İnönü Ansiklopedisi / Türk Ansiklopedisi (cilt 32)

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

••



TURK

ANSİKLOPEDİSİ CiL T XXXII

DEVLET

KiTAPLARI

MİLLİ EGİTİM BA SlMEVi A NKA RA-1983

TÜRK ANSİKLOPEDİSİ

Prof. Dr. HASAN EREN Yazı Kurulu Ba§kanı ve Ba§redaktör

Redaktörler

:

Prof. Dr. Vecdet ERKUN, Mad. Yük. Müh. Enver EDİGER, Doç. Dr. Hamza ZÜLFiKAR, Doç. Dr. İsmail PARLATIR, Y. Doç. Dr. Nevzat GÖZAYDIN, Y. Doç. Dr. Kayahan ERİMER, Tahsin MELAN.

Redaktör yardımcıları

:

Berin ERDOGAN, Gürer GÜLSEVİN, Tuncay AKTAŞ.

OTUZ İKİNCİ CİLTTE YAZL l ARI BULUNANLAR

Doç. Dr. İsmail AKA, Dr. Ülker AKKUTAY, Prof. Kenan AKYÜZ, Doç. Dr. Korkmaz ALEM­ DAR, Prof. Dr. Metin AND, Doç. Dr. Zekıi ASLAN, Prof. Dr. Oktay ASLANAPA, Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ, Prof. Dr. Emin BİLGİÇ, Prof. Dr. Sadettin BULUÇ, Doç. Dr. Mustafa CANPO­ LAT, Dr. Müjgan CUNBUR, Prof. Dr. Neşet ÇAGATAY, Prof. Dr. Okay ÇELEBİ, Cem DİLÇİN, Mad. Yük. Müh. Enver EDİGER, Prof. Dr. Şükrü ELÇİN, Prof. Dr. Mecdi EMİROGLU, Em. Korgeneral Cemal ENGİNSOY, Dr. Attila ERDEN, Berin ERDOGAN, Prof. Dr. Hasan EREN, Mehmet ERİLTER, Y. Doç. Dr. Kayahan ERİMER, Prof. Dr. Vecdet ERKUN, Dr. Emel ESİN, E. R. FIGLALI, Doç. Dr. Reşat GENÇ, Dr. Nevzat GÖZAYDIN, Prof. Dr. Cevat R. GÜRSOY, Uluğ İGDEMİR, Pırof. Dr. Reşat İZBIRAK, Doç. Dr. Kazım Y. KOPRAMAN, Av. Dr. Ergin KO­ RUR, Dr. Harnit Zübeyr KOŞAY, Prof. Dr. Aydın KÖKSAL, Prof. Dr. M. Altay KÖYMEN, Prof. Dr. Hasibe MAZIOGLU, Zir. Yük. Müh. Kadir MELAN, Tahsin MELAN, Prof. Dr. Necdet ME­ NEMENLİ, Dr. Selçuk MÜLAYİM, Prof. Dr. Aral OLCAY, Prof. Dr. Ergun ÖNEN, Doç. Dr. Olcay ÖNERTOY, Doç. Dr. İsmail PARLATIR, İsmet PARMAKSIZOGLU, Dr. Birinci PlNAR, Atalay SANCAR, Prof. Dr. Ali SEVİM, Prof. Dr. Özdoğan SÜR, Rüştü ŞARDAG, Doç. Dr. Günay TÜMER, Prof. Dr. Edip UYSAL, Pırof. Dr. Vural ÜLKÜ, Y. Doç. Dr. İsmail ÜNVER, Yılmaz YILD IZ.

DCZELTMELER xxxn. clLT Sayfa

Siltım

S atli'

YanÜ3

Doğru

ıs

2



Veşnıe vodı

Vesnıe vodı

ı7

2

2

ekzama

egzama



ı

ı4

Buna

Bunu

24

ı

24

Dünya T. hareketleri:

Dünya T. Teşkilltı

II. Dünya Sava§ından

(WTO =World Turism

sonra ül-

Organiza-)

31

ı

2

kül

kut

34

2

8

oirçok

birçok

261

ı

ı7

tarım bölgesi

Tarım bölgesi

367

2

40

yayınma ba§lattı,

yayına ba§lattı.

372

ı

21,22

Mustara

Mustafa

457

ı

44

(Arab filolog o turerskon yaz;ıke.

(Arabskiy filolog yaz;ıke.

476

ı

9

Leonardo de Vinci

Leonardo da Vinci

476

ı

ı4

Mongolfie

Montgolfier

476

2

3

kontrüks iyon

konstrüksiyon

476

2

Boing

Boeing

ıo ve 13

o

turetskom

T TURAN,

Orta Asya'n ın batı bölüm ü n d e çukurel; Tür­

kiye, İran, Pakistan, Güney-doğu Avrupa ve başka yerlerde

de rastla n a n mevki veya semt adı. Türklerin esk i vatanına

İranlılar tarafından verilen bu ad, bir aralık siyasi bir akım s e b e bi yle çok yaygırı.laşmıştır (bk. TURANCILIK ) .

Batıda Hazar De n izi ile doğuda Orta Asya dağlarının batı sı ra ları, güneyde İran ve Afgan istan'ın kuzey dağları ile kuzey de Kırgız stepleri e§iği arasında bulunan T. çukurel i,

Aral - Hazar havzası diye d e anılır; fakat b u ad, Avrupa'nm Volga ve Ural nehirlerinin Hazar'a dökülmeden önce geçt ik­ leri sahaları da içine alır ve bu sebeple daha geniş anlam­

lıdır. Dar anlamda T., Amuderya ve Sirderya'nı n geçtiği çu­ ku r al anlarla bu n ehirlerin döküldüğü Aral gölü havzasından i b a r e t t i r. T., esk i jeolQjik devirler den beri, Üçüncü Zaman ın or­

tasına kadar, muazzam deniz tortul arının doldurduğu, geniş bir çöküntü sahası dır. Fakat Üçüııcü Zamanın genç devirl�­ rinde bükülme ve kın i malara ugrayarak

farklı yükseklikler­

de bi rtakı m tal i bölümlere ayrılmıitır. Batıda Ust- Urt (Üst­ yurt) p l a t os u , Üçüncü Zaman tortularından yap ı l m ış , çevre­ si n d eki çukur sahalardan "çink" denilen, dik yamaçlada ayrıl­ m ış, yaklaşık 200 m yüksekliğin de, yeknesak görünüşl ü b ir horst d üzlüğüdür. Y erk ab uğu nun genç h a r ek e tleriyl e yüksele­ rek bugünkü durumunu almıştır; çöl karakteri ·gÖsterir ( Karnı­ yarık Çölü!). H aza r Den izi'nin kuzey-doğusundaki Kaydak gi­ r in t i s iyle, doğu kıyıların orta böl ümün deki Kara Boğaz Gol körfezi a r a sınd a Man gışlak çukur :olanı, Hazar D enizi çökün­ tüsünün bir par.;:asıdır; fakat içerisinde, Tiyenşanlarda oldu­ ğu gibi, k uzey- b a t ıy a doğru uzanan, bel ki onların bir tür de­ vamı s a yı la b ilen, billürsu kültelerden yapılmış, paralel sırtlar (Aktav ve Karatav, 750 m) v a d ı r. Amuderya batısınd a Ka­ rakum Ç ö l ü, T.'ın en fazla çökmüş kısmıdır. Barhan denilen hareketli kumuilan v e kum sırtları ile tanınmıştır. Kuzey

İran dağlarının kenan boyunca, "takır" diye anılan tuzlu ba­ çakıl çöllerinden ibaret bir kuşak da uzanır. A n c a k Afgan istan'dan gelen Tece n ve Murgab ırmak­

taklık ve topraklarla

ları boyunca dar şeritler h alind e tarım alanları ve aşağı kı­ sımlarda, ırmakların

çöl içerisinde kayboldukları

delta

böl­

gelerinde Tecen, Merv ve Bayram Ali gibi şehirler vardır. Kopet da ğl a r ı n ı n kuze y-b at ı uzantısında Nebit (Neft) ve Bal­ kan dağları gibi yüksekl ikler Hazar Den izi kıyılarına kadar

yüzeyl eri kaya çöllerini andırır ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri B irliği'nin önemli petrol bölgelerinden biri burada bulunur ( Krasnovodsk - Ne b i t d a ğ bölgesi). Kızılk um, Amuderya ile Sirderya ara�ın d a, çiil d üz l ü ğü n ü n az çökm üş varırlar;

bö l ümü dü r; buranın d a güney ve ortasın da, Tiyenşan siste­

m in e ait bazı sırtlar göze çarpar. D oğuya dQğru kum çölü, T iyen şan eteklerindeki lös steplllrin e intikal eder; burası çok verim l i bir bölgedir. Steplerde, Amuderya'ya varmadan kay­ bolan Zerefşan ır mağ ı , daha

yukarılarda Buhara ve Semer­ kand v a h alar ın ı sular. 6 000 m den yüksek P am i r dağların­ dan kaynaklarını alan Amuderya, aşağıda kurak ve sıcak çöl düzlüklerinde kuzey-batıya doğru, suları azal arak uzanır; Hi-

ve vahasın da saç a kla n ı r ve batı kolları, Karakum'un, dünya de n i zle rine

nazaran - 30 m daha

bataklığın da

kaybolur;

derinde bulunan

doğu kolları ise A ra l

Sarıkamı1

gölüne kadar

uzanır. Sirderya da bu göle varır. İki büyük nehrin kaba r­

ması, yüksek dağl arda karlann cridiği yaz m evs im i ne suları­ nın azalması k ış mevsimine ra s t la r . Yataklarını devamlı de­

ğiştirdiklerin den, ulaşım

hakımından

pek önemli değildirler.

Tiyenşanların kuzey in deki alçak s a h a, T. çukurelinin bir

de­

vamı gibidir. B u gen iş sahada yaz sıcaklıkları ÇQk yüksek ve kışlar, enlem durumuna oymayacak derecede soğuktur.

Her ne kadar güneye gidildikçe artarsa . da, güney bölgelerin de yine şiddet lı soğ u kl a r görülür. Aral gölü (67 700 km2 ) , sığ böl ümlerinde yılda 3-4 ay huzlarla kapla n ı r . Doğu k ı y ı lar ı n da sıcaklı k dereceleri kışın - 4()°C ve yazın + 4 2 ° C gibi aşırı değerler gösterebilir (yıllık fark 82°C! ) . Günlük sıcaklıklarda d a büy ük çelişki görülür; kum ve löslerden ibaret zemin, bir yaz gü n ü n d e 70°C ye ıka dar ısınabilir ve gece donma noktasının altına kadar soğuya b i l ir. k ı şı n, sıcaklık dereceleri k uzeyden

Yıllık ortalama sıcaklık farkı da oldukça yü ksekti r (30°C).

Bağıl nem çok düşüktür (% 5); yaz aylarının •bulutsuz Ql­ ması seb6biyle, gündüzlerin % 90'ı g iin eşl idi r. Bu durum şekerli b i tk ileri n yetiştirilmesine olumlu etki yapar. Bir yılda yağışlı günlerin sayısı 40'tan azdır Yıllık yağııı tutarı, Aral gölü ve Karakum böl gelerinde ancak 100 mm, dağ eteklerin­ de 400 m m dir. Bitki örtüsü, bu sert kara iklimin de son derece fakirdir; toprak neminin azlığı ve

buharlaşmanın fazlalığı nedeniyle,

kendiliğinden yeti§en Qdunumsu bitkilere hemen hiç

rastlan· ve ç ö l l er geniş alanlar kaplar. Kuzeyde Kırgız stepleri, B a t ı Sibirya'nın ağaçlı s t ep leri yle temasa gelir. Bu­ ralarda, ilk bahaxda rengirenk çiçeklere ve yazın kı­ sa ömii:rl ü çayır bitkilerine rastlanan bu st epl e rin daha gü­ neyin de tuzu ve kuraklığı seven {)lt ve çalılara rastlan�. Ancak büyük nehirler boyunda, dar şeritler halinde, karağaç, kavak, söğüt v . b . b it k i lerden ibaret, "tugay" diye anılan sık ağaç toplulukları ve kamışlıklar görülür ki bu nl a rın arasında ya· han domuzları, hatta kaplanlar barınabilir. Dağların kenar· larındaki lös steplerinde bitki toplulukları daha zeng in d ir. Sulanan yerlerde ise, son der ece gür ağaç topluluklarına ( özell ikle m eyve ağaçlarına), Ilıman Kuşağın bütün ve Astro­ p ikal Kuşağ ı n birçok kültür bitkilerine rastlanır. Vaha yö­ releri, step i n boz donukluğu içerisinde, parlak ve canlı ye· şiil ikleriyle ken dilerini gösterirler {Nüfus, ekonomi, v.b. ko­ nular için bk. SOVYET SOSY ALİS T CUMHURİYETLERİ BİRLİGİ, KAZAKİSTAN, ÖZBEKİSTAN, TÜRKMENİSTAN ve TÜRKİSTAN). (C. R. Gürsoy) m az.

Step

TURAN, Ali, Hüseyinzade

babası T.iflis Müslüman

okulu

(S alyan, Bakü 1864 1941), •

öğretmenlerinden Moll a

Hü·

seyin'dir:. Annesi Şeyhülislam Alımed Salyani'nin kızı Hatice

Hanımdır. T., b üyük b a b as ı

Şeyh ill i sl am

Ahme d

Sal yan i ile

2

TURAN,

Ali,

Hüseyinzade

Mirza Fetih Ali Ahundzade (b. bk.) arasında yapılan dini ve felsefi tartışma ve görüşmeleri dinleyerek yetişmiştir. Fik­ ri yetenekleri aile çevresinde gel işmeye başlayan T., ilk öğ­ ren imini Tiflis Müslüman okulunda gördükten sonra orta öğrenimin i Rus okullarında bitirmiş, daha sonra Petersburg Ün iversitesine girmiştir. Fakültede bir yandan matematik ve tabii bilimler alanında çalışır-ken bir yandan da D oğu Dil· leri Bölümünde doğu ve İ slam tarihi derslerine devam et· miştir. Petersburg Ü n iversitesin i bitirdikten sonra tıp öğ­ ren imi yapmak üzere İ stanbul'a gelen T., Askeri Tıbbiye­ den tabip yüzbaşı olarak diploma almıştır. Haydarpaşa As­ ker Hastahanesinde deri ve frengi mütehassıs muavini ola­ rak çalı�maya başlamış, aynı zamanda Salyani imzasıyla Heine ve Goethe'den birtakım tercümeler yapmıştır. 1 897 Yu­ nan harbinde askeri hekim olarak Tesalya'da görev almıştır. I ttihad ve Terakki Cemiyetinin kurucuları arasın da yer alan T., Il . Abdülhamid'in siyasi haskılarına dayanamayacak Kaf­ kasya'ya kaçmıştır (1903). Bakiı"de günlük "Hayat" ve haf­ tahk "Füyiızat" adlı gazeteleri çı. k armışttı r. 1909'da Tüorki­ ye'ye dönen T., İ stanbul'da tıp profesörlüğüne atanmıştıT ( 1926). 1931'de bu görevinden emekliye ayrılmışsa da, Da· r.ülfünunun lağvına kadar (1933) ders vermeye devam et­ m�tir. I. D ünya Harbi sırasında Orta Avrupa'da Yusuf A k­ çura ve diğer arkadaşlarıyla birlikte bir propaganda gezisi yapmıştır. Harp yıllarında Tuıan Heyeti olarak bir Azer­ baycan devletinin kurulmasına çalışmıştır. 1926'da Baku'de toplanan Türkoloji kon gresin e M. Fuad Köprülü ile birlik­ te katılmıştır.

Türkçiilük akımının gelişmesinde özel bir rol alan T., tıp alanında Veba mikrobu W•r. Mehmed Refi ile ·birlikte] ve Ansiklopedik tıp lugati [Dr. Kemal Cenap Berksoy ile bir­ likte] gibi birtakım yayınlar yapmıştır.

-

TURANCILIK

de, 1954'te siyasete girmiştir. 1965'te Selçuklular tarihi ve adlı eserin i vermiştir. Yeni görüş­ ler getiren bu eser, yalnız S elçuklu tarihine ait yeni bilgiler vermekle kalmamış, çökmekte olan İ slam dünyasını ve me­ deniyetini ıkurtaran Türklerin nasıl yükseldiklerini ve dünya çapındaki rollerini de aydınlığa kavuşturmuştur. T., Türklerin dünya tarihindeki büyüklüklerini yaratan manevi faktörleri, fikir ve inar.çları da araştırmış, bu yoldaki çalışmalannı Türk cilıan luJ kimiyeti me/küresi tarihi [2 ci l t , 1969, 3. has. 1980] adlı eserinde topı.amıştır. Daha sonra Selçuklular za­ manuı.da Türkiye [ 1971] ve Doğu An.aclolu Türk devletleri tarihi [ 1 973 ] adlı eserlerini yayınlamıştır. Selçuklulor ve Is­ larniyet [ 1971 ] adlı ıkitabında muhtelif yazıları toplanmıştır. Türkiiye Selçukluları hakkında resmi vesikalar [1958] a dl ı eserinde birtakım tarihi metinler yayınlamıştır. (M. Altay Köymen) Türk -lsüi.m medeniyeti

TURANCIUK (Pa�türkizın, Türkçülük), bütün Türk­ lerin diyalekt farkiarına bakılmaksızın tek bir bayrak ve dev· !et yÖnetiminde birleşmelerini Öngören ırkçı n itelikte edebi, artistik ve siyasi akıma verilen ad. T. akımının doğmasını çe­ şitli yazarlar çeşitli biçimlerde yorumlarlar. Söz gelimi Ar· jantinli J. G. Blanco Yilialta (Türklerin Sanat ve Edebiyatı: "Belleten" XL, [1976] 159) bu akımın Batılılaşmaya .karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söyler. Bir başka görüş, T.'ın 1830'larda Balkanlar ve Doğu Avrupa'da gittikçe etkisini gÖ!· teren ve Rusya çarlığı tarafından desteklenen Panslavizıne karşı doğduğunu ileri sürer. Kimi yazariara göre de T., Kı· rım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan aydınları arasında ilk taraftarlarını bulmuş ve bu ·Ülkelerden İ stan • b ul'a eğitim için gelen gençler aracılığıyla kökleşmeye ve Osmanlı Türkleriyle dil ve edebiyat bakımından bir kaynaşmaya doğru gidilmekle oııtaya çıkmıştıır (Laszl6 Rasonyi, Tarihte Türklük Ankara 1 97 1 . 259). Bir başka görüş ise, Osmanlı aydınlarının, dağı­ lan Osmanlı İ mparatorluğunun yerini alacak, etnik bakımdan farklı olmayan, belki çok uzaktaki Yakutlar hariç, diğer­ lerinin tümü Müslüman ve gelenekleri birbirine uyan Türk diyalektleriyle konuşan toplulukları, Adriya'dan Sibirya'da Lena nehrine kadar uzanan alanda yaşayan insanları bir leştirecek, baştan başa Türk olan büyük bir imparatorluk yaratılması düşüncesidir. .

TURAN, Osman (Çaykara 1914 - İ stanbul 1978), Türk tarihçisi. I. Dünya Harbinde Kafkas cephesinde şehit dü· şen Hasan Ağanın oğludur. Or­ ta okulu B:ıyburt'ta, l iseyi de Trabzon ve Ankara'da bitirmiş· tir. 1940'ta Dil ve Tarih · Cog· rafya Fakültesinden mezun olan T., On iki hayvan/ı Türk tak­ vimi [ı94 ı] a d lı çalışmasıy la doktorluk payesini kazanmış­ tır. 1944'te doçent olmuş ve Orta Çağ Türk - İ &lam taribi derslerini okutınaya başlamışTURAN, Osman tır. 1948'de Paris'te toplanan Mi.Jletlerarası Şaırkıyatçılar Kongresinde "Selçuklular Türki­ yesin de toprak hukuku" adlı hir bildiri okumuştur ["Revue des Etudes Islamique"]. Bu bildiri, Osmanlı İ mparatorlu­ ğunda tatbik edilen hukuki, idari, askeri ve zirai düzenin temel i n i teş k il eden miri sistı• m i n Selçuklu Tür1kiyesinde mevcut olduğunu ve uzak köken inin de göçebe devrine çık·

tığını ortaya koymuştur. 19 48 1950 yıllarında Paris ve Lond­ ·

ra'da araştırmalarda bulunmuş, Bruxelles'de toplanan Unesco konferansiarına katılmıştır. 1951'de p rofesörlüğe ge'tirilmişse

Bu akıma kadar Türk ve Türkçülü· k esasına göre ku­ rulmuş bir Türk devletine tarihte rastlanmaz. İster İ slamiyet­ ten önce, ister Türklerin Müslüman olduktan sonra kurduk­ ları devletler, kendi geleneklerindeki cihan hakimiyeti (bk. KIZILELIVIA) düşüncesiyle İ slam dininin getirdiği dünyada ke­ limetullah'ı hakim kılma felsefesi ile böyle ırk veya millet esasına dayalı devlet kuırmaları mümkün değildi. Gerçi h er Türk devletinin kuruluşunda, başlangıçta bağlı bulundukları boyların gelenekleri bir süre hakim kalmışsa da, daha son­ raki kuşaklarda bu, tamamen eriyip kaybolmugtur. Gazneli­ lerde, Selçu· k lularda ve Osmanlılarda duorum böyledir. Nitekim Fatih d evrin den itibaren eski Türk törelerine bağlı­ lık iyice zayıflamış, Osmanlı sarayı teşekkül ederken, devle­ tin en önemli mevkileri de daha yeni Müslüman olmu§ yabancıların {devşirme) eline geçmiştir. Tabialiyle böyle bir iktidarla Türklük bilincinin parlamasına imkan olamazdı. Os-

tURANCILIK manl ı sultanl arı Yavuz Selim'den, daha doğrusu Kanuni Sul­ tan Süleyman'dan itibaren, la ka pla r ı n a ekledikleri Emirü'l . müminin unvanı ile Müslüman Türk tebasını öteki Müslü­ manlara tercih etmek imkanını da yitirdiler. Böylece doğan

Osmanlılık ortanıında

Türk

adı gittikçe değerini ve önemini

kaybetti. Öyle ki XIX. y üzyıl d a İstan bullular için Türk, "köy­

lü, kaba, anlayı§sız" anlamına gelecek derecede alçaltıldı. Tanzimat hareketi de genel olarak Fatih devrinden beri olU§aD Hanedan-ı al-i Osman kavramının üstünlüğü esa�ı üzerinde, imparatorluk topraklarında din, mezhep, ırk, cins ayrılıkiarına bakılmaksızın bir Osmanlı milleti yaratma eme­ line yöneldi. Ancak bu çaba, imparatorluğun Hristiyan unsur­ ları arasında gittikçe güçlenen milliyet hislerinin ve bağımsız­ lık mücadelelerinin önüne geçemedi. Bu durum kar§ısında imparatorluğun politikasını yür ütenler, Osmanlı ·hanedanının taşıdığı hilafet yetkilerini öne alarak imparatorluk içinde Müslüman

tebayı, Arapları,

Berberileri, Kafkas Müslüman­

larını, Arnavutları, Bo§nakları ve tabiatİyle Türkleri merkezi idareye bağlı tebaiar hali' ne getiırmek için bir akım ol mak

üzere Panislamizme değer verdiler. Böylece imparatorlu­ ğu parçalamak ve yutmak isteyen, fakat yönetimleri altında milyonlarca Müslüman bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı bu akımı Jbir silah gibi kullanmak düşüncesini de ·bes­ lediler. Bu siyasi dܧÜnceler arasında imparatorluk birbirini ko·

valayan siyasi ve askeri yenilgiler iç i n de bocalarken, Türk aydınluı, hem mahvalmayı önlemek hem de devleti kurtar­ mak için kendi benliklerine dönmek bilincine ula§tılar. ݧte bu bilinçle XIX. yüzy ılın 2. yarısına kadar pek ihmal edil­ miş ve bir yana itHmiş Türk halkını eğitebilmek ıçın İstanbul'da Saray ve çevresinde oluşan Osmanlıca yerine hal­ kın anlayabileceği bir Türkçenin kullanılmasını Öngördüler. Böylece dilde sadeleerne akımı başladı. Rusya'da da aynı akı­ mın kendini gÖstermesi, Türkistan ve Azerbaycan'da Farsçaya duyulan tepki, Kırım ve Kazan'da ise Türk halkını uyandır­

·m a çabasını doğurmuş tur . Şinasi ile başlayan bu d il de sade­ leşme ha.reketi, gittikçe kuvvetlenecek, günümüzde de etkile­ rini sürdürmeye devam edecelutir.

Dilde ba§layan bu uyanı§, Ahmed Vefik Pa§a, Mus­ tafa Celaleddin Paşa g ibi düşünürlerle bir kat daha kuV\"et­ lendi ve T.'ı n ilk izleri de bel i r m ey e başladı. Ahmed Vt>fi k Paşa, ''Türk" derken Batı Türklt>rini veya Osmanl ı Türkler.ini

göz öniinde tutmuyor, bütün Türkleri kastediyordu. CeHi­ leddin Pa§a ise Les Turcs Anciens et Modernes (Eski ve ye­ ni Türkler) adlı eseriyle ilk kez bütün Türklerin filolojisin­ den, etnolojisinden ve tarihinden söz etmekte idi. Bu akımı, Azerbaycan'da Mirza Fetih Ali Ahundzade, Orta Asya'da Buharalı Şeyh Süleyman Efendi, Azerbaycan'da ilk Türkçe gazeteyi ("Ekinci") çıkaran Melekzade Hasan Bey Zerda­ bi, Tiflis'te Unsizade Said Bey'in çıkardığı "Ziya-yı Kaf­ kasya", Kırım'da Gaspıralı İsmail Bey'in "Tercüman" ga­ zetesi, Kazan'da Şehabeddin Mercani takip ettiler ve yaydılar. :XIX. yüzyılın son çeyreğinde ise Türk

d ilin in araştırıl­

ması, milliyetçilik fikrinin i§lenmesinde Şe ms e ddi n Sami, Ve­

led Çelebi, Bursalı M. Tahir, Raif Paşazade M. Fuad, Ah­ med Hikmet, Mehmed Emin, Tunalı Hilmi, Ahmed Cev de t, Emrullah Efendi ve Necib Asım kendilerini gösterirler. Meh­ med Emin'in 1897 Yunan Ha!l"bi'nde kazanılan zafer üzerine yazdığı "Ben bi r Türküm, dinim, cinsim uludur" diye baş-

j

layan şii. r i, bundan sonra bütün Türkçü ve Turancıların pa­ rolası olmuşt ur. Ancak dilde g irişil en sadeleştirme hareketi Sarayca hoş kar§ıl a nmadı . Sade bir Türkçe ile yazmak, gazete ve dergilerde dil kıonularında tartışmalar yapmak, Il. Abdülha­ m i d idaresince yasaklandı. Ahmed Cevdet Bey'in çıkurlı­ ğı "İkdam" gazetesinin. yayı nl a r ı sansür edildi. Kamus-i Türki, Seyahatname, Türk tarihi gibi eserler de yasaklandı.

Bu idari baskıya rağmen Türk aydınları, bir yandan Osıııanlı İmparatorluğunu yaşatmak, öte yandan çoğunlukla Rusya, kıs­ men de İ ra n hakimiyetinde olan Türkleri milli ·benHk­ lerine kavuşturmak için mah d uıt olan aTaştırmalara, tec· rübelere ve bil gilere rağmen, gittikçe artan bir heyecanla çalışmakta i d iler. ݧte bu yol da emek harcayanlardan biri olan Akçuraoğl u Yusuf, 1903'te Kahire'de yayınlanan ''Türk"

adlı gazetede Vç tarz-ı siyaset adlı makalesiyle T.'ı siyasi akıma çevirdi. Akçura, bu makalesinde Osmanlılık, İslamcı­ lık dܧÜncel erinin T ü r kl üğü kurtaramayacağını ileri sürerek ırka dayalı bir devlet fikrini ortaya attı. Bu görüşü bütün gücüyle benimseyenlerden biri de Hüseyinzade Ali (Turan, b. bk.) oldu. Onun Turan şiiriyle belki de ilk Turancı oldu­ ğunu Yusuf Akçura söy l e r (Yeni Türk devletinin öncüleri. Ankara 1981. 160). Ka fkasya' da T.'ı yayanların başında Ağa­ oğlu Ahmed (b. bk.) ve Ali Merdan Topçuba§ı ona yolda3 oldular. Böylece siyasi Türkçülük, yani T. bütün Türklük dünyasında liderlerini bulmuş oluyordu. 1908'de Mt>ş r u t i ye ti n ilanıyla siyasi Türkçülük artık te§· k ilatia n m a imkanlarını bulmuş oldu. Bu gelişme 1908 ara­ lığında Türk Derneği'nin ku r ul m asıyla gerçekleşmiştir. Der­ nek teşk il at l a n m ayı geli§tirirken bir de dergi yayınlamaya ba§ladı. Bunu Türk Yurdu dern e ği ve "Türk Yurdu" dergi­ s i takip etti. 1911'de ba§layan bu yayın T.'ı hem siyasi alan­ da gerçekleştirmek hem de edebi ve artistik alanda ortaya koymak amacını güdüyordu. Bu teşkilatlanmanın son halkası 193 1 de Halk Evlerine dönüşen Türk Ocakl8!l"ının kuruluşu olda. Bu kurulu§lar ve onlara m ensup olanların fikri ve edebi seviyel erinin yüksekliği, iki defa iktidara gelen ve Osmanlı İ mp arato rl uğunun akıbetini hazırlayan İ ttihad ve Terakki par­ tisini bu kuruluşl arı k on tr ol altına almak ve kendi yan ku­ rıılu�ları gibi gö>itermek hevesine yöneltmişti. Nitekim Yusuf Akçura (Yeni Türk devletinin öncüleri. Ankara 1981), ''Türk· çülük müesseseleri, cemiyetin muhtelif vasıtalarla yaptığı te­ s irlere mukalıel e edebiimiş ve İ t t i hat ve Terakki Cemiyeti'nin çözülüp dağılı§ın a kadar hususiyet, asliyet ve muhtariyetini muhafaza eyle mi ş t ir diyor. Tü rk Ocağı paralelinde Sela­ '

"

nik'te İ ttihad ve Terakki Cemiyeti kontrolünde kurulan "Genç

Kalemler" dergisi de T.'ın i kin ci bir hamlesi olmuştur. Ham­ d ullah Suphi Türk Ocaklarını telj'kilatlandırmaya çalışırken, Ziya Gökalp da Türk m ill i yet çil iği fikrinin düşünce alanın· da biçimlenmesine, bir sistem haline gelmesine ç al ı ştı Bat­ kumandan vekili ve ha rbiye nazırı Enver Paşa'nın kişiliğia­ de T. harekete ,geçti ise de I. Dünya Haılbinde ıııe .İır an cep­ hesinde ne de Kafkas cephesinde umut edilen sonuçlar ken­ di n i göstermedi. Hele 1917 sonlarında Rus çarlığını deviren ihtilalden sonra Rusya Türklüğünün en uyanık ve aydın ke­ .

simini olu§turan Kazan Türkleri, T.'a dayanan büyük Türk

devletini kurmak yerine, Rus çarlığı yerine Leninizmi hakim kılmak için büyük gayretler harcadılar. Osmanlı İmparator­ luğunda ise, 19 18 Mondros mütarekesiyle yenilgi resmen kabul edilip Türk orduları Brest - Litovsk antlaşmasıyla işgal

TURANCILIK

4

ettikleri Kafkas topraklarından çekilince siyasi alanda T. akımı büyük bir darbe yedi. Batı Türkleri kuzey ve doğudaki ırktaşlarıyla birleşip

büyük Turan'ı yaratmak hayali yerine gerçekle, var veya yok olmak davasıyla � arşılaştılar. Artı k o çoşkulu; Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan Vatan müebbed ve büyük bir ülkedir : Turan!

şiiri yerine Anadolu Türklüğü için Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal

Hakkıdır hür yaşamış bayrağıının hürriyet Hakkıdır hakka tapan m illetimin istiklal Jizelerinde hayalden gerçeğe indi. Uriel Heide'in dediği gibi (Türk ulusçuluğunun temelleri. Ankara 1979. 1 50), Osman­ lı Türklerinin Mustafa Kemal'de bulduğu ön der, Rusya Türk­

Ierine nasip olmadı. Büyük hayallerin adamı Enver Paşa'nın yeni Rus rejimine krrşı Türkistan'da başlattığı hareket 1922 ağustosunda şehit düşmesiyle sonuçsuz kaldı. Anadolu'da ise Mustafa Kemal'in üzerine basa basa bel irttiği "Yurtta ırulh, ci­ handa sulh" ilkesiyle yeni bir Türk milliyetçiliği oluşturul du. Bu gelişmeler T.'ın düşünce sistemini dokuyan Ziya Gökalp'ı da etkilemiştir. Nitekim o, Türkçülüğün Esasları'n da : "mevcut şartlar altında, kültürel birlik dahi ancak, Türk iye'deki, Azer­ baycan'daki, İ ran'daki ve Harezm'deki Türkler gibi, şair Fu­ zuli, Dede Korkut hikayeleri, Şah İ smail, Aşık Garip, Kö roğlu v .b. halk hikayelerinden oluşan ortak bir kültür hazinesine sahip Oğuz Türkleri arasında kurulabilir. Sadece ilham ve­ ren bir ülkü, uzak bir geleceğin düşü olan Turancı amaçları günümüzde gerçekleştirmeyi dü�ünmek imkansızdır " demek­ le kendini gösteren gerçeğe boyun eğmiştir. Türk Ocaklarının

statüsün de 1927'de yapılan değişikl ikle "Türk Ocağının faali­ yet sahası sa dece Türkiye Cumhuriyeti sınırlarıdır " denil­

mekle siyasi T. son bulmuştur. 193 l 'de Türk Ocaklarının Halk Evlerine çevrilmesiyle de Atatürk inkılfıp ilkelerinden biri olan, milliyetçilik ilkesi de sadece kültürel beraberlik kavramına dönüşmüştür. Bununla birlikte T. düşünce ola­ rak Türk gençleri ve aydınları arasında yine de yaşamıştır. II. Dünya Harbinde 1 94 1 'de bunların Hitler Almanyasıyla iş birliği hayallerini gerçekleştirmek için giriştikleri gizli teşebbüs, hükümet tarafından süratle tasfiye edilmiştir. Ede­ bi ve artistik alanda T.'ın en ünlü temsilcileri Gönül Ha­ nım ve A ltın Ordu adlı eserleriyle Müftüoğlu Ahmet Hik­ met, Yeni Turan adlı eseriyle Halide Edip (Adıvar), Özsoy operasıyla Adnan Saygun, tabloları ile M. Fehim olmuş­ lardır. (İ. Parmaksızoğlu)

TURANDOT (Far. Turanduht = "Turanlı kız"), Bin bir gün masallarında bir hikayenin başkahramanı olan prensesin adı.

T., ken disiyle evlenmek isteyene bir muamma sorar. İl­ gili kişi muammayı çözemezse onu öldürtür. T. ile evlenıneye talip olan prens Kalaf m uammayı çözer, o da T.'a bir rnuam­ ma sorar ve bu muammanın adını bulmasını ister. T .., bir ca­ riyesinin aracılığı ile muammayı çözerek adı bulur. Fakat bu arada prense aşık ol ur, bu yüzden sonucu açıklamayarak ye­ nilgiyi kabul eder. Bu konu 1762'de Carlo Gozzi ta rafından Commedia deli' arte ha l in d e yazıldı. Schiller (1802) , K. Vollmoeller (1911)

eseri sahne için işlediler. F. Busoni ( 1 9 1 7), Gozzi'den mül­ hem olarak ve G. Puccini ( 1 926) opera olarak bestelediler. W.

Hildesheimer konuyu çok serbest bir biçimde işleyerek üç ayrı dram yazdı. B. Brecht de siyasi h iciv malzemesi olarak kul ­ l an dı .

TURANŞAH TURANŞAH, b. Necmüddin Eyyub b. Şadi, el Me­ (Tekrit 1 1 37'den likü'l-muazzam Şemsüddevle Fahrüddin önce - İskenderiye haziran 1 1 80), Yemen fatibi ve Yemen Eyyubi hanedanının kurucusu. Babası Necmüddin Eyyub' un, İ m ad ü ddin Zengi'nin hizmetine girmesi üzerine, onun­ la birlikte Ba'albek ve Dımaşk'ta bulundu. •

Nureddin Mahmud Ze n g i'nin kumandanı olarak üçüıı.cii seferinde Mısır'ı ele geçiren (8 ocak 1 169) ve Fatımi halifesi el - A did'e vezir olan Şirkuh'un kısa bir süre sonra ölmesi üzerine ( 23 m art 1 1 69) , onunla birlikte istemeyerek bu son

Mısır seferine katılan yeğeni Salfıhüddin Yusuf halifeye

vezir olmuştu . Mısır'ın kontrolünün böylece Nureddin Mah­ mud'un eline geçmesinin, bu ülken in tamamen onun haki­ miyetine girmesi demek olduğunu çok iyi bilen Suriye'deki Haçlılar, Nureddin'in genç kumandanı Salfıhüddin'i Mısır'

dan çıkarmak istediler. Suriye'deki Haçlı kuvvetlerinin Mısır'a yürümek için toplanmaları üzerine Nureddin Mahmud T . 'ı

bir birliğin başında kardeşi Salfıhüddin'e yardımcı olması

için Mısır'a gönderdi (1 169 sonu ) . Mısır'daki son Fatımİ halifesi el- A did'in ölümü üzer ine (eylül 1 1 7 1) Salfıhüddin'in Mısır'da bağımsızlık bayalleri

kurduğu bir sırada, efendisi :'llu reddin Mahmud ise bütün gayretini hayatının gayesini teşkil eden Suriye'deki Haçlılarla mücadeleye hasredip Mısır'daki kumandanı Salfıhüddin'e

Haçlıların elinde bulunan Kerek üzerine yürüyeceğini bildi­ rerek onun da Mısır askeri ile Kerek'e gelmesini emretti.

Salfıhüddin, önce bu emre uyarak Kahire'den yola çıktı

i se de, yolda Nureddin'in Haçlıları oradan çıkarır çıkarmaz kendisinin Mısır'daki görevine son ver eceğin de n şüphelene­

rek Haçlıların Suriye'deki mevcudiyetinin, kendisinin ve aile­

sinin Mısır'daki geleceği için Nureddin'e karşı bir güvenlik unsuru olduğunu dü§ünerek geri döndü. Salahüddin Mı­

sır'ın içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla gel erne d iğini bil­ dirip özür diledi ise de, Nureddiıı'in kendisinin gerçek ni­ yelini sezerek Mısır'a yürüme ihtimaline karşı da bir tedbir olmak üzere, kendisine ve ailesine sığınacak bir ülke bulmak

için faaliyetlere girişti. Bu amaçla Salfıhüddin 1 17 2 yılı

başında, ağabeyi T.'ı, görünüşte Lh isyanı bastırmak, fakat gerçekte ailesine emin bir sığınacak yer bulmak için keşif­ lerde bulunmak amacıyla Niibe ülkesine gönderdi. Gemileri erzak ve silih ile daldurarak kendisine Niibe'de iltihak et­ meleri emri ile denizden gönderen T., kendisi de kalabalık bir askerle karadan yürüdü. Ü ç gÜn süren bir kuşatmadan sonra İ brim kalesini fetbeden T., kumandanlarından İ brahim adında birisini oraya vali tayin ederek o nu Niibe'de keşifler­ d e bulunmakla görevlen dirip kendisi Asvan'a ve oradan da Kus'a geldi. İbrahim'in, T.'ın kendisine bıraktığı askerlerle

Nübe içlerine akınlarda bulunurken Dendan adasında bir kı­ sım askerle boğulması üzerine, geri kalanlar İ brim'e döndü­ ler. İ ki yıllık bir ikametten sonra Niibe'nin, elde tutmak i çin sarf edilecek emek ve gayrete değmeyeceğine karar verip ne­

leri \'Br neleri yoksa alıp çekilerek Kiis'taki T.'.ın yanına git­ tiler. Niibe hakiminin gön derdiği elçinin ·getirdiği barış tekli­

fini kabul etmeyen T., Mesud el - Halebi adındaki adamını

elçil ikten çok keşif için Niibe'ye gönderdi. Onun getirdiği bilgiler üzerine, gerçekten buranın kendileri için elverişli ol­

madığı kanaatine varıp Kus'ta bir naip bırakarak Kahire'ye

döndü. T.'ın bu Niibe seferinin, sefere katılanlara bol ganimet ve esir sağlamaktan başka bir sonuç vermemesi üzerine Sa­ lfıhüddin, Nureddin'in Mısır'a yürürneğe karar verdiği ba­ berlerinin de kendisine gelmesi üzerine, Yemen' de sığınak ara·

TURANŞAH mak istedi. Üstelik Yemen'in fetbini Nureddin nezdinde hak­ l ı gösterecek bir sebep d e vardı. Fıılımilerin Mısır'ı ele geçi­ rip ( 969) Hicaz'daki mukaddes böl gelerin Fatımİ hal ifeleı i­ nin Üstünlüğünü kabul etmesiyle Mısır ile Yemen arasındaki temasl ar sıkiaşmış ve Fatımilerin sözde vasalı olan Yemen'de de Şii - Fatımİ akidesi ben imsenmişti. Bütün hayatını cihad ve gazaya adayan Nureddin Mahmud, her şeye rağmen, Sün­ ni İ slam akidesi için yapılacak yararlı bir teşebbüse elbette karşı çıkmazdı. Bu iki sebebin dışında T.'ın Yemen'e gitmesi için başka sebepler de vardı : T., yaşça Salahüddin'den

büyük olduğu için kendisini saltanata ondan daha layık gö­ rür ve sarhoş olunca onun hakkında ileri geri konuşurdu. Üs­ telik çok müsrif olan T., Mısır'daki iktiının geliri, masraf­ larını karşılamadığı için Salahüddin'den daha fazlasını is­ temekte idi. Mısır'da kendisini maddi manevi bakımdan sı­ kıştıran bu kardeşini uzaklara göndermek, Salahüddin'in

TURANŞAH

5

İskenderiye'de yerleşen T., Salahüddin'in gaza ve sa­

vaşlarına katılmaksızııı, eğlence ile vaktini geçirdi ve nihayet haziran ll80'de orada öl dü. T.'ın ölüm haberine çok üzülen Salahüddin, onun

ana - baba

bir kız kardeşi Sittüşşam'ı

İsken deriye':re gön derdi. Kız kardeşi onun İ skenderiye Kas­

rı'nda gömülen cesedini Dımaşk'a naklettirerek orada ken­ disi ve kocası için yaptırdığı türbeye gömdürdü.

T., zevk ve eğlenceye düşkün birisi olup müsrif denecf'lı; kadar el i açık idi. Suriye, Mısır ve Yemen'de şahsi mülkü olarak gel ir getiren pek çok emlii.ki olmasına ve naipleri ken­ disine yüklü paralar göndermesine rağmen, öldüğü zaman ar­ kasında büyük bir borç bırakınıştı T.'ın siyasi hayatı kardeşi Salahüddin'e nazaran olduk­

ça sönüktür. T. tarafın dan tamamen fethedilmesine rağmen, fetih ten kısa bir süre sonra onun yerine naipler bırakarak Suriye'ye dönmesi ve arkasından da ölmesi üzerine Yemen'de isyanlar çıkmıştır. Bununla birli k te, T., Yemen'de, tedricen zayıfl ayarak da olsa, 1229'a kadar süren Eyyubi hakimiyeti­ nin kurucusudur. ( K. Y. Kopraman )

ayrıca işine geliyordu. Bu sıralarda Kahire'de bulunan Ye­ menli şair Umıire de T.'a Yemen'in sözde zenginl iğin den dem vurup orayı övüyor ve Yemen hakiminin zayıf durumda ol­ ması sebebiyle isteyen herkesin oı ayı kolayca ele geçirebile­ ceğini anlatarak onu teşvik edip duruyordu. Mamafih Umıi­ retü'l - Yemeni'nin bu cazip sözleri, Mısır'da Fatımİleri tek­ rar iş başına getirmek için, kendisinin de içinde bulun duğu komplonun başarılı olması amacıyla, T.'ı Kahire'den uzaklaş­ Urarak karşı cepheyi zayıflatmak için söylediğ·i sonradan. or­ taya çıkmış ve Umıire, bu ihanetin i hayatı ile ödemişse de onun bu teşviklerinin T. üzerin de etkisiz kaldığı da söylene­ mez. Bunlara Yemen eşrafından. Hıışim b. Ganim'in, araların­ daki dü!fllla nlık sebebiyle, Yemen hakimi Abdü'n·- Nebi b. Mehdi aleyhinde mektup yazarak yardım vadiyle T.'ı teşvik etmesi de eklenince T. Yemen'e gitrneğe karar verdi. Nu­

rakmıştı. el - Melikü's - Salih Ncemüddin Eyyub, hasta ol­

reddin Mahmud'un da izni ile, kardeşi Salahüddin'den as­

duğu için, ölmeden. önce hayatta kalan tek oğlu T.'ı ve­

ker, silih, erzak ve para bakımınılan her türlü desteği alan T., şubat 1174'te Yemen'e yürüdü. Ordusunun ağırlığını ge­ milerle Kızıldeniz üzerinden sevk eden T. , kendisi askeriyle

karadan yürüyerek Mekke'yi ziyaret ettikten son ra Yemen'e girdi ve mayıs ayı başlarında Zebid'e ulaştı. Orada, başların­ da Haşim b. Ganim el - Haseni olmak üzere, bütün Yemen eşrafı kendisini karşılayarak itaatlerini bildirdiler. Bir hü­ cum ile Zebid'i ele geçiren T., Yemen hakimi Abdü'n- Nebi

b. Mehdi'yi de yakaladı. Adamların dan Seyfüddevl e Mübarek b. Kamil b. Münkız'ı Zebid'de naip bırakan T., İbn Mehdi

de beraberinde ol duğu halde, aynı yıl için de, A den'e yürüdü

TURANŞAH, b. es - Salih Necmüddin Eyyub b. el Kirnil Muhammed b. el - Adil Ebi Bekr b. Eyyub b. Şadi, el - Melikü'l-muazzam Gıyasüddin (ölm. Farskur 2 mayıs



1 250), Eyyubilerin Mısır'daki son sultanı. Babası el - Me- · likü's - Salih Necmüddin Eyyub adına Hısn-ı Keyfa (Ha­ sankeyf), Amid ve Diyarbekir kaleleri naipliklerinde bu­ lundu. Ümeradan Hüsamüddin b. Ebi Ali kendisine ata­ bey atanmıştı. Babası Mısır'a giderken T.'ı Hısn-ı Keyfa'da

ikamete memur etmiş ve doğu daki kalelerio idaresini ona bı­

liaht tayin etmiş ve ileri gelen emirlerden bu konuda yemin

almıştı . Ayrıca oğlu T., Hısn-ı Keyfa'dan gelmeden önce ölt!­ cek ol ursa, o gel inceye kadar öl düğünün aniaşılmaması için bir tedbir olmak üzere, kendisin'in sağ olup emirnii.meleriıı kendisi tarafından çıkarıldığı intihııın ı vermesi için binlerce . boş kağıdı da imzalamı�tı . Çünk ü o esn ada Fransız kralı IX. Louis sava�maksızın D imyat'ı ele geçirmiş olup bütün Mısır Haçlı istilıisı tehlikesi ile karşı karşıya idi ve sultan da çok hasta bul unuyordu. Nitekim hastal ığı daha da şiddetlenmiŞ ve nakledildiği el - Mansura kalesin de Haçlılara karşı tedbir­ ler almayı planlarken ölmüştü (23 kasım 1249) .

ve orayı da kılıçla alarak kendi adamlarınden İzzuddin

ez- Zencili'yi oraya vali tayin etti. Sonra Abdü'n N ebi'ye tıibi olan diğer kaleleri birer birer fetbederek San'a'ya yürü­ dü ve şehri ele geçirerek yaktı. T. San'a'da bir hafta kaldıktan -

sonra Zebid'e döndü ve fetihlerini Mısır'daki Salahüddin'e

bildirdi. T., Yemen'i almasına rağmen kendisin i orada bir tür­ lü mutlu hissedemiyordu. Yemen'in havası ona iyi gel mediği gibi, doğup büyüdüğü yerleri de çok özlemi�ti. Bir mektup­ la bu özlemini Salahüddin'e bildirmesi üzerine T.'a izin

çıktı ve haziran 1176' da Dımaşk'a döndü. O sırada artık Nu­ reddin Mahmud ölmüş olup Eyyulıi ailesi için bir tehlike de kalmamış bulunuyordu. T., Hama'da bulunan karde�i Salii.­ hüddin'in yanına gitti. Salahüddin onu Dımaşk naipli­ ğine tayin etti. Bir süre sonra T.'ın çok sevdiği Ba'albek

d e ona verdi ise de, hakkın.da ken disine şikayetler gelmesi üzerine, orada yerine birisin i naip tayin ederek, T.'ı yorgun . ve zayıf askerlerle birlikte Mısır'a gönderdi (1179) .

Müteveffa sultanının dul eşi Şeceretü'ddür bir yandan

hu haberin duyulmaması için her türlü tedbire baş vururkım bir yandan da ümeradan sadece Fahrüddin b. Şeyhü'ş - Şü­ yi'ıh ve Tavaşi Cemalüddin Muhsin'e gizlice durumu bildi­

rerek onlarl a birl ikte durumu idare ettiği gibi, o sıralarda el - Memıil ikü'l - Bahriyye'nin reisi ol an Aktay'ı da T.'ı getir­ mek üzere Hısn-ı Keyfa'ya gön derdi. D urumdan kuşkulanan Kahire'deki saltanat naibi Hüsamüddin b. Ebi Ali de ay­ rıca kendi adamlarından birini T.'a gönderdi ve aileden bir başkasının bu arada sultan ilan edilmesine engel olmak için de, balıasının adın dan sonra hutlıedt' T. adın. a dua ettirmeğe

sikkel ere adını yazdırınağa ba;layarak Eyyubi ailesin den bazı ki�ileri kalede göz hapsine aldı.

ve

Emir Hüsamüddin'in habercisinin arkasından Şecere­ tü'ddür ve diğer emirlerin habercileri T.'a ulaşarak ace­ le yola çıkmasını bildirdiler. T., lll aralıkta maiyetinde elli

kişi olduğu hal de, Hısn·ı Keyfa'dan çıkarak Fırat'ı geçmek

için Ane'ye yöneldi . Musul hakimi Bedrüddin Lü'lü ve

Haleblileriıı. ken disini yakalamak için gön derdikleri kuvvet-

TURANŞAH - TURPAN

6

lerden sıyrılarak Ane'de Fırat'ı geçti ve çöl yolundan sürat­ le yürüyerek S ocak 1 2SO'de Dımaşk'a girdi. T. aynı gün Dı­ maşk' ta Mısır sultanı ilin edildi.

2 şubat 1 2SO'de Dımaşk'tan yola çıkan T., 20 şubath Salihiyye'ye ulaştı ve babasının oradaki sarayına indi. O za­

mana kadar artık herkesin duyduğu ancak hiç kimsenin bir türlü söylerneğe cesaret edemediği, es · Sali h'in ölüm ü rle

resmen illn edildi. O güne kadar sultan sanki sağ imiş gibi çadınna her g ün sürekli olarak yemekler getirilip götürülü­

yor, hekimler girip çıkıyor v e fe ı m anlar ç ık arılıy o r du . Hal­

buki o zamana kadar devleti fiil en idare eden T . ' ın üvey

anası Şeceretü'ddür idi. O günden itibaren T. ülkenin

idaresini devraldı. Ancak tal ibin ken disine sun duğu müstes­

na fırsata rağmen, kötü yaradılışı, idaredeki ve siyasetteki bilgisizliği dolayısıyla kritik durumun adamı olmadığını

Fransız diplomatik zaferinin de t emel ini oluşturmuştur. 1652' de XIV. Louis'n in Paris'e dönmesine imkan hazırlamıştır. 1658'de İ sp a nya' y ı Dünkirchen'de kesin. olarak yenince Pire­ ne Barışının yolu açılmıştır. 1660' t a diğer Fransız general­ lerin den daha üst rü tbeye terfi ettirilmiş, 166l'de kral XIV. Louis'nin danı§manı olmuştur. 1667'deki savaşta Fransız kuv­ vetlerini yönetmiştir. 1668'de kralın da isteği üzerine mezhe· bini d eği ş ti rerek Katolik olmuştur. 1672'de Önce Hollanda'da­ ki, sonra Almanya'daki Fransız işgal kuvvetlerinin komutan­ lığı na atanmıştır. 1674 - 1675 kışında Mü lh ausen ve Türkhei m bölgelerin de soğuğa ve kara rağmen yaptığı harekit, savaıı metodu ve stratej i bakımından çok başarılı olduğunu göster­ miştir. Baden' d e Sasbach yakınlarında bir top mermisi ni n isabet etmesiyle ölmüştür. T., Fransa askerlik tarihinde büyük üne sahip bir komu­

gÖsterdi. Fransızlara karşı kazandıkları zaferden dolayı, ba­ ba s ı nın göz bebeği gibi ihtimamla büyütüp y e ti ş tir di ği mem­

tan olarak anılır.

fa' dan beraberinde getirmiş olduğu yakın adamlarını k endi­

nin Sinkyang - Uygur (Xinjiang Uygur) muhtar bölgesinde,

sine yeter zannederek babasının memlüklerine vermediği yük­

baş k a bir deyişle Doğu Türkistan'da, merkez Urumçi (Ü rüm­

TURFAN (Çince Du-ru-fan),

IUkleri bor görerek onları kendisine düşman etti. Hısn-ı Kev­

dağıttı. Bu yetmezmiij saklayan babasının dul e ş i , akıllı, zeki

Ç in Halk Cu mhuriyeti ­

sek gÖrevleri ve zeng in iktiları onlara

qi veya Wulumchi) 'nin güney-dc>ğusunda, 124 000 kmll

gibi, tahtı kendisi için

geniş bir çukurluk ve onun kuzey yamacında tarihi bir şehir.

ve dirayetli bir devlet idarecisi olduğunu fiilen ispat etmiş bulunan Şeceretü'ddür'den para, mücevher v.b. isteyerek tehdit etme basiretsizliğini gösterdi. Şeceretü'ddür kendi akıbetinden paniğe kapılarak Memluklerle T.'ı öldürme ko­ nusunda anlaştı. T., 2 mayıs 1250' de Farskur'a ı;elmişti ki başla r ı nda Bay­

bars, Kalavun, Aktay ve Ay be k gibi önde gelen emi rle r ol­ duğu halde memlükler kılıçla ona hücum ettiler. T., kendi ikameti için hazırlanmış bulunan ahşap köşke sığınarak ka­

d en

Lukçun ha vz as ı diye de anılan ve dibindeki tuzlu göl ve ba­ taklığın yüzeyi, dünya denizlerine göre - 154 (bazılarına gö­ re - 280) m den aşağı olan bu geniş alan, fiziyografya ba­ kımından, büyük Tarım havzasının .içinde bulunur. Kuzeyde,

Doğu Tiyen-şanların Boğdo Ula ve Edemek Daba dağ sıra­ ları S 000 m den fazla yükselirler; güneyinde ise 2 000 m

ye

erişemeyen

Çöltağ

(Susuz

Dağ)

vardır.

Genel ola­

rak doğu-batı doğrultulu bir çöküntü hendeğinde yer alan

pıları kapadı . Bunun üzerine memlükler köşkü ateşe verdiler.

T.

Elbiseleri t utu ş an T. ; c an havli ile kendisini Nil'e a ttı. Kur­ tulmak ümidi ile yüzrneğe çalışırken ok yağmuruna tutu­

çevrilmiş ve doğuda komşu çukurluktan (Hami güney-ba­

larak öldürüldü. Kimsenin oradan çıkararak gömmeğe ce­ saret edemediği cesedi su içinde üç gün kaldıktan sonra halifenin elçisinin aracılığı ile sudan çıkarılıp defnedildi.

tır; tabanı yamaçlara doğru löslerle örtülmüştür.

T.'ın b öylece feci şekilde öldürülmesi yıldır devam eden

ile Mısır'da 80

Eyyubi hakimiyeti de so n

bulmuş oldu.

Bundan sonra Mısır'ın kaderine 250 y ıld a n fazla bir zaman Memlıikler h ikim olacaklardır. (K. Y. Kopram an)

TÇRDA (Mac. Torcla , Al m. Thorenburg) ,

gösterir. Şimdiye kadar Çin'de en yüksek s ıc aklı k değeri T.'

da kayd e d i lmi ş ti r (temmuz 1940'ta 47,8°C); bununla birl i kte en sıcak ay olan temmuzun ortalaması 34°C d en fazla değil­

likler görülür. R om an­

(1971 ) ' dir . Kimyevi madde, cam ve ç imento

fab rika ları va rdır .

Yıllık

ortalama yağış tutarı 250 mm den daha

azdır. Fazla k urakl ı ğı sebebiyle T. Çukurluğu, Taklamakan çölünün kuzey-doğuda sanki bir devamı gibidir.

T. şehri, çuk urlu ğun derin kısmına

40

km den fazla

u zakta , 300 m den daha yüksek ( d ü ny a denizlerine göre 76

[tiirrn}, Henri de Latour d'Auvergne

(Sedan 11.9.1611- Sasbach, Baden 27.7.1675 ) , Fr a ns ı z gene­

rali. Genç yaşında Hollanda ordusuna girmiştir. 1630'da Fran­

sızlarm yanmda görev almış, Otuz Yıl Savaşları'nda, önce 1639'da İtalya üzerine yürümüş ve bir y ıl sonra Torino'yu al­ mıe t ı r.

Asya'nın ortasın da, denizlere mesafesi 2 000 km den daha fazla olduğundan, aşırı derecede k aras al bir iklim özelliği

dir. En soğuk ay ocakta, ortalama sıcaklık -ıo•c den aşa·

ya'nın Transilvanya bölümünde, Argeş vadisinde bir şehir.

TURENNE

tısında) fazla yüksek olmayan bir eşik alanı ile ayrılmı§­

ğıdır. S ı c ak lığın bir gün i ç in deki seyrinde de 'büyük değişik­

TURBA : bk. TOPRAK.

Nüfusu 59 000

Çukurluğu, batıdan Tiyen-şanların yüksek tepeleriyle

1643'te A lma ny a'd aki Fransız

ordusunun komutanlı­

ğına a tanm ı ş tı r . T.'in Alm an ya' y a karşı kazandığı zaferleri, 1648'de Müıı.ster'de imzalanan Ves tfaly a Ba r ı ş A n ti aşm ası n da

rakıml ı ) bir

s ahada ,

m

kuzeydeki dağların eteğinde kurulmue

ve çevresinde, c; ekirdeksiz üzüme ka dar çeşitli ürün ve mey­ velerin yetişebileceği bir vaha teşekkül etmiştir. Burada ve­ rimli lös

top ra k ları,

4 000

m

y ü kse kl e r den gelen dereler le

sulanır. Ticaret yolları kavşağında, özellikle tarihi İpek Yo­ l u'nu n kuzey kolu üzerinde, bir z a m an l ar önemli bir merkez olan T., kuzey- bat ı da Urumçi (b. 'b k. ) ve Cungarya Kapısı

üzerinden Orta Asya'ya; güney-batıda Kuru Yol denilen güzergiihtan Tarım havzasının, Kuça, Aksu, KA§gar ve Yar-

TURFAN es

87

89

7

90

91

92

93

94

44

43

KAMIL • M-

TAG

42

41

TURFAN VAHASI

VE ÇEVRESIN iN BERGMAN VE HERRMANN'A GÖRE HARITASI o

ıoo

TUN - HUANG

40

200 KM

kent gibi tarihi vahalarına ve güney-doğu yönünde ise, Hami ve Kansu koridoru içerisinden, esas Çin ülkesine (Pekin'el,

demir ve kara yolla rıyla bağlıdır. Eski kervan yollarının da geçtiği bu alanda Hoço (Koço) , İdikutşarı gibi birçok şehir

blın tıl arına rastlanır ; 1 902 - 1 9 1 4 yıll arı arasında yaptıkları . kazılarda, A l m an arkeologları Grünweılel ve Le Cocı. Uygur T ü rkl e r i n e "" ba,ka ka,· i m l ere ait kültür bel ıı:elrri ve �anat

eserleri bulmuşlardır (bk. TURFAN KAZILARI). Mağar:ı duvarlarında bulunan resimler Uygur hakimiyeti zamanına aittirler (VIII - IX. yüzyıl); oysa Kuça mağara freskleri ka­ rışık etkileri (özellikle Çin, Hint, İran v.b.) y ansıtırl a r. Ta­ rih1 ça·":larda biiyük bir kervan �ehri olan T. çevresin de. b i r

kı_,,., , tabii mailara ve barınaklarda olmak üzere. birçok

B:: d r!h a manastırı vardı. Buddhizm in Mahayana tarikatı et·

kil erini ta�ıyan T. fre�kl eri, Berlin Etnoloji M üzesi'ne taşın­ mıştır. Bölgenin diğer tarihi şehirleri gibi , T. da artık eski ye­

rinde bulun m a maktadır Muhtel if devirlerde Kırgızlar ve Mo· ğollar tarafından tahrip edilmi� olan eski �ehrin harabeleri, bugünkü �ehrin doij;usunda, muazzam duvarlar, hasarnaklı ku­ leler, anıtlar, tapınaklar ve taklar halinde görülmektedir. T. tarihi çağlarda devlet merkezi

f on k s i yo n u n u

da yapmıştır.

Söz gelişi 745 842 yılları arasında Uygur İmparatorluğunun ·

güney merkezi

ve

ondan sonra, 1207'ye kadar Batı Uygur

Devletinin başşehri olmu�tur. Bugiin T. , b a tı d a Türklerle meskün Tarançı ve doğuda Çin semtleri olmak üzere iki bölümden ibaret, 20 OOO'den faz­ la nü fuslu küçük bir �eh irdir. Etrafı buğday, susam ve sÜ· pürge darısı ( Sorghum vulgare) tarlaları ve meyve bahçe­ leriyle çevrilidir ; çekirdeksiz kuru üzümleri TURF AN

:

Hoço yakınında, nehrin sol yakasındaki Toyuk harabeleri

ve

d i ğ e r kuru

m eyveleriy l e tanınmıştır. Bir petrol işletmesi vardır.

Gürsoy)

(C. R.

TURPAN KAZlLARI

8

TURFAN KAZlLARI : Arkeoloj ik alan olarak Turfan

( eski Türkçede Turpan ) , kuzey-doğu Türkistan'da, d o ğu T i ­

yen-şan dağ sırasının güne bakan eteklerinden akan derele­

42 - 43 ° kuzey, 89 - 90° doğu çevresinde t eş ki l e tt i kl eri , deniz seviyesinden aşağıda bulunan vahaya verilen bir addır.

rin

Vahanın en doğusunda bugünkü Piçan (42° 30' K, 90° D), en batısında şimdi Toksun adı v er i le n şehir bulunmaktadır. Vahanın kuzeyinde, eski Türkçede Tamgan ( Çince Kin-l i n g )

TURFAN : Bezeklik'te deva adı verilen tannlara ait bir duvar resmi (VIII IX. yüzyıl) •

arasın da·ki şehre varıyor ve Türkçe Yarış a d ı verilen, bugün­ kü Cungarya'ya dayanıyordu. Turfao çevresi, batıda Türk ­ çe Akuynı denen bugünkü Karaşehr ile onun kuzeyindeki Aktağ ve Bagraş gölüne akan Yulduz vadisine değiyordu. Güneyde ise Turfan çevresi, Kumtağ, tuzlu bozkır ve Çöl ­ tağ çizgisinden öteye, Kuruktağ'a ve Lop-nor tuz gölüne varıyordu. Arkeoloj ik seviyeler bakımından Turfao ve çevresinde bulunan eserler, birkaç devreye ayrılır. M. Ö. III. yüzyılda, Turfan ili ve çevresi, yalnız en ya­ kın komşuları ile temasta bulunuyordu. Daha uzak sanat çev­ relerinin etkileri, göç eden ve Turla n 'dan geçen yahut yerl-:: ­ şen boylar vasıtası ile gelmektc idi. Çin ile Batı Türkistan arasında ticaret yolları M. Ö. II. yüzy ı lda işleyince, Turfan kervanların geçtiği bir vaha olarak iki uçtan gelen etkiler al­ tında kaldı. M. S. ilk beş yüzyıl içinde, güneyden ilerleyen Burkan ( B uddha ) dini, Hint ve kuzey Orta Asya kültürünü yaymakta idi. M. Ö. yüzyıllarda, Turfao ve çevresinde ilk önce tek bir devlet, daha sonra iki ve en sonunda sekiz bey­ lik idaresinde yaşayan millete, Çiniiter Kü-şi adını vermekte

idi. Kü-şi'nin mensup olduğu ırk ve sanat eserleri hakkın­ da bilgi pek azdır. Bazı araştırı c ılar, Kü-şi kavminin İran ­ Hint - Avrupa ırkından bulunması gerektiği düşüncesinde­ dirler. Kü-şi adı, Milaltan önce Çin sınırlarında iken, M. Ö. 1 7 6 sıralarında, Orta Asya güneyine göç edip büyük bir devlet kuran Kuşan boyunun adına benzetilmektedir. Kuşan boyu ise, kimisine göre İran - Hint - Avrupa soyundan, diğer­ ler i ne göre de Türk idi. Başka ara5tıncılar, Kü-şi'nin Türk olup Türgiş boylarından Kuşu (veya Koşu) ile ilgili olması ihtimali üzerinde durmaktadırlar. Fransız Türkoloğu Pelliot, Turfan vahasının batıdaki başşehrinin Türkçe adı Koço'yu da Kuşu veya Koşu'ya bağlamaktadır. Kuşu bo y u Turfao'dan daha batıda bilinmekle birlikte, Kü-şi'nin kuzey başşehri Beş­ balık ile ilgili idiler. Onlar hakkındaki tarihi kayıtlardan önce, Kuşu boyu Beşbalık civarında yaşamış olabilirdi. Kü-şi' nin Türk olduğunu sanan diğerleri ba�ka noktalara da dikkati

denen, bugünkü kuzey Kızıltağ ve Boğdo Ula sıra dağları yükselir. T. vahasının güney sınırı, do­ ğuda Kumtağ ile tuzlu (şor) bir bozkır, batıda Çöltağ tepeleridir. Vahanın doğudaki merkezine, eski Türkçede Koço (Çince Kao-ç'ang) deniyordu. Bu şehrin harabeleri şimdi Kara Hoço adını ta­ ş ı makt a ve Yakub Bey'in yaptı rdığı kr.len in yanın­ da bulunmaktadır. Turfan vahasının batı merke­ zi, bugünkü Turfan şehrinin batısında, iki dere ortasındaki yar (yamaçhr) üzerinde bulunup es ­ kiden beri Yar adı ile anılan Yargöl şehri idi Kültür ve sanat tarih i bakımından Turfan vaha­ sı, daha geniş bir çevrenin ortasında bulunuyordu. Tarih boyunca bu geniş çevre, Turlan vahası ile tek bir idari birlik teşkil etmişti. Turfan halkı, sürülerini otlatmak amacı ile veya göçe zorlana­ rak bu geniş çevre içinde yüzyıllarca göçebe ha­ yatı yaşadı. Böylece, Turfan ve çevresi ortak bir sanat üslCıbuna sahip oldular. Turlan vahasının çevresi, doğuda Tiyen- şa n ' ın son zirvesi Karlık­ tağ ve o civardaki Barköl (göl) ile Kamu) (es­ ki Türkçede Kamıl, b ug ünkü Hami) şehrine ka­ dar uzanıyordu. Kuzeyde, Turfan çevresi, Ti­ yen-şan sıra dağlarını aşarak Türkçe Beşbalık (Çince Kin-man) denen, bugünkü Cimsa ve Guçen

TURF AN KAZlLARI : Hoço'da 1 tapınağında Gök Türk devri duvar resmi (Bir azizin bir hastı:ıyı kurtarmak için işkenceye razı oluşu tasvir edilmiştir)

TURFAN KAZlLARI

9

ler gibi, erkeklerin de saçının uzun ve örülü olması ve kaf­ tanlarının sola iliklenınesi ile temayüz ediyorlardı (Çinlilec kaftanlarını sağa iliklerdi). Yine Türkler gibi, Kü-şi halkı da yayla ile kışlak arasında mevsim göçleri yapıyorlardı. Ya­ zın sürüleri ile Tiyen-şan vadilerinde, Yulduz ırmağı boyun­ ca otlaklara gidiyor, kışın otağlarını surltı bir mahal içine dikiyorlardı. İlk devirde şehirler yoktu. Kü-şi hükümdarları­ nın kuzeydeki başşehri taştan yapılmış bir kale idi. Güneyde· ki başşehir Yar şehri surlu bir mahal olup ancak hükümdara ait bulunurdu. Turfan vahasının verimli topraklarında, Kü-şi halkı tarım ile uğraşıyordu. Dağlardan demir madeııi çıka­ rıp silahlar, özellikle ok, yay ve kılıç yapıyorl ardı. Barköl' dekilerio M . Ö. VII. yüzyılda yaptıkları, yeş im taşını bile kesebilen kılıcın efsanesi Çin'de iin bulmuştu. Kü-şi halkı, yerleşim merkezlerinde, al renkte ve kara çizgiler ile bo­ yanmış bir cim seramik kullanıyordu. Aynı seramik Kü-şi' nin güneyindeki merkezlerde de, şimdiki Tun-huang'da ve Kumderya vadisinde kullanılıyordu ve bu durum Kü-şi'nin güney ile sıkı temasına işaret ediyordu. Barköl çevresinde, Aratörük'te bulunan, tunçtan dağ keçisi heykelciği bütün Avrasya göçebe aleminde yaygın ve bazen bayrak alemi olarak gözüken bir motif idi. Turfan vahası ve çevresini, M . Ö . 202 sıralarında, Çince denen Doi\u Hun devleıi ilh:ık etti ve H unlar Kü-şi halkı ile karıştı. Bazı yerlerde Kü-şi halkı gün ey-batıya sÜ· r ü l e re k , yerl e rini H u n l a r al dı. Hunların Kü-�i'deki merkez· leri Barköl civarında Karnı! (bugünkü Kamu! veya Hami) idi. O çevredeki Karlıktağ'a, Hun dilinde "gök" manasma Hiung-nu

v e Ki-lo-man şekl inde Çineeye geçen bir ad veril iyordu. Kaynaklar, Turlan ilinde de göğe ibadet edildiğini bildirir. Ki-lo-man, Gök Türk devrinde de gök tanrısının makamla-

gelen

TURF AN KAZlLARI

:

Hoço'da A stane mezarlığında bir

tabut Örtüsü

çekmektedir. Koço kuzeyindeki dağ ile Beşbalık'a Çince ve­ rilen, altın ile ilgili adlar (Kin-l ing, Kin-man) Türklerin asıl vatanı Altun yış (Altay)'ın Çince adına benzemekte idi. Tur­ fan vadisinin batı başşehrinin adı, Çince, "Yar" sesi çıkara­ bilen bir harf ile yazılırdı. Kü-şi'nin doğusundaki Barköl'ün Çince adı, muhtemelen Türkçe Barsköl (Pars gölü)'den gel­ mekte idi. Kültür bakımından da Kii-şi halkının Türklere benzerliğine işaret edilmektedir. Kü-şi halkı, o devirde Türk-

TURFAN KAZlLARI : Hoço'da Gök Türk devrinden Aatane mezarlığında bulunan boyalı tahtadan heykelc:ik

TU RFAN KAZlLARI

lO

TURFAN KAZlLARI : Yar şebri harabelerinden bir görünüş rından biri sayılacaktı. M. S. ilk yüzyılda Cinliler de Kü-şi' yi i lhak teşebbüslerine başlayarak, Çince adı Kao-ç'ang (Türk­ çe adı : Koço) olan, Turfao vahasının batısındaki surlu şehri inşa ettiler. Çin tarzanda mimari, tahta direklerden bir çerçe­ ve içine örülen tuğla yapılar, oymalı tuğlalar ve kiremitler, bu devirde Turfao'da başladı. Eski Çin usulünde, ortası delik ve makas şeklinde sikkeler ile göbekli tunçtan Çin aynaları da Turfao ve çevresi kazılarında bulunmuştur. Gök-yer ve atalar dininin Hunlarda ve Türklerdeki �ekline yakın olan ve Çin· de hakim bulunan Taoizın'i n Kü-�i ilinde de tapınakları var· dı. B elki, Ki-lo-man da· ğında merkezi bulunan gök :badeti ile Taoizm arasındaki y a k ı nlık Tao

Turfao çevresinin güneyinde ve Turfao boylarından biri­ ne yahut onlara çok yakın olan Lop-nor boylarına ait bir mezarlık, Milat sıralarında, Turfan'lıların görünüşü ve kı­ vafetleri hakkında bilgi vermektedir. Turfao vahasının gü­ ney-batı çevresindeki çöllerde, eskiden Lop-nor gölüne akan, şimdi kurumuş Kumderya vadisinde, 1 934'te İsveçli ar­ keolog F. Bergman. kuru çöl sayesinde bozulmamış mum­ yalar buldu. Kumderya, Milat sıralarında. Doğu Türkçesin­ de tograk denen kavak ve ılgın ağaçlarının bittiği bir çev­ rede akıyordu ve Turfao vahasından Lop-nor gölüne gi­ den yollardan biri üzerinde idi. Bu mezarlığın benzerleri, daha önce, M. A. Stein tarafından daha güneyde bulunup üç sınıfa ayrılınıştı : Çiniiierin ve Çin kültüründe yeriiierin gömülü olduğu, Çince yazılı vesikalar bulunan mezarliklar, Hintiiierin ve Hint kültüründe Buddhistlerin Hint yazıları ile temayüz eden gömülme yerleri ; yeriiierin mezarlıkları. Kumderya mezarlığı yerli mezarlıklarından idi. Mezarl1ğın yanında yerleşme merkezi izi bulunmayıp ancak çanak çömlek kalıntıları görüldüğünden, Kumderya toplumunun o vadiyi otlak olarak kullanan yarı göçebeler olduğu an­ laşılmıştır. Tograk tahtasından tabotlar çukurlarda değildi ve çok az derinlikte, belki de T'ie-Je Türklerinin adeti üze· re açıkta duruyordu.

d�ninin y ay ı l mas ı n a yar· dırncı oluyordu. M. S.

489'da,

Barköl ilinde

tapınak

bulunuyordu.

girmesi

sonucunda, bu

i'ki Taoist, iki Buddhist

Güney Orta Asya'da devlet kuran Ku§an bo­ yunuıı Burkan dinine d in kuzeye ve doğuya da iierlemi�ti. Hun ve Çin saldm· ları ve sa vaşl ar ı sıra·

sında, başka boylar da

T. ı!i ve çevresine göç

etmişlerdi. Çin kaynak­ larında kırmızı saçlı ve yeşil gözlü ki�ilc-: olarak, Wu-sun adı ile

bahs � dilen kavim de, doğu.ian batıya göç

ederken, Turfao kuzeyinden geçmişti. Türk­ lerden Kırgızlar da, kır­ mızı saçlı ve yeşil göz­ lü bir boy olarak Çin­ lilerce tasvir ediliyordu ve onlar, M. Ö. 58 yıl­ larında batıdan doğuya gÖç

etmi�lerdi.

Kır·

gızların çoğu kuzeye gitmiş, fakat bazı boylar Turfao iline, Barköl ile Yulduz vadisindeki Aktağ arasına gelmişlerdi ve orada kalacaklardı. Turfao ili ve çevresindeki sarışın i nsan­ lar, Wu-sun veya Kırgızların ahfadı sanılır. Çupan (Çince Yüe-pan) adlı Türk boyları da M. ö. 93 yılında, Çin sı­ nırlarından batıya göç etmiş ve bir kısmı Kırgızlar ile aynı alanda kalmıştı (daha batıya gidenler Türgiş boylarından biri olarak tarihlerde yer alır). Çiniiierin T'ie-Ie adını ver­ diği ve Uygurların da mensup olduğu, çok sayıda Türk boy­ larının birkaçının, Mi!at sıralarında Barköl ilinde bulun­ duğuna dair bir kayıt vardır.

Irk bakımından, Kumderya mezarlarında yatanlar, bu · günkü Türki>tanlılara benziyordu. Homo Alpinus sınıfına gir­



meleri muhtemeldir ( orta boylu, geniş başlı, kumral il e es· er arası ) . Ara lar ın d a , bugünkü kuze y Avrupalılara b e nz e­ yen kırmızı saçlılar ve bugünkü 1\I o ğ ol la rı andıranlar da m

TURFAN KAZlLARI : Hoço'da,

Gök Türk de•·rinden Astii.ne

mezarlığında bulunan, boyalı tahtadan küçük beykel

vardı, fakat az sayıda idi. Kumderya cesetlerinin kıyafet­ l er i , en eski devirden günümüze kadar İç Asya halkının giy·

d i kl er i ne benziyordu. Y ü n d e n Yeya deriden çak�ır ile çarık veya Uygur resimlerinde g ö rü len yandan dikişli ç izme (ka·

dı n l ar çakşır üstüne etek de g i yeb il i yordu ) ; yünden veya

TURFAN KAZlLARI

ll

ya mezarlarında, Ephedra denen ve ölümsüzlük iksiri sanılan

Hint içkisinin (soma) yapıldığı çalı yaprakları çok sayıda bulunuyordu. Bazı cesetlerin eline bir ılgın dalı verilmişti. Uçmak remzi kuş tüyleri, sorguçlarda ve gerdanlıklarda be­ liriyordu. Sorguçlar, uçan ruh remzi su kuşu ( ördek 1 tüyün­ den idi ve erkeklerde olduğu gibi, kadınlara da takılmıştı. 1\'I ezar eşyası ve m imari ile heykel kalıntıları hep ısıtıcı ve hayat verici ateş rengi kızıla boyanmıştı ( Çin' de ve Gök Türklerde, örnek olarak Köl Tigin abidesi de böyle idi).

Mezara konan ve ölenin yeraltı hayatında kullanacağı düşü­ n ülen eşya, oklar, içinde yeme:t bulunan sepetler ve gerdan­ lıklar, Çin'de ve Türklerde ol duğu gibi, ateş sembol ü üçgen­ ler ile süslenmişti (Kumderya'da bunlar da kırmızı idi). Ay­

nı motifler ile süslenmiş, bir sopayı yutan yılan şeklind,. eşyanın anlamı anlaşılamamıştır. Çin'de, Türklerde ve gÖ· rüleceği gibi T. vahasında, mezar eşyasına parlaklık sembolü ve hayat verici semboller olarak güneş, ay ve yıldızlar yanın­ da, felek çarkı da sayılan ve Türkçe Kök luu denen yıldız manzumesinin de çift ejder biçiminde tasviri konmakta idi. Sernanlik mahiyeti aniaşılamayan yılan resmi ise, M. Ö . VIII.

yüzyıl da ölen, Tokuz Oğuzlardan Baz Kağan oğlunun mezarın­ da da görülmektedir. Kumderya mezarlarının üstüne, yine

Türklerde ol duğu gibi, direkler dikilmişti ( bunlara kurban­ ların postu asılırdı ) . Direkierin bazıları, muntazam sıralarda diziimiş ve al renge boyanmış olup bir çatıyı taşıdıkları an­ laşılmaktadır. Gök Türkler devri Türk abidelerinde, benzeri

çok sütunlu ve çatılı yapılarda, "yağışlık" denen, otağ şekl in· de kurban yerleri bulunurdu. Kumderya sütunları altında da

öküz kemikleri ve boynuzları yığılmıştır. Türkçe "s in" veya "be­ diz" denen mezar heykelleri, Gök Türklerde taştan, Batı Oğuzlarında tahtadan yapılırdı. Kuınderya mezarlarındaki al renge boyanmış, çıplak kadın ve erkek heykelleri tahtadan idi.

T'ie-1�, Uygur, Oğuz boylarının gömme usullerine yakınlıkları sebebiyle, Kumderya mezarları belki o boyların atalarından

bir kavme ait idi. Daha güneyde, Lop-nor mezarlıklarında olduğu gibi, Kumderya'da da kilim ve düğümlü halı par­

çaları bulundu. En eski bilinen düğümlü halı, Altay dağ· larında, T'ie-le'-lerin ataları, Çiniiierin Ting-ling dediği kav­ me atfedilen, M. Ö. V - III. yüzyıllardan bir mezarda çıktı

TURF AN KAZlLARI : Hoço'da Gök Türk devrioden Astin e mezarlığında bulunan, boyalı tahtadan küçük heykel

zenginlerde ipekten yapılan, yanları yırtmaçlı hırkalar ve kaftanlar ( bunlar Türklerdeki gilıi, sola iliklenmişti ) ; keçe­ den ve bazen kürklü börklcr bulunuyor, T'ie-le boylarındaki gibi, börklere tüyden sorguçlar takılmıştı. Mezarlara, ces�t ile birlikte gömülen eşya, ruh hakkındaki görüşleri aksettiri­ yordu. Kumderya'da yatanların görünüşleri, gök-yer-atalar

i badetinin Çin ve Türk metinlerinde anlatılan kavramları ha­ tırlatmaktadır. Ruhun, hayat ve öliim içinde devran halinde olup ( Çin'de aynı ailede) tekrar doğacağına inanılıyordu. Te­ zahür için yeni doğmuş bir vücut arayan ruh, toprak unsu­ runun soğuk ve karanlık sayılan dünyasından kurtulmağa, yeryüzüne, bitki ilemine, güneşi n parisdığı ve ateş unsuru­ nun ısıttığı seviyeye çıkmağa çabalıyordu. Ruhun bu çabasın­ da yardımcı olacak biçimde sayılan eşya mezara konmakta idi. Yeniden doğum ve bahar sembolü bitkilerden, Kumder-

TURFAN KAZlLARI : Hoço'da, Gök Türk devrioden Astine mezariitında bulunan, boyalı tabtadao küçük heykel

12

TURPAN KAZlLARI

(Pazırık halısı ) . Ondan sonra gelen ve M. S. III . V. yüzyıl­ lara ait düğümlü halılar, Lop-nor ve Kumderya mezarlıkla rında, c ese tler ile birlikte gömülmüştü. T'ie-Ie'ler de halı sahibi boylar idi, fakat o çevrede ve devirde, meşhur halı dokuyucuları, Çiniiierin T'u-yü-hun adını verdiği ve belki Türk

olan bir boy idi. Gök Türk ve Uygur devirlerinden, Turfao ilinde de düğümlü halılar bulundu. Bunların VI - XIII. yüz­

yıllara ait oldu�u sanılmaktadır

( bk. UYGUR SANA Tl ) .

Gök Türk ve Uygur devirleri (VI - XIV. yüzyıl) : Gök Türklerin kağan (hakan) sülatesi boyu, M. S. IV - V. yüz­

yıllarda, Çin sınırlarında, son Hun devleti olan, Çiniiierin Tsü-k'ü adını verdiği ka v min topraklarında yaşıyordu ( Kan­ su ili l . Bir di ğ e r Türk boyu olan Tabgaç sülalesi (M. S.

385 - 556), kuzey Çin'e hakim olunca, Türkistan'ı da ilhak

etmek isteyip yol üstü olan Hun devletini yıktı. Çoğu kılıç­ tan geçirilen Hun ve Gök Türk beylerinin hayatta kalanları , dağılan boyları toplayıp Gobi çölün ü aşarak büyük zorlul;­ larla ilk önce Lop-nor çevresine, sonra Turfao iline 439'da vardılar. Hun beyleri, esasen kendilerine tabi bulunan Koço ve Yar şehirlerini ele geçirdiler. Çekilen sıkıntıların hatırası, Gök Türklerin türeyiş efsanesinde yüzyıllarca unutulmayacak­ tır. Türeyiş efsanesine göre, Gök Türk nesillerine hamile bulu­ lan dişi "böri" (kurt), bir göl yönünden uçarak Turlan ilinde bir mağaraya s ığınmış ve çocuklarını dünyaya getirmişti. B u dağın yeri hakkındaki tahminler arasında, Koço'nun kuzeyin­ deki Tamgan (şimdiki Boğdo Ula) dağ sıra�ı da hatıra gel-

TURFAN KAZlLARI : Beşbalık'ta bulunmuş Gök Türk devrinden kalma boyalı pişmiş toprak baş mektedir. Tsü-k'ü sülalesi ise, Burkan dinine intisap etmit ve çok dindar idiler. Tabgaç VI" Uygur Buddhist sanatının temel i Tsü-k'ü Hun devrinde atılmış ve mukad des şahsiyet­ terin Hun - Tabgaç · Türk görünüşünde temsili geleneği baş­ l amıştı. Koço'da bilinen en eski Burkan dini tapınağının da bir Tsü-k'ü Hun beyi tarafın dan yaptırıldığı, bulunan kil a ­ beden öğren i lm iş t i r ( Grünwedel'in 1\f h arf i ile adlandırdığı

mabet). Fakat Koço'da, Kuşan Buddhist sanatı etkileri de bir diğer tapınakta bulunan heykclden anlaşılır (Yunan

Mu harfi

TURF AN KAZlLARI : Hoço'da, Gök Türk devrinden Astine mezarlığında bulunan, boyalı tahtadan küçük heykeDer

ile adlan dırılan

tapınak ) .

H un · Kuşa n · Tabgaç

Buddhist sanatının etkilerini aksettiren üsluplar, Turlan va­ hasındaki Burkan dinine ait anıtların ilk safhası sayılmak­ tadır. Hunların ve Gök Türklerin Turlan iline hakimiyeti, Çiniiierin Juan-juan adını verdiği bir göçebeler devletinin hücumu ile 460'ta sona erdi. Bundan sonra, Turfao için mücadele, Juan-juan'lar ve Yulduz vadisi, Aktağ ve Akuy­ nı'yı ele geçiren Ak Hunlar ile Tabgaçların himayesi altın­ da, her ikisine karşı gelen T'ie-le Türkleri arasında cereyan etti. Eskiden beri Barköl ilinde oldukları bilinen Tie-le'ler, Turlan kuzeyi ile Karaşehr'e doğru ilerlemiş bulunuyorlar­ dı. V. yüzyıl hakkında bilgi veren Çin kaynaklarına göre, bu sahada dokuz T'ie-le boyu ve aralarında, Oğuzlar sa­ nılan, Çiniiierin Wu-huan dediği boy bulunuyordu. T'ie-le' terin Turlan vahasındaki sınırları, 480 sıralarında, Koço' nun kuzeyindeki "al kayalardan dağların" (bugünkü Kı­ zıltağ) 35 km kadar ötesinde idi. Tie-le valisi Koço'da makam tutuyor ve T'ie-le hükümdarının tayin ettiği kim­ se Koço beyi oluyordu. Çiniiierin Kao-ç'e dediği, büyük tekerlekli kağnıları ile göç eden boylar da T'ie-te'lere mensup

idi. Bunlardan biri, 485 sıralarında, kuz ey-doğudan

TURFAN KAZlLARI Turian'a geli p Koço ile Beşbalık'ı ele geçirdi ve Yarış iline

(Cungar i l i ) de uzanan, iki başlı bir hakanlık kurdu. Kendi­ ne "Gök oğlu" diyen hakanın başşehri Beşbalık, kardeşinin­

ki Koço idi. Kuzey-doğulu bu T'ie-le'ler henüz İ ç Asya gö­ çebe kül türüne mensup idiler. Gök, yer ve atalara taparak at ve koç kurban ediyor, kadın karnların da nağmeler söy­ lediği ayinler icra ediyorlardı . Erkek karnlar kılıçlar üzerine ateş yakıp, kadın karnlar bu kılıçlar ile dans ederek, kötü ruhla­ rı kovalıyorlardı. Alplar başlarına tüy takıyordu ve T'ie-le bav· rağında bir kaplan tasviri vardı. Sanat eseri olarak T'ie-le' !erin Çin sarayına yolladığı hediyeler arasında, göçebe kül­ türünün tezahürü, altın ve gümüş levhalar ( bunlarda av sah­ neleri ve mitoloj ik konular tasvir edilirdi) ve oklar bulunu­

yordu. Tabgaçlardan karşılık gelen hediyeler, Turian vaha­ sında Çin sanatını yayıyordu. Hediyeler arasında, hükümdar­ Iara mahsus, Türkçe "sal" denen Çin cil�sı ile boyalı "kang­ lı" (kağnı)'lar, ucu kıvrık direkiere asılı şemsiyeler, taht, ya­ tak takımları, i pek kumaşlar bulunuyordu. Tabgaç sarayla­ rındaki T'ie-le'ler gibi, Turian vahasında yaşayanlar da artık göçebe kültüründen ayrılıp şehirli olmakta idiler. Tur­ fan'dan sürüldükten sonra, Altay dağlarına giden, fakat VI. yüzyılın başında, Yulduz vadisinden 300 km kadar ku­ zeyde olup Turian beyine kız veren Gök Türk sül�lesi, 536 sıralarında, T'ie-le'leri yenmişti. Fakat T'ei-le Turian bakanlığı birkaç yıl daha devam edip Juan-juan'ların hü­ cumlarına karşı koydu. Juan-juan'ları ve Ak Hun'ları 556 561 arasında mağlfıp eden Gök Türkler bütün İç Asya' ya ve Turfan vahasına da hakim oldular. Bu devirde,

T'ie-le'lerden

başka Basmıl, Çiğil, Çumuk, Karluk, Türgiş

gibi pek çok Türk boylarının adları, Turian ve kuzeyindeki illerde geçmektedir. Turian T'ie-le'leri, 605 - 6 1 1 arasında Gök Türklere karşı isyan ederek Baga adlı beyi, Koço ku­ zeyindeki Tamgan dağında hakan il�n ettiler. T'ie-le bakan­ lığı Akuynı ve daha batıdaki Kuça'yı ilhak etti. Gök Türk­ ler isyanı bastırabildiler ise de, 630 sıralarında, Çin himaye­ sine giren T'ie-le'ler, bu sefer Çin orduları ile birlikte gele­ rek, Turian ve Beşbalık'ı aldılar. Turian ili bir Çin vil�yeti oldu, fakat idare T'ie-le beyleri ile Gök Türk sül�lesinden Çin taraftarları elinde idi. Çince Tu-pu ve Şe-küe adları ile anılan Gök Türk beyleri Koço ve Beşbalık'ta makam tutmuş ve müstakil olmuşlardı. Tibet istil�ları 692 sıralarında baş­ layınca, Turian için savaş, Tibet ile Çin arasında devam etti. Karluk Türkleri Tibet'i, bu sırada büyük bir devlet olma­ ğa namzet bulunan T'ie-le'lerin Uygur boyu ise, Çin'i tu­ tuyordu. Beşbalık bazen Karluk, bazen Basmıl Türklerinin, Koço ise Uygurlar veya Türgişlerin idaresinde idi. Koço'da Türgiş sikkeleri bulundu. Türgişler, Soğd yazısı ile Türk­ çeyi yazmakta idiler. Sonunda, VIII. yüzyılda, Uygurlar artık Turian vahasına sahip olmuş ve �bideler inşa etmeye başlamışlardı (bk. UYGUR SANATI).

M. S. VI · VII. yüzyılların savaş içinde geçmesine rağ­

men, Turfan vahası gelişrneğe devam etmişti. Vahada, V. yüzyılda ancak sekiz müstahkem yerleşme merkezi bulunur­ ken VI. yüzyılda bunların sayısı 22'ye çıkmıştı. Üzüm ve pa­ muk ekilen verimli vahada şarap yapılıyor ve Türkçe "böz" (bez) denen pamuklu dokunup ihraç ediliyordu. Sanat tarihi bakımından VI - VII. yüzyıllar, Doğu Türkistan'da, ikinci

Buddhist devre veya erken Türk Buddhist sanatı safhası adı ile tanınmaktadır. Bu üslfıp, Taspar Kağanın Burkan dinine in tisap ile

bu

dini devlet dini payesine çıkarması

ve

Buddhist

�bideler yaptırması ile başlamıştı. Gök Türklerin Buddhist abideleri, muhtemelen, Gök Türklerin Batı kolunun Doğu

13

Türkistan'daki merkezi olan Aktağ güneyindeki Buddhist şehirlerde, Akuynı ve onun batısındaki Kuça (Türkçe Kü­ sen) civarında idi. O çevredeki Kum Tura külliyesinde, he­ nüz okunmamış, Gök Türk ve Brahmi yazısıyla Türkçe ki­ tabeler bulunmaktadır. Küsen halkı, o devirde, belki tam Türkleşmemişti. Türklerin Tohrı dediği, bugünkü Avrupa dillerine yakın bir lehçe konuşan sarışın bir kavmin Buddhist eserler vücuda getirdiği, kalan yazmalardan anlaşılıyor. Bu kavim Türkler içinde zaman ile eriyecekti. "Erken Türk Buddhist sanatı" denen üslubun özelliği, şahıs tasvirlerinin Yunan ve Hint güzellik ü lküsünden gittikçe ayrılıp görü­ nüş ve kıyafet bakımından Türklere benzemesi idi. Erken Türk Buddhist üslfıbunun örnekleri Turian vahasına da gelmişti (Koço'da Tl, Lambda ve Mu tapınakları, Koço yanında Toyuk'ta 10 numaralı tapınak). Fakat bunların yanlarındaki Türkçe kitabeler, SoğcP yazısından alınıp Türk­ çeye uygulanan ve Uygurlar geliştirdiği için, Uygur yazı­ sı denen harfler ile idi ve muhtemelen Uygur eseri olarak görülebilir. Tt tapınağındaki resim VIII. yüzyıldan önceki bir "Tavışgan" (Tavşan) yılında yapılmıştı ve erken Türk Buddhist üslfıbundan biraz ayrılmıştı. Erken Türk Buddhist üslubunda, beyaz zemin üzerine, gök, yeşil, kara renkler ile temayüz eden duvar resimleri yapılıyordu. Tl tapınağın­ daki resim, daha sonraki Uygur eserleri gibi, al renkler­ de idi. Erken Türk Buddhist üslubunda heykeller, o devir­ de Buddhist bir Türk hükümdarına atfen, Kagan - stup.ı denen Beşbalık'ta da bulundu. Gök Türk devrinde başlayıp Çin işgalinden sonra da kul­

lanılan, Koço yanındaki lar ibadetinin Çin'de şehrini idare eden, yerl i yüksek memurların ve

AstB.ne mezarlığında �se, gök-yer-ata· aldığı $Ck iller görünüyordu. Koço de olsa Çin kültürüne intisap etmiş eşlerinin gömüldüğü aile mezarlı­

ğında, kitabeler Çince idi. Gök Türklere de hizmet etmiş bir

yüksek memurun "otağın solunda duran" payesinde bulundu­ ğu da kaydedilmişti. Tabut örtüleri üzerinde, ruhun, yer al­ tından kurtulup ışıklı ve sıcak dünyaya, gök kubbeye çık­ ması için öngörülen remizler yer almıştı. Bunlar arasında gü­ neş, ay, yıldızlar ve Çinliler gibi Türklerin de ibadet ettiği Yetiken (Büyük. ayı ) manzumesi bulunuyordu. Kiinatın bütün tezahürlerinin terkibinde bulunan, biri sıcak ve parlak, diğe­ ri soğuk ve karanlık iki "nefes"in timsalleri, Çin usulünde, efsanevi kral Fu -hsi ve eşi şeklinde gösteriliyordu. M itolojik çift, yarı insan yarı ejder şeklin de tasvir edilirdi. Türkçe "yaruk" (parlak) ve "kararığ" (karanlık) denen ve biri

erkeklere, diğeri kadınlara leşmil edilen "iki nefes"in birleş­ mesi sonuçlarından biri olarak, ejder şekl indeki feleğin dev­ ranı ile, ölen in ruhunun tekrar doğması temenni ediliyordu. Ruhun, yer altından yüksel ince, ilk önce bitkilere ve çiçek­ lere konacağına in anı! dığından, öl ülere çiçekli maskeler takı­ lıyor, yapma çiçekler ve çiçekli, ağaçlı kumaşlar mezarlara konuyordu. Bu kumaşların çoğunun Turian vahasında do­ kunduğu anlaşılmaktadır. Bazı kumaşların üzerinde, ineili bir daire içinde, hayvan tasvirleri bulunmakta idi. Henüz Türkistan sanatının iyi bilinmediği devirde, bu motif Sasa­ ni çevresine bağlanmıştı. Daha sonra, bu motifin Türkis­ tanl ı beylerin ongunlarını ve mertebe işareti olarak takılan inci gerdanlıkları temsil ettiği anlaşıldı. Gök Türk devri Turian eserlerinde, aile mezarlıklarında, yüksek memur­ ları ve eşierini bazen mitolojik şahsiyetler şeklinde de gös­ teren resimlerde ve maiyeti tasvir eden, boyalı tahtadan kü­ çük heykellerde, Gök Türk devri Turfanlıların sima ve kı­ yafetleri aksettirilmişti. Gök Türk devrinde, Koço beyi ve

14

TURPAN KAZlLARI

yüksek tabaka, Gök Türk kıyafetini giymekte idiler. Er­ keklerin kaftanları diz bizasma iniyor ve sola ilikleniyor­ du. Ev içi resimlerinde, Gök Türk kaftanından başka, Çin usulünde, uzun merasim entarileri de görülür. Börk­ ler, Tabgaçlardan bir boy beyinin icat ettiği şekildedir. Bey· terin uzun saçı topuz gibi toplanıyor ve yumuşak bir börk

içinde düğümlen iyor·d u. Ev içi resiml erinde kadınlar da Tab· gaç hanımları gibi, geniş kollu, Türkçe "terinçek" denen

yeldirmeler giymişlerdi. Koço'daki I tapınağındaki bir re­ simde ve Astane heykelciklerinden bazılarında, kadınların kıyafeti, Kumderya mumyalarınınki gibi, bir hırka ve etek­ ten ibaretti. Bunun altına giyilen çakşır, at üstünde kadın heykellerinde gözükmektedir. Bir atlı hanım, Kumderya mumyaları gibi başına börk, üstüne hırka ve çakşır giymiş olarak tasvir edilmişti. Gök Türk hanımları, kuzey çev­ relerinde de etek ve hlrka giyiyordu (örnek olarak Köl Ti­ gin'in eşinin heykeli). Astane heykelciklerinde Sui devri Çin kadın kıyafeti de dikkati çeker. Belki Çinli cariyeler veya kaynaklardan bilindiği üzere, Çin kıyafetini kendine yakışııran yerli hanımlar temsil edilmişti. Astane erkek heykelciklerinin çoğu, Kumderya mumyaları gibi, çakşır ve hırka, çarık yahut çizme ile gösterilmişti. At üstünde duran, bazen elde bayrak tutan alplar, Uygur devrinden Turfan yanındaki Toyuk mezarında çıkanlar ile aynı tarzda, tul­ ga ve pullu zırh giymişlerdi. Bir Astane heykelciği çöğen oynarken tasvir edilmişti. T. vahasında Uyg u r devri VIII. yüzyılda başlamıştı ve 850 sıralarında, Koço ile Beşbalık Uygur başşehirleri olun­ ca, sanat eserleri çoğaldı. Koço, Beşbalık ve Yar-lıoto'daki

sayısız Buddhist iibideler, saraylar, bulunan sikkelere göre, genell ikle Uygur devrindendir. Koço' daki Mani tapınağı

(Grünwedcl, K) da Uygurlar tarafından yaptırılmıştı. Tur­ fan vahasında, VIII. yüzyıldan sonraki devre ait kazılarda çıkanlar, Uygur sanatı çerçevesinde anlatılmış bulunmakta­ dır (bk. UYGUR SANATl). Burada, ancak, Turfan vaha­ sında ve çevresinde yapılabilen bazı kazı ve araştırma yer­ lerinin adları verilebilir : Doğudan Turfan'a, Karnı!, Ara­ tam, İliköl, Lopçuk Toyuk sıralanır. Turtan'dan güneye doğru Lukçun, Birkip, Çong-hisar, Kiçik-hisar bulunmakta­ dır. Batıdaki harabeler Yar şehri ile Bulayık ve Sasık-bulak' tır. Koço kuzeyinde, şehrin pek yakınında, Astane, Sen­ gim-ağzı, Murtuk - Bezeklik, Çıkanköl, Kurutka, önemli merkezlerdir. Beşbalık ancak birkaç arkeolog tarafından ziyaret edilmiş, fakat kazı yapılmamıştır. Bu yerler hakkında mufassal bilgiler şu arkeologların eserlerinde bu­ l u nm a ktadır : F. H. Andr ew s, F. Bergman, B. V. Dol'bejev, A. Grünwedel, R. Hatani, S. Hedin, A. Herrmann , I. Kle· men tz, N. Ku m a g a i , A. von Le Coq, S. F . O ldenb u rg, 1\1. A. Stein, A. Regel, S. Yoşimura. Kısaltılmış bilgi Türk kül­ türü el kitabı, seri Il ( İ st a nb u l , 1972 ) , E. Esin, "Burkan ve Mani d inleri çevresinde Türk sanatı". Resimler, A. Grünwe­

del, M. A. Stein ve yeni yapılan kazılan tanıtan şu eserden alınmıştır : Xinjiarıgdın kezlvelingan medeni yadikô.rlıklar ( Pek in 1975 ) . (E. Esin ) TURGAL, Hasan Febmi (Uzun köprü 1 883 ; 30. 5 . 1 939 ) ,

öğretmeni ve kütüphanecisi. İ lk v e orta öğren im ini doğ­ duğu yerde yapmıştır. Babası Sofya civarında E tropole kasa· basın dan gÖçmen o l ara k gel miş Hacı Derviş oğullarından

Türk

bakkal Hacı Mustafa Efendi'dir. Yetişmesinde okuduğu rüş­

diyenin başöğretmeni Karlovalı Behçet Efendi'nin büyük ro· lü olmu ş t u r . 9 temmuz 1894'te ö ğ renim görmek için İ stan· bul'a gönderilmiş, Fatih civarında Abdülgaffar Efendi Med·

TURGENEV, İvan Sergeeviç resesi'nde okumuş, beş yıl sonra icazet almış, medrese tah· silinden sonra Edirne Darü'l-muallimin ( öğretmen okulu) 'ine girmiş, 4 ş u b a t 1900'de mezun olmuştur. İ lk o ku l öğre tm en liğine Sa r köy'de 14 aralık 1902' de başlamış, s ı rasıyl a Maydos, Kilidülb a hir, Enez, Mürefte ve Se rn e o direk okullarında ça· lışmış , 13 m ar t 1909'da Edirne merkez sancağına ilk ö ğ reti m ­

müfettişi

olmuştur.

Arada

Yemen'de,

San'a'da Arapç3

ve Farsça öğre tmenl i ği yapmış, Arap isyanı üzerine Mekke' den İzmir'e dönmüştür. Bir süre Edirne'de Darü'ledeb a dlı özel okulun müdürlüğünü ve ilk öğretim müfettişliğinden

sonra da Edirne Lisesinde 20 mayıs 1 9 1 2 - 13 haziran 1913 tarihleri arasında Farsça öğretmenliği yapmış, sonra da Üs­ küdar'a Arapça ve Farsça öğretmenliğine atanmıştır. Bu ara­ da politikaya atılmış, Şehzadebaşı İttihat ve Terakki Klübü başkanlığı yapmış, Mütareke yıllarında tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne atılmış, b u ra d a n çıkınca An a dol u'ya geçmiş , 8 ara· l ı k 1 92 l ' d e Sin op'ta l\lu h ak em a t Müdürü olmuş, zaferden sonra Milli Eğitim Bakanlığı Bursa Müzesi müdürlüğüne ve

l ise Farsça öğretmenl iğine ata nmı ş t ır (29 ekim 1922 ) . 8 mart 1 926'da Mustafa Necati Bey tarafın dan Kütüphaneler Şub'lsi

m üdürlüğüne getirilmiş, ölümüne kadar bu görevde kalmış­ tır. Kütüphaneler müdürlüğü dönemi Anadolu kütüphanele· rinin yeniden düzenlendiği ve koleksiyonlarının artırıldığı yıllar olmuştur. Yazma eserleri değerlendirmek için ilk Kü­ tüphanelcr Tasnif Komisyonu da onun gayretiyle kurulmuş­ tur. 1 928'de harf inkılabı hazırlıklarına ilk memur edilen Dil Encümeni üyesidir. Türk Tarih Kurumu'nun ilk üyeleri arasında yer alan T., Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlük komisyonunda da görev almıştır.

Milli Mücadele yılların da Kastamonu'da çıkan

"Açık

Söz"de, daha sonra Çankırı ve Bursa gazetelerinde, "Ülkü",

" Ü n" ve "K ony a" gibi dergilerde y azıları yayınlanmıştır. Ba ·

sıh eserleri : A nadolu Selçukileri (Müneccimbaşıya göre) [ 1 935 ] , Karahanlılar ve A nadolu Selçukileri [2. bas. 1939] .

(M. Cunbur) TURGAY , Ka z a kist a n'ı n Kustanay ve Aktübinsk böl· geleııinde bir ırmak. Uzunluğu aş. yu. 640 -km dir. Kara· turgay ve J a l d a m a ı rm akl a rının birle§mesinden meydana ge­ len T. ırm a ğı , T. h avzasının güney bö l ümün den geçer. B ir­ çok kola ayrıldıktan sonra birtakım göller meydana geti· rir, İ rgiz ırmağı ile birleşerek Çelkar Tengiz'de k aybol u r .

Turgay (b. bk.) şehri T. ırmağı kıyısında kurulmuştur.

TURGAY, Kaza k i stan'ın Kustanay bölgesinde, Turgay ırmağı kıyısında, Akmolinsk - Kartah demir yolu üzerinde bir şehir. Çevresinde hububat (buğday, dan) yetiştirildiği gibi, hayvancılık da gelişmiştir.

TU R G � !IöEV, Ivan Sergeeviç (Orel 1818



Bougival,

P a ri s 1883 ) , Rus yazarı. Gen iş topr ak lar a sahip bir a i l en i n

oğlu idi. Çocukluğunda annesinin, topraklarında yaşayan kö­

lelere karşı ağır davran dığına tanık oldu. B u bakım d a n kö· !elik d üzenine k a r ş ı derin bir nefret d u ymuştu r. Ta nı nm ı !j R u s eleştirm ec i s i V. G. B elins k iy ( b . bk . ) il e kurduğu ya· k ınink dönem inde bu nefret bir ık at daha d eri nleş m i ştir . 1827'de T. M osk o va'da bir pansiyonda kalmış, 1833'te M-oskova Ü n iversites ine yazılmıştır. 1834'te Pet ersbu rg Ü ni· versitesi ne geçen T . , 1837'de Edebiyat

Bölümünü bitirmistir.

Ü n iversit e öğrenc isi olarak Alm a n düş ün ü d e ri ( özellikle He­ gel )'ne karşı büyük bir ilgi d uymu !jot u r . Son radan 1838 1840 yı l ları arasında Batı Avrupa'da b ulundu ğu sı r ala rd a Alman felsefesiyl e daha köklü olarak uğraşmıştır. •

TURGENEV, Ivan Sergeeviç 1 838' de r oma n tik

-

kapsamlı ilok liri k ş i i rler i n i yazmışt ı r.

Daha sonra manzum hikayeler kaleme almıştır. Paraşa [ 1 843 ] ; Razgovor (Konuşma) [ 1 844 ] ; Pomeşçik (Büyük çiftlik sahibi) [ 1 846 1 ; A ndrey (ad) [ 1 846] gibi. Bunlar­ dan başka, A ndrey Kolosov (ad), Brater, Tri portreta (Üç portre), Petaşkov (ad) gibi mensur hikayeler de yazmıştır. 1 843 yılı başların da V. G. Bel i n sk i y ile yakınlık kurmuş. tur. T.'in edebi çalışmalarını ilgi ile takip eden Belinskiy,

o nu n "gözlem yeteneğini, her olayı çabuk •ka\'l'ama ve de­

ğerlendirme gücünü" takdir ediyordu. Belinskiy'nin eleştiri­ leri ve kişisel görüşmeleri T.'in realist bir yazar olarak yetiş­ m es i n de ö n e m l i bir rol oy n amı·�t ı r .

T., 1 840'1arda sahne eserleri yazmaya başlamıştır. Neos­ torojnost' ( İ htiyatsızlıik) [ 1843] ; Bezdenefe ( P a r as ızl ı k ) [ 1846 ; T ü rkçe çev. 19461 ; Zavtrak u predvoditefzy-a ( Başka­ nın ziyafcti) [ 1 849; Türkçe çev. 1 946 ] ; Nağ!ebni k ( Sığıntı) [ 1 848 ] ; Holostyak (Bekir ) [ 1 849 ; Türkçe çev. 1946] ; M e.ry.ıf! v de re vn e ( Köyde bi r ay) [ 1 850] gibi. 1 843'te bir av part·isinde Fransız opera ş arkıcısı P a u line Viardot - Garcia ( b. bk.) ile t anışmı ş , ona duyduğu derin aşktan dolayı Rusya'dan göçmeye karar vermiştir. Ancak, annesinin ölümü üzerine Rusya'ya dönmüştür. T. 1847 - 1 852 yıllarında "Sovremennik" dergisinde yirmi­ d en çok realist taslaık ve h ilkaye yayınlamıştır. Bu t asla k ve h ikay el er Zapiski o ğ o t n i k a (Avcının notları) adlı eserini o lu ş tu rm uştu r. Büyük Rus ya;zarı N . V. Gogol (b. bk. ) 'ün ölümü üze­ rine yazdığı bir yazı ( 1 852 ) d«>layısıyla tevkif edilerek top­ raklarmda m ecburi ikamete tabi tutulmuştur. T.'in bu yazısı P e t e rs bu r g' da sansür ta r a f ı n dan yasaklanmışsa da, Mosko va' da yayınlanmıştı. Bu ceza aslında Zapiski o h o t n i k a adlı ese­ r i n d e kölel ilk düzen ine karşı dile getirdiği görüşleri dolayı­ sıyla v erilmiş t i . N a klcL nik, Zautrak u predvoditelya v e ı\l e.ry::f!

v derevne gibi oyunlarının yasaklanması da bu baskının devamı sayılır. 1850 - 1 854

yılla r ı arasında T. birkaç büyük hikaye yaz­

mıştır. Mumu [ 1 852] ve Postoyalıy dvor (Han) [ 1 8521 adlı

bü-y ük hi•k a y el eni ile Zapiski ogct::ik:• adlı eseri arasında «>r· gan ik bir bağ vardır. Bu h i kayelerde yazar, kölelik düzenini ortaya çıkarmıştır. T., 1 860 - 1870 yılları arasında zaman zaman Rusya'ya

dönmekle birlikte d a h a çdk Avrupa'da yaşamıştır. B undan s o n ra Ru.din ( a d ) [ 1 856 , Türkçe çev. 1951 ] ; Dvoryanskoe gnezdo (Bi r asılza de yuvası) [ 1 859 T ürkç e çev. 1946 ] ; Nakanune ( •B i r gün önce) [ 1860] ; Ot L; r i deti (Ba· balar ve çocuklar ) [ 1 862] ; Dım (Duman ) [ 1867] gibi birç«>k roman ·yazmıştır. Bu türd e verdiği eserler sayesinde T. daha çok roman yazarı olaral a çmı şt ı r . Çünkü yazar, eser­ ler inde Rus to p lu mu n u n aktüel p roblemlerini ortaya ·koy· mu ş tur. T. 1860 - 1 880 -y ıll a rı arasın da da büyük ve küçük hi­ kayeler yazmaya devam etmiştir. Priz:raki ( H a y al etler ) [ 1864] ;

Son (Uyku) [ 1 876 ] ; K/ara Mi/iç (ad) [ 1 882; Türkçe çev.

1 9 44 ] gibi ese rler i n de karamsar ve hayali motifler hakimdir. Ancak Pervaya lyubov (İ l k aşk) [ 1860 ; Tür:lkçe çev. 1944] ;

Stepney korol Lir (IBoııkırda bir ·kral Lear) [ 1870 ; Türkçe [ 1871 ] es e rl erinde realist gücü d «>ru ğu na ulaşmıştır. T. ha·y atının s«>nunda "mensur ş i i rl e r" ( Stihotvoreniya v proze) [ 1878 - 1882] yazçev. 1 946 ] ve Veşnıe vodı (Bahar sel i)

mı ştır.

V. M . Gar şin , V. G. K orolenko, A. P. Çebov, İ. A. Bu­

nin gibi Rus yaza rl arı T.'in etkisinde kabışlardır. Birçok

Batı Avrupalı yazarın eserlerinde de onun etkisi g öze ça r p ar. TURGOT 10.5. 1 727 - Paris

[türgııl ,

Anne Robert Jacques

( Paris

20.3. 1 781 ) ,

Fransız devlet adamı v e iktisat çısı. T., saray kahyalanndan «>lan babası Etienne T. tarafın­ dan önce kilise görevlisi ola­

ra'k yetiştirilmek istenmiş, bu­ n u n için gerekli kurslara gön­ derilmiş, ancak d ah a sonra Sor­ bonne Ü nıversitesine geçerek ilahiyat '.>grenımı yapmıştır. 1753'te dan ışıaya üye olarak s e ç ilen T., buradaki görevi sı· rasında P a r i s' i n ileri gelen dü­ şünce ve sanat adamlarıyla ta­

nışmıştır. L' Encyclopedie adlı büyük eserde birçok madde yazmış olmasına rağmen bu

TURGOT, Anne Robert Jacquea

ansiklopedide

çalışanların

bir parti ha l i n e gelmesi sonunda onlarla i lgi si ni k esm iş ve es er i n yayınianmasını yasaklayan yargıcın kararlarına aykırı hareket etmek istememiştir. B u arada fizyokratlardan Fran­ çois Qu es n ay He iktisatçı Vincent de Gournay i le tanışmı§tır. V. G o u rn ay' n i n, T.'nun iktisadi düşüncelerinin olgunlaşma·

sında önemli etkileri olmuştur. 1i61'de Limoges'un müdür­ lüğüne atanan T., bu görevde iken halkın refahı, tanm ve e n düst rin i n gelişmesi için ç ok çal ı şm ış, ü n ü ya yı l m aya ve

k en dis i nden sarayda da söz edilmeye başlanmıştır. 1774'te

önce donanma, sonra maliye bakaniıkıarına getirilmiştir. T. ilk iş olarak krala, mali durumun düzeltilmesi için bir meiı:­ tup yollamış, bu mektubunda banknot çıkarmanın, borçlan­ manın ve v ergil e ri artırmanın doğru olmadığını, sadece mas­ r af la rı n kesinlikle azaltılması gerektiğin i bildirmittir. Altı bü­ yük emirname ile Fransa'n ın ekonomik ve sosyal yapısını dü­

zeltmek i st emiş t ir . Bu yolla birçok masrafın önüne geçm iş,

TURGOT, Anne Robert Jacques

16

vergi yükünü azaltmıştır. Aldığı tedbirlerle, bozulmuş olan mali durumu d üzel t miş, devletin gelir l er i n i artırmış olan T., daha çok fizyokratların düşüncelerini uygulamıştır. Ancak, çıkarları bozulan ve durumları sarsılan birçok kişi de onu XVI. Louis'ni n gözünden düşürebiimek için çeşitli iddia v e iftiralarda bulunmuşlardır. Kral da k en d isin d en §Üphelenin­ ce T. 1 776'da maliye bakanlığmdan ayrılmak zorunda kal­ mıştır. Görevden ayrılışından sonra gerçekleştirdiği reform­ ların bozulduğunu gören T., bir daha bu konularla ilgilenme· miş, kendini tamamen ekonomi, edebiyat ve felsefeye vermiş­ tir. İktisatçı Adam Smith ile de görüşen T., Klopstock, Gessner, Shakespeare gibi yazarların eserlerini Fransızcaya çevirmiş, o tarihlerde yeni bir bilim dalı olan iktisadi politi· ka He ilg ili çalışmalar yapmıştır. Serbest mübadele taraftarı olan T., Azalan Randımanlar Kan u n u 'n u David Ricardo'dan çok önce açıklamıştır. Ortak Pazar'ın öncülerindendir. · Eserleri : Questions importantes sur le commerce ( Tica­ ret üzerine önemli sorular) [ 1755 ] ; Les observations et les pensees di verses (Çeşitli düşünce ve gözlemler) [ 1 7 57 ] ; Eloge de Gournay (Goumay'ye övgü) [ 1 7 59 ] ; Rejlexions sur la jormation et la distribution des richesses (Servetlerin oluşumu ve dağılışma dair düşünceler) [ 1766 ] ; Valeurs et monnaies (Değer ve para) [ 1769 ] ; Lettre sur la liberte du commerce des grains (Hububat ticareti üzerine mektup) [ 1770] .

TURGUT REİS (ölm. Malta 23.6. 1 565), Türk deniz­ cisi. Osmanlı devletinin Menteşe (Muğla) sancağında, Sara­ vuloz bucağında bir köyde doğmuştur. Babasının adı Veli'dir. Gençliğinde, yaradılışındaki yiğitlik ve cilasunlukla ok at­ ma, c i r i t oynama ve güreş tu t m a d a gösterdiği üstünlük sonucu Menteşe kıyılarından levent toplayan Barbaros'un ad a mlar ı tarafın dan seçilerek Cezayir leventleri arasına katıldı. Yiğit­ liğiyle ün a l dığı n da n kısa zamanda reis oldu. Preveze deniL savaşında yedek donanınaya komuta etti ve zaferden sonra ka­ çanları kovalayarak pek çok gem iyi yakaladı. Dalmaçya kıyı­ larında Venediklilerin eline düşmüş olan Castelnova kalesini geri aldı. 1 540'ta Korsika'da g em isi n i yağlarken Oğlan K a -

-

TURGUT REİS

pudan (An drea Doria'nın gayri meşru oğlu Giovanni) tara­ fından tutsak alındı ve Ceneviz (Genova)'e götürüldü. An­ cak Barbaros Hayreddin Paşa, Ceneviz'i kuşatarak "T. R.'i vermezseniz bütün köylerinizi yakarım" tehdidi üzerine Ce· neviLliler onu saJ.dılar. Dönüşte Hayreddin Paşa T. R .'e ye· d e k gemisini armağan etti. T. R., giderek filosunu büyüttü ve 25 gemi ile gezer bir kapudan oldu. 1 548'de N apo! i körfezi önünde bir İspanyol fi­ losunu batırdı. Bundan sonra Fas' ta 1\fehdiye limanında üs­ lendi, fakat kanlı savaşlardan sonra M e hd i y e' yi bırakmak zo­ runda kaldı ve Cerbe adasında yerleşti. Batıda ol duğu kadar İstanbul'da da adını duyurdu. Kapudan-ı derya Sinan Paşa' nın teklifi üzerine İstanbul'a g el ere k Kanuni Sultan Süley­ man'a bağlılığını arz etti. Bunun üzerine k end i sin e Karlı ili sancağı, levent reisierinden G az i Mustafa, Uluç Ali, Hasan Gülle, Mehmed Reis, Sancaktar Reis, Deli Cafer ve Kara Ka­ dı'ya da yetmişer, seksener akça ulfıfe ile fener taşımak hak­ kı v eril di . Tekrar Batı Akden iz'e açılan T. R.'i İ spanyoll a r Cerbe limanında bastırdılarsa da, T. R., gemilerini bir dere yatağından, geçmişte Umur Bey'in Korinthos boğazında, Fa­ tih'in İstanbul kuşatmasında karadan a ş ı rın a l a rı gibi geçi­ rerek deniLe açılıp Haçlı d onan ın a yı yenilgiye uğ ra ttı. Bundan sonra Malta baskını, Manya za fe r i, Selanik li­ m anı önündeki savaşiaris ünü bir kat daha arttı. Sadrizarn Rüstem Paşa, kapudan·ı .derya olan kardeşi Sinan Paşa için bir rakip olarak gördüğünden onu s e vm ez d i . Bu sırada T. R.' in İ s tanbul ' a haraç getiren bir Venedik gemisini batırmasını ve olayın Venedik balyosu tarafından şikayetini fırsat bilen Rüstem Paşa, onu padişahın gözünden düşürdü ve Karlı ili sancağından azlettirdi. Bu muameleye güceneo T. R., iki yıl kadar Osmanlı hükümetiyle ilişkilerini kesti. Ne var ki İspan­ yollar elinde bulunan Trablusgarb'ın alınması için Osmanlı devleti T. R .'e muhtaçtı. Sultan S ü l eym a n bu durumda T. R .'e bir mushaf ve kabzası :ıliln bir kılıç gön der e r ek hiz­ mete çağırdı ve kendisine Trablusgarb beylerbeyiliğini vere­ ceğin i vadetti. Ancak bu kale alın dıktan sonra Rüstem Paşa' nın baskısıyla başka bir kimseye verilince T. R., yeniden gü­ cen di ve c ü ml e levent korsanlarıyla Batı Akdeniz'e çekildi. 1 552'de A n d ı ea Doria'ya karşı Peştiye ( Ponza ) zaferini ka­ z nn ınc a , tekrar İstanbul'a çağrıld ı . 1 553' te Kors i ka adasının merkezi Bastia'yı zapt etti ve adanın yönetimini Osmanlı Im­ paratorluğunun müttefiki ol a n Fr a n sı l ara b ır a k tı .

z

Sultan Süleyman bu başarı üzerine heylerbeyi rütbesiy1e

Trablusgarb beylerbeyiliği ile birlikte onu kapudan-ı deryalı­ ğa getirmişse de, Rüstem Paşa "Taşrada hasıl oldum, der. Dergfıh-ı muallfı'da - Padişah kapısında - iş görmeyi sevmez" d iyerek onun kapıı dan-ı deryalığına engel olduysa da Trab· lusgarb beylerbeyiliğinden uzaklaştırmayı başaramadı. Bundan sonra Kapudan-ı derya Piyale Paşa (b. bk.) ile birçok Akdeniz seferlerine katıldı. 1 500'ta Giovanni Doria'nın C e rb e sal dırısında Osmanlı donanmasının zafere ulaşmasında

TURGUT REIS

:

Viyana Sanat Tarihi Miizeslndeki kalkanı

başlıca unsur oldu. 1 565 'te Malta kuşatmasına katıldı. St. Elmo burcuna yapılan bir hücum sırasında 1 7 haziran pa­ zar günü başından aldığı yara üzerine 5 gün 5 gece baygın yattıktan sonra 23 haziran sabahı St. Elmo'nun fetih günü şehit oldu. T. R.'in. Türk denizcileri arasında ayrı bir yeri vardır. Avrupa'da ün yapan T. R., k e nd i a d ı yl a a n ıla n ve kale ku­ şatmaların da etkili b ir t ak t ik ol an y ans İ peri n i s t rat ej i� e ge­ tirmiş bir askerdir. Onu yetiştiren Barbaros Hayreddın a­ şa'nın "Turgudca b en d e n ilerdedür" sözleri de onun ne deger· li bir denizci olduğunu gösterir. Naaşı Trablusgarb'da yap-

y

TURGUT REİS - TURGUTOGULLARI tırdığı camiin yanındaki türbesine gömüldü. Libyalılar bu türbeyi hali Murabıt Gazi evliya saygınlığıyla ziyaret etmeye devam ederler. (İ. Pannaksızoğlu) Manisa iline bağlı bir ilçe. Yüzölçümü 740 km2, nüfusu 96 827 ( 1980 ) 'dir. Ahmetli adlı bir bucağı (7 SOO ) , U rganlı adlı büyük bir köyü ( 6 200 ) , 1 O()()' den çok nüfuslu 6 köyü vardır. İlçe merkezi T.'nun nüfusu 55 575, denizden yüksekliği 70 m dir. İlçenin batısında Manisa mer· kez ilçesi, kuzeyinde Saruhanlı ve Akhisar, doğusunda Salihli ilçeleri, güneyinde İzmir ili vardır. Eski adı Kasaba idi ( 1927 sayımında bu ad ile geçer ) . TURGUTLU,

İlçe arazisi, kuzeyde Gediz ırmağının geçtiği alüvyal ova (65 m ) ile bunun güneyinde tepelik alanları ( Neojen taba· kaları sahası) ve Bozdağlar (Paleozoik, metamorfik, karı­ şık yapılı)'ın kuzey yamaemın bir bölümünü (1 200 - 1 1 0() m) içine alır. Batısından Kayrak deresi, doğusundan Beşiktaş deresi, Gediz ırmağına kanamak üzere inerler. Kuzeyde Çal Dağı O 010 m ) 'nın bir böl ümü uzanır (bk. GEDİZ IRMA C I ) . Denizden 60 k m kadar içerideki ilçede Akdeniz iklimi hüküm sürer ; kııılar yağışlı ve ılımlı, yazlar kurak ve sıca k , yıllık yağış 637 m m dir; don olayı nadir olarak görülür; dağlara kar yağışı olur. Dağlarda yer yer iyi ormanlar ve bozulmuş ormanlar ile eteklerde maki bitki örtüsü vard ır. İlçe toprakları, zengin ve çeşitli tarım ürünlerinin yetiş· tifi bir sahadır. Üzüm ( bu arada çekirdeksiz kuru uzum, 16 000 ton ) ve pamuk (yıllık üretim 12 SOO ton ) başta olmak üzere, tahıl (9 000 ton buğday, 9 000 ton arpa ) , tütün ( 1 600 ton) , susam (300 ton ) ile meyve ve sebze, kavun, karpuz elde edilir. Çekirdeksiz sultani üzümü dış pazarlarda çok aranır. Ahmetli bucağının 5 km kuzeyinde Gediz ınnağı üzerindeki Ahmetli Regülatörü, 1957 - 1960 yılları arasında yapılmış olup, sağ ve sol kıyı sulamaları ana kanallarına su dağıtmak­ tadır. İlçede makineli tarım ileri durumdadır. Hayvancılık da geçimde yer tutmuştur : Büyük ve küçük bat hayvan sayısı 50 000 kadardır ( koyun 23 000, kıl keçisi 1 8 000, sığır 8 SOO'den çok ) . Yük ve binek hayvanı · olarak at (4 800), eşek (2 800) de beslenir. Dağlıç, Karaman, Sa­ kız ırkının melezi olarak Kamakuyruk cinsi bölgede çoğalmış· tır ( Dağlıç 1 1 300 , Kamakuyruk 8 700 ) . Sığır cinsi olarak il­ çede Montafon melezi ( 1 200 ) , Holstein ve melezi ( 1 300) , yerli kara (4 000 ) , boz ırk (2 000) Yardır. Kümes hayvanları· nın sayısı 100 000 kadardır. Yılda 1 20 000 kg .bal , 40 000 kg balmumu elde edilir. T., Gediz ovasının güneyinde, d üzlükte kurulmuş güzel bir ııehirdir. Kurtuluş Savaşında çok yeri yanıp yıkılmış olan. kasaba, geçen 50 · 60 yılda düzgün cad de ve sokakları, mey· danları, çarşıları, lokanta ve gazinoları, modern yapıları ile orta büyüklükte canlı bir şehir olmuştur. Atatürk Bulvarı, Cumhuriyet Parkı ve Karpuzkaldıran Parkı şehrin başlıca yerlerindendir. İzmir ve Malliİsa'ya asfalt yollar ile bağlıdır. Salihli ve Kula üzerinden Uşak'a da kara yolu ile bağlan· mıştır. İzmir'i Manisa'ya, İç Ege bölgesine bağlayan demir yolu şehrin kozeyinden geçer. Şehir ve çevresinde un, pamuk ( çırçır) fabrikaları, tuğ· la ve kiremit fabrika ve yapım yerleri, peynir imalithanesi,

çocuk maması, süt tozu fabrikası, konserve ve zeytin yağı fab­ rikaları vardır. Elektrik enerj isi TEK'ten sağlanır. Belediye 1872'de kurulmuştur. Şehrin 17 km yakınında Urganlı Kaplıcası çok turist çe· ker. Belediyece çalıştırılan bu kaplıcada konaklama tesisleri ...

17

(200 yatak, su, el ektrik, lokanta, kantin, gazino, PTT) vardır. Bu sular romatizma, siyatik, kadın hastalıkları, ekzama, e.ıt• lem kireçlenmeleri için iyi gelmektedir.

İlçede l ise, Ahmetl i ve Urgan.l ı'da 2 orta okul, şehi rde erkek ve kız sanat enstitüleri, akşam kız sanat okulu, eehir ve kasabalarda 9 ilk okul vardır. T. Devlet Hastahanesi 100 yataklıdır. Hükümet ve belediye tabiplikleri, verem aavae dia· panseri vardır. ( R . İzbırak)

TURGUTOGULLARI (Turgutlular), Karamanoğulları devletine bağlı büyük bir bey .ailesi ve o yıİıağın adı.

