bu konuda Oktay Efendiyef, Azerbaycan Safevîler Dövleti adlı eserinde çok ciddi çalışmıştır. (s.40-45). Dolayısıyla kendisi şöven denecek derece Fars olan Kesrevî ve zamanımızdaki aksi görüşler tamamen çürütülmüştür. 1244 Zülfiye Veliyava, Safevî Devlet Teşkilâtı, YDT, Ankara 2007, s.15. 1245 Walther Hınz, s.6. 419

Araplaştırılmış ve Uzun Hasan’dan da Pers Hükümdarı olarak bahsedilmiştir.1246 Gerçekten Safevîlerin menşei gerek Batı ve gerekse İran kaynaklarında tartışmalı olup zorlamalar ve ihtimallerle doludur. Modern tarihçilerden Barthold, Firuz Şah’ın oğlu İvaz el-Havass’a ait Safvet’s-Sefa’ya göre Peygamber soyuna dayanmadığını, bunun daha sonra Safevî tarihçiler tarafından uydurularak ilâve edildiğini belirtmektedir.1247 Dolayısıyla bu zorlama, tarikat geleneklerinden vücut bulmuştur. Bu çalışmada biz Safevî Hanedanı’nı ancak Şeyh Safiyyüddin’den itibaren tâkip edebiliyoruz. Zaten devlete de adını bu zat vermiştir. Safiyyüddin 1252 yılında Erdebil’de doğmuştur. Yukarıdaki şecereyi ortaya koyan bu şeyh 1174 yılında Firuz Şah adlı atalarının Güney Arabistan’dan Azerbaycan’a geldiğini iddia etmiştir.1248 Batılı kaynaklar ve yeni çalışmalarda,1249 şecereye göre Safiyyüddin’in atası olan bu Firuz Şah, Erdebil’e ilk gelen şahıs olup,d aha evvel Meşhed’de İmam Rıza Türbesi’nin bekçiliğini yaptığı ve Sultan Ahmed adlı bir şahıs tarafından buraya getirilip on iki yıl kadar kaldıktan sonra Gilân’ın Rengin isimli köyüne yerleştiği ve hayvancılıkla uğraştığı bilinmektedir.1250 Ailenin yeniden Erdebil’e dönüşü Firuz Şah’ın oğlu İvaz el-Havass dönemindedir; gerçek adı İsmail olan bu şahsın adından Şah İsmail adı yürümüş, yerleştikleri yer de Erdebil-İsferancan köyü olmuştur.1251 Osmanlı tarihçisi Ahmed Dede de Rengin’de vefat eden Firuz Şah ile ilgili bilgilerin doğru olduğunu “Saifü’l-Ahbar fî Vekayyiü’l-a’sâr” isimli eserinde tasdik etmektedir.1252 1246 Oruç Bey, Münasebetler Persli Don Juan Bir Şiî Katolik (1560-1604), Çev. H. İlhan, Avesta, İstanbul, 2012, s.118-119. 1247 Oktay Efendiyef, Azerbaycan Safevîler Dövleti, Bakı, 2000, s.40, 1248 A.g.e, s.5 1249 Gıyas Şükürov, Safevî Devleti’nin Kuruluşu, YYT, İstanbul 2006,s .17. 1250 A.g.e., s.18. 1251 A.g.e., s.18. 1252 Bk. Müneccimbaşı Tarihi. 420

Şecerenin bundan sonraki safahatında herhangi bir tereddüd yoktur.1253 Bu duruma göre Safiyyüddin Firuz Şah’ın yedinci göbekten torunu olup baba adı Eminüddin Cibrail, anası ise Erdebil Baruk köyünden olan Ömer Baruki’nin kızı Devletî’den yürümüştür. İşte asıl adı İshak olan Safiyyüddin 1252 yılında bu kadından doğmuştur. Kendinden başka Muhammed, Selâhaddin, Yakub, Fahreddin ve bir kız kardeşi bulunmaktadır.1254 Safevî ailesinin hareketli devri Erdebil-Gülharan köyünde Safiyyüddin Erdebilli ile başlamıştır.1255 Babası öldüğü zaman altı yaşlarında olduğu sanılan Safiyyuddin, kaynaklarlara bakılırsa çocukluk arkadaşlarının bulunmadığı ve daha o yaşlarda tamamen münzevî bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Safiyyüddin aileden gelen ve Gilân-Erdebil Sufiliği’nden kuvvetli derecede etkilenmiştir. Bu sebeple çevresinde bulunan şeyhlerden tatmin olmayarak Şiraz’a kadar gitmiş ve sonunda tekrar Gilân’a dönerek Şeyh Zahid’e intisap etmiş ve kızı Bibi Fatıma’yı da ona nikâhlayarak yakın akrabalık oluşturmuştur. Yeni mekân Hazar Denizi kıyısında Gilân-Hilya Kîran köyüdür.1256 Şeyh Zahid1257 60 yaşında ve muhtemelen 1301 tarihinde öldüğü zaman Zahidiye Tarikatı postuna Safiyyüddin oturmuştur. İşte Safevîye Tarikatı böyle bir temel üzerine oturmuş, Safiyyüddin de tekrar Erdebil’e dönerek burayı tarikatının merkezi yapmıştır.1258 Safiyyüddin’in intisap ettiği Zahidiye Tarikatı, Bedriye vasıtasıyla sonradan Halvetîye’ye dönüşmüş Sünnî görüş ve an’anelerini devam ettirmiştir. Her hâlde Safiyyüddin’i, her iki tarikatında “Şâfiî” esaslara bina edilmesi sebebiyle Kübrevîlik üzerinden Yesevîye’ye bağlanması mümkün olmakla birlikte, bu önemli ayrıntı ayrı bir konudur. Fakat şunu söylemek isteriz 1253 Geniş ilgi için, Ekber N. Necef, Şah İsmail Külliyatı, Kaktüs, İstanbul, 2010, s.96. 1254 Şükürov,s.21. 1255 Şükürov, s.22 1256 A.g.e., s.23. 1257 Bu zâtın kabri Azerbaycan Lenkeran Bölgesi Şıharklen köyündedir. Bkz.Sadık Feridunoğulu Nağıyev, Qızılbaşlık Haqqında, Bakı, 1997, s.24 1258 Şükürov, s.24. 421

ki Safevîye Tarikatı daha başlangıcından itibaren Sünnî bir tarikattır ve Şah İsmail devlet olarak ortaya çıktığı zaman da halk çoğunluk olarak Sünnî-Müslüman’dır.1259 Safiyyüddin’den sonra posta oturan oğlu Sadreddin (1334-1392) ve torunu Hoca Ali (1392-1429) ve torunun oğlu Şeyh İbrahim (1429-1447) zamanlarında, Osmanlı Padişahı II. Murad Bursa’dan Erdebil’e “Çerağ Akçesi” adı altında kıymetli hediyeler gönderdiği gibi E. G. Brove’ye göre İlhanlı sultanları da şeyhe büyük yakınlık göstermişlerdir.1260 Ayrıca Anadolu dönüşü Şeyh Ali’yi ziyaret eden Emir Timur ona Erdebil’i vakıf olarak bağışlamış ve şeyhin ricâsı üzerine yanında bulunan Kara Tatarların büyük kısmını orada bırakmıştır; bunlar hoca tarafından serbest bırakılmıştır.1261 Esâretten kurtarılan Tatarlar da hep hocanın müridi olmuşlar ve canla başla ona hizmet etmişlerdir.1262 Emir Timur’dan sonra Şahruh zamanında da Timurluların Erdebil Tekkesi ile iyi münasebetleri devam etmiş, Safiyyüddin türbesi onun tarafından ziyaret edilmiş ve Hoca Ali ile sohbette bulunulmuştur.1263 Görülüyor ki Safevî ailesi sırf Sünnî görüşlerinden ötürü zamanın Sünnî sultanları tarafından devamlı taltif görmüştür. Kaynaklar ve yapılan modern çalışmalarda Safiyyüddin’un oğlu Sadrettin’in de Sünnî geleneklere bağlı olduğu Ahmed Dede’nin “Saifü’l-Ahbâr” adlı eserinde de vurgulanmaktadır.1264 Şiî eğilimli Karakoyonulularla düşmanlıklarının da Sünnîlik’ten kaynaklanmış olabileceği kuvvertle muhtemeldir. Hatta Sünnî Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın bacısı Hatice Begüm ile Şeyh Cüneyd’in evlendirilmesinde de Şiîlik yüzünün pek görülmediği veya tehlike hissedilmediğinden, ehemmiyet verilmediği anlaşılmaktadır. 1259 Reşat Öngören, Sünnî Bir Tarikattan Şiî Bir Devlete: Safevîyye Tarikatı ve İran Safevî Devleti, Bilgi-Hikmet Dergisi, Sayı 11, 1995 ,s.82. 1260 Hınz, s.6-7. 1261 A.g.e., s. 9 1262 Şükürov, s.31. 1263 İ.Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, s.119. 1264 Bkz. Müneccimbaşı Tarihi. 422

Sünnî bir tarikatın birden bire Şiîleşmesi ve Şiîliğin en aşırı ucu olan Gulât-ı Şia’ya kadar gitmesi konu üzerinde çalışan ilâhiyatçılar gibi bu konu tarihçilerin de dikkatini celbetmiştir. Nedense Hoca Ali’ye İlhanlı Olcaytu zamanında1265 esen Şiî rüzgar ile aile kökünün bulunduğu Gilân Büveyhî damarının etkisi olup olmadığı gözden kaçmakta ve Şiîleşmenin Ali zamanında başladığı üzerinde birleşilmektedir.1266 Kaldı ki daha dikkatli araştırma ve çalışmalarda Ali ve oğlu İbrahim zamanından bunun oğlu (veya kızının oğlu) Şeyh Cüneyd’e kadar tarikat içerisinde: “Elle tutulur nitelikte ne Şiîliğe temâyül vardır ne de bünyesinde Rafizî fikirler mevcuttur” 1267 denildiği bilinmektedir. Tarikatın başına geçen Şeyh Cüneyd (1447-1460) döneminde Şiîleşme hareketinin hızlandığı rahatlıkla ifâde edilebilir. Çünkü bu zât daha bilgili ve siyasî hedefleri olan birsiydi. Bu görüşleri yüzünden amcası Cafer ile arası açılmış, hâlâ Sünnî görüntüleri için Şiîliğe meyyal Karakoyunlu Hükümdarı Cihanşah tarafından Erdebil’den kovulmuştur. Şeyh Cafer âlim bir zât olması dolayısıyla güçlü Türkmen Hükümdarı Cihanşah’a biat etti ve oğlu Seyyid Kasım’ı Cihanşah’ın kızı ile evlendirerek yakınlığını pekiştirdi. Şeyh Cüneyd’in hangi yoldan geldiği pek belli olmamakla birlikte Anadolu’nun Osmanlı mülküne aklı başında müridleri ile birlikte girdiği, Padişah II. Murad’a hediyeler göndererek Kurtbeli’ne yerleşmeye müsaade istediği ancak kendisine gönderilen 200 duka altın ile müridlere verilmek üzere 1.000 akçe karşılık, mülk isteği reddedildiği bilgilerimiz içindedir.1268 Şeyh Cüneyd buradan, o zaman Osmanlı toprağı olmayan ve birçok taraftarının bulunduğu Karaman’a geçmiş, Konya’da misafir edilmiş, Aşıkpaşaoğlu’nun yazdığına göre buradaki Sünnî hocalarla yaptığı konuşmalar aşırı ve din dışı bu1265 Hanifi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik ,s.105. 1266 Hınz, s.15; Tahsin Yazıcı, Safevîler, İA C.X, İstanbul, 1967, s.53. 1267 Reşat Öngören, s.83; Kaynakları için bkz. 8 nolu dipnot. 1268 Hınz, s.16-17. 423

lunduğu için1269 ikameti istenmemiştir. Şeyh, Toros Dağlarında Varsak Türkmenleri arasında birtakım çalışmalar yaptıktan sonra Memlûk toprağı olan İskenderun’un Arsuz bölgesinde, dağlar içinde Haçlılardan kalma yıkık bir hisarı kiralayarak çalışmalara başlamış ve burada Şeyh Bedreddin olayından kalan birçok müridi de etrafında toplamayı başarmış, bunun üzerine hakkında Kahire’den yakalama çıkarılıp yetmiş adamı öldürülünce kendisi Canik mıntıkasına kaçmayı başarmıştır.1270 Şeyh Cünyed burada uzun süre kalmış ve gözünü Trabzon Rum İmparatorluğu’na dikmiş, Osmanlı da şimdilik buna ses çıkarmamıştır. Cüneyd müridleri ile birlikte buraya seferler yapmış ve başarılı da olarak birçok imparator komutanını öldürerek bir süre Trabzona da sahip olmuştur. Fakat sonunda tutunamayarak Trabzon ve Canik bölgesini terketmiştir. Şeyh Cüneyd bu sefer rotasını Diyarbakır’da Akkoyunlular adıyla bir Türkmen Devleti kurmayı başaran Uzun Hasan’a çevirdi. Karakoyunlular Akkoyunluların ezeli düşmanı olduğu gibi Hasan’ın da Trabzon üzerine hesapları vardı; bu sebeple şeyh çok iyi karşılanacağını ümit etmekteydi. Hatta Uzun Hasan’a gönderdiği bir haberde: “Düşmanlarına karşı 20.000 müridimle sana yardım ederim.”1271 demişti. Uzun Hasan’ın ona kız kardeşi Mâhdı Ulya Hatice Begüm Ağa’yı1272 nikâhlamak suretiyle hemen bağrına basmasından Osmanlı’nın gördüğü tehlikeyi fark etmediğini anlıyoruz. Dolayısıyla sonunda da devletini bunlara kaptırmıştır. Modern çalışmalar Şeyh Cüneyd’in yedi yıl süren Anadolu seyahati (1449-1456) sırasında kafasındaki “Siyasî-Şiî İslâm”ın tam olarak teşekkül ettiğini gösteriyor.1273 Hatta o zaman İran’ında Şiî bir tabanın olmadığı, aksine halkın bütün milliyet1269 1270 1271 1272 1273

Aşıkpaşaoğlu, s.138. Hınz, s.19. Öngören, s.85. Kazvinî, s.25. Faruk Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK, Ankara, 1999, s.1-14, 424

lerle beraber sağlam bir Sünnî toplum bulunduğu bugün ispatlanmıştır.1274 İlhanlılar ve Karakoyunlular bahsinde anlatıldığı üzere İran’ın Şiî inançlara yönelişinin teşviklere rağmen tutmadığını daha evvel görmüştük. Karakoyunluların Şiîliği bile siyasî temellere dayanmadığı gibi böyle bir amaç da gütmediğini mevcut kaynaklar tam bir kat’iyyetle ortaya koymaktadır. Bu sebeple Seyh Cüneyd’in Anadolu çalışmaları ve özellikle devletten memnuniyetsizliği ondan daha evvel kitleleştiği Osmanlı kaynaklarında serahatle vurgulanmaktadır. Karamanlılar, Teke Türkmenleri, Torsların Varsakları, Sivas ve Amasya’nın Babâî heterodoksları, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’nun Şamlıları Osmanlılara karşı mutlak bir arayış içerisindedirler. İşte Şeyh Cüneyd Anadolu seyahatinde kendisini evvelce de bekleyen bu yığınlar üzerinde inanç olarak tam mânâsı ile etkili olmuş, İran gibi Sünnî olan Anadolu inanç ortamında onları müttehit bir cephede toplamak için Bâtınî inançların dışında bir siyasî kombinasyon bulamamıştır. Öyle ki Cüneyd’deki bu düşüncelerin Anadolu’da bilhassa gelişerek sistemleştiğini görmemizde fayda vardır.1275 Bu bakımdan Cüneyd’in dinî bütün bir Şiî olduğunu söylemek mümkün değildir. Bölgedeki Türkmen çoğunluğun hâfızalarındaki Türk Hâkimiyet İdeolojisi’ne göre teşkilâtlanacağı Sünnî boşluk bulunmadığı için Siyasî-Şiî İslâm’a sarılmaktan başka çare kalmamıştır. Çünkü İran-Osmanlı-Akkoyunlu üçgeni evvelce de ifâde edildiği üzere Sünnî İslâm’ın sağlam coğrafyası durumundadır. Bu sebeple Safevî Hanedanı’nın seyyidliği bir yana asıl Cüneyd’in ailenin düşünce silsilesinde yaptığı değişiklik ve şahsının samimiyeti tartışmalıdır. Çünkü Cüneyd dâhil Safevî iktidarını temin eden kendinden sonraki nesli maalesef hep serüven peşinde olmuşlar ve böylece duygular üzerine bir devlet tesis etmişlerdir. Öyle ki çokça görülmeyen bu sebep yüzünden tedricen Türkmen kimliği daha Abbas’dan itibaren zayıflamış, önce kozmopolit sonra da Fars zemine oturmuş, bürokrasideki hâkimiyet belli bir diyalektik 1274 Reşat Öngören, s.84. 1275 A.g.m., s.86-87 425

yerine toplumda sürekli ayrışma esnekliği sağlamıştır; işte zamanımızda bile içten yanan bu ateş tesirini kaybetmemekte, fakat Türkmen kimliği dâima devleti sahiplenmiş ve kendine âit olduğunu savunmuştur. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Şeyh Cünyd’i Karakoyunlu Cihanşah’a karşı kullanmak için Diyarbakır’da kabilesi ve ileri gelenleri ile üç konak ileriden karşılattı ve iki gün sonra da bizzat kendisi yola çıktı.1276 Uzun Hasan atından inerek şeyh ile kucaklaşarak onu sarayına götürdü (1456). Cüneyd burada epeyce kaldı ve daha evvel bahsini ettiğimiz nikâh gerçekleştirildi (1458 sonu veya 1459 başı). Şeyh burada üç yıl kadar zaman geçirmiş ve çalışmalarından kat’iyyetle sonuç alamamıştır. Çünkü şehrin Müslüman ahalisi tamamen ve katı ölçülerde Sünnî’dir. Diyarbakır günlerinde Anadolu ve Akkoyunlu toprakları dışındaki müridlerine bol bol halifelik dağıtmıştır. Bu sebeple ya Anadolu’ya geçip Osmanlı ile belâlı olma pahasına bir yola girecek veya yine belâlı olan Karakoyunlu tehlikesini görmemezlikten gelerek bu tarafa gidecektir. Cüneyd, ilgi çekicidir ki Akkoyunlu ülkesinde ne halife tayin etmiş ne de görüş açıklamıştır; eğer böyle olsaydı Konya gibi karşılık göreceği şüphesizdir. Mesajları dâima Osmanlı ve Karakoyunlu müridlerine olmuştur. Şeyh Cüneyd ikinci yolu tercih etti ve Azerbaycan’da Akkoyunluların yükselişine ve Uzun Hasan’ın eniştesi olmaya güvenerek Erdebil’e gidip postuna yeniden oturdu. Fakat hâlâ Sünnî görüşlere sahip amcası Şeyh Cafer’in şiddetli karşı koyma hareketlerine muhatap olarak yine Cihanşah’ın tazyiki ile Erdebil’i tekrar terk etmek zorunda kaldı. Bu sefer postu amcasına bırakmıştı. Cüneyd’inse müridleri ile birlikte kuzeyde Kafkasya Şirvanşahlarına tâbi Çerkez ülkesine akınlar yaptığı ve kısmî başarılar elde ettiğini görüyoruz. Şirvanşah Halil Sultan bir din adamına el kaldırmamak için önce hoş gördüğü bu akınların Şeyh Cafer’den destek görmesinden tamamen karşı vaziyete 1276 Hınz, s.27. 426

geçmişti. Bu münesebetle Halil Sultan’ın gönderdiği elçi Şeyh Cüneyd tarafından öldürülünce durum birden bire savaşa dönüştü. Karakoyunlu Cihanşah’ın şeyhe karşı Şirvanşahlara destek çıktığını biliyoruz. Bu durum karşısında yenileceğini anlayan Şeyh Cüneyd sağa-sola yalpalamaya ve kaçmaya çalıştı ise de Şirvanlı Halil Sultan onu Elburuz Dağları batısında Karasu Vadisi’nde çevirdi. 4 Mart 1460 günü yaşanan müsâdemede Cüneyd öldürüldü ve sufîleri de dağıldı. Kaynaklara göre daha sonra ziyaretgâh olan türbesi bugün Kurbal denen yerdedir.1277 Fakat Cüneyd’in ölümünden tam bir ay sonra, yani Nisan 1460’da, Uzun Hasan’ın kız kardeşi olan eşi Hatice Begüm bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Bu sebeple Uzun Hasan’ın dayısı sıfatıyla vasiliğini üstüne aldığı bu çocuğa “Arslan” anlamına gelen müfrit Şiî söylemlere eş tutulacak Haydar adını verdiler. Tebriz başkent oluncaya kadar bu çocuk Diyarbakır’da yaşadı; fakat dokuz yaşına gelince posta oturmak üzere Uzun Hasan tarafından Erdebil’e götürüldü.1278 W. Hınz’a göre Haydar’ın babası Cüneyd’in amcası olan Şeyh Cafer ona vukuatsız olarak postu devrettiği gibi yetişmesinde de çok etkili oldu.1279 Çünkü artık bu sırada akın akın Erdebil’e gelen Türkmenler Şiîliğe dönüşü olmayan bir yol olarak tamamıyla intisab etmişlerdi .Şeyh Cafer Haydar’a çok iyi gözle bakmıyordu; lâkin Azerbaycan’da dengelerin değişmesi Uzun Hasan’ın sıkı hâkimiyeti vasilik ve yeğenlik dolayısıyla şimdi on yıldan beri beklemede olan Safevîye düşüncesini yeniden ortaya çıkarmıştı. Çünkü hâlâ Karaman, Teke, Hamid, Şam gibi Anadolu Türkmen merkezlerinden, Hazar Denizi kıyılarında Gilân ve Tariş’den dalga dalga insanlar: “Biz ölüye değil diriye gideriz.” gibi cevaplarla 1277 Remzi Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı-İran siyasî Antlaşmaları, İstanbul 2001, s.12; Seyfettin Erşahin, Akkoyunluların Sosyal, Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Ankara 2002; Hınz, s.35; Aliyeva, s.87. 1278 Erşahin, s.167. 1279 Hınz, s.62. 427

Haydar’ı “Allah’ın oğlu” olarak değerlendirip uzaklardan ona geliyorlardı.1280 Şeyh Haydar aklı başına geldiği zaman, bilim insanı Adel Allouche’ye göre Cüneyd’den kalan Ruhanî Liderlik-Ordu Komutanlığı-Akkoyuınlu Veraseti1281 gibi üç önemli husûsun farkına vardı. Bu dönemde müridler ilk defa Kızıl Serpuş (Tac-ı Haydarî) giymeye başladılar. Hz. Muhammed Uhud Savaşı’nda yaralanınca başının tamamen kızıla boyanması olayından neşed ettiği rivayet edilen bu kızıl başlıktan ötürü özellikle Osmanlı ülkelerinde onlara “Kızılbaş” denildi.1282 Fakat Osmanlı ülkelerine girişi ve resmiyet kazanması Sünnî Türkmenler’den ayırt edilmesi için II. Bayezid-I.Şah İsmail anlaşmasına dayandığı çeşitli kaynaklarda ifâde edilmektedir.1283 Esâsında ister Alevî ister Sünnî olsun daha evvel Türkmenler Kızıl Börk giydikleri hâlde, zaman içinde Sünnîler bunu terk etmişlerdir; fakat hâlâ Sünnî olan Kırgız boylarının bu geleneği sürdürdüklerini biliyoruz.1284 Dikkate değer yön şurasıdır ki tarikat İran’dan ziyâde Anadolu gelişiyor, bu da Osmanlılar karşısında Akkoyunluların işine geliyordu. Haydar, babası Cüneyd’in siyasî düsturlarını tam olarak uygulamaktaydı. Anadolu’ya yüzlerce halife görevlendirmişti. Bunlardan birisi de Kızılbaş isyanlarını çıkarmış olan Antalya Teke Türkmenlerinden Şahkulu’nun babası Hasan Halife idi; Haydar’ın İran’da pek taraftarı yoktu.1285 İşte bu derece müsait bir ortamda Şeyh Haydar; dayısı Uzun Hasan’ın Trabzon imparatorunun kızı Despina Hatun’dan olma; annesinin Marta, babasının ve Türkmenlerin Halime Begüm 1280 Sümer, Safevî ,s.5-13.; İlâhiyatçı gözü ile bkz: Sayın Dalkıran, Alevî Kimliği ve Anadolu Alevîliği Üzerine Bir Deneme, Akademi Dergisi Sayı 10, 2002, s.95117; Ali Selçuk, Dede Mezarlıklarındaki Sır, T.Kültürü ve H.Bektaş Arş.Der., Sayı 56, 2010, s.64-72. 1281 Öngören, s.85. 1282 E.Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul, 1964, s.254. 1283 Dalkıran, s.99. 1284 Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilik, Ötüken, İstanbul, 2014, s.93. 1285 Faruk Sümer, Safevîler, s.2-12. 428

Aka veya Alemşah Begüm lakâbıyla andıkları kızı ile evlendirildi.1286 Bu evlilikten Şeyh Haydar’ın Sultan Ali, Seyyid İbrahim ve İsmail (17 Temmuz 1487) adlı üç çocuğu oldu. Fakat Şeyh İsmail 11 yaşına geldiğinde (9 Temmuz 1488) Haydar, Şirvanşah Ferruh üzerine yaptığı bir sefer sırasında fecî şekilde öldürüldü. Uzun Hasan’ın ölümü ile Haydar’ın onun kızı ile evlenmesi aynı yıl içinde (1478) vuku bulmuştu. Uzun Hasan’ın dolayısıyla bu evliliğe taraftar olduğu bilinmekle beraber evlenme tarihinde hayatta olup olmadığı husûsunda kaynaklarda herhangi bir kayıt yoktur. Fakat Hasan’ın Cüneyd’e olan aşırı ilgisinden ötürü yeğeni ve damadı Haydar’dan devleti için kuşku duyduğunu sanmıyoruz. Çünkü Haydar’ın öldürüldüğü coğrafyada daha evvel Cüneyd faaliyette bulunmuş aynı Şirvanşahlar ile müsâdeme yaparak hayatını kaybetmiş, bu sebeple Uzun Hasan ondan kuşku duymamıştı. Esâsında Haydar’ın amacı de babasının intikamını almaktı. Fakat hesapta olmayan durum Marta ile evlendiği yıl (1478) Akkoyunluların muktedir hükümdarı Yakub’un kardeşlerini bertaraf ederek devletin başına geçmesidir.1287 Yakub eniştesi Şeyh Haydar’ın siyasî amaçlarını iyice bilmekteydi. Bu sebeple Şirvanşah Ferruh’a kendi yanlarında savaşması için hatırı sayılır bir Akkoyunlu Türkmen birliği göndermişti. Tâberistan’ın Elburus Dağı eteğinde Dartand köyü yakınlarındaki savaşta şeyh öldürüldüğü gün Sultan Yakub Erdebil’e inerek babası gibi doğruca Safevî Tekkesi’ne gitti; burada annesi Hatice Begüm, kız kardeşi Âlemşah (Marta) ve şeyhin çocukları onu ağırladılar. Yakub Erdebil’den ayrlıp bir konak uzaklaşınca Şirvanşah’ın habercisi gelerek savaşın şeyhin üstünlüğü ile devam ettiğini bildirdi. Gerçekten Safevî müridleri canla başla muharebe ediliyorlardı; Yakub’un gönderdiği ordu kumandanlarından Süleyman’ı öldürmüşler, fakat kapıcısı Ali Aka’nın şeyhin kellesini koparmasına engel olamamışlardır.1288 Olaydan bir hafta sonra Haydar’ın kellesi sultana ge1286 Walther Hınz, s.63. 1287 E. Woods ,s.238. 1288 Hınz, s.75. 429

tirildiği zaman o Tebriz’e yaklaşmıştı ve burada kelle günlerce teşhir edildikten sonra hakaretlerle bir yere asılmıştı. Olayı haber alan Marta (Âlemşah Begüm Aka) üç çocuğunu alarak Fars Vilâyeti’ne sığındı; burada Yakub’un izlerini bularak onları dört buçuk sene mahpus kalacakları bir kaleye hapsetti.1289 Diğer yandan şeyhin müridleri Haydar’ın cesedini matem içinde yıkayarak Elfendiyar köyüne defnetmişler, fakat Tebriz’de bilinmeyen birisi asılı duran sapsarı kafayı aşırıp saklamış ve 1502 yılında devlet kurucusu olarak şeyhin küçük oğlu İsmail Tebriz’e geldiğinde ona sunmuştur.1290 Şeyh Haydar’ın erken öten horoz misâli kellesinin alınması ile sonuçlanan intikam trajedisi artık durumu iyice ortaya çıkan Safevî Tarikatı ve Safiyyüddin ailesi için tam bir dönüm noktası oldu. Sultan Yakub haşmet devrini yaşamaktaydı. Mutlu haber İran’dan ziyâde Anadolu’ya zarar vermesi dolayısıyla Yakub tarafından II. Bayezid’e bildirildiği zaman, Alloche’ye göre, Akkyonlu hükümdarına gelen cevabî mektupta Haydar ve müridlerinin sapık bir gürûh olduğu belirtilmiştir.1291 Artık fiilen Akkoyunlu-Safevî Tarikatı, yani dayılar ve yeğenler çatışması su yüzüne çıkmış ve şiddetlenmiş oluyordu. Fakat Haydar’ın öldürülmesinden sonra olaylar durmadı ve onun en büyük oğlu Şeyh Ali’in etrafında toplandılar. Erdebil’de tarikat merkezi müridlerle dolup taşıyordu. 1492’de Sultan Yakub ölünce Akkoyunlu tahtına kardeşi Rüstem geçmişti ve Safevîler ile kıran kırana mücadele bir devlet politikası olarak benimsenmişti. Tebriz’den Erdebil’e geçen Ali üzerine Rüstem kuvvet gönderdi; bu durumda öldürüleceğini anlayan Safevî şeyhi, Haydarî tacını küçük kardeşi İsmail’in (Şah) başına koydu; kendisi de Rüstem kuvvetleri ile yapılan çatışmalarda atından düşerek öldü ve annesi Marta cesedini Erdebil’e taşıtarak ecdânının yanına gömdü. 1292İsmail ve kardeşi İbrahim, Şiraz’dan paçayı kurtarınca daha evvel Şeyh 1289 1290 1291 1292

Şerefname, II, s.76. A.g.e., s.76. Öngören, s.85. Hınz, s.82. 430

Ali’nin emanet ettiği yedi1293 sağlam sufî tarafından saklanmak üzere 1493’de ata yurtları Gilân-Lahican1294 bölgesine kaçırıldı. Fakat Akkoyunlu Sultanı Rüstem çok geçmeden buraya getirildiklerini haber alarak aralarının çok iyi olmadığı Lahican Beyi Ali Mirza’ya baskı yapmaya başlayarak iadesini istedi.1295 Ancak Rüstem Bey’in 1497 Temmuz başlarında1296 idam veya katil suretiyle öldürülmesinden sonra, 1499’da İsmail gizlenmiş olduğu yerden çıkarak dedesi Uzun Hasan’un bıraktığı devletin başına geçmek üzere Tebriz’e döndü ve saltanat tacını giydi.1297 Safevî hareketi şüphesiz ki en büyük kitleleri Anadolu’dan sağlamıştı. Faruk Sümer’e göre Şah İsmail’in tahta oturmasında bile İran’ın katkısı olduğu söylenemez, İsmail’i Erdebil’de baştan beri saklayan Aba veya Eve lakabını taşıyan Anadolu Dulkadir İli’nden bir kadındır.1298 Binaenaleyh Şeyh Cüneyd ile başlayıp Haydar ile doruğa çıkan Anadolu’dan muhaceret İsmail zamanında da devam etti ve bunu ne Osmanlı ne de Rüstem’den sonra dağılma dönemine giren Akkoyunlu Sünnî İslâm tedbirleri önleyebildi. “Ölüye değil diriye” doğru hareket bir nehrin akışı gibi kendi mecrasında Anadolu’dan Erdebil’e doğru aktı. Öyle ki Karakoyunlu bahsinde ifâde ettiğimiz gibi bu ulusa ait Şiî boylar bile Safevî düşüncesine iştirak etmeyerek, hiçbir şekilde tarikat disiplini ve bağnazlığını kabullenmeyerek, kendilerine karşı koyacak gücü bulamadıkları için, Horasan taraflarına kaçtılar. Fakat Anadolu’dan Diriyegelen Ustacalu, Şamlu, Amasya’dan Rumlu, Antalya’dan Tekelü, Maraş’tan Zulkadir, Karaman’dan Turgutlular, Tarsus’tan Varsaklar gibi daha nice Türkmen aşîretleri1299 Tebriz ve Erdebil’e ölüme meydana okuyan fedailer olarak birikmişlerdi ve sayıları belki de birkaç milyonla ifâde ediliyordu. Dolayısıyla bu devrede Anadolu’nun ta1293 1294 1295 1296 1297 1298 1299

Veliyava, s.94. Seyfettin Erşahin, s.169. Şerefname, II, s.136. Woods, s.261, dipnot 113. Hınz, s.82-86; Tahsin Yazıcı, Safevîler, s.54. Sümer, Safevîler, s.15-20. A.g.e., s. 18-19. 431

mamen boşaldığını ve Baba İlyas-Şahkulu olaylarından beri gerilen ve şişen kitlelerin Erdebil’e aktığını söyleyebiliriz. Sümer bu Türkmen aşîretlerinin sayısını devletin kuruluşunda 13, Tahmasb devrinde 22, II. Şah İsmail devrinde 8, Şah Abbas devrinde 9, küçük aşîret olarak da 55 olarak hesap etmiştir.1300 Bu aşîretler ve yüzlerce obalar bugün bile yerlerinde durmaktadır. E. Woods’a göre1301 bilhassa en büyük kitle olan Şamlular (Halep Türkmenleri) katiyyen Akkoyunlulara iştirak etmedikleri gibi bunların genel adı olan Kuzey Suriye Bayatları Akkoyunlu ordusunda bulunmamışlardır. Azerbaycan’da Şafiî Halveti müridlerini oluşturan Türkistan Oğuz bölgesinin Savranilerinin büyük kısmı Şiîleşmemekle birlikte, temayül göstererek Suriye’ye tersine bir göç başlamışlardır. Bunlar bugün Suriye Carablus-Savran ve İdlib-Savran ile Bayır bölgesindedir ki üç bölgede de onların başında Halveti Şeyhi Abdurrahman Savranî bulunmuştur; onun oğlu şeyh Ahmed Kuseyri’nin bölgede günümüze kadar gelen bir türbesi bulunmaktadır.1302 Savranilerin şeyh takımı Kübrevî Şafiî Halvetiliği korurken, aşîretler Hanefî esaslı Matrüdi geleneğe bağlı olup menşei “Yesevîye”dir. Görülüyor ki Safevîlerin Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen unsurları peşlerinden sürüklediği görüşleri tam olarak doğruyu aksettirmemektir. İranî unsurların adlandırıldığı Fars, yahut da Taciklerin bu harekete katıldıkları söylenemeyeceği gibi Selçuklular devrinde olduğu gibi ancak devlet teşkilâtında bulunmuşlardı. Türkler kendi nam ve boy-oymak adları ile 1300 A.g.e., V-VIII. 1301 E. Woods, s. 343. 1302 Bu türbe dolayısıyla Sabranî şeyhi soyu devam etmektedir. Belde adı uzun süre Kuseyr olmuş, daha sonra Şeyhköy adını almış, Cumhuriyet devrinde de zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nin talimatiyle Şenköy olarak değişmiştir. Suriye İdlib-Cisrişuğur’da bulunan Savran köyünde Oğuzlar daha evvel gelen Karluk ve Kıpçaklar ile kaynaşarak yeni bir usnur yaratmışlardır ki bunlara Halep Türkmenleri içinde Arapça konuştukları için “Türk Arapları” denmektedir. Geniş bilgi: Hüsnü Mahalli, Diren Suriye, Destek Yayınları, İstanbul, 2014, s.81; Ali Bademci, Suriye’de Türkmenler ve Bayır Bucak, Ötüken, İstanbul, 2016, s.247-271. 432

İranlılar ise Tacik-Tacikiyân şeklinde Türkçe telâffuzu ile Tat diye anılıyorlardı.1303 b) Gelişme ve Yükselme Devri Şah İsmail elbette gücünün Anadolu’dan kaynaklandığının farkındaydı. Tahta oturduktan sonra Anadolu’dan kendisine birçok hediyeler ve yardımlar da geliyordu. İran’da iş tutmak mümkün değildi, bu sebeple İsmail Tebriz’de fazla vakit kaybetmeden 1500 yılı baharında yanında bulunan sağlam müridleri ile Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen müridleri ile buluşarak bir plan yapmak ve harekete geçmek istiyordu. Allouche’ye göre Erzincan’da bir savaş kurultayı yapmak istiyordu.1304 Osmanlı Sultanı II. Bayezid’in başında yeteri kadar gaile vardı, daha Haydar zamanında ortaya çıkan iç isyanlar, Cem Sultan meselesi, Venedik Harbi1305 ve Yunan Adaları Koron ve Modon dolayısıyla doğuya bakacak hâli yoktu.1306 Akkoyunlular ise dağılma devri yaşıyordu ve tahta 10 yaşında bir çocuk getirilmişti. Bu sebeple önünü açık gören İsmail Anadolu’nun her yanına ulaklar gönderdi. Tahmin edildiğine göre İsmail’in yine Anadolu menşeli, Sümer’e göre 1.000,1307 Oktay Efendiyef’e göre ancak 1.500 askeri vardı ve bunlar Hüseyin Bey Şamlu, Abdülhali Dedebay, Hadim Bey, Rüstebay Karamanlu, Yunus Bey Aykutoğlu, Karapiri Kaçar idâresinde idiler.1308 Onun için İsmail’in Azerbaycan’dan ayrılışında büyük bir ihtiyat ve gizlilik vardı. Erivan’ın güneyinde bulunan Çuhur Sad denilen yere varıldığında Bayburt’tan Karaca İlyas’ın adamları olan büyük bir mürid topluluğu yetişmişti. Artık rahatlıkla hareket edilebilirdi. Kağızman-Erzurum-Tercan üzerinden bugünkü Erzincan-Üzümlü ilçesine, Sarıkaya köyüne 1303 1304 1305 1306 1307 1308

Sümer, Safevîler, s.5. Reşat Öngören, s.86. İ. Hami Danişmend, Kronoloji, s.407. Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevarih, C.2., C.Eren, Ardıç Yay., İstanbul, 2004, s.62. Sümer, Safevîler,s.18. Efendiyef, s.45. 433

geldiler. Mevsim 1500 yılı yaz ortalarıdır. İsmail’i burada hâlâ meskûn olan Ustacalulardan Çavuşlu Oymağı karşılamış ve bir mağarada iki ay kadar misafir etmiştir. Sümer ve Efendiyef İsmail’in Erzincan’a gelmesini, “Başın bedenle birleşmesi” şeklinde değerlendirmeleri çok gerçekçidir. Anadolu’nun her yanından bölük bölük insan Erzincan’a akıyordu. Dulkadir başkenti Maraş’ın bugün de aynı yerleri koruyan aşîretleri Elbistan-Harput-Pınarbaşı’nı tamamen boşaltmışlardı; Sivas-Yozgat-Kayseri‘de Bozoklular ve Karatatarlar çoktan Erzincan’da ve İsmail’in yanındaydılar. Bu sebeple Şah İsmail büyük bir kalabalıkla ve çok kolay bir şekilde Erzincan’a girdi. Hatta Erzincan’a gelmeden II. Bayezid’e bir mektup yazarak müridlerinin ailelerinin Anadolu’da kalmasını rica etmiştir.1309 Anadolu içi ve özellikle Güneydoğu Anadolu tamamen boşalmış yerine Kürt aşiretleri yerlemeğe başlamıştı. Buralar elbette Akkoyunlu toprakları idi; fakat ortada otorite kalmamıştı. Aynı sebeple Osmanlı ülkelerinden gelenler de zorluk çekmiyorlardı. Osmanlı kaynakları bu muhacereti rahatlıkla ve serahaten ifâde ediyor.1310 Şah İsmail Erzincan’da halife ve müridleri ile hattı hareketi hakkında danışmalar yaptı: Oktay Efendiyef’e göre, toplanmış olan 7.000 kişilik muharip gücün yetersiz olduğu ve bu sebeple kışı bulundukları yerde geçirmeyi, ikinciler ise kuvvetler biraz daha artınca içinde bulunulan 1501 yılının yazında Akkoyunlu Elvend üzerine yürünmesini ve Gürcistan’a cihad edilmesini, üçüncüler de Çukursed arazisi üzerinde kışlamayı teklif etti ise de bu görüşler kabul edilmeyerek Şirvanşah Ferruh Yaşar üzerine yürüme kararı alınmıştır.1311 Tarih husûsunda değişik görüşler olmasına rağmen 1500 yılı sonu olayların akışı ile örtüşmektedir. Dolayısıyla İsmail’in yürüyüşü Gülistan ve Baykurd Kaleleri yakınında Cebani adlı yerde Ferruh tarafından durduruldu ve vuruşma başladı. Kızılbaş ordusunda sağ cenah Şamlular (Halepliler), sol cenah ise Ustacalular tarafından tutulmuş, 1309 Sümer, Safevîler, s.19/30 nolu dipnotta arşiv vesikası. 1310 A.g.e., s.18. 1311 Efendiyef, s.48. 434

İsmail ise ortada bulunuyordu. İkinci derecede muharip olarak ayrılan Tekeli, Rumlu, Zülkadir müridler ise gözcü durumundaydı. Efendiyef’in neşrettiği bir Safevî arşiv kaydına göre, İsmail’in Anadolu menşeli ilk komutanları: “Abidin Bey Tavaçı Şamlı, Hüseyin Bey Lala Şamlı, Muhammad Bey Ustacalu, Ahmed Bey Sufioğlu Ustacalı, Bayram Bey Karamanlı, Kılınc Bey Karamanlı, Karaca İlyas Bayburtlu, Çuş Mirza İlyas Bey Hınıslı, Sultanşah Bey Avşar, Dana Bey Avşar, Halil Bey Muhdar, Hüseyin Bey Süfraçi Avşar, Piri Bey Parvanaçi Avşar, Lala Muhammad Takali, Bakir Bey Cagirli, Piri Bey Kacar, Salman Bey Hazin Zülqadarli”1312 adlı kişilerden oluşuyordu. Başlangıçta sağ ve sol cenahlarda bozulma alâmetleri görülmüş ise de henüz 14 yaşında olan İsmail ortada vaziyeti toparlamış Ferruh Yaşar kaçmaya çalışırken Şahgeldi Ağa adlı bir Kızılbaş askeri tarafından kellesi gövdesinden ayrılmıştır. “Tekmiletü’l-Ahbâr” adlı bir Farsça kaynağa göre İsmail’in tâlimatı ile Şirvanşah’tan ele geçirilen hazinenin de dâhil olduğu yüklü derecede ganimet suya atılmıştır,1313 ki Türk savaş tarihinde böyle bir hadise görülmemiştir. Kızılbaşlar kazanılan zaferden sonra Şimahi’ye girdiler, Ferruh’un yerine geçen Gazi bin-Ferruh Yesar, Gilân’a kaçmış askerleri ise darmadığın olmuş, İsmail onun kızı ile nikâlanmıştır. 1314Şah İsmail kışı geçirmek üzere Mahmudabad’a yerleşirken ilk savaşta büyük başarı gösteren Anadolu komutanları Ustacalu Muhammed ve Çuş Mirza İlyas Bey Hınıslı’yı Bakü’nün fethine gönderdi. İsmail Tebriz’den gelen eski Akkoyunlu devlet adamlarından Gilânlı Emir ZekeriyaVezir1315; Türkmen ümera Şamlu Lala Hüseyin Emirü’l-Ümera (Beylerbeyi), Şamlu Abdi Beğ Tavacıbaşı, Dulkadir Dede Abdal Beğ Korucubaşı, Helvacıoğlu İlyas Beğ Avcıbaşı, Rumlu Ali Beğ taşra valiliğine tayin edilerek devlet teşkilâtını oluşturmaya başladı.1316 1312 1313 1314 1315 1316

Efendiyef, s.48. Sümer, Safevîler, s.20/32 nolu dipnot. Kazvinî, Safevîler, s.33. Mevlâna Şemseddin (Azerbaycan Kilidi), Bkz. a.g.e.,s.33. Sümer, s.22. 435

İran Türkmen Safevî İmparatorluğu

Görüldüğü üzere vezir hariç Safevî ümerasının tamamı Anadolulu idi ve Sümer’in tespitine göre Şia inançlarındaki aşırılık, bunlarda İsmail’in bile üzerindedir ve sürekli bu inançlarını “Şeyh ve şahlara kabul ettirmeye çalışmışlardır.”1317 Görülüyor ki İran’da Kızılbaşlığa İranlılarda sadece insan değil düşünce iştiraki de yoktur ve bu düşünce Babâîlik hareketinden gelen iki yüz yıllık bir Türkmen kültür ve öfkesinin, yani heterodoksî inançların senkretizminin doktrinleşmesinden başka bir şey değildir. 1500 baharında İsmail Akkoyunluların elinde bulunan Gülistan Kalesi’ni kuşattı. Bugünkü Nahcivan’ın Şurûr mevkiinde sayı ve silâh üstünlüğüne sahip olan Akkoyunlu Elvend yenildi ve ağırlıkları ile beyleri ortada kaldılar. Bu savaş Şah İsmail’e Azerbaycan’ı kazandırmıştır. Şeyh artık kolayca Tebriz’e girerek 15 yaşında şahlık tahtına oturmuş, 12 İmam adına hutbe okunmaya başlanmış, para kestirilmiş ve Safevî Devleti resmen kurulmuştur.1318 Muhalif unsurlar Tebriz’i terk ederek İran içlerine doğru gömüşlerdir. Böylece Erdebil ve Tebriz tamamen Şiî Türkmenlerin vatanı hâline gelmiştir. 1317 A.g.e., s.22. 1318 A.g.e., s.22. 436

Bakü’ye gelince orası Şirvanşahların merkezi durumundaydı ve tâkip ettiğimiz zamanda Şah İsmail’den ilk darbeyi yemişlerdir. Şirvanşahlar yanlış olarak bazı siyasî çalışmalarda Kürt1319 diye anılıyorsa da bu doğru değildir.1320 Bunlar önce Arap sonra İranî kimliği ile Büveyhîler gibidir ve orta zamanda Abbasîler devri ve Osmanlılı yıllarda Türk yüzü ile tanınmışlardır. Kuzey Azerbaycan’ın Kura Irmağı’nın kuzey yarısını ellerinde bulundurmuşlardır. Ülkeleri kuzeyde Dağıstan, güneyde Gürcistan doğuda Hazar Denizi ile çevrilidir. Buralar Osmanlılı devirde el değiştirmesine rağmen Sasanilerden beri İran’a tâbi olmuşlardır ve zamanla Arapça olan lisânları Farsça, sonra da Türkçe’ye dönmüştür. Hatta bir devir Şeybani-Özbek Hanedanı (Türkistan’dan ayrı) tarafından yönetilmişlerdir. Sünnî-Hanefî olmaları dolayısıyla İran Kürtleri’nden ayrılırlar.1321 Önceleri başkentleri Şamahî iken orta zamanda Bakü’dür. 1551’den itibaren Safevî hanedanları tarfından tam olarak İranlılaştırılmışlardır. İşte Şah İsmail Safevî Devleti’ni kurarken haklı olarak oradan başlamayı tercih etmiştir ve burası Anadolu’dan sonra ikinci sıklet merkezidir. Bilâhare Gilân ve İç İran Safevîlere müdâhil olup devletin Fars kanadını oluştururken Şirvahlar Türk görünmeyi tercih ettiklerinden sosyal ve kültürel yapıları da Türkmenler gibidir. Çok müstahkem olan Bakü Kalesi Anadolulu Ustacalu Muhammed ve Çuş Mirza İlyas Bey Hınıslı adlı kızılbaş komutanlar tarafından kuşatılmış ve kale duvarlarından delik açılmaya çalışılmıştır. Şah İsmail vakit kaybetmeden Bakü’ye haraket etti, onun gelmesi ile şiddetlenen kuşatma karşısında Kazvinî1322 ve 1319 Bugün dahi ABDliller tamamen siyasî olarak burayı Kürt bölgesi olarak göstermektedirler. Bizimkiler de onları tercüime ettiklerinden haritalarımızda ne yazık ki Güney Batı Azerbaycan da öyle görülmektedir. 1320 Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar Tarihi, C.I., s.726-730; Osmanlı Devleti İle Azerbaycan Türk Hanlıkları Arasındak Münâsebetlere Dâir Arşiv Belgeleri, BOA, C.I, No: 4, Ankara, 1994, s.19. 1321 Öztuna, s.726. 1322 Sümer, Safevîler, s.49. 437

Ahsenü’t Tevarih1323 gibi birincil kaynakların verdiği bilgilere göre kaleye girilmiş ve bu başarı karşısında halk şehrin kapılarını tamamen açmştır. Efendiyef’in tespitlerinde Şah İsmail’in halka çok iyi davrandığı, sadece babasını öldürdüğünden sorumlu tuttuğu Şirvanşah Halil’i mezarından çıkararak kemiklerini yaktırmış olduğu bilgisi verilmiştir. 1324İsmail Bakü’de kendi ümerasını yerli yerine oturttuktan sonra Akkoyunlu Elvend’in elinde bulunan Gülistan Kalesi’nin başlayan muhasarasına yetişti. Gülistan Kalesi çevresinde kızılbaş halife ve müridlerin toplandığını haber alan Elvend onları tenkil etmek üzere büyük bir ordu ile Şirvan’a hareket etti. Türkmen İskender Şan komutasındaki kızılbaş ordusunun sayısı ancak 7.000 olmasına karşılık, Akkoyunlu ordusu ağır silâhlarla donatılmış olarak 30.000 kişiydi.1325 Savaş başlamadan iki Türkmen ordusu arasında karşılıklı saf değiştirenler oldu; kızılbaşlılıkta tereddüd edenler Akkoyunlu, Sünnîlik’te gelecek görmeyen beğler Safevî tarafına geçtiler. Şah İsmail yine ortada ve daha evvelki galibiyette yer alan kumandanlar ile sağ ve sol cenahları tuttular. Akkoyunlu ordusunun cenahlarında Murat Beğ, Ali Beğ Türkmani, Kum hâkimi İslâmış Beğ bulunuyordu. Bugünkü Nahcivan’da cerayan eden savaşta birçok Akkoyunlu beyi öldürülmüş fakat Elvend, ordusunu bırakarak Erzincan taraflarına kaçmıştır. Elvend’in kaçması elbette Safevî iktidarını sağlamlaştırırken Akkoyunluların da artık devrini tamamladığının göstergesiydi. Elvend Anadolu’dan gelen yığınların kendisini rahat hareket ettirmeyeceğini fakat bu geçişleri önleyebilirse Safevî iktidarının kökünü kurutacağını hesap ediyordu. Göç ve ziyaret yolu tamamen kapatılmış oluyordu. Şah İsmail bu önemli hususu görerek Van Gölü’nin kuzeyindeki Aladağ’a geldi. Sarıkaya mevkiinde durumu haber alan Elvend ve askerleri ağırlıklarını da bırakarak 1323 Hasan-ı Rumlu, C.II, s.78. 1324 Azerbaycan Safevîler Devleti, s.51. 1325 Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, C.II, s.71. 438

kaçtılar. Elvend Tebriz’e yöneldiği için İsmail de buraya döndü, fakat Elvend Ucan’dan Hemedan yolu ile Bağdat’a kaçtı. F. Sümer’e göre Şah İsmail’in Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab ile Akkoyunlu Murad’ın elinde bulunan Fars ve Kirman’a sâhip olması gerekiyordu.1326 İsmail bu tarafa yönelerek 21 Haziran 1503’de düşüncesini gerekleştirdi; Akkoyunlu beyi ancak kaçarak canını kurtarabildi. İsmail kendine çok bağlı olan Ustacalu ve Zülkadir Beylerine yeni ülkeleri dağıttı; fakat özellikle Avşarlardan birçok Akkoyunlu kumandan onun tarafına geçti. Yeni ülkelerde kahir ekseriyetle Sünnî olduğu için birçok insan öldürüldü; bu suretle İsmail belki de ilk olarak Farslardan zorla da olsa bir kısım taraftar oluşturdu.1327 Şah İsmail Murad’ı takipten vazgeçmedi ve aynı yıl Şiraz, ertesi yıl yani 1504’de İsfahan-Kaşan-Kum şehirleri ele geçirilerek 1508’de Horasan hariç bütün İran’a, 1509’da da Bağdat’a1328 sahip oldu. 1510 yılında da Özbek Muhammed Şeybani’yi mağlup ederek buraya da sahip oldu ve sınırlarını Türkistan Amuderya’ya dayadı.1329 Özbek hanının kafasının kesilmesi ve günlerce sokaklarda teşhir edilmesi, hatta onun kafatası ile şarap içilmesi gibi bilgiler, Şiîliğin Sünnîlik karşısında başarısı olarak birçok rivâyetlere de konu olmuştur. Artık Safevî Devleti Fırat’tan Ceyhun’a kadar büyük bir imparatorluk olmuştu. Şah İsmail Anadolu desteği ve çoşkusu ile İran’a hâkim olunca gerçekten sufîzâde bir şeyh olarak olarak artık uçuyordu. Çok ilgi çekicidir ki daha evvel de konu edildiği gibi daha Fatih zamanından beri Osmanlı, Doğu-Güneydoğu ve İran Türkmenlerini hiçbir şekilde Emir Timur gibi imha etme peşinde gitmemişti. Anadolu Alevîliği ve Erdebil menşeli Türkmen Şiası en büyük toleransı II. Bayezid devrinde gördü. Bu serbestiden faydalanarak ortaya Anadolu kızılbaş isyanları ülkenin altını üstüne getirip terk edilmiş topraklar hâline getirmesine 1326 1327 1328 1329

Sümer, Safevîler, s.23. A.g.e., s.25. Geniş bilgi için bkz.:Gıyas Şükürov, Safevî Devleti ve Şah İsmail, s.117. Oktay Efendiyef, Azerbaycan, s.55. 439

bile Yavuz Selim kadar şiddetle mukabele edilmemiştir. Lâkin Şah İsmail’in son başarılarından itibaren isyanların dozu arttığı gibi sınır taciz ve tecavüzleri de günlük hâdiseler hâline gelmeye başlamıştı. İsmail’in gönderdiği Dâîler Anadolu’yu tam bir propaganda merkezi hâline getirmişti.1330 Antalya (Teke) Şahkulu kalkışmasını, Anadolu heterodoksi isyanalarına bir örnek örnek olarak verebiliriz. Henüz Osmanlı’nın hâkim olamadığı Karamanlı mülkünde daha İsmail’in dedesi Cüneyd zamanında ayaklanan Türkmenleri biliyoruz. Yalınlıköy’de âdetâ beylik ağırlığında bir tekke kuran Şahkulu Hasan Halife’nin (İsmail’in temsilcisi anlamında) babası zamanında Cüneyd ve Haydar’ın emri altında Safevî oluşumuna çok büyük katkı sağladığını biliyoruz. Osmanlı kaynakları Tekeli hareketini olaylar boyutunda ortaya koyduğu hâlde, baş kaldırının sosyal yönleri maalesef bugüne kadar ciddi bir incelemeye tâbi tutulmamıştır. Esâsında Safevî Devleti’nin Tekeli-Zülkadirli-Ustacalu Anadolu Sufî Devleti olduğu çok net görülememiştir. Hatta Şahkulu Karabıyıkoğlu Hasan Halife’nin uzun süre İslâmî bir motif olduğu sanılan mağaraya kapanıp inziva yapma geleneği bile sosyal yönleri ile îzah edilmiş değildir. Meseleye bu yönü ile bakarsak Hasan Halife Azerbaycan’da doğmuş olsaydı belki Safiyyüddin olarak ortaya çıkacaktı. Çünkü modern çalışmalar Cüneyd’den itibaren aşrı Şiî söylemlerin bunların ısrarlı empozesi ile Safevî ailesinde teşekkül ettiğini ortaya koymuştur. Bu sebeple Safevî oluşumu için Faruk Sümer’in “Gövde Anadolu’da, baş Erdebil ve Azerbaycan’da” görüşleri artık eskimiş ve beynin de Anadolu’da olduğu, ancak temsilî başın İran’da ortaya çıktığını ispatlamıştır. Şahkulu-Karamanlu-Ustacalu-Zülkadarli olayları ancak bunlarla vuzuha çıkarılabilir. Çünkü bu Türkmen boyları daha Selçuklular zamanında Moğolların önünden sürüklenen Oğuz boyları olarak, heterodoks inançlı Babâî Hareketi’ne iştirak etmişlerdir. Safevî hareketinin, hiçbir şekilde İslâmî bir hareket olduğu ispatlanmamış olan Babâlîk’in belki 1330 M. Çetin Varlık, Çaldıran Savaşı, DİA, C.8, İstanbul, 1993, s.193-195 440

senkerist bir inanç üzerine giydirilmiş İslâmî Uç Şiası’dır. Bu bakımdan özellikle başlangıçta Safevî hareketi İslâmî değildir; ancak Safiyyüddin ailesinden gelen sufî altyapı sebebiyle öyle sanılmaktadır. Şahkulu’nun çalışılmayan yüzü çok önemlidir; çünkü günümüzde modern ilimler bile insanları hareket ettirmekte deneme-yanılma ile ancak literatür oluşturabilmektedir. Fakat Anadolu Türkmen inançlarının, İran merkez olmak olmak üzere Türkmen Şiası olarak olgunlaşması sıradan ve olay anlatımıyla geçilecek bir mevzu değildir. Andolu’da Osmanlı’nın daha baştan itibaren bunlara kötü davrandığı ve imha hareketine giriştiği katiyyen doğru değildir. Çünkü bugün anonim Osmanlı tarihlerinin bile Şahkulu oluşumunun daha teşekkül aşamasında II. Bayezid’in bunlara rahatlık sağlamak için zâviye yaptırdığı ve maddî yardımlarda bulununduğunu ortaya koymuştur.1331 Yavuz Selim’in babasından sonra, uzun yıllar Amasya’dan seyrettiği ve olaylara tam hâkimiyeti sonucu, İsmail’in Anadolu’ya yöneleceğini tahmin ettiği için Anadolu’da tespitler yapıp uçan kuşları bile işaretlediği doğru olmalıdır. Fakat Çaldıran öncesinde tespit ettiği 40.000 Alevî Türkmen’i öldürdüğü tam anlamıyla bir hikâye ve siyasî aldatmacadır. Böyle bir hâdisenin ciddiyetine hiçbir yabancı inanmadığı için bunu biz kendimiz uydurmuş ve kendimiz inanmaya çalışarak bugüne kadar Türkmen bütünlüğünü bozmak ve ayrılıkçılığın mesafesini açmak için gayret etmişizdir. Hangi Osmanlı ve Safevî arşiv kayıtlarında böyle bir şey vardır ve hangi ciddi, özellikle yabancı çalışma bu işi ortaya koymak için belge sunmuştur? Sonradan yazılmış Makalât türü Nâmeler tamamen uydurmadır. Son yıllarda Osmanlı arşiv kayıtlarının yeni Türk harfleri ile yayınlanması Sünnîlerin çok kitabî olduğunu ancak Alevîlerin hiç kayıt tutmadığını1332, fakat eski bir Türk geleneği olarak tarihi destanlaştırıp hafızaya yazdıkları ziyâdesiyle ortaya 1331 Feridun Emecen, Şahkulu Baba Tekeli, DİA, C.38 , İstanbul 2010, s.284-286 1332 Samim Savaş, XVI.Asırda Anadolu’da Alevîlik, TTK, Ankara, 2013, s.26. 441

konmuştur. Bu sebeple tamamen sözlü olan Alevî tezahürlerine inanmak bir yana katılmak ve ortaya sürülen iddiaları ispat etmek katiyyetle mümkün değildir. Mükemmeliyeti kabul edilmiş olan Mühimme Defterleri’nde Yavuz’un yaptırdığı tespit ve uygulanan tehcir cezalarının mufassal kayıtları yer almaktadır. Meseleyi en iyi şekilde bu kayıtlardan izleyebiliriz. Çaldıran öncesi katliam hadiseleri için Avrupa ve İran kaynaklarında itina ile rakam telâffuz edilmez. Fransız bilim insanı J. L. Bacgue-Grammont tarafından yayınlanan 1513 tarihli bir listede sadece 79 kişi öldürüldüğü kaydedilmiştir.1333 Mühimme Defterleri’nde devlet yanlısı tımar sahiplerinin yaptığı ihbarlara göre Alevîlerin ahlâksızlık yaptıkları, hırsızlık ve yataklık olaylarına karıştıkları, namaz ve orucu terk ettikleri, saz ve sözle vakit geçirdikleri, Ebû Bekir-Osman-Ömer’e küfrettikleri, sünnete-peygambere ve halifelere karşı çıktıkları, Müslümanlara Yezid dedikleri, şarap içip Safevîlere yardım ve sadaka topladıkları, sahte para bastıkları, casusluk yaptıkları gibi hususlar bildirilmiştir.1334 Ciddî görülmediği için bu konularla ilgili 1333 1-J. L. Bacque-Grammont, 1513 Yılında Rum Eyaletinde Şüpheli Tımar Sahiplerine Ait Bir Liste, İÜİFM, Ömer Lütfi Barkan Armağanı, İstanbul, 1984, s168-176; 2-İdris-i Bitlisi, Selim-şahname, H. Kırlangıç, s. 153-155, Kül.Bk. Yay., Ankara, 2001, s.87-89; 3-Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, C. Cevans., s.153-155; 4-Şehabettin Tekindağ, Yeni Kaynak ve Vesikalerın Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, İEF Tarih Dergisi, Mart 1967, s.22; Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, s.208, C.I.; Elbette ilk kaynağa dayanarak 40.000 kişi katliamına karşı bu görüşlerle alay edercesine 79 rakamını savunmuyoruz. Fakat 2-3 kaynak Şahkulu isyanından bahisle, iki taraftan (Osmanlı ve isyancılar) “50 bin insan öldü” diyor. Başka hiçbir belge ve kaynağımız yoktur. Dolayısıyla uydurma tahminlerle hüküm vermek mümkün değildir. Yavuz ne böyle bir katliamın ne de isyanın muhatabıdır. En azından bu konuda spekülasyon ve aşırı derecede abartı olduğu ortadadır. Alevî araştırmalarda İdris-i Bitlisi’nin rakamı tersine döndürülmüştür ve hiçbir doğru yanı yoktur. Ne yazık ki bu uydurma yakıştırmalara bir misal olmak üzere İ. Hami (Kronoji II/7) ve 4 nolu kaynakta da vardır. Bunların Bitlisi’nin eserini gördüğü kanaatinde değiliz. Bitlisi’nin dışında rakam telâffuz eden yoktur. Ancak 4 nolu eser gibi modern olmasa da sağlam kaynaklarda tevkifatın 40.000 ancak öldürmenin 2.000 civarında olduğu yer almıştır, ki herhalde en doğru olanı da budur. 1334 Mühimme Defterleri kayıtları için bkz: S. Savaş, s.28-44. 442

önemli bir takibat yapılmamıştır. Maalesef Alevîlerin kayıtlarına rastlanılmadığı gibi çok hissî bir ozan olarak Pir Sultan’ın (Abdal değil): “Osmanlı yanına kalır mı sandın; Nice intikamlar alınsa gerek.”1335 şeklindeki dizeleri tamamen isyanî duygularla söylenmiştir. Bu sazlı-sözlü dizelerde Şah İsmail’e, “İstanbul şehrinde ol sahib devlet”1336 tavsiyesinde bulunacak kadar ileri gidilmesi ve Osmanlı’nın bunu müsamaha ile karşılaması bugünkü ileri demokrasilerde bile görülmez. Bu sebeple katliam iddialarına ciddî gözle bakmak mümkün değildir; fakat uydurma da olsa hâlâ gönüllerde bir yara bıraktığı da gerçektir. O zaman böyle bir şey varsa ciddî bir çalışmanın yapılmasını beklemekten başka yol yoktur. Kanaatimizce Yavuz Sultan Selim’in aldığı tedbirler de elbette can yakacak cinstendir, fakat Şiîrle ve musikî ile yayılan siyasî katliam söylentileri siyasî olmaktan öteye gitmiyor. Yavuz Sultan Selim ve babası II. Bayezid şehzâdeliklerini Anadolu’nun Alevî ikliminde geçirmişlerdir. Bayezid devrini önceki bölümlerden beri az çok konuştuk. Fakat Safevî’yi anlamak ve Anadolu dalgalanmalarına daha doğru isim koyabilmak, bir Türkmenlik hesaplaşması olan Çaldıran’ı iyi anlayabilmak için Yavuz’ın tahta çıkışı (24 Nisan 1512) ile tam iki yıl sonra İstanbul’dan İran’a hareketine (23 Nisan 1514) kadar geçen zamanı biraz tartışmak istiyoruz. Ayakta olan Anadolu’da işin mihenk noktaları ya Tekeli (Antalya) gibi evvelce kontrol dışında bulunan veya Osmanlı ile hudut olan Bozok ve Şamlu (Halep)- Dulkadirli toprakları idi. Çünkü bu coğrafyanın nüfusunun tamamı şimdi Safevî Devleti’nde güç sahibi idi ve evvelce de belirdiği gibi gâye, Osmanlı topraklarının İran İmparatorluğu ile birleştirilmesiydi. Oluşumu çok iyi bilen II. Bayezid aslında muktedir olamayışından değil zâlim olmamak için daha pratik yollarla meseleyi çözmek istiyordu. Bu sebeple çoğu zaman olaylara masum hareketler gözü ile bakmıştı. Yavuz Selim 1335 Saim Savaş, s.26. 1336 A.Gölpınarlı-P.Naili Boratav, Pir Sultan Abdal, Derin Yay., İstanbul, 2010, s.20. 443

ile aralarındaki fark budur ve şehzâdeyi saltanata taşıyan asabiyetin resmini de böyle çekmek gereklidir.1337 Şahkulu’nun ansızın isyan etmesinin gerçek sebebi bugüne kadar yeterince aydınlatılamamıştır.1338 Sünnî bir Türk devleti olan Memlûklular da maalesef Dulkadirli meselelerinden ötürü Osmanlı’nın yanında olmadılar. Şahzade Korkud olayının da bu hâdiselerle ilintisi bilinmektedir. Fakat Edirne’den Yavuz’un alelacele İstanbul’a gelmesinin sebebi elbette Şahkulu isyanıdır. M. Akdağ Anadolu kızılbaş hareketinin gerçek sebebini II. Bayezid’in devlette oluşturmaya çalıştığı katı Sünnî-Hanefî yapıya bağlamaktadır.1339 Bu görüşleri ne yazık ki doğrulamak mümkün değildir; çünkü Bayezid döneminde Kızılbaşlar üzerinde zecri tedbirler uygulandığını söyleyemeyiz. Kovuşturmaların Yavuz’la başladığı hem kayıtlara hem de literatüre uygundur. Günümüzde isyanları marksist görüşe dayamak ve sebepleri ekonmik olarak îzah etmek yolunun da doğru olduğu söylenemez. Bu isyanın bizzat İsmail’in talimatı ile başladığı da çok zayıf bir görüştür.1340 Gerçek sebep II. Bayezid’in ılımlı idâresidir. Kendini İsmail’in de üzerinde görerek mehdî ilân eden Şahkulu ancak Baba İlyas’ı andırmaktadır ve bu sebeple önce Karaman sonra da Bozok’a doğru yayılmış, fakat kendisi Bursa ve Kütahya taraflarını karargâh seçmiştir. Bölgenin inanç yapısını nazara alırsak isyanın tamamıyla siyasî bir mezhep hareketinin üzerine oturmadığını tespit ederiz. Şahkulu, devleti uzun süre meşgûl ettikten sonra Çankırı taraflarında kaybolmuş veya öldürülmüştür. Osmanlı kaynaklarında olay zamanı Şah İsmail’e gittiği ifâde edlimişse de sonradan böyle olmadığı anlaşılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in padişah olduğu 24 Nisan 1512’de Anadolu isyanları büyük ölçüde önlenmişti; şimdi 1337 Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, C.2, M. Çevik, Milliyet Yay., İstanbul, 2010, s. 534. 1338 Feridun Emecen, s.285. 1339 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C.II, Cem Yay., İstanbul 1972, s.154. 1340 Emecen, s.285. 444

kalkıp da bu sultana korukunç bir katliamı yüklemek vehimden ve tarihi yanıltmaktan başka bir şey değildir. H. Hüsemedin Bey meşhur “Amasya Tarihi” isimli çalışmasında Yavuz’un gelişinden 4 ay evvelki Amasya’da olayları gayet serinkanlıkla incelemiştir.1341 Grammont’un yayımlayarak açıklamalar getirdiği önemli belgeye göre Anadolu’daki rahatsızlığın sipâhilerin tımar rekabetinden ileri geldiği kuvvetle ifâde edilmiştir.1342 Amasya Tarihi’nde ise olayların bir inanç değil çapul hareketi olduğu savunularak: “Baba Zünnün’den bahisle: Zünnün serseri bir Tatar’dı. Onu azdıran yani şeyhi de Celâl Baba dedikleri bir Ermeniydi.” denilmektedir.1343 İran arenasında Anadolu Türkmenleri ile şaha kalkan Şah İsmail’e babası zamanındaki kızılbaşlara yapıldığı gibi Anadolu’yu, Amasya ve Trabzon’da geçen şehzâdeliğinde tanımış gayet donanımlı olan Yavuz Selim’in elbette cevapsız bırakması düşünülemezdi. İki Türk İmparatorluk da artık sınırlarının sonuna erişmişti. İki cihangirden birinin elinde Şiîlik, diğerinin omuzlarında ise Sünnîlik gibi ağır tarih ve inanca dayanan yükleri elbet bir hesaplaşmaya girecekti. İsmail’in Yavuz’un cülûsunu tebrik etmemesi çok yüzeysel bir sebepdir; hatta Safevî-Memlûk iş birliği dahi ancak tâlî sebeplerden sayılabilir. Mücadele sebebi Şah İsmail’in Şiîliği bütün Anadolu’ya yayması ve buralara sahip olması, Yavuz’un ise mezhepsel bir savunmaya girerek taarruza geçmek istemesidir. Yavuz’un Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun dışında İran’a sâhip olmak gibi düşüncesi olduğu hiçbir çalışmada yer almaz. Şah İsmail’in Bektaşîliğin Avrupa’ya atlaması karşısında buralara dahi sâhip olmak arzusu Yavuz’un meşhur fişlemelerinin Rumeli’ye de uygulanmasından anlaşılmaktadır.1344 Yavuz’un hareketinin taarruz olacağı daha şehzâdeliğinde Doğu Anadolu’da yaptığı bir kısım fütühat ile de doğrulanabilir. Osmanlı 1341 1342 1343 1344

Hüseyin Hüsemeddin, Amasya Tarihi, C.II, Amasya, 2013, s.487 Grammont, s.164. Amasya Tarihi, s.487. İsmail Hami Danişmend, Kronoloji, C.2, s.7. 445

daha baştan beri Anadolu’da bir ırk ve mezhep bütünlüğü üzerinde ısrarla durmuştur; bunu sünnî doktrincilik olarak görmek bu bakımdan çok yanlıştır. İsmail ise mezhep şuurunu kuvvetlendirip bunu zulme kadar götürürken devletteki Türkmen hâkimiyetine Farsları da ortak ettiği, ordunun dışında ırk bütünlüğününün de masal olduğu sonradan daha iyi anlaşılmıştır. Esasen bu eğilim daha Akkoyunlular zamanında başlamıştı.İsmail’in Anadolu’da ilk hedefi Batı Anadolu’yu Doğu’ya katmak ve İstanbul’a sâhip olarak ileriki zamanda Rumeli dedeleri ile buluşmaktı. Şah İsmail Afganistan’dan Anadolu’ya, Bağdat’tan Dağıstan’a kadar olan fütuhatına güvenerek yerinde durmak sûretiyle çarpışmaya hazır görünüyor ve Osmanlı ordusundaki Kızılbaşların da kendi tarafına geçeceğini umut ediyordu. Bu sebeple Yavuz’un şümullü bir fişleme işine girdiği ve arşivde bulunan defterler ile çalışmalarda 50 binden de fazla Kızılbaş’ın fişlendiği, çok büyük yekün teşkil ettiği doğrulanmamasına rağmen birçok Türkmen-Kızılbaş’ın öldürüldüğü, fakat çoğuna tehcir ve hapis cezası uyguladığı doğrudur. Zaten devlet hayatında başka şekilde düşünmek de mümkün değildir. İsmail’in Kızılbaş Türkmen kartına karşılık Yavuz’un Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt aşîretleri üzerinde sağladığı hâkimiyet de çok önemlidir. Çünkü İsmail Şafiî olan Kürtlerin çoğunu tıpkı Farslar gibi zorla Şiîleştirmek istemiş ve bunlar üzerinde ağır baskılar uygulamıştı. Bu sebeple Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da, dağdan inerek, Erdebil’e göçen Türkmenle’in topraklarına sâhip olan Kürt aşîretlerinden 24’ünün Osmanlı tarafına geçtiği, sadece Erdelan Bey’i Halid’in çocuklarının karşı safta kaldığı bilinmektedir.1345 Evvelce Akkoyunlular hizmetinde çalışan ve Kürt asıllı olduğu bilinen1346 İdris-i 1345 Müfid Yüksel, İdris-i Bitlisi ve Eyüp’teki Eserleri, Tebliğ, Eyüp Sultan Sempozyumu VI, 10-12 Mayıs 2003, s.76 1346 İdris-i Bitlis’nin kendi kaleminden şeceresi İşrailik adlı tasavvuf hareketinin kurucuu olan Şehabettin Sührevi’ye dayandırılmaktadır. 1155-1196 yılları arasında yaşayan bu zât da Kürdt köyünde doğduğu için bu gözle bakılma446

Bitlisi adlı tarihçi ve âlimin İsmail’e ve inançlarına tahammül edemeyerek yaptığı hac ibadeti sonunda İstanbul’a gelerek Yavuz’ın çevresine intisap ettiği, bu şahsın savaş öncesi ve sonrasında aşîretleri Osmanlılaştırdığı kaynakların tamamında mevcuttur.1347 İşte kısa zamanda Yavuz Selim, üzerinde fevkâlade müessir olan âlim İdris-i Bitlisi’nin ısrarı ve sarayda biriken Kürt beylerinin yoğun talepleri karşısında Macaristan Seferi hazırlığında iken birden Safevîler üzerine yürümeye ikna edilmiştir.1348 Yerinde bir tespitle Yavuz-Safevî çatışmasında esâsında Kürt Meselesi’ni en başa taşımak gerekmektedir. Böylece Karakoyunlular devrinden sonra Osmanlı zamanında da Kürtlerin ne kadar korunduğu, hatta toplu katliamdan kurtarıldığı ortaya çıkacatır. Kara Yusuf’un, Şerefname yazarı Şerefhan’ın babası Şemseddin’e kızını ve mülkünü verek himâyesini elbette hatırlamak gereklidir. Yavuz Sultan Selim başta şehzâdeler meselesini hâl yoluna koyduktan ve Anadolu’daki Kızılbaşları emniyete akldıktan sonra fevkalâde hazırlıklarla 20 Nisan 1514’de İstanbul’dan İran’a doğru yola çıktı. Türkmen Hükümdarı Şah İsmail’e çok sert ifâdeler taşıyan üç mektup gönderdiği Osmanlı kaynaklarında yer almıştır. Yavuz Yassıçemen’e geldiği zaman Şah İsmail’den bu mektuplardan ancak birine cevap alınmıştı, İsmail ne için savaş ilân edildiğini anlayamadığını belirtmiştir.1349 Sivas’ta Osmanlı ordusunda sayım yaptırılmış ve 140.000 kişiden meydana geldiği tespit edilmiştir.1350 Karşılıklı olarak iki Türkmen

1347

1348 1349 1350

sına karşılık kaynaklarda Fars ve Arap olduğu zikredilmektedir ve asıl adı da Ebû’l-Fütûh Şahabeddin Yahya bin Habeş bin Emîrek Sühreverdî Maktul’dür. M. Yüksel, Süreverdi’nin Necmeddin Kübrâ’nın da şeyhi olduğunu yukarıdaki çalışmada kaynaklandırmıştır. Abdüsselam Uygur, İdris-i Bitlisi ve Eserleri Üzerinde Yapılan Bazı Bilimsel Araştırmalara Tenkidi Bir Yaklaşım, www.journals. istanbul.edu.tr/iusarkiyat/ article/download/, s.54-69 Murat Ciwan, İdris-i Bitlisi Elli Bin Kızılbaş Öldürüldü Demiyor, s.4, http// tr.rizgari. com/ İ. Hami, Kronoloji, C.II, s.8. Z. Nur, Osmanlı Tarihi, C.I, s.209. 447

ordusunun da sayıları hakkında çok değişik rakamlar telâffuz edilmiştir. Bunlardan Şah İsmail tarihçisi Hasan-ı Rumlu Osmanlı ordusunun 200.000 süvâri ve piyadeden oluştuğunu yazarken Safevî ordusunun sayısı hakkında bilgi vermez.1351 Gerçekten Osmanlı ordusunda 5.000 zahireci ve 60.000 de deve olduğu düşünülürse Rumlu’nun rakamına ulaşıldğı anlaşılmaktadır. 200.000 sayısı Yavuz’un İsmail’a yazdığı mektupta da geçmiştir.1352 Fakat Yavuz’un ön safta giden muharip ordu mevcudu ancak 100.000 kadardır. 1353Yeni Safevî çalışmalarına göre İsmail Tebriz’den çıkarken ordusunun ancak 12.000 kişi olduğu ve Hoy’da bir süre beklenirken Diyarbakır’dan 20.000 kişi daha kavuşunca ordunun ancak 35.000 kişiye çıktığı1354, fakat Kızılbaş ordusunun gerçek sayısının İsmail’in Horasan dönüşünden 100.000-120.0001355 olduğu bilinmektedir. İran kaynaklarını tetkik eden T. Gökbilgin’e göre 2.500 km.’den gelen ve yorgun olan Osmanlı ordusuna karşılık, İsmail’in 80.000 kişilik diri bir süvâri ordusu olduğu bildirimektedir.1356 Şüphesiz Şah İsmail’in Osmanlı ordusu hakkında gönderdiği casuslar aracılığı ile bilgileri vardı; savaş başlar başlamaz Yavuz’un yanında bulunan ve külliyetli miktardaki Kızılbaş savaşçıların kendi tarafına geçeceği ve bu sebeple savaşın uzun sürmeyeceği 1351 Hasan-ı Rumlu,Ahsenü’t Tevarih, C.Cevan Terc., s.177. Çok kıymetli birincil kaynak olan bu eser Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevîlerin en önemli tarih kitabıdır. Bu kaynağın tamanın 12 cilt olduğu rivâyet edilmektete ise de 2004’de Mürsel Öztürk 1404-1493 yıllarına tekabül eden 11. cildi çevirmiş ve 2006’da Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkmıştır. Ancak her hâlde müstear ad olan Cevat Cevan ise 1494-1525 yıllarını karşılayan 11.cildin devamı veya 12. cildi ise Ardıç Yayınları arasında 2004’de neşretmiştir. Eserlerin önsözünde her iki mütercimin birbirinden haberli olmadıkları ve birbirinin çalışmalarını görmedikleri anlaşılmaktadır. 1352 Gıyas Şükürov, s.158. 1353 Ziya Nur, s.209. 1354 Güntay Gencalp, Safevîler, s.239. 1355 Nur, s.208. 1356 M. Tayyib Gökbilgin,//tayyipgökbilgin.info//; M. Çetin Varlık, s.194. 448

kanaatindeydi. Bu hususu hemen hemen bütün kaynak ve çalışmalarda detayı ile bulabilmekteyiz.1357 Çaldıran Savaşı’nın Yavuz Selim yönünden yeteri kadar sebebi olduğu hâlde, Şah İsmail için haklı gerekçeler bulmakta çok zorlanırız. II. Bayezid devrini tam bir fetrete dönüştüren Anadolu Kızılbaş isyanlarının dışında gayet mahirâne ve biraz kanlı olarak şehzâdeler meselesini hâlleden Yavuz, Şehzâde Murad’ın İran’a sığınarak Şah İsmail tarafından Osmanlı tahtının varisi ilân edilmesi gerginliğin diğer önemli sebebiydi.1358 Üstelik Osmanlı ordusu Doğu Anadolu’da gâyet ağır hareket ediyordu; çünkü tarlalar yakılmış, malzeme ikmal yolları tamamen kapatılmış veya tahrip edilmişti.1359 Çermik’e gelindiğinde hâlâ Kızılbaş ordusu ortada görülmemişti. Asker yorgundu ve düşmanla karşılaşmayınca huzursuzluklar da başlayarak yeniçerililer padişahın otağına kurşun atacak kadar ileri gitmişlerdi. Fakat her şeye rağmen Osmanlı ordusu 23 Ağustos 1514 günü, İran Azerbaycan’ı Bakü’nün güneyinde, Hoy ile Çors şehirleri arasında büyük bir ovanın merkezinde bulunan Çaldıran’a yetişmiştir.1360 Yavuz ve Defterdar Piri Mehmed Çelebi ordunun bir gün dinlenmesi tavsiyelerine uymayarak sırf karşı tarafa geçişleri önlemek için hemen mevzilenerek savaşın başlatılmasını uygun görmüşlerdir. İşte bu karar Osmanlı’yı büyük bir hezimete uğramaktan kurtarmıştır.1361 Nitekim Hoy’a kadar yaklaşmış olan Şah İsmail’in altınlarla mükâfatlandırdığı bir Acem casusunun Yavuz ordusundaki Kızılbaşları ayartmak için gönderildiği, yakalandığında itiraflarından anlaşılmaktadır.1362 1357 Cavanşir, Safevîler, s.239-242. 1358 Şah İsmail Osmanlı şehzâdesini bağrına basmış ve ona kızlarından birini nikâhlamıştır. Şehzâde Ahmed’e de 30.000 süvâri vererek onu Karaman’a göndermiştir. Bkz. Persli Don Juan, s.126. 1359 Mustafa Çetin Varlık, s.194 1360 Tayyip Gökbilgin, Çaldıran Muharebesi, s.1. 1361 Çetin, s.195. 1362 Hammer ,Osmanlı Tarihi, C.II. s.561-62 449

Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’daki savaş düzeni üzerinde çalışma yapılacak kadar tam bir savaş sanatı ve taktiklerle bezenmiştir.1363 Karşıdan gelen ordunun da akraba olduğu düşünülerek buna göre savaş nizamı ve tedbirleri yerli yerindedir. Sağ kanatta Anadolu beylerbeyi, sol kanatta Rumeli beylerbeyi ve ortada da bizzat Yavuz ve ümera bulunuyordu. Kızılbaş ordusu da sağ ve sol kanat olarak ikiye ayrılmış, sağ kanadın başında bizzat Şah İsmail, sol kanat başında ise Ustacalı Mehmed yer almıştı. Şah İsmail ordusunun tamamı Anadolu’dan gitme Ustacalu, Şamlu, Varsak, Karamanlı, Kaçar, Zülkadirli, Bozoklu Türkmenlerden oluşuyor Osmanlı ordusunda ise bir miktar yeniçeri ile birtakım ocaklara mahsus kapıkulu askerleri ve süvârileri Türk olmayan unsurlardı. Fakat esas askerî güç tamamı Türkmen olan eyâlet askerleriydi. İşte bu sebeple Çaldıran Meydan Muharebesi’ne iki Türk-Türkmen ordusunun savaşı denilmiştir. 23 Ağustos günü Çaldıran’a gelen İsmail’in ilk saldırısı ile büyük savaş başlamıştı. Ustacalu Mehmed kolu ilk çarpışmalarda Osmanlı topçusuna dayanamadı ve Safevîlerin bu en iyi komutanı canını kaybetti. Sinan Paşa ise Kızılbaş piyadelerini dağıttı ve kaçanlar kendilerini zorlukla şahın yanına attılar. İsmail ortaya saldırmıştı ve muvaffakiyetsizliği görünce geri çekildi. Şah bu sefer büyük bir şecaatle Osmanlı sol cephesine yüklendi ve Malkoçoğlu Ali ve kardeşi Tur Ali canlarını kaybettiler. İsmail, Osmanlı azapları karşında da fevkalâde başarı sağladı ve Hasan Paşa’nın canı aldı. Azaplar muharip değil karargâh askeri idi ve zamanında verilen çekilme emrini tutmamışlardı. Fakat Rumeli askerlerine yönelen İsmail yeni kuvvetlerle baş edemeyince savaşın seyri değişmedi ve artçı kuvvetler karşısında da Kızılbaşlar tutunamadılar. Daha Yavuz’un bulunduğu orta kanat hiç savaşmamasına karşılık, İsmail bir hayli yorgun düşmüştü. Merkez kuvvetleri de tam zamanında hücuma geçince İsmail 1363 Savaş düzeni için bkz.: Hasan-ı Rumlu,Ahsenü’t Tevarih, Cevat Cevan Ter., s.179; Oktay Efendiyef, Azerbaycan Safevîler Dövleti, s.60. 450

bir tüfek kurşunu ile yaralandı. Tam öldürüleceği sırada Mirza Ali adlı bir savaşçı “Şah benim” deyince canını kurtardı, fakat savaşı kaybetti. Bu savaşta İsmail, Ustacalu Mehmed’in dışında Korucubaşı Sarı Pire, Lala Hüseyin, Emir Abdulbaki (Necefli), Seyid Muhammed (Şirazlı), Emir Seyyid Şerif gibi önemli kumandanlarını kaybetmiştir.1364 Hammer’e göre Kızılbaş ordusu 14 han, Osmanlı ise 10 sancak beyini yitirmiştir.1365 Rumlu ise, iki tarafın toplam 5.000 (Osmanlılar 3.000, Safevîler 2.000)1366 asker kaybı olduğunu tespit söylemektedir. Savaşta yenildiğini gören Şah İsmail önce Tebriz sonra da Dergüzin’e kaçmıştır. Şah İsmail’in bütün ordugâhı, hazineleri, hanımları ve emirleri savaş meydanında kaldığından Yavuz’un eline geçti. Şah’ın en sevdiği haremi de bu kadınlar arasında bulunuyordu. Padişah huzuruna gönderilen korucular ve esirler tamamen kılıçtan geçirildi; yalnız kadın ve çocuklara dokunulmadı. Yavuz’a itaat arz etmeye gelen Kürd Beyi Halid ve yüz elli maiyyeti ile Rüstem Han da öldürülenler arasındadır.1367 Yavuz Sultan Selim 5 Eylül 1514’de Tebriz’e girdi ve halka katiyyen kötü muamelede bulunulmadı. Hatta Hasan Paşa Câmi ve Yavuz’un da iştirak ettiği Cuma namazında hatibin hutbede İsmail adını okuması üzerine ona da müsamaha göstererek, “Dili alışmıştır” diye asker tarafından öldürülmesine izin vermedi.1368 Bir hafta kadar Tebriz’de kalan Yavuz, güzel sesi ile tanınan müezzin Hafız İsfahanî ile ümeradan Sâdeddin ve babası Hasan Can’ı ve büyük âlimleri, 1.000 kadar da sanaatkârı alıkoyarak İstanbul’a gönderdi. Sâdeddin’in Selimnamesine1369 1364 Ahsenü’t Tevarih, s.183. 1365 Hammer, C.II., s.563 1366 Ahsenü’t Tevarih, s.184.; Oktay Efendiyef, Azerbaycan Safevîler Dövleti ,s.6263; A. Kazvinî, Safevî Tarihi, s.57; Zayiat sayıları hakkında Osmanlı kaynakları 30 bin civarı sayılar verirken, Efendiyef Şerefhan Bitlisi’yi kaynak göstererek Kızılbaş kaybının 5.000, Osmanlı kaybının ise bundan bir mikrat fazla olabileceğini kaydederse de A. Kazvinî “İki taraftan 5.000 kişi öldü” demektedir. 1367 Hammer, s.563 1368 Hasan-ı Rumlu, s.184. 1369 Hammer, s.563/146 nolu dipnot. 451

göre İsmail’in meşhur yakut küpesi, altın ve bütün mücevherâtı, kumaşları, süslü silâhları, filleri, Akkoyunlu Hükümdarı Yakub ve Said’den kalan hazineler tamamen Yavuz’ın eline geçmiştir. Hasan Can ise onun artık en iyi dostudur ve ruhunu teslim ederken Tanrı’ya yakınlığını ona söylemiştir. Yavuz buradan Karabağ’a geçmiş ve fakat Azerbaycan’da fazla durmayarak yönünü Anadolu’ya çevirmiştir. Artık yüzyıllardan beri İran sayılan Orta-Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı yurdu hâline gelmiştir. Diyarbakır Beylerbeyliği’ne bağlı Harput, Meyyafakirin, Bitlis, Hasankeyf, Urfa, Mardin, Cezire, Rakka, Musul İdris-i Bitlisi’nin müşavirliğine bırakılmış, Şah İsmail’in Kızılbaş Türkmenlerinden alınan topraklar yukarıda bahsedildiği gibi Yavuz saflarında bulunan 24 Kürt beyinin idâresine verilmiştir. Çaldıran Savaşı’nda Yavuz’un yanında bulunan İdris-i Bitlisi Doğu Anadolu’da Osmanlılara yardım ettiği kadar Kürt beyleri ile ilişkilerde ve onlara yurt verilmesinde çok etkili olmuştur.1370 Yavuz-Şah İsmail çarpışmasında İran Şiası’nın diline doladığı ve sonradan Osmanlı âlimlerinin de bu görüşe katılarak Yavuz’u İslâm’a uymamakla suçlayan düşünceleri çok önemlidir. Selim’in savaştan önce kavga etmemek için İsmail’e çok ısrar ettiğini fakat onun ümerasının tahrikleri ile bunları dinlemediğini iyi biliyoruz. Bu sebeple gerçekten gâlip padişah Safevî ümerasına iyi davranmamış ve emana itibar etmeyerek onları öldürtmüştür. Anadolu’dan giden Kızılbaş Türk beğleri ve bir de Kürt Halid başta gelmektedir. Benzer şekilde esirler de o zamanki savaş geleneklerine göre yargılanma ve salıverilme yerine öldürülmüşlerdir. Diğer yandan İsmail’in savaştan sonra birçok kıymetli hediyeler göndererek çok sevdiği zevcesinin iâdesini de Yavuz kabul etmemiş onu Cafer Çelebi’ye nikâhlamıştır. Bu iki hususun da Şia âlimleri, İslâm hukukuna uymadığını söyleyerek Osmanlı âlimlerini de etkilemişldir. 1371Bu husus doğru da 1370 Müfit Yüksel, Tebliğ, s.76-80. 1371 Hammer, C.II., s.567 452

olsa kendinden önceki Türk hükümdarları gibi Yavuz’un da örfî Türk hukukuna uyarak şahsî tasarruf yaptığını söyleyebiliriz. Şah İsmail’a gelince, Yavuz’un İran’ı terkettiğini haber alınca aynı yılın Eylül-Ekim ayında kaçtığı Dergüzin’den yeniden Tebriz’e geldi ve tahtına oturdu.1372 Kızılbaş Türkmen emirlerinden bazıları uzun zaman İsmail’in korkusundan ona yaklaşmamışlar bir kısmı da onu terk etmiştir. Fakat Yavuz’un gittiğinden iyice emin olunduktan sonra korkudan yanaşmayanlar yine onun etrafında hiçbir şey olmamamış gibi toplandılar. Yüzünü Batıya dönecek cesâret ve takatı kalmayan Şah İsmail epeyce bir süre dâhilî meseleleri hâl yoluna koymakla uğraştı; Çaldıran’da birçok komutan ve ümera kaybetmişti bunların yerine yenileri tayin etti;1373 fakat Doğu Anadolu’nun elden çıkmasına fazla ses çıkaramadı. Buralardan sağ kurtulan Kızılbaş beyler Tebriz’de toplanırken toprakları hep Kürt beylerinin eline geçti. İsmail, Ustacalular ile bir miktar Diyarbakır’a yüklendi ise de bir şey elde edemedi ve Kafkas istikametinde Gürcistan’da başlayan düzenleme ve ıslâhla zaman geçirdi. Şah İsmail’in devleti Safevîlerin artık imparatorluk görüntüsü ve haşmeti kaybettiği bir gerçekti. Yavuz ile bütün barış teşebbüsleri geri çevrildi. İçeride de isyanlar devam ediyordu ve bunlar güçlükle bastırılabiliyordu. Bu dönemde İsmail Avrupa Hıristiyan devletleri ile de yakın iş birliğine devam ederek Akkoyunluları taklide çalıştı1374. Timur’un torunu ve Hindistan Padişahı Muhammed Babur ile iki yıl süren dostluk da Çaldıran’dan sonra bitmiş1375 ve Kandehar ile Belh Hindistan Türk İmparatorluğu’na geçerken, Özbek Han’ı Ubeydullah Horasan’a saldırmış ve Şaybak Han’ın intikamını almıştı.1376 Yediği Çaldıran darbesinden sonra İsmail toparlanamadı, çok sâkin bir hayat sürdürerek, on yıl kadar daha yaşadı ve 23 Mayıs 1524’de 1372 1373 1374 1375 1376

Rumlu, s.184. A. Kazvinî, Safevîler Tarihi, s.58; Gıyas Şükürov, s.162. Bkz. Oruç Bey Tarihi, Persli Donjuan: İspanya’ya elçilik heyeti. Jean-Paul Roux, Babur,Kabalcı Yay., İstanbul 2008,s.16. Tufan Gündüz, Safevîler,DİA,C.35,İstanbul 2008.s.453 453

