Esrar-ı Cinayet [1 ed.]
 9786254052026

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

TüRK EDEBiYATI AHMET MiTHAT EFENDi

ESRAR-I ciNAYAT

UYARLAMAYA KAYNAK ALINAN ÖZGÜN ESER İSTANBUL,

1301 [1884]

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLARI, 2020 Sertifika No: 40077 EDİTÖR

AYŞEGÜL ÇAKAN REDAKSİYON

HACER ER DÜZELTİ

OGUZ AYAYDlN GÖRSEL YÖNETMEN

BİROL BAYRAM GRAFİK TASARlM UYGULAMA

TüRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLAR! 1. BASlM: KASIM 2020, İSTANBUL

ISBN 978-625-405-202-6 BASKI

UMUT KAGITÇILIK SANAYİ VE TİCARET LTD. ŞTİ. KERESTECİLER SİTESİ FATİH CADDESi YÜKSEK SOKAK NO: GÜNGÖREN İSTANBUL

rr/ı MERTER

Tel: (0212) 637 04 11 Faks: (0212) 637 37 03 Sertifika No: 45162 Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. T ÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTüR YAYINLARI

İSTİKLAL CADDESi, MEŞELİK SOKAK NO: 2/4 BEYOGLU

Tel. (0212) 252 39 91 Faks (0212) 252 39 95 www.iskultur.coın.tr

34433 İSTANBUL

GÜNÜMÜZ T ÜRKÇES.İNE UYARLAYAN: MEHMET KANAR 1954

yılında Konya'da

ytikseköğrenimini

doğdu. ilköğrenimini doğduğu şehirde,

İstanbul'da

tamamladı.

istanbul

Üniversitesi

orta

ve

Edebiyat

Fakültesi'nde Şarkiyat ve Türkoloji eğitimi aldıktan sonra mezun olduğu bölümde asistan, doçent ve profesör oldu. Fars. Dili ve Edebiyatı alanındaki çalışmaları dolayısıyla İran Cumhurbaşkanlığınca "Yılın Araştırmacısı" seçildi. Emekliye ayrıldığı 2007 yılından beri Yeditepe Üniversitesi'nde görev yapmaktadır. Kanar sözlük, gramer, tenkirli metin neşri, çeviri, sadeleştirme, öykiileştirme, dil öğrenim seti çalışmaları yürümıektedir.

TÜRK EDEBiYAT! KLASiKLERİ- 51

Roman

A



A

A

esrar-ı cınayat AHMET MiTHAT EFENDi Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Mehmet Kanar

TÜRKiYE$

BANKASI

Kültür Yayınları

Sunuş Esrar-ı Cinayat -Cinayetlerin romanı Tercüman-ı Hakikat gazete­

Ahmet Mithat Efendi'nin Sırları- adlı polisiye

sinde tefrika halinde yayımlandıktan sonra bağımsız kitap olarak

1301 (1884)

yılında basılmıştır. Roman yayıma ha­

zırlanırken bu baskıdan yararlanılmıştır. Eser bir İstanbul romanıdır. Yazar romancılığı, hikaye­ ciliği yanı sıra ansiklopedici kimliğiyle daha romanın başın­ da okuyucunun karşısına çıkar. Geniş kapsamıyla İstanbul basını, çeşitli esnaf grupları, devlet bürokrasisi, yürürlükteki adalet sistemiyle eksiklikleri, Beyoğlu hayatı, İstanbul evle­ ri, ticari hayat hakkında bilgilere ulaşırız. Eser, dili, üslubu, planıyla

1308 (1892-1893)

yılında basılan Müşahedat'ın

provası niteliğindedir. Roman yayıma hazırlanırken mümkün olduğu kadar üslubun korunmasına dikkat edilerek sadeleştirme işlemi yapılmıştır. Açıklanması gereken hususlar dipnotlarda belir­ tilmiştir. Ahmet Mithat Efendi hakkında geniş bilgi ve bibliyog­ rafya için bk. M. Orhan Okay, " Ahmed Midhat Efendi " , DİA,

II/100-103.

Bu çalışmanın yararlı olmasını dilerim. Prof. Dr. Mehmet KANAR

26 Mayıs 2020, Bakırköy [email protected] V

BİRİNCİ B ÖL ÜM ÖREKE TAŞ!

1 İstanbul Bağazı'ndan Karadeniz'e çıkmak üzere hareket eden gemiler Anadolu ve Rumeli Kavakları arasına geldiği zaman bakışlar önünde birdenbire o kadar geniş, lacivert bir alan açılır ki bunun l atif seyrine hayran olmaya acele eden gözler Boğaz'ın iki sahilinde bulunan binaları, tabyalan hat­ ta Kavaklar ve Fenerler gibi köyleri bile göremez olur. Karadeniz'in bombeli yüzeyi ile gök kubbenin etekleri birleşiyormuş gibi görünerek göz önünde oluşan geniş ufku seyre koyulunca insanın gözleri artık Rumeli Feneri'nin üst ta­ rafında ve tam İstanbul Boğazı bitip de Karadeniz' e de henüz çıkmış sayılamayacak bir yerde Öreke Taşı'nı görebilir mi ? Bunu korku ve çekinceyle dikkatten uzak tutamayacak olanlar İstanbul'dan Karadeniz'e çıkanlar değil, Karade­ niz'den İstanbul'a girenlerdir. Özellikle yelken gemilerinin, hele hele fırtınalı bir havada Boğaz'a girmeye çalışan yelken gemilerinin içinde olanlar gözlerini bu kayadan hiç ayıramaz. Öreke Taşı boyu dört yüz, eni iki yüz elli metre kadar büyüklükte ve şekli bir dereceye kadar beyziye yakın bir kayadır ki ortalık yerinin denizden yükseltisi beş altı met­ reye kadar varır. Etekleri daha alçaktır; dolayısıyla poyraz fırtınası esnasında Karadeniz'in dalgaları kabardığı zaman dalgaların hücumuyla kaya tümüyle örtülüp yeri bir beyaz köpük içinde kalır. Dalgalar çekildikten sonra aksine etrafı sudan tahliye olunarak eski yüksekliği daha da artmış sanı­ lır. Bu halde Karadeniz'den Boğaz' a giren gemide bulunup da kayayı seyredecek olsanız, büyük bir deniz canavarı zan3

nedersirıiz. Yunus balığı gibi k1h suya batıp kah su üzerine çıkarak her şekilde gemiye hücum ettiğine şüpheniz kalmaz. Zira gemilerde bulunanlar geminin salıntısına vücutlarının dengesini ve gözlerinin görüş gücünü alıştırarak sallanan ve yürüyenin gemi değil, sahiller olduğunu zanneder. Boğaz'a girerken sancak bordası bizasında kalan bu taşa niçin Öreke Taşı adını vermiş olduklarını bir türlü anlaya­ mamışızdır. Bir zamanki kadınların pamuk sardıkları fırıl­ dak gibi örekelerle bu kaya arasında ne benzerlik görüldü­ ğünü bir kimseden öğrenemedik. Fakat Karadeniz gemicileri nezdinde bu taşın bir ismi de Kanlı Kaya'dır ki böyle adlan­ dırılmasının sebebini pek kolay araştırabildik. " Sütliman " diye tanımlanan havalarda bile Karadeniz'in suları Boğaziçi'ne girerek Boğaz'ın birçok mevkiinde hızla­ rını herkese gösteren ve türlü adlarla anılan akıntıları teşkil etmek için Boğaz dışında o kadar girdap, anafor oluşturur ki hiç rüzgar olmayan havalarda dümeni olmayan yelken gemilerinin bu anaforlardan, girdaplardan kurtulup kolayca ve selametle Boğaz' a girebilmesi güçtür. Bu tehlikeye fırtınalı havalarda bir de rüzgarın itici gücü eklenirse, artık İstanbul Bağazı'nın gemiciler nezdinde ne kadar tehlikeli bir yer ol­ duğunu başka türlü anlatmaya hacet kalmaz. Zaten Boğaz'ın denizciler tarafından da iyi bilinen bu kadar müthiş tehlikelerinden dolayı değil midir ki birkaç se­ neden beri gerek Anadolu, gerek Rumeli taraflarına gayet muntazam ve donanımlı birer kurtarma heyeti konulmuş­ tur ? Bu kurtarma heyetlerinin gemileri kurtarmak için olma­ dığı açık ve aşikardır. Zira sahile düşen ve hele hele Öreke Taşı'na çarpan tekneler adeta kayaya çarpılmış yumurtadan başka bir şeye benzemez. Sadece batan gemilerin içindeki adamları muhakkak bir ölümden kurtarmak için anılan kurtarma heyetleri oluşturulmuştur. Kurtarma heyetinin oluşturulmasından önce adı geçen Öreke Taşı o kadar gemi parçalamış, o kadar adam telef et­ miştir ki bu zayiatın çokluğu kendisine "Kanlı Kaya " adını vermiştir. 4

Kanlı Kaya'nın Rumeli sahilinde olduğu, Rumeli Fene­ ri'nin üst tarafında bulunduğunu bildirmemizden anlaşıl­ mıştır. Söz konusu kaya sahile o kadar yakındır ki Rumeli kenanndan hızlıca bir taş atılsa hemen Kanlı Kaya üzeri­ ne düşebilir. Fakat kaya ile kara arasındaki sular derindir. Kayanın Rumeli sahilinde ufacık koy gibi bir de girintisi olduğu qdan -buna her ne kadar bir " lima n " denilemezse de- havanın müsaadesine aldanarak balık tutmak için Bo­

ğaz'dan dışarı çıkan kayıklar birdenbire bir fırtınaya tutulup kaçacak olurlarsa, bazen şu küçücük limancığa sığınır. Bu limancık on on beş kadar balıkçı kayığını içine alabildiği gibi her taraftan gelen rüzgarlara ve dalgalara kapalı olduğun­ dan oraya sakulabilen kayıklar fırtına afetinden kendilerini kurtarabiimiş sayılır. Kanlı Kaya üzerinde hiçbir bina yoktur. Ağaç ve hatta ot bile yoktur. Zira Kafkas'tan, Kırım' dan, Hoca bey' den, Tuna vadisinden toparlanıp gelen fırtınalara göğüs gerebilecek ağaç ta savvur edilerneyeceği gibi yalçın kaya üzerinde yeti­ şecek bitki de güç tasavvur edilebilir. Yalnız bunların biraz daha büyüceği ve kabası demek olan deniz otlarından başka bu kaya üzerinde hiçbir şeye rastlanmaz. Dünyada her şeyin bir zararı varsa, bir de yararının ola­ bilmesi yaratılış kanununun istisna kabul etmeyen hüküm­ lerindendir. Kanlı Kaya'nın açık ve sürekli bir tehlike demek olan zararı meydanda iken bunun bir işe yarayıp yarama­ clığını merak ederek bazı balıkçılardan tahkike girişmiştik. Yukarıda bildirdiğimiz gibi fırtınalı havalarda bazı balık kayıklarının sığınmasından başka hiçbir şeye yaramayacağı inancıyla bu soruyu sormuşken Kanlı Kaya'nın bir yararını daha balıkçılardan öğrendik. Dediler ki: - Yaz mevsiminde bazı meraklılar buraya mehtabiye l yapmaya gelir. Sakin havalarda Karadeniz üzerini mehtabın gümü ş rengi nurlarıyla aydınlanmış görmek hakikaten gö­ nüllere ferahlık verir.

Denizde mehtap altında düzenlenen eğlence. 5

Yalnız buraya gezintiye gelmek için her ne lazımsa bera­ ber getirmek lüzumu da aşikardır. Zira kaya üzerinde yaka­ cak ot bile bulunmadığını evvelce bildirdik.

2 Hicretin bin iki yüz şu kadar senesinel rastlayan tem­ m uz ayının on yedinci salı günüydü ki İstanbul'da basılıp yayımlanan gazetelerin birinde, yurt haberleri kısmında şu yazı okundu: Büyükdere'den şehir postasıyla matbaa mıza gönderi l e n bir belgeden a n laşıldı�ına göre d ü n k ü paza rtesi g ü n ü Bo�az dışında b a l ı k avı n a giden kayı klard a n bazı ları dönüşte Ö re ke Taş ı ' n a ya n a ş m ı ş, üzerine ç ı ktı kl a rında orada gayet müthiş b i r cinayetin işlendi�ini keşfetmişlerd i r. Ancak on beş on a ltı yaşlarında bir kız m a ktul oldu�u g i b i ya n ı n d a i ki d e erkek naaşı görü l m üştür. K ı z ı n M ü s l ü m a n o l d u­ �u tı rn a k l a rı n d a kına rengi b u l u n masından çıkarıl ıyor. Fa kat kıyafeti a lafra n g a imiş. M a ktul erkeklerinse Elenoz2 veyah ut Maltız3 o l d u � u a n laşılıyor. Bu acayip keşif hakkında m e ktu p sahibi başka açıkl a m a­ lard a b u l u n u yarsa da gerçekleşen cinayetin zaten o rtad a o l a n ö n e m i n e g ö re söz kon usu ayrı ntıyı aynen a l mada i htiyatl ı davra n d ı k. B u n d a n sonra ya paca � ı m ız ta h kikatı n gösterece�i son u ç üzeri ne d u ru m u oku rlarım ıza ayrı ntı l ı olara k sunaca�ız.