Gerek oymağın, gerek oymağa adını veren Turgut Bey' in tarih sahnesine çıkışı ve ilk faaliyetleri hakkında bilgimiz yoktur. Karamanoğullarının tarihini yazan Şikiri, Karaman· oğullarının giriştikleri bütün siyasi faaliyetler arasında T .'na da yer vermekted ir. Ancak tarihi olaylara bakılırsa, Turgut Bey, ya Anadolu'daki Moğol umumi valisi Timurtat'ın Mı· sır'a gitmesi ( 1327) veya İlhanlı hükümdan Ebii. Said'in ölümünden ( 1335 ) sonra s iyasi sahneye çıkmıa olmalıdır. Zi­ ra o, Konya'daki 835 ( 1 43 1 ) tarihli Turgutoğlu Hüseyin Bey tarafından yaptırılan türbe kitabesinde, Hüseyin Bey'in dedesi olarak zikredilir. T., Anadolu'daki İlhanlı hakimiyeti sona erince Ka· ramanoğullarının kom�u beylikler ile giriştikleri mücade­ lelerde daima Karamanoğullarının yanında yer aldılar. Daha sonraları gittikçe gelişen Osmanlİ yayılması ve iki devlet ara­ sındaki rekabet sonucu çıkan ve Konya yakınlarında cereyan eden ilk Oomanlı Karamanoğlu savaşında da ( 1387) , onlar A l i Bey'in kumandasında Karamanoğullarının sol kanadında yer almışlardı. ·

Karamanoğulları Timur'un müttefiki oldukları halde, Ti· mur Ankara savaşından sonra, Anadolu'dan ayrılırken Akşehir yöresine geldiğinde, Hızır ve İ brahim beylerin idaresindeki T. dağlara sığınmaianna rağmen, yağmadan kendilerini kurta­ ramamışlard ı. Ancak Timur'un, Kara Tatarların pek çoğunu göçürmesi sonucu, T.'n ın bir kısmı da ovaya inip geniş bir sahaya yayıl dılar. Timur istilisı Osmanhlara ağır bir darbe i n d irirken, Karamanoğullarını yen iden canlandırmıstı. Osman­ lı şehzadeleri birbirleri ile mücadele ederken, T. da imar faal iyetlerinde bul unma fırsatını ele geçinnişlerdi. Bu devir· de T. beylerin den Pir Hüseyin Bey, 1408'de Konya'nın Sa· rayön ü'n de VI' 1423'te Ilgın'da birer cami, 1429'da Konya'd.t bi � zaviye ve 1 4.32'de bu şehirde kendisi için. bir türbe bina ettirdiği gibi, yine Konya'da Dirü'l · Huffiz, mektep ve mes­ c i t inşa ettirmiş, I l gın'ın Mahmuthisar köyündeki Didiği Sul­ tan zaviyesine ise 142l'de zengin vakıflarda bulunmuttur. Osmanlı padişahı Il. Murad'ırı. Rumeli'deki metguliyet­ lerinden yararlanmak ist-eyen Karamanoğullan, Germiyan· oğulları ile anlaşarak Osmanlıların Hamid İli'n deki valisi Murad'ın kardeşi Şehzade Mustafa'yı ayaklandırmayı b aşa r­ dılar. Karamanoğulları adına T.'ndan büyük bir kuvvet §eb­ zade �i ustafa'ya katılmış ve onlar İznik'e gelerek şehri ele geçirip :Mustafa tahta oturtulmuş ise de, sonunda Mustafa öldürülünce ( 1423 ı , T. da yu rtlarına dönmüşlerdi. 1442'de Osmanlıl arın Eflak'ta bozguna uğramasından yararlanmak is· teyen Karamanoğulları harekete geçerek Turgutoğlu H asan Bey'i Osmanlı topraklarına göndermiş ve bu ordu Bolvadin Beypazarı yörelerinde yağmada bulunmos ise de ( 1443 ) , bu ha reket Osmanlı pad işahının Karamanoğulları üzerine sefer açmasına sebep olmuştu. Osmanlılar, karşılık olarak Konya ve yöresin i yağmalamakla birlikte, Rumeli'deki sıkışık du-

18

TURGUTOGULLARI - TURHAL

rumu göz onune alarak barış imzaladılar. Ancak, aynı yıl içinde Osmanlıların İzladi'de bozguna uğraması üzerine Ka· ramanoğulları yeniden harekete ge çm i şlerdi. Karamanoğlunu bu hareke te T. te�v ik etmi� olup bunun sebebi T.'na ait top­ rakların bir kısmının Osmanlılara geçmiş olması ile ilgili ol­ malıdır. II. Murad, Scgedin (Mac. Szeged)'de varılan antlaş­ ma y a güvenerek Anadolu'ya geçmi�, fakat Karamanoğlu İb­ rahim Bey, e l ç i gö n d e rdiğ i n d e n Bursa Yen i şehir'inde bir "sevgendnamc" imzalanmıştı. Buna göre, Karamanoğlu her yıl oğlunu asker ile göndermeye söz veriyordu ki bundan do l ayı Kosova sa v a � ı nda ( 1448) T. d a Osmanlı saflarında yer almı�lardı. İbrahim Bey'in ölümü ( 1 464) üzerine oğulları arasında çıkan anlaşmazlıklar Orta Anadolu'da Ak Koyunlu, Memliık ve Osmanlı nüfuz mücadelesini de artırmış idi. Bunun sonu­ cu olarak Fa tih Sultan Mehmed 1466' da Karamanoğullarına son vermek üzere geldiğinde, vezir Mahmud Paşa'ya Kara­ manlıların dayandığı en büyük unsur olan T.'nın da ezilme­ sini buyurmuştu. Bunun sonucu olarak T.'nın büyük bir kıs­ mı Bulgar Dağından Çukurova'ya doğru çekilerek Memliik· lere sığındılar. Fatih, Eğriboz seferinde iken ( 1470) , Kara· manoğlu Kasım Bey, T. ve Adalıoğlundan sağladığı kuvvetler ile yeniden harekete geçmiş ise de, 14il'den itibaren Osman­ lılar bütün Karamaniılan boyun eğdirmek üzere harekete geç­ mi�ler ve bunu ba�arı ile sona erdirmişlerdi. Fatih'in ölümünden sonra Bayezid ile Cem arasında baş­ layan mücadelede T., Cem'in saflarında yer aldılar. B u m ü­ cadeleden yararlanmak isteyen Karamanoğlu Kasım Bey, sı­ ğındığı Ak Koyuoluların yanından dönerek İçd'e geldiğinde, kendisinin yanına gelenler arasında T. da bulunuyordu. Kasım Bey yurdunu ele geçirmek için her çareye baş vurmuş ise de, başarılı olamamış ve sonunda İçel'in kendisine verilmesi suretiyle Osmanlı hakimiyetini tanımıştı. Kasım Bey'in ölü­ münden ( 1483 ) sonra, ana tarafından Karamanoğulları ile akraba olan T.'ndan Mahmud B ey ortaya çıkarak, Karaman­ oğulları davasını yürütmeye kalkıştı. Bunun üzerine Konya valisi şehzade Şebinşah, ona karşı Karagöz Paşa kumanda· sında bir ordu gönderdi. .Mahmud Bey yen il e r ek Memliiklere sığın dı. O daha sonra Osmanlı · Memliik savaşları sırasında yeniden ortaya çıkmış, fakat 1485'te Osmanlıların müuefiki Dulkadıroğlu Alaüddevle Bey'e Tarsus yakınlarında yenilmiş­ ti. 1486'da H erseko ğ lu Ahmed Pa�a nın Memliiklere yenilme­ si üzerine, Mahmud Bey yeniden faaliyete ba�ladı. Sadrazam Davud Pa�a'nın, Rumeli beylerbeyisi Ali Pa�a ile birlikte giriştikleri Bulgar Dağı ku�a tmasında, Mahmud Bey ailesi ile kaçarak Halelı'de 1\Iemliiklere sığındı. ı500'de Karaman· oğullarından olduğunu iddia eden biri, Osmanlıların Mora seferi sıra�ında Ta�eli'ne gelerek T. ve Varsaklardan topla­ dığı kuvvetler i le L ar co d e y ö resini yağmalam aya b a şladığın ­ dan, üzerine şchzade Ahmed id a r esinde kuvvet g önder ilmiş ise de, ele geç ! rilememişti. Ertesi yıl böl g ey e Sadrazam Me­ sih Paşa gönderil m i ş ve Bulgar Dağı'na sığınan Must a fa k ı ­ y afet i n i değiştirerek Haleb e kaç m ı şt ı . '

gibi, daha sonra bu şehzade İran'da bulunan kendi aşiret tılmışlardı. Anadolu'da çıkan da birçok oymaklar gibi T. (İ. Aka)

ile İran'a geçmişler ve nihayt:t m!'nsuplarının yanlarına dağı­ Celili ayaklanmaları sonucuıı­ da önemlerini kaybetmişlerdi.

TURHAL, Tokat iline bağlı bir ilçe. Yüzölçümü ı 202 km2, nüfusu ı06 161 ( 1980)'dir. Dökmetepe (620 ) ve Pazar (nüfusu 4 340 ) adlı iki bucağı 2 OOO'den çok nüfuslu 5 köyü, ı OOO' den çok n üfuslu 8 köyü v&rdır. Öteki köyterin çoğu 200 - 500 nüfusludur. İlçe merkezi T.'ın nüfusu 47 364, yüksekliği 480 m dir. İlçe, ilin batı bölümünde olup, Zile, Artova, Tokat merkez, Erbaa ilçeleri ve kuzeyde Amasya ili ile çevrilidir.

İlçe arazisi, güneyde geni� Kazova alüvyal düzlüklerinin

uzandığı, ortasından Yeşilırmak'ın geçtiği, güney ve kuzeyi

dağlık ( 1 000 · 1 500 m ; bu dağların yapısı kristalin ve me· tamorfik taşlardan eski ve karışık bir yapı gösterir) , batı bö­ lümünde Jura Kretase kıvrımlı dağlık arazi ve yer yer Me­ zozoik ofiolitli serilerio bulunduğu bir oluş gösterir. Şehrin çevresinde de alüvyal düzlükler bulunur. •

İlçede kışların az soğuk geçtiği bir iklim vardır. Orta derecede donma olur. Her mevsim yağışlı olup, yıllık ya ğ ış tutarı 450 mm dir. Dağlarda yer yer iyi ormanlar, çokça da bozulmuş ormanlar ( kayın, çam, meşe) vardır. İlçede ba�ta gelen tarım ürünü şeker pancarıdır. Çok çe­ şitli sebze ve meyvelerle tahılın yelişebildiği ilçede, ı934'te şeker fabrikasının kurulmasıyla pancar ekimi büyük önem kazanmış, modern tarım bilgileri yer tutmuş, toprağı gübre­ leme ve makineleşme gelişmiş, çeşitli ve yoğun tarım yayıl­ mıştır. T. Şeker Fabrikası, şeker üretiminden başka (yıllık üretim 60 70 bin ton), 35 000 litre günlük kapasiteli is­ pirto fabri k ası, yedek parça yapan makine atölyeleri, fabrika çevresi çiftlikleri ile geniş bir sanayi kuruluşu olmuş , 50 yataklı h ast a h anes i, okulu, stadyumu, camii, l ojmanları, lo­ kanla ve bahçeleri ile bir şehir gö rünü ş ü almıştır. Şeker pan­ ean dışında, yeti ş t i r i len tarım ürünleri arasında buğd.ıy, ar­ pa, patates, soğan, meyveler ( elma, erik, üzüm ) , domates, ka­ vun karpuz vardır. T. ovasında ı 600 ha araz ide sulama yapı­ l ı r. İlçede Horuk Çi f tliği 3 500 d ö nüm arazisi ile ge n i ş h i � işletmedir. Tarım kredi kooperatifleri (3), banka şubeleri bu l unmaktad ı r. -

Hayvan cıl ı k

ve

ü r ü n l e r i d e ge l iş m e göstermiştir : B ü y ük

ve k üçii k baş hayYan

s ay ı sı 160 000 (40 000 s ı ğ ır, 10 000 m n n ·

,

'

Safevi ııahları da T.'nın n ü fuzun dan y a rarlan m ayı dü�Ün·

T.'ıı dan l\Iusa'ya mektup ve adamlar gii nderd i ğ i gibi, O s m a n lı hakimiyetine g.:çen Ka­ r a man i l i n d e zaman zaman a y a kl a n an şehzadeler de T.'ndan destek g ö rm ü ş le r di B a yez i d in oğlu Ahmed, Osmanlı t ah t ın ı ele geçirmek ınaksadı ile İstanbul üzerine yürüdüğünde ( 1 5 l l ) ve oğ:u Alae d d i n' i n Bursa'yı ele geç i mıesi sırasın da ( 1 5 1 2 ) , T. da yanl arın da y e r al m ı ş lar d ı Kanuni'nin oğullarından Ba­ yezi d 1 559" d a ayaklan dığı n da yine T. yan ında bu l undukları müşlerdi. N itekim Şah hmail 1 512'dc

.

'

.

TURHAL : Antimon Fabrikası

TURHAL - TURHAN BEY da, 5 7 000 .koyun, 53 000 ke çi ) ' d i r . Yük v e binek hayvanı

olarak da 6 700 eşek ve 3 400 at bes l en i r. 1938'de kurulan Kaz� va Zootekni Araştırma İ stasyonunun çalı şmalarıyla daha verimli hayvanların yetiştirilmesine u ğ ra §ılm ı ş , tabii v e s u ni tohumlamalar yapılmıştır. T. yakınlarındaki bu ara§tırma is­ tas y on u 5 000 d e ka r arazide ve Batman ta§ köyü ( Tokat) ya­ kınlarındaki İ ncesu yaylasında 7 000 dekar ar az i d e , çevre il­

lerinin �e sığır materyalinden faydalandırmak üzere k u r ul ­ mu§tur . İ lçede, ortalama olarak, yılda 18 000 ton süt, 3 500 ton et, 250 ton yağ, 400 ton p ey nir, 150 ton y ü n , 180 ton kıl elde edilir. Süthaneler ve mandıralar vardır. Kümes h a yv anl ar ı n d a da mo dern yetişti rmeler olm u§ t ur

( 12 000 t av u k , 5 000 bi n d i , yılda

8 m ilyon y u mu rta üretimi,

çok sayıda kuluçka makineleri ) . Arıcılık yapan 30 köy var­ dır. Eski ve yeni kovanların sayısı 1 2 50' y i geçmiştir (yıllık

bal üretimi 15 000 kg, balmumu 600 kg) .

İ lçede çe§itli madenler bulunmakta olup, b unla r ı aramak

üzere baş vu r a n lar m sayısı 300' ü geçmi§tir. Y akla§ ı k 50 y ı l ­

dan beri işletilmekte olan antimon madeni dış pazarlarda da

tanınmıştır ( Ö zdemir Antimuan l\la denleri Ltd. Ş irketi tara­ fından i§letiliyor ; Hacılar köyü yakınında, iki sahada, çe· §itli binaları var, devamlı olarak 350 işçi iki vardiya hal i n de

üretim 4 000 ton ce v he r , rezervi 500 000 ton, başlıca alıcılar B a tı Almanya, Yugoslavya, A v ust u r ya ) . İ lçe­ nin Ku§oturağı köyü y a k ı nın d a çıkarılan renkli mermerler (T. Ruban m ermerleri ) , yüzyıllarca tarihi eserlerin yapılma­ o;ında kullanıl mış, İtalya, A lm a n y a ve Ho l l a nd a'ya da kütük­ le: hali n d e i h ra ç o l unmu§ t u r . çalı§ır, yıllık

T., eski bir yerle§me yeridir. Uzun süre Tokat'a bağlı bir bucak merkezi olmu§, 1 944' t e ilçe merkezi durumuna getiril­ miştir. Yeşilırmak'ın iki y a k a s ı nd a gelişmi§tir. XIX. I Üzyıl sonlarında 3 000 nüfuslu bir kasaba iken, §eker fabrikasının

kurulmasından sonra n ü fu su ç o ğ almış ( 1940'ta 6 000 , 19 70' t e 1980'de n ü fu s u 47 OOO' i geçm iştir. Şehrin çekirdeği d u ru mun da olan Kale çe v r es i eski y a p ı l ar ın çok

28 000) , gelişerek

yer tuttuğu, dar sokaklı bir bölü m olduğu halde

§eker

fab·

rikası ve çevresinde yayılan yen i bölüm, düzgün caddeler ve sokakların 'b ulunduğu

bir

§ehirdir.

Belediyesi

1892'de

ku­

rulmu§tur. El ektrik enerj isi bulunan şehirde, içme ve kul­ l a n m a suyu Va rvara scm t i n d e ki kes o n k u y u l a r d an ve şeker fabrikası sularından sağlanmıştır. Hayvan borsası, i� lıanı, sa­ nayi si tesi i ş l e r i n e girişilmiştir. Şehrin hızl a artan nüfusu, gecekondu yP.pımına y ol açmıştır. Her hafta pazar kurul duğu

gibi, 1964'ten

lıeri her yı l eki ın

a y ın d a açılan

ren T. Pan ayın çevreye c a n l ı l ı k get i rmiştir.

Ş eh i r d e 7 i l k

v e ] 5 g ü n sü­

okul ( k ö yl e r d e 75 l , orta okul, li�f", ti c ar e t

l isesi, k ız enstitüsü, san a t enstitüsü, akşam

kız sanat okulu

Şeh i r, Sivas - Samsun demir yolu bo y un d a ve Tokat ­ Amasya a s fa l t kara yolu üzerinde i§l ek b i r yerdedir. Zile"ye v a rdı r .

iyi yollarla bağl ı dır. Pazar bucağı (25 km) Selçuklu devri n i n eserlerinin b u l u n duğu ( kemınoaray, c a mi l e r ) 'lı ir yerdir. (R. İz b ıra k )

TUnP..AH,

Mümtaz

( P a s i n l er ,

Erzurum

bul 1969 ) , Tü r k sosyoloğu. İlk ve o rt a ıKayseri'de, liseyi ise 1927'ıle Ankara'da

1908 - İstan­

öğren i m i n i ıhitirmi-ş t i r .

1924' te 1928'de

Alman'ya'ya gönderi1miş, Frankfurt Ün iversitesin de d o k tor ası ­ m

y a p m ı ş t ı r ( 1935) . İstanbul Ü n iversit esinde tecrii'bi psikıoloji

asistanlığın a atanan T., 1 93 9' d a teeriibi psi'kol oj i aret eden herhangi bir kişi" olarak tanımlamıştır. Bu tanımlamaya göre aşağıdakı gruplara girenler "turist" olarak kabul edilirler. 1. Dinlenmek üzere veya ailevi, sağlık sebepleri ile se­ yahat edenler ; 2. Toplantılara katılmak veya herhangi bir konuda (me­ seli bilimsel, diplomatik, dini ve sportif amaçlarla) temsil görevini yapanla r ; ' 3 . İ ş yapmak amacıyla seyahat edenler ; 4. 24 saatten az •k alsalar bile deniz yolculuğu ile ziyaret yapanlar. Öte yandan, turist olarak kabul edilmeyecek k işiler de şunlardır : 1 . B i r iş sözleşmesi olsun veya olmasın ziyaret ettiği ül­ kede herhangi bir iş faaliyeti ile yükümlü olan veya bir iş tutmak amacı ile o ülkeye gidenler ; 2. Ülkeye yerleşmek amacı ile gidenler ; 3 . Ya tılı tesis veya okullardaki öğrenciler ve gençler ; 4. Hudut böl gelerinde ikamet edenler, bir ülkede ikamet edip diğer .üJkede çalışanla r ; 5. Sey>ahat süreleri 2 4 saatten fazla olsa b i l e b i r ül'k ede kalmadan geçip gidenler. Bu duruma göre, turist "en azından 24 saat için bir yeri ziyaret eden herhangi b i r kişi" olarak tanımlanabilmektedir. Bu terimi yerli turistler için de kullanmak mümkündür. ID inlen mek üzere 24 saatten dah-a az bir süre için seyahat edenler "exc ursion ist" {İng. günübirlik turist ) olarak iş­ l eme tabi .tutulurlar. 1963'te Roma'da düzenlenen Milletl erarası Seyahat ve Turizm için Birleşmiş Milletler Konferansı, yeni bir tanım ii7.ıorinde durarak konunun B irleşmiş Milletler İ statistik Ko­ misyonunca incelenmesini önermiştir. =

23

Konferans, istatistik •amaçlarıyla, yerleşik bulun duğu ül­ keden baı2ka bir ülkeyi, bir iş bağlantısı dışında kalan amaç­ larla ziyaret eden herhangi bir kişiyi kapsamı içine alan "zi­ yaretçi" teriminin tanımı üzerinde durmuştur. Bu tanım : 1. Gittikleri ülkede en az 24 saat kalacak ve ziyaret amaçları : a. Tatil yapma { d inlenme, sağlık, kültür, din ve spor) ; b. İş, aile, toplantılara katılma gibi konu gruplarından biri ol an turistler ile , 2. Gittikleri ülkede 24 saatten az kalan geçici ziyaretçi­ leri ( gemiler ile gelen ziyaretçiler dahil ) oluşturulan toplu tur gezilerine katılanları ( günübirlikçileri) kapsamı içine ııl­ maktadır. Bu tanım, kanuni anlamda ülkeye girmeyen yolcuları { transit salonunu terk etmeyen hava yolları yolcuları gibi ) kapsamı için e almamaktadır. 1967'de Birleşm iş M illetl er İstatistik Komisyonu tarafın· dan olu�turulan milletlerarası seyahat istatistikleri ile ilgili bir İstatistik Eksper Grupu, 1963 Roma Konferansınca teklif olunan "ziyaretçi" tanımının ülkeler tarafınd·an kullanılması­ nı önermiştir. Bu grup, ziyaretçi tanımı içinde, "gün düz zi· yaretçileri" veya "günübirlikçiler" diye adlandırılabilecek gü­ nübirlik gezi yapanlar ile iş bulma dışındaki amaçlarJ.a ülke sınırlarından geçen diğer kişiler, gemi ile tur gezisine katı­ lanlar ve ülkede sağlanan yerleşme yerlerin.de geceyi geçi r­ meyen transit ziyaretçilerinden oluşan ayrı bir ziyaretçi sı­ nıfının ayırt edilmesinin daha uygun olacağını düşünmüştür. Bu kategoriye giren ziyaretçileri esas ziyaretçi grupundan a yıran özel karakteristikleri, geceyi geçirmemeleridir. Gelen turistlerin kayıtları ya hudut kapısında ya da kal­ dıkları yerlerde tutulmaktadır. Kişilerin ülkeler arasındaki serbest hareket etmelerinin gittikçe artması sebebiyle çok kez gelen turistlerin hesabını hudut kapılarında veya kontrol yer­ lerinde te�pit imkanı azalmakta ve tahminlere daha fazla yer verilmektedir. Öte yandan, turistlerin kaldıkları yerlere gel in­ ce, İstatistikler, her zaman aynı kategorideki geeeleme yer­ lerin den toplanmamaktadır. Bazı ülkeler, turist kayıtlarını sa­ �ece sınıfl andırılmış veya belirlenmiş otellerde (oteller, pan­ siyonlar, hanlar, moteller ve bazı durumlarda mobilyalı oda­ lar v.b . ) tutmakta, bazı ülkeler ise buna verilen kamplar, gençlik için oteller, tatil merkezleri, dağ klüpleri ve barı­ nakları , çocuklar için spor ve eğlence yerleri, mobilyalı daire­ ler ve kiralık odaları da katmaktadır. Turistlerin kaldıkları gece sayısı da aynı esaslara göre tespit edilmektedir. Bu değişik sistemlere dayalı olarak ülkeler tarafından derlenen bilgileri kıyaslamak pek kolay olmamakta ve tah­ minlere de yer vermek zorunluluğu doğmaktadır. Bu sebeple, ilgili komiteler konu üzerinde önemle dura­ rak sakıncaların giderilmesi amacıyla bütün ülkelerin turist kayıtları işlemlerinde aynı sistemleri kullanmaları için çalış­ malar yapmaktadır. OECD'nin T. Komitesi 1965 ve 1 966 yılların da yapmış ol­ duğu çalı�malar da m evcut şartlarda birçok ülke tarafından kullanıl an metodlar ile, gelen ve geeeleyen yabancı turist sa­ yılarını ve döviz ile yapılan turist gelirleri ve harcamaları ile ilgili kesin istatistikleri sağlamanın imkansız bulunduğunu ve mevcut istatistikierin tamamlanması ve geliştirilmesi için ö r­ nek çalışmaların kesinlikle zorunlu bulun duğunu ispat etmiştir. Bu sebeple 1967'den beri OECD'nin T. Komitesi üye üt. kelerin istatistikle ilgili müesseseleri ile Merkez Bankalarının eksperlerinden oluşan birçok toplantı düzenlemiştir.

24

TURİZM Genel olarak OECD'ye üye ülk ele r i n t opl am T. giderleri fazl a olmuştur. Bu arada T.'den k azana n ülke­ lerin başında Amerika Birleşik Devletleri, Akdeniz ülkeleri

Bu konuda başlamış ol81!1 çalıı;malar OECD T. Kom i t e '>İ ve d i ğer milletlerarası komiteler tarafın dan sürekli olarak sür­

gelirlerin den

dürülmektedir. Dünyada T. hareketleri : II. Dünya Savaşından sonra ül­ k el er i n yapmış ol-dukları kalkınma hamleleri sonucu insanla­ rın refah düzeyi he r yıl biraz daha yükselmiştir. Bu arada, özelli:kle kütle T.'ini o luş tu ran dütük gel ir düzeyine sahip işçi ve memur ·k es imi nd e çalı�a �artları daha da iyileşmi�­ tir. Bu gel iı;melerin tabii bir sonucu olarak T. hareketleri de 1950'lerin ortasından günümüze kadar sürekl i ve hızlı bir tem­ po ile artış k ayde tmi şt ir . ve

(özellikle İtalya, �ransa, İspanya, Yunanistan), İngiltere, Fe­ deral Almanya, !sviçre, Kanada yer almıştır. 1 978 ve 1 979 yıllarında ülkemizde T. gelirleri, gider­ lerine kıyasla fazlalık göstermiştir. Dengenin lehimize so­ nuçlanmasında, alınmış bulunan tedbirlerin etkisi büyük olmuştur. T. harramaları en fazla olan ül k el e r i n başında Federal Almanya, Am e r i k a Birleşi•k Devletleri, Japonya, İngiltere, Hol­ l an da yer almaktadır. Hem T. ge l ir i hem de gideri yiiksek o la n ü l k eler ise Amerika Birle1i k Devletleri ve Federal Al­ man y a başta ol m ak üzere Fransa, İ sviçre, İ ngiitere, Avustruya

Ancak, savaş sonrasında hızla gelişen T. hareketleri 1973

1974 yıll ar ın da alışılagelm iş hızlı gel i şm e temposunu ya­

vatlatlnışur. Bu duraklama ile birlikte enflasyon o ra nları nın yükselmesi, enerji •krizi, ülkelerin ödem e den gelerindeki bo­ zulmalar ve eko n o mik büyüme hızının azalmasının y ara ttı ğ ı durum, T. için yen i bir ortamı oluşturmuştur. 1973 sonu n d a ortaya ç ı kan petrol bunalımı T. üzerine doğrudan doğruya e t­ ki yapmıştır. Kısa s ü ren petrol darlığının çok kısıtlı olmasına karşılık fiat artışlarının turist taşıma ücretl eri ve özel a rabala ­ rın kullanımı üzerine etkisi büyük olmuştur. Bunalımı i zl eyen yıl la ı;d a ül k eterin bi r ço ğu, bu ol umsuz ekooomik durum se­ bebiyle tuTisı hll!rcama l a rın ı kısıtlayıcı tedbirler almışlardır.

ve Kanada'd ı r . ı 972, ı978 Ye ı979 yıllarında milletlerarası t ur ist trafiğin­ den altı Akden iz ülkesi ile Portekiz'in çekebildiği turist sa­ yısı, gereleme sayıları ile birlikte a§ağıda gösterilmiştir : 1978 1 972 ı979 ---

( M ilyon k işi ) İ span ya İta l y a Fransa Port e k i z Y u g os l a vy a Yunan istan T ü tk iy e

Dünyada T. hareketleri : Il. Dünya Savaşından sonra ül­ t i on) n ı n kayıtlarına gÖre, 1979'da m i ll e tl e rarası T. ha r e k e t ­ lerine yaklaşık 2 70 milyon kişi katılmıştır. Bu ra k a m bir ön­ celki y ıla göre % 4 bir artışı ifade etmektedir. 1 978 yılının 197Tye kı yasla artış oranı i s e o/c 7 c ivarında olmuştur. D ünya turist sayı s ındak i artış hızının yavaşl amasına OPEC' i n petrole yaptığı zamlar, Orta D oğu'd aki siyasi durum, en fl asyon isı has­ kılar, ekonomik bunalım ve d e v al ü as yo n l ar sebep olmuştur. '

İspanya İ t al ya Fransa P o rt ek iz Yunanistan T ü rk iye D i ğerleri

1 978

19i9

ı 972

2 51 1 2 ı 76

5 488 6 285

6 484 8 1 85

266 ı 05ı ı 507 ı 53

ı 9ı 7

4ı5 393 105

5 9ı7

592 1 326 230 22 488

s 826

9-W ı 663 28 1 2 6 266

96

59

ı 978

---

567

ı 206 4 2 76 ı6ı

ı42 ı oo 31 63ı

1979

ı 507

5 193 245 202 9.5 39 991

Avrupa grupu T. K. Amerika

ı6 1 32

42 32 1

50 645

ı3 341

38 086

.u! ı55

3 925

8 908

10 342

6 306

1 1 443

12 ı49

355

ı 081

1 2 70

ı ı 36

4 785

6 024

OE .

2.

kağıdı.

T. tentürü, bi rtakım b i t k ilerden C Orseil l e ) elde edi­

T.

T. ten t ü r ü n e batırıl mış reaktif ( m iyar )

len ve bir smnın a s i t \'eya al kalf'n olduğu n u anlamak i ç i n

kullanılan mavi renkte bir boyadır. T. tentürüne batırılmış bir kağıdın ren gin i al kal i l er maviye, asitler ise kı rmızıya çevirir.

TURP, T u rp g i l l er ( C rucifera e ) f a m i l yasın d a n R ap ha­ mus sativus Linn türüne giren ve şişkin kökleri yenilen bir

yurdunun Avrupa

ılıman

bölgelerde iki

T., T ür k ç ede acırga veya yaban. T.'u alınması ile oluşmuştur. Bunu ispat etmek i ç in deneyler yapılmış ve bir· 'k aç yıl içinde deneye alınan bu yabani türden şi�in k ö kl eri yenilebil i r tipler meydana gelmiştir. A yrıca terk edilmiş tar· lalarda T.'un yabanileşerek Rapharıus raphanistrum g ib i uzun ve sert kazık köklü bir hale dönüştüğü de görülmektedir. Bazı uzmanlara göre

Başka bir görüşe göre de, kültür T.'unun Ç i n ve Japon T.'larından oluş t uğu ve batıya getirilerek · Avrupa'da üreti l ­ meğe başiari dığı kabul edil mekted i r. Aslında

T., Miliuan çok önceleri Mısır'da yeti§tirilmekle üretimin eski Orta ve Yakın Doğu ülkelerinde de yayılmış olduğu bilinmek­ tedir. T. soğuğa dayanıklı bir bitkidir. B u s ebe pl e kuzey yarım küresinde soğuk ılıman iklime sahip ü l kelerd e bol miktarda üretilmektedir. Sıcak bölgelerde yazl ık olarak yetiştirildiğin­ ve iştah açıcı olarak tüketilmekte i d i . B u

T.

bitkisinde yapraklar kaba tüylü, uzunca ova!, bütün

veya d i l imiere ayrılmış ve sapa doğru gi tt ikç e

ufalan parça­ lı, ç içekler küçük, narin saplı, fakat oldukça gös t e r i şl i, pem· be - açık mor veya beyaza yakın renklerde, bir ç içek saikımı etrafına d izilnı i§, çanak yaprakları dik, yandakiler torbalat­ mı�. taç yaprakları karşıl ıklı haç şeklinde yerl eşm i ş, yani Turpgiller familyasının belirgin özelliklerine uygun 4 adet; erkek organları, ikisi kısa, 6 adettir. T.'lar

Asya ol duğu kabul edil­

içinde bulunmaktadır.

ge n e lli kl e bir yıllık bir bitki olmakla birlikte geç ekilenl erin, yani güzlük ve ·k ışlık ç eş i t l er i n kökleri k ı şı n sak-

önce

iriliklerine

göre

\'eya fındık T.'ları,

:

l.

Küçük

kırmızı T.'lar

2 . İri T.'lar olmak üzere i k i bü yü k grupa ayrıl ı r . Bundan başka, yetiştidid ikleri mevsime göre, erkenci ( baharlık l , yazlı k \'e kışlık olarak Üç grupta da toplanır. Ay­ rıca,

şişkin

basık,

kökleri n i n şekillerine göre, yuvarlak, yuvarlak ova!, zey tin imsi, uzun('a ve uzun o l a rak da sınıflandı­

rılmaktadır.

Sıcak ikl i m ve b o l rutubet, T.'ların toprak üstü kısım­ uzamasma sebep olur. Bunun gibi ·kök renkleri, t o p r a k ve yetişti rme şartlarına, kök şekilleri de t o p r a k cinsi· ne \'e ekim derinl iğine bağlı olarak değişiklikler gö st eri r. Ö r­ nek olarak, özellikle ağır yapılı topraklarda derin d i ki m , yu­ varlak çeşitlerde bile kök kısmının uzamasma sebep olmak­ tadır. Bu bakımdan T.'lar, organik maddelerce zengin kum­ lu veya ku m l u - t ı n l ı hafif yap ı l ı t oprak l a r d a yetiştirilmeli, öz e llikle erken ürün alm :ı k için bu tip topraklar tercih edil· mel i d i r. T.'lıırın hasadı b ir�z geciktiril irse kökleri k ab a ya· pılı, sert \'e içieri puflaşmış bir hal alır. Onun için, yenile· b i l i r iril iğe erişir erişmez hemen sökülüp pazarlanmalıdır. Yazl ı k çeşitler, il kbaharda erken yetiştirilenlere nazaran ye­ n ileb i l i r l i k ; e r i n i daha uzun süre koru r ; kışl ı k ç eşi t le r ise, iyi depol a n dıkları takdirde, aylarca t azel i k l e r i,n i m uha faza e d e r . l a r ı n ı n daha

T .'l a r

yakıcı, babarlı lezzetleri ile iştah açıcıdır \'e bu maksatla sofral a rdan eksik edi lmezler. T. kök­ l e r i n d e C ,·ita mini boldur. Bunun yanında A vitam i n i ile B l an,

e .; k i d c n beri

'

B� ve B,; vitaminleri de bulunur. T.'lar

\'e

mekted ir. Anadolu ve Kafkasya cia bu a n a yurdun sın ırları T.,

bakımdan, özellikle soğuk

adları verilen Raplıanus rap/ı.aniS!trum'un k ü l t ü re

yıllık bir bitk i . T.'un a n a

Bu

yıllık b i r bitki halini almaktadır.

d e kökleri kaba ,.e lezzetsiz olur.

TURNHOUT [tijnıb:ır, t } . Belçika'da,

de bir şeh i r ve l iman. N ü fusu

lanarak ertesi i l kbaharda yeni den dikilip çiçek ve tohum ,·e­ rebil ir.

tohum

ufak

ek m e

tavalara

makineleri

serpme olarak, geniş arazilere ise kullanılarak sıral a r üzerine ekilir.

Çeşitlerin uygun bir seçim i ile ürün

almak

m ümkün d.ür.

kış dahil, bütün yıl boyunca

Gevrek,

•körpe

k ö k l er

mekte sürekl ilik sağlamak i ç in tohumların onar arka arkaya birı;:ok

el-de et­ gÜn ara il e

df'fa ek ilmesi şekl inde b i r üretim usulü

TURP=- TURUHAN uygulanır. T.'lar yalnız ba�ına ek i leb i l d iğ i gibi, d a h a geç gelişen marul, ıspanak, soğan, havuç, lahana, pırasa ve k a r­ nabahar gibi sebzelerle birlikte ara bitkisi olarak da yetiş­ tirilebilir. T. tohuml arı ekildikten kısa bir süre sonra çim­ lenerek toprak yüzüne çıkar ve 3 - 6 hafta i ç i n d e yen i leb i l i r hale gelir. Soğuk ılıman bölgelerde ilkbaharda çok erken, sıcak ılı­ man iklimlerde ise kı�ın ekilir. Yalnız başına ekildiğinde sı ­ ralar arası nda 25 . 35 cm aralık hırakılır. Bitk iler ç i m ien d ik ­ ten kısa bir süre sonra seyrelıme yapılır. K üç ük çeşitlerde sı­ ralar üzerinde 2,5 cm, ir i ç e � itl erd e 10 c m mesafe bı r ak ılma ­ sı y e te rli d i r . İ ri T.'lar, genellikle sonbaharın geç dönemle­ rinde veya kışın hasat edilecek şekilde yaz sonlarında eki l i rl e r

T.'ların iştah açıcı özellikleri ya n ı n d a halk arasında id· r ar söktürücü, safra kesesi ve safra y ol la rı n d a k i taşları düşü· rücü etkileri d e bu l u n du ğu b il i n m ek t e d i r.

T . ' la rı n Ç i n 'de ye ti ş t i r i l en t i pleri arasında 2,5 cm çapın­ ve 30 c m uzunl uğunda, eti se r t yapılı olanları vardır. B un · l ar p i ş i r ilerek tüketil ir. Hintiiierin Madras T.'u, yumu ş ak , gevrek kapsülleri için ekili r ve bu kapsüller çiğ olarak ye­ nir veya turşusu yapılır. da

Raphanus caudatus, Linn. uzun kapsülleri için yetiştiri·

l i r . Fare

T.'lar genell ikle elle sökülerek hasat edilirler. K üçü k çe· ş i tl e r ç o ğu n lukla yaprakları k oparılmadan demet h a l i n de b a J ­ I a nı r . İ r i T. ' l a r d an e t i \'C kabuğu beyaz olan kestane T.'ları ile

eti be ya z, kabuğu siyah olan kara T. ülkemizde çok yetiş­ tirilmektedir. Eti beyaz, ku lııığu kırm ızı ol a n iri T.'lar d a v a r dı r .

k uyr u ğu veya yılan T.'u adı verilen bu t ü r ün kap· bazen 25 - 30 cm uza ya bil i r . Bunlar da çiğ olarak ye· veya turşusu y a p ılır . (M. Anameriç - V. Erkun)

sülleri nir

.

T.'lar a l l og am , yani yabancı dölleme ile çoğalan bitki­ ler ol duğ un d an çeşitler ken di aralarında ve k ültür ç eş i tl e r i i le ya b a ni formlar birbirleri ile k ol ayl ı k l a melezleşmekte, b öy ­ l elikle çeşit özellikleri çabucak bozulmaktadır. Onun i ç in, to­ hum almak üzere ekilen çeşitler birbirlerin den yeterince uzak olmalıdır. Ayrıca, sık sık tohum tazel emek y er i n d e bir ted­ birdir.

33

TURPCiu.ER ( C r u cife rae ) , otsu bitkilerin çoğunl uk­ olduğu bi r familya . Latince adını ç i çekler in dek i 4 t aç yap· rağının haç şe kl i n de k i görünümünden almıştır. Yapraklar, ge· n el l ikle almaşık şekilde diziimiş olup aynı cins i ç in d e k i bit· kiler de bile basitten hurma yaprağı veya yırtmaçlıya kadar d eğ iş i k şekillerde olabilmektedir. Ç iç e k le r e r d i ş i , 4 çanak, 4 taç yapraklı, ikisi kısa 6 e r k e k organlıdır. Meyve, hardalım­ sı kapsül şekl inde uzun veya kısadır. Çoğu n l ukl a k e nd i l i ğ in­ den açılır. Tohumlar küçük olup e m b r iy o değişik şekillerde kıvrılıp katlanmıştır. ta

Familyada 200'den fazla cins, ya k la şı k 1 600 t ü r

ve bin· çeşit bitki b ulu nm a k tad ı r . B u n l a r ı n çoğ u n a Akdeniz havzasında bol m i k ta rd a r as tlanı r

l e r ce

.

Familyada,

dünyanın

büyük bir bö l ü m ü ne yayıl mı ş , iyi tanınan yabani otlar vardır. Brassica arvensis, Kuntze (Ya­ bani hardal ) , Raphanus raphanisırum, Lin n .

(Yabani turp ) ,

( Çoban çantası ) bunlardan­ dır. Gıda olarak kullanılanları da ço k t u r . Brassica oleraceae, Linn. ( Lahanalar ) , Brassica campestris, L in n . var . NapQ Brassica, DC ( İ sveç şalgamı ) , Brassica rapa, Linn. ( Ş a l gam ) , Brassica alba, Boiss. (Ak hardal ) , Brassica nigra, Koch. ( Ka­ ra h ar dal ) , Raphanus sativus, Linn. (Turp ) , Lepidium sati· vum, Linn. ( Bahçe teres i ) örnek olarak s a yıla b i lir .

Capsella bursa pastoris, M o en c h



T.

f a m i l y a s ın da k i bitkilerin birçoğunun de ğişi k kısımla·

rında yağlı

bir madde vardır. Bu madde yakıcı, a cı , balıarlı olup kendine Özgü bir l ezıe tt e d i r . Tohumlarında yağ oranı yüksektir ve bazılarından yağ ç ık a r ıl ı r .( hardal yağı gi bi) Sahil yörelerinde yetişen birçok T. bitkisinin yaprakları C vi­ tamini bakımından zen gin olup iskorbüt hastalığını iyi e d ici bir ha ssa y a sahiptir. Batı Avrupa'nı n lsatis tinctoria, Linn ( Çiv i t o t u ) n un yap rakl ar ı mavi b i r bo ya verir. Anastaıia hicrochunıica, Linn. rutubetli ortamda ise a çı l ı p yayılması ile ün yapmıştır. (M. Anameriç · V. Erkun) .

.

'

TURSUN BEY

:

bk. DURSUN BEY.

TURSUN F AKIH

:

'bk. DURSUN FAKIH.

TURTKUL ( e9ki adı : Petroaleluandrovak) , Kara Kalpak 1\fuhıar S o vye t S osya l i st C u m h u ri y e tin d e, Amu d e rya nın sağ kıyısın da, Ç ar c o u - Kungrat demir yolu üzerinde bulu· nan Ü rgenc d u r ağ ın da n 35 km u za kl ı k t a b i r şehir. A muder ­ ya'nın sağ kıyısının sürekli olank aşınması dolayısıyla eski şehir yen i b ir ye re nak l e d ilm i ş t i r Ç e v r es i n d e pamuk ve Ka­ rakul k o yu n l a r ı ye t i ş t ir i l i r . '

.

TURP

:

Amerika'nın Early Scarlet Globe adh kırmızı küçük turp çetidi

TURUI.;J AN, Rus Sovyet Federatif S osy a l ist Cumh u r i· y e t i ni n K r asn o y arsk ( K ızılyar) ii l•k es i n;de bir n ehir, Yenieey nehrinin sol kolu. U z u n lu ğ u 437 k.m dir. T.'lll a ğz ı n lll kar-

34

TURUHAN

şısında, Yen isey n ehrinin sağ kıyısında Turubansk şehri yer alır. TURUNÇ, Sedefotugiller (Rutaceae) familyasından Citrus cinsine giren, portakala benzeyen meyveler veren bir ağaç. Bu ağacın meyvesine de T. (Citrus auranti um var. amara) adı verilir. Çiçekleri beyazdır. Meyvesi mandalina­ dan daha iri, üzeri çok pütürlü, lezzeti buruk, mayhoştur. Meyvesinin etli kısmı ise acımsı ekşidir. Meyvede şeker miktarı azdır. İçinde % 3,5 - % 4,5 kadar asit bulunur.

Ülkemizde Akdeniz kıyı bölgesi, Ege kıyılarıyla, Kara­ den iz'in doğu kesimlerinde limon, portakal, man dalina gibi a�ılanacak ağaçlar için anaç olmak üzere yetiştirilir.

T. çiçeklerindeki koku maddesi, kolonya imalinde kul­ lanılır. Kahuğundan el de edilen avrantiamarin maddesinden esans çıkarılır ve eczacılıkta ilaç bileşimlerinde yararlanılır. T. kabukları kullanılarak T. l ikörü yapılır. Bu likör, iştah açıcıdır ve sodayla karıştınlınca amerpikon adını alan bir

içki elde edilir. TURUNÇGİLLER (eski ter. Narenciye), Sedefotugil­ ler (Rutaceae) familyasından Citrus cinsine verilen ad. Yaz kış yeşil yapraklı çok yıllık bitkilerdendir. Sıcak iklim böl­ gelerinde yetişen T.'in türleri botanik uzmanlannca çok tartışılan bir konudur. Kendi içlerinde veya değişik türler­ de döllenmeleri sonucu, melez türleri oluşmuştur. Bundan dolayı botanik uzmanlarının bir kısmı 149 türünün olduğu­ nu söylerken, bir kısmı da 16 türün varlığını ileriye sür­ mektedirler. Genellikle 2 eşeyli ve simetrik çiçekleri, 3 - � taç ve çanak yaprağı, 6 - 10 arasında erkek organı, 2 - 5 birleşik karpelden oluşan dişi organı, 4 - 5 gözlü yumurta­ lığı vardır. Etli ve sulu meyvesi olan T.'in ülkemizde yetişen belli başlı türleri portakal, limon, mandalina, altıntop ( grapefruit) ve turunçtur. Genell ikle Ege ve Akdeniz bölgelerimizde yetişen T., iç piyasada tüketildiği gibi, Avrupa ve Orta Doğu ülkelerine de ihraç edilir. T.'ler, C vitamini bakımından zengindir. TURYN [ttfrin] Alexander ( Varşova 26. 12.1900 ) , Po­ lonya'lı filolog. 1925'te Varşova Ün iversitesinde doçent ola­ rak göreve başladı. 1935' te klasik filoloji profesörü oldu. 1 939'a kadar bu görevde kaldıktan sonra Amerika Birleşik Devletl eri'ne göç ett i . 194l'de \I ichigan Üniversitesinde okul­ man, 1942 - 1945 yılları arasında da New York'ta New School

for Social Research'te yardımcı profesör olarak çalıştı. Son­ ra Illinois Üniversitesine geçti ve 1 969'a kadar görevine de­

vam etti. T. çeşitli bilim kurumlarının Üyeliğine de seçilmiştir. Eserleri : Studia Sapphica [ 1 929] ; De codicibus Pirulari­ The manuscripts tradition of the tragedies of cis [ 1932 ] ; Aeschylus [ 1 943 ] ; The manuscripts of Sophocle.s [ 1944] ; The

Sophocles Recension of Manuel Mosclıopulos [ 1949 ] ; The Byzantine marıuscript tradition o/ t he tragedies of Euripüles [ 1957] ; Dated Greek manuscripts of the t hirteent h and four­ teenih centuries in the libraries o/ lt aly [ 1972 ] .

TUSCARORA ÇUKURU, Büyük Okyanusun kuzey ­ batısın da bir çukur. Japon çukuru olarak da bilinir. Japonya ile Kuril adalarının açığında 26" ile 48 " kuzey enlemleri ara­

sında uzanır. 1 874'te "Tuscarora" gemisi tarafından yapılan ölçümlere göre, derinliği 15 535 m olarak tespit edilmiştir. T. Ç., uzun süre okyanusların en derin çukuru olarak

kabul edilmiştir.

TUTAK TUSCULUM [trtskrtlum ] , Latium'da, bugünkü Frasca· ti şehri yakınların da antik bir �ehir. M. Ö. VI. yüzyılda Et­ ruskların idaresinde olan T., Romalılar tarafından alındık­ tan sonra Roma hukukunu kabul eden (M. Ö. 381 ) ilk şe­ hir olmu§tur. Birçok Romalının viiial a r yaptırdığı T.'u, Cicero Tusculanae disputationes adlı felsefi eserinde Tusculanum di­ ye a dlan dırır. Bugüne kadar yap•lan kazılar sonunda yirmi ka dar villa kal ın tısı, bir tiyatro, oirçok tapınak ve ııehrin eski kalesi ortaya çıkarılmıştır. TUSSAUD [tiiJ.;ı ] , Marie 0 761 - 1850 ) , Lon dra'da dün­ yanın tanınmış kişilerinin mumdan yapılmış heykellerinin sergilendiği müzenin kurucusu. Aslen Fransız olan Marie ( Groshol tz ) , mumdan heykeller yapma sanatını Paris'te, arn­ casının stüdyosun da öğrenmiştir. Fransız ihtilali sırasında hap­ sedilen Marie'ye XVI. Louis ile Marie - Antoinette'in ve Fran­ sa'nın diğer aristokrat ailelerinin kesilmiş başlarının modelle­ ri yaptırılmıştır. 1 795'te François Tussaud ile evlenen Marie, kocasından bo§anmı§ ve İngiltere'ye gitmiştir. Heykellerini de beraberinde götüren sanatkar, ilkin Londra'da Baker Street'te yerleşmiştir. 80 yaşında ölen sanatkarın son eseri kend i hey­ kelidir. Ken di adı ile anılan müzesi ilkin Londra'da Marylebo­ ne Road'da açılmıştır ( 1884) . 1 925' te yanan bu müze birçok değişikliklerle 1928'de yeniden açılmı§tır. Madam T.'nun to­ runları heykelcilik sanatını 1967'ye kadar sürdürmüşlerdir. Müzenin stüdyolarında hala mumdan heykeller yapılmaktadır. Bu müzede Atatürk'ün heykeli de vardır.

TUŞPA : bk. VAN KALESI. TUŞRATTA, Mitann i kralı (M. Ö. 14ıO - ı375 ) . Amar­ (b. bk. )'da bulunan evrak hazinesinde III ve IV. Amenophis gibi Mısır firavunlarına gönderdiği (Mitanni dilinde y azıl ­ mış) mektuplar ele geçmiştir. T. zamanında Mitanniler Ku­ zey Mezopotamya'da hakimiyet knrm11şlar, Asur'u da baskı altına almışlardı. T .'nın son yıllarında iç karı§ıklıklar çıkmış, ıı.a

onun ölümünden sonra Mitanni devleti Hititler tarafınd an

işgal edilmiştir. TUTAK, Ağrı iline bağlı bir ilçe. Yüzölçümü ı 562 km2, nüfusu 32 870 ( 1980)'tir. Köylerin çoğunun nüfusu ıoo ·

400 kadardır. İlçe merkezi T.'ın nüfusu 3 990, yüksekli­ ği I 535 m dir. İlçe, ilin batı bolümündedir. Kuzeyde Eleş­

kirt, doğuda Hamur ve merkez. ilçe, güneyde Patnos, batıda Erzurum'un Karayazı ve Muş'un Malazgirt ilçeleri ile çev­ rilidir.

İlçe arazisi, çok yerin de, ortasından Murat ırmağının geç­ tiği tepelik ve dalgalı düzlükler (Neojen teknesi ) ile doğu bölümünde tepeliklerin uzan dığı volkanik arazi ( andezit, ba­ zalt) 'den oluşmuştur. Yüksekliği çek yerde 1 500 ı 600 m dir ( kuzeyde Sekir dağı 2 000 m ) . Buradaki kesiminde Murat ır­ mağı ( 50 km lik bölüm) alüvyoniarla örtüiü geni§ vadisinde akar. İlçede kışlar soğuk, sert ve ıızun geçer, şiddetli donlar olur. Kar örtüsü aylarca yerde kalır, kar kalınlığı 50 - 60 cm y i bul ur. Yağışlar en çok ilkbaharda ve kışın olur (yıllık yağış 340 mm ) . Yazlar sıcak geçer, kısa sürer. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok olur. İlçede orman hemen he­ men yoktur. Bozkırlar geniş yer tutar. Başlıca yakacak çeşi­ di tezektir. İ lçede ba§lıca geçim kaynakları hayvancılık ve tarımdır. Burada çok iyi cins ve özlü buğday yetişir. Tarımda makine•

1'U'TAi< - TUT .. AN KHAMEN, TlJT ANH_.. AMUN ..

leşme gel işmiştir. Sulak yerlerde kavun, karpuz, sebze ye­ tiştirilir. Tarım üretimi, yerindek; ihtiyacı karşılayacak ka­ dardır. Hayvancılık daha önemli yer tutar. Canlı hayvan ve ürünleri (yağ, peynir, yün, yapağı) başka yerlere de gön­ derilir. İlçede küçük ve büyük ha� hayvan sayısı 200 000 ka·

dardır. Yaylalara da çıkılır. İyi yollardan uzun süre uzak kalmış bu bölgede yük ve binek hayvanı olarak at beslenir. Yaygın sığır ırkı "doğu kırmızısı"dır. Burada tabii tohumla­ ma yolu ile montafon melezleri oluşturulmaya da çalışılmıştır. İlçe merkezi T., Van · Ağrı kara yolu üzerinde bir kasa· hadır. 1868'den sonra o zamanki Bayazıt sancağına bağlı bu­ lunmuş olan T., 1919'da ilçe durumuna getirilmiştir. Tarihi boyunca türlü istilalara da uğram;ş bulunan T., 1918'de va­ tana kavuşturulmuştur. Tutak adının, 1071 Malazgirt zaferin· den sonra Selçuklu beylerinden Tutak beyin adından geldiği söylenir. Elektriği, bol içme ve kullanma suyu vardır. Çarşı· sı, otel ve lokantaları, yatılı bölge okulu, orta okulu, ilk okul­ ları, büyük bir camii, hamamı, 10 yataklı hastahane ve sağlık ocağı, gazinosu vardır. Murat ırmağı kenarındaki kasaba, şim· d i işlek bir yol kavşağı olmuştur {Patnos ve Erciş üzerinden Van'a uzanan düzgün asfalt yol, Ağrı'ya uzanan stabilize yol (42 km ) , Karayazı'ya uzanan kara yolu ve Ağrı · Eleşkirt as­ faltına uzanan yol ) . Kasabanın imar planı 1958'de yapılmış­ tır. (R. İzbırak) TUTANAK

(eski ter. Zabıt veya zabıtname), bir ko­

nuşma, görüşme, olay, istek veya işlemi yazılı olarak tespit eden resmi belge. a. Arama T.\ : Yetkili makam veya merci tarafından ve· rilen arama izin veya kararı üzerine zabıtaca bir kişinin iş yeri veya ikametgahında yapılan arama işlemini ve arama sırasında bir zarar verilmediğini tespi t eden belgedir. Ara­ roada hazır bulunanlar tarafından imzalanır. b. Duruşma T.'ı : Duruşmanın önemli noktalarını tespit eden belgedir. Ceza muhakemeleri usulünde duruşma T.'ının 1 . Duruşmanın yapıldığı yer ve tarihi ; 2 . Hakimlerin, Cu m· huriyet savcısının, zabıt katibinin vc varsa tercümanın adını ;

An ayasası'nın 87. maddesine göre, meclis görüşmelerinin met· ni T. dergisinde tam ol?rak yayınlanır. Kapalı oturumdaki gÖ· rüşmelerin yayını ise i l g i l i meclisin kararına bağlıdır. 30 haziran 1981 tarih ve 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanun'un 22. maddesinin 3. fıkrası, Danışma Meclisi'nin açık olan genel kurul t op l ant ıl arı nın T. dergisinde yayınlanacağı­ nı bel irtmiştir. f. Şikayet T.'ı : Şikôyetç inin yeıkili makam ve merciiere yaptığı başvuru üzerine şikayeti tespit amacıyla düzenlenen, şikayetçinin ve şikayet olunanın kimliğini belirten belgedir. ( E . Korur ) TUT-ANKHAMEN,

TUT-ANH-�MUN,

sülaleden ·k ral (M. Ö. a�. yu. 1347 - 1339 ) . IV. Amenophis'in bir kızı i l e evliydi ve başlan· gıçta adı :kayınpederinin taptı· ğı güne�e (Aton ) izafeten Tut · anh-Aton idi. Kendi yönetimi sırasında IV. Amenophis'in gü­ neş dini bırakıldı ve Amarna yerine başşehir yen i den Thebai oldu. T.'un hemen hemen hiç d.okunulmamış ka•bri 1922'de Theba i'de Krallar Vadisinde İngil iz arkeol oğu Howard Car­ ter ( b . lık. ) tarafın dan bıı:lun­ du. Carter ve Lord Carnarvon ( b. b k . ) 'un açtıkları kabirden çıkardıkları zen gin hazineler bugün Kahire müzesinde bu·

Mısır'da 18.

TUT · ANKHAMEN

l tmma k t a dır.

3. İ ddianamede belirtildiği gibi suçun ne olduğunu; 4. Sanık­

ların, savunucu ve davacıların adını ve 5. Duruşmanın açık mı, gizli m i olduğunu ihtiva etmesi gerekir ( Ceza Muhake· meleri Usulü Kanunu Md. 265) . Duruşma T.'ında ayrıca özet olarak duruşmanın cereyanı ve sonuçları ile duruşma usulü· n ün temel kurallarına uyulduğu belirtilir ( C�IUK. M d . 266) . Hukuk muhakemeleri usuliinde ise duruşma T.'ına mahkeme· nin ve hakimierin adları, tahkikat 1·e duruşmanın yapıl dığı yer, eelsenin açıldığı gün ve saat, iki taraf ve vekilierinin ad· ları, yapılan duruşma ve işlemler ile, iki tarafın ne gibi ev· rak ibraz ettiği, duruşmanın açık y apıldığı, açık yapılmamış­ sa sebebi, özet olarak iddia ve savunma, şahit ve bilirkişi beyanları, keşif ve muayene raporları, verHen karar ile bu· nun tarafiara bildiriliş biçimi kaydedilir (Hukuk Muhake· meleri Usulü Kanunu Md. 1 51 ) . c . İcra T.'ı : İcra v e iflas ı!airelerinin yaptıkları işlem· l erle kendilerine yöneltilen istek ve beyanlar hakkında dü­ zenledikleri bel g: r d i r. Yapılacak sözl ü itirazlar ile talep ve beyanların altları ilgililer, icra :nemuru, yardımcısı veya ki­ tibi tarafından imzalanır. İlgililer bu T .'ları görebilir ve bun· ların örneğini alabil ir (İcra İflas Kanunu Md. 8 ) . d . Keşif T.'ı : Yetkili hakimin olay yerinde yaptığı ke· şif sonunda düzenlenen T.'tır. Bu T.'ta zabıt kiitibinin de imzası bulunması gerekir. e. Meclis T.'ı : Meclis görü�melerinin meclis katipleri tarafın dan zaptolunan yazılı kaydıdır. Türkiye Cumhuriyeti

35

TUT·ANKHAMEN : Altın mask

TUTKAL - TUTUG (Totug, Totuk, Tutuk.),

36

TUTKAL, kemik, deri ıırtıkları v.b. uzvi maddelerden yapılan, kimyasal yapısı bakımından proteini bol bir madde. Genellikle yapıştırıcı olarak kullaııılmasının yanı sıra içine karıştırılan boyalada birlikte resim yapımında kullanılır. Sarımtırak, kahveren gi ve yarı saydamdır. Katı bir mad­ de ola n T., levha veya boncuk halindedir. Su ile karış· tırılıp kaynatılarak yapışkan bir sıvı durumuna getirilen T., soğuduğu zaman tekrar katıla§ır. Soğuk suda erimeyen ve katılaşan T.'ı tekrar kullanmak gerektiğinde sıvı hale gelin· ceye kadar ısıtmak gerekir. TUTMAÇ,

eski bir çorba çeşidi. Divanü Lügati't -

Türk'te geçtiği tespit edilen T. kelimesi ile ifade edilen bu yemek günümüzde de çok yaygın olarak bilinmektedir. Dut· maç, tutma gibi adlarla da tanınmaktadır.

Fişirilmesi şöyledir : Kızgın saç üzerin de katıca bir ha· murdan kalınca (aş. yu. 1 ,5 - 2 mm) açılan yufkalar 3 - 4 cm eninde dilim dilim kesilir. Sonra bu dilimler ya üst üste ko­ nularak erişte gibi veya üçgen yahut bakiava şeklinde kesilir. Bu kesilen parçalar tencerede kayn amakla olan suya atılır, makarna gibi başlanır. Tencereden alın dıktan sonra için ::le kıyma bulunan kızarmış yağa dökül ür. Üzerine taze veya ku­ ru nane serpilerek servis yapılır. Bazen başlanmış hamur parçaları ayrıca yağda kızartılır, sonra tencereye dökülür. İs­ teğe göre üzerine biber, karabi ber, sumak serpilir veya l imon sıkılarak servis yapılır. Ayrıca, bazı yerlerde içine yoğurt ve mercimek de katılır. TUTRAKAN, Bulgaristan'da, Tuna nehrinin sağ kıyı­ sında, Silistra'nın 65 km batısında bir şehir ve iskele. Nüfu­ su 9 908 ( 1965)'dir. Rusçuk (Bulg. Ruse), Kubrat, Dulovo

ve Sil istra'ya kara yolu bağlantısı vardır. Çevresinde hububat ve kültür bitkileri yetiş tirilir. Balıkçılık yapılır. T., Transmarisca adlı bir Roma kalesin in yerinde kurul­ muştur. Sonradan akınlada yıkın tıya uğrayan şehir, Türk (Osmanlı) hakimiyeti devrinde onarılmıştır. Şehre Türkler

yerleşmiştir. 1878'de Türk hakimi}·eti son bulmuştur. 1913 Bükreş barış antla§masıyla Romanya'ya verilmiştir. I. Dünya Savaşında !!ulgar birlikleri şehri 'llmışlardır ( 5 - 6 eylü İ 1916 ) . Neuilly antlaşmasıyla tekrar Romanya'ya �erilmiştir. 1 940'ta Craiova antlaşmasıyla Bulgaristan'a bırakılmıştır. TUTSAK,

köle ve esir, saYaşta yılgınlıkla teslim olan düşman askeri. Gazı·e veya seriye ( tün baskını, şebhün ) ve yağmalarda ele geçirilen kadın erkek, çoluk çocuk, ihtiyar herkese verilen ad. T.'ların durumu, hadis-i şeriflerle düzen­ lenmiş ve daha sonra bu hadisiere dayanılarak fıkıh kitap­ larında Üsera ( Tutsaklar ) , Itık (Azi d ) , veli ve abd-i abık (kaçak tutsak) babisieri tedvin edilmiştir. T.'lar hakkında derlenmiş olan hadisler için bk. A. J . Wensinck. Miftahu künfizi's-sünne. Arapçaya çev. M. Fuad Abdülbaki. Lahor [ 192 1 ] 42. 1 29. T.'lar için iki hüküm geçerlidir. Bunlar, T.'ların köle­

leştirilmesi veya fidye (b. hk . ) karşılığında salıverilmesi, ya­ n i h ürriyetini elde etmesidir. Ancak, yağmalanan malların ge­ ri verilmesi söz konusu değildir. T.'ların öldürülmesi yasak­ tır. T.'ların hukuku daha Cahil iye devrinden itibaren geli�­ miştir. Temelde T., mal gibidir, alınır, satılır, armağan edi­ lir. Sahibi olanların verecekleri hükme bağlıdırlar. T.'ların kazandıkları sahiplerinindir. Kendiliklerinden bir işte taah­ hütte bulunamazlar, vasi ve nazır olamazlar, tanıklık edemez­ ler. Ancak sahibinin verdiği izinle, yani mezun lehv olduk­

larında sahipleri adına mukavele yapabilirler.

Şeriate göre, kadın T., yani esriye ile nikah gerekmez, istifraş kafidir. Ancak erkek bir T., hür veya T. bir kadın­ la evlenebilir. Malikilere göre T.'ın dört kadına kadar ev­ lenmesinde cevaz vardır. Cariyeye verilecek mehir (b. bk. ) sahibine aittir. Bir T., eşini iki defadan fazla boşayamaz. •B irinci boşanmadan sonra idde ı ( gebeliğin beklenme süresi) dolunca .ikinci kez onunla evlenebilir. Ancak, �kinci b()§an­ madan sonra aynı kadınla bir daha evlenmek mümkün değil­ d ir. T.'ın çocuatı vasıtasıyla merrniye yön

veren çelik bir "namlı (namlu)"; mermiyi ateşlerneye ve boıı kovanı -dışarı atmaya yarayan "mekan izma" ; kullananın omu· zuna uyacak şekilde biçimlen dirilen , böylece iyi ni�an almayı sağlayan

ve ateş edildikten sonra T.'in geri tepme etkisini

hafifletmeye yarayan "dipçik"tir. Tarihi kayı-tl ara göre, XIV. yüzyılın 2. yarısından itiba­ ren kullanılmaya başlayan ilk T .'ler kaval dolma ve ağır olup dayanağın

üzerin den

kullanılmaya

kullanış, T .' e savunma silahı birlikte,

T.,

(yivsiz ) , ağızdan

ancak kale burçlarından, bir duvar veya elverişli

idi.

Bu

karakteri veriyordu.

geçmişte, İstan bul'un

şekilde Bununla

Türkler tarafından fethi

sırasın da olduğu gibi, az savıda -da olsa, taarruz silahı olarak da kullanılmıştır. Kaldı ki

özell ikle XIX. yüzyıldan beri T.,

hem savunma hem de taarruz sila:ı ı olarak değer kazanmıştır. İ l k T.'lerin

ağır olması

gihi

bir sakıncasından başka,

işl eme giiçlüğü şekl inde göze ça: ı>8n elverişsiz tarafları ıla vardı. Söz gel imi, kara barutlu cephane ağızdan doldurulduk­

tan sonra, ateşleme geriden, yava� yava�. kibrite benzer bi'l"

ateşleme maddesi ile yapılıyor ;

dolayısıyla atıcı, bu malze-

ni , bu hı:r.lı dönüş hareketinin ise, atış menzil ini ( etkili mesa­ fe) ve merminin hedefe isabet ihtimalini artırdığını anlamııı­

lardır. A yrıca, bu dönemde, T. iğnesi adı verilen ve mermi­ de·k i tahrip kapsülüne çarparak ate§lemeyi sağlayan bir par­ ça da büyük başarı ile kullanılmıştır. Maden kovanlı fişeğİn

kullanılmasına gelince, 5 6 fişekli bir fişek haznesi'nin maksada uygun düşeceği anlaşılmıştır. Bu gelişme, müker­ rer (birbirini izleyen) ateşli T.'in ortaya çıkmasını ve XIX. -

yüzyılın 2. yarısında hızla yaygınlaşan bir değer kazanmasını

sağlamıştır. Fişek hamesi ve mekanizma sisteminin ger­ çekleştirilmesi, uygulamada 4,5 kg kadar ağırJıkta, da·k ikada 12 - 15 alım yapaılıilen ve 2 000 m ye yaıkın menzili bulwıan T.'ler yapılmasına imkan vermiştir. Bu sistemin seçkin örnek­ leri, 1888, 1893, 1895 ve 1898 modeli ve 7,9 mm çapındaki Alman Mauser (Mavzer ) T.'i ile 1886 modeli ve 8 mm çapın­ daki Frar.sız Lebel T.'idir. Siperlerin, dikenli tellerle eng�l­

lenmiş savunma tesislerinin, aralıklı yapılan, fakat inatla sür­ dürülen kitle taarruzlarının özel bir nitelik kazandırdığı 1.

D ü n ya Savaşı sırasında ,

o

zamana kadar piyadenin

ana

si­

lahı olan T., yerini büyük ölçüde makine1i T.'e bırakmııı ;

46

TO FEK

II. Dünya Savaşında ise, gittikçe artan şekilde, otomatik silihlarla ·b ütünlenmi�tir.

dişahın bu olumsuz davranl§ı, modern na ters düşmü�tür.

Tek ki�i tarafından ta�ınan otomatik silahiara ba§lıca örnek olarak, makineli tabanca ve y ar ı otomatik T. gösteri­ lebilir. Burada otomatik bir hareket sağlamada en yaygııı olarak k ul l a nı la n yöntem, fişeğİn ateşlenmesiyle meydana ge­ len g azı n bir •kısmı.ıı dan y ara rlan m a k t ır. 7,62 mm çapında olan ve 8 atı m l ı k :bir fişek haznesi bulunan Amerikan Garanıi Ml yarı otomatik T.'i bu yöntem çerçevesinde i�ler. Son za­ manlarda yapılan bir otomatik T.'te ise, bir selektör aleti, yarı otomatik T.'te olduğu g i b i , tetiğin ya tek ateş için çalı§­ masını ya da önceden tasarlanmış sa yı d a bir ateş darbesi için i�lemesini sağlar. Örnek olarak, Amerikan Gnrand Ml4 ve ha l y a n B . M. 59 tip T.'ler göster i l eb il ir .

I. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı ordusunda muhtelif m il l eu er in yaptığı değişik modelde T.'ler kullanılmıştır ; ör­ ne·k olarak, Osmanlı, İngiliz, Rus, Alman, Romen, Japon, Bulgar ve Yunan T.'leri gibi. Bu T . 'le r in hemen hemen tü­ münden İstiklal Harbinde de yararlanılmıştır. Bu T .'ler ara­ sı·n da, Osmanlıların Martin ve değişkin Martin, İn·gilizlerin Kasa!, Ameri•k alıların Winchester, Yunanlıların Gra ve özel­ likle Almanların b ü y ük ve küçük modeldeki Mavzer T.'leri va r d ı r . Zamanın en geli�tirilmiş T.'ler.i olan ıbu Mavzer T.'leri, Türkiye Cumhuriyeti ordusunda da kullanılmıetır. Bu T.'ler, 1938'de Tüıık silih fabrikalan tarafından ele almarak aynı niteliklerle imal edilmiş, 1938 Ankara mo­ deli piyade T.'i adı ile orduya dağıtılmıştır. Bugün Türk ordusunda, NA TO standartlarına uygun olarak Amerikan Ml ve M14, Alman Gl ve G3 piyade T.'leri vardır.

T. C. Genel Kurmay Başkanlığının resmi Harp Tar i h i ya yınla rın d a, Türk ordusunda T.'in ·kul la n ıl m ası n ın ol dukça

eski bir tarihe dayandığı belirtiliyor. Bu yayınlara göre, Os­ manlı ordusunda, I. Kosova Muharebesi ( 1 389)'nde, İstanbul' un kuşatılması sırala.r ında ( 1391 - 1395 ) ve İstanbul'un fet­ hi ( 1453 ) 'nde az sayı-da ve Hkel nitelikte de olsa, T. kullanıl­ mış olduğu anlaşılıyor. O zamanlar yeteri kadar geliştirilme­ mi� olmakla birl ikte Osmanlı tarihlerinde T.'çi denilen er­ ler tarafından . taşınan bu sila h la r d an kurulu muh a reb e birlik­ leri, özell ik l e kale muharebelerinde önemli ve etkili .b i r r ol oyn a m ışla r d ır . Başlan gıçta çok kaba ve ağır bir yapıda olan, yere veya kuvvetli bir dayanağa dayatılarak !kullanılan bu il­ kel n itel ikli T.'ler.den birkaç örnek İ st a nıb ul ' d a k i Askeri M ü­ ze'de sergilenmektedir. Osmanılı ordusunda silah bakım ve onarımına özel bir önem verilirdi. Bu sebeple, ateşl i silahlar, bu arada T.'ler, önceleri "Cebeci O cağ ı" na giren "cemaat-ı tüfen ggeran" denilen v e Yeniçeril erin kışiası olan yen i "oda­ lar"da çalışan T.'çi ustalan tarafından onarılırdı. Sonra­ l a r ı, Osmanlı ordusunda T .' i n kullanışı yaygınla�ınca, yeniçe­ r i le r den bir "Cemaat Ortası", doğrudan doğruya T.'çil ik iş­ leriyle görevlendirilmiş ve bu ortanın komutanına da T.'çi başı denilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında ( 1 5 2 1 1 566 ! y en iç eril er için miri ( devlet m alı ) T. y ap ı m ı artmıştır. Bununla birlikte yeniçeriler, bu T.' l er e pek itibar et mezl e r ve bunları çoğunlukla kullanmazlardı. Çünkü özel olarak sağla­ dıkları T.'leri, hükümetin verdiği T.'lerden daha üstün nite­ likli bulurlardı. XIX. y üz y �l sonlarına doğru, Osmanlı or­ dusunun elinde bulunan T.'ler, gerek ateş hızı gerek menzil gerek etki bakımından, Avrupa ve hatta· Balkan devletleri ordularınınkilerine oranla düşük nitel ikte idi. II. A bdü l h a­ mid, yaptırdığı incelemeler sonun da, z a m anın en üstün nite­ lik l i Alman Mavzer T.'lerinden satın alınmak üzere, Alman­ ya'ya bir heyet göndenniştir. O sırada Osmanlı ordusunda h izme t etmekte olan Alman mareşali ron der G oltz Paşa'nı.ıı ll. Abd ül h a m id'e yazdığı bir mekt u pt ak i tavsiye üzerine, bu heyete Kurmay Binbaşı Mahmud Şevket Bey (sonraları Sad­ razam Mahmud Şevket . Pa§a) d e dahil edilmiştir. Binbaşı

Mahmud Ş evket Bey, yapılmak istenen bazı yolsuzluklara im­ kan vermeyerek heyette etkin bir rol oynamış ve satın alına­ cak T.'ler hakkında uygun tavsiyelerde buJunmuştur ; bunun üzerine rütbesi yarbaylığa yüksel tilmiştir. Böylece, zaman kay­ bedilmeden Türk ordusunun modern T.'lerle donatılması için II. Abdülhami d'in gösterdiği ilgi y er in d e olmakla b irl i'k te s�tın alınan yen i silahların hemen or d u y a d ağ ı tı l m a sı ve eği­ time ba ş l a nm as ı g er e k i rk en bu yap ıl m a m ı ş ; hepsi de pola ra konularak sıkı bir kontrol altında tutulmuştur. Dolayısıyla,

kuııkucu .karakteri yüzünden silahlı kuvvetlerden çekinen p a-

silahianma amacı-

T., ateş gücünü oluşturan diğer silihlar alanındaki büyük gelişmeler dolayısıyla, günümüzde ana silih olmaktan çık­ mış ise de, yakın savali alanının. karmaşık ortamında, bugün de belirli bir ölçüde etkili olma görevini sürdürmektedir. Bu a ra da, snaperskop denilen bir dürbün .takıJmak suretiyle, ge­ ce karanlığında da görmek ve ateş etme'k imkanının sağlan­ ması, T.'e özel bir değer k.azan dırmış bulunmaktadır. Piyade T .'leri, sportif yarışmalar gibi özel amaçlar ile de kullanıla ­ bilir. Bununıla birlikte, spor amacı ile kullanılan başlıca T. tü rler i , su altı T.'i ve diğer av T .' ler i dir. Su altı T.'i, su al­ tında a viananların •kullandığı ve silaha naylon iple bağlı bir zıpkın atmaya yarayan bir T.'tir. D iğer av T.'leri ise, teh l i kes iz ve tehlikeli avianmaları kapsamak üzere, özel amaç­ lı sportif T.'lerdir. Tehlikesiz avianma türü, genellikle küç ük av hayvanlarını kapsamına alır ; örnek olarak, yabani tavşa:ı, çeşitli ku� ve bazı ülkelerde, özellikle Amerika'da, geyik avı gibi. B u alanda kullanılan av T . 'le ri , tek namlulu olabileceği gibi, yan yana veya üst üste bulunmak üzere, çift namlulu da olabilir. Çift namlulu av T.'lerine "çifte" de denir. Av T . ' in i n namlusu, �ilindir biçiminde ve y i vsizdir. T.'iıı. etkisini artırmak ve saçmaların dağılmasını önlemek için, namlunun ağıza yakın kısmı o ar la ştı r ılmıştı r . Piyade T.'leri gibi av T.'leri de, zamanla gel işm i ş olu p bu arada, önceleri ağızdan dolma olarak y apı l a n bu T.'ler, sonraları kuyruktan d olma şeklinde gel işt irilmi�tir. Av T .'lerinin nitelikleri değişiktir. Örnek olarak ·a vJ a n m a alanı geniş ve tehlike büyükse, kul­ lan.ılacak av T.'inin c;apı ve etkisi büyük, menzili uzun ve isabet i h t ima l i yiiksek ol m a lıdı r. Nitekim Afrika ve Güney Asy a ormanların da, te h l ik eli büyük avianmalarda kull-anıJan T.'ler, en güçlü türden olup özellikle kısa menzi!Jerde de hız­ la kullanılmaya elverişlidir. T.'in süratle ikinci ·b ir atım yapa­ bilmesi de çok büyük önem t aş ır. Buna karşı l ık , orman ve k oru l arl a kaplı yo ğ u n çalıhk bölgelerdeki avlanmalarda, kul­ l a nıl acak av T .'inin hızlı bir kulla nı � a ve süratle ikinci a t ı ­ mm y a pı l ma s ı n a uygun ol m a sı özelli•kle aranır. Bu sebeple av T.'leri, ağırlık bakımından hafif, orta ve ağır olmak üz er e iiç bölü m e, menzil yönünden ise, "yakın." ve "uzak" olarak i'ki bölüme a y r ıl ı r . Bu b()lünme sistemine g()re, av T.' leri genellikle altı kategoriye ayrılabilir. Bununla birlikte, .k ategori sınır l an kesin değildir. Böylece, bir kategorideki av T .'i, şartlar "elverişli ol duğu takdirde, diğer ·k ateg o r i ler dek i av T .'lerin i n yerini alabilir. Fa k a t burada önemle işaret edi l mesi gereken bir n okta vardır ; o da, silah kadar, hatta daha çok, o silahı ·kullanan avcının cesaret ve atıcılığının ön planda geld iğidir . (C. E ng ins o y )

TüKETİM TüKETIM

:

,!:;k. ISTIHLAK.

TÜLBENTÇI , Feridun Fazıl ve

zetcci

yazar.

Orta

Okulunu'nu

gazetecilik

bitirdi

mesleğine

( doğ. İstanbul 1912 ) , ga·

öğ­

T.'i

birl ikte bu roman türünün temsilcileri arasın da yer aldı. Ede­ i ddialı

olmamakla •b irlikte,

Milli

Edebiyat akımı ile ortaya çıkan ve konulann ı tarihin parla'k zaferleriııden ve şahsiyetlerin den

alan edebiyat anlayışına

bağlı eserler verme düşüııcesin.den etkilen en

yazar, roman·

ya Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük fe·

tihlerinden seçmiş (İstanbul kapılarında [ 1954 ] , Barbaros Hayreddin geliyor) [ 1 949 ] ya güçlü padişahların hayatını kıonu edinmiş (SulJJan Yıldırım Bayezit, Kanuni Sullan Sü­ [ 1962 ] veya tarihi şahsiyetlerin hayatını hjıkayeleş­ [ 1956 ] ,

de vardır. Bu T.'ler, ·Ülke·

T.'lerde, bir piyade T.'inin bütün yaya unsurlarını taşımaya

Abdullah Ziya KQzan oğlu, .Reşat Ekrem �çu gibi yazarlarla

/smail

motorlu T.

mekanize T. olarak adlandırılır. Motorlu veya mekanize

uğraştı. Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatında Turhan Tan,

tirm i ş ti r (.5ah

topçu

mizde ve Ameri.ka Birl eşik Devletleri gibi diğer bazı ülkelerde

T. yazı hayatında daha çok popüler tarihi rom·a nlar ile

leyman)

artık ·tarihe karışmış­

larda, genel olarak piyade T.'lerinin motorlandırılması ile

cilik mesleği yanında şiirle de uğraşıyordu ve yazdıklarını tek şiir kitabı olan Sabahtan bir saat evvel [ 1 932 ] 'de topladı; TÜLBENTCİ, Feridun "Varlık" dergisinin ilk sayı­ Fazd lannda yazarlar kadrosu ara· sında yer aldı. Daha sonra çalışmalarını tarihi konulara yöneltti ve bu alanda yaptığı incelemeleri ve derlemeleri Büyük Harpten sonrakiler [ 1 935 ] adlı bir antolojide top­ ladı. Bir süre sonra da "Geçmişte bugün", "Kahraman­ lık menkıbeleri", "Kahramanlar geçiyor" saati, "Büyük Türk zaferleri" adlı seri konuşmaları radyodan yayınladı.

konusunu

ı;Üvari T.'leri

de modern ordulares benimsenmemiştir. Modern ordu·

meydana getirilen

müdürlüğü de yaptı. Gazete·

larının

çıkarma

tır. Il. Dünya Savaşın da Suvyetler Birliğinde görülen

atıldı.

fazl a

buna göre a dlan dırılır.

T.'i, deniz piyade T.'i ( den izaşırı harekatta kıyılara

görevler yapmış bulunan

\C

su'na girdi, bir ara program

türünde

ve

Örnek olarak, hava indirme ( veya paraşüt) T.'i, dağ ( veya Alp)

"manevra yeten eği" ile bugünün zırhlı hirHkleri gibi önemli

lerde çalıştı. İstanbul Radyo­

roman

47

T.'i veya arnfibi T.) gibi. Geçmişte "hareket kabiliyeti" ve

"Ulus", "Cumhuriyet", "Va­ tan", "Hürriyet" gibi gazet�·

bi

TüMEN özel görevler için de okullanılabilir

renimini Vefa Lisesi'nde yap­ tıktan sonra Yüksek Ticaret

-

Turgut

Reis [ 1958 ] , Cem

Sul·

tan) [ 1 959 ] . D iğer romanları şunlardır : Sultan Yıldınm Ba· yezit [ 1 947 ] , Yavuz Sultan Selim ağlıyor [ 1947 ] , Osman· oğulları [ 1 95 0 ] , Sultanların aşkı [ 1 952 ] , Hurrem Sultan [ 1 960 ] , Şan/ı kadırga/ar [ 1 9 6 4 ] . Ayrıca, Cumhuriyetten sonra çıkan gazete ve mecmualar [ 1 94 1 ] adlı bir incelemesi de vardır.

yetecek ·k adar m i i ç i n

TüRBE ' Zugspitı.bahn T . ' i , ( Federal Almanya n ı n 4 466

1930

Almanya'nın uzun T.'i)

4 203

1879

Suramsk T.'i, (Kafkasya, SSCB)

3 998

en

uzun T .' i )

Kaiser · W ilhelm T .' i, ( Federal

E n önemli kara yolu tünelleri

(Fransa - İ talya)

M()ll'tblanc T.'i

Rove T.'i ( Fransa, gemi geçit T.'i ) S. Bern a r d T.'i ( İ talya · İ sviçre)

Felber



Ta uem T.'i

Kammon T . 'i

(Avusturya)

( Japonya, denizaltı T.' i )

Mersey T.'i ( İ n g iltere)

12 600 7 200 5 885 5 600 3 720 3 400

1966 1 922

1964 1967 1953 1935

Gel ecek iç i n planlanan uzun demir y()lu T.'leri arasında

Japonların 54,1 km lik Seikan ve 17,7 km lik Kanmon T.'leri ile İn giliz ve Fransızlarm ortak tasarısı b u l unan 51,5 km l ik Channel O a .1\lanche) T.'lerin i saymak gerekir. Türkiye'de inşa edilmiş olan.

en

uzu n kara yolu T.'i, Zi­

m); en uzun demir yolu T.'i, Ayran (Adana, 4 985 m); en uzun sulama T.'i İkiz (Urfa, 28 000 m)'dir. gana (1 590

Ü lkemizde şehir içi T.'i ilık defa İ stanbul'da Galata il e

Beyoğlu arasında,

Hen r i Gaven ( b . bk. ) a dında bir Fran· sız mühendisi tarafın dan· inşa edilmiştir. İ n şaata 30 temmuz 187l'de başlanmış, üç buçuk yıl sonunda, a rahk 1 874'te bi­

tirilmiştir. T., eğimlidir ve demir yolu döşenmiştir. (E. Edi­ ger)

trafi­

sinyalizasyon , suların drenajı, ışıklan·

TÜNEIDIOT

( Tun n el diode, Esaki diodu) : bk. YARI

dırma ve havalandırma gibi başlıca tesisleri ve ayrıca bu te­

İ LE11KENLER.

sislerin

TüRBE (Ar.), ünlü kimseler ve İslam uluları için yap­ tınlmış anıt-mezar. T.'lerde gömülü bulunanlar çoğunluk­ la hükümdarlar, hükümdar çocukları veya eşleri, veliler, b ilginler, sanatkarlar, komutan, şehit v.b. saygıya layık ki­ şilerdir.

koruyucu

bakım ve onarımını sağlayacak organizas­

yonu gerçekleştirir. Aydınl a t m a : T.'lere giri �te, aydınlık ortam dan ·birdenbi­ re kara n l ı k ortama geç işte, in ,an gözü, k aranlığa, bel l i bir sürede a l ı şabileceğ i n d en yel i k

süreyle ile

ması

geçilen

donatılması

( yaklaşı k

y())

10

san iye) , T.'in 1 0

kısmı n ı n

gerekm ektedir.

bi r Bu

sa.ıı i·

intibak aydırılaı­

i n t i bak

l

aydınl atma

ı

ş:d deti, T . ' i n n o rmal olarak aydınl a tıl dığı n oktaya :k adar, ka­

demeli olaiak düşürülür. Karanl ıktan aydınlığa çıkarken, herhan g i bir ö n l em almaya H a v a l a n d ı rma :

gerek yoktu r .

T . i'çi ha·.-ası, gazlar ile sürekl i olarak

kirlenmektc, karbon monoksit gazı tehlike oluşturmaktadır. B u bakım d a n , uzun

mum) göre

t r a f ik

kara yol l a r ı T.'lerinde,

yoğunluğu,

sınırlan d ı r ı l m aktadır.

T.'in Kara

çok

en

yolları

( maksi­

imkanlarına

ha,·alandırılması

T.'l erin in

çoğunda,

mekanik haval a n d ı nn a m ec-buriyeti vardır. T.'lerin havalan dı­

rılma�ı, geneli i kle ha,·a ka nal izasyonl arı sayesinde gerçekl c�­ t i r i l ir.

E n ö n em l i dem i r yol u t iinelleri

Uzun l u k

Açı lı�

(m)

yılı

1 9 803

19M

Simpl on T.'i, ( İ s\'içre - İ ;alya, dünyan ı n en u z u n T.' i l

1. T. ha.ttı 2. T . h a t t ı

19 823

1 922

18

510 1 5 003

1931

Lötschberg T.'i,

14 612

1 9 13

H()kurika T.'i, ( J a pon:y a , Hon.do a d ası } Mı. Cenis T.'i, ( Fransa · İ talya)

12 820

1871

12 543 10 250

1929

A penn ino T.'i,

( İ t al ya'n ı n

G ()tth a rd T.'i, ( İ sdçre) ( İ s, içr-e l

en

u z u n T.' i )

13 870

1882

196a

New · Cascade T.'i, ( Kuzey A merika'nın en uzun T.'i) A rl berg T . ' i , ( A nı"turya'n ı n e n uzun T.'i )

1884

TÜRBE

:

Kanuni Sultan Süleyman türbesi

TÜRBE

51

Osmanlılar döneminde giderek gelişen ve yeni bir ya­ pı üslubuna kavuşan Osmanlı T.'leri özellikle İznik ve Bur­ sa yörelerinde yoğunlaşmıştır. Anadolu Selçuklu sanatında görülen kesme taş süslemeleri bu dönemde daha da geliş­ tirilmiş, gövdeye ve kubbe kasnağına pencereler açılmış, kapı ve pencere üzerindeki süslemelere özen gösterilmiştir. Bir yandan çini ve mozaiklerle çeşitli süslemeler yapılmış, bu işçil ikte boya da yer almıştır. T.'nin d ışına olduğu gibi içine de önem verilmiş, içte de duvar süslemeleri yapıl­ mıştır. Büyük Selçuklu T.'leri : Bu dönemde İran ve Turan'da yapılan T.'lerin gövdeleri dört köşeli , çok köşeli veya yu­ varlık olup içten kubbe, dıştan piramid veya konik çatı külah ile örtülüdür. Külah, göçebe Türk hükümdarlarının çadırını andırır. Bu T.'ler genellikle iki katlıdır. Merdiven­ le initen alt kat, mezar mahzenidir. Üst kat bir mescit ha­ lindedir ve genellikle mihraplıdır. Kümbed adı da verilen bu üç tip T.'den başka, bir de kubbeli olanı vardır ki en güzel örneklerinden biri kare planlı Sultan Sencer T.'sidir.

T., Türk - İslam sanatında çok yaygın olan bir yapı türüdür. Ba>it, dört köşeli T. çeşitleri yanında alınları çini ve mozaiklerle süslenmiş, cephe dış yüzleri kesme taşlarla boydan boya çeşitli motifler işlenmiş, değişik yazı çeşit­ leriyle kitabeler kazınmış, bazen içieri de süslenmiş birer sanat eseri olan pek çok T. vard ır. islam aleminde bu tür yapıların tavanı birer kubbe ile kapalı olduğundan bunlara yalnızca kubbe denmiş, Türk­ ler ise bu yapılara T. demişlerdir. Azerbaycan ve iran'da kub­ be yerine kunbad, T. yerine ise tiirbet adı kullanılmış, şe­ hitlerin hatırasına yapılmış anıt-mezarlara ise n:eşlzed adı verilmiştir. Doğu Anadolu'da T.'ye pek çok yerde küınbed veya künbet (b. bk.) denir. Arap ülkelerinde bu tür kub­ beli mezarlar için marabut veya orada göıniilü nebi , vel i , şeyh g ib i bir d i n ulusu i s e makanı a d ı kullanılmıştır.

Büyük Selçuklularda çok köşeli T.'lerden, daha sonra Anadolu'da da görüleceği gibi, sekiz köşelileri rağbet gör­ müştür. Tuğrul Bey zamanında yapılan sekizgen gövdeli, kubbeli, gövdesini üstten mukarnaslı bir kuşak dolaşan Küm­ bed-i Ali, genellikle içte de sekizgen plana sahip sekiz kö­ şeli tipe örnek olarak gösterilebilir. On köşeli iki T. bilinir. Bunlardan Mü'mine Hatun T.'si (Nahcıvan, 1 1 86), dıştan on kenarl ı, içten çember biçiminde bir plana sahiptir. Di­ ğeri gene on köşeli olan Kümbed-i kebud'dur. Çok köşeli Selçuklu mimarisi ve tuğla işçiliğinin en önemli eserlerin­ den biri olan Mü'mine Hatun T.'si, içten kubbe ile, dıştan da şimdi bulunmayan, muhtemel olarak on kenarlı piramid

F. Köprülü'ye göre, Gök Tiirkler T. 'ye bark adını ve­ riyorlardı. Gök Türk ve Uygur dönemlerinde görülen ve kurga11 (b. bk.) adı verilen mezarlar, İslamiyetin etkisiyle giderek yerini T.'lere bırakmıştır. Bi linen en e-;ki T. örneği . Abbasiler devrinde halife Muntasır için D i cle nehrinin kıymndaki bir tepeye yaptı­ rılmış bulunan Kubbetü's - süleybiye'dir. Kuleleri tepelere doğru daralan ve konik bir çatıyla örtül ü bulunan Curcan' da 5 1 ın yükseklikteki KU mbed-i kabııs ( 1 006) da tipik es­ ki T. örneklerindendir. T.'lerin çatısı kubbe, piramid ve konik şekiller arz eder. Kubbeli T. tipinin en güzel örneklerinden biri olan Sultan Sencer T.'si (I 1 57) Merv'de inşa edilmiştir.

Selçuklular malzeme olarak tuğla, taş, kerpiç kullan­ mışlardır. Tuğladan örülmüş, çini ve mozaiklerle süslü Bü­ yük Selçuklu T.'leri yanında tuğlanın yerini kesme taşların aldığı Anadolu . Selçuklu T.'leri , bu türün belirli örnekle­ rini oluşturmuştur. Taştan kurulu temel üzerine tuğladan gövdelerin oturttılduğu T.'ler de vardır. Kitabelerde yer alan hatlar kOfi, nesih v.b. süslli ya­ zılardır.

TÜRBE

:

Aşık Paşa türbesinin girişi (Kırşehir)

52

TURBE

biçiminde bir küliihla örtülü idi. Üç mukarnas sırası ile b i r k fı fi yaıı şeri d i , gövden in üst kısmını çepeçevre ku­ şatır. Bu yazı şcridi, tuğla - moza ik üstüne firuzc renkli çini harflerden meydana gelir ve altınd:ın itibaren her ke­ nan silme demetleriyle birer i>tinat ayağı haline getiren köşe dilimkri iner. T.'yc girikm k ap ı nı n Ü>t ü n d e, tuğladan sütuncuklı:ra dayanan b!r sivri kemer görülür. Kemerin üst kısmındaki kitabede m i ın3rının adı İbn Ebi Bekr cl - Ace­ mi olarak gösterilmiştir. Yuvarlak gövde l i T. 'ler, bazen Burc-i Mihmandust gi­ bi içte de yuvarhk, bazc:1 Burc-i Müdevver (Meraga, ı ı67) gibi çok kenarl ı, bazen de Se Küınbed (İran, Urmiye, 1 1 84) gibi kare planlıdır. Bu son anılan T.'nin üst temeli taştan, gövdesi tuğlada:1dır; bir mczr,r mahzeni ile bir de üst kat­ tan oluşur. Kubbesi sivricedir. Giriş kapısı süslemeli bir dikdörtgen çerçeve içine alınmıştır. Yine yuvarlak gövdeli bir T. olan Çihil Du!ıteran ( = Kırk Kızlar, Damgan) ko­ nik küli\hla örtülü tuğladan abidevi bir yapıdır. Konik külahla örtül ü bir diğer yuvarlak gövdeli T., Mil-i Radkan (XIII. yüzyıl başları), Burc-i Tuğrul (Rey, ı 1 3 9) ile dilim­ li gövdeleri yönünden dikkat çeker. Dilimli gövdenin ko­ nik külahla örtülmcsi otağı hatırlatır. Dö::t köşeli ve kare planlı T.'lerden Kümbed-i Surh (Azerbaycan, Meraga, ı ı47 - ı 148), içte kubbesi gövdesine mukarnaslarla oturtulan, dışta sekiz köşeli piramid biçimin­ de bir kül ;lhla örtülü olduğu kalıntılarından anlaşılan, üze­ ri yer yer türkuvaz mavisi çinilerle benekli koyu kırmızı tugladan bir T.'dir. Altta bir mezar mahzeni ile üstte bir meöcidden ibaret T.'nin doğu:;undaki kapısından alt kata, kuzeydeki beş bas:ımaklı büyük kapısından da üst kısma girilir. Köşelerdeki gömme sütunları, klıfi yazı şeridi, sivri kemerleri , pencereleri ile elizel bir görünüşe sahip olan T.' nin siisleıneleri tuğla, çini, alçı kullanılarak gerçekleştiril­ miştir. B (itlin bu kare plat�iı T. 'ler arasında abidevi özellikleri dolayısıyla dikkat çeken kubbeli yapılardan en

güzel örnek olarak Sultan Sencer T.'si (Mcrv, 1 1 57) gös­ terilmişti. Muhammed At>ız adlı bir mimarın yaptığı bu T.'nin taş başlıklı, yarım çember kesitli ayakları ile destek­ lenen kübik gövdesinin üstüne oturan kubbenin çapı ı7 m, tepeden a şağı yük:;ekliği 30 m civarındadır. içte troınpla­

ra oturan kubbe, çıkınıılı ve birbirini ke;en damartarla

süslü olup dışta, kubbcnin arasındaki ayak ve kemerler, ya­ · pının sürekliliğini sağlayan boş hücreler teşkil eden birçok takkclerden meydana gelir. Kubbenin bugün yıkılmış sekiz kcnarlı külahlı, yine sekiz kenarlı bir kasnağa oturmakta idi. Kubbe, dışta firuze renkli çini ler!e kaplı idi. T.'nin içi, in­ ce arabesk ve yazı (kilfi , nesih) panoları ile siislenmiştir. Büyük Selçuklu T.'lerinde t:ış ve stuk üzerinde gelişmiş süslemc!erin rolü bel irtilmelidir.

A nadolu Selçuklu T.'leri : Bu eserler cami veya med· rese ile bir arada bulunduğu gibi, genellikle tek başınadır. Tarz, yine İran'daki eski Selçuklu örneklerine benzer. An­ cak bu T.'ler, çok kenarlıdır (sekiz, on veya on iki köşeli, daha çok sekiz yahut on iki köşeli). Moğol istilasından ön­ ce, pek az sayıda olan, yuvarlak gövdeli T.'ler görünmez (ancak XIII. yüzyılın sonlarına doğru toplu olarak Ahlat'ta rastlanır) ve kare gövdeli tip T.'ler de azalmıştır. İran'daki Selçuklu T.'leri tuğladan olduğu halde, Anadolu'dakiler kır­ ma taş üzerine kesme taş kaplanmak suretiyle yapılmıştır.

Anadol u'da ayrıca eyvan biçimli T.'ler bulunmaktadır. Terca:ı'daki M:ıma Hatun T.'si, abidevi bir karakter taşır. Öte yandan, Kay�eri'deki Hunad (Huvand) Hatun külliye­ sinde cami - medrc:;e yanında bir de T. mevcuttur. Anadolu Selçuklu T.'lcrinin içi küçük pencerelerle aydınlanır. Taş üzerine işlenen süslemeler, portalde toplanır. Sultanlar. aileleri , devlet büyükleri, din uluları, v.b. için yapılan bu T.'ler, içten kubbe ile, dıştan da planiarına göre konik veya piramid biçiminde külahla örtülü olup ço­ ğu iki katlı yapılardır. Merdivenle inilen alt kısım mezar hücresidir; mcrdivcnle çıkılan ve çoğunda mihrap bulunan üst kat mescittir. Kümbed de denilen bu T.'lerc Sh·as, To­ kat, Erzurum, Ahlat, Niğde, Kayseri, Konya, Tcrc�n gibi Anadolu'nun birçok yerlerinde rastl anır. Ancak Orta Ana­ dolu'da çokluk çok köşeli, doğuda daha çok, çatısı pira­ m id b!cimindc veya konik yuvarlak gövdel i tip tutunmus­ tur. A ;.a do!u'd:ı en esk i T. olara!< bilinen Hacı Çıkrık T.' sid!r (N iksar, 1 1 82). Sayısı yiizlcrle ifade ed ilebilen bu T.' leri şöyl� sı�ıfland ırıtbi! ir ve şu örnekleri v;:rcbiliriz : 1 . Ço!;: kcnarlıbr :

Sekiz kenHlı T.'ler : Men;ücük beyi Şclıinşah Si lee (Divri ği, ı 1 66) Emir Kamcri.iddin T.'si (Divriği ı 1 96), Kırk Kızl ar T.'si (Niksar, ı 220), Taç Veziri T.'si (Konya, 1 2 39) Abddin Kcykubad'ın eşi Mahperi Hand Ihtun T.'si (K::yseri, ı 2 83) vb. a.

Mclik T.'si

b. On ken:ır!ı T.'ler : Il. Kıl ı ç Ar;lan T.'si (Koayd Alaeddin C:ımii yanı, 1 220) vb. c . On iki kcnarl ı T.'icr : I . !zzcdı..i i n KcykavuJ T.'si (Sıvas, Şifah�.nc, ı 2 2 0) vb.

Huncii Hatun T.'si (E rzurcım, Çifte Minareli Medrese güneyi nde ı 2 53), Döner KüınbcJ veya Şah Cihan T.'si (Kay­ seri ı 276) vb. 2 . Y uvarlak T.'ler :

TÜR BE :

Zey:ı�l tiirbesi

(Hasankcyr)

Ulu Ki.imbed veya Usta Şagird (Ahlat 1 2 73), Ha�an Pa ise f nin

--

\"e soldan T . ' l e r eşit T.'i de

f fonksiyonunun birinci basa­

Y ü ksek basamaktan T .'ler :

ınaktan T . ' i bir yeni f' : A�B fonksiyonu olarak yoruınlan­ dığı n d a , eğer f' nün T.'i hesaplaniı.bil iyorsa, bulunan s on u ç f nin ikinci basamaktan T.'i o l u r ve

=

n =o

en yakın tam sayıyı göstermektedir. Böylece tanımlanan f R de süreklidir, ama R nin herhangi bir noktasında T.'i yoktur. T.

59

T.'leri ur

olan bir fo nks�y on olsun . Eğer

y i n e S de bu fon ksiyo­ sonuç f nin ikinci D1f ( x )

tanıml ı b i r fonksiyon ol a rıı. k yoruml a n dığında, nun T .'l e r i he;;ıı p ) a n a lıil iyorsa el de ed i l e n

hasa rn a k t a n T . ' l eri d i r . Bu T . ' l e r

D1,1 f ( x l , Dx1xi f(x),

i' ' f ( X ) Dxi DxJ f( x), ';, .., ; --�::-i -

sembo l l e r i ıı den b i r i i l e gö�ter i l ir.

0 1 r ı D" r � . . . D11rnf(x)

Aynı

yol

ile

şekl i n d e k i daha y ii ksek l ı a � a m a k t a n T . ' l e r elde edil ebil i r .

TüREV

60

-

Doğnıltuya göre T. : S C Rn bir açık küme olmak üzere

f : S-+R fonksiyonu verilsin. u6Rn seçilen bir birim vektör olsun. f nin x e S deki u doğrultusundaki T.'i Du

[(

X

)

_!'m l-+ o

� ( � + .t cı )

_

-

f ( :d

l

TÜRGİŞ'LER siyonların T.'l�ri arasındaki i l i ş k i y i vame;;i b a k ı m ı n dan öneın.­ l i dir.

Örnek : f : Rn-+R ve e1 (0, . . . ,0, 1 ,0, . . . ,0) Rn nin bir bazı olsun. Bu halde =-=

limiti ile tanımlanır. Özel olarak u, Rn nin baz vektörlerin­ den

biri

ise,

u = ek = (O, . . . ,O , l , O, . . . ,Ol

yani

ise

D u f (x )

=

u = ( u l ' . . . ,u n ) verildiğinde eğer f fonksi­ ' yonunun birinci basamaktan T. l e r i hesaplanabiliyorsa

iJ f ( x ) / B x k dir.

DuH x l

n

_z

=

ui

1 =I

ll i f x )

x

U 0 (x) T . ' i , eğer F ( x,t) ve F x (x,t )

alan

S F x (x,t)

dt + F [ x, u1 ( x ) ]ıu'1 ( x ) - F [ x1u0 ( x ) ] ıı' 0 ( x )

U0(x) ile he3aplanır. u 0 ve u1 in sabit fonksiyonlar olmaları ha­ l in d e bu formii l ü n ç o k basi tleşec e ğ i a c; ı k t ı r . Ö rnek olarak I .

S (2x +

f' ( x ) =

2

S2

t3)

dt ;

2.

dt

ile

f(xl

tanımlanan

f

!: 2

f (2x + ı� )

=

fonksiyonunun

dt

ile

f2 X

dür.

dt +

(2x + xG )

2 x - (2x

Karmaşık (kompleks) fonlısiyonların T.'i : k ü m esi, X,Y C

T."i

t a n ı ml a na n

"

fonksiyonunun T . ' i f' ( x ) =

+

f

x3 )

C karmaşık

C olsun. f : X-+Y ye karmaşık fonk­ siyon denir. X bir açık küme ve Z0eX olduğunda

sayılar

f(z) - f (z ) 0 ----- --z

· Z0

oranının z-+zo i ç i n b i r l i m i t i ,·arsa, l i ın i t de.i;ere f fonksiyo­ n unun Z0 n oktası n daki T.'i d e n i r v e f' ( z0 ) , D f ( z0 ) şekiller i n d e gösterilir. gerçel f : ��.

x

T. alma k u ralları

yiiksek ba5a m a k t a n T.'ler tek

ve

deği�kenl i h a l de ol duğu gibidir. Karmaşık deği§kenli

+ iy-+u (x,y) + h· (x,y)

fonksiyonun u ( x,y)

fon ksiyor:ıı n u n türetileb:Iir o l ma­

ge�çel

ve

\" ( x , y )

sanal

kıEımları ara­

sında Caııchy - R iemamı k uralları olarak bilinen Bu

-il-;-

��

il·:

-ii;.- -

;

iJ u

-o�: -

=

-

iJ .r

- a;-

lıa ğ ı n ı ı l a r ı n ı n va rLığın ı gerek t ! r i r .

Vektör değerli fonksiyonların T.'i : X · C Rn bir vektör

bir normlu vektör uzay olmak üzere f : X-+Y bir vektör değerli fonksiyondur. aeR ve x;rıeX alındığında

uzay, Y C Rm

D f (x ) 7ı

=Jim �� -+� '1 >_:=- Hx! a-+0

a

___

-

l i m i t i varsa, f ye x noktasında '1 doğrultıımnrla Gateaux tü­ retilebilirdir denir. Eğer x noktasında f her '1 doğrultusunda Gateaux t ilretilebil i rse f ye

x

.de Gatea:ı.x türetileb ilirdir d e­

nir. Bu halde her 'I EX e bir Df(x)'I EY elemanı karşı getiren

D f ( x ) : X-+Y operatörüne f n in

d en i r .

vektör uzaylar

olmak

üzere

f : X-+Y

lim

l l h l : -+ o

df(x)h i i Y l!f(x + h) - f(x)---· - - --

ol a c a k b i ç i m d e b i r df ( x )

-

· -

l i h! l x

· - - --

li n eer opera törü varsa f ye

Freclıet IÜretilebüir ve d f ( x ) h ye d e na

lir

=n

f

nin

x

x

de

de h artması­

karşı gelen Frechet difcrensiyeli den i r . Fr e chet türeti l ebi­ her

fonksiyonun

Gate:ıux

t ü re�ilebi l i r

olduğu

kolaylıkla

görülebilir.

U 1 (X)

o

n oktası n da e i doğrul tusu n da k i Gateaux T.'i lJ x 1 dir. Gateaux a n l a m ı n da türetilebi­

l i r l i k sürekl i l iği gerektirm ediğin den b:ızı "olağandı§ı" özel l i k ­

f : x-+ J F (x,t)

ve .t ye göre sü rekl i, u0 ( x ) ve u 1 ( x ) ile tan ımla­ fonksiyonl a r sürekli türetil e b i l i rse, Le 'bniz kuralı adını

f(x) =

x

Hx)/

X ve Y normlu

dt i l e t ı m ımi a n a n b i r fonksi yon :ın

x-+



fonksiyonunu ele alalım. x2X noktası seçildiğinde eğer

U1(X)

f' :

=

1 ,2, . . . n

cıyla daha kuvvetl i b i r türetilebiiirlik tanırnma ger ek var d ı r :

Integralle tanımlanan fonksiyonların T.'i :

nan

e1

=

ler ortaya çıkar. Bu tiir j3Lkıntıları ortadan k a l d ı rabilmek a m a ­

ö Xj

olduğu gösterilebilir.

k ısmi T.'i

ol duğu açıktır.

Df(x)

i

A şağıdaki

x

nok ı a .- ı n d a k i Gateaux

T.'i

ürnek, G a t eaııx T."i i l e c.; o k deği �kenl i f onk-

Ö zel olarak X C R

ve Y C:: Rm ise f : X-+ Y vektör fonk­ f : x-+ [ f1 ( x l , . . . ,f ( x ) ] � ekl i n d e d i r . Bu h al d e Gateaux n T.'inin f' : x-+ [ f ' 1 (x), . . . ,f' m(x)] bas i t biçimine indirgendiği siyonu

kolaylıkla gözleneb i l i r .

(0. Çeleh i )

TÜRGİŞ'LER, Batı Gök Tiirk devletini kuran on Türk boyundan biri olup daha sonra kendi adları ile anı­ lan devletin kurucuları olan · Türk kavm i . 552 yılında G ö k Türk devletini kuran Bumın Ka­ ğan, kardeşi İstemi'nin .emrine boyları ile birlikte on Türk beyini verip onu batı bölgelerinin fethine memur etmişti. İstemi'nin maiyetindeki bu on boya O n Ok'lar denilmiş ve Batı Gök Türk devletine de bunlar vücut vermi şlerdir. Bu on boy iki ana kola ayrılınıştı ki gerek bu iki ko!un ge­ rek �öz konusu kolları meydana getiren boyların çoğunun mllarını ancak Çince şekilleri ile bil iyoruz. Çinliler bu iki koldan birine Tu-lu, diğerine de Nu-şe-pi diyorlardı. Tu-lu kolu, İli ırmağının orta ve yukarı yatağı ile Yulduz ırmağı ve Tarbagatay arasında yerleşmişti. Nu-şe-pi'ler de Çı.ı ve Talas ırmakları arasındaki sahada yaşıyorlardı. Tu-lu boy­ larının başında bulunan beyler Kül Çur veya Çur (Çou), Nu-şe-pi'lerin başında bulunanlar da erkin (sek!n) unva­ nını taşıyorlardı. Çin kaynaklarına göre Tu-lu kolunıı teş­ kil eden beş boyun adları şöyledir : Çu-mu-koen, Hu-lu-u (Hu-lu-kiu), Şe-şo-t'i, Tu-k'i-şe (Türgiş), Şu-ni-şe. Bu boy­ lardan yalnız Tu-k'i-şe'lerin, Orhon abideleri saye>inde Türkçe adları (Türgiş) bilinebiliyor. Nu-şe-pi koluna men­ sup boyların da hiç birinin Türkçe adı malum değildir. O halde On Ok'lardan yalnız T.'ler bizim için Türkçe adları ile malum olup onların söz konusu iki ana koldan Tu-lu' lara mensup oldukları görülmektedir. T.'lerin Gök Türk Kağanlığının kuruluşundan önceki devirlerden beri Talas Çu-İii-Isıkgöl sahasında oturdukları iddia edilmiş ise de şimdilik bunu kabul etmek mümkün görünmemektedir. I stemi, kısa bir zamanda önemli başarılar kazanarak Ceyhun'a kadar uzanan toprakları fethetti. O, yabgu un­ vanını taşıyor ve Ötüken'de oturan Gök Türk kağanlarını metbU tanıyordu. Fakat halefi Tardu, 5 82'de kağan unva­ nını alarak bağımsızlığını i H1n etti. Böylece Mançurya'dan Ceylıun'a kadar uzanan imparatorluk i kiye bölünd ü. Ancak,

TüRGİŞ' LER Gök Tii rk İmparatorluğunun ikiye böliinme>i , onları aynı

kaderi payla�mak zoru n d a bıraktı. Zira Doğu Gök Türk Kağan ! ı ğ ı 6J O'da yıkılınca Batı Gök Türk devleti de çök­

tU. On Ok'IJrın iki kolu arasında ardı kesilmeyen müca­ deleler ba5ladı. Nihayet 657'de B atı Gök Türkleri de tam anlam ıyla Çin hakimiyeti altına girdiler.

On Ok'ların, yani Batı Gök Türkleri'nin bir boyu olan

T . ' ler. Sarı ve Kara olmak üzere iki kısma ayrılmış bir

vaziyette yaşıyorlardı. Asil kabile sayılan Sarı T.'ler Altay da�larının kuzeyindeki Tokmak vadisinde, Kara T.'ler ise Ta!::� vadisindeydiler. Ancak 657 'de Çin baskısı ile bun­ lar batıya doğru göçmüşlerdir. 658'de onlardan bir kısmı­ ma Bcsbalık, diğer k ı s m ın ı n ise Yedisu bölgesinde bulun� rluklarını biliyoruz.

G 3 0'u t a ki p eden dönemde Çin i i i e ri n Batı Gök Türk­ leri ni de hakimiyet altına almaya çalıştığı yıllarda T.'lerin, öteki Türk toplulukl::ırı gibi teşki latlı bir mukavemet un­ suru olarak o rt a y a çıktıkları ve sonuçta kendi devletle rini kurdukları b i l i nme k te d i r G58'lerde T.'ler in reisi olan U-çe-le (Vu-ci-le), Çinlilerin On Ok'lar için tayin ettiği kağanın idare>izliği nden de yararlanarak bağımsızlığını ilan etti. Onun hükümdarlık unvanının Baga Tarkan olduğunu bili­ yoruz. Kendisi Sarı T.'lerden olduğu için kurduğu devlete Sarı T. devleti de denilmektedir. .

Böylece yeni bir devlet kurmuş olan Baga Tarkan, b iri 7 bin askerden müteşekkil olmak üzere 20 askeri valilik meydana getirdi . Hakimiyetini k ı s a zamanda bütün On Ok'lara kabul ettirdi. Kendisinin Çu vadi>inde otur­ duğumı b i l iyo ruz. B aşşehri Tokmak şehri idi. Ancak, do­ ğuda T. 'lerin eski ana yurdunda, İli nehri üzerinde ikinci b:r b:ı��e!ı ri daha vardı. Kurduğu devletin s ınırlarının do­ ğuda Bcşbalık, Turlan ve Doğu Gök Türk sahasına ka­ dar v a r d ı ğ ı anlaşılıyor. Batıdaki sınırları ise iyice bilin­ memekte dir. Ancak, Kara T.'lerin başşehrinin Talas şehri olduğu göz önünde bulundurulursa, bu dönemde T. d e v­ letine ti'ıbi Türk kabilelerinin Sirdcrya'ya kadar uzanmış her

olm;ı�ı gerekir.

U -ç�-k'nin bUti\n On Ok sahasını Iıakimi:,'eti altına al­ m:ş clm��l!1a rağmen. i ktid::ırının en kudretli döneminde Dot:u Gök T li rk leri ile karş"ı karşıya kalışı kendisi için bü­ yük t a E h : i :d i k t i . G.:: r çckte;ı de VII. yüzyılın sonlarında Do­

[u

G i.' k Tür1 : ! cri (!I.

Gök Türk, Kut!uk)

devleti,

hakimi­

yetini O:t� A-.yo\laki t-:.phılukhrın çcğnna zorl a kabul et­

tir.:: b ilccek b:r ct�ruma yt.ks;!! mişti. 69f:'de D oğu Gök Türk hül;Umdarı Kupagan Kağan dikkatini batıya yöneltti. U-çe-Ic o;1a karşı Kırgızlar ve Çinliler ilc i ş birliği yaptı ise de bu, b�i>bli t l'm onun aleyhine oldu. Kapagan'ın ay­ guçısı ve ordu kumandanı Tonyukuk, 698'de Bolçu sava­ şmda U-çe-lc'yi ağır bir yenilgiye uğrattı. Böyle ce On Ok'lar yeniden Doğu Gök Türklerinin hakimiyeti altına alınmı ş ve kısa bir zaman iç i n de olsa eski Türk birliği yen!d�n kurulmuş o l d u . 700 - 70 1 yılında Doğu Gök Türk­ lerinin M averaünnehr'e bir sefer yaparak zengin ganimet­ lcr!c gc.-i d ö n d ü k le rine bakılırsa, T. 'ler Kapagan'ın hftkirni­ :·�tinccn k urtulmak istem i ş , f�kat başarılı olamam ı şlard ı r. ,

U-çe-l e'nin 706'da öldüğU bilinmektc ise de, onun s on zamanları hakkınd a b i lgi salıibi değiliz. Kendisinin, bu son yenilgiden s onra Doğu Gök Türklerine itaat etmek mec­

bt:riyctinde kuldığı tahmin edilmektedir. Yerine oğlu So-ko (Sou-ko) geçti (7ll!J - 7 1 1). So-ko'nun da Doğu Gök Türk­ lerine tabi bir kağnn olarak batıda faal iyetlerini sürdürdü -

61

ğü anlaşılıyor. Kendisinin B a rs Bey unvanını taşımış olması da muhtemeldir. So-ko zamanında T. h akimiyetinin Hotan şehrini de sınırları içine alacak kadar genişlediği anlaşı­ lıyor. Nitekim 708'de o zamana kadar bir Çin gamizonu durumunda olan Kuça da T.'lerin eline geçti. Bu yüzden­ dir ki Doğu Gök Türklerine tabi bulunmalarına rağmen bu çağda T.'lerin en kudretli devirlerinden birini yaşa­ dıkları ve aynı sıralarda Türk boylarının da yavaş yavaş şehirlerde meden i bir hayata intibak ettikleri ifade edil­ miştir. So-ko'nun, başarılarından da cesaret alarak Kapa­ gan'a kar�ı daha s erbe s t hareket etmeye başlamış olması muhtemeldir. Aynı sıralarda (709). taht üzerinde hak id d ia eden kardeşinin (Çe-mu ?), ona karşı yardımını elde etmek üzere Kapagan'a sığındığı anlaşılıyor. Neticede So-ko Do­ ğu Gök Türklerine karşı isyan etti ise de başarı göste­ remedi. 7 l l 'de yine B olçu yakınlarında Kül Tigin ve Bil­ ge tarafından ağır bir yenilgiye uğratılarak kendisi de öl­ dü r üld ü 7 1 2 veya 7 1 3 'te Kül Tigin tarafından T.'lere kar­ şı yeni bir sefer de, her halde T. itaııtsizliği ü ze rine ya­ pılmış ve Gök Türkler hesabına bu sefer de başarı ile so­ nuçlanmıştı. .

Ancak, 7 1 6'da Doğu Gök Türk kağanı Kapagan'ın öldürülmesi üzerine, Gök Türkler bir yandan içeride taht kavgaları, ö te yandan d a bu kavgaları fırsat bilerek baş kaldırmış olan öteki Tiirk kavimlerinin isyanlarını bastır­ m akla u j! r aşmak zorunda kaldılar. Bundan vararianan ve Kara T.'lerden olduğu bil inen Su-lu (7 1 7 - 7 3 8), bütün T.' !ere h ak i m i yetini tanıttıktan başka, Batı Gök Türkleri (On Ok'lar) ar as ında da birliği sağladı. Bunun üzerine kendi­ sini kağan ilan etti ve T. devleti de yeniden kurulmuş oldu. Onun 7 1 7 'deki bu hakimiyeti ile yeniden canlanan T. dev­ letine Kara T. devleti de denilmektedir. Su-lu'nun doğuda Çinliler, Tibet l i l e r ve Doğu Gök Türkler ile birtakım münasebetleri de söz konusu olması­ m rağmen, onun askeri ve siyasi faaliyetleri asıl batıda A raplara kar�ı olmu�tur. Su-lu'nun h :ıkim i y e ti n i iyice sağlamlaştırdığı yıllarda Doğu Türki:ıtan'daki Kuça şehri Çini iierin elinde bulunu­ yor ve burada, batı ülkelerini kontrol altında tutabiirnek için önemli s:ıyıda Çin kuvveti bulunduruluyordu. Su-lu, Tibetl i ler ile anl aşıp güney sınırl arını e m n i y et altına al­ dıktan sonra Çin'in Kuça ve Turfan gamizonlarına hücum etti . Ancak başarı elde edemedi . Daha sonra T.'lerin D oğu Gök Türk hükümdan Bilg e Kağ::ın tarafındım da sıkı:ıtı­ nlclıkl'lrmı göriiyowz. Bunun üzeriıı.e Su-lu, Bilge Kağan a karşı Ç i n l i l c r ile anl8 şmak mecburiyetinde kaldı. Çinli ler de Gök Türklere karşı T. hakanını rakip olarak çıkarmak istiyorlardı. Fakat Ç i n'in bu politikası fazla etkili olamadı. Bir süre sonra Dilge Kağan ile aniaşan ve kı:r. alıp vermek suretiyle düniir!ük kuran Su-lu, 736'ya k::dar Ç i n i il ere kar­ şı başarılı mücade l elerde bulunmuştur. '

Onun Maveraünnehr'de Aruplara k arşı politikasına ge­ lince ; Su-lu, doğuya doğr�ı Arap il erl e m es i n i engelleyen ve üzerinde Türklcria tarihi hak sah ibi bulunduğu Maveraün­ nchr'i yine Türk eline almaya çalışan bir hükümdar olarak görünür. 7 14'te Kuteybe b. Müslim'in, karargahını Merv' den Şaş'a naklederek oradan kuzeye ve diğer taraftan da Kaşgar'a d oğru İç Asya ana yolu yönünde akmlara giri;mesi, Arapların T ü rki s t a n içlerine doğru ilerlemek ni­ yetinde o l d u k l ar ı n ı gösteriyordu. Ancak 7 1 5'te Kuteybe' nin ölümü, bu i lerlemeyi biiyük ölçlide duraklattı. Onun

62

TORGİŞ' LER

yerine gelen Horasan valileri bir türlü başarılı olamıyordu. Bu başarı>ızlığın başlıca sebebi, başında Su-lu kağanın bu­ lunduğu T. topluluğunun şiddetli bir direniş göster­ mesi ve hatta Arap sultasını Maveraünnnehr'den söküp at­ mak azmi idi. Nitekim bu devirde söz konmu bölgede Arap ordularına karşı çıkanların hepsi İ slam kaynaklarında Türk olarak beli rtilmektedir. Emevi halifesi Ömer b. Abdii i aziz (7 1 7 - 720) zamanın­ da Horasan valisi el - Cerrah b. Abdul lah tarafından yeni­ den başlatılan Arapların ilerleme teşebbüsü, T.'ler tarafın­ dan kırıldı. T.'lerden aldıkları cesaretle Buhara hükümdan Tuğşad, Kfımis hakimi Marayana ve Çaganiyan hükümdan da Araplara karşı baş kaldırdılar. Hatta söz konmu hüküm­ darlar, Araplara karşı kendilerine yardım için Çin'e de baş vurdularsa da sonuç alamadılar. Çünkü geli şen T. üstün­ lüğüne karşı Çiniiter Araplar ile karşılıklı iyi niyet ve yar­ dım ortamına girmiş bulunuyorlardı. Buna rağmen 7 2 1 'de Seyhun'u aşarak Maveraünnehr'e giren T. ordusu kuman­ danı Kül Çur, Semerkand yakınlarına kadar sokulup Arap kuvvetlerini yenerek ilk büyük başarıyı kazandı. 724'te yeni Horasan valisi Müslim b. Said idaresinde Fergana'ya yürü­ mek üzere Seyhun'u geçen Arap ordusuna karşı b izzat T. hakanı Su-lu harekete geçti. Durumun kendisi için arz et­ tiği tehlikeyi çabuk sezen Müslim, ordusunu, büyük sıkın­ tı ve özellikle susuzluk çekilmesine rağmen bütün ağırlık­ larını da yakarak bin bir zorluk ve yok olma pahasına Se; merkand'a getirebildL Bu olay İslam tarihçilerince "susuz­ luk vakası" olarak kaydedilmiştir. Seyhun öte>indeki bütün Arap kuvvetlerinin geri atılması ile sonuçlanan bu seferde­ ki Arap bozgunu üzerine, yalnız Maveraünnehr'de değil, Toharistan ve öteki komşu yörelerdeki halk ve yöneticiler T.'lere kurtarıcı gözü ile bakmaya başlamışlardı. 726'da da Arap ordusu Huttal'da Su-lu karşısında ba­ şarısızlığa uğramış ve bu yüzden Maveraünnehr'deki Arap iktidarı tamamen tehlikeye düşmiiştü. Söz konusu bölgede kendisi lehine gelişen durumdan faydalanan T. bakanı, 728'de Buhara'yı zapt etti. Bir yıl sonra, yeni vali Eşres b. Abdullah es - Süllemi, Beykend yakınında hakan tarafın­ dan sıkıştırılarak, ikinci bir "susuzluk vakası"na uğrat ıl­ mış ve Semerkand'a doğru çekilmeye çalışırken, yetişen hakan ile Kül Çur tarafından bir kalede iki ay kadar ku­ şatılmıştı. T.'lerin bu başamından sonra Arapların Harezm­ deki hfıki miyeti de sarsılmaya başlamıştı . Artık Su-lu'nun maksadı, Semerkand'ı da düşErerek Maveraünnehr'deki Arap hakimiyetine tamamen son vermek idi. Ancak, bazı elve­ rişsiz şartlar altında hakan 7 3 2'de Buhara'yı da boşalta­ rak ülkesine çekildi. Bu çekiliş her halde doğuda Çinliler tarafından girişilen bazı teşebbüsler üzerine vuku bulmuş olmalıdır. Öte yandan, Arap niifuz ve kudretinin kırılmış olduğu Horasan'da, Abbasi taraftarı Haris b. Süreye'in harekete geçtiğini ve ilk önce Horasan'da sonra da Maveraünnehr' de üç yıl müddetle (734 - 737) müh im başarılar kazandığı­ nı göriiyoruz. Ancak, sonunda yenilen Haris, T.'lere iltica etti. Bunun üzerine Su-lu, batıda durumu kendisi için el­ verişli görerek Maveraünnehr'e karşı son seferine çıktı. Zi­ ra bu seferde Abbasi taraftarlarından başka Soğd hüküm­ darı, Uşrusana hfıkimi, Şaş hükümdan ve Huttal hüküm­ darı da hakanın tabii m ü ttefi k l eri durumunda idiler. An­ cak Su-lu, Araplarla birleşen Cüzcan hükümdarının hıya­ neti sonucu, Esed b. Abdullah komutasındaki Arap ordu­ su tarafından arkadan vuruldu. Yenilen kağan ülkesi-

ne döndü. O, bir yıl önce de (736) Çiniilere karşı yenilgiye uğramıştı. Bu yüzden bizzat kendi boyunun bir kısmını teş­ kil eden Sarı T.'ler onun kağanlığını tanımadılar. Kendisi, o zamana kadar büyük hizmetlerini gördüğü Sarı T.'ler­ den Baga Tarkan (Kül Çur) tarafından öldürüldü (738). Bu suretle Batı Gök Türklerinin bu son dirayetli kağanı, belki de uğradığı son başarısızlıkların öcünü almayı plan­ ladığı bir sırada tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Su-lu, Çinliler ve Araplarla başarılı mücadelelerde bu­ lunmuştu. Hatta Araplar, savaşlardaki cesaret ve soğuk kan­ lıl ığından dolayı ona Ebu Muzahim (Boğa lakabını vermiş­ lerdi. Kara T.'lerden olan Su-lu'nun öldürülmesinden sonra, Sarı T.'lcrden Baga Tarkan (Kül Çur)'ın kendini kağan ilan etme;i üzerine, Çiniiierin ve Karlukların da tahrik­ leri ile T.'lerin iki kolu arasında mücadele başladı. Bag.ı Tarkan bu mücadeleden Çiniiierden de destek alıyordu ve mücadeleyi Sarı T.'ler kazanmış görünüyorlardı. Ancak, bir Karluk başbuğu olması kuvvetle muhtemel bulunan ve Su-lu'nun öldürülmesinde Baga Tarkan ile iş birliği de yap­ mış olan Tu-mo-ci , T.'lerin asil kabilesi olan Sarı T.'lerin başa geçerek kuvvetlenmelerini istememiş ve tekrar Kara T.'lere meylederek Su-lu'nun oğlunu hükümdar yapıp Tok­ mak şehrinde tahta oturtmuştu. Öte yandan 7 39'da Çinii­ lerin Batı Gök Türk kağanı olarak tayin ettikleri Gök Türk hanedamndan bir şehzadeyi yenip öldürmesi Baga Tarkan'ı Çin desteğinden de mahrum etti ve Çiniiter o-na karşı Kara T. 'leri desteklemeye başladılar. Baga Tarkan mücadelesine devam etmek istedi ise de, 744'te Çinliler tarafından yeni­ lerek öldürülmüştür. 742'de T. kağanı olarak adı geçen "İl­ Etmiş Kutlug Bilge", Kara T.'lerden olduktan başka, 753' te hakan olan ve Uygur hakanı Moyunçur'un himayesine giren "Tanrı (da) Bolmış" da bir Kara T. idi. Bu kayıtlar da Çiniiierin Batıda Kara T.'leri desteklediklerini göster­ mektedir. Ancak, adları kaydedilen bakanlar, görünüşe gö­ re ancak ismen hakan olup daha çok tayinle bu makama getirilmiş kişilerdi. Bunun bir sonucu olarak Baga Tarkan' ın ölümünden sonra Çu ve İli vadileri ile Isıkgöl kıyıları süratle Çin hfıkimiyeti altına düştü. 75 1 yılındaki Talaoı savaşından sonra ise On Oktar yurdunun Karluklar eline geçtiği anlaşılıyor ki 766 tarihinde bu bölgeler tam anla­ mıyla bir Karluk yurdu haline gelecektir. Kara ve Sarı olmak üzere ikili teşkilat halinde yaşa­ yan T. boylarının birbirleri ile mücadcle:;i, T. iktidarının zayıflayıp yıkılınasında başlıca sebeplerden biri olmuştur. 756 - 758 yıllarında bile onlar arasında mücadelenin devam ettiği anlaşılıyor. T.'ler Batı Gök Türk devletinin adeta mirasına kona­ rak bu bölgedeki on Türk boyunu hakimiyetleri altına al­ mışlardı. T. devletinin Türk tarihinde büyük önemi vardır. Gök Türklerin yıkılışı ile başıboş kalan Batı Türklerini bir ara­ ya getirip 750'ye kadar idare etmeleri ve onlara şehir kül­ türü ile hayatını benimsetmeleri , sonradan Selçuklu dev­ letini kuracak olan kudretli Oğuz kitlelerinin bir impara­ torluk kurmak için yeterli seviyeye yükselmelerine imkan . vermiştir. Gerçekten öyle anlaşılıyor ki doğudan özellikle Karlukların sıkıştırması ile daha sonra batıya göçerek Sel­ çukluların ataları olan Sirderya Oğuzları da vaktiyle On Ok'lara tabi teşekkiillerden olmuşlardır. Ayrıca, Peçenek-

TÜRGİŞ'LER - TÜRK ALFABELERi !ere de T.'lerin veya hiç değilse On Okiarın kaynak teşkil ettiği bilinmektedir. Ancak, bütün bunlara rağmen, ne T.' ler ne de Batı Gök Türkleri, gerek siyasi tarih gerek kül­ tür tarihi bakımından Doğu Gök Türkleri ile mukayese edi lemez. Onlar, Doğu Gök Türkleri gibi ne önemli si­ yasi faaliyetlerde bulunabilmişler ne de onlar gibi Türk dili, edebiyatı ve tarihi bakımından değerli abideler bıra­ kabilmişlerdir. (R. Genç)

TORK, Tiirk gazete;i, II. Abdülhamid idaresine karşı olup yu rt dışına kaçarak muhal efetler i n i orada sürdüren Jön Türkl eri n değişik ül keler de çı-kardıkları yaym organlarından

biri. İlk sayısı 5 kasım 1 903 (23 leşrinievvel 1 3 1 9)'te Kahire'

de ç ı k t ı . Ne türden bir •gazt"te olduğu hakkındaki açıklama,

başirk ·k ısm ı n d a , sadere Y.ransızca olarırk yap ıl mışt ı r : Siyasi,

i l mi ve edebi gazete.

G azeten i n adının altında "şim d ilik haftada bir gün" çı­

kacağı b il d i rilm i ş ise de, dört yıllık yayın süresi için de, bu ·kaydında bir deği şi-klik ol mamıııtır. Normal boy·

''ş ! m d il i k''

da ve dört sayfa olarak çıkarılan gazetenin bir yazı kurulu ile •b ir yönetim kurulu bulun duğu

da y i ne başl ık bölümün­ Ancak, sarayın gÖzÜne

dek i bir başka ıkayıttan a n laşılıyor.

63

bazı k imselerin, imparatorlukta-ki Hristiyan etn ik Ull'Surla uz­

laşma

imkansızl ığı

karşısında,

Tiirk

uzl aşma zarıı re't i n i il eriye sü rerek

dışı

İ slam

unsurl ada

gazeten in "İslimcılık''

l i t ikası n a .b ağl anması ·konusun'da yap tı•kları

po­

baskı-dan doğmuş­

tur. Mehme d Said'in göreve tekrar dönüşü ise (2 1 haziran

1906, .sayı : 134) , .gaze:.eyi mali bakımdan destekleyen kay­ nakl a nn baskısı i le il�ilidir.

Yazılarının ciddiyeti, kalitesi ve mizanpaj ının kusur­ suzl uğu yön ü n d en zamanın a göre seviyel i b i r durumda .bulu­

nan gazeten in yayınl anmasında, kırdroların İçınde arasıra çı­ kan anlaşmazlıklar yüzün'd en , bazı kopukluklar da o()) du. Haf­ talı•k ol duğu ve 'Yayın süresi dört yLh :ır. Bu sebeple, özel­

denilen usul oluşur. Ya da aksak semai usulünün içinde iki Türk aksağının değer notu birleşmiştir. Çünkü aksak semai,

tır. Aynı düı;ünce ile, gaze tedeki bütün yazıl ar, ya imzasız

l i-k l e yazı k a drosu:ı u n k i ml erden

kurulu ol duğu a n l aşılamı­

yor.

Ancak, Jön Türkier i n yurt dışında•ki faaliyetl eri ile il­

gili

olarak

yapılm ı ş bazı

incelem eler den,

bu ıka drod a

yer

alanlar arasında Abdullah Cevdet, Yusuf Akçura, Ahmed Fe­ rit T.t-k

ve Ali Kemal'in bulunduğunu · Ve Jıaşyazarlığı n ı Ali

l ı r. lk i Türk aksağı n ı n d e�er birleıım es i n den

10 zam anl ı , 6 vu ru�ludur. T. A .'nda

r.ek izl'i'k, sol elin

'*'ğ

de a:ksak semai

el in vuruı;un dan 2

ilk ,·uruşıından da 2 sı:ık izl ik ve yine sol

el in i·kinci ve .son vuruşun dan 1 .�ek izl i k zam!ln de�eri olıısur.

Böylece 5/8 lik bir nota değeri ortaya çıkar. (R. Şardağ)

Kemal'in yaptığını öğren i'yoruz. Gazeten in siyasi ıgörü�ü, iJ.k sayısın daki uzun bir yazı ile açıklanmıştır. Gazetenin a dını başlık yapan bu başmakaleden anl aşıldığı n a göre, deviNin "Omıanlıcılık'', yani imparator­ luktaki "deği�ik e t n i k u nsurlar a rasın da den geyi sürdÜ·rme'' pol i t i'k asına

karşı ol marnakla bi rHk te, yazı kadrosu, ''Türk maddi ve ma­

unsurunun ·ken di için de derl e n i p top arla nma'Sı,

n evi ol arak kalkınması" lüzumuna inanmakta dır. Ancak, ga­ zeten i n adına da uy:gu n olan hu milli'yeıçi görüşle etn ik

un­ arası dengen i n ·korun ması p ()1 itikası da uzlaşıtırılmıştır. Çünkü gazeteyi çıkaranlar, bu statü:ko bozu l du ğu takdirde, bundan Tüııklerin de zarar •g örec ekleri kanaatin dedirler. Fa­ ka·t statük.onun k.orunması pahasına, Türklerin haklarından surlar

taviz veri l m esine karşıdırlar. Bu sebeple, gazetede, II. Ab­ dülhamid devrinde aktüel bir mesele cılan "Ermen-i meselesi" gerçekç i bir görü-şle ele alınmakla, E rmenilerin davranışları ten kit edilmekte , bu arada

imparatorlırktaki başka etn ik un­

surlarla Türkler arasın daık i m ü nasebetlere de temas ediılecek Türkl erin hakları savunul mnıkta dır. G izl i

tutulan

yazı ve

i dare

kadrosu narnma gazeten in

s:>n sayfasının a l t köşesinde tek yet-kil in i n a d ı geçmektedir. Fa·kat bunun da i m tiyaz sah i·hl veya sorumlu müdür ol up olmadığı hakkında kayıt bulunmamaktadır. Gazetenin son sayısı

28 kasım 1907 tarihi n i taşıdığ•n a göre, yayın süresi dört yılını tamamlamı�tır. Bu süre i ç in de, 'SOl!: sayfada yer ıilan yeu!,; i l i is:m d e de zaman zaman değişik1ik olmu-ştur :

Fevzi, Celal, Mehmed Said, Hüseyin Ali. Bu değişik­ liğin bazen idari, bazen de siyasi sebeplere d ayandığı, gazetede bunlarla U�i l i olarak

yapılmış açı•k !.amalarda-n an­

la�ılıyor. IBunlar'dan Hüseyin Ali'nin göreve getiri:lişi ( 16 ka· sım 1905, sayı : 1 06), zamanla yazı kadrosunda beliren siyasi görüş ayrı lı ğı

ile ilgili d ir. ·B u ayrılık .da yazı kadr.osun dan

TÜRK ALF ABE LERİ, Türklerin tarih boyunca de­ ğişik coğrafi bölgelerde çeşitli kültürlerin etkisi altında kullandıkları yazı türleri . Bu alfabelerden bazıları bir sü­ re kullanılmış, fazla ömürlü olmamış, bazıları ise başta Arap alfabesi olmak üzere Uygur, Latin alfabeleri gibi belli kültür çevreleri içinde uzun süre kullanılmışlardır. Bu du­ ruma parelel olarak kısa bir süre kullanılan alfabelerle yazılmış metinler de sınırlı kalmıştır. Türklerin kullandıkları alfabeler şöylece sıralanabilir : Orhon alfabesi : Türklerin kullandıkları ilk . alfabedir. Kimi Türkologlar bu alfabeden ufak farklılıkları bulunan Yenisey yazısının M. S. V. yüzyıla kadar eskiliğini ileriye sürerken kimi Türkologlar da Yenisey yazısının IX. yüz­ yıla ait olduğu düşüncesini belirtmişlerdir. Aynı alfabenin IX - X. yüzyıllara ait olan Macaristan'da Nagy - Szent ­ Mikl6s'ta bulunan Peçeneklere ait eşyaların üzerinde de kullanıldığını gönn ekteyiz. Son yıllarda Romanya'da Mur­ fatlar'da bulunan Runik yazının Türklere ait olabileceği ileri sürülmüştür. Murfatlar yazısının X. yüzyıldan kaldığı sanılıyor.

