Peri Bacaları [4 ed.] 9754330212


131 61

Turkish Pages 240 [241] Year 1990

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Peri Bacaları [4 ed.]
 9754330212

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

VASAR

)> ı{J)

KEMAL

..

,.

Peri Bacaar r

���� toı

._.



��

toros yayınlan

YAŞAR KEMAL •

Peri Bacalarr

@

Yayın hakkı : Yaşar Kemal Türkiye'de yayın hakkı: Toros Yayınlan Dördüncü baskı Toros Yayınlan, İstanbul 1990 Kapak resmi: İsa Çelik Dizgi ve baskı: Teknografık Matbaacılık A.Ş. 077 ISBN 975-433-021-2

TOROS YAYlNlARI Nuruosmaniye Cad. Atasaray Han 37/406, 34440 Ca�alo�u-İstanbul 522 23 76

VASAR KEMAL Peri Sacalan . Bu Diyor Boştonboşa



-

ilali! toros yayınlan

1

DiYARBAKlR Diyarbakır . akrepler şehri, gül şehri, karpuz şehri. Diyarbakır yeni yapılacak otelleri, eşsiz

tabiatıyla

turist şehri... Diyarbakır tezatlar şehri. İnsan birden irkiliveriyor. Atom bombası bu şehre düş· müş sanki. Yer yer taş yı�ınları, harabeler. Diyarbakır pas tutmuş. Diyarbakır, eski, çok eski bir demir kadar paslı. İlk bakışta böyle ya, insan aldanıyor. Sonra ayılıp ısınıyor

yavaş yavaş

Diyarbakıra, anlıyor ki iş böyle de�il.

Bu şehir kılıf içinde. Bu şehir kendisini öylesine gizle­ miş ki, tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek isti­ yor, teriemek istiyor. Bu şehri kılıfından soyup mahremiye­

tine girmeli. Bu iş zor iş ya, deler. Bunu yapabildin mi bü­ yülendin demektir. Diyarbakır seni

büyülemiştir, kurtuluş

yok. İki Diyarbakır var: Biri surun içindekf eski, öteki surun dışındaki yeni Diyarbakır. Eski Diyarbakır, mimarisi, evleri, kahveleri, sokakları, caddeleri, giyinişi, velhasıl her haliyle, surları kadar eski. Evler... Kara, kirli, yıpranmış bazalttan

yapılmış, ke­

merleri, kafesleri «ca�» denilen demirlerle örülmüş pence­ releri, iki kat, toprak damlı evler. Bu evlerin içlerinde . çok Diyarbakıra geldi­

eskileri, ünlüleri var. Dördüncü Murat

linde bu evierden birinde kalmış. Daha terütaze duruyor.

5

dün yapılmış gibi. Sonra Behram Paşanın evi diyorlar, bir ev var, şimdi otel olarak kullanılıyor, hayran olmamak el­

den gelmiyor. Kemerierin en güzeli bu evlerde.

Damların üstünü diz boyu ot ve kır çiçekleri bürümüş. Bu sebepten, pek az aAaç olmasına raAmen, bütün şehir te­ peden tırnaita yemyeşiL Dışı bu kadar. Belki de pek bir şey söylemez. En genişi dört adım gelen sokaklardan geçerken

efkar basacaktır.

Ama durunuz. Bu erken. Korkmadan önünüze gelen herhan­ gi bir kapıyı çalmalısınız. Kapı hemen açılır. Kapıyı açan, ço�u kara gözlü, esmer bir kadındır. ilkin afalla!'. Yabancı oldu�unuzu anlayınca buyur eder. Diyarbakır artık

kılıfm­

dan çıkmıştır. Diyarbakır bütün sıcaklıAı. samimiyeti, gü·

zelliği ile gözünüzün önündedir. Evin bir avlusu vardır.

Burada «havş� diyorlar. Avlu­

nun ortasında küçücük bir havuz vardır. Havuzun dörtr ya­ nına, bütün avluya türlü türlü, renk renk güller ekilmiştir, gülden geçilmez. Ev denebilecek evlerin hepsi de aynı min­ va! üzeredir. Nereye gitsen gül... Her yan gül. Mardinkapıda Millet Parkı var. Parkta gülden başka hemen hiçbir Göz alabildiAine gül. Bütün

şehir gül kokuyor.

çiçek yok. Satıcılar,

başlarında ta�laları, baAıra baAıra gül satıyorlar. Bir tane­ si, bir köylü, gül sergisi yapmış, bir destesi beş kuruşa... Koca bir top gül beş kuruşa. Sordum. Köyden getirmiş bu gülleri. Bu akrepler payitahtı, gül şehridir, kahvehaneler şehri­ dir. Her adımda bir kahvehane ... Ne kadar da çok! Yalnız bu kahveler başka şehirlerin kahvelerine benzemiyor. Bun­ lar başka türlü, çok şirin. Her kahvenin bir avlusu var. men ekilmiş, güller donatılmış bir avlu.