Böyle bir yazının gazetede görülmesinin okurların ne de­ recelere kadar dikkatlerini açacağı, ne kadar merak uyandı­ racağı anlatılınaya muhtaç değildir. Ertesi gün de bu konu hakkında gazetenin açıklama yapacağı beklenirken izah yol­ lu hiçbir şey görülememesi halkın beklentisini bir kat daha artırını ştı.

Miladi takvimde 1 8 00'lü yıllar. Yunanlı. Malta lı. 6

Gerçi memlekette yalnız bir gazete bulunmayıp daha başkaları varsa da doğrudan doğruya haber ve malumat almak öyle her gazeteciye nasip olmaz. Birtakımları birbi­ rinden haber çalma adetinde olduğundan, başka gazetelerin verdiği bilgi şu ilk yazıdan fazla değildi. Fazla gibi görünen tarafları sırf gazete yazarlarının kendi hayal dünyalarında bulduğu olaylardan ibaretti. Daha ertesi, yani perşembe günü yine anılan gazetede şu yazı okundu: Öreke Taşı'nda kesfin i evvelki g ü n k ü n ü s h a m ızda bir n e b­ zecik beya n etti�imiz m üthiş ve g a ri p cinayet h a kkında Beyo�­ lu Za bıta sı ı ta rafı ndan gönderilen resmi yazıyı asa� ıda aynen akta rıyoruz: . . . Gazetesi M atbaasına; iti b a rl ı gazete n izin d ü n kü nüshasında , Bo�az girisinde yer alan ve Öreke Taşı denilen kaya üzerinde o n bes on a ltı yas­ larında bir islam kızı ile Ma ltız veya Elenozlu iki kişinin naaş­ ları n ı n ba l ı kçı l a r ta rafından kesfedi l d i � i n e d a i r yazıyı okud u k. Söz kon usu cinayet, içinde b u l u n d uQumuz r u m i a y ı n on altı n c ı paza r a kşam ı ya n i paza rtesi gecesi vuku b u l m u ş, ertesi paza r­ tesi g ü n ü balıkçıların Büyükdere Z a bıtası'na d u ru m u bildirme­ leriyle adı geçen za bıta ta rafı n d a n ta h kikine derhal memurl a r gönderi l miştir. Keyfiyetin BeyoQi u m erkezine de bildiril mesi üzerine merkez m ü sta ntiklerinden2 Osman Sabri Efendi' n i n maiyetine bir teftiş v e i ki d e çavuş veri lere k derhal cinayet yerine gönderi l mişlerdi. An ı l a n m ü stantik ta rafı ndan verilen ra poru n çıkarı l a n bir su reti ilisikte g ö n derildi�inden, gereQin i n yapıl ması hakkında . . .

Bir gazeteye gönderilen raporu n yapılacak geregı ne­ den ibaret olabilir ? Bu " gereğinin yapılması " iki kelimeden ibaret bir sözdür ve kime hitap ediliyorsa manası " aklına Bir şehirde güvenliği sağlamakla görevli teşkilat; bu teşkilata bağlı zaptiye, 2

polis. Sorgu

hakiıni,

sorgulama memuru, polis dedektifi. 7

geleni yap " demektir. Gazetecinin aklındaysa her şeyden evvel gazetesini doldurmak düşüncesi yer tutmuş olacağı gibi gazetenin evvelki günkü nüshasında yer alan yazı zaten okurlarının pek ziyade meraklarını uyandırmış, dikkatlerini çekmiş bulunduğundan onları bir kat daha memnun etmek için Müstantik O sman Sabri Efendi'nin raporunun suretini aşağıda olduğu gibi yayımladı: Yü ksek M utasa rrıfl ı k 1 M a ka m ı na;

k i nde b u lundu!?jumuz rO ml ayın o n yedinci paza rtesi g ü n ü m utasa rrıfl ı ğ ı n e m ri uya rınca m ü fettiş Cema l Efendi, Ali v e M u s­ tafa çavuşla rla birlikte Beşiktaş iskelesi nden Rumeli sa h i l i n i n bir b u ç u k2 va p u runa binerek Yen i m a h a l le'ye ve oradan kayığ a binilerek Ka n l ı Kaya'ya gidildi. A n ı l a n kayada

o

gece işlenen

cinayeti n tah ki katı na başla n d ı . Büyü kdere m e rkezinden M ü lazım3 Meh met Ağa ya n ı nd a köy i m a m ı , i k i m u hta r ve üç zapliyeyle bizden evvel cinayet m a h a l l i n e va ra ra k naaşları n asıl yerlerini ve vaziyetleri n i d e­ ğiştirmek gibi h a reketlerde b u l u n m u ştur. Müsta ntiğin gelmesin­ den önce bu g i bi hareketlerin d a h a son ra tetkik ve tah kikieri zorl a ştı roca ğ ı m utasa rrıfl ı ğ ı n m a l u m u d u r. Cinayet m a h a l l i n e h a ldeyse m ü sta ntik gelinceye kad a r o halin a s l a değ işti ri l m e­ mesi n i kaç defa d ı r a rz ettiğim h a lde henüz bir semeresinin g ö­ rü lememesi üzü ntü vericidir. Her n eyse, bendeniz Kan l ı Kaya'ya va rı nca, naaşl a r ı n h a l ve vaziyeileri evvelce neden iba retse, yine o hal ve vaziyete döndürü l e re k ta h ki kata başl a n d ı . M a ktu l kızın gerçekten de islam o l d u ğ u parma kları n d a ki kına eseri n d e n a n laşılmaktad ı r. Kendisi on a ltı yaşı ndan fazla ta h m i n o l u n a m ayacak kadar genç ve lepiska saçlı, gayet g ü­ zel ve el bisesi de temiz old u ğ u n d a n öyle adi ka rı larda n sayı laİlçe ile vilayet arasmdaki sancak yöneticiliği. Eskiden bugünden farklı olarak "ezani/alaturka saat" sistemi kullanılırdı. Ezani saat, mevsimlere göre, güneşin batışında saatin 12'yi gösterecek biçimde ayarlanması temeline dayanan bir zaman ölçüsüdür. Metindeki saatler anlama kolaylığı bakımından bugünün ölçülerine -yaklaşık ola­ rak- çevrilmiştir. Teğmen. 8

maz. Ya n ı n d a ki m a ktul erkeklerin Kefa lonya l ı oldu�u koyu n la­ rı ndan çıkan evra kta n ve bilhassa kendi lerine g ö nderilmiş o l a n R u m c a mektupların zarfla rı üzerin d e yazı l ı o l a n isim v e i ka m e! yerlerinden a n l a ş ı l m ı ştır. B u n l a rd a n birisi Leh soka�ında sakin Petri ve di�eri Galata'da Kemera l tı ' n d a Kosti ' n i n meyha n esi üzerindeki oda l a rda ka lan M i h a l ' d ı r. Genç kızı n kimin nesi oldu� u n u her ne kad a r soruşturmaya çdlışm ışsak da bulabilmek mümkün o l a m a mıştır. Bir de kızı n ya n ı sıra meydanda ya ra l ı olarak i k i Kefa lonya l ı b u l u n m uştur. Kaya­ nın Anadolu ta rafı ndaki sa h ili üzerinde birkaç yerde kan lekeleri bulunm uştur. Aciza ne şüpheme göre b u n l a r başka birkaç ya ra­ lının yarasından akmıştır. Yara l a rı derhal öldürecek ya ralard a n olmadı� ı i ç i n kayı k veya sanda liarına binerek kaçmışlardır. Cinayet m a h a l linde mükemmel b i r sofra !a kım ıyla bir ziya­ fet ka l ı niısı mevcut oldu�undan o raya mehta b iye sefası ya p­ maya gidildi�ini, sefa sürenler a rasında bir kavga çıkmasıyla işin bu cinayetle son uçlanmış old u� u n u san ıyoru m . Bu m üth iş cinayet h a kkında telkikierin ta m a m l a n ması a m a­ cıyla işe ya rayaca�ı için cinayet m a h a l l i nde ne kadar eşya bulunduysa, c ü m lesi ve maktu l a l ı n a ra k önce Büyükdere'ye, daha son ra Beyo�lu Zabıtası ' n a getiri l miş, Kefa lonya l ı m a ktu l­ ler ispitalyaya 1 teslim edildi�i g i b i kızın naaşı da n isa hasta­ nesine2 teslim ed i l m iştir. Ol babda ve her halde emr ü irade hazreti men lehü' l-e m rindir.3

Bazı havadis meraklıları vardır; dünyada olup bitenlere dair gazetelerde okudukları yazıları kendi meraklarına nis­ petle yetersiz görerek gazetelere kadar gelir, muharrirlerle4 görüşürler. Gazetelerde yer verilen olaylar hakkındaki malu­ mat yalnız o kadardan ibaret midir ? Yoksa daha ziyade ma­ lumat vardır da her ne düşüneeye dayanıyorsa, bu kadarcı­ ğını yazmakla mı yetinilmiştir ? Buralarını sormaya başlarlar.

Hastaneye. Kadınlar Hastanesine. Bu konuda her türlü emir ve irade emir sahibine ainir. 4

Yazar, gazete yazarı. 9

Bu gibi soruların zaten işleri başlarından aşmış olan biça­ re muharrirleri ne kadar rahatsız edeceğini bilseler, belki bi­ raz insaf ederler. Birtakımları da vardır ki malumat ve izahat almakla yetinmez, o meseleler hakkında muharririn eniko­ nu düşüncelerini, fikirlerini sormaya kadar varırlar. Öreke Taşı meselesi ise hakikaten herkesin merakını uyandıran garip bir durum olmuştu. Beyoğlu Zabıtası ' nın yaptığı açıklamanın yayımlanmasından bir gün sonraki cu­ manın tatil günü olması da müsait görünerek gazeteye o ka­ dar meraklı insan gelmiş ve her biri başmuharriri o kadar soruya boğmuştu ki biçare muharrir az kaldı ertesi günkü gazete için hiçbir şey yazmaksızın akşamı edecekti. Yalnız bu baş ağrıtmalar bir bakıma yararlı da oldular. Zira Büyükdere'den gönderilmiş olan belge ile bir de Beyoğ­ lu Zabıtası'nın yazısının içeriğinden başka gazetede malu­ mat yoktu . Keyfiyetin enikonu araştırılıp incelenmesine de fevkalade bir ehemmiyet verilmediği halde gazeteci alemin bu kadar merakını görünce bu acayip cinayetin etrafındaki sırların keşfini herkese karşı üstlendi. Dolayısıyla meydana şu yazmaya başladığımız romanın zeminini oluşturan bir ro­ man çıkarmaya sebep oldu. Gazeteci kısmı bir şeyin araştınlıp incelenmesini cidden merak ederse, o şeyi etrafıyla öğrenmemesi düşünülemez. Zira her tarafta dostları ve dostlarının nezdinde nüfuzları vardır. Hele hele bu dostlar gazeteciye yanlış bilgi verip de eksik fazla bir şeyin yazılmasına sebep olurlarsa, bilahare birçok taraftan tekzibi davet etmiş olacaklarını da bildikle­ rinden gazeteci tarafından talep edilen bilgiyi mümkün mer­ tebe en doğru olarak verirler. Bizim gazeteci Öreke Taşı vakası hakkında en mükemmel malumatı almak için doğrudan doğruya Beyoğlu müstan­ tiklerinden Osman Sabri Efendi'ye müracaatı kararlaştırdı. Çünkü zabıtanın kendisine gönderdiği yazıda asıl malumat Osman Sabri Efendi'nin ilk tahkikatı üzerine bina edilmişti. Cuma günü zabıtanın tatil olacağı düşüncesi işe derhal girişilmesine mani olmuştu. Dolayısıyla ertesi gün Muharrir 10

Efendi Gal� tasaray'a giderek bazı dostlarından Müstantik Osman Sabri Efendi'nin kim olduğunu sordu. Osman Sabri Efendi muharririn yanına getirilerek prezante edildi . Bir gazete muharririnin her kim olursa olsun, yeni tanış­ tığı biriyle ilk görüşmesinde dostluğu kırk yıllık bir dostluk derecesine vardırabilmesi işten bile değildir. Fakat Muharrir Efendi, ,Müstantik Osman Sabri Efendi'yi ilk kez dikkatle



inceledi i zaman bu adamın öyle birdenbire kırk yıllık dost derecesine ulaştırılamayacağını anladı. Gazeteci kısmı her ilimden biraz anlamaya muhtaç olduğu gibi kıyafet ilmini daha ziyade anlamaya da muhtaçtır. Karşısındaki adamın kalbinde ezberlediği şeyi yüzünden ve gözlerinden aniayıp okumalıdır. Osman Sabri denilen adam orta boylu tanırnma uygun olduğu halde kendisini böyle tarif edenler " a lçak boyl u " nitelemesini biraz nezakete aykırı gördükleri için ederler. Vücudu için nahif denilmesi de böyledir. Zira nezakete uyul­ mamak lazım gelse cılız tabirini yerinde görmek gerekirdi. Şu boya, şu vücuda göre ellerini, ayaklarını uzun uzadıya anlatmaya hacer kalır mı? Bir buçuk arşından ı ibaret olan şu cılız vücut üzerinde ve özellikle " armut sapı " tabirine hakkıyla layık olan bir gerdana saplanmış bulunan başını görseydiniz, Osman Sab­ ri Efendi'yi adeta bir karikatür zannederdiniz. Bu kafayı iki arşın sekiz parmak yüksekliğinde bir boya ve bir arşın iki parmak genişliğinde bir çift omuz üzerine takmalıydılar ki orantısını bulmuş olsun. Fizyonomi yani kıyafet ilmi bazı kocaman kafalıları " mankafa " olarak değerlendirir. Hakkı da vardır. Zira bu kısım kafaların içindeki beyin azdır. Dolayısıyla boş sandık­ tan başka bir şeye benzemezler. Fakat içi dolu olan kocaman kafaların beyirıce ve onun gereği olan zekaca zenginliğine, gözlerden yayılan deha ateşleri delalet eder ki işte Beyoğlu müstantiklerinden Osman Sabri Efendi'nin kafası da bu ka­ faların en mükemmellerinden birisiydi .

