Tüm Hastalıkların Şahı Kanserin Biyografisi [4 ed.] 9786056260483


117 2 14MB

Turkish Pages 537 [562] Year 2020

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Tüm Hastalıkların Şahı Kanserin Biyografisi [4 ed.]
 9786056260483

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

TüM HASTALIKLARIN ŞAHI

KAN s E R İ N

B İ y o G RAF İ s İ

"Mukherjee, okuyucusunun, ele aldığı özneyi yalnızca bir hastalık, bir bilim sel problem ya da toplumsal bir sorun olarak değil, bir karakter -kendisinin de anlatacağı bir hikayesi olan bir düşman - olarak da düşünmesini istediği için bu önemli ve harikulade eseri, bir tarih kitabından çok bir biyografi ola rak nitelendiriyor. Biyolojik süreçlerle ilgili olarak yaptığı son derece canlı ve keskin betimlemeler, tümüyle gelişmiş ve bize tüyler ürpertici biçimde aşina gelen bir karakterde yoğunlaşıyor. 'Popüler bilim' kavramı, böylesi bir başa­ rıyı açıklamaktan çok uzak; çünkü bu, bir edebiyat eseri aynı zamanda." -Observer "Mukherjee, bu kitap ile 'çağımızın büyük anlatıcıları' arasında anılmayı so­ nuna kadar hak ediyor." -Boston Globe

"Güçlü ve iddialı . . . Tıp tarihindeki en olağanüstü öykülerden biri." -New York Times Book Review

"Olağanüstü yazılmış. Tüm Hastalıkların Şahı bizleri güçlendiriyor, bu düş­ manı gerçekten de tanıdığımızı gösteriyor, ve böylece zafere bir adım daha yakınlaştırıyor." -Evening Standard

"Tutkuyla yazılmış bir bilim, politika ve kültür tarihi." -Slate.com

"[Mukherjee] bilimi yalnızca anlaşılabilir değil, nefes kesici hale de getiri­ yor . . . Kendini ister istemez okutturan, beklenmeyecek ölçüde moral verici ve canlı bir öykü bu." -0, Oprah Magazine

"Bu kitabı okumak büyük bir zevk. Tüm Hastalıkların Şahı kitabıyla Mukher­ jee, meslekleri hakkında konuşmaktan öte, yazmaya da muktedir küçük bir doktorlar grubuna ait olduğunu gösteriyor." -TONY JUDT, Savaş Sonrası ve Kötülük Kol Gezerken 'in yazarı "Mukherjee'nin Tüm Hastalıkların Şahı beni nefessiz bıraktı ama kitap bitti­ ğinde hissetiğim şey umutsuzluk değildi. Çünkü eski düşmanımız kanserin artık bir yüzü var." -EMMADONOGHUE, Man Booker Finalisti Oda'nın yazarı

"Hem bilgece hem kuşkucu, hem nesnel hem duyarlı olma özelliğiyle Tüm

Hastalıklann Şahı, çok ender bulunur bir şey; soylu bir kitap." -DAVID RIEFF, Swimming in a Sea ofDeath 'in yazarı

"Tüm Hastalıklann Şahı, olağanüstü bir başarı. Modern bilim ve teknolojinin herhangi bir alanını böylesine zekice ve tutkuyla betimleyip böylesine anla­ şılır kılan fazla sayıda kitap olduğunu söylemek güç."

-New Yorker "Büyük doktor-yazarların oluşturduğu yıldız grubuna yeni bir yıldızı dahil etme zamanı geldi. Kanserin bu dolgun, ilgi çekici, bilimsel ve harikulade tarihini kaleme alan Siddhartha Mukherjee, böylece bu haşmetli grubun içinde kendisine yer edinerek ... Lewis Thomas ve Stephen J ay Gould gibi yazarlarla kıyaslanabilir bir konuma ulaşmış oluyor."

-The Washington Post "Hastalıkların bilimi ve şiirinin birbirine bu bilgece, sürükleyici ve tutkulu kitapta olduğu ölçüde zarafet ve incelikle örülmesi, ender rastlanan bir du rumdur. Mukherjee, titizlikle ortaya çıkarılan bir berraklık, derin bir anlayış ve sevecenlikle, kanserin yıkıntıları içinde gömülü duran o güzellikle dolu umuda parmak basıyor." -ANDREW SOLOMON, ABD Ulusal Kitap Ödülü'ne layık görülen Depresyon Atlası 'nın yazarı "Bu sürükleyici, etkileyici ve dokunaklı kitabıyla Siddhartha Mukherjee, ka­ lemini de ameliyat bıçağı kadar maharetle kullanabilen ender birinci sınıf doktor-yazarlar grubuna katılıyor: Jerome Groopman, Atul Gawande, Ric­ hard Selzer... Yetkin, bilgece ve son derece insancıl bir eser."