Orhon yazısı sağdan sola doğru yazılan 38 harften oluş­ maktadır (bk. ORHON YAZlSI). Uygur alfabesi : VIII. yüzyıldan başlayarak başlangıçta Uygur Türklerince kullanılmaya başlanmıştır. XV. yüzyıla

kadar Osm:ınlı sarayında gördüğümüz ve bahşi adı verilen yazıcılar bu alfabeyi kullanmışlardır. Anadolu sahasında bu yazı ile yazılan metinlere kütüphanelerimizde de rastlanmaktadır. Ancak, bu alfabe yaygın olarak Türk Tu r­ fan metinlerinde IX - XI. yüzyıllar arasında çok görülür. Soğdak kökenlidir (bk. SOGD'LAR veya SOGDAK'LAR).

64

TO RK ALFA B E LERi

TÜRK ALFABELERi : teazet yazı ö meği ( Halk içinde mu'teber

bir

nesne yok devlet

g i b i , olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi).

Uygur yazı > ı sağdan sola yazılan 2 3 h a rft en oluşmak­ t:oerde, 1 9 3 8 ] yazısından sonra D. E. Webster'in Re­ turkification : History and Language Reform [ The Turkey of A tatürk adlı eserinde, 1939 ] yazısı çıkmıştır. H. W. Du­ da (Gesundung der türkisehen Spraclıreform. "Der Islam" XXVI, 1 942) birtakım eleştiriler ileri sürdüğü gibi, H. C. Hony (The New Turkish . "Journal of the Royal Asiatic Society" 1 947) de dil çalışmalarını birçok yönden eleştir­ miştir. Uriel Heyd (Language Reform in Modem Turkey, 1 954) dil reformunu toplu olarak gözden geçirmiştir (bk. Agah Sırrı Levend, Tü rk dilinde gelişme ve sadeleşme ev­ re/eri, I. bas. Ankara 1 949, III. bas. Ankara 1 972).

TÜRK DIL KURUMU (kısaltması : T.D.K.), Türkçe­ nin özleşmesini, bilimsel metotlara uygun olarak bilim, tek­ nik ve sanat kavramlarını karşılayacak şekilde geliştiriime­ sini sağlamayı amaçlayan bir dernek. T.D.K, 12 temmuz 193 2'de Atatürk tarafından kurul­ muştur. O zam anki adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti idi. Bellibaşlı gelir kaynağı Atatürk'ün vasiyetnamesiyle İş Bankasındaki hissesinden ayrılan kardır. Derneğin kurulması için dilekçeyle hükümete baş vu­ ranlar şunlardır : Samih Rıfat (Çanakkale milletvekili, baş­ kan), Ruşen Eşref Ünaydın (Afyonkarahisar milletvekil i , genel yazman), Celal Sahir Erozan (Zonguldak milletve­ kili, üye ve vcznedar), Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Ma­ n isa milletvekili, üye). Derneğin merkezi Ankara'dadır ve şubesi yoktur. Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulduktan sonra 26 ey­ lül 193 2'de I . Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Halit Falı­ ri (Ozansoy)'nin önerisi ile 26 eylülün "Türk dil bayra­ mı" ol arak kutlanması kabul edilmiştir. 1 934'te toplanan II. Türk Dil Kurultayında kurumun adı Türk Dili Araş­ tırma Kurumu olarak değiştirilmiş, 193 6'da toplanan III. Türk Dil Kurultayında ise T. D. K. biçimini almıştır. T. D. K.'nun üye sayısı sınırlandırılmamış, bu sayı bu­ gün 540 üyeye ulaşmıştır. Genel kurul (kurultay) iki yıl­ da bir toplanarak 3 5 kişilik yönetim kurulunu seçer. Yö­ netim kurulu, kendi içerisinden bir başkan, bir asbaşkan ve yürütme kurulu üyelerini seçer. Yürütme kurulunda ge­ nel yazman, kol başkanları ve sayman üye bulunur. Tüzüğe göre kol başkanlıklarının sayısı, yeni kolların ku­ rulması, birleştirilmesi ve kaldırılması yönetim kurulunun yetkisi içerisindedir. Kurumda şu kollar bulunmaktadır : Derleme ve Tarama, Dilbilim ve Dilbilgisi, Sözlük, Terim, Yayın ve Tanıtm a kolları.

Derleme ve Tarama Kolu : Anadolu ağızlarından der­ lemeler yapar, eski metinlerden Türkçe sözleri tarayarak sözlükler hazırlar. Bu sözlükler, ba�langıçta yabancı söz­ lere Türkçe karşılıklar bulmak amacıyla hazırlanmışsa da, daha çok lehçe bilgisi (dialectologie) ve metin bilgisi (philologie) alanlarında yararlanılan sözlükler ola­ rak kullanılmaktadır. Lehçe bilgisi ile ilgili sözlükler şun­ lardır :

1 . Osm a n /ıcadan Türkçeye söz karşılıkları - tarama dergisi I, 1 934 Osman lı ca dan Türkçeye söz karşılıkları tarama dergisi ll (T ii rk çe de n Osmanizeaya indeks), 1934. B u sözlükte Anadolu ağızlarından, çeşitli Türk lehçelerinden ve Osmanlıca sözlüklerden toplanan veriler bir araya ge­ tirilmiştir.

-

TüRK DİL KURUMU

71

2. Türkiye'de halk ağzından söz derleme dergisi I - VI, 1939 - 1957. İlk üç cilt asıl sözlük, IV. cilt ilk üç cilde gir­ meyen sözleri içine alan ek (ulama) cildidir. V. cilt dizin­ dir. VI. ciltte ise, folklorla ilgili sözler toplanmıştır. V. cilt Osmanlıcadan Türkçeye dizindir. 3. Derleme sözlüğü 1 - Xll, 1 963 - 198 1 . Türkiye'de halk ağzından söz derleme dergisi'nin yeni derlemelerle genişletilmesi ve geliştirilmesiyle hazırlanmıştır. Sözlük XI. ciltte tamamlanmıştır. XII. cilde ise, ilk on bir cilde gir­ meyen sözler alınmıştır. Metin bilgisi ile ilgili sözlükler de şunlardır : 1 . Tanıklarl}'la tarama sözlüğü 1 - IV, 1943 - 1957. Her cilt belli sayıda eserin taranmasından elde edilen sözleri içine alan bir sözlüktür. Bu ciltlerde, XIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar Türkiye Türkçesi metinlerinde ge­ çen ve bugün kullanılmayan Türkçe kelimeler ile ses ve anlam değişikliklerine uğrayarak aslından uzaklaşmış yaban­ cı sözler yer almaktadır. 2 . Tarama sözlü ğü 1 - Vlll, 1 963 - 1 977. Bu eser, ta­ nıklarıyla tartıma sözlüklerinin birleştirilmesi, yeni metin taramaları ve söz sayısının artırılması yoluyla meydana ge­ tirilmiştir. Sözlük ilk altı ciltte tamamlanmaktadır. VII. ciltte bu dönemde kullanılan ekler yer almaktadır. VIII. cilt ise dizindir. Bu koltın son yıllarda üzerine aldığı görev T ür k i ye Türkçesinin tarihsel sözlüğü'nün hazırlanması işidir. XIII. yüzyıldan bugüne kadar yazılı kaynaklarda geçen Türkçe ve yabancı dillerden söz varlığını en küçük anlam farkiarına kadar değerlendirecek olan bu sözlüğün hazırlanması daha uzun bir süre alacaktır.

Sözlük Kolu, Türkçe sözlük, imla kılavuzu, okul söz­ lükleri ve başka dillerden Türkçeye çeşitli sözlükler hazır­ layan veya hazırlatan bir koldur. İlk baskısı 1 945'te yapılan Türkçe sözlük, sürekli olarak geliştirilmektedir. 1 972'de çı­ kan 5. baskı tıpkıbasım yoluyla çoğaltılarak yeni baskıları yapılmıştır. Bu kolun yayınladığı sözlükler arasında şunlar da bulunmaktadır : Türk argosu [1. bas. 1 94 1 , 3. bas. 1955 ] , Yasa dili söz/iiğü [ 1 966 ] , Habe r dili sözlüğü [ 1968 ] , Resmi yazışmalar sözlüğü [ 1 . bas. 1 964, 2 . bas. 1969 ] , Sa­ de Türkçe kılavuzu [ 1 . bas. 1953, 2. bas. 1963 ] , Kavram lar dizini [ 1 97 1 ] , Öz/eştirme kılavuzu [ 1 978 ] , İngilizce - Türk­ çe sözlük [ 1 97 1 ] , Fransızca - Türkçe büyük sözlük [ 1 976] , Resimli Türkçe sözlük [ 1 977 ] , Resimli ilkokul sözlüğü [ 1 98 1 ] . Türk lehçeleriyle ilgili olarak Kırgız sözlüğü [1. c. 1 945, Il. c. 1 948 ] , Yak ut dili sözlüğü [ 1 945 ] , Çuvaş söz­ lüğü [ 1 950] gibi sözlükler de yayınlanmıştır.

Dilbilim ve Dilbilgisi K olu , Türkçenin ana gramerini hazırlamakla görevlendirilmiştir. Bu kol, uzun süre bu alanda yalnızca kişisel çalışmalar yayınlamış, son yıllarda ise bu koldaki görevlilerin hazırladıkları eseriere ağırlık ver­ miştir. Dilbilim ve Dilbilgisi Kolu, imla kılavuzunu da hazırla­ maktadır. 1928 yılında Dil Encümenince yayınlanan lmta L u gati , kılavuzun ilk baskısı sayılmış, 1 9 4 1'den bu yana çeşitli baskıları yapılmıştır. Her yeni baskıda birtakım de­ ği§ikliklere de gidilmiştir.

Terim Kolu, çeşitli alanlarda kullanılan terimleri tes­ pit eden ve Türkçeleştiren, bu çalışmaların sonuçlarını kı-

TÜRK DİL KURUMU - TORK DİLİ

72

lavuzlar ve sözlükler biçiminde yayıniayan bir koldur. Şim­ diye kadar çeşitli bilim dallarında ve meslek alanlannda seksenin üzerinde terim sözlüğii ve kılavuzu yayınlanmış­ tır : Eğitim terimleri sözlüğü [ 1 98 1 ] , R uh bilim terimleri sözlüğü [2. bas. 1 980] , Mantık terinıleri sözlüğü [ 1 976 ] , Tarih terimleri sözlüğü [2. bas. 1 98 1 ] , Yazın terimleri söz­ lüğü [ 1 974 ] , Zooloji terimleri sözlüğü [ 1 963 ] , Gökbilim terimleri sözlüğü [ 1 969 ] , Güzel sanatlar terimleri sözlüğü [ 1 968 ] , Sinema ve televizyon terimleri sözlüğü [ 1 98 1 ] , Zanaat terimleri sözlüğü [ 1 97 6 ] v.b.

Yayın ve Tanıtma Kolu, Kurumun yayın çalışmalannı yürütmekte ve 195 1 'den beri çıkmakta olan aylık "Türk Di­ li" dergisini hazırlamaktadır. T. D . K., 1 9 3 3 'ten başlayarak "Türk Dili Belleten" ad­ lı bir dergi çıkarmıştır. 1950 yılına kadar süren bu dergi 3 ayrı seri olarak yayınlanmıştır. Bilimsel yazılarla Türk di­ liyle haberlerin bir arada yayınlandığı bu dergi 1 95 1 'de "Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten" adını almış ve bütünüyle Türk dili ve edebiyatı alanlarında bilimsel ya­ zılara yer veren bir dergi olmuştur. Ayrıca kurultaylarda sunulan bildiriler, Bilimsel bil­ diriler adıyla ayrı ciltlerde toplanmış, Jean Deny, J. Nemeth ve Ömer Asım Aksoy adiarına da birtakım yazıların bir araya getirildiği armağanlar yayınlanmıştır. Gök Türk yazıtlarından başlayarak Kutadgu bilig [ 1 942 ] , Divanü lugati' t - Türk [ 1 939 - 1 943 ] , Dede Korkut kitabı [ 1 958 - 1 963 ] , Kadı Burhanettin divanı [ 1 943 ] , Neh­ cü'l - feradis [ 1 956 ] , A tebetü'l - hakayık [ 1 95 1 ] , Yusuf ve Zeliha [ 1 946 ] , Mantık11't-tayr [ 1 957 ] , Mecmuatü'n-nezair [ 1 982 ] gibi eserler de T. D. K. yayınları arasında yer al­ mıştır.

T. D. K.'nun Türk dili ve edebiyatı, dil bilimi ve Ata­ türk'le ilgili yerli ve yabancı yayınları toplayan bir uzman­ lık kitaplığı vardır. Kitaplıkta 25 000 dolaylarında kitap bulunmaktadır. Bunlar arasında çeşitli sözlükler, ansiklope­ diler, dergiler, yazmalar yer almaktadır.

T. D. K. kitaplığı, bilim adamlarına, Türk dili ve ede­ biyatı eğitimi gören öğrencilere ve araştırıcılara açıktır.

TÜRK DİY ALEKTLERt : bk. TÜRK DİLİ. TÜRK DiLi,

"Altay dilleri" arasında yer alan bir

dil. Avrasya'da çok geniş bir coğrafi alana yayılmış olan bu dil, bugün birçok diyalekte ayrılmıştır. Azeri, Türk­ mence, Tatarca, Başkurtça, Nogayca, Balkarca (veya Mal­ karca), Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Karakalpakça, Çu­ vaşça, Yakutça gibi. Eskiden bu diyalektlere Türk - Tatar diyalektleri (veya dilleri) adı da verilmiştir. Alman asıllı büyük Rus Türkoloğu Wilhelm Radloff' un vurguladığı gibi, dünya dilleri arasında T. D. kadar ge­ niş bir alana yayılmış başka bir dil yoktur (W. Radloff, Volksliterat11r der türkisehen Stiimme I, 1 866). Bu geniş topraklarda yayılmış olan Türklerin sayısı üzerine açık bir bilgi vermek güçtür. Armin Vambery'nin A törör faj ethnologiai es ethnographiai tekinterben (Buda· pest 1 885; Alınaneası : Das Türkenvolk in seinen ethno­ logischen 11nd ethnographischen Beziehungen . Leipzig 1 885)

adlı eserinde verdiği sayı (24 000 000!) yanlıştır. Daha son­ ra N. A. Aristov'un Zametki ob etniçeskom sostave t ' urkJkib plemen i narodnostey i svedeniya ob i!J çislennosti ["Jivaya Starina", 1 896, 3 - 4. fasikül ] adlı çalışmasında verdiği sta­ tistik bilgiler de eskimiştir. M. Czapliczka'nın The Turks of Central A sia in History and in the Present Day [ 19 1 8 ] adlı eserindeki veriler d e bugün için eski sayılır. P. Jyrkan­ kallio'nun (Übersich t über die türkisehen Völker unserer Zeit. "Studia Orientalia" XIV, 1950) topladığı veriler de eskidir. Johannes Benzing'in Ei11/ülırung in das Studi11m der altaisehen Plıilologie und der Turkologie (Wiesbaden 1953) adlı eserinde verdiği bilgiler dağınıktır. R. Rahmeti Arat (Türk şivelerinin tasnifi. "Tiirkiyat Mecmuası" X, 1 95 1 1953 , 59 - 1 3 9) çağdaş Türklerin sayısı üzerinde durma­ mıştır. Philologiae Turcicae Fundamenta (I, 1 959) adlı ko­ lektif eserde çağdaş Türklerin sayısı üzerine verilen bilgiler de eski sayımlardan alınmıştır.

N. A. Baskakov Ty11rksie yazıki (Moskova 1 960) ve Vvedenie v izuçenie t _ı urk rkih yazıkov (Moskova 1 962, 2. bas. 1 969) adlı eserlerinde daha yeni bilgiler vermiştir. K. H. Menges'in The Turkic Lang11ages and Peoples. A n: In troduction to Tıırkic Studies (Wiesbaden 1 968) adlı ese­ rinde de yeni veriler vardır.

- - · - ---

TüRK DIL KURUMU

Son olarak Dr. R. A. K. (Zahl der Türken und ihre Siedlungsgebiete. "Cultura Turcica" I, 1 , 1 964, 35 - 43) çağ­ daş Türklerin sayısı üzerinde durmuştur. Onun topladığı verilere göre, çağdaş Türklerin sayısı toplu olarak 95 500 OOO'dir. Ancak, R. A. K. bu yazısında daha çok eski sayımları göz öniinde tutmuştur. Örnek olarak Sovyet Sosya­ list Cumhuriyetleri Birliği'nde yaşayan Türklerin sayısını 1 926 ve 1939 sayımiarına göre vermiştir. Bugün Sovyet Sos­ yalist Cumhuriyetleri Birliğinde yaşayan Türklerin sayısı üze-

TORK DİLİ rine 1 970'te yapılan sayıma dayanan daha yeni veriler vardır (Naselenie SSSR . 197 3. Statistiçeskiy sbomik. Moskova 1 975). Nitekim Zsuz3a Kakuk (Mai török nye l v e k . I. Be­ vezetes. Budapest 1 976) da çağdaş Türk dillerinden söz eder­ ken daha çok 1 970 sayımına dayanan sayıları vermiştir. 1 970 sayımı sonunda elde edilen sayılar, eski sayımların so­ nuçlarından farklıdır. Eski ve yeni sayımlardaki farkiara rağmen, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinde Türk dıyalektlerini kullananların Slav dillerini konuşanlardan sonra ikinci sırayı aldıkları açıktır. Çuvaşça ve Yakutça bir yana bırakılacak olursa, Türk d iyalektleri arasında büyük bir yakınlık göze çarpar. Baş, göz, ağız, k ulak, ayak, kol, burun , diş, karın, göbek, et, süt, ağaç, ot, ay, gün, ak, kara, gök, sarı, at, sığır, inek, koyun, k uzıı, kuş, ev, kanat, dağ, taş, toprak, su, tuz, üç, beş, sekiz, dokuz, altm ış, yetmiş gibi sözler bütün Türk diyalektlerinde ortaktır. Yalnız bu sözlerin söylenişinde bir­ takım farklar göze çarpar. Örnek olarak göz sözü eski ve yeni Türk diyalektlerinde köz olarak kullanılır. Bunun gibi , baş sözü de diyalektlerde bas, paş, pas biçimlerinde geçer. , r. .r , ii s , uo .r , A ğız sözü diyalektlerde ağıs, '' S , avuz, auz, faz, ar ; ayak sözü adak, azak, ura; dağ sözü ise tağ, tav, "'

taH, tö, t ii ,

tu olarak kullanılır.

Çuvaş ve Yakut diyalektlerinde fonetik bakımından daha büyük farklar vardır. Örnek olarak Türkçe ayak ( < *adak) sözü Çuvaşçada ura, Yakutçada atax olarak ge­ çer. Türkçe ağız sözünün Çuvaşça karşılığı fllzw, Yakutça karşılığı ise ıws'tur. Türkçe sekiz yerine Çuvaşçada .ra l l:. ar , dok uz yerine l a . ar , tihdıı- biçimleri kullanıl ır. Bunun gibi, Türkçe altmış yerine uttna!, yetmiş yerine de fil m e .' biçim­ leri geçer. Yakutç::da da sekiz karşılığı olarak ağrs, dokuz karşılığı olarak da toğus biçimi kullanılır.

Bu diyalektlerde ünlülerde de birtakım değişiklikler göze çarpar. Örnek olarak Ana Türkçe a'lar Çuvaşçada u ' ya çevrilir : Türkçe at -Çuva şça ut; Türkçe kanat -Çuvaşp J:n:at ; Türkçe sa k a l-Çuvaşça suxal; Türkçe balık -Çuvaş­ r-ı f-· u!a ; fürkçe sakız- Çuvaşça .ru ·:ar ; Türkçe ayak-Çu­

vaşça ura; Türkçe arpa -Çavuşça ıırpa. Ancak Türkçe a' nın ı 'ya dönüştüğünü de biliyoruz : Eski Türkçe tana > Türk­ çe dana-Çuvaşça tma. Türk diyalektlerinde ortak sözler yanında arasıra farklı sözlere de rastlanır. Örnek olarak bütün Türk diyalektle­ rinde kullanılan ev (-iv, öv, üv, öy, üy) yerine Çu­ vaşçada kil sözü geçer. Bunun gibi, Türkçe dalak ( < talak) yerine Çuvaşçada sula sözü kullan ılır. Buna karşılık Ya ­ kutçada dala k ın karşılığı · .i 1 ' d t ' · Türkçe yular sözü bugün yalnız Yakutçada sular olarak kalmıştır. Çağdaş Türk di­ yalektlerinde yulara nokta adı verilir. Türk diyalektlerinde yaygın olarak kull anılan nokta adı Moğolca bir alıntıdır. Türkçe göz ( Tatarca sigez> Başkurtça higez; Türkçe sakız, Kırgızca sağız-Başkurtça hağız; Türkçe semiz > Tatarca simez > Başkurtç a lıimez; Türkçe sakal>Tatarca sakal > Başkurtça hakal. Buna karşılık Türk diyalektlerinin küçük bir bölümünde (Çuvaşça ve Yakutçada) sesler (ünlüler ve özellikle ünsüz­ ler) büyük değişikliklere uğramıştır. Örnek olarak, Ana Türk­ çe *-d- ünsüzü Yakutçada -t- olarak kaldığı halde Çuvaşçada -r-'ye çevrilmiştir : Eski Türkçe adak > Yakutça atax, Çu­ vaşça ura; Eski Türkçe kadı ., > Yakutça xatı.,, Çuvaşça xurın; Eski Türkçe tod- [ = doymakJ > Yakutça tot-, Çu­ vaşça taran - . Ana Türkçe •-z-. •-z ünsüzü de Çuvaşçada -r-, -r'ye dönüşmüştür : Eski Türkçe yüzü k > Çuvaşça Url ; Es­ ki Türkçe kazgan ( > kazan)> Çuvaşça xııran; Türkçe bu­ zağı > Çuvaşça ta 'u Eski Türkçe tuz> Yakutça ' /i r , Çuvaş­ ça taNır ; Eski Türkçe ağız> Yakutça uos, Çuvaşça raı,ar ; Türkçe köz > Çuvaşça J ii : · .� .- ; Eski Türkçe k üz (> Türkçe

güzJ> Yakutça küs, Çuvaşça l er ; Türkçe y ı ldı z > Yakutça su/us, Çuvaşça !alta ; Türkçe ayaz > Çuvaşça uyar; Eski

Türkçe otuz > Yakutça otut, Çuvaşça ı a · a ; Türkçe baldıı > Çuvaşça pu lta Bunun gibi, Ana Türkçe *-ı-. *-ş ünsü­ zü de Çuvaşçada -1-, -/'ye çevrilmiştir : Türkçe işit- > Yakut­ ça ihit-, Çuvaşça ilt-; Eski Türkçe kümüş> Yakutça kömüs, Çuvaşça k i m i/ ; Eski Türkçe kıı> Çuvaşça x i!.' ; Eski Türk­ çe altmıı>Çuvaşça utma/ ; Türkçe yetmiı > Çu v aşça Jitm l!. .

Ana Türkçe s- ünsüzü bütün çağdaş diyalektlerde olduğu gibi, Çuvaşçada da saklanmıştır : Türkçe sal - Çuvaşça sul; Türkçe süt - Çuvaıça set . Buna karşılık s- ünsüzü Yakut­ çada düşmüştür. Örnekler : Türkçe su-Yakutça ,, ; Türkçe süngü-Yakutça ü.,ü; Türkçe sa/-Yakutça al.

Türk diyalektlerinde gördüğümüz ses gelişmelerinin bir bölümü yenidir. Ancak, diyalektterin bir bölümünde, özel­ likle Çuvaşça ve Yakutçada göze çarpan gelişmeler eski bir tarihe çıkar. Eski ve özellikle yeni Türk diyalektlerinde gördüğü­ müz fonetik ve gramer farklarını göz önüne alan uzman­ lar, en eski çağlardan başlayarak bu diyalektleri tasnife ça­ lışmışlardır. Bu yolda yapılan ilk deneme olarak Kaşgarlı Mahmud'un yaptığı tasnif gösterilebilir. Divaııii lugati't Tü rk yazarı XI. yüzyılda yaşayan Türk boylarını coğrafi durumlarına göre sıralamakla kalmamış, dillerinin ses ve gramer özellikleri üzerine de birtakım bilgiler vermiştir. Klşgarlı Mahmud'un bu gözlemleri daha sonra yetişen Tür­ kologlarm çalışmalarında da sağlam bir dayanak olarak de­ ğerlendirilmiştir. Türk boylarının coğrafi durumlarını göz önünde tu­ tan Klşgarlı Mahmud, Kırgız, Yabaku, Kay, Basmıl, Yağ­ ma, Çigil, Uygur, Çomul, Çaruk, Başkurt, Kıpçak, Oğuz, Yimek, Suvar, Bulgar ve Peçenek gibi birtakım boyların adlarını saymıştır. Klşgarlı Mahmud, çağdaş Türklerin d illeri üzerine bir­ çok bilgiler vermişse de, Suvar ve Bulgarların dili üzerine topladığı veriler çok azdır. Divaııü lugati't - T ü rk yazarı Hazarlarm dili üzerine de bilgi vermemiştir.

1 245'te Pekin'e bir gezi yapmış olan Pian del Carpine' den başlayarak birçok gezginler Türkler ve dilleri üzerine birtakım bilgiler toplamışlardır. V. van Ruysbroek (1 250), Marco Polo ( 1 290) gibi gezginler yanında harp tutsaklan da bu yolda değerli bilgiler vermişlerdir. Türk tutsaklığında kalan H. Schiltberger'in eserinde de değerli bilgiler vardır. Philipp Johann von Strahlenberg harp tutsakları ara­ sında özel bir yer tutar. Das Nord und Ostliche Tlıeil von Europa und A sia (Stockholm 1 730, yeni bas. 1 975) adlı eserinde Strahlenberg birtakım tasnifler de yapmıştır. An­ cak, bu tasnifterin bugün için yalnız tarihi değeri vardır. Türkoloj inin kurucuları arasında yer alan Julius von Klaproth, A sia Polyglotta ( 1 823) adlı eserinde Türkleri tas­ nif etmiştir.

İ. N. Berezin (Recherches sur /es dialectes m usul­ nıans, I. Systeme des dialectes turcs. Kazan 1 848), N. f.

İl'minskiy (Vstupitel'noe çtenie v k urs tureiJ.ko - ta tarsk ogo

yazıka. 1 8 6 1 ) gibi uzmanlar bir yana bırakılacak olursa, Türk diyalektlerinin tasnifi konusu üzerinde ilk olarak W. Radloff durmuştur.

Türkoloj inin ve özellikle Türk diyalektolojisinin ku­ rucusu olarak tanınmış olan W. Radloff, Phonetik der nördlichen Türksprachen (Leipzig 1 882 [ 1 883 ] ) adlı eseri­ nin XVIII. bölümünde (Ciassijication der Türk - Dialecte nach den phonetisclıen Erscheinungen), çağdaş Türk di­ yalektlerini dört grupta toplamıştır : I. Doğu diyalektleri; II. Batı diyalektleri; III. Orta Asya diyalektleri; IV. Gü­ ney diyalektleri . I. Doğu diyalektleri. 1 . Asıl Altay diyalektleri (a. Al­ tay diyalekti; b. Teleüt diyalekti), 2 . Baraba diyalekti; 3 . Kuzey Altay diyalektleri (a. Kuğu [Rusça adı : Lebed] di­ yalekti; b. Şor diyalekti), 4. Abakan diyalektleri (a. Asıl Abakan diyalektleri : a. Sagay diyalekti; fJ. Koybal diya­ lekti; y. Kaç diyalckti; b. Yüz diyalekti veya Kızıl diya­ lekti); 5. Küerik (veya Çolım) diyalekti; 6. Soyon diyalekti; 7. Karagas diyalekti ve 8. Uygur diyalekti bu grupta yer alır. II. Batı diyalektleri. 1. Kırgız diyalekti : a. Kara Kır­ gız diyalekti; b. Kazak Kırgız diyalekti; c. Karakalpak di­ yalekti; 2 . Irtış diyalektleri : a. Turalı diyalekti; b. Kürdak diyalekti; c. Tobol ve Tümen diyalektleri; 3. Başkurt di­ yalektleri : a. Ova Başkurtları diyalekti; b. Dağ Başkurtları diyalekti ; 4. Volga diyalektleri veya Doğu Rusya diyalekt­ leri : a. Mişer diyalekti; b. Kama diyalekti; c. Simbirsk di­ yalekti; d. Kazan diyalekti ; e. Belebey diyalekti; f. Kasım diyalekti bu grupa girer. III. Orta Asya diyalektleri. 1. Tarançi diyalckti; 2. Ha­ mi diyalekti; 3. Aksu diyalekti; 4. Kaşgar diyalekti ; 5. Yarkent diyalekti ; 6. Çağatay diyalekti : a. Kuzey Sart di­ yalekti; b. Kokand diyalekti; c. Zerefşan vadisi Özbekleri­ nin diyalekti; d. Buhara diyalekti ; e. Hive diyalekti bu grupta yer alır. IV. Güney diyalektleri. 1. Türkmen diyalekti ; 2. Azer­ baycan diyalekti; 3. Kafkas diyalektleri ; 4. Anadolu d iya­ lektleri : a. Hüdavendigar diyalekti; b. Karaman diyalekti; 5. Kırım diyalekti (Karay ağzına göre); 6. Osmanlı diya­ lekti bu grupa girer. Radloff, Balkan yarımadasındaki Türk diyalektlerini de bu grupa almıştır.

TORK DİLİ Radloff, Türk diyalektlerini tasnif ederken ses özel­ liklerine dayanmıştır. Ancak, bu tasnifte diyalektterin coğ­ rafi durumları da göz önüne alınmıştır. Bu tasnif, 1 882 ( 1 883) yılında yapılmıştır. Du bakım­ dan Radloff'un eski bilgi ve verileri kullanması tabiidir. Ancak, tasnifte Türk diyalektleri arasında özel bir yer tu­ tan Çuvaş ve Yakut diyalektlerine yer verilmediği göze çarpar. Radloff'tan sonra Armin Vambery de Türk diyalektle­ rini tasnif etmiştir (A török faj ethnologiai es ethnographiai tekintetben . Budapest 1 885. Alınaneası : Das Türkenvolk in seinen ethno/ogisclıen ıınd etlınographischen Beziehungen. Leipzig 1 8 85). Radloff'tan farkl ı olarak Türk diyalektlerinin tasnifinde Türklerin etnik yapısını da göz önüne alan Vam­ bery, çağdaş Türk diyalektlerini beş grup içinde toplamıştır. I . Sibirya Türkleri : 1. Teleütler veya Telengetler (Te­ lenget kişi). 2. Asıl Altaylılar (Altay kişi) veya Altay Kal­

mıkları ( Dv o E cb n r ; ı ' ; 3. Şorlar (Kondomalar); 4. Orman Tatarları (Rusça : Çernevıe Tatarı) veya Tubalar (Tuba ki­ şi, Yış kişi, Uryanhay); 5. Kumandılar (Kumandı kişi); 6. Kızıllar; 7. Çolım Tatarları ; 8. Sagaylar; 9. Kaçalar; 10. Koyballar; 1 1 . Karagaslar; 1 2 . Soyotlar veya Soyonlar; 13. Kamaslar; 14. Baraba veya Tobol Tatarları (Tarlık, Tobolluk, Tümellik [Tümenler] ve Turalık) ; 1 5 . Uryanhaylar veya Tubalar (Tuvalar), Sayanlılar. Vambery, Yakutları da Sibirya Türkleri arasında say­ mıştır. Il. Orta Asya Türkleri : 1. Kara Kırgızlar; 2. Kazak Kırgızlar; 3. Uygurlar ve Doğu Türkistanlılar; 4. Özbekler; 5. Karakalpaklar; 6. Türkmenler. I II. Volga Türkleri : 1. Kazan Tatarları ; 2. Çuvaşlar; 3 . Başkurtlar; 4 . Mişerler (Meşçer veya Meşçeryak) ve Tep­ terler. IV. Karadeniz çevresi Türkleri : 1. Kırım Tatarları; 2 . Nogay Tatarları, Kımdurlar (Karaağaçlar), Kumuklar, Ka­ raçaylar. V. Batı Türkleri : 1. İran Tiirkleri veya Azeriler; 2. Os­ manl ı Türkleri. G. J. Ramstedt (Tietosanakirj a IX, 1 9 1 7 , 2039 - 2040) Türk diyalektlerini altı ana grupta toplanmıştır : A. Çuvaş diyalekti (r' > r: d > r; tağ > tu-tav v.b.). Tuna ve Volga Bulgarcası da bu grupa girer. B. Yakut diyalekti. Çuvaş diyalekti gibi, diğer Türk diyalektlerinden uzaklaşmıştır. z diyalektleri arasında yer alır s. t; d > t: tağ > tıa 'orman'). C. Kuzey grupu. Altay dağları çevresinde konuşulan diyalektleri içine alır. d sesinin karşılıkianna göre alt grup­ lara ayrılır. d diyalektleri : (Eski dil anıtları dışında) Kuzeybatı Moğolistan'da Soyot veya Uryanhay ile Karagas diyalektleri bu alt grupta yer alır (tağ biçimi saklanmıştır). z diyalektleri : Abakan ve Yüz stepleri diyalektleri (yeni Rus terminoloj isine göre Hakas diyalektleri) bu alt grupa girer : Kaça, Sagay, Koybal , Kızıl, Şor, Küerik, Ço­ lım, Beltir, Kamas; Sarığ Uygur (Çin'de). y diyalektleri : Baraba stepi ve Kuzey Altay (Kumanda

ve Kuğu : tağ, Tuba : tau), asıl Altay ("Altay Kalmıkları", yeni adları : Oyrot; Teleüt, Tölös : tağ > Iii ) .

D. Batı grupu . Karakırgız (yeni resmi adı : Kırgız) : Kazakkırgız (yeni resmi adı : Kazah); Karakal-

tağ> 6 ;

75

pak : tağ> tau; Nogay, Kumuk, Karaçay ve Balkar. Doğu ve Batı Karay; Tatar ve Mişer diyalektleri bu alt grupa girer. E. Doğu grupu. Doğu (Çin) Türkistanında konuşulan Türki ve Tarançi (yeni Rus terminoloj isine göre : Yeni Uy­ gur) diyalektleri (tağ/ığ> tağ/ık) ve B Özbekçesi (Hive); Buhara ve Hive (Sart) diyalektleri bu grupta yer alır. F. Güney grupu (bol > ol; tağ/ı ğ > dağ/ı) , Türkmen ve Osmanlı (Türk) d iyalektleri bu grupa girer.

M. Rasanen (Contributions au classement des /angues turques. "Rocznik Orientalistyczny" XVII, 1935. 92 - 104) Türk diyalektlerinin tasnifi üzerinde durmuş, daha sonra Materialien zur Lautgeschichte der türkisehen Sprachen (Studia OrientaHa XV, Helsinki 1 949. 26 - 3 1) adlı eserinde Ramstedt'in tasnifini esas olarak almıştır. Rasanen, Rams­ tedt'in tasnifini Radloff ve Samoyloviç'in tasnifleriyle bü­ tünlemeye çalışmıştır. Onun yaptığı tasnifte de esas olarak

ses tarihi alınmıştır (r-z : Çuvaşça ta Ya,. - Ortak Türkçe tokuz '9'; -ğ : tağ 'dağ', taıı, ta, t n , t il : -ığ> -ı, -ık; kal­

gan > kalan; söz içinde ve sonunda d (8} > t, z. y, r; bol - fiilinde b'nin saklanması veya düşmesi). Rasanen, Ramstedt'in Kuzey grupuna Kuzeydoğu grupu, Batı grupu­ na Kuzeybatı grupu, Doğu grupuna Güneydoğu grupu ve Güney grupuna da Güneybatı grupu adını vermiştir.

Radloff'un tasnifini F. E. Korş ( Kkrsi • ikc:t_:.i ı a tu ret_:.kiiJ plemen po yazıkam. ":e.tnografiçeskoe obozrenıe"

1 9 10, 84 - 85. fas.) ve d ah a sonra A. N. Samoyloviç türlü yönlerden düzeltmeye çalışmışlardır. A. N. Samoyloviç (Nekotorıe dopolneniya k k/assifi­

k,ıt;J ii tllreu_k 'IJ yazıkov. Petrograd 1 922, K voprosu o klassi­ fika t ıii ltlret.J.kiiJ yazıkov. Bakft 1 926), Radloff ve Korş'un

tasniflerini fonetik ve morfoloj ik özellikler bakımından bü­ tünlemiş ve yeni gözlemlere dayanan bir tasnif yapmıştır. Çağdaş bilim çevrelerinde büyük bir yaygınlık kazanan bu tasnifte bütün Türk diyalektleri altı ana grupta toplan­ mıştır :

ta!Jar

1. R grupu (Bulgar veya Çuvaş grupu). Özellikleri

:

1.

2. ura, 3. pul - , 4 . tau > tu; 5 . sarı; 6. yu/na < kalan. Eski Bulgar ve çağdaş Çuvaş diyalektleri bu srupa girer. Il. D grupu (Uygur veya Kuzeydoğu grupu). Özel­ likleri : 1. tokuz; 2. adak - azak; 3. po/ -; 4. tağ; 5. sarığ; 6. ka/gan. d sesinin uğradığı değişikliklere göre bu grup üç alt grupa ayrılır : a. d alt grupu : Yenisey - Orhon kİtabelerinin dili, eski Uygur diyalekti ve Karagas, Salar ve Tuva diyalektleri; b. z alt grupu: Sarı Uygur, Şor ve Hakas (Koybal, Kı­ zıl, Sagay, Kaça ve Beltir) diyalektleri; c. t alt grupu : Yakut diyalekti. III. tav grupu (Kıpçak veya Kuzeybatı grupu). Özel­ likleri : 1. toğuz; 2. ayak; 3. bol- - bul-; 4. tav; 5. sarı; 6. kalgan .

Bu grup iki alt grupa ayrılır : a. Moğol devrinden önce oluşan diyalektler; Altay (Al­ tay, Teleüt ve Telengit), Kırgız, Kumuk, Karaçay - Balkar, Karay, Tatar, Başkurt diyalektleri; b. Moğenmiştir. İs­ H \miyet öncesi T. E . 'n ı . k a y n a k l a rd a n edindiğimiz bilgilere göre, en e>ki dönem, Gök Türk ve Uygur dönemi diye ayırabiliriz. T. E. 'nın en uzun dönemi İslam kültürü içe­ risindeki dönemdir. 800 - 900 yıl gibi uzun bir süre olan bu dönem içerisinde, Türklerin yaşadığı geniş coğrafi alanlarda zengin ürünler verilmiştir. Bu edebiyat, divan ede­ biyatı, halk edebiyatı, tasavvufi halk edebiyatı ve tekke edebiyatı olmak ü zere üç esas kolda gelişmiştir. Batı kül­ türü içerisindeki T. E. ise Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati, Milli Edebiyat. Cumhuriyet dönemi edebiyatı olmak üzere değişik özellikler gösteren dönemlere ayrılır. Cumhuriyet dönemi edebiyatı ise anlayışları, sanat ve eser­ lerin özellikleri bakımından daha ayrıntılı dönemlere ayrıl­ maktadır.

İslamiyet öncesi Türk edebiyatı : Bu edebiyatın başlan­ gıcı Orta Asya'da Türklerin yaşadığı en eski zamana kadar iner. Türk tarihinin yeterince aydınlanmamış olan Milattan önceki dönemlerine uzanan sürecinde yabancı kaynaklarda bulun:ı.n bazı kayıtlar T. E.'nın başlangıcını Milattan önce­ ki yüzyıllara kadar indirmektedir. Türklerin Şamanizme inandıkları en eski dönemlerde Türkler arasında kam, baksı, ozan adları da verilen Ş'lman­ ların dini görevlerini yaparken ilahi mahiyetinde söyledik­ leri şiirler, bu dönemin i lk örnekleri olmalı dır. Tarihçi Jor­ danes'in kaydettiği. Attila'nın ölümü (453) üzerine orduda bulunan ozanların söylediği ağıt (F. Köprülü, XV. asır so­ nuna kadar Tiirk saz şairleri, İstanbul ı 9 3 0) ile Kaşgarlı Mahmud'un kaydettiği Alp Er Tunga için söylenmiş "sagu" bu döneme ait örneklerdir. IV-V. yüzyılda Çin'in kuzeyinde oturan Türklere ait "kaval şiirleri" adıyla Çineeye çev­ rilmiş olan şiirler kahramanlık, aşk ve tabiat konularında yazılmış, duygu bakımından gelişmiş, olgun ve güzel ör­ neklerdir (Muhaddere N. Özerdim, "Dil ve Tarih - Coğraf­ ya Fakültesi Dergisi", ı, ı943). İslamiyetten önceki dönem T. E. söziii edebiyat özelliği taşıdığı ndan Türkler ara;ında yazının V - VI. yüzyıllarda kullanıldığını gösteren belgeler bulunduğu halde edebi ürünler daha so:ıraki yüzyıllarda yazıya geçirilmiştir. İslami­ yetten önceki edebi ürünler, destan\ar, sagular, koşuklar ve savlardır. Türk destaniarına ait yazılı metinler elimizde yoktur. Ancak bunların konularının özetlerini ve bazı par­ çalarını Farsça ve Arapça kaynaklarda bulabiliriz. Reşi­ düddin'in Camiü't-te"l:arilı'inde, Cüveyni'nin Tarilı -i cihan güşa'sında, Mes'udi'nin Mürucü 'z-zeheb'inde, Firdevsi'nin Şefı-name'sinde Türk destanlarıyla ilgili bilgiler verilmek­ tedir. A lp Er Tunga destan ı Xl. yüzyılda K u t adg u bilig ya­ zıldığı zamanda Türkler arasında yaşadığı gibi, Şelı-ntime'de Turan padişah ı Efra>iyab'ın Alp Er Tunga olduğunu Yusuf Has Hacib belirtmiştir.

M.Ö. IX. yüzyılda yaşamış hükümdar Şu'nun ki§iliği biitırası Büyük İskender'in Orta Asya'da Türk illerine yü­ rüyüşü olayı ile birleştirilerek meydana gelen destandan bir parçayı Kaşgarlı Mahmud kaydetmektedir. Oğuz Ka­ ğan destanından Uygur harfleri ile yazılım§ olan bir parça ise, Paris Milli Kütüphanesindedir (E. Blochet, Catalogue ve

TORK EDEBiYATI, Eski des manuscrits Turcs, I I , 1 2 5 ; destanın yayımı : W . Bang-R. Rahmeti Arat. İstanbul 1 936).

Orhon yazıtlarında nazım karakteri gösteren yerlerle savlar, Divanü lugati't - Türk'teki savlar - bunlardan bir kıs­ mı vezinli kafiyel i ata sözleridir - bu dönemin edebiyat ve falklor ürünleridir. Bu eserde bulunan manzum parçalar (Ali Ulvi Elöve, "Uludağ" derghi, Bur;a, 1935 - 1936) içinde de İslamiyetten önceki döneme ait olanlar bulun­ maktadır. Orhon yazıtları, İslamiyetten önceki döneme ait elimiz­ de bulunan en eski Türkçe yazılı belgelerdir. Bunlar Orta Asya'nın doğusunda devlet kurmuş olan Gök Türklere aittir (2. hanedan 68 1 -774). Bu yazıtlardan biri 7 20'de ken­ disi tarafından dikilen Tonyukuk yazıtıdır. Vezir Tonyukuk aynı zamanda bu yazıtın yazarıdır. Tonyukuk'un dili yalın, cümleleri kısa ve özlüdür. Yazıt yer yer ata sözleri ile örüli.i bilgece bir ifade özelliği taşır. Öteki yazıtlar ise, Kül Tigin (732'de dikilmiş) ve Bilge Kağan (735'te dikilmiş) yazıt­ larıdır. Bu eserlerin yazarı Yolluğ Tigin'dir. Her iki yazıt da Bilge Kağan'ın ağzından söylenmiştir. Bu yazıtlar, söy­ lev üslubu taşıyan, ifadesi düzgün ve etkili bir dille yazıl­ mıştır. Yolluğ Tigin'in şairlik yeteneği de bulunan usta bir nesir yazarı olduğu görülür. Paralel cümleler, tezatlar, yer yer secilerle, sanatlı fakat tabii ve canlı · bir nesir yaratmış­ tır. Orhon yazıtları, Türkçenin VIII. yüzyılda edebi bir dil olarak gelişmiş ve yüksek bir anlatım gücü kazanmış ol­ duğunu gösteren belgelerdir. Bk. ORHUN ABİDELERİ. T. E.'nın İ >lamiyetten önceki son dönemini teşkil eden Uygur edebiyatma ait Uygur (745 - 840), Koço (850 - 1 2 50), Kan-çou (900 - 1 028) hanlıklarından kalma zen­ gin malzeme vardır. Doğu Türkistan'da Turfan (Koço) ve yöresinde yapılan kazılardan çıkarılan yüzlerce kitap ve malzeme bugün Alman, İngiliz, Fransız, Rus, Çin ve Japon kütüphanelerinde ve müzelerinde bulunmaktadır (bk. TUR­ FAN KAZILARI). Bu eserler Uygurların kağıda kitap bas­ ma tekniğini bildiklerini, Uygur Türklerinin yüksek bir me­ deniyet diizeyinc erişmiş olduklarını göstermektedir. Turfan ve yöresindeki kazılardan çıkarılan yazılı metinlerden bir kı�­ mı yayınlanmış olmakla birlikte önemli bir kısmı henüz ele alınmamıştır. Uygurca metinlerio çoğu Çince, Sans­ kritçe, Toharca, Soğdca ve Tibetçeden çevrilmiş dini eserlerdir. Mani ve Buddha dinlerinin esaslarını öğre­ ten metinler, Buddha'nın vaızları (Sutra : sudur), töv­ be duaları, iH!hiler, büyülcr, fal, hukuk, sağlığa ait metinler, mektuplar v.b. bulunmaktadır. Uygur yazı ürünleri arasında Buddhist e3erlcrin sayısı daha çok­ tur. Uygurca metinlerde edebiyat ürünü olarak epeyce hi­ kaye bulunmaktadır. Bu hikayeler din duygusunu güçlen­ dirmek, erdemli insan olmayı öğütlernek amacıyla yazılmış olup kahramanları yiğitlik, cömertlik, sabır gibi erdemleri, hırs, öfke, kin gibi kötülükleri temsil eden insanlar, hayvan­ lar veya olağanüstü yaratıklardır: İyi düşüneeli kardeş ile kötü düşüneeli kardeşin hikayesi Kalyanarnkara ve Pupam ­ kara (çev. H. N . Orkun, İstanbul 1 940); Mavi giysili me­ m ur, Aç göz/ü pars (çev. S. Çağatay, A ltun yaruk'tan iki parça. Ankara 1 945); Buddha ile hastalıklar şeytanı Çaş­ tana arasındaki savaşı anlatan Çaştani Bey hikayesi (çev. S. Himran, İstanbul 1 945) gibi. Uygur metinleri içinde maitrisimit : kökünç denen bir tür ilkel tiyatrolar da var­ dm Bunlarda ifade canlı ve dramatiktir. Uygur metinleri içinde bulunan hikayelerin üzerinde pek çok yayın yapıl­ mıştır (A. von Gabain, Die alttürkische Literatur. Philo-



logiae Turcicae Fundamenta II, 2 1 1 - 243 ; S. Çağatay, İsla­ miyetten önce Türk edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı, An­ kara 1 976, 390 - 404 ; S. Tezcan, En eski Türk dili ve ya­ z ı n ı , B i lim, kültür ve öğretim dili olarak Türkçe. Ankara 1 978, 27 1 - 323). Uygur metinlerinin içinde manzum parçalar da bulun­ maktadır. Bunlar mensur eserlerin içinde geçen manzunı parçalarla tövbe duaları ve iHihilerdir. M ani ve Burkan çevre3inde yazılmış olan şiirlerin çoğu R. R. Arat'ın Eski Türk şiiri (Ankara 1 965) adlı kitabında toplanmıştır. Bu kitapta 7 'si Mani çevresinde (No. 1 - 7) ve 20'si Burkan çevresinde (No . 8 - 27) yazılmış 27 parça şiir var­ dır. Şiirlerin hepsi de hece vezniyle yazılmıştır. Ancak mısraların hece saym birbirine eşit değildir. Çoğunlukla bir parçanın mısralarındaki hece saym değişebilmekte, he­ ce sayısı 1 5 - 20'ye kadar çıkan mısralar bulunmaktadır. Es­ ki Türk şiirinde 4 ve 5 mısralı kıtalardan oluşan şiirler ço­ ğunluktadır. Kıtaları 3 mısralı olanlar (No. ı , No. 4) bu­ lun1u�u gibi, mısraları belli kıtalara bölünemeyen manzu­ melcr de vardı r (N:ı. 6, No. 22). Kitapta dörtlük sayısı 59 (No. 22), 62 (No. 20), 1 2 3 (No. 7)'e kadar çıkan uzun par­ çalar da vardır Bu şiirlerin hemen hepsinde kıta­ ların başında aliterasyon denen ön ses uyumu (kafiye) ha­ kimdir. Mma sonlarında kafiyelcr varsa da çoğunlukla bun­ ların bel li bir düzeni yoktur. Şiirlerde bazen çok serbest bir kafiye görülmekte, bazen de kafiye3iz kıtalar bulunmal;:­ ta, buna karşılık aliterasyonlar ihmal edilmemektedir. Uy­ gur edebiyatı şiirlerinde hakim durumda bulunan bu ali­ terasyonların, Türk şi irinin bir özelliği olduğu inancını ta­ şıyanların yanında bunun yabancı etkilerle (örnek olarak Moğol edebiyatının etkisiyle) meydana geldiği görüşünde olanlar da vardır (bk. Bombaci, Philologiae Turcicac Fun­ damenta II, XVII ; P. Zieme, Zıır b uddhistischen Stab­ reimdichtung der A lten Uigııren , "Acta Orient. Acad. Scientiarum Hungaricae" XXIX, 1 87 - 2 1 1, 1 975, çev. S. Tezcan, Eski Uygurları n Bıırkcıncılıkla ilgili aliterasyon/u koşuklcırı üzerine, I. Milletlerarası Türkoloj i Kongresi, İstan ­ bul 1 5 - 20/X/ 1 9 7 3 Tebl iğler, htanbul 1 979, 562 - 58 1 ; Ş i ­ n a ; i Tek in, Uygur ede biyatrnm meseleleri, Tü rk Kültürü Ara�tırmaları Dergisi" II, 1 965, 26 - 67 . s.). "

Bu şiirlerde bazen redif mahiyetinde kelimelerle tek­ rarlanan mısralar da bulunmaktadır. Uygur şiirlerinde ınıs­ ra başında yapılan aliterasyonlara İslamdan sonra halk şi­ irinde ve d ivan şiirinde arasıra rastlanırsa da, Divanü lu­ gati't-Tiirk 'tcki örneklerde de görülmeyen Uygur devri şi­ irlerinde mnra başında hakim durumda bulunan aliteras­ yonların yabancı etkilerden ileri geldiğini sanıyoruz. Eski Türk şiirindeki metinler arasında "Ta11 Ta11rı geldi" (Rah­ meti, Esk i Türk şiiri, 8. s.) mısraıyla başlayan dint şiir ahenk bakımından fevkalade güzeldir. Aprınçur'un aşk şiiri (�. 20) ilc tabiat şiiri (s. 66) dindışı konularda yazılmış duygu yönünden ince ve güzel örneklerdir. Uygur metinlerinde şair olarak Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Ki-Ki, Pratyaya Şiri, Asıg Tutung, Çısuya Tutung, Kalını Keyşi adları geç­ mektedir (Rahmeti, XX - XXIII. s.). Yayınlanmamış bir metinde Çina - Şiri adı vardır. Bu metinlerde edebiyat terinı­ leri olarak şlok, başik, kavi gibi Sanskritçe ve Sogdca ke­ limeler yanında koşuk, küg, takşut gibi Türkçe edebiy'lt terimleri de geçmektedir. Bütün bunlar Uygur devrinde Türk dilinin iyice işlen­ miş olduğunu, özellikle din yoluyla giren kelimelere rağ-

82

TüRK

EDEBİYA Tl, Eski

men Türkçenin edebi bir dil olarak kendi bünyesi içerisin­ de geliştiğini, edebiyatın yüksek bir düzeye ulaştığını göı.­ termektedir.

İslim kültürü içerisinde Türk edebiyatı : IX - X. yüz­ yıllar arasında İslam dinine giren Türklerin yeni di­ nin ibadetini yapabilmeleri için özellikle Kur'an'ı oku­ maları gerekiyordu. Böylece Müslüman Türkler, Mü� ­ lüman olan di�er uluslar gibi, Arap yazmnı kullanmaya başladılar. Buhara, Semerkant, Herat, Kaşgar gibi büyük şehirlerde açılan medreselerde Arapça öğretilmiş, tefsir, ha dis, fıkıh, kelam, heyet v.b. İ:;lami ilimler okutulmuştur. Bu medre:>elerde öğretim görmüş Türkler arasında daha X. yüzyılda Farabi (870-950) gibi büyük bir islam filozofu, XI - XII. yüzyılda da Zemahşeri ( 1 075 - 1 144) gibi ünlü bir müfessir ve din alimi yetişmiştir. Bir yandan ibadet yoluy­ la, öte yandan medreselerde öğretimin Arapça yapılması se­ bebiyle Türk diline Arapça kelimeler de girmeye başlamış­ tır. Müslüman ulusların medreselerinde İslam kültürünü oluşturan ilimler ve bunların belli başlı eserleri Türkler arasında da okutulduğundan Türk ve öteki Müslüman top­ luluklar ortak bir kültür içerisinde yetişiyorlardı. İslami edebiyatın nazariyatını öğreten ilm-i belagat, ilm-i aruz veya ilm-i evzan, ilm-i kavafi, medreselerden ye­ tişenleri aynı edebi anlayışta birleştiriyordu. Bu ortak İsli­ mi edebiyatta nazım şekilleri Arap ve İran edebiyatlarından gelen kaside, gazel, musammat, mesnevi, rubai idi. İslam dü­ şüncesini ve ideoloj isini esas alan bu edebiyatın malzemesi ise, başta Kur'an ve hadisler olmak üzere İslam kültürünü oluşturan bütün ilimler, peygamber kıssaları, İslam büyük­ lerinin ve velilerin hayat ve· menkıbeleri, bazı halk hikfl­ yeleri, türlü inançlar v.b. idi. Bu malzeme aruzla, belli bi­ çimlerle ve · aynı estetik anlayışla ortaya konacaktı. Bu se­ beple medreseden yetişenierin temsil ettiği İslami edebiyat meydana geldi. Bundan dolayı İslami edebiyat, Müslüman ulu>lar ara>ında ortak nitelikler taşıyan ümmetçi bir edebi­ yattır. Türk edebiyatında İslami ilk büyük eser olan Kutadgıı bi/ig'in yazıldığı ( 1 069) yıllarda İslami İran edebiyatının iki yüzyıla yakın bir geçmişi vardı. Samanoğulları (874-999) ve Gazneliler (999- 1 030) dörtemlerinde kaside, gazel ve mesnevide İran'da büyük şairler yetişmiş ve Şelı-niime ( 1 0 10) gibi bir şaheser yaratılmıştı. İslamlıktan önceki dönemler­ den beri Türklerle sürekli komşuluk ilişkileri yüzünden her iki ulusun dilleri arasında kelime alışverişi olmuş, İslam­ lıktan sonra da d in birliği, kültür birliği Samanoğulları, Gazneliler ve Selçuklular dönemlerinde Türk idaresi altın­ da yaşamaları gibi çeşitli tarihi, coğrafi sebepler yüzünden medreselerde aynı kültürü almış olan Türkler, İran ede­ biyatından etkilenmişlerdir. Böylece yeni meydana gelen islami Türk edebiyatı, Arap ve İran edebiyatlarını örnek almıştır. Bununla birlikte Türk şairleri , şekil, muhteva ve estetik yönünden İslami edebiyatın eserlerini ortaya koyar­ ken kendi ruhlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini de eserlerine katmışlardır. İslami

T.

E.'nın

en

eski örnekleri

Orta

Asya'da

ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar (9 1 2 - 1 2 1 2) sa­

hasında meydana gelmiştir. Balasagunlu Yusuf, 1 069'da tamamladığı ve Kutadgu bilig adını koyduğu eserini Kara­ hanh hükümdan Tafgaç Buğra Han'a sunmuş, eseri çok beğenen hükümdar Yusuf'a sarayında "has haciplik" göre­ vini vermiştir. Şeh-niime vezniyle (fe'tilün fe'ulün fe'uHin

fe'ul) mesnevi biçiminde yazılmış olan 6645 beyitti Kutad­ ilk büyük İ>Himi e3erdir. Eserdeki dört kahraman­ dan hükümdar Kün Toğdı adaleti, hükümdarıo oğlu Ay Toldı saadeti; vezir Ögdülmiş devleti, vezirin kardeşi Od­ gurmış akl ı temsil eder. Yusuf Has Hacib eserinde devlet idaresinin ve sosyal düzenin nasıl olması gerektiğini anla­ tarak Karahanl ı devletinin İslam dünyasının ideal devleti olmasını htemiştir. Yusuf'un, döneminin ilimleriyle Doğu ve Batı fel :efesini çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Kutadgu bilig. dilinin akıcılığı ve teknik mükemmeliyeti yanında muhtevası itibarıyla yüksek düzeyde düşüneeye dayanan, öğretici bir eserdir. Yusuf Has Hacib sosyal ahlaka ve top­ lumun çeşitli tiplerine ait düşünce ve tasvirlerinde İslami düşünüş ve inanışını Türk ruhu ve Türk geleneği ile başarılı bir şekilde kaynaştırmıştır. Kutadgu bilig'de mesnevi beyit­ leri arasında yer yer geçen dörtlükler yazarın milli nazım geleneğini de büsbütün bırakmamış olduğunu gösterir. gıı bilig

Eserin şekil ve muhteva yönünden taşıdığı üstünlük Türkçe ilk Islami eser olamayacağı, bun­ dan önce de bazı eserlerin yazılmış olduğu inancını ver­ mektedir. Kııtnd.rw b ilig ' in

K11 tndgıı bilig'in metni ( 1 947'de) ve terciime>i ( 1 959'­ da) iki cilt halinde Reşit Rahmeti Arat t arafından yayın­ lanmıştır (bk. YUSUF HAS HACİB).

İsliimi Türk edebiyatının Karahanlılar devrinde yazıl­ mış olan ikinci önemli e>eri Divanü lıigati't - Tiirk'tür. Kaş­ garlı M�hmud'un 1 073 'te Bağdad'da bitirdiği eseri Türkçe­ Arapça bir sözlük olup Araplara Türkçeyi öğretmek mak­ sadıyla Arapça olarak yazılmıştır. Divan'da 7500 civarın­ da Türkçe keHme Arapça olarak açıklanırken Türk illeri, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgız v.b. Türk boyla­ rının dilleri h akkında bilgiler verilmiştir. Türkçe kelimele­ rin açıklamaları yapılırken dört yüze yakın dörtlükten olu­ şan şiirieric ata sözleri (sav) örnek olarak verilir. Kaşgarlı Mahmud bütün Türk illerini dolaşarak bu malzemeyi top­ ladığını söyler. Eserine bir de Türk illerinin haritasını ko­ yar. Divanü lugati' t - Türk , Türk dilinin ana eseri olduğu kadar Türk edebiyatının ve folklorunun da bir hazinesidir. Bu eserde verilen destan, sagu ve koşuklardan hiçbirinin ya­ zarı belli değildir. Çuçu adlı bir şairden eserde söz edilmişse de (çeviri III, s. 83 8-7) şii rlerinden örnek verilmemiştir. Divaııü lılgati't - Türk , Besim Atalay tarafından Türk­ çeye çevrilerek üç cilt halinde bastırılmıştır ( 1 939 - 1 94 1 ). IV. cilt dizindir.

A tabetü 'l-lıakayık, XII. yüzyılda Orta Asya'da Kllşgar

dili ile meydana getirilen eserlerdendir. Yazılış tarihi bilin­ meyip Kutadgu bilig ' den yarım yüzyıl kadar sonra yazıldığı tahmin edilmektedir. Eserin yazarı Yüknekli Edib Ahmed' dir. Yüknck'in yeri kesinlikle tespit edilememekle birlikte Semerkant yöresinde bir köydür. Türk i llerinde çok rağbet gören Kııtadgu bilig, Edib Ahmed'i de etkilemiş, eserini onun veznindc yazmıştır. Dörtlüklerle yazılmış olan A ta­ betii 'l-/;akayık 'ın başında bulunan eserin sunulduğu Emir Sipehsalar'ın övgüsü ve eserin yazıhş sebebini anlatan kısım­ lar kaside biçimindedir. Edib Ahmed'in bu eseri, dünyanın gcçiciliğini, bilginin faydasını, cehaletin zararım, cömertlik, c! mrilik, alçak gönüllülük gibi iyi ve kötü huyları anlatarak ve nasihatler vererek halka yararlı olmak amacıyla yazılmış dini-ahlaki bir eserdir. Eserin Kutadgu bilig'e nazaran dü­ şünce seviyesi daha düşüktür. Dil bakımından da Kutadgıı bilig'e göre A tabetü'l hakayık'ta Arapça, Farsça kelimeler

TüRK EDEBiYATI, Eski daha çoktur. Eserin sonuna sonradan eklenmiş olan ve As­ l an Hoca Tarhan tarafından yazılan takrizde Edib Ahmed'in anadan doğma kör olduğu ve eseriyle kazandığı sevgi ve saygı belirtilir. Edib Ahmed Türk halkı arasında yüzyıllarca unutulmamış, bir veli olarak adı Ali Şir Nevai'ye kadar ulaşmıştır. Edi b Ahmed, Orhon yazıtlarında ve Divanü lügati't Türk'teki savlarda yer alan ahlak geleneğini ve Türk ru­ hunu İslami i man ve kültürle kaynaştırmıştır. Eserini dört­ l üklerle yazarak Türk edebi geleneğine bir ölçiide bağlı ka!­ mıştır. A tabetü'l-hakayık Reşit Rahmeti Arat tarafından 1 95 1 'de yayınlanmıştır. XII. yüzyılda Türkistan'ın Sayram kasabasında doğ­ muş olan Ahmed Yesevi (ölm. 1 1 66) o devirde Maveraün­ nehr'in en önemli kültür merkezi olan Buhara medresesinde okumuş, ünlü sofi Yusuf-ı Hemedani'ye halife olduktan sonra Yesi şehrine dönerek Türk halkına tasavvufu yaymak için Yesevilik tarikatını kurmuştur. Yesevilik bütiin Orta Asya'da ve Anadolu'da yayılarak daha sonraları kurulan bütün tarikatıara kaynak olmuştur. Ahmed Yesevi dini ve tasavvufi düşüncelerini "h ikmet" adı verilen hece vezniy!e yazılmış dörtlükleriyle halka anlatmıştır. Bu hikmetler li­ rizm yönünden zayıf olmakla birlikte taşıdığı sofiyane ve zahidane düşünceler bakımından halk üzerinde çok etkili olmuş, yüzyıllarca bütün Türk illerinde okunmuştur. Bu yüzden eserin dil özellikleri çok değişmiş, zamanla başka şairlere ait parçalar da Ahmed Yesevi 'nin hikmetlerinin ara­ sına girmiştir. Bu yüzden Divan-ı hikmet baskılarınd a Ye­ sevi'nin dili orij inalitesini yitirdiği gibi, Ahmed Yesevi'yı: ait olmayan hikmetler de yer almıştır. Hece vezninin 4 + 4 + 4 = 1 2 ve 4 + 3 = 7 ölçüleriyle ya­ zılmış olan hikmetler Anadolu'da da XIII. yüzyılda Yunus'u yetiştirecek olan fikri ve edebi ortamı hazırlamıştır. Ahmed Yesevi'nin yetiştirdiği müritler düşünce ve şairlik bakımın­ dan kendisini izlemişler, tarikatlarını yaymak için şiirden yararlanmışlardır. Ahmed Yesevi'nin halifelerinden Hakim Süleyman Ata'nın Bakırgan kitabı, Divan-ı hikmet'e benze­ yen dini, tasavvufi öğretici şiirlerdir. A hir zaman kitabı , Meryem kitabı da Bakırgan kitabı'nda yer alan manzume­ lerdir. Bakırgan kitabı da Divan-ı hikmet gibi Orta Asya , Harezm, Kıpçak bölgelerinde yüzyıllar boyu okunmuştur.

Kutadgu bi lig ' in yazıldığı yıllarda Büyük Selçuklu dev­ leti, bütün İran'a hakim olup 1 07 1 Malazgirt zaferi ile Anadolu'nun kapılarını Türklere açmıştır. Oğuz boyları Anadolu'yu Türkleştirmek ve hlamlaştırmak için savaşırken eski Türk destanlarından, Eba Müslim, Battal Gazi gibi İs­ lam kahramanlarının menkıbelerinden manevi güç almışlar­ dır. Bunun sonucunda XIII. yüzyılda Anadolu'da, Daniş­ mend-name, Battal-nume, Eba Müslim gibi dini-tarihi men­ kıbevi destanlar oluşmuştur. Destancı ozanlarla birlikte Ana­ dolu'nun ve Rumeli'nin fethinde alp erenler denen veliler Türk halkına manevi güç vermişlerdir. Bunların, eski dönem- . !erin inanç ve geleneklerinin İslami bir biçime bürünerek ya­ şatılmasında öneml i rolleri olmuştur. XII-XIII. yüzyılda Ana­ dolu'da kurulan Selçuklu devletine Anadoludaki Türk beı•­ leri de bağlı kalmış, devlet, I. Alaeddin devrinde ( 1 2 1 9 - 1 236) en güçlü ve parlak dönemini yaşamıştır. Resmi dil olarak Arapça kullanılmış, edebiyat dili olarak Farsça rağbet gör­ müştür. B ir ara Farsçayı da resmi dil olarak kullanan Ana­ dolu Selçuklu devletinde İran'ın Sasani devri saray gelene­ ğine özenen Selçuklu sultanları zamanında Anadolu'da Farsça, Arapça pek çok eserler yazılmıştır. Selçuklu dev-

83

Jetinin Anadolu'da siyasi hakimiyet kurmak amacıyla yap­ tığı sürekli savaşlar, taht kavgaları ve Moğol istilası XIII. yüzyılda siyasi ve ekonomik bulıranlar yaratmış, Moğolla­ ra ödenen ağır vergiler halkın yaşama gücünü zorlaştırmış, adeta canından bezdirmiştir. Bir yandan Anadolu'da Mev­ lana Celaleddin-i Rumi, Sühreverdi, Fahreddin-i Iraki, Ahi Evren ve kayınpederi Evhaduddin-i Kirmani, Muhiddin-ı Arabi, Sadreddin-i Konevi gibi alim mutasavvıflar Farsça ve Arapça yazdıkları eserlerle okumuş çevrelerde tasavvufu yayarken öte yandan Anadolu'ya gelen Yesevi dervişleri .ii· ni, tasavvufi düşünceleri halk arasında yayarak onları ilahi aşkın huzuru ile rabatlatmaya çalışmışlardır. Hacı Bektaş-ı Veli elimizde manzum ve mensur çevirileri bulunan Ma­ kalut'ını Arapça yazmış olmakla birl ikte halk ara�ında özel­ likle köylü ve göçebe çevrelerinde büyük etki yapmıştır. Çağın geleneğine bağlı kalarak biiyük sofilerin Arapça ve Farsça yazdıkları eserlerdeki düşünceleri Türk halkına yay­ mak için Türkçe yazmak gerekiyordu. Bu yüzden Anadolu da meydana gelen ilk eserler dini, tasavvufi ve ahlaki ko­ nularda yazılmıştır. Bu eserleri yazanlar İslami kültürle ye­ tişmiş olduklanndan şiirlerini aruz vezniyle ve İslami ede­ biyatın nazım şekilleriyle yazdılar. Eserlerinde daha sonraki yüzyıllara oranla az olmakla birlikte Arapça, Farsça kcli­ rnelere yer verdi ler. Hece veznini de büsbütün bırakmadılar. Selçuklular devrinde Anadolu'da yazılmış olan eserler­ den elimizde bulunanlar XIII. yüzyıla aittir. XIII. yüzyıl­ dan daha önce Türkçe eserlerin yazılıp yazılmadığını bil­ miyoruz. XI - XII. yüzyıl larda Anadolu'da yerleşme mü­ cadeleleri Türkçe eserlerin yazılmasını geciktirıniş olabilir. XIII. yüzyılda Anadolu'da Türkçe eser yazan şairler Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza, Sultan Veled, Hoca Dehhani ve Yunm Emre'dir. Bunlardan Ahmed Fakih, Şeyyad Ham­ za ve Hoca Dehhani, Fuad Köprülü'nün araştırmaları ile ortaya çıkarılmıştır. Yunus Emre üzerinde de ilk defa bir monografi yazan F. Köprüiii olmuştur. Mevlana Cela­ leddin-i Rumi ( 1 207 - 1 273) bütün eserlerini Farsça yazmış, Şeımii 'l-hakayık da denen Divan-ı kebir'i ile Mesnevi'sinden başka Fi/ıi ma fih, Mecalis-i seba ve M�ektubat'ı vardır. Şiirlerinde arasıra Tü rkçe mısralar ve kelimeler geçer. Mevlana, Farsça yazmış olmakla beraber Anadolu'da gelişen İslami Türk edebiyatı üzerinde sürekli etki yap­ mıştır. Özellikle Mevlevi şairler, pirleri Mevlana'nın eser­ lerinin derin etkisi altında manevi ve edebi kişiliklerini yo­ ğurmuşlardır. XIV. yüzyılda yazılmış olan Mantıku't - tayr, Garib-nunıe gibi ilk büyük eserlerden başlayarak dini ta­ savvufi diğer birçok mesnevilerde Mevlana hayranlığı be­ lirtilmeye başlanmış ve Mesnevi'den yararlanılmıştır. XII I. yüzyılda Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in Mevlevil ik ta­ rikatını kurmasından sonra, Mevlevi tekkelerinden yetişe­ rek her yüzyılda sayıları gittikçe artan, kaside, gazel ve mesnevide saymz eserler veren, bu alanlarda içlerinde zir­ veye ulaşan Mevlevi şairler yetişmiştir. XV. yüzyıldan iti­ baren Mesııevi'ye yapılmış manzum, mensur pek çok çevi­ rilerin, şerhlerin, Mevlana'nın diğer eserlerine ve Mevleviliğe ait eserlerin, Türk tasavvuf edebiyatının fikri yönden iş­ lenmesinde, dil ve edebiyatın gelişip zenginleşmesinde önem­ li katkıları olmuştur. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled ( 1 226 - 1 3 1 2) Divan ' ını , İ btida-ııume, Rebab-ntıme, İ ntiha-nume mesnevilerini, Ma­ arif adlı mensur eserini babasının eserlerinin etkisi altın-

TO R K E DEBiYAT!, Eski da yazmış, onun düşüncelerini yaymaya çalışmıştır. Mev­ levilik tarikatını da kuran Sultan Veled 20 kadar Türkçe gazel yazmıştır. ibtida-nume'de 76, Rebah-name'de ı62 Türkçe beyit vardır. Sultan Veled'in Türkçe gazelleri kuru, biraz da zorlamadır. Kendisi de Farsça daha kolay şiir yaz­ dığını söyler. Onun Türkçe şiirleri Velcd Çelebi (İzbudak) tarafından Divan-ı Türki-i Sultan Veled a d ı yla eski harf­ lerle bastırılmıştır (İstanbul 134 ı). Me c d ut Mansuroğlu Sul­ tan Veled'in Türkçe manzumeleri ad l ı eserinde Sultan Ve­ led'in Türkçe şiirlerini transkripsiyonlu olarak vermiş, şiir­ leri dil ve gramer yönünden inc e le m i şt i r (İstanbul ı 958). XIII. yüzyılda Anadolu'da Selçuklular devrinde Türk­ çe eser yazmış olan en eski şair Ahmed Fakih'tir. Eflaki' nin Menakibü'l-arifin (çev. Tahsin Yazıcı , A . Efiaki, A rif­ lerin menkıbeleri I. İstanbul ı 964, 2. bas.)'de verdiği bil­ giye göre Ahmed Fakih yaşça Mevlana'dan büyük olup babası Sultanü'l - ulema Bahaeddin Veled'den fıkıh oku­ muş, sonra ilahi cezbeye kap ı la rak kitaplarını yakmış ve dağa kaçmıştır. Bahaeddin Veled'in ölümünden sonra (628 1 22 1 ) Konya'ya dönmüş, Konya'nın batısında Dervaze-i Ah­ med denen yerdeki zaviyesinde halkı irşat etmeksizin ken­ di kendine yaşamıştır. Efiakl'nin verdiği bu bilgi ile ha­ len türbesinin üzerindeki 6 ı 8 (veya 628) t ar ihi arasında çelişki vardır. Fakih üzerinde yapılan araştırmalarda bu konu üzerinde durulmuş, Ahmed Fak i h i n XIII. y üzy ı lı n or­ talarına kadar hayatta olabileceği hakkında görüşler ileri sii ­ rülmüştür. Yunm Emre'nin bir beytinde de Ahmed Fakih'irı ölmüş olduğu belirtilir. Fakih'in hayatı hakkında Eflaki' nin verdiği menkıbevi bilgilerden başka Hacım Sultan 'a ait Bektaşi velayet-namesi'nde Fakih'ten ve onun kerame­ tinden bahsedilmektedir. Seyyid Harun-ı Veli menakıbı'nda da Ahmed Fakih'in kerametinden söz edilmiş, ayrıca kenrli adına bir de menakıb-nllme meydana getirilmiştir. XIV XV. yüzyılda yazılmış olan ve meclislerde okunan Geyik Destanı, Kız Destanı vb. dini hikaye leri n sonunda Mevlana ile birlikte Ahmed Fakih'in adı saygı ile tekrarlanmıştır. Eğridirli Hacı Kemal (ölm. 9 ı 8; ı 5 ı 2)'in Camiü 'n-nezair'inı: Çarh-name'yi alması şair olarak XVI. yüzyıla kadar unutul­ mamış olduğunu gösterir. Ahmed Fakih'in elimizde iki eseri vardır. Bunlar k .t­ side biçiminde mefa'ilün mefa'ilün fa'Ulün vezniyle yazıl­ mış 83 beyitli sonu eksik Çarh-nllme ile Kitabu evsafı me­ sacidi'ş-şerife adlı Çarh-name ilc aynı vezinde yazılmış 339 beyitli mesnevisidir. Çarlı-name d ü n yan ı n faniliğin­ den, günahlardan kaçınmak ve ahirete hazırlanmak gerek­ tiğinden söz edilen dini, tasavvufi ve ahlaki bir manzume­ dir. Cami'ü'n-nezair'in içinde yer alan tek yazması ilk defa F. Köprülü tarafından yayı n la nm ışt ı r ( ' " KÖ :cs: Csoma ­ Archivum" Il, ı 926, Türkçesi : "Türk Yurdu" IV, 1 926, 289 - 295). M ecd ut Mansuroğlu Çarh-name'yi dil yönünden de inceleyerek hastırmıştır ( ı 956). Kitabu evsafıı mesacidi'ş - şerife' de Ahmed Fakih hac yolculuğu sırasın­ da gördüğü yerleri ve ziyaret ettiği camileri anlatmıştır. Mesacidi'ş - şe rife'nin sonunda Ahmed Fakih'in Kudüs hak­ kında yazılmış hece vezniyle şiirleri de vardır. Eserin tek yazması British Museum'da olup H. Mazıoğlu tarafından yayınlanmıştır ( 1 974). Ahmed Fakih'in Çarh -name'si ile Kitabu evsafı mesacidi'ş - şerile'si XIII. yüzyılda eski Ana­ dolu Türkçesinin en düzgün ve güzel örneklerinden olup Fakih'in iyi bir şair olduğunu belgelemektedir. XIII. yüzyılda Anadolu'da Selçuklular devrinde yaşa­ mış olan Şeyyad Hamza dini ve tasavvufi şiirleriyle Ahmed ·

'

-

Fakih'i izlemiştir. Ahmed Fakih gibi Şcyyad Hamza'yı da edebiyat alemine ilk önce tanıtan F. Köprülü olmuştur

( "Körös; Csoma - Archivum" I, 3, ı 922, 1 8 3 - ı 89; Türkçe­ si : F. Köprülü, Selçuklular devrinde A nadolu şairleri, I , Şeyyad Hamza , "Türk Yurdu", İstanbul ı 940, I, Y ı l 1 , s . 27 - 34). Şeyyad Hamza'nın hayatı hakkında h i ç bilgi yok­ t u r . Şeyyad kelimesinin anlamı üzerinde durularak mesleği ve yaşayışı hakkında yorumlar ya p ıl mış t ı r (bk. F. Kö prül ü, Edebiyat tarihi, ı 980, 2. baskı, s. 262 - 263 ; F. N. Uzluk, Şeyyad sözii hakkında araştırma, " D il ve Tarih - Coğrafya F a k ül tesi Dergisi" V I I I , s. 587 - 592). Şeyyad Hamza'nın Anadolu'da köy köy dolaşarak halka dini, tasavvufi şiirler ve hikayeler söyleyen, gezici dervişlerden olduğu sa­ nılmaktadır. Akşehir'de bulunan bir mezar taşından Aslı Hatun adlı bir kızı olduğu bilinmektedir (bk. R. M . Me­ riç, A kşehir tiirbe ve mezarları kitabeleri, "Türkiyat Mecm!l­ ası ı935, V, 179). Lamii'nin Letaif' indeki bir fıkrada Nas­ reddin Hoca ile a r aları nd a geçen konuşma, yine Leraif'te çeşme başındaki kadınlar için söylediği bir dörtlük Şeyyad Hamza'nın kişiliğinin açık saçık konuşan, kayıtsız laubali bir derviş olmasıyla tanındığının izleridir. Şeyyad Hamza'nın �iirleri Eski Anadolu Türkçesi ile yazılmıştır (bk. M. Man­ suroğlu, A nedolu metin/eri, XIII. asır, I. Şeyyad Hamza. " T ü rk i ya t Mecmuası" ı 940 - 1 94 1 , VII - VIII, 950 - ı o ı ; ay­ nı yazar : (XIII.) A nadolu Türkçesi Şeyyad Ham za'ya ait iiç manzwne, " T ü rk Dili ve E d eb iyatı Dergisi", 1 946. I, 1 80 ı 95). Şeyyad Hamza'nın !vlecmııatü'n-nezair'de bulunan bir gazeli Doğu T li rkçe ; i n i n özelliklerini de taşımaktadır (M. Mansuroğlu, Şeyyad Hamza'mn do fjıı Türkçesine y('klrışnn ın(mzwncsi. T ü rk D i l i A r a şt ı r m a l a rı Yıl lı.!! ı" 1 956. 125 1 44 ) . O, Ahmed Ye;cvi'den gelen, Anadolu'da Ahmed Fa­ kih'le b :ı.şlayı p Yunus Emre gibi biiyük b i r sofi şair yetiş­ t i r e n dini tasavvufi siirin XIII. y ü zy ı ldaki önemli t c m si l ­ cilerinden ir. Şeyyad H amza'nın daha sonra ele geçen na'tle­ ri (S. Buluç, Şeyyad Ham za'ııııı beş manzumesi, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" i 956, VII, ı - ı 6), Dastan-ı S11ltan Mahmud a d lı 36 beyitli mesnevisi (S. Buluç, Şeyyad Ham ­ za'nıll bilfilmeyen bir mesnevisi, "Türkiyat Mecmuası" XV, ı9G8, 247 - 256), hece vezniyle yazdığı 26 beyitti bir ml!nzumesi (S. Buluç, Şeyyad Hanııa'nm lirik bir şiiri, "Türk D i l i ve Edebiyatı Dergisi" 1963, XII, 1 39 - ı42), o nun Yunus Emre'yi yaratan edebi ortamın hazırlanmasın­ da öneml i bir yeri olduğunu göstermektedir. Şeyyad Hamza' nın re m e l bahrinin fa'i latün ffı'ilatün fa'ilün vezni ile yaz­ dığı ı 529 beyitli Yusuf ır Züleyha mesnevisi divan edebi­ yatında bu konuda yazılmış mesnevilerin ilkidir. Şeyyad Hamza Yusuf ıı Ziileyha gibi uzun bir mesnevi yazarken XIV. yüzyılda Garib-name, Mantıku't-tayr gibi büyük mes ­ nevilerde de g ö riil en ve Türkçeye kolaylıkla uygulanabilen MevH1na'nın Mesnevl'sinin etkisinden uzak kalamamıştır. Yusuf u Ziiley!ıa'nın elde bulunan tek yazması kopya tarihi epeyce geç bir n i.i shad ı r (952 / 1 545). Birçok mısralar bozuk ve v e z i ns i zd i r Bununla birlikte samirniyet ve sade­ lik iç e r i s i n de rahat bir söyleyiş özelliği taşıyan beyitlerin­ dcn Ş�yyad Hamz�'nın kolay yazabiten bir şair olduğu belli olm ak ta dı r. Şeyyad H a mz a' n ı n din dışı iki gazelinin de bu­ lunması (N. H. Onan, Şeyyad Hamza'nın iki yeni gazeli, � 949, VII, "Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi D erg i si 529 - 5 34) onun ki şi l i ği n d e dinin ve tasavvufun derin etki­ si yanında Lamii'ye k a da r unututmayan fıkra ve şiirinde görülen r e a l i s t ve dünyevi bir yönün de bulunduğunu bel­ gelemektedir. "

d

,

.

"

TO RK EDEBiYATI, Eski XIII. yüzyıl Anadolu şairlerinden Hoca Dehhani de ilk önce F. Köprülü'nün araştırmalarıyl:ı edebiyat alemine tanıtılmıştır (Selçııklıılar devrinde A nadolu şairleri, Hoca Dehhani. "Hayat" 2 kanunuevvel 1 926, S. ı, s. 4 - 5 ; Selçuklular devri edebiyatı hakkında notlar, ''Hayat" 1 928, 4 , 1 0 3 . sayı 4). Selçuklu sultanı Alaeddin'e sun­ duğu kasidesinde Horasan'dan geldiğini söyleyen, tekrar Horasan'a dönmek için sultandan izin isteyen D;:hha­ ni'nin kasidesindeki bu bilgi dışında hayatıyla ilgili baş­ kaca bilgimiz yoktur. Onun kııside3ini sunduğu Selçuklu sul­ tanı Alaeddin'in I . AHieddin veya I I I . Alaeddin olduğu hakkında iki ayrı görüş vardır. F. Köprülü, III. Alaeddin ( 1 297 - 1 3 02) olduğu kanaatindedir. Dehhani 'nin şiirleriyle ilgili olarak düzeltmeler yapan H. İlaydın, Dehhani'nin Bü­ yük Selçuklu sultanı I . Alaeddin devrinde ( 1 220 - ı 237) ya­ şadığı ve ka�idesini ona sunduğu kanaatindedir ("Türk Dili" ekim ı 974, 277. sayı, 265 - 274). Bu konuda kesin hüküm verebilecek herhangi bir belge elde yoktur. Dehhani'nin Fars­ ça manzum bir Selçuk-name yazdığı haber veriliyorsa da, eser elde yoktur (bk. F. Köprülü, A nadolu Selçuklular ta­ rihinin yerli kaynakları, Türk Tarih Kurumu "Belleten", ı 943, VII, 27, s. 379 - 458). Dehhani'nin elimizde bir kasidesi ile altı gazeli var­ dır. Ona ait olarak yayınlanan 9 gazelden (M. Mansuroğlu, A nadolu Türkçesi (Xlll. (ISlr) Delılıani ve manzumeleri, İs­ tanbul, ı 947) üçünün, Dehhani'nin olmadığını H . İlaydın ke­ sin bir biçimde ortaya koymuştur (Dehlıani 'nin şiir/eri, Ömer Asım Aksoy armağanı, ı 978, s. 1 3 7 - ı 65). Şiirlerinden İran edebiyatını yakından bilen ve İran şairlerinin kul­ landıkları mazmun ları ve sanatları rahatça ve ustaca kullanan Dehhani'nin çok iyi bir şair olduğu anlaşıl­ maktadır. O, şiirlerini çağdaşları gibi dini, tasavvufi ve ah­ laki konularda yazınayıp aşk, şarap ve tabiat gibi din dışı konularda yazmıştır. Sultan Alaeddin'e sunduğu kasidesi ile gazelleri divan edebiyatının ustaca yazılmış ilk başarılı ör­ nekleridir. Mantıku't-tayr (7 ı 7), Hıırşid-nfime (789), Balı­ rü'l - h akayık (yazılışı 8 1 2 , burada vezin gereği Dehani ola­ rak anılır) gibi me�nevilerde öteki Türk mesnevicileriyle bir­ likte Dehhani'nin adının da anılması, onun da Türkçe bir mesnevisinin oldueunu akla getirmektedir. Ömer İbni Me­ zid'in 840'ta derlediği Mecnıu'atii'ıı-;ıezair'i ile Eğridirl i Hacı Kemal (ölm. 9 ı 8; 1 5 ı 2)'in Camiü'n-nezair'ine onun şiirlerini almış olmaları, Dehhani'nin en son XV - XVI. yüzyıllara kadar unutulmadığını gösterir. XIII. yüzyılda yazılmış olup dili bakımından karışık özellikler gösteren bazı Türkçe eserler de vardır. Haliloğlu Ali'nin 703 / 1 303'te hece vezniylc ve dörtlüklerle yazdığı Kıssa-i Yusuf'u ile 703 / 1 3 03'te kopye edilmiş olup yaza­ rını kesinlikle bilmediğimiz Belıcetii'l - lıadayık fi mev'ize­ ti'l - /ıa/{ıyık adlı dini mensur büyük eser hem Doğu Türk­ çesinin hem eski Anadolu Türkçe>inin özelliklerini taşımak­ tadır. Şeyyad Hamza'nın Doğu Türkçesiyle karışık bir ga­ zelinin dili de böyledir. Bu durum Anadolu'ya birbiri arka­ sından gelen Oğuzlar ve diğer Türk boyları vasıtasıyla Do­ ğu Türkçesinin yazı geleneği ile Anadolu'da gelişen dil ve edebiyat arasındaki bağların sürdürüldüğünü göstermektedir. XIII. yüzyılda daha başka Türkçe eserler de yazılmış olabilir. XVI. yüzyılda yazılmaya başlanmış olan şu'ara tezkireleri Anadolu'da g,;; l işen edebiyatı Osmanlılardan başla­ tarak Selçuklular devri yazarlarından söz etmemişlerdir. XIII. yüzyılın diğer yazarlan ve eserleri başka kaynakların yar-

ss

d ımıyla ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte bu yüzyıl he­ nüz yeterince aydınlığa kavuşmamıştır. Nitekim bu yüzyıl­ d a yazılmış bazı Türkçe eserler elimizde yoktur. İbni Ala' nın Selçuklu sultanı izzeddin Keykavus'un emriyle yazdığı Daııişmeııd - ııame, Gülşehri'nin Man tıku't - tayr'da haber verdiği man:ı:u m Şeyh Saıı'an kıssası gibi (bk. F. Köprülü, A nadolu'da Tiirk dili ve edebiyatının tekdmülüne umumi bir bakış; Tiirk edebiyatı tarihi, 2. bas. 1 980, s. 3 3 5). Türk mizalıının büyük temsilcisi Nasreddin Hoca XIII. yüzyılda Selçuklular devrinde yaşamıştır. Yesikaların ye­ tersizliği ve onun hakkında bilinenierin rivayetten ileri git­ memesi yüzünden Nasreddin Hoca'nın tarihi kişiliğini tes­ pit güçleşmektedir. Lamii'nin Letaif'inde Nasreddin Hoca ile Şeyyad Hamza arasında geçen bir fıkra onun Şeyyad Hamza ile çağdaş olduğunu göstermektedir. Timur ile şair Abmedi ara ;ında geçen hamam fıkrası Nasreddin Hoca'ya mal edildiği gibi, Timur ilc ilgili başka fıkralara da daya­ nılarak onun Timur döneminde yaşadığı sanılmıştır. Fık­ ralarda geçen Hallik-ı Mansur, Nesimi ve benzerleriyle çağdaş gösterilmesi de imkansızdır. Nasreddin Hoca'nın ölüm tarihi 683 / 1 284 olarak kabul edilir. Türbesindeki me­ zar taşında yazılı olan 386 rakamı ölüm tarihinin tersidir. Sivrihisar mezarlığında bulunan H. 726 rebiülevveı tarihli Fatma binti Nasreddin'e ait bir taş ile Akşehir Müzesindeki Dürr-i Melek binti Nasreddin yazılı taşın Nasreddin Hoca' nın kıziarına ait olduğu kabul edilmektedir. İlk İstanbul kadısı Sivrihharlı Hızır Bey ile oğlu Sinan Paşa'dan bah­ seden ka}naklar neseplerinin Nasreddin Hoca'ya çıktığını yazarlar. Sivrihisar müftüsü Hasan Efendi, Mecmu'a-i ma'firif a d l ı eserinde sicillerden çıkardığını söylediği, fakat hangi siciller olduğunu belirtıneden verdiği bilgilere göre Nasreddin Hoca 605 / 1 208'de Sivrihisar'ın Hortu kö­ yünde doğmuştur. Babası köyün imaını Abdullah adında biridir. Hoca Sivrihisar'da okumuş, babasının ölümünden sonra Akşehir'de bulunan mutasavvıf Mahmud-ı Hayrini (ölm. 667 / 1 268)'nin şöhretini duymuş, Akşehir'e giderek ona intisap etmiş ve orada ölmüştür. Hasan Efendinin verdiği bu bilgi ile Nasreddin Hoca'nın ölüm tarihi olarak bilinen 6 8 3 / 1 284 tarihi arasında zaman bakımından bir uygun­ luk vardır. Bu durumda fıkralarda geçen Sultan Alaeddin, Selçuklu sultanı Il. Alaeddin ( 1 249 - 1 257) olabilir. Nas­ rcddin Hoca'nın, Ahmed Fakih'in talebesi olması zaman bakımından pek m ümkün görünmemektedir. XV. yüzyılda Ebulhayr Rumi'nin Şehzade Cem adına yazdığı Saltuk nfime'de, Sarı Saltuğun da Mahmud-ı Havrani'nin dervişi olduğu, pirini ziyaret için Akşehir'e geldiğinde hocanın evinde misafir kaldığı, o gece Nasreddin Hoca evde bu­ lunmadığından hocanın karısı ile Saltuk arasında geçen konuşma anlatılmı�tır. Elimizde bulunan en e>ki Nasred­ din Hoca fıkrası budur. Nasreddin Hoca fıkralarına za­ manla başka fıkralar da katılmış ve bunlar da Nasreddiıı Hoca'ya mal edilmiştir. Nasreddin Hoca'nın fıkralarındaki ldşiliğine gelince, o toplumun her kesimindeki insan tipinin temsilcisidir. Ka­ dıdır, m üderristir. Borcunu ödeyemcyecek, istediğini yiye­ meyecck kadar geçim s ıkıntısı çeken bir insandır. Bazen çok saftır, fakat daima hazır cevaptır. Toplumun her ke­ simindeki insanı temsil eden Nasreddin Hoca, Türk zeki­ sının, mizalı gücünün, nükte ve hazır cevaplığının efsa­ neleşmiş bir kahramanı olmuştur. O, fıkralarıyla yüzyıllar boyu Türk halkının günlük hayatına renk ve neşe katmış

TORK EDEBiYATI, Eski

86

milli bir mizalı sembolüd ü r. Nasreddin Hoca fıkraları Os­ manlı İmparatorluğunun idaresinde yaşamış milletlerde, özel­ l ikle Balkan milletleri arasında çok yayıldığı gibi, birçok yabancı di llere de çevrilmiştir (bk. NASREDDİN HOCA). XIII. yüzy ı l ı n sonu ile XIV. yüzyılın başlarında ya�a­ mış olan Yunus Emre (ölm. 720/1 320) XIII. yüzyılda Ana­ dolu'da başla y an tasavvufi halk edebiyatının en büyük tem­ silcisi ve tükenmez kaynağıdır. Daha sonraki yüzyıllarda ye­ tişen bütün tarikat şairleri Yunus Emre'nin etkisinde kai­ mışlar, fikri ve edebi hüviyetlerini onun düşünceleri ve şiirleriyle yoğurarak biçimlendirmişlerdir. XIV. yüzyıld1 Sait Emre ile Kaygusuz Abdal'dan başlayarak XV. yüzyıld.ı Eşrefoğlu, XVI. yüzyılda Ümmi Sinan, XVII. yüzyılda Ni­ yazi-i Mısri gibi tanınmış tekke şairleri hep Yunus etkisi altında yetişmişlerdir. Yunus Emre'nin hayatına ait bilgiler çok azdır. XV. yüzyılda yazıya geçirilmiş olan Hacı Bek taş Veldyet-niime­ si'nde XVI. yüzy ılda yazılmış olan Taşköprülüzade'nin Şe­ kayık-ı nu'maniye'sinde ve Lamii'nin Nefehatü'l - üns ünde Yunus Emre'nin, Tapduk'un dervişi olduğu, uzun yıllar şey­ hine hizmet ettikten sonra Sakarya havzasında bulunan Sa­ rıköy'de yaptırdığı zaviyesinde bir süre halkı irşat ettikten sonra orada öldüğü yazılıdır. Son yıllarda yapılan araştır­ malarla Yunus Emre'nin Karaman beyi Alaeddin'den arazi satın aldığına, Sarıköy'deki mezarın Yunus Emir adlı bir şahsa ait olduğuna dair tapu kayıtları bulunmuş ve bu bel�elere göre Karaman'daki mezarın büyük şair Yunus'a ait olduğu ileri sürülmüştür. F. Köprülü ile A. Gölpınarlı, bu tapu ka yıtlarının kaynaklarda verilen bilgileri çürütecek ke­ sinlikte olmadığı ve Karaman'daki mezarın Kirişçi Baba diye tanınan başka bir Yunus'a ait olduğu kanaatindedirler. Böylece bu konuda araştırıcılar iki ayrı görüşe sahiptirler. Yunuı Emre'nin 720/ 1 320 tarihinde 8 2 yaşında öldüğü Adnan Erzi'nin bir mecmuada bulduğu kayıttan kesinlikle ortaya çıkarılmıştır (Yunus Emre'nin hayatı ve eserleri hak­ kındaki yayınlar için bk. İsmet Binark - Nejat Sefercioğlu, Yunus Emre hakkında bir bibliyografya denemesi. Ankara 1970). ,

'

Yunus Emre'nin kendi eserlerinden hayatı ile ilgili ola­ rak çıkarılan bilgilere göre Risaletü'n - n ııshiyye adlı mes­ nevisini 707 / 1 3 07'de yazmış, Anadolu'da birçok yerleri gezmiş, Haleb'e, Şam'a, "yukarı i lleri" dediği Azerbaycan'a kadar gitmiş, Konya'da Mevlana'nın meclisinde bulunmuş­ tur. Yunu; Emre'nin Arapçayı ve Farsç a yı bildiği, dört kitabı (Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an) okuyup anlamını öğ­ rendiği, ayetlerden, hadislerden iktihaslar yapacak ölçüde sağlam bir İslami kültür aldığı anlaşılmaktadır. Hacı Bek­ taş Veldyet-niimesi'nde Yunus Emre ile şeyhi Tapduk Emre Bektaşi olarak gösterilir. Yunus Emre, şi irlerinde Şeyh Tap­ duk Emre'ye bağlılığını sık sık belirttiği, tarikat silsilesinin Balım Sultan'a ve Sarı Saltuk'a çıktığını söylediği, Mevla­ na'nın, Ahmed Fakih'in, Seyyid Necmüddin, Geyikli Ha­ san vb. şahısların adlarını andığı halde Hacı Bektaş'tan hiç söz etmemiştir. Şiirlerinde Yunus'un Bektaşi liğini gösteren herhangi bir unsur da yoktur. Yunus Emre'nin eserlerine gelince , Divan'ı ile Ristıle­ tü'n - nushiyye adlı ahlaki bir mesnevisi vardır. Yunus Em­

re, Türkçe divan sahibi ilk şai r di r . Bir beytinde Divan'ın­

dan bahsettiğine göre şiirlerini kendisi divan haline getir­ miş olabilir. A ş ık Paşa'dan ve Sait Emre'den başlayarak

birçok şairin ve başka Yunus'ların şiirleri Yunus Emre'nin şiirleriyle karıştırılarak Yunus divanındaki şiirlerin sayısı git­ tikçe artmıştır. A. Gölpınarlı'nın üç cilt halinde yayın­ ladığı (1 - Il. cilt bir arada 1 943 'te, I I I . cilt 1 948'de) Divan' da eski yazmalar karşılaştırılarak Yunus Emre'ye ait olan­ lar, başka Yunus'ların şiirlerinden ayırt edilmiştir. Bu bas­ kıda Yunus Emre'ye ait 356 şii r tespit edilmiş olup bun­ ların 287 tane >i hece vezniyle, 69 tanesi aruzla yazılmıştır. Yunus Emre, şiirlerini aruzla ve hece ile y azmıştır. O, aruz veminin çok defa mısra ortasından bölünebilen ve­ zinlerini kullanarak beyi t lere dörtlük ahengini vermiştir. Hatta aruzla yazdığı şiirlerinde bazı mısraların vezni aruza uymayıp hece iledir. Bunlar Yunus Emre'nin, halk şiirimizin veznine ve ahengine daha çok bağlı olduğunu gösterir. Ni­ tekim onun en güzel şiirleri de hece ile yazılanlardır. Risaletü'n - nushiyye ruh, nefis, kanaat, öfke, sabır, cimrilik, akıl gibi konularda yazılmış tasavvufi ve ahlaki bir mesnevidir. Başta on üç beyitti fa'ilatün fa'ilatün fi'ilün vezniyle yazılmış bir kmmdan sonra kısa bir düz yazı var­ dır. Mcmevinin bundan sonraki kısmı mefii'ilün mefa'ilün fa'iilün vezni ile yazılmış olup eserin tamamı 575 beyittir. Risaletü'n - nuslıiyye, divan yazmalarının ve baskılarının başına konmuştur.

Yunus Emre, bütün Türk halkı arasında şöhreti en yaygın bir şair olup şiirleri bugüne kadar sevilerek okun­ muştur. Anadolu'nun birçok yerlerinde onun adına makam (anıt - mezar) 'lar yapılmış, başka Yunus'lara ait olan me­ zarlar da bu büyük şaire mal edilmiştir (bk. YUNUS EM­ RE). Yunus Emre, şiirlerinde ilahi aşkın heyecanını yaşa­ mış gerçek bir derviştir. O, şeriata bağlı, tarikat yoluyla marifete ulaşmış, hakikatİn nuru ile ruhunu arıtmış olgun bir imandır. Yunus Emre daha XIII. yüzyılda Türkçenin ifade gücünü i s pa t lamış büyük bir dil ustası, ilahi aşkın heyecanıyla coşup taşan, ruhunun çalkantılarını sade ve samimi bir dille ifade edebilen lirik bir şairdir. Aradan yed i yüz yıl geçtiği halde canlılığını ve güzelliğini kaybet­ meyen şiirleriyle Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir.

XIV. yüzyıl XIV. yüzyılda Türk dili daha çok işlenip gelişmiş, bir önceki yüzyıla nazaran yazar ve şair sayısı artmış, mensur ve manzum pek çok eser yazılmıştır . XIII. yüzyılda hemen bütün İslam dünyasına hlkim olan Moğol imparatorluğunun 1 2 57'den sonra parçalanma­ sıyla Moğollardan pek çoğunun Türkler içerisinde erimesi, XIV. yüzyılda Timur ve çocuklarının kurdukları devletin ana dillerinin Türkçe olması, Doğu Türkçesinin konuşul­ duğu ülkelerde Türkçenin güçlenip gelişmesine yardımcı ol­ muştur. XIII. yüzyılda Hakaniye adı verilen edebi Doğu Türk­ çesi �IV. yüzyıldan itibaren Türkistan'da Çağatay ulusu sahasında, Harezm'de, Altın Ordu devleti ve Mısır Mem­ liikleri sahasında çok gel i şmi ş , buralarda yazılmış eser­ lerin oldukça önemli bir kısmı bugüne kadar gelebilmiştir. Harezm sahasında yazılmış belli başlı eserlerden birisi Rabguzi'nin Kısas-ı enbiya adlı mensur eseridir. Adı Bur­ haneddinoğlu Kadı Nasr olup Rıbat Oğuz denen ve nere­ de bulunduğu kesinlikle bilinmeyen bir yerden olduğu için

TORK EDEBIYATI, Eski Rabguzi adıyla tanınmıştır. Eserini Müslümanlığı kabul etmiş olan Moğol emirlerinden Nasiruddin Tok Boğa'nın is­ teği üzerine yazmıştır (7 1 0/ 1 3 1 1). Arapçayı ve İslam kül­ türünü çok iyi bilen Rabguzi, peygamberlerin hayat ve men­ kıbelerini yazarken güvenilir tefsirlerden yararlanmış, ayet­ lerden, hadislerden tanıklar getirmiştir. Yazar Kısas-ı enbi­ ya'da mensur kısımların içerioine yer yer anız vezniyle Arap­ ça Türkçe karışık "mülemma" parçalar, gazeller ve dörtlük­ ler yerleştirerek konuya heyecan katmaya ve etkili olmaya çalışmıştır. Sade, açık ve akıcı bir nesir diliyle yazılmış olan Kısas-ı enbiya, özellikle dil tarihi bakımından çok de·· ğerli bir eserdir. İlminskiy, Kısas-ı en biyu 'yı dört yazma nüsha ile kar­ şılaştırarak ilk defa Kazan'da hastırmıştır ( 1 859). Kısas-ı enbiya K azan'da birkaç defa basılmışsa da, bu baskılar hatalı olup eserin dil özellikleri kaybolmuştur. J. Schinkewitsch, British Museum yazmasını esas alarak başka yazmalarla karşılaştırmış ve eseri gramer yönünden inceleyerek Rabglıuzi's Syntax adıyla "Mitteilungen des Seminars für Orientalische Sprachen"de hastırmıştır ( 1 926, I 927). Son olarak K. Grönbech, eserin tıpkıbasımını yayın­ lamıştır (1948).

XIV. yüzyılda Harezm sahasında Harezm edebi diliyle yazılmış önemli bir eser de Nelıcü'l - feradis ' tir. Yazarı ke­ sinlikle bilinmemektedir. Arapçayı ve İslam kültürünü çok iyi bilen yazar, kırk hadis seçerek bunları sade ve açık bir dille açıklamıştır. Yazar, seçtiği bu kırk hadisi açıklarken önemli tefsirlerden ve eski kaynaklardan yararlanmış, Hz. Muhammed'den ve dört halifeden bahsetm iş, şeyhlerin ve alimierin sözlerini vermiştir. Eser, 10 fasıl ve her fasıl onar onar 4 babdan oluşmuştur. Öğretici bir amaç güden yazar, okuyucunun bu hadisiere göre amel etmesini isteyerek ken­ dilerine öbür dünya için yardımcı olmaya çalışmıştır. Nelıcii'l - feradis'in Zeki Velidi Togan tarafından İs­ tanbul'da bulunan Yeni Cami nüshası, yazarının ölümün­ den üç gün önce (76 1 / 1 360) Harezm'de Muhammed bin Muhammed bin Hurrem adında birisi tarafından harekeli bir nesilıle kopye edilmiş değerli bir yazmadır (bk. Z. V. Togan, Harezm'de yazılmış eski Türkçe eser/er. "Türki­ yat Mecmuası", 1 928, II, s. 3 1 5 - 345). Sarayda kop­ ye edilmiş (759/ 1 357) eski bir yazması sonradan kaybol­ muştur (Nehcü'l - feradis, J. Eckmann'ın önsözü ile yayını, tıpkıbasım 1956; Nehcü'l - feradis ' in dil özellikleri hakkın­ da bk. Ali Fehmi Karamanlıoğlu, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" İstanbul, 1 968 - 1 97 1 , XVI - XIX).

Altın Ordu sahasında İslami klasik edebiyatın bir hayli geliştiğini gösteren Kutub adlı şairin Hüsrev ü Şirin mesne­ visi, XIV. yüzyılın Kıpçak edebi dili ile yazılmış önemli bir eserdir. Nizarni'nin aynı addaki tanınmış Farsça mesnevisini Altın Ordu hükümdan Tınıbek Han ( 1 3 4 1 - 1 342)'ın karısı adına tercüme etmiştir. N izarni'yi büyük bir saygıyla anan Kutub, Nizarni'nin eserinin veznini değiştirmeden metni ol­ duğu gibi tercüme etmiştir. Mesnevinin başındaki Tevhid, na't, Dört Halife'nin, Tınıbek'in övgüleri, eserin yazdış sebebi vb. kısımlar teliftir. Hikaye içindeki bazı tasvirlerde de şair kendi kişiliğini gö ste rmi şt i r . Kutb'un Hüsrev ü Şiri n ' i sanat gayesi ile yazılmış din dışı bir mesnevi olup Türk edebiyatında daha sonraki yüz .

87

yıllarda bu konuda yazılmış eserlerin en eskisidir. Kutb'un H 'i sre v ii Şirin'inin tek yazma nüshası Paris Milli Kütüpha­ nesinde olup Berke Fakih tarafından Mısır'da kopye edilmi�­ tir (785 / 1 3 83). Eser üzerinde Polonyalı Türkolog A. Za­ j aczkowski çalışmış ve metin, faksimile, lıigatçe olmak üzere üç cilt halinde yayınlanmıştır (Warszawa 1958 - 1 96 1 ). Ayrıca bk. N. Hacıeminoğlu, Kutb'un Hüsrev ü Şirin'i ve dil h ususiyetleri. İstanbul 1 968. Harezmi'nin Muhabbet-name'si de bu yüzyılda yazıl­ mış din dışı manzum bir eserdir. Harezmi eserini yazarak (754/ 1 3 53) Altın Ordu hükümdan Canıbek Han'ın sara­ yında önemli bir görevi bulunan Mehmed Hoca Big adında bir emire sunmuştur (bk. F. Köprülü, Türk edebiyatı tarihi. 2. bas. 1980, s. 305). Muhabbet - name mefa'ilün mefa'iliin fa'fılün vezniyle yazılmış 1 0 mektuptan oluşan bir mesnevi­ dir. Mesnevi beyitlerinin arasında gazeller de bulunmaktadır (British Museum Or. 8 1 93, istinsahı : H. 839. İstanbul Mil­ let Kütüphanesi nüshası eksiktir). Farsça şiirler de yazdıtı bilinen Harezmi, bu yüzyılda yetişmiş büyük bir şairdir. Onun bir gazelini XIV. yüzyılda Mısır'da MemiOkler za­ m anında yaşik edebiyatın mecaz ve mazmunlannı çok güzel kullanan Seyf-i Serayi, İranlı şair ve hakim Sa'di (ölm. 1 292)'nin Gülistan'ını Kıpçak Türkçesine çevirmiştir (Türk Dil Kurumu yayını, faksimile 1 954). Bu çeviri Türk ede­ biyatında daha sonraki yüzyıllarda pek çok çevirileri ve şerhleri yapılmış olan Gülistan'ın en eski çevirisi olup Kıpçak edebi nesrinin en güzel örneğidir. Seyf-i Serayi'nin düzenlediği nazireler mecmuasında Harezmi'den başka birer gazeli alınmış olan Saraylı Ah­ med Hoca, Abdal mahlaslı Abdülmecid; İmad-ı Mevlevi, Tuğlu Hoca adlı şairlerin yalnızca adlarını öğreniyoruz (bk. F. Köprülü, Türk edebiyatı tarihi 309). Seyf-i Serayi'nin düzenlediği bu nazire mecmuası , XIV. yüzyılda İslami kla­ sik edebiyatın iyice gelişmiş olduğunu ve edebi Türk dil­ leri arasındaki ilişkileri göstermesi bakımından çok önemli bir eserdir. Yine bir gazeli bu mecmuaya alınmış olan Ha­ sanoğlu bu yüzyılda Azeri sahasında yetişmiş şairlerdendir. Mısır'da 7 85'te Kutb'un Hüsrev ü Şirin mesnevisini kopye etmiş olan Berke Fakih aynı zamanda bir fıkıh alimi olup Ki tabıı irşadü'l - mü/u k ve's - seld tin adlı ibadetlere dair eserini İskenderiye'de (789/ 1 3 87) yazmıştır (Ayasofya Ktp. N o . 1 0 1 6). Eserin sonunda b u l un an mesnevide kendi hakkında bilgi bulunmaktadır. Eser Kutadgu bilig vezniyle yazılmı§ olup vezin bozuklukları vardır.

TORK EDEBiYATI, Eski

88

Endülüs'ten Mısır'a gel m iş ve Kahire'de ölmüş olan Gırnatalı Ebu Hayyan'ın Kıpçak Türkçesine dair yazdığı Kitabü'l - idrak li-lisani'l - etrak adl ı eseri Türk dili tarihi bakımından son derece önemli kaynak bir eserdir (A. Ca­ feroğlu bas. 1 9 3 1). Hüsam Katib Cümcüme-name adlı m anzum h ikayesini Kıpçak sahasında yazmıştır (707/1 368). Ciimciime-niime İranlı şair Feridüddin Attar'ın aynı adlı manzumesinden genişletilerek yapılmış bir tercüme olup lsa ile Kesikbaş hikayesidir. F a 'il a tün fa'ilatün fa'ilün vezniyle yazılmış di­ daktik bir ınesnevidir. Şair, Attar da bulunmayan bazı dini unsurları eserine kalmıştır. Halk arasında çok okunduğu için gerek yazmalarının gerek Kazan bask Bmm (Hikiiyet-i Cümcüme Sultan fi nübü vveti İlyas aleylıisselilm) dili çok bozulmuştur. XIII. yüzyıl eserlerinden Mııinü'l - m iirid'in bulunduğu Bur>a kütüphanesindeki mecmuanın kenarların­ da Cevahirii'l-esrar adl ı bir kitaptan alınmış altı dörtlükten elde bulunup eserin tamamı değildir. A tabetü'l - hakayık ve Muinü'l - mürid le aynı vezinde (fa'ulün fa'ulün fa'ulün fa'ul) ve onlar gibi dörtlüklerle yazılmış olan Cevahirü'l ­ esrar, konu ve düşünce bakımından da onların bir devamı sayılır. Hart:zm sahasında yazılmış tasavvufi bir eserdir . '

'

XIV. yüzyıldan k a lmı ş eserlerden birisi de B a h tiya r ­

nt2me olup on vezir hikayesidir. Tanınmış eski Hint hika­

yelerinden Sindbad (A. Ateş, Sindbad-name. İstanbul 1 948) hikayesinden alınmıştır. Tek nüshası Uygur harfleriyle yazılmış olup Oxford'da Bodleian kütüphane s i n dedir (No . 598). Mansur Bahşi adında bir katip t a ra fı ndan kopye edil­ miştir (838/1435) . Hintçeden yapılan bu çevirinin XIV. yüz­ yıla ait olduğu sanılmaktadır. On vezir hikayesi ile birlikte Kırk vezir hikayesi (Er­ hain subh u

m esaJ

Anadolu sahasında daha sonraki yüz­

yıllarda da yazılmıştır. Paris Milli Kütüphanesinde bulunan yine Uygur harf­ leriyle yazılmış iki eser (Mirac-nanıe ve Tezkiretü'l-evliyu), XIV. yüzyıl Doğu Türkçesiyle yazılmış mensur cserlerdir. 840/1436'da Herat'ta Malik B:ıhşi adlı bir katip tarafından kopye edilmiş olan bu iki eser Pavet de Courteille tarafın­ dan Arap harfleriyle ve Fransızca çevirileriyle birlikte ya­ yınlanmıştır \Paris 1 882). (Son üç eser için bk. F. Köp­ rülü, Türk edebiyatı tarihi 320 ; J. Thliry, Türk dili ya­ digarları. "Milli Tetebbular Mecmuası" 1 3 3 1 , IV, 90). XIV. yüzyıleta Azeri sahasında yetişmiş ohn Hasanoğ­ lu'nun asıl adı Şeyh İzzeddin E sferayin i' d i r. Çağdaşı Seyf-i Serayi'nin nazire mecmu asın a Hasanoğlu'nun da gazelini

almış olması, ş ö hre t in i n Mısır'a kadar yayıldığını gösterir. Hasan-ı Pur mahli\sıyla F:-.rsça şiirler de yazmıştır. Hoca Fehim, Devletşah tezkiresinden naklen onun Farsça bir ga­ zelini Sefinetii'ş - ş ıı ara ya alarak divanını n Azerbaycan ta­ raflannda meşhur olduğunu söyler (s. 1 1 3). (bk. i. H. Er­ taylan, A zerbaycan e de b iya tı tarihi, I, 1 14 - 1 5 3 ; F. Köp­ rülü, XIX. asırda bir A zeri şairi. "Hayat" No. 82, 1928; En eski Türk A zeri şairi Hasanoğlıı, "Dergah" I, 6 ; S. N . '

Ergun, Hasanoğlu'nun yeni bir gaze/i, "Milli Mecmua" No. 107). XIV. yüzyılda Azeri sahasında Hasanoğlu'ndan başka, bir Türk sülalesi olup Irak'ta hükümet süren CeH\yirliler-

den Sultan Ahmed b. Veys de şair ve sanatkar bir hü­ kümdardır ( 1 382 - 1 4 1 0). Türkçe Arapça ve Farsça şiirler yazmıştır (Divan-ı A lımed b. Şeyh Ü veys, Süleymaniye, Lala İsmail, No. 423). Mecmuatü 'ıı - ne zair' de Sultan Ahmed'in de bir gazeli bulunmaktadır (M. Canpolat, Mecmuatü'n­ nezair. 1 982 223). Usta bir şair olduğu belli olan Sul­ tan Ahmed'in bu gazelinden Bağdad'da Celayirliler sara­ yında Tü rkçenin edebi dil olarak kullanıldığı anlaşıl­ maktadır. ,

,

Orta Asya'da Sirderya boylarında yan göçebe yarı yerleşik bir halde yaşayan Oğuz boyları Selçuklu devletinin kurulmasıyla güçlenmi ş ler kısa zamanda Maveraünnehir ve Horasan'ı ellerine geçirdikten sonra bütün İran'a hakim ol­ muşlar ve 1 07 1 'de Malazgirt'te Bizans ordularını yenerek Anadolu'yu Müslüman bir Türk yurdu yapmışlardır. Azer­ baycan'da, Irak'ta ve Anadolu'da yerleşen Oğuz ve Türk­ men boylarının dilleri olan Oğuzca, tarihi, coğrafi ve sosyal sebeplerle XIV. yüzyıldan itibaren Azeri ve Anadolu Türk­ çesi olmak üzere iki ayrı edebi lehçe halinde gelişmiştir. Ancak XIV. yüzy ılda bu iki edebi lehçe arasındaki fark henüz belirgin değildir. ,

XIV. yüzyılda Azeri sahasında yetişen en coşkulu ve li r ik şair Ne�imi'dir. Diyarbakır, İrak ve Tebriz tarafların­ da yaşadığı sanılan ve Ankara'ya kadar geldiği rivayet edi­ len Nesimi'nin hayatı hakkında kaynaklarda verilen bilgi­ ler çel;�kilid ir. Onun hakkında edinebildiğimiz gerçek bilgi İran da Hurufilik mezhebinin ku nı cusu Fazlu'llah (ölm. 804/ 1401 )'ın hali feleri n den olduğu ve inancı yüzünden Ha­ lcb'de derisi yüziiierek öldürülmüş olduğudur (807/ 1404). Hayatı menkıbeleşmiş, özellikle Alevi şairler arasında Ne­ simi "Şah-ı Şehid" adıyla anılarak saygınlık kazanmıştır (bk. N ESIMI, Seyyid). '

Nesimi 'nin Türkçe ve Farsça iki divanı vardır. Farsça şiirleri bazı yazmalarda Türkçe şii rlerinin arasına alınmış­ tır (ör. Topkapı Sarayı Ktp. 3977). Türkçe d ivanının yaz­ ma nüshalarının en eskisi 874/1469 tarihlidir (Dil ve Ta­ rih - Coğrafya Fakültes i Ktp. Raif Yelkenci No. 148'de ka­ yıtlı olan bu yazma kaybolmuştur. Mikrofilmi Milli Ktp.' de A-920'dir). 94 1 / 1 524 tarihli Kahire nüshasındaki bazı gazellerinde Hü>eyni malılasını kullandığı görülür. Nesimi divanının İstanbul baskıları eksik ve yanlıştır (bk. Hü se­ yin Ayan, Nesinıi divanı, basılmamış doktora tezi). Nesimi, m esneviler, gazeller ve rub ai lerden başka "tu­ yuğ"lar da yazmıştır. Nesimi, ilahi aşkın coşkunluğuyla Türkçeyi XIV. y üzyı lda ahenkli bir şekilde kullanmış · usta bir şai rd ir . Hurufi i n a n cının izlerini taşıyan şairler üzerin­ de sü rek li etki ya p m ış olan Nesimi'den Fuzuli de etkilen­ miş, hatta Kanuni Sultan Süleyman onun meşhur gazeline bir nazire yazmıştır.

Kütüphanelerde Ne;imi'yc ait olarak kaydedilmiş bu­ lunan Mukaddimetii 'l-lıakayık adl ı Hurufilikle ilgili eserin N e s i ıni 'nin olduğu şüphelidir. Anadolu Selçuklu devletinin XIII. yüzyılın sonlarına doğru yıkılınası üzerine Anadolu'da XIV. yüzyılın başın­ da kurulan beylikler döneminde Türkçe edebi dil olarak ön plana geçmiş, telif ve tercüme birçok eser yazılmıştır. B e yliklerin başında bulunan ve çoğu Arapça, Farsça bil ­ meyen beyler, şairleri ve yazarları Türkçe eserler vermeye ve çeviri ler yapmaya t e şvik etmişlerdir. Daha 676/ 1 277'de Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya'yı zapt ettiği zaman Sel­ çuklııların Farsçaya karşı gösterdikleri meyil ve rağbeti

TüRK EDE BİYA Tl, Eski doğru bulmamış ve bundan böyle devlet dairesinde, sarayda, çarşı ve pazarda Türkçeden başka dil konuşutmaması için emir vermiştir. Beylikler döneminde, edebi eserlerde Fars­ çanın ve Arapçanın yerini Türkçe almış, telif ve tercüme pek çok eser yazılmıştır. Beylikteri n başında bulunanlar, bir yandan çarşılar, medreseler, imaretler, misafirhaneler, kütü phaneler yaptı­ rırken bir yandan da alimleri ve sanatkarları çevrelerinde toplayıp koruyarak ve eser yazmaya özendirerek Türk milli kültür ve sanatının canlanıp gel işmesine yardımcı olmuşlar­ dır. Yazarlar, , beyterin ve halkın dini bilgilerini artırmak maksadıyla çok okunan Kur'an surelerinin açıklamalı çe­ virilerini yapmışlar, peygamber kıssaları, velilerin menkıbe­ leri, nasihatnameler v.b. konularda tanınmış Arapça, Fars­ ça e3erleri Türkçeye çevinnişler, pratik hayattaki ihtiyaç­ ları karşılamak için de tıbba, b:ıytarlığa, avcılığa, kıymetli taşların özelliklerine, rüya tabirlerine v.b. ait çeviriler yap­ mışlar, tel if eserler meydana getirmişlerdir. Bütün bu eser­ lerde yazarlar, beyterin de istekleri doğrultusunda sade bir dil kullanmışlardır. Bu eserlerde Arapça, Farsça kelime ve terkipler bulunımıkla birlikte bunların Türkçeye göre oranı çok azdır. Edebi alanda dini, destani manzum ve mensur eserler, Hz. Muhammed'in mucizelerini konu alan çoğu manzu,n hikayeler, tasavvufi ve romantik mesneviler, divanlar, Kelile ve Dimne, Marzuba11-ııame gibi kıssadan hisse çıkartılan hayvan hikayeleri, Kabus-name gibi nasihat kitapları ve da­ ha çeşitli tiir ve konularda yazılmış eserlerle Türkçe edebi dil olarak iyice işlenmiştir. XIII. yüzyılda Anadolu'da yerleşmiş olan tasavvuf akı­ mı XIV. yüzyılda Mevlevilik, Ahilik, Babailik, Hurufi­ lik v.b. inanç ve tarikatların taraftarları arasında etkisini kuvvetle sürdünnüştür. Mevlevilik bu yüzyılda Anadolu'da süratle yayılmış, Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi (ölm. 1 3 1 9) Anadolu'da seyahatler yaparak tekkeler açmış, bey­ liklerin başında bulunanların tarikata girmelerini sağlamak, onlarla akrabalık kurm::ık suretiyle Mevleviliğin yayılma­ sında önemli rol oynamıştır. Başka tarikata mensup olan­ l:ırın bile MevH'ına'ya saygı ve bağlılık göstermiş olmaları Mevleviliğin bu yüzyılda gördüğü rağbetten ileri gelmiştir. Ahiliğin ve Fütüvvet teşkilatının bu yüzyılda özellikle so s ­ yal hayattaki düzenin sağlanmasında önemli rolü olmuştur. Edebi alanda XIV. yüzyılda Türkçe olarak ilk defa tasavvufi konuda biiyük mesneviler yazılmıştır. Tasavvufu öğreten Man tıkıı't-tayr ile Garib-name hacminde büyük eser­ ler daha sonraki yüzyıllarda yazılmayacaktır. Gerek vezin gerek muhteva yönünden Mesnevi'nin etkisi açıkça görülen bu iki eser Türk halkı için yazılmıştır. Aşık Paşa, Türk­ çeye önem verilmediğinden yakınmış; Gülşehri, Mantıku't ­ tayr gibi bir e�er ortaya koyduğu için övünmüştür. XIV. yüzyı lda Anadolu'da gelişen Türk edebiyatında memeviler önemli bir yer tutar. Bu yüzyılda yazılmış olan mesneviler gerek sayı gerek konularının çeşitliliği bakı­ mından bir önceki yüzyıla nazaran şaşılacak derecede artmış­ tır. Mantıku't-tayr, Garib-ıılime gibi büyük tasavvufi eser­ ler, Kaygusuz Abdal'ın Gevher-nume, Minber-name, Gülis­ tan gibi tasavvufi küçük mesnevileri, Keramet-i A hi Evre•ı , Menukıb-ı kııdsiye, Menokıb-ı A işe, Hikayeı-i Halime, Ve­ fat-ı Hatice, Vefat-ı Fatıma, Maktel-i Hüseyn , Mencıkıb-ı İ brahim Edhem , Mansur-name gibi dini, menkıbevi mesne­ viler bu yüzyılda yazılmıştır. Hz. Muhammed'in mu­ cizeleri (Mu'cizcıt-ı Nebevi), bu mucizelerle ilgili manzum

89

küçük hikayeler de bu yüzyılda yazılmıştır. Dastan-ı geyik, Dastan-i ejderha, Dastan-ı lıamame (güvercin), Dastan-ı ke­ sik baş, Dastan-ı cemel (deve), Dastan-ı dahdah gibi Pey­ gamber'in mucizeleriyle ilgili dini hikayeler halk tarafından çok okunmuştur. Dastan-ı geyik ve Dastan-ı ejderha' n ın ba­ zı yazmalarının sonunda Sadrüddin adı geçmektedir. Gü­ vercin ile Kesikbaş hikayesinin bazı y azm al arı nd a Konyalı Kirdeci Ali'nin adı vardır. Bu hikfıyelerin bazı yazmaları­ nın sonunda Kırşehirli İsa, İbrahim, Meddalı Yusuf adlan da bulunmaktadır. Bu şahısların, adı ge çen hikayeterin ya­ zarı mı, yoksa anlatanı mı olduğu belli de ği ld i r Bu şahıs­ ları, hikayeterin yazarı olarak gösterenler de olmuştur. Bu hikayeler toplantıl arda okunduğundan bu adların destanları anlatan kişi ler olduğu inancındayız. Çiinkü aynı hiUyenin değişik yazmalarında adların değiştiği, bir yazmanın sonun­ da ad bulunduğu halde ayn ı yazmanın başka bir nüshasında bulun madı ğı .görülmektedir. Bütün bu hikfıyeler fil'ilitün-fa' ilatün-fa'ilün vezni ile yazılmış olup XV. y ü zyıl d a Süley­ man Çelebi'nin şaheseri Mevlid'in yazılmasını hazırlamış­ lardır. .

Yine bu yüzyılda yazılmış Hz. Muhammed ve Ali'nin savaşlarını ve kahramaniıkiarını anlatan eserlerin sayısı da oldukça çoktur. Anadolu'nun XIII - XIV. yüzyıllardaki si­ yasi ve sosyal durumu bu çeşit eserlerin yazılmasına se­ bep olmuştur. Bu konuda en çok eser yazmış olan şair Tur­ sun Fakih'tir. Kıssa-ı Mukafla (Hz. M uhamme d'i n Mukaffa adlı putla savaşı), Hz. Muhammed'in Ebucehil ile güreş tut­ tuğu, Gazavaı-ı emirü'l-mü 'minin A li, Muhammed Hanefi cengi gibi dini destanlar yazmıştır. Beypazarlı Maazoğlu Hasan'ın, Ali'nin Feth-i kal'a-i Selasi/'i ile Cenadil kal'ası ce11gi, Nakiboğlu'nun Dastan-ı A dn der hikayeı-i Hasan ve Hüseyn'i bu tür mesnevilerdendir. Şeyyad İsa'nın yaz­ dığı A lı v a l-i kıyamet ile elde bulunmayan Salsal-name'si de XIV. yüzyıl eserlerindendir. Fa'ilatün-ffı'ilatün-ffı'ilün vez­ niyle 344 beyitti A hvul-i kıyame t ' in sonunda şairin Mevla­ na'nın torunu Ulu Arif Çelebi'nin oğlu Abid Çelebi (ö l m. 7 3 9/ 1 3 3 8)'den bahsetmiş olması, Şeyyad İsa'nın yaşadığı y üzyı lı ke:;inlikle belli etmektedir (bk. Türk Dil Kurumu Ktp. No. A/142)). Meddalı Şazi 7 6 3 / 1 362'de yazdığı Dastan-ı maktel-i Hü­ seyn mesnevisini Candaroğlu Celalüddin Şah Bayezid (Kö­ türüm Bayezid, ölm. 787 / 1 385)'e sunmuştur. Fa'illtün-fa' ilatün-fa'ilün vezniyle yazılmış olan eserin 3 3 19 beyit ol­ duğunu şa irin kendisi söyler. Edebiyatımızda "Maktel-i Hü­ seyn" konusunda yazılmış olan manzum eserlerin ilkidir (Yazmalarından bazıları : Türk Dil Kurumu Ktp. B/28; İstanbul Millet Ktp. 1 3 1 3 , 1 3 14; Bri t i sh Museum Or. 8043). Bütün bu dini, destani, menkıbevi eserlerin hepsi fa' ilatün fa'ilatün fa'ilün vezniyle yazılmıştır. XIV. yüzyılda yazılmış olan tasavvufi eserlerden Man­ tıkıı't-tayr ile Garib-ntıme başta gelir. Daha sonraki yüz­ yıll arda tasavvuf konusunda pek çok mesneviler yazılmış olmakla birlikte bu hacimde tasavvufu anlatan başka es e r yazılmamıştır.

Kırşehir'in Gülşehir kasabasından olan Gülşehri'nin asıl adının Ahmed değil, Süleyman olduğu Mantıku't-tayr' daki beyitlerden anlaşılmaktadır. Geniş bir tasavvuf kül­ türüne sahip olan Gülşehri, Ahi Evren'in dervişidir. Kendi­ sinin de şeyh olduğunu ve pek çok müridinin bulunduğunu söyler. 7 1 7 / 1 3 07'de tamamladığı Mantıku't-tayr'ı İlhanlı hü­ kümdarı Gazan Han'a sunmuştur. Farsça Felek-nlime mes-

90

TÜRK EDEBiYATI, Eski

nevisi (yazılışı 7 0 1 / 1 3 0 1 ) ile manzum Kuduri çevirisini Maı ı­ tık u't-tayr'dan önce yazmıştır. Tek yazma nüshası Ankara Eski Eserler Kütüphanesinde bulunan Fe/ek-name de onun tasavvuftaki bilgisinin derinliğini gö3terir (S. Kocatürk, Gül­ şehri ve Fe/ek-name. Ankara 1 9 82). Man tıkıı't-tayr Feridüd­ din Attar ( 1 1 93 - 1 235)'ın aynı adlı mesnevisinin çevirisidir. Eserin bir adı da Gülşen-nıime'dir. Gülşehri, çevirisine At­ tar'ın Esrar-nlime'sinden, Mevlana'nın Mes ne v i ' sinden, Keli­ le ve Dimn e 'den hikayeler katarak Mantıku't-tayr'ı genişlet­ miştir. Müjgan Cunbur'un beş yazma karşılaştırarak ha­ zırladığı doktora tezi 4 408 beyittir (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp. No. 1 1 9). Mantıku't-tayr ta­ s avvuf konusunda yazılmış bir eser olup edebi yön­ den de sanat değeri taşıyan bir mesnevidir. Gülşehri akıcı ve ahenkli bir Türkçe ile aruzu rahatça kullanmıştır. Şim­ diye kadar böyle bir eser yazılmamış olduğunu söyleyerek övünmekte haklıdır. Çağdaşı Ahmedi, onun sık sık kendi­ sini övmesini hoş görmemekle birlikte Hatiboğlu, Balırü'l ­ lıakayık'ta (yazılışı 8 1 7 / 1 4 14), Pir Mehmed bin Yusuf An­ karavi (ölm. 866/ 146 1 ) Tarikat-namesi'nde (Attar'ın Mu­ siber-name çevirisi), Kemal Ümmi (ölm. 880/ 1475) bir ga­ zelinde Gülşehri'den saygıyla bahsetmişlerdir. Mantıku't ­ tayr'ın tıpkıbasımı, A. S. Levend'in Önsöz'ü ile birlikte ya­ yınlanmıştır (Ankara 1 957).

şiirlerinde yoktur. Aşık Paşa'ya ait Vasf-ı hal-i herkesi (39 beyit), Fukr-nıime ( 1 60 beyit), Hikaye (59 beyit), Kim­ ya ris a le si (manzum - mensur) adlı küçük mesnevileri ya­ yınlanmıştır (bk. A. S. Levend, "Türk Dili Araştırmaları Yıllığı" 1 9 5 3 , 205 - 255; 1 954, 265 - 276). Kütüphanelerde Aşık Pa�a adına kayıtlı bazı kitap ve risaleler varsa da bun­ ların Aşık Paşa'ya ait oldukları şüphelidir (bk. A. S. Le­ vend, Aşı k Paşa'ya atfedilen iki risa/e, "Türk Dili Araştır­ maları Yıllığı" 1 955, 1 03 - 1 07).

Gülşehri'nin 7 gazeli elimizdedir. Bunlardan biri Mec­ muatü'n-nezair'de, üçü Camiü'n-nezair'dedir (Diğerleri için bk. Mantıku't-tayr, 3 1 ; Köprülü Armağanı , İstanbul 1 95 3 , 479). 167 beyitli Ke ram a t - ı A hi Evren mesnevısını Taeschner yayınlamıştır (Wiesbaden 1 955). Farsça aruz ri salesi (Millet Ktp. No. 5 1 7) de yazmı� olan Gülşehri'nin daha başka eserler de yazmış olması muhtemeldir.