Çi­

Avluda, güllerin

yanında, havuzun başında dört karış yüksekli�inde masalar. Iki karış yüksekliğinde, kürsü denilen, oturakları balıkçı ağı gibi iple örülmüş iskemieler ... Karşılıklı

oturulup kahve,

çay içilir. Bazı kahveler çayı demlikle getiriyor. Bu kadar çok ·kahve! Kahveler tıklım tıklım dolu. Sebebini sordum, iş­ sizlik, dediler.

Okuyucularım, dostlarım,

içinizden birinin yolu Diyar­

bakıra u�rar da Mardinkapıdaki Salus Parkı kahvesine git­ ·

mez, bir yorgunluk kahvesi içmezseniz, vebalim boynunuza olsun. Kahveci sizin yabancı oldu�unuzu anlayınca bir top da gül ikram edecektir. Diyarbakır caddeleri, cadde denilir mi bilmem, bir alem. ,Şehrin en kalabalık caddesi Gazi Caddesi, günbatıdan gün­ doğuya uzanıyor. Kaldırımsız, e�ri büğrü... Bu cadde ikindi üstleri çok kalabahklaşıyor. Bütün şehrin halkı bl'raya yı­ �ılmış sanırsın. Bir köylü kadın gördüm. Bu kalabalık

caddenin orta·

sından, elindeki çoraba gözünü dikmiş, ıssız bir yolda yürür­ cesine, oralı değil, öre öre gidiyordu. Burada çok az otomobil var. Şehri faytonlar, develer, katırlar dolduruyor. Bir bakıyorsunuz, çanlı bir deve katarı salıria salma Gazi Caddesinden, pırıl pırıl bir otomobilin ya­ nından geçip gidiyor. Şehirde boyuna oraya buraya yüklü, çanh eşekler, ka­ tırlar, beygirler gidip geliyorlar. Çan da ziynetleri. Sordum,. meğer bunlar, Dicleden inşaatlara kum taşıyorlarmış. Tor­ balarla, çuvallarla kum ... Garibime gitti. Diyarbakırda sokakta pek az kadın var. Gördügüm dınların da hemen hepsi çarşaflı ve peçelL. Kara

ka­

çarşaf...

Bu da .yeni demokrasimizin kaplarından biri olsa gerek. Di­ yarbakır caddelerinde kadınlarda kara çarşaf ve peçe, er­ keklerde şalvar. Dilenci dolu. Her köşebaşında kör, topa!, çolak bir di­ lenci. .. Kadın, çocuk dilenciler. Dilencinin türlüsü. Sabahın saat dördünde uyanın, beşinde

uyanın, çıkın

Diyarbakır sokaklarına, üstleri başları yırtık, sararmış yüz­ lü, çoğu ihtiyar bir bölük kadın göreceksiniz. Ellerinde sü­ pürgeler, . başlarında da bir belediye memuru. Habire sü pü­ rüyorlar. Ortalık toz duman içinde. Ferman okunmuyor der­ ler ya. İşte böyle. İlk geldiğim gün ya�_mur yağmıştı. Bu ka­ dınları şehrin sel sularını süpürürken görmüş, şaşırmıştım. Sonra iş anlaşıldı: Bunlar belediye tanzifat arneleleri imiş­ ler.

7

Her yerde oldulu gibi, evet her yerde

biraz böyledir

ama, burada bambaşka: Kenar mahallelerden söz açmak is­ tiyorum. Surun etrafını baştan sona dolaşınca, Diyarbakırda mahalle delil, bütün vasıflarıyla çok geri bir dolu köyünün karşısında bulundulunuzu görürsünüz. Surun

bitişilindeki

çeşmelerde çamaşır yıkayan kadınları, çırılçıplak olmuş ço­ cukları, otlayan koyun, inek, eşek, beygiriyle, yıkılmış, top­ rala gömülü penceresiz evleri, evlerin

önlerine, surların

diplerine dökülmüş gübreleriyle, solgun, kirli, yırtık esvaplı insanlarıyla geri, çok geri bir doğu köyünde oldulunuzu gö­ rürsünüz. Yeni şehre gelince, günbatıda, surların dışında, istasyo­ na dojtru inşa edilmiş ve ediliyor. Yeni şehirde tam mana­ sıyla modern bir şehir karşınızdadır. Burası gittikçe genişliyor. Eski şehrin

aksine, burada

boyuna yeni inşaat var. Birkaç yıl sonra sur içi şehir, bura­ sının bir mahallesi gibi kalacak. Öyle geniş tutulmuş. Diyarbakır bu sebepten bütün özellikleriyle doğu şehri, bütün özellikleriyle modern şehirdir. Diyarbakır akrepler şehri, gül şehri, pis pis kokan han­ lar şehri, karpuz şehri, Diyarbakır surları, mimarisi, cami­ leri, sanat abideleri, yeni yapılacak otelleri. eşsiz tabiatıy­ la turist şehri... Diyarbakır tezatlar şehri.