Tebriz’de eceli ile öldü. Çaldıran yıllarında Şah İsmail’in oğlu Tahmasb daha yaşını doldurmamıştı; babası öldüğünde 10 yaşındaydı. Çocuk yaşta tahta oturan Tahmasb’ın saltanat müddeti 53 yıl gibi uzun bir sürecekti.1377 Tahmasb iktidarını kendisi çocuk olduğu için özellikle ilk yıllarda genellikle Kızılbaş Türkmen beyleri kullandı. Zaten babasının da Çaldıran’dan sonra âdetâ münzevî hayatı bu işe yeteri kadar imkân sağlamıştı. Fakat yeni hükümdar zamanında asayişsizlik tamamen iç karışıklıklara dönüşmüştü. Esasen Tahmasb’ın çocuk yaştaki şehzâdelik dönemi tamamen Horasan’da geçtiği için Tebriz’in siyasî iklimine intibakı bir hayli uzun sürmüştür. Devlet doğudan Özbekler batıdan Osmanlılar tarafından tam bir abluka altına alınmıştı. Türkmen beyler iktidar mücadelesinde birbirleriyle amansız bir mücadele veriyorlardı. Emirü’l- Ümera, divan-ı sultan-ı Rumlu devleti tek başına idâre ediyordu. Kuzeybatıda başlayan karşışıklıklar kısa sürede Türkmen İran’ın tamamına yayıldı, birçok Rumlu öldürüldü ve Ustacaluların ağırlığı biterek bu sefer Tekelilere geçti. Fakat hemen ardından Tekeli Çuha Sultan bu sefer Şamlular tarafından öldürüldü ve yerine geçen Şamlu Hüseyin de öldürülünce Kızılbaşlar arasındaki iç mücadele tavana vurdu.1378 1525’de Özbekler Horasan’a saldırmıştı; iç karşışıklıklar sebebiyle Kızılbaş ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Şamlu Hüseyin’i ortdan kaldıran Cihan Şah Emirü’l-Ümera olunca kısmen ülkede huzur sağlandı. Bu sefer de onun hâkimiyetini kaldıramayan Şah Tahmasb Cihan’ı öldürttü. Ancak bundan sonra Horasan’a giden şah, Özbekleri püskürtmeyi başardı ama bu sefer de Bağdat’ta karşıklıklar baş gösterdi. Timur’un torunu Babur’un oğlu Humayun önemli bir bölgesel güç olarak Özbeklere karşı Safevîlerin yanında yer aldı. Osmanlıların batıda Azerbaycan’dan yaptıkları tazyikle bazı Türkmen aşîretlerinin saf değiştirmesi ile dengeler yeni bir şekil alırken bu sefer Bitlis 1377 Biyografi için bkz. Hicabi Kırlangıç, Tezkire, Anka Yay., İstanbul, 200, s.91; Bekir Kütükoğlu, Tahmasp I, İA, C.11, İstanbul, 1993, s.637-647. 1378 Tufan Gündüz, Safevîler, s.453. 454

Kürt Beyi Şarefhan İran’a iltica etti.1379 Doğu Anadolu’nun karışması ve hudut güvenliğinin sağlanamaması gibi sebeplerle yeni Sultan Süleyman Irakeyn (İrak-ı Arap ve Irak-ı Acem) Seferi adıyle bilinen sefere çıktı.1380 İran üzerine yürüyerek 1534’de Tebriz’i ele geçirdi. Tahmasb Özbeklerle mücadele hâlindeydi. Kanunî Süleyman kış bastırması üzerine Tebriz’de fazla kalmayarak Bağdat üzerine yürüdü ve hiçbir direnişle karşılaşmadan buraya hâkim oldu. Ancak bundan sonradır ki Tahmasb Tebriz’e gelerek yeniden tahtına oturdu; barış teklifleri ise Osmanlı padişahı tarafından reddedildi.1381 Tebriz işgalinden evvel olduğu gibi, ilâve olarak Bağdat’ın da alınmasından sonra Tahmasb Kanunî’ye babasının Yavuz’a karşı kullandığı uzlaşmaz üslûbu göstermemiştir. Onun kişiliğini tetkik eden uzmanlar dâima saygılı olduğunu sürekli olarak hünkar hazretleri (Haziret-i Handigar) diye hitâp ettiğini bilhassa vurgulamaktadırlar.1382 Üst üste Osmanlı saldırıları bile onun üslûbunu bozmaya yetmemiştir; bu durum karşısında mazlûm vaziyete düşen Tahmasb’ın, Tezkire’deki ifâdelerinden duygulanmamak mümkün değildir. Tahmasb’ın şüphesiz ki en büyük handikabı yanında bulunan ve devletin kuruluşunda büyük yararlıklar gösteren Kızılbaş Türkmen beylerinin saf değiştirerek Osmanlı’ya ilticâ etmeleri ve Yavuz’un aklına giren İdris-i Bitlisi gibi koyu Sünnî bir düşmanın Kanunî üzerinde de pek etkili olmasıdır. Tahmasb hiçbir şekilde Osmanlı ile sürtüşmek istemediği için sonucunu bile bile kendilerine sığınmış olan Bayezid’ı Selim Han’a iâde etmiştir; fakat kendine ve ailesine zarar verilmemesi için ricâda bulunmuştur. Bunun gibi Babur’un torunu Timurlu Humayun’un da ilticâ isteğini (1544) kabul etmiş ve Şiîliğini sağlayarak tahtına oturmasına bütün gücü ile yardım etmiştir.1383 1379 1380 1381 1382 1383

Şerefhan Bitlisi, Şerefname, s.542. Kütükoğlu, s.638. Tufan Gündüz, s.453. H. Kırlangıç, Tezkire, s.11. A.g.e., s.12; Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. Abdürrab Yelgar, TTK, Ankara 1987, s.157; Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C.II., s. 51. 455

Yavuz Selim’in elbette Çaldıran için makul sebepleri vardı; fakat bu savaştan sonra ve özellikle Kanunî devrinde İran’a karşı seferleri çok iyi anlamak mümkün değildir. Mutlaka Irak-ı Arab, Batı Azerbaycan ve Kafkasya Osmanlı için pek önemliydi; lâkin Irak-ı Acem ve İran’ın ortalarına kadar tutunulamayacak bir coğrafyayı sahiplenmek çok makul sebeplerle îzah edilemez. Hatta Osmanlı’da Fatih’den beri Acem Irak’ını sâhiplenme duygusunda da ısrar yoktur. Çünkü burada merkezî Şia tehlikesi, Horasan’ın mânevî iklimi, Abdali (Afgan) bezirgânlığı ve bunların yanında Türkistan’ın Batı Türklüğüne riâyeti bir tarafa; karşı durumu, bir siyaset değil, kültür ve medeniyet meselesiydi. İşte tarihin görmemezlikten geldiği bu önemli engeller mülâyim ve şanssız bir şah olan Tahmasb’ın hayatının savaş meydanlarında ve Batıda hep savunmada kalmasına sebep oldu. Fakat 1555’de başlayan İran-Osmanlı dostluğu ile geç de olsa bir gerçeğin farkına varılmıştır.1384 İran’ın Batının üstünlüğünü kabul ettiği Tezkire’nin üslûbundan bile anlaşılmaktadır. Özellikle içeride sağlayamadığı Türkmen huzuru, kendini yeyip bitirirken, daha evvel babasının Anadolu’da yaptıkları gibi, bu sefer kendi ülkesinde meydana gelen Türkmen ayaklanmalarında1385 Osmanlı’nın doğrudan dahli olduğunu söylemek de maalesef doğru değildir. Bu ayaklanmalar idâresizlikten başka bir görüşle îzah edilemez, ki gerçek sebep aşîret ve boyların kendi aralarındaki rekabettir. Kanunî Süleyman, Safevî şehzâdesi muhalif Elkas Mirza’nın1386 koşusuna gelerek 1547 İran Seferi’nin yanlışlığını anlayıp 1554 seferinden vaz geçmiş, Tahmasb ancak böylece rahatlamıştır. Fakat bu sefer de Avrupa devletleri Tahmasb’ı Osmanlı’ya karşı kullanmaya kalktılarsa da akıllı şah bunlara 1384 Tufan Gündüz, a.g.md., s.453 1385 Tezkire, s. 21-22. 1386 Şah İsmail’in 1516 doğumlu dördüncü oğlu iki defa Sünnî-Hanefi, üçüncü defa Şiî olmuştur, Tahmasb’a karşı Kanunî’ye sığınmıştı. Bkz. Öztuna, Hanedanlar Tarihi, C.II. s. 779. 456

itibar etmedi.1387 Şu çok önemli husûsu da kaydetmeden geçemeyeceğiz ki, Osmanlılar önceden olduğu gibi Tahmasb devrinde de Doğu Anadolu Kürtlerini sürekli olarak Türkmenler üzerine göndermiştir.1388 Üst üste Tebriz’e yapılan saldırılar rejimin yapısını değiştirp, Safevî Türkmen Hanedanı’nı Kazvin’de Fars kültürüne teslim ederken, “Sünnîler goyundur, gurttur Şiîler” beytinin de gün geçtikçe anlamı kalmamıştır.1389 İşte bu şartlar ikisi de birbirinden daha aşılmaz durumda olan iç ve dış mücadeleler Tahmasb’ı çok yorgun düşürmüştü. Ölmeden iki yıl öncesinden beri tahtına aileden yeni bir veliâht aramaktaydı. 15 Mayıs 1576 günü başkenti Kazvin’de Kızılbaş ümerası ile bu arayışları değerlendirirken “Zuhur eden ihtilâf dolayısıyla zehirlenerek” öldürüldü;1390 fakat buraya değil Meşhed’e götürülerek defnedildiği rivâyet edilmektedir.1391 Esas dram Tahmasb öldükten sonra başladı; veliâht Haydar Mirza’yı Türkmen beyleri kabul etmedi; çünkü anası Gürcü idi, fakat Sultanım Hatun adlı Musullu bir Türkmen hanımdan olma İsmail’in de Şiî değil Sünnî1392 olması dolayısyla bazı Kızılbaş beyler tarafından uygun görülmüyordu; her şeye rağmen İsmail, Avşar ve Şamlu Türkmen beyleri1393 baskısı ile ve II. İsmail adıyla tahta oturdu. Haydar Mirza ve kardeşleri öldürüldü. II. İsmail ancak bir yıl tahtını koruyabildi ve Herat hâkimi Abbas Mirza’nın adamı olarak kendisini öldürmeye gelen Ali Kulu Şamlu’nun suikastından kurtuldu ise de esrarengiz bir biçimde 24 Kasım 1577’de öldü. II. İsmail’in yerine anası babası bir, kardeşi Muhammed Hüdabende tahta oturdu. Tahmasb’ın gözleri kör olan ve II. İsmail gibi Türkmen anadan doğma Hüdabende’nin şehzâdeliği Horasan’da geçtiği için onun zamanında devlet Türkmen beylerinin elinde oyuncak oldu. Osmanlılar da 1387 1388 1389 1390 1391 1392 1393

Tufan Gündüz, s.453. Bekir Kütükoğlu, a.g.md, s.654-655. Cavanşir, Safevîler, s.264. Kütükoğlu, s.646. Öztuna, Hanedanlar, s.779. A.g.e., s.781. Tufan Gündüz, s. 457. 457

artık kendi hâlinde bulunan ve durumu kurtarmaya çalışan Safevî Türkmen Devleti’nin bu zamanda da peşini bırakmadı; İdris-i Bitlisi’nin geleneksel Kürt desteği ve kışkırtmasıyla yeniden Azerbaycan’a yüklendi. Orta Kafkasya’nın 1551’de devlet varlığını kaybeden Şirvanşahlar, Şia’dan Sünnîliğe döndüklerini beyân ile Osmanlılardan koruma ve yardım istediler.1394 Arapça konuşan Fars kültürlü Şirvanşahlar Kürtlerle daha iyi anlaşıyorlardı. Safevîler bir türlü toparlanamayordu; on yıl kadar tahtını muhafaza eden Hüdabende zaten fiilen devleti elinde bulunduran Fars asıllı bir anadan doğma Hamza ve Abbas Mirza kardeşlerden ikincinin darbesi ile tahtan indirildi ve gönderildiği Kahkaha’da 1596’da öldü. Kazvin’e taşınmakla Fars etkisinin arttığı Safevî hanedanında Farisîlerde de Şia’nın ağırlığı artarak tamamen devlet bünyesine oturmaya başladılar. Böylece İran’da anası Türkmen olmayan ilk şah1395 olarak Abbas, I. Abbas adıyla hükümdar oldu. 1585’de Osmanlı saldırılarını Abbas ile aynı anadan doğma Hamza zayıf bir ordu ile önlemeye çalıştıysa da başarılı olamadı; Tebriz’i kurtarmaya çalıştığı savaşta maktul düştü ve Osmanlı yayılması yeniden bölgeye hâkim oldu. Çok kötüye giden Safevî yönetimi Abbas devrinde geniş bir ıslâhata tâbi tutuldu ve Şahseven adıyla yeni bir ordu kuruldu. Bu sebeple ona Büyük Abbas denmeye başlandı. Abbas ordudan başlayarak devletin Türkmen yapısına Çerkez, Gürcü, Ermeni gibi Kafkas unsurlarını Gulam olarak dahlini sağlarken1396 Farsların da devlette ağırlığını artırdı. Ordunun ateşli silâhlara yönelmesinden Türkmenler pek hoşlanmamasına rağmen ağırlıkları daha bir süre devam etti, fakat ekonomik ve siyasî gücü kaybetmeye başlamışlardı.1397 Doğudan Özbekler de bastırıyordu; Horasan yüzünden çıkan yeni savaşlarda Şah Abbas, Herat, Nişabur ve Meşhed’ı geri almayı başararak Belh, Berv, Esterâbâd, Ferah ve Sebzvar’a 1394 1395 1396 1397

A.g.md., s.453. Öztuna, Hanedanlar, s.782. Tufan Gündüz, s.454. A.g.md., s.454. 458

kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak böylece Özbekler ile uzun süren bir barış dönemine girildi. 1602’de Bahreyn ve Dağıstan, 1608’de de Gence, Şirvan ve Gürcistan Safevî toprağı oldu. 1622’de ise Portekizliler, İngilizlerin desteği ile Hürmüz’den kovuldu.1398 Şah Abbas Osmanlı yenilgilerinden sonra 1598’de başşehri Kazvin’den İsfahan’a taşıdığı zaman Osmanlılardan Tiflis’ten sonra, 1623’de Bağdat’ı da geri aldı ve on beş yıl muhafaza etti. Şah İsmail zamanındaki hudutlara ve haşmete kavuşan İran, artık Hindistan Timurluları ile boy ölçüşecek derece Osmanlılardan sonra dünyanın en büyük gücü oldu. Fakat zulümleri ile Türkmen beylerini kırıp geçirerek Safevîleri biraz daha Farslaştırdı. Her hâlde altı karısı da Fars menşeliydi; dolayısıyla sekiz oğlan üç kız evlâdı da Fars kültürü ile yetişti.1399 Elbette kültürel olarak devletin durumu iyiye gitmiyordu ve dede anlayışından uzaklaşılmıştı. Bir taraftan cinayetler diğer taraftan Farslaşma çöküntüyü daha da hızlandırdı. Bu bakımdan Abbas dönemi İran’da Türkmenlikten kaçış ve yabancı unsurlar döneminin başlangıcı oldu. İleride bu çapraşık icraat, devletin başına belâ olacaktır. c) Çöküşü Büyük Abbas 1629’da öldü; fakat yerine geçecek oğlu yoktu. Çünkü şehzâdelerin çoğu ya öldürülmüş yahut da kötürüm edilmişti.1400 Abbas’tan sonra Sam Mirza, Şah Safî adıyla tahta oturdu. Bu da dedesi gibi devlet adamları ve hanedan üyelerine insafsızca davranarak çoğunu katletti. 1635’de Osmanlılar tekrar Revan Seferi adıyla bilinen bir İran Seferi’ne çıktılar; Safî bu saldırıya göğüs gerdiyse de 1638’de Bağdat’ın IV. Murad tarafından yeniden ele geçirilmesine engel olamadı ve büyük ölçüde bugünkü sınırları belirleyen Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla savaş vaziyeti duruldu. Safî otuz bir yaşındayken 1642’de Kâşân’da öldü. Yerine Gürcü bir anneden doğan oğlu II. Abbas 1398 Gündüz, s.454. 1399 Öztuna, Hanedanlar, s.784. 1400 Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi (1700-1925), Selenge, İstanbul, 2012, s.48. 459

tahta oturdu. Abbas doğuda birtakım tasarruflarda bulundu ise de başarılı olamadı ve dedesi zamanında başlayan İspanyol-İngiliz kapitilasyonları veya imtiyâzlarına Fransızlar da dâhil oldu.1401 Böylece Safevî Devleti’nin sâdece idâre olarak değil ekonomik olarak da büyük bir kriz içerisine girdiği her bakımdan belli oluyordu. II. Abbas’ın 1666’da ölümü ile yerine oğlu ve halefi Şah II. Safî I. Süleyman adı ile tahta geçti. Onun zamanı dış politika açısından genellikle sâkin geçti. Riskten kaçarak meseleleri barış yollu ile hâlletmeye çalıştı; fakat tahttan düşürülme korkusu ile saraydan ve ümeradan birçok insanın canını aldı. Dolayısıyla başlayan ve önlenemeyen çöküş daha da hızlandı. Gelirler saray masraflarını karşılayamaz hâle geldi. Şah Süleyman ölünce 1694’da yerine oğlu Hüseyin Mirza geçti; o önce takva sahibi birisi olmasına karşılık zamanını eğlence ile geçirmeye başladı. Bunun zamanında Belûcistan bölgesinde büyük bir Belûcî isyanı çıktı ve ancak Gürcülerin yardımı ile bastırılabildi; bu durumda bu sefer de Gürcüler devlette etkili olmaya başladılar.1402 Hüseyin Mirza döneminde devlet tam olarak parçalanma dönemine girmişti. Gürcülere borçlu olan şahın karşısında bu sefer de bunlarla Kızılbaşların çarpışmaları bir iç mesele olarak ortaya çıkmıştı. Fakat yine de devlet Kandehar ve Amu Derya’dan Süleymaniye’ye; Dağıstan ve Gürcistan’dan Umman Denizi ve Bahreyn Adalarına kadar uzanıyordu.1403 Batıda Osmanlı sınırları her şeye rağmen durgunluğunu korudu. Fakat doğuda derin ve uzun sürecek bir mesele olarak bugün Afgan dediğimiz Abdali veya Durraniler,1404 İran’a doğru şiddetli tazyike başladılar. 1709’da Gılzai Afganlıları, Mir Veys kumandasında bir ordu, Baburlular ile sürekli el değiştiren Kandehar’ı işgal etti. Bunlar Lockhart’a göre büyük ölçüde Halaç Türkleri menşeinden geliyor ve zamanımızda olduğu gibi Türk kültürüne mâlik 1401 1402 1403 1404

Gündüz, s.454. A.g.md., s.454. Karadeniz, s. 8. Menşeleri için, a.g.e., s.59. 460

bulunuyorlardı.1405 Fakat 1715’de bu sefer de Abdali Afganlıları Herat’da isyan çıkarıp Meşhed’i kuşattılar. Bunlara karşı Hüseyin Mirza bir ordu gönderdi ise de başarılı olamadı. Böylece Horasan elden çıkmak üzere iken Gılzai Veys’in ölümü ve Abdali Afganlıları ile kendi aralarındaki çatşmalar yüzünden bunalım bir süre durdu, fakat Gılzai Mir Mahmud Abdalileri yenerek yeniden Afgan saldırılarının başına geçti.1406 Önlenemez Afgan saldırıları karşısında Mirza Hüseyin Gılzai Mahmud’u Kandehar valisi yaparak meseleyi çözme cihetine gittiyse de, Afganlar nankörlük yaparak evvelâ Kirman’ı ardından da Meşhed’i zaptetdiler. Böylece Horasan tamamen elden çıkmış oluyordu. Bununla da yetinmeyen Gılzai Mahmud 1722’de Safevî başkenti İsfahan’a saldırarak Şah Hüseyin’i ağır bir hezimete uğarattı ve tam anlamı ile İran’a hâkim oldu. Bunun üzerine eski başkent Kazvin’e kaçmış olan Veliâht Tahmasb babasını hâl’ etmiş olarak kendini II. Tahmasb adı ile şah ilân etti. Safevî hanedanından 100 kişiyi öldüren ve Gürcistan Kralı Whtang’ın kızı Fülane’den doğma Hüseyin Mirza, iki oğlu ile 1729’da son oğlu yeni şah tarafından öldürülürken yerine Üveysli tek varis bırakmış oluyordu. Kendisi de zaten ilk Üveysli1407 olarak Şiî bile değildi.1408Afganlılar gevşek bir hâkimiyete rağmen İran içlerinde Tebriz, Kazvin ve Yezd’e doğru ilerlemeyi sürdürüyorlardı .Bu sırada Osmanlılar da ellerinden çıkan Batı İran’a yeniden sahip olmak için Afganlılara karşı harekete geçtiler. Afganlıların başına Mir Veys’in oğlu Mahmud Gılzai geçmişti; fakat bunlar genel olarak siyaseti bilmeyen insanlardı, tek bildikleri şey İran’ın zayıflamış olması ve hazineleri idi.1409 Mahmud İran seferlerini birkaç defa tekrarladı; ki Safevîlere muhalif olan eski Fars Zerdüştîlerini de yanlarına almışlardı. Malkom ve Lockart’a göre 1405 A.g.e., s.71. 1406 Tufan Gündüz, Safevîler, s.455. 1407 Burada Üveysi İslâmî veya tasavvufî anlamda kullanılmıyor, o zaman tamamen siyasî bir adlandırmadır ve ana tarafı Gürcü olanlar ifâde edilmektedir. (Bkz. Öztuna, Hanedanlar) 1408 Öztuna, Hanedanlar, s.785. 1409 Karadeniz, s.83. 461

Safevî valisi Irak-ı Arab’da Ermenilere yardım etmeyince Mahmud Gılzai onları tamamen bir soyguna tâbi tuttu ve 140.000 lira para ile 50 kızlarını aldı.1410 İran’da artık Safevîler devri tamamlamaktaydı; şuursuz Afgan aşîretlerinin saldırıları da bunun bahanesi oldu. Çok önemli olan bu dönemi nedense yapılan çalışmalarda pek görmüyoruz. Netice itibariyle İran gibi büyük ülkede 500 yılı aşkın Sünnî Türkmen ve 200 yıllık Türkmen Şiası’nın da bitişi veya dönüşmesi söz konusuydu. Bu sebeple Afgan hâkimiyeti çok önemli devredir; çünkü çok hareketli ve savaşçı olan bu kitle hiç yerinde durmuyordu ve tamamen Sünnî bir karekter taşıyordu. İşte bu sebeple İsfahan üzerine yürüyen Mahmud Gılzai buradaki hâkmiyetini sağlamlaştırdı ve her yanı tahrip etti. Halk kendi başının çaresine bakmaya kalktı ise de yönlendiren komutanlar olmayınca başarı sağlayamadılar. Bu arada II. Tahmasb Rus Çarlığı’ndan yardım istedi; dolayısıyla böyle bir fırsat bekleyen Ruslar Safevîlerin dağılma sürecine müdâhil oldular. Şah, Ruslara Hazar Denizi yönündeki Gilân, Mazenderan, Dağıstan, Şirvan, Gürgan gibi önemli merkezler ve geniş bir coğrafyayı teslim etmeyi vaadetmişti.1411 Ruslar bu anlaşmaya dayanarak şahı yerine oturtmak gibi aldatıcı bir politika ile Osmanlı’nın kuzeydoğuyu işgaline karşılık İran’ın bütün kuzeyine sarkarak Derbend’i işgal etti. 1723’de Kazvin’de yenilen Afganlar, aynı yıl İsfahan’da büyük bir katliam yaparak ertesi yıl Şiraz’ı ele geçirdiler. Rus Çarlığı İran’da her iki hâkim unsurla da görüşüyor ve işgal ettiği yerlerdeki hâkimiyetini Osmanlı Devleti’nin ufak tefek kıpırdanışlarına rağmen sürdürüyordu. Gılzai Mahmud 1725’de her hâlde yaptığı katliamların tesiriyle öldü ve yerine amcaoğlu Eşref Han geçti. Kaynaklara göre bu kişi de sıradan bir yağma aşîreti kafasında olmasına rağmen kendi halkı arasında itibarının sağlam olduğu yazılıyor. Safevî ailesi ile münasebet kurmuş, şahı tahtına iade edeceğini 1410 A.g.e., s.88 1411 Karadeniz, s.93. 462

vaadederek Şah Hüseyin’in kızı ile de evlenmiştir. Mahmud’un Şah Tahmasb ile müzakereye oturup onu kandırmaya çalıştığına bakılırsa çok kurnaz bir adamdır. İsfahan ve Şiraz’a hâkim olmasına karşılık Kandehar’da tutunamadı. Güçsüz Safevîler, 1725’de Deli Petro’nun ölmesi ve Osmanlı bastırmaları karşısında da Hazar Denizi kıyılarında yayılmayı durdurmuşlardır. Bu arada 1727’de Horasan bölgesinde ortaya çıkan Avşar Nâdir Şah, Tahmasb ile birleşerek İran Türkmenliğini yeniden diriltmiş, 1732’de son Safevî II. Abbbas da bunun tarafından hâl’ edilerek, Safevîler defteri tarih olarak kapatılmıştır.

2. Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Safevîler dönemide İran’da gerek Farslar, gerekse Türkmenler ve diğer unsurların sosyal hayatında cemiyet olarak çok değişikliler oldu. Farsların Sasanilerden beri gelen klâsik bir yapısı vardı ve onlar şehirliler olarak savaşlarla da pek ilgilenmedikleri için kendi hâllerinde yaşıyorlardı. Fakat bu dönemde hızla göçebelikten şehir hayatına geçen Türkmenlerden hemen hemen asker ve şiddetle politize olmayan kabile ve boy kalmadı. Safevî tarikati ve düşüncesi bir ânda kitleleri Şia’nın cazibe çemberi ve tasavvuf iklimine çekti. Elbette bu derece polititize olmak ve canlarını verircesine tasavvufî bir düşüncenin etkisine kapılmak belki dünyanın hiçbir toplumunda görülmemiş bir sosyal hareketti. Böyle bir asabiyet Moğolların önünden kaçan Türkmenlerin âdetâ öfke patlamasına dönüştü. Anadolu ve İran, sosyal hareketlerin elektriğine kapılmış, halkların karşılıklı olarak gelip-gittiği mekânlar olmuştur. Esâsında bu cemiyet hâlini durgun tasavvuf düşüncesi ve dinî sosyalizasyon ile îzah etmek katiyyetle mümkün değildir. Çünkü kızılbaşlık gibi tamamen sosyal ve siyasî bir ideoloji dinî görüşleri çoktan gerilerde bırakmıştı. Sırf bu sebeplerle cemiyet ruhanî düşüncelerde 463

kabuk değiştirerek bir iç çatışma meydana gelmemiştir. Elbette başlangıçta Haydar ve Şah İsmail’in cemiyet üzerinde bir mezhebî baskısı vardı, fakat bu baskı halk seviyesinde kendine taban bulmamamıştır. Bu yönüyle bile toplumsal değişmeyi dinî sansak da dinî bir hareket olarak değerlendirmek gibi bir zorlukla karşılaşırırız. Bu sosyalizasyona Türklerin soy-boy-aşîret seviyesinde mevcut inançları ve kültürleri ile iştirak etmeleri de çok ilgi çekicidir. Kızılbaşlık önce aşîretler sevşiyesinde tutmuş ve cemiyete ancak böyle dalga dalga yayılmıştır. Bu bakımdan sosyal patlama tam bir Türkmen inanç ihtilâlidir. Daha baştan itibaren teşebbüs ve ilerleme aşîretler boyutunda olmuştur; bu bakımdan müstakil ve ferdî bir kızılbaşlılıktan bahsetmek doğru değildir. Kızılbaşlık o derece Safiyyüddin ailesine kenetliydi ki daha evvel aynı inancı taşıyanlar bile çeşitli sebeplerle bu haraketlere girmeyerek mekân değiştirmiş, gittikleri Horasan bölgelerinde eski Şiî inançlara devam etmişlerdir. İşte bilhassa İran’da Safevî oluşumunun cemiyet yapısını incelerken bu unsurların birikmiş heyacanlarının asabiyete dönüştüğünü mutlaka ortaya koymak gereklidir. Anadolu, Suriye ve Güneydoğu Anadolu arasındaki insan elektifakasyonu âdetâ yeni bir din doğuşu gibi olmuştur. İslâmî şekilleri bulunup yerine oturtulsa da Türkmen kitlelerinin “Ölüye değil diriye gidiyoruz” şeklideki beyânları çok ilginçtir. Belki İslâm’ın mesih inancı bu sosyalizasyonda bir argüman olabilir ama netice itibariyle bu heyacan İslâmî düşüncelerde de bir ihtilâl görünümündedir. Bu sebeple kızılbaşlık hareketinde daha çalışılacak çok yön bulunmaktadır. Bu hareketler ancak Anadolu Babâîleri çerçevesinde eski Türk inanç sistemleri ile îzah edilebilir; belki de o hareketlere sadece İslâmî, fakat küçük temeyüller ilâve edilmiştir. Çünkü kızılbaşlıkta Babâîlikte olmayan Hz. Ali motifleri yer yer vardır ve bu sebeple ancak sonlaraları 12 İmam efsaneleri ile süslenmiştir. Fakat bugün bile bu düşüncenin tamamen kültür karekterli olduğunu düşünürsek yanılmadan tahliler yapabiliriz. 464

Elbette Safevî hareketini mevcut İran Türkmenleri yaratmamıştır; fotoğraf olarak muhafaza etmiştir. İran’da feodal yapı Türkmenlerde biraz daha ağır bastığından ve şehirleşme yavaş olurken Farslar eskiden beri şehirleşmiş oldukları için ülkenin yegâne aristokrat zümresi ve her idârenin bürokratı olmuşlardır. Kızılbaş Devleti başta tamamen milliyetçi bir hareket olması dolayısıyla bir ülke geleneği olarak eğitim düzeyleri yüksek Fars bürokratlara fazla yer vermedi. Fakat zamanla devletin büyümesi ve teşkilâtlanması istikametinde Türkmen askeri bürokratların arasındaki geçimsizlik onları devlet nezdinde denge unsuru hâline getirmiştir. Bu değişim ve dengeleme Abbas zamanında başladı ve giderek de dozu arttı ve yer yer Türkmenler devlet idâresinin dışına çıkarldı. Irak-ı Arab’da Sasanîler döneminde kuzeyden Avar, Maveraünnehir’den Oğuzlar gelerek Azerbaycan ve Erran üzerinden bu bölgeye yerleşmişlerdi ve kendileri Araplar tarafından Etrak diye adlandırılıyorlardı. Ana kaynaklarda Selçuklu Oğuzları’ndan evvel bunlara Türkmen dendiği yer almıyor; etimilojik araştırmalarda da böyle vurgulu bir ifâde yoktur. Bozkırdan gelen Kıpçaklar Bağdat’ı da aşarak Suriye ve Mısır’a kadar gitmişlerdir. Arapların İran’ı fethetmesiyle burada daha karışık bir cemiyet yapısı ve kozmopolit bir toplum teşekkül etmiştir.1412 Abbasîler devrinde Türkler ve Türkmenlerin Farslara karşı denge unsuru olaması Safevîler devrinde önemini kaybetmiş, hatta ilk zamanlarda tamamen dışlanan İran unsuru ancak Abbas ve İsmail’den sonra devletin bir ucundan tutarak topluma da böyle bir şekil verilmiştir. Evvelce Türkmenler Fars ile Araplar asrasında denge iken Safevîler devrinde Farslar Türkmenler arasında Araplar denge olmuştur. Safevîlerin son devirlerinde ise Türkmenler büyük ölçüde dışlanmış ve toplum yapısı ile saray ve devlete Gürcüler ile Farslar hâkim olmuşlardır. Türkmenler İran’da hiçbir şekilde eski Türk sosyal eğilimlerinden uzaklaşmadılar; dâima ve her meselede eski inançlar 1412 Abdullah Ali Yeğin, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta, Ankara, 2013, s. 21 465

yönlendirici oldu. Büyük çoğunluk göçebe tarım ve hayvancılık toplumu olmasına karşılık, şehirleşenler İranî unsurlarla birleşerek harika bir tarım toplumu yarattılar.1413 Fars unsurlar bir toprak aristokrasisi oluştururken, bunun dışında Nizamü’l-Mülk’ten beri devam eden bürokrasiyi hiç elden bırakmadılar. Şehirli Türkmenler de mutlaka böyleydi; fakat toplumun direği geniş İran bozkırlarına yayılmış olan çoban göçebelerdir ki, bunlar diğer Türkmen vatanlarının aksine, bütün kavmî ve kabilevî özellikleri ile hiçbir şekilde renklerini bozmamışlardır. Bugün İran’da bile herkesi bırakıldığı yerde bin yıl önceki adları ile elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Bunlar için siyaset ve diğer sosyal yönelişler dâima ırkî hususiyetlerin çok gerisindedir. Anadolu ağırlıklı da olsa Safevîler İran’da böyle bir sosyal yapıyı birleştirerek bir devlet hâline getirmeyi maharetle başardılar. Bu oluşumu yıllardan beri mezhebî görüşlerle îzah etmek başarı sağlayamamıştır; çünkü mezhep asabiyeti metinlerde görüldüğü üzere sadece Şah İsmail dönemine münhasırdır ve bunun üzerinden fazla zaman geçmeden Türkmen Şia’sı tamamen hâkimiyet mücadelesine dönmüştür. Öyle görüyoruz ki bir türlü değişmeyen cemiyet, gerileme dönemlerinden sonra mücadeleyi boy ve aşîret seviyesine kadar indirmiştir; Şamlular ve Ustacaluların mahirâne devlet yarışı verdiği mücadelesinin anlamı budur. Türkmenler arasında hiçbir şekilde inanç taassubu ve hizipçiliği de yoktur. Esasen Şeyh Cüneyd’in Anadolu, Suriye ve Güneydoğu Anadolu seyahatini iyi inceleyip o zamanki toplumsal yapının temeline inmek zarrureti vardır. Mevlânâ oluşumu olmasaydı Hacı Bektaş ve Cüneyd’in ne gibi içtimaî tezahürleri olabileceğini mutlaka düşünmek gereklidir. Anadolu’da ve İran’da olmak üzere iki Karamanlu aşîret yapısı vardır ki bunların topumsal istikametleri çok değişiktir. Anadolu’da kömürcü savaşçılar olan Karamanlılar İran’da sadece çoban savaşçılardır. Karamanîler gibi Savranîlerin de Hoca Ahmed Yesevî’nin yakın akrabaları olarak Suriye’ye yönelmeleri 1413 A.g.m., s.21. 466

ve Anadolu’nun her tarafına dağılmaları çok ciddi araştırma ve incelemelere muhtaçtır. Sovyet kaynaklarında ve sosyolojik çalışmalarında çok bilgi bulunmasına karşılık ülkemeizde hiçbir çalışma yoktur. Karamanîlerin pek “Şeyh” gelenekleri bulunmadığı için, Suriye’de Savran aşîret şeyhlerinin Şafiî-Kübrevîliğe meyillerine karşı aşîretler Karamanîler gibi Maturidî-Sünnî-Hanefî çizgide kalmışlardır. Bu inceliği de ancak Türkistan geleneği ile açıklayabiliriz. Selçuklu tecrübesi İran Türkmenleri’nin sivil bürokrasiye ilgili olmamalarının ağır faturasını ümeranın canları ile ödemişler ve bu durum Türkmen sosyal hayatına bürokrat eksikliğini getirmiştir. İlhanlılar döneminde bile ağır basan Fars bürokrarisi, Safevîler zamanında Türkmenliği fark edip Türkistan Tacikliğine yönelirken İskender Bey ve Hasan-ı Rumlu gibi tarihçiler de toplumun önüne çıkmış ve kızılbaşlık adına askerî bürokrasiyi ellerinde tutmuşlardır.1414 Sadece Şah İsmail ve Tahmasb döneminde Şamlu 9, Ustacalu 15, düz Türkmen diye adlandırılan 6, Rumlu 4, Zülkadirli 6, Avşar 7, Kaçar 5, Tekeli 5 büyük askerî ve sivil bürokrat devlette yer almışlarlardır.1415 Bu durum bize Safevîlerin Türkmen yapısı hakkında yeterli bilgi vermektedir. Bu dönemde özellikle askerî bürokraside Türkmen dışında kimsenin olmaması ve Anadolu usulü devşirme bulunmaması dikkat çekmektedir. Bu sebeple sosyal olarak Safevî oluşumuna Selçuklulardan farklı olarak gelişmiş bir Türkmen Devleti gözü ile bakabiliriz. İran’da Safevî Türkmen şehirleşmesi Tebriz, Gence, Eraş, Erdebil ve Culfa’da sanat ve ticaret erbâbı olarak ortaya çıkmıştı. Bunların dışında Berda, Nahcivan, Maraga, Derbent diğer şehirleşen Türkmen beldeleri durumundadır.1416 BOA belgelerine göre Nahcivan ile İstanbul ve Anadolu arasındaki münasebetlere bakılırsa Gence ile beraber, Batı Azerbaycan’ın, Kuzeydoğu Anadolu’yu sosyal yapı olarak ne derece etkilediğini bir 1414 Tufan Gündüz, s.455. 1415 Oktay Efendiyef, s.253-255. 1416 A.g.e., s.270. 467

sonuç olarak rahatlıkla görebiliriz.1417 Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun ise Karakoyonlu ve Akkoyunlular ile İlhanlı-Timurlu döneminin değişik sosyal tezahürlerini elbette birlikte görmek ve değerlendirmek lâzımdır; hiçbir şekilde mezhebî telâkkilerin ölçü olmadığı metinlerde de işaret edildiği şekilde mutlaka görülecektir. Karayülük Osman ile Kara Yusuf arasında nasıl bir fark yok ise, Uzun Hasan’la Şah İsmail arasında mezhep görüşleri dışında sosyolojik aşılmaz duvarlar mevcut değildir. Bunu Türkmen halk yapısına indirgersek elimizde duygusal yönelişlerin dışında bir şey bulamayız. Çünkü tamamen hâkimiyet ve hanedanlar arasında cereyan eden anlaşmazlıklar hiçbir şekilde toplum seviyesine inmemiş ve cemiyette çatışma yaşanmamıştır. Safevîlerin son dönemlerine Farslar bile yük olarak görülmemiş, fakat işin içine Gürcü analı Üveysiler ve Afganlık girince karşısında İran’ın sağlam Türkmen yapısını bulmuştur. Safevî devlet yapısı mutlaka Osmanlı gibi teokratik görünümlü fakat millî bir devletti. Elbette iİmparatorluk hâlinde yaşamanın başka bir şekli yoktu. Fakat halkın sosyal yapısında teokratik eğilimler olmazsa-olmaz şeklinde değildi. Elbette düşünce çok katıydı ve bir ucu işaret ediyordu; fakat toplum, sosyal eğilimlerinde katiyyetle bunun farkında olmadığı gibi, Osmanlı örneğindeki sosyal baskılar da bulunmayınca halk yaşama şeklinde tamamen hürdü. Dolayısıyla Şia’nın bugünkü Siyonist aleyhtarlığı gibi uzak siyasî emelleri olduğu da söylenemez. Bu görüşler Fars hâkimiyetinden sonra öne çıkmıştır. Dolayısıyla İran’ın eski Türkmen yapısı ile oynayanlar şimdi geriye döndürmeye çalıştıkları çarkı yerinden oynatamamaktadırlar.1418 Osmanlı’nın yıllar süren İran seferlerinin de çok şeyi değiştirmediği ve netice olarak buralardan çekildiği bir sonuç olarak ortadadır. Türkmenli dönemlerde halk mutlak olarak devlete bağlı ve onun içinde yaşamaktadır. Osmanlı küskünü Türkmenler kitle 1417 Bkz. Osmanlı Arşiv Belgelerinda Nahçıvan, BOA Yayın. No:117, İstanbul, 2011. 1418 Fred Halliday, İran’da Toplumsal Muhalefet Güçleri: Kimlerdir, Neler İstiyorlar, İstanbul, Şubat, 1997, s.11-32. 468

hâlinde geldikleri hâlde birçoğu ancak münferit olarak Anadolu’ya dönme yolunu seçmişlerdir. Bugün bile İran Türkmen insanı bir gün devlette kendisine sıra geleceğine inanmaktadır. Safevîler devrinde İran’da Türkmenlerin yaşama şekli tamamen klâsik boyutlardadır. Çok kadınla evlillik vardır ve bu iş Farslarda olduğu gibi sayısız hudutlarda değil, ancak yedi kadardır.1419 Fakat buna da ancak şehirlerde nâdiren rastlanıyordu. Türkmen’in eşi bir tanedir ve o da her dâim kendisi ile beraberdir. Farslarda boşanmak kolay iken Türkmenlerde pek zordur. Şah İsmail’dan itibaren Türkmen asiller on iki dilimli kızıl türban takmaktadır; buna halk arasında rastlanmadığı gibi Farslarda ya hiç yoktur yahut da çok sonraları başlamıştır. Halk giyinişinde Türkmen farklıdır ve Farslarda olduğu gibi mutlaka ipek giyme âdeti yoktur. Şehirli toprak sahipleri geleneksel gıda maddeleri; buğday, arpa ve pirinç ekiyordu. Göçebeler ise mutlaka keçi ve koyun ağırlıklı hayvanclılığın yanında küçük çapta ve ihtiyacı kadar ziraatle meşguldü. Nehirler ve gölcüklerin kenarında sayız un değirmenleri vardır. Türkmenler koyun eti tercih derken Farslar dana ve tavşan eti severler. Kızılbaş Türkmenler inançları gereği tavşan ve kuş eti pek yemezler, fakat av hayvanı olarak yabanî geyik Türkmen’in en önemli tercihidir.1420 Türkmen cemiyeti genellikle askerdir; bunun genetik temelleri vardır. Bu sebeple İran’da Safevîli yıllarda son dönemleri istisnâ edilirse Kızılbaş Türkmen’den başka savaşçı yoktur. Hatta Cüneyd’den itibaren Haydar ve İsmail bile en önde giden askerlerdir. Türkmen atları gâyet dayanaklıdır ve 30 saat yem verilmeden koşabilir. Bu sebeple Kızılbaş ordusu tamamen süvârilerden oluşuyordu. Tatarlar’a at biniciliği daha fazla öne çıkmıştır; fakat her Kızılbaş aile en azından 25 süvâriyi savaşa hazır bulundururdu. Ana yurttan gelen bu toplum yapısının hiç değişikliğe uğramadığı yegâne yerlerden biri İran bozkırlarıdır. Safevîlerde Türkmen atlılar top gibi ateşli silâhlara 1419 Oruç Bey, Persli Don Juan, s.61. 1420 A.g.e., s.63. 469

tez alışamadı ve bir eksiklik olarak çoğu zaman Osmanlı karşısında bu sebeple zararlı çıktılar. Son zamanlarda Osmanlı’nın yeniçerisine benzer bir kısım Gürcü askerî birlikler oluşturuldu; ama bunlar İsmail zamanındaki gibi hiçbir şekilde canlarını siper ederek savaşmadılar ve çok tecrübesiz bir kitle olan Afganlılar karşısında yenildiler. Heterodoks Kızılbaşların özellikle cenâze törenleri tamamen Şamanist ögeler üzerine kuruludur. İki yüz kişinin bellerine bağladıkları iplerle koşum şeklinde kafile oluşturmaları ve yüksek sesle Türkçe İslâmî dualar edilmesi geçmişi andırmaktadır. Mezar başına önceden bitkilerle boyanmış çaputlar ve kağıtlar bırakılması da önemli bir âdettir. Cenâze alayının arkasından atlılar gelir ve ölen şahsın bütün varlığı her biri bir at bakıcısı tarafından at dizginlerine bağlanırdı. Atlar süslenmiştir ve ölen şahsın eşyalarını taşırlar, seyislerin pehlivanvarî üstü açık vücutlarından dâima kan görülürdü.1421 Kızılbaşlar evlenirken günlerce eğlenir, düğün bittikten sonra gelin evinde büyük bir yemek verilir. Bu yemekten sonra birkaç kadın gelini alarak zivaf için bohçası il birlikte damat evine götürür. Birkaç yaşlı kadın da damadı şiddetle aynı odaya sokar ve gece yarısına kadar dışarıda eğlence ile oyunlar devam eder. Bu eğlenceler yaşlı iki kadının bekâret kontrolü için kanlı bezlerle dışarıya çıkıp teşhirine kadar devam eder. Bu bezler damadın akrabalarına gösterildikten sonra ancak merasim bitmiş olur. Benzer şekilde birçok Türk toplumunda icrâ edilen bu gelenek de tamamen İslâm öncesi Türk sosyal hayatının gereklerindendir ve bölgede bir Türkmen geleneği olarak mezhepler üstü olarak yerine getirilmektedir.1422 Kaynaklarda ve modern çalışmalarda Safevîlerin Türkçe’ye çok büyük önem verdikleri ve İsmail’in de Türkçe’nin büyük şâiri olması dolayısıyla bu önemin vurgulandığı bilinmektedir. Hatta Türkçe’nin devlet dili olduğu, fakat yazışmalarda Farsça da kullanıldığı üzerinde pek durulmamıştır. Günümüz 1421 Geniş bilgi için,Oruç Bey, s.65. 1422 A.g.e., s.69. 470

Azerbaycan’ında yapılan ciddî çalışmalarda: “İsmail’in Türk dilini dövlet dili elan ettiyi efsanesi de uydurma yalandan başqa bir şey deyildir. Böyle olmuşsa neden bütün tarix kitabları Farsça yazılmış.”1423 şeklinde ağır tenkitlere rastlanmaktadır. İlme Selçuklu, İlhanlı ve Timur dönemlerindeki kadar önem verilmemesine karşılık halk edebiyatında hâlis Türkçe altın devrini yaşamıştır. Şah İsmail’in Hatayî mahlası ile yazdığı Şiîrler günümüzde dahi mükemmelliğini muhafaza etmektedir. Ayrıca her boya göre değişen bayati ve mâniler birer edebiyat şaheseri olup o zamanın Türkmen yaşayışının aynası durumundadır. b) Ekonomi Safavîler devri İran’ın ekonomisi şüphesiz ki tarım ve hayvancılığa dayalı idi. Boy, aşîret ve oba esasına göre bozkırda yaşayan çift mekânlı Türkmenler hayvancılığın atardamarı durumdaydı. Yukarıda bahsi geçen Türkmen şehirlerinde ise halk diğer İran şehirlerindeki gibi tarım aristokrasisi olarak kendini göstermişti. Bunun yanında özellikle Tebriz dört yönden ticarî yolların buluşma noktası olması sıfatıyla sanat ve ticarette bir hayli ilerlemiş ve medenî bir Türkmen dünyası oluşturmuştu. Tebriz belki bu özellikleriyle yeknesâk bir Türkmen toplumu yaratmıştı ki, böyle bir görüntü hemen hemen hiçbir Türk şehrinde görülmez. Kuzey İran’a Selçuklulardan beri hâkim olan Türkmenler tarımı da nehir, çay ve derelerle kuyulardan sağladıkları su ile inşa ettikleri sulama kanalları ile yapıyor ve böylece mahsül bir kat daha artıyordu. İktisadî hayatta en büyük engel iç ulaşım yollarının bulunmaması idi; bu maksatla I. Abbas zamanında Anadolu ve Horasan örnek alınarak birçok yol, köprü ve kervansaray yapılmış, İpek Yolu’nun İsfahan’dan geçmesi için Orta İran çöllerini aşan çok verimli yollar inşa edilmiştir.1424 Bu yollar sayesinde Tebriz, İsfahan, Şiraz sür’atle gelişmiş ve büyümüş, aynı ânda o zamana kadar kopuk olan Fars-Türkmen ekonomik hayatı entegre 1423 Güntay Gencalp, Safevîler, s.158. 1424 Tufan Gündüz, Safevîler, s.456. 471

olmuştur. Fakat şehirlerdeki ticarî ve eknomik hayat Ermeni, Yahudi ve Hintli tüccarların egemenliği altındaydı. Hintliler Doğu ile Batıyı birbirine bağlarken, Ermeniler dış ticarete hâkim olarak Avrupa’yı dolaşıyor, Yahudiler ise tıpkı İstanbul’da olduğu gibi ticarete sermaye sağlayarak aracılık ve finans işleri ile tefecilik yapıyorlardı. Ermeniler sırf bu maksatla, Safevîler İsfahan’ı başkent yaptıktan sonra Azerbaycan’ın Culfa şehrini buraya taşımışlardır.1425 Evvelki zamanda olduğu gibi Safevîler devrinde de İran’ın en önemli ihraç malı ve ekonomik kaynağı şüphesiz ki İpek ve böcekçiliği idi.İpekçilik devlet tekelinde idi; imlâthanelerde 5000 kişi çalışmaktaydı ve mamul mal Tebriz üzerineden Bursa ve İstanbul yolu ile Avrupa’ya ihraç ediliyordu.Uzun süren Osmanlı-Safevî savaşları elbette bu ticareti olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sebeple Tebriz-Halep yolu kullanılmış ancak barış dönemine girildiği XVII. yüzyıl başından itibaren yeniden eski ve işlek olan ticaret yolu dirtilmiştir. İngilizler başka yollardan İran ipeğine ulaşmaya çalışırken Hollandalılar Basra Körfezi yolu ile alım yapmak imtiyâzına sâhip olmuşlar ve Safevîlerin çok sonraki yıllarda Osmanlı örneklerinde olduğu gibi bu imtiyâzlar kapitilasyona dönüşerek başlarına belâ olmuştur. İran’da Karakoyunlu ve Akkoyunlu devirlerinden gelen en önemli Türkmen ürünlerinden birisi de sonradan Türkiye’de bile Acem halısı adı ile şöhret bulan, halbuki tamamen Türkmenlere ait olan halıcılık ve halı ticaretidir. Büyüyen ve gelişen Türkmen şehirlerinde yerleşik Türkmenlerin en önemli meşgalesi halıcılıktır. Bu meslek zamanla Anadolu ve Suriye’ye kadar yayılmış, günümüzde önemini kaybetse de hâlâ dünyada Türkmen halıları birer sanat harikası olarak yerini korumaktadır. Tamamen koyun yününden yapılan Türkmen halıları tekmil İran’da yün çarpma anlamına gelen hallaclık diye bir sanat erbâbı sınıfın ortaya çıkması ile daha verimli hâle gelmişti. Rus kaynaklarındaki zamanın seyyahlarına dayanılarak yapılan tespitlere göre 1425 A.g.md., s.456. 472

Avrupalılar kırmızı ve tünd (koyu) kırmızı halı ve ipekli Türkmen mallarına çok ilgi gösteriyorlardı.1426 İpek halıcılığını bir kenara bırakmamak lâzımdır. XV. asırda birden büyüyen Culfa ileriki asırda Azerbaycan’ın hem ipek üretme, hem de mamul hâle getirilerek ihraç malı olarak dünya piyasalarına sürülmesinde iktisadî hayatta önem taşıyan büyük bir sanayi şehri olmuş, Batılılar devrindeki imtiyâzların genişletilmesinde bu şehrin gölgesi olarak İsfahan’da yeni bir şehir yaratılarak tamamen yabancı tüccarların yerleşimine bırakılmıştır. Kaynaklara göre 1563’te Culfa’dan Halep’e günde 500 tay (haral) ipek ve 18 bin parça ipek garazay (sanayi ipek pestli) gidiyor; 1590-1613 arasında ise aynı yerlerden 23.714 tay garazay getiriliyor ve Culfa’da sadece bu işle uğraşan 20.000 Türkmen bulunuyormuş.1427 XVII. asır başında İran’da seyahat eden Fransız Thomas Minadoi’nin Historia Della Guerra fra Turchi e Persiani adlı seyahatnamesinde yaptığı tespitlere göre Safevîler devrinde Şamahi, Şaki, Araş, Derbent, Erdebil, Tebriz, Gence, İsfaya, Herat, Kaşan, Şiraz, Astrabat, Kandehar, Yezd, Sultaniye, Hoy, Marend, Sufiya, Cahçıvan, Culfa gibi önemli şehirlerde Türkmenler tamamen ekonomiye hâkim olmuşlardır. Ayrıca Maku, Şehrinov, Şabran, Mahmudabad, Bakı, Halhal, Şehrinov, Şabran, Mahmudabad, Niyazabad, Salyan, Cavat gibi orta ve Kuzey Azerbaycan şehirlerinde Ustacaluların bol sebze ve meyve bahçeleri bulunuyordu.1428 Bütün bunlar bize gösteriyor ki Akkoyunlular devrinde başlayan Türkmen şehirleşmesi Safevîler devrinde büyük ölçüde göçebelikten kurtularak sanat ve imalâta yönelmiş ve bu işler birer Fars mesleği olmaktan çıkmıştır. Denilebilir ki Safevîler devrinde İran Türkmenliği Osmanlı ve Babûrlu medeniyetini yakalamış fakat harp silâhlarında eski usûllerde ısrar edildiğinden, bir sanayii oluşmamış ve kendi ayakları üzerinde 1426 Efendiyef, s.272. 1427 A.g.e., s. 278. 1428 A.g.e., s. 279. 473

tutamadığı için yenilgiler sonucu çöküntüye gitmiştir. Maalesef kendilerinden sonra gelen Türkmen hanedanları da bu yapıda ısrar etmişlerdir. c) İnançlar İran Türkmenliği’nin aslı veya bir parçası olarak Safevîler denildiği zaman çok değişik şeyler düşünmekteyiz. Kızılbaşlık deyimi telâffuz edildiği zaman garip bir şekilde irkiliyoruz. İnsanın karakterinde mevcut olanlar yerine dâima başkalarını ve onların inançlarını sorgulaması Türk düşüncesinde biraz daha hassas dengeler üzerine oturmuştur. Fakat gerçekte bu duygusallıktan kurtularak meseleyi tam bir ehli vukûfla incelemek ve sağlam sonuçlar elde etmek mecburiyetindeyiz. Şüphesiz ki İran Türkmenliği devâsa Türk coğrafyasının ortasında kalmış, hatta sıkışmış ve sıkıştırılmış olarak, çoğu zaman Türk dünyasını bölen unsurlar olarak görülmüştür. Böyle bir yaklaşım meseleyi tamamen yüzeysel boyutlarla görmemiz gibi yanlış bir anlayışın sonucudur. Halbuki bugüne kadar bu meseleleri batılılar ele almadan bizlerin incelemesi ve sağlam sonuçlara varılması gerekiyordu. Böyle bir yola başvurmadığımız için yıllarca bir taraftan doğu bir taraftan batıdan devletler düzeyinde İran Türkmenliği’ne inançları yüzünden vurulagelmiştir. Gerçekte halklar arasında böyle bir sürtüşme yoktu ve meselenin bütün tarihi ve kültürel materyalleri elimizdeydi; bu bakımdan Türk âliminin sahip olduğu imkânlara kimse sahip değildi. Sebepler ve sonuçlar ne olursa olsun Türkiye’de geçtiğimiz asrın ortalarından itibaren Fuat Köprülü ile anlayışlar değişmeye başlamış ve yapılan bilimsel çalışmalar batının da gözlerini açarak meselelere İslâmî ve sağlam yorumlar ile tefsirler getirilmiştir. Bu çalışmanın metinler kısmında gördüğümüz üzere Safevîler Hanedanı’nı kuran Şeyh Safii ailesinin Sünnî-Şafiî inanca sahip dindar bir menşeden geldiğini genişçe anlatmıştık. Ailede Şeyh Cüneyd ile başlayan Şiî eğilimlerin ise onun uzun süren Anadolu ve Suriye seyahatlerinde tezahür ettiğini çok iyi bilmekteyiz. Bir kere bu düşüncenin İran yerine Anadolu ve coğrafyası 474

ile ilgili olduğu ortaya konulmuştur. Elbette düşünce temellerinin Selçuklu Babaîliği’ne dayandığı ve Hacı Bektaş hareketinden örneklendiği tartışma götürmez bir gerçektir. Osmanlı’nın Sünnî bir Türkmen hareketi olarak ortaya çıkması ve büyük ölçüde Bektaşîliği sulandırması iki Şiî eğilim arasındaki farklılığı ortaya çıkarmıştır. İréne Mélikof’un her iki coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde yaptığı ciddi çalışmalar meseleye bambaşka bir boyut getirmiştir. Ona göre “Her Kızılbaş Bektaşîdir, fakat her Bektaşî Kızılbaş değildir.”1429 Elbette ifâde edilmek istenen şey Anadolu ile İran’ın Batınî eğilimlerdeki farklılığıdır. Meseleye tarih açısından bakarsak Şeyh Cüneyd’in başlangıçta “12 İmam Şiası” gibi oldukça derinliği bulunan İslâmî görüşlere sahip olduğu söylenemez. Ancak Anadolu’da Mevlânâ’nın Sünnîlik, Hacı Bektaş’ın da çok sonraları Alevîlik diye adlandırılan Batınî görüşlerinden ötürü inanç dünyasının taksim edildiği görülmektedir. İşin ilginç tarafı Anadolu’da ister Sünnî ister heterodoksi olsun İslâm1430 inancında eski Türk inançlarının hâkimiyetini görmemek mümkün değildir. Mevlânâ’nın Mektubat’taki görüşlerinde de özellikle Tanrı inancı ile ilgili olarak yüzyıllardan beri taşınan görüşler bulabiliriz. Bu inançlardan ötürü Türklerin kolay Müslüman olduklarını kabul etmek hiç de doğru bir teşhis ve yaklaşım değildir. Elbette her toplum veya topluluk kendi genetik sosyolojisine uygun inançlara meyledecektir. İréne Mélikof eski Türk inançlarının İslâm düşüncesi üzerindeki müesseriyetini Senkretizm (bağdaşmacı) olarak açıklarken1431 Köprülü’de Yesevî’nin şahsında bunun adı Türk Müslümanlığı’dır.1432 Son yıllarda yapılan çalışmalar, şüphesiz ki temel taşları Köprülü, Gölpınarlı ve Mélikof olan Türk Müslümanlığı’nı daha sağlam temellere oturtmuş tamamen ilmî gözle pek ilerilere taşımıştır.1433 Bu bakımdan Ortodoks veya Heterodoks 1429 1430 1431 1432 1433

Mélikof, Uyur İdik Uyardılar, s. 109. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmîyet, s.11-24. Melikof, s.109. F.Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 44. A.Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim, İstanbul 2012, s.23-30. 475

Türk İslâm anlayışının Anadolu halk ve şehirli Müslümanlığının bir daha ve hakkıyla incelenmeye tabi tutulması şarttır. Safiyyüddin ailesinin Şeyh Cüneyd ile dönüştüğü İslâm inançlarının da bu pencereden görülerek zamana ve mekâna göre değerlendirildikten sonra ancak isimlendirilmesi gerekmektedir. Cüneyd koyu Sünnî Akkoyunlu ailesine damat olduktan sonra bile fikirleri öne çıkmamış daha ziyâde Uzun Hasan tarafından, Karakoyunlularla kolay irtibat kurar düşüncesiyle yanına alınmış ve fakat o daha ilk günlerinde Trabzon taraflarına sefer yaparak dinî bir şahsiyet olmaktan ziyâde askerî ve siyasî bir kişilik olarak ortaya çıkmıştır. Mutlaka Akkoyunlular gibi Sünnî olduğu söylenemez, ama Anadolu’da Karamanlılar ve Şahkulu taraftarlarının fikirlerinden ve heterodoksi eğilimlerden bir hayli etkilendiği bilinmektedir. Karamanlılardaki muhalefet ve hâkimiyet düşüncesi 10.000 askerle iştirak ettikleri Baba İlyas olayından beri gelmektedir. Aynı şekilde Toroslar ve Amanoslar’da Cüneyd; Çepni, Varsak, Şamlu, Ustacalu ve Elbistan Zülkadirlilerle temas kurarak bu sonuncular üzerinde Kefersudlu Baba İshak nefesini teneffüs etmiştir. Bu bakımdan Akkoyunlu damadı Cüneyd’in kafası oldukça karışık ve hepsinden önemlisi siyasî çıkış için hangi inanca sarılacağı bunalımı içerisindedir. Cüneyd, Anadolu’dan topladığı taraftarlarla karadüzen girdiği ve Cihad sloganını kullandığı Şirvanşah savaşında canını kaybetti. Bu cihad çığlıkları yakın coğrafyada Baba İlyas hareketlerinden çok farklı değildir. Artık bu ilk hareketlere Şiîlik yüklemek ve meseleyi ısrarla o pencereden görmek yanlıştır. Eski Türk inançlarının İslâmî motifler içinde tezahüründen başka bir şey değildir. Anadolu’da koyu bir Sünnîlik gelişmemiş ve oturmamış olsaydı şüphesiz ki pek müsait olan ve Şiî’si bulunmayan İran’ın İslâm iklimi böyle bir çıkışa daha yatkındı. Dolayısıyla daha Hz. Ali menkıbeleri bir zaruret olarak şimdi tezahür ediyordu. Baba katili olmaları sebebiyle Haydar’ın koyu Sünnî Şirvanşahlara ne derece kinli olduğunu biliyoruz. Devam eden Anadolu heterodoksi baskıları sonucu savaşçı Türkmenler kendilerine 476

Haydar’ın kumandanlığında biraz daha çeki düzen verdiler. Sünnî Akkoyunlu hanedanı ve kayın-kayınço mücadeleleri de Şeyh Cüneyd düşüncelerinin rengini biraz daha koyulaştırmıştır. Kızıl serpuş bir anda öbek öbek ölüye değil diriye, yani Haydar’a gitme serüveni Anadolu’dan İran istikametine doğru böyle başladı ve bir anda büyük kitlelere kavuştu. Bu hareketin ortaya çıkışını öyle âlimler gözü ve etkinliği olarak görmenin yanlışlığı böyle şahıslara rastlanmamasından anlaşılmaktadır. Dinî olarak kullanılan alt yapı şüphesiz ki Erdebil Tekkesi ve Safii ailesinin Sufî görüşleridir. Cüneyd’de olduğu gibi Haydar’da da başka bir dinî veçhe olduğunu sanmak hareketin sosyolojik boyutlarını görmemek demektir. Anadolu’dan İran’a Türkmen selinin İslâmîyet ile ilgisi yoktur. İşte Şah İsmail çocuk yaşta başına gelenlerden münzevî hayatın sona ermesinden itibaren, artık tamamen dağılan Sünnî Akkoyunlu hâkimiyeti ve başsız kalan İran Türkmenliği’ne böyle baş olma imkânını yakalamıştır. İsmail’in devlet oluşunda yanında Türkmen’in, hatta Anadolu Türkmeni’nin dışında kimse olmaması ve devletin bunlardan oluşturulması Safevî Devleti’nin katıksız bir Türkmen oluşumu olduğunu ortaya koyduğu gibi Anadolu Türkmen aşîretleri üzerinde cazibe merkezi oluşunun da bilhassa hakkını vermek gereklidir. Bu sebeple kendisi bir Fars ideoloğu olan A. Kazvini’nin1434 görüşlerine itibar etmek ve çok açık olmayan Safiyuddin soyuna değişik anlamlar yüklemekle ancak şovenlik yapabiliriz. Hele İran Meşrutiyet tarihi yazarı ve geçen asrın Fars milliyetçi ideoloğu avukat Ahmed Kesrevi’nin itibar görmeyen hayallerine inanma imkânı yoktur. Bugün Kesrevi’nin görüşleri Türkmen sosyolojisinde yeteri kadar karşılık ve cevap bulmaktadır. Elbette Şah İsmail asrın genel kaidelerine uyarak devletine yeni bir inanç ilân edecekti; dolayısıyla boşta kalan tek İslâmî ideoloji Şiîlikti ve Osmanlı-Baburlu-Özbek Sünnî ideolojisine ancak tasavvufî temelleri ve Türk inançları ile genetiğinde karşılığı olan aşırı Batınî ve senkretik görüşlere sarılacaktı. Başta 1434 Abdülatif Kazvini, Safevî Tarihi, s. 20. 477

iştirak etmemelerine rağmen halihazırda Sünnî olan Fars Müslümanlığı da Araplar ile bir hesaplaşma sebebi olarak bu görüşlere elbette yatkındı. Bunun adı Arap Müslümanlığı’ndan bir intikam nazariyesi idi.1435 Kaldı ki aşırılıklarda ısrar eden ve bu yönü ile İsmail üzerinde ağır baskılar yapan Türkmen beylerini de gözden uzak tutmamak lâzımdır. Bunlar İran Türkmen beylerinden farklı olarak yerleşmiş ve ilmiyet kazanmış Anadolu gibi fikren gelişmiş bölgelerden gelen gayrî memnun insanlardı. İşte bütün bu baskı ve zafer sarhoşluğu ortamında Tebriz’de yeni doğan devlete 12 İmam Şiası gibi, en uçta İslâmî inançlarla donanmış bir sistem devlet dini olarak benimsenmiştir. Metinlerde gördüğümüz üzere İsmail katiyyen bu aşırılıklardan yana değildi ve yeni düzen tamamen Türkmen beylerinin baskıları sonucu ortaya çıkmıştı. Peki 12 İmam Şiası ne demekti, şimdi biraz buna bakalım: Arapça bir kelime olan Şia, Müşâyaa kökünden gelmektedir ve birisine uyanlar anlamındadaır.1436 Biraz daha derinliğe inilirse “Eş ve benzer; bir insanın yardımcıları ve buna uyanlar; aynı görüşte olmasalar da bir şey üzerinde birleşen topluluk, fırka, bölük, yayılmak.”1437 anlamlarına da gelmektedir ki mevzuumuz açısından bu açıklama biraz daha mânâlıdır. Çünkü netice itibariyle böyle dinî bir görüşün tamamen siyasete uyarlanması ve yüklenmesi elbette siyaset sosyolojisi açısından çok önemlidir. İmamet meselesine gelince Hz. Muhammed’in ölümünden sonra bu konuda çıkan şiddetli itirazlara karşı, “Hz. Ali ve Ehl-i Beytini halifelik için en lâyık kişi olarak gören ve meşru halife kabul eden; ondan sonraki halifelerin de onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan toplulukların müşterek adı”1438 Şia diye adlandırılmaya başlanmıştır. Bu açıklamalara göre Şiîlik’in bu koluna İmamiye Şiası denirken, bundan farklı olarak Şah İsmail’in Safevîleri 12 İmam Şiası’nı kabul etmişlerdir. Elbette bu 1435 1436 1437 1438

Tahir Harimi Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cerayanları, s.15 Abdülbaki Gölpınarlı, Şiîlik, Derin Yay., İstanbul 2011, s.21 E.Ruhi Fığlalı, İmamiye Şîası, Selçuk Yay., İstanbul 1984, s. 9. A.g.e., s.9. 478

farklı bir anlayış, hatta farklı bir fırkadır. O zaman Şia kimlerdir diye bir soru ile karşılaşıyoruz. Abbasîler devrinde İslâm düşüncesinin tartışmaya açılması şüphesiz ki Şia-yı İmamiye’nin gelişmesini ve anlam kazanmasını sağladı. Kuran’da geçen Ehl-i Beyt, peygamber soyundan gelenler olarak tefsir edilmektedir; Sünnî anlayışta çok üzerinde durulmayan bu husus Şia’ya göre çok önem taşımakta ve bu özelliği taşımayanların halife ve imam olması mümkün görülmemektedir. Dolayısıyla Şiî inanç kural olarak Raşid Halifeleri de kabul etmez ve bunları gasıb gözü ile görürler. Herhalde bugün iki büyük parçalı İslâm’da Sünnîlik ile Şiîliğin en büyük farkı budur. Hz.Muhammed soyundan gelen ve Hz. Ali ile başlayıp el-Hasan el-Askeri ile biten 11 İmam’dan sonra gelecek olan 12. İmam el-Mehdi inancını taşıyanların düşüncesine de “12 İmam Şiası”1439 denmektedir. Şah İsmail’in Şiîliğin neresinde olduğunu tartışmayacağız, fakat Anadolu Türkmen beylerinin baskılarıyla rahatlıkla en uçta olduğunu söyleyebiliriz. İnsanları “Sünnî öldürmek cihadtır” düsturuna sevketmek için elbette aşırı görüşleri seçmekten başka yol bulunmuyordu ve ortada Anadolu’da Bektaşîlik gibi Sünnîlik ile uyumlu bir Şiî eğilim daha bulunmaktaydı. Bu sebeple Şah İsmail Karakoyunlulardan kalma Uzun Hasan ve Yakub’un da kullandığı sarayda tahta otururken 12 İmam’ı 12 sarımlı kızıl kalpak ile temsil etmiştir. İsmail’in hocası Şeyh Şemseddin Lahici’nin kaleme aldığı, yine 12 rakamını işaret eden ilk manifesto bölge lehçesi ile aynen şöyle idi:1440 1. 2. 3. 4. 5. 6.

Man bu gün yere endim. Sarver ve Şahenşah manem. Emin ol ki, Heydarin oğlu menem. Menem Firidun. Menem Xosrov. Menem Cemşid.

1439 A.g.e., s. 160. 1440 Cavanşir, Safevîler, s. 157. 479

7. 8. 9. 10. 11. 12.

Menem Zehhak. Menem Zaloğlu Rüstem Menem İskender. Enel-heq sirri menim bağrımda gizlidir. Çünkü menem mütleq heqiqet. Heqiqet menim sona çatdırdığım işlerdir.

Şah İsmail, Safevî Devleti’nin resmi mezhebini alenen ilân ettikten sonra Tebriz ve çevresinde tam bir celâdet ile operasyonlara başlamıştır. Yukarıdaki düsturların açıklamaya ihtiyacı yoktu, çünkü o tam olarak Fars bir çevrede Gilân’da yetiştirildiği için genel olarak Firdevsî’nin Şehname sloganları onun hayatına hâkimdi. Şeyh Lahici’nin ailesi ve babası Emir Seyyid Ahmed, Kübrevî olduğu halde İsmail’in öğretmeni olan oğul Lahici’nin onun üzerinde bu yönü ile müessir olamadığı bilinmektedir.1441 Ayrıca İsmail’in atalarını İmam Rıza’ya dayaması elbette Şuubiyye’ye mensubiyetten başka anlam taşımıyordu. Türkmenler bundan bir şey anlamıyor, fakat cihad işini çok ciddiye alıyorlardı. İsmail’in Kızılbörklü Türkmenlere dayanarak verdiği korku bir anda Tebriz ve çevresine yayılmıştı. Esâsında Tebriz’in Sünnî iklimi dolayısıyla buraya Şiî görüşler hiç girmemişti. Fakat huzur kalmayışı ve insanların iş yapamaz hâle gelmesi herkesi canından bezdirmişti ki artık İsmail’e katlanmaktan başka çare kalmamıştı. Yerli bir kaynakta yerli lehçe ile bakınız durum nasıl tasvir ediliyor: “Tabriz’da ticarat hayatını va iqtisadiyatı güvansizlik sarmışdı. Tabrizlilar İsmayıl’a yardım edarak bu güvanliyi barqarar etmak fıkrindeydiler. Ağıllarına galmazdi ki, Ismayıl şahara girdikdan sonra onların mazhablarinin dayişmasina amr veracak va mazhablarini dayişmayanlari dasta-dasta qatl edacakdi. Tebriz tarixinda kütleleri inancından va mezhebinden dolayı qetl eden bir dövlet yönetimi olmamışdı. Şah İsmayıl’ın Sünnîleri qılıcdan keçirmesi tarixin ilk tecrübesi idi. Azerbaycan öz tarixinde ilk defe böyle bir cani ve qatille rastlanmaqda 1441 Reşat Öngören, a .g.m., s. 88. 480

idi. Tebriz, Bakı, Şamaxı, Zengan, Xoy, Urmu, Marağa ve Merend kimi Azerbaycan şeherleri sünnî mezhebindeydiler. Qismen da Zeydiyye mezhebinde. Sefevilere qeder Azerbaycanda heç bir dövlet toplumun inancı ile uğraşmamışdı. Selcuqlardan Sefevilere qeder Azerbaycan’da demek olar ki, mezheb özgürlüyü olmuşdur. Şah İsmayıl’ın Sünnîlere qarşı iller boyu içinde daşıdığı nifret Tebrizliler’in başında çatlayacaqdı. Tebriz’in işğalında İsmayıl’a yardımçı olmuş Zekeriyya Keçeci nece bir ihanet etdiyinin bilincine varmışdı. Tebriz şüubi planları elinde esir qalmışdı. İstedikleri cinayetleri töredecakdiler. Zakeriyya Keçeci Şah İsmayıl’a şieleşdirme siyasetinden vaz keçmesini teklif etdi. Tebriz ehalisi şie padşah istemez dedi. Ancaq Sünnîleri tehlükeli yaradılış, quyruqlu mexluqlar sayan Şah İsmayıl hem atalarının intiqamını almaq, hem de şüubiyenin ona verdiyi görevi yerine yetirmek fikrinde idi.”1442 İran’da Sünnî olan halkın hangi şartlar altında Kızılbaşlığa sürüklendiğini ve bu inançları uzun boylu anlatmaya gerek görmüyoruz. Lâkin Selçuklular devrinden beri Türkmenliği dâima ayakta tutan tarikatların da bir ölçüde ortadan kaldırıldığını söylemek gerekiyor. Nakşilik, Mevlevilik, Kalvetilik, Kübrevilik gibi inanç denge unsurları yerle bir edilirken, Nurbahşiyye, Nimetulahiye benzeri Şiîliğe meyyal tarikatlar olağanüstü derecede teşvik ve himaye görmüştür.1443 Şah İsmail doğrudan doğruya kendine bağlı Halfetü’l-Hülefa (Halifelerin Halifesi) adlı bir kurum oluşturmuştu ki bunun esâsında dinî bir görevi ve yetkisi yoktu. Bu kurum Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bulunan Kızılbaş dervişleri yönlendiriyordu. Bu makamın ilk sahibi Taliş Halim Bey Çaldıran Savaşı’nda canını kaybetmiştir. Şah İsmail şüphesiz ki Şiîliğin ifratındaydı, bu sebeple hiçbir şekilde Bektaşîliğe nüfûzu olmamıştır. Her ne kadar Anadolu batıniliğinde de benzer figürler kullanılmış ise de belli bir dönemden sonra Alevîliğe intisab eden Bektaşîlik’te bu tesirler tamamen ortadan kalkmıştır. Hele Şah İsmail’in Kızılbaşlığı’nın 1442 A.g.e., s.159. 1443 Öngören, s. 88. 481

Fars Şiîliği’ne dönüşünde halklar arasındaki irtibat da kesilmiştir. İsmail’in Türkçe Divanı üzerinde bir çalışma yapan Minorsky tasavvufta onun tev’l götürmez fikirleri ile kendini Hz. Ali yerinde gördüğünü ortaya koymuştur. Divan’da Din-i Şah olduğunu ve gazilerinin kendisine secde etmelerini savunan İsmail, “Ali’yi hak bilmeyenler kafir-i mutlak oluridini yoh, imanı yokol na-müslümandır bugün”1444 demiştir. İşte bütün bu aşırılıklar sebebiyle Şah İsmail rüzgarı fazla devam etmemiş ve oğullarından Elkas Mirza Sünnî olmuş1445 ve Hanedan’da bu dönüşler veya bunalımlar sükûta kadar sık-sık görülmüştür.

1446

1444 A.g.m., s. 90. 1445 Öztuna, Hanedanlar, s.779. 1446 Tahsin Yazıcı, Safevîler, İA, C.X, İstanbul 1967, s.57. 482

7. BÖLÜM

a) aVŞarlar Dönemi (1725-1758)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Güzelim İran’ın en güzel tarafı tıpkı Anadolu-Irak ve Suriye gibi Türkmen aşîret ve boyları ile bezenmiş olmasıdır. Diğerlerinden farklı olarak İran’da bu boy ve aşîretler beğlerine kadar hâlâ aynı isimle anılmaktadır. Bu ülkeyi gördükten sonra mutlaka her Türk kendini Türkmen ummanında sanıyor. Farklı Türkmen şîvesi; hep aynı noktada, Oğuz Han’da düğümlenen bir kültür; stepte soğuktan, çölde sıcaktan yanmış yüzlerin gülümseyen ifâdeleri: Men de Türkmenem! Halâc-ı Mansur gibi, “Ne Arabi’yem, ne Farsi’yem, ne Hindu’yem; Beyzâlı’yem, Galâci’yem, Türki’yem.”1447 Türkmen İranı’nda, Türkmen’in hangi şartlarda olursa olsun kendisini ifâdede hiçbir tereddüd göremezsiniz. 1000 yıl İran’da bir Türkmen Bey gider bir diğeri gelir; fakat değişmez kural, Türkmen İran’dır ve İran da Türkmen’dir. Başka hiçbir coğrafyada Türkler arasında böyle bir muhabbet göremezsiniz. Duruşları, gülüşleri, konuşmaları, türküleri sizleri bir anda sihirli çemberinin içine çeker. Son Safevî hükümdarı olan II. Süleyman hiçbir şey yapamadan 1759 yılında öldü; lâkin bu hanedan II. Tahmasb ile ömrünü tamamlamış (1729-1730), III. Abbas (1732-1736) ise doğrudan tahta oturamamış, sonuncu ise tahtı bile görmemiştir. Kendileri Türkmen bir hanedan olmasa bile İran’da Safevîler devri Türkmenlere dayanan ve bu hususun öne çıkarıldığı bir dönemdir. Bu fotoğrafı sebep ve sonuçları ile hiçbir şekilde 1447 Baki Yaşa Altınok, Ene’l-Hak Şehidi Hallâc-ı Mansur Tâvâsin, Ankara 2013, s. 36. 485

gizlemek ve değişik târif etmek mümkün değildir. Safevîlere son veren, fakat bir türlü İran’da tutunamayan Afgan sürüleri ise ancak İran’ın Türkmen yapısı ile durdurulabilmiştir. İşte bu kritik ve kötü durumda önce doğuda Huzistan’dan, sonra dört bir yandan Bozoklu Avşarları ve bunları takiben, orta ve batıdan tamamen federe Türkmen aşîretlerinden olan Kaçar boyları İran’ı kucakladılar. Elbette İran’da bu dönemde iki yüzyılı aşan bir devre olarak 1925’te tarihe gömülmüş, fakat günümüzde belki de iktidar sırasını beklercesine Türkmenlik kendini muhafaza etmiştir. Avşarlara gelince İran’da bu hareket daha kapsamlı ve Safevîler sonrasında en öncelikli meseledir. XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud ve XIII. yüzyılda Fahreddin Mübarekşah’ın tablolarında Avşar diye geçen bu büyük Oğuz Boyu, XIV. yüzyılda İranlı Reşidüddin ve XV. yüzyılda bizim Yazıcıoğlu ile XVII. yüzyılda Ebû’l-Gazi Bahadır Han’a göre Avşar diye adlandırılmaktadır.1448 Esâsen Batı Siriderya Oğuzları Selçuklu oluşumunu ortaya koyduktan sonra sür’atle Türkmen diye adlandırıldıkları hâlde Dedekorkut’ta konu Doğu Siriderya Oğuzları’nda bu dönüşüm çok yavaş olmuş ve Oğuz’un arsızı Türkmen’in delisine benzer1449 gibi ince fakat dikkat çekici Türkmen-Oğuz’un nüans farkı kendini göstermiştir. İşte Anadolu’nun Selçuklular sonrası Oğuz oluşumlarına çok ısınamayan Akkoyunlular, Karakoyunlular, Kaçarlar ve Avşarlar Doğu Siriderya Oğuz yurdunun başı dik insanlardır. Oğuz ve Dedekorkut destanlarında verilen bilgiler bu Türkmen boylarının sonraki siyasî ve kültürel yaşayışları ile bire bir örtüşmektedir. Anadolu ve İran’da Kızık, Beğdili ve Karkın aşîretleri genel olarak Avşar diye adlandırlmaktadır. Fakat bugün tarih içinde siyaseten oldukça büyümüş Karamanlılar ve şöhret sahibi Musul Zengileri1450 gibi Anadolu’da hâkimiyet iddiasındaki büyük beyliklerin de esas unsurunun Avşar olduğu ortaya konmuştur. 1448 Faruk Sümer, Avşar, DİA, C.4, İstanbul 1991,s.160. 1449 Anvar Cingizoğlu-Aydın Avşar, Avşarlar, Şuşa Neşriyat, Bakı, 2008, s.12. 1450 Şikari, Karamanname, Karaman Valiliği Yay., İstanbul, 2005, s.19. 486

İlgi çekicidir ki ana yurtta varlık gösteremeyen Karaman ve Akmanlıların İran’da kalan ve Safevîler devrinde siyasî hayatla bütünleşen Karamanîlerin Avşar diye nitelendirildiğine dâir bir kayda rastlamıyoruz. Ebû’l-Gazi Bahadır Han’a göre Avşar Çevik-Atılgan-Avcı demektir.1451 Türklerin Müslümanlığından evvel dikilen Orhun Âbideleri gibi yazılı kaynaklarda zikredilen Türk boyları arasında Oğuz-Oğuzlar ilk sırayı teşkil etmesine rağmen Kaşgarlı’da rastlanan şubeler veya boyların detayı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak ilk İslâmî yıllarda Yengikend Oğuz oluşumu ve Selçukluların intişarında da Avşar gibi boylardan bahsedilmezken, Türkmen oluşumunun XII. asır ortalarından itibaren düzenli bir biçimde Batıya doğru yürüyüşlerinde Avşarlar hanedan çıkaran ana Oğuz boylarından birisi olmuşlardır. Avşarların İran macerası Selçukluların bu ülkeye tam mânâsı ile yayılma ve yerleşme devrine rastlamaktadır. Faruk Sümer’e göre Türkmen koşusuna Huzistan’da başlayan Avşarlar buraya Karahıtay tazyikleri üzerine gelmişler ve siyasette ilk olarak bu topraklarda kendilerini göstermişlerdir. Bunlar 1148’de Şiraz’ı zaptederek Salgurlu Devleti’ni kurmuşlardır.1452 Fakat Avşarların tam anlamı ile İran ve Anadolu’da kendini göstermeleri İlhanlılar sonrasına denk gelmektedir. XV. ve XVI. asır Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Avşarlar olarak yer almışlar ve bunun dışında İran’ın birçok bölgesini yurt tutarak orada da değişik Türkmen kavim ve kabilelerini bünyesine alarak bir boy federasyonu gerçekleştirmişlerdir. Moğolların Anadolu’yu sıkıştırmaları üzerine Güney-Güneydoğu Anadolu ile Suriye’ye 40.000 çadır Türkmen’in göç ettiği ve bunların Bozok-Üçok şeklinde eski il teşkilât kaidelerine göre yerleştikleri Antep, Halep, Amik Ovası’nın Bozoklu Avşar iskânı ile sonuçlandığını görmekteyiz. Anadolu’nın güney Avşar bölgesi ile İran siyasetinin ne derece birbirine girdiğini daha evvelki bölümlerde görmüştük. Türk 1451 Sümer, Avşarlar, s.160. 1452 Sümer, Avşarlar, s.160. 487

Moğolu tazyiki ile Anadolu ve Suriye yeni, enerjik ve mistizm yüklü bir Türkmen rengine bürünürken, orta ve batıda Karamanlı, Elbistan, Andırın, Kadirli ve Kozan’da Dulkadirli İmanlu Avşarları buraları kalıcı yurt tutmuşlardır. F. Sümer’e göre ana gövdeyi oluşturan Avşarların ailelerinden Köpekoğulları Antep, Gündüzoğulları Amik, Kut Beğioğulları da Halep Bölgesine yerleşmişlerdir.1453 Çukurova Avşarları bugün dahi bölgenin etnolojik yapısının ana unsurudur. Esâsen XV. yüzyıldan beri Türkçe ve Arapça kaynaklarda telâffuz edilen Çukurova bir coğrafî deyim olarak batıda Karamanlı hududu olan İçel’den başlamakta ve İskenderun’a kadar uzanmakta olup; diğer bir deyimle Orta Toroslar ile Amanos Dağları kesişim yerini içine almakta ve güneyde Akdeniz ile sınırlanmaktadır.1454 Türklerden evvel Kozan (Sis) merkezli orta bölgedeki Ermeni yerleşimden ötürü buraya Kilikya adı veriliyordu. Dolayısıyla Batı-Orta-Doğu-Güneydoğu, Kuzey Suriye’nin Orta Anadolu pareleli (Sivas-Amasya) güneyinde tamamen bir Avşar yurdunun ortaya çıktığını ve bugün dahi bu manzaranın devam ettiğini rahatlıkla ifâde edebiliriz. Anadolu Türkmenliği’nin, güney coğrafyasının Osmanlı’ya geçene kadarki durumu hakkında Memlûk kayıtlarının çok iyi incelenemediği husûsunda âlimler arasında sağlam bir mutabakat vardır. Fakat bir nebze de olsa Faruk Sümer’in bu ilk kaynaklardan yaptığı tespitlere göre Memlûk hâkimiyetindeki Çukurova Bölgesi Avşar ağırlıklı olmak üzere tamamen Türkmenleşmiştir. Bölgenin Osmanlı’ya geçmesinden 85 yıl önce buraları gezen Fransız Seyyah Bertrandon de la Broguiére’ye göre Antakya’dan Tarsus’a kadar olan bölge tamamen Türkmenleşmiş, 1519’dan sonraki Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Sis (Kozan) müstesna yoğun bir Türkmen hâkimiyeti sağlanmış, Ermeni azınlığın dışında Rum-Yahudi, hatta Müslüman azınlık olarak Arap-Kürt dahi bulunmamaktadır. 1453 A.g.m., s.160. 1454 Faruk Sümer, Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar, Urmu Turuz, 2013, s.1 488

Safevî oluşumu sebebiyle XVI. ve XVII. asırlarda Anadolu’dan İran’a vâki Türkmen göçleri bu tarafta Avşar nüfusunu azaltırken eski vatan yeniden Avşarlaşmaya başlamıştır. Uzun süren Celâlî İsyânları’nda İran’a büyük Türkmen göçleri olmuştur ki bunlar başta Tekelüler idi. Esâsen Şamlular aynı zamanda Safevîler kökünü teşkil eden Akkoyunluların da temel unsuru durumundaydı.1455 Fakat Halep Avşarları bu bölge merkez olmak üzere yine de Anadolu’da ağırlıklarını muhafaza ettiler. Osmanlı Tahrir Defterleri’ne göre Köçeklü, Sekiz, Alplu, Delüler, Aydoğmuş adlı obalar Köpeklü ve Gündüzlü Avşarları adı altında Halep Bölgesi’nde müstakil duruma gelmişlerdir.1456 Suruç’un bugünkü Şeyh Çoban köyünde yerleşik sekiz obasından Alpluların büyük bir bölüğü ile Gündüzlüler İran’a göçmüşlerdir. Kalanların birçoğu ise Osmanlı ordusuna muharip güç olarak entegre olmuşlar, aileleri de başta Karaman olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerine iskân olmuş veya edilmişler, az bir kısmı yerlerini muhafaza ederken Şamlu Avşarları Musul istikametinde Rakka Bölgesi’ne dağılarak derebeylikler ve ağalıklar oluşturmuşlardır. Daha evvel Balıkesir’in Mihâliç bölgesine yerleşen Bozulus’a bağlı Köpekli Avşarları Safevî Büyük Abbas devrinde (1571-1629) İran’a göçerek1457 buranın siyasî hayatına dâhil olmuşlardır. İran’a göçen ve Safevî siyasî hareketlerinde esas etkili olan Maraş ve Kuzey Suriye bölgesinde yedi oba olarak yaşayan Dulkadirli Avşarları’dır. Bunların doğu ucu Urfa batı ucu ise Çukurova’da Sis’e (Kozan) kadar dayanıyordu. Suriye’de Halep bölgesini kışlık Yeni İl ve Bozok’u da yaylalık olarak kullanıyorlardı. Faruk Sümer’e göre bunlardan İmanlu Avşarları Ayıntap Bölgesi’nden kalabalık bir obalar federasyonu XVI. yüzyıl ikinci yarısında, yani yine Şah Abbas döneminde İran’a gitmişlerdir. Safevîler siyasî hayatta Türkmen argümanından uzaklaştıkça Anadolu’dan Avşar göçleri de tedricen 1455 Bkz., E. Woods, Akkoyunlular, s.143. 1456 Sümer, Avşar, s. 161. 1457 A.g.m., s.161. 489

düşmüş, bu dönemlerde şehirleşme yolu ile sür’atli bir Osmanlı entegrasyonu yaşanmıştır. İran literatüründe, Anadolu’daki Avşar söylenişine karşılık daha ziyâde Avşar deyimi kullanılmıştır. Anadolu’dan Avşar göçü durunca bu sefer doğudan İran’a Avşar hareketi başlamıştır. Daha XII. yüzylda İran’ın Huzistan eyâletinde Arslanoğlu Yakub ve Şumlaoğlu Avşarlarının sayıları hayli artarak bir beylik kurmuşlardır. XVI. asır sonralarında Anadolu ve Suriye’nin bir kısım Avşarları da Akkoyunlular ile birlikte İran’a gelmişlerdir. Kûh ve Gîluye Avşarları denilen ve diğer adı Mansur Bey Avşarları olanlar işte bunlardır. Safevî oluşmunda Avşarların rolünü daha evvelki bahislerde zikretmiştik. Mansur Bey birçok Akkoyunlu beyi gibi Şamlu İsmail’e biat etmiş ve Fars Eyâlet Valiliği’ne getirilmiştir. Mansur Bey’in bu dönemde kızılbaş başlığını giymesi Avşarlar arasında bu hareketin yayılması ile sonuçlanmış ve ondan sonra İran’da Kızılbaş Avşar oymakları öne çokmaya başlamıştır. Mansur’un oğulları da Kûh ve Gîluye eyâlet valiliğinde bulunmuşlardır. Mansur Bey soyundan Halil Han 10.000 askere kumanda ediyordu ve Kûh–Gîluye’de Halil Han oğlu Şahkulu Han ile akrabasından Hasan Han birbirlerine karşı mücadele ediyorlardı. Şah Kulu 1590’da Şah Abbas’ın teşvikiyle Şiraz’da hasmı Hasan tarafından öldürüldü.1458 Olayların artması üzerine Şah Abbas Avşarların bir kısmını Horasan, bir kısmını da Urmiye Gölü civarında mecbûri iskâna tâbi tutarak Kûh-Gîluye bölgesinin Avşar yurdu olmasına son vermiştir. Huzistan’da yaşayan Avşarlara da Tahmasb zamanında benzer bir oyun oynanmış 1549’de Avşar Mehdi Kulu Sultan Tahmasb tarafından kardeşine öldürtülmüş; fakat bunun yerine Haydar Kulu Sultan ve Ebû’l-Feth Sultan gibi iki muktedir Avşar beylik makamına gelmişlerdir. Tahmasb devrinde Safevîler yönetiminde birçok Avşar beyi bulunmuş ve bunlar muazzam bir devlet tecrübesine sahip olmuşlardır. Sarayda Ahmed Mirza’nın lâlâsı Araşlu Avşarı’ndan Aslan Sultan, Kûh ve Gîluye’de 1458 A.g.m., s.162. 490

Halil Sultan, Save Vâlisi Mahmud Sultan, Kirman Vâlisi Yusuf, Hazercerib Valisi İskender, Horasan’da Yeğen Sultan ve Hüsrev Sultan Avşar bürokratlarının başında gelmektedir. Bu zamanda Avşarlar Huzistan, Kûh–Gîluye, Kirman ve Horasan eyâletlerini taşrası ile birlikte ellerinde bulundurmuşlardır. Kûh–Gîluye, Avşarların en yoğun olduğu bölgelerdi. Tahmasb’ın yerine geçen II. Şah İsmail zamanında Avşarlar yerlerini korudular ve Ustacalu, Şamlu, Tekelü Türkmen oymaklarında olduğu gibi mevkii ve ihtiras mücadelelerine girmediler.1459 Şah Abbas döneminde İran’da Türkmenler ve özellikle Avşarlarla çok oynanmıştır. Bu temel sebepten ötürü orduda tek hâkim unsur olarak Türkmenlerden vazgeçilerek Kullar Ocağı adlı yeni bir oluşuma geçilmiştir. Avşar oymaklarının yaşadıkları yerlerden başka bölgelere nakledilmesi bu tedbirlerin en başında geleniydi. Kûh-Gîluye Avşarları’nın Urmiye tarafına nakledilmesinden sonra Araşlu Avşarları’nın büyük bir kısmı Huvar, Rey ve Simnan bölgelerine sürüldü. Ayrıca Gaverud, Kazvin bölgelerinde yaşayan Usalular ile Eberlülar oymaklarının yerleri değiştirilmiştir. Ebiverd’de mecbûrî iskâna tâbi tutulanlara bir süre sonra Gündüzlü Avşarları da ilâve edilmiştir. Bu yer değiştirme veya sürgünler Avşarlar üzerinde devlete karşı duygular oluşturmuş ve eski memnuniyet gerginliğe dönüşmüştür. Kaynaklarda Avşar Nâdir’in, işte bu Ebiverd’e nakledilen Gündüzlülerden Kırklu oymağına mensup olduğu ifâde edilmektedir.1460 Avşar Nâdir’in ortaya çıktığı XVIII. yüzyıl ilk çeyreğinde artık Safevîler dağılma dönemini yaşamaktaydı. Elbette bu devleti kuran ve ayakta tutan, ancak son dönemlerde tecrit edilen Türkmen unsuru bir şekilde devletinin geleceğine sâhip çıkacaktı. Nâdir Şah’ı ortaya çıkaran Türkmen ana unsuru mutlaka Avşarlar idi. Bu dönemde İran’da en önemli Avşar boyları Urmiye Gölü’nün batısında Selmas ve Üşniye arasında Urmiye 1459 A.g.m., s.163. 1460 A.g.m., s.163. 491