Said Emre ile Kaygusuz Abdal da bu yüzyılda yetişmiş mutasavvıf şairlerdendir. Bu iki şair üzerinde Yunus Em­ re'nin büyük etkisi olmuştur. Said Emre ile Kaygusuz XIV. yüzyıldan itibaren halk edebiyatı veya tek e e ebiyatı . . adıyla gelişen kolun bu yüzyılda başlıca temsılcısıdırler. Said Emre, şiirlerini hece vezniyle ve t amamıyl a Yu­ nus'un etkisinde yazmıştır. 19 kadar manzumesi toplanarak yayınlanmıştır (bk. A. Gölpınarlı, Yunus Emre ve eserleri, 1938, 2 3 3 - 247). Said Emre, Hacı Bektaş-ı Veli'nin Arap­ ça Makalıit'ını Türkçe düzyazıya çevirmiştir (Esat Coşan. Hacı Bektaş-ı Veli, Makalıit, basılmamış doçentlik tezi; ay­ rıca bk. F. Köprülü, Said Emre, "Hayat" Il, 42).

Aşık Paşa ( 1 272 - 1 3 3 3 ) da Gülşehri gibi XIV. yüzyılın önemli kültür merkezi olan Kırşehir'dendir. Aslen Horasan­ lı ve · soylu bir aileden gelen Aşık Paşa'nın iyi bir tahsıl gördüğü anlaşılmaktadır. Aşık Paşa, on bin beyitten fazla olan Garib-nıime'sini Türk halkına tasavvufu öğretmek mak­ sadıyla yazmıştır. Garib-nlime (yazılışı 7 3 0/ 1 3 30) aynı za­ manda ilk büyük telif mesnevidir. Garib-nıiıne'de Mevlana' nın Mesnevi'sinin şekil ve muhteva yönünden etkisi olmuş­ tur. Garib-nıime de Mantıku't-tayr gibi fa'iHitün-fa'ilatün-fa' ilün vezniyle yazılmıştır. Mesnevi arasında yer yer terci-i bend biçimine benzer parçalar vardır. On "bab"a ayrılmış olan eserin her babında o babın saynma uygun konular an­ latılmıştır. Bu bakımdan eserde geometrik bir düzen var­ dır. Aşık Paşa, tasavvufu "ehl-i sünnet" inanışına uygun olarak anlatır ve Tanrı'ya, Peygamber'e karşı büyük bir saygı ve bağlılık gösterir. Garib-nıime'de kamil insan olma­ yı öğütleyen ahlaki bir yön de bulunmaktadır. Aşık Paşa, Garib-nıime'de Türkçeye önem verdiğini belirterek Türkçe yazmayı şuurla istemiştir. Bu bakımdan Aşık Paşa'nın ve eserinin ayrı bir değeri vardır. Bu önemli eser bugüne ka­ dar yazma halinde kalmıştır. Aşık Paşa'nın 67 parça manzumesi elde bulunmakta­ dır (bk. A. Gölpınarlı, Aşık Paşa'nın şiir/eri, "Türkiyat Mecmuası" V, 1935, 7 - 1 0 1 ; Yun us Emre ve tasavvuf, İs­ tanbul 196 1). Aşık Paşa şiirlerinde Aşık, Aşık Paşa, Muhlisoğlu Aşık mahlaslarını kullanmıştır. Bazı manzumelerinde mahlas yok­ tur. Çoğu arıız vezniyle yaiılmış olup arıı z la ve hece ile olanların hepsi Yunus Emre'nin şiirlerine çok benzer. Ne var ki Yunus Emre'nin şiirlerindeki l irizm Aşık Paşa'nın

Aşık Paşa'nın oğlu Elvan Çelebi Menak·ı bu'l-kudsiyye fi Menasıbı 'l-ünsiyye adlı eserini 760/ 1 3 59'da yazmıştır. Garib-niime gibi bu da telif bir eserdir. 2 083 beyit olan Menakıbu'l-kudsiyye, fe'ilatün mefa'ilün fe'ilün vezni ile yazılmıştır. Eserin içerisinde gazel ve terci-i bend şeklinde yazılmış parçalar da vardır. Tek yazma nüshası Konya MevHina Müzesi kütüphane>inde olan eserin bazı yaprak­ ları kopmuştur. Metinde vezin bakımından bozuk yerl� r vardır. Dede Garkın ve müritleri ile ilgili manzum bır "menakıp-name"dir. Dini mesnevilerden Udikli Mehmed b. Aşık Süleyman' ın Keşfü'/-meani (800/ 1 398) adlı manzum Şatıbi tercümesi ile aynı yazarın Ku r' an hakkındaki manzum bir eserinin de Fuad Köprülü'nün özel kütüphane;inde bulunduğunu öğre­ niyoruz (bk. T ü rk edebiyatı tarihi, 1 980, 2. bas. 342).





XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Kaygusuz Ab­ dal (ölm. 1444) tasavvufi halk edebiyatının en güçlü V" orij inal şairidir. Asıl adı Alaeddin Gaybi olup Alaiye be­ yinin oğludur. Devrinin bütün ilimlerini öğrendikten sonra tasavvuf yolunu seçmiş ve Elmalı'da Abdal Musa'ya mürit olmuştur. Anadolu'da dolaşmış, Mısır'a ve Rumeli'ye ka­ dar giderek oralarda tarikatını yaymış olan Kaygusuz, muh­ temelen Mısır'da ölmüştür. Manzum ve mensur pek çok eseri bulunan Kaygu­ suz'un Divan'ı, Gülistan, Gevher-nlime, Minher-name gibi küçük memeviieri ile Budala-ncime, Vücud-name, Kitab-ı mig/lite adlı mensur risalesi vardır. Dil-guşıi ile Saray-nıi­ m e ' si mensur-manzum karışıktır. Do/ab-name adıyl a tanı­ nan eseri, kaside biçiminde yazılmış bir manzumesidir. Kaygusuz Abdal'ın divanında iki yüze yakın şiiri var­ dır. Bunların çoğu aruzla yazılmış kaside, gazel, müstezad, terkib-i bend, terci-i bend biçiminde şiirlerdir. Hece ile yazdığı şiirlerinde ve ilahilerinde çoğunlukla hecenin 4 + 4 ve 4 + 3 duraklı vezinlerini kullanmıştır. Hece ile yazdığt şi irleri, iH'ıhileri ve şathiyelerinde Tanrı ile s am i m i ko­ nuşma, dünya nimetlerine tapan kişileri alaya alma ve yerme konularında yazdığı şiirlerinde çok orijinal bir kişilik göstermiştir. Şiirleri bugüne kadar sevilerek okun­ muş olan Kaygusuz Abdal, tasavvufi halk edebiyatımızın ilgi çekici ve renkli şairidir (bk. A. Gölpınarlı, Kaygusuz

TüRK EDEBiYATI, Eski

91

A bdal, Hatayi ve Kul Himmet, İstanbul 1962; Abdurrah­ man Güzel, Kaygusuz A bdal, Ankara 1 9 8 1 ) .

çabayı anlatmak içindir. Anadolu halkının baştan başa Türk­

XI V . yüzyıldan itibaren romantik aşk mesnevileri ete yazılmaya başlanmıştır. Sulı Fakih (Süli veya Savla oku­ yanlar da vardır)'in 700/ 1 298'de yazdığı 3 302 beyitli Yu­ suf u Züleyha mesnevisi (Türk Dil Kurumu Ktp. No. 3 0 1 ), Kadı Darir'in 768/ 1 3 66'da yazdığı 2 1 24 beyitl i Kıssa-i Yu­ suf'u (İstanbul Üniversitesi Ktp. T. Y. No. 3 1 1) bu yüzyılda yazılmış dini, romantik aşk mesnevileridir. Bu iki şair de ve­ zinde Şeyyad Hamza'yı takip ederek ffı'ilatün ffı'ilatün U'ilü'l veznini kullanmışlardır. Hoca Me>'ud b. Ahmed'in 7 5 1 / 1 350' de Farsçadan çevirdiği Süheyl ü Nevbahar 5 568 beyit olup Şeh-nlime vezniyle yazılmıştır. Berlin Devlet Kütüphanesin­ de bulunan en eski, tam ve harekeli yazması J . H. Mordt­ roann tarafından yayınlanmıştır (Hanover 1 925). Siiheyl ü Nevbahar'ın ilk bin beyti şairin yeğeni İzzeddin Ahmed tarafınd:ın çevrilmiş, geri kalan 4 568 beytini Hoca Mes' ud yazmıştır. Hoca Mes'ud'un mesnevi aralarına yerleştir­ diği gazeller kendisine ait olmakla birlikte Süheyl ü Nev­ bahar'ın çevrildiği Farsça aslı bilinmediğinden şairin Fars­ ça aslına ne ölçüde bağlı kaldığı tespit edilememektedir. Hoca Mes'ud'un, Sa'di'nin Bostan'ından seçerek Türkçeye çevirdiği 1 703 beyitli Ferheng-nlime-i Sa'di (yayınlayan­ lar : Velea Çelebi , Kilisli Muallim Rifat, İstanbul 1 922 1 924) edebi yönden Süheyl ii Nevbahar kadar önemli ol­ masa bile İran edebiyatının tanınmış bu didaktik eserinin Türkçe ilk manzum çevirisi olması bakımından önemlidir. Hoca Meı'ud'un bu iki eseri, onun İran edebiyatını yakın­ dan tanıyan usta bir şair olduğunu göstermektedir.

sursuz büyük bir e>er meydana getirmiştir. ifadesinin sade­ liği, hikayenin anlatımındaki hareketlilik ve canlılık, ata �;özleri ve deyimieric anlatımı güçlendirmesi, yer yer şiir yüklü beyitlerle Hıırşid-nlime güzel bir mesnevidir. Şeyhoğ­ lu, Türkçeyi iyi kullanan, nazım tekniğini çok iyi bilen usta

Fahri'nin Aydınoğlu İsa Bey adına 766/ 1 3 67 'de Ni­ zami'den çevirdiği Hiisrev ü Şirin mesnevisi, Anadolu sa­ hasında bu konuda yazılmış mesnevilerin ilkidir. Şair çe­ virisine bazı ilaveler ve değişikl ikler yapmış, Behram-ı ÇQ­ bin'le ilgili kısmı Şelı-name'den alarak genişletmiştir. Ni­ zami'nin eserinde bulunmayan veya çok az yer verilen ta­ rihi olayları anlatarak Nizarni'nin eserinde yalnızca aşka yer vermiş olmasını tenkit etmiştir. Fahri'nin Hiisrev ü Şi­ rin'i 4 683 beyit olup hezec bahrinin mefa'ilün mefa'ilün fa'ulün vezniylc yazılmıştır. Kendisinin Anadolu toprağın­ dan yetiştiğini, Mmr'dan veya Haleb'den gelmediğini söy­ leyerek eserinin yerli malı olduğunu ve Türk diliyle şeker

çe konuştuğu için Türkçe yazdığım söyleyen Şeyhoğlu, ku­

bir şair olarak görünür (bk. Hüseyin Ayan, Hurşid-nlime 1 979). Şeyhoğlu Mustafa Kenzü'l-kübera ve milıakku'l-ulema adlı mensur eserini 23 recep 803/9 mart 1 40 1 'de tamamlayarak Yıldırım Baye­ zid'in ricalinden Paşa Ağa bin Hoca Paşacık adında birine

(Hurşid ü Ferahşad), Erzurum

sunmuştur. Eser Ncemeddin-i Razi'nin Selçuklu sultanı 1 . Alaeddin'e sunduğu Mirsadü'l-ibad adlı tanınmış Farsça

mensur eserin 5 babının tercümesidir. Şeyhoğlu'nun Kenzü'l ­ k ii bera'ya Dehhani'den, Hoca Mes'ud'dan, Yusuf Meddah'

tan ·, Elvan Çelebi'den ve Has (?)'dan şiirler de koymuş olma­ sı, Kenzü'l-kübera'nın edebiyat tarihi yönünden değerini ar­ tırmıştır. Tek yazma nüshası Fuad Köprülü'nün özel kü­ tüphane>inde bulunan Kenzü'l-kübera'yı Mustafa Çetin Var­ lık baskıya hazırlamaktadır (bk. 15 - 20/X/1973 Türkoloji Kongresi, Tebliğler, 1 979, 544 - 552). Hurşid-nôme ile Kenzü'l-kübera'da ve Mecmuatü'n-nezair'deki 5 gazelinde şa­

ir, adını Şeyhoğlu (bir gazelinde İbn-i Şeyh) olarak vermiş­ tir. Hurşid-nôme'de yalnız bir yerde adının Mustafa oldu­ ğunu söyler (268 . beyit). Ayrıca, Abmedi'nin şiirlerinden ve Tutmacı'nın Gül ü Hüsrev inden adının Mustafa oldu· '

ğu anlaşılmaktadır. Germiyan beyi Süleyman Şah adına Kabus-name ile Merzuban-nlime'yi çeviren Şeyhoğlu Sadrüddin ile Şeyhoğlu

Mustafa'nın aynı şahıs olduğu ileri sürülmüş (Z. Korkmaz, Kabus-nôme ve Marzııban-name çevirileri kimindir, "Türk

Dili Araştırmaları Yıllığı" 1 966, 267 - 278) ise de, bu iki şahsın aynı kişi olduğunu kesinlikle söyleyecek belge elde bulunmamaktadır. Tutmacı Gül ü Hüsrev mesnevisinde Şeyhoğlu Musta­ fa'nın Kıssa-ı Yıisuf yazdığım bildirirse de, bugüne kadar

gibi tatlı b!r eser düzdüğünü övünerek söyler. Fahri'nin

ele geçmemiştir (bk. A. S. Levend, Tutmacı'nın Gül ü Hüs­ rev mesnevisi, VIII. Türk Dili Kurultayında okunan Bilim­

Hüsrev ü Şiri ı ı inin tek yazma nüshası B . Flemming tara­

sel Bildiriler. 1957, 1 7 1).

fından yayınlanmı�tır (Wiesbaden 1 974).

Ahmedi (ölm. 8 1 5/14 1 3 ) bu yüzyılın en çok eser yaz­ mış olan alim şairlerindendir. Divanından başka mesnevt alanında üç büyük eser meydana ge�irmiştir. Bu üç mesne­

'

Germiyan sahasında yetişmiş olan Şeyhoğlu Mustafa ( 1 340 - 1 4 1 0), Germiyan sarayında Süleyman Şah'ın nişancı­ lığını ve defterdarlığını yapmış nüfuzlu bir kişidir. Hoca Mes'ud'un şagirdlcrinden olan Şeyhoğlu , Süleyman Şah adı­ na yazmaya başladığı Hurşid-nlime mesnevisini 789/ 1 387 yı­ lı rebiülevvelinin sonunda tamamlayarak Yıldırım Bayezid'e sunmuştur. Şeyhoğlu eserine Şebistan-ı uşşak adını koy­ muş, fakat bunu külfetli bulanlar "Hurşid-name" diyeler sözüyle esere tanınmış olan adı vermiştir. Eser, 7 640 beyit olup hezec bahrinin meffı'ilün mefa'ilün fa'ulün vemiyle yazılmıştır. Mesnevi aralarına kahramanların ağzından söy­ lettiği 19 gazel ile bir terci-i bend yerleştirmiştir. Bu ga­ zellerde 9 ayrı vezin kullanmış olması onun sanat zevkine sahip usta bir şair olduğunu gösterir. Şeyhoğlu'nun, Türkçe­ nin sert, kaba ve tatsız bir dil olduğunu ve tanınmamış bu­ lunduğunu söylemesi, e>erini meydana getirirken harcadığı

visinden en ünlüsü İskeııder-nlime'sidir. Abmedi İskender­ n a me'yi Germiyan beyi Süleyman Şah adına yazmaya baş­ lamış, fakat onun ölümünden sonra ( 1 387) bitirmiştir

(89 2 / 1 390). Abmedi e>erine sonradan bazı eklemeler yap­ mış, 8 1 0/1407'de Bursa'da yazdığı Mevlid bölümünü ve Te vari/ı-i müluk-ı al-i Osman kısımlarını da koymuştur (bk. N . . S . Banarlı, A lımedi ve Dastan-ı tevarih-i m üluk-ı al-i Os­ man ve Cemşid ü Hurşid, "Türkiyat Mecmuası" VI, 1937, s. 177 - 285; ayrıca bk. İsmail Ünvcr, Türk edebiyatında İskender-name/er. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi kütüp­ hanesi , b asıl mamış doktora tezi, No. 205).

Abmedi Divan'ı, kasideler, gazeller, terkib-i bend ve terci-i bendierden oluşan hacimli bir divandır. Elde bulu-

92

TORK EDEBİYA Tl, Eski

nan 4 yazmasının e n eskisi (S40/ l437) Il. Murad adına ya­ zılmıştır (Süleymaniye Murad Molla Kt p. Hamidiye No . 10S2; Londra British Mu>eum yazması S43/ 1440 Or. 4 1 2 7 ; İstanbul İslami Ese r ler Müzesi S5 1 No. 2). Mu­ rad Molla Düğümlü Baba nüshasında No. 401 ) 63 kasi­ de, 724 gazel, 5 te rki b - i bend, 2 terci-i bend vardır. Divanda­ ki şiirler türlere göre d üzenlenmemiştir. Mecmuatü'n-nezair, Camiü ' n-nez air Pervane Beg gibi şiir mecmualarında bu­ lunan gazellerinin çoğu divan nüshalannda yoktur. Kas i­ delennde en çok Emir Süleyman'ı övmüştür. İran şiirinin bütün mazmunlarını ve sanatlarını divan şiirine aktarmış olan Abmedi, Hoca Dehhani'den sonra Kadı Burhaneddin ile birlikte Türk divan şiirinin kurucularındandır. Şiirleri duygu yönünden derin olmamakla birlikte teknik bakımdan mükemmel ve kusursuzdur. Şiirlerinde aşk, şarap, bahar konularını işlemiştir. Tasavvufun da etkisi altında kalmış, Yunus Emre'ye, Aşık Paşa'ya, Nesimi'ye nazi re le r yaz­ mıştır. Gülşehri'nin Mantıku't-tayr'daki övünmelerini hoş görmeyen Ahmedi, kendisini Gülşehri'den ve Şeyhoğlu'dan üstün görür. XV. yüzyılın Şeyhi ve Ahmed Paşa gibi büyük şairlerini etkileyen Abmedi'nin şöhreti Bağdad'a kadar uzanmış, Fuzuli Leyla vü Mecn u n' unda Anadolu şairleri olarak Ahmedi, Şeyhi ve Halili'nin adlarını saymıştır. ,

S 000 beyti aşan ve fa'ilatün-fa'iH'ltün-fa'ilün vezniyle yazılmış olan İskender-name, Nizami'nin aynı addaki e se ­ rinin çevirisidir. Ne var ki Ah m e d i , Nizami'nin eserine yeni motifler eklemiş, bazı olayları çıkarmış veya yeni olay­ lar katmış, böylece eseri telif durumuna sokmuştur. Eserde Makedonyalı İskender'in doğu ül ke l erini fethi menkıbe­ leştirilerek anlatılmış, ayrıca İskender'in gönül maceraları­ na da yer verilmiş, kiş i l i ğ i Kur'an'daki İskender-i Zül­ kameyn'le birleştirilmiştir. İsken der- n ame 'de Abmedi ge­ niş İslam kültürünü sergilemiş, her olayın sonuna koyduğu kıssadan hisse mahiyetindeki temsillerle nasihat verme ama­ cını gütmüştür. Abmedi'nin İskender-name'si bu yüzyıld:ı yazılan memeviierin en önemlilerinden olup edebiyatımız­ da bu konudaki mesnevilerin ilki ve en mükemmelidir.

Abmedi Cemşid ü Bu rşid adlı mesnevisini S06/ 140'3' te tamamlamış ve Emir Süleyman'a sunmuştur. Abmedi Cemşid ü Bu rşid 'i Çelebi Süleyman'ın kendisinden değişik bir eser yazmasını istemesi üzerine Selman-ı Saveci'nin Fars­ ça eserini genişleterek Türkçeye çevirmiştir. E s e rin aslı 2 700 beyit olduğu halde hikayeyi 5 000 beyte çıkarmıştır. Meh­ met Akalın, Cemşid ü B u rşi d i hastırmıştır (Atatürk Üniver­ siteJi yay. Ankara 1975). '

Abmedi'nin Tervihü'l-ervalı adlı mesnevisi 1 0 000 bey­ ti aşan büyük bir ese rd i r . Abmedi bu eserinde tıp alanın­ daki geniş bilgisini göstermiş, ayrıca diğer ilimlerdeki bil­ gisini de sergi lem i şti r . Çelebi Süleyman ad ı n a yazılmış olan Tervihü'l-ervah, d i l ve t ı p tarihi bakımından ön em l i bir eserdir. Ahmedi, At tar'ı n Esrar-name'sini de Türkçeye çevir­ miştir. 1 752 bey it olan Esrar-name çevirisi fa'ilatün ffı'ila­ tün fa'ilün vezniyledir. Fuad Köprülü, Esrar-name'nin Alı­ medi'nin olmadığı, kendi kütüphanesindeki bir yazmanın sonunda eserin SOO'de Tebriz'de Ahmed adlı başka bir şair tarafından yazılmış olduğu inancındadır (bk. İ sl am Ansiklopedisi : Ahmedi). Dil ve Tarih - Coğrafya Fakül­ tesi Ktp. İ. Saib B l . No. 162S/1 ile Ayasofya 3452 Esrar-name nüshalarında da SOO'de Tebriz'de yazılmış ol­ duğu yazılıdır. Ancak eserin sonuna d ikkat edilince çeviri-

nin bittiğini belli eden beyitten sonra gelen ve SOO tarihin­ de Tebriz'de yazılmış olduğunu bildiren beyitlerin eseri kopye eden tarafından yapılmış olduğu kolayca anlaşılmak­ tadır. Nitekim Bursa İl Halk Küt üph ane s inde (Genel 4777) H. 96 1 tarihli bir Esrar-name ile İs tanb u l Üniversitesi Ktp. No. 4S 1 'd e ki yazınada eserin bittiği belli olan beyitten son­ ra SOO'de Tebriz'de yazıldığını gösteren beyitler yoktur. Ay­ rıca Esrar-n a m e ' ni n dili de t am a m ıyla Anadolu Türkçesi olup Abmedi 'nin diğer eserlerinin dilinden farksızdır. Abmedi'nin Vis ü R am in i çevirmeye başladığı, fakat bitirerneden öldüğü XV. yüzyıl şairlerinden Abdülvasi Çe­ l ebi' ni n Halil-nôme adlı mesnevisinde haber verilmektedir (bk. Günay Alpay, A bdülvasi Çelebi, eseri ve nüshaları . "Türk D i l i Araştırmaları Yıllığı" 1969, 202). '

Abmedi'nin Farsça - Arapça manzum Mirkatü'l-edeb, (Ali A l parslan , A lımedi'nin yeni bulıman bir eseri, Mirka­ tü'l-edeb, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" 1 960, X, 35 4 1 , başka bir nüshası Türk Dil Kurumu Ktp. No. 1 63), Bedayiü's-sihr fi sanayii'ş-şi'r, Mi 'yarü l e deb (sarftan), Mi­ zanü'l-edeb (nahivden) adlı manzumeleri vardır (bk. Nihat Çetin, A lı me di'n in bilinmeyen eserleri, "İstanbul Üniversi­ tesi Tarih Dergisi", 1 950 - 1 95 1 , Il , 3 - 4 : 103 - 1 0S). Kay­ naklarda Abmedi'nin birkaç eserinin daha adı verilmişse de elde yoktur. '

-

Mehmed adlı bir şa i r in XIV. yüzyıl sonunda yazdığı Tşk-name (Tıılıfe-name) Perruh ile Hüma arasında geçen b e şe ri bir aşk hikayesidir. Eserin as l ı Farsçadır. Mehmed, M ı s ır' da ele geçirdiği Doğu Türkçesiyle yazılmış eserin mensur çevirisini nazına çek m i ş ti r . Mısır'da yazmaya baş­ ladığı eserini 10 rebiülahir S00/ 1 39S'de bilirerek I. Baye­ zid'in oğlu Emir Süleyman'a Mısır hediyesi di yerek sun­ muştur. S 702 beyit olan lşk-name mefi'il ün mefa'ilün fa' fılü n vezniyle yazılmış olup mesnevi aralarında gazeller de bulu nmaktadır . Hemen bütün me sn evilerde bulunan nasi­ hat verme, İslami ahliikı telkin etme k aygı s ı lşk-name'cle de vardır. Motiflerin zeng i n l i ği vezin ve edebi sanatların ,

kullanılması bakımından başarılı bir mesnevidir. Paris Mil­ li Kü t üph a ne s in de tek y a zm a nüshası bulunan lşk na m e'yi Sedit Y ü kse l yayınlamıştır (Ankara 1 965). -

.

Tutmacı'nın Gü l ü Büsrev memevisi Attar'ın Gül ii Büsrev veya Hüsrev-ııame a d l ı eserinin çevirisidir. Yazarı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Eserin tek yazması A. S. Levend'in kütüphanesindedir. 7 70S beyit olan Attar'ın ese­ rini (H. 1 295 Hindistan baskısı) kısaltarak çevirmiştir. 5 370 beyit olan G iil ü Bü srev mefi'ilün mefa'ilün fa'ulün vez­ n iy l edi r . Eserde Abmedi'nin İskender-name'si ile Şeyhoğlu' nun Bıırşid-name'sinden söz ettiğine göre bu eser XIV. yüz­ yılın sonlarında yazılmıştır. Gül ü Büsrev'de Çağatay ve Azeri dili özell ikleri de görülür (bk. A. S. Levend, Tutma­ cı'nın Gül ii Hüsrev nıesııevlsi, B i l ims e l Bildiriler, 1957,

169 - 174). Mevlevi Yusuf-ı Meddalı'ın Varka ve Gülşa h mesnevi­ sinin 770/ 1 36S Sivas'ta yazılmış olduğunu İ. H. Uzunçar­ şılı h ab er vermektedir (A nadolu beylikleri 1937, S2). Var­ ka ve Gülşah bir aşk ve macera hikayesidir. Eserin yazarı olduğu kabul edilen Yusuf-ı M e dd ah Varka ve Gülşah' ın hikayesini meclislerde parça parça okuduğu için 6 mec­ lise ayrılmıştır. i. H. Ertaylan'ın yayınladığı metin 559 beyit olup fa'ilatün fa'ilatün fa'ilün vezniyle yazılmıştır. Mesnevi aralannda kahramanların ağzından söylenmiş ga­ zeller d e vardır (bk. i. H. Ertaylan, Varka ve Gü/şah, tet,

TORK EDEBiYATI, Eski kik ve metin, 1 945; "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" 1 946, V, 3 3 - 50). Yusrif-ı Meddalı'ın olduğu belirtilen Hamuş ­ name, Dastan-ı İ blis, Maktel-i Hüseyn mesnevilerinin ya­ zarı olarak Yusuf-ı Meddah belirtiliyona da, onun ya­ zar mı, yoksa anlatan mı olduğu bilinmiyor. Nitekim Kız mevlid adıyla pek çok yazmaları bulunan Hika­ yet-4 kız ve calıııd ve Kadı ile uğrıı destanı yazma�ı­ nın sonunda da Yusuf-ı Meddalı'ın adı bulunduğu gibi (Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud No. 1 930/5 , la - 55b), toplantılarda anlatılan türden başka hikayelerde de Yusuf-ı Meddah adına rastlanmaktadır (Bursa İl Halk Ktp. Genel 987 Mevlid v. 42 a). Kemaloğlu İsmail'in 789/ 1 3 87'de Trablusşam'da yazdı­ ğı Ferah-name (Afyon İl Halk Ktp. Gedik Ahmed Paşa Bl. No. 1 8349/2, v. 101 a - 200 b), 3 030 beyitli meU'ilün me­ U'ilün fa'ülün vezniyle yazılmış, içinde masal unsurları da bulunan bir macera hikayesidir. Trablusşam'da hakimiyet sürdüren Mir Gazi'ye sunulmuştur. Kemaloğlu'nun eserini Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplardan yararlanarak meyda­ na getirdiğini söylemesinden eserinin telif olduğu anlaşıl­ maktadır. Başka şairlerin mesnevilerinde de görülen nasihat verme kaygısı Ferah-name'de daha belirgindir. Bu yüzden Kemaloğlu eserinin bir "İbret-name" olduğunu belirtmiştir. (bk. F. Köprülü, Hatiboğ/u ve Ferah-name'si, Türkiyat Mec­ muası, Il). Pir Mahmud adlı bir şairin Balıtiyar-name mesncvisi (Afyon İl Halk Ktp. Feralı -name ile aynı yazmada), içeri­ sinde didaktik unsurların da bulunduğu bir macera hika­ yesi olup bu yüzyılda yazılan eserlerdendir. İbrahim b. Balı'nin Mısır hükümdan Kayıtbay'a sun­ duğu 13 000 beyit civarındaki ansiklopedik eseri Hikmet­ name (İstanbul Millet Ktp. No. 3 290) bu yüzyıl mesnevi­ lerindendir.

XIV. yüzyılda manzum sözlüklerin de yazılmaya baş­ landığı görülür. Abmedi'nin Farsça - Arapça manzum söz­ lüğü Mirkatü'l-edeb ile Ahmed-i Dai'nin Ukudü'l-cevahir adlı Arapça - Far3ça lugati, Tireli Abdüllatif Feriştehoğlu (İbn Melek, ölın. 797 / l 3 94)'nun 795/ 1 3 92'de torunu Ab­ durrahman için yazdığı Arapça - Türkçe manzum sözlüğii vardır (Kütüphanelerde yazma nü>haları çoktur. İstanbul Üniversitesi Ktp. TY. 3290). XIV. yüzyıl mesnevilerinde en çok U'ilatün fa'ilatün fa'ul veznini kullanmıştır. Menakıbıı'l-kudsiyye, fe'iHitün kender-name, dini, destani bütün gazavat-name'ler, Hz. Muh ammed'in mucizelerini anlatan bütün hikayeler, Fakih ile Darir'in Yusuf u Züleylıa'ları, Varka ve Gülşah , Man-• sur-name, Maktel-i Hüseyn, Mahşer-niime, A hval-i kıya­ met gibi eserler bu vezinle yazılmıştır. Bu yüzyıl mesnevilerinde ikinci sırayı alan vezin, me­ fii'ilün mefa'ilün fa'Cılün'dür. Fahri'nin Hüsrev ü Şirin'i, Abmedi'nin Cemsid ü Hurşid'i ile Tervilıü'l-ervah'ı Işk-na­ me, Tutmacı'nın Gül ü Hüsrev'i bu veznin kullanıldığı ör­ nekler arasında sayılabilir. Hoca Mes' ud, Süheyl ü Nevbahar ile Ferheng-name-i Sa'di adlı eserlerinin her ikisinde de fa'Cılün fa'Cılün fa'Cılün fa'Cıl veznini kullanmıştır. Meııakıbıı'l-k udsiyye, fe'ilatlin mefa'ilün fe'ilün vezniyle yazılmıştır. Bu yüzyılda tertip edilmiş divanlar, Nesimi, Kadı Bur­ haneddin, Abmedi ve Kaygusuz A bd al'ın divanlarıdır. Alı­ medi ile Şeyhi'nin çağdaşı olduğu bildiri len Safi'nin divanı

93

British Museum'dadır (Or. 7579). Yalnızca mesnevileri eli­ mizde bulunan şairlerle şuara tezk i reler inde, Mecmuatü'n­ nezair ve Camiü'n-nezair'de adları ve şiirler i bulunan pek çok şairin divan tertip edip etmemiş olduklarını bilmiyoruz. Tezkirelerde divanı olduğu yazıldığı halde günümüze ka­ dar eseri gelmemiş olanlar vardır. Yıldırım Bayezid devri şairlerinden olup Ahmed Paşa'nın şiirlerine nazireler yazmış olduğu Niyazi-i Kadim'in divanının Timur vakasında kay­ bolduğunu Sehi, Latifi ve Ali haber veriyorlar. Niyazi'nin bir de Mansur-name adlı mes nevis i vardır. Sehi tezkiresin­ de (İstanbul 1 3 25, 70) "şu'ara-yı mütekaddiminden" ol­ duğunu bildirdiği Ali'nin divan sahibi olduğu kaydediline de, eseri elimizde yoktur. Yine Sehi'de (s. 35) Kasımi mah­ lasıyla şiirler yazmış olan İsfend i yar Beg oğlu Kasım Beg' in divan sahibi bir şair olduğu yazılı ise de, divanı elde değildir. Kadı Burhaneddin ( 1 344 - 1 3 98) XIV. yüzyılın 2. yarısında Anadolu'da yaşamış, kadılık, vezirlik, naiplik ve hükümdarl ık yapmış alim ve şair bir devlet adamıdır. Oğuz­ ların Salur boyundan olan ailesi Harezm'den g elerek Ana­ dolu'ya yerleşmiştir. Babası Kayseri k ad ıs ı Şemseddin Mu­ hammed'den daha beş yaşında iken ders almaya başlamış, sonra Mısır'a, Şam'a ve Haleb'e giderek tahsilini ilerletmiş, genellikle fıkıh ve mul-i fıkıhta g eni ş bilgi sahibi olmuştur. Babasın ın ölümü üzerine 2 1 yaşında iken Eretna beyi Gı­ yaseddin Muhammed tarafından Kayseri kadılığına geti­ r i l m i ş . d?.ha sonra Eretna devletinde vezirlik ve naiplik görevleri verilmiştir. Eretna devletinin yıkılıp parçalanması üzerine 1 3 8 1 'de Sivas'ta hükümdarlığını ilan eden Kadı Burhaneddin'in bun­ dan sonraki hayatı mücadelelerle geçmiştir. Eretna emirli­ ğ i n i n topraklarını elde edebilmek için Osmanoğulları, K'l­ ramanoğulları, Memlfıkler v e Akkoyunlularla devamlı sa­ vaşmış, sonunda Akkoyunlu Karayülük Osman'la yaptığı bir savaşta yenilerek esir düşmüş ve öldürülmüştür (bk. BURHANEDDİN, Ahmed, Kadı). Kadı Burhaneddin, mücadelelerle geçen hayatında ilim­ le ve şiirle uğraşmaya da vakit ayırabilmiştir. Arapça telif eserler, büyük bir divan teşkil e decek kadar şiirler y azm ı ş ­ tır. Onun zeki, sert ve mücadeleci karakteri bazı ş ii rlerine yansımıştır. Gazeller, rubailer ve tuyuğlardan oluşan d i ­ vanının British Museum'da bulunan tek yazma nüshasının (796/ 1 393) tıpkıbasımı yayınlanmıştır (Ankara 1 944). Mu­ harrem Ergin, transkripsiy(\nlu olarak ye ni yazıya çe­ virisini yapmıştır (İstanbul 1 980). Ayrıca Ali Alparslan divandan seçmeler yaparak şiirleri açıklamalarla düz yazı­ ya çevirmiştir (Ankara 1 977). F. Köprülü, Kadı Burhaneddin'in dilinin Azeri leh­ çesi öz�llikleri göstermekle birlikte Anadolu edeb iyatı kad­ rosu içerisinde zikredilmesi icap ettiğini söyler (A nadolu'da Türk dili ve edebiyatınlll tekilmü/üne umumi bir bakış, Türk edebiyatı tarihi, 1 980, 2. bas., 3 5 1). Daha sonraki yazarlar, Köprüiii'nün bu ifadesini daha da abartarak Kadı Burhaneddin'i Azeri lehçesiyle yazanlar kadrosunda gös­ termişlerdir (b k. N. S. Banarlı, Resimli Türk edebiyatı ta­ rihi, 3 66). Kadı Burhaneddin Orta Anadolulu olup Sivas'ta hükümdarlık

yapmış

bir Anadolu ş airid ir. XVI. yüzyı l ­

dan önce bütün Türk ülkeleri arasında sıkı bir kül­ tür alışverişi g ör ü l ür. Ş ai r ler hangi sahada yetişirse yetiş­ sin

e5erleri

bütün

Türk

ülkelerine

yayılmaktaydı.

Ay-

TORK EDEBiYATI, Eski

94

dınlar, diğer Türk sahalarının kültür ve edebiyatlarıy­ la yakından ilgileniyorlardı. Kadı Burhaneddin, Orta Anadolu ağzıyla birlikte Azeri ve Doğu Türkçesinin özelliklerine de yabancı kalmamıştır (M. Ergin, Kadı Bur­ haneddin divanı üzerine bir gramer denemesi, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi", IV, 3 : 287 - 327). Kadı Burhaneddin, Delılıani ile başlayan Türk divan şiirine İran şiirinin maz­ munlarını geniş ölçüde getirmiş ve bu mazmunlar ile kullanı­ lan Türkçenin dil ve ifade imkanlarından yararlanarak sık sık cinas ve tevriye sanatları yapmıştır. Bu sanatları yapar­ ken özellikle deyimierin mecazlı anlamlarıyla oynamıştır. Di­ li sade olup Farsça terkipler çok azdır. Bu ise fazlaca ima­ leler yapmasına sebep olmuştur. Kadı Burhaneddin'in tu­ vu�lar yazma>ı. cinaslı kafiyeter yapması onun milli zevke bağlılığını gösterir. Onun ihtiraslı ruhu, sevgi alanında da derin duygularla sarsılmış ve duygularını aynı derinlikte duyurabilen bir ifade gücü gö:ıtermiştir. Kadı Burhaneddin şiirlerinde tasavvufun düşünce ve mecazlarına yer vermiş olmakla birlikte. şiirlerinde daha çok aşktan, şaraptan, eğ­ lenceden hoşlanan realist ve ihtiraslı bir insanın dünya zevklerini dile getirm iştir. X IV . yüzyılda yazılmış mensur e:ıerlere gelince : Kul Mes'ud. Aydınoğullarından Umur Bey (709 - 748/ 1 309 1 347)'in emri ile Farsçadan Kelile ve Dimne'yi çevirmiştir. Asl ı Ser yazmış olması ka­ biliyetinin ve zekasının üstünlüğünü gösterir. Aşık Çelebi Zati'yi Necati'den sonraki şairlerin en büyüğü olarak gös­ terir. Ahdi yeni ve renkli manalar yaratmaktaki yeteneğini parlak sözlerle ve benzetmelerle över. İlhamın bolluğu, ko­ lay ve rahat söyleyişi ile XVI. yüzyılda kaside ve gazelde bir merhale olan Zati, gençlerin yetişmesindeki üstadlığı ile de edebiyat tarihimizde yer almıştır. '

Hayali (ölm. 964/1 557) XVI. yüzyılın ilk yarısında gazel alanında tanınmış şairlerin en büyüğüdür (bk. HA­ YALi>. 1 4 yaşında şiir yazdığım söyleyen Hayali genç­ liğinde rint ve avare bir hayata meyletmiş, tasavvufun dünya nimetlerine değer vermeyen, insanlara iç alemin manevi zevklerini tattıran telkinleri Hayali'yi daha çok cezbetmiştir. Bu yüzden bir süre Kalender! dervişlerle do­ laşan Hayali tam bir tahsil görmemiş, İstanbul'da onlar­ dan ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra tahsil ile me5gul olmuştur. Şiirleriyle Defterdar Iskender Çelebi'nin, onun vasıtasıyla da Sadrazam İbrahim Paşa'nın ve Kanuni'nin teveccühlerini kazanan Hayali oldukça rahat bir yaşayışa kavuşmuştur. İskender Çelebi ile İbrahim Paşa'nın ölü­ münden sonra sıkıntılı günler geçirmiş, Kanuni'den Rume­ li'de bir sancakbeyliği alarak İstanbul'dan ayrılmıştır. Me­ zarı Edirne'dedir. Yüksek bir şairlik yeteneğine sahip olan Hayali ta­ tavvuf neşvesinden gelen iç zenginliği ve kalender mizacı, rint ve kayıtsız yaşayışı, sadeliğe ve tabiiliğe meyli ile gazele taze bir hava, yeni bir ses getirmiştir. Şiirlerinde fakr, kanaat, tecerrüt, abdal, ışık gibi tasavvuf terimlerini sık sık kullanınakla birlikte mutasavvıf bir şair değildir. Şiir sanatiarına ve kelime oyunlarına düşkün olmayan, sade ve külfetsi z yazan Hayali, rint meşrebi, zengin iç alemi, ince hayalleri, yerli renkleri, samimi, külfetsiz söyleyişi ile orijinal bir şairdir. Ahdi tezkiresinde Hayali'yi Hctfız'a benzeterek Rum'un, yani Anadolu'nun " Hafız-ı Şiraz"ı de-

miştir. Hayali'nin çağdaşı Safi de Osmanlı şa frlerini İran şairleri ile karşılaştırdığı bir şiirinde onu Hafız'a benzet­ miştir (A. N. Tarlan, Hayall Bey divanı, İstanbul 1 945, s. XIII). Çünkü Hayali'nin şiirlerindeki tasavvuf neşvesi, sa­ delik.

samimilik

ve

incelik,

rintl ik

ve

kayıtsızl ık.

dünya

nimetlerine değer vermeme Hafız'ın şiirlerinin de özellik­ Ierindendir. Şöhretiyle çağdaşları Zati, Kara Fazlı, Yahya Bey, Hayreti, İshak Çelebi gibi büyük şairleri göl�elemiş­ tir. Hayali'nin Fuzuli ile Necati'yi beğenerek onlara nazi­ reler y azmış olması şiir zevkinin üstünlüğünü gösterir. Fu­ zuli ile Bağdad'da tanıştıkları sanılmaktadır. Necati'yi çok beğenen Hayali'nin şiirde Necati'nin yerine kendisinin geç­ tiğini söylemesini zamanın hükmü de doğrulamıştır. imparatorluk merkezinde doğup yetişen Baki ( 1 526 1 600). mükemmel bir tahsil görmüş, daha medresede okur­ ken hocası Karamani Mehmed Efendiye yazdığı "Sünbül" kasidesiyle şairlik ününe kavuşmuştur. Devrinde yaşadığı dört padişahtan da büyük bir teveccüh görmüş olan B aki, pek az şaire nasip olan itibarlı bir ömür sürmüş, impara­ torluğun her yanına yayılan ünüyle çağdaşı olan büyük şairleri bile gölgede bırakmıştır (bk. BAKI). Daha hayatta iken Sultanü'ş-şu'ara ve Melikü'ş-şu'ara olarak taçlandırı­ lan Baki, kendisi de şiir ülkesinin padişahı olduğunu, ka­ side ve gazelin kendisine sunulduğunu sanatlı bir ifade ile söyler. Baki, şiirlerini aşk, tabiat ve rintlik konularında yaz­ mış, dünya zevklerini terennüm etmiştir. Şiirlerinde din konusuna yer vermemiş olup arasıra onun, her halde guru­ runun ineindiği ve sarsıldığı zamanlarda tasavvufun huzur verici alemine sığındığı olmuştur. Ali N. Tarlan, Baki ile Hayali'nin şiirlerini karşılaştırırken "Baki tasavvufa nadi­ ren girmiş, Hayali ise nadiren o çemberden kurtulabilmiş­ tir" der (A. N. Tarlan, Hayall - Baki, "Türk Dili ve Ede­ biyatı Dergisi" 1 946, I, 32). Onun şiirlerinde Fuzuli'nin şiirlerindeki duygu derinliği ve lirizm yoktur. Kendisinin de söylediği gibi, o şiir sanatının usta bir kuyumcusudur. Şiir sanatlarına, özellikle tenasüp, tevriye ve cinasa çok düşkündür. Onun bir mısraındaki veya bir beytindeki bü­ tün kelimeler arasında ilgi vardır. Baki, sanatları, kelime oyunlarını yaparken hayattan, çevresinden, gelenek, görenek ve inançlardan, üç dildeki kelimelerin her türlü anlam im­ kanlarından, Türkçe deyimierin mecazlı anlamlarından ya­ rarlanmıştır. Kasidelerinde Arapça ve Farsça kelimeleri ve tamlamaları oldukça çok kullanınakla birlikte Türkçenin tabii sentaksını, ifade özelliklerini, İstanbul Türkçesinin inceliğini şiirlerine kolayca yerleştirmiş olan bir dil ustası­ dır. Baki, sanatın, "tasannu"un içinde boğulup kalmamış, bir kuyumcu titizliği ile işlediği muhtevayı ifade mükem­ melliği ile bütünleştirerek sanatının kalıcılığını sağlamıştır. Aynı zamanda büyük bir ahenk şairi olan Baki'nin beyit­ lerindeki bütün kelimelerde insanı şaşırtacak ölçüde bir ses uyumu vardır. O, veznin ve kafiyenin sağladığı imkan­ lar dışında cinas ve iştikak sanatlarından da yararlanmış, kelimeleri titizlikle seçmiştir. Onun dehası bütün bu ahenk unsurlarını ayrı ayrı görevlendirerek her beyitte adeta çok­ sesli bir müzik kompozisyonu yaratmıştır. Gerek muhteva gerek ifade yönünden bir sanat değeri taşıyan ahenkli şiir­ Ieriyle yaşadığı devirdeki Osmanlı Imparatorluğunun baş­ ınetini duyurabilmiştir. Şiirlerinde inci, elmas, yakut, züm­ rüt, la'!, firuze gibi kelimeleri bol bol kullanan, impara­ torluk merkezine değerli eşyalar taşıyan kervanlara, ba-

TORK EDEBiYATI, Eski harat taeirierine ait mazmunlar yapan Baki'nin şiirlerin� Osmanlı ülkesinin zenginliği sanki aksetmiş gibidir. Baki dehası ile yüzyılların çabası sonunda erişilen bir gelişmede zirveye ulaşmıştır. Onun muhteşem mersiyesi, Ahmedilerin, Şeyhilerin, Ahmed Paşaların, Nceatilerin mer­ siyelerinin hazırladığı zemin üzerinde heybetle yükselmiştir. O, davudi gür sesini bu kubbede bir hoş seda olarak ebe­ dileştirmiş büyük bir sanatkardır. Baki'nin şairliğini gösteren tek eseri Divan'ıdır. Kü­ tüphanelerde Fuzuli divanından sonra yazma nüshaları en çok bulunan divan Baki'ninkidir. Bu, onun çok okundu­ ğunu, ününün yaygınlığını, sürekliliğini gö3terir. Divanın 1 276 tarihli taş baskısı, çok eksik ve yanlıştır. Rudolf Dvorak'ın 1 9 1 l 'de Leiden'de yayınladığı tenkitli baskıda yalnız gazeller bulunduğu gibi, Türkiye'deki yazmalardan da yararlanılmamıştır. Güvenilir bir metin değildir. S. N. Ergun'un 1935'te hastırdığı Baki D i v a n ı nda kasideler de vardır. Baki'nin Divan'ındaki şiirlerin çoğu bu baskıya gi­ rebilmişse de, eksikler, yanlış okunuşlar vardır. Bu baskı­ da yapılan büyük yanlışlık gazellerdeki klasik düzenin alt üst edilmiş olmasıdır. Bütün bu sebeplerle Baki Divan'ının. onun sanatçı kişiliğine yakışan bir baskısının yapılması ge­ reklidir. Baki'nin Divan'ından başka, Arapçadan çevirdiği şu eserleri vardır : Me'alimü'l-yakin fi sireti Seyyidi'l-mürse­ lin : Bu eser İmam Kastalani'nin kısaca e/ - Mevahibü'l-le­ dünniye adıyla tanınan ünlü siyerinin çevirisidir. Baki pek çok esere baş vurarak Şafii mezhebinden olan Kastalani'nin bazı görüşlerini Hanefi mezhebine göre değiştirmiş, birta­ kım eklemeler ve çıkartmalada çevirisini telif durumuna sokmuştur. Oldukça sade bir dille ve akıcı bir üslupla ya­ zılmış olan eser eski harflerle iki cilt halinde bastırılmış­ tır. Baki'nin ikinci çevirisi Fezai/ü'l-cihad'dır. Cihadın erdemleri anlatılmıştır. Baki, Sokullu Mehmed Paşa'ya sunduğu çevirisine ağır bir dil ile ve manzum parça­ larta süslü bir önsöz koymuş, fakat çeviri kısmını çok sa­ de bir Türkçe ile yazmıştır. Fezai/ü'l-cihcıd'ın, Baki'nin el yazısıyla olan nüshası İstanbul Millet Kütüphanesindedir. Fezail-i Mekke, Kutbüddin Ahmed Mekki'nin Mekke ta­ rihinin çevirisidir. Baki, bu eseri Sokullu'nun emri ile Mek­ ke kadılığı sırasında çevirmiştir. Baki eserinin III. Murad · ile sokullu'yu övdüğü başlangıç kısmını ağır bir dille ve süslü bir üslupla, çeviri kısmını ise sade ve temiz bir dille yazmıştır. Feı.ail-i Mekke' n in yazmaları vardır. '

Kırk Hadis çevirisi : Baki hakkında en geniş bilgiyi veren Nev'i'nin oğlu Atai, ŞekayJk zeylinde, B aki'nin Ey­ yüb müderrisliği sırasında Eyyub-i Ensari'den rivayet edi­ len kırk hadisi toplayarak Türkçeye çevirmiş olduğunu ve eserin Eyyub-i

Ensari türbesinde bulunduğunu yazmışsa da, bugün eser ortada yoktur (bk. F. Köprülii, İ slam An­ siklopedisi : Baki; S. N. Ergun, Türk şairleri ll, 1 14 - 797).

Nev'i ( 1 5 3 3 - 1599) XVI. yüzyılın tanınmış şairlerin­ dendir. Adı Yahya olup Malkara'da doğmuştur. Bu yüz­ den Malkaralı Nev'i diye tanınır (bk. NEV'İ). Ncv'i İ s­ tanbul'da çok iyi bir medrese öğrenimi görerek yetişmiş, devrin tanınmış iki kardeş alimi (Ahaveyn) Karamanlı Ah­ med ve Mehmed efendilerden ders okumuştur. Medrese arkadaşları arasında Baki, Hoca Sadeddin Efendi, Edimc­ li Mecdi, Üsküplü V alihi gibi 14 şairin bulunduğunu oğlu Atai yazar (Şekayık ı.eyli, 4 1 3). Nev'i çok saydığı ve bağ­ landığı hacası Mehıned Efendi'ye üç kasi de yazmıştır. Ba­ ki de Mehıned Efendi için kendisine şair olarak medrese

ll!j

çevresinde büyük ün sağlamış olan "Sünbül" kasidesini yazar (bk. BAKI). Nev'i'nin de diğer hocası Ahmed Efendi için yazdığı "sünbül" redifli bir kasidesi vardır. Nev'i, öğrenimini bitirdikten sonra Gelibolu ve İstan­ bul'da müderrislik yapmış, bir yandan da küçük yaşta ba­ bası Halveti şeyhi Pir Ali'den aldığı tasavvuf terbiyesinin etkisiyle tasavvufla ilgilenmiştir. Kendisinden feyz aldığı kişilerden özellikle Şeyh Şaban Efendi (ölm. 1 588)'ye çok bağlanmıştır. Divan'ında bu zat için Farsça bir medhiyesi bulunan Nev'i ölünce de bu zatın Vefa Camii haziresin­ deki kabrinin yanına gömülmüştür. Nev'i, Kanuni'ye ve I I . Selim'e yalnızca birer kaside yazmıştır. Baki'ye biiyük teveccüh ve itibar gösteren bu iki pad işaha Nev'i, yalnızca birer kaside sunarak şairlik görevini yerine getirmiş olup onlardan uzak durmayı tercih etmiş olmalıdır. Nev'i, derviş yaradılışlı, ihtirassız, tasavvu­ fa, zühd ve takvaya meyilli bir kişiliktedir. Kendisine Bağ­ dad kadılığı verildiğinde herhangi bir yanlış hüküm ver­ mekten korkarak kabul etmemiş , hatta üziintüsiinden ağ­ lamıştır. Bu yaradılışta bir şairin, hele arkadaşı Baki ile rekabet yarışına girereesine bu iki padişahın ilgisini çeke­ bilmek için kasideler yazması meşrebine uygun diişmediği gibi, gururunu da incitir. Bu yüzden geride durmayı te• ­ cih etmiştir. Nev'i'nin ikbal devri III. Murad'ın padişahlığı zama­ nıdır ( 1 574 - 1 595). III. Murad, Nev'i'yi Şehzade Mustafa ' ya hoca tayin etmiş, huzumna her geldiğinde ayajia kal­ karak ona büyük saygı göstermiştir. Nev'i ile sohbetten zevk alan padişah, arasıra derslerini de dinlermiş. Nev'i en çok III. Murad'a kaside yazmıştır. Onun III. Murad'a sunduğu kasideler içerisinde Şehzade Mehmed (III. Meh­ med)'in sünnet düğünü dolayısıyla yazdığı Suriyye'si en ta­ nınmış olanıdır (bk. Tahir Olgun, Şair Nev'i ve Sfiriyye ka­ sidesi, İ stanbul 1 937). Nev'i'nin saray hocalığı zamanında yakın ilgisini gördüğü anlaşılan III. Mehmed'in annesi Va­ lide Sultan için de iki kasidesi vardır. Nev'i'nin saray ho­ calığı III. Mehmed'in tahta çıkışına kadar sürmüştür. III. Mehmed'in tahta oturur oturmaz ( 1 595) Nev'i'nin okuttuğu şehzadeleri öldürtmesi, Nev'i'yi çok üzmüş ve saray hoca­ Iığı görevini bırakmıştır. Bununla birlikte hocalık tahsisatı kesilmemiş, buna kazaskerlik tekaüdiyesi de eklenmiştir (Şekayık zeyli, 420). Nev'i her ne kadar saray hocalığını bırakmışsa da, hocalığını yaptığı yeni padişaha "saltanat" redifli bir cülusiye ile ayrıca kasideler yazmak suretiyle padişahın kendisine gösterdiği saygı ve tevecciihe teşekkiir borcunu yerine getirmiştir. Veziriazam Siyavuş Paşa ile Sadrazam İbrahim Paşa da Nev'i'nin en çok kaside su­ narak övdüğü kişilerdir. Egri (Mac. Eger) fatibi Cağala Sinan Paşa, Şemsi Paşa, Ali Paşa, Hoca Sadeddin Efendi , Şeyhülislam Bostanzade, Feridun Bey v . b . devrindeki ta­ nınmış devlet adamlarına ve dostlarına kasideleri vardır (bk. M. Tulum - M. A. Tanyeli, Nev'i divanı, İstanbul 1 977). Nev'i, faziletli alim bir şairdir. Padişahın ihsanı dı­ şında kimseden hediye kabul etmeyecek kadar tokgözlü ve onurludur. Ferhat Paşa'nın, sadarete geçmesinde rolü bu­ lunan Nev'i'ye gönderdiği yirmi bin dirhemi geri gönder­ miştir. Oysa malı mülkü olmayıp öldüğünde cenaze mas­ raflarını III. Mehmed'in ödediğini oğlu Atai yazar (Şe­ kayık ı.ey/i, 422).

116

TÜRK EDEBİYATl, Eski

Ncv'i, Farsçayı ve Arapçayı çok iyi bilir. Divan'ında Far>ça kasideleri, şiirleri vardır. Muhiddin-i Arabi'nin Fii­ susü'l-hikem adlı tasavvuf eserini Türkçeye çevirecek öl­ çüde mükemmel Arapça bilmektedir. Ka>ideleri içerisinde terkipli sanatlı olanlar vardır. Sultan Murad'a sunduğu Gül-i sad-berR adlı yüz beyitli uzun kasidesi, yine aynı pa­ dişaha sunduğu Sııriyye'si ile diğer kasideleri Baki'nin ka­ sideleri kadar sanatlıdır. Bu sanatları ve hünerleri ustalıkla yapmış olan Nev'i, kaside şairi olarak da çok başarılıdır. Ancak Nev'i. aslında bir gazel şairi olup onun asıl ünü gazellerinden dolayıdır. Nev'i, gazelde sadelikten yanadır. Baki ve onun gibi sanata düşkün olanlar için "ehl-i sa­ navi " demiş. onların kendi sade şiirini beğenmemelerine aldırm:ımıştır. Kendisinin şiirlerinin aşıkane olduğunu söy­ leyerek de "ehl-i sanayi"in şi irlerinin duvgudan yoksun ol­ du�unu da ifade etmek istemiştir. O, kendisinin yeni bir tarz icat etti1Hni ve Anadolu şairlerini Acem taklidinden kurtard ı�ını sövler. Nev'i'nin sade bir dille yazdığı g.ı­ zelleri içeri>inde onun büyük bir şair gücüne sahip oldu­ ğunu gösteren çok güzel örnekler vardır. Nev'i'nin Divan' ında. bazıl arı bugün bile tekrar edilen hikmetli, sade ve veciz mı�ral � rı ve beyitleri çoktur. Nev'i Divan'ının tenkitli metni yayınlanmıştır (M. Tu­ lum - M. A. Tanyel i , Nev'i Divan ı . İstanbul 1 977). Nev'i' nin h:ıcimli Divan'ında 58 kaside ve 559 gazelden başka, mnsamm a tl arı . kıt'a, rubai ve müfredleri vardır. Nev'i'nin o!!lu Atai. b�basının tef�ir. keliim. fıkıh. :o k a i d . ta�avvuf. mantık v.b. konularda otuzdan fazla eseri oldu�unu yazar (Şekayık zeyl i, 42 1 ). Netayicii'l-fünıın Nev'i' nin en cok tanınmış ve okunmuş mensur eserlerinden olup kütiiph anelerde pek çok yazma nüshaları vardır. Nev'i, hircok eserden varartanarak bilimleri tarih, hikmet, heyet, kelam. usfil-i fıkıh. h i l af, tefsir, tasavvuf, rüya tabiri, re­ mil . efsun ve tıp. fel ahat. niicum. fal ve zh·c olmak üzere 1 2 fen halinde sınıftandırmış. bunların konularını ve hu­ dutlarını anlatmış. bu konularda yazılmış eserleri vermiş­ tir. Keşfü'l-lıicab min veclıi'l-kitab, Muhiddin-i Arabi'nin tasavvuf:ı dair tanınmış eseri Fiisıısii'l-lıikem ' i n ;:evirisidir. lll Murad'ın emriyle yaptığı çevirisinde Fii.ç usü'l-Tıikem iizerinde yazılmış şerhlerden yararianmış ve Şevh Şaban Efendinin yardım ve himmederini görmüştür. Sade bir üs­ lupla yazılmış olan eserde yer yer manzum parçal ar da vardır Eserin yazma nüshaları çoktur.

Neva-yı uşşak , Sinan Paşa'nın Tazarrıı'at'ı gibi seeili sanatl ı bir üslfıph yazıt m ı � tır. Mensur bir eser olup içinde yer yer manzum parçalar vardır. Gerek üslfibu gerek muh­ tevası yönünden Sinan Paşa'nın Tazarrıı'at'ına benzer. Ne­ va-yı ıışşak . Nev'i'nin münşiyane nesirde usta bir yazar ol­ dujiunu göstem1ektedir. İstanbul Üniversitesi kütüphane­ �inde vazma bir nüshası vardır. Fezailü'l-vüzera ve hasailü 'l-ümera , nasihatname cin­ sinden mensur eserdir. Cağala Sinan Paşa (ölm. 1 596) adı­ na yazılmıştır. A yasofya kiitüphanesinde bir yazması vardır. Hadis-i Erbain çevirisi, bir kısmını Molla Cami'nin çevirisinden, bir k ısmını da Osmanlı ülkesinde yazılmış tanınmış hadislerden alarak topladığı kırk hadisinin 4'cr mısralık kıtalarla çevirisidir. Bi linen tek yazması İstanbul Selim Ağa kütiiphanesindedir (Kemankeş, No. 50). Hasb-ı lıal, tasavvufa dair 800 beyitten fazla bir me�­ nevidir (Millet Ktp. No. 1 1 04, B r i t i sh Museum Or. 6946). Niğbolulu Ahi (ölm. 1 5 1 7), Üsküplü İshak Çelebi (ölm. 1 5 3 6), Yenice Vardarb Hayreti (ölm. 1535), Usuli

(ölm.

1 538), Agehi (ölm.

1 577) gibi şairterin şiirlerinde

birbirlerine yakın özellikler bulunması dolayısıyla Rumeli ş:ıirleri diye de adlandırılan bu şairler kaside ve gazelde kendilerine vergi bir varlık göstererek başarılı olmuşlar­ dır. B u ortak özellikleri oldukça sade yazmış olmaları. sanat gösterme düşüncesiyle yapmacılığa düşmemeleri . ser­ bestçe. hatta bazen kayıtsız ve laubali bir ifade ile aşk duygularını anlatmaları, halk zevkine uygun buhışl arı. cev­ reye ait tasvirleri ile bir orijinalile gösterebiimiş olmala­ rıdır. A. Gölpınarlı'nın Ahi'yi Necati'den de üstün bir şair olarak görmesi çok abartılmış bir görüştür (bk. Divan şiiri. XV - XVI. yüzyıllar. Varlık Yayınları, 1 954). Usuli ile Hayreti'nin şiirlerinde Şii ve Hurufi umurları daha ağır basar. Agehi denizcilik terimleri ile dikkati çekmiş­ tir (bk . A. Tietze, XVI. A sır Türk fiirinde gemici dili, A gehi. kasideleri ve tahmisleri, "Türkiyat Mecmuası" IX, 1 946 - 5 1 ). Yukarıda adı geçen şairlerden yalnızca Hay­ reti'nin divanı yayınlanmıştır (M. Çavuşoğlu - M. A. Tan­ yeri , Hayreti Divanı. İstanbul 1 9 8 1 ) . Dursalı Umii (ölm.

1 532), Trabzonlu Figani (ölm.

1 532). İbn-i Kemal (ölm. 1 5 34), Aşık Çelebi (ölm. 1 572), Edirneli Nazmi (ölm. 1 554), Emri (ölm. 1575) ve Mecdi (ölm. 1 59 1 ), Taşlıcalı Yahya (ölm. 1 582), Gelibolulu Ali ( 1 599) ve Bağdadlı Ruhi (ölm. 1 605) gibi daha pek çok şair divan tertip etmiş, kaside ve gazelleriyle birer değer olarak edebiyat tarihimizdeki yerlerini almışlardır. Ancak Ruhi "Tcrkib-i bend"i ile kendisine üstün bir ün sağla­ mıştır. Ruhi uzun seyahatler yapmış, çeşitli insan tiple­ rini görmüş, tanınmış olanları eleştirerek zekasının ve ki­ şisel erdemlerinin terazisinde değerlendirdikten sonra sa­ nat dehası ile şekillendirmek suretiyle edebiyatımıza öl­ mez bir sosyal hiciv şaheseri kazandırmıştır. Ruhi, insan­ ların iki yüzlülüğünü, çıkarcılığını, cahilliğini alaya ala­ rak onları keskin bir dille hicvetmiş, böyle insanların ya­ şadığı dünyaya bile yuf çekerek haksızlığa karşı isyan et­ miştir. "Terkib-i bend" her devirde beğenilerek okunmuş, pek çok nazireler yazılmış ise de, hiçbiri Ruhi'nin eserini aşamamıştır. Ruhi'nin "Terkib-i bend"ine yazılan nazire­ lerin en güzeli ve ünlüsü, Tanzimat şairi Ziya Paşa'nın "Terkib-i bend"idir. Ruhi'nin "Terkib-i bend"i Divan'mın içinde olup 1 7 bendden oluşur. R ulıi divanı eski harflerle bastırılmıştır (Bk. RÜHI-İ BAGDADl). Şairterin birbirlerine nazire olarak yazdıkları kaside ve gazelleri bir araya toplayan nazire mecmualarının bu yüzyılda da düzenlendiğini görüyoruz. Nazmi'nin Mec­ mııatü'n-nezair'inde 143 şaire ait birbirine nazire 3 3 56 gazel bulunmaktadır (bk. F. Köprülü, Milli edebiyatımızın ilk m ü beşşirleri, İstanbul 1 9 2 8). Camiü'l-meani adıyla 1533' te düzenlenmiş olan nazire mecmuasını düzenieyenin kim olduğu bilinmemektedir (Nuruosmaniye 4904) Pervane Beg Mecmuası 1 560'ta düzenlenmiş olmakla birlikte sonradan I. Ahmed devrine kadar nazireler eklenmiştir (Topkapı Sa­ rayı Ktp. EH 1457). XVII. yüzyılda Peşteli Hısali'nin (ölm. 1 6 5 1 ) düzenlediği Metaliü'n-nezair'de nazire şiirlerin yal­ nızca mattaları verilmiştir. XVI. yüzyılda yetişen şairlerden divanlarının yazma­ ları İstanbul kütüphanelerinde bulunanlar tespit edilmiştir (bk. İstanbul kiitiiphaneleri yazma divanlar kata/oğu. I, İstanbul 1 947). Ancak Anadolu ve yurtdışı kütüphanelerı­ nin de taranarak bu yüzyıldan kaç divanın günümüze ka-

TÜR K EDEBİYATI, Eski dar gelebilmiş olduğu tespit edilememiştir. Böyle bir çalış­ ma, edebiyatımızın bu yüzyıldaki başınetinin ve verimlili­ ğinin bütünüyle ortaya konulmasında yararlı olacaktır. •

Bu yüzyılda yaşamış mutasavvıf şairlerden en çok tanınmış olanları şunlardır : İbrahim Gülşeni (ölm. 1 5341, Ahmed-i Sarhan (ölm. 1 546), Dukakinzade Ahmed (ölm. 1 557), Ümmi Sinan (ölm. 1 569), Hayali-i Gülşeni (ölm. 1570), Üftade (ölm. 1 5 8 1 ) , Haleti-i Gülşeni (ölm. 1 5 8 1), Şemseddin-i Sivasi (ölm. 1 598), Semai (Divane Mehmed Çelebi, ölm. yüzyılın 2. yarısında). Bunların hepsinin di­ vanları elimizde olup sonuncusu Sernal'nin şiirleri toplu halde Konya Mevlana Müzesi Kütüphanesindedir. Usuli, Yemini, Penahi gibi Hurufilik inancına bağlı şairler, Dobrucalı Kazak Abdal, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet gibi Bektaşi Alevi şairleri inançlarını şiirleriyle yaymışlardır. Halk edebiyatının sözlü geleneği yüzünden XVI. yüz­ yıla kadar bu edebiyatın ürünlerinin çoğu ile yazarları hak­ kında bilgimiz yoktur. Dede Korkut hikayelerinin bile an­ cak XV. yüzyılda, hatta bazı görüşlere göre XVI. yüzyıld:ı yazıya geçirilmiş olduğunu görmüştük. Fuad Köprülü XV. yüzyıl sonunda yaşamış Ozan adlı bir şairin varlığından söz ettiği gibi (XV - XVI. yüzyıl saı;şairleri, 2. bas., 1 962) Fatih'in veziri Rum Mehmed Paşa'nın Karaman'ı yakıp yıkması üzerine Aşık Muslu'nun yazdığı bir ağıt yayın­ lanmıştır (bk. F. N . Uzluk, "Türk Dili Araştırmaları Yıl­ lığı", 1 963, 7 9 - 80). XVI. yüzyıla ait tespit edilebilen en eski metin, Yavuz'un Suriye ve Mısır seferlerine katılmış olan Balışi adlı bir şairin destanıdır (bk. F. Köprülü, Saz­ şairleri). Bu yüzyılda yaşadığı tespit edilen şairler, Öksüz Dede, Hayali, Kul Mehmed, Köroğlu (veya Koroğlu)'dur. Köroğlu hikayesi, eski Köroğlu destanından da motifler ala­ rak bu yüzyılda teşekkül etmiştir (bk. KÖROGLU). Osmanlı İmparatorluğunun idaresi altında bulunan ve Mağrib ocakları diye adlandırılan Cezayir ve Tunus'ta yer­ leşen askerlerden ve leventlerden Oğuz Ali, Çırpanlı, Ar­ mutlu, Kul Çulha, Geda Muslu'ya ait türkü ve destanlar elimizdedir. Bu yüzyılda daha pek çok halk şairinin yetişmiş oldu­ ğu muhakkak ise de, bunların türkülerinin ve destanlarının yazıya geçirilmemiş olması kendilerini ve eserlerini tanıma­ mıza imkan vermemiştir. XVI. yüzyılda mesnevi alanında daha sonraki yüzyıl­ larda aşılamayan mükemmel eserler yazılmıştır. Yukarıda bu yüzyılın genel özelliklerini belirtirken değindiğimiz gibi, İran edebiyalından gelen klasik konular yanında dini, ah­ laki, tasavvufi hikayeler, hilye ve mevlidler, maktel-i Hü­ seyn'ler, hadis-i erbain çevirileri, pend-name çevirileri, şeh­ rengizler, sakinameler, Tevarih-i al-i Osman'lar, Selim-na­ · me'ler, Süleyman-name'ler, fetih-namelerle mesnevi ko­ nuları daha zenginleşmiş, eser sayısında büyük bir art­ ma olmuştur. Şehrengizlerde, hamselerdeki küçük hikaye­ lerden oluşan mesnevilerde yerli hayattan alınan konular, çevre ile ilgili tasvirler Türk mesneviciliğinin kendi ben­ liğini bulmasına yardım etmiştir. Divan edebiyatında şairlerin bir divan düzenieyecek kadar şiir yazarak divan sahibi olmaları kendileri için onur verici bir durumdur. Çünkü şair divan sahibi olmakla şairliğini ispat etmiş olur. Bu yüzdım bir kısım şairler di­ vanlarını kendileri düzenlemişler, bir kısmı da dostlarının teşvik ve ısrarı ile bu işi yapmışlardır. Bunun gibi, hamse

117

sahibi olmak da şairlere onur vermiştir. Bu sebeple, bu yüzyılda da mesnevi alanına yönelmiş şairler mesnevileri­ nin sayısını beşe çıkartarak hamse sahibi olmayı amaçla­ mışlardır. XVI. yüzyılda hamse sahibi olduğu kaynaklarda bil­ dirilen şairlere geçmeden önce mesnevilerinin sayısı beşi de aşmış olan Dursalı Lamii Çelebi üzerinde durmak gerekir. Lamii ( 1472 - 1 532) bu yüzyılın çok eser vermiş bir şair ve yazarı olup manzum , manzum-mensur ve mensur �serlerinin sayısı otuzun üstündedir. Kendisi Şerefü'l-insan :ıdlı eserinin önsözünde 24 eserinin adını vermiştir. Divan'ı da bulunan Lamii'nin en tanınmış mesnevileri şunlardır : Umuri'den Vamı k u A zra çevirisi, Nizarni'den He/t-peyker çevirisi, Ehli-i Şirazi'den Şem ü Pervane çevirisi. Arifi'den Guy u Çevgan çevirisi , Cami'den Seleman u A bsal çevirisi, Fahri-i Cürcani'den Vis ü Ramiıı çevirisi, Nevai'nin Fer­ had n ame' sinden yararlandığı Ferhad-name'si, Maktel-i Hü­ seyn'i Bursa Şehrengizi. Elimizde yazma nüshaları bulu­ nan bu mesneviler dışında Hıred-name, Edhem ü Hiima gibi bazı mesnevilerinin yazmaları bugüne kadar ele geç­ memiştir. Lamii, bu çevirilerinde İran edebiyatının Yusuf ıı Ziileyha, Leyla ve Mecnun gibi çok yazılmış konularını bir yana bırakmış, değişik eserleri çevirmek suretiyle mes­ nevi konularına bir zenginlik getirmiştir. U.mii. Şehrengiz' inde de bir şehrin güzelliklerini anlatan diğer şairlerden ayrılmıştır. Kanuni'nin Buna'ya geleceğini duyunca şehir hakkında bilgi vermek maksadıyla Şehrengiz'ini yazarak, Keşiş Dağı (Uiudağ)'nı, Bursa'nın semtlerini, mescitlerini ve camilerini tasvir etmiş, Bursa hakkında değerli bilgi vermiştir. -

Lam i i 'nin İran edebiyalından yaptığı çevirilerinde "Te\' hid", "münacat", "na't", "sebeb-i nazm-ı kitab" gibi kı­ sımlar telif olduğu gibi, Lamii asıl metinde de konuya eklemeler yaparak, tasvirler katarak tasarruflarda bulun­ muştur. Çeviri mesnevilerde daima yapılan bu katkılarl:ı Osmanl ı şairleri kendi kişil iklerini ve sanat güçlerini ıı:ös­ termek istemişlerdir. Lamii, İran şairlerinden en çok Ca­ mi'den manzum ve mensur çeviri yapmıştır. Bu yüzden kendisine Cami-i Rum denmiştir. Lamii, gerek mesnevileriyle gerek manzum ve men­ sur eserleriyle divan edebiyatının muhteva yönünden zen­ ginleşmesine çalıştığı gibi, Türkçenin işlenmesine. anlam yönünden gelişip güçlenmesine de emek harcamıştır. Mesne­ vilerinde, Vis ü Ramin' de göriildüğü gibi, dil bakımından ağır, terkipli beyitler bulunursa da, genell ikle sade. anla­ şılır bir dil kullanmıştır. Ne>irde hem sade hem miinşivane üslubu kullanm ış olan Lamii, orta derecede b!r Ş'lir. fakat ihmal edilemeyecek bir çevirici ve yaz�.rdır (bk. LAMİ'l). Kaynaklarda bu yüzyılda hamse sahibi oldukları bil­ dirilen şairterin hepsinin hamseleri elimize geçmemiştir. Bu yüzden hamse sahibi olduğu bildirilen şairlerden bir kıs­ mının hamsesindeki mesnevilerin adları dahi bilinmemekte­ dir. Sehi tezkiresinde Revani (93 0 / 1 523)'nin hamsesinin ol­ duğu yazılıdır. Bugün elimizde yalnızca İşret-ııame'si bu­ lunup hamsesindeki diğer mesnevilerinin neler olduğu bi­ linmemektedir. Kanuni devri şairlerinden Kalkandelenli Muidt (ölm. 944 / 1 537)'nin hamsesinin olduğunu Uitifi ile Hasan Çe­ lebi'den öğreniyoruz. Latifi, Nizami'nin Penc-genc'ine Mu­ idi'nin cevap verdiğini ve "kütüb-i seb'a"sı olduğunu yaz­ mış ve Muidi'nin Gül ü Nevru z unda hamse yazdığım söy'

118

TORK EDEBİYA Tl, Eski

!ediği kendi beytini de örnek olarak vermiştir. Gene bu tezkire, şairin Nizarnİ'nin Heft-peyker'i ile Hatıfi'nin Heft Manzor' ın a karşı Şem ü Perv a n e 'yi (Rieu, add. 19450, Mil­ let 1 1 5 3 , Ün i v e rs i te 2255) yazdığım, Aşık Çelebi ise Va­ mık u A zra'sı ile nice manzum h ikayelerinin olduğunu bil­ dirmiştir. Böylece Muidi'nin hamsesinden yalnız üçünün adını tespit edebiliyoruz. "Kütüb-i seb'a", yani yedi eserin­ den diğerlerinin adlarını bilemiyoruz. Riyazi, Fuzuli (ölm. 963 / 1 566)'nin hamse sahibi oldu­ iunu yazmıştır. Fuzuli'nin elimizde Beng ü Bade, Leyla ve Mecn un ve Sakintime dışında mesnevisi yoktur. Sadı­ ki'nin haber verdiği Şah u Geda bugüne kadar ele geç · memiş olduğundan bu mesneviyi yazıp yazmadığını ke­ sinlikle bilmiyoruz. Şah u Geda ' yı da yazmış olsa mes­ nevilerin sayısı yine beşi bulmamaktadır. Ahdi, tezkiresinde Fetbullah Arif Çelebi (ölm. 969/ 1 5 6 1 )'nin hamse sahibi olduğunu yazmışsa da, mesnevi­ lerinin adını vermemiş, yalnızca yüz bin beyitli Şelıname'si olduğunu kaydetmiştir. Maşizade Derviş Fikri (ölm. 982!1 574)'nin hamse sahibi oldujtu, Hurşid ü Nalıid, Behram ü Zü�re, Şükiıfe- i Zar, Ebkar-ı E/kar, Hurşid ü Mah mesnevilerini yazdığı tespit edilebiliyorsa da, eserleri elde yoktur. Amid'li (Diyarbakır) Halife (ölm. 986/1578)'nin ham­ sesi olduğunu Ahdi yazar. Halife'nin Leyla ve Mecnun'u ile Şehrengiz'i dışındaki mesnevilerinin adını bilmiyoruz. Fazlı (97 1 ! 1 563) İstanbullu olup Kara Fazlı diye ta­ nınır. Aşık Çelebi, Fazlı'nın biraz sarf ve nahiv okuduk­ tan sonra şi ire ve edebiyata merak edip 9 5 3 / 1 565'te ölen Üsküplü şair Riyazi'den bazı genç şairlerle birlikte Fars dili ve edebiyatı dersleri aldığını yazmıştır. Bu arada ta­ savvufa da yönelerek Zarifi Hasan Efendiye intisap et­ miştir. Fazlı'nin yetişmesinde en çok Zati'nin yardımı ol­ muştur. Zati, Fazlı 'daki şiir yeteneğini ve hevesi görerek ona yardım edip elinden tutmuş, Kanuni'nin şehzadesi Mehmed'in 1 530'da sünnet düğününde yazdığı bir kasi­ deyi Zati'nin aracılığı ile padişaha okuyarak padişahın il­ tifatına mazhar olmuştur. Şehzade Mehmed Manisa san­ cağına vali olunca Fazlı şehzadeye d ivan katibi tayin edilmiştir. Şehzade Mchmed'in ölümü üzerine Şehzade Mus­ tafa'nın divan katipliğini yapmış, onun da idam edilmesiyle Şehzade Selim'e d ivan katibi olmuştur. Şehzadenin tevec­ cühünü kazanan Fazlı, 970/1 562 yılında reisülküttab ol­ muşsa da, bir yıl sonra 1 563'te Kütahya'da ölmüştür. Latifi, Fazlı'nın divan tertip ettiğini söylerse de, di­ vanı elimizde yoktur. Onun bin tane sofiyane ruhaiden oluşan bir eser meydana getirdiğini Aşık Çelebi ile Ali yazarlar. Fazh'nın Nihalistan adıyla Gülistan'a nazire ola­ rak yazdığı mensur hikayelerden oluşan bir eseri daha var­ dır. Şehzadelerin divan katipliği görevini yapması ve reisül­ küttablığa kadar yükselmesi onun iyi bir nesir yazarı oldu­ ğunu gösterir. Kanuni'nin İran'a kaçan şehzadesi Bayezid' in öldürülmesi için Şah Tahmasb'a gönderdiği mektubu da onun yazdığı söylenir. Fazh, asıl mesnevileriyle ün yapmıştır. Ahdi, Fazh' nın hamsesi, Latifi ise sittesi olduğunu yazmışlardır. Onun adları bilinen mesnevileri : Gül ü Bülbül, Hüma ve Hu­ mayun, Lüccetü'l-esrar olup en tanınmış olanı Giil ü Bül­ bül'dür. İran edebiyatında Gül ü Bülbül, Gül ü Ne v ruz v.b. eserler yazılmışsa da, Fazh kimseden yararlanmadığını, eserinin kendi malı olduğunu söyler. Gül ü Bülbül ale-

gorik, temsili bir mesnevi olup gül ile bülbül arasındaki aşk macerasını anlatır. Rüzgar (meltem), servi, çiçekler, mevsimler de kişileştirilmiş diğer kahramanlardır. Zarif, eğlendirici bir mesnevi olan Gül ü Bülbül'ün sonunda Fazlı eserdeki kişilerin birer sembol olduğunu söyleyerek gülde tecelli eden ilahi güzelliği bülbülün gerçek aşka ulaşmasına vasıta yapmıştır. Hikayenin sonunda 29 beyitli bir kısımda Gül ü Bül­ biil hikayesinin tasavvufi bir tefsirini yaparak gül ile bül­ bülün mistik ve remzi bir yanı bulunduğunu açıklamıştır. Bahar akıl, gül ruh, gülşen ten, bülbül gönül, meltem insan nefesi , nergis göz, saki görevindeki lale ebedi sev­ gidir, servi s aflık ve dağınıklığı, menekşe alçakgönüllülü­ ğü, susen kahramanhğı temsil etmiş, sünbül hasedin, di­ ken kibir ve hıncın sembolü imiş. Akıl ruha yardım eder­ se ten memleketi fetbedilir ve gönül ten katesinden kur­ tularak ruh ülkesine kavuşur. Ruh ile gönül kemale erince Gül ve Bülbül gibi birbirlerine kavuşurlar.

XVI. yüzyılda hamse şairi olarak tanınmış olan ve hamsesindeki eserlerinin tümü elimizde bulunan şair Taş­ healı Yahya Bey (ölm. 1 582)'dir. (bk. YAHYA). Arnavut­ luk beylerinden Dukakinzadelerden olan Yahya Bey, bir devşirme çocuğu olarak İstanbul 'a getirilmiş, yeniçeri oca­ ğında yetişmiştir. ilim tahsiline de çalışan Yahya, bir yandan da şiirler yazmıştır. Aşık Çelebi, onun, başında ya­ yabaşı börkü olduğu halde müftü İbni Kemal'in huzuru­ na girip onun için yazdığı kasideyi okuduğunu yazar. Ka­ nuni'nin Bağdad seferinde orduda bulunduğu ve Fuzult ile tanışmış olduğu bilinmektedir. Fuzuli'ye nazireleri var­ dır. Yahya Bey Divan'ındaki şiirleri ile de tanınmıştır (bk. M. Çavuşoğlu, Yahya D i va n ı , İstanbul 1977). Kanu­ ni'nin büyük şehzadesi Mustafa'nın bağdurulması üzerine yazdığı mersiyesi çok meşhurdur. Yahya'nın hamsesinde bulunan mesnevileri şunlardır : Gencine-i Raz (yazılışı : 947 / 1 540), Kitab- ı usul (Usul ­ name), Şah u Geda, Yusuf ve Züleyha, Gülşen-i Envar (Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi A. 349, 957 tarihli). Yahya'nın 947 / 1 540'ta yazdığı G encin e-i Raz onun ilk mesnevisidir. Yahya, hamsesini Kanuni devrinde yazmış olup mesnevilerinin beşinde de onu övmüştür. Şah u Geda, konusu İstanbul'da geçen telif bir hikayedir. Kendisi de ese­ rinin çeviri olmayıp kimseden almadığını söyler. Gencine-i E n v ar ' ında da eJerinin çeviri ve çalma (intihal) olmadığını belirtmiştir. Şa h u Geda'da İstanbul'un At Meydanı, Aya­ sofya, Sultan Ahmed Camii, surlar hakkındaki tasvirleriyle yerli unsurların bulunması, mesnevinin önemini artırmıştır. Şalı u Geda ' nın eski harflerle yapılmış olan baskısı çok ek­ siktir. Gencine-i Raz, Kitab-ı usul ve Gülşen-i Envar, din, ahlak, tasavvuf, aşk ve daha başka konularda yazılmış ufak hikayelerden oluşan mesnevilerdir (Geniş bilgi için bk. Yahya'nın hamsesi). Yahya, Gülşen-i Envar'ın sonunda Ni­ zami, Hüsrev-i Dihlevi, C;ımi ve Nevai'yi mesnevi şairi olarak saygı ile andıktan sonra kendisinin beşinci oldulu­ nu bildirerek mesnevici likte onlarla aynı değerde olduğunu söyler. Onun bu düşünce > i birçok divan şairinde de gör­ düğümüz, kendisini övme (fahriye) kabul edilmekle birlik­ te, şairin sanatından emin olmasının ve bu alana bir katkı yapmış olmaktan duyduğu kıvancın ifadesidir. Yahya'nın mesnevilerinin rağbet görerek çok okunmuş . olduğu yurtiçi ve yurtdışı kütüphanelerde yazma nüshala: rının pek çok oluşundan anlaşılmaktadır (bk. Istanbul Kü-

TÜRK EDEBiYATI, Eski tüphaneleri Türkçe hamse/er kata/oğu. İstanbul 1 9 6 1 , 42 - 8 1). XVI. yüzyılda yazılmış romantik aşk mesnevilerinden burada ancak birkaçının daha adı verilebilir : Abdi 952/ 1 545'te yazarak II. Selim'e Manisa şehzadeliğinde sundu­ ğu Niyaz-name-i Sa'd u Hüma (Topkapı Sarayı Ktp. 2 3 1 8), Dursalı Rahmi (ölm. 975/1 567)'nin Hil ali'den genişleterek çevirdiği Şah u Geda (British Museum Or. 7 1 83) ile Mah­ zenü'l-esrar 'a nazire olarak yazdığı Gül-i sad-berg'i vardır. Bu yüzyılın değerli şairlerinden olan Rahmi, Molla Cami' nin Tuhfetü'l-ahrar'ını da Türkçeye çevirmiştir (Osmanlı müellifleri II, 1 80). Vizeli Ramazan Bihişti (ölm. 979/ 1 5 7 1 )'nin Cemşah u Alemşah (Bursa Ktp. Genel 2 1 27, Ali Emiri 8 6 1 ) ile Heşt Bihişt mesnevileri vardır. İznikli Bekayi (ölm. 980/1 572)'nin Gül ü Bülbül'ü (yazılışı 973/ 1 565, Selim Ağa, Kemankeş Bl. 4 1 6), Ka­ zasker Kadiri Çelebi 'nin Unsuri'den çevirdiği Vam ık u A z­ rd'sı (Bibl. Nat. 1 372) ile Manisalı Cami'nin Vamık ii A zra 'sı (Fatih 4 142) da bu yüzyıldan kalmış mesnevilerdir. Azeri İbrahim Çelebi (ölm. 993/ 1 585)'nin Nakş-ı ha­ ya/'i çağının beğeniimiş mesnevilerindendir. Nizarni'nin Mahzenü'l-esrar'ına nazire olarak yazılan Nakş-ı hayal, 20 makaleden oluşan ahlaki hikayelerdir. Yazmaları çoktur. Dursalı Mustafa Cinani (ölm. 1 004/ 1 595) daha çok mesnevi alanında tanınmış olup Riyazü'l-cinan, Cilalü l-ku ­ lub mesnevileriyle III. Murad'ın emriyle yazdığı Bedayiü'l ­ asar adlı l atifeleri ve hikayeleri vardır (Şekayık zeyli s. 395). Riyazü'l-cinan (Esad Efendi 2725, yazmaları çok) Aze­ ri İbrahim Çelebi'nin Nakş-ı hayal'ine, dolayısıyla Malıze­ nü l-esrar' a naziredir. Cilalü'/-kulub Taşlıcalı Yahya'nın Usul-name'sine naziredir (Ankara Eski Eserler Ktp. 6 1 5 , Topkapı Revan 83 1 , Halet Efendi N o . 94). '

'

Azmi Efendi (ölm. 990/ 1582) II. Selim'in emriyle Assar'ın Mihr ü Mü ş teri' sinden 7 500 beyit çevirdikten son­ ra ölmüş, oğlu Haleti esere bir zeyl yazmıştır. Yine bu yüzyılda Mir Yahya (ölm. 1 008/ 1 599)) Mihr ü Müşteri' yi Türkçeye çevirerek III. Murad'a sunmuştur (Üniversite Ktp. 3 520). Aynı yüzyılda Ümmüveledzade Arif Efendi (ölm. 980/ 1572)'nin de Mihr ü Müşteri'yi Türkçeye çevir­ diği Osmanlı müellifleri 'nde yazılıdır. Yukarıda ancak bir kısmının adlarını sayabildiğimiz romantik aşk mesnevilerinin sayısı bunlardan çok daha faz­ ladır. XVI. yüzyılda 1 0'un üstünde Y us uf u Züleyha, 8 Hüsrev ü Şirin, 7 Leyla ve Mecn u n yazılmış (bk. A. S. Levend, Türk edebiyatı tarihi I , 1973, 128 - 143) olması, romantik aşk mesnevilerinin ne kadar çok olduğu hakkın­ da bir fikir verebilir. Bütün bu e>erlerin her biri yazarla­ rının heyecan, düşünce ve hayalleriyle işlenerek biçimlen­ miş, antik birer değer olarak kültür hazinemize miras bı­ rakılmıştır. ,

XVI. yüzyılda din, ahlak ve tasavvuf konularında ya­ zılmış pek çok mesnevi vardır. Bu yüzyılda özellikle ah­ lak konusunda yazılmış manzum ve mensur eserler d ikkatı çekecek kadar çoktur. Bu, üç kıtaya yayılmış olan impa­ ratorluğun idaresindeki güçlüğün yol açtığı askeri ve id :ıri bozukluklar yanında ser-Vetin ve rahatlığın ahlaki bozuk­ lukları da birlikte getirmiş olmasıyla izah edilebilir. Esa­ sen Kanuni devrinden sonra b irtakım bozukluklar başgös­ termiştir. Bu durum devlet adamlarının ve bazı tarihçilerin de d ikkatini çekmiştir. Lutfi Paşa, Tevarih-i al-i Osmaa'

119

da ve Selaniki tarihinde devlet idaresindeki aksaklıklar üzerinde durmuşlardır. Tarihçi Ali Nasihatü's-selatin adlı eserinde III. Murad devri nin idari, ekonomik ve sosyal bozukluklarını örnekler göstererek cesaretle belirtmiştir. Bu yüzyılda yazılmış dini, ahlaki ve tasavvufi mesne­ vilerden bazıları şunlardır : Şemsi, Delı-mürg adlı, kahramanı on kuş olan dini ta­ savvufi hikayesini 9 1 9 / l 503 'te yazarak I. Selim'e sunmuş­ tur. Yazma nüshaları çoktur. Davud-i Halveti (ölm. 9 1 3 / 1 507)'nin Gülşen i tevhid adlı dini tasavvufi eseri (Ankara Eski Eserler Ktp . 56) vardır. Ankaralı Yusuf, Yazıcıoğlu'nun Muhammediye'sini ör­ nek alarak Adabü't-ta/ibin adlı l l 690 beyitH eserini sade bir dille yazmıştır (Afyon, Gedik Ahmed Paşa Ktp. 843) -

Yemini'nin Hurufiliğe dair 925 / 1 5 1 9'da yazdığı Fa­ z ilet- nı'J m e 'si vardır (British Muscum 1 9085. başka yazma­ ları da vardır). Lokmani Dede (ölm. 9 2 5 / 1 5 19)'nin manzum Mena­ kıb-ı Mevlana'sı (Konya Mevlana Müzesi ve İstanbul'da yazmaları var), Tıılıfe adlı Farsça - Türkçe manzum söziii­ ğU ile tanınmış Mevlevi şairi Muğlalı Şahidi (ölm. 975 1 1 550)'nin· Türkçe Gülşen-i tevhid, Farsça Gülşen-i esrar mcsnevileri, . Selami Mustafa (ölm. 993 / 1 5 85)'nın Mevfid'i ile Hadis- i erbain çevirisi, Şemscddin-i Siva�i (ölm. 1 006/ 1 5 97)'nin 993 'te yazdığı Menakıb-ı İmam-ı A 'zam (Topk a­ pı S. 235 1 , eser basılmıştır), Mir'at-ı ahlak. Gülşen-ab� d, Heşt Behişt, Pend-i A ttar çevirisi, Mevlid (basılmıştır) dınt tasavvufi mesnevilerinden birkaçıdır (bk. Osmanlı miiellif­ leri I 95). Şeyh Şemseddin bu yüzyılın sonunda yetişen, manz m ve mensur pek çok eseri bulunan divan sahibi ve vehit bir şair ve yazardır. Zaifi Pir Mehmed b. Evrenos'un 962 ! 1 5 54'te yazdığı Bııstan-ı nesayih'i (Topkapı Ktp. 882'deki külliyat içinde), manzum Giilistan çevirisi (British Museum Or. 1 1 1 62 otog­ raO, Attar'dan Pend-nllme çevirisi, Gülşen-i simurg (Türk Dil Kurumu Ktp. 144) gibi mesnevilerin yazarıdır (bk . R. Anhegger, XVI. yüzyıl şairlerinden Zai/1, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi", IV, 1 950, 1 - 2). Vücudi (ölm. 1 02 1 / 1 6 1 2)'nin 1 003 / 1 594'te yazdığı Şahid-i ma'na (Osmanlı müe/lifleri II I, 1 5 8) ile Hayal-i yar (Lala İsmail 4 1 6) adlı tasavvufi aşkı anlattığı mesne­ vileri vardır. Mustafa Cami b. Bali'nin 993 / 1 5 85'te yazdığı tasav­ vufa dair Risale-i Mahm u diye'si (Ankara Eski Eserler Ktp. yazma müellif hattı iledir), Fevri (ölm. 978 / 1 570)'nin, Ka­ nuni'nin kişiliğini anlattığı manzum A hlak-ı Süle y mani'si, Kanuni devri şairlerinden Edhemi'nin İlıya-yı dil (yazılışı : 962/1 555) adlı sofiyane ahlaki eseri (Topkapı Kataloğu 23 22), Mustafa b. Yusuf el - Mar'aşi'nin Ravzatü'l-iman adlı manzum ilmihali ile III. Murad'a yazılmış manzum bir ilmihal (Topkapı Kataloğu 2322) gibi. Bu yüzyılda Attar'ın Perıd-name'sinin dört manzum çe­ virisinin yapıldığını görüyoruz. Kanuni'nin şehzadesi Ba­ yezid adına kölelerinden Emre adlı birinin 964/1 557'de yaptığı çeviridir. Bu, sonradan Edirneli Emri'ye mal edil­ miştir. Emre, Şehzade Bayezid adına Tarih-i güzide' yi de çevirmi§tir (bk. H. Mazıoğlu, VIII. Türk Tarih Kongresi Bi ldirileri, 1 98 1 , 1 1 83 - 1 1 93). Öteki çevirileri Edirneli Naz­ mi, Zaifi ve Şemseddin-i Sivasi yapmıştır. Bu yüzyılda 15'e yakın şairin mevlid metni elimizde­ dir (bk. H. Mazıoğlu, Türk edebiyatında mevlid yazan ra -



1 20

TORK EDEBİYA Tl, Eski

ir/er, "Türkoloj i Dergisi, 1 974, VI, 3 1 - 62; Yeni mevlid metin/eri, "Türk Dili Bilimsel Kurultayı, Bildiriler, 1 975, 7 3 - 95). XVI. yüzyılda yapılan manzum kırk hadi s (hadis-i erbain} ve yüz hadi s çevirilerinin sayısı 1 5 'i bulur (bk. A. Karahan, İslam Türk edebiyatında kırk hadis. İ stanbul 1 954, 1 5 3 - 1 96}. Bu çeviriler çoğunlukla dört mısralı , ba­ zen üç mı�ralı beyitler halinde yapılmıştır. Ancak çeviri­ terin giriş kısımları ve hatime'leri mesnevi şekli ile yazıl­ dığı gibi, Hakani Mehmed Bey'in kırk hadis çevirisi gibi tamamı mesnevi şekli ile yazılmış olanları da vardır. XVI. yüzyılda yazılmış dini me s ne v ilerden Hakani Mehmed Bey (ölm . 1 0 1 5 / 1 606)'in Hi/ye-i Şeri/'i ayrı bir önem taşır. Süleyman Çelebi'nin etkisi ile dini edebiyatı­ mızda bir mevl id çığırı açılmış olduğunu belirtmiştik. Bu yüzyılda da bu çığır kuvvetle sürdürülür. Latifi'nin tezki· resinde (yazılışı : 9 5 3 / 1 546} Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i dışında yüz ayrı Mevlid gördüğünü söylemesi dini edebi­ yatımızda Mev lid'lerin önemini ortaya koyar. Ancak bu yüz­ yılda Mevlid yazdığı kaynaklarda bildirilenlerle bu g üne ka­ dar elimize gelebilen metinler Latifi'nin verdiği sayının çok altındadır. Hakani Mehmed Bey, Hz. Muhammed'e olan derin sevgisi ile Mevlid g ibi bir eserle onun ruhunu tebcil ve şefaatine nail olmak ister. Arapça siyerlerden ve şernail-i şerif kitaplarından yararlanarak Hz. Muhammed'in fiziki yapısını. şekil ve şernalini anlatan Hilve'yi 1 007 / 1 5 98'de yazmıştır. E>er şiiriyet bakımınan Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i seviyesinde olmamakl a birlikte konusunun kutsi­ yeti dolayıs ı y la çok beğeniimiş ve dini edebiyatımızda bir "hilye" çığırı açıl m asın a sebep olmuştur. Yazma nüshaları çok olan Hi/ye-i hakani' nin eski ve yeni harflerle baskıları yapılmıştır (İstanbul 1 264, 1 307, 1 944}. Hakani'nin mesnevi şekliyle yazılmış Miftalıü 'l-fütuhat adlı kırk hadis çevirisi (Üniversite 279} ile Divan'ı (Üniver­ site 2043} vardır. Her i k i eserin M i llet Kütüphane s i nde de birer yazması bulunmaktadır (bk. A. C. Yöntem, Hakani, "Türk Dili ve Edeb i yatı Derg isi " Il, 1 947, 1 -2 ; İ s lam Ansik­ lopedi s i : Hakani). XVI. yüzyılda manzum tarihlerin, fetih-narnelerin sa­ yısı da artmıştır. Priştineli Balıari'nin 932/1 526'da yazarak Kanuni'ye sunduğu Fetih-name-i Budin (Süleymaniye, Hacı Mahmud 5345}, Bitlisli Şükrü'nün Yavuz'un fetihleri hak­ kında 937 / 1 530'da yazdığı Selim-name'si (Türk Tarih Ku­ rumu Ktp. istinsahı : 956; Br i tish Museum Or. 1039 v.b.}, Arifi'nin Şeh-name (Tevarih -i al-i Osman} yazdığı ve 60 ooo beyit olduğunu Aşık Çelebi yazmıştır. Hadidi (ölm. 940/ 1 533}'nin 930/ 1 523 'te yazdığı Tarilı-i til-i Osman , Seyyid Lokman'ın III. Murad'a sunduğu Şeh-ntime'si (Rieu Add. 793 1}, Seyyid Muradi'nin Fetih-name-i kal'a-i Nova (Ün i ­ versite Ktp. 2475) ' sı, Andelib'in III. Mehmed'e sunduğu Tarih-i feth-i Engerus (Tarih - Coğrafya Yazmaları Kata ­ loğu Il. fas. s. 1 30)'u, Ru m uzi 'n i n Fütııh-ı Yemen (yazı­ lışı : 997)'i Sinan Paşa'nın Yemen fetbini yazmıştır; Ali Emiri 1 3 1 1 , Agehi (ölm. 985/1 577)'nin Tarih-i gazve - i Sigetvar'ı, şiirde Hüsami malılasını kullanmış olan Fütu­ hi'nin Macaristan seferi hakkında yazdığı Enisü'l-guzat'ı, Aşık Çelebi'nin Sigetvar-ntime'si, Üsküplü İshak Çelebi (ölm. 944/ 1537)'nin Selim-name'si (Topkapı Ahmed 22494}, Senayi'nin Süleyman-ntime'si, Sarhoş Abdi'n i n Zafer-name-i kal'a-i İstevar'ı (S. N. Ergun, Türk şairleri , I. 1 9.) yazma-

ları elde bulunan ve en çok bilinenlerdir (Daha geni§ bil­ gi için bk. Türkiye Kütüphaneleri Tarih - Coğrafya Yaz­ maları Kata/oğu, A. S. Lev end, Gazavatntimeler ve Mihaloğ­ lu A li Bey'in Gazavatnamesi. 1 956).

Mensur eserler : XVI. yüzyılda yazılmış mensur eser­ leri konularına göre şöylece ayırabiliriz : Edebi amaçlı hi­ kayelcr, ahlak kitapları ve siyaset-nameler, dini-tasavvufi eserler, şuara tezkireleriyle bunların dışındaki biyografik eserler, menakıp-nameler, tarihler v.b. Bu yüzyılda İran ve Arap edebiyatlarının tanınmış hi­ kay elerinden çeviriler yapıldığı gibi, aşk ve macera ko­ nusunda telif hikayeler de yazılmıştır. Daha sonraki yüz­ yıllarda sayıları daha çok artacak olan bu tel i f hikayeler üzerinde hiç çalışılmamış, neler olduğu dahi tespit edilme­ miştir. Bu hikayeterin bir kısmı edebi değeri olmayan açık saçık hikayelerdir. Bu yüzyılda yazılmış çeviri hikayelerden başlıcalan şunlardır : Filebeli Ali V a si Çelebi (ölm. 90 5 / 1 499}'n i n münşiyane bir dille yazdığı Hümayun-ntime'si Envar-ı Sühey­ li çevirisi olup Kelile ve Dimne hikayeleridir (Dil ve Ta­ rih - Coğrafya Fakültesi Ktp. i. Saib 1788; Köprülü Ktp. 484 vb.}. Celalzade Salih Çelebi (ölm. 973 / 1 565}'nin Selı­ zade Bayezid adına 958/ 1 5 5 1 'de yaptığı Camiü'l-hiktiyat çevir i si (Fatih 4309; Hüsrev Paşa 432; Şehit Ali Paşa 1 585; Nuruosmaniye 3 2 3 3 vb.}. Adı bilinmeyen birinin Kanuni adına yazdığı Tuti-name, Azmi'nin 995/1 5 86'da Gediz'de yazdığı eğlendirici h i kayelerden oluşan Kitab-ı

hiyel ve dek (Bri t ish Museum Or. 7836}, Aşık Hakkı'nın 957 / 1 550'de yazdığı Kıssa-i p ür-gussa's ı Handan adlı b i r kızla N alan adlı gencin arasındaki aşk macerası (Top­ kapı Sarayı K tp . H. 1 082}'nı s ayabiliriz. Hacı Ali el - Mos­ tari 1 006/1 597'de Kı ssa-i Yusuf'u mensur olarak yazmış­ tır (British Museum Or. 1 2 180 otograf}. Kanuni devrinde yaşamış olan Eyyubi, Dastan-ı Hatem-i Tayy'ı yazmı'j, ayrıca Şeh-name'yi nesre çevirmiştir (S. N. Ergun, Türk şairleri III). Kefev i 'nin Raz-ntime'si Hafız divanından te­ fe"ül ve hikayelerdir. Lamii, 15 kadar mensur e s eriyle nesir alanında önemli b i r yer tutar. Onun çok okunmuş başlıca mensur eserleri şunlardır : Nefelıatü 'l-iins çevirisi

Molla Cami'den yapıl­

mış olup e 3 e r Kufeli Ebu Haşim'den başlayarak 34'ü ka­ dın olmak üzere 623 zatın menkıbeleridir. Lamii, Anado­ lu'da ve Rumeli'de yet i şm i ş velileri de eklemiştir. Nefelıa­ tü'l-iins çevirisinin bitişi 927/ 1 5 2 1 Belgrad'ın fethi tarihi­ ne rastladığı için eserine Fütulıü'l-mücalıidin li-teravihi ku/Cıbi'l-müşahidin adını vermiştir. Yazma nüshaları çok olan Nefehatü'l-üns e ski harflerle bastırılmıştır (İstanbul 1 2 8 9 ) . Şevahidü'n-nübüvve Molla Cami'den çevrilmiş bir çeşit s iyer kitabıdır. Lamii "sahih" eserlerden ve "muteber " kitaplardan edindiği bilgileri de eserine koyduğunu söyler. Bizzat bulun du ğ u Moton seferini de anlatan Lamii, bu güç fetbin Hz. Muhammed'in ve veliyullahın manevi h i mmet­ · leriyle y apıldığı inancındadır. Şevahidü'n-nübüvve eski harf­ lerle b a s tırılm ış tır (İstanbul 1 293). İbret-nüma tan ınmış mutasavvıfların menkıbelerinden toplanmış ahlaki h i kaye­ lerdir. Yazma n ü s ha ları çok olup taşbaskısı da yapılmış­ tır ( İ s t anbu l 1 273). Dili o ld uk ça ağırdır. Şerefü'l-insan onun beğeniten eserlerinden olup Kanuni adına yazılmıştır . Ri­ sa/e-i İlı vanü's-sefa adlı Arapça büyük eserin birinci risa­ lesi olan insanın hayvanlarla münazarasının çevirisidir. Bu m ü nazara ile insanın e§ref-i mahlukat olduğu ortaya ko-

TORK EDEBİYA Tl, Eski nulmak istenmiştir. Münazara-i bahar u şita, telif bir eser olup sanat gayesi ile yazılmış temsili bir hikayedir. İçin­ de manzum parçalar da bulunan eserin dili ağır, üslubu münşiyanedir. Kanuni adına yazılmış olan Münazara-i ba ­ har u şita eski harflerle bastırılmıştır (İstanbul 1 290) . Hüsn ü dil. Fettahi-i Nişaburi'nin aynı adlı eserinin çevirisidir. Eğlendirici temsili bir hikaye olup içinde manzum parça­ lar da vardır. Lamii, Hüsn ü di/' i Yavuz adına yazmış olup ayrıca Emir Buhari'ye olan derin saygısını da belirt­ miştir. Yukarıda adı geçen Ahi'nin de mensur Hüsn ü di/'i vardır (İstanbul 1 287). Lamii'nin yazdığı eğlendirici, hiciv ve mizalı yollu fıkralarını içine alan Letaif'ini, oğlu şair Lem'i bir kitap halinde düzenlemiş, kitaba bir de ön­ söz yazmıştır. Letaif-name'de açık saçık fıkralar da bulun­ makla beraber Şeyyad Hamza ile Nasreddin Hoca'ya ait en eski fıkraların yer almış olması ile eser edebiyat tarihi ve folklor açısından kaynak bir metin durumundadır.

Şerh-i Dibace-i Gülistan : Sa'di'nin Gülistan' ının ön­ sözünün açıklamasıdır. Yazmaları pek çoktur. XVI. yüzyılda pek çok menakıp-name yazılmıştır. (bk. Tarih - Coğrafya Yazmaları Kata/oğu 6 . fas .). Menakıp-na­ melerde sade ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Hüseyin Vaiz Kaşifi'nin Kerbela olayına dair Rav­ zatü'ş-şüheda'sı Cami-i Rumi (Muhyiddin Mehmed (ölnı. 9 1 1 / 1 505) tarafından Saadet-name adıyla Türkçeye çevril­ miştir. Aynı eseri Fuzuli de Hadikatü's-sueda adıyla çe­ virmişti (bk. FUZULI). Mehrned Rauf'un Kerbela-name (yazılışı 98 1 / 1579 Mil­ let ·23 2 müellif hattı i ledir)'si ile Me/azü'l-müttakin (yazı­ lışı 974/ 1 566) ve Ralıatü'l-ervalı (Reşid Efendi 379) adlı dini eserleri vardır. XVI. yüzyılda yazılmış biyografik eserlerden edebi­ yat tarihimiz için birinci derecede kaynak teşkil eden şuara tezkirelerinin sayısının bu yüzyılda birden arttığı görülür. XV. yüzyılda Nevai, Mecalisü'n-nefais adlı tezkiresi ile ede­ biyatımızda bu türün ilk örneğini vermiştir. Sehi Beg, Ne­ \'ai'nin eserini örnek alarak Osmanlı sahasında ilk tezkire olan Heşt Bilıişt'i yazmıştır (yazılışı : 945/ 1 5 3 8). Sehi Beg, Necati'nin yakın dostu olup onun tarafından yetiştirilmi�, divan sahibi (Blochet I, 3 25) bir şairdir. Sehi sekiz bölü­ me ayırarak sade bir dille yazdığı tezkiresi n de şairler hak­ kında kısa bilgiler vermiş olmakla birlikte en eski tezkire olması dolayısıyla önemli bir kaynaktır. 1 3 25'te İstanbul'da basılmış olan Heşt Bihişt'in tenkitli baskısı yayınlanmıştır (Günay Kut, 1 97 8). N . Lugal ve O. Reşer tarafından Al­ mancaya çevrilmiştir (İstanbul 1 942; 2. bas. Biblio Verlag, Osnabrück 1 979). Utifi (ölm. 990/ 1 582) Tezkiretü'ş-şuara'yı 953/ 1 546' da yazarak Kanuni'ye ithaf etmiştir. L fı tifi tezkiresinin önsözünde Cami'nin Baharistan'ı ile Nevai'nin tezkiresini andığı halde, Sehi nin eserinden söz etmemiş, ancak Sehi maddesinde de tezkiresinin bulunduğunu söylemiş olmasın­ dan Sehi'nin eserine önem vermediği anlaşılıyor. Esasen ken­ disi eserine büyük bir iddia ile başlamıştır. Tezkiresinin giriş kısmından sonra önce Mevlana'dan başlayarak bü­ yük sofi şairleri, sonra padişahları ve şehzadeleri almış, daha sonra harf sırasına göre şairleri vermiştir. Latifi tez­ kiresi gerek muhtevası gerek verdiği bilgiler bakımın­ dan önemli bir tezkiredir. Aşık Çelebi kendi tezkiresinde " Sehi Beg'le asla ne inşada ne tertipte münasebeti yok,

'

121

tur" diyerek Utifi tezkiresinin değerini belirtmiştir. Utifi kendi biyografisinde 1 2 eseri bulunduğunu ve hep­ sinin ün kazanmış olduğunu yazmıştır. Divan'ı Subhatü'l­ uşşak adlı yüz hadis çevirisi, Ta'rif-name-i İstanbul vb. eserleri bulunan Latifi, şairleri bir sanatkar gözüyle eleş­ tirerek değerlendirmiştir. Pek çok yazma nüshaları bulu­ nan Utifi tezkiresinin 1 3 14 İstanbul baskısında eksikler ve yanlışlar vardır. N. Lugal - O. Reşer Latifi tezkiresini Almancaya çevirmiştir (Tübingen 1 950, 2. bas. Biblio Ver­ lag, Osnabrück 1 979). Bağdadlı Abdi (ölm. 1002/1 593) Gü lşen-i şuara adlı tezkiresini 97 1 / 1 563 'te yazmış olup tezkiresinin adı da ' ebced hesabıyla eserin yazılış tarihidir. Ahdi 960/ 1 552'de Anadolu'ya gelmiş, 97 1 tarihine ka­ dar İstanbul'da kalmış, Edirne'ye gitmiş, pek çok şairle tanışmış ve tezkiresini yakın ilgisini gördüğü Şehzade Se­ lim (Il. Selim) adına yazmıştır. Bu tarihten sonra Bağ­ dad'a dönen Ahdi'nin, tezkiresine devamlı ilaveler yap­ mış olduğu 97 1 'den sonraki bazı şairlerin ölüm tarihlerini vermesinden anlaşılmaktadır. Ahdi'nin, tezkiresine Bağdad yöresinde ve İran'da yaşamış Türk şairlerini koyması, tez­ kiresine aldığı birçok şairleri yakından tanımış olması ve çok ağır olmayan orta bir dil kullanması tezkiresinin dikkate değer yönleridir. Abdi tezkiresi yazma halindedir (yazma­ ları için bk. Tarih - Coğrafya Yazmaları Kata/oğu 1 . fas.). Abdi aynı zamanda ş airdir. Divançe'sini oluşturan şiir­ leri yayınlanmıştır (bk. H. Mazıoğlu, "Türk Dili Araştır­ maları Yıllığı" 1 97 8 - 1979, 95 - 1 50).

Aşık Çelebi (ölm. 979/ 1 5 7 1 ) Meşairü'ş-şuara adlı tez­ kiresini 974/ 1 566'da yazmıştır. Tezkiresinde şair ve şiirden söz ettiği uzun bir önsözden sonra şair padişahları ver­ miş, diğer şairlerin adlarını ebced harflerine göre sırala­ mıştır. Tezkire sinde devrinin edebi toplantıları, şairlerin. birbirleriyle il işkileri hakkında pek çok bilgi vermiştir. Kendisi de tezkiresi için "tezkiretü'ş-şuara olmayıp asılda tevarihü'ş-şuara olduğu cihetle bazt ahvallerinün zikrin­ de imtidfıd olındı" der. Meşairü'ş-şuara'nın faksimilesi, nüs­ ha farkları ve indeksi ile birlikte bastırılmıştır (Meredith Owens, London 1 97 1). Aşık Çelebi'nin tezkire ve Divan'ın­ dan başka, Şekayık-ı nu'maniye çevirisi, Gazali'den ahlaka dair Tibre'l-mesbu k çevirisi, Hadis-i erbain, manzum Siget ­ varname, Bursa şehrengizi vb. eserleri vardır (bk. Osm anlı müellifleri II, 307). Kınalızade Hasan Çelebi (ölm. 1 0 1 2 / 1 603) Tezkire­ t ii ş -şuara yı 994/1 586'da bitirerek III. Murad'a sunmuş­ tur. Şairden, şiirden söz ettiği giriş kısmından sonra I. bö­ lümde şair padişahlar, II. bölümde şehzadeler al ı nmış , III. böl ümd e şairler elifba sırasına göre verilmiştir. İyi bir tahsil görmüş, müderrislikler ve kadılıklarda bulunmuş olan Hasan Çelebi, tezkiresini çok ağır bir dille ve münşiyane bir üslupla yazmıştır. '

'

Hasan Çelebi, Utifi özellikle Aşık Çelebi tezkiresin­ den yararlanmış, onların ifadelerini süsleyerek ve kendi topladığı bilgileri de katarak vermiştir. ,

Hasan Çelebi tezkiresinin İbrahim Kutluk'un hazır­ ladığı eski harflerle tenkitli metni yayınlanmıştır (Türk Ta­ rih Kurumu yayını Ankara I, 1 978, Il, 1 9 8 1). Rusçuklu Mustafa Beyani (ölm. 1 006 / 1 598)'nin Tez­ kiretii'ş-şııarcı'sı 1 000/ 1 596 tarihinde yazılmış olup Hasan Çelebi tezidresinin bir özetidir (Tezkirede bulunan şairler

122

TORK EDEBIYATI, Eski

için bk. A. S. Levend, Türk edebiyatı tarihi, 287 - 290) (Bk. TEZKİRE). Bu yüzyılda tezkireler dışındaki biyografik eserl e rin en önemlisi, Ahmed İsamüddin Efendi (ölm. 962/ 1 5 6 1 )'ni;-ı Arapça yazdığı Şekayıku'n-nu'maniyye'sine yi n e bu yüz­ yılda yapılan çevirilerdir : Belgradlı Haki, Hadikatü'r-rey­ han adlı Şekayık çevirisini 968/1 560'ta yapmıştır. EdirncH Mecdi Efendi (ölm. 999/ 1590) Hadikatü'ş-şekayık adlı çe­ virisini 995 / 1 586'da bitirmiştir. Mecdi Efendi'nin çevirisi ekiediği notlarla birlikte bastırılmıştır (İstanbul 1 269). Aşık Çelebi (ölm. 979/1 572)'nin çevirisi elde yoktur. Aşık Çe­ lebi, Şekayık'a Arapça olarak bir de "tetimme" yazmıştır (bk. Behçet Gönül, istanbul kütüphanelerinde Şekayıku'n ­ nu'maniyye tercüme ve zeyilleri, "Türkiyat Mecmuası" VII - VIII, 1 945). O. Reşer, Taşköprülüzade'nin Şekayı ­ ku'n-nu'maniyye'sini Almancaya çevirmiştir (İstanbul 1 927). Ali'nin 995 / 1 5 86'da yazdığı Menakıb-ı hünerveran (İbnülemin Mahmud Kemal, İstanbul 1 926), hattatlar, re,­ samlar, tezhipçiler, ciltçiler, yazı, cilt, süsleme ve resim sanadarıyla uğraşan sanatkarlar (hattat, mücellit, müzehhip, musavvir)'dan bahseden çok önemli bir eserdir. Mehmed Rauf (ölm. 1 002/ 1 593) Reşehat-ı çevirisini II. Selim'e sunmuştur. Nakşıbendiye hal tercümeleridir. Kütüphanelerde yazmaları ruosmaniye 23 1 0 No. lu nüsha 995/ 1 5 86 'da miştir).

aynü 'l-hayat büyüklerinin çoktur (Nu­ kopye edil­

Bu yüzyılda pek çok menakıpname yazılmıştır (bk. Tarih - Coğrafya Yazmaları Kata/oğu 6. fas.). Çoğunlukla sade ve anlaşılır bir dille yazılmış olan menakıpnamelerden başlıcaları şunlardır :

Menakıb-ı tacü'l-i'ıri/in Ebü'l - Vefa : 929/ 1 522'de ölen Şeyh Seyyid Vilayet'in emri ile Arapçadan çevrilmiştir (Süleymaniye, Zühdü Bey 96 v.b.). Kanuni ile Rum Mehmed Paşa adına yazılmış Meno­ kıb -ı Hı.. Eyyüb-ı Ensari 'nin yazarı belli değildir (Esad Efendi 2423). Yahya b. Bahşi, Menakıb-ı cevahir li-hakkı Emir Sul­ tan'ı 932!1525 'te yazmıştır (Kemankeş 4 1 0 v.b.). Zeynelabidin, Yesile-i metalib (Emir Sultan menakıbı)'i 1 543 'te yazmıştır (Ali Emiri 1060). Dursalı Şevki (ölm. 962/1555) Menakıb-ı Emir Sultan (yazmaları çoktur). Agehi (ölm. 985/1 577) Menakıb-ı imam Gazali (Hacı Mahmud 465). Derviş Mahmud el - Mevlevi, Sevakıb-ı menakıb (Mev­ lana menakıbı) çevirisini 998/1 590'da Konya'da bitirmiş­ tir (yazmaları çoktur). Ahmed Kemal Dede (lfipla yaz­ mıştır. Divan'ında pek çok kasidesi, yüzlerce gazeli. rubai ve kıta v.b. şiirleri vardır. Gazelleriyle hakimane tarzın en mü­ kemmel örneklerini vermiş olan Nabi, çok yazmış olduğun­ dan onun bütün gazelleri aynı güzelliktc değildir. Bu yüz­ den onun Divan'ı "ot basmış bir gülistan"a benzetilmiştir. Manzum, mensur eserleri bulunan Nabi'nin oğluna öğütler vermek için yazdığı Hayriye (Hayri-name) adlı mes­ nevisi Divan'ından sonra en ünlü eseridir (bk. NABt). Na­ bi gazelleriyle gerek yaşadığı devirde gerek ölümünden son­ ra geniş ve sürekli etki yapmış bir şairdir. Doğrudan doğ­ ruya onun tarzını benimsemiş olanlar dışında Nedim, Şeyh Galib gibi şairler de dahil olmak üzere XVIII - XIX. yüz­ yılın bütün şairleri ona nazireler yazmışlardır. Ancak o, hikemi tarzın aşılmaz üstadı olarak kalmıştır. XVII . yüzyılın 2. ya rısında yetişen şairlerden na'tleri­ nin çokluğu ile tanınmış olup kalın b ir Divan'ı bulunan Nazim, Nabi'nin yakın dostu Rami Mehmed Paşa gibi şair­ ler arasında en dikkate değer şair Sabit (ölm. 1 1 24/ 1 7 1 2)'tir. Divan'ı, Edhem ü Hüma'sı ve Zafer-name'si dışında bazı küçük mesnevileri de bulunan Sabit, şiire yeni bir tarz ge­ tirmek arzusu içindedir. Eski büyük üstatları okumuş, N abi '

128

TÜRK EDEBiYATI, Eski

yi çok beğenerek onun etkisinde kalmış, ancak şiirde bir

yenilik yapabilmek kaygısını daima taşımıştır. O, bu amaç­ la Türkçe deyimleri ve atasözlerini şiirlerinde bol bol kul­ lanmış, deyimierin mecazlı anlamlarından yararlanarak ke­ lime oyunları ve sanatlar yapmıştır. Şiirde Türkçe deyim­ ler kullanmak, kelimelerin gerçek ve mecazlı anlamlarından yararlanmak XV. yüzyıldan beri pek çok şairin baş vurdu­ ğu bir yoldur. Ancak Sabit bunu bir tutku haline getirmiş, bu yüzden de bazen bayağılaştığı olmuştur. Kullandığı yüz­ lerce deyimden bir kısmı bugün edebi dilde artık yaşa­ mamaktadır. Bu yüzden Sabit'in şiirleri, deyimler bakımın­ dan zengin bir malzeme durumundadır. Divan şiirinin tek­ niğini çok iyi bilen Sabit'in dili ağır ve çetrefildir. Arapça. Farsça kelimeleri ve terkipleri oldukça çok kullanması , ay­ rıca, bugün kullanıştan dü§müş deyimlerle kelime oyunbrı vapması yüzünden çok defa onun şiirlerini anlamakta güç­ lük çekilir. Bununla birlikte, Divan'ında onun üstad bir şair olduğunu gösteren çok güzel şiirleri vardır (bk. SABİT).

Mutasavvıf şairler : Aziz Mahmud Hüdayi (ölm. 1 628)' nin D i va n'ı, Necatü'l-garik adlı mesnevisi, mensur Tarikat na m e ' si birlikte basılmış olup 20'den fazla e>eri vardır. Hü­ dayi şiirlerinde aruzu ve heceyi kullanmıştır. Divaıı'ının yazmaları pek çoktur. Nakşi-i Akkirmani (ölm. 1 055/1 654), Halveti şeyhle­

rinin biivüklerinden olup Nakşi hakkında Moralızade Mus­

tafa Lütfi Efendi tarafından yazılmış Menakıp-name 1 3 1 4' te Bursa'da bastırılmıştır. Eski harflerle bastırılmış olan Divan'ında tasavvufi düşüncelerini açık bir dille yazmış olan Nakşi. bu yüzyılın tanınmış mutasarrıf şairlerindendir. Ümmi Sinan (ölm. 1 664) Elmal ılı olup şiirlerinde Ne­ simi'nin etkisindedir. Eserlerini aruzla ve hece ile yazmıştır.

Niyazi-i Mısri (ölm. 1 653) Malatyalı olup Mısır'da tahsil görmüş, Elmalılı Ümmi Sinan'a derviş olmuştur. Da­ ha sonra Bursa'da yerleşen Niyazi, Halvetiliğin Mısri ko­ Iunu kurmuştur. Hükümeti dinlemeyip birkaç yüz müridi ile gaza yapmak için Edirne'ye gittiğinden Limni'ye sürü l­ müş ve orada ölmüştür. Yunus Emre'nin etkisi altında kal­ mıştır. Onun "Çıktım erik dalına anda yedim üzümü" mıs­ raı ile başlayan şathiyye-:;ine yazdığı şerhi çok meşhurdur. Halk tarafından çok okunan div:ınının eski ve yeni harf­ lerle baskıları yapılmıştır. Vahdet-i vücudu Yunus'tan son­ ra en kolay ve samimi bir biçimde anlatmış olan Niyazi, halk arasında geniş şöhret kazanmıştır (bk. NİYAZİ). Tarikatların çok arttığı bu yüzyılda yetişen daha pek çok tekke şairi vardır: Bunlardan bir kısmı hem heceyi hem aruzu kullanmış bir kısmı ise yalnızca heceyle yazmışlardır. XVII. yüzyılda çeşitli konularda pek çok mesneviler yazılmıştır. Mesnevi yazan şairler arasında yüzyılın 1. ya­ rısında Atai, 2. yarısında Nabi Osmanlı mesneviciliğinin iki büyük şairidir. Atai ( 1 582 - 1 634) XVI. yüzyılın tanınmış gazel şairi olan alim Nev'i'nin oğlu olması dolayısıyla Nev'izade diye anılır. Eserlerinde babası ile iftihar eden Atai'nin IIam­ se' si, D i va ıı 'ı veŞekayık zey/i en önemli eserleridir. Atai' nin Hamse sindeki mesneviler Nefhatü'l-ezhar, Sohbetü'l ­ eb kar Alem-niima (Saki-nanıe), Helt-han ve Hilyetü'l-ef­ k ar dır. Sade ve akıcı bir dille yazılmış olan bu mesneviler­ de Saki-name dışındakiler dini, ahlaki, mahalli konulardan oluşan küçük hikayelerdir. İçlerinde konusu açık saçık '

,

'

olanlar da vardır. Gerek Saki-name'de gerek bu küçük hi­ kfıyelerde İstanbul'a ait tasvirlerin ve yerli hayatı aksettiren özelliklerin bulunması mesnevi edebiyatımızın yerlileşme­ sinde Atai'nin mesnevilerine ayrı bir yer ve önem kazan­ dırmıştır. Şeyh Galib Hüsn ü A şk'ında Atai'nin mesnevi­ lerini pek beğenmediğini söylemekle birlikte onun Osman ­ lı mesneviciliğinde yeni bir tarz yarattığı kabul edilmiştir. Atai'nin Hmnse'sindeki eserlerinin beğenildiği ve çok okun­ duğunu yazmalarının fazlalığı gösterir. Ham se ' s indeki Hil­ yetü'l-efkiir eksik bir mesnevidir (A. S. Levend bas. 1 948). Heft-lıan Turgut Karacan tarafından bastırılmıştır ( 1975). Atai'nin Diı•an'ının yalnızca istanbul kütüphanelerinde 1 6 yazmasının bulunma>ı, onun şöhretini gösterir. Atai'nin bir de Hez/iyyat divançesi vardır (Üniversite Ktp. 3 1 9). Atai'nin Hadikatü 'l-lıakayık fi teknıileti'ş-şekayık adıv­ Ia Taşköpriilüzade'nin Şekayık'ına yazdığı zeyil, onun en tanınmış eserlerindendir ( 1 268). Oldukça ağır bir dille ya­ zılmış olan Şekayık zeyli, edebiyat tarihimiz için çok önem­ li bir kaynaktır. Mevlid, miraciye, hilye, hadis-i erbain gibi dini ko­ nul arda yazılmış eserlerin. divanlarda tevhid, münacat ve na'tlerin arttığı görülür. Nazİm'in na'tleri divanında olduk­ ça geniş yer tutar. Hakani'nin Hi/ye-i şeri/'inin etkisi ile Cevri Hi/ye-i ciharyar-ı giizin , Neşati Hi/y e -i enbiya, Güt­ ti Hi/ye-i Hii sey n'i yazmıştır.

XVII. yüzyılda miraciyeler çok yazılmıştır. Önceki yüz­ yıllarda mesnevilcrde görüldüğü gibi, mesnevilerin giriş kısımlarındaki na'tlere miraciyenin de eklenmesi adettir. Bu yüzyılda da buna uyulmuştur. Atai'nin Hamse'sindeki bü­ tün mcsnevilerinde miraciye bölümü vardır. Kafzade Faizi, Leyla ve MeCJnın'una (Millet Ktp. 506) miraciye bölümü koymuştur. Nadiri'nin, Haleti'nin, Atai'nin, Neşati, Naili, Fasih, Riyazi v.b. divanlarında miraciye şiirleri vardır. Bu miraciyelerden Nadiri'nin miraciyesi gibi bir kısmı kaside ve gazel biçimindedir (bk. Metin Akar, Türk edebiyatında manzımı nıirac-ııfimeler, Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakiilte3i, basılmamış doktora tezi 1 980). XVII. yüzyılda manzum ve mensur hadis-i erbainler de yazılmıştır. Feyzi-i Kefevi (ö!m. 1 6 1 6), Nabi, Fethi-i Karamani (ölm. 1694)'nin manzum hadis-i erbainleri var­ dır. Kemaleddin Mehmed (ölm. 1 6 1 2), Abdurrahman Hıbri (ölm. 1 676) mensur hadis-i erbain yazmıştır (bk. A. Kara­ han, İslam Türk edebiyatmda kırk hadis, İstanbul 1 954). Bu yüzyılda saki-narnelerin çok yazıldığı dikkati çe­ ker. Divanlarda yer alan saki-namelerden başka, müstakil saki-nameler de yazılmıştır. Nef'i'nin Divan'ındaki Saki­ name'si gibi terkib-i bend şeklinde yazılmış olanlar da var­ dır. Yahya'nın Saki-name'si Divan'ının yazma nüshaların­ da ve basmasında bulunmakla birlikte m üstakil bir mesne­ vidir. Atai'nin Saki-ıuime (Alenı-niinıa)'sinden başka Riyazi (Üniversite Ktp. 2832/2), Faizi (Divan'ında), Sabuhi, Cem'i (ölm. 1 070/ 1 659), Fehim, Selanikl i Esad, Azmizade Ha­ leti (Nuruosmaniye Ktp. 3942) (ölm. 1 04 1 / 163 1), Bahai, Tıf­ li'nin divanlarında saki-nameler vardır. Bunlardan bir kıs­ mında Nef'i'nin eserinde olduğu gibi doğrudan doğruya şaraptan, içkiden, sakiden bahsedilmiş, Yahya'nın Saki-nd­ me'si gibi bir kısmında ise şarap ilahi aşk, saki mürşid, meyhane tekke yerinde mecazi anlamlarda kullanılmıştır. Bu yüzyılda klasik mesnevi konuları geçmiş yüzyıllar­ daki rağbeti görmemiş olmakla birlikte büsbütün bırakıl­ mamıştır. Bursalı Hevayi Mustafa (ölm. 1 0 1 7 / 1608), Bağ-

TORK EDEBiYATI, Eski dadlı Abdüldelil Zihni (ölm. 1 023 / 1 6 1 4)'nin Yusuf u Züley­ ha' yı, Faizi'nin Leyla ve Mecnun'u, Rif'ati (ölm. 1 080/ 1 699)'nin Yusuf u Züleyha ile Leylii ve Mecnün'u, Fasih Dede'nin Hüsrev ü Şirin ile Mahmud u A yaz'ı, B ursalı He­ vayi Mustafa'nın Yusuf u Züleyha ve Vanıık u A zra mes­ nevilerini yazdıkları kaynaklarda bildirilir. Fedai Dede (ölm. 1 045/ l 635)'nin Mantıku'l-esriir adlı Mantıku't-tayr çevirisi ( 1 274 taşbasması), Ömer Fuadi (ölm. 1 046/1636)'nin Attar'ın Bülbül-ııiime çevirisi bu yüzyılın tasavvufi mesnevilerindendir. Manisalı Birri (ölm. 1 1 271 1 7 1 5), Ömer Fuadi'nin Bülbüliye'sini nesre çevirmiştir (Bur­ sa İl Halk Kütüphanesi, Genel 1 1 6 1). Şehrengizler XVI. yüzyıldaki kadar fazla yazılmış ol­ mamakla birlikte bu yüzyılda da yazılmış şehrengizler var­ dır. Neşati'nin Edirne şehrengizi (Üniversite Kütüphanesi, 545, Divan'ı içinde), Fehim'in İstanbul şehrengizi (Üniver­ site Kütüphanesi, 2932, Divan'ı içinde), Gelibolu Veeibi (ölm. l 0 1 9 / 1 6 1 0)'nin Gelibolu şelırengizi, Tab'i (ölm. 1 064/ 1 653)'nin İstanbul şelırengisi sayılabilir (A. S. Levend, Türk edebiyatmda şelırengizler, İstanbul 1 958). Sur-namelerden Abdi'nin 1675'te Edirne'de IV. Meh­ med'in şehzadelerinin ve kızı Hadice Sultan'ın evlenme dü­ ğünlerine ait Sur-name'si (Revan, 823), Nabi'nin aynı dü­ ğün için yazdığı Sur-name (A. S. Levend, Nabi'nin Surnii­ mesi, İstanbul 1 944) bu türün örnekleridir. Bu yüzyılda şairler arasında hiciv ve hezel çok yaygın­ dır. Nef'i Silılim-ı kaza adlı eserinde topladığı çoğu küfür mahiyetindeki amansız hicivleriyle bu türün en başta ge­ len şairidir. Devrinde hicvetmediği şair hemen yok gibidir. Babasını bile hicvetmiştir. Atai 'nin, Riyazi'nin, Mantıki'nin hicviyeleri vardır (Bu yüzyılın halk şairleri için bk. HALK EDEBİYATl).