-ADAM HOCHSCHILD, King Leopold 's Ghost ve Bury the Chains 'in yazarı " Zarafet dolu ... bir güç ve başarı gösterisi. Tüm Hastalıklann Şahı bir roman gibi okunabilse de ... gerçek insanlar ve gerçek başarılarla, aynı zamanda çok sayıdaki hatalı görüş ve yönlendirmelerle de ilgili. Bu kitap kanser araştır­ maları ve kanser biyolojisini sıradan okura taşımakla kalmayacak, genç araş­ tırmacıları hem heyecanlı hem yürek burkucu ... hem de önemli bir alana çekmede rol oynayacak." -DONALD BERRY, Texas Üniversitesi MD Anderson Kanser Merkezi "Aşkla yazılmış...ve fazlasıyla kapsamlı." -GEORGE CANELLOS, M.D., Harvard Medical School

'domingo TÜM HASTALIKLARIN ŞAHI Siddhartha Mukherjee Özgün ismi: The Emperor Of All Maladies: A Biography of Cancer

© 2010, Siddhartha Mukherjee Türkçe yayın hakları:

© 2012 Bkz Yayıncılık T icaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 46105 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Zeynep Arık Tozar Düzelti: Sumru Ağıryürüyen Sayfa uyarlama: Ayhan Şensoy Kapak uyarlama: Ayşe Nur Ataysoy ISBN: 978 605 62604 8 3 1. Baskı: Eylül 2012 4. Baskı: Şubat 2020 Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad.No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Hararnidere Avcılar 34310 İstanbul Tel: (212)412 17 77

SerrifıkaNo:44451

Bkz Yayıncılık T icaret ve Sanayi Ltd. Şti. Ş ahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt.

No: 4/10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: [email protected]

www.domingo.com.tr

TÜM

HASTALIKLARIN ŞAHI

KAN SERİN BİYOGRAFİSİ

SIDDHARTHA MU K HERJEE

Çeviri: Zeynep Arık Tozar

'domingo

RoBERT SANDLER

(1945-194a)

ile ondan önce ve sonra gelenlere...

Hastalık, hayatın gece yaşanan bölümü, daha zorlu olan yazadür. Doğan herkes, biri sağ/,ıklılann, diğeri hastalann kraUığında geçerli olan çifte vatandaşlık sahibidir. Hepimiz yalnızca sağlık ülkesinin pasaportunu taşımak istesek de, di­ ğerine ait vatandaşlık kimliklerimizi göstermek zorunda kala­ cagımız bir an da, er veya geç gelecektir. -Susan Sontag

İçindekiler

Yazarın Notu

xi

Önsöz

1

Birinci Bölüm: "Siyah Safradan Gelir Kanser"

9

İkinci Bölüm: Sabırsız Bir Savaş

107

Üçüncü Bölüm: "İyileşemezsem Beni Yine de Taburcu Edecek misiniz?"

195

Dördüncü Bölüm: Çözüm, Önlemekten Geçiyor

239

Beşinci Bölüm: "Bildik Varlığımızın Çarpık Sureti"

339

Altıncı Bölüm: Uzun Sürmüş Çabaların Meyveleri

399

Atossa'nın Savaşı

467

Teşekkür

478

Notlar

480

Sözlük

516

Seçme Kaynakça

518

Fotoğraflar

520

Dizin

521

;;ıoı;;ı 'de

dünyada 8 milyona yakın insan, kanserden ölmüş ola­

cak. ABD'de her üç kadından ve her iki erkekten birine, yaşamı­ nın bir döneminde kanser tanısı konacak. ABD'deki ölümlerin dörtte biri, dünyadakilerin de yüzde on beşi, kansere dayandı­ nlacak. Bazı ülkelerde kanser, kalp hastalıklannı da geçerek en yaygın ölüm nedeni konumuna gelecek.