şehri çevresinde yaşamaktaydılar. Buranın daha evvelki yerleşikleri İmanlu Avşarları idi. Bu oymaktan Kasımlı Avşarları’nın adı Şah Abbas devrinde Kasım Sultan’dan gelmektedir. Urmiye Avşarları’nın diğer oymakları ise Gündüzlü ve Araşlular idi. Bunlar Kûh ve Gîluye’den gelmişlerdi. Diğer bir oymak Mahmudlu adını taşıyordu bunların da asıllarının Aruşlular olduğu anlaşılmıştır. Kazvin ve Zencan bölgelerinde Hemse Avşarları, aynı zamanda altı bölük hâlinde aynı miktarlarda kazalarda yaşamaktaydı. Buradan Sayınkale ve Sultaniye’ye kadar uzanan yerlerde, kuzeyde Tarum ve Aşağı Tarum Halhal tamamen Hemseklü Avşarları ile meskûndu ve siyasette pek etkiliydi. Kirman ve Horasan yörelerinde Herat’ın güneyindeki Esfüzar ve Sistan’da Avşarlar kendi beyleri tarafından idâre ediliyorlardı. İşte Avşar Nâdir’in toprakları buralardı ve Avşarlara genel bir isim olarak Kırklu ve Köse Ahmedlü Avşarları deniliyordu. Bugün olduğu gibi bu yapının değişmediği bölgede Karaçlu, İmamlu, Davutlu, Usallu, Kılıölu, Gani Beğlü, Kilelü, Tutmaklu, Adaklu, Kara Hasanlu, Ali Beklü, Terzilü, Şahbaranlu, Yeherlü, Kûh-Gîluyeli Avşar oymakları tamamen Türkçe konuşmaktaydılar.1461 İran’da gerek doğudan ve gerekse batıdan sürekli bir biçimde beslenen Türkmenlik XVIII. asır başlarında yine bir Türkmen hanedanı olan Safevîlerin yabancılaşarak dağılma süreci içerisine girmesi üzerine 24 ana Oğuz boyundan birisi olan Avşarlar Nâdir Şah ile sahneye çıkarak yeni bir hanedan oluşturmuşlardır. Nâdir’in Türklüğü husûsunda herhangi bir tereddüt yoktur, geçmişi gâyet açıktır. Asıl adı Nedr-Nezir Kulu’dur ve Horasan’daki Ebiverd sınır bölgesi Deregez köyünde yaşayan Avşarların Kırklu obasına mensup olup burada doğmuştur.1462 Fakat babası İmam Kulı’nın Allahu Ekber Dağı’nın devamı olan Kuçan’daki Kelât köyünden buraya geldiği ve Deregez’in onların yaylakları olduğu bilinmektedir.1463 Kaynaklarda mütevâzı 1461 A.g.m., s.164. 1462 Faruk Sümer, Avşarlar, DİA, C.4, İstanbul, 1991, s.164. 1463 Yılmaz Karadeniz, s.124. 492

bir göçebe ailesinin reisi olarak babasının geleneksel Türkmen mesleği deri elbise dikicisi olduğu ifâde edilmektedir. Nâdir Kulı çocukluğundan itibaren mücadelelerden geçmiş ve kendisini çevresine ispat etmiştir. Elbette Nâdir çok öne çıkan asil bir aileden gelmiyordu; kendisi başlangıçta tıpkı Selçuklu Kınıkları gibi çobandı;1464 babası da bu yüzden dericiliği seçmişti. Nâdir’in babası kendisi on beş yaşında bir çocuk iken Özbeklere esir düşerek geri dönmemiş, o ise annesi ile birlikte Hıyve’ye götürülmüş ve gelişlerinin dördüncü yılında burada annesini de kaybetmiştir. Böylece hayatın içinde ailenin ve oymağın lideri olarak iyice pişen Nâdir Kulı yeniden Horasan Ebiyurd’a gelerek Ali Bey Ahmedlü adlı oymak beyinin hizmetine girmiş, onun kızı ile evlenmiş, ancak bu kadının ölmesi üzerine beyin ikinci kızı Gevherşad’ı almıştır. Nâdir’in bu hanımdan Nasrullah ve İmam Kulı adlı iki oğlu olmuş, aşîret beyi ve kayınbabanın ölümünden sonra da o Ebiyurd Avşarları’nın lideri olmuştur. Nâdir başlangıçta 12.000 kişilik bir askerî gücü eline alarak aşîretinin başına geçince tam olarak siyasî bir güç olduğunu ortaya koymuştur. O İran’ın yaşadığı ağır bunalımların Özbeklerden sonra Afganlardan geldiğini yakînen görmüştür. Batıdan Osmanlılar ise Kirman’a kadar ilerlemişlerdi. İlgili bölümde gördüğümüz üzere Farslaşmak sûretiyle yozlaşan Safevîler artık Türkmenlerin koruyucu ve kurucu olma özellikleriyle desteğini kaybetmiş emirler bunalımla baş edemez hâle gelmişlerdi. Afganların saldırılarına karşı koyan ve devlette hak iddia eden Türkmen Kaçarlar’ın da görünen bir mücadelesi vardı. Nâdir başlangıçta Horasan’a çekilmek zorunda kalan Safevî Şahı II. Tahmasb’ın yanında oldu; Afgan ve Kaçarlar etkisiz hâle getirilirek Meşhed ele geçirildi ve şehrin idâresini Nâdir Kulı ele aldı. Bu dönemde artan Afgan tazyiki karşısında II. Tahmasb tamamen Nâdir’e sığındı. Bu yakınlaşmadan ötürü Nâdir’e Tahmasb Kulı Han adı verildi ve art arda Afgan Eşref’e vurduğu darbelerle 1729’da tamamen bunların hâkimiyetine son verdi. 1464 Rıza Nur, Türk Tarihi, C.5, Toker, İstanbul, 1979, s.130. 493

Nâdir birçok Afgan askerini yanına aldığı gibi Kızılbaş ve Sünnî Türkmenlerin rekabetine de engel olarak kısa zamanda Azerbaycan taraflarına yöneldi ve 1730’da Osmanlıların işgal ettiği toprakları geri almayı başardı. II. Tahmasb tarafından başkumandanlığa (Sipehsalar) getirilen Nâdir çıkan karışıklıklar üzerine kendi bölgesi olan Horasan’a geçti.1465 Nâdir Kulı’nin Doğu İran’da 1730 yılı çok dolu geçmiştir; İsfahan ve Meşhed’den Afganılar tamamen temizlenmiştir. II. Tahmasb Nâdir’e karşı tedbirli idi ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakta tereddüt ediyordu; fakat öyle bir duruma düşmüştü ki ondan başka da tutunacak dalı kalmamıştı. Bu sebeple Horasan, Kirman ve Mazenderan topraklarını ona dirlik olarak vermek mecbûriyetinde kaldı.1466 Bir kısım Türk menşeli Afganlılar Nâdir saflarına katılırken bir kısmı da İran içlerine dağıldı ve çapul yapmaya devam ettilerse de, herhangi bir yerde hâkimiyet kurmak bir yana Avşar müdahalelerine karşı koyamadılar.1467 İran içlerini Afgan unsurlardan temizledikten sonra ikinci defa Horasan istikametine yönelen Nâdir Kulı Kandehar ve Sebzvar’da bu sefer ikinci bir Afgan kitle olan Abdaliler üzerine yürümüştür. Avşar Nâdir’in öncelikli hedefi Herat idi ve burayı kuşatarak Abdali, Kılzai, Türkmen ve Hazaralar ile savaşarak bölge tamamen ele geçirmiştir.1468 b) Yükselişi Nâdir Kulı’nun Safevîlerin son devrinde yükselişi ve İran’ı anarşiden kurtararak Avşar iktidarını tesis etmesi gâyet istikrarlıdır. Bu dönemde artık tarih olmaya yüz tutmuş Safevî hanedanına son vermekte katiyyen acele etmemiş ve II. Tahmasb’ın başkumandanı sıfatıyla hareket etmiştir. Nâdir her ne kadar Kızılbaş eğilimlerden uzaklaşsa da Safevîlerin bir Şia hanedanı olmaları dolayısıyla, kendisi bir Sünnî olarak bu 1465 1466 1467 1468

A.g.m., s.164 Rıza Nur, s.131. Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi, s.112. Karadeniz, s.112. 494

durumunu katiyyen öne çıkarıp sosyal çalkantıya sebep olmamıştır. Bu bakımdan onun İran Türkmen tarihinin en akıllı devlet adamı olduğu hususunda hakkını teslim etmek gereklidir. Nâdir, II. Tahmasb’ın ayak oyunlarının da farkındaydı; kendine karşı Kaçar Türkmen lideri Feth Ali birlikteliğini de zamanında görmüştür. Kaçarlar Nâdir’in hâkim olduğu Horasan ile Tahmasb’ın elinde bulunan merkez vilâyetleri Tebriz-Kazvin-Tahran arasında Mazenderan’da iktidarı ellerinde bulunduruyorlardı. Bu sebeple İran’ın tamamı için bir vuruşmada Kaçarlar Nâdir ile Tahmasb arasında tam bir tampon bölge oluşturmaktaydılar. Fakat her hâlükârda Safevî şahı, Nâdir’i emrinde tutmak istiyordu. İşte böyle birliktelik ile Afganlıların sağlam kalesi Meşhed teslim alınmış ve burada Nâdir’in tam hâkimiyeti sağlanmıştır. Esâsında Meşhed’de Avşar hâkimiyeti Safevî hanedanının da sonunu getiriyordu. Nâdir’in doğuda Horasan-Sistan-Kirman-Mazendaren’da hâkimiyet sağlaması ona çok büyük büyük bir itibar kazanandırdı ve müstakil bir devlet gibi haraket ederek kendi adına para bastırdı, ayrıca Safevî hükümdarı ona sultan unvanını kullanabileceğini bildirdi. Fakat hâlâ Afgan unsurunu bertaraf etme çabaları devam ediyordu ve muhasara ile ele geçirilen çok iyi tahkim edilmiş kalenin fethedilmesiyle Herat da tekrar İran hâkimiyetine girmişti. Nâdir’in Avşarların yükselme devrinde milyonlarca Avşar ahâlisi ve kumandanı olan Osmanlılar ile mücadelesi ve onlar karşısında doğudaki Afganlılar gibi başarılı olması da çok ilgi çekicidir. Daha 1721’de Afganlıları uzaklaştırdıktan sonra, saltanat mücadelesi veren II. Tahmasb’ın ilgsizliğine karşı Osmanlı ordusunu Hemedan’da mağlup etmiş ve toprakları Azerbaycan’dan Irak’a kadar fethetmişti. 1727’de Şah Tahmasb Afgan saldırıları için Osmanlı’dan yardım istemiş, ertesi gün gönderdiği bir elçi ile bu arzuyu yenilemişti. Doğudan Nâdir tazyikinden kaçan Afgan Eşref Osmanlı ile mevcut şartlar dahilinde ve Tahmasb ile bulunan bir orta yol üzerinde anlaşma imzalarken Avşarlar yetişerek duruma el koydular. Nâdir İstanbul’a bir elçi göndererek buraların terk edilmesini 495

istedi. Nihavend’e Afgan destekli saldırılar vâki olunca çatışma çıktı ve Avşarlar Osmanlı garnizonunu ele geçirdi. Mollayer Ovası’nda 30.000 kişilik Osmanlı ordusu ile Nâdir komutasındaki Avşarlar arasında vuku bulan savaşlarda Osmanlılar yenildi. Bu savaş sonunda Bağdat’a dayanmış olan Nâdir Kirmanşah ve Hemedan’ı almakla yetinmiştir.1469 İran, Afganlılardan sonra Osmanlı tasallutundan kurtulduğu hâlde Tahmasb Osmanlılar ile muâhede yapıldığından bahisle Avşarları âsî ilân etti. Bunlara müdahale için ordu toplamaya başladı. Fakat onun kovduğu askerler Nâdir güçlerine iltihak ettiler. Avşar Hüseyin Kuli Osmanlılara karşı mücadeleye devam ediyordu. Tahmasb sürekli olarak Osmanlılar ile muhâberatta bulunuyor ve Nâdir’in hareketlerine karşı yardım istiyordu.cBunu iyice anlayan Nâdir ise onun Tahran’a gelmesini istiyordu; fakat bu bir türlü kabul edilmeyince, Nâdir ve komutanları İsfahan’a giderek Tahmasb’ı hâl’ ettiler, gözlerine mil çektirerek yerine yedi aylık oğlunu III. Şah Abbas adı ile 1732’de tahta çıkardılar; Nâdir ise kendini “Şah Nâibi” ilân ettirdi.1470

İran Avşar İmparatorluğu 1469 Karadeniz, s.135. 1470 A.g.e., s.137. 496

Nâdir Kulı’nın Şah Tahmasb ile bu hâl’ öncesinde konuşmaları gâyet ilginçtir. 1.500 Avşar askeri ile girdiği İsfahan’da saraya bir ihtilâlci gibi değil usûl dâiresinde girmiş fakat şaha artık saygısını kaybettiği için yer gösterilmeden oturmuş ve devlette yaptığı tahribatı bir bir antattıktan sonra: “Bu kadar hizmetimden sonra sadâkatıma inanmadınız. Bu bâbda şüpheniz varsa söyleyiniz. Şah’a hizmet için İran’da benim kadar hayatını tehlikeye koyan biri olmadığını ispata hazırım. Eğer benden şüphe ederseniz haksızlık edersiniz.” demiş buna karşılık Tahmasb: “Sadâkatınıza, gayretinize kanaatim vardır. Başvezir olmanız hasebiyle devletin işlerine bakmak, intizamsızlığa çâre bulmak size aittir. Bütün selâhiyetimi sana veriyorum.” şeklinde cevap vermiştir.1471 Bugünkü İran kaynakları ve Avşar tarihlerinde bulunan kıymetli malumâtın uluslararası ansiklopedilerde yer alan maddelerinde Nâdir ile Tahmasb arasındaki bu konuşmaların İran Türkmen Tarihi nazarından çok değeri vardır. Nâdir’in yakın dostu ve tarihçisi Mirza Mehdi Han Astarabadi’nin “Tarih-i Cihangüşa-yı Nâdirî”1472 adlı eserinin mutlaka Türkçeye çevrilmesi gereklidir. Nâdir ihtilâlden sonra başta Osmanlı olmak üzere Tahmasb’ın bütün tasarruflarını askıya almış ve aksi durumun savaş sebebi olacağını ilân etmiştir. Böylece devletin eğik olan başını kaldırmasını sağlamıştır. Nâdir’in, şah nâibi olarak bir yandan doğuda Afganlıları emniyete almak için Hindistan ile iyi ilişkiler kurması, diğer yandan Kafkasya ve Irak-ı Arab’da Osmanlılar ve Rusya’ya karşı tâkip ettiği politikalar gâyet akılcıdır. Osmanlı’ya bağlı olan Kırım hanının Dağıstan ve Şirvan ahâlisini İran’a karşı tahrik etmesini Kirmanşah’a asker yığarak önlemiş ve Bağdat Valisi Ahmed Paşa’yı da haklı gerekçelerle tehdit ederek bu tarafa yönelmiş; Hindistan’a ise Afgan kitlelerine yardım etmemesi ve topraklarına yaklaştırmaması için uyarılarda bulunmuştur. Bağdat yönünde Zuhab’da Osmanlı kuvvetlerini yenerek İran’a karşı 1471 Rıza Nur, a.g.e., s.137. 1472 Tehran, 1385 (1932). 497

hareketlerini durdurmuştur. Bağdat 1622’de Nâdir’in eline geçmiş fakat Tahmasb’ın gevşekliği yüzünden yeniden Osmanlılar tarafından işgal edilmiştir. Mükemmel şekilde hendeklerle çevrilerek muhkem hale getirilen Bağdat 20.000 Avşar askerin sıkı kuşatması karşısında 100.000’e çıkan Osmanlı ordusuna mukabil 40.000’e ulaşan İran ordusu güçsüz kalmış ve savaş Kerkük istikametine kaymıştır. Nâdir’in yenilgileri durumun vehâmetini artırmış Osmanlı ordusu Tebriz’e hareket ederken, kısa zamanda Avşar ordusunun sayısı rakiplerini aşmıştır. Kerkük’te birçok yer İran ordusunun eline geçmiştir. Bağdat’ta tahkimatı aşma çabaları devam ediyordu. Nâdir bu sefer gayet ihtiyatlı idi ve Akderbend’de Memiş Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerini yendiği gibi Temmuz 1733’te esas güçlerle yaptığı Leylan Savaşı’nı kazanmış Estarabadi’ye göre Osmanlı Kumandanı Topal Osman Paşa bir Avşar Türkmeni tarafından öldürülmüş ve ordusu tamamen dağılmıştır.1473 Topal Osman’ın Musul’a gönderilen cesedi Osmanlı kadıaskerine teslim edilirken tam Bağdat’ın alınması fırsatı doğmuşken Şiraz’da isyan çıktığı ve Kırım tatarlarının Dağıstan’a saldırmaları üzerine Osmanlı ile barış imzalandı. Ağırlıklarını İsfahan tarafında nakleden Nâdir başarılı bir şekilde Şiraz isyanını bastırmış, firar eden isyancıbaşı yakalanarak öldürülmüştür. Nâdir iç durumu emniyete aldıktan sonra Kafkasya’da Osmanlı, Hazar Denizi kıyısında istekleri olan Ruslar ile Tahmasb’dan kalan önemli meseleler üzerine cesaretle gitti. Ruslar bir taraftan Osmanlı ilerleyişini bahane ederek Hazar kıyısından sarkmaya çalışıp bu bölgede Tahmasb’ın imtiyâzlarında ısrar ederken diğer yandan da Osmanlı-İran savaşlarının devam etmesini istiyorlardı. Nâdir bu işin farkındaydı ve Osmanlı’nın işgal altında tuttuğu toprakları terketmesini istiyordu. Osmanlılar ile görüşmeler sulh yolu ile halledilmeyince Dağıstan’a bir ordu gönderilmiş ve Rusya himayesindeki Serhan Han’ın yenilerek Kumuk taraflarına kaçması sağlanmıştır. Ruslarla anlaşma 1473 Karadeniz, s.141. 498

imzalanarak Derbend ve işgal altında bulunan yerler İran’a teslim edilmiştir.1474 Kafkas dağlarında hareket zor olsa da Nâdir, Gence’yi muhasara etmiştir. Osmanlı’nın zaman kazanarak oyalama yapması ve takviye beklemelerine karşılık Nâdir bir an evvel savaşa girmek istiyordu. Osmanlı kuvvetleri ile savaş uzun sürdü ama sonunda İran isteklerini aldı; çünkü Osmanlı kuvvetleri 20.000, Avşarlar ise 8.000 kayıp vermişler, üstelik Osmanlı Abdullah Paşa öldürülmüştür. Bu savaş sonunda İran eski sınırları olan Kars’a dayanmış 1736 yılında iki taraf arasında anlaşma imzalanmıştır. Böylece Nâdir’in en büyük hizmeti İran’ı evvelâ Afgan kitlelerinden, sonra Osmanlı ve daha sonra da Rus saldırılarından kurtarmış1475 dolayısıyla Safevî hanedanının sükûtu ile bir devletin dağılmasını ve topraklarının paylaşılmasını önlemiştir. Nâdir artık ülkenin tek hâkimi ve muzaffer adamı idi; savaş dönüşünün Nevruz’unda, 8 Mart 1736 günü Mugan Ovası’nda toplanan 100.000 kişi onun lehinde tezahüratta bulunarak İran’ın yeni şahı olarak ilân etmişler ve kendisine tac giydirilmiştir. Avşar Nâdir de artık tahta çıkmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Faruk Sümer’e göre kendinde kuvvetli bir Kavmi Şuur bulunan Nâdir bağnaz ve ayırıcı Kızılbaşlık yerine daha mutedil Ca’fer es-Sadık’a bağlanan Caferilik’i kabul ederek Şiî ve Sünnî Müslümanlar arasındaki ayırımı kabul etmeyerek birbirine yaklaştırmış ve ününün zirvesinde İran’ı yalnızlıktan kurtarmıştır.1476 Böyle bir yenilik artık Safevî tahtına düşünceleri ile birlikte nihayet verirken Nâdir’in Sünnîliğini gündeme getirmiş fakat o katiyyen İran Türkmenlerini böyle yeni bir ideolojide buluşturmaktan çekinmemiştir; çünkü Türkmenlik onun için her şeyden evvel geliyordu. Nâdir’in tarihçisi Esterâbâdî’ye göre onun şahlığını ilân ettiği Mugan Ovası’nda, her hâlde Moğol kalıntısı Tahmasb Han Celâyir, kardeşi İbrahim Han, Herat Valisi Muhammed Han, Merv Valisi Şahkulu Han Kaçar, 1474 A.g.e., s.143. 1475 Faruk Sümer, Avşarlar, s.165. 1476 A.g.md., s. 165. 499

Abdülbaki Han Zengîne, Ermeni Halifesi Abraham Catalucus da hazır bulunmuş ve itaatlarını bildirmişlerdir.1477 Nâdir’in Nevruz kutlamaları için Mugan Ovası’na kurdurduğu Türkmen çadırı önünde yaptığı, “Bugün Safevî Hanedanı’nın sönmesinden doğan büyük kederi telâfi lâzım geliyor. Size bir şâh vermek icâp ediyor. Onu intihâbda serbestsiniz. Bu kadar zaferlerim, hizmetlerim, şâh sülâlesinden bir hanımla evlenişim bana tahta bir hak veriyorsa ben ondan vazgeçiyorum. Siz serbestçe intihabı yapınız.”1478 cümleleri ile başlayan konuşması siyaset sosyolojisi nazarından cidden ilginçtir. Elbette görüşlerinde samimi olan Nâdir mutlaka seçimle halkın ve ümeranın tam desteğini almak ve töreyi yerinde uygulamak istemiştir. Bu konuda Rıza Nur’un Türk Tarihi’nde “Burada anlatılan han intihabı, bu meseleyle ilgili olarak kurultay toplanması, kurultaya davet edilenlerin şahsiyet ve merâtibleri tamamen Türk töresine göredir. Nâdir’in yaptığı konuşma da Türk töresine tamamıyla uygundur. Törede han seçilecek zâtın (ki umumiyetle hanedandan biri olur), kendisine hanlık teklifi kurultay huzurunda yapıldıktan sonra, ortaya çıkıp hanlıkta gözü olmadığı, han olmak istemediği yolunda beyanatta bulunması da vardır. Nâdir, anlaşıldığına göre, Türk töresine son derece riâyet ederek, kendisine yapılan hanlık teklifini reddetmiş, fakat kurultay teklifte ısrar edince de kabul ederek, aşağıdaki, yine töreye uygun olarak nutku irâd etmiştir.”1479 değerlendirmesi tamamen bir hakikattir. Huzurda bulunan devlet erkânı ve halk coşku ile Nâdir’in şahlığını tasdik ile etek öpüp onu tahta oturtmuşlar, sadakat yemini yapılmış, fakat o yine törelere uygun şekilde, bu hanedan değişikliğinde, asla han olmak fikrinde olmadığını beyan etmiş ve kaynaklara göre bir ay bu fikirleri ile oturmuştur. Yine örfî 1477 Yılmaz Karadeniz, s.145. 1478 Rıza Nur, s.138. 1479 Rıza Nur, s.155. 500

hanedan hukukuna göre ricalar üzerine şah olmayı kabul etmiş ve Rıza Nur’a1480 göre çok önemli olan şu nutku söylemiştir: “Madem ki memleketim için büyük bir fedakârlık yaptım. İranlıların kendilerinin saadetinden başka hiçbir maksadı olmayan bir adama (kendisine) riâyeten, Safevîlerin müessisi olan Şâh İsmâil tarafından sokulan Şiîliği terk ile Hulefâ-yı Râşidîn’e (Dört Halife) inâmları için ısrar ediyorum. İran Şiî olduğundan beri üzerine her belâ geldi. Sünnî olsunlar bütün belâlar def olacaktır. Madem ki her millî dîne bir reis lâzımdır. Peygamber sülâlesinden olan «İmam Câfer» de bizim reisimiz olsun.” Kurultay sonrasında neşredilen ferman elçiler vasıyasıyla Osmanlı payitahtı İstanbul’a gönderildi. Elçiler Nâdir Şah’ın arzusu olarak Osmanlıların da Müslümanların vahdeti için çalışmasını arzu ettiğini bildirdiler. Nâdir “Şah” unvanını İsfahan Câmi’inde kılınan namaz ve yapılan taç giyme töreninden sonra kullanmaya başlamıştır. Buradan Osmanlı’ya bir çağrı yapıldı: “1- Diyarbakır ile beraber Fırat’ın ötesindeki bütün arazinin İran’a terki, 2- Osmanlıların Tebriz, Gürcistan ve Ermenistan üzerindeki haklarından vazgeçmesi, 3- Hind padişahları ve İran düşmanları ile Osmanlıların ittifak yapmaması, 4- Osmanlıların Ermeni ve Gürcü esir satamaması. Osmanlı ülkesindeki İran esirlerinin yol masrafların Osmanlılar tarafından verilmek şartıyla serbest bırakılması ve İran’a gönderilmesi, 5- İran’ın Mekke’de Şiîlere mahsus bir câmiye mâlik olması. İran’dan Mekke’ye giden paraların şah nâmına toplanması için orada İran tahsildarlarının bulunması, 6

Sünnîlik ve Şiîlik mezhepleri arasındaki ihtilâfın kaldırılması.” istendi.1481

1480 R. Nur, Türk Tarihi, s.155. 1481 Rıza Nur, s.156. 501

Yeni ve modern çalışmalara göre Nâdir Şah saltanatı elinde bulundurduğu 1736-1747 yılları arasında Safevî dönemi İran’ından daha geniş hudutlara sâhip olmak istemiş,1482 dış siyasette devlete itibar kazandırmış, içeride ülkeyi mahveden mezhepçiliği tepki toplamak bahasına geri plana atarak kavmî duyguları,1483 yani Türkmenliği öne çıkarmıştır. Nâdir Şah elbette bu dönemde ordu silâh ve teçhizatına önem verdiği kadar muharip asker ve beylerin de maddî durumunu düzeltmiştir. Böylece Türkmen ordusu hem iç hem de dış sıkıntılar için hazır duruma getirilmiştir. Nâdir Şah ilk olarak bugünkü Bahtiyarî Eyâleti’nde çıkan iç isyanla uğraştı. Bunlar İran’da Farisi olduğu sanılan bir topluluk ve bazı aşîretler ile Kürtlerin tamamının anlamadığı bir dille konuşmaktadırlar. Bunlar tıpkı Gilân’ın Büvehileri gibi muharip bir unsurdur. Kürt olarak tanınanlar azınlık olmalarına rağmen Bahtiyarî Eyâleti’nin merkez şehrine Şehrekürd adı verilmektedir. Bu bölge İran’ın güney doğusunda yer almaktadır; kuzey ve doğusu ise İsfahan’ın Türkmen yerleşimleri ile kaplıdır. Nâdir önce bunlar üzerine yürüdü ve isyâncıları dağıtarak çoğunu Horasan’da mecburî iskâna tâbi tuttu ve yararlı olanları da ordusuna aldı. Kafasında kapsamlı bir Afgan seferi olduğundan 1736’da batı hudunda da Osmanlı’yı emniyete almak için yaptığı teşebbüs anlaşma ile sonuçlandı ve Osmanlılar IV. Murad zamanındaki 1632 sınırlarına çekilmeyi kabul etti.1484 Nâdir Şah’ın doğuya üç önemli seferi vardır: 1736-1740 arasındaki aralıksız bu savaşlar Afganistan ve Kandehar, Hindistan, Türkistan seferleriydi. Afgan Gılzailer (eski Kalaç Türkleri) ve Abdalilerin uzun süren İran çapul hareketlerinde dişlerine kan değmiş, ancak bunlar gerek Nâdir’in başkomutanlık ve gerekse nâiplik devrinde şiddetle tedip edilmişlerdi. Bu dönemde bunların kardeşleri ve aşîretleri Abdalileri de yanlarına çekerek Kandehar’da fiili durum yaratmışlardı. Nâdir Şah önce bunlar 1482 Karadeniz, s.148. 1483 F. Sümer, Avşarlar, s.165. 1484 Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C.III, s.1. 502

üzerine yürüdü ve bazı Gılzaili komutanlar esir alındı ise de çoğunluk Hindistan sınırını aşarak bu tarafa kaçtılar; fakat uyarılan Türk hanedan idâresindeki Gürkalı Hükümdarı Nâsırüddin Muhammed birtakım iç gaileler sebebiyle bu işle baş edemeyince Avşarlı Elçi Ali Merdan Şamlu’yu Delhi’ye elçi olarak gönderildi; fakat hem bu hem de daha sonra giden teşebbüslerinden netice alınamadı. Çünkü Turan-Sünnî ve İran-Şiî mücadelesi Gürkanlıların başına belâ idi.1485 Avşarlı ordusu Kandehar operasyonuna devam ediyordu; bu mücadele Mart 1738’e kadar sürdü ve Kandehar düştükten sonra Belücistan, Zemindaber, Belh tamamen ele geçirilirken, Astarhanlı hanedanın elinde bulunan ve son yıllarını yaşayan Caniler Buharası’nın da biatı sağlanmıştır. Bu arada Nâdir’in kafasında Delhi Seferi iyice olgunlaşmış ve hazırlık yapılıyordu. Kandehar Kalesi sükût edince tamamen yıktırıldı ve yanı başına Nâdirabad adlı yeni bir şehir inşâ edildi. Gılzai ve Abdalilerin işe yarayanları orduya alındı ve ileride Afganistan Devleti’nin kurucusu olan Ahmed Şah Abdali’ye ordu kumandanlığı verildi. Böylece, neticede Nâdir’in başına belâ da olsa, Bahtiyarilerden sonra Afganlılardan da Hindistan Seferi için çok sayıda asker toplandı. Türkmen ordusu rakamlarla ifâde edilmeyecek kadar büyüktü. Hindistan Seferi öncesinde Osmanlılar da Caferiliği İran’ın resmî mezhebi olarak tanıdılar ve hac yolları da tamamen açıldı. Böylece artık Batıda hiçbir tehlike kalmamış oldu. Nâdir Afganlıların Hindistan’a kaçışı Gürkanlı hükümdarı tarafından engellenemeyip Delhi’de bir yıl kadar alıkonan son elçi Muhammed Türkmen’e hemen dönmesi için haber gönderdi. Kendisi de 10 Mayıs 1738’de 125.000 kişilik bir ordu ile Gazne ve Kabil’e doğru hareket etti. Timurlu komutanın çekilmesi üzerine Gazne savaşsız teslim alınmıştı. 19 Haziran’da Bamyan, Gurbend, Hezarecad emniyete alınarak Kabil Kutval Kalesi’ne dayanılmıştır. Burası Nâdir han ordusuna altı hafta kadar dayanmış top ateşi ile kuleler yıkılınca birçok ganimet, 1485 A.g.e., s.4. 503

para ve ağırlık ele geçirilerek Kabil fethedilmiştir. Nâdir Şah burada kaldığı kırk gün içerisinde dağları emniyet altında aldıktan sona Gürkanlı hükümdarına: “Afganlar İran’a yaptıklarından çok fazlasını Hindistan’a yapmışlardır; Kandahar’ı aldıktan sonra düşündüm ki onların cezalandırılması sizin de dileğinizdir, bu amaçla ilerledim. Gazne halkı beni edep dâiresinde karşıladı, onları okşadım; Kabil’dekiler ise kafa tuttu ve Afganlarla birlik oldu. Onları cezalandırmak zorunda kaldım; bana kafa tutmayanlara karşı hep iyi muamele ettim. Tek amacım Afganları cezalandırmaktır.”1486 şeklinde bir bir mektup gönderdi ise de Yasavul Celâlabâd civarında öldürülmüştür. Bunun üzerine Çarıkar ve Necrav bölgelerinde bulunan Nâdir Şah Eylül başında burayı aldığı gibi elçiyi öldüren derebeyinin yakalayabildiği aile efrâdının erkek olanlarını cezalandırmış, kendisinin uzun zaman buralarda kalacağı anlaşıldığından kardeşi Mirza Rıza Kuli’yı nâip tâyin ederek İran tahtına göndermiştir. Hindistan yolunda Nâdir Şah’ın aklı İran’da idi; alışılmamış şekilde Rıza Kulı’nın nâipliği ve Şah Abbas kanunlarının tadil edilmesi ve şehzâdeleri hareme kapatmak yerine devlette görev vermesi, Nâzırlık’ı kaldırıp modern meclisin ilk temelini atması, hadımları devlet işinden menetmesi, îdam cezası koyması yeniliklerdir.1487 Devlet bünyesinde daha birçok yeniliği yeterli bulmayan Nâdir Şah, devleti diri tutmak için savaş istiyordu. İşte Hindistan yollarında esas amaç buydu; bir gecede seksen kilometrelik yol kat edilerek meşhur Heyber Geçidi böyle aşılmıştı. Daha evvelden komutan Gürkanlı Nâsır tarafından tutulan bu geçit aşılmış ve üç gün sonra Peşaver ele geçirilmiştir. İran’dan kaçan Afgan kitleleri Peşaver ve Celâlabâd Dağlarına sığınmışlardı, bunlar tamamen temizlendikten sonra Yasavul cinayetinin intikamı için buraya girildi ve zorlanmadan alındı. Şimdi daha ileriye, Delhi’ye yürümek için bir bahane gerekiyordu; Nâdir Şah bu bâpta Gürkanlı hükümdarı Muhammed 1486 A.g.e., s.9-10. 1487 Rıza Nur, s.161. 504

Şah’a yazdığı: “Kabil’e gelişim ve orayı alışım Müslümanlık gayreti ve size olan sevgim dolayısıyla idi. Hiçbir zaman tahmin edemezdim ki Dekkenli mel’unlar İslâm padişahının ülkelerinden haraç almaktadırlar. Benim Etek’in bu kıyısında duruşum, eğer bu kâfirler Hindistan’a gelirlerse onları cehenneme defetmek için Gazi kızılbaşlarımdan bir ordu göndermek düşüncesiyledir.”1488 mektupla niyetini ortaya koymuştur. İran ordusu Aralık 1738’de Sind Irmağı’nı geçerek Pencap bölgesine geldi. Baburşah soyundan Gürkanlı Muhammed Şah işin ciddiyetini anlamış ve Lahor’ı savunmak için Zekeriya Han’ı görevlendirirken kendisi de Delhi savunması için kuvvet toplamaya başlamıştı. Lahor savaşsız teslim alındı ve iki milyon kurtulma parası tahsil edilip surbedarın oğlu Nâdir huzuruna rehin alındıktan sonra yeniden Zekeriya Han’a teslim edildi. Artık Delhi yolu açılmıştı; Nâdir Han buradan da Muhammed Şah’a bir mektup yazarak Timurî olan soyunu hatırlatmış ve kendisi için de: “Ben Türkmenim aramızda İl nisbeti vardır.”1489 demiştir. Gürkanlı ordusu kalabalık fakat hantaldı; üstelik komutanlar arasında derin ihtilâflar bulunmaktaydı, fakat kaynaklarda ordugâhta bir milyon kişiden bahsedilmektedır.1490 Türkmen ordusu ise ancak 80.000 kişi kadardı; Nâdir’in komutanlık vasfı askerlerin cesâret ve mahareti Percy Sykes’ınki gibi ciddî çalışmalarda ifâde edilmiş1491, dolayısıyla asker sayısının çok önemi kalmamıştır. Rıza Nur’un mahallî kaynaklara dayanarak verdiği bilgilere göre Hint ordusu derleme-toplama, safahata düşkün kadınlaşmış ailelerden oluşyordu; bir gösteriden başka şey olmayan filler etrafa dehşet saçsa da askerlerde savaşacak cesâret ve takat yoktu.1492 Hint ordusunda ehil komutan da bulunmuyordu. Buna karşılık Nâdir Şah kendi ordusunun en önünde bulunuyordu. Mevcut 160.000 kişi olmasına karşılık muharipler 1488 1489 1490 1491 1492

Bayur, s.9. Burada “İl”, eski “Ulus” anlamında kullanılmaktadır. Bkz., Bayur, s.10. A.g.e., s.14. Karedeniz, s.553 (A.History of Afghanistan I, London, 1940 ). Türk Tarihi, s.165. 505

ancak yarısı kadardı. Milyonluk Gürkanlı ordusunda ise 300.000 savaşçı, 2.000 fil, 3.000 top bulunmaktaymış. Fakat rakamlar mübalâğalı görülmektedir, her hâlde doğrusu Gürkanlı ordusunun ancak 200.000 civarında olduğudur.1493 İki ordunun savaşı öğle namazından sonra başlamış ikindi sıralarında sona ermiştir. Türkmenlerin 2.500 kişi kaybına karşılık Gürkanlı ordusu 8-30 bin arasında zayiata uğramıştır. 13 Şubat 1739’da cerayan eden bu savaş Nâdir Han’ın zaferi ile sonuçlanmış ve Gürkanlının bütün ağırlıkları Türkmenlerin eline geçmiş, Sind Irmağı’na kadar olan yerler İran toprağı olarak anılmaya başlanmıştır. İran kaynaklarına göre Gürkanlı Devleti’ne tamamen son vermeyen ve Muhammed Şah’ı tahtına iade eden Nâdir Şah 70.000.000 sterlin tutarında servete kavuşmuştur.1494 Delhi’de üç ay kadar kalıp idâre ile ilgili birtakım tasavvurlarda bulunan Nâdir Şah, kendisi Hindistan’da iken Herat’ı tamamen ele geçiren büyük oğlu Mirza Rıza ganimet ve ağırlıkları burada sergiledikten sonra kendisi İsfahan’a dönmüştür. Ahâliyi üç yıl vergiden muaf tuttu; bu durum yoksul İran’da büyük bir ferahlık yaratmıştı. Bu zafer ve muafiyetten sonra günlerce şenlikler yapılmıştır. Mirza Rıza Kulı Herat’dan sonra Özbeklerin elinde bulunan Belh’i ele geçirmiş ve Amuderya’yı aşmıştı. Nâdir’in dönüş yolu da Belh üzerinden olmuş ve oğlu Rıza’nın fütuhatından çok memnun kalmıştı. Bu sebeple Nâdir Han’nın kafasındaki Türkistan seferi çoktan başlamış oluyordu. Nâdir Şah zamanında Türkistan’ın merkezi Buhara’da Astırhan hanedanından çok gevşek ve bunalımlı bir Cani hükümdar olan İlbars Han bulunuyordu. Karahanlı yurdu Fergana ve Belh ile Maveraünnehir’in çoğu Canilerden Ebû’l-Feyz Han idâresindeydi. Maveraünnehir batısı ve Aral Gölü doğusunda Hiyve Hanlığı aynı durumdaydı ve hanedan mücadeleleri ile çok zayıf düşmüştü. Bu han ve emirler görünüşte Cengiz soyundan geliyorlardı ama gerçekte mahallî bey, emir ve kabile 1493 A.g.e., s.166. 1494 Karadeniz, s.159. 506

reislerinin emrindeydiler. Bilhassa Hiyve bu durumdaydı. Kabile beyleri istediği zaman onları tahttan indirebiliyordu. Nâdir zamanında Hiyve’de Kongratlar, Buhara’da ise Mangıtlar etkin durumdaydı, ki zaten Nâdir’den sonra onlar tahtları ele geçirdiler ve XX. yüzyıla kadar hâkimiyetleri devam etti. Nâdir Han’a Hiyve Hanlığı ve Buhara Emirliği’nin muğberiyeti Hindistan seferi öncesine dayanmaktadır ve Hiyve’nin biraz fazla olmakla beraber her ikisinin de Türkistan’ın arka bahçesi Horasan’da gözü vardı; burası da Avşarlıların elindeydi. 1717’de Rus Çar’ı I. Petro döneminde buraya Rus saldırıları vâki olmuş fakat Türkmenlerin Rusların geri püskürtmesiyle sonuçlanmıştır. Rus Çarlığı’nın Türkistan statejisinin oluşması hemhudut olunmasından dolayı bu dönemde başlamıştır. Tatar ve Kazan XVI. yüzyıl ortalarında büyük ölçüde Moskova Knezliği eline düşmüştü. Hiyve Hanlığı’nın Kıpçak (Özbek) ve ağırlık Yamud Türkmen yapısı elbette işgale karşı çok büyük bir engeldi. Fakat çarlığın hesaplarına göre Hiyve aşıldıktan sonra Türkistan rüyası daha kolay gerçekleşecekti. Bu bilgiler ışığında daha evvel Hiyve’de bulunmuş olan Nâdir Şah’ın Türkmenler üzerinde büyük bir etkisi ve tabanı olduğunu düşünmeliyiz. Buhara bölgesi ise biraz daha değişik şartları bulunan bir yapıya sahiptir. Nâdir Şah’ın Türkistan Seferi’ni açıklayan tarihçiler onun Rus nüfûzu ve yayılmasını önlemek için bu işe teşebbüs ettiğini öne sürerler.1495 Bunun açıklaması zordur; çünkü Nâdir her kadar Hazar kıyısından ve Derbend’den Rus isteklerini geri püskürtmüşse de, siyaseten ve büyük bir güç olarak kuvvetlenen çarlığın Tatar yayılmasından sonra önlenebileceği güç görünmektedir. İran şahının Türkmenlikin şuurunda olduğu elbette savunulabilir görüştür; lâkin karışık olan ülkesinin öncülüğünde kuvvetli ve başarıya ulaşabilir bir Türkistan siyasesetinin gerçekleşmesinin zorluklarını da bildiği şüphesizdir. Ancak Hiyve Hanlığı ve Buhara Emirliği’nin bunalımlardan ve kendi 1495 Yılmaz Karadeniz, s.162. 507

aralarındaki mücadelelerden ötürü güçsüzlüğü sebebiyle belki Ruslardan evvel buralara sâhip olmak, insanların gözünü açma niyetinde olduğu, onun için yine ileri görüşlülüktür. Çünkü Türkistan’da durum Nâdir öncesi İran’dan çok farklı değildir ve uzun tedavilere ihtiyacı vardır; kendi ülkesine tam olarak hâkim olup meseleleri çözmeden burada düzen inşa etmesi kesinlikle mümkün değildir. Nâdir Şah’ın Buhara’nın üzerine yürümesi için oğlu Rıza Kulı Han’ın onlara yenilmesi ve emirliğin isyancılara destek vermesi yeterli bir sebep olarak düşünülebilir. Çünkü Belh’den sonra Rıza, Karşi üzerine yürümüş ve buranın Kongrat olan Valisi Danyal’ı kendine tâbi kılmıştı. Bu durum karşısında Buhara’dan takviye kuvvetler gelmiş; üstelik Ebû’l-Feyz Endican, Hocend, Semerkant ve Taşkent’ten Karakalpak ve Kazak asker toplayarak Hiyve Han’ı İlbars’ı da yardıma çağırmıştır.1496 Fakat yardıma gelen İlbars’ın Buhara’yı işgal etmeye kalkması sonucu durum karışmış, Avşarlar Belh’e çekilirken Hiyve güçleri de ülkelerine dönmüştür. Hindistan seferi sırasında Nâdir’in Kandehar’da bulunduğu cerayan eden bu hadise üzerine Rıza’ya barış yapma ve geri çekilme emri verilmiştir. İlbars Hiyve’ye döndüğünde de rahat durmamış ve topladığı Kazak, Karakalpak ve Türkmen askerleri ile Horasan üzerine yürümiş fakat 120.000 kişilik ordu ile yarı yoldan dönmüştür. Nâdir, Hindistan fethinden sonra bölge dengelerini düşünmüş ve Türkistan üzerine hesaplar yapmıştır. Bunun içinde Rus yayılmacılığı da olmalıdır. Tahmasb Han’ın Celâyir’i Belh’e, Rıza Kulı’nın yanına ve yardımına göndermesinin sebebi İran’daki Türkistan unsurlarıdır. Bu hareketi ile elbette Özbek, Çağatay, Kumuk ve Rus kuvvetlerinin birleşmesi durumunda istikbâlde neler olacağınının hesabını yapmış olmalıdır; onlarla mücadele etmek yerine yardımda bulunan Buhara emirine de uyararak şehri teslim etmesine dâir bir mektup göndermiştir. Hiyve 1496 Mehmet Alpargu-M. Bilal Çelik, Nâdir Şah’ın Batı Türkistan Seferi ve Sonuçları, www.gefad.gazi.edu.tr., s.516, 508

hanına gönderdiği elçilik heyetinin öldürülmesi ise Türkistan seferini mecbûri hâle getirmiştr.1497 Buhara Han’ı Ebû’l-Feyz işin ciddiyetini anlayarak af dilemiş aynı hareketi İlbars’a da tavsiye etmiştir. Hiyve çağrıya uymamışsa da; Yüz, Min, Nayman, Kongrat, Keneges, Kıyat, Bayat, Çağatay, Kazak gibi kavim ve kabile temsilcileri Buhara emirine baskı yaparak kararından vazgeçirmişlerdir. Bu sebeple 1739 yılı sonunda bulunduğu Kandehar’dan 50.000 kişilik bir ordu ile hareket eden Nâdir Şah Belh üzerinden Amuderya’yı takip ederek önce Kerki, ardından da Çarcuy’a gelmiştir. Zikri geçen kavim ve kabile reisleri daha evvel gördükleri muamelenin intikamını almak için 100.000 kişilik bir ordu ile Ebû’l-Feyz’in emrine girdiler. Fakat Zerafşan kenarında Çarbekr denilen yerde savaşı kaybederek ağır bir yenilgiye uğradılar.1498 Buhara emiri yeniden af dilemek ve barış yapmak için teklifi kabul ederek ulemâ, seyyidler, din adamları, ileri gelenler huzurunda tâbiiyyeti kabul etti. Bu anlaşma sonunda ve Amuderya iki ülke arasında sınır kabul edilmiştir. Ebûl-Feyz’in kızlarından birinin Nâdir’e nikâhlanarak şah adına hutbe okunması ve para bastırılması kabul edildi. Nâdir Şah, Buhara’da iken İlbars Han’a da kendisine tâbi olması için bir ulak gönderdi; Hiyve bunu kabul etmedi, yine elçileri îdam ettirdi ve Yomud, Türkmen, Kazak, Özbek askerlerden oluşan 20.000 kişilik bir ordu ile Hazerseb civârında ordugâh kurdu. Bunun üzerine Nâdir Şah iki koldan İlbars üzerine yürüdü; Avşarlı ordusu evvelâ Hangâh şehrini kuşattığından İlbars bu tarafa gelmek zorunda kaldı; fakat üç günlük kuşatmadan sonra şehir düştü ve halk teslim oldu. Öldürülen elçilerin kardeşleri kan davası güderek İlbars’ın öldürülmesini istediler; Nâdir Şah: “Elçilerimi öldürdüğün için insan gibi değil ancak köpek gibi ölmeyi hak ettin,”1499 diyerek onu ve otuz adamını îdam ettirdi. Hanlarının îdam edildiğini duyan bütün Harezm şehirleri 1497 Karadeniz, s.162. 1498 Alpargu-Çelik, a.g.m., s.518 1499 A.g.m., s.521. 509

savaşsız ve peşisıra teslim oldular, fakat Hiyve şehri direnmeyi sürdürdü. Ölen İlbars yerine Rusların yardımı ile Kazak Küçük Orda Hanı Ebü’l-Hayır tahta çıkıp barış istedi ise de Nâdir yabancı parmağından ötürü bunu kabul etmedi. Nâdir Şah 1740 yılı Kasım ayı sonunda Hiyve’ye gelebildi ve hansız şehrin teslim olmasını istedi; ancak kabul edilmeyince şehir üç günlük top ateşi sonunda teslim alınabildi. İki hafta kadar Hiyve’de kalan şah, İranlı esirleri serbest bırakarak bazı Harezm unsurlarını mecbûrî iskâna tâbi tutarak Mankışlak ve Hazar Denizi kıyılarına gönderdi. Hiyve’yi kendi adamı Tahir Han’a teslim etti ve 6 Aralık 1740 tarihinde Merv üzerinden Meşhed’e döndü ve burayı İran’ın başkent yaptı.1500 Nâdir Şah’ın Hindistan ve Türkistan seferleri Türk tarihi ve Türklük açısından çok önemlidir. Cengiz Han’ın ölümünün üzerinden dört yüz sene geçmesi ve koca imparatorluğun birkaç Türk devletine dönüşmesine rağmen Asya’da hâlâ asâletin ölçüsü Cengiz soyundan gelmekti. Nâdir Şah Hindistan, Buhara ve Hiyve seferleri ile bu görüşü kırmış ve gerçek asâletin Türk ve Türkmen olduğunu hem hareketleri hem de lisânen ortaya koymuştur. Hindistan’da Timur soyundan gelen Baburlular da Türkistan’da Caniler Hanedanı da soy kaynağını Cengiz’den aldıkları hâlde Moğol diye anılmamaları çok ilgi çekicidir. Hiyve’de Kongratlar Börteçin, Buhara’da Mangıtlar birkaç sene sonrasının Türkistan hanedanları olmasına rağmen Caniler devrindeki durum devam etmiştir. Babur Şah’ın annesinin Taşkentli Moğol Yunus Han’ın kızı olması da eski anlayışa ehemmiyet kazandırmıştır. Gerek Türkistan Hiyve ve Buhara’da, gerekse Delhi’de halk dili tamamen Türkçe’dir ve hiçbir şekilde bu asâlet temayülünün dışında Türk ve Moğol karşıtlığı da mevcut değildir. Nâdir Şah son üç seferi ile geçici de olsa bu eğilimi kırmış, fethettiği Türk ülkelerini, Cengiz’in Türkistan’a yaptığını, asâletini Cengiz’e dayandıranlara yapmamış ve imkân nisbetinde, 1500 Rıza Nur, s.173. 510

yönetimi Hindistan’da eski hanedana Türkistan’da ise yerli beğlere bırakmıştır. Nâdir Şah’ın bu seferlerle ilgili olarak Osmanlı padişahına gönderdiği mektupta verdiği îzahatta: “Muhammed Şah yenilip kurganına çekildikten üç gün sonra kendini kuşatılmış ve kurtuluş yolunu kapatılmış bulduğundan kalan emirleri ve başbuğlarıyla ordu-yı hümâyuna geldi:, bizimle mülâkat edip saltanat tacını ve yüzüğünü teslim eyledi. Oradan Sah Cihanâbâd’a (Delhi) gidildi; oraya vardıktan sonra o tarafın şubedarları ve racaları buyruğumuz altına girdiler ve bir müddet geçince o ülkenin vilâyetlerinin fethi ve işlerinin düzenlenmesi en güzel ve mükemmel bir biçimde gerçekleşti. Bu Hayırhah (Nâdir Avşar) Türkmen olduğu ve padişah (Muhammed Şah) dahi Türkmen ulu ağacından (devha) ve yüce Gurkanlı soyundan bulunduğu için, il (ulus) ve cins birliği dolayısıyla Hindistan padişahlığını yine o yüksek makamlı padişaha verdim ve hutbe ve parada onun adını geçirttim. Darü’l-Mülk-i Kabil ve Gaznin şubesi (vilâyeti), Etek suyunun batısında bulundukları ve dâima Horasan ülkelerinden sayılmış oldukları için bu şubeyi ve Tibet ve Keşmir sınırlarından Sind Irmağı’nın denize döküldüğü yere kadar Sind vilâyetini ve bu ırmağın bu tarafında (Horasan tarafında) bulunan bütün kurgan ve yerlerle birlikte, Tette ve ona tâbi liman ve kurganların ilâvesiyle Memâlik-i İran’a kattım.”1501 görüşleri ile dikkati çekmektedir. Nâdir Han Hindistan’da iken Azerbaycan’ın kuzeyinde Lezgiler isyân emiş, şah da kardeşi İbrahim’i buraya göndermiş, fakat isyâncılar onu çarpışmalarda öldürmüşlerdi. Bu sebeple Nâdir İran’a döner dönmez Dağıstan’a sefer kararı almıştı. Nâdir daha evvel Dağıstan’a yaptığı seferden kesin ve kalıcı bir sonuç elde edememişti. Şimdi cihangirlik rüzgârıyla bu işin zorluğunu hiç hesaba katmıyordu. 1741’de Nâdir Şah şehzâde Rıza Kulı ile Dağıstan üzerine sefere çıktı. Fakat Mazenderan civarında süi’kaste uğradığı ve bundan sonra psikolojisinin değiştiği 1501 Osmanlı Name Defteri 8, s. 30- 34, Bkz. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, s.33. 511

ve çok sertleştiği yeni çalışmalarda ifâde edilmektedir.1502 Bu sui’kast olayından Rıza Kulı sorumlu tutulmuş ve bu sebeple gözlerine mil çekilmiştir. Daha evvel küçük şehzâde de Rıza tarafından öldürülmüştü. Rıza Tahran’da iken Azerbaycan’da bulunan kendisinin daha evvel hizmetine aldığı Afgan Abdalilerin Lezgi isyânını bastırdığı haberi onu epeyce rahatlatmıştı. Lezgi önderleri Şirvan’a kadar gelerek Şah’a tâbiiyyet arz etmişlerdir. Nâdir Han, çağdaşı Türk hükümdarlarına göre Rusların Türkler ve İran için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştır. Bu sebeple Lezgilerin de arkasında çarlığın olduğunu pek iyi biliyordu ve sürekli olarak kışkırtıldıklarının fevkalâde farkındaydı. Nâdir sürekli olarak çar nüfûzunun bulunduğu hudutlarını sağlam tutmak istemiş, bu husûsta dâima tetikte durmuştur. c) Çöküşü Avşar Nâdir’in ortaya çıkışı ve devlete hâkim olarak şah ilân edilmesi gerçekten sabırlı ve uzun bir devredir. Lâkin bir ânda ve arka arkaya başarılı Hindistan ve Türkistan seferleri siyasî hayatta kendisini zirveye taşırken cemiyetteki çöküşün çok farkına varılamamıştır. Yapılan ıslâhat çalışmaları da huzursuzluğu arttırmış, toparlanmış olan İran yine sallanmaya başlamıştır. Nâdir iktidarda bu hızlı çöküşü fark edememiş, halkın yoksulluğunu beylerdeki huzursuzluğu da her hâlde zafer sarhoşluğu içinde çok görememiştir. Bu sebeple çöküş pek hızlı gerçekleşmiştir. İktidar korkusu ile şehzâdelerin ortadan kaldırılması ve Nâdir’in ölümü ile devleti ne yazık ki sahipsiz bırakmıştır. Nâdir Şah 1743-1744 yılları arasında iç isyânlarla uğraşmıştır; modern araştırmalarda bu isyânların sebeplerinin halkın fukaralığı yüzünden ekonomik sebeplerle îzah edilmiştir. Asya Avrupa arasında büyük bir geçiş mekânı olan İran’ın insanı zaten hiçbir devirde yokluk ve sefâletten kurtulamamıştır. Selçukluların inkırazında bu sebepler ilk sırayı teşkil etmiştir. Bunun 1502 Karadeniz, s.166. 512

yanında Nâdir Şah zamanında İran sosyal yönden büyük bir dönüşüm ortaya koymaya çalışmıştır. Safevî Hanedanı’nın ortadan kalkması, Kızılbaşlıkın hafifletilerek her şeyden evvel Türk ve Türkmen dünyasında bir birlik yaratılmasını geleneksel İran inançları kaldıramamıştır. Ayrıca Safevî Devleti’nin ilk dönemlerindeki Türkmenliğin ana unsur olarak görülmesi ve devletin gövdesini oluşturması da bilhassa idarî bürokrasi üzerinde huzursuzluklar yaratmıştır. Hindistan servetine kavuşulunca halkın üç yıl vergilerden muaf tutulması özellikle vergi vermeye alışkın olmayan Türkmenleri tatmin etmemiştir. Safevîliğin Türkmenliğe dönüşümünde ilk isyân Şirvan bölgesinde bir Safevî şehzâdesi tarafından çıkarılmıştır. Devletten ve saraydan tardedilen son devir Gürcü akrabalar da ikinci huzursuzluk kaynağı olmuş, iç bölgelerde Farslık fiilen Türkmenliğe baş kaldırmış, Fars beylerlerbeyi de isyancılara katılmıştır.1503 Etkili ve iktidar namzeti olarak ayakta duran ve Kızılbaşlığı diriltmek için ortaya çıkıp isyânları yöneten Kaçar Muhammed Han da bu iç muhalefete etkili isim olarak katılmıştır. Esterâbâd’da başlayan Kaçar başkaldırısını Yamud Türkmenleri izlemiş ve böylece isyân bir ânda Türkmen bir tabana oturarak Mazenderan’a kadar genişlemiştir. Nâdir Şah bu başkaldırılara karşı ne yazık ki çok zâlimce davranmış, çok kişi îdam edilmiş veya gözlerine mil çekilmiş, kadın esirler taksimata uğramıştır. Arkasından Hoy ve Salmas’da Fars ve Türkmenlerden sonra Kürtler ayaklanmıştır. Böylece Kafkasya ve Şirvan bölgeleri bir kat daha sallanmaya ve kuzeyden gelen tehlikeye zemin hazırlamışlardır. Dolayısıyla Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan’a düşünülen sefer de tehlikeye girmiştir.1504 İran içindeki huzursuzlukları Fars Körfezi kıyısındaki Bahreyn ve Musakkat Araplarının isyânları izledi. Horasan, Bahtiyar, Kirman ve Lur bölgeleri de bunlardan etkilenmişlerdir. Bütün bu gelişmelerin üzerine Nâdir Şah gâyet zecrî tedbirlere 1503 A.g.e., s.168. 1504 A.g.e., s.169. 513

gitti ve ayrışmayı biraz daha tetikledi. Yeni araştırmalar bu dönemde Nâdir’in büyük bir akıl kaybına uğradığını, hele oğlu şehzâde Rıza Han’ın gözlerine mil çektirme olayının ruhunda derin depresyonlara yola açtığı görüşlerini kuvvetle desteklemektedir.1505 Nâdir gerçekten zâlimce denilecek tedbirlerle bu isyânları bir dereceye kadar önlemiş fakat halkın sefâlet ve yoksuzluğunu yine görmemezlikten gelmiştir. Bütün bu iç karışıklıkların üzerine Nâdir Şah Osmanlı ile düşmanlıkları tazelemek gibi önceden kendisinin de tasvip etmeyeceği yollara girdi. Osmanlılar Batıda savaş hâlindeydi ve Nâdir’in istikrarından ve İran idâresinden çok emin bulunmuyorlardı. Şah yine ilişkileri düzeltmek peşindeydi ama halk Osmanlı politikasından memnun olmadığı için sür’atle yeni bir savaşa gidiliyordu. İki yıl kadar süren bu savaşlar İran Avşar iktidarının da sonunu hazırlamıştır. Nâdir Şah ile Osmanlılar arasında mezhep, hac meselesi ve Kafkasya Halkları gibi konularda ihtilâflar vardı. İki taraf için de haklı ve haksız sebepler tartışılabilir. Fakat İran şahı bu meseleleri görüşmeler yolu ile hâlledemeyince Mugan Ovası’nda otağ kurarak savaşma yolunu seçmiştir. Osmanlı’nın bütün kuvvetleri Avrupa’da bulunuyordu; Nâdir bu boşluktan faydalanarak Erzurum-Erzincan, Doğu Anadolu ve Bağdat’ı istemeye başlamış, böylece iç karşışıklıkları da hâlledebileceğini düşünmüştü. 29 Mayıs 1743’de öce İran ordusu Osmanlı hudutlarını tâcize başlamış, bir taraftan da Dağıstan ve Şirvan’a saldırmıştır.1506 Horasan üzerinden Irak’a giren şah ordusu Bağdat arazisini tahrip ederek Hille taraflarını işgal etmiş ve 1 Haziran günü Kerkük Kalesi düşmüştür. Eylül sonunda Musul’a geçen İran ordusu on iki hücumla karşılaşmasına rağmen şehri ele geçirememiş muazzam bir direniş görerek 4.500 zayiat vermiştir. Musul’u ele geçiremeyeceğini düşünen Nâdir muhasarayı kaldırmak zorunda kalmıştır. Daha direnme devam ederken şah 1505 Rıza Nur, s. 173-174; Karadeniz, s.174. 1506 İ. Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolijisi, C.4, s.29- 30. 514

Kars’a doğru hareket etmiş ve hemen kale kuşatmasına başlanmıştır. Nâdir’in alelacele Kars’a koşmasının sebebi, daha evvel Osmanlı’ya iltica eden bir Safevî şehzâdesinin tahta oturtulmak üzere İran’a gönderilmesiydi; bu hareket ile şehzâdenin önünün kesilmesi amaçlanmaktaydı.1507 Osmanlı Devleti tam zamanında Nâdir Şah’ın restini görerek Bağdat-Musul, Diyarbakır-Doğu Anadolu ve Kafkas-Kars olmak üzere İran’a üç cephe birden açmıştır. İlk günlük müsâdemede kaleye yaklaşamayıp şehre giremeyen İran ordusu ancak Kars’a bir buçuk saat mesafede olan Künbet köyüne konuşlanmıştı. Şiddetli ve ısrarlı bir müdafaa ile kaleyi ve şehri koruyan Osmanlı ordusunun mukavemetine dayanamayan Nâdir kuşatmanın yetmiş ikinci gününde kış bastırdığından yöreyi terk etmiştir.1508 Musul kuvvetleri Urmiye civârına gelirken Kırım Tatarları da onlara iltihak etmişlerdi. 10 Ağustos 1745 günü Erivan yakınlarındaki Kağaverd Ovası’na gelen Osmanlı ordusu karşılarında Murad Tepesi’nde İran ordusunu gördü. Başlangıçta Nâdir Şah kuvvetleri bozguna uğradı, fakat Osmanlı kuvvetleri içinde bulunan Şiî güçlerden ötürü savaşın sonuna doğru kumandanları öldürülen Anadolu askeri yeniden Kars’a çekilmiştir. Fakat çok geçmeden başlayan barış görüşmelerinde Nâdir evvelki taleplerinden vazgeçerek Doğu Anadolu’da eski hudutlar üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Nâdir Şah Osmanlı Devleti ile anlaşma sağlayınca taht şehri Meşhed’e gelerek iç meselelerle ve dışarıdaki durumla ilgilenmeye ağırlık vermiştir. Ülkenin içi kazan gibi kaynamaktaydı ve Avrupalılar ile Rusya da rahat durmuyordu. Bu dönemde İran’da Rusya ve İngiltere’nin yoğun bir nüfûz çekişmesi vardı; ticaret adı altında siyaseten bu ülkeye sahip olmak için her ikisi de ayrı ayrı veya birlikte imtiyâz sahibi olmak istiyorlardı. İngiliz malları Buhara ve Hiyve’de hiç görülmediği gibi, Halep üzerinden buralara kadar gelmesi de bir yıl kadar sürüyordu. Daha 1507 Danişmend, s.30-31. 1508 A.g.e., s. 31; Karadeniz, s.173. 515

evvel Rıza Kulı ile gerek Ruslar ve gerek İngilizler irtibat kurmuşsa da bilâhare kendi aralarında çıkan anlaşmazlıkta Nâdir Şah nezdinde İngilizler başarılı olmuş ve Meşhed’de Nâdir emrine giren İngiliz Elton bir hayli imtiyâz elde etmiştir.1509 Fakat bu sırada Kaçarlar Meşhed’e hâkim olunca mallar tamamen yağmalanmıştır. Bundan sonra iyice kızışan Rus-İngiliz rekabeti yüzünden Hazar Denizi’nin kullanılması mümkün hâlden çıkmış ve İngilizler başka çareler ortaya koymuşlar ve zamanla bunların imtiyâzı tam kapitülasyona dönüşmüştür. Nâdir Şah uzun süren ve başarılı olduğu kara savaşlarından sonra şimdi siyaset ağırlıklı devlet çalışmaları yapıyor ve biraz da emperyalizmin keskin dişlerine karşı tedbirler alıyordu. İki tarafı denizle çevrili olduğu devlet bünyesinde bir Bahriye Teşkilatı bulunmuyordu. Güneyde Fars Denizi, güney batıda Basra Körfezi ve kuzeyde Hazar Denizi’nde iskeleler kurarak hem deniz ulaşımı hem de savunmada faydalanmak için gemi yapımına ve bir denizcilik teşkilâtı oluşturmaya yoğun gayret sarf etti. Güneyde Batılılara, Hazar’da ise Ruslara ait gemiler bulunuyordu. Biraz iç karışıklıklar biraz da parasızlık yüzünden bu çalışmalarda çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Nâdir Şah gibi hayatı hareketli geçmiş ve çok başarılı olmuş bir kişi, biraz da kavmî özelliklerinden ötürü, son zamanlardaki başarısızlıkları hiç hazmedemiyordu. Çocuklarının kendi elleri ile ortadan kaldırılması da onu mânen yıkmıştı. Osmanlı ile ilgili mezhep takıntılarının da içeride taraftar bulamaması ve karşı tarafın direnmesi sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanınca geri adım atması gurunu kırmış ve itibarını düşürmüştür. Devlet bir imparatorluk olmasına rağmen Farslar, Afganlar, Gürcüler, Ermeniler gibi unsurların dışında kendi milletini bile düşünceleri ve otoritesi altında toplayamamıştı. Dağıstan ve Osmanlı başarısızlıklarından sonra Meşhed’e dönüp bir ânda kendini iç isyânların içinde bulunca biraz daha 1509 Karadeniz, s.175 516

bunalıma düştüğü, yeni çalışmalarda vurgulanmaktadır. Rıza Nur’un, Nâdir’in o zamanki ruh hâlini belirtmesi yönünden şu satırları çok dikkat çekicidir: “Şah oğlunun gözünü kör ettikten ve ondan bu cevabı aldıktan sonra vicdan azâbına düşmüş, artık rahat etmemiştir. Bundan böyle artık deliliklere, itikatsızlıklara (tutarsızlıklara), zulümlere başladı. Elbet bunda vicdan azâbından ziyâde suikasta kızmış bulunması, ondan ve hayatını tehlikeye mâruz bulunması düşüncesinden sinirlerinin alt-üst olması daha mühim rol oynamıştır. Mil çekilmesinde hazır bulunan 50 asilzâdeyi, şehzâdenin gözü yerine kendilerinden birinin gözünün kör edilmesini teklif etmediler diye idâm etti. Artık bütün harekâtı böyle mantıksız, zâlim ve canavarca oldu.”1510 Meşhed’in dışında Ruslardan geri alınan yerlerde Ahund diye adlandırılan din âlimlerinin isyânları baş gösterdi. Nâdir Şah bunlara şiddetle cevap verdi. Halkın ağır vergilerden bozulan durumu da hat safhaya gelmişti, bu sebeple isyân çabucak büyüdü. Meşhed ve Şiraz’da birçok insan öldürüldü, İsfahan tamamen boş bir şehir hâline getirildi; ahâli Hindistan ve Osmanlılara ilticâ etmeye başladı. Bütün bu sebeplerden sıranın kendine geleceğini düşünen feodal beyler, Nâdir Şah’ı öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. İsyânları bastırmak için görevlendirdiği yeğeni Ali Kuli Han Sistan’da onlara katılarak kendisini şah ilân etmişti.1511 Nâdir Şah, hem bu isyânı önlemek hem de at sürülerini yağmalayarak asayişsizlik yaratan Kuçan Kürtlerini cezalandırmak için Meşhed’den ayrıldı. Abdali Afganları ve Özbekler ordudaki Kızılbaş komutanların öldürülmesini istiyordu; Nâdir de bu işe meyyâldi. Bu sebeple aslında birbirine düşman olan Kızılbaş Avşar Beğleri Muhammed Salah ve Muhammed Kuli Avşar bir ânda birleşmişler; bir gece habersiz girdikleri şah çadırında Nâdir’i katletmişlerdir. 1510 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.173. 1511 Karadeniz, s. 181. 517

Nâdir Şah güçlü cüssesi ile bir ânda kılıç darbesi ile iki süi’kastçıyı öldürmüştü.1512 Rıza Nur Nâdir Şah’ın tarihî kişiliğini de şu satırlarla tarihe kaydetmiştir: “Nâdir Şâh uzun boylu, vücudu mütenâsip, canlı ve mağrur bakışlı, büyük ve asîl tavırlı idi. Hayatının ilk günlerinin zahmeti vücudunu çevik, kuvvetli ve yorgunluğa dayanıklı kılmıştı. Gıdâsı sâde idi. Hele harpte askerlerin yediği ekmeği yerdi. Rakı ve şarâbı sever ve çok içerdi; fakat hiç sarhoş olup kendini kaybetmezdi. Şehveti de fazla idi; fakat aşka aslâ esir olmazdı. Aşka düşünce ondan kendisini kolaylıkla çekmesini bilirdi. Zekâca ise dâhî idi. Delîli de yaptığı işlerdir. Nâdir Şah’ın şânı bütün dünyayı tutmuştur. O vakit Avrupa’nın her tarafında onunla meşgûl olunmuştur. Nâdir Şâh zekâ, dirâyet, yiğitlik açılarından büyük Türk padişahlarındandır. Yorulmaz, bıkmaz, kanaatkâr, harikulâde bir şahsiyettir. O vakte kadar padişahlığa pek engel olan aşağı tabaka ahâliden olduğu hâlde, birkaç eşkıyânın başına geçip büyük bir ülkeye padişah olmuş; Hindistan’ı, Orta Asya’yı zaptetmiş, koca Osmanlıları yenmiştir. Çetecilik ile işe başladığı hâlde, şah olunca adâlete sarılmıştır. Nâdir Şah zamanında İran en parlak devrini bulmuştur. Nâdir şüphesiz büyük bir kafa, hârika bir yaradılıştır. Herkesi kendisine itaat ettirmek yollarını bulduğu gibi bütün İran’ı müthiş bir anarşiden kurtarmasını bilmiş, âdi bir adam iken en şanlı bir padişah olmuştur. Fakat gâyet haris bir adamdı. Son zamanlardaki zulmüne gelince, tarihçi Hanvey “Onun zâlimliği hükmettiği Acem milletinin ahlâksızlığından ileri gelmiştir.” diyor. Taassubu yoktu; fakat dinlerin hepsini öğrenmeye merak ederdi. İncil’i Acemce’ye tercüme ettirmiş, okutturup dinlemiş, İncil’in sözlerine gülüp eğlenmiştir. Tevrat da kendisine aynı tesiri yapmıştır. Söylendiğine göre bu dinlerin hepsinden iyi bir din yapmak fikrinde imiş. Nâdir Şâh’a İran’ın Deli Petro’su demek mümkündür; fakat eseri Rus çarınınki gibi devam 1512 Karadeniz, s. 181; Rıza Nur,s. 174. 518

edip ilerleyememiştir. Şurası garip, pek şâyân-ı dikkat ve derstir ki, İran’ı ölümden kurtaran bu adamı nihâyet o halk tepelemiştir. Bu kadar iyiliği bir ânda unutuvermişlerdir. Sebebi basittir: Milletler zulme karşı pek dayanıksız ve hassastırlar. Zulüm gördükleri adam önce kendilerine hayat vermiş olduğu hâlde bile, derhal onu unutuvermektedirler”1513. Nâdir Şah öldürüldüğünde elli sekiz yaşındaydı ve dört kadınla evlenmişti. İlk karısı Necefli Fülale, ikincisi bunun kızkardeşi Gevşerşad, üçüncü Gürcü hanından dul Razıyye Begim, dördüncü ise Buhara Emiri Ebû’l Feyz’in kızı Fülâne. Nâdir Şah’ın birinci hanımından Rıza Kulı, ikinci hanımından İmam Kulı ve Nasurullah, dördüncüden Cengiz ve Cehdullah adlarını taşıyan beş oğlu vardı. Bunlardan Rıza Kulı Han’ın gözlerine mil çekildi; Rıza Kulı-Cengiz Kulı-Cehdullah ve on şehzâde yeğen Nâdir’den sonra Âdil Şah tarafından zehirlenerek öldürüldüler, böylece oğullarından kimse kalmadı.1514 Bu sebeple Nâdir yeğeni Ali Âdilşah adı ile yeni hükümder ilân edildi. Fakat can korkusundan bütün sülâlesini temizlediği için ancak bir sene tahtta kalarak kardeşi İbrahim Mirza tarafından tahttan indirilerek gözlerine mil çektirildikten sonra öldürülmüştür. İbrahim ise Tebriz’de saltanat ilân etmiş fakat o da kendi askerleri tarafından esir alınarak Âdil Şah ile aynı gün ortadan kaldırılmıştır. Avşar Hanedanı’nın taht mücadeleleri vahşetinden Nâdir’in torunu ve kıymetli Rıza Kulı’nın on dört yaşındaki oğlu Şahruh Mirza ancak kurtulabilmişti. Şahruh 1748’de saltanat tahtına oturarak kısa zamanda İran’a hâkim olmayı başardı. Bu sefer de Meşhed ulemâsı kazan kaldırarak Şahruh’un Şia’yı ortadan kaldıracağını ileri sürdüler ve iki yılda iki sefer tahttan indirildi ise de kumandanlar tarafından yeniden yerine oturtuldu; fakat ihtilâl sonrasında mil ameliyesinden kurtulamadı.1515 İbrahim Mirza birçok müctehit öldürtmüştü; bu durumdan faydalanan Şahruh’un güçlü komutanı Ali Yusuf onu zindandan çıkararak 1513 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.174-175 1514 Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, C. I, s.791. 1515 Rıza Nur, s.176. 519

bir daha tahta iade etti ise de bu yer değişmeler ile iki yılını dolduramadı. Bu arada Araplar ve Kürtler ortaya çıkmış fakat Şahruh bir daha zindana girince birbirine düşmüşlerdir. Şahruh bu sefer de zindandan çıkarılarak tahta iade edilmiş fakat bu defa da hâl’ edilerek zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür.1516 Ne yazık ki artık Avşar Hanedanı’nın tarihî hayatı sona ermiş oluyordu. Bu hazin âkıbeti bizzat kendilerinin hazırlamış oldukları şüphesizdir. “Nâdir Şah’tan sonra Avşarlılar arasından yüksek kumandanlık vasıflarını hâiz bir kimse çıkmadığı gibi dirâyetli bir hükümdar da yetişmedi. Avşarlıların İran tarihindeki mevkiileri, sadece Nâdir Şah’ın büyük siyasî başarılarına münhasır kalmıştır.”1517 Avşarlılardan Nâdir Şah ile yeğenleri Ali ve İbrahim Şahlar ve torunu Şahruh sikke kestirmişlerdir. Avşar hükümdarlarına ait bazı resmî vesikalar olduğu bilinmekte ise de bunlardan pek azı neşredilmiştir Şahruh’un öldürülmesinden sonra valiler tek tek istiklâl ilân etmeye başladılar. Fakat İran’da yirmi beş yıllık Avşar Hanedanı artık nihâyete ermiş ve tam bir anarşi devri başlamıştır. Başkente iple bağlı Buhara’da Mangıtlar, Hiyve’de Kongratlar zaten isyân hâlindeydi, İran içerisini ve doğuyu takip ederek kendi başlarının çaresine baktılar. Avşar Hanedanı’nın yerine ülkede üç grup fiili mücadele hâlindeydi; Azad Han Afgan, Muhammed Hasan Han Kaçar ve Kerim Han Zend.1518 Bunlardan 1516 Faruk Sümer, Avşarlar, s.160. 1517 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.158 1518 Zendleri, İ. Hakkı Uzunçarşılı “Kürt aşîreti” olarak göstermekte ise de (bkz. Osmanlı tarihi, C.VI.Ksm.II s.132), başka hiçbir yerde böyle bir kayda raslanmaz. DİA’da Rıza Kurtuluş (C. 44, s. 256) İran asıllı olduklarını belirterek menşe ortaya koymamış ve Fars olduğunu ifâde etmek istemiştir. Fakat Yılmaz Öztuna (Hanedanlar, C.I., s.792) geniş kaynaklara dayanarak Türk asıllı olduklarını yazmıştır. Kültürleri ve şecerelerinde soy ve boy adlarına bakılırsa bunların Türk asıllı olduklarına hükmetmemek mümkün değildir. Şerafhan ise (Şerefname, s.417) sadece askerlerinin Kürt olduğundan bahisle menşe belirtmemiştir. Bu bakımdan sırf siyasî sebeplerle Basil Nikitine gibi birkaç oryantalistin görüşlerini doğru saymak mümkün değildir (Karadeniz, s.189). 520

başlarında birer Abdali olmasına rağmen Afganlar, siyasî sebeplerle ve kaynaksız olarak Kürt olduğu iddiaları bulunan Zendler ve daha evvel menşeini açıkladığımız Kaçarlara Safevî oOrdusunda yetişen Türkmenler olduğuna hükmetmemek mümkün değildir. Zagros Dağları’ndan gelip kuzey Horasan’a yerleşen Luristan asıllı ve Lur kabilesinden olan Zendlerden Kerim Han’ın baba ve soyadlarının İnak olmasından bile bunu anlamak mümkündür. Zendler hem Safevîler hem de Avşarlar döneminde İran ordusunda pek kıymetli görevler yapmışlardır. Esasen Zendlerin tanındıkları yurtları da Horasan’ın kesiksiz Türkmen yurdu Ebiyurd’dur.1519 Nâdir Han’ın öldürülmesini müteakıp İran’da üç unsur arasındaki iç mücadele Zendlerin hâkimiyeti ile sonuçlanmıştır. 1750’de İran tahtını ele geçiren İnakoğlu Kerim Han yine yoğun iç mücadelelerin bulunduğu ortamda 1779’a kadar İran’ın sâhibi omuş, kendinden sonra Sâdık-Cafer-Lûtuf Hanlar ile çürük hâkimiyet 1794’e kadar devam etmiştir.1520 Zendler döneminde de iç mücadele yoğun olarak sürmüş ve netice olarak Türkmen Kaçarlar vaziyete hâkim olarak 1925’e kadar kesiksiz bir iktidar sürdürmüşlerdir.

2.Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Safevîler sonrası İran’da Avşarlar dönemi tamamen Türkmen hâkimiyeti altında geçmiş gerçekten ilginç bir dönemdir. Bu dönemde katiyyen Türkmenlikten sakınılmamış ve tam anlamı ile Selçuklular dönemine dönülmüştür. Bu bakımdan Faruk Sümer Hoca’nın da ısrarla vurguladığı gibi cemiyet içinde mezhep esâslı mensubiyet yerine Nâdir Şah’ta da öne çıktığını gördüğümüz “Kavmî şuur” ve duygular öne çıkmıştır. Bu konuda 1519 Karadeniz, s.189 1520 Bkz. Şecere, Uzuçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.IV/II, s.134. 521

Kaçarlar biraz daha elâstikidir; Nâdir’den sonra Safevîler devrindeki kadar olmasa bile bir miktar Kızılbaşlığa ilgi göstermiş ve İsmailî şahıslara kişilik kazandırılmıştır.1521 Nâdir Şah elbette o güne kadar tanınmamış, yani asil olmayan küçük bir Avşar kabilesinden geliyordu; bunun için iktidar yürüyüşünde dâima temkinli hareket etmiştir. Mensup olduğu Kilciler sülâlesi de onun zamanında öne çıkmıştır.1522 Bu bakımdan ortaya koydukları cemiyet yapısı benzemezse de Emir Timur’un çıkışı ile büyük benzerlikler vardır. Fakat hayatında Timur’a özellikle Arap tarihçilerin izafe ettikleri eşkıyâlık benzeri hareketler onlarda yoktur ve hiçbir kaynakta da zikredilmemiştir. Aşîret ve aile hayatları dâima düzgündür ve ahlâklıdır. Gerçi Nâdir de Hindistan-Türkistan-Dağıstan seferleri ile Türk dünyasını toparlayarak Timur vâri bir cihangirliğe özenmiştir1523 ama onun dünyası Taciklik değil Türkmenliktir. İranlıların Türkmenleri nitelendirdiği çoban deyimi ona ve içinden geldiği cemiyete tam uygundur. Feodal ve göçebe bir aşiretten, bir imparatorluk yaratmıştır. Bu sebeple hem kendisini hem de zamanın Avşarlarını mutlaka cihangirler olarak anmamız gerekecektir. Yirmi beş yıl gibi kısa süren hâkimiyet döneminde Avşar Hanedanı’nı oluşturarak onların büyük bir Oğuz Boyu olduğunu ispat etmiştir. İran’da diğer Türkmen hanedanlarından farklı olarak Nâdir’in cemiyet yapısı, Anadolu ve daha evvelki Safevî yapılanmalarında bulunmuş, devlet idâresinde tecrübe sahibi olmuş kumandanlardan oluştuğu için idârede Fars bürokrasisine sarılmak gibi bir hataya da düşmemiştir. Avşarlar zamanında İran’ın Türkmen yapısında herhangi bir değişiklik yoktur; Türkmenler yine çoban ve göçebeler ile orduda askerdir ve mülkün sâhibi olduğunun şuurundadırlar. Bu sebeple yıkılışına doğru Fars ve Gürcüleşmiş Şah Tahmasb Safevî, onlara karşı dâima şüphe ile yaklaşmıştır. Fakat Avşarların kısa sürede asayişsizliği önleyerek Afganlıları kovup ülkeye 1521 Daftaray, s.611. 1522 Rıza Nur,s.130. 1523 Mehmet Alpargu- Bilal Çelik, s.514. 522

sâhip olmalarının yegâne sebebi sanki oransal olarak her tarafa dağılmış olmalarıdır. Onlar zamanında bir taraftan Horasan yani doğudan bir taraftan da daha Safevîler zamanında başlayan Anadolu yani batıdan muhaceret ülkeyi tam çember içine almıştır. Hemse, Tahran, Kazvin, Şuşter, Kirman, Urmiye, Mazenderan, Dermavend, Tebriz, Hemedan, Meşhed gibi zamanın büyük yerleşim birimlerinde Avşarlar siyasette olduğu gibi cemiyete de hâkim durumdaydı. XIX. yüzyılda İran’ı dolaşan Lady Schell çok önemli iskân ve demografik bilgiler vermiştir.1524 Günümüzde hepsi yerleşik hayata geçen Avşar oymakları çadırdan yapılmış evlere yerleşince durum biraz daha ortaya çıkmıştır. Nâdir Han Türkistan seferleri ile Özbekleri iknâ edememişse de Türkmenlerin aynı bugünkü gibi kilitlenmesini başarmıştır. Aynı gerçeği Fergana Karlukları, Horasan Türkmenleri ve Hindistan Halaçları için de söyleyebiliriz. Oğuz menşeli bu kavimlerde hiç olmasa müstakil yaşama şuuru teşekkül etmiş, Timur zamanında gelişmiş Özbek kültürü de ondan ders almış ve daha evvelden farklı olarak Hiyve’de Ruslara karşı Türkmen direnişi bütün Türkistan’a örnek olmuştur.1525 Nâdir zamanında halkın çok sıkıntılı olduğu söylenmesine rağmen ülkenin tek çalışan kesimi Türkmenlerin bu husûsta şikâyetlerine dâir elimizde kayıtlar yoktur. Elbette idâreciliğe ve devlet hayatında beleşçiliğe alışmış Farslar ile talancı Afganlar şikâyet edeceklerdi. Hindistan hazinelerinin ülkeye akması ve üç yıl vergiden muafiyet, devlet hayatında, şüphesiz sıradan bir tedbir değildir. Mutlaka iç isyanlar toplum huzurunu etkilemiştir ama olayların gerçek sebebi yoksulluk değildir. Mesudî’nin anlattığı şekilde Avşarlar arasında Yüksek-Orta-Aşağı şekilde bir sınıflandırma yoktur.1526 Böyle bir düşünce şekli ancak siyasî ve ekonomik bir anlam taşır. Elbette herkes zengin olmadığı için böyle düşünmek gerekecektir; ancak siyaset 1524 Faruk Sümer, Avşarlar, s.164. 1525 Henry Mac Gahan, Türkmenlerin Destanı, Çev. M. Nalbantoğlu, İstanbul, 1970. 1526 F. Sümer, Oğuzlar, s.37 523

yapan, çevresinde oba, hatta kabilesini toplayarak aslâlet gösterenler ancak Yyüksek sınıf olarak nitelendiriliyordu. Ne kadar çok oba ve kabileye sâhip olunursa, o kadar etkili olmak mümkün olduğundan bunlar ağa-bey oluyordu. Elbette İran, Tükmen dünyasının siyaset merkeziydi çünkü burada Türkistan’dan farklı olarak Fars-Arap gibi millet yarışında bulunan başka ana unsurlar da yaşamaktaydı. XVIII. yüzyıl İran Türkmen cemiyetine lokomotif olan Avşarlar devlete hâkim oldukları için yeni topraklar kazanma düşünceleri yoktu, bütün bozkırlar onlarındı; bu sebeple çobanlık hayatı çocukluk yaşlarda başlamaktaydı. Aynı zamanda başlayan şehirleşme geçmiş bahislerde de gördğümüz gibi Çift Mekanlılık’ı ortaya çıkarmıştı. Yazları mutlak surette yegâne mekân yüksek yaylalıklar idi, çünkü büyük hayvan sürüleri ancak böyle rahat edebiliyordu; kışın da ılık ve soğuk olmayan yerler tercih edilmekteydi. Erkekler sürekli savaşlarda bulundukları için çoğu zaman obanın veya boyun beylik görevi fevkâlade ata binen Türkmen kadınlarına düşmekteydi. Bu sebeple Ebû’l-Gazi’nin destansı biçimde anlattığı yaşama şekli en güzel şekilde İran’da Avşarlar arasında kendini göstermiştir.1527 Avşarların Anadolu’dan Horasan’a kadar yaşama şekilleri hep aynıdır, geleneksel Oğuz kültüründen hiç ayrılmamışlardır. Tek dillidirler ve Türkçe’den başka lisân bilmezler; kullandıkları kelimeler de halis Türkçe ve Türkmen ağzıdır. Bu bakımdan Harezm’de bile Avşarlar diğer Türk kavim ve kabilelerinden ayırt edilebilir. Türk Moğolları gibi katiyyen asâlet iddiaları yoktur, ayrılıkçılık bilmezler ve birbirleri ile dâima iyi geçinirler. İslâmlaşma sürecine erken dönemlerde katılmışlardır, fakat Nâdir Şah’ın şahsında daha iyi görülen taassup onlarda bulunmaz; mezhep asabiyeti de yoktur. İran’da Safevî ve Timurlu devirleri iki dilli olmasına rağmen Avşar devlet teşkilâtı resmî yazışmalarda dâima sadece Türkçe kullanılmıştır. Osmanlı arşivinde bulunan Nâdir’e ait 1527 A.g.e., s.41. 524

mektuplarda ve yazışmalarda katiyyen Osmanlıca’da olduğu gibi ağdalı bir lisân görülmez. Sâde, arı ve gelişmiş bir Türkçe devlet lisânıdır. Hindistan Timur Hanedanı, Türkistan Devletleri ve Dağıstan Halkları ile yine Türkçe konuşulmuştur. Hatta Ruslarla bile Tatarlar aracılığı ile Türkçe yine geçerli lisân olmuştur. Avşarlar tıpkı bugünkü Anadolu Türkmen Alevîleri gibi kültürlerine ve dillerine dâima bağlı kalmışlardır. Zaten Anadolu Türkmen Alevîleri arasında da birçok Avşar obası mevcuttur. Avşarlar bozlak söyler ve bu çok meşhurdur. Türklerin zeybekleri söyledikleri gibi söylerken coşarlar; Azerbaycan’da bayatî de böyledir. Zaten Suriye’de Avşarlar Bayatların kucağında beslenmişlerdir ve hep onların kültürlerini almışlardır ve Irak Türkmenleri de böyledir. Yakın zamanlarda Azerbaycan’dan başlayıp Anadolu’da gezdikten sonra bütün İran Avşar ellerini dolaşan Enver Çingizoğlu ve Aydın Avşar’ın anlattıkları1528, Nâdir Şah zamanı İran Türkmen dünyası cemiyet hayatı ile bire bir örtüşmektedir. Molla Hümay Elesker adlı bir Avşar şâirinin aşağıdaki beşliği, cemiyette hâlâ yaşadığının örneklerinden biridir: Avşar eli, obası var, Burda laçın yuvası var, Nâdir Şah’ın navesi var, Tarihlarda adımız var, Biz Avşarıq, yahşı tanı!1529 Farsça olan Kirve-Kirvelik müesesesinin de Anadolu’ya Avşarlar marifetiyle getirildiği düşünülmektedir. Çünkü bugün sadece Güney ve Güneydoğu illerinde yaygın olan ve yakın akrabalık olarak telâkki edilen bu geleneğin, Dağıstan-Demirkapı’dan Tebriz-Urmiye’ye; Anadolu’da Adana ile Sivas’ın doğusunda1530 Türkmen Alevîleri arasında yaygınlığı da bize bunu göstermektedir. Buralar Avşar bölgesidir; yanlış olarak bu geleneğe 1528 Enver Çingizoğlu - Aydın Avşar, Avşarlar, s. 3- 11. 1529 A.g.e., s.311. 1530 Erdal Yıldırım,Tunceli Alevîlerinde Sünnet Kirveelik Geleneği Uygulamaları, Fırat Üniversitesi İFD, Sayı 16/2, 2011, s.89. 525

Güneydoğu’da Kürt, Adana’da Arap gözü ile bakılmıştır; halbuki Adana Alevîlerine bu âdet Anadolu Alevîlerinden geçmiştir. Avşarlar musikîden fazla edebiyatçı yetiştirmişler; şâirlerin dizeleri ve hâfızalardaki mânilerin bugün birçoğu zaptedilmiş ve yazılı hâle getirilmiştir. Bakü ve Tebriz’de yayımlanan bu şaheseler Avşar kültürü kadar Türkmen kültür ve dünyasını da tam anlamıyle ifâde eder mahiyettedir. Bunların Türkiye düşünce hayatına mutlaka kazandırılması şarttır. b) İktisadî Hayat İran’da ekonominin en büyük uzvu olan halkın Türkmenlerden meydana gelmesi ve tahtta da Avşar Hanedanı bulunduğu için elbette geleneksel ekonomi ve ticarî unsurların temeli bunlardı. Ülkede havyancılık ve tarım tamamen bunlar ve diğer Türkmen halk topluluklarının elindeydi. Eskiden beri bunlar mallarını İpek Yolu üzerinden Rusya, İdil-Ural, Hindistan, Türkistan, Suriye, Mısır ve Anadolu’ya gönderiyordu. İran’da XVII. yüzyıl sonunda yönetim bozulunca ülkede nüfûz sâhibi olmak için Türkistan’a inmeye başlamış olan Rus Çarlığı ile Hindistan’a gelmiş İngilizler ve diğer Avrupalılar daha stratejik olan İran’nı masaya yatırmışlar ve ticarî üsler kurmak istemişlerdir. Safevîler bu işin siyasî cihetini çok düşünmediği için faturasını da ödemişlerdir. İngiltere Basra Körfezi, Fars Denizi ve Meşhed civârına, Ruslar ise Derbend ve Hazar Kıyıları’na çoktan üs kurmaya başlamışlardı. Nâdir bu işin siyasî geleceğini görmüş ve Rusları iştahlı oldukları bu yerlerden kovmuştu. Fakat daha 1739’dan itibaren evvelâ askerî sonra da ticarî ve ekonomik sebeplerle limanlar ve deniz üsleri kurmaya başlamıştı. Nâdir Şah askerî olarak belki bu işin önünü açamadı ama ticarî yönden kurduğu iskeleler ile İran ticaretini ayağa kaldırdı. Elton John adlı bir İngiliz vatandaşını müşâvir olarak alıp Türkistan ve Hindistan ticaretini deniz yolları ile güçlendirmiş, Basra ve Fars Denizi limanlarından dünyaya 526

açılmıştır.1531 Denizçi Yüzbaşı Elton John Astarabat ve Hazar ile Bakü limanlarında yaptığı çalışmalar ile âdetâ bir İranlı gibi çalışmış ve Nâdir’in ölümü ile gayretleri duraklama geçirmişse de Kaçarlar devrinde yeniden canlanmıştır.1532 Bu dönemde evvelce başlayan İngiliz tücarlarına verilen imtiyâzların zamanla genişlediğini ve İngilizlerin ülkenin siyasetine müdahale edecek duruma geldiğini rahatlıkla ifâde edebiliriz. Ne yazık ki bu başlangıç II. Dünya Savaşı yıllarında ülkenin tamamen İngilizlerin eline geçmesi ile sonuçlanmıştır. Uzun süren Osmanlı-Afgan-Hindistan savaşlarında ekonomik olarak sıkıtıya giren şehirli ve göçbe Avşarlar bir hayli nüfus kaybına uğramıştır. Osmanlı ülkesine göçenler arttığı gibi Hindistan’a yerleşip burada devlet idâresinde görev yapan bir hayli Avşar bulunmaktaydı. Avşar etkinliğinin azalması, lider çıkaramayışı kadar, bu göçlerle de çok ilgilidir. Özellikle savaş ortamında rahat edemeyen ve sürekli olarak asker veren göçebe Avşarlar mecburiyet karşısında daha yüksek yaylalara çıkmış ve ancak buralarda sürüleri ile rahat etmişlerdir. Modern çalışmaların aksine özellikle Horasan bölgesinde en küçük sürüye sâhip olan Avşar ailesinin 25.000 baş koyuna sâhip olduğunu düşünecek olursak1533 ekonomik olarak zayıf düştüklerini kabul etmek mümkün değildir. Büyük baş hayvan beslenmesi ve ticaretinde de Avşarlar sadece İran değil Türkmen dünyasına sâhip olmuşlardır. Özellikle binek için at ve taşıma için deve yetiştiriciliğine pek önem verilmiştir. Avşarlar devenin etini yedikleri hâlde Türkistan’da olduğu gibi katiyyen at eti yemezler ve sütünü de içmezlerdi. Bu bakımdan en önemli ekonomik kaynak şüphesiz ki koyun ve 1531 Karadeniz, İran Tarihi, s.174-177. 1532 Bu önemli çalışmaların materyalleri İngiliz kütüphanelerinde bulunmakta ve yeni baskıları yapılmaktadır. Bkz:1) J. Elton ve M. Graeme, İki İngiliz Tarafından Pers içine Rusya’dan Bir Yolculuk, Londra 1742; 2) J. Hanway,  Hazar Denizi Üzerinde Ticarette Tarihsel Hesap, 4 cilt, Londra, 1753; 3) Sir John Alcolm, Pers Tarihi, 2 cilt, Londra, 1815; 4) JR Perry, Karim Khan Zand, Chicago, 1979. 1533 Faruk Sümer, Oğuzlar, s.42. 527

keçi gibi küçükbaş hayvan yetiştiriciliğiydi. At ve devenin derisi elbette o meşhur ve kırmızı renkli Avşar Ediği, yani ayakkabı yapımında kullanılıyordu; ama küçük baş hayvanların her artığı veya uzvu bir ekonomik değerdi. Gübre bahçelere atılıyor, deri giyecek yapımında kullanılıyor, et günlük olarak tüketiliyor, yağ ise eritilerek yemeklerde kullanılıyordu. Bu bakımdan özellikle yağ çok önemliydi, çünkü Türkmen bölgelerinde zeytin bulunmadığı ve bugünkü bitkisel yağlar olmadığı için koyunun kuyruk yağı aynı zamanda çok önemli bir ihracaat malı idi. c) İnançlar İran’da Şiîlik bir gerçektir; batılı Masignon, ilk İslâm ordularına karşı bunun bir İran aksülameli olduğu kanaatindedir ki bizde düşünce adamı Hilmi Ziya Bey de aynı fikirdedir.1534 Gerçekten Haccac ve sonradan Kuteybe’in İran’da yaptığı fetihler tam bir soykırım niteliğindedir. Fakat IX. asırda İran bozkırlarına inen Türkmenler bu aksülamele karşı dâima Sünnî inaçları müdafaa etmişler, böylece Abbasîler devrinde görülen rekabette baskın çıkmışlar ve Selçukî Türkmenleri’nin tamamen bu büyük ülkeye sâhip olmaları sonucu İran Sünnîleşmiştir. Bu sebeple erken İslâmî dönemde Bağdat’ta Büveyhîler bünyesinde paralı asker olarak bulunan komutanların dışında Şiî eğilimli Türk bulunmamaktadır. Zaten bunlara da Türkmen değil Türk deniliyordu veya Horasan yahut Belucistan’dan getirilmişlerdi. Bağdat önlerinde Sultan Tuğrul’a karşı savaşan ve mağlup olunca eski yurtlarına dönenler işte bunlardı. Bu sebeple Bağdat, Fars Körfezi gibi çoğunluk olarak Arap-Fars verya sadece Fars asıllı olanlar da Türkmenler gibi Sünnîliği tercih etmişlerdir. Dolayısıyla her şeye rağmen Bizanslılar ile savaşlarda da kendini tüketen Farslardan kıymete alınacak derecede Şiî olduğunu söylemek mümkün değildir. 1534 Bkz: Tahir Harimi, Türk Tarihinde Mezhep Cerayanları, Hilmi Ziya Mukaddimesi, s.9. 528

İran ülkesinde Şiî damarı en kuvvetleri olan önemli bölge, Hazar Denizi güney kıyısında Deylem veya Gilân’dır. Buralarda pek az Türkmen bulunmasına karşılık çoğunluk olarak Fars asıllılar Şiî, Fars olmamakla birlikte İranî küçük unsurlar Sünnî-Şafî eğilimli idi. Daha sonra Şiî Büveyhîler olarak ortaya çıkan ve bir süre hilâfeti de ele geçiren ve değişik bir Farisî lehçe kullanan bu unsurların Farslılığı da bugüne kadar ispat edilememiştir. İşte yıllarca Selçukluların başına büyük gaileler açan Gilânlıların içinden çıkan Hasan Sabbah, Alamut Kalesi’ni ele çirerek tahkim etmiş ve burada kurduğu kale devleti ile kısa zamanda İran’ın diğer bölgeleri ile Suriye’ye kadar çeşitli adlarla anılan kaleleri ele geçirmiş ve Alamut gibi tahkim etmiştir. İlhanlı Hülâgu Alamut’u ortadan kaldırdığı zaman bunlar kale içinde tam bir devlet gibi yaşamışlar, meşhur âlim Nâsıreddin Tûsî’yi alıkoyarak ilme dahi önem vermişlerdir. İşte Kaçarlar devrinde toparlanan ve Ağa Hanlar adını alan günümüzdeki İsmailîler bunlardır.1535 İlhanlılardan sonra Gilân bölgesindeki Şiî potansiyeli Sünnî-Şafiî olan Safiyyüddin toparlamış, fakat dînî görüşlere değişik bir kalıp uygalayarak bu görüşlere Büveyilerin Fars unsuru yerine Türkmenleri ana unsur yapmıştır. İşte Şah İsmail böyle bir dînî ortamda ortaya çıkmış ve 12. İmam Şiası denen Türkmen Şiası’nı devlet görüşü olarak benimsemiştir. Nedense bizim İslâmî mezhepler hiçbir zaman birden fazla milliyeti taşıyamamıştır; bu sebeple İranlılar Şiî, Türkler Sünnî-Hanefî, Araplar ise Sünnî, Şafiî-Mâliki-Hanbelî azınlık unsur ise sadece Sünnî-Hanefî’dir. Fakat Şah İsmail edebiyat ve kültür olarak Türkmenliğe meyledip ordusunu da bunlardan oluşturunca Türkmenler de iki mezhepli olmuştur. Enterasandır ki bugünkü Türk dünyasında İran-Anadolu-Irak-Suriye’nin dışında Şiî Türkmen yoktur ama Türk tasavvuf dünyası tamamen Şiî eğilimlidir. Her hâlde Köprülü’nün “Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar” adlı eserindeki, “Şiîlik Türklerin ruhuna en muvafık olan 1535 Geniş bilgi için: Farhat Daftaray, İsmailîler Tarihi ve Öğretileri, s.459- 605. 529

mezheptir” görüşüne hak vermemiz gerekecektir. Bu sebeple, “Anadolu’da her Türkmen biraz Alevî meşreptir” sözünü hatırlamamız gerekiyor. Şartlar ne olursu İran’da Safevîlere gelinceye kadar Şiîliğin tam bir varlık gösterdiği söylenemez, bunlarda da Şeyh Cüneyd’e kadar böyle bir eğilim olmadığı bugün tamamıyla aydınlatılmıştır. Cüneyd Anadolu ve Suriye’yi kapsayan uzun seyahatlerinde Sünnî ve mûtedil Şiî görüşlerin tamamen paylaşıldığını gördüğü için biraz da Türkmenlerin asabî karekterine uyan müfrit Şiîliğe bir mecburiyetten ötürü sarılmıştır. Zaten o zamana göre Türkmenler üzerine oturtulmayan hiçbir siyasî hareketin başarıya ulaşma şansı bulunmamaktaydı. Cüneyd aileden gelen tasavvuf düşüncesini de kullanmak suretiyle bir ânda Selçuklu Babâîliği üzerinden Anadolu’yu etkilemeye başlamış, Türkmen aşîretleri, “Biz ölüye değil diriye gideriz” kabilinden tamamen Bâtınî bir sloganla öbek öbek Erdebil’e akmaya başlamıştır. Metinlerde gördüğümüz kadarı ile tekmil Anadolu, bilhassa Güneydoğu ve Doğu Anadolu tamamen boşalmıştır. Safevî oluşumunun hiçbir surette Kartakoyunlu Şiîliği üzerine bina edildiği söylenemez; çünkü bunların inançlarında böyle bir eğilim olsa da siyasî hayatlarında katiyyen o şekilde yönelişten bahsetmek mümkün değildir. Bugün Anadolu ve İran’da birçok Karakoyunlu Türkmen aşîreti Sünnî inanca mensuptur. Karakoyunlular tamamen Oğuz Destanı’ndan kaynaklanan Dedekorkut varî bir çizgi izlemiştir. Şiî asabiyeti hatta Hallac-ı Mansur mirasını ancak Safevîler kullanmışlardır ve ortaya konan Kızılbaşlık öğretisi kendinden önceki İran ve Babâî Anadolusu’nu tam olarak ifâde etmiş, çağdaş Pir Sultan öğretisi ise düşüncenin nakışlarını oluşturmuştur. Fakat asabiyetin görülmediği Osmanlı Bektaşiliği kendini ifrattan korumuştur. İşte İran Kızılbaşlığı ile Anadolu Alevîliği arasındaki en büyük fark da budur. Büyük Şah Abbas’dan itibaren Safevî Kızılbaş düşüncesinin önce Farslaşmak, sonra da unsurlaşmak gibi bir eğilime girdiğini evvelce uzunca anlatmıştık. İşte onların sonunu da 530

bu eğilim getirdi ve Nâdir ile beraber tarihe karıştılar. Nâdir en az on yıl Safevî tahtını korumaya çalıştı, fakat şahları samimiyetine inandıramadı; çünkü kendisi müfrit veya bağnaz olmamakla birlikte Sünnî inanca mensuptu. Nâdir Şah’ın bu işlere çok ehemmiyet vermediği, emrinde bulunan beylere mezhep baskısı yapmamasından anlaşılabilmektedir. Kızılbaş Türkmen beylerini dâima saygı ile karşılamış ve devletin bu yapısını da kökünden söküp atmamıştır. Ancak Türkistan Seferi, Hindistan ve Osmanlı sınırlarında gördüklerinden çok etkilenerek İran Şiâsı ile Türk Sünnîliğini bir hayli birbirine yaklaştırmış fakat Osmanlı ulemâsına kabul ettirememiştir. Şartlar ne olursa olsun Şiî öğretisi ve dünyası içinde Caferî inancı ile bu iki mezhebi bir hayli kaynaştırmıştır. Hatta Osmanlı ile uzun süren pazarlıklarda Caferîliğin Sünnî bir mezhep olduğunu kabul ettirmeye çok büyük gayret sarf etmiştir. Türk ve İslâm tarihçilerinin, İranlı veya yabancı tarihçilerin görüşlerine uyarak Nâdir’in Şia’yı ortadan kaldıracağı düşüncelerine katılmak mümkün değildir.1536 Ulemânın böyle bir görüşe muhalefet ettiğini de söyleyemeyiz, çünkü ulemâ isyânları ancak son devirde ve onun ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Nâdir Şah, Şiîlerin sahabeye dil uzatmalarını engellemeye çalışmış, dinde küfrü ortadan kaldırmış ve bunda da başarılı olmuştur. Zaten en büyük çatışma unsuru buradan ileri gelmekteydi. 1743 ulemâ münâzaralarında Şiîlerin sahabeye hakarette ısrar ettikleri görüşleri de Arap ve Fars müverrihlerine aittir. Elbette her iki mezhep ulemâsından da ısrar edenler olmuşsa da netice olarak kabul etmeyenler Osmanlı ulemâsı olmuştur.1537 Nâdir Şah’ın Safevîlerin müfrit Şia’sına karşı İsnâa Şeriyye Fıkhı’na dayanan ve Abbasîlerin ehl-i beyt’e eziyet ve zülümlerini yok sayan yönü ile Zeydiyye’den ayrılan Caferiyye’ye1538 itibar ederek Sünnîliğe yaklaşması, Kızılbaşlığın aksine İslâm’a daya uygun bir düşünce şeklidir. Bu sebeple Nâdir Şah Şiîlerin 1536 Ruhi Fığlalı, İmamiye Şiası, s.188. 1537 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.156. 1538 Hayreddin Karaman, Ca’feriyye, DİA, C.I, İstanbul, 1993, s.4. 531

sahabeya hakaretlerini oratadan kaldırmaya çalışırken diğer yandanda Sünnîlerin ehl-i beyt’e karşı tamamen Arabî olan düşüncelerini yasaklamıştır. Böyle bütünleştirici bir hareket elbette İslâm cemiyetinde siyaseten çok doğru bir uygulama şeklidir. XVIII. asırda Avşarların şahsında İran Türkmenleri’nin bu derece teferruat ile uğraştıkları ve kendi aralarında bu işleri mesele yaptıkları kesinlikle söylenemez. Bu görüşler devletin idâresinde bulunan ve onun sırtından geçinen Fars ve Arap unsurların işidir. Türkmenler her zaman sahabeye ve ehl-i beyt’e pek saygılı olmuşlar, hatta bu uğurda seve seve canlarını vermişlerdir. Bugün İran’da birçok Türkmen’e Şiî olduğunu dahi söyletemezsiniz; özellikle Tebriz’den Anadolu’ya doğru bu gerçeği gözlemlersiniz. Bu bakımdan İran Türkmenliği hem Şah İsmail hem de Avşar Nâdir ile dâima gurur duymaktadırlar.