Mensur eserler : Tezkireler. XVII. yüzyılın başında, ne­ sirde sade, orta sanatlı ve ağır nesir olmak üzere üç üslubun kullanıldığı görülmektedir. Bu yüzyılın tezkireleri genellikle çok sade olmayan bir dille oldukça açık ve anlaşılır bir üs­ lupla yazılmışlardır. XVII. yüzyılda yazılmış olan mensur eserler arasında tezkirelerin edebiyat tarihi yönünden özel bir yeri ve öne­ mi vardır. Riyazi (ölm. 1 054/1 644)'nin l 0 1 8 / 1 609'da yaz­ dığı Riyaziü'ş-şuara'sı bu yüzyılın en önemli tezkire­ lerindendir. Riyazi, eserine XV. yüzyıldan 1 609'a kadar ya­ şamış 400'den fazla şairi almış, kendisinden önce yazılmış tezkirelerden de yararlanmıştır. Riyazi tezkiresinin dili pek ağır olmamakla birlikte sade de sayılmaz. Riyazi'nin Düs­ turu'l-amel fi durubi'l-emsal, Risale fi ilmi'I-beyanı Sahayi­ /ü'l-letaif, İbni Hallikan'ın Vefeyatü'l-a'yan adlı tanınmış biyografik eserinin kısaltılmış çevirisi gibi mensur eserleri de vardır. Divanı ile 1052 beyitli Saki-name'si de bulunan Riyazi, aynı zamanda bu yüzyılın tanınmış şairlerindendir. Kasidede Baki'nin ve Nef'i'nin etkisinde kalmış olan Riyazi, Nef'i ile hiç anlaşamamış, birbirlerine karşı hicviyeler yaz­ mışlardır. Kasidelerinin girizgahlarındaki başarısı dikkati çekmiş, Baki'nin ve Nef'i'nin hayallerine yakın hayaller ve tasvirler yapmıştır. Tasavvufun etkisi altında kalmış olan Riyazi'nin duygulu, zarif gazelleri vardır. Kafzade Faizi (ölm. 103 1 ! 1 62 1)'nin 1 620'de yazmış olduğu Zübdetü'l-eş'ar adlı tezkiresi, daha çok antoloji nite­ liğinde olup XV. yüzyılın 2. yarısından kendi devrine kadar yaşamış olan aairlerden bir iki cümle ile söz etmiş ve ııiirle -

1 29

rinden örnekler vermiştir. Divanından başka Saki-name'si ile yarım bıraktığı Leyla ve Mecnun mesnevisi vardır. Seyyid Mehmed Rıza (ölm. 1082/ 1 67 1), Tezkire tü 'ş-şuara'sına Fatih'ten IV. Murad'a kadar olan şair parli­ şahlar ile 1 000/ 1 5 9 1 tarihinden beri yetişen şairleri almış­ tır. Eski harflerle bastırılmış olan (İstanbul 1 3 1 6) Rıza tezkiresinin dili pek sade olmamakla birlikte çok ağır da değildir. Aynı zamanda şair olan Rıza, Nev'i ve Yahya etkisinde şiirler de yazmıştır. Yümni Mehmed Salih (ölm. 1 07 3 / 1 662)'in yazdığı tezkire, çağdaşı 29 şairden söz ettiği küçük bir eserdir. Onun müsvedde halindeki tezkiresini Ali Emiri temize çekmiştir (Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Bl. No. 780 - 7 8 1 ) . Seyrekzade Mehmed Asım (ölm. 1 086/ l 676)'ın Zeyl-i Zübdetü'l-eş'ar'ı, Kafzade'nin eserine zeyildir. Rıza Paşa Kü­ tüphanesi nüshası yazarın el yazısıyladır. 1 2 3 şairin haya­ tından ve eserlerinden örnekler vermiştir. Mustafa Mücib (ölm. ?)'in Tezkiretü'ş-şuara'sı Kaf­ zade'nin Zübdetü'l-eşar'ına zeyil olup 1 1 22/ 1 7 1 0'da yazıl­ mıştır. 1 1 2 şairi içine alan bu tezkire de yazma halin­ dedir (N uruosmaniye Kütüphanesi, 4965, 287b - 293b). Bu yüzyıl tezkirelerinden olan Güfti (ölm. 1 088/ 1 678)'nin Teşrifatü'ş-şuara (Hamidiye 1 1 1 3)'sı şairlerden alaycı bir dille bahseden tek manzum tezkiredir (F. Timurtaş, Edir­ ne/i Güfti ve Teşrifatü 'ş-şuara'sı, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" II, 3 - 4, 1 948). XVII. yüzyılda edebi alanda sanatlı ve süslü nesir üs­ lubunun tanınmış iki temsilcisi Veysi ile Nergisi'dir. Bun­ ların eserlerinde nesir dili o kadar ağırlaşmıştır ki çok de­ fa sözlükle dahi yazdıklarını anlamak zordur. Çünkü seeiter yapmak ve hüner göstermek maksadıyla zincirleme terkip­ Ierin yer aldığı uzun cümlelerle fikir ikinci plana atılmıştır. Bu üsliibun en tanınmış temsilcilerinden olup aynı zaman­ da şair olan ve divanı da bulunan Veysi (ölm. 1 628) Hab ­ name (Vakıa-niime), Şahadet-niime, Dürretü't-tac fi sahibi'l ­ mirac adlı siyer kitabında süslü, sanatlı ve anlaşılması güç bir nesir dili ve üsliibu kullanmıştır. Ancak duygularındaki samimiyeti dolayısıyla Hab-niime'si ve Siyer'i kültürlü ki­ şilerce beğeniimiş ve çok okunmuş olup her iki eser de eski harflerle bastırılmıştır. Nergisi (ölm. 1 634)'nin beş mensur eserden oluşan hamsesinde Nihalistan, İksir-i saadet, Meşaku'l-uşşak, Ka­ nunü'r - Reşad, Gazavat-ı Mesleme adlı eserleri vardır. Ner­ gisi'nin eserleri mensur olduğu halde bu beş eser bir araya getirilerek "hamse" adı verilmiştir. Nihalistan beş bölüme ayrılmış olup cömertliğe, aşka, tövbeye ve çeşitli konulara ait küçük hikayelerden ve fıkralardan oluşan bir eserdir. İksir-i saadet, Gazali'nin İhya-yı ulum'undan özetteyerek yazdığı Kimya-yı saadet adlı tanınmış eserinin 4. bölümü olan Rükn-i muameliit'ın Türkçeye çevirisidir. Eser IV. Mu­ rad adına yazılmıştır. Gerçek sevgiden, din kardeşliği hu­ kukundan, konuşma adabından, padişah emrine itaatten, dostluğun ve arkadaşlığın gereklerinden, hilm ve gururun kötülüğünden, iyilik etmekten, çocuklara şefkatli davran­ maktan, ana baba akrabaya saygıdan bahsetmiştir. Meşaku'l-uşşak adlı eseri Şeyhülislam Yahya Efendi'ye ithaf edilmiş olup baştaki "hamd ü sena" kısmından sonra bir kaside ile Yahya Efendi övülmüştür. Nergisi, yedi aşk fıkrasından oluşan eserini Elbasan kadısı iken bir kitap yaz­ mak isteyerek işittiği, okuduğu aşk fıkralarından bu eserini meydana getirdiğini söyler. Kanunü'r - R eşad, İlhanlı hüküm­ darlarından Sultan Muhammed Hüdabende için yazılmııı

130

TORK EDEBiYATI, Eski

Ahldku's-saltana adlı bir kitaptan Türkçeye çevrilmiş olup lV. Murad'a sunulmuştur. Eserin başında IV. Murad'dan başka Şeyhülislam Ebussuudzade Esad Efendi, Rumeli ka­ zaskeri Ganizade Nadiri, Anadolu kazaskeri Azmizade Ha­ leti de övülmüştür. Eserde IV. Murad'a yazarın bir nasi­ hati ile "Fatih'in İstanbul fethedi lecek m i " d i y e sormak için Ahmed Paşa'yı Akşemseddin'e gönderdiğine dair bir hikaye de yer almıştır. Eser, Padişahların memleketi idare ederken nelere dikkat etmeleri gerektiğini öğreten "Nasihatü'l-mü­ !Cık" mahiyetinde bir siyasetnamedir. Hamsedeki 5. eserin asıl adı El-akvalü'l-müselleme li gazavati'l - Mesleme'dir. Erneviierden Abdülmelik oğlu Mes­ leme'nin Bizans ordularıyla savaşı, istanbul kuşatması, Ga­ lata'da Arap camiini yaptırması anlatılmıştır. Nergisi'nin dili, üs!Cıbu ağır olduğu halde "hamse"sin­ deki eserleri çok beğeniimiş ve çok okunmuş olup eski harflerle bastırılmıştır (İstanbul 1285 / 1 868) (bk. NERGİSİ). Evliya Çelebi, XVII. yüzyıl nesrinin en dikkate de­ ğer yazarlarındandır. 25 mart 1 6 l l 'de İstanbul'da doğmuş ve 1 684'te ölmüş olduğu anlaşılan Evliya Çelebi, Seyahat ­ n am e 'si ile bize bu türün bir şaheserini bırakmıştır. Dil, tarih, coğrafya, sosyoloj i , folklor ve edebiyat bakımından zengin malzemeyi içine alan 10 ciltlik Seyahat-name, Türk kültür tarihinin abidelerindendir (bk. EVLİY A ÇELEBİ). Bu yüzyılın tanınmış alimlerinden Kati p Çelebi ( 1 609 1 656) tarih, coğrafya, bibliyografya, sosyoloj i, ahlak gibi birçok konularda yazdığı eserleriyle Türk ilim tarihinin değerli bir temsilcisidir (bk. KATİP ÇELEBİ). Eserleri pek sade olmamakla birlikte anlaşılır bir dille yazılmıştır. Bin­ lerce eseri görerek hazırladığı Arapça Keşfü'z-zünıın adlı iki ciltlik bibliyografya eseri kültür tarihimizin, dolayısıyla edebiyat tarihimizin çok önemli kaynaklarından olup bu­ gün elimize geçmemiş olan birçok eserin varlığını bu eser· den öğrenmekteyiz. Bu yüzyılın önemli tarihlerinden Peçevi tarihi ile Naima tarihi oldukça sade bir nesir dili ve üsli'ibuyla ya· zılmıştır. Koçu Bey'in IV. Murad'a sunduğu meşhur La­ yiha' sı dil bakımından sade nesrin en güzel örneğidir (bk. PEÇEVi, İbrahim; NAİMA, Mustafa Efendi; KOÇİ BEY). Bu yüzyılın nesir yazarlarından Karaçelebizade Ab­ dülaziz Efendi ( 1 59 1 - 1 657)'nin Ravzatii'l-ebrar adlı tarihi ağır bir dille yazılmıştır. Divan'ı, Gülşen-i niyaz adlı dini, ahlaki mesnevisi de bulunan Abdülaziz Efendi'nin Arap­ çadan, Farsçadan çevirileri ve diğer mensur eserleri Osman­ lı m üel/ifleri' nde verilmiştir (Ili, 1 20 - 1 2 1). Taşköprülüzade Kemaleddin Efendi (ölm. 1 030/ 1 620), Abdi mahlasıyla şiirler de yazmış olan Sarı Abdullah Efen­ di (ölm. 1 07 1 / 1 660), Ankaralı İsmail Rusuhi Dede (ölm. 163 1) bu yüzyılın alimlerinden ve mutasavvıflarından olup pek çok eserleri vardır. Baldırzade Şeyh Mehmed Selisi (ölm. 1 060/ 1 650), Hulvi Mahmud (ölm. 1 064/ 1653), Su­ nullah Gaybi (ölm. 1 072 / 1 6 6 1 ) , Abdurrahman Abdi Paşa (ölm. 1 103/ 1 6 9 1 ) da bu yüzyılın nesir yazarlarındandır.

XVIII. yüzyıl XVIII. yüzyılda edebiyatımızın genel durumunda her­ hangi bir değişiklik yoktur. Bu yüzyılda d&. sanat anlayışı ve edebiyat türleri geçmiş yüzyıllardakinin devamıdır. An­ cak bu yüzyıla gelinceye kadar edebiyatımızda büyük üs­ tatlar yetişmiş, edebi türlerin hepsinde mükemmel eserler verilmiştir. Bu durumda şairlerin geçmiş üstatlara erişebil­ meleri ve bir yenilik gösterebilmeleri çok güçleşmiştir.

Çünkü aynı edebi anlayışla, aynı vasıtalarla, aynı malzeme­ yi işleyen divan şairlerinin bir üstünlük gösterebilmeleri an­ cak şahsi kabiliyetleri ile mümkün olabilir. Bu yüzyılın şairleri edebi kültür ve teknik maharet bakımından yetkin ve güçlü olmakla birlikte eski üstatların yolunda başarılı şiirler yazmaktan öte üstün bir sanat gücü gösterememişler­ dir. Sadece yüzyılın 1. yarısında Nedim, 2. yarısında Şeyh Galib şahsi dehaları sayesinde bir yükseliş kaydetmişlerdir. Esasta bir değişiklik olmamakla birlikte edebiyatın ge� lişmesinde bu yüzyıla has birtakım özellikler bulunmaktadır. Edebi türlerin hepsinde daha çok yerlileşme olmuş, ma­ halli konular ve günlük yaşayış edebiyata daha çok girmiş­ tir. Böylece XVIII. yüzyıl, divan edebiyatının halk zevki­ ne yaklaştığı ve kendi benliğini geniş ölçüde yansıttığı bir devirdir. Divan şairlerinin bu yüzyıla gelinceye kadar hece ile şiir yazdıkları görülmediği halde Nedim ile Şeyh Ga­ lib'in hece vezniyle birer türkü yazmaları divan edebiyatın­ da halk zevkine de yer verilmiş olmasının dikkate değer bir örneğidir. Bu yüzyılda şarkı şeklinin çok rağbet gör­ mesi, birçok şairin şarkılar yazmış olması, Galib gibi bir Mevlevi şeyhinin bile divanında pek çok şarkılarının bulunması, günlük hayatın şiirde yer alması ve halk zev­ kine yaklaşılmış olması yüzündendir. Nedim başta olmak üzere hemen bütün şairler günlük konuşma dilini sade ve canlı bir biçimde deyimleri, ata sözleri, hatta bazan Arap­ ça, Farsça kelimelerin halkın ağzında bozulduğu şekliyle kullanmışlardır. Şeyh Galib gibi Nedim'den daha çok ge­ leneğe bağlı olan bir şairin "Türki-i basit" ile bir gazel yazması ve Nabi'nin Hayr-abad'ının dilini çok terkipli bu­ larak eleştİrmesi dilde sadeleşme akımının bu yüzyılda al­ mış olduğu mesafeyi gösterir. Yüzyılın 2. yarısında Sün­ bülzade Vehbi, Enderunlu Fazı!, büyük sanatçı olmama­ ları yüzünden sade dille yazmak, yerli konuları ve halk zevkini şiire sokmak merakıyla basitleşmişler, zevksizliğe düşmüşler, bazen açık saçık, müstehcen sözler kullanacak kadar ileri gitmişlerdir. Bu yüzyılda İran edebiyatının etkisi hemen hiç kal­ mamıştır. Şeyh Galib'in sebk-i hindiyi kullanması, Şev­ ket-i Buhari'yi beğenmesi ve kendisini Rum (Anadolu)'un Şevket'i sayması bütün bir yüzyıla teşmil edilerneyeceği gibi, Şeyh Galib bu üs!Cıbu kendi sanat zevkine yakın bul­ duğu için kullanmıştır ve bu üslup içerisinde yarattığı par­ lak hayaller onu edebiyatımızın en orijinal şairlerinden biri yapmıştır. Bu yüzyılın şairleri kendilerine Türk edebiyatı­ nın büyük üstatiarını örnek almışlar, onlara erişmeye özen­ mişlerdir. İran edebiyalından gelen klasik mesnevi konuları büsbütün bırakılmıştır. Mesneviler, yerli hayattan alınmış hikayeler, din, ahlak ve nasihatleri içeren hikayelerden oluşmaktadır. Bu yüzyılın ve Türk edebiyatının ünlü mes­ nevisi Hüsn ü A şk gerçi İran ve Türk edebiyatlarında daha önce örnekleri bulunan alegorik (temsili) bir eser ise de Şeyh Galib, tasavvufun kelime ve terimlerini konunun özel­ liğini belirtecek biçimde seçerek kişileştirmiş ve bir aşk hi­ kayesi biçimine sokmuştur. Vahdet-i vücuda erişebilmek için tasavvufun merhaleleri tamamen şahsi buluşlarla, tas­ virlerle işlenerek orij inal bir eser meydana getirilmiştir. Bu yüzyılın nesir dili ve üs!Cıbu XVII. yüzyıl nesrinin devamıdır. "Sade nesir", "orta nesir", "sanatlı ve süslü nesir" olmak üzere üç ayrı nesir üs!Cıbu kullanılmıştır. Sa­ fai tezkiresi orta ve anlaşılır bir dille yazıldığı halde Salim tezkiresi ağır bir dille yazılmıştır. Sakıb Dede'nin Se/ine-i Nefise-i Mevleviyan'ı Veysilerin, Nergisilecin üslftbu ka-

TüRK EDEBiYATI, Eski dar ağır, anlaşılmaz bir eserdir. Vakanüvis Masrafzade Şe­ fik Efendi'nin 1 703 ihtihllini anlatan Şefik-name'si de yine çok ağır bir dil ve üslupla yazılmıştır. Yüzyılın başında yaşamış olan şairlerden Mevlevi Nesib Dede (ölm. 1 7 14)' nin, Hz. Ali'nin sözlerini Türkçeye çevirdiği Rişte-i ceva­ hir adlı eserinin dili ağır terkipli olduğu gibi, Bursalı Be­ liğ (ölm. 1 729) de Güldeste-i riyaz-i irfan'ı oldukça ağır bir dille yazmıştır. U.Ie Devri'nin iki tarihçi şairinden Ra­ şid Efendi, tarihini ağır, çetrefil bir dille yazdığı halde U.Ie Devri'nin bütün olaylarının anlatıldığı Asım tarihi­ nin dili sade ve tabiidir. 1720 tarihinde Paris'e elçi olarak giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin Sefaret-name'si, 1763' te Berlin sefirliği yapan Resmi Ahmed Efendi'nin Nemçe sefare t- name'si, şair Dürri (ölm. 1 722)'nin İran sefaret-na­ mesi sade bir dille, yapmacıksız tabii bir üslupla yazılmış mensur eserlerdir. Aziz Efendi (ölm. 1 798)'nin Mulıayye­ /at-ı A ziz Efendi adıyla tanınan kitabı, eski masal ile mo­ dern hikaye arasında orijinal bir eser olup sade bir dille ve açık bir üslupla yazılmış edebi nesir örneğidir. XVII. yüzyılın 2. yarısında ve bu yüzyılın başlarında yaşamış olan Nabi (ölm. 1 7 1 2), Sabit (ölm. 1 7 1 2), Kami (ölm. 1 7 23), Osmanzade Taib (ölm. 1 7 24), Nazim (ölm. 1 7 26) devrin üstat şairleridir. Bunlar arasında en ünlü ve büyük şair Nabi öldükten sonra üstat olarak onun yerini Edirneli Efendi diye anılan Kami almıştır. Kami ile Os­ manzade Taib, İbrahim Paşa devrini de idrak etmiş Lale Devri şairlerindendir. 1703 'te tahta geçen ve 1 7 3 0 Patrona Halil isya­ nına kadar padişahlık yapan III. Ahmed şair, hattat, zevki ve eğlenceyi seven bir padişahtır. Necip mah­ lasıyla şiirler yazmış, "murakka" denen yazı levha­ ları bırakmış, sarayda kendi adına bir kütüphane kurmuş, ilim ve sanat erbabını koruyan bir padişahtır. Şehzadeli­ ğinden beri tanıdığı ve takdir ettiği ve 1 7 1 8'de sadrazam­ lığa getirdiği İbrahim Paşa'ya büyük bir güven besleyerek devlet işlerinde tam yetki vermiştir. İbrahim Paşa yenilik taraftarı, okumayı seven, özellikle tarihe meraklı, manzum beyitler ve mısralar söyleyecek kadar edebiyada ilgili, alim­ lerle, şairlerle sohbetten hoşlanan, zevke, eğlenceye düşkün bir sadrazamdır. İstanbul'u güzelleştirmek için geniş bir imar faaliyetine girişerek Boğaz'ın iki tarafında yalılar yaptırmış, Haliç'te Kağıthane'deki boş araziyi devlet ricaline dağıtarak ağaçlandırılması için ferman çıkartmış, Kağıthane'de Sa­ dabad denen yerde padişah için yaptırılan Hümayunabad köşkünün, fıskıyeli havuzların, su cetvelinin yapımına sad­ razam bizzat nezaret ederek üç ayda tamamlatılmıştır. Uzun yıllar süren savaşların yorgunluğunu gidermek, barışın ta­ dını çıkarmak için yazın Jale eğlenceleri, kışın helva soh­ betleri düzenlenmiş, Sarayın ve devlet ricalinin yaşayışında, giyim ve kuşamında daha bir incelme ve Avrupailik özen­ tisi başlamış, kürk modası almış yiirümüş, HHe soğanının fiatı çok yükseldiği için hükümet bunlara narh koymak gereğini duymuştur. Halk da büyüklerden gördüğü bu ya­ şantı ve özentiyi imkanları nispetinde, kendi hayatiarına uygulayarak bayramlarda, nevruzlarda, Kağıthane'de, Hisar­ larda, Göksu'da eğlenmek fırsatını kaçırmamıştır. Lale Devri 'nin zevk ve eğlence içerisinde geçen şaşaalı yaşantısı edebiyata da geniş ölçüde girmiştir. Padişahın, İbrahim Paşa'nın ve devlet ricalinin bulunduğu eğlencelere şairler de çağrılmışlar, her fırsatta yazdıkları kasidelerle sanatlarını ve hünerlerini göstermişler, devrin zevk ve eğ­ lencesini gazellerinde ve şarkılarında terennüm etmişlerdir.

131

Lale Devri'nin en tanınmış şairleri : Kami (ölm. 1 7 23), Dür­ ri (ölm. 1723) (bk. DÜRRİ AHMET EFENDi) Osman­ zade Taib (ölm. 1724) (bk. OSMAN-ZADE TAİB), Cazim (ölm. 1725) (bk. CAZİM), Zeyrekzade, Salim (ölm. 1725), Nedim (ölm. 1 7 30) (bk. NEDiM, Ahmet Efendi), Sami (ölm. 1733) (bk. SAMi, Arpaemini-zade Mustafa Efendi, İzzet Ali Paşa (ölm. 1 7 34) (bk. İZZET ALİ PAŞA), Raşid (ölm. 1735) (bk. RAŞİD EFENDi), Seyyid Vehbi (ölm. 1 736), Nahifi (ölm. 1 7 3 8) (bk. NAHİFİ), Atıf (ölm. 1 742 (bk. ATIF, Mmtafa), Münif (ölm. 1 743), Neyli ( 1 67 3 - 1 748) (bk. NEYLI), Hami-i Arnidi (ölm. 1 747), Asım (ölm. 1759) (bk. ASIM [Çelebizade ] )'dır. İbrahim Paşa, bir ilim heyeti kurarak Arapça ve Farsça tanınmış tarihleri Türkçeye çevirmiştir. Bu heyette Os­ manzade Taib, Neyli, Nahifi, Nedim, Salim gibi şairler de vardır. İbrahim Paşa bir darü'l-hadis medre>esi açmış, kendi adına bir kütüphane de kurdurmuş, kütüphanesine Nedim'i, hafız-ı kütüb (kütüphane müdürü) yapmıştır. 1727' de matbaanın kurulması, bir kağıt fabrikası ile çini fabri­ kasının açılması İbrahim Paşa devrinin önemli yenilik ha­ reketlerindendir. XVIII. yüzyılın 2 . yarısında yaşayan şairlerin belli baş­ lıları şunlardır : Nevres-i Kadim (ölm. 1 7 6 1 ) , Ratib Ahmed Paşa ( 1 722 - 176 1 ) (bk. RATİB AHMED PAŞA), Haşmet (ölm. 1 7 6 1 ) (bk. HAŞMET EFENDi). Mehmed, Koca Ragıb Paşa (ölm. 1762) (bk. RAGIB MEHMED PAŞA), Fit­ nat Hanım (ölm. 1 7 80), Esrar Dede (ölm. 1796) (bk. ES­ RAR DEDE), Şeyh Galib ( 1 757 - 1 799) (bk. ŞEYH GA­ LİB), Dede Efendi, Hoca Neş'et (ölm. 1 807), Sünbülzade Vehbi (ölm. 1 809), Süruri ( 1 752 - 1 8 1 3) (bk. SÜRURİ, Seyyid Osman). XVIII. yüzyıl şairleri, Necati, Baki, Fuzuli, Nef'i, Na­ ili gibi büyük üstatların şiirlerine nazireler yazarak hem on­ lara erişebilmek çabasını göstermişler hem de kendi sanat güçlerini ispat etmek istemişlerdir. Fakat XVIII. yüzyıl şairlerinin asıl örnek aldıkları iki büyük üstat, kasidede Nef'i, gazelde Nabi olmuştur. Nedim, Nef'i'ye nazire ka­ sideler, Nabi'ye nazire gazeller yazarak, ayrıca Nef'i'ye tak­ dirini dile getirerek az çok onların etkisini taşır. Nedim'in yeni bir dille söylediği neşeli , hayat dolu şuh gazelleri ve şarkıları LiUe Devri'nin diğer şairleri tarafından beğeniidi­ ği gibi, ölümünden sonra Nedim tarzını bir çığır halinde sürdüren şairler de olmuştur (bk. Hasibe Mazıoğlu, Nedim' in divan şiirine getirdiği yenilikler, Ankara 1 958) İzzet Ali Paşa, Asım, Vakanüvis Pertev, Sünbiilzade Vehbi, Ende­ runlu Fazı) daha çok Nedim tarzını benimseyen şairlerdir. Bu yüzyılın bir kısım şairlerinin gazellerinde hem Nabi hem Nedim'in etkisi vardır. Seyyid Vehbi, Neyli, Yenişe­ hirli Beliğ, Haşmet gibi şairlerde her ikisinin de etkisi gö­ rüldüğü halde Salim, Dürri, Raşid, Hazık, Koca Ragıb Paşa, Fitnat Hanım, Neşet gibi şairler daha çok Nabi tar­ zında yazmışlardır. Bunların içerisinde özellikle Koca Ra­ gıb Paşa, Nabi tarzının en başarılı şairi olup Nabi seviye­ sine erişememişse de, birçok beyitleri Nabi'ninkiler gibi ata sözü niteliğini kazanmıştır. Bu yüzyılın Nedim'le birlikte iki zirvesinden biri olan Şeyh Galib üzerinde de Nabi'nin ve Nedim'in etkisi vardır. Ancak, Nedim'in neşeli şuh ga­ zellerine ve şarkılarına nazire yazmaktan kendisini alama­ yan Galib, Nedim'e nazire yazmayı şeyhliğine yakıştırama­ dığını da söylemek gereğini duymuştur. XVIII. yüzyılın mutasavvıf şair ve yazarları : Bursalı İsmail Hakkı Celveti (ölm. 1 7 24), aynı zamanda Divan'ı

'TÜRK EDEBİYA Tl, Eski

i32

ve başkaca manzum eserleri ile bu yüzyılın alim ve mu­ tasavvıf şairlerindendir. Osmanlı müellifleri'nde mensur ve manzum ıo5 eserinin ve risalesinin adları verilmiştir (I, 28). Ruhü 'l-beyan adlı tefsiri, Mesnevi şerhi, Muhammediye şerlıi, Pend-i A ttar şerlıi, Bostan şerizi gibi önemli ve de­ ğerli eserler yazmıştır. Mutasavvıf bir şair olan Erzurumlu İbrahim Hakkı (ölm. ı 772)'nın Divan-ı ilalıiyat 'ından başka manzum ve mensur pek çok eserleri olup en tanınınışı çeşitli ilimlerden bahseden ansiklopedik büyük e>eri Ma'rifet-nlime (bas. İs­ tanbul ı 294; ı 877)'sidir. İçerisindeki manzum kısımlar ara­ sında Kıyafet-nlime'si de vardır. Şeyh Salahi-i Uşşaki (ölm. ı 7 8 1 ) mutasavvıf, alim ve şair bir zat olup Osmanlı müellifleri'nde 60'a yakın eseri­ nin adları verilmiştir (1, 105 - 107). Yetim mahlasıyla şiirler yazmış olan La'lizade Abdül­ baki, Şeyh Sezai, Neccarzade (Dülgerzade de denir), Şeyh Rıza, Azmi Baba bu yüzyılın mutasavvıf şairleridir. Mesneviler : Bu yüzyılın edebi yönden en değerli ve tanınmış eseri Hüsn ü A şk 'tır (bk. ŞEYH GALİB). Yine bu yüzyılın tanınmış me>nevilerinden N ahifi (ölm. 1 7 3 8)' nin Mesnevi tercümesi Mevlana'nın Mesnevi'sinin tamamı­ nın manzum çevirisidir (Bulak 185 1). Nahifi'nin ayrıca Mevlid, Mi'raciye, Hicret-nlime'si ile Hilyetü'l-envar mes­ nevileri vardır (Hamidiye 252 Külliyat}. Arif Siileyman (ölm. ı 770)'ın Miraciye, Regaibiye, Hiyle-n li me sinden baş­ ka Divan'ı da vardır (Bulak 1 258). Hakim Seyyid Mehmed (ölm. 1770)'in de Hakani'ye nazire olarak yazdığı Hilye'si, Sursalı i. Hakkı'nın Miraciye'si dini mesnevilerdir. Bu yüz­ yılda Subhizade Feyzi (ölm. ı 749) Hamse sahibi tek şairdir (bk. A. S. Levend, "Türk Dili Araştırmaları Yıllığı" 1 955). Enderunlu Fazıl'ın Zenan-name, Hııban-nlime mesnevileri edebi değeri olmamakla birlikte edebiyatımızın yerlileşme­ .sinin özelliklerini göstermesi bakımından anılmaya değer. Sünbülzade Vehbi (ölm. ı 809) L üt/iye' si, Şevk-engiz'i, man­ zum sözlükleri olan Tuh/e'si ve Nuhbe'si ile bu yüzyılın tanınmış mesnevi yazarlarındandır. Yüzyılın sonunda Dareodeli Bekai (ölm. ı 785)'nin Bat­ tal-n lime'si 7 000 beyit kadardır. Mürninzade Hasib'in Sil� kü'l - le/il-i Al-i Osmani'si ı 8 000 beyitten fazla olup bu yüzyılda yazılmış tarihi mesnevilerin en tanınmışıdır (Ha­ Jet Efendi Kütüphanesi , 596). Yazarın ayrıca Hadikatü's suedli' yı nazmettiği ve bir de Mevlid yazdığı Osmanlı müel­ lifleri'nde yazılıdır (Il, ı 05). Mensur eserler : Tezkireler. Safai (ölm. 1 1 3 8/ 1 7 25), Tezkiretü'ş-şu' arli'sını 1 1 32/ 1720'de yazmış olup üslfibu sa­ dedir. Eserin Halet Efendi Kütüphanesi, No. 1 1 2'deki nüs­ hasının müellif zamanında yazıldığı ve Safai tarafından tashih edildiği sanılmaktadır. Safai tezkiresine, içlerinde Ne­ dim'in de bulunduğu, devrio 18 alim ve şairinin takrizleri vardır. Halet Efendi nüshasında (No. 1 1 2) bu takrizler bu­ lunmaktadır. '

·

Salim (ölm. ı 743), Tezkiretü'ş-şu'arli'sını 1 1 34/1722'de yazmıştır. Alim ve şair bir zat olan Salim, tezkiresini çok ağır bir dille ve terkipli ifadelerle yazmıştır. 1 3 1 5 'te İkdam matbaasında bastırılmıştır. Salim'in Divan'ından (Konya Yu­ suf Ağa Kütüphanesi, 24 ı 9) başka yirmiye yakın eseri var­ dır (Osmanlı müellifleri II, 235). İsmail Beliğ (ölm. 1 729)'in Nuhbetü'l-asar li zeyli züb­ de ti'l -eşar ı ı l 39/ l 726'da yazılmış olup şairlerden çok kısa söz etmiş, daha çok örnekler vermiştir. 1 287'de Bur­ sa'da bastırılmıştır. Beliğ'in Bursa'da gömülü şeyh, alim '

ve şairterin biyografilerini verdiği Güldes te-i riyaz-ı ir/an ve Vefeyat-ı danişmendan-ı nadire-dan adlı kısaca Güldes­ te denen biyografik eseri ile daha çok tanınmıştır (Hüda­ vendigar 1 302). Beliğ'in manzum mensur başka eserleri de vardır. Ramiz (ölm. yaklaşık ı 7 86)'in Adab-ı zurefa adlı tez­ kiresinde 1720 - 1783 arasında yaşamış 400'e yakın şair var­ dır. Bazı kısımlar boş bırakılmıştır. Silahdarzade M. Emin Tezkiretü'ş-şu'ara'sında 1150 - 1790 arasında yaşamış şair­ lerio yalnızca adlarını ve ölüm tarihlerini vermiştir. Ke­ miksizzade Safvet'in 1 197 / l 7 82'de yazdığı Nu h betü l asar min /eraidi'l-eş'ar adlı tezkiresinin tek yazma nüshası Üni­ versite Kütüphanesindedir (No. 6 1 89). Esrar Dede (ölm. 1 796)'nin Mevlevi şairlerden bahseden tezkiresi Şeyh Galib. Mevlevi şairterin beğendiği şiirlerini dervişi ve ar­ kadaşı Esrar Dede'ye vererek bir tezkire haline getirme>ini istemesi üzerine hazırlanmıştır. Eser Ali Enver tarafından kısaltılarak Semahane-i edeb adıyla özetlenerek bastırılmış­ tır (İstanbul 1 309). Enderunlu Akif Bey, Mir'atü'ş-şi'r adlı tezkiresine I 2 l l / 1 796'ya kadar Enderun'dan yetişmiş 23 şairi almıştır. XVIII. yüzyıl biyografik eserler bakımından önemli olup çok sayıda değerli eserler yazılmıştır. Tezkireler dı­ şındaki biyografik eserlerin en önemlilerinin adları ile ya­ zarlarını vermekle yetineceğiz. Şeyhi; Vakayiü'l-fuzala (Şe­ kayık zeyli), Uşşakizade Hasib; Şekayık zeyli, Şeyh Nazmi; Hediyetü'l-ihvan, Osmanzade Taib; Hadikatü'l-vüzera (ze ­ yilleri ile birlikte İstanbul 1 27 1 , Freiburg 1 969) Şeh­ rizade Mehmed Said; Gül-i Ziba (Hadikatü'l-vüzera :.ey­ li), Ahmed Resmi; Halifetü'r-rüesa ile Hami/etü'l-kübera, Hüseyin Ayvansarayi; Vefeyat (yazarın Hadikatü'l-ceva­ mi 'i biyografik eser değilse de edebiyat tarihine yararlı bilgileri içerir), Mustafa Sakıb Dede; Se/ine-i nefise-i Mev­ leviyan, Nefesizade; Gülzar-ı Savab, Suyolcuzade Necib; Devhatü'l-küttab. Bu yüzyılın en önemli biyografi ve din alimi Müstakimzade Süleyman Sadeddin Efendi (17 1 8 1 787)'dir. Biyografik eserlerinin en önemlileri Tuh/etü'l­ hattatin ile Devhatü'l-meşayih 'tir. Mecelletü'n-nisab'ı da önemli eserlerinden olup Arapçadır (Öteki eserleri için bk. Osmanlı Müelli/leri C. 1 . S. 1 68). Şeyhülislam Esad Efen­ di'nin Etrabü'l-asar'ı bestekarlardan bahseden biyografik bir eserdir. Şairterin ve yazarların mektupları ve tezkire malıiye­ tİndeki ufak yazıları münşeat adlı kitaplarda toplanır. Da­ ha önceki yüzyılda da münşeat kitapları düzenlenmiştir. Bu yüzyılda Osmanzade Taib, Nahifi'nin, Atıf'ın, Asım'ın, Koca Ragıb Paşa'nın ve Ebubekir Kani'nin münşeat'lan vardır. Bunlar içerisinde en dikkate değeri Kani'nin Mün­ şeat 'ıdır. Kani ( 1 7 1 1 - 1 7 9 1 )'nin Münşeat'ından başka Di­ van'ı ve başka eserleri bulunmakla birlikte gerek Divan'ın­ d a gerek Münşeat'ında m izahi şiirleri ve mektupları Türk mizalı edebiyatının en güzel örneklerindendir. Yeğen Meh­ med Paşa'ya yazdığı mizahi mektupları yüzünden idama mahkum olma tehlikesi atiatan Kani, "kırk yıllık Kani olur mu Yani" nüktesiyle mizalı yazmayı bırakmamışbr. Ke­ d i'nin Tekir binti Pamuk adıyla sahibine yazd ığ ı Hı"e­ nlime de onun tanınmış m izahi mektuplarıdır. Bu yüzyılda halk edebiyatının durumu ve ürünleri için bk. HALK E D EBİYATI. '

XIX.

yüzyd

-

XIX. yüzyılın başlarında genel olarak XVIII. yüzyıl edebiyatının özelliklerinin sürdürii ldüğü görülür. Bu yüz-

TORK EDEBiYATI, Eski yılda günlük konuşma dilini kullanmak, halk zevkine inmek, mahalli renklere ve günlük bayata yer vermek hu­ susunda daha da ileri gidilmiştir. Bu ise güçlü olmayan şairlerin elinde edebiyatı bayağılaştırmış, zevksizliğe götür­ müştür. XIX. yüzyıla gelinceye kadar yapılabilecek her şey yapılmış, söylenecek her söz söylenmiştir. Belli konular, belli mazmunlar tekrarlana tekrarlana tükenmiştir. Aynı edebi anlayışla belli konuların belli ifade şekilleriyle dile getirilmesi, bu edebiyatta yeni bir söz söyleyebilmek, bir orijinalite göstermek şahsi kabiliyete bağlıdır. XIX. yüz­ yıla gelinceye kadar divan edebiyatı büyük şairler yetiştir­ miş, edebi türterin .her alanında mükemmel eserler veril­ miştir. Oysa bu yüzyılda Nedim, Şeyh Galib gibi şab�i kabiliyetleriyle bir yenilik, bir üstünlük gösterebilecek güç­ te bir şair bulunmadığı gibi artık yetişmesi de mümkün de­ ğildir. Çünkü bu edebiyat artık devrini tamamlamıştır. Divan edebiyatı İslami kültürlin meydana getirdiği bir edebiyattır. Bu edebiyatın dayandığı felsefe, skolastik dü­ şünceye dayanan Orta Çağ sistemidir. Edebiyat anlayışı bakımından dış dünyayı, tabiatı, hayatı, bütün yönleriyle olduğu gibi yansıtmaya müsait değildir. Bu edebiyat duygu ve düşüncenin belli mazmunlarla ifade edildiği soyut, ka­ palı bir edebiyattır. Bundan önceki yüzyıllarda gördüğümüz gibi, bu edebiyat anlayışının ve!diği imkan nispetinde dilde sadeleşmeye, yerli konulara dönülmeye zaman zaman ça­ lışılmış ise de, bu da yeterli olmamış, edebiyatı basitliğe ve zevksizliğe götürmüştür. XVIII. yüzyılın sonunda Sünbülzade Vehbi , Enderunlu Fazı! ile XIX. yüzyılın başında Vasıf, Ref'i-i Kalayi, Hı­ zırağazade Said gibi edebi yönden değersiz olan şairleri n edebiyatı zevksizliğe ve bayağılığa düşürmeleri yanında, eski kültürleri ve teknikleri kuvvetli, zevkli birtakım şair­ ler, Tanzimat döneminde eskiyi canlandırarak yaşatmak ar­ zusundadırlar. Bunlar Encümen-i Şuara adıyla bir topluluk kurarak ve adeta bir neoklasizim yaparak zevkle incclemiş, ifade en sağlam, veciz ve abenkli bir bale gelmiş olan XVII . yüzyıl edebiyatını örnek almışlardır. Kasidede Nef'i, gazelde Naili ve Fehim en çok beğendikleri şairlerdir. Bu toplulukta bulunan şairler Leskofçalı Galib (ölm. 1 864), Üsküdarlı Hakkı (ölm. 1 893), Yenişehirli Avni (ölm. 1 883), Hersekli Arif Hikmet (ölm. 1 903) gibi şairlerdir. Bunlar içersinde özellikle Yenişehirli Avni, üstün bir sanat ka­ biliyetine sahiptir. Ayrıca yeni edebiyatın kurucularından olan Namık Kemal ile Ziya Paşa başlarda bu topluluk içinde de yer almışlardır. Osmanlı devleti XVII. yüzyıldan beri Batı'nın teknik üstünlüğü karşısında gittikçe gerilemiş, çökmeye yüz tut­ muştur. XVIII. yüzyılda başlayan askeri ve teknik alan­ daki yenilikler Avrupa ile ilişkileri artırmıştır. 1 839'da Tanzimat'ın ilanından sonra Batı kültürline yönelen şair­ terin ve yazarların edebiyat anlayışı değişerek yeni bir ede­ biyat kurulmaya başlanmıştır. Tanzimat döneminde yeni edebiyatın kurucuları kar­ şısında eski edebiyat anlayışına bağlı şairterin ve yazar­ ların mücadele ve savunmaları devrini tamamlamış olan divan edebiyatının çökmesini önleyememiştir. Bununla bir­ likte gerek Tanzimat döneminde gerek daha sonraları ka­ sideler, gazeller yazarak d ivan düzenleyen şairler yetiş­ mişse de, bu eserler daima kişisel bir zevk ve tutku olarak kalmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında yetişen divan edebiyatı geleneğini sürdüren ve divanları basılan şairterin en tanın-

133

mışları şunlardır : Enderunlu Vasıf (ölm. 1 8 24), İzzet Mol­ la (ölm. 1 829), Ref'i-i Kalayi (ölm. 1 82 1 ), Halim Geray (ölm. 1 823), Daniş (ölm. 1 829), İffet (ölm. 1 8 3 2), Hızırağa­ zade Said (ölm. 1 837), Rüstem Paşa (ölm. 1 837), Mahir (ölm. 1 843), Akif Paşa (ölm. 1 845), Hoca Fehim (ölm. 1 845), Leyla Hanım (ölm. 1 847), Sermet (ölm. 1 847), Esat Muhlis Paşa (ölm. 1 8 5 1), Ali (ölm. 1 856), Arif Hikmet (ölm. 1 859), Zivcr Paşa (ölm. 1 860), Ayıntaplı Ayni Şeref Hanım (ölm. 1 8 6 1 ) . Şeyh Nazif (ölm. 1 86 1). Fatin (ölm. 1 866), Nevres-i Cedid (Osman Nevres) (ölm. 1 876). Abdul­ halim Galib Paşa (ölm. 1 876), İrfan Paşa (öl m ı RRR) Kazım Paşa (ölm. 1 889). Said Paşa (ölm. ı R9 1 l . O�m � n Şems (ölm. 1 893), Eşref Paşa (ölm. 1 894). Memduh Paş:ı (ölm. 1 925). XIX. yüzyılda yazılmış tezkireler ve mensur eserler : Şefkat tezkiresi Bağdadlı Abdülfettah Şefkat (ölm. 1 826)'ın olup 1 1 43/1730'dan kendi zamanına kadar 122 şairin yalnız adlarıyla bazılarının ölüm tarihlerini vermiştir · (Ali Emiri 770). Şefkat'ın Divançe'si. manzum Siyer'i ve Hadikatü'l-vü­ zera zeyli de olduğu Osmanll nıüellifleri'nde yazılıdır (Il. 265).

Sahaflar Şeybizade Mehmed Esad Efendi (ölm. ı 848)' nin Bağçe-i safa-enduz'u içinde 1722 - 1 835 arasındaki 206 şairin hal tercümesi bulunmaktadır. Müsvedde halinde tel< yazması Esad Efendi kütüphanesindedir (No. 4040). Va­ kanüvis olan Esad Efendinin iki ciltlik tarihi, yeniçeriliğin kaldırılmasına dair Üss-i inkı[{ıb adlı eseri ve Arap edebi­ yatma dair Mustatraf çevirisi vardır. Şeyhülislam Arif Hikmet (ölm. 1 859) Tezkiretü'ş-şu­ a ra' s ında III. Selim 'den 1 8 35'e kadar 250 şairin kısaca ha­ yatları ile şiirlerinden örnekler vermiştir. Tek yazma nüs­ hası Millet Kütüphanesindedir (Al i Emiri 7 89). Arif Hik­ met Bey Arapça, Farsça şiirler de yazmış alim. şair bir zat­ tır. Divan 'ı (Osmanlı nıüellifleri, II, 327) ve daha başka eserleri vardır. Hacı Tevfik Efendi ( 1 8 1 3 - 1 857)'nin Mecmua-i tera­ cim adlı tezkiresinin tek yazma nüshası İstanbul Üniversi­ tesi Kütüphanesindedir (No. 1 92). 1 000 / 1 59 1 'den sonra ölen 542 şair karışık olarak verilmiştir. Tezkireye bazı Arap ve Fars şairleri de alınmıştır.

Fatin D avud Efendi (ölm. 1 866) Htitimetü'l-eş'ar'ında 1 722'den Abdülmecid zamanına kadar olan şairlerin bal tercümelerini almış, şiirlerinden örnekler vermiştir. Hti ti­ metü'l-eş'ar'ın 1 27 1 taşbaskısı yanlışlıklarla doludur. Şinasi düzelterek yeniden bastırmak istemişse de, ancak birkaç forması basılabilmiştir (bk. Ö. F. Akün, "Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi" XI, 1 9 6 1 ) . Fatin Davud Efendi'n in Divan'ı da vardır (İstanbul 1 288). Bu yüzyılın ilk yarısında yetişmiş olan nesir alanındaki öteki yazarları Şanizade Ataullah ( 1 7 7 1 - 1 826), Mütercim Asım ( 1755 - 1 8 19), Sahaflar Şeybizade Esad Efendi ( 1 7 85 1 848), Akif Paşa ( 1 7 87 - 1 845), Abdurrahman Sami Paşa ( 1 795 - 1 878)'dır (bk. ATAULLAH, Şanizade; ASlM, Ah­ med Mütercim; ESAT EFENDi, Mehmed; AKİP PAŞA; SAMI PAŞA, Abdurrahman). Tanzimat'tan bu yana divan edebiyatı çok eleştirilmiş­ tir. Onun bir Orta Çağ edebiyatı olduğu , soyut ve kapalı

bir dünyası bulunduğu, güzellik anlayışı, dili v.b. bakım­ lardan çeşitli eleştirilere uğramıştır. D ivan edebiyatı belli bir çağın, belli bir düşünüşün, belli bir anlayışın edebiyatı-

134

TORK EDEBiYATI, Eski

dır. Bu edebiyat, düşünce sistemi ve edebi anlayışı içeri­ sinde övünebileceğimiz ölmez eserler yarattıktan sonra devrini tamamlayarak tarihe karışmıştır. Divan edebiyatı XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra kültür ve düşünce yö­ nünden değişen bir toplumun ihtiyacını karşılayamayacağı gibi, zaten XIX. yüzyılda devrini tamamlamıştır. Divan edebiyatma yapılan eleştirilerin haklı, doğru yanları vardır. Ancak divan edebiyatını bütünüyle değersiz saymak insaf­ sız ve yanlı bir tutumdur. Bu edebiyatın en çok eleş­ tirilen yönlerinden biri, onun güzellik anlayışıdır. Divan şairinin tarif ettiği ve beğendiği güzelin gerçeğe uymadığı çok eleştirilmiştir. Bu edebiyatta tarif edilen servi boylu, kıl belli, ok kirpikli, yay kaşlı, yılan saçlı v.b. niteliklere sahip güzelin gerçekte bulunmadığı söylenerek alay edil­ miştir. Bu edebiyatı en yakından tanıyanlar bile bu eleş­ tirilere katılmışlardır. Divan şiirindeki bu benzetmeler, bi­ rer araç olup duygu ve hayal gücünü artırmak için kulla­ nılmıştır. Elbette servi kadar uzun bir insan olamaz, ancak uzun ve endamlı bir boyun düzgün bir serviye benzetilmesi, şairane güzel bir hayal yaratmanın aracıdır. Kirpiklerinin oka, kaşın yaya, saçın yılana benzetilmesi bunların aşık üzerinde yaptıkları etkinin derinliğini anlatabilmek içindir. Sanatın, gerçeğin bir kopyası olmadığını, özellikle, resim sanatının tarihi gelişmesinde izlemek mümkündür. Eğer sanat gerçeğin bir kopyası olsaydı, Picasso'nun tabloların­ da yüzün yanında hacağın bulunması, kulağın kolda bit­ mesi veya boyun kol kadar uzun olması yüzünden bu tab­ loların sanat eseri sayılmaması gerekirdi. Batı'da edebiyat ve sanat anlayışı daima değişmiştir. Klasik, romantik, realist, pamas, sembolist, anlamsız soyut şiir v.b. şiirde anlam arayanlar, güzel bir buluşu, bir nükteyi şiir sayan­ lar veya şiirde özentiye ve işlenişe önem verenler, şiirin bir ses, bir musiki olduğunu savunanlar, bunların en mü­ kemmel örneklerini divan şiirinde bulacaklardır. Bu yazıyı Fuad Köprülü'nün şu sözleriyle bitirmek istiyorum : "Kendi nev'inde çok yüksek ve emsali edebiyatlarla, mesela Acem edebiyatıyla aynı seviyede olan bu sanat, menşelerini ne­ reden alırlarsa alsın tamamıyla Türk'tür ve Türklerin İslam medeniyeti dairesinde yarattıkları orij inal bir mah­ suldür. Türk dehasının uzak yakın, eski yeni bütün mah­ sullerine karşı duyduğumuz sevgi ve saygı hislerini, bu or­ ta zaman edebiyatma karşı da esirgeyemeyiz; çünkü o, milli dehamızın yarattığı bin bir sanat şeklinden biridir ve yalnız bizimdir!" (H. Mazıoğlu)

TORK EDEBIYATI, Yeni :

Türk ed eb i yat ı, Xl. yüz.

yıldan ba�layarak yavaş yavaş etkisinde kaldığı ve za m an l a tamamıyla benimsediği İslami yapıdaki Arap ve özellikle Fars edebiyatlarından sonra, XIX. yüzyılın 2 . yarısından, yani 1 860'tan itibaren Fransız edebiyatı kanalı ile Batı Avrupa etkisi altına girer. Bu girişin değişik sebepleri vardır.

Osmanlı İmparatorluğu aynı sınırlara sahip ol duğu hal· de, Yeni ve Yakın çağlarda Batıya tamamıyla kapalı bir dev­ l et ve topluluktur . Denebilir ki bu sınırlar, sadece siyasi ve coğrafi bir karakter taşımazlar ; Batı Avrupa devletleri ile ticari a l ı.ş v e r i şl e r dışında her türlü s o sy a l , fikri, medeni te­ masları engelleyen çok katı ç izg il e r d i r . Av r u p a' ya XIV. yüz­ y ı l ın başlarından iti•b aren ayak b a s an ve b ü t ün Orta Çağ boyunca Batıya k arşı bu tutumlarını sürdüren Osmanlı Türk· leri ne İstanbul'u almakla tarihte yeni bir çağ açtıklarının fark ı nda oldular, ne de Ü'Ç yüzyılı aşkın bu yepyen i ve .ko­ ca devir içinde Batı·da·ki komşularının geçirdikleri sos y al , si·

TORK EDEBiYATI, Yeni fikri, dini, hukuki ve i k t i s adi g el i ş m el erl e i l g i l en m ek ihtiyacını d·uydul ar. Üç k ı t a d a da zamanlannın en büyük devleti olmanın gururu ve d i n f a rk ı n ı n da g et i r d i ğ i soğuk­ l uk ve ·k üçümseme il e, B a tıda'ki d uv a rı n ötesinde neler olup b i t t iğini merak b i l e etmediler. Halbuki ·bu süre için'de Batı Avrupa m i l l e t l e ri R ö n e s a n s ı ya pm ı �l a r , dini dünya işlerin­ d en a yı rmı ş lar d o g m a l a r ı n y e r ine aklı ve ilmi koymWjlar, bunların ı şığ ın d a tekn iği de geli�tirerek büyük qanayii ku r­ muşlar, ek o n om i l e r i n e yepyeni kaynaklar ve b ayutlar kazan­ d ı rm !�l a r , pla " ı i k s a n a t l a d a .b irlikte f el s e f e ve edebiyatta d a s ü r old i b i r -gelişme gösterm işlerd ir. Osmanlı İ m p a r a torl u ğu , XVI I . yüzyıl da Batı karşısında a:aman zaman uğradığı as­ k eri m a i! l iı b i v etl erin t e m el i n d e yatan sebepleri bile ancak XVIII. üzyı İın ba�ları n d a kavramağa ve tekn ikteki g er i l i ğ i ­ yasi,

.

,

;

ni anlamağa başl a d ı . Bu teknik de sadece askerlikle ilgili i d i ve Batı il e ilk olarak bu konuda temas kurmak lüzum.u­ nu h i s s e t t i B a t ı d a n s a d ece yen i s i l ihl ar ı ve yeni savaş tek­ al nı a k l a askeri msiHiıh iyetlerden k u rtul ac a ğına ve si­ n i i!ini . ya si giic ü n ü korııya·b ilece � ine olan yanlış in ancı uzun süre devam ettiren Osmanlı İmparatorluğu, bu yüzden, Batının başka alanlardak i ileri durumu ile ilgilenmek ihtiyacını duy­ madı. Medeniyet in bir bütün olduğu ve bu bütünün belli fi­ kir temellerin e dayandığı nı henüz kavrayabi lmiş deAildi. Ni­ hayet XIX. yüzyılın ı. yarısında yeniçeri ordusunun kaldırı­ hp ( 1 826) modern bir ordu kurulmas ına rağmen askeri maA­ lQbiyetle rin devam etmesi , sadece askeri düzenlernelerin yet­ g er ek t iği m eyeceği ve b un l a rı n başka ala·n larda da ya p ıl ması tini ör­ medeniye Avrupa Batı fikrin i g e t i rd i Bunun üzerine, nek alan düzenlem eler, ağırlık yine askeri konulard a olmakla birlikte, yavaş yavaş idari ve kültürel alanlard a da başladı. t Batı ile siyasi münasebetlerin geliştiril mesi, Batılı hüküme t eş k ilii t ı n a a i t ilk değişikli kl er, B atı musikisi nin i� Örnek­ ola­ leri, il k Türkçe gaz et e gibi hareketl er birer başl angıç . r i d r le i t r eli h n e l ü r ö g e d n i r v de d u m h rak Il . .M a .

.

3 kasım 1 8 3 9'da Gülhan e Hatt-ı Hümayunu ile devletçe rca ilan edilen Tanzimat-ı Hayriy e, imparatorlukta yüzyılla çağ­ modem rının süren Orta Çağ zihniyetinin ve tutumla olmak ların getirdiğ i zihniye te ve davranışlara artık teslim r. Bu zorunda kalındığ ının resmen açıklan masınd an ibaretti idari, siyasi, meler düzenle ilanla birlikte batılı modeld eki geliş­ bir hızlı çok göre eskiye a alanlard hukuki kültürel de me gö termeğe başlarla r ve zamanı n imkanla rı ölçüsün



de başarılı olurlar. Zihniyetteki değişme, en güç olan değişmed ir; en bUyük tepkiyi görür. Yenleşmiş düşüncel erin, inançların, alışkan­ lıkların ve bunlara bağlı davranışla rın değişmesi zamana bai­ lıdır. B u n l a r ne k a dar köklü iseler, d eğ i �m en i n siiresi de o kadar uzar. Bu bakımdan imparatorl uk topraklarındaki Müs­ lüm an T.ürk halkının yüzyıllar boyunca -edindiği inançları ve onların g e t i r di ği al ı ş k a.n l ı k lar l a d av r a n ı şl a r ı d eğ işt i reb ilmek de Ç"Ok gÜç ve uz u n n-d edi bir iş i d i . Bu i�in bu g ü n de sürdüğün ü gör.mek, XIX. y üzyılın ortalarında, i m p a r at o rl u ­ ğun b a ş-k a bölıgelerine göre öteden beri Batı ile en fazla t em a s t a olan İstan•bul g�bi bir şeh r i nıdeki Tii rk halkının hile böyl e bir değişmeye kolay kolay u yam ay a c a ğı n ı an:layabil­ m ek .için yeter. B u duruma Batıya yön elmeye taraftar olma­ yan birçok devlet adamının ve Müslüman halk üzerindeki kötü telkinlerini hala sürdürmekte olan din adamlarının Hris­ tiyan Avrupa'ya yönel meyi 'bütün gÜ'�leri ile enıg ell emeye ça· ! ışma hareketleri de eklenince, batılıl�manın çok gÜç olar­ cağı gerçeği ortaya çıkar. Bunun i ç in d i r 'k.i b aşt a padişah A b d ü l mec i d olmak üzere, b at ıhl aşm anın imparatorluk için .

TORK EDEBiYATI, Yeni artık kesin zararet ol duğuna inanmış bütün de vl e t a dambrı hem tepkil�ri hafifletmek hem de halkı ürkütmeden alıştı­ r a!b i l mek gayesi ile eski müesseseıler i ve ·davra-nışları birden­ bire yıkmakta.ıı sa, eskilerin yanlarına yen i l e r i ni .de koyarak b i r süre birl ikte y;ürü·tmeyi ve bö yl ece M üslüman halkın yeni şeylere de ısınmasını sağlamayı uygun g ö r d ü l er İşte Türk .

yaşayışında Doğu medeniyelinden ve yaşayış şeklinden, Batı

meden iyetine ve yaşayış şekl ine bir geçiş dönemi olan Tan­ zimat devrıniı:i. her alanda göze çarpan ikilikleri (mahalle mektebi ve m eıdrese · batılı okul, şeriat maihkemes'i kanun­ lara d a yanan mahkeme, doğulu kı ya fet hatılı kıyafet, d o ğulu mobilya - batılı mobilya, orta oyunu - batılı tiyatro, do­ ğulu kahve - batılı gazino ... ) bu görüşten doğdu. Bu kaçınılmaz iki l i d•urumun bir ömeğ ini de edebiyatta görüyoruz. XIX. yüzyılın ortalarına kadar İsUimi yapıdaki Doğu edebiyat ının bütün özellikleri ile sürüp gelen Türk edebiyan da bu genel batılılaşma hareketinin dışında ka­ lamazdı. Hatta böyle yenileşme hareketlerinde edebiyatın, birçok yen i fik irlerin ve eğil imlerin zaman zaman öncülüğti· nü yaptığı da bilindiğine göre, Türkiye'deki batılılaşma ha­ reketinin halka ulaştırılmasında ve benimsetilmesinde Türk edebiyatçtiarına büyük görevler düşmesi bile yadırganamaz­ dı. Nitek im böy'l e ol d u ve ıB atı kültür ü ile yetişen .genç şair ve yazarlar, batılı zihniyetin ve müesseselerin Türkiye'de­ ki en büyük tanııtteılan ve koruyucuları oldular. •



Tanzimat edebiyatı.

­

Batı edebiyatı ile Türk aydınla­

135

Fransız şiirinden manzum olarak yeni tercümeler yapar. Böylece yeni nesiller, o zamana kadar hiç bilmedikleri bir cdebiyatla tanışmış olurlar. Ancak tanı � ak, beni msernek değil dir. Ayrıca, T ü r k oku­

yucusunun yüzyıllarca edebi zevkini beslemiş olan divan edebiyatı da son, fakat parlak bir dönemini yaşamakta ve gençleri etkilemektedir. Yüzyılın ilk yarısında bu edebiyatın

güçlü temsilcisi İzzet Molla ( 17 85 - 1 829)'dan sonra, yüzyılın 2. varı omda Yen işeh irli Avni 0 826 · 1 883 1 , Leskofç alı Galib ( 1 828 - 1 87 6), Hersekli Arif Hikmet ( 1 839 - 1 903), Ali ( 1 8 151 856) ve Nevres ( 1 820 - 1 876) eski şiiri liyakatla temsil et­ tikleri için, bu şiir henüz çekiciliğini kaybetmiş değildi. Üs­ tel i k Her�ek•l·i Arif H i•k met' rn çevresin dıe, Osman Şems Efen­ di f 18 U . l 8Cl3 l , Lebi'b Efen d i ( 1 785 · 1 867 1 , Kazım Paşa ( 1 82 1 1 889), Manastırlı Hoca Naili Efendi ( 1 823 - 1 876), Halet Bey ( 1 837 - 1 878), Recaizade Celal Bey ( 1 8 3 8 - 1 8 82)" den meydana gelen Encümen-i Şuara topluluğu kuruldu. Ziya Pa�a ve.Namık Kemal gibi batılı edebiyatın kuvvetli sa­ vunucuları bile uzun süre, bu çekicilikten kendilerini kurta­ ramadılar. Fakat her ikisi de Batıya yöneldikten sonra hu­ y a t:ı a ç ı l m ayan ve insana gıercken değelli v.ermeyen bu ede­ biyatın devammda b ir yarar görmeıyerek onu ortadan kal­ dırabilmok i ç:in ellerinden gelen i yapıtılar. Kemal'in 1866' da "Tasvir-i Efkar" da yayınlanan "Lisan-ı Osmaninin edebi­ yatma dair bazı mülahazatı şamildir" ve Ziya Paşa'nın 1 868' de "Hürriyet"te çıkan "Şiir ve inşamız" makaleleri bu çaba­ nın ilk örneklerindendir. 1 860 - 1 87 0 yılları arasında batılı tarzdaki ilk denemeler ve divan edebiyatını gözden düşürerek kurulmak istenen yeni edebiyat için girişilen "zemin hazırla­ ma"lar etkilerini göstermiş ve 1 870'ten sonra bütün edebt türlerde bir fışkırma görülmeğc başlanmıştır. Ortaya konu­ lan bu eserlerle, teknik bakımdan henüz çok zayıf olmakla birlikte, anlayış yönünden sağlam ve batılı anlamda bir Türk edebiyatı hızla kurulma yoluna girer. Romanda Ah­ med Midhat ile Namık Kemal, şiirde yine Namık Kemal ile Ekrem ve Hamid, edebi tenkitte Kemal ve Ekrem, ti­ yatro türünde ise bunların hepsi birden bu edebiyatın ku­ rulmasında başrolü oynarlar. Böylece, kendilerini eski edebiyatın cazibesine kaptırmış gençlerin yanında, yeni edebiyata sempati duyan bir nesil de yetişrneğe başlar. Gün­ den güne çoğalan bu nesille divan şiirine taraftar gençler arasında kaçınılmaz olan çatışmalar, nihayet 1880'den son­ ra patlak verir ve gittikçe büyür. 1 886'da eski şiiri beğe­ nen gençleri çevresine toplayan Muallim Naci ile yeni şiire sempati besleyen gençleri çevresinde toplayan Recaizade Ekrem arasında, nazım tekniğine ait bazı noktalardaki gö­ rüş farkları vesile yapılarak çıkan büyük tartışma, ancak hükümetin müdahalesiyle kapanır. Fakat eski ve yeni şiir taraftarlarının çekişmeleri bitmez. Bir yandan batılı edebi-

rının Türkiye içindeki ilk temasları, 1 840'tan başlayarak tiyatro türünde olur. O zamana kadar seyirlik olarak orta oyunundan başka bir oyun çeşidi bilmeyen Türk seyircisi, Batı tiyatrosunun sahneli, zengin dekorlu, bazen de müzikli ve danslı birçok çeşitleri ile karşılaşınca büyük bir ilgi gös­ terdi. Bu ilginin maddi yönünden çok memnun kalan ya­ bancı tiyatro kumpanyalan d a istanbul'a ziyaretlerini artır­ dılar, tiyatro binaları yaptılar, adeta yerleştiler. Padişah Abdülmecid'in de yakından ilgilendiği bu tiyatro çalışma­ ları, özellikle 1 850'den sonra yoğuntaşır ve yerli kuruluş­ lar d a ortaya çıkmaya, yabancı d ilden piyesler çevrilmeye ve oynanmaya başlar. Türk seyircisi bu sahnelerde bol bol, Batı kıyafetlerini, mobilyalarını, müziğini, danslarını, ya­ şayış şekillerini de gördü; yurt dışına gidebilen Türkler ise, bu türü yerinde ve daha kaliteli olarak seyrettiler. Bunlar­ dan biri de Şinasi'dir. O, Avrupa dönüşü bu türün kome­ di dalındaki ilk örneğini verir ( 1 859). Şinasi'nin, sathi de olsa, Fransız edebiyatının şiir ve roman gibi türlerini de tanıdığı muhakkaktır. Bazı Fransız şairlerinden yaptığı ba­ sit tercümeler ( 1 858) de bunu gösterir. Fakat kendisini en çok tiyatronun ilgilendirdiği anlaşılıyor. 1 860'tan sonra, Türkiye'de, Batının edebiyatı ve yaşayış tarzı hakkındaki bilgi gittikçe artar. Özellikle bu tarihten başlayarak ilk özel gazetelerin birbirini takip et­ mesi, bu bilginin artışında büyük rol oynar. Batılı edebi tür olarak tiyatro yine baştadır. 1 860'ta Şinasi'nin Şair evlenmesi'nin "Tercü­ man-ı Ahval" de tefrika edilmesinden sonra, 1 860 - 1 870 arasında Ali Haydar Bey ile Di­ rektör Ali Bey bu türdeki denemelere devam ederler. Yine aynı tarihler arasında, Batının dünyaca tanınmış romanları d a Türkçeye çev­ rilir. Büyük rağbet gören bu tercümelerle, Türk okuyucuları batılı romanın örneklerini de tanımış olurlar. 1 870'te Ethem Pertev Paşa, TÜRK EDEBiYATI

:

Namık Kemal'in el yazısı

TüRK EDEBiYATI, Yeni

136

gibi sosya.J v e si')'aosi temalardır. B ö yl ec e şiir, bir yanidan fer­ di tımıaları i�Lemeğe devaım edertken 'b ir 'Yan dan da çevreye ve sosyal yaşayışa yönelir. Eski şiirin aksine, hayata açılır. Bu safhada divan nazmının şekillerinde de, vezninde de kay­ da değer 'b ir değişiklik olmaz. Nazım şekillel'i bakımından Kemal'de gÖI'Ülen ılıazı batı'lı denemelere ıkarşıhk, Z iıya Pa­ şa divan nazmının şekilleri dışına çıkmağa lüzum görmez. İ•kinci ilıalka ile birl ikte, şiir divan n azmının soyutluğun­ dan kurtulur. D'ivan şiirinin "selvi ·b oylu, nıdkta ağızlı, bl belli, kara ve 'Yılan saçlı, o.k kirp lkli ve mutlaka s !yah g6z.. lü" klişe ve gerçekdışı sevgili tipinin yerine, normal ve ger­ çek bir sevgil i t ipi gel ir. Divan şiirinin yine lklişeleşmiş ve soyut tabiatının ·yerini de gerçek ta.b iat alınağa 'başlar. Bu arada, divan n azmında bulunımayan ve Fransız nazmından etkilenerek yaratılan yeni şekiller de devam eder. Divan nazmının şekillerinden bütünüyle uzaklaşılamamakla ve bu yoldaki ikilik devam etmekle birlikte, bu yeni nazım §e­ killerinin sayısı gittikçe artar. Yukarıdaki sosyal ve siyasi temalara, divan şiirindeki hikemi temalan aşan ve serbest düşünüşe yönelmek isteyen "metafizik" temalar (hayat, var­ lık, Allah, ruh, ölüm) eklenir. Bununla birlikte, dini bas­ kının henüz kuvvetle sürdüğü bu dönemde serbest düşünü­ şün, dinin sınırlarını pek aşamadığı da görülür.

' \"' • . .u.ı;,

JJ

- t ;.:.: 1 J'. \ !.:.!.•

TORK EDEBiYATl : Zemzeme'nin ilk baskısı üzerine Recaizade Mahmud Ekrem'in, oğlu Nijad'm doğum tarihini belirten notu yatın hızla gelişmesi, bir yandan da 1 893 'te Muallim Naci' nin ölmesi ile başsız kalan eski şiir taraftarları gittikçe güç­ süzleşirler. Böylece Kemal, Ekrem ve Hamid'in telkinleri ile yetişen ve batıh edebiyat taraftarı gençlerin Edebiyat-ı Cedide adı altında birleşerek yeni bir edebi topluluk kur­ dukları ve Türk edebiyatını modemleştirme görevini usta­ larınd.uı dcvraldıkları 1896 yılına gelinir. T·ürk edobiyatı tarıihinin Tanzimat dönemi ( 1860 - 1896 ) , Fransız edebiyatının örnek tu tırlarak . Türk ıedebiıyatını mo­ dern l eştirm e hareketinin ·başlatıldığı, temellerinin a tıid.ı ğ ı , bunun için de divan edebiyatının gözden düşürülmeğe ça­ lışıldığı bir dönemdir. Türk edebiyatını modemeştirme ha­ reketini yürüten, birbirine geçmiş iki büyük halka vardır. Bu halkaların birincisini Şinasi - Ziya Paşa - Namık Kemal Ahmed Midhat; ikincisini de Ekrem - Hamid - Sezai - Na­ bizade Nazım teşkil eder. Birinci halka, hareketi başlatır ve temelleri atar; ikinci halka ise, bu temelierin üstüne ye­ ni yapıyı hızla kurar.

Şiir : Şinasi ( 1 826 - 1 8 7 1 ) ile başlayıp Ziya Paşa ( 1 829 1 8 80) ve Namık Kemal ( 1 840 - 1 888) ile devam eden, Türk

şiirini batılllaştırma girişimi, nazmın tekniğinden çok te­ malara ve söyleyişe yöneliktir. Yeni !emalar, ferdi duygu ve hayallerin yanına eklenen ve Tanzimat hareketinin özüne uy­ gun olan hak, adalet, medeniyet, kanun, vatan, hürriyet

Tanzimat döneminde Tür.k edebiyatma Batı'dan yalnırı: edebi türlere ait yeni tekn ikler gelmez. Edebi akımlar da gelir. Şinasi'de kısmen •görülen Fransız klasisi:mninin et·ki­ sinden sonra, 'bu döneme asıl hakim olan edebi alkım roman­ tizmdir. Namık Kemal ile romanda ve ti'Yatroda, Ekrem ve Hamid il e de şiirde ve tiyatroda ön plana geçen romantizmle llıirlikte, 1885'ten sonra romanda ve hikayede realizm de yer almağa ·b aşlar.

Gençliklc:rinde tamamıyla birer d ivan şairi olarak yeti­ şen Ziya Pa�a ile Namık Kemal, bu nazmın tekn iğin den ken­ dilerini kurtaramazlar. Kema•l'de nazım ş ekilleri bakımın dan görülen bazı değişik denemelerin dışında, her iki şairdeki batılıl aşma sosyal temalarla sınırlı kalır. Her ikisinin de ba­ tılı Türk �iirine h izmetleri, ·daha ç.c•k, 'divan şiirini göeden düşürmek için gösterd i·ld eri çabada ·görül·Ür. Bu �k i ·büyük şair, kurulmasını istedikleri batılı Türk şiiri için yeni bir ses, 'Yeni ·b ir söyleyili arama yolundaki Ş inasi'nin pek ba§arı­ lı olamamış denemelerini geliştirımek ihtiyacını da d uoymazl a r. Batılı Türk şiiri için en uygun söyle'yi§i, battlı şiirden yapılan terciiımeler geti rir. E them Pertev Paşa ( 1 824 - 1872 ) ' n ın Fran sızcadan manzu m olarak yaptığı tercümeler [1870] , söyleyişçe, kurulmasına çalışılan batılı Türk şiirinin temeli­ ni oluşturur. Ekrem'in Yadigiir-ı şebab [ 1 8 7 3 ] ile H�­ mid'in Sahra [ 1 87 9 ] 'sında devam eden bu söyleyiş, zamanla başka üsluplardan da yararlanıp daha da gelişerek Tanzimat şiirinin ortak üsliibu haline .geldi. İ•ki111C i halkanın ıbaşka bir önemli özelliği de üslupta da görülmüş olan romantizmin et­ kisi ile temaların �·en iden ferdileşmesi, §iirin çevreden tek­ rar lropması ve şairin kendi his ve hayal dünyasına dönme­ sidir. Böylece ilik halkanın - kımen d e olsa - ben im sed iğ i "cem iyet için sanat" formülü, yen i'den, yerin i "sanat için sa­ nat" formülüne ·bırakır. Hakim temaların aşk ve tabia-t ·ol­ duğu bu ikinci dönemin başlıca temsilcileri Ekrem ve H�­ .mid'dir.

0Ita kabiliyette bir şair olan Recaizade Ekrem ( 1 847 1 9 14)'in Türk şiirine büyük hizmeti, batılı şiire ait teorik bil­ giyi derleyip sistemli bir biçimde aktarmasıdır. Hem bu işi

TORK EDEBIYATI, Yeni

13 7

yaparken hem de gösterdiği yolda yürüyen gençleri aydınla­ tırken batılı anlamdaki tenkidin de temellerini atar. Başlıca ııiir •k i tapl an Zemzeme (3 •k i t a p ) [1883 - 1885 ] , Tefekkür [1888 ] , Pejmürde [ 1 895] v e eıdebi b i l g i l e r ile tenkide ait eserleri ise Talim-i edebiyat [ 1 87 ] , Takdir-i elhan [ 18 86 ] ' dır. Ekrem'in şiirlerin deki yen i n azım şekilleri, d iv a n §e­ lkillerini de kul l a n m akl a b i rl i k te, ç oğ u nl u k t a dı r . V ezin de ·

aruıı: d ur.

Batılı Tü r k ed eb i'Yal ı n ı n kurul uşun d a "yapmak" t a n çok "düşünmek"te pay sahibi olan Ekrem'in aksine, düşünmek­ ten çok yapma gücüne s a:h i-p olan A'bdülha:k Hôım i d ( 1 852 1937 ) "dir.

Sanatça titizliği olmamasın a karşılık büyük bir

şairlik gücü taşıyan Hamid, yaradılışındaki pervasızl ıkla, Türk şiirini modernleştirmek içi n h i ç b i r

en'gel tanımadı. Onun bu

d a v ra nı şı ileidir ki m o dern Türk ş i iri, 1 8 79' d a n 1887'ye kadar

süren .k ısa süre için de, büyüik b i r ge l �me göstereb i l'd i . Ba­ sılıın ı ş ilok ş i i r 'k i tabı ve Türk ş i i r i n d e p astora·l türün de

il k örneği nlan Sahra [ 1 879 ] , hem konusu ve hem de nazım tek­

n iğ i 'bakımın d a n ılı i rçok yen·ilikler taş ı y o r d u . Serbest n azm ı n

veren bu eserin•den s o n ra yayınladığı "Kürsi-i istiğrak", "Melekftttan safiline bir na­

Türk şiirindeki ilk örnekl eri n i de

zar'', "Mazi yolcusuna ati yolu" ve "Bir vaize bir mevize"

a dl ı manzumeleri H e a d ı n ı duyurmağa ve eski şiire sa l d ı nın a ­ ğ a devam eder. Makher [ 1885] iJ.e ·de ş a i rl ik ş'öhretinin zir­ vesine u l a ş ı r. Makber, ge r eık şekil gerek fikir ·b a k ı m ı n d a n , zamanının en ye n i eserid i r . Ş ekil ·yön ün'de n eski şiirden ay­ rıldığı gibi, ölüm temasının etrafına topladığı birçok meta­

meseleler i l e de serbest düşün�e a·ç ı l m ağa ça.Jı ş ı y o ıxl u . Büyük i lgi uyandıran bu eserini , hemen hemen aynı metafi­

fizik

zik temaları işleyen Ölü [ 1 885 ] , Hacle [ 1 886 ] , Bunlar odur

TÜRK EDEBiYATI : Abdülhak Himid'in Makher adlı eserinin ilk baskısı

[ 1 886] ve Bir selilenin hasbıhali [ 1 886 ] izledi . Bundan son­

ra uzunca b i r süre ke n' di s i n i daha çok t i y a t r o yazmağa ve­ ren şair, 1 9 1 2'de hece vezni ile yazdığı "Baladan bir ses" a1lı uzunca manzumesinden sonra, annesinin ve dolayısıyla kendisinin çocukluk hayatını konu alan "Validem" [ 1 9 1 3 ] ,

I. Dünya Savaşı yıllarına ait bazı şiirlerini bir araya ge­ tirdiği ilham-ı vatan [ 1 9 1 6 ] ve materyalizm ile spritualizm ve idealizmi karşılaştırdığı Garam [ 1 92 8 ] adlı eserlerini ya­ yınladı. Hamid d.;: Ekrem gibi tamamıyla romantik bir hassasi­ yet ve tutum içindedir. Ancak, Ekrem'in romantizmi me­ lankoliye yönelik olduğu halde Hamid'inki ihtiras ve he­ yecana yöneliktir. Bundan dolayı şiirlerinde, duygu olarak hüzünden çok ihtiras ağır basar. En önde geleni aşk olan bu ihtirasların aniatılışındaki tarz ise, bütünüyle romantik­ tir. Arzulardaki şiddetli ve sürekli ini§ çıkışlar, haykırış­ lar, çırpınışlar ve saidınşlar ile birlikte, bunlardan doğan tezatlar da sık sık görülür. Hay;ıl ve duygu gücü çok bü­ yük olan Hamid'in felsefi düşüncelerinde de belli bir dü­ zen bulmak zordur. Çünkü düşünceleri de duygularından, heyecanlarından ve acılarından kaynaklanmaktadır. Onun Türk şiirini yenileştirmedeki büyük çabası ve başarısı da bu yaradılışı ile yakından ilgilidiı . Gerçekten de şair, mo­ notonluktan hoşlanmayan, içinde sürekl i bir değişiklik is­ teği ve ihtiyacı duyan bir yaradılışa sahiptir. A y n ı d üzensizliık, n azmının te'kn iğinde, di l i n de ve üs­ liibunda da görülür. Batılı nazım şekilleri ile birlikte d ivan şii-ri n i n .şek illerini ve k e n d i bul uşu olan şek illeri de k u ll a n­ dığı gibi, konuya değişik üslup şekillerini ve bazen konuş-

ma diline çok yakın, bazen de ot�dan çok uzak bir vokabü­ ler kullanır. Fakat

çoğunlukla

müzeyyen (süslü) üslftba

ve O sma n l ı c ay a b ağl ıd ır . T a nz i ma t

edeb i ya t ı n ı n 1 880'-ında ("Şiirimiz", "Servet-i Fünun", 15, 22, 29 kasım ve 6 aralık 1 900, sayı 505 - 508) genellikten ayrılıp arkadaş­ larını şahsen hedef alınca luluıktan

a·yrıl mak zorun da

büyük bir tepki gördii v e top­

kaldı. Onu ya•kın arkadaşı Ah­

med Reşid'in ayrılışı takip etti. Fakat topluluk, yine tek cephe halinde hareketle bu sarsınııyı da atlattı. Ancak top­ lulu!(un başı olan Tevfik Fikret, derginin sahibi Ahmed İh­ san (Tokgöz) ile aralarında çıkan bir idari anlaşmazlık yü­ zünden dergiden ayrılınca, top\uluktaki çatlak birdenbire büyüdü. Yazı işlerinin idaresini Hüseyin Cahid üzerine aldı. Bu durum, Tevfik Fikret ile arasının bozulmasına yol aç­ tığı gibi, bir süre sonra yayınlanan ve Fransızcadan çevri­ ten bir makalesi ("Edebiyat ve hukuk", "Servet-i Fünun", 1 6 ekim 1 90 1 , sayı 553) sarayca "kamu oyunu kışkırtıcı" bu­ lunarak dergi de kapatıldı. Altı haftalık bir kapanıştan son­ ra dergi mahkeme kararı ile tekrar açıldı ise de bu sefer, Hüseyin Cahid de yazı işleri müdürlüğünü kabul etmedi. Zaten topluluğun öteki bazı üyeleri de resmi görevlerle başka yerlere gittiklerinden, topluluk fiilen dağılmış oldu. Bunun üzerine "Servet-i Fünun", o parlak ve tarihi ya­ yın dönemini kapayarak topluluğun organı olmadan önce· ki durumuna döndü (aralık 1 90 1). Böylece dağılmış ve birbirlerinden kopmuş olan Servet-i Fünuncular, II. Abdülhamid i daresinin gittikçe artan baskısı

Fikret,

Sül eyman Nazif)

görülür.

Fikret

1908'den

sonraki

şiirlerin de, si'yasi tema.I arın yanına, "c eh al e t, taassup, geri­

lik, medeniyet, . . . " gibi sosyal temaları da ekler. Fakat Ser­ vet-i Fünun şiirine asıl haki m ol an tema aş-ktır ve bu aşk

bütünü ile romantik bir karakter ta§ır. Servet-i Fünun §iiri, duygu ve hayal bakımından romantizmden kendisini kurta­ rabiimiş değildir. Yalnız Fikret'te Pamasyen, Cenab'da sembolisı şiirin bazı özellikleri görülür. Servet-i Fünun §iiri­ nin dili ise onun en kusurlu yönüdür. B u yolda Ekrem ve tutumlarını sürdürmeleri, hatta onlar­ Hamid'in yanlış dan da aşırı davranmaları, içine düştükleri en büyük hata olmuştur. Tercih ettikleri ortak üslfıp tarzı da müzeyyen (süslü) üslfıptur ki dili yabancı kelimelerle doldurmada bu­ nun da payı olmuştur. Topluluğun lideri ve en ünlü şairi olan Tevfik Fi.kret

0867 - 1915) , Türk şiirinin modern l eşm es i nde en büyük his­

senrn sahibidir. Bü·yük sanat güc ü şekilleri

bakımından

olduğu

kadar

·re

üslup 'bakımından da Türk şiirinin uzaklaşmasmda ve çağdaşlaşmasındaki

i nc e zevki ile, n azım

duygular, ha y al ler ve

divan en

nazmından hızla

büyük h i sse onun­

dur. Onun şiirleri ile Türk nazmının yepyeni bir ses ka­ zandığı görülür. Daha "Servet-i Fünun"daki ilk şiirlerinde aşk temasının yanına çevresindek i yoksul insaniann hayat­ larını da ekleyen şair, 1899' dan başla-y arak dönemin siy asi

baskısına da karşı koymaya başlar. "Şehr-ayin", "Sis", "Sa­

karşısın da, ·yayın hayatın dan da birer b irer çekildiler. 1906'

bah olursa", "Deven i n başı", "Millet şarkısı" gibi tanınmıtı

den

ş i irler i n i yazar. Siyasi baskmın ka dro değiştirerek 1 908'den

sonra

eserlerini

yen i den

yayınlamağa

başlad�larsa da

bir da•ha bir araya gelemediler. Servet- i Füııun

topluluğunun

1896 - 1901

yılları arasın­

daki ortak çalışmaları, ·bu Çfrk kısa sü re iç inde, çok yo­ ğun ve dinami•k bir durum ·gÖsterir. Tanzimat dönemi ed e­

biyatının ikinci halkasından hal indeki

batılı

devraldıkları henüz kuruluş

Türk edebiyatını,

aynı

hedefe bü·yük bir

sanat h evesi ve hırsı ile hep birlikte yü rüyerek XX. yüz­ yılın eşiğinde, her yönü ile çağdaş bir e d ebiyat seviyesine getirdiler. Bu başarılı sonucu almada, sanat .kabiJi.y etleri Üe birl ikte, bilgili ve sürekli çalışmalarının da payı büyüktür. Servet-i Fünun topluluğunun •hedefi, çağdaş T·ürk e de ­ biyatını yaratabilmek için eski edebiyatla ilgili bağları ta­

mamıyla koparmak ve devraldıkları

yeni edebiyatı hızla

sonra da devamı karşısında, kendi iç dünyasını artık tama. mıyla bir kenara bırakarak memleketin gittikçe kötüye gi­ den siyasi ve sosyal durumu ile ilgilenir. "Han-ı yağma", "Doksan beş'e (H. 1295/M. 1 878, I. Meşrutiyet ile açılan Meclis'in kapatıldığı tarih) doğru", "Rubab'ın cevabı", "Ha­ lfık'un vcdaı", "Ferda" gibi şiirleri ile Haluk'un defteri [ 19 1 1 l 'ndeki şiirleri ölümüne kadar süren bu dönemin ürün­ leridir. Sanat gücü ile olduğu kadar ahlak ve karakter sağ­ lamlığı ile de sevilmiş ve başarılı bir eğitimci olarak tanın­ mış olan şair, iş başındaki ne>iUerin kötü gidişleri karşısın­ da, 1 908'den sonra bütün ümidini gençlere ve çocuklara bağladı. HalUk'un defteri ' ndeki §iirleri ile gençlere ve Şer­

min [ 19 1 5 ] 'deki hece vezni ile yazılmış §iirleri ile de ço­ cuklara seslendi.

geliştirmek idi. Ancak, ciddi tiyatro eserlerinin aynanması­ nın yasaklanmış olması karşısında bu türe yönelmek im­ kanını bulamadıkları için, çalışmalarını sadece şiir, roman ve hikaye türlerinde topladılar. Şiir : Şiirde, Tanzimat şiirinin her iki halkasında da

-değişik ora nla rda.- sürüp gelmiş olan divan nazmına ait şe­

killeri ya tamamıyla kaldırıldılar veya tanınmaz duruma ge-

Tevfik ·Fikret'in sa n at h a ya tı , b aşl ı c a iki döneme ayrılır.

1899'a ka dar süren ve "sanat için. sanat" anlayl§ı içinde ge­ çen

'birinci dön emde, büyük bir ç oklukla, ken di iç dünyasını

rom a n t i k •bir atmosfer içinde işleyen şi i rler i , nazım tekniğin­

de taşıdıkları titizl ik bakımından olduğu .ka dar

nazım şe­

killeri bakımından da daha çok Pamasyenlere bağlıdır. Bu nazım şeki llerind en en çok tercih ettiği ise, sone'dir. Fikret,

TORK EDEBiYATI, Yeni bu döneme ait şiirlerini Rübab - ı şikeste [ 1 899] adı ile bas­ tırdı . Bu dönemden sonra, mıııh ı evaca, romanıtizmden hızla ayrılır ve kendi dünyasını bir yana bırakarak ç ev res i ile ilgilenmeğe başlar. Bu değişmede en büyük etki, Fransız Pamasyen şairlerinden François Coppee'ye aittir. Gerçi şair, sa n at hayatının ilk döneminde d e çevresindeki yoksul insan­ l arın ya§a·yı§ı ile ilgilenmemiş deği l di ( B al ıkçılar" , "Nesrin", "Ramazan sadakası", "Hahik'un bayramı" . . . ) . Fakat bunlar, "

merhamet duygusundan kayna·klanan, henüz fikirleşmemiş il­ gi l erdi . 1899'dan sonra bu ilgi, fikirleşir ve "sanat iç i n sa­ n at anlayı§ı yerini "cemiyet için sanat" anlayışına bıra­ kır. Bun dan sonra, yakın çevresinin ıstıraplarından -birden­ bire- lbüriin m em l e k etin ıstırapi anna ·y Önelen ve bu konu­ daki ilk örneğini "Şehr-ayin" (Haluk'un defteri) [ 1 8991 man­ "

zumesi ile veren şair, "Servet-i Fünun"dan ayrılınca yazdığı meşhur "Sis" [ 3 1 mart 1 90 l ] 'i ile ferdi konulara artık kesin­ l ik l e veda eder . Bu tarihten II. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908 yılına kadar, 'h içbir yerde hiÇbir yaz ısı yayml anma:yan şairin şöhreti, elden ele dolaşan şiirleri ("Sabah olursa", "Bir lahza-i taahhur", "Mazi . . . ati", "Devenin başı", "Millet şarkısı") ile devam eder. 24 temmuz 1 908'de yazdığı ve "Sis" teki düşünce ve duygularından caydığını anlatan "RücO" şiiri · ile yeniden yayın alanına girdiği gibi, resmi memuriyet hayatına da başladı. Galatasaray Sultanisi'nde öğretmenlik ve müdürlük, İstanbul Darülmuallimin (İlk Öğretmen Oku­ lu)'inde ve Dariilfünun Edebiyat Medresesi (Üniversite Ede­ biyat Fakültesi)'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir ara, Hü­ seyin Cahid ve Hüseyin Kazım ile birlikte, günlük bir siya­ si gazete olan "Tanin"i de çıkardı. Fakat zamanla yeni yö­ netim de baskılı bir hal almaya bağlayınca, Robert Kolej 'de­ ki Türkçe öğretmenliğinin dışında kalan bütün görevle­ rinden ayrılarak, Aşiyan'a çekildi ( 1 9 1 1). Hürriyet'in ilanın­ dan önce yazıp Rübab-ı şi keste 'nin 1 908'den sonraki baskı­ larına koymadığı bazı şiirleri ile bu tarihten sonra yazdık­ larını bir araya toplayarak Haluk'un defteri [ 1 9 1 ll adı ile bastırdı. Siyasi baskının gittikçe artması ve sokaklarda bir terör h avasının esrnesi üzerine, 1 9 1 2'de, arka arkaya "Han-ı yağma", "Doksan beş'e doğru" ve "Rübab'ın cevabı" adlı şiirlerini yayınladı. Son ikisi, siyasi çevrelerde büyük tepki yarattı. Bunun üzerine, "Servet-i Fünun"da Fecr-i Ati adı ile yeni bir edebi topluluk kurmuş olan gençler, hep bir­ likte şairi savundular. Osmanlı İmparatorluğu'nun Alman­ ya'nın peşinde karanlık bir maceraya atılarak I. Dünya Savaşı'na katılmasına da "Sancağ-ı şerif huzurunda" [ 1 9 1 5 ] şiiri ile karşı çıkan Fikret, Servet-i Fünun hareketi içindeki etkili rolü ile, Tanzimat döneminde Ekrem ve Hamid'in Türk şiirini modemleştirmedeki tutumlarını devam ettire­ rek Türk şiirini, XIX. yüzyılın son yıllarında, batılı bir ya­ pıya ve görünüşe sahip kılanların başında gelir. Türk naz­ mından divan nazmının son artıklarını da kaldırarak bu nazma beyit hakimiyeti yerine mısra hakimiyetini getiren, batılı nazım şekillerine büyük bir rağbet kazandıran, divan nazma beyit hakimiyeti yerine mısra hakimiyetini getire.1 , "serbest nazım" şekline sokan, ayrıca, şahsi birtakım na­ zım şekilleri de bulan, kafiye düzenini büyük bir serbestliğe kavuşturan, aruzun kalıplarını müzik güçlerine göre ilk defa değerlendiren, büyük zevki ve titizliği ile Türk şiirini batılı ve çağdaş bir duruma getiren odur. Şiirlerini bugü­ nün nesilleri karşısında mahkum eden tek kusuru - bütün Servet-i Fünun şairlerinin ortak kusuru olan - dilindeki ağırlıktır. Pikret de, arkadaşları gibi, Osmanlıcanın çok ge-

143

lişmiş, zengin ve güzel bir dil olduğuna inanıyordu. Buna rağmen, Servet-i Fünun şiirinde, konuşma dilinin özellikleri· ne en çok yaklaşan yine odur. Servet-i Fünun şiirinin Pikret'ten sonraki ikinci önemli şahsiyeti, Cenab Şehabeddin ( 1 870 - 1 9 34)'dir. Askeri Tıbbiye'

yi 'bitirdikten ( 1899) bir yı l sonra mesl eki bilgisini artırıııa.k için devletçe Paris'e gönderilen Cena'b, dört yı.l .k aldığı bu

şehirde tıptan çok şiirle ilgilendi . Bu sıralarda, Fransız şi­

irine sem'bolistler hakim oolmuşlardı. Fakat sembolizmin ka­ rışık şiir teorisini petk kavrayamadı. O nu n , yalnızca iki mü­ him unsurunun değerine kendi de inandı : İstiare ve müzik. Servet-i Fünun'un öteki şairleri gibi, şiire başladığı sıralarda,

ön c e eski edebiyat tarafıarlaırınm lideri Muallim Naci'niıı , sonra da Ekrem ve Hamid'in etkisinde kalmış olan Cenab. Fransız şiiri ile temasa geçtikten sonra, .kesinl ikl e bu şiire b a iila n dı ve İstanlbul'a döıı:ܧÜnde i sli a r e ve musik iye ön plan­ •

da yer veren şiirler yazmaya başladı. Böylece kısa zamanda adını duyurdukta n sonra, 1 896'da, Türk şi irin i batılılaştır· mak gayesinde olan Servet-i Fünun topluluğuna katıldı. "Ser­ vet-i Fünun" dergisinde her hafta yayınlanan şiirleri ile, çoK k ı s a bir zaman için de, gen iş ve haklı ·bir şöhrete sah ip ol du. Bir yandan da mesle!!:i ile ilgil i resmi görevlerde ç a l ı ş ı yord u .

1 908'den sonra politika ile de ilgilenmeye başlayarak gün­ lük .g az et el er d e siyasi yazı l a n Çbktı. 1914'te. ken·di isteiti il e m esl eki g ö r ev l eri n d en ayrı l dı ve İ s ta nıbul Edebiyat Fakülte­ si'nde batı edebiyatları üzerine dersler vermeye başladı. 1 9 1 7 ' de. iktidardaki I ttihad v e Terakki Partisi'ne karşı çıkarak muhalefetteki Hürriyet ve İtilaf Partisi'ni tutan yazılar yaz­ dı. Ancak kötü bir politikacı olan şair, İ stiklal Harbi sı­

rasında da doi!ru yolu bııl.amadı. Ali Kemal'in j! azete� i n de ("Peyam-ı Sabah"), Milli Mücadele'yi kötüleyen çok uygun­ suz yazılar yazdı. Bu yüzden üniversite gençliğinin haklı tep­ kileri ile karşılaştı ve hocalık görevinden ayrılmak zorunda kaldı ( 1 922). Tarihi olayların bundan sonraki gelişmesi kar­ şısında gösterdiği pişmanlığın ise bir faydası olmadı ve son yıllarını yarı inziva halinde geçirdi.

Cenab'ın bütün şiirlerini Evrak-ı leyal adı altında bir­ leştirmek isteği g erç ekleş mediği için, elimizde, hen üz eski şiirin etkisinde iken yazdığı bazı şiirlerden ibaret Tt!im.:ıt [ 1887] adlı küçü.k bir kita'bın d.a·n başka şiir .k itabı yoktu.r. Seçme şiirlerini toplayan bi r kitap, ölümünden sonra basıldı (Sadeddin Nüzhet Ergun : Cenab Şehabeddin, hayatı ve seçme şiirleri [ 1935 ] ).

Cenaıb, 'bütün ömrünce, ••güzelliık için sanat" formü l üne bağlı, ferdiyetçi bir şair olarak kaldı. Sembolisı şiirden al­ dığı il ha mla , şiirinde istiare ve müziği ö n de tuttu. Cenab'ın Fran sız sem·b olist şiirin dekilere benzer tarzdaki istiareler.i (saat-i semen-fam : yasemin renkli saatler; ud-i mükevkeb : yıldızlı ud, gökyüzü; tuf-ı tesliyet : teselli yankısı; nCiy-ı z;üm­ rüd : zümrütten yapılmış ney), özellikle eski şiir taraftarların­ ca yadırgandı ve ağır hücumlara uğradı. Cenab'ın müzik an­ layışı ise, şiirde "iç ahenk" denilen, "sessiz musiki"dir. Ce­ nab, şiirlerinde, bu musikiyi çok iyi kullanır. Hayalierindeki güçlülük ve renklilik, şiirlerindeki derin musiki bakımından, Fikret' i n ferdi konulu şiirlerinden ço.k üstündür. ·

Cenab'ın şiirinde, başlıca iki tema görülür : Aşk ve ta­ biat. Çoğu zaman romantik ve bazen de realist olan bu a§}t, g enellikle, taıbiatla iç i çe dir . Hamtd'de b�r motif olmaktan

çıkarak bir tema haline gelrneğe başlayan tabiat, Cenab'.ia da bir şiiri bazen tek başına doldurabilen güçlü bir tema­ dır. Tabiat, onun şiirlerine daha çok "geceler" ve "mevsim-

TORK EDEBiYATI, Yeni

144

ler" ha!.inde girer. Ancaık, her iki temanın da yalnız başına kullanıldıkları pek seyrek görülür. Büyü·k .b i r çoklukla, on· lar yan yana bulunur. Tabiatı konu alan şiirlerinde, aşk yok­ sa. muhakkak başka duygular, hatıralar ve hayaller vardır. Böylece insanla tabiat kaynaşarak cazip bir kompozisyon ortaya çıkar. Müzikle beslenmiş renkli duygu ve hayallerin doldurduğu bu şiirler, Türk şiirinin en başarılı lirik örnek­ leri arasındadır. Fikret'te olduğu gibi, Cenab'da da dil, aksayan tek yön­ ,für

Üstelik Cen a•b, ş iirler inin d ı ş ı n d a k i yazılarında da, Os­

manlıcanın savunmasını sonuna kadar ve inatla sürdürmüş­ tür. Fakat buna rağmen, 1 9 l l 'den sonra başlayan "Osman­ lıcanın Türkçeleştirilmesi, yani yazı dilinin konuşma dilin.: yaklaştınlması" hareketi zamanla etkisini yaygınlaştırarak farkında olmadan Cenab'ı da hükmü altına almış ve son şiirlerinde ona da konuşulan Türkçenin güzel örneklerini yazdırmıştır. Servet-i Fünun edebiyatında - şairliği kadar olmakla

h irl ikt e · güç l ü bir n esirci olarak da tanman Cenaib, n es ir·

lerinden yaptığı seçmelerin bir kısmını Evrak-ı eyyam [ 1 9 15 ] ve Nesr-i harb, Nesr-i sulh v e Tiryaki sözleri [ 1 9 1 8 ] adları ile bastırdı. D eğişik ta rih l er d ek i s eya•haot n o tl arını ise Hac yolurıda [ 1 909 ] Suriye mektup!art [ 19 1 7 ] v e A vrupa mek­ tupları [ 1919] a d l ı k i tap l a nn d a y a y ı n l ad ı . ,

Servet-i Fünun edebiyatının iki büyük temsilcisi olan

nkret ve Cenah'ın Türk ş i i r i n e ge: i r d ikl e r i yeni düzen in .)zellikleri, toplulu ğ u n bütün � i rlerince d e ben imsen miştir.

Servet-i Fünun şiiri demek, ana unsurları ile Fikret ile Ce·

naıb'ın şiiri demektir.

TÜRK EDEBiYATI : Süleyman Nazif

si

T'Opluluğun bu i k i l i der i n den sonra g e r i y e kalan ve hep· d e orta güçte ol a n sekiz şai r i n i n çoğu, romaMik duyıg'U·

ları işlemekle birlikte, 1908'den sonraki şiirlerinde, bazen yurt ve kahranu n l ı k d u y g u l ar ı n a da yer vermişlerdir.

B u n la r d a n üslüpça F rkr e t ' i n etkisinde kalan Hüsey i n Si­ ret [Özsever] ( 1872 · 1959 ) , romanti·k aşk duyguları He aile

duygularını işleyen lirik şiirlerini Leyal-i giriz.an [ 1 909] , Bağ boz.umu ( [ 1928] v e Kıvılcımlı kül [ 1930] adlı kitapl a­ nn da top l a d ı Dönemin siyasi olayiarına ,da karışmış olan şairin sosyal konulu şiirleri ise, Kargalar [ 1 939 ] , Iki kaside [ 1 942 ] ve Bir mektubun cevabı ve Hüseyin A vni U/aş'a [ 1 948 ] adlı kitaplarındadır. Osmanlıcaya ve aruza bağlılık­ ta i n a t çı o l m ayan şair, d i l !bakımından zamanın değişmele­ rine uyduğu gibi, hece veznini kullanmaktan da kaçınma­ mıştır. .

Hüseyin Suad [Yalçın ] ( 1 867 - 1 942) ise, gerek üslübu gerek h ay a l l e ri •b:ı.kımın dan Cenab'ın eıkisin dedir. Aile ha­

yatı Siret'inki gibi acılı olan şair, aile ve aşk duygularını ko­ nu alan şiirlerini tek şiir kitabı olan Lane-i melô/ [ 1 9 1 0 ] 'de topladı. O da, yine Siret gibi Osmanlıcaya ve aruza bağlı

ka l m a k için direnmedi. 1910'dan sonraki şii r l er i ise ölümün­ den sonra eşi tarafından yayınlandı (Efzayiş Suad : Hüse­ yin Suad Yalçın ve şiirleri [ 1943 ]).

Namık Kemal'in oğlu olup şiirlerinde A. (Ali) Nadir

TüRK EDEBİYATI : Hüseyin Siret

adını kullanan Ali Ekrem [Bolayır] (1 867 - 1 937), H. Na­

zım adını kullanan Ahmed Reşid Rey (1870

-

1955)

ve

TORK EDEBİYATI, Yeni

145

Şipka kahramanı Süleyman Paşa'nın oğlu olan ve şiirlerin­ de Süleyman Nesib adını kullanan Mehmed Sami ( 1 866 1 9 1 7), Servet-i Fünun topluluğunun en zayıf şairleridir. Ali Ekrem, ferdi konuları işleyen şiirlerini Zı/fil-i ilham [ 1 909 ] ve yurt duygularını konu alan şiirlerini de Ordu­ nun defteri [ 1 9 1 8 ) , A na vatan [ 1 92 1 ) ve Vicdan alevleri [ 1925 J adlı kitaplarında toplandı. Ahmed Reşid ve Süleyman Nesib, zaten az sayıda olan şiirlerini bir araya getirmediler. Süleyman Nesib'in bütün yazdıkları, ölümünden sonra bir heyet tarafından derlenip basıldı (Süleyman Paşazade Sa­ mi Bey, Külliyat-ı asar ve ihtisasat [ 19 1 8 ] ).

Hamid üçlüsünün etki­

1908'den önce I l . A.bdülhamid'e mll'halefeti ile ve bu ta­ rihten sonra da ıdönemin siyasi olayiarına karışmak suretiy·

sa bir süre sonra, Ser­

le ününü yaygınlaştırmtş olan Süleyman Nazif ( 1 869 - 1927), Mizanü'l-edeb adlı ve edebi bilgilere ait tanınmış eserin sa­

hitbi D iyarbakırlı Said Paşa'nın oğludur. Ö zel öğrenim gör­ dü. Birçok idari işlerde ve valiliklerde bulundu. Il. Abdül­ hamid zamanında Paris'e kaçarak Jön Türklere katıldı ve

onlann çıkardıkları "Meşveret" gazetesinde padişahın aley­ hin:de yazılar yazdı. A ynı -konudaki şiirlerini ise, Mısır'da kaçak ıbastırdığı Gizli ligarılar [ 1906]'.da topladı. 1908'den sonra, arası-ra valiliıklerle İ stanbul'dan uzaklaşmakla birl ikte, daha çok gazetecilikte çalıştı. "Hak" ve "Hadisat" adlı ga­

zetelerin başyazarlığını yaptı. Gençliğinde Namık Kemal'in eserleri ile yetişmiş ve -onun yurt meseleleri karşısındaki hassasiyet ve cesaretini ben imsemiş olan Nazif, I . D ünya Sa­ vaşı sırasındaki yazıları ve Mütareke yıllarmdaki davranış­ ları i-le zaman zaman m edeni cesa·r etin güzel örneklerini ver.di. Düşman kuvvetlerin in I . D ünya Savaşı sonunda İ stanbul'a

girmeleri üzerine, "Hfıdisat" gazetesinde, siyah bir çerçeve içinde yayınlanan "Kara bir gün" [9 şubat 1 9 1 9 ] adlı yazısı ve aynı dönemde Türk dostu Pierre Loti'yi anmak için ya­

pılan ıbir törenıde (23 ocak 1920 ) işgal kuvvetleri aleyhinde yaptığı şiddetl i konuşma bunlar arasın dadır. Bu tarz h are­ ketleri üzerine Malta'ya sü·rülen Türk aydınları arasında -o da vardı. İ ki yıll ı k .bir sürgün den sonra İ stan bul'a dönüşün­ de yenbden yazı hayatına başlayan Nazif, 1918'de Irak'ın da elimizden çıkması üzerine. hu topraklarta ilgili duygularını Firak-ı Irak [ 1 9 1 8 ] adlı eserindeki şiirlerinde, Malta'da çek­ tiği vatan ·hasretini de Malta geceleri [ 1924]'nde dile getirdi. Yazılarınıda bazen İ brahim Cehdi ta.kma adını .da kulla­ nan Nazif, Servet-i Fünun topluluğuna 1 898'de katıldı. Bu tarihe kadar yazdığı ve II. Abdülhamid istibdadına karşı olan

Süleyman Nazif'in kardeşi Faik A li [ Ozan­ soy]

( 1 876 - 1 950)

de

Servet-i Fünun toplulu­ ğu şairleri arasındadır. Şiirlerini "Servet-i Fii­ nun"da 1 897'de yayın­ lamağa başladı. Ö nce­ leri Kemal - Ekrem sinde olduğu halde, kı­

tün özelliklerini benim­ sedi. Hatta daha ağır landı.

·

Çoğu romantik

. 4

nzer. Vaka i�e. çok basit bir -kuruluştadır. Yazarın real izmle bir il !!'isi yoktur. P�ikolojik ta.h liller de yok J!İbidir. Roman ve hikivelı>ri için de en tanı n mışları şunlardır : GüzPl Eleni f 1 89 1 1 , Meşak-ı hayat r t 892 1 , Mektep arkadaşım [ 1 895 ] , Sevda-yı sermedi [ 1 897 1 , Kirabe-i gam [ 1 899 ] , Ülfet r t 899 1 . 1 ki f?Ü zel günahkar [ 1 922 1 . Ahmed Rasim'in asıl şöhreti, gazetelerde çıkan sayısız yazılarından !!elir. Konuları çoii;unlukla günlük hayattan ve yakın çevreden al ınmış bu yazılarında, romanların da göste­ rPmedi1!i real izmi -ayrın tılara .k adar inen bir gözlemcilikle­ tam bir başarı halinde uygular. Ayrıca dil ve üslQpça da k o n uşma rfil i n e c;Dk yakın olan bu yazılarını zaman zaman kitap halinde de topladı : Makatar ve müsahabat [ 1 907 ] , Şe­ hir .mektupları [ 1 91 2 . 1 913, 4 cilt] , Eşkal-i zaman [ 1918] , Cidd ü mizah [ 1 9 1 8 1 , Gülüp ağladık/arım [ 1 926 ] , Muharrir bu ya! [ 1 926 ] . Sohbet, fıkra ve denemelerden oluşan ve �ehir haya t ı n ı n çok değişik sahnel erini, insanlarını, yaşayış 'ekillerin i. diişünüş ve duyuş tarzlarını, giyimlerini, dillerini, idetlerin i . . . çok renkli ve canlı olarak veren bu yazıların da Hü�eyin Rahmi'nin eserl eri gibi, sosyal tarihçiler ve folklor­ ,.nlar için büyü.k değeri vardır. Ahmed Ra�im'in edebi ve sosyal tarihimize ait yine kıy­ metli malzemelerle dolu hatıralarının yer aldığı veya yalnız tarihi konuları ele alan eserleri de vardır. Bunlardan, hatı­ ralarını taşıyanlar : Gecelerim f 1 896 1 , Fuhş-ı atik [ 1 922, 2 cil t 1 . Muharrir. �air. edip [ 1 9 24 ] ve Falaka [ 1 92 7 ] . TariM konularda olan lar ise : Resimli ve haritalı Osmanlı tarihi [ 1 9 1 0 - 1 9 1 2, 4 cilt l , Tarih ve muharrir [ 1 9 1 3 1 , İki hatırat-­ üç şah riyet r 1 9 1 6 1 ve istibdattan hakimiyet-i milliyeye f 1 924 - 1 925, 2 cilt] 'dir. Servet-i Fii n un dışında kalıp da yine Ahmed Rasim gibi romantik ve .basit aşk maceralarını işleyerek aynı tarzı sür­ dürmek suretiyle zamanlarında oldukça gen iş şöhret sah ibi olan romancılar arasın da : Orora [ 1 886 ] , Ven üs [ 1886] , Bir kadının hayatı [ 1 890] , Küçük gelin [ 1 894 ] , Kuşdilinde r t 910 ] , Leman r t 910] gibi büyük hi.kaye hacmindeki ro­ manları ile şair Mehmed CeHU; Flora [ 1 885 ] , Tezkir-i mazi [ 1 885 1 , Göz yaşları [ 1 8861 , Ressam [ 1889 1 , Son salon ve aş k [ 1899 1 gibi roman ve hikayeleri ile Mustafa Reşid 0861 1 936 1 : Mııhadarat [ 1812 ] , Re'/et [ 1898 ] , Odi [ 1 899 ] roman­ ları ile Ahmed Cevdet Paşa'nın kızı Fa tma Aliye 0864 1 924); Mehcure [ 1 897 ] , Hikmet [ 1 8 9 7 ] , Çoban kızı [ 1 8 9 8 ] , Mehcure ile Hikmet [ 1922 ] romanlarının sahibi Mehmed Ve­ cihi ( 1869 - 1904) : Zavalk Necdet [ 1 902 ] , Kadın kalbi [ 1903 ] , Kuma r beliyyesi [ 1 9 04 ] adlı romanları ile Safvet Nezihi ( 1 87 1 - 1 939); Münevver [ 1 90 1 ] , Ölmüş bir kadının evrak-ı metrukesi [ 1905 ] , Yaban gülü [ 1920 ] , Hicran gecesi [ 1930]

romanları ile Güzide Saibri Aygün 0886 . 1946) sayılabilh Bunlardan başka, yine romantik ve acıklı aşk konularını iş­ lemekle birlikte, dilde Türkçeleşmeye, üsiQpta da sadeleş­ ıneye çalışan, olayları ve kahramanları realist bir görl!şle ele alan, sosyal eleştiriler yapan ve bunları daha çok ay· dmiara yöneiten romanlarında fikri yapıya değer ve bu se­ beple siyasi, -tarihi, sosyal ve edebi olaylara da yer veren Ali Kemal 0867 1922 )'i de, yine daha çok birer büyük hikaye hacmindeki Iki hemşire r t 899l . Çölde bir ser�eüz,.�t [ 1900 1 , Fetret r t 913] adlı eserleri ile bu devrin romanr.ı· ları arasında saymak gerekir. •

Edebiyat tarihi ve edebi tenkit : Servet-i Fünun'un dışında kalanlar arasında Mehmed Celal 'in A h med Rn.rim Bey [ 1 902 1 adlı basit incelemesi ile Rıza Tevfik'in A bdiiihak Hlimid ve mütahazat-ı felsefiyesi f 1 9 1 3 l adlı büyük monO!!· rafisinden başka edebiyat tarihi ile ileili ca lı sm� ların bu· lunmadığı . buna karşılık. edebi tenkitle ilgili olarak verilen örneklerin bir hayl i kailıarık ol duğu ıı:örülüyor. Bunların büyük bir kısmı doi!ru dan dol!rıı y a ool em i lı bir kısmı da ciddi edebi tenkit örnekl eridir PoJ emik n i tl'· liii;inde ol anlar, Servet-i Fünun dışında kalanların bu toı.ı­ luluii;a karşı yaptıkları hücumlardan doğar. Sal dıranların ha· şmda bul unanlardan Ahmed Rasim, bu yazıl arını topl ayıp ayrıca bastırmış değil dir. Mehmed Celal ise :bu tarz yazı· larından bir kısmını Makallit-sese da­ ha önce kurulmuş bulunan Devlet Konservatuvan tatbikat sahnesindeki temsillerini 1 947'de açılan Küçük Tiyatro'da vermeye başlar. Bu tarihte müessesenin başından ayrılan Cari Ebert'in yerine Muhsin Ertuğrul getirilir. 1 949'da yine Devlet Tiyatrosuna bağlı olarak Büyük Tiyatro açılır. İki ay sonra Devlet Tiyatrmu bir genel müdürlük �aline getirilir. Bundan sonra da yeni salınelerin açılmasına (Uçün­ cü Tiyatro, Oda Tiyatrosu, Yeni Sahne, Altındağ Tiyatro­ su) devam edilerek sayıları altıya çıkarılır. Buna paralel olarak, İstanbul Şehir Tiyatrosu da zamanla sahnelerinin sayısını altıya çıkarır (Tepebaşı, Kadıköy, Fatih, Üsküdar, Zeytinburnu, Harbiye sahneleri). Resmi tiyatrolar­ da görülen bu ciddi ve hızlı gelişme ve ona uygun olarak artan seyırcı sayısı, yeni özel tiyatroların kurulma­ sına da imkan sağlar : Eti Tiyatrosu ( 1 939), Burhanettin ve Seniye Tepsi Tiyatrosu ( 1 940), Ses Dram, Komedi ve Operet Topluluğu ( 1 943), Bizim Tiyatro ( 1 95 1 , İzmir), Kü­ çük Sahne ( 1 95 1), Oormen Tiyatrosu ( 1 956), Ara Tiyatrosu ( 1 956, İzmir), Oda Tiyatrosu ( 1 957), Bulvar Tiyatrosu ( 1 958), Kent Oyuncuları ( 1 959). Bu dönemin 1 950'ye kadar süren bölümünde, amatör topluluklar olarak Halk Evleri tiyatroları da büyük faali­ yet gösterirler. Ayrıca tiyatro yazarı ve dramaturg yetiştirmek ve tiyatro öğretimini üniversite seviyesine ulaştırmak mak­ sadı ile Ankara'da Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi'nde bir de Tiyatro Enstitüsü kurulur ( 1 958). Türkiye'de sahne hayatının gösterdiği bu ciddi ve hızlı gelişme ile eşit olmamakla birlikte, Türk tiyatro edebiyatı da I. döneme göre oldukça yeterli bir gelişme gös­ terir ve oyun yazarı olarak seviyeli kabiliyederini kısa bir sürede kabul ettiren yeni imzalar (Ahmet Kudsi Te­ cer, Ahmet Muhip Dranas, Cevat Fehmi Başkut, Saba­ hattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Selahattin Batu, Na­ zım Kurşunlu, Galip Güran, Orhan Asena, Turgut Özak­ man, Haldun Taner, Cahit Atay, Çetin Altan, Melih Vas­ saf) kazanır. Daha önceki dönemden bazı yazarların da katıldıklan bu dönemdeki tiyatro eserlerinde, çeşit olarak, dram yine önde gelir. Yazarlarca müzikli oyunların dışında komedi çeşidine fazla rağbet gösterilmez. Konulara gelince; I. dönemin bazı konulan (Milli Mücadele dönemi ve onu takip eden inkılaplar) ile her ça­ ğın ortak konuları olan psikoloj ik konular yine devam etmekle birlikte II. dönemin şiirinde görülen orta halli

TORK EDEBiYATI, Yeni . ve fakir insanlar, onların günlük yaşayışları, sıkıntıları, dertleri gibi konular üzerindeki yoğunlaşma, daha çok aile çerçevesi içinde olarak, bu dönemin tiyatro eserlerin­ de de görülür (birçokları batıya yönelişe dayanan Cumhu­ riyet devri sosyal inkıllipları dolayısıyla aile kavramında ve yaşayışında meydana gelen değişiklikler, ana - baba - ço­ cuklar arası münasebetlerdeki değişiklik ve bundan doğan huzurmzluklar, aile fertleri arasında sevgi ve

saygı

azal­

ması, ekonomik güçlüklerden veya psikolojik uyumsuzluk­ tan veyahut dengesiz birleşmelerden doğan mutsuzluklar ve ayrılmalar). Bunların yanında, kasabalarla şehirler arasın­ da gelişen bağlantılar, şehir yaşayışı, büyük şehirlere yer­ leşen kasaba ve köylerden gelme ailelerin yaşayışlarında ortaya çıkan değişiklikler, suçluların yeniden cemiyete ka­ zandırılmaları gibi Cumhuriyet sonrası yaşayışın getirdiği konular da ele alınır. Birçok psikoloj ik unsurları da bir­ likte getirmekle beraber sosyal yanları ağır basan bu tarz eserlerin yazarları olarak şu adları söylemek mümkündür : Vedat Nedim Tör (İmralı 'nın insanları [ 1 940] - suçluların yeniden topluma kazandırılması-), Reşat Nuri Güntekin (Yaprak dökümü [ 1 943 ] - batı taklitçiliği yüzünden yıkı­ lan eski aile, Bu gece başka gece [ 1 95 6 ] - aile mutsuzlu­ ğu -), Ahmet Kudsi Tecer (Köşebaşı [ 1 947 ] - fakir bir ma­ halle halkının bir günlük yaşayışı -), Cevat Fehmi Başkut (Büyük şehir [ 1 943 ] - büyük şehir hayatının acımasız ve soyguncu düzeni -, Küçük şehir [ 1 946] - kasaba yaşayışı -, Sana rey veriyorum [ 1 948 ] - kasabalının şehirdeki sıkıntıl ı yaşayışı -), Oktay Rifat Horozcu (Kadınlar arasında [ 1 948 ] 1 1 . Dünya Savaşının aile yaşayışma getirdiği sıkıntılar - ) Sabahattin Kudret Aksal (Evin üstündeki bulut [ 1 94 8 ] değişen hayatın ailedeki yankıları -, Bir odada üç ayna [ 1 956 ] - değişik aile sorunları -), Necati Cumalı (Boş beşilc [ 1 949] - aile sorunları, Mine [ 1 959] - aile sorunları -), Na­ zım Kurşunlu (Branda bezi [ 1 95 2 ] - aile sorunları -), - Ke­ mal Tözen (Rifat Can) (Mahallenin romanı [ 1 955 1 - ka­ saba hayatı -), Turgut Özakman (Pembe evin kaderi [ 1951 J değişen aile düzeni ve yaşayışı -), Refik Erduran (Cengiz Han'ın hisikieti [ 1 959] - çok evliliğin tenkidi -), Çetin Al­ tan (Tahtıravalli [ 1 959] - sonradan görmeler).

