Gargantua [1 ed.] 9789754688610


138 99 6MB

Turkish Pages 256 [257] Year 2010

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
Gargantua
GARGANTUA
GARGANTUA
İÇİNDEKİLER
Gargantua adının konması ve Gargantua'nın şarabı tatması
Gargantua'yı nasıl giydirdiler
BÖLÜM XXI
BÖLÜM XXII
BÖLÜM XXIII
BÖLÜM XXIV
BÖLÜM XXV
Gargantua'nın La Roche-Clermault'da Picrochole'e saldırması ve ordusunu bozguna uğratması
Theleme'lilerin yaşam biçimleri
Theleme'liler manasttnmn temelinde bulunan mm
Recommend Papers

Gargantua [1 ed.]
 9789754688610

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

1

Gargantua François Rabelais

François Rabelais

GARGANTUA Ütopya Dizisi - 1

François Rabelais

GARGANTUA Ütopya Dizisi -1

Çeviren

İsmail Yerguz

Say Yayınlan François Rabelais / Ütopya Dizisi Gargantua ISBN 978-975-468-861-0 Sertifika No: 10962 Yayın Hakları © Say Yayınları Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz Yayıma Hazırlayan: Mustafa Hazım Bayka Fransızcadan Çeviren: İsmail Yerguz Kapak Tasarım: Özlem Sarıcı Ön Kapak Resmi: Gustave Doré Baskı: Kurtiş Matbaası Fatih Sanayi Sitesi No: 12/74 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 68 94 1. baskı: Say Yayınları, 2010 Say Yayınları Ankara Cad. 54/12 • TR-34410 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80 web: www.sayyayincilik.com e-posta: [email protected] Genel Dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti. Ankara Cad. 54/4 • TR-34410 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80 e-posta: [email protected] önüne satış: www.saykitap.com

İÇİNDEKİLER Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliliği Üzerine (Mustafa Hazım Bayka)......................................................................................9 Önsöz (Marie-Madeleine Fragonard)........................................................... 23 GARGANTUA................................................................................................... 47 Yazarın Önsözü.................................................................................................. 51 Bölüm I Gargantua'nın soyzinciri ve kökenleri......................................................... 55 Bölüm II Eski bir anıtta bulunmuş panzehirli kıvır zıvır.......................................... 59 Bölüm III Gargantua'nın anasının karnında on üç ay kalm ası................................. 63 Bölüm IV Gargantua'ya gebe olan Gargamelle'in işkembe yem esi........................ 67 Bölüm V Gargantua'nın çok tuhaf biçimde dünyaya gelişi..................................... 71 Bölüm VI Gargantua adının konması ve Gargantua'nın şarabı tatması.......................75 Bölüm VII Gargantua'yı nasıl giydirdiler........................................................................ 77 Bölüm VIII Gargantua'nın renkleri ve kıyafeti.................................................................81 Bölüm IX Beyazın ve mavinin anlamı..............................................................................85 Bölüm X Gargantua'nın yeniyetmeliği üstüne............................................................ 89 Bölüm XI Gargantua'nın oyuncak atları üstüne............................................................91 Bölüm XII Grandgousier'nin, kıçını silme yöntemleri dolayısıyla Gargantua'nın nasıl parlak bir zekâya sahip olduğunu anlaması.......................................... 95

Bölüm XIII Gargantua'mn bir dinbilimciden Latince öğrenmesi............................. 99 Bölüm XIV Gargantua'mn başka pedagoglara verilişi................................................ 101 Bölüm XV Gargantua'mn Paris'e gönderilmesi, onu götüren dev kısrak ve Beauce'daki (Güzelova) kenelere meydan okuması......................... 103 Bölüm XVI Gargantua'mn kendisine hoş geldiniz diyen Parislileri ödüllendirmesi ve Notre-Dame kilisesinin devasa çanlarını kaçırması...........................105 Bölüm XVII Janotus de Braquemardo'nun Gargantua'dan devasa çanları almaya gönderilmesi....................................................................................... 109 Bölüm XVIII Üstat Janotus de Braquemardo'nun çanları geri almak için Gargantua'ya çektiği söylev...........................................................................111 Bölüm XIX Üstadın [Tanrıbilimci] kumaşını alıp gitmesi ve Sorbonne'lulara dava açm ası....................................................................................................... 115 Bölüm XX Gargantua'mn Sorbonnecu hocaların eğitim anlayışına göre yaşamayı öğrenmesi........................................................................................ 119 Bölüm XXI Ponocrates'in Gargantua'yı günün hiçbir saatini boş geçirmeyecek şekilde yetiştirmesi...........................................................................................127 Bölüm XXII Gargantua'mn yağmurlu günlerdeki yaşamı............................................135 Bölüm XXIII Lerné poğaçacılarıyla Gargantua'mn memleketindeki poğaçacılar arasında şiddetli savaşlara yol açan büyük tartışmamn başlaması.....139 Bölüm XXIV Lerné'lilerin, kralları Picrochole'un emriyle Gargantua'mn çobanlarına ansızın saldırm ası..................................................................... 143 Bölüm XXV Bir keşişin Seuillé manastırı ve çevresini düşman saldırısından kurtarması.................................................

145

Bölüm XXVI Pichrochole'un La Roche-Clermault'yu bir saldırıyla alması ve Grandgousier'nin istemeyerek, üzülerek ve zorla savaşa girmesi......151

Bölüm XXVII Grandgousier'nin Gargantua'ya gönderdiği mektup............................. 155 Bölüm XXVIII Ulrich Gallet'nin Picrochole'e gönderilmesi.............................................. 157 Bölüm XXIX Gallet'nin Picrochole'e söyledikleri.............................................................159 Bölüm XXX Grandgousier'nin barışı sağlamak için poğaçaları geri vermesi.......... 163 Bölüm XXXI Picrochole'ün bazı komutanlarının, cüretli öğütleriyle onu büyük bir tehlike içine atmaları.................................................................................167 Bölüm XXXII Gargantua'nm vatanını korumak için Paris'ten ayrılması ve Gymnaste'm düşmanlarla karşı karşıya gelmesi......................................171 Bölüm XXXIII Gymnaste'm komutan Tripet'yi ve Picrochole'ün öteki askerlerini ustalıkla öldürmesi..................................................................... 175 Bölüm XXXIV Gargantua'nm Vöde Boğazı Şatosunu yıkması ve Boğazdan geçmeleri........................................................................................ 179 Bölüm XXXV Gargantua'nm taranırken top güllelerini saçlarından düşürmesi...... 183 Bölüm XXXVI Gargantua'nm altı hacıyı salatada yemesi................................................. 187 Bölüm XXXVII Gargantua'nm keşişi ağırlaması ve yemekte söylediği güzel sözler...191 Bölüm XXXVIII Papazlar niçin dışlanır ve niçin bazılarının burnu bazılarmınkinden büyüktür...........................................................................195 Bölüm XXXIX Keşişin Gargantua'yı uyutması ve dua kitapları......................................199 Bölüm XL Keşişin yoldaşlarını teşvik etmesi ve ağaçta asılı kalması......................201 Bölüm XLI Picrochole'ün öncülerinin Gargantua'ya rastlaması. Keşişin Komutan Tyravant'ı öldürmesi ve sonra da düşmanlar tarafından esir alınması.............................................................205

Bölüm XLII Keşişin nöbetçilerden kurtulması ve Picrochole'ün öncülerinin bozguna uğram ası............................................................................................209 Bölüm XLIII Keşişin hacıları götürmesi ve Grandgousier'nin onlara güzel sözler söylem esi................................................................................................213 Bölüm XLIV Grandgousier'nin tutsak Toucquedillon'a insanca davranması......... 217 Bölüm XLV Grandgousier'nin lejyonlarını göndermesi ve ToucquedilIon'un Hastiveau'yu öldürmesi ve sonra Picrochole'ün emriyle öld ürü lm esi...................................................................................... 221 Bölüm XLVI Gargantua'nm La Roche-Clermault'da Picrochole'e saldırması ve ordusunu bozguna uğratması.................................................................225 Bölüm XLVII Picrochole'ün kaçarken başına gelen talihsizlikler ve Gargantua'nm savaştan sonra yaptıkları.............................................. 229 Bölüm XLVIII Gargantua'nm yenilmişlere verdiği söylev............................................... 231 Bölüm XLIX Muzaffer Gargantuacılarm savaştan sonra ödüllendirilmeleri.............235 Bölüm L Gargantua'nm Keşiş için Theleme manastırını yaptırması................... 237 Bölüm LI Theleme'liler tekkesinin kurulup donatılması..........................................239 Bölüm LI1 Theleme'in büyük kapısındaki y azıt.....................................................

241

Bölüm LIII Theleme'liler konağının inşa edilmesi.........................................................245 Bölüm LIV Thelfeme rahip ve rahibelerinin kıyafetleri................................................ 247 Bölüm LV Theleme'lilerin yaşam biçim leri................................................................... 251 Bölüm LVI Theleme'liler manıstırınm temelinde bulunan m uam m a......................253

ÜTOPYA YA DA BAŞKA BİR DÜNYANIN OLABİLİRLİĞİ ÜZERİNE

1999 yılında ABD'de Dünya Ticaret Örgütü'nün toplantısını protesto eden göstericiler ütopyacı yazarların ana hedeflerini sloganlaştırmışlardı: 'Başka bir dünya mümkün'. Bu hedef doğrultusunda ve "ekonominin yeni düzenlemeleri sayesinde bütün insanların yaşam hakkına saygı göstermek zorunda" kalacak olan bir dünya adına Ocak 2005'te 'Porto Alegre Ma­ nifestosu'nu imzaladığını belirtiyor, Salvador Ailende'nin sos­ yalist hükümetinin danışmanı olarak da çalışan ünlü, bilişim ve iletişim bilimleri profesörü Armand Mattelart. Günümüze koşut olarak, antikçağdan başlayarak bir yeryüzü cenneti, bir örnek toplum yaratma ülküsünden vazgeçmemiştir insanlık. İnsanoğlu, eşitlik, mutluluk ve adalet kavramlarının egemen olduğu, gönencin hüküm sürdüğü siyasal ve toplumsal dizge­ ler oluşturmak ereğiyle savaşımlar vermiş, siyasal ve ekono­ mik sistemlerin adaletsizliklerinden kaygılanan bazı filozof, düşünür ve yazarlar da insanca ve hakça bir yaşamın koşulla­ rını edimselleştirmek ereğiyle düşledikleri örnek devlet biçi­ mini anlatan yapıtlar yaratmışlardır tarih boyunca.

Altın Çağ Evrensel mutluluk, eşitlik, ve özgürlük idealleri, sınıfsal bas­ kılar ve sömürü altında yaşayan toplumlarm düşlerini süsle9

Gargantua

miş ve giderek insanlığın bir Altın Çağ dönemi yaşadığı üze­ rine bir kanının doğmasına yol açmıştır. Altın Çağ özlemi kutsal kitaplarda da rastlanan bir olgudur. İnsanlığın bu mutluluk dönemi Tevrat'da Eden Bahçeleri'dir. Özgürlük ve yurtlarını yitiren ve Roma İmparatorluğu'nun boyunduruğu altına giren Yahudiler "çok eskiden kralları Davud zamanın­ da yaşadıkları bolluk devrinin özlemini" çekmişler, bu özle­ mi Tevrat'da İsak ve Amos adlı peygamberler dillendirmişlerdir. Antikçağ Yunan dünyasında bu mutluluk dönemini Altın Çağ mitosu karşılar. Altın Çağ bir yoruma göre "ilkel eşitçi toplumdan sınıflı topluma geçişte, aşağı tabakaların eski eşitçi geçmiş dönemlere duydukları özlemin efsaneleş­ tirilmesidir". Kuzeyden gelerek Yunanistan'a giren ve ço­ banlıkla geçinen İyon, Dor ve Eolya boyları, yerleşimlerinin ilk dönemlerinde eşitlik ve özgürlük içinde yaşamışlar, gele­ neklerden kaynaklanan yasalarıyla doğanın nimetlerini eşit ve ortaklaşa olarak paylaşmışlar ama mal edinme arzusuyla eşitlik bozulmuş, yeni düzeni koruma altına alan yazılı ya­ salar ortaya çıkmış ve bu durumdan olumsuz olarak etkile­ nen sınıflar eski dönemleri özlemle anmaya başlamışlardır. Antikçağda bu özlem en yalın biçimiyle Hesiodos'un İşler ve Günler adlı yapıtının Soylar Efsanesi bölümünde dile getiri­ lir. "Üstün bir soylu sınıfın yaşantısını, üstelik destan gibi yüceltici bir biçimde anlatan" Homeros'un tersine Hesiodos "bir başka zümrenin, bir başka sınıfın temsilcisidir". "Ço­ ban, çiftçi, küçük toprak sahibi bir insana ilk kez onun yapıt­ larında rastlanmaktadır." Manzum olarak kaleme alman yapıtda egemen olan iki öğe değişim ve bu değişimin bir sonu­ cu olan kötümserliktir. Değişim bozulma yönündedir. Soy­ lar Efsanesi'ne göre insanlık doğuşundan itibaren beş çağ geçirmiş ve bu çağların dördü değişik madenlerle simgeleştirilmiştir. Efsanede madenler "yalnız bir nitelik, bir değer belirtisi olarak alınmıştır." Değişim iyiden derece derece kö­ tüye doğru gerçekleşmektedir. Altın, gümüş, tunç ve demir 10

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

çağlar bu düşüşü simgeler. Hesiodos özellikle içinde bulun­ duğu çağı değerlendirirken son derece kötümserdir. Çökü­ şün dominant sonuçlan hakkaniyet duygusunun körelmesi, hakkın güçlüye ait olması, vicdanın yok olması ve kıskanç­ lıktır. Altın soy, Kronos'un egemen olduğu çağdır. Bu dö­ nemde insanlar kaygıdan uzak, acısız ve dertsiz yaşarlar her türlü nimetten ve toprağın bereketinden yararlanırlardı. Çe­ şitli halk söylencelerinin de etkisiyle kuşaktan kuşağa canlı­ lığını sürdürmüş olan Altın Çağ betimlenmesi, "özel mülki­ yetin bulunmadığı ilkel komünal toplumdan, toplumsal farklılaşma, uygarlık ve özel mülkiyetle geçilen eşitsizlikçi toplumun alt tabakalarınca efsaneleştirilen, bolluk ve mut­ luluğun hüküm sürdüğü geçmişin toplumunun özlemidir." Altın Çağ ya da insanlığın mutlu çocukluk dönemine duyu­ lan özlem hiçbir çağda yok olmamıştır. Bu arayış Roma fel­ sefesi ve ritüellerine de yerleşmiştir. Roma'nm en eski Tan­ rılarından ve Yunan Kronos'uyla özdeşleşen Saturnus için, Saturnales olarak adlandırılan ve eski mutlu dönemleri an­ mak için yapılan kutlamalarda, sınıflar arası ayrımlar kal­ kar, savaş ve idamlar ertelenir ve halk kısa bir süre için de olsa Altın Çağ'ın geri geldiğine inanırmış. Esinini Hesiodos'un Soylar Efsanesi'nden alan Latin şairi Ovidius da Al­ tın Çağı Değişimler adlı yapıtında anlatarak bu gönenç döne­ minin insanın çıkarlarına dönük koşullarının unutulmama­ sını ve belleklerde canlı kalmasını sağlamıştır. Ovidius acı­ nın, öç almanın, pozitif yasaların olmadığı, insanoğlunun barış, özgürlük içinde ve çalışmadan yaşadıkları bir sonsuz Altın Çağ betimlemesi gerçekleştirerek bu tablonun anım­ sanmasına katkıda bulunmuştur: "(...) Bulunmuyordu korkudan, cezadan bir iz, okunmuyordu tunç üzerine kazılmış korkutan sözler de. (...) yokmuş kılıçlar, tulgalar dayanmaksızın ordulara, güvenlik içinde 11

Gargantua

gönlünce yaşıyordu uluslar. Güçlük çıkarmadan, el sürülmeden, yarılıp eşilmeden sapan demiriyle toprak veriyordu bütün ürünlerini kendiliğinden. (...) Önsüz, sonsuz bir bahardı..." (Çev. İ. Z. Eyuboğlu) Benzer bir tabloya, Demokritos'dan etkilenen Epikuros'un özdekçi ve atomcu öğretisinin Romalı ozan Lucreti­ us tarafından anlatıldığı yedi bin dört yüz dizelik didaktik yapıtı De Rerum Natura'da. da (Evrenin Doğası Üzerine) rastlarız: "(...) Saban yapmaya harcamadı gücünü kimse. Kimse sürmeyi bilmiyordu toprağı, Ne fide dikmeyi ne de bağ bıçağıyla budamayı Kuru dalları. Güneşle sağanağın verdikleriyle Toprağın özverili armağanları Yetti onları mutlu etmeye." (Çev. Tomris Uyar-Turgut Uyar)

Yasa koyucu Lykurgos ve Platon Yunan polis devletlerinden olan Sparta, yarı-efsanevi yasa koyucu Lykurgos'un reformlarını adaletli bir toplumsal ya­ şam için özümsemiş, kapalı ve dural bir sitenin rehberi yap­ mıştır. Sparta topraklarının yurttaşlar arasında yeniden pay­ laştırılması, para dolaşımının engellenmesi, lüks tüketimin yasaklanması, ortak sofralar geleneğinin başlatılması, üre­ menin devletçe yeniden düzenlenmesi gibi köktenci uygula­ malar Lykurgos efsanesiyle birlikte Sparta'mn diğer Yunan sitelerinden farklı düzenini yüzyılların ötesine taşımıştır. Hiç kuşkusuz bu sıra dışı örnek, siyasal düşüncenin klasik por­ tresi olarak kabul edilen Platon'u da derinlemesine etkile­ 12

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

miştir. Ayrıca Altın Çağ mitosu­ nun da Platon gibi önemli bir toplum mühendisinin akimın bir köşesinde yer bulduğu açıktır. Timaios ve Kritias gibi diyalogla­ rında Platon, Sokrates ve konuş­ ma arkadaşlarına yaşadıkları dö­ nemden 1000 yıl önce bir savaş­ çılar sınıfı tarafından yönetilen ve tarımla uğraşan bir sitenin varlığından söz ettirir. Bu sitede yaşam tümüyle eşitçi bir anlayış­ la düzenlenmiş ve zamanın akışı neredeyse durdurulmuş­ tur. Platon'a göre Atina'nın kuruluş dönemini yansıtan bu si­ tenin üyeleri bir tür Altın Çağ zamanında olduğu gibi mut­ luluk içinde yaşamaktadırlar. Bu mutlu site, özgürlüğünü tehdit eden Atlantislilerle de savaşmıştır. Platon böylece Herkül kolonlarının ötesinde Atlas Okyanusu'nda bir adada kurulmuş olan bolluk ülkesi efsanevi Atlantis'den de söz et­ miş olmaktadır. Bu denizci ülke görünüşteki akılcı yapısına karşın bozulmuş emperyalist nitelikte bir devlet olup, Pla­ ton'a göre Atina sitesini andırmaktadır. Bir tufan sonucunda sulara gömülen bu rüya ülkesinin anısının bilgisine en doğ­ ru olarak Mısırlılar sahiptir. Platon değişimi durduracak, uzay ve zamanın ötesinde yer alacak ve böylelikle öncesizsonrasız bir biçimde en doğru toplumsal ve siyasal düzeni yaratmak amacıyla Devlet diyalogunu yazmıştır. Amaç deği­ şimi durdurmaktır. Değişim kötüye doğrudur, insanlığı "Al­ tın Çağ"dan uzaklaştırmıştı. Düşünce tarihinde çoğu kez bir siyasal ütopya olarak adlandırılan Devlet'de Platon siyaseti ruhbilimin bir ipucu olarak kullanır. İnsan doğasının insanın bireysel yaşamı boyutunda incelendiğinde kavranılamayacağını öne süren Platon insan ruhunda küçük harflerle yazıl­ mış olanı, daha büyük harflerle okumak amacıyla insanı si13

Gargantua

yasal ve toplumsal yaşamı içinde inceler. Platon'da devlet, bireyi çürümekten, yok olmaktan kurtarmanın bir aracıdır. Felsefe ile temellendirilen devlet, Tanrısallıktan uzaklaşma olan değişimi de durduracaktır. Devletin başlıca görevi ada­ leti sağlamaktır. Platon adaleti geometrik (oranlı) eşitlik ola­ rak tanımlar. Ona göre, devlet yaşamında her bireyin bir pa­ yı vardır ama, bu paylar kesinlikle özdeş değildir. Toplum­ sal adalet birbirlerinden değişik erdemleri içeren sınıfların oluşturduğu bir uyumdur. Platon'un yönetici seçkin sınıf için öngördüğü ortaklaşacılık ilkesinin de ancak bu tür bir ideal devlet anlayışı bağlamında değerlendirilmesi gerekir. Kendisinden önce gelen tüm antikçağ filozoflarından siste­ matik bir felsefeye sahip olmasıyla ayrılan Platon Devlet'iyle tüm ütopyacı yazarların esinlendiği bir öncü kuramcı konu­ mundadır.

Bir "Geçit Dönemi" olarak Renaissance Antikçağ Yunan düşüncesi ve Hıristiyan logos'unun egemen olduğu ortaçağ ütopya kavramına yabancıdır. Bu kavram yeni bir çağa, Renaissance'a (Rönesans) aittir. Renaissance, dar anlamıyla antikçağda gerçekleştirilen araştırmaların ye­ niden ele alınması, yeniden doğmasıdır. Ama dönemin ana özelliğini bu bilgilerin tümüyle yeni bir formla ele alınması oluşturur. Bir geçit dönemi olmasına karşılık, o zamana dek tanık olunmayan yepyeni bir insan örneğini yaratmıştır Re­ naissance. Özellikle 14. yy .'dan başlayarak evrensel nitelikte­ ki ortaçağ devleti ulus devletlere dönüşmüş ve kentsoylu sı­ nıfın gelişmesiyle Kilise'nin ve feodal güçlerin dayanakları sarsılmış ve yeni ve devrimci bir yaşamın formu kendini dik­ te ettirmeye başlamıştır. Renaissance, bilimlerin dinsel düşü­ nüşten (skolastik) bağımsızlaştığı, insamn bir bedeninin ol­ duğunun hatırlandığı, mutluluğun bu dünyada arandığı, 14

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

matbaanın bulunduğu, ortaçağın egemen dili olan Latincenin yanı sıra Yunancanm öğrenilerek antikçağ felsefesinin doğrudan araştırıldığı, Aristoteles'in yerini Platon'un aldığı, insanın ve doğanın incelendiği, coğrafi keşiflerin gerçekleşti­ rildiği bir atılım dönemidir. Skolastik felsefe tüm ortaçağ bo­ yunca inşam "büyük bir organizmanın bir organı" olarak görmüş, aklı da Hıristiyan Tanrıbiliminin bir hizmetçisi du­ rumuna düşürmüştür. Skolastik felsefenin 'mezar kazıcısı' olarak adlandırılabilecek nominalist felsefeyle akıl ve inanın yolları ayrılmış, akıl dinsel baskıdan kurtularak kendi özgür yolunda ilerleme olanağını elde etmiştir. Bağımsızlığını ka­ zanan akıl özdeksel dünyanın yanı sıra Hıristiyanlığın bi­ çimlendirdiği devlet öğretilerinden de sıyrılarak tüm top­ lumsal kuramları ve devlet kuramlarını incelemeye ve yeni­ den gözden geçirmeye başlamıştır. "Büyük insanlık aile­ s in in hatırlanmasında ve yeniden oluşturulması yolunda atılan büyük bir adımdır Renaissance. Bu dönemde gerçek­ leştirilen keşif yolculuklarıyla ilksel toplumlarm bozulma­ mış, doğal ve iyi insanının (le bon sauvage-soylu yabanıl) ya­ nı sıra yaşlı Avrupa'nın haberdar olmadığı yaşam örnekleri­ ne tanık olunur. Amerigo Vespucci tarafından kaleme alınan küçük hacimli Mundus Novus'dan sonra gene aynı kâşife ait olan ve yapüğı tüm yolculukların öykülerini içeren Americi Vesputii Quatuor Navigationes 13 baskı yapmış, Latinceden sonra ulusal dillere (Almanca, İtalyanca ve Fransızca) de çev­ rilmiştir. Keşfedilen yerlerde karşılaşılan yabanılların Epikurosçu yaşam tarzları ve yeni insan tipleri birtakım soruların gündeme gelmesine yol açmıştır. Bu insanlar ne Hıristiyanlı­ ğın Tanrısını ne de bu Tanrının yeryüzündeki buyurucu gücü Kilise'nin varlığından haberdardı. Özel mülkiyeti ve parayı bilmiyorlar, değerli madenler için birbirlerini boğazlamıyor­ lar, eşitlik içinde ve daha mutlu yaşıyorlardı. Coğrafi keşifle­ rin yanı sıra antikçağm tüm bilgi hâzinesinin eksiksiz okuna­ bilmesi ve bilginin yaygınlaştırılması Mina Urgan'm deyişiyle 15

Gargantua

hümanistlerin Avrupa'da bir "Bilgi Cumhuriyeti" kurmaları­ na yol açmış, kültür alışverişi sağlanmıştır. Hollanda'dan Erasmus, İngiltere'den Thomas More, Fransa'dan Guillaume Bude bu cumhuriyetin başlıca temsilcileri olmuşlardır. "İtalya Renaissance'ın anayurdudur". İtalya'nın Roma İmparatorluğu'nun ana toprağı olması, Katolik Kilisesi'nin merkezinin Roma'da bulunması, Eski Yunan polislerini an­ dıran, Floransa, Cenova, Venedik ve Roma gibi kent devlet­ lerinin yarışçı ve gelişmelere açık siyaset biçimleri İtalya'yı Renaissance'ın öncüsü konumuna getirmiş ve her alanda (sa­ nat, edebiyat, hümanizm ve mimari) bu dönemin sözcüsü yapmıştır. İtalya'da özellikle 15. yüzyılın ortalarından başla-s yarak mimariye ilişkin çalışmalarda, ressamların tabloların­ da yeni insan tipine uygun ideal sitenin yaratılmasına baş­ lanmış, geometrik, ussal ve işlevsel öğelerle donatılmış o gü­ ne dek rastlanmayan kentsel doku çalışmaları gerçekleştiril­ miş ve bu çalışmalar Renaissance ütopyalarının kent planla­ rını esinlendirmiştir. Özellikle de zenginliği ve modernliğiy­ le antik siteyi idealize eden Floransa'da mimar ve ressamlar gotik sanata karşıt, matematik oranların, simetri ve perspek­ tifin egemen olduğu yeni bir ideal kent örneği yaratmışlar­ dır. Floransak mimar Battista Alberti De re Aedificatoria (Mi­ marlık Üzerine) adlı yapıtın­ da çizgisel perspektif ve planimetriye dayanan Rönesans şehircilik biliminin ilkelerini açıklamıştır. Antikitenin polis örneğinden yola çıkılarak oluşturulan bu kentlerde kut­ sal daire anlayışı geometrik 1593'te İtalya'da kurulan Scamozzi'nin Palm a Nuova kenti.

16

formun ana öğesi olmuş ve Renaissance düşüncesine uy­

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

gun olarak bu kentler mikrokozmos ile makrokozmosu, ken­ ti, doğayı ve evreni birbirine bağlama amacı güden yaşam merkezleri konumuna gelmiştir. Gittikçe laik bir dünya gö­ rüşüne göre biçimlenen kent dokusunda feodal ve dinsel güç odaklarını yansıtan yapıların (derebeylerin şatoları ve kated­ raller) yerlerini, siyasal ve hukuksal güçlerin egemenliğini simgeleyen yapılar (saraylar ve mahkeme binaları) almıştır. Aslında mitolojik temellere dayalı antikçağ kentinin prototip olarak alınarak, yeni bir formda yaşama geçirilmesi art plan­ da insanoğlunun her dönemde düşlerini süslemiş olan bir ar­ zusunu da yansıtır: Ölümsüz olmak, yitirilmeyecek bir genç­ lik ve sonsuz bir mutluluk. Renaissance'm yeni kentleri insa­ na bu hayalini gerçeğe dönüştürebilmesinin zeminini sağla­ ma ereğindedir.

Thomas More (Morus) ve bir 'matris', bir 'model' oluşturan Utopia'sı Mattelart, Gezegensel Ütopya Tarihi adlı yapıtında şairane bir sapta­ mayla "Vespucci sendromunun hü­ manistleri sardığını" söyler. Ütopya kavramım düşünce tarihine kazan­ dıran More bir hümanist, siyaset adamı ve İngiltere'nin üst düzey bir yöneticisidir. Mundus Novus yolunun açılması Renaissance'a kadar ana karanın kuzeybatısında neredeyse marjinalleşmiş olan İn­ giltere'yi İspanya ve Portekiz gibi Thomas M ore (Morus) denizaşırı ticareti hedefleyen bir [1478-1535] ülke konumuna getirmiş, John Ca­ bot gibi denizciler Doğu'nun gözde ülkelerine (Hindistan, Çin, Japonya gibi) en kısa yolu bulmak için serüvenci bir 17

Gargantua

dürtüyle denize açılmışlar ve bu deniz­ ciler VII. Henry'ye Yeni Dünya'dan Av­ rupalIların o döneme dek varlıklarından habersiz oldukları özgün giysileriyle ya­ banılları, hayvan ve bitki örneklerini ge­ tirmişlerdir. Artık başka bir uygarlık, bambaşka bir yaşam biçimi kendilerini dünyanın odağında gören Avrupa'nın karşısına dikilmiştir. 6 Şubat 1478'de Erasmus (Desiderius) Londra'da dünyaya gelen Thomas More [1469-1536] çok iyi bir eğitim alarak Latince, Yunanca, hukuk ve Tanrıbilim alanlarında uzmanlaşmış' ve Lon­ dra'dan parlamentoya seçilmiştir. Bu görevi sırasında VII. Henry'nin kraliyet harcamalarına karşı çıkarak ünlü bir hu­ kuk okulu olan Lincoln's Inn'in steward'\ yani yöneticisi olan babasının hapsedilmesine neden olmuştur. Bu olay More'un saray çevresinden uzaklaştırılmasına yol açmıştır. VIII. Henry'nin iktidara gelmesiyle bu gözden düşme sona ermiş ve More Lincoln's Inn'de hukuk dersleri vermeye devam etmiş, III. Richard'ın Yaşamı adlı yapıtını yayınlamış, Erasmus'la yazışmalarını sürdürmüş ve 1515'te Flandres'a elçi ol­ muş ve Utopia'yı burada yazmıştır. Bu tür bir kitabı yazma­ sını öğütleyen Erasmus'tur. Bu tarihten sonra hızla yükselen More'a soyluluk payesi verilmiş, önce 1525'te Lancaster Düklüğü şansölyeliğine ardından da Krallık şansölyeliğine getirilmiştir (1530). Baş döndürücü yükselmesine karşın Mo­ re kralın bir dalkavuğu olmamış, düşünceleri ve ilkelerine bağlı kalmış, Londra ve sarayın monden yaşantısından uzak­ ta Chelsea'deki evinde çocuklarını edebiyat ve müziğe daya­ lı sıkı bir eğitimle yetiştirmiştir. 1517'de Luther, Protestanlı­ ğın ilkelerini Wittenberg sarayı kilisesinin girişine asınca More bu reform hareketine karşı çıkarak Katolikliği savunur. Yengesi Catherine of Aragon ile evli olan ve tüm sanat dalla­ rına gösterdiği ilgiyle, ideal bir Renaissance hükümdarını

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

simgeleyen VIII. Henry'nin Anne Boleyn'e karşı duyduğu tutku kralı boşanmasını onaylamayan Roma'yla ilişkilerini kesmeye kadar götürmüştür. Ingiliz Kilisesi'nin başı ilan edi­ len kral böylece ülkesini Protestanlığın etkilerine (Anglika­ nizm) de açmış olmaktadır. Boleyn ile evlenen kralın düğün törenine katılmayan More yeni kilisenin başı olan hükümda­ ra bağlılık yemini de etmemiş ve bu tercihi sonucunda 17 Ni­ san 1534'te tutuklanarak Londra Kulesi'ne kapatılan bu ki­ bar, engin bilgili, hoşgörülü, açık yürekli ve Erasmus'un de­ yişiyle "dostluk için doğmuş olan" bu hümanist başı kesile­ rek idam edilmiş ve ölümünden dört yüzyıl sonra da 1935'te Katolik Kilisesi tarafından aziz yapılmıştır.

Bir 'bilgelik' ve 'mutluluk' ülkesi Erasmus Deliliğe Övgü (Moriae Encomium) adlı ünlü yapıtını konuğu ol­ duğu M ore'un evinde yazdı. Yapıtın adı bir söz­ cük oyununu içerir ve ya­ zarın More'a duyduğu hayranlığı sergiler. Eras­ mus dostuna ithaf ettiği yapıtının girişinde şu

'U topia'ülkesi haritası

açıklamayı yapar: "Önce deliliğe (moria) yakın olan adını Morus'u düşündüm, ama kişiliğin bundan çok uzaktı." Eras­ mus delilikle bilgeliği iç içe geçirir. Fakat bu bilgelik nerede­ dir? Latince nusquam, yani hiçbir yerde. Erasmus'a göre bil­ geliğin hüküm sürdüğü bu ülkeyi (Nusquama) bulma göre­ vi artık More'a verilmiştir. More'un yapıtının adı son anda Utopia olarak değişmiştir. Kökeni Yunanca ve Latince olan sözcük, yoksunluk bildiren ou ile topos’u (yer) birbirine bağlar. 19

Gargantua

More sözcüğün telaffuzundan hareket ederek kendisini daha memnun eden bir değişimi de yapmadan duramaz. Utopia söz­ cüğünü Eutopia'yaya (eu-Yunancada iyi; topos-Yunancada yer) dönüştürür ve sonuçta hiçbir yerde olmayan ülke (utopia), ül­ kelerin en iyisi (eutopia) bir mutluluk ülkesi olur. Erasmus'un bir dünya yurttaşlığı arzusunun, dünya dü­ zeninin yeniden biçimlendirilmesinin bir örneği, mikro dü­ zeyde bir modelidir More'un mutlu adası ve bu ada Novus Mundus ile Eski Zamanlar'ı birleştirir. Utopia adasını anla­ tan da Renaissance'ın serüvenci denizci örneği Raphael Hytholay de aynı More gibi iyi bir öğretimle donanmış bir yeniçağ insanıdır. More gibi o da Latince ve Yunanca bilir ve dünyaya bakışı seküler bir nitelik taşır. More'un Utopia'sı bir ada üzerinde kurulmuştur. Altın Çağ gibi 'ada' kavramı da insanlığın en eski ve bitmeyen rü~ yalarmdandır. Ada, dışarıdan bir ayrılmışlığı, kendisiyle sınırlanmışlığı içerir. Ada sınırları belirlenmiş bir yaşama alanıdır ve bu alan denizin doğal koruyuculuğunun yanı sı­ ra bazen koyu bir karanlık örtüsü, kimi zaman da sis, bulut­ lar, duvarlar, kanallar ve güçlü surlar gibi doğal ve yapay öğelerle gözlerden gizlenmek istenmiştir. Dış etkilere kapa­ lı olması adayı örnek toplumun en kolay ve anlaşılır biçim­ de sergileneceği bir zaman ve uzam boyutu içine yerleştir­ miş olur. Utopia devleti 54 büyük kente sahiptir. Nüfüsun büyük bölümü kentler ve çevresinde yoğunlaşmıştır. En önemli üretim aracı olan toprak ortak mülkiyet altındadır. Kent-kır çelişkisi ve geri kalmış bölgeler gibi problemler yoktur Utopia'da. Aylaklığa izin verilmeyen Utopia'da insanlar günde 6 saat çalışırlar, yemeklerini ortak sofralarda yerler ve benzer evlerde otururlar. Mülkiyet duygusunun baş göstermemesi için her 10 yılda bir evlerini değiştirirler. Paraya ve değerli madenlere önem vermezler hatta bu madenlerden en kirli kullanımlara (oturaklar ve tükürük hokkaları vb.) ayırdıkla­ 20

Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine

rı kapların üretilmesinde yararlanırlar. "Değerli" madenlere karşı gösterilen bu aşağılayıcı tepki bütün eşitçi düzenlerde benzerlik gösterir. Lenin'in altın konusunda dedikleri bunun en çarpıcı örneklerinden biridir: "Dünya ölçeğinde muzaffer olduğumuzda, dünyanın en büyük bazı şehirlerinin sokakla­ rında altından genel tuvaletler yapacağız. Bu iş, altının en hakkaniyetli kullanılmasını oluşturacak ve genç kuşaklar için de altın nedeniyle gerçekleştirilen ve on milyon kişinin katledilmesine ve otuz milyon insanın sakat kalmasına yol açan 1914-1918 Büyük Savaş'mm unutturulmaması konu­ sunda iyi bir örnek oluşturacaktır." (Bkz. "Altının bugün ve sosyalizmin nihai zaferinden sonraki rolü üzerine", Bütün Eserleri, c.XXXIII, Paris, Editions sociales, 1963, s.109.)

Düşüncenin görkemli gücü: "Ütopyacı düşünce" Yüzeysel olarak incelendiğinde insan, ütopyacı düşüncenin, geleceğin toplumlarınm yapılandırılmasına kilitlenmiş olan bir toplum mühendisliği ürünü olduğu sanısına kapılabilir. Ancak bu yargı tartışmaya açıktır. Aslında ütopyaların bü­ yük bölümü geleceği değil bugünü biçimlendirmek, bugünü daha doğru, daha adaletli, eşitlik anlayışına daha uygun ola­ rak biçimlendirmek amacıyla kaleme alınmışlardır. Bu açı­ dan tam anlamıyla yenilikçi ve devrimci bir bakış açısına sa­ hiptirler. Evet, özellikle Renaissance ütopyalarında görüldü­ ğü gibi ütopik örnekler dış dünyadan yalıtılmış bir konum­ dadırlar ama, mekân ve zaman olarak reel dünyanın hemen yanı başında yer alırlar; tıpkı Novus Mundus'un yabanılları gibi. Ütopyalar iyinin, doğrunun, yanlış ve bozuk üzerinde sağlayacağı utkunun yollarını gösteren bir ayna işlevi görür­ ler. Ütopyalar tüm ideolojilerde olduğu gibi insamn yaşamı­ nı bütün boyutlarıyla kuşatarak ona yetkin ve statik bir dün­ ya sunarlar. Engels'in Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı yapıtında "Bütün toplumsal değişmelerin ve politik 21

Gargantua

devrimlerin ereksel nedenleri, insanların kafalarında, insan­ ların sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında de­ ğil, ama üretim ve değişim tarzlarındaki değişmelerde aran­ malıdır" önermesini göz ardı etmeden bu siyasal ve edebi yapıtları okumak ve değerlendirmek gerekir. Mustafa Hazım Bayka

Kaynakça

t

Utopies et utopistes, Thierry Paquot, Éditions La Découverte, Paris, 2007. Dictionnaire des utopies, Michèle Riot-Sarcey, Larousse, 2006. L'utopie ou la mémoire du futur, Yolene Dilas-Rocherieux, Ro­ bert Laffont, Paris, 2000. Dictionnaire de la pensée politique, Hommes et idées, Hatier, Paris, 1989. Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, Alâeddin Şenel, AÜSBFY, Ankara, 1970. Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1967. Gezegensel Ütopya Tarihi, Armand Mattelart, Ayrıntı Yayınla­ rı, 2005. İngiliz Edebiyatı Tarihi, Mina Urgan, Altın Kitaplar, 1986. Ada, Akşit Göktürk, Adam Yayıncılık, 1982. Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Çev. Sabahattin Eyuboğlu ve Azra Erhat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977. Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi. Arredamento Dekorasyon Dergisi, Sayı 19, Ekim 1990.

22

ÖNSÖZ

Bir test yapın: öğrencilere Rabelais ve Rabelaisvari sözcükleri­ nin çağrıştırdığı düşünceler sorulursa şarap ve yiyecek rek­ lamlarında kolektif hayal gücüne ve Rabelais'nin varlığına kök salmış bir klişeyi kesinleyen bir şey buluruz: şarap, sar­ hoş, yemek, sefih keşiş... "Rabelais'yi okudunuz mu, nerede, ne?" sorusunun karşılığı da aynı otomatik cevaplardır: üç sayfa, eğitim, Frer Jean'm mücadelesi, Theleme, okul. Daha çok sıkıcı olduğu söylenebilecek bu okul pratiğinde müsteh­ cenliğe ya da karışıklığa, düzensizliğe götürecek hiçbir şey yoktur... emin olabilirsiniz bundan. Ama hiç önemli değildir bu. Bereket versin, Rabelais için eğitim o kadar önemli bir şey değildir, dolayısıyla yapıtlarının tutucu yanı ağır basan bir düşünceyle karıştırılması mümkün değildir. Yazık ki bu­ na karşılık kolektif hayal gücü çok az bilgiyle yetinir ve mah­ kûm etme ve yalayıp yutma arasında XIX. yüzyıl sansürleri­ ni şaşırtan şeylerin belleğini oluşturur. Bölük pörçük görüş ve düşüncelere dayanan, gerçek, sürekli, tad veren bir oku­ maya direnmeyen çifte gelenek, çifte şöhret... hiç kuşkusuz bütünlük oluşturan ve tuhaf, eşsiz, sapkın ve yaratıcı bir dil­ le yazılmış metinler... Ama okuma zevki kazanmak zahmet ister. Hazır düşün­ celeri unutmayı ve çok fazla şey öğrenmeyi kabul etmek ge­ rekir. Şaşırmak, sarhoş olmak, büyülenmek. 23

Gargantua

1534'te bir "roman" yazmak Bir yazarın yapıtı, kendisi için bile değişme gösterir. Rabelais 1532'de Pantagruel'i yazarken 1534'te Gargantua'yı yazacağını bilmez. 1534'te bu kitapta sergilediği yeni fikirlerin büyük bölümünün zaman tarafın­ dan mahkûm edildiğini de bilmez ve 1542'de bazı ifadelerini yumuşat­ Gargantua ması gerekecektir (İlahiyatçılar ve Sorbonne yerine Sofistler'i kullanacaktır ki çok daha anlamlı bir düzeltmedir bu...). Bu iki romanın arkasından sonuç ola­ rak tek ve aynı öykünün anlaüldığı üç cilt daha geleceğinden de habersizdir: son derece tuhaf yorumlar aracılığıyla bir cevap arayışı (Panurge evlenmeli midir ve boynuzlanacak mıdır?). Dolayısıyla 1534'te durulduğunda Rabelais 50 yaşında, il­ ginç bir dahidir... yirmi yıl süren manastır yaşamından son­ ra yeniden Yunanca ve tıp öğrenmeye başlamış, hastane ve Lyon'lu editörler arasında laik bir yaşam sürmüş, resmi bir şahsiyetin, kardinal du Bellay'in hizmetine girmiştir. Çok yönlü bir formasyonun işareti ve aynı zamanda aile etkileriy­ le de sosyolojik etkenlerle de açıklanamayan bir tercih olan şaşırtıcı ve sıra dışı bir kariyer. Kendisinin bir yazı deneyimi (Pantagruel) vardır zaten: 1534'te kendisini tekrarlamıştır: Gargantua'nın ilk doğan Pantagruel'e benzemesi bağlamında. Bu iki metinde hem halk geleneğini hem de aydınlar dünya­ sına seslenen modern biçimleri izler. 1532 tarihli Pantagruel çok yönlü bir çalışmadır ve biz bu çalışmayla ilgili olarak bir editör tarafından yayınlanmış ol­ masının dışında hiçbir şey bilmiyoruz; Claude Nourry bu ya­ pıtı büyük Lyon sergilerini hedefleyerek basmıştır. Bir önce­ ki yılın sergilerinde çok başarılı olan Dev Gargantua'nın Bü­ yük ve Eşsiz Maceraları'ran en büyük mirasçısı olmayı hak et­ miştir: Rabelais kahraman bir çocuk (Pantagruel) yaratarak 24

Önsöz

sürdürür bu maceraları. François Juste'e göre Rabelais 1534'te söz konusu yapıtı yeniden ele alır ve başkahramanı değiştirir: kral Artus'ün hizmetindeki saf dev insanları uy­ garlaştırma çabası içindeki bir kahraman olacak ve entelektüel maceralar yaşayacaktır; bu bağlamda halk kitap­ larının model tipinin tek bir düşüncesi bile yoktur ve düş­ manlarını azık torbasına ya da pantolon yırtmacına oturt­ maktan başka bir kurnazlık bilmez... İki roman dil ve biçim açısından bir bütün oluştururlar; daha sonraki üçü çok farklı özellikler taşır ve bunlar açıkça on dört-yirmi yıl sonra başka birtakım kaygılarla kaleme alınmıştır. İlk iki romanın genel yapıları benzerlik gösterir ve her iki­ si de ortaçağ şövalye inisyasyonu şemasını yineler: doğuş, yeteneklerin ortaya çıkması, eğitim, nitelikli keşifler, kesin zafer.1 Burada ortaçağ sarayları ve aşkları şeması bağlamın­ da esinleyen kadın eksiktir sadece. Ortaçağa özgü yeni ya­ zım uygulamaları bağlamında "bu işi sürdüren" aile, soy maceralarım yazar: burada anlatılan ilk kahramanın babası­ nın yaşamı söz konusudur... bir anlamda maceraların kay­ nağına gitme. Her iki durumda özellikle romanesk olguların olmaması şaşırtıcı gelebilir: savaş ilanı ve başarılı, çarpıcı ey­ lemler bir yana bırakıldığında genel olarak eylemin çok can­ lı olduğu söylenemez. Dolayısıyla üstünde en çok durulan sorun koşut bölümlerin oluşturulmasıdır: kahramanın ve anti-kahramanm eylemlerini (Pantagruel ve Panurge'ün mace­ raları, Frer Jean ve Gargantua'nın maceraları) ya da pozitif ve negatif biçimleri (kötü ve iyi eğitim) karşıtlaştıran... Ger­ çek anlamda anlatının yerini temaların geliştirilmesi alır... doğum, sarhoşluk, bilgi, tartışmalar, muammalar ve dolaylı sorular. Bu nedenle Rabelaisvari "roman" romanesk yazı bi1 Bkz. Jean Céard, "L'histoire écoutée aux portes de la légende", Etudes seiziémistes, Droz, 1980 içinde ve "Rabelais, lecteur et juge des romans de chevalerie", Etudes rabelaisiennes, XXI, 1988 içinde.

25

Gargantua

çiminden ayrılır ve dünya üstüne düşünmeyi destekleyen bir unsur olur. Bu kronolojik (ve basit) çizgisel şemaya bir İkincisinin eklenmesiyle daha da belirginleşir bu özellik: bir merkez çevresindeki simetri. Yansımalar ve dönüşümler ba­ zı dahi yaratıcıların bütünüyle insani eylemini romanın mer­ kezinde değerlendirirler: Panurge ya da Frer Jean. Her iki anlatıda da ilginç özellikler tekrarlanır: sözgelimi zamanın işlenmesi. İki anlatı da mitle temsil edilen, tufan ön­ cesine kadar giden büyülü bir soyağacıyla anlatılan ve kral­ lar için olduğu gibi, kahramanın çevresinde, burada bir koz­ molojik anlatı şeklinde büyütülen (devler, yaratıklarımız ya da atalarımız...) bir soy miti yaratan çok eski bir zamansızlı­ ğa kök salmışlardır. Ama çağdaş dönem mitle karışır: 1530 aktüalitesine açık seçik anıştırmalar, tahrif edilmiş de olsa (Pantagruel, babası 480 yaşındayken doğmuştur: doğum tari­ hini bulun ve bu tarihi 1502'de Türklerin kendisini esir tuttu­ ğu Midilli'den dönen Panurge'ün otuz beş yaşıyla karşılaştı­ rın) zekice uydurulmuş (Gargantua'nın ilk hocası, öğrencisi elli yaşındayken, 1420'de ölmüştür) bazı özel tarihler efsane­ yi tarihsel dönemlere ve hatta okuyucunun yaşadığı döneme yaklaştırırlar. Uzun ve kısa süreler, devin yaşamı (800 yıl?) ve gerçek insan yaşamı aynı gündelik ritim içinde yol alırlar. Aynı şekilde mekânın anlatılması kozmosun kaderini, ütopyayı (Dipsod'lar ve Parpaillot krallıkları) gerçekten Fransızca yer adları (Beauce) üretilmesiyle ve Picrochole'ün büyülü Doğuya doğru Haçlı seferine çıkmadan önce savaştı­ ğı Chinone'luların küçük bölgesiyle karıştırır. Phaeton fela­ ketinin yol açtığı kuraklık içinde doğan Pantagruel Portekiz­ lilerin Afrika çevresinde izledikleri deniz yolunu izler, daha sonra Dördüncü Kitap'ta adadan adaya ya da takımyıldızlar­ dan takımyıldızlara yol alacaktır. Okuyucuyu büyüleyen de­ vin bedeni bütünüyle elastiktir: büyük bir kısrak gerekir ken­ disine ve diliyle bir orduyu bütünüyle sarabilir; ama gemiy­ le seyahat eder ve kesinlikle insanların bulundukları yerlere, 26

Önsöz

Paris çarşılarına, pazarlarına, kütüphanelere ya da şatolara girip çıkar. İki metnimize genellikle "roman" adı verilmiştir çünkü sıradışı bir anlatıma daha iyi bir ad bulmak mümkün olma­ mıştır. Bu anlatım tuhaf, karışık bir yazım ilkesi olan türlerin belli oranda karıştırılmasıyla ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyılın kurallar ve türlerle pek fazla ilgilenmediğini unutmamak ge­ rekir ve ayrıca bu tarihte Aristoteles'in Poetika'smdan da ya­ rarlanılmıyordu. Düzyazı olarak kullanılan türlerden hiçbiri­ nin açık bir kodlaması yoktur ve her ad birçok farklı konuyu içine alır. Roman ya da kronik? Roman, kurguyla iç içedir: şövalye romanlarına genel olarak tarihsel romanlar denir ve bunların gerçekliğin tanıkları eski iyi kronikçilere dayandığı görüşü de çok yaygındır. Epopeler olarak Arthur romanı ya da eski romanlar tarihsellikle, esas kahramanlarının gerçek­ liğiyle flört ederler. Dolayısıyla tuhaflık, kurguyu, tarihsel karakterini gösteren bu çerçeve içine yeniden yerleştirmekle ilgilidir: bir tanık boyu, zamanı ve hatta mekânı son derece rastlantısal, antik-çağdaş olan bir devin yaşamını anlatır. Roman eski epopenin geri geldiğini sanır ama onun bazı motiflerini alır sadece: Esin perisine yakarmalar, soyağaçları, şeflerin savaşları, sihirli silahlar ve denk olmayan güçler, Tan­ rıların yardımı, harikulade belirtiler. Olumlu kahraman Gar­ gantua ikincil kahramanın şöhretini ve şövalyelik değerlerini gölgelemesine izin vermeyecektir: Frer Jean, Panurge değildir. Romanın şemasının içine fragmanlar konmuştur: şiirler (Les Franfreluches antidotées, Gargantua'nın skatolojik şiirleri, Thélème'in kapısındaki yazılar, son muamma) ve listeler(çocuk oyunları), düzensiz, bölük pörçük konuşmalar(sarhoşlarm lafları) ya da düzenli konuşmalar (nutuklar).2 2 Mireille Huchon, "Rabelais et les "genres d'escrire" " Rabelais's Incompa­ rable Book, Lexington, 1986 içinde. Michel Jeanneret bu karma estetiği ma­ sa sohbetleriyle bir tutma eğiliminde, bkz. Des Mets et des mots, Banquets et propos de table a la Renaissance, Corti, 1987.

Gargantua

Her türün kendi üslubu vardır. Ama Rabelais üslup özel­ likleri açısından çok zengindir. Tumturaklı ifadeler kullanır ve yaratımı hiçbir biçimde değiştirmemesi açısından bir "ekonomik" yineleme aracıdır bu. Yoğun bir anlatım ve "be­ reketli" bir üslup yaratmak için her yola başvurulabilir: sınıf­ landırmalar, sıralandırmalar, karşılaştırmalar ve örnekler, abartmalar ve yoğunlaştırmalar, çok güçlü sıfatlar. XVI. yüz­ yıl üslubu ciddi eğilimler içinde olduğu oranda yoğundur: Rabelais'de parodik tumturak eğlenceli bir tarzda kullanıl­ mış ve bu bağlamda belirgin özellikler yoğunlaştırılmış (sa­ yılmayanı titizce ya da oransız rakamlarla saymak, bütün ço­ cuk oyunlarını eksiksiz ve tek tek listelemek), ses oyunları geliştirilmiştir. Bu noktada dilin bütün biçimlerine yakınlık duymuş ve yararlanmıştır onlardan. Bunların tümü yararlı­ dır ve keyif verir ona. Bu bağlamda Pantagruel'de Panurge'ün yirmi dille saçma­ lamasıyla zirveye ulaşılmış olsa bile Gargantua da çok dilli bir oyundur.3 Latince ve çeşitli bilimsel Fransızcalar ve lehçe­ leri okuyucuyu çok fazla şaşırtmaması gereken keyifli bir bu­ luştur: mutlaka aydın bir okuyucunun bulunması gerektiği­ ni de unutmamamız gerekir. Ayrıca cahil okuyucunun üni­ versite kentlerinde uluslararası Latinceyi konuşma (?) ya da en azından işitme veya ayinlerde Kilise Latincesini dinleme olanağı vardır. Dolayısıyla okuyucunun minimum düzeyde anlaması sağlanmıştır. Ama aynı zamanda hiç kuşkusuz doğru Latincenin kurallarıyla anlaması sağlanmıştır ve dola­ yısıyla kötü Latince ve Fransızca konuşanların gülünç sap­ maları da eklenmiştir bunlara. Rabelais'nin çok titiz bir dilci hatta gramerci olarak durduğu yer de burasıdır: bütün bu yabancı ve yozlaştırıcı kakafonilerin, onu sürekli kullanan ortamın tembellik ve cehaletini ifşa eden mutfak Latincesinin 3 Guy Demerson, "Le plurilinguisme de Rabelais", Renaissance Humanisme, Reforme, no. 14, 1982 ve "Les calembours chez Rabelais", Bérénice, no. 1, 1981.

28

Önsöz

mahkûm edilmesi. Ahlak ve dilbilim humaniores litterae için­ de oluşmuş daha akıllı bir insana doğru birlikte gelişecektir. Çokdillilik aynı zamanda dille oynama olanağı da verir; bu kadar ahlakla her şey daha eğlencelidir ve kelime oyunla­ rı kraldır, eşdeğerlilikler yaratır, aynı şekilde seri ifadeler ya­ ratılması da kraliçedir (Sorbonne, Sorbonicole, Sorbonagre; omnis clocha clochabilis clochabiliter clochando). Aslında bunla­ rın hepsi yeni değildir ve kökenleri retorikçiler tarafından onaylanmıştır; uzun zamandan beri güldürüyordu bunlar, hâlâ da güldürüyor.

