Feodal Toplum [7 ed.]
 9786052133989

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview





() °'

r-

o

2

� tr:ı

o t:1

� ı-3

o �



1

FE0DAL T0PLUM marc blech çevirert mehmetdli kılıçbdy

Marc Bloch

Feodal Toplum Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

DOGUBATI

©Tüm yayım hakları Doğu Batı Yayınları'na aittir.

Özgün Metin societe feoda/e, 1939.

La

Fransızcadan Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay

Yayına Hazırlayan Taşkın Takış

Kapak Tasarımı Mr.Z&Z

Baskı Tarcan Matbaacılık

1. Basım: Savaş Yayınları, 1983 4. Basım: Doğu Batı Yayınları, 2005 7. Basım: Eylül 2021 Doğu Batı Yayınlan Kültür Mah. Becerikli Sok.

No: Tel:

20/5 Kızılay/Ankara 0312 425 68 64 - 425 68 65

www.dogubati.com

ISBN:

978-605-2133-98-9 /Sertifika No: 48847

Doğu Batı Yayınları- 12 Tarih-4 Kapak Resmi: Markgraf Heinrich von Meillen (Codex Manessc'dcn hir illüstrasyon, 1300'ler.)

Marc Bloch

Fransız tarih devriminin ve karşılaştırmalı tarih anlayışının öncüsü. Anna­ les okulunun kurucusudur. 6 Temmuz 1886'da doğdu. Bir ilkçağ tarihçi­

sinin oğluydu. Ecole Normale Superieure'e girdi. Sonrasında Leipzig ve

Berlin üniversitelerinde eğitim gördü. Meillet ve Uvy-Bruhl'den dersler

aldı. 1. Dünya Savaşı'nda piyade olarak savaştı. Bloch, 1919-36 arasın­

da Strasbourg Üniversitesi'nde dersler verdi. 1929'da meslektaşı Lucien Febvre ile Annales d'histoire economique et sociale dergisini kurdular. 1936'da Sorbonne'da iktisat tarihi profesörlüğüne atandı.

Bloch, çağdaş siyasete duyduğu ilgiye rağmen Ortaçağ üstünde uzman­

laşmayı tercih etti. Febvre gibi o da tarihsel coğrafyayla ilgileniyordu. 1913

yılında hakkında bir inceleme yayımladığı iıe-de-France onun uzmanlık sahasıydı. İle-de-France incelemesi, gene Febvre gibi Bloch'un da sorun­

odaklı bir düşünme tarzına sahip olduğunu gösterir. Bir bölge inceleme­

sinde bölge nosyonunu sorgulayacak kadar ileri gitti ve bu nosyonun nasıl

tanımlanacağının, ele alınan soruya bağlı olduğunu savundu. "Feodalizmle

ilgilenen bir hukuk bilgininin, modern dönemde taşradaki mülkiyet yapı­

sının geçirdiği evrimi inceleyen ekonomistin ve halk lehçeleri üstünde ça­ lışan filologun gelip tam aynı sınırda durmalarının" önemini vurguluyor­

du. Böylelikle Bloch karşılaştırmalı tarih anlayışını hemen her satırda öne

çıkarmıştır. Ona göre bu iki şekilde yapılabilir. Ya birbirine uzak toplumlar arasındaki benzerlikler ya da mekansal olarak birbirine yakın toplumlar

arasındaki farklar incelenmelidir. Benzerlikler ya da farklar tespit edilerek tarihsel gelişimin ne olduğu ortaya konulabilir. Sonuç olarak, Bloch kitap­

larını yazarken, birçok farklı disiplinden yararlanmış ve bir olayı veya bir

dönemi anlatmak yerine her zaman problem odaklı tarihçilik anlayışına sahip olmuştur.

il. Dünya Savaşı patlak verdiğinde 53 yaşında olmasına karşın yeni­

den orduya katıldı ve 1940'ta Fransa Almanya'ya teslim olana değin gö­

rev yaptı. Ardından da Fransız Direniş Hareketi'ne katıldı. 1944'te Ges­

tapo tarafından yakalandı, işkence gördü, hapse atıldı ve sonunda Lyon

yakınlarında bir toplu idamda kurşuna dizildi. Diğer Yapıtları: Les Rois

Thaumaturges (1924), Les Caracteres originaux de l'histoire rnrale françai­

se (1931), L'Etrange Defaite (1946),Apologie pour l'histoire ou Metierd'his­ torien (1949) diğer eserlerinden bazılarıdır.

İÇİNDEKİLER

Önsöz

................................................................................................

Giriş: Araştırmanın Genel Yönelimi . .

................................................

13 19

BİRİNCİ CİLT TABİYET BAGLARININ OLUŞUMU Birinci Bölüm: Ortam

Birinci Kitap: Son İstilalar Ayırım 1: Müslümanlar ve Macarlar . 1. Avrupa İstila ve Kuşatma Altında il. Müslümanlar 111. Macar Saldırısı . . iV. Macar İstilasının Sonu . .. . . Ayırım il: Normanlar 1. İskandinav İstilalarının Genel Karakteri . il. Talandan Yerleşmeye . ... .. . . . ili. İskandinav Yerleşmeleri: İngiltere .. .. . iV. İskandinav Yerleşmeleri: Fransa V. Kuzey'in Hıristiyanlaştırılması VI. Nedenlerin Araştırılmasına Doğru Ayırım 111: İstilaların Bazı Sonuçları ve Alınan Bazı Dersler 1. Kargaşa . . .. . . . il. İstilaların İnsani Katkısı: Dilin ve Adların Tanıklığı . ili. İstilaların İnsani Katkısı: Hukukun ve Toplumsal Yapının Tanıklıkları . iV. İstilaların İnsani Katkısı: Göçmenlerin Nereden Geldikleri Sorunu V. Dersler .

29 29 . 30 36 . 41 48 48 54 59 66 72 78 84 84 89

... ..............................................

...........................................

....................................................... ....... .......... .

.

................ ............ ........................................

. .....

. .......................... ................. ...

........................................................................

............ ...................

.

....

.

..

...... .. ... .............. ....................

.

.

.. ..................................

..............................................

...............................................

.........................................

............

.. .... ...

........

...................... ..................

..... ..............

.. ...........

. . 96

...................... .

............................

..........................................

.......................................

101 103

İkinci Kitap: Yaşam Koşullan ve Zihinse/Atmosfer Ayırım I: Maddi Koşullar ve Ekonomik Ortam I. İ ki Feodal Dönem II. Birinci Feodal Dönem: İskan III. Birinci Feodal Dönem: İlişkiler IV. Birinci Feodal Dönem: Ticaret V. İkinci Feodal Dönemin Ekonomik Devrimi Ayırım II: Duyuş ve Düşünüş Biçimleri I. Zaman ve Doğa Karşısında İnsan II. İfade III. Kültür ve Toplumsal Sınıflar IV. Dinsel Zihniyet Ayırım III: Ortak Bellek. I. Tarihyazıcılığı II. Destan Ayırım IV: İkinci Feodal Dönemde Entelektüel Rönesans I. Yeni Kültürün Bazı Nitelikleri II. Bilinçlenme Ayırım V: Hukukun Temelleri I. Örf İmparatorluğu II. Örf Hukukunun Nitelikleri. . III. Yazılı Hukukun Carılanması

..............................

................................................................

...............................................

............................................

.............................................

........................

..........................................

.........................................

.....................................................................................

.................................... . . . .........

.............................................................. . . ....

.............. . . . . . . . . . . . . . . ............... ......................

.............................................. . . .......................

..................................................................................

.............

..............................................

..........................................................................

. . .... ................. . .... ..................... ........

...................... . . ........................................

................................................

.................................................

111 111 1 13 1 14 120 124 129 129 133 138 142 150 150 157 171 171 176 179 179 184 1 89

İkinci Bölüm: Adam Adama Bağlar

Birinci Kitap: Kan Bağlan Ayırım I: Soy Dayanışması I. "Kan Kardeşliği" II. Kan Davası III. Ekonomik Dayanışma Ayırım II: Akrabalık Bağının Karakteri ve Değişim Süreci I. Aile Yaşamının Gerçekleri II. Soyun Yapısı III. Kan Bağları ve Feodalite

..............................................................

.............. .....................................................

...........................................................................

..........................................................

.............

....................................................

................................................ .........................

.......................................................

197 197 200 208 212 212 216 222

İkinci Kitap: Vassalite ve Fief Ayırım 1: Vassallik Biatı . 1. Bir Başka Adamın Adamı . il. Feodal Dönemde Biat (Adamı Olma) 111. Kişisel Bağımlılık İlişkilerinin Oluşumu iV. İç Savaşçılar . . . . . .. . . . . . .. V. Karolenj Vassalitesi . . VI. Klasik Vassalitenin Oluşumu Ayırım il: Fief . . 1. Benefıcium ve Fief: Ücret Karşılığında Toprağın Tasarruf Hakkı . . . il. Vassallerin "Barındırılması" . . . . .. . . . .. Ayırım 111: Avrupa'da Bir Gezinti . 1. Fransız Çeşitliliği: Güneybatı ve Normandiya . ıı. İtalya ili. Almanya iV. 'Karolenj İmparatorluğu'nun Dışında Kalan Anglosakson İngilteresi ve Asturias-Leon Krallıklarının İspanyası. . . . . . . . . . . . . . . . V. İthal Malı Feodaliteler Ayırım iV: Fief, Vassalin Mülkiyetine Nasıl Geçti? . 1. lrsilik Sorunu: "Onursal" ve Sıradan Fiefler il. Evrim: Fransız Örneği ili. Evrim: İmparatorluk'taki Durum . iV. Miras Hukuku Açısından Fief'in Geçirdiği Değişimler . V. Ticarette Sadakat . . Ayırım V: Birçok Efendinin Adamı 1. Biatlerin Çoğalması . .. . . il. Mutlak Biatin Yükseliş ve Çöküşü Ayırım VI: Vassal ve Senyör . 1. Yardım ve Koruma il. Akrabalık Yerine Vassalite . . ili. Karşılıklılık ve Kopuşlar

227 227 228 23 1 . . 236 242 . 247 250

..................................................................

................ ...................................

..................................

..............................

...... ..... ... . . ... ..... ..

...

.

.

... . . ...... . . . ... . . .. .... . .

........................ . . ....... .... ........................

.

........... .......... .................. .... ...

...........................................................

.. ..................

.. ....

.

.......

.. . 250 . . . . . 258 268 268 210 . 273

. . . .. .......

.. . ...... ... . .. . . . . .

.... . .

......... .........................................

... ..................

.....................................................................................

...................................................................... ........

.

.

. . .

.

. . ...

..

. .... ....

275 284 287 287 292 . . 297

...................

...................... ....................................

......... ...............

..........................

..........................................................

. .

.................... ...... .. .....

...

..................... ....... ..................

.

. 300 312 315 315 320 326 326 334 338

.......................... ...... ........................ .......

................................................

............ . . . ..................

.

... .. ..... .............

........................................

........................... ................................

................................................................

.

..... ................... .................. .......

.

.............. . . ........................... ....... . . . .