Yazarın Notu

Kanserin tarihini konu edinen bu kitap, bir zamanlar mahrem sayılan ve üzerinde ancak fısıltıyla konuşulabilen çok eski bir hastalığın, öldürücü ve biçim değiştirici bir olguya dönüşümünü anlatmaktadır. Kanserin içinde barındırdığı mecazi, tıbbi, bilimsel ve siyasi güç öylesine etkili ve keskindir ki, ondan sıklıkla çağımızın tanımlayıcı hastalığı; "çağımızın vebası" olarak söz edilmektedir. Bu kitap da, tam anlamıyla bir "biyografi", bu ölümsüz hastalığın zihnine girip kişiliğini anlama, davranışlarını çözümleme çaba­ sıdır. Ancak nihai hedefim, biyografinin de ötesine geçip bir soruyu gün­ deme getirmektir: Gelecek, kanserin yok edilmesi olasılığını barındırmakta mıdır? Bu hastalığı vücutlarımızdan ve toplumlardan sonsuza kadar silip atmak mümkün müdür? Kanser tek bir hastalık değil, birçok hastalıktır. Bu hastalıkların hepsi­ ni "kanser" olarak adlandırmamızın nedeni ise, paylaştıkları bir özelliktir: anormal hücre çoğalması. Biyolojik ortaklığın da ötesinde, kanserin kendisi­ ni gösterdiği çeşitli biçimlerin içinden akıp giden ve hepsini bütünleştiren bu öyküde kültürel ve siyasi temalar da mevcuttur. Bütün kanser türlerinin öy­ külerini tek tek ele almak mümkün olmasa da, en azından bu 4.000 yıllık tari­ hin içinden akan daha geniş kapsamlı temaları vurgulamaya çalıştım kitapta. . Kapsamı ister istemez geniş olacak olan bu proje, aslında daha alçakgö­ nüllü bir girişim olarak başladı. 2003 yazında, asistanlık dönemini ve kanser immünolojisiyle ilgili uzmanlığımı tamamlamış olarak, Boston'daki Dana­ Farber Kanser Enstitüsü ve Massachusetts Genel Hastanesi'nde kanser tıb­ bı (tıbbi onkoloji) ile ilgili ileri eğitim almaya başladım. Başlangıçta niyetim o yılın bir güncesini tutmak, kanser tedavisini siperden göründüğü şekliyle yansıtmaktı. Ama, bu arayış kısa süre içinde daha büyük bir keşif gezisine dönüşmüş, kendimi yalnızca bilim ve tıbbın değil, kültür, tarih, edebiyat ve siyasetin de derinliklerinde yüzerken buluvermiştim. Kanserin hem geçmişi­ ne, hem geleceğine yapılan bir yolculuktu bu. Öykünün merkezinde iki şahsiyet vardır; ikisi de çağdaşımız, ikisi de ide­ alist, ikisi de ABD'deki savaş sonrası bilim ve teknoloji patlamasının ço­ cuğu, ikisi de ulusal çapta gerçekleşecek bir "Kanserle Savaş" girişimi için varını yoğunu ortaya koymuş, gözünü karartmış insanlar. Birincisi, bir vita-

xii

TÜM HASTALIKLARIN ŞAHI

min analogunda, kansere karşı güçlü etki gösteren bir kimyasalın varlığını rastlantıyla keşfeden, modern kemoterapinin babası Sidney Farber; ikincisi ise, Farber'ın onyıllar süren yolculuğunda ona sonradan katılan, efsanevi bir sosyal ve siyasi enerjiye sahip, tanınmış Manhattan sosyete siması Mary Lasker. Ancak Lasker ve Farber, binlerce yıl boyunca kanserle savaşan ku­ şaklar dolusu erkek ve kadının cesaret, hayal gücü, yaratıcılık ve iyimserli­ ğinin vücut bulmuş iki örneğidir yalnızca. Bu, düşmanın her biçimi alabil­ diği, her döneme ayak uydurabildiği ve her yere nüfuz edebildiği askeri bir tarihtir de bir anlamda. Burada da zaferler ve yenilgilerle, kampanya üstü­ ne kampanyayla, gerçek ve sahte kahramanlarla, yaşamda kalma çabası ve direnmeyle karşılaşırız; ve tabii yaralılarla, mahkumlarla, unutulmuşlarla, ölmüşlerle. Sonunda kanser, 19. yüzyıl cerrahlarından birinin, bir kitabın giriş sayfasına yazdığı gibi "tüm hastalıkların şahı, dehşetin kralı" olarak bütün ihtişamıyla savaş alanında belirir. Küçük bir hatırlatma: Herhangi bir keşifte ilk olmanın büyük önem taşıdığı bilim ve tıp dünyasında, mucitlik ya da kaşiflik sıfatı bir biliminsanları ve araştırmacılar topluluğunun takdirine kalmıştır. Bu kitapta da keşif ve icat­ lara ilişkin çok sayıda öykü bulunmakla birlikte, bunlardan herhangi birinin "öncü"lüğüne ilişkin resmi bir iddiada bulunulmamaktadır. Bu çalışma, başka kitaplar, çalışmalar, bilimsel makaleler, biyografiler, anı­ lar ve söyleşilerden büyük destek alınarak hazırlanmış ve Teşekkür bölümün­ de sözü geçen bireylerin, kütüphanelerin, koleksiyonların, arşivlerin ve yazı­ ların sunduğu geniş kapsamlı katkılarla gerçekleşebilmiştir. Ancak teşekkür borçlu olduklarımdan, kitabın sonuna bırakmaya elimin varmadığı bir grup da var. Bu kitap, yalnızca kanserin geçmişine yapılan bir yolculuğu değil, artık yol almış sayılabilecek bir onkolog olarak, yapmış oldu­ ğum kişisel yolculuğu da yansıtmaktadır. Bu ikinci yolculuğu, katkıda bulu­ nan herkesin ve her şeyin ötesinde, kitabı kaleme alırken bana öğretmeye ve esin kaynağı olmaya devam eden hastalarım olmaksızın yapamazdım. Onla­ ra sonsuza kadar borçlu kalacağım. Bu borcun bazı gerekleri de var elbette. Kitapta yer alan öyküler, hastaların özel yaşamı ve saygınlığını zedelememek gibi zorlu bir sorumluluğu da be­ raberinde getiriyor. Hastalıkla ilgili bilgilerin zaten ortaya dökülmüş olduğu durumlarda (daha önceki söyleşiler ya da makalelerde olduğu gibi) hasta­ lardan gerçek isimleriyle söz ettim. Herhangi bir ön bilginin söz konusu ol­ madığı ya da kimlik bilgilerinin gizli tutulmasının istendiği durumlarda ise gerçeğinden farklı isimler ve tarihler kullandım; bu kişilerin izlerini bulmayı zorlaştırmak için de farklı düzenlemelere gittim. Ancak her durumda bunlar gerçek hastalar, gerçek görüşmelerdir. Bütün okurlarımdan, bu kişilerin kim­ liklerine ve çizdikleri sınırlara saygı duymalarını rica ediyorum.