1534 Gargantua 'sının özgünlüğü: aktüalite içinde yer almak Bununla birlikte Pantagruel ve Gargantua farklılık gösterir: ikinci yapıt simetri olarak daha sistemli bir biçimde kurul­ muştur ve çokanlamlılıklardan ve bulanıklıklardan uzak ol­ mamakla birlikte değerleri ve aykırılıkları açık seçik biçimde gösterir. "Ciddi" bir metin olarak yaşamasını sağlayan sayı­ sız pasaj içerir: eğitim, savaş, uygarlık üstüne düşünceler, aristokratik Thélème ütopyasının oluşması. İkisinin önsözle­ rinin karşılaştırılması amaçlarının farklılığını ortaya çıkarır. Pantagruel'in önsözü panayır palavracısı üslubuyla bir gül­ me tıbbı sunmak isteyen kronikçi bir yazarı anlatır; adı, efen­ disinin, uzun araştırmalardan sonra gırtlağından çıkardığı soruyla, mütevazı bir yardımcı olarak ancak XXIII. Bölümde görülür: "Nereden geliyorsun Alkofribas?" İkinci önsöz çö­ mezlere hitap eder, daha başlığın bulunduğu sayfadan itiba­ ren eylemin yorumcusu ve bir parçası olarak adı geçen Al­ kofribas'ın öteki yapıtlarım hatırlatır; metinler arası bağlan­ tıları ve bilimsel referansları çoğaltır, ikincil bir okuma öne­ rerek iki prestijli modelle yüz yüze gelir: düşünür modeli Sokrates, kurucu metin modeli Homeros. Ciddi olanla gü­ 29

Gargantua

lünç olanı birleştirerek Gargantua'yı en az sorunsal yapıt du­ rumuna getiren tavır. Pantagruel sofist Panurge'ün keyfine göre oynar, duraksar, karıştırır. 1534'te Rabelais, geçici ola­ rak, modernizme ve monarşinin kültür siyasetine uygun bir ahlaksal tavrı benimser. Gerçekten de Rabelais aidiyet işaretleri sergiler... inanç­ lardan söz etmek için aklımızda bulunsun şimdilik... Antiki­ te dillerinin ve filozoflarının kurtarılması amacına yönelik hümanist harekete aidiyetini gösterir. Hiç kuşkusuz Rabela­ is Chroniques'ten önceki folklorik dil geleneğinden sık sık ya­ rarlanarak metnini gerçekten popüler ve arkaik bir inançlar ve düşünceler alanına oturtur. Ama onun metninde naiflik ve arkaiklik dışında her şey vardır. Anlatıcı, alay etmek ama­ cıyla olsun olmasın bilimsel kültüre sahip biridir hatta çok yüksek düzeyde bir kültürü vardır; alay söz konusu olsun ol­ masın, okuyucusunun da aynı derecede bilgili olduğunu varsayar, aksi taktirde bir yığın anıştırma anlaşılmaz kala­ caktır (klasik formasyondan yoksun bir okuyucu?) ve dolayı­ sıyla gülemeyecektir. Anılan yazarların bir listesini çıkara­ lım: klasik bilimlerin büyük adları ve ultramodemizmin bir işareti olarak Latinlerden çok Yunanlılar (Aristoteles, Platon, Plutarkhos, Homeros, Hesiodos, Cicero, Horatius, Vergilius, Ovidius); eski pagan mistiğinin büyük isimleri (Horapollo, Orpheus, Proklus, Porphyrios, "Pythagorasçılar", Macrobe) ve Gargantua'ya okuması açıkça tavsiye edilen doğa bilimle­ ri bilginleri (Diskorides, Hippokrates, Theophrastos, Elien, Oppien, Galenus, Plinius). Karşı sayfada ve sadece XIV. Bö­ lümde alay etmek amacıyla geç ortaçağ döneminin tüm çı­ raklık listesi: hukukçuların ve gramercilerin kaçınılmaz ola­ rak girdikleri bir eski eşya pazarı... altmış yaşında "hayalci" olmak için... Yeni hümanist normun en belirgin ve baskın özelliği üstatlarının bolluğudur. Ancak bu, gizli bilimlerin, özellikle adı ortaya çıkmamakla birlikte Erasmus'un büyük etkisini dışlamaz: Brant'm La N ef des fou s'su gibi, doğrudan 30

Önsöz

doğruya bir "best-seller" olarak tanınmaz mı? İtalyan (Colonna'nın Polyphüia'nm Rüyası) ya da İngiliz (Thomas More'un Utopia'sı) kaynaklarının tümü yeniden ortaya çıkan araştırmaların manifestolarıdır. Bunlar iyi anlaşılamayan ama özellikle karanlıkçılığı yüzünden dışlanan geçmişi gö­ merler. Daha sonra Erasmusçu, o dönemde asalak keşişlere, din sömürücüsü ya da monden yüksek rütbeli papazlara, savaş çıkaran papalara düşman bütün reformcular gibi Kilise kar­ şıtı dinsel inançlar sergiler. Büyük ölçüde XV. yüzyılda baş­ layan bu muazzam hareket-dogmalarıyla bütünüyle Ortodoks-kendi ayrılıkçılarını da doğurur: kült konusundaki eleştirilerinde, daha sonra bazı dogmaların yeniden tartış­ maya açılmasında daha telaşlı, daha radikal olan Lutherci hareket. Kaçınılmaz bir Ortodoks tepki kendini göstermekte­ dir ve gerçek çabaları, araştırmaları, verdiği gerçek mahkû­ miyet kararları reformcular (Kiliseye bağlı ama eleştirici) ve Protestanlar (Kiliseden ayrılanlar) arasındaki uçurum büyü­ dükçe keskinleşir. Bu dinsel oyunda siyaset de rol oynar: Saksonya dükü Luther'i destekler, imparator Şarlken kendi vasalleriyle mücadele etmek zorunda kalır; Rheinland'da ayaklanan köylüler dinsel saflık adına kalkışmışlardır bu ey­ leme, Luther destek vermez ayaklanmacılara ama Reform sosyal bir tehlike gibi görülür; I.François yakın durur hareke­ te, Şarlken ise savunucusu olmuştur Ortodoksluğun; Luther Türklere, Kanuni Sultan Süleyman'la ittifak yapan I.François'ya düşmandır... İnsan özellikle gerçekten inançlıysa hayat kolay değildir! Nihayet Rabelais bütün şan ve şöhretine rağmen çok ihti­ yaç duyduğu Fransız monarşisine destek verdiğini açıklar. Gerçekten de Avrupa'nın en zengin krallığı olmasına rağ­ men stratejik açıdan I. François yenik düşmüştür; ama aynı zamanda Almanya imparatoru, İspanya kralı, Hollanda ve Bourgogne süzereni, Napoli kralı, 1530'dan sonra İtalya kra­ 31

Gargantua

lı olan Şarlken'e bağlı bölgelerle kuşatılmıştır. İtalya'da 1480'den sonra VIII. Charles, daha sonra XII. Louis tarafın­ dan sürdürülen savaşların tümü umulan sonuçları vermemiş ve 1525'de Pavia savaşında tutsak edilen I.François'nm esa­ reti askeri ve siyasal zaafını açığa çıkarmıştır. "Onurumuz­ dan başka her şeyi yitirdik": hümanist ortam kendi tarzında kral için, en iyi yönetim biçimleri üstüne siyasal düşünceler, Hükümdarın Eğitimi için çalışır. Dolayısıyla Gargantua' da Avrupa'yı sarsan sorunlarla il­ gili bir yığın anıştırma vardır ve bunlar bilgi biçimlerini ve iktidar biçimlerini açık seçik biçimde tartışırlar. Bilgi biçim­ leri Fransa'da ikinci kuşağını yaşayan hümanizmayla eski dillerin ve pagan felsefenin öğretilmesinde dinsel soruların kaynağını ve kimi zaman da Hıristiyanlık ve metinleri tarihi üstüne sıkıcı gözlemleri ayırt eden ilahiyat fakültelerini kar­ şıtlaştıran çatışmadır. I. François'nın eski diller, daha sonra matematik ve Doğu dillerinde kraliyet okurları yaratması iki kültür biçimi arasındaki karşıtlığın bir işaretidir. Öte yandan İlahiyat Fakültesi başka karşıtlıkları da ortaya çıkarmıştır çünkü kitapların sansür edilmesi görevini üstlenmiştir ve 1533'de Günahkâr Ruhun Aynası'nm ikinci baskısını yasakla­ yarak kralın kızkardeşi Marguerite de Navarre'ı sıkıntıya sokma gibi aptalca bir şeyi düşünebilmiştir. Daha kötüsünü de yapar ama işi de budur zaten...kral (ve özellikle de Mar­ guerite) Alman reformcuları sevmese de Erasmus'un adının arkasında Hıristiyanların birliğini sağlayan Reform düşünce­ leri hareketine duyarlıyken Luther tehlikesini ifşa etmiş ve bir baskı ortamı yaratılmasına aracı olmuştur. Oysa, belki de her şeyin tamirinin mümkün olduğu, kralın her zaman olma­ sa da (1529'da Berquin'in maruz kaldığı işkence) yakınlarını kurtarabileceği (Marguerite de Navarre'm vaızlarmı serbest bıraktırmak, Marot'yu özgürlüğüne kavuşturmak) bir dö­ nemde, ilk başta bazı şeyleri birbirlerinden ayırmak zordur. Sorbonne'u tutucu, cahil, dar kafalı, gerici diye niteleyip kö­ 32

Önsöz

tülemek çok kolay cesaret edilebilecek bir iş değildir: kral da böyle düşünür. İktidar biçimleri: Pichrochole ve Gargantua arasındaki çok belirgin zıtlıktır bu. Saldırgan, barış anlaşmalarını unu­ tan, fetih çılgınlıkları, kafalarını kendilerine takmış, Tunus'u fethetme rüyaları içinde yaşayan ve özellikle yoksul insanla­ ra zarar veren krallar hakkında olumsuz düşünceler besle­ mek; iyi kralın tutsaklar için fidye istemediğini, namuslu mağlupları onurlandırdığını belirtmek: herkes bu düşünce­ lerin mağlup olan iyi kralımıza farklı biçimde çok kötü mu­ amele ettikten sonra 1527'de Roma'yı yağmalatan, aziz papa­ mızı aşağılayan, 1534-1535 yıllarında Tunus seferi için hazır­ lıklar yapan Şarlken'i hedef aldığını düşünür. Sadece mo­ dern kafalar bizim iyi kralımızın her şeye rağmen farklı dav­ ranmadığını, zaman zaman Haçlı seferleri düşlediğini ve it­ tifak anlaşmalarına her zaman sadık kalmadığını düşünebi­ lirler; sadece modern kafalar Gargantua'nın intikamının güç gösterisi ve ölüm açısından yağmacıların saldırısından daha tahripkâr olduğunu belirtebilirler. Rabelais'nin angajmanlarında hümanistlerin sınırlı orta­ mının rolünün önemli olduğu söylenebilir; bu ortam bilginin ve dinsel uygulamaların yenilenmesi umutlarında tutarlıdır ve daha sonraki olayların dışında kalmış ama 1534'te nere­ deyse birleşik bir cephe sunmuştur. Özellikle her şeye rağ­ men olanaksız gelişme umudu içinde olan koruyucularının rolünün önemli olduğu söylenebilir. Fransa kralının kızkardeşi Marguerite de Navarre evanjelik vaizleri ya da Marot, Bonaventure Des Periers ve Calvin'i koruduğu gibi Rabelais'yi de korumuştur. Rabelais, coğrafi konum açısından "lider"i pratikte dışişleri bakanlığı görevini üstlenmiş kardinal Jean olan, Bellay ailesi çevresindendir. Kardeşi Guillaume de Langey'nin daha sınırlı bir askeri ve politik rolü vardır: Protestanlarla ilişkilerden sorumludur. Rabelais önce birini da­ ha sonra öbürünü izler. Jean du Bellay'den sonra Ronsard gi­ 33

Gargantua

bi, kardinal Ödet de Châtillon'a bağlanacaktır. Rabelais için o kadar önemli değildir bu ama Châtillon daha sonra Protes­ tan olacaktır. Bu elit gruplar içinde henüz pek fazla dağılma­ mış, dogmatizmden çok araştırmalara ağırlık veren yenilikçi bir düşünceden esinlenir. 1534'te reformcu dinsel hareketler, hümanizma ve monar­ şi arasındaki nesnel ittifak açıktır ancak bu birlik mahkûm edilmiştir. Çünkü tehlikenin ilk işaretleri görülmeye başla­ mıştır. Sürekli reform umudu başarısızlığa doğru sürüklen­ mektedir. Avrupa, uzun sürmesi beklenen askeri çatışmala­ rın içindedir. Bugünkü bilgi düzeyi Gargantua'mn yayınlan­ masıyla ilgili olarak son derece yararlı tarih sorunlarını orta­ ya atmaktadır ve cevaplar yorumları değiştirmektedir bu bağlamda. Bilinen ilk baskı tarihi 1534'tür. O dönemde yılın başı Paskalya olduğundan 1534 tarihi 1534 Paskalyasından 1535 Paskalyası'na kadar gider. Ekim 1534'te aşağılayıcı ifa­ deler ve hakaretler içeren "duvar ilanları olayı" patlak verir; bu dönemde Fransa'da Lutherci propaganda çok fazla doğ­ rudan mesajlar verme yanılgısına düşmüştür: ayinlere, ayin usullerine şiddetle saldıran "el ilanları" kralın masasına ka­ dar ulaşmıştır. Bu olaylar kralı öfkelendirir, günah çıkarma ayinleri örgütler ve dinsel soruşturmalar bir süre etkisini sürdürür; ardından Protestanların düşüncelerine uzaktan yakından benzeyen bütün düşüncelere kuşkuyla bakılır ge­ nel olarak. Gargantua'nm zulüm ve kıyıcılığa anıştırma ya­ pan son muamması bu baskıcı evreyle mi ilişkilidir? Yenilik­ çi düşüncelerin desteklenmesi olgusu tehlikeli midir yoksa yürekli bir tavır mıdır? Bununla birlikte 1534'te zulüm ve iş­ kence papanın da, kralın da pek umurunda değildir. Şarlken'in hırsları daha tehlikelidir ve I.François'nm Alman Pro­ testan prenslerine ihtiyacı vardır... Öte yandan tipografi ya­ pıtın Şubat 1535'de baskıya girmiş olduğunu gösteriyor ki bu tarihte Rabelais Juste'te bazı yayınların denetimiyle ilgilen­ miş, daha sonra kardinal du Bellay'le birlikte Roma'ya git­ 34

Önsöz

miştir.4 Ama bu tarihten sonra eksiklikleri de olsa, dipten ge­ len bir reformun getirdiği sapkınlık riskleri, Katolikliği kabul edenlerle Roma'yla bozuşma pahasına inancın saflığını ter­ cih edenler arasındaki uçurum derinleşecektir. "Entelektüel­ ler" bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır: sözgelimi Bude De transitu'de Hıristiyanlıktan kopmama gerekliliği üs­ tünde ısrarla durur. O dönemde kopma güçlüklerini aşmış olan Protestanlar (Calvin bunlardan biridir) onların tercihle­ rini bağışlamayacaklar ve Bude'yi ikiyüzlülükle, Rabelais'yi de sefahat düşkünlüğüyle suçlayacaklardır. Dolayısıyla Rabelais tam anlamıyla bir isyankâr değildir(henüz mü?). Hiç kuşkusuz ilginç bir konumdadır ama papadan daha çok Katolik ve kraldan daha çok kralcı olma­ yalım... her ikisi de son derece normal bulmuşlardır bu du­ rumu.5 Ve onun bu normalleşmenin bedelini özellikle hayra­ nı ve yardımcısı olduğu I.François'ya ödediği söylenebilir. Kaldı ki iyi devin kralın kendisi olması çok çabuk ortaya çıkan sıradan bir olaydır.

Gargantua, ulusal kahraman, Kurtarıcı Kral figürü Dev masallarından uzak duralım. Antik çağdan beri bunların güçleri içlerinde mitleri barındırır ve ucube bedenleri ürküntü verir. Ama bu mesele bütünüyle tarihle ilgilidir ve XVI. yüzyıl anlayışına göre devler tarihsel varlıklardır; devler bizim atala­ rımızda. .. o zamandan beri epeyce yaşlanan bir dünyada giz­ li, arkaik güç. Ve bu ninelerin anlattıkları bir masal değildir, ciddidir: bilim adamlan bu konuda yardımcıdırlar ve kanıtlar gösterebilirler. Evet meleklerin evlenmelerinden ve devler do4 Mireille Huchon, Rabelais grammairien, Droz, 1981, s . l l l ; M.Screech, "The first édition of Pantagruel", Études rabelaisiennes, XV, 1980 ve "Some further reflexions on the dating of Gargantua and on the possible meanings of some of the épisodes", Études rabelaisiennes, XIII, 1976. 5 Richard Cooper, Rabelais et l'Italie, Droz, 1990.

35

Gargantua

ğuran kadınlardan, yüzyıllar önce yaşamış peygamberlerden söz eden Kutsal Kitap. Muazzam kemik fosilleri arasında dev ırklarının varlığını keşfeden ve kanıtlayan arkeoloji. Herkül'ün gücünü yücelten ve ona Batı uygarlığının kurucu, büyük başa­ rılarını mal eden mitoloji. Mitolojide Tanrıların yaşamını değil bizim ırkımıza uzak düşen olayları bulan ve Herkül'ü gerçek kraliyet ırklarının atası gibi gören tarihsel yapıtlar... bu ırkla­ rın en güzeli Fransa'da hüküm sürmektedir ve boyuyla (1.93 m.), boy ortalaması 1.60 m. civarında olan bir insanlığı rahatça denetleyen bir kral tarafından temsil edilmektedir. Böylece Rabelais bütünüyle efsaneler içinde yüzmektedir ve bu efsaneler bir İtalyan bilgini olan Annius de Viterbe'nin düzmece metinleriyle desteklenmiştir; de Viterbe, bunları ayrıntılı biçimde anlatan tarihçi Berose'ye mal ettiği antik metinler üretmiştir (bu metinlerden yararlanan İspanya kra­ lının maddi desteğiyle). Bunlar Singularitez de Gaule ve Illus­ trations de Troie (1510) adlı yapıtları, Batı monarşilerinin kö­ kenleri konusunda bir efsane deposu olan Jean Lemaire de Belges aracılığıyla aktarılmıştır. Bunlara kuşkuyla bakmak gerekir kesinlikle; çünkü o dönemin düşüncesi ve hayal gü­ cü, spontan bir biçimde her şeyi birbirine karıştırmıştır ve farklılık analizlerinden çok benzerliklere duyarlıdır, her şey­ den kuşkulanmaktan çok, güzel rastlantılarla buluşmaktan hoşlanır. Ayrıca şunu da unutmayalım ki çok kibirli ve şıma­ rık prensler bu mitlerden yararlanarak siyasal propaganda­ larını yaparlar ve kendi gururlarını okşarlar.6 Karışıklık bununla da kalmaz: Gargantua başka bazı özel­ likleriyle de kutsaldır... Hıristiyan efsanesi ve İsa da vardır bunun içinde ve bu bağlamda Hıristiyanlığın Keltlerin pagan Antikite'sini "yeniden betimlediği" bilgiççe bir anlam belir­ sizliği söz konusudur. Gargantua 3 şubatta, Saint-Blaise gü6 Richard Berrong, Le Premier Chapitre de Gargantua et Lemaire de Belges, Bib­ liothèque d'Humanisme et Renaissance, XVII, 1983. Colette Beaune, Na­ issance de la nation française, Gallimard, 1987.

36

Önsöz

nünde doğmuştur... büyük olasılıkla karnaval şenliklerinin başladığı tarih... büyük perhizden önce et yenmesinin ser­ best olduğu ve aşırı tüketime izin verilen gün... Biaise, Kek­ lerin rüzgâr tanrısı Belenos'un7 ve folklorik adında belirgin biçimde görüldüğü gibi yaşam soluğu ve gırtlağıyla ilişkile­ rinin "mirası"dır. İşte paganizmin Hıristiyanlığa aktarımla­ rı... Ama az ya da çok ölçülü özdeşlikler vardır. Gargantua İsa'nın yaşamıyla 40 günlük farklılık gösteren bir yaşam sü­ rer... bütün tarihleri uyuşan litürjik* bir çevrim... Okuyucu­ ları hayrete düşüren "kulaktan dolma" düşüncesi dindar bil­ ginlerin Meryem'i doğuran Kutsal Ruh'a mal ettikleri-tinsel anlamda- sürecin fizyolojik yansımasından ne fazla ne eksik­ tir. Kardeş Tanrı, rakip Tanrı, parodik [yansılamalı]Tanrı? Modern çağ parodiye daha duyarlıdır; bununla birlikte ko­ nunun ciddiyetini dışlamamak gerekir, çünkü kral ve İsa arasında bazı ilişkiler vardır: Pichrochole savaşları bir poğa­ ça ve üzüm öyküsüyle başlamıştır... Eylül ayında bağbozu­ mu dönemi... Unutmayalım ki I. François'nm ilk önemli ba­ şarısı olan Marignan savaşı 13 Eylülde Sainte-Croix şenliği gününde gerçekleşmiştir (Frer Jean bizimle birliktedir...)... kralın, Aziz Michel'in himayesinde zambaklarla kutlanan yaş günü?8 Gargantua'nm kıyafetlerindeki bir yığın kraliyet işareti ve simgesi, fiziksel, toplumsal, entelektüel ve dinsel aristokrasiye ait bir yer olan Thélème, devi, kurtarıcı bir mo­ narşinin temsilcisi yapmıştır. Alçakgönüllü olduğu için yüzü kızarmaz bu monarşinin çünkü o dönemde daha büyük ve aşırı iltifatlar gerçekleştirilmiştir bu monarşiye. Rabelais'nin tercih ettiği ifade biçimine karşı bir duraksa­ ma belirmiştir okuyucuda. Tinsel ve mistik olabilir bu. Ama şaşırtıcı bir sesle yansıyan! 7 Claude Gaignebet, À plus haut sens, l'ésotérisme charnel et sprituel de Rabe­ lais, Maisonneuve et Larose, 1986. 8 Anne-Marie Lecoq, François 1er imaginaire, Macula, 1989. * Fr. sözcük liturgique’den, dinsel törenlerin usul ve sırasına uygun (Ed. n.).

37

Gargantua

Gülmeye övgü Komik metin statüsü tartışmaya açıktır. Yunanlılardan ve Latinlerden bu yana eğitimin eğlenceli ve zevkli olması ge­ rektiğini anlatmak amacıyla güzel sözlerden yararlanılmak­ tadır ve hatta bir hatibin stratejik bir etki olan komik unsur aracılığıyla ikna edebileceği iddia edilmiştir. Komik metinler açık seçik anlamsızlıklarını Rabelais'nin yinelediği iki gerek­ çeyle savunurlar: hafif bir karakteri savunmak eğlenmektir, başka bir şey değildir; ince bir karakterin savunulması duru­ munda yüce anlam muamma ve eğlence biçiminde saklıdır. Rabelais iyi bir hekim olarak üçüncü bir motif ekler: gülmek dalağa iyi gelir ve genel olarak insanın huyunu da düzeltir ki bu idrak için yararlıdır... Önsözü bir kez daha okuyun... Ama her durumda amaç ciddidir: komik, işlerin iyi git­ mesinin önündeki bir çeşit engeldir, dinleyicilerin zaafına ta­ nınan bir ayrıcalıktır ya da onları zayıf yerlerinden vurmak­ tır. Kurnazca olsun, etkili olsun, komik bozukluğunu her za­ man haklı göstermek zorundadır ve belki de mantığınkinden üstün olan etkinliğini bağışlatmak zorundadır. Komediler, fabller, farslar öteki bazı biçimler dar kafalılara iyi gelir, bili­ nen bir şeydir bu. Bağışlayıcılık, hoşgörü ya da merhamet. XVI. yüzyıl başında güzel söz derlemeleri ve çeşitli dillerde yapılan başka bazı şakalar git gide artan bir enerjiyle, sürek­ li yaygınlık kazanmıştır. Teori özellikle gülmenin yarattığı etkilerle ilgilenir. Bir şeye gülmek gülmeye konu olan şeyin zararını göstermek­ tir ya da gülmeye konu olan şeyin zararlı olduğuna yönelik bir kışkırtmadır. Bu nedenle kötülere ve kötülüklere gül­ mek ahlaklı bir davranıştır: satirik gülüş kötülüğün cezası­ dır, gülünç olanın öldürmesi gerekir. Satir, ikincil bir biçim olarak hoş görülür ve hoş görülen bir edebiyat geleneğine açılır. Horatius'dan bu yana sürekli olarak metinlere konu olmuştur, tüm fikir ve toplum hatta din tartışmalarının si­ 38

Önsöz

lahı olmuştur. Bu pratiğin önünde bir çekince vardır: her şeye gülünebilir mi? Sapkın din adamlarının münasebetsiz­ liklerine gülmek dine gülme riski doğurmaz mı? Oysa satir başlangıçta alınacak bazı önlemlerle Rönesansın entelektü­ el ve dinsel savaşlarının silahıdır: savaşçı papalara karşı sa­ tir (Erasmus'un Julius exclusus'u ya da Jules II cennete nasıl kabul edilmedi, Gringore'un Chasse au cerf des cerfs'i ya da Budalaların prensi XII. Louis'nin Budala Anne'yle çatıştığı Budalalar Prensinin Oyunu, Jules H'nin Kilisenin Büyük Çıl­ gınlığı). Gülme, sonunda Erasmus'un Deliliğe Övgü'sünde yüceltilmiştir; bu yapıtta dünyanın sahibi olan delilik zafe­ rini ve her durumda delilik ortaklarının sayısız başarısını ilan eder. Gülme işe yarar, hatta gülme hümanistlerin ciddi bir ağır­ lık olarak gördükleri şeye karşı favori saldırı silahıdır. Doğru­ sunu söylemek gerekirse tartışma abartılıyor ve saptırılıyor: Ortaçağa özgü bir gülme vardır, skolastikte hüzün yoktur ve vaizler sadece boş laf etmezler. Doğrusunu söylemek gerekir­ se onlar aynı zamanda mirasçılardır: özellikle halk kitlelerine kendisini daha iyi tanıtma kaygısı içinde olan (acıma, merha­ met!) Fransisken tarikatı neşeli öyküler geleneğini işler. Ama gülmeyi bir enstrümandan başka bir şey yapmak ki­ min aklına gelirdi? Oysa kesin olan şu ki Rabelais'nin yararlandığı alan Petronius'un henüz tanınmadığı ve Aristophanes'in çevrilmediği çağının ağır basan aydın geleneği değildir. O başka kaynaklardan yararlanmıştır: geleneksel ama "normal ola­ rak" karnavalın alışılmış zaman uygulamalarıyla sınırlı kaynaklar... yok olmaya mahkûm zar zor metin olarak ni­ telenebilecek metinler... Karnaval şenlikleri dönemi her şe­ yin tersine gittiği bir dönemdir. Roma'nm Saturnus şenlik­ lerinin mirasıdır bunlar ve toplumsal düzeni (en alttakiler başa geçmiştir), liyakati (kaftanlı bir eşek eşek ayinlerini yö­ netir), görgü kurallarını (bedene boya, şarap tortusu, dışkı 39

Gargantua

sürmek) ve dil adabım belli bir süre alt üst etmişlerdir. Zor­ layıcı kuralların hesabını parodiyle görme, sarhoşluk ve ne­ şe içinde defetme zamanıdır bu dönem. Şenlik organizasyo­ nu yoluna yordamına uygun şenlik organizasyonu kadar ritüelleşmiştir: Paris'teki Basoche derneği (din adamları, hukukçular ve Kilise mensupları), Rouen Enayileri derneği ya da Dijon Budalaları derneği bu alanda büyük ün yap­ mıştır. Bu yazı uzmanları, bu ciddi dünya düzenleyicileri bir süre uzlaştırmacı olan "popüler" zevk biçiminin üretici­ leri (bilgin) olmuşlardır. İlk sansür talepleri gecikmez ama buna kralların, belediyelerin, din adamlarının katılması da bir olgudur. Dinsel karışıklıklara, şenliklere düzenleme ge­ tirilecektir ya da en azından dogmalara ve dünyanın erde­ mine saygı içinde dine ve kutsala hakaretlerin ve müsteh­ cenliğin at başı gittiği içerikleri denetlenecektir.9 Dikkat, erotizm yok! Gastronomiyle ilgili hiçbir şey yok! Hiçbir kı­ lık değiştirme, maske ve görünüm estetiği yok! Sivilize ol­ muş insanların ve daha sonraki dönemlerin onurlu insanla­ rının düşleyecekleri her şey içe atılmış. Daha ilkel güçler, bağnaz olmaktan çok canlı bir kutsallık anlamı, serbest bı­ rakılmış bir enerji. Sadece, karnaval üslubunda, genellikle kısa yazılmış metinleri uzun bir yazıya dönüştürmek ve bunları daha en­ telektüel ve daha militanca metinlerle karıştırmak çifte bir karışıklıktır. Kakafoni hiçbir tema ve konunun şaşırtmadı­ ğı, ama bunların karışımının yarattığı metinsel tutarsızlığın şaşırttığı XVI. yüzyıl okuru tarafından anlaşılır olmalıdır. Rabelais uçların birlikteliğini oluşturmaya çalışırken bir ya­ zı paradoksu yaratır: içinde yaşadığı entelektüel dünyala­ rın eğilimlerini uzlaştırmak ki bunun bedeli sürekli bir çift 9 Mikhaïl Bakhtine, L'Oeuvre de François Rabelais et la culture populaire du Moyen Âge et de la Renaissance, Fr. Çev. Gallimard, 1970. Claude Gaignebet, Le Carnaval, Payot, 1974. Jacques Heers, Fêtes de fous et Carnaval, Pa­ yot, Fayard, 1983.

40

Önsöz

anlamlılıktır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu Deliliğe Övgü'yle uyumludur;10 sıradan bir dünya olmuş şeyin-bu dünyanın yerine- içinde deliliğin egemen olduğu yerde aklı başında olmanın en emin yolu, kesinlikle daha sağlıklı olma şansına sahip dünyanın çılgın deliliğini izlemeye devam et­ mektir. Ama karnavalın kendisi için aynı anlamı ifade etmediği modern okuyucu için ne büyük bir sorun ve belirsizlik söz konusudur!

Çokanlamlılık/çokseslilik Rabelais'nin yorumlanması evrimsel bir özellik taşır. Çok okunmuş ama bir güldürü türü olarak nitelenmiş ya da XVI. ve XVII. yüzyıl dincileri tarafından dine saygısızlığı nedeniy­ le dışlanmıştır. Daha sonraki kuşaklar ise çok aşırı, çok zor biri gibi gördüklerinden fazla ilgi duymamışlardır. Rabelais XIX. yüzyılda sözünü sakınmayan bir yazar olması dolayı­ sıyla yeniden gündeme gelmiş ama popülizmi ve "müsteh­ cenliği" dolayısıyla da kuşkuyla bakılmıştır ona aynı zaman­ da. A. Lefranc tarafından yeniden saygınlığına kavuşturu­ lurken ilkel güldürüyle suçlanması ciddiyet adına mahkûm edilmiş ve özgür rasyonalist düşüncenin militanı olarak gös­ terilmiştir; L.Febvre tarafından yeniden saygınlığına kavuş­ turulurken özgür düşüncesi ciddi evanjelizm adına mahkûm edilmiştir; M.Bakhtine tarafından saygınlığına kavuşturulur­ ken ciddi evanjelizmi özgür karnaval ve halk parodisi adına mahkûm edilmiştir; ve hemen arkasından da M.Beaujour ve J. Paris tarafından saygınlığına kavuşturulurken serbest şiir anlayışı konusunda hakkı teslim edilmiş, C. Gaignebet onu saygınlığına kavuştururken de anlamsız ifadelerini ve laikli10 Marcel de Grève, "Discours rabelaisien, ou la raison en folie", Folie et déraison à la Renaissance içinde, Brüksel, Editions de l'université, 1976.

41

Gargantua

ğini yaşayan folklor ve ezoterizm adına mahkûm etmiştir... Kim Rabelais'nin metninin bir anlamı olduğunu söylemeye cesaret edebilir? Gene en doğrusu birçok anlam bulmaktır bu metinlerde. Günümüzde kuramsal çatışmaların esası iki karşıt kav­ ram çevresinde oluşmuştur: çokanlamlılık ve çokseslilik. Bir göstergenin "çokanlamlılığı" bağlamlara ve yorumla­ ma biçimlerine göre birçok anlam taşıma kapasitesidir. Buna göre "şarap" sözcüğünün hoş bir içecek anlamı taşıdığı ama sarhoşluktan tiksinmekle ilişkili olduğu ("şarap kokuyor") ya da İsa'nın kanıyla (communio, mistik sıkımevi) ve aynı za­ manda da misterlerin ve sefahat alemlerinin yaratıcısı Bacchus'le ilişkili olduğu söylenebilir mi: Şaraptaki gerçek Chinon şarabı mıdır yoksa Pythia'nm sözleri midir? Ortaçağda ve Rönesansta bir gösterge doğal olarak çokanlamlıdır: farklı anlamların çözümlenmesi kutsal metinler ve önemli metinlerle ilgili olarak neredeyse kurumsallaşmıştır: Rabelais kendisi de yapıtlarının çözümlenmesini teşvik et­ mek için önsözünde bu teoriye dayanır. Sözgelimi bu bağ­ lamda Kızıldeniz'i geçen bir Musa'nın "tarihsel" ya da "ede­ bi" anlamda bir tarih döneminin simgesi olduğu(Musa Kızıldeniz'den geçerken peşinde olan Firavun'un askerleri boğu­ lur) ama bunun aynı zamanda İsa'nın yaşamından bir kesit("tropolojik" anlamda: İsa'nın ölümü ve dirilmesi), bir bil­ gelik dersi("alegorik" anlamda inanç sayesinde zoru başar­ mak), evrenin önemli yasalarıyla ilgili bir vizyon ("anagojik"* anlamda: inananlar bu dünyadaki sınavdan başarıyla geçtikten sonra kurtulacaklardır) olduğu söylenebilir. Bu anlayış içinde okuyucunun çabası metnin bütün öğe­ leri değerlendirmek ve mümkünse bütün bu öğelerini farklı yorum alanlarına aktarmakla ilişkilidir. Aynı şekilde Kutsal Kitap okuyucuları Loth'un zinasının ve başka bazı çarpıcı * Fr. sözcük anagogique/den, Kutsal betikleri gizemcilik açısından yorumla­ ma anlamında (Ed. n.).

42

Önsöz

ayrıntıların anlamlarını çözmeye çalışırken çok zorlanırlar; bunun gibi Rabelais okuyucusu da kıç sileceğinin icadının dinsel anlamını bulmaya çalışırken büyük sıkıntı çeker. Oku­ yucu Gargantua'nın kısrağının düşmanlarını Vède boğazın­ da, bir sidik selinde boğabileceğini ve hayatta kalabilen hacı­ ların olayı mezmurlar okuyarak kutladıklarını görünce Kızıldeniz'den geçişin Kutsal Kitapla ilgili bir bölümünün paro­ disiyle karşı karşıya olduğunu bilir ama, neyle alay edilmek­ tedir? Ya da tersine eğitim veya mağluplara nutuk çekilmesi gibi bölümlerde ne gibi komik unsurlar bulunabilir? Ve her bölüm, her zaman uzman olan, bilge okuyucunun yeteneği ve yaratıcılığı karşısında zayıf düşebilir: kıç sileceklerinin ve kaz palazının bulunması gravürleri 1530 Fransa'sında çok yaygın olan Michelangelo'nun "Leda ile Kuğu" suna ya da başka bir şeye gönderme yapar... kaz palazı Rabelais'nin ço­ ğu zaman kendisine göre, verdiği bilgiler kıç silmekten baş­ ka bir işe yaramayan Sorbonne'u anlatmak için kullandığı hayvanlardan biridir. Oluntular her zaman, sözgelimi seçi­ len örnekte de görüldüğü gibi ilginç bağlantılarla birlikte son'a bağlıdırlar.11 Ama kitabın tümü? Buna karşılık "çokseslilik" M.Bakhtine'in analizlerinden doğan yeni bir eleştiri anlayışıdır: bu bağlamda bir metinde, bir konserdeki gibi farklı yollardan bir araya gelerek tek bir yapıt oluşturan farklı sesleri tanımak söz konusudur: bu "sesler" bir metinde eski söylemlerden (metinlerarası kay­ naklar ya da benzerlikler) alınmış fragmanlardır ve farklı bir toplumsal ve estetik kullanımın söylemleriyle (kolajlar, fark­ lı dil düzeyleri, farklı toplumsal söylem tipleri, farklı türler) ilişkilidir. Rabelais'de farklı türler ve farklı amaçlar iç içe geç­ miştir: bu durum bir senfoninin sesinden daha rastlantısal olmayan bir anlamla donatılmış bir yapıt oluşturulmasına engel değildir. Dolayısıyla oluntularm [epizodlarm] ve ton­ ların her biri artık ötekiler üstünde bir baskı unsuru olmayan 11 Bkz. Études rabelaisiennes'de (XXI, 1988) yorum karşılaştırmaları.

43

Gargantua

kendi özel fizyonomilerine kavuşurlar: kıç sileceği bir karna­ val oluntusu olabilir ve içinde retorikçinin şiirlerinden iki pa­ rodi barmdırabilir; öte yandan mağluplara söylev de modern ideal hükümdar teorisi ve kral I.François'ya hizmet'le uyum­ lu yoğun bir Cicero retoriği olma durumunu sürdürür. Ama zaten çok fazla zorluk çeken okuyucu her işaretin doğasını keşfetme durumunda olduğunun farkında değildir ve sırtına bir imkânsızlık yüklenmiştir: bütünün anlamını kavramak. Oysa sorgulamalarının sonucu ancak dar görüşle­ ri ve önyargıları aracılığıyla bir anlam kazanır. Sözgelimi ilk baştaki ilginç kolajı, frengi (modem seks felaketi) anıştırma­ sıyla Platon'un Şölen'ini yan yana getiren karşılaştırmayı ele alalım... burada bilindiği gibi herkes, içki alemi sırasında ama son derece felsefi bir üslupla Aşk anlayışını tanımlar..., ve Alkibiades erdemli çapkın ve sarhoş olmayan içkici Sokrates'e övgüler yağdırır. Kolaj "zevk" normlarına bağlı kal­ mayan ve çarpıcı olmaya çalışan yazarm özgürlüğü açısın­ dan anlamlıdır. Çarpıcı olmayı tercih edebilirsiniz. Filozofla­ rın babası, aydın insanların neredeyse Tanrı gibi taptıkları Platon çevresinden "etkilenmiş" olabilir: parodi ve saygısız­ lık, yüce olamn gülünçleştirilmesi ve gerçek bedene gönde­ rilmesi. Platon'un söylevindeki Sokrates'in çirkinliği gibi frengi yorumlanması gereken bir işaret olabilir: bu aşk acısı­ nın merkürle [cıva] tedavi edildiğini ve Merkür'ün Bilgeliğin babası Hermes olduğunu düşünüyorsanız... Karnaval söyle­ mi ve ciddi tavırlı bilgiçlik söyleminden hangisi hangisini değerlendirmektedir? Bu bilgiçler dünyasına inanıyorsanız bir provokatörün (tehlikeli?) ciddiyetinin ve yapıtlarının pa­ rodisiyle karşı karşıyasınız demektir; halkın kendisini özgür­ ce ifade etmesi gerektiğine ya da başka bir versiyona, derin­ lerdeki itkilerin sansür edilmemesi gerektiğine inanıyorsanız yapıt maskeden, yapay, zorlayıcı kurallardan, kendisini tek bilgelik yolu olarak tanıtan sahte resmi bilgilerden kurtarır. Platta en önemli gelişmenin diyalektik olduğuna ve yanılgı­ 44

Önsöz

ya düşmeden ilerleyebilmek için ikisinin de gerekli olduğu­ na inanabilirsiniz... Ayrıca şunu da söylememiz gerekir ki her şeyi öngör­ müş olan Rabelais önsözünde bütünüyle... temkinlidir.12 İyi görmeye, sonra kemiği yalamaya, eti kemirmeye daha son­ ra da içeriğin tadım çıkarmaya davet ederken sadece doğru bir dinsel okumaya göre ilerici, edebi sonra okuyucunun anlama düzeyine ve çabasına göre "tinsel" bir okumaya da­ vet eder: eğlenceli bütün bunlar hiç kuşkusuz, ayrıca da ko­ mik anlamını reddedemeyen ve reddetmemesi gereken yü­ ce anlamlı... Dolayısıyla çokanlamlılık ve çokseslilik arasında Rabelais'nin yorumu son derece spekülatiftir özellikle de bütün ya­ pıtlarını anlama hırsına kapıldığınızda... Özellikle Panurge'ün "destanı" ve Gerçeğin araştırılması birtakım başka gizleri sak­ layacaktır. Dolayısıyla biz 1534'te, Gargantua'da kalalım. Yaldızlı incik boncuk ve Son muamma arasında düzeyinizi ve çabanızı deneyin. Soylu hayvana iyi kemik. Marie-Madeleine Fragonard*

12 Önsöz ve karmaşıklığıyla ilgili olarak Raymond La Charité ve Richard Regoisin arasındaki tartışmalar, Rabelais's Incomparable Book,Lexington, 1986. * Sorbonne Nouvelle (Paris 111) üniversitesinde profesör.

45

GARGANTUA PANTAGRUEL'İN BABASI BÜYÜK GARGANTUA'NIN BÜYÜK ÜRKÜNTÜ VEREN YAŞAM I ÇOK ESKİDEN SİM YACI VE FEYLESOF M. ALCOFRIBAS TARAFINDAN YAZILM IŞTIR.

H onoré Daumier'nin bir 'Gargantua' illüstrasyonu.

Okuyuculara, Bu kitabı okuyan okuyucu dostlar Atın içinizdeki bütün sıkıntıları Ve okurken de şaşırmayın sakın: İçinde ne kötülük var ne de zarar Doğrusunu isterseniz güldürmekten başka da Kayda değer bir şey bulamayacaksınız; Gönlüm başka bir tarafa gidemiyor, Sîzleri yiyip bitiren dertler sıkıntılar içinde görürken: Ağlatan kitap yerine gülen kitap yazmak daha iyi Çünkü gülmektir insana gerçekten yaraşan. NEŞE İÇİNDE YAŞAYIN.

YAZARIN ÖNSÖZÜ

Pek ünlü ayyaşlar ve siz pek değerli frengililer-çünkü yazılarım başkalarına değil sizlere adanmış tır-Alkibiades, Plüton'un Şölen adlı diyaloğunda, hiç kuşkusuz filozofların kralı olan hocası Sokrates'i överken onu Silenlere de benzetiyor. Silenler eskiden küçük kutulardı, bugün ilaç satan dükkânlarda gördüklerimiz gibi... üst­ lerinde tuhaf ve anlamsız figürler vardı: kadın başlı, kuş gövdeli, pençeleri yırtıcı canavarlar, satirler, gem vurulmuş kaz palazları, boynuzlu tavşanlar, semerli dişi ördekler, uçan tekeler, koşumlu geyikler ve insanları güldürmeye yarayan birçok başka uydurma fi­ gür (Bacchus'ün öğretmeni Silenos da bunlardan biriydi). Ama bu kutularda ender bulunan ilaçlar muhafaza edilirdi: kokulu bitkiler, akamber, kakule, misk, değerli taşlar ve başka değerli eşyalar. Alki­ biades'e göre Sokrates de onlara benziyordu çünkü dış görünüş ola­ rak ve dışarıdan değerlendirildiğinde bir soğan kabuğu kadar değe­ ri yoktu, bedeni çok çirkindi ve tavırları komikti, sivri burunluydu, boğa gibi bakıyordu, yüzü bir delinin yüzünü andırıyordu, kaba bir insandı, köylüler gibi giyiniyordu, olağanüstü alçakgönüllüydü, kadınlardan yana şanssızdı, resmi görevler konusunda yeteneksiz­ di; ve sürekli sırıtır, her önüne gelenle kadeh tokuşturur, sürekli kendisiyle alay eder ve o Tanrısal bilgilerini her zaman gizlerdi. Ama kutu açıldığında içinden göklere özgü, paha biçilmez bir ilaç çıkardı: insanüstü bir kavrayış ve zekâ, olağanüstü güçlü bir ruh, sindirilmesi mümkün olmayan bir cesaret, görülmemiş bir kanaat­ kârlık, mükemmel bir kendine güven duygusu ve insanların uğ­ runda uykusuz kaldıkları, koşturup durdukları, çabaladıkları, di­ 51

Gargantua

dindikleri, denizlere açıldıkları ve savaştıkları her şeye karşı inanıl­ maz bir ilgisizlik ve küçümseme. Sizce bu giriş ve bu denemenin amacı nedir? Amaç şudur benim güzel çömezlerim ve birkaç aylak çılgınım... Gargantua, Pantag­ ruel, Fessepinte, Pantolon yırtmaçlarının asaleti, Domuz yağ­ lı bezelye gibi bizim uydurduğumuz komik kitap başlıklarını gö­ rünce bunların içinde alaylardan, çılgınlıklardan ve yalanlardan başka bir şey olmadığını sanırsınız çünkü dış görünüşün (yani baş­ lığın) alaycılığına ve şakacılığına bakılır sadece ve daha ileri gidil­ mez kesinlikle. Ama insanların yapıtlarını bu kadar hafife almamak gerekir. Çünkü sizin de söylediğiniz gibi papazı papaz yapan üstün­ deki cüppe değildir ve kimileri papaz kılığında dolaşırlar ve içlerin­ de din adamlığından eser yoktur, kimileri İspanyol paltosu giyerler ama içlerinde İspanyol yürekliliğinden eser yoktur. Bu nedenle ki­ tapları açmak ve içindekileri özenle ve titizlikle değerlendirmek ge­ rekir. O zaman görürsünüz ki kutunun içindeki ilaç kutunun ver­ diği izlenimden çok daha değerlidir : diyeceğim burada ele alınan ko­ nular başlığın düşündürebileceği kadar saçma sapan şeyler değildir. Gülünç, neşeli, başlığa uygun konular olduğunu kabul etseniz bile onlara takılıp kalmayın, Siren'lerin türkülerine bağlanır gibi... şakayla söylendiğini sandığınız şeyleri daha yüksek düzeyde an­ lamlandırmaya, yorumlamaya çalışın. Siz hiç şişe açtınız mı? Yaaa! O halinizi düşünün bir. İlikli bir kemik bulan köpek gördünüz mi hiç peki? Plüton'un Devlet'z'rc II. Kitap'ında dediği gibi köpek dünyanın en filozof hayvanıdır. Gör­ müşseniz eğer fark etmişsinizdir durumu: kemiğine nasıl bir hay­ ranlıkla bakar, nasıl özenle saklar onu, nasıl bir heyecan ve coşku içinde tutar onu, nasıl bir dikkatle ısırır, nasıl bir tutkuyla kırar ve nasıl bir heyecanla yalar. Ondan bunları yapmasını isteyen kimdir? Bütün bu gayret ve çabalardan umduğu nedir? Ne bekler? Sadece bir iliktir beklediği. Ama işin doğrusu azıcık şey başka birçok yiye­ cekten çok daha lezzetlidir çünkü Galenos'un belirttiği gibi (Doğal Yetenekler'm üçüncü kitabı ve Bedenin Uzuvlarının Görevleri'razra ikinci kitabı)doğanın yarattığı en mükemmel yiyecektir. 52

Yazarın Önsözü

Aynı şekilde sizin de bu güzel ve özlü kitapları koklamak ve de­ ğerlendirmek için akıllı olmanız gerekir, izlemede çevik, saldırıda yürekli olmanız gerekir. Sonra dikkatli bir okumayla ve çok derin düşünerek kemiği kıracaksınız ve içindeki özü, iliği emeceksiniz-yani Pythagorasçı sembollerle anlatmak istediğim şeyi-ve böylece okuduğunuz kitabın size bilgelik ve mertlik sağlayacağını umut edebileceksiniz. Çünkü bu kitapta çok başka bir tad ve çok daha de­ rin bilgiler bulacaksınız ve bunlar sizi hem dinimiz açısından hem de toplumsal ve kamusal yaşam açısından çok yüce kutsallıklara ve ürkütücü gizemlere götürecektir. Homeros'un İlyada ve Odysseia'y; yazarken Plutarkhos'un, Pontus'lu Herakleides'in, Eustathios'un ve Phornutus'un bunlar­ dan çıkaracakları alegorileri ve Politianus'un da bunları onlardan aşıracağını düşünmüş olabileceğine ihtimal veriyor musunuz? İh­ timal veriyorsanız eğer benim düşüncelerimin çok uzağındasınız çünkü bana göre Homeros da bu alegorileri pek düşünmemiştir, tıpkı Ovidius'un da Metamorphoseis'de (Değişimler) Incil'deki gizemleri aklından geçirmediği gibi; bununla birlikte tam bir kemik yalayıcı olan frer Lubin diye biri bunu kanıtlamaya kalkışmıştır... kendisi kadar budala okuyucular bulabilirse ve atasözünün dediği gibi tencere yuvarlanıp kapağını bulursa... Eğer ihtimal vermiyorsanız, benim bu eğlenceli ve yeni öyküle­ rime bir yığın anlam yükleyebilirsiniz ama ben bunları yazarken sizin düşündüklerinizin fazlasını düşünmedim ve belki siz de be­ nim gibi yapıp içiyorsunuzdur! Çünkü bu görkemli kitabı yazmak için bedenimi beslemek için gerekli zamandan fazlasını harcama­ dım kesinlikle, yani yiyerek ve içerek yazdım. Bu yüce konuları ve derin bilgileri kâğıda dökmenin uygun zamanı da budur... tıpkı bütün filologların örnek aldıkları Homeros'un ve Horatius'a göre Eatin şairlerinin babası Ennius'un yaptığı gibi... işe bakın ki terbi­ yesizin biri bu büyük şairin şiirlerinin zeytinyağından çok şarap koktuğunu söylebilmiştir. Kaba şakalar yapmaktan hoşlanan biri de benim kitaplarım için aynı şeyi söylemiş ama umurumda değildir benim böyle şeyler! Şa­ 53

Gargantua

rap kokusu zeytinyağı kokusundan ne kadar daha iştah verici ve hoştur, çekicidir, kutsal ve nefistir! Benim için biri zeytinyağından çok şaraba para harcamış derse, bununla övünürüm... tıpkı De­ mosthenes'in şaraptan çok zeytinyağına para harcamasıyla övün­ mesi gibi... Benim için keyif insanı, iyi bir yoldaş denmesi şan ve şeref verir bana ve ben bu sıfatla bütün Pantagruel’ci topluluklara hoş gelmiş olurum; mızmız ve hırçın biri, Demosthenes'e, söylevle­ rinin kir pas içindeki bir zeytinyağı tüccarının önlüğü gibi koktu­ ğunu söylemiş. Bu nedenle siz benim bütün yaptıklarımdan ve söy­ lediklerimden olabildiğince yararlanmaya bakın; sizi bu güzel pa­ lavralarla besleyen peynir kafalıyı yüceltin ve beni olabildiğince hoş tutmaya bakın elinizden gelirse eğer. Yani dostlar, sevgililer, diyeceğim şu ki gerisini keyifle okuyun, bedeniniz ve böbrekleriniz rahatlasın! Ama dinleyin beni tabansız­ lar, ödlekler, oburlar! Sağlığıma kadeh kaldırmayı da unutmayın sakın... ben de sizin sağlığınıza kadeh kaldıracağım.

54

BÖLÜM I

Gargantııa'nın soyzinciri ve kökenleri Gargantua'mn soyunun ne kadar eskiye dayandığını gör­ mek için sizi Pantagruel'in soylu yaşamöyküsüne gönderi­ yorum. Böylece bu dünyada devlerin nasıl doğduklarını ay­ rıntılı olarak öğreneceksiniz ve Pantagruel'in babası Gargantua'nm nasıl doğrudan doğruya o soydan geldiğini anlaya­ caksınız; şimdilik bunların üstünde durmamış olmamı hoş görün; bununla birlikte bu konu o kadar hoştur ki ne kadar çok yinelenirse sizin gibi beyzadelerin o kadar çok hoşuna gider: bu konuda Flaccus de güvence verir bize ve ona göre de bunun gibi bazı konular yinelendikçe daha bir keyif verir. Allah'tan onun soyzincirini Nuh'un gemisinden zamanı­ mıza kadar herkes çok iyi öğrenmiştir! Öyle sanıyorum ki günümüzde birçok imparator, kral, dük, prens ve papa bir­ takım hamalların soyundan gelmektedirler kesinlikle; buna karşılık bir yığın miskin, yoksul dilenciler de vardır ki impa­ ratorların soyundan gelirler ve onların kanlarını taşırlar; ger­ çekten de krallıkların ve imparatorlukların iç içe geçmiş ol­ maları ne kadar şaşırtıcıdır: Asurlulardan Medlere, Medlerden Perslere, Perslerden MakedonyalIlara MakedonyalIlardan Romalılara, 55

Gargantua

Romalılardan BizanslIlara BizanslIlardan Fransızlara. Size hitap etmekte olan benim durumuma gelirsek, ben büyük olasılıkla eski zamanların zengin bir kralından ya da prensinden geliyorum. Çünkü kral ve zengin olmayı benim kadar çok isteyen biri olmamıştır ve bunu istememin nedeni de bellidir: bol bol yiyip içmek ve hiç çalışmamak, dostlarımı ve bütün iyi ve bilgili insanları zengin etmek. Ama bir yan­ dan da kendimi avutuyorum: öbür dünyada zengin olaca­ ğım hem de bugün sandığımdan daha zengin olacağım. Siz de kendi dertlerinizi bu ve bunun gibi düşüncelerle hatta mümkünse daha güçlü düşüncelerle avutun ve içebildiğiniz kadar için mümkünse. Biz gene konumuza dönelim... diyordum ki yüce Tanrı­ nın bir lütfü olarak Gargantua'nın soyağacı ve yaşamöyktisü başkalarınınkinden çok daha tam ve eksiksiz olarak eli­ mize geçmiştir-Tanrı'nınki daha tam olabilir ama bu konu­ da bir şey söylemek bana düşmez kaldı ki şeytanlar (yani yalancı softalar) karşı çıkarlar buna. Bu soyağacım Jean Audeau, Gualeau kemeri yakınlarında, Narsay çevresinde, Olive'in alt tarafındaki çayırda bulmuştur; kazmacılar hendek açarken çapaları tunçtan ve çok uzun, ucu bulunamayan, büyük bir mezara takılmış; Vienne'in küçük kanallarına ka­ dar gidiyormuş bu mezar: bu mezar bir yerinden açılmış, orada bulunan bir maşrapanın üstünde Etrüsk harfleriyle şu yazı okunuyormuş: HIC BIBITUR [BURADA İÇİLİR]; ve Gaskonyalıların ince uzun şişeleri gibi dokuz şişe varmış orada; ortadaki şişenin altında büyük, şişkin, güzel, küçük, küflenmiş, kokusu gülden daha keskin ama daha güzel ol­ mayan bir kitap varmış. Söz konusu soyağacı bu kitabın içindeydi, kâğıda, parşö­ mene ya da balmumuna değil bir karaağaç kabuğuna karga­ cık burgacık harflerle yazılmıştı; ve harfler aradan geçen za­ 56

Gargantua'nın soyzinciri ve kökenleri

man içinde o kadar yıpranmıştı ki yan yana üç harf ancak okunabiliyordu. Böyle bir liyakatim olmamasına rağmen beni çağırdılar ve gözlük yardımıyla, Aristoteles'in öğrettiği şekilde görünmez harfleri okuma sanatıyla metni çevirdim... siz bu çeviriyi Pantagruelleştirerek ya da keyfinize göre içerek ve Pantagruel'in ürkütücü eylemlerini okuyarak anlayabileceksiniz. Kitabın sonunda Panzehirli ıvır zıvır başlığı altında küçük kısa bir metin vardı. Fareler ve hamamböcekleri ya da yalan olmasın başka birtakım aşağılık hayvanlar baş tarafını kemirmişlerdi; eskilere saygımdan geri kalanını buraya aldım.