DiCLE

K.IYILARI

Tamam c40 günü say• karpuz olmU§tur.

dağ gibi.

senin kadar olmuştur.

Dicle kıyıları Diyarbakır şehrinin geçim kaynaklarından biridir. Belki de başta gelenidir. Kıyıların toprağı, ovaya bakarak daha verimlidir. Ova­ da verim bire yediyi, sekizi geçmezken, burada onu, on beşi bulur. Köyler de ovaya göre Dicle vadisinde daha çoktur. Şehrin bahçelerinin hemen hepsi Dicle kıyılarına düşer.

8

Bol miktarda da sepze ekilir. Diyarbakırın ipe�ini besleyen dutların hemen hepsi de bu kıyılardadır. Dicle, Diyarbakırda bölük bölük olmuştur. Beş koldan, altı koldan yürüyor. Suyun Diyarbakırda yayılması çok işe yarıyor. Yazın sular çekilince, işte o bildi�imiz Diyarbakır karpuzları, bu çekilen suyun yerine, kumluklarına ekiliyor. Dünyanın hiç bir yerinde Diyarbakır karpuzu btlyüklü­ �ünde karpuz elde edilemiyar. Niçin Diyarbakırda da başka yerde de�il? Bu bir sır mı? Yok böyle bir şey. Burada kime sorarsan sor. karpuzcu olsun olmasın, bu karpuzların nasıl ekildi�ini size söyleyiveriyor. Biri şöyle anlattı, ama bu bir karpuzcu. İnce kuru yüz­ lü, yana�ında şark çıbanı izi olan bir adam. .

«Gardaş,» dedi, «karpuz ekilecek kumluk

Birisi suyun işgal edip de, yazın çekildi�i yer.

iki türlüdür. Buna Kılıç

derler. Öteki de asıl Dicle kenarları. Karpuz Kılıç denilen yerde daha iyi olur. Karpuz ekilecek yer dümdüz ve çakıllı olmalıdır. Ama ufak çakıllı. Burası iki kürek boyu uzunlu­ �unda, yani bir buçuk metre, iki kürek a�zı genişli�inde, ya­ ni yarım metre su çıkıncaya kadar kazılır.

Kazılan yere

kuyu derler. Kuyunun, biri başucunda, biri de ayak ucunda iki yastık bırakılır. Yani bu yastıklar su çıkmamış toprak­ tır. Yastıklara üçer tane fide dikilir. Ekildiğinin ikinci gü­ nünde yanmış, yani eski hayvan gübresiyle gübrelenir. Bir hafta sonra da hayvan ve güvercin gübresi kumlu mille ka­ rıştırılarak verilir. Bu zaman içinde kuyunun içindeki su ku­ rumuştur. Birkaç sefer daha gübre verilir. Tamam. Kırk günü say. Karpuz olmuştur. Da� gibi. İnan be�im senin ka­ dar olmuştur. Aha böyle böyle.» Sonra Amerikalıların Diyarbakır karpuzu

gibi karpuz

yetiştirme�e çahştıklarını, fakat başaramadıklarını söyledi. «Kimse yapamaz,» dedi. Gözlerine baktım: «Niçin? Bu bir sır mı'!»

«Gardaşım,» dedi, «senin neyine gerek . Karpuz mu eke­

ceksin?»

Sır Diclenin mi?

Dicle kıyılarına «hülle:l) denilen, kamıştan kulübeler ya­ parak, yazlı�a, karpuza çıkıy()rlarmış. «Hülle, dedin, tüm kamıştan mı? Yağmur yağınca haliniz nice olur?» illiyarbakıra yazın yağmur yağmaz,» dediler. «Hiç mi?» «Hiç!» Diclede kelekler var. Egilden Diyarbakıra odun taşıyor bu kelekler.

Yapılışları çok ilginç: bir kelek, , birçok ko­

yun derisinin şişirilerek bir araya getirilmesinden meydana geliyor. Sonra iki kürek takılıp bırakılıyor suyun akıntısına. Bir kelekte 64-72-80-77 tuluk var. Her kelek üç, dört ton

odun taşıyor.

Dicle yatağını en derin oymuş sulardan biridir. Çok de­ rinlerden akıyor.