532

B) Kaçarlar Dönemi (1794-1925)

1. Kısım Siyasî Tarih

a) Ortaya Çıkışı Bugün Anadolu’nun her yöresinde Kaçarlar bulunmaktadır; bunları oluşturan Ağcakoyunlu ve Şambayatları, müstakil olarak Avşarlar gibi ana bir boy değil, yirmi dört Oğuz Boyu’ndan Bozoklara mensupturlar. İran ve Anadolu’ya gelişleri Selçuklu Kınıkları’ndan çok sonra olmuştur ve muhtemelen yolları da değişiktir. Götürk-Uygur ve Kırgızlardan sonra ana Oğuz gövdesi olan Doğu Siriderya’nın Gazıkurt Dağları eteklerinden yine Avşarlar gibi her hâlde Horasan ve Kuzey Afganistan’dan bu tarafa yönelmişlerdir. Modern çalışmalşar 850900 yıldan beri Kaçarların bu coğrafyada bulunduklarını teyit etmektedir.1539 Oğuz ve Dedekorkut destanî bilgileri ve Kaçarların bugünkü yayılışları, böyle bir macerayı işaret etmektedir. Kaçarların yaşadığı coğrafya ve tarihlerinin Avşarlarla beraber zikredilmesinin esas sebebi budur. İran’da Kaçarlar, Kaşgay, Avşar, Azeri, Şahseven, Karadağ, Hemse, Karapapah, Kangerlü, Horasi, Boçakçi aşîret ve boylarla beraber İran Türkmenleri’ni oluşturmuşlardır.1540 Kaçarların Moğolluğu tamamen bir farâziyeden ibaret olup güya Moğol kumandanı Kacar Noyan’a dayandıkları, temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir.1541 Bugün İran ve Irak’da hâlâ Moğol bakiyyesi olan kendilerine Tatar denen unsurların varlığı böyle bir düşünceyi tamamen tekzip etmektedir. Kaçarların Moğol unsurlarla hiçbir beraberliği de 1539 Yılmaz Karadeniz, s.213. 1540 A.g.e.,s.213 1541 Karadeniz, s.214 535

görülmemiştir. Moğolların çok kullandığı Kacar kelimesi Türkçe’de kısa boylu demektir ve hâlâ Anadolu’da Kacer olarak kullanılmaktadır. Fars terminolojisinde Kacar İran’da telâffuz şeklinden ötürü burada Kaçarlara Moğolluk izâfe edilmiş İlhanlılar ve hatta Timurîler devrinde Moğolluğun asâlet ifâde etmesi böyle bir yanılgıya yol açmıştır. Kacar, Moğollarda soy ve boy adı olarak kullanılmadığı gibi böyle bir kelime de yoktur. Çünkü Moğol lisânında “K”a değil “Ke” harfi bulunmaktadır; ikinci harfin “e” olması durumunda kelime Türkçe olur.1542 Kaçar kelimesi ise Moğolca’da Türkçe’deki anlamında değil “Yanak kenarı” mânâsı taşır.1543 Kaçarlar her hâli ile Oğuz’dur ve kısa boylu da değildir. Üsteklik onların İran’daki varlığı daha evvelden bilinmekte ve Avşarlar ile birlikte zikredilmektedir. Kaldı ki Nasihü’t-Tevarih’e göre yapılan böyle bir îzah aynı kaynakta Moğollların da Türk olduğunu yazmaktadır.1544 Zeki Velidi’ye göre Kaçarların aslı, esfanevî Kaçar Han’a dayanmakta olup bu sebeple bu ad ile anılmaktadırlar. Aynı görüşe göre Kaçarların Ağaçeri’den gelmiş olabilecekleri Salgur-Salur, Guz-Oğuz, Gur-Uygur isimleri gibi Ağaçeri-Haçeri-Haçar-Kaçar şeklinde bir terminolojik veya telâffuz evrimi gibi bir değişim yaşanmıştır.1545 Bugün münâkaşa konusu olan ve Farsların kullandığı Azeri adının ise Azerbaycan’a inen Bulgar-Kıpçak-Peçenek-Hazar Türkleri’nden neşet ettiğini, Kaçarlar arasında bulunan Beçenene-Peçene boy adından da öğreniyoruz. Kaçarlar yine Avşarlarla beraber İran’dan önce Anadolu kültürü içinde yaşamışlardır. Bunların çoğu İlhanlılar devrinde Anadolu ve Suriye’ye getirildikleri ileri sürülmekteyse de, İran’a Avşarların çoğunun Huzistan bölgesinden gelmesine bakılırsa, geri dönüşleri Timur tarafından gerçekleştirilmiş, dolayısıyla tıpkı Avşar oymaklarında olduğu gibi Kaçarların çoğu 1542 Ferdinand D. Lessing, Moğolca-Türkçe Sözlük, G. Karaağaç, TDK, Ankara, 2002, s.699. 1543 Viktor Butanayev, Hakasça-Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 2007, s.209. 1544 Rıza Nur, Türkiye Tarihi, s.180. 1545 Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s.171. 536

da Anadolu’dan gitmişlerdir. Ağcakoyunlu ve Şambayadı Türkmen boyları Kaçar adı altında Akkoyunlu Rüstem Bey’in tahta çıkmasında önemli rol oynamışlardır; her hâlde bu bölgede oynadıkları siyasî ehemmiyeti haiz ilk faal iş budur. Şah İsmail zamanında ise Piri Bey ve Eçe Sultan adlı iki Kaçar Bey’in öne çıktığı ve Tahmasb döneminde de Kaçarların İran’da büyük Türkmen boylarından sayıldığını görmekteyiz. Bu devirde Safevî Devleti bünyesinde birçok Kaçar Bey’i ana gövdede görev almış, boy beyi olarak Ziyadülioğullarından Karabağ Hâkimi Şahverdi Sultan, Budak Han ve Kanunî Sultan Süleyman’a elçi olarak gönderilen Şahkulu Ağa, Gökçe Sultan ve Toygun Bey en tanınmışlarıdır.1546 Şah Abbas zamanında Ziyaudlu oymağından bir Kaçar topluluk Estarabad’a yerleştirilmiş ve emirleri Hüseyin Han da vali tâyin edilmiş; fakat halkın vâki şikâyetleri üzerine görevinden alınarak aynı oymaktan Muhammed Halil Han getirilmiştir. Karabağ’ın Osmanlılardan geri alınmasında bu oymak birçok yararlıklar gösterdiği için şah nezdinde büyük itibara kavuşmuşlar ancak siyasî nüfûzları artınca da tehcire tâbi tutularak İran’ın çeşitli bölgelerine dağıtılmışlardır. Abbas’ın son zamanlarında Kul sistemi gelip Türkmenler ikinci duruma düşürülünce Esterâbâd iyice düşmüş fakat son Safevî hükümdarı Hüseyin Mirza zamanında iktidar yeniden Türkmenlere geçmiştir. Bölgede muhalefette bulunan Kaçarlar işte tam bu sırada siyasete karışmış, Aşağıbaş Kaçarları’ndan Feth Ali Han, Esterâbâd Valisi Muhammed’i öldürerek burası ile beraber Kazvin-Mazenderan-Cürcan-Sebzvar’ı ele geçirerek kendini şah ilân etmiş fakat II. Tahmasb onu ikna ederek emir’ül-ümeralık makamına getirmiş, Meşhed’in Afganlılardan kurtarılmasında görevlendirmiş, fakat sonra fırsatını bulunca 1726’da Nâdir Kuli’ye onu öldürtmüştür.1547 İşin aslına bakılırsa Avşarların yükselmesi karşısında Şah Abbas Kaçarları denge unsuru olarak kullanmış lâkin 1546 Faruk Sümer, Kaçarlar, DİA, C.24, İstanbul 2001, s.51. 1547 A.g.md., s.51. 537

bunların da nüfûzları artınca onları cezalandırma yoluna gitmiştir. Her şeye rağmen Esterâbâd Kaçarları varlıklarını kordular ve Nâdir Şah zamanında da siyasetin içinde bulundular. Esterâbâd Kaçarları, Karabağ Kaçarları’ndan çok daha kalabalık ve kuvvetliydiler. Kaynaklarımız onların XVIII. yüzyılda Koyunlu ve Develü olmak üzere iki kola ayrıldığını belirtiyor.1548 Bunları Mübarekabad Kalesi ayırıyordu. Kuzeyde bulunanlara Yukarıbaş, güneyinde oturanlara da Aşağıbaş deniliyordu. Yukarıbaş, Devlüler, Sapanlu, Köhnelü, Hazinedürlü, Kayaklu, Kerlü adlı altı obadan; Aşağıbaş ise Koyunlu, İzzeddünlü, Şambayadı, Karamusanlu, Vaşlu, Ziyadlu olmak üzere yine aynı sayıda obadan oluşuyordu; fakat Kaçarlı hanedanı hep Koyunlulardan çıkıyordu, aralarında çoğu zaman düşmanlıklar da eksik olmuyordu.1549 Afgan kitleleri İran’a yayıldıkları zaman yaygın bir Türkmen halkı olan Kaçarlar da Safevî yönetiminin yanında olmuşlardır. Aşağıbaş Kaçar Han’ı öldürülünceye kadar Tahmasb’a desteğini sürdürdüler. Bu sebeple kendisine saltanat nâipliği unvanı verilmişti. Ölümünden sonra yerine oğlu Muhammed Ahmed geçti ise de Estarabad’da tutunamayınca sırtını Yaka Türkmenleri’ne dayadı. Fakat güc kazanınca yeniden Estarabad’ı ele geçirdi; ancak Nâdir kuvvetlerine yeniden mağlup olunca bu sefer Yamud Türkmenleri’ne sığındı. 1747’de Nâdir Şah’ın ölümü üzerine de yine Safevîlere bağlı kalınca Estarabad beylerbeyi, ardından da bütün Kaçarların beyi oldu. Safevî Süleyman’ın tahttan indirilmesi üzerine istiklâl eden Muhammed Hasan Esterâbâd ve Cürcan’ın dışında Mazenderan ve Gilân’ı da ele geçirdi. İran fiilen üçe bölünmüştü; Fars’ta Kerim Han Zend, Azerbaycan’da Afgan Azad Han, Horasan’da ise Nâdir’in torunu Şahruh. 1751’de Kerim Han Zend, Safevîleri destekler görünerek, Mazenderan, Gilân’ı zaptederek Esterâbâd’ı da ağır kuşatmaya tâbi tuttu ise de Yamud ve Göklen Türkmenleri’nin yardıma gelmeleri üzerine 1548 Sümer, s.51. 1549 A.g.md., s.51. 538

Zendler yenildiler ve Muhammed Hasan, Meşhed’ın batısına kadar yürüyerek Nâdir’in kumandanlarından Ahmed Şah Durrani’yi mağlup ederek Kazvin ve Gilân’ı yeniden ele geçirdi. Bu sefer İsfahan’ı da zaptederek 1756’da Zendleri ikince defa yendi ve Irak-ı Acem’e tamamen hâkim oldu. Muhammed Hasan Kaçar, boyuna kendini kabul ettirmişti, bu sebeple ertesi yıl Azerbaycan’a yönelerek Arrân, Karabağ ve Mugan bölgelerini kolayca itaat altına aldı. Karabağ’da bulunan Kaçarlar, özellikle Gence’de yaşayan Ziyadlu Kaçarları ona bağlılıklarını bildirdiler. Büyük oğlu Ağa Muhammed’i Azerbaycan Beylerbeyliği’ne tâyin eden Muhammed Hasan Han aynı yıl Şiraz önlerinde başarısızlığa uğradı ve ordusu dağıldı. Bu sırada Develü Muhammed Hüseyin Han da Esterâbâd’ı zaptetti. Fakat burada tutunamayacağını anlayınca Damgan Kalesi’ne sığındı. Muhammed Hasan Han Damgan’ı kuşattı, ancak Kerim Han onun üzerine yürüdü ve Muhammed Hüseyin Han da Kerim Han’ın ordusuna katıldı. Yapılan savaşta 13 Şubat 1759 günü Muhammed Hasan Han yenildi ve kaçarken öldürüldü. Muhammed Hüseyin Han’ın Zendler tarafından Esterâbâd Beylerbeyliği’ne tâyin edilmesi üzerine Muhammed Hasan Han’ın oğlu Ağa Muhammed Han, kardeşi Hüseyin Kulı Han dayısı Koyunlu Muhammed Han ve diğer bazı akrabalarıyla birlikte Türkmen bozkırına çekilip Yemût’un Câfer Bey kolunun başı Murad Han’a sığındı. Fakat Muhammed Hüseyin Han hepsini yakalayıp Şiraz’a gönderdi. Şiraz’da onlara iyi davranıldı. Kerim Han devlet işlerinde zaman zaman Ağa Muhammed Han’la istişarede bulunuyordu. Hüseyin Kulı Han da Damgan’a vali tayin edildi. O da babasının öcünü almak için Develü beyleriyle savaşıp Esterâbâd’ı birkaç defa yağmalamıştı. 1779’da Kerim Han’ın ölümü üzerine Ağa Muhammed onun eşlerinden olan halası Hatice Begüm’ün yardımıyla Şîraz’dan kaçtı ve on yedi yıl süren zorlu bir mücadeleye girişti. F. Sümer Rıza Kulı Han, Ağa Muhammed Han’ın Zend Hükümdarı Cafer Han’ı Hemedan’da mağlûp ettikten sonra (1786) Tahran’da şahlık tahtına 539

oturduğunu söylüyorsa da diğer kaynaklar bunu teyit etmemektedir.1550 Ağa Muhammed Han daha sonraki yıllarda hâkimiyet alanını giderek genişletti; fakat ancak 1794 yılında İran’ın büyük bir kısmını, Azerbaycan ve Gürcistan’ı alarak Tahran’ı başkent yaptı ve şah tacını giyerek adına hutbe okuttu, para kestirdi. Böylece İran Kaçar Devleti fiilen kurulmuş oldu. Aslında Ağa Muhammed 1779’dan itibaren tahtta otururuyordu ve şahlığını ilân etmişti; tac giyme ve para basma daha sonra olunca tarihler 1794’e itibar etmiştir. Kaçar Hanedanı’nın tahta sahip olması elbette kolay olmadı; idârenin oturması ve müesseseleşmesi için daha bir süre gerekti. Şüphesiz kısa fakat yaman bir devre olan Avşarlar döneminden dersler alındı; meselâ ihmâl edilen Şia’ya, yeni fakat hafif bir dönüş yapıldı. Yine de ülke içindeki yapı yeniden tahribata uğradı. Nâdir’in Safevîlerle mücadelesi şimdi yerini Avşar-Kaçar mücadelesine bıraktı. Tahtta bulunan Zendler de ağırlığı olan bir hanedandı; Afganlıları da mutlaka hesaba katmak lâzımdır. Ağa Muhammed Han kardeşini Avşar Ali’ye göndererek iki boyun birbiriyle mücadelesinin gereksiz olduğunu ve birleşerek Ruslara karşı savaşmayı teklif ederek, Avşarların bulundukları bölgede serbestçe yaşabileceklerini bildirdi.1551 Fakat Avşar hanedanından bazıları katledilince onların şiddetli tepki ve düşmanlığını çekti. Kerim Han’ın ölümünden sonra Türk asıllı Zend hanedanı şiddetli bir düşüşe geçmiş ve itibarı azalmıştı. Ali Han Zend iyi niyetli olmasına karşılık dirâyetsiz ve idâresiz biri olmak zincirini bir türlü kıramayınca Ağa Muhammed Han Kaçar, Avşar ve Afgan askerleri ile onların elinde bulunan Şiraz’ı kolaylıkla aldı. Zendlerin çoğu ağır yenilgi üzerine Sistan taraflarına kaçtılar, kalanlar ise Esterâbâd ve Mazenderan’da Avşarların yanına iskân edildi.1552 Ağa Muhammed Kirman’a kaçan Ali Han 1550 Sümer, Kaçarlar, s. 51. 1551 Karadeniz, s.239; Rıza Nur, s.184. 1552 A.g.e., s.238. 540

Zend’ı tâkip ederek burada büyük bir katliam yapmış, Bem’de hanı da yakalayarak 1794’de öldürtmüştür. Ağa Muhammed Han Afganlıların çoğuna orduda yer vermek suretiyle ikna yoluna gitmiş ve bunda da başarlı olmuştur. Bunların dışında Ağa Han’ın kardeşleri de saltanat iddiasında bulunmuş, ancak evvelâ Murtaza, sonra da Rıza ve Mustafa Kulı itaat altına alınmışlardır. Dolayısıyla 1794 itibarı ile Kaçarlar ülkenin tamamında hâkimiyeti sağlamış ve uzun sürecek bir hanedan ortaya koymuşlardır.1553 b) Yükselişi İran’da Kaçarlar dönemine elbette tam bir yükseliş gözü ile bakamayız; fakat 131 yıl ülkeyi yönettikleri gerçeği göz önüne alınırsa mutlaka siyasî trent iyice incelenmelidir. Çünkü şartlar ne olursa olsun bunlar Avşarlar gibi İran Türkmen topraklarında düzen tutturmuş ve bilhassa Rus Çarlığı ile Avrupa yayılmacılığını iyice görmüşlerdir. Yaşayış farkları olmadığı gibi İslâm’a bakışları da Oğuzca’dır. Avşar devrinde ileri gidilen husûslarda Kaçarlar devrinde ne yazık ki onlar kadar sağlam bir hâkimiyet kurulamamıştır. Kaçar Hanedanı İran’a hâkim olduğu zaman Fransız İhtilâli sebebiyle Avrupa çok büyük bir kargaşa yaşamaktaydı. Avrupa’daki savaşlar elbette Rusya’yı da etkilemiş, bunlar artık iç dalgalanmalar sebebiyle İran’la uğraşacak zaman bulamıyorlardı.1554 Doğuda Afganistan’a Nâdir’in kumandanlarından Ahmed Durrani1555 hâkim olmuş ve gâyet zayıf bir hâkimiyet ve karışıklıklarla tahtını koruyordu. Hindistan’da Timuroğulları Afganistan için Durraniler ile devamlı savaş hâlindeydi. Hiyve merkezli Türkistan Canileri ise Merv’i almışlar fakat Meşhed’e nüfûz edememişlerdir. Osmanlılar ise sürekli savaşlarla çok bitkin durumdaydı ve İran’a ayıracak vakitleri yoktu. İşte Kaçarlar 1553 Rıza Nur, s.178-185. 1554 Rıfat Uçarol, Siyasî Tarih (1789-1994), İstanbul 1995, s.7. 1555 Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C.III, s.99. 541

bu kadar müsait ve iyi şartlarda İran tahtını ele geçirmiş ve kısa sürede İran’a hâkim olmuşlardı. Bu durumda Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinin dışında gaileli yer bulunmuyordu. Özbekler buraya inmiş, Nâdir’in torunu Şahruh’un da taht iddiaları konuşuluyordu. Buhara’da Mangıtlar istiklâl ilân etmiş ve İran ile ilgiyi kesmişlerdi. Durraniler de Türkistan’a müdâhale ediyorlardı. Ağa Muhammed Şahruh’a biat etmesine rağmen önce onu ortadan kaldırdı; fakat bu tarafta başka bir tasarrufta bulunamadı, çünkü Ruslar Derbend’den sarkmaya başlamışlardı. Üstelik öteden beri İran şahlarına metbu olan Gürcüler dinî sebepler ve Rusya’nın kuvvetlenmesi karşısında onlara ilgi göstermeye meyilli duruma gelmişlerdi. Yeni Şah 60.000 kişilik güçlü bir ordu ile Tiflis üzerine yürdü ve onları kısa sürede bozguna uğrattı, gözdağı olsun diye de büyük bir katliam yaptı, kiliseleri yaktırdı ve 16.000 esiri Tahran’a getirdi. Şımaran Ermeniler de dizginlendi ve böylece Erivan, Tiflis ve Gence huzura gelerek biat ettiler.1556 Gürcüler bir süre sonra isyân edince bu tarafa yeni bir sefer icap etti ve yolda îdama mahkûm edilen iki hizmetçisi Ağa Han’ın çadırına girerek onu öldürdüler (1797). İlk Kaçar Şah’ı Ahmed’ın pek kabiliyetli, fakat o derece hilekâr ve zâlim olduğu husûsunda zamanın kaynakları ittifak hâlindedir. Belki onun bu özellikleri sebebiyle Kaçar iktidarları uzun sürmüştür. İnce yapılı ve tam Orta Asya insanları gibi seyrek sakallıdır; Rıza Nur ondaki asabiyet ve zâlimliğin erken zamanda hadım edildiğinden ileri geldiğini yazmaktadır. Yerine oğlu Baba Han Feth Ali Şah Kaçar geçmiş, onun hükümdarlığı 1834 yılına kadar sürmüş, fakat gittikçe zayıflayan İran 1828’de büyük devletler listesinden çıkmıştır.1557 Feth Ali zamanında İran oldukça küçülmüş; Azerbaycan ve Gürcistan’ı 1813, Nahcivan ve Ermenistan’ı ise 1828’de Rusya’ya terk etmiş 80.000 ruble de savaş tazminatı ödemiştir. XIX. yüzyılın ilk yarısında Rus ordularının Kafkasya bölgesinde Osmanlılar 1556 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.185. 1557 Yılmaz Öztuna, Hanedanlar ve Devletler, s.795. 542

karşısında birkaç defa gâlip gelmesi İran’ı biraz daha korkutması üzerine şah, İngilizlere el açmaya başladı ve ancak onların yardımı ile bir ordu toplayabildi. Bu sebeple sonraki yıllarda onların baskısı ile İngiliz egemenliğinde bulunan Afganistan’a Herat bölgesi terk edildi. İç isyanlar da durmak bilmiyordu; Safevî, Avşar ve Zandlerden sonra komutanlar da saltanat iddiaları ile sürekli olarak baş kaldırıyorlardı; Feth Ali iradesiz ve zayıf kişilikte olmasına rağmen bu isyânlar dâima çok sert tedbirlerle bastırılıyor ve çokça insan öldürülüyordu. Feth Ali zamanında ekonomik sıkıntılar da hat safhaya ulaştı, askerlerin maaşları ve ulufeleri zamanında verilemeyince ordudaki huzursuzluk da bu nisbette artmıştır. Makamlar rastgele dağıtılmaya başlanmış, yolsuzluklar başını almış gitmişti. Tabiî olarak dış politika da hiç iyi gitmiyordu. Safevîlerden beri oluşan geleneksel Osmanlı ve İran politikaları dâima birbirine karşı olmuş; yıllarca süren savaşların iki tarafa da ziyâdesiyle zarar görmüştü. Fakat XIX. yüzyıla girilirken, müşterek köklerden halklara dayanan bu devletler oldukça bitkindi. Her iki devlet de Rusya’nın kuzeyden başlayan ve önlenemeyen yayılmasının fevkalâde farkındaydı. İngiltere bir taraftan bunları birleşerek set oluşturması gibi çok önemli bir iş yaparken Afganistan ve Hindistan’da sağlam olarak tutunmaya çalışıyordu. Bu durumda kuzey ve güney Asya diye sanki Rus Çarlığı ile bir bölüşüm yapmışlardı. Türkiye Balkanlarda Rumların isyânları, İran ise bitmek bilmeyen benzer iç karşışıklıklar ile uğraştığından iki taraf da buna istekliydi. Avrupa bir taraftan İran ve Osmanlıları Rusya’ya karşı birleşmeye çağırırken diğer yandan her iki ülkenin de içini karıştırmaktan geri kalmıyordu.1558 Her şeye rağmen İran Doğu Anadolu saldırılarına nihâyet vererek 28 Temmuz 1823’de I. Erzurum Antlaşması’nı imzalamıştır.1559 Bu antlaşmaya müdâhil olan İngiltere ve Rusya’ya rağmen daha sonra yapılan tadillerle aşağı yukarı bugünkü sınırlarımız oluşturulmuş, fakat en önemli yönü iki 1558 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.V, TTK, Ankara 1994, s.107-124. 1559 Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi, s.313. 543

taraf da müdâhil ülkelerden bilhassa Rusya’nın niyetleri anlaşılmış ve bu tehlikeye karşı satır aralarında birlikte olma mesajları verilmiştir.1560 Her şeye rağmen ülkenin Osmanlı ve Rusya savaşlarından faydalanan iç muhalefet yeniden isyân yolunu tuttu. 1830 yılından itibaren Horasan, Yezd ve Kirman’daki isyânlar bastırılmış, 1833 baharında şehzâde Abbas Mirza aynı durumda bulunan Herat üzerine yürümüştür. Herat İngiliz idâresinde fakat vergi ile İran’a bağlı durumdaydı. İngilizler her iki tarafı da kışkırtarak ikili bir siyaset tâkip ediyordı. İran ordusu Horasan, Sistan ve Belucistan’daki isyânları bastırdıktan sonra Herat’ı kuşatmış fakat şehzâde Abbas Mirza’nın ölümü bu muhasarayı yarım bıraktırmış, buna rağmen 15.000 tümen vergiye bağlanmıştır.1561 Feth Ali Şah şehzâde Abbas Mirza’dan sonra fazla yaşamadı, 1834’da 60 yaşında Tahran’dan İshfahan’a giderken eceli ile hayatını kaybetti. Feth Ali Kaçar’dan sonra boşalan İran tahtına 19 Ekim 1834 tarihinde torunu Muhammed Şah getirildi. On dört yıl tahtta kalan bu şah zamanında gelişme ve yükselme yolunda çok gayret sarf edilmesine karşılık olumsuzluklar devam etti; ülke dış güçlerin elinde oyuncak olmaktan kurtarılamadı. İngiliz oyunlarının farkına varan ve gerçekten gayretli-bilgili bir kişi olan Sadrazam Ebû’l-Kasım Ferhani bunu hayatı ile ödeyerek 1835’de hunharca öldürüldü. Yerine Bayat Hacı Mirza Ağasi getirildi. İngiliz Elçisi Chambell, Ferhani sui’kastını ülkesine bir başarı diye rapor etmiştir.1562 Ülkede İngiliz ve Rus siyaseti tam bir birliktelik içerisinde hareket ediyordı. Rusya İngiltere’nin İran içindeki hâkimiyetine göz yumarken kendisi de Kafkaslar ve Türkistan içlerinde yayılmayı rahatlıkla sürdürüyordu. Muhammed Şah zamanında Tahran Valisi Ali Şah Sultan ve Fars Valisi Hüseyin Ali Mirza güçleri saltanat iddiasıyla isyân 1560 Abdolvahid Soofizadeh, I. ve II.Erzurum Antlaşmalarının Siyasî Açıdan Değerlendirilmesi, /dergiler.ankara.edu.tr./, s.183-193. 1561 Karadeniz, s.322. 1562 A.g.e., s.327. 544

ettilerse de şahın güçleri tarafından itaat altına alındılar. Ayrıca metbu ülke durumda bulunan Herat’da Kamran Mirza, Sistan’ı işgal ederek kaleyi kuşattı. 1837 Herat Kalesi kuşatmasında şahın kuvvetleri üstün geldiği bir durumda, isyâncıları el altından destekleyen İngilizler Tahran’da isyân çıkarınca bu tarafa dönülüp barış sağlandı. Aynı yıl Ruslar korsanlık bahaneleri ile Hazar Denizi’nin her tarafını ele geçirdiler.1563 Kaçar iktidarının başında çok sâkin bir hayat süren Alamut’un İsmailîleri, Feth Ali zamanında belli bir siyasî ve silâhlı güce sahip olmuşlardı. Sadrazam Ferhani’nin tavsiyesi ile şah bunlardan Ağa Han’ı Kirman Valiliği’ne getirdi; böylece İsmailîlere ilk olarak Ağa Han unvanı ile hitâp edilmeye başlandı. Dolayısıyla bu isim onlara Kaçar Türkmen hanedanı tarafından verilmiş oldu.1564 Kirman bu sırada İran’da taht iddiasıyla ayaklanan Şuca el-Saltanaoğullarının elinde olduğu gibi Afganlı ve Buluçların da saldıralarına maruz kalıyordu. I. Ağa Han kısa zamanda devletten maddî destek görmeden Kirman’da sükûneti sağladı. Ağa Han en büyük desteği Ataullahi ve Horasan Nizari İsmailîleri’nden görmüştü; ordu komutanı kardeşi el-Hasan idi. I. Ağa Han henüz ikinci yılını doldurmadan Tahran’a çağrıldı ve azledilerek yerine Kaçar Firuz Mirza getirildi; Ağa Han kuvvetleri ile birlikte Afganistan sınırındaki Bam Kalesi’ne çekildi. Ağa Han gelenekten gelen “kale devlet” prensibine uyarak sekiz ay şahın kuvvetleri ile mücadele etti; fakat sonunda Nizarî İmamı ve Fars Valisi Feridun Mirza’nın aracılığı ile bazı güvenceler verilmesi karşılığında teslim oldu.1565 Torun olan Kaçar şahı da dedesi gibi 1848 yılında eceli ile öldü ve yerine Azerbaycan Valisi Veliâht Nassirüddin Şah getirildi. Bu dönemin en önemli özelliği ülke paylaşımına Fransızların de müdâhil olmasıdır. Fransa, Tahran, Tebriz ve Buşehr’de konsolosluk açarak birçok ticarî imtiyâz elde etti. Sadrazam Mirza Taki Han, İngiliz ve Rus rekabetini dengelemek istemişse 1563 Faruk Sümer, Kaçarlar, s.52. 1564 Farhat Daftaray, İsmailîller, s.685. 1565 A.g.e., s.686. 545

de Fransız elçisi bu devletlere karşı İran’ın yanında olamayacaklarını açıkça şaha söylemiştir.1566 Buradan şunu anlıyoruz ki İran kesinlikle çağın çok dışında yaşamaktaydı ve devlet adamları dünya siyasetini kavrayacak nitelikte bulunmuyorlardı. Nâdir Şah’ın fark ettiği Rus tehlikesine karşı İngilizlere kapıların aralanması ve bu iki gücün İran’ı parçalamak için sırt sırta vermesinin ardından şimdi de Fransa kurtuluş olarak görülmüş ancak bu hayâller de boşa çıkmıştır. Gerçekten XIX. yüzyıla yaklaşılırken kamplaşan dünyada yerini almak doğru bir görüştü, lâkin İran bunu Kaçarlar iktidarının sonuna kadar başaramadı. Dolayısıyla Rusya-İngiltere-Fransa ile birlikte ülkeye ticaret maksadıyla gelen Avrupa devletleri elde ettikleri imtiyâzlarla İran’ı bir türlü çağa uyum sağlayamayan sömürge bir devlet hâline getirdiler. Sadrazam Mirza Taki Han, Nâsırüddün Şah’ın hocasıydı ve ileri görüşlü bir insandı. Nâsırüddin’in Kerbelâ’ya sürdüğü İngiliz himâyesindeki Hacı Mirza Ağasi’nin yakını olan Mirza Ağa Han Nuri sadrazam vekili tâyin edilmişti. Artık bu tarihten sonra İngilizlerin İran’daki en büyük müttefiki İsmailî ağalar olmaya başlamış, bunlar iç karşıklıklarda da başı çekmişlerdir. 1844’de Ağa hanların tanınmasıyla Hurufî-Bâtınîlik de kendini göstermişti. Mirza Ağa Han Anadolu’da Babâîlik olarak bilinen Hurufî tarikatının liderlerindendi. Şimdi İngilizlerin zoru ile sadrazam vekili yapılan bu şahıs kendisinin mehdi olduğunu ve kayıp 12. İmam’ı temsil ettiğini ileri sürmüştür. Bu sebeple Yezd, Zencan ve İran’ın başka yerlerinde etrafına topladığı müridleri ile çok büyük karışıklıklar çıkardı ve 1850’de öldürülmesine kadar devleti çok uğraştırdı. Ağa Han İsmailîliği İran’dan tecrit edilip de Sind’e göçtükten sonra bile İngiliz taraftarlığına devam etmişlerdir;1567 şimdi dahi öyledir. Hülâgu’nun İslâm’a en büyük hizmeti Alamut’ı ortadan kaldırmak ise, Kaçarların da onları Hindistan’a kovması aynı şeydir. Belki 1566 Karadeniz, s.349. 1567 Daftaray, s.691 546

İran’da kalmaya devam etselerdi Hurufîlik dolayısıyla Türkmenlerin de bu cereyana intisâbı mümkün olacaktı. Hurufîlik Anadolu Babâîliği’nin isim değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir1568 görüşüne uygulamada karşı çıkmak mümkün değilse de deyim tam olarak Babâîlik değil Babilik’tir. Mehdilik iddiasında bulunan Seyyid Ali Muhammed, Hazret-i Peygamber’in İmam Ali hakkında: “Ana-medinetü’l-İlmun, Ali Babıha”, yani “Ben ilmin şehriyim, Ali kapusudur” sözlerini kullanıyordu. Seyyid Ali Muhammed, insanları Tanrı’ya götüren yolun (Babı) kapusudur anlamındadır.1569 Halbuki Babâîlik’te bizim bildiğimiz Türk tasavvuf hareketinin ana motifi olan Baba kast edilmektedir. Hurufîlik görüşlerinde belki Babilik ile örtüşebilir; bu hareket Anadolu ve Suriye’den gelip de yüzyıllar önce İsmailî propagandaların etkisinde kalan bir kısım Türkmenlere cazip de gelmiş olabilir; fakat siyaseten Türkmenlerin bu tarikata iştirak ettiklerini iddia etmek bizi doğru sonuca götürmez. Babilik için aynı şeyi daha kuvvetle söyleyebilirz. Anadolu Babâîliği’nde ısrarla bir mehdi vurgusu pek zayıftır. Çünkü Babâîlik Bâtınî eğilimlerine rağmen İsmailîlik değildir ve bu akımın devamı Andaolu Bektaşiliği’dir. Şiî tesirler Alamut İsmailîliği’nden kaynaklanmaktadır; Türkmen Babâîliği’nin İran aksülameli olduğu sanılan Hurufîliği, onu andırsa da Gök Tanrıcı motifleri taşımamaktadır.1570 Bu sebeple İsmailîlik, birtakım eğilimler olsa bile daha baştan beri Türkmenler arasında vücut bulamamıştır. Babâîlik İslâmî görüşlerle tam îzah edilemediği ve bağdaşmacı (Senkirist) görüşler hâkimiyetinde iken, Babilik İslâmî esasları kabul etmektedir1571 ve ortaya çıkışında Hurufîlik gibi Bâtınî hâkimiyet yoktur. Sadrazam Mirza Taki Han devrinde Osmanlılarla münâsebetlerde değişiklik yoktu, onlar da Avrupalılar ile mücadele ediyorlardı. Esâsında Avrupa demek olan dünya siyasesetinde Anadolu ile İran’ı ayrı tutmak kesinlikle mümkün değildir. Kaçar 1568 1569 1570 1571

A.Yaşar Ocak, Babailik, DİA, C.4, İstanbul, 1991, s.373. Hüseyin Baykara, İran İnkılâbı ve Azadlık Hareketleri, İstanbul, 1978, s.22. A.g.md. ,s.374. Baykara, s.24. 547

sadrazam dış siyasetteki rehaveti âdetâ dondurarak içeriyi rahatlatacak yenililikler yapmaya koyulmuştur. Bir taraftan iç karşışıklıkları cesâretle önlemeye ve bir taraftan da ülkede yenilikler yapmaya gayret etmiştir. Dönemin görünen en önemli özelliği budur. Devlet maliyesini düzenlemiş,1572 yabancı elçilerin saraya nüfûzlarını engellemiş, şehzâdelerle yabancı misyonların görüşmelerinin önüne durmuştur. Bütün gâyesi vatansever ve donanımlı bir devlet adamı olarak yabancıların devlette etkilerini azaltmak olmuş ve dış siyasete düzen getirmiştir. Bu yönleri ile Nâsırüddin’in şahlığı ile Taki Han’ın sadrazamlığı ülkenin idarî, malî, askerî ve sosyal hayatında çok büyük değişmeler meydana getirmiştir. Yabancıların halk ile temaslarının kesinlikle önüne geçilmiştir. Yapılan ıslâhatı Batı taklitçiliği olarak görenler huzursuzluk yaratmaya çalışmışlarsa da bunlar alınan tedbirlerle asgariye indirilmiştir. İngiliz kışkırtmaları sonucu 1854’da Horasan’da Saadlu Türkmenleri Salarü’d-devle liderliğinde isyân ettiler. Durumu fırsat bilen Maveraünnehir Özbek ve Türkmenleri isyâncılara açık destek verdiler, Rusya da bu isyânların yanında oldu ve teşvikatta bulundu. Merv’de Muhammed Emin fırsatı ganimet bilerek Horasan’a giden İran ordusuna zarar verdi. Kısa süred Hiyve’nin de savaşa katılmasıyla Türkmen saldırıları Meşhed’e dayandı ise de şah ordusu üstün gelerek M. Emin’i yakalatarak öldürttü. Horasan’da durumu sağlamlaştıran Nâsırüddin Han 1856’da Herat üzerine yürürken Ruslar da Aral ve çevresini işgal etmiş ve Siriderya boyunca ileri hareketlerini sürdürmüştür. Kendi memleketlerini Ruslar karşısında müdafaa edemeyen Hiyveliller 1864-1868 arasında Maveraünnehir doğusuna hareket ederek Taşkent-Semerkant ve Buhara’yı işgal etmişlerdir.1573 Nâsırüddin Şah’ın en büyük hatası, Kırım Harbi’nde başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri, Osmanlıların yanında yer alırken, İran’ın Ruslarla iş birliği yapmasıdır. Ruslar Nâsırüddin’e Osmanlılardan alacakları toprakları kendilerine 1572 Rıza Nur, s.203. 1573 Karadeniz, s.361. 548

vereceklerini teklif ve kabul ettirmişler, buna karşılık yığunak adı altında bir miktar İran askerinin Bağdat-Erzurum-Kirmanşah-Azerbaycan’da toplanmasını sağlamışlardır.1574 1856’da İngiltere ve Afganistan arasında İran aleyhine yapılan bir anlaşmaya Nasüriddin aynı yıl Rusya’nın teşvikiyle Herat’ı fethetmekle cevap verdi. Bunun üzerine İran ve İngiltere savaşı başladı ve Nasurüddin yenilerek Herat’ı boşalttığı gibi bir daha Afganistan ile ilgilenmeyeceğine dâir 1857 tarihli bir anlaşmayı imzaladı. Böylece Ağa Han hareketi tamamen İran tâkibinden kurtulduğu gibi İngiltere’nin dâimi ordusu durumuna geldi. İşte tam bu sırada Sadrazam Vekili Hurufî ve İngiliz taraftarı Ağa Nuri Han sadrazamlığa getirilince yapılan bütün çalışmaların altı üstüne gelmiş, ünlü Cemâleddin Afganî (Esterâbâdî)1575 de bu zamanda ortaya çıkmıştır. 1574 Sümer, Kaçarlar, s.52. 1575 Ünlü âlim ve filozof-gazeteci Cemâleleddin Afganî (1838-1897) Nâsırüddin Şah’ın çağdaşıdır. Aynı zamanda Kaçarların İran devresinde yetiştirdiği en önemli siyasî İslâmcıdır. Kişiliği, milliyeti ve vatanı çok tartışılmıştır. Osmanlı, İran, Hindistan ve Mısır İslâmî düşünce hayatında derin izler bırakmış ve aynı zamanda dünyanın bütün büyük ülkelerini gezmiş bir seyyahtır. Adındaki Afganî deyimine ve hâtıralarına bakılırsa Afgan, Ahmed Ağaoğlu’na göre Azeri Türkü, doğduğu yer ve kuvvetli lisânına bakılırsa İranlı yani Fars asıllıdır. Rıza Nur’a göre Halaç-Kalaç Türkü’dür; (Türk Tarihi, C.V, s.228). Fakat her halükârda fevkalâde karışık bir kişiliktir, bu sebeple II. Abdülhamid tarafından da sevilmemiştir. Fevkalâde İngiliz düşmanı olması sıfatıyla zamanın İslâm ülkelerinde kendisine devlet ve fikir adamları tarafından çok itibar edilmiştir. Mason olduğu hakkında kaynaklarda ve kendi hatıratında bağlayıcı hükümler bulunmaktadır. Nâsırüddin Şah’ın ölümünden (1896) kendisinin, kendisinin ölümünden ise II. Abdülhamid’in sorumlu olduğuna dâir iddialar bulunmakta olup Alman hayranlığı da ileri sürülmüştür. İstanbul’da ölmüş lâkin kemikleri daha sonra Afganistan’a götürülmüştür. Nâsırüddin devrinde İran Devleti bünyesinde faal görevler ifâ etmiştir. Bkz. Hayreddin Karaman, Cemaleddin Afgani, DİA, C.10, İstanbul, 1994; Muammer Esen, Siyasal-Sosyal Görüşleri ve Dini Yönüyle Afgani, İİD, Sayı 2, 2008; Tacettin Şimsek, Cemaleddin Afganî ve Mücadelesi, Ders Notları; Alâeddin Yalçınkaya, Cemaleddin Afganî ve Türk siyasî Hayatındaki Etkileri, İstanbul, 1991; Azmi Özcan, Pan İslâmîzm: Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914), İstanbul 1992; Ahmet Ağaoğlu, Siyasîyat: Türk Âlemi, Türk Yolu, 1/3, Ankara, 1928; İbnü’lemin, Son Sadrıazamlar, İstanbul, 1940-41. 549

Nâsırüddin Şah, Sadrazam Mirza Taki Han ile çok iyi anlaşmış ve birlikte güzel işler yapmışlardır; ancak İngilizlerin adamı Nuri Ağa Han’ın sadrazamlığında işler yeniden bozulmuştur. İran Devlet Başkanları içinde Avrupa’yı ilk gören ve oraya sehayat eden Nâsırüddin’dir. Yanında bulunan devlet adamlarının da Avrupa’da gözleri açılmış ve meşrutiyet idâresi ile tanışarak Osmanlılar ile aynı zamanda bu özlemi yaşamaya başlamıştır. Şüphesiz ki öteden beri İran üzerinde iddiaları bulunan Rusya ve İngiltere ıslâhat hareketleri ve rejimin iyileşmesini hiçbir şekilde tasvip etmeyerek ülkenin sürekli olarak bunalımını ayakta tutmak istemişlerdir. Uyumlu ikili İran’ı sadece kendilerinin idâre etmesini arzu etmişlerdir. Nâsırüddin 1870’de ülke içinde Kerbelâ ve Necef’î ve ardından da Fransa’yı ziyaret etmiştir. Arkasından Rusya, Almanya, Belçika, İngiltere ziyaretleri gelmiş ve bu devre İran’ın tam anlamı ile dünyaya açılma zamanı olmuştur. İkinci Avrupa ziyaretinden sonra İstanbul’a da uğrayarak II. Abdülhamid ile görüşen İran şahı daha sonra Viyana’yı da içine alan üçünü bir ziyaret daha gerçekleştirmiştir.1576 Böylece Nâsırüddin Şah’ın 1873, 1878 ve 1889 yıllarında olmak üzere üç büyük dış gezisi olmuştur.1577 Nâsırüddin Şah’ın bu gezileri dış politikada çok şey ifâde etmemiştir; hatta modern çalışmalara göre gereksiz yere hazineye yük olacak masraflar yapılmış fakat şah ve yanındaki heyet İran’ın geri kalmışlığını ve dünyanın bloklaştığını bizzat görmüşler, akıllı bir adam olarak 1871’de Mirza Hüseyin Han da yeni görüntüler ışığında ve yenilikçi bir şahsiyet olarak sadrazamlığa getirilerek devletin asrî ölçülere intibâkı sağlanmaya çalışılmıştır. Devlet idâresinde 1858’de çıkarılan bir ferman ile Dahiliye, Hariciye, Harb, Mâliye, Adliye ve İlmiye’den ibaret altı nezaret kurulmuştur. Ayan, devlet ricâli, şehzâdeler, vezirler ve sadrazamdan oluşan “Şûrâ-yı Kübrâ-yı Devlet” adı ile teşkil olunan bir makam şahın verdiği görevleri icrâ etmekle yükümlü kılınmış, ihtiyaca göre nezâret sayısı 1866’da yedi, 1880’de 1576 Karadeniz, s.366 1577 Yılmaz Öztuna, Hanedanlar, s.795. 550

sadrazamın teklifi ile dokuza çıkarılmıştır.1578 Ulaştırma, Haberleşme, Darphane, Harbiye gibi alanlarda Batılıların müdâhil olması sonucu yenilikler yapılmış, fakat ordudaki ıslâhatın Ruslara terk edilmesiyle çok büyük hata yapılmıştır. İran’da sınır diye bir şey kalmamıştı; bir taraftan kuzeyde Ruslar, güneyde ve doğuda İngilizler, kuzeydoğuda da Türkistan hanlıkları ile sınırlar iç içe geçmiş durumdaydı. En düzenli sınır Osmanlı ile olan batı sınırıydı. Herat, Afganistan, Horasan sınırları İngilizlerin, Kafkas ve Hazar sınırları ise Rusların insiyatifindeydi. Nâsırüddin istediği kadar uğraşsa da sınırları tam olarak emniyet altına alamıyordu. Türkistan ile de tam olarak sınırlar belli değildi ve özellikle Türkmen bölgelerinin insanları her iki tarafın da vatandaşı durumundaydı. Irak-ı Arab’da da Osmanlı ile İran arasında önemli sınır anlaşmazlıkları vardı; lâkin bunlar Ruslar ve İngilizlerle olduğu kadar önemli değildi. Bu arada daha evvel şahın büyük yardımlarını görmüş olan Nakşibendî Şeyhi Ubeydullah, çevresine topladığı birtakım Kürtlerle Osmanlı ile İran arasında mesele yaratmışsa da iki tarafın da aldığı tedbirler ile sorunlar hâlledilmişti.1579 1578 A.g.e., s.367. 1579 Şeyh Ubeydullah Nakşibendî tanınmasına rağmen son Kürtçülük hareketinin ilk liderlerinden bir siyaset adamıdır. Onu XIX . yüzyıl İdris-i Bitlisi’si gibi düşünebiliriz. Bunlar Nakşi-Kadiri-Halidi bir çizgiden gelmektedir. Gilân’dan gelerek Şemdinli’nin Nehri köyüne yerleşmiş muhtemelen Kürt olmayan bir Sünnî ailedendir. Osmanlı ve İran’ın en bunalımlı devrinde bu iki devletten çok himâye ve müsâmaha görmelerine rağmen oldukça çaplı ihanetler yapmşlardır. Başta Hakkari Nesturileri ve Yezidileri olmak üzere Türkmen ahâlinin sürekli olarak iki taraftada da mallarını gasbetmişlerdir. XX. yüzyılın başından itibaren de bunların soyları ve uzantıları İran-Irak-Türkiye üçgeninde Marksist ve İslâmcı çizgide Kürtçülük yapmaktadırlar. Meşhur isyâncı Bedirhanlar da bunlardandır. Musa Anter ve Zapsular da Bedirhanî Kürt Nakşisidir ve bir kolu da Nur Cemaatı’na kadar uzanmaktadır. Bir kısım Arvasiler, Necip Fazıl ve Menzil Cemaatı bu dînî görüşlerden etkilenmiştir. Millî Mücadele döneminde Kürt Teali Cemiyeti kurucusu Seyyid Abdülkadir Şeyh Ubeydullah’ın oğludur; Barzaniler de bu Nakşilerdendir. Bkz: Kaya Ataberk, Nakşî Kürtçülerin Birinci Kolu Nehrî Ailesi’nin Kısa Tarihi, Türk Solu, Sayı 439, 22 Şubat 2014; Melike Sarıkçıoğlu, İran Arşivlerine Göre Şeyh Ubeydullah İsyanı, SBD, C.3, Sayı 5, Haziran 2013. 551

Son zamanlarda İran’ın Fransa ve Almanya münâsebetlerine de bir parça temas etmek gerekiyor. Şah Nâsırüddin İngiltere ve Rusya’ya karşılık bu ülkeleri ziyaret ederek yeni bir dış siyaset oluşturmağa başladığını bilmekteyiz. İran’ın Herat kuşatmasında Fransa bu ülkenin ordusunu eğitmekle işe başlamıştı ve ülke içinde arkeolojik kazılar için izin imtiyâzı bile almıştı. İngiltere ve Rusya ağız birliği yapmışlarcasına bu işe karşı çıkmış, bunun üzerine İngiliz taraftarı Hacı Mirza Ağasi adlı görevliyi azletmiştir. Bunun üzerine Fransa sadece ticaret anlaşması yapmakla yetinmiştir. Almanya’ya gelince, Nâsırüddin İngiliz ve Rus baskılarından bir çıkış yolu olarak bu ülkeye müracaat etmiş ve yaptığı seyahatte dostluğu sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Bu münâsebetlerde Almanlar ile gizli anlaşmalar yapılmış ve ayrıca demiryolu imtiyâzı da verilmiştir. İngiltere ve Rusya bu münâsebetlerden de kuşukulanmış ancak her ikisine de verilen yeni imtiyâzlarla durum dengelenmeye çalışılmıştır. Bu durumda 1870’li seneler Osmanlı gibi İran’ın da siyasî ve ekonımik kriz seneleridir. İran’ın Rusya vbe İngiltere arasında sıkışıklığı hat ölçülere gelmiştir. İran durumu, 93 Harbi sonrasındaki Osmanlı’dan iyi değildi.1580 İran açıkça Rusya ve Avrupa devletlerinin her işi yaptırdığı bir ülke durumuna düşmüş, özellikle verilen imtiyâzlar karşısında devlet olmaktan çıkmış ve ülke meseleleri halk tarafından da bilinir olmuştu. İşte bu sebeplerle yer yer isyânlar çıkmış ve Nâsırüddin Şah bir mezar ziyareti sırasında 1 Mayıs 1896 tarihinde Mirza Rıza Kirmanî adlı bir kişi tarafından sui’kast sonucu öldürülmüştür. c) Çöküşü İran tarihinin önemli bir devresine damgasını vuran Nâsırüddin Şah’ın öldürülmesinden sonra aynı gün oğlu şehzâde Muzafferüddin tahta çıkmıştır. Yeni şah vehimli fakat o ölçüde merhametli bir kişiliğe sahipti, kendinden evvelkilerin aksine 1580 Kemal Beydilli, Osmanlı Araştırmaları XII, İstanbul, 1992, s.451. 552

Rusları sevdiği bilinmektedir. Bu sebeple Nâdir Şah’ın ileri görüşlülüğü ile tespit ettiği Rusya karşıtı politikalar terkedilmeye başlanmış ve ülke çarın yayılmalarına açılmıştır. Muzaferüddin Şah zamanında gelişigüzel borçlanmalar tavana vurmuş, halk büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır; bu sebeple millete kendini sevdirme çalışmaları da boş çıkmıştır. Babası zamanında Avrupa’ya açılma, aydınları uyandırmış, Osmanlı’nın meşrutiyet arayışları İran’a da kendini ısrarla kabul ettirmiştir. Eminüddevle’nin Oxford’da okumuş bir aydın olarak sadrazamlığa getirilmesi daha işin başında durumu belirlemiştir. Fakat kısa süre sonra bir umut olan bu zâtın azledilip Kum’da sürgün bulunan Eminü’s-sultan’ın sadrazam yapılması devleti tamamen Ruslara teslim etmiştir. Bu zât tamamen Ruslara sığınıp ülke gümrükleri karşılığında beş buçuk milyar istikraz yapınca ülke tamamen çarın mâlî boyunduruğu altına girmiştir.1581 Üstüne üstlük bir de şah İstanbul’u da kapsayan bir Avrupa seyahatine çıkınca bu dönemde zaten Ruslara meyyal olan sadrazam biraz daha vergileri artırarak halk üzerindeki baskıları tırmandırdı. Muzaferüddin Şah dönemi (1896-1906), biraz da zamanın eğilimi olarak meşrutî idârenin kapıları zorladığı ve başardığı bir devir olmuştur. Bu sebeple bu devir daha sonra tam büyük savaş ortamında işgâl altındaki eli-kolu bağlanmış İran Kaçar Hanedanı’nın ve ülkenin tam çöküş devresidir. Aynı Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Meşrutiyet ideolojisi ne yazık ki çöküş ve dağılmayı hızlandırmıştır. Tabiî olarak başka çare de bulunmuyor ve ülkede yayılan halk hareketlerine bir umut ışığı göstermek gerekiyordu; işte meşrutiyet heyecanı ancak bunu başarabilmiş, Osmanlı’nın aksine ülke Ruslar ve İngilizler tarafından tamamen ele geçirilmiş, tahtta bulunanlar ve aydınlara başka alternatif kalmamıştır. Bu sebeple Osmanlı’da II. Meşrutiyet bir askerî bürokrasi hareketi iken, İran’da tam bir halk hareketine dönüşmüştür. Şimdi biraz bu hareketleri açmamız gerekiyor. Şah Muzaferüddin zamanında Rusya ve İngiltere’ye verilen imtiyâzlar ülkenin tam olarak bağımsızlığını ortadan 1581 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.226. 553

kaldırmıştır.1582 İngilizlerin 25 Temmuz 1872’de kopardığı ilk ayrıcalık demiryolları imtiyâzıdır. Bu imtiyâz doğal kaynaklar ve madenlerden de yararlanma gibi hususları içine almakta, hatta orman ve su kaynaklarından faydalanmayı da yetmiş yıl müddetle kanunî hâle getiriyordu. Bu imtiyâzların siyaseten çok ses getirmesi ve Rusya’nın da baskıları sonucu daha sonra feshi cihetine gidilmiştir. Buna karşılık İngilizler başka taleplerle bu imtiyâzın kazançlarını yeniletmeyi başardılar. İngilizler 1884’de Buşehri’de petrol çıkarmaya başlamışlardı. Bu meyânda başka bir İngiliz şirketi Horasan hariç Azerbaycan, Mazenderan ve Gilân bölgelerinde yeni petrol çıkarma anlaşmaları yaptı. Dünyanın savaşa sürüklendiği XX. yüzyılın ilk çeyreğinde tabiî olarak petrolün önemi daha da arttığı gibi Petrol Savaşları bile başlamıştı.1583 Bunun dışında İngilizler akarsularda denizaşırı ulaşımı sağlayan 1901 Temmuz-Ağustos anlaşması ile ülkenin çoğunda telgraf imtiyâzlarını elde etmişlerdi. Bu son imtiyâz 1925 yılı Kaçar iktidarının sonuna kadar devam etmiştir. İran’da yoğun tartışmalara yol açan en önemli İngiliz imtiyâzlarından biri de Tömbeki idi; çünkü geniş halk kitleleri geçimini bu işle sağlamaktaydı. En az 200.000 kişi1584 tönbekiden geçimini sağlıyordu; üstelik imtiyâz alan şirket malı ihraç ederken gümrükten de muaf tutulmuştu. Tömbeki imtiyâzı başta Şiraz halkı olmak üzere dînî liderlerin büyük tepkisini çekmiş ve yönlendirdikleri kitlelere tütün kullanmayı yasaklamışlardı. Modern çalışmalarda İran’ı inkılâba götüren en önemli sebeplerden birinin tömbeki olduğu ileri sürülmektedir. Devlet protesto ve taleplere benzer olarak Osmanlı örneğinden başka bir şey gösteremiyordu. Bu sebeple çok geçmeden tömbeki meselesi geniş halk kitlelerini isyâna sürükledi. Şah, isyânları bastıramayınca 30 Ocak 1892’de imtiyâzı fesh etmek zorunda kaldı. 1582 Melike Sarıkçıoğlu, İran’da Nasreddin Şah Muzaferüddin Şah Dönemi’nde (1848-1907) İngiltere, Rusya ve Fransa’ya Verilen İmtiyazlar”, History Studies, Mart 2013, s.397-410. 1583 A.g.mk., s.403. 1584 A.g.mk., s.405. 554

İran Kaçar Türkmen Devleti

Rusların aldığı imtiyâzlar İngilizler kadar olmamakla birlikte geleneksel karşıtlık sebebiyle daha çok göze batıyor ve birçok bakımdan da Avrupa’dan saklanıyordu. Hazar Denizi’nin İran kıyılarında balıkçılık, Tiflis-Tahran Demiryolu Hattı, Banka kurma, Karabağ madenleri işletmesi, Gümrük gelirleri karşılığı istikraz, önemli kalemler olarak sayılabilir. Bu borçlanma karşılığı alınan para Muzaferüddin’in Avrupa gezilerinde kullanılarak karşılığında yeni ağır diplomatik tavizler verilmiştir.1585 İran üzerindeki sömürgeci siyasete geç de olsa Fransa da katılmıştı; fakat onların Rusya ile iş birliği yapması yine İngilizlerin işine yaramıştır. Bu sebeple imtiyâz elde etmede Fransa devre dışı kalmış ancak 1883’de Şuş civarında arkeolojik kazı yapmak ayrıcalığını elde etmiştir. Bu sayede 1905’e kadar Fransa bu ülkenin tarihi eserlerini Avrupa’ya kaçırmış ve şah halktan büyük tepki almıştır. Halkın memnuniyetsizliği, bu ülkede bir gelenek olarak ulemânın şiddetli muhâlefeti, Avrupa ve Osmanlı örnekleri, İran’da sür’atli bir rejim değişikliğini elzem hâle getirmiştir. 1585 A.g.mk., s.407. 555

Bu geniş ve büyük ülke, tarihi boyunca istibdâtla yönetlmiştir; artık gözü açılan halk ülkedeki fiilî sömürge düzeninin değişmesini ve kendisine de söz hakkı verilmesini talep etmekteydi. 2.500 yıllık monarşinin değişmesi ve işe yarasa da yaramasa da meşrutiyet ve demokrasi özlemi ulemâ ve halk hareketlerinin yegâne amacı olmuştur.1586 Esasen 1789 Fransız İhtilâli’ninden sonra Avrupa’ya paralel olarak İslâm dünyası ve İslâm ülkelerinde meşrutî idâre hatta imparatorluklar bünyesindeki milliyetlerin çözülerek Millî Devlet’e doğru hızlı bir gidiş olduğu gözlenmektedir; işte İslâm ülkelerinde meşrutiyet özlemleri biraz da bu süreci teşvik etmiş, sonucunda bu isteklerin sadece İslâm ve İslâm ülkelerine zararı dokunarak bugünkü devletçikler oluşmuştur. XX. yüzyıla girilirken İslâmîyet’in dinamizm kabiliyetinin İran’da da etkili olmaktan çıktığı bir gerçektir.1587 Türkmenlerin İranı’nda artık büyük bir değişim kapıları zorlamakta idi; 1876 Osmanlı Kanuni Esasi’si aynı millet ve mayanın oluşturduğu kitleleri ayağa kaldırmıştı. Yeni çalışmalarda Osmanlılardaki siyasî ve sosyal hareketlerin bu ülkede 1906 Meşrutiyet ayaklanmalarını tetiklediği görüşlerinin doğruluğu ortaya konmuştur. Bu durumda tıpkı Yeni Osmanlılar hareketi gibi hürriyet fikirleri öne çıkmıştır.1588 Bu yönelişler karşısında Muzaferüddin Şah’ın dahi II. Abdülhamid’in aksine Meşrutî idâreyi getireceğine dâir kuvvetli beyânlarda bulunması çok ilgi çekicidir. Meşrutî idâre hususunda şahın samimiyetine karşılık sadrazam Aynü’d-Devle aydınlara ve halka kuvvetle karşı koymuş ve olaylar önlenemez hâle gelmiştir. Birçok aydın din adamı ve ulemânın tutuklanması veya Kum’da göz altında tutulması Tahran’da büyük gösteriler ve protestolara yol açtı. Dileklerini şaha ileten gayri memnun kitleler böylece ihtilâlin fitilini ateşlemişlerdir. Ulemânın tavsiyesi ile başta Tahran ve Kum olmak üzere büyük şehirlerde esnaflar dükkanlarını kapatarak 1586 Selda Kılıç, İran’da İlk Anayasal Hareket “1906 Meşrutiyeti”, acikarsiv.ankara. edu.tr, s.144. 1587 Baykara, s.22. 1588 Selda Kılıç, s.146. 556

tavırlarını ortaya koydular. Tahran’dan büyük bir kitle İngiliz Elçiliği’ne ilticâ ederek ülkede Meşrutî idâre istediklerini bildirdi. Esâsında 1905 yılı modern İran Tarihi’nde tam bir dönüm noktasıdır; İngiliz Elçiliği olayından sonra Muhaceret-i Sagir (Küçük Göç) diye adlandırılan ulemâ, tâcir ve halktan oluşan bir topluluğun Şeyh Abdülâzim Türbesi’ne sığınması meşrutiyeti ateşleyen bir diğer husustur. Ayrıca Rus-Japon Harbi’nin İran üzerindeki etkileri ve özellikle ekonomiyi daraltması önemli bir diğer husustur.1589 Merkezde cereyan eden hâdiseler, kısa zamanda ülkenin her tarafında kuvvetle hissedilecek bir dağılma göstermiştir. Büyük şehirlerde sadrazama karşı olan öfke ülke sathında Kaçar Hanedanı’na yönelmiştir. İşin ilginç yanı Muzaferüddin Şah uzun süre bu önemli gelişmeyi görmemiş veya görmemezlikten gelmiştir. Günâhsız yere halktan veya öğrencilerden birçok insanın öldürülmesi asayişten sanılmıştır. Halk artık Tahran’dan, olay olmayan daha ücra köşelere “Büyük Göç”ü başlatmıştır. Şiî merkezli olarak başlayan Tahran göçü kısa zamanda büyük sayılara kavuşmuştur. Bu durum karşısında şah, sadrazamı azlederek aynı makama Mirza Nâsırüddin Mülk’ü getirmiştir. Daha sonra da Şah Muzaferüddin ilk İran Kanuni Esasisi’ni kabul ederek 5 Ağustos 1906 günü meşrutiyeti ilân etmek zorunda kalmıştır. Meşrutiyet ilânının metni İngiliz Sefareti’nin önünde okunarak mültecilerin tekrar mekânlarına dönmeleri sağlanmıştır. İran’da ilk siyasî parti, meşrûti idâre isteği ile 1892’de, önce Hovzayi Bidaran (Uyanıklar Teşkilâtı) sonra da İttihâd-ı İslâm adıyla Cemâleddin Afganî tarafından kurulmuştur.1590 Her şeye rağmen hasta olan şaha ülke genelinde güven duyguları bitmiş, sosyal hayat ve siyaset genellikle din adamları ve ulemâdan oluşan Fars aydınlarının eline geçmeye başlamıştı. Aslında 1925’teki dönüşümün temeli, 1906 Meşrutiyet hareketidir. 1589 Kaan Dilek, İran’da Meşrutiyet Hareketi ve Dönemin siyasî Gelişmeleri, Akademik Orta Doğu, C.2, Sayı I, 2007, s.57. 1590 Baykara, s.28. 557

1906 Meşrutiyet İnkılâbı’nda ülkede bulunan unsurlar da tam olarak kendini göstermişti. 1813 Gülistan Muahadesi ile İran, Gürcistan, Dağıstan ve Kuzey Azerbaycan’ı; 1828’de de Türkmençayı Antlaşması ile Nahcivan ve Ermenistan’ı Ruslara bırakmış, böylece Azerbaycan Kuzey ve Güney diye ikiye ayırılmıştı. Doğu Horasan (Herat) ise İngilizlerin egemenliği altında bulunan Afganistan’a terk edilmişti. Bu dönemde Kuzey Azerbaycan’ın Batılılaşması paralelinde Güney Azerbaycan da ayrılmaz bir parça olarak kuzey ve batıda Osmanlı’yı izlemiştir. Mirza Kâzım, Abbaskulu Ağa, Mirza Fetali, Mirza Şefi, General Kutkaşınlı gibi Türkmen aydınlar önderliğinde İran tarafında kalan Azerbaycan tamamen Batılılaşmıştı. Mirza Fetali doğu ülkeleri için bir düşünür, inkılâpçı ve edip idi. Melküm Han, Mirza Yusuf, İran’da ve Hindistan’da onun açtığı inkılâpçı okulun öğrencileriydi. Fetali Azerbaycan, İran ve Hindistan’a yenileşmenin derin felsefesini getirmiştir. Rusların yaptığı Bakü-Batum Demiryolu yenileşmenin batıya açılan yolu oldu. Azerbaycan bugünkü durumunu bile aydınların o yıllarda yaptığı çalışmalara borçludur. Orta İran’da Hemedan, Kazvin, İsfahan ve Kirman’da Türkmenlerin uyanışı, sosyal hareketlere iştirakleri Azerbaycan’dan daha az değildi. En geri bölge Sünnî Türkmen Bölgesi Sahra ise Türkmenistan ile birlikte daha ağır ve feodal bir yapıya sahiptir. 1906 Ekim ayında İran Meclis-i Şûrâ-yı Millî açıldı ve liberal görüşlü bir anayasa hazırlandı. Fakat Muzaferüddin Şah bu anayasayı tasdik ettikten iki ay sonra 9 Ocak 1907’de eceli ile öldü. Aşırı kargaşa ortamında yerine vakit kaybedilmeden oğlu Şehzâde Muhammed Ali Şah tahta getirildi. Bu zât tahta çıkmadan önce meşrutiyet lehinde nümâyişlere bizzat katıldığı hâlde iktidara gelince hudutsuz ve kontrolsüz yetkiler kullanarak tam bir istibdât hükümdarı olmuştur. Tac giyme törenine seçilmiş milletvekilleri davet edilmemiş, meclis açılışına nâzırlarını da göndermemiştir. Meşrutiyet Meclisi her türlü kötü durumu detaylarıyla biliyordu, bu sebeple şahın borçlanma taleplerini reddetti; istikrazların istiklâli zedelediğini düşünerek, 558

sarayın masraflarını durdurduğu gibi, vergileri düzeltmek, millî bir banka kurmak ve tehlikeli yabancıları sınır dışı etmek gibi çok önemli meseleri ele aldı.1591 Buna karşılık Muhammed Ali Şah Meclis’i lağvetmek istiyordu; Nisan 1907’de yenilik taraflısı sadrazam Muşüddevle’yi, istifa ettirip kendi kafasında olan istibdât yanlısı Eminü’s-sultan’ı makama taşıdı. Yeni sadrazam istikraz taraflısı ve İran’dan kovulmuş bir şahsiyet olarak yeniden davet edildi. Bu sebeple Reşt’te İran toprağına ayak bastığı zaman şiddetli protestolara uğradı. İran’da Nâsırüddin zamanında başlayan borçlanma ülkeyi ciddî bir ekonomik krize sokmuş durumdaydı. Şah nâmına ithâl edilen silâhlara Tebriz’de halk el koymuştu; Fars’ta şahın kardeşi taht dâvâsına kalkmıştı. Fakat Nihavend’de şah güçleri ile üç günlük çarpışmadan sonra mağlup olup tutuklandı. Türkmenlerin başkenti olarak Tebriz tam olarak hürriyet merkezi durumuna gelmiş âdetâ bütün ülkeye cesâret veriyordu. Tebriz milletvekilleri Tahran’a gittikleri zaman çok itibar görüyorlardı; çünkü onlar edebiyat hareketleri ile meşrutiyetin hem başı hem de ruhu olmışlardı. Her şeye rağmen Rusya bir türlü İran’in iç işlerinden elini çekmeyerek şaha meşrutiyeti ortadan kaldırması için maddî ve silâh yardımı yapıyordu. Bir sui’kast sonucu Tahran’da Azerbaycanlı bir Türk tarafından öldürülen Abbas Aka adlı milletvekili için Farslar, Türk İranî Nejat deyimini ortaya atmışılardı ki bu bu Farsları yaratan Türk soyu anlamındadır. 31 Ağustos 1907’de İran’ı taksim eden Rus-İngiliz Antlaşması imzalandı; buna göre Tahran’ın kuzeyi Rusya’nın, Şiraz ile güney vilâyetler de İngilizlerin nüfûz bölgesi oldu.1592 Durumdan haberdâr olan ülke aydınları sokaklara döküldü ve günlerce devam eden protesto olayları başladı. Tebriz’de 8.000 gönüllü silâhlanarak ihtilâl bayrağını açtı, şah kuvvetleri komutanı Rahim Han bunlara katiyyetle yaklaşamadı. Ne yazık ki Türkmenlerin Kaçar hanedanı Avrupalıların gözünde tam 1591 Rıza Nur, s.237. 1592 Rıza Nur, Türk Tarihi, s.239. 559

olarak Doğu despotları durumundaydı. “Teoride şiddet, idâre, vergilendirme ve yargılama araçları şahın tekelindeydi.”1593 Bütün olumsuz gelişmelerle birlikte Şah Muhammed Ali, iyi bir eğitim görmüş babasından kalma sadrazam Nasirü’l-Mülk’ü azlederek, boynuna zencir taktırmış ve sarayın zindanına attırmıştır. Azledilen sadrazam Karagözlü uyruğundan bir Türkmen ve Oxford’da eğitim görmüş vatansever bir insandı. İngiliz kültürü aldığı için İngilizler onu hapisten ve îdamdan kurtardılar, böylece eski sadrazam çareyi Avrupa’ya kaçmakta bulmuştu.1594 Meşrutî idâre kağıt üzerinde kalmaya devam ederken mollalar, Babiller ve baldırı çıplaklar tarafından yoğun nümâyişler başladı ve mollalar Meclis aleyhinde vaazlarını sokaklara kadar döktüler. Şah bunlara karşı Rusların himmetiyle teşkil edilen ve ileride yeni bir hanedan yaratacak olan Kazak Alaylarını devreye koydu. Silâhlanmış olan halk Meclis’e hücum etti, buna karşılık şah sadece Meclis’in geçici olarak dağıtılmasını teklif etti ise de dinleyen olmadı ve Kur’an üzerine yeminli kitleler ihtilâl görüntülerini sergilemeye devam etti. İş tamamen Kaçarlılığa dökülmüş ve hanedandan böyle olması lâzım geldiğini yüksek sesle ifâde etmiştir. Mürteci isyân, Meclis’in feshini sağlayamadı ama Tebriz menşeli birkaç önemli milletvekili azledildi. İsyân ve müdafaa Tahran’dan taşraya doğru dalga dalga yayılmaya başlamıştı; Tebriz’e başta olmak üzere özellikle yabancı elçiliklere telgraflar çekilerek Meclis’in korunacağı ve bu husus için “Kur’an” üzerine yemin edildiği her tarafa ilân edildi. Hatta Kur’an üzerine Meşrutiyet için yemin eden bir şahsın şŞah olamayacağı yüksek sesle ortaya kondu. Tahran’daki Azerbaycan alayları da boş durmuyordu; Meclis’e saldırıda bulunulursa Tebriz ve çevresindeki Türkmen bölgelerinde evlerinin yakılacağını, ailelerinin katliam edileceğini bildirdi. Hatta bununla da yetinilmeyerek Tebriz’den 1.000 süvâri fedâî ile Kazvin’den 300 gönüllü kişi Tahran’a gönderildi. Bunları gören şah yollara yatmış 1593 Ervard Abrahamıan, Modern İran Tarihi, Terc. Dilek Şendil, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2008, s.12. 1594 Rıza Nur, s.240. 560

ve Meclis’in arzusunu kabul ile yeniden Meşrutiyet’i koruyacağına dair yemin etmiştir. Sadü’d-devle ile Emîr Bahadır, şahın yanından uzaklaştırıldı ve Kazakların idâresi saraydan alınıp Harbiye vekâleti emrine verildi. Baldırı çıplakların ve mürtecilerin cezalandırılması kararlaştırıldı. Fakat artık vaziyet o hâle gelmişti ki bundan böyle Muhammed Ali’nin tahtta oturması mümkün değildi. Zaten vilâyetlerden gelen telgraflar ondan şah değil, Muhammed Ali Mirza diye bahsediyorlardı. Dolayısıyla hâl’ edilmesinden başka çare görülmüyordu. Veya Meşrutiyet isyân ve protestoler ile tartışılmaya devam edilecekti. Bu durumda ülkenin tamamen yabancıların hâkimiyetine girmesini istemeyen akl-ı selim kişiler şah ile Meclis’in arasını bulmak için pek çok gayret sarf etmiştir. Sarayın güvenliği tamamen Rus Kazak Alaylarının eline geçtiğinden şahın kardeşi Şûâü’s-saltana ile şah aşîreti olan Kaçar aşîreti reisi ihtiyar Azdü’l-mülk de bu hususta çalışarak hanedanı ayakta tutmaya ve Meclis ile aralarındaki meseleleri hâlletmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar. 1908’de Şubat ayında Tahran sokaklarından birisinde Muhammed Ali Şah’ın otomobiline bomba atıldı. Otomobil parçalandı, bir mâbeyinci öldü, şah sağlam kurtuldu; fakat pek korkmuştu. Ertesi gün yine o mevkiide bir toprak yığını arasından bir bomba daha patlayarak iki kişi öldü. Bu hareketleri mürteciler meşrutiyetçilere atfediyor, hürriyetperverler ise bunun şah ile Meclis arasında uyuşma imkânını gidermek için mürteciler tarafından tertip edildiğini iddia ediyorlardı. Hattâ işin bir Rus Yahudisi ve Muhammed Ali’nin gençliğinde muallimi, şahlığında lânet perisi olan Şapşal Han tarafından tertip edildiği de söyleniliyordu; hattâ bizzat şah tarafından yapıldığını iddia edenler de vardı.1595 Meclis ile şahın arası oldukça gergindi; ihtiyar Azüdüddevle iki taraf arasında anlaşmazlığı çözmek için uğraşmaktaydı. Şah ihtilâl gazetelerinin aleyhinde yazı yazmamalarını talep ediyor, Meclis ise şahın etrafında ve en şedit mürtecilerden olan Bahadır Cenk, Şapşal Han, Mufahharü’l-mülk, Emînü’l-mülk, 1595 Rıza Nur,Türkiye Tarihi, s.242. 561