TÜM

HASTALIKLARIN ŞAHI

Önsöz Amansız derde ya amansız deva bulacaksın, Ya hiç dokunmayacaksın·

-William Shakespeare,

Hamlet

Kanser insanlarda başlar, insanlarda sonlanır. Bilim­ sel soyutlamalarla uğraşıp dururken, bu çok temel gerçeği gözden kaçırmak mümkündür. . . . Doktorlar hastalıkları tedavi ederken insanları da tedavi etmektedirler aynı za­ manda. Varlıklarının ve mesleklerinin ön koşulu olan bu ilke ise, bazen onları aynı anda ikifarklı yöne çeker. -June Goodfield

19 Mayıs 2004 sabahı, Ipswich, Massachusetts'te bir anasınıfı öğretmeni ve üç küçük çocuk annesi olan 30 yaşındaki Carla Reed, baş ağrısıyla uyandı. "Öyle herhangi bir baş ağrısı değildi;' diye anlatacaktı sonradan; "başımda bir uyuşma var gibiydi. Bir şeylerin ciddi biçimde ters gittiğini size anında fark ettirecek türden bir uyuşma:· O "bir şeyler", neredeyse bir aydır ters gidiyordu aslında. Carla, Nisan sonlarında sırtında bereler olduğunu fark etmişti. Bunlar bir sabah, uğur­ suz birer işaret gibi ansızın ortaya çıkmış, bir ay içinde de büyümüş ve sırtında harita biçimli izler bırakarak yok olmuşlardı. Dişetleri ise belli belirsiz biçimde beyazlaşmaya başlamıştı. Mayıs'ın başlarına gelindiğinde, sınıfta beş-altı yaşlarındaki çocukların peşinde saatlerce koşmaya alışkın olan o canlı ve enerjik kadın, bir kat merdiveni zor çıkar durumdaydı ar­ tık. Ayağa bile kalkamayacak kadar bitkin olduğu bazı sabahlar, bir oda­ dan diğerine geçmek için evin koridorları boyunca sürünüyordu. Günde

12-14 saat düzensiz bir şekilde uyuyor, uyandığında da öylesine yorgun oluyordu ki, uyumak için kendini yeniden güçlükle kanepeye atmak zo­ runda kalıyordu. • W.

Shakespeare, Hamlet, Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, Remzi Kitabevi,

1965

2

TÜM HASTA L I K L A R I N Ş A H I

Carla v e kocası, o dört hafta boyunca bir pratisyen doktor v e hemşiresine iki kez göründüler; ancak her seferinde herhangi bir test yapılmamış, her­ hangi bir tanı konulmamış olarak dönüyordu Carla eve. Kemiklerinde de bir görünüp bir kaybolan ağrılar ortaya çıkmaya başlamıştı. Doktor ise bir neden bulmaya çalışıyordu. Sorunun migren olabileceğinden kuşkulanarak Carlaya bir de aspirini denemesini söyledi. Ama, aspirin de ancak Carla'nın beyaz dişetlerindeki kanamayı artırmaya yaramıştı. Dışa dönük, insancıl ve kıpır kıpır bir kişiliğe sahip olan Carla, şiddeti bir artıp bir azalan hastalığı karşısında endişeden çok, şaşkınlık duyuyordu. Yaşamı boyunca hiç ciddi biçimde hasta olmamıştı. Hastane onun için soyut bir yerdi; bir onkolog şöyle dursun, herhangi bir uzman doktora bile görünmemişti o güne kadar. Belirtilerini açıklamak için kendi kendine bazı nedenler icat etti: aşırı çalış­ ma, depresyon, sindirim güçlüğü, uykusuzluk. .. Ama, sonunda, içinde bir şeylerin kıpırdanıp kabardığını hissetti; yedinci bir duyu, ona vücudunun içinde ağır ve yıkıcı bir gücün ağır ağır kabarmakta olduğunu söylüyordu.