Yaklaşık 6 8 c m . olan eski bir uzunluk ölçüsü birimi. ll

O ateşli gözler hem küçürek hem yuvarlaktır. Kaşları gözler üzerine yığılmış denilebilecek kadar düşük olup bun­ ların altındaki s ivrice bir burunla ince dudaklar ve yumru çene Osman Sabri'nin suratında şeytanlık derecesine varan zekanın belirgin alametlerinden sayılır. Osman Sabri'yi hafifmeşrep bir adam görecek olsa bir kukla görmüş gibi derhal kahkahayı koparacağı gelir. Fakat Osman Sabri öyle kahkahalarla karşılanacak maskaralar­ dan olmadığını hal ve tavrıyla herkese derhal anlatabilir. Bu zaman ucubesinin suratında tebessüm denilen şey pek nadir olarak görülüı; ağzından "gülüş" denilen şeye benzer seda çıktığını hiç kimse işitmemiştir. Kahkahası ise bizzat kendi­ sine de meçhuldür. Gazeteci, Osman Sabri Efendi'nin ilk araştırma ve soruş­ turma işlerindeki olağanüstü maharetini yaygın şöhreti do­ layısıyla işitmiş olup henüz yüzünü görmemiş olması bu ko­ nuda bir mübalağa bulunmasına ihtimal verdirmekte iken Müstantik Efendi'deki kafayı, gözleri görünce mübalağaya hiç imkan olmadığını anladı. Kendi kendine dedi ki, " Öyle kendisini gazetelerde övdürmekten zevk alacak, iftihar ede­ cek bir heveskir önünde bulunmuyoruz. Bu adamdan iste­ diğimiz malumatı alabilmek için başka türlü, hem de pek özen li da vranmalıdır. "

3 Gazeteci ile Müstantik, nazikane girişten olan hal hatır sorduktan sonra maksada başlamak için bir vesile olmak üzere Muharrir Efendi dedi ki: - Cinayet işlerindeki araştırma gücünüz dünyaca meş­ hurken Öreke Taşı cinayeti hakkında zabıtanın neşrettirdiği rapor sizi takdir eden pek çok zat tarafından şöhretinize ya­ kışacak derecede mükemmel görülmedi. - Gerçekten çok eksiktir. - Bendeniz sizinle henüz tanışma şerefine nail olmamış bulunduğum halde her şöhretin birinci dostu olmam dolayı12

sıyla sadece şöhretinizi korumak için dedim ki: " Böyle her tarafı acayip sırlarla çevrili bir cinayetin mükemmel olarak araştırılmasının bir günde yapılarak bütün sırlarının ortaya çıkarılması mümkün olabilir mi ? " - Lütfunuza teşekkürler ederim. - Bununla birlikte raporunuzu yeterli görmeyenler haklı olmasa bile mazur sayılabilir. Çünkü cinayetin dehşet ve garipliğinden umumi merak öyle bir dereceye varmıştır ki bu konuda doğru bir haber, biraz izahata kamuoyu çok muhtaç görünüyor. - Umumi merakın adli zabıtayla ilgisi yoktur. - Gerçekten hakkınız var efendim. Merak edenler açık yargılamayı beklemelidir. Fakat iş açık yargılamaya çıkınca­ ya kadar aylar geçeceği de şüphesizdir. - Yıllar bile geçebilir. Müstantik Efendi'nin cevaplarının pek kısa olması canı­ nızı sıkmaya başladı mı ? Halbuki cevapları yalnız kısa değil, adeta cevap olmamak üzere düzenlenmiş savunmalardır. Gazeteci buna dikkat ederek epeyce sıkılmaya başladı. Lakin can sıkıntısının bu konuda hiçbir faydasının olamaya­ cağı ortadadır. Asıl hüner müstantiği sorgulayarak ağzından birkaç söz almak ve o birkaç sözden çıkarımlarda bulunarak işlenen cinayete dair bir hayli bilgi sahibi olmaktır. Dolayı­ sıyla gazeteci dedi ki: - Evet, yıllar dahi geçebilir. Zira gereken adamların ya­ kalanmasıyla sorguları epeyce uzun bir iştir. Hele hele ca­ niler firarda olursa iş daha da uzar. Öreke Taşı cinayetini işleyenlerden veya onların yardımcılarından henüz üç kişiyi tevkif edebildiğİnizi söylüyorlar. - Hiçbir kişiyi tevkif edemedik. - Acayip ! Maktul Kefalonyalıların arkadaşlarından bazı adamları tevkif ettiğinize dair bize getirilen haberler yanlış mı ? - Tümü. - Halbuki maktul kızın yanında bazı eşyadan başka yankesici, hırsız takımından iki adamın naaşının bulunması 13

canilerin takibi işinde adli zabıtaya çok hizmet edecek ipuç­ larından sayılabilirdi . - Bu naaşlar o ipuçlarından sayılamıyorlar. Muharrir Efendi' de can sıkıntısı artmaya başladı. Eğer müstantik bu cevapları hafife almaya veya küçümserneye yorumlanacak bir tavırla verseydi, can sıkıntısının hiddet derecesine varacağı besbelliydi. Ancak Osman Sabri Efendi verdiği cevapları o kadar ciddi bir tavırla veriyordu ki bun­ lardan başka hakikaten verilecek cevap olmadığını o ciddi tavrıyla sezdiriyordu. O aralık bir teftiş memuru gelerek Müstantik Efendi'yi Mutasarrıf Paşa'nın çağırdığını haber verdi. Osman Sabri Efendi bu davete icabet hususunda ne kadar mecbur ol­ duğunu gazeteciye anlatmak için yalnız " Sizinle sohbet şe­ refinden daha ziyade müşerref olamayacağıma üzgünüm. El-memur mazur" l dedi. Büyük bir saygıyla muharrire veda ederek odadan çıktı. Bu gidiş üzere yine muharririn yerinde olsanız, siz de kı­ zardınız ya ? Gerçi bizim Muharrir Efendi hiç üzülmedi değil, ancak kendisi gayet hakşinas ve kıyınet bilir bir adam olduğundan Osman Sabri Efendi'nin hal ve tavrına kızmak şöyle dursun, aksine görevinin sırlarını herkesten ve bilhassa bir gazete muharririrıden gizleyen memurun takdire değer olacağını gönlünden geçiriyordu. Müstantik gittikten birkaç dakika sonra gazeteci de ga­ zetesine gitmek için yerinden kalkıyordu. Hatta zihninden " Hiç olmazsa katillerin yakalanamadığından ve kimler ol­ duğu bilinemediğinden bahisle bir makale yazılabilir " diye bir de yazı düzenliyordu. O aralık evvelce Müstantik Os­ man Sabri Efendi'yi çağıran müfettiş tekrar kapıdan girerek dedi ki: - Mutasarrıf Paşa biraderiniz teşrifinizi Osman Sabri Efendi' den haber almış, görüşmek istiyorlar efendim.

Memur mazurdur. 14

Bu davet muharriri epeyce sevindirdi. Zira Öreke Taşı cinayetine dair birkaç laf da mutasarrıftan kaparsa, zihnin­ de hazırlamakta olduğu makaleyi bir kat daha tamamlamış olacağını hesapladı. Beyoğlu mutasarrıfı o zaman Mecdeddin Paşa isminde bir zat idi. Selefieri olan mutasarrıflardan ne daha iyi ne daha fena olciayıp " Beyoğlu Mutasarrıfı " denildiği zaman hatıra nasıl bir adam gelirse öyledir. Lakin bu hal yalnız memuriyet sıfatı olup kendisi öyle Osman Sabri Bey gibi karikatür sa­ yılabilmekten tümüyle uzaktır. Boyca boylu, ence enli, gayet güzel kır sakallı, güler yüzlü, hoş sözlü bir adamdır. Gazeteci oda kapısından girdiği zaman yerinden fırlayıp bin iltifatlı kelimeyle karşıladı. Artık zamanın Platon'un be­ ğendiği bilgesi gazeteci oldu. Hele o gün gündüz olmayıp da gece olsaydı Galatasaray'a şeref vermesine teşekküren bütün daireyi fenerlerle, kandillerle donatarak şehrayin l yapmanın bile boynunun borcu olduğunu anlattı. Bizim gazete muharriri her ne kadar nezaket ve iltifatın bu derecesinden memnun olabilecek ikiyüzlülüğü, yağcılığı seven bir adam değilse de Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin bu iltifatları üzerine elbette Öreke Taşı meselesine dair ne ka­ dar malumatı varsa, esirgemeyeceğini düşünerek memnun oluyordu. Gazeteci efendiye sigara takdimiyle bir taraftan da kahve söylendi. Muharrir Efendi bugün Galatasaray'a gelmekten maksadını a nlattı, Müstantik Osman Sabri Efendi'den ise hiçbir haber alamadığını, zabıtanın yayımiattığı raporun in­ sanların gözüne pek eksik göründüğünü belirtince Mutasar­ rıf Paşa Hazretleri güya zabıtaca büyük bir kusur edilmiş de affını dilemeye mecbur olmuş gibi davranarak dedi ki: - Efendim, ben Osman Sabri Efendi'ye daha o gün söy­ ledim ya. Raporunu aynen gazereye gönderdim, dedim. O ise henüz canilerin izleri bile elde yokken bildiklerimizin , mevcut ipuçlarımızın tümünü ilan etmek sonraki araştırma

Şenlik 15

ve incelemelerimize engel olur diye raporunu satır satır çiz­ mekle yetinmedi, paragraf paragraf çizdi. Yirmide bir dere­ cesine indirdikten sonra tekrar temize çektirip öyle gönderdi. Gazete muharriri bir taraftan Öreke Taşı cinayetine dair zabıtaca ne kadar malumat varsa hepsine ulaşabileceğine se­ vinmekle beraber diğer taraftan iki memur arasındaki farkı düşündü. Müstantik Osman Sabri Efendi'nin vazifeşinaslığı­ na karşın Mutasarrıf Paşa'da bulunması gereken temkin ve ihtiyatın yirmide birinin bile bulunmadığını hem garipsiyor hem de buna üzülüyordu . Gazetecinin bu görüşünden Mutasarnf Paşa Hazretleri­ nin haberi yok a! O sözüne devam ediyordu. Dedi ki: - İşte Osman Sabri Efendi'nin asıl raporunu size göste­ reyim de okuyun. ŞimJilik Öreke Taşı cinayetine dair eldeki malumat bundan ibarettir. Gerçekten de Mecdeddin Paşa Hazretleri yazı takımı­ nın üzerindeki evrak arasından bir kağıt çıkarıp gazeteciye verdi. Bu Müstantik Efendi'nin mührüyle mühürlenmiş asıl raporuydu. Mecdeddin Paşa'nın bu hal ve hareketi üzerine Osman Sabri Efendi'nin tavrında o kadar değişiklik oldu ki gazete muharriri Müstantik Efendi'nin hemen kendi üzerine hü­ cum ederek raporu elinden alacağı zannıyla gözü bayağı korktu. Bunun üzerine gazeteci, müstantiğe dedi ki: - Affedersiniz birader. Bir gazete muharririne her gös­ terilen evrak hemen gazereye geçirilmez. Gazeteler devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden daha çok gözetmeye mecburdur. Gerek politika, gerek adiiye vesairece muhafaza­ sı devletin menfaatlerine uygun olan şeyleri herkesten çok ga­ zeteciler muhafaza eder. Zira devletin menfaati demek doğ­ rudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir. Muharririn bu sözlerinin Osman Sabri Efendi için bir de­ receye kadar rahatlatıcı olduğu, yüzünde belli olan alamet­ lerden anlaşıldı. Dedi ki : - Bendeniz raporu paşa hazretlerinin size göstermesinden dolayı bir itirazda bulunamam, haddim de değildir. Sadece 16

böyle henüz.failleri bulunmayan bir cinayet ortadayken rapor, zabıtamn edinebilrniş olduğu malumatı ve o malumat üzerine oluşturduğu görüşleri, tertibatı meydana koyacak olursa suç­ lulara kendilerini takipten koruyacak tedbirleri öğretmiş olur. Muharrir Efendi nazikçe bir tebessümle dedi ki: - Hakkınız var Müstantik Efendi . Hakkınızı en ziyade teslim edenlerden birisi de benim. Fakat biz de sanatımız do­ layısıyla �devlet adamı sayılırız. Bu gibi işlerde canilere değil, adliyeye hizmet etmek isteriz. Eğer raporu okursam belki ben de size yararlı olabilecek bir görüş arz edebilirim.