Ayırım VII: Vassalitenin Açmazı. .................................................... 342 I. Kanıtların Çelişkileri . . . . .. . . . 342 II. Hukuksal Bağlar ve İnsani İlişki . . . 348 .. ... ........... ... .

. .... ..........................

.............................. ....... .. .

Üçüncü Kitap: Alt Sınıflarda Tahiyet Bağları Ayırım I: Senyörlük .............. ........................................................... 355 I. Senyörlük Toprağı . . . . . . 355 II. Senyörlüğün Kazanımları . . . .. . . . ... . . . . . .. . 357 III. Senyör ve Bağımlı Tarımsal İşletme Sahipleri ...................... 366 Ayırım II: Serflik ve Özgürlük . . .. . 375 I. Hareket Noktası: Frank Döneminde Bireylerin Koşulları . . . 375 II. Fransız Serfliği . . . . . . 383 III. Alman Örneği . . . . . . . . . .... . . . .. . ... . . . .. .. . 392 IV. İngiltere: Serfliğin Değişimleri . 397 Ayırım III: Senyörlük Rejiminin Yeni Biçimlerine Doğru . . 405 I. Yükümlülüklerin Sabitleşmesi .............................................. 405 II. İnsan İlişkilerindeki Değişim ............................................... 410 .................... .......... ............... ....... ...

....................

.

.

.

. . .......

................................. ........... ...

...

.

.

.. ..

.

............................... ..........................

... ... .......

.

. . .

. . .

.. ..

..... .. . .

.. . . .

..

.

.. . . .

............................................

... ... ......

İKİNCİ CİLT TOPLUMSAL SINIFLAR VE İNSANLARIN YÖNETİMİ

Birinci Kitap: Sınıflar Okuyucuya Uyarı ................... .......................................................... 415 Ayırım I: Fiili Bir Sınıf Olarak Soylular .................... ...................... 417 I. Eski Kan Aristokrasilerinin Yok Olması . . 417 II. Birinci Feodal Dönemde "Soylu" Kelimesinin Çeşitli Anlamlarına Dair . 421 III. Soylular Sınıfı, Senyör Sınıfı . 425 IV. Soylu Sınıfının Savaşçı Niteliği . . . 426 Ayırım II: Soylu Yaşam . . 43 1 I. Savaş 43 1 II. Soylunun Ev Yaşamı. ............................................................ 440 III. Meşguliyetler ve Vakit Geçirme Biçimleri.. 446 IV. Davranış Kuralları . 450 . .............. .............

................... ..

................................. ...............

.. ............. .......... ................

.............. .......... ..........................................

.....................................................................................

..........................

...................... .........................................

Ayırım III: Şövalyelik l. Şövalyenin Silah Kuşanması . ll. Şövalyelik Kuralları Ayırım IV: Fiili Soyluluğun Hukuki Soyluluk Haline Dönüşümü l. "Kılıç Kuşanma" ve "Soylulaştırma"nın lrsiliği . . II. Şövalye Soyundan Olanların Ayrıcalıklı Bir Sınıf Haline Getirilmesi Ill. Soylular Hukuku IV. İngiliz İstisnası Ayırım V: Soyluluk içinde Sınıf Farkları . .. I. İktidar ve Mertebe Hiyerarşisi.. II. Çavuşlar ve Serf Şövalyeler Ayırım VI: Din Adamları Sınıfı ve Meslek Sınıfları I. Feodalite içinde Kilise Toplumu II. Köylüler ve Burjuvalar

......................................................................

................................................

.............................................. ................

..

....................

459 459 465 470 470

477 480 484 488 488 . 495 507 507 517

................................

..................................................................

.....................................................................

...... .............. . .................

............................................

..................................................

........................

...........................................

..........................................................

İkinci Kitap: İnsanların Yönetimi Ayırım l: Adalet 525 I. Adalet Düzeninin Genel Nitelikleri . . 525 II. Adaletin Parçalanması 528 III. Eşitler mi Yargılasın, Yoksa Efendi mi? 539 IV. Parçalanmanın Kıyısında: Eski Sistemlerden Ayakta Kalanlar ve Yeni Etkenler . 541 548 Ayırım II: Geleneksel İktidarlar: Krallıklar ve İmparatorluk I. Krallıkların Coğrafyası .. 548 II. Krallık İktidarının Doğası ve Gelenekleri 554 III. Krallık İktidarının İntikali, Hanedan Sorunları . 559 IV. İmparatorluk . 568 Ayırım III: Yerel Prensliklerden Şato Topraklarına 573 I. Yerel Prenslikler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 573 II. Kontluklar ve Şato Toprakları . . 581 III. Kilisenin Egemenlik Alanları 584 Ayırım IV: Düzensizlik ve Düzensizliğe Karşı Mücadele . 593 l. İktidarların Sınırları . . . 593 ..............................................................................

...................................

..........................................................

................................

....... ...

...........

........................................... . ...........

............................

.... ...............

................................................... ....................

.........................

................................ ......... ....

...............................................

............. .

.......................... ........ .. ......................

ll. Şiddete ve Barışa Yönelme . ili. Tanrı Barışı, Tanrı Ateşkesi . Ayırım V: Devletlerin Yeniden Kuruluşuna Doğru: Ulusal Evrimler . .. . 1. Güçlerin Merkezileşmesinin Nedenleri.. ll. Yeni Bir Monarşi: Capetler ili. Köhneleşmekte Olan Bir Monarşi: Almanya iV. Anglo-Norman Monarşisi: Fethin Getirdikleri ve Germenlerden Kalanlar V. Uluslar .

......................... ..........................

................ .................................

.......... . . . .

597 600

612 . 612 . 614 619

. .... ........................................................

........................... ..

............................................... ...

.......................

.

.

...... ...... .......

...................... ...........................................................

624 627

Üpincü Kitap: Toplumsa/ Tip Olarak Feodalite ve Etkisi Ayırım 1: Toplumsal Tip Olarak Feodalite 639 1. Feodalite mi, Feodaliteler mi: Tekil mi, Çoğul mu? 639 ll. Avrupa Feodalitesinin Temel Özellikleri . . . 641 lll. Karşılaştırmalı Tarihten Bir Kesit 646 Ayırım il: Avrupa Feodalitesinin Uzantıları . . 650 1. Batan Gemiden Kurtulanlar ve Yeniden Yaşamaya Başlayanlar . 650 il. Savaşçılık Düşüncesi ve Sözleşme Düşüncesi. . ..................... 654 ......................................

..............

............ ...............

........................................

........ ..........................

... .......... ................................

Bibliyografya Dizin

. 657

.................................................................................. .

...............................................................................................

707

ÖN SÖZ

Marc Bloch feodalite tarihçilerinin en ünlüsü ve en önemlisidir -en ünlü ve önemlilerinden biridir demiyorum-. Bir hoca, araş­ tırıcı ve yazar olarak, feodalitenin kavramsallaştırılma çabalarına damgasını vurmuştur. Hiçbir ciddi feodalite araştırma ve tartış­ ması yoktur ki Bloch'un gölgesinde sürdürülmüş olmasın. Fakat ne yazık ki, Bloch'un çok önemli kitabıyla Türk okuyucusu ancak 1983'ün sonlarına doğru tanışabiliyor. Bunun böyle olmasının çok sayıda nedeni var. Fakat özellikle iki tanesi bize açıklayıcı nitelikte görünüyor. Bunlardan birincisi, Türk aydınının genelde batılaşmanın ödün vermez temsilcisi olduğunu iddia etmesine karşılık, Batı'yı tanımada gösterdiği tembelliktir. İ kincisi ise övünme suçlamasıyla karşılaşmak pahasına söylemekten kaçına­ mayacağız bir olgu olarak- Bloch'un bu kitabının çok zor bir eser olmasıdır. Feodal Toplum'un çok zor bir metin olması, yazarın üslubun­ dan kaynaklanmamaktadır. Bloch, bilim adamlarının çok azının ulaşabildiği bir üslup ustasıdır da. Bir Ortaçağ yazarı için söylen­ diği gibi, o da "Fransızcayı avuçlarının içine almış" tır. Metnin zorluğu, konunun bizatihi kendinden kaynaklanmaktadır. Feo-

14 Feodal Toplum

dalite bir Ortaçağ oluşumudur. Bu dönem aynı zamanda ulusal dillerin de ortaya çıkmalarına tanık olmuştur. Bu ulusal diller, ya Latince temeli üzerinde ondan farklılaşarak ya da Latinceyle ak­ rabalığı olmayan ilkel diller temeli üzerinde ondan geniş çapta etkilenerek ortaya çıkmışlardır. Feodalitenin bütün terimleri de, işte bu oluşmakta olan dillere aittirler. Bu kelimeler bugünkü Batı dillerinde ya hiç kullanılmamakta, ya biçim veya anlam değiştire­ rek, ya da hem anlam hem de biçim değiştirerek kullanılmakta­ dırlar. Feodaliteye ait terimleri tam anlayabilmek için Latinceye müracaat etmek de sağlıklı bir yol değildir. Gerçi terimlerin çoğu Latince kökenlidir, ama bunlar klasik Latinceden çok uzaklaşmış olan, Aşağı Latince veya vülger Latincenin kökenleridir. Bu diller ise bugün konuşulmuyorlar. Elimizdeki Latince metinler ise he­ men yalnızca klasik Latinceyle yazılmışlardır. Bu durumda, feodalitenin terimlerini anlamak ancak feodali­ tenin bizatihi kendi-bilgisi içinde mümkündür. Ama ne yazık ki, yıllardan beri sürdürülen tartışmalara ve sözüm ona "araştırma­ lara" rağmen, ülkemizde "feodalitenin bilgisi"nin oluştuğu söy­ lenemez. Fief'i tımar terimiyle, feodaliteyi "derebeylik" ile karşı­ lamaktan çekinmeyen "uzman''larımızın bolluğu bunun en açık kanıtıdır. Rönesans İ talya'sında traduttori traditori (çevirmenler ihanet ederler) sözü ses uyumunun yarattığı çağrışımların ötesinde gerçek yanı da olan bir özdeyiş haline gelmişti. Latin ve Yunan klasiklerinin oluşmakta olan İ talyancaya aktarımı sırasında bu kaçınılmazdı. Türkçe de oluşum halinde bir dildir, ama ben karşı­ lığı henüz kavramsal düzeyde oluşmamış olan Batı kavramlarına Türkçe kelime uydurup; bu kurumsal düzeyde oluşmamış olan Batı kavramlarına Türkiye'nin de geçmişinde varoldukları imajını yaratarak bir traditor olmak istemedim. Bu nedenle, Türk olu­ şumlarına yabancı olan bütün kavramlar, metinde asıl halleriyle bırakılmışlardır. Bloch'un bu kitabının çok zor bir metin olmasının ikinci bir nedeni daha vardır. Batı esas olarak üç temel direk üzerinde te­ mellerini oluşturarak bugününü inşa etmeye başlamıştır. Bunlar;