DİYARBAKIRIN TAŞI TOPRAGI Sabahın çok erken saati... Sokaklarda kimsecikler yok... Yalnız kum taşıyan katırların çanlarının sesi ortalı�ı doidu­ ruyor. Yazlık kahvelerden birine giriyorum. Günün ucu surla­ rın üstünden görünüyor. Yanımdaki gül a�acının gün vurdu. Yaşlı bir zatla merhabalaşıyoruz.

tepesine_

Bir emekli

imiş, konuşuyoruz. Bir aralık, bir «dert» sözü çıktı ağzımdan. Sözüm ağzımda kaldı.

Saçı başı apak, yaşı altmış, adı da Zeki. Sonra oradaki arneleler söze karıştı. Ta Bingölden gelmişler. «Kırk beş gündür buraya gelmişek, ancak karnımızı çı­ karıyoruz. Evden de para bekliyorlar. Biz gene iş bulduk. İş yok. Hep sürünüyorlar öteki hemşeriler.» Diyarbakırda köylü kılıklı kimi gördümse,

kiminle ko­

nuştumsa işi yok, iş arıyor. Elazı�dan gelmişler.

Bitlisten,

Bingölden, köylerden gelmişler. Diyarbakırda öbek öbek yalınayak. başı kabak, yırtık es­ vaplı insanlar ...

DİYARJBAKIR TO�DUMAN Ne yapalım? Bu yazıya bundan uygun başlık bulama­ 'dım. Gerçekten toz toprak içinde Diyarbakır.

Caddelerden,

sokaklardan, evlerden toz fışkırıyor. Bu, neden? Eskiliitinden mi? Belki bunun da rolü var. Düşünüyorum. Bu şehirde belediye denilen şey, hiç mevcut olmuş mudur? Mevcut olmuşsa ne yapmış, Belediye bu şeh­ re ne yapmış? İşte bu işe akıl erdiremedim gitti. Şimdi de,

bir belediye yoktur dersem, işi pek büyütmüş olmam sanıyo­ ·

rum. Bakın gördüklerimi sırasıyla yazayım. O zaman göre­

ceksiniz ki, burada Belediye, belediyecilik bakımından ken­ ·dini pek öyle hissettirmiyor. · Sokaklar, caddeler, şehrin kenarları daha önce de do­ kunduitum gibi, pislik ve gübre içinde. Belki temizlik va�mur­ dan yaitmuradır.

-Tanzifat işçileri olan kadınlar kusuruma

kalmasınlar. Onları anam kadar sevebilirim.-

Şu günlerde

ah! Bir ya� mur yağsa... Tozdan bo�uluyor adam... Sebze hali. Allahlık. Yere, öbek öbek soitan, marul, tür­ lü türlü sebzeler sermişler. Alışveriş... Bu hale kimsenin de aldırdıitı yok. 13

Sonra sokaklarda sebze sergileri. Tam kaldmının üstüne. Kaldırım oldu�una bin şahit ister ya, neyse, döşemişler. Her sergiyi kirli, gözleri trahomlu, bir kadın, bir çocuk, bir ihti­ yar bekliyor. Rızk kapısı. Böyle marul satan bir kadınla konuştum. İki çoçuğu, bir de ihtiyar kocası varmış. Günde bir lira kazanıyor. Her sözün başında: «Ah,» diyor, «Belediye bana bir hadernelik verse.» Hanlar var, yıkılmış, on metreden adamın burnunun direğini sızıatacak derecede pis bir koku salan, içine balık-is­ tifi gibi eşek, katır, deve, beygir, koyun doldurulmuş han­ lar. Bir bataklık ne kadar pis, ne kadar cıvıksa, işte bu han­ ların içi de öyle. Burada konaklayan hayvanıara yazık. Bu hanlarda hayvanlarıyla birlikte insanlar da yatıyormuş. «Yatak,» dedim, OÖAN YOLCU

Kamanı geçtik. Ak. çiçekler içindeydi Kaman. . . Toprak yemyeşildi. Sonra Kırşehir. Kırşehir ballık bahçelik . . . Taze Kırşehir topraklarında bahar tütüyordu. Kırşehirde Dadalo�lunun bir türküsü aklıma geldi : Biter Kırşehirin gülleri biter Kırşehirde bir saat mola verdik. Kırşehir yarı köy. yarı kasaba . . . Ama şirin, akça pakça . . . Kırşehir özüne bir ateş saçtınl Yanar oylum oylum duman görünür. Kırşehir yanmıyordu ama, ben oylum oylum, babarı tü­ ter gördüm Kırşehirde. Bindilimiz otobüsün adı «Sürmeli Ceylan» Otobüsün önünde büyük harflerle «Yolun açık olsun• yazılı ve içinde türlü türlü ayetler asılı. Giderken bir tuhaf gürültü çıkarı­ yor. Üstelik bir de salianıyor ki ; aman Allah ! «Sürmeli Cey­ lan»ın yolcuları hep köylü. İki elleri dizlerinde, hürmetlice oturuyorlar. Kırşehirden ötede, bir kadınla iki erkek bindi. Arkada bir yere oturdular. Erkekler, yırtık pırtık urbalar içindeydisı

ler. Ve kadın sararmıştı, gebe�di. Kendisini çekemez bir hali · vardı. Birkaç köy geçtik. Köy çpcukları otobüsü

görmek için

yol boyuna çıkmışlardı. Yollar uzundu ve güneş vardı top­ rakta. Otobüse vuran

J.Üneş

şavkıyordu. Yollar bozuk. Bazı

yerleri kuyu gibi çukurlaşmış. Otobüs buralara her giriş çı­ kışta, bizi hoplatıyor, başımız tavana değ;iyordu. Makine bir dönemeci alırken işte o zaman

olan qldu.