4 Gazete muharriri elindeki raporu okumaya başladı. Ger­ çekten de Mecdeddin Paşa'mn dediği raporun gazeteye teb­ liğ edilen sureti yirmide bir derecesine kadar indirilmişti. Bir cinayetin işlendiği yere müstantiğin gelmesinden önce o mahalde naaş, silah, eşya, iz vesaire her ne varsa hiçbiri­ sini hiçbir kimsenin değiştirmemesi o kadar önemliymiş ki gazeteci efendi evvelce bunun önemini takdir edemediği için Osman Sabri Efendi'nin raporunda buna dair beyan edilen teessüfe şaşmışken, şimdi raporu tamamen okuyunca kendi garipsemesini haksız buldu. Bakın, Osman Sabri Efendi yalnız naaşların durumların­ dan ne kadar mana çıkarmış ! Raporunda diyor ki: Sofrada işret ta kımlarının b u l u n d u � u yer K a n l ı Kaya ' n ı n kuzey ta rafı ya n i Karadeniz sa h i l id i r. M a ktul kızın naaşı öyle bir vaziyette yere d üşmüş ki sol ta rafı n d a n ya ra l ı oldu� u halde başı batı ta rafı n a ya n i Ka n l ı Kaya ' n ı n R u m e l i ta rafına gelecek şekilde yıkılm ış. B u halde kız vuru l m azda n önce a rkası Ka ra­ deniz ta rafı na çevri l m iş olarak d u ruyormuş. Kendisini yı ka n darbe n i n ise kızın sol ta rafı nda, ya n i kaya n ı n do�u yön ü o l a n Anado l u ta rafı n d a ki sa hil semtinde d u ra n bir a d a m ı n da rbesi olacağ ı n a şüphe kalmamıştır. 17

Kızı vuran adamın yine kızı n ya n ında bulundu�u ne kad a r süphesizse Kefa lonya l ı ların R u me li ta rafı nda Ka n l ı Kaya üzeri­ ne çıkan d ü ş m a n ta rafından atı l a n kursu n lada vuruldukla rı da o kadar s ü p hesizdir. Zira Kefa lonya l ı ların bi risi ta a l n ı n d a n vu­ ru ldu� u h a l d e a rkası üzerine düşmüş ve düstü�ü zam a n kafası do�u, aya k l a rı batı yön ü n e isa bet etm iştir. Bu adam di�eri n­ den evvel vu ru l m uştur. Zira ikinci Kefa lonya l ı a rkası nda n ya ra l ı o l d u � u h a l d e yüzü üzeri d üşmüş. O n u n da başı do� uya ve ayak l a rı batıya isa bet ediyor ki m utla ka a rkadası öldürü l e re k yere d ü ştü kten sonra kendisi kaça rken yine kaya n ı n R u m e l i ta­ rafı ndaki sa h i l i üzerinden atı l a n ku rsu n l a vurulmustur. Gere k kızın, gerek Kefalonya l ı ların g iysilerinde ve yüzle­ ri n d e y ı rtı k, b e re gibi şeylerden eser görü l memesi bu c i n aye­ tin sofra bası n d a ki ada m l a r a rasında çıkan bir a rbede eseri o l m a d ı � ı n ı ispat derecesi nde d ü s ü n d ü rür. Çünkü birbiri n e bu kad a r ya k ı n o l a n hası m l a r ı n bo�usma esnasında bo�a z b o­ �aza g e l m e l e ri, birbirinin g iysisine sarı l m a k, yüzlerin i gözleri­ ni y ı rtma k, bo�azlarını sı kma k g i b i h a re ketlerde b u l u n m a l a rı zoru n l u d u r. D o l ayısıyla b u n l a r orada mehta biye sefası eder­ lerken R u m e l i yönü nden üzerlerine h ü c u m eden düşm a n l a rı ta rafı n d a n bu c i nayetin işlen m is olaca�ında teredd ü d e k u l u­ n uzca m a h a l yoktur. Hatta bendeniz hü kmetmek istiyoru m ki Kefa lonya l ı l a r h a­ riçten gelen d üşmanlar ta rafı n d a n öldürüldükleri halde g en ç kız o n l a r ta rafı n d a n öldürü l m e mistir. Zira kendisini vura n ka m a ya ra n ı n içinde b ı rakılmıştı r k i b u h a l kamayı vuran ada m ı n o n u çıkarıp bera ber götü rmeye meyd a n bulama ması n d a n ileri g e l­ miştir. Kama n ı n k ı n ı Kefalonya l ı l a rı n üzerlerinde görü l m e miş, o n l a r ı n üzeri n d e birer bıça kla b i rer de tek tabanca b u l u n m u ş­ tur. Ta banca l a r boşaltı l m ış, bıçaklar da kın larından çıkarı l m ı ş­ l a rd ı . E�er ka m a ha riçten h ü c u m edenlerde olsaydı, üstü n l ü k o n l a rd a b u l u n d u � u n a göre kamayı ç ıka rı p a lacakları, orada b ı ra kmayaca kla rı ortadaydı . Oysa kızın yan ı nda b u l u n a n la­ rın ya l n ız i ki Kefa l o nya lıdan i b a ret oldu� u di�er alametlerde n a n la şı l ıyor. Ç ü n kü kaya n ı n kuzey ta rafı ndan g ü ney ta rafı n a do�ru yer yer k a n lekelerinden bi rta kım izler kal mış o l u p b u iz18

ler g ü n ey tarafı nda birleşerek on a rş ı n kadar yer işgal ediyor. Bundan a n laşılıyor ki di�er birkaç y a ra l ı d a h a buraya kad a r koşup gelmiş, b u radan kayık veya san d a l i a r ı n a binerek kaç­ mışlard ı r. Anca k kaçan ların kaç kişi old u � u n u ta hmine imkôn bulunamam ıştır. B u ta hmin yemek ve işret sofral a rındaki kadeh­ lerin, çatal, bıçak ve koşıkiarın sayı s ı n d a n çıkarı l m a k gerekirse deısofra başı nda b u l u n anların sekizden ona kadar adam o l­ dukları söylenebil i r. Bu d u rumda kızı vuran a d a m ı n bu şeki lde kaça n l a rı n a rasında ol ması a kla gayet yak ı n görü n üyor.

Maktullerin vaziyederinden Osman Sabri Efendi'nin çıkarmış olduğu marraların tümü gazeteci tarafından da onaylandı. Ancak kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulmuş olması hakkındaki zannı Muharrir Efendi onay­ layamadı. Dedi ki: - Kavganın, boğuşmaıiın sofra başındaki adamlar ara­ sında çıkmamış olduğuna, giysilerinde, yüzlerinde, gözle­ rinde yırtık ve bere gibi şeyler olmamasından dolayı çıka­ rımımza diyecek yoktur. Maktullerin yaralarından ve na­ aşlarının vaziyederinden bunların Rumeli tarafından vuku bulan bir hücumla öldürüldüklerini düşünmeniz pek doğru olabilir. Fakat kızı yine kend i arkadaşlarının vurmuş olma­ sını yalnız kamanın yara içinde kalmasından, kınının ise maktul Kefalonyalılar üzerinde bulunamamasından dolayı çıkarımınız pek zayıftır. Mecdeddin Paşa: - Bu görüşü bendeniz de arz etmiştim. Hatta Fransa hastanesinde bilirkişiye de muayene ettirilince henüz bakire olduğu ortaya çıktı. Gazetecinin dikkatli gözü açıldı. Dedi ki: - Henüz bakire mi ? - Evet. Bu da kızın oraya bir alçaklık düşüncesiyle götürülmemiş olmasına delalet eder. Dolayısıyla kötü bir niyetle götürülmerniş olan kızı yine kendi arkadaşlarının vurmasına ne mana verilebilir ? Osman Sabri Efendi belli belirsiz bir tebessümle dedi ki: 19

- Kızın oraya nasıl bir fikirle götürülmüş olduğunu bile­ mem. Ben naaşın bilirkişiye muayene ettirilmesini hatırlattı­ ğım zaman kızın bakire olmadığına hiç şüphem yoktu. Yal­ nız tahminen ne kadar zamandan beri bakireliğinin bozul­ muş olduğunu anlamak için muayene ettirmiştim. Bu zan­ nımın yanlış çıkması kızın yine kendi arkadaşlan tarafından vurulduğu hakkındaki zannımın da yanlışlığını gerektirmez. Bin türlü hal olur ki kızı kendi babası bile vurabilir. Özellikle Rumeli tarafından hücum edenler hırsız takımından değil­ di. Öyle olsalardı sofra takımı epeyce kıymetli şeylerdendi. Kızın kulaklannda küpeleri, parmağında yüzüğü, boynunda bir de maualyonu bulunduğundan bunları alırlardı. Hatta kızın üzerindeki ziynetlerin olsun alınmamasından dahi an­ lıyorum ki Rumeli tarafından hücum edenler belki de kızın yanına bile gelmemişlerdir. Gelselerdi, hırsız olmasalar bile bu eşyayı mutlaka alırlardı. Gazeteci yazıya yine göz gezdirmeye başladı . Şöyle bir paragraf daha okudu: Kan l ı Kaya ' n ı n gü ney tarafı ndan birtakım ya ralılar kayı k veya sa ndaliarına binerek kaçariorken içlerinden birisi yı rtı k bir zarf içinde bir kôğıt düşürmüş. Zarfın üzeri yazı lı olmadığ ı n d a n bu mektub u sahibine u laştı racak adamın onun kim olduğ u n u bi­ lerek götü rm ü ş olduğu anlaşıl ıyor. Ancak mektup Osman l ı h a rf­ leriyle yazılı olduğu halde öyle bir lisanla yazılmıştır ki ne Türk­ çeye benzer ne Ara pçaya ne de Fa rsçaya. H intçe olması n diye birkaç H intliye gösterdim. Onlar da ne olduğunu an laya m a d ı .

Gazeteci bu mektubu hepsinden çok merak etti. Muta­ sarrıf Paşa'ya dedi ki: - Şunu bir de bendeniz görebilir miyim? - Hay hay. H atta bunu asıl sizin gibi dillerde, birçok bilim dalında mahir olanlara göstermelidir. Çünkü ne oldu­ ğunu ancak siz anlayabilirsiniz, diye mutasarrıf Mecdeddin Paşa Hazretleri yazı takımı üzerindeki evrak arasından söz konusu mektubu gazeteciye gösterdi. 20

Bu mektup şöyle yazılmıştı: Simelye n imey eyemte tsa k a n ı n a c nizimipeh nedn idesa h şimiişi afatsum üknüç m udlo namşip enzi mi�idrev niçi i rep neb

Bu mektup Muharrir Efendi nezdinde en çok merak uyandıracak şeylerden biri olarak değerlendirildi. Fikrini söyleyince Müstantik Efendi dedi ki: - Yalnız en çok merak uyandıracak değil, belki cinayeti işleyenleri meydana çıkarmak için adli tahkikatı yürütmekte en çok işe yarayacak bir şey varsa o da budur. - Bunda ne doğu, ne batı dillerinden hiçbirisine benzer hiçbir şey bulunmadığına göre, ben buna dil diyeceğime, bir şifre demek istiyorum. - Ben onu çoktan dedim. Şimdi zihnim o şifreyi çöz­ mekle meşgul. - Bunun bir suretini alsam, ben de müşkül çözme husu­ sunda size yardım etsem olur mu ? - Gazeteye koymayacağınızı vaat ederseniz olur. - Size vaat ederim ki yalnız onu değil, bugün şurada aldığım malumatı ifşa yollu hiçbir şeyi gazeteye koymaya­ cağım . Hiçbir şey yazınam diye vaat etmem, fakat zabıtanın sırlarını ifşa demek olacak ve tahkikatınızı güçleştirecek hiç­ bir şey yazmayacağım . B u söz üzerine Müstantik Efendi, Mutasarrıf Mecdeddin Paşa'nın yüzüne baktı. Bu bakış gayet manidardı. Eğer Os­ man Sabri Efendi'deki gizleme fikri mutasarrıfta da bulun­ saydı, gazetecinin bu yolda verdiği vaatten hiç memnun ol­ maz, gazeteye tek harf yazmaması hakkında bir vaat almaya can atardı. Ancak Mecdeddin Paşa dedi ki: - Efendi hazretleri zabıtanın menfaatlerini bizden ziya­ de muhafaza ederler. Dolayısıyla bugün kendileriyle yapılan şu görüşmeden hiçbir zarar beklerneyerek bilakis fayda ve yardım bekleyebiliriz. Mektubun bir suretini de veri riz. Muharrir Efendi hemen kurşunkalemle mektubu kopya etmeye başladı. 21