Önsöz 15

hıristiyanlık, feodalite ve rönesanstır. Bu üç oluşumu da tanıma­ mış olan ülkemiz insanlarının Batıyı anlamaları gerçekten güçtür, onlara bunu anlatmak isteyen çevirmenin işi ise daha da güçtür. Fakat bu zorluklara rağmen, bu çevirinin Ttirk okuyucusuna hitap edeceği, hem de çok hitap edeceği konusunda bizi umut­ landıran nokta; Bloch'un bilim adamı kafası ile aydınlık yüreğini birleştirmiş olmasıdır. Bu tonu aynen aktarmaya çalıştık ve oku­ yucunun bu büyük insanı seveceğini umuyoruz. Sevgi ise zorluk­ ları aşan bir güç kaynağıdır. Metnin düzenleniş biçimi bazı açıklamalara ihtiyaç göster­ mektedir. Her şeyden önce, her bölüm kendi içinde bir zaman skalası izlemekte, yani her bölümde bütün feodal çağın tarihi o başlık açısından incelenmektedir. İ kincisi, Bloch'un en özgün yönlerinden biri olarak; hukuk, ik­ tisat ve edebiyat ile zihniyet sorunları, metnin içinde birbirleriyle her an birleşen, ama zaman zaman da bağımsızlıklarına kavuştu­ rulan bir tarzda ele alınmışlardır. Çeviriye ilişkin olarak son söylemek istediğimiz, coğrafi adla­ rın Türkçeleşmiş olanlarını Türkçe halleriyle, diğerlerini ise bu­ gün hangi biçimdeyseler öyle verdiğimizdir. Bu noktanın belir­ tilmesi şu açıdan önem taşımaktadır: Ortaçağ ad milliyetçiliğini tanımamıştır ve hemen her yerin adı bugünkünden çok değişik­ tir. Eğer yer adlarını metindeki gibi bıraksaydık, bu okuyucu için yalnızca bir bilmece olurdu. Özel insan adları için de aynı tavrı benimsedik. Bu zor metnin çevrisine büyük emek harcadım. Bu emeği de­ ğerli dost Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan'a armağan ediyorum. Ama sancılarla sıkıntılarımı kendime saklıyorum, çünkü onları eşim ve oğlumla paylaştım. Mehmet Ali Kılıçbay

Ferdinand Lot'ya saygı ve minnet dolu sevgiyle...

GİRİŞ: ARAŞTIRMANIN GENEL YÖNELİMİ

Feodal Toplum adını taşıyan bir kitap, ancak iki yüzyıldan beri

içeriği hakkında peşinen bir fikir verebileceğini umabilmektedir. Feodalite kelimesinin kökü olan Latince feodalis sıfatının izinin Ortaçağa kadar uzanmasına karşılık, feodalite kelimesinin kendi­ si en çok 17. yüzyıla kadar geriye gidebilmektedir. Her iki kelime de ortaya çıkışlarından itibaren uzun bir süre yalnızca hukuki bir anlam taşımışlardır. İ leride göreceğimiz üzere, fıef gerçek mal­ ların iktisabı anlamına geldiğinden, feodal kelimesinden "fıefe ilişkin" şeyler anlaşılmakta -Fransız Akademisi'nin tanımı- Fe­ odalite denildiğinde ise, bazen "fıefın niteliği", bazen de fıefe ilişkin yükümlülükler anlaşılmaktaydı. 1630 yılında sözlük yazarı Richelet, feodaliteyi "saray terimlerinden" sayıyordu, tarih deyim­ lerinden değil. Feodalite sözcüğünün anlamı, bir uygarlık tarzını ifade edecek kadar ne zaman genişletilmiştir? "Feodal hükümet" ve "feodalite" kavramları, bu geniş kavrayış içinde ilk kez, yazarı Boulainvilliers kontunun ölümünden beş yıl sonra, 1727'de ya­ yımlanan Lettres Historiques sur fes Parlemens {Meclisler Üzerine Tarihsel Mektuplar) adlı kitapta görülmektedir.1 Bu örnek olduk1 Histoire de l'ancien gouvernement de la France avec XIV Lettres Histo­ riques sur /es Parlemens ou Etats-Giniraux, La Haye, 1727. Bu kitaptaki

20 Feodal Toplum

ça derin araştırmalar sonucu bulabildiklerimin en eskisidir. Belki başka bir araştırmacı bir gün daha eskiye ait bir örnek bulacak ka­ dar şanslı olur. İ lginç bir kimse olan de Boulainvilliers, bir yandan Fenelon'un dostu ve Spinoza'nın çevirmeniyken, diğer yandan da soyluluğun ateşli bir taraftarı idi. Germen şeflerin soyundan geldiğini düşünen bu kimse, deyim yerindeyse, daha az ateşli ve daha az bilimsel bir Gobineau idi. Bütün bunların yanında, de Boulainvilliers'yi yeni bir tarihsel sınıflandırma yönteminin bu­ lucusu olarak kabul etmek çekici bir düşünce olmaktadır. Aslında bu, gerçekte de böyledir. Araştırmalarımız sırasında, " İ mparator­ lukların", hanedanların, Büyük Yüzyılların hepsinin bir büyük kahramana bağlandığı monarşik gelenekten koparak, toplumsal oluşumların gözleme dayalı yeni sıralanmasına yerini bıraktığı bir aşamaya geçişin önemini ve nedretini görme olanağına sahip olduk. Feodalite kavramının yaşama hakkını sağlayan çok daha ünlü bir yazar olmuştur. Montesquieu, Boulainvilliers'yi okumuştu. Diğer yandan bu ünlü yazar, hukukçuların terminolojisinde de korkulacak bir yan görmemekteydi. Zaten edebi dil onun elinde yoğrularak, Kilise yazıcılarının oluşturdukları hukuk dilinin ka­ lıntılarından temizlenerek zenginleşmemiş miydi? Montesquieu, hiç kuşkusuz kendine çok soyut gelen "feodalite" kavramını gör­ mezlikten gelmişse de, çağının aydın kitlesine "feodal yasalar"ın tarihin bir dönemini belirlediği fikrini kabul ettirmiştir. Fran­ sa'dan çıkan kelimeler o dönemde, arkalarındaki fikirlerle beraber diğer Avrupa dillerine yayılmışlardır. Bu kelimeler çoğu zaman diğer dillere özgün biçimlerini koruyarak geçerlerken, Almanca gibi bazı dillere de çevrilerek geçmişlerdir (Lehnwesen). Nihayet, Büyük Fransız Devrimi, Boulainvilliers tarafından adları konulan kurumlardan ayakta kalanlarına karşı çıkarak, tamamen başka bir amaçla ortaya çıkartılmış olan bir terminolojiyi kitleye mal etmişdördüncü mektubun başlığı Feodal yönetimin ayrıntıları ve fiejlerin ih­ dası adını taşımaktadır (cilt 1, s. 286). Bu mektupta şu cümleyi (s. 300) okumaktayız: "Bu emirnameyi aynen iktibas ettim, çünkü orada eski feodalite hakkında tam bir fikir bulabileceğimi sanıyordum."

Giriş: Araştırmanın Genel Yönelimi 21

tir. "Ulusal Meclis", 1 1 Ağustos 1789 tarihli ünlü kararnameye göre, "feodal rejimi tamamen yok etmiştir." Bu sözleri koskoca bir "Ulusal Meclis" söylemiş olduktan sonra ve çökertilmesi bu kadar ıstıraba mal olduğu kesin olan bir toplumsal sistemin varlığından artık kuşku duymak mümkün müdür?2 İyi bir gelecek vaat eden bu kelime, itiraf etmeliyiz ki aslında çok kötü seçilmiş bir kelimeydi. Hiç kuşkusuz, başlangıçta bu ke­ limenin seçimine etki eden nedenler epey açıktır. Mutlak monar­ şilerin çağdaşları olan Boulainvilliers ve Montesquieu, Ortaçağın en çarpıcı özelliği olarak, iktidarın bir sürü küçük prens hatta köy senyörü arasında bölünmüş olmasını görüyorlardı. İ şte, feodali­ te derken, Ortaçağın bu özelliğini belirlediklerini sanıyorlardı. Çünkü fıeflerden söz ederlerken, iktidarın parçalanmasına neden olan senyörlük ve prenslikleri düşünmekteydiler. Aslında ne bü­ tün senyörlükler fief, ne de bütün fiefler senyörlük veya prenslik idiler. Üstelik, çok karmaşık nitelikte olan toplumsal bir örgüt­ lenme tarzı, yalnızca siyasal görüntüsüne bakılarak nitelenirse veya "fıef" diğer tüm nitelikleri bir yana bırakılarak sadece katı bir biçimde hukuksal tarafından ele alınırsa, bu tanımlamalardan ve yaklaşımlardan kuşku duyma hakkı doğar. Ancak kelimeler de çok kullanılmış paralar gibidir; elden ele tedavül etmenin sonucu olarak etimolojik özelliklerini yitirirler. Zamanımızdaki günde­ lik kullanımda "feodalite" veya "feodal toplum'' kavramları kar­ makarışık imgeler bütünü haline gelmişlerdir. Diğer yandan bu kavramların gerçek kökeni olan fief, artık bu imgeler bütününün içinde ön planda dahi değildir. Bu terimleri birer etiket olarak kullanmak koşuluyla, ama içeriklerinin iyice açıklanması halinde, tarihçi de fizikçi gibi utanç duymadan kendi deyimlerine sahip çıkabilir. Çünkü fizikçi, kelimenin Yunancadaki asıl anlamına 2 Bugün y akalarında kırmızı bir rozet veya kumaş parçası taşıy an Fran­

sızlardan acaba kaç tanesi, tarikatlarının 19 Mayıs 1802'deki ilk söz­ leşmesiyle kendilerine yüklenen ödevlerden birinin "feodal rejimi geri getirmek isteyen her türlü girişime karşı mücadele etmek" olduğunu biliyorlardır acaba?

22 Feodal Toplum

rağmen parçaladığı bir şeye "atom" demeye devam ederek, aştığı bir olguyu gerçekmiş gibi muhafaza etmektedir. Başka toplumlarda veya başka zamanlarda, genel çizgileri içinde Batı feodalitesine benzeyen, "feodal" adını hak edebilecek nitelikte yapıların ortaya çıkıp çıkmadıklarını kestirmek çok zor bir iştir. Bu konuyu kitabın sonunda inceleyeceğiz. Fakat hemen belirtelim, bu kitap bu konuya hasredilmemiştir. Çözümlemesi­ ne girişeceğimiz feodalite, bu adı ilk alan feodalitedir. Kronolojik çerçeve olarak, araştırma, bazı başlangıç ve uzantı sorunları ayrık olmak üzere, 9. yüzyılın ortalarından, 13. yüzyılın ilk birkaç on yılına kadar olan Batı Avrupa tarih kesitini kapsayacaktır. Coğrafi çerçeve olarak da Batı ve Orta Avrupa ele alınacaktır. Tarihler ileride doğrulanmayı bekleyedursunlar, coğrafi sınırlama kısa da olsa bir açıklamayı gerekli kılmaktadır.