57

BÖLÜM II

Eski bir anıtta bulunmuş panzehirli kıvır zıvır Kimberleri alteden büyük kahraman Yerdeki çiğden korkup hava içinden geçerek Geldiğinde gökten yağan tereyağıyla doldu yer Ve sırılsıklam olan büyükanne bas bas bağırdı: “Lütfen, kurtarın onu, Sakalları pislik içinde, Ya da bir merdiven verin ona hiç değilse." Terliğini yalamak gerekir, diyordu kimileri Sevap kazanmaya yeğlenmesi gerekirmiş bunun; Ama küstah bir hırt çıkageldi işte, Çamçak avlanan yerden çıkmış, Dedi ki: "Baylar, Tanrı esirgesin bizi; Tezgâhtaki yılanbalığı besbelli, gizleniyor; Dikkatle bakarsanız görürsünüz, Kukuletasının altında büyük bir kusur gizlidir." Sıra bölümün okunmasına geldiğinde Dananın boynuzlarından başka bir şey bulamadı kimse. Adam diyormuş ki: "Başlığımın dibi öyle soğuk ki Donduruyor beynimi." Ama şalgam suyuyla ısıtılınca adam, Ocağın yanında kalınca çok mutlu olmuş, 59

Gargantua

Yeni koşum hayvanları bulsunlar bari Bunca hırçın ve huysuz için. Aziz Patrick'in deliğinden söz edildi, Cebelitarık'tan ve başka binlerce delikten: Bir kapatılabilseydi bunlar Bir daha öksüremesinler diye, Hepsi uygunsuz buluyormuş çünkü Bunların her rüzgârda alık alık havaya bakmalarını. Rastlantı eseri bir kapansaymış bunlar Rehine olarak teslim edilebilirlermiş. Alman bu kararla yolundu karganın tüyleri Libya'dan gelen Herakles'in eliyle "Beni niçin çağırmadılar?" dedi Minos Benim dışımda herkes davetli, Ve ben vazgeçeyim istiyorlar Onlara istiridyeler, kurbağalar göndermekten... Şeytan alsın canımı bundan sonra eğer Öreke satışlarına arka çıkarsam." Ve topallayan Q.B. geldi nihayet onları mat etmek için Sığırcık kuşlarının korumasında. Büyük Kyklopes'in kuzeni Elekçi Katletti onları. Hepsi silip duruyor burnunu; Nadasa bırakılmış bu tarlada çok az doğum olmuştur, Meşe kabuğu değirmeninde dönüp durmasın kimse Hepiniz koşun oraya ve alarm verin borular çalarak: Böylelikle her zamankinden daha çok kazanırsınız. Jüpiter kuşundan çok kısa süre sonra Beterin beterinin geleceğine dair iddiaya girdi, Ama onları çok üzgün görünce, Korktu imparatorluğu yerle bir etmelerinden, 60

Eski bir anıtta bulunmuş panzehirli kıvır

Kaçırmayı yeğledi göğün ateşini Çiroz satılan kütüğün içinde, Fesat çevrilen kişiye karşı, duru gökyüzünü, Uydurmalı söylediklerine hahamların. Böylece her şey pamuk ipliğine bağlandı, Penthesileia'yı görünce oraya çöken İncecik bacaklı Ate'ye rağmen, Yaşlı bir tereciyi andırıyordu o. Ve herkes bağırıyordu avazı çıktığı kadar: "Aşağılık kömürcü karı, Burada durmak yakışıyor mu sana? Roma'nın parşömene çizili armasını Sen değil misin çalan?" Ve gök kubbenin altında Juno olmasaydı Arabası ve kuşlarıyla ava hazırlanan, Öyle bir oyun oynayacaklardı ki ona Her tarafı dağılacaktı. Karar verildi onun da pay kapması için Ve böylelikle Proserpina'mn iki yumurtası düştü ona, Ve bir daha yakalarlarsa onu oralarda Bağlayacaklardı akdiken dağına. Yedi ay sonra-yirmi ikiyi çıkarınBir zamanlar Kartaca'yı yok etmiş olan Girdi aralarına bütün ihtişamıyla, Kendisine kalan mirası istedi onlardan, Ya da bölüşelim dedi hakça Yasalara göre çiviyle ölçerek, Ve dağıtarak çorbanın birazını Anlaşmayı hazırlayan görevlilere. Ama işareti bir Türk yayı olan bir yıl gelecek, Beş iğ ve üç kazan dibi,

Gargantua

O yıl gerçekten pek de hoş değildir bir kralın sırtı, Keşiş kıyafeti altında dolu yağacaktır üstüne. Yazık! Sinsi biri için Bu kadar toprağın yutulmasına razı mı olacaksınız? Yeter; kimse oynamasın bu oyunu; Yılanların kardeşine sığının. Yıl geçince başta olan hüküm sürecek Dostlarıyla birlikte ve huzur içinde. Şiddet ya da saldırı hüküm sürmeyecek; Her iyi niyet karşılığını bulacak; Ve mutluluk, bir zamanlar adanmış olan Göklerdeki insanlara, gelecek ve kuracak tahtını; Ve bitkinlikten ölmüş olanlar Güzel bir gezi atma sahip olacaklar. Mars'a zincir vurulacak güne kadar Bu aldatmaca dönemi sürecek. Sonra görülmemiş bir varlık gelecek Nefis, hoş ve harikulade. Coşsun yürekleriniz, gelin bu ziyafete, Bütün sadık dostlarım. Çünkü insan bir kez ölünce Dünyaları da verse geri gelemez artık, Geçmiş günleri aramak boştur. Nihayet, balmumundan yoğurulmuş insan Çalar saat kulesine yerleşecek. Kazanı sallayan da artık "Efendimiz, Efendimiz" diye çağrılmayacak. Ah! biri kılıcını çekebilseydi eğer Kalmayacaktı kaygı tasa, Ve bütün yalan dolan İplerle bağlanabilecekti her yanından.

62

BÖLÜM III

Gargantua'nın anasının karnında on üç ay kalması Grandgousier zamanında iyi yaşayan biriydi, içkiyi su kat­ madan içerdi ve daha çok tuzlu şeyler yerdi. Bu amaçla evin­ de bol bol Mayence ve Mayonne jambonu, füme öküz dili, domuz sucuğu ve hardallı, tuzlu sığır eti bulundururdu; ay­ rıca hayvarlar, sosisler ama Bologna değil (çünkü Lombardiya ilaçlı sıvılarından korkardı) Bigorre, Longaulnay, Brenne ve Rouergue sosisleri... Delikanlı olunca Papillons [Kelebekler] kralının dolgun ve hoppa kızı Gargamelle'le evlendi; ikisi sık sık iki sırtlı hayvan oluyorlardı ve yağlarını neşe içinde sürtüştürüyor­ lardı; sonunda güzel bir oğlan çocuğuna gebe kaldı ve on bir ay karnında taşıdı bu çocuğu. Kadınların gebeliği bu kadar hatta daha fazla sürebilir... özellikle de karnındaki harikulade bir varlık ve çağında önemli işler yapacak biri olursa... Sözgelimi Homeros'a göre Neptunus'un Nymphea'yı gebe bırakmasından sonra çocuk bir yıl sonra, on ikinci ayda doğmuştur. Çünkü Aulus Gellius'un 3. Kitap'da söylediği gibi bu uzun züre Neptunus'un görkemine uygun düşüyordu ve çocuğun biçiminin mükem­ mel olması için gerekliydi bu. Aynı nedenle Jüpiter Alkmene ile yattığı geceyi kırk sekiz saat sürdürdü; çünkü daha kısa sürede dünyayı ucubelerden ve zorbalardan kurtarabilecek Herakles gibi bir babayiğidi yaratamazdı. 63

Gargantua

Eski Pantagruelci baylar dediklerimi kabul etmişler ve bir kadından, kocasının ölümünden on bir ay sonra doğan çocu­ ğun sadece normal değil aynı zamanda meşru da sayılabile­ ceğini söylemişlerdir: Hippokrates, Besinler Üstüne kitabında Plinius Kitap VII, bölüm V'de. Plautus Çekmece'de Marcus Varro Vasiyetname adlı yergisinde, Aristoteles'in bu konudaki yetkisine dayanarak, Censorinus Doğum Günü kitabında, Aristoteles Hayvanların doğası'run VII. Kitabının III. ve IV. bölümlerinde, Aulus Gellius III. Kitap, XVI. Bölümde, ve bir yığın başka çılgın... hukukçularla birlikte sayıları daha da artmıştır bunların: Meşru Vârisler ve Vasiyet Bırakma­ dan Ölenler, Meşruiyet, Geri Verme Üstüne ve On Birinci Ayda Doğuran Kadın Üstüne. Ayrıca Gallus yasasıyla da işler büs­ bütün karışmıştır. Çocuklar ve Babaları Öldükten Sonra Doğan Çocuklar ve Yedinci Ay Yasası, insanların Statüsü Üstüne ve ad­ larını burada anmaya cesaret edemediğim başka bazı kitap­ lar. Bu düşüncelere ve yasalara göre dul kadınlar kocalarının ölümünden iki ay sonra büyük riskler almadan kıçlarını ra­ hat rahat sallayabilirler. Rica ediyorum sizden arkadaşlar: bu kadınlardan atlan­ maya değer olanları bulursanız, hiç duraksamayın çıkın üst­ lerine ve sonra bana getirin onları. Çünkü eğer üçüncü ayda gebe kalırlarsa doğurdukları merhumun vârisi olur; ve gebe­ likleri bir kez belli olunca hiç durmadan ve çekinmeden de­ vam ederler yollarına, karınları dolu olduğuna göre pupa yelken giderler! İmparator Octavianus'un kızı Julia ancak ge­ be olduğunu anladıktan sonra teslim edermiş kendisini er­ keklere... tıpkı bir geminin kaptanını kalafatlanıp yüklen­ dikten sonra alması gibi... Ve biri çıkar da bunları hamilelik­ 64

Gargantua' nın anasının kamında on üç ay kalması

leri sırasında düzüştükleri için ayıplarsa, karınları şişmiş hayvanlar üstlerine erkek çıkarmaz derlerse cevapları hazır­ dır: onlar hayvan biz kadınız, üst üste gebe kalmak bizim, hoş, güzel ve küçük haklarımızdır; Macrobius'un tanıklığına göre (Saturnales'in İkinci Kitabı) bir zamanlar Populia da böyle demiştir. Ve eğer şeytan gebe kalmalarını istemezse tıpayı kapat­ mak ve susmak gerekir.

BÖLÜM IV

Gargantua'ya gebe olan Gargamelle'in işkembe yemesi Gargamelle'in çocuk doğurması şu koşullarda ve şu biçimde olmuştu... inanmıyorsanız eğer dibiniz çıksın! Onun dibinin çıkması Şubat ayının üçüncü günü bir öğle­ den sonra ve çok fazla işkembe yedikten sonra oldu. İşkem­ be dediğim de yağlı öküz işkembesi. Ve bu öküzler ahırlarda ve özel çayırlarda besleniyorlar; özel çayırlar da yılda iki kez yeşeriyorlar. Bu yağlı öküzlerin üç yüz altmış yedi bin on dördü kesilmiş... tatil günlerinde tuzlansın, bahar aylarında bol bol öküz eti bulunsun ve şarabın tadına daha iyi varılsın diye... Tahmin edebileceğiniz gibi işkembe boldu ve öylesine lezzetliydi ki yiyen herkes parmağını yalıyordu. Ama şeyta­ nın işine bakın ki bu işkembeler uzun süre saklanamıyordu çünkü çürürlerdi; bu da hiç hoş karşılanmazdı. Dolayısıyla hepsinin yiyip yutulması kararı alındı. Bu amaçla Cinais, Seuillé, La Roche-Clermault, Vaugaudry, Coudray, Montpensier, Gué de Vède ve başka yerlerden insanlar davet edil­ di; davetlilerin hepsi iyi içici, dostluklarına güvenilir ve iyi tahta çomak oyuncularıydı. Grandgousier'cik zevkden dört köşeydi, her şeyin dolu dolu getirilmesini istiyordu. Ama karısına, işin sonuna yak­ laştığından ve bu işkembe ziyafeti de pek tavsiye edilecek bir şey olmadığından, elinden geldiği kadar az yemesini söylü67

Gargantua

yordu: "Bok yemek isteyen bu işkembeyi aksırıncaya, tıksı­ rıncaya kadar yer" diyordu. Bütün bu uyarılara rağmen Gargamelle yaklaşık on altı ton, iki fıçı ve altı kap yedi içti. Kar­ nını şişiren pisliği varın siz hesap edin! Yemekten sonra hep birlikte Saulaie'ye gittiler ve orada çayırda zurnalar, gaydalar eşliğinde dans ettiler öyle ki cen­ netteydiler sanki... Sonra tekrar hafif bir yemek yediler... Şişeler açıldı, jam­ bonlar geldi, kadehler havada uçuştu, tokuşturuldu:

68

Çek! Ver! Çevir! Karıştır! Susuz ver bana; tamam böyle işte dostum. Dibine kadar iç şunu bakayım. Doldur şu kırmızı şaraptan, boş kaldı kadeh. Boğazımız kurudu yahu! Lanet olsun, yanıyorum, yok mu daha? Şöyle gönlümce içemiyorum ki dostum. Nezle mi oldun yoksa hayatım? Evet. İçelim, içelim. Fazla kaçırıp bokunu çıkarmayalım. Bir taraftan girer bir taraftan çıkar! Az içersen boynun kırılır. Şişelerin tuzağı derler buna. Şişeyle bidon arasında ne fark var? Bidon büyüktür: şişenin kapağı olur, kapatılır. Babalarımız da iyi içmiş, boşaltmışlar ne buldularsa. Boşverin. İçelim! Su ne işe yarar? Barsaklarımı yıkar. Ben şövalye gibi içerim. Ben genç bir koca gibi. Ben susuz kalmış toprak gibi. Jambon gibi mi?

Gargantua'ya gebe olan Gargamelle'in işkembe yemesi

- Merdiven. Merdivenle şarap mahzene indirilir ve jam­ bonla da mideye indirilir. - Haydi içelim, içelim! Şu kadarı bu kadarı yok bunun. Adamına göre: iki kişilik doldur, ifrata kaçma; içtin mi bit­ miştir iş. - İndiğim gibi çıkabilseydim, havalarda olurdum. - Taşaklarımdan işeseydim, emer miydin? - Ben sonrası için saklıyorum kendimi. - Doldur; kaydet beni deftere. - İç, Guillot! Daha var merak etme. - Susuzluğun ilacı mı bu? - Köpek ısırmalarına çarenin tersi bu: köpeğin peşinden koşun, hiç ısırmaz; susamadan önce için, hiç susuzluk çek­ mezsiniz. - Beyazından ver bana! Hepsini boşalt, hepsini hepsini! İyice doldur şunu: dilim pas tuttu. - İçelim dostlar! - Şerefe! İçelim, içelim! - Of be! Daha içelim. - İsa'nın gözyaşları! - Deviniere şarabı bu, çok güzeldir bunun üzümü. - Tadına doyum olmaz beyaz şarabın! - Kadife gibi yahu. - Ne kadar özen göstermişler, yumuşacık, kayıp gidiyor. - Sinek içmiş sanki! - Bretonlar gibi yutalım! - Boşalsın bütün bidonlar, şişeler! - Her derde devadır, yutun!"

69

BÖLÜM V

Gargantua'mn çok tuhaf biçimde dünyaya gelişi Onlar bu sarhoş konuşmalarını yaparken Gargamelle altan alttan fenalaşmaya başladı. Ve Grandgousier çimenden kalk­ tı, doğum sancılarının geldiğini düşünerek onu tatlı sözlerle rahatlatmaya çalışıyordu, söğüdün altındaki çimene uzanır­ sa bir şeyi kalmayacağını söylüyordu: bebeğini doğurması için cesur olması gerekiyordu ve acı çekse bile uzun sürme­ yecekti bu; bu acının arkasından gelecek olan neşeyle bütün sıkıntılarını bir daha hatırlamamak üzere unutacaktı. Yuhanna İncili'nde (16) şöyle buyurmamış mıdır Yüce Tanrı: "Kadın doğururken acı çeker; ama doğurduktan son­ ra bu sıkıntısından hiçbir iz kalmaz." - Çok güzel konuşuyorsunuz ve Incil'de söylenen bu söz­ leri duymak da hoşuma gidiyor, azize Margarita'mn yaşamı­ nı ya da benzer bazı hikâyeleri dinlemek iyi geliyor. Ama di­ lerim Tanrıdan, kopsun oranız! - Ne? dedi Grandgousier. - Şaka ediyorsunuz herhalde! Çok iyi anlıyorsunuz ne söylemek istediğimi. - Erkeklik organımı mı? dedi. Vay anasım! Söyleyin bir bıçak getirsinler o zaman. - Yok canım, ne yapıyorsunuz! Allah göstermesin! Tan­ rım beni bağışlasın! Şaka ediyorum, ciddiye almayın sözleri­ mi. Ama bugün çok işim var, Tanrı yardım etmezse... bütün bunlar sizin o kamışınız ve zevkiniz yüzünden hep. 71

Gargantua

- Cesaret, cesaret! dedi. Hiç endişelenmeyin ve işi oluru­ na bırakın. Ben biraz daha içeceğim. Bu sırada rahatsızlık hissederseniz, yanınızda olacağım; seslenin, hemen yanınız­ da olacağım. Kadın az sonra lanetler yağdırmaya ve bağırıp çağırmaya başladı. Bir yığın ebe koşup geldi; alt tarafını yokladılar ve çok pis kokan deri parçaları buldular, bebeğin geldiğini san­ dılar: ama kaim barsağmdan gelenler kıçından boşalıyordu çünkü yukarıda söylediğimiz gibi çok fazla işkembe yemişti. Bu sırada yaşlı bir kadın çıktı ortaya; hastalıkları tedavi ettiği söylenen bu kadın oraya altmış yıl önce Saint-Genou yakınlarındaki Brisepaille'dan gelmişti; kadına müthiş büzü­ cü bir ilaç verdi, öyle ki bütün büzücü kaslar iyice büzüldüdüşünmek bile çok iğrençtir-dişlerinizle bile açamazdınız... Aziz Martin ayininde şeytan iki geveze kadının konuşmala­ rını kaydederken parşömenini dişleriyle çekip uzatmış ya... öyle bir şey. Bu zorlamayla yukarıda rahim kasları gevşemiş çocuk fır­ lamış, boş damara girmiş, diaframdan yukarı doğru çıkarak söz konusu damarın ikiye ayrıldığı omuzlara kadar tırman­ mış, sola sapmış ve sol kulaktan çıkmış. Ve bu çocuk doğar doğmaz öbür çocuklar gibi "Mi! mi! mi!" diye değil "İçki" İçki! İçki!" diye bağırmış.... Herkesi iç­ meye davet etmiş adeta. Bu tuhaf doğum olayına inanmayacaksınız belki. İnan­ mazsanız eğer hiç ırgalamıyor beni bu; ama aklı başında, sağduyu sahibi bir insan kendisine söylenen ve yazılı olan her şeye her zaman inanır. Süleyman Meseller'in 14. bölü­ münde şöyle demez mi: "Bön adam her söze inanır" vb; Aziz Paulus da Korintoslulara Birinci Mektup’da (13) "Seven her şe­ ye inanır" demez mi? Niçin inanmayacakmışsınız? Kimsenin hiçbir şey görmediğini söyleyeceksiniz. İşte ben de bunun için size diyorum ki kesinlikle inanmalısınız. Çünkü bilge ki­ şilere göre iman insanların hiç görmedikleri şeylere inanma­ 72

Gargantua'nm çok tuhaf biçimde dünyaya gelişi

larını sağlar. Yasalarımıza, inançlarımıza, aklımıza, Kutsal Kitap'a aykırı mı bu? Ben burada Kutsal Kitap'a aykın hiçbir şey görmedim. Tanrının iradesi öyle isteseydi, yapamaz mıy­ dı? Diyeceksiniz. Lütfen kafalarınızı bu boş şeylerle karıştır­ mayın. Çünkü ben size diyorum ki Tanrı için imkânsız diye bir şey yoktur ve eğer Tanrı isteseydi kadınlar artık çocukla­ rını kulaktan doğururlar. Bacchus Jüpiter'in baldırından çıkmadı mı? Rocquetaillade anasının topuğundan doğmadı mı? Minerva Jüpiter'in beyninden kulak yoluyla gelmedi mi? Ama size burada Plinius'un tuhaf ve doğaya aykırı do­ ğumlardan söz ettiği bir bölümü anlatsaydım çok daha fazla şaşırırdınız ve ne diyeceğinizi bilemezdiniz: ama ben onun kadar kaşarlanmış bir yalancı değilim. Siz onun Naturalis Historia (Tabiat Bilgisi) adlı yapıtının yedinci kitabının üçün­ cü bölümünü okuyun ve kafamı şişirmeyin.

73

Düş yanı güçlü Gustave Doré'nin bir 'Gargantua' illüstrasyonu.

BÖLÜM VI

Gargantua adının konması ve Gargantua'nın şarabı tatması Grandgousier'cik dostlarıyla birlikte yiyip içip eğlenirken oğlunun doğarken attığı müthiş çığlığı ve "İçki! İçki! İçki!" diye bağırdığını duydu. Ve bebeğin gırtlağını kastederek "Seninki ne büyük!" (Quel grand tu as!) dedi. Orada bulu­ nanlar bunu duyunca, bu nedenle çocuğa Gargantua adının verilmesi gerektiğini söylediler, çünkü çocuk doğduğunda babasının ağzından çıkan ilk sözcük bu olmuştu ve böylece eski İbranilerin âdetlerine de uyulmuş olurdu. Babası kabul etti bunu, annesinin de çok hoşuna gitti bu ad. Çocuğu sakin­ leştirmek için sürekli içki verdiler sonra Hıristiyan inancına göre götürüp vaftiz ettiler. Ve çocuğun gündelik süt ihtiyacını karşılamak için Pontille ve Bréhémont'dan on yedi bin dokuz yüz inek getirttiler. Çünkü ülkede bu çocuğun beslenmesi için yeterli sütü vere­ bilecek bir sütannenin bulunabilmesi mümkün değildi. Ger­ çi Scot'çu bazı bilgiçler çocuğu annesinin emzirmesi gerekti­ ğini ve memelerinden her seferinde bin dört yüz güğüm süt çıkabileceğini söylediler ama inandırıcı değildir bu; kaldı ki bilge kişiler bunun bir rezalet olduğunu, dindar kulaklar için incitici ve aynı zamanda da sapkınlık kokan bir şey olduğu­ nu belirttiler. Böylece Gargantua yirmi ikinci ayını da doldurdu; ve o yaşında hekimlerin tavsiyesiyle dışarıda gezmeye götürme75

Gargantua

ye başladılar onu, Jean Denyau'nun icadı olan bir araba, gü­ zel bir öküz arabası yaptılar onun için; büyük bir keyifle sa­ ğa sola götürüyorlardı çocuğu; görenler hoşlanıyordu ondan çünkü dolgun yüzünden sağlık fışkırıyordu ve neredeyse on sekiz çenesi vardı; çok az ağlıyordu ama neredeyse sürekli uyukluyordu çünkü kıçını oynatmakta oldukça tembeldi ve bunun iki nedeni vardı: yaradılışı ve eylül şarabını fazla ka­ çırmaktan gelen tuhaf, beklenmedik durumu. Ama durduk yere içtiği de söylenemezdi çünkü sinirlendiği, öfkelendiği, kızdığı, bağırıp çağırdığı, ağladığı, tepindiği zaman içki veri­ yorlardı ona, o zaman rahatlıyor, doğal halini alıyor, rahatlı­ yor ve keyifleniyordu. Mürebbiyelerinden birinin söylediğine göre buna o kadar alışmıştı ki bardak, şişe sesleri duyar duymaz kendinden ge­ çiyormuş ve cennet zevkleri tadar gibi oluyormuş. Öyle ki onun bu Tanrısal eğilimini dikkate alan dadılar sabahları kendisini neşelendirmek için karşısına geçip bardakları bı­ çaklarla, şişeleri tıkaçlarıyla, ölçekleri de kapaklarıyla tmgırdatıyorlarmış; Gargantua bu sesleri duyunca keyifleniyor ve titriyormuş, kafasını sallayarak beşikte sallandığını sanıyormuş ve bu arada da parmaklarıyla çalgı çalıyor, kıçıyla da tempo tutuyormuş adeta.

76

BÖLÜM VII

Gargantua'yı nasıl giydirdiler Belli bir yaşa geldiğinde babası Gargantua'ya kendi giysile­ rinin renklerine benzer renklerde giysiler dikilmesini buyur­ du; mavi beyazdı bu giysilerin rengi. İlgililer işe koyuldular, giysiler günün modasına göre kesildi, biçildi, dikildi. Montsoreau Sayıştayı arşivlerine göre şöyle giydirilmişti: Gömleği için yaklaşık dokuzyüz arşın Châtellerault bezi kullanılmış, ayrıca koltuk altlarındaki dörtgen biçimli cepler için de yaklaşık iki yüz arşın bez kullanılmış. Gömlek büzgü­ lü değilmiş çünkü gömlek büzgüleri daha sonra, dikişçi ka­ dınların iğnelerinin burunları kırılıp, kıç taraflarından çalış­ maya başlamalarından sonra ortaya çıkmış. Hırkası için gene yaklaşık sekiz yüz on üç arşın beyaz sa­ ten kumaş kesilmiş, ayrıca kaytanları için de bin beş yüz do­ kuz köpek derisi kullanılmış. Hırkanın potura değil poturun hırkaya bağlanması o dönemde başlamış; çünkü doğaya ay­ kırı bir şeydi bu. Poturu için bin yüz beş arşın ve üç çeyrek beyaz etamin kesilmiş. Poturu böğrünün kızışmaması için arkadan çizikli ve tırtıllı şeritler biçiminde yırtmaçlı dikilmiş. Yırtmaçların­ dan da gereği kadar mavi Şam kumaşından kabarıklıklar görülüyormuş. Ayrıca şunu da belirtelim ki bedeniyle son de­ rece orantılı çok güzel bacakları vardı Gargantua'nın. 77

Gargantua

Poturun önündeki yırtmaç için aynı kumaştan on altı ve çeyrek arşın kesilmiş. Bu potur bir destek kemerini andırıyormuş, çok güzel iki altın tokayla tutturulmuşmuş ve mine­ li iki çengelle kapanıyormuş, ayrıca her birinin üstünde de portakal büyüklüğünde iri bir zümrüt varmış. Çünkü Orpheus'un Değerli Taşlar'da, Plinius'un da son kitabında anlat­ tığı gibi zümrüdün erkeğin kamışını kaldırma ve ona güç verme gibi bir özelliği varmış. Ön tarafındaki yırtmaç bir ar­ şından biraz daha uzunmuş ve poturun kendisi gibi mavi Şam kumaşından puflaları varmış. Altın sırma işlemelerini, büyüleyici kuyumcu işlerini, şahane elmasları, yakutları, in­ ce türkuazları, Doğu incilerini görseydiniz antik anıtlardaki ve Rhea'nın Jüpiter'i emziren Andrastea ve îda adlı iki nymphea'ya verdiği bereket boynuzuna benzetirdiniz onu: o boynuz her zaman canlı, içi dopdolu, özlüdür, her zaman ye­ şildir, her zaman verimlidir, meyvelerle ve çeşitli zevklerle doludur. Tanrı şahittir ki seyrine doyum olmaz! Ama bu ko­ nuyu Potur Yırtmaçlarının Asaleti adlı kitabımda daha ayrın­ tılı biçimde ele alacağım. Her halükârda şunu söyliyeyim ki çok uzun ve boldu ama aynı zamanda içi de dopdolu ve do­ nanımlıydı, kadınların aleyhine içleri sadece havayla dolu bir yığın hovardanın aldatıcı pantolon yırtmaçlarına benze­ miyordu kesinlikle. Ayakkabıları için dört yüz altı arşın mor kadife kumaş ke­ silmiş. Onlar da V biçiminde güzelce kesilmiş ve İstakoz şek­ li verilmiş. Ayakkabıların tabanları için bin yüz kara inek de­ risi, barlam balığı kuyruğu biçiminde kesilmiş. Kaftanı için bin sekiz yüz arşın kırmızböceği rengiyle ka­ rışık, kenarları hoş desenlerle işlenmiş ve ortasında altın ve inciyle karışık gümüş filigranlar bulunan mavi kadife kumaş kesilmiş... Bütün bunlar onun zamanında iyi bir içkici olaca­ ğına işaret ediyormuş. Kuşağı için mavi beyaz karışımı üç yüz buçuk arşın ince şayak kullanılmış. 78

Gargantua'yı nasıl giydirdiler

Kılıcı Valencia'dan gelmemişti, hançeri de Saragossa'dan gelmemişti çünkü babası şeytanlar gibi dönek o sarhoş İs­ panyol soylularından nefret edermiş; ağaçtan yapılmış güzel bir kılıç ve herkesin sahip olmak isteyebileceği boyalı ve yal­ dızlı, kaynatılmış köseleden bir hançer vermişler. Libya valisi Her Pracontal'ın verdiği kesesi ise fil taşağın­ dan yapılmışmış. Cüppesi için dokuz bin altı yüz arşından iki çeyrek eksik mavi kadife kesilmiş gene... altın işlemeli bu kumaş belli bir açıdan bakıldığında tarif edilmez bir renge bürünüyormuş... kumruların boynunu andıran bu renk bakanların gözlerini kamaştırıy ormuş. Başlığı için de üç yüz iki ve bir çeyrek arşın beyaz kadife kesilmiş. Başının ölçülerine uygun geniş ve yuvarlak biçimli bir başlıkmış bu; çünkü babasının söylediğine göre Doğu usulü, börek kabuğuna benzeyen bu başlıklar saçları çok kı­ sa kesilmiş kafalara günün birinde uğursuzluk getirecekmiş. Başlığında süs olarak kocaman güzel, mavi bir tüy varmış ve vahşi bir Hircania pelikanından alınmış olan bu tüy sağ kulağının üstünden çok hoş bir şekilde sarkıyormuş. Başlığında simge niyetine yaklaşık on beş okka ağırlığın­ da altın bir plaka varmış... mine işlemeli bu figürde birbirle­ rine bakan iki başlı, dört kollu, dört ayaklı ve iki kıçlı iki in­ san görülüyormuş... Platon'un Şölen adlı yapıtında insan ef­ sanelere göre ilk başta böyleymiş; ve bu figürün çevresinde Yunan harfleriyle yazılmış şu sözler okunuyormuş: SEVGİ KENDİ ÇIKARI PEŞİNDE DEĞİLDİR Boynundaki altın zincir ise yaklaşık altı bin okka çekiyor­ muş ve bu zincirin iri halkalarının arasına ejderha biçiminde iri yeşim taşları yontulmuş ve işlenmiş ve bunların çevresi de ışınlarla ve kıvılcımlarla süslenmişmiş... eskiden kral Nekepsos'un taktığı zincire benziyormuş bu zincir; Yunan he­ 79

Gargantua

kimlerinin çok iyi bildiği gibi göbeğine kadar inen bu zincir hayatı boyunca sağlığına çok iyi gelmiş. Eldivenleri için ise on altı cin derisi ve bunların süsleme­ leri için de üç gulyabani derisi kullanılmış; eldivenlerin bu malzemelerden yapılmasını Saint-Louand Kabalacıları uy­ gun görmüşler. Yüzük olarak (babası eski soyluluğunu hatırlaması için yüzük takmasını istiyordu) sol elinin işaret parmağında de­ ve kuşu yumurtası büyüklüğünde bir kızıl yakut vardı ve bu yakut ince bir altın çerçeve içine oturtulmuştu. Aynı elin yü­ zük parmağında ise çok hoş bir biçimde yerleştirilmiş dört metalden oluşan bir yüzük vardı... öyle ki ne çelik altını bozuyormuş ne de gümüş bakırın rengini solduruyormuş. Bu işi kaptan Chappuys ve yardımcısı Alcofribas başarmış. Sağ elinin yüzük parmağında ise spiral bir yüzük varmış ve bu yüzükte de mükemmel bir biçimde işlenmiş bir yakut, sivri bir elmas ve bir Physon zümrüdü varmış; Melinda kralının kuyumcusu Hans Carvel'e göre bunların değeri altmış do­ kuz milyon sekiz yüz doksan dört bin koyundan çıkacak yünmüş; Augsburg'lu Fugger'ler de aynı değeri biçmişler.

80

BÖLÜM VIII

Gargantua'nın renkleri ve kıyafeti Daha önce söylediğimiz gibi Gargantua'nın renkleri mavi beyazdı; bu renklerle babası böyle bir oğula sahip olmakla semavi bir mutluluk duyduğunu anlatmak istiyordu. Çünkü onun için beyaz neşeyi, zevki, keyfi ve eğlenceyi temsil edi­ yordu, mavi ise semavi şeyleri belirtiyordu. Çok iyi biliyorum ki bunları okurken eski sarhoşla alay ediyorsunuz ve renkleri bu biçimde yorumlamanın çok kaba ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorsunuz; size göre beyaz inançtır ve mavi de kararlı bir ruhu simgeler. Ama öfkelen­ meden, sinirlenmeden, coşmadan ve taşkınlık yapmadan (çünkü havalar tehlikeli) lütfen cevap verin bana. Başta türlü bir zorlama yapmayacağım kesinlikle ve herhangi başka bir yönteme de başvurmayacağım. Sadece şişeyle ilgili bir söz söyleyeceğim. Sizi sürükleyen kim? Sizi kim dürtüklüyor? Beyazın inanç, mavinin de kararlılık olduğunu kim söylüyor size? Sefil bir kitap diyorsunuz, işportacıların ve hamalların sat­ tıkları Renklerin Arması adlı bir kitap. Kim yazmış bu kitabı? Kim yazdıysa akıllılık etmiş ve adını koymamış. Ayrıca ne­ sine hayran olmalı bilemiyorum doğrusu, aptallığına mı küstahlığına mı? Küstah, çünkü nedensiz ve gerekçesiz, ger­ çeğe uygunluğu olmayan birtakım laflarla kendi kafasından renklerin anlamlarını anlatma cesaretini gösteriyor; zorbala­



Gargantua

ra özgü bir tavırdır bu: onlar aklın yerine kendi iradelerinin geçerli olmasını isterler, bilgeler, bilim insanları ise okuyucu tatmin etmek için argümanlar öne sürerler; insanların yolla­ rını seçme konusunda, geçerli hiçbir kanıt ya da argüman göstermeden kendisinin ilgisiz ve tutarsız önerilerine uya­ cağını sanmış. Aslında (atasözünde söylendiği gibi: "İshal olanın götün­ den bok eksik olmaz") yazdıklarına inanmak için eski devir­ lerden kalma birkaç aptal bulmuş çevresinde; bunlar kendi yazdıklarını onun söylediklerine uydurmuşlar, katırlarını onlara göre donatmışlar, uşaklarım onlara göre giydirmişler, poturlarını onlara göre biçmişler, eldivenlerini onlara göre süslemişler, yataklarını onlara göre saçaklandırmışlar, arma­ larını onlara göre süslemişler, onlara göre destanlar düzmüş­ ler ve en kötüsü de iffetli, namuslu kadınlar arasında gizli kapaklı ve alçakça dümenler çevirmişlerdir. Bu karanlıklar içinde ne kadar anlı şanlı Saraylılar görül­ müş... bunların amblemlerinde umut yerine unut, sıkıntı ye­ rine avuntu, melankoli yerine ankoli, hayat yerine hayal, iflas ye­ rine halas, zarafet yerine hamaset sözcükleri bulunur: bunlar o kadar anlamsız, saçma sapan, yersiz, yavan ses benzetmele­ ridir ki Fransa'da bundan böyle bunları kullanmaya kalkışa­ cak herkesin boynuna bir tilki kuyruğu asmak, kafasına da inek gübresi koymak gerekir. Eski devirlerde Mısırlı bilgeler çok farklı bir yöntem izli­ yorlardı ve onlar hiyeroglif adını verdikleri harflerle yazıyor­ lardı: kimsenin anlamadan okuması mümkün değildi-ve herkes okuyor ve anlıyordu-bu sözcüklerin simgeledikleri erdem, mülkiyet ve eşyanın tabiatının ne olduğunu herkes biliyordu. Bunlarla ilgili olarak Horus Apollon Yunanca iki kitap yazmıştı ve Polyphilos da Aşk Rüyası adlı kitabında da­ ha ayrıntılı olarak ele almıştır bu konuları. Fransa'da bunun örneğini Amiral Bey'in armasında görebilirsiniz ve bu arma­ yı ilk başta Octavianus Augustus taşımıştır. 82

Gargantua'nın renkleri ve kıyafeti

Ama ben artık bu girdaplarda ve ürküntü veren akıntılar­ da dolaşmak istemiyorum; kendi limanıma dönmek istiyo­ rum. Bununla birlikte umudum odur ki günün birinde bun­ ların üstünde daha fazla durabilirim ve bu amaçla hem felse­ fi kanıtlar üstünde durabilirim hem de bütün antik çağın ka­ bul ettiği ve onayladığı otoritelerin tanıklığına dayanabili­ rim ... doğada renklerin varlığı ve sayısı, ne anlama geldikle­ ri vb... Tanrı isterse ve emrederse tabii ki... emirleriyle bir­ likte gücü ve bilgiyi veren de odur.

83

BÖLÜM IX

Beyazın ve mavinin anlamı Ve beyaz neşe, zevk, sevinç demektir; yanlış değildir bu, doğru ve yerindedir... önyargılarınızdan kurtulup şimdi si­ ze anlatacaklarımı dinlerseniz siz de kabul edersiniz böyle olduğunu. Aristoteles'e göre kendi türleri içinde doğal olarak birbir­ lerine karşıt iki şeyi, sözgelimi iyi ve kötüyü, soğuk ve sıca­ ğı, beyaz ve siyahı, zevk ve acıyı, mutlulukla kederi düşü­ nürsek ve bunları her türün karşıtı ötekinin karşıtına uygun düşecek biçimde birleştirirsek öteki karşıt zorunlu olarak ge­ ri kalanla birleşecektir. Sözgelimi: erdem ve kötülük doğal ola­ rak karşıttır: aynı şekilde iyi ve kötü de karşıttırlar. Birinci karşıtlığın zıtlarından biri ikincininkiyle birleşirse (erdem ve iyi gibi)-çünkü erdemin iyi olduğu kesindir-öteki iki terim de (kötülük ve kusur) birleşir çünkü kusur kötüdür. Bu mantık kuralının iyice anlaşılmasından sonra şu iki zıtlığı (neşe ve hüzün) alın, sonra da fizik terimi olarak zıt olan beyaz ve siyah'ı alın. Siyahın hüznü temsil ettiği doğruy­ sa beyaz da neşe'yi temsil edecektir. Bu anlam insanların kararlarının bir ürünü değildir, her­ kesin kabul ettiği bir şeydir: filozoflar jus gentium derler bu­ na: her yerde geçerli evrensel hukuk. Bildiğiniz gibi bütün halklar, bütün ırklar (eski Siraküzalıları ve düşünceleri ters olan bazı Yunanlıları katmıyorum), 85

Gargantua I

bütün uluslar kederli olduklarını göstermek için siyah kıya­ fetler giyerler ve her yas siyah renkle gösterilir. Bu tür bir ev­ rensel konsensüs ancak doğanın argüman ve neden sağlama­ sıyla mümkün olabilir ve bunu herkes kendi başına, kimse­ den öğrenmeden anlayabilir-doğal yasa dediğimiz de budur. Aynı doğal tümevarımla, beyaz renkle herkes neşe, se­ vinç, hoşnutluk, zevk ve tad çıkarmayı anlamıştır. Eski dönemlerde Trakyalılar ve Giritliler mutlu ve neşeli günlerini beyaz taşla, hüzünlü ve mutsuz günlerini siyah bir taşla belirtirlerdi. Gece uğursuz, kasvetli ve melankolik değil midir? Yoksun­ luk nedeniyle siyah ve karanlıktır. Aydınlık bütün doğaya iyi gelmez mi? Aydınlık dünyadaki her şeyden daha beyazdır. Bunu kanıtlamak için size Lorenzo Valla'mn Bartole'ye karşı yazdığı mektubu örnek gösterebilirim; ama aslında sadece In­ cil'in tanıklığı yetecektir: Matta 17'de İsa peygamberin ölü­ münden sonra Tabor dağında üç peygamberine görünmesin­ de vestimenta eius facta sunt alba sicut lux ("giysileri ışık gibi be­ yazdı") denmiştir; bu ışıklı beyazlıkla üç havarisine ebedi zevkler kavramını ve imajını hatırlatmak istiyordu. Çünkü bütün insanlar aydınlıktan hoşlanır ve sözgelimi ağzında diş kalmamış yaşlı bir kadın bile şöyle demiştir: Işık iyidir. Ve Tobyas (böl.5)kör olduktan sonra, Rafael kendisini selamladığın­ da "Göklerin ışığını hiç görmeyen benim gibi biri için ne gibi bir sevinç söz konusu olabilir" dememiş midir? İsa Peygamber'in dirilmesinde (Resullerin İşleri, I) melekler bütün evrenin mutluluğunu beyaz kıyafetler içinde göstermişlerdir; İncil ya­ zarı aziz Yuhanna semavi ve kutlu Kudüs'te müminleri aynı kıyafet içinde göstermiştir (Vahiy 4 ve 7). Eski Yunan ve Roma tarihlerini okuyun. Göreceksiniz ki Alba kenti (Roma'nın ilk modeli) kuruluşunu ve adını orada bulunan beyaz bir dişi domuzdan almıştır. Gene bu tarihleri okuduğunuzda göreceksiniz ki düşma­ nı yenen birinin muzaffer bir komutan olarak Roma'ya gir86

Beyazın ve mavinin anlamı

meşine izin verilince bu komutan kente beyaz atların çektiği bir arabayla giriyordu; alkışlanmaya hak kazananlar için de aynı şey söz konusuydu; çünkü gelişlerinin sevincini hiçbir simge ve hiçbir renk beyazdan daha açık seçik biçimde anla­ tamazdı. Ayrıca göreceksiniz ki AtinalIların lideri Perikles'in iste­ ğiyle askerler arasında kurada beyaz bakla çekenler bütün gün keyiflerine bakıp yatarlar, ötekiler ise savaşmaya gider­ lerdi. Bu konuda size binlerce örnek ve referans gösterebili­ rim ama şimdi yeri değil bunun. Bütün bunlara dayanarak Aphrodisias'lı İskender'in çö­ zülemez dediği bir problemi çözebilirsiniz: bir kükreyişiyle bütün hayvanları korkutan aslan niçin sadece beyaz horoz­ dan çekinir? Çünkü (Proclus'un Kurban ve Büyü Üstüne adlı kitabında dediği gibi) dünyanın ve yıldızların bütün ışığının kaynağı olan güneşin gücü aslandan çok rengi ve özellikleri dolayısıyla beyaz horozla simgelenir. Ayrıca şunu da ekler: şeytanlar çoğu zaman aslan kılığına bürünürler ve beyaz bir horoz gördüklerinde aniden kaybolurlar. Bu nedenle Galyalılar (Yunanlıların gala dedikleri, süt gi­ bi beyaz olduklarından bu adı almıştır Fransızlar) başlıkları­ na beyaz tüy takmaktan hoşlanırlar. Çünkü doğuştan neşeli, içten, ince ve sevimli insanlardır ve simge olarak en beyaz çi­ çek olan zambağı almışlardır. Doğa nasıl oluyor da bize beyaz renkle neşe ve sevinç ve­ riyor, diye sorarsanız benzerlik ve uygunluk diye bir şey ol­ duğunu söylerim size. Beyaz görsel düşünceleri açık biçimde bozarak görüşü dağıtır ve böler (Aristoteles'in Problemler'in­ deki düşüncelere göre ve perspektif üstüne yapıtlara göre); sözgelimi karlı dağlardan geçerek çevresine iyi bakamamaktan yakınır insan; Galenos'un De Usu Partium'un ikinci kita­ bında uzun uzun açıkladığı gibi ve aynı şekilde Ksenofon'un, adamlarının başına geldiğini söylediği gibi... Aynı şekilde içimizde aşırı bir neşe ve sevinç olduğunda içimizde 87

Gargantua

bir dağılma olur ve yaşama gücü dağılır; bu dağılma o kadar güçlü olabilir ki yürek beslenemeyebilir ve sonuçta ölüm gelir: bu bağlamda Galenos'un De lods affcctis 'inin V. Kitabı ve De symptomaton causis'inin II. Kitabı örnek gösterilebilir; ve böyle şeylerin eski zamanlarda da olduğuna Marcus Tullius Cicero (Tusculanes'in I. Kitabı), Verrius, Aristoteles, Cannes savaşın­ dan sonra Titus Livius, Plinius (Kitap VII, 32. ve 53. bölümler), Aulus Gellius(Kitap III, bölüm 15) vb. tanıklık etmişlerdir ve anlattıklarına göre Rodos'lu Diagoras, Khilon, Sophokles, Si­ cilya tiranı Dionysios, Philippides, Philemon, Polycrata, Philistion, Juventi vb. neşe ve sevinçten ölmüşlerdir; îbni Sina'nın da {Kanun1un II. Kitabı ve Yüreğin Gücü) dediği gibi eğer saf­ ran da fazla miktarda alınırsa yürek o kadar neşelenir ki aşırı genişleme ve dağılma nedeniyle ölür insan. Bu konuda başta planlamış olduğumdan ileri gittim. O nedenle gerisini bu konuyla ilgili kitaba bırakarak yelkenleri indiriyorum. Ve kısaca şunu söyüyeyim ki mavi hangi sim­ gelerle göğü ve semavi şeyleri anlatıyorsa beyaz da aynı sim­ gelerle zevki ve neşeyi anlatır.

88

BÖLÜM X

Gargantua'mn yeniyetmeliği üstüne Gargantua üç yaşından beş yaşma kadar babasının emriyle yaşma uygun bir disipline göre beslendi ve eğitildi; bütün zamanını ülkenin bütün çocukları gibi geçirdi yani içti, yedi ve uyudu; yedi, uyudu ve içti; uyudu, içti ve yedi. Her gün sulara, çamurlara batıyor, burnunu, yüzünü kir­ letiyordu. Ayakkabılarını eskitiyor, çoğu zaman sinek avlı­ yor, babasının kralları olduğu kelebeklerin peşinden koşu­ yordu. Ayakkabılarına işiyor, gömleğine sıçıyor, sümüğünü çorbasına akıtıyor, sürekli çamurlara batıyordu. Babasının küçük köpekleri onun çanağından yiyorlardı, aynı şekilde o da köpeklerin yediklerini yiyordu. O köpeklerin kulaklarını ısırıyor, köpekler de onun burnunu tırmalıyorlardı; Gargan­ tua köpeklerin kıçlarına üflüyor, köpekler de Gargantua'mn dudaklarını yalıyorlardı. Dahası da var çocuklar! İçip içip çatlayın emi! Bu küçük hovarda mürebbiyelerini sıkıştırıyordu durmadan, alttan, üstten, yandan, önden, arkadan...Ve uçkurunu çözmeye başlamıştı; mürebbiyeleri her gün orasını güzel çiçekler, kur­ deleler, dallarla, çelenklerle süslüyorlardı; ve teknedeki ha­ mur gibi ellerine alıp oynuyorlardı. Kulaklarını dikince de çok hoşlarına gidiyor, gülmekten kırılıyorlardı. Ona biri benim küçük tıpam, öteki iğnem, bir başkası mercan dalım, bir başkası tıkacım, matkabım, çubuğum, bur­ gum, domuz sucuğum, işe yaramaz taşağım diyordu. 89

Gargantua

Biri "Benimdir o" diyordu. "Hayır benim" diyordu öteki. "Ben ne oluyorum? Keserim ha!" diyordu bir başkası. Gene bir başkası: "Ne kesmek mi! Canını acıtırsınız Ba­ yan. Çocuklarmki kesilir mi?" diyordu. Ve memleketteki öteki çocuklar gibi eğlensin diye Mirebalais'deki bir yel değirmeninin kanatlarından güzel bir fırıl­ dak yaptılar Gargantua'ya.

90

BÖLÜM XI

Gargantua'nın oyuncak atlan üstüne Sonra yaşamı boyunca iyi bir binici olabilmesi için güzel bir tahta at yaptılar ona; Gargantua bu atı atlatıyor, zıplatıyor, şaha kaldırıyor, dans ettiriyor, tırısa kaldırıyor, rahvan koş­ turuyor, dört nala koşturuyor, sonra vazgeçiyor, çöktürüyor, tökezletiyor, deve ve yaban eşeği gibi koşturuyor, tüylerinin rengini değiştiriyordu (törenlerde rahiplerin cüppe değiştir­ meleri gibi), doru, kır, alaca, sıçan tüyü, zebra, alaca bulaca renkler... Ayrıca kendisi de iri bir kütükten av atı yaptı, bir fıçıdan da gündelik binek atı olarak yararlanmaya başladı, bunun dışında evin içinde dolaşmak için meşe ağacından da bir ka­ tır yaptı; on-on iki kadar yedek atı, posta arabasında kullanıl­ mak üzere de yedi atı vardı. Hepsini yanında yatırıyordu. Bir gün Ekmektorbada beyi büyük bir şatafat içinde baba­ sını ziyarete geldi; aynı gün Bolyemek dükü ve Yelıslatan kontu da gelmişlerdi. Doğrusu ev ve özellikle de ahırlar bun­ ca insana dar gelmişti; Ekmektorbada beyinin kâhyası ve se­ yisi başka boş ahır olup olmadığım öğrenmek istediler Gar­ gantua'dan; çocukların ağzından kolay laf alınabileceği dü­ şüncesiyle büyük atların ahırlarının yerini sordular. Bunun üzerine Gargantua da onları şatonun büyük merdivenlerine götürdü... Büyük bir salondan geçtiler, oradan büyük bir koridora, daha sonra da büyük bir kule91

Gargantua I

ye geçtiler; başka bir merdiveni çıktıkları sırada seyis kâh­ yaya: "Bu çocuk bizimle alay ediyor, evin üst katında ahır olmaz" dedi. "Yanılıyorsunuz" diye karşılık verdi kâhya, "Ben, Lyon'da, Baumette'de, Chinon'da ve daha başka yerlerde birçok ev gördüm ve ahırlar üst kattaydı bu evlerde; belki ar­ ka taraftan dağın zirvesine doğru bir çıkış vardır. Ama emin olmak için bir sorayım." Ve sordu: "Yavrum nereye götürüyorsunuz bizi? "Benim büyük atlarımın bulunduğu ahıra" dedi. "Hemen şurada, sadece birkaç basamak." Sonra onları başka büyük bir salondan geçirip kendi oda­ sına götürdü ve kapıyı açtı: "İşte aradığınız ahır; işte İspanyol aygırım, safkan İngilizim, kadanam, iğdişim." Ve kalın bir çubuğu uzattı onlara doğru: "Bu kısrağı size veriyorum; Frankfurt'tan gelmişti ama si­ zin olsun; çok dayanıklı ve güçlü bir hayvandır. Bir çakırdo­ ğanınız, altı İspanyol köpeğiniz ve iki tazınız olursa bütün kış kekliklerin ve tavşanların kralısınız demektir." "İyi yere dükkân açtık, bir bu eksikti. Nereye varacak işin sonu bakalım." Ne yapacaklarını bilemediler adamlar, ağlasalar bir türlü, gülseler bir türlüydü. Şaşkın bir halde aşağı inerlerken Gargantua sordu: "Obeliyer ister misiniz? "Neymiş o?" diye sordular. "Beş tezek bir arada, burunsalık yaparsınız." "Bugünlük bu kadar yeter" dedi kâhya, "Yeterince ders aldık, iyi dalga geçtin bizimle. Yakında papa olursun sen." "Ben de öyle düşünüyorum" dedi Gargantua. "Ama siz de kelebek olursunuz, bu hoş kelebekçik de papacık olur." "Tabii" dedi seyis. 92

Gargantua'mn oyuncak atları üstüne

"Ama" dedi Gargantua, "Annemin gömleğinde kaç ilmik olduğunu bilebilir misiniz?" "On altı" diye karşılık verdi seyis. "Yanlış" dedi Gargantua, "yüz önde yüz de arkada, yan­ lış saymışsınız." "Ne zaman?" dedi seyis. "Burnunu tıpa yapıp bok fıçısına soktukları zaman ve de boğazını huni yapıp bu bokları kaptan kaba boşalttıkları za­ man" dedi Gargantua. "Tam bir laf ebesi bu" dedi kâhya. "Tanrı korusun sizi, bu çeneyle çok dert alırsınız başınıza!" Adamlar telaşla aşağı inerlerken merdiven kemeri altında Gargantua'nın verdiği kaim çubuğu düşürdüler; "Ne biçim binicisiniz, siz böyle!" dedi Gargantua, "İhtiyaç duyduğu­ nuz anda atınız yok altınızda. Buradan Cahusac'a gidecek ol­ saydınız ne isterdiniz? Kaz palazı mı, yularlı bir dişi domuz mu?" "Ben sadece şarap istiyorum" dedi seyis. Bunun üzerine herkesin bulunduğu aşağıdaki salona gir­ diler ve bu yeni hikâyeyi anlatıp herkesi güldürdüler... arı kovanına döndü orası.

9.3

BÖLÜM XII

Grandgousier'nin, kıçını silme yöntemleri dolayısıyla Gargantua'nın nasıl parlak bir zekâya sahip olduğunu anlaması Beşinci yılın sonunda Grandgousier Kanaryalılara karşı ka­ zandığı zaferden dönüşünde oğlu Gargantua'yı görmeye git­ ti. Bu kadar güzel bir çocuğu gören baba nasıl sevinirse öyle sevindi; ve onu kucaklarken, öperken, bir yandan da birkaç küçük soru sordu. Bu arada oğluyla ve dadılarıyla birlikte bol bol içti ve onlara çocuğuyla ilgili çeşitli sorular sorarken onu temiz tutup tutmadıklarım da sordu. Bu soruya Gargantua kendisi yanıt verdi ve bu işi çok iyi düzenlediğini, dola­ yısıyla ülkede kendisinden daha temiz bir çocuğunun ola­ mayacağını söyledi. "Nasıl becerdin bu işi?" diye sordu Grandgousier. - Uzun süren denemelerden sonra kıçımı silmenin en et­ kili, en iyi, en şahane yolunu buldum. - Nasıl? dedi Grandgousier. - Anlatacağım, diye karşılık verdi Gargantua. "Bir kez bir genç kızın kadife fularıyla silindim ve çok iyi oldu çünkü yumuşak ipek sayesinde kıç tarafımda büyük bir zevk duydum; "Gene bir keresinde bir genç kızın başlığıyla silindim o da çok büyük zevk verdi; "Bir keresinde atkı kullandım bu iş için; "Bir başka sefer koyu kırmızı renkli bir şapka örtüsü kul95

Gargantua

landım ama yaldızlı incikleri boncukları kıçımı tahriş etti; onları yapan kuyumcu ve taşıyan kız cehennemde yansın! "İsviçre usulü bol tüylü bir uşak başlığıyla silindiğimde kıçımdaki ağrı sızı kesildi. "Sonra bir çalılığın arkasında sıçarken bir mart kedisi bul­ dum; onunla silindim ama tırnakları bütün apışaramı mah­ vetti. "Ertesi gün annemin mis gibi kokan eldivenleriyle silindi­ ğimde bir şeyim kalmadı. "Sonra adaçayı, rezene, dereotu, mercanköşk, gül, ka­ bak yaprağı, lahana, pazı, asma, ebegümeci, aslan kuyru­ ğu (dibi kıpkırmızı olur), marul, ıspanak yapraklarıyla silindim-hepsi çok iyi geldi-ayrıca yer fesleğeni, maydanoz, ısırgan, karakafesle de silindim; ama bunlar bana kan sıç­ tırdılar ve ancak daha sonra pantolon yırtmacımla siline­ rek düzelebildim. "Sonra gene çarşafla, yorganla, perdeyle, yastıkla, halıyla, oyun örtüsüyle, sofra örtüsüyle, şapkayla, mendille, bornoz­ la sildim kıçımı. Ve bunların tümü uyuzların kaşınmaların­ dan aldıkları zevkten daha fazlasını verdi bana. - Çok iyi, dedi Grandgousier, ama en çok hoşuna giden hangisi oldu? - Ben de şimdi ona geliyordum, dedi Gargantua, son sö­ zü söyleyeceğim bu konuda. Otla, samanla, kıtıkla, üstübüyle, yünle, kâğıtla temizlendim. Ama Her kim ki siler götünü kâğıtla Biraz pislik kalır taşaklarında. - Ne? dedi Grandgousier, enayi dümbeleği, şimdi de ka­ fiye düzmeye mi başladın? - Evet, kralım, düzdükçe düzeceğim geliyor ve düzerken de çoğu zaman nezle oluyorum. Bakın bizim kenef ne diyor sıçanlara: 96

Grandgousier'nin, kıçını silme yöntemleri dolayısıyla...