Mukarrü’s-saltana ve Mücellü’s-sultan gibi entrikacıların uzaklaştırılmasını istiyordu. Nihâyet iki taraf da aynı zamanda birbirinin şartlarını kabul ettiler. Matbuatın lisânı bunun sonucunda yumuşadıysa da şah yine yanındakileri uzaklaştırmamakta ısrar etti. Nihâyet hükümet hanedanından birçok zâtın da gayretiyle 1908’in Haziran ayında şah inadından vazgeçti. Uzaklaştırılan şahıslar çok uzağa gitmediler; Emir Bahadır Cenk Rus sefârethânesine sığınırken Şapşal Han Rus Kazak Alayı Komutanı Miralay Liyakof emirine girdi, şah da açıkça Kazak güçlerinin himâyesine müracaat ederek tam onların tarafında yer aldı. İngiltere Rusya’nın fiili dahline çok ses çıkarmadı ve dolayısıyla şahı korumak için teşkil edilmiş olan Kazak Alayı’nı onaylamış oldu. Hatta bununla da yetinmeyerek Rus ve İngiliz sefirleri ağız birliği etmişçesine Muzafferüddin Şah’ın hayatının tehlikede olduğunu ileri sürerek hükümet ile müzâkereye girmek istedilerse de hükümet ancak sefirlerle hâricî meseleler konuşulabileceğini söyleyip bu teklifi reddetti. Buna karşılık Rıza Nur’a göre Rus sefiri İran hariciye nâzırını açıkça tehdit etti. Şaha zarar gelmesi hâlinde Rusya’nın ona yardım edeceğini, İngiltere’nin de buna muvafakat ettiğini bildirdi. 2 Haziran 1908’de cereyan eden bu hâdise hazırda olan İngiliz ve Rus sefirleri tarafından tel’in edildi. Şahın Kazak askerleri şehre dağılıp rastgele silâh atmaya başladı. 300 Kazak ve iki top Millet Meclisi’ni kuşattı. Halk, Meclis civârına toplanmıştı ki bu esnâda şah meydana çıktı. Kazak Fırkası koruması altında ve işbirlikçi Şapşal Han elinde kılıçla şahın yanındaydı. Bunlara Kazak kışlasından Rus Miralayı Liyakof bir Kazak müfrezesiyle gelip iltihak etti. Olay halk tarafından ancak iki saat sonra öğrenilebildi. 1.000 gönüllü toplanıp kale kapılarının kapanmasını, şahın indirilmesini istedilerse de Takîzâde ve diğer bâzıları bunları güç belâ vazgeçirdiler. 4 Haziran’da şah, bir Kaçar reisi vasıtasıyla Prens Celâlü’d-devle, Alâü’d-devle, vezir-i hümâyûn gibi en mühim meşrutiyetçi ricâli bâzı müzâkerelerde bulunmak üzere Bağ-ı Şâhî’ye dâvet etti. Bunlar önce gitmemek istedilerse de sonra gittiler. Dönüşlerinde bunları Kazaklar tevkif etti ve 562

ancak bir tanesi kaçabildi. Bu durumda Meclis fevkalâde endişeye kapıldı ve mevkufların serbest bırakılması talep edildi. Ertesi gün şah telgraf hatlarını kilitletti. Adamları Ruslardan fevkalâde yardım görüyorlardı. Fakat Rusya’nın tehdidi üzerine aydınların düşüncesi gâlip gelip Meclis şah aleyhine silâhlı hareketten vazgeçti. Şah 3 Haziran 1908’de ansızın Tahran’da kale haricindeki Bağ-ı Şâhî’ye firar etti. İki alay, yani 2.000 asker Meclis’in vilâyetlerle muhaberesini kesti. Örfî idâre ilân edildi. Bazı tevkifler daha yapıldı; Tahran valisini azledip müthiş Meşrutiyet düşmanı bir vali tâyin edildi. Harbiye nâzırı ile muavini de meşrutiyetçilere silâh verdiklerinden hapsedildiler. Tahran tamamen Rus Kazaklarla dolmuştu. 11 Haziran’da şah Meclis’e bir ültimatom göndererek câmiye toplanmış olan halkın dağılmasını, aksi takdirde silâh kullanılacağını bildirdi. Halk ve gönüllüler dağılmak istemediler; fakat milletvekilleri bunları ricâ ile dağıttı. Binlerce kişi hiç dağılmak taraflısı değildi ve bunların çoğu Tebrizli silâhlı kişilerdi. Meclis de halkı dağıtmak ve hafif direneşe çekmek sâretiyle kendi bastığı dalı kesiyordu. Tek kelime ile durum hiç iyi değildi. Rusya’nın fiili müdâhelesi ve işgal korkusu Meclis’i ılımlı görünmeye sevk ediyordu. Mehdî Kâvküş adında bir Türkmen fedâî Meclisi kendi hâline bırakarak evine gidemeyeceğini, artık karısının yüzüne bakamayacağını söyleyerek meydanda intihar etti. Durumdan vazife çıkarması gereken şah, Rus görüşlerine kapılarak baskılarını artırdı. Hatta bâzı mebusların sürülmesini, matbuata sansür konulmasını istedi ve şehirdeki silâhları Bağ-ı Şâhî’ye taşıttı. 17 Haziran’da dükkânlar kapandı, halk Meclis civârına toplandı; esnaf, amele ve tüccar cemiyetleri ve encümenler Meclis’ten bir toplanma ve sığınma yeri istediler. Meclis Bahâristan’ın yanındaki câmiye silâh getirmemek şartıyla gelmelerine muvafakat etti, fakat vilâyetlerde ihtilâl durdurulamadı. Hele Tebriz telgrafla şahı hâl’ ettiğini bildirdi ve Tahran’a imdâda 300 asker gönderdi. Bunlar arasında meşhur Settar ve Bâkır Han vardı. Şah hâlâ Meclis’i ve halkı aldatıyordu.; mutedil görünüyor fakat zâlimlikten 563

de geri kalmıyordu. 23 Haziran’da sabahleyin 1.000 kişilik bir Kazak asker kuvveti Meclis’i kuşattı. İsteyeni Meclis’e bıraktılar; fakat Meclis’den dışarı kimseyi çıkarmadılar. Şahın sürülmesini istediği milletvekilleri Meclis’te bir odada birleşmişler, müzâkere ediyordu. Hâdiseyi telefonla ulemâya bildirdiler. Seyyid Tabâtabâî gibi birçok vekil Meclis’e koştu. Mebuslar Kazak Kumandanı Kasım Aka’yı çağırıp ne istediğini sorduklarında, halkı dağıtmak için emir aldığını söyledi. Mebuslar halkı kendilerinin dağıtacağını söyledilerse de zâbit kabul etmedi. Biraz sonra Liyakof altı topla gelip bunları önemli noktalara yerleştirdi. Bu esnada fedâîler atına binmekte olan Liyakof’u bir kurşunla vurmak istediler. Mebuslar Rusya’nın müdâhelesini icâp ettirir korkusuyla müsaade etmedi. Şapşal Han da ancak bu şekilde canını kurtarabildi. Derhal toplar Meclis ile yanındaki câmiyi dövmeye başladılar. Bunu gören Meclis önündeki 50 hükümet askeri silâhlarını millî gönüllülere teslim ederek onların arasına girdi. Kazaklar da kaçmak istedilerse de zâbitler bunların birkaçını vurdu. Bunun üzerine Kazaklar silâhlarını tüfenkdârlar üzerine çevirdi. Millî gönüllülere tüfenkdâr, veya tüfengî deniyordu. Bu ateş 10 tüfenkdârı yere serdi. Bunun üzerine onlar da ateş etti. Topların üçünü işlemez hâle getirdiler. Diğer üç topu da Encümen-i Azerbaycan, Encümen-i Muzafferî fedâkârâne bir hücum yapıp almak istediyse de Kazakların önünden çekilmeye mecbur oldular. Milliyetçiler silâhlı olarak ancak 100 kişiydi ve her birinin de ancak 50-100 fişengi vardı. Müthiş şarapnel ateşine rağmen müdafaa yedi saat sürdü. Meclis ve câmi tamamıyla tahrip edildi. Gönüllüler maktul veya esir düşerken vekillerin çoğu Osmanlı ve İngiltere elçiliklerine sığınmaya muvaffak oldu. Takîzâde İngiltere Sefarethânesi’ne kaçabildi; altı mühim vekil yakalanıp öldürüldü. Şahın halazâdesi Zahîrü’s-sultan da siyaset meydanına götürülmüş ise de anası intihara kalktığından îdam edilmedi. İtibarlı seyyidler, mollalar, hapis ve îdam edildi. Kimisi de işkence ile öldürüldü, günlerce bu katliam devâm etti. Önemli şahsiyetler, hattâ hanedana mensup bâzı kimselerin konakları 564

topa tutuldu. Rus komutan Liyakof büyük bir yağma yaptırdı. Birçok değerli kitaplar ve antika ele geçirip Avrupa ve Rusya’ya taşındı. Muhammed Ali’nin Tahran’da istediği olmuştu; fakat Azerbaycan dik durmaya devam ediyordu. Tebriz, Rus, Ermeni ve Gürcü ihtilâlcilerinden ders alıyordu ve isyân hâlindeydi. Burası Tahran’dan daha önemli idi; ileri günlerde şah Tebriz’i de muhasara etti. Fakat Tebriz başından itibaren hürriyet bayrağını tam on ay daha dalgalandırmaya devam etti. Settar ve Bâkır Hanlar bu bu direnişlerin kahramanlarıdır. Bunlar şah askeriyle birçok sokak muhârebesi yapmışlardır. İhtilâlciler Tebriz’in otuz mahallesinden yalnız ikisini elde bulunduruyordu. Nihâyet şehrin büyük bir kısmı ele geçirilince yol için erzak alıp dışarıya taştılar. Sonra bu yol Rusların yardımıyla şah askerinin eline düşüp Tebriz tam bir surette kuşatılmış oluyordu. Rus generali Türkmenlere şirin görünmek için Çulfa yolunu açtı ve böylece Tebriz açlıktan kırılmaktan kurtuldu. Tebriz olaylarında şahın askerleri Rahim Han’ın Türkmen Şahseven aşîretiydi. 1908 Temmuz’unda Osmanlı’da Meşrutiyet ilân olununca İran’da Farsların da yüzü gülmüştü. Tahran’da Osmanlı Sefârethânesi’nden bu haberi alan Acemler ve Türkmenler sokaklara yaftalar yapıştırıp: “Eğer şah yola gelmezse Osmanlı padişahını tanıyacaklarını” ilân etmişlerdi. Zamanın kaynakları Osmanlı’da II. Meşrutiyet ilân edilmeseydi İran mutlakiyetinin devam edeceği görüşündedir. Nâdir zamanında yumuşayan Sünnîlik-Şiîlik dâvâsı Efganî’nin çalışmaları ve son olaylarla çok zayıflamıştı. Osmanlı ve İran Türkleri’ni ayıran Sünnîlik ve Şiîlik belâsını kaldırmaya çalışanlar arasında Efganî’den sonra Prens Hacı Şeyhü’l-reis’in de adı çok geçmektedir. Bu zât İttihâd-ı İslâm adında ve bunun gibi daha birtakım eserler neşretmiştir. Bu iki devletin, İran ve Osmanlı’nın, Rus yayılmacılığı karşısında menfaatlerinin müşterek olduğu artık anlaşılıyordu. Hele Türkmen olan Azerbaycanlılar bunu pek iyi anlıyordu. Rus kamasının önce kendilerini katledeceğinin şuurundaydılar. Rusların İran’a girmesi ile Osmanlı Devleti’ne girmesinin hiçbir farkı yoktu. Rıza Nur’a göre Tebriz Türkmenleri 565

de Şiîliği sonradan öğrenmişlerdir. Yoğun siyasî olaylar içinde şah meşrutî bir padişah olmaktansa Rusya hükmü altında yaşamayı tercih edeceğini açıkça söylemeye başlamıştı.1596 Tebriz’in meşhur müdafaası esnâsında bir Rus kıt’ası Azarbaycan’a girdi; aynı yılın Eylül ayında Rusya ve İngiltere’nin tavsiyesi ile şah Meşrutiyet’e benzer bir şey ilân ettiyse de herkes bunu maskaralık olarak düşündü. Mürteciler yine şahın teşvikiyle bunu da protesto ettiklerinden şah yeni tedbirlerden de vazgeçti. Bunun üzerine Kerbelâ ve Necef müctehidleri şaha pek şiddetli mektuplar yazdı. 1908 Kasım’da Tebrizlilerin Kazaklara da galebesi vilâyetleri canlandırdı. Reşt, Esterâbâd ve Meşhed’de isyân hazırlıkları görülmeye başlandı. 1909’da Bahtiyarîlerin yardımıyla İsfahanlılar zâlim valilerini kovdu. Bahtiyarîler, İsfahan’a girip halka iyi muamele etti. Mebuslarını seçmelerini, meşrutî idâre kurmalarını bildirdi. Bu hareket aynı yılda Reşt’te de yapıldı. Tebriz ve Lâr şehirleri de aynı idâreyi kurmuşlardı. Tebriz hâlâ dövüşüyordu; fakat Rus askeri gelip Tebriz’i zaptetti. Nihâyet 3 Mayıs’ta Bahtiyarîler umumî bir ihtilâl yapıp şahtan Meşrutiyet ilânını, fenâ adamların yanından tardını istediler. Şah bu teklifleri kabule mecbur oldu; fakat tatbikata yanaşmadı. Bunun üzerine Lûristan Dağları’nda oturan Bahtiyarîlerin reisi Samsamü’s-saltana 1.000 asker ile Tahran üzerine yürüdü. Arkadan da Reşt ahâlisi Tahran’a hücûm etti. Şah âciz kalıp Rus Elçiliği’ne sığındı. Yeni durum üzerine derhâl bir geçici hükümet toplandı ve 16 Haziran 1909’da şahı tahttan indirip yerine oğlu Ahmed Şah’ı getirdiler. Ahmed küçük olduğundan Kaçar aşîretinin reisi ve herkesin itimâdını kazanmış olan Azdü’d-devle nâib tâyin olundu; Muhammed Ali Rusya’ya kaçtı ve Kırım’da ikamet etmeye başladı.1597 İran’ın bu devresine müsamahalı bir ifâde ile Fetret Devri1598 diyorlar ama buna katılmak mümkün olmadığı gibi Çöküş Devri olarak nitelemek bile hafif kalır. Çünkü devletin sefil halk 1596 Rıza Nur, s.244-45. 1597 A.g.e., s.248. 1598 Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi, s.482. 566

tabakaları ve adından başka bir şey kalmamıştı; devrik şah bile açıkça Rusya taraflısı olduğunu ifâde ettikten ve başka bir ülkeye sığındıktan sonra bunu Fetret gibi yumuşak bir deyişle ifâde etmek mümkün değildir. Devleti temsil edenlerin bile ihânete varan tutumları açık olan bir ülkede, esâsen devletten de bahsetmek mümkün değildir. Ekonomik iflâs dahi istiklâlden bahsedilmeyen bir ülkede mesele olarak görülemez; İran Devleti Rusya ve İngiltere tarafından fiilen paylaşılmış, ülke bunların elçileri tarafından idâre edildiği gerçeği karşısında başka bir şey söyleme imkânı kalmamıştır. Ahmed Şah babasının hâl’ edimesinden sonra henüz on bir yıl, beş ay, yirmi altı günlük iken niyâbet altında şah oldu. İlk Saltanat Nâibi Esedü’l-Mülk, son nâibi ise Oxford mezunu Nâsırü’l-Mülk Karagözlü’dür; Haziran 1914’ten sonra ise nâibsiz şah olmuştur.1599 Niyâbet görevi yapan iki şahsiyet de Kaçar ve Türkmen asıllı hanedana mensup insanlardı. Borçlanma yapılmadan devletin ayakta durması mümkün olmadığından II. Meclis açılır açılmaz %7 faizle 1.111.100 İngiliz lirası tutarında istkraz yapılmış ve devletin bütün gümrük gelirleri teminat olarak gösterilmiş, arkasından İngiliz destekli Bank-ı Şahinşahi’den 1.250.000 İngiliz lirası %5 faizle liman, gümrük ve telgraf gelirleri karşılığı bir borçlanma daha yapılmıştır.1600 Artık bu noktadan sonra devletin bağımsızlığı tam olarak tartışılır hâle gelmiştir. 1911’de devrik Şah Muhammed Ali, Rusya’nın yardımı ile Horasan’dan ülkeye girmek istemişse de başaramayarak tekrar Kırım’a dönmüştür. 1912’de İran, Amerika ile münasebete geçmiş ve malî işleri düzeltmek amacıyla bu ülkeden uzmanlar getirtmek istemiş, fakat İngiltere ile Rusya’dan korkusundan sonradan bundan vazgeçilmiştir. I. Cihan Harbi yaklaşması üzerine Rusya ve İngiltere hükümetleri verdikleri notalar ile İran’ın malî ve askerî işlerini tamamen kontrolleri altına almışlardır. Bu baskılar sonucu Meclis çalışamayınca kapanmış 1599 Yılmaz Öztuna, Hanedanlar, s.804. 1600 Karadeniz, s.481 567

ve artık meşrutiyetçi ve eski idare taraftarı olmak üzere çeşitli partiler ortaya çıkmıştır. Rus ve İngiliz müdâhaleleri sonucunda tam onların istediği özellikteki bir hükümet ile savaş ortamına dayanılmıştır. Bu iki mütecâviz ülke bir an evvel İran’ı paylaşmak istiyordu. Nitekim kısa süre sonra Ruslar Tebriz, Erdebil ve Kazvin’i işgal ederken, İngilizler Buşir, Şiraz ve İsfahan’a Hint askerleri getirdiler. Her ikisinin de bahanesi sefârethânelerini güvenlik altına almaktı.1601

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlıların İran Harekâtı1602

Ahmed Şah çok genç ve o derecede de tecrübesiz bir kişiyiydi. Bu sebeple nâibsiz idâre ettiği dönem evvelki devreden de beterdi. İran, I. Cihan Savaşı başlayınca başbakan Mirza Hasan tarafından kurulan hükümet, tarafsızlığını ilân etti ise de gücü olmayan bu devleti kimse ciddiye almadı.1603 İktidar Nâib Karagözlü’nün elinde bulunuyordu, bu sebeple Ahmed Şah, Kaçar Hanedanı’nın en şanssız son hükümdarı olarak tacını istiklâli olmayan ve dağılmış bir ülkede taktı. Esâsen asâleten oturduğu tahtta yapacak hiçbirşey de kalmamıştı. İran’ın Rusya ve İngilizler tarafından fiilen işgal edilmesi karşısında Osmanlılar eski günlerini hatırlayarak Teşkilât-ı 1601 Rıza Nur, s.249. 1602 ATASE, Krokiler. 1603 E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.IX, TTK, Ankara, 1996 ,s.488. 568

Mahsusa kuvvetleri ile 7 Ocak’ta Urmiye ve 12 Ocak’ta da Tebriz’e girdi;1604 arkasından bir kısım düzenli kuvvetler 5 Nisan 1915 günü Azerbaycan istikametinden Rumiye’de İran topraklarını işgal etti; Enver Paşa’nın I. ve V. Seferi Kuvvetleri de Musul’dan istikamet değiştirerek aynı güçlere iltihak etti.1605 Rauf Orbay, Kirmanşah üzerinden 18 Haziran 1915’te batıda bulunan Kirint’e ilerledi. Kuzeyde Rusların aşağısında Osmanlılar ile araya küçük bir Alman birliği yerleşmişti. Kâzım Bey riyâsetinde bir heyet Afganistan’a gitmiş, onları İngilizler aleyhine yardıma çağırmıştı. 1915 yılı sonunda Osmanlılar, İran’ı Rusya ve İngiltere tarafından işgal edilmiş bir Türk ülkesi olarak kabul etmiş, ordu Irak-ı Acem’den sonra Hemedan ve İsfahan’a kadar ilerlemişti.1606 İran harekâtı ve Rus emellerini her nedense Türkiye’de bizler iyi bilmeyiz. Halbuki Çarlığın açık denizlere açılma siyaseti Grandük Nikola tarafından büyük savaşta uygulanmaya konulmuş ve Bağdat-Musul-Diyarbakır-Harput-Malatya hattını zaptederek İskenderun-Mersin’e inmek esas alınmıştır. Buna karşılık yukarıdaki krokiye göre Enver Paşa tam bir ileri görüşlülük ile Hemedan-Tebriz-Erzurum-Batum hattını tutmaya çalışmıştır.1607 İran’a sayıca az bir kuvvetle girilmiş hatta Sarıkamış Harekâtı için III. Ordu bakiyyeleri toplanmıştı. Rus kuvvetleri de kalabalık değildi, fakat Türk gücünün azlığını tahmin etmiyorlardı. Kirmanşah’da İngilizler sıkışıp da Hanikin’e kaçmaya başladıkları zaman Rusların İngiliz zoru ile bu tarafa yönelmeleri Kûtulamâre’nin sonucunu değiştirmemiş ve 26 Nisan 1916’da General Tawnshend teslim olunca1608 İran cephesi biraz daha rahatlamıştı. Bu rahatlık içerisinde Kirinti adı verilen Kirmanşah taşrası tamamen düşmüş, Ruslar Hanikin’de Şevket Bey komutasındaki Osmanlı müfrezesi ile mücâdele 1604 Karal, s.490. 1605 Fevzi Çakmak, I.Dünya Savaşı’ında Doğu Cephesi, ATASE Yay., Ankara, 2005, s.85. 1606 Rıza Nur,Türkiye Tarihi, s.250. 1607 Fevzi Çakmak, a.g.e.,143. 1608 Halil Paşa (Kut), Bitmeyen Savaş, Taylan Sorgun, 7 Gün Yay., İstanbul ,1972, s.185. 569

edememiş, bundan sonra Almanların da isteği ile Enver Paşa İran’da Ruslar üzerine hücum emrini vermiştir.1609 Osmanlıların İran Harekâtı dikkatlice incelenirse Nikola’nın hayâllerinin nasıl suya düştüğü daha rahat görülebilecektir.

I.Dünya Savaşı’nda Osmanlıların İşgal Ettiği İran’da Açılan Küçük Zabit Mektebi Öğrencileri1610

Savaş ortamında İngiltere ve Rusya Ahmed Şah’ın hayatını garanti ederek Tahran’da kalmasını isterken, dışarıya gitmesi hâlinde 30.000 tümen maaş vermeyi, karşılığında ise onların istediği hükümeti kurmayı şart koşan bir anlaşmayı kabul ettirmişlerdi. Çok geçmeden 1907 yılında tarafsız bölge olarak kabul edilen yerleri işgal etmek için 1915’te bir anlaşma daha imzalatmışlardı.1611 Bu anlaşmaya göre Rusya Kazvin’de 11.000 kişilik bir ordu konuşlandırırken İngiltere de güneyde Asayiş Birlikleri kurmuş, devlet mâliyesi bu iki ülkenin tasarrufuna bırakılmıştı. Millî Savunma Bakanı Veli Han, şahın İsfahan’a gitmesini 1609 Fevzi Çakmak, ATASE, s.144. 1610 Harp Mecmuası, TTK, Ankara, 2013. 1611 Faruk Sümer, Kaçarlar, s.52; Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi, s.489. 570

kabul ettirmiş, o zaman da Ruslar Tahran’ı işgale kalkmıştır. İki büyük siyasî parti Demokratlar ve Muhafazakârlar birlikte hareket ederek daha emin yer olan Kirmanşah’a geçerek burada Türkler ve Almanların himâyesinde ve Vali Hüseyin Kuli Han başkanlığında milliyetçilerden oluşan geçici bir millî hükümet kurmuşlardı. Yıllardan beri İran’da İngiliz-Rus hatta Fransa rekabetine girmeyen Almanlar Osmanlılar ile yarışmaya başladı. İran ordularını eğiten ve kısa zamanda başarılı olan Türk Genelkurmayı Millî Güçler’e Almanların karışmasını katiyyetle istememiş, böylece diğer iki müttefik arasında birçok yerde görülen anlaşmazlık burada da zuhur etmişti. Alman asıllı Liman von Sanders Paşa savaşa girildiğinden beri sonucun batıda alınacağını, İranıların savaşçı olmadığını, gönderilen kuvvetlerin geniş ülke topraklarında eriyip gideceğini savunuyordu.1612

1.Dünya Savaşı’nda Kirmanşah’da Türk Ordusu1613

1612 Enver Ziya Karal, s.490 1613 Harb Tarihi Mecmuası, Sayı 16, s.56. 571

İran Milliyetçi Direniş Hükümeti dört ay kadar ömürden sonra İngilizlerin baskıları ile merkezî hükümet olarak devam etmesi kaydıyla Harbiye Nazırı Veli Han’ın eline geçti ve başbakanlığa Mirza Hasan Han getirildi. İngilizler bu oluşuma yıllık 10.000 İngiliz lira yardım etmeyi taahhüt etti.1614 Osmanlı Kafkas Ordusu’ndan oluşturulan Nuri Paşa kumandasındaki İslâm ordusu Mayıs 1918’de Bakü’yü aşmış, Dağıstan’a dayanmış bulunuyordu.1615 İran’da her şeye rağmen ileri harekâtı süren Osmanlı ordusunun Tahran’a yaklaşması üzerine İngilizler de teşkil ettikleri asayiş kuvvetleri ile Belucistan ve Kirman’ı Almanlardan temizleyerek İsfahan’a yaklaştı.1616 Türk birlikleri karşısında 8.000 kişilik Rus Kazak Birliği ve 7.000 civarında da Jandarma bulunuyordu; Türklerin asker gücü de ancak bu kadardı. Osmanlıların İttihat Terakki iktidarına ait sivil güçlerle büyük bir misyoner çalışması yapılmış ve Dilman bu sûrette ele geçirilmişti. Enver Paşa’nın amcası Halil Kut’un yazdıklarına göre, müttefik Almanlara rağmen Kirmanşah-Hemedan-Tahran-Afganistan-Hindistan harekâtının sorumluluğu tamamen Harbiye Nazırlığı’ndan gelen Enver Paşa emirlerine uyularak yapılmıştı.1617 İran içlerinde evvelâ Kaşgaylar ayaklanmış, arkasından Şiraz uyanışa iştirak etmiştir; lâkin Türk ilerleyişi evvelâ Rusları telâşa soktu ve Kasım ayı başlarında Baratof’a Kazvin’de 19.000, Enzeli’de 4.000 takviye yapıldı. Bu safhada ilk Osmanlı saldırısına karşı olup çekimser davranan Almanya Irak Cephesi’nin Osmanlılar lehine sonuçlanmasından sonra görüş değiştirerek İran Harekâtı’nın devam etmesine karar vererek kesenin ağzını açtı. 6 Aralık 1915’te Colmar von der Goltz Paşa, VI. Ordu’nun komutasını alarak İran’a doğru hareket etti. İran’daki Türk ve Alman subayları, Ateşemiliterler Heyeti ve siyasî temsilciler onun emrine verildi. İran’daki Türk 1614 1615 1616 1617

A.g.e., s.490. Nejdet Karaköse, Nuri Paşa, Ötüken, İstanbul, 2012, s.174-270. Karadeniz, s.491. Halil Paşa (Kut), s.195. 572

kuvvetleri Kasr-ı Şirin, Kirmanşah, Biçara ve Sina bölgelerinde toplanmıştı.1618 Goltz Paşa’ya Alman Genelkurmayı: “İran’a zorla girmiş olan Rus ve İngiliz kuvvetlerini oradan çıkarmak amacına gidecek davranışları yönetmek ve gelecekte orada hürriyet ve bağımsızlığa kavuşmuş İran’ı oluşturmak”1619 talimâtını vermiş ve yetkileri de “İran’da yukarıda anılan işler için gönderilecek olan para, silâh, cephane ve savaş gereçlerinin tümü Feldmareşal’in buyruğu altına verilecektir ve bunların kullanılış yolunu o kararlaştıraçaktır.”1620 emri ile belirlenmişti. Görüldüğü gibi Goltz Paşa, İran’da ve Irak’ta Osmanlı ve Alman Devletleri’nin her bakımdan tam temsilcisi durumundaydı, ancak emirleri Almanya’dan ve kuvvetlerinin tamamını ise Osmanlı’dan almaktaydı.

Kirmanşah’da Nizamü’s-Saltana ile Osmanlı Ricâli1621

Tahmin edildiği gibi Ruslar Tahran’a giremedi ve 14 Aralık’ta Hemedan, 21 Aralık’ta da Kum’a vardılar; nasıl olduysa Osmanlı sivil ve askerî güçlerinin çatşmasız tahliyesini sağladılar.1622 Osmanlı Hükümeti bu durum karşısında İran şahına bir çağrı yaptıysa da karşılık alamadı. Hemedan’da İran milislerinin gâlip gelmesi düşünülürken yenildiler; fakat Kirmanşah’ta 1618 1619 1620 1621 1622

Karal, s.491. Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.III/III, TTK, Ankara 1991, s.129. A.g.e., s.130. Harb Mecmuası, TTK, s.256. Karal, s.491. 573

Osmanlılar direnirken, Alman istihbaratı iç bölgelerde İngiliz kuruluşlarına bir hayli zarar vermişlerdi.1623 Böylece Kaçarların İran’ı, I. Cihan Savaşı ortalarında tam bir hesaplaşma meydanı hâline gelmişti; dağınık Türkmen ve Fars halkı bir türlü birleşememiş olduğu gibi yüzyıllardan beri muhârip unsur olarak Türkmenler de ne yazık ki başarılı olamamışlardır. Türkmenlerden hanedandan başka işgalcilerle iş birliği yapan yoktu. Bâzı hanedan üyeleri de açıkça milliyetçilerle beraberdi. Direniş hareketi daha çok batıda ve Osmanlı hudutları ile Kuzey Azerbacan’da millî şuur ve heyacan yaratmıştı.1624 Halk açlık sınırlarını zorlamış, hanedan saray giderlerini karşılamak için her türlü tâvizi vererek anlaşma üstüne anlaşma imzalamaktaydı. Alman misyonerler Türklerden tamamen ayrı olsa da İran’ın sosyal durumunu hesaba almayan çalışmalar Türk-Alman birlikteliğini sevimsiz gösteriyordu. Zikredilen bölgelerin dışında halk nazarında Türk-Alman ittifakı ile İngiliz-Rus karşıtlığı hemen hemen aynı görülüyordu. Osmanlı siyasetinin sorumlusu Asım Bey Almanya ile İran arasında bir anlaşma zemini oluşturmak istemişse de Almanların yanlış tutumları yüzünden bunu başaramamıştı. Almanlar Sünnî ve Şiîlerin anlaşabileceklerini savunurken, Türk yetkili İstanbul’a gönderdiği raporda bunun mümkün olmadığını belirtmekteydi.1625 Bu arada Rusya’da Bolşevikler kuvvetlenmiş, İran’ın Rusya’ya karşı müdafaa tedbirleri ortaya çıkmıştı. Kuzey Azerbaycan’da Türkler, İran’da Acemler şiddetle Bolşeviklerin tesiri altında kalmışlardı. Bu sebeple daha 1916 yılı başlarında Farslar bir Demokrat Partisi teşkil etmişlerdi.1626 Ne yazık ki Bolşeviklik İran’da Acem ve Türkmen ayrımını ortaya çıkarmış, bu cereyan gün geçtikçe kendini daha rahat ifâde eder olmuştu. 1623 1624 1625 1626

A.g.e., s.492. Ervard Abrahamıan, s.79. Bayur, s.138. Rıza Nur, s.251. 574

Her şeye rağmen Osmanlılar ve Almanların çalışmaları sonucunda bu devletlerle savaş sonuna kadar gizli tutulacak birer anlaşma imzalanması başarılabilmişti. Almanlar kurnaz davranarak anlaşmayı imzalamayı ve İran ile gizlice başka bir metin üzerinde anlaşma aramışlarsa da Osmanlıların farkına varması ve Rus ilerleyişi buna engel oldu. 18 Aralık 1915’te bu anlaşma metni Osmanlılara malum olmuştur.1627 Anlaşmaya göre Almanya tâvizler karşılığında İran’ı fedâ etmeyecek; İran’a silâh, cephane ve subay gönderecek; İran ise başka devletlerle benzer anlaşma imzalamayacak, aşîretleri topalayarak Alman subaylar yönetiminde düzenli birlikler kurduracak; Almanya ayda 5 milyon mark altın para yardımı yapacak ve diğer düşman devletlerle anlaşmalar yürürlükten kaldırılacaktır. Osmanlılar ile yapılan benzer anlaşmada ise Ruslar Tahran’a girmek isterlerse hemen bir mukaddes ittifak ilân edilecek, bu ittifak İslâmî bir çağrı mâhiyetinde olacak, bu anlaşmaya Afgan Hükümeti’nin dahil edilmesine çalışılacak, bu anlaşmayı tamamlayıcı müzâkereler yapılacak ve İran’ın istiklâli sağlanmaya çalışılacaktır. Enver Paşa bu anlaşmayı İran ileri gelenlerinin imzalamasını bilhassa şart koşmuştur. Buna karşılık birer müttefik olarak Ruslar ve İngilizler tam olarak birleşmiş ve İran’da rahatlığın hüküm sürdüğünü savunmuşlardır. Gerçekten Almanlar ve Osmanlılar sürekli olarak yerli gönüllü asker yazıyor ve bir taraftan da bunları düzenli eğitimden geçiriyorlardı. Alman elçisi tantanalı bir vaziyette Kum’a gitmiş, Tahran’dan Kum’a kadar Türk ve Alman birlikleri ile yerli gönüllüler bilhassa dikkatini çekmiştir. Bütün bunlara karşılık şah ve nâzırların samimî olmadıkları Osmanlılar ve Almanlar tarafından fark edilmiştir. Çünkü benzer anlaşmalar diğer taraflarla da yapılmaktaydı.1628 1627 Bayur ,s.139-143. 1628 Bayur, s.145-152. 575

İran Cephesi’nde Esir Alınan Rus Askerleri1629

Osmanlılar ve Almanya Nizamü’s-Saltana, yani eski saltanat nizâmını ihyâ etmek sloganı ile çalışıyordu. 1916 yılı başlarında para gücü ile birtakım ufak tefek başarılar elde edildi; lâkin yeterli değildi; parayı alan kaçıp gidiyordu. Halk vatan duygusunu kaybetmiş, tamamen Acemleşmiş bir hâl almıştı. 17 Ocak’ta Osmanlı askerlerinin şahsî gayreti ile Kirmanşah’tan 80 km. kadar içlere doğru ilerlenmişti. Osmanlı Hariciye Müsteşarı Abdülatif Sefa, İstanbul’a gönderdiği raporda: “Kirmanşah’ta kuvvet azdır. Alman konsoloshâne memuru dedi ki: Son zamanlarda yalnız Kirmanşah’da 3-4 milyon mark (altın) harcadık ve bir sonuç elde edemedik. Kuva-yı Umumiye Kumandanı Boppe da şikayetçi. Diyor ki: Nizamü’s-Saltana’ya ayda 80 bin, topladığı 2.700 kişiye 320 bin mark verildiği hâlde hayır yok, yağma edip kaçıyorlar, tecrübesiz İsveç zâbitleri kumandası altındaki jandarmalar da karşılarında kuvvetli Rus kıt’ası hissedince derhâl çekiliyor. Osmanlı askeri gelmezse durum vahim, toprağımız tehdit altına girer.”1630 diyordu. 16 Şubat 1916’da Ruslar saldırıya geçti; yayınlamış oldukları: “Rus ve İngilizler İran’ın eski dostlarıdır. Demokrat Parti adı altında toplanan birtakım müfsit eşirra ihtilâl çıkardı, uyruklarımızın güvenini bozdular ve tecimi altüst ettiler. Bu yüzden bir miktar Rus askeri İran’a girdi. Ayaklanma bitince Rus askerlerinin bir kısmı tedricen Rusya’ya dönecektir. Savaşın başında İran hükümeti yansızdı, biz de memnun idik, ancak Alman ve Osmanlı kışkırtmaları ve parası fesat çıkardı. Bu 1629 Harb Mecmuası, TTK, s.368. 1630 A.g.e., s.153. 576

arada Kirmanşah ve Hemedan’daki Rus ve İngiliz konsolosları oralardan çıkarılıp uzaklaştırıldılar, İsfahan’da Rus konsolos vekili öldürüldü ve İngiliz konsolosu yaralandı, Şiraz’da İngiliz konsolosu ve o bölgedeki bütün erkek İngilizler hapsedildi ve kadınlar Almanlara teslim edildi, İsmailîyye mezhebi başkanlarından Ferah Şadi öldürüldü. İran demokratları jandarmayı aldatıp ayaklandırdılar, bankalarda ve türlü müesseselerdeki paralara el koydular. Rus askerleri bu yüzden İran’a girdi, onlar hiçbir kötülük yapmayacaklar, yalnız edepsizleri tepeleyecekler, Alman ve Osmanlı müfsitlerini kovup cezalandıracaklardır. Bizde istilâ düşüncesi yoktur, şimdilik faaliyetimizi Kirmanşah’a kadar yaydık.”1631 bildiri ile karşı tarafın çok şey yaptığını ortaya koyarak artık işgali kabullenen halkın gönlünü hoş tutmaya çalıştılar. Şubat 1916’nın ilk haftasında Savuçbulak-Seldiz bölgesinde Feyzi Bey (Çakmak) komutasındaki Osmanlı birlikleri ile oymaklar Ruslara yenildi. 24-25 Şubat’ta kuvvetli bir bombardıman ile Ruslar Kirmanşah’ı almış ve Anadolu görülmeye başlamıştı. Almanlar oldukça kızgındı ve paralarının boşa gittiğini Osmanlı müsteşarın başına kalkmaktadır. Ermeni ve Kozaklar (Rus Kazağı) Rus orusunun en önündedir ve çar misyonerleri halka yumuşak davranarak gönlünü almaya çalışmaktadır, bunda da bir dereceye kadar başarılı olmuşlardır. Kirmanşah’ta kesin Rus üstünlüğü sağlandıktan sonra Tahran’da Büyükelçi Mustafa Asım (Turgut) apar topar tutuklanmış ve Ruslar tarafından Rusya’ya kaçırılmıştı. Yenilgi üzerine Almanlar parayı keserken Ruslar kesenin ağzını açmışlar ve oymaklara yönelmişlerdi. Osmanlıların var olan gücü Anadolu’nın son noktası Kasr-ı Şirin’e çekilmişti.1632 12.000 civarındaki yetersiz Osmanlı kuvvetleri ve oymaklar 17 Mart’ta Karint bölgesinde Rusları durdurdu; Almanlar kendilerini saf dışına çekmiş ve teker teker kaçıyordu. Tabiî olarak 1631 A.g.e., s.155. 1632 A.g.e., s.156. 577

Kirmanşah’tan sonra kendi vatanları değil, Anadolu işgal edilecekti. Nisan’da bir miktar taze kuvvet ile iki batarya gelmiş, birlik iyice sağlamlaştırılmıştı. Vakit geçirilmeden Kasr-ı Şirin’de konsolosluk açıldı ve başına da subay kökenli Şevket Bey getirildi. Osmanlı himâyesine birçok İran vatanseveri sığınmıştı. Tahran’dan alınan haberlere göre Mebusân-ı Müdafaa-i Vatan adıyla birleşmiş partiler ikinci duruma düşmüştü. Altı aya kadar partilere girmeme kararı alındı; en etkili adam Hz. Hüseyin soyundan Seyyid Müderris ve Vatan Cephesi Başkanı seçilen Tabatabai idi. Son çırpınışlar esnâsında Hariciye Müsteşarı Sefa Bey 5 Nisan 1916’ta İstanbul’a şu raporu göndermiştir: “Tabatabai: “Yardım gelmezse ümitsizlik doğar” diyor. Muvakkat hükümet kurulmayışnın sebebi, Alman elçisinin bunu istemeyişidir. Parayı da o verdiği için sözü dinleniyor ve Nizamü’s-Saltana onun eciri gibidir. Tabatabai’ye göre bu fenâ bir çözme biçimidir, zirâ Tahran Hükümeti Rus baskısı altında Osmanlı’ya savaş ilân edebilir ve şah da bunu imzalayabilir. Halbuki Batı İran’da bir muvakkat hükümet bulunursa mücâdele daha kolay olur. Tabatabai şunları da dedi: “Biz Alman’a sarılacağımıza Osmanlı’ya sarılmayı isterdik. Ancak Alman elçisinin geniş yetkileriyle yaptığı gibi Osmanlı’nın da, düşmanların İran’da gâlip gelmeleri hâlinde Osmanlı taraftarlarının can ve malının her vakit korunulacağına dâir yazılı inanca vermemesi cesâreti kırıyor.”1633 Kûtulamâre, I. Cihan Savaşı’nın Çanakkale’si kadar şanlı bir Türk zaferidir.1634 Ruslar da bu tarafa kayınca İran bir süre durgun geçmiştir. Nedense bizde tarihçiler ve araştırmacılar İran’ın işgaline pek kıymet vermez ve üzerinde durmazlar, bu işi iki satırla Enver Paşa’nın hayâlciliği ile îzah ederler. Halbuki uzun çalışmalar ve masraflara rağmen bu ülkede küçük bir Rus birliği ile İngilizlerin Hintlilerden teşkil ettiği polis gücünden başka İtilâf Kuvveti bulunmuyordu. Almanlar düzgün 1633 A.g.e., s.158. 1634 Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, s.200. 578

hareket edebilmiş olsaydı Arap ülkelerindeki muazzam Osmanlı kayıpları telâfi edilebilir, Hindistan ve Türkistan’a bile açılmak mümkün olurdu; çünkü bu yılın 25 Haziran’ında Orta Asya’da Amele İsyânı adı verilen çok büyük halk isyanı çıkmış1635 ve milyonlarca Türk ayaklanmış, Enver Paşa’nın gönderdiği Teşkilât-ı Mahsusa da bu olaylarda pek etkili olmuştu.1636 Aynı yıllarda başlayan ve 1934’e kadar devam eden Basmacılar İsyânı1637 da Rusları çok kötü bir duruma sokmuş ve bu isyânlar ancak tedricen engellenebilmiştir. İşte tam bu ortamda Irak Cephesi yıl içinde durgunluğa geçerken Hanikin-Urmiye çizgisi üzerinden Osmanlı ve Rus kuvvetleri karşılıklı olarak İran arenasına yöneldiler. Ruslar 17-28 Mayıs arasında Urmiye Gölü batısında Dilman’dan Kirmanşah’in 100 km. kuzeyinde Sine’ya kadar giden bir hat boyunca Çölemerk–Süleymaniye çizgisine doğru saldırılarda bulundular. Fakat Türk-Türkmen ittifakı karşısında duramadılar ve herhangi bir başarı gösteremediler. Hanikin’de de yenilerek Kasr-ı Şirin taraflarına geri çekildiler. Osmanlılar Kûtulamâre’den sonra VI. Ordu’nun 13. Kolordusu’nun yüzünü bu tarafa çevirdi.1638 Bundan sonraki İran Harekâtı’nın projeleri bizzat Enver Paşa tarafından Bağdat’ta Halil Paşa (Kut) ile hazırlanmış ve İran ile daha evvel imzalanan anlaşmaya benzer bir metin üzerinde anlaşılmış ve şaha da imzalatılmıştır. Eski anlaşmaya ilâve edilen ve tamamen Enver Paşa’nın fikirlerini taşıyan aşağıdaki metin bilhassa tarih açısından pek önemlidir: “Kâdir-i müta’al Cenâb-ı Hakk’ın teyidiyle bütün Müslümanlara uhuvvet ve ittihâdı emr ü irşâd buyuran Kur’an-ı azimü’şşân’ın ahkâm-ı celîlesine teban şu zamanda İslâmîyet âlemini 1635 Baymirza Hayit, Türkistan Rusya ile Çin Arasında,Otağ, İstanbul, 1975, s.206. 1636 Cemal Kutay, Anavatanda Son beş Osmanlı Türk’ü, Tarih Yay., İstanbul, 1962, s.11.; Sadık Sarısam, I. Dünya Savaşı Sırasında İran Elçiliğimiz ile İrtibatlı Bazı Teşkilatı Mahsusa Faaliyetleri, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler. 1637 Baymirza Hayit, Basmacılar, Babıali Kültür Yay., İstanbul, 2006, s.23; Ali Bademci, Korbaşılar, s.177. 1638 Bayur, s.162. 579

müdafaa husûsunda Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin makasıd-ı mukaddesine tevfikan İranlılar dahi düşman-ı müştereke karşı menafi-i müşterekeyi muhafaza için kan dökmeleri ve Kur’an-ı kerîmin ahkâm-ı celîlesine teban ittihâd-ı İslâm esâsına müsenit ve menafi-i umumiye-i İslâmîyye dâiresinde bir siyâset-i umumiye-i müştereke tâkibi ve beyne’l-İslâm uhuvvet-i diniyyenin ve esasat-ı meveddetin teşyidi ve iktisadi ve içtimai ahvalin terakkisi, vazife-i teavün ve müzaheretin teyidi hukuk ve şân-ı İslâm’ın muhafazası, İslâmîyet’in hâl ve âtisinin i’lâ ve temini, za’f ve tefrikayı mucip bi’l-cümle esbâbın ref’ ve izâlesi, refah ve saâdeti mucip tedabir ittihazı, İslâm milletlerinin istihsâl-i hürriyeti ve arzularına muvafık bir şekl-i idâreye mazahriyetleri, düvel-i İslâmîyye’nin dahilî ve haricî istiklâl-i siyâsî ve iktisâdî ve temami-i mülkisinin mütekabilen temini, İslâm’ın kendi menâfi-i hayatiye ve kuva-yı tabiiyesinden tamamiyle müstefit olması ve terakkî etmesi makasıd-ı mukaddese ve âliyesine ibtinaen aktedilmek üzere mukaddema Tahran’da Şah hazretlerinin muvafakatleriyle Osmanlı sefir-i kebiri Devletlû Âsım ve ataşe militeri binbaşı Fevzi Beylerle reis-i vüzerâ Müstevfi-ül Memâlik ve Hariciye Nâzırı Hacı Muhteşemü’s-Saltana arasında müzakerat ve tetkikatı hitâm bulan ve kabule iktiran eden ve fakat Rusların nâgihanî muhaceme ve Zât-ı Hazret-i Şah’ın mahsuriyeti hasebiyle imza ve tasdiki teehhüre uğrayan muâhedenin aynen kabulü ve zirdeki mevadin ilâvesi maksadiyle işbu muâhede Sultan Mehmed Han Hamiş Hazretleri’nin nâm-ı hümâyunlarına başkumandan vekîli yaver-i hassı Hazret-i Şehriyâri ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa ve Sultan Ahmed Şah Kaçar nâm-ı Şahaneleri’ne kuva-yı Îrâniye umûm kumandanı Nizamü’s-Saltana arasında akdedilmiştir.” 1639

1639 Bayur, s.162-163. 580

I. Cihan Savaşı’nda İran Osmanlı Orduları Komutanı ve Enver Paşa’nınAmcası, Kûtulamâre Kahramanı Halil Paşa (General Halil Kut)1640

Sarıkamış mağlubiyeti üzerine bir kısım Rus birlikleri Doğu Anadolu’ya girmeye başlamışken; doğru veya yanlış, Enver Paşa’nın zoru ile yürütülen Tahran ve Afganistan hükümetlerini savaşa sürükleyip Hindistan’a kavuşmak politikası, ileride 1640 Harb Mecmuası, TTK, s.114. 581

Çarlığın yerini alan Bolşevikler tarafından da kabul edilecekti.1641 Irak’ta Osmanlı VI. Ordu karşısında hezimete uğrayan İngiliz ordularının bu sırada İran’da güçlerinin olduğu iddiaları da doğru değildir. Daha bu zamanın tarihi tam olarak yazılmamıştır. Yayınlanmış ATASE belgelerine göre Irak Cephesi’nden sevk edilen Ali İhsan Paşa komutasındaki XIII. Kolordu’nun sayıca üstün olduğunu söylemek mümkün değilse de muhaliflerin bile1642 itiraf ettikleri gibi Türk kuvvetleri kısa zamanda Hemedan’a kadar varmışlardır. 8 Haziran 1916’da Osmanlı Kolordusu Rusları püskürterek, 2 Temmuz’da Osmanlıların çok iddialı olduğu Anadolu’nun kapısı Kirmanşah’ı aldıktan sonra Sine’ye girdi. Bu ileri yürüyüşte katiyyen Almanların dahli veya iştiraki olmamıştır. İngilizler ise İran’da henüz güç bulundurmuyorlardı. 17 Temmuz’da Âsım Bey’in nâzırlığa: “Ordumuzun ilerlemesi çok iyi karşılandı. Ruslar çekilirken çok tahribat yapmış ve bir sürü köy yakmıştır. Ordumuzun yalnız kağıt para ve mağşuşe (karışık) ile gelmesi alım-satım işlerinde güçlükler doğurmaktadır.”1643 şeklindeki raporu durumu ortaya koymaktadır. İran’da Osmanlı ilerleyişi siyaseten Rus-İngiliz ve Fransızlar nezdinde büyük bir tepki almıştır. Ahmed Şah, Rus baskısı ile sözünden dönmeye ve başkenti Mazenderan’a taşımayı ve Osmanlılara savaş ilân etmeyi düşünmekteydi. Osmanlı ordusu Tahran’a yaklaşılmış ve Şumran’a yayılmıştı. Bu şartlar altında Ruslar 10.000 Kazak’ı cepheye sürerken İngiliz ve Fransızlar da Türk ilerleyişi karşında müttefiklerine olanca desteği verdiler. Rus taraftarı saray çevreleri, yegâne güçleri olan Nizamü’s-Saltana’nın Türklerle iş tutmasından ve tehlikenin kendilerine yönelmesinden korkmaktaydı. İran Başbakanı Âzam Muhammed Veli Han, 4 Ağustos’ta bir beyanname neşrederek Avrupa ve Rusya arasında sıkıştıklarını, onların da yeni bir ordu teşkiline ilişkin tanzim ettikleri metnin Meclis tarafından tasdik 1641 Nevzat Artunç, Cemal Paşa ,TTK, Ankara, 2008, s.342-345 1642 Yusuf Hikmet Bayur, Kâmil Paşa torunu ve Enver Paşa düşmanı olmasına rağmen bu gerçeği itiraf etmektedir. Bkz.: a.g.e.,s.164. 1643 Bayur, s.164. 582

edileceğini belirtiyor ve yine para istiyordu. Fakat Rusların anlaşma onaylanmadan Nizamü’s-Saltan’a karşı yeni bir ordu kurmaya başladıklarını ve düzen tanımadıklarını görmekteyiz. Burada XIII. Kolordu yeniden ilerlemeye koyulmuş ve 10 Ağustos’ta Hemedan’a girmiştir. 15 km.’lik bir saha içinde doğu ve kuzeydoğu istikamette birlikler Sine-Bicar ve Devletâbad’a kadar dağıldı. Rus ordusu ise Kazvin’in 30 km. güneyinde Sultan-Bulak tepelerine çekilmiş Tahran’ı gözetlemekte idi. Rus ordusu 70.000 kişiye çıkarılmasına rağmen Osmanlı ordularını daha kalabalık düşünerek saldırı cesâreti gösteremedi. Durum 1917 başlarına kadar bu şekilde devam etmişti. Fakat, VI. Ordu birliklerinin İran’da bulunması, Irak Cephesi’nde yeniden İngilizlerin saldırıya geçmesine sebep olmuştur. İran’da ilginç bir manzara arz ediyordu; Osmanlı ve Rusya, İran’ı kendi yanlarında savaşa çekmek için olanca güçleriyle şah ve sadrazama yükleniyordu. Bütün baskılara rağmen çaresiz halkın tamamen Osmanlılardan yana olması sebebiyle başta şah, meclis, hükümet ve Türkmen aşîretleri açıkça Ruslardan yana tavır koyamıyordu. 14 Kasım 1916’da Sultan Reşat, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin açılış konuşmasında İran’la ilgili olarak şunları söylemiştir: “Fellâhiye önündeki muharebe-i müthişe ile meşgûl bulunulduğu sırada Ruslar komşumuz İran memleketini istilâ ede ede cenup hududumuza takarrup etmişti, İngiliz ordusunu hezimete uğrattıktan ve Kut-ül-Amara mahsurinini esir eyledikten sonra ordumuz Ruslara tevcih-i savlet eyliyecek şirane taarruzlarla Kirmanşah ve Hemedan’ı Ruslardan tahlis edip Tahran kurbuna kadar yetişmiştir. Müslüman ve komşu memleket olan İran’ın tekemmül ve terakkisi için lâzım olan bütün müsait şeraiti ihraz ederek ve her türlü kuyud-ı muzirreden azade olarak müstakil ve müreffeh bir hayat iktisap eylemesini görmek bu harpte takip ettiğimiz gayelerden birisidir.”1644 1644 Bayur, s. 172. 583

Gerçekten Osmanlıların İran’da başarılı olacaklarına kimse inanmıyor ve fiilî işgalcileri Osmanlı ilerleyişi karşısında büyük devlet olarak bile görmüyorlardı. Osmanlıların Tahran’a girmek istememesi de böyle okunuyor, sadece Anadolu’yu teminat altına almak için Osmanlı İranı ile Kürdistan’ın elde tutulacağı biliniyordu. Bu sebeple halk her şeyden evvel Osmanlıların yanındaydı ve 1916’nın son aylarında Bahtiyarî oymakları kendi başlarına İsfahan gibi önemli bir yeri Ruslardan geri aldılar. Aslına bakılırsa İran’ın aşîret yapısı ayağa kalkmış, lâkin tam harekete geçirilmesi için yoğun Türk gücü bekliyordu; fakat Cihan Savaşı’nın zorlukları iki tarafa da ileri adım attırmıyordu. Almanların İranlıları aldatmaları ve Osmanlılara iki yüzlü davranmaları da neticenin hâsıl olmasını engellemiştir. Bu sebeple Osmanlılar yavaş yavaş İran’da bulunan kuvvetlerini maalesef bu kadar emek verdikten sonra netice almadan Irak’a kaydırmak zorunda kalmışlardır.

Rus Ordularını Bîcar’dan Kovan Ordumuzun Hemedan’a Hareketi1645

1645 Harb Mecmuası, TTK, s.347. 584

1917 yılı başında İran’da bulunan Rus ve İngiliz güçleri Kirmanşah’ta birleşmiş iken Şubat ayında Rusya’da Çarlık devrilerek Menşevikler iktidara geldi ve kurulan yeni geçici hükümet savaştan çekildiğini ilân etti. Ruslar hemen İran’dan geri çekildiler; İngilizler ile Osmanlı kavgası Irak’ta devam ediyordu. Rus kuvvetleri kuzey ile batıdan çekilmemişlerdi; hâlâ Kuzey Azerbaycan ve Hazar Denizi kıyıları Rus askerlerinin işgali altında bulunuyordu. Rusya’da Bolşeviklerle Menşevikler arasında çetin bir iç savaş başlamıştı. Kerensky iktidara geldiğinde İran güçlerini takviye etmiş fakat Ekim’de Bolşevikler hâkimiyet sağlayınca Baratov komutasındaki ordu çekilmeye başlamış ve bu hareket 1918’e kadar sürmüştü.1646 3 Mart 1918 Brest-Litovsky Antlaşması ile Rusya, Almanya ve Osmanlı Devleti ile savaşa son vererek tamamen İran ile ilgisini kesmiş, bu ülkedeki işgaline son vermiş ve kuvvetlerini geri çekmiştir. Tabiî olarak İngiltere hemen Ruslardan boşalan İran topraklarını işgal etmiştir. Rusya’nın İran ile de bir anlaşma imzalaması üzerine Osmanlı ve Almanya Ahmed Şah’ı kutlamışlardır. Bolşevikler İran’da tahliye ettikleri Tahran ve Hazar güçlerini Bakü’ye yerleştirmişlerdir. Osmanlılar ise İngiltere’nin İran’a yayılması üzerine Nuri Paşa komutasında teşkil edilen Kafkas İslâm Ordusu adıyle bilinen bir orduyu Kafkaslara göndermiş ve güçler orada Millî Hükümet kurmayı başararak Dağıstan’a kadar ilerlemiştir.1647 İran’ı baştan aşağı tahrip eden Çar Generali Baratof, hükümeti tanımadığı için verilen tahliye kararlarına uzun süre uymamış, fakat yeni kurulan Necef Kuli Han Hükümeti Bolşevikler ile müzâkerelere başlamıştır. Kuli, İngiliz isteklerine de boyun eğmemiş ve bütün baskılara rağmen ülke içinde İngilizlerin varlığını tanımayarak cesâretle istiklâli zedelediğini savunmuştur. Bu sebeple Lord Curzon baskıları ile Kuli azledilmiş, Mirza Hasan sadâretinde yeni bir hükümet teşkil edilmiştir. 1919’da büyük ölçüde iç savaşı kazanan Bolşevik Lideri 1646 Karadeniz, s.495. 1647 Nejdet Karaköse, Nuri Paşa, s.258. 585

Lenin, çarlık zamanında İran’dan alınan imtiyâzları kaldırmış ve borçları bağışladığını ve demiryolu hatlarının döşeneceğine dâir güven mektubunu ilgililere göndermiştir. Taahhütler 1921 Sovyet-İran Antlaşması ile kayıt altına alınmıştır. Bu sefer İngiltere eski siyasetini sürdürerek Sovyetlerle aranın bozulmasını, İran’ın İngiltere’ye yakınlaşmasını sağlamış, hatta Sovyet Komiseri Kolomitsev tutuklanarak kurşuna dizilmiş ve böylece Bolşeviklerle ilişkiler gerginleşmiştir.1648 İngilizler ilk yerleştikleri bölge olan güneyde tutunmuşlardı, bulundukları yerlerde aşîretleri kullanarak jandarma teşkilâtına yönlendirmişler, tertemiz Kaşgayların çapul işlerini teşvik etmişlerdir. Ayrıca Hint’ten getirilen askerler toplumdaki dengeyi bozmuştur. Bolşevikler İran’ı terk ettikten sonra İngizlizler Horasan’dan Kazvin ve Gilân’a kadar yayılmışlardı. Dolayısıyla Rus çekilmesinden sonra Azerbaycan dışında İran’ın yarısından fazla kısmı İngiliz işgali altında bulunuyordu. Bir kısım aşîretler de elbette İngilizlere rahatlık vermiyordu ki bunların başında Sistanve Şiraz Kaşgayları, yani Sünnî Türkmenler gelmekteydi. İsmail Kaşgayî adlı bir aşîret beyi Şiraz Fars bölgelerinde İngilizleri sürekli tâciz etmiş ve bu yüzden çok kan dökülmüştür. 1918’de bir daha sadrazamlığa getirilen Necef Kuli Han Rusların imtiyâzları kaldırmasını meclis kararı ile milliyetçiliğe tahvil etmiş ve ülkede yeni bir heyecan yaratarak İngiliz karşıtlığını zirveye çıkarmıştır. 1918 yılı sonbahrında yapılan İran IV. Meclis seçimlerinde İngilizler oluk gibi altın para akıtmışlar ve Meclis’in çoğunluğunu elde ederek imtiyâz anlaşmalarını onaylatmışlardır.1649 Seçimlerde Azerbaycan, Horasan, Tahran gibi Türkmen bölgeleri katiyyetle İngilizlerin yanında yer almamıştır. Tahran Hukuk Medresesi müderrislerinden Emil Luzer yıllar sonra İstanbul’da yayımladığı hatıralarında, Kaçar Ahmed Şah’ın akrabalarının İran’a İngiliz himâyesini davet eden anlaşmayı meclise onaylatmak 1648 Karadeniz, İran Tarihi, s.497. 1649 Hüseyin Baykara, s.137. 586

için 131.000 altın lira rüşvet aldıklarını belgelemiştir.1650 Ahmed Şah kendinden ve saraydan başka kimseyi düşünmeyen bir durumda zevk ve sefa içinde yaşamaktaydı. Bu sebeple daha başından beri kendi sonunu, kendisi hazırlamaktaydı. Bu arada 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda İran’a devlet muamelesi bile yapılmamıştır. Şah gâyet rahat bir biçimde 1919 Sonbaharı’nda önce İngiltere’yi ziyaret etmiş, daha sonra gittiği Fransa’da kışı geçirerek ancak 1920 İlkbaharı’nda Bağdat yolu ile İran’a dönmüştü.1651 Şuurlu bir hareket olmamasına karşılık İran idâresindeki vurdumduymazlık, Kaşgaylı ve Baharlu aşîretleri ile batıda Sencaplı kabilesi İngilizlere karşı bir çeşit silâhlı gerilla hareketi yaparak vur-kaç eylemleri ortaya koyuyorlardı. Gilân’da Mencil Hareketi aynı tarzda bir milliyetçilik hareketi olarak Mirza Küçük Han komutasında hem Rus kalıntıları hem de İngiliz işgaline karşı duruyordu. Bu sebeple işgalciler buralara giremiyordu. 1921’de bu hareketler Gilân ve Mazenderan’ın tamamına yayılarak kuzeyde Türkmen bölgelerinde Kızılordu’ya bile kafa tutuyordu.1652 Bolşevik İhtilâli Lenin’in İran’a fedakârlıkları üzerine bilhassa Hazar kenarında eskiden beri Rus bölgeleri olan yerlerde büyük gelişme gösterdi. Burada gerilla grupları hem Bolşevikler hem de İngilizlere karşı savaşmıştır. Bolşeviklerin sosyalizmi kısa zamande İran içlerine doğru yayıldı ve birçok örgüt büyük şehirde mantar gibi bitmeye başladı. Kuzey Azerbaycan’da sosyalist ve sosyal demokratlar Tebriz gibi Türkmen bölgelerine doğru sarktılar. Dolayısıyla İran’da noktalanan çar imtiyâzları yerine daha tehlikelki olan beynelmilel bir tehlike yayılma kabiliyeti gösterdi ki bu da Bolşevizm’dir. Dolayısıyla eski hâle dönülerek ülkede Kuzey-Güney tehlikesi yeniden ortaya çıkmıştır. Mirza Hasan Hükümeti’nin 1920 başlarında istifasından sonra yerine gelen hükümet, Hazar kıyılarındaki Bolşevikleri 1650 Emil Luzer ,İran’da İngilizler, İstanbul 1928, s.51-55, naklen, Baykara, s.128. 1651 Sir Percy Molesworth Sykes, İran Tarihi, İstanbul 1341, s.105. 1652 Hüseyin Baykara, s.132. 587

ülkeden çıkarmak ve siyasette etkisi artan Kazak birliklerini ortadan kaldırmak için harekete geçmişti. Azerbaycan Valisi Mehdi Kuli Han Tebriz’de isyân çıkaran Bolşevik kuvvetlerini ülkeden çıkarmak için bu dönemde çok gayret sarf etmişdir. Kazvin ve Reşt arasında İngilizler de yerli aşîretlerle Bolşeviklere karşı mücadele ettiler. İngiltere Hindistan’a giderken ellerinde bulunan mühimmat ve silâhları Horasan mücâhidlerine satmıştı.1653 Kafkaslar, Gilân, Horasan hattının kuzeyinde Türkistan’da hâkimiyet sağlamaya çalışan Bolşevşikler ile İran-Hindistan hattının güneyine hâkim olmak isyen İngilizler artık ölesiye bir mücadeleye girmiş ve yurt dışına çıkan müzmin İngiliz düşmanı Türk İttihatçı liderlerden de Bolşevikler istifade cihetine gitmişlerdir.1654 Ülkenin bu derece kaos ortamında Mirza Hasan azledilerek asker menşeli Fethullah Ekber, Ahmed Şah tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. İngilizler Hindistan’a çekilirken Ahmed Şah’a kendi istedikleri bir kişiyi sadrazam yaptırmayı başardılar. Fakat çok geçmeden Fethullah Hükümeti de görevden alınmış yerine tam bir diktatör olarak emrindeki 2.500 kişilik Kazak Birliği ile Tahran’a girerek stratejik yerleri ele geçiren ve ileride Pehlevî diye anılacak olan Mirpence Rıza Han askerî ihtilâli ile 1921’de eski tüfeklerden Seyyid Ziyaeddin Tabatabai Kazak Birliği koruması altında çarpışmasız olarak başkente girmiş ve bir askerî hükümet kurmayı başarmıştı. 1655 İngilizlerin çekilmesiyle ülke tam bir bunalıma düşerken Bolşeviklerin Bakü’de yaptıkları Doğu Halkları Kurultayı İran’ın en önemli bölgesi Güney ve Batı Azerbaycan’a yayılma eğilimi göstermiş ve komünizm önemli bir alternatif olmaya başlamıştı. Bu kurultaya İran’dan 192 delege katılmıştı.1656 Rusların teşkil ettiği Kazak Birliği’ne yine babası Dadaş Han ve Türkmen olan dayısı vasıtasıyla girmeyi başaran Rıza, ihtilâl zamanına 1653 Karadeniz, s.511. 1654 Nevzat Artuç, Cemal Paşa, s.342-350. 1655 Rıza Kurtuluş, Rıza Han Pehlevî, DİA, C. 35, İstanbul, 2008, s. 67; Karadeniz, s. 512. 1656 Ali Alev,I. Doğu Halkları Kurultayı,Koral Yay.,İstanbul 1975,s.9. 588

kadar bu birlik içinde hızla yükselerek Mirpençe (Tuğgeneral) olmuş, bu sefer yeni hükümette Harbiye Nâzırlığı’na (Serdar-ı Sipeh, Genel Kurmay Başkanı, Savaş Bakanı) getirilmiştir.1657 Rıza o güne kadar Mazenderan’da Türkmen kültürü ile yetişmiş olmasına rağmen yeni bir arayışa girmiş ve devlette gözü olmayan en önemli İranî unsur Farsları harekete geçmeye zorlayarak daha baştan itibaren dağınık olan Türk unsurunu toplamak gibi bir yola girmeyerek eski İranîliği öne çıkarmıştır ki bunun adı da Pehlevîlik olmuş, eski ve köhne fikirler üzerine bir ideoloji oturtulmuştur. Seyyid Ziyaeddin Ruslardan sonra eski hükümetlerin İngiltere ile yapmış oldukları anlaşmaları da kaldırdığını ilân edince halk tarafından büyük bir coşku ile karşılanmıştır. Güneyde İngiliz Polis Teşkilâtı da kaldırılmış, Rus askerlerinin Gilân ve Enzeli’den çekilmesiyle burada teşkil edilen Sosyalist-Bolşevik hükümeti de son bulmuştur.1658 Şah, sadrazamdan çok korktuğu için Rıza Han’a yaklaşıyordu; bu sebeple kısa sürede Seyyid Ziyaeddin ile Rıza’nın arası açıldı ve üçüncü ayın sonunda azledilerek Ahmed Kavam adlı bir şahsın başkanlığında yeni hükümet kuruldu, fakat silâhlı güç oluşundan ötürü Rıza yerini korudu, Seyyid yurtdışına gitti. Ahmed Kavam iktidarı önlenmez derecede kötü duruma ulaşan halk hareketlerine sahne oldu. Güney Azerbaycan’a devlet giremiyor, Horasan’da Muhammed Taki ve Küçük Han silâhlı harekete devam ediyordu. Bu devirde hemen hemen İran’ın tamamında ayrı görüşlerde olmasalar da dâima Türkmenler önde gidiyordu. Rıza Han’ın muhayyel düşüncelerine bu safhada kimse itibar etmiyordu. IV. Meclis’te sosyalistler ağırlıkta ve Bolşeviklere yakın durumda bulunmalarına karşılık Harbiye Nâzırı Rıza Han İngiliz taraftarıydı. Öte yandan petrolün cazibesi açıkça ülkeyi yine karışık ve karanlık günlere götürüyordu. Ahmed Kavam Hükümeti şahın Avrupa gezileri safahatına karşıydı; bu sebeple Rıza Han ile aralarında sürtüşme olur 1657 Rıza Kurtuluş, s.67. 1658 Karadeniz, s.515. 589

düşüncesiyle Kavam Hükümeti istifa etmiş yerine Hasan Prina getirilmişti. Ahmed Kavam’ın özellikle petrol imtiyâzları bu dönemde çok mesele olmuştur. Bu husûslara sürekli müdâhale eden Rıza Han gittikçe halk nezdinde bayraklaşıyordu; çünkü Bolşeviklere ve sömürgecilere yüz vermeyen tam bir milliyetçi politika takip ediyordu. Şah ikinci sefer Avrupa’ya gidince Rıza gâyet kurnazca devlet işlerini eline aldı. 1922’ye gelindiğinde halkın hükümete olan tepkileri artmış, Türkiye’deki yeni rejim de bilhassa örnek alınmıştır. Petrol karşıtlığı ile ABD’den bile borç alınmış, devlet yine bir borç batağına girmiştir. Hükümet aleyhtârı gösterilerde, ABD taraftarlığında Rıza Han’ın da parmağı vardır, diye halk ona karşı bilenmeye başlamıştı. Fakat şah Avrupa’da iken hükümet istifa etmiş en kuvvetli nâzır sıfatıyla Rıza 1923’de sadrazamlığa getirilmiş ve bakanlarını tâyin etmeye başlamıştı. Şahın Avrupa’ya giderken devlet ağırlıklarını da beraberinde götürmesi ona karşı olan haraketleri arttırmıştı. Rıza Han görünüşte şa’ı destekler gibi hareket ediyorsa da gerçekte Kaçar Hanedanı’nın sonunu getirmeye çalışıyordu. Bu safhada tam olarak Mustafa Kemal’i örnek alan Rıza Han ülkedeki olağanüstü karışıklıkları önlemek için meclisten tam yetki istemiş, V. Meclis de muhalefete rağmen kendisine bu yetkiyi vermiştir. 1924’te sadrazam Rıza Han İran siyasetinde pek etkili olan ulemâ ile görüşerek Cumhuriyet hakkında açıklamalarda bulundu; bunu haber alan seyyah Ahmed Şah gönderdiği talimâtta onun azlini istedi. Bu durum üzerine Rıza Han istifâ ederek Tahran dışına çıktı. Bu sefer Rıza lehinde toplumsal hâdiseler ülkenin her yanına yayıldı; yeni durum üzerine meclise dönen Rıza çalışmalara başladı ve 31 Aralık 1924’te Avrupa’da bulunan şahın gıyabında hâl’ edilmesini sağlayarak Türkmen Kaçar Hanedanı’na son verildi. 12 Aralık 1925 yılında İran Meclisi Rıza’yı Şehinşah ilân etti, 25 Nisan 1926 Tahran’daki Gülistan Sarayı’nda tac giydi.1659 Ahmed Şah Kaçar 1898 tılında Tebriz’de doğmuştu. Rıza Han Şah ilân edildiği zaman Aralık 1923’te çıktığı Avrupa 1659 Rıza Kurtuluş, s.67. 590

sehayatinden geri dönmedi; 21 Şubat 1930’da da, 32 yaşında iken Paris banliyosunda Rıza şahın adamları tarafından zehirlenerek öldürüldü. Babası Ali Şah ülkesini terk ettikten sonra bir süre Kırım’da yaşamış sonra da Odessa’ya yerleşmişti. Bekâr ve çocuksuzdı; Eylül 1919’da Sultan Vahideddin ve Büyükada’da ikamet eden babası devrik Şah Ali’yi ziyaret etmiş, şah İstanbul’da padişahın kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istemiş, bir Türk imparatoru olsa da Şiîlik meselesi yüzünden bu izdivaca olumlu cevap verilmemiştir. Ahmed Şah Kaçar’ın 1925 yılında hâl’ edildiğini babası Ali Şah Kaçar sürgün bulunduğu San Remo’da öğrenmiş ve 53 yaşında geçirdiği kalp krizinden hayatını kaybetmiştir.1660 Böylece Kaçar Hanedanı’nın 1930’da nesli tarihe karışmıştır.

2.Kısım Sosyal Tarih a) Cemiyet Kaçarlar menşe itibariyle çok tanınmamış ve küçük kalmış bir Türkmen-Oğuz boyu olsalar da asâletlerinde ve teşkilâtçılıklarında herhangi tartışma yoktur. Çok karışmamış ve birbirine benzer oymaklardan meydana gelmişlerdir. Bugün Anadolu ve İran coğrafyasının her tarafında boy adları değişik de olsa Kaçar Türkmeni mevcuttur. XI. asırdan beri dağınık yaşadıkları İran’da Şafevîler ancak Şah Tahmasb döneminde büyük oymaklar seviyesine yükseldi.1661 Bu devirde devlet bünyesinde birden bire Kaçar beyleri görülmeye başlamıştır. 1554 yılında Kanunî’ye elçi olarak gönderilen Gökçe Sultan ve Toykun Bey Safevîler bünyesinde ilk bürokratlar olarak tanınmaktadır. Safevîler devrinde çoğalan Kaçarların yetişkin beyleri Nâdir Şah devrinde de bazen onunla çatışsalar da İran siyasetinde etkili olmuştur. İran’ı Afgan kitleleri istilâ ettikleri zaman 1660 Yılmaz Öztuna, Hanedanlar, s.804-805. 1661 Faruk Sümer, Kaçarlar, s.51. 591

Kaçarlar, Avşarların yanında olmuş ve Türkmen ordusunda feragat ile çalışmıştır. Kaçarların yaşayışları, kabiliyetleri, teşkilâtçılıkları, âdetleri, san’atları diğer Türkmenlerden farklı değildir. Özellikle İran Türkmen aşîretlerine Tanrı bambaşka bir enerji ve teşkilât kabiliyeti vermiştir. XV. yüzyıl başlarından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar bu geniş ülkeyi yöneten hanedanları çıkarmışlardır.1662 Daha evvel Oğuzeli ve Selçuklu iskânları ise elbette beş yüz yıl devam eden hanedanların temeli olmuştur. Siyasî Tarih Bölümü’nde bu husûsları gâyet detaylı olarak işlemiş bulunuyoruz. XIX. yüzyılda İran’ı ziyaret eden Avrupalı bilim insanı ve seyyahlar bilhassa Türkmenlerin asker oymak oluşu üzerinde dikkati çekmişlerdir; ki bunun sonuncusu Kaçarlardır. Fransız A. Dupré’nin İran’da tespit ettiği 39 Türkmen Oymağı’nın ilk sırasında Avşarlar, ikinci sırasında ise Kaçarlar yer almaktadır. Aşağı ve Yukarı Baş Kaçar oymakları Kavullu, Develü, Kikyalu, Suçanlı, Kerlu, İzzedinlü obalarından meydana gelmekte ve Tahran, Mazenderan, Horasan, Merv, Erivan, Gence de yaşamaktadırlar.1663 Anadolu’da konu ile ilgili çalışmalarda Kaçarlara Kaçar Yörükleri denmekte olup, hemen hemen bütün bölgelere yayılmış ve Osmanlı kayıtlarında Yörükan Taifesi olarak adlandırılmışlardır.1664 Anadolu Kaçarları ile İran Kaçarları arasındaki en büyük fark, birincilerin koyuncu göçebeler olmalarına karşılık ikincilerin şehirli ve asker olmalarıdır. Fakat Anadolu Kaçarları rahatlıkla ve kolayca boy değiştirdikleri hâlde İran’da feodal yapı ne yazık ki buna müsaade etmemiş ve bu sebeple oba teşkilâtı olarak parçalar hâlinde aşîretler hâlâ kendi adları ile anılır olmuştur. İran’da bu gerçek, bin yıldan beri değişmemiş ve her şeyi müşterek olan insanlar yabancılar tarafından sanki ayrı unsurlar gibi değerlendirilmiştir. Farslar cemiyet içinde aşırı derecede kendi kültürlerine bağlılıklarını sürdürmüşler, Türkmenlerin 1662 Faruk Sümer, Oğuzlar, s.633. 1663 A.g.e., s.634. 1664 Cevdet Türkay, Oymak, Aşîret ve Cemaatler, s.447-448. 592

VIII. yüzyılda Orhun Yazıtları ve daha sonra Kaşgarlı’dan gelen kültürlerinden katiyyen haberleri olmamış, hatta İran’da Türkmen çoban ile eş anlamlı kullanılmıştır. Bu sebeple İran’da bugün de devam Türkmen-Fars yapısı Türkmenler tarafından kabul edildiği hâlde Farslar tarafından kabul edilmemektedir. Maalesef İranlılar Türkmenleri hâlâ Moğol gözü görmektedir.1665 Bunca yıllık deneyim, birlikte yaşama, Kaçarlardan aşağılara doğru giden ülkenin yegâne silâhlı gücü Türkmenler tarafından tıpkı Avrupalılar gibi barbar unsurlar olarak telâkki edilmiş, boy ve aşîretlerin muhafaza edilen feodal yapısı da bu görüşleri desteklemiştir. İşte bu sebeple Kaçarlar devri sonunda İran devlet yapısı Türkmenleri tamamen dışlamıştır. Halbuki İran’da araştırmalar yapan Vamberty, Foy, Ritter, Romaskeviç, İvanov, Menges, Monteil gibi Avrupalı bilim insanları Türkmenlerin beş ayrı lehçe ile konuşmalarına rağmen aralarında bir ayrılık tespit edememiştir.1666 Aksine bugünkü Tahran, Kaçarlar devrinde yoğun Türkmen yerleşmesi sonucu büyük bir şehir durumuna gelerek bu hanedan tarafından başkent yapılmıştır.1667 İran’da devlet ve cemiyet anlamında batıya açılma ve yeni teknolojileri ülkeye getirme Kaçarlar devrinde başlamıştır. Türkmenler kendi aralarında feodal yapıyı sürdürselerde devlet idâresinde yenileşme, en önemli Türkmen şehri olan Tebriz’den başlamış ve ilk telgraf hatları da askerî amaçlarla da olsa burada kurulmuş, Türkiye de ancak bu olağanüstü teknolojiyi Kırım harbi sırasında uygulamaya başlamıştır.1668 1870’de Nâsırüddin Şah’in geniş katılımlı Avrupa seyahati onu Batı’ya açılan ilk devlet başkanı olarak ortaya çıkarırken ülkenin de ufkunu açmıştır. Kaçarların son dönemlerine kadar İran’ın dünyaya açılımı ağır maddî yük getirmişse de ülke ufkunun açılması elbette önemlidir. 1665 Gerhard Doerfer, İran’da Türkler, turkoloji.edu.tr, 27.11.1987, TDK Konuşma, s.242. 1666 A.g.mk., s.243. 1667 Kemal Beydilli, Osmanlı Araştırmaları, XII,s.449. 1668 A.g.mk., s.450. 593

Kaçarlar tam anlamı ile Safevîlerin devlet sistemini uygulamışlardır; Nâdir Şah’ın Rusya karşıtı politikası çeşitle sebeplerle yumuşatılmış ise de, en büyük düşmanın onlar olduğu hususunda Türk dünyası ile fikir birliğinin dışına çıkmamışlardır. Bu sebeple Rus silâhlı gücü olan Kazak Tugayı’na hâkim olan Rıza Şah bu gücü bilahare onlara karşı kullanmıştır. Farslar Türkmenleri sevmese de1669 Türkmenler hiçbir şekilde böyle davranmamış ve hem Farsça hem de Türkçe konuşmak sûretiyle iki dilliliğe devam etmiştir. Türkçe, Safevîler dönemindeki önemini korumuş ve hem halk hem de devlet için önemli lisân olmayı sürdürmüştür. Batı İran tamamen Türkiye Türkçesi konuşurken, Kazvin’dan itibaren Horasan Türkmencesi hâkimdir.1670 Kaçar halkının tamamına yakını askerdi, fakat artan şehirleşme hususunda hayvancılık nüfusu azalırken çiftçilik yapanların ve devlette bürokrat olarak görev yapanların yoğunluğu artmıştır. Özellikle Tebriz’de her ailede birkaç asker ve bir bürokrat hiçbir zaman eksik olmamıştır. Osmanlı tarihçisi Kemal Beydilli’nin çalışmasına göre toplumun bütün katmalarında; tüccarlar, zanaatkârlar, tarım kesimi, sanatçılar, hizmet erbâbı, nakliye-taşımacılık gibi iş konularında Türkmenler bulunmaktaydı.1671 Dolayısıyla Farsların gördüğü gibi Türkmenler hiç de X. asrın koyuncu çobanları değildi. Meşrutiyet hareketini de İran şüphesiz Türkmenlere borçludur. Genellikle mollalardan oluşun eski İranî unsurlar daha başından itibaren her türlü inkılâp hareketine karşıydı ve zaman zaman şehirleşmiş Türkmenleri de bu hususta etkilemişlerdi. Kaçarlar sükût ederken eğer Tebriz dirâyetli bir lider çıkarmış olsaydı, belki de Cumhuriyet de Türkmenlerin eseri olacaktı. Kaçar iktidarı bir Türkmen geleneği olarak din ve bürokrasiden ziyâde, mahallî ileri gelenlere dayanıyordu. Aşîret beylerini kendi feodal yapıları yaratıyor bunlar arasından şah, vali, 1669 A.g.mk., s.451. 1670 Doerfer, s.249. 1671 Beydilli, s. 454. 594

kadı, muhtar gibi idarî makamlara tayin ediliyorlardı.1672 Elbette halk kendi yapısı içerisinde dili ve lehçesi ile büyük aileler şeklinde yaşamaktaydı; çünkü ülkenin %50’ye yakın nüfusu bu şekilde bir sosyal hayat sürmekteydi. Ayrı dili konuşan ve ayrı dinden olanlar arasında Kaçarlar devrinde pek çatışma yaşanmadığı görülüyor. Kürt, Beluç, Arap, Lurimamasani, Buyer Ahmadi gibi Türk ve Türkmen olmayan unsurlarla Kaçar, Kaşgayi, Avşar, Bahtiyârî, Şahseven, Timurî, Moğol, Hamsa gibi Türkî unsurlar arasında ufak tefek mezhebî telâkkilerin dışında Kaçarlar devrinde herhangi bir çatışma görülmemiştir. Kürtler genellikle Kirmanşah ve Azerbaycan’ın dağlık bölgelerinde, Araplar Basra Körfezi etrafında, iktidarla ilişkili olan siyasî Türkmen topluluklar ise büyük şehirlerin değişik kesimlerini oluşturmuşlardı. İran’da İngiliz-Rus sömürgeciliği Türkmenler üzerinde hâlâ izleri görülen coşkun bir milliyetçilik duygusu yaratmıştır. Hanedan dâhil bu sömürgeciliği gönülden destekleyen bir Türkmen bile göstermek mümkün değildir. Halkın uyanışı edebiyata da intikal etmiş ve bu devir kuvvetli ozanlar yetiştirmiştir. Zamanın usta şairlerinden Mirza Sabir sömürüye karşı şahın duyarsızlığını aşağıdaki mısraları dile getirmiştir: Söz menim, ev menim, esrar menim, Irzu namus menim, ar menim, Mal menim, mesleheti kaâr menim, Satıram, devleti-Kâcar menim Kime ne dehli ki, men şey satıram? Ay alan, memleketi Rey satıram...1673 Batılı sömürgecilere karşı olan öfke, zaman zaman Tebriz’de istiklâl ilânına kadar giderken özellikle Rusya Azerbaycanı’nda sosyalizm taraftarlığına yol açmış ve bu Türkmen ülkesini Bolşevizm çukuruna gömdürmüştür. Fakat Batı ve Güney 1672 Ervand Abrahamıan,s.27. 1673 Hüseyin Baykara, s.128. 595

Azerbaycan hiçbir surette gerçek sahibi olduğu İran’dan vazgeçmemiştir. Şia dolayısıyla mücâdeleci yapısı sürekli olarak halk katmalarında karşılığını bulmuştır. Horasan ve Sahra Türkmenleri’nde ise daha köklü feodalizm sebebiyle Sünnî İslâmîyet milliyetin önüne geçmiştir. Sünnî Türkmen bölgesinden kuzeye doğru gidilirse Bolşevizm, doğuya gidilirse İslâmcılık daha etkilidir; halk Farslaşmaktadır. Dolayısıyla o zaman olduğu gibi İran’da Türklük demek mutlaka Azerbaycan, yani Terbriz demektir. İran’da demografik yapıda Türklerle Acemler yarı yarıyadır; Türkmenler diğer Türk asıllı kavim ve kabilelere göre daha daha heyacanlı ve milliyetlerine bağlıdır. Kaçarlar devri sonunda Türk-Acem nisbetini 2/3 olarak hesap eden müellifler de vardır.1674 Uzun yıllar Farsça’nın tesirinde kalan birçok Türkmen’in Tebriz ver Erdebil gibi bölgelerde şehirleşerek Acemleştiği birçok ilim insanı tarafından tespit edilmiştir. Farslar ancak Kaçar Hanedanı’nın sükûtundan sonra milliyetlerinin farkına varmışlarsa da ısrarları daha uzun zamana ihtiyaç göstermiştir. Her halükârda İran dendiği zaman en faal nüfusun Türkler olduğu mutlaka hatırlanmıştır. Kaçarlar devrinde şehirleşme artmışsa da yine %20’yi geçmemiştir; halk kasaba, köy ve mezralardadır, toprağa da bağlıdır. Nüfusu yoğun olan Tahran ve Tebriz her devirde 200-150 bin Türkmen barındırıyordu. Yezd, Meşhed, Kazvin, Kirman, Kum, Şiraz ve Kirmanşah gibi orta ölçekli şehirlerin de 20-80 bin arasında Türkmen nüfusu vardı. Semnan, Buşir, Erdebil, Amul, Kaşhan gibi küçük merkezler ise ancak 20 bin Türkmen nüfusa sahipti.1675 Şehirleşmede ilgi çekici en önemli taraf Tebriz ve Tahran’da Türkmen nüfusun %80’ini oluşturması, orta ve küçük ölçekli merkezlerdeyse %50’nin altına düşmemesidir. Kaçarların İranı XX. yüzyıl başında böyledir ve hâlâ da toplu iskanlara rağmen bu yapıyı görmek mümkündür. 1674 Rıza Nur, s.257. 1675 Ervand Abrahamıan, s.37. 596

b) Ekonomi İran Kaçarlar devrinde ekonomi, büyük ölçüde imtiyâzlara dayalı borçlanmalarla finanse edilmiştir. Bu noktada ortaya çıkan Rus-İngiliz rekabeti kısa süre içerisinde ülkenin bağımsızlığını etkilemeye, hatta I. Cihan Savaşı’nda sonlandırmaya kadar gitmiş, savaş ortamında ülke tam olarak işgal edilmiştir. Güneyde İngilizler, kuzeyde Ruslar ekonomik kaynakları ipotek altına almış, buna karşılık dış saldırılara boyun eğen bir Kaçar Hanedanı ile çırpınıştan başka bir iş yapamayan Azerbaycan Bölgesi de yanlışların faturasına ortak olmuştur. Hazar Denizi kıyılarında balık, demiryolları, banka kurma, Karabağ madenleri, petrol, gümrükler, tömbeki (tütün), yabancı malların ülkenin her tarafına yayılması gibi dış ayrıcalıklar ülke insanının ve devletin elinde ekonomik kaynak bırakmamıştır. Tıpkı Türkiye’de olduğu İran’da da önce normal gibi görünen Avrupa ve Rusya ile ticarî ilişkiler, XIX. yüzyıl başından itibaren başlamış, giderek Rusya-İngiltere rekabetine Fransa da dâhil olmuştur. 1844’de Tahran’a gelen Fransız Elçisi Comte de Sartiges, İngiltere ve Rusya’ya tanınan imtiyâzların kendilerine de verilmesini istemiştir.1676 Fransa’nın istekleri şah tarafından kabul edilerek uygulamaya konulmuştur. Bu imtiyâz karşılığında İngiltere ve Rusya’ya verilen imtiyâzların siyasete dönüşeceğinin farkında olan İran Sarayı, Fransa’dan bunlara karşı koruma istemiştir. Nâsırüddin Şah döneminde İran daha büyük sıkıntılara düşmüş ve başta Rusya’ya bilhassa Hazar Denizi kıyılarında çok büyük imtiyâzlar verilmiştir. 1870’de Odessa-Tiflis-Tebriz telgraf hattı Ruslar tarafından tamamlanmış ve aynı zamanda Bank-ı İstikrazi ve Bangued’escompte de Perse gibi şirketleri kurma hakkı yine bunlarca elde edilmiştir. Daha sonra yine Ruslar tarafından alınan Bank-ı Şehinşahi imtiyâzı İngiliz Reuter’e devredilmiştir. Rusya bu bankalar aracılığı ile devlete, ticaret erbâbına, şah ve şehzâdelere borç para vererek nüfûzları altına 1676 Karadeniz, s.349. 597

almıştır.1677 Muzaferüddin Şah’ın tahta oturuşunda devrin Sadrazamı Eminü’s-Sultan, boşalmış olan hazineden cülus masrafları için bir şey elde edemeyince Bank-ı Şehinşahi’den borç almış ve şahın gözüne girmiştir.1678 Bütün bu ekonomik çalışmalar siyasî ve askerî çalışmalarla devam etmiş, ünlü Kazak Birlikleri’ni eğitme tâvizleri de 1879’da başlamıştır. Gün geçtikçe ekonomik bunalım bir kat daha arttı; gelişigüzel ve hiç ödenmeyecekmiş gibi borçlanmalar başladı, dolayısıyla ülke üzerinde siyasî baskılar artınca halkın ve aydınların devletten meşrutiyet istekleri de nümâyişlere dönüştü. 1892-1899 arasında Ruslar İran’ın her tarafında yol yapım ve taşımacılık imtiyâzları aldılar, daha sonra bu itmiyâzlara Karabağ Madenleri’ni işleme ve ormancılık sanayii ayrılıcalığı da ilâve edildi. 1909 yılına gelinceye kadar Ruslar yetmiş beş ayrı yerde sekiz çeşit maden çıkarmaya başlamışılardır.1679 1899’da Fransızlar İran’ın her tarafında ilmî kazılar adı altında arkeoloji çalışmalarına başlamışlar ve çıkardıkları tarihi eserleri Fransa’ya taşımışlardır. 1901’den itibaren bu sefer İngilizler Tahran-Belucistan telgraf hatlarının yapımına başlamışlar bu hattı Kaşan-Yezd-Kirman üzerinden Hindistan’a kavuşturmayı amaçlamışlardır. Kısa süre içinde bu imtiyâzlar petrol anlaşmalarına yol açmıştır. Bütün bu anlaşma ve imtiyâzlar saraya para akması ile sonuçlanmış ve ülke yönetiminde bir avuç mutlu azınlık Avrupa’da gezip keyf ederken, halk son derece yoksul duruma düşmüştür. İşte Kaçarların İran’ı bu hâle gelmiştir. Muzaferüddin Şah zamanında başlayan aşırı derecede borçlanma ülkede ekonomi denen bir şey bırakmamış, Meşrutiyet ilân edilince ikinci bir saray ortaya çıkmış, bu sefer başta sadrazamlar olmak meclis üyeleri nüfûzlarını rüşvet karşılığı satmaya başlamışlardır. Kaçarlar devrinde elbette geleneksel ekonomik faaliyetler de sürmüştür. Fakat artık Avrupa’yı görmüş olan şah ve bürokrasisi 1677 A.g.e., s.403. 1678 Melike Sarıkçıoğlu, s.399. 1679 Karadeniz, s.417-18. 598

ülkelerinin katiyyen farkına varmamıştır. Bu sebeple Doğu’nun kaderi olan mevcut yapıyı muhafaza etmek düşünceleri aşılamamıştır. İran, Osmanlılardaki Batılılaşma gayretlerinin bile farkında değildi. Dolayısıyla devletin ekonımide yönlendiriciliği gibi herhangi bir gayret de görülmemiştir. İran, Doğu’nun nostaljiler ülkesi olmasından ötürü hiçbir şekilde önünü görememiştir. Tarım yine kara sabanla sürdürülmüş, sanata ve makinalaşmaya yönelme görülmemiştir. Haklı olarak araştırmacılar İran’ın XX. yüzyıla girerken hâlâ kara sabanda ısrar ettiğini bilhassa vurgulamışlardır. Bütün bu sebeplerden dolayı Kaçarlar devri İran’ın ekonomik hayatının imtiyâzlar ve borçlanmalardan ibaret olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Ülke bütün varlığı, ekonomik ve insan kaynakları ile birlikte âdeta şatışa çıkarılmış, büyük savaşta ise tamamen işgal edilerek uluslararası siyasette devlet yerine dahi konmamıştır. Bu kadar kötü bir ortamda ülke sorumlusunun üç yıl gibi bir zaman yurdundan ayrı kalması elbette yeni arayışlara girilmesi ile sonuçlanmış, bin yıllık bir iktidardan sonra Türkmenlerin İranı, Farsların İranı olmak için kolları sıvamıştır. c) İnançlar İran’da Kaçarlar devrinde dinî inaçlarda ve mezhebî durumda herhangi bir değişiklik olmamıştır. Safevîler ile başyan Türkmen Şiası, Nâdir Şah zamanında biraz mutedil hâl alarak Sünnîliğe yaklaştırılmışsa da Kaçarlar devrinde hanedanın Şiî olması dolayısıyla birtakım ayrıntıların münâkaşası zuhur etmemiştir. Bu zamana gelinceye kadar Farslardan hemen hemen Şiî olmayan kalmazken Kuzeydoğu’da Türkmensahra ve Doğu’da Horasan’da ehl-i sünnet’e tâbiiyyet sürmüştür. Fakat yine de Güney ve Batı Azerbaycan’da Şiîlik mutedil Türkmen-Şiası şeklini muhafaza etmiş, Türkmenlerde Şah İsmail devri Kızılbaşlığının aşrılıklar ve inanç yüzünden katliamlar devri olması son bulmuştur. İran’ın Türkmen Şiîleri kendilerine bir ayrıcalık düşüncesi ile Şiî bile demezler. İran Türkmenleri genel olarak ve bir 599

omurga teşkil edecek şekilde Güney ve Batı Azerbaycan’da Şiî, Türkmensahra’da Sünnî; Kürtler genel olarak Sünnî ve az bir kısmı ancak Şiî, pek azı Alillahi, Nâdiri-Nakşibendi;1680 Farslar ve Arapların tamamına yakını Şiî; Güneyde Horasanlı ilk İranlı Türkler Sünnî inançtadırlar. Muzaferüddin Şah ile çağdaş olan Rıza Nur’un, Kalaç Türkü olduğunu iddia ettiği Seyyid Cemâleddin Afganî1681 bu dönemde İttihâd-ı İslâm fikirleriye İslâm dünyasında derin akisler yaratmış ve bu zâtın fikirlerinden yine çağdaşı olan II. Abdülhamid dahi etkilenmiştir. İran bu yönleri ile Afganî’nin vatanı olarak onun düşüncelerinin de ilham kaynağı olmuştur. Bu iş için zamanın bütün İslâm dünyası ve Batı’yı gezmişti. Afganî hayatı boyunca İran’ın Meşrutiyeti ve İslâm Birliği için uğraştı; bu sebeple başta İran Türkmenleri’nin dinî hayatlarında derin izler bırakmıştır. Mirza Lütfullah Han’ın “Hakikatu Cemâleddin Efganî” adlı eserine dayanarak Amerikalı İran uzmanı Nikki R. Keddie’ye göre Afganî Şiî’dir; buna karşılık Afganî’nin en muteber öğrencilerinden Muhammed Abduh’a göre o milliyet olarak Afgan ve mezhep olarak da Sünnî’dir. Bunun gibi Afganî’nin arkadaşlarından A. Blunt, oryantalistlerden E. Brown ve C. Smith’e göre ortadoks Sünnî’dir.1682 Gerçekten Afganî’ye İran’da hiç kimse Sünnî gözü ile bakmamış, buna karşılık İslâm dünyasında ona Şiîik izâfe eden de olmamıştır. Bu sebeple Afganî’nin dinî düşünceleri bilhassa İranî unsurlar üzerinde ayrıştırıcı değil birleştirici bulunmuştur. Afganî’nin Sünnî esaslara göre ibadet ettiği hâlde mezheplere girmeyişi Türkmenler tarafından yadırganmamış, tam tersine ilgi çekici bulunmuştur. Hâtıratında: “Raşit halifelerden ömrü en kısa olanı (Hz. Ebûbekir), ömrü en uzun olandan (Hz. Ali) önce hilâfet makamına gelmiştir! Eğer Hz. Peygamberin vefâtından sonra hilâfete Hz. Ali gelmiş olsaydı, bu durumda elbette Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer. Hz. Osman vefat etmiş olurlar ve böylece bunların 1680 Ervand Abrahamıan, s.29. 1681 Rıza Nur, s.228. 1682 Muammer Esen,a.g.mk., s.267. 600

İslâm’a ve Müslümanlara herhangi bir hizmeti bu kadar kolay ve bol olmazdı.”1683 şeklindeki görüşleri tam olarak Türk din düşüncesi ile örtüşmektedir. Kaçarlar döneminin dinî hareketler ve inançlar yönünden önemli bir taraf da ulemâ sınıfı denilen din felsefecilerinin İslâmî düşünceleri yenilemeleri, hayatlarında sosyo-politik düşüncelere yer vermeleridir. Müçtehidlerin şeriatı katı bir şekilde uygulamak istemesine karşılık olarak modernistler bu görüşleri geniş bir tenkide tâbi tutmuşlar ve hurafeye savaş açmışlardır.1684 Bu dönemde Sufîler şiddetli biçimde eleştirilmiş, bu bakımdan Nâdir’in siyaseten yumuşattığı Safevîlerin Şiası sonunda daha güzel bir fikri zemine oturtulmuştur. Şiî liderler Sünnîlerin yaptıkları gibi felsefî üstünlük görüşlerine karşılık hukukun üstünlüğü noktasına gelmişlerdir. Dolayısıyla, kitabın bu kısmının başında da ifâde ettiğimiz gibi Safevîlerin görüşlerinden uzaklaşılarak ilmî bir zemine yaklaşılmıştır Gerçekten Kaçarlar iktidara gelmeden önce sırf inançlar sebebiyle çok kanlı savaşlar olmuştur; fakat bu devirde bunlara rastlanılmamaktadır. Filozoflar ve Sufîler, “Hukukun yürütme ve emirlerinin sosyal bir ihtiyaç olduğunu görerek, din merkezli toplumun meşrû koruyucusu olarak fukahanın rolünün önemini kabul etmişlerdi.”1685fakat aynı zamanda onlar, İmâmiye Şiîliğinin tasavvufî veya felsefî boyutlarının korunmasını da istemişlerdir. İşte böyle bir modern eğilim her hâlde yeni İran’a yön vermiştir. Kaçarlar İranı’nda asabiyete dönüşmeyen ve devlet tarafından kuvvetle himâye edilen bir mezhep anlayışı hâkim oldu. Kaçarlar bu işe bir hayli yatırım da yaparak halkı devlete bağlamaya çalıştılar. Devletin Şiîliğin Bekçisi, Kur’an’ın Muhafızı, Müminlerin Komutanı, İmam Ali’nin Kılıcını Kuşananlar1686 olduğu ilân edildi. Şiî kutsal mekânları Kaçar Şahları tarafından 1683 A.g.mk., s.227 1684 Mongol Bayat, Kaçar Dönemi İranı’nda Tasavvuf Karşıtlığı, Çev. A. Kartal, Uludağ Üniversitesi İlâhiyât Fak.Der., C.13/1, 2004, s.229-243. 1685 A.g.mk.,s.231. 1686 Ervand Abrahamıan, s.21. 601

büyük bir tazimle ziyaret edildi ve Meşhed’de İmam Rıza ve Fatma Câmii’ne; Osmanlı toprağı Kerbelâ ve İmam Ali mezarının bulunduğu Necef’e, On iki İmam’ın yaşadığı Samarra’ya çok masraflar yaptılar ve buraları hac mekânı ilân ettiler. Meşhed, Necef ve Kum şehirlerinde büyük ilâhiyât merkezleri açarak Kum’da Fevziye Medersesi’ni kurdular. Hanedan cenazalerini Tahran’da Yedinci İmam’ın oğlunun bulunduğu mezarlığa defnetme geleneğini başlattılar. Türkmen veya Fars ahâli Kaçarların bu hizmetlerinden çok memnun olmuşlardır. XX. yüzyıla girilirken meşrutiyet istekleri Türkmen İran’da milliyetçiliğe dönüşürken Rus ve Sovyet etkisi komünist hareketleri de körüklemiş bir İslâm ülkesinde belki ilk defa sosyalist hareketler görülmüştür. Azerbaycan’da bir taraftan meşrutiyet diğer taraftan sosyalizm Türk Milliyetçiliği’ni dinî görüşlerin çok üzerine çıkarmış ve Şia ikinci planda kalmıştır. Bu bakımdan Azerbaycan’da bu temâyül başlı başına ileri bir düşünce ve hareket hâline gelmiştir. Türkmen ulemâ Farslardan farklı olarak dinin ve dinî zümrenin devletten ayrılmasını ve İran’nın modern anlamda lâikleşmesini talep etmiştir. Fakat daha kalabalık olan Fars ulemâsı katiyyen bu görüşlere itibar etmemiştir. Milliyetçilik önderli bir sosyalizm bu sebeple Kuzey Azerbaycan’da Bolşevik destekli olarak başlamış ve Güney’e ilerlemiştir. Azerbaycan bu yönü ile Türkiye’yi bile etkilemiştir. Hatta Azerbaycan’da XIX. asır sonlarında yetişen Hüseyinzade Ali gibi ilk Türkçüler Türkiye’ye gelerek düşüncelerini ortaya koymuşlardır. M. Emin Resulzade, Ağaoğlu Ahmed gibi Azerbaycan menşelilerin Türkiye’deki fikirlerinde mezhep telâkkileri görmek mümkün değildir.