19 Mayıs'ın öğle sonrasında, Carla üç çocuğunu komşusuna bırakarak kliniğe geri döndü ve kendisine kan testleri yapmaları talebinde bulundu. Doktor, kan sayımlarını incelemek için rutin kan testini önerdi. Ancak Carla'nın toplardamarından kanı alan teknisyenin dikkatini çeken bir şey­ ler vardı besbelli ki, kana yakından bir kez daha baktı. Olması gerekenden daha akışkan, solgun renkli ve sulanmış olduğunu fark ettiği bu sıvının kana benzer pek bir tarafı kalmamıştı. Carla, günün geri kalanını herhangi bir haber almaksızın, bekleyerek ge­ çirdi. Ertesi sabah balık pazarındayken bir telefon geldi. "Yeniden kan almamız gerekiyor" diyordu telefondaki hemşire. "Ne zaman geleyim?" diye sordu Carla, bir yandan da günün işlerini planlamaya çalışarak. Duvardaki saate baktığını hatırlayacaktı sonradan. Alışveriş sepetinin içinde duran somon parçası ılımaya başlamış, fazla bek­ lerse bozulacağını söylemekteydi ona. Sonuçta, Carlanın hastalıkla ilgili anıları sıradan ayrıntılardan oluşuyor: duvardaki saat, otopark, çocuklar, rengi solmuş kanla dolu bir tüp, alınama­ mış bir duş, güneşteki balık, telefonda giderek gerginleşen bir ses. Carla hem şirenin kendisine söylediklerinin çoğunu anımsamıyor; anımsadığı şey, genel bir aciliyet duygusu. "Şimdi gelin'' demişti hemşire; "hemen şimdi gelin:'

21 Mayıs sabahı saat 7'de, Boston'da Kendall Meydanı ile Charles Sokağı arasında gidip gelen hızlı bir trendeyken haberim oldu Carla'dan. Çağ­ rı cihazımda akan cümlenin kesik kesik, duygusuz yapısı, gerçek bir acil

Ö NSÖZ

3

durumla karşı karşıya olduğumu anlamama yetmişti: Carla Reed/Lösemili yeni bir hasta/14. Kat/Lü tfen varır varmaz gelin. Tren uzun, karanlık tünel­ den fırlarcasına çıkınca Massachusetts Genel Hastanesi'nin camlı kuleleri de birden belirivermişti. On dördüncü katın pencerelerini görebiliyordum. Düşündüm ki, o sırada Carla da o odalardan birinde büyük olasılıkla korkunç bir yalnızlık içinde oturuyordu. Odanın dışında hummalı bir fa­ aliyet başlamıştı bile. Kan tüpleri yataklı koğuşla ikinci kattaki laboratuvar arasında mekik dokuyor, hemşireler ellerinde örneklerle oraya buraya koş­ turuyor, "intern"ler' sabah raporları için veri topluyor, alarmlar ötüyor, ya­ zıcılardan çıktılar fışkırıyordu. Hastanenin derinliklerinde bir yerlerde ise bir mikroskop aydınlatılmakta, Carlanın mercek altında duran kanındaki hücreler yavaş yavaş belirginleşmekteydi. Bunlardan üç aşağı beş yukarı emin olduğumu söyleyebilirim; çünkü akut lösemili bir hastanın gelişi, her seferinde bir ürperti dalgasının bütün hastane boyunca yayılmasına neden olur; üst katlardaki kanser koğuşla­ rından, bodrum katının derinliklerine gömülü klinik laboratuvarlarına ka­ dar. Lösemi, kanserleşmiş akyuvarlar için kullanılan terimdir ve kanserin en tahripkar, en şiddetli kimliklerinden birini temsil eder. Hemşirelerden birinin yatan hastalara sıklıkla hatırlattığı gibi, bu hastalıkta "kağıtla oluşan kesik bile, acil bir durumdur:' Lösemi, eğitim görmekte olan bir onkolog için de özel bir kanser türüdür. İlerleme hızı, keskinliği, soluksuz bırakan ve acımasızca genişleyen etki ala­ nı, sıklıkla hızlı ve köklü kararlar almayı zorunlu kılar. Bütün sistemlerin kalp, akciğer, kan- bıçak sırtında çalıştığı lösemiyi "yaşamak" da, gözlemek de, tedavi etmek de dehşet verici birer deneyimdir. Hemşireler, öykünün bilmediğim yönleri hakkında aydınlatmıştı beni. Carla'nın doktoru tarafından istenen kan testlerinde, alyuvar sayımı önemli ölçüde düşük, normalin üçte birine karşılık gelen bir değer vermişti. Kanı, normal akyuvarlar yerine milyonlarca büyük ve kötü huylu akyuvarla; kan­ ser dilinde "blast"larla dolup taşmaktaydı. Sonunda doğru tanıyı koyabilen doktoru, onu doğruca Massachusetts Genel Hastanesi'ne göndermişti.

Carlanın odasının dışındaki uzun, çıplak, sulandırılmış çamaşır suyuyla yeni silindiği için de yerleri pırıl pırıl parlayan koridorda durmuş, kanı­ na uygulanacak testler listesini gözden geçiriyor ve onunla yapacağım ko­ nuşmayı zihnimde tekrarlıyordum. O sırada pişmanlıkla fark ettim ki, ona

• genelde rotasyonla hastane birimlerinde klinik uygulamalara yönlendirilen son sınıf tıp öğrencileri, Ç.N.