Sıçan Sıçırgan Osurgan Boklu Yağlı Akışkan Dağılan Çürüyen Çirkef Lağım Ermiş Antonius'un ateşi yaksın seni Bütün deliklerin Kapalı kalır Kalkmadan önce silmezsen! "Daha istiyor musunuz? - Tabii", dedi Grandgousier. Ve devam etti Gargantua: "Sıçarken dün anladım Götüme olan borcumu; Beklediğimden farklı oldu koku; Üstüm başım, her yerim koktu. Ah! Birini razı edebilseydim Beklediğim sevgiliyi getirseydi Ben sıçarken! O güzel çiş deliğini Kapıverirdim Ve sevgilim de parmaklarıyla Bok deliğimi tıkardı Ben sıçarken! "Şimdi benim hiçbir şey bilmediğimi söyleyebilir misiniz! Tanrı şahittir ki bunların tümünü yapan ben değilim, buradaki bir hammefendiden dinledim ve hafızama yerleştirdim iyice. 97

Gargantua

- Esas konumuza dönelim, dedi Grandgousier. - Hangisi? dedi Gargantua, Sıçmak mı? - Hayır, dedi Grandgousier, göt silmek. - Bu konuda sizi tatmin edebilirsem bana bir fıçı Bretag­ ne şarabı ısmarlar mısınız? - Gayet tabii, dedi Grandgousier. - Bok kalmadıysa insanın götünü silmesine gerek yoktur. Sıçmayınca da bok olmaz. Onun için de götünüzü silmeden önce sıçmanız gerekir. "Yavrum benim, ne akıllıymışsın sen böyle! Yakında Sorbonne'a göndereceğim seni! Çünkü yaşma göre çok akıllısın. Ama rica ediyorum şu göt silme meselesine dön gene. Saka­ lım üstüne yemin ediyorum, bir fıçı değil altmış koca testi Bretagne şarabı veririm. Ayrıca o şarap Bretagne'da değil Verron'da üretilir. - Sonra, diye devam etti Gargantua, bir gece başlığıyla, bir yastıkla, bir terlikle, bir heybeyle, bir sepetle sildim -ne berbat şeydi öyle- bir şapkayla sildim kıçımı. Bu arada şunu da belirteyim ki çeşitli şapkalar vardır: fötr, tüylü, kadife, taf­ ta, saten. En iyisi tüylü şapkadır çünkü dışkıyı çok iyi emer. "Sonra bir tavukla temizlendim, bir horozla, piliçle, dana postuyla, tavşanla, güvercinle, karabatakla, avukat çantasıy­ la, kapüşon, hotoz, avcıların yem olarak kullandığı kuş biçi­ minde kırmızı deri parçası... "Ama sonuçta ısrarla şunu söyleyebilirim ki tüyü bol bir kaz palazından daha iyi bir göt sileceği yoktur ancak kafası­ nı bacaklarınızın arasında tutmak koşuluyla. Şerefim üzerine söylüyorum, inanın bana. Çünkü insan kıçının deliğinde öy­ lesine bir haz duyuyor ki kendinden geçiyor adeta...düşün­ senize yumuşacık tüyler ve sıcacık palaz... ve bu sıcaklık in­ ce barsağa, kaim barsağa, oradan da yüreğe ve beyne dağılı­ yor. Ve sanmayın ki kahramanların ve yarı Tanrıların mutlu­ lukları buradaki kocakarıların dedikleri gibi çirişotundan, çok lezzetli yemeklerden ya da balözünden geliyor... Bunun nedeni bence kıçlarını kaz palazıyla silmeleridir." 98

BÖLÜM XIII

Gargantua'mn bir dinbilimciden Latince öğrenmesi Bunları duyan Grandgousier, oğlu Gargantua'mn düşün­ celerine ve zekâsına hayran kaldı. Ve mürebbiyelerine şunları söyledi: "Makedonya kralı Philippos oğlu İsken­ der'in ne kadar akıllı olduğunu, ata ne kadar ustaca bindi­ ğini gördüğünde anlamıştı. O kadar vahşi ve korkunç bir hayvandı ki kimse binme cesaretini gösteremiyordu. Çün­ kü bütün binicileri yere atıyor, kimisinin boynunu, kimisi­ nin bacaklarını, kimisinin beynini, kimisinin de çenesini kırıyordu. İskender Hipodromda (atların dolaştırıldığı ve eğitildiği yer) durumu görünce atın huysuzluğunun nede­ ninin gölgesinden korkması olduğunu anladı. Ve hemen binip güneşe doğru sürdü hayvanı, gölge arkaya düştü ve at buyruğu altına girmiş oldu. Böylece babası onda ilahi bir zekâ olduğuna hükmetti ve o dönemde Yunanistan'ın en büyük filozofu kabul edilen Aristoteles'ten iyi bir eği­ tim almasını sağladı. "Ve size şunu söyleyebilirim ki oğlum Gargantua ile önü­ nüzde yaptığım konuşmadan onda ilahi bir zekâ olduğunu anladım... keskin, ince, derin ve dengeli bir zekâ bu. Ve ina­ nıyorum ki iyi bir eğitim görürse günün birinde bilgeliğin en yüksek düzeyine ulaşabilir. Bu nedenle onu, yeteneklerine göre eğitilebilmesi için en bilge kişiye emanet etmek istiyo­ rum; ve bunun için hiçbir şeyi esirgemeyeceğim." 99

Gargantua

Bu amaçla ona üstat Thubal Holoferne adlı bir dinbilimci tutuldu ve bu hoca ona alfabeyi o kadar iyi öğretti ki harfle­ ri tersinden ezbere okuyabiliyordu; beş yıl üç ayda oldu bu iş. Hocası daha sonra ona Donat'yı, Facet'yi, Theodolet'yi ve Lille'li Alanus'un Paraboller'ini okudu; bu da on üç yıl, altı ay sürdü. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki bu dönemde hoca ona gotik harflerle yazmayı öğretiyordu ve Gargantua bütün kitaplarını kendi yazıyordu. Çünkü matbaa yoktu henüz. Yaklaşık yedi bin kental ağırlığındaki kocaman bir yazı takımını sürekli yanında taşıyordu; kalemliği Saint-Martind'Ainay'in sütunları kadar büyüktü; demir zincirlerle asılı olan hokkası bir fıçı büyüklüğündeydi. Daha sonra Holoferne ona De modis significandi'yi Heurtebise, Faquin, Tropditeulx, Galehaut, Jean le Veau, Billonion, Brelinguandus ve daha başkalarının yorumlarıyla okudu; bu da on sekiz yıl on bir ay sürdü. Ve bütün bunları o kadar iyi öğrendi ki sınavda tümünü tersine, ezbere okuyordu; ve an­ nesine parmaklarıyla sayarak, işaretler ve anlamlan diye bir bi­ lim olmadığını kanıtlıyordu. Sonra Compost'u okudu hocası ona ve bu iş de on altı yıl, iki ay sürdü; o dönemde-1420- hocası frengiden öldü. Daha sonraki hocası üstat Jobelín Bridé sürekli öksüren bir ihtiyardı ve ona Hugutio'yu, Hebrard'm Grecismus’unu, Doctrinal'i, Parsları, Quid esf'i, Supplementum'u, Marmotret'yi, Sofra Adabı'm, Seneca'nın Dört Temel Erdem 'ini, Passavantus'un cum commento’sunu, şölenler için Ninni'yi ve aynı türden başka kitaplar okudu; bunları okuyunca bizim asla pişiremeyeceğimiz biri gibi pişti ve akıllandı.

100

BÖLÜM XIV

Gargantua'nm başka pedagoglara verilişi Ve babası da oğlunun çok iyi çalıştığını, bütün zamanını bu işe ayırdığım ama kesinlikle bundan bir yarar elde edemedi­ ğini ve daha da kötüsü gittikçe sersemleştiğini, aptallaştığını, çılgınlaştığını ve saçma sapan şeyler söylediğini fark etti. Papeligosse kral naibi Don Philippe des Marais'ye bun­ dan yakınınca o şu yanıtı verdi kendisine: böyle hocalardan böyle kitaplar okuyacağına hiçbir şey öğrenmesin daha iyi; çünkü onlann bütün bilgileri budalalıktan başka bir şey de­ ğildir, bilim diye öğrettikleri şey aptallıktır sadece... bu adamlar güzelim beyinleri ve doğru düşünceleri bozarlar ve gençliği yozlaştırırlar. "Bunu anlamak için günümüz gençleri arasından sadece iki yıl okumuş birini alın, dedi. Eğer bu genç sizin oğlunuz­ dan daha mantıklı değilse, daha iyi okuyup yazmıyorsa, da­ ha iyi konuşmuyorsa, daha uygar ve daha kibar değilse iste­ diğinizi söyleyin bana, Brenne zıpırı deyin." Çok beğendi bu öneriyi ve hemen uygulamaya geçmek istedi Grandgousier. Des Marais, akşam yemeğinde genç uşaklanndan, Villegongis'li Eudemon adlı bir delikanlı getirdi; bu genç saçlannı çok iyi taramıştı, çok iyi giyinmişti, çok temizdi, çok güzeldi... in­ sandan çok meleğe benziyordu. Şöyle dedi Grandgousier'ye: "Şu delikanlıyı görüyor musunuz? Daha on altı yaşında bile değil; sizin o eski, ne dedikleri anlaşılmayan, zırvala101

Gargantua

maktan başka bir şey bilmeyen dinbilimcilerin bilgisiyle şim­ diki gençler arasındaki farkı görelim bakalım." Grandgousier'nin çok hoşuna gitti bu ve anlatsın bakalım, çocuk, dedi. Ve Eudemon efendisi naipten izin alarak, başlı­ ğı elinde, sevimli yüzü, pembe dudakları, güven dolu bakış­ larıyla ve gözlerini çocuk saflığıyla Gargantua'ya dikerek onu yüceltmeye ve övmeye başladı: önce erdem ve ahlakını, sonra bilgisini, üçüncü olarak soyluluğunu, dördüncü olarak da yakışıklılığını övdü; beşinci olarak kendisini çok iyi yetiş­ tirmek isteyen babasına itaat etmesini ve onu yüceltmesini öğütledi; sonunda da kendisini naçiz hizmetkârı olarak ka­ bul etmesini istedi; Tanrıdan hiçbir şey istemediğini, ona bir hizmette bulunabilme fırsatı bahşederse bunun kendisi için en büyük lütuf olacağını söyledi. Ayrıca bütün bunları öyle­ sine uygun bir üslupla, öyle açık seçik bir dille, öyle etkileyi­ ci bir sesle ve öylesine süslü ve güzel bir Latinceyle söyledi ki çağımızın bir delikanlısından çok eski zamanın Gracchus'una, Cicero'suna, Aemilius'una benziyordu. Buna karşılık Gargantua yüzünü başlığıyla saklayıp, inek gibi ağlamaktan başka bir şey yapmadı. Ve ölmüş eşekten nasıl osuruk çıkmazsa onun ağzından da tek kelime almak mümkün olmadı. Babası o kadar sinirlendi ki Üstat Jobelin'i öldürmek iste­ di. Ama Des Marais güzel sözler söyleyerek yatıştırdı onu ve vazgeçirdi bu işten. Bunun üzerine Grandgousier hocanın parasının ödenmesini, ona çatlayıncaya kadar içirilmesini ve daha sonra da cehennem olup gitmesini emretti. "Bir İngiliz gibi sarhoş olup geberirse kimseye yük olmaz hiç değilse" diyordu. Üstat Jobelin gittikten sonra Grandgousier oğluna ders ve­ rebilecek hoca konusunda kral naibiyle bir görüşme yaptı; bu görevin Eudemon'un hocası Ponocrates'e verilmesine ve hep birlikte Paris'e gitmeye karar verdiler... dönemin Fransa'sında gençlerin eğitiminin ne durumda olduğunu anlayacaklardı... 102

BÖLÜM XV

Gargantua'nm Paris'e gönderilmesi, onu götüren dev kıs­ rak ve Beauce'daki (Güzelova) kenelere meydan okuması O dönemde Numidya'mn dördüncü kralı Fayolles Afri­ ka'dan Grandgousier'ye o güne kadar görülmüş ve görülebi­ lecek olan kısrakların en irisini gönderdi-çok iyi bildiğiniz gi­ bi Afrika'dan her zaman yeni şeyler gelir. Bu kısrak altı fil büyüklüğündeydi, toynakları Sezar'm atmınkiler gibi yarık­ tı, kulakları Languedoc keçilerinin kulakları gibi sarkıktı ve kıçında da küçük bir boynuz vardı. Ayrıca kavruk al tüyleri vardı ve bu tüyler üstünde yer yer gri benekler görülüyordu. Ama özellikle korkunç bir kuyruğu vardı. Bu kuyruk aşağı yukarı Langeais yakınlarındaki eski Saint-Mars kulesi iriliğindeydi ve onun gibi dört köşeydi, kuyruğun kılları buğday başakları gibi dikilmişti. Bu sizi şaşırtıyorsa İskitya koçlarının on beş kilodan daha ağır kuyrukları olduğunu duyun ve daha fazla şaşırın. Ya Suriye koyunları (eğer Thenaud doğru söylüyorsa)... bunla­ rın kuyrukları öyle ağır, öyle uzunmuş ki kıçlarına bir araba koyuyorlarmış taşınması için. Sizin gibi düz ova hovardala­ rında mümkün değil olmaz böyle kuyruk. Ve bu hayvan denizden üç kalyon ve bir çektiriyle Sables-d'Olonne'a getirildi. Grandgousier onu görünce "İşte, oğlumu Paris'e götür­ mek için iyi bir araç" dedi. "Tanrı yardım etti, her şey yolun103

Gargantua

da gidecek. Zamanı gelince büyük bir bilgin olacak oğlum. Hayvan beyler olmasaydı biz bilginler gibi yaşardık." Ertesi gün şaraplar içildikten sonra (tahmin edebileceği­ niz gibi) Gargantua, öğretmeni Ponocrates ve yardımcıları ve genç uşak Eudemon yola çıkülar. Havalar açık, yumuşak ol­ duğundan babası oğluna pas rengine çalan kısa ve hafif çiz­ meler yaptırdı, Babin potin der bunlara. Neşe içinde devam ettiler yollarına, sürekli bol bol yiyip içtiler ve Orléans'in kuzeyine vardılar. Orada muazzam bir orman vardı: yaklaşık otuz beş fersah uzunluğunda ve on yedi fersah genişliğinde... Bu orman sığır sinekleri ve eşek arılarıyla doluydu ve kısraklar, eşekler, atlar için tam anla­ mıyla bir cehennemdi. Ama Gargantua'mn kısrağı hiçbir bö­ ceğin aklına gelmeyecek bir numarayla kendi ırkından bütün hayvanlara yapılan hakaretlerin öcünü aldı: ormana girdik­ leri sırada, eşek arıları saldırıya geçer geçmez, kılıcını çeker gibi kuyruğunu salladı ve bütün ormanı yıkıp geçti. Üstten alttan, yandan, sağdan, soldan, uzunluğuna, genişliğine ça­ yır biçen biri gibi alt üst etti ormanı öyle ki o zamandan beri bu ormanda ne ağaç kaldı ne eşek arısı... bütün bölge çıplak bir düzlüğe döndü. Bunu gören Gargantua pek gururlanmadıysa da zevk duydu. Şöyle dedi yanındakilere: "Hoşuma gitti bu iş, güzel (beau) oldu." O zamandan beri Beauce [Güzelova] kaldı ora­ nın adı. Sonunda Paris'e vardılar; Gargantua orada iki, üç gün dinlendi, adamlarıyla birlikte bol bol yedi içti ve o sırada kentte bulunan bilginler hakkında bilgiler topladı, hangi şa­ rapların içildiğini araştırdı.

104

BÖLÜM XVI

Gargantua'mn kendisine hoş geldiniz diyen Parislileri ödüllendirmesi ve Notre-Dame kilisesinin devasa çanla­ rım kaçırması Gargantua birkaç gün dinlendikten sonra kenti dolaştı ve herkes hayranlık duyguları içinde seyretti onu. Çünkü Paris halkı doğuştan öylesine budala, aptal ve yeteneksizdir ki orada bir cambaz, bir hamal, boynu çıngıraklı bir katır, dörtyol ağzında bekleyen bir kem ana iyi bir İncil vaızından da­ ha çok insan toplar çevresine. Gargantua'mn peşine düştüler ve o kadar çok rahatsız et­ tiler ki onu Notre-Dame kilisesinin kulelerine çıkıp dinlen­ mek zorunda kaldı. Oradan bakıp çevresinde bu kadar insa­ nın toplandığını görünce şöyle dedi açık seçik bir biçimde: "Sanıyorum bu hırtlar beni karşıladıkları için kendilerine teşekkür etmemi bekliyorlar. Haklılar. Şarap ısmarlayacağım onlara. Ama çok gülünç bir şarap olacak bu." Sonra gülümseyerek pantolonunun önünü açtı, kamışını çıkardı, havaya dikti ve üstlerine öyle bir işedi ki kadınlar ve çocuklar hariç iki yüz altmış bin dört yüz on sekiz kişi bo­ ğuldu. Bazıları tabanlarına kuvvet kaçarak kurtulabildiler bu çiş tufanından; bunlar kan ter içinde, soluk soluğa, öksürerek, tükürerek Üniversite tepesine vardıklarında hakaretler ve küfürler yağdırmaya başladılar: 105

Gargantua

-

Allah kahretsin! Aman Allahım! Allah sakladı! İyi misin? Pisliğin pisliği! Bokun soyu! Allah acıdı! İsa kurtardı bizi! Göbeğine işediğimin herifi! Allah belasını verir! Acınmaz böylesine! Üstüne sıçmak lazım böylesinin! Her gün hem de! Her bayramda! Hiç acımam namussuzum! Namerdim yapmazsam! En mutlu gününde! En güzel gününde! Kazığa oturtacaksın böylesini! Yetmez! Az gelir! Az az! Şakacıktan (par ris) ıslandık yani!"

BÖylece o günden sonra kentin adı Paris oldu, daha önce Strabon'un dediği gibi Lutetia'ydı burası; Yunanca akça pak­ ça... oradaki kadınların beyaz baldırlı olmalarından dola­ yı... Bu yeni adı orada bulunanlar kendi semtlerinin azizleri adına küfürler ederek kutladılar... Her-cinsten, her soydan gelmiş olan Parisliler yaradılıştan hem iyi küfürbaz hem iyi gugukçu hem de biraz küstahtırlar. Bu nedenle Joaninus de Barranco'ya göre (libro De copiositate reverentiarum) bunların Yunanca adı Parrhesiens'dir (güzel konuşanlar). Gargantua daha sonra kulelerdeki devasa çanlara döndü ve bunları çalıp, gayet uyumlu sesler çıkardı. Çanları çalarken, bunların Brie peynirleri, taze Ringa balıkları yükleyip, babası­ 106

Gargantua'nın kendisine hoş geldiniz diyen Parislileri...

na geri göndermeyi düşündüğü kısrağının boynunda iyi du­ racaklarım düşündü. Gerçekten de alıp evine götürdü onları. Bu sırada ermiş Antoine tarikatından jamboncu bir rahip domuz istemek için geldi; bu adam kendini uzaktan fark et­ tirmek ve tuzlama küpündeki domuz yağını titretmek için gizlice alıp götürmek istedi onları. Ama kibarca yerine bırak­ tı onlan... çok sıcak oldukları için değil, kaldıramayacağı ka­ dar ağır oldukları için... Bourg'daki adam değildi bu çünkü o benim yakın dostumdur. Bütün kent ayaklandı, çok iyi bildiğiniz gibi Parisliler ayaklanmaya o kadar meraklıdırlar ki yabancı uluslar Fran­ sa krallarının sabrına-ya da (daha doğrusu) aptallıklarma-şaşarl&r; bu kralların sakıncaları günden güne artan bu ayak­ lanmaları adalet yoluyla bastırmamalarını anlayamazlar. Bu komploların ve hiziplerin nerelerde oluşturulduğunu, hazır­ landığım bilebilsem de gammazlasam! Bu ateşli ve yerinde duramayan halkın toplandığı yer Sorbonne'du ve bugün-değilse bile o dönemde Paris'in kaderi orada belirleniyordu. Olay oraya taşındı ve çanların kaçırıl­ masının sakıncaları anlatıldı. Lehte ve aleyhte konuşmalardan sonra güzel bir tasıma uygun olarak ilahiyat fakültesinin en yaşlı ve en aklı başında görevlilerinden birinin Gargantua'ye gönderilmesine karar verildi; seçilen bu kişi ona çanların yi­ tirilmesinin korkunç sakıncalarını anlatacaktı. Ve bazı üni­ versite mensuplarının bu misyonun ilahiyatçıdan çok bir ha tibe verilmesi gerektiğini iddia etmelerine rağmen bu iş içir seçilen kişi Janotus de Braquemardo oldu.

H

BÖLÜM XVII

Janotus de Braquemardo'nun Gargantua'dan devasa çan­ ları almaya gönderilmesi *Üstat Janotus Roma usulü kesilmiş saçları, uzun cübbesi, kamım güzel ekmeklerle ve mahzenden çıkmış kutsal suyla doyur­ muş halde Gargantua'mn evine doğru yollandı; önünde üç kır­ mızı burunlu kilise hizmetlisi ve arkasında da cimrilikten üstle­ ri başları kir pas içinde kalmış beş altı tembel hademe vardı. Kapıda Ponocrotes karşıladı onları; onları bu kıyafetlerle görünce korktu ve kılık değiştirmiş deliler sandı. Sonra bu tembellerden birine bu maskaralığın ne anlama geldiğini sor­ du. Çanların kendilerine geri verilmesi gerektiği cevabım aldı. Ponocrotes hemen gidip Gargantua'ya haber verdi... cevap vermek üzere hazırlanması ve ne yapmak gerektiğine karar vermesi için. Durumu öğrenen Gargantua öğretmeni Ponocrates'i, kâhyası Philotime'yi, seyisi Gymnaste'ı ve Eudemon'u ya­ nma çağırdı ve kendilerine verilecek cevap konusunda görüştü onlarla. Hep birlikte karar verdiler: bu adamlar şaraphaneye götürülecek ve bol bol içki verilecekti kendilerine; ve başların­ daki aksmklı üksırıklı ihtiyarın çanların kendi isteği üzerine ge­ ri verilmesiyle övünmemesi için onlar içerken kentin valisi, üni­ versite rektörü ve kilisenin papaz yardımcısı çağrılacaktı: üstat görevini yerine getiremeden çanlar onlara teslim edilecekti. Sonra bu gelenlerin karşısında üstadın güzel söylevi dinlene­ cekti. Öyle de oldu; ve yetkililer geldikten sonra üstat büyük sa­ lona götürüldü ve orada öksürerek konuşmaya başladı: 109

BÖLÜM XVIII

Üstat Janotus de Braquemardo'nun çanları geri almak için Gargantua'ya çektiği söylev "Öhö, ehe, öhö, ehe! Selam beyefendi, selamlarım sizi! Sizleri de selamlıyorum baylar. Çardan bize geri vermenizle hak yeri­ ni bulacaktır çünkü çok gerekli onlar bize. Öhö, ehe, öhö! Vak­ tiyle bunları Cahors'daki Londrahlar ve Brie'deki Bordeaux'lular büyük paralar ödeyerek almak istediler ama vermedik; bunlan almak istemelerinin nedeni çanların ham maddelerinin kanşımındaki çok özel niteliklerdir, şöyle ki bunların yapısın­ daki kanşım bağlanmızdan-sadece bizim bağlanmızdan değil çevredeki bütün bağlardan-bütün âfetleri, hortum ve benzeri felaketleri uzaklaştırmaktadır. Çünkü şarabımız olmazsa her şey bitmiştir bizim için, ne aklımız kalır ne de yasalanmız... "Eğer benim isteğim üzerine çanları geri verirseniz altı kangal sucuk ve bacaklarımın çok ihtiyaç duyduğu bir pan­ tolon kazanacağım ama çanları geri vermezseniz bunlan ala­ mayacağım. Aman Tanrım! Efendim ne güzel şeydir bir pan­ tolon ve aklı başında birinin bundan vazgeçmesi mümkün değil­ dir. Düşünün bir efendim; on sekiz gündür bu güzel söylev dolaşıp duruyor beynimde: Sezar’a ait olanı Sezar'a, Tanrıyı ait olanı Tanrıya verin. "Ah efendim, lütfen birlikte yemek yeseydik yani manas tırda yiyeceğiz. Bir domuz kestim ve çok iyi bir şarabım var Ve iyi şarapla kötü Latince olmaz. 11

Gargantua

"Yani ne olur verin şu çanlarımızı bizim artık. İşte size Fa­ külte adına Utino'nun Vaazlarından birini veriyorum, siz de çanlarımızı geri verin. Günahlarınızın bağışlanmasını da is­ ter misiniz? Bağışlanacaktır ve karşılığında hiçbir şey verme­ nize gerek kalmayacak. "Ah efendim çanları bağışlayın bize! Kente aittir onlar. Herkes yararlanıyor onlardan. Kısrağınız bu çanlardan hoş­ lanıyorsa bizim Fakültemiz de hoşlanıyor, o Fakülte ki akılsız bir katır sürüsüyle bir tutulmuş, onlara benzetilmiştir, bir yığın mezmurda... halbuki yazmıştım bir kâğıda. Öhö, ehe, öhö! "Mutlaka bana geri vermeniz gerekiyor onları. Bu konu­ da argümanlarım bellidir: "Çınlayan her çan çan kulesinde çınlar, çınlarken çınlat­ ma yoluyla çınlayabilecek olanları çınlar gibi çınlatır. Parisli­ nin çanları vardır. O zaman da Tok! "Ha, ha, ha! Konuşmak diye buna derler işte! Üçüncü el­ den bir tasımdır bu. Bir zamanlar ne kanıtlamalar yapardım ben bilseniz; ama şimdi sadece rüya görüyorum; bundan böyle bana gerekli olan sadece iyi şarap, iyi yatak, sırtımı sı­ cağa vermem gerekir, göbeğim masada olmalı ve önümdeki çanak da derin olmalı... "Merhamet, Efendim, rica ediyorum, Baba ve Oğul ve Kut­ sal Ruh adına, Amin, çanlarımızı verin ve Tanrı sizi her türlü kötülükten korusun ve sağlığımıza göz kulak olan Meryem Ana'mız, yüzyıllardır yaşayan ve hüküm süren, Amin. Ehe, öhö, ehe! "Çünkü aslında, doğrudur, her halükârda, hiç kuşkusuz, Tanrı şahidimdir ki çanları olmayan bir kent bastonsuz bir köre, koşumları olmayan bir eşeğe, çıngırağı olmayan bir ineğe benzer. Çanları bize verinceye kadar bastonunu yitir­ miş bir kör gibi bağıracağız, koşumları olmayan bir eşek gibi anıracağız, çıngırağı olmayan bir inek gibi böğüreceğiz. "Düşkünlerevi yakınlarında oturan Latince uzmanı bir beyefendi, Taponus -hayır yanılıyorum: laik şair Ponta112

Üstat Janotus de Braquemardo'nun...

nus'tu- adında birine hak vererek çanların kuş tüyünden ve tokmağının da tilki kuyruğundan olmasını istemiştir çünkü, çanlar onun şiirine benzeyen çocukça dizeler sıralarken bey­ ninin barsaklarmda da ishal yapıyormuş. Ama vay sen misin bunu söyleyen, ham hum şaralop, dinsiz, Allahsız ilan edili­ vermiş adam - hoşumuza gider böyle şeyler. Benden bu ka­ dar. Alkışlayabilirsiniz. Sarhoş gibi konuştum."

123

BÖLÜM XIX

Üstadın ¡Tannbilimci] kumaşını alıp gitmesi ve Sorbonne'lulara dava açması Üstat konuşmasını bitirir bitirmez Ponocrates ve Eudemon o kadar çok güldüler ki ruhlarını Tannya teslim ettiklerini san­ dılar; Crassus bir damızlık eşeğin devedikeni yediğini gö­ rünce tıpkı onlar gibi gülmüş; Philemon da sofraya konmak üzere hazırlanmış incirleri bir eşeğin yediğini görünce gül­ mekten ölmüş. Üstat Janotus da gülmeye başladı ve birbirleriyle yarışırcasına o kadar çok güldüler ki gözlerinden yaşlar geldi; beyinlerindeki gözyaşı suları patlayınca göz sinirleri aracılığıyla dışarı fırladılar. ' Herkes sakinleştikten sonra Gargantua maiyetiyle ne ya­ pılması gerektiğini görüştü. Ponocrates bu müthiş hatibe tek­ rar şarap içirilmesi gerektiği düşüncesindeydi. Ve kendileri­ ni çok eğlendirdiği, Songecreux'den daha çok güldürdüğü için o etkileyici söylevde adı geçen on kangal sucuğun, pan­ tolonun, üç ster yakacak odunun, yirmi beş fıçı şarabın, kuş tüyünden üç katlı yatağın ve geniş ve derin bir çanağın ken­ disine verilmesini istedi, istediği her şey o ileri yaşında ge­ rekliydi onun için. Her şey görüşüldüğü şekilde yerine getirildi, sadece Gar­ gantua ona uygun bir pantolonun hemen bulunabileceğine ihtimal vermiyordu, dolayısıyla ona yedi arşın siyah yünlü kumaş, astarı için de üç arşın beyaz yün kumaş vermelerini 115

Gargantua

istedi. Yakacak odunları hamallar taşıdı; sucukları ve çanağı çıraklar taşıdı; kumaşı üstat Janot kendisi götürmek istedi. Üstatlardan Josse Bandouille bu işin kendileri için uygun­ suz olduğunu ve yakışık almayacağını söyledi, üstadın bu işi kendilerinden birine bırakması gerektiğini söyledi. "Vay eşek vay!" dedi Janotus, "Sen mantık kurallarına gö­ re düşünmüyorsun. Öncüller ve Parva logicalica bu işe yarar işte. Kumaş parçası kiminle ilişkilidir? - Genellikle herkesle ve her birimizle, dedi Bandouille. - Eşek kafalı, ben sana ilişkinin niteliğini sormuyorum, nedenini soruyorum, dedi Jonatus. Bu kumaş benim bacak­ larım içindir. İşte bu nedenle benim taşımam gerekir, esas olanın ayrıntıyı taşıması gibi." Böylece Pathelin gibi sırtlayıverdi kumaşı. Ama bu kadarla kalmadı: öksürüğü, aksırığı bitmeyen üs­ tadımız Sorbonne toplantısında pantolonunu ve sucuğunu istedi. Kesinlikle reddettiler bu isteğini çünkü bunları Gargantua'dan almış olduğu söyleniyordu. Üstat bunların ken­ disine cömertçe armağan edildiğini, bunun sözlerini tutma­ larına engel olmaması gerektiğini anlattı ama boşuna...Ken­ disine hakkına razı olması gerektiği ve bunun dışında hiçbir şey verilmeyeceği söylendi. "Hangi hak?" dedi Janotus. "Burada hak mak yok. Sefil hainler, alçaklar. Dünyada sizin kadar kötü insanlar yoktur, eminim. Ahkâm kesmeyin: sizin kötü işlerinize ben de ka­ tıldım. Tanrının yardımıyla burada sizin ayak oyunlarınız­ la işlenen bütün yamuklukları krala bildireceğim. Sizi ırz düşmanları, hainler, sapkınlar ve yalancılar, Tanrının ve er­ demin düşmanları gibi diri diri yaktırmazsa cüzzam beni yok etsin!" Bunun üzerine kendisinden şikâyetçi oldular. O da onlar­ dan davacı oldu. Sonunda mahkeme açıldı ve sürüyor. Karar verilinceye kadar SorbonneTular yıkanmamaya ve üstat Ja­ not ve çömezleri de burunlarını silmemeye yemin ettiler. 116

Üstadın [Tanrıbilimci] kumaşını alıp gitmesi...

Bu yeminler yüzünden hepsi hâlâ pislik içinde ve sümük­ lü çünkü mahkeme henüz bütün kanıtları inceleyemedi. Ka­ rar çıkmaz ayın son çarşambasında verilecek yani hiçbir za­ man verilmeyecek; çünkü bildiğiniz gibi yargıçlar doğal ya­ sadan daha iyisini yaparlar ve kendi ilkelerine de karşı çıka­ bilirler. Paris ilkelerine göre sonsuz şeyleri ancak Tanrı yapa­ bilir. Doğa hiçbir şeyi ölümsüz yaratmaz, ürettiği her şeyin bir süresi ve sonu vardır: çünkü doğan her şey ölür vb. Ama bu kırağı yiyiciler askıda kalmış davalan hem sonsuz hem ölümsüz kılarlar. Böylelikle Lakedemonyalı Chilon'un Delphoi'ye kazınmış sözlerini doğruluyorlar: buna göre Sefalet Davanın yoldaşıdır ve şikâyetçiler mutsuz insanlardır çünkü aradıkları hakkı alamadan er ya da geç tükenir yaşamları.

117

BÖLÜM XX

Gargantua'mn Sorbonnecu hocaların eğitim anlayışına göre yaşamayı öğrenmesi İlk günler böylece geçip gittikten ve çanlar yerlerini bulduk­ tan sonra Paris'liler bu nezaket ve kibarlığa karşı Gargantu­ a'mn kısrağını dilediği sürece bakıp beslemeyi önerdiler*Gargantua çok memnun oldu buna-ve kısrağı Fontainebleau ormanına gönderdiler. Ve Gargantua Ponocrates'in yönetimi altında eğitilmek için varını yoğunu ortaya koydu. Ama Ponocrates daha önce­ ki hocaların onu yıllar boyunca nasıl bu kadar aptal, budala ve cahil bırakabildiklerini anlayabilmek için Gargantua'mn ilk başta alıştığı yolda yürümesini uygun buldu. Buna göre zamanını şöyle ayarlamıştı: sabahları genel ‘ olarak, hava aydınlanmış olsun olmasın, sekiz-dokuz arasın­ da uyanıyordu; ilahiyatçı yöneticiler Davud'un sözüne daya­ narak böyle uygun görmüşlerdi: Işıktan önce kalkmanız boşu­ nadır (mezmur 126). Zihnini toparlayabilmek için bir süre yatağında geriniyor, hoplayıp zıplıyordu; havanın durumuna göre giyiniyordu ama en sevdiği kıyafeti, içinde tilki kürkü bulunan kalın yünlü kumaştan, bol ve uzun bir entariyi andıran kıyafetti: daha sonra saçlarını Almain tarağıyla tarıyordu, yani par­ maklarıyla tarıyordu çünkü eğitimcilerine göre başka türlü taranmak, yıkanmak ve temizlenmek vakit kaybetmekti. 119

Gargantua

Sonra sıçıyor, işiyor, tükürüyor, geğiriyor, hapşırıyor, sümkürüyordu; daha sonra sabahın nemini ve serinliğini kır­ mak için kahvaltı ediyordu: şahane işkembe kızartmaları, lezzetli ızgaralar, güzel jambonlar, kebaplar ve yağlı, reçelli ekmekler. Ponocrates onun yataktan kalkar kalkmaz, bedenini biraz çalıştırmadan midesini böyle tıka basa şişirmesine karşı çıkı­ yordu. Gargantua ise: "Ne yani! Jimnastik yapmadım mı? Kalkmadan önce ya­ tağımda altı yedi defa döndüm. Yetmez mi? Papa Aleksandr da Yahudi hekiminin tavsiyesiyle böyle yapıyordu ve kendi­ sini kıskananlara inat ölünceye kadar yaşadı. îlk hocalarım böyle alıştırdılar beni, iyi bir kahvaltı yapanın hafızası kuv­ vetli olur diyorlardı; bu nedenle önce içki içiyorlardı onlar. Bu nedenle kendimi çok iyi hissediyorum ve sonra büyük bir iştahla yiyorum. Üstat Tubal (Paris'te lisans yapan ilk hoca) şöyle derdi bana: "Hızlı koşmak bir işe yaramaz, zamanında yola çıkmak gerekir": dolayısıyla bizim doğamızı sağlıklı ya­ pacak olan şey ördekler gibi sürekli içmek değil, sabah er­ kenden içmektir; ne demişler: Erken kalkmakla mutluluk olmaz; En iyisi sabah içmektir." Kamını iyice doyurduktan sonra kiliseye gidiyordu; ora­ da kendisine büyük bir sepet içinde bir dua kitabı getiriyor­ lardı; iyice sarılıp sarmalanmış olan bu kitap ivin zıvırı, ka­ pakları, parşömeni ve üstünde birikmiş yağlarıyla yaklaşık on bir kental ağırlığmdaydı. Gargantua kilisede yirmi altı ya da otuz dua dinliyordu. Daha sonra kendi papazı, çavuşkuşuna benzer kılığı ve üzüm suyu kokan soluğuyla geliyordu. Onunla birlikte ilahiler söylüyorlardı ve sözcükleri öylesine özenle telaffuz ediyorlardı ki teşbih taneleri gibi biri bile ye­ re düşmüyordu. Kilise çıkışında ona bir öküz arabası içinde her bir tanesi bir takke iriliğinde bir Saint Claude tespihi getiriyorlardı ve 120

Gargantua'nın Sorbonnecu hocaların eğitim anlayışına göre...

onunla manastırın içinde, dehlizlerde, avluda, bahçede dola­ şırken on altı keşişin edebileceği duadan fazlasını ediyordu. Sonra yarım saat kadar gözlerini kitaba dikip ders çalışı­ yordu ama (Terentius'un dediği gibi) aklı mutfaktaydı. Oturağa işedikten sonra sofraya oturuyordu. Ve ağır kan­ lı olduğu için yemeğe bir düzine jambon, füme sığır dili, hav­ yar, domuz sucuğu ve benzer şarap soğuk mezeleriyle başlı­ yordu. Bu arada da hizmetkârlarından dördü ağzına sürekli kü­ rek kürek hardal atıyorlardı. Sonra böbreklerini rahatlatmak için bol miktarda beyaz şarap içiyordu. Daha sonra mevsimi­ ne ve iştah durumuna göre yemeye devam ediyordu ve gö­ beği iyice şişince kesiyordu yemeği. İçerken hiçbir ölçü, hiçbir kural tanımıyordu. Çünkü ona göre içkicinin sınırlan içenin terlik mantarının yarım ayak şiştiği andı. Sonra yavaşça dualar mınldanarak ellerini taze şarapla yıkıyor, dişlerini domuz ayağıyla temizliyor ve adamlanyla neşeli bir şekilde şakalaşıyordu. Daha sonra masaya oyun ör­ tüsü seriliyor ve oyun kâğıtları, zarlar, dama, satranç tahta­ ları konuyordu. Oynanan oyunlar: Gel-git, Yüz, Sabah duası, Götür, Yağma, Zafer, Picardia numarası, Kafes, Otuz bir, Ayıp, Ters çevir, Mutsuz, 121

Gargantua

Boynuzlu, Kim dedi, Kazmala götür, Evlenmeye, Keyfe, Kim ne der, Ha biri öteki, Kesmece, Küçükdil, Tarot, Kaybeden kazanır, Koyun, Horlama, Gıcık, Şerefe, Parmak oyunu, Satranç, Tilki, Kaydırmaca, İnek, Beyaz, Şans, Seksen bir, Kemikçik, Niknok, Harst, Kesmece, Çizmece, Tavla, Hepsi, Kırpma, Jarniblo, Forsa, Damlar, 122

Gargantua'nm Sorbonnecu hocaların eğitim anlayışına göre...

Gülmece, güldürmece, Bir saniye, Bıçak, Anahtar, Ver karoyu, Tek, çift, Yazı, tura, Pinti, Kroke, Baget, Palet, Neredeyim, Üfle mumu, Çırpı bacak, Rövanş, Düz top, Palet, Kısa top, Fırfır, Rekokiyet, Testi kıran, Montalan, Fırdöndü, Çöp, Kısa değnek, Uçamaz, Gayda, Piket, Bilye, Kale, Sırayla, Çukur, Topaç, Hortum, 123

Gargantua

Keşiş, Karanlık, Şaşkın, Sarhoş, Mekik, Pandikleme, Süpürge, Hayranın olayım, Dikenli meşe, Çatlayan at, Peşpeşe, Osurmaca, Mızrak, Salıncak, On üç, Sinek, Öküz ayağı, Yakala, Dokuz el, Şapifu, Yıkılan köprü, Çekik gözlü mezgit, Kaydırak, Horoz, Delikle ağ, Mirlimufl, İspiyon, Karakurbağası, Piskopos âsası, Kazık, Hacıyatmaz, Böbrek, Herkes işine, Çevrik çifte baş, 124

Gargantua'nın Sorbonnecu hocaların eğitim anlayışına göre...

Bayanın başını yıka, Elek, Yulaf ek, Kutupporsuğu, Küçük değirmen, Defendo, Takla atma, Göte vurma, Çiftçi, Baykuş, Kudurmuşlar, Leş, Merdiven çıkmaca, Domuz leşi, Tuzlu göt, Uç güvercin, Üçte bir, Tıkın, Çalılıktan atla, Çaprazlama, Saklambaç, Kese götte, Şahin yuvası, Pasavan, İncir, Ossutturmaca, Hardal, Çayırkuşu, Fiske. Güzel güzel oynadıktan, vakit geçirdikten sonra birazcık içmek iyi olurdu tabii ki -kişi başına on bir ölçü- ve içki içil­ dikten hemen sonra da bir sedire ya da yatağa uzanılır, kötü­ lük düşünmeden, dedikodu yapmadan, iki ya da üç saat uyumak uygun bulunuyordu. 125

Gargantua

Gargantua uyanınca kulaklarını sallardı biraz. Bu sırada taze şarap getiriliyordu; ve her zamankinden daha keyifli içi­ yordu bu şarabı. Ponocrates uykudan sonra içmenin kötü bir alışkanlık ol­ duğunu söylüyordu. "Kilise babalarının yaşamı da budur aslında" diye karşı­ lık veriyordu Gargantua. "Benim uykum yaradılıştan tuzlu­ dur ve uyku beni jambon kadar susatır." Sonra biraz çalışıyor ve başka dualar okuyordu; ve bunla­ rı daha iyi halledebilmek için daha önce dokuz katıra hizmet etmiş olan yaşlı bir katıra biniyordu. Ve ağzında bir şeyler geveleyerek ve kafasını sallayarak tavşanların tuzağa düş­ mesini bekliyordu. Dönüşte mutfağa girip şişte hangi etlerin bulunduğuna bakıyordu. Akşam yemekleri de mükellefti doğrusu! Gargantua bazı içkici komşularım da davet etmekten çok hoşlamrdı; birlikte içerken geçmişi yad ederler, yeni olaylara değinirlerdi. Bun­ lar arasında özellikle Fou, Gourville ve Marigny'yle sami­ miydi. Akşam yemeğinden sonra şahane rahleler geliyordu...çe­ şitli tavla ya da kâğıt oyunları...Bunlarla vakit geçiriyorlardı ya da çevredeki orospulara gidiyorlar, onlarla birlikte ye­ mekler, şölenler düzenliyorlardı. Ardından, ertesi sabah se­ kize kadar deliksiz uyuyordu.

126

BÖ LÜM XXI

Ponocrates'in Gargantua'yı günün hiçbir saatini boş ge­ çirmeyecek şekilde yetiştirmesi P o n o cra te s G a rg a n tu a 'n m u y g u n su z y a şa m biçim ini g ö rü n ­ ce o n u farklı b içim d e y etiştirm ey e k arar v erd i am a ilk g ü n ler p ek fazla ü stü n e g itm ed i; çü n k ü in san d oğasın ın ani değişik­ likleri k ald ıram ay acağ ın ı d ü şü n ü y o rd u . İşine gerek tiği gibi b aşlayab ilm ek için d ön em in çok y e te ­ nekli v e bilgili h ek im lerin d en biri o lan S érap h in C alob a rsy 'd e n G arg an tu a'y ı d o ğ ru yola sok m a k on u su n d a bir şeylerin m ü m k ü n o lu p olm ad ığın ı araştırm asın ı istedi. O da ellem e adı verilen bitkiyle tem izled i G arg an tu a'n m b arsak larm ı ve bu ilaç on u n b ü tü n b eyn in i de düzeltti v e k ötü alış­ kanlıklarını d a silip sü p ü rd ü . Böylece P o n o crates on a eski h ocaların ın b ü tü n öğrettik lerin i u n u ttu rd u ... Tıpkı Tim otheu s'u n b aşk a m ü zisyen lerin y etiştird iği öğren cileri k o n u su n ­ d a izlediği yol g ib i... P o n o cra tes d e b u am a çla on u çevred ek i bilginlerin arası­ n a soktu, on larla ilişki k u ran G arg an tu a'n m b eyn i gelişti, b aşk a tü rlü ö ğ ren m e v e k endini g ö sterm e arzu ları gü çlen d i. D ah a so n ra onu öyle bir çalışm a d ü zen i içine sok tu ki G arg an tu a g ü n ü n tek b ir saatin i bile b oş geçirm iyor, b ü tü n vaktini ok u m ak ve y ararlı bilgiler edinm ekle g eçiriyord u . V e G arg an tu a artık sabahın d ö rd ü n e d o ğ ru kalkıyordu. Y an ın d ak iler bedenini, kollarım , b acak larım ovark en K utsal

127

Gargantua K itap 'tan bir sayfa yü k sek sesle, açık seçik ve anlaşılır bir şe­ kilde ok u n u y o rd u ; bu g ö rev A n agn ostes adlı Basché'li bir d e­ likanlıya verilm işti. Bu d ersin tem asın a v e k onusuna u y gu n olarak G arg an tu a kendini Tanrıyı yü celtm eye, o n a hayranlık d u ym aya, d u a etm ey e ve y alv arm ay a ad ıy o rd u ; çünkü oku­ n anlar T anrının ihtişam ını, olağan ü stü aklını gösteriyord u . Sonra d o ğ al pisliklerini b oşaltm ak için rah atlam a yerleri­ ne gid iy o rd u ; o ra d a h o cası o k u m u ş old u k larım tek rarlıyor, karanlık ve an laşılm az yerleri açıklıyordu. D önüş sırasın d a g ö k y ü zü n ü n d u ru m u in celen iyord u : g ö k yü zü bir önceki ak şam görd ü k leri gibi m iyd i, gü n eş v e ay g ü n d ü z h an gi b u rç sistem ine g ire ce k ti... D aha so n ra G arg an tu a giyd iriliyor, saçı başı taran ıyor, sü slen iyord u ve k ok u lar sü rü lü y o rd u b ed en in e; b u ara d a bir önceki g ü n ü n d ersleri tek rarlan ıy o rd u . O d a b u dersleri ez­ bere o k u y o r v e b u n lard an , insanlığın d u ru m u ü zerin e pratik d ersler çık arıy o rd u ; bu iş kim i za m a n saat ikiye y a d a ü çe ka­ d ar sü rü y o rd u am a genellikle giyinip k u şan m ası bittiğinde son b u lu yord u . Sonra ü ç saat b o y u n ca kitap o k u n u y o rd u . B u n d an so n ra o k u m a k onuları ü stü n d e tartışarak dışarı çıkıyorlardı ve G ran d B raq u e'd ak i Jeu d e P a u m e 'a y a d a bir çim enliğe gidip d in len iyorlard ı; top , çelik ço m ak gibi oyu n ­ lar o y n u y o rlar, ru h ların ı ve beyinlerini besledikleri gibi be­ denlerini d e b esliyorlard ı. Ö zg ü rce o y n u y o rlard ı, istedikleri z am an b ırakıyorlardı oyu n u ve genel o larak da terledikleri y a d a çok yoru ld u k ları za m a n b ırak ıy o rlard ı o y u n u . S on ra bedenlerini iyice o v u ştu ­ ru p , k u ru lu y o rlar, göm leklerini d eğiştiriyorlar, sakince d ola­ şıp, y em eğ in h azır olu p olm ad ığın ı an lam ay a çalışıyorlardı. Bu ara d a d a d ersten son ra akıllarında k alan bazı sözleri yine­ liyorlardı. D erken İştah arzı en d am ed iy o rd u v e tam zam an ın d a sof­ ray a o tu ru y o rlard ı.

128

Ponocrates'in Gargantua'yı günün hiçbir saatini...

Y em eğin b aşın d a G arg an tu a şarabını içerk en eski zam an efsaneleriyle ilgili bir ö y k ü ok u n u rd u . Ve d u ru m a göre y a derse d evam edilirdi ya d a hep birlikte keyifli bir sohbete dalınırdı; önceleri erdem den, sofraya getiri­ len şeylerin özelliklerinden ve niteliklerinden söz ediliyordu: ekmek, şarap, su, tuz, et, balık, m eyve, ot, sebze ve bunlann h a­ zırlanmasıyla ilgili y ö n tem ler... Böylece G argantua, Plinius'un, Athenaeus'un, D iscorides'in, G alenos'un, Porphyrius'un, Oppianus'un, Polybhos'un, H eliodoros'un, Aristoteles'in, Aelianus'un ve d aha başkalarım n yazdıklarım öğrendi. Bu sohbetler sırasında, çoğu zam an söylenenlerin doğruluğunun kanıtlan­ ması için söz konusu kitaplar m asaya getiriliyordu. Ve G argan­ tua söylenenleri hafızasına o k adar iyi yerleştirdi ki zam anında onun bildiklerinin yansım bile bilen bir hekim yoktu. A rk asın d an sab ah o k u n an d ersler ü zerin e k o n u şu lu y o r­ d u ; yem eklerini bir a y v a reçeliyle bitirdikten so n ra G arg an ­ tu a bir sakız ağ acı k ü tü ğ ü y le d işlerini k arıştırıyord u v e elini y ü zü n ü so ğ u k su yla y ık ıy o rd u , so n ra d a h ep birlikte T an rı­ nın yüceliğini v e iyiliğini ö v en ilahilerle şü k red iyorlard ı. Bu iş de ta m a m lan m ca o y u n k âğıtları getiriliyord u m a sa y a am a o yn am ak için değil, aritm etik le ilgili n u m araları v e yeni bu­ luşları ö ğ ren m ek iç in ... G argan tu a b öylece say ılar bilim ini ço k sevdi ve h e r gün öğlen v e ak şam yem ek lerin d en so n ra bu eğlen ce sayesin d e hoş vak it g e ç ird i... d ah a ön ce z a r ve oyu n k âğıtlarıyla g eçir­ diği vak it k ad ar h o ş ... Böylelikle bu d ald a teori ve p ratik açı­ sından öylesine bilgilendi ki bu k on u d a birçok şey yazm ış olan İngiliz Tunstall, kendisiyle k arşılaştırıld ığın d a an cak ön bilgilere sah ip o ld u ğ u n u itiraf etti. Ve G arg an tu a sad ece aritm etik değil, g eom etri, astron om i ve m ü zik gibi başka m atem atik dallarında d a u zm an laştı; gerçek ten d e yem ek lerin eritilip sindirilm esi sırasın d a birlik­ te bir yığın g eom etrik şekil v e o y u n cak y ap ıy o rlard ı, h atta astron om i yasaların ı bile ird eliyorlard ı.

129

Gargantua Sonra d ö rt y a d a beş sesli p a rç a la n sö ylem eye çalışıyor­ lardı eğlenceli b ir şekilde v ey a b ir tem a ü zerin e serbest v a r­ y asy o n larla eğlen iyorlard ı. M üzik en strü m an ların a gelince, G argan tu a lavta, k lav­ sen, arp , flüt, v io la ve tro m b o n çalm ay ı öğrendi. O saati b öyle geçirip , sindirim i tam am lay ın ca barsaklarını b o şaltıy o rd u , so n ra ü ç saat y a d a d ah a fazla bir sü re ders çalışıyord u v e y a sabahki d ersleri tek rarlıyor y a d a ok u m ay a b aşlam ış o ld u ğ u b ir kitaba d ev am ed iy o r v ey a eski R om en harflerini g ü zelce y a z m a y a u ğ raşıy o rd u . Bu işler bittikten son ra seyis G ym n aste dedikleri Tourain e'li bir beyi y an ların a alarak çık ıyorlard ı ve G ym n aste bini­ cilik dersleri v eriy o rd u ona. G a rg a n tu a kıyafetini değiştird ik ten son ra bir savaş atına, bir İsp an yol ay g ırın a ya d a bir rah v a n a biniyor v e h a y v a n a y ü z tu r attırıyor, şah a k ald ırıyor, d ered en g eçiriyor, en gel­ d en atlatıy o r, geri, sağ a sola d ö n d ü rü y o rd u . Ve G a rg an tu a bu sırad a m ızrak k ırm ıyord u ; çünkü " tu r ­ n u v a d a ya d a sa v a şta on m ızrak k ırd ım " d em ek dün yan ın en sa çm a lafıdır-bir d ü lg er d e y ap ab ilir b u işi-am a asıl ö v ü ­ n ü lecek şey b ir m ızrak ta on d ü şm an ı kırm ak tır. S on u ç olarak G arg an tu a sivri, sağ lam v e sert m ızrağ ıy la kapıları kırabili­ y o r, zırh ları d elebiliyor, ağ açları d evireb iliyord u , m ızrağını k ü çü k h alk aların d an geçireb iliyor, zırhlı eyerleri, göm lekle­ ri, eld iven leri yırtab iliyord u . V e b ü tü n b u n lan tep ed en tırn a­ ğ a zırh la k u şan m ış olarak y ap ıy o rd u . A tlarla çeşitli g ö steriler ve n u m a ra la r y a p m a k on u su n d a ü stü n e yok tu . F e rra re 'li seyis o n u n solu k taklidinden başka bir şey değildi. Ö zellikle ayağı hiç y ere d eğm ed en , bir attan ö te k in e -"u ça n " atlar d en en atlard ı b u n lar-atlam ak ta ü stü n e yok tu v e h er iki taraftan d a k o lay ca çok iyi b eceriy o rd u bu işi. E lin d e m ızrak la, ey ersiz ve d izgin siz ata b inm ekte b ü y ü k u stalık k azan m ıştı, çü n k ü b u b eceriler askerlik eğitim inde çok yararlıy d ı.

130

Ponocrates'in Gargantua'yı günün hiçbir saatini...