Antik uygarlık, merkezi Akdeniz olmak üzere ortaya çıkmıştır. Platon, "Biz, Bütün Dünya toprakları içinde yalnızca Kafkas­ ya'daki Riyon (Phase) nehrinden Herkül Sütunlarına kadar olan bölgede fareler veya bataklık kenarındaki kurbağalar gibi yaşıyo­ ruz" demekteydi.3 Platon'dan itibaren birçok yüzyıl geçtikten son­ ra, Kıtanın içine yayılan fetihlere rağmen, aynı sular Romania'nın da (Roma İ mparatorluğu) ekseni olmaya devam ediyorlardı. Aki­ tanyalı bir senatör Boğaz kıyılarında ün yapabilir, Makedonya'da da geniş malikanelere sahip olabilirdi. Büyük fiyat dalgalanma­ ları, ekonomiyi Fırat'tan Galya'ya kadar sarsabilirdi. Afrika buğ­ dayı olmadan nasıl İ mparatorluk Roması kavranamazsa, Afrikalı Augustinus olmadan da Katolik teolojisi kavranamazdı. Buna karşılık, Ren nehri aşılır aşılmaz, yabancı ve Akdeniz uygarlığına düşman bir dünya; barbarların engin dünyası başlıyordu. Ancak Ortaçağ adını verdiğimiz dönemin arefesinde, insan kitleleri arasında meydana gelen iki olay, Akdeniz dünyası ile bar­ bar dünyası arasındaki dengeyi bozmuştur (Akdeniz dengesinin 3

Phidon, 109 b.

Giriş: Araştırmanın Genel YOnelimi 23

zaten içten nasıl bozulmuş olduğunu ve bu bozulmanın derinliği­ ni burada araştırmayacağız). Dengeyi bozan etkenlerden birincisi Germen istilaları, sonra da ikinci olarak Müslüman fetihleri ol­ muştur. Roma İ mparatorluğu'nun eskiden Batı parçasını meyda­ na getiren ülkelerin büyük bölümünde aynı zihinsel ve toplumsal adetler ve davranış kalıpları, artık Germen işgali altında olan bu toprakları gene de bir birlik halinde bir arada tutmaktaydılar. Za­ manla onlara Kuzey adalarının Kelt asıllı halklarının da uyum sağlayarak katıldıkları görülecektir. Kuzey Afrika ise, Batı Avru­ pa'nınkinden tamamen değişik bir kader izlemeye hazırlanmak­ tadır. Berberilerin saldırgan davranışları kopuşu hazırlamıştır. İ slamiyet bundan yararlanarak kopuşu tamamlayacaktır. Diğer yandan, Doğu Akdeniz kıyılarındaki Arap zaferleri, eski Doğu İ mparatorluğu'nu Balkanlara ve Anadolu'ya sıkıştırarak onu bir Yunan İ mparatorluğu haline getirmişlerdir. Haberleşmenin güç­ lüğü, çok farklı toplumsal ve siyasal bir yapı, Latin dünyasında­ kinden çok farklı dinsel bir zihniyet ve Kilise yapısı, artık Ba­ tı'yı Doğu Hıristiyanlığından soyutlamaktadır. Nihayet, Kıtanın doğusuna doğru, Batı Avrupa Slav toplumlarına yönelik olarak bir miktar açılmayı başarabilmişse ve hatta bazı Slav kabilelerine kendi dinsel biçimi olan Katolikliği kabul ettirebilmişse de, Slav dil ailesine mensup olan toplumların büyük bir bölümü kendi öz­ gün evrim çizgilerini izlemekteydiler. Bu; Müslüman, Bizans ve Slav üçlü bloku tarafından çevrele­ nen ve sınırlandırılan Roma-Germen bileşimi (ki bu bileşim 10. yüzyıldan itibaren sınırlarını sürekli olarak ileri götürmeye çaba­ layacaktır), kendi içinde de tam anlamıyla mükemmel bir türdeş­ lik göstermekten çok uzaktaydı. Batı toplumunu oluşturan unsur­ ların üzerinde geçmişin çelişkileri, büyük bir ağırlıkla kendilerini duyurmaktaydılar. Başlangıç noktalarının aynı olduğu yerlerde bile bazı evrimler daha sonraları birbirlerinden iyice sapacaklar­ dır. Bu farklılıklar ne kadar derin olurlarsa olsunlar, tüm bunların üstünde Batı uygarlığının ortak damgasını fark etmemek müm­ kün müdür? Yalnızca, ileride okuyucuyu sıkabilecek olan "Batı ve Orta Avrupa" gibi sıfatlardan onları kurtarabilmek amacıyla de-

24 Feodal Toplum

ğil, yukarıda andığımız ortak damga nedeniyle de, kısaca "Avru­ pa"dan söz edeceğiz. Aslında, eski coğrafyanın "beş parçalı dün­ ya"sının sınırlarını ve terimlerini kabul etmenin ne anlamı var? Bizce bu kavramların yalnızca insani değerleri geçerlidir. İ leride tüm dünya üzerinde yayılacak olan Avrupa uygarlığının nerede doğduğu ve geliştiği çok daha önemli bir sorudur. Sadece Tiren Denizi, Adriyatik, Elbe nehri ve Okyanus tarafından çevrelenen coğrafyada yaşayan insanlar arasında mı gelişmiştir bu uygarlık? 8. yüzyılda yaşayan İ spanyol bir vakanüvis, biraz bulanık tarzda da olsa böyle düşünüyor ve Arapları yenen Charles Martel'in Frank­ larını büyük bir zevkle "Avrupalı" olarak niteliyordu. Aynı şekilde, iki yüzyıl sonra Sakson papazı Vidukind, Macarları püskürten Büyük Otto'yu "Avrupa'nın Kurtarıcısı" olarak selamlıyordu.4 Bu anlamda Avrupa, tarihsel içeriğinin zenginliğiyle de Yukarı Or­ taçağın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçek anlamda feodal zamanlar başladığında Avrupa zaten oluşmuştu.

Yukarıda belirlenen sınırlar içinde, Avrupa tarihinin bir devresini adlandırmak için kullanılan 'feodalite' kelimesi, ileride de göre­ ceğimiz üzere bazen tamamen zıt yönde yorumlamalara da konu olmuştur. Feodalitenin varlığı bile, nitelediği çağın bilinçsizce ka­ bul edilen özgün karakterini tek başına kanıtlamaktadır. Feodal toplum üzerine yazılmış bir kitap, hemen başında yer alan soruya cevap arama çabası olarak kabul edilebilirse de, asıl cevaplandı­ rılması gereken, geçmişin bu diliminin hangi özelliklerinden ötü­ rü diğerlerinden ayrı olarak incelenmeyi hak ettiğidir. Diğer bir anlatımla bu kitapta, toplumsal bir yapının tüm bağlantılarıyla birlikte çözümlenmesine ve açıklanmasına teşebbüs edilmekte­ dir. Böylesine bir yöntem denenip kendini verimli bir yol izlediği konusunda kanıtlayabilirse, diğer çalışma alanları da bu yöntemi kullanabilirler ve teşebbüsün yeniliği uygulamadaki yanlışlarının affedilmesi için bir neden olabilir. 4

Auctores Antiquissimi (Mon. Germ.), c. Xl, s. 362: Widukind, I, 19.

Giriş: Araştırmanın Genel Yönelimi 25

Araştırmanın kapsamının genişliği, sonuçların kısımlara ayrı­ larak takdim edilmesini zorunlu hale getirdi. Birinci cilt, toplum­ sal arkaplanın genel koşullarını betimledikten sonra, feodal yapı­ ya kendine özgü rengini veren, insanı insana bağımlı kılan ilişki­ lerin oluşumunu inceleyecektir. İ kinci cilt, sınıfların gelişimi ve yönetim kademelerinin oluşum ve örgütlenmesiyle ilgilenecektir. Fakat bir şeyi bütünlüğü içinde incelerken parçalarına ayırmak, her zaman güç bir iştir. Üstelik eski sınıfların sınırlarını kesin çiz­ gilerle belirledikleri bir dönemde, yeni bir sınıfın, yani burjuvazi­ nin ortaya çıkıp özgünlüğünü kanıtladığı dönem, aynı zamanda kamu güçlerinin de uzun süren zayıflıklarından sıyrılmaları, Batı uygarlığının evrim çizgisi üstünde tam anlamıyla feodal olan gö­ rüntülerin silinmeye başladığı dönem olmuştur. Okuyucuya arka arkaya sunulan iki incelemeden -aralarında kesin bir kronolojik ayırım yapmanın olanaksızlığını hatırda tutarak- birincisi, özel­ likle feodalitenin oluşumuna; ikincisi ise, sona doğru giden yol ve bu tarzın uzantılarına yönelik olacaktır. Ancak tarihçi hiç de özgür bir insan değildir. Geçmişe iliş­ kin olarak, sadece bu geçmişin kendisine açıklamak istediklerini bilebilmektedir. Diğer yandan, kucaklamak istediği konu, bütün tanıklıkların teker teker gözden geçirilip ayıklanmalarına izin vermeyecek genişlikte olunca, tarihçi başvurmak zorunda kaldı­ ğı ikinci elden araştırmaların kötü durumlarından ötürü kendi­ ni sürekli olarak sınırlandırılmış hissetmektedir. Hiç kuşkusuz, bilginlerin örneklerini sık sık sağladıkları kalem kavgalarının sunumuna burada yer ayrılmayacaktır. Tarihin tarihçiler elinde yok edildiğini görmek acı verici bir olaydır. Ancak bazı bilgileri­ mizin kaynağı ne olursa olsun, onlarda varolan boşlukları ve be­ lirsizlikleri hiçbir zaman gizlememeyi yeğledim. Bunu yaparken de okuyucunun cesaretini kırmayı asla düşünmedim. Yukarıda söylediğimin tersini yapsaydım, hareket dolu bir bilimi sahte bir şekilde felçli bir görüntü altında betimlemiş olur ve onun üstü­ ne sıkıntı ve hareketsizlik tohumları serpmiş olurdum. Ortaçağ toplumlarının anlatılması uğraşında en ilerilere ulaşmışlardan biri olan büyük İ ngiliz hukukçusu Maitland, bir tarih kitabının açlık

26 Feodal Toplum

duygusu yaratması gerektiğini söylüyordu: öğrenme ve özellikle de araştırma açlığı. Bu kitabın bazı araştırmacıların iştahını ka­ bartmasından daha büyük bir amacı yoktur. 5

5 Az veya çok belli bir genişlikte bir okuyucu kitlesine yönelik her tarih

yapıtı, yazarına en can sıkıcı pratik sorunlardan birini çıkartır: bu sorun referanslar sorunudur. Adalet duygusu gereği olarak bu kitabın borçlu olduğu yazar ve bilginlerin hepsinin adlarını belki de zikretmek gere­ kirdi. Vefasızlık eleştirisini de göze alarak, bilginler dünyasına gezinti yapmak isteyen okuyucuları kitabın sonunda yer alan kaynakçaya yolla­ mayı tercih ettim. Buna karşılık, kendime şiar edindiğim bir ilke gereği olarak, bir miktar deneyim kazanmış her araştırmacının metin içinde zikredilen her pasajı kolaylıkla bulabileceği ve yorumu denetleyebileceği şekilde dipnotlarda göstermeye titizlikle uydum. Asıl metinlere yollama konusunda bazı eksikliklerle karşılaşılırsa bunun nedeni, alıntının yapıl­ dığı kitabın dizininin çok iyi düzenlenmiş olmasından ve araştırıcının istediği her şeyi kolaylıkla ana kaynakta bulabileceğindendir. Bunun tersi durumlarda bir dipnot, bir işaret oku görevi görmektedir. Bir mah­ kemede duruşmanın sonunda tanıkların toplumsal konumları, avukatın toplumsal konumundan çok daha önemli olmaktadır.