602

8. BÖLÜM

PeHleVÎler –HUmeYnÎ DeVri (1925 - 1989)

1. Kısım Siyasî Tarih

b) Pehlevîler Devri (13.12.1925 - 17.1.1979) Kaçar Hanedanı’nı tahttan uzaklaştıran Rıza Şah’ın dedesinin adı Murad, babasının adı da Abbas’tır; o bebek iken, babası 1878’de ölmüş ve annesi tarafından öksüz olarak büyütülmüştür. Aile Mâzenderân Sepîd-kûh bölgesindendir, milliyeti tartışılan babasına karşılık annesi Türkmen’dir.1687 Mezhebleri Mâzenderân iklimine uygun olarak Şiî-Câferî’dir. Sepîd-kûh’ün Eleşt köyünde yoksul ve soylulukla ilgisiz bir ailenin çocuğu olan Rıza, gençliğinde başıbozuklar içerisinde yer aldı ve bir süre eşkıyalık da yaptı. Rıza yetimlik hayatını Tahran’da dayısının yanında geçirdi; Kazak Piyade Alayı’na kıyafet diken dayısı onu 1892’de bu birliğe yazdırdı. Kısa zamanda onbaşı ve çavuş olan Rıza, Öztuna’ya göre bu sırada İngilizlerin dikkatini çekmiş ve onların himâyesi ile merdivenleri çabuk çıkmıştır.1688 I. Cihan Savaşı’nda Tuğgeneralliğe (Mir-Penç) yükselen Rıza Hemedan 1687 Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, s.806. 1688 Son zamanlarda İran’da çalışan modern araştırmacılar Süleyman Behbudi adlı bir İranlı’ya dayanarak babasının Abbas değil Abdullah (Dadaş Han) olduğunu, bu şahsın Sevakduh Askeri Birliği’nde albay rütbesi ile çalıştığını ortaya koymuşsa da kaynaklandırılamamıştır. Babasını hatırlamayan Rıza, Dadaş Bey’in, Abbas Ali olduğunu bir Almanya seyahatinde söylemiştir. Annesinin ise Sekine veya Zehra Nuşaferin isimli bir Gürcü muhacir olduğu iddiaları ise onun ilerideki evlilikleri ile örtüşmemektedir. Kazak Tugayı’nda kendisine yardım eden şahsın Gürcü olan dayısı olduğu ifâde edilmiştir. Üzerinde birleşilen kanaat metinlerde ifâde ettiğimiz gibidir. Son iddialar için bkz.: Yılmaz Karadeniz, İngiltere’nin İran’da Askeri Darbe İle Rıza Han Pehlevî’yi iktidara Getirmesi (1921), UASAD, C.6, S.27, www.sosyalarastirmalar.com., 2013. 605

Piyade Tabur Komutanlığı’na getirilmiştir.1689 Rıza kısa zamanda Kazak Birliği içindeki Bolşevik oluşumunu tasfiye ederek İngilizlerle birlikte hareket etti. Nâdir’den beri gelen Rus karşıtlığı daha siyasetinin ilk günlerinde böylece görülmüş oluyordu. 1918 Gilân Mirza Üçe Han isyânlarındaki başarıları ile iyice tanındı ve savaş sonunda Harbiye Nâzırlığı’na, Başkomutanlığa getirildi ve emrindeki 3.000 kişilik silâhlı güçle hiçbir karşılık görmeden, 21 Aralık 1921’de 43 yaşında iken hükümet darbesi yaptı; fakat kurulan hükümet ancak üç ay dayanıp istifâ edince sadrazamlığa getirildi. Hükümet görevlerini de icrâ etti ve 13 Aralık 1925’te kendi şahlığını ilân etti. Soylu bir kişi olmaması itibarıyla kendini makama lâyık görmeyen ve bu makama soyunurken epeyce düşünen Rıza 25 Nisan 1926’da birden bire eski İran tarihine dönerek Pehlevî soyadını aldı ve gülünç bir haneden yarattı. Çünkü bugüne kadar baba tarafının nesli ispat edilememiştir. Asâleti Türkmen olan annesi ve zevcelerinden gelmekte, kendisi de aile içinde olduğu gibi iyi derecede Türkçe konuşmaktaydı. Esâsında Türkiye’de de bilindiği şekilde kendisi en azından bir Türk ailesinden geliyordu.1690 Fakat çok geçmeden bir numaralı Fars milliyetçisi kesilen Rıza Pehlevî, ne zaman yaşadığı belli olmayan Sabiler ve Sâsânîlerden beri ilk olarak İran’da eski özleyişlerden çıkan bir imparator olmak istiyordu.1691 Beş bin yıllık tarih uydurmaları ve sene-yi devriye kutlamaları da buradan çıkmıştır. Rıza Pehlevî’nin ilk evliliği dayı kızı, yani kuzin Meryem, ikincisi yine Türkmen olan Tacü’l-mülk, diğer ikisi Esma Devlet ve Turan Emire Kaçar prensesleri olmaları sebebiyle Türkmen asıllı idi. On bir çocuğunun anaları bunlardır; Veliâht Muhammed Tacü’l-Mülk’ten doğmadır. Rıza Pehlevî, Kaçarların damadı olmakla ancak İran’da itibar sahibi olmuş, fakat taht müddetince yüzyıllardan beri Azerbaycan ayrıcalığını kindar 1689 Rıza Kurtuluş, Rıza Şah Pehlevî, DİA, C.35, İstanbul, 2008 ,s.67. 1690 Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Tekin Yayınevi, Ankara, 1990, s.54. 1691 Öztuna,s.806. 606

bir tarzda ortadan kaldırmaya çalışmış, onlara ölümüne zulüm yaparak sanki olmayan intikamını almaya çalışmış, fakat bugüne kadar bir İran gerçeği1692 olarak Türkmenler üzerindeki Kaçar beyzâdeliğini silememiştir.1693 Şah Rıza, tahtın ilk yılından itibaren çekingenliği üzerinden atarak baskıcı metotlara başvurmaya başlamıştır. Kendi görüşlerine muhalefet eden şahısları toplayarak sindirmiş mecliste muhalif milletvekili bırakmamıştır. Bu dönemde iktisadî alanda atılan adımlar milli kaynakları şahsî mülkiyete dönüştürme gibi bir yola çekilirken, kurulan fabrikalara şah ortak veya sahip olmuştur.1694 Ülkenin hızla değişen siyasî ve iktisadî yapısından sonra sosyal, kültürel ve etnik yapıya el atılmış aşîretler kırpırdayamayacakları şekilde bir mecburî iskana tâbi tutulmuştur. Başkaldırılar çok kanlı şekilde cezalandırılmıştır. Israr eden bir taban olmadığı halde, görülmemiş bir şekilde Farslaştırma politikası geniş şekilde kanunlaştırmalar ile desteklenmiştir. İran’da modern görünen yeni ideoloji asra uymayan ve toplumda karşılığı bulunmayan bir millî devlet, kimlikleri tamamen inkâr, dinsizleştirme, milliyetlerle mücadele, Fars milliyetçiliğini yayma ve eğitim sistemi ile geliştirme, ekonomide devlet kapitalizmi oluşturma gibi hedefleri amaçlamaktaydı.1695 Medeni Kanun, Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu tanzim edilmiş, ilâhiyat menşeli bürokratlar devletten temizlenmiş, batı anlamında bir kıyafet genelgesi ile kadınların başlarını örtmesi yasaklanmıştır.1696 Şer’i mahkemelerin görevleri sınırlandırılmış bu yüzden 1927’de ulemâ isyanları çıkmıştır. Hükümetin ağır bir şiddetle cezalandırdığı bu hadiseleri siyasî partilerin kapatılması izlemiş ve büyük çapta tutuklamalar yapılmıştır.1697 Asayiş 1692 Arif Keskin, Güney Azerbaycan Milli Hükümeti (1945-46) ve Seyit Cafer Pişeveri, Güneskam. 1693 Öztuna, s.807. 1694 Alireza Mokhtarpour, İran Devlet Modeli, YYLT, Ankara 2012, s. 46. 1695 Arif Keskin, s. 5. 1696 Alireza Mokhtarpour, s. 47. 1697 Rıza Kurtuluş, s. 67. 607

gücü olarak kullanılan orduya pek önem verilirken ekonomi ve ideolojik eğitim kurumları teşvik edilmiştir. İran’daki yeni düzenlemelere bakılırsa Rıza Pehlevî Türkiye’de Mustafa Kemal’e özenmektedir. Her nedense bizim matbuatta böyle olması arzu edildiği için birçok yayın yapılmasına karşılık dışarıda bilim adamları böyle benzetmelere yer vermemiştir. Atatürk imparatorluğu milli devlete dönüştürürken katiyyen çoğunluğu dışlamamış ve ne kadar itiraz edilirse edilsin kesin deyimle ulemâyı ortadan kaldırma yoluna gitmemiştir. Kaldı ki İran ve Türkiye ne kadar birbirine benzese de sosyal yapılarında büyük farklılıklar vardır. Elbette Osmanlı’nın devamı olan yeni Türkiye özellikle savaş döneminden kalma eski bir siyaset olarak İran-Irak-Afganistan-Hindistan ile ilgili akrabalık duygularını devam ettirecekti. Bu sebeple bu ülkelerin çağdaş liderleri Rıza Pehlevî-Bekir Sıtkı ve Amanullah Han derin hislerle Atatürk’ün takipçisi durumundaydı.1698 Oberling’in yazısında Atatürk ve Rıza devrimleri ile kanunlarının karşılaştırmasına dikkat edip sebep sonuçlarına bakılırsa birbirinden çok farklı olduğu görülecektir. Atatürk devrimleri başlangıçta itirazla karşılanmışsa da üç-beş yılda büyük kabul görmesine karşılık Pehlevî modernleşmesi tarihe karışmıştır. Elbette Rıza Şah Atatürk’e hayranlık duyuyordu ve bu sebeple 1934’te Türkiye’ye uzun bir sehayat yapmıştı. Nitekim bu ziyareti bizzat takip etmiş olan Oberling alıntı yaptığımız bildirisinde, “Farklı zihniyetteki iki lider şimdi yüz yüzeydi.”1699 ifâdesine yer vermektedir. Rıza Han’ın Türkiye ziyareti 10 Haziran-6 Temmuz (1934) arasında 27 gün sürmüş, birçok anlaşmalar imzalanmış, fakat büyük ölçüde varsayımlara dayalı bu anlaşmaların daha sonra geçerliliği olmadığı anlaşılmıştır.1700 Çok ilgi çekicidir ki Şah Rıza Türkiye dönüşünde ülkesine ayak bastığı sırada İranlıların daha akıllı olduğu yolundaki ikna çabalarına, “Türk’ün 1698 Peerre Oberlıng, Atatürk ve RızaŞah, I. Uluslararası Sempozyum Bildirileri 21-23 Eylül 1987, Ankara 1994, s. 651-659. 1699 A.g.b; egeweb2.ege.edu.tr, s. 210. 1700 Hilal Akgül, Rıza Han’ın Türkiye Ziyareti, www.journals.istanbul.edu.tr. 608

daha itaatkar ve idâre edilebilir”1701 olduğunu ifâde etmiştir. Rıza Pehlevî ile Atatürk’ü ne kişilik ne de icraat olarak karşılaştırmak kabil değildir; nitekim bu görüşmeleri adım adım izleyen Oberling makalesinin orta yerinde “Rıza Şah, Gazi’nin sıradan bir kopyası”1702 demek zorunda kalmıştır. Rıza Pehlevî ilk on yılını doldurduğunda batılı olması ve İran’ı modernleştirmesi bir yana tam bir şark diktatörü olmuştur. Onun Mustafa Kemal’i metheden beyanlarına karşılık İran’da Türkmenlere ve Kaçarlara uyguladığı jenosid sebebiyle Atatürk’ün ondan pek hoşlandığı da söylenemez. Şahın ordusu her zaman içe dönük asayişi sağlayan demir yumruklu bir askerî ordu, mahkemeleri ise Askerî Mahkemeler olmuş; ulemâyı dışladığı halde, işbirliği yapıyor görünmüş, böylelikle kendini meşru göstermeye çalışmıştır.1703 1930 yıllarına gelindiğinde Rıza Şah’ın ceberrut idâresi hemen hemen bütün Türkmen aşîretlerini sindirmiş durumdaydı. Özellikle Azerbaycan bölgesinde baş kaldıracak ne aydın ne de bey kalmıştı. Tahran’da mecliste bulunan yetenekli ve nüfûzlu Türkmen milletvekillerini ortadan kaldırmış, tam kendinin istediği hususları onaylayacak bir meclis oluşturmuştu. Savunma harcamaları beş kat artarak karşı konulamaz bir güce sahip ordu oluşturmuştu. Otuzlu yılların sonuna doğru ordu mevcudu 100.000’i çoktan aşmış bulunuyordu. Askerî bürokratlara çok büyük ayrıcalıklar ve çıkarlar sağlanıyordu.1704 Halkın yönetime iştiraki için yapılan seçimler ve seçim kanunu sadece gösterişten ibaretti; sistem yerine pratiklere önem veriliyordu; şah her şeyin mabudu durumuna gelmişti. İstihbarat ağı en ücrâ köşelere kadar yayılmıştı, kuş uçmasına bile izin verilmiyordu. Meseleleri çözen ve karar mercii olan sadece ve her zaman Rıza Şah’tı. Ordudan ve milli mücadeleden gelme gibi bir aldatmacı karizmanın gerçekle ilgisi olmadığı için tabii olarak Mustafa 1701 1702 1703 1704

Oberling, a.g.mk., s. 211. A.g.mk., s. 211. Alireza Mokhtarpour, s. 51. http://dspace.trakya.edu.tr// 609

Kemal’e benzer bir hususiyeti de kullanamadı. Bu despot idârenin öncekiler gibi ayaklanmalarla yıkılması da kabil olmadığı için insanların Tanrı’dan başka sığınacak güçleri kalmıyordu. İran unsur farkı gözetmeksizin tarihin her devrinde dindarlığı muhafaza etmiş bir ülkedir. Rıza Şah İran tarihinin ve kültürünün bu özelliğini ortadan kaldırmış, devletin temel taşı olan kendisinin de mensup olduğu Şia ve Şiî ulemâ hareketsiz hale getirilerek sanki dinsiz bir toplum oluşturulmuştur. Bu konuda 1930 yıllarında İran’a seyahat eden ünlü Tatar Alim Musa Carullah’ın aşağıda aktardıkları gayet ilgi çekicidir:1705 “Yedi ay süre ile Şia ülkesinde enine boyuna dolaştım. Büyük merkezlerde günlerce ve haftalarca durdum. Mabedlerini, toplantılarını, okullarını yakından gördüm. Çeşitli kulislerde ve cenâze topluluklarında bulundum. Buralarda hep dinleyici kaldım, konuşmalara katılmadım. Şia ülkesinde gördüklerimden en nahoş olanı şuydu: Bu süre içinde. Cuma namazını kılmak için cemaatin toplandığı hiç bir cami görmedim. Sadece Ramazan ayında bu şehirde gittiğim bir camide Cuma namazı için toplanmış bir cemaat vardı. Burada da Şia usulüne uygun olarak namaz kılındı, hutbe okundu.Bugüne kadar hâlâ hayret etmekteyim: Herhangi bir mezhep veya herhangi bir kişinin yorum veya herhangi bir fıkıh bilgininin görüşü nasıl oluyor da bir topluluğun ta kalbine kadar nüfûz ederek Allah’ın kitabındaki kesin hükümlerin terk edilmesine haramdan kaçınırcasına kaçınmalarına etkili oluyor? Ne hazindir ki, hiçbir Cuma günü hiçbir camide hem de Cuma vaktinde Allah’ın bir kulunu göremedim. Halbuki diğer günler, öğle, ikindi namazlarını cemaatle kılan toplulukları görüyordum.” Rıza Pehlevî’nin Modern İranı gerçek bir diktatörlük ve Türkmenlerin zindanlara atıldığı, zincirlere vurulduğu bir dönem oldu. Bu devirde beşi büyük olmak üzere seksen cezaevi yapılmıştır. Hatta Tahran’da eski şahlık konutlarının yanına, tam karşılığı olan Kaçar Sarayı anlamında Kasr-ı Kaçar adlı 1705 Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, AAM Yayını, Ankara 2006, s. 125. 610

ve tam eski dönemden nefreti ifâde eden ülkenin en büyük hapishanesi inşa edilmiştir.1706 Halk bu binaya İran Zindanları adını takmış bu isim romanlara kadar girmiştir. Hatta buranın ilk mahkumunun Muzaferüddün Şah neslinden gelen Firuz Fermanfermaadının anlamı ile (av köpeği vücut hareketi ile buyruğun yerine getirilemesi) örtüşüyor olması buraya aynı zamanda Feramuşhane denilmesine sebep olmuştur. Başta Kaçar Hanedanı mensupları ve Kaçarlar olmak üzere Türkmenler bu cezaevlerine doldurulmuştur. Pehlevî’nin çağdaşı ve hanım tarafından yakın akrabası olan, Kaçar Hükümdar Feth Ali Şah’ın torunu; hukuk doktoru, âlim, devlet adamı ve milletvekilidir, Nâzır Muhammed Musaddık bile bu zindanları boylamış ve meclisten tard edilmiştir. Zamanın milletvekili Ali Deşti bu hapishanelere kapatılmak, ”Diri diri mezara gömülmekten farksızdır”1707 demiştir. Hemen hemen bütün kültür ıstılâhları, şehir ve köy adları, bakanlık isimleri Pers, Zerdüşt, Sâsânî dönemlerini çağrıştıran, tarihte, toplumda ve sosyal hayatta karşılığı olmayan isimlerle değiştirilmiş, uyduruk bir ütopya eğitim hayatını işgal etmiştir. Meselâ asırlardan beri adı Tusolan şehri bir gecede Firdevs olarak değiştirilmiştir. Rıza, Hitler’in bir beyânına uyarak İranlıların Aryen olduğunu iddia etmiş, hatta kafatası bile ölçmeye başlamış; ülkenin adı İran değil Persia olarak değiştirilmiş ve bu husus için kanun ihdas edilmiştir. Coğrafya Komisyonu adı verilen bir kurul Türkçe, Arapça, Ermenice isimlerin değişmesinin uygun olmayacağına karar verdiği hâlde bir çırpıda 107 yerin isimleri değiştirilmiştir.1708 Rıza bu icraatına modernleşme diyordu ama gerçekte İran ülkesi tek milletli değildi. En azından eşit bir konuma sahip Türkmenlerin varlığını katiyyen kabul etmiyordu. Bu durumu ile o güne kadar toplumlar arasında görülmeyen etnik gerginlik yaratılmış oluyordu. Ülkede bin yıldan beri Türk kültür ve siyasî hâkimiyetine başta Farslar olmak 1706 Ervand Abrahamıan, Modern İran Tarihi, s.116-117. 1707 Suad Pira, Muhammed Musaddık, DİA, C.31, İstanbul 2006, s.228. 1708 Ervand, s.114. 611

üzere kimse karşı çıkmamış ve hiçbir zaman etnik çarpışmalar da olmamıştır. Bu derece oturmuş, Firdevsî’ye bile sâhip çıkan ve onu benimseyen bir kültürün yok sayılması elbette şövenlikten başka anlama gelmiyordu. Bu yönü ile Almanya’da iktidara gelen Hitler’den başka kimse ile Rıza’yı eşleştirmek mümkün değildir. Ama ne yazık ki dünya, Avrupa’daki Yahudilere Hitler’in yaptıklarını göklere çıkarırken İran’daki korkunç jenosidi görmemezlikten geldi; zaten Rıza Pehlevî de Türkiye’yi ziyaret ettiği sıralarda çoktan savaş tamtamları çalmaya başlamıştı. Mustafa Kemal dünyanın bu durumunu gördüğü ve İran’ı pek iyi takip ettiği için Türkiye matbuatının bütün gayretlerine rağmen Rıza’ya yüz vermediği hâlde hâlâ Pehlevî dostluğu araştırmalarda göklere çıkarılmıştır. 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile II. Dünya Savaşı başladı. İran’ı devlet yerine koyan yoktu; İngiltere ile ilk savaşta yaşanan güvensizlikler sebebiyle daha 1932 yıllarında Anglo-Pers petrol anlaşmaları Rıza tarafından tek yanlı feshedilmiş fakat İngiltere’nin bastırmasıyla yeni anlaşma imzalanmıştır. Savaş sırasında Almanların Sovyetler’e saldırması üzerine İngilizler ve Ruslar, Abadan Rafinerisi’nin ve İran-Sovyetler Birliği ana yolunu emniyete almak için 1941 yılında İran’ı işgal ettiler.1709 İran, hızlı Alman ilerleyişi karşısında tamamen Nazi yanlısı görülmeye başlamış fakat işgal altındaki ülkenin ayıpları yüzünden Ruslar ve İngilizler duruma engel olmuştur. Ülkenin her tarafına yayılan Rıza’yı protesto ve çıkan ayaklanmalar 16 Mart 1941’de, şahın belki de göstermelik bir şekilde tahttan çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Yerine oğlu şehzâde Muhammed Rıza Pehlevî getirilmiş, Johennesburg’da sürgüne giden babası Rıza Şah 26 Temmuz 1944’de burada ölmüş, fakat naaşı daha sonra oğlu tarafından İran’a getirtelerek defnedilmiştir.1710 1709 Rıza Kurtuluş, s.67. 1710 A.g.md., s.67. 612

Muhammed Rıza tahta oturduğu zaman ayaklanmaların dışında ülkenin işgal altına olması onun hangi zorluklarla karşılaşacağını göstermeye yetiyordu. Yeni şah önce Şiî geleneklerdeki hac ve ızdırab ayinleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırarak bu kesimi rahatlatmak ve kendine bağlamak istedi. Arkasından evinde hapis cezası çeken Azerî Lider Muhammed Musaddık’ın bu cezasını kaldırdığı gibi, Ağustos 1942’de, bir numaralı şah düşmanı olan, Musaddık’ın kuzeni Kevam Ahmed’i başbakanlığa getirerek Azerîleri de rahatlatmak istemiştir. Artık Rıza tarafından hunharca öldürülen Fermanferma’nın oğlu Muzaffer Firuzferma gibi “Babamın katilinden intikam almaya geliyorum” diyen yeminli şah düşmanları bile yeni başbakanın yanında görev almışlardır.1711 Savaş bitip de Birleşmiş Milletler kararı ile 1946’da ülkedeki işgale son verildiği zaman muhtatiyet isteyen Güney Azerbaycanlılara birtakım haklar verilerek Farsça’nın yanında Türkçe’nin de tedrisat dili olması şah tarafından kabul edilmiş ve böylece Türkler biraz daha rahatlatılmışlardır.1712 İkinci savaşta İran’ın işgalinde Rus ve İngilizlerin ardından ülkede üçüncü fakat en büyük yabancı güç olan Amerikalılar şah üzerinde etkinliklerini kullanarak, muhtariyet devam ederse Sovyet Azerbaycanı ile Güney Azerbaycan’ın birleşeceğini empoze ederek onu Türk muhtariyetinden vazgeçirerek dağıtılmasını sağlamışlardır. Türkmenlerden sonra benzer istekleri talep eden Kirmanşah Kürtleri’nin de üzerine gidilmiş, böylece yeni şah Farslar nezdinde kahraman ilân edilmiştir. Şartlar ne olursa olsun inanç alanında tanınan serbestinin de çok faydası olmamış ve mollalar yeniden gayri memnunlar kitlesini oluşturmuşlardır. Mollaların karşı vaziyete geçmesi olayları tırmandırırken şah yeni kanunlar çıkarmak zorunda kalmıştır. İşte bu durum yeni bir grubun, komünistlerin ortaya çıkması ile sonuçlanmış Tudeh Fırkası böyle ortaya çıkmıştır. Komünistlerin kendini politikada göstermesi üzerine 1711 Ervand Abrahamıan, s.137. 1712 Mehmet Saray, s.128. 613

2.000 kadar molla Kum kentine yerleşerek burada büyük bir cephe oluşturmuştur.1713 Türkmen lider Muhammed Musaddık 1943 seçimlerinde aday olarak Tahran’dan milletvekili seçildi. Musaddık 1944’te parlamanto onayı olmadan yabancı şirketlere verilen petrol imtiyâzının kaldırılmasını sağlamıştır. Fakat ülkede işgal bitince 1947 seçimlerini çeşitli sebeplerle boykot etti. 1949 seçimlerinde yeniden seçilen Musaddık, şahın yetkilerinin genişletilmesine dâir kanunun çıkmasına engel oldu ve Millî Cephe’yi kurdu. Yeni dönemde petrol ile ilgili eski kanunu genişleterek meclise onaylattı; böylece ülkenin yegâne umudu hâline geldi. 1951’de Ordu Başkomutanı’nın suikast sonucu öldürülmesiyle 6’ya karşılık 79 oyla başbakanlığa seçildi.1714 Musaddık’ın başbakan olduğu 17. Meclis’te 85 milletvekilinin 30’u Millî Cephe mensubuydu. Bu bakımdan Musaddık, şah karşısında çok kuvvetli konumdaydı ve şahın kabul etmediği husûsları mutlaka halk ile paylaşıyordu. Musaddık temkinli gitmediği için mecliste bulunan milletvekillerinin çoğunun büyük toprak sâhibi olması dolayısıyla onları kendine düşman etti. Petrol ile oynaması uluslararası güçleri üzerine çekerken fiyatların düşmesi gıda maddelerinin fiyatlanması ile sonuçlandı. Fakat onun petrol ile ilgili kanun teklifinde, “İranlıların mutluluğunu, kalkınmasını sağlamak, dünya barışını korumak için, ülkenin bütün petrol sanayisinin devletleştirilmesine karar verilmiştir. Bütün petrol üretimi işleri İran hükümetince yönetilecektir.”1715 şeklindeki ifâdeleri tam bir istiklâl beyânnamesi durumundaydı. Her şeye rağmen Muhammed Musaddık Azerbaycan’ı tam bir huzura kavuşturmuştu; fakat Farsların mollalar ile iyi geçinemeyişi, petrol ile ilgili tasarrufları, ihtilâle yakın zamanda Millî Cephe’nin dağılması ve Tudeh’ten başka taraftarının kalmaması onun Sovyet yanlısı olduğu yolundaki söylentilerin artmasına sebep olmuştu. Üstelik millîleşen petrolü çıkaracak 1713 A.g.e., s.130. 1714 Hüseyin Baykara, s.197. 1715 Recep Albayrak, Türkler’in İranı, C. I- 2, Berikan Ya., Ankara, 2013, s.118. 614

teknik donanım ve insan gücüne de sâhip bulunmuyordu; bu sebeple petrol gelirlerinden yoksun olan hazine tükenmiş hâle gelmiş, Amerikalardan borç alınmaya başlanmıştı.1716 13 Temmuz 1952’de Musaddık, şahtan kendisine altı ay süre ile Devlet Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın verilmesini istedi; fakat buna izin verilmeyince Başbakanlık’tan da istifa etti. Musaddık kendi aleyhine bir ihtilâlden korkuyordu, yetki isteği şaha bağlı subayları ordudan tasfiye etmek içindi. Başbakanlığa getirilen Ahmed Kavam petrol tasarruflarına karşı çıkınce meclisten güven alamadı; bunun üzerine Musaddık yeniden başbakan oldu ve daha evvel istediği makamlar kendisine verildi. Musaddık ilk olarak kendisine karşı seksen yedi subayı tasfiye etti. Mecliste aleyhine olanları tasfiye için referandum istedi ve 12 Ağustos’da %99 sonuç ile kendi lehine oy topladı. Bu icraatında tam olarak Amerikalıların karşısına geçmiş ve büyük ölçüde Sovyetler’e dayanmış ve Tudeh’in de önünü açmıştı. Hükümetin Sovyetler’e yaklaşması molla ve ulemânın yoğun tepkisiyle karşılaştı; Musaddık’ın meclis ile anlaşmazlıkları da artmıştı. İlgi çekicidir ki şah da artık çaresizdi ve %99 referandum sonucu altında eziliyordu ve sürekli olarak ülkeyi terk etmeyi düşünüyordu.1717 Amerikalılar, İngilizler ile bir petrol anlaşması yapılmadıktan sonra borç para verilmeyeceği ve yardım yapılmayacağını ifâde etmişti. İşte böyle karşık bir durumda Prenses Süreyya’ya bakılacak olursa şahın kafasına darbe fikrini kendisi sokmuştur.1718 Hangi sebeple olursa olsun şahın aklına yatan bu fikre en yakın adam, Musaddık’ın bir numaralı düşmanı ve başına 100.000 riyal vaat ettiği General Zâhidî idi. Bu şahıs CIA tarafından saklanmış ve sıkı şekilde korunuyordu. Şah ile kendisi arasında aracılık yapan oğlu Erdeşir Zâhidî ise Rıza Pehlevî’nin ilk eşi Mısır Kralı Faruk’un kız kardeşi Prenses Fevziye’nin kızı Prenses Şehnaz’dı.1719 Süreyya’nın hâtıralarında 1716 1717 1718 1719

Baykara, s.197 A.g.e.,s.200 Prenses Süreyya, Hayatım, İstanbul, 1964, s.123. Albayrak, C.I, s.19 615

ihtilâl ile ilgili oldukça bilgi vardır, fakat tek yanlı bu beyanların güvenirliği az olmasına rağmen o günün şartları içinde CIA’nın İran Sarayı’nı tamamen ele geçirdiğini göstermesi bakımından çok önemlidir.1720 Yazılanlardan şunu anlıyoruz ki, Musaddık’a karşı bütün ihtilâl ve tasfiye planları ABD istihbarat elemanları, hatta bizzat CIA Generali Norman Schwerzkopf tarafından organize ediliyordu.1721 Şahın ilk teşebüsü akamete uğradı ve Bağdat’a kaçmak zorunda kalarak, İtalya’da bekleyişe geçti. Fakat Musaddık olayların üzerine sert bir nutukla giderek: “Bütün Pehlevîleri asmalı ve cumhuriyet ilân edilmeli.” diye haykırmıştır.1722 Halk bir ânda ayaklanmış ve Rıza Şah’ın heykelleri parçalanmaya başlamış ve bazı Musaddık taraftarları da Sovyetler’in kışkırtmasıyla komünistlerden ittifak ve iş birliği istemiş, bir ânda milliyetçi önder Musaddık komünist ilân edilmeye başlanmdı. İran’ın dînî liderleri Molla Keşani ve Behbahibu o ândan itibaren karşı vaziyet almışlardı. Albayrak’a göre CIA ajanı Schwerzkopf bu dönemde şah tarafından İran İstihbarat Teşkilâtı’nın başına getirilmiştir.1723 Artık Ameriken generali meşhur Bazar’da gezerek halkı tahrik ediyor ve boyuna dolar saçıyordu. Zâhidî ise Roma’da bulunan şahın fermanını herkese gösteriyordu.1724 Öyle bir anarşi ortamı meydana gelmişti ki sabahleyin “Yaşasın Şah!” diyenler akşam olunca “Kahrolsun Şah!” diye bağırıyordu. Nihayet 19 Ağustos 1953’te CIA ve İran İstihbaratı marifetiyle Musaddık devrilerek tutuklandı. 1725 Şah ise kaçmış olduğu Roma’dan Amerika’ya geçerek çiftçilik yapmayı planladığı bir zamanda birden bire haberi almış, 1720 1721 1722 1723 1724 1725

A.g.e., s.124-125. Baykara, s.201. A.g.e., s.202. Albayrak, s.119. Baykara, s.203-204. Asghar Alam Tabriz, Aydınların, Dini Liderler Ve Esnafın İran’ın Yakın Dönem Toplumsal Hareketlerindeki ve Devrimlerindeki Rollerinin İncelenmesi, YDT, Ankara, 2004, s.130. 616

Musaddık’ın devrildiğini öğrenince de İran’a dönerek tahtına oturmuştur.1726 Şahın ilk icraatı ABD’nin istediği petrol imtiyâzlarını tanımak oldu ve petrol işi %50 İran ortaklığı olan çok uluslu bir şirkete devredildi. Şah bundan sonra tam bir diktatör olarak kendini CIA’ya teslim ederek kendi istahbaratını da onun şubesi hâline getirdi ve General Fazlullah Zâhidî başbakan oldu. Bu dönemde ABD’nin para gücü ile Pehlevî Hanedanı ve Zâhidî Hükümeti güçlendirirken, Amerikan yanlısı olmayanları hapishanelere dolduruldu ve Kasr-ı Kaçar zindanları dünya çapında üne kavuştu.1727 Azerbaycanlıların gözbebeği Kaçar Türkmen lider Muhammed Musaddık’ın inkılâbı şahsından ziyâde, reformist-yenilikçi görüşler taşıdığı, zamanı yaşayanlar tarafından ifâde edilmiş1728 ve kendisine büyük ümitler bağlanmıştır. Yaptığı hatalar yüzünden kaçak şahın yeniden İran’a dönmesine sebep olduğu gibi, Türkmenlerin Kaçarlar önderliğinde iktidarı ele geçirmeleri umudu da artık tükenmişti. Musaddık büyük ölçüde Sovyet Rusya ve komünistlere sempati beslediği için kaybetmiş, buna karşılık petrol konusunda radikal kararları sonunu hazırlasa da İran’a büyük hizmet etmiştir. Muhammed Musaddık, Kaçar Hanedanı’ndan geliyordu ve Rey Valisi Hidayetullah Han’ın oğluydu. Daha evvel de ifâde edildiği gibi Kaçar Feth Ali Şah’ın torunu Prenses Melike annesi, Nasüreddin Şah’ın torunu Prenses Zehra ise eşiydi. Tutuklandıktan sonra önce idama mahkûm edilmiş, sonra bu ceza üç yıla indirilerek, kendi ikametgâhı olan Ahmedâbâd köyündeki mâlikanesinde cezayı tamamlamış, 1967’de 85 yaşında iken burada ölmüştür. Şartlar ne olursa olsun 1949-1953 Musaddık dönemi İran’da Milliyetçi Hareket olarak adlandırılmıştır.1729 1726 1727 1728 1729

Prenses Süreyya, Hayatım, s.164. Albayrak, s.120 Baykara, s.204. Ervand Abrahamıan, s.150. 617

Musaddık’dan kurtulduktan sonra Muhammed Rıza tamamen babasının yoluna girmiştir. 1957 yılında Amerika’nın yardımı ile ünlü SAVAK (Sâzmân-ı Emniyet ve Âgâhî Kişver) kuruldu; bu teşkilâtın personeli tamemen CIA ve MOSSAD tarafından eğitildi, il yöneticileri bunların karar mekanizmaları tarafından dikkatle seçildi.1730 Bu teşkilât zaman geçtikçe şahın gözü, kulağı ve demir yumruğu hâline geldi.1731 Kimilerine göre ülkede yaşayan her 450 erkekten biri SAVAK muhbiri idi. Subaylar dâhil bütün devlet görevlileri gözetim altındaydı. Basına sansür uygulama, dilediği kişiyi gözaltına alma, gerektiğinde siyasî cinayetler işleme gibi kanunsuz eylemler hep bunların işiydi. ABD Büyükelçisi’nin yeğeni ve tanınmış yazar Fitzgerald bizatihi gözlemlerini “Şah’a İstediği Her şeyi Vermek” başlıklı yazısında şöyle anlatıyor:1732 “Her otelin lobisinde, hükümetin her bakanlığında ve her üniversitede SAVAK ajanı var. SAVAK’ın vilâyetlerde siyasal haber alma servisi bulunur, yurtdışında da her İranlı öğrenci hakkında dosya tutulur... Eğitimli İranlılar yakın arkadaş çevreleri dışında kimseye güvenmezler, başka herkes SAVAK’ın adamı gibi gelir onlara. SAVAK, faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermeyerek bu korkuyu daha da şiddetlendirmektedir, İran’da insanlar yok olur, ortadan kaybolduklarına dâir rapor tutulmaz... Şah ülkede siyasal mahkûm olmadığını söylüyor. (Komünistler, diye açıklıyor, siyasal tutuklu değil, adi suçlulardır.) Uluslararası Af Örgütü bunların sayısının 20.000 dolaylarında olduğunu tahmin etmektedir.” Artık bundan sonra İran’ın kaderi belli olmuştu: CIA ve MOSSAD’ın yavrusu SAVAK! Muhammed Pehlevî, 1958’de Bünyâd-ı Pehlevî (Pehlevî Vakfı) adı ile kurduğu vakfa 1961 yılı değeri 47.500.000 sterlin değerinde olan, Rıza Şah’ın zorla ele geçirdiği Türkmen mallarını devrettiğini açıkladı. Türkmen topraklarının vakıflara devredilmesi onlar arasında büyük infial 1730 Albayrak, s.121. 1731 Abrahamıan, s.156. 1732 A.g.e., s.167. 618

uyandırınca, şah yine tahtından endişeye düştü ve eski ABD Büyükelçisi Türkmen asıllı Kaçar Prensi Ali Emini’yi 1961’de başbakanlığa getirdi. Emini, SAVAK başkanını görevden almak, yolsuzlukla mücadele etmek için kolları sıvayınca şah ile araları açıldı ve istifâ etmek zorunda kaldı. Bu arada iki sefer başbakan değişti ve sonunda tam üç yıl bu görevi yapacak Bahai Abbas Huveyda getirildi. 15 Ocak 1962’de ise çok kapsamlı bir Toprak Reform’u yaparak yine Türklere ait arazileri ellerinden aldı ve müllkiyet sahibi olmayan Fars asıllılara dağıttı; bütün bunlara da İnkılâb-ı Sefid (Ak Devrim) adı verildi.1733 Ruhanîlerin elinde geniş vakıf arazileri bulunuyordu, bu sebeple bunlar ve Millî Cephe ve Ak Devrim’e şiddetle karşı çıktılar ve 1963 seçimlerini boykot ettiler. Yeni İran Partisi çoğunluğu sağlayarak, şahın istediği kişi olarak Hasan Ali Mansur başbakanlığa getirildi; fakat İnkılâb-ı İslâmî üyesi bir genç tarafından öldürüldü. Bu arada Ruhanîler ile şahın mücadelesi doruk noktaya ulaştı. İşte Ayetullah Humeynî bu sırada Ruhanî lider olarak ortaya çıktı; fakat mitinglerde önderlik yaptığı için tutuklandı, ancak ağır cezadan kendisini Türkmen Ayetullah Şeriatmedarî kurtardı. Humeynî serbest kalır kalmaz önce Türkiye, ardından Irak ve sonunda da Fransa’ya yerleşti.1734 Humeynî’nin kaçması Ruhanîlerin daha da kuvvetlenmesi, fikren Kum kentini tamamen ele geçirmeleri ile sonuçlandı. 1960 sonrasında İngilterenin Süveyş’in doğusuna çekilme kararı alması İran’ı tam olarak bir ABD mandası hâline getirdi ve şah da isteyerek bunu kabullendi. Bu dönemde milyarlarla ifâde edilen petrol gelirleri Amerikan bankalarına taşındı. 1977’de son yedi yıl içinde Amerikan silâhlarına yatırılan para sekiz kat artarak 7.200.000 dolara çıkmıştı.1735 Sovyet yanlısı Tüdeh Partisi’nden çok geniş tutuklamalar yapıldı ve komünistlere verilen îdam cezaları hemen infâz edildi. Bu arada etnik grup lideri, rejim muhalifi diye yüzlerce Türkmen aynı âkıbeti 1733 A.g.e., s.122. 1734 Albayrak, s. 122. 1735 Abrahamıan, s.174. 619

yaşarken Fars Milliyetçiliği en üst seviyeye çıkmış, ideologlar din adı altında artık böyle bir milliyetçilik yoluna girmişlerdi. Ülke tamamen SAVAK idâresinde rejim yargıcı Ayetullah Halhali ve ideolog Ayetullah Murteza’nın fikrî egemenliği altına girdi.1736 Buna karşılık İran içinde Ayetullah Şeriatmedarî, sürgünde bulunan Ayetullah Humeynî, şahın bu devrim tasarruflarına karşı çıktılar. Tebriz’li Türkmen Şiî ideolog Medarî 1965-1975 döneminde Humeynî’nin en büyük savunucusu oldu ve hatta onu şahın îdamından bile kurtardı. Şeriatmedarî’nin karşı çıkışları ve Humeynî’yi koruması ona karşı şah yanlıları nezdinde büyük bir husumet doğmasına yol açtı; fakat Türkmenler tam mânâsı ile Şeraitmedarî’nin cesâretle arkasında durdular. 1978’e gelindiğinde etkin sokak gösterileri başladı. Güvenlik birimleri elbette şaha destek veriyorlardı; toprak reformundan büyük çıkarlar sağlayanlar da öyle. Fakat dînî hareketler bunların çoğunu devrim çemberi içine aldı. Monarşiyi destekleyen vasıflı sanayi işçileri de rejimin yıpranmasına destek verdiler. 1973’e kadar toplumun bütün kesimleri rejimden memnun görünüyorlardı; çünkü bu dönemde enflasyon düşmüş, işsizlik önlenmezken, iş piyasası Afgan ve Pakistanlıların saldırısına uğramıştı.1737 Fakat bu tarihlerden sonra ekonomik dengelerin bozulması, devletin yardımlarının enflasyonun gerisinde kalması dolayısıyla on üç yıllık iktidardan sonra Başbakan Huveyda görevden azledilmiş yerine tecrübeli bürokrat Cemşid Amuzgar getirilmiştir. Toplumsal olaylar durmak bilmiyor ve artık Devrimci diye adlandırılan Ruhanîler bunlara açık destek veriyordu. Ekim 1977’de Irak’ın Necef kentinde, sürgünde yaşayan Ayetullah Humeynî’nin oğlu Seyyid Mustafa meçhûl bir şekilde öldürüldü. Bu sebeple İran’da başlayan anma törenleri tam mânâsı ile siyasî gösterilere dönüştü. 19 Haziran 1977’de SAVAK ajanları tarafından İngiltere’de öldürülmüş olan Fars din âlimi Ali Şeriati’nin1738 de öfkesi bu bu gösterilerde başlıca âmil oldu. 1736 Albayrak,s.124. 1737 Asghar Alam Tabriz, s.173. 1738 Biyografisi için bkz.: Ali Şeriati, Dinler Tarihi I, Fecr yay., Ankara, 2012, s.10. 620

1978 yılının Ocak ayındaki Muharrem ayinlerinde Tahran büyük gösterilere sahne oldu; fakat sıkıyönetim ilân edildi ve Kasap diye adlandırılan General Ali Üveysi göstericileri doğramaya başladı. Humeynî yurt dışından yaptığı çağrılarla Tâûsâ1739 gününde bir milyon, Aşûre Günü’nde ise iki milyon insan Tahran sokaklarına döküldü; ilk gösterilere ömrünü zindanlarda geçiren Ayetullah Telegani, Mühendis Mehdi Bezirgan1740 ve Dr. Kerim Sancani, eski Millî Cephe mensupları olarak Musaddık’ın fikirleri üzerinden yön verdiler.1741 Aslına bakılırsa İran olaylarının sıklet merkezi, tamamına yakını Türkmen olan Tebriz’di, ikinci derecede yine Türklerin Tahran’ı, üçüncü derecede ise dînî merkez Kum’du. Kum’da öldürülen göstericileri anmak da Tebriz’e düşmüştü ki 1978-79 Ramazan ayı boyunca sokaklarda yüzlerce insan öldürüldü ve meydanlar maktullerden geçilemez hâle gelidi. Bu bakımdan kaynakların tamamı Türkmenlerin hakkını vererek İran İslâm Devrimi’nin en büyük dönemecinin Tebriz olduğunu bilhassa vurgulamışlardır.1742 Tahran’da yapılan gösterilerde ısrarlı biçimde ordu taraftarlığı ve Humeynî lehinde sloganlar kullanılmaya başlandı. 7-8 Eylül olaylarında, Kara Cuma-Kızıl Cuma diye adlandırılan olaylarda Tebriz’den sonra Kum’da da devrim ivme kazanırken bir İtalyan gazetesinin yazdığına göre bir günde 4.000 kişi öldürülmüştü.1743 Bunun üzerine 12 ilde sıkıyönetim ilân edildi. Şahın girişimi ile sürgünde bulunan Ayetullah Humeynî Irak Baas Hükümeti tarafından sınır dışı edilmek istenince Kuveyt’e gitmeyi arzu etmiş, fakat bu ülke de kabul etmeyince Fransa’ya giderek Nevphlae Chateau köyüne yerleşmiş ve iyi bir koruma ordusu ile buradan İran’ı izlemeye başlamıştır. Şah Rıza’ya artık başbakan dayanmıyordu. Olayların en çılgın zamanında, 6 Ocak 1979’da reformist fikirleri ile tanınan, Millî 1739 1740 1741 1742 1743

Muharrem ayının 9.günü, 10. gün de Aşûre’dir. Abrahamıan, s.XV-XXV. Tabriz., s. 174. A.g.t., s.175;Abrahamıan s.188-189; Albayrak, s. 130. Abrahamıan, s. 209. 621

Cephe yanlısı ve Muhammed Musaddık kadrosundan Şahpur Bahtiyar’ı başbakanlığa getirdi. Fakat Millî Cephe Bahtiyar’ın kurduğu hükümeti tanımadı ve uygulamaya koyduğu reformları benimsemedi; üstelik basın üzerindeki sansürü kaldırılıp üniversiteler açılınca yeniden öğrenci hareketleri başladığı gibi halk isyanları da çoğaldı. Ayetullah Humeynî Fransa’dan yaptığı açıklamada Bahtiyar Hükümeti’nin yasal olmadığını ilân etti. Buna karşılık hükümet yanlısı bir gazetede Humeynî aleyhinde hakeret dolu bir makale yayımlanınca, 9 Ocak’da Kum’da başlayan gösterilere SAVAK’in açtırdığı ateş sonucu 100 kişinin birden ölmesi üzerine beklenen oldu ve Şah Muhammed Rıza Pehlevî ve ailesi, 16 Ocak 1979 ülkeyi terk ederek Kahire’ye kaçtı. Fakat onun ülkeyi terk edişi de meseleyi çözemedi; Ayetullah Humeynî on beş yıllık bir aradan sonra 26 Ocak’da İran’a döneceğini ilân etti. Ülkenin her yanında milyonlarca insan ayaklanmış ve Tahran’a gidiyordu. Bahtiyar Hükümeti havaalanlarını kapattı, fakat gösterilerde artık askerle çatışmayı bile göze alan insanlar ön saflardaydı. 26-28 Ocak günleri ülke artık kan gölünü dönüyo askerler bile üniformaları ile göstericilerin arasında görülüyordu. Bugün Devrim Meydanı adını taşıyan alanda beş saat süren çarpışmalarda yüzlerce ölüm olayı meydana geldi. İşte böyle bir hava içersinde Humeynî muhteşem bir şekilde 1 Şubat 1979 günü saat 09.30’da Tahran Havaalanı’nda İran topraklarına ayak bastı.1744 Humeynî Tahran Mehrâbâd Havaalanı’na bir Air Fransa uçağı ile inmiş ve üç milyon insan tarafından karşılanmıştı.1745 İmam Humeynî havaalanından helikopterle alınarak şaha karşı direnen ve canlarını kaybeden insanları ziyaret için Behişti Zehra Mezarlığı’na götürüldü. Şehid Aileleri Vakfı, şehid sayısını 60.000 olarak açıklamıştı 1744 Asghar Alam Tabriz, s.179; Abrahamıan, s. 211’de şahın kaçışını Humeynî’nin İran’a dönşünden sonra göstermektedir. Bu bir hatadır çünkü Humeynî geldiğinde Pehlevî çoktan Mısır’a yerleşmiş bulunuyordu. 1745 Abrahamıan, s.211. 622

ama daha 1984 yılında yapılan çalışmalarda ancak 3.000 civarında olduğu ortaya konmuştur.1746

Humeynî’nin İran’a Dönüşü

b) Ayetullah Humeynî Devri (01.02.1979- 03.02.1989) Ayetullah Humeynî’nin mezarlık konuşmasında ilk beyânı, direnen Bahtiyar Hükümeti’nin kanunsuz olduğunu ilân etmek olmuştur. Daha ilk günden oluşmaya başlayan 1979 İran Devrimi, siyaset bilimciler tarafından son üç yüz yılın 1789 Fransız İhtilâli, 1917 Bolşevik İhtilâli’ndan sonra en önemli değişim 1746 Abrahamıan, s.211, 17 nolu dipnotun işaret ettiği kaynağa göre. 623

hareketi olarak nitelendirilmiş; yeni dengelere dayananan bir sosyal sistem ve yapı olarak karşımıza çıkmıştır.1747 İmam Humeynî’nin İran’a yeniden dönüşü şüphesiz klâsik Şiîlik inancı olmasına karşılık, gerçek alt yapı Musaddık’tan beri oluşan Tebriz Millî Cephe düşüncesi ve Humeynî’nin çağdaşı olan Türkmen Ayetullah Şeriatmedarî’nin1748 mensup olduğu halk yığınlarıdır. Sonradan bu önemli husûs tedricen terk edilmiş ve unutulmuş olmasına karşılık. İran Tarihi olarak bilinen son 1.000 yılda Türkmenlerin duruşlarına, yapılan çalışmalarda dâima ehemmiyet verilmiştir.1749 Humeynî başına bir şey gelmeden Şahpur Bahtiyar’ın ülkeyi terk etmesini istedi, o da Fransa’ya kaçarak geçici olarak canını kurtardı ama 1991 yılında Paris’te öldürüldü. Humeynî vakit geçirmeden Millî Cephe’de Musaddık’ın ilk yardımcısı Mehdi Bazargan’ı başbakan tâyin etti; başta, bu karar mutlaka İhtilâl’in önderi olan Tebrizliler ve düşüncelerine bir saygı ifâdesiydi. Çünkü Azerbaycan’ın Bazargan şehrinden olan olan Mehdi, Türkmendi ve milliyetçi bir kişiliğe sâhip, Batı Liberalizmi’ni benimsemiş, lâik düşünceli fakat dindar birisi idi.1750 Mehdi, işte bu özellikleriyle ileride devrim Fars Milliyetçiliği istikametinde yön değiştirirken Humeynî için: “Şahın sarıklısıdır” diyecekti.1751 XX. yüzyılın en çok konuşulan adamı Ayetullah Humeynî, 1902 yılında dînî merkez Kum’un 160 km güneydoğusunda Humeyn kasabasında doğmuş ve kendisinin 12. İmam Rıza soyundan geldiği yazılmıştır. Fakat ilgi çekicidir ki Arap değil, Fars olduğu ifâde edilmiştir. Hayatında İmam soyundan geldiği pek önemli görüldüğü hâlde Farslığın böyle bir aksülameli olmayıp hiçbir çalışmaya da konu olmamıştır. Daha çok Şiî din âlimi 1747 İsmail Zengin, İran Devrimi ve Ortadoğu’ya Etkileri, Milliyet Yay., İstanbul, 1991, s.35. 1748 Mustafa Öz, Şeriatmedari, s.581. 1749 Yalçın Sarıkaya, Geçmişten Günümüze İran: Tarih, Siyaset, Toplum ve Kültür, Rapor No:2, Kasım, 2012, www.turkakademisi.org.tr., s.1. 1750 Abrahamıan, s.XV-XVI. 1751 Bahman Nirumand, Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardında, Çev. K. Kurt, Belge Yay., İstanbul, 1988, s.265. 624

olarak tanınmış ve bu yapıdaki bir aileden geldiği ortaya konmuştur. Nişaburlu oldukları, ancak buradan önce Hindistan Leknev Bölgesi Kintur kasabasına geldikleri, sonradan Necef’i ziyâret ederek bugünkü Humeyn’e gelip yerleştikleri bilinmektedir.1752 Humeynî’nin siyasî fikirlerinin ancak 1940’lı yıllarda ifâde edilmeye başlandığı ve Kur’an-ı Kerim Sebe’ Sûresi (34) 46’da geçen Kıyam kelimesinin “Siyasî Direniş” anlamına geldiği, bunun için de ulemâ zümresinin baş kaldırması gerektiği ifâde edilmiştir.1753 1942’de yayımlanan Keşfü’l Esrar adlı eserinde şahın yanında görünen din adamlarını şiddetle eleştirmiştir. Humeynî, Muhammed Rıza’nın Ak Devrim’ini de 22 Ocak 1963’te eleştirerek, bu planları reddeden bir protesto yayımladı. Humeynî bu eleştirileri ile sık sık tutuklanmaya başlandı. Kasr hapishanesine her götürülüşte ülke halk hareketlerine sahne oldu. 1964 Humeynî’nin sürgün yılı oldu ve 4 Kasım’da Ankara’ya gelerek Bursa’ya yerleşti ve burada bir yıl kadar kaldı. Fakat Türkiye’de çok rahat edemedi ve içine kapalı yaşadı. 1965’de on üç yıl kalacağı Irak-Necef’e gitti ve burada çeşitli ülkelerden gelen öğrencilere ders vermeye başladı. Humeynî’nin Velâyet-i Fakih1754 adı verilen ve devrimden sonra devlet idâresi olacak düşünceleri 1970’li yıllarda Necef’de gelişmiştir. Fakat bu deyim Feth Ali Şah zamanında Rusya’nın ele geçirdiği Aras’ın kuzey topraklarını geri almak ve cihad ilân etmek için Ruhanîleri işaret eden anlamda kullanılmıştı.1755 Lâkin şimdi, Şiî İmamet düşüncesine dayalı Velâyet-i Fakih ideolojisi bir İslâm Devleti kurmayı öngörüyordu; işte İran’a ayak bastığı ândan itibaren de Humeynî’nin yapmak istediği buydu. İran İslâm Devrimi sonrası tarihte ilk defa bu düşünce üstüne bina edilen bir devlet 1752 Hamit Algar, Humeynî, DİA,C. 18, İstanbul, 1998, s.358-3 64. 1753 A.g.md., s.359. 1754 A.g.md., s. 360; On ikinci İmam’ın kaybolduğu dönemde, imamlığın-halifeliğin siyasî ve fikri fonksiyonlarını ulemânın icra etmesi şeklinde özetlenen doktirin. Ayrıca bkz., Serkan Tellioğlu, İran İslâm Cumhuriyeti’nde Egemenlik ve Meşruiyet kaynağı “Velâyet-i Fakih”, AÜSBFD, C. 68, No:3, Ankara, 2013, s.95-112. 1755 Albayrak, I, s.130. 625

nizamı oluşturuluyor, Şiî fıkhındaki klâsik anlayışın dışında bir Velâyet-i Fakih düşüncesi ortaya konuyordu. Bu bakımdan Şiî fıkhında ilk olarak bir İslâm Devleti kurmak ve bu ifâdeyi kullanmak tamamen Humeynî’ye aittir.1756 Humeynî Velâyet-i Fakih adını taşıyan eserinden kırk sene evvel Keşfü’l Esrar adlı eserinde de benzer görüşlere yer vermiş fakat bu kadar detaylandırmamıştır.1757 Başta devlet adı için uzun tartışmalar yaşandı; başbakanın istediği devlet adı önünde Demokratik ibaresi bulunması Humeynî’nin vetosuna uğradı ve böyle bir Batılı ibare kullanılmasını istenmedi; böylece ilk çatlak meydana geldi. Her şeye rağmen Mehdi Bazargan bir ay içinde hükümeti kurdu; 31 Mart’ta devlet şekli için referandum yapıldı; 21 milyon seçmenin oy kullandığı seçimde, “İslâm Cumhuriyeti İstiyor musunuz” sorusuna %99 evet oyu verildi, 1 Nisan 1979’ da “İran İslâm Cumhuriyeti” adı ile devlet şekli ilân edilip monarşiye son verildi. Hazırlanan anayasa 270 üyeli Meclis-i Şûrâ, Başbakan ve Cumhurbaşkanı öngörmektedi. Humeynî bu anayasayı Meclis-i Hibregân’a (Bilirkişiler Meclisi) havâle etti. İşte bu safhada Humeynî’nin düşüncelerini içeren ve devlet yönetiminin tamamen Ruhanîlere verilmesini öngören Velâyet-i Fakih teorisinin anayasaya girmesiyle büyük bir değişikliğe gidilmiş oldu. Şahın devrilmesi, iktidarın ele geçirilmesinde İslâmcılar ile birleşmiş olan milliyetçiler, liberallar, Halkın Mücahidleri, Halkın Fedaileri en önde bulumuşlardı. Tûde ve sosyal demokratların artık hiçbir önemi kalmamıştı. Tûde, desteğini açıklamış olmasına rağmen kısa zamanda tasfiye edildi. Dolayısıyla “İslâm’da ruhban sınıfı yoktur” düşünceleri çöpe atılmış oluyordu.1758 Anayasanın yazılması ve tartışılması sekiz aya yakın zaman aldı. Anayasa çalışmaları devam ederken 73 kişiden oluşan Meclis-i Hibregân’ı oluşturmak için Ağustos ayında sandığa müracaat edildi. Adaylar Merkezi Komite, Merkez Câmi Bürosu ve Ruhanîler Birliği 1756 Tellioğlu, s.97. 1757 Algar, s.364. 1758 Albayrak, I, s.130. 626

adlı yeni kurulmuş bir oluşumun denetiminden geçti. Şüphesiz ki seçimi Humeynî yandaşları ezici çoğunlukla kazandı; 15 Ayetullah, 40 Hüccetü’l-İslâm (İslâm adına söz sahibi olanlar), 11’de din adamı olmayan fakat devrim lideri olan kişiler meclisi teşkil ediyorlardı; işte bu bilirkişiler İslâm Cumhuriyeti Anayasası’nı hazırlayacaklardı. Kısa sürede ortaya çıkan metne göre Velâyet-i Fakih düşüncesi vurgulanıyor; her türlü emperyalizme karşı çıkılacağı ifâde ediliyordu. Ayrıca Ayetullah Humeynî, Büyük Fakih, Ruhanî Lider, Devrim Rehberî, Cumhuriyet’in Kurucusu, Ezilmişlerin İlham Kaynağı, Ümmetin İmamı gibi ifâdelerle anılıyor ve kendisine sınırsız yetkiler veriliyordu.1759 Tamamlanan anayasa yazımı tam rerferandum safhasına gelmişti ki 4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Elçiliği 400 Üniversite öğrencisi tarafından işgal edildi ve bu eylem dünyada yankı uyandırarak 444 gün sürdü. Hükümet yöneticileri bu olayların arkasında durarak, öğrenciler, ABD personelinin casusluk yaptığına dâir iddiaları ile onları yargılayacaklarına dâir açıklamalarını desteklediler.1760 Bu arada devam eden anayasa tartışmalarında Türkmen Lider Ayetullah Şeriatmedarî’nin başında bulunduğu “İslâm Halkı’nın Cumhuriyetçi Partisi” yakında yapılacak referanduma katılmacağını ve birçok maddeye karşı olduklarını açıkladı. Azerbaycan’ın dışlandığı ve Şeriatmedarî açıklamalarının nazara alınmaması üzerine Tebriz’li Başbakan Bazargan da istifa etti. Rehine krizi üzerine ABD filosunun Pasifik kıyılarından İran’a doğru hareket etmesi bir müdahaleyi gündeme getirirken, halk cihad havasında yeniden sokaklara döküldü. Bu kadar karşışık ortamda, 24 Ekim 1979 günü anayasa referandumu yapıldı; başta Şeriatmedarî ve partisi ile Halkın Mücahitleri, Halkın Fedaileri, Millî Cephe olmak üzere muhalefet oy kullanmadı. Humeynî “Hayır” veya “Çekimser oy” kullanacakları ağır biçimde itham altına alarak uyardı; bu sebeple 1759 Abrahamıan, s.214-215. 1760 The Middle East, İran İslâmî Hareket İçinde Ayrılık, S.63, Ocak 1980 (Birikim Dergisi). 627

anayasa kolaylıkla kabul edildi. Fakat, evvelki seçimlere 21 milyon seçmen katılırken bu sefer seçmen sayısı 16 milyona düşmüş, böylece desteklemeyenlerin oranı %24’e çıkmıştır. Ertesi gün dînî başkent Kum’da Medarî’nin iki muhafızı kurşunlanarak öldürüldü ve televizyonda aleyhte yayınlar yapılmaya başlanınca Azerbaycan ayağa kalkarak yer yer çatışmalar başladı. Humeynî’nin Şeriatmedarî ile görüşmesiyle mutabakat mesajları verilmesine rağmen Tebriz’de çatışmalar durmadı. Dış basında Ocak 1980’de çıkan bir yorumda, sırf bu ayrılığın kamufle edilmesi için ABD Elçiliği Olayı’nın bahaneden ibaret olduğu ileri sürülmüştür: “Fakat kesin olan birşey var: Genel İslâmî Hareket’in Humeynî ve Şeriatmedarî önderliğinde iki tarafa ayrılması olayı ile İran İslâm Devrimi çok kritik bir noktaya gelmiştir.. Ve kanaatimiz odur ki, ABD Elçiliği’nin işgali olayının asıl nedeni, daha doğrusu bu işgali bir ihtiyaç hâline getirten neden, bu olaydır. İslâmî hareketin şu ândaki yönetici kadrosu, karşılaştıkları bu son derece kritik iç sorunu hâlledebilmek için siyasetin klâsik bir kuralının gereğini yapmışlardır. Ayrılığa, hattâ kopuşa gebe bir iç mesele çok önemli bir dış sorunun varlığında gündemden düşürülebilir; ya da o iç sorunun normal durumlarda kolay benimsetilemeyecek bir çözüm biçimi, ancak ortak düşmana karşı birlik motifinin her şeyi belirlediği bir ortamın varlığında kabul ettirilebilir. İran’ın hâldeki durumunda, bu ortak düşman için ABD’den daha uygunu yoktur. Elçiliğin işgali bu bakımdan tam bir fırsattı. Yönetim bunu önceden planlamadıysa bile, söz konusu fırsatı ânında görmüş, olayı üstlenmiş ve arz ettiği ortamı büyük ölçüde yaratmıştır. Azerbaycan bölgesi halkınca büyük ölçüde desteklenen Şeriatmedarî’nin önderliğindeki muhalefet, ABD’ye karşı cihad ortamına rağmen yine de ortaya çıkabilmişse, hayli önemli nedenleri olmalıdır.”1761 Anayasada, devletin resmî dininin İslâm-Şiîlik, milletin ise Fars karşılığında kullanılan İranlı olduğuna dâir hükümlere 1761 A.g.m., s.85. 628

yer verilmiş hatta cumhurbaşkanı seçilmeye bu özellikler şart koşulmuştur.1762 Velâyet-i Fakih düşünseci ise 12 İmam-Caferîlik Mezhebini esas aldığından felsefede dâhi Şiîlik öne çıkarılmıştır. Halbuki Türkmen sahra, Kürtler ve Belüclar tamamen Sünnî inanca sâhip bulunuyorlardı. Anayasa karşısında Şeriatmedarî ve Azerbaycan’ı elbette anlamak ve makul karşılmak gerekiyordu. Bir devlet içerisinde kimliği belirlenmiş iki veya daha fazla unsur olarak yaşamak isteyen Azerbaycan’da esâsında ayrılıkçılık yoktu ve Humeynî’nin ifâde ettiği gibi, ABD yanlısı olan da bulunmuyordu. Ayakta bulunan kitleler ne özerklik ne de bağımsızlık yanlısı; halkın hâkim unsuru ve tarihe dayanan mücadeleleri dolayısıyla yasalarda kendilerini görmek istiyorlardı. Azerbaycan’da egemen olan talep bütün İran’a ilişkindi; kendi iktidarlarında ve 1.000 yıllık geçmişlerinde hiçbir İranî unsuru inkâr cihetine de gitmemişlerdi. İran’da devrim öncesinde Farslarda devlete hâkim olmak gibi düşünce yoktu, bütün etnik ve dînî gruplar Pehlevî’nin baskıcı ve şöven uygulamalarına karşı birlikte mücadele ediyordu. Şahın devrilme sürecinde Azerbaycanlılar hareketin başını çekmişlerdi. Humeynî rejimle hesaplaşmasında Şiî-Sünnî bütün Türkmenlerden yararlanmıştı. Ayetullahlar Ali Hamanay, Halhali, Hoi, Erdebilli, Şeriatmedarî, ilk başbakanlardan Musavi ve Mehdi Bazargan örnek olarak verilebilir. Bunlarda katiyyen ayrılıkçı düşünceler yoktu; İslâmîyet ve İranlılık kimliğine daha bağlıydılar. Kaçarlar zamanından beri bu konumlarını muhafaza eden Azerbaycanlıların 1920’de Ahmed Şah zamanında kurdukları Azadistan Cumhuriyeti üç ay yaşayabilmiş, 1946’da ise Şeyh Cafer Pişevari’nin Güney Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti bir yıl yaşamasına rağmen mensuplarının Pehlevî’nin tehcirine uğramasıyla niyâhet bulmuştur.1763 1762 A. Muhammed Cennetî, İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası, İstanbul, 1996, Md. 115. 1763 Musaf Kızılkaya, ABD-İran Savaş Öncesinde Güney Azerbaycan (İran) Türkleri, TASAM, 19 Ağustos 2006, [email protected]. 629

1978’de ise her şeye rağmen Tebriz Humeynî lehinde 700 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş ile devrime önderlik yapmıştır.1764 Fakat Humeynî zirveye tırmanınca Azerbaycan’a sırtını çevirdi. Daha anayasa komisyonu referandumu yapılır yapılmaz rejim Şeriatmedarî’ye savaş ilân etmiş, Tahran’dan sonra Tebriz’de de Pastar Grubu tarafından resimleri yırtılmaya başlamıştı. Halbuki Medarî onu îdamdan kurtarmış ve ömrü boyunca Tebriz’de yaşayarak Şiî İslâm ve İranlılık üst kimliğini savunmuş, fakat Azerbaycan’ın Türkçe konuşma ve kültürel taleplerinin de dâima savunucu olmuştur. Her hâlde onun en büyük kabahati Humeynî’nin Velâyet-i Fakih düşüncesini benimsememesidir.1765 Medarî devleti din adamlarının değil asrî anlamda ve demokrasi yoluyla yönetmesi düşüncesini savunmuş ve anayasının böyle olmasını istemiştir.1766 İşte bütün bu sebeplerle Tebriz’de kaybolan huzur, Medarî’nin Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi’nin 25 Şubat 1979’da Azerbaycan Hükümeti’ni kurmaları ile sonuçlandı. İlk çırpıda Humeynî yanlısı olanlar tutuklandı; fakat Şeriatmedarî bunların hemen serbest bırakılmasını istedi. Buna rağmen Tahran, Tebriz üzerine askerî birlikler sevketti. Bunlar kısa sürede hepsi aydın ve yetişmiş kişiler olan 72 hükümet mensubunu tutukladı. Aslında oluşum Şeriatmedarî ve partisinin gıyabında çok açık bir hareket de değildi. Geçmişteki Mahabad tecrübesinden ötürü Kirmanşah Kürtleri de bu oluşuma yardım etmiş ve içinde bulunmuşlardı. Hatta yardımların Irak’tan geldiği bile söylendi; aslında yardımlaşma Türklerle Kürtlerin eski bir anlaşmasına dayanıyordu. Olaylar Tebriz Türk Hükümeti mensupları ve onlarla birlikte hareket edenlerin îdamları ile sonuçlandı. Bunun da ötesinde 5 Aralık 1979 günü Şeriatmedarî’nin Kum’daki evi basıldı. 13 Aralık’ta Tebriz’de kitleler ayağa kalktı ve 700 bin kişinin protestosuna şâhit olundu. Devrim Hükümeti Medarî’yi 1764 Cemil Doğaç İpek, Güney Azerbaycan Türklerinde Kimlik Sorunu, TDİD, 2012, s.267-283. 1765 A.g.mk., s.273. 1766 M. Metin Ören, İran Türkleri Hürriyet Haraketleri, Girne 1980, s.203. 630

ABD yanlısı olarak suçladı.1767 Medarî 3 Nisan 1986 tarihinden ölümüne kadar evinde gözaltında kaldı ve ilâçları bile verilmeyerek âdeta ölümü çabuklaştırıldı. Bu kadar iç karşıklık ve dışa karşı kayıtsızlık yüzünden İran İslâm Cumhuriyeti’ne dünyada uzun ömür biçen olmamıştır. Böyle teokratik düşünceler üzerine kurulu sağlam bir tabanı, kültür altyapısı olmayan diktatörlükler de Ortadoğu’da çok uzun ömürlü olmuyordu. Devlet bürokrasisi ve iktidarı elinde bulunduran insanların dışında Pehlevî ve Fars özlemlerine yapışan halktan da uzun boylu bahsetmek mümkün değildi. Çünkü Farslar halk hareketlerini sevmez ve askerlikle de pek ilgileri yoktur. Tamamen Ruhanîlerin eline geçen iktidarı çekip çevirecek modern devlet düşüncesine sâhip insanlar da bulunmuyordu.1768 Bunlara genel olarak softalar gözü ile bakılıyordu. Fakat öyle olmadı ve yeni devlet sadece ayakta durmakla kalmayıp günden güne gücünü de arttırdı. Hırslı beş yıllık projeler ortaya kondu ve devlet ideolojisine bağlı bürokrasi takviye edilerek 1979’da 304.000 olan memur sayısı 1982’de 850.000’e, 2004’te ise bir milyona çıkarılarak hantal bürokrasinin yeni aydınlara devri gerçekleştirildi.1769 1980’e girildiğinde tam bir komedyaya dönüşen rehine krizi devâm ediyordu. ABD başarısız bir kurtarma operasyonu yaptı; fakat Humeynî Irak Baas rejimi hakkında ağır beyânlarda bulundu ve devrilmesi gerektiğini savunarak Irak’ta %40 gibi bir nisaba sâhip Şiîleri ayaklanmaya çağırdı. İran ve Irak arasında Osmanlılar döneminden kalma Şatü’larab anlaşmazlığı gibi derin bir mesele bulunuyordu. Saddam Hüseyin 17 Eylül 1980’de Irak Meclisi’nde yaptığı konuşmada konu ile ilgili Cezayir Antlaşması’nı tanımadığı yolunda bir beyânda bulunarak 22 Eylül’de petrol bölgesi Huzistan’dan İran topraklarına girdi. Irak başta kendi içindeki Şiîlere gözdağı vermek ve devrim ihtmâlini önlemek gibi bir anlayışla yola çıkmış, savaşın uzun süreceğini 1767 Albayrak,s.132. 1768 Abrahamıan, s. 221. 1769 A.g.e., s.221. 631

hiç düşünmemiş, hatta zafer elde ederek Arap Dünyası’nda itibarını perçinlemek gibi bir amaca yönelmişiti. Fakat öyle olmadı ve savaş Irak’ın Basra Körfezi’ndeki petrol üretim ve ihraç tesisleri ile İran petrol gemilerine şiddetli saldırılarla iki taraf için de korkunç ekonomik zararlar oluşturdu. İki ülkenin 4,5 milyon varil olan petrol üretim ve ihracı savaşın ilk yılında 600.000 varile kadar düştü.1770 İran kara savaşlarında cepheye birlik sevk etmekte hiç zorlanmadı; tabiî olarak Irak da öyle; çünkü iki ülke de cepheye Türkmenleri sürmüştü. Azerbaycan iç meseleleri bırakarak savaşa koşmayı bir vatanseverlik olarak gördü ve cepheye yüklendi.1771 Savaştan sonra Irak Türkmenleri Hıristiyan-Sünnî-Şiî gibi parçalara ayrılmış, Sünnîler Kürtlere, Şiîler ise Güney Arapları’na yapıştırılmış, böylece en kârlı çıkanlar da Irak Kürtleri olmuş, savaşa katılmaları bir yana Türkmenlere ait taşınmaz ve emlâkı yağmalamışlar, Kerkük Tapu Dâiresi’ni yakarak tarihi tersine çevirmişlerdir.1772 Her iki tarafta, fakat bilhassa Irak’ta Kürtler savaşa iştirak etmeyince, ön saflarda Türkmenler birbirine kırdırıldı; bu sebeple Kürtlere hiddetlenen Saddam Hüseyin’in savaşın sonuna doğru Haleçe’de onlara karşı biyolojik silâh kullandığı iddia edildi. Uzun süre ateşkes çağrılarını kabul etmeyen, buna karşılık tükenen Irak nihâyet 18 Temmuz 1988’de ateşkese razı oldu. Savaş süresince Amerika, Rusya, Çin, Almanya, Fransa ve İsrail silâh tüccarları büyük paralar kazandılar, BM verilerine göre sadece İran’ın 97 milyar dolarlık zararı olmuş, fakat Fransız L’Expres Dergisi “Ortada ne yenen var, ne de yenilen. Buna karşılık 420 milyar dolarlık bir zarar var. Petrol gelirlerinden ve yatırımlardan kayıplar (%60 Irak, %40 İran için). Yıkılmış, harap olmuş şehirler ve kasabalar.”1773 değerlendirmesini yapmıştır. Fakat İran’ın maddî kaybının daha sonra yapılan hesaplara göre 600 milyar dolar olduğunu ortaya 1770 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasal Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 200, s.770-775. 1771 Abrahamıan, s.228. 1772 Albayrak, s.133. 1773 M. Ahmet Varol, İslâm Dünyası, Altınoluk Dergisi, 1988, Sayı 32. s.40. 632

koyan açıklamalar yapılmıştır.1774 Can kaybına gelince, Avrupa kaynakları bilgilere göre 1 milyon insan ölmüş 2,5 milyon insan da ülkenin batısına göçerek ölümden kurtulmuştur.1775 Fakat hükümet yetkililerinin 23 Eylül 1988 tarihli İran Times’e yaptıkları açıklamaya göre 79.664 Gözcü, 35.170 Düzenli Ordu, 5.061 Jandarma, 20.075 İnşaa Kampanyası Üyesi, 1.601 Devrim Komitesi Üyesi, 264 Polis ve 11.000 sivil olmak üzere toplam 160.000 kişi hayatını kaybetmiş, 39 yaralı, 23.000 kişi de kişilik bozukluğuna uğramıştır. Savaş’ın İran ordusuna düzen verdiği bir gerçektir; 120.000 personeli bulunan Devrim Muhafızları bünyesindeki küçük deniz ve hava birlikleri en hızlı ve donanımlı güç hâline geldi. 200.000 kişilik Besic-i Mütezifin (Seferi Güç) oluşturulmuş, eski rütbeli personele ilâve olarak devrimin ruhuna uygun olarak 270.000 din görevlisi kilit duruma getirilmiş, düzenli ordudaki asker sayısı da 370.000’e çıkarılmıştır.1776 SAVAK lağvedilmiş yerine Devrim Muhafızları’ndan 2.000-5.000 kişilik Kudüs Gücü kurulmuştur. Böylece 700.000 bin kişiye ulaşan bir ordu ortaya çıkmıştır.1777 Sonradan yapılan yorumlara göre savaş, İran ekonomisini de hayli büyütmüş, yerli bir savaş endüstrisi ortaya çıkmıştır. Ekonomide devlete dayanan ve çabuk zengin olanların hegamonyasına son verilmiştir. İdarede muazzam bir teşkilâtlanma, adâlette yenilenme başlamıştır. Buna karşılık yayınlar sıkı sıkıya takip edilmiş ve sansür daha da sertleştirilmiştir. Kalkınma başlayınca geçmişte yoklukla yürümeyen Fars Milliyetçiliği tırmanmış, Pehlevî zamanındaki söylemler tekrarlanmaya başlamıştır. Farsça korunarak yaygınlaştırılmış, ülke lisânı hâline getirilmiştir. Okula giden çocukların oranı %60’dan %90’a yükselmiş, bebek ölümleri binde 104’ten 25’e düşürülmüştür. Savaş 1774 İran Analiz - İranDevrimi’nin33.YılıveKısaTarihi, https://istihbaratsahasi.files. word press.com/ 1775 A.g.m. s. 2 1776 İran Times, 16 Nisan 1982. 1777 Abrahamıan, s.228. 633

kayıplarına rağmen 1989’da ülke nüfusu 50 milyon, 2.000’ler de 70 milyona çıkmış, eğitim sisteminin başarılı sonuçları ile birlikte ülke tarihinde ilk defa Azarbaycan, Gilân, Mazenderan, Kirmanşah (Kürt) Farsça okuyup yazmaya başlamışlardır.1778 Ateşkesten tam bir yıl sonra Ayetullah Humeynî 3 Haziran 1989 günü 87 yaşında hayatını kaybetti. En son Salman Rüştü’nün Şeytan Ayetleri adlı kitabından ötürü Batı’da geniş tepkilere yol açan ölüm fetvasını ilân etmişti. Savaş, ülke içindeki karşıklıkları biraz olsun gidermişti. Çünkü İran halkı gerçekten vatansever, ülkesine ve devletine bağlı insanlardı; fanatiklerin dışında aydınlar bilhassa sağduyulu insanlardı. Halkın %50’ni oluşturan Türklerden bilhassa savaşta en küçük aykırı ses bile çıkmadı. Fakat Humeynî ölmeden önce 1988’de anayasada yapılan bir değişiklikle Fars unsuruna dayanan tam bir molla diktatörlüğü oluşturuldu. Ülke %40 oranında Sünnî olmasına rağmen1779 devletin sertleşen Velâyet-i Fakih Şiîliği resmî-hâkim düşünce hâline geldi ki, Şiî taban bile bu tasarrufları katiyyen tasvip etmiyordu. İşte savaş bitip de Humeynî gözlerini kaparken rejim muhalifi gruplar, siyasî ve dinî entelektüler ve önemli simalar teker teker sui’kastlara kurban ediliyordu. Molla rejminin ikinci adamı ve Humeynî’nin halefi Ayetullah el-Uzmaayyuka çıkan işkenceler, tecavüzler ve toplu cinayetlere son verilmesini istediği için görevden el çektirildi. Her şeye rağmen Humeynî’nin öldüğü gün dokuz milyon insan1780 Tahran-Kum karayolu üzerinde büyük bir izdiham yarattığından cenâze ancak heklikopterle taşınabildi. Bugün türbenin etrafı genişletilmiş, âdeta yeni bir şehir oluşmuştur. Ölümünün hemen ardından açıklanan vasiyetnâmede Humeynî, İslâm Cumhuriyeti’nin korunması ve güçlenmesini istiyordu. İşte hâlâ her yönü ile, İran bugün dahi bu şartlar içinde bulunuyor ve üç aşağı beş yukarı aynı rejim bütün kuralları ile devlete hâkim bir vaziyette varlığını sürdürüyor. İnsanlar yine 1778 A.g.e., s.234. 1779 İran Analiz, s.7. 1780 Hamid Algar, s. 363. 634

ayakta ve en az %75 gayri memnunluk devam etmektedir. Fakat ne yazık ki devrim ihraç etme hayâlleri ile yola çıkan Humeynî, sağlığında bunu göremediği gibi devrimin 34. yılında da bu inançları arzu eden bile olmamıştır.

2. Kısım Sosyal ve iktisadî Tarih a) Pehlevîler Devri İran’da son Türkmen Kaçar Şah’ı Ahmed’in daha I. Dünya Savaşı’nın başından itibaren monarşiyi ıslah edip ülkesine çeki düzen veremediği bir gerçektir. Ülke XX. yüzyıla öküz ve karasabanla girdi. Doğrusu Müslüman ülkelerin çoğu aynı durumdaydı; fakat İran insanı belki de onların bir kaç yüzyıl gerisinde, bin yıldan beri değişik etnik yapıdan oluşan halklara karşı sınırları değişmeyen ayrı bir vatanseverlikle topraklarına bağlı insanlardan mürekkepti. İslâm dünyasında, Arap olmayanların mütefekkirliğe başlayıp da, Kaşgarlı’nın divanını ortaya koyduğu yüzyılda Firdevsi Şehnâmesi’ni doğduğu topraklarda takdim edecek hükümdar bulamayınca Gazne’ye kadar giderek sultan Mahmud’a sunmuş, bu hareketi ile sanki Türkleri İran’a davet ederek, tanıdığı yeni ülkeye Turan adını vermiştir. Şehnâme beytlerinde öyle güzel Türk tarifleri var ki bu milleti o boş ülkeye bu filozof davet etti dersiniz. O der ki: Kazanmış ad Türkistan içinde; Tanınmış kişiler Turan içinde.(8121) Sürem anun-ıla Turan sipahın; Uçuram şah-ı Turan’un külahın.(8824) Külahı giymeği Türk eyleye terk; Kemer bağlaya-bilmeye bile berk.(8825) İran şüphesiz ki çok büyük bir ülke; Fransa’dan üç kat İngiltere’den altı kat; bugünkü Türkiye’den iki kat daha büyük. 635

Osmanlı hudutlarına kavuşamamış ama, Selçuklular zamanında daha büyük bir ülkedir. Şah İsmail Türklüğü birleştirmek istemiş fakat müfrit Şiî’liğe kapılınca Türkistan’ı da Doğu Anadolu’yu da kendinden sonrakilere bırakamamıştır. 300 sene önce milletler böyle yaşamıyordu, öyle uzun boylu kimlik meselesi de tartışılmazdı. Bu sebeple kimliklerin akışkan olduğu İran’da çok eskilere dayanan Zemin-i İran arayışları hayat bulamamıştır. Ülke gerçekten karasabandan modernizme yönelirken hâlâ bu arayışlar diktatörlük olarak değerlendirilmektedir. İşte Rıza ve oğlunun ülkelerine yaptığı en büyük kötülük budur. I. Dünya Savaşı ve sonrasında İran işgal altındaydı. Üstelik yüz yıllık Rus ve İngiliz hegemonyasına, ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra tam olarak kendini ortayacak olan ABD de dahil olmaya başlamıştı. Fakat dünyada siyasî harita değişirken İran’da değişmedi ve parçalanma olmadı. Bir bakıma buna gerek yoktu, çünkü Kaçar hanedanı zevk ü safa içinde yaşarken gerçek iktidara iki yabancı hâkimdi. Ülkenin tek silâhlı gücü, Rusların kendi menfaatlerini korumak için kurdukları ve Tahran’ın kuzeybatısında bulunan Kazvin’de konuşlanan 3000 kişilik Kazak Tugayı idi. Rıza Şah’ın nüfûzlu bir Türkmen olan dayısı aileye bu tugayın terzilik işini temin ediyordu. İşte Ahmed Rıza yine dayısının yardımı ile bu tugaya önce ayakçı, sonra iki günlük kumanya karşılığında yedek ve iki yıllık er olarak hizmetten sonra ancak kadroya alınmıştı. Okula gitmemişti hatta okuma yazması da yoktu.1781 Fakat savaş ortamında Ruslardan ziyâde İngilizlere yaranarak hızla yükselmişti. İhtilâl dolayısıyla Rusya savaştan çekilince işte bu tugay da İngiliz nüfûzu altına girmişti. Askeri personel gerçekten Kazak (Kozak) da olsa artık birtakım yerli unsurlarla birlikte, tamamen İranî bir karaktere bürünmüştü. İşte Rıza Şah Kazak Birliği’nde hızla rütbe alarak İngilizlerin Rus komutanı görevden almasından sonra komutanlık makamına oturdu. Daha sonra harbiye nazırı ve başkomutan oldu. 21 Şubat 1921’de ise tamamen İngilizlerin yardımıyla ihtilâl yaparak hükümeti devirdi; 1781 Yılmaz Karadeniz,a.g.mk., s. 296. 636

fakat hiç acele etmeyerek ancak üç ay dayanan yeni idârenin istifasıyla Mart 1922’de sadrazam oldu. Lâkin yine sabırlı davrandı ve yurtdşına giden şahın yokluğundan istifade derek 13 Aralık 1925’te şahlığını ilân etti.

Kaçar Şahı Feth Ali

İran’da bin yıllık Türkmen hâkimiyetinden sonra nesli dahi belli olmayan, sokakta büyüdüğünün farkında olan bir zat İngilizlerin beslemesi olarak tahta oturmuş ve tac giymişti. Ahmed Rıza aslında ana tarafına dayanarak asalet ortaya koyabilirdi; bunun için yetiştiği ortam elde ettiği kültürel potansiyel 637

yeterliydi; üstelik Kaçar’dan tahta müsait kimse de kalmamıştı. Baba görmemiş tamamen anne ve dayı terbiyesi ile büyümüştü. Fakat bunları yapmayarak üstelik Kaçar ve Türkmenlere karşı intikam duyguları ile ortaya çıktı ve toplumda karşılığı olmayan Pers hanedanını diriltmeye kalkarak Pehlevî soyadını aldı. İran tarihçilerinden Hüseyin Mekki, Tarihi-i Bist Sale-i İran II, adını taşıyan eserinde “Rıza Han kendi ceddi hakkında bilinmezlikleri örtmek için soyunu Şahnâme’de1782 adı geçen efsanevî İran hükümdarı Pehlevî’ye dayandırmaya çalıştığı ve Pehlevî soyadını bu yüzden aldığı”1783 görüşlerine yer vermiştir. İşte bu sebeple taht süresinde Ahmed Rıza bir numaralı Fars milliyetçisi kesilmiş, bilinmeyen tarihi menkıbeleri zamanına uygulayacak kadar hayallere dalmıştır. Ahmed Rıza Şah sarayında yakın adamları dâima Türkçe konuşurdu ve en iyi bildiği lisan da buydu.1784 İşte Kaçarlardan sonra İranı yöneten Savatkuhlu Pehlevîler tamamen Türk ve Türkmen düşmanı bir karakterde “Kendileri Fars olmadığı halde Farsçılık-Aryanizm ideolojisine dayanmışlardır.”1785 Ahmed Rıza’nın ilk işi bağımlı olduğu İngilizlerden temin ettiği imkânlarla tamamen kendi emrinde bir ordu kurmak oldu. Böylece nasıl bir idâre kuracağı açıkça belli olmuş başını kaldıracak güçleri ezmek için, İngilizlerin deyimi ile tam bir “potansiyel askerî diktatör”1786 kesilmiş, kurdurduğu vakıflar ve aile şirketleri üzerine korkunç bir servet yapmıştır. Ülkenin en kalkınmış bölgesi Azerbeycan’a sırt çevirmiş Şahseven topraklarına tamamen el koymuştur. Ayrıca Türkmensahra, Kirmanşah, Sistan, Bahtiyarî arazilerinde büyük devlet çiftlikleri oluşturmuş, yüz yıllardan beri halkın işledikleri toprakları ellerinden almış ve tek maharetli yönü olarak isyanları hunharca ve büyük katliamlarla bastırmıştır. Ardından herhangi bir plan 1782 1783 1784 1785 1786

Şahname’de böyle bir isim geçmemektedir. Bkz. 95 nolu dipnot. Karadeniz, a.g.mk, s.295. Abrahamıan, s. 86. Albayrak, I/s.90. Abrahamıan, s. 86.