-

Eserlerinde bu sosyal çerçeveyi siyasi planda genişle­ ten ve yer yer taşlamalar getiren yazarlar da vardır : Ve­ dat Nedim Tör (Aşağıdan yukarı [ 1958 ]), Reşat Nuri Gün­ tekin (Tanrıdağı ziyareti [ 1 954 ] , Haldun Taner (Günün adamı [ 1953 ]). Bu dönemde köy ve köylü konusu, roman ve hikaye­ deki gelişmeyi göstermez : Vedat Nedim Tör (Değişen adam, [ 1 94 1 ] ), Reşat Nuri Güntekin (Bir yağmur gecesi [ 194 1 ] ), Faruk Nafiz Çamlıbel (Yayla kartalı [ 1 944 ] ) . Bu dönemde tarihi konular da rağbet görmekte devam eder. Ancak, tarihi çerçeve eski Türk tarihinden Osmanlı tarihine doğru daralmıştır. Bu konuları ele alanlar arasında Ahmet Kutsi TeCI.:r (Köroğlu [ 1 949]), Nazım Kurşunlu (Fatih [ 1 95 1 ] ) ve Orhan Asena (Hurrem Sultan [ 1959]) sayılabileceği gibi, Milli Mücadele yıllarını konu alanlar arasında da A teş [ 1 939] ve A tlı adlı oyunları ile Fa­ ruk Nafiz Çamlıbel, 30 A ğustos [ 1940] 'u ile Avni Candar, Kaç kaç [ 1 946 ] ı ile Taha Toros, Günlerden bir gün [ 1 950 ] ' ü i l e Harndi Olcay v e Kurtuluş [ 1 95 1 ] 'u ile d e Necip Fazıl Kısakürek yer alırlar. '

Bunlardan başka, bu dönemde işlenen başlıca konular­ dan Il. Dünya Savaşı ertesindeki ağır ekonomik şartların

1 89

getirdiği büyük sıkıntıları ve kötü sonuçları İsmail Galip Arcan'ın Hava parası [ 1 946] ve Oktay Rifat Horozcu'nun Kadınlar arasında [ 1 948 ] oyunlarında; değişik sebeplerden kaynaklanan ahlaksızlıkları Necip Fazıl Kısakürek'in Para [ 1 942 1 , Nazım Kurşunlu'nun Melekler ve şeytanlar f 1 950 1 , Reşat Nuri Güntekin'in Balıkesir muhasebecisi f 1 9521 . Me­ lih Vassaf'ın Sam rüzgarları [ 1 95 6 ] , Refik Erduran'ın Deli [ 1 957 ] ve Haldun Taner'in Dışardakiler [ 1 957 ] adlı oyun­ larında; bazı kötü alışkanlıkları (kumar ve uyuşturucu madde) Necip Fazı! K13akürek'in Nam-ı diger parmaksız Sa­ lih [ 1 948] ve Galip Güran'ın Batak f 1 953 1 oyunlarında; değişik mitolojilerin olay ve kişilerini Selahattin Batu'nun lphigenia Tauris'te [ 1 942 1 , Kerem ile A slı f 1 943 1 . G üzel Helena [ 1 953 ] , Oğuzata [ 1 95 5 ] ve Orhan Asena'nın Tan ­ rılar ve insanlar r 1954] oyunlarında; bu dönemde yine ağır­ lığını koruyan değişik psikolojik konuları da Vedat Nedim Tör'ün Sanatkar aşkı [ 1 945 ] , Siyah-beyaz [ 1952 ] , Hep ve hiç [ 1 95 1 1 ; Reşat Nuri Güntekin'in A ğlayan kız f 1 956 1 , Eski şarkı [ 1 95 1 1 , Faruk Nafiz Çamlıbel'in Dev aynası f 1 945 1 , Sedat Simavi'nin Hürriyet aparımanı f 1 9401 . Ceza [ 1 94 1 ] , Ahmet Muhip Dranas'ın Gölgeler [ 1 946 1 , O böyle istemezdi f 1 959 ] , Ahmet Kutsi Tecer'in Yazılan bozu/maz f 1 946 1 , Cevat Fehmi Başkut'un Öteki !fe/işte r t 9591 . Na­ bit Sırrı Örik'in A lın yazısı [ 1 952 ] , Melih Cevdet Anday­ Oktay Rifat Horozcu'nun Kıskançlar [ 1 950 1 . Sabahattin Kudret Aksal'ın Şakacı f 1 952 1 , Nazım Kurşunlu'nun Çığ [ 1 953 ] , Galip Güran'ın Ters yüz f 1 952 1 . Muvaffak fhs:ın Garan'ın So n durak [ 1 955 1 . Orhan Asena'nın Korku [ 1 956 ] , Yalan [ 1 959 1 , Turgut Özakman'ın Tufan [ 1 957 1 , D uvarların ötesi [ 1 95 8 1 , Çetin Altan'ın Çemberler f 1 957 1 adlı e>erleri sayılabilir. I. dönemde daha çok psikolojik ve tarihi konularda yazılan manzum oyunlar, II. dönemde de bu özelliğini ko­ rur. Bu tarzın en başarılı örneklerini ise Selahattin Batu verir. Müzikal ve özellikle operetlerde I. döneme göre sayı­ ca azalma görülürse de, bu azalmanın seyirci ve dolayısıyla temsil sayısındaki artma karşısında fazla oyuna ihtiyaç du­ yulmaması ile açıklanması da mümkündür. Gerçekten bu dönemde aynı mevsim içinde temsil sayıları 1 00'ü aşmış oyunlar bulmak mümkündür. Başlıca tiyatro toplulukları ise şunlardır : Cemal Sahir Opereti ( 1 939), Halk Opereti ( 1 9 3 9), Türk Revü ve Opereti ( 1 9 3 9), Ses Opereti ( 1 93), Yeni Ses Opereti ( 1 944), Türk Opereti ( 1 944), İstanbul Opereti (1 944), Attila Revü ve Opereti ( 1 945), Merka Opereti ( 1 945), Muammer Karaca Opereti ( 1 946). Bu dönemin en çok müzikal metin yazarları ise şun­ lardır : Yusuf Sururi Eruluç (Gönül belası, Zırdeliler, Hey­ keller konuşuyor, Hoş gör, Venus bar, Yutmazoğlu), Muh­ lis Sabahattin Ezgi (Lale devri, Kerem ile A slı, Muhasebe­ ci Mutedil efendi, Değişen dünya, Efenin aşkı), Sadık Şen­ dil (Fuar yıldızı, Kelebek, Festival), Refik Kemal Akduman (Hava basık, İki kadın alamam) ve Mahmut Yesari (Ka­ dınların beğendiği, Modern kız/ar). Dünya tiyatro edebiyatı ile olan temasiara gelince; bu edebiyatlardan yapılan tercüme ve adaptasyon çalışmaları

I. dönemdeki hızı ile sürer. Ancak, adaptasyonların sayı-

190

TüRK EDEBİYATI, Yeni

smda açık bir azalma görülür. Ayrıca, Fransız yazarların­ dan yapılan tercümeler de azalır ve onların yerini başka edebiyatların yazarları alır. Bu dönemde de en çok çevri­ len yabancı eserler arasında sayıca dünya tiyatro edebiyatı­ nın demirbaşları olan Shakespeare ile Moliere'in oyunları yine önde gelir. Milli Eğitim Bakanlığının başlattığı ( 1 940) kampanya sırasında o zamana kadar Türk seyircisinin ya­ bancı bulunduğu eski Yunan ve Latin tiyatro yazarlarının (Sophokles, Euripides, Aristophanes, Aiskhylos, Plautus, Se­ neca) eserleri de Türkçeye kazandırılır. Klasik tercümelerin gerek bu dönem gerek III. dönem Türk şiirinde Yu­ nan ve Latin mitolojisine karşı gösterilen ilgide de payı bulunduğu düşünülebilir. II. dönem tiyatro eserlerinde teknik bakımdan büyü k bir ilerleme vardır. Dil yönünden de normal konuşma di­ linin vokabüleri, deyimleri ve ifade özellikleri hakim du­ rumdadır. Cumhuriyet devrinin III. dönemini oluşturan 1960 ve 1980 yılları arasında Türk tiyatro hayatı büyük ve hızlı bir gelişme hayatı içindedir. Bu gelişme, sahne çalışmala­ rından yazar ve e>er sayısına ve tercümeterin bolluğuna kadar uzanır. Sahne hayatındaki gelişme devlet tiyatroları ile Ankar3 dışındaki mahalli ve resmi tiyatrolardan çok özel tiyatro­ larta ilgilidir. Devlet tiyatrolarının yönetimindeki değişik­ likler tiyatro ile opera ve bale bölümlerinin ayrı birer genel müdürlük haline getirilmeleri ve Üçüncü Ti­ yatro ile Oda Tiyatrosu'nun kapatılarak Devlet Tiyatrosu sahnelerinin dörde indirilmesidir. Bu süre içinde çoğu ı�­ tanbul'da ve Ankara'da olmak üzere Türkiye'de 50'ye ya­ kın özel tiyatro kurulmuştur. Çoğu kısa ömürlü olan, sık sık ad ve kadro değiştiren bu topluluklar arasında başlıcaları şunlardır : a. (İstanbul) Site Tiyatrosu ( 1 960), Altı Tiyatro­ su ( 1960), Kent Oyuncuları ( 1 96 1 ), Dost Oyuncular Tiyat­ rosu (Ulvi Uraz Tiyatrosu 196 1), Azak Tiyatrosu ( 1 962), Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu ( 1 962), Alpago Ti­ yatrosu ( 1 962), Kadıköy Özel Tiyatrosu ( 1 965), Halk Tiyat­ rosu ( 1 966), Halk Oyuncuları Birliği ( 1 966), Aziz Basınacı ­ Kenan Büke Tiyatrosu ( 1 966), Ayfer Feray - N isa Serezli Ti­ yatrosu ( 1 968), Dostlar Tiyatrosu ( 1 969), Nisa Serezli - Tol­ ga Aşkıner Tiyatrosu ( 197 1), Ü sküdar Oyuncuları Tiyatro­ su ( 1 97 1), Çevre Tiyatrosu ( 1 972), Ali Poyrazoğlu Tiyatro­ su ( 1 972); b. (Ankara) Birleşmiş Oyuncular (Ankara Mey­ dan Sahnesi 1 962), Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) ( 1 963), Başkent Tiyatrosu ( 1 966), Küçük Komedi Tiyatrosu ( 1 967), Mithatpaşa Tiyatrosu ( 1 967), Yenişehir Tiyatrosu ( 1 968), Kardeş Oyuncular ( 1 9 7 1 ) , Ankara Birliği Sahnesi ( 1 97 1); c. (değişik şehirler) Eskişehir Tiyatrosu ( 1 964), Karadeniz Tiyatrosu (Ordu, 1 965), Ziya Paşa Tiyatrosu (Adana, 1 965), Mersin Oda Tiyatrosu (Mersin, 1 968). Özel tiyatroların sa­ yıca bu kadar artmalarının bir sebebi de seyirci sayısında­ ki artışla birlikte tiyatro yazarının ve dolayısıyla sanatının da ideoloj ilerin emrine hızla girmeleridir. Bu dönemde sağ ideolojilerin tiyatro ile hemen hemen hiç ilgilenmemelerine karşılık sol ideolojinin bütün fraksiyonlarının tiyatro ile çok yakından ilgilendikleri ve onu yalnız bir propaganda aracı olarak hizmetlerine aldıkları görülür. Böylece, 1 970' ten sonra özel tiyatroların hemen hemen hepsi ve hatta resmi tiyatrolar bile ideoloj ik eylemin içine sokulmuşlar­ dır. İdeoloji ön plana geçince, bu tiyatrolarda oynanan oyun­ larm sanat değerleri de hızla düşmüş ve "bildiri" gerçek

sanatı kovmuştur. Bu durum karşısında tiyatro eserini her şeyden önce sanat e>eri sayan asıl seyirci kütlesi de tiyat­ rolardan ayağını kesmeye başlamıştır. 12 mart 197 1 as­ keri müdahalesi de bunun üzerine gelince bu gidiş, bir du­ raklama ve hocalama safbasma girmiş, seyircinin onu artık ciddiye almayışı üzerinde durulmaya değer ·bir tepki hali­ ne gelmiş ve 1 972'den başlayarak özel tiyatrolarda ortaya çı­ kan mali kriz hepsini birer birer kapanınağa götürmüştür. Bu duruma kısa bir süre sonra ülke çapındaki ekonomik kriz ve enflasyon da eklenince seyirci sayısının azalmasın­ daki hız da artarak sürer. Bu dönemin sonuna ( 1 980) ge­ lindiği zaman bile özel tiyatrolardaki mali bunalım sona er­ mez. Bu arada daha önceden kurulmuş ve sanat değerlerini istikrarlı bir şekilde korumuş topluluklar da büyük sıkıntı­ lara düşerler. Sahne çalışmalarının bu gelişmesine paralel olarak tiyat­ ro edebiyatında da bir gelişme göze çarpar ve tiyatro yazar­ larının sayısı çoğalır. Bunlardan bir kısmı yine şöhretlerini önce başka türlerde yaptıkları halde, bu dönemde oyun yazmayı deneyenlerdir. Bir kısmı da • yalnız oyun yazarı olarak başlamışlar ve öyle devam etmişlerdir. Her iki grup da tiyatro eserini ciddiye alır. Bunların dışında kalanlar ise tiyatro eserini ideoloj ik propaganda aracı sayanlar, ey­ lemciliğe sapanlardır. Bu dönemde I. dönemin yazarların­ dan yalnız İsmail Galip Arcan ile Nazım Hikmet kalmış­ tır. Tiyatro yazmağa II. dönemde başlayanların bir kısmı da çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Tiyatro yazar­ ları kadrosuna bu dönemde ilk olarak katılıp sayıları SO'e ulaşanlar arasında başlıcaları şunlardır : Güngör Dilmen Kalyoncu, Suat Taşer, Turhan Oflazoğlu, Munis Faik Ozansoy, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Selçuk Kaskan, Aziz Nesin, Adalet Ağaoğlu, Güner Sümer, Dinçer Sümer, Hi­ dayet Sayın, Sabahattin Engin, Orhan Kemal, Recep Bil­ giner, Tarık Buğra, Melih Cevdet Anday, Vasıf Öngören, Suavi Süalp, Başar Sabuncu, Fazıl Hayati Çorbacıoğlu, Erol Toy, İsmet Küntay, Ali Yörük. Bu dönem tiyatro eserlerinde oyun çeşidi bakımından çokluk yine dram çeşidinde olmakla birlikte komedi çe­ şidindeki eser sayısında da artış vardır. Bu artışta asıl ça­ lışma alanları mizalı olan tiyatro yazarlarının da payı bu­ lunduğu söylenebilir. Konular bakımından daha önceki iki döneme göre büyük fark bulunmamakla birlikte bazı konularda büyük gelişmeler göze çarptığı gibi, bazı yeni konuların da ek­ lendiği görülür. Psikoloj ik konularla daha çok aileyi çev­ re olarak alan sosyal konular, II. dönemdeki ağırlıklarını bu dönemde de korurlar. Ancak, II. döneme göre tarihi, mitoloj ik konularda, hele siyasi düzen bozukluğu ile köy kalkınması meselelerinde, şekli ve derecesi yer yer değişen, çok kere üstü örtülü bir tenkidin varlığını da belirtmek gerekir. Bu dönemde II. dönemde olduğu gibi, büyük şehir­ lerin orta halli ailelerindeki ekonomik sıkıntılar, aile fert­ leri arasındaki anlaşmazlıklar, nesiller arası çatışmalar, batı etkisi ile bozulmağa başlayan eski Türk ailesi, ekonomik durumu düzeltmek için yapılan çabalarm başarısızlığı, eko­ nomik imkanların darlığı dolayısıyla ortaya çıkan kötü du­ rumlar, emekli memurların çevre ile uyumsuz yaşayışları, kurulurken sağlam temellere oturmayan ailelerin mutsuzlu­ ğu, aile fertleri arasmda sevgi ve saygıya dayanan eski bağların kopması, huzursuzluk gibi değişik sosyal kaynak-

TüRK EDEBiYATI, Yeni lı konuları işleyen başlıca tiyatro yazarları şunlardır : Şa­ hap Sıtkı, A yrı dünyalar [ 1 96 1 ] ; Turgut Özakman, Ocak [ 1 962 ] , Komşularımız [ 1 967 ] ; Aziz Nesin, Toros canavarı [ 1963 1 ; Nazım Kurşunlu, Merdiven [ 1 964 1 , A nalar - baba­ lar okulu [ 1 967 1 ; Adalet Ağaoğlu, Eveilik oyunu [ 1 964 1 , Çatıdaki çatlak [ 1 969 1 ; Nazım Hikmet Ran, İnek [ 1 965 1 ; Güner Sümer, Bozuk düzen [ 1965 1 ; Hidayet Sayın, Kördü­ ğüm [ 1 965 1 ; Sabahattin Engin, Suçlu [ 1 965 1 ; Sabahattin Kudret Aksal, Kahvede şenlik var [ 1 965 1 ; Melih Vassaf, Nuh'un gemisi [ 1 966 1 ; Cahit Atay, Kırlangıçlar [ 1 966 1 ; Orhan Kemal, Eskici dükkanı [ 1 969 ] ; Ahmet Oktay, Dişi kurt [ 1 974 ] . B u çerçevenin daha değişik v e genişi köydür. Anado­ lu köyünün ve köylüsünün yüzyıllardır müzminleşmiş ve birikmiş meselelerine (toprak, otlak ve su meseleleri, ağa sömürüsü, ağa - köylü çatışması, ağa - yönetici çatışması, muhtar - köylü çatışması, topraksızlık yüzünden ormanların yakılması, kan davası, bütün bu dertlere çare arar gibi gö­ rünen demagoglar) bu dönemin tiyatro eserlerinde olduk­ ça geniş yer verilir : Cahit Atay, Pusuda [ 196 1 1 , Sultan ge­ lin [ 1 964 ] , Ormanda [ 1964 ] ; Recep B ilginer, İsyancılar [ 1 964 ] , Sarı Naciye [ 1 97 1 1 ; Cevat Fehmi Başkut, Hepimiz bir kişi için [ 1 965 ] ; Refik Erduran, Uçurtmamın zinciri [ 1 965 1 , Kelepçe [ 1 967 1 ; Hidayet Sayın, Pembe kadın [ 1 964 ] , Topuzlu [ 1 964 1 ; Mustafa Yalçın, Sürüp giden [ 1 965 ] ; Turan Oflazoğlu, Kezhan [ 1 965 ] , A llahın dediği olur [ 1 967 1 ; Necati Cumalı, Susuz yaz [ 1 967 ] , Vur emri [ 1 969 1 ; Aydın Engin, A ykırı [ 1 967 ] . Köy konusu, köylü­ lerin şehirlere göçleri dolayısıyla gecekondularda da sürer. Çünkü gecekondu hayatı, köy hayatının şehirdeki uzan­ tısıdır : Oktay Rifat Horozcu, Çi/ horoz [ 1 9641 ; Cahıt Atay, Gültepe oyunları [ 1 968 ] ; Erol Toy, Meddah [ 197 1 1 ; Muzaffer İzgü, Gecekondu [ 1 973 1 . Büyük şehrin belli bir halk kesiminde v e ondan çok büyük ve başka bir halk kesimi olan köylüden sonra, hat­ kın bütününü ilgilendiren kesim, yönetici kadrosudur. Bu kadronun memleket yönetimi konusundaki görüş ve tutu­ munu beğenmeyen yazarlardan bir kısmı kendi şahsi dü­ şünce ve tenkitlerini açıkladıkları gibi, bağlı bulunduklar• ideoloj inin görüş tarzından kendilerini kurtaramayan bir kısmı da bu yöndeki tenkitlerini üstü kapalı olarak be­ lirtirler. Yönetimdeki bütün aksaklıkları düzen (rejim) bo­ zukluğuna bağlayan ikinci gruptaki yazarların başlıca ten­ kitleri baskı, hürriyetsizlik, sömürü noktalarında topla­ mr ve böyle bir düzenin değişmesinden başka bir çıkış yolu düşünmezler. Türkiye'nin düzenindeki aksaklıkların (bürok­ rasi, vatandaşlar arası ekonomik dengesizlik, rüşvet, yol­ suzluk, devlet memurlarının vatandaşa kötü muamelesi, sermayeci zümrenin halkı sömürmesi, fikir ve yazı hürri­ yetsizliği, görücülük, başlık ve kuma gibi kötü gelenekler, bazı din adamlarının halkı aldatarak kendilerine çıkar sal; lamaları) muhakkak surette bir rejim değişikliğini gerek­ tirdiğine inanmayan birtakım yazarlar ise, bu aksaklıkların düzeltilmesini sadece bir eğitim, zaman ve maddi imkan meselesi olduğu görüşündedirler. Eserlerinde bu iki görüır tarzına yer veren yazarlar : Çetin Altan (Mor defter, [ 196 1 ] ; Dilekçe [ 1 962 ] ; Suçlular [ 1 96 5 ] ) , Haldun Ta­ ner (Gözlerimi kaparım vazi/emi yaparım [ 1964 ]), Melilı Cevdet Anday (İçerdekiler [ 1964 ] ; Mikadonun çöp/eri, [ 1 967 ]), Güngör Dilmen (Canlı maymun tokantası [ 1964] 1, Recep Bilginer (Ben Devlet'im [ 1 965]), Necati Cumalı (Ma-

191

salar [ 1 96 8 ] ), Rıfat Ilgaz (Çatal matal oyunu [ 1 969]), Va­ sıf Öngören (Asiye nasıl kurtulur? [ 1 970 1 ; A lamanya defteri [ 1 97 1 ] ), Oktay Arayıcı (Nafile dünya [ 1 97 1 ] ), Aziz Ne­ sin (Yaşar ne yaşar ne yaşamaz [ 1 97 1 ] ), Başar Sabuncu (Zemberek [ 1 97 1 ] ), Mehmet Keskinoğlu (Hamdi [ 1 97 1 ]), Güner Namlı (Görücüye çıkqyorum [ 1 97 1 ] )'dır. Bu dönemde rejimin doğrudan doğruya politika ke· simi ile ilgili konuları (politika hayatının çirkin oyunları, her devrin adamı ve çıkarcı, dalkavuk politikacı, siyasi partiler arası çekişmeler) ele alan ve tenkit eden oyunlar da yazılmıştır : Cevat Fehmi Başkut (Hacıyatmaz f 1 960l). Çetin Altan (Komisyon [ 1 969 ]), Ali Tahsin (H.M.K.H H.P : Haysiyetli Milli Kalkınma ve Hak - Hukuk Partisi [ 1 9691). İnsanın kendisinden veya çevresinden gelen etkilerle ortaya çıkan, fakat temelde insanın kendisini veren ve bu bakımdan ağırlığını her zaman koruyan psikolojik konu lar bu dönemde de rağbettedir. En danndan en genişine kadar hangi çevre ele alınırsa alınsın hepsinde de insanın merkezleştiğine, her şey, sonunda ona bağlandıiiına JıÖre, bu sürekli rağbeti yadırgamak mümkün de�ildir. Bu dö­ nemin. değişik büyüklükte ve çeşitteki sowal çevrelerden çok eserlerinde imanın kendi dünvasını (çevresinde ken­ dini yalnız hissedişi, aşırı sevginin getirdiği kötü sonuçlar. çevreden gelen bunalımların şuuraltına itilmesi ve orada birikmesi. çeşitli içgüdüler, gerçek havatlarını dei!il ha­ yallerindeki hayatı yaşayanlar. huzursuzluklar. şüpheler . meraklar, kuruntular, ferahlığa götüren iç boş:ılmalr. kay­ bedilen kendisine güven duygusuna yeniden kavuşma. h n ­ yata yeniden doğma ve dünvanın güzelliğini yeniden kav­ rama. aile içi münasebetlerin getirdiği mutluluk veva hu­ zursuzluk, sevme ve sevilme hteği . yaşlılık psikolojisi) ön plana alan başlıca yazarlar şunlardır : Çetin Altan (Bey baba [ 1 9601), Turgut Özakman (Kaneviçe [ 1 9601 ; Pa­ ramparça [ 1 963 ] ), Cahit Atay (Şelıirdeki kanape [ 1 96 1 1 ), Şahap Sıtkı (Ayrı dünyalar [ 1 96 1 1 ), Haldun Taner (Hu­ zur çıkmazı [ 1 962 ]) , Yıldırım Keskin (İnsansızlar r t 96 2 ] ), Orhan Asena (Koca oğlan r t 962]), Oktay Rifat Horozcu (A tlar ve filler [ 1 962 ] ; Zabit Fatma'nın kuzusu [ 1 965 ] ) , Nazım Kurşunlu (Dumanlı'da telt!iki var [ 1 96 3 1 ) , Adalet Ağaoğlu (Evcilik oyunu [ 1 964 1 ; Tombala [ 1 967]), Aydın Arıt (A ya bir yolcu [ 1 965 ]) , Nazım Hikmet (Yolc·.ı [ 1966 ]), Melih Vassaf (Bir küçük arslancık varmış [ 1 966 J ), Melih Cevdet Anday (Mikadonun çöpleri [ 1 967 ] ), Cevat Fehmi B aşkut (Emekli [ 1 967 ] ). Mitolojik ve tarihi konular bu dönemde de gelişerek sürer. Türk mitoloj isinden Asur mitolojisine kadar deği­ şik mitoloj ilere dayanan bu eserler : Mete [ 1960] (Hüs­ nü Yıldız); Oğuz Han [ 1 97 1 ] (Faruk Gürtunca); Aşk ve barış [ 1 96 1 ] , Deli D umrul [ 1 9621 ve Boğaç Han [ 1 97 0J (Suat Taşer); Midas'ın kulakları [ 1960 ] , A kad'ın yayı [ 1 96 7 ] ve Midas'ın altınları [ 1 969] (Güngör Dilmen Kal­ yoncu); Medea [ 1 969] (Munis Faik Ozansoy); Ferhat ile Şirin [ 1965 ] (Nazım Hikmet); Büyük Otmarlar [ 1968] (M. Necati Sepetçioğlu). Konuları zaman içinde Milli Mü­ cadeleden Anadolu'nun fethine kadar uzanan tarihi oyun­ ların yazarları ise : Hüsnü Yıldız (Mete [ 1 960 ] ; A lp A rs­ lan [ 1960]), Mehmet Faruk Gürtunca (Oğuz Han [ 1 97 1 1 ; Büyük hakan A lp A rslan [ 197 1 ] ), Mesut Akça (A lp A rslan ve Malazgirt zaferi [ 197 1 ] ), Nurettin Sevin (Nilüfer [ 1969]), Süleyman Sönmezler (Fatih Sultan Mehmet

192

TÜRK EDEBiYATI, Yeni

[ 1962 ] ), Haldun Martalı (Deli lbrahim [ 1 962 ]), Mehm �t Hilmi Akın (Pilevne savunması ve Gazi Osman Paşa [ 1 97 0 ] ), Mustafa Yılmaz Kaya (Gazi' nin emri [ 1 96 8 ] ), İbrahim Akkaya (İstiklal mücadelesinde Maraş [ 1 960 1 ), İlhan Tarus (Suavi Efendi [ 1 96 1 ] ), Orhan Asena (Tohum ve toprak [ 1 963 ] ; Simavna/ı Şeyh Bedreddin [ 1969 ] ; A t­ çalı Kel Mehmet [ 1970] ; 16 Mart 1920 [ 1 974 ] ) , Turhan Oflazoğlu (Deli ibrahim [ 1 967 ] ; lV. Murat [ 1 970 ] ) , Gün­ gör Dilmen Kalyoncu (İttihat ve Terakki [ 1 968 ] ; Bağdat Hatun [ 1 972 ]), Erol Toy (Pir Sultan A bdal [ 1 969 ] ; Parti pehlivan [ 1 970]), Engin Orbey (Birinci kurtuluş [ 1 970]), İ smet Küntay (Toı:.lu çizmeler [ 1 970]), Hayati Çorbacı­ oğlu (Koca Sinan [ 1 970 ] )'dur. T. E.'nın değişik türlerinde o zamana kadar yer yer kendini gösteren savaş düşmanlığı da bu dönemin bazı oyunlarının temel konusu olmuştur. Bu konuyu ele alanlar arasmda Düdükçülerle fırçacı/arın savaşı [ 1 970] adlı oyu­ nuyla Aziz Nesin, Duman [ 1 97 0 ] adlı oyunuyla Bekir Bü­ yükarkın ve Sitah/ar ve çiçekler [ 1970] adlı oyunuyla Fer­ di Merter yer alırlar. III. dönemde yerli ve gelenekli Türk tiyatrosunun (or­ ta oyunu, Karagöz, meddah) teknik, dil ve diyalog özel ­ liklerinden, konularından, kişilerinden yararlanarak bugü­ nün tiyatro eserlerine yerli bir renk getirilmesi için de bazı yazarlar denemelere girişınişlerdir : Refik Erduran (A yı ma­ salı [ 1 962] ) , Sadık Şendil (Kanlı Nigar [ 1 967 ] , Yedi ko­ ca/ı Hürmüz [ 1 968]), Aziz Nesin (Barbaros'un torıınu [ 1 9701), Rıfat Ilgaz (Çatal matal oyunu [ 1 969 ]), Haldun Taner (Keşan/ı A li destanı [ 1 964 ] , Sersem kocanın kurnaz karısı [ 1969 ] ), Erol Toy (Meddah [ 1 97 1 ] ) ve Mehmet Kes­ kinoğlu (Hamdi [ 1 97 1 ] ). Türk sahnelerinde halkça öteden beri büyük rağbet gösterilen müzikli oyun çeşidi bu dönemde de sürer. An­ cak, 1972'den sonra, bunların da sahnelerden çekildikleri görülür. Bu tarihe kadar oynanmış başlıca müzikallerin metin yazarları : Haldun Taner (Keşanlı A li destanı [ 1 964 ] ), Turgut Özakman (Bıılvar [ 1 964]), Refik Erduran (Direk­ lerarası 'nda [ 1 965 ] ) yine Haldun Taner (Eşeğin gölgesi ' [ 1965 ] , Zilli Zarife [ 1 966 ] ) , Musahipzade Celal ( İstanbul Efendisi [ 1 966 ] ), Sadık Şendil (Kocamın nişanlısı [ 1 9641 , Kanlı Nigar [ 1 967 ] , Yedi kocalı Hürmüz [ 1968 ] , Çılgın yenge [ 1970 ] , Belalı gelin [ 1 97 1 ]), Suavi Süalp (A ç koy­ nunu ben geldim [ 1968 ] , A ltı kaval üstü şişhane [ 1 969 ] , Üsküdar'ın karşısında Galata [ 1969 ] , Kapalı Çarşı' da şen­ lik [ 197 1 ]), Erol Günaydın (Yaygara 70 [ 1 970 ] , Oy balon dünya [ 1 970] )'dır. Cumhuriyet devrinin son döneminde Türk tiyatrosu­ nun yabancı tiyatro edebiyatları ile olan teması ise daha büyük genişliktedir. Bu dönemde yabancı edebiyatlardan çevrilen tiyatro e>erlerinin sayısı, daha önceki iki dönemde çevrilen oyunların toplamına yakındır. Il. dönemde adap­ tasyonlarda görülen azalma bu son dönemde de devam etmiş ve çok az sayıda adaptasyon yapılmıştır. Tercümelerde dikkati çeken bir nokta, Batı Avrupa klasikleri arasında Moliere'in yerini koruması yanında, da­ ha önceki dönemlerde ön planda gelen Shakespeare'den yapılan yeni tercümelere rastlanmamasıdır. Buna karşılık içlerinde Türkiye'de ilk olarak bu dönemde tanınanların da bulunduğu bazı batılı tiyatro yazarlarından (Jean Anouilh, Dürrenmantt, lonescu, P. Ustinov, B. Brecht, Tennessee Williams, B. Shaw, Arthur Miller, H. lbsen, Jean Giraudoux,

Gogol, Dostoevskiy, E. O'Neill, Noel Coward, Strindberg, F. Garcia Lorca, M. Frissh, E. Albee, J. Tardieu, J. P . Sartre, Marc Twain, P. Shaffer, Feydeau, Vemeuil, Hen­ nequin) yapılan tercümeler çoğalmıştır. Eskisi gibi , Fran­ sız hafif komedi yazarları yine çoğunluktadır ve bunlar arasında en çok rağbet gören Feydeau'dur. Gerek sahnelerimizi gerek seyircilerle genç ti­ yatro yazarlarının tiyatro bilgisini geliştirmek yönünden çok faydalı bulunduğu muhakkak olan bu tercüme faali­ yeti ile birlikte, tiyatro kültürünün ve sanatının akademik seviyede öğretilmesi için Il. dönemde Ankara'da Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde bir Tiyatro Enstitüsü ( 1 968) kurmakla başlatılmış olan çalışmalar da geliştirilerek, 1 964' te bir Tiyatro Kürsüsü kurulduğu gibi, ayrıca, tiyatro sa­ natı ve kültürü üzerine araştırmalar yapmak üzere bu kür· süye bağlı bir de Tiyatro Araştırmaları Emtitüsü ( 1 970) kurulmuştur. Bundan başka, 1 976'da Ege Üniversitesi Gü­ zel Sanatlar Fakültesinde bir Tiyatro Bölümü ile Istanbul' daki Güzel Sanatlar Akademisinde de bir Görüntü Sanat­ ları Bölümü ( 1 979) kurularak öğretime başlamıştır. Bu dönemde Türk tiyatro sanatının ve edebiyatının büyük bir gelişme gösterdiği muhakkaktır. Türkiye'nin ge­ nel gelişmesi içinde seyircinin de, yalnız sayısı değil , ti­ yatro zevki ve kiiltür seviyesi de yükselmiştir. Türk tiyat­ ro edebiyatı bu gelişmesini, tiyatroyu sanat ve tiyatro esc­ rini de sanat eseri olarak görmeyip alelade bir propagan­ da aracı sayan zihniyetin özellikle 1 970'ten sonraki davra­ nışlarında sınır tanımamasına rağmen tiyatro eserine, sa­ nat eseri olarak saygılı kalmaktan ayrılmayan yazarların çabalarına borçludur. Bugün Türkiye'de, tiyatro eserini her şeyden önce bir sanat eseri olarak değerlendiren, onun niçin ve nasıl yazılacağını iyi bilen bir yazar kadrosunun varlığı kabul edilmelidir.

Roman ve hikaye : Şiir ve tiyatro türlerinin Cumhuri­ yet devrinde geçirdikleri gelişme safhalarını ana çizgileri ile roman ve hikaye türünde de görmek mümkündür. Cumhuriyet devrinin ilk romancılarını da, şiir ve ti­ yatroda olduğu gibi, adlarını Il. Meşrutiyet devrinde du­ yurmaya başlamış olanlar teşkil ederler. Bunların bir kıs­ mı yine şiirde ve tiyatrodaki gibi, a>ıl çalışma alanı olaraK kendilerine romaola hikayeyi seçenler; bir kısmı da, asıl çalışmalarını başka bir türde yoğunlaştırıp arada roman ve hikaye de yazanlardır. Ancak, birinci gruptakiler ro­ mancılıklarının en büyük bölümünü Cumhuriyet devrinde yaşadıkları gibi, ikinci gruptakiler de bu türdeki eserlerini tamamıyla Cumhuriyet devrinde verirler. Birinci gruptaki­ ler arasında roman ve hikayeye en erken başlamış olan Halide Edip, sayıları on dokuzu bulan bütün romanlarının sadece beşini Il. Meşrutiyet devrinde yazar. Ondan sonra­ ki yazarlarda btı oran daha da düşer : Yakup Kadri, dok!lZ romanından sadece ikisini, Refik Halit, on beş romanın­ dan sadece birini; Aka Gündüz yirmi üç romanından sa­ dece birini; Reşat Nuri de on dokuz romanından sadece ikisini II. Meşrutiyet devrinde yazarlar. Bu durum karşı­ sında, ancak romancılığa başlayış zamanları bakımından II. Meşrutiyet devrinde görünen bu yazarları, asıl önemli olan gelişme ve olgunluk dönemleri bakımından Cumhuri­ yet devrinin dışında bırakmak mümkün değildir. Bu isim­ lere, yazı hayatına yine II. Meşrutiyet devrinde başlamış olan Selahattin Enis ( 1 892 - 1 942), Osman Cemal Kaygılı

TORK EDEBiYATI, Yeni ( 1 890 - 1 945), Nahit Sırrı Örik ( 1 894 - 1 960), Sadri Ertem ( 1 900 - 1 943), F. CeHilettin Göktulga ( 1 895 - 1 975) da ek­ lenmelidir. Bu grupu, Il. Me�rutiyet devrinde ba�ka edebi tiirlerde tanınmı� ve roman türünü ilk defa Cumhuriyet devrinde denemi� olanlarla; Il. Me�rutiyet devri ile edebi bakım­ d an hiçbir bağlantıları bulunmayan, doğrudan doğruya Cumhuriyet devrinde doğup yeti�mi� nesiller takip eder. Bütün bu romancıların ve hikayecilerin aynı roman anlayı�ına sahip bulunmaları elbette ki beklenemez. Deği­ �ik nesillerden olu�an bu geniş kadronun altmış yıla varan ( 1 923 - 1 980), siyasi ve sosyal olaylar bakımından çok ha­ reketli, değişik �artlar taşıyan bu uzun süre içinde aynı görüşleri paylaşıp sürdürmeleri ne mümkün, ne de tabiidir. Hatta aynı anlayı�ta birle�enlerin bile, mizaç ve yeti�me ay­ rılıkları yüzünden noktası noktas ına aynı çizgide bulun­ maları da düşünülemez. Ancak, ötek i edebi türlerde olduğu gibi, roman ve hi­ kayede de iki kalın çizgi açıklıkla seçilebilir. Bunlar Tan­ zimat devrinden beri bütün türlerde varlığı görülen - dö­ nemlere ve yazariara göre deği�ik �ekil lerde ve oranlarda uyulmu� - sanatın "sanat için" veya "cemiyet için" olduğu hakkındaki iki zıt görü�tür. Türk roman ve hikayesinde Genç Kalemler hareketi ( 1 9 1 1 )'ne kadar daha çok birinci görüş rağbet görmesine karşılık, bu tarihten sonra ikinci görüşün yavaş yavaş hakim olmaya ba�ladığı görülür. Bun­ ların dışında, her iki görüşü bağdaştıran yazarlar da vardır. Cumhuriyet devri romanında ve hikayesinde bu görüşleri ve onların gerçekleştirilmelerini aynen bulmak mümkündür ve şiirle tiyatroda olduğu gibi, bu devrin II. dönemin­ den başlayarak, sanatın cemiyetin hizmetinde bulunduğu görüşü gittikçe ve hızla daha ağır basacaktır. Sanat anlayışı bakımından bütün Cumhuriyet devri bo­ yunca sürüp gelen bu iki kalın çizginin gereklerine uygun olarak, Türk roman ve hikayesinde, metot, konu, çevre, kişiler, dil ve üslup yönlerinden de bazı zaruri ayrılıklar ortaya çıkar. Sanatı yalnız kendi hizmetinde kabul eden yazarların, daha çok şahsi hayatiarına bağlı bulunan konu­ ları sübjektif bir tutumla ele aldıkları, olayları dar bir sos­ yal çevre içinde geçirttikleri , duygulara, hayal lere ve idealiz­ me yöneldikleri, ki�i lerini de bu vasıflara uygun olarak seçtikleri , üsluplarında ve tasvirlerinde yine sübjektivizme kaçtıkları görülür. Bu görüşteki yazarların bu tutumlarını, �ahsi konuların dı�ındaki konularda, mesel a tarihi konu­ larda da görmek mümkündür. Kendilerinden çok çevrelerine, onların meselelerine yö­ nelen yazarların eserlerinde ise, yukardaki vasıflar hemen hemen tamamıyla tersinedir. Ancak, bu devirde, yazarların kendilerinden çevrelerine doğru açılı�ları, yava� yavaş de­ ği�ik şekillerde ve ölçülerde olduğu için bu vasıflarda tam bir benzerlik elbette ki söz konusu değildir. Cumhuriyet devrinin I. döneminde bu tarz eserlerde kullanılan metot (konulara ve çevrelere göre) realist ve natüralist metottur. Türk roman ve hikayesinin bir bölümünü sosyalist ideoloj i­ nin yönetmeye giriştiği II. dönemden ba�layarak ortaya atılan ve "sosyal realizm" (toplumcu gerçekçilik) diye ad­ l andırılan metodun temelde, bilinen realist metottan hiçbir farkı yoktur. Ancak, ferdi ve sosyal konuları birl ikte i�leyen yazar­ lar da vardır. Bu sebeple, metotta realist (gözlemci), üslup­ ta ise sübjektif olan romancılar da görülür. Fakat ilk ro-

1 93

manlarında ferdi ve hissi konulara yer veren yazarlar (Ha­ lide Edip, Re�at Nuri ... ) da 1 93 0'dan sonraki eserlerinde daha çok sosyal konulara ağırlık verdikleri gibi, Cumhuri­ yet devri edebiyatının bütün dönemlerinde romanda ve hi­ kayede hakim metodun da realist metot olduğu söylenebilir. Realist metodun kullanıldığı romanlarda ve hikayeler­ de konular, olaylar ve anlama uygun olarak kişiler çok de­ ğişiklik gösterirler. Büyük şehirlerin türlü sosyal kesimlerin­ den Anadolu'nun kasabalarına ve köylerine kadar uzanan çok değişik çevrelerin insanları, yaşayışları ve meseleleri konuların ortak temelini oluşturur. Bu tarz eserlerde üslup, &enellikle ve deği�ik alanlarda, yalındır. Dilde ise zaman zaman çevreden gelen mahalli unsurlar da yer alır. Cumhuriyet devrinin yazarları henüz yetişmediği için,

I . dönem ( 1 923 - I 939)'in ilk yıl larında, roman ve hikaye

türünü yazı hayatına daha önce başlamış yazarlar (Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Aka Gündüz, F. Celalettin Göktulga, Selahattin Enis, Osman Cemal Kaygılı, Müfide Ferit Tek, Halide Nusret Zorlutuna, Şüklıfe Nihai Başar, Peyami Safa) ve hatta daha eski nesilden olanlar (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Güzide Sabri) sürdürürler. Bu isimlere, 1 930'a kadar, Mah­ mut Yesari, Ethem İzzet Benice, Nahit Sırrı Örik ve Esat Mahmud Karakurt ; 1 930'dan sonra da Sermet Muhtar Alus, Reşat Enis Aygen, Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esen­ dal, Sait Faik Abasıyanık, Sadri Ertem, Bekir Sıtkı Kunt, Mithat Cemal Kuntay, Mükerrem Kamil Su, Peride Celal ve Muazzez Tahsin Berkand katılırlar. Nazım Hikmet'in şiirde başlattığı ( 1 928) sosyalist gö­ rü�. aynı tarihte, · roman ve hi ka yede de görülür ve ilk ör­ nekler Sadri Ertem ( 1 900 - 1 943)'in hikayeleri ile roman­ larında verilir. Sosyal olayların temelinde daima ekono­ mik faktörlerin bulunduğu, yabancı sermaye düşmanlığı, ba­ tı dü�manlığı, köylü ve i�çinin ezilmesi, eski büyük aile ti pinin dağılması... gibi görü�lerin daha çok materyalist bir açıdan değerlendirildiği bu hikayelerle romanlar, II. dö­ nemdeki sosyalist roman ve hikayeye zemin hazırlarlar. Ay­ nı yıllarda, daha kabukta olarak Sadri Ertem'i Bekir Sıtkı Kunt ( 1 905 - 1 959) ile Sabahattin Ali ( 1 906 - 1948) taki.p ederler. Ancak, eserlerinde aynı zamanda Atatürk inkılap­ larının da savunuculuğunu yapan Sadri Ertem ile Bekir Sıtkı'nın ve psikoloj ik konulara ağırlık veren Sabahattin Ali'nin sosyal olaylara sosyalist doktrinin bütün gerekleri ile baktıklarını söylemek güçtür.

Bu dönemin deği�ik yönlerde ve ölçülerde sosyal ten­ kide de yer verilen hikayesinde ve romanında değişik tek­ niklerin de görülmesi tabiidir. Reşat Nuri'nin genellikle olaylara ağırlık veren tekniği ile Sadri Ertem'in belli gö­ rü�leri açıklamasını ön plana alan ve zaman zaman vakaya üçüncü şahıs olarak müdahale eden tekniği, Sabahattin Ali'nin insan ruhu ile çevre (mekan ve tabiat)'nin den­ geli olarak aniatılmasını ön plana alan tekniği , Sait Faik'in olayları adeta ortadan kaldırıp insan ruhunun tahlilini te­ mel alan tekniği ve Memduh Şevket'in her türlü tasvirden ve psikoloj ik tahlilden kaçan tekniği aynı kategoriye ko­ nulamaz. Ü sli'ip özellikleri bakımından da durum aynıdır. Dilde ise, özellikle 1 930'dan sonra, devrin çok hareketli özleştirme çalışmalarının etkisi ile eserlerinde yeni yapıl­ mış kelimelere de bazen yer verenler (Sadri Ertem) bu­ lunmakla beraber, yazarların çoğunluğu Osmanlıcayı Türk­ çeleştirmenin Milli Edebiyat akımı ile tespit edilmiş sı-

1 94

TÜ RK EDEBiYATI, Yeni

nırları içindeki nonnal gelişmeyi takip ederek konuşma d i ­ linin vokabülcrine bağlı kalmıştır.

I. dönemde ferdi konulara, psikoloj ik durumlara ağır­ l ık veren başlıca yazarlarla başlıca eserler şöyledir : Ha­ lide Edip (Raik'in annesi [ 1 924 ] , Kalp ağrısı r t 924 ] , Zey ­ no'nun oğlu [ 1 92 8 ] ); Güzide Sabri ( 1 886 - 1 946) (Nedret ­ Ölmüş bir kadının evrak-ı metrukesi - [ 1 928 ] , Büsran [ 1 928 ] , Hicran gecesi [ 1 930 ] , Gecenin esrarı [ 1934] ) ; Reşat Nuri (Damga [ 1 924 1 , D udaktnn ka/be [ 1 924 ] , A k ­ şam güneşi [ 1 926 ] , Bir kadın düşmanı [ 1 927 ] , A cımak [ 1 928 ] , Kızılcık dalları r t 9 3 2 ] ) ; Burhan Cahit Morkaya ( 1 892 - 1 949) (A şk bahçesi [ 1 925 1 , A yten [ 1 927 ] , A şk po­ litikası [ 1 930] , Yalı çapkım [ 1 933 1 , Nişanlılar [ 1 9 3 7 ] ); Peyami Safa ( 1 899 - 1 96 1 ) (Mahşer [ 1 924 1 , Bir akşamdı [ 1 924 1 , 9. Hariciye koğuşıı [ 1 930] , Fatih - Harbiye [ 1 93 1 ] , Bir tereddüdiin romam [ 1 9 3 9 ] ) ; Ethem İzzet Benice ( 1 903 1 967) (Istırap çocuğu [ 1 927 ] , Yakılacak kitap [ 1 927 ] , Aşk güneşi [ 1 930]); Sabahattin Ali ( 1 906 - 1 948) (Kuyucak/ı Yu­ suf [ 1 937 ] ) ; Sait Faik Abasıyanık ( 1 906 - 1 954) (Semaver [ 1 936 ] ) ; Muazzez Tahsin Berkand (doğ. 1 900) (Se n ve ben [ 1 93 3 ] , Aşk fırtınası [ 1 9 3 5 ] ) ; Mukerrem Kamil Su (doğ. 1 900) (Sevgim ve ıJtırabım [ 1 934 ] , Bu kalp duracak [ 19 3 5 ] ) ; Esat Mahmut Karakurt ( 1 900 - 1 975) (Vahşi bir kız sevdim [ 1 926 ] , Çölde bir İstanbul kızı [ 1 926 1 , Dağları bekleyen kız [ 1 934 1 , A llaha ısmarladık [ 1 93 6 1 , Ölünceye kadar [ 1 937 ] , Son gece [ 1 9 3 8 ] ) ; Cahit Uçuk (doğ. 1 9 1 1 ) (Kiraz/ı pınar [ 1 936 ] , Dikenli çit [ 1 937 1 ) ; Peride Celal (doğ. 1 9 1 5) (Sönen alev [ 1 93 8 ] ) ve Kerime Nadir (doğ. 1 9 17) (Hıçkırık [ 1 93 8 ] ) . Büyük ve hızlı sosyal değişikliklere sahne olan Cum­ huriyet devrinde daha I . dönemden başlayarak, Türk hika­ ye ve romanında sosyal yaşayışın türlü konularına ve ke­ simlerine yer verilir. Bu yer veriş, zamanla ölçüsünü ar­ tırarak, bundan sonraki dönemlerde gittikçe çoğalan bir yo­ ğunluk gösterir. I. dönemde roman ve hikayede ele ah­ nan başlıca sosyal konularla kesimleri şöylece sıralayabi­ liriz : a. Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilen sosyal inkı­ laplara uyarak eski yaşayış şeklinden yeni yaşayış şekline geçişteki değişik safhalar, bunların gerçekleştiritme dere­ celeri ve sonuçları. Bunları işleyen başlıca eserler : Yaprak dökümü (Reşat Nuri [ 1 93 0 ] ), Roman (Fal ih Rıfkı [ 1 9 3 2 ] ) , A yaş/ı ve kiracıları (Memduh Şevket [ 1 934 ] ) ve A nkara (Yakup Kadri [ 1934 ] )'dır. Fakat aynı yoğunlukta olma­ makla beraber, sosyal yaşayışın değişen yönleri, bu döne­ min sosyal konulu hemen bütün eserlerinde yer yer söz konusu edilir. b. Eski yaşayışı tenkit etme veya ona öz­ lem duyma. Bu konuyu ele alan eserler : F. Celalettin Göktulga'nın Ta/ak-ı selase (hikayeler [ 1 92 3 ] ) 'si ve Kın-ı gecesi (hikayeler [ 1 923 ] ) ; Nahit Sırrı Örik'in Sanatkarlar (hikiyeler [ 1 932 ] )'ı ve Eski resimler (hikayeler [ 1 93 3 ] )'i; Sennet Muhtar Alus'un Kıvırcık Paşa [ 1 933 ] 'sı, Pembe maşlah/ı kadm [ 1 93 3 J 'ı ve Harp zengininin gelini [ 1 934 ] . c . Tanzimat'tan beri Türk romanında zaman zaman yer alan batılılaşma konusu, henüz geçerliliğini koruduğu için, Cumhuriyet devrinde zaman zaman Türk roman ve hika­ yesinde ele alınmakta devam etmiştir. Bu ele alış eskiden olduğu gibi, daha çok batılılaşmanın yanlış aniaşılıp uy­ gulanması ve bunun zararları üzerinde toplanır. Konuyu bu yönü ile işleyen eserler arasında : Peyami Safa ( 1 899 196 1)'nın Sözde kızlar [ 1 923 ] 'ı ; Hüseyin Rahmi'nin Mey­ hanede hanımlar [ 1924 ] 'ı ve Kokotlar mektebi [ 1929 ] ; Selahattin Enis'in Bataklık çiçeği (hikayeler [ 1 924 ] ) , Za-

niyeler [ 1 924 1 'i, Sara [ 1 92 6 l 'sı ve Cehennem yolcuları [ 1 926 ] ; Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore [ 1928] 'si; Re­ [ 1 930] ve Eski hasta/ıle şat Nuri'nin Yaprak dökümü [ 1 93 8 J 'ı ; Reşat Enis Aygen'in Kanun namına [ 1932 ] 'sı, Gong vurdu [ 1 93 3 ] 'su, Gece konuştu [ 1935 ] 'su ve Afrodit buhurdanında bir kadın [ 1937 ] 'ı sayılabilir. Türkiye'nin batılılaşmasını ciddi bir tahlil ve müna­ kaşa konusu yapan, bu konunun Türkiye için en uygun şe­ kilde nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini araştıran ve ken­ dilerine göre bu önemli meseleye çözümler getirrneğe çalı­ şan yazarlar da vardır : Peyami Safa : Fatih - Harbiye [ I 93 1 ] ; Halide Edip : Sinekli Bakkal [ 1 936 ) . d. Öteden beri Hüseyin Rahmi'nin roman ve hikayelerinde bol bol işlenmiş olan, İstanbul'un kenar semtlerinin, fakir ve orta halli insanlarının yaşayışları, bu dönemde F. Celalettin'in eserlerinden başka Osman Cemal'in hikayelerinde de yer alır : Eşkıya güzeli [ 1 925 ] , Sandalım geliyor, vardal [ 1928 ] . e. Köylünün yeni devletin gözünde v e memleketin kal­ kınmasında taşıdığı büyük değer için Atatürk'ün daha Milli Mücadele yıllarındaki konuşmalarında ve Cumhuri­ yetin kuruluşundan sonra da resmi çevrelerce aydınlara ya­ pılan sürekli telkinlere, köylünün kalkınması meselesinin ön . planda gelen meselelerden olduğu ve onunla ilgilenil­ me>i hakkmdaki tavsiyelere rağmen, Türk edebiyatının öteki türlerinde olduğu gibi, hikaye ve romanda da gözle görülür ciddi eserler verilmemiştir. Bu durum, konunun henüz pek yeni ve şehirlerden yetişen aydınlarca da ol­ dukça yabancı bulunmasından doğmakta idi. Köyün ya­ şayışını ve köylüyü hiç tanımayan veya çok kabuktan gör­ müş yazarlardan, bu konunun derinlerine ve enine boyun:ı inmeleri beklenemezdi ve telkinlerle tavsiyeler bu hususta yararlı olamazdı . Bu konuya gereği gibi bilerek ve duyarak girebilmek için köyün içinden yetişmiş, onu çok yakından tanıyan yazarların yetişmesini beklemekten baş­ ka yapacak şey yoktu. Bu haklı sebeplerle, Cumhuriyet devrinin I. döneminde Türk köyünü ancak kısa bir süre gördüğü için onun sadece Milli Mücadele sırasındaki tu­ tumunu ağırlık noktası yapabilen şehirli yazar Yakup Kad­ ri'nin Yaban [ 1 9 3 2 ] 'ından ve sosyalizmin yalnız fikir pla­ nından yola çıkarak tanımadığı Türk köylüsünün yoksul­ luğuna ağalarca ve kasaba tüccarlarınca sömürülmesinin sebep olduğundan söz eden ve görüşlerini Cumhuriyet dev­ ri inkılaplarıyla bağdaştırmağa çalışan Sadri Ertem'in Si­ lindir şapka giyen köylü [ 1 933 ] ve Bacayı indir, hacayı kaldır [ 1 93 3 1 adlı hikayelerinden ve Sabahattin Ali'nin hiç­ bir doktrine bağlı olmayan bazı hikayelerinden (Kağnı [ 1 936 ) , Ses [ 1 937 ] ) başka eserler yazılamadı. f. İş haya­ tını ve işçi meselelerini konu alan eseriere gelince; işçi h aklarını korumak maksadıyla gerçi II. Meşrutiyet döne­ minde başlayıp Mütareke ve Milli Mücadele devirlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında siyasi planda yoğunlaşan çalışmalar varsa da bu çalışmalar, Türkiye'de büyük sa­ nayiin yeni yeni kurolmağa başladığı ve dolayısıyla ortada ne ciddi bir iş hayatının ve ne de bir işçi kitlesinin henüz bulunmadığı dikkate ahnınca, verimsiz kalmağa mabkQm­ du. Nitekim gerçekte de öyle oldu ve aynı zamanda si­ yasi şartların elverişsizliği karşısında sosyalizm, siyasi plan­ daki çalışmalarını fikir ve edebiyat planına kaydırmak zo­ runda kaldı. Bu dönemde, Türk iş hayatının hiçbir sosy:d ve ekonomik mesele mahiyeti taşımayan ilk manzaralar Mahmut Yesari'nin Çulluk [ 1 925] romanındadır. Aynı ko ­ nuda Sadri Ertem'in, fabrika işi ve ucuz Avrupa kumq-

TÜRK EDEBiYATI, Yeni larının XIX. yiizyılın 2. yarısında yaptığı damping so­ nucu elle çalışan Tiirk dokuma tezgahçılığının nasıl iflasa siirüklendiğini ele alan Çıkrıklar durunca [ 1 93 1 ] ve R;:­ şat Enis'in, maden işçilerinin zor şartlarını ve sömürülme­ lerini anlatan A frodit cehenneminde bir kadın [ 1 9 3 8 ] adlı romanları dışında dikkate değer örnekler yoktur. Tarihi ve siyasi konular ise, eski Türk tarihi ile Orta ve Yakın Çağlar O>manlı tarihi ve Milli Mücadele de­ virleri ile ilgilidir. Il. Abdülhamid devrinin bazı yönleri Halide Edip'in Sinekli Bakkal [ 1 9 3 6 ] ve Yakup Kadri'nin Hüküm gecesi [ 1927 ] ve Mithat Cemal'in Üç Istanbul [ 1 93 8 ] romanlarında görülebilir. Çok daha geniş şekilde işlenen Milli Mücadele konusunu romanlarında doğrudan dojtruya veya dolayısıyla ele alan yazarlar da şunlardır : Ercüment Ekrem Talu (Kan ve iman [ 1 925]), Halide Edip Adıvar (Vurun kalıpeye [ 1 926 ] ) , Aka Gündüz (Dikmen yıldızı [ 1 927 ] , Yaldız [ 1 930]), Reşat Nuri Güntekin (Y e­ şil gece [ 1 92 8 ] ) , Mehmet Rauf (Halds [ 1 929]), Burhan Gazi'nin dört süvarisi Cahit (İzmir'in romanı [ 1 93 1 ] , [ 1 932 ] , Yüzbaşı Celtıl [ 1 933 ] , Cephe gerisi [ 1 934]), Ya­ kup Kadri (Yaban [ 1 93 2 ] ) ve Mükerrem Kamil (Dinmez ağrı [ 1 937 ] ). Bu dönemin en popüler yazarlarından olan Turhan Tan (Samih Fe:iıi) ( 1 886 - 1 9 3 9)'ın Orta Çağ Türk - Mo­ ğol tarihinden aynı çağın Osmanlı tarihine kadar uzanan bir çerçeve içinde yazdığı tarihi romanlar şunlardır : Cem Sultan [ 1 935 ] , A kından akma [ 1 936 ] , Viyana dönüşü [ 1 937 ] , Cengiz Han [ 1 93 9 ] , Tim ıırlenk [ 1 939 ] , Hint deniz­ lerinde Türkler [ 1 939 ] , Safiye Sultan [ 1 939 ] . Yine Orta Çağ Osmanlı kahramanlarını Deli deryalı [ 1 928 ] , Kara Davut [ 1 928 ] ve Köroğlu [ 1 92 8 ] adlı romaniarına konu yapan Nizarnettin Nazif Tepedelenlioğlu ( 1 90 1 - 1 970) ve Türk korsanları [ 1 926 ] , Seyit A li Reis [ 1 927 ] , Kozanoğlu [ 1 927 ] , Savcı Bey [ 1 93 1 ] , Malkoçoğlu [ 1 933 ] , Battal Gaı:i destanı [ 1937 ] , Fatih devri [ 1 949 ] , Hilfil ve Haç [ 1 958 ] adlı romanları ile Osmanlı öncesi devrelere de inen Ab­ dullah Ziya Kozanoğlu ( 1 906 - 1 966) da bu dönemin ya­ zarları arasındad ır. II. Dünya Savaşı gibi dünyanın siyasi, sosyal ve eko­ nomik düzenini alt üst eden bir olayın yaygın etkileri al­ tında, Türk roman ve hikayesi de yeni bir döneme girer. Altı yıllık savaş süresinin gittikçe ağırlaşan ekonomik şart· ları, şehirlisi ve köylüsü ile, Türkiye'de de halkı güç du­ rumlarda bırakır. Savaşa girmesi için yapılan dış baskılar Türkiye'de sıkıntılı anlar yaşatır. Savaş ertesi ise toprak isteklerine kadar varan yine dış baskılar huzursuzluğu art­ tırır. 1 946'da çok partili demokratik sisteme geçmekle Tür­ kiye, siyasi tarihinin yeni bir dönemine girer. O zamana ka­ dar gizli çalışan sol ideoloj i de böylece, siyasi planda yeni­ den ortaya çıkma ve teşkilatianma imkanını bulur. Bu ara­ da, solda ve sağdaki ideoloj ik hareketler ve çatışmalar ço­ jtalır. Köy en�titüleri kanalından, köyden çıkıp köye bağlı kalan ve kısa bir süre sonra edebiyat yolundan köyün ve köylünün meselelerine eğilecek bir nesil yetişir. I . dönem­ den devam eden nesillerin yanında yer alan bu nesil, daha çok, ayrıntılara kadar girrneğe elverişli olan roman ve hi­ kaye türünü tercih eder.

Cumhuriyet devri edebiyatının bu II. döneminde ele aldıkları konular ferdi ve sosyal olsun, belli bir ideolojiye bağlı bulunsun veya bulunmasın - kadın yazarlar dışında bütün roman ve hikaye yazarları realist metoda yönelirler.

1 95

Du yönelmenin, elbette yazariara göre ölçüsü ve şekli de­ ğişir. Bu dönemde Türk roman ve hikayesinin daha çok sosyal konulara dönük olmasının da bunda payı olduğu muhakkaktır. Gerçekten I. döneme göre, sosyal konularda açık bir artma vardır. Bu dönemdeki sosyal konular kümesine de, I . dönemdeki bütün konular girer. Bunların yanında, psi­ koloj ik, tarihi ve siyasi konular da eski yerlerini korurlar. Yalnız, I. d ö nemd e rağbet gören kötü batılılaşma, sosye­ tik hayat, sefahat ve eğlence hayatı konusunda oldukça büyük bir azalma göze çarpar. Buna karşılık, dış Türk­ lerin hayatı ile deniz adamlarının yaşayışları gibi yeni konular girer. Çok değişik karakterler ve sosyal çevrelerle dolu olan bu dönem hikaye ve romanlarında farklı görüş­ lerin yer alması da tabiidir. Ancak, sosyalist görüşlü yazar­ ların sosyal konuları işleyen eserlerinde hep aynı meseleler üzerinde durmaları, hep önceden belli ve aynı sonuçlara varmaları ve meseleleri hep ön plana çekerek insanı geri plana itmeleri tepkilere yol açar. Bu tepkilerde şuuraltını temel konu alan Il. Yeni hareketinin etkisi olduğu gibi, bu konuya çok daha önce eğilmiş bazı batılı romancıların (F. Kafka, W. Faulkner, J. Joyce, J. P. Sartre) temsil ettik­ leri sürrealizm ve egzistansiyalizm gibi sanat anlayışlarının da etkileri vardır. Bu tepkileri yapanlar arasında Feyyaz Kayacan (doğ. 1 9 1 9), Tahsin Yücel (doğ. 1 93 3), Orhan Du­ ru (doğ. 1 933), Adnan Özyalçıner (doğ. 1 934), Demir Özlii (doğ. 1 935), Ferit Edgü (doğ. 1 936) ve Onat Kutlar (doğ. 1 936) gibi yeni imzalar yer alır. Çok çeşitli üsli'ıp örnekleri içinde ise çoklukla realist metoda en uygun olan yalın üsli'ıbun tercih edildiği görü­ lür. Dilde neoloj izme fazla yer verilmez. Ortak konuşma di­ li yaygındır. Yerli bazı söz ve ifadeler ise, aşırılıjta kaçıl­ madıkça, realist metoda sadık kalma, verilen çevrelerin canlılığını sağlama bakımından yararlı da sayılabilir. Bu dönemin gittikçe artan bir hızla yöneldiği sosyal konular içinde köy konusu en geniş yeri tutar. Doğrudan doğruya köyden çıkan veya köyle sürekl i ve yakın teması olan yazarların bu konuyu ele almaları, onun çok çeşitli yönlerinin (yoksulluk, cahillik, taassup, topraksızlık, susuz­ luk, ağaların zulmü, kasaba tüccarlarının köylüyü sömür­ mesi, hükümetin ilgisizliği, jandarmanın zulmü, hastalık, yolsuzluk, ortakçılık, başlık parası, kan davası, yeni tarım­ cılık ... ) çok daha gerçek bir şekilde ortaya konulmasını sağlar. Yüzyılların müzminleştirdiği ve düğümleye düğüm­ leye çözülmesi çok güç duruma soktuğu meselelerin bu dö­ nemde ele alınışının ilk başarılı örnekleri Samim Kocagöz (doğ. 1 9 1 6)'ün hikayelerinde görülür : Tel/i kavak [ 1 94 1 ] . Bunları Faik Baysal (doğ. 1 9 1 8)'ın Sorduvan [ 1 944 ] roma­ nıyla yine Kocagöz'ün Sığınak (hikayeler [ 1946 ] ) ve Sanı A m ca [ 1 95 1 ] adlı eserleri takip ederler. Köy konusu, 1950' den sonra, yavaş yavaş gelişme safbasma girer. Bu safhanın başlıca yazarları ve eserleri : Kemal Bilbaşar (doğ. 1 9 1 0) (Pem be kurt, hikayeler [ 1 953 ] ), Samim Kocagöz (Yılan hi­ kayesi [ 1 954 ] ) , Refik Erduran (dojt. 1 928) (Yağmur duası [ 1 954 ] ), Orhan Hançerlioğlu (doğ. 1 9 1 6) (Ekilmemiş top­ raklar [ 1 954 ]), Muhtar Körükçü (doğ. 1 9 1 5) (A nadolu hi­ kaye/eri [ 1 954 ] ) , Kemal Tahir ( 1 9 1 0 - 1 973) (Sağırdete [ 1 955 ] , Rahmet yolları kesti [ 1 957 ] , Körduman [ 1 957 ] , Yediçınar yayiası [ 1 958 ] , Köyün kamburu [ 1 959 ]), Yaşar Kemal (doğ. 1 922) (ince Memet [ 1 955 ] , Teneke [ 1955 ] ), Talip Apaydın (doğ. 1 926) (Sanı traktör [ 1958 ] , Yarbükü [ 1 95 9 ] ), Fakir Baykurt (doğ. 1 929) (Yılan/arın öcü [ 1 95 9 ] )

1 96



4

..

;

..



TüRK EDEBIYATI, Yeni

ve Cengiz Tuncer (doğ. 1 93 1 ) (Haciz/i toprak [ 1 959 l )'dir. İ deoloj ik müdahalelerin hemen çok az olduğu bu dönem­ de, gerçekçi bir metoda dayanan bu eserlerin, I . dönemde hemen hemen sadece düşiince ve duygu planında kalmış olan köy konusunun bütün ayrıntıları ile aydınlığa çıka­ rılmasında büyük yararı dokunmuştur.

II. dönemde iş ve işçi hayatı (işçinin yoksulluğu, işve­ renlerce sömürülmesi , işçilerin kötü yaşama ve çalışma şart­ ları) konusu da küçük bir gel işme gösterir. Bu konuyu de­ ğişik açılardan ve değişik ölçiiierde ele alan başlıca yazar­ lar : Kemal Bi lbaşar (A nadolu'dan hikayeler 1 1 939 ] , Ceviz ­ li bahçe, h ikayeler 1 1 94 1 ] ) , Orhan Kemal ( 1 9 1 4 - 1 970) (Ekmek kavgası, hikayeler [ 1 949 ] , A vcıre yıllar [ 1 950] , Grev , hikayeler [ 1 954 ] , Bereketli toprcıklar üzerinde [ 1 954 ] ) ve Necati C u malı (Tütün zamanı [ 1 95 9 l )'dır. Küçük memurların, emekiiierin ve esnafın - Türk ro­ manında ilk büyük temsilcisi Hüseyin Rahmi Gürpınar olan - kenar mahalle halkının yaşayışları da bu dönem roman ve hikaye:;inde geniş yer alır. Bu insanların geçim sıkıntıları, yalnızlıkları, kendi dünyaları içindeki türlü me­ seleleri birçok yazarların eserlerine konu olur. F. Celalet­ tin Göktulga'nın Eldebir Mustafa Efendi (hikayeler [ 1 943 1 ), Av ur zcmır kalı vesi (hikayeler 1 1 948 ] ), Salgın (hikayeler [ 1 95 3 1 ) ve Rüzgar (fıkralar ve hikayeler 1 1 955 ] ) ; Osman Cemal'in Çingeneler [ 1 939 ] , Bekri Mustafa 1 1 944 ] ve A y­ gır Fatina [ 1 944 ] ; Memduh Şevket Esendal'ın Hikayeler 1 ve ll [ 1 946 ] ; R eşat Enis Aygen'in A ğlama du varı [ 1 949] ve Yol geçen h anı [ 195 l l ; Sait Faik Abasıyanık'ın Mahal­ le kahve si (hikayeler [ 1 95 0 ] ) ; Muzaffer Buyrukçu'nun Kat­ ran (hikayeler [ 1 956 ] , A cı 1 1 957 ] , Korkunun parmakları [ 1 959 1 ; Mehmet Seyda'nın Yaş ağaç [ 1 958 ] , Ne ekersen [ 1958 J adlı eserleri bunlar arasındadır. Il. dönem roman ve hikayesinin sosyal konuları içinde

yer alan ve ilk örneğini Kuyucak/ı Yusuf (Sabahattin Ali [ 1 937 ] ) ile veren kasaba hayatı, değişik yönleriyle Kemal Bilbaşar'ın Ceviz/i bahçe (hikayeler [ I 94 1 ] ), Samim Koca­ göz'ün Bir şehrin iki kapısı [ 1 948 ] , Orhan Hançerlioğlu' nun Karanlık dünya 1 1 95 1 l , İ lhan Tarus'un Yeşi/kaya sav­ cısı [ 1 953 ] ve Reşat Nuri'nin Kavak yelleri [ 1 96 1 ] adlı eserlerinde ele alınmış; batılılaşma konusu üzerinde ciddi çözümler arayan eserler ise, Ahmet Harndi Tanpınar'ın Hü­ ziin [ 1 949 ] ve Peyami Safa'nın Biz i11scmlar [ I 959 ] adlı ro­ manlarıdır. Cumhuriyet devri inkılaplarını ve birçok alan­ larda meydana gelen sosyal değişiklikleri bütün halinde değil, parça halinde veren birçok eserler arasında en dik­ kate değenieri olarak Reşat Nuri'nin Eski /ıastalık [ 1 9 3 8 ] v e Miskinler tekkesi [ 1 946 ] sayılabilir. Atatürk'ün ölümün­ den ve tek partili sistemin sona ermesinden [ 1 950] sonra, Cumh uriyet devri inkılaplarının geçirdikleri safhalar ve vardıkları sonuçlar üzerindeki ilk ciddi muhasebeyi de Pa­ naroma (2 cilt [ 1 95 3 - 1 954 ] ) adlı büyük romanında Ya­ kup Kadri yapar. Çok değişik psikoloj ik durumları (başta aşk olmak üzere çeşitli duyguları, i htirasları, heyecanları, bunalımları, hayal kırıklıkları, yalnızlıkları ... ), yani daha çok fert ha­ yatını ağırlık yapan yazarların sayısı bu dönemde de faz­ ladır. Ancak bütün bu roman ve h ikayelerdeki psikoloj ik unsurların sadece ağır bastığı ve bunların yanında smyal çevrenin de değişik yönleri ve meseleleri ile yer aldığı unu­ tulmamalıdır. I . dönem sırasında yurt dışında bulunan Re­ fik Halit de bu dönemin roman hayatına yeniden katılır ve maceralı aşk romanları yazar. Bu dönemin psikoloj ik

durumlara değer veren başlıca yazariarı lle eserieri : Salt Faik'in Sarmç (hikayeler [ 1 9 3 9 l )'ı, Şahmerdan (hikayelet 1 1 940l )'ı, Lüzumsuz acİarn (hikayeler [ 1 948 ] )'ı, Havada bu­ lut (hikayeler [ 1 95 1 ] )'u, A lemdağ'da var bir yılan (hika­ yeler [ 1 954 J )'ı, Az şekerli (hikayeler [ 1 954 ] )'si, Mahkeme kapısı (hikayeler [ 1 956 ] ) ; S ab a h a ttin Ali'nin İçimizdeki şeytan 1 1940 l 'ı ile Kiirk manto/u Madonna [ 1 94 3 ] 'sı; Pe­ ride Celal'in Yaz yağm uru [ 1 940] ile A şkın doğuşu [ 1 944 1 ; Ethem İzzet'in Sen de seveceksin [ 1 942 l 'i ; Mükerrem Kil­ mil'in İl·tranca eteklerinde [ 1 939 ] 'si, Çırpınan sular [ 1 94 1 ] 'ı, A teşten damla [ 1 942 l 'sı, Uyuyan hatıralar [ 1 944 ] 'ı , İh tiras [ 1 948] 'ı; Kemal Bilbaşar'ın Denizin çağı­ rışı [ 1 943 1 ; Ahmet Harndi 'nin A bdu/la/ı Efendinin riiyaları (hikayeler 1 1 943 ] ), Yaz yağm uru (hikayeler 1 1 95 5 ] ) ; Esat Mahmut'un Kadın severse [ 1 939 ] 'si, ilk ve son [ 1 940] 'u, Sokaktan gelen kadın [ 1 945 l 'ı, A nkara ekspresi [ 1 9�6 1 , Ömrümün tek gecesi [ 1 946 ] , Son tren [ 1 954 ] 'i ; Muazzez Tahsin'in Bir genç kızın romanı [ 1 943 ] , Küçü k hanımefeız­ di [ 1 945 J'si, Nişan yüziiğü [ 1 945 ] , Sevmek korkusu [ 1 953 ] , A şk v e intikam [ 1 95 8 ] 'ı; Peyami Safa'nın Matmazel N oral­ ya'nın koltuğıı f 1 949 1 ; Oktay Akbal (doğ. 1 923)'ın Aşksız insanlar (hikaye ler f 1 943 l )'ı, Bulutun rengi (hikayeler f 1 954 1 ) , Benler aynası (hi kayeler 1 I 958 ] ) ; Sarnet Ağaoğlu (I 909 - 1982)'nun Zürriyet [ 1 95 0 ] ' i , Öğretmen Gafur [ 1 95 3 ] 'u ; Tahsin Yücel'in Haney yaşamalı (hikayeler [ 1 954 1 ), Düşlerin ölümü (hikayeler [ 1 95 8 ] ) ; Nezihe Meriç' in Bozbulanık [ 1 953 l 'ı ve Topa/ koşma [ 1 95 6 ] 'sı ; Peyyaz Kayacan'ın Şişedeki adam (hikayeler f 1958 ] )'ı, Orhan Du­ ru'nun Bırakılmış biri (hikayeler [ 1959] 'si ; Ferit Edgü'nün Kaçkınlar (hikayeler [ 1 95 9 ] )'ı ve Yusuf Atılgan'ın A ylak adam [ 1 959 ] 'ıdır. Bu dönemde değişen sosyal durumlarla p;ikolojik du­ rumları yan yana işleyen ve bunların her ikisinin de aksa­ yan yönlerini ele alarak onları tamamıyla şahsi bir görüşle ve yapıcı düşüneeye dayalı bir tenkitçi tutumla değerlendi­ ren güçlü bir hikayeci ise, Haldun Taner'dir. Yazarın bu döneme rastlayan hikaye kitapları : Yaşasın demokra.d f I 949 ] , Tuş [ 1 95 1 l , A yışığmda "Çalışkur" [ 1 954 ] , On iki_ve bir var r 1 954 l 'dır. Tarihi konulardaki roman türü de bu dönemde büyük bir gelişme gösterir. Yakın zaman Türk hayatına duyulan özlemi en bilgi li ve lirik şekilde üstün renkleri ile akset­ tiren yazar, Faltim Bey ve biz [ 1 94 1 ] , Çamlıcadaki enişte­ miz [ 1 944 ] , A li Nizami Bey'in alafrangalığı ve şeyhliği r 1 952 ] adlı romanlarıyla Abdülhak Şinasi Hisar ( 1 883 1 963)'dır. I. dönemde aynı türde tanınmış yazarlardan Ser­ ınet Muhtar'ın Eski çapkın anlatıyor [ 1 944 ] romanı ile Nahit Sırrı'nın Bir Osmanlı dip/omatı Personi Bey/e Ma­ dam 'ı (tefrika f 1 947 J) ve Sultan A bdüllıamit düşerken [ 1 957 ] ad lı eserleri ise bu dönemde yayınlandı. Bunların yanında İstanbul 'un eski yaşayışı hakkındaki romanlarını bu dönemde yayınlanan Samiha Ayverdi (doğ. 1 906)'yi de kay­ detmek gerekir : Mabette bir gece [ 1 940 ] , A teş ağac• [ 1 94 1 ] , Son menzi/ [ 1 943 ] , Mesilı Paşa imamı [ 1 948 ] . Tarihi konuları i l k olarak bu dönemde işleyen başlıca ya­ zarlar : Gök Türk tarihinin kahramanlarını canlandıran Ni­ hal Atsız ( 1 905 - 1 975) (Bozk urt/arın öliimü [ 1 946 ] , Boz ­ kurtlar diriliyor [ 1 949 ] , Osmanoğulları [ 1 950] , İstanbul kapılarında [ 1 954 ] , Tıırgut Reis [ 1 958 ] , Cem Sultan l 1 95 9 ] )'dır. Refik Halit de bir romanının (2 000 yılın se�·­ gilisi [ 1954 1 ) konusunu Anadolu'nun Romalı ve Selçuklu

·

TÜRK EDEBiYATI, Yeni devirlerinden alır. Bütün bunlara I. dönemden sonra gelen Milli Mücadele devri konularını i şleyen eserleri de ekle­ mek gerekir. Bunların başlıcaları da Esir şehrin insanları (Kemal Tahir) [ ı 956 ] ve Var olmak (İlhan Tarus) r ı 957 ] ' tır. Cumhuriyet devri roman ve hikayesinin II. döneminde, I . dönemde görülmeyen iki yeni konu daha ele alınır. Bun­

lardan biri, ekmeklerini denizden kazanan insanların ha­ yatı, biri de Türkiye d ışında yaşamakta olan Türklerin hayatıdır. Birincisini ilk olarak ele alan yazar, Ege kıyı­ larındaki deniz adamlarının yaşayışlarını, sıkıntılarını dile getiren ve eserlerinde Halikarnas (Bodrum) Balıkçısı adını kullanan Cevat Şakir Kabaağaçlı ( ı 886 - ı 9 7 3)'dır. Ege kıyılarının haşmetli güzelliği içinde bugünün insanlarıyla birlikte yer yer eski tarihi devirlerin batıralarına da uzanan, büyük bir deniz sevgisinin doldurduğu, böylece başarılı bir yeni - eski kompozisyonu ortaya koyan ve birçok eserleri bulunan yazarın, II. döneme rastlayan bu konudaki eser­ leri şunlardır : Ege kıyılarında (hikayeler L ı 9 3 9 ] ), Aganta Burina Bu rina ta [ ı 946 ] , A kdeniz (hikayeler r ı 947 ] ), Ege' nin dibi (hikayeler r ı 95 2 l ), Yaşasm deniz r ı 954 ] . Cevat Şakir'i bu dönemde, Son kuşlar (hikaycler f ı 952 ] ) ve Ka­ yıp aranıyor [ 1 954 ] adlı eserleri ile Sait Faik Abasıyanık ve Kavga m n başı ve sonu (hikayeler f ı 955 ] ) adlı eseri ile Zeyyat Selimoğlu takip ederler. Dış Türklerle ilgili ikinci konuya gel ince ; Gönül Ha ­ nım [ ı 97 ı ] romanı ile ilk defa Ahmet Hikmet'in denedi­ ği bu konunun bu dönemdeki tek tems ilcisi Cengiz Dağ­ cı (doğ. ı 920)'dır. Kırım Türklerinden olup II. Dünya Sa­ vaşı sonunda kaçarak Londra'da yerleşen yazarın, Kırım Türklerinin Rus idaresinde uğradığı zulmü anlatan birçok eserlerinden bu dönemde yazılmış olanlar şunlardır : Kor­ kunç yıllar [ ı 956 ] , Yurdwı u kaybeden adam [ 1 95 7 ] ve On­ lar da insandı r ı 958 ] . Önceki dönemlerde olduğu gibi, ı 960'ta başlayan I I I .

dönemde d e edebiyat günün siyasi v e sosyal şartlarına pa­ ralel bir yol takip eder. Bu bakımdan roman ve hikave bütün türlerin önündedir.



ı 9 6 ı Anayasasının kabulünd n

sonra yapılan ilk seçimlerde ( ı 4 ekim ı 96 ı ), hiçbir siya�i partinin tek başına iktidar olamaması karşısında, koalisyon­ lar dönemi başlar. ı 965 seçimlerinde Adalet Partisi tek başı­ na iktidara gelir. Ancak, yeni anayasanın getirdiği imkanlar­ dan yararlanarak sosyalist ideoloj i siyasi plana rahatça yerle­ şir. AP'nin kurulduğu yıl ( 1 96 ı ) Türkiye İşçi Partisinin de kurulması, i ş kanunu ( 1 936) ile kaldırılmış olan grev hak­ kının yeni anayasada yeniden tanınması, sosyalist sendi­ kaların

bir konfederasyon

halinde

(DİSK)

birleşmeleri

( 1 963) ve siyasi plana da girmeleri, ı 965 seçimlerinde İş­ çi Partisi'nin on beş milletvekilliği kazanarak parlamento­ ya girmesi , Türkiye'de sosyalist faaliyetlerin hızla gelişme­ sinde etkili olmuştur. ı 968'de öğrenci hareketleri başlatıldı. Kısa sürede silahlı çatışmalara dönüşen bu hareketler ı 97 ı yılı başlarında büyük boyutlara ulaştı. Siyasi partilerin ülke menfaatlerini ön plana alıp gereğinde birlikte hareket etme alışkanlığını bir türlü kazanamayarak hep kendi · çıkarlarını düşünmeleri, başta Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS, ı 965) ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev Genç, ı 965) olmak üzere birçok alanlarda siyasi maksar!ı sosyalist kuruluşların ve bunlara tepki olarak mill iyetçi ku­ ruhışların da ortaya çıkması çatışmaların zirveye tırman-

1 97

masına yol açtı. Bir iç savaş teh likesinin belirdiği bu sırı­ larda parlamentonun olayları durduracak tedbirler alama­ ması karşısında silahlı kuvvetler harekete geçerek yayın­ ladıkları bir bildiri ( 1 2 mart ı 97 1 ) i lc hükümeti istifa et­ tirerek milli bir koalisyon hükümeti kurulmasını sağladı · lar. İ lan edilen sıkıyönetim ve kurulan askeri mahkemelerle anarşik ol ayların soruml uları t ut ukl a n ıp cezalandırıldılar. Yeni hükümet teklifi ile parlamento anayasada yaptığı de­ ğişikliklerle anarşik olayları önlemek için gerekli tedbirleri aldı. ı 973 yılına kadar süren bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisinin yönetim kadrosunun el değiştirmesi ve aynı yıl yapılan seçimlerde koalisyon yoluyla iktidara gelen bu kad­ ronun sosyalizme yakınlığı dolayısıyla sosyalist siyasi faali­ yetler yeniden teşkilatianınağa ve hızla gelişrneğe başladı. Böylece tekrar silahlı eylemiere ve iktidarı anarşi ve terör yoluyla ele geçirme çabalarına çok daha şiddetli ve yay­ gın bir şekilde başlandı. Bu arada Türkiye'nin ekonomik durumu da bir çıkınaza girmiş bulunuyordu. Yanlış ekono­ mik politikalar güdülmesi ve akıl almaz seviyede dış borç­ lanmalar yüzünden enflasyon hızla artınca ülkedeki büyük huzursuzluğa gcçim s ıkıntısının da dayanılmaz yükü ek­ lenmiş oldu. ı 9 6 ı Anayasasının getirdiği şartlar yüzünden devlet ve parlamento tam bir güçsüzlük içine düşünce si­ lahlı kuvvetlerin yeni bir müdahalesi de kaçınılmaz duru­ ma geldi ( 1 2 eylül ı 980). Bu çok karışık siyasi, ekonomik ve sosyal durumu, roman ve hikaye türü için çok elverişli bir zemin olarak değerlendiren yazarlar oldu. Bu sebeple, sosyalist ideoloj iyi heyecan ve duygu yolu ile yayma görevini zaten öteden beri yüklenmiş olan bazı yazarlar ve yenileri, bu sınıı ı da aşarak eylemin içine girmiş oldular. Böylece, bu dönc­ min ideoloj ik ve siyasi olaylarını konu alan roman ve hi­ kayelerde büyük bir artış görülür. Bu olayların bir kısmı da yazarlarınca bizzat yaşanmış olaylardır. ı 2 mart ı 97 1 dönemi olayları ise, ayrı bir yer tutar. Bu arada ı950'dcn sonraki roman ve hikayelerde büyük bir ilgi gören köy konusu, ı 970'te hızını kaybeder ve rağbetten düşer. Bun­ da, bu .konuda artık her şeyin birçok yazarlarca tekrar­ lanmış olması ve bu tutumun getirdiği bıkkınlıkla bera­ ber, eylemin ön plana geçişinin de payı vardır. Önceki dö­ nemlerin sosyal plandaki konul arı (işçi meseleleri , bozulan eski aile düzeni, orta sınıfın yaşayışı) ile psikoloj ik konu­ lar, tarihi konular ve deniz insanlarının yaşayışları gibi konular da devam eder. Roman ve h ikayeye I l . dönemde gir­ miş olan Türkiye dışındaki Türklerle ilgili konularda bir genişleme görü lür. Bu konuya Kırgız ve Bulgaristan Türk­ leri gibi Türk vatandaşı olmayan Türklerle birl ikte, Türk vatandaşı olup da geçici olarak Türkiye dışında bulunan Türklerin (Aimanya'daki işçiler) yaşayışları da eklenir. Ay­ rıca, cinsiyetic ilgili meseleleri de bu dönemde ayrı bir konu olarak ele alan roman ve hikayeler de görülür. İlk şöhretlerini II. dönemde yapmış olan romancı ve hika­ yeci ler bu dönemde de çal ışmalarını sürdürürlerken yeni imzalar da ortaya çıkar. Çoğunl ukla çeşitli konuları bir arada ele aldıkları için sadece ağırl ık taşıyan konularına göre bir tasnif ya­ pılacak olursa, sosyal konu lar içinde şehirlerin dar gelirli halkının ve aydınlarının, kenar mahallelerinin ve gece­ kondularının yaşayışiarını ve me:;elelerini konu alan yazar­ lar ve eserleri : Muzaffer Buyrukçu (doğ. ı 928)'nun Bulan ık resimler (hikayeler [ ı 96 ı 1 ) , Kuyularda (hikayeler ( 1 962 1 ) , Cehennem (hi kayeler f 1 966 J), Kavga (hikaycler [ 1 967 ( ),

198

TORK EDEBiYATI, Yeni

Gürültülü birkaç saat [ 1 969 ] , Bir olayın başlangıcı [ 1970]

ve Mağara [ 191 1 ] 'sı; Afet Ilgaz (doğ. 1 937)'ın Bedriye (hi­ kayeler [ 1 96 3 1 ), Başörtüler (hikayeler [ 1 964 ]), Toprak (hi­ kayeler [ 1 968 ] ), Halk hikayeleri [ 1 97 2 ] ve Çeribaşı Ap­ tullalı 'la idamlık İsmail [ 1947 J 'i ; Tarık Dursun K. (doğ. 1 9 3 1)'nın Sabah olmasın [ 1 967 ] 'ı ; Füruzan (doğ. 1 93 5)'ın Parasız yatılı [ 1 97 1 ] , KUlatma [ 1 972] ve Benim sinema­ larım [ 1 973 ] 'ı ; Sevinç Çokum (doğ. 1 943)'un Eğik ağaç­ lar (hikayeler [ 1 972 ]), Bölüşmek (hikayeler [ 1 974] ) , Ma­ kina (hikayeler [ 1 9 7 6 ] ) ve Zor [ 1 976 ] 'u; Tomris Uyar (doğ. 1 9 4 1)'ın İpek ve bakır (hikayeler [ 1 97 1 ]), Ödeşmeler (hi­ kayeler [ 1 97 3 ] ), Diz boyu papatyalar (hikayeler [ 1 975 ] ) v e dar gelirli aydınları ideoloj ik görüşleri v e tutumları açı­ sından değerlendirmeye çalışan Selim İleri (doğ. 1 949)'nin Her gece Bodrum [ 1 976 ] , Ölüm ilişkileri [ 1 979] 'dir. Bu dönemde köy romanı yazanlar ise, Yaşar Kemal (Ortadirek [ 1 960] , Yer demir gök bakır [ 1 963 ] , Ölmez otu [ 1 969 ] , Demirci/er çarşısı [ 1 974 ] , Yusufçuk Yusuf, [ 1 975 ] , Yılanı öldürse/er [ 1 97 6 ] ) , Fakir Baykurt (lrazca'nın dirfiği [ 1 96 1 ] , Onuncu köy [ 1 96 1 ] , Karın ağrısı, hikaye­ ler [ 1 96 1 ] , Kaplumbağalar [ 1 967 ] , Tırpan [ 1970 ] , A na­ dolu garajı, hikayeler [ 1 970 ] , Kara A hmet destanı f 1977]), Orhan Kemal (Kanlı topraklar [ 1 963 ] ), Samim Kocagöz (Bir karış toprak [ 1 964 ] , Yol üstündeki kaya, hikayeler [ 1 964 ] , Bir çift öküz [ 1 970]), Dursun Akçam (Mara/, hi­ kayeler [ 1 964 ] , Ölü ekmeği, hikayeler [ 1 969 ] , Taş çorbası, hikayeler [ 1 970 ] , Köyden indim şehire [ 1973 ] , Kanlıde­ re'nin kurtları [ 1 976]), Talip Apaydın (Ortakçı/ar [ 1 964 ] , Ortakçınm oğlu [ 1 974 ] ), Kemal Bilbaşar (Cemo [ 1 966 ] , Memo [ 1 968]), Kemal Tahir (Bozkırdaki çekirdek [ 1 961 J , Büyük mal [ 1 970]), Muhtar Körükçü (Doğu'dan hikayeler [ 1968]), Abbas Sayar (Yılkı atı [ 1 970] , Çe/o [ 1 972 ] , Can şenliği [ 1 974]), Rasim Özden Ören (Çok sesli bir ölüm, hi­ kaye/er [ 1 974 ] ) ve köy konusunu daha çok insanları yönün­ den değerlendiren Ferit Edgü (Kimse [ 1 976 ] , O [ 1 977 ] ) yer

alırlar. Cumhuriyet'ten sonraki sosyal değişiklikler karşı­ sında bozulan eski aileyi konu edinen eserler arasında Or­ han Hançerlioğlu (doğ. 1 9 1 6)'nun Bordamıza vuran deniz [ 1 960] , Sahahat Emir (doğ. 1 943)'in Ceviz oynamağa geldim odana (hikayeler [ 1 964 ]), Öküz kafalı Şaban Bey (hikayeler [ 1 969]), Geceyle gelen (hikayeler [ 1 977 ] ) ve Mehmet Sey­ da (doğ. 1 9 19)'nın Süeda Hanımın ortanca kızı [ 1 970] adlı romanı sayılabilir. İşçi hakları konusunun günlük konular arasına girmiş olmasına rağmen, bu dönemde işçi haklarını, onların ya­ şayışlarını ve meselelerini konu alan romanlar ve hikayeler çok azdır : Zonguldak hikayeleri [ 1 962 ] , Yanar taş [ 1 970] (Mehmet Seyda), lrgat/arın öfkesi [ 1 97 1 ] (Kemal Bilbaşar), Gözbağı [ 1 97 6 ] (Erol Toy). Kasaba hayatını konu alan eserler ise, daha azdır : Yeşil gölge [ 1970] (Kemal Bilbaşar).

Çeşitli konuların bu dönemdeki azalışında, 1950 yıl­ larının sonlarmdan başlayarak Türkiye'nin hayatında de­ ğişik şekil ve mahiyetteki önemli siyasi ve ideolojik olay­ ların - hızlı bir gelişme çizgisi içinde - sürekli olarak ön planı işgal etmiş olmalarının payı büyüktür. Roman yazar­ larının siyasi olayların cazibesine kapılmaları çok çabuk olur. III. dönemin ilk yıllarından itibaren, 27 mayıs ha­ reketini doğuran sebepler üzerinde durmağa başlarlar. Kurt­ lar sofrası (2 cilt [ 1 963 - 1 964]) romanı ile bu konuyu ilk

olarak Atilla İ lhan ele alır. On yıl sonra Bıçağın

ucu

[ 1 973 ] 'nda ve daha sonra da Yaraya tuz basmak [ 19781 'l•• aynı konuya tekrar döner. Samim Kocagöz'ün İzmir'in için­ de vurdular beni [ 1 97 3 ] ve Vedat Türkali'nin Bir gün tek başına [ 1 975 ] adlı romanları da aynı konuyu işlerler. Bu arada Kemal Tahir Kurt kanunıı [ 1 969] adlı romanı ile 1 926'da Atatürk'e İzmir'de hazırlanan siyasi komployu an­ latır. Bundan sonra, silahlı öğrenci hareketleri ve 12 Mart' la ilgili romanlar başlar. Bu konuları kısmen veya tama­ mıyla ele alan yazarlada eserler şunlardır : Melih Cevdet (Gizli emir [ 1 970]), Çetin Altan (Bir avuç gökyüzü [ 1974]), Tarık Dursun K. (Gün döndü [ 1 974]), Erdal Öz (Yaralı­ sm [ 1 974 ] ), Füruzan (47'/iler [ 1 974 ] ) , Sevgi Soysal (Şa­ fak [ 1 975 1 ), Samim Kocagöz (Tartışma [ 1 976]), Oktay Rifat (Bir k adımn penceresinden [ 1 97 6 1 ), Demirtaş Ceyhun (Yağmur sıcağı [ 1 97 6 1 ). Türkiye'deki demokratik düzenin ortadan kaldırılması gayesini güden anarşik olayları sosyalist açıdan değerlendir­ rneğe çalışan bu romanların dışında, aynı olayları sağcı . görüşle ele alan romanlar da yazılmıştır : Sancı ( [ 1974] Emine Işınsu), Gençliğim eyvah ( [ 1979] Tank Buğra). Ge­ nellikle vakalarındaki olayların çokluğuna ve ideolojik yön­ lerinin ağır basmasına rağmen, bu romanlarda değişik psi­ koloj ik durumların da yer aldıkları ve bazı yazarların bun­ lara da dikkatle eğildikleri görülür. Ancak, bu gürültülü, insanı ve insanlığı hiçe sayan, ideoloj ik hedefler ve siyasi maksatlar uğruna her şeyi ko­ laylıkla feda edebilen eylemler döneminde, insan psikoloj i­ sinin sadece belli yazarlarda değerini koruması da tabiidir. Bu dönem roman ve hikayelerine konu olan psikolojik du­ rumlar, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, şuuraltı ha­ yatın bulanık, sisli ve anlaşılması güç dünyası ile birlikte, bunlardan çok daha yaygın olan normal ve değişik duygu­ lar, istekler, özlemler, bunalımlar, yalnızlıklar, heyecanlar ve ihtiraslarla ilgilidir. Romantik aşklan işleyen ve yazar­ Iarı çoğunlukla kadın olan romanlar ise, bu dönemde de büyük bir bolluk gösterir. Kahramanları değişik sosyal ve kültürel kesimlerden olan roman ve hikayelerde, psikolo­ jik temalıların bazen oldukça başarılı şekilde derinlere in· dikleri ve bazen de çok kabukta kaldıkları göze çarpar. II. dönemin, daha çok şuuraltı hayatla ilgili başarılı deneme­ ler yapmış olan Ahmet Harndi'nin bu dönemde de üç ro­ manı yayınlanır : Saatleri A yarlama Enstitüsü [ 196 1 ] , Sa lı­ nenin dışındakiler [ 1 973 ] ve Huzur [ 1 975 ] . Eserlerinde psikoloj ik konulara değişik ölçü v e şekiller­ de yer veren başlıca yazarlar şunlardır : Yusuf Atılgan (doğ. 1 92 1) (Bodur minareden öte [ 1 960 ] , A nayurt oteli [ 1 973 ] ), Adnan Özyalçıner (doğ. 1 934) (Panayır, hikayeler [ 1 960 ] , Sur, hikayeler [ 1 963 ] , Yağma, hikayeler [ 197 1 ] ), Ferit Edgü (doğ. 1936) (Bozgun, hikayeler [ 1962 ] , A v , hikayeler [ 1968 1 , Kimse [ 1 976 ] , O [ 1 977]), Feyyaz Kayacan (doğ. 1 9 19) (Sı ­ ğınak, hikayeler [ 1 962 ] , Cehennemde bir Yusuf [ 1964 ] , Gi­ biciler [ 1 967 ] , Hiçoğlu'nun serü venleri [ 1 96 9 ] ) , Demir Özlü (doğ. 1 935) (So/uma, hikayeler [ 1 963 ] , Boğuntulu sokaklar, hikayeler [ 1 966 ] , Öteki günler gibi bir gün [ 1974 ) , Bir uzun sonbahar [ 1 976 ] ) ve romanları aynı zamanda psiko­ lojik ağırlık taşıyan Selim İleri (Her gece Bodrum [ 1 976] , Ölüm ilişkileri [ 1 979]), Nezihe Meriç (Korsan çıkmazı [ 1 96 1 ] ), Tarık Dursun K. (Sevmek diye bir şey, hikayeler [ 1 965]), Oktay Akbal (Yalnızlık bana yasak, hikayel;:r [ 1 967 ] , İstinye suları , hikayeler f 1 973 ] , İnsan bir orman­ dır [ 1 975 ] ) , Tahsin Yücel (Mutfak çıknıazı [ 1 960 ] , Yaşa-

TüRK EDEBiYATI, Yeni dıktan sonra [ 1 969 ] ) , Esat Mahmut (Kadın isterse f 1 96 0 ] ) , Mükerrem Kımtil Su (A ynadaki kız [ 1 962 ] , A yrı dünyalar [ 1 964 ]), Muazzez Tahsin Berkand (Bir bahar akşamı [ 1 960] , Bulutlar dağılı n ca [ 1 967 ] , Uzayaıı yollar [ 1968 ] , Işık yağ� muru [ 1 97 1 ] , İki kalp arasında [ 1 972 ] , Bir gün sabalı ola­ cak mı? [ 1 97 2 ] ) , Kerime Nadir (Bir aşkın tarihi [ 1 962 ] , Saadet tacı [ 1 963 ] , Suya düşen hayaller [ 1 964] , Kar ge­ cesi [ 1 973 ] , Güller ve dikenler [ 1 977 ] , Bir çatı altında

[ 1 979 ] ). Tarihi konularda ise daha önceki dönemlerde olduğu gibi, yazarlar .eski Türk tarihinden İstiklal Harbi'ne kadar uzanan perspektifi yine kullanmakla birlikte, yoğunluk 0�­ manh tarihi ile Milli Mücadele'dedir. Tarihi roman çeşidi­ nin Cumhuriyet devrindeki ilk temsilcilerinden Abdullah Ziya Kazanoğlu'nun Kızıl kadırga [ 1 962 ] 'sı ile Kubila y Han'ın gelini [ 1966 ] ; Feridun Fazı) Tülbentçi'nin Hürrem Sultan [ 1 960] 'ı, Kanuni Sultan Süleyman [ 1 96 2 ] 'ı, Şanlı kadırgalar [ 1 964 ] 'ı ; Oğuz Özdeş ( 1 920 - 1 979)'in Oğuz Haıı [ 1964 ] 'ı ile "Karapençe dizisi" (Karapençe Estergon'da [ 1 966 ] , Karapençe'nin intikamı [ 1 966 ] , Karapençe Voyvo­ da'ya karşı [ 1 967 ] , Karapençe'nin oğlu [ 1 967 ] ) ; Ragıp Şev­ ki Yeşim ( 1 9 1 0 - 1 91 l)'in Zümrüt gözlü sultan (Hürrem Sultan [ 1 965 ] )'ı; Kemal Tahir'in Devlet a n a [ 1 967 ] 'sı ve Kurt kanunu [ 1 969 ] ; Emine Işınsu (doğ. 1 938)'nun Ak top­ raklar [ 1 97 1 ] 'ı ; Mustafa Necati Sepetçioğlu (doğ. 1 9 32)'nun Kilit [ 1 97 1 ] 'i, A nahtar [ 1 973 ] 'ı, Kapı [ 1 973 ] 'sı, Konak [ 1 974 ] 'ı, Çatı [ 1 974 ] 'sı, Üçler, yediler, kırklar [ 1 975 ] 'ı, Bu atlı geçide gider [ 1 977 ] 'i ve Sevinç Çokum (doğ. 1 943)'un Rumeli'nin elden çıkışını anlatan Bizim diyar [ 1 979] 'ı bun­ lar arasındadır. Milli Mücadele ise, bu dönem romancıların­ ca ayrı bir ilgi görür. Çete savaşlarından ordu savaşlarına, köylüsünden aydınına kadar, Milli Mücadele'nin olay ve in­ san olarak değişik kesimlerini ele alan bu tarz eserler arasın­ da başlıcaları : Esir şehrin malıpusu ( [ 1 9 6 2 ] Kemal Tahir), Yorgun savaşçı ( [ 1 965 ] Kemal Tahir), Hükümet meydanı ( [ 1 96 2 ] İlhan Tarus), Vatan tııtkusıı ( [ 1 967] İlhan Tarus), Kalpaklılar ( [ 1 96 2 ] Samim Kocagöz), Doludiı.gin ( [ 1 963 J Samim Kocagöz), Küçük A ğa ( [ 1 964] Tarık Buğra), Kü ­ çük A ğa A nkara'da ( [ 1966] Tarık Buğra), Firavun imanı ( [1976] Tarık Buğra) ve Toprak acıkınca ( [ 1968] Erol Toy)'dır. Denizi ve deniz adamlarını konu alan romanlar ve hikayeler bu dönemde de hemen hemen Il. dönemdeki ya­ zar kadrosunca sürdürülür. Yaman Koray'ın Deniz ağacı [ 1962 ] , Gelin tacı [ 1963 ] , Sığırcıklar [ 1 977 ] , Mola [ 1 970 ] ' sı, Büyük orfoz [ 1 97 5 ] 'u v e Tarık Dursun K.'nın Denizin kanı [ 1 968 ] , Cevat Şakir (Halikamas Bahkçısı)'in Deniz gurbetçileri [ 1 969 ] , Zeyyat Selimoğlu (doğ. 1 9 2 2)'nun Direğin tepesinde bir adam (hikAyeler [ 1 969] )'ı, Kıç üstünde top­ lantı (hikayeler [ 1 97 l ] )'sı, Koca denizde iki nokta (hiki­ yeler [ 1 973 ] )'sı, Karaya vurdu deniz (hikAyeler r 1 97 5 ] )'i bu tür roman ve hikayenin başlıca örııekleridir. Cumhuriyet devri roman ve hikAyesine ilk defa II. dö­ nemde Cengiz Dağcı ile girdiği görülen dış Türklerin ya­ şayışları ve değişik meseleleri ile ilgili konular, III. dö­ nemde coğrafi çerçeve bakımından genişlediği gibi , Tür­ kiye vatandaşı oldukları halde geçici bir süre için Batı Avrupa ülkelerinde büyük kalabahklar halinde yaşamakta olan Türk işçilerinin duruml arı da ele alınır. Cengiz Dağ­ cı'nın O topraklar bizimdi ( [ 1 966] Kırım Türkleri)'si ile Dönüş ( L 1 96 8 J Kırım Türkleri)'ü, Bekir Yıldız (doğ. 193 3)'

199

ın Türkler A lnıanya'da [ 1 966 ] 'sı ve A lman ekmeği [ 1974 ] ,

Emine Işınsu'nun A zap toprakları ( [ 1 970] Batı Trakya Türkleri), Tutsak ( [ 1 973 ] Irak Türkleri)'ı ve Çiçekler bü­ yür ( [ 1979] Bulgaristan Türkleri)'ü, Yüksel Pazarkaya (doğ. 1 940)'nın Oturma izni (hikAyeler [ 1 977 ] , Almanya'daki Türk işçileri), Hasan Kaythan'ın A cı s u ([ 1 97 9 ] Kırgız Türkleri)'yu bu konuyu işleyen başlıca eserlerdir. Genellikle cinsi tatminsizliğe dayanan bunalımlar ve davranışlarla ilgili konulara, daha çok aile çerçevesi için­ de, öteden beri Türk roman ve hikAyesinde yer verilmiş­ tir. Ancak, sebepleri ahlAk anlayışına, gelenekiere ve cinsi eğitim yokluğuna dayanan ve gençleri psikolojik bunalım­ Iara sürükleyen cinsi tatminsizlik meselesi, III. dönemin romanlarında ve hikAyelerinde daha sık, daha şuurlu ve sosyal yönlü olarak ele alınmıştır. Çoğunlukla, tek başına değil, değişik meseleler arasında işlenen bu konuya eğilen yazarlar : Tanrıgillerden biri (hikayeler [ 1 96 1 ] ) ve Sa nsar­ yan hanı (hikAyeler [ 1 967 ] ) ile Demirtaş Ceyhun; CinJel oyuıı [ 1 966 ] 'u ile Mehmet Seyda; Yürümek [ 1970] ' i ile Sevgi Soysal ( 1 93 6 - 1 976); Kerkenez [ 1 97 1 ] ile Cengiz Tuncer (doğ. 1 93 1 ) ; Bıçağ11ı ucu [ 1 973 ] ile AtillA İlhan ve Bir düğün gecesi [ 1 979 ] ile Adalet Ağaoğlu'dur. Cumhuriyet devri edebiyatının bu son döneminde ro­ man ve hikAyede, temel unsur olan insanla onun so­ ya) çevresi arasındaki bağı kavrayabilen dengeli ve başa­ rılı denemeler azdır. İnsanı çevresinden soyup sadece psi­ koloj ik bir yapı olarak veren ve çevrenin bu yapıdaki pa­ yını görmezlikten gelen yazarlada insanı hayattan silen, onun kendi dünyasını yıkan, onu çevrenin elinde bir robot durumuna getirrneğe çalışan yazarlar bu başarısızlığın so­ rumlularıdır. Zaten konusu dağ başındaki sosyal insan ol­ madığına göre. çevresiz insan kadar, insansız çevreler de düşüniilemez. Fiziki çevrenin içinde sosyal çevreyi yaratan ve ona belli bir düzen veren insandır. Düzenler her za­ man değişebilir, tek kalıcı , insandır. Her düzen, insanın daha iyi yaşayabilmesi için sadece bir vasıta olduğuna, bu­ nun aksi düşünülemeyeceğine göre, gaye olan insanın va­ sıta uğruna harcanması, hatta gaye olmaktan çıkarılıp ken­ dini insan yapan psikoloj ik muhtevası boşaltılarak boş bir kap, hiçbir şahsi fikri, görüşü ve yorumu olmayan bir araç durumuna getirilmesi de söz konusu olamaz. Bu se­ beple, her sanat eserinde, medeni her insanın hayatını kuran fert - çevre bağlantısını dengeli ve tutarl ı bir biçim­ de sağlamak kaçınılmazdır. Bunun dışındaki davranışlar, gerçekiere aykırı dü�.er. Mizah

ve

hiciv

:

Divan

edebiyatında yalnız şahıs­

lara yönelik, sosyal mahiyeti olmayan, hiciv yanı ağır ba­ san, ince espriteric ilgili bulunmayan bu tür (hezliyat, şathiyat),

Tanzimat

devrinde,

daha

yasi olaylara yönelmeğe başlar. Hatta

çok

sosyal

ve

si­

alaya alınan veya

hicvedilenler geneJiikle siyasi kişiler oldukları için, dolayı­ sıyla fertleri aşarak, bu tarz yazılar da siyasi bir mahi­ yet kazanırlar. Ziya Paşa'nın Ali Paşa'yı hedef alan ya­ zıları bu örneklerdendir. Ayrıca, bu devirde, kaba saldı­ rıların yerini de zarif espriler alır. Fakat mizahı ikinci plana itip doğrudan doğruya hicivle uğraşanlar yine var­ dır (Şair EşreO. 1 908'den sonra da mizalı sosyal konu­ lara yönelmektc devam eder. Esasen, II. Meşrutiyet dev­ rinin çok karışık ve çok hareketli siyasi hayatı, mizah tü­ rünü kuvvetle besieyebilecek durumdadır. Bu sebeple, mi­ zah yollu siyasi hiciv de bu devirde büyük bir gelişme

200

TO RK EDEBiYATI, Yeni

gösterir. Ayrıca, Tanzimat devrine göre, şekil bakımından da değişiklik göze çarpar. O zamana kadar hiciv ve mi­ zah nazımla yapılırken, II. Meşrutiyet devrinde "fıkra" şekli de büyük rağbet görür. Hatta mizahın, bu devrio çok gelişmiş bir türü olan küçük hikayeye girdiği de görülür. Cumhuriyet edebiyatının ilk döneminde ( 1 923 - ı 939) Türk mizah ve hicvini yürütenler, başka türlerde de ol­ duğu gibi, II. Meşrutiyet devrinin tanınmış mizahçı ve h icivcileridir : Hüseyin Suat Yalçın, Fazıl Ahmet Aykaç, Neyzen Tevfik Kolaylı, Halil Nihat Boztepe, Abdülbaki Fevzi Uluboy, Hüseyin Rıfat Işıl, Orhan Seyfi Orhon, Yu­ suf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ercüment Ekrem Talu, İbrahim Alaettin Gövsa. Bunlardan Hüseyin Suat Yalçın, o zamana kadar yaz­ dığı mizahi şi irlerini (Gave destanı [ ı 923 ] ) , Fazı I Ahmet Aykaç mizalı yazılarını (Kırpıntı [ ı 924 ] , Şeytan diyor ki r ı 927] Fazı/ A hmet r ı 93 4 ] ) , Neyzen Tevfik Kolaylı, mi­ zahtan çok kaba hiciv mahiyetindeki şi irlerini (A zab-ı ınıı­ koddes [ ı 924 ]), Halil Nihat Boztepe, çoğu divan nazmının şekilleri ile yazılmış şiirlerini (Aylne-i devran [ ı 924 ] , May­ tab [ ı 924 ] ) , İhsan Hamami, aynı şekillerdeki manzume­ lerini (Divan-ı İhsan [ ı 928 ] , Hamsinome [ ı 92 8 ] ), İbrahim Alaettin Gövsa, mizahla ilgili yazılarını (Şen yazılar [ 1 926 ] ) ve Faruk Nafiz Çamlıbel de bu türdeki şiirlerini (Tatlı sert [ ı 93 8 ] ) hep bu dönemde yayınladılar. Abdül­ baki Uluboy ile Hüseyin Rıfat lşıl'ın yine bu dönemde yazılmış mizalı yazıları kitap haline getirilmiş değildir. Bu dönemde çıkarmış oldukları mizah dergileri ile Türk mizalıının yaşamasında ve gelişmesinde büyük emekleri ge­ çen Orhan Seyfi Orhon ile Yusuf Ziya Ortaç ise, nazım ve nesir halindeki mizalı yazılarını kitap olarak daha son­ raki dönemde yayınladılar. Hiciv alanına gelince; bu dö­ nemin en sert ve en büyük tepkiler yapan örnekleri , Put­ ları yıkıyoruz! ("Resimli Ay" dergisi [ 1 92 9 ] ) başl ığı al­ tında, Nazım Hikmet'in, Türk edebiyatının şair ve yazar olarak o dönemdeki otoriteleri (Mehmet Emin Yurdakul, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi Tanrıöver) aleyhine serbest nazımla yazılmış man­ zumeleridir. Bu dönemin mizahım büyük bir espri gücü ve yoğun bir verimiilikle dolduran yazar ise, Ercüment Ekrem Talu ( 1 888 - 1 956)'dur. Yazı hayatına Mütareke yıllarında baş­ layıp Cumhuriyet'in ilanma kadar ard ı ardına yayınla­ dığı mizahi fıkra, roman ve hikayeleri ile hızla şöhrete ulaştı. Adını, ilk olarak, hayalinde yeniden diriltip XX. yüzyılın başlarındaki İstanbul'a getirerek, geçen zaman bo­ yunca büyük değişikliklere uğramış olan hayatın değişik kesimlerini onun gözlemleri, safça hayretleri , esprileri , se­ vimli ve mübalagalı üsli'ıbu ile anlatan Evliya-yı Cedld [ 1 920] udlı eseri ile duyurdu. Bunu A sriler [ 1 922 ] , Gün batarkeli [ 1 922 ] , Kopuk [ 1 922 ] , Sabir Efendi'nin gelini [ 1 922 ] adlı romanları takip etti. Cumhuriyet devrine rast­ layan ilk eserleri ise, Şevketmeab [ 1 925 ] , Kundakçı [ 1 926 ] adlı romanları ile Teraviden salı ura [ 1 923 ] , Sevgiliye ma­ sal/ar [ 1 925 1 ve Kız A li [ 1 92 6 J adlı hikaye kitaplarıdır. Yine bu dönemdeki Meşhedi ile devr-i alem [ 1 927 ] adlı rom anı , Türk mizahına, aşırı mübalağacı bir İranlı (Meş­ hedi) ile bir · İstanbul kopuğu (Torik Necmi) tiplerini ka­ zandırd ı. Bunlardan sonra, yayımları yine ilk döneme rast­ layan başka romanları ile hikaye kitapları da şunlardır : Gemi nrslnm [ 1 92 8 ] , Meşlı e di arslan peşinele 1 1 934 1 , Pa-

peloğlu [ 1938 1 , Meşhedl'nin hikayeleri [ 1928 ] . Yazı haya­ tının en verimli safhası 1 922 - 1 928 yıllarında olan, çoğun­ lukla İstanbul'un fakir halkı arasından seçtiği kişileri ken­ di yaşayış şartları içinde, büyük bir gözlem gücü ve canlı bir realizm ile çizen Ercüment Ekrem Talu'nun Erenler [ 1 926 ] ad l ı bir de komedisi vardır.

I . dönemde Türk mizalıının ideoloj ik yönü olmadığı için, ele alınan değişik konulardaki bütün görüşler tama­ mıyla şahsidir. Ancak, bu konular (bürokrasi, nüfuz tica­ reti, pahal ılık ve ekonomik adaletsizlik, dar geliriiierin ge­ çim sıkıntıları, sosyal ahlak bozukluğu, aşırı kazanç, kara­ borsacılık, din sömürüsü , devlet hazinesinden yapılan yol­ suzluklar . . . ), halkın büyük çoğunluğunun da şikayetçi ol­ dukları konulardır. Böylece yazarlar, aynı zamanda, halkın şikayetlerine de tercüman olmuş olurlar. II. dönem ( 1 939- 1 960)'in başlarında da, mizalı türü­ nü I. dönemin yazarlarından bazıları yürütmekte devam ederler. Bunların başlıcaları, Ercüment Ekrem Talu ile Yu­ suf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon'dur. Eski verimlili­ ği kalmamış olan Ercüment Ekrem'in bu dönemdeki mizah çalışmabrı sadece altı yıl sürer ve bu süre içinde şu ro­ manlarını yayınlar : Beyaz şemsiye/i [ 1 939 ] , Bu gönül böy­ le sevdi [ 1 94 1 1 . Çömlekoğlu ve nilesi [ 1 945 ] . Orhan Seyfi Orhon, A srl Kerem [ 1 942 ] , Kulak tan kulağa [ 1 943 ] , D ü ­ ğ ü n gecesi [ 1 957 ] ve Yusuf Ziya Ortaç da Beşik [ 1 943 ] , Ocak [ 1 943 ] ve Sarı çizme/i Mehmed A ğa [ 1 956 ] adlı eserleri ilc bu türdeki son ürünlerini verirler. Yusuf Ziya, Türk mizahının en uzun ömürlü dergisi olan "Akbaba" ile de mizah çal ışmalarını sürdürür. I. dönemin mizalı yazılarında çok rağbet görmüş olan nazım , 11. dönemde gittikçe kaybolur ve 1 945'ten sonra, küçük hikaye ön plana geçer. Cumhuriyet devri mizah edebiyatının yalnız Il. dö­ nemde değil, III. döneminde de önde gelen yazarı Aziz Nesin (doğ. 1 9 1 5)'dir. 1 944'te fıkra yazarı olarak başlattığı mizah çalışmalarını hızla geliştirerek, kısa sürede, hikaye­ ye, romana ve tiyatroya geçti. Büyük verimliliği ile bütün bu tekniklerden yararlanarak meydana getirdiği eserlerin sayısı çok kabarıktır. Sosyal ist görüşe bağlı bulunduğu hal­ de, kara mizaha sapmam ış; aydınlık, sevimli ve renkli bir mizah yaratabilmiştir. Neolojizme fazla yönelmeyen ve ortak konuşma dili­ nin bütün vokabüler, deyim ve ifade özelliklerini benim · seyen bir dil ile yine konuşma üsli'ıbuna bağlı, açık, canlı ve yalın bir üsli'ıba da sahip bulunan yazarın fıkra, hi­ kaye ve rom:ın olarak yayınlanmış pek çok eserlerinden bazıları şunlardır : a. Fıkralar. Nutuk makinesi [ 1 958 1 , A z gittik u z gittik [ 1 959 ] , Merhaba [ 1 97 1 ] ; b . Hikayeler. it kuyruğu [ 1 955 ] , Danıda deli var [ 1 956 ] , Koltuk [ 1 957 ] , Nazik alet [ 1 958 ] , Gıdıgıdı [ 1 959 ] , A h biz eşekler [ 1 960 ] , Bir koltuk nasıl devri/ir? [ 1 96 1 ] , Biz adam olmayız [ 1 962 ] , Sosyalizm geliyor savu/un [ 1 965 ] , Vatan sağ olsun [ 1965 ) . Yaşasın memleket [ 1 969 ] ; c . Romanlar. Kadın olan erkek L 1 955 J , Gol kr alı Sait Hopsait [ 1 957 ] , Saçkıran [ 1 959 ] , Zübiik [ 1 9 6 ı ) , Şimdiki çocuklar harika [ 1 967 ] , Tatlı Be­ tüş ı 1974 [ . Mizaha I . dönemde başlayıp o dönemin yaygın konu­ ları olan bürokrasi, değerli yerlere getirilen değersiz kişi­ ler, dalkavukluk, iki yüzlülük, rüşvet, iltimas, yolsuzluk . . . gibi daha ç o k şahsi v e sosyal ahlaksızlıkları işleyen man­ zumelerini I I . dönemde Geçti Bor'un pazarı (Bir devir böy­ le geç ti) [ 1 952 1 adı ile yay ın i a y a n Namdar Rahmi Kara-

TüRK EDEBiYATI, Yeni tay ( 1 896 - 1953)'dan başka, II. dönemde girdikleri mizalı alanında I I I . dönem boyunca da çal ışmalarını sürdüren ya­ zarlar Rıfat Ilgaz ile Adnan Veli Kanık'tır. İçlerinde en verimlileri olan Rıfat Ilgaz (doğ. 1 9 1 l )'ın hikaye ve roman olarak bu türde yayınlanmış eserleri : a. Hikayeler. Radarın anah tarı [ ı 957 J, Don Kişot İstanbul' da [ 1 957 ] , Kesme/i bunları [ 1 962 ] , Nerde o eski usturalar f 1 962 ] , Geçmişe mazi [ 1 965 ] ; b. Romanlar, Bababam dizisinden üç roman Bababam sınıfı [ 1 959 ] , Bababam sın ıfı bask ında [ 1 973 ] , Bababam sınıfı uyanıyor [ 1 973 ] , Bizim k oğuş [ 1959] 'tur. Adnan Veli Kanık ( 1 9 1 6 - 1 972) mizalı türundeki hi­ kayelerini Mapusane çeşmesi [ 1 952 ] , Sosyete [ 1 956 ] , Se ­ çim konuşmaları [ ı 957 ] , Kaynana [ ı 957 ] adlı kitaplarında topladı. Tanzimat'tan beri uğradığı çok sık de­ ğişiklikler arasında sürüp gelen ve nesillerin birbirlerini ardı ardına takip ettikleri Türk edebiyatı, bu hızlı akışı ve nesillerin kesintisiz olarak yaptıkları yer ve şöhret edin­ me mücadelesi içinde, polemikten kurtulup gerçek tenkit türünü geliştirme imkanını bulamadı. Bu türde ispatladık­ ları değerlerini zaman içinde yaşatmağa çok kısa ömür­ leri müsaade etmeyen Beşir Fuad ( 1 852 - 1 887) ile Ahmed Şuayb ( 1 876 - 1 9 1 8)'ın dışında edebi tenkit, bir sonraki nesillerin hücumlarından ve daha önceki nesillerin savun­ malarından, yani polemikten ibaret kaldı. Hücum veya sa­ vunma amacı taşımayan yazılar ise, ya şahsi münasebet­ lerin yönlendirdiği sempati ve antipatHerin veya kabukta ve basmakalıp düşüncelerin yer aldığı basit yazılar oldu. Edebi tenkit

:

Cumhuriyet devrinde de bu durumun, çok az istisna­ larla, aynen sürüp geldiği görülür. II. Meşrutiyet devrin­ de gerçek edebi tenkidin Ahmed Şuayb'dan sonra tek tem­ si lcisi Fuad Köprülü, bu devirde yazılmış tenkitlerini Cum­ huriyet devrinin ilk döneminde yayınladı : Bugünkü ede­ biyat ( 1 924).

I. dönemde daha çok tiyatro tenkitleri ile tanınan II. dönemdeki tenkit çalış­ malarını daha çok şiir türünde topladı. Ataç, zengin kül­ türü ve samimi tutumu ile genç şairlere yol gösterınede ve böylece Garib şiir topluluğunun doğmasında da et­ kili oldu. Ancak, görüşlerindeki tutarsızlıklarla zaman zaman kamu oyunun güvenini sarstığı görülür. Ataç'ın, baş­ ka türlerdeki bazı yazıları ile birlikte tenkit yazılarını da . toplayan başlıca eserleri şunlardır : Günlerin getirdiği [ 1 946 1 , Karalama defteri [ 1 952 ] , A rarken [ 1 954 ] , Diyelim [ 1 954 ] , Sö ı. arasında [ 1957 1 , Prospero ile Caliban [ 1 96 1 ] . N urullah Ataç (1 898 - 1 957),

Gerek geniş kültürü gerek yapıcı tutumu ile II. dönemdeki yazıları dikkati çekrneğe başlayan Suut Ke· mal Yetkin ( 1 903 - 1 980), III. dönemde de gerçek edebi tenkidin temsilci lerinden biridir. İçlerinde tenkitle ilgili ya­ zılarının da bulunduğu başlıca eserleri : Edebiyat konuş­ maları [ 1 944 ] , Edebiyat üzerine [ 1 952 ] , Günlerin götür­ düğü [ 1 95 8 ] , Düşün payı [ 1 960] , Yok uşa doğru [ 1 963 ] , Şiir üzerine düşünceler [ 1 969 ] 'dir. Başka edebi türlerde de eser vermekle birlikte, tenkit­ lerini daha çok tiyatro türüne yöneltmiş bulunan Selami İzzet Sedes (1 896 - 1 964)'in bu tarz yazıları Tiyatro sanatı f 1 93 5 J , Tiyatro konuşmaları [ 1 93 6 1 ve Tiyatroya dair r 1 93 8 ] adlı eserlerindedir. 11. dönemde başladıkları tenkit çal ışmalarına I I J. dö­ nem boyunca da devam eden başlıca yazarlar arasında ise

TüRK ETNOGRAFYASI

201

Ahmet Harndi Tanpınar, Nihat Sami Banarlı, Cevdet Kud­ ret, Vedat Günyol, Orhan Burian, Mehmet Kaplan ve Fet­ hi Naci sayılabilir. Ahmet Harndi'nin tenkitle i lgili yazı­ ları, ölümünden sonra Edebiyat üzerine makaleler [ 1 96 9 ] a d ı i l e yayınlandı . Tenkitlerini Nihat Sami Danarlı ( 1 907 1 974) Türkçenin sırları [ 1 9 1 7 ] ; Cevdet Kudret (doğ. 1 907) Dilleri var bizim dile benzemez [ 1 966 1 ; Vedat Günyol (doğ. 1 9 1 2) Dile gelseler [ 1 966 ] ve Çalakalem [ 1 977 1 ; Orhan Durian ( 1 9 1 4 - 1 953) Denemeler - eleştiriler [ 1 964 1 ; Meh­ met Kaplan (doğ. 1 9 1 5) Şiir tahlilleri [ 1 . c. 1 954; 3. b. 1 965 ] , Büyük Türkiye ruyası [ 1 969 ] , Cumhuriyet devri Türk şiiri [ 1 973 ] ve Edebiyatımızın içinden [ 1 978 1 ; Fethi Naci (doğ. 1 927) İnsan tükenmeı. [ 1 956 ) , Gerçeğe saygı [ 1 959 ] ve On Tiirk romanı [ ı 97 1 ] adlı kitaplarında topladılar. Bu tenkitçiler, çalışmalarını III. dönemde de ciddi­ yede sürdürdüler. Ancak, onların yanında, edebi tenkidi bir sorumsuzluk alanı haline getirrneğe çalışanların çokluğıı da dikkati çeker. Bunun başlıca sebebi , ideoloj ik yakın­ lıkların tek değer ölçüsü olarak kullanılmasıdır. Edebi eserin sanat yönünü değerlendiren ölçülerin bir yana iti­ lip sadece fikir yakınlığı taşıyan yazar ve şairlerin övül­ meğe, ta�ımayanların ise yok sayılınağa veya var sayılsa­ lar da mutlak şekilde yerilmeğe tabi tutulmaları; tenkit alanında gerçek tenkitçinin vasıflarından uzak, görevli birer küçük sansür memuru gibi çalışan bazı kişilerin de -sırf bir ideolojiye bağlı bulunmanın vehmettirdiği yetki ile- söze karışma hakkını kendilerinde bulabilmeleri, aslında, bu dö­ nemin genel edebi tablosuna aykırı düşmemektedir. Deneme : İlk örnekleri Tanzimat devrinde görüldüğü halde nasıl hikaye ancak II. Meşrutiyet devrinde ayrı ve çok rağbet gören bir tür seviyesine yükselebiidi ise, Ser­ vet-i Fünun ve I I . Meşrutiyet devirlerinde ilk örneklerine rastlanan, fakat adı pek duyulmayan deneme de Cum­ huriyet devrinde ayrı bir tür haline geldi ve çok rağbet gördü. Belki de gördüğü rağbetin etkisi ile pek çok ya­ zarın ilgisini çeken bu türün gerçek anlamı ile kullanıl­ madığı sayısız örnekleri ile anlaşılmaktadır. Belli bir tek­

niği bulunmad ığı sanılarak rastgele yazılan bu denemele­ rin büyük çoğunluğu, teknikçe, fıkra ve edebi tenkitle ka­ rıştırılırıı ştır. Oysa, denemenin edebi tenkitle doğrudan bir ilgisi yoktur. Cumhuriyet devri T. E.'nın II. döneminde başlayıp III. döneminde daha da yaygınlaşan bu türün her iki dö­ nemdeki başlıca temsilcileri arasında, edebi tenkit bölü­ münde adları kayıtlı eserleri ile Nurullah Ataç; Şiirin il­ keleri [ 1 952 ] , Kendimle konuşmalar [ 1 969] ve Şiir ve ci­ nayet [ 1 975 ] adlı kitapları ile Salah Birsel; Mavi ve kara [ 1 96 1 ] Vt: Sanat üzerine denemeler [ 1 974 1 adlı eserleri ile Sabahattin Eyuboğlu; Doğu - batı [ 1 96 1 ] , Konuşarak [ 1 964 ] , Yeni tanrılar [ 1 974 ] ve Dilimiz üstüne konuşmalar [ 1 979] adlı kitapları ile Melih Cevdet Anday; Yeni Tür­ kiye ardında [ 1 966 ] , Devlet insan m ı ? [ 1 974 ] ve Cehen­ nem bu cehennem [ 1 97 5 ] adlı eserleri ile Vedat Günyol; Dost kitaplar [ 1 967 1 , Kon umuz edebiyat f 1968] ve Yazmak yaşamak [ 1 972 ] adlı kitapları ilc Oktay Akbal; Denemeler [ 1 972 ] adlı eseri ile Suut Kemal Yetkin ve Bir bakıma f 1977 ] adlı kitabı i lc Cevdet Kudret sayılabilir. (K. Akyüz)

TÜRK ETNOGRAFY ASI : Ana yurdu İç Asya olan Türkler, antropoloj i bakımından yeryüzündeki üç büyük ırk grupu (Europid, Mongoloid, Negroid)'ndan Europid grupu-

202

TORK ETNOGRAFYASI

na, bunun da Alpin zümresine, bazılarına göre dar anlam­ da Türk veya Turanid bölümüne girerler. Kültür bakımından atlı halklar kültür çevresine dahil olan Türklerin eski kültürü, İskit kültürü ile akrabadır. M. Ö. VIII. yüzyılda tarih sahnesinde görülen İskitterin kökeni yeteri kadar aydınlanmamıştır. Bunların arasına pek çok Türk unsurunun karıştığı ileri sürülmüştür. Türklerin maddi kültürlerine ait araştırmalarıyla tanınmış olan And­ ras Alföldi'ye göre, İskitler içinde Türklerin hakim unsur olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Türkler ana yurtlarından güneye indikçe veya doğuya, batıya yöneldikçe diğer eski kültürlerin varisi ve aktancısı olmuşlar, kendi medeniyetlerini de gittikleri yerlerdeki top­ luluklara aşılamışlardır. Türklerin atalarının Orta Asya'daki yurtlarına ne za­ man geldikleri belli değildir. Neolitik Çağ'dan önce Türk­ lerin Orta Asya'daki bozkırlara yerleşerek ilkin oymak, da­ ha sonra da millet seviyesine ulaştıkları söylenebilir. Karoly Czegledy adlı Macar Sernitisı ve Türkoloğu,

A nomad nepek vandorlcisa n .,pkef e ttö! napnyugatig (Buda­

pest [ 1 969 ] ) adlı eserinde Türklerin çok erken çağlardan baş­ layarak uygun yerler buldukça hayvancılığın yanında tarı­ mı da geliştirdiklerini söylemekte, buna tanık olarak Türk­ çedeki tarımla ilgili sözleri göstermektedir. Özellikle bozkır­ larda yaşayanların hayvan yetiştirmeye elverişli bu bölge­ lerde büyük başarı gösterdiklerini belirtmektedir. Laszl6 Rasonyi (b. bk.), Tuna boyunda eski Türk kavim­ leri [ 1 98 1 ] adlı eserinde Orta Asya bozkırlarından batıya göçlerinde Türklerin, Macar, Romen ve Bulgartarla temas ederek onların devlet kurmalarına yaptıkları katkılardan söz eder. Arnold J. Toynbee (b. bk.) adlı İngiliz kültür tarihçisi çeşitli eserlerinde Orta Asya göçebelerinin hayvan sürülerini beslemek için yaylalara ihtiyaçları olduğundan ve bunları savunmak için savaşa her an hazır olmak gerektiğinden ve strateji hazırlıklarından, zamanla bunlarda devlet kurma ye­ teneğinin geliştiğinden bahseder. Onlar keçe çadırlarını ge­ rektiğinde çabucak derleyip hayvan s ırtına yükleyebilirler. Giyimleri koyun derisinden ve yünden yapılmıştır. Ör­ dükleri yağlıklar çoğunlukla geometrik motiflerle süslüdür. At sürüleri, yalnız binek aracı olarak değil, etinden ve kı­ mız yapmak için sütünden yararlanmak gayesiyle de bes­ lenirdi. Orta Asya bozkırlarındaki bu göçebe hayat, zama­ nımızda ancak yörüklerde görülmektedir. Orta Asya bozkırlarında yaşayan göçebelere süslü Çin malzemesi, şatafatlı Bizans hayatı, bereketli Mezopotamya toprakları daima cazip görünmüştür. Rus asıllı Orta Asya araştırıcısı Petr K. Kozlov (b. bk.)' un Noin Ula (b. bk.) kazılarında bulduğu eserler, Orta Asya bozkır sanatı hakkında gayet açık fikirler vermektedir. Boz­ kırdaki göçebeler yalnız hayvanları evcilleştirmekle kalma­ mışlar, madenieri de işlemişler ve keçe üzerine hayali re­ simler yapmışlardır. Altaylarda yapılan kazılarda bir tümü­ lüste bulunan mezarın Türk beylerinden birine ait olduğu sanılmaktadır. Bu mezarda ele geçen kurban edilmiş 10 at ve eyerler, başlarına geçirilen altın maskeler ve Ren geyiği­ ne benzetrnek için takılan kanatlar, XX. yüzyılın en önemli buluntutarıdır. Tarihte T. E. hakkındaki bilgilerimiz Orhon ve Yeni­ sey anıtlarının bulunmasıyla artmaya başlamıştır. W. Thomsen (b. bk.) bunların metnini çözmemiş olsaydı Gök Türkler hakkındaki bilgilerimiz ancak Çin kaynaklarına bağ-

TÜRK ETNOGRAFY ASI : Cepken lı kalırdı. Kuzey Moğolistan'da bulunan ve Kül Tigin'e ait olduğu ileri sürülen heyket başı tulgalı ve kartat motiflidir. Bu heykcl başı Orta Asya Türk tipi ve Türk başlığı bakkın­ da değerli bir belgedir. Türkiye'de etnografya ile ilgili çalışmalar yenidir. Et­ nografya ve folklor daha çok birlikte ele alınmıştır. Kaynak olarak Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si alınmış, ilk defa M. Satı Bey, Mekteb-i mülkiye'de [ 1 908 - 1 909 ] bu konu­ da dersler vermiş ve İlm-i akvam adlı eserini yayınlamıştır. Etnografya ve folklor Ziya Gökalp'ın katkılarıyla giderek değer kazanmış, 1925'te İstanbul DarülfünOnu'nda etnog­ rafya eserlerinin derlenmesi için Halil Edhem'in başkanlı­ ğında Fuad Köprülü ve Macar asıllı Gyula Meszaros'un da bulunduğu antropoloj i tetkik (inceleme) merkezi kurul­ muştur. Bu kuruluş daha sonra Meszaros koleksiyonu ile birlikte Ankara Etnografya Müzesinde çalışmalarını sürdür­ müş, o tarihte müze müdürlüğüne de Harnit Zübeyr Koşay atanmıştır. Etnografya Müzesinin Devlet Müzesi adı altında 25 eylül 1 925'te temeli atılmış ve 1 927'de açılmıştır. Gittik­ çe zenginleşen ve gelişen Etnografya Müzesi yanında başka müzelerde de etnografya seksiyonları bulunmaktadır. Bu müzelerde milletlerarası UNESCO ve ICOM adlı kuruluşla­ rın tavsiye ve yöntemleri uygulanmaktadır. T. E. Türkiye Cumhuriyeti döneminde ciddi olarak ele alınmıştır. Üniversitelerimizde etnoloj i kürsüleri kurul-

203

TÜ RK ETNOGRAFYASI muş olup etnografya dersleri okutulmaktadır. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğünce "Türk Etnografya Dergisi" zaman zaman yayınlanmaktadır. Uzun yıllar boyunca çı­ karılan "Türk Fo.l klor Araştırmaları" dergisi ve yeni ya­ yınlanan "Türk Folkloru" dergisinde ctnografya ile ilgili ma­ kaleler bulunmaktadır. T. E. bakımından Topkapı Sarayı, başlıbaşına bir ha­ zinedir. Batı müzelerinin çoğunda Türk halk sanatı eserlerin­ den halılar, kilimler, yağlıklar, bilezikler, yüzükler, çiniler, kap kacak vb. eşyalar bulunmaktadır. Bazıları, eskiden Türklerin yüksek medeniyetler kurdukları yerlerden kazılar ve araştırmalarda elde edilmiştir. Berlin'de Kavimler Mü­ zesi'ndeki Çin Türkisıanı Uygur eserleri bu türdendir. Da­ nimarka'nın Merkez Müzesinde Orta Asya Türklerine ait çok zengin ve değerli bir koleksiyon mevcuttur. Sovyetler Birliği'ndeki müzelerde çok değerli koleksiyonlar bulunmak­ tadır. Yunanistan'ın Benaki Müzesi (Atina)'ndeki Yakın Do­ ğu Türk eserleri de büyük bir değer taşır. Moğollar son zamanlarda Orhon - Yenisey Türk eserle­ rine önem vermişler ve bunlarla ilgili bir müze kurma yolu­ na gitmişlerdir. Kavim, kabile, aşiret gibi insan topluluklarını maddi kültürleriyle inceleyen etnografya bilimi ülkemiz açısından son derece önemlidir.

Ülkemiz, arke­ oloj i, antropoloj i ve

etnoloj i araştırmala­ rı için değerli ince­ leme alanlarına sa­

hiptir. Coğrafi ba­ kımdan dünya üze­ rindeki yeri oğlunun

insan­

yaşaması

için son derece el­ verişlidir. Tarih bo­ yunca pek çok etnik grupların burada ya­ şamış olması bunun açık

bir

delilid ir.

Anadolu gerek fau­ na (hayvan varlığı) gerek ki

flora

örtüsü)

(bit­ bakım­

larından dünyanın önemli merkezlerin- TÜRK ETNOGRAFY ASI : Nalm dendir. Akdeniz florasıyla örtülü bir kıyı şeridinden 5 000 m ye kadar yük­ selen topraklarında her türlü iklim görülür. Bu sebepten pek çok canl ı varlığın da vatanı olmuştur. Tarih boyunca Ana­ dolu'da yaşayanlar tabiatın zengin imkanlarından yararlan­ mış, böylece tabiat bu bölgenin etnoloj isinde önemli bir yer almıştır. Toprak, hava, su, ateş, ağaç, yaprak, ot, çiçek ve çeşitli hayvanların Anadolu etnoloj isi üzerindeki etkisi bü­ yük olmuştur. Toprağın ham maddesi olan taş, insan hayatında büyük rol oynar. Türkler, taşı avcılıkta kullanırlar. Zararlı hayvanları yok etmek için olduğu gibi, av hayvanlarını av­ lamak amacıyla da çok başarılı bir şekilde taş atarlar. Bazı ağaçları ve ağaççıkları yüksek bir irtifadan kaya parçası atarak kırar veya yıkarlar. Kuş avlamak için taş kapanlar kurulur. Yuvarlak çakıl taşlarını sapanla uzak mesafelere atarlar. Türkler daha çok hayvan besleyen ve tarım ya­ pan bir halktır. Yetiştirilen tarım hayvanı keçidir. Keçi, daha çok taş ağıUar içinde korunur. Kuyuların, çukurların ağzı da levha şeklinde iri taşlarla kapatılır. Ekmek, yassı taşlar üzerinde pişirilir. Üzerinde ekmek pişirilen saç, bun­ dan çıkmıştır. · Dengesiz hayvan yüklerinde denge kurmak üzere taş kullanılır. Silindir şekline getirilmiş taş, üzeri toprakla örtülü dam­ larda, yuğ taşı veya yuğgu taşı olarak kullanılır. Taş silin­ dir yuvartaoarak damın üzerindeki killi toprak sıkıştırılır. Yağmur sularının alta geçmesine, evin içine damlamasına engel olunur. Harmanlarda, özellikle buğday harmanlarında, buğday tanelerinin kalburlanacağı yer temizlenir, süpürülür, bu te­ miz yere su serpilir ve el kadar büyüklükte düzgün bir taş parçası konur. Buğday, bu taşın üzerine kalburlanarak yığılır. Taş, oyunlarda da kullanılır. Beş taş, dokurcun oyunu, dama, kaydırak, höyük v.b. birçok oyunlarda kullanılır. Ço­ cuğu olmayan kadınlar büyük delik taşlardan geçirilir. Kü­

TÜRK ETNOGRAFYASI : Çorap

çük çocukların yaşamaları veya n azardan kurtulmaları için kundakları ilc b i rl i k t e d e l i k taştan gcçirilirler.

TORK ETNOGRAFYASI

204

Harman dövmede kullanılan taştan düven taşı olarak da yararlanılır. Kıymetli taşlar süs olarak, çakmak taşı, kav yakmak için kullanılır. T. E.'nda inceleme konularının başlıcaları şunlardır : Konut türleri ; ev eşyası ; ısıtma araçları ; aydınlatma araçları ; beslenme araçları ; avcılık; çobanlık; tarım; kü­ çük sanatlar; giyim eşyaları ; süs eşyaları ; ulaştırma araç­ ları ; ölçüler, müzik aletleri ; inanma ile ilgili araçl ar; iş­ lemeler; silahlar; halk sanatları.

Konut türleri; ev eşyası , umma ve aydınlatma araçları : insanlar mağaralarda yaşarlardı. Kendilerini şid­ detli soğuklardan ve sıcaklardan, fırtınalardan, yağışlardan, vahşi hayvanların hücumundan mağaralarda korurlardı. Tabii mağaralar, insanlar için sığınacak yerler olmuş­ tur. Taşları yontulmaya uygun olan mağaraları genişlet· mişler, bunlara benzer suni mağaralar açmışlardır. İlk in­ İlk

sanlar köknar gibi çok sık yapraklı ağaçların altında zararlı yaratıklardan korunmuşlar, tehlike anlarında a�açlara tır­ manmışlardır. İlk kulübeler, ağaçların üzerinde kurulmuş, sonradan kulübeler ağaçlar taklit edilerek yapılmıştır. Ağaç kovukları, inler, ev için kapı ve pencere yapımı düşün­ cesini vermiştir. Her kavmin ev şekli, ev çeşidi ayrıdır. Evler, kuru duvarla örüldüğü gibi, kerpiçten, ahşaptan, tuğ­ ladan, taş, kum ve çimento karışımından da yapılır. Türk­ lerde evler genel olarak dolma ve ahşaptır. Bu sebe .J­ ten 200 yıldan fazla dayanıklı olanları pek azdır. Mem­ leketimizin her coğrafi bölgesinde, hatta her bölge­ nin içinde çeşitli iklim ve coğrafya şartlarında ayrı tip ve ayrı malzemeden yapılmış evler görülür. Çobanlıkla ve hayvancılıkla geçinen, mevsimlere göre çeşitli iklimlerde değişik yüksekliklerde kendiliğinden yetişen yem bitkileri­ ni arayıp bulan keçi ve koyun sürülerinin peşinde yürüyen göçerlerin geçici zaman için oturdukları çadırlar kara keçi kı­ lından dokunmuştur. Bu çadırların çoğu çadır örtüsü biçimin-

TÜRK ETNOGRAFY ASI : Gelin başı dedir. Çadır, göçebeleri yağıştan, rüzgardan, zararlı hayvan­ lardan korur. Kıl çadı rlardan başka yün çadırlar da vardır. Ormanlık bölgelerdeki yayla evleri ahşaptan yapılır. Orman­ lardan uzak olan köylerdeki Türk evleri daha çok toprak damlıdır. Kerpiçten yapılmış olanlarla, tahta, çinko, kire­ mitic çadır örtüsü şeklinde kurulmuş bulunanlar da büyük bir yekCın tutar. Köylerdeki cvlcr, kaba saba malzemeden, derme çatma olarak yapılır. Köylerde konutları daha çok cv sahibi bizzat kendisi yapar. Küçük kasabalardaki evlcrle büyük şehirlerin kenar mahallelerindeki gecekondu adı verilen konutlar çok basit, dayanıksız, sağlıksız yapı­ lardır. Köy evlerinin tipi bölgelere göre değişiklik gös­ terir. Sıcak bölgelerdeki evler havadar yapılır. Geniş teras­ lar bırakılır. Kuzey rüzgarlarından korunmak için köyler daha çok d ağların ve tep:;:lerin güneye bakan etekleri üze­ rinde, derelerio içinde, kuytu yerlerde kurulur. Yapıların ısınma>ı ve yiyecek pişirmek, su ısıtmak için evlerde şö­ mineler, tandırlar vardır. Kasaba evlerinde odun veya kö­ mür sobası kurulur. Bacalar çeşididir. Yağmur sularının girmemesi için bacal:ırın delikleri uzun. geniş ve yassı taş­ larla kapatılır. Köylerde ve kasabalarda yollar dardır. Sa­ çaklar geniştir. Yapı ti plerinde hayvancıl ığın ve ziraatın et­ kisi büyüktür. Her evin ahırı, kümes i . samanlığı, arnbarı

TÜRK ETNOGRAFYASI

:

Saat ve para kesesi

bulunur. Köy evlerinin pence releri küçüktür. Genel olarak pencerelerde cam bul unur. Şehirlerdek i eski Türk evleri ge­ nellikle kafcsli, cumbal ı , saçaklı yapılır. Harem ve selamlık

TORK ETNOGRAFYASI

205

bulunur. Güney ve Güney-doğu Anadolu'da, iktimin etkisi dolaymyla evlerin odaları geniş bir taşlığın veya avlunun kıyısında yahut etrafında bulunur. Evin dört bir tarafı yük­ sek duvarlarla çevri lmiştir. Taşl ık veya avlu serindir. Türk evlerinin dışı ba> it ise de içi süslüdür. Evin tavanı, ocaklığı, kapıların kanatları ile pencerelerin, dolapların kapakları çok süslü yapılır. Türkler, konutlarına ve yattıkları yere çok dikkat ve itina gösterirler. Bunun yanında kullandıkları eşyanın sade, dayanıklı , fakat güzel olmasını isterler. Türklerin ömrü­ nün çoğu açık havada geçer. Türklerde yaytacılık yaygındır. Mevsime göre uzak veya yakın mesafelere geçici bir za- man için göç ederler. Bu hareket ve yer değiştirme, hava değişikliği ihtiyacından olduğu gibi, tarımdan ürün alma ve­ ya hayvanların otlatılınası ihtiyaçlarından da doğar. Çoğu•l­ luğu köylerde ve küçük kasabalarda oturan Türk halkı, por­ tatif ev eşyasına büyük önem verir.

Bunlar, çul , keçe,

çuval, torba, halı, kilim, yatak, yorgan, beşik, kap kacak, sandık, sepet, av aletleri, silah, koşum takımları, tarım araç­ ları ve bunların benzerleridir. Türklerde ev, taşınmaz bina değil, evin içinde bulunan ve ailenin ihtiyaçlarına yarayan eşyanın hepsidir. Sıcak mahallerden serin yerlere, serin ma­ hallerden ılık yerlere göç edilir. Türkler yer değiştirmede

ferahlık bulurlar. Bu mevsimlik ve geçici göçler, yalnız se­ yahat ihtiyacını tatmin etmez, nüfusun çoğalmasına hizmet eder. Yer değiştiren. yani seyahat eden evli kadının çocuk sahibi olacağına inanılır. Türk halkın ı n oturduğu evler, genell ikle gereği gibi korunmuş değildir. Bu evlerde oturanlar, ısınma vasıta�ı olarak odun yakar. Tezek, linyit, odun kömürü, kok kö­ mürü yakılan evlerin sayısı az olmakla birlikte son yıl­ larda şehir ve kasabalarda kalorifer yoluyla ısınma şekli de artmaktadır. Odun, daha ziyade ocaklarda yakılır. Odun sobası hayl i yaygındır. Odun, nacak ve balta ile kesilir

TÜRK ETNOGRAFY ASI

:

Çorap

ve yarılır. Çıra, tutuşturucu madde olarak kullanılır. Ev­ lerde odunluk, kömürlük bulunur. Türklerde aydınlatma

araçları daha

çok gaz lam-

basıdır. Son y ıllarda elektrikle aydınlanma önem kazan­ mış, ancak elektrik bulunmayan yerlerde LPG denilen sıvı­ laştırılmış petrol gazı ile çalışan aydınlatma araçları kul­ lanılmaktadır. Be ç/enme : Tiirk yemekleri dünyanın en nefis yemek­ leri arasında sayılır. Türkler, hayvani gıdalardan çok ne­ bati gıdatarla beslenirler. Hayvani gıda maddeleri arasın­ da en tanınam yoğurttur. Yoğurt, milli bir Türk yiyece­ ğidir. Türklere mahsustur. Kııtadgu bilig ve Divanü lu­ gati't - Türk gibi en eski Türkçe metinlerde yağurt kelime­ sine rastlanır. Süt, yoğurt mayasıyla mayalanarak yoğurt ya­ pılır. Yoğurt mayası, içindeki bakteriler sayesinde sütü pıh­ tılaştıran ve süte istenilen koyuluğu ve tadı veren bir mad­ dedir. Yoğurt mayası, genellikle bir gün önce yapılmış olan yoğurttan alınır.

TÜRK ETNOGRAFY ASI

:

Tütün kesesi

Yoğurt, biri yağlı yoğurt, biri de yağı alınmış torba yo­ ğurdu (veya süzme yoğurt, katık) olmak üzere iki türlüdür. Yağı alınmış yoğurt, kese de denen bez torbalarda süzülür. Bazı yerlerde, bu torbalar taş gibi ağır şeylerin altına ko­ narak yoğurdun suyu sızdırılır. Yoğurdun suda eritilmiş olanına ayran denir. Yoğurt ve ayran, Türklerde genel ola­ rak temel gıda maddeleridir.