Birinci Cilt

Tabiyet Bağlarının Oluşumu Birinci Bölüm Ortam

Birinci Kitap Son İstilalar

Ayırım 1

MÜSLÜMANLAR VE MACARLAR

1. Avrupa İstila ve Kuşatma Altında "Tanrının gazabının karşınızda infilak ettiğini görüyorsunuz. . . yalnız nüfusunu yitirmiş kentler, yıkılmış veya yakılmış manas­ tırlar, yalnızlıklarına terk edilmiş tarlalar... Her yerde güçlü zayıfı eziyor ve insanlar denizdeki balıklar gibi karmakarışık bir şekilde birbirlerini yutuyorlar." 909'da Trosly'de toplanan Reims bölgesi piskoposları böyle konuşuyorlardı. 9. ve 1 0. yüzyıl edebiyatı, söz­ leşmeler, kilise konseyi tutanakları bu yakınmalarla doludur. Bu anlatılanlardaki abartma ve kötümserliği kutsal konuşmacıların doğal eğilimi saysak bile aslında birçok olay bunları doğrulamak­ tadır. Sık sık koro halinde dile getirilen bu tema, o dönem için bütün insanları yakından ilgilendiren bir olgunun belirleyicisi olmaktadır. Gerçekte o devirde bakmasını ve karşılaştırmasını bilen kimseler, özellikle Kilise mensupları, korkunç bir karışıklık ve şiddet atmosferinde yaşadıkları duygusuna sahiptiler. Ortaçağ feodalitesi son derece çalkantılı bir dönemin bağrında doğdu. Hatta feodalite, bizzat bu çalkantılardan doğdu denebilir. Oysa bu denli çalkantılı bir ortamın yaratılmasına ve onun devamına etki eden faktörlerin birçoğu, Avrupa toplumlarının iç evrimleri-

30 Feodal Toplum ne tamamen yabancıydılar. Birkaç yüzyıl önce, Germen istilaları­ nın yakıcı potasında oluşan yeni Batı uygarlığı, şimdi kuşatılmış bir kale veya daha iyi bir deyimle, yarı yarıya işgal edilmiş bir kale manzarası görünümündeydi. Bu kuşatma ve işgal aynı anda Av­ rupa'nın üç tarafında birden ortaya çıkmaktaydı: Güneyden Arap veya Araplaşmış mümin Müslümanlar, doğudan Macarlar ve ku­ zeyden İ skandinavlar.

il. Müslümanlar Yukarıda saydığımız düşmanlar içinde, hiç kuşkusuz en az teh­ likelisi İ slam'dı. Bunun nedeni olarak, İ slam'ın o sıralarda geri­ lemeye başlamış olmasını ileri sürmek acelecilik olur. Uzun süre, ne Galya ne de İ talya fakir kentleriyle, Bağdat ya da Kurtuba'nın ihtişamına yaklaşacak kadar herhangi bir şey ortaya koyabilmiş­ lerdir. Müslüman dünyası, Bizans dünyasıyla birlikte 12. yüzyılın sonuna kadar Batı üzerinde gerçek bir ekonomik üstünlüğe sa­ hip olarak kalmıştır. O dönemlerde, Batı'da tedavülde olan nadir birkaç altın sikke bile, ya Yunan ya da Arap atölyelerinde imal edilmişlerdi. Batı'nın kendi basabildiği gümüş sikkeler ise, Bizans veya Arap gümüş sikkelerinin taklidi olmaktan öteye gidemiyor­ lardı. 8. ve 9. yüzyıllarda, halifeliğin İslam dünyasında kurduğu birlik ortadan kalktıysa da, bu birliğin yıkıntıları üzerinde ku­ rulan devletler korkulacak güçler olmaya devam ediyorlardı. Ar­ tık söz konusu olan Batı'nın istilası olmak yerine sınır savaşları idi. Küçük Asya'yı Amoryalı ve Makedonyalı Basileus'lar çağında (828-1056) kahramanca ama zorlukla yeniden fethe yönelmiş olan Doğu imparatorluğunu bir yana bırakırsak, bunların dışında Batı toplumları, İ slam devletleriyle yalnızca iki cephede sürtüşme halindeydiler. Önce Güney İ talya: Burası, Eski Roma eyaletlerinden olan Kuzey Afrika'yı ellerinde tutan İ slam hükümdarlarının - Ö nce Kayrevanlı Aglebi Emirleri, sonra da 10. yüzyılın başından iti­ baren Fatimi halifeleri- avlanma sahası gibiydi. Aglebiler, Justi­ nianus'tan beri Yunanların ellerinde bulunan Sicilya'yı onlardan sökerek aldılar. Sicilya'nın son müstahkem mevkii olan Taormina

Müslümanlar ve Macarlar 31

902 yılında Aglebilerin eline geçti. Aynı tarihlerde Araplar, İ tal­ yan yarımadasına da ayak basmışlardı. Güney İ talya'nın Bizans'a bağlı eyaletlerinde yer alan Tiren Denizi kıyılarındaki yarı ba­ ğımsız kentleri ve az çok İ stanbul'un himayesinde olan Campa­ nie ve Beneventin'deki Lombard prensliklerini sürekli bir tehdit altında tutuyorlardı. 1 1 . yüzyılda bile Arapların baskıları Sabine dağlarına kadar olan bölgede duyulmaktaydı. Gaete yakınlarında Monte Argento'nun ormanlık bölgelerine kadar sızmış bir Arap çetesi, yirmi yıl bölgeyi yağmaladıktan sonra, ancak 915'te yok edilebilmişti. Sakson asıllı olan "Romalıların İ mparatoru" genç il. Otto, İ talya'da ve her yerde kendini Roma Caesarlarının mirasçısı saydığından 982 yılında güneyi Araplardan geri almak için ha­ rekete geçti. Genç imparator, Ortaçağ boyunca defalarca tekrar­ lanan delice bir yanlışı yaparak, bu sıcaktan kavrulan topraklara, başka iklimlere alışık ordusunu sevk etmek için yaz mevsimini seçti. Böylece 25 Temmuz'da Calabria'nın güney kıyısında İ slam güçleriyle karşılaşan Otto'nun ordusu en korkunç yenilgilerinden birine uğradı. İ slam tehlikesi, bu yörelerde 1 1 . yüzyılda Fransız Normandiyası'ndan gelen bir avuç maceracının ayırım gözetmek­ sizin Bizanslı ve Arap unsurlara sürekli saldırarak onları yıpratıp, sonra da onların burayı terk etmek zorunda kalmalarına kadar sürdü . İ talyan yarımadasının güneyi ile Sicilya'yı birleştiren güçlü bir devlet kurmayı başaran bu maceracılar, artık Arap istilacılara Avrupa'nın yolunu tamamen kapattılar. Ancak bundan sonra da kurdukları güçlü devletin tam ortada yer almasının ürünü olarak, Latin ve İ slam uygarlıkları arasında parlak bir aracılık rolü oyna­ mak onların payına düştü. İ talyan toprağında Araplara karşı 9. yüzyılda başlayan mücadele çok uzun sürmüştür. Bu mücadele iki tarafın karşılıklı toprak kazanımları veya kayıpları biçiminde ve küçük dalgalanmalar halinde sürmüştür. Ancak bu mücadele sü­ resince asıl önemli nokta, Katolik dünyası açısından bu kavganın önemli görülmemesi ve marjinal olay olarak kavranmasıdır. Batı ile İ slamiyet arasında ikinci sürtüşme sahası İ spanya'dır. Burada İ slam açısından söz konusu olan, İ talya'dakinin tamamen tersine, talan veya geçici fetihler değildir. İ slam' a inanan nüfus

32 Feodal Toplum İ spanya'da çok sayıdadır ve Araplar tarafından kurulan devletin başkenti bizzat üikenin içindedir. 1 0. yüzyıla gelindiğinde Arap­ lar henüz Pirene yollarını tamamen unutmamışlardır. Ama bu uzun mesafeli harekatlar giderek azalan bir süreç içine girmiş­ lerdir. Kuzeyden kaynaklanan ve hareket noktası da İ spanya'nın kuzeyi olan yeniden fetih hareketi, birçok gerilemeye ve yenilgiye rağmen, genelde yavaş da olsa ilerlemektedir. Kurtuba halifeleri­ nin ve Arap Emirlerinin Hıristiyan direnme odağına çok uzak­ ta, ülkenin güneyinde yerleşmiş olmaları nedeniyle Galiçya'da ve Arapların hiçbir zaman ellerinde sıkı bir şekilde tutamadık­ ları kuzeybatı yaylalarında; bazen parçalanan, bazen de bir tek hükümdarın egemenliği altında birleşen küçük Hıristiyan kral­ lıkları, 1 1 . yüzyılın ortalarından itibaren Douro bölgesine doğ­ ru ilerlemeye başlamışlardı. Tajo nehrine ise 1 085'te ulaşılmıştı. Buna karşılık, Pirenelerin eteğindeki Ebro nehri çevresi, Hıris­ tiyan dünyasının yanıbaşında olmasına rağmen, uzun süre Müs­ lümanların elinde kaldı. Zaragoza ancak 1 1 1 8'de Hıristiyanların eline geçebildi. Arasıra barışçıl ilişkilere de yer vermekle birlikte, iki dinin mensupları arasındaki savaşlar, bütünlükleri içinde ele alındıklarında, sadece kısa süreli ateşkesler dışında sürekli olmak­ taydılar. Bu savaşlar nedeniyle, İ spanyol toplumu kendine özgü bir damga yemiştir. "Geçidin Ö tesindeki" Avrupa'ya gelince; sa­ vaşlar -özellikle 1 1 . yüzyılın ikinci yarısından itibaren- bu bölge­ lerin şövalyelerine parlak, verimli ve dindar macera olanakları ve aynı zamanda, İ spanyol kral ve senyörleri tarafından davet edilen köylülerine, insanlarını savaşlar nedeniyle yitirmiş bu topraklarda yerleşme olanağı verdikten sonra, Kuzey ancak o zaman Güne­ yiyle ilgilenmeye başladı. Ancak Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında sürdürülen savaşların kapsamını bu kadar dar almak tam bir fikir vermeye yetmez, bu nedenle korsanlık ve haydutluğu da savaş kavramı içinde düşünmemiz gerekmektedir. Gerçekte Araplar, asıl bu iki eylem türü aracılığıyla, Batı'nın genel olarak düzensiz bir ortam içine girmesine katkıda bulunmuşlardır. Araplar denizciliği çok eski tarihlerde öğrenmişlerdir. Afrika, İ spanya ve özellikle de Balear adalarındaki köprü başlarında üsle-