638

ve proje yapmadan sosyal ve ekonomik reformlar yapmaya başlamış; hazırlanan bütçenin üçte birini orduya ayırmıştır. Kamu hizmetlerini batıyı örnek alarak tanzim etti. 1926’da ceza hukukunu, 1928 yılında medenî hukuku yürürlüğe koyarak, kız-erkek çocuklar için öğretimi mecbûrî tutmuştur. Ruhanîler tamamen dışlanmış ve Şia eğilimlerine kıymet verilmemiştir. Aslında Rıza’nın fanatik düşüncelerinin yanında herhangi bir ideolojisi yoktu.1787 Yapılan işlerde devlet kapitalizmi esas alınmış; İngiltere ve Rusya karşısında İran ekonomisi güçlendirilmiş, pek çok sektörde devlet tekelleri oluşturulmuş, siyasî partiler, sendikalar, meclis kontrol altına alınarak imza makamı hâline getirilmiştir. Farsça’nın dışındaki dillerin kullanılmasına yasak getirilmiş; bu yasaklama, aşırı nasyonalist ideoloji doğrultusunda tüm ülkede uygulamaya konulmuştur. Farsça tek dil olarak tanınmış, diğer yerel dillerin konuşulması yasaklanmıştır. “Lor-Bahtiyârîce, Gîlekçe, Mâzenderânîce, Kürtçe, yabancı olan yani Hint- Avrupa dilleri grubuna girmeyen Türkçe ve Arapça gibi diller, Farsça’nın bozuk lehçeleri olarak kabul edildi. Fars olmayan toplulukların dil, kültür, tarih, gelenek ve görenekleri yok farz edildi.”1788 Rıza Şah daha ilk günlerinden itibaren Aryanilik meselesinden Azerbaycan’da Türk olmadığını iddia ederek kendine göre yarattığı tarihçi ve edebiyatçılara büyük hazine yardımları yaparak maalesef Türk asıllılardan da hâinler buldu. Bunların başında Meşrutiyet İnkılabı’nda öne çıkan Seyyid Ahmed Kesrevi (1890-1946)1789 ve Mahmut Avşar gibileri gelmektedir. Soyu belirsiz bu insanlar Azerbaycan’da Türk olmadığını, Türkçe’nin Farsça’nın bir lehçesi olduğuna dair kitaplar yazdılar. Özellikle Kesrevi’nin iki ciltlik İran tarihi bugünlere kadar derin yaralar açtı ve Azeri-Azerbaycan Türkü gibi hoş olmayan münakaşalara yol açtı. Halbuki İran Türklüğünü birleştirecek Türkmenlik gibi Şiî-Sünnî ayrımı yapmayan tarihî ve kültürel bir istilâh 1787 https://istihbaratsahasi.files.word press.com/ s. 14. 1788 Albayrak, I/s. 91. 1789 Orhan Bilgin, Seyyid Ahmed Kesrevi, DİA, C.25, Ankara 2002, s. 311; Albayrak, s.91; Alam Tabriz, s. 214. 639

ortada duruyordu; herkes de adını boylara dayanan soyadlarla ifâde ediyordu. Çok ilgi çekicidir ki Fars milliyetçileri ve Aryanistler gibi komünistler de bu görüşleri destekliyor ve Azerbaycan’a İran’ın beşiği diyorlardı. O zamana kadar tek coğrafî ve idârî bölge olarak adlandırılmış olan Azerbaycan, şah zamanında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Türkiye ve Rusya’nın sınırları kapatmasıyla bugünkü üç parçalı Azerbaycan ortaya çıkmıştır.1790 Mustafa Kemal elbette Şah Rıza’nın nefes alışlarını biliyor ve dinliyordu. Bu dönemde Mahmut Şevket Esendal gibi akıllı bir Türkçünün milletvekilliğini bırakarak Tahran elçisi olarak görev üstlenmesi başlıca bilgidir. Bu sebeple Esendal’ın 1930’da görevden çekilmesinden sonra şahın Türkiye ziyaretinde Atatürk’ten yüz bulmamasının gerçek sebebi de budur. Metinlerde de işaret edildiği üzere Mustafa Kemal’in ne din, ne modernlik, ne de bağımsızlık anlayışı İran’a benzer. Pehlevîler Kaçar hanedanını İran’dan kovarken saltanatı kaldırmamaları ile bir yana saltanatın en kötüsünü getirmişlerdir ve 1979’a kadar bu durum devam etmiştir. Amerkalı CIA ajanı ve yazar Donald Newton Wilber şah ile görüşmelerine dayanarak 1975’te yayınladığı Rıza Şah Pehlevî adlı eserinde, İngiliz sömürgeciliği ve ikinci savaştan sonra ABD hegemonyasını bağımsızlığı zedeleyen görüşler olarak telâkki etmeyip, bu diktatörü bağımsızlık taraftarı göstermesine kimse inanmamıştır. Nitekim Atatürk’ün çevresinde bulunan ve yazarın çağdaşı olan Pierre Oberling onu şiddetle eleştirmiştir.1791 Pehlevîler zamanında ülkenin sosyal, iktisadî, siyasî, askerî bakımdan güçlü ve bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir. Şah ülkeyi dış güçlere ve şirketlere açarak zengin olunacağını sanıyordu. Ülkede bin yıldan beri etkili olan ulemâ ise çok aşırı düşüncelerle Irak’taki Şiîleri kurtarmaktan bahsediyordu.1792 Sosyalistler de ulemâ gibi İran’ı bağımsız görmüyordu; 1790 Cemil Doğaç İpek, Güney Azerbaycan Türkleri’nde Kimlik Sorunu, TDİD,XII/I, Yaz 2012, s. 267-283. 1791 Oberling, s. 209-214. 1792 Alireza Mokhtarpour, s. 15. 640

buna karşılık şahın devletçiliği sosyalizmi aşan boyutlara varmıştı. Modern kimlik adı altında uygulanan ve tabanı olmayan Fars milliyetçiliğinden başka bir şey değildi. İnançlarda ise tam bir sekülarizm ortaya konmuş, İslâmîyet dışlanmış, kadınlara Türkiye dahil hiçbir ülkede örneği olmayan örtünme yasaklanmıştır.1793 Rıza Şah döneminin sosyal ve ekonomik açıdan en önemli meselerinden biri de Almanların siyaseten ülkeye nüfûz etmeleridir; bu sebeple şahın ziyareti de dikkatle gözden geçirilmelidir. Almanya 1930’lu yıllardan itibaren kuvvetlenen faşizmin etkisiyle biyolojik ırkçılığa başlamış ve tam Rıza gibi Aryanî ırkın üstünlüğünü savunuyordu. Savaşa hazırlanan Almanya’dan İran’ın en önemli beklentisi Kafkasya ile Türkmenistan’ın da eski İran toprakları olduğunu düşünerek kurtarmaktı. Böyle beklentilerden hareket eden şah yeni haritalar tanzim ettirmiş ve bunlar devlet matbaasında rahatlıkla basılarak ilgili ülkelere Alman casusları aracılığı ile serbestçe götürülmüştür.1794 İran’ın Almanya’nın kucağına düşmesi Sovyetler ve İngilizleri harekete geçirmiş, yapılan baskılar, ülkenin daha evvel olduğu gibi işgal edilmesi ile sonuçlanmıştır. Sovyetler Azerbaycan’a girerek iki toplumu birleştirmişler, böylece Şah Rıza pirince giderken evdeki bulgurdan olmuş, Tebriz’de yeniden milliyetçilik su yüzüne çıkmış, daha savaşın başında, 1941’de tahttan çekilerek yerine oğlu Muhammed Rıza’yı oturtmuştur. İran halkının işgalcilere karşı çıkmamasında şüphesiz ki despot idârenin çok büyük rolü olmuştur.1795 Kuzey Azerbaycan’ı elinde bulunduran Sovyetlerin Güney Azerbaycan’ı işgalinin Türkiye’de ve İran’da büyük akisleri oldu. Bütün aydınlar eskiden beri Azerbaycan’a sağlam duygular ile bağlıydılar. Eski İttihatçılardan Hüseyin Cahit Yalçın Cumhuriyet’de çok zorlu yazılar yazmış Türk Ocakları ülkeyi ayağa kaldırmıştı. Buna karşılık şahın beslemeleri de ülkedeki işgali 1793 Oberling, s. 213. 1794 Albayrak, s. I/93. 1795 A.g.e., s. 93. 641

düşünmeden İran’da Türk olmadığını yazmışlardır. Sovyetler Tebriz’e çok donanımlı askerî ve sivil komünistlerle gelmişlerdi. Fiilen milliyetçilik yapıyor ve iki Azerbaycan’ın birleşmesini savunuyorlardı. Bu sebeple bir çok Türk onlara aldandı ve sosyalist harekete iştirak etti. Çünkü Azerbaycanlıların sığınacak başka limanları kalmamıştı. Ayrıca gelen KP yetkililerinin de Kuzeyli kardeşleri olması bu eğilimi kolaylaştırmıştı. Komünist Tude Partisi de bu dönemde kurulmuştur. İlerideki Musaddık hareketlerindeki eğilimler de ancak bu şekilde îzaha kavuşabilir. II. Dünya Savaşı sırasında ülkedeki fiilî işgal devam etti ve ancak 1953 yılına doğru normale dönmeye başladı. İktidar, saray, meclis-bakanlar kurulu, yabancı elçiler ve halk tarafından paylaşılıyordu. Azerbaycan hükümetinin ömrü uzun olmadı. Aslında ülkede kargaşalık devam ediyordu, hiçbir şey değişmemiş, saltanat yerinde, sadece sert yönetim biraz yumuşamış, bazı demokratik açılımlar yapılmış, siyasî tutuklular serbest bırakılmış, sansür kaldırılmış ülke nefes almaya ve reform istemeye başlamıştı. Fakat 13 yıl içinde 12 başbakan 31 bakanlar kurulu, 148 bakan, 400 bakanlık değişikliği ülkedeki idâre boşluğunu göstermeye yeterlidir. Savaş bitip de ülkedeki işgal sona erince Muhammed Rıza babasını da aratacak tasarruflara girişti; Alâ-Hazret Muhammed Rıza Şah Pehlevî Şehinşah Aryâmehr1796 gibi izafî bir imparator özlemi ile dişlerini gösterdi. Ülke sınırlarını muhafaza ederken çekilen yabancılar her türlü iktisadî ve sosyal kurumları yerinde bırakmışlardı. İktisadî ayrıcalıklar ve soygunların yanında etnik ayrılıklar bir anda sınıf oluşumlarına tahvil olmuştur. Bir taraftan din cephesi Fedâyân-ı İslâm, diğer taraftan Tude siyasî olarak ülkeyi ikiye bölmüştü. Sovyetlerin desteği altındaki Azerbaycan Bağımsızlık Hareketi ve Kürt Mahabat Cumhuriyeti 1946’da şahın güçleri tarafından ortadan kaldırılmış, bu sosyal ve siyasî hareketler eskisi gibi illegal duruma geçmiştir. Fakat Muhammed Rıza döneminde başbakan Azerbaycanlıların milliyetçi lideri Musaddık’ın başta petrol olmak üzere ülkenin yeraltı kaynaklaklarını 1796 Alam Tabriz, s.126. 642

devletleştirmesi belki onu siyasetten uzaklaştırmış ama dünya siyaset literatüründa önemli devlet adamı olma özelliğini elinden alamamıştır. Musaddık’ın Fedâyân-ı İslâm teröründen sonra başbakan olması Sovyetlere meyli, ülkesine ve milletine hizmeti ne yazık ki engellemiştir. Muhammed Rıza babasının el koyduğu arazileri kısmen sahipleri ve topraksız köylülere dağıtarak kısmî bir rahatlık sağladı. Fakat ordunun demir yumruğunu dâima korumaya çalıştı ve her sıkıştığı toplumsal olayda zora başvurmaktan çekinmedi. Musaddık’ın petrolü millileştirmesi sebebiyle üç yıl gibi uzun bir zaman yabancı şirketlerin ambargosu yüzünden ülkeye para girmeyince ekonomi felç oldu ve yer yer açlık başladı. 1951-53 arasında Meclis-i Sena, Millet Meclisi ve Anayasa Mahkemesi kapatılarak tam bir diktatörlük ortaya kondu. İngiltere’nin teşiviki ile ABD sırf petrol yüzünden Musaddık’ı azlettirerek tam bir ordu hükümeti kurulmasını sağladı ve böylece Milli Cephe adı verilen Azerbaycan oluşumu tarihe karıştı.1797 Milli cephe lideri Başbakan Musaddık’ın petrolü millileştirerek dünyaya kafa tutması ülkede muazzam bir vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları yaratmıştı. Kavim ve kabile farkı gözetmeden ortaya konan bu milliyetçilik duygularının halk üzerinde çok büyük tesirleri oldu. Şahın kalan yirmi beş yıllık saltanatı ve ondan sonra gelenler hep bu düşüncelerin tepkileri ile oluştu. Meşrutiyet ile başlayan milliyetçiliğe şimdi vatanseverlik duygularıyla Ruhanîler de iştirak ediyordu. Bu dönemde genel olarak aydınlar sosyal hareketlerin teorik ve organizasyon görevini yüklenerek üniversiteliler, hocalar ve öğrenciler, bu duygularla halkın muazzam bir direnç yaratmasını sağladılar. İran kaynaklı çalışmalarda bu sosyal hareketlere halkın ekonomik güçlükler karşısında seferberliği gibi nitelendirilmeler yapılmıştır.1798 Marksist ideolojiyi savunan Tude bile bu etkin sosyal ortamın dışına çıkamamış, Bazar esnafı hatta dinî cemaatler bile milliyetçiliğe katkı sağlamışlardır. İşte milliyetçiğin 1797 A.g.e, s. 99. 1798 Tabriz, s. 134. 643

ortaya çıkması kitleleri uyandırmış ve tepkiler direkt olarak şaha yönelmiştir. Muhammed Rıza’nın Musaddık’ı azletmesi halktaki huzursuzluğu yatıştırmaya yetmiyordu; artık ordu ve istihbarata dayanarak ABD’ye yaslanmaktan başka çaresi yoktu. Yeni petrol anlaşması ekonomiyi bir derece rahatlatırken ve halkın isteklerinin karşılanması rejimin biraz yumuşamasına bağlıyken şah Amerika ziyareti dönüşünde daha da sertleşti. Ünlü tutuklamalar başladı ve tutuklanan aydınlara hapishaneler dar gelmeye başladı. Metinlerde zikredilen nitelendirmeler halk mizahı değil gerçeğin ta kendisiydi. 1960’lı yıllara gelindiğinde artık İran halkının şahtan da beklentisi kalmamıştı. Ülkenin tek sahibi dışarıda ABD ve İngiltere, içeride ise hiç itibarı olmayan hükümetlerdi. Başbakanlar genellikle şahın en yakınları ve rejimden çıkarları olan zenginlerdi. Muhammed Musaddık’tan sonra 1964’e kadar şahın tayin ettiği 5 başbakandan 4’ü toprak ağalarıydı.1799 1961’in başbakanı, Türk Kaçar Prensi Emini Ali ülkede kısa süreli yeni bir umut ışığı yarattı ve dönemi Ak Devir olarak adlandırıldı. Halk üzerindeki baskılar kısmen kaldırılarak sosyal barış sağlanmaya çalışıldı, yolsuzluğa karşı tam bir savaş açıldı, Savak’ı ABD emrinden çıkarak kuvvetli başkanı da görevden aldı. Bunun için CIA yeniden harekete geçti, artık şaha daha kolay idâre edecekleri son başbakanlarını tayin ettirdiler. İran’da değişen bir şey yoktu; halk açıkça Ak Devrim adı altında toprak ağası başbakanların reform vaatlerinin kendileri ile dalga geçmek olduğunun farkındaydılar. Bu sebeple cemiyet dâima sürekli bir öfke ile doluydu. Ancak kimse korkudan başını kaldıramıyordu. İşte bu zamanlarda inançlar kuvvetleniyor ve insanlar her geçen gün inançlara sığınıyorlardı. Muhammed Rıza son döneminde anayasa ile de oynadı ve ek maddeler ilâve edilmesini sağladı. Meşrutiyet Anayasası’na göre “Saltanat Kaçar soyuna aittir” şeklindeki 36. maddeyi “Rıza Şah ve onun soyundan gelenler” olarak değiştirdi ve halkın hiç onaylamadığı 1799 Abrahamıan, s. 124. 644

saltanatı meşrû hâle getirdi. Buna benzer aile ile ilgili sekiz değişikliği de meclisten geçirdi.1800 Muhammed Rıza şahın uyguladığı ekonomi, kapitalizmin en kötü versiyonuydu. Yüzyıllardan beri bir tarım ülkesi olan İran’da ziraat ve toprağa bağlılık devre dışı bırakılmış sanayiye yönlendirilen, toprak ve çalışanları güya sağlam bir kapitalist ekonomi kurmaya çalışmışlardır. Böylece şahın modern kapitalizm yolunda ilerlemek için yürürlüğe koymağa çalıştığı Ak Devrim paketi, ülkenin geleneksel sosyal ve siyasî yapısını alt-üst etmiştir. Böylece küçük ve orta sınıf ile, toprak sahiplerinin, özelikle ulemânın şiddetli tepkisini çekmiştir. Böylece şahın yanında bulunan Ayetullahlar bile uygulanmak istenen ekonomik tedbirlere karşı çıkmışlardır.1801 İşte Ayetullah Burucerdi’nin ölümünden sonra Ayetullah Humeynî, Kum’da şahlık rejimine karşı büyük bir savaş başlatmış ve bu tavrı sürgünde de devam ettirmiştir. 1975’te ülkedeki liberal ve sol partiler kapatılarak tek partili sisteme geçiş şah rejiminin iyice çöktüğünün işaretiydi. Tek partiye üye olmayanların hâin ilân edilerek baskı altına alınması geniş halk kitlelerini patlama noktasına getirmiştir. Ulemâ bu durumdan faydalanarak modern bilim ve ideolojiler hakkında donanımları olmadığı halde rejime karşı kitleleri seferber etmede başarılı olmuşlardır.1802 Ayetullah Humeynî ihtilâli dünya siyaset tarihinin en önemli halk hareketlerinden biridir. Her şeyden evvel muhlefeti olmayan ve dev bir ülkenin bütün unsurları hiçbir eğilim farkı gözetmeden birleşmiş ve bir noktaya yönelmişlerdir. Halk hareketlerinin başını bugüne kadar denenmemiş Ruhanîler çekiyordu. Milliyetçiler, komünistler, zenginler, fakirler kısaca toplumun derinliklerinde birikmiş öfkeler aşırı baskılar karşısında tıpkı bir yanardağ gibi patlamaktaydı.1803 Humeynî ileride tam olarak ortaya çıkacak fikirlerinden ziyâde karizması ile ülkedeki 1800 1801 1802 1803

A. Reza Mokhtarpour, s. 61. A.g.t, s. 55. A.g.t., s. 59. Abrahamıan, s. 204.

645

bu sosyal patlamayı bir umut olarak şahsında toplamayı başarmıştı. Muhalefet eden yoktu; esasen asrın önemli hadisesi olan Sovyet İnkılabı’nda İran’daki heyecanın milyonda biri görülmemişti. ABD’nin böyle bir sosyal hareketi önleyebileceği dâima münakaşa edilmiştir; kimileri Carter’i kimileri CIA’yi ağır biçimde hâlâ eleştirmektedirler. Fakat herhalde böyle bir hareketi önlemek veya önünü şah lehine kesmek mümkün değildi ve halk kitlelerinin din adamlarına sığınmaktan başka çareleri kalmamıştı. Böylece bu hareketlerle ancak o güne kadar dinin İslâm toplumlarındaki önemini anlamayan Batı ve ABD, yeni bir şey öğrenmiş oluyordu. Başlangıçta bu heyecanın suni olduğunu sanan siyaset mühendisleri de otuz beş yıllık iktidardan sonra ortadaki durumu hâlâ kabullenebilmiş değillerdir. Amerika ve Batı en büyük hatayı 1950’den sonra Muhammed Musaddık ve Azerbaycan’a sırt dönmekle yapmıştı. Çünkü ülkenin yetişmiş ve demokrat gücü şartlar ne olursa Türkmenler’di. Ne yazık ki o birikim şah cellâtları önünde kurban edilmiştir. Irak Savaşı Azerbaycanlıların ülkenin gerçek sahibi olduğunu ispat etmiş ve ABD burada da yanılmıştır. Bu sebeple kesinlikle demokrat batı kendi elleri ile Ayettullahlar hareketini yaratmıştır. Haklı olarak 1979 İhtilali’nden beri Batı ve ABD, Azerbaycan ve geniş Türkmen kitlelerinden yüz bulamamış, Irak ve Suriye’deki benzer hareketlerde olduğu gibi katiyyen onları kullanamamıştır. Esâsında ABD ve Batı, şah iktidarlarında petrol ve doğal kaynakları sömürmekten başka politika izlememiş ve ülkenin derin sosyal yapısına katiyyen bakmamıştır. Böylece büyük ihtilâle yaklaşılırken, tamamen çıkar ilişkilerine dayanan devlet modeli ve petrol krizleri bir anda şahın düzeninin çökmesini çabuklaştırmıştır. Bu dönemde aydınların demokrasi istekleri şah tarafından cevapsız bırakıldığı gibi demokrasi havarisi Batı ve ABD’den de hiçbir destek görmemiştir.1804 Amerika İran’da öyle bir kepazelik yaratmıştı ki ilk zamanlarda geniş halk hareketleri Ayetullah hadisesisini bile Batı ve ABD’nin yeni bir komplosu olarak görmüşlerdir. Böyle bir 1804 Albayrak, s. 129. 646

manzara doğru olmasa da ülke insanının ne derece sosyal ve psikolojik bir umutsuzluk içinde olduğunu göstermektedir.1805 Hâlâ Batılılar şahın modernizm adımlarının halkın sosyal patlamalarına sebep olduğunu görmeyerek tamamen varsayımlara dayanan îzahlar peşindedir. Marksistlerin ihtilâli ekonomik sebeplere dayandırmaları da çok doğru değildir; böyle bir îzah şekli doğruyu görmekten ziyâde marksizmin geleneklerinden kaynaklanmaktadır. Ülkede ekonomik çöküntü elbette had safhadaydı, fakat devrimin tek başına sebebi olması mümkün değildi. Ayetullah İhtilali’nin onların konumlarına bağlı olarak müstakilen dinî ve mezhebî sebeplerle îzah imkânı da yoktur. Humeynî Velayet-i Fakih düşüncelerini çok önceden açıklamıştı. Fakat bu hereketin hiçbir zaman devlet düzeni veya ideolojisi olacağının inancını taşımıyordu. Bu düşüncelerin halk tarafından kabul gördüğü hususu da hiçbir zaman hâkim kanaat olarak ortaya konamaz ve tek başına sosyal hâdiselerin tabanı da olamaz. İran’da kavim ve kabile farkı gözetmeksizin din ve mezhep elbette çok önemli bir faktördür; çünkü demografik olarak ülkeyi oluşturan ve nüfusları hemen hemen eşit olan Fars yerleşimleri ve Türk Azerbaycanı tamamen ısrarlı biçimde aynı mezheptendi. Hatta Azerbaycan’da bu vurgu yaygın bir ulemâ hareketi olmasa da demokratik taleplerin hemen arkasından geliyordu. Farsların ise sadece Ayetullahlar kesimi mezhep meselesinde daha ısrarlıydı ve onlar Kum’u dinî merkez hâline getirmişlerdi. Fark ahâli ve kendi hâlinden memnun olan büroktarların Azerbaycan olmadan bir devlet ideolojisi ortaya koymaları kafalarından bile geçmiyordu. Bütün bu sebepler Ayetullahlar İhtilali’ni tek başına komplo teorileri ile îzah etmenin ve işin menşeini bugünkü demirleme noktasında Fars milliyetçiliği ile ortaya koymanın kolay olmadığını göstermektedir. Çünkü sadece Türkler değil Fars asıllılar da şahın Pers-Pehlevî gibi uydurma ve yapay tarih yaratma eğilimlerinden hoşnut değillerdi. Belki sadece Kirmanşah Kürtlerinde çok zayıf bir ayrılıkçılık düşüncesi bulunuyordu. Bu sebeple İran Devleti 1805 Tabriz, s. 157. 647

dışında toplumun herhangi bir arayış içinde bulunduğunu söylemek ve bunu detaylandırmak faraziyelerden öteye gitmiyor. Günümüzde bile ABD’nin oyunlarına gelmeyen Azerbaycanlıların dik duruşu bu gerçekleri ifâde etmeye yeterlidir. Birçok batılı araştırmacı Pehlevîler devrini anlatırken modern İran tabirini kullanmışlar, değerlendirmelerini bu başlık altında yapmışlar hatta bu isimlerle kitaplar yazmışlardır.1806 Gerçekte İran’da bu devrin modernlikle hiç ilgisi yoktur. Kaçar Hanedanı bunlardan daha batıcı, daha modern, dayandıkları taban ise demokrat ve çağdaş bir tabandı. Ancak bugünkü dünyada ne kadar Amerikancı iseniz o kadar modern olabilirsiniz, Batı’nın İran gibi bir ülkeyi sömürge durumuna sokması tıpkı Suudi Arabistan’da olduğu gibi, tamamen yapay bir taht alternatifi yaratması, hiçbir şekilde modernizm olamaz. Mustafa Kemal’in hoşlanmadığı Ahmed Rıza döneminde Türkiye basınında boy gösteren dostluk resimleri ne yazık ki Muhammed Rıza devrinde hiçbir şey değişmediği için tersine dönmüştür. Pehlevîlere göre daha sağlam düşüncelere sahip Ruhanîler iktidarı bile, ne yazık ki sadece saltanatı kaldırmak ve ülkeyi emperyalizmin karşısına geçirmekle bu anlamda daha moderndir. Pehlevîler zamanında petrol girdilerine güvenilerek plansız ve programsız biçimde köylerde yaşayan insanlar kentlere çekilmiş, köylü kentli oranı eşitlenmiş, fakat millî gelir kişi başına 2000 doların üzerine çıkarılamamış, büyük toprak ağaları lehine gerçekleştirilen toprak reformu %12 nüfusu topraksız bırakmıştır.1807 Kentlere getirilen insanlar muazzam bir işsizler ordusu oluşturmuş ve bu nisab genel nüfusun %15’ini bularak bir anda büyük şehirlerde ev kiralarının %200’e çıkması ile sonuçlanmıştır. Devrimde ölenlerin çoğunun Tahran’ın kenar mahallelerinin işsizleri olduğu düşünülürse Fred’in rakamlarının güvenirliliği ortaya çıkmış olur.1808 Dolayısıyla 70’li yıllardan itibaren petrol patlaması sadece mutlu bir azınlığa ve 1806 Ervard Abrahamıan, Modern İran Tarihi, Ter. D. Şendil, İş Bn.Yay., İstanbul 2008. 1807 Fred Hallıday, a.g.mk., s.2. 1808 Abrahamıan, s. 211. 648

genellikle şah çevresine yarıyordu. Bu sebeple halk ile devlet arasındaki gerilim ve uçurum daha da artıyordu. 1978’e gelindiğinde bu durum öyle oldu ve müracaat edenlerin ancak %20’si üniversiteye kabul edilip1809 geriye kalanlar sokaklara salınınca bir anda ve her herde büyük kitlelerin oluşması gibi bir durum yaratıldı. İran artık sosyal olarak patlamaya hazırdı ve bu işin katiyyetle inançlarla ilgisi yoktu. Çünkü devrim günü Tahran’da toplanan yedi milyon ne dindar ne mezhep sevdalıları idi; işsizler ve öğrencilerdi.1810 İşte Ayetullah Humeynî böyle bir sosyal patlamanın davetçisi ve fikirleri pek anlaşılmayan bir dinî lider olarak ülkesine döndü. Humeynî belli bir grubun veya düşüncenin değil şaha karşı olan büyük öfkenin, umudunu temsil ediliyordu. Bu büyük kitle içinde ayrı bir devlet kurmayı amaçlayanları görmek mümkün değildi. Devrimin amacı Pehlevîleri devirip baskıcı politikalara son vermek, sömürüyü engellemek, etnik, siyasî ve dinî gruplara nefes aldırmaktı. Devrim öncesinde İslâmcıların devlet oluşumunda kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamak gibi bir amaçlarının bulunduğunu da söylemek mümkün değildir.1811 Ayetullah Humeynî gerek devrim sırasında gerekse devrimden sonra en büyük desteği Türk kökenlilerden görmüştü. Bunlardan ilk başbakanlar Musavi ve Mehdi Bazargan ile Ayetullah Şeriatmedarî bilhassa önemlidir. Fakat Ayetullah Humeynî iktidara geldikten sonra bunları unuttu ve bilhassa anayasada Pevlevîlerin tarihi ve siyasî görüşlerini devam ettirerek en önce Medari ile arayı bozdu. Her şeye rağmen Irak Savaşı’nda Azerbaycanlıların canla başla en ön saflarda çarpışmaları ve ülkeye zafer kazandırmaları bile Humeynî’nin tutumunu değiştirmedi. Pehlevîlerle Humeynî arasındaki fark, devlette dinî görüşlerin ağır basmasıydı. Dolayısıyla eskiden olduğu gibi yine Farslı kimliği önde devlet ideolojisi durumundaydı. Halbuki Türkler hiçbir zaman kendi kimliklerini dinî görüşler değil dil ve diğer kültür 1809 A.g.mk., s.3. 1810 Abrahamıan, s. 212. 1811 Brenda Shaffer,Sınırlar ve Kardeşler, İran ve Azerbaycanlı Kimliği,İstanbul Bilgi.Ünv. Yay., İstanbul 2008, s.21. 649

unsurları üzerine bina etmişlerdi1812 ve hiçbir şekilde ayrı bir devlet kurma düşünceleri bulunmuyordu. Humeynî’nin Anayasası da tıpkı öncekiler gibi tek milletliliği vurgulamaktaydı. Üstelik hâlâ eski inkâr politikaları devam ediyor ve Türklere Azerî denilmekle yetiniliyor ve bunların Ariyan kökenli Farslar olduğu iddia ediliyordu. Bu inkârcılık hâlâ ülkeyi iki parçalı olarak göstermektedir. Halbuki İran’da Azerbaycanlılar için Türk deyimi karşılığında Farsça Tork hâlâ kullanılmaktadır ve Torkha-ye, İran İran Türkleri1813 anlamındadır ve asıl Azerî mefhumunun tartışmaya terkedilmesi ayrıcalık yaratmaktadır. Humeynî’nin belirlediği ekonomik düzenin bugünkü durumunun da çok iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değildir. Aşırı derecede silâhlanmak bir ekonomik kalkınma ölçüsü olsaydı Sovyetler dağılmazdı. İran ne tarım ne de sanayileşmeye doğru hızla ilerleyen bir ülkedir. Geçen yüzyılın ortasından beri ülkenin sahip olduğu enerji kaynaklarının sanayileşmeye tahvil edilememesi ekonominin en büyük handikabıdır. Tarım sektöründe istihdam %21,2 civarında seyretmesine karşılık, sanayi sektörü ancak %32.2’ye yükselmiş buna karşılık hizmet sektörü hala %46,5 rakamlarında seyretmekdir. Aynı nüfusa sahip ülkeler olmasına karşılık İran’ın millî hasılası Türkiye’nin ancak yarısı kadardır. Genç işsizlik oranın pek yüksek olduğu İran’ın, zengin enerji kaynaklarını ekonomik kalkınmaya ve halkının refahına dönüştüremediği de ekonomistler tarafından ısrarla vurgulanmaktadır.1814 İran’da ekonominin %85’ini devlet, direkt veya vakıflar aracılığı (Bonyad) kontrol etmektedir, böylece ancak %15’lik küçük bir parça muhafazakar olarak tanımlanabilecek (Bazar) özel sektörün elindedir.1815 Petrol ve doğalgaz gibi önemli kaynaklar devletin mülkiyetindedir, kırsal bölgelerde tarım üretiminin ağırlıklı 1812 Cemil Doğaç İpek, a.g.mk., s. 272. 1813 A.g.mk., s. 283. 1814 Harun Öztürkler, İran Ekonomisim Genel Özellikleri,Ortadoğuanaliz, C.4, S.40, Nisan 2012, orsam.org.tr.;httb.databank.worldbank.org. 1815 İran Ülke Raporu, Mart 2012, birlesmismarkalar.org.tr. s.10. 650

olduğu özel ticarî faaliyetler sınırlı düzeydedir. İran dünya ekonomik sıralamasının 20. sırasındadır, ki onun gibi kaynaklara sahip olmayan Türkiye 17. sıradadır; millî gelirin dağılımında ise Türkiye’den 7 ülke daha geridedir.1816 İran’ın nükleer güç peşinde koşması da bir fantaziden ibarettir ve ülkenin geri kalmasından başka işe yaramamaktadır. Batıda nükleer tesisler kurmak ülkenin sanayileşmesi için önemli bir gösterge iken İran’da yokluğun ve fukaralığın ölçüsüdür. Çünkü ABD’nin diğer nükleer güce sahip ve kendisine rakip olabilecek ülkelerden farklılığı her bakımdan ekonomik ve teknolojik üstünlüğüdür.1817 ABD bu üstünlüğünü bilhassa Ortadoğu gibi oynak zemin üzerine oturmuş ülkelere karşı ısrarla korumaktadır. Özellikle Müslüman ülkelere karşı 11 Eylül saldırılarından sonra oldukça tedbirlidir. İran ile nükleer kriz 2008’de Buşehr’de inşa etmeye başladığı tesislerin varlığının anlaşılmasıyla ortaya çıktı ve hâlen devam etmektedir. İran bu hususta kendine müttefik bulamamıştır; üstelik Sovyetlerin çökmesi ile çevresinde zayıf Orta Asya devletlerinin ortaya çıkması sebebiyle ABD ablukası daha da artmıştır.1818 İran kendi içerisinde birlik ve beraberliği sağlamadıktan sonra dünyada hatırı sayılır bir devlet olması mümkün değildir. Bu işin de yolu Azerbaycan’dan geçmektedir. İnkâr politikalarının sonlandırılması, özgürlüklerin genişletilmesi, demokrasiye dönülmesi her şeyin miheng taşıdır. 1979’da mollalar yerine demokratlar iktidara gelmiş olsaydı İran belki dünyanın en büyük devletlerinden biri olacaktı. Bugün İran ordusunda sırf güvensizlik sebebiyle Kürt yokken, Azerbaycanlılar temel taş görevi yapmaktadır. Tarih boyunca olduğu gibi Fars unsur hâlâ asker olmayı becerememekte ve uyuşukluğa devam etmektedir. Zaman zaman çeşitli sebeplerle Tebriz ve Tahran’daki Türk gösterileri bir an için 1979’u hatırlatmaktadır. ABD bugün için Irak’ta olduğu gibi kendine kullanacak sağlam zemin bulabilirse İran’ı 1816 Rapor,s. 14; Kaynak,CIA Worldfactbook. 1817 Güner Özkan, ABD-İran Arasındaki Nükler Güç ve Güvenilk Sorunu, Finans Politik, C.44, S.509, 2012, s.22. 1818 A.g.mk., s. 23. 651

parçalamaktan çekinmeyecektir. Çünkü şer cephesi sözü Amerikan politikasının değişmez yüzüdür. Mollalar daha ne kadar dayanacak burasını kestirmek de kolay değildir. Ekonomik ambargolar sadece ülke insanını yoksullaştırma ile sonuçlanırken petrol gelirleri, çürük devlet iskeletini ayakta tutmaya yetmektedir. İnsanlar Amerikan kölesi olmaktansa çile çekmeye çoktan razıdırlar. KAÇAR HANEDANI SOYKÜTÜĞÜ

652

9. BÖLÜM

BUGÜnKÜ iran TÜrKleri

Bugünkü İran’da Mülkî ve İdârî Taksimat

1. Kısım a) Yerleşim İran’da bin yıllık Türk hanedanları dolayısıyla özellikle Türk yerleşimi çok dağınıktır; tabii olarak ilgili hanedan döneminde sırf stratejik amaçlarla böyle bir dağılma devlet siyaseti olarak uygulanmışsa da, daha evvel küçük çapta görülen mecburî iskan hareketleri Pehlevîler devrinde tam bir tehcir ve işkenceye dönüşmüştür. Her zaman ve devirde mecburî iskan sadece Türk menşelilere uygulanmıştır. Esâsında Kaçarlar Devri sonuna kadar Sünnî olsun Şiî olsun Türkmen deyimi İran’da bulunan Türklerin tamamını ifâde ediyordu. Fakat Pehlevîler devrinde yapay Fars milliyetçiliği hortlayınca özellikle tamamen Şiî Azerbaycan üzerine oyunlar oynanarak Türkmenler soy ve boy esasına göre parçalanmış ve kasıtlı olarak Azerî tabiri ortaya çıkmıştır. Bu deyimin tarihi, kültürel, sosyal kökü ve karşılığı yoktur. Bu işin başını Tebrizli Ahmed Kesrevi adlı güya âlim bir zat çekti. Bu kişiye para karşılığı Pehlevî zihniyeti ile örtüşen kitaplar yazdırıldı. Dolayısıyla bugünkü Azerî ve Azerbaycan Türkü gibi tamamen yapay münakaşalara girildi. Türkmen deyimi sadece Türkmenistan ve Horasan arasında yaşayan Sünnî Sahra Türkmenleri için kullanılmaya başlandı. Fakat bugün Azerbaycan’da daha ziyâde Türk adı kullanılmaktadır ki, biz de buna uyacağız ve Türkmen deyimini sadece Sünnîler için kullanacağız. Irak-ı Arab’da zaten Selçuklular öncesinde gelip Büveyhî ordusuna girenlere Türkmen değil, Türk deniliyordu ki Irak-ı Acem’de ve İran’ın her yanında Şiî olan bu insanlara Türk denmektedir. 655

Aras Nehri’nin kuzeyinde kalan ve sonradan Kuzey Azerbaycan olarak adlandırılan bölge Osmanlı-Rus çekişmeleri sonunda Sovyetlere geçmişti; şimdi burada Azerbaycan Cumhuriyeti diye bir devlet bulunmaktadır. Pehlevîler döneminde İran Azerbaycanı Batı-Doğu Azerbaycan, Hemedan, Zencan, Erdebil, Gazvin, Gilân olmak üzere yedi idarî bölgeye ayrılmıştır. Anadolu ve Hazar Denizi arasında uzanan bölgeye tarih boyunca Azerbaycan dendiği halde insanlara Azerî denilmemiştir.1819 Pehlevîler devrinde Azerbaycan Türklerinin parçalanması bu kadarla da kalmamış, üç bölge kendi aralarında da bölünmüştür. Dar’üs-Saltana adı verilen Tebriz-Urmiye-Erdebil merkezli üç bölge, Hemse Azerbaycan’ı Zencan ve Kazvin diye iki bölge, Cibal Azerbaycan adlı bölge ise Hemedan, Erak, Tahran, Kum, Kerec, Kirmanşah gibi altı parçalıdır.1820 Güney Azerbaycan kuzeyi gibi dağlıktır, Tebriz güneyinde Sehend Dağı (3700 m), Erdebil batsında Selselan Dağı (3800 m) en dağlık yerler olup, bu dağlar arasında kalan geniş ovalar Acıçay, Dehharkan, Sefidrud, Merdirud, Çıgatu, Nazlıçay, Kader, Zuluçay gibi akarsularla sulanmaktadır. Van Gölü’nün bir buçuk katı büyüklüğünde Urmiye Gölü (5775 m2) ülkenin en büyük parçasını teşkil eder ve mesaha 200.000 km2’dir. Buranın en önemli merkezleri Hoy, Salmas, Urmiye ve Sulduz İran’ın nüfusunun en yoğun Azerbaycan ova kentleridir. Böylece Tebriz, Erdebil, Makü, Meraga, Astara, Culfa, Marent, Halhal, Soğukbulak, Bicar, Zencan, Mahabad, Sanantaş, Enzeli gibi şehir ve kasabalar da İran Azerbaycanı denilen bölgenin içindedir.1821 Bu çok parçalı Azerbaycan daha ziyâde seçimlerde devlet tarafından kullanılmaktadır. İran’da Türkler eski Türkmen geleneklerini muhafaza ederek hâlâ soy ve boy adları ile anılmaktadır. Böyle olunca da hanedan olanlar boy adı olarak kendini korumuş çoğu ise ya başka boylara ilhak ederek yeni ad almışlar veya boy adlarını unutarak 1819 Melih Akdeniz, İran Türkleri, www.guneskam.com, s. 3/11. 1820 Albayrak, I/289-290. 1821 Melik Akdeniz, s.3/11. 656

Azerbaycan Türkleri ibaresinde olduğu gibi genel adlandırmaya tabi olmuştur. Meseleye bu yönden bakınca boy adı ile anılan en eski boy Avşarlardır; metinlerde gördüğümüz üzere boy adları Anadolu Avşarlarında unutulmuştur. Avşarlar İran’ın her tarafına dağılmışlardır ve yekpare bir yerleşimleri yoktur. Avşarlar Urmiye Gölü’nün kuzey-batı kıyılarından, Hemse’nin güneyi, Hemedan ve Kirmanşah, Sebzvar ve Nişabur, Cumeyn kuzeyi ve Kirman’ın güneyi bu Türkmen boyu ile meskûndur.1822 Avşarların çoğu aynı Nâdir Şah gibi Sünnî mezhebe mensuptur. Metinlerde uzun uzadıya yer verdiğimiz Kaçarlar İran’da hanedan olmuş büyük ve dirayetli bir boydur. Tıpkı Avşarlar gibi bunların da esas gövdeleri veya uzantıları Anadolu’dadır. Kaçarlar yerleşim olarak İran’ın her tarafında bulunmakla beraber, Mazendaran Eyâleti Hezar-Cebir, Gürgan ile Sovar-Şaku bölgelerinde yarı yerleşik olarak yaşamaktadırlar. Şah Ahmed ve Muhammed Rıza Pehlevîlerin akrabaları olmasına rağmen şahların en çok kortuğu Türkmenler Kaçarlardır. Bu sebeple onları dâima Tahran’dan dışarıda tutmuşlardır. Muhammed Rıza’nın Ak Devrim’inde başı çeken 1000 ailenin tamamı Kaçar Türkmeni’dir.1823 Bugün Kuzey Azerbaycan’dan başlamak üzere Gürcistan’dan Güney Azerbaycan’a açılan coğrafyada Oğuz Türkmen grubundan Karapapak diye adlandırılan Türkmenler yaşamaktadır. Bunları Kıpçak grubundan Karakalpaklar ile karıştırmamak lâzımdır. Çünkü Karapapaklar kendilerine Terekeme derler. Terekeme Türkmen lâfzının Terakime’de olduğu gibi Arapça telâffuzundan başka bir şey değildir. Bugün eski Salduz Vilâyeti Negande ilçesinde bulunan İran Karapapaklarının diğer boy adı ise Borçalı gibi tertemiz Türkçe bir addır.1824 Çarlık Rusya’sı ve sonra da Bolşevik tehciriyle kovulmuş Kuzey Azerbaycan Karapapakları Sünnî olup bugün Doğu Anadolu’nun birçok yerlerine yerleştirilmiştir. Karapapaklar da Kafkasya ve Azerbaycan’ın 1822 A.g.mk., s. 4/11. 1823 A.g.mk., s. 45/11. 1824 İsmail Türkoğlu,Karapapaklar, DİA, C.24, İstanbul 2001, s.470. 657

kadîm halkıdır ve Türkçeleri bugünkü Azerbaycanlıları andırır. Bunlara da bir Kafkas unsuru olarak Kıpçak grubundan diyenler vardır ki bu husus Türkmenlik ile bir çelişki arzetmez; bunun gibi İran faşistlerinin iddialarına hiçbir şekilde Azerî adı altında Türklük çemberi dışına da çıkarılamaz. Özbekistan Karakalpakları ile akrabalıkları da söz konusu olup Kıpçak-Bulgar-Hazar-Peçeneklerin bakiyyeleri olduğu kaynaklarda yer almaktadır.1825 Dolayısıyla Karapapaklar bir Türkistan unsurudur. Karışık bir coğrafyada yüzyıllardan beri yaşadıkları hâlde dillerini dâima korumuşlardır.1826 Bugün Uşneviye, Zerza, Mamaş, Zerki, Sâdâd illeri ile Piranşehir çevresinde yaşamaktadırlar.1827 İran’da Azebaycanlılardan sonra en çok Türkçe konuşulan Türk veya Türkmen boyu Kaşgaylardır. Kaşgaylar bir ulustur veya birçok Türkmen aşîretlerinin âdetâ konfederasyonu durumundadır. Bugünkü idarî taksimata göre Fars Bölge Valiliği içine dağılmışlardır. Bunların güneyde Şiraz’a yayılmış mesahaları 216.188 kilometrekaredir. Son yıllara kadar Kaşgayî Vilâyeti diye adlandırılıyorlardı; lâkin Farslar Azerbaycan ile araya Kürdistan’ı sokarak birliği bozmuşlardır. İsfahan, Şiraz, Firuzabad, Köhlükiye, Buyurahmed, Buşehr, Huzistan bölgelerinde Kaşgaylar yoğun olarak yaşamakta olup bir kısmı hâlen göçebe hayat sürmektedir. Göçebeler kışı Basra, yazı İsfahan’da geçirirler.1828 Kaşgay yerleşim bölgeleri buralardan Zagros Dağları’na kadar dayanır. Genel adı Kaşgay olmakla birlikte Çahar-Mahal ve Bahtiyarî boylarına mensup olan Türkmenler Âbâde, Sepidan, Mervdeşt’i yaylalık, Memeseni, Kazerun, Erjin, Cehrum, Gecsaran, Laristran ve Kengan’ı da kışlık yurt olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca merkezin bütün yerleşim birimlerinde Kaşgay Türkü bulmak mümkündür. Bunlar Türkmen hanedanlar devrinde sırf güvenlik maksadıyla dağıtılmışlardır. Kaşgaylar 1825 Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas- Ellerini Fetihleri 1451-1490 , TTK, Ankara 1998, s.371 1826 Ahmet Caferoğlu, TürkDünyası El Kitabı, Ankara 1976 s. 1111. 1827 Albayrak, C.2 , s.944. 1828 Melik Akdeniz, s.9/11. 658

İran’da Türk boy geleneğini en iyi koruyan Türkmenlerdir. El’in başında İlbey, boyun başında Boybeyi, obaların başında da kethüdalar bulunuyordu. Keşkuli, Dereşuli, Kellezan Safıhanlu, Muslu, Şeşbölüği, Leşni, Cafer Beyleri, Farsimaden, Amele, Liravi, Hallaç, Ali Beklü, Şeyhvand, Feyli, Farband, Kalband1829 gibi, Türkmen aşîretleri Kaşgay birliğini oluştururlar.

Türkmensahra Gümbet Köyü Veşmur Türbesi Önünde Türkmen Kadınlar

İran’da doğrudan doğruya Türkmen diye adlandırılan bir bölge vardır ki burası Türkmensahra’dır. Ülkenin kuzeydoğusunda Türkmenistan’ın devamı olacak mahiyetteki coğrafya ile Horasan dâhilinde yaşayanlar işte buradadır. Çürüksu, Gürgan, Atrek ırmakları arasında kalan bölgeye Türkmen Bozkırı da denilmektedir. Bunlar Büyük Selçuklu bakiyyesi, tamamen Sünnî olan ve İslâmî devirde buralara yerleşen Oğuzlardır. Bocnurd’ın kuzeyinde Deregöz ve Serhas bölgeleri de böyledir. Benderşah, Gümüştepe, Siminşehir, Akkale, Anbarulum, İnceburun, Neginşehir, Hüttenküren, Kelale, Merave, Deregez, Bocburd Günbed-i Kavus, Hoca Nefes1830 büyük yerleşim merkezleridir. 1829 A.g.mk.,s.10/11 1830 Abdurrahman Deveci, İran Türkmenleri: Türmensahra, Ortadoğu Analiz, Ekim 2009, Sayı 10, s.53. 659

Horasan’da da Rezevi Bölgesi’nde Türbetcam yerleşim merkezi vardır. İran kaynakları Türkmen bölgesine Deşt-i Gorgan demektedir. Horasan’dan itibaren Türkmenistan hududu boyunca Hazar Denizi’ne kadar devam eden bölge 18.572 kilometre kare olup, Gülistan Eyâleti hudutları içindedir ve bu eyâletin 16.375 kilometre karesini oluşturmaktadır.1831 İran’da önemli bir Türk ve Türkmen topluluğu da Hemse Türkleri diye adlandırılmaktadır. Bu tamamen yapay bir adlandırma olup eski Vilâyet Hemse Bölgesi adından kaynaklanmaktadır. Bu bölgede İnallu, Baharlu, Basiri, Nefer, Arap olmak üzere beş halk yaşadığndan Arapça bu adla anılmaktadır.1832 Gerçekten halk kendini yüksek tabaka olarak adlandırıp yarı Arapça yarı Türkçe konuşmaktadır. Bunların çoğu Selçuklular öncesi gelen ve Abbasîler ile Büveyhoğulları bünyesinde yer alan Türklerdir. Bazı araştırmacılar bunlara Kırma diyerek sanıyoruz hatâ yapıyorlar.1833 Bizim metinlerde bunlara ziyâdesiyle yer verdik. Aralarında İnallu ve Baharlu gibi Türkmenler olsa da bunlar kendilerine Türk derler; bu bakımdan Araplık izâfe etmek çok anlamlı değildir. Hattâ Cerge, Bekle, Sakkız, Ahmedlü, Hacı Attarlu, İsabeğli, Hacıterlü, Haydarlı, Kerimlu, Hanlu, Meşhedlü, Safihanı, Nâsırbeğlü, Resulhanlu, İbrahim Hanlu, Mahmutbeğoğlu gibi oymak ve aşîret adlarına bakılırsa bunların Türk olmadığını düşünmek mümkün değildir. Hemseler de diğer Türk toplulukları gibi İran’ın her tarafına dağılmışlardır. Erdebil, Şiraz, Kirmanşah, Kuzistan, Kürdistan, Gilân ve Fars bölgelerine yayılmışlardır. Zagros Dağları’na dayanan bir kısım uçları Kaşgaylar ile komşu olup aynı milletten olduklarını da bilmektedirler. Azerbaycan ile Hemse Vilâyeti arasına kurulan Kürdistan evvelce de zikredildiği gibi siyasî maksatlarla oluşturulmuştur. Esas gaye Türk topluluklarla irtibatı kesmektir.1834 1831 Türel Yılmaz, İran’da Unutulmuş Bir Toplum: Türkmensahra Türkmenleri, www.gunaskam.com/tr/, s.2. 1832 Albayrak, s.II/829. 1833 Melih Akdeniz, s.7/11. 1834 A. g. mk., s.8/11. 660

İran’da bir Şahsevenler adı ile tanınan bir Türk topluluğu vardır ki bunlar Büyük Şah Abbas zamanında Anadolu’dan Yunus Paşa komutasında giden ve Erdebil’e yerleşen Şiî Türkmenler’dir. Yunus Paşa’nın yanında Saruhan Beğ, Bend Ali Beğ, Hoca Beğ adlı üç torunu ve beğlerinden Kurt Beğ ile onun, Pulat Beğ, Demir Çalı Beğ, Kuzat Beğ adında üç oğlu varmış. Şahseven, Şahı-seven anlamında olup sonradan Acem telâffuzu bu adı ortaya çıkarmıştır.1835 Şahseven adı bir boy adı olmaktan ziyâde siyasî bir terimdir; daha ziyâde Safevîlerde Muhafız Alayı görünümümdedirler.1836 Şahsevenler 32 Türkmen boyunun güvenilir temsicilerinden oluşuyordu; fakat zamanla ikiye ayrıldılar. Müfrit Şiî ve politize olmuş beğler Erdebil civârına yerleşmişlerdir. Diğer kısım Miskinler ise göçebe bir hayatı sürdürmüşlerdir. Yaşadıkları bölge güneyde Savalan Dağı etekleri, batıda Karsu Irmağı boylarına dayanan Güney Azerbaycan’ın kuzey bölgesidir. Yazları yaylak olarak Savalan-Karadağ-Talış Dağları yaylalarını kullanırlar, kışın ise Zencan ve Save bölgesindeki Kızıl Üzen Irmağı kıyılarına inerler. Şahsevenler hâlis Türkçe konuşurlar. Kaçar sülâlesi de güvenilir insanlar olarak bunlara dayanmışlar ve onları ücretli asker olarak çalıştırmışlardır. Kaçarlar devrinde bir nev’i muhtar olarak yaşamışlardır. İran dâima bunları Farslaştırmaya çalışmışsa da başaramıştır. Farslar devrinde adları Elsever olarak değiştirilmişse de tutmamıştır. Karaabbaslı, İsalu, Kocabeylu, Ali Babalu, Rıza Beylu, Geyiklu, Caferlu, Hacıhanlı, Şahalibeylu, Balabeylu, Musahıbeyli, Saruhanbeylu gibi adlar bugünkü Şahsevenlerin hane ve oba adlarıdır.1837 Bunların dışında Güney Azerbaycan Bölgesi’nde hâlâ soy ve boy adları ile anılan birçok Türkmen aşîreti yaşamaktadır. Halhal yöresinde Delikanlu, Kelişanlu, Şabsanlı adlı üç Türk boyu yaşamaktadır. Bu bölgede ayrıca Mukriler ve Kapanaklara komşu Çardovlu ve Mukaddem adlı iki büyük Türk boyu 1835 Rıza Nur, Türk Tarihi, C.5, s.258. 1836 Melik Akdeniz, s.5/11. 1837 A.g.mk., s.5/11. 661

daha vardır. Astara Bölgesi’nin ormanlık kısımlarında Daruli Aşîreti, Erdebil’de de Beybağlı adlı iki aşîret oturmaktadır. Kazvin civârında Çeğini Türkmenleri bulunmaktadır. Veramin mıntıkasında İmarlular; Sircan’da Başmulları; Urmiye’de Kasımlular; Bem ve Nermasir civârında Avşarlarla birlikte Şahbeğileri iskanı bulunmaktadır.1838 a) Nüfus İran’da Türk ve Türkmen nüfusu yüz yılı aşkın bir süreden beri tartışılmaktadır. Özellikle Pehlevîler döneminde uygulanan inkâr ve jenosid politikaları bulanıklığı bir kat daha artırmıştır. Fakat eyâlet merkezlerindeki Ostân1839 denen idari birimler aracılığı ile Türklerin yaşadıkları bölge, şehir, kasaba ve köyler bilinmektedir.1840 Ayrıca aynı kaynakta belirtildiği gibi araştırma merkezleri, Kuzey Azerbaycan ve Tebriz’de araştırmacılar ile İran üzerine politika üreten yabancı devlet kuruluşları çeşitli rakamlar vermektedirler. Bu yayınların ortak tarafı İran’da Türk denildiği zaman sadece Azerbaycan’ın göz önünde bulundurulması ve iç kısımlara dağılmış miyonlarca insan ile Türkmensahra’nın hesaba katılmamasıdır. İran Devleti’nin resmî görüşüne göre Kafkasya’ya Türkmenlerden evvel Hunlar zamanından beri gelen gelen Türkler, yani Kıpçak-Hazar-Peçenek-Kuman gibi unsurların Azerî olarak nitelendirilmesi ve bunların Farslar gibi Ari-Aryen ırktan geldikleri şeklinde mesnetsiz iddialardır. O zaman 5.000 yıl öncesi Sasani-Pehlevî-Pers gibi İran milliyeti görüşlerine hiç itibar edilmemesi gerekmektedir. İran gibi kültür düzeyi yüksek bir ülkede sonradan gelenlerin asimile olması düşünülmesi gerekirken, Fars unsurların kültürlerini kaybettikleri ve Azerî adını aldıkları iddialarını sosyolojik olarak îzah etmemiz mümkün değildir. Bu hususta doğrulayıcı bilgi ve belge bulunmadığı gibi, milliyetin tespitinde en önemli 1838 Rıza Nur, s.259; Melik Akdeniz, s.5/11. 1839 Farsça “Ostân” ( çoğulu, ostānhā) merkez anlamındadır. 1840 Albayrak, s.I/284. 662

unsur olan lisân yönünden bu insanların hâlis Türkçe konuşmaları durumu ziyâdesiyle ortaya koymaktadır. Vikipedi gibi Batı ve Amerikan Ansiklopedileri 70 milyonluk İran’ın üçte birinin Azerî olduğunu ileri sürmektedir. Zaten İran literatürüne uyularak bu coğrafyada başka Türk olduğundan bahsetmiyorlar. Aksine İran’ın batı ve doğusu ile güneyi haritalarda tamamen sarıya boyanarak Kürt olduğu iddia edilmektedir. Maalesef Irak’da tutmayan ve yapaylığı ortaya çıkan benzer politika ABD’den bizim İngizcesi ileri aydınlar tarafından Türkçe’ye de aktarılmış, popüler ansiklopedilerimize girmiştir. Bugün için dünyada ilim insanlarının düşünceleri Türk ile Farsların nüfuslarının eşit olduğu veya ana lisânı Farsça olmayanların %50’nin çok üzerinde olduğu şeklindedir.1841 Geçen yüzyıl boyunca, İran’ın 1956 Pehlevî dönemi nüfus sayımında elde edilen bilgiler üzerinde çalışılmıştır. Buna göre ülke nüfusu 18.9 miyondur. 2007’de ise 70.000.049 olduğu İran İstatistik Kurumu tarafından açıklanmıştır. Yıllık %2,5 artış hızı nazara alındığı zaman bu rakamın az-çok gerçeği aksettirdiği görülmekteyse de böyle bir kıyas çok doğru değildir. Bu duruma göre 50 yıllık dönemde artış dört kat civarındadır. Aynı yıllarda Güney Azerbaycan’da adı sadece Azerî olarak adlandırılanların S. İ. Bruk adlı bir mütehassısın hesaplamalarına göre nüfusu 4.155.000’dir.1842 İran’da Türk nüfusunın en büyük nisabı Azerbaycan Türkleri olduğu bir gerçektir. Bu kıyasa bakılırsa ülkede Azerî olarak adlandırılanların dışındakileri hiç sayılmamış kabul etmek gerekecektir. Halbuki bugün İran Türkleri ve Türkmenleri için verilen en kötümser nüfus rakamı 35-40 milyon1843 civârında olduğudur ki işte az-çok bu rakam ancak gerçeği ifâde edebilecek kabiliyettir. Ne kadar düşük tutulursa tutulsun şimdilik, eyâlet bazında Ostân’ın 2006 yılı rakamlarını doğru kabul etmek gerekmektedir. Buna göre Darü’s-Saltana denen Tebriz merkezli Doğu 1841 Country Profile: Iran, May 2008. 1842 Ahmet Caferoğlu, s.1144. 1843 Albayrak, s.I/284. 663

Azerbaycan’ın 3.527.267, Erdebil 1.209.968, Zencan 942.818 nüfusları ile %100’ü Türk kabul edilmiş, Urmiye merkezli Batı Azerbaycan’ın Türkiye sınırlarında ise 2.831.779 yerleşikten 2.548.601’i yani %90’nın Azerbaycan Türkü olduğu tespit edilmiştir.1844 Bunun dışında Kürdistan’da 350.000, Kirmanşah’da 43.184, Hemedan merkezli Cibal Azerbaycan’da 1.339.676, Irak-ı Acem’de 729.754, Loristan’da 107.679, Kum’da 694.598, Tahran ve Elburuz Bölge Vâlilikleri’nde 8.735.869, Kazvin merkezli Hemse Azerbaycanı’nda 1.014.961, Gilân’da 216.185 olmak üzere toplam 21.460.560 Azerbaycan Türkü yaşadığı İran İstatistik Kurumu’nun resmî rakamları olarak karşımızda durmaktadır. Yüzölçümleri ile birlikte aşağıdaki tabloyu oluşturabiliriz:1845

1844 A.g.mk., s.I/293. 1845 Albayrak, s.I/305. 664

2006 yılından bu tarafa geçen on yıl içinde nüfusun en az %2,5 arttığını hesap edersek İran’da sedece Azerbaycan Türkleri’nin 27 milyon olduğunu buluruz ki en doğru ve gerçekçi rakam budur. Modern çalışmalar İran’da Fars ve Türkler’in %36 nisbete1846 sahip olduğu tezlerini elbette doğruya en yakın tespit olarak kabul etmek gerekecektir ve az-çok yukarıdaki hesabı tutmaktadır. Belki de siyasî baskılar olmazsa Türk nüfusu Farslardan fazladır; tarih de bunu doğrulamaktadır ki 400 yıllık kesintisiz Türkmen hâkimiyetinde elbette Farslar azınlık olarak yaşamıştır. Bu sebeple yeni bilimsel çalışmaların yapılması şarttır. İran’da Türklerin Azerbaycan’dan ibaret olmadığını yerleşim bahsinde detayı ile incelemiştik. Gülistan Vilâyeti hudutları içinde kalan ve İran Türkistanı olarak adlandırılan bölgede yine Ostân kayıtlarına göre 2006’da 955.833 Türkmen vardır ve başşehirleri Kümbet-i Kavus’dur. Aynı şekilde Bocunur merkezli Horasan Türkmenleri’nin nüfusu 2.500.000’dir.1847 Bu sayıyı bugüne güncelesek 4.500.000 nüfus eder ki o zaman İran Türkleri’nin İran resmî makamlarına göre mevcudu 31.500.000 insandır. İşte bu durumda İran’da 30 milyondan aşağı bir Türk nüfusu ifâde etmek tamamen yanlıştır. İktidar baskıları ile iki lisânlı veya Türkçe’yi unutmuş Türk asıllıları hesaba katacak olursak İran Türklüğü’nü 40 milyonun üzerinde rakamlarla ifâde etmemiz gerekecektir. Çünkü İran’da Farsça ile çalışma yapmak asâlet ifâde etmektedir ve bu durumda çok miktarda aristokrat, bürokrat, edebiyatçı, tarihçi ve bilim insanı bulunmaktadır. Fakat ne olurlarsa olsunlar herkesin adının başında soy ve boy adları vardır, Türklüğünü de buradan anlayabiliyoruz. İran’da Türk nüfusu meselesine biraz da soy ve boy yönünden bakmakta fayda vardır. Yerleşim bahsinde belirttiğimiz soyboy-aşîret-oba esasına göre Güney Azerbaycan’da 20-25 milyon, Avşarların 2 milyon, Kaçarların 600 bin, Karapapakların 1846 Gülara Yenisey, İran’da Etnopolitik Hareketler, Ötüken, İstanbul, 2008, s. 62; Murat Saraçlı, İran’da Azınlıklar, www.akademikortadogu.com, s.173. 1847 Albayrak, s. I/311. 665

200 bin, Vilâyet-i Hamse adı verilen dört yerde 26.500 hane olarak 200 bin, sair Azerbaycan’da 50 bin, Kaşgaylar 2,5 milyon, Türkmensahra-Horasan’da 4 milyon, Türk olduğu araştırmalarda belirtilmektedir.1848 Bu sayılar dahi bizi doğru rakamlara götürmektedir. b) Sosyal ve Kültür Hayatı Bugünkü İran Türkleri genel olarak kimliklerini ve kültürlerini korumaya azamî derecede titizlik göstermektedirler. Şiî inanca sâhip Türk ve Türkmenlerde bu husus daha belirgin ve asabiyet derecesindedir. Özellikle Azerbaycanlılar sosyal hayatta her yönü ile kendilerini ifâde etmektedirler. Türkmensahra ve Horasan’da Sünnî Türkmenler ne yazık ki biraz daha teslimiyetçidir. Fakat genel olarak daha Selçuklar devrinden beri Türkmenler İran kültürüne saygılı olmuş Farsça’yı edebiyatta kullanmışlardır. Bu yönü ile bakıldığında bugün dahi Türklerde ayrılık düşünceleri yoktur ve dâima devletin yanındadırlar. Bir kısım Türkler Bolşevikler devrinde Sovyetler’e ilgi duymuşlarsa da sonradan bunun doğru olmadığını öğrenmişlerdir. Bu sebeple İran’da Türklük, Türkiye’ye dahi bağımlı değildir ve müstakil siyasî düşüncelere sâhiptir. Türkmen Ayetullahlar bile mollalığa âlet olmamış ve Pevlevîler ile başlayan şovenliğe dâimâ karşı durmuşlardır. Bu sebeple İran Türkleri’nin devlete bağlılığı Farsların çok üzerindedir. Türklerin bu derece sağlam duruşlarına karşılık Pehlevî devrimi sürecinde Fars unsurlara pompalanan Türklere karşı nefret duygusu bugün İran’ı sarmış durumdadır. Bu durum Selçuklular devri aşağılama bakışlarından ve çoban hitaplarından çok ileri niteliktedir ve siyasette çok önem taşımaktadır. Fahrüddin Şadman adlı bir Farisi: “Teshir-i Temeddün-i Frengi” adlı kitabında Türkler için: “Avrupalılar ne yalın ayak, aç ve göçebe Araplara, ne de düzenledikleri baskın ve katliamlardan sonra atlarından inip bir süre dinlenince bizim hah desenlerimizin 1848 Melih Akdeniz, İran Türkleri, s.I/11-XI/11. 666

ve bahçe şenliklerimizin büyüsüne kapılan daha sonra da Mevlânâ Celâleddin-i Rumi’nin, Sadi’nin, Hamz’ın Şiîleriyle ehilileşen içkici, kana susamış Türk ve Moğallara benzerler.”1849 sözleri ile nefret düşüncelerini ortaya koymaktadır. Maalesef Farsların bu karakteri değişmemiş ve hâlâ sırıtmaktadır. Humeynî Hareketi ile ilgili olarak bu devrimin gerçek yaratıcısının Azarbaycanlılar olduğuna dâir dış basında çok kuvvetli yorumlar çıkmıştır. Gerçekten Şeriatmedarî, Hoyi, Lenkerani, Ali Hamaney gibi dînî otoriteleri içlerinden çıkaran Azerbaycanlılar İslâm Devrimi’nin gerçek sâhibidir. Bu sebeple devrimin bir Fars devrimi olmaktan ziyâde Türk devrimi olduğu dâima ileri sürülmüş, hâlâ Türklerin ülkenin yapıtaşı olduğu ifâde edilmiştir. 1850 Buna karşılık, 2006 yılında, sonu ne olursa olsun ülkenin üç büyük gazetesinden birinde Mehrdad Ghasemfar adlı fanatik bir karikatürist Türkleri hamam böceğine benzetmiştir.1851 İran’da Türkmenlerin sosyal ve kültürel hayatları ile ilgili saha çalışması yapan Vambery, Foy, Ritter, Romaskeviç, İvanov, Menges, Monteil, Doerfer ve daha başka âlimler çok ilginç sonuçlara ulaşmışlardır. Ayrıca tarih sahasında da Minorsky ile başlayan çok kıymetli çalışmalar bulunmaktadır. Bu araştırmalarda İran Türkleri’nin beş ayrı lehçede bütün Türklerin anlayabileceği çok gelişmiş bir lisân kullandıkları tespit edilmiştir.1852 Doerfer’e göre özellikle Türkçe’nin en eski ve en sağlam lehçesi olan Halaçça’nın on bin insan tarafından kullanıldığınının tespiti harikulâde bir olaydır. Aynı şekilde Azerbaycan, Horasan Türkmen ağızları ilgili olarak yapılan çalışmalar mükemmeliğin de üzerindedir. Kaşgarlı ve Yusuf Has Hacib gibi büyük Türkçe ustaları zamanlarında dilimizi Arapça ve Farsça’dan geri bırakmamışlardır. Bizler rahatlıkla Orhun Yazıtları’ndaki 1849 Gerhard Doerfer, a.g.mk., s. 242 veya 23 Kasım 1987’deki TDK konuşmasından. 1850 Murat Saraçlı, s.174. 1851 A. Celalifer Ekinci, İran’daki Karikatür Krizi ve Azerilerin Ayaklanması, 29.05.2006, httb://www.usak.gundem.com//. 1852 A.g.mk., s.243. 667

lisânı anlıyoruz da, acaba Farsların böyle olduğunu söylemek mümkün müdür? Bugün konuşulan ve devletin resmî dili olan Farsça, Türkmen Farsçası, yani çoban lisânıdır. Hiç kimsenin eski Fars yazıtlarını okuyup anladığı söylenemez. Güzel Farsça, Gazneliler devri Firdevsî’nin Türk Farsçası’dır. İran’da her boy ve soydan Türkmen bulabilirsiniz; burası âdetâ Türklüğün gül bahçesidir. Türk sözlü edebiyat, en güzel ifâdesini burada bulmuştur; Azerbaycan Bayatîleri, Türkmen hoyratlarını her tarafta görmeniz mümkündür. Muhteşem Tebriz lehçesi belki de İstanbul Türkçesi’nden daha lezzetlidir. Edebiyatın yanında Türk Dünyası’nın hiçbir yerinde görülmeyen musıkî Azerbaycan’dan bütün İran’a yayılır. Eski ve yeni Kaşgay Edebiyatı’na ve siyasî hicivlerine mukavemet etmek imkânı yoktur. Geçen asrın Kaşgay Şâiri Ma’zun’un: “Dirrilseydi Şah Hatai, Me’zunun bu dövranında, Bu şe’rin hattı olurdu, Dilinin tezkiresi.” dörtlüğü en az İsmail kadar kuvvetlidir. İşte bu dörtlükler de ona aittir:1853 İgid odur arvad ala bir ala, Ev kayıran oğlan doğan tir ala. Mezun’a irad deyil günde bir ala, Delidir, delinin günde toyudır Devran döndi kerbazfuruş tatlara, Şir yatağı mesken oldu itlere. Nice hub atlılar hub hub atlara, Mindiler gitdiler meydan halidir. Hey ağalar gelin taif eylayin, Bu gün bize teng gelmişdir yaman gün. Hiç igide uğramasın ezelden, Yaman arvad, yaman gonşu, yaman gün. 1853 Mehmet Karaaslan, Başlangıçtan Günümüze Kaşkay Dili ve Edebiyatı Üzerine Değerlendirmeler, www.karam.org.tr, s.140. 668

Gülüstanda yaz yelleri esende, Varı guşda nale vardur feğan var. Seda çohdur şeyda bülbül sesinde, Ayrı eser vardur ayrı nişan var. Henüz darda galmuş asuli Mansur, Enelheg söylayub sirri nihan var. Henüz Mecnun’da var cünun hevesi, Henüz gatar üzer Leyli devesi. Henüz geler Ferhad külüngi sesi, Henüz Şirin kimin şirin zeban var. Me’zun deyer bu yan kimdur o yan kim? Bu yan özi o yan özi hayân var? İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası’na göre Türkler na azınlık ne de çoğunluktur ve hiçbir kültürel hakları bulunmamaktadır. Resmî dilin Farsça olması, en önemli kültürel araç olan Türk dilini yok sayarak bir yönden de Fars karakterini ortaya koymuştur. Türklerin anadillerinde eğitim ve öğretim hakları bulunmamaktadır. Mahmut Ali Çergragani liderliğinde 1995 yılında kurulmuş olan Güney Azerbaycan Millî Uyanış Hareketi’nin devletle iş birliği içerisinde bu yöndeki talepleri ile ilgilenilmediği gibi baskı yoluna gidilmiş bu çerçevede dernekler ve dergiler kapatılarak, hareketin ayrılılıkçılığa dönüşmesine sebep olunmuştur.1854 Bugünkü İran’da devletin açığa vurulmuş bir ideolojisi yoktur, Pehlevîlerin Fars Milliyetçiliği, Şiîlik içerisine gizlenmiştir. Görünüşte devlet bir din devletidir ve İslâmîyet resmî dindir. Aslında devlet, dînî bir devlet omaktan ziyâde Fars asıllı din adamlarının devletidir. İran’da Şiî esaslara dayalı din devletinin İslâm tarihinde ne bir karşılığı ne de uygulanmış bir modeli vardır. Bu sebeple Devrim’in ilk günlerindeki rejim ihracı 1854 Emre Bayır, Güney Azerbaycan Milli Demokratik Hareketi Yol Ayrımında, Stratejik Analiz, C.3, S.34, Şubat 2003, s.58-59. 669

tartışmaları da boş çıkmıştır. Bu düzensizliğin bir düzen olması mümkün değildir. Esâsında bir zamanların Sovyetleri gibi, hiçbir hakları olmayan Fars dışı unsurlar için durum, modern millletler hapishanesi şeklindedir. Humeynî’nin Velâyet-i Fakih düşüncesi artık çağın dışında kalmış, âdetâ İslâm Halifeliği görünümündedir. Tek farklı tarafı halifelikte bu makam bir kişiye ait iken yeni durumda Fakihler- Din Bilginleri-İslâm Hukukçuları gibi kişilere verilmiştir. Bu sebeple tamamen millîleştirilmiş bir İran modeli olarak Velâyet-i Fakih’in katiyyen ihraç kabiliyeti yoktur. Üstelik değişimler karşısında takiyye gibi yollara başvurulması ve akılcılığın öne alınması düşüncelerinin sahibi Ali Şariati ve Mortaza Motahari’nın anlayışları, mezhepleşmiş Fars Milliyetçiliği çağrışımlarından başka bir şey ifâde etmemektedir.1855 Motahari’ye göre câmi, tekke ve zaviyeler siyasallaşmalı, dînî faaliyetlerin nitelik ve niceliği değişmeli, İslâmî radikalizm ve pazara dayalı İslâmî grupların gelişmesi ve düşüncelerin halk dilinde anlatılması sağlanmalıdır.1856 Her şeye rağmen İran’da Abbasîlerden beri gelen kemikleşmiş Türk kültürünü ortadan kaldırmak mümkün değildir. Elbette Şia düşünecesi de bu kültür unsurlarının içindedir. Üstelik dînî temellerinin dışında Türkmenlerin Şiası halk kültürü ile bütünleşmiş tasavvufî bir zemin üzerindedir. Farsların Şiîliği’nde tasavvuf heyecanı yoktur; bu sebeple kültürel olmaktan ziyâde dînî öğretilere dayalıdır. Bu bakımdan Türkmen Şiası ile Fars Şiîliği her şeyden evvel sosyolojik olarak birbirinden farklıdır. İran’da Farsların bir Halac-ı Mansur’u ve Hatayî’si yoktur. Çağın dışında kalmış Velâyet-i Fakih, kültürden ziyâde siyasî mesajlar vermektedir. Baskı olmadan bu görüşleri bütün İran halklarına şâmil kılmak mümkün değildir. Halbuki başta Şeriatmedarî’nin Şia düşünceleri asrî ve modern olmak vasıfları ile demokratik bir kültür hareketidir ve Humeynî düşüncesinin sistemleştirdiği Fars Milletçiliği’ne karşıdır. Tıpkı 1855 Davut Turan, Mezhepleşmiş Milliyetçilik: Şiîlik Ve Farslık İle Özdeşleşen İranlılık, Günaskam, www.gunaskam.com/tr., s.1/4. 1856 Alam Tabriz, s.219. 670

Abbasîler ve Emevîlerin Arap Milliyetçiliği tabanlı Sünnî hareketinde olduğu gibi. Abbasîler devrinde denenmiş olan Büveyhî Hilâfeti ile Velâyet-i Fakih arasında kültürel ve siyaset bakımdan bir ayrılık bulunmamaktadır. Safevîler, Kaçarlar, Avşarların tamamen kültürel zemindeki birleştirici Türkmen Şiası bugün ayrılıkçılığa ve Farslığa dönüşmüştür. Devrim ideologları açıkça bunu ifâde etmekte ve İslâm’da Araplığa baş kaldırırken kültürde Türklük ve Türkmenliğe atıfta bulunmamaktadır. Bunun sebebi Türkmen Şiası’nın kültür çizgisinden taşarak siyasallaşmamasıdır. İran’da Türkler siyasî değil kültürel haklar peşindedir. Bu noktayı bilhassa iyi tespit etmek ve siyaset üretirken bu gerçeğe uymak gerekmektedir. Bu bakımdan İran’da Türk Hareketi geçmiş tarih ve kültürel seyre uygundur ve bütün halkları kucaklamaktadır.

671

SONUÇ

B

u çalışmanın başından sonuna kadar Türkler ve Türkmenlerin İran’ı nasıl vatanlaştırdıkları, tarihî, sosyolojik, iktisadî, siyasî, inanç boyutları ile ortaya konmuştur. Bugüne kadar gelen çizgide Türk düşüncesinde İran’ın Türkistan ve Anadolu ile hiçbir farkı yoktur ve mutlaka bütünlüğü savunulmalıdır. 1.000 yıl Türk ve Türkmenler kendileri de dâhil katiyyen unusurlara dayalı bir milliyet peşinde olmamışlardır. Bu sebeple İran tarihinde milliyet esâsına dayalı milliyetçilik devlete nüfûz etmemiş, dînî ve mezhebe dâir düşünceler dâimâ ayrılıkçı değil birleştirci olmuştur. Türk devlet geleneğinde Millî Devlet düşüncesi olmayıp hep imparatorluklar tercih edildiğinden Arap geleneğindeki Kabail (Kafatası) anlamında Batı terminolojisindeki “ırk” mefhumunun da Türkçe karşılığı bulunmamaktadır. Bu sebeple Abbasîler devrinde görülen Arap Milliyetçilik tezâhürleri Türkmen-Fars yakınlaşmasından sonra Farsîlerde katiyyen görülmemiş, Türk Hanedanlar’dan böyle bir talepte dahi bulunulmamıştır. İran’da Türklerin 1.000 yılı aynı, zamanda Selçuklular ile başlayan ileri Türkmen hareketinin uzun bir devresini kapsamaktadır. Bu sebeple her şeyden evvel Türk Tarihi’nin en önemli devresidir. Şüphesiz Türk hanedanlar devrinde bütün imparatorlukla’da olduğu gibi hatalar olmuştur. Her şeyden evvel Avrupa’da anlayışların değişmesi, I. Cihan Savaşı’ndan sonra millî devletlere yönelme ve eski anlamdaki devlet anlayışı çökmüş ve dünyadaki monarşiden kaçış rüzgarları bu büyük ülkeyi de etkilemiştir. İşte bu sebeple 1925’te Türkmen hâkimiyeti el 673

değiştirerek soyu ve boyu ispat edilememiş ve bu durumu ile ezginlik yaşamış Rus Kazak Komutanı Ahmed Rıza anne ve eş durumdan akraba olduğu Kaçarlara ihanet ederek bir darbe ile kendini eski Pers ve Sâsânî hükümdarlarına benzeterek, önce şah sonra da şehinşah ilân etmiştir. Rıza İran’da tarihî rakiplerden Rus-İngiliz yarışında eski velinimeti olan Ruslara da ihanet ederek sırtını evvelâ İngiliz sonra da Amerikan sömücülüğünün maddîyatına dayamıştır. Dünyada değişen ideolojik ortamda Rıza kendine kısa sürede bir oyuncak ve komedya yaratarak Pehlevî soy adını almış ve böylece yeni bir hanedanla yeni bir milliyet ve milliyetçilik yaratmıştır. Bazı zekâsız ve tarih kültüründen yoksun insanlar bu anlayışı Türkiye’ye benzetmişlerse de yeni Türkiye rejimi altın çağını yaşarken Rıza halk hareketlerine ve nefrete dayanamayarak ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Türkiye’de saltanatı kaldıran Mustafa Kemal’e karşılık Rıza yeni bir saltanat yaratmış ve bu durum oğlu Muhammed zamanında devam etmiştir. Metinde açıklandığı üzere bu bakımdan Türkiye ile Pehlevîlerin İran’ı arasında en küçük bir benzerlik yoktur. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye nazizm ve faşizmden kaçarken Rıza Şah neredeyse İngiliz ve Amerikaları da satarak Hitler’e yönelmiştir. Netice itibarıyla de Türkiye rejimi dünya ile entegre olup demokrasiye geçerken, İran ırk diktatörlüğünden mezhep diktatörlüğüne dönüşmüştür. Dolayısıyla öyle uzun boylu bir değişiklik yoktur ve bugün İran dünyada demokrasi arayışlarında olan ülkelerin başında gelmektedir. İkidara gelişi, ölümü ve düşünceleri hususunda Batı’da Ruhullah Humeynî hakkında çok şeyler yazılmıştır. Maalesef ülkemizde yapılan yayınlar da gerçeği aksettirmenin çok dışındadır. Humeynî’nin Velâyet-i Fakih düşüncesine onun ölümünden sonra Fars Milliyetçiliği’ne dayanan argümanlar ilâve edilerek devlete hâkim kılınması bugün İran’da da net görüşler ortaya konmasına engel olmuş, dolayısıyla İranî milliyet düşüncesi Humeynî görüşleri içinde kamufle edilmiştir. Humeynî kendisi Fars da olsa milliyetçiliğe temâyülü yoktur. Başta Şeratmedarî 674

ile birlikteliği de az çok bu durumu ortaya koymuştur. Belki de Medarî’nin ürkek düşünceleri ve zamanında halkı ile bütünleşmemesi bu sonucu ortaya koymuştur. Şeriatmedarî siyasî anlamda Humeynî’den çok önde bulunuyor, hatta ona sâhiplik bile yapıyordu. Fakat kitlelerin bir ânda umut ışığı olarak Humeynî’ye meyletmesinin nedeni, cevapsız kalan sorulardandır. Çünkü İran devriminde öncülük yapanlar pısırık Farslar değil atak ve cesur Türklerdir. Bugün bu husûs tarih olmaya doğru giderken daha rahat görülmektedir. Humeynî öldükten sonra devrimin ideologluğu, Ali Şeriati ve Murtaza Montahari gibi iki Fars milliyetçisinin eline geçmiştir. İkisinin de sui’kast sonucu öldürülmesi ülkelerine ne kadar faydalı olduklarını ortaya koymaktadır. Bunlar düşünceleri ile tarihî boyutları olan Türkmen Şiası’nı Fars Şiîliğine döndürerek millî bir mezhep yaratmaya çalışmışlar; fakat devlette de taşrada da, halka karşılığı olan bu düzenin bugünkü İran’ı ne hâle getirdiği ortadadır. Bunların görüşleri içinde Cemâleddin Afganî görüşleri de vardır. Bugün bunlara Millî-Mezhebîler adı verilmektedir ve her ne kadar kendilerini milliyetçilik tanımı dışında tutsalar da devletin oturduğu ana gövde Fars Milliyetçiliği üzerine kuruludur.1857 Bugün için bunu görmemek kabil değildir. İran’da böyle bir durum ve azınlık milliyetçiliğine dayalı devlet anlayışları kitleleri daha ne kadar zaptedebilecektir? Fars unsurların %35 gibi düşük bir nisbetleri olduğunu bugün bütün dünya kabul etmektedir. Bu şartlar altında ayrılıkçı olmayan birlikteliklerin yaratılması ve Türklerin yeniden Abbasîler devrine dönerek Şiî Araplarla iş birliğini geliştirmeleri ve tarihî akl-ı selim Fars dostluğundan da imtinâ etmemeleri gerekiyor. Kirmanşah Kürtleri de çok önemlidir. Ayrıca Fars ideolojisine tepki gösteren Türk dostu en az %20 çeşitli azınlık vardır. Demografik olarak Farslarla eşit konumda bulunan Türklerin yeniden tarihe dönmesi ve demokratik İran için yabancılara itibar 1857 Davut Turan, s.2/4. 675

etmeden çareler araması şart görünmektedir. Türkler ancak bu şekilde Fars hapishanelerinden kurtulabilir. Çok ilgi çekicidir ki Türkiye’de 2000’lerden sonra gelişen ve iktidar olan siyasî-İslâm görüşleri ile Velâyet-i Fakih birçok yönden benzerlerlik göstermektedir. İmamet düşüncesi gizli gündem olarak tutulup zaman zaman Neo-Osmanlıcılık olarak tezâhür etmekte, fakat hilâfet özentileri sırıtmaktadır. İktidara taşınan islâmcı zihniyet bürokraside gün geçtikçe yerini ilâhiyat menşeli kadrolara bırakmaktadır. Demokratik Türkiye’de Velâyet düşüncesi “İmam-Hatiplik” olarak ifâde edilmektedir. Bu yönü ile Humeynî düşünceleri Türkiye’de değişik uygulamalarla Sünnîliğe uyarlanmaktadır. Velâyet-i Fakih’in aşırı Şiî düşüncelerine ile Türkiye Devlet Başkanı’nın aşırı Sünnî anlayışları arasında teorik olarak hiçbir fark yoktur. Üstelik Şeraiti ve Montazari’nin Türklük karşıtı milliyetçilik düşünceleri de islâmcı matbuat ve alt yapı tarafından reddilmeyerek benzer görüşlerle savunulmaktadır. Ali Şeriati gibi şöven bir zihniyet İran’dan ziyâde Türiye’de islâmcı düşünce olarak öne çıkarılmıştır.

676

HARİTALAR

İran Fizikî Haritası

İran’da Büyük Şehirler 679

İran’da Nüfus Yoğunluğu

Türkiye-İran-Türkmenistan Ayrılmaz Coğrafî Bütünlük 680

İR AN TÜRKTÜRKMEN ALBÜMÜ

Kaçar Hanedanı’na Mensup Bir Prenses1858

1858 Yusuf K.Necefzade, Nasirüddin Şah Nasıl Öldürüldü,Hayat Tarih Mecmuası,S.8, Eylül 1965,s.93. 683

İran’da Bir Türkmen Çocuğu

Tebriz’de Piknik Yapan Türkmenler

684

Kışın Manavlarımızı Süsleyen İran Karpuzu

Türk Dünyası’nda Müşterek Türkmen Mutfağı 685

Sera Yapan Türkmen Kadın

Bir Kaşgay Türkmeni

686

Bir Türkmen Kızı

Tebriz Üniversitesi

687

Tebriz Halı Pazarı (Bazar-ı Muzafferîyye)

Türkmenlerde Nevruz Sofrası

688

İran’da Türkmen Tarihi

Tebriz’de Mavi Cami

689

Meşhed’de Çağatay Eseri Gevherşad Camii

Nâdir Şah’ın Günümüze Yetiştirdiği Meşhed İmam Rıza Türbesi

690

İran’da Yüzlerce Türk Eserinden Biri: Tebriz

Karapapak Beyi Mihralı Ali

691

Türkmensahra Aktokay Köyünde Mahdumkulu’nun Anıt Mezarı

Türkmensahra’da Ambarolum Köyü

692

K AYNAKÇA

I. Makaleler, Maddeler, Linkler Abdullah Ali Yeğin, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta, Ankara 2013. Abdurrahman Deveci, İran Türkmenleri:Türmensahra, Ortadoğu Analiz, Ekim 2009, S. 10. A. Bakır-A. Altıngök, Klasik Ve Çağdaş Kaynaklar Işığında Turan-İran Kavramı ve Tarihsel Coğrafyası, Tarih İncelemeleri, Ankara 2011. Abdülkerim Özaydın, Hasan Sabbâh, DİA, C. 16, Ankara 1997 Abdülkerim Özaydın, Alamut, DİA, C2, İstanbul 1989. Abdülkerim Özaydın, Karahanlılar, DİA, C. 24, İstanbul 2001. Abdülkadir Yuvalı, İlhanlılar, DİA C. 22, İstanbul 2000. Ahmed Ağaoğlu, siyasîyat:Türk Âlemi, Türk Yolu, 1/3, Ankara 1928. A. Celalifer Ekinci, İran’daki Karikatür Krizi ve Azerilerin Ayaklanması, 29. 05. 2006, httb://www. usak. gundem. com// Ahmed Taşagil, Hazarlar, DİA, İstanbul 1998. Ahmed Yaşar Ocak, Babailik, DİA, C. 4, İstanbul 1991. Arif Keskin, Güney Azerbaycan Milli Hükümeti (1945-46) ve Seyit Cafer Pişeveri, Güneskam. Aydın Taneri, Hârizmşahlar, DİA, C. 16, İstanbul 1997. Aydın Usta, Samanîler, DİA, İstanbul 2009. Abdüsselâm Uygur, İdris-i Bitlisi ve Eserleri Üzerinde Yapılan Bazı Bilimsel Araştırma lara Tenkidi Bir Yaklaşım, istanbul. edu. tr/ iusarkiyat/ article/ Abdolvahid Soofizadeh, I. Ve II. Erzurum Antlaşmalarının siyasî Açıdan Değerlendirilmesi /dergiler. ankara. edu. tr. / Bekir Kütükoğlu, Tahmasb I, İA, C. 11, İstanbul 1993. Cemil Doğaç İpek, Güney Azerbaycan Türkleri’nde Kimlik Sorunu, TDİD, XII/I, Yaz 2012. 693

Davut Turan, Mezhepleşmiş Milliyetçilik: Şiîlik Ve Farslık İle Özdeşleşen İranlılık, Günaskam, www. gunaskam. com/tr. Emre Bayır, Güney Azerbaycan Milli Demokratik Hareketi Yol Ayrımında, Stratejik Analiz, C. 3, Şubat 2003. Erdal Yıldırım, Tunceli Alevîlerinde Sünnet Kivrelik Geleneği Uygulamaları, Fırat Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S. 16/2, 2011. Faruk Sümer, Selçuklular, DİA, C. 36, İstanbul 2009. Faruk Sümer, Kaçarlar, DİA, C. 24, İstanbul 2001. Faruk Sümer, Avşar, DİA, C. 4, İstanbul 1991. Faruk Sümer, Avşarlar, DİA, C. 4, İstanbul 1991. Feridun Emecen, Şahkulu Baba Tekeli, DİA, C. 38, İstanbul 2010. Fred Hallıday, ”İran’da Toplumsal Muhalefet Güçleri:Kimlerdir, Neler İstiyorlar. ”, İstanbul Şubat 1997. Fuat Köprülü, Demir Kafes Rivayeti, Belleten C. 1Sayı2, TTK, Ankara, 1 Nisan 1937. Fuat Köprülü, Ahmed Yesevî, İA, C. I, İstanbul 1978. Gerhard Doerfer, İran’da Türkler, turkoloji. edu. tr, 27. 11. 1987, TDK Konuşma. Güner Özkan, ABD-İran Arasındaki Nükler Güç ve Güvenilk Sorunu, Finans Politik, C. 44, S. 509, 2012. Harun Öztürkler, İran Ekonomisim Genel Özellikleri, Ortadoğuanaliz, C. 4, S. 40, Nisan 2012, orsam. org. tr. ;httb. databank. worldbank. org. Hilal Akgül, Rıza Han’ın Türkiye Ziyareti, www. journals. istanbul. edu. tr. H. Dursun Yıldız Ebû Müslim, DİA C. 10, İstanbul 1994. Hayrunisa Alan, Timur’un Toktamış Üzerine Seferleri Ve Altınordu’nın Yıkılma Meselesi, Bilig, Yesevî Üniversitesi, Güz 2003. http://www. alwaraq. com. (4. 12. 2002). Hamit Algar, Humeynî, DİA, C. 18, İstanbul 1998. Hasan Kurt, Devlet Kurma Sürecinde Samanoğulları, AÜİFD C. XLIV, 2003 S. 2, Ankara 2003. Hayreddin Karaman, Cemaleddin Afganî, DİA, C. 10, İstanbul 1994 Hayreddin Karaman, Ca’feriyye, DİA, C. I, İstanbul 1993. Heath W. Lowry-Ferudun Emecan, Trabzon, DİA C. 41, İstanbul 2012. 694

Henrik Samuel Nyberg, Mûtezile, İA. C. 8, İstanbul 1971. İsmail Yiğit, Kutuz, DİA, C. 26, Ankara 2002. İsmail Türkoğlu, Karapapaklar, DİA, C. 24, İstanbul 2001. J. L. Bacque-Grammont, 1513 Yılında Rum Eyâletinde Şüpheli Tımar Sahiplerine Ait Bir Liste, Ömer Lütfi Barkan Armağanı, İstanbul 1984. Kaan Dilek, İran’da Meşrutiyet Hareketi ve Dönemin siyasî Gelişmeleri, Akademik Orta Doğu, C. 2, S. I, 2007. K. Yaşar Kopraman, Baybars I, DİA, C. 5, Ankara 1992 Melih Akdeniz, İran Türkleri, www. guneskam. com Mariane Satrapi, Persepolis, www. kitapturk. com, Eylül 2002. Melike Sarıkçıoğlu, İran’da Nasreddin Şah Muzaferüddin Şah Dönemi’nde (1848-1907) İngiltere, Rusya ve Fransa’ya Verilen İmtiyazlar” Hıstory Studıes, Mart 2013. Mûrat Ciwan, İdris-i Bitlisi Elli Bin Kızılbaş Öldürüldü Demiyor, // tr. rizgari. com// Mehmed Alpargu-M. Bilal Çelik, Nâdir Şah’ın Batı Türkistan Seferi ve Sonuçları, //www. gefad. gazi. edu. tr. // Mongol Bayat, Kaçar Dönemi İranı’nda Tasavvuf Karşıtlığı, Çev. A. Kartal, UludağÜniversitesi İlâhiyet Fak. Derg., C. 13/1, 2004. Musaf Kızılkaya, ABD-İran Savaş Öncesinde Güney Azerbaycan (İran) Türkleri, TASAM, 19 Ağustos 2006, istanbul@tasam. org. Murat Demirkol, Nâsıreddin Tûsî’nin Bilim ve Felsefedeki Yeri, e-Şarkiyatilmi Araştırmalar Dergisi, //www. e-sarkiyat. com. // S. IV Kasım 2010. M. Çetin Varlık, Çaldıran Savaşı, DİA, C. 8, İstanbul 1993. M. Şamil Yüksel, Türk Kültüründe” Levirat”ve Timurlularda Uygulanışı, TurkishStudies, International PeriodicaZ For the Langua ges, Literatüre and History of Turkish or Turkic Volume 5/3 Summer 2010. Muammer Esen, Siyasal- Sosyal Görüşleri ve Dini Yönüyle Afganî, İİD, S. 2, 2008. M. Şamil Yüksel, Arap Kaynakları’nda Timur, Bilig S. 31, Güz 2004. Murat Saraçlı, İran’da Azınlıklar, www. akademikortadogu. com. Mustafa Kafalı, Cengiz Han, DİA, C. 7, İstanbul 1993. Mustafa Kafalı, Timur, İA, C. 12/1. 695

M. Tayyib Gökbilgin, //tayyipgökbilgin. info// Mustafa Öz, Şeriatmedarî, DİA, C. 38, İstanbul 2010. Mükrimin Halil Yinanç, Akkoyunlular, Şecere, İA, C. 2, İstanbul 1978. Mükrimin Halil Yinanç, Bayezid I, İA, C. 2, İstanbul 1970. Müfid Yüksel, İdris-i Bitlisi ve Eyüp’teki Eserleri, Eyüp Sultan Sempozyumu VI, 10-12 Mayıs 2003. Peerre Oberlıng, Atatürk ve RızaŞah, I. Uluslararası Sempozyum Bildirileri 21-23 Eylül 198, Ankara 1994. Orhan Bilgin, Seyyid Ahmed Kesrevi, DİA, C. 25, Ankara 2002. Osman G. Özgüdenli, Moğollar, DİA, C. 30, İstanbul 2005. Reşat Öngören, Sünnî Bir Tarikattan Şiî Bir Devlete:Safevîyye Tarikatı ve İran Safevî Devleti, Bilgi-Hikmet Dergisi, Yaz 1995. R. Rahmeti Arat, Fatih Sultan Mehmed’in Yarlığı, Türkiyat Mec., İstanbul 1937. Rıza Kurtuluş, Zendler, DİA, İstanbul 2013. Rıza Kurtuluş, Rıza Han Pehlevî, DİA, C. 35, İstanbul 2008. Sadık Sarısam, I. Dünya Savaşı Sırasında İran Elçiliğimiz ile İrtibatlı Bazı Teşkilâtı Mahsusa Faaliyetleri, dergiler. ankara. edu. tr/dergiler. Selda Kılıç, İran’da İlk Anayasal Hareket “1906 Meşrutiyeti”, acikarsiv. ankara. edu. tr/. Serkan Tellioğlu, İran İslâm Cumhuriyeti’nde Egemenlik ve Meşruiyet kaynağı “ Velayet-i Fakih”, AÜSBFD, C. 68, Nu:3, Ankara 2013. Şehabeddin Tekindağ, Karamanlılar, İA-6, Dok. Tezi, 1977. Şehabeddin Tekindağ, Yeni Kaynak ve Vesikalerın Işığı AltındaYavuz Sultan Selim’in İran Seferi, İEF Tarih Dergisi, Mart 1967. Suad Pira, Muhammed Musaddık, DİA, C. 31, İstanbul 2006. Country Profile: Iran, May 2008. Tacettin Şimsek, Cemaleddin Afganî ve Mücadelesi, Ders Notları. Tahsin Yazıcı, Safevîler, İA, C. X, İstanbul 1967. Tevfik Necefli, Karakoyunlu ve Ağkoyunlular, Tebriz 1390. Thomas de Medzoph, Expose des guerres de Tamerlan et de Schach Rokh (Timur Ve Şahruh Savaşları’nın Tarihi), Bruxelles 1860. (https://archive. org/) Tufan Gündüz, Safevîler,, DİA, C. 35, İstanbul 2008. The Middle East, İran İslâmî Hareket İçinde Ayrılık, S. 63, Ocak 1980. 696

Türel Yılmaz, İran’da Unutulmuş Bir Toplum:Türkmensahra Türkmenleri, www. gunaskam. Üçler Bulduk, Timur Hakkında Bilimmeyen Bir Timurname, GÜEFD, Ankara 2009. VahapTaştan, Naasıreddin Tûsî:Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü, ataştan, erciyes. edu. tr. V. V. Barthold, Cengiz Han, İA, C. 3, Ankara 1977. Yalçın Sarıkaya, Geçmişten Günümüze İran: Tarih, Siyaset, Toplum ve Kültür, Rapor No:2, Kasım 2012, www. turkakademisi. org. tr. Yılmaz Karadeniz, İngiltere’nin İran’da Askeri Darbe İle Rıza Han Pehlevî’yi iktdara Getirmesi(1921), UASAD, C. 6, S. 27, www. sosyalarastırmalar. com., Yaz 2013. Yusuf K. Necefzade, Nasirüddin Şah Nasıl Öldürüldü, Hayat Tarih Mecmuası, S. 8, Eylül 1965. Zeki Velidi Togan, Hazarlar, İA, C. V, İstanbul 1977. ıı. Kitaplar A. Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi, Akçağ, Ankara 2004. Ali Şeriati, Dinler Tarihi I, Fecr Yay., Ankara 2012. Alireza Mokhtarpour, İran Devlet Modeli, YYLT, Ankara 2012. Abdüllatif Kazvinî, Safavî Tarihi, Çev. Hamidreza Mohammed Nejad, Ankara 2011. A. Konstantin d’Ohsson, Moğol Tarihi, Nesnel Yay., İstanbul 2008. A. Muhammed Cennetî, İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası, İstanbul 1996. Alemdar Yalçın, Benim Devletim, Fetih Yay., İstanbul 1974. Alaedin Yalçınkaya, Cemaleddin Afganî ve Türk siyasî Hayatındaki Etkileri, İstanbul 1991. Asghar Alam Tabriz, Aydınların, Dini Liderler Ve Esnafın İran’ın Yakın Dönem Toplumsal Hareketlerindeki Ve Devrimlerindeki Rollerinin İncelenmesi, YDT, Ankara 2004. A. Yu. Yakubovsky, Altın Ordu Ve Çöküşü, H. Eren, TTK, Ankara 1976. Altan Çetin, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, TTK, Ankara 2009. Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, 1000 Temel Eser, İstanbul 1970. Arminus Vambery, Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, Kitabevi, İstanbul 2011. 697