Bazı gü n ler savaş b altası eğitim i y ap ıy o rd u ; b altayı o k a­ d ar iyi sallıyor, öylesine gü çlü v u ru şla r y a p ıy o r v e öylesine çevik harek etlerle sa v u ru y o rd u ki savaşta v e eğitim d e tam bir şö valye old u ğ u kabul edilm eliydi. S on ra m ızrak la çeşitli g ö steriler yap ıy o r, iki eliyle k a v ra ­ dığı kılıçla sert d arb eler in d iriyor, u zu n kılıçlarla, İsp an yol kılıçlarıyla, h an çerlerle, k am alarla gösteriler y ap ıy o rd u , çe­ şitli k alkanlarla kendini sav u n u y o rd u . Geyik, k araca, ayı, ceylan, y ab an d o m u zu , tav şan , keklik, sülün, toy avın a çık ıyord u . T op o y n u y o r, iri to p ları ayağıyla d a eliyle çok yük sek lere fırlatabiliyordu. G ü reş tu tu y o r, k o ­ şu yor, zıp lıyord u a m a ü ç ad ım , tek ay ak ve A lm an atla m a la ­ rı y a p m ıy o rd u -çü n k ü G y m n aste'a g ö re bu tü r atlam ala r y a ­ rarsızd ı ve sav aşta b ir işe y a ra m a z d ı-, bir sıçray ışta b ir h en ­ deği geçebiliyor, bir çiti aşab iliyord u , bir d u v a ra altı ad ım çı­ kab iliyor v e böylelikle b ir m ızrak b o y u yü ksekliğindeki p en ­ cereye tırm an ab iliyord u . Derin sularda sırtüstü, norm al, yanlam asına yüzebiliyordu, bütün bedenini kullanarak y a d a sadece ayaklarım h arek et et­ tirerek yüzebiliyordu; su y ü zü n d e tuttuğu b ir kitabı hiç ıslat­ m ad an L oire ırm ağım geçebiliyor, a y n ca Sezar gibi kaputunu ağzıyla tutarak yüzebiliyordu; son ra b ir tekneye tek elle tu tu ­ nup çıkabiliyordu; çıktığı tekneden tekrar balıklam a su ya dala­ biliyor, dibe ulaşıyor v e Savigny çukurundaki kayalıklarda ve deliklerde araştırm alar yap ıyord u . D aha sonra tekneyi yerinde çeviriyor, yönetiyor, hızlandırıyor, yavaşlatıyor, akıntı yön ü n ­ de ya d a akıntıya karşı gidiyor y a d a çok güçlü akınüda d u rd u rabiliyordu tekneyi; bir eliyle d üm eni tutarken, öbür eliyle ko­ ca b ir küreği çekiyor, yelken açıyor, halatlard an direğe tırm a­ nıyor, serenlerin üstünde k oşu yor, pusulayı ayarlıyor, gözetle­ m e yapıyor, düm eni b ü yü k bir ustalıkla kullanıyordu. S u d an çıktıktan so n ra d a ğ a tırm an ıy o r, aynı çeviklikle in iyord u ; a ğ a çla ra k ed i gibi tırm an ıy o rd u , sin cap gibi b irin ­ d en ötekine atlıy o rd u , M ilon d e C ro to n e gibi, k o cam a n d al­

131

Gargantua la n k ırıyord u . İki sivri h an çer v e iki gü çlü k ram p o n la sıçan gibi, b ir e v in tep esin e k ad ar çıkabiliyor ve hiçbir yerini incit­ m ed en , y a ra la m a d a n , b erelem ed en hızlı ve çevik bir h a re k e t­ le tek rar aşağı inebiliyordu. C irit, çubuk, taş, u zu n , ince m ızrak , kargı, baltalık m ızrak a tıy o rd u ; y a y çek iyor, kundaklı y a y kullanıyor, ark eb ü zle atış talim leri y ap ıy o r, top u atışa h azır d u ru m a g etiriy o r, atış­ lard a h e d e f o larak kullanılan y a p m a kuşa ö n d en , ark ad an , y a n d a n , a rk a d a n n işan alıy o r v e P artlar gibi d e h er attığını v u ru y o rd u . Y ü k sek b ir k u led en aşağ ı ip sark ıtılıyord u ; bu ipe tu tu ­ n u p y u k a rı tırm an ıy o r, so n ra h ızla v e güven li b ir şekilde a şa­ ğı in iy o rd u , ö y le ki sanki d ü z b ir çay ırd a y a p ıy o rd u b ü tü n bu h a re k e tle ri... îki a ğ a ç arasın a b ir sırık k o y u y o r; bu sırığa asılıyor ve ayak ların ı kesinlikle y ere d eğ d irm ed en öylesin e hızlı ilerli­ y o rd u ki a rk asın d an birinin k oşarak bile on u y ak alam ası m ü m k ü n değildi. G öğsü n ü v e ciğerlerin i çalıştırm ak için şey tan lar gibi b a ­ ğ ırıy o rd u . Bir g ü n on u n Besse kapısından N a rsa y çeşm esin e E u d e m o n 'a seslendiğini d u y d u m : T roya sav aşın d a Stentor bile bu k a d a r g ü çlü bir sesle b ağırm am ıştır. Ve kaslarını g ü çlen d irm ek için d e kendisinin h alter d ed i­ ği k u rşu n d a n iki b ü y ü k kütle h azırlam ışlard ı v e bu kütlele­ rin h er biri sekiz bin yed i y ü z kental ağırlığın d ayd ı. Bunları sıray la tek eliyle h a v a y a k ald ırıyord u ve hiç k ıp ırd am ad an ü ç çe y re k sa at y a da d ah a fazla bir sü re tu tu y o rd u ö y le c e ... eşsiz bir g ü ç g ö sterisiy d i bu. Bu k o n u d a en iddialı ve g ü çlü olan rakiplerle çu b u k y a ­ rışm aların a g iriy o rd u ; v e d arb e ald ığın d a d im d ik v e ayak la­ rını y e re çok sağ lam b asarak y erin d e d u ru y o rd u , M ilon gibi an cak yen ild iğin i kabul ettiği tak tird e m ü d ah ale edilebilirdi o n a .. .gen e M ilon gibi elinde bir n a r tu tu y o r ve alabilecek k a­ d a r g ü çlü o lan a v eririm b u n u d iyord u .

232

Ponocrates'in Gargantua'yı günün hiçbir saatini...

B u şekilde geçen saatlerd en so n ra tem izlen iyor, yık an ı­ y o r, k ıyafetleri değiştiriliyor v e y a v a ş y a v a ş e v e d ö n ü y o rd u ; ça y ırla rd a n y a d a otlak lard an g eçerk en ağ açları v e bitkileri in celiyord u ve eski y azarların kitap ların d ak i tan ım la m a la ­ rıyla k arşılaştırıyord u onları; b u y a z a rla r arasın d a sözgelim i T h eop h rastos, D ioscorid es, M arin u s, Plinius, N ik an d o ro s, M acer v e G alenos vard ı. E v e k u cak k u cak ot g ö tü rü lü y o rd u ; bu g ö re v R h izotom e adlı b ir delikanlıya verilm işti v e ay rıca çap a, k azm a, b ağ bıçağı, bel, b ah çıv an m ak ası gibi aletlerd en de o so ru m lu y d u . E v e dön d ü k lerin d e ak şam y em eğ i h azırlan ırk en o k u m u ş old u k ları b azı b ölü m leri tek rarlıyorlard ı v e so fray a o tu ru ­ yorlard ı. B u ra d a şu n u b elirtm em iz g erek ir ki G a rg a n tu a 'n m öğle yem ek leri çok y av an ve sad ey d i çü n k ü sad ece açlığım b astırYnak için y iy o rd u , bu n a karşılık ak şam y em ek lerin d e bol bol v e çeşitli yiyecek ler o lu rd u ; çü n k ü G arg an tu a g ü cü n ü yitir­ m em ek ve b eslenm ek için gerek tiği k ad ar y iy o rd u ki b u d a gü ven ilir v e d o ğ ru hekim liğin b u y u rd u ğ u b eslen m e rejim ine u y g u n d u r, A rap ekolünde b o zu lm u ş kim i işe y a ra m a z h e ­ kim lerin tersini öğütlem elerin in b ir anlam ı y o k tu ... Y e m e k sırasında, öğle yem eğin d ek i d ersi sü rd ü reb iliy o r­ d u d u ru m a g öre; geri k alan zam an ı d a b ilgelik v e y a ra r dolu k o n u şm alarla geçiriyorlard ı. D u a la r ed ild ik ten so n ra u y u m lu e n s trü m a n la r e şliğ in ­ d e ş a rk ıla r sö y lü y o rla rd ı y a d a k âğ ıt, z a r v e y a h o k k a la rla o y u n o y n u y o rla r, b u a ra d a b o l b o l y iy o rla r v e k im i z a m a n d a y a tm a v ak tin e k a d a r e ğ le n iy o rla rd ı; kim i z a m a n d a bil­ ge k işileri y a d a y a b a n cı ü lk e le rd e n g e le n le ri z iy a re t e d i­ y o rla rd ı. G ece yarısı od aların a çek ilm ed en ön ce te ra sa çıkıp, g ö k ­ yü zü n ü , k u yru k lu y ıld ızlan sey red iy o rlar v e b azı geceler de yıld ızların biçim lerini, d u ru m larım , g ö rü n ü m lerin i, b irleş­ m elerini, ayrılm aların ı izliyorlard ı.

233

Gargantua

S on ra G arg an tu a, h o casıy la birlikte, P y th ag o rasçıla r gibi, g ü n için d e ok u d u k larım , öğren d ik lerin i, görd ü k lerin i, ö ğ ­ rendiklerini hızlı b ir b içim d e g ö z d e n g eçiriy o rd u . S on ra Y a ra d a n 'a d u a e d iy o rlard ı, o n a o lan h ayran lık ları­ nı v e in an çların ı yin eliyorlard ı, so n su z iyiliğini y ü celtiy o rlar­ dı, geçm işle ilgili o larak T an rıy a m in n et ve şükran ların ı su­ n u y o r v e gelecek te d e lü tfu n u esirgem em esin i diliyorlard ı. Ve so n u n d a istirah ate çekiliyorlardı.

134

BÖLÜM XXII

Gargantua'nm yağmurlu günlerdeki yaşamı H ava y a ğ m u rlu o ld u ğ u n d a v e değişkenlik g ö sterd iğ in d e y e ­ m ek öncesi h er zam an k i gibi g eçerd i, sad ece G arg an tu a o rta ­ lık kırılsın d iy e b ü yü k v e gü zel bir ateş yak tırırd ı. Y em ek ten son ra d a sp o ra çık m ıyorlar, e v d e k alıyorlar, resim ve heykel çalışm aları y ap ıy o rlar y a d a eski aşık kem iği oyu n ları o y n u ­ y o rla rd ı... L eo n icu s'u n anlattığı v e d o stu m u z L ask aris'in o y ­ nadığı g ib i... O yu n sırasın d a d a eski y a z a rla rın bu o y u n la r­ la ilgili sözlerini ve eğretilem elerin i yin eliyorlard ı. Y a d a m ad en lerin nasıl çekildiğini, top ların nasıl d ök ü l­ d ü ğü n ü g ö rm ey e gid iyorlard ı; v e y a k u y u m cu ları, o y m a cıla ­ rı, değerli taş yon tu cu ların ı, sim yacıları, p ara basan ları, halı­ cıları, d ok u m acıları, kadife üreticilerin i, saatçileri, cam cıları, b asm acıları, o rg cu ları, b oyacıları ve d ah a b aşk a zan aatçıları g ö rm e y e gid iy o rlard ı v e gittikleri h er y erd e bol bol şara p d a ­ ğıtarak bu çeşitli m esleklerin icatların ı v e inceliklerini ö ğ re ­ niyorlard ı. K on feran slara, tören lere, o k u m alara, söylevlere, ü n lü ve seçkin avu k atların sav u n m aların a, v aızlara d a gid iyorlard ı. Kılıç oyunlarının öğretildiği salonlara d a u ğru y o rlard ı ve bu salonlarda G argan tu a b ü tü n silahları kullanıyor, bu o y u n ­ ları onlar k a d ar h atta on lard an d ah a iyi bildiğini gösteriyord u . Bitki d erlem e y erlerin e d e g id iy o rlard ı, ot satılan d ü k k ân ­ ları v e eczan eleri d o laşıy o rlard ı, u z a k ü lk elerd en gelm iş 135

Gargantua m eyveleri, kökleri, y ap rak ları, to h u m la n , m erh em leri v e b u n ların k arıştırılm a b içim lerini in celiyorlard ı. C am b azları, h o k k ab azlan v e şarlatan ları g ö rm ey e de gi­ d iy o rlar v e o n la n n h arek etlerin i, hilelerini, eğilip b ükülm elerini, yalan ların ı, sa çm a sap an sözlerin i sey red iy o r, dinliyor­ lardı, özellikle d e P ica rd ie 'd e C h a u n y 'y e gid iy o rlard ı b u n u n için; çü n k ü o n lar d o ğ u ştan laf cam b azlarıd ır v e sa çm a sap an k o n u şm alar y a p m a k ta ü stlerin e y o k tu r. A k şam y em ek için ev e d ö n d ü k lerin d e d iğ er g ü n lere o ran ­ la d ah a az y iy o rlard ı, d ah a k u ru v e d a h a az besleyici gıd ala­ rı tercih e d iy o rlard ı ki h a v a d a n b ed en lerin e g eçen v e tahrip edici olabilen n e m gid erilsin v e h e r zam an k i gibi çalışü rm am ış old u k ları b ed en leri rah atsız o lm a s ın ... İşte b ö y le yetiştirild i G arg an tu a; h e r g ü n b ö y le d ev a m e t­ ti, yetenekli v e kesinlikle şa şm a z b ir disiplin için d e yetişen b ir gen cin sağlayab ileceği b ü tü n y a r a n sağlad ı; ilk b aşta çok zo r gibi g ö zü k en bu eğitim d a h a so n ra o k ad ar hafif, o k ad ar h oş ve eğlen celi b ir hale d ö n ü ştü ki b ir çıraklıktan çok bir kralın eğlen cesin e benzedi. B u n u n la birlikte P o n o crates o n u n b u zihinsel gerginliğini b iraz y u m u şa tm a k için ay d a b ir k ez, h av an ın açık ve y u m u ­ şak o ld u ğ u b ir g ü n d en y ararlan ıp sab ah erk en d en k entten çı­ k a rıy o rd u onları. G en tilly'ye y a d a B o u lo g n e'a, M on trou g e 'a , C h a re n to n 'a, V a n v e s'a y a d a S ain t-C lo u d 'y a gid iyorlar­ dı bu g ü n lerd e. V e o ra d a b ü tü n g ü n ziyafet çek iyorlard ı ken­ dilerine, g ü lü y o r, eğlen iyor, içiyor, o y n u y o r, şarkı söylü yor, dans ed iy o r, çim en lerd e y u v arlan ıy o r, y u v a la rd a k u ş arıyor, bıldırcın k u rb ağ a ve ıstak oz av lıy o rlard ı. A m a k itap sız v e o k u m asız g e çe n b u g ü n ler kesinlikle y a ­ rarsız g e çm iy o rd u . Ç ü nkü g ü zel çim en lerd e V ergiliu s'u n Ge-

orgica'sın d an , H e sio d o s'd a n v e P o litian u s'u n Rustice 'sinden ezb ere d izeler ok u y o rlar, L atin ce ço k h oş taşlam alar olu ştu ­ ru y o rla r, b u n ları ro n d o la r v e b a la d la r b içim in d e Fran sızcay a çeviriyorlard ı.

136

Gargantua'nın yağmurlu günlerdeki yaşamı Şölen sırasın d a sulu şarap tan suyu, C ato (De re rust) ve P lin iu s'u n Öğütleri d o ğ ru ltu su n d a sarm aşık k ök ü n d en b ir h u n iyle ayırıyorlard ı; su d olu b ir k ap ta şarab ın y o ğ u n lu ğ u ­ n u azaltıyorlar son ra bir hu n i y ard ım ıy la çekip bir k ad eh ten öteki ak tarıyorlard ı; v e k ü çü k oto m atlar y an i kendi kendine h arek et e d en araçlar yap ıyorlard ı.

137

]

BÖ LÜ M XXIII

Leme poğaçacılarıyla Gargarıtua'nın memleketindeki po­ ğaçacılar arasında şiddetli savaşlara yol açan büyük tar­ tışmanın başlaması Bu d ö n em d e-so n b ah arm b aşın d a, b ağ b o zu m u m ev sim iy d iyö ren in çob an ları sığırcıkların ü zü m leri y em esin e engel ol­ m ak için b ağ ları b ek liyorlardı. G ene bu d ö n em d e L e m e p o ğ açacıları k av şak tan g eçerek o n -o n iki a rab ay a yük lü p oğaçaların ı ken te g ö tü rü y o rla rd ı. Ç o b an lar k endilerinden g a y e t k ibar bir şekilde iyi bir p a ­ ra karşılığı, çarşı fiyatına p o ğ açaları satm aların ı rica ettiler. Ç ü n k ü bildiğiniz gibi sab ah lan taze p o ğ açay la ü zü m y em ek T an rılara layık bir ziyafettir, özellikle d e kabızlığı olan lara tav siy e ed ilen Pino, M isket vb. gibi tü rleri o lu r s a ...; bunları y iy en ler kol gibi sıçarlar v e ço ğ u z am an osu rd u k ların ı san ır­ ken sıçıverirler, b u ned en le b ağ b o zu m u p an su m an cıları d e­ n ir b unlara. P o ğ a ça cılar çob an ların bu isteklerine h iç sıcak b ak m ad ı­ lar; ü stü n e üstlü k h ak aret de ettiler on lara v e n eler neler d e ­ m e d ile r... it kılıklı herifler, dişleri d ök ü lm ü ş p ezeven k ler, kı­ zıl su ratlı şarap çılar, ü ç k âğıtçılar, açg ö zlü ler, dilenciler, e n a ­ yi düm belekleri, çan ak yalayıcılar, kılıç artıkları, kediler, m ay m u n la r, süm ü k lü b öcek ler, h öd ü k ler, geri zekâlılar, bir boka y a ra m a z herifler, aşağılık herifler, açlık tan nefesi kok­

139

Gargantua m u şlar, so y tarılar, b ok ço b an lan v e d a h a b ir yığın küfür; bu lezzetli p o ğ a ça la r sizin nen ize, y u v arlak , esm er ek m ek nenize y etm iy o r sizin? B u h ak aretlere ço b an lar arasın d an F ro g ier adlı, on u rlu v e h erkesin iyi ço cu k o larak tan ıd ığı biri karşılık verd i: "N e z a m a n d a n beri b o y n u z la n n ız çıktı d a şirret, k avgacı o ld u n u z b ö y le? E sk id en m em n u n iy etle satard ın ız p o ğ a ça la ­ rınızı, şim d i satm ıy o rsu n u z, n e o ld u b öyle? K o m şu lu ğ a sığ­ m a z bu, p astaların ızı, p o ğ açaların ızı y a p m a k için b izim o g ü ­ zelim h a s b u ğ d ay larım ızd an isted iğin izd e biz size böyle d a v ra n m ıy o ru z. A y rıca ü z ü m d e verecek tim size; a m a Tanrı şah id im iz olsu n , p işm an olabilirsiniz v e yak ın d a bize işiniz d ü şecek . U n u tm ay ın , biz de ayn ı m u am eley i y a p a ca ğ ız si­ z e !" P o ğ açacıların b aşı M arq u et şöyle karşılık v erd i b u sözlere: "D o ğ ru su iyi h o ro zlan ıy o rsu n b u sab ah ; ak şam darıyı fazla k açırd ın h erh ald e. Şöyle gel, şö y le gel d e p o ğ a ça v e re ­ yim san a !" F ro g ie r b ü tü n saflığıyla yak laştı y am n a, M arq u et'n in k en ­ disine p o ğ a ça v ereceğ in i sa n a ra k k esesin d en p a ra çıkardı; am a M arq u et k ırb acıyla b acak ların a öyle sert b ir d arbe in d ir­ di ki d ü ğ ü m lerin izleri kaldı etin d e. Sonra k açm ak istedi; am a F ro g ie r "İm d at! A d a m ö ld ü rü y o rla r!" d iye b ağ ırm a y a başladı; aynı z a m a n d a d a k o ltu ğ u n u n altındaki kalın bir so ­ p ayı fırlattı on a d o ğ ru . Sopa kafasının sağ tarafına, alın kem i­ ğindeki bir eklem e, şak ak d am arın ın ü stü n e öyle bir çarp tı ki M arq u et a tın d an d ü ştü , h erk es öld ü san d ı onu. Bu sırad a cev iz k ab u ğu so y m ak ta o lan çevred ek i yarıcılar ellerinde k oca k o ca sırıklarla k o ştu lar v e p o ğ açacıları yeşil ça v d a r d ö v er gibi d ö v d ü ler. F ro g ier'n in sesini d u y an öteki erk ek ve k a d m ço b an lar çeşitli b o y d a sa p a n la n y la geldiler ve onları öyle b ir taşa tu ttu lar ki h erk es d olu y ağ d ığ ım sandı. Sonu n d a y ak alad ılar onları v e d ö rt y a d a beş d ü zin e p o ğ a ça aldılar; gen e d e n o rm al fiyattan p araların ı ö d ed iler v e ayrıca

140

Lemé poğaçacılarıyla Gargantua'nın memleketindeki poğaçacılar...

üç torba cevizle ü ç sep et d e b eyaz ü zü m verd iler. P o ğ a ça cı­ lar y aralı M arq u et'n in atına binm esine y a rd ım ettiler ve Parillé yolu n u izlem eyip L e rn é 'y e d ö n d ü ler; gid erk en d e Seuillé ve C inais sığ ırtm açların a, çob an ların a v e yarıcıların a teh ­ ditler sav u rd u lar. B ü tü n b u o lay lard an so n ra erk ek v e k ad ın çob an lar p o ğ a ­ çalarla v e lezzetli ü zü m lerle ziyafet çektiler kendilerine, g a y ­ d alar ça la ra k eğlendiler, sab ah leyin evlerin d en sa ğ ayak ları­ nı ata ra k çık m ad ık ların d an b aşların a b elalar gelen kibirli p o ­ ğaçacılarla alay ettiler. V e F ro g ier'n in b acak larm ı iri ü zü m tan eleriyle öyle bir gü zel o v u ştu rd u la r ki çab u cak iyileşti.

141

BÖ LÜM XXIV

Leme'lileritı, kralları Picrochole'un emriyle Gargarıtua'nıtı çobanlarına ansızın saldırması P o ğ a ç a c ıla r L e rn e 'y e d ö n e r d ö n m e z , y e m e d e n içm e d e n K a le y e g ittile r v e o ra d a k ra lla rı ü ç ü n c ü P ic ro c h o le 'e d e rt y a n d ıla r, o n a p a ra m p a rç a o lm u ş se p e tle rin i, y ırtıla n g iy si* lerin i, b oş k alm ış p o ğ a ç a to rb a la rın ı v e ö zellik le d e a ğ ır y a ra la n a n M a rq u e t'y i g ö s te r d ile r ... B ü tü n b u n la rın d a S eu ille'n in ö tesin d ek i b ü y ü k k a v şa k ta , G ra n d g o u s ie r'n in ço b a n la rın ın v e y a rıc ıla rın ın b aşın ın a ltın d a n

çıktığını

sö y led iler. P ich roch ole m ü th iş öfkelendi ansızın v e olaylarla ilgili olarak d ah a fazla bilgi alm ay a g erek d u y m a d a n eli silah tu ­ tan herkesi sav aşa çağ ırd ı; h erk es silah k u şan acak ve öğle vakti, şaton u n önündeki m e y d a n d a top lan acak tı, gelm eyen ­ ler d arağacın ı b oylayacak tı. H erkesin em irlerini d ah a iyi öğren m esi için kentin d ö rt bir yan ın d a d av u llar çaldırdı. K endisi de, yem eği h azırlan ır­ ken, toplarını h azırlatm ay a, flam alarını, sancaklarını açtır­ m aya, h e m savaş için h em de m id esi için cep h an e, araç-g ereç yü k letm eye gitti. Y em ek sırasın d a em irlerin i verd i. B ir k ararn am e çıkarttı ve ön cü k u vvetlerin b aşın a sen y ö r G rip p em in au d 'y u getirdi; bu ön cü birliklerde o n altı bin ark eb ü zcü v e yirm i beş bin h a ­ fif sü vari vard ı. 143

Gargantua T o p çu k u v v etleri şö v aly e T ou cq u ed illon 'u n em rin e veril­ di; bu b irliklerde d e d ok u z y ü z on d ö rt p a rça top v ard ı: tu n ç, tekli, çiftli, bazilik, sarm al, yılınkavi, ağ ır v e hafif to p lar vb. A rtçıların b aşın d a ise dük R aq u ed en ier v ard ı. K ral v e p ren s­ ler d e m e rk ezd e y e r alacaklardı. H azırlık lar tam am lan d ık tan , b ü tü n d on an ım lar sağlan ­ d ık ta n

so n ra ,

o rd u

y o la

çık m a d a n

ö n ce

k o m u ta n

E n g o u lev en t em rin d e ü ç y ü z hafif sü variyi y o la çık ard ılar; b u n lar keşif y a p acak lar v e çev red e tu zak olu p olm ad ığın a b ak acak lard ı. A m a bu n lar çevreyi k olaçan ettikten so n ra h e r tarafta sü k û n etin h ü k ü m sü rd ü ğ ü n ü v e hiçbir y erd e bir a s­ keri y ığın ak o lm ad ığ ım görd ü ler. Bu h aberi alan P icroch ole b ü tü n o rd u n u n b ayrak ların ı açıp y ü rü y ü şe geçm esin i em retti. B u n u n ü zerin e sav aşçılar k arm ak arışık b ir h ald e sefere çıktılar, geçtikleri h er yeri tah rip ettiler, y ağ m alad ılar, k utsal, k u tsal o lm ay an , zen gin fakir ayrım ı y a p m a d ıla r...; öküz, inek, b o ğ a , d an a, d ü v e, k oyu n , keçi, teke, tavuk, h o ro z , kaz, ö rd ek , d o m u z ... n e b u ld u larsa alıp g ö tü rd ü ler; cevizleri sil­ k elediler, ü zü m leri top lad ılar, b ağ kütüklerini sök tü ler, h iç­ b ir a ğ a ç ta m e y v e b ırak m ad ılar. G örü lm em iş bir k arg aşa y a ­ rattılar. D iren en h iç kim se yok tu k arşıların d a; h erk es teslim o lu y o rd u v e kendilerine z a ra r v erm em eleri için y a lv a rıy o r­ d u o n la ra ; y ıllard an b eri iyi k om şu lu k içinde old uklarını, g a ­ y e t gü zel geçindiklerini u n u tm am aları gerektiğini v e kendi­ lerine karşı iyi d av ran m aları gerektiğini, tersini h ak etm ed ik ­ lerini sö y led iler; y o k sa T an rı cezan ızı v erecek tir, ded iler. B ü ­ tü n bu y a k ın m alara v e serzen işlere karşılık v erm ed iler v e sa ­ d e ce b iz size p o ğ a ç a y em ey i öğretiriz, isterseniz d em ek le y e ­ tindiler.

144

BÖLÜM XXV

Bir keşişin Seuille manastın ve çevresini düşman saldınsından kurtarması H er tarafı y ağ m alay arak , çalıp çırp arak S eu ille'ye v ard ılar; o rad a b ü tü n erkekleri v e k ad ın ları so y d u lar ve alabilecekleri her şeyi ald ılar; hiçb ir şey ço k kanlı y a d a çok rah atsız edici gelm iyord u . V eba salgını h er tarafı kasıp k a v u rd u ğ u halde, nered eyse b ü tü n evlere b u laşm ış o ld u ğ u h ald e h er ev e gird i­ ler, hiçbir şey b ırak m ad ılar girdikleri ev lerd e; v e hiçbirine hastalık b u laşm ad ı. Şaşılacak bir d u ru m d u b u ; çü n k ü h a sta ­ ları ziyaret ed en , on lara p a n su m an y ap an , onları ted avi eden, g ü n ah çık artan v e v a a z v e re n p ap azlar, yard ım cıları, vaızlar, hekim ler, cerrah lar v e eczacıların hepsi m ik rop k a­ pıp ölm üşlerdi v e bu y a ğ m a cıla ra v e katillere hiçbir şey ol­ m u y o rd u . N asıl o lu y o r bu B ay lar? R ica ed iy o ru m , d ü şü n ü n ■ bir. Kenti böyle y ağ m alad ık tan so n ra gene m ü th iş b ir k arg aşa içinde m an astıra sald ırd ılar a m a m an astır iyi k o ru n m u ştu ve tahkim liydi; o rd u n u n b ü y ü k v e asıl g ü cü V ed e geçid in e d o ğ ­ ru yöneldi; yed i p iyad e birliği ve iki y ü z m ızrak lı sü v ari o ra ­ d a kaldı ve b ağları talan etm ek için m an astırın çevresin d ek i ( d u varları y ık m ay a b aşladılar. Zavallı keşişler h an g i azize y alv aracak ların ı b ilem iyorlar­ dı. N e yap acak ların ı b ilem ed ik lerin d en belki çare olu r diye m an astırd a b u lu n an h erkesi to p lan tıy a d av et am acıy la ça n ­ 145

Gargantua ları çald ılar. G üzel b ir g eçit tören i y a p m a y a k a ra r verd iler, bu a ra d a d u a la r ok u n acak , v a a z la r v e rile ce k ti.. .düşmanların

saldırılarına karşı v e barış ve huzur için. M a n a stırd a o d ö n em d e Jean d es E n to m m eu rs adlı bir ke­ şiş v a rd ı; g en ç, yakışıklı, gü çlü k u vvetli, sevim li, hoş, b ece­ rikli, cesu r, girişim ci, kararlı, u z u n b oylu , zayıf, çenesi k u v ­ vetli, b u rn u kibirli, çok iyi d u a o k u yan , çok gü zel m esajlar v e re n b iriyd i; k ısacası d ü n y a kuru lalı beri b öyle g erçe k bir p a p a z g ö rü lm em işti. Ve bu p a p a z , d ü şm an ların b a ğ d a çıkardıkları şa m atay ı d u y u n ca olu p biten i an lam ak ü zere dışarı çıktı. B ü tü n b ir yıl içecekleri şarab ı b u lam ayab ilecek lerin i g ö rü n ce öteki keşişle­ rin arasın a d ö n d ü ...h e p s i şaşkınlıktan d o n m u ş k alm ışü ; ke­ k eleyerek b ir ilahi o k u y o rlard ı: Im, im, im, pe, e, e, e, e, e, tum,

um, in, i, ni, mi, co, o, o, o, o, o, rum, um: "S ö y ley ecek b aşk a ila­ hi b u la m a d ın ız mı! A llah aşkına niçin: B ağ lar b o zu ld u , elv ed a sep etler'i o k u m u y o rsu n u z ?" d ed i F re r Jean. "B u a d a m la r b ü tü n b ağ ı y o k e tm iy o rla rs a ... b a ğ kütükle­ rini sö k ü y o rlar, ü zü m leri g ö tü rü y o rlar! A m an A llahım ! D ört yıl içecek b ir şey b u lam ay ız! N e y a p a ca ğ ız biz zavallılar? U lu T an rım , içkiden mahrum etme beniV' B aşrah ip şö y le d ed i b u n u n ü zerin e: "B u sa rh o şu n n e işi v a r b u ra d a ? A tın şu n u içeri. T an rıya h iz m e t e tm em izi engelliyor! - A m a , d iy e karşılık v erd i keşiş, şarabın tören in in d e b o ­ zu lm a m a sı g erek ir; çü n k ü siz d e B aşrah ip , siz d e şarab ın en iyisini sev ersin iz, h e r iyi in san d a sever. D oğru d ü z g ü n biri iyi şa ra p ta n n efret e tm ez kesinlikle. B u rad a söyled iğin iz ila­ h iler h iç u y g u n değil. "N için h a s a t v e b a ğ b o zu m u zam an ların d a d u lan m ız k ısa­ d ır d a kışın b aşın d a v e kış b o y u n ca u zu n d u r? D inim iz için ç a ­ b aları asla u n u tu lm ay acak olan m ü teveffa rah ip M acé P elosse b an a b ir g ü n açıklam ıştı - ç o k iyi h a tırlıy o ru m - d u ru m u : o

146

Bir keşişin Seuille manastın ve çevresini...

m evsim de h asad ım ızı alabilm em iz v e şarabım ızı yap ab ilm e­ m iz ve kışın d a bol bol içeb ilm em izd ir b u n u n nedeni. "D in le y in b ey ler: şarab ı se v e n p e şim d e n gelsin ! E rm iş A n ton iu s ü stü n e y e m in e d e rim ki b a ğ ı k u rta rm a y a g e lm e ­ yen ler b ir d a m la bile iç e m e y e ce k le rd ir! K ilise m alla rın a d o k u n m a k h a ! Y o k ! O lm a z bu! İn g iliz aziz T h o m a s K ilise m alları için ö lü m e g itm iştir: b en d e b u u ğ u r d a ca n ım ı v e­ rirse m a z iz o lm a z m ıy ım ? A m a b en ö lm e y e ce ğ im , o n ları ö ld ü re ce ğ im ." Ve h em en ark asın d an pelerinini çık ard ı v e h açlı asasım aldı; ü v e z a ğ a cm d a n yap ılm ış olan b u asa m ızrak gibi u z u n ­ du, ele iyi o tu ru y o rd u , ü stü n d ek i zam b ak resim lerin in h e ­ m en h e m e n h ep si silinm işti. C ü p p esin i çık arıp beline b ağ lad ı v e sırtın d a k azak la çıktı m ey d an a. V e asasıyla an id en sald ırd ı d ü şm an lara; b u sırad a d ü şm an lar k arg aşa için d e, b ay rak sız, san cak sız, d av u lsu z, b orazan sız ortalığı talan ed iy o rlard ı -ç ü n k ü b a y ra k ta rla r v e san cak tarlar b ay rak larım v e san cak larım d u v a r d ip lerin e at­ m ışlar, d av u lcu lar d avu lların ı p atlatıp içlerine ü z ü m d o ld u r­ m u şlard ı, b o razan ların içleri bile salkım larla d o lm u ş tu -, bu şartlar altında keşişin saldırısı öyle b eklenm edik, öyle şaşır­ tıcı ve am an sız old u ki eski kılıç k u llan m a tekniklerine g ö re kullandığı asasını sav u rd u k ça, nasiplerini alan lar, d o m u z la r gibi y ere seriliyorlardı. K im inin beynini p atlatıy o r, k im inin k olunu b acağ ın ı kırı­ y ord u , kim inin b o y u n kem iklerini p a ra m p a rça ed iy o r, kim i­ nin belini d ağ ıtıy o r, b u rn u n u y am y assı ed iy o r, g ö zü n ü p a t­ la tıy o rd u ... kim isinin çenesini d a rm a d a ğ ın ed iy o r, dişlerini y u ttu ru y o r, k ü rek kem iklerini g ö çertiy o r, ayak ların ı k ırıyor, kim inin kalçasını, kim inin kaval kem iğini çalışm az h ale g e ti­ riyord u . B ağ k ü tü k lerin in sık o ld u ğ u y erlere sak lan m ak isteyen ler old u m u sırtların a sırtların a in d iriyor, k öp ek gibi y ere seri­ yord u .

147

Gargantua K a ça ra k k u rtu lm ak isteyen leri yak alad ığın d a en selerine indird iği d arb elerle k afataslan n ı p atlatıyord u . K endilerini d ah a g ü v e n d e h issedecekleri d ü şü n cesiy le a ğ a çla ra çık an ları y ak alad ığ ın d a d a kıçlarına so k u v eriy o rd u asayı. Tan ıd ığı biri "H e y F re r Jean , d o stu m , F rer Jan, teslim o lu ­ y o ru m " d iy e b ağ ırd ığ ın d a d a, "Tabii, m ecb u rsu n am a gen e d e ru h u n u şey tan lara teslim ed ecek sin !" d iye karşılık v eri­ y o rd u v e on u d a y e re seriy o rd u . V e k en d isin e d iren m e cesaretin i gösteren ler o lu rsa bu d u ­ ru m d a k asların ın g ü cü n ü g ö steriy o r, onların g ö ğ ü s kafesle­ rini delip y ü rek lerin i sö k ü y o rd u . K im ilerinin d e b öğü rlerin i d elip, m id elerin i ters çev iriy o rd u v e anında can v eriy o rd u b u n lar. K im ilerin in göb ek lerin e öyle d arb eler in d iriy o rd u ki b arsak larım d ışarı d ö k ü y o rd u . M ızrak gibi asasını k im ileri­ nin d e ta şa k ların d an sok u p k ıçların d an çık arıyord u . B u n d an d ah a k o rk u n ç bir g ö steri görü lm em işti v e gö rü lm esi de m ü m k ü n değild i, inanın b an a b öyleyd i d u ru m ... Y a lv a rıp y a k a ra n la r çeşitli ad ları telaffuz ed iyorlard ı: E rm iş Sakal, A ziz G eorges, A zize N ito u ch e, N o tre-D am e d e C u n au lt! De L o rrette! D e B on n es N ou velles! D e la Lenou! D e R ivière! K im ileri A z iz Jacq u es'a, kim ileri d e C h am b éry kutsal kefen in e-am a o k efen ü ç ay son ra öyle bir y an d ı ki tek bir kılı­ nı bile k u rta ra m a d ıla r; kim ileri C ad o u in 'e, kim ileri aziz Jean d 'A n g é ly 'y e sığ m ıy o rlard ı; kim i aziz E u tro p e d e Saintes'e, kim i aziz M esm e de C h in o n 'a, kim i aziz M artin d e C a n d e s'a , aziz C lou d de C in ay 'e, Ja v a rsa y kutsal kalıntılarına v e d a h a bin lerce irili ufaklı a z iz e ... K im ileri g ü n a h çık aram ad an ö lü yor, kim ileri v a r g ü çle ­ riyle b ağ ırıy o rlard ı: "İtiraf! İtiraf! Günahlarımı itiraf ediyorum! Merhamet! Sana teslim oluyorum Tanrım!" Y ara lıla rın çığlıkları o k a d a r d ay an ılm az b ir h al alm ıştı ki b a şra h ip v e b ü tü n keşişler d ışarı fırladılar; b ağ ın için d e ö lü m cü l y a ra la r alm ış b u zavallıları g ö rü n ce b irk açın a g ü n ah

148

Bir keşişin Seuille manastırı ve çevresini...

çıkarttırabildiler. A m a rah ip ler gü n ah çık artm ak la u ğ ra şır­ larken k im i k ü çü k keşişler F re r Jean 'm y an m a k o ştu lar v e kendisine nasıl y a rd ım edebileceklerini so rd u lar. F re r Jean o n la rd a n y e rd e y a ta n la n b irer b irer b o ğ azlam aların ı istedi. O n lar d a cü p p elerin i b a ğ k ü tüklerinin ü stü n e atıp yaralıları b o ğ a z la m a y a v e işlerini b itirm eye b aşlad ılar. Bu işi nasıl y ap tik lan n ı b iliyor m u su n u z? Bizim m em lek ette k ü çü k ço ­

cukların yeşil cevizleri so y m ak için k u llandıkları k ü çü k k ü ­ çü k b ıçaklarla. S on ra F re r Jean gen e haçlı asası elinde o ld u ğ u h ald e d ü ş­ m an ların açtığı g ed iğ e gitti. B u a ra d a b azı k ü çü k keşişler san cak ları, b ay rak ları kendilerine d o n y a p m a k ü z e re o d a la ­ rın a g ö tü rd ü ler. A m a gü n ah çık artan lar v e sağ k u rtu lan lar b u ged ik ten çık m ak istediklerinde F re r Jean k afaların a bir d arb e in d irirk en şöyle d iy o rd u : "B u n la r g ü n ah çık artan lar v e p işm an o lan lard ır, bağışlan ' dılar: C en n ete gidecekler, d o sd o ğ ru , b ir o ra k gibi, en k estir­ m e y o ld a n ... B öylece F re r Je a n 'm yiğitliği v e k ah ram an lığ ı sayesin d e m a n a stır çitine giren lerin h ep sin in işi b itirild i... b u n la rm s a ­ yısı o n ü ç b in altı y ü z y irm i ikiydi. E lin d e h a cı d eğn eğiyle İsp an y a v e K u zey A frik a M ü slü m an ların a k arşı sa v a şa n - b u sav aşların ö y k ü sü d ö rt A y m o n k ard eşlerin d estan ın d a a n latılm ıştır- keşiş M au g is bile Je­ a n 'm h açlı asasıyla g ö sterd iğ i yiğitlik d erecesin d e b ir yiğitlik g ö sterem em iştir.

149

BÖLÜM XXVI

Pichrochole'un La Roche-Clermault'yu bir saldırıyla al­ ması ve Grandgousier'nin istemeyerek, üzülerek ve zorla savaşa girmesi K eşişim iz, anlattığım ız gibi m an astıra giren lerle savaşırk en P ich rocole ad am larıyla V ede b oğazın ı aşıp L a R och e-C lerm a u lt'y a saldırdı v e o ra d a hiçbir direnişle k arşılaşm ad ı; g e*ce b astırın ca kentte k alm ay a k a ra r v erd i v e içini k em iren öf­ keyi b astırm ay a çalıştı. Sabahleyin p erd e hattını v e şatoyu ele geçird i; tahkim at yaptı ve gerekli araç-gereç ve erzakı sağlad ı; saldırıya u ğ rad ı­ ğı taktirde oraya çekilm eyi d ü şü n ü yord u . Ç ü nkü orası konu­ m u ve kuruluşu açısından sav u n m ay a son d erece elverişliydi. A m a şim di onları oldukları y erd e bırak alım v e G arg an tu a'm ız a dön elim biz; G arg an tu a P aris'te kendisini b ü tü n ü yle edeb iyata ve b ed en eğitim ine ad am ıştır; v e d e yaşlı babası G ran d g o u sier'm izle ilg ilen elim ... G ran d g o u sier ak şam y e ­ m ek lerin d en son ra harıl harıl y a n a n ateşin k arşısın a otu ru p taşaklarını ısıtıyor, kulağını k ızaran k estan e çıtırtıların d an ayırm ıyor, ateş karıştırılan v e u çları y an m ış gü zel so p aların ­ dan biriyle o cağ ın ü stü n e y azılar çizik tiriyor, b ir y an d a n d a karısına ve yan ın d ak ilere eski za m a n h ik âyeleri an latıyord u . Bir ak şam b ağ lara b ak an ço b an lard an P illot geld i y a n m a ; LernĞ kralı P ich ro co le'ü n on u n to p rak ların d a ve m ü lk lerin ­ d e yap tığı tahribatı ve y a ğ m a olayların ı, b ü tü n m em lek eti

151

Gargantua nasıl so y u p so ğ an a çevird iğin i, y ak ıp yıktığını, sad ece old u ­ ğu gibi anlattı v e sad ece F re r Jean des E n to m m eu res'ü n on u ­ ru y la m ü ca d ele edip k u rtard ığ ı Seuille m an astırın ın bu kötü ­ lü k lerd en etkilenm ediğini ekledi; v e bu kralın L a R ocheC le rm a u lt'd a ad am larıy la birlikte tah k im at yaptığını, sav aşa h azırlan d ığın ı söylem eyi de u n u tm ad ı. "Y azık ! Y azık ! d ed i G ran d g o u sier, ne o lu y o r, n erey e gi­ d iy o ru z b ö y le? R ü y a m ı g ö rü y o ru m y o k sa g e rçe k m i bu söylen en ler? P ich ro co le, d o stu m , ki k en d isiyle ak rab alığım d a v a rd ır, b a n a sald ırm ak için g eliy o r, öyle m i? N için y a p ı­ y o r b u n u ? K im y ö n len d iriy o r? K im akıl v e riy o r? V ay an ası­ nı be! T an rım , sen b a n a y a rd ım cı ol, akıl v e r b an a, n e y a p a ­ cağım ı söyle! S an a y em in e d e rim k i-b an a d estek o lm an için!ben on a h iç z a ra r v e rm e d im , o n u n h u zu ru n u kaçırab ilecek hiçb ir şey y a p m a d ım , to p rak larım falan y a ğ m a la m a d ım ; tersin e ih tiyaç d u y d u ğ u n d a a d a m g ö n d e rd im o n a, p aram la, n ü fu zu m la, ö ğ ü tlerim le d estek o ld u m o n a, h e r z a m a n elim ­ d en geld iğin ce iyiliğini isted im o n u n . B an a b ö y le b ir sald ırı­ d a b u lu n m ası için şey tan a u y m u ş o lm ası g erek ir. T an rım sen b en im y ü re ğ im i bilirsin çü n k ü k im se sen d en b ir şey sakla y a m a z . E ğ e r d elirm işse ve sen on u b an a aklını b aşın a g e ­ tirm em için g ö n d e riy o rsa n b a n a gerekli b ilgeliği v e gü cü v e r ... v e r ki o n u sen in k u tsal irad en in b o y u n d u ru ğ u altına so k ay ım ve k en d isin i k u rta ra ca k o lan disiplini v erey im ona. "Yazık! Yazık! Ç ok yazık! Benim sadık adam larım , hizm et­ kârlarım b ana y ard ım etm eniz için d ü rtm em , h u zu rsu z etm em mi gerekiyor sizleri? Y azık ki ne yazık! Bu yaşım d a benim ar­ tık sadece d inlenm em gerekirdi, h ayatım b oyu n ca d a h u zu r­ d an başka bir şey aram ad ım . A m a şim di çok iyi görü yoru m ki yorg u n ve zayıf o m u zlan m a zırhlar k o y m am gerekiyor, titrek ellerim e m ızrak ve d aha başka silahlar alm am g erek iy o r... za­ vallı halkım ı k oru m ak ve ona destek olm ak için. Akıl bu yolu gösteriyor çünkü b en onların çalışm aları sayesinde ayakta kal­ dım , beni, çocuklarım ı ve ailem i onların alm teri besledi.

152

Pichrochole'un La Roche-Clermault'yu bir saldırıyla alması...

"B u n u n la birlikte barış yollarını ve olan ak ların ı a ra ştır­ m a d a n , tü k etm ed en kesinlikle sav aşa g irm ey eceğ im ; k a ra ­ rım b u d u r." D a h a son ra d an ışm a m eclisini top lad ı v e d u ru m u anlattı; alınan k a ra ra g ö re P ich ro co le'e aklı b aşın d a b ir tem silci g ö n ­ derilecek ti v e kendisine, birdenbire sükûnetini k ayb ed ip , ü s­ tü n d e h içb ir hakkı o lm ay a n to p rak lan niçin işgal ettiği so ru ­ lacaktı. V e e n önem lisi de G arg an tu a v e ad am ları geri ça ğ rı­ la ca k tı... bu şartlard a ülkeyi sav u n m ak v e k o ru m aları a m a ­ cıyla. G ran d g o u sier kabul etti b ü tü n b u n ları v e u y g u la m a y a geçilm esini em retti. B ask 'lı hizm etk ârın ı h e m en G arg a n tu a 'y a yollad ı v e y a z ­ dığı m ek tu b u kendisine verm esin i istedi:

153

BÖLÜM XXVII

Grandgousier'tıin Gargantua'ya gönderdiği mektup "G ü v en d u y d u ğ u m u z, ittifak içinde o ld u ğ u m u z bazı eski d ostlar yaşlılıkta h u zu ru m u b ozm asalard ı, ö ğ ren m e k onu­ su n d a gösterd iğin coşku ve h eyecan dolayısıyla seni felsefi m u tlu lu ğu n la baş b aşa b ırak m am gerekirdi. A m a m ad em ki k ad er en çok gü ven d iğim insanların beni en d işeler içinde bı­ rak m asın ı istiyor, doğal y asalarla san a em an et edilm iş olan insanları v e m alları k o ru m an için çağ ırm ak z o ru n d ay ım seni. "Ç ü n k ü içerid e sağlıklı bir y ön etim o lm ay ın ca çekilen si­ lah lar nasıl etkisiz olu rsa zam an ın d a g elm ey en k ararlı v e so ­ n u ç alıcı d ü şü n celer de öyle y ararsızd ır. "B en im am acım kıştırtm ak değil y atıştırm ak tır; sald ırm ak değil sav u n m ak tır; fethetm ek değil b an a sad ık olan u y ru k la ­ rım ı v e atalarım d an kalan to p ra k la n k o ru m ak tır; P ich ro ch o le bu top rak ları d u ru p d u ru rk en işgal etti v e aklı b aşın d a h iç­ bir insanın kabul ed em ey eceğ i aşırılıklar y a p a ra k sald ırg an ­ lığını h er g eçen g ü n artırıyor. "Z o rb a ca öfkesini y atıştırm ak için elim d en n e geliyorsa y ap tım , kendisini m u tlu edebileceğini san d ığ ım h e r şeyi su n d u m v e birk aç k ez g a y et kibar bir tav ırla, o n u niçin, n a­ sıl, n e sebeple gü cen d irm iş olabileceğim i so rd u rd u m ; am a kışkırtm a ve to p rak larım d an y a ra rla n m a hakkı id d iasın d an başka b ir cev ap alam ad ım . S on u n d a an lad ım ki y ü ce T a n n onu kendi ö z g ü r irad esin e v e kendi y arg ıların a terk etm iş an-

155

Gargantua cak Tanrı kendisine sürekli g ö z k u lak o lm azsa k açın ılm az b ir b içim d e k ötü b ir in san olacak tır o; T anrı, g ö rev ve so ru m lu ­ lu ğu n u h atırlatm ak , d o ğ ru yola g etirm ek için bu ad am ı bu u y g u n su z şa rtla rd a b an a gön d erd i. "İşte sevgili o ğ lu m , b u m ek tu b u ok u r o k u m az, h em en y ard ım ım ız a k o ş ... beni değil (o ğ lu m olarak b u zo ru n lu k u t­ sal b ir g ö re v d ir) u yru k ların ı k u rta rm a k v e k o ru m ak kaçın ­ m a n m ü m k ü n o lm ay an b ir ö d e v d ir senin için. Bu so ru n ola­ bildiğince az kan d ök ü lerek çözü m len ecek tir; ve gen e m ü m ­ künse e ğ e r d a h a etkili çarelerle, tu zak lar v e sav aş hileleriyle h erkesi k u rtarıp , sev in ç için d e evlerin e g ö n d ereceğ iz. “Ç ok sevgili oğlu m , k u rtarıcım ız İsa seninle olsun. "P o n o cra te s, G ym n aste v e E u d e m o n 'a selam sö y le b en ­ den. "Y irm i Eylü l, "B ab an , G ra n d g o u sier."

156

BÖLÜM XXVIII

Ulrich Gallet'nin Picrochole'e gönderilmesi M ek tu p yazd ırılıp im zalan d ık tan so n ra G ran d gou sier, h u ­ kuk d an ışm an ı, bilge v e aklı b aşın d a insan U lrich G allet'nin alm an k ararları b ild irm ek ü z e re P icro ch o le'e gitm esini em ­ retti; bu a d a m d ah a ö n ce d e bazı an laşm azlık lar k on u su n d a yeten eğin i g ö sterm iş v e isabetli gö rü şleriy le y ard ım cı olm u ş-

, tu ona. G allet h em en yola çıktı v e b o ğ azı aşar aşm a z orad ak i d e­ ğirm en ciye P icro ch o le'ü so rd u ; d eğ irm en ci kendisine ask er­ lerin çev red e ne h o ro z ne tav u k bıraktıklarını, L a R ocheC le rm a u lt'y a kap an d ık ların ı söyledi ve h er tarafta nöbetçile­ ri o ld u ğ u n d an v e azgınlıkları d a ü stlerin d e o ld u ğ u n d an d a ­ ha ileri gitm em esin i tav siy e etti. G allet o n a inandı v e o gece­ yi d eğ irm en cid e geçirdi. Ertesi sab ah b o ro zan cısıy la birlikte şato n u n kapısının ön ü n e gitti v e m u h afızlard an kendisini k ralla g ö rü ştü rm ele­ rini istedi ve b u n u n o n u n y ararın a olacağın ı söyledi. Bu sözler krala iletildi, k ral kapının açılm asın a izin v e r­ m ed i; su ru n ü stü n e çıktı v e elçiye seslendi: "N e v a r? N e isti­ y o rsu n ?" B u n u n ü zerin e elçi şu n ları söyledi:

257

BÖLÜM XXIX

Gallet'nin Picrochole'e söyledikleri "İn san ları haklı o larak e n fazla ü z e n şey iyilik v e gü zellik bekledikleri y e rd e n z a ra r v e k ö tü lü k gelm esid ir. B öyle bir felaketi tatm ış olan in san lard an ço ğ u n u n b ö y le b ir talih siz­ liği çok fazla ö n em sem eleri, a d e ta ö lü m d en b e te r g örm eleri, bu b elad an k a çm a y a g ü çleri y etm ey in ce v e b aşk a b ir ça re d e

. b u la m a y ın ca in tih ar etm eleri d o ğ ru o lm asa bile n ed en siz d eğildir. "D olayısıyla, efendim , kral G ran d g o u sier'n in sen in b u a z ­ gın sald ırın d an hiç h o şlan m am asın d a v e çok fazla sıkıntı d u ym asın d a şaşılacak b ir şey yok tu r. A sıl şaşılm ası gerek en senin ve silahlı ad am ların ın on u n to p rak ların a v e u yru k ları­ n a v a h şe t örnekleri sergileyerek yap tığın ız in an ılm az k ötü ­ lüklerin onu tepkisiz b ırak m ası o lu rd u ; u yru k ların ın sizin ta ­ rafın ızd an g ö rd ü ğ ü insanlık dışı m u am eleler on a hiçbir fani­ nin d a y a n a m ay acağ ı k ad ar b ü y ü k acılar v erd i; çü n k ü o h al­ kına k arşı çok d erin b ir sevgi b eslem iştir h er zam an . A y rıca tü m b u insani d ü şü n ce ve d u y g u ların ötesin d e o n a en acı ge­ len de bu kötülüklerin, zararın , ziyan ın sen v e ad am ların ta ­ rafın d an yap ılm ış, gerçek leştirilm iş olm asıd ır; siz ki, sen v e baban, çok eskiden b eri on u n la ve atalarıyla b ü y ü k bir d o st­ luk ilişkisi içinde o ld u n u z şim d iye k a d a r ... bu d ostlu ğu h er ikiniz de k u tsal bir em an et gibi k o ru d u n u z ve yitirm ediniz şim d iye k a d a r ... öyle ki sad ece o ve u yru k ları değil, b arb ar

159

Gargantua u lu slar, P oitiers'liler, B reton 'lar, M an s'lılar v e den iz ötesin ­ de, K an ary a ad aların d a ve H aiti'd e y aşay an lar bile a ra n ız d a ­ ki birliği b o zm an ın gö k kubbeyi yık m ak tan ya d a gök lerd e u çu ru m la r o lu ştu rm ak tan d ah a z o r old u ğu n u an lam ışlard ı; v e bu birlikten o k a d a r k ork u yorlard ı ki birinin k ork u su n d an ö b ü rü n ü k ışk ırtm ak tan , k ızd ırm ak tan ya da rah atsız ve h u ­ z u rsu z etm ek ten çek inm işlerdir. "D a h a s ı... Bu kutsal dostluk, b ü tü n d ü n y ay a öyle bir ün salm ıştır ki b u g ü n k ıtad a ve O k y an u s'u n b ü tü n ad aların d a y a şa y a n p ek az in san v ard ır ki sizin dikte ed eceğin iz koşu l­ larla birliğinize katılm ak istem esinler; çünkü bu in san lar si­ zin birliğinize k atılm ayı kendi top rak ların d a ve m ülklerinde y a şa m a k k ad ar ön em serler. D olayısıyla b u gü n e k ad ar ne k a­ d a r vah şi v e kibirli olu rsa olsun hiçbir kral y a d a birleşik krallığın sizin top rak ların ıza değil m üttefiklerinizin to p ra k ­ ların a bile sald ırm ay a kalkışabilecekleri d ü şü n ü lem ez. V e eğ e r alelacele v erilm iş bir k ararla on lara karşı h erh an g i bir sald ırıy a g e çm e k ararı alm ışlarsa y a d a h erh an gi bir kötü ni­ y e t için d e o lm u şlarsa sizinle ittifak h alin d e olduklarını sa d e ­ ce d u y m u ş olm aları bile b u işlerd en v azg eçm eleri için y e te r­ li o lm u ştu r. "Ş im d i d u ru p d u ru rk en , h an g i çılgınlığa teslim olarak, b ü tü n ittifakları b ozarak , b ü tü n dostlukları hiçe say arak , b ü ­ tü n hak ları çiğ n ey erek topraklarını işgal ed iy o rsu n ? O ve ad a m la rı seni kışkırtm am ışken, incitm em işken, y a ra la m a m ışk en nasıl y ap ıy o rsu n bu n u ? N ered e kaldı senin sa d a k a ­ tin? Y a sa la r n ered e kaldı? Akıl, m an tık n ered e? İnsanlık n e ­ re d e kaldı? A llah k o rk u su y ok m u ? Bu kötülüklerinin, se m a ­ vi varlık ların v e b ü tü n eylem lerim izi gerektiği gibi d eğ erlen ­ d iren ulu T an rın ın g ö zü n d en kaçacağın ı m ı san ıyorsu n ? Ö y ­ le san ıyorsan , y an ılıy o rsu n çü n k ü h er şeyi y arg ılay aca k olan o d u r. Y ok sa m eşu m k ad er ve yıld ızların etkisiyle m i rah atın v e h u z u ru n k açıy o r? H e r şeyin b ir d o ru ğ u ve so n u v ard ır! Ve h e r şey en y ü k sek n ok tasın a v arın ca tep etak lak o lu y o r, y u -

160

Gallet'nin Picrochole'e söyledikleri

v arlam y o r aşağ ıy a, u zu n sü re bu d u ru m d a k alm ak m ü m k ü n d eğildir çü n k ü . M utluluklarım v e rah atların ı akılla bilgelikle dengelem esini b ilem eyen lerin k ad eri b u d u r. "A m a sen in k ad erin g erçek ten b ö y le id iyse v e sen in m u tlu lu ğ u n u n v e h u z u ru n u n b itm esi gerek li id iy se senin bu son a b e n im k ralım ı, tah tın ı b o rçlu o ld u ğ u n in san ı ra h a t­ sız e d e re k v a rm a n ş a rt m ıy d ı? E v in yık ılacak id iy se, y ık ılır­ ken, o evi a y a k ta tu tm u ş olan ın o cağ ın ın ü stü n e m i çö k m e ­ si g e re k iy o rd u ? A k la m a n tığ a sığ a ca k şey ler d eğil b u n lar, hiçbir ö lçü y e sığ ab ilecek şey ler d eğil, in san aklı k a v ra y a m az b u n ları, y a b an cılar bile in an m ak istem ey ecek tir bu olu p b ite n le re ... ta ki sap k ın tu tk u ların ın p eşin d en gid ip , T an rın ın v e aklın y o lu n d a n a y rıla n la r için h içb ir k utsallık, hiçbir y ü ce lik o la m a y a ca ğ ın ı o lu p b iten leri g ö re re re k an la­ y ın ca y a k a d a r ... "U y ru k la rın a ya d a m ü lk lerin e z a ra r v erm iş o lsayd ık , si­ ze k arşı b ir h ak sızlık y ap m ış o lsayd ık , d ü şm an ların ızı d estekleseydik, gerek tiğ in d e san a y a rd ım etm em iş olsayd ık , on u ru n a y a d a şö h retin e z a ra r v erm iş olsayd ık ; v e y a seni k ötü şey lere d o ğ ru iten iftiracı şey tan a ld atm acalar, k an d ırm aca la r, çeşitli n u m a ra la rla seninle eski d o stu ğ u m u z a y a ­ k ışm ay an şey ler y ap tığ ım ıza in an d ırm ış olsa bile sen in ön ce g erçeğ i a ra ştırm an , d u ru m u in celem en , so n ra d a d u ru m u bize b ild irm en g erek ird i v e biz seni dinler, g ereğin i y a p a r, ra h a t ettirird ik . A m a senin y ap tığ ın n ed ir? A llah aşkına! Bir zo rb a gibi efen d im in k rallığını y a ğ m a la m a k v e y ık m ak mı istiyorsu n ? Sence sen in h ak sız sald ırıların a d iren m ek iste­ m e y e ce k y a d a ad am ları, p arası, u zm an ları, sav aş k o n u su n ­ d a y eterin ce bilgisi o lm ad ığı için san a k arşı k o y m ak istem e­ y e ce k k a d a r b u d ala v e k o rk ak b ir insanın olab ileceğin i mi d ü şü n ü y o rsu n y ok sa? "H e m e n git b u ra d a n v e y a rın d a n tezi y o k k en d i to p ra k ­ ların a çekil, y o ld a en k ü çü k b ir karışıklık çık a rtm a y a kalk­ m a , e n k ü çü k b ir şid d et eylem i y a p m a . Ve bu to p rak la rd a

161

Gargantua v e rd iğ in z a ra rla r için bin B izan s altım öd e. Y arısın ı y a rın v e ­ rirsin , öb ü r yarısın ı d a g elecek M a y ıs'm o n b eşin d e, bu a ra ­ d a d a bize reh in e o larak T o u rn em o u le, B asd efesses v e M enuail d ü k leriyle p ren s G ratelles'i v e vik on t M o rp iaille'ı reh i­ ne o larak b ırak ."