Zaten epeyden beri arkadan usuldan bir inilti geliyordu. Müt­ hiş bir çığ;lıkla geri döndüm ki, kadın dudaklarını ısırıyor ve kıvranıyor. Yanındaki erkekler donup

kalnnşlar. Ne yapa­

caklarını şaşırmış bir halleri var. Biri, bir ara ne yaptığını bilmeden, eliyle kadının ağzını kapatıverdi. Kapattı ama, ge­ ne kadının çığlığ;ı, iniltisi durmadı. En önde oturan yaşlı köy­ lü kadın : «Olan oldu,» dedi, «şüfere söylen de dursun.» Şoföre durumu söylediler. Bir küfür. bir küfür.. . Kızgınlıkla durdu. Yaşlı kadın. «Bez gerek,» dedi. «Bez olmazsa olmaz.» Yaşlı köylü kadın, ince çehreli,

kırış kırış yüzlü,

gün

görmüş biriydi. Çırpınan genç kadına yaklaştı : «Korkma hacım, » dedi, «senin yavrun seyyar olacak.» Gözleri gülüyordu. Kadın ilk emri verdi : «Erkekler,» dedi, «hepiniz inin bakalım. İnin de otobüsün yanında durmayın.» Genç kadının yüzü sararmış, gö·zlerinin altı da morarmıştı. Durup durup çığlık atıyordu.

Yaşlı kadın : «Bez,» dedi, «bez... Bez olmazsa olmaz.» Yolcular homurdanıyorlardı. Kimbilir ne kadar acele iş­ leri vardı. Bazısı da sevinir gözüküyordu. Kadının yanındaki erkeklerden biri kocası, biri kardeşi imiş. Yolcular onlara soruyorlar : «Bilmiyor muydunuz?>> 5-2

·

«Neden yola çıktınız?» «Olsa olsa bu kadar acayiplik olur . . . Neden yaptınız?» Onlar hiç cevap vermiyor, boyuna önlerine, topra�a ba ' kıyorJ.ardı. Hiç de �ımıldamıyorlardı. Yaşlı kadın, oraya buraya koşuyor, önüne gel dedim. «Evimiz yok ya,» dedi. «Beni de yattı�ınız otele götür.» «Gel abi, gidelim. Sen yabancısın herhalde?:!> «Yabancıyım.» Osman sarhoş gibi, rüyada yürür gibiydi. Çocuk soruyordu : cOsman abi, yemek yemeyecek misin h Osmanda hiç ses yok. Bir baş işaretiyle yemeyece�ini anlattı. Otelde üçümüze bir oda verdiler . Osman .

elbiselerini

bile soymadan yata�a uzanıverdi. Sarı çocuk,_ gözlerinde bir acıma, şefkat ışıltısı. . . Osma· na baktı baktı . . . bana dönüp : «Abi,» dedi, «bilsen ne iyi adamdır Osman abi. Karınca­ yı bile incitmez. Ne de çok dövdüler.» Osmanı derin uykusunda bırakıp, soka�a çıktım. Adana gecesinde insanı bo�acak gibi yapış yapış bir sı­ cak vardı. Seyhana do�ru yürüdüm. Gökte yıldızlar iri iriy­ di. Seyhan yorgun,

karanlık . . . derinden akıp gidiyordu.

Sabahleyin erkenden uyandı�ım vakit, sarı çoc�u Os­ manı uyandırır buldum. «Kalk be abi ! Kalk be ! Valiahi vakit geçti. Valiahi bil· . lahi neredeyse güneş do�acak. Herkes arabasını doldurdu bile. Abi be ! » Osman, usul usul gerinerek uyandı. Gözlerini açar açmaz da birden toparlandı. «Çok geç mi kaldık Raif?» dedi . «Geciktik abi . . .» Osman fırladı. Raifle ben , arkasından bakakaldık. «Evvelsi gece motor bozuldu da yolda kaldık. Yapabil rnek için de sabahlara kadar uyumadık.» Uykusuzluk ve dinlenmeden on dört saat direksiyon baŞI . 57