Müslümanlar ve Macarlar 33 nen Arap korsanları, Batı Akdeniz'de vurgunculuğa çıkıyorlardı. Çok nadir birkaç geminin dolaştığı bu sularda, gerçek anlamda korsanlık mesleği pek de karlı olmamaktaydı. Denizlere egemen olmak konusunda Araplar, tıpkı aynı dönemdeki İ skandinavlar gibi, kıyılara ulaşarak burada verimli talanlara girişmeyi yeğliyor­ lardı. 842'den sonra Araplar Rhône nehrinin her iki kıyısını da talan ederek Arles'a kadar ulaşmışlardı. La Camargue bölgesi ise, diğer üsleri haline gelmişti. Fakat bu kazanımlarından çok kısa süre sonra bir rastlantı onlara daha güvenli bir üs sağlayacak ve buradan da talanlarını daha geniş bir alana yayma olanağını elde edeceklerdi. Kesinleştirilmesi pek mümkün olmayan bu tarihte, ama aşağı yukarı 890'larda, İ spanya'dan gelen küçük bir Arap yelkenlisi uy­ gun olmayan rüzgarlar tarafından bugünkü Saint-Tropez kasaba­ sının yakınlarında Provence kıyılarına varmıştı. Geminin tayfala­ rı kıyıya çıktılar. Gece gelince de yakınlarındaki bir köyün halkını kılıçtan geçirdiler. Dağlık ve ormanlık olduğundan ötürü Dişbu­ dak Ülkesi veya Freinet1 adını taşıyan bu köy, savunma için çok uygun yerdi. Bu sırada, Freinet'nin Arapların eline geçtiği anda, bunların soydaşları, İ talya'daki Campania bölgesindeki Monte Argento'da çamlarla çevrelenmiş yüksek bir bölgeyi tahkim ede­ rek, diğer arkadaşlarını yanlarına çağırmaktaydılar. Böylece talan yuvalarının en tehlikelileri yaratılmış oluyordu. Yağmalanan Fre­ jus'nün dışında, surlarının gerisinde güvence içinde olan bölge kentleri, bu talan saldırılarından doğrudan doğruya pek etkilen­ mediler. Fakat kıyının hemen civarındaki kırsal alan korkunç bir şekilde harap edilmekten kurtulamadı. Diğer yandan Freinet ta­ lancıları, yağmaları sırasında elde ettikleri çok sayıda esiri İ span­ yol pazarlarında köle olarak satıyorlardı. Kısa bir süre sonra bu yağmacılar, saldırılarını kıyının çok ötelerine kadar genişletmekte gecikmediler. Sayıları çok az oldu­ ğundan, nispi olarak yoğun bir nüfusa sahip olan ve müstahkem 1 Bugünkü adı La Garde-Freinet olan köy bu olayların anısını saklamak­ tadır. Fakat deniz kıyısında olan Arapların kalesi, içeride olan bugünkü La Garde Freinet köyünde değildi.

34 Feodal Toplum

kentlerle şatoların birçok engel oluşturduğu Rhône vadisinde, kendilerini bilerek tehlikeye atmaktan kaçınmaktaydılar. Buna karşılık Alpler bölgesi, küçük çetelere tepeden tepeye, fundadan fundaya atlayarak çok ilerilere kadar ulaşma olanağı sağlamak­ taydı. Fakat böylesine bir ilerleme ancak iyi dağcıların varlığı halinde mümkündü. Gerçekte sierra'ların Ispanyası'ndan veya dağlık Mağrip'ten gelen bu Araplar, Saint-Gall'li bir papazın de­ diği gibi "gerçek birer keçi" idiler. Diğer yandan, bütün belirtilerin tersini göstermesine rağmen, Alpler yağma için hiç de kötü bir alan sayılmazdı. Burada yer alan verimli vadilerin üstüne, civar­ daki tepelerden ansızın saldırmak çok kolaydı. Tıpkı, Graisivau­ dan köyünün başına geldiği gibi. Civarda yükselen manastırlar, diğerlerinin arasında çok cazip avlar oluşturuyorlardı. Suse'd eki Novalaise Manastırı, mensuplarının çoğunun kaçmasından sonra 906'da yağmalanmış ve yakılmıştı. Tepelerdeki yollardan geçmek zorunda olan küçük yolcu veya tüccar gruplarıyla, evliya mezar­ larına duaya giden müminler, özellikle çekici avlar olarak görül­ mekteydiler. Mesela Anglosakson hacılar, 920 ve 921'deki geçiş­ leri sırasında taşlarla ezildikten sonra soyulmuşlardı. Bu arada Arap çetecileri, gittikçe daha kuzeyde, şaşırtıcı bir şekilde macera aramaktan çekinmiyorlardı. 940'ta onların Ren havzasının yük­ sek bölgelerinde görüldüklerine dair işaretler alınırken; Valais'de de ünlü Saint-Maurice d'Agaune Manastırı'nı yaktıkları haberi gelmişti. Aynı tarihlerde bir başka Arap çeteci grubu, Saint-Gall rahiplerini manastırlarının civarındaki bir gezileri sırasında ok atışlarıyla öldürmüşlerdi. Ancak hiç olmazsa bu kez başrahibin aceleyle topladığı bir köylü grubu, saldırganları dağıtmayı bece­ rebilmişti. Manastıra getirilen birkaç esir ise kahramanca açlıktan ölmeyi seçmişti. Alplerde ve Provence kıyılarında asayişi sağlamak o dönem­ deki devletlerin güçlerini aşmaktaydı. Ama Freinet'deki üssü yok etmekten başka bir çare de ortalıkta görünmüyordu. Fakat bu konuda girişimde bulunanların veya bulunmak isteyerılerin kar­ şısına yeni bir engel daha çıkmaktaydı. Freinet kalesini, takviye­ nin geldiği deniz ile bağlantısını keserek kuşatmak aşağı yukarı

Müslümanlar ve Macarlar 35 olanaksızdı. Aslında ne batıdaki Provence ve Burgonya kralları, ne doğudaki İ talya kralı ve ne de bölgenin kontları deniz gücüne sahiplerdi. Hıristiyanlar arasında yegane uzman denizciler olan Yunanlar da, bu yeteneklerinden Araplar gibi korsanlık yaparak yararlanıyorlardı. Bu ulusa mensup korsanlar Marsilya'yı 848'de yağmalamamışlar mıydı? Diğer yandan, Provence'ta büyük çıkar­ ları olan İ talya kralı Hugue d'Arles tarafından on bir yıl önce davet edilen Bizans donanması 93 1 ve 942'de iki kez Freinet ön­ lerinde gözükmüştü. Ama her iki girişim de sonuçsuz kalmıştır. Bu durumda, 942'de tam Arap-Bizans savaşının ortasında taraf değiştiren Hugue, Alp geçitlerini Lombardiya tahtı üzerinde sü­ ren kavgadaki rakiplerinden birinin beklediği takviye güçlerine kapatabilmek amacıyla, Arapları bağdaşık olarak yanına çekmeyi düşünmüştür. Daha sonra, Doğu Fransa -bugün Almanya diyo­ ruz- kralı Büyük Otto, 95 1'de kendini Lombardların kralı ilan etti. Bundan sonra İ talya'ya kadar olan Orta Avrupa toprakla­ rında, Karolenjlerinkine benzeyen Hıristiyan ve barış getirici bir güç oluşturmaya çalıştı. 962'de Charlemagne'ın tacına sahip çı­ karken, kendini onun varisi sayan Büyük Otto, Arap yağmaları­ nın utancına son vermeyi başlıca görevlerinden biri olarak gör­ müştür. Ö nce diplomatik yola başvurarak Kurtuba halifesinden, Freinet'nin boşaltılması emrini elde etmeye çalıştı. Bu girişimin sonuçsuz kalması üzerine bizzat Freinet'ye müdahale etmeyi dü­ şündü. Düşündü ama bunu hiçbir zaman gerçekleştiremedi. Bu gelişmeler olurken, yağmacılar 972'de çok ünlü birini esir aldılar. Dranse vadisindeki Büyük Saint-Bernard yolu üzerinde İ talya'dan dönmekte olan Cluny Manastırı Başrahibi Mai:eul, silahlı bir çarpışmadan sonra esir düştü ve Arapların esas üslerine ulaşma olanağı bulamadıkları zaman kullandıkları sığınaklardan birine götürüldü. Kendine bağlı rahipler tarafından ödenen çok ağır bir fidye karşılığında ancak özgürlüğüne kavuşabildi. Oysa birçok manastırı örgütleyen ve onlara yeni bir düzen getiren Mai:eul, birçok kral ve baronun -özellikle Provence Kontu Gu­ illaume'un- çok saygı duyulan dostları, vicdanlarının yöneticisi ve hatta deyim yerindeyse, kutsal ahbapları idi. Mai:eul'un en sa-

36 Feodal Toplum dık dostu olan Provence kontu Guillaume, iadeden sonra, say­ gısız saldırıyı düzenleyen çetenin yolunu keserek onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Daha sonra Rhône vadisindeki birçok senyörü komutası altında toplayarak -ileride bu senyörlere tarıma yeniden kazanılan topraklardan dağıtım yapmak zorunda kalacaktır- Fre­ inet kalesine karşı bir saldırı düzenledi. Kale bu kez dayanama­ yarak düştü. Bu olay, Araplar için geniş kapsamlı kara haydutluğunun sonu oldu. Ancak doğal olarak, İ talya kıyıları gibi Provence kıyıları da Arapların denizden gelecek saldırılarına karşı açıktı. 1 1 . yüzyılda hala, Lerins rahiplerinin Arap korsanlar tarafından kaçırılan ve İ spanya'ya götürülen Hıristiyanları fidye ödeyerek onların elin­ den çekip almaya çalıştıkları görülmekteydi. Ö rneğin 1 1 78'deki bir saldırı sırasında Araplar Marsilya civarında çok sayıda esir elde etmişlerdi. Fakat bütün bunlara rağmen, Provence'ın kıyı bölgesi ile Alplerin eteklerindeki kırsal alanda tarımsal faaliyetle­ re yeniden başlayabilmişlerdi. Ayrıca, Alp yolları da artık en fazla Avrupa'nın diğer dağlık bölge yolları kadar güvenlikten mahrum­ du. Aynı biçimde, bizzat Akdeniz'de, İ talya'nın tüccar kentleri, Pisa, Cenova ve Amalfı 1 1 . yüzyıldan itibaren artık savunmadan saldırıya geçmişlerdi. Müslümanları Sardunya'dan çıkardıktan sonra 1 015'ten itibaren onları Mağrip kıyılarında ve 1 092'den itibaren de İ spanya kıyılarında vurmaya başlayan İ talyan tüccar kentleri, böylece Batı Akdeniz'i Araplardan temizlemeye başla­ mışlardı. Çünkü Akdeniz'in nispi güvenliği -ki Akdeniz bu nispi güveni 1 9. yüzyıla kadar bir daha bulamayacaktır-, ticaretleri için son derece önemliydi.