162

BÖLÜM XXX

Grandgousier'nin barışı sağlamak için poğaçaları geri vermesi S on ra su stu G allet; am a P icro ch o le b ü tü n b u sö y lev e sad ece şu karşılığı v erd i: "G elin k endiniz alm ! G elin k en d in iz alın! T aşak ları ço k gü zel, y u m u şak tır, h a m u r gibi p o ğ a ça y a p ılır!" B u n u n ü zerin e G allet G ran d g o u sier'n in y a m n a d ö n d ü , on u o d asın ın b ir k öşesinde, diz çök m ü ş, b aşı çıp lak v a z iy e t­ te, P icro ch o le'ü n öfkesini y atışü rm ası, aklını b aşın a g etirm e­ si ve o n a baş v u rm am ası için T an rıy a d u a ed erk en b u ld u . E l­ çisinin d ö n d ü ğ ü n ü g ö rü n ce sord u : "G el d o stu m , gel bakalım , ne h ab erler getird in b a n a ?" - Y a p a ca k b ir şey yok , d ed i Gallet; bu a d a m d a sa ğ d u y u falan y o k T an rı tarafın d an terk edilm iş. - Tabii, d ed i G ran d g o u sier a m a d o stu m , n ed ir bu azgınlı­ ğın n ed en i? - H içb ir açık lam a y ap m ad ı, sad ece öfke için d e b ir p o ğ a ça m eselesin d en sö z etti. B ilm iy o ru m p o ğ açacıların a k ötü lü k ed ilm iştir belki. - Y ap ılm ası gerek en şey k on u su n d a k a ra r v e rm e d e n ön ce işin aslını bilm ek isterim ." V e o layla ilgili bilgi istedi v e g erçek ten d e P icro ch o le 'ü n a d a m la rın d an zo rla b irk aç p o ğ a ça alındığını v e M arq u et'n in d e k afasın a so p ay la v u ru ld u ğ u n u ö ğ ren d i; b u n u n la birlikte p o ğ a ça la rın p arası öd en m işti ve ilk ö n ce M arq u et F ro g i-

163

Gargantua er'n in b acak ların ı kırbaçlam ıştı. B ü tü n d an ışm an ları g ü ç kul­ lan a ra k kendisini sav u n m ası gerek tiğin i söyled iler. A m a G ra n d g o u sier şöyle dedi: "M a d e m ki m esele b irkaç p o ğ açad an ibaret, on u n gönlünü alm ay a çalışacağım çünkü sav aşm ak hiç h o şu m a g itm iy o r." K aç p o ğ a ça alındığım sord u v e d ö rt y a d a beş d ü zin e old u ­ ğu n u öğren d i, h em en o gece beş arab a d olusu p o ğ aça yap ıl­ m ası için em ir verd i; arabanın birindeki p o ğ açalar tereyağıyla, y u m u rta sarısıyla, safran v e b ah aratla yapılıp M arq u et'ye ve­ rilecekti; ayrıca kral zarar ziyanının karşılanm ası am acıyla, y a ­ rasını saran berberlere verilm ek ü zere yedi y ü z bin lira v eri­ y o rd u , b ununla d a yetin m eyerek L a P om ard iere çiftliğini, kendisine ve ailesine sürekli bir m ülk olarak bağışlıyordu. Bü­ tü n bunların götürülm esi için G allet görevlendirildi. Gallet yold a, Saulaie yakınlarında çok sayıd a kam ış v e saz kesti; bunlarla arabacıları v e arabaları d onattı, arab acılard an h er bi­ rine bir dal v erd i v e kendisi d e bir tan e aldı eline, böylece sa­ d ece b arış istediklerini ve barışı sağlam ak ü zere geldiklerini an latm ak istiyorlardı. K apıya vard ık ların d a G ran d gou sier adın a P icroch ole'le görü şm ek istediklerini söylediler. Picrochole içeri girm elerine izin verm ed i, ay rıca g ö rü şm ek de iste­ m ed i onlarla, m eşgu l olduğunu, söyleyecekleri bir şey varsa k om u tan T oucquedillon'a söylem elerini bildirdi; bu k om u tan to p lan su rlara yerleştirm ekle m eşgu ld ü . G allet şöyle dedi ona: "E fen d im , anlaşm azlıkları yo k etm ek ve eski ittifakımıza d ön m ek am acıyla ortad a hiçbir bahane kalm am ası için kavga k onusu olan p oğaçaları geri getirdim size. Bizimkiler beş düzi­ n e p o ğ a ça alm ışlar sizden; parasını d a eksiksiz ödem işler; am a biz barışı o k ad ar çok istiyoruz ki size beş araba d olusu p o ğ a­ ça veriyoru z; bunlardan biri en çok y ak m an M arq u et için. A y ­ rıca ona, diyeceği hiçbir şey k alm am ası için yedi y ü z bin lira veriy o ru m v e talep edebileceği z a ra r ziyanın karşılanm ası am acıyla L a P om ard iere çiftliğini kendisine v e ailesine m ülk olarak bağışlıyorum ; işte bu bağışla ilgili kontrat. Ve A llah için,

164

Grandgousier'nin barışı sağlamak için...

artık b a n ş içinde yaşayalım , kendi topraklarınıza çekilin, ü s­ tünde hiçbir hakkinizin olm adığı bu araziyi bırakıp güle oyn a­ y a kendi topraklarınıza dönün, eskisi gibi dost kalalım ." T ou cq u ed illon b u n ları P icro ch o le'e iletti ve o n u kışkırt­ m ak için şu n ları ekledi: "B u h öd ü k lerin ödleri p atlıyor. Z avallı ay y aş G ran d g o ­ u sier'n in ö d ü p atlıy o r! O n u n işi sav aş falan değil, k ad eh b o ­ şaltm ak . B en ce p o ğ açaları ve p aray ı alalım , h iç a ra v e rm e y e ­ lim, tah k im atım ızı sü rd ü relim . Bizi ap tal san ıy o rlar v e p o ğ a ­ çalarla a v u tm ak istiyorlar! B öyled ir b u iş: şim d iye k a d a r o n ­ lara iyi m u am ele ettiniz, yakınlık gösterd in iz, kendinizi k ü ­ çü k d ü şü rd ü n ü z on ların k arşısın d a: alçağı ok şarsan k afan a v u ru r, kafasın a indirirsen o seni okşar. - T am am , tam am , dedi P icroch ole, görecek ler on lar! D e­ diğiniz gibi yap ın . - A m a b ir şey v a r, d ed i T oucq u ed illon , u y a rm a k isterim sizi bu k o n u d a. E rz a k d u ru m u m u z k ötü b u ra d a v e yiy ecek p ek bir şeyim iz de yok. G ran d g o u sier bizi b u rad a k u şatırsa “ b en g id e r b ü tü n d işlerim i çektiririm , sad ece ü ç diş bırakırım , askerlere d e aynı şeyi y ap tırırım : ü ç diş y eter de a rta r b ü tü n erzak ım ızı tü k etm eye. - Y iy eceğ im iz y eter de artar bile. B izim b u ra d a işim iz y e ­ m ek y em ek m i y o k sa sav aşm ak m ı? - S av aşm ak tabii ki, dedi T oucquedillon, am a aç ayı o y n a ­ m az, aç in san d a g ü ç k u v v et olm az. - B ırakalım bu gevezelikleri! dedi P icroch ole. G idin el k o ­ y u n getird ik lerin e." B u n u n ü zerin e p aray ı, p o ğ açaları, ök üzleri v e arab aları aldılar, hiçbir şey sö y lem ed en g ö n d erd iler onları, cev ap ları­ nı ertesi g ü n verecek lerin i ve o za m a n a k ad ar y ak laşm a m a ­ larını tem bihlediler. O n lar d a hiçbir son u ç alam ad an G ran d ­ g o u sier'n in y an m a d ö n d ü ler v e d u ru m u an lattılar kendisine, barışı sağ lam ak için am an sız b ir sav aşa girişm ek ten başka b ir u m u t k alm ad ığım bildirdiler.

165

BÖLÜM XXXI

Picrochole'ün bazı komutanlarının, cüretli öğütleriyle onu büyük bir tehlike içine atmaları P o ğ a ça la r b ö y le y ağ m alan ın ca M en u ail dü k ü , k on t S p ad as­ sin ve k o m u tan M erdaille P icro ch o le'ü n yan ın a gid ip şöyle dediler: "E fen d im iz, b u gü n biz sizi M ak ed on yalI İsk en d er'in ölü ­ m ü n d en so n ra gelm iş geçm iş en m u tlu v e en y iğ it k ral ilan ed iy o ru z. Y ap ılacak iş şu d u r: "B u ra d a g arn izo n d a bir k o m u tan v e kaleyi k o ru m ak ü z e ­ re k ü çü k bir birlik b ırakırsınız; bize g ö re kale d o ğ al kon u m u itibariyle sağ lam v e g ü çlü d ü r, ay rıca sizin p lan ların ıza göre yap ılan su rları d a çok g ü çlü d ü r. O rd u n u zu ikiye ayırırsınız ve siz bu işi çok iyi b ecerirsin iz. Biri G ran d g o u sier v e birlik­ lerinin ü stü n e g id er ve ilk sald ırıd a h ak ların d an gelir k olay­ ca; b öylece çok p ara g eçer elinize. Ö b ü r o rd u bu sırad a A u nis, Sain ton ge, A n g o u m o is, G ask o n y a v e P érig o rd , M éd oc, Lan d es ü stü n e y ü rü r. H içb ir direnişle k arşılaşm ad an kentle­ ri, şatoları v e m ü stah k em m evk ileri alır. B ay o n n e'd a , SaintJe a n -d e -L u z 'd e v e F o n tarab ie'd e b ü tü n gem ilere el k o y arsı­ nız ve G alice v e P ortek iz kıyıları b o y u n ca L izb o n 'a k ad ar b ü ­ tü n kıyıyı y ağ m alarsın ız; L izb o n 'd a bir fatih için gerekli b ü ­ tü n d on an ım ı sağlarsın ız. İsp an y a h em en teslim olacaktır çü n k ü h an tald ır askerleri! C eb elitarık 'd an geçersin iz v e o ra ­ d a H erak les'in k ilerd en d a h a görk em li iki sü tu n dikersiniz

167

Gargantua anılarınızın so n su za d ek y aşam ası için. Ve b u b o ğ a z a P icroch o le d enizi ad ım verirsin iz. P icro ch o le denizini geçtikten so n ra B a rb aro s k ölen iz o lu r ...

"Canını bağışlarım onun, dedi Picrochole. - Tabii, an cak v aftiz o lu rsa, ded iler. "V e T u n u s, H ip p o n e'y i k ısacası b ü tü n B erb eristan 'ı alırsı­ nız. Y o lu n u za d ev am ed er, M allorca, M in orca, S ard in ya, K orsik a ve L ig u r ve B alear den izin d ek i öb ü r ad aları z a p t ed ersin iz. Sol k ıyıd an ilerleyerek N arb o n n e'u , P ro v en ce'ı, A llob roges'i, C en ova, F lo ran sa, L u k a'y ı alırsınız v e elv ed a R om a! Z avallı P a p a k o rk u d an ö lü r ... - O n u n terliğini ö p m ey eceğ im kesinlikle. - İtalya alındıktan son ra N ap oli, K alab riya, A p u lia ve Si­ cilya y a ğ m alan ır ve de M alta. E sk id en R od oslu d en en o m eş­ h u r şövalyelerin size d iren m elerin i isterd im , k o rk u d an d o n ­ ların a nasıl işediklerini g ö rm ek için! - L o re tte 'e de gitm ek isterd im , d ed i P icroch ole. - Yok, yok. D önüşte. O radan, d o ğ ru Girit, Kıbrıs, R odos v e Kyklades adaları, sonra d a M ora. O rası d a bizim olur. Tanrı K u­ d ü s'ü korusun! Ç ünkü sultan sizin gücünüzle b aşa çıkam az. - O z a m a n S ü ley m an m ab ed in i y en id en y ap tırırım . - D ah a değil, d ed iler; B iraz d a h a bekleyin. B u k a d a r a ce ­ le etm eyin . A u g u stu s n e d em iş? Acele et ama yavaşça. Ö n ce K üçük A sya'yı, K arya'yı, Likya'yı, Pam phylia'yı, Kilikya'yı, Lidya'yı, Phyrgia'yı, M isya'yı, Bithnya'yı, K arasia'yı, A dalia'yı, S am a g a ria 'y ı, K asto m o n u 'y u , L u g a 'y ı, S eb asta'yı, F ıra t'a k a­ d a r feth etm en iz gerekir. - Babil'i ve Sina dağını d a g ö re ce k m iyim ? - Şim dilik g erek yok . K afkas d ağların ı aşm ak , H a z a r d e ­ nizini g eçm ek ve iki E rm en istan v e ü ç A rab istan arasın d a at k oştu rd u k . Y e tm e z m i b u k ad arı? - Biz d elird ik galiba. Z avallı askerler! - N asıl yan i? - N e içeceğ iz bu çöllerd e?

168

Picrochole'ün bazı komutanlarının, cüretli öğütleriyle...

- Biz h e r şeyi d ü şü n d ü k . S u riye denizinde d ü n yan ın en iyi şarap larıy la d olu d o k u z bin o n d ört b ü yü k gem in iz v ar; Y a fa 'y a u laştı b u gem iler. O ra d a iki m ilyon iki y ü z bin deve v e bin altı y ü z d ev e h azır; L ib y a'y a girdiğinizde Segelm esse yak ın ların d a avlam ıştın ız b u nları; üstelik M ekke kervanını d a ele geçirm iştin iz. Bu k a d a r şarap y etm ez m i size? - E v e t am a so ğ u k içm edik! - B iz k ü çü k balık p eşin d e değiliz! Bir k ah ram an , b ir fatih, d ü n y a im p arato rlu ğ u peşindeki biri h er zam an arad ığı ra ­ hatlığı b u lam az. T an rıya şü k ü rler olsu n ki siz ve askerleriniz sa ğ salim D icle ırm ağın a u laşm ış b u lu n u yorsu n u z! - Peki b u a ra d a o alçak G ran d g o u sier sarh o şu n u en sele­ m iş olan o rd u m u z u n öteki y arısı n e yap ıy o r? - O n lar d a b oş d u rm u y o rlar, diye karşılık verd iler. Y ak ın ­ da b u lu şacağ ız on larla. B retag n e'ı, N o rm an d iy a'y ı, Flan d res'ı, H a in a u t'y u , B rab an t'ı, A rto is'y ı, H o llan d a'y ı v e Z e ­ lan d a'y ı fethettiler sizin için. İsviçreli ve A lm an askerlerinin karınları ü stü n d e R en ırm ağ ın ı aştılar; b ir b ölü m ü L u x e m ­ b u rg, L o rra in e, C h am p ag n e, S av o ie'y ı, L y o n 'a k ad ar dize ge­ tirdi; o ra d a A k d en iz'in feth in d en d ö n en garn izon ların ızla b u lu ştu lar v e B o h e m y a 'd a to p lan m ad an ön ce S chw aben, W u rte m b e rg , B av y era, A v u stu ry a , M o ra v y a v e S tiry a'y ı y a ğ ­ m alad ılar. B u y iğ itler o ra d a n L ü b eck , N o rv e ç, İsveç, D an i­ m ark a, G o ty a, G rön lan d , H a n sa kentleri, K u zey e b ölgesine k a d a r y ü rü d ü ler, D ah a so n ra O rc a d e 'la n fethettiler v e Iskoçy a, İngiltere v e İrlan d a'y ı b o y u n d u ru k altına aldılar. O rad an Sund ve B altık D en izi'n i aşa ra k P ru sy a, P olon ya, L itv an y a, R u sy a, Eflak, T ran silv an y a v e M acaristan , B u lgaristan , T ü r­ k iy e'y e e g e m en old u lar, İstan b u l'a u laşü lar. - B ir an ö n ce b u lu şalım on larla çü n k ü ben T rab zon im p a ­ ra to ru d a o lm ak istiy o ru m a y m z a m an d a. B ü tü n T ü rkleri ve M ü slü m an ları ö ld ü rm ey ecek m iy iz? - B aşk a n e y ap acak tık ki? O n ların toprak ların ı v e m alları­ nı bize sad ak atle h izm et ed en lere d ağıtacak sın ız.

169

Gargantua - A k im g ereğ id ir bu. A d alet b u d u r kesinlikle. Size K aram a n 'ı, S u riye'yi v e b ü tü n Filistin'i v eriy o ru m . - A m a n efendim iz, b ü y ü k bir lü tu f bu. Sağ olun! T anrı si­ ze h er z a m an esenlik v ersin !" O ra d a E k h ep ro n adlı, b aşın d an b irçok m a ce ra geçm iş, n i­ ce sav aş g ö rm ü ş yaşlı bir beyefendi vard ı. B ütün bu k on u ş­ m aları dinledikten so n ra şöyle dedi: "B ü tü n bu seferlerin sü t testisi m asalın a d ö n e ce k ...h a n i bir k u n d u racı zen gin old u ğ u h ayal etm iş onunla; v e testi kı­ rılınca y iyecek bir şey bile b u lam am ış. Siz bu gü zel fetihlerle n eyin p eşin d esiniz? Bu seferlerin, sav aşların am acı n ed ir? - S on u n d a k eyfim ize b ak acağız, d ed i P icro ch o le." O z a m a n E k h efron şu karşılığı verd i: "H iç bu m a ce ra la ra atılm ad an şim d id en keyfim ize bak­ sak o lm az m ı? - A m a n T an rım , tam b ir h ayalci! d ed i Spadassin! G idip o ca ğ ın köşesine sak lan alım v e b ü tü n h ay atım ızı, v ak tim izi S ard an ap al gibi inci d ü zm ek le y a d a y ü n eğirm ek le g eçire­ lim bari! - Y eter! d ed i P icro ch o le. G eçelim b u n ları. B en sad ece G ran d g o u sier'n in o şey tan lejyon ların d an k ork u y o ru m . Y a biz M e z o p o ta m y a 'd a y k e n ark ad an v u ru rlarsa, n e y a p a rız o zam an ? - Şah an e olu r, d ed i M erdaille. M oskovalIlara bir m esaj g ö n d e rd ik m i elli bin seçk in sav aşçı b u rad ad ır. Siz o görevi b an a v erin bir h ele-p ire için y o rg a n yak m ak tan çek in m em , sald ırır, y ak alar, v u ru r, ö ld ü rü rü m ! - İleri, ileri! d iy e h ay k ırd ı P icroch ole, acele ed elim , beni sev en p eşim d en gelsin !"

170

BÖLÜM XXXII

Gargantua'nın vatanını korumak için Paris'ten ayrılma­ sı ve Gymnaste'ın düşmanlarla karşı karşıya gelmesi Bu sırad a b abasının m ek tu b u n u alır alm az k oca kısrağının ü stü n d e P a ris'te n y o la çık an G arg an tu a d a N o n n ain k ö p rü ­ sü n ü geçm işti. P o n o crates, G y m n aste v e E u d em o n d a p osta atlarıyla a rk asın d an g eliy o rlard ı. M aiyetin in geri kalan ı n o r­ m al, gü n d elik b ir y ü rü y ü ş tem p o su y la G arg an tu a'n ın kitap­ larını v e felsefe tezg âh ım taşıyorlard ı. G a rg a n tu a P a rilly 'y e u laşın ca çiftlik kiracısı G o g u e t d u ­ ru m u an lattı k en d isin e: P icro ch o le L a R o ch e -C le rm a u lt'y a k u v v e t y ığ m ıştı v e k o m u ta n T rip e t'y i b ü y ü k b ir o rd u y la V ed e v e V a u g a u d ry o rm a n ın a b ask ın a y o llam ıştı; B illard sık ım evin e k a d a r h e r tarafı talan etm işlerd i v e ü lk ed e g ö rü l­ m em iş, d u y u lm a m ış, in an ılm ası z o r b ir tah rib at y a p m ışla r­ dı. B u n ları d u y a n G a rg a n tu a o k a d a r k ork tu ki n e sö y le y e ­ ceğini, ne y a p a ca ğ ın ı b ilem ed i. A m a P o n o cra te s k en d ilerin e h er z a m a n d o stlu k g ö ste rm iş o lan m ü ttefik leri L a V a u g u y o n se n y ö rü n e gid ilm esin i ö ğ ü tle d i; b ü tü n bu k o n u lard a d a h a ayrın tılı b ilgiyi o n d a n alab ilirlerd i; öyle d e y a p tıla r; se n y ö r k en d ilerin e y a rd ım e tm e y e h azırd ı v e e tra fta olu p b ite n le ri, d ü ş m a n la rın d u ru m u n u ö ğ re n m e k ü z e re b ir a d a m g ö n d erilm esi, m e v c u t d u ru m a g ö re y ap ılab ilecek le­ rin g ö rü şü lm esi d ü şü n ce sin d e y d i. G y m n aste gön ü llü o la-

171

Gargantua ra k b u işi ü stlen m ek isted i; g ü v e n için d e o lm ası için y a n m a y o lları, k estirm eleri v e ırm ak ları iyi b ilen b irin in k atılm ası­ n a k a ra r v e rd iler. B u n u n ü z e rin e V a u g u y o n 'u n sey isi P re lin g u a n d 'la b ir­ lik te y o la çık tı v e h e r y a n ı k o la ç a n e ttile r. B u s ıra d a G a r­ g a n tu a a d a m la rıy la b irlik te b ira z d in len d i v e k a rn ın ı d o ­ y u rd u , k ıs ra ğ ın a d a b ira z y u la f v e rd ird i y a n i y e tm iş d ö rt f ıç ı... G ym n aste v e yol ark ad aşı at k oştu rd u k ları y erlerd e d ağı­ nık ve d ü zen siz, bulabildikleri h er şeyi y ağ m alay an , alıp g ö ­ tü re n d ü şm an ask erlerin e rastlad ılar. B u ask erler G ym n aste'ı u zak tan g ö rü r g ö rm e z ü stü n e h ü cu m ettiler v e so y m a k iste­ diler. G ym n aste şöyle b ağırd ı on lara: "B a y la r, b en y o k su l b ir z a v allıy ım ; lü tfen acıyın bana. B ira z cık p a ra m k ald ı; birlikte içeriz b u p a ra y la v e gelişim in o n u ru n a , gelişim i k u tlam ak için b u atı d a sa ta rız . S o n ra b e ­ ni a ra n ız a alırsın ız çü n k ü ta v u ğ u tu tm a k ta , y a ğ la m a k ta , kı­ z a rtm a k ta ve p işirm ek te h a tta g erek tiğ in d e k esm ek te, p a r­ ça la m a k ta , h a z ırla m a k ta v e çeşn ilen d irm ek te ü s tü m e y ok ­ tu r; v e gelişim i k u tla m a k için b ü tü n d o stla rın şerefin e içi­ y o ru m ." A rk a sın d an m atarasın ı çıkardı, b u rn u n u hiç ıslatm ad an ep e y ce içti. S o y g u n cu lar ağ ızlan b ir k arış açık, dillerini tazı gibi sark ıtm ış on u sey red iy o r, içm ek için sıranın kendilerine gelm esin i b ek liyorlard ı. O sırad a k o m u tan T rip p et olup bite­ ni a n lam ak için çıkageldi. G ym n aste şişeyi u zattı o n a ve şöy­ le dedi: "B u y ru n , k u m an d an , h iç çek in m ed en içebilirsiniz, ben, şim d i d en ed im , L a F o y e M onjault şarabı. - N e, d ed i T rip et, bu h ırt alay e d iy o r bizim le! K im sin sen? - Y ok su l b ir şey tan , d ed i G ym n aste. - Ö yle mi! M ad em yoksul bir şeytansın, geçebilirsin çünkü yoksul şeytan h er y erd en vergi, h araç falan öd em ed en geçer.

272

Gargantua'mn vatanını korumak için Paris'ten ayrılması...

A m a yoksul şeytanların böyle güzel atlara binm esi âdetten de­ ğildir. O n u n için b ay şeytan siz inin, ben bineyim şu ata, eğer iyi taşım assa beni, sizin sırtınıza binerim Şeytan efendi çünkü böyle bir şeytanın beni alıp götü rm esi çok zevk verir bana.

173

BÖLÜM XXXIII

Gymnaste'ın komutan Tripet'yi ve Picrochole'ün öteki askerlerini ustalıkla öldürmesi Bu sözleri d u y an bazı ask erler k ork tu lar ve k arşılarm d ak in in kılık d eğiştirm iş bir şey tan olabileceği d ü şü n cesiy le sürekli ista v ro z çıkard ılar. İçlerinden B on Jean adlı b iri p o tu ru n u n y ırtm a cın d an d u a kitabını çık ard ı v e h ayk ırd ı: "T an rı u lu ­ d u r!" T an rı tarafın d an gön d erilm işsen konuş! B aşk a b ir y e r­ d en g eliyorsan , çek g it!" G itm iyord u ; k o n u şm aları d u y a n b irçok kim se g ru p tan ayrıldı, G y m n aste'ı dikkatle sü zd ü ler. G y m n aste attan iner gibi y ap tı; ü zen g i ü zerin d e b ir taraf­ ta asılı d u ru rk en çevik b ir h arek etle k olan ların altın d an atın ö b ü r tarafın a geçti, u zu n kılıcı y an ın d an sark ıy o rd u , h a v a y a sıçrad ı v e ey erin ü stü n d e kalktı, kıçı, a tm b aşm a d o ğ ru d ö ­ n ü k tü . S on ra d a: "B en im işim terstir" dedi. V e o ld u ğ u y erd e, tek ay ak ü stü n d e to p a ç gibi d ö n d ü , so ­ lu n a d o ğ ru d ön erk en , kıçının ü stü n e, g en e ters o larak o tu r­ d u . O z a m a n T rip et şöyle dedi: "B e n şu a n d a aynısını y a p a m a m , n ed en i de. - T ü h be, y a p a m a d ım d ed i G y m n aste; şim d i d e tersin e sıçra y a ca ğ ım ." V e so n d erece çevik bir h arek etle ay m d ön ü şü , sağ tarafı­ n a d o ğ ru yap tı. S on ra sağ elinin b aşp arm ağ ın ı eyerin kaşına b astırıp b ü tü n b ed en iyle dikildi, b ed en in in b ü tü n ağırlığı b a şp a rm a ğ ın k asların a yü k len d i ve o ld u ğ u y erd e ü ç k ez

175

Gargantua d ö n d ü . D ö rd ü n cü tu rd a b edenini hiçb ir y e re d o k u n d u rm a ­ d an atm kulakları arasın d a yü k seld i v e sol elinin b a şp a rm a ­ ğı ü zerin d e dikildi, bu d u ru m d a tek rar to p a ç gibi d ön d ü ; son ra sağ eliyle eyerin o rta kısm ın a v u ru p öyle b ir h ız aldı ki atın sağrısın a savaşçı, binici b ir k ad ın gibi o tu ru v erd i. B u n d an son ra sakin bir şekilde sağ ay ağ m ı ey erin ü stü n ­ d en geçird i, sağrı ü stü n e binici gibi o tu rd u . "A m a en iyisi eyerin kaşları arasın a o tu rm a k " dedi. V e an ın d a iki elinin b aşp arm ak larıy la ön ü n d ek i sağrıya y asla n a ra k h a v a d a bir takla attı v e ey erin kaşları arasın a y e r­ leşiverdi. Sonra tehlikeli b ir sıçray ışla kendini h a v a y a atıver­ di v e ayak ları bitişik d u ru m d a k aşların arasın a d ü ştü ; son ra y ü z kez çev resin d e d ö n d ü ... k olları h a ç şeklinde gerili d u ­ ru m d a av azı çıktığı k ad ar b ağırd ı: "K u d u ru y o ru m şeytan lar, k u d u ru y o ru m , k u d u ru y o ru m ! T u tu n beni şey tan lar, tu tu n beni, tu tu n beni, tu tu n !" O böyle h a v a la rd a u çu p d u ru rk en so y g u n cu la r tam bir şaşkınlık için d e birbirlerine: "V a y anasını! Bu b ir cin y a da kılık d eğiştirm iş bir şeytan . Bizi bu u ğ u rsu z u n kötülüklerin­ d en k oru T an rım " ded iler. Ve k ü m es h ay v an ı k açıran bir kö­ p ek gibi ark aların a b ak arak k açtılar. O z a m a n G ym n aste d u ru m u n kendi lehine d ön m ek te ol­ d u ğ u n u fark ed erek attan indi, kılıcını çekti v e en h avalı g ö ­ zü k en lere v a r g ü cü y le sald ırd ı; y ığ ın lar halin d e y e re seriyor­ d u hepsini, y aralıy o r, h arek etsiz b ırak ıyor, pestillerini y ere se riy o rd u , h iç kim se d iren em ed i v e a ç kalmış- b ir şeytan ol­ d u ğ u n u d ü şü n d ü ler o n u n ; attığı p eren d eler v e T rip et'n in kendisiyle y ap tığ ı k o n u şm alar y ü z ü n d e n yoksul şeytan d iyor­ lardı o n a, sad ece T rip et A lm a n p iy ad esi kılıcıyla h ain ce ve sin sice sald ırıp kafasını y a rm a k isted i; a m a m iğferi sağlam d ı v e sa d e ce b ir d arb e hissetti k afasın d a; ani b ir d ö n ü ş y a p a ra k T rip e t'y e se rt b ir kılıç d arb esi in d ird i v e T rip et beden in in ü st b ölü m ü n ü k o ru m a y a çalışırken, b ir an d a m id esin i, barsak larını v e k araciğerin in yarısın ı a ld ı... T rip et d ü ştü v e d ü şerk en

176

Gymnaste'ın komutan Tripet'yi ve Picrochole'ün öteki askerlerini...

d ö rt çorb a k âsesi k an k ustu v e ru h u n u d a çorb an ın içinde teslim etti. Bunun ü zerin e G ym n aste geri çekildi, ele g eçen fırsatların sonuna k a d ar zorlan m am ası gerektiğini d ü şü n d ü , b ü tü n şö ­ valyelerin talihlerini zo rlam ad an , ölçülü d av ran m aları gerek ­ tiğinin u y g u n olacağı k an aatin d eyd i. A tm a bindi, m ah m u zladı v e P relin g u an d 'la birlikte V au g u y o n 'a d o ğ ru yollandı.

277

BÖLÜM XXXIV

Gargantua'mn Vede Boğazı Şatosunu yıkması ve Boğaz­ dan geçmeleri G ym n aste d ö n er d ö n m ez d ü şm an ları n e d u ru m d a b u ld u ğ u ­ n u , u y g u la d ığ ı stratejiyi, tek b aşın a b ü tü n d ü şm an larla nasıl b aşa çık ü ğm ı anlattı ve hep sin in y ağ m acı, h ırsız, h a y d u t ol­ d u ğu n u , askeri disiplin d iy e b ir şey d en h ab erleri o lm ad ığım söyledi; cesaretle yola çık m ak gerektiğini, çü n k ü on ları bir h a y v a n sü rü sü gibi yo k etm en in k olay olacağın ı belirtti. B u n u n ü zerin e G arg an tu a k oca k ısrağın a atladı. Y o lu n u n ü stü n d e b ü y ü k b ir ak çaağ aç g ö rd ü (bu ağ a ca aziz M artin ağ acı d erlerd i çü n k ü bir z am an lar aziz M artin 'in o ra y a dikti­ ği b ir so p a d an ü rem işti) v e "İşte b an a gerekli olan şey; bu ağ a ç b en im so p am ve m ızrağ ım o lacak " dedi. A ğ a cı y e rin ­ d en söktü, d allarını k o p ard ı v e k en d i zevk in e g ö re süsledi. Bu sıra d a kısrağı karnını boşaltıp rah atlam ak için işedi am a öyle b ir işem eyd i ki b u y ed i fersahlık y e r tu fan a b o ğ u l­ d u ; b ü tü n sidik V ed e b o ğ azın a yay ıld ı v e ırm ağ ı öylesin e ta ­ şırdı ki b ü tü n d ü şm an sü rü sü b o ğ u lu p gitti, sad ece sol y a ­ m a çla ra d o ğ ru kaçab ilen ler k u rtu ld u . G a rg a n tu a V ed e o rm an ın a v ard ığ ın d a E u d e m o n şa to d a b irk aç d ü şm a n kalm ış olabileceğini b ild ird i; G arg an tu a d u ­ ru m u an la m ak için a v azı çıktığı k a d a r b ağırd ı. "O ra d a m ısınız, değil m isiniz? O rad ay san ız y o k olun. O ra d a d eğilsen iz sö y ley ecek h içb ir şeyim y o k size."

179

Gargantua A m a bela b ir to p çu şato n u n m azg alların d an bir gü lle attı ve G a rg a n tu a'y ı sağ şak ağ ın d an v u rd u ; b ir erik bile atsalar an ca k o k ad ar can ı y an ard ı, d ah a fazla değil. "N e olu yor b öyle? dedi G arg an tu a. Ü z ü m tan eleri m i atı­ y o rsu n u z bize? B ağ b o zu m u p ah alıy a m al o lacak size!"-g ü lle yi g erçek ten ü z ü m tanesi sanm ıştı. Ş ato y u y ağ m alam ak la m eşg u l o lan lar sesleri, gü rü ltü leri d u y u n ca su rlara, kulelere d o ğ ru k o şu ştu lar v e sürekli b aşına d o ğ ru n işan alarak dok u z bin y irm i b eş'ten fazla h afif top ve ark eb ü z m erm isi attılar; öylesine y o ğ u n b ir ateşti ki b u G ar­ g a n tu a h aykırdı: "P o n o cra te s, d o stu m , bu sinekler k ö r ed iy o r b en i; b an a bir sö ğ ü t dalı v e r de k ovayım şu n la rı!"-k o ca m a n gü lleler sı­ ğır sinekleri gibi geliyord u . P o n o crates b u n ların sığır sinekleri o lm ay ıp ş a to d a n atılan m erm iler o ld u ğu n u söyledi. O z a m a n G arg an tu a k oca ağ acı­ nı şato y a v u rd u v e gü çlü d arb elerle kuleleri v e m ü stah k em m evk ileri yıktı, yerle bir etti. N e v a r n e yok , h er şey ezildi, p a ra m p a rça old u , hiçbir canlı k alm ad ı. O ra d a n çıkıp d eğirm en geçid in e v a rd ıla r v e b ü tü n geçi­ din cesetlerle d olu old u ğu n u g ö rd ü ler, d eğ irm en kanalı ce­ setlerle tıkanm ıştı: b u n lar k ısrağın çiş tu fan ın d a b oğu lm u ş olan lard ı. Bu cesetleri g ö rü n ce o ra d a n nasıl geçebileceklerini d ü şü n d ü ler. A m a G ym n aste şöyle d ed i: "B u ra d a n şeytan bile g eçm işse eğ er, ben d e g eçerim . - Ş eytan lar geçtiler a m a lan etli ru h ları g ö tü rm ek için, d e­ di E u d em on . - İyi ya! d ed i P o n o crates, o z a m a n G y m n aste d a geçebile­ cek, d em ek tir. - K esin, kesin, d ed i G ym n aste, g eçeceğ im y a d a y o ld a k a­ lacağım , d ed i v e atını m ah m u zlay ıp cesaretle ileri fırladı, atı cesetlerd en hiç ü rk m ed i. Ç ü n k ü A elian u s'u n öğretisin e u y ­ g u n olarak silah lard an v e cesetlerd en k o rk m am ay a alıştırm ıştı h a y v an ım -V e b u n u D io m ed es'in TrakyalIları ö ld ü rerek

180

Gargantua'nın Vède Boğazı Şatosunu yıkması...

y a d a U ly ssu s gibi d ü şm an ların ın cesetlerini atların a ez d ire ­ rek değil (H o m e ro s b öyle an latır), sam an lığın a b ir y a p m a in ­ sa n k o y a ra k v e yem in i v erirk en atı on u n ü stü n d en atlatarak b aşarm ıştı. Ö teki ü ç ü p eşlerin d en gittiler so ru n su z b ir şekilde, sad e­ ce E u d e m o n g id em ed i çü n k ü atın ın sağ ayağı o ra d a b o ğ u lu p sırt ü stü y a tm ış iriy a n b ir h ain in k a m ın a g irm işti v e çık ar­ m ası m ü m k ü n o lm u y o rd u ; b acağ ı dizine k a d a r girm işti. E u d e m o n ö y lece kalakalm ış o ra d a an cak G arg an tu a so p a ­ sının u cu y la cesed in işkem belerini su y u n dibine in d ird ik çe a t ayağın ı k ald ırab iliyord u . V e (at b ay tarlığ ı alan ın d a g ö rü l­ m em iş b ir şey ) b u atın ay ağ ın d ak i b ir u r b u şiş cesed in b a rsaklarıyla tem as ed in ce iyileşiverm işti.

181

BÖLÜM XXXV

Gargantua'mn taranırken top güllelerini saçlarından dü­ şürmesi V ed e ırm ağın ı g eçtik ten b iraz so n ra G ran d g o u sier'n in şa to ­ suna ulaştılar; G ran d g o u sier d ö rt gözle onları b ek liyord u . H erk es kendisini h ey ecan la k u cak lad ı; h erk es çok m u tlu ol­ du. Ç ü nkü Kroniklerin Ekinin Eki'ne g ö re G arg am elle sevin­ cin d en ölm ü ştü . B enim b ir b ilgim y o k b u k o n u d a ay rıca ne o kadınla ne d e b aşk a b ir k ad ın la ilgilen iyoru m . B en im b ild iğ im şu : G a rg a n tu a ü s tü n ü d e ğ iştirip , ta ra ­ ğ ıy la ta ra n ırk e n (b u ta ra k y e d i k am ış b o y u n d a y d ı v e y o n ­ tu lm a m ış fild işlerin d en y a p ılm ış tı) h e r ta r a k v u ru ş u n d a V e d e o rm a n ın d a k i ş a to n u n y ık ılışın d a s a ç la rın d a k alm ış o lan g ü lle le rin y e d i-se k iz i y e r e d ü ş ü y o rd u . B u n u g ö re n b ab ası G ra n d g o u s ie r o ğ lu n u n b itlen d iğ in i sa n d ı v e şö y le d ed i: "Y a v ru m , sen b u ra y a M o n taig u leş k arg alarım m ı getir­ din? O rad a k alm an ı h iç istem em iştim b en ." P o n o cra tes şu karşılığı v erd i: "E fen d im iz, o n u , M on taigu d enen bitliler kolejine v erd iğ im i san m ay ın . O rad ak i kabalık­ ları, bayağılıkları, g ö rd ü k ten so n ra A ziz în n o cen tiu s'u n di­ lencileri arasın a yollam ay ı tercih ed erd im . Ç ü n k ü M ağrib iler ve T atarlar arasın d a k ü rek m ah k û m larm a, zin d an lard ak i su çlu lara d ah a iyi d av ran ılır h a tta evin izd ek i k öpeklerinize

183

Gargantua bile o kolejdeki talih sizlerd en d ah a iyi bakılır. V e b en P aris'in kralı o lsay d ım şey tan cam m ı alsın ki y ak ard ım o ray ı v e g ö z ­ lerinin ö n ü n d e y ap ılan b u v ah şete s e y ird k alan m ü d ü rü n ü d e y ard ım cıların ı d a y a k tın rd ım !" V e gü llelerd en birini k ald ırırk en şö y le dedi: "B u n la r a z ö n c e o ğ lu n u z G a rg a n tu a V è d e o rm a n ın d a n g e ç e rk e n d ü ş m a n la rın ız ın o n a k a lle şçe a ttık la rı g ü lle le r­ d ir. A m a b u o n la ra ö y le p a h a lıy a m a l o ld u ki h e p s i ş a to ­ n u n y ık ın tıla rı a ltın d a ö lü p g ittile r. S a m s o n 'u n g a d rin e u ğ ra y a n F ilistin lile r v e L u k a 1 3 'd e s ö z ü e d ile n S ilo e k u le ­ sin in a ltın d a e z ile n le r g ib i... B u n e d e n le şa n s b iz d e n y a ­ n a y k e n k o v a la m a m ız g e re k ir o n la rı. Ç ü n k ü fırsa tı ta m o la ra k e le g e ç irm iş d u ru m d a y ız : k a ç a n fırs a t b ir d a h a ele g e ç m e z ; k a fa sın ın a rk a ta ra fı k e ld ir v e b ir d a h a d ö n m e z g e ri. - "A slın d a " dedi G ran d g o u sier, "H e m e n şim d i o lacak şey değil çünkü b u ak şam bir şölen v ereceğ im sizin için ; hepini­ ze h oş geldiniz, d iy o ru m ." B u n u n ü z erin e ak şam y e m e ğ i h azırlık ları y ap ıld ı; h er z a m a n k in d en d a h a fazla o larak o n altı ö k ü z, ü ç d ü v e , o tu z iki d an a, altm ış ü ç oğlak , d o k san b eş k oyu n , ü ç y ü z sü t d o ­ m u z u , iki y ü z y irm i keklik, y ed i y ü z çulluk, d ö rt y ü z L o u d u n v e C o rn u aille besi h o ro z u , altı bin piliç v e b ir o k a d a r g ü v e rcin , altı y ü z besili k ü çü k tav u k , d ö rt y ü z y a v ru ta v ­ şan , ü ç y ü z ü ç to y k u şu v e bin y ed i y ü z h o ro z . A v h a y v a n ı etini h e m e n b u lm a k m ü m k ü n o lm a d ı sa d e ce rah ip T u rp e n e y ta ra fın d a n g ö n d erilen o n b ir y a b a n d o m u z u v e G ran d m o n t se n y ö rü n d e n g elen o n sek iz geyik, E ssa rts se n y ö rü n ü n g ö n d e rd iğ i kırk k a d a r sü lü n v e b irk aç d ü zin e y ab an g ü v e rcin i, ırm a k k u şları, b ağ ırtlak lar, b alab an k u şları, k e r­ v a n çu llu k ları, y a ğ m u rk u şla rı, k a z la r, su çu llu k ları, ak k u ­ şaklı ö rd ek ler, m ısırtu rn a ları, balık çıl k u şları, y a v ru b alık ­ çıllar, su ta v u k ları, tepelib alık çıl k u şları, leylek ler, p ü sk ü llü

184

Gargantua'nın taranırken top güllelerini saçlarından düşürmesi

su k u şla n v e b o l ço rb a. H içb ir şey eksik d e ğ ild i... Bu y iy e ­ cek leri G ra n d g o u sie r'n in aşçıları F rip esau ce, H o ch e p o t ve P illeverju s h azırlam ışlard ı. İçkiler ise Jan ot, M icquel v e V erren et tarafın d an h azırlan ­ m ıştı.

18 S

BÖLÜM XXXVI

Gargantua'nın altı hacıyı salatada yemesi B u rad a N an tes yak ın ların d ak i S ain t-S éb astien 'd en gelen altı hacının başına gelenleri a n latm am ız gerek ir; bu h acılar d ü ş­ m an k o rk u su n d an geceleri sebze b ah çelerin d e, b ezelyeler, lah an alar ve m aru llar arasın d a sak lan ıyorlard ı. B iraz su sa­ m ış olan G arg an tu a salata y a p m a k için m aru l b u lu n u p bulu­ n am ay acağ ın ı sord u . Ü lkenin en gü zel ve en b ü y ü k m aru lla­ rının o ra d a yetiştiğini ö ğ ren in ce bu m aru lların erik y a d a ce ­ viz ağ açları k ad ar b ü y ü k old u k ları söylen in ce kendisi git­ m ek istedi o ra y a v e eline gelen h er şeyi söktü, k op ard ı ve o ra y a getirdi. A yn ı z a m a n d a altı h acı d a getird i o ra d a n v e bu h acılar o k ad ar k ork m u şlard ı ki k o n u şm ay a d a ök sü rm eye de cesaret ed em iyorlard ı. G arg an tu a avcu n d ak ileri çeşm ed e y ık am ay a gidince h a cı­ lar fısıldaşıp d u ru y o rlard ı: "N e y ap m alı? B u rad a m aru lların içinde b oğu lu p gid eceğiz. K on u şsak m ı? A m a k on u şu rsak casu s sanıp ö ld ü rü r b izi." O n lar böyle tartışad u rsu n lar G ar­ g an tu a tarafın d an m aru llarla birlikte evdeki bir çan ağ a k on ­ d u lar; bu çan ak C iteau x'd ak i fıçı k ad ar b ü y ü k tü v e tü m ü n ü zeytin yağı, sirke v e tu zla çeşn ilen d irdik ten so n ra yem ek ön ­ cesi b iraz serin lem ek am acıy la h epsini y ed i; bu ara d a beş tu t­ sağı d a y u ttu . A ltıncısı çan ak tay d ı ve b ir m aru l yap rağın ın altına gizlenm işti, sad ece sop ası g ö zü k ü y o rd u . G ran d gou sier bu sop ayı g ö rü n ce G a rg a n tu a 'y a şöyle dedi:

187

Gargantua "G alib a b ir sü m ü k lü b öcek b o y n u zu v a r o ra d a ; sakın ye­ m eyin . - N için? D edi G argantua. Bu ay d a çok lezzetli olu r b u n lar." V e so p ay ı çek in ce h acıyı d a h a v a y a kaldırdı v e b ir çırp ıd a yiyiverd i. S on ra bol m ik tard a şarap içti; ve ak şam yem eğin i b ek lem eye b aşlad ılar. Y u tu lm u ş o lan h acılar dişlerinin arasın d an g ü ç bela ku rtulabildiler; k endilerini zin d an a atılm ış gibi h issettiler ve G a rg a n tu a 'n ın içm iş old u ğ u şarap d a üstlerin e g elin ce ağ z ı­ nın içinde b oğu ld u k ların ı san d ılar; şarap seli onları n e re d e y ­ se m id esin in en d erin yerin e g ö tü recek ti; am a değnek lerin in y a rd ım ıy la S aint-M ichel h acıları gibi zıp lay arak dişlerinin k en arın a sığın d ılar. A n ca k aksiliğe b ak ın ki h acılard a n biri gü ven lik için d e olu p o lm ad ığım an layab ilm ek için sop asıyla çev rey i y o k lam ak isterken b ir çü rü k dişin b o şlu ğ u n a sertçe d o k u n d u ve çen e sinirine z a ra r v e rd i. G arg an tu a ço k b ü yü k b ir acı hissetti ad eta. A cısını d in d ireb ilm ek için k ü rd an ın ı g e ­ tirtti v e ce v iz ağ acım içeriye d o ğ ru sok u p h acı b eyleri çık art­ tı. K im ini b acak ların d an , kim ini om u zların d an , kim i h eyb e­ sinden, kim ini kesesin d en , kim ini atkısın d an tu tu p çıkarı­ y o rd u ve so p asıy la canını y ak an h acıyı ise u çk u ru n d a n astı; am a bu, b ü y ü k şan s old u a d a m için çü n k ü A n cen is'd e n g e ç­ tiği g ü n d en b eri can ım acıtan bir çıbanı d eşm işti. V e deliklerin d en çık arılan h acılar b ü y ü k b ir h ızla b ağ lar arasın d an k açtılar, G arg an tu a'n ın d a ağrıları dindi. T a m o sırad a E u d em o n y em eğ e çağırd ı on u , h e r şey h a ­ zırd ı: "Şu ağrın ın ü stü n e b ir işiyeyim o z a m a n " d ed i G arg an ­ tu a. Ve öyle b ir işedi ki sidik seli h acıların y o lu n u k esti, h a cı­ lar b ir çav la n d an g eçm ek zo ru n d a kaldılar. O rad an , k oru ci­ v a rın d a n g eçerk en Fou rm ilier d ışın d a h ep si b ir k u rt k ap an ı­ nın ağları içine d ü ştü ler. A ğları, ipleri kolaylıkla k esiveren Fou rn illier'n in becerisi sayesin d e k u rtu ld u lar. O rad a n çık­ tık tan s o m a gece geri k alan zam an ı C o u d ray yakınların d ak i b ir k u lübede geçird iler, k endilerine, b u m aceran ın D av u d ta ­

188

Gargantua'nın altı hacıyı salatada yemesi

rafından bir mezmurda bildirilmiş olduğunu kanıtlayan Lasdaller adlı arkadaşları sayesinde rahatladılar: “İnsanlar üstü­ müze yürüdüklerinde bizi canlı canlı yiyeceklerdi belki, tuzlu sa­ latada yendiğimiz zaman; öfkelerin ateşi içinde, sular bizi yuta­ bilecek olduğunda, koca bir yudum içtiğinde; ruhumuz bir çavlandan geçti, büyük su yolundan geçtiğimiz zaman; belki ru­ humuz yolumuzu kesen çişinin dayanılmaz sularını aştığında. Bizi onların dişlerinin yemi haline getirmeyen Tanrımıza şükürler olsun. Tuzağa düştüğümüzde ruhumuz avcıların ağından bir serçe gibi kurtuldu. Ağı Fournillier parçaladı ve kurtulduk. Kur­ tuluşumuz, vb."

189

BÖLÜM XXXVII

Gargantua'nm keşişi ağırlaması ve yemekte söylediği gü­ zel sözler G arg an tu a sofraya otu ru p iştah açıcı şeyleri atıştırm aya b a ş­ layın ca, G ran d g o u sier kendisi v e Pieroch ole arasın d a b aşla­ y a n çatışm an ın kökenini v e n eden in i anlattı; frer Jean d es E n to m m e u rs'ü n m an astır çevresin d ek i b aşan lı savu n m asın ı an latırk en on u C am illu s'u n , S cip io'n u n , P o m p eiu s'u n , Sez a r'ın v e T h em istok les'in ü stü n e çık ararak ö v g ü ler yağd ırd ı. G a rg a n tu a d a y ap ılacak şeyleri g ö rü şm ek ü z e re kendisini ça ­ ğırttı. K âh y a on u alm ay a gitti, elin d e h açlı sop asıyla G ran d ­ g o u sier'n in katırına b in d irip n eşe için d e getirdi. F re r Jean gelince sevildi, okşandı, kucaklandı, tebrik edildi: "H e y , d o stu m frer Jean! - F re r Jean, k u zen im , canım ! - B an a d a sanl! - K u caklaşalım ! -Gel b u ray a, ap tal herif, g ü zelce bir sarılayım s a n a ..." V e frer Jean katıla katıla g ü lm ey e b aşladı! K im se on u n k a­ d a r sevim li v e çekici olam azd ı. "B ir tab u re getirin şu ray a, y am m a k o y u n " dedi G arg an ­ tua. "T a m a m " d ed i K eşiş, "M a d e m öyle istiyorsu n u z. Su v e r b a n a y a v ru m ! D old u r ço cu ğ u m , d o ld u r; k araciğ erim serin ­ ler. G arg ara y ap ay ım ."