Raif : cAbi, biliyor musun sen?-, cBilmiyorum.-, cYolcular iyi yaptılar Osman abiyi dövdüklerine. Yoksa muhakkak bir kaza olurdu. Dövdüler de ayıktırdılar. Osman abinin iki çocu�u var, küçücük . . . .,

HttKttMEI"I'EN KARlSINI İSTEMEK İÇİN

10

TAM

GttN YttRttYEN ADAM

Kayseriden Sıvasa gidece�im. Bir garaj gösterdiler. Bu kışta işlese işlese oranın otobüsleri işler, dediler. Garajın sahibi ince, kupkuru bir adam. eSizin kaç otobüsünüz var?» cİki.» «Hiç kazaya u�radılar mı?» c:Üç ay evvel biri u�adu cSebebi?» Ben, c:sebebi ?» der demez,

kupkuru garaj sahibi çelik

bir tel gibi gerildi : «Sebebi mi ? Sebebi ha ! Bilmiyor musunuz? Bu şoförler !

Ah bu domuzlar ! Bakmazlar makineye. Yarış yaparlar can· ları sıkılınca. Birbirlerine inatlaşır, çarpışırlar. Dana neler ! Onlara milyon

maaş versek

gene bizlere

düşmandırlar.

Uyurlar. Valiahi billahi, inanın direksiyonun başında uyur­ lar. Otuz kırk kişinin hayatı, benim serveti m bir serserinin elindedir. Hükümet bir çare bulmalı bu şoförlere, bir çare . . . Kocaman yepyeni bir otobüs parçalandı, on iki kişi de yara­ landı. Ne oldu şoföre? Hiç. Birkaç ay yatıp çıktı. Ya benim mahvolan servetim? Ben on yıldan beri otobüs işletirim, iki aydan fazla bir şoförü yanımda durduramadım. Durmazlar. Mutlak bir hır çıkarırlar .» Otobüs saat dokuzda hareket edecek, dediler. Ben, bun­ ların saat dokuzunu iyi bildi�im için, inanmadım. Gene de ne olur ne olmaz diye, ertesi sabah dokuzda garaja geldim .

58

Saat on oldu, hareket yok. On bir, on iki. «Dolsun da öyle. Boş gidemeyiz ya,» diyorlar. Boş dedikleri otobüsü bir gör­ seniz ! Üstü yükle da� gibi bir kabardı, neredeyse çökecek. İçeride ise oturacak hiç bir boş sandalye kalmadı. Bunun daha neresi boş ? Kimbilir, koyacak, sıkıştıracak bir yerleri daha vardır belki ! Gerçekten varmış. Saat ikiye do�ru, sandalyelerin ara­ ları, otobüsün arkası insanla doldu. Saydım tam kırk dört kişi ! 'Bu arada yaşlı bir köylü, bekledi, bekledi de heybesi­ ni omuzuna vurup, küfrede ede çekti gitti. Giderken boyuna konuşuyordu : «Tren kalabalık olsa da, insan üst üste binse de, eşyan­ dan para alsa da bundan bin kat iyidir. Hiç olmazsa beklet­ mez. Gelir istasyona durur. Vakti saati gelince bir cdüüb çeker. U�urlar ola . . . Otobüs ucuzmuş . . . Başlarını yesin ucuz­ lukları hınzırların.>:Saat dokuzda kalkacak otobüs . saat üçte kalktı. Dokuz­ dan üçe kadar en az yirmi otuz kişi bekledik de, ihtiyar köy­ lüden başka hiçbirimiz, neden, niçin bekliyoruz diye a�zı­ mızı açıp bir laf etmedik. Beklerneye bizim kadar alışmış insanlar başka yerlerde de var mı acaba? Hiç sanmam. Bu yolculukta, kasten şoförün yanına oturdum.

·ı

«Neden böyle dokuzda dersiniz de üçte kalkarsınız?:. «Hiç sorma kardeşim,» dedi, «halimizi. Bunların gözleri doymaz. Şu üstteki yükü görüyor musun? Neredeyse oto­ büs devrilecek diye, dokuz do�uruyorum. Bu kadar da in­ ·

san . . . Bu lastikler bu kadar a�ırlı�ı çekemez.» cGötürme,» dedim. «Nasıl, nasıl götürmezsin be kardeşim.

Ekmek derdi.

Bunların hepsi böyle. Birinden çıkayım, ötekine dersin, o daha berbat.»

gireyim

«Müşkül,» dedim. Daha yirmi dördünde bir delikanlı. Açık mavi, yumuşa­ cık bakan gözleri var. Öyle ince, yumuşacık bir çocuk ki otobüsü nasıl idare etti�ine insan şaşıp kalıyor. «Bundan üç ay önce bizim patronun öteki otobüsü dev59

rildi. Sebep? Sebebi fazla yük ! Tabii kabahatli gene zavallı şofördür. Fazla yükten, zaten zayıf olan lastik

patlamış.