111. Macar Saldırısı Hunların yaptığını daha önce yapan Hungaryalılar veya Ma­ carlar adını taşıyan halk, Avrupa'da birdenbire belirmişti. Onları tanımakta ve tanımlamakta güçlük çeken Ortaçağ yazarları da, Romalıların onlardan bahsetmemiş olmaları karşısında, safça şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Macarların ilkel tarihi aslın­ da Hunlarınkinden daha da karanlıktır, çünkü "Hiung-Nu"ları

Müslümanlar ve Macarlar 37 Batılı kaynaklardan önce izlememize olanak veren Çin yazıtları, Macarlar konusunda suskundurlar. Muhakkak ki bu yeni isti­ lacilar da, nitelikleri oldukça belirgin olan Asya steplerinin gö­ çebelerindendiler. Asya steplerinin halkları genellikle çok farklı diller konuşmalarına karşılık, ortak koşulların zorlaması sonucu şaşırtıcı bir yaşam tarzı ortaklığına sahiptiler. Bu step göçebeleri at çobanlığı yapmakta ve savaşçı bir konumda ortaya çıkmaktay­ dılar. Kısraklarının sütü ve av ürünleriyle beslenen bu insanlar, çevrelerindeki tarımcıların doğuştan düşmaniydılar. Bu ana çiz­ gilerle birlikte Macarlar, dil olarak Fin-Ugor dil ailesine mensup­ turlar. Dildeki deyimlerden gözlendiği kadarıyla, Macarca en çok Sibirya dillerine yakındır. Ancak Macarların Asya'dan Avrupa'ya göçleri sırasında, ilkel etnik hazine, Türk dilinin birçok unsuruyla karışmış ve Macarlar Türk uygarlığının damgasını güçlü bir bi­ çimde yemişlerdir.2 833'ten itibaren Hazar Hanlığı ile kuzeydeki Bizans kolonile­ rinin yerleşik halklarını rahatsız etmeye başlayan Macarların ilk kez Azak denizi civarında görÜlmeye başladıkları bildirilmişti. Bir süre sonra Macarlar, o sıralarda son derece hareketli bir tica­ ret yolu olan Dinyeper nehrini kesecekleri tehdidini her an ileri sürmeye başlamışlardı. O dönemde Dinyeper üzerinde, iskeleden iskeleye, pazardan pazara, Rus ormanlarının bal ve balmumu, Ku­ zeyin kürkleri ve çeşitli yerlerden satın alınmış köleler, İ stanbul ve Asya'dan gelen mallarla veya altınla değiştirilmekteydi. Bu or­ tamda, Uralların ötesinden gelen bir başka göçebe grubu Peçe­ nekler, Macarları yerlerinden söküp atmaya çabalıyorlardı. Gene bu sıralarda, Bulgarlar bir devlet kurarak güney yolunu başarılı bir şekilde Macarlara kapatmışlardı. Bu sıkışık durumda Macarların bir . kolu stebe geri dönmeyi yeğlemiştir. Bu grubun doğuya doğ­ ru sokulması sırasında açtığı yoldan yararlanan diğer bazı Macar grupları da 8 96'da Karpatları aşarak Tisza ve Orta Tuna vadile2 Macar (Hungaryalı) adı da büyük olasılıkla Türkçedir. Belki de Hun�

garyalıların başlıca unsurlarından biri olan Magyar adı da Türkçedir. Bu sonuncu kelime başlangıçta yalnızca bir kabilenin adıyken, sonradan bütün bir ulusun adı olmuştur.

38 Feodal Toplum rine yayıldılar. Bu geniş alanlar, 4. yüzyıldan beri birçok istila so­ nucu o kadar perişan olmuştu ki, o döneme ait bir Avrupa nüfus haritası yapılsaydı, bu bölge rahatlıkla büyük beyaz bir leke halin­ de gösterilebilirdi. Prümlü Reginon adlı bir kronikçi, bu bölgeden "yalnızlıklar" olarak söz etmektedir. Bu tanımlamayı kelimenin gerçek anlamında kabul etmemek gerekir. Eskiden buralarda sağlam yerleşim alanlarına sahip olan halklar veya buralardan yalnızca geçenler, gene de arkalarında gerilemiş, fakirleşmiş ama yaşamlarını sürdürmekte olan küçük gruplar bırakmışlardı. Ö zel­ likle, nispi nüfusları fazla olan birçok Slav kabilesi bu bölgeye ya­ vaş yavaş sızmıştı. Buna rağmen yerleşim alanları çeşitli halklar tarafından çok seyrek bir şekilde iskan edilmekteydiler. Bunun en canlı örneği, Macarların gelişinden sonra, derelere varıncaya kadar hemen bütün coğrafi adların değişmesidir. Diğer yandan Charlemagne'ın Avar gücünü kırmasından sonra, bölgede güç­ lü bir şekilde örgütlenmiş herhangi bir devlet kalmadığından, istilacılara ciddi bir direnme gösterme olanağı da kaybolmuştu. Sadece Morav kabilesine mensup şefler, kısa bir süre önce, bölge­ nin kuzeybatı köşesinde gerçek anlamda Slav olan bir devletin ilk denemesi olarak, resmi anlamda Hıristiyan ve oldukça güçlü bir prenslik kurmayı başarabilmişlerdi. Ama Macar saldırıları 906'da bu devleti de tamamen yok etti. Bu andan itibaren Macarların tarihi yeni bir çehre kazanmış­ tır. Kelimenin tam anlamıyla onlardan göçebe olarak söz etmek mümkün değildir, çünkü bugün adlarını taşıyan yaylalarda artık sabit bir yerleşim alanları vardır. Fakat buradan, çeteler halinde civar ülkelere saldırmaktadırlar. Bu saldırıları sırasında toprak fethetmeyi amaçlamamaktadırlar; tek istedikleri talan etmek, sonra da ganimetle yüklü olarak üslerine dönmektir. Çar Sime­ on'un 927'de ölümünden sonra Bulgar İ mparatorluğu'nun içine girdiği gerileme süreci onlara Bizans Trakyası'nın yollarını aç­ mıştır. Onlar da bu fırsattan, bu bölgeyi birçok kez talan ederek yararlanmışlardır. Esasen, Trakya'dan çok daha kötü korunan Batı Avrupa onları çok daha fazla cezbetmektedir.

Müslümanlar ve Macarlar 39 Macarlar, Batı'yla ilişkiye çok erkenden geçmişlerdir. 862'de daha Karpatların aşılmasından önce, bir talan grubu, Germanya içlerine kadar uzanmıştır. Daha sonraları, bazı Macarlar German­ ya kralı Arnulf tarafından Moravlara karşı sürdürülen savaşlarda yararlanılmak üzere orduya alınmışlardır. 8 99'da Macar çeteleri Pô vadisine, ertesi yıl Bavyera'ya saldırmışlardır. Artık bundan sonra hiçbir yıl yoktur ki, İ talya, Germanya ve hemen biraz son­ raları Galya manastırlarındaki yıllıklar, bazen bir bölgede, bazen bir diğerinde "Macarların kötülükleri"nden söz etmesinler. En çok etkilenen bölgeler, özellikle Kuzey İ talya, Bavyera ve Swabia idi. Karolenjlerin sınır komutanlıkları kurdukları ve manastırlara toprak dağıttıkları Enns nehrinin sağ kıyısı Macar saldırıların­ dan dolayı terk edilmek zorunda kalmıştı. Fakat Macar akınları bir süre sonra bu sınırların da ötelerine taştı. Eğer Macarların eskiden hayvanlarının peşinde at koşturdukları alanın genişliği ve daha da dar bir alan olsa bile, Avrupa'ya geldikten sonra da göçebe hayvancılığa devam ettikleri Tuna ovalarının onlar için iyi bir okul meydana getirdiği göz önüne alınmazsa, Macar akınla­ rının Batı'ya doğru genişleyen coğrafi çapını kavramak hayalleri zorlayacaktır. Diğer yandan bilinmesi gereken bir gerçek de, bir step korsanı olan çobanın göçebeliğinin, haydutun göçebeliğini hazırlamış olmasıdır. Kuzeybatıya doğru ilerleyen Macar çeteleri Saksonya'ya, yani Elbe ile Orta Ren arasındaki geniş topraklara ilk kez 906'da ulaşmışlar ve bu tarihten itibaren de bu bölgeyi dü­ zenli bir talan yeri haline getirmişlerdi. İ talya'da ise bu çetelerin, ta en güneydeki Otranto'ya kadar sızdıkları görülmüştü. 91 7'de ise, Vosges ormanlarından ve Saal tepelerinden geçerek Meurthe nehri etrafında yoğunlaşan zengin manastırlara kadar uzandılar. Bundan sonra Lorrain ve Kuzey Galya onların artık alışılmış av­ lanma alanı oldu. Bunlardan, Burgonya, hatta Loire'ın güneyine kadar uzanarak macera arıyorlardı. Ova insanları olmalarına rağ­ men gerektiğinde Alpleri bile aşmaktan çekinmiyorlardı. Böylece İ talya'dan dönerken, "bu dağları aşarak'' 924'te Nimes bölgesinin tepesine çöktüler.

40 Feodal Toplum

Ö rgütlü güçlere karşı savaşa girişmekten her zaman kaçınmı­ yorlardı. Hatta bu tür savaşlardan bazılarında çeşitli düzeylerde başarılar bile kazandılar. Ama doğal olarak bir ülkeye çabucak sızıp, hemen çıkmayı yeğliyorlardı. Gerçek birer vahşi olan şefleri, kamçı darbeleri altında arıları savaşa sürüyorlardı. Orılar da, gö­ ğüs göğüse savaşlarda çekinilmesi gereken usta askerler olmanın yanında, düşmanı izlemekten asla yılmayan ve en zor durumlar­ dan zekice kurtulmasını bilen deneyimli savaşçılardı. Birkaç nehir veya Venedik lagünlerini mi aşmak gerekiyordu; hemen deriden veya tahtadan kayıklar imal ediyorlardı. Mola verdikleri zaman, ya step adamlarının kullandıklarının aynısı olan çadırlarını ku­ ruyorlar ya da rahipleri tarafından terk edilmiş bir manastıra yer­ leşiyorlar ve civara buralardan saldırılar düzenliyorlardı. İ lkeller gibi kurnaz; anlaşmadan çok casusluk yapsınlar diye önceden yol­ ladıkları elçileri aracılığıyla her şeyden haberli olan Macarlar, Batı siyasetinin nüfuz edilmesi oldukça zor inceliklerini kısa sürede kavramışlardı. Talarıları için uygun bir ortam sağlayan fetret ve anarşi dönemlerinden tamamen haberdardılar. Hıristiyan prens­ ler arasındaki çatışmalardan da, rakiplerden birinin ya da öbürü­ nün hizmetine girerek yararlanmaktaydılar. Bütün zamarıların haydutlarının usulüne uygun olarak, bazen kendilerine dokunmayacaklarına dair söz vererek yerli halktan belli bir miktar para, hatta zaman zaman da düzenli vergi alıyor­ lardı. Bavyera ve Saksonya birkaç yıl boyunca bu cinsten bir aşa­ ğılanmaya katlanmak zorunda kalmıştı. Fakat bu cinsten sömürü yöntemleri ancak Macaristan'a sınır bölgelerde uygulanma şansı­ na sahiplerdi. Diğer bölgelerde ise iğrenç cinayetler ve talanla tat­ min oluyorlardı. Arapların da yaptığı gibi, tahkim edilmiş kent­ lere asla saldırmıyorlardı. Eğer bazen bunu denemek zorunda kalırlarsa, Dinyeper nehri civarındaki ilk akınlarında Kiev duvar­ larının karşısında olduğu gibi başarısızlığa uğruyorlardı. Ellerine geçirebildikleri yegane önemli kent Pavya idi. Kırlarda ve tecrit edilmiş köykrde veya kentlerin surlar dışında kalan mahallelerin­ de özellikle korkutucu olmaktaydılar. Talan harekatları sırasında asıl peşinde koştukları, esir elde edebilmekti. En iyilerini büyük