Mektubun kopya edilmesi bittikten sonra gazete m uhar­ riri dedi ki: - Cinayet gerçekleşirken oradaymış gibi olayı keşif gay­ retinde bulunmanıza, elde bir hayli eşya ve ipucu bulunma­ sına bakılırsa, inşallah faillerinin yakında yakalanacağından şüphe edemem. Bu konuda benim de yalnız iki görüşüm var. - Nedir onlar ? - Birisi kızın kendi arkadaşlan tarafından vurulması hakkındaki görüşümdür. Bu görüş sizinkine muhaliftir. Böy­ le kibardan l sayılabilecek ve İslam olduğuna parmağındaki kına rengiyle şüphe bırakmayacak olan kızın hazır bulun­ duğu bir mehtabiye sefasında yankesici takımından Kefa­ lonyalılann işi ne ? Kızcağızı mutlaka oraya kötü bir niyetle götürmüşlerdir demek isterim . - Kötü niyetle götürecek olsalar, yemek ve işret levazı­ mında o kadar külfete hacet görülmezdi. Oysa bunlar ye­ mek ısıtmak, kahve filan pişirmek için ateş bile yakmışlar. Diyelim ki bu kadar külfete lüzumsuz olarak katlanmış ol­ sunlar. O halde yalnız kızın canına kıyarak başkalarının da yaralanmasına ve öldürülmesine lüzum görülemezdi. Hele cinayetin işlenmesinden sonra yine muntazam olarak git­ mek için getirdikleri eşyayı alıp götürürlerdi. Halbuki bun­ lar oraya kendi istekleriyle gelmiş oldukları halde bir cebir ve baskı üzerine kaçtıklarını bunca eşyayı orada bırakmış olmaları ispatlar. - İkinci görüşüme gelince, bu gibi önemli ve meşhur ci­ nayetlere dair okuduğum Avrupa kitaplarında görmüştüm . Caniler genellikle işledikleri cinayet üzerine adli zabıtanın icra edeceği tetkik ve tahkikieri yanıltmak için birçok sahte ipucunu kendileri tertip eder. Yaptığınız tahkikatta sizin b u noktayı dikkate aldığınızı göremiyorum. Osman Sabri Efendi'de belli belirsiz bir tebessüm daha görüldü. Bu tebessüm yine belli belirsiz bir istihzaya delalet edebilirdi. Mahir müstantik dedi ki:

Yüksek tabakaya mensup, soylu ve seçkin sınıftan kişiler. 22

- Canilerin böyle bir ihtiyatta bulunması için en evvel cinayet yerinin kendi istekleriyle seçilmesi gerekir. Hiçbir cani tasavvur edilemez ki işlediği kabahatİn kendi tarafın­ dan işlendiğini zannettirmek çaresini düşünsün. Lakin bu kuralı Kanlı Kaya canilerine de uygulayabilmek için söz konusu yeri canilerin seçmiş olması gerekir. Oysa hasımları oraya kendi istek ve iradeleriyle gitmiş, caniler de ansızın � hücum etmiş ve cinayetlerini işledikten sonra başka hiçbir şeye bakmayarak kaçmışlar. Gerçekleşen cinayetin gerek garabetine, gerek müthiş önemine dair biraz daha konuşulduktan sonra gazeteci artık vaktin geç olduğundan, yarınki gazete için yazacağı yazılar bulunduğundan bahsetti; Mecdeddin Paşa'ya ve ardından Müstantik Osman Sabri Efendi'ye veda etti . Çıktı, gitti.

5 Galatasaray önünden tuttuğu arabayla Karaköy Köprü­ sü'nün başına, oradan da Köprü'yü geçerek Babıali civarın­ daki gazetesine gelinceye kadar gazeteci efendinin bu müthiş cinayet üzerine zihninden geçenleri kaleme almak lazım gel­ seydi, adli reforma ilişkin pek mükemmel bir tasarı hazır­ lanmış olurdu. Okurlarırnıza hatırlatmalıyız ki Öreke Taşı cinayetinin gerçekleştiği sırada henüz şimdiki yargılama usulü, malıke­ rnelerin ıslahı ve adiiye tesisatı yoktu. Son adiiye tesisatı sa­ dece velinimetimiz ıslahatçı padişahımız efendimiz hazretle­ rinin şahane başarılarından biridir. Bu devleti, bu memleketi yeniden ihya edercesine başanya ulaştırdıkları bunca önemli ıslahat arasında halkın selameti için en yararlı olanlarından biri de yeni adli düzenlemelerdir. Şimdiki adiiye usulünce müstantiklerin, savcıların vesaire her sınıf memur ve adli zabıtanın görevleri o kadar mükem­ mel olarak belirlenmiştir ki böyle orta yerde davacısı bulun­ mayan en dehşetli cinayetierin bile davacısı yüce adalet olur. 23

Suçluların meydana çıkarılması için adli zabıta, tahkikat memurları, müstantikler ve savcılar ellerinden geleni yapar. Bundan önceyse zabıta ve adiiye memurlarının sorumlu­ luğu bu kadar değildi. İşte böyle Öreke Taşı cinayeti kadar mühim olan şeyler bile sanki gökten gelen bir kaza ymış gibi yalnız bildirilmekte yetiniliyor ve artık tahkikatın arkası da bırakılıyord u. Osman Sabri Efendi'nin hakikaten mahir bir müstan­ tik olduğu na veya olabileceğine şüphe edilemez. Zira hangi sınıf ve meslekte olursa olsun, mensubunu mahir eden şey ancak merakından ibarettir. Bir insanın, sanatının meraklısı olduktan sonra bütün emsal ve akranının önüne geçeceği şüphesizdir. Meydanda bulunan alarnet ve emarelerden manalar çı­ karmaya çalışması, bir dereceye kadar makul manalar çı­ karmış olması, hatta şimdiki davranışına bakılırsa b u işin arkasını bırakmayarak tahkik ve tetkikine devam edeceğinin anlaşılması Osman Sabri Efendi'nin merakına ve merakı do­ layısıyla işi benimsemesine delalet eder. Eğer bu kadar me­ raklı ve bilinçli bir memur muntazam düzenleme ve tesisat altında bulunan bir adiiye heyeti nezdinde bulunsa, dünya­ da daha iyisi düşünülemeyecek bir adiiye memuru olacağına hiç şüphe kalmaz. İşte gazete muharriri araba içinde ve Köprü üzerinde şu ilk değerlendirmelerden başlayarak bizde mahkemeterin ıs­ lahı için daha neler yapılması gerektiğini de düşünüyordu. Bu düşüncelerini kağıda geçirseydi h akikaten mükemmel bir adli reform tasarısının ortaya çıkmış olacağını tekrar ederiz. Halbuki gazeteci efendi, Osman Sabri'nin merakını ve iş­ lenen cinayet üzerine mükemmel tahkikatı ne derecelere ka­ dar vardırdığını henüz tamamıyla bilmiyordu. Zira evvelce de görmüş olduğumuz gibi Osman Sabri görevine ait sırları hiçbir kimseye, hele hele bir gazeteciye açacak ve gazetelerin övgülerinden hoşlanacak memurlardan değildi. Mecdeddin Paşa'nın bu hususta kusurları olmasaydı Muharrir Efendi Galatasaray'a geldiği zaman Öreke Taşı cinayetine dair ne 24

kadar malumada gelmişse gittiği zaman da o kadar malu­ mada gitmiş olacaktı. Osman Sabri'ye göre bereket versin ki tahkikat ve dü­ şüncelerini ne derecelere kadar götürmü ş olduğunu henüz Mecdeddin Paşa da bilmiyordu. Bilseydi, işin o yönünü de gazete muharririne açacağı şüphesizdi. Muharrir Efendi gittikten sonra Osman Sabri Efendi Mecdeddin Paşa'ya dedi ki: - Gazeteci buradayken söylemek istemedim ama ben­ deniz sayenizde Öreke Taşı cinayetince tahkikatta devam edilebilecek bir izceğiz açmaya muvaffak oldum. - Aman ne gibi iz ? Söyle canım Sabri söyle. Eğer şu işi meydana çıkarabilip de bir şan kazanırsak, senin göğsüne gü­ neş gibi bir nişan taktırmak benim boynurnun borcu olsun. - Kulunuz yalnız efendimizin şan ve şerefine hizmet et­ miş olmak iftiharıyla yetinirim. - Gerçi büyüklere şan kazandıracak olanlar küçük me­ murlardır. "Alet işler, el övünür" derler ama biz de kendimi­ ze şeref kazandıran memurların müklfatından geri kalma­ yız. Şu bulduğun yol nedir bakayım ? Çabuk söyle. - Maktul kızın naaşını nisa hastanesine götürerek giysi­ lerini soyup çıkardığımız zaman, daha sonra tahkikat yapı­ lırken lazım olur diye değirmi bir arnerikana sararak buraya getirmiş, diğer eşyalada birlikte emanette koruma altına aldır­ mıştım. Dün akşam sofra takımları üzerinde markaya filana benzer bir şey olursa onlardan bunların sahibini keşfe bir yol bulunur mu diye bir merak sardığından eşyayı tekrar incele­ meye aldım. Hiçbirinde marka vesaire işaret göremedimse de çatal, kaşık, bıçak koymaya mahsus kutunun üzerinde bir eti­ ketin yapışık olduğunu gördüm. Fransızca yazılı bu etiket dik­ katinli çekti. Üzerinde basılı olarak " Bazar Anglais " yazılmış, onun altına da kalemle bir rakam ve bir iki harf yazılmıştı. - Ee, ee! Güzel dikkat. - Anladım ki bu takımlar İngiliz mağazasından sa tılmış. Hemen kutuyu alıp Bazar Anglais'ye gittim. Bunun oradan mı satıldığını ve kime satıldığını sordum. 25

- Güzel dirayet. Aferin Sabri. - Gerçekten de oradan sarılmış ama bundan üç sene önce satılmış. O senenin defterleriyse Londra'ya gönderilmiş olduğundan kime sarıldığının bilinemediğini, yalnız kendi­ lerince bir şifre demek olan rakamlara bakılırsa, altı İngiliz lirasıyla sekiz şiiine satıldığını söylediler. - Eyvah ! Fakat dur, aklıma bir şey geldi. Londra sefa­ reti vasıtasıyla İngiliz mağazasının asıl merkezine kadar da müracaat edebiliriz. - Bu aklıma geldiyse de uzun iş. Diğer yandan başka ve daha kestirme bir yol buldum. - Ee ? . . - Maktul kızın üstünden çıkan fistanın ense tarafında ve astarı üzerinde işleme gibi harfl e rle " Mil Lüks" yazılı. Mil Lüks mağazası şurada, Kulekapısı'nda . Sahibi modist­ ra ı Madam Lahey tanıdığım bir kadın olduğundan bo h çayı kaptığım gibi mağazasına vardım. Pistanın sofra takımı gibi üç sene evvel yapılınamış ve satılmamış olacağı ortada oldu­ ğundan bunun kime sarıldığının anlaşılacağında hiç şüphem yoktu. - Öyle ya . . . İnşallah bunun da bir engeli çıkmadı. - Madam Lahey fistanı kan lekelerine bulanmış görünce birdenbire ürktü, hatta kendi mağazasında böyle bir fistan yapmış olduğunu inkar etmek istediyse de ben ensesindeki yazıları gösterince inkara mecali kalmadı . Bu tahkikatın müthiş bir cinayet üzerine adli za bıta tarafından yürütüldü­ ğünü anlattım. Vereceği haberin doğru olmasının yanı sıra bu sırrın kimseye ifşa edilmemesini, şayet bir tarafa haber verecek olursa sorumlu olacağını da anlattım. Nihayet Ma­ dam Lahey fistanı hangi konağa yapmış olduğunu söyledi. Konak sözünü işitince Mecdeddin Paşa 'nın gözleri fırla­ dı. Oturduğu sandalyeden fırlayıp kalkarak telaşla dedi ki: - Aman Sabri, ne diyorsun ? Konak mı ? Maktul kız ko­ nağa mı mensupmuş ?

ı

Kadın terzi. 26

- Ya parmaklarında kına izi olduğunu unuttunuz mu ? - Ee, hangi konağa mensupmuş bakayım? - Kemanizade'nin. - Mustafa Bey'in ha ? . . - Gerçi konak Kemanizade Mustafa Bey'in adıyla anılsa da Mustafa Bey'in eşi Hediye Hanım'ın uşağı gibi bir şey

9

değil mi ir? - Şimdi bu kız onların kızı öyle mi ? - Orasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa bu elbisenin o konak için yapılmış olmasından ibarettir. Bununla birlikte kızın Hediye Hanım'la ilgisini umarım bugün akşama kadar öğrenebilirim. Mecdeddin Paşa'yı bir dalgınlık aldı. Hayrete, dehşete, büyük bir iç sıkıntısına delalet edebilecek alametler birbiri ardından çehresini istila etti. Nihayet amirane bir tavır takı­ narak dedi ki: - Sabri Efendi ! Sana bir şey söyleyeceğim. Hediye Ha­ nım'ın ismini burada benim yanımda zikrettin. Bir daha başka yerde zikretmeyeceksin. Eğer o isme bir kan sürecek olursan, kendini yok bil. - Aman efendim ! Kanı ben sürecek değilim. Kan oraya kadar kendi kendine fışkınp gitmiş olursa ne yapalım ? - Hediye Hanımefendi kendi dava ederse kimsenin bir diyeceği kalmaz. Kendi dava etmediği halde sen orta yere bir destan çıkarırsan halin yamandır. Sana acıdığımdan tembih ediyorum, bu sır seninle benim aramda kalacaktır. - Bir de Madam Lahey arasında . Zira Hediye Hanım'ın konağı için yaptığı fistanı al kanlar içinde görünce Madam Lahey'in her sırrı öğrendiğinde şüphe kalmaz. - Ben onu da çağırır tembih ederim. Hediye Hanıme­ fendi ha ? Aman Yarabbi ! Mil Lüks modahanesinde yapılan fistanın Hediye Ha­ nım'ın konağı için yapılması Mecdeddin Paşa'yı ne kadar hayrete düşürdüyse paşanın tehdit edici tembihi de Müstan­ tik Osman Sabri Efendi'yi o kadar hayrete düşürmüştü.