Patlayınca da . . . :.

«Peki, bu kadar çok kaza neden olur?»

«Neden mi olur? Bunda bizim arkadaşların da kababa­ ti yok delil. Sonra bizim halk da salınİ solunu bilmiyor . Önüne bir araba çıkıyor . . . Şoför sola kırıyor, o da sola . . . Sala kırıyor, o da sala . . . İşte sana bir kaza . . . Sen bir viraj­ dan dönerken saldan gidiyorsun,

adam tam karşma çıkı­

yor. İşte sana kaza . . . Sonra uyku, yorgunluk. . .

Adanadan

kalkan bir otobüs, o gün Ankaraya . . . Yarın sabahleyin de geri Adanaya . . . İşte sana kaza. Buna can mı dayanır? Ta­

bii, sersem olmuş, yorgun adam kaza yapacak. Bu gidişle sizin, bizim, . hepimizin hayatı tehlikede.» Elleri ustacasına direksiyonda : cBak,» dedi, edireksiyon başında, bu kadar yükün altın­ da, seninle şimdi böyle konuşmam bile hata . . . Bu an bir ka­ zaya sebep olabilir. Şoförlük Sırat Köprüsünden geçmek gibi bir şeydir. Kılıç atzı üzerinde yürüyorsun. Sonra bizim ço­ cuklar sefere çıkarken makineyi kontrol bile etmezler. Bir fren patlar . . . yallah uçuruma.» Sonra sustu. Daldı : cAbi, artık susayım, yollar tehlikeli.» Uzun zaman sustu. Ben de üstelemedim. Gözleri ileride bir noktaya dikilmiş gibiydi. Otobüs de bir at arabası hızın­ daydı. Uzakta bir köylü kollarını açıp . yolun

ortasında dur-

muştu. Onun karşısına gelince durduk. Köylü : «Beni . otobusuna alsana,» dedi. Şoför, -şoförün adı Saimdi- sordu: «Paran var mı?» cYok. Yok ama, iki gündür yol yürüyorum.

Ayaklarım

şişti.» Saim : cBin,» dedi. cBin başımın belası.» Köylü arka kapıdan zorla girip arkaya yığıhverdi. Başı .

60

da önüne düştü. Bir zaman kımıldamadan öyle kaldı. Otobüs sarsıldıkça da başı kalkıp kalkıp öne düşüyordu.

Kirli kara

sakalı, yüzünün her bir tarafını örtmüştü. Ayakları yalın ve üstündeki elbise paramparçaydı. Bu karda iki gün yalınayak nasıl yürümüştü? Onunla ilgilenmek, ondan bir şeyler sormak için

can

atıyordum. Önce nereden başlanır suale? «Adın ne senin kardaşım ?» dedim. «Benim adım Dertli Hidayet,» dedi. «Dertli . . . »

Sonra yarasına de�miş gibi irkildi.

«Siz biliyor musunuz ki, ben nerelerden geliyorum?» «Ne bilelim,» dedim. «Ben Ankaradan geliyorum. Hökümeti

gördüm. Hökü­

mete dedim ki, Deli Hüseyinden benim Zelihamı alın da ba­ na verin.»

Yolcular gülme�e başladı. Artık Hidayete soran sorana . «Verdiler mi avradı?» «Biliyor musunuz tam iki yıl var ki benim Zeliham eve gelmez oldu. Babası kandırıp götürdü.

Satmış Deli Hüseyi­

ne üç yüz liraya. Ben de müdüre istida verdim, kaymakama istida verdim, valiye istida verdim,- alıp vermediler Zeliha­ mı Deli Hüseyinden.» «Avradın üstüne kaydı var mıydı?» «Yoktu. Yaşı küçüktü de onun için yoktu. Vali avradı­ mı alıp vermedi. Bütün varımı bu yola döktüm, gene de av­ radı alamadım. Ben de tuttum, buradan yürüye yürüye on günde Ankaraya gittim. Çıktım hökümete . . . Alın da Zeliha­ mı, verin bana . . . Ben varımı yo�umu onun yolunda bitir­ dim, dedim.» Otobüste, derdiyle, belasıyla bir memleket var. Kayseri-Sıvas arası . . . Karlara gün vurmuş.