191

Gargantua - Ç ıkaralım cü p p eyi, dedi G ym n aste. - "Y a p m a y ın " dedi keşiş, "Tarikat kurallart"na terstir bu. - "A lla h k ah retsin " d ed i G y m n aste, "B ırak o b ok b ölü m ü . O m u zların ızı çök ertir bu cü p p e; çık arın ." - "D o stu m " dedi Keşiş, "R a h a t b ırak beni. T anrı biliyor y a, d ah a ra h at içiy o ru m o n u n la; b ü tü n b ed en im e neşe v eri­ y o r bu cü p p e. Ç ık arırsam içoğlan ları jartiyer y a p a r on lard an , C o u lain es'd e b aşım a gelm işti bir kez. Ö zellikle cü p p e m ol­ m ay ın ca iştahım o lm u y o r benim . A m a bu kıyafetle sofraya o tu ru rsa m içerim , A llah için içerim ! H e m sen in h em atının sağlığına içerim ve bol bol içerim . T an rı d ostlarım ızı k o ru ­ sun! Ben yem iştim ; am a gene yiyebilirim çü n k ü m id em zırh ­ lıdır benim , A ziz Benoît m an astırı k ü p ü gibi d erin d ir v e bir av u k a t heybesi gibi h er z am an ağzı açıktır. Yeşil sazan dışın­ d a b ü tü n balıklar yenm eli, kekliğin de k a n a d ı... Y a v ru ta v ­ şan b u d u d am la h astalığın a iyi gelir. Bu arad a, so ray ım , b ir g en ç kız k alçaları niçin h er z a m a n serin o lu r? " - "B u so ru n " d ed i G arg an tu a, " N e A ristoteles ne d e A p h rod isiaslı İsk en d er'd e v a r, h a tta n e d e P lu tark h o s'd a ." - Bir y erin d o ğ al serinliği k on u su n d a ü ç n eden gösterilebi­ lir" dedi Keşiş: Birincisi o rad an b oylu b o y u n ca su akm ası; İkincisi gölgeli, karanlık, hiç g ü n eş g ö rm ey en bir y e r olm ası; ü çü n cü sü o yerin çu k u ru n d an göm lek h atta u çk u r yellerinin hiç eksik olm am ası. H ayd i bakalım ! içelim y av ru m !... Lık, lık, lık ... T an rım sen ne iyisin, bize bu g ü zel içkiyi veren Tanrım ! Y em in ed erim san a T an rım , Isa zam an ın d a y aşam ış olsayd ım O n u n Zeytinlikte Y ah u d iler tarafın d an yak alan m asın a engel olu rd u m . Şeytan can ım ı alsın ki o H a v a ri b eylerin bacakları­ nı k e se rd im ... İsa'yla birlikte ak şam karınlarını bir gü zel d o ­ y u rd u k tan so n ra tehlike altındaki efendilerini bırakıp kaçtı bu h a in le r... Bıçak çekm ek gerek tiğin d e k açan bir insan ze­ h ird en b eterd ir b enim g ö zü m d e. A h! N e olu rd u seksen y a d a y ü z yıl Fran sa kralı olsayd ım ! A llah şah id im olsun, P av ia'd a k açanları h ad ım ed erd im ! A teş m ah v etsin onları! O güzelim

192

Gargantua'nın keşişi ağırlaması...

krallarını böyle tehlikeye atacak ların a niçin oracık ta ölm ed i­ ler? Yiğitçe d ö v ü şerek ölm ek alçak ça k açm ak tan d a h a on u rlu değil m id ir h er zam an ? Bu yıl k az p alazı y iy e m e y e ce ğ iz ... H e y d ostu m , v e r bakalım şu d o m u zd an b ira z ... H a y A llah! Ş arap bitti m i? S u suzluktan ö lü yoru m . Bu şarap ço k k ö tü d e­ ğil. P aris'te h angi şarabı içiyord u n u z siz? Y alan sö y lü y o rsam şeytan canım ı alsın, bir d ön em benim evim altı a y b o y u n ca herkese a çık tı... Saint-D enis'li F rer C lau d e'u tam r m ısınız? N e d ost in sandır. A m a bilm em h angi şeytan a u y d u ? N e z a ­ m an d ır o k u m ak tan başka bir şey y ap m ıy o r. Ben hiç o k u m am . Bizim m an astırd a hiç ok u m ayız, kabakulak olm ak tan k ork a­ rız. Bizim eski b aşrahip, bir p ap azın bilgin olm ası k a d a r k or­ k u n ç bir şey yok tu r, derd i. A m an T anrım , am an d o stu m , en

büyük din adamları, en bilgili olanlar değildir. .. B u yılki k a d a r bol tav şan hiçbir zam an görü lm ed i. Bir türlü ne bir alad o ğ an ne de bir şahin görebildim çevred e. M on sieu r d e la Belloniere b an a bir d o ğ an yollayacaktı am a gön d erd iği m ek tu p ta n ö ğ ­ ren d im ki tıknefes olm uş zavallı h ay v an . B u n d an so n ra kek­ likler kulaklarım ızı yiyecek artık. Ben tu zak avların d an h oş­ lan m am , sıkılırım çünkü. K oşm azsam , didinip d u rm a z sa m rah at ed em em . Çitlerin, çalıların ü stü n d en atlarken cü p p e­ m in tü yleri dök ü lü yor, b u n u kabul ed iyoru m . G üzel bir tazı b u ld u m . T ek bir tavşan k açırm ıyor. Bir u şak M ösyö d e M au levrier'ye g ö tü rü y o rd u onu; ald ım elinden. Fena m ı yap tım ? - "H a y ır, F re r Jean " dedi G ym n aste, "H ay ır, n için fena y ap m ış olacak sın ız!" - "Ö y ley se içelim o şeytan ların şerefine, v a r olsu n lar, sağ olsunlar! O top al ne y ap ard ı on u n la? O n a bir çift ö k ü z v e rse ­ ler, d ah a m e m n u n o lu r!" - "N a s ıl" d ed i P o n o crates, "K ö tü sözler çık ıyor ağ zın ız­ d an !" - S ad ece dilim i süslem ek, ren k len d irm ek istiy o ru m , o k a ­ d ar. C icero retoriğin in çiçekleridir bu n lar, diye karşılık verdi Keşiş.

BÖLÜM XXXVIII

Papazlar niçin dışlanır ve niçin bazılarının burnu bazılarınınkinden büyüktür "D in im e, im an ım a! dedi E u d e m o n , b u k eşişin d ü rü stlü ğ ü o lacak şey değil; h ep im izi şaşırttı. K eşişleri eş d o st top lan tılarm a, eğlentilerine niye so k m u y o rlar? A rıların yab an a n la ­ rını p etek lerin d en k o v m aları gibi! H u z u r b o z u cu m u kabul ed iliyor o n lar da? V ergilius n e d er: "O tem b eller sü rü sü n ü d ef edip g ö n d erirler k o v an ların d an ." G arg an tu a şöyle karşılık v e rd i b u n a: "C ecias d en en rü zg âr b u lu tlan nasıl çekerse p ap az cübbesi v e kukuletasının d a herkesin nefretini, lanetini çektiği bir ger­ çektir. Bunun tartışılm az nedeni d e dünyanın bokunu yem ele­ ri yani çok fazla gü n ah işlem eleridir ve b ok yiyenler inlerine, m an astırlan n a, keşişhanelerine atılırlar, bu yerler tüm u y g a r ilişkilerden dışlanır, evin tuvaletleri gibi. Bir m ay m u n aile için­ de niçin alay a alınır, taciz edilirse, keşişler d e öyle genç, yaşlı, herkes tarafından dışlanırlar, m ay m u n köpek gibi, bir eve bek­ çilik ed em ez; ök ü z gibi bir arabayı çekem ez, k oyu n gibi sü t v e y ü n verem ez; at gibi y ü k taşıyam az. Y ap tığı tek iş etrafı pisle­ m ek, her şeyi kırıp dökm ektir, bu nedenle sürekli alaya alınır ve hırpalanır. A yn ı şekilde bir keşiş de (aylak keşişlerden söz ed iyoru m ) bir köylü gibi top rağı sürm ez, asker gibi vatan ım

195

Gargantua sav u n m az, hek im gibi h astalan iyileştirm ez, İncili çok iyi bilen eğitici bir rahip y a d a p ed ag o g gibi halka yol gösterm ez, bir tü cca r gibi ülk eye gerekli ihtiyaç m addelerini getirm ez. D ola­ yısıyla herkes tarafından alaya alınır v e nefret edilir. - E v e t a m a, d ed i G ran d g o u sier, b izim için T an rıy a d u a e d iy o r bu in san lar. - H iç ilgisi yok , d iye karşılık v erd i G arg an tu a. B ü tü n y a p ­ tıkları, çın ç m ö ttü rd ü k leri çan larıyla çev rey i rah atsız etm ek. - Tabii, d ed i keşiş, sab ah , öğle ak şam çan ları iyi çalm ırsa y a rı d u a sayılır. - H iç an lam ad ık ları ilahileri, m ezm u rları sürekli m ırıld a­ nıp d u ru rla r. A n lam ın ı h iç b ilm edikleri p ater n o ster d u aları­ nı, u zu n A v e M aria'Iarla birlikte g ev eley ip d u ru rlar. Ben b u ­ n a d u a değil, T an rıy la a la y etm ek d erim . A m a böreklerini, y a ğ lı çorb aların ı y itirm ek k o rk u su y la değil, b izim için dua ed iy o rla rsa T an rı y ard ım cıları olsun. B ü tü n g erçek H ıristiy a n lar h e r k oşu ld a, h er y erd e, h er z a m a n T an rıy a d u a e d e r­ ler v e R u h ü lk u d ü s'd e o n lar için T an rıy a y ak arır, aracılık ed e r ve T an rı d a lü tfu n u esirg em ez o n lard an . A m a bizim frer Jean 'ım ız için aynı şeyi sö y lem ek m ü m k ü n değil. Bu n ed en ­ le herk es d o st o lm ak istiyor on u n la. Y o b az d a d eğil, kendini k o y v erm iş biri de değil, n am u slu , neşeli, kararlı, d ost. Ç alış­ kan ; y ararlı; m a ğ d u rla n k o ru y o r; kederlilere g ü ç v eriy o r; m u tsu z in san lara y a rd ım ed iy o r; m an astırı k oru yor. - Ç ok d ah a fazlasını y ap ıy o ru m , d ed i K eşiş; sab ah d u a la ­ rım v e yıllık ayinleri ço k çab u k bitirir, arb alet iplerini h a z ır­ larım , okları v e taşları y o n tar, sivriltirim , tav şan y ak alam ak için ağ lar ve tu zak lar h azırlarım . H iç aylaklık etm em . A m a içki n ered e y a h u ? İçelim ! M eyve gelsin, E stro cz o rm an ı k e s­ tan eleri bu n lar. Y an ın d a taze şarap d a o lu rsa çok gü zel o su ­ ru rsu n u z . K eyfiniz gelm ed i d ah a. T an rıya şü k ü rler olsun, ben içiy o ru m , ön cü k u vvetlerd ek i bir a t g ib i/ " F r e r Jean , b u rn u n u zd ak i şu d a m la v ı silsen ize, dedi G ym n aste.

196

Papazlar niçin dışlanır...

- V ay anasını, dedi K eşiş, su b u rn u m a k a d a r geldiğine göre b o ğ u lm a tehlikesi için d eyim dem ektir! H ay ır, h ay ır o la­ m a z çü n k ü b en im b u rn u m bir ağ la k o ru n m u ştu r. A h , d o s­ tu m , böylesi d erid en kışlık b otların ız o lu rsa h iç k o rk m ad an istirid ye av larsım z çü n k ü kesinlikle su a lm az b öyle botlar. - F re r Jean 'ın b u rn u n için b u k a d a r d ü zg ü n ? d iy e so rd u G argan tu a. - Ç ü nkü Tanrı böyle istem iş, d iye karşılık verdi G ran d gou sier; T an rı h e r şeyi istediği gibi, ilahi tercih in e g ö re, çöm lek ­ çinin çöm leklerini b içim len d irm esi gibi biçim lendirir. - Ç ü n k ü , dedi P o n o crates, b u ru n lar p an ay ırın a ilk gelen ­ lerd en o. E n g ü zel, en b ü y ü k lerin d en birini alm ış. - Y o k can ım ! d ed i K eşiş. G erçek m an astır felsefesine g ö re sütn in em in m em eleri b iraz y u m u şak m ış d a on u n için; m e m e em erk en , b u rn u m y a ğ a g irerm iş gibi girerm iş içine v e o ra d a h a m u r teknesindeki h a m u r gibi k ab arm ış b u rn u m , sü tn in elerin m em eleri sertse çocu k ların b u rn u d a kem erli olu r. A m a neşelenelim , n eşelenelim ! Göğün yedinci katının yolu burnun

şeklinden anlaşılır... B en h iç reçel y em em . O ğ lu m içki getir! K ızartm alar d a gelsin !"

197

BÖLÜM XXXIX

Keşişin Gargantua'yı uyutması ve dua kitapları A k şam y e m eğ i yen d ik ten so n ra yap ılm ası gerek en işler g ö ­ rü şü ld ü ; gece y arısın a d o ğ ru d ü şm an ın ne d o lap lar çevird i­ ğini ö ğ re n m ek am acıy la keşfe çık m aya, o za m a n a k ad ar d a g ü ç to p lam ak am acıy la b iraz d in len m eye k a ra r verild i. A m a G a rg a n tu a 'y ı u y k u tu tm u y o rd u , ne tarafa d ö n se u y u y a m ıy o rd u , D u ru m u fark ed en keşiş şöyle dedi: "B en en ra h a t u y k u y u v a a z sırasında y a d a T an rıya d u a ed erk en u y u ru m . Gelin birlikte yed i m ezam iri okuyalım , ö n ­ ce o ra d a n b aşlayalım , bakalım h em en u y u y acak m ısınız" Bu fikir G arg a n tu a 'n m çok h o şu n a gitti ve birinci m e z a ­ m ire başlayıp Ne mutlu onlara ki b ölü m ü n e gelir gelm ez ikisi d e u y k u y a d ald ılar. A m a K eşiş m an astır alışkanlıkları d o la­ yısıyla g e ce y a n sın d a n ö n ce u y an ıverd i. U y an d ık tan son ra d a çok y ü k ses sesle şarkı söy ley erek herkesi u yan d ırd ı: "H e y R egn au lt, u y an , kalk, R egn au lt, u y a n ." V e h erk es u y an ın ca d a şöyle k onuştu: "B ey ler, sabah duası öksü rm ek le, akşam yem eği içm ekle başlar, derler. Biz tersini yap alım : sabah d u asın a içm ekle baş­ layalım , akşam yem eğin e başlark en de bol bol ök sü relim ." B u n u n ü zerin e G arg an tu a şöyle dedi: "U y k u d a n h em en so n ra içm ek h ek im lerce u y g u n g ö rü l­ m ü y o r. Ö n ce m id ed ek i kalınüları v e fazlalıkları b oşaltm ak gerekir. 199

Gargantua - E v e t ta m an lam ıyla tıbbi b ir görü ş! dedi K eşiş. D ü n y ad a yaşlı h ek im d en ço k yaşlı ay y aş y o k sa y ü z şeytan çarp sın b e­ ni! Siz isted iğin izi yap ın , b en kendi m üshilim i alırım . - H a n g i m ü sh ild en sö z ed iy o rsu n u z? - D u a k itabım , d ed i K eşiş; çü n k ü nasıl d o ğ an cılar kuşları­ n a y e m v e rm e d e n ö n ce o n la n n zihinlerini açm a k v e iştah la­ rını a çm a k için b ir tav u k ay ağ ıy la m eşgu l ed erlerse b en d e sab ah ları b u k ü çü k d u a kitabını elim e alarak b o ğ azım ı te­ m iz liy o ru m v e içm ey e h azır hale g etiriy o ru m . - Bu g ü z el d u aları h an gi usulle o k u y o rsu n u z? d iye sord u G a rg a n tu a . - F é ca m p u su lü , d ed i K eşiş, ü ç m ezam ir v e ü ç d ers y a d a h iç o k u m a m . K en d im i d u alarla k ısıtlam am hiçb ir zam an ; d u a la r in san için d ir, in san d u alar için değil. Bu n ed en le d u ­ alarım ı ü z e n g i gibi kullanırım ; isted iğim gibi u zatıp kısaltı­ rım : kısa dua gökyüzüne ulaşır, uzun süreli olan içki kadehleri bo­

şaltır. N e re d e yazılıd ır b u ? - B ilem iy o ru m ki, d o stu m ; am a sen çok d eğerli b ir d o st­ sun! d ed i P o n o crates. - Bu k o n u d a sizlere b en ziy o ru m , dedi Keşiş. A m a gelin

içelim. " Bol m ik ta rd a k ızartm a, lezzetli yağlı çorb alar geld i ve K e­ şiş d o y a sıy a içti. K im ileri eşlik ettiler, kim ileri de çekip gitti­ ler. S on ra h erk es zırh ım , silahını k u şan m ay a b aşlad ı. Keşişi z o rla k u şan d ırd ılar çü n k ü o sad ece m idesini k o ru m ak için cü p p e v e elin d e h açlı sop ası olsu n istiyord u . B u n u n la birlik­ te on ların isted iği gibi tep ed en tırn ağ a zırh a b ü rü n d ü ve b e­ lin d e k o ca b ir kılıçla gü zel b ir ata bindi; on u n la birlikte G ar­ g an tu a, P o n o crates, G ym n aste, E u d em o n ve G ran d gou sier m ü lk ü n ü n y irm i beş yiğidi, silahları, m ızrak larıyla aziz G e­ o rg es gibi a tların a bin m işlerd i, h e r birinin terk isin d e de bir ark eb ü zcü v ard ı.

200

BÖLÜM XL

Keşişin yoldaşlarını teşvik etmesi ve ağaçta asılı kalması B öylece b izim soylu k ah ram an lar m aceraların a d o ğ ru yola çıktılar, o b ü y ü k v e deh şetli sav aş g ü n ü gelip çattığ ın d a h an ­ gi tarafa saldırıp, h an gi taraftan k o ru n m aları gerek eceğin i bilm ekte k ararlıyd ılar. K eşiş on ları cesaretlen d irirk en şöyle dedi: "Ç o cu k la r k o rk m ay ın v e k u şk u lan m ayın . Sizi gü ven lik için d e selam ete çık aracağım . T an rı v e A ziz B en oît bizim le birlikte olsun! A h cesaretim k a d a r g ü cü m d e olsayd ı! Ö rd ek gibi y o la rd ım onları! B en sad ece to p lard an k ork arım . A m a b aşrah ip yard ım cısı b an a b ir d u a öğretti, h er tü rlü b aru tu n etkisinden k oru yab iliyorm u ş insanı; a m a b ir y a ra rı o lm a y a ­ cak b an a çü n k ü in an m ıy o ru m b ö y le şeylere. A n ca k ben im haçlı so p a m h arik alar y a ratacak tır. Bu a ra d a şu n u söyliyey im ki aran ızd an b iri korkaklık ed ecek o lu rsa cü p p em i g iy ­ d irir v e k endi y erim e keşiş y ap arım on u : ödleklikten k u rta rır b en im cü p p em . M o n sieu r d e M eu rles'ü n tazısın d an sö z edil­ diğini d u y d u n u z m u ? A v d a hiçb ir y a ra rı o lm u y o rm u ş b u ta ­ zının! M eu rles b ir cü p p e d olam ış b o y n u n a. V e h a y v a n o rta ­ d a n e tav şan b ırakm ış n e tilki, ü stü n e ü stlü k d ah a ö n ce y ıp ­ ran m ış v e ölü gibi o lan b u tazı m em lek etin b ü tü n dişi köpek­ lerini gebe b ırak m ış." K eşiş b öyle öfke içinde k on u şu p , Söğü tlü k d en en yere d o ğ ru ilerlerken b ir cev iz ağacın ın altın d an g eçiy o rd u ; miğ-

20:

Gargantua ferinin siperliği kırık, iri bir ceviz d alm a takıldı. B u n a ra ğ ­ m en atını m ah m u zlad ı; h u y lu bir h a y v a n o ld u ğ u n d an o k gi­ bi fırladı: keşiş m iğferini k u rtarab ilm ek için dizgin i bıraktı, bir eliyle bir ceviz d alm a asılı kaldı v e at altın d an k ayıp git­ ti. B öylece ceviz ağacın d a asılı kalan keşiş "İm d a t, cin a y e t iş­ liyorlar, ihanete u ğ rad ık !" d iye b ağ ırm ay a başladı. O nu ilk fark ed en E u d em o n old u ve G a rg a n tu a 'y ı ça ğ ıra ­ rak: "E fen d im , gelin de asılm ış A b salo n 'u g ö rü n !" G arg a n tu a gitti, Keşişin d u ru m u n u v e asılış biçim ini g ö rd ü k ten so n ra E u d e m o n 'a şöyle dedi: "O n u A b salo n 'a b en zetm en iz p ek d o ğ ru değil çü n k ü A b salon saçların d an asılm ıştı; K eşiş d azlak o ld u ğ u n d a n k u lak ­ ların d an asm ış kendisini. - A llah kahretsin, y a rd ım etsenize! d ed i K eşiş. Ş akanın sı­ rası mı şim di? F etv a v eren v aizlere b e n z iy o rs u n u z ...o n la r şöyle d erm iş: ölüm tehlikesi k arşısın d a olan birine rastlad ığı­ n ızd a on a gü n ah çık arttırıp T an rın ın y ard ım ın ı sağ la y a ca k y e rd e y a rd ım etm ey e kalkışırsanız kesinlikle afo ro zu h ak edersin iz. D em ek ki ırm ağ a d ü şen v e b o ğ u lm ak ü z e re olan in san lara el uzatıp , y ard ım ed ecek y e rd e u z u n v e g ü zel bir n u tu k atacağ ım ( dünyanın ve yaşadığımız çağın boşluğu ve an­

lamsızlığı üzerine) v e onlar ölü p kaskatı kesilince su d a n çık a­ ra ca ğ ım onları. - K ım ıld am a y av ru m , d ed i G y m n aste, y ard ım ın a geliyo­ ru m çü n k ü sen çok efendi kü çü k b ir keşişsin:

Manastırındaki bir keşiş İki yumurta etmez, Ama dışındayken manastırın Otuz yumurta eder. "B en beş y ü zd en fazla asılm ış in san g ö rd ü m am a hiçbiri böyle gü zel d u rm u y o rd u asılanların, b en d e b öyle gü zel aşı­ labileceğim i bilsem h ay at b o y u asılı k alm ay a razıyım . - Bu k ad ar v aaz y etm iy o r m u ? d ed i K eşiş. A llah rızası için y a rd ım edin b ana çünkü b aşka tü rlü y a rd ım etm ek iste-

202

Keşişin yoldaşlarını teşvik etmesi ve ağaçta asılı kalması

in iy o rsu n u z. S ırtım daki cü p p e ad ın a k on u şu yoru m : p işm an o lu rsu n u z, zamanında ve yerinde. V e G y m n aste atın d an indi, cev iz ağacın a çıktı, Keşişi bir eliyle k o ltu k altın d an kaldırıp, öb ü r eliyle m iğferinin siperli­ ğini k u rta rd ı v e son ra o n u aşağı bırakıp, ark asın d an d a ken­ di atladı. K eşiş y e re ay ak b asar b asm az üstündeki b ü tü n zırhları çı­ k ardı v e hep sin i tek er teker y ere bıraktı ve tek rar h açlı âsasını eline aldı, tek rar E u d e m o n 'u n kaçarken yak alad ığı atm a bindi. Ve h ep birlikte güle o y n ay a Söğütlük yolu n a düştü ler.

203

BÖLÜM XLI

Picrochole'ün öncülerinin Gargantua'ya rastlaması. Ke­ şişin Komutan Tyravant'ı öldürmesi ve sonra da düşman­ lar tarafından esir alınması T rip et'n in k a m ı d eşilince y o ld an k açan ların anlattıklarını d in leyen P icroch ole şey tan ların ask erlerin e sald ırm asın a pek öfkelendi; d ü zen led iği v e b ü tü n gece sü ren to p lan tıd a H astiv e a u v e T ou cq u ed illon ceh en n em in b ü tü n şey tan ları d a g el­ seler P icro ch o le'ü n hep sin in h ak k ın d an gelebileceğini d ü ­ şü n d ü ler; b u n a kesinlikle in an m ay an P icro ch o le bu gü ven i kabullenir gibi gözü k tü . S on u çta k on t T y ra v a n t'm k o m u tasın d a bin altı y ü z hafif sü v ariy i ön cü olarak gö n d erd i; hepsi ü stlerin e kutsal su serp tirm iş v e b oyu n ların a sim ge olarak b ir atkı sa rm ışla rd ı... h er ih tim ale k arşı y o ld a şey tan lara rastlay acak olu rlarsa k u t­ sal su v e atkılar hepsini d ağ ıtır ve p ü sk ü rtü rd ü . L a V au g u y o n ve L a L ép ro serie'ye k ad ar ço k hızlı gittiler am a k on u şa­ cak kim se b u lam ay ın ca d ah a yu k arılara çıktılar ve bir çob an k u lübesinde beş h acıyı b u ld u lar; sım sıkı b ağ lad ılar v e y a lv a ­ rıp y ak arm aların a, d u a etm elerin e rağ m en casu slar gibi alıp g ö tü rd ü ler. Seuillé'ye d o ğ ru inerlerken G arg an tu a seslerini d u y d u ve a d am ların a şöyle dedi: "A rk a d a şla r, işte artık tem as h alin d eyiz d ü şm an la; b iz­ d en en az on m isli kalabalıklar: sald ıracak m ıyız onlara?

205

Gargantua - Başka ne y ap acak tık ki? d ed i K eşiş. İn san ların sayısı mı ön em lid ir cesaret ve yiğitlikleri m i?" S on ra b ağırd ı: "H ü c u m şey tan lar, h ü cu m !" B u n u d u y an d ü şm an lar onların g erçek ten şey tan old u k la­ rını d ü şü n d ü ler v e v a r gü çleriyle k açm ay a b aşlad ılar. S ad e­ ce T y ra v a n t k açm ad ı, ve k argısıyla Keşişi g ö ğ sü n ü n ta m o r­ ta sın d an v u rd u ; am a k argının d em iri o k o rk u n ç cü p p ey le te­ m a s e d e r e tm ez b üküldü, ö rse çarp m ış b ir m u m gibi y a m ­ yassı oldu. Ve tam o sırad a K eşiş haçlı âsasını b o y n u y la o m ­ zu arasın a öyle bir in dirdi ki ad am cağ ız şaşırd ı, bilincini yi­ tirdi ve atının ayakları dibine d ü ştü . B oyn u n d ak i atkıyı g ö ­ ren K eşiş G arg an tu a'y a şöyle dedi: "B u n la r sad ece çöm ez; m esleğ e yeni b aşlam ışlar. A z iz Jea n 'a şü k ü rler olsu n ki b en tam an lam ıyla b ir rah ib im : sinek­ ler gibi yok ed erim onları sizin için !" S on ra d ö rt n ala k açakların peşine d ü ştü v e en ark a d a k a­ lanları rastgele yak alayıp , rastgele v u ra ra k , yeşil ç a v d a r ta­ n eleri gibi b ir bir in d iriyord u yere. G ym n aste G arg an tu a'y a d ü şm am izlem en in gerekli olu p olm ad ığın ı so rd u o sırad a. G arg an tu a şu karşılığı v erd i: "G e re k y o k çünkü d o ğ ru strateji g ereğ i h asm ı asla u m u t­ su z lu ğ a d ü şü rm em ek gerek ir çü n k ü b ö y le b ir aşırılık yenil­ giyi ve b o zg u n u kabullenm iş d ü şm an ın g ü cü n ü artırır; v e b u n alan , bitkin d üşen, hiçbir k u rtu lu ş u m u d u k a lm ay a n in­ san lar için b u n d an d ah a iyi b ir şans o lam az. N ice zafer y en e­ nin elin d en k açıp yenilenin eline g eçm iştir; çü n k ü y en e n h a k ettiğiyle yetin m eyip h er şeyi y o k etm ey e, d ü şm an ların ı h a ­ b er g ö tü recek tek kişi b ırak m ad an ö ld ü rm ey e kalkışm ıştır! D ü şm an a h er z am an bir çıkış kapısı bırakın v e h a tta geçip g itm eleri için altın bir k öp rü k u ru n onlara. - Kesinlikle, d ed i G ym n aste, a m a K eşiş peşlerin d e. - N e, keşiş m i? dedi G argan tu a. O z a m a n çok ağ ır b ir b e­ del öd eyecek lerd ir! A m a ne o lu r n e olm az, b iraz d ah a bek le­ yelim ve çekilm eyelim ; b u rad a sessizce b ek leyelim çü n k ü

206

Picrochole'ün öncülerinin Gargantua'ya rastlaması...

d ü şm an larım ızın taktiğini anladığım ı san ıyoru m ; d u ru m a g ö re h arek et ed iy o rlar v e d ü şü n m ü y o rlar." O n lar cev iz ağaçları altın d a beklerken K eşiş önüne kim çı­ k arsa, h iç k im seye a cım ad an v u ru p in d iriyord u . Son rastla­ dığı atlı d a terkisinde zavallı h acılard an birini taşıyord u . O n u alaşağ ı ed eceği sırad a b ağırd ı hacı: "A m a n R ahip Efendi, d o stu m , k u rtarın beni, rica ed iy o ­ r u m !" D ü şm an lar b u lafları d u y u n ca ark alan n a d ön ü p baktılar ve ortalığı k arıştıran ın K eşiş o ld u ğu n u g ö rü n ce b aşlad ılar v u rm a y a , v u rd u k ça v u rd u la r, eşek su d an gelinceye k a d a r d ö v d ü le r; a m a hiçb ir şey h issetm iy o rd u sanki, özellikle de cü p p esin e v u rd u k la rın d a ... d erisi çok sertti çünkü. Sonra on u iki o k çu y a b ırak tılar v e geri d ön d ü ler, k endilerine sald ı­ ra ca k k im se y o k tu ; G arg an tu a'n ın ad am larıyla birlikte k açtı­ ğını d ü şü n d ü ler. O n u y ak alam ak için o lan ca hızlarıyla N o irette s'e d o ğ ru sü rd ü ler h ayvan ların ı ve K eşiş iki ok çu su yla birlikte o ra d a kaldı. G a rg a n tu a sesleri v e at kişnem elerini d u y u n ca yan ın d ak i­ lere şöyle dedi: "A rk a d a şla r, d ü şm an ların atlarının nal seslerini d u y u y o ­ ru m ve ü stü m e d o ğ ru geldiklerini h issed iyoru m . Safları sık­ laştıralım v e y o la sahip olalım . Böylece karşılarız onları, m a h v e d e riz v e şanı şöh reti de b izim olu r b u n u n ."

207

BÖLÜM XLII

Keşişin nöbetçilerden kurtulması ve Picrochole'ün öncü­ lerinin bozguna uğraması Keşiş, atlıların böyle karm ak arışık b ir h ald e uzaklaştık larını g örü n ce G arg an tu a ve ad am ların a sald ıracak ların ı d ü şü n d ü ve on ların y ard ım ın a k oşam ad ığı için çok ü z ü lü y o rd u . Son­ ra iki ok çu n u n d u ru m u dikkatini çekti; b u a d a m la r ötekiler­ le birlikte gan im etten p ay alam ay acak ların a ü zü lerek atların indikleri v ad iy i seyred iyorlard ı. Ve şu n ları d a g eçiriy o rd u içinden: "B u a d a m lar askeri k on u lard a h iç iyi y etişm em işler çü n ­ kü b en d en ne söz istediler ne d e kılıcım ı ald ılar." Ve an ın d a kılıcını çekti, sağ tarafın d ak i o k çu y a in d iriv er­ di, b o yn u n d ak i akar ve to p lar d am arların tü m ü n ü , gırtlağı­ nı, b ezlerini kesti; kılıcını geri çek erk en ikinci v e ü çü n cü ka­ b u rg alar arasın d an om u riliğini kesti: ok çu y ere serildi ve kaskatı kesildi. Keşiş atını sol tarafa d o ğ ru sü rerek öb ü rü n ü n ü stü n e d o ğ ru gitti; ark ad aşın ın ö ld ü ğ ü n ü v e K eşişin elv eriş­ li k o n u m d a o ld u ğu n u g ö ren öb ü r ok çu a v azı çıktığı k ad ar b ağırıyord u : "A m a n P ap az efendi, teslim olu y o ru m ! P a p a z efendi, d o stu m benim , P ap az efen d i!" K eşiş de b ağırıyord u : "D o stu m g ö t efendi, d o stu m g ö t; g ö tü n ü n ü stü n e o tu ru r­ sun!

209

Gargantua - A m a n , d iy o rd u okçu, P a p a z efendi, can ım , P a p a z efen­ di! T an rı sizi b aşrah ip yapsın! - C ü p p e m ü stü n e y em in ed erim ki, d iy o rd u K eşiş, b en si­ zi k ard in al y ap acağ ım . D in ad am ların ı so y arsın ız öyle m i? Benim elim d en giyeceksiniz şim di kırm ızı şap k ay ı." Ve ok çu feryat ed iyord u : "R ah ip efendi, R ahip efendi, m üstak b el b aşrah ip , Sayın K ard in al, siz h er şeysiniz! A m an ! A m an ! R ahip efendi, seny ö r R ah ip , k en d im i size teslim ed iyoru m ! - Ve b en de seni, şeytan lara teslim e d iy o ru m !" d ed i Keşiş. Ve b ir v u ru şta kafasını kesti: kafatasını şak ak kem iklerinin ü stü n d e n ikiye b ö ld ü v e iki b eyin zarını, alın k em iğin in b ü ­ yü k b ö lü m ü y le birlikte iki k em ik arasın d ak i hrtıllı eklem i al­ dı, iki b eyin zarın ı ve iki ark a b eyin k arın cığım d erin lem esi­ ne açtı; b öylece o k çu n u n k afatası o m u zların a d o ğ ru sarktı, a rk a d a n k afatası za rm a d a y a n d ı... ü stü siyah , içi kırm ızı bir alim şap k asın a d ö n d ü ... Ve y ere d ü ştü , kaskatı kesildi. Keşiş, b u n d an so n ra atını m ah m u zlad ı v e d ü şm an ların gittiği y o la d o ğ ru sü rd ü ; d ü şm an lar y o ld a G arg an tu a ve ad am ların a rastlam ışlard ı v e k oca ağ acıy la G arg an tu a'n ın , G y m n a ste 'm , P o n o crates'in , E u d e m o n ü n v e ötek ilerin elin­ d en ö lü m ü b u ld u k ları için sayıları o k a d a r azalm ıştı ki g ö z ­ lerinin ö n ü n d e Ö lü m ü n kendisi v arm ış gibi d eh şete kapıl­ m ış, akıllarını k açırm ış gibi h ızla k açm ay a çalışıyorlard ı. V e-k ıçm d a b ir Ju n o sığırsineği olan y a d a b ir sinek ta ra ­ fından ışın lan b ir eşek nasıl sa ğ a sola k oşarsa, sırtındaki y ü ­ kü a ta rsa , iplerini k op arırsa, so lu k lan m ad an , d in len m ed en , ortalık ta k im se o lm ad ığ ın d an kendisini kim in sü rd ü ğ ü n ü b ilm ed en k o ştu ru p d u ru rsa-b u in san lar d a öyle k o şu p d u ru ­ y o rlard ı, hiçb ir y ö n d u y g u su k alm am ıştı b u n lard a ve niçin k açtık larım d a b ilm iy o rla rd ı... p an ik d u y g u su y la sü rüklenip g id iyorlard ı. K eşiş b u n ların k açm ak tan b aşk a b ir d ertleri olm adığını g ö rü n ce atın d an indi v e y o l k en an n d ak i b ü y ü k b ir k ayan ın

210

Keşişin nöbetçilerden kurtulması...

ü stü n e çıktı; v e k o cam an kılıcıyla k açan lara v u rd u k ça v u rd u , hiç k im seye acım ad ı, hiç k im seyi esirgem ed i. Kılıcı ikiye bölü n ü n cey e k a d a r ö ld ü rd ü ve d evird i. S on u n d a y eterin ce k at­ liam y ap tığın ı v e in san ö ld ü rd ü ğ ü n ü kabul etti, geri k alan lar h ab er g ö tü rm e k için sa ğ kalabilirlerdi. D erk en y erd e y a ta n ö lü lerd en birinin baltasını aldı v e tek­ ra r k a y a y a çıktı, d ü şm an lan n cesetler ü stü n d e tak la ata ra k k açm aların ı seyretm ek le yetindi, sad ece k açan lara m ızrak la­ rını, kılıçlarını, tüfeklerini b ırak tırıyord u ; ve elleri kolları bağlı h acıları götü ren leri y a y a bırakıp atlarını h acılara v e rd i ve k o ru n u n k ıyısında bekletti o n la rı... esir aldığı T oucquedillon 'la b irlik te...

211

BÖLÜM XLIII

Keşişin hacıları götürmesi ve Grandgousier'nin onlara güzel sözler söylemesi B u se rü v e n b itin ce G arg an tu a ad am larıy la birlikte çekildi, sa d e ce K eşiş d ışın d a; v e g ü n d o ğ ark en G ran d g o u sier'n in y a ­ n m a gittiler; G ran d g o u sier y a ta ğ ın d a k u rtu lu ş v e za fe r d u ­ aları ed iy o rd u ; herkesi sağ salim g ö rü n ce sev g iy le k u cak lad ı v e K eşişi so rd u . G arg an tu a o n u n d ü şm an ların elin d e olabile­ ceğini söyledi. "K ö tü b ir sü rp riz b ek liyor o n ları o h a ld e " d e­ di G ran d g o u sier ki d o ğ ru y d u b u . "Birine keşişi vermek” ö z d e ­ yişi b u n ed en le kullanılır h âlâ. B un u n üzerine yorgunluklarım atm aları için kendilerine ye­ m ek hazırlanm asını istedi. H er şey h azır olu n ca G argan tu a'yı çağırd ılar; am a K eşiyi g ö rem ey in ce o k a d a r ü zü lm ü ştü ki ne y em ek n e içm ek istiyord u . K eşiş b ird en çıkageldi v e avlu, k ap ısın d an g e çe r g eçm ez b ağırd ı: "S o ğ u k şarap , so ğ u k şarap , G y m n aste, d o stu m !" G ym n aste çıktı v e F re r Jean 'ı g ö rd ü ; y a n m d a beş h acı ve esir aldığı T ou cq u ed illon v ard ı. G arg an tu a on u k arşılam ay a çıktı v e en iyi b içim d e k a rşılam ay a çalıştılar. G ran d g o u si­ er'n in y a n m a g ö tü rd ü ler. O lu p biten leri ö ğ re n m e k istedi. K eşiş h e r şeyi anlattı, nasıl y ak alan d ığın ı, o k çu lard a n nasıl k u rtu ld u ğ u n u , y o ld a y ap tığ ı katliam ı, h acıları n asıl k u rta rd ı­ ğını ve k o m u tan T o u cq u ed illo n 'u nasıl getird iğin i bir bir an ­ lattı. S on ra hep birlikte gü le o y n a y a yiy ip içtiler.

213

Gargantua B u a ra d a G ran d g o u sier h acılara nereli olduklarını, n ere­ d en g elip n erey e gittiklerini so rd u . H e rk e s ad ın a L asd aller k on u ştu : "E fen d im iz, b en B erry, S ain t-G en ou 'lu yum ; b u P allu au 'lu ; bu O n z a y 'li; bu A ro y 'lı; o d a V illebernin'li. N an tes yakınla­ rın d ak i S ain t-S éb astien 'd en g eliy o ru z v e ev lerim ize d ö n ü y o ­ ru z. - Peki, d ed i G ran d g o u sier a m a S ain t-S éb astien 'de n e işi­ n iz v a rd ı? " - V eb ay a k arşı ad ak a d a m a y a gitm iştik. - V a h zavallılar, d ed i G ran d g o u sier, siz veb an ın SaintS éb astien 'd en m i geldiğini san ıy o rsu n u z? - Tabii, d ed i L asd aller, v aizlerim iz öyle d iyorlar. - D em ek, yalan cı p ey g am b erler b öyle saçm a sap an şeyler an latıy o rlar size! dedi G ran d gou sier. Bu ad am lar d in d arlara ve T anrının seçilm işlerine h ak aretler ed iy o rlar ve onları in­ san lara kötülü k ten başka bir şey y a p m a y a n şeytan lara ben ze­ tiy o rla r... A p ollon 'u n Y u n an o rd u su n d a veb a salgını çıkardı­ ğını söyleyen H o m ero s gibi ve u ğ u rsu z Ju p iterler v e kötü T an rılard an söz ed en şairler g ib i... Y alan cı sofu n u n biri C in ais'd e verd iği bir v aazd a aziz A n to n iu s'u n insanların ayak ları­ nı yaktığını, aziz E u tro p io s'u n su top lam a, aziz G ildas'ın akıl h astalıklarına, aziz G en o u x'n u n d am la h astalığına, u ğ rattığ ı­ nı sö y lü y o rd u . A m a beni sapkınlıkla su çlam asın a rağm en on a öyle bir ceza v erd im ki o zam an d an beri hiçbir softa to p ­ rak larım a g irm ey e cesaret ed em ed i. Ve şaşırıyoru m , sizin kralınız nasıl o lu y o r d a krallığında bu tü r rezilce şeylerin sö y ­ lenm esine göz yu m ab iliyor, bu insanların ülkeye b ü yü cü lü k ve b aşk a birtakım y o llard an veb a sok an lard an d ah a ağır ce ­ zalar görm eleri gerekir. V eba sad ece bedeni ö ld ü rü r am a bu şeytan i v a a z la r yok su l v e b asit insanların ruhlarını zeh irler." O k on u şu rk en K eşiş k ararlı ad ım larla içeri gird i ve şu so ­ ru y u sord u : "S iz n erelisiniz, y av ru larım ?

214

Keşişin hacıları götürmesi...

- S ain t-G en ou 'lu , dediler. - Y a! Sıkı içici b aşrah ip T rah celion nasıl, iyi m i? K eşişler ne y a p ıy o rlar? Siz böyle d olaşıp d u ru rk en on lar k arılarınızı d ü zü y o rlard ır! - Ö hö, öhö! Benim k arım d an y a n a bir end işem y o k çü n k ü onu g ü n d ü z g ö re n g e ce evin e g irm ek gibi b ir sıkıntıya sok­ m az kendini kesinlikle. - Ç ok yan lış d ü şü n ü y o rsu n ! dedi Keşiş. K arın P ro serp in e k ad ar çirkin o lsa bile birini b u lu r, çev red e keşişler old u ğ u n a g ö r e ... çü n k ü iyi b ir işçi h an gi araçla olu rsa olsu n işini y a p a r. D ö n d ü ğ ü n ü zd e karılarınızı gebe b u lm azsan ız frengi olayım ben. Ç ü n k ü b ir m an astırın çan kulesi bile dölleyicidir. - M ısır'd ak i N il ırm ağ ı gibi, d ed i G argan tu a, S trab o n 'a b ak arsan ız; v e Plinius, VII. K itap, III. B ölü m d e b u n u n bir ek ­ m ek, g iy ecek v e b ed en m eselesi old u ğu n u d ü şü n ü r." O z a m a n G ran d g o u sier de şöyle dedi: "H a y d i size güle güle, zavallıcıklar, Y arad an adm a, o sizi hiç terk etm esin. Ve bundan böyle boş ve gereksiz seyahatlere çık­ m ayın kesinlikle. Ç oluk çocu ğu n u za bakın, kendi işinizi yapın, mesleğinizi icra edin, çocuklarınızı eğitin ve o güzel havari aziz P au lu s'u n öğütlerine u yarak yaşayın. Tanrı sizi koruyacakür, melekler v e azizler sizinle birlikte olacaktır, ne veb a n e d e baş­ ka bir hastalıktan korkm anız için bir neden olm ayacak ü r." S on ra G arg an tu a on ları salona yem eğe g ö tü rd ü ; a m a h a­ cılar iç çek m ek ten başka bir şey y ap m ıy o rlard ı v e G arg an tu a 'y a şöyle dediler: "N e m u tlu bu ülk eye ki böyle bir h ü k ü m d arı v ar! S öyle­ dikleriyle bizi k en tim izd e d inlediğim iz b ü tü n v aaz la rd a n çok d a h a etkili biçim d e u y ard ı v e eğitti. - İşte P lato n d a Devlet 'in V. K itabında b u n u söylem iştir: d evletlerin m u tlu olm aları için kralların filozof olm aları y a d a filozofların kral o lm a la n g erek ir." Sonra heybelerine yiyecek, şişelerine de şarap d old u rttu v e h er birine ra h a t bir yolcu lu k y a p m a la n için at v e p ara verdi.

215

BÖLÜM XLIV

Grandgousier'nin tutsak Toucquedillon'a insanca dav­ ranması T ou cq u ed illon G ran d g o u sier'n in h u z u ru n a çıkarıldı; G ran d g o u sier o n a P icro ch o le'ü n n eler d ü şü n d ü ğ ü n ü , n e y a p m a k istediğini v e çıkard ığı b u b ek len m ed ik o lay larla işi n erey e g ö tü rm ek istediğini so rd u . T ou cq u ed illon on u n am acın ın p oğ açacıların a y ap ılan k ötü lü k ler n ed en iyle, m ü m k ü n se b ü ­ tü n ülkeyi feth etm ek o ld u ğ u n u söyledi. "B u k a d a r hırs fazla, d ed i G ran d g o u sier: h e r şey olm ak is­ teyen hiçbir şey olam ayab ilir. İnsanların d in k ard eşlerin e z a ­ ra r v ererek krallıklar fethedecekleri b ir ç a ğ d a y aşam ıy o ru z artık. Eski k ah ram an ların , H erak les'lerin , İsk en d er'lerin , H annibal'lerin, Scipio'ların, S ez a r'la n n v e ötek ilerin taklit edilm esi İncil öğretisine ayk ırıd ır; İncil h erk esin k en d i y u r­ d u n u ve topraklarını, m ü lk ü n ü k oru m asın ı, k u rtarm asın ı, yönetm esin i v e kim sen in b aşk a ü lk elere sald ırm am asın ı e m ­ red iyor; D oğu lu ların v e B arb arların esk id en k ah ram an lık d e ­ dikleri şeye biz şim di h ay d u tlu k v e k ötü lü k d iy o ru z. B enim y u rd u m a saldırıp, d ü şm an gibi y a ğ m a la y a ca ğ ın a kendi y u r­ d u n d a k alsa v e in san larım iyi y ön etse d ah a d o ğ ru bir iş y a p ­ m ış olu r; çü n k ü k en d i y u rd u n u iyi y ö n etm ek on u yü celtir, beni y a ğ m a larsa k en d in e z a ra r v erir. "T an rı aşkına, gidin, h ayırlı b ir iş y ap ın ; g ö rd ü ğ ü n ü z y a n ­ lışları kralın ıza an latın v e o n a sad ece k en d i y a ra rın ız a olan

217

Gargantua şeyleri tavsiye ed in çü n k ü h erk esin z a ra r g ö receğ i bir fela­ k ette h erkesin y ararı v e m u tlu lu ğu y o k olu r. F id y e m eselesi­ n e gelince b ü tü n ü yle b ağışlıyoru m onu. Silahlarınızı v e atı­ nızı geri versin ler size. "K o m şu ların v e eski dostların birbirlerine b öyle d a v ra n ­ m aları gerekir çünkü aram ızd ak i b u an laşm azlık ta m an la­ m ıyla bir savaş sayılm az; sözgelim i P lato n Y unan lıların bir­ birlerine karşı silaha sarılm aları b ağ lam ın d a sav aş değil is­ y an d an söz ed er; v e böyle bir felaket b aşg ö sterd iğ in d e son d erece ölçülü d avran ılm asm ı öğü tler. Siz buna sa v a ş d erse­ niz, yü zeysel bir savaştır bu; yü rek lerim izin derinliklerine iş­ lem iş old u ğu söylen em ez; çü n k ü h içb irim izin o n u ru y la oyn an m am ıştır v e son u ç olarak kendi insanlarım ızın yan i sizinkilerin ve bizim kilerin işledikleri bir k u su ru n on arılm ası söz k on u su d u r; d ah a işin başında, olu ru n a bırakılm ası gerek ird i h er şeyin; çünkü söz konusu kişiler ö n em sen m ek ten ço k kü­ çü m sen m esi gereken insanlardı özellikle d e d ah a ö n ce söyle­ m iş old u ğu m gibi verdikleri z a ra r d a tazm in edilir, iş çö z ü m ­ lenm iş olurdu. Tanrı aram ızd ak i çatışm ayı en d o ğ ru biçim de değerlendirecektir ve y alv arıy o ru m o n a ki beni y a d a u y ru k ­ larım ı aşağılam ak tan sa varım ı y o ğ u m u alsın elim d en ." Bunları söyledikten so n ra Keşişi çağ ırd ı ve h erk esin h u ­ z u ru n d a sord u kendisine: F re r Jean, d ostu m , yan ım d ak i k o m u tan T ou cq u ed illon 'u siz m i esir aldınız? - Efendim iz, dedi Keşiş, b u rad a o; yetişkin v e aklı b aşında biri; isterim ki herşeyi b enden değil k endisinden öğren in ." O zam an T oucq u ed illon şöyle dedi: "E fen d im iz, gerçek ten beni esir alan o d u r ve b en onun esiri d u ru m u n d ay ım gerçekten. - Fid yeye b ağlad ın ız m ı on u ? d iye so rd u G ran d g o u sier K eşişe. - H ayır, dedi R ahip. U m u ru m d a değil işin o kısm ı. - N e k ad ar istersiniz tu tsağın ıza karşılık olarak ? 218

Grandgousier'nin tutsak Toucquedillon'a insanca davranması

- H iç, hiç, dedi K eşiş; beni böyle şeyler ilgilen d irm iyor." Ve G ran d g o u sier T ou cq u ed illon 'u n h u zu ru n d a K eşişe altm ış iki bin lira verilm esin i em retti; bu em ir yerin e getiril­ di v e T o u cq u ed illo n 'u n o n u ru n a k adehler kalktı; G ran d g o ­ u sier k en d isin e so rd u : "B u ra d a m ı kalm ak istiyorsu n , kralı­ nın y a n m a m ı d ö n m ek istiy o rsu n ?" T ou cq u ed illon kendisinin tavsiyesin e u yacağın ı söyledi. "O z a m a n kralınızın y an m a d ön ü n ve Tanrı yard ım cın ız olsu n " d ed i G ran d gou sier. Ve o n a altın sırm ay la k ap lan m ış kınıyla birlikte gü zel bir V iyan a kılıcı, aşağ ı y u k arı iki kilo ağırlığında, zarif taş işle­ m eleri o lan v e altm ış bin d u k a altını d eğerin d e b ir kolye h e­ d iye etti v e ay rıca d a o n bin ek ü verd i. Sonra T oucquedillon atın a bindi. G arg an tu a o n u n güvenliğini sağlam ak için y a n ı­ n a G y m n a ste 'm k o m u tasın d a o tu z tüfekli ask er v e y ü z yirm i ok çu v e rd i; g erek irse kendisini L a R och e-C lerm au lt k ap ıları­ n a k a d a r götü recek lerd i. K o m u tan gittikten so n ra K eşiş aldığı altm ış iki bin altını G ra n d g o u sier'y e geri v erd i ve şöyle dedi: "E fen d im iz, şim di böyle b ağışlar yap m an ın zam an ı değil. Bu sav aşın bitm esini bekleyin çü n k ü kim se ne olacağını bil­ m iy o r v e gü çlü bir p ara rezerv i o lm ad an g ü ç bir solukta tü ­ kenip gid er. P ara sav aşın d am arıd ır. - O z a m a n , dedi G ran d g o u sier, savaşın son u n d a öd ü llen ­ d ireceğ im sizi, b an a h izm et etm iş olan herkesi öd ü llen d ire­ ceğ im gibi."

219

BÖLÜM XLV

Grandgousier'nin lejyonlarını göndermesi ve Toucquedillon'un Hastiveau'yu öldürmesi ve sonra Picrochole'ün emriyle öldürülmesi G ene o g ü n lerd e Bessé, Eski P a z a r, Sain t-Jacq u es kasabası, R ain eau , P arillé, Rivière, R och es-S ain t-Pau l, V au b reton , P on tille, B réh em o n t, P o n t-d e-C lan , C rav an t, G ran d m o n t, B o u r­ des, V ille-au -M aire, S egré, U ssé, S ain t-L ou an s, P an zo u lt, C ou d re a u x , V erron , C ou lain es, C h o u zé, V aren n es, B ou rgu eil, Île-B ou ch ard , C ro u lay , N arsay , C an d é, M o n tso reau ve öteki k o m şu lar G ran d g o u sier'y e elçiler gön d erd iler, P icro ch o le 'ü n kendisine yap tığ ı k ötü lü k lerd en h ab erd ar old uklarını, eski ittifakları gereğ in ce asker, p ara v e d ah a b aşk a sav aş a ra ç ge­ reçleri gönderebileceklerini bildirdiler. V aad lere g ö re verecek leri p aran ın top lam ı y ü z o tu z d ört m ilyon altını b u lu y o rd u . O n beş bin p iyad e, o tu z iki bin h a ­ fif sü v ari, seksen dok u z bin ark eb ü zcü , y ü z kırk bin gönüllü, o n bir bin iki y ü z top , ikili top , kırk yedi bin k azm acı g ö n d e ­ riy o rlard ı; h ep sin in altı aylık ü creti v e erzağ ı d a sağlan m ıştı. G a rg a n tu a b ü tü n b u n ları ne kabul etti n e d e red d etti; kendi­ lerine g ö n ü ld en teşek k ü r etti v e b u sa v a şta u y g u lay acağ ı taktikle yiğitlerin h u z u rsu z edilm esin e g erek k alm ay acağ ın ı anlattı. S ad ece L a D evinière, C h avign y, G rav o t v e Q uin q u e n a is'd e b u lu n d u rd u ğ u birliklerin d ü zen li b içim d e getiril­ m esi için birini yollad ı; b u n lar to p lam olarak bin iki y ü z zırh -

221

Gargantua lı asker, otu z altı bin p iyad e, on ü ç bin ark eb ü zcü , d ö rt y ü z a ğ ır top ve y irm i iki bin isk ih k âm cıdan o lu şu y o rd u ; kü çü k b irim ler halin d e örgü tlen m iş o lan bu birliklerin h azin e d a rla ­ rı, erzak çıları, n albantları, zırhçıları v e sefer sırasın d a gerek ­ li o lacak öteki zan aatçıları v a rd ı; b u n ların h ep si askerlik sa ­ n atın d a çok iyi yetiştirm işlerd i kendilerini, silahları çok g ü çlü y d ü , çok disiplinliydiler ve b ayrak ların ın , sancaklarının, alam etlerin in altında gü çlü bir birlik o lu ştu ru y o rlard ı, an la­ yış v e k avrayışları çok gü çlü , itaatli, çevik v e cesu rd u lar, m in n et v e şü k ran d u y g u ları d a g ü çlü y d ü ve tem kinli o lm a­ sını d a b iliyorlardı, kısacası öylesine m ü k em m eld iler ki sa ­ v a ş birliğinden çok u y u m lu sesler çık aran b ir o rg a y a d a b ir sa a t m ek an izm asın a b en ziyorlard ı. T o u cq u ed illo n d ö n e r d ö n m e z P icro ch o le 'ü n h u z u ru n a çıktı ve n e ler yap tığ ın ı, n eler g ö rd ü ğ ü n ü an lattı. S on u n d a G ra n d g o u sie r'y le an laşm asın ı tav siy e etti; o n a g ö re G ra n d g o u sie r d ü n y an ın en iyi in san ıy d ı v e in san ların iyilikten b a şk a b ir şey g ö rm ed ik leri k o m şu la ra k ö tü d a v ra n m a la rı­ nın b ir y a ra rı ve b ir n ed en i o la m a y a ca ğ ın ı an lattı; ay rıca b ö y le b ir ça tışm a d a n z a ra r g ö rm e d e n çık m aların ın m ü m ­ k ü n o lm ad ığ ın ı d a ek led i; çü n k ü G ra n d g o u sie r'n in P ic ro c ­ h o le 'ü n g ü cü y le k o lay ca b aş ed eb ilm esi m ü m k ü n g ö z ü k ­ m ü y o rd u . H a stiv e a u d ah a lafın so n u g elm ed en a y a ğ a fırla­ dı v e h ayk ırd ı: "H izm etin d e ToucquediIlon gibi k olayca satın alınabile­ cek kim selerin b u lu n m ası bir k ral için ne b ü y ü k talihsizliktir; o k a d a r değişm iş ki, bizim le sav aşm ak v e bize ih an et etm ek ü z e re d ü şm an larım ız onu alık oym ak isteselerd i on larla g ö ­ nü llü işbirliği yapabilecekm iş. A m a nasıl cesaret, d ost d ü ş­ m a n h erkes tarafın d an ö v ü lü r ve tak d ir edilirse kötü lü k de h e r y erd e anlaşılır v e kötü in san lara k u şk u y la bakılır; d ü ş­ m an larım ız kötü insanları kendi çık arları v e y ararla rı için k u llan salar bile on lar d a h er z a m a n n efret e d erler k ö tü lerd en ve h ain lerd en ."