27

Osman Sa bri Efendi'ye göre insanlar mademki bunca nefis hastalığıyla yaratılmıştır, mademki cinayet denilen şey mutlaka nefis hastalıklarının sevkiyle meydana gelen bir ha­ rekettir, o halde i ster Hediye Hanım olsun ister kim olursa olsun cinayet işleme yatkınlığından yaratılış ve mevki icabı uzak sayılacak hiçbir insan eviadı düşünülemez. Sadece in­ sanlar terbiye derecelerine göre nefis hastalıklarının ortaya çıkmasını engelleyebilir, bu nefis mücadelesinden ırz, iffet, dürüstlük denilen beğeniten özellikler vücuda gelir. Bu görüş Osman Sabri Efendi'de bulundukça Mecdeddin Paşa'nın ansızın Hediye Hanım'ı korumaya çalıştığını görür­ se, o zeki ve uyanık müstantik hayrete düşmez de ne olur ? Mecdeddin Paşa'nın yanında birkaç dakika daha durdu. Paşa, Hediye Hanım'ın sırlarının ifşa edilmemesi hakk ında­ ki emir ve teh ditlerini tekrarlamaktan başka bir söz söyle­ medi . Osman Sabri emre itaat ve bağlılık tavrı göstererek paşanın yanından çıktı, kendi odasına geldi.

6 Adli kanunlar kamu hakları üzerine dayanınayıp da özel haklar üzerine dayanırsa özel hakların bile korunması zor ol ur. İşte eski a diiye usulümüz ile yeni adiiye usulümüz ara­ sındaki farkı hakkıyla anlamak isteyenler bu noktaya odak­ lanmalıdır. Adli haklar üzerine dayanan adli kanunlar uyarınca noterlerden savcılara varıncaya kadar birçok memur hep kamu hakl arının koruyucusudur. Öreke Taşı konusu gibi bir cinayet olunca meydanci a hiçbir davacısı bulunmadığı halde bile tahkikat memurları, savcılar filanlar suçluları mutlaka meydana çıkararak ceza larını tayin edinceye kadar tıpkı birer davacı, birer intikam alıcı gibi hareket ederler. Kendi memuriyet namuslarını ilgilendiren vazife budur. Hatta bir caninin gaddar pençesine düşen adam davacı olmasa, davasından vazgeçse, caniyi affetse bile kanun ada28

leti kamu hakları bakımından da caninin yakasım bırakmaz, onun üzerinde kanunun hükmünü yine icra eder. Eski usuldeyse kamu hakları kadar mükemmel olarak icra edilebilmek şöyle dursun, özel hakların bile kaybedil­ mesine sık rastlanır. Zira hakimler ya suçlunun düşmanıdır veya dostu ol­ maktan uzak değildir. S uçludan intikam alacak olurlarsa, işkencelere kadar kendileri için meydanı açık bulabilecekleri gibi dost oldukları durumdaysa davacının haklarını perva­ sızca mahvedebilirler. Hukuki ve cinai muhakemeler usulü­ nün birer kanun şeklinde belirlenmiş olmaması avukatların da ağzına kilit vurma anlamına gelebilir. Hele davacı veya davalı büyük bir hükümet memuru veya hükümetin kendisi olursa, diğer tarafın halinin ne ka­ dar yaman olacağını " Davacı kadı olursa yardımcı Allah ol­ sun" atasözüyle değerlendirebilirler. Yeni usulde ise davacı kadı bile olsa, mahkeme huzurunda kadı ile diğerinin hiç farkı kalmaz; gerek avukatlar gerek savcılar ve müstantikler adli görevlerini tamamıyla yerine getirir. Özellikle yargıla­ malar aleni olduğundan ve gazeteler de adli tenkitlerinde serbest bulunduklarından hangi memur veya hakim vazife­ sini iyi yapmazsa kamunun gözü onu derhal görür ve mey­ dana çıkarır koyar. Bununla beraber yen i adli usulde hiç yanlışlık olmaz, hiç zulmedilmez diye inat etmiyoruz. Fakat yanılma da tamaha düşürülme de daha güç ve daha nadir olur. Zira verilecek hüküm beş altı hakimin oy birliğiyle veya oy çokluğuyla verilmelidir. Bunların hatası da tamahı da daha az olduk­ tan başka " hükme itiraz ve hakimlerden şikayet" istinaf, temyiz gibi o hataları, uygunsuzlukları düzeltip iyileştirecek ça reler de vardır. İşte bu düşüncelerin ışığında bundan önce kanuni adalet bakımından Hz. Ömer'in özel liklerini taşıyan padişahımız efendimiz hazretlerinin teşekküre değer bunca reformları arasında en mühimlerinden birinin de adli reform olduğunu vurgulamış tık. 29

Bizim Osman Sabri Efendi kendi merakıyla İslam fıkhını, genel adli usulü ve hukuk ilminin yüksek tabakalarını kendi kendisine okumuş, kapsamlı kitapları inceleyerek öğrenmiş olduğundan adli reformun bizce de uygulanmasını çok arzu ederdi. D olayısıyla Mecdeddin Paşa'nın yanından çıkıp da odasına geldiği zaman aklından geçen şeyler gazetecinin ara­ bada ve Köprü üzerinde düşündüğü şeylere eklenecek olsay­ dı, vücuda geleceğini evvelce haber vermiş olduğumuz adli reform tasarısı bir kat daha mükemmel olurdu. Osman Sabri eskice yazıhanesinin önüne oturarak ve kocaman kafasını iki elinin arasına alarak düşünmeye baş­ ladı. Fakat bu şekilde başladığı düşünce artık adli reforma dair görüşlerden ibaret değildi. Öreke Taşı vakasını düşü­ nüyordu . Zeki müstantiğin b u meselede e n çok merakını çeken şey parmakları kınalı bir Müslüman kızının iki Kefalonyalı arasında maktul bulunmasındaki sırlardı. Kendi kendine di­ yordu ki, "Kız Hediye Hanımefendi'nin konağına mensup olsun, nereye mensup olursa olsun, edecek başka bir sefa bulunarnayıp da Kanlı Kaya'ya kadar mehtabiyeye giderek orada bu kadar feci bir ölüme uğramayı gerektiren hal ne olmalıdır? Ben bu sırrı mutlaka keşfedeceğim. Ama Mu­ tasarrıf Paşa Hazretleri engelliyormuş ... İnsanın merakını hiçbir mutasarnf engelleyemez. İşi resmiyete koyamayacak bile olsam, hiç olmazsa kendi merakımı gidermek için şu işin arkasını bırakmayacağım. " Değerlendirmenin bu noktasına gelince Osman Sa bri'nin aklına gazeteci geldi. Kendi kendine dedi ki, " Gazeteciler aleyhindeki görüşüm de tamamıyla doğru değilmiş . Öreke Taşı meselesi eğer basında hakkıyla yerini bulacak olursa, Mecdeddin Paşa'nın Hediye Hanım'ı korumak için beni tehdidine imkan ve ihtimal düşünülemezdi. Zira o halde tahkikatın sonuçları benim tarafıından resmen meydana ko­ nulmayacak bile olsa, gazete tarafından gayriresmi olarak ilan edilerek elbette üst makarnların dikkatini çeker, elbette işin nihayeti bir yargılamaya kadar varırdı. Bununla birlikte 30

bu işte bastnın yardımına başvurmaktan beni kimse engel­ Iemiyor ya . Dur öyleyse, ben bir ara gideyim, şu Muharrir Efendi'ye iade-yi ziyaret ederek aramızda bir dostluk kurul­ masına çalışayım. " Osman Sabri Efendi bu düşüncelere, hayallere dalmıştı. Öyle ki bir ara odanın kapısı açılarak içeriye bir kocakarı girdiği halde Osman Sabri asla haberdar olamamıştı. Ko

dkarı ta odanın ortasına kadar gelerek

" Bu ne dal­

gmlık yahu ! " diye ses verdiği zaman O sman Sabri gözleri­ ni açmış ve odasına birinin girdiğinden haberdar olmuşsa da gelen kocakarının kim olduğunu pekaHi tanırken henüz teşhis ederneyerek " Buyurunuz hanımefendi, ne istersiniz ? " diye saygıyla karşılamaya kalkmıştı. Nihayet kocakarının bir kahkahası üzerine Osman Sabri aklını tamamıyla başına aldı. Kocakarıyı yanına oturtmak istedi. Kadın dedi ki: - Hayır. Bu halde oturacak vakit değildir. Dışarda kala­ balık çok. Dur ben çarçabuk elbiseınİ değiştireyim. Gelen kocakarı uzunca boylu, zayıf endarnlı, kaçık be­ nizli bir şey olup gençliğinden bakiye olmak üzere ağzında yalnız dişleri sağlarnca görünmektedir. " Elbisemi değiştireyim" diye kalkıp da odanın bir tara­ fındaki dolabı açtığı zaman içinden çıkardığı diğer elbise bir pantolon, bir yelek, bir ceket ile bir fes, potin vesaireden iba­ ret bir takım güzelce erkek elbisesiydi . Acayip ! Kocakarı kıyafet değiştiriyor ha ? Daha doğrusunu isterseniz, geldiği zaman kıyafet değiş­ tirmiş iken, şimdi asıl kendi kıyafetine giriyor. Çünkü Os­ man Sabri'nin " Aman Necmi ! Elbiseni değiştirineeye kadar sabredemeyeceğim. Nasıl, bir iz bulabiidin mi ? Çabuk söyle de meraktan kurtulayım " demesinden bu gelen zatın Necmi isminde bir hafiye olduğunu orada bulunup da Osman Sab­ ri'nin sözünü işitmiş olsaydınız hal ve ifadesinden çarçabuk anlardınız. Kocakarı kıyafetini değiştirdiği zaman kendisinde gö­ rülen değişim yalnız kadın kıyafetinin erkek kıyafetine in31

tİkalinden ibaret kalmadı. Bir kere " kocakarı " tabirinden anlaşılabilen ihtiyarlık hertaraf oldu. Zira Hafiye Necmi ancak otuz beşlik bir adamdı, fakat bu yaştaki erkek çehre­ sinde genç kadınlar kadar tazelik olamayacağından Necmi Bey kendisini kocakarı kıyafetine daha güzel yaklaştırabili­ yordu . İkincisi, kocakarı iken uzunca görünen boyu şimdi erkek olduğu zaman bir hayli kısalarak adeta orta boylu bir adam oldu. Kadın elbisesinin insanı daha uzun göstereceği balolara devam edenlerce denenmiştir. Bazı erkekler balo­ larda kadın kıyafetine girip kendilerini kimsenin tanıyama­ masını arzu ederlerse de en evvel boylarının hemen hiçbir kadında emsali görülemeyecek kadar nispetsiz uzun olması kendilerini tanıttırır. Erkekte en kısa boy kadında ortadan yüksek bir boy olarak değerlendirilir. Necmi'nin getirdiği haberi bir an evvel alma hususun­ da bizim maharetli müstantik Osman Sabri'nin pek aceleci olmasında elbette bir hikmet alacaksa da biz ondan daha evvel ha ber verelim. Hafiye Necmi'nin her ne kadar kocaka­ rı olmayıp erkek olduğunu söyledikse de bu söz tamamıyla doğru değildir. Erkek denildiği zaman ne anlarsınız ? Sakallı, bıyıklı bir adam mı ? Gerçi Necmi'nin sakallı, bıyıklı olması kocakarı kıyafetine girmesine mani olacağından kendisinde öyle bir şey olmayacağı ortadaysa da saka! ve bıyığın bulunmaması mahirane kullanılmış bir usturanın eseri değildi. Bizim Ha­ fiye Necmi yaratılıştan bu erkeklik alametinden mahrumdu. Köse miydi ? Ondan daha fa zla bir şey ! Saka! ve bıyığın hakikaten erkeklik alameti olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira do­ ğuştan erkek olduğu halde gerek doğal ve özel bir sebeple, gerek özel bir sıfat eseri olmak üzere erkeklik özellikleri yok olanlarda sakal ve bıyık da kalmaz. Yalnız saka! ve bıyık değil, Adem aleyhisselamın oğulla­ rının Havva 'nın kızlarından ayıncı özelliği sayılan erkek sesi de kalmaz, sesi incelir.

32

Işte bizim Hafiye Necmi böyle bir ak ağadır. 1 Kılık de­ ğiştirmekte de mahareti olduğundan kadın kıyafetine girdiği zaman hiçbir kimsenin tanıyamayacağı kadar mükemmel bir kocaka rı olur. Hafiye Necmi erkek kıyafetini giyip de Müstantik Os­ man Sabri Efendi'nin yanına oturduğu zaman bir de sigara yaktı. Sqnra dedi ki: - Bir iz bulup bulamadığıını soruyorsun h a ? Hey ku­ zum hey! Her tavşan adama iz mi gösterir? Bazı usta tavşan­ lar vardır ki sağa sola, öne arda döne döne beş adım sıçraya­ rak iz kaybeder. Bunlara karşı gayet mahir bir avcı olmalıdır ki iz bulabilsin. -

Sen in işte o m a h i r avcı olduğuna şüphem yoktur.