TORK ETNOGRAFYASI

206

Türkler, eti pastırma, sucuk, kavurma gibi kolay bo­ zulmayan şekiller altında saklarlar. Ev ekmekleri, yufka, bazlama, tandır ekmeği ve benzerleridir. Yufka, buğday unundan yapılır. Buğday, su değirmenlerinde öğütülür. De­ ğirmenci, öğüttüğü undan belli bir miktarda "hak" alır. B u hak, tahtadan yapılmış bir ölçekle alınır. Un elekle elenir. Eleği bir kişi kullanır. Buğday ununa su ve tuz konmak suretiyle yoğurulur, hamur yapılır. Hamur, ısıran adı verilen bir aletle kesilerek koparılır, senit veya hamur tah tası denen 50 cm kadar çapında düz ve yerden ı 5 - 20

cm kadar yükseklikte bir ayak üzerinde duran bir tahta !ev­ ha üzerine konur. Ok/ava, silindir biçiminde, ı

-

2 cm çapın­

da, ı m kadar uzunluğunda ağaçtan bir çubuktur. Oklava, hamur topağının üzerine konarak elierin iç tarafı ile has­ tırılarak hamurun üzerinde yuvarlanır ve hamur topağı ezi­ lir ve inceltilir. Hamur, yufka, yani incelmiş hamur olunca saç üzerinde pişirilir. Saç, saç ayağı denen üç ayaklı bir de­ mir araç üzerine konur. Saçın altında ateş yakılır. Saç, demirden veya daha çok çinkodan yapılmıştır. İç tarafı kül hamuru ile sıvanmıştır. Saç, hafif bombel i şekildedir. Giyim eşyaları

:

Giyecek, kişinin kendini koruma iç

güdüsünden ve ihtiyacından doğmuştur. Giyecekte, sonra­ dan, nesli üretme iç güdüsünün etkileri görülür. Buna, coğ­ rafi ve iklimle ilgili hallerin ve şartların zorlamalarıyla ta-

TÜRK ETNOGRAFYASI : Fener buhurdan rihi, dini, ahlaki ve iktisadi değer hükümlerinin etkilerini de eklemek gerektir. Giyecekler, ilk deveelerin sadeliğin­ den çıkmıştır. Özellikle süslenme hevesi, kadın elbiseleri­ nin çok süslü olmasını sağlamıştır. Kadın kıyafetlerinde, bütün memlekette ortak vasıflar bulunmakla beraber, zamana ve mekfına göre değişmeler görülür. Anadolu kadını entari, şalvar, içtik, eteklik ve ce­ ketten ibaret takım giyer. Entari , kadın giyiminin en eski örneğidir. Entariler, üç

etek, iki

etek şeklindedir.

Erkek kıyafetinde pek değişiklik görülmez. Giyimler­ deki değişiklik tarih içinde göz önüne alınırsa, Osmanlılar devrinde memur ve askerden başkaları , istedikleri şekilde giyinirlerdi. imparatorluk içinde Müslümanlar ve Hristiyan­ lar kavuk, kiirk, cübbe, kuşak, kundura gibi giyeceklerden ayırt edilirlerdi. Padişahların elbiseleri ayrı olurdu. Halk, don gömlek üzerine entari giyerdi. Hırka, cübbe, lata veya biniş giyilirdi. Belden aşağı genellikle çakşır bulunurdu. Halk tabakası ve gençler şalvar, potur, yelek, cepken, içtik giyerler, bellerine kuşak kuşanırlar veya silahlık baği artar­ dı.

Entarinin altına

şalvar, üstüne salta veya fermene

giyilirdi. Kadın giyiminde başlıklara yer verilirdi. Eskiden Türk kadını, ev içinde de başı açık gezmezdi . Fes, takke, hotoz, yemeni gibi şeyler g iyerdi. Bazı bölgelerde başlıklar, giyenin sosyal durumunu belirtirdi . Ayağa giyilenler yemeni, pabuç, çizme, lastik, mest ve kaloş kunduralardır. Türk giyim tarihinde kürkün de yeri büyük olmuştur. Kürk, ön­ celeri içeriye giyilirdi. Kumaşlar üzerine kaplanırdı. Kadın kıyafetlerinde başa giyilenler, bir de bunların

TÜRK ETNOGRAFYASI : Gülibdan

üzerine giyi lenler vardır. Baş tuvaJetleri sosyal durumları

TORK ETNOGRAFYASI

207

Gelin kıyafetleri : Türklerde gelin kıyafetleri de çeşit­ lidir. Bazı yerlerde taç takarlar, bazı yerlerde fes giyerler. Bazı bölgelerde hotoz kullanılır. Gelinin başına ve yüzüne krep ve örtü örtülür. Duvak takılır. Gelinin saç tuvaleti, yüz tuvaleti de ayrıdır. Gelinin elbisesi, ayakkabısı, takın­ dığı mücevherat, iç çamaşırları, gelin hamam kıyafeti baş­ kadır. Bunlar da Türkiye'de bölgeden bölgeye değişir. Türklerde erkek kıyafetleri değişiktir. Erkek

kıyafetlerinde

Selçuklu

ve

Osmanlı

dö­

nemlerinden Tanzimata kadar herkes kendi mevkiine göre serpuş giyerdi. Sadrazamların, beylerin, ümeranın, şeyhle­ rin, hocalann, esnafın kendilerine mahsus serpuşları var­ dı. Kimse

diğer bir sınıfa ait giyimleri giyemezdi. Tan­

zimattan sonra fes giyrnek yaygınlaştı. Fakat fesin üzeri­ ne sarılan sarık ve poşular da yaşa, sosyal duruma göre değişir. Sırta giyilen elbiseler : Entari, şalvar, çakşır, elifi çak­ şırdır. Bunlardan başka, Türk erkeklerinin bellerine kuşan­ dıkları kuşaklar, ayaklarına giydikleri çorap ve ayakkabılar; iç çamaşırları, güvey kıyafetleri, efe ve seğmen kıyafetleri ayrıdır. Bunlar da bölgeden bölgeye değişir. İşlemeler : Türkler, giydikleri ve kullandıkları eşyayı süslerler. Türklerin sanat telakkisi, sanatta sadelik tabiilik ve zarafettir.

TüRK ETNOGRAFYASI : Fener buhurdan belirtir. Genç kızın, nişanlı olan genç kızın, gelinin, evli kadının ve dulun baş tuvaJetleri ayrıdır. Az veya çok ço­ cuklu olan kadınların, evlenmek isteyen veya istemeyen kadınların baş tuvaJetlerinde özellikler bulunur. Evli veya dul kadınlar başlıklarından da anlaşılır. Üste giyilenler, içtik, şalvar, hırka, fermene, salta ve entarilerdir.

Türk işleme sanatları yüzlerce yıldan beri geliş­ miş, Balkan memleketlerinde oturanları ve Macarları et­ kilemiştir. Türk işlemeleri genellikle bez, keten, ipek, atlas, kadife ve çuha gibi kumaşlar veya deri üzerine iğne ile ya­ pılan işlemelerdir. Eskiden çeyiz işleri gergeflere geriterek işlenirdi . Çarşılarda bu gibi işlerle uğraşan esnaf bulunurdu. İşlemelerde kullanılan sırma, kaytan, ibrişim gibi malze­ meyi hazırlayan simkeş ve kazazlar vardı. Süs desenlerini basanlar bulunurdu. Sırmalı ve işlemeli ağır takımlar ancak nişan, düğün ve kına gecesi gibi merasimlerde giyilirdi.

Kemerler ve kuşaklar : Gümüş, altın, telkari kaşlı hasır işi kemerler ile şalvar kuşaklar, tor kuşaklardır. Sokak kıyafetleri : Sokak kıyafetlerinin başlıcaları fe­ race, çarşaf, peçe, yeldirme vb. dir. Ayağa giyilen giyecekler : Çoraplar yün, tiftik ve ip­ likten yapılır. Ayakkabılar : Ayakkabıların başlıcaları şunlardır : Ça­ rık, pabuç, yemeni, çedik, çizme, lapçin, kaloş, mest, terlik. Mücevherat : Türk kadınları birçok ziynet eşyası kul­ tanırlar. Altına çok meraklıdırlar (gerdanlıklar, beşibirlik­ ler, tek altınlar, çelgi altınları v.b.). Bunlardan başka, bile­ zik, küpe, yüzük de takarlar. Saç tuvaJetleri : Türk kadınları saçlarını örerler. Örülü saçlar belik şekline getirilir. Süslü taraklar kullanırlar. Yüz tuvaJetleri : Türk kadınları yüzlerine düzgün sü­ rer. Gözlerine sürme ve kaşlarına rastık çekerler. Türkler misafirliğe veya i şe giderken ayrı giyinir. Gün­ delik kıyafeti ayrı, yatak kıyafeti gene ayrıdır. Hamam kıyafetleri : Türkler hamama giderken değişik kıyafetler giyer. Bu kıyafetten hamama giden kimsenin ya­ şı ve so3yal durumu hakkında bilgi sahibi olmak müm­ kündür.

TüRK ETNOGRAFYASI : Hamam

omuz

örtüsü

208

TORK ETNOGRA FYASI

İşleme yapılan eşya arasında tütün kesesi, para kesesi, bohça, havlu, yatak takımları, kız ve erkek tarafından bir­ birlerine düğün hediyesi olarak verilen eşyadır. Sedir ör­

Cepken : Kısa bir cekettir. Kolları yırtmaçlıdır. Koltuk­ tan bileğe kadar olan kısmı açıktır. Cepkenler çuhadan ya­ pılır. Erkek giyimidir. Cepkenlerin üzerieri sırma ve kaytan

tüleri , yastık örtüleri, masalar üzerine yapılan işlemeler, deri silahlıklar, eyer takımları, kılıç kınları, kama ve bıçak kılıfları, tüfek ve tabanca kabzaları gibi şeyler üzerine iş­ lemeler yapılır. Eşyanın bir yüzüne veya iki yüzüne işleme yapılır. Bunlar hesap işi, gözleme, kesme, kasnakta tığ ile yapılan işler, sarma, balık kılçığı, balık sırtı, hasır iğnesi , Antep işi, kasnak işi, oturtma, dival işi, kaytan işi gibi adlarla anılır.

ile işlenir.

Dival işleri : Bunlar genel olarak kadife, atlas, canfes gibi dayanıklı kumaşlar üzerine yapılır. Eskiden pamuktan hazırlanmış desenler kumaş üzerine teğellenir ve pamuğun üzeri sık bir şekilde sırma ile işlenirdi. Sonradan, mukavva da kullanılır oldu. Bu gibi işlere halk arasında mukavva işi, bastırma, mıhlama, harba veya tepebaşı denir. Sırma ve kaytan işleri : Bunlar da kadife, atlas, canfes, çuha gibi dayanıklı kumaşlar üzerine yapılır. Kumaş üzeri­ ne önce desenler çizilir. Sırma ve kaytanlar kumaşa dikilir. Kasnak işi : Kasnak işinde, kumaş üzerine birtakım de­ senler çizi lir veya baskı ile basılır. Bez, büyük bir kasnak üzerine gerilir. Tığ ile işlenir. Kasnak işlerinde işlemeler zincir gibi uzar gider. Kasnak işi, iğne ile yapılırsa buna zincir işi denir. Türkler, iğne ile başka bir çeşit oya yaparlar. Buna Türk danteli denir. Memleketimizde Konya oyaları meş­ hurdur. Türk işlemelerinden biri de yazmacılıktır. Beyaz tül­ b � nt üzerine fırça veya kalıplar ile sabit resimler yapılır. Türkiye'de Üsküdar ve Kandilli yazmaları meşhurdur. Yaz­ maların üzerindeki çiçeklerin hiçbiri ötekine benzemez. Motifler : Türk işlemelerinde kullanılan motifler zen­ gindir. Her bölgenin işlemesindeki motifler başkadır. Türk işlemelerinin üzerindeki motifleri şöyle sıralamak mümkün­ dür : Geometrik şekiller, çok stil ize edilmiş hay•an figür­ leri, geyik ve kuş şekilleri. Bitki motifleri : Gül, sümbül, lale, karanfil, menekşe, servi ağacı. Meyvalar : Üzüm. nar, armut, kaysı, şeftali, karpuz. Bunlardan başka, işlemelerde ev resimleri, çadır resim­ leri, kayık re;imleri , dağ, tepe ve buna benzer tabiat man­ zaraları göze çarpar. Renkler : Türkler, renkleri pek maharetli bir tarzda kullanırlar. Tatlı, solgun renkleri seçerler. Fakat göze çar­ pan renklerin de kullanıldıkları yerler pek çoktur. Üzerine işleme yapılan eşyaların başlıcaları şunlardır : Abani, açık sarı renk üzerine koyu sarı renk işlenen ku­ maştır. Bu kumaştan sarık, baş örtüsü, bohça, yorgan yüzü, çocuk kundağı yapılır. Arakiye takke ve seccade : Yünden veya tiftikten dö­ jtülerek yapılan ince keçedir. Bundan işlemeli takke ve see­ cadeler yapıl ır. Ayakkabı : Gelin ayakkabılarının sayası ibrişim sırma ve

pulla işlenirdi.

Baş örtüleri : Baş örtüleri tülbentten yapılır. Kenarları işlemeli olur. Bohça : Bunlar çeşit çeşittir : Hamam bohçası, elbise bohçası, çamaşır bohçası, mendil - gecelik bohçası gibi .

Cübbe : Türklere mahsus bir giyim eşyasıdır. Cübbeyi sadrazamlar, kadılar, müderrisler giyerdi. Sadrazam cübbc­ sinin kol kapakları ve göğüs knmı sırma ile işlenirdi. Çevre : Türklerde bir de çevre vardır. Çevre, işlemeli bir mendildir. Boyu mendilden büyük olur. Köşeleri sırma ve ipekle işlenmiştir. Kenarlarında oya vardır. Çevrelerin daha büyüklerine yağlık denir. Çevre, silahlığın üstüne doğ­ ru sarkıtılır. Çevre ve yağlık, vaktiyle Osmanlı Türkleri­ nin idaresinde yaşamış Macarlarda, Sırplarda, Romenlerde, Bulgarlarda hiUa kullanılmaktadır. Duvak : Gel inierin giydikleri duvak, al bürümcükten yapılır. Üzeri kırmızı tel işiyle örülür. Fermene : Sırmalı saltadır. Bunda sırma işleri çok zen­ gin olur. Hamam havluları : Türkler hamam havlularını işlerler. Özellikle gelin havlularının her iki başı işlemelidir. Hırka : Kadınlar tarafından giyilir. Hırkalar arasında, kadife, atlas, mantin üzerine dival işi yapılanlar da vardır. Kaftan : Eski bir elbise türüdür. Resmi bir elbisedir. Şehzadelerin kaftanları sırmalı, çeşitli kumaşlardan yapılırdı. Kavuk örtüsü : Kavukların üstüne örtülen bir örtüdür. Tütün kese;i : Tütünü koymak için dikilen bir kesedir. Kadifeden veya atl astan yapı lır. Bunun üzerine dival işi yapılır. Para kesesi : Türklerde para keseleri tığ kullanılmak suretiyle simle veya ipekle işlenir. Saat kabı veya saat kesesi : Simle veya ipekle işlenir. Bunda tığ ile işlenen bir işleme de gÖrülür. Mühür kesesi : Türklerde mühür keseleri sim veya iğle işlenir. Bunlarda da tığ işi yapılır. Kılıç : Kılıç, kama, bıçak v.b. nin kabına kılıf denir. Çoğunlukla deriden yapılır. Sırma ile işlenmiş kılıflar çoktur. Mahrama veya makrama : Kad ınların manto üstüne örtündükleri işlemeli bir çeşit geniş örtüdür. Mahramayı bazı yerlerde erkekler de başlarına sararlar. Nalın : Tahtadan yapılmış bir çeşit ayakkabıdır. Yük­ sekçedir. Bazı nalıniarın kayışiarı ile taban tahtaları ve ta­ banları işlemeli olur. Nihale : Sofralarda yemek sahanlarının altına konur. Deri üzerine sırma ile atlas üzerine pul ve boncuklarla işleme yapılır. Ocak yaşmakları : Ocak yaşmakları , ocakların önünde asılan bir örtüdür. Çeşitli kumaşlardan yapılır ve işleme­ lerle süslenir. Oya : Eski Türk hanımları hotozlara, yemenilere, krep­ lere oyalar yaparlardı. Bunlar, bir çeşit danteldir. Oya, çok ince iğne ve ipekle işlenir. Bu oyalar arasında son derece zarif olanlar vardır. Türk oyalarının birçok adları vardır. Mesela gül, nergis, !ale, papatya, hercai menekşe, bahar dalı, kabak çiçeği, komşu çatlatan, elti eltiye küstü, kay­ nana dili, hanımeli, hanım kirpiği, limon dilimi, sevdi gön­ lüm, kalbimdesin, zürafa, keklik, turna, kaz ayağı, sarhoş yolu, gönül kuşu, çıtıpıtı. Bugün Türkiye'de tabak altı, seh­ pa örtüleri ören halk sanatçıları çoktur (bk. OYA).

TORK ETNOGRAFYASI

209

Sumat peşk ir : Birkaç m uzunluğunda do­ kunur. Düğün veya derneklerde, toplu ziyafet z:ı­ manlarında, geniş sini lerio etrafına dizi len, aynı geniş tabaktan yemek yiyecek misafirlerin önle­ rine uzatılarak peçete gibi serilir. Terlik : Köylüler ve halk tarafından ba�a giyilir. Fes gibi bir serpuştur. Kuşak : Erkekler ve bazan kadınlar tara­ fından bele kuşanan bir giyecektir. Çok renkli veya tek renkli kalın bezden yapılır. Uzun ve dar­ dır. Bazı kuşaklar çok uzun olur. 5 - 6 m uzun­ luğunda olan kuşaklar vardır. Bir ağaca bağ­ lanır, kuşağı kuşanacak erkek, döne döne kuşağı beline sararak ağacın yanına kadar gider. Kol­ tuk altından kalçaya kadar olan büst nahiyesi kuşakla dolar. Kuşağın katları arasına ayna, ta­ rak, saat, bıçak, tabanca, mermi, çakı, kav çakmak takımı, tabaka , lüle, mendil, çevre, para kesesi gibi birçok şeyler konur. Uçkur : 1 - 2 m boyunda, bir karış eninde biı

TÜRK ETNOGRAFY ASI : İşlemeli yağlık

bez parçası olup her iki başına sırma ile işleme yapılır. Eskiden erkekler, çakşırlarına bu uçkurların süsleri görü­ lecek şekilde takarlardı. Yatak takımları : Türklerde yatak takımlarının işleme­ sine de önem verilir. Kadife, atlas veya daha ince ipekli bir kumaş üzerine renkli ipek veya sırma ile dival veya başka bir çeşit iş işlenir. Karyolanın eteği, kırlentler, yastık başları, yatak örtüleri , gecelik bohçaları , namaz seccadeleri bir yatak takımı teşkil eder. Dokumacılık :

Türklerde

lıcılık ve kilimcilik gelir.

dokumacılığın

başında

ha­

Halıcılık, Türklerde en eski

sanatlardan biridir. Türkler, önceleri , çadırları halılarla süs­ lerlerdi. Onun için, halıcılık sanatı çok ileri gitmiştir. Mem­ leketimizde halılar, Isparta halısı, Sivas halısı, Bünyan ha­ lısı, Gördes halısı, Avanos halısı gibi adlarla anılır ve bi­ linir. Türkiye'de her ayrı yerin halısı yünü, boyası, rengi, dokuma tarzı, üzerindeki şekiller ve motifler bakımından bir­ birinden ayrıdır. Türk halılarında kullanılan motifler hal­ kımızın zevkine göre seçilmiş veya stilize edilmiştir. Bunlar­ da da halkımızın sadelik, tabiil ik, zarafet gibi sanat düşün­ celeri çok açık olarak görülebilir. Halılarımızda en çok rast­ lanan motifler ağaç, çiçek, yaprak, ibrik, kürek, tarak, kuş gibi şeylerin şekilleridir. Türk halılarında renk çok ölçülü, çok ahenkli bir tarzda seçilir. Boyalar sabit boyadır. Kök boya adı verilen ve mahalli bitkilerin köklerinden elde edi­ len boyaların kompozisyonu ile meydana getirilen halı süs­ leri insanı hayran bırakan güzellik taşır. Türk halkının elin­ den çıkan bu halılar dünyanın en nefis halılarıdır. Kilim : Türklerde ·k ilim dokumacılığı da en eski ve en yaygın sanatlardan biridir. Türk kilimieri halıya göre daha ince dokunur ve daha havsız ve tüysüzdür. En güzel ki­ limler Doğu Anadolu köylüleri tarafından dokunan kilim­ lerdir. Maraş ve çevresinin kilimleri, Konya ilinde Cihan­ beyli kilimieri pek makbuldür. Kil imierin de çeyiz kilimi, kilim seccade, kız kilimi gibi birçok çeşitleri vardır. An­ kara'nın cicim adı verilen perdelik kilimieri en güzel Türk kilimieri arasında s ayılır. Halılar halı tezgahında, kilimler kilim tezgahında, öbür dokumalar da kendilerine has tezgahlarda dokunur. Doku-

macılıkta birçok fıletler k ullanılır. Bunların başlıcaları ta­ rak, tokmak (kirkit), mekiktir. Müzik aletleri : Türklerde halk müzik aletleri çeşitlidir. Bunlar, başlıca üç kısma ayrılır : Nefesli sazlar, tell i sazlar, vurmalı sazlar. Nefesli sazlar, üfiirmek suretiyle çalınan sazlar, ney, kaval, fllit, borazan, zurna, çığırtma v.b. dir. Bunlar arasında en yaygını zurna ve kavaldır. Kavalı daha çok çobanlar çalar. Kamıştan veya ağaçtan yapılır. Çobanlar, kaval sesi ile sürüyü dağıtır, toplar, uzaklaştırır, geri çevirir, suya ind irir, dereden geri çevirirler. Susuz sü­ rüyü kaval sesi ile sulu dereye indirip hiçbir koyuna su içierneden koca sürüyü geri çeviren Türk çobanları vardır. Bembeyaz sürünün içinde beyaz tende siyah ben gibi apayrı olan bir iki kara koyun bulunur. Bunlar, sürünün nazar boneuğu gibi şeylerdir. Kara koyun, bazı hallerde sürüden ayrılır. Mesela, su başına inen sürünün içinde bulunan kara koyun, çobanın kavalı ile verdiği "su içmeden dön" emri­ ne karşı direnme gösterebilir. Türk çobanı, böyle hallerde kavalı ile kara koyuna yalvarır. Türk köylüleri ve çobanları arasında bu konuda anlatılan lirik ve romantik hikayeler vardır. Nefesl i halk sazlarından zurna genel olarak davulun arkadaşıd ı r. Flüt gibi nefes verilen ağzı, nefesi:ı çıktığı delikler ve geniş ağzı bulunur. Türk telli sazları saz, cura, bağlama, keman, kemençe, ud, tambur vb. dir. Halk arasında en yaygını sazdır. Saz, Hititler devrinden beri Anadolu halkının çalgısıdır. Sazın çanağı, kolu, burguları ve telleri vardır. Genel olarak beş tellidir. Buna kara düzen denir. On bir tane perdesi vardır. Telierin sesi ince, orta ve kalın olmak üzere üçe ayrıl ır. Boyu 1 ,5 m dir. Par­ makla da çalınır. Tezene adı verilen 4 cm boyunda bir mızrap ile de çalınır. Tezene, boynuzdan veya erik, vişne, kiraz ağaçlarının kabuğundan yapılır. Bu ağaçların kabuk­ ları gövde boyunca değil, eksen biçiminde soyulur. Sazın çanağı veya teknesi dut ağacından yapılır. Kolu ardıç ağa­ cındandır. Elbistan bölgesinde üç kollu saz da yapılır. Kol­ ların boyları farklıdır : Uzun olan saz, orta kollu olan bağ­ lama, en küçük kollu olan da curadır. Saz, eski Türk ko­ puzlarının yerini tutar. Alacahöyük'te yapılan bir kazıda, Hititler zamanından kalma bir saz tasviri ile şimdi aynı bölgede halk arasında kullanılan normal boyda bir saz ara­ sında hayrete değer bir benzerlik görülmüştür. Her iki sazın tekneleri (çanakları), kolları, hatta püskülleri dahi aynı uzun­ luktadır.

210

TO R K ETNOGRAFYASI - TORK HAVA K URUMU

Davul : Çok yaygın bir Türk çalgısıdır. Düğünlerde, derneklerde, bayramlarda ve şen l i klerde davul çalınır. Da­ vul ; kasnak, deri, deriyi kasnağa bıığlayan sicim (ip), bir de tokmaktan ibarettir. Davulun yanında daima zurna çalınır. Tarım : Türkler, dünyanın en eski çiftçi kavimlerinden biridir. Tarımda kullanılan pek çok aletler vardır. Bu alet­ lerin başlıc a la rı şunlardır : Çapa, balta, kazm a, tırmık, sa­ ban (pulluk), boyunduruk, orak, yaba, kürek, bağ bıçağı, kırklık (k oyunlar ı ve keçileri kırkmak için kullanılan ma­ kas), ip, çuval, torba, harar, kağnı , araba, ölçek, düven, semer, eyer v.b. Türkiye'de halk sanatlarında ve mesleklerinde birçok etnografik eşya kullan ılır. Bu eşyanın k ullanılışı babadan oğula v e ya ustadan çırağa dille anlatılarak ve bizzat gös­ terilerek öğretilir. Bir kısmı pek hararetl i ve yaygın, bir kısmı sönük ola­ rak devam eden bu halk sanat ve mesleklerinin başlıcaları şunlardır : Avadancılık, abacılık, ağızlıkçılık, aktarlık (attarlık), alemcilik, arabacılık, arakıyecilik, bakırcılık, baltacılık, bas­ macılık, bekçilik, berberlik, bezzazlık, bileyicilik, boyacılık, bozacılık, camcılık, cilacılık, çadırcılık, çarıkçılık, çilingir­ lik, çinicilik, çıkrıkçılık, çuvalcılık, çömlekçilik, demircilik, dericilik, dibekçilik, d ivitçilik, doğramacılık, doku-

macılık,

dökmecilik,

dökümcülük,

döşemecilik,

dülger­

lik, fermenecilik, fesçilik, fiti lcilik, fırıncılık, giilyağcılık, hakkaklık, hallaçl ık, halıcılık, hasırcılık, helvacılık, havlu­ culuk, ipekçilik. kadayıfçıhk, kafesçilik, kiiğıtçıhk, kakma­ cıhk, kalburculuk, kalemkarhk, kahpçılık, kasaplık, kalpak­ çılık kamışkalemcilik kaşıkçılık, kavaflık, kavukçuluk, ka­ yıkçılık, kaymkçılık, kaytancılık, kazancılık, keçecilik, keh­ ribarcılık, köselecilik, kunduracılık, kuyumculuk, kürkçülük, küpçülük, leblebicilik, lülecilik, mayacılık, marangozluk, marpuççul uk, mumculuk, miihürcülük, müzehhiplik, nak­ kaşlık, nalbantlık, nahncılık, okçuluk, oyacılık, oymacılık, palancılık, pastırmacıhk, rıhçılık, saatçilik, sabunculuk, sa­ lepçilik, saraçlık, semercilik, sepetçilik, sirkecilik, sırçacılık, sırmacılık, şalcılık, şarapçılık, şayakçılık, şekercilik, !abak­ lık, tarakçılık, tenekecilik, terlikçi lik, terzilik, tcspihçilik, tomacılık, turşuculuk, tüfekçilik, tülbentçilik, urgancılık, yaldızcıhk, yemenicilik, yorgancılık. ,

,

TORK HALK EDEBiYATI : bk. HALK EDEBIYATI. TÜRK HALK MUStKist : bk. HALK MUSİKİSİ. TORK HARİTACILIki Uygur ülkesinde kayalara oyulmuş binlerce ma­ bet vardır. Bunların duvarları ve tavanı fre3klerle süslü idi. Fresklerden çoğu Alman Turfan araştırıcıları tarafından sökülerek Berl in Etnografya Müzesinde duvarlara yerleşti­ rilmişti. Son harpte bunların büyük bir k ısmı yok olmuş, fakat kitaplarda resimleri kalmıştır. Fresklerin konusu esas itibarıyla Buddhizm'dir. Heykel sanatı : Hint, Yunan ve Çin sanatı etkileriyle bir Buddha heykcl sanatı gel işmiş bul unuyordu. Fakat Uy­ gurlar o zamana kadar göriilmemi ş gerçekçi ve yeni bir heykel sanatı meydana getirmişlerdir. Bunun başlangıcı Gök Türklerdeki balbal heykellerine dayanmaktadır. Kızıl'da bu­ lunan diz çökmüş halde, omuzunda yük taşıyan 47 cm bo­ yunda alçı heykcl VIII ve IX. yüzyıl heykcl sanatı için karakteristik bir özellik taşır. Cilt beyaz, esmer, saçlar ve­ ya başl ık siyah renktedir. Sorçuk'ta bulunan kalıplarda al­ çıya alınmış iki hayvan heykeli daha ilgi çekicidir. Bun­ lardan 27 cm boyunda ve bir at başını canlandıran kuv­ vetle üslüplanmış heykelde yele ve perçemler çok olgun çizgilerle belirtilmiş olup, hemen hemen demona benzer bir ifade taşımaktadır. Kalıntıda Htmlara kadar uzanan eski Türk hayvan üslübunun bir devamı görülmektedir. 3 8 c m boyundaki ikinci heykel b i r f i i başını canlandırmakta olup, daha fazla üslüplanmış grotesk bir ifade taşımakta­ dır. Fil görmemiş biri tarafından yapılmış olduğu anlaşılı­ yor. Buna benzer, kuvvetle üslüplanmış fii başı tasvirleri Kuça'daki duvar resimlerinde görülür. At, deve, keçi gibi bölgede bol bulunan diğer hayvanların başları, şaşılacak bir doğrulukla resmedilmiştir. VIII ve IX. yüzyılda yapılmış olan Uygur heykelle­ rinin başka yerde benzerlerini bulmak hemen hemen im­ kansızdır. R esim sanatı : Eski Türk resim sanatı Buddhizm, Ma­ nihaizm ve İslamlık devri olarak üç din çerçevesi içindeki eserleri içine alır. Böylece VIII. yüzyıldan IX. yüzyıl so­ nuna kadar yi.iz yıldan fazla bir zamana yayılmaktadır. Eski Türk resminin asıl temsilcileri, sanata çok yetenekli olan Uygur Türkleridir. Eski Uygur şehirleri harabelerinde bulunan VIII ve IX. yüzyıllardan kalma Buddhist ve Manihaist duvar re­ simleri ile minyatürler Türk resminin bugüne kadar bilinen en eski örnekleridir. Bunlarda rahipler, vakıf yapanlar, mü­ zisyenler tasvir edilmektedir. Kompozisyon sıralama halinde ve simetrik b i r düzene göredir. Koyu mavi ve kırmızının çok olduğu parlak renkler kullanılmıştır. Hükümdarlar ve asiller, Mani dinini kabul ediyorlarsa da halk Buddha dinine bağlı kalıyordu. Az sayıda Nesturi Hristiyan vardı. Uygurların Buddhist resim sanatının en önemli anıtı, Murtuk civarında BezekHk'te bulunan mabettir. Resimlerde görülen, ellerde taşınan çiçeklerin bir çeşit kağıt hamurundan iri plastik adak eşyası olduğu Von le

227

Coq'un araştırmalarından anlaşılmıştır. Bunlardan sağlam olarak k almış olanlar mabet kalıntılarında bulunmuştur. İ nsan yüzüne ferdi bir özellik vermek, yani portre yap­ mak sanatı, ilk defa 750'den sonra Türk duvar resimlerin­ de başlamıştır. O zamana kadar insan vücudunun diğer kı­ sımları gibi yüz de şernalara göre çiziliyor ve resmin altına adı yazılarak ayırt ediliyordu. Fresklerde resimlerini yaptır­ mak isteyen kimseler tasvir ediliyor, böylece çeşitli insan grupları , Hint ve Çin rahipleri, Toharlar, iranlılar görülü­ yordu. Uygurlar kendilerinden farklı insanlar üzerinde dik­ katlerini toplayarak bunları tipiere ayırdılar ve tabii ken­ dilerini de daha belirli olarak görrneğe başladılar. Bu durum, onlara portre sanatı yaratmak ve geliştirmek imkanını ka­ zandırdı. Portre benzerliği, aynı kıyafet ve duruşta yan yana sıralanmış rahip resimlerinde açıkça bellidir. Bunların yüz­ leri çeşitli insanları gösteriyor. Diğer resimlerde kendini belli eden bu portre sanatı, ferdi düşünce ve şuur bakımından çok önemli bir i lerlemeyi gösterir. Portre sanatının doğmasında eski geleneklerin de rolü olmuştur. Gök Türklerde ve Uygurlarda eskiden bengü (vey:ı nıangü) taş adı verilen hatıra taşlarına ölen kahramanın adı, unvanı ve memuriyeti ile yaşı yazılarak onlar ebedileştirilir­ di. Bunun için onun yaşının herhangi bir değiştirmeye im­ kan vermeyecek şekilde belirtilmesi g .. rekiyordu. Uygurlar­ da bu fikir sonradan etkisini göstermiş olmalıdır. Bezeklik fresklerinde Uygur prensleri çok gerçekçi olarak resmedil­ miştir. Sorçuk'ta kadın ve erkek vakıfçıları tasvir eden bir freskte figürler hep portre özelliği gösteriyor. Hoço'da dört nala koşan bir at freski de yeni real izm için iyi bir örnek olarak görülebilir. Uygurlar zamanından kalan minyatürler Manihaist ki­ taplardan sayfalardır. Bunlar kısmen dini, kısmen dünyevi sahneleri canlandırırlar. Bunlardan başka, büyük resimli sayfalar ve sancaklar kalmıştır ki bunlar Mani mabetierin­ de saklanır ve fiyinlerde kullanılırdı. Bu Uygur minyatür­ leri İslam minyatürünün kaynağı olmuştur. Uygurlar, tipleri ayırmak, tarihlendirrnek ve portre re­ simlerini yaratmaktan başka, ilah tasvirleri de yaparak her iki bakımdan Çin resim sanatı üzerinde etkili olmuşlardır. Bundan başka, Uygur ressamları IX. yüzyılda yeni bir üs­ lüp geliştirmişlerdir. Birçok küçük sahnelerle bir veya b i r­ kaç hikayeden ibaret Tohar resimlerinden farklı olarak Uy­ gurlar büyük ve sade kompozisyonları seviyorlardı . Renk olarak koyu Hicivert ve açık yeşi l yerine kızıl kahverengi ter­ cih ediliyordu. Uygurlarda bu şekilde gelişmiş olan sanat gittikçe kuv­ vetlenerek sürmüş, Uygur devleti dağılınca bu kabiliyetli Türklerin parlak mirası yeni hakimiyet kuran Moğollarla batıya ve İslam dünyasına geçmiştir. İslAmdan sonra T. S. : Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra T. S.'nda m imarlık sanatı önemli bir yer tutar. Anadolu'daki Türk mimarisinin daha önce İran'dan Doğu Türkistan'a kadar uzanan Asya ülkelerinde Türklerin mey­ dana getirdiği mimari eseriere bağlılığı ve başlayan bir ge­ lişmenin devamı olduğu son araştırma ve yayınlarla iyice anlaşılmıştır.

İslamlıktan önceki Türk mimarisinden (Uygurlardan) bazı unsurlar almış olmakla birlikte bu gelişme, X. yüzyıl­ da Türklerin kendi istekleriyle Müslümanlığı benimserne­ lerinden sonra başlamıştır.

228

TÜRK SANATI

Gök Türklere bağlı iken 840'tan sonra ayrı devlet ku­ ran Karluk Türkleri , X. yüzyılda Müslümanlığı kabul edip Karahanidar adını almış, 999'da Buhara'yı fetbederek Sa­ manoğulları süHUesine son verip XIII. yüzyıl başlarına kadar hüküm sürmüşlerdir. Bk. KARAHANLI SANATI. Bugünkü Özbekistan'da (Zerefşan vadisi yakınında), Tim'de bulunan 978 tarihli Arap Ata türbesi onlardan ka­ Ian en eski eser olup gelişmiş bir cephe mimarisi, porta! ve yonca biçiminde üç dilimli trompları ile birçok yeni­ likleri ortaya koymaktadır. Buhara'da X. yüzyıl ortasına doğru yapılmış olan Samanoğulları türbesinden az sonra abidevi portalle cephenin belirtildiği bu eser, parlak bir gelişmenin başlangıcı olmuştur. Talas (Evliya Ata)'ta, Xl. yüzyıl sonlarından Ayşe Bibi türbesi, küçük olmakla birlikte köşelerden garip mi­ narelerle çevril i yüksek cephesi, dar ve uzun portali, 64 ayrı örnek halinde işlenmiş, yıldız, haç ve kare biçiminde parlak renkli terrakota levhaları ile çok zengin süslemeli (8 x 8 m) tuğladan yapılmış gösterişli bir yapıdır. Büyük Selçuklu sultanı Alp Arslan'ın kızı Ayşe, Karahanlılardan Ebü'I Hasan Nasr Şemsü'l - Mülk ( 1 068 - 1 080) ile evlen­ mişti. Böyle bir türbenin ancak onun için yapılmış olması pek tabiidir ve Xl. yüzyılın sonuna mal edilebil �� · Kara­ hanlı mimarisinin en canlı merkezlerinden olan Ozkent'te yan yana sıralanmış üç türbe, üslup gelişmesinin basamak­ larını açıkça göstermektedir. Bunlardan en büyüğü ve es­ kisi, Nasr bin Ali'nin 1 0 1 2 tarihli. türbesinden sadece bir tromp ile portalin bir tarafı kalmıştır. En sağlam durum­ daki ikinci türbe, 1 1 52'de Celaleddin Hüseyin Alp Kılıç Tanga Bilge Türk Toğrul Hakan tarafından yaptırılmıştır. Üçüncü türbenin 1 1 87 'de onun torunu Muhammed bin Nasr Toğrul Hakan'a ait olduğu sanılmaktadır. Bu Karahanlı türbeleri kare bir plan üzerine kubbe örtülü tuğla mimarisi, süslemeleri ve kitabeleri ile sonraki tek kubbeli cami ve türbelerin öncüsü olmuştur. Sengbest'te Gaznelilerin Tus valisi Arslan Cazib'in 1 028'deıl önce yapılmış türbesi, Xl. yüzyıl başında Gaz­ neiiierde de türbe mimarisinin geliştiğini göstermektedir. Fa­ kat Selçuklular zamanında bu gelişme çok sistemli ol­ muş, Serabs'ta Ebü'I Fazi ( 1 024), Mihne'de Ebu Said ( 1 049), Serabs yakınında Yartı Kümbet ( 1 098), Vekil Ba­ zar'da Cartak Abdullah ibn Büreyda, Asıanababa'da Alem­ herdar türbeleri, XII. yüzyılda Merv'de Muhammed ibn Zeyd ( 1 1 1 2) türbesinden sonra Serahslı mimar Muham­ med ibn Atsız'ın yarattığı, 1 1 57 tarihli Sultan Sencer tür­ besine kadar parlak bir sonuca varmıştır. 6 m kalınlığında dört duvar üzerine (27 x 27 m), 17 m çapındaki tromplu kubbe içten yıldız biçimi kaburgalar örülerek zenginleşti­ rilmiştir. Yerden yüksekliği bugün bile 36 m yi bulan kubbe, aslında firuze sırlı tuğla kaplı bir dış kubbe ile örtülmüştü. Dış görünüş bakımından Kaşgar bölgesindeki stupalarla benzerl iği, daha yıllarca önce E. Diez tarafın­ dan ileri sürülmüştür. Basit yapılar olan sekizgen veya silindir biçiminde De­ histan kümbetleri dışında Selçuklulardan önce yalnız Ha­ rezmşahlardan üç önemli kümbet kalmıştır. Bunlar, Gü­ ney Harezm'de XII. yüzyıldan yükseltilmiş kare gövde üzerine kısa bir silindir kasnakla oturan konik külihlı Ak­ sarayding kümbeti, Köhne Ürgenç'te, XII. yüzyılın 2 . yarısından kare a l t yapı üzerine sekizgen piramit külilılı Fahreddin Razi kümbeti, alçak kare alt yapı üzerine mu-

karnaslı nişlerle çevrili silindrik gövde ile oturan konik küHihl ı , 1 200 tarihli Sultan Tekeş kümbeti olarak üç eser­ dir. Son ikisi sırl ı tuğla ve çinilerle bakiava biçiminde geo­ metrik süslemeli kiililhlarla dikkati çeker. Büyük Selçuklular zamanında türbelerde olduğu gibi kümbetlerde de parlak bir gelişme oldu. Son yıllarda İran' da keşfedilen iki kümbet, bunu çok canlı olarak göster­ mektedir. Kazvin - Hemedan yolu yakınında (Harrekan) birbirinden 29 m aral ıkla yükselen bu iki kümbet, kitabeleri ve bütün İran'da en zengin çeşitli ve gösterişli tuğla süs­ Iemeleri ile Selçukl u sanatından kalan en kıymetli anıt­ lardır. 1 067 - 1 068 tarihli ilk kümbet Sultan Alp Arslan zamanında Muhammed bin Mekki el - Zincani tarafından yapılmıştır. 1 093 tarihli ikinci kümbet, Ebu Mansur bek EI�i bin Tekin adına Zincanlı Ebli'l Meali bin Mekki ta­ rafından yapılmıştır. 1 1 m çapında 13 m boyunda sekiz­ gen biçiminde çift kubbeli , bütlinüyle tuğladan, köşeleri si­ lindrik kuleli kümbetler, ell iden fazla değişik örnek göste­ ren zengin süslemeleri ile Anadolu'daki taş ve çini süs­ leme sanatının kaynakları olmuştur. Bunlara yakın üslupta, köşeleri yuvarlak payeli sekizgen biçiminde ve piramit kü­ lahlı Demavend kümbeti de Xl. yüzyılın 3. çeyre­ ğine girer. Her kenan üç kare bölüme ayrılarak değişik ör­ nekler halinde tuğla süslemelerle kaplanmıştır ki, bunlar, diğer iki kümbetten farklı örneklerdir. Her üç kümbetteki tuğla siislemelerin inanılmaz zenginliği Selçuklu süsleme sa­ natının yaratıcı kuvvetini açıkça göstermektedir. Azerbaycan'da Meraga ve Nalıdvan'da XII. yüzyıldan kalan kümbetler, çeşitli süsleme unsurlarının Anadolu'ya ge­ çişini hazırlamıştır. XI ve XII. yüzyılda yapılmış Kara­ hanlı camileri de tuğla mimarisinin parlak gelişmesini gös­ teren eserlerdir. Bunlardan Buhara yakınında Hazar'da XI. yüzyıl başında Degaron camii, kerpiç ve tuğla karı­ şımı bir yapı olmakla birlikte çok önem taşıyan bir planı vardır. Alçak silindrik payeler üzerine dört sivri kemerle oturan 6,50 m çapındaki orta kubbe, yanlardan tonozlarla çevrilmiş olup, köşelerde ortalama 3,60 m çapında birer küçük kubbe ile merkezi plan şemasını ortaya koymaktadır. Eski Merv yakınında Xl. yüzyıl sonundan Talhatan Baba camii, artık tamamıyla tuğladan, yatık dikdörtgen planda küçük çapraz tonozlarla yaniara doğru genişletil­ miş tek kubbel i bir yapıdır. Nişlerle teşkilatlandırılmış ve tuğlaların değişik dizilmesi ile zengin süslemeli bir görü­ nümde olan cephesi , sonraki Karahanlı eserlerine örnek olmuştur. Aynı bölgede XIII. yüzyıldan Hüdai Nazar Ev­ liya türbesinde bu cephenin yanlardan kısaltılmış değişik bir şekli tekrarlanmaktadır. Schlumberger tarafından 1 95 1 kazılarında meydana çı­ karılan, Güney Afganistan'da, Bust yakınında, Gazneliler­ den Sultan Mahmud'un Leşker-i Bazar Ulu Camii, büyük ölçüde iki nefli, yatık dikdörtgen biçiminde sade bir yapıdır. Mihrap önünde görülen dört tuğla paye, her halde kub­ beyi taşıyordu. Böylece mihrap önünde her iki nef geniş­ liğinde kubbe, Selçuklulardan önce, XI. yüzyıl başında bu­ rada ortaya çıkmaktadır. Mimari gelişme bakımından bu çok önemlidir. Selçuklular bu gelişmeleri değerlendirerek, büyük öl­ çüde abidevi bir cami m imarisi yaratmışlar, ondan sonra bütün İran ve Orta Asya'da, onların mihrap önü kubbesi ile dört eyvanlı cami tipleri hakim olmuştur. Gelişmenin başında en önemli kısımları Melikşah zamanında yapılmış

TüRK SANATI olan İsfahan mescid-i cuması yer alır. Melikşah'ın emriyle onun adına veziri Nizamü'l - Mülk tarafından ı oSO'de yap­ tırılan güneydeki büyük kubbe ıs m2 bir mekanı örtmekte­ dir. Abbasi lerden kalan ağır payeler üzerine oturmaktadır. Bundan sekiz yıl sonra, kuzeyde bulunan ı ı m çapında 22 m yükseklikte ikinci kubbe, Melikşah'ın hanımı ve Ka­ rahan lı prensesi Terken Hatun adına vezir Tacü'l - Mülk tarafından yaptırılmıştır. Cephesi olmayan ve çatıdan baş­ layarak yükselen kubbe ;i ile bu yapı, dıştan basık görü­ nürse de, iç mekanı Büyük Selçuklu mimarisinin teknik ve estetik bakımdan en olgun ve başarılı eseridir. Alt ve üst yapı birbiriyle kaynaşarak, mekan birliği adeta gotik bir sağlanmıştır. Her iki kubbede üç dilimli sistem halinde trompların şekli Karahanlıların Arap Ata türbesindekilere uygundur. Daha sonra İran'da Gülpayegan, Kazvin ve Ar­ distan'daki Selçuklu camileri tromplar üzerine tuğladan ha­ fif sivri kubbeleriyle İsfahan'da Melikfidh kubbesinin de­ vam eden değişik şekilleri olarak görülürler. Bütün yenilikleri tck bir plan halinde gerçekleştiren 1 1 3 5 tari hli Zcvvare mescid-i cuması, mihrap önü kub­ besi ile dört eyvanlı ve orij inal minareli bir Selçuklu ca­ mii olarak büyük bir gelişmenin yolunu açmıştır. Karahanit ve Gaznelilerin ribat ve saraylarında görülen dört eyvanlı plan şeması, ilk defa burada bir Selçuklu camiinde de­ ğerlendirilmiş, 7 ,45 m çapındaki kubbe artık planın bü­ tünü içinde yerini almıştır. Zevvare camiinden sonra, bu­ nun hayranlık uyand ıran planına göre, başta Ardistan ve Lfahan mescid-i cumaları olmak üzere diğer camiler de

dört eyvanlı hale getirilmiştir. Kübik blok üzerinde sekiz­ gen tamburla hafif­ çe sivrilen kubbe si­ lueti, plan içinde, dıştan hakim bir kazanmış gorunuş olup, sade ve sık tuğla örgüsünden ve güçlü sağlam bir ifade tarzı ile Selçuklu kubbesini

229 ·--�.... •.

· ....

·· . ..

.

.:--

.. .. . . .

.-·

�--........_.llı......... TÜRK SANATI : Gök Medrese planı

sembolleştirir. Selçuklular ilk defa İran'da orij inal bir cami mimarisi yarat­ mışlardır. Medreseler, Şiiliğe karşı Sünniliği geliştirmek ve dev­ let memurlarını yetiştirmek için ilk defa Xl. yüzyıl ba�­ larında Gazne'de kurulmuşsa da, bu Gazneli medreseleri­ nin mfmari özelliklerini belirten bir kaynak yoktur. Bü­ yük Selçuklular, medreseleri geniş bir devlet teşkilatı ha­ line getirip devlet memurlarını bu yatılı öğretim müessse­ selerinde yetiştirmişlerdir. Nasır-ı Hüsrev, Nişabur medre­ sesinin Selçuk sultanı Tuğrul Bey'in emriyle kurulduğunu, kendisi 22 nisan ı046'da Nişabur'dan geçerken yapının epey­ ce ilerlemiş olduğunu kaydeder. Bu zamanlarda Bağdad, Tus, Basra, İsfahan, Herat ve Belh'te kurulan büyük med­ reselerle mimari, süratle gelişmiş ve Bağdad medresesi ı067' de tamamhnmıştır. Büyük Selçuklulardan Hargirt ve Rey' de Melikşah zamanından iki medrese kalmış, diğer bütün medreseler kaybolmuştur. Godard'ın araştırmaları bunların dört eyvanl ı yapılar olduğunu meydana çıkarmıştır. Sel­ çuklular, Karahanit ve Gazneli mimarisinde geliştirilen dört eyvanlı plan şeklini önce medreselerde, sonra camilerde tatbik ederek dört eyvanlı cami planını yaratmışlardır. Bü­ tün Selçuklu imparatorluğu boyunca medreseler, Irak, Su­ riye, Mısır ve Anadolu'ya götürülmüştür. Türklerde med­ rese fikrinin ve mimarisinin bu kadar çabuk yayılıp geliş­ mesinde onların İslamlıktan önceki Buddhizm devrinden bildikleri manastır hayatının ve mimarisinin etkisi büyük olmuştur.

Karahanlıların ribat adını verdikleri kervansaray mi­ marisi de Gazneliler ve Büyük Selçukluların yaptırdığı ri­ hatlarla geliştirilmiş, Anadolu Selçuklularında son ifadesini bulmuştur. Alp Arslan'ın kızı ile evlenen Karahanlı hakanı Şem­ sü'l - Mülk Nasr bin İbrahim'in 1 078'de Semerkant - Buhara yolunda yaptırdığı Ribat-ı Melik'ten yalnız güney cephe duvarı ile porta( ayakta kalmıştır. Tuğladan iri, yarım si­ lindir biçiminde yivlenmiş cephe, köşelerde yuvarlak ku­ leler ve ortada abidevi ölçüde ( 1 2 x 15 m) sivri kemerli portaliyle çok gelişmiş bir mimari üslfıp göstermektedir. Bu­ radaki portal kompozisyonu Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Timurlu ve Osmanlı mimarisine örnek olmuştur.

TÜRK SANATI : Gök Medrese (Sivas)

Karahanlıların diğer kervansarayları nda da çeşitli plan tipleri sonraki Türk kcrvansaraylarında etkilerini göster­ miştir. Merv - Amul yolunda, harap Akçakale kervansa­ rayı arka arkaya revaklı ve dört eyvanlı iki avlu çevresine sıralanmış mekanlarla, kerpiç - tuğla karışımı bir yapıdır. Xl. yüzyıl sonundan kalmış gibi görünüyor. Başane (Kurtlu­ tepe) harabelerinde bulunan kervansaray, önce aviulu kı-

230

TÜRK SANATI Bunlardan yalnız 44'ü yerlerinde bulunmuştur. Üst kenar­ larında ç i ç c k l i kfıfi ilc boydan boya bir Farsça kitabe var­ dır. Ribat-ı Melik'ten sonra Türk mimarisinde görülen bu ikinci Farsça kitabe, aslında 250 m yi buluyordu ki bunun bir eşine rastlanmamıştır. Kalan izlerden anlaşıldığına göre, kitabeler ve süslemelcr parlak kırmızı üzerine lacivert ola­ rak renklendirilmişti. Kıvrık dallar arasında hayvan ve kuş figürleri, palmet ve lotus ve rumi lerle dolgulu üç dilimli kemerler hafif kabartma olarak işlenmiştir. Anadolu'da Melikşah'ın adını taşıyan, 1 09 1 - 1 092 ta­ rihli çiçekli kfıfi ki tabesiyle Diyarbakır Ulu camii ve ı ı 2 8 tarihli Siirt Ul u camii, Büyük Selçuklularla ilgili eserlerdir.

TÜRK SANATI : Klasik üslupta yontma gül sım, arkada biraz daha dar kapalı ho! ile Anadolu'daki Sel­ çuklu hanlarının ana şemasını göstermekte olup, XII. yüz­ yıl başından kalmadır. Karahanlı mimari geleneklerini devam ettiren bu Gaz­ neli kervansarayı, yuvarlak kulelerle takviyeli ve kareye yakın bir yapı olup, dört eyvanlı avlu şeması ve tuğla süslemeleri yanında kubbe - eyvan birleşimini de Büyük Selçuklulardan çok önce gerçekleştirmiş olması bakımından önemlidir. Pek azı kalmış olan palmet ve rumi dolgulu geometrik süslemeleri ve kfıfi kitabeleri, harap durumdaki anıtın yüksek kalitesi hakkında iyi bir fikir verebilir.

Artukluların Meyyafarıkin (Silvan) Ulu camii ile Ana­ dolu camilerinin muhteşem üslfıbu başlar. İsfahan mescid-i euroasındaki Melikşah kubbesi aynı plan şekliyle burada bir m ihrap önü kubbesi olarak değerlendirilmiştir. 1 3 ,50 m çapındaki mukarnas tromplu kubbe içten ve dıştan bütü­ nüyle yapıya hakim olup, böylece Anadolu'da Türk cami mimarisinin abidevi biçimi inanılmaz bir kuvvetle gerçek­ leştirilmiştir. Kubbenin kaidesinde Artuklulardan Ncemed­ din Alpı (I 1 52 - 1 176)'nın kitabesi vardır. Son tamirlerde zevksiz portaller ve pilpayelerle biçiminin durumu bozul­ muştur.

Büyük Selçuklulardan kalan en önemli kervansaray Meşhed - Serabs arasındaki ıssız arazide bulunan Ribat-ı Şerif'tir. Godard'ın araştırmalarına ve üslfıp özelliklerine göre, ı 1 14 - l l ı 5 'te yapıldığı anlaşılmaktadır. Karahanlı­ ların Akçakale kervansarayına benzeyen planı, kareye yakın asıl yapı ve önünde yatık dikdörtgen bölümden ibaret olup, dört eyvanlı avlu etrafına sıralanmış mekanlardan meydana gelmiştir. Dıştan kaleye benzemekle beraber içi sarayı an­ dıran bir zenginliktedir. ı ı53 yılı başında Oğuzların ayaklanmasında Ribat-ı Şe­ rif ve yakınında bulunan Ribat-ı Mahi tahrip edilmiş, bir yıl sonra Sultan Sencer'in hanımı ve Karahanlı prensesi Ter­ ken Hatun her iki ribatı tamir cttirmiştir. Gaznelilerin ilk defa ı 948'de Fransız arkeologu Schlumberger tarafından keş­ fedilen Leşker-i Bazar sarayı, Sultan Mahmud zamanından kalan bir yapı olup, dört eyvanlı avlu şemasını daha geliş­ tirmiş bir plana sahiptir. Kuzey eyvanından geçilen taht sa­ lonunda duvarların üst kısmı, kenan kfıfi kitabeli, ortası geometrik süslemeli terrakota levhalarla kaplı idi. Alt kıs­ mında ise, çok renkli fresklerle (temperra) birbiri arkasına sıralanmış muhafız askerleri canlandırılmıştır. Başlun tah­ rip edilmiş olan bu figürlerden üçü Kabil müzesine kaldı­ rılmıştır. Canlı renklerle gösterişli kaftanları, yumuşak çiz­ melere inen pantolonları, kemerlerden aşağı asılı eşya ve torbaları ile Uygur treskierinin benzeridir. Bombaci ve Sccratto başkanl ığında İ talyanlar tarafın­ dan Gazne'de ı 957'den son yıllara kadar devam eden ka­ zılarda Sultan III. Mesud'un sarayı meydana çıkarılmıştır (l l 1 2). Burada da dört eyvanlı avlu, planın esası dır. Daha ge­ niş olan güney eyvanı taht odasını içine alır. 250 m yi bulan 7 0 cm yükseklikte 5 1 0 mermer levha aviuyu çevreliyordu.

TÜRK SANATI : Erzurum Yakutiye Medresesi porta! çıkıntısında karta! arınası

TÜ RK SANATI

23 1

Artuklulardan Fahreddin Karaarslan'ın Harput Ulu ca­ miinde ( 1 1 56) havuzlu avlu küçültülerek camiin içine alın­ mıştır. Planı, Zevvare mescid-i cumasını hatırlatır. Artukluların şaheser olarak nitelendirilen harap du­ rumdaki Dunaym (Kızıltepe) Ulu camii ( 1 204), Yavlak Ars­ lan ve Artuk Arslan tarafından yapt ırılmış olup, dış görü­ nüşü inanılmaz bir ze;1ginliktcdir. İ k i renk l i taşlar, dilimli kemerler, istiridye nişler Zengilerden gelen etki leri gösterir. Önünde şimdi yıkılmış olan revaklı avlu vard ır. Plan için­ de gelişerek içten ve dıştan bütün yapıya hakim olan mih­ rap önü kubbesi, revaklı avlu , küçültiiliip cami içine alın­ mış avlu ve zengin siislemeli sağlam kesme taş mimarisi ile Artuklu camilerinin abidevi üslubu sonraki gelişmele­ rin temeli olmuştur. XII. yüzyıl Danişmendli camileri orijinal şekilleriyle za­ manımıza gelmemiştir. Saltuklu camilerinin birincisi, Er­ zurum'da iç kaleye hakim bir kümbet biçiminde değişik yapısı olan mescittir. XII. yüzyıl sonundan kalmış olma­ lıdır. Erzurum'daki Ulu cami tamirieric bozulmuş haldedir. Mengücüklülerin en eski yapısı Divriği kalesinde, Şahinşah'ın Kale camiidir ( 1 1 8 0 - 1 1 8 1 ). Kitabesine göre mimarı, Azerbaycan'dan gelen Meragalı Hasan bin Firuz' dur. Cepheyi kaplayan portal, çeşitli taş, tu�la ve çini süs­ lemeler ve kitabeleriyle dikkati çeker. Şahinşah'ın torun u Ahmed Şah, ı 228 - ı 229'da da­ rüşşifa ve türbe ile birlikte külliye olarak yaptırdığı cami­ de Divriği'de yeniliklerle dolu en öneml i Mengücüklü ese­ rini meydana getirmiştir. Güneyden camiye bitişik olan da­ rüşşifa, eşi Turan Melik tarafından aynı yılda yaptırılmıştır. Her iki bölümde adı yazılı olan mimar Ahiatlı Hurrem Şah, iç mimari ve süsleme bakımından bir şaheser yarat­ mış olmakla birlikte dıştan tatmin edici bir görünüş vere­ memiştir. Masif düz duvarlı cepheler, her biri ayrı özelliktc dört abidevi portalle caniandınimak istenmiştir. Taş süs­ lemeler İran'da Büyük Selçukluların stuk (Fr. stuk : mer-

TÜRK SANATI : Divriği Ulu camii ve akıl hastahanesi mer tozu, sönmüş kireç ve tebeşir karışımı sıva) işlerindeki plastik üsllıbun taşa geçmiş bir devamı gibidir. Batı porta­ linde Selçukluların çift başlı kartal arması ile Ahmed Şah'ın doğan kuşu arnıası rölyef halinde işlenmiştir. Anadolu Selçuklularının ilk eseri, Konya'daki Alaeddin camiinin zamanla planı değişmiştir. Abanozdan 1 155'te Ahiatlı bir usta tarafından yapılmış olan minber, ilk ca­ miden kalmış olup, Sultan Mesud ve Il. Kılıç Arslan'ın kİtabelerini taşır. İki farklı devir halinde klasik Türk ca­ mi lerinin m ihrap önü kubbesi ve düz çatılı eyvanı ile sü­ tunlar üzerine doğuda altı, batıda dört paralel nef bir

TÜRK SAN ATI : Alfıcddin camii (Konya)

232

TORK SANATI olan orta nefiyle Malatya Ulu cami ine bağlanan Huant camii, diğer taraftan yaniara doğru ge­ nişletilen m ihrap bölümü ile Kay­ seri ve Erzurum Ulu camileri şe­ masına girmektedir.

lıl..••• ıl Kayseri'deki Hacı Kılıç ca- .iılılllliiı.... mii ( 1 249), ortak revaklı avlunun TÜRK SANATI : iki yanında medrese ile kaynaşm ış Karatay Medresesi planı ile diğer bir Selçuklu külliplanı (Konya) yesidir. Camiler yanında Selçuklu mescitleri de tek kubbeli ya­ pılar olarak dikkati çekerler. Çoğunun önünde bulunan to­ nozlu veya düz çatılı giriş yerleri, XIV. yüzyılda camiler­ de çok gürülen son cemaat yerlerinin öncüleridir. Konya'da Taş Me;cit ( 1 2 1 5 ) ve XIII. yüzyılın son yarısında yapılan Sır­ çalı Mescit bunların en karakteristik örneklerindendir. Bu camiler, çeşitli kubbeye geçiş durumlarını dikkate alarak son cemaat yeriyle tek kubbeli ilk Osmanlı camilerinin başlangıcını hazırlamıştır. Anadolu Sel·--· çukluların ın ağaç di..

.

··

..�rıp•�,

rekler üzerine düz çatı l ı ve zengin süs­ lemeli ahşap cami­ leri üçüncü bir grup­ tur. Bunlarda çok renkli kalem işleri, mozaik çinili mih­ raplar ve ağaç işle­ ri sıcak bir atmos­ TÜRK SANATI : İnce Minareli fer yaratmaktadır. Medrese planı (Konya) En büyük ve orij i ­ n a l ahşap cami, bü­ tün zenginlikleri içinde toplayan Beyşehir'de Eşrefoğlu cam i i , I 299'da tamamlanmıştır. · .. ·

TÜRK SANATI : İnce Minare kaidcsinin süslemcsi (Konya) araya gelmiştir. Önünde l l . Kılıç Arslan'ın yaptırdığı ongen kümbet ilc yarım kalmış sekizgen bir kümbet ve kuzeydeki abidevi cephesiyle boydan boya uzanan avlu yer almıştır. Alfıeddin Keykubad'ın emriyle camiye son şeklini vere� mimar, aslen Şamlı olan Muhammed Havlan, çinileri ya­ pan usta ise Kerimeddin Endişah'tır. Bugün yalnız mihca­ bın üst yarısı ile kubbeye geçiş üçgenlerinde finıze, laci­ vert, mor renkli geometrik ve üzeri bitkileric süslenmiş mo­ zaik çiniler kalmış olup, bunların yapılış tarihi camiin ta­ mamlandığı 1 2 1 9 tarihine uymaktadır. Alfıeddin Keykubad'ın Niğde'deki camii klasik unsur­ ları bir araya toplar. Usta kitabesinde Ü stad Sıddık bin Mah­ mud ile kardeşi Gazi'nin adları okunmaktadır. Mekanın loş ve arkaik etkisi mimari süslemeler ve aydınlık fene­ riyle bir derece yumuşatılmıştır. Malatya Ulu camiinde mih­ rap önü kubbesi, buna bitişik eyvan ve havuzlu iç avlu gibi zengin ve önemli kısımlar tuğladan yapılmış olup planı İran'daki Selçuklu camilerinin (Zevvare gibi) planına daya­ nıyor. Firuze ve pathcanı çini mozaik süslemeler ve kita­ belerle renklendirilmiş olan caminin mimarı Malatyalı Ya­ kub bin Ebubekir'dir. Ü ç dilimli tromplarla sekizgen bir tambur üzerine oturan tuğladan ve zengin süslemeli kubbc de Karahanlı ve Büyük Selçuklu geleneğine dayanır. Daha sonra eklenen taştan yapılmış bazı kısımlarla değişmiş olan camii Alfıeddin Keykubad'ın 1224'te yaptırdığı anlaşılmıştır. Alfıeddin Keykubad'ın eşi Mahperi Hatun'un 123 8"de Kayseri 'de tamamen kesme taştan yaptırdığı Hudavend Ha­ tun külliyesi, cami, medrese, kümbet ve hamamdan ibaret olup, Selçukluların Anadolu'daki ilk külliyesidir. Masif ku­ lelerle medrese ve cami dıştan bir kaleyi andırmaktadır. Mih­ rap önü kubbesi cyvan ve küçük kare avlu ilc belirtilmiş

Anadolu'daki ilk r11edreseler de Danişmendli ve Artuk­ lu ülkelerinde ortaya çıkmıştır. Tokat ve Niksar'da Daniş­ mendiiierden Yağıbasan'ın, avlusu örtülü, kubbeli medre­ seleri, Mardin'de Hatuniye ve Diyarbakır'da Artukluların açık avlulu, eyvanlı Zinciriye ( 1 198) ve Mesudiye ( 1 198 1223) medreseleriyle başlayan gelişme, Kayseri'de Çifte medrese ( 1 205) ile Selçuklulara geçmiştir. Sivas'ta Keyka­ vus şifahanesi ( 1 2 1 8) eyvanl ı bir medrese olup, tuğla, çini ve taş süslemeleriylc ilk Selçuklu anıtıdır. Süslemeleri Bü­ yük Selçuklulara dayanır. Konya Sırçalı medresede ( 1 242), ·

TÜRK SANATI : Selçuklu taş yontmacılığı

TüRK SANATI

233

ç i n i süslemeler b u tarihte benzeri olmayan bir zen­ ginliktedir. Kubbeli med­ reseler grupuna giren Ka­ ratay ( 1 25 1) ve İnce Mi­ nareli ( 1 258) medreselerde­ ki çini ve taş süslemeler en olgun biçime erişmiştir. Kümbet ve türbeler, Anadolu'da mütevazi ölçü­ de yapılmakla birlikte mi­ mari bakımdan yaratıcı bir TÜRK SANATI : Hudivend araştırma ve deneme çaba­ Hatun kümbeti planı (Niğde) sı ile zengin çeşitlere örnek olmuşlardır. Divriği'de Mengücüklülerden Emir Süleyman ibn Seyfeddin Şahinşah için 1 1 95'te yapılan Sitte Melik kümbeti, XII. yüzyıldan kalan en güzel mezar anıtlarından­ dır. Kesme taştan sekizgen gövde üzerine piramit külahlı kümbette giriş cephe>i, birbiriyle kesişen sekizgenlerden dörtlü düğüm motifleri ve iç içe iki sekizgenden ibaret ve geometrik motifler gibi eski Türk süslemeleri ile kendine has bir özelliği vardır. Selçuklular zamanından Konya Alfıeddin camiine ku­ zeyden bağlanan Il. Kılıç Arslan'ın kümbeti, onun ölüm tarihi olan 1 192'den önce yapılmıştır. Mimarı Hocend'li Yusuf bin Abdülgaffar'dır. Bu mütevazı kümbet içinde se­ kiz Selçuklu sultanı yatmaktadır. Lahitler kabartma çini ki­ tabelidir. Sade ongen prizmatik yapısı, taş ve çini süsle­ meleri, kitabeleri , Bursa kemerli kapısı ile bu kümbet Sel­ çukluların ilk denemelerinden biridir. Selçuklu sultanlarından kalan diğer türbe, 1 . Keyka­ vus'un 1 2 1 7 'de Sivas'ta yaptırdığı darüşşifanın sağdaki ey­ vanında kalmaktadır. Kare üzerine Türk üçgenleriyle otu­ ran tuğla kubbenin örttüğü mekan üstünde dıştan on ke­ narlı kümbet yükselmektedir. Anadolu'da yalnız Selçuklu sultaniarına mahsus kümbetlerin on kenarlı oldukları anlaşıl ıyor. Daha önce Nahcivan'da Mümine Hatun kümbeti ( 1 1 86) de on kenarlı olarak yapılmıştır. Anadolu'da geri ka­ lan kümbetler, sekizgen, onikigen veya silindrik olarak de­ ğişmektedir. Keykavus kümbetinin on kenarının her birinde tuğladan çeşitli geometrik süslemeler vardır. Bunlardan çoğu Harrekan kümbetlerindeki süslemelerin benzerleridir. Ey­ vana açılan türbe cephesi, koyu mavi üzerine beyaz kabart­ ma sülüs kitabesiyle Selçuklu tuğla ve çini mozaik süsleme­ lerin Anadolu'da ilk abidevi eseri olup çini mozaik sana­ tının sonraki parlak gelişmesinin izlerini taşımaktadır. Azer­ baycan'dan gelen ustanın adı, Meredli Ahmed olarak sağ-

· �·

-

J

1

······'�··. ....

......

-

··�-·-··�'·--···F·······w·-··

� r;;- \r-· c ·--tı:··--..Q=ır--çı.:...--

=z====�ıtll,_, ==-

�f!�-fttf

TÜRK SANATI : Alay Han planı (Konya)

TÜRK SANATI : Hudavend Hatun kümbeti (Niğde) daki alınlığın altına yazılm ıştır. Parlak kırmızı tuğlalardan cephe, firuze, mor ve beyaz sırtı tuğla ve çinilerle örgülü kilfi kitabeler, geometrik yıldız ve geçmeler halinde mozaik olarak işlenmiştir. Sultan lahdi ve yakınlarına ait diğer lahitler de hep çini kaplıdır. Ahiatlı Ebulnema bin Mu­ faddal adlı bir mimarın eseri olan Tercan'daki Mama Ha­ tun kümbeti, kesme taştan itinalı bir yapı olup yuvarlak dilimli silindrik gövde üzerine konik külahlı asıl kümbe­ tin etrafı çember biçiminde gen iş bir kuşatma duvarı ile çevrilidir. Plan şekli, son yıllarda Masson tarafından Aral gölünün doğusunda Tagisken'de yapılan kazılarda meydana çıkarılan mezar anıtlarına benzemektedir ki, bunların M. Ö. III. yüzyıldan kalma Hun mezarları olması muhtemeldir. Kayseri'de Döner Kümbet de on iki köşeli ve dıştan mu­ karnas kornişler üzerine konik külahlı içten silindrik me­ kan üzerine kubbe örtül ü bir yapıdır. Figiirlü plastik süs­ lemelerin bolluğu ilc göze çarpan ve abidevi bir çadırı andıran kümbetin portat cephesinde Şah Cihan Hatun için yaptırıldığını belirten tarihsiz (üslilbuna göre 1 276) bir k i ­ tabe vardır. Kümbetlerin çokluğu ve çeşitliliği i lc Kayseri'den sonra ilk planda gelen Ahlat, Anadolu'daki çeşitli abidelerde ki­ tabelerde adları yazılan mimar ve ustaların yetiştiği eski bir sanat merkezidir. Burada I 273 yıl ından Ulu kümbet, Ahlat klasik iislilbunun kalan en eski eseridir. 7 m ça--: pında silindrik gövde üzerinde s i vri konik bir külahla abi­ devi bir çadır biçimindedir. Anadolu'da Selçukluların yüksek kültürünü en canlı biçimde aksett i ren eserler, kcrvansaraylardır. Bunlar, Kara­ hanlı, Gazneli ve Biiyük Selçukluların ribatlarına bağlan-

TORK SANATI

234

TORK SANATI : Karatay Hanı planı makla birlikte bütünüyle ke3me taştan, gerçekten saraylan andıran büyük ölçüde abidevi yapılardır. Bugün bilinenler yüzden fazla olup dokuzu Selçuklu sultanlan tarafından yaptırılan Sultan Han'dır. Diğerleri vezirler ve emirler gibi Selçuklu devlet adamları tarafından yaptırılmıştır. En eskisi, II. Kılıç Arslan tarafından yaptırılan Aksaray - Kayseri yo­ lundaki Alay Han olup, geometrik şekillerin en eski ör­ nekleriyle süslenmiştir. Portaldeki iki gövdeli aslan kabart­ ması, Karahanlıların Tirmiz saraylarında görülen sembolik figürün bir benzeri ve devamıdır. Bugün Alay Han, çok harap durumdadır. En büyük kervansaray, Alaeddin Key­ kubad tarafından 1 229'da tamamlanan, Konya - Aksaray yo­ lundaki Sultan Han'dır. Bu han 1 10 x 50 m büyüklükte olup 4 500 m2 lik yer kaplar. Konya'da Alaeddin camiini tamam­ layan Muhammed ibn Havlan ei-Dımışki, bunun da mimarı olmuştur. Revaklı avlu ve kapalı bolden meydana gelen Sultan Han'da köşk, mescit, bir anıt gibi yükselmekle olup mimari süslemelerin en zengin merkezi olmuştur. Avlu ve bol portalleri de bu zenginliğe katılmaktadır. Selçuklu sultanlarının kudreti ve teşkilatlarının sağlamlığı bu abide­ lerde belirlenmektedir. Bunlar Selçuklu mimarisinin en gös­ terişli eserleridir. Dıştan bir kaleyi andırır. Sultan hanların kapalı hol bölümü, İtalyan gotik katedrallerini hatırlatan çok kuvvetli bir mekan etkis i yaratmaktadır. Anadolu'da Selçuk saray ve kiSşklcri , sultan hanları yanında çok mütevazı yapılardır. Çoğu kaba taş ve tuğladan nispeten basit görünüşteki bu yapıların kabalığını gider­ mek için zengin çini ve stuk süslemeler kullanılıyordu. Bun­ ların ilki olan Konya'da I I . Kılıç Arslan (ölm. 1 1 92) ta­ rafından yaptırılıp I. Alaeddin Keykubad tarafından tamir ettirilen Alaeddin köşkünden yalnız bir duvar kalmıştır. Köşk, içten ve dıştan zengin çeşitli çini ve stuk süs­ lemeleriyle kaplı idi. Ka­ lan parçalar müzelerdedir. Doğancı süvari figürü ile büyük kare çiniler, yerli gri hamurdan yapılmış olup Büyük Selçukluların Rey ve Keşan'daki süsleme tek- IPI'}J1DJqrl!'lt.iıl� ( niğini devam ettirmekte­ dir. Alaeddin Keykubad' ın Beyşehir Gölü kıyısın­ da 1 226'da yaptırdığı Ku­ bad - abad ve Kayseri ya­ kınında 1 224 - 1 226 tarihli

TÜRK SANATI : Caca Bey Ham planı

TÜRK SANATI : S ultan Hanı planı (Aksaray) Keykfıbadiye sarayları, Zeki Oral tarafından bulunup ilk araştırmalar halinde yayınlandıktan sonra kazılarla ortaya çıkarılmıştır. 1 965 'te K. Otto - Dorn tarafından başiatılıp

sonra

Mehmed

Önder'le

birlikte

yürütülen

kazılar sonunda, birkaç sarayı içine alan küçük bir Selçuklu şehrinin planı, bütünüyle ortaya çıkmıştır. Bun­ lar, sur duvarları, çitlerle çevrili firdevs (paradeison), av hayvanları parkı, Büyük Saray ve altında, göl kıyısında Alanya'daki Selçuklu tersanesinin küçük bir benzeri olan iki gözlü tersane ile küçük bir saraydan başka 16 kadar yapı

TORK SANATI

235

TÜRK SANATI : Ulu cami (Divriği) TÜRK SANATI : Sultan Ham planı kalıntısından ibarettir. Bu arada Selçuklu saraylarının çını ve stuk süslemelerinin en zengin örnekleri de meydana çı­ karılmıştır ki, bunlar ayakta ve oturmuş insan figürleri, Ji­ renler, harpiler, çift başlı karta!, çeşitli kuş ve hayvan fi­ gürleri ve sembolik figürler ile Selçuklu tasvir sanatının ya­ ratıcı gücünü bütün canlılığı ile aksettirmektedir. Keykubadiye, bir kaynaktan çıkan suların meydana ge­ tirdiği küçük bir göl kıyısına sıralanmış üç küçük köşkten ibarettir. Selçuklu sultanlarının en güzel tabiat manzaraları içinde saray ve köşklerini yapmak hususunda kuvvetli bir görüş sahibi oldukları anlaşıl ıyor. Aynı şey, daha önce Gaz-

nelilerde, sonra Osmanlılarda doğuştan gelme bir kabiliyet olarak görülmektedir. Keykubadiye köşkleri çeşitli çını sus­ lemelerle zenginleştirilmiş, kazılarda, bunlardan birçok par­ çalar ele geçirilmiştir. Saray ve köşklerde kullanılan çiniler, Selçuklularla son bulmuştur. Selçuklu sanatı, XIII. yüzyılın son yarısı içinde, İlhanh baskısına rağmen, çok önemli eserler meydana getirecek bir kuvvet ve canlılık göstermiştir. XIV. yüzyıl başında Selçuklu mimarisinin canlılığını kaybetmediğini gösteren eserler vardır. Yüzyılın sonlarına kadar Selçuklu mimari üslubu etkisini göstermekle birlikte bu zamanda kurulan birçok Türk devlet ve beyliklerinde yeni araştırmalarda birçok değişik üslup gelişmeleri kendini göstermektedir. Bunlar, Selçuklu sanatının temelleri üze­ rinde yeni üsluplar ortaya koyarak Osmanlı mimarisinin parlak gelişmesini hazırlamışlardır. Çevresindeki diğer yapı­ lardan ayrılmış ve önünde son cemaat yeri bulunan tek kub­ beli kübik karakterde camiler bu gelişmenin başlangıcı olup, Anadolu'daki Selçuklu me3citlerine bağlanmaktadır. Bu devrin eserlerinden Aydınoğlu İsa Bey'in 1 374'te Selçuk (Efes)'ta yaptırdığı İsa Bey camii çok önemlidir. Mih­ rap duvarına paralel düz ahşap çatılı iki uzun ncf, ortadan iki kubbe ile kesilmiştir. Önünde düz ahşap çatılı revaklar ve ortada sekizgen havuzu ilc revaklı avl u, doğu ve batı portal lerinde birer mino.rc vardı. Planı, Şam Emeviye ca­ miindcn gelen Diyarbakır Ulu camiine ve bazı Artuklu ca­ milerine dayanıyor. Mimar Ali ibn el-Dımışki'nin adı, bu­ rada Şam şehrinden gelen etkilere işaret edilebilir. Mermer bloklarla kaplı ve ana cepheyi gösteren batı duvarı, iki kat pencere sıraları ve ortada portali ile klasik Osmanlı cami­ lerinin revakl ı avlu cephclerine öncü olmuştur. Sanıhanlılar, merkezleri Manisa'da, belki bütün beylik­ ler devrinin en önemli cami planını ortaya koymuşlardır. İshak Dey'in 1 376'da yaptırdığı bu Ulu cami , birçok önemli geli şmelerin başlangıcı olmuştur. Mihrap duvarına paralel yedi bölümlü dört neftcn ibaret camide, duvara bitişik iki sii t u n ilc altı payenin meydana getirdiği sekizgen üzerine kemerieric oturan 1 0,80 m çapında pandantifli mihrap önü kubbesi, üç ncf boyunca bunları kesmektedir. Küçülmüş hal­ de yeniden ortaya çıkan rev�kl ı avlu, camiden bir duvarla

TÜRK

SAN ATI : XIII. y ii1.yıl oyma pencere işçi l i ğ i

ayrılmış ol u p , kubbc ilc aynı genişliktedir. Mihrap önü kub­ bcsinin ge l i şmesi bakımından plan, Artukluların Silvan (l 1 79) ve K ı z ı l tepe ( 1 2 3 9) Ulu camilerine bağlanır.

TüRK SANATI

236

TÜRK SANATI : İmik Yeşil cami (İznik) Menteşeli lerin Milas'ta yaptırdığı Hacı İ lyas cam i i ( 1 3 3 0) düz, ahşap çatılı olmakla birlikte, üç kubbel i son cemaat yeri ile önem kazanır. Balat (Millet)'ta İ lyas Bey cami i ( 1 404) bütünüyle bloklardan tek kubbeli bir yapı ol­ makla birlikte üç kemerli giriş yeri ve büyük bir kemer halinde dışarı açılan cephesiyle beylikler devrinin en ka­ rakteristik eserleri arasında yer alır. Beylikler devri Ana­ dolu Türk mimarisinde ortaya çıkan ve batıya doğru uzan­ dıkça daha fazla beliren yenilikler ve başlangıç halindeki üslup gelişmeleri görülür. Bu yenilikler ve üslup gelişmeleri Osmanlıların elinde en güzel şekliyle değerlendirilip dünya çapında bir Osmanlı Türk mimarisinin yaratılmasına yol açmıştır.

TÜRK SANATI : Yeni Caminin seramik panoso (İstanbui) beli camidir. Prizmatik üçgenler üzerine kubbesi, batı ya­ nında bir bölümü çapraz tonoz, iki bölümü tek bir beşik tonozla örtülen son cemaat yeri ile bu cami, Selçuklu mes­ citleri mimarisine bağlanır. Bir sıra kesme taş, üç veya dört tuğla olarak değişen duvar örgüsü, İznik'te ve hatta

Osmanlı mimarisinin başlangıcında da son cemaat yeri ile tek kubbeli camiler gelmektedir. Bursa Hisarında, Os­ man Gazi 'nin oğlu Alaeddin Bey'in, tahminen 1 326' anlaşılan yaptırdığı da . · ··

Alaeddin cami i bu tip ca­ milerin ilk örneklerinden­ Prizmatik üçgenler dir. üzerine tek kubbeli olup önünde Koreni ve İyon başlıklı sütunlarla yanlar­ da aynalı tonoz, ortada kubbe ve üç gözlü son ce­ maat yeri vardır. Fakat bu cami , ancak birçok ta­ mirden sonra zamanımıza gelmiştir. Ki tabesi de yok­ tur. Bu bakımdan İznik'te­ ki küçük Hacı Özbek ca­ mii ( 1 333) en eski tck kub-

··..

.··

TÜRK SAN ATI : Orhan

Bey camii planı (Bursa)

TÜRK SANA Tl : Eski Cami (Edirne)

TüRK SANATI

23 7

TÜRK SANATI : Ulu cami (Eibistan) nıl ışına örnektir. Önden beş kemerle açılan revak, boydan boya dış cepheyi canlandırmaktadır.

TÜRK SANATI : Üç Şerefeli cami (Edirne) Bursa, Edirne ve İstanbul'daki eserlerin bazılarında devam etmiştir. İznik'te Mimar Hacı Musa'nın 1 3 9 ı 'de tamamladığı Yeşil Cami, tck kubbeli klasik camilerde mekanı geliştir­ mek yolunda ilk araştırmalara işaret eden en önemli ve abi­ devi Osmanlı eseridir. ı ı m çapındaki kubbesi, badem de­ nilen prizmatik üçgenler üzerine oturur. Tam bir yarım kü­ re biçimindedir. Üç geniş kemerle buna açılan giriş bölü­ mü, yanlarda aynalı tonoz, ortada küçük bir kubbe ile ör­ tülmüş olup mekanı öne doğru büyütmektedir. Son cemaat yeri de yanlarda aynalı tonoz, ortada kubbe ile örtülü olup önden üç, yanlardan ikişer kemerle dışarı açılmaktadır. İç­ ten ve dıştan mermer kaplı duvarlar, doğu ve batı yanda iki kat pencere sıraları ile açıla­ rak Bursa cami lerinin pencereli duvarlarına öncü olmuştur. Mc:r­ mer mihrap, çini süslemeli tuğla minare, orijinal sütun başlıkları ve mimari süslemelerle yeni oır Osmanlı mimari üsllıbunun doğ­ duğunu haber vermektedir.

Bursa'da Orhan camii ile başlayan ı planlı camiierin en olgun mimari tarzı Yıldırım Bayezid'in 1 3 90 - 1 3 95 yıl­ ları arasında şehir dışında tamamen kesme taştan yapılmış camiinde kendini göstermektedir. Son cemaat yeri yüksek mermer payeler üzerine, ortadaki daha yüksek ve geniş ola­ rak beş Bursa kemeri, yanlarda iki Bursa kemeri ile çok abidevi bir etki yaratır. Çelebi Sultan Mehmed'in, Bursa'da, m imarlığını Hacı İvaz'a yaptırdığı ve 1424'te tamamlanan Yeşil Cami, aynı plana dayanmaktadır. Giriş bölümü iki katlı olup, üstte hün­ kar mahfili ve daireleri bulunmaktadır. Birinci kubbe altın­ da, alçakta kalan zeminde büyük şadırvanlı havuz vardır. Yıldırım camiinin daha gelişmiş mimarisi yanında, inanıl­ maz bir kalite ve zenginlikteki çini kaplamalarında Osmanlı çini sanatı muhteşem bir üslup halinde ortaya çıkar. 1 5 m boyundaki büyük çini mihrap, bitki motifleri, rumi ve hatailerio hakim olduğu beyaz, firuze, lacivert ve altın kabartmalı çinilerden meydana gelmiştir. Son yıllarda du­ varların üst kısmında ve kubbelerde çok renkli zengin ka­ lem işleri de meydana çıkarılmıştır. Çinilerio ve bütün mi-

İlk Osmanlı camilerinin ikin­

ci grupu olan ı planda, yan ka­ natlı (veya zaviyeli) camiierin ilk örneklerini de Orhan Gazi yap­ tırmıştır. Bunların ilk abidevi ya­ pısı, Bursa'da, 1 3 3 9 tarihli Or­ han camii, arka arkaya iki kub­ be ve yanlarda daha küçük birer kubbc olarak gerçekleştirilmiştir. ı 4 ı 7 'de tamir görmekle birlikte planın esası değişmemiştir. İznik'te, I . Murad'ın annesi Nilüfer Hatun adına ı 3 88'de yap­ tırdığı çok gösterişli imaret, bu planın camiler dışında ilk kulla-

TÜRK SANATI : Süleymaniye camii planı (İstanbul)

TORK SANATI

238 mari süslemelerin tam bir üsiCıp birli­ ği içinde hazırlanması nakkaş Ali bin İlyas Ali'nin eseridir. Kendisi, Timur ile birlikte 1 402'de Semerkand'e git­ miş, teknik incelikleri öğrenerek, Bur­ sa ' ya d önü p oradakilerden daha kali­ teli örnekler yaratmıştır. ,

ı

planlı camiler İznik, Bursa ve Edirne'de iyice gelişerek, İstanbul'un fethinden sonra ilk yapılan camilerde de bu plan şeması devam etmiştir. Bu planın temeli de Selçuklu medresele­ (Kırşehir Caca Bey medresesi, rine Konya Karatay ve İnce Minareli med­ reseler gibi) dayanmaktadır.

. �

· _

,, .·

1

.: +"

c�

-� ; ·

1

.

� -

ı ı ·. :.r ı

;�:

.

.

Üçüncü bir grup, çok kubbeli ulu

o � .. o •

_:'_: . . c;

·

camilerdir. Bunların en abidevi ve kla­ sik yapısı, Yıldırım Bayczid'in 1 396 1 400 arasında yaptırdığı yirmi kubbel i büyük Bursa Ulu camii (68 x 56 m) dir. Kuzey kapısından ikinci kubbenin al­ tında on altı köşeli havuz ve üç ça­ naklı fıskıye ile büyük şadırvan yer­ leştirilmiştir.

TÜRK SANATI : Selimiye camii planı (Edirne)

Edirne'de 1403 'te başlanıp 1 4 1 4'te Çelebi Sultan Meh­ med tarafından tamamiatılan Eski cami, birbirine eşit do­ kuz kubbesi ile ulu camiler grupuna giren diğer bir eser­ dir. Mimarı Konyalı Hacı Alfıeddin'dir. Kubbelerin sayısı değişik olan bu tip camiler, Balkanlardan Kahire'ye kadar çeşitli şehirlere yayılarak XVII. yüzyıl sonuna kadar devam etmiştir. Edirne'de II. Murad tarafından 1437 - 1447 yılları ara­ sında yaptırılan Üç Şerefeli cami, o zamana kadarki nor­ mal gelişmeleri aşan şaşırtıcı bir görünüştedir. Altı sivri kemer üzerine oturan 24, ı O m çapındaki orta kubbe, yan­ Iara doğru 1 0,50 m çapında ikişer kubbe ile genişletilmiş, aradaki üçgen boşluklar birer küçük kubbe ile doldurulmuş­ tur. Bu plan şekli T. S.'nda ilk defa ortaya çıkmış olup yüz yıl sonra Mimar Sinan tarafından ortaya atılan camıle­ rin ana fikrini gerçekleştiren bir öncü olarak çok önemlidir. Ortasında şadırvan ve revaklı avlu ilk abidevi örnek olarak cami ile bir bütün halindedir. İlk defa dört minareli olarak yapılan camide avlunun köşelerinde, burmalı , kaval yivli, baklavalı ve üç şerefeli minareler birbirinden farklıdır. Bü­ tün araştırmaları ve yenilikleri ile büyük Osmanlı camile­ rinin gelişmesini hazırlayan Ü ç Şerefeli cami ile başlamış olan mekan probleminin, İstanbul'da büyük ölçüde ele alı­ nıp çözülmesi yolunda büyük bir gayret görülür. Burada 1462 - 1470 yılları arasında Fatih Sultan Mehmed'in Mimar Sinaneddin Yusuf'a yaptırdığı eski Fatih camii, 26 m ça­ pındaki orta kubbeye, kıble tarafında eklenen bir yarım kub­ be ve yanlarda üçer kubbe ile Ü ç Şerefeli cami planından çok i leri bir gelişmeyi gösterir. Büyük kubbeye bağlı yarım kubbelerin ilki, Il. Murad'ın kumandanlarından Yahşi Bey'in 1446'da Tire'de yaptırdığı Yeşil İmaret camiin­ de ortaya çıkmıştır. Burada içten yivli bir yarım kubbe, asıl kubbeye eklenerek mihraba doğru mekanı genişletmek­ tedir. Fakat yarım kubbenin çok büyük ölçüde ele alınması, İstanbul'da Fatih camii ile başlamıştır. Bir külliye olarak ya­ pılan bu cami, aynı zamanda etrafındaki medrese binalarıyla İstanbul'da ilk üniversite olmuştur. Bu ilk Fatih camiinin

ku bbesi ı 765 'te çökmüş, yerine ı 767 - ı 77 ı arasında bugün­ kü dört yarım kubbeli cami yapılmıştır. Avlu cephesi ve revaklı avlu ilk camiden kalmad ır. İstanbul'da Sultan Bayezid adına Mimar Hayreddin, ı 506'da beş yılda tamamlandığı Bayezid camiinde kuzeye ikinci yarım kubbe, yaniara da birer küçük kubbe ekley�­ rek Fatih cam ii planını bir adım daha geliştirmiştir. Bunun büyük kubbesi ı s m çapındadır. Osmanlı mimarisinde böylece ortaya çıkan bütün hazır­ lık ve gelişmeler, Kanuni Sultan Süleyman'ın dahi mimarı Sinan tarafından ele alınarak kuvvetli bir mekan sanatının yaratılmasına temel olmuştur. Mimar Sinan, 1 548'de 58 ya­ şında iken dört yılda tamamladığı İstanbul Şehzade camiin­ de dört yarım kubbeli ideal bir merkezi plan meydana ge­ tirerek İtalyan Rönesans mimarlarının rüyasını gerçekleştir­ miştir. Daha önce Dulkadırl ılar zamanında 1498'de yapıl­ dığı kabul edilen Elbistan Ulu camiinde ve ı 5 1 6 - 1520 ara­ sında Diyarbakır'da Osmanlı valisi tarafından yaptırılan Fa­ tih Paşa camiinde dört yarım kubbeli merkezi yapı dene­ mesi, küçük ölçüde gerçekleşmişti. Mimar Sinan bunları in­ celeyerek ne gibi aksaklıklar olduğunu ve bunun nasıl gi­ derileceğini düşünmüş olmalıdır. ı 9 m çapındaki ku bbc, dört yarım kubbe ile çevrili olup köşelerde birer küçük kub­ be ilc örtülüdür. Yarım kubbcler ikişer eksedra ile geniş­ lctilerek, İstanbul'da ilk defa Ayasofya'nın yarım kubbe sis­ temi, değişik bir mimari üslupla değerlendirilmiştir. Kub­ bcyi taşıyan payelerin üstü, dıştan dilimli kubbelerle örtülü olup kubbe çevresinde Bayezid camiindeki birçok kulecik­ ler yerine yalnız dört kule ile daha derli toplu ve açık bir kiibik tarzı görülür. 1 548'de aynı yıl içinde tamamlanan Üsküdar iskelesin­ de Mihrimah Sultan camii, üç yarım kubbeli olarak onun ikinci denemesini göstermektedir. Bundan sonra Sinan, 1 557' de yedi yıl içinde tamamladığı Süleymaniye camiinde iki yarım kubbeli plana dönerek Ayasofya ve Bayezid camilerin­ deki incelemelerden sonra en olgun mimari tarzın oranlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Burada iç mekanla dış görü­ nüş bir bütün olarak düşünülmiiştiir. 26,50 m çapında kub-

TORK · SANATI

239

b e v e i k i yarım kubbcden başka y a n ncflcrdc b i r büyük bir küçük kubbe ritmik olarak beşer kubbc örtiisü ilc asıl mc­ kana katılmıştır. Süleymaniye cam i i külliyesi, Darüttıp, Ev­ vel medresesi ve Sani medresesi, Rabi medresesi ve Salis medresesi, Mülazımlar medresesi ve Dariiihadis gibi yapılarla Fatih'ten sonra ikinci biiyük üniversite olarak yeni bir şe­ hircilik anlayışı ile, 18 ayrı binadan ibarettir. Bu külliye içeninde ayrıca Sıbyan mektebi , Süleymaniye hamamı, Da­ riişşifa, Darüzziyafet, Tophane ile sonradan yapılan Sul tan Süleyman türbesi bulunmaktadır. Mimar Sinan, çeşitli camilerinde kemerler sekizgeni üzerine oturan ve köşeleri eksedralarla örtülmüş kubbe sis­ temini ve Edirne Üç Şerefeli camiinin kubbe sistemini ele alarak mekan denemeleri yapmıştır. Küçük ölçüdeki bu de­ neme ve hazırlıklardan sonra Mimar Sinan, bütün Türk mi­ marisinin ve kendisinin o zamana kadar ortaya koyduğu yeniliklerin toplu bir ifadesi olan Edirne Selimiye camiini yarattığı zaman 80 yaşında idi. 1 569 - 1 574 arasında tamam­ ladığı bu camide Ayasofya'yı aşan 3 1 ,50 m çapındaki kub­ be ve sekizgen gövdenin etrafını çeviren dört minare ile dış siluet, doğrudan doğruya iç yapıdan gelişmektedir. İç me­ kanla dış görünüşlin tamamıyla kaynaşmış olduğu muazzam kubbe, mekan sanatının en ileri eserleri arasında yerini alır. Dört kademe halinde süratle yükselen yapı , kubbe ile sü­ kunet halini alıyor. Dört sultanın devrini yaşamış olan Sinan, çozumu ge­ reken ayrı problemleri ele aldığı birçok camilerden başka, türbe, medrese, han, hamam gibi yapılarda da çeşitli araş­ tırma ve yeniliklerle orij inal eserler meydana getirdikten sonra 1 5 88'de ölmüştür. Sinan'dan sonra, onun yanında yetişen kalfalar, mimar başı olarak onun geleneğine bağlan­ mışlar, fakat son araştırmalarını değil, "çıraklık eseri" say­ dığı ilk büyük yapısı Şehzade camiini hareket noktası ola­ rak almışlardır. Bu plan ilk defa Sedefkar Mehmed Ağa tarafından İstanbul'un en biiyük camii olan Sultan Ahmed camii ( 1 609 - 1 6 1 7)'nde gerçekleştirilmiştir. 25,50 m çapın­ da kubbesi ile 64 x 7 2 m ölçüsündeki bu camide Sinan'ın sonuna kadar götürmeyip çekirdek halinde bıraktığı imkan­ lar yepyeni bir ruhla geliştirilmektedir. Mekandaki aksaklık dış görünüşte de kubbelerin ahenkli bir tarzda bulunuşu ken­ dini belli eder. Bundan sonra büyük ölçüde orijinal planlı bir cami yapılmamış, altı ve sekiz payeli camiler Sinan'ın öğrenci kuşakları tarafından İstanbul'da ve diğer şehirler­ de tekrarlanmış, fakat zamanla mimari kuvvetini kaybede­ rek küçük ve değersiz kopyalar haline gelmiştir. Bununla beraber, ilk defa Fransa'dan gelen Barok sa­ natı etkileriyle XVII . yüzyıl ortasında Nucuosmaniye ca­ mii, çapı 25 m yi aşan büyük kubbesi, yarım ova! avlusu, değişik süslemeleri ile, Türk mimarisinin yeni bir üslup yaratma gücünıl topluca aksettirir. Burada Mimar Sinan'ın Edirnek:ı­ pı Mihrimalı Sultan cami­ inde işaret ettiği Barok ge­ lişme, yeni üsluba uydurul­ muştur. Barok üsllıbun da­ TÜRK SANATI . Selimiye ha fazla hazınedildiğini camii plam (Edirne) gösteren Laleli cami i (1763) ·..

·.

TÜRK SANATI : Zağnos Paşa camii (XV. yüzyıl) kapı süslemesi de Mimar Sinan'ın sekiz payeli planını ve Azapkapı Rüs­ tem Paşa camiini esas almıştır. Anadolu yakasında, Üskii­ dar'da 1 760 tarihli Ayazma camii ve Selimiye kışiası ya­ nında Selimiye camii ( 1 805) Nucuosmaniye camiinin mima­ ri biçimini daha küçük ölçüde devam ettirmektedir. Barok üslubun İstanbul'a girdiği devirde Avrupa'da Arnpir devri hakimdir. Tophane'de 1 826 tarihli Nusretiye camii, Arnpir üslupta ilk deneme olarak başarılı bir eser­ dir. 1 854'ten Ortaköy ve Dolmabahçe camileri de Arnpir üslubunda tek kubbeli yapılardır. Bundan sonra bütün üs­ lupları karıştıran eklektik bir mimari hakim olmuş, Ermeni ve İtalyan asıllı mimarlar, Türk zevkine yabancı, başarısız eserler yapmışlardır. Nihayet milliyetçi görüşlerle sanat ve mimari canlanınca kendilerini toplayan Türk mimarları, es­ ki Türk mimarisine dönerek neo - klasik üslubu getirmiş, fakat dini mimari unsurlarının ölçüsüz biçimde sivil mi­ maride kullanılması ile bu üs!Qp dejenere olmuştur. Bundan sonra da betonarme tekniği ile modem mimari hakim ol­ muş, tarihi mimarlık tarzlarının sonu gelmiştir.

Türk çini sanatı : Anadolu'cl.a Selçuklu ve Osmanlı devri mimarisinde çini dekoru, mimarlık alanının temel unsurları arasına girerek abidevi sanata yükselmiştir. Mimari eser-

TORK SANATI

240

lerden çini dekoru çıkarılacak olursa, bunların çok şey kay­ bedeceği ve fakir bir manzara göstereceği şüphesizdir (bk. ÇiNi). Anadolu Selçuklularından beri yapılmış en basit çini­ ler tek renkli sırla yapılmış levhalardır. Bunlar, firuze, la­ civert, yeşil veya mor renkle de olur. Mozaik çiniler de iki çeşittir. Örnekler ya kakma tekniği olarak önceden h:ı­ zırlanrnış küçük parçaların bir araya getirilmesinden meyda­ na çıkar veya tek renkli büyük levhalardan kesilen şekille­ rin birleştirilmesiyle elde edilir. Mozaik tekniğine benzeyen ve sahte mozaik diyebileceğimiz bir teknik de kazıma (kaşitıraş) tekniğidir. Bu teknikle tek renkle sırtanmış lev­ halarla örnek ya zeminin kazılmasıyla ortaya çıkarılır veya sadece örnek kazılıp zemin sırtı olarak bırakılır. Mozaik tekniğiyle bazen sırtı çinilerle birlikte kırmızı renkte sırsız tuğla da kullanılır. Çay medresesinde böyle bir mozaik çini ve kırmızı tuğla süsleme vardır. Mozaik çiniler kabartma olarak da yapılmıştır. Sivas Gök Medrese eyvaniarında ve yine Sivas'ta Çifte Minareli Medrcsede yapılan kazılarda bu tipte mozaik tekniğinde kabartma olarak yapılmış çiniler bulunmaktadır. Akşehir' de Küçük Ayasofya denilen mescidin kubbe kasnağında mozaik çini kfıfi yazıdan geliştirilmiş frizin alt ve üstüne bir sıra firfıze renkli küçük çanaklar yerleştiriterek değişik bir dekorasyon sistemi elde edilmiştir. Mozaik çinilerde her renk en uygun ısı ile ayrı ayrı fırınlanmış olduğundan bunlarda bütün renkler çok parlak ve kaliteleri çok yüksek­ tir. Yalnız bu teknik çok zahmetli ve güç olduğundan son­ raları çok renkli levhalar halinde yapılması tercih edilmiştir. XVI. yüzyıl ortalarına kadar bunlar çeşitli renkte sır­ larta yapılmıştır. Renkli sırların birbiri içine taşmaması için bunların etrafına kahverengi bir kontur çekilirdi. İs­ panya'da renk sınırlarını ayırmak için bunlar arasına iplik çekilir, sonra bu iplikler fırında yanarak boş kalır ve renk­ lerin birbiri içine akmasına engel olur. Bu tekniğe ispan­ yolca Cuerda secca [ kuru iplik ] denir. =

De�cnler şekerli bir madde ile çizilip sırla boyanır, fı­ rında şekerli çizgiler kabarıp yuvalar meydana getirerek renkli sırların birbiri içine akmasını önler. Elle dokununca bu çinilerde renk sınırları belli olur. Bursa Yeşil Camii ve türbesinde mozaik çini ve renkli sır tekniğinin en göz alıcı örnekleri görülür. Burada mozaik çini ve renkli sır tekni­ ğinde yapılmış olan bazı kısımlarda kırmızı renkte bir nevi serlleşen macun da kullanılmıştır. Bu macun, taş gibi sert­ leşen bir maddedir. Ayrıca renkli sır tekniğinde yapılmış bazı kısımlarda ise örnek kırmızı renkli çini hamuru üze­ rine derin bir biçimde oyulmak suretiyle kabartma olarak ortaya çıkarılmış, sonra renkli sırla sırlanmıştır. Sır üstüne dekor yapma tekniğinde bir kere sırtanmış olan çini, fırın­ dan çıktıktan sonra sır üstüne diğer bir renk veya perdah (lustre) sürülecek daha az bir ısıda yeniden fırınlanm:ık yoluyla te>pit edilir. Perdah maden tozlarıyla madeni bir pırıltı etkisi bırakır. Perdahın içine gümüş ve altın tozu katılır, r(ngi sarı, kahverengi veya kırmızı olur. Altın yal­ dızlı çinilerle, rölyef halinde kabartma harflerle çiniler de yapılmıştır. Bu kabartma harfli çiniterin en güzel örnekleri Konya Kılıç Arslan köşkünün şimdi Türk ve İslam Eserleri Müzesinde bulunan kitabe frizinde, Konya Kılıç Arslan küm­ betinin içindeki Selçuklu sultanlarının lahitlerinde, Sivas Keykavus şifahanesinin türbe kapısı üzerindeki kitabede ve son yıllarda Diyarbakır'da kale içindeki Artuklu Sarayı ka­ zısında çıkan kare şeklindeki levhalar üzerinde kabartma harfli kitabe çinilerinde de görülür. Minai denilen teknikle iki defa fırınlamak suretiyle sır altı ve sır üstü olarak yedi renk tespit edilir. Sır üstü tek: nikierinde çinkolu bir sır, diğer tekniklerde ise kurşunlu saydam sır kullanılır. XVI. yüzyılın 2 . yarısında bütün diğer teknikler terk edilerek yalnız sır altı tekniği kullanılmıştır. Bu tek­ niktc çini levhalara önce bir astar çekilerek sonra istenen örneğin konturları çizilir, konturlar içerisine renkler dol­ durulur. Böylece, hazırlanan çini levha sır içine daldırılıp kurululduktan sonra fırına verilir. Fırında ince bir cam tabakası halini alan renksiz, saydam sır altında bütün renk­ ler ve örnek parlak şekilde görülür.

Selçuklu ve Osmanlı devrinde göz alıcı renkleriyle anıt­ ların duvarlarını süsleyen bütün çiniler bu tekniklerden biriy­ le yapılmıştır. Anadolu Selçukluları çini sanatını Büyük Sel­ çuklulardan alarak yeni bir üslup halinde geliştirmişlerdir. Aslında Türk çini sanatının Uygurlara kadar uzanan çok eski bir tarihi vardır. Bu durum ı 902 ı 903 kazı ve araş­ tırmalarında anlaşılmıştır. -

Karahanlılar zamanında Buhara'da Muğak Aıtari camii portalinin niş kemerinde firuze sırtı çiçekli kufi kİtabenin bazı parçaları dökülmüş, ancak üçte biri yerinde kalmıştır. Özkent'te Celaleddin Hüseyin türbesi portat kemerinin te­ pesinde bir tek mavi çini levha kalmıştır. Ayrıca Özkent minaresinde kuşaklardan birinin süslemesinde ve Buhara Kalan camii minaresinde sırtı tuğla kullanılmıştır. Bunlar Karalıantı mimarisinde de çini süslemelerin kullanılmış ol­ duğunu gösteren işaretlerdir.

TÜRK SANATI : Ortaköy camii (İstanbul)

Gazne kazılarında kalıp işi kabartma motifli küçük ka­ re çiniler tek renkli sırla yeşil, sarı, mavi veya kahve­ rengi olarak bol sayıda ele geçirilmiştir. Bunlarda geomet­ rik motifler yanında Uygur çinilerine benzer küçük rozet­ ler, yürüyen hayvanlar, çift başlı kartallar, bitki motif­ leri ve yazı da görülür.

TüRK SANATI İran'da Biiyük Selçukluların çini süslemeleri Moğol is­ tilasında yok olduğundan günümüze pek az örnek gelmiştir. Damga mescid-i cumasının Selçuklu minaresinde kare Iev­ halarla kabartma kCıfi kitabe 1058'de ilk örnek olup açık mavi s ırlıdır. Kazvin'de mescid-i cumanın stuk kitabe kuşağı üzerinde ve Mescid-i Haydariye'de örgülü kiifi kita­ belerde iki renkli gömme çiniler görülür. Bunlardan başka, Sin minaresi ( 1 1 3 1 ) ile İsfahan'daki son Selçuklu minarele­ rinde sırlı kitabe kuşağı ve çiniler yer alır. Mozaik tekniğinde çini süslemelerin bu devrinden Azer­ baycan'da da örnekler vardır. Meraga'da Kümbcd-i Kırmız ( 1 147) ve Yuvarlak Kümbet ( 1 1 67) ile Kümbed-i Kebud'da ( 1 197), ayrıca Nahcivan'da Mümine Hatun kümbetinin ( 1 1 86) kitabe ve diğer süslemelerinde tuğla ile karışık ol­ makla birlikte firlıze çini kullanılmıştır. B üyük Selçuklu geleneğini sürdüren Harezmşahlıların Horasan'da Zevzen saray camiinin ( 1 2 1 9) arka duvarındaki çok güzel çini pano bu devrin çini süslemesi hakkında iyi bir fikir verir. Lacivert ve firuze renk çinilerden madalyon­ lar, kufi ve sülüs kitabeler, çeşitli süslemelerle 13 x 15 m boyutlu büyük çini panonun yanında nesih kitabe ile tarihi ( 1 2 1 9) yazılıdır. Harezmşahlıların sultan Tekeş ve Fahred­ din Razi künıbetlerinin külahiarında da Sencer türbesinde ( 1 157) yıkılan kubbe dışında olduğu gibi, firuze sırlı tuğla kullanılmıştır. İran'da Rey ve Keşan'da yapılmış perdahlı çini levhalar ve dünya müzelerine dağılmış erken tarihli perdalılı çini m ihraplar XIII. yüzyılın ilk yarısına mal edi!­ mektedir. Minai tekniği de ilk defa Selçuklular tarafından bu merkezlerde ortaya konulmuş, İ lhanlılar zamanında so­ na ermiştir. İran'da diğer çini teknikleri de hep Selçuklular idare­ sinde ve onlar zamanında geliştirilmiştir. Konya'da Il. Kı­ lıç Arslan tarafından yaptırılmış olan 1 1 60 tarihli köşkten (Aiaeddin köşkü) kalan ve kazılarda ele geçen çiniler en güç bir teknik olan minai tekniğiyle yapılmıştır. Bunlar or­ talarında altı köşeli yıldız biçiminde bir çini ile bunun e t­ rafını çeviren daha büyük ve parçalardan meydana gelen d iğer bir yıldızın köşeleri bakiava biçimli çinilcrle doldunı­ larak büyük bir sekizgen haline getirilmiş sahaların tekra­ rından ibarettir. Haçvari çinilerle birleştiri lmiş sekiz köşeli yıldızlar ve diğer şekillerde çin iler de vardır. Bütün bu çi­ n iler yedi renkli göz kamaştırıcı dekorlarıyla köşkün du­ varlarını süsl üyordu. Bunlarda altın yaldız da kullanılmış ve sekizgen alanların veya yıldız biçimindeki çinilerin or­ tasında genç bir süvari figürü, bağdaş kurmuş saz çalan figiir, taht üzerinde bağdaş kurnmş figürler, griffonlarla çok zengin bir dekor gösterir. Bunların etrafını çeviren çini lerde rumiler, palmet ve lotus çiçeği, çiçek dalları göze çarpar. Bunlar sır üstü tekniğinde dekorianmış çeşitli çini lerdir. Bu çiniler Berlin ve Konya müzclerinde saklanmaktadır. Köşkün cephesinde kullanılan 24 cm çapında kare levhalar minai tekniğinin imkanlarından faydalanılarak geometrik bö­ lümlere ayrıl mış, sekizgen ve dört kollu yıldızlar meydana getirilmiştir. Tam ortadaki sekizgeni n içine bir süvari veya avcı figürü çizilmiştir. Yeşi l ve mavi renkler sır altına, ki­ remit kırmızısı ve siyah renkler üstüne boyanmıştır. Ayrıca sır üstüne sürülen yaldız da kullanılmıştır. AHieddin Keykubad ( 1 220 - 1 237)'ın Beyşehir gölü kı­ yısında yaptırdığı Kubadı.bad sarayı harabelerinde yapılan kazılarda aynı biçimde sır altı tekniğiyle yapılmış bol mik­ tarda çini parçası ele geçirilmiştir. Bunlarda insan figürü ya-

24 1

nında çok canlı ve kıvrak hareketlerle resmedilmiş qay­ van ve kuş figürleri d ikkati çeker. Tek ayak üzerinde kar­ şılıklı iki leylek veya göl kuşu figürü kompozisyon bakımın­ dan çok ileri bir üslfıp gösteriyor. Kubadabad çinileri için­ de, üzerinde Sarayı Cihan gibi yazılar olan figürlü çiniler de bulunmuştur. Ayrıca haç veya dört kollu yıldız biçi­ minde firuze sır altına siyah dekorlu çiniler de ele geçiril­ miştir. Bu çiniler de Konya müzesindedir. Kubadabad çinile­ ri arasında perdalılı olanlar da vardır ve hep3i Konya topra­ ğından yapılmıştır. Kayseri yakınında Alaeddin Keykubad'ın yaptırdığı Keykubadiye sarayında yapılan kazılarda firuze sır altına siyah dekorlu kare biçiminde çini levhalar bulunmuştur. Burada Harput Sare Hatun camiinin tahta minberindeki dekorun aynısı çini üzerinde görülmektedir. Ayrıca, Sel­ çuklu taş işlerinde görülen geometrik örgü, geçme, yıldız dekorlu çini levhalar da çıkmıştır. Bunlar sır altı tekni­ ğindedir. Bundan başka, lacivert ve firuze sır üstüne altın ve gümiiş perdalılı çiniler de bulunmuştur. Antalya yakınında Aspendos tiyatrosunun sahne kısmı Alaeddin Keykubad zamanında saray haline getirilerek çini­ leric kaplanmıştı. Bu çiniler halen Antalya Müzesinde bulu­ nup Kubadabad'ın sır altı tekniğiyle yapılmış çinileriyle aynı özellikleri gösteriyorlar. Bunlar arasında bağdaş kurmuş bir Selçuklu emiri ile çok zengin hayvan figürleri görülmekte­ dir. Bir de Selçuklu arınası olarak çifte başlı karta! motifi vardır. Çeşitli renk nüanslarıyla perdalılı çiniler içinde bun­ lar öne:nli bir yer tutar. Son yıllarda Diyarbakır'da iç kalede bulunmuş olan Artuklu çinileri arasında da firuze sır altına iki başlı si­ yah karta! figürü bulunan kare şeklinde bir levha ele ge­ çirilmiştir. Artuklu arınası olarak yapılan bu çini levha Konya Karatay Müzesindedir. Selçuklular zamanında sarayların ve köşklerin dekorlan­ masında daima göz alıcı renkleri ile minai tekniğinde, per­ dalılı ve altın yaldızlı çinilerin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Anadolu'da bu çeşit çiniterin bulunduğu her yerde bir Sel­ çukl u sarayı ve köşki.i aranabilir. Saraylardaki bu zengin figürlü, neşeli ve ferah çini de­ koru na karşılık dini yapılarda tamamıyla değişik, ciddi bir çini mozaik üsllıbu hakim olmuştur. Cami, medrese ve türbelerde m ihrapl:ırı, duvarları ve bazan kubbelerin içini kaplayan bu çiniler ekseriya mozaik tekniğiyle ve bazen levhalar halinde yapılmıştır. Mavi, firuze, lacivert ve mor renkler çok kullanılmıştır. Zaman zaman yeşil ve kahverengi de görülür. Motiflerde geometrik biçimlerde yıldız, rozet ve örgü şeridi motifleri, bitki motiflerinden sayısız çeşitler ile rumiler, palmet ve lotus çiçeği , spiral kıvrık dallar ve ni­ hayet bun ları bir kat daha zenginleştiren kfıfi ve nesih yazı dekoru her zaman hakim olmuştur. Kfıfi yazılar, geometrik biçimlerin köşeli sert üslCıbu ile bitki motiflerinin ve nesih yazıların kıvrık, akıcı, yumuşak konturları, çok defa renk­ lerle de bel irtilen ahenkl i bir tezat meydana getiriyorlar. Konya'daki çinilerin en eski örnekleri , 1 220'de tamam­ lanan Alaeddin camiinin mihrap bordürlerini ve kubbenin üstline oturduğu üçgenler alanım kaplamaktadır. Bunlar teknik ve üslup bakımından tam olgunluk halindedir. Aynı devirde İran'da bu zenginlikte, hatta bununla uzaktan kar­ şılaştırılabilecek bir çini dekoru yoktur. Mozaik tekniğiyle yapılmış olan bu çinilerde renkli kıvrık dallar birbirine sa­ rılıyor, bunların üzerinde nesih bir yazı bi.itün bordi.irü çev-

TÜRK SANA Tl XIII. yüzyılın çok bol ve zengin çeşitli çini dekorları­ na karşılık XIV. yüzyı lda bir duraklama ve azalma görü­ lür. Yüzyılın başından kalma Birgi Ulu cam i i ilc Karaman civarında Gaferyad Ulu camiinin çini mozaik mihrapları ile yüzyılın sonunda Karaman'da 1 3 8 2 tarihli Hatuniye Med­ resesinin kıble eyvanı çini leri bu kmrlık devrinden kalan sayılı örneklerdir. Fakat bu durgunluk daha önceki devir­ leri ve aynı devir İran çini merkezlerini gölgede bırakan yepyeni bir çini sanatının doğuşunu hazırlamıştır ki bu, Osmanlı devri çinileridir.

TÜRK SANATI : Hatai çini bordür

reliyor. Ortada üstte gayet ince örgüili kufi ile yazılmış di­ ğer bir yazı dekoru vardır. Kubbenin kaidesindeki üçgenler ise birbirinden farklı geometrik motifler halinde mozaik çinilerle kaplanmıştır. Böylece, Konya'daki en eski cam i i n çinileri geometrik bitki motifleri ve yazı dekorunun zengin ve olgunlaşmış ör­ neklerini gösteriyor ki bu hal Anadolu Selçuklularının çini sanatını da beraberlerinde getirdiklerine işaret eder. Yine Konya'da 1 243 tarihli Sırçalı Medrese çini mozaiklerinin örnekleri ise daha zengin ve ahenkli çeşitler gösterir. Açık ve koyu renkli k ıvrık dalların birbirine sarılması zengin­ liğini temsil ediyor. 1 252 tarihli ve halen Selçuklu çini mü­ zesi olan Karatay medresesinin duvarlarını ve kubbesinin içini kaplayan eşsiz çini dekoru bu yapıda çok değişik ve esrarlı bir mekan etkisi yaratmaktadır. İnce, zarif harf­ lerle yazılmış geniş örgülü kufi yazı frizi kubbenin et­ rafını çevirmektedir. Köşelerden kubbeye uzanan yelpaze bi­ çiminde beşer bölümiii alanlar dekoratif bir kufi ile yazıl­ mış Hulefa-i Raşidin (ilk dört halife) adlarıyla doldurul­ muştur. Duvarlar aslında baştan başa çini ile kaplı idi. Fakat bunların önemli bir bölümü dökülmüş, kaybolmuş, yerleri boş kalmıştır. Kubbe dekoru ve duvarları süsleyen çiniler Anadolu Selçuklularındaki çini mozaiklerio en gelişmiş devresini gösterir. Burada geo­ metrik motifler ve yazı dekoru hfıkim olmuş, bit­ ki motifleri , rumiler ikinci planda bırakılmıştır.

İznik Yeşi l caminin minaresini süsleyen en eski Os­ manlı çinileri, teknik ve dekor bak ımından henüz Selçuklu geleneğini sürdürmekle birlikte renk nüansları onlardan da­ ha zengindir. Camiye adını vermiş olan bu çiniler firuze ve yeşil renklerin çeşitleri ve zenginliği ile dikkati çekerler. XV. yüzyıl başında Karamanlıların Konya'da yaptırdığı 1 4 1 0 tarihli Hasbey Darülhüffazının mihrabını kaplayan mozaik çini ler de Selçuklu geleneğine göre ve sadece geo­ metrik örneklerden meydana gelmiştir. Fakat Osmanlıların ilk devrinden kalma en önemli çinili abideler Bursa'da Çe­ lebi Sultan Mehmed'in cami i ile türbesidir. Çinilerio hakim rengine bakarak bunlara Yeşil cami ve Yeşil türbe adı ve­ rilmiştir. Her iki yapıda koyu renkli çini dekoru ile eşsiz bir mekan etkisi yaratılmıştır. Caminin kapısından girince sağda ve soldaki saray mahfiileri ''e üst katta hünkar mah­ fili, tavaniarına kadar baştan başa çeşitli çok değerli çinilerle kaplıdır. Caminin duvarları 2,5 m yüksekliğe kadar altıgen yeşil çini lerle kaplanmış, aralarına firuze üçgen çiniler dol­ durulmuştur. 15 m yüksekl ikteki mihrap, bitki motiflerinin, rumi ve hatai lerio hakim olduğu bir dekor gösterir. Çelebi Sultan Mehmed'in öldüğü yıl ( 142 1 ) tamamlanan Yeşil türbe, içten ve dıştan tamamıyla göz alıcı bir çini dekoru ile kapl ı idi. Dış duvarlardaki eski çinilerden bazıları hala yerindedir. İçindeki çiniler yapıldığı zamanki güzelliğini ko­ rumaktadır. Sultanın lahdi de tamamen çiniden yapılmıştır. Fakat buradaki çini sanatı, mihrap çinilerinde en zengin örneklerini ortaya koymaktadır. Mihrabın ortası dilimli ke­ merden bir çerçeve içinde ayrı bir mihrapçık meydana geti­ riyor. Lacivert zem in üzerine sarı, firuze, az miktarda yeşil

1 258 tarihli Sahip Ata cami i ile 1283 ta­ rihli türbe çinileri diğer bir zengi n koleksiyon meydana getirir. Camide yalnız mihrabın çini­ leri kalmıştır. Fakat türbe ve ona bitişik olan hanekahta rölyefli ve ajıırlu çinilere varıncaya kadar her çeşit çini dekoru cömertçe kullanıl­ mıştır. 1 274 tarihli Sadreddin Konevi camiinin mihrabı ile tarihsiz bir yapı olan Sırçalı Mes­ cidin mozaik çinili mihrapları, Selçuklu çini sa­ natının en nadide eserleri arasında yer alır. Beyşehir'de 1 2 85 tarihli Eşrefoğlu camiinin iç kapısı ve mihrabı ile, mihrap önündeki kub­ benin içi tamamıyla mozaik çinilerlc kaplıdır. Bunun yanında 1 3 0 1 tarihl i Eşrefoğlu Süleyman Bey kümbetinin içindeki kubbe mozaik çinilerle kaplıdır. Kayseri, Malatya, Akşehir, Çay, Kır­ şehir, Tokat, Harput ve Ankara'da Selçuklu dev­ ri çinilerinden çeıitli örneklere rastlanır.

TüRK SANATI : I. Mehmcd'in Yeşil türbe (Bursa)'deki çini lihdi

TÜ RK SANATI

243

ve kahvereng i olarak iki şamdan, kandil, vazo motifleriyle hataiterden ibaret şahane bir dekor göstermektedir. Bursa'da Sultan Il. Murad'ın yaptırdığı ca­

mi ve arkasındaki türbelerde Bur:;a'nın erken dev­

rine ait çiniler görülür. Bu ilk devir Bursa çi­ nilerinde Selçuklu çinilerinin renkleri biraz daha mat olarak devam etmiş, yalnız sarı ve yeşil çok olarak kullanılmıştır. Bu renkler Bursa için bir özelliktir.

Diğer bir yenilik olarak mavi -

beyaz çiniler görülmektedir. Altın yaldız da kul­ lanılmıştır. Geometrik şekiller, yazı dekoru, ru­ miler ve hatailer, Selçuklu devri çinilerinin de­ korunu sürdürmekle birlikte, Bursa'da bulunan bitki motifleri ve natüralist temayiilde ç içeklerle fazlasıyla zenginleştirilmiş ve Selçuklu motifleri de yepyeni bir zevk ve anlayışla ele alınmıştır. B u çinilerde bitki mot ifleri hakim olmuş, geo­ metrik şekiller ve yazı ikinci planda kalmıştır. Mozaik, renkli sır, sır altı teknikleriyle yapılmış olan Bursa çinileri Osmanlıların en büyük çini merkezleri olan İznik'te, belki kısmen de Bur­ sa'da yapılmıştır. Renkli sır tekniğiyle yapılmış olan çini levhalar ilk defa Türkler tarafından Anadolu'da kullanılmıştır. İlk Osmanlı çinilerinin en zengin ve çeşitli örneklerini içinde toplayan Bursa'dan sonra Edirne'de 1436 tarihli Muradiye camii çınileri ikinci bir koleksiyon meydana getirir. Burada kıble duvarı ve buna bitişik yan duvarlar 2,5 m yüksekliğe kadar tamamıyla mavi - beyaz dekor­ lu al tıgen çinilerle kaplıdır. Bunlar temiz beyaz zemin üzerine küçük mavi çiçeklerden 37 de­ ğişik örnek gösteren zengin bir dekorla süs­ lenmiş, aralarına firuze üçgen Jevhalar yerleştirilmiştir. Fakat Sultan Il. Murad'ın yaptırdığı bu camide asıl dikkati çeken göz alıcı çini, mihraptır. 6,30 m yüksek­ liği, 3 ,85 m genişliği ile Yeşil camiden sonra en büyük çini m ihrap olarak görülebilir. Bursa'daki çinili mihrapla aradaki benzerlik özellikle bordürlerde gözden kaçmayacak kadar açıktır. Çiniler, levhalar halinde ve renkli sır tekni­ ğiyle işlenmiştir. Yer yer mavi - beyaz çiniler de kullanıl­ mıştır. Mihrap nişini kaplayan çiniler, mavi zemin üstüne

TÜRK SANATI : Yeşil cami vitrayı

sarı rengin hfıkiın olduğu yeşil, firuze, beyaz ve koyu kah­ verengi ilc ruıniler, palmetler, örgü motifleri ve rozet çi­ çeklerinden bir dekorta Bursa çinilerinden daha ince, ka­ liteli, değişik bir kompozisyon gösterirler. Geniş bordürdeki çinilerde Selçuklu devrinin geometrik yıldız motifleri, dış kenarda nesih bir yazı frizi milırabın etrafını çevirmekte­ dir. Üst kenarda palnıet biçiminde kesilmiş ç i nilerden bir friz uzlnıyor. Mihrap nişinin iki tarafındaki sütunlar ve nıuk arn:ıs dolguların içi de çini ile süslenmiştir. Bir bütiin olarak mihrap, gerek kompozisyon gerek renk kontrastiarı bakımından çok tatmin edici ve değişik bir etki bırakıyor. Edirne mihrabında altı renk kullanılmış olmakla birlikte, Bursa'da görülen altın yaldız yoktur. İlk devir Osmanlı çini mihrapları grupundan dördüncü­

s ü Karaman'da 1432 tarihli İbrahim Bey imaretinden alı­

narak İstanbul'da Çinili Köşk'e konulmuş olan bir Kara­ nıantı mihrabıdır. Yalnız bu mihrap diğerlerine göre daha sade bir kompozisyon gösteriyor. Kiiçük çiçeklerle rumi ve hatai leeden ibaret dekorda sarı renk hakimdir, altın yaldız da kullanılmıştır. S U I lis bir Ayetü'l - kürsi frizi mihrabı

TÜRK SANATI : Rumi bir çini deseni

çevreliyor.

244

TüRK SANATI dan meydana getirilen zengin ç i ni dekorlu ilk anıt 1 4 7 2 ta­

rihli Çinili Köşk'tür. Bu küçük sarayın çini leri Bursa ve Edirne çinilerine deği l , doğrudan doğruya Selçuklu çinile­ rine bağlanıyor. A�lında eyvan biçiminde açılan portalin Konya 'da Sırçal ı Medrese eyvanıyla benzerl iği de gözden kaçmamaktad ır. Burada hemen hemen biitünüyle çeşitl i moza ik tekniğinde çiniler, dekora hakim olmuştur. Kapı üzerinde geniş bir friz halinde boydan boya uzanan Farsça kitabc, lacivert zemin üzerine biri sarı, diğeri beyaz çok girift iki çeşit nesihle her harf ayrı oyularak moza ik bi­ çiminde yazılmıştır. Kitabede firuze, lacivert, beyaz ve sarı renkler hakimdir. Eyvan kemerinin iç tarafına dekoratif bir kfıfi ile Tevckeltü-al - Al lah yazısı üst üste tckrarlanmak­ tadır. Eyvan çini lcrinde yazı ve sade geometrik motifler, bitki motifleri pek az ve belirsiz ol arak kullanılmıştır. Eyvan ke­ merinin bordüründe hatailerle, içine kufi harflerle Allah ve

TÜRK SANATI : Moradiye (Bursa) camiinde rumi süsleme

İlk Osmanlı çinilerinin Bursa, Edirne ve Karaınanlılar­ da ilgi çekici örneklerini gördüğümüz bu parlak gelişmesin­ den sonra İstanbul'un alınmasıyla çini sanatının yeni yolhr arad ığını görüyoruz. Burada Fatih Sultan Mehmed tarafın-

TÜRK SANATI : II. Murad camii (Edirne) altıgen çinilerinden örnekler

Muhammed yazılı kare çerçeveler alternatif olarak sıralan­ mış ve kıvrık dallarla birbirine bağlanarak daha önce ben­ zeri görü lmeyen çok orij inal bir dekor meydana getirilmiştir. Bütün giriş eyvan ı çini lerinde koyu ve açık renklerin ahenk­ li bir tezadıyla Selçuklulaı-dan farklı i leri bir dekor anlayışı vardır. Portal in iki yanında cephe duvarının etrafı Selçuklu halı motiflerin i andıran geometrik yıldız şckilleriyle, firuze, lacivert, beyaz ve açık mavi olarak dört renk çiniden bir bordürle çevrelenmiştir. Pencere nişlerinin kenar dolgula­ rında ise kıvrak rumiler, rozct çiçekleri, lotus ve palmet­ lerden ibaret çok ince işlenmiş mozaik çinilerden cazip bir dekor göze çarpar. Burada çok tatlı bir yeşil renkle zenginleştirilmiş olarak firuze, sarı, siyah, lacivert ve beyaz renkler görülür. Bunlar hep mozaik kesme çinilerdir. Öl­ çülü bir biçimde kullanılan sarı ve yeşil renk bunlarda Bursa çinilerinin etkisini az da olsa göstermektedir. İç kıs-

TÜRK SAN ATI : Il. Murad ca m i i (Edirne) altıgen çinilerinden örnekler

TüRK SANATI

245

TÜRK SANATI : Çini süsleme örnekleri : ı . Rumi, 2. Hatai, 3 - 4. Çiçckli, 5 - 6. Dallı

ınındaki tek renkli üçgen ve a ltıgen çinilerde, altın yaldız çok kullarulmıştır. İstanbul'da XV. yüzyıldan fazla çini kalmamıştır. 1474 tarihli Mahmud Paşa türbesinin dış yüzünde taşa oyularak gömiilen iki renkli çini dekoru geometrik yıldız şekilleriyle birbirini kesen dairelerden ibaret basit şekiller gösteriyor.

XVI. yüzyılın başlarından sonra İstanbul'da devamlı geliş­ menin sağlam temelleri atılm ıştır. Bu zamanda artık mo­ zaik çiniler ve altın yaldızlı tek renkli çiniler tamamen kaybolarak renk l i sır tekniği ile y a p ı l m ı 5 dört köşe levhalar halinde çiniler bütün çini dekorlarının temeli olmuştur. 1 5 22'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından babası için

TÜRK SANATI

246

yaptırıla:1 Sultan Selim türbesi ile camiinde bunların en eski örnekleri görülmektedir. Bu çiniterin renk ve motiflerinde değişmeler vardır. Yazı hala oldukça önemli bir yer tutar, geometrik şekiller de zaman zaman ortaya çıkar. Fakat dev­ rio asıl ayrı bir özell i ğ i r u m iler , hatailerle aralarında pal­ met ve lotusun sık sık göründüğü çiçekler ve stilize büyük yapraklardan ve Çin bulutlarından ibaret bir dekordur. Sultan Selim türbesinde kapının iki tarafındaki pano­ larda, geniş bordürler zem inle örneğin birbirine karıştığı ga­ yet sık geometrik yıldız şekillerinden ibaret Selçuklu mo­ tifleri yeniden karşımıza çıkıyor. Yalnız ortada lacivert bir zemin üzerine ince kıvrık dallar, rumiler, küçük çiçek­ ler, patınet ve lotuslardan ibaret sarı, beyaz ve soluk kır­ mızı renkli bir dekor göze çarpar. Dar bordürlerde ilk defa olarak Çin bulutu motifleri de yer almıştır. Sağdaki pano­ nun üstündeki Arapça kitabede yapının tarihi olan 1 523 yazılıdır. Sultan Selim camiinin pencere alınt ıklarını süsleyen parçalar, lacivert veya yeşil olarak çeşitl i zem in renkleriyle göz alıcı bir dekor meydana getiriyor. Bunlarda kıvrık dallarla birbirine bağlanmış büyük rumiler, hatailer, nar çiçekleri ve rozet çiçekleriyle çok zengin ve yepyeni şaşırtıcı bir kompozisyon görünüyor. Cami ve türbesinde çok açık bir kırmızı renk de görülür ki bu renkli sır tekn iğinde yapıl­ mış çini lerde sırsız ve boş bırakılmış kısırnlara fırınlama­ dan sonra bir astar çekilerek üzerine kırmızı boya sürülmek suretiyle elde edilir. Bu yüzden de birçok yerlerinde bu renk aşınmıştır. Aynı teknik Bozüyük Kasım Paşa camiinde de görülmektedir. Topkapı Sarayında Arz Odasının cepbesinin iki tarafını kaplayan çiniler lacivert zemin üzerine yeşil, sarı, firuze renkte hatailer, nar çiçeği motifleriyle zemini sonsuz örnek halinde bölümlere ayıran rozet çiçekleri ve kıvrık dallardan ibaret bir dekor gösteriyor. Kompozisyon

TÜRK SANATI : Yeni Cami (İstanbul) çini süslemeleri

halı örneklerini akla getiren baktavalı bir motife uydurul­ muştur. Mimar Sinan'ın İstanbul'da ilk yapısı olan Haseki ima­ reti ( 1 5 39) çinilerinden halen Topkapı Sarayı çini pavyo­ mında bulunan iki alınlık da bu devir çini örnekleri ara­ sında yer alır. Bu çeşit çini terin en göz alıcı olanları Kanuni Sultan Süleyman'ın genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmed'in tür­ bes ini süsler ( 1 548). Yeşil, sarı ve lacivert rengin hakim ol­ duğu ve bunların yer yer firuze ve soluk eflatun renklerle caniandınidığı bu çiniler, türbenin içini adeta bir masal dün­ yasına çevirmektedir. Sürükleyici bir renk senfonisi ile iş­ lenmiş olan bu çini lerde klasik rumi ve patınet motifleri arasında büyük nar çiçekleri, güller, uzun ve geniş yap­ raklar, Çin bulutları ve diğer rozet çiçekleri göze çarpar.