222

Grandgousier'nin lejyonlarım göndermesi...

Bu sözlerle deliye dönen ToucquediIlon kılıcını çekti ve Hastiveau'yu sol memesinin biraz üstünden vurdu, adamca­ ğız hemen orada can verdi; ve Toucquedillon kılıcını çıkarır­ ken şöyle dedi: "Sadık hizmetkârlara kim bok atarsa böyle gebersin işte!" Picrochole birden büyük bir öfkeye kapıldı ve kılıcın ve kının kan lekeleriyle dolu olduğunu görünce şöyle dedi: "Sa­ na bu silahı dostum Hastiveau'yu önümde böyle acımasızca öldürmen için mi verdiler?" Ve okçularına onu paramparça etmeleri için emir verdi. Okçular emrini öylesine vahşice yerine getirdiler ki oda bü­ tünüyle kana bulandı. Sonra Hastiveau'yu görkemli bir tö­ renle gömdürdü ve Toucquedillon'un cesedini de surlardan aşağı, çukura attırdı. Bütün ordu kısa sürede haberdar oldu bu olaylardan; Picrochole'e karşı homurdanmalar başladı öyle ki Grippeminaud şu konuşmayı yaptı: "Efendimiz, bu işin sonunun nereye varacağım bilemiyo­ rum. Adamlarınız pek rahat ve huzurlu değil. Burada yiye­ cek içecek açısından durumun pek parlak olmadığını söylü­ yorlar ve iki üç seferden sonra daha da kötüleşmiş durum. Ayrıca düşmanınıza büyük destek geliyor. Kuşatılırsak tam bir bozguna uğramaktan nasıl kurtulabiliriz bilemiyorum. - Boş ver! dedi Picrochole. Melun'un yılan balıklarına benziyorsunuz: deriniz yüzülmeden feryad etmeye başlıyor­ sunuz. Gelsinler bir görelim."

223

BÖLÜM XLVI

Gargantua'nın La Roche-Clermault'da Picrochole'e sal­ dırması ve ordusunu bozguna uğratması Gargantua başkomutan oldu. Babası kalede kaldı ve onları etkili konuşmalarla yüreklendirdi, yiğitlik gösterecek olanla­ ra büyük ödüller vaat etti. Vède boğazına ulaştılar ve gemi­ lerle ve hemen oracıkta kurdukları hafif köprülerle boğazı aştılar. Sonra sarp ve iyi korunan bir yerde kurulmuş olan kentin durumunu gözden geçirdiler; Gargantua aynı gece danışmanlarını topladı ve ne yapılması gereken şeyler konu­ sunda görüş alışverişinde bulundular. Gymnaste şunları söyledi ona: "Efendim, Fransızların yaradılışları ve huyları öyledir ki sadece ilk saldırıda yararlık gösterirler: böyle durumlarda şeytandan beter olurlar. Ama bocalama olursa o zaman da kadınlardan beter olurlar. Bence askerleriniz biraz dinlendik­ ten ve karınlarını doyurduktan sonra saldırıya geçmelisiniz." Doğru buldular bu düşünceyi. Gargantua bütün ordusu­ nu savaş düzenine soktu, ihtiyatları yamaca yerleştirdi. Ke­ şiş yanına altı piyade bölüğü ve iki yüz atlı aldı; süratle ba­ taklığı geçti ve Puy üzerinden büyük Loudun yoluna kadar ilerledi. Bu arada saldırı da sürüyordu. Picrochole'ün kuvvetleri düşmanı dışarıda karşılama ya da oldukları yerde kalıp ken­ ti savunma konusunda bir karar veremiyorlardı. Ama Pic225

Gargantua

rochole yanına aldığı küçük bir kuvvetle ilginç bir çıkış yap­ tı; üzerlerine dolu gibi top güllesi yağdı ve Gargantuacıların topçu kuvvetinin serbestçe atış yapabilmesi için geri çekildi­ ler. Kenttekiler ellerinden geldiğince iyi bir savunma yapma­ ya çalışıyorlardı ama attıkları oklar kimseye isabet etmeden yükseklerden geçip gidiyordu. Bombardımandan kurtulan bazı askerler bizimkilere yiğitçe saldırdılar ama önemli bir so­ nuç alamadılar; çünkü saf halindeki askerler tarafından orta­ ya alınıp teker teker yere serildiler. Bu durumu görünce geri çekilmek istediler; ama bu sırada Keşiş yolu kesmişti ve dağı­ nık ve düzensiz biçimde kaçtılar. Peşlerine düşmek isteyenler oldu ancak Keşiş izin vermedi; kaçanları kovalarken düzenle­ rinin bozulmasından ve bu durumdan yararlanacak olan kenttekilerin saldırıya geçmesinden korkuyordu. Bir süre bekledikten ve kimsenin ortaya çıkmadığım gördükten sonra dük Phrontiste'i Gargantua'ya gönderdi ve Picrochole'un o taraftan çekilmesini engellemek amacıyla sol yamacın tutul­ masını gerektiğini bildirmesini istedi ona. Gargantua derhal işe girişti ve Sébaste komutasında dört lejyon gönderdi oraya. Ama bu birlikler yamacın başına varır varmaz Picrochole ve onunla birlikte kaçanlarla karşı karşıya geldiler. Derhal saldı­ rıya geçtiler ancak surlardan atılan ok ve güllelerden büyük zarar gördüler. Gargantua derhal yardıma koştu ve topçu kuvvetleri surların o bölümünü dövmeye başladılar öyle ki kent bütün gücünü oraya yığmak zorunda kaldı. Keşiş kentin kuşatmış olduğu köşesinde asker ve muhafız olmadığmı görünce korkusuzca kaleye doğru yürüdü ve ya­ nında birkaç askerle birlikte burca tırmandı; savaşta beklen­ medik biçimde ortaya çıkanların göğüs göğüse savaşanlar­ dan daha fazla ürkütücü olabileceklerini düşündü. Bununla birlikte askerlerinin tümü burçlara çıkmadan önce harekete geçmedi, sadece ikiyüz adammı acil durumlar için dışarıda bıraktı. Ve hep birlikte korkunç naralar atülar, hiçbir direniş­ le karşılaşmadan kapıdaki muhafızları öldürdüler ve kapıyı 226

Gargantua'mn La Roche-Clermault'da Picrochole'e saldırması...

askerlere açtılar; Doğu kapısına doğru koştular, orada büyük bir kargaşa vardı, düşman gücünü arkadan vurdular; kenttekiler her taraftan kuşatıldıklarını ve Gargantuacılarm kente hakim olduklarını görünce Keşişe teslim oldular. Keşiş silahlarını aldı ve kiliselere hapsetti onları, bütün haçlı sopalara el koydu, insanların kaçmaması için kapılara nöbetçiler dikti. Sonra doğu kapışım açarak Gargantua'nm yardımına koştu. Picrochole kentten yardım geldiğini sanıp hücuma geçti ama tam o sırada Gargantua haykırdı: "Frer Jean, dostum, Frer Jean, hoş geldiniz." O zaman Picrochole ve adamları, her şeyin bitmiş olduğu­ nu anlayıp, dört bir yana kaçıştılar. Gargantua her tarafı ya­ kıp yakarak Vaugaudry'ye kadar peşlerinden gitti sonra dö­ nüş borusu çaldırdı.

227

BÖLÜM XLVII

Picrochole'ün kaçarken başına gelen talihsizlikler ve Gargantua'nın savaştan sonra yaptıkları Umutsuzluğa kapılan Picrochole Bouchard adasına doğru kaçtı; Rivière yolunda atı tökezledi, çok öfkelendi bu duru­ ma ve bir kılıç darbesiyle öldürdü hayvanı. Sonra kendisine başka bir at verecek kimseyi bulamayınca yakınlardaki bir değirmenden bir eşek almak istedi; ama değirmenciler ona güzel bir sopa çektiler ve soyup soğana çevirdiler, çırılçıplak bıraktılar, sadece yırtık pırtık bir bez parçası kaldı sırtında. Zavallı adam bu halde yürüyüp gitti; Port-Huault'da suyu geçerken rastladığı bir büyücü kadına başından geçenleri an­ latırken bu kadın kendisine "Masal kuşları geldiğinde krallı­ ğının geri verileceğini" söyledi. O zamandan beri nerede ol­ duğu, nereye gittiği bilinmiyor. Ama bana dediklerine göre Lyon'da gündelik işlerde çalışan yoksul biri olmuş, eskisi gi­ bi çok öfkeliymiş, rastladığı yabancılara masal kuşlarını soruyormuş ve büyük ihtimalle o yaşlı büyücü kadının kehaneti gereği krallığına yeniden kavuşma umutları içindeymiş. Gargantua geri döndükten sonra önce askerlerini saydır­ dı ve savaşta fazla asker kaybetmediğini gördü; bunlar ko­ mutan Tolmère'in birliğinden piyade askerleriydi, bir de Ponocrates'de arkebüz yarası vardı. Sonra herkesin kamını do­ yurdu, hazinedarlara yemek masraflarını ödemelerini ve kendisine ait olan kente hiçbir zarar verilmemesini emretti; 229

Gargantua

ve yemekten sonra askerler, meydanda, kale önünde toplan­ dılar; hepsine altı aylık ücretleri verildi. Bu iş de tamamlan­ dı. Daha sonra gene aynı meydana Picrochole'ün askerlerin­ den geri kalanları getirtti ve bütün prenslerinin ve komutan­ larının önünde şöyle konuştu:

230

BÖLÜM XLVIII

Gargantua'mn yenilmişlere verdiği söylev "Bizim babalarımız, dedelerimiz ve en eski çağlardaki ataları­ mız kendi düşünce ve huylarına göre savaşlarda kazandıkla­ rı başarıların ve zaferlerin hafızalarda yer edecek kalıntıları olarak fethettikleri ülkelerde mimarlık yapıtları bırakmaktansa, yenilmişleri bağışlayarak yüreklerde kalıcı anıtlar bırak­ mayı yeğlemişlerdir; çünkü onlar cömertliğin ve yüce gönül­ lülüğün insan belleğinde kalacak olan anısına doğal afetlerin ya da her insanın yıkabileceği taklar, sütunlar ve piramitler üstündeki dilsiz yazıtlardan daha fazla önem veriyorlardı. "Onların Saint-Aubin-du-Cormier gününde ve Parthenay'in yıkılışında Bretonlara karşı gösterdikleri büyüklüğü hatırlamanız gerekir. Olone ve Thalmondoys kıyılarını talan eden ve yağmalayan İspanyol Berberilerine ne kadar cömert davrandıklarını duymuş ve de hayran kalmışsmızdır. "Zenginlikleriyle tatmin olmayıp, Aunis topraklarını iş­ gal eden, tüm Armorik adalarında ve çevresinde korsanlık yapan Kanarya kralı Alpharbal aracılığıyla sizlerin ve baba­ larınızın övgüleri ve alkışları bütün gökyüzünü kaplamıştır. Yüce Tanrı her zaman korusun, ilgisini eksik etmesin, Babam o kralı bir deniz savaşında yenmişti. "Ama sonra ne oldu? Başka kralların ve imparatorların, Katolik olduklarım söyleyenlerin bile işkence edecekleri, zin­ danlara atacakları, haraca bağlayacakları bu kralı babam gü231

Gargantua

ler yüzle ve büyük bir kibarlıkla karşıladı, sarayında ağırla­ dı, yanında yer verdi, büyük bir iyilik örneği göstererek onu armağanlar, bağışlar, dostluk gösterileri ve de dokunulmaz­ lık fermanıyla birlikte memleketine gönderdi. Sonuç ne ol­ du? Bu kral yurduna dönünce bütün prensleri ve ileri gelen­ leri topladı, bizde gördüğü insanlığı anlattı onlara ve gör­ dükleri dürüstçe kibarlığa kibarca bir dürüstlükle karşılık vererek dünyaya iyi örnek olmanın yolunu bulmaya davet etti. Ve oybirliğiyle karar verildi ki bütün toprakları, mülkle­ ri ve krallığıyla bizim emrimiz altına gireceklerdi. Alpharbal'in kendisi sekiz büyük nakliye gemisiyle geri geldi; sade­ ce kendi sarayının hâzinesini ve mallarını değil neredeyse bütün ülkenin hâzinelerini getiriyordu buraya; çünkü batı kuzey-doğu rüzgârlarına yelken açmak üzere gemiye biner­ ken herkes orada toplanmış ve altın, gümüş, yüzük, mücev­ her, baharat, ilaç ve koku, papağanlar, pelikanlar, maymun­ lar, misk kedileri, kirpilerle doldurmuşlardı gemiyi. Elinde­ ki değerli herhangi bir eşyayı gemiye atmayan iyi bir aile ço­ cuğu kalmamıştı. Kralı gelir gelmez babamın ayaklarını öp­ mek istedi; bu onurlu bir davranış gibi gözükmedi bana ve kabul edilmedi, dostça ve kibarca kucaklandı. Hediyelerini sundu; çok fazla değerli bulunarak kabul edilmedi bunlar. O zaman kendisinin ve soyunun gönüllü kul köle kabul edilmesini istedi; bu da uygunsuz bulunarak kabul edilme­ di. Daha sonra mülklerini ve krallığını bize devreden imza­ lı, mühürlü, resmi yetkililerce onaylanmış bir ferman sun­ du; bu hiç kabul görmedi ve sözleşmeler ateşe atıldı. Sonun­ da babam Kanaryalıların iyi niyet ve saflıklarım düşünerek acıma duygusu hissetti ve çok ağladı; çok ince sözlerle ve yerinde özdeyişlerle yaptığı iyiliklikleri önemsizmiş gibi göstermeye çalıştı, bütün bunların sözü edilemeyecek kadar önemsiz olduklarını ve eğer onlara karşı onurlu bir davranış içinde olmuşsa bunu zaten yapmak zorunda olduğunu be­ lirtti. Ama Alpharbal abarttıkça abartıyordu durumu. Sonuç 232

Gargantua'nm yenilmişlere verdiği söylev

ne oldu? Çok büyük bir fidye olarak iki milyon ekü isteyebi­ lirdik ve büyük çocuklarını da isteyebilirdik acımasızca re­ hine olarak... bunun yerine bizim ebedi uyruklarımız oldu­ lar ve yer yıl yirmi dört kıratlık iki milyon altın vermeyi ka­ bul ettiler. Bunlar bize daha o yıl verildi; ikinci yıl kendi is­ tekleriyle iki milyon üç yüz bin ekü ödediler; üçüncü yıl iki milyon altı yüz bin; dördüncü yıl üç milyon; ve bu parayı her yıl kendiliklerinden artırdılar öyle ki sonunda bize artık bir şey getirmelerini yasaklamak zorunda kalacağız. Cö­ mertlik budur işte, çünkü her şeyi eskiten ve azaltan zaman iyiliklerin değerini artırır ve büyütür; çünkü aklı başında bir insana yapılan iyilik onun soylu ve yüce düşüncelerinde ve yüreğinde sürekli değer kazanır. "Büyüklerimin atalarından kalma o yüce gönüllülüğü ko­ nusunda hiçbir biçimde olumsuz şeyler söylemek istemedi­ ğim için sizi bağışlıyorum, bırakıyorum, sizi eskisi gibi öz­ gürleştiriyorum ve bağımsız kılıyorum. Ayrıca kaleden çı­ karken evlerinize ve çoluk çocuğunuzun yanma gidebilme­ niz için her birinize üçer aylık ücret verilecektir; bunun ya­ nında seyisim İskender'in komutasında altı yüz zırhlı asker ve sekiz bin piyade, köylülerin sizi tadz etmemeleri için ya­ nınızda olacaklar ve sağ salim ulaştıracaklardır sizi gideceği­ niz yere kadar. Allaha emanet olun! "Picrochole burada olmadığı için gerçekten üzgünüm. Çünkü bu savaşın ne benim irademle, ne de malımı mülkü­ mü, şanımı şöhretimi artırmak için yapıldığını söylemek is­ terdim ona. Ama madem ki kaybolmuş ve kimse nasıl ve ne­ rede kaybolmuş olduğunu bilmiyor, krallığının bütünüyle oğluna kalmasını istiyorum; oğlu daha çok küçük olduğun­ dan (daha beş yaşında bile değil) krallığın yaşlı prensleri ve bilgeleri tarafından yönetilecek ve eğitilecektir. Ama böyle terk edilmiş bir krallık, yöneticilerinin açgözlülükleri ve hırs­ ları engellenemezse kolayca çökeceğinden Ponocrates'in bü­ tün bu yöneticilerin üstünde tam yetkiyle başa geçmesini ve 233

Gargantua

kendi kendini yönetecek duruma gelinceye kadar çocuğa göz kulak olmasını istiyorum. "Ama kötülük yapanları kolayca ve her vesileyle bağışla­ ma alışkanlığı onlarda her zaman bağışlanma alışkanlığı ya­ ratarak onlara sürekli ve her zaman rahatça kötülük yapma fırsatı verir. "Zamanında bu dünyanın en yumuşak insanı olan Musa İs­ rail halkının isyancılarını ve bozguncularını cezalandırmıştır. "Cicero'ya göre Jül Sezar son derece iyi yürekli, yumuşak huylu bir hükümdardı ve en büyük mutluluğu da herkesi bağışlamak ve korumak, en büyük erdemi her zaman herke­ sin mutluluğunu istemekti; buna rağmen bazı durumlarda isyancıları acımasızca cezalandırmıştır. "Bu örnekleri dikkate alarak siz buradan ayrılmadan ön­ ce bana, kendine olan aşırı güveni yüzünden bu savaşın ilk nedeni ve kaynağı olan o Marquet'yi; onun bu çılgınlığını en­ gellemeyen poğaçacı arkadaşlarını; ve Picrochole'ün, bizi ta­ ciz etmek amacıyla kendisini kışkırtan, cesaretlendiren, teş­ vik eden bütün danışmanlarını, komutanlarını, subaylarını ve yakınlarını teslim etmenizi istiyorum."

234

BÖLÜM XLIX

Muzaffer Gargantuactlarm savaştan sonra ödüllendiril­ meleri Gargantua'mn söylevini bitirmesinden sonra savaştan altı saat önce kaçan Spadassin, Merdaille ve Menuail ve gün için­ de can veren iki poğaçacı dışında istediği isyancılar teslim edildi kendisine. Gargantua hiçbir kötülük etmedi onlara ve sadece yeni kurmuş olduğu matbaanın preslerinde çalışma­ larını emretti. Ölenleri Noirettes vadisi ve Brûlevielle kışlasında büyük törenlerle gömdürdü. Yaralıları kendi büyük hastanesinde tedavi ettirdi. Daha sonra kentin ve halkın uğradığı zararlar­ la ilgilendi ve herkesin yeminli beyanını dikkate alarak zara­ rını karşıladı; bir kale yaptırdı, ileride aniden oluşabilecek saldırılara karşı askerler ve gözcüler yerleştirdi oraya. Ayrılırken düşmana karşı kazanılan bu zaferde payı olan lejyonlarının bütün askerlerine teşekkür etti ve onları kışı ge­ çirecekleri garnizonlarına gönderdi; yalnızca onuncu lejyon­ dan kahramanlık gösteren bazı askerlerle bazı birlik komu­ tanlarını alıkoydu ve birlikte Grandgousier'ye gittiler. Adamcağız onların geldiğini görünce anlatılması müm­ kün olmayacak bir sevince boğuldu. Hemen görkemli bir zi­ yafet çekti onlara, kral Assuerus zamanından beri bu kadar zengin ve gösterişli bir ziyafet görülmemişti. Yemekten son­ ra büfesindeki bütün sofra takımlarını dağıttı; bir milyon se235

Gargantua

kiz yüz bin alfan değerindeki bir takım, büyük alfan vazolar ve kâseler, büyük fincanlar, tepsiler, kupalar, maşrapalar, şamdanlar, bardaklar, çeşit çeşit tabaklar... tüm bu kap ka­ cak som altındandı, aynca bunların çok değerli taşları, mine­ leri ve işçiliğinin esas maddelerin değerlerini çok aştığı genel kabul gören bir düşünceydi. Sonra her birine sandıklardan on iki bin ekü verdirdi. Ayrıca her birine şatolarını ve çevre­ lerindeki arazileri, seçimlerini de onlara bırakarak, sürekli bir mülk olarak dağıttı (mirasçısız ölmeleri dışında): böylece Ponocrates'e La Roche-CIermault'yu, Gymnaste'a Le Coudray'i, Eudemon'a Montpensier'yi, Tolmere'e Le Rivau'yu, İthybole'e Montsoreau'yu, Acamas'a Candâ'yi, Chironacte'a Varennes'i, Sebaste'a Gravot'yu, Alexandre'a Quinquenais'yi, Sophrone'a Ligre'yi ve daha başka mülklerini de başka­ larına verdi.

236

BÖLÜM L Gargantua'nın Keşiş için Thélème manastırını yaptır­ ması Sadece keşiş kalmıştı geriye bir şeyler verilmesi gereken; Gar­ gantua onu Seuillé başrahibi yapmak istiyordu ama kabul et­ medi. Bourgueuil ya da isterse Saint-Florent manastırım ya da dilerse her ikisini birlikte verebileceğini söyledi. Ama Ke­ şiş kestirip attı: ne bu işleri üstlenirim ne de yönetirim: "Çünkü ben daha kendimi yönetemezken başkalarını na­ sıl yönetebilirim? Eğer size verdiğim hizmetlerden memnun kaldıysanız, ileride de hizmet vereceğime inanıyorsanız, izin verin gönlüme göre ben kendim bir manastır kurayım." Bu talep hoşuna gitti Gargantua'nın; Loire boyunda, bü­ yük Port-Huault ormanın iki fersah ötesindeki Thélème ara­ zisini ona bağışladı. Frer Jean ayrıca bütün tarikatlara karşı kendi tarikatını kurmak için izin istedi Gargantua'dan. "O zaman, dedi Gargantua, önce etrafını duvarla çevir­ meyeceksin buranın çünkü bütün öteki manastırlar duvar­ larla çevrili. - Hiç kuşkusuz, dedi Keşiş, nedeni de şu: önde ve arkada nerede duvar varsa, dedikodu, kıskançlık ve komplo var­ dır." Ayrıca bu dünyadaki bazı manastırlarda kadınların (yani erdemli ve namuslu kadınlar) ayak bastıkları yerleri yıka­ mak, temizlemek âdet olduğundan buraya tesadüfen bir ra­ hip ya da rahibe girerse geçtikleri yerlerin iyice yıkanıp te237

G arg an tu a

m iz le n m e s i k a r a rla ş tırıld ı. V e b u d ü n y a n ın b ü tü n m a n a s tır ­ la r ın d a h e r ş e y s a a tle r e g ö re ö lç ü lm ü ş , s ın ırla n m ış v e a y a r ­ la n m ış o ld u ğ u n d a n b u m a n a s tır d a n e d u v a r n e d e g ü n e ş s a a ti b u lu n a c a k tı, b ü tü n fa a liy e tle r k o ş u lla ra v e d u r u m a g ö ­ r e a y a r la n a c a k tı; Ç ü n k ü G a r g a n tu a 'y a g ö r e e s a s z a m a n k a y ­ b ı s a a tle ri s a y m a k tı-n e y a r a r ı o la b ilir b u n u n ? -d ü n y a d a e n b ü y ü k a p ta llık in s a n ın y a ş a m ın ı s a ğ d u y u s u n a v e a k lın a g ö ­ r e d e ğ il d e ç a n s e s in e g ö re a y a rla m a s ıy d ı. A y n ı şe k ild e y a ş a ­ d ığ ım ız g ü n le r d e d in k u ru m la r m a s a d e c e k ö r, to p a l, k a m ­ b u r, çirk in , e ğ ri b ü ğ r ü , k açık , ak ılsız, y a m u k , b o z u k k a d ın la r v e a k sırık lı tık sırık lı, h u y s u z v e a p ta l, d ış la n m a la rı iste n e n e rk e k le r a lın d ığ ın a g ö r e ... "S a h i y a h u iyi v e g ü z e l o lm a y a n b ir k a d ın n e işe y a r a r ? " d e d i K eşiş. - M a n a s tıra g ö n d e rilir, d ed i G a rg a n tu a . - T ab ii, d e d i k eşiş, v e d e g ö m le k d i k e r ." ... B ö y le c e b iz im m a n a s tıra g ü z e l, b içim li v e iyi h u y lu k a d ın la rın a lın m a sın a k a r a r v e rild i; v e d e g ü z e l, b içim li, iy i h u y lu erk e k le r. A y n ı şekilde, k a d m m an astırların a erk ek ler gizlice v e k a ça k o la ra k g ird ik lerin d en b izim m a n astıra erk ek o lm a y ın ca k ad ı­ nın, k ad ın o lm ay ın ca d a erk eğin alın m am asın a k a ra r verildi. A y n ı şe k ild e erk ek ler v e k a d ın la r, b ir k ez m a n a s tıra g ir­ d ik te n s o n ra , acem ilik d ö n em in in so n u n d a , y a ş a m b o y u o r a ­ d a k a lm a k z o ru n d a b ırak ıld ık ları için b u m a n a s tır b a ğ la m ın ­ d a k a d ın la ra d a erk ek lere d e isted ik leri z a m a n ö z g ü rc e a y rıl­ m a v e isted ik leri z a m a n d a te k ra r g eri d ö n m e h ak k ı tan ın d ı. A y n ı şek ild e d in a d a m la rı g en el o larak ü ç an d , iffet, y o k ­ su llu k v e ita a t an d ı içtik lerin d en b u m a n a s tırd a h erk e sin e v ­ len m esi, z e n g in o lm ası v e ö z g ü rc e y a şa m a sı k a ra ra b a ğ lan d ı. M a n a stıra re s m e n g irm e yaşı ise k ad ın lar için o n -o n b eş, erk ek ler için d e o n iki-on sekiz o larak sap tan d ı.

238

BÖLÜM LI

T h e l e m e 'l i l e r t e k k e s i n i n k u r u l u p d o n a t ı l m a s ı

Gargantua manastırı yaptırm ak ve döşemek için iki milyon yedi yüz bin sekiz yüz otuz bir yünü kırkılmamış koyun kar­ şılığı kadar para verdi ve her şey tamamlanıncaya kadar da Dive gelirinden yedi yüz altmış dokuz bin ekü tahsis etti. Manastırın kurulması ve bakımı için sürekli gelir kaydıyla iki milyon üç yüz altmış dokuz bin beş yüz on dört alün de­ ğerinde gelir verdi; bu para manastır kapısında teslim edile­ cekti; gerekli bütün belgeleri imzaladı. Yapı altıgendi; her köşede altmış ayak çapında kocaman, yu­ varlak bir kule vardı ve bu kulelerin hepsi aynı büyüklük ve bi­ çimdeydiler. Loire ırmağı kuzeyden akıyordu; kıyısında Arktika adlı kule yükseliyordu; Doğuya doğru gidildikçe Calaer ku­ lesi, daha sonra Anatole, Mesembrine, Hesperie, son olarak da Cryere adlı kuleler geliyordu. Her kule arasmda üç yüz on iki ayaklık mesafe vardı. Bütün yapı altı kattan oluşuyordu ve bod­ rumdaki mahzenler de kat olarak kabul ediliyordu; ikinci katta sepet kulpu biçiminde tonozlar vardı; binanın geri kalan bölü­ mü lamba dibi biçiminde Flandres alçı taşıyla kaplarunışü, çatı ince arduvazla örtülmüştü ve çeşit çeşit, küçük, ilginç hayvan fi­ gürleriyle süslü kurşunlarla kaplıydı; oluklar duvarların dışma doğru taşıyor, pencerelerin aralarından altın yaldızlı ve gök ma­ visi çapraz şekillerle iniyor ve binanın altında suyu ırmağa akı­ tan büyük kanallarla son buluyordu. 239

Gargantua

Söz konusu yapı Bonnivet şatosundan yüz kez daha gör­ kemliydi; çünkü binada dokuz yüz otuz iki oda vardı ve her odada bir arka oda, bir tuvalet, bir gardrob, bir şapel bulunu­ yordu ve her oda büyük bir salona açılıyordu. Her kule ara­ sında, binanın orta yerinde sahanlıklı bir döner merdiven bulunuyordu; merdiven basamakları damarlı mermerdendi ve bunların boyları yirmi iki ayak uzunluğunda, üç parmak yüksekliğindeydi; sahanlıklar arasında on iki basamak bulu­ nuyordu. Işık her sahanlıkta yarım daire biçiminde çok hoş iki kemerden giriyordu ve buradan da merdiven genişliğin­ de pencereleri kafesli bir odaya giriliyordu. Merdiven çatıya kadar çıkıyor ve bir köşkte son buluyordu. Aynı merdiven­ lerle iki taraftan büyük bir salona, salonlardan da odalara ge­ çiliyordu. Arktika kulesinden Cryere'ye kadar çok güzel kütüpha­ neler vardı: Yunanca, Latince, İbranice, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca kitaplar çeşitli katlarda sıralanmıştı. Ortada şahane bir merdiven vardı ve bunun otuz iki met­ re genişliğinde kemerli girişi dışarıdaydı. Bu merdiven öyle­ sine bakışımlı ve genişti ki altı asker, kargıları kalçalarında _ve yan yana binanın üst katma çıkabilirlerdi. Anatole kulesinden Mesembrine kulesine kadar dünya­ nın en eski kahramanlıklarını, tarihini, efsanelerini ve betim­ lemelerini anlatan resimlerle süslü, büyük galeriler vardı. Ortada gene bir merdiven, ırmak tarafındaki kapıları andı­ ran kapılar vardı. Bu kapının üstünde, büyük, eski harflerle şunlar yazılıydı:

240

BÖLÜM LII

T h e le m e 'in b ü y ü k k a p ıs ın d a k i y a z ı t

Girmeyin buraya, ikiyüzlüler, yobazlar, Sahtekâr moruklar, aksırıklı tıksırıklılar, şiş suratlılar, Softalar, aylaklar, Gotlardan Ya da Ostrogotlardan beter maymun suratlılar; Dilenciler, ikiyüzlüler, sinsi kalleşler, Sahte dilenciler, uyuzlar, Şiş göbekli, pislik, fitne ekiciler, Gidin başka yerlerde pazarlayın dolaplarınızı, dümenlerinizi. Pislik dolaplarınız, dümenleriniz Kötülüklerle doldurur Çimenlerimi, çayırlarımı; Ve yalanlarıyla, dolanlarıyla Sahtecilikleriyle Şarkılarımı, türkülerimi bozar. Girmeyin buraya açgözlü bilginler, Din adamları, hukukçular, halkı soyup soğana çevirenler Evrakçılar, kâtipler, yalancı sofular Yargıç eskileri, siz ki köpekler gibi Tasmalar vurursunuz namuslu yurttaşlara. Darağacı olacaktır sizin hakettiğiniz yer: 241

Gargantua

Gidin anırın orada, burada hiçbir haksızlık olmaz Sizin mahkemelerinizde olur bu gibi yolsuzluklar. Davalar ve tartışmalar Burada yer yoktur onlara Buraya sadece keyif için gelinir Sizin olsun hepsi... Karmaşık, dolambaçlı Davalar, tartışmalar. Girmeyin buraya pinti tefeciler, Tıkınıcılar, yalayıcılar, durmadan biriktirenler, Dolandırıcılar, üç kâğıtçılar, bulduklarını yiyip yutanlar, Kamburlar, yassı burunlular, sizler ki Küplerinizde binlerce altın vardır, Doymak bilmezsiniz, doldurur doldurursunuz Pis suratlı tembeller En beter ölümle ölürsünüz dilerim. İnsanlıktan nasiplerini alamamış suratlar Gitsinler başka yerde otlasınlar: burada İzin yoktur; gidin buradan İnsanlıktan nasiplerini alamamış suratlar. Girmeyin buraya, kötü niyetli aylaklar, Ne akşam ne de sabah, asık suratlı kıskanç moruklar Siz de girmeyin sürekli nifak çıkaran dırdırcılar, Asalaklar, sürekli hır çıkaranlar, tehlikeli yalakalar, Yunan ya da Latin... kurtlardan beter insanlar; Siz de girmeyin, uyuzlar, kemiklerine kadar frengililer, Gidin başka yerlerde otlayın, Her yanları kabuk bağlamış, şerefsizler. Onur, şan şöhret ve neşe, Onlara yer var burada sadece 242

Theleme'in büyük kapısındaki yazıt

Neşeli müziklerle; Bütün bedenler sağlıklıdır: Onur, şan şöhret ve neşe Onların hakkıdır çünkü Siz girin buraya, hoş geldiniz diyorum Buyrun girin kahramanlar, soylu yiğitler! Kazancı, geliri boldur bizim yerimizin Binlerle gelin Büyük küçük hepinize yer var burada Çok sevdiğimiz kimseler gibi ağırlanırsınız Neşeli, şakacı, hoş, sevimli, güzel insanlar Bütün iyi dostlar. Nazik yoldaşlar Ciddi ve ince Kötülük nedir bilmeyen Uygar İşte yaşamanın yolu budur burada Kibar yoldaşlar. Girin buraya, sizler ki kutsal İncili Anlatırsınız durmadan, çekinmeyip kimseden; Burası sizin yurdunuz ve sığmağınızdır Zehirli kalemleriyle dünyaya durmadan Kötülük yapan o düşmanlara karşı: Girin buraya, derin inanç yaygınlaşsın burada, Sonra Tanrı kelamının düşmanlarının Haklarından gelelim kitapla ve yazıyla! Kutsal sözler Hiçbir zaman solmasın Bu çok kutsal yerde; Herkesin içi kutsal olanla dolsun, 243

Gargantua

Herkesin içi dolsun Kutsal sözlerle. Girin buraya sizler, soylu ve üstün bayanlar, Duraksamadan! Girin, açık yüreklilikle Semavi yüzlü güzellik çiçekleri, Güzel bedenlerinizle, aklınızla, bilginizle: Onurunuz bu geçiş yerindedir. Bağışlayıcı yüce varlığın yeridir burası Bağışlayıcı sizin için düzenlemiştir burasını Ve herkes için bol bol altın dağıtmıştır. Bağışla verilen altın Vereni yüceltir, Bağışlatır Ve Bağışla verilen altın Her aklı başında insanı Ödüllendirir.

244

BÖLÜM LIII

T h e l e m e 'l i le r k o n a ğ ın ın in ş a e d ilm e s i

İç avlunun ortasında çok güzel kaymaktaşından bir çeşme vardı; çeşmenin üstünde de Bereket boynuzlarıyla Üç Güzel heykeli bulunuyordu; bunların memelerinden, ağızlarından, kulaklarından ve gözlerinden ve öteki bazı deliklerinden su­ lar fışkırıyordu. Avluya bakan ana yapı Kalkedonya mermerinden ve kızıl somaki mermerden sütunlar üstünde yükseliyordu; sütunlar arasında çok güzel antik kemerler bulunuyordu; bunların aralarında da güzel, uzun ve geniş, çeşitli resimlerle, geyik boynuzlarıyla süslenmiş ve içlerinde daha başka süslemeler de görülen galeriler yer alıyordu. Kadınlar bölümü Arktik kuleden Mesembrine kapısına kadar uzanıyordu. Geri kalan bölüm erkeklere aitti. Kadınlar bölümünün önünde, onların hoş vakit geçirmeleri için ilk iki kule arasında oyun ve koşu alanları, tiyatro, yüzme havuzla­ rı, üç katlı şahane hamamlar vardı ve bu hamamların içinde gerekli her şey ve yeteri kadar su vardı. Irmak kıyılarında çok güzel bir eğlence bahçesi ve orta­ sında da güzel bir labirent vardı. Daha sonra iki kule görülü­ yordu; bu kulelerin arasında çeşitli top oyunları oynamak amacıyla düzenlenmiş alanlar bulunuyordu. Cryere kulesi­ nin yakınlarında herkesin yararlanabileceği ve her çeşit mey­ ve ağacının bulunduğu sebze bahçesi uzanıyordu. En uçta ise av hayvanlarıyla dolu bir bahçe vardı. 245

Gargantua

Son iki kule arasında arkebüz, ok ve arbalet eğitimleri için hedefler konmuştu; Hesperi kulesinin dışında tek katlı mut­ faklar bulunuyordu; mutfakların öbür tarafında ahır ve ahı­ rın önünde de usta ve yetenekli kuşçuların yönettikleri do­ ğanlık vardı; buraya her yıl Girit, Venedik ve Sarmat ülkesin­ den çeşit çeşit kuşlar getiriliyordu: kartallar, çakırdoğanlar, tepeli akdoğanlar, şahinler, atmacalar, bozdoğanlar vb. Bun­ lar çok iyi eğitilip evcilleştiriliyorlardı, öyle ki şatodan hava­ lanıp tarlalara uçtuklarında önlerine çıkan her şeyi yakalayıp getirirlerdi. Köpeklerin bulunduğu yer biraz ötede bahçeye yakın bir yerdeydi. Bütün salonlar, odalar mevsimlere göre farklı halılarla döşenmişti; yerler yeşil kumaş kaplıydı. Yataklar işlemeliydi. Her arka odada altın çerçeveli ve incilerle süslenmiş kristal bir ayna vardı; bu aynalar o kadar büyüktü ki bakan insanın bedenini tam olarak görmesi mümkündü. Kadınlar bölümü­ nün salonlarından çıkışta esansçılar ve berberler bulunuyor­ du; kadınları ziyaret edecek olan erkekler onların ellerinden geçerdi, esansçılar kadınların odalarına her sabah gül suyu, portakal çiçeği suyu ve mersin bitkisi suyu götürürlerdi, ay­ rıca her kadına da güzel kokular saçan çok değerli bir buhur­ dan verirlerdi.

246

BÖLÜM LIV

Theleme rahip ve rahibelerinin kıyafetleri İlk başta kadınlar kendi zevklerine ve özel tercihlerine göre giyinirlerdi. Daha sonra aşağıdaki kuralları benimsediler: Kırmızı ya da lal renkli çoraplar giyiyorlardı ve dizlerinin üç parmak üstüne kadar çıkıyordu çorapları; kenarları işle­ meli ve ajurluydu. Jartiyerleri bileziklerinin rengindeydi ve dizlerini alttan üstten kavrıyordu; ayakkabıları, iskarpinleri ve terlikleri kırmızı, koyu kırmızı ya da mor kadifedendi, ke­ narları ise yengeç sakalı gibi tırtıllıydı. Gömlek üstüne ipekli kumaştan, şahane bir korse gi­ yerlerdi. Onun üstünde beyaz, kırmızı, gri ya da pas ren­ gine çalan taftadan bir iç eteklik olurdu; onun üstüne ise ince altın, gümüş sırmalı işlemeleri ve oyaları olan tafta­ dan bir etek giyerlerdi; bu etek zevklere ve hava durumu­ na göre saten, damasko ya da kadife ve renkleri de porta­ kal, pas rengi, yeşil, gri, kül rengi, mavi, bej, kırmızı, be­ yaz olabilirdi; ayrıca şenliklerde altın işlemeli kumaş, gü­ müş işlemeli ipekliler, çeşitli nakışlarla süslenmiş kumaş­ lar giyebiliyorlardı. Giysiler mevsimine göre altın ve gümüş sırmalı ve kırmı­ zı satenden, beyaz, mavi, siyah ya da pas rengi taftadan, ipekli serj kumaştan, kadife kumaştan, gümüş, altın işlemeli keten ya da ipekliden, altın işlemeli ve üstünde çeşitli desen­ ler bulunan satenden olabilirdi. 247

Gargantua

Yazın bazı günlerde ise şahane ipek ya da dantela başör­ tüleri takarlardı ve bunlarda da aynı süslemeler görülürdü... gümüş işlemeler üstünde altın işlemeli süslerin görüldüğü kısa yelekler ya da küçük Doğu incileriyle süslenmiş altın kordonlu yelekler... Kışın giydikleri tafta kıyafetler yazın giydikleri tafta kıyafetlerle aynı renkteydi ve bunların astar­ lan vaşak, siyah gelincik, Kalabriya zerdevası, samur ve da­ ha başka kürklerdendi. T espihleri, yü zü k leri, zin cirleri v e k olyeleri çok ince taş­ lard an , kızıl y ak u ttan , p ırlan tad an , elm astan , safirden, z ü m ­ rü tten , tü rk u v azd an , S üleym an taşın d an , akikten, inciden, z ü m rü t kökenli b aşk a ta şla rd a n v e d ah a b aşk a m ü cev h erler­ d en yap ılm ıştı.

Saç şekilleri mevsimlere göre değişirdi: kışın Fransız mo­ dası; ilkbaharda İspanyol; yazın Toscana... sadece bayram günlerinde ve pazar günleri Fransız modasında değişiklik yapmazlardı çünkü bu moda kullanışlı ve kadın iffetine ve ağırbaşlılığına daha uygundu. Erkekler de kendi modalarına göre giyinirlerdi; koyu kır­ mızı, morumsu, beyaz ya da siyah etamin veya serj çoraplar; bunların üst kısımları da aynı renk ya da benzer renkli kadi­ fedendi, her biri kendi fantezisine göre işlenmiş ya da ayça veya V biçiminde oyulmuştu ve biçimleri kusursuzdu; kor­ donları aym renkte ipek kumaştandı; uçları ise mineli altın­ dandı; kazakları ve kaftanları altın ya da gümüş işlemeli yün ya da keten dokuma veya özel zevklerine göre işlenmiş kadife kumaştandı; kıyafetler kadınlarınki kadar değerliydi; kuşakları da yeleklere uygun renkte ipekli kumaştandı; her birinin belinde sapı yaldızlı, kını çoraplarımn renginde ka­ difeden, uçları altın işlemeli kılıç vardı; ayrıca gene aynı gü­ zellikte hançerleri vardı; siyah kadife başlıkları altın halka­ lar ve düğmelerle süslüydü, üstlerinde de altın payetler var­ dı; bu payetlerin ucunda da şahane elmas, zümrüt, yakut taşlar sarkardı. 248

Theleme rahip ve rahibelerinin kıyafetleri

Erkeklerle kadınlar arasında öyle bir uyum vardı ki hepsi her gün aynı kıyafetleri giyerlerdi ve bu konuda bir yanılma olmaması için bazı görevliler erkeklere kadınların o gün ne giyeceklerini bildirmekle görevliydiler; çünkü her şey kadın­ ların isteklerine göre düzenlenirdi. Ama kadınların ya da erkeklerin bu güzel ve gösterişli kı­ yafetler için çok vakit kaybettiklerini sanmayın; çünkü kıya­ fet görevlileri her sabah her şeyi ayarlarlardı ve hizmetçi ka­ dınlar bu işlerde o kadar usta ve becerikli olmuşlardı ki ka­ dınları bir çırpıda tepeden tırnağa giydiriverirlerdi. Ve bu kı­ yafetlerin sürekli el altında olması için Theleme ormam çev­ resinde yarım fersah boyunda, çok iyi aydınlatılmış ve dö­ şenmiş bir ev vardı; burada kuyumcular, mücevherciler, işle­ meciler, terziler, sırmacılar, kadifeciler, kaplamacılar, döşe­ meciler ve koltukçular bulunurdu ve bunlar mesleklerine gö­ re rahipler ve rahibeler için çalışırlardı. Ham maddelerini senyör Nausiclete sağlardı; Nausiclete onlara her yıl Perlas adalarından ve Antillerden gelen yedi gemi mal gönderirdi: altın, ipekli kumaşlar, inciler, değerli taşlar. Bazı iri inciler es­ kir ve doğal beyazlıklarını yitirirlerse bunları büyük bir usta­ lıkla yenilerlerdi, yani şahinlere gübre yedirdikleri gibi inci­ leri de bazı güzel horozlara kakalarlardı.

249

BÖLÜM LV

Theleme'lilerin yaşam biçimleri Onların bütün yaşamları yasalara, statülere ya da kurallara göre değil kendi arzularına ve özgür iradelerine göre düzen­ lenmişti. İstedikleri zaman kalkar, istedikleri zaman içer, yer, çalışırlardı ve canları istediği zaman da uyurlardı; hiç kimse uyandırmazdı onları, hiç kimse içmeye, yemeye, herhangi bir şey yapmaya zorlamazdı. Böyle karar vermişti Gargantua. Sadece şu kural geçerliydi: İstediğini yap; çünkü özgür, soy­ lu, iyi eğitilmiş, çevrelerinde doğru düzgün kimseler bulu­ nan insanların içlerinde doğuştan gelen bir içgüdü ve dürtü vardır ve bu insanlar buna göre her zaman erdeme yönelir­ ler, kötülükten uzaklaşırlar ve onurlu bir yaşam biçimidir bu. Bu insanlar soysuzca birtakım baskılar ve zorlamalarla ezilip, boyunduruk altına alınırlarsa kendilerini özgürce er­ deme yönlendirmiş olan o soylu duyguya başvururlar ve bundan köleliği ve boyunduruğu kırmak, atmak için yararla­ nırlar; çünkü biz her zaman yasaklanmış olan şeylere yöneli­ riz ve bizden esirgenen şeylere göz dikeriz. İşte onlar bu özgürlük içinde övülesi bir rekabete giriş­ mişlerdir: tek bir kişiye zevk veren her şeyi yapmak hepsi için büyük bir zevkti, içlerinden bir erkek ya da bir kadın "içelim" dediğinde hepsi içerdi; içlerinden biri "Oynayalım" dediğinde hepsi oynardı; biri "Kırlarda dolaşalım" dediğin­ de hepsi birden dolaşmaya çıkardı. Kuşlarla ya da köpekler251

Gargantua

le ava çıktıklarında arkalarında alay atları bulunan şahane kısraklara binmiş kadınlar o incecik eldivenlerinin içinde do­ ğanlar ya da bozdoğanlar tutarlar, erkeklerse başka kuşları tutarlardı. Hepsi öylesine iyi bir eğitimden geçmişti ki içlerinde oku­ mayı, yazmayı, şarkı söylemeyi, enstrüman çalmayı bilme­ yen, beş ya da altı dil bilmeyen, bu dillerde şiir ya da düzya­ zı yazamayan kadın ya da erkek yoktu. Kadın erkek hepsi gözüpek, yaman binicilerdi, piyade ya da atlı savaşlarında hepsi çok cesur, çok becerikli, çok güçlü ve çok çevikti, silah kullanmakta üstlerine yoktu; böylesine güzel, bu kadar kör­ pe, hoş, ellerinden her iş gelen, iyi huylu, namuslu ve soylu kadınlar hiçbir yerde görülmemiştir. Bu dedenle içlerinden bir erkek ana babasının isteğiyle ya da başka nedenlerle manastırdan ayrılmak isterse kendisini şövalye olarak seçen bir kadını yanında götürür onunla evle­ nirdi; ve Theleme'de birbirlerine gönülden bağlı olarak, dostluk içinde yaşamışlarsa bu yaşamı evlilikte daha iyi sür­ dürürlerdi ve birbirlerini yaşamlarının sonunda bile evlilik­ lerinin ilk günündeki gibi severlerdi. Bu arada, bir kazı sırasında manastırın temellerinde orta­ ya çıkarılan büyük bir tunç levhanın üstündeki bir muam­ mayı da aktarmak istiyorum size:

252

BÖLÜM LVI

Theleme'liler manasttnmn temelinde bulunan mm Mutluluk bekleyen zavallılar, Yüreklerinizi açın ve beni dinleyin. Günah değilse eğer kesinlikle inanmak İnsan beyninin, gökyüzündeki yıldızlardan Gelecek hakkında kehanetlerde bulanabileceğine, Ya da ilahi bir güçle insan Bilebilirse başına gelecekleri Görebilirse kesin bir biçimde Olabilecekleri ileriki yıllarda Anlamak isteyenlere şunu söyleyeyim ki Önümüzdeki kış ya da daha da erken Yaşadığımız bu memlekette Başka tür insanlar çıkacak ortaya Dinlenmekten yorgun düşen, boşluktan sıkılan Bu insanlar güpegündüz, Zengin yoksul tüm insanları kışkırtacaklar Kavgalar çıkaracak, hizipler oluşturacaklar Kim ki onlara inanıp, kulak verir Başına bela alıp bedel ödeyecektir Kavgaya sürüklenecekler uluorta Bütün dostlar, yakınlar aralarında; Cüretli evlat hiç kimseden korkmadan

G arg an tu a

Karşısına dikilecek öz babasının; İlerigelenler, soylular bile Saldırısına uğrayacak kendi uyruklarının Ne onur görevi kalacak ne de saygı Her şey bozulacak, ne Ölçü kalacak ne düzen; Çünkü sırası gelen her biri diyecek ki Önce yukarılara çıkmalı sonra inmeli; Ve bu noktada işler öyle bir karışacak ki Giden gelen herkes çatışacak Öyle bir çatışma olacak ki Hiçbir tarih, öykü masalda Anlatılması m ümkün olmayacak bunların Ve nice değerli insan Ateşli gençliğin verdiği dürtüyle Ve bu coşkuya dayanamayarak Ölüp gidecekler ömürlerinin baharında Ve yüreğini işin başında bu maceraya koyan Bir daha başını alamayacak oradan Tartışmalardan, kavgalardan kopamayacak Yer gök bunlarla dolacak, inleyecek. Ve işte o zaman yalancıların sözü Doğruların sözünden daha az dinlenir olmayacak, Çünkü herkes tutkulu inançların peşinden gidecek Cahil ve de aptal kitlenin de peşinden... En kas kafalı yargıç seçilecek Ah ne zor ve telafisi mümkün olmayan bir tufan bu! Tufan diyorum tabii ki haklı olarak Çünkü sonu gelmeyecek bu işin Ve dünya kurtulamayacak bundan Ancak yerden gür sular fışkırdığında Bol bol, azgınca aktığında Yakalayacak ve ıslatacak kavgacıları; Ve haklı da olacaklar çünkü yürekleri Bu savaşa adanmıştır ve onlar bağışlamamışlardır 254.

Theleme'liler manastırının temelinde bulunan muamma

Ne masum koyunu ne masum kuzuyu, Sinirleri, bağırsakları Tanrılara sunulacağına İnsanların yaranna kullanıldı diye... Ve ben şimdi sizi serbestçe düşünmeye davet ediyorum Bulun çaresini, bütün bunlar nasıl atlatılacaktır? Bunalım bu kadar derin olursa İhtiyar yuvarlağımız nasıl huzur bulacaktır! Ki kendilerini en mutlu hissedenler bile Yitirmek ya da tahrip etmek istemezler onu, Her halükârda köleleştirmek ve tutsak etmek isteyeceklerdir dünyayı Durum o hale gelmiştir ki yapacak bir şeyleri yoktur Yaradana başvurmaktan başka; Ve o zaman gelecek beterin beteri Aydınlık güneş daha alçalıp batmadan Güneş tutulmasından ve en karanlık gecelerden daha karanlık Zifiri karanlık kaplayacak dünyamızı; Birdenbire özgürlüğünü yitirecek dünyamız Gökyüzünden artık ne lutuf gelecek ne de aydınlık Ya da en azından ıssız ve çöl gibi olacak dünyamız Ama bu yıkım ve kayıplardan önce Öyle şiddetli bir sarsılma olacak ki Etna bile görmemiştir böyle bir felaketi Dibine atılıp ezilirken Titan'm bir oğlu; Tanrıça İnarime'nin debelenip durması daha az acı olmamıştır Tiphoeus gazaba geldiğinde ve Dağları denize attığında Tam bir kasvete bürünecek dünya Ve o kadar sık değişmeler görülecek ki Dünyaya sahip olanlar bile Bırakacaklar onu yeni gelenlere İşte o zaman uygun koşullar oluşacak 255

Gargantua

Son vermek için bu uzun kargaşaya: Çünkü sözünü ettiğimiz bu azgın sular Herkesi gönderecek bir yerlere ister istemez; Ama herkes birbirinden ayrılmadan önce Havada açık seçik görülecek Büyük bir alevin verdiği hararet Ve işte sular kuruyacak böylelikle Ve sonra da zincirlenmiş olanlar Acı çekenler, yorgun düşenler, işkence görenler, kederliler O yüce varlığın isteğiyle Bütün sıkıntılardan azade tekrar mutlu doğacaklar. Sabrın selamet olduğunu görecek herkes kesinlikle; Çünkü en çok acı çeken bu dünyada Nimetlerden fazlasıyla yararlanacaktır, Sonuna kadar sabretmiş ve direnmiş olan Yüceltilmesi gerekendir kesinlikle! Bu belgenin okunması bittiğinde Gargantua derin derin iç geçirdi ve yanındakilere şöyle dedi: "İncile inananlar ilk kez zulüm görmüyorlar; ama bu zul­ me aldırmayan, pes etmeyen, Tanrının sevgili Oğlu aracılı­ ğıyla bize önceden gösterdiği o soylu amaca yönelen ve ken­ disini maddi tutkulara, kösnül arzulara kaptırmayan insana ne mutlu!" Keşiş de şöyle dedi: "Size göre bu muammanın anlamı ne? Ne demek istiyor? - Ne olsun? dedi Gargantua. İlahi gerçeğin sürmesi ve ko­ runması. - Aziz Goderan şahidim olsun, dedi Keşiş; benim anladı­ ğıma göre top oyunu bu; ihtiyar yuvarlak denen şey toptur; masum hayvanların sinirleri ve bağırsakları raketlerin ipleridir ve kapışan kızışmış insanlar da oyunculardır. Ve sonunda iyi bir oyundan sonra yemek yenecektir; afiyet olsun!" 256

İnsan, antikçağlardan başlayarak bir yeryüzü cenneti, bir örnek, bir ideal top­ lum yaratma hedefinin peşinde koşmuş, eşitlik, mutluluk ve adalet kavramlarının egemen olduğu, gönencin hüküm sür­ düğü siyasal ve toplumsal dizgeler oluş­ turma ereğiyle savaşımlar vermiştir. S i­ yasal ve ekonomik adaletsizlikler karşı­ sında bazı düşünür, filozof, yazar ve dev­ let adamları düşledikleri ve bilgeliğin egemen olduğu devlet biçimlerini anla­ tan yapıtlar kaleme almışlardır. Ama bu bilgelik nerededir?Nusquam (yani hiçbir yerde!). Bilgeliğin hüküm sürdüğü bu ülkeyi (Nusquama) ütopyacı yazarlar yaratacaklardır ve bu hiçbir yerde olmayan ülke (utopia), Thomas More’un deyimiyle aslında ülkelerin en iyisi olan (eutopia) bir mutluluk ülkesi olacaktır. Lykurgos’dan Platon’a, More’dan Campanella’ya, Babeuf’den SaintSimon’a, William Morris’den Etienne Cabet’ye kadar başka bir dünyanın olabilirliğine inanan bazı köktenci beyinler böylesine bir bilgelik, eşitlik ve gönenç cumhuriyetinin yapı taşlarını eserlerinde işlemişlerdir. 16. yüzyılın önde gelen hümanistlerinden olan François Rabelais’nin felsefesini en iyi yansıtan örnek, Gargantua’nm sonunda anlatılan Thélème Manastırı’dır. Manastırın girişinde yer alan “Fay ce que voudras” (Gönlünün dilediğini yap) yazısı dönemin keşişlik kurumunun karşıtı olan bir ya­ pılanmanın dayandığı temel ilkeyi vurgular. Yapıta ütopyacı öğeleri kazandıran bu bölümde kadın ve erkeklerin idealize edilmfş birlikteliği anlatılır. Aslında bu evrensel parodi romanıyla Rabelais, asalak keşişlere, din sömürücüsü yüksek rütbeli papazlara, savaş çıkaran papalara karşı çıkarak yeni hümanizmanın öğretisini, yeni bir felsefi ve ahlaki bakış açısını sergiler.

w w w .saykitap .co m

b a y

y a y i n l a r i