- Benim de yoktu ama bu işte biraz şüpheleneceğim geliyor. - Ee, nasıl ettin bakalım ? - Bohçacı Ziynet Kadın bohçasını yakalayarak doğruca Hediye Hanımefendi'nin konağına gitti. Cariyelere güzel mendilleı; fildekoz2 çoraplar filanlar göstermeye başladıysa da bu konak diğer bildiğimiz safderunlar mahalli değilmiş. Bize güvenmediler. Bir acuze kah ya kadın var; polis reisi yap­ salar layıktır. Sürekli beni oraya kimin gönderdiğini sorar. Bir ara bu sorulardan maksat acaba beni bir fuhuş vasıtası olarak



kabul etmek istiyor diye düşündüm. A:z kalmış­

tı ki zihnimden aslı yoktan bir muhabbet ve sevcia hikayesi uydurayım da o maksat üzerine geldiğimi söyleyeyim. Fakat kahya kadının karşısında aşık aram ayacağıını anladığımdan hiç de böyle güç bir işe girişmedim . - İyi ettin. Zira foyan meydana çıksaydı konaktan pek fena bir halde çıkardın . - Ben onu düşünmedim. Biraz avanak görünürseın gü­ ven kazanının diye düşündüm. Öyle de hareket ettim. Beni

Ak ağa: Beyaz ırktan hadım kimseler için kullamlan tabir; (tarih .) Osmanl ı sarayında Enderun'a a i t bazı işlerde v e özellikle kapıların bekçiliğinde kul­ lanılan, doğuştan erkeklikten mahrum, beyaz ırktan harem ağası . Çok sağlam ve ince bir pamuk ipliği çeşidi. 33

kimsenin göndermediğinden, pek işgüzar bir kadın oldu­ ğumdan bahisle büyük büyük hanımların cevahir teliallığın­ da bile istihdam ettiklerini söyledim. - Ee ! Yine haddinden harice çıktın. - Yok yok, dur bak ne oldu. " Cevahir tellalı " l dediğimde kahya kadının gözleri açıldıysa da inanmak istemedi. Üzerimde cevahir bulunup bulunmadığını sordu. Ben dedim ki şimdi yoksa da istenirse getirebilirim. - Öyle ya. Emanetten filandan birçok elmas vesaire bu­ la biliriz. - Evet. Nihayet kahya kadın bize anlattı. O konağın halayıkları filanlan öyle mendil, çorap, eldiven, boyunba­ ğı gibi bohçacı alışverişinde bulunamaz. Fakat cevahircilik gibi mühim bir ticaretim varsa, hanımefendiye kadar takdim olunabilirmişim. Anlıyorsun ya . . . Demek oluyor ki Hediye Hanımefendi Hazretlerinin mahremiyet dairelerine kadar girmeye yol bulabileceğiz. Yalnız bugünlük hiçbir havadis alabilmek mümkün olamadı. - Zararı yok dostum. Geç olsun da güç olmasın, derler. - Şimdi sen bana bir hayli elmas filan bulmalısın. - Öyle olacak ama Mutasarrıf Paşa Hazretleri b u işte ilk gösterdiği gayrette devam etmeyecek gibi. Anladığımdan korkarım ki mücevheratı tedarikte güçlük çekeceğim. İşin en kolayı böyle bizim için en güç olursa artık muvaffakiyetİn daha ne kadar güçleşeceğini düşünmelisin. Fakat umudunu kesme Necmi, her halükarda Cenabıhak bizim gibi doğru­ lara yardımcıdır. Bugün artık Müstantik Efendi Öreke Taşı vakasıyla uğraşmadı. Başka bir işi de olmadığından Feriköy'e doğru hava almak için gezmeye çıktı . Akşam evine gelince Hafiye Necmi'nin istediği elmasları nereden bulacağını bir hayli düşündü. Pek çok yöntem hatı­ rına geldiyse de hiçbirini hakkıyla beğenemiyordu.

Elmas, zümrüt, pırlanta gibi değerli mücevherlerin satışında aracılık eden kimse. 34

Bu merakla yatağına yattı. Ertesi günü Galatasaray'a ge­ lince kendi için gelmiş bir mektup buldu. Hemen açtı. Yeni dostu gazete muharriri tarafından yazılmış olup sureti şudur: Azizim Osman Sabri Bey, Vermiş olduğ u nuz tuhaf mektu b u n şifresin i açacak olan a nahta rı bulmuşsa m mem n u n o l u r m usun uz? M a niniz yoksa gazeteyi leşrif edin de size okuyayı m .

35

İKİNCİ B ÖL ÜM BEYO GL U'NDA BİR İNTİHAR

ı İntiharı yani insanın kendi canına kastetmesini ahlakçı­ lar ittifakla cinayetlerio en büyüğü, en müthişi sayar. Acaba hakları yok mudur ? " Can benim değil mi ? Vücut benim değil mi ? Kendi ca­ nıma kendim kıyarsam kimin ne demeye hakkı olacaktır ? " gibi sözler, öyle değerlendirmelerdir ki ilkin insana doğru gibi görünse de biraz derince düşünülürse tümüyle hüküm­ den düştükleri ortaya çıkar. İnsan kendisine kıydıktan ve geberip gittikten sonra ona artık bir şey diyebilme imkanı da yok olmuştur. Hatta bir adam, cezası kısas olan bir öldürme fiilinde bulunsa, birkaç gün sonra da eceliyle vefat etse o katile kimsenin diyeceği kalmaz. intihar ise bir öldürme suçudur. Hem de kasten öl­ dürme olduğu için kısas gerektirir. Fakat bu suçta öyle bir garabet vardır ki yalnız o garabet yukarıda beyan ettiğimiz gibi laf dolaştırmalara, safsatalara meydan açar. Söz konusu garabet ise aslında bakın ne kadar sadedir. intihar kısası gerektiren bir öldürme suçudur, ancak kı­ sas ve idam cezası da o suçun kendisinden ibarettir. Bir adam canına kıymakla hem bir öldürme fiilinde bulunmuş hem de o öldürme fiilinin gerektirdiği idam cezasını kendi kendisine İcra etmiş olur. Dünyada hiçbir şey felsefeden, hikmetten hariç olamaz . Hükümlerinin hikmetinden sual edilmeyen yalnız Cenab-ı Ahkemü'l-hakimindir. l Halbuki onun da emir ve yasaklarıHakimierin en sağlam hüküm vereni. 39

nın hikmetini biraz düşünürsek kendisinden suale hacet kal­ maksızın bize verdiği akıl ve idrakle bulabiliriz. Her şeyde olduğu gibi bilhassa adalet kanunları da hikmet esası üzeri­ ne kurulmuştur. Adalet kanunları katili niçin cezalandırıyor ? Sırf bir öl­ dürme fiilinde bulunduğu için mi ? O halde hatayla meydana gelen öldürmeleri de kasten öldürme gibi cezalandırmalıydı. Halbuki kasıt ile hata arasında büyük bir fark arıyor. Hatayı bir iki sene hapisle cezalandırıyor, kastı ise kısasla cezalan­ dırıyor. Fiilierin ikisi de bir, yani bir a damın diğer bir adam eliyle öldürülmesinden ibaret ol duğu halde kaza ile kasıt arasında bu fa rkın bulunması bize gösteriyor ki ad alet kanunlarının kısasa layık gördüğü �ey bir adamın öldürülmüş olması de­ ğil, katilin kastıdır. Evet, asıl suç kasıttır. Hatta kazada hata cinsinden değil a, kanunun kasıtsız öldürme dediği öldürme şekli ile k asten dediği öldürme arasında da büyük bir fark görülüyor. O ka­ dar büyük ki evvelkisinin cezası geçici kürek olduğu halde ikincisinin cezası idam ol uyor. Kasten olsun, kasıtsız olsun, iki öldürmenin ikisinde de bir kasıt olduğu halde o kastın yalnız öldürme fiilinin mey­ dana geleceği esnada hasıl olmuş bulunmasıyla ondan ev­ vel yani epeyce bir zamandan beri mevcut olması arasında kanunen o kadar büyük fark görülüyor ki bu fark ölüm ile hayat arasındaki fark kadar büyük oluyor. Zira birisi katilin hayatta kalmasını, diğeri öldürülmesini gerektiriyor. Şimdi asıl suçun ruhu sayılan şey kasıttan ibaret oldu­ ğuna göre o kastın insanın kendi canına yönelmesi ondaki dehşeti bir kat daha artırıyor. Biraz dü şünelim; her ne şekilde olursa olsun, kasıt niçin bu kadar fena görülüyor ? Kasıt denilen şey insan ta biatın ın karşı kayamayacağı bir şey olsaydı ihtimal ki bu kadar büyük ve müthiş bir alçak­ lık görülmezdi. Zira o alçaklık " tabiatı gereği " gibi bir isim uydurularak

m azur

gösterilmeye çalışılırdı. Oys a insan ta bi40

atında kasıt; yoktur, emniyet vardır. Tıpkı insan tabiatında kaçınma değil, yakınlaşma olduğu gibi . Ilk karşılaşmacia iki adam arasında hüküm sürecek şey yakınlaşmadır. Ondan sonra birbirini tanıyıp da kaçınr n ayı gerektiren bir şey veya şeyler görülürse, kaçınma meydan a gelir. Aynı şekilde insan tabiatının ilk gerektirdiği şey emniyettir. Ondan sonra kastı gerektirecek bir şey çıkarsa, kasıt meydana gelir. İşte ştıraya bir çocuk oturmuş, yanında bekçisi yok, et­ raftan da hiçbir göz o çocuğa çevrilmemiş. Çocuğa her ne yapsanız hiçbir kimsenin görmesi katiyen mümkün değil. Haydi bakalım o çocuğun kulağını kesin. Eğer insan tabiatı­ nın ilk hükmü kasıttan ibaret olsaydı, sizi çocuğun kulağını kesmeden kim alıkoyardı ? Aksine insan tabiatının ilk gereği emniyet olduğu için çocuğa öyle bir kastın aklınıza gelmesi şöyle dursun, şayet yanında bir köpek veya bir çukur, bir kuyu gibi tehlike görürseniz yolunuzdan kalarak çocuğu emniyet altına almaya çalışırsınız. Görüyor musunuz hala kasıt yoktur. Bir de dikkat ediniz ki çocuğun kulaklarında bir çift en iyi cins pırlanta küpe var. En az elli lira eder. Nasıl, durum başkalaştı mı ? Bu küpeleri şöyle kolayca çıkarıp almaya hal ve zaman müsait olmadığından bunları çekince çocuğun ku­ lakları yırtılacak. İşte kastın başlangıcı meydana çıktı . Kanun da böyle in­ san tabiatında olan asıl emniyeti ayaklar altına aldığı, kendi nefsini böyle bir alçaklık derecesine düşürüp de o kasta mağ­ lup olduğu için insanı cezalandınyor. Bir örnek daha düşünelim. Yolda gidiyorsunuz. Bir kenara bir insan yatmış, uyuyor. Kendisini savunma kaydında değil. Etra fta görecek hiçbir kimse yok. Ha ydi bakalım o adamı öldürün. Mümkün mü ? İnsan tabiatının gereği emniyettir. Aksine, o adamın örtüsü bir tarafa kaymış da üşüyecekse gider, örtüsünü gösterirsi­ niz. Öyle değil mi? Bir de yanına yaklaştınız, baktınız, o adam vaktiyle sizi bir meseleden dolayı aşağı lamış 41

ve

ya bir durumda zarara

sokmuştur. O zamanki intikam hissinin geri dönmeye baş­ laması işin rengini değiştirir. İşte insan yaradılışının öncelikli gereği olan emniyeti, idam gibi cezanın da imikarnın da en büyüğü, en sonu olan bir kasıda ihlal ettiğiniz içindir ki ka­ nun sizi, yani bu kastınızı cezalandırıyor. Bir de kastı insanın kendi canına tatbik edelim. Acaba insan kendi kendisine ne kadar fenalık yapabilir ki yine kendi kendisinden intikam için canına kastetsin ? Veya acaba insan kendi canına kastetmekte hayattan büyük hangi menfaati d üşünebilir ki o menfaat uğruna bu kastı ter­ cih edebilsin ? Bu ihtimallerin ikisine uygun olacak hiçbir intihar ger­ çekleşmemiştir. intiharların hemen hemen tümü bir yeis, bir umutsuzluk neticesidir. Hatta bazı insanlar intikam alabilmekten ümidi kestiği için sanki kendi kendisinden alacağı intikamla şifa bulacakmış gibi canına kasteder. Aşk ilişkileri neticesinde­ ki intiharların neredeyse tümü bu şekildedir. Bundan başka malını, namusunu vesaire aziz bir şeyini kaybedenler sanki ölümle kayıpları telafi etmek mümkün olabilecekmiş gibi canına kasteder. Halbuki bu kasıtların tümü en iğrenç kasıtlardır. A lemde tabiatı bakımından insana kendi canı kadar aziz olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze alan adam da o kadar büyük bir iğrençliği göze almış olur. Kulak­ larında bulunan küpeye tamalı ederek çocuğun kulaklarını yırtan veya bir intikam duygusuna yenilerek yol üzerinde bir günahsızı öldüren cani bile o iğrenç kasıt karşısında bir de­ receye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabil ir. Kendi canına cidden kastettiği halde haricen bir sebep çıkmasıyla canı son kertesinde kurtanlan adamı kısas ola­ rak idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkar edecek pek az zeki hakim olabilirdi . Zira kendi canına kastı göze almış olan bir adam için ondan sonra kastederneyecek hiçbir şey tasa vvur edilemeyeceğinden böyle bir adamı toplumdan dışarıya çıkarmak lüzumu aşikardır. Ancak bunların birta42

kımları da sırf bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret ediyor da kurtulduktan sonra o hastalığın hertaraf olma ih­ timali üzerine kanun adamları onun cezası yoluna gitmiyor. Merhum Mehmet Ali Paşa Mısır'da orduyu kurduğu za­ man birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayak altında gebertmiş. Sebebiyse Arap'ın gözünü çıkartmasıyla bir neferden mahrum kaldığı meselesi değildir. Zira tek göz­ lü kalan Arap'ı dayak altında öldürmekle tamamen kaybet­ miş oluyor. Sırf kendi gözüne kendisinin kastetmesinin ne büyük melunca bir kasıt olduğunu herkese anlatmak için ancak bu cezayı orantılı bulabilmiş. İşte kanun önünde asıl cezalandırılacak şeyin kasıt oldu­ ğu ve kasıtlar arasında insanın kendi canına kastı en iğren­ ci olduğu için canına kastla intihar edenler kanuni hikmet önünde en büyük cani sayılır. Yalnız kendi suçlarının ceza­ sını yine o suçun işlenmesi yoluyla tayin etmiş oldukları için başka bir kanuni sorumluluğa gerek görmemiş olurlar. Öyle ki kamuoyu bu caninin uhrevi sorumluluğundan yine şüphe etmez. Zira derler ki, " Canına kıyan, imansız gider. "