BİTLİS YOLUNDA BİR FACİA Trenle, Haydarpaşadan Kurtalana geldim, Kurtalan son istasyondur. Oradan sonra, Bitlise,

Vana otobüsle

gidilir, 61

Bu yol, uzun, meşakkatn ve korkunçtur . . . Do�u Anadolunun da�ları Kurtalandan başlar gibi ge­ lir insana, Kurtalanın, sırtını da�lara vermiş yaman bir ha­ li vardır. Haziran ayındaydık ama, bahardı. Yani Do�u Anadolu­ nun babarı yeni geliyordu. A�açlarda, daha çatlamamış to­ murcuklar . . . Do�u da�larmm ço�u çırılçıplaktır. Çırılçıplak, bir aydınlık içine batmış da�lar. . . Do�unun bal)arı başkadır. Başka hiçbir yerin babarına benzemez. Olgun, biçime ermiş bir başak kadar olgun bir bahar. Öteki yerlerin baharları gibi birden fışkırmıyor. Usuldan, sindire sindire gelen, dur­ gun bir bahar . . . Bitlise gideceğim. istasyonda otobüsler bekleşiy.or. Oto­ büsterin dört yanını dilenciler almış. Ama bu dilenciler bi­ zim bildi�imiz dilencilerden de�iller. Bunlar türküler, des­ tanlar söylüyor, kaval çalıyorlar . . . Bunlar ihtiyar dilenciler­ dir. Ço�u da kör . . . Aralarında top kara sakallı bir kör vardı. Adına orada­ kiler cSofi» diyorlardı . Sofi, dehşetli kaval çalıyordu. Uzun, dertli havalar. .. İnsanı alıp başka dünyalara götüren, a�la­ maklı eden havalar . . . Otobüs çok kalabalık . . . Bu kalabalıkta herkes kendi der­ cline düşmüşken bile, onu dinleme�e can atıyorlardı. Sofi de otobüsün etrafını döne döne çalıyor. Otobijs kalkıncaya ka­ dar çaldı. Biz uzaklaştık gittik, yüzü bize dönük, boyuna çal­ dı. Sofiye, yolcular hiçbir dilenciye verilmeyecek kadar pa­ ra verdiler. Üstü başı perişan köylüler bile, karınca kade­ rince, ona yüreklerinden kopanı veriyorlardı. İçlerinden biri : «Bu Sofi, ben kendimi bildim bileli burada kaval çalar . Yoktur bunun üstüne kavalcı,» dedi. Şu bindi�imiz otobüs bermutat bir alem. İçine neler dol: durmadılar ! Yükler, denkler, sandıklar. . . Otobüsün üstü de tıklım tıklım tabii. Fakat her şeye ra�men tertemiz araba. Radyosu da var. Ulu Bitlis da�ları arasmda radyo. . Otobüs hareket ettikten beş on dakika sonra bir dostluk, ·

.

62

·

'bir ahhaplık başladı ki sormayın ! G�rültülü konuşuyorlar . . . Bunlar n e kadar zamandan beri tanışıyorlar acaba? Yoksa hepsi bir yerden mi? Sordum , ö�rendim ki, birbirlerini ilk ·defa otobüste görüyorlarmış. Ama bu yakınlık, bu dostluk ! . . İşte do�u insanının karakteri de budur. Yüce, sarp, korkunç da�lar, uç,urumlar geçiyoruz. Bere­ ket yol, iyi bir yol . . . Yol boyunca ta aşa�ılardan, pırıl pırıl bir su akıyor. Da� ları kılıç gibi ortasından biçiyormuşçasına bir hali var bu suyun. Yol, dolana dolana da�ların tepesine çıkıyor . . . Bir yük kamyonunu geçtik. Kamyonun içi

köylülerle

doluydu. O kadar doluydu ki, yolcular sırt sırta ayakta bir­ birlerine dayanmışlaraı. Biraz sonra arkadan bir yolcu : «Amann ! . .» diye bir çığlık attı. «Ne oldu ! » diye hep döndük. Arkadaki : «.Kamyon gitti,» dedi. Otobüsten inip geriye do�ru koşma�a başladık. Vardık gördük ki, ne görelim ! Kamyon uçuruma yuvarlanırken iki kayanın arasına sıkışmış kalmış, tekerlekler hala boşlukta dönüyor. Yolcular sadmenin şiddeti ile boşlu�a fırlamışlar, sonra kayallk, meyi1li satbın şurasına bura'sına bütün hızla­ rıyla düşmüşler. Bir çı�rıltı, bir feryat da�ları almış . . . Ölü­ ler, yaralılar . . . Yaralılar ba�ırıp inltyor, can çekişenler in­ liyorlar. Ölenlerin . çokları parçalanmış, çokları da pıhtılaşmış ka­ nın içine batmışlar . . . Bir çocuk can çekişiyor. Sacakları burdabaş

olmuş . . .

Can çekişen çocuk topra�ı tırmalıyor, otlara, topra�a dişle­ rini geçiriyor. A�zı yeşil ot ve toprakla doiu. Uzun zaman öylece kıvrandı durdu. Topra�a rahatça kıvrıldı. Meselenin aslını sonradan ö�rendim :

Kamyondakilerin

hepsi Bitlisin bir köyündenmiş. Elli beş altmış kişi kadarlar . O yanlarda