4

T Ü M HASTALI K L A R I N Ş A H I

duyduğum sempatinin bile planlı ve robotsu bir yanı vardı. Onkolojideki ileri uzmanlık eğitimimin (kanser uzmanlarına ileri eğitim vermek ama­ cıyla düzenlenen iki yıllık yoğun ve geniş kapsamlı bir program) onuncu ayındaydım ve düşülebilecek en alçak noktaya kadar düştüğümü hissedi­ yordum. Anlatamayacağım kadar acıyla ve güçlüklerle geçen o on ay bo­ yunca, sorumluluğum altındaki düzinelerce hasta hayatını kaybetmişti. Ölüm ve acıyı artık yavaş yavaş kanıksamaya başladığımı hissediyordum; sürekli aldığım duygusal darbelere karşı aşılanmış gibiydim. Hastanede benim durumumda yedi kanser uzmanı daha vardı. Kağıt üstünde epeyce görkemli bir güce sahip görünüyorduk: Toplamda beş tıp okulu, dört eğitim hastanesi mezuniyeti, 66 yıllık tıbbi ve bilimsel eğitim, 12 de mezuniyet sonrası derecesi sahibiydik. Ancak ne harcanan yıllar ne de onca derece hazırlayabilirdi bizi bu eğitim programına. Öğrencilik, in­ ternlik ve asistanlık dönemlerinin hem fiziksel hem de duygusal açıdan yo­ rucu olduğu, bir gerçekti; ama, ileri uzmanlık programının ilk birkaç ayı, bütün o geçmişi çocuk oyuncağı ya da tıp okulunun anasınıfı gibi gösterip, her şeyi unutmamıza yetmişti de artmıştı bile. Kanser, bizim de yaşamımızı tümüyle ele geçirmişti. Hayal gücümüzü, anılarımızı işgal etmiş, her konuşmamızın, her düşüncemizin içine işlemiş­ ti. Ve eğer doktorlar olarak bizler, hayatımızı kanserin içine gömülmüş ola­ rak yaşıyor idiysek, hastalarımızın, kendi yaşamlarının ellerinden tümüyle alındığını hissetmeleri kaçınılmazdı. Aleksandr Soljenitsin'in Kanser Koğu­ şu romanında, kırklı yaşlarında ve enerjik bir Rus olan Pavel Nikolayeviç Rusanov, boynunda bir tümör olduğu ortaya çıkınca, dondurucu Kuzey bölgesindeki isimsiz bir hastanenin kanser koğuşuna apar topar gönderi­ lir. Kendisine konulan kanser tanısı (hastalığın kendisi değil, tanısı; yani varlığını doğrulayan damgası), Rusanov için bir ölüm cezasına dönüşür. Hastalık, onu kimliğinden eder; üzerine bir hastane giysisi (yıkıcı ve aşa­ ğılayıcı etkisi bakımından hapishane giysisinden geri kalır yanı olmayan, trajikomik bir kostüm) geçirir ve her hareketi üzerinde mutlak hakimiyet kurar. Kendisine kanser tanısı konması, Rusanov'un keşfettiği üzere, sınır­ ları olmayan tıbbi bir çalışma kampına adım atmak demektir; üstelik bu­ rası geride bıraktığından çok daha tahripkar ve felç etkisi çok daha yüksek bir kamptır. (Soljenitsin, totaliter işleyişi abeslik düzeyine varan bu kanser hastanesiyle, aynı ölçüde abes bir totaliter dış dünya arasında paralellik kurmak niyetini taşımış olabilir; ancak bir keresinde "invazif"" rahim ağzı kanseri tanısı konmuş bir kadına bu paralellik hakkındaki düşüncelerini sorduğumda bana verdiği yanıt, acı biçimde şöyle olmuştu: "Ne yazık ki bu kitabı okurken herhangi bir metafordan yardım almam gerekmedi. Kanser • yayılan, nüfuz eden anlamında, Ç.N.

Ö NSÖZ

5

koğuşu, zaten beni tutsak almıştı; burası zaten benim hapishanemdi:' Kanser hastalarına hizmet etmeyi öğrenme dönemindeki bir doktor ola­ rak, bu tutsaklık hakkında yalnızca kısmen fikir sahibi olabilmiştim. Ama, kavramın çevresinden teğet geçerken bile gücünü hissedebiliyordum; her şeyi ve herkesi kanserin yörüngesine çeken o yoğun, ısrarcı, çekimsel gücü. Programı yeni tamamlamış bir meslektaşım, ilk haftamda beni kenara çe­ kip biraz öğüt verdi: "Bunun 'derin' bir eğitim programı olduğunu söylü­ yorlar" dedi sesini alçaltarak. "Ama, 'derin' sözcüğü ile kastettikleri, aslında boğulduğun suyun derinliği. Bunun, yaptığın her şeyin içine girmesine izin verme. Hastane dışında da bir yaşam bul kendine. Buna ihtiyacın olacak. Yoksa yutulup gidersin:' Ancak, yutulmamak imkansızdı. Neon projektörlerle aydınlatılmış so­ ğuk, betondan bir kutu görünümündeki hastane otoparkında, vizitlerimi tamamlayıp dışarı çıktığım her akşamın sonunu sersemlemiş olarak ve an­ lamsızlık içinde getirirdim. Günün olaylarını güçlükle yerlerine oturtmaya çalışırken, arabanın radyosu da bir yandan kendi kendine cızırdıyor olurdu. Hastalarımın öyküleri beni içlerine çekip tüketiyor, verdiğim kararlar ise beynimde dönüp duruyordu. Aldığı hiçbir ilaca şimdiye kadar yanıt verme­