TÜRK SAN ATI : ll. Murad camii (Edirne) altıgen

çinilerinden örnekler

Renkli sır tekniğiyle yapılmış levha halindeki Osmanlı çi­ nilerinin burada son bir şaheseri yaratıldıktan sonra, yüz­ yılın 2. yarı ;ında artık yepyeni gelişme yolları aran­ m ıştır. Renkli sır tekniği tamamen terk edilerek bütün çini­ ler XVI. yüzyılın ortasından sonra sır altı tekniği ile yapıl­ mıştır. Bunlarda pek seyrek olarak renkli zemin üzerine de­ karlar görülmekle birlikte temiz beyaz zemin e3as olmuş­ tur, sırları da çok temiz ve parlaktır, sarı renk ve soluk açık yeş il ortadan kayboluyor. Firuze, mavi, tatlı yeşil, kırmızı, açık lacivert ve beyaz olarak dekorlarda altı renk görü lür. Bazen siyah renk de kullanılm ıştır. Temiz beyaz zemin üzerine beş renkli örnekler hakim oluyor. Sıcak bir çiçek zevki ve tabiat sevgisi gösteren natüralist bir dekor, stil ize motifleri, palmet ve rumileri sahneden uzaklaştıra­ rak ik inci plana a t ıyor. Uı le, sümbü l, karanfil, nar çiçeği,

TORK SANATI

24 7

yaz ve yeşil o l arak nar çiçeğ i , rozet ç ı ç c g ı ve di ğ e r deko­ ratif çiçekler ve yaprakl a d a doldurulmııştur. Altta ve üstte beyaz zemi n üzerine çok renk l i nar çiçekleri ve rozet çiçek­ leri yanında Hileler yer almıştır.

XVI. yüzy ı l ortalarına kadar ç i n i lerde renk ve dekcr

bakımından göze çarpacak önemli bir deği ş i k l i k görülmez­ ken bundan sonra ç e ş i t l i yen i l ikler birb i r i n i koval ıyor. Süley­ maniye camiinden ancak dört yıl sonra ( 1 5 6 1 ) yapılan Rüstcm Paşa cam i i çinileri b u inanılmaz zenginliği parlak bir biçimde

canlandırır.

Diğer birçok incelikler arasında

burada 4 1 çeş i t l fı l e motifi bul unduğunu söylemek yeterli bir fikir verebi lir. 1 5 7 2 tari h l i Sokul l u Mehmed Paşa (Sul­ tan Ahmed'de) ve 1 574 tari h l i Piyale Paşa camilerinin çini­ leri , renk ve kalite bakımından daha i leri bir tekniğe sahip­ tir. Çinilerdeki k ı rmızı renklere parmakla dakunulunca ha­ fif kabartılmış parlak bir mercan kırmızısı haline geldiği görülür. İznik ç i n i atölyelerinin buluşu olduğu sanılan bu kabarık ve parlak mercan k ı rm ızısı XVII. yüzyıl başlarına kadar 45 yıl ç i n i lerde görüldükten sonra birdenbire ortadan

kayboluyor. Esasen Topk apı Sarayı d a irelerinde, ç e ş i t li deviriere ait en zengin çini koleksiyonu duvarları kaplamaktadır. Hırka-i Şerif da i resindeki tavus figürlü ç i n i lerle Harem dairesindeki Altın Yol den i len koridorda bulunan çini lcr, bunların ve

TÜRK SAN ATI : l l.

Murad camii ( E d i rn e ) altıgen

belki de b u devirdeki bütün Os manlı çinilerinin en güzel

çini lerinden örnekler

örnek leridir. Altın Yol'da, soldaki talik kitabeden anlaşıl­

şakayık, çiçek açmış erik ve k iraz dalları, inanılmaz bir

konulm.ış olan 1 5 7 5 tari h l i üç pano vardır. Her üç panoda

zeng i n l i k ve daima değişen kompozisyonlarla çini dekorla­

kompozisyon sivri kemcr l i bir bordürlc çevri l m i ş , bunun üst

dığına göre , saray hamarnı için hazırlanmış, sonra buraya

rını meydana getiriyor. Hançer gibi kıvrılan iri yeşil yap­ r eı k l ar çiçeklerin aras ını dold urmaktadır. Önce kumaşlarda, sonra Osman l ı saray seccad elerinde görülen bu çiçek dekoru

XVI. yüzyıl ortasından sonra bütün Türk sanatına girm i ş t i r . İ l k bakı şta bütün d iğer devi riere a i t T ür k çinileri ndl''l

kolayca ayırt e d i lebilen bu yeni üsluptaki çiniler 1 5 57 'de ta­ mamlanan Süleymaniye cami i nde m i lırabın i k i tarafın ı ve bunların üst kısım duvarlarını süslemektedir. Bunlar büyük bir daire içinde lacivert zem in üzerine beyaz o larak çok güzel

istif

edilmiş

nesih

yazı

ile

Elham

sures i ,

köşe­

lerde v e üstte beyaz zem i n üzerine çok renk l i o l arak nar çiçeğ i , rumiler ve diğer çiçeklerden i ba ret b i r dekor i l c i ş ­ lenmiştir. İ l k o larak S ü l e y m a n i y e cami inde o r t a y a çıkan bu yeni üslu ptaki çini ler, caminin arkasında Kanuni Sul tan Sü­ leyman ve gözdesi Hurrem S ultan türti kırmızı ile çevrelenmiş olup kenarları mor renktedir. Mihrapların ortası da madalyonlar içerisinde se­ kiz köşeli birer yıldız motifiyle canland ırılmıştır. Asıl bor­ dür ise, kfıfi yazı dekoru gösteriyor. İkinci seccade çok farklı bir kompozisyonda yan yana beş mihraplı bir saf seccade olup her bölüm beyaz zemin üzerine koyu mavi veya yeşil bir mihrapla belirtilmiştir. Mihrapların baş ve ayak tarafından kfıfi harfiere benzer uçlar çıkmakta, bir ortada iki yanda olmak üzere bunlardan aşağı üçer kandil sallanmaktadır. Mihrap zemini değişik motiflerle doldurulup zenginleştirilmiştir. Sekiz köşeli yıl­ dızlar da ayak yerine alta gelmiştir. Her iki seccadede gö­ rülen mor renk bunların XV. yüzyıldan kaldığını ve daha eski olmadığını göstermektedir. Selçuklu halılarına oranla yünleri daha ince olup arışlar da daha sık geçirilmiştir. Depoda saklanan parçalar arasında kalmış ve bugüne kadar bilinmeyen üçüncü seccade, renk ve motiflerinin özel-

Anadolu Selçuklularının halı sanatı ve buraya kadar gördüğümüz halılar dünya halı sanatının temeli olmuştur. Her biri bir abide olan Konya Selçuklu halıları XIII. yüz­ yılın ilk yarısında yapılmış olmakla birlikte bunlarda görü­ len çok yüksek bir sanat olgunluğu arkalarındaki uzun ge­ lişme devrine işaret eder. Bundan kolayca anlaşılabileceği gibi, Anadolu Selçukluları, öz yurtlarından halı sanatını bir­ likte getirmişlerdir. Selçuklu halılarının motifleri ve ren­ gi daha sonraki bütün halılarda çeşitli şekilde sürdürülmü') ve Türk halısı, karakteri bozulmadan bugüne kadar var­ lığını korumuştur. Tablolar ve fresklerdeki halı tasvirleriyle birçok yazılı kaynaktan anlaşıldığına göre, XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu Türk halıları geniş ölçüde Avrupa'ya ihraç edili­ yor ve buralarda çok kıymetli birer sanat eseri olarak ti­ tizlikle saklanıyordu . Fustat'ta bulunan Selçuklu halı par­ çaları XIII. yüzyılda da Türk halı ihracatının çok fazla olduğunu göstermektedir. Dünya halı sanatının temeli olan XIII. yüzyıl An.ı­ dolu Selçuklu halıları, XIV. yüzyıl sonuna kadar bütünüyle hakim olmuş, daha sonraları da bunların kufi bordürleri ve çeşitli motifleri halı sanatında zaman zaman yaşa­ makta devam etmiştir. XV. yüzyılda görülen hayvan halıları da XIV. yüzyıl hayvan halılarının daha zenginleşti­ rilmiş biçimlerinden başka bir şey değildir. Fakat XV. yüz­ yılın asıl özelliği, Holbein halıları adı altında toplanan halı cimlerinin gelişme devri olmasındadır. Bu halılara belki Av­ rupalı bir halı tüccarı tarafından verilen bu ad, hem yanl ış hem de şaşırtıcıdır. Hans Holbein'ın tablolarında sık sık tasvir edildikleri için bu adı alan halılardan bazıları on­ dan önce İtalyan ressamlarının tablolarında tasvir edilmiş, bazıları da hiçbir zaman Holbein'ın tablolarında resmedil­ memiştir.

258

TORK SANATI

İlk örnekleri XV. yüzyılda ortaya çıkan bu cins halı­ la r birkaç tipe ayrılabilir. İlk tip küçük parçalı örnekler­ den oluşmuştur. Sekizgenler dizisini , kaydırılmış eksen üze­ rine alternatif olarak bakiavalar takip eder. Ortası sekiz­ genle doldunılmuş kareler ve her karenin köşelerindeki çey­ rek bakiavaların birleşmesinden meydana gelen bakiavalar örn eğ in şemasıdır. Konturları belirsiz sekizgenlerle kaydırıl­ mış olarak sıralanmış bakiavaların yan yana dizilmesini veya yan yana değişik renkli küçük kareler i çe ri s i ne aynı çeşit sekizgenlerin sıralanınasını gösteren örnekler birinci tipe gi­ rer. Kökleri XIII. y üzyıl a kadar uzanan bu çeşit halılar XV. yüzyılın ilk yarısında ortaya ç ıkm ı ş XVI. yüzyıldan sonra da çok sürmemiş, k ay bol mu şt ur. Bunun sekizgenlerle b akiava l ar ın sıralanınasını gösteren tipi, Beyşehir Holbein halısı baklaval arının küçük bir örneğini sürdürmektedir. Bu ti p halılarda zemin rengi mavi ve kırmızıdır, yeşil az göriii ür. İlk bakışta farklı görünmekle birlikte ikinci tip Holbein halıla rı da haçı andıran zengin bakiavalar ve bütünüyle konturları kaybolmuş sekizgenlerle aynı şemayı korur. Se­ kizgenlerle b ak iav al ar belirsiz konturlada çok canlı olma­ yan desenler haline gelmiştir. Sekizgenler ve bakiavalar bitki motiflerinin birleşmesinden oluşmuştur. Burada görü­ len ikinci tip Holbein halısının bordürü Uşak halılarında görülen klasik bordürdür. Bulut motifleri arasındaki rozct ç i ç ek le r inin ortası, çok düzgün desenli bir gamalı haç mo­ tif iy le doldurulmuştur. B u halı XVII. yüzyıldan kalmadır. D a im a kırmızı zemin üzerine sarı örneklerle yapılan bu ha­ lılar XVI . yüzyıl b a şın da n XVII. yüzyıl sonuna kadar Av­ rupa resimlerinde görülür. Orijinalleri de bol sayıda mey­ dana çıkan bu h a lıl ar XVIII. y üzy ı l sonunda kaybolmuştur. Kühnel, bu çeşit Holbein h a lıla rı n a son olarak "Türk Ara­ besk halıları" adını veriyorsa da, bu özellik konuya yeni bir a y d ınlı k g et i rm iy o r. Bu iki tip Holbein halısında çok defa kufi bordürler gör ülü r ve b unl a r zamanla örgülü bir süs motifi haline ge­ lir. Fakat sonraları ikinci tip h al ıl arda bunların yerine kıv­ rık dallar, çiçekler, rumiler ve bulut motifleriyle Uşak ha­ lılarını hatırlatan bordürler gelmiştir. Esasen bu tip iki halı Uşak halılarına geçişi hazırlamıştır. ,

Üçüncü tip Holbein halıları sekizgenle doldurulmuş bü­ yük karelerio üst üste sıralandığı sade bir örnek gösterir. Bunun kökleri Anadolu hayvan h alıla r ıyl a birlikte görülen XIV. yüzyılın, tablolardan tanıdığımız geometrik örnekli ha­ lılarına dayanmaktadır ve XV. yüzyıl boyunca gelişmiştir. Dördüncü tip de bunun değişik bir şekli olup sekiz­ genle doldurulmuş biiyük karelecin altında ve üstünde ikişer sekizgenden i baret bir örnek gösterir. Bununla ilk defa Türk halı örneklerinde b ö yle bir gruplanma görülüyor ki bu, bü-· yük bir yeniliktir. Bu son iki tipteki halıların düğümleri de daha kaba olup ı m2 de 100 OOO'i geçmez, ilk iki tipte ise ı m2 de ı50 000 düğüme kadar çıktığı olur. Hepsi de Gördes düğümü ile yapılmıştır. Üç ve dördüncü tip Holbein halı­ larının örnekleri diğer tiplerden farklı olarak XIX. yüzyıl so nu na ve hatta günümüze kadar Bergama halılarıyla de­ vam etmiş ve etmektedir. Böylece küçük parçalı sonsuz örnek halinde sıralanınııı olan ilk iki tip Holbein h al ı sı Uşak halılarına, büyük kareler veya bunların küçük sekizgenler gruplaşmasını gösteren üç ve dördüncü tip Holbein halıları da Bergama halılarma ge­ çişi hazırlamıştır. Holbein tipi altında toplanan bütün halı­ lar Uşak bölgesinde veya Batı Anadolu'da yapılmıştır.

XVI. yüzyılda Uşak bölgesi ve yöresinde yapılan halı­ Iarla Türk halı sanatının ikinci ve son parlak devri başla­ mıştır. Anadolu halılarının Uşak halıları adı altında topla­ nan bu en önemli grupu henüz etraflıca incelenerek çok değişik ve zengin çeşitleri içinde toplayan bütün tiplerinin özellikleri ve gelişme tarihi bakımından birbiriyle olan iliıı­ kileri aydınlatılmamıştır.

Tablolar üzerinde XVI. yüzyılın ortasından beri görülen Uşak halılarının ancak yüzyılın sonundaki gelişmiş örnekleri zamanımıza kadar gelmiş olup ı 584, ı 585'teki orijinalleri en eskileridir. Bunlarda genellikle yün bazen de pamuk kullanılmış­ tır. m2 sinde ortalama ı50 000 Gördes düğümü vardır. Çok büyük boyda ve zengin desenli olan Uşak halılarında kır­ mızı, licivert ve sarı başta olmak üzere ikinci derecede yeııil, mavi renkler ve konturlarda siyah renk görülür. Beyaz zeminli Uşak halılarında uçuk renkler kullanılmıştır. Uşak halılarında madalyonlu ve yddızlı halılar olarak iki esas tip görülmektedir. Madalyon, İran halılarından gel­ me bir motiftir. XVI. yüzyıl İran halılarında madalyon ni­ zamı önemli bir rol oynar. Bunlar kitap cildi kapaklannda ve tezhipli sahifelerde olduğu gibi, ortada bütün bir ma­ dalyon ve köşelerde çeyrek madalyonlardan ibaret kapalı bir kompozisyon meydana getirirler, sınırları bellidir. Uşak halılarında ise madalyonlar değişik bir görüş ve yeni bir ruh ile ele alınmıştır. Bunlarda sonsuz bir örnek halin­ de sıralanmış madalyonlardan kesilmiş bir kompozisyon, yani sonsuzluğa bir işaret vardır. Uşak halıları içinde en önemli grup olan madalyonlu halıların ıo m ye kadar uzun olanları vardır. Bol sayı­ da kalmış olan bu halılar XVIII. yüzyıl ortalarına kadar de­ vam etmiştir. En iyi cinsleri sarı çiçeklerle doldurulmuş licivert zemin üzerine koyu kırmızı ve mavi madalyonlu olanlarıdır. Kırmızı zeminliler daha zengindir, bunların ma­ dalyonları hep licivert renktedir. Madalyonlu Uşaklarda ha­ Imm ortası daima tam bir madalyonla belirtilmiştir. Madalyonların yıldız biçimini almasıyla yddızlı Uşak halıları meydana gelmiştir. Bunlarda halının ortası belirtil­ mez ve madalyonların sonsuz örneğe göre sıralanmış oldu­ ğu daha açık şekilde belli olur. Beyaz zeminli Uşak halılarmdan bir grup, kuşlu halı­ lar adıyia tanınmaktadır. Örneği meydana getiren desenierin ilk bakışta kuşu andırması yüzünden bu adı almışlardır. Avrupa m üze ve koleksiyonlarında bu çeşit halılardan birçokları saklanınaktadır. En eskileri 4 m uzunluğa ka­ dar varmaktadır. Daha az önemli olan ikinci beyaz zeminli Uşak grupu, kaplan çizgileri ve pars beneklerinden oluşan Çiniiierin çintamani motifine benzer bir örnek göstermek­ tedir. Küçük boyda diğer bir beyaz zeminli halı, birinci tip Holbein halılarından çıkma bir örnektir. Zemin, karelere ay­ rılmıştır. Bunların arasına kırmızı birer rozet çiçeği yerleş­ tirilmiştir. Köşeler çeyrek baklavalarla doldurulmuş, böylece dört �rede bir bakiava olu�turulmuştur. Bu örnek Holbein halılarından çıkan yeni bir kompozisyondur. Bu h alı XVİII. yüzyılın ilk yarısından kalmadır. XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar uzanan beyaz zeminli Uşak halılarının bugün mevcut en eski örnekleri XVII. yüzyıldan kalmıştır. Uşak halıları adıyla tanınan bütün bu halı tipleri, XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıl sonuna kadar 300 yıl süre ile Ana-

TÜRK SANATI dolu halıların ın ikinci parlak devrini oluşturmuştur. XVIII. yüzyılda bir gerileme başlamış, bununla birlikte bazı tipie­ rin örnekleri çok bozulmuş halde zamanımıza kadar yaşa­ mıştır. XVI. yüzyıl sonlarında Uşak halılarının şöhreti bü­ tün Avrupa'ya yayılmıştı. Asil ai leler üzerlerinde kendi ar­ maları işlenmiş Uşak halıları sipariş ediyorlardı. Bunlardan birçokları zamanımıza kadar gelmiştir. Holbein halılarının 3 ve 4. tiplerinden gelişen Berga­ ma halıları geometrik örneklere göre yapılır. Bazan çok üsluplanarak geometrik bir şemaya uydurolmuş bitki motif­ leri de görülür. Bunların önemli tiplerinden biri, halı zeminini enine dolduran büyük karelerio üst üste iki veya üç sıra olarak basit biçimde sıralanınasını gösterir. Karelerio ortasına se· kizgenler, bazan altıgenler yerleştirilmiş, köşeler üçgenlerle dolllurulmuştur. Bergama halılarından diğer tip, orta motif etrafında gruplaşma gösterir. Büyük motifin üstünde ve altında iki­ şer küçük motif veya iki büyük motifin alt ve üstünde iki­ şer küçük motif sıralanır. Motifler sekizgen, yıldız, kare veya kareler içine yerleştirilmiş sekizgen biçimindedir. En eskileri XVI. yüzyıldan kalmış olan Bergama halı­ ları, Selçuklu halılarının birçok motiflerini ve kilfi bordür­ lerini günümüze kadar yaşatmışlardır. Anadolu halılarının klasik biçimleri yanında XVI. yüz­ yılın 2. yarısında teknik ve dekor bakımından tamamen farklı bir halı grupu görülür. Bunlara "Osmanlı saray ha­ Jıları" :ıdı verilmektedir. Kumaş, çini, tezhip, cilt kapakları ve kalem işleri gibi bütün Osmanlı sanatı kollarında orta­ ya çıkan natüralist yaprak ve çiçek dekoru, bu halılarda da kendini gösterir. Bütün diğer Türk halılarından farklı olarak, Osmanlı saray halıları Sine (İran) düğümü ile yapılmıştır. Desenleri çok ince ve zengin olduğu için uçları birbirine daha yakın olan İran düğümü tercih edil­ miştir. Düğümler yün ve pamuktandır, ipek düğüm yoktur. Yalnız argaç ve arışlarda bazen ipek kullanılmıştır. Bun­ ların düğümleri de daha sık olup kadifeyi andıran yumu­ şak bir etki bırakırlar. Zemin ve bordür arasında fazla bir ayrılık yoktur. Hançer gibi kıvrık damarlı yapraklar, rozet çiçekleri, kıvrık dallar ve nar çiçekleri en çok görülen mo­ tiflerdir. Bazan tabiata çok yakın laJe, karanfil, sümblil ve güller de dekorlar arasında yer almıştır. Bu saray halıları da İran halılarının madalyon düzenini alarak yine sonsuz bir örnek haline getirmek suretiyle değiş­ tirmiş ve kendi ruhuna uydurmuştur. Fakat bunlarda ma­ dalyonlu Uşaklardan farklı ;ılarak madalyon düzeni ikinci planda kalmıştır. Asıl örnek sonsuzluğa göre çizilmiş bir desendir. Madalyonlar ve köşe dolguları çok küçülüp son­ suz örneğe uymak zorunda kalmıştır. Bu halılar Avrupa müzelerine ve koleksiyonlarına dağılmış olup ülkemizde hiç­ bir örnek kalmamıştır. Bunlar yüksek sanat gücü ve kom­ pozisyonları bakımından saray halılarının en çok tatmin eden biçimleridir. Son yıllarda ilk defa Kurt Erdmann ta­ rafından ortaya atılmış ve sonra Ernst Kühnel tarafından da kabul edilerek benimsenmiş olan yeni bir düşüneeye göre, bu halılar İstanbul saraymdan gönderilen örneklere göre Kahire'de yapılmış olmalıdır. Saray halılarıyla aynı teknik ve özellikle yapılmış yeşil mihrap zeminli bir seccade, İstanbul işi diye Sultan Ahmed camiine vakfedilmiş ve hep bu ad altında tanınarak oradan müzeye alınıp aynı adla envantere geçirilmiştir. Arış ve

25 9

argaçlar ipekten, yeşil, kırmızı , sarı ve kahverengiler çok ince yumuşak ve parlak yünden, beyaz ve açık mavi renkler pamuktan yapılmıştır. Seccade epeyce yıpranmış haldedir. Bunun çok iyi korunmuş diğer bir örneği Berlin Müzesinde bulunmaktadır ve 1 6 1 0 tarihlidir. İstanbul seecadesi ise Sultan Ahmed camiinin tamamlan­ ması tarihinde (1617) mihrabın önüne konulmak üzere bu­ raya bağışlanmış olmalıdır. I. Sultan Ahmed'in seecadesi diye tanınan ve belki de caminin hünkar mahfeline konul­ mak üzere yapılmış diğer bir seccade, halen Topkapı Sara­ yında hazine deposunda bulunmaktadır. Bu seccadenin fıs­ tıki renk mihrap nişinin ortasında koyu kırmızı sivri oval madalyon dolgusu vardır. Köşe dolguları krem rengi bir ze­ min üzerine firuze kıvrık dal ve rumilerden meydana gel­ miştir. Bordür bu tip seccadelerin klasik bordürlerine ben­ zemektedir. Örnekleri sürekli değişiklik gösteren ve zenginleşen Os­ manlı halılarının geleneği İzmir işi denilen seccadelerde, Hereke seccadelerinde günümüze kadar yaşamağa devam etmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, saray halılarının mu­ hakkak surette ve yalnız Kahire'de yapılması şart değildir. Bunların İstanbul'da veya Bursa'da da yapılabileceği ileri sürülebilir. XVII. yüzyıldan itibaren Anadolu'da geniş ölçüde yapıl­ mağa başlayan seecadeler Türk halı sanatının son klasik devrini oluşturmuştur. Bunların en eski örnekleri XVIII. yüzyıldan kalan üç seccadedir. Eski devirlerden fazla seeca­ de kalmamıştır, çünkü çok kullanılma yüzünden bunlar ta­ mamıyla yıpranarak ortadan kaybolmuşlardır. XVII. yüzyıldan itibaren saray halılarına dayanan saf seecadeler çeşitli örnekler halinde bol miktarda yapılmağa başlanmıştır. Bunlar daima yenilik arayan değişik renk ve dekorlarıyla çekici kompozisyonlar meydana getiriyorlar. Her biri ayrı saf seecadeler olan bu halılardan birer detay alınarak yan yana konulmuştur. Mihrap zemini daima tek renkli olmakla birlikte çok defa zengin motiflerle doldurul­ muş, ortasına bir madalyon üstüne bir kandil motifi, ayak yerlerine de işlemeli takunya motifleri yerleştirilmiştir. Na­ türalist bir çiçek ve yaprak dekonı, bütün Osmanlı sanatında görüldüğü gibi, bu seccadelerde de tam anlamıyla hakim ol­ muştur. Erik çiçekleri , Jale, karanfil, gül ve sümbüller za­ man zaman tam bir bahar havası yaratıyor. XVII. yüzyılın sonlarına doğru gittikçe artan ve çeşitleri zenginleşen seecadeler arasında Gördes seccadeleri, kıvrak konturlu mihrap tipleri ve iki tarafta bazan görünen deko­ ratif sütuncukları ile dikkati çekerler. Böyle iki tarafında sütuncuklarla dekorlu olanlara marpuçlu Gördes denilmek­ tedir. Bunların çubuklu ve ibrikli diye anılan cinsleri var­ dır. Mihrap zemini lacivert, mavi, kırmızı veya yeşil olur. Lacivert zeminli olanlar çok kıymetlidir. Mihrabı beyaz ze­ minli Gördes seccadeleri de pek nadir olarak görülür. Altta ve üstte iki mihraplı olan tipleri belki de gelinlik çeyizi ola­ rak hazırlandığından bunlara kız Gördes adı verilmektedir. Bunların renkleri krem, kırmızı ve mavidir, yünleri de kısa ve donuktur. Gördes seccadeleri, Osmanlı saray halıları cinsinde ya­ pılmış olan seccadelerle en fazla yakınlık gösteren gruptur. Onların etkisi altında yapıldıkları düşünülebilir. Bunların çok değişik ve zengin çeşitleri vardır. Gördes benzerlikler

seecadeleriyle görülür. Kula

Kula seccadeleri arasında seccadelerinde mihrap nişi

TÜRK SANATI

260 K�JWr c.







o

tN

1--

....

ı

ı

ı

ı



�i -

..

� ��ı ..

TORK SANATI : Değişik desenlerde namaz seccadeleri : ı. Kula, 2. Ayetlik, 3. Taban, 4. Kandilli, S. Direkli,

6. İki çifte direkli, 7. Merdivenli, 8. Halkalı, 9. Setli, ıo. Ehramlı, 11. Alemli, 12. Şemseli, 13. Bulutlu, ı4.

Şematik motifli, ıs. Ayaklı, ı6. Saf seecadesi (Hayat ağaçlı)

daha sadedir, üçgen şeklinde düz veya hasarnaklı olur. Mihrap nişinin üstünde yatık bir dikdörtgen (kitabelik) uza­ nır. Bordürler çeşitli ince §eritlerle doldurulmuştur. Sayıları ona kadar çıkan bordürler bazan hep aynı genişlikte, bazan biri asıl bordür olarak daha geniş tutulmuştur. Kula seeca­ delerinin renkleri Gördes'ten daha mattır. Sarı, mavi ve kırmızı çok kullanılmıştır. Bordür sahası çok geniş olanlar vardır. Fakat Kula seccadelerinin en göze çarpan tipleri mihrap zemini manzara motifleriyle doldurulmuş olanlarıdır. Bunlarda küçük evlerle bir tür servi ve ağaçtan ibaret mih­ rap, zemininin iki tarafına üst üste sıralanmıştır. Dasarnaklı mihrap iiçgeni iki taraflıdır. Ortası birbiri üzerine bindiril­ miş iri çiçek motifleriyle bir eksen halinde belirtilmiştir. Konya'ya yakın olan Ladik seccadeleri yumuşak yünle­ ri ve parlak renkleriyle göze çarparlar. Kalite bakımından Gördes ve Kula'dan sonra gelir. Bunlarda milırabın alt veya üst tarafından yan yana sıralanan uzun bir sap halindeki Hile, çiçek veya ağaç motifleri bulunur. Yine Orta Anadolu'da· Kırşehir'in seccadeleri iki veya üç konturlu mihraplarıyla oldukça tanınmıştır. Bunlarda iki veya üç çeşit kırmızı renk vardır. En çok kullanılan renkler kırmızı, mavi, yeşil ve kremdir.

Mucur (Kırşehir'in ilçesi) seccadeleri de Kırşehir see­ cadelerine çok benzer. Yalnız, bunlarda mor renk de kul­ lanılmıştır. Milas seccadeleri canlı ve parlak renkleriyle dikkati çe­ ker. Bunlarda mihrap çok defa üst kısmında bir bakiava teşki l etmektedir. Bazan mihrap zemini bordür sahası ge­ nişliğinin ancak yarısı kadar kalıyor. Zemin çok defa koyu şeftali kırmızısı, bordürler sarı yeşildir. Beyaz ve erguvani renklerle lacivert de görülür. Bunların bilinen bir özelliği de bordür şeritlerinde görülen parlak sarı renktir. Milas see­ cadeleri Gördes seccadelerinin biçimlerini Uşak ve Bergama etkileriyle birlikte sürdürmektedirler. Bunlar genellikle ka­ rışık bir kompozisyon gösterirler ve melez halılar adıyla tanınırlar. Bunların dışında Anadolu'da görülen Bergama vb. gibi d iğer seccadeler, yukarıda görülen tipierin az çok değişmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Hayvan postu motifi ile yapılmış seecadeler de Türk halı sanatı içinde çok ayırıcı nitelikte bir grup oluştururlar. Bunlarda benekli pars postunun gerilmiş şekli üsluplanmııı halde halının bütün zeminini doldurmaktadır. Hayvan postu

TÜRK SANATI üzerinde namaz kılmak eskiden beri devam eden bir adet olduğundan post motifinin seccadelerde kullanılması pek ta­ bildir. Bu seccadelerin en eskileri XVII. yüzyıldan kalmadır.

Türk minyatür sanatı : T. S.'nın bütün kollarında ol­ duğu gibi, resim sanatının da kökleri Orta Asya'ya, daha doğrusu Türkistan'da Tarım bölgesine dayanır. Resim sa­ natında Türkler Mani, Buddha ve İslam olarak üç ayrı din çerçevesinde eserler vermişlerdir. Böylece eski Türk resmi VIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar bin yıldan fazla bir zamanı içine alan dünyanın en eski resim sanatlarından biri olmaktadır. Eski Türk resminin en ileri eserlerini Uygur Türkleri vermiştir. Doğu Türkistan'da Hoço (bugünkü Karahoca) şehri harabelerinde bulunan VIII ve IX. yüzyıla ait Ma­ niheist duvar resimleri (fresk) ve minyatürler, Türk resmi­ nin bugüne kadar bilinen en eski eserleridir. Bu fresk ve minyatürler, tarım bölgesi araştırmalarını yapan A. von Le Coq tarafından burada bulunan birçok heykelle birlikte renkli olarak mükemmel bir şekilde büyük kitaplar halinde yayınlanmıştır. Bu fresk ve minyatürler 1 920'den sonra Ber­ lin Müzesine getirilmişti. Son harpteki hava saldırılannda bir kısmı yanmışsa da, hali bu müzede saklanmaktadırlar. Uygurlar ikinci din olarak Buddhizmi kabul ettiler. Uy­ gur ressamlarının bu dine ait en önemli eserleri Murtuk ci­ varında BezekHk şehrindeki bir tapınakta bulunmaktadır. Bu fresklerde, resimlerini yaptırmak isteyen kimseler tasvir edilmiş, böylece Hint rahipleri , Çin papazları, To­ barlar ve İranlılar gibi çeşitli insan grupları bir arada gös­ terilmiştir. Uygur prensleri ve mabede adak getiren kafile­ leri gösteren tasvirler çok gerçekçi bir görüşle resmedilmiş­ tir. Adak getirenierin başlıkları, bunların çeşitli bölgelerden geldiğini gösteriyor. Ön planda üç tuğlu başlıklar Uygur Türklerine aittir. Minyatürlerde ise rahipler, adak getiren­ ler ve müzisyenler canlandırılmıştır. Kompozisyon simet­ rik bir sıralama halindedir. En çok koyu mavi ve kırmızı olmak üzere hep parlak renkler kullanılmıştır. Çiçek dalları ve üzüm salkımları sık görülen süslerdir. Minyatürlü kitap­ lardan başka, büyük resimli sayfalar da kalmıştır. Bunlar tapınaklarda saklanarak ayinlerde kullanılıyordu. Uygur devletinin dağılmasıyla sanat hareketleri de za­ yıflamış, fakat Uygur Mani minyatürleri sonraları yine Sel­ çuklu Türkleri tarafından geliştirilen İslam minyatürlerinin kaynağı olmuştur. Tarım bölgesi manastırlarında IX. yüzyıldaki parlak re­ sim sanatı eserleriyle İran'da XIII. yüzyıl Moğol biikirniyeti arasındaki devirden Uygur fresk ve minyatürlerine ait hiçbir eser kalmamıştır. Fakat bu zamanlardaki Moğol devletle­ rinin bütün memur ve katipleri Uygurlardan alınmış olup yazıları da Uygur yazısı idi. Argun Han'ın Tebriz civarın­ daki merkezi Arguniye'de ve Gazan Han'ın Horasan'ın bir­ çok şehirlerinde yaptırdıkları Buddha tapınaklarını ve bun­ ların fresklerini yapan re:;samlar hep Uygurlardı. Sonradan Gazan Han Müslümanlığı kabul edince bütün bu eserler onun emriyle tahrip edilmiş, bu arada ipek, kağıt ve tahta üzerine yapılmış sayısız resim de yakılmıştır. Fakat Moğol devletleri iyice teşkilatlandıktan sonra sanat hayatında da bir gelişme olmuş ve onlarla birlikte Bağdad, Meraga ve Tebriz'e gelmiş olan Uygur katip ve ressamları yeniden ge­ niş bir çalışma sahası bulmuşlardır. İlhanlılardan Ölceytü Hudabcnde ( 1 307 - 1 3 14) zama­ nında yazılmış olup birçok sayfası Londra ve Edinburgh'da

261

bulunan Reşideddin'in Camiü't - tevarih adlı eserının min­ yatürleri Moğollar zamanındaki Uygur resminin en kıymetli ve karakteristik eserleridir. Bu kitaptan 1 3 14 tarihli bir minyatürle VIII ve IX. yüzyıl Bezeklik fresklerinden biri karşılaştırılınea aradaki bağlantı ve benzerlik açıkça göze çarpar. Her ikisinde de etrafı dağlarla çevrili bir göl man­ zarası, birinde göl içinde balıklar, diğerinde bir ejder ola­ rak tasvir edilmiştir. Buddhizm, Hristiyanlık ve İslamlık gibi dinlerle ilgilenen kozmopolit Moğol sarayında çekingenlik kaybol­ muş, Muhammed'in hayatı da dahil, her çeşit tas­ vire yol açılmıştır. İnsan tipleri , elbiseler ve silahlar Türk Moğol tarzında olup, manzaralarda ise Çin üslübu tercih edilmiştir. Timurlular devrinde ve XV. yüzyılın ilk yarısında He­ rat şehrinde Şahruh'un sarayında gelişen minyatür üslübun­ da Uygurların rolü kesin olarak bilinmemekle birlikte bu­ rada kendini belli eden Çin resmine yakınlık her halde Uy­ gur ressamlarının etkisiyle olmuştur, denilebilir. İran min­ yatürünün daha sonraki gelişmesinde Uygur ressamlarının rol oynadığı sanılıyor. Bağdad'da ilk İslam minyatür okulunun meydana geti­ rilmesi şerefi de Selçuklu Türklerine aittir. XII. yüzyılda Yunancadan Arapçaya çevrilen kitapların içindeki desenleri yapmakla başlayan bu sanat, hikaye edebiyatma da mal edi­ lerek hikayeler minyatürlerle canlandırılmıştır. Bu ilk min­ yatürler desenierindeki emniyet ve renklerindeki uyumluluk bakımından aynı devir Batı minyatürlerinden daha üstün­ dür. Bu parlak minyatür sanatı Selçuklu sultan ve emirle­ rinin katipleri olan Uygurlar tarafından yaratılmış ve ge­ liştirilmiştir.

XIII. yüzyılın ilk yarısından Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Kitaplığı No. 74l'de bulunan Varka ve Gülşafı mes­ nevisinde 71 minyatür vardır. Bunlar Türk - İran sınırı ya­ kınında Hoy şehrinden Azerbaycanlı Abdülmümin bin Mu­ hammed el-Nakkaş imzalı bir ustanın el inden çıkmıştır. Bu­ nun oğlu olduğu anlaşılan Hüsameddin el-Hasan da münşi, bilgin ve şair olup 1258 yılında Kastamonu bölgesinde Ço­ banoğulları Beyliğinin hükümdan Yavlak Arslan'a Nüz­ fıetü'l - küttab ve Tulıfetü 'l - alıbab adlı bir eser ithaf et­ miştir. Varka ve Gülşcılı minyatürleri Büyük Selçukluların seramik sanatından ve fresklerden tanıd ığımız tiplerini de­ vam ettirmektedir. Dr. Özergin'in araştırmalarına göre, Kon­ ya Karatay medresesi vakıfnamesinde onun adı geçmekte, XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu neshiyle yazılmış olan bu eserin Konya'da meydana getirilmiş olması kuvvetle ileri sürülmektedir. Bundan sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların ilk devrinde minyatür sanatı devam etmiş, fakat eserler za­ manımıza gelememiştir. Konya sarayında çalışan birkaç res­ samın ve Osmanlıların ilk devirlerindeki sanatkarların yal­ nız adlarını biliyoruz, eserleri kaybolduğundan bunlar hak­ kında bir fikrimiz yoktur. Ancak istanbul'un fethinden son­ raki Osmanlı minyatür sanatının gelişmesini az çok takip edebiliyoruz. Anadolu'da Türk minyatür sanatının başlangıcına ait, az olmakla birlikte, birtakım karakteristik yazmalar kalmıştır. Selçuklulardan sonra, Anadolu'daki resim sanatı hakkında tam bir fikir vermemekle birlikte bu yazmalar klasik Os­ manlı minyatürlerinin üslCıbuna hazırlık olarak görülebilir. İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Kt. No. 2153'te Fa-

262

TüRK SANATI

tih'e mal edilen albüm içinde üslup birliği gösteren, oldukça bol sayıda renkli ve kara kalem bir grup minyatür resimle­ rinin altına sonradan lakap olarak Mehmed Siyah Kalem imzası atılmıştır. Onun resimlerinin itina ile bir araya top­ lanması, Osmanlı sarayınca çok sevilen ve tanınan bir res­ sam olduğunu gösterir. E ... Kühnel'in de kesinlikle belirttiği gibi, "XV. yüzyıldan kalaıl bu minyatürler, şüphe götürme­ yecek kadar Türk kökenlidir. İran'dan kesinlikle ayrıdır." Bunlar, Doğu Asya resminden bazı etkilerle natüralist bir üslup göstermektedir. Anadolu'da Türk resminin çok oriji­ nal bir başlangıcı olan bu eserlerin aynı kuvvette bir geliş­ mesi olmakla birlikte, sonraki Türk minyatürlerinde belli olan alaylı, grotesk ifade, Kühnel'in işaret ettiği gibi, onun devamı sayılabilir. Mehmed Siyah Kalem'e mal edilen bu resimieric Uygur resmi arasındaki bağlantı, dernon resimle­ rinin benzerliğinden belli olur. Berlin Müzesinde saklanan, Hoço'da bulunmuş kağıt üzerine çini mürekkebi ile Uygur dernon tasviri canl ı bir kaynaktır. Diğer minyatürler Orta Asya Türklerinin Jiplerini ve kıyafetlerini canlandıran ta­ mamiyle realist tasvirlerdir. Avrupa'da İslam minyatürlerine ait eserlerde Türk min­ yatürlerine bir iki cümle veya sayfadan fazla yer verilmez. İran minyatürleri daima ilk planda ve geniş ölçüde yer alır. Bunun sebepleri üzerinde kısaca durmak yerinde olur. İran minyatürcülüğü XIV. yüzyıl İlhanlılar zamanında onların saraylarında çalışan Uygur ressamlarının getirdikleri Uzak Doğu ve Orta Asya resminin etkisi altında başlamıştır. Da­ ha sonraki devirlerde de Türk ressamları çok defa hakim bir mevki almışlardır. XV. yüzyılın ilk yarısında Herat'ta Şahruh'un sarayında Uygur ressamları büyük bir anlayış ve ustalıkla Çin, Uygur ve İran resmini birbiriyle kaynaştırı­ yorlardı. Gıyaseddin'in Hüma Hümayun adlı minyatürü bu zamanda Herat'ta yapılmış bir şaheserdir. Bu m inyatür İranlı prens Hümayun'un rüyasında görüp aşık olduğu Çinli prenses Hüma'yı aramaya çıkıp nihayet sarayının bahçe­ sinde ona rastladığı anı canlandırmaktadır. Baştan başa renkli çiçeklerle dolu saray bahçesinde iki nedimesi arasın­ da Hüma ve ön tarafta Hümayun çiçekler arasında ayakta gösteriliyor. Çok büyük bir ihtimalle Uygur ressamı olan Gıyaseddin'in İran minyatürünün daha sonraki gelişmesin­ de rol oynamış olması düşünülebilir. İran'da minyatürcülük XV. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar devam etmiş, bundan sonra kendileri de Türk olan Safeviierin sarayında Rıza Abbasi ve diğer nakkaşlar elin­ de Batı resminin etkilerine kapılmakla birlikte çok ince bir natüralizmle yeni bir üslup meydana gelmiştir. İran minyatürlerinin asıl konusu, Orta Çağda hep gö­ rüldüğü gibi, sadece milli edebiyattan alınıyordu. Bunlarda !erçek hayat pek nadir görülür. Bilinen bazı sahneler ter­ tip edilerek bunların içerisine çeşitli figürleri yerleştirmek yolu tutulmuştur. Örnek olarak Husrev ile Şirin hikayesin­ de Husrev'in Şirin'i dağda bir su birikintisinde yıkanırken görmesi gibi bir sahne doyurucu bir kompozisyon halinde tespit edilince artık buna bağlı kalmıyor. Sultan Muhammed gibi bir ustanın şaheseri meydana gelinceye kadar kaliteyi yükseltmek için inceitmeler ve düzeltmelerle yetiniliyordu. Osmanlı minyatürlerinde milli edebiyata ait sahneler yoktur. Bazan İran minyatürlerinin arka plan şeması ele alınıyor ve tamamıyla gerçek olaylarla canlandırılıyor. Bu minyatürlerde genellikle çeşitli gerçek vakalar ve savaş sahneleri en çok görülen konulardır. İran'da pek sık

tasvir edilen Firdevsi'nin Şehname'si yerine, XVI ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı sultanlarının hayatlarını hikaye eden Hünername, Surııame gibi eserler başta gelir. Osmanlı minyatürlerinde aynı kompozisyonu ele alıp sürekli olarak onu inceitme ve düzeltme diye bir şey yok­ tur, bütün tarihi sahneler bir defaya mahsus olarak tasvir edilir. Çelebi Sultan Mehmed zamanında o zamanki Anado­ lu'nun önemli bir kültür merkezi olan Amasya'da 14 16'da tamamlanan Türkçe manzum yazma, XV. yüzyıl başında Osmanlı minyatür sanatının yüksek kalitesini gösterir. Bu, Hacı Baba adı ile tanınan Sivaslı hattatın yazdığı Abme­ di'nin lskendername'si Paris Bibliotheque Nationale'de bu­ lunmaktadır. İçinde 20 minyatür vardır. Burada kırmızı ze­ min üzerine beş figürle bir kabul ve konuşma sahnesini can­ landıran minyatür, Uygur Selçuklu üslubunu devam ettiri­ yor. Altın yaldızlı kaftan giymiş, başında tacı ile bağdaş kurmuş esas figür, bir portre özelliği gösteriyor. Bu minya­ türleri yapan sanatçının kim olduğu bilinmemektedir. 1465'te Amasya'da Darüşşifa'nın baştabibi Sabuncu­ oğlu adı ile tanınan Şerefeddin, operatörlük üzerine Cer­ rahiyetü'l - lıaniyye adı ile Türkçe bir tıp kitabı yazarak Fatih Sultan Mehmed'e takdim etmiştir. Çeşitli hastalıkla­ rın nasıl ameliyat edileceğini anlatan 140 minyatürlü bu yazma Paris Bibliotheque Nationale'dedir. Basit figürlü sah­ neterin en açık ve canlı şekillerle kavrandığı bu minyatür­ lerde tam bir gerçekçilikle öğretici karakter hakim olmuş­ tur. Bu öğretici karakteri yüzünden minyatürlerin kalitesine önem verilmemiş, şematik figürlerle konu canlandırılmıştır. Bu yazmanın 47 minyatürlü daha basit bir kopyası İstanbul, Fatih Kütüphanesinde (Ali Emiri böl.) bulunmaktadır. En eski Osmanlı minyatürü Fatih Sultan Mehmed za­ manından kalmıştır. Sanat hareketlerinin büyük koruyucusu Fatih'in papaya mektup yazması üzerine üç tanınmış İtal­ yan ressamı İstanbul'a gönderilmiştir. Aynı devirde Türk ressamları da İtalya'ya gitmiştir. Bunlardan Sinan bey Venedik'te çalışmış, sonra memleke­ tine dönmüştür. Bursalı Ahmed adında bir öğrencisi de vardı. Nakkaş Sinan beyin Fatih'i oturmuş halde gül koklarken canlandıran portresi onun sanatının kuvvetini ve sınırlarını göstermektedir. Anatomi çalışmalarına önem verilmediğin­ den vücut bol elbiselerle ustalıkla kapanmıştır. Elbise kıv­ rımları XV. yüzyıl yukarı İtalyan erken Rönesans üslubu­ nun etkilerini gösteriyor. Fakat her şeye rağmen portre bü­ yük bir inandırma gücüyle Fatih'in yüksek kişiliğini belirt­ mektedir. Ciddi renklerle geniş elbiseler vücut hatlarını giz­ lediğinden baş ve yüz ifadesi büsbütün kuvvetlenmiştir. Fa­ tih içi beyaz kürklü mavi bir kaftan, yakası ve kolları kır­ mızı, yeşil, kahverengi kalın bir entari, büyük beyaz sarıktı vişne çürüğü bir kavuk giymiştir. Gözleri ela, sakalı koyu kumraldır. Sol elinde bir mendil tutarak sağ elindeki gülü koklamaktadır. Vücut cepheden, baş yarım profilden gös­ terilmiştir. Fatih zamanında yerli ve yabancı ustaların meydana getirdiği diğer resim ve minyatürler kaybolmuştur. Dublin Chester Beatty koleksiyonunda bulunan Sultan II. Bayezid (148 1 - 15 12) zamanında ve onun için yazılmış olan Süley­ manname'de XV. yüzyıl sonundan veya XVI. yüzyıl başın­ dan tam sayfayı kaplayan iki minyatür vardır. Bunlardan biri 7 yatay sıra halindeki figürlerden meydana gelmiş­ tir. Diğer sayfa 6 yatay sıra içinde, bazıları maskeii insan figürleriyle hayvan ve çeşitli kuş figürlerinden iba-

TÜRK SANATI rettir. Üç sırayı dolduran maskeli figürler Topkapı Sara­ yında Fatih albümünde Mehmed Siyah Kalem imzalı re­ simlerle çok yakın bir benzerlik gösteriyor. Bu hal Fatih Sultan Mehmed devrindeki ileri resim sanatının Sultan II. Bayezid zamanında henüz canlılığını ve gücünü koruduğu­ nu gösterir. Ne yazık ki bu zamanda yapılmış diğer min­ yatürler günümüze kadar gelmemiştir. Mevcut iki minyatür­ den anlaşıldığına göre, bunların kalitesi daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapı­ lan minyatürlerden çok daha yüksek ve incedir. Bunlar Fa­ tih devrinden sonra bugüne kadar bilinen en eski Osmanlı Türk minyatürleridir. Yavuz Sultan Selim zamanındaki ça­ lışmalar hakkında ise bilgimiz yoktur. Buna karşılık Kanuni Sultan Süleyman zamanından bol miktarda eser kalmış, onun idaresi altında Osmanlı minya­ türcülüğü en canlı devrini yaşamıştır. Yüzyılın 2. yarısı­ na kad:ır figürsüz olarak şehir, kale ve liman manzarala­ rını çok defa şaşılacak bir doğrulukla canlandıran bol sa­ yıda minyatürler, Nasuh el-Silahi eş-şehir bi-Matraki adlı sanatkara bağlanmaktadır. Bunlardan birincisi ve en önem­ lisi İstanbul Üniversite Kütüphanesinde bulunan Beyarı-ı menı.il-i sefer-i lrakeyn'i, NasCih el-Silahi tarafından 1537 yılında yazılmış ve minyatürleri yapılmıştır. Kanuni Sui­ tan Süleyman'ın, 1534 - 1535 İran ve Irak seferine katılan Nasuh, 128 minyatürle İstanbul'dan Tebriz'e gidiş ve Irak üzerinden dönüş yolu üzerinde, konak yerlerini tasvir eder. İstanbul, Tebriz, Bağdad, Haleb, Diyarbakır gibi büyük şe­ hirler, o zamanki durumları ile büyük bir ustalıkla resme­ dilmiştir. Kısa sürede seçilen bazı konaklar ve önemli mer­ kezler, basit bir şema olarak gösterilmiştir. Mimari eserler, surlar, kaleler ve şehirlerin karakteristik özellikleri çok canlı bir üsluptadır. Derin tabiat sevgisi ile dağlar, ağaçlar, tav­ şan, karaca, geyik, ördek gibi hayvanlar, canlı renkleri iiP. minyatürlere neşeli, iç açıcı bir ifade vermektedir. Diğer iki yazma, Tarih-i Sultan Beyazıd ile Süleymanname (Tarih-i Feth-i Şikloş, Estergon, Ustoni Belgrad)'dir. Bunlar, yarı harita özelliğinde minyatürler olmakla birlikte en gerekli ve önemli detaylar üzerinde durulmuştur. Sultan II. Bayezid ile Şehzade Cem Sultan'ın savaşlarını Gülek, İnebahtı, Mo­ don kale ve limanlarını gösteren 10 minyatürlü yazma, XVI. yüzyıl ortasında hazırlanmıştır. Bunlarda hareketli desenieric şematik olarak kale ve limanların en önemli ta­ rafları belirtilmiştir. Süleymanname, Kanuni Sultan Süleyman'ın 1543 Ma­ caristan seferi ile Barbaros'un aynı tarihte Akdeniz sefe­ rindeki şehir, kale ve limanları bir arada, 32 minyatürle can­ l andırmaktadır. Akdeniz seferini anlatan ilk bölümde, gemi­ lerin hakim olduğu Nis, Tulon, Cenova şehirleri surları ve binaları ile resmedilmiş, ikinci bölümde Budin, Peşte, Es­ tergon, Ustoni Belgrad ile şehirler arasındaki konak yerleri, ağaçlar, çiçekler ve tepelerle Sefer-i lrakeyn minyatürleriııe çok yakın inceliklerle zenginleştirilmiştir. Her üç yazmada minyatürler, figürsüz olarak, bazan desenieric tezat halinde mavi, yeşil, sarı, kırmızı renkler ve yer yer altın yaldızla canlandırılmıştır. Bu çeşit yarı harita minyatürlerin öncüsü Topkapı Sarayı Müzesi (H. 642)'nde kayıtlı 1525 - 1526 tarihli Piri Reis Atiası (Kitab-ı Bahriye) 'nda, Niş, Kron, Modon, Cenova !imanları, kompozisyon ve topografya ba­ kımından bunlara örnek olmuştur. Bu tarzda Nasuh el-Si­ lahi her halde elindeki kaynaklara göre katılmadığı seferle­ rio konak yeri ve kalelerini de çizmiştir. Yanında çalıııan

263

diğer nakkaşların da bazı minyatürlerde ona yardım etmiş olmaları düşünülebilir. Çünkü onun üsli'ıbunda olmakla bir­ likte, tarihi, yazarı ve nakkaşı belirtilmemiş olan son iki yazmanın minyatürlerinde epey kalite farkı görülür. Son­ raları, tarihi konuları ele alan Osmanlı minyatürlerinin sağ­ lam kompozisyonu, mimari e>erlerin , kale Ye burçların ger­ çeğe uygun tasviri , Nasuh'la başlayan bu minyatür üstu­ bunun gerçekçiliğine dayanmaktadır. 1558 tarihli Süleymanname, Azerbaycan'dan gelen bir hattat, Şirvanlı Ali bin Emin Beyk'in istinsah ettiği Mesnevi tarzında Farsça bir eser olup Kanuni Sultan Süleyman dev­ rindeki olaylar, onun huzura kabul, av eğlence sahnelerini, savaş ve zaferlerini 69 minyatürde canlandıran çok önemli bir eserdir. Yazarı Şehnameci Fetbullah Arif Çelebi'dir. Yerli ve yabancı nakkaşların, çeşitli üsiQplardan meydana getir­ diği zengin minyatürler, orijinal cilt ve tezhiple birlikte, Osmanlı minyatür sanatının doğuşunu habeı: vermektedir. . Doğudan ve batıdan gelen çeşitli etkiler, gerçekçiliğin hakim olduğu güçlü bir üslup içerisinde ustalıkla işlenmiştir. Kom­ pozisyonlarda canlı ve yaratıcı bir araştırma ile en uygun desenierin geliştirilmesi gayreti göze çarp ;r. Çeşitli sahne­ lerde bir arada görülen Macarlar, İranlılar ve Türkler, kıya­ fetlerinin ve silahlarının bütün özellikleri ile çok doğru bir gözlem sc:mucu tasvir edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman'ın ve bir şehzadesinin hazır bulunduğu Mohaç savaşında, zırh­ lar, bayraklar, silahlar ve kıyafetler, tam gerçeğe uygun olarak gösterilmiş ve savaş kompozisyonu daha sonraki min­ yatürlerde devam etmiştir. Ağır zırhlı süvarileri ile hiç zırh taşımayıın tüy gibi hafif sipah ilerin karşıl aşması, çok can­ lıdır. Av sahnelerinde, avcı süvarilerin ve hayvanların bir­ birine girdiği hareketli karışık kompozisyon, heyecanlı at­ mosferi çok canlı olarak aksettiriyor. Kabul ve eğlence salı­ nelerindeki detaylarda eski Türk geometrik süslemelerine bütün zenginliği ile ve itinalı olarak yer verilmesi burada başladığı biçimde daha sonraki minyatürlerde de sürmüş­ tür. Eğlence sahnelerinde henüz gerçekçilikten uzak yapay bir atmosfer hüküm sürmekte olup, daha sonra, Surname' deki gösterişli kompozisyonlar yanında bunlar çok fakir ve cansız kalır. Macar ve İranlı nakkaşların Türk sanatkarla­ rın idaresi altında ve onların kompozisyonlarına göre atöl­ ye çalışmalarına katıldığı, minyatürlerde hakim olan üslup­ tan ve birçok detaydan açıkça belli olmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman'ın son yıllarında, bu üslubun artık durolmuş olduğu görülüyor. Onun ölümünden sonra, Ahmed Feridun Paşa'nın, Sokullu Mehmed Paşa adına 15681569'da yazdığı Türkçe Nüzhetü 'l-alıbar der sefer-i Si­ getvar daki 20 minyatür, Kanuni zamanında yetişen usta nak­ kaşların bu üslubu, yüzyılın sonuna kadar yürütecek güçte olduklarını göstermektedir. '

Kanuni'nin saray nakkaşlarından biri Nigari adı ile ta­ nınan Haydar Reis idi. Haydar Reis aslen denizci olup İs­ tanbul'da doğmuş, 1572'de seksen yaşlarında ölmüştür. Onun Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan 20 x 4 0 cm ça­ pındaki minyatürleri, çok koyu bir fon üzerine yapılmış olup çehrelerindeki ifade gücü ve portre benzerliği ile hayret uyandırmaktadır. El ve ayaklara önem vermemiştir. Sanat gücü, baş ve çehre üzerinde toplanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'ı yaşl ı halinde canlandıran minyatürü en karakte­ ristik eserlerinden biridir. Hünkarın bütün vücudu elbiselerle kapanmıştır. Arkasına açık mavi atiasla kaplı hafif bir kürk giymiştir, başında sorguçlu bir kavuk, s ağ elinde men-

264

TÜRK SANATI

dili vardır. Büyük hükümdar bahçede yavaş yavaş dolaşır­ ken sade bir görünüşle tasvir edilmiş, fakat yalnız onun yüz hatlarıyla haşmetli bir görünüm yaratılmıştır. Birkaç adım gerisinden iki silahtar sultanı takip ediyor, bunlar­ dan biri el inde onun kılıcını tutmaktadır. Her ikisi de de­ rin bir saygı havasına bürünmüştür. Nigari, Barbaros Hayreddin Paşa'nın da ihtiyarlık ça­ ğında bir resmini yapmıştır. Büyük denizcinin başında iri bir kavuk, sırtında kaplan benekli içi kürklü kırmızı bir kaftan ve mavi bir entari vardır. Sağ elinde Kanuni Sultan Süleyman'ın hediye ettili kıymetli asayı tutuyor, sol eliyle karanfil kokluyor. Kumral sakalı, bıyıkları, hatta kaşları artık ağarmıştır. Portre yarım profilden resmedilmiştir. Bü­ tün Akdeniz'i titreten Barbaros, ciddi ve keskin bakışlar ve dinç hareketleriyle ihtiyarlık çağında da düşman üzerine atıi­ mağa hazır bir denizcinin enerjik ifadesiyle başarılı bir bi­ çimde resmedilmiştir. Nigari'nin Sultan II. Selim'i ok atarken arkasında bir silahtar, önünde hedef tutan doğancıbaşı ile birlikte gös­ teren diğer bir minyatürü vardır. Bundan başka, Paris Millt Kütüphanesinde bulunan ve orijinallerinden yapılmış iki portre kopyası da ona mal edilmektedir. Bunlar Charles Quint'in bir portresiyle I. François'nın Clouet tarafından ya­ pılmış bir portresinden kopya edilmiştir. Topkapı Sarayında birçok yazınaların sayfalarını süs­ leyen on bin kadar minyatür adeta milli bir resim galerisi halinde bir araya toplanmış bulunmaktadır. Bunlar arasın­ da Kanuni Sultan Süleyman'ın nakkaşbaşısı Osman tara­ fından yapılan minyatürleri, tarihi minyatürlerin birden can­ lanmasına yol açmıştır. 1 550 - 1 590 tarihleri arasında eser­ lerini hazırlamış olan Osman'ın, Hünername adlı iki ciltlik yazma içinde 1 60 minyatürü vardır. Birinci cilt, Osman Bey'den başlayarak Kanuni Sultan Süleyman'a kadar Osman­ h hükümdarlarının hayatını ve s avaşlarını anlatmaktadır, 65 minyatürlüdür. İkinci cilt, Kanuni Sultan Süleyman'ın doğu­ mundan ölümüne kadar hayatı ve savaşlarından bahseder, 95 minyatürlüdür. Hünername'nin diğer iki cildi kaybol­ muştur. Sultan III. Murad'ın oğlu Şehzade Mehmed'in sün­ net düğününü anlatan S urn ame nin 427 minyatürü ile Şe­ mail-ı al-i Osman adlı yazınada Osman Bey'den III. M\ı­ rad'a kadar 12 hükümdarıo minyatürü de Osman'ın eseridir. '

Hünername'deki minyatürlerin üslfıbu hakkında bun­ lardan alınacak birkaç örnek bize iyi bir fikir verebilir. Bunlardan biri, Il. Murad'ın elçileri önünde ok atma sahnesini canlandırmaktadır. Seyirciler ve saray erkanı at­ ları üzerinde tepenin arkasında yer almış olup orta kısım, dört nala at koştururken yüksek bir direkteki küçük bir hedefe okunu fırlatan hünkar için serbest bırakılmıştır. Yüzleri birbirinden ayıran ve seyircinin dikkatini derhal istenen noktaya çeken bu kompozisyon tarzı İran'da çok yayılmıştır. Yazının resmin içine kadar girmesi ve sol ta­ rafta asıl kompozisyonun dışında, arkasından üç seyircinin başları görünen kayalada bunun önündeki tek ağaç da İran minyatürlerinde çok görülen bir sahnedir. Buna karşılık kıyafet ve çehreler minyatürün yapıldığı zamanki tipiere uygundur. Cülfıs sahnelerinde belli bir sahnenin tekrarlandığı ve sadece figürlerin değiştirildiği görülüyor. Hükümdarıo cülü­ su daima özel bir itina ile resmediliyordu. Yavuz Sultan Se­ lim'in tahta geçişi de böylece çevresinde vezirler ve saray er­ kanı ile ihtişamlı bir hava içinde canlandırılmıştır. Hazır bu-

lunanlardan bi r i hü n k a rın eteğini öpüyor, diğerleri sıralarını bekliyorla r . Arka planda koyu renkli bir çadır ve gölgelik ola­ rak gerilm i ş bir halı veya örtü görülüyor. Taht üzerinde hükümdar bütün kompozisyona h a kimdir. Bütün diğer fi­ gürler kenara çekilerek o n un önündeki saha boş bırakılmış­ tır. Yavuz Sultan Selim'in Dulkadır ülkesinde (Maraş, El­ bistan, Malatya, Harput bölgeleri) pars aviadağını gösteren diğer minyatürler diğerlerinden ayrı ve çok hareketli bir sahne yaratmaktadır. Hünkar, atı ile dört nala önünden ka­ çan bir parsı kovahyor. Biri beyaz, biri siyah iki tazı diğer av ha y va n la r ı n ı n peşinden koşuyorlar. Ellerinde av kuşları ile doğar.cılar tcpelerin arkasında beklemektedir. Sağdan bir dere akıyor. Av sahnesi İran minyatürlerinde görülme­ yen bir sadelik içinde gerçekçi bir görüşle ele alınmıştır. Figürler kenara çekilerek tabiata geniş bir yer ayrılmıştır. Manzara ve hayvan hareketlerinin çok incelendiği göze çar­ pıyor.

Hünemame'nin iki n c i cildindeki kuşatma ve savaş sah­ nelerinde tamamiyle gerçeğe uygun bir kompozisyonla o devir yapı ve çadırlarından, kuşatma tekniğinden, gerçek manzaralada tarihi bir tablo görülnıektedir. Bu minyatür­ lerden biri Kanuni Sultan Süleym a n ın Viyana kuşatma­ sını canland ırıyor. Üzerinde "şehrin varoşunu zapt ettikten sonra kış mini olduğundan geri döndüğü" yazılıdır. Otağ-ı hümayun, toplar, müstahkem kuleler, binalar, devrindeki görünüşe ve savaş tekniğine uygundur. '

Kanuni Sultan Süleyman'ı Filibc sarayında avianırken gösteren diğer minyatür, arkada saray binalarını ve çiçek açmış ağaçlada saray b ah çelerini, önde av sahnesini tasvir ediyor. Kanuni'nin ok atmadaki maharetini gösteren bu minyatür, onun attığı okun üç y aba n domuzunu delip geç­ tikten sonra ağaca sa p lan dı ğ ı n ı ve domuzların cansız yere yıkıldığını canlandırmaktadır. Mimari detaylar bütün ince­ likleriyle resmedilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman'ın Mohaç ovasında Macar minyatürlerden çok farklı b i r kompozisyonla tasvir edilmiştir. Burada savaşın karma karışık , gürültülü ve dehşetli havası olduğu gibi aksettirilmek istenmiştir. Dağlar, tepeler baştanbaşa yeniçeriler, sipahiler ve toplarla doludur. Hünkar ortada ve üst tarafta atı üzerinde diğerlerinden daha büyük ölçüde resmedilerek belirtilmiştir.

kralını yendiği büyük savaş diğer

Şchzadelerin sünnet düğününde yapılan at koşularını canlandıran minyatür ise barış içinde neşeli bir topluluğu gösteriyor. Hünkar, çadırı önünde tahta oturmuş, saray er­ kanı ve şehzadeler onun iki tarafında yer almıştır. Dört nala koşan atların ve süvarilerin hareketleri iyi incelenerek ve doğru olarak tespit edilmiştir. Koşan atlar için sahnenin ön tarafı tamamen boş bırakılmış, figürler geride çadırın önünde toplanmıştır.

Ka n u n i Sultan Süleyman'ın M ısır'dan geçecek hacıların güvenliği i çi n yaptırdığı konaklama yerinde su kuyuları kaz­ dırıp kaleler yap t ırdığı yeri gösteren minyatür, çölde sakin bir kır hayatını canlandırıyor. Kum tepeleri arasında birkaç hurma ağacı, siyah çadırlar içinde yün eğiren bir kadınla çocuğuna bakan bir ana, dinleneo ve otlayan develer önün­ de gayda çalan bir çobanla sağda hayvanlarını bekleyen di­ ğer bir çoban, kuyudan su çeken ve kapıdan bakan iki ko­ ruyucu görülüyor. Nakkaş Osman, gündelik hayatı çok ger­ çekçi olarak gördüğü g i bi tasvir etmiştir.

TÜRK SANATI - TÜRK STANDARDLARI ENSTİTÜSÜ Kanuni 'nin hayatını canlandıran bu minyatürlerden biri de Zigetvar (Szigetvar) seferine giderken hastalanan hünka­ rın vezir-i azam Sokullu Mehmed Paşa'nın yard ımı ile atın­ dan inip arabaya geçişini göstermektedir. Arkasında zafer­ den zafere koşmuş olan ordu, sultan hastalanınca derin bir matem içerisine bürünmüştür. Son nefesine kadar or­ dusunun başından ayrılmayan hünkarlarını, huşi"ı içinde gös­ tererek sessizce selamlıyorlar. Bu minyatürde sade bir kom­ pozisyon ve hafif baş hareketleriyle, sevgi ve hürmet taşı­ yan derin matem havası büyük bir ustalıkla aksettirilmiştir.

Sultan III. Murad'ın oğlu Şehzade Mehmed'in sünnet düğününü anlatan S u rn ame deki 427 minyatürde tamamıyla değişik, neşeli bir hava esmektedir. Bunlarda çeşitli sanat koliarına ait foncaların Sultan Ahmed meydanındaki geçit­ leri tasvir ediliyor. Bu minyatürlerden biri, çobanların ko­ yun ve keçileri ile birlikte kaval çalarak geçişini gösteriyor. Hayvan hareketleri burada da çok iyi incelenmiş ve canlan­ dırılmıştır. Bunların ot ve yaprak demetlerini kapışması, yavruların sağa sola sıçramaları iyi kavranmıştır. '

Surname minyatürlerinde Osman'ın daha serbest hare­ ket ederek her grup için ayrı kompozisyonlar düşündüğü ve bunları büyük bir ustalıkla hallettiği görülmektedir. Bun­ lar o devir sanatçılarının hayatını ve çalışmalarını büyük bir doğrulukla aksettiriyorlar.

XVII. yüzyıl minyatür sanatında bir gerileme görülür. Bu zamandan kalma minyatürlerden mesela Eğri fetihname­ si'nde nakkaş Hasan Paşa'nın dört minyatürü ve buradaki savaş sahneleri belki gerçeğe tamamen uygun olmakla birlikte kompozisyon ve renk bakımından Osman'ın min­ yatürleri ile karşılaştırılamayacak kadar güçsüzdür. Buna karşılık Il. Osman'ın Hotin seferini anlatan Hotiıı fe tifınanı esi nde Osmanlı kalyonlarını dalgalar arasında tam yolla seyrederken gö>teren minyatür çok itinal ı ve us­ talıkla çizilmiş olup o zamanki denizciliğimiz hakkında fikir verecek değerli bir dokümandır. '

Nakşi adıyla tanınan nakkaş Ahmed Mustafa'nın Ka­ mıni Sultan Süleyman devrine kadar yaşamış bilginierin ha­ yatını ve Osmanlı hükümdarları ile ilişkilerini canlandı­ ran Şekayık-ı Nwnaniye için yaptırdığı minyatürler de ka­ lite bakımından çok geridir. XVIII. y üzyılda III. Ahmed'in nakkaşbaşısı Lev­ ni çok şöhret kazanmıştır. 1 732'de ölmüş olan Levni Edirneli olup adı Abdülcelil Çelebi'dir. Kendisi diğer nak­ kaşlardan farklı olarak tek sayfalar halinde de minyatürler yapmıştır. En büyük eseri III. Ahmed'in oğlu Şehzade Sü­ leyman'ın düğünü için şair Vehbi'nin yazdığı Surname'yi süsleyen 137 minyatürüdür. Levni, Sultan III. Ahmed'i ve devrinin tiplerini bir fotograf gibi resmetmiş, bunlarda bir üsli"ıp özelliği veya sanat gücü göstermemiştir. Tek sayfa­ lar halinde yaptığı minyatürlerde de bütün çehreler birbirine benzemekte, yalnız elbiseler daima değişmekte�lir. Çalgı çalan dört kadını canlandıran minyatür, daha sı­ cak ve samimi bir anlatım taşımaktadır. Kadınların o za­ manlar kullandığı çalgılar hakkında da buradan bir fikir edinmek mümkündür. Minyatür derhal hafif ve neşeli bir müzik duyulacakmış gibi bir etki bırakıyor. Rakkasenin oyunu da bu müziğe uymaktadır. Ellerinde zilleri birbirine vurarak kıvrak hareketlerle raksetmektedir. Yüzünde donuk, durgun bir anlatım vardır. Levni'nin eserleri III. Ahmed zamanında gittikçe artan Avrupa resminin etkisini göster­ mektedir.

265

XIX. yüzyılda yapılmış olup III. Selim'i veziri Koca Yusuf Paşa ile birlikte gösteren resim ise artık minyatür özelliğini tamamen kaybederek perspektifli batı resmine uygun bir hale getirilmiştir. Bundan sonraki gelişme Avru­ pa resmine paralel olarak yürümüştür. Osmanlı minyatürcülüğünde portre resmi, tarihi konu­ lar ve saray hayatına ait sahneler yanında savaş ve kuşatma sahneleri ele alınarak karakteristik eserler meyda­ na getirilmiştir. Bu minyatürler, kompozisyon şemalarında ve arka plandaki manzaralarda İran'da yerleşmiş olan bazı gelenekiere henüz kBmen bağlı kalıyorlana da, esas itiba­ rıyla gerçekçi bir görüşle yapılmıştır. Sanatkarlar sınırlı imkanlarıyla gerçek olayları mümkün olduğu nispette re­ simleriyle canlandırmışlardır. Bununla birlikte şaşılacak de­ recede başarılı tabiat tasvirleri, özellikle çok sevilen at ko­ şuları mücadele sahnelerinde sık sık göze çarpmaktadır. Yalnız tipierin yaratılması ve geliştirilmesi , tarihi olayların ancak birer defa tasvir edilmesi yüzünden mümkün olma­ mıştır. Aynı sebepten Osmanlı minyatür sanatında çok be­ lirli bir üsli"ıp da yaratılamamıştır. Bunlarda kırmızı rengin hakim olduğu parlak ve canlı renklerle neşeli bir hava, za­ man zaman karikatür sanatına kaçan alaycı bir ifade vardır. Diğer sanatlara göre Osmanlı m inyatürlerinden az eser kalmış olup bu devrio resim sanatı hakkında tam bir fikir vermekten uzaktır. Anadolu Selçuklularından hiçbir resim veya minyatür kalmadığı gibi, Osmanlıların Fatih'e kadar olan devirleri hakkında da bir şey bilmiyoruz. Fatih zama­ nından kalma bir iki resimden sonra Kanuni Sultan Süley­ man zamanına kadar yeniden bir boşluk vardır. Kalan eser­ Iere bakarak hüküm verilecek olursa, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı resim sanatının hiçbir zaman Orta Asya'da Uygur­ lar zamanındaki Türk resim sanatının kuvvetini ve canlılığı­ nı kazanamadığı anlaşılmaktad ır (bk. MİNYATÜR). (0. Aslanapa)

TÜRK SiN EMASI

:

bk. SiN EMA.

TÜRK STANDARDLARI ENSTİTÜSÜ

(kısaltması :

T. S. E.), ülkemizde üretilen malların standardizasyonun.ı yapmak üzere kurulan, özel hukuk hükümlerine göre ida­ re edilen ve tüzel kişiliği olan bir kamu kurumu. Türkiye' de sanayi ve teknoloj inin gelişmesine paralel olarak stan­ dart yapma görevi 22. 10. 1 960 tarihinde yürürlüğe konan 132 sayılı kanunla T. S. E.'ne verilmiştir. T. S. E., Mil­ letlerarası Standartiaştırma Teşkilatı (1. S. O.)'nın üyesi olup milletlerarası standart yapma çalışmalarında Türkiye'yi tem­ sil etmek yetkisini haiz tek kuruluştur. 17 .4. 1 9 8 1 gün ve 2449 sayılı kanunla T. S. E. organları, görev ve çalışma tarzı yeniden düzenlenmiştir. Standartlaştırma, önceden tespit edilmiş, tarifleri yapıl­ mış, ölçülere uygunluk sağla­ m a işidir. Standartlaştırma, ekonomik ve sosyal bir faali­ yettir. Fertler için sosyal dü­ zen ve ahlak ne ise ekonomil; TÜRK STANDARDLARI hayat için de standart odur. ENSTİTÜSÜ : Eostitünün Standartiaştırma halkın yara­ markası rına olduğu gibiı sağlıklı bir ekonomi için de şarttır. Standartlaştırmanın ekonomiye ve üreticiye sağladığı pek çok faydaları vardır. Yüksek kalite elde etmek için standarti aştırma gereklidir. Standartlaştır-

266

TORK STANDARDLARI ENSTiTüSü

TÜRK ST ANDARDLARI ENSTiTÜSÜ

:

Enstitünün

laboratuvarlarından bir görünüş ma verimliliği artırır, kayıp ve artıkları en az düzeye in­ dirir, depolamayı kolaylaştırır, taşımayı ucuziatır ve mali­ yeti düşürür. Standartlaştırma, çeşitli alternatifler içinden yapılacak bir seçimin sonucudur. Türkiye'de standart yapmakla T. S. E. görevlendiril­ miştir. Bu kuruluş tarafından kabul edilen standartlar "Türk standartları" adını alır ve T. S. E. damgasını taşır. Bu ku­ rumca verilen standartlar ihtiyaridir. Ancak Bakanlar Ku­ rulu kararlarıyla istenirse mecburi yapılır. Mecburi stan­ dartiara uymak bir kanun gereğidir. T. S. E.'nün merkezi Ankara'dadır. Bu enstitünün İstanbul ve İzmir'de birer bölge müdürlükleri vardır. T. S. E. 'nün görevleri şöylece sıralanabilir : ı . Her türlü standartları hazırlamak ve hazırlatmak. 2 . Enstitü bünyesinde veya dışarıda hazırlanan stan­ dartları tetkik etmek ve uygun bulduğu takdirde bu stan­ dartları Türk standartları olarak kabul etmek. 3. Kabul edilen standartları yayınlamak ve ihtiyari ola­ rak uygulanmalarını teşvik etmek, mecburi olarak yürür­ lüğe konmalarında fayda görülenleri , Bakanlar Kurulundan karar çıkartılması için ilgili bakaniıkiara sunmak. 4. Özel ve resmi sektörün isteği üzerine standardı ya­ pılması istenen ürünün projelerini hazırlamak ve düşünce bildirmek.

TÜRK ST ANDARDLARI ENSTİTÜSÜ : Enstitünün binalanndan bir görünüş

TÜRK STAND ARDLARI ENSTiTÜSÜ : Gıda laboratuvan 5. Standartlar konusunda her türlü ilmi ve teknik in­ celemelerle araştırmalarda bulunmak, yabancı ülkelerdeki benzeri çalışmaları takip etmek, milletlerarası standart ku­ rumları ile münasebetler kurmak ve bunlarla iş birliğinde bulunmak. 6. Üniversiteler ve diğer ilmi, teknik kurum ve kuruluş­ larla iş birliği sağlamak, standartiaştırma konulannda yayın yapmak, milli ve milletlerarası standartlardan arşivler mey­ dana getirmek ve ilgililerin faydalanmalarına sunmak.

7. Standartlarla ilgili araştırma maksadıyla ve ihtiyari standartların tatbikatında kontrol için laboratuvarlar kur­ mak, resmi veya özel sektörün talep edeceği teknik çalış­ maları yapmak ve rapor vermek.

8. Yurtta standart işlerini yerleştirmek ve geliştirmek için elemanlar yetiştirmek ve bu maksatla kurslar açmak, seminerler tertiplemek. T. S. E. bütün bu görevleri aşağıdaki organları vası­ tasıyla yürütür : a. Genel Kurul; b. Teknik Kurul; c. Yö­ netim Kurulu; d. Denetleme Kurulu; e. ihtisas kurulları; f. Genel Sekreter. Bu organların çalışma tarzları Enstitünün, ı 1 . 6 . ı 969 tarihli "Resmi Gazete"de yayınlanan yönetmeliğinde gös­ terilmiştir. T. S. E. 'nün çalışmalarının ağırlık noktasını laboratu­ var çalışmaları teşkil eder. Laboratuvar çalışmaları, hazır-

TÜRK ST ANDARDLARI ENSTiTÜSÜ : Kimya laboratuvan

TORK STANDARDLARI ENSTİTüSü

TORK TARİH K U RU MU

267

lanacak standartlarla ilgili araştırmalar yapmak, yürürlük­ teki mecburi Türk standartlarının uygulanmalarında ba­ kanlık kontrolörlerince alınan örnekler üzerinden deney­ ler yaparak incelemelerde bulunmak, kamu satın almaların­ da ise "hakem laboratuvar" görevini yapmak, özellikle T. S. E.'nün çeşitli firmalarla yaptığı T. S. E. markası kul­ lanma sözleşmeleri gereğince laboratuvar muayene ve de­ neylerini yaparak raporlarını düzenlemek ve uygulamalarını sağlamak. T. S. E. laboratuvarları halen başlıca beş grupta hiz­ met görmektedir : 1 . Elektrik laboratuvarı, 2. Elektronik laboratuvarı ; 3. Kimya laboratuv a rı ve malzeme laboratu­ varı ; 4. Makina ve inşaat laboratuvarı; 5. Ambalaj labora­ tuvarı. Bu laboratuvarlar, bugün ü lkemizde standartiaşma alanındaki ihtiyaçları büyük ölçüde karşıtayabilecek bir düzeye ulaşmıştır. :

Sanayileşmede ileri gitmiş ülkelere paralel olarak, Türkiye'de de standartiara uygunluğu be­ lirten markalar uygulanmaktadır. T. S. E. markası

Piyasaya çıkardıkları malların kalitelerine güvenen üre­ tici ve İmalatçılar, T. S. E.'ne baş vurarak mamullerinin, ilgili standartiara uygunluğunun kamu oyuna duyurutma­ sını istemekte ve Enstitüce yapılan araştırmalar olumh. sonuç verdiği takdirde özel T. S. E. markalarının, adı geçen mamuller üzerine konulabilmesini sağlayan sözleşmeler ya­ pılmaktadır. Böylelikle bu markaları gören alıcılar, o mal­ lara inanarak ve güvenerek satın alabilmektedirler. Belgelendirnıe çalışmaları : 5 yıllık kalkınma planı ve 1 977 yılı programı, "ihaleye tabi kamu yatırım - onarım ve satın almalarda Türk standartlarına uygunluk asıldır. Söz konusu ihale - onarım ve satın almalarda T. S. E. mar­ kasını taşıyanlar tercih edilir. Madde ve mamullerin stan­ dartlarına dair her türlü belge T. S. E. tarafından verilir." hükmünü getirmiş ve böylece her türlü belgelendirme gö­ rev ve yetkisi T. S. E. 'ne verilmiştir.

1 ocak 1 977'den itibaren yürürlüğe giren bu karama­ me hükmü gereği, geniş teknik personel ve laboratuvar im­ kanlarına sahip milli bir kuruluş olan T. S. E., a. Stan­ dartiara uygunluk belgesi ; b. imalat yeterlilik belgesi ; c. Kalite belgesi ; d. Özel şartl ara uygunluk belgesi vermek­ tedir. Kamu kuruluşları , ihaleye tabi kamu yatırım - onarım ve satın almalarına ait şartnamelerine "lüzumlu imalat ye-

TÜRK ST ANDARDLARI ENSTİTÜSÜ : Tekstil laboratuvarı terlik - standartiara uygunluk - kalite - özel şartlara uygun­ luk belgelerinin T. S. E.'nden alınacak" hükmünü koymuş­ lardır. ihaleye tabi kamu yatırım - onarım ve satın alma­ larına madde ve mamul vermek isteyen bütün müteşebbis­ lerin belgelendirme hizmeti veya belge almak için T. S. E.' ne müracaatları mecburidir. T. S. E. markası kullanma hakkını almış olan firma­ lara, talepleri halinde 'teknoloj ide bir değişiklik yoksa' yu­ karıda adı geçen belgeleri yeni bir incelemeye lüzum kal­ madan verilmektedir. T. S. E. hazırlık grupları : T. S. E.'nde halen 1 7 ha­ zırlık grupu vardır ve her grup bir başkan ve yeterli sa­ yıda, alanlarında uzmanlaşmış üyelerden oluşur. Bunlar : Elektrik, elektronik, inşaat, kimya, laboratuvar, maden, ma­ kina, mamul gıdalar, metalürj i , milli savunma sanayii, mü­ hendislik hizmetleri, ormancılık - orman ürünleri , petrokim­ ya, petrol, tekstil, ziraat ve sağlık gruplarıdır. T. S. E.'nin dış ilişkileri, a. Milletlerarası kuruluşlarla olan ilişkiler, b. Bölgesel kuruluşlarla ilişkiler, c. İkili iliş­ kiler olarak gruplandırılabilir.

T. S. E.'nün herkese açık olan kütüphanesi ve dokü­ mantasyon merkezi vardır. TÜRK TAKVİMİ : bk. KÖKTÜRKLER ve TAKVIM. TÜRK TARIH ENCÜMENİ : bk. TARİH-İ OSMANl ENCÜMENİ ve TÜRK TARİH KURUMU. TÜRK TARİH ENCÜMENİ MECMUASI : bk. TA­ RİH-İ OSMANl ENCÜMENİ MECMUASI. TÜRK TARIH KURUMU (kısaltması : T. T. K.), Türk tarihini incelemek üzere Atatürk'ün isteğiyle kurul· muş, kamu yararına çalışan dernek. 23.4 . 1 930'da Ankara' da toplanan VI. Türk Ocakları Kurultayı, genel merkeze bağlı 16 k işilik Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir komis­ yon kurulmasına karar verdi. Heyet 4.6 . 1 930'daki ilk top­ lantısında görev bölümü yaparak çalışmalarına başladı.

TÜRK ST ANDARDLARI ENSTİTÜSÜ : Tartı odası

10.4. 193 l 'de toplanan Türk Ocakları Kurultayı Türk Ocaklarının kapatılmasına karar verince, "Türk Ocakları Türk Tarihi Tctkik Heyeti"nin kanuni bir niteliği kalma­ mış olduğundan, bu heyet 1 2.4. 1 93l'de "Türk Tarihi Tet­ kik Cemiyet i"ni kurarak Yönetim Kurulunu seçti. İçişleri Bakanlığı l5 .4. 1 93l'de Dernekler Kanununa göre Kurum'.ı

268

TÜRK TARİH KURUMU dar Anadolu ve Trakya'nın 54 yerinde kazı ve arkeotojik araştırma yapılmıştır. Kongreler : İlki 1932'de yalnız Türk bilim adamları­ nın katılmasıyla Ankara'da yapılan "Tü rk Tarih Kongre­ leri"nin ikincisi 1 93 7 'de İstanbul'da Dolmabahçe Saray ın ­ da yapılmış ve bu kongreye yabancı bilim adamlan da ka­ tılmıştır. Bu tarihten sonra her beş yılda bir "Türk Tarih Kongreleri" Ankara'da toplanmakta ve yabancı bilim adam­ ları da bu kongretere davet edilmektedir. IX. Türk Tarih Kongresi Atatürk'ün 100. doğum yılı dolayısıyla 2 1 - 25 ey­ lül 198 l 'dc Ankara'da toplanmıştır. Konferanslar : Kurum 1963 'ten beri her yıl "Atatürk Yıllık Konferansları" adı altında konferanslar düzenlemek­ tedir. Her on beş günde bir yapılan ve ortalama yılda 15 konferanstan oluşan bu konferanslar ayrı bir dizide yayın­ lanmaktadır. Yıl dönümlerinin kutlanması : Kurum, Türk tarihinin önemli olaylarıyla Türk büyüklerinin doğum ve ölüm yıl dönümleri için anma törenleri düzeniernekte ve anma ki­ tapları çıkarmaktadır. Dünya bilim kurumlarıyla il işki : Kurum, dünyanın belli başlı 327 akadem i, üniversite ve bilim kurumuyla ki­ tap değişimi yapmaktadır. T. T. K. milletlerarası 4 bilim kurumunun üyesidir.

verdiği belge ile Kurumun varlığını onayladı. 1935 'te der­ neğin adı T. T. K.'na çevrildi. Kurum'un ilk tüzüğünün 1. maddesi şöyledir : "Tür­ kiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazret­ lerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" adlı ilmi bir cemiyet kurulmuştur." Kurum'un son tüzüğündeki amaç maddesi ise şöyledir : "Kurum'un amacı Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bun ­ larla ilgili konuları incelemek ve elde edilen sonuçları her türlü yollarla yaymaktır. Kurum bu amacına erişmek için aşağıdaki yolda çalışır : a. Türk ve Türkiye tarihi kaynaklarını araştırır ve in­ celer; bunları ve bunlarla ilgili bilimsel değerde monogra­ fileri, çeşitli eserleri ve dergileri yayınlar. b. Türk ve Türkiye tarihine dair kaynak ve tetkikleri Türkçeye çevirir ve yayınlar. c. Yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar yapar ve kongreler düzenler. d. Türk ve Türkiye tarihini aydıntatmaya yarayacak belge ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere ince­ leme, kazı ve bunlarla ilgili araştırma yapmak üzere uz­ man kişileri tek olarak veya heyet halinde gönderir.'' T. T. K.'nun bugünkü çalışmaları şöylcce özetlenebilir ; Yayınlar : Kurum bugün XXIII dizi içinde yayınları:u sürdürmektedir. 1 980 sonuna kadar 390 cilt eser yayınla­ mıştır. 20 eser baskıdadır. Adını Atatürk'ün koyduğu ve 1937'den beri her üç ayda bir kere düzenli olarak yayın­ lanan "Belleten" XLIV. cildini tamamlamıştır. Ayrıca yıl­ da iki kez çıkarılan ve arşiv belgelerini içine alan "Belge­ ler"in XIII. cildi çıkmış bulunmaktadır. Kurum "Belleten" ler"in XIII. cildi çıkmış bulunmaktadır. Kurum, "Belleter- " ile öteki yayınlarını akademi, üniversite ve çeşitli bilim ku­ rumlarının yayınlarıyla değiştirmektedir. Kazılar : Yurdumuzun eski devirlerini aydınlatmak üzere Kurum 1935 'ten beri arkeotojik kazılar yaptırmakla ve bunların sonuçlarını yayınlamaktadır. 1980 sonuna ka-

Kitaplık : Tarih ve arkcoloj i alanında yurdumuzun en büyük kitaplığı olan T. T. K. Kitaplığı nın 1980 sonun­ daki varl ığı, kita p, dergi ve yazma olarak 148 604'tür. Bu­ na henüz kataloğa geçmemiş 8 000 kadar kitabı da katar­ sak, topinm 156 bin cildi geçer. Kurum bundan başka özel belge ve fotograf arşivlerine de sahip bulunmaktadır.

TÜR K TARİH KURUMU

-

TORK TARİHİ

269

miktarda dem ir cevherinin bulunması bu hususta en önemli etken olmuştu. Türklerin de tarih sahnesine çıkışlarında de­ mirci oldukları göz önünde tutulursa, Altaylar çevresinde M. Ö. en az beş yüz yıl önce Türklerin yaşamış oldukları kabul edilmelidir. Ancak, bütün bu görüşler şimdi eskimiş ve Türklerin ana yurdunun sınırlarının daha da genişletil­ mesi gerektiği anlaşılmıştır. Çünkü dil ve arkeoloj i araş­ tırmaları bu ana yurdun, Altayların batısına doğru epeyce uzandığını göstermektedir. Tanınmış Türkologlardan J. Ncmeth, en eski Türk dili ile Ural dili arasında şüphe götürmez temaslar üzerinde durarak, Türk ana yurdu me>elesini de buna bağlamak is­ temiştir. Eski Türk ve Ural dillerinde eski Hint sözleri, yani Ari unsurları mevcuttur. Şu halde, eski Hintçe ile hem Ural hem de Altay kavimlerinin temas edebilecekleri alanın Aral gölü çevresi olması icap ederdi. Buna göre, Türklerin ilk yaşadıkları yerleri, Nemeth'e göre Altay dağ­ ları ile Ural dağları arasında, yani buaünkü Kazakistan'da aramak daha doğru olacaktır.

TÜRK TARiH KURUMU : Girişten bir görünüş Bu arşivler şunlardır : Namık Kemal, Ziya Gökalp, Orbay, Halil E them Eldem, Osman Ferit Sağlam, Ünver, Cemal Paşa, Zeki Oral, Ali Galip Pekel, Cemil Tanj u, Tevfik Bıyıklıoğlu, Rahmi Katoğlu, Paşa, İsmet İnönü, Hikmet Bayur, Uluğ İğdcmir.

Kazım Süheyl Haluk Enver

Basımevi : Kurum II. Dünya Savaşı sırasında kitap­ larını düzenli ve kaliteli olarak basabilmek için küçük bir basımevi kurmuştur. Basımevi bugün çal ıştırdığı 250 . 300 işçisi, en son sistem dizgi ve baskı makineleri, çıkardığı kalitel i eserieric yurdumuzun en güçl ü ve modern basımevi haline geldiği gibi, dünyada telefon rehberi basan basım­ evleri arasında yöntem bakımından sekizinci basımevi dü­ zeyine ulaşmış bulunmaktadır. (U. İğdemir) TÜRK TARİHİ : Dünya tarihinde öneml i roller oy­ nayan Türkler, tarihin akışına yön veren eski ve kökili mil­ letlerden biridir, dört bin yıllık bir geçmişe sahiptirler. Ana yurtları Orta Asya'dır. Ancak Orta Asya terimi çok geniş bir coğrafi alanı ifade etmektedir. Bu alan içinde Türk ana yurdunun neresi olduğu konusunda birçok görüşler ileri sürülmüş ve ancak uzun çalışmalardan sonra bu konuda az çok doğru bir sonuca varılabilmiştir. Bu çalışmalara kı­ saca bakacak olursak : T. T. üzerinde araştırmalar yapmış olan Batılı ilim adamlarından Julius von Klaproth ve Armin Vambery, Türk ana yurdunu Altaylar çevresinde göstermişlerdir. Tür­ kolog W. Radloff ise bu alanın, Altayların doğusunda, yani bugünkü Moğolistan'da olduğunu kabul etmişti. Tanınmış Mongolist G . J . Ramstcdt ise, Türk ve Moğol dilleri ara­ sındaki yakınlığı göz önünde tutarak Türklerin Moğolis­ tan'dan türemiş olduklarını öne sürmüştür. Orta Asya T. T. uzmanı W. Barthold da Türk ana yurdunu Moğolistan'a koymak taraftarı idi. Bu bilim adamlarını destekleyen baş­ ka tarihi deliller de vardır. Mesela, Demir Çağı Altay çev­ resinde Çin'den epeyce önce başlamıştı. Altaylarda bol

Ayrıca, arkeotoj ik araştırmalar Güney Sibirya ve Al· taylar çevresinde Yeni Taş (neolitik) devrinden beri yaşa­ mış olan kavimler ve kültürler arasında eski T. T. 'ne dair izierin yer almış olabileceğini göstermiştir. İdil boyu ve Batı Sibirya alanında M. Ö. III ve Il. binyıllarında Afa­ nes'ev kültürü adı verilen bir dönem yaşamıştır. Bu kül­ türün izlerine Altaylar çevresinde de rastlanmıştır. Bunu takiben 1 700 - 1200 yılları arasında Andronovo kültürü baş­ lamış ve bu kültür Yayık ile Balkaş gölü, Irtış nehri boy­ ları ve Ob nehrinin baş kısımlarında yayılmıştı. Bu sahada yaşayan kavimlerin başta at. inek ve koyun olmak üzere çok miktarda evcil hayvan be:;ledikleri, başta bronz (tunç) olmak üzere madenciliği de geliştirdikleri biliniyor. M. Ö . 1 200 - 700 yılları arasında Yenisey nehrinin baş kısmında yaşayan zümre Karasuk kültürü adını taşıyan kültür daire­ sine mensuptu. İşte bu devirdedir ki, Güney Sibirya (ve Altay çevresinde) ve Orta Yenisey alanında ince yüzlü ha· fif Mongoloid karakter görülmeye başlamıştır. Aynı za. manda Altay çevresinde ziraat kültürünün gelişmiş olduğu da tespit edilmiştir. Karasuk kültürü devrinde dört tekerlekli araba ve ke­ çeden yapılan ev (terme ev - derim ev - çadır)'lerin varlığı da tespit edilmiştir. Bunlara bakılarak, söz konusu zümre­ nin Türk kökenli olduğunu söylemek mümkündür. M. Ö. 700 - 100 yılları arasındaki kültüre Tagar kültürü adı ve­ rilmiştir. Bunun karakteristik vasfı, bronz ve kemik eşya üzerindeki .hayvan başlarından ibaret bezeklerdir. Bundan başka, bronzdan bıçak, hançer ve çok sayıda ok uçları bu­ lunmuştur. Bunların da eski Türk kültürü ile ilgisi olduğu muhakkaktır.

Bütün bunlardan sonra, dil, arkeoloji ve tarih araştır­ malarının ışığı altında Türklerin ilk defa tarih sahnesine çıktıkları bölgenin Altaylar ile Urallar arasındaki bölge ve bu bölgenin de daha çok batı kısımları olduğu anlaşılmak­ tadır. Türklerin kökeni ve Türk soyunun özelliideri konusun­ da da birçok görüşler ortaya atılmıştır. Ancak, özellikle son zamanlarda yapılan araştırmalarla Türklerin beyaz ır­ ka mensup oldukları ortaya konmuştur. Buna göre, Türk­ ler, üç büyük ırk grupundan Europid adı verilen grupun Tu­ ranid tipine bağlıdırlar. Başta Mongoloid Moğollar olmak üzere, öteki topluluklardan ayrı antropolojik çizgilere sa-

TÜRK TARiHi

270

hiptirler. Ancak, onlardan bazılarını n , en eski zamanlardan beri hafif Mongoloid özelliklere sahip oldukları da bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği, Çin kaynaklarına dayanılarak ya­ pılan araştırmalar da doğrulamaktadır. Bu araştırmalara göre, başlangıçtan VII. yüzyılın sonlarına kadar, Altay dağ­ ları dahil, batı bölgelerinde beyaz bir ırk yayılmıştı. Buna karşılık, artık Türk ana yurduna dahil bulunan Orhon ve Tula boylarında ise hafif Mongoloid bir ırk mevcuttu. Bu­ na rağmen Çinliler bu iki kitleyi aynı kavim olarak kabul etmişlerdi. Çünkü dil ve kültür her ikisinde de ortaktı. O halde görülüyor ki, çok eski çağlardan beri hafif Mongo­ loid ve Mongoloid olmayan Türkler mevcuttu. Ayrıca, başta Türklerin menşe efsanesi olmak üzere çeşitli kaynaklar, Yukarı Yenisey (Kem) boylarındaki Kırgızları, Gök Türk­ lerin atalarının kardeşleri kabul etmişlerdir. Genellikle be­ yaz tenli ve sarışın olarak kabul edilen Kırgızların, öteki Türklerle ortak bir dil ve kültüre sahip olduğunda hiç şüphe yoktur. Nitekim Gök Türk alfabesi ile yazılmış ilk belgelerin Kırgız sahasında ele geçmiş olması, bunun en açık delilidir. Kısaca, beyaz ırka mensup, beyaz renkli, düz burunlu, değirmi yüzlü (ay yüzlü, badem gözlü, çok ha­ fif Mongoloid), hafif dalgalı saçlı Türklerin yanında, daha başlangıçta sarışın Türklerin varlığı da bir gerçektir. Türklerin , dünya tarihinin gidişine yön vermiş büyük bir millet olması, onların adının ilk defa ne zaman kul­ lanıldığı ve neyi ifade ettiği konusu üzerinde de çok eski­ den beri durulmasına ve bu konuda da birtakım görüşlerin ileri sürülmesine yol açmıştır. Ancak, VI. yüzyılda (552) ilk defa Türk � dı ile tarih sahnesine çıkan Gök Türklerden önce bu adın kullanıldığına dair ileri sürülen iddialar şim­ dilik hiçbir ilmi kıyınet ifade etmemektedir. Türk adının anlamına gelince; bu konuda da bazı yakıştırmaları bir kenara bırakacak olursak, iki ilmi ve ciddi görüşün ileri sürüldüğünü görüyoruz. Bunlardan biri A Vambery'nin gö­ rüşüdür ki, buna göre Türk (asl ında töriik > türük > türk) türemek'ten çıkmıştır, "mahluk, yaratık", yani "adam" an­ lamını ifade etmektedir. İkinci görüşe göre ise, Türk sözü "güç, kuvvet" (sıfat olarak "güçlü , kuvvetli") anlamını ifade etmektedir. İlk de­ fa Von Le Coq tarafından ileri sürülen bu görüşe, daha sonra Gök Türk kİtabelerinin çözücüsü V. Thomsen ve Ma­ car Türkoloğu J. Nemeth de katılmışlardır. Gerçekten de Kutadgu b i/ig de ve bazı Uygur metinlerinde türk sözü hep erk sözü ile yan yana ve onunla eş anlamda kullanılmıştır ki, her halde ifade ettiği gerçek anlam da bu olmalıdır. Zi­ ya Gökalp'ın Türk sözünü türe ile ilgili görmesi ve bu su­ retle adın "kanun ve nizarn sahibi türel i" olarak izah edilmesi ise pek taraftar bulmamıştır. '

=

Ana yurtlarının Orta Asya olduğunu belirttiğimiz Türk­ lerin tarihi sadece bu bölgede cereyan etmemiştir. Onlar dört bin yıllık geçmişleri boyunca ve sürekli göç hareket­ leri ile Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarma yayılarak, dev­ letler ve medeniyetler kurmuşlardır. Gerçekten de, Türk­ lerin çok eski çağlardan başlayan ana yurttan ayrılmaları olayı, aralıklarla ve uzun yıllar devam etmiştir. MiHittan önceki büyük Türk göçlerinin tarihlerini kesinlikle bile­ miyoruz. Ancak M. Ö. 1 500 ile 1 000 yılları arasında bir k.!_S ım Türklerin, yukarıda sınırları belirlenen ana yurdun dı§iiiaa·· ve Uzak Doğu'da yaşadıkları bir gerçektir. Kuzey Çin'de ve bugünkü Moğol istan'da Türklerin varlığı ise da­ ha gerilere kadar götürülmektedir. Türklerin kolları olan

Yakutlar ile Çuvaşların ana kitleden ayrılması ve Yakutların Doğu Sibirya'ya doğru g Ö çıncieri çok eski bir tarihte- mey­ dana gelmiş olmalıdır. Çünkü dilleri Ana Türkçeden en çok ayrı düşen Türk kavimleri bunlardır. Diğer taraftan Türklerden bir kısmının da M. ö. 1 300 - 1 000 yıllarında Türkistan'da bulunduklarına dair işaretler vardıi:. Milattan sonraki göçler ve göç eden Türk kavimleri hakkında ise oldukça ayrıntılı bilgiler elde edilebilmektedir : Hunlar Avrupa'ya ve Hindistan'a (lll ve IV. yüzyıllarda); Avarlar Volga (İdil) boylarına, oradan da Karadeniz'in ku­ zeyin i takiben Balkaniara (VI . yüzyıl); Bulgarlar hemen hemen aynı yolla aynı yerlere (VII. yüzyıl); Oğuzlar Yu­ karı Yenisey'den Orhon bölgesine (VII. yüzyıl), oradan Sirderya boylarına (IX. yüzyıl) ve daha sonra da Mav'e­ raünnehr ve Horasan - İran yolu ile, Anadolu başta olmak üzere bütün Yakın ve Orta Doğu'ya (Xl ve XII. yüzyıllar); Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uz'lar (Oğuz'ların bir kolu) Hazar Denizi ve Karadeniz'in kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkaniara (IX - XI. yüzyıllar) göç etmişlerdir. Bunlar­ dan özellikle Hun ve Oğuz göçleri, doğurdukları tarihi so­ nuçlar itibarıyla da çok önemlidirler. İşte, çeşitli dönemlerde, çok çeşitli yerlere yapılmış olan bu göçler, T. T.'nin, öteki milletierin tarihinden da­ ha değişik bir mahiyct kazanmasına da sebep olmuştur. Bütün öteki milletler, tarihin her döneminde toplu olarak bir arada bulundukları için onların herhangi bir za­ mandaki durumunu kolaylıkla incelemek ve aydınlatmak mümkün olduğu halde, Türkler çok geniş bölgelerde da­ ğınık şekilde yaşadıklarından ve dolayısıyla birbirlerinden farklı gelişme yolları takip ettiklerinden, T. T.'ni belirli bir zaman kesitinde bütün halinde değerlendirmek müm­ kün olmamaktadır. Ayrıca, çeşitl i Türk kitleleri yüzyıllarc.ı birbirlerinden çok farklı coğrafi sahalarda yeni yurtlar ara­ yarak tarihlerini çeşitli bölgelerde yapmışlardır. Bu bakımdan, tarihin herhangi bir döneminde, ayrı ayrı bölgelerde başka başka Türk topluluklarını ve devlet­ lerini görmek mümkün olduğundan, T. T. denilince tek bir topluluğun belirli bir bölgedeki tarihi değil, Türk adını taşıyan veya kendi lerine mah;us adlarla bilinen Türk top­ luluklarının çeşitli bölgelerde ortaya koydukları tarihieri n bütünü anlaşılmalıdır. Başka bir söyleyişle T. T.'nin ta­ mamı adeta birbirinden farklı devletlerin veya sülalelerin tarihi görünümünde kalmaktadır. Fakat bu görünüm şu gerçeği asla unutturmamahdır : T. T. süreklilik ve bütün­ lük de gösterir. Bir Türk hanedanının yıkılıp bir diğerinin onun yerini alması bir bakıma yüzeyde kalan bir olaydır. Çünkü Türk devleti devam eder. Yalnızca hanedan değişik­ liği meydana gelir. Bizim ayrı ayrı devletler olarak ad­ landırdıklarımız da, çoğu zaman aynı devletin değişik ha­ nedanlarını ifade eder durumdadır. T. T., daha doğrusu Türk devleti , Hun devletinin kuruluşu ile başlar. Hunları t�klbCİı başlıca Gök Türkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gaz­ neliler, Büyük Selçuklular, Harezmşahlar, Türkiye Selçuk­ luları, Anadolu beylikleri, Osmanlılar ve n ihayet Türkiye Cumhuriyeti devletleri hep aynı Türk çizgisinin nirengi nok­ talarıdırlar. Bundan başka küçüklü büyüklü pek çok dev­ letin sahibi bir milletiz ki, bazı tarihçilere göre tarihte Türk devletlerinin sayısı 103'ü bulmuştur. - .,. Daha önceki dönem için elde pek bilgi bulunmadığın­ dan, Asya'da Türk siyasi tarihinin Hunlar ile başladığı ge­ nellikle kabul edilmiştir.

TüRK TARİHİ Orta Asya'da ilk defa teşkilatlı ve büyük bir impara­ torluğu, Çintilerin Hiung-nu adını verdikleri Hun kavmi kurmuştur. Hunların, bütün Türklerin ataları oldukları, bi­ lim aleminde kabul edilmiş bir gerçektir. Çin kaynakların­ da Gök Türklerin, Uygurların ve Kırgızların, Hunların so­ yundan gösteritmeleri bu konuda en önemli delildir. Siyasi tarihleri hakkında M. Ö. IV. yüzyıldan itibaren açık seçik bilgi elde edebildiğimiz Hun imparatorluğunun en kudretli dönemi, meşhur hükiimdarları Me-te'nin hüküm­ darlığı yılları olmuştur (M. Ö. 209 - 174). Bu dönem aynı zamanda Asya'da Türk soyundan olan bütün toplulukların ilk defa tek bir bayrak altında toplandıkları dönemdir. Türk devlet teşkilatının gerçek kurucuları olan Hunlar, Me-tc zamanında komşularının çekindiği kudretli bir k a v im haline gelmişlerdi. Me-te'nin imparatorluğu sağ ve sol olmak üzere iki idari bölgeye ayrılmıştı. ' Dolayısıyla hem onun hem de kendisinden sonra hükümdar olanların bir sıra yüksek çifte kumandanları olup bunlar da birbirlerinden sağ ve sol ola­ rak ayrılıyorlardı ki, Türk devletlerindeki "ikili idare" ge­ leneğinin temelleri böylece Htmlara kadar gitmektedir. Çin kaynakları, geniş Hun imparatorluğunun 24 kumandan ta­ rafından idare edildiğini yazıyorlar ki, başta 24 Oğuz boyu olmak üzere T. T.'nde tesadüf olunan 24'lü taksimatın kö­ künü de Hunlarda görmek mümkün olmaktadır. Aynı şe­ kilde, disiplinli Türk ordusunun teşkilatlandırılışı ile Türklerde vatan sevgisinin ve savunmasının en güzel ör­ neklerini de Me-te ortaya koymuştur. O öldüğü zaman, onun devleti mülki ve askeri teşkilatı ile, ordusu ve harp tekniği ile, sanatı ile yüksek vasıflı bir toplum halinde, daha sonra yüzyıllarca bütün Türk devletlerine örnek ola­ cak bir duruma gelmişti. M. Ö. 48 yılında Şenyü veya Tanhu lakabıyla anılan Hun hükümdarları arasında çıkan çekişmeler sonunda im­ paratorluk parçalandıktan sonra, Orta Asya'da Hun siyasi hakimiyeti kısa sürede sona erdi ise de, Asya'nın çeşitli yerlerinde ve özellikle Avrupa'da Hun varlığı daha uzun siire devam edecektir. Hunların Asya'daki varlığını, güneybatıya, İran'a inen Ak Hunlar (Eftalitler) temsil etmişlerdir. V. yüzyılın or­ talarına doğru kuvvetli bir duruma gelen Ak Hunlar, İç Asya'dan Kuzey Hindistan'a kadar uzanan yerlere hakim olmuşlarsa da, 552'den sonra Gök Türkler ile Sasaniler ta­ rafından ortadan kaldırılıp, toprakları da bu iki devlet arasında paylaşılmıştır. Avrupa'daki Hun varlığına gelince, M. Ö. 48'den son­ ra onlardan bazılarının İli havzasına gittiği biliniyor. Bun­ lar M. S. I. yüzyılda bir yandan Çinlilerin, bir yandan ıla Siyenpilerin ağır baskıları altında daha batıya Cim (Emba) ve Yayık (Ural) boylarına göçmüşlerdir. Bu bölgede uzun süre kalan, çoğalan, yeniden teşkilatlanarak derlenip to­ parlanan ve seçkin liderler yetiştirdiği anlaşılan Hunlar, IV. yüzyıl ortalarında Alan ülkesini ele geçirdikten son­ ra, 374'te İdil kıyılarında göründüler. Onların Kafkaslar üzerinden Urfa'nın güneyine kadar Anadolu'ya çeşitli aklll ­ lar yapmaları ile bazı Hun topluluklarının Doğu Anadolu' da yerleşmesi de aynı yıllarda meydana gelmiştir. Hunlar İdil boylarına geldiklerinde bu nehrin batısın­ daki düzlüklerde Germen kavimlerinden olan Doğu ve Ba­ tı Gotları ile onların da batısında Gepidler, Vandallar ve sair Germen kavimleri ile bazı Slav kavimleri yaşıyorlardı.

271

Hun hükümdan Balaınır'ın iki zaferi (374 ve 375) Doğu ve Batı Gotlarını çökeetirken bu kavimterin Avrupa içle­ rine doğru göçlerine de yol açmış oldu. Ostrogotlar ile Vizigotların, Hunlar önünden Batı Avrupa istikametindeki hareketleri üzerine, çok geçmeden Balkanlar, Pannonya (Macaristan), Orta Avrupa, Manş ve kısmen Baltık kıyıları, İtalya, Galya, İspanya ve Kuzey Afrika, türlü barbar ka­ vimlerin in istilasına uğradı. Bunun en önemli sonucu da Roma İmparatorluğunun önce iki idari kısma ayrılması (395) ve sonra da batı kanadının tamamen çökmesi oldu (476). Batı Avrupa tarihinde "Büyük göç" adı ile bilinen ve başta Germen toplulukları olmak üzere birçok kavim­ terin sürekli yer değiştirmeleri ve Batı Avrupa'nın belli yerlerinde yerleşmeleri sonunda, yeni yeni milletler ve dev­ letlerin ortaya çıkışı, tarihin önemli olaylarından olmuştur. Bugünkü Avrupa devletlerinin çoğunun temelleri bu hare­ ket ile atılmıştır, denilebilir. İşte bu hareket Batı Avrupa' da yapmış olduğu büyük etkilerden dolayı yeni bir devrin, yani Orta Çağın başlangıcı sayılmaktadır. Öte yandan me�­ hur hükümdarları Attila zamanında (44 1 - 453), Asya'da Balkaş gölü yakınlarından Atlas Okyanusu'na kadar uza­ nan, hem Doğu hem de Batı Roma'yı haraca bağlayarak hakimiyeti altına alan ve genellikle Batı Hunları olarak da bilinen Avrupa Hunlarının, T. T.'nin parlak bir dönemini teşkil etmekten öteye, Avrupa milletlerinin medeni geliş­ melerinde de rolleri olmuştur. Attila'nın hatırası ise Ma­ carlar ve Almanlar başta olmak üzere, İtalya, Galya, Ger­ men ülkeleri , Britanya, İskandinavya ile bütün Orta Av­ rupa'da yüzyıllarca ağızdan ağıza dolaşan efsanelerde ya­ şamış, pek çok tarihi eser, roman, tiyatro ve operaya, ressam ve heykeltıraşa konu teşkil etmiştir (bk. HUNLAR ve ATTiLA). Büyük Hun imparatorluğunun parçalanmasından son­ ra Orta Asya'da varlığına şahit olduğumuz Tabgaç (T'o - pa) devleti, IV. yüzyıl sonlarından VI. yüzyıl ortalarına kadar Kuzey Çin'de kuvvetli bir siyasi teşekkül halinde bulun­ muş, ünlü "ipek yolu"nu Türk hakimiyeti altına alacak derecede kudretini yaymıştı. Tabgaçlar da Asya Hunları­ nın bir bölüğü idi. Bu sütalenin resmi tarihinde Me-te'nin de bir Tabgaç hükümdan olarak kaydedilmesi bunun en büyük delilidir. Ancak, Hunlar Tabgaç devletinde sadece idareci zümreyi teşkil etmişlerdir. Devleti meydana getiren boy ve oymakların büyük çoğunluğunun Moğol kökenli olduğu ve bazı Çinliler ile birlikte bu devletin tebasmı mey­ dana getirdikleri bilinmektedir. Devlet idaresi ve askeri teşkilat bakımından Hun teşkilatma bağlı kaldıkları anl:ı­ şılan T'o-palar, gerek siyasi tarih gerek kültür tarihi ba­ kımlarından pek varlık gösterememişlerdir. Orta Asya Türklüğünün Hunlardan sonraki ikinci par­ lak çağı Gök Türkler dönemidir (552 - 744). Kendi devletlerini kuruncaya kadar, Altay eteklerin­ de demircilikle meşgul olan ve Avar (J uan - juan) imp:ı­ ratorluğuna bağlı bulunan Gök Türkler kısa zamanda Man· çurya'dan Ceyhun'a ve İdil'e kadar olan bölgeleri hakimi­ yetleri altına aldılar. Ancak, Türk devletlerinde sık sık rast­ ladığımız ikili idare geleneğinin adeta kaçınılmaz sonuç­ larından biri olatak bu büyük imparatorluk 582'de Doğu ve Batı Gök Türk kağanlıkları olmak üzere ikiye ayrıldı. Devletin ikiye ayrılması ve bunların bir yandan Çiniiierin entrikaları bir yandan da çoğu zaman birbirlerine karşı düş­ manca davranmaları, onların aynı akıbete uğrarnalarına

272

TüRK TAR1 Hi

sebep oldu. Çünkü onlardan her birisi, tek başlarına güçlü Çin ile baş edebilecek durumda değillerdi. Bu sebeple, 630' da Doğu Gök Türk kağanlığı yıkılınca, Batı Gök Türkleri de kısa zamanda çöktü (657). Batıda On Ok'lardan Tür­ gişler (b. bk.), zaman zaman değişen statülerle de olsa, 744'e kadar Türk siyasi varlığını devam ettirmelerine rağ­ men, Doğu Gök Türkleri 630'dan 680'e kadar istiklalden mahrum bir esaret dönemi yaşadılar ki, Orhon kitabele­ rinde bu dönem bütün acılığı ile dile getirilmiştir. 680'de ise Gök Türk şehzadelerinden Kutluğ, devleti yeniden kur­ mak için harekete geçmiş ve kağanlık adı olarak İl Teriş unvanını almış olan bu büyük hükümdar, dirayetli vezi­ ri Bilge Tonyukuk ile birlikte ve çetin mücadeleler sonun­ da Gök Türk siyasi varlığını yeniden canlandırmayı başar­ mıştır. İkinci Gök Türk kağanlığı adı verilen bu devlete kurucusunun adından dolayı Kutluğ devleti de denilmek­ tedir. Özellikle Kapagan Kağan (69 1 - 7 1 6) ile Bilge Ka­ ğan ve kardeşi Kül Tegin zamanlarında (7 16 - 734) en kud­ retli dönemini yaşayan bu yeni kağanlık, nihayet 744 yı­ lında, kendisine tabi bulunan Basmıl, Karluk ve Uygur­ ların birlikte isyanı sonucunda yıkılmış ve yerine Orta Asya'da Uygur devleti hakim olmuştur. Gök Türkler Orta Asya'da daha öncekilerle mukayese edilemeyecek derecede büyük ve teşkilatlı bir imparatorluk kurmuşlardır. Gök Türklerin sayesinde Türk soyu tarihte son defa olarak, bir iki küçük istisna ile, tek bir bayrak altında toplanmıştır. Orhon kitabelerinde Türk adı kavmi bir isim olarak geçmekte olup, bu adı, Türkçe konuşan bütün kavimterin değil, onlardan yalnız birinin taşıdığı hu­ susu gayet açıktır ve bu da, Gök Türk imparatorluğunun kurucusu olan Aşina sütalesini içinden çıkaran bodun'dur. Başka bir söyleyişle, başlangıçta Türk sözü, bu imparator­ luğu kuran ve onu idare eden kavmin adı idi. Onların, bütün Türk kavimlerini içine alan bu büyük imparator­ luğu kurmaları sonucunda, kendi kavim adları olan Türk, özellikle Islam aleminde, Türkçe konuşan bütün kavimte­ rin genel adı kap3amını kazandı. O halde, Gök Türkler, Türk sözünü ilk defa resmi devlet adı olarak kabul etmekle, bütün bir millete ad vermek şerefini de kazanmışlardır. Gök Türk kağanlığının yıkılmasından sonra, çeşitli yer­ lere yayılan çeşitli Türk zümreleri, gittikleri yerlerde Türk adını ve onun idari, siyasi ve askeri geleneklerini yaşat­ mışlardır. Bütün Türklerin tarihinde Gök Türk teşkilatının, edebiyatının, töre ve hayat telakkisinin izleri devam et­ miştir. Orta Asya, Türkistan, Maveraünnehr, Kuzey Hin­ distan, Iran, Irak, Suriye, Anadolu ve Balkan Türkleri, Gök Türkler yolu ile Türklüğün kökenine bağlıdırlar. Gök Türklerden sonra hiçbir Türk kavmi, diğer Türk topluluklarının önemli bir kısmını içine alan bir devlet kuraınamıştır. Orta Asya tarihinin başlıca üç önemli dev­ rinden (diğerleri Hun ve Moğol devirleri) biri olan Gök Türk devrinin, aynı zamanda Türk kültür tarihi bakımından da ne kadar önemli bir devir olduğu bilinmektedir. Türkler ilk olarak bu devirde milli bir alfabeye sahip olmuş­ lardır. Türk diline ait en eski milli kaynaklar da (Yenisey ve Orhon kitabeleri) bu devre aittir. Bu kaynaklar sadece Türk dilinin değil, Türk edebiyatının, Türk tarihinin ve geniş bir anlamda Türk kültürünün en e3ki ve esaslı kay.. naklarıdır (bk. KÖKTÜRKLER). Gök Türklerden sonraki Türk tarihinin seyrini daha iyi görebilmek bakımından, Gök Türkler zamanında Orta

Asya'nın siyasi ve etnik durumundan da söz etmek yerin­ d � olacaktır. Bu dönemde Orta Asya'da varlığını bildiği­ mız başlıca Türk toplulukları şunlardır : Oğuz.lar : I. Gök Türk devleti zamanında Yukarı Ye­ nisey'de Barlık çayı kıyılarında oturan Oğuzlar, 630'da n sonra Tula boylarına inmişlerdir. Kutluğ devleti kurul­ madan önce burada bir devletleri ve başlarında da kağan­ ları vardı. Kutluğ'a yeniterek Gök Türk hakimiyetine giren Oğuzlar, daha sonra Orta Asya'ya hakim olan Uygurlara tabi olmuşlar ve nihayet IX. yiizyıl sonlarında Sirderya boy­ larında görünmüşlerdir ki Oğuzların Türk ve dünya tarihi bakımından oynadıkları önemli roller de a>ıl bundan sonra başlayacaktır. Tarduşlar ve Tö/isler : Ötüken bölgesine yakın oturan ve Gök Türklere daima sadık kalmış bulunan bu Türk bodunlarının başlarında Gök Türk hükümdar ailesine men­ sup şehzadeler, idareci olarak bulunurlardı. Ediı. /e r : Gök Türkler döneminde Oğuzların yakın kom­ şuları olarak gördüğümüz bu Türk kavminin iki boydan oluştuğu anlaşılıyor. Siyasi bir varlık gösterememişlerdir. Uygurlar : Yurtları Selenga boyları idi. Gök Türk hfı­ kimiyetindeki birçok Türk kavmi gibi başlarında el tebir unvanlı başbuğları vardı. 10 boydan oluşmuştular. Gök Türk devletinin yıkılışma kadar bir varlık gösterememiş­ ler, ancak ondan sonra Orta Asya tarihi n de önemli roller oynamışlardır. Basmıllar : Yurtları Beşbalık bölgesi idi. Başlarındaki hükümdarlam idi kut unvanı verilirdi. Uygurlar ve Kar . luklar ile birlikte Gök Türk devletinin yıkılışında önenıii rol oynadılar. Ancak, Gök Türklerin yerine kurdukları ka­ ğanlık bir yıl gibi kısa bir zaman içinde Uygurlar tarafın­ dan yıkılınca, Basmıllar Beşbalık bölgesini de kaybedere� daha batıya hareket ettiler. Ondan sonra Karlukların da baskısı ile biraz kuzeye itildikleri anlaşılan Basmılları XT. yüzyılın sonlarında Zaysan gölünün kuzeybatısında gör­ mekteyiz. Bundan sonraki tarihleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yer-Bayırku/ar : Gök Türkler zamanında Baykal'ın do· ğu kıyılarında oturmuş olmaları muhtemeldir. Daha son­ raki tarihleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Kaş­ garlı Mahmud'un XI. yiizyılda Ob nehrinin yukarı kısım­ larında yaşadıklarını bildirdiği Yabaku'ların bu Yer-Bayır­ ku'lar olabileceği ileri sürülmüşse de, bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmadığı gibi, Yabakuların da ne Xl. yüzyıldan önceki ne de sonraki tarihleri hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Karluklar : Bunların ana yurdu Kara Irtış'ın sağ ta­ ��fmda, Urungu - Zaysan - Alagöl arasındaki bölgede idi. Uç boydan oluşuyorlar ve bu yüzden Üç Karluk olarak ad­ landırılıyorlardı. Bu iiç boydan _ikisinin Çiğiller ve Tun­ sılar olduğunu biliyoruz ki, Karalıantı devletini meydana getiren Türk toplulukları arasında yer almışlar ve özellikle Çiğiller bu devletin askeri gücünü meydana getirmekte bü­ yük rol oynamışlardır. Türk dünyasında kadınlarının güzel­ liği ile şöhret bulan Çiğiller, varlıklarını XI. yüzyıla ka­ dar devam etiirdikten başka, Çiğil adı Çağatay edebiyatın­ da "çok güzel" olarak da kullanılmıştır. Karluklarm başında da el tebir unvanlı başbuğları var­ dı ve bunlar Gök Türk kağanlarına tabi idi. Karluklar, Uygurlar gibi, Gök Türkler zamanındaki savaşlarda fazla

273

TÜRK TARİHİ yıpranmadıkları için, Gök Türklerden sonra d a oldukça önemli roller oynadılar. Onlar, Basmıllar ve Uygurlar ile birlikte Gök Türk devletini yıktıktan sonra, bu defa Uy­ gurlar ile hakimiyet mücadelesine girdiler ve bu mücade­ leyi kaybederek eski yurtlarından daha batıya çekilmek mecburiyelinde kaldılar. Bu yıllarda Çin'in eski Orta As­ ya siyasetini canlandırmağa ve Karlukların oturduğu saha dahil, Asya'nın çoğunu hakimiyeti altına almağa çalıştıği görülür. Bunun sonucunda 75 l 'de Araptarla Çinliler ara­ sında meşhur Talas savaşı meydana gelir. Bu savaşta Müs­ lüman Arapların tarafını tutan Karluklar, zaferin Araplar tarafından kazanılmasını sağlamışlardır. Bu savaşta uğradığı ağır yenilgi yüzünden Çin, kargaşalıklar içine düşmüş ve bir daha batı ile ilgilenememiştir. Dolayısıyla bu olay Orta Asya Türk tarihinde Çin baskısının geri plana itilmesini sağladıktan ba�ka, Türklerin İslamiyet ile temaslarına da zemin hazırlaml' ve Türk tarihinin bundan sonraki seyri üzerinde büyük etkisi olmuştur. 766'dan itibaren On Okiarın yurdunu, yani Batı Gök Türk ilini tamamen ele geçiren Karlukların, 840'tan sonra Karahanidar devletini kurdukları ileri sürülürse de, bu doğ­ ru değildir. Karluklar Karahanlı devletinin (öteki boyları Çiğiller ve Tuhsılar gibi) ancak tebaları oldular. Karahanlı hakimiyetinin zayıftadığı XII. yüzyılda Kitan (Karahıtay)' tarla iş birliği yapan Karlukların, bu yüzyılda İli'nin doğu­ sundaki Kayalık'ta küçük bir devletleri olduğu da anlaşılı­ yor. 1 22 l 'de Moğol hakimiyetine giren Karluklardan bazı­ larının bu imparatorluğun idaresinde rol aldıkları da bilin­ mektedir· (bk. KARLUK'LAR). Kırgızlar : Türk kavimleri arasında varlığını bugün de koruyan Kırgızlar, Gök Türkler devrinde Kögmen (Tannu Ula) dağlarının ötesinde, Yukarı Yenisey'in Abakan ırmağı bölgesinde yaşıyorlardı. Burada bir devletleri olup, hüküm­ darları kağan unvanını taşıyordu. Onların II. Gök Tü:-k devleti zamanında kuvvetli bir durumda olduğu görülüyor. Onlar Uygurlar devrinde de bu durumlarını devam ettir­ miŞier, hatta 840'ta Uygur devletini yıkarak Orhon bölge­ sini ele geçirmişlerdir. Fakat Kırgızlar kültürel bakımdan geri bulundukları için, Orhon bölgesindeki Türk medc­ niyetini tahrip etmek suretiyle Türk tarihinde olumsuz bir rol oynamışlardır. Sonra 924'te Çin'den kovulan Karahı­ tayların hücumları üzerine burada tutunamayarak Yukarı Yenisey'deki yurtlarına dönmüşlerdir. Böylece Kırgızlar, bu eski Türk yurdunun Moğolca konuşan kavimterin ellerine geçmesine de yol açmışlardır. Çingiz Han, Merkit ve Nay­ ıilanlarla savaşırken Kırgızları da itaat altına almıştı ( 1 207) ki, bu suretle Çingiz'e itaat eden ilk Türk kavmi Kırgızlar oldu. Onlar 1 2 17'de Moğollara isyan etmişlerse de, Cuçi tarafından yeniden itaat altına alınmışlardır. Bundan son­ raki tarihlerini pek iyi bilmediğimiz Kırgızlar, XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyılda Rus hakimiyeti altına girmişlerdir. Bugün Kırgızistan başta olmak üzere Tacikistan, Özbekis­ tan, Afganistan, Dış Moğolistan ve Doğu Türkistan'da ya­ şamakta olan Kırgızların tamamı Müslümandır (bk. KI R­ GIZ'LAR). A :z:.lar : Bu kavim de Gök Türkler zamanında Kırgız­ lara yakın bir . yerde oturuyor ve başbuğları eltebir unva­ nını taşıyordu. W. Barthold, bugün Yenisey'in Aşağı Turu­ han bölgesinde yaşayan Asinlerin (diğer adı : Kot) Aziarın kalıntısı olmasının muhtemel bulunduğunu bildirmiştir. Çik/er : Gök Türkler zamanında Kem ırmağının öte­ sinde yaşıyorlardı. Aziara ve Kırgızlara yakın idiler. Özel-

likle Uygurlar zamanında faaliyet göstermişlerdir. Bu yüz­ den Uygur kağanı Moyunçur, birkaç defa bu kavim üzerine sefer yaparak onlara baş eğdirip üzerlerine bir vali (tu­ tug) tayin etmiştir. Daha sonraki dönemlerde hiçbir yerde onların adına rastlanılamamıştır. İ:z:.gillu : Bunlar da Gök Türkler devri Orta Asyasının Türk boylarındandır. Ancak ne bu sıradaki yurtları ne de daha sonraki tarihleri hakkında hemen hiçbir şey bilin­ memektedir. On Ok/ar : 552'de Gök Türk devletini kuran Bumın Kağan, kardeşi İstemi'nin maiyetine, boyları ile birlikte 1 0 Türk beyini verip onu batı ülkelerinin fethine memur et­ mişti. İşte bu on boya On Ok'lar denilmektedir. Batı Gök Türkleri diye de adlandırılan bu on boy, iki büyük k ola ayrılmıştı. Birinin adı Tu-lu, ötekinin ise Nu-şe-pi idi. Tu ­ lu'lardan Türgişlerin bilinen siyasi faaliyetlerine rağmen Ba­ tı Gök Türkleri gerek siyasi gerek kültürel bakımdan Doğu Gök Türkleri ile mukayese edilemezler. 766'dan itibaren yurtları tamamen Karlukların eline geçmiştir. Peçenekterin On Okiardan olduğu bilinmektedir (bk. T ÜRO İ Ş'LER). Orta Asya'da Uygur hakimiyeti dii nemi.· 7 3 4 te · Bilge Kağan'ın ölümünden sonra 'Gök Türk idaresi iııtikrara ka• vuşamamış, taht mücadeleleri dev-am edip gitmişti. Bas· mıllar, Uygurlar ve Karlulthir böyle bir durumdan fay� dalanarak harekete geçtiler. Uygtirlar 743'te büyük bir za· fer kazandılar. Ancak son darbeyi Basmıllar vurarak Gök Türk devletine son verdiler (744). Basmılların başbuğu ken­ dini kağan ilan etti ve hatta Gök Türklerin geri kalanları da onun kağanlığını tanıdılar. Fakat Uygurların başbuğu, Karlukların da yardımı ile Basmıl hükümdarını yenip öl­ dürerek Ötüken'in hakimi oldu. Bu tarihten sonra Gök Türkler bir daha tarih sahnesinde görünmediler. Uygurlar 745'ten 840'a kadar Orhon bölgesinde haki­ miyeti elde tuttular. Bu arada Mani dinini de kabul ettiler. Bu dönem Uygurlarından da bize birtakım Türkçe kitabeler kalmıştır. Bu kitabelerden anlaşıldığına göre, onlar tarafın­ dan bir iki şehir de kurulmuştur. Bununla birlikte Orhon bölgesinde eskiden beri devam edip gelen kültür faaliyet­ lerinin Uygurlar zamanında daha fazla gelişmesi beklene­ bilirdi. 840'ta Yenisey'den inen Kırgızlar, Uygur devletine son verdiler. Uygur kabilelerinin bir kısmı telef oldu. Bir kıs­ mı Tibet üzerinden Kan-çou (Kansu)'ya giderek yurt tut­ tular ve burada küçük bir Uygur krallığı kurdular. 1028'de Tangutların hakimiyeti altına giren bu Uygurlar daha baş­ langıçtan beri Sarı Uygurlar olarak tanınmış olup hAli Batı Çin sahasında yaşamaktadırlar. Uygur kabilelerinden bir kısmı da Tanrı Dağları ile Beşbalık bölgesine göç ederek burada bir devlet kurdular. Bu Uygurlardan genellikle Beşbalık Uygurları veya Tı,Jrfari Uygurları olarak söz edildiği gibi, kurdukları devlet daHil ziyade Doğu Türkistan Uygur devleti olarak bilinmektedir: Başlıca şehirleri Turfan, Beşbalık, Kuça ve Hami (Utulh� çi) olan Uygurlar burada süratle yerleşik hayata geçti İer. Çin ile Ön Asya arasındaki ticareti ellerinde bulund tirÖriik hayat seviyelerini yükselttiler. X. yüzyıl sonlarında Btiddba dinini benimsediler. Kısa zamanda Türk kavimleri arasında en medeni durumuna yükseldiler. 840 felaketinden h �berdar olamayan İslam yazarlarının daima Tog4z Guzz (iioku'i Oğuz) adı ile andıkiarı bu Uygurlar, bir ara :Karahıtayl�riri� ' 1 209'da da Çingiz Moğollarının hakimiy�Ü altına girı'fit �f '

·

TORK TARİHİ

2 74

Onlar, Çingiz imparatorluğunun sivil idare kadrolarını dot­

durarak bu imparatorluğun özellikle mali idaresinde birin­ ci planda rol oynadılar. Okuma yazma ·bilmeyen Moğollara

kendi alfabeleri ile kültürlerini de kabul ettirdiler ki, bugün dahi Moğol alfabesinin esasını Uygur alfabesinin teşkil et­ mesi bu yüzdendir. Çin'de Ming devrinin başlangıcına ka­ dar bağımlı bir durumda bile olsa, siyasi varlıklarını az çok devam ettirebilen Uygurların medeni etkileri Asya'nın her tarafında yüzlerce yıl hissedilmiştir. Bugünkü Doğu Türkistan Türkleri Uygurların torunları olup tamamı Müs­ lümandırlar (bk. UYGUR'LAR). Orta Asya'da 840 tarihini takip eden yılların siyasi olayl ar ı , İslami dönem Türk tarihine rastlayan bir dönem­ dir. İlk Türk - İslam siyasi kuruluşlarının tarihine geçmeden önce, Karadeniz'in kuzeyindeki sahalarda faaliyet gösteren Türk kavimleri ve devletlerinden söz etmek daha uygun

olacaktır.

n ; ·ıı:'ıf�tır''�� ;; ı�t , ,$, .. . . ·� L , , �lffl, 5l ��br'6ı� � � �'!��,. '7r�fı ��- · r. 1l s u r�r ıitini rtiiliri:i> . e dbreıc : na :t;J d:�����!J:r��ji. 'ıı·;\ �'-ı 1�9'ar\lJ�şt:�i' fı�PÇa1c·t�ki" �l .

"a

. ı,

·

.

, ,ı

,•



,

j.

., ,ı

i ,,

�lar . (K,ıpçaldıı.d 1 da l'd