Müslümanlar ve Macarlar 41 bir özenle seçiyorlar; bazen bir yerleşme yerinin bütün halkını kılıçtan geçirirken kendi ihtiyaç ve zevkleri için, ama daha çok satış için, sadece genç kadın ve çok genç erkek çocukları hayatta bırakıyorlardı. Eğer fırsat çıkarsa, bu insan sürüsünü, alıcıların, satıcıların kim olduklarına aldırmadıkları, Batı pazarlarına bile sürmekten çekinmiyorlardı. Mesela 954'te Worms civarında esir alınan soylu bir kız aynı kentin göbeğinde satışa çıkartılmıştı. 3 Ama çoğu durumlarda, bu bahtsız insanları Tuna ülkelerine ka­ dar sürüklüyorlar, orada da Yunanlı kaçakçılara satıyorlardı.

iV. Macar İstilasının Sonu Bu ortamda, 10 Ağustos 955 tarihinde Doğu Fransa kralı Büyük Otto, Güney Almanya'dan gelen yeni bir Macar akını haberi üze­ rine tüm önlemlerini almış durumdayken, Lech nehri üzerinde bir talancı birliğiyle karşılaştı. Kanlı bir savaştan sonra galip ge­ len Otto, bu durumu sürdürmeyi ve sağladığı üstünlükten yarar­ lanmayı bildi. Böylece cezalandırılan talan harekatı, Macarların Avrupa'da giriştikleri yağmaların sonuncusu olacaktı. Bundan sonra her şey Bavyera'nın Macarlarla olan sınırında yoğunlaştı ve bir sınır savaşına dönüştü. Kısa bir süre sonra Otto, Karolenj geleneğine uygun olarak sınır komutanlıklarını yeniden düzen­ ledi. İ ki tane uç örgütü kuruldu. Bunlardan biri Alplerde, diğeri daha kuzeyde Enns nehri üzerinde oluşturuldu. Bu sonuncu uç, kısa sürede Doğu komutanlığı adıyla anılmaya başlandı -Ostar­ richi, sonradan bu kelimeyi Avusturya haline dönüştürdük.- Bu uç, yüzyılın sonundan itibaren Viyana ormanlarına, 1 1. yüzyılın ortalarında da Leitha ve Morava nehirlerine ulaştı. Ne kadar parlak olursa olsun ve manevi yansıması ne kadar büyük olursa olsun, Lech savaşı gibi tekil bir silahlı çatışma tek başına yağmalamanın sonunun gelmesini sağlayamazdı. Asıl top­ raklarında hiçbir yabancı gücü henüz görmemiş olarak kalmakta devam eden Macarlar, Charlemagne zamanında Avarların ezil­ mesi cinsinden bir kaderle karşılaşmaktan uzaktılar. Daha önce3 Lantbertus,

Vita Heriberti, c. I, SS içinde, cilt IV, s. 741 .

42 Feodal Toplum leri de birçok Macar çetesinin başına gelen ve Macarların bütünü düşünüldüğünde, silahlı güçlerden yalnızca birinin yenilmesiyle sonuçlanan bir olay, onların yaşam tarzını değiştirmekten uzak kalmaktaydı. Macarları Batı için tehlikeli olmaktan çıkartacak asıl gerçek ise başka bir yerdeydi. Aşağı yukarı 926'dan itibaren akınlar eski şiddetinde olmakla beraber, sıklıkları azalmaya başla­ mıştı. İ talya'da Macar akınları, hiçbir savaş olmadığı halde, 954'te sona erdi. 96 0'tan itibaren güneydoğuya ve Trakya'ya yapılan akınlar küçük ve önemsiz soygunculuk eylemleri haline dönüştü­ ler. Hiç kuşkusuz, derindeki nedenlerden oluşan bir paket, yavaş yavaş Macarlar üzerinde etkisini göstermeye başlamıştı. Eski adetlerin uzantısı olarak, Batı ülkeleri boyunca sürdürü­ len uzun akınlar her zaman verimli ve mutluluk verici olmuşlar mıydı? Bütün değişkenleri hesaba kattığımızda bu soruya olumlu cevap verebilmek çok güçtür. Çeteler geçtikleri yerlerde muazzam zararlara yol açıyorlardı. Ama, onlar açısından da, büyük avan­ tajları olan süvarilerinin hızlarını yitirmelerini göze alsalar bile, bu denli büyük bir ganimet kitlesini taşımaları mümkün değildi. Diğer yandan, talanlarda ele geçirdikleri ve iyi bir gelir kaynağı oluşturdukları için terk edilmeleri asla söz konusu olmayan ve yaya olarak ilerleyen köleler, talandan dönen grupların hareket olanaklarını azaltıyordu; üstelik bu köleleri muhafaza etmek de son derece güç bir işti. Kaynaklar sık sık kaçaklardan söz etmek­ teydiler. Ö rneğin Berry'ye kadar sürüklenen Reimsli bir papaz, bir gece kendini kaçıranlara izini kaybettirerek, birçok gün bir bataklıkta saklandıktan ve macera dolu yolculuktan sonra tek­ rar köyüne ulaşabilmişti. 4 Macarların değerli eşyaları taşımak için kullandıkları arabalar, çağın son derece kötü yollarında ve düşman topraklar ortasında, Normanların Avrupa'nın rahat ne­ hirleri üzerindeki kayıklarına göre, çok daha az güvenli ve çok daha fazla dertli araçlar haline geliyorlardı. Yakılmış-yıkılmış kırsal bölgelerde, atları doyuracak nesneleri bulmak her zaman mümkün olmamaktaydı. Bizanslı generaller, "Macarların sürdür­ dükleri savaşlar sırasında karşılaştıkları en büyük engelin otlak 4

Flodoard, Yıllıklar, 937.

Müslümanlar ve Macarlar 43 eksikliği" olduğunu iyi biliyorlardı.5 Yürütülen bir sefer sırasında çoğu zaman birden fazla savaş vermek gerekiyordu, üstelik çeteler bu savaşların çoğunu kazansalar bile, kendilerine karşı sürdürülen bu gerilla savaşından bitkin olarak üslerine dönüyorlardı.Yollarda yakalanılan hastalıklar ise ayrı bir dertti. Günü gününe tuttuğu notlarını yıllıklar halinde düzenleyen Reimsli Rahip Flodoard, 924 yılının anlatısını tamamlarken, hemen o anda kendisine ula­ şan bir haberi, Nimes'i talan eden Macarların birçoğunun bir dizanterik "veba"dan öldüğünü büyük bir sevinçle kaydetmiştir. Diğer yandan yıllar geçtikçe, müstahkem kentlerin ve şatoların sayıları artıyor; bu durumda da, tam anlamıyla talana uygun olan açık ve korumasız alanların sınırları daralmış oluyordu. 93 0'lar­ dan itibaren Avrupa biraz biraz Norman kabusundan sıyrılmaya başlamıştı. Krallar ve baronlar artık Macarlara yönelebilme ve sistemli bir direnme örgütleyebilmek konusunda çok daha öz­ gür idiler. Bu açıdan Otto'nun Macarlara karşı belirleyici eylemi, Lechfeld'deki kahramanlıktan çok, uçların kurulması olmuştur. Böylece birçok neden, Macarların gittikçe daha az ganimet ge­ tiren, ama gittikçe daha çok insan kaybına yol açan talancılıktan vazgeçmeleri yönünde etki etmeye başlamıştır. Fakat bütün bu tesirler, bizzat Macar toplumunun çok önemli içsel değişimler geçirmesi nedeniyle etkili olabilmiştir. Ne yazık ki, bu değişimlere ilişkin kaynaklarımız hemen he­ men yok gibidir. Birçok benzeri ulus gibi Macarlar da, yıllık olay­ ları ancak Hıristiyanlığa geçip Latin kültürüyle ilişkiye geçtikten sonra kaydetmeye başlamışlardır. Gene de, yazılı dönemin önce­ sinde, hayvancılığın yanısıra tarımın da yavaş yavaş ekonomik bir eylem türü olarak ortaya çıkmaya başladığına dair belirtiler bu­ lunmaktadır. Aslında bu değişim çok yavaş bir süreç içinde ger­ çekleşmiş ve çoban halkların gerçek göçebeliği ile saf tarımcıların mutlak sabitliği arasındaki geçiş aşamalarının birçoğunu yansıtan yaşam tarzları karmakarışık bir arada bulunmuşlardır. Bavyera'nın Freisling kentinden olan Papaz Otto, 1 147'de Haçlı Seferine gi­ derken Tuna nehrinden geçişi sırasında, o devrin Macarlarını 5 Leon,

Tactica, XVIII, 62.

44 Feodal Toplum inceleme olanağına sahip olmuştur. Çoğunlukla sazdan, nadiren de tahtadan olan kulübeler, Macarlar için ancak kış mevsiminde barınak görevi görmektedirler; buna karşılık "yazı ve sonbaharı çadırlarda geçirmişlerdir". Bu mevsimlere göre .konut değişimi, bir Arap coğrafyacısının kısa bir süre önce Aşağı Volga Bulgarla­ rıyla ilgili olarak saptadığının aynıdır. Diğer yandan, Macarların çok küçük olan köyleri sabit de değildir. 1 012- 1 015 yılları arasın­ da toplanan dinsel bir kurul, Hıristiyan olmalarından beri epey bir süre geçmiş olmasına rağmen, Macarlara kiliselerinden çok uzaklaşmalarını yasaklamak zorunda kalmıştı. Gene aynı kurulun kararlarına göre, eğer Macarlar kiliselerinden çok uzağa giderler­ se, hem 'geri dönmek' hem de bir ceza ödemek zorundaydılar. 6 Böylelikle, yasaklamalardan çok toplumsal değişimler nede­ niyle, çok uzaklara doğru yola çıkılan atlı sefer alışkanlığı artık kaybolmaktaydı. Ö zellikle yazın, hasat endişesi artık talana yöne­ lik büyük göçlerle açık bir şekilde çelişmekteydi. Belki de, uzun zamandan beri yerleşik yaşama geçmiş Slav kabileleri ve Batı'nın eski kırsal uygarlıklarına mensup serfler gibi yabancı unsurların Macar toplumu içinde erimeye başlamış olmaları, hızlanan bir yaşam tarzı değişimine yol açıyor; bu durum da yaşanmakta olan derin siyasal değişimlerle uyum sağlıyordu. Eski Macar toplumunda, küçük kandaş toplulukların veya öyle olduğu sanılan grupların üstünde, aslında sabit nitelikli olmayan ama daha geniş toplumsal gruplaşmaların olduğuna dair elimiz­ de ipuçları bulunmaktadır. "Savaş bir kez bitince" diye yazan Bi­ zans imparatoru Bilge Leon, "klanlar (ytvlı) ve kabileler (