miş 66 yaşındaki akciğer kanserli eczacıya, yeni bir kemoterapi turu daha at­ tırmaya değer miydi? Hodgkin hastalığı tanısı konmuş 26 yaşındaki kadına, test edilmiş ve gücü kanıtlanmış bir ilaç bileşimi verip, onu doğurganlığından etme riskine girmek mi daha iyiydi, yoksa doğurganlığını koruyacak, ama, henüz kanıtlanmamış bir ilaç grubunu vermek mi? İspanyolca konuşan üç çocuk sahibi, kalın bağırsak kanserli kadını, onay formlarının resmi ve an­ laşılmaz dilini doğru dürüst çözemezken, yeni bir klinik deneye kaydetmek doğru olur muydu? Kanserle günü gününe uğraşma telaşına dalmış biri olarak, hastalarımın yaşamlarını ve kaderlerini yalnızca belirgin hatlarıyla görebiliyordum; tıpkı kontrast ayarı fazla kaçmış bir televizyonu seyreder gibi. Ekrandan geriye yol alıp büyük resmi göremiyordum bir türlü. Bu deneyimlerinin, kanserle girişmiş oldukları çok daha büyük bir savaşın yalnızca bir bölümü oldu­ ğunu sezgisel olarak bilmeme karşın, savaşın sınırları erimim dışındaydı. Tarihe karşı bir aceminin duyacağı açlığı duyuyor, ama, onu düşlemlemekte de bir aceminin beceriksizliğini sergiliyordum.

Ancak o iki yılın tuhaf kasvet ve yalnızlığından çıkmaya başladıkça, kan­ serin o daha kapsamlı resmiyle ilgili sorular, kafamı büyük aciliyetle kur­ calamaya başladı. Kanser kaç yaşındaydı? Bu hastalıkla giriştiğimiz savaşın

6

TÜM HASTA L I K L A R I N Ş A H I

kökleri neredeydi? Ya da, hastaların da bana sıklıkla sorduğu gibi, kanserle "savaş"ın hangi aşamasındaydık? Buraya nasıl gelmiştik? Bu savaşı kazan­ manın bir yolu gerçekten var mıydı? Bu kitap da, işte bu soruları yanıtlama girişimi sonucu ortaya çıktı. Karşı karşıya durduğum bu biçim değiştirici hastalığın kendisine bir biçim vere­ bilme umuduyla kanserin tarihine gömülerek, şimdiyi açıklamada geçmiş­ ten yararlanma yöntemine başvurdum. Meme kanseri III. evreye ulaşmış 36 yaşındaki bir kadının yalnızlığı ve öfkesi, hastalıklı memesini bir kumaş­ la gizlerken birden nihilistik ve sezgisel bir çılgınlıkla tümörü bir köleye bıçakla kestirttiği tahmin edilen Pers kraliçesi Atossa'da cisimleşmişti. Has­ talardan birinin, kanserli midesini (bana söylediği üzere, "ortada hiçbir şey bırakmamacasına") kesip çıkarma arzusu, kusursuzluk saplantısı içindeki 19. yüzyıl cerrahı William Halsted'i anımsatıyordu. Halsted, daha fazla kes­ menin, daha iyi bir tedavi anlamına gelebileceği umudu içinde, kapsamını giderek genişlettiği ve giderek daha biçim bozucu hale gelen ameliyatla­ rıyla kanseri yontup atma yaklaşımını benimsemişti. Kanserle ilgili olarak yüzyıllar içinde beliren tıbbi, kültürel ve mecazi çıkarımların oluşturduğu kesişim alanı altında, hastalığın biyolojisine ilişkin bir anlayış da yavaş ya­ vaş ortaya çıkmaktaydı. Bu, onyıldan onyıla, genellikle de köklü biçimde evrilen bir anlayıştı. Kanser, şimdi biliyoruz ki, tek bir hücrenin kontrolsüz büyüyüp çoğalması sonucu gelişen bir hastalıktır. Bu büyüme, sınırsız hüc­ re çoğalmasını tetikleyen genleri seçici biçimde etkileyen DNA değişimleri, yani mutasyonlar tarafından kışkırtılmaktadır. Normal bir hücrede hücre bölünmesi ve hücre ölümü, güçlü genetik devrelerce düzenlenir. Kanser hücresinde ise bu devrelerde kopukluklar oluşmuş, bu da kendi çoğalması­ nı engelleyemeyen bir hücrenin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Görünüşte bu ölçüde basit bir mekanizmanın (frenlenmemiş hücre ço­ ğalması) böylesine korkunç ve çok yüzlü bir hastalığın merkezinde olması, hücre çoğalması sürecinin akıl almaz gücünün bir göstergesidir. Hücre bö­ lünmesi, birer organizma olarak büyümemizi, uyum sağlamamızı, iyileş­ memizi, onarım yapmamızı, sonuçta yaşamamızı mümkün kılar. Çarpıtılıp denetimsiz hale getirilen bölünme süreci ise kanser hücrelerinin büyüyüp çoğalmasını, gelişmesini, uyum sağlamasını, iyileşmesini ve onarım yap­ masını; sonuçta bizim yaşamımız pahasına yaşamalarını sağlar. Kanser hücreleri diğerlerinden daha hızlı çoğalır, koşullara daha iyi uyum sağlar. Bizlerin, kusursuzluğa daha yakın birer sureti gibidirler. Bu durumda kanserle savaşmanın sırrı, sözü edilen mutasyonların, bun­ lara duyarlı hücrelerde gelişimini önlemek; ya da normal hücre büyüme­ sinden fedakarlık etmeksizin mutasyonlu hücreleri ortadan kaldırmanın yolunu bulmaktır. Bu cümlenin basit içeriği, gerektirdiği çalışmanın muaz-