2 intihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde ileri sürdü­ ğümüz bazı görüşleri daha geniş ele ala bilirdik Ezcümle, ca­ nına kıymanın hiç de yiğitlik sayılamayacağını açıklayarak iddianın ispatı için de intiharı göze almış pek çok aciz kadın bile bulunduğunu söyleyebilirdik Ancak maksadımız yalnız intihar hakkında felsefi bir cilt yazmak değil, hikayeınİzin ikinci bölümüne koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu'nda bir intihar vakası göreceğimizden bu vaka yı görmeye intihar faciası hakkında felsefi bir fikirle gitmek olduğundan şu ka­ darcık bir görüş beyanını yeterli gördük. Hicri bin iki yüz şu kadar senesine rastlayan ağustos ayı­ nın yirmi sekizinci çarşamba sabahıydı ki Beyoğlu'nda, . . . 43

mahallesinde, . . . sokağı ahalisini gayet canhıraş bir feryat figan heyecanlandırdı . Kah " Yangın var ! " diye feryatlar gelir, kah " Cankurta­ ran yok mu ? " diye yardım istenirdi. İlk seda hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen tarafta duman, a lev gibi yangına delalet eden emareler ara­ maya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencere­ lere koşanlarda ilk rahatlık meydana geldi. " Cankurtaran yok mu ? " sorusuna ise olumlu cevap verecek kahramanları bu zamanlarda konu komşu arasında aramamalıdır. Bununla birlikte seyredenler henüz pencerelerden ayrılma­ mıştı. Sadece ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde aralıkiarına göz uydurup olanı biteni izlemeye çalışıyorlardı. Feryat hala devam ediyor. Hem de gelen sedalar kadın sesleridir. On dakika sonra birçok ayak patırtısı işitildi. Fakat öyle olur olmaz nazik potinierin çıkaracağı patırtılar gibi değil. Asker çizmelerinden çıkan ayak patırtıları ki uygun adım yüründüğü zaman adeta yerleri sarsar. Bu patırtıların sahiplerinin asker olduğunu tüfek, süngü ve kılıç şakırtıları da teyit ederek i spatladı. Bunun üzerine . . . sakağına bakan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı başlar çıkacak kadar ahalide cüret belirdi. Gelen asker yirmi beş kadar nefer olup sekizi nizarniye ve on yedisi j andarma idi. Nizarniye askerleri bir mülazımın, jandarmalar bir yüzbaşının kumandası altındaydı. Fakat iki zabit kısacık boylu, koca kafalı, sivil kıyafetli bir efendinin emrine itaat ediyordu. Bu efenciiyi görseydiniz bizim mahir müstantik Osman Sabri olduğunu derhal anlardınız. Böyle bir vakaya gelen askerde " Vurun ! Tutun ! Koşun ! " gibi telaşlar olursa garipser misiniz ? Hatta maalesef itiraf edersiniz ki bu şekilde meydana gelen hareketlerin çoğu öyle telaşlı ve gürültülü olur. Öyle değil mi ? Halbuki bu sabah ayak patırtısı ve tabii ortaya çıkan silah şakırtısı gibi seslerden başka telaşa, gürültüye delalet 44

eder hiçbir ses işitilmiyordu. Çünkü Osman Sabri'de öyle te­ laş edecek tavır olmadığı gibi maiyetinde bulunan j andarma yüzbaşısı lüzumu kadar bile söz söylemeyi gevezelik sayan kıranta bir adamdı. Nizamiyedeyse ses çıkarmak zaten aske­ ri intizama aykırı bir hal olduğundan gece kol gezen askerin ne kadar patırtısı olursa, bu sabah feryat figan işitilen evi basan askerde de ondan fazla patırtı duyulmaması doğaldı. Osman Sabri bir kere evi hızla gözden geçirdikten sonra yüzbaşıya dedi ki: - Cafer Ağa, evin arka kapısı olduğunu zannettirecek gibi vaziyeti yoktur. Fakat damdan dama kaçarak bir çıkış yolu bulma ihtimali canİ veya caniler için olmayacak şey de­ ğildir. Bu sokağın ötesindeki sokak ile yanlarındaki sokakla­ rı derhal nokta altına alın . Cafer Ağa'daki cevap bir temennadanl ibaret oldu. Nizarniye mülazımıyla iki kelime konuştu. Daha sonra askere bir kumanda verildi ki iki sıra olan askerin birinci sırası yarım sağ ve ikinci sırası yarım sol ederek uygun adım yürüyüşüyle hareket edildi. Bir dakika içinde feryat gelen evin bulunduğu adayı kuşatan sokakların tümüne nokta2 dizildi. Bu iş bittikten sonra Cafer Ağa Osman Sabri'nin yanına gelince Osman Sabri dedi ki: - Sen abluka hattını daima devret. Şüpheli olarak so­ kakta kimi görürsen tevkif et. Eve ben girerim. Bu kumandayı nizarniye mülazımı da işitmişti . Yüzbaşı ile mülazım baş başa vererek tekrar ikişer kelime konuştuk­ tan sonra biri sağa , birisi sola dönerek oluşturdukları nokta­ lardan ibaret olan abluka kordonunu devre başladılar. Kapıda Osman Sabri'nin yanında bir çavuş, bir onbaşı ile dört nefer kalmıştı. Onbaşıyı gerek li talimat ve iki nefer­ le kapıda bırakarak kendisi, çavuş ve iki de neferle beraber içeriye girdi.

ı

Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam. Nöbetçi, gözcü, bekçi. 45

Kapıdakilere verdiği talimatı izaha hacet var mı ? Katiller dışarı fırlarlarsa tutmaktan, teslim olmaziarsa vurmaktan ve içerden çağrılacak olurlarsa imdada koşmaktan ibaretti. Bu emirler o kadar çabuk verildi ve icapları o kadar ça­ buk icra edildi ki kolun kapıya girişinden hemen dört da­ kika sonra Osman Sabri Efendi de evin kapısını açtırarak içeriye giriyordu. Osman Sabri'nin eve giriş tertibine gelince: En önünde bir nefer ve onun aı kasında kendisi bulunup kendi arkasına çavuşu ve en geriye diğer neferi konuşlandırarak girmişti. Ev içinde vaveylanın hala kesildiği yok. Sadece eski " yan­ gın var" lar, evvelki "cankurtaran yok mu " lar şimdi " Ah ev­ ladım! Ah babacığım ! " gibi figanlara dönüşmüştü. Bir de evvelce iki kadın sedası işitiliyorken şimJi birkaç erkek ve kadın sedası ve gürültüsü evvelkilere eklenmişti. Osman Sabri Efendi kapıdan girip de taşlık üzerinde bu­ lunduğu zaman yukarıdan yaşlıca bir kadın kendisini merdi­ venden aşağıya atarcasına koşup geliyordu. Ondan evvelse bir genç kız ile bir de uşak kıyafetli erkek, zabıta memuruna kapıyı açmaya koşmuşlardı. Yaşlıca dediğimiz kadının arkası sıra hizmetkar olduk­ ları kıyafetlerinden anlaşılan iki kadın ile bir erkek koşup geliyordu . Her birinin çehresi helak derecesinde değişmiş ! Her biri­ nin çarpıntısı, heyecanı son derecede. Her birinin ağzından bir başka söz çıkıyor. Osman Sabri Efendi sağ elinin şahadet parmağını dudak­ larına götürerek ciddi ve dehşetli bir tavırla "sus" işaretini vermesiyle bir an için gürültü kesildi. Osman Sabri sordu : - Yukarıda hırsız, kanlı filan kimse var mı? Bir uşak: - Kimse yok efendim. - Kaçtılar mı ? Nereye kaçtılar ? - Hayır, kaçan da yok . Kocakarı iki gözü çeşme gibi çağladığı halde Osman Sab­ ri'nin boynuna sarılırcasına istirham eder bir tavırla dedi ki: 46

- Ah efendim ! Yukarıya çıkın da oğlumun ne halde ol'

duğunu görün. Ah oğlum! Oğlum ! Kadının bu figanı üzerine genç kız da feryatlarını tekrar­ ladı; uşaklar, hizmetçi kadınlar cümleten evvelki şamaraya başladılar. Kimisi " B oğmuşlar ! " diyor, kimisi " Asmışlar ! " diye bağınyor, bazılan " Efendimiz ! " diye hayıflanıyor. Bir­ takımı " Babam" diye bağırıyor. Bir gürültü, bir patırtı ki malışer meydanı sanki ! Kocakarı ile uşaktan aldığı cevaplar üzerine O sman Sabri yakalanacak bir canİ bulunmadığını anladı. Bu defa kendisi öne düştü. Evin birinci katına, sonra ikinci katına çıktılar. Bu kattaki odalar yatak odalarıydı. Kocakarı ile kız önde giderek bir oda yı işaret ettiler. Ancak kız da kocakarı da odaya evvel girmeye cesaret edemiyordu. Osman Sabri Efendi ile j andarma çavuşu odanın eşiği üzerine gelerek baktıklarında tavanın ortasındaki halkaya bir adamın asılmış olduğunu gördüler. Çok vukuat görmüş, her dehşetli şeye gözlerini alıştırmış olan Osman Sabri Efendi fütursuzca koca kadına sordu : - Bunu buraya kim asrrıı ş ? - Kim bilir a efendim, kim bilir k i m asmış. Oğlum akşam odasına çekildi. Sabahleyin bu halde bulundu. - Demek oluyor ki kendi kendisini asrrıış, öyle mi ? Mevcut olan erkek ve kadın, cümlesinin suratlan son de­ receye kadar umutsuzluk alametleriyle dopdolu olarak her biri kendine has bir tavırla Osman Sabri 'nin sorusuna tasdik cevabını verdi. Osman Sabri ası lmış adamdan önce mevcut adamların çehrelerini birer birer incelemeye başladı. Her birinin kalp­ lerinden geçen şeyleri yüzlerindeki alametlerden anlamaya çalışıyordu. Bir yandan bu incelemede bulunurken diğer ta­ raftan çavuşa dedi ki: - Abidin Çavuş ! Git, askeri dağıt. Askerce işimiz kal­ madı. Yalnız kapının iç tarafında iki nefer bulunsun. Belki lazım olur. Galatasaray'a haber götür de Necmi Bey derhal gelsin. Asıl işimiz onunla görülecektir. Daire tabibi için de evine haber gönderin. 47

Abidin Çavuş askerce temenna ederek emri uygu lamaya gitti . Osman Sabri hala ev halkının çehrelerini birer birer in­ ediyordu . Kimin yüzüne bakarsa o adamın yüreğinde daha çok çarpıntı belirir, bu bakışın adeta bir sorgulama demek olduğunu anlardı. Osman Sabri sordu: - Ev halkı bundan ibaret midir ? Burada mevcut olma­ yan uşak, hizmetkar filan daha başka kimse var mıdır ? Koca karı: - Bu kadar efendim. Uşakların, hizmetkarların tümü buradadır. Biz de buradayız. Dışarıda kimserniz yoktur. Bu cevap üzerine Müstantik Efendi tekrar h e p s i ne bir göz gezdirerek dedi ki: - Burada bulunan adamların hiçbirisi hiçbir tarafa git­ mesin. Kendilerinden sorulacak şeylerim var. Bu emir bütün çehrelerin renklerinde bir değişiklik ya­ rattı. Bu değişikliklerin adli zabıtaca derhal şüphe çeken bir emare sayılamayacağını Osman Sabri Efendi birçok tecrü­ beyle bilirdi . Asılan adamın bulunduğu odaya girdiği zaman Osman Sabri Efendi en evvel cenazenin şahsını tanımaya çalıştı . Ası­ lan kişi uzun boylu, kara sakallı, ancak otuz yaşında kadar tahmin edilebilecek genç bir adamdı. Kaşlarının sık, kara ve güzel olmasının yardımıyla gözlerinin güzelliği anlaşılabilir­ se de gözleri kapalı olduğundan renkleri, güzellikleri görü­ lerniyordu. Feci şekilde ölmekle birlikte ağzının, burnunun intizamı, ellerinin küçüklüğü, güzelliği asılan adamın kadın tabiriyle " insan güzeli " olduğun u teslim ettirebilirdi. Osman Sabri Bey pek az şeyi acınınaya değer gören, katı yürekli bir adam o lduğu halde asılanı hakikaten merhamete değer bularak kendi kendine dedi ki, "Vah zavallı! Pek de genç . " Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi, her şey yerli yerin­ deydi; muntazam