Anvar Cingizoğlu-Aydın Avşar, Avşarlar, Şuşa Neşriyat, Bakı 2008. Ali Şamil, Colan Türkmanları, AMEA, Folklor İnstitutu Yayını, Bakı 2014. A. Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, Dergah Yay. İstanbul 2014. A. Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim, İstanbul 2012. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, TTK, Ankara 1968. Abdülkadir İnan, TarihteVe Günümüzde Şamanizm, TTK, Ankara 1972. Ahmed Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TTK, Ankara 1968. Ahmed Taşagil, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, TTK, Ankara 2004. Ahmed Taşagil, Göktürkler I, TTK, Ankara 2003. Ahmed Temir, Moğolların Gizli Tarihi, TTK, Ankara 1995. Alaeddin A. Melik Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa, M. Öztürk, Klt. Bk., Ankara 1998. Ali Bademci, Cengiz ve Yasası, Timur Ve Tüzükâtı, Ötüken, İstanbul 2008. Ali Bademci, Suriye’de Türkmenler ve Bayır Bucak, Ötüken 2. Baskı, İsatanbul 2016. Ali Bademci, Irak’ta Türkmen Dramı, Togan Yayıncılık, İstanbul 2014. Ali Bademci, Türkistan’da Enver Paşa, Ötüken, İstanbul 2008. Ali Bademci, Sarıklı Basmacı, Ötüken, İstanbul 2010. Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, DTCF, Ankara 1975. Azmi Özcan, Pan-İslâmîzm :Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere(1877-1914), İstanbul 1992. Bahman Nirumand, Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardında, Çev. K. Kurt, Belge Yay., İstanbul 1988. Baki Yaşa Altınok, Ene’l-Hak Şehidi Hallâc-ı Mansur Tâvâsin, Ankara 2013. B. Y. Wladimirtsov, Moğlların İçtimai Teşkilâtı, TTK, Ankara 1944 Bar Hebraeus, Abû’l- Faraç Tarihi, Ö. Rıza Doğrul, TTK, Ankara 1999. Baymirza Hayit, Türkistan Rusya ile Çin Arasında, Otağ, İstnabul 1975. Baymirza Hayit, Basmacılar, Babıali Kültür Yay., İstanbul 2006. BOA, Osmanlı Devleti İle Azerbaycan Türk Hanlıkları Arasındak Münâsebetlere Dâir Arşiv Belgeleri, C. I, Nu:4, İstanbul 1994. BOA, Osmanlı Arşiv Belgelerinda Nahçıvan, Yayın Nu:117, İstanbul 2011. 698

Berhold Spuler, İran Moğolları, Çev. C. Köprülü, TTK, Ankara 1957. Brenda Shaffer, Sınırlar ve Kardeşler, İran ve Azerbaycanlı Kimliği, İstanbul Bilgi. Ünv. Yay., İstanbul 2008. Caf’erî b. Muhammed el-Hüseynî, Târîh-i Kebîr(Tevârih-i Enbiyâ ve Mülûk), TTK, Ankara 2011. Carl Brockelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, N. Çağatay, TTK, Ankara 2002. Cemal Kutay, Anavatanda Son beş Osmanlı Türk’ü, Tarih Yay., İstanbul 1962. Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Oymak Aşîret ve Cemaatler, Tercüman, İstanbul 1979. D. M. Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi, Selenge, İstanbul 2008. Ebû Bekr-i Tıhranî, Kitab-ı Dıyarbekriyye, Çev. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, Ankara 2001. E. Gazi Bahadır Han, Türk’ün Soyağacı, İlgiYay., R. Nur’dan Çev. Y. Yiğit, İstanbul, 2010. E. Gazi Bahadır Han, Han, Şecere-i Terakime, Muharrem Ergin, 1001T. E, İstanbul 1975 Ebü’l-Ferec İbnü’l-İbrî, TârihiîMuhtasari’d-Düvel, Ş. Yaltkaya, TTK, Ankara 2011. Ebü’l-Kasım Firdevsî, Şerîfî Şehname Çevirisi, Haz. : Z. Kültüral-L. Beyreli, TDK, Ankara 1999, C. I-IV Ekber N. Necef, Karahanlılar, Selenge, İstanbul 2005. Ekber N. Necef, Şah İsmail Külliyatı, Kaktüs, İstanbul 2010. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, TTK, Ankara 1994. Erdoğan Merçil, Büveyhîler, DİA, C. 6, İstanbul 1992. Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, TTK, Ankara 2005. Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, TTK, Ankara 2011. Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, TTK, Ankara 1995. E. Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1964. Emil Luzer, İranda İngilizler, İstanbul 1928. Enver Konukçu, Bağdat Hatun, DİA, C. 4, İstanbul 1997. E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, TTK, Ankara 1996. Ervard Abrahamıan, Modern İran Tarihi, Ter. Dilek Şendil, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2008. 699

Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasal Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul 2007. Farhat Daftaray, İsmailîler, Doruk Yay., İstanbul, 2005. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas- Ellerini Fetihleri 14511490, TTK, Ankara 1998, E. Ruhi Fığlalı, İmamiye Şîası, Selçuk Yay., İstanbul 1984. Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul 1980. Faruk Sümer, Karakoyunlular, TTK, Ankara 1967. Faruk SümerSafevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK, Ankara 1999. Faruk Sümer, Çukurova Tarihine Daşir Araştırmalar, Urmu Turuz 2013. Ferdinand D. Lessing, Moğolca- Türkçe Sözlük, G. Karaağaç, s. TDK, Ankara 2002. Fevzi Çakmak, I. Dünya Savaşı’ında Doğu Cephesi, ATESE Yay., Ankara 2005. Fuat Köprülü, Tarih Araştırmaları I, Akçağ, Ankara 2006. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ, Ankara 2009. Fuat Köprülü, Türk Tarh-i Dinisi, Akçağ, Ankara 2005. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmîyet, Akçağ, Ankara 2005. Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken, İstanbul 2009. Gıyas Şükürov, Safavi Devleti’nin Kuruluşu, Yay. Y. Lisans Tezi, İstanbul 2006. Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. Abdürrab Yelgar, TTK, Ankara 1987. Halil Paşa (Kut), Bitmeyen Savaş, Taylan Sorgun, 7 Gün Yay., İstanbul 1972. Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, C. 2, M. Çevik, Milliyet Yay., İstanbul Hanefî Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, Ötüken, İstanbul 2010. Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t Tevârih, Mürsel Öztürk, TTK, Ankara 2006. Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, Cevat Cevan, ArdıçYay., Ankara 2004. Hayrunisa Alan, Timurlular, Ötüken, İstanbul 2007. Hicabi Kırlangıç, Tezkire, Anka Yay., İstanbul 2001 Henry Mac Gahan, Türkmenlerin Destanı, Çev. M. Nalbantoğlu İstanbul 1970. 700

Hoca Saadettin Efendi, Tacü’t -Tevarih, C. III-IV, Kül. Bakan., İstanbul 1979. Hüseyin Hüsemeddin, Amasya Tarihi, C. II, Amasya 2013. Hüseyin Baykara, İran İnkılâbı ve Azadlık Hareketleri, İstanbul 1978. Hüseyin Baykara, Azerbaycan İstiklâl Mücadelsi Tarihi, İstanbul 1975. Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, TTK, Ankara 2011. Hüsnü Mahalli, Diren Suriye, Destek Yayınları 2. Baskı, İstanbul 2014. Gleb Golubev, Uluğ Beğ, TTK, Ankara 2011. G. Vernadsky, Rusya Tarihi, Selenge, İstanbul 2009. Godfréy Goodwin, Yeniçerliler, Derin Türkömer, İstanbul, 2001. Güntay Gencalp, Safevîler, Bakı 2012. Ignaz Goldziher, İslâm’da Fıkıh ve Akaid, İstanbul 2004. İsmail Zengin, İran Devrimi ve Ortadoğuya Etkileri, Milliyet Yay., İstanbul 1991. İbnü’l Esir, İslâm Tarihi, C. 11-12, Bahar Yayınları, A. Özaydın, İstanbul 1991. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fi Tarıhi’I-Mülük ve ‘l-Ümem, VII, Beyrut 1995. İbni Arabşah, Acâibu’l Makdûr, Selenge, İstanbul 2012. İbnü’lemin, Son Sadrıazamlar, İstanbul, 1940-41. İbni Tagrıberdi, En-Nücûmu’z-Zahire, Selenge, İstanbul 2013. İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devlerti Tarihi, TTK, Ankara 2000. İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Kül. Bk., İstanbul 1972. İbrahim Müminav, Yazma Manbalarmalümatı Esasıda Amir Temurning Orta Asiya Tarihida Tutgan Orniva Rali, Taşkent 1993. İdris-i Bitlisi, Selim-Şahname, H. Kırlangıç, Kül. Bk. Yay., Ankara 2001. İrene Melikof, Uyur İdik Uyardılar, Demos, İstanbul 2011. İ. Togan-G. Kara, ÇinKaynaklarında Türkler, Eski T’ang Tarihi, TTK, Ankara 2006. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri Ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, TTK, Ankara 2011. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 2, TTK, Ankara 1975. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. IV, Ksm II, TTK, Ankara 1975. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, TTK, Ankara 1970. 701

İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 1, TTK. Ankara 1972. İsmail Aka, Timur Ve Devleti, TTK, Ankara 2000. İsmail Aka, İran’da Türkmen Hâkimiyeti, TTK, Ankara 2001. İsmail Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, TTK, Ankara 1994. İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. I, Türkiye Yay., İstanbul 1971. İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. II-IV, Türkiye Yay., İstanbul 1971. İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, Türkiye Yay., İstanbul 1971 Necati Lügal Armağanı, TTK. Yayını, Ankara 1968 Jean-Paul Roux, Orta Asya, İstanbul 2006. Jean-Paul Roux, Türklerin Ve Moğollar’ın Eski Dini, Kabalcı, İstanbul 2002. Jean-Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, A. Kazancıgil-A. Bereket, Kabalcı, Ankara 2001. J. Elton ve M. Graeme, İki İngiliz Tarafından Pers içine Rusya’dan Bir Yolculuk, Londra 1742. J. Hanway, Hazar Denizi Üzerinde Ticarette Tarihsel Hesap, 4 cilt., Londra 1753 Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı, İstanbul 2012. Jean-Paul Roux, Babur, Kabalcı Yay., İstanbul 2008. John E. Woods, Akkoyunlular, Milliyet Yay., İstanbul 1993. Justin Marozzi, Timurlenk, YKY, İstanbul 2004 Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-İt Türk, Besim Atalay, TDK, Ankara 2006. Kemal Göde, Eratnalılar, TTK, Ankara 2000. Kemal Beydilli, Osmanlı Araştırmaları XII, İstanbul 1992. L. Ligeti, Bilinmiyen İç Asya, C. 1, Devlet Kitapları, İstanbul 1970. Leon Cahun, Asya Tarihine Giriş, Seç Yayınları, S. İnan Kaya, İstanbul 2006. L. Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE, Ankara 1971. M. Ahmed Dede, MüneccimbaşıTarihi, 1001 T. E., İstanbul 1972. M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, TTK, Ankara 2 011. 702

Manole Neogoe, Üç Bozkırlı, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1976. . Mehmed Eröz, Yörükler, TFAV, İstanbul 1992. Mehmed Eröz, Türkiye’de Alevîlik Ve Bektaşilik, Ötüken, İstanbul 2014. Mehmed Saray, Türk-İran İlişkileri, AAM Yayını, Ankara 2006. Meryem Gürbüz, Harizmşahlar, Boğaziçi Yay., İstanbul 2014. M. Metin Ören, İran Türkleri Hürriyet Haraketleri, Girne 1980. Mircea Eliaade, Dinler Tarihi, SK Yay., M. Ünal, İstanbul 1971. Mircea Eliaade, Şamanizm, İmge, İstanbul 2006. Mirza Haydar Duğlat, Tarih-i Reşidi, Selenge, İstanbul 2007. Murat Demirkol, Nâsıreddin Tûsî’nin İbni Sina Savunması, Ankara 2010. M. Şamil Yüksel, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, TTK. Yayını, Ankara2009. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi veİçtimai Tarihi, C. 1, CemYay., İstanbul 1977. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. II, Cem Yay., İstanbul 1972. Mustafa Rahmi(Balaban), Timur ve Tüzükatı, İstanbul 1339. M. Ahmed Dede, Müneccibbaşı Tarihi, C. I-II, 1001 Temel Eser, İstanbul 1972. Mustafa Kafalı, Altınordu Hanlığının Kuruluş Ve Yükseliş Devirleri, İÜEF Yayını, İstanbul 1970. M. Nuri Paşa, Netayic-ül Vukuat, N. Çağatay, TTK, Ankara 1992. M. Törehan Serdar, İdris-i Bitlisî, Ötüken, İstanbul 2008. Necati Lügal, Tezkiretü’ş-Şuara, C. IV, Tercüman 1001 T. Eser, İstanbul 1977. Nejdet Karaköse, Nuri Paşa, Ötüken, İstanbul 2012. Nevzat Artunç, Cemal Paşa, TTK, Ankara 2008. Nizamüddin Şâmi, Zafernâme, N. Lügal, TTK, Ankara 1949. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, M. Altay Köymen, TTK, Ankara 1999. Oktay Efendiyef, Azerbaycan Sefaviler Dövleti, Bakı 2007. Omelyan Prıtsak, Karahanlılar, İstanbul 1977. Oruç Bey, Münasebetler Persli Don Juan Bir Şiî Katolik(1560-1604), Çev. H. İlhan, Avesta, İstanbul 2012. Osman Karatay, Türklerin Kökeni, Ankara 2011. 703

Osman Turan, Selçuklular Tarihi Ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969. Osman Turan, Selçuklular ve İslâmîyet, Turan Neşriyat, İstanbul 1971. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi, C. 1-2, İstanbul, 1969. Osman Turan, Doğu Anadolu’da Türk Devletleri Tarihi, TuranNeşriyat, İstanbul 1973. O. Yorulmaz, Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri, Ötüken, İstanbul 2012. Prenses Süreyya, Hayatım, İstanbul 1964. P. Naili Boratav, Pir Sultan Abdal, Derin Yay., İstanbul 2010. P. Naili Boratav, Şiîlik, Derin Yay., İstanbul 2011. Peter B. Golden, Hazar Çalışmaları, Selenge, İstanbul 2006. Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, O. Karatay, Ötüken, İstanbul 2012 R. Oğuz Türkkan, Türk Tarih Tezleri, Türkler, Ankara 2002. R. Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK, Ankara 2001. Recep Albayrak, Türkler’in İranı, C. I- 2, Berikan Yay., Ankara 2013. René Grosset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken, İstanbul 1980. Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, TTK, Ankara 2002. Reşîdüddin Fazlullah, Câmiu’t-Tevarih, TTK, Ankara 2013. R. Clavijo, Timur Devrinde Kadis’den Semerkant’a Seyahat, Ö. R. Doğrul, Kanaat Yay., İstanbul 1940. Rıza Nur, Türk Tarihi, C. 2, Kutluğ, E. Kılınç, İstanbul 1972. Rıza Nur, Türk Tarihi, C. 5, Toker, İstanbul 1979. Rifat Uçarol, siyasî Tarih (1789-1994, İstanbul 1995. Remzi Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı-İran siyasî Antlaşmaları, İstanbul 2001. Sadık Feridunoğulu Nağıyev, Qızılbaşlık Haqqında, Bakı 1997. Samim Savaş, XVI. Asırda Anadolu’da Alevîlik, TTK, Ankara 2013. S. G. Ağacanov, Oğuzlar, Selenge Yayınları, İstanbul 2011. Sir John Alcolm, Pers Tarihi, 2 cilt, Londra 1815. Sir Percy Molesworth Sykes, İran Tarihi, İstanbul 1341. 704

Sibt İbnu’l-Cevzî, Mira’Âtü’z-Zaman Fî Tarihi’l-Ayan’ da Selçuklular, A. Sevim, TTK, Ankara 2011. Süleyman er-Râvendi, Râhat-üs-Südûr ve Ayet-üs-Sürûr, TTK, Ankara 1999. Şerefhan Bitlisi, Şerefname I-II, Ant Yay. M. E. Bozarslan, İstanbul 1971. Şerafeddin Yaltkaya, Baybars Tarihi, TTK, Ankara 2000. Şerafeddin Ali Yezdi, Zafernâme, Özbek Baskı, Taşkent 1973. Şerafeddin Ali Yezdi, Türkiye Baskı, Selenge, İstanbul 2013. Soltansa Atanıyazov, Türkmenin Soyağacı, Ötüken, İstanbul 2010. Süleyman İnayatav, Sahipkıran ve Temuriler Nazarı Tuşgan Diyar, Taşkent, 2002. Tacü’s Selmanî, Tarihnâme, İsmail Aka, TTK, Ankara 1999. Şikari, Karamanname, Karaman Valiliği Yay., İstanbul 2005. Seyfettin Erşahin, Akkkoyunlular Sosyal, Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Ankara 2002 T. Harimi Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Ankara 1940 . Turgun Almas, Uygurlar, Selenge, İstanbul 2010. Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Tekin Yayınevi, Ankara 1990. U. Yakubovskiy, Altın Ordu Ve Çöküşü, H. Eren, Kül. Bak., Ankara 1976. Urfalı Mateos, Vekayiname ve Papaz Grigor’ın Zeyli, Hrant D. Anderson, TKK, Ankara 2000. V. IgorP’yankov, Sakalar, Türkler, Çev. Z. Veliyeva, Ankara 2002. V. Minorsky, Hudûdü’l-Âlem, A. Duman-M. Ağarı, Kitapevi, İstanbul 2008. V. Thomsen, Orhun Yazıtları Araştırmaları, Vedat Köken, TDK, Ankara 2002. V. V. Barhold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Kül. Bk., Ankara1975. V. V. Barhold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, H. D. Yıldız, TTK, Ankara 1990. V. V. Barhold, Orta Asya, Selenge, İstanbul 2010. V. V. Barhold, Türk Moğol Ulusları Tarihi, H. Eren, TTK, Ankara 2006. V. V. Barhold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyanet V. Yay., Ankara 1973. Viktor Butanayev, Hakasça- Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 2007. V. V. Barhold, Uluğ Beg ve Zamaı, Çev. İsmail Aka, TTK., Ankara 1997. 705

W. Eberhard, Çin Tarihi, TTK, Ankara 1947. W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, TTK, Ankara 1996. Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, TTK, Ankara 1992. W. Montgomery Waat, İslâm Düşüncesi’nin Teşekkül Devri, Çev. R. Fığlalı, Ankara 1981. Yakub Deliömeroğlu, Türkistan:Yesevî’nin Şehri Yesiye Dair, Bakı 2011. Yaşar Yücel, Timur’un Orta Doğu- Anadolu Seferleri Ve Sonuçları, TTK, Ankara, 1989. Yılmaz Karadeniz, İran Tarihi (1700-1925), Selenge, İstanbul 2012. Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, C. I-IV, Kültür Bakanlığı, Ankara 2005. Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, C. I-II-III, TTK, Ankara 1987. Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. III/III, TTK, Ankara 1991. Yusuf Ziya Yörükan, Şamanizm, Ötüken, İstanbul 2009. Zeki Velidi Togan, Cengiz Han(1155-1227), 1969-1970, Güz Sömestresi Ders Notları. Z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Ankara 1981. Z. Velidi Togan, Necati Lügal Armağanı, TTK. Yayını, Ankara 1968 Z. Velidi Togan, Hatıralar, İstanbul 1969. Ziya Göklap, Türk Medeniyeti Tarihi, Toker Yay., İstanbul 1974. Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, C. I, Ötüken, İstanbul 1994. Zülfiye Veliyava, Safevî Devlet Teşkilâtı, YDT, Ankara 2007. İsimsiz Yayınlanmamış Tez, http://dspace. trakya. edu. tr//.

706

DİZİN YER VE ŞAHIS ADLARI

A Abaka Han 188, 190 Abbas Aka 559 Abbas İkbal 147 Abbaskulu Ağa 558 Abbas Mirza 457, 458, 544 Abdullah-ı Tebrizî 356 Abdullah Paşa 499 Abdülatif Sefa 576 Abdülbaki Han Zengîne 500 Abdülhali Dedebay 433 Abdülkadir İnan 94, 131, 203, 698 Abdürrezak-ı Semerkantî 392 Abidin Bey Tavaçı Şamlı 434 Abiskun Adası 159 Abraham Catalucus 500 Adilşah Celâyir 288 Afganistan 41, 120, 127, 139, 158, 200, 293, 386, 446, 502, 503, 535, 541, 543, 545, 549, 551, 558, 569, 572, 581, 608 Afrasayp 83 Ağacanov 25, 215, 216, 217, 262, 263, 265, 704 Ağa Han 541, 542, 545, 546, 549, 550 Ağa Muhammed 539, 540, 541, 542 Ağa Nuri Han 549

Ahıska 258 Ahlât 177 Ahmed 22, 32, 39, 57, 65, 66, 81, 123, 142, 158, 167, 190, 191, 192, 210, 216, 219, 220, 221, 222, 224, 225, 226, 227, 228, 230, 231, 235, 243, 245, 246, 250, 253, 254, 255, 259, 265, 279, 292, 296, 297, 298, 304, 312, 314, 316, 321, 324, 326, 337, 338, 340, 349, 352, 353, 355, 370, 372, 373, 374, 375, 378, 379, 383, 387, 405, 420, 422, 432, 435, 449, 466, 477, 480, 490, 497, 503, 538, 539, 541, 542, 549, 566, 567, 568, 570, 580, 582, 585, 586, 587, 588, 589, 590, 591, 602, 613, 615, 629, 635, 636, 637, 638, 639, 648, 655, 657, 674, 693, 694, 696, 698, 702, 703 Ahmed Beğ Purnak 245 Ahmed B. Lütfullah 265 Ahmed Göde(Akkoyunlu) 259 Ahmed Han (Karahanlı 65, 66 Ahmed-i Câm 387 Ahmed Kavam 589, 590, 615 Ahmed Mirza 255, 490

707

Ahmed Rıza(Pehlevî) 636, 637, 638, 648, 674 Ahmed Şah Abdali 503 Ahmed Şah Kaçar 22, 580, 590, 591 Ahmed Yesevî 81, 142, 158, 167, 216, 292, 304, 355, 405, 466, 694 Aka Biki 354, 359 Akbeğ 189 Akboğa 199 Akça 124 Akderbend 498 Akhoca 388 Akka 332 Aksaray 226, 326, 337 Aksulât 355 Akşah 157 Aladağ 224, 225, 230, 231, 232, 302, 317, 318, 374, 378, 438 Alaeddin Paşa(Osmanlı) 48 Alak 153, 154 Alamut 22, 70, 115, 125, 166, 181, 182, 183, 184, 188, 207, 209, 529, 545, 546, 547, 693 Alamut Kalesi 70, 529 Albanya 417 Alıncak Kalesi 238, 246, 393 Ali Aka 429 Ali Bahadır 187 Ali Beğ Türkmani 438 Ali Bek 408 Ali Bey 219, 242, 247, 252, 255, 349, 493 Ali Bey Ahmedlü 493 Ali Deşti 611 Ali Emini 619 Ali Han Zend 540 Ali Merdan 503

Ali Müeyyed 295, 408 Ali Paşa 340, 343, 345, 346 Ali Şah 126, 198, 542, 544, 558, 559, 561, 591, 611, 617, 625 Ali Şir Nevaî 417 Ali Tekin 43 Ali Üveysi 621 Ali Yusuf 519 Alparslan 39, 57, 58, 59, 60, 61, 62, 63, 64, 66, 67, 71, 86, 99, 102, 110, 387 Alp Er Han 156 Alp-er Tunga 216 Alp Gazi 126 Alpkara 119 Alpkuran 119 Altay 16, 18, 25, 31, 64, 94, 137, 143, 215, 702, 703 Altın Çuku Dağı 306 Altınköprü 317, 335 Altuntaş 44 Amasya 256, 326, 327, 351, 425, 431, 441, 445, 488, 701 Amidülmülk(Abbasi) 56, 58, 59 Amuderya 42, 44, 189, 439, 506, 509 Anadolu 9, 10, 11, 16, 17, 18, 19, 21, 43, 44, 46, 52, 57, 61, 63, 64, 65, 68, 69, 70, 71, 76, 83, 87, 90, 91, 92, 99, 100, 101, 102, 139, 157, 165, 167, 173, 177, 178, 179, 180, 181, 187, 189, 190, 191, 192, 194, 195, 196, 197, 198, 199, 200, 202, 203, 204, 206, 207, 209, 210, 215, 217, 218, 219, 220, 224, 227, 230, 232, 234, 235, 238, 242, 245, 246, 248, 249, 250, 708

251, 252, 253, 254, 255, 258, 259, 260, 261, 262, 263, 264, 266, 268, 270, 271, 272, 277, 290, 292, 297, 300, 301, 302, 303, 304, 312, 313, 314, 315, 316, 317, 318, 319, 320, 321, 322, 323, 325, 326, 327, 329, 331, 334, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 342, 344, 345, 346, 348, 349, 350, 351, 353, 358, 359, 367, 369, 370, 371, 372, 373, 374, 377, 378, 381, 386, 387, 388, 389, 391, 393, 397, 398, 401, 402, 403, 407, 409, 417, 419, 422, 423, 424, 425, 426, 427, 428, 430, 431, 433, 434, 435, 437, 438, 439, 440, 441, 443, 444, 445, 446, 447, 449, 450, 452, 453, 455, 456, 457, 463, 464, 466, 467, 468, 469, 471, 472, 474, 475, 476, 477, 478, 479, 481, 485, 486, 487, 488, 489, 490, 514, 515, 522, 523, 524, 525, 526, 529, 530, 532, 535, 536, 537, 543, 546, 547, 577, 578, 581, 582, 584, 591, 592, 636, 656, 657, 661, 673, 700, 701, 704, 706 Andhoy 410 Andhud 127 Ankiya Noyan 185 Antakya 65, 488 Anuşirvan 19 Anuşteğin 109, 110, 111, 112 Aral Gölü 179, 506

Aras Nehri 250, 656 Araş 473 Argun 62, 69, 191, 192, 193, 208, 210, 211 Arık Boğa 200 Arnavutluk 348 Arpa Han 200 Arslan 2, 21, 38, 39, 40, 42, 43, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 59, 62, 69, 75, 81, 82, 84, 87, 98, 114, 115, 116, 117, 427 Arslan Argun 62, 69 Arslan Baba 81 Arslan Han 43, 75 Asım Bey 574 Aslan Sultan 490 Assemeta 252 Astarabad 293 Astarabat 371, 527 Aşağı Tarum 492 Aşıkpaşaoğlu 226, 255, 423, 697 Atabey Oğul 115 Atlığ (Harezm) 113 Atsız (Harezmşah) 72, 73, 76, 112, 113, 114, 115, 117, 125, 161, 168, 226, 697 Avnik Kalesi 225, 229, 301, 330, 351 Ayaz 62, 65, 110 Ayetullah Halhali 620 Ayetullah Humeynî 619, 620, 621, 622, 623, 624, 627, 634, 645, 649 Ayetullah Murteza 620 Ayetullah Şeriatmedarî 619, 620, 624, 627, 649 Ayetullah Telegani 621 Ayıntap 489 Ayncallud 187 Aytekin 53, 60 709

Azad Han Afgan 520 Azerbaycan 12, 18, 21, 43, 44, 46, 58, 69, 71, 83, 87, 118, 139, 177, 178, 180, 181, 187, 188, 195, 221, 224, 225, 227, 229, 230, 231, 234, 237, 240, 241, 244, 246, 249, 250, 258, 259, 260, 263, 293, 295, 296, 297, 298, 299, 303, 304, 312, 315, 318, 322, 323, 325, 353, 355, 367, 369, 370, 371, 372, 373, 374, 375, 378, 379, 385, 386, 388, 390, 391, 392, 393, 394, 417, 419, 420, 421, 426, 427, 432, 433, 435, 436, 437, 438, 439, 440, 449, 450, 451, 452, 454, 456, 458, 465, 467, 471, 472, 473, 480, 481, 494, 495, 511, 512, 513, 525, 536, 538, 539, 540, 542, 545, 549, 554, 558, 560, 564, 565, 569, 574, 585, 586, 587, 588, 589, 595, 596, 597, 599, 600, 602, 606, 607, 609, 613, 614, 624, 627, 628, 629, 630, 632, 639, 640, 641, 642, 643, 646, 647, 651, 655, 656, 657, 658, 660, 661, 662, 663, 664, 665, 666, 667, 668, 669, 693, 694, 695, 698, 701, 703

B Baalbek 331 Baba İlyas 197, 431, 444, 476 Baba Zünnün 445

Bab’üş Şarkî 186 Bacsera 185 Badgis 51 Bağdat 19, 20, 21, 34, 49, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 60, 61, 62, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 83, 84, 88, 90, 98, 101, 102, 121, 122, 124, 125, 138, 139, 141, 157, 168, 177, 180, 182, 184, 185, 186, 187, 189, 199, 200, 221, 224, 225, 226, 227, 228, 229, 230, 231, 232, 236, 238, 242, 243, 248, 250, 261, 265, 293, 296, 297, 298, 299, 312, 313, 314, 315, 317, 318, 321, 326, 330, 335, 337, 338, 360, 370, 372, 374, 375, 386, 387, 392, 398, 413, 417, 439, 446, 454, 455, 459, 465, 496, 497, 498, 514, 515, 528, 549, 569, 579, 587, 616, 699 Bağdat Hatun 199, 200, 699 Bahadır Cenk 561, 562 Bahai Abbas Huveyda 619 Bahşi 246 Bakı 216, 263, 419, 420, 421, 473, 481, 486, 698, 701, 703, 704, 706 Bâkır Han 563 Bakir Bey Cagirli 435 Bakuba 185 Balagay 185 Bala Han 156 Balala 176 Balasagun 99, 119, 129, 146 Bamyan 174, 503 Baratof 572, 585 Barlık Irmağı 77 710

Bartekin 89 Basra 91, 101, 260, 472, 516, 526, 595, 632, 658 Batı Sibirya 179 Batu 179 Batum 558, 569 Baverd 46, 50 Bayat Hacı Mirza 544 Baybars 184, 189, 190, 695, 705 Bayburt 256, 433 Baycu Noyan 181, 182, 184, 185, 210 Baydu 185, 193, 201 Bayezid 226, 245, 256, 281, 282, 313, 316, 317, 321, 322, 323, 326, 327, 328, 330, 334, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 342, 343, 344, 345, 346, 347, 348, 349, 350, 351, 354, 370, 390, 428, 430, 433, 434, 439, 441, 443, 444, 449, 455, 696 Bayır Bucak 28, 215, 432, 698 Baylakan 181 Bayram Bey Karamanlı 435 Bayram Hoca 219, 220, 252 Bayramlu 217 Baysungur 239, 243, 259, 383, 392 Bazar 616, 643, 650, 688 Bedreddin Amid 155 Beğdoğdu 44 Behişti Zehra 622 Behram-ı Gur 20 Belücistan 200, 503 Benakend 154 Berda 467 Berhold Spuler 180, 699 Berkuk 225, 316, 317, 321, 325, 326, 330, 336

Berkyaruk 66, 67, 68, 69, 103, 110 Besa 21 Besni 330, 331 Beyhakî 45 Beynennehreyn 195 Bibi Fatıma 421 Biçara 573 Bigü Han 116 Bikitimur 183 Bilge Teğin(Harezm) 110 Bingöl 222, 242, 351 Birecik 332 Birun Kalesi 62 Bistam 123, 230, 293, 353 Bistam Bey 230 Bistam Toga 293 Bitlis 218, 232, 233, 242, 250, 373, 446, 452, 454 Böribars 69 Börte-Fuçin 145 Brockelmann 50, 88, 263, 699 Brockkelmann (Oryantalist) 79 Budak Han 537 Bulgar Dağı 254 Burunduk 342, 344, 356 Bust 45 Buyruk 145 Bürtene 130

C,Ç Cafer 65, 68, 103, 231, 379, 423, 426, 427, 452, 521, 539, 607, 629, 659, 693 Cafer Çelebi 452 Cahçıvan 473 Camuka 136, 145 Canbeğ (Memlûk) 226 Canı Beğ 201 Canik 424 711

Carcav 216 Cavat 473 Cebani 434 Celâleddin(Haşhasi) 135, 137, 142, 152, 155, 157, 158, 159, 160, 165, 173, 174, 175, 176, 177, 178, 180, 181, 187, 205, 252, 292, 350, 388, 667 Celme 137 Cemal Karşi 87 Cem Sultan 433 Cemşid Amuzgar 620 Cengiz Han 71, 93, 129, 130, 131, 136, 137, 138, 143, 144, 145, 146, 147, 149, 150, 151, 152, 153, 155, 156, 157, 158, 159, 160, 165, 173, 174, 176, 178, 179, 180, 194, 201, 203, 206, 209, 278, 279, 280, 282, 285, 287, 291, 292, 295, 302, 306, 309, 311, 315, 318, 320, 339, 341, 355, 394, 395, 396, 397, 398, 399, 407, 413, 510, 695, 697, 706 Ceyhun Nehri 65, 109, 159, 163 Cezerî 354, 407 Cezire 87, 250, 452 Cibal Irak 20 Cihangir(Timurzade) 174, 247, 248, 250, 258, 286, 287, 288, 289, 290, 321, 356, 359, 360, 365, 367, 368 Cihanşah 228, 237, 238, 243, 244, 246, 247, 248, 249, 250, 272, 344, 370, 371, 373, 387, 388, 391, 392, 393, 394, 423, 426, 427 Cihânşah Bahâdır 294

Cormagon Noyan 209 Cuci 146, 151, 152, 153, 154, 155, 157, 178, 179, 180, 201, 285, 292, 304, 307, 309, 398 Culfa 467, 472, 473, 656 Curcaniye 89, 109 Cünaşek 124 Cürcan 51, 123, 293, 537, 538 Cüveynî 70, 109, 111, 112, 114, 115, 116, 117, 119, 121, 122, 124, 125, 126, 127, 128, 129, 130, 131, 133, 135, 140, 141, 144, 150, 151, 154, 155, 156, 158, 159, 164, 168, 176, 177, 178, 182, 184, 185, 186, 188, 191, 192, 202, 205, 206, 210, 698 Çağatay 50, 153, 156, 157, 174, 179, 189, 220, 221, 222, 225, 227, 228, 229, 232, 233, 236, 238, 239, 241, 242, 243, 244, 245, 247, 248, 250, 254, 278, 280, 281, 282, 285, 286, 287, 289, 291, 292, 298, 309, 312, 332, 355, 370, 374, 375, 376, 385, 386, 387, 388, 390, 391, 392, 393, 394, 397, 398, 400, 401, 406, 409, 508, 509, 690, 699, 703 Çağrı Bey 42, 43, 44, 45, 46, 47, 51, 52, 54, 55, 57, 58, 59, 60, 63, 83, 101 Çapakçur 222, 249, 301 Çarbekr 509 Çarıkar 504 Çemişkezek 240, 248 Çermik 449 712

Çıharrâhe Kapısı 364 Çıla 137 Çırçık Irmağı 384 Çin 15, 16, 17, 32, 71, 77, 92, 93, 96, 129, 143, 145, 146, 147, 148, 149, 151, 160, 206, 207, 209, 237, 266, 280, 291, 319, 320, 321, 339, 354, 355, 361, 363, 384, 404, 579, 632, 698, 706 Çohtepe 216 Çors 449 Çölemerk 579 Çubuk Ovası 343 Çuha Sultan 454 Çu Havzası 139 Çuhur Sad 433 Çukurova 190, 195, 196, 488, 489, 700 Çuş Mirza İlyas Bey Hınıslı 435, 437

D Dadaş Han 588, 605 Dağıstan 19, 437, 446, 459, 460, 462, 497, 498, 511, 513, 514, 516, 522, 525, 558, 572, 585 Dahkuk 87 Dakukî 18 Damagan 52 Damgan 60, 293, 351, 371, 539 Dana Bey Avşar 435 Dandanakan 48, 49, 50, 83, 84, 98, 101 Darbus 185 Darende 326 Dartand 429 Daryuş 18

Delhi 176, 319, 320, 413, 503, 504, 505, 506, 510, 511 Demegan 123 Demirtaş (Halep Valisi) 226 Denzekî 150 Derbend 189, 200, 299, 308, 309, 318, 417, 462, 499, 507, 526, 542 Deregez 492, 659 Deşt-i Kıpçak 178, 179, 306, 309, 312, 320, 367, 368, 369, 386 Devatdâr-ı Kuçak 185 Devletâbad 583 Devlet Hoca 375 Devletî 421 Devletşah Semerkantî 215 Deylem 20, 69, 70, 82, 183, 185, 261, 529 Dımaşk (Şam) 228 Dicle (Nehir) 20, 54, 60, 185, 259, 314, 335 Dilman 572, 579 Dilşad 200, 201 Dinaver 52 Divriği 223, 326 Diyala Nehri 185 Diyarbakır 177, 178, 196, 218, 223, 228, 230, 233, 235, 239, 240, 247, 248, 258, 259, 265, 317, 350, 373, 374, 378, 417, 424, 426, 427, 448, 452, 453, 501, 515, 569 Dize 365 Doğu İran 18, 158, 175, 205, 210, 221, 249, 284, 296, 385, 418, 494 d’Ohsson 119, 146, 147, 149, 151, 152, 153, 154, 175, 179, 203, 697 713

Donald Newton Wilber 640 Dulkadir Dede Abdal Beğ 435

E Eberhard(Türkolog) 16, 160, 237, 706 Ebiverd 491, 492 Ebû Bekir Mirza 229, 349, 370 Ebû İshak 41, 418 Ebû’l-Feth 490 Ebû’l-Feyz Han 506 Ebû’l Gazi 79, 149, 150, 153, 410 Ebû Müslim 10, 19, 20, 96, 694 Ebûsaid Bahadır 198, 219 Ebû Talip 185 Ebû-Yezd’i Bistami 387 Eçe Sultan 537 Edouard Dulaurer (Oryantalist) 67 Elbasan 60 El-Birunî 18 Elbistan 190, 330, 434, 476, 488 Elburuz Dağları 183, 427 Eleşgirt 241 Eleşkirt 390 Eleşt 605 Elfendiyar 430 Elton 516, 526, 527, 702 Elvend 259, 434, 436, 438, 439 Emil 129, 586, 587, 699 Emil Luzer 586, 587, 699 Emin Melik 158 Eminüddin Cibrail 421 Emînü’l-mülk 561 Emir Argunşah 363 Emir Bayezid 281 Emir Cakü 370, 371 Emir Çakmak 386 Emir Çoban 198, 199 Emir Hamid 282

Emir Hoca Yusuf 361 Emir Hudayd Hüseynî 368 Emir Hüseyin 281, 282, 283, 284, 336, 410 Emir Karagöz 121 Emir Karaman 238 Emir Kazgan 406 Emir Külal 406, 410 Emir Seyfettin 290 Emir Taragay 280, 404 Emir Timur 7, 21, 103, 161, 202, 220, 221, 223, 224, 225, 227, 229, 230, 231, 233, 251, 260, 262, 266, 275, 277, 281, 282, 283, 284, 285, 286, 287, 288, 289, 290, 291, 292, 293, 294, 295, 296, 297, 298, 299, 301, 302, 303, 304, 305, 306, 307, 308, 309, 310, 312, 313, 314, 315, 316, 317, 318, 319, 320, 321, 322, 323, 324, 325, 327, 328, 329, 330, 331, 332, 333, 335, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 342, 343, 344, 345, 346, 347, 348, 349, 350, 351, 352, 353, 354, 355, 356, 357, 358, 359, 360, 361, 362, 363, 365, 366, 368, 369, 370, 371, 373, 375, 378, 379, 381, 382, 384, 388, 400, 401, 402, 403, 405, 406, 408, 409, 410, 412, 413, 417, 422, 439, 522 Emir Veli 295, 296 Endican 130, 288, 355, 508 Enver Paşa 292, 569, 570, 572, 575, 578, 579, 580, 581, 582, 698 714

Eraş 467 Erbil 177, 185, 317 Erciş 219, 225, 238, 301 Erdebil 181, 201, 202, 257, 351, 353, 418, 419, 420, 421, 422, 423, 426, 427, 429, 430, 431, 436, 439, 440, 446, 467, 473, 477, 530, 568, 596, 656, 660, 661, 662, 664 Erdehan 124 Erdeşir Zâhidî 615 Ergani 248 Erhenk 281 Erran 139, 465 Ertaş 51 Erzincan 220, 222, 223, 226, 229, 230, 232, 236, 238, 240, 243, 247, 248, 265, 300, 301, 316, 317, 322, 324, 326, 327, 337, 341, 373, 378, 433, 434, 438, 514 Erzurum 90, 218, 245, 300, 301, 341, 393, 433, 514, 543, 544, 549, 569, 693 Esedü’l-Mülk 567 Esfüzar 492 Esma Devlet 606 Esterâbâd 124, 458, 513, 537, 538, 539, 540, 566 Eşref Han 462

F Fahreddin 421, 486 Fahreddin Mübarekşah 486 Farava 44, 45 Fars 10, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 25, 29, 50, 66, 67, 86, 87, 138, 139, 160, 167, 168, 183, 184, 195, 202, 204, 205,

221, 233, 248, 258, 261, 265, 271, 293, 296, 313, 317, 336, 348, 358, 359, 369, 383, 386, 417, 418, 419, 425, 429, 432, 437, 439, 447, 457, 458, 459, 461, 465, 466, 467, 468, 471, 473, 477, 478, 480, 482, 490, 513, 516, 520, 522, 524, 526, 528, 529, 531, 532, 536, 538, 544, 545, 549, 557, 559, 574, 586, 593, 602, 606, 607, 619, 620, 624, 628, 631, 633, 634, 638, 639, 640, 641, 647, 651, 655, 658, 660, 662, 665, 666, 667, 668, 669, 670, 673, 674, 675, 676 Faryab 46 Fatih Mehmed 253, 254, 255, 256, 269, 418 Fazlullah Zâhidî 617 Ferahan 166 Ferec 154, 189, 191, 192, 226, 227, 323, 325, 330, 331, 332, 336, 370, 699 Fergana 17, 36, 61, 62, 66, 86, 97, 103, 130, 132, 135, 136, 164, 216, 292, 304, 305, 331, 355, 383, 506, 523 Ferruh Yaşar 434, 435 Feth Ali 495, 537, 542, 543, 544, 545, 611, 617, 625, 637 Feth Ali Şah Kaçar 542 Fethullah Ekber 588 Feyzi Bey(Çakmak) 577 Filistin 55, 69, 292 Firdevsî 17, 18, 98, 155, 480, 612, 668, 699 Firuz Hoca 343 715

Firuzkuh 124, 129 Firuz Tuğluk 320 Fitzgerald 618 F.Köprülü 141, 475 Foy 593, 667 Franz Mogan 16 Fuma 117 Fuşeng Kalesi 293 Fülane 461

G Garcistan 137 Gayyur Han 150, 153, 154 Gazali 64 Gazne 39, 41, 44, 46, 47, 48, 51, 57, 88, 129, 137, 140, 157, 158, 164, 166, 173, 174, 178, 204, 293, 313, 503, 504, 635 Gazneli Mahmud 21, 40, 43, 44 Gazneli Mesud 50 Gaznin 176, 511 Gedik Ahmed 253, 254 Gence 69, 238, 459, 467, 473, 499, 539, 542, 592 General Kutkaşınlı 558 General Tawnshend 569 Gerdiz 174 Geşvare 124 Gevherşad 412, 493, 690 Geyhatu 193, 207 Gezlik Han 128 Gıyaseddin 126, 181, 192, 294, 295, 300 Gıyaseddün Keyhüsrev 181 Gıyasettin Barak 189 Gilan 20, 42, 70, 82, 159, 196, 205 Gîluye 490, 491, 492 Giyaseddin Keyhüsrev 191 Gökçe 124, 537, 591

Gökçe Sultan 537, 591 Göktepe 287 Göyük 181, 182 Grandük Nikola 569 Gucerat 176 Guran 52 Gurbend 503 Güçlük Han 130, 131, 148, 151, 152 Gülharan 421 Gülistan 61, 434, 436, 438, 558, 590, 660, 665 Gümüşhane 254 Gürcistan 124, 177, 180, 181, 195, 200, 221, 233, 251, 257, 258, 297, 318, 324, 326, 327, 329, 351, 353, 434, 437, 453, 459, 460, 461, 501, 513, 540, 542, 558, 657 Gürhan 72, 130, 131, 135, 146 Gür-i Emir 377 Güzganan 45

H Hace-i Apardi Şupurgan 281 Hace Seyid Muhammed 375 Hacı Barlas 281, 282, 283 Hacı Hasan 157 Hacı Tarhan 413 Hadim Bey 433 Hafik Kalesi 342 Hâkim Ata 142 Haleçe 632 Halep 61, 224, 225, 226, 227, 235, 236, 247, 263, 266, 326, 330, 331, 332, 333, 334, 337, 432, 443, 472, 473, 487, 488, 489, 515 Halhal 473, 492, 656, 661

716

Halife En-Nâsır 123 Halife Mansur 20 Halife Muktedi 65, 66, 67, 103 Halil (Akkoyunlu) 119, 224, 247, 248, 249, 250, 251, 252, 253, 257, 258, 260, 269, 281, 313, 324, 338, 339, 340, 341, 343, 344, 345, 348, 350, 351, 355, 360, 361, 362, 363, 364, 365, 366, 367, 368, 370, 371, 375, 380, 406, 426, 427, 435, 438, 490, 491, 537, 569, 572, 578, 579, 581, 696, 700 Halil Bey Muhdar 435 Halil Han 281, 490, 537 Halil Sultan 324, 355, 360, 361, 362, 363, 364, 365, 366, 367, 368, 370, 371, 380, 426, 427, 491 Hama 236, 331, 332 Hamdullah Kazvini 298 Hamdullah Mustavfi 67 Hamun (Göl) 41 Hanikin 52, 569, 579 Harezm 33, 44, 51, 62, 66, 67, 69, 72, 73, 85, 89, 90, 97, 109, 110, 111, 113, 114, 115, 117, 120, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 127, 128, 129, 132, 133, 134, 139, 140, 142, 149, 152, 155, 156, 157, 158, 160, 161, 162, 163, 166, 167, 173, 174, 175, 178, 200, 204, 207, 233, 266, 281, 285, 286, 287, 288, 290, 291, 298, 304, 305, 311, 312, 320, 367, 369, 376, 381, 382, 383, 384, 385, 386,

388, 392, 394, 398, 409, 509, 510, 524 Harezmi 62, 63 Harezmşah Muhammed 103, 119, 126, 127, 130, 131, 134, 138, 141, 147, 151, 164, 173, 205, 398 Har-ı Rey 138 Harim 189 Harmato 318 Harput 434, 452, 569 Harran 190 Harun 21, 34, 44, 99, 650, 694 Harun el-Reşid 21 Hasan Ali Mansur 619 Hasan Can 451, 452 Hasan Halife 428, 440 Hasan-ı Rumlu 231, 233, 237, 239, 241, 243, 272, 372, 375, 379, 383, 386, 387, 388, 390, 391, 393, 394, 438, 442, 448, 450, 451, 467, 700 Hasankeyf 373, 452 Hasan Prina 590 Hasan Sabbah 70, 125, 183, 529 Hasan Sufi 386 Hatice Arslan 54, 56 Hatice Begüm 253, 269, 422, 424, 427, 429, 539 Hatun Kalesi 258 Haydar Duğlat 286, 290, 703 Haydar Kulu 490 Haydar Mirza 457 Hayl-i Büzürg 138 Hazar Denizi 20, 25, 32, 36, 37, 109, 159, 166, 174, 308, 309, 418, 421, 427, 437, 462, 463, 498, 510, 516, 527, 529, 545, 555, 585, 597, 656, 660, 702 717

Hazerseb 509 Heftçeşme 246 Helavar 247 Helvacıoğlu İlyas Beğ 435 Hemedan 52, 57, 69, 121, 122, 123, 138, 141, 180, 181, 184, 218, 250, 303, 313, 318, 379, 439, 495, 496, 523, 539, 558, 569, 572, 573, 577, 582, 583, 584, 605, 656, 657, 664 Herat 46, 51, 120, 126, 127, 128, 137, 142, 175, 178, 189, 199, 205, 231, 232, 233, 235, 237, 241, 244, 246, 248, 250, 293, 294, 312, 313, 323, 359, 360, 366, 367, 368, 369, 370, 376, 380, 382, 383, 386, 390, 392, 393, 394, 402, 408, 412, 457, 458, 461, 473, 492, 494, 495, 499, 506, 543, 544, 545, 548, 549, 551, 552, 558 Herevî 150 Heyber Geçidi 504 Hezarecad 503 Hezar Esf ( Kale) 114 Hıyve 286, 395, 493 Hilala 176 Hille 70, 226, 514 Hilvan 185 Hindistan 16, 21, 22, 32, 41, 45, 46, 51, 90, 91, 92, 95, 120, 126, 137, 159, 163, 165, 173, 174, 176, 206, 207, 225, 261, 266, 270, 319, 320, 322, 346, 376, 386, 389, 400, 417, 453, 455, 459, 497, 502, 503, 504, 505, 506, 507, 508, 510,

511, 512, 513, 517, 518, 522, 523, 525, 526, 527, 531, 541, 543, 546, 549, 558, 572, 579, 581, 588, 598, 608, 625, 698, 706 Hisar-ı Tak 44 Hit 226 Hoca Ali 418, 422, 423 Hoca Cafer 231, 379 Hocend 72, 153, 164, 204, 281, 384, 508 Hokand (Kokand) 154, 383 Hondzâde 287 Horasan 10, 17, 18, 21, 27, 34, 40, 41, 44, 45, 46, 47, 49, 50, 55, 57, 60, 65, 66, 69, 70, 71, 73, 74, 75, 82, 83, 86, 87, 90, 92, 95, 98, 100, 109, 113, 114, 115, 116, 117, 118, 120, 124, 125, 126, 128, 129, 137, 139, 141, 142, 155, 158, 159, 162, 164, 165, 166, 167, 168, 173, 175, 178, 184, 189, 193, 194, 195, 196, 199, 204, 217, 221, 232, 243, 248, 249, 250, 258, 259, 261, 263, 268, 270, 271, 277, 281, 282, 284, 285, 293, 294, 295, 296, 297, 306, 312, 315, 318, 323, 327, 359, 365, 366, 367, 369, 370, 371, 380, 381, 385, 389, 391, 401, 402, 403, 412, 431, 439, 448, 453, 454, 456, 457, 458, 461, 463, 464, 471, 490, 491, 492, 493, 494, 495, 502, 507, 508, 511, 513, 514, 521, 523, 524, 527, 528, 535, 538, 542, 544, 718

545, 548, 551, 554, 558, 567, 586, 588, 589, 592, 594, 596, 599, 655, 659, 660, 665, 666, 667 Hotan 131 Houelen Ece 144 Hulm 284 Hulvan 52 Humayun 454, 455 Hums 190, 195, 331 Hurdak 67 Huttalan 51 Huzistan 87, 123, 486, 487, 490, 491, 536, 631, 658 Hülâgu 103, 177, 178, 179, 180, 181, 182, 183, 184, 185, 186, 187, 188, 190, 196, 197, 200, 209, 210, 292, 315, 331, 353, 529, 546 Hürmüz 137, 205, 459 Hüseyin Bey Şamlu 433 Hüseyin Mekki 638 Hüseyin Mirza 460, 461, 537 Hüseyin Sofi 286 Hüsrev 19, 53, 491 Hüsrev Firuz (Büveyhî) 53 Hüsrev Sultan 491 Hz. Hüseyin 578 Hz. Zeynel Abidin 375

I,İ Iğrak Han 158 Irak 10, 20, 21, 22, 44, 46, 47, 52, 68, 70, 71, 75, 76, 87, 92, 100, 101, 115, 118, 120, 121, 122, 123, 124, 125, 137, 138, 139, 142, 159, 160, 164, 166, 168, 179, 180, 181, 187, 200, 202, 215, 226, 230, 231, 233,

237, 248, 264, 270, 293, 296, 303, 313, 325, 338, 353, 359, 367, 369, 370, 373, 375, 377, 379, 383, 385, 386, 388, 418, 439, 455, 456, 462, 465, 485, 495, 497, 514, 525, 529, 535, 539, 551, 569, 572, 573, 579, 582, 583, 584, 585, 608, 619, 620, 621, 625, 630, 631, 632, 640, 646, 649, 651, 655, 663, 664, 698 Irak-ı Acem 10, 52, 123, 124, 137, 138, 139, 159, 164, 166, 168, 180, 187, 230, 293, 296, 338, 353, 369, 383, 385, 439, 455, 456, 539, 569, 655, 664 İbni Arabşah 278, 279, 295, 296, 333, 335, 348, 394, 402, 701 İbni Fadlan 78, 79, 80 İbni Haldun 333, 401 İbn-i Kesir 29, 102 İbnü’l-Cevz 55 İbnü’l-Esir 39, 112, 125, 130, 131, 132, 133, 134, 135, 140, 141, 150, 156, 168, 181, 183 İbrahim Han 499 İbrahim Yınal 39, 51, 52, 56, 57 İçel 256, 488 İdigu 378 İdris Bitlisi 270 İhtiyareddin Küşlü 153 İ. Kafesoğlu 111, 116 İkbal Şah 300 İlamış 130 İl-Arslan 114, 115, 116 İlbars Han 506, 509 719

İlçigiday Noyan 210 İlig Han 38, 43 İlig Han Nasr 38 İlig Türkmen 116 İlyas Hoca 282, 283, 285, 386 İmam Berke 353, 357 İmamı-ı Âzam 99 İmam Kulı 492, 493, 519 İmam Rıza Türbesi 420, 690 İmil Irmağı 179 İnanç 30, 39, 43, 45, 47, 51, 120, 153 İnanç Han 153 İran 8, 9, 10, 11, 13, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 27, 31, 33, 34, 39, 42, 43, 45, 46, 47, 50, 52, 53, 54, 59, 60, 61, 64, 66, 68, 69, 70, 71, 73, 74, 75, 76, 83, 84, 86, 87, 88, 89, 90, 91, 92, 99, 100, 101, 102, 110, 111, 114, 115, 116, 117, 118, 119, 120, 121, 123, 124, 126, 137, 138, 139, 141, 157, 158, 159, 160, 162, 164, 165, 166, 167, 168, 173, 174, 175, 176, 177, 178, 179, 180, 181, 182, 183, 187, 188, 190, 193, 194, 197, 198, 199, 200, 201, 202, 204, 205, 206, 207, 208, 209, 210, 211, 215, 217, 218, 220, 221, 222, 224, 225, 227, 228, 229, 231, 232, 233, 234, 240, 244, 248, 249, 250, 251, 253, 254, 255, 257, 258, 259, 260, 261, 262, 263, 264, 266, 267, 268, 269, 271, 277, 284, 285, 287, 288, 291, 292, 293,

295, 296, 297, 298, 299, 302, 303, 304, 306, 308, 310, 312, 313, 315, 317, 318, 319, 320, 321, 322, 323, 336, 345, 348, 351, 352, 353, 358, 359, 367, 369, 370, 371, 372, 375, 377, 378, 379, 380, 381, 382, 383, 385, 389, 391, 392, 393, 394, 396, 398, 401, 402, 417, 418, 419, 420, 422, 424, 425, 427, 428, 430, 431, 433, 436, 437, 439, 440, 441, 442, 443, 445, 447, 448, 449, 452, 453, 454, 455, 456, 458, 459, 460, 461, 462, 463, 464, 465, 466, 467, 468, 469, 471, 472, 473, 474, 475, 476, 477, 478, 481, 485, 486, 487, 489, 490, 491, 492, 493, 494, 495, 496, 497, 498, 499, 501, 502, 503, 504, 505, 506, 507, 508, 510, 511, 512, 513, 514, 515, 518, 519, 520, 521, 522, 523, 524, 525, 526, 527, 528, 529, 530, 531, 532, 535, 536, 537, 538, 540, 541, 542, 543, 544, 545, 546, 547, 548, 549, 550, 551, 552, 553, 554, 555, 556, 557, 558, 559, 560, 562, 565, 566, 567, 568, 569, 570, 571, 572, 573, 574, 575, 576, 577, 578, 579, 581, 582, 583, 584, 585, 586, 587, 588, 589, 590, 591, 592, 593, 594, 595, 596, 597, 598, 599, 600, 720

601, 602, 605, 606, 607, 608, 609, 610, 611, 612, 613, 614, 616, 617, 618, 619, 620, 621, 622, 623, 624, 625, 626, 627, 628, 629, 630, 631, 632, 633, 634, 635, 636, 637, 638, 639, 640, 641, 642, 643, 644, 645, 646, 647, 648, 649, 650, 651, 653, 654, 655, 656, 657, 658, 659, 660, 661, 662, 663, 664, 665, 666, 667, 668, 669, 670, 671, 673, 674, 675, 676, 679, 680, 681, 684, 685, 689, 691, 693, 694, 695, 696, 697, 699, 701, 702, 703, 704, 706 İrtiş Havzası 137 İsa Çelebi 345 İsfahan 52, 66, 67, 70, 103, 121, 122, 138, 166, 177, 181, 231, 233, 259, 265, 303, 304, 313, 370, 379, 380, 382, 386, 387, 439, 459, 461, 462, 463, 471, 472, 473, 494, 496, 497, 498, 501, 502, 506, 517, 539, 558, 566, 568, 569, 570, 572, 577, 584, 658 İsfaya 473 İsferancan 420 İsficab 136, 164 İshak 41, 418, 421, 476 İskender (Horasan) 128, 233, 234, 236, 238, 239, 240, 241, 242, 243, 244, 245, 246, 247, 265, 272, 294, 321, 379, 380, 382, 383, 386, 390, 391, 392, 393, 394, 438, 467, 480, 491

İskender Şan 438 İskenderun 424, 488, 569 İskilib 255 İslâmış Beğ 438 İsmail 18, 21, 38, 41, 51, 187, 221, 222, 229, 232, 246, 253, 254, 258, 259, 270, 279, 280, 389, 418, 420, 421, 422, 428, 430, 431, 432, 433, 434, 435, 436, 437, 438, 439, 440, 441, 443, 444, 445, 446, 447, 448, 449, 450, 451, 452, 453, 454, 456, 457, 459, 464, 465, 466, 467, 468, 469, 470, 471, 477, 478, 479, 480, 481, 482, 490, 491, 529, 532, 537, 586, 599, 624, 636, 657, 668, 695, 699, 701, 702, 705 İsrail (Selçuklu) 38, 39, 632 İstahr 52 İvanov 419, 593, 667 İvaz el-Havass 418, 420

K Kabadiyan 51 Kâbe 290 Kabil 41, 313, 319, 376, 503, 504, 505, 511 Kaçar Bey 537 Kadem Paşa 238 Kadı Burhaneddin 219, 220, 222, 223, 300, 316, 317, 321, 322, 324, 325, 326, 327, 329 Kadir Han (Oğulcak-Karahanlı) 43, 97, 135 Kağaverd Ovası 515 Kağızman 433 721

Kahire 191, 225, 227, 332, 372, 424, 622 Kahkaha 294, 458 Kâhta 330 Kâim-Biemrillah 46 Kal’at-ür-Rum 331 Kalavun 190, 191 Kalvaz 186 Kamerüddin 287, 288, 289 Kamkend 305 Kara Aslan 52 Karabağ 221, 227, 229, 297, 299, 315, 322, 323, 324, 335, 336, 337, 338, 352, 353, 370, 390, 392, 452, 537, 538, 539, 555, 597, 598 Karaca 154, 175, 433, 435 Karaca İlyas 433, 435 Karaca İlyas Bayburtlu 435 Karaca Noyan 175 Karaçar Noyan 280 Karaçuk 78 Karagöl 116 Karaman 81, 238, 255, 349, 423, 427, 431, 444, 449, 486, 487, 489, 531, 549, 694, 705 Kara Mehmed 219, 220, 221, 222, 223, 252, 272, 300, 301, 302, 303 Karaosman 219, 245 Karapiri Kaçar 433 Karasakpay 306 Karasman 306 Karasuk 310 Karasu Vadisi 427 Kara-Tav 218 Karayusuf 218, 322, 369, 370, 388 Karint 577 Karmis 52 Karnak 78

Kars 297, 315, 499, 515 Karsbay 245 Karşi 87, 284, 508 Kâs 163 Kâsân 136 Kasım 62, 63, 114, 184, 194, 199, 200, 238, 249, 250, 255, 298, 335, 352, 355, 388, 393, 419, 423, 457, 492, 510, 544, 564, 566, 572, 583, 624, 625, 627, 667, 695, 697, 699 Kasım Aka 564 Kasım Ferhani 544 Kasran 59 Kasr-ı Şirin 459, 573, 577, 578, 579 Kastamonu 251, 349 Kaşan 54, 439, 473, 598 Kâşân 166, 459 Kaşanî 197, 207 Kaşgar 17, 18, 66, 67, 72, 73, 97, 99, 131, 135, 148, 351, 355, 367, 384, 410 Katavan 113, 114, 116 Kath 286 Katlan 281 Katur Buku 121 Katvan 72, 76 Kavurd 52, 65 Kayalık 153, 179 Kazabad 256 Kazançi 309 Kazvini 92, 298, 477 Kelât 294, 492 Kelkit Havzası 252 Kemah Kalesi 234, 236, 341, 347 Ken’an(Yer-Suriye) 332 Kenbayt 319 Kerber Melik 137 Kerensky 585 722

Kergin 326 Kerim Han Zend 520, 538 Kerim Sancani 621 Kerkük 236, 238, 239, 242, 317, 498, 514, 632 Kerran 67 Keş 279, 284, 285, 353, 377 Keşke(Kaşka) Derya 277 Keyhüsrev 181, 191, 281, 284, 286 Kılınc Bey Karamanlı 435 Kınaşirin 386 Kırım 310, 398, 497, 498, 515, 548, 566, 567, 591, 593 Kırili 256 Kırşehir 341, 343, 349 Kızıl Bey 47 Kızılırmak 260, 343 Kiev 37 Kilikya 190, 488 Kîran 421 Kirinti 569 Kirman 20, 87, 91, 124, 129, 137, 139, 181, 195, 196, 205, 248, 250, 293, 378, 386, 418, 439, 461, 491, 492, 493, 494, 495, 513, 523, 540, 544, 545, 558, 572, 596, 598, 657 Kişil-Baş 145 Kitbuka 187 Knez Vasili 307 Koçkar 110 Koçkaroğlu Ekinci 69 Kokar Sankin 176 Komis(Mevki) 138 Konya 197, 256, 326, 336, 349, 423, 426 Koron (Ada) 433 Koyunhisar 253, 254 Koyunlu Muhammed Han 539

Kozan 195, 266, 488, 489 Kösedağ 181, 187 Kral İvan 177 Kubilay 137 Kuçan 492, 517 Kudu 137 Kudüs 67, 633 Kûh 490, 491, 492 Kuhistan 139 Kulağı 313 Kum 54, 70, 166, 438, 439, 553, 556, 573, 575, 596, 602, 614, 619, 621, 622, 624, 628, 630, 634, 645, 647, 656, 664 Kumaç 75 Kumis 52 Kunduz 52, 284 Kunduzca 307 Kura Irmağı 437 Kurbal 427 Kurtbeli 423 Kuştekin Pehlivan 175 Kutalmış(Çağrı oğlu) 52, 54, 57, 59, 60, 68 Kutbeddin Muhammed(Harezm) 110, 125 Kutbüğiddin Muhammed 121 Kutlubalıg 155 Kutlu Bey 252 Kutluğ 120, 121, 122, 123, 148, 323, 704 Kutluğ İnanç 120 Kutluk Kağan 93 Kutuku Noyan 174 Kutuz 187, 695 Kuveyt 621 Küçük Han 587, 589 Kühistan 166 Künbet 308, 515 723

L Laçin Bey 116 Lady Schell 523 Lahican 418, 430, 431 Lahor 176, 505 Lala Hoca 300, 301 Larende 326 Leon Cahun 152, 360, 702 Liyakof 562, 564, 565 Lord Curzon 585 Lur 513, 521

M Mahmelek Hatun 65 Mahmudabad 435, 473 Mahmud Kazvini 92 Mahmud Sultan 491 Makrizi 227, 238 Maksud (Akkoyunlu) 258 Maku 473 Makü 656 Malatya 197, 326, 330, 569 Malazgirt 36, 61, 62, 63, 99, 301, 387 Mankışlak 71, 113, 139, 510 Manole Neagoe (Oryantalist) 144, 303, 396 Mardin 196, 197, 220, 223, 228, 230, 232, 233, 235, 236, 240, 247, 248, 316, 317, 318, 335, 337, 353, 372, 373, 378, 452 Marend 258, 374, 375, 473 Marguart 37 Marko Polo 209 Marta 428, 429, 430 Mateos 63, 67, 705 Maveraünnehir 9, 10, 11, 18, 27, 28, 34, 36, 42, 43, 44, 46,

62, 64, 65, 72, 73, 86, 89, 90, 95, 97, 98, 100, 102, 103, 110, 111, 112, 113, 114, 115, 117, 118, 119, 120, 123, 128, 129, 139, 140, 142, 149, 151, 155, 156, 158, 162, 164, 166, 167, 173, 174, 175, 177, 179, 180, 189, 194, 196, 198, 203, 208, 218, 279, 280, 281, 282, 283, 284, 285, 292, 298, 304, 305, 344, 346, 351, 353, 366, 367, 368, 369, 370, 375, 380, 381, 382, 383, 385, 396, 398, 402, 403, 412, 465, 506, 542, 548 Mazenderan 70, 82, 129, 135, 142, 159, 180, 181, 243, 296, 313, 418, 462, 494, 495, 511, 513, 523, 537, 538, 540, 554, 582, 587, 589, 592, 634 Mecdü’lmülk 191 Mecruban Suyu 235 Mehdi Bezirgan 621 Mehdi Kulu 490 Mehmed Azad 314 Mehmed Mir 300 Mehmed Tapar 69, 70 Mekke 284, 383, 501 Mekran 51, 137 Melik İzzettin 296, 297, 353 Melik Müeyyed 117 Melikşah 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 71, 86, 91, 102, 103, 121, 183 Melküm Han 558 Memiş Paşa 498 Memun 21 Meraga Kalesi 175 724

Mercidabık 235 Merv 16, 19, 21, 44, 46, 48, 50, 57, 58, 59, 60, 63, 67, 69, 73, 75, 76, 83, 85, 90, 101, 112, 113, 114, 115, 117, 121, 126, 127, 164, 165, 166, 168, 175, 176, 177, 178, 204, 499, 510, 541, 548, 592 Merverud 127 Meşhed 18, 75, 420, 457, 458, 461, 493, 494, 495, 510, 515, 516, 517, 519, 523, 526, 537, 539, 541, 548, 566, 596, 602, 690 Mevirud 120 Meyyafakirin 21, 452 Mezeyyed 70 Michael 189 Mihâliç 489 Mikail 39, 56 Minnet Bey 346 Miranşah 229, 232, 293, 294, 300, 305, 313, 322, 323, 324, 332, 353, 359, 360, 362, 367, 368, 370, 371, 375, 376, 377, 379, 380 Mircea Eliade 95 Mirhond 180, 205, 376 Mir Mahmud 461 Mirpence Rıza Han 588 Mir Veys 460, 461 Mirza Ali 451 Mirza Baykara 383 Mirza Burak 384 Mirza Ebû Bekir 227, 229, 372, 373, 376, 378 Mirza Emirek Ahmed 383 Mirza Hasan 568, 572, 585, 587, 588 Mirza Hüseyin Han 550

Mirza İskender 236, 239, 241, 244, 246, 382 Mirza Kâzım 558 Mirza Küçük Han 587 Mirza Nâsırüddin Mülk 557 Mirza Rıza 504, 506, 552 Mirza Rıza Kuli 504 Mirza Rüstem 227, 231, 380 Mirza Şefi 558 Mirza Yusuf 558 Modon (Ada) 433 Moğolistan 95, 96, 129, 135, 136, 143, 145, 146, 148, 151, 188, 201, 202, 203, 206, 209, 280, 283, 285, 287, 288, 305, 319, 320, 341, 355, 360, 361, 367, 368, 381, 384, 386, 394 Mollayer Ovası 496 Mora 253, 348 Moskova 286, 298, 310, 311, 312, 400, 413, 507 Mönge Timur 201 Möngke 182 Muahammed İlhan 201 Muaviye 334 Mufahharü’l-mülk 561 Muhammed 97, 103, 110, 113, 119, 120, 121, 125, 126, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 134, 135, 138, 139, 140, 141, 142, 147, 148, 149, 150, 151, 152, 153, 155, 156, 157, 158, 159, 164, 168, 173, 174, 180, 183, 205, 225, 236, 243, 244, 245, 246, 259, 313, 319, 320, 321, 333, 341, 351, 353, 354, 355, 356, 357, 360, 361, 362, 363, 364, 365, 367, 368,

725

370, 375, 379, 380, 392, 398, 401, 418, 419, 421, 428, 435, 437, 439, 451, 453, 457, 478, 479, 499, 503, 504, 505, 506, 511, 513, 517, 520, 537, 538, 539, 540, 541, 542, 544, 547, 548, 558, 559, 560, 561, 565, 566, 567, 582, 589, 600, 606, 611, 612, 613, 614, 617, 618, 622, 625, 629, 641, 642, 643, 644, 645, 646, 648, 657, 674, 696, 697, 699 Muhammed Ali Şah 558, 559, 561 Muhammed Halil Han 537 Muhammed Han 499, 513, 539, 540, 541 Muhammed Hasan Han 520, 539 Muhammed Hasan Han Kaçar 520 Muhammedi(Yer) 122 Muhammed Musaddık 611, 613, 614, 617, 622, 644, 646, 696 Muhammed Sultan 225, 319, 321, 341, 353, 354, 361, 365 Muhammed Şeybani 439 Muhammed Taki 589 Muhammed Türkmen 503 Muhammed Veli Han 582 Muhammed Yalvaç 150 Mukbil 337 Multan 320 Murat Beğ 438 Murgap 371 Musa 30, 39, 40, 43, 46, 201, 345, 357, 407, 418, 419, 551, 610

Musa Ali Han 201 Musa Carullah 610 Mustafa 2, 91, 144, 145, 256, 278, 279, 290, 323, 329, 330, 333, 345, 349, 350, 355, 395, 444, 449, 541, 577, 590, 608, 609, 612, 620, 624, 640, 648, 674, 695, 696, 703 Mustafa Asım (Turgut) 577 Mustafa Kemal 590, 608, 609, 612, 640, 648, 674 Mustansır 54, 70, 186 Musul 56, 57, 69, 92, 196, 219, 220, 225, 228, 230, 232, 239, 268, 317, 373, 378, 417, 452, 486, 489, 498, 514, 515, 569 Muş 225, 232, 233, 240, 242, 249, 250, 301, 302, 378 Muşüddevle 559 Mutahharten 220, 317 Mutasım 21, 34 Mutuken 174 Muzaferüddin Şah 553, 554, 556, 557, 558, 598, 600, 695 Mübarekabad Kalesi 538 Mübârek Şah 409 Müneccimbaşı 32, 246, 254, 255, 256, 420, 422 Mürüvvet Bey 351

N Nâdirabad 503 Narşahî 18 Nâsıreddin Melik 119 Nâsıreddin Tûsî 183, 184, 186, 188, 529, 695, 703 Nâsırüddin Muhammed 503 Nâsırü’l-Mülk 567 726

Nasr Han 62, 97 Nasrullah 493 Nassirüddin Şah 545 Necef Kuli Han 585, 586 Necmeddin Kübrâ 141, 142, 158, 161, 167, 405, 447 Necrav 504 Nesa 45, 164 Nesafî 18 Nesevî 138, 142, 153, 155, 156, 158, 159, 165, 174, 175 Nevphlae Chateau 621 Nevruz (İlhanlı Vezir) 193, 376, 499, 500, 688 Nihavend 496, 559 Nikala 176 Nimetâbâd 353 Nişabur 46, 47, 51, 52, 54, 64, 70, 83, 88, 98, 114, 115, 120, 121, 124, 126, 128, 129, 157, 158, 164, 166, 168, 173, 175, 180, 293, 382, 458, 657 Niyazabad 473 Nizamüddün Şami 224, 284, 307, 407 Nur 31, 42, 98, 148, 149, 151, 155, 164, 255, 256, 257, 282, 284, 285, 339, 442, 447, 448, 493, 494, 497, 500, 501, 504, 505, 510, 514, 517, 518, 519, 520, 522, 531, 536, 540, 541, 542, 548, 549, 551, 553, 559, 560, 561, 562, 565, 566, 568, 569, 574, 596, 600, 661, 662, 699, 704, 706 Nur Buhara 42, 98, 155, 164 Nuri Paşa 397, 572, 585, 703 Nusaybin 57

O.Ö Oglımış 138, 140 Olcay Hatun 186 Olcaytu 195, 196, 197, 198, 207, 211, 272, 281, 423 Ong Han 136 Ordu 168, 198, 252, 307, 308, 313, 326, 327, 335, 344, 364, 400, 428, 569, 572, 579, 582, 583, 614, 633, 697, 705 Orhan Gazi(Osmanlı) 48 Orta Asya 15, 20, 25, 29, 34, 77, 78, 79, 81, 83, 89, 90, 91, 100, 204, 267, 290, 310, 358, 398, 407, 412, 518, 542, 579, 651, 697, 702, 705 Orta Türkistan 279 Osman( Karahan) 17, 20, 30, 32, 37, 38, 39, 42, 43, 47, 48, 49, 53, 55, 59, 63, 65, 66, 67, 71, 74, 84, 85, 86, 87, 89, 90, 91, 92, 94, 95, 99, 103, 109, 119, 130, 132, 133, 134, 135, 143, 165, 178, 182, 197, 219, 222, 223, 228, 230, 232, 233, 234, 235, 236, 238, 239, 240, 241, 242, 245, 246, 247, 252, 325, 326, 332, 350, 370, 373, 378, 385, 389, 390, 391, 393, 442, 468, 498, 600, 696, 703, 704 Otlukbeli 253, 256 Otrar 28, 135, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 203, 304, 355, 356, 365 Öge Begüm 354 727

Ögeday 153, 156, 157, 179, 181 Ömer Bektaş 255 Ömer Han 157, 159 Ömer Mirza 229 Ömer Şeyh(Timurzade) 288, 289, 304, 305, 307, 313, 317, 318, 321, 359, 370, 379, 380, 382, 383 Ötiğin 135 Özbekistan 19, 216, 278, 658 Özkend 43, 61, 62, 66, 97, 132, 135, 146, 154

P Pamir 18 Pasinler 341 Pekin 146, 148, 149 Pencap 505 Percy Sykes 505 Pers 17, 18, 109, 420, 527, 611, 612, 638, 647, 662, 674, 702, 704 Pervan 174 Peşaver 504 Pınarbaşı 434 Pindus Dağları 348 Pir Ali 219, 222, 368 Pir Ali Taz 368 Pir Budak 227, 231, 235, 243, 372, 379 Pir Hasan 221, 222, 223, 301, 302 Piri Bey Kacar 435 Piri Bey Parvanaçi Avşar 435 Piri Mehmed 449 Pir Muhammed 313, 320, 355, 356, 360, 361, 362, 363, 364, 365, 367, 368, 370, 379, 380 Pontus 251, 252, 253 Prenses Fevziye 615

Prenses Şehnaz 615 Prens Hacı Şeyhü’l-reis 565

R Rahim Han 565 Rakka 265, 266, 452, 489 Ravendi 75, 99, 123 Rengin(Köy) 420 Resul-ayn 225 Reşidüddin 26, 30, 34, 79, 94, 112, 158, 178, 182, 183, 187, 189, 190, 191, 194, 195, 196, 198, 205, 206, 208, 211, 486 Reşt 418, 559, 566, 588 Rey 46, 52, 53, 54, 57, 59, 60, 68, 70, 120, 121, 122, 123, 138, 166, 180, 181, 193, 195, 238, 244, 368, 370, 380, 382, 386, 388, 393, 491, 595, 617 Rıza Han 514, 588, 589, 590, 605, 608, 638, 694, 696, 697 Rıza Nuh 42 Rıza Pehlevî 22, 606, 608, 609, 610, 612, 615, 622 Ribtat 119 Ritter 593, 667 Romaskeviç 593, 667 Rumlu Ali Beğ 435 Rusya 36, 266, 267, 307, 308, 310, 311, 497, 498, 515, 526, 527, 541, 542, 543, 544, 546, 548, 549, 550, 552, 553, 554, 555, 559, 562, 563, 564, 565, 566, 567, 568, 569, 570, 574, 576, 577, 579, 582, 583, 585, 594, 595, 597, 617, 625, 728

632, 636, 639, 640, 657, 695, 698, 701, 702 Rükneddin 67, 138, 183, 191 Rükneddin(Harezmşah) 67, 138, 183, 191 Rükneddin Hürşah 183 Rüknüddin 181 Rüstebay Karamanlu 433

S,Ş Sabiha Sultan 591 Sabran 90, 305 Sadreddin 418, 422 Sadüddin 196 Sağnak 119 Saidiyye 372 Sakuncak 184, 185 Salarü’d-devle 548 Salman Bey Hazin Zülqadarli 435 Salman Rüştü 634 Salmas Ovası 243 Salyan 473 Samara 307 Samin 122 Sam Mirza 459 Samsamü’s-saltana 566 San Remo 591 Sara Hatun 254 Saray Mülk 284 Sarığuzun 306 Sarıkaya 433, 438, 624, 697 Satuk Buğra Han 97 Savran 304, 432, 467 Savuçbulak 577 Sayınkale 492 Sayram 119, 355 Sebzvar 166, 293, 295, 458, 494, 537, 657 Selânik 348

Selçuk 28, 30, 31, 32, 33, 36, 38, 39, 40, 42, 44, 45, 49, 51, 56, 60, 71, 80, 81, 86, 92, 98, 191, 216, 257, 258, 428, 478, 700 Selçuk Hatun 191 Seldiz 577 Selmas 391, 491 Sencer 27, 39, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 81, 85, 86, 87, 102, 112, 113, 114, 115, 116, 128, 271 Senggün 145 Sepîd-kûh 605 Seprem 78 Serdrûd 376 Serhan Han 498 Serhas 44, 45, 46, 47, 50, 117, 659 Sevli Bey 316, 322 Seydi Ahmed 355 Seyyid Abdullah 388 Seyyid Bahaüddin Razi 148 Seyyide Hatun (Abbasî) 56 Seyyid İbrahim 418, 428 Seyyid Kasım 423 Seyyid Mustafa 620 Seyyid Müderris 578 Seyyid Tabâtabâî 564 Seyyid Ziyaeddin 588, 589 Sıddık(Kaşgar Valisi) 384 Simnan 138, 491 Sina 184, 573, 703 Sinan Paşa 450 Sincar 54, 219, 232 Sind 137, 139, 174, 175, 313, 505, 506, 511, 546 Sind Nehri 174 Sine-Bicar 583 Singas 154 Siriderya Havzası 26 Sis 190, 195, 488, 489 729

Sistan 45, 51, 72, 91, 293, 295, 378, 418, 492, 495, 517, 540, 544, 545, 638 Sitgün 78 Sivas 219, 220, 226, 248, 256, 316, 324, 325, 326, 327, 329, 330, 336, 337, 341, 343, 413, 425, 434, 447, 488, 525 Sivayuş 18 Sorhab 377 Sögetü 154 Söğüt 260 Subetay 137, 152 Sufiya 473 Suğnak 78, 304 Sultan Ali 428 Sultanbaht 359 Sultan-Bulak 583 Sultan Hüseyin 356, 359, 362, 363 Sultanım Hatun 457 Sultaniye 196, 198, 199, 229, 230, 233, 237, 238, 239, 241, 242, 243, 244, 296, 297, 298, 313, 318, 322, 323, 327, 328, 351, 371, 375, 378, 380, 385, 386, 388, 391, 473, 492 Sultan Reşat 583 Sultan Sencer 27, 39, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 81, 85, 86, 112, 113, 114, 115, 271 Sultanşah 115, 117, 118, 120, 435 Sultan Şah 117 Sultanşah Bey Avşar 435 Sultan Üveys 219 Surgatuna Hatun 209 Suriye 10, 21, 28, 55, 61, 65, 68, 69, 70, 71, 76, 87, 88, 90, 92, 100, 101, 139, 173, 177,

179, 180, 181, 183, 184, 187, 188, 189, 190, 194, 195, 196, 197, 198, 200, 204, 207, 209, 210, 215, 216, 218, 222, 225, 226, 227, 228, 230, 234, 248, 251, 259, 262, 263, 264, 268, 270, 292, 303, 314, 315, 316, 317, 318, 320, 321, 325, 326, 330, 331, 332, 333, 334, 335, 337, 352, 354, 359, 367, 369, 370, 372, 373, 386, 388, 401, 408, 417, 425, 432, 464, 465, 466, 467, 472, 474, 485, 487, 488, 489, 490, 525, 526, 529, 530, 536, 547, 646, 698, 701 Suruç 489 Sübaşı Teğin 38 Sülemiş 195 Süleymaniye 460, 579 Süleyman(Kutalmış) 57, 59, 60, 68, 75, 113, 115, 120, 209, 278, 304, 342, 346, 349, 350, 429, 455, 456, 460, 485, 537, 538, 605, 705 Süleymanşah 177, 330, 344 Şabran 473 Şahdiz Kalesi 70 Şahgeldi Ağa 435 Şah İsmail 18, 21, 253, 258, 259, 270, 418, 420, 421, 422, 428, 431, 432, 433, 434, 435, 436, 437, 438, 439, 440, 443, 444, 445, 446, 447, 448, 449, 450, 451, 452, 453, 454, 456, 459, 464, 466, 467, 468, 469, 471, 477, 478, 479, 480, 730

481, 482, 491, 529, 532, 537, 599, 636, 699 Şahkubat 246, 247 Şahkulu 428, 431, 440, 441, 442, 444, 476, 490, 499, 537, 694 Şahkulu Han Kaçar 499 Şahkulu Hasan 440 Şah Mehmed 231, 232, 238, 242, 378, 379, 387, 392 Şahmelik 51, 344, 387 Şahmelik(Harezmli) 51, 344, 387 Şahpur Bahtiyar 622, 624 Şahruh 231, 232, 233, 234, 235, 236, 237, 238, 239, 240, 241, 242, 243, 244, 245, 246, 248, 265, 323, 330, 331, 332, 337, 351, 353, 354, 355, 356, 357, 358, 359, 360, 361, 362, 363, 365, 366, 367, 368, 369, 370, 371, 376, 377, 378, 379, 380, 381, 382, 383, 384, 385, 386, 387, 388, 389, 390, 391, 392, 393, 394, 402, 410, 411, 412, 422, 519, 520, 538, 542, 696, 702 Şah Süleyman 460 Şahverdi Sultan 537 Şahzade Korkud 444 Şaki 473 Şamahi 473 Şamahî 437 Şamlu Abdi Beğ 435 Şamlu Lala Hüseyin 435 Şapşal Han 561, 562, 564 Şasbankâre 205 Şaş 136, 164 Şâşi 64 Şatü’larab 631

Şaybak Han 453 Şaydah 126 Şehrekürd 502 Şehrinov 473 Şehristan 125, 163 Şehrizor 52, 87, 185, 231 Şeki 417 Şemseddin 121, 124, 176, 191, 192, 234, 242, 308, 340, 353, 356, 406, 435, 447, 479 Şemseddin El-Mâlikî 308 Şemseddin Külâl 353 Şemseddin Mayacık 121, 124 Şems-i Guri 377 Şemsseddin Cüveynî 188 Şenb-i Gazan 229, 243, 378 Şerafeddin Ali Yezdi 111, 289, 290, 705 Şevket Bey 569, 578 Şeyh Ali 220, 300, 351, 422, 430 Şeyh Bedreddin 424 Şeyh Cafer 423, 426, 427, 629 Şeyh Cezerî 354 Şeyh Cüneyd 253, 255, 269, 270, 422, 423, 424, 425, 426, 427, 431, 466, 474, 475, 476, 477, 530, 706 Şeyh Çoban 489 Şeyh Han 156 Şeyh İbrahim 352, 353, 422 Şeyh Kassab 375 Şeyh Mecdeddin 141, 142, 167, 168 Şeyh Nureddin 342, 344, 356, 360, 361, 363, 364, 365, 366, 381 Şeyh Safiyyüddin 418, 420 Şeyh Şıhabeddin Sühreverdi 139 Şeyh Ubeydullah 551 Şeyh Zahid 421 731

Şeyh Zeydüddin 404 Şimahi 435 Şiraz 52, 60, 177, 257, 303, 304, 312, 313, 318, 322, 370, 379, 380, 421, 430, 439, 462, 463, 471, 473, 487, 490, 498, 517, 539, 540, 554, 559, 568, 572, 577, 586, 596, 658, 660 Şirazi 64 Şumran 582 Şurûr (Mevki) 436 Şuşter 177, 376, 523

T Taberî 18 Taberîstan 51, 183 Taceddin Ali Şah 198 Taceddin Ömer 176 Taceddin Zengi 127 Tagribilmiş 248 Tahmasb 432, 454, 455, 456, 457, 461, 462, 463, 467, 485, 490, 491, 493, 494, 495, 496, 497, 498, 499, 508, 522, 537, 538, 591, 693 Tahmasb Han Celâyir 499 Tair-Bahadır 155 Talas 35, 74, 96, 119, 125, 146 Talekan 127 Tâlekân Nehri 183 Taleş 418 Taliş Halim 481 Tarum 492 Taşkent 29, 85, 355, 356, 361, 362, 364, 384, 508, 548, 701, 705 Tayangu 130, 132 Taymas 177 Teberrük 351

Tebriz 56, 90, 177, 181, 188, 196, 199, 200, 207, 218, 220, 221, 222, 224, 229, 230, 231, 233, 238, 239, 241, 242, 243, 244, 245, 246, 248, 254, 257, 258, 259, 265, 266, 269, 270, 296, 297, 298, 312, 322, 323, 327, 328, 335, 336, 340, 360, 369, 371, 372, 373, 374, 375, 376, 378, 382, 385, 388, 389, 390, 391, 393, 394, 427, 429, 430, 431, 433, 435, 436, 439, 448, 451, 453, 454, 455, 457, 458, 461, 467, 471, 472, 473, 478, 480, 481, 495, 498, 501, 519, 523, 525, 526, 532, 545, 559, 560, 563, 565, 566, 568, 569, 587, 588, 590, 593, 594, 595, 596, 597, 620, 621, 624, 627, 628, 630, 641, 642, 651, 656, 662, 663, 668, 684, 687, 688, 689, 691, 696 Tekeli 260, 434, 440, 441, 443, 454, 467, 694 Tekina Begüm 279, 395, 404 Tekiş 117, 118, 119, 120, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 139, 168, 183 Telekan 46, 120 Temuçin 136, 144, 145, 146 Tercan 256, 433 Terek Nehri 309 Terken Hatun 65, 66, 67, 68, 69, 72, 103, 119, 122, 130, 132, 133, 134, 138, 141, 142, 150, 152, 157, 158, 159, 161, 168 732

Theodora Katerine 253, 258 Tıhranî 219, 221, 222, 223, 225, 227, 228, 229, 231, 233, 234, 236, 239, 240, 241, 242, 245, 246, 247, 248, 249, 250, 256, 271, 272, 373, 391, 699 Tiflis 181, 297, 459, 542, 555, 597 Tikrit 185, 224, 315, 316 Tilek Kavçin 300 Timur Sodon (Memlûk) 332 Timurtaş 199, 200, 332, 345, 346 Timurtaş (Memlûk) 199, 200, 332, 345, 346 Tirmiz 51, 65, 141, 164, 168 Tirmizî 141, 398 Tiyenşan 17, 18 Tobal Suyu 307 Togaçar 146 Togay Timur 201 Toharistan 51, 52, 62, 65, 74, 139, 174 Tokta-Beki 145 Toktamış 222, 291, 298, 299, 303, 304, 305, 306, 307, 308, 309, 310, 312, 317, 318, 321, 325, 330, 336, 384, 398, 399, 400, 694 Tokto-abiki 137 Topal Osman Paşa 498 Toykun Bey 591 Törbay Tokşin 176 Trablus 331 Trabzon 146, 219, 222, 223, 232, 240, 251, 252, 253, 254, 255, 260, 424, 428, 445, 476, 694 Tugay 154 Tuğluk Timur 281, 282, 283, 409 Tuğrul 39, 42, 43, 44, 45, 46, 47, 49, 51, 52, 53, 54, 55, 56,

57, 58, 59, 60, 61, 64, 67, 71, 83, 84, 99, 100, 101, 102, 109, 118, 120, 121, 145, 148, 177, 528 Tula Nehri 143 Tuli 153, 155, 157, 179 Tuna(Nehir) 18, 36, 71, 95 Tur Ali Bey 219, 252 Turan 17, 18, 20, 27, 30, 31, 32, 37, 38, 39, 42, 43, 45, 46, 47, 48, 49, 51, 53, 54, 55, 56, 58, 59, 60, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 83, 84, 85, 86, 89, 90, 91, 92, 94, 95, 96, 99, 100, 103, 162, 165, 173, 178, 182, 188, 197, 230, 268, 291, 292, 306, 320, 321, 323, 336, 352, 353, 368, 369, 397, 400, 503, 606, 635, 670, 675, 693, 694, 704 Turan Emire 606 Turşiz 125, 294 Tus 75, 180 Tutuş 68, 69 Türe Beğ 218 Türkistan 9, 10, 18, 19, 27, 28, 29, 33, 34, 35, 36, 40, 43, 55, 60, 62, 64, 65, 66, 68, 69, 72, 73, 74, 76, 82, 86, 90, 91, 92, 95, 96, 102, 103, 117, 118, 119, 121, 122, 124, 125, 129, 130, 131, 133, 135, 136, 137, 139, 143, 146, 148, 151, 155, 157, 161, 162, 163, 164, 168, 173, 174, 175, 179, 188, 189, 190, 196, 198, 204, 207, 209, 216, 221, 234, 250, 259, 261, 262, 733

263, 266, 268, 277, 279, 281, 282, 283, 284, 285, 286, 287, 288, 289, 290, 291, 292, 293, 294, 297, 304, 305, 306, 307, 308, 309, 310, 312, 314, 315, 318, 319, 320, 323, 326, 329, 330, 339, 340, 341, 343, 351, 354, 355, 359, 367, 369, 370, 371, 380, 381, 382, 384, 385, 386, 389, 391, 393, 396, 397, 398, 399, 401, 402, 403, 406, 407, 408, 409, 410, 412, 417, 432, 437, 439, 456, 467, 502, 506, 507, 508, 509, 510, 511, 512, 522, 523, 524, 525, 526, 527, 531, 541, 542, 544, 551, 579, 588, 635, 636, 658, 673, 695, 698, 705, 706 Türkmeneli 21, 215, 259, 270 Türkmenistan 19, 158, 200, 558, 641, 655, 659, 660, 680 Türşiz 166

U,Ü Ubeydullah İbn Ahmed al-Mahbubî 279 Ucan 238, 439 Uğurlu Mehmed 255, 256, 258, 259 Uluğ Beğ 280, 289, 290, 354, 355, 357, 358, 364, 368, 377, 380, 381, 382, 383, 384, 386, 391, 394, 395, 398, 408, 410, 412, 701 Uluhatun Dokuz 188 Umman Denizi 137, 460

Urfa 190, 258, 266, 334, 452, 489 Urus Han 288, 309, 311, 384 Utki 201 Uygur İli 179 Uzlakşah (Harzemşah) 142, 157 Uzun Hasan 247, 248, 249, 250, 251, 252, 253, 254, 255, 256, 257, 258, 265, 269, 272, 325, 420, 422, 424, 426, 427, 428, 429, 431, 468, 476, 479, 706 Üçağız 256 Üçkilise 317 Ümmü Habibe 333, 405 Ümmü Seleme 333, 405 Ürgenç 109, 110, 111, 115, 119, 125, 128, 130, 133, 134, 142, 155, 157, 159, 160, 163, 204, 305 Üstüvnavet 124 Üşniye 491 Üzümlü 433

V Vahş(Nehir) 52, 164 Valiyan Kalesi 174 Vamberty 593 Van Gölü 225, 230, 240, 317, 438, 656 Vatvat(Şair) 114 Vezir Kassab 121

Y Yakub 142, 216, 234, 239, 247, 258, 259, 272, 343, 347, 421, 429, 430, 452, 479, 490, 706 Yakub (Akkoyunlu) 142, 216, 234, 239, 247, 258, 259, 734

272, 343, 347, 421, 429, 430, 452, 479, 490, 706 Yakub Bey 234, 343, 347 Yakubovsky 26, 298, 304, 697 Yakuti 52, 58 Yalınlıköy 440 Yalvaç 149, 150, 256 Yar Ali 225, 227, 244 Yassıçemen 447 Yavuz Selim(Osmanlı) 103, 440, 441, 443, 445, 447, 449, 456 Yavuz Sultan Selim 442, 443, 444, 447, 450, 451 Yayık 30, 36, 307 Yayık(Ural) 30, 36, 307 Yazır 30, 159, 268 Yeğen Sultan 491 Yes’i 216 Yesügey Bahadır 144 Yeşmut 188 Yezd 259, 265, 378, 386, 387, 418, 461, 473, 544, 546, 596, 598 Yezdigerd 19

Yezid 334, 413, 442 Yıgan Taysı 138 Yınal 39, 51, 52, 56, 57 Yozgat 341, 434 Yunanistan 348 Yunus Bey Aykutoğlu 433 Yunus Han 123, 510 Yunus(Harezmşah) 39, 40, 60, 121, 122, 123, 433, 510, 661 Yusufça Mirza 255, 256 Yusuf Has Hacip 81 Yusuf Hemedanî 81 Yusuf Kadir Han 43

Z Zarnuk Kalesi 155 Zekeriya Han 505 Zekeriya Kazvinî 39 Zemindaber 503 Zencan 492, 546, 656, 661, 664 Zeynel(Akkoyunlu) 256, 375 Zuhab 497

735