ÖN S Ö Z

7

zam boyutlarıyla tezat oluşturur. Kötücül ("malin") büyüme ile normal bü­ yüme genetik bakımdan öylesine iç içedir ki, bunları birbirinden ayırmak, türümüzün karşı karşıya olduğu en önemli ve zorlu bilimsel atılımı temsil ediyor olabilir. Kanser, genomlarımıza işlemiş durumdadır: Normal hücre bölünmesini zora sokan genler, vücudumuza yabancı genler değil, normal hücrelerde yaşamsal işlevler üstlenen genlerin ta kendilerinin, değişime uğ­ ramış, çarpıtılmış birer suretidir yalnızca. Kanser toplumlara da vurmuştur damgasını: Bir tür olarak yaşam süremizi uzatmakla, kötücül büyümeyi de ister istemez teşvik etmiş oluruz (kanser genlerindeki mutasyonlar, yaşlan mayla beraber birikir; kanser, bu nedenle özünde yaşla ilintilidir). Sonuçta biz ölümsüzlüğün peşinde koştukça, kanser hücresinin yaptığı da -biraz sapkın biçimiyle de olsa- aynı şey olacaktır. Gelecek kuşakların, normal büyümeyle kötücül büyümenin birbirine sa­ rılı iplikçiklerini ayırmayı tam olarak nasıl öğrenecekleri konusu, şimdilik bir sır. (20. yüzyıl biyologu J. B. S. Haldane'in sıklıkla söylediği gibi "evren, tahmin ettiğimizden daha tuhaf olmakla kalmaz; tahmin edebileceğimizden de daha tuhaftır:' Aynı düşünce tarzı, bilimin kendisi için de geçerlidir.) Ama, kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki, öykü nasıl bir yola girerse gir­ sin, geçmişin kalıcı atılımlarından izler taşıyacak, bunun da ötesinde, bir yazarın, insan hastalıkları arasındaki "en acımasız ve sinsi düşman" olarak betimlediği kansere karşı verilen savaşta, bir yaratıcılık, direnç ve azim öy­ küsü oluşturacaktır. Ama, kibir, küstahlık, paternalizm, yanlış algılama, boş umut, yanılgı unsurları da çok olacaktır öyküde. Ve hepsi de, daha 30 yıl kadar önce çokça kişi tarafından birkaç yıl içinde "iyileştirilebilir" hale ge­ leceği düşünülen bir hastalığa yönelmiş biçimde.

Havası sterilize edilmiş çıplak hastane odasında, Carla da kendi savaşını sürdürmekteydi kanserle. Odaya girdiğimde, üzerinde tuhaf bir sakinlik, yatağının üstünde oturmuş, tam da bir öğretmene yakışacak biçimde notlar alıyordu. ("Ne notu!" demişti bana daha sonradan; "ben yalnızca kafamdan geçen düşünceleri tekrar tekrar yazıp duruyordum:') Uçaktan indiği gibi hastaneye gelen kırmızı ve yaşlı gözlü annesi, hızla odaya daldıktan sonra pencere kenarındaki bir sandalyeye oturarak ileri geri sallanmaya başladı. Carla'nın çevresinde süregelmekte olan kargaşa artık birbirine kaynaşmış, bulanık bir faaliyetler dizisi halini almıştı: ellerinde birtakım sıvılarla içeri girip çıkan hemşireler, beyaz önlüklü, maskeli internler, toplardamarlarına damla damla verilmek üzere serum askılarına takılan antibiyotikler... Durumunu elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Önünde uzanan gün

8

T Ü M H A S TA L I K L A R I N Ş A H I

boyunca testlere girecek, bir laboratuvardan diğerine sürüklenecekti. Ben bir kemik iliği örneği alacaktım, patologlar da başka birtakım testler yapa­ caklardı. Ama, ilk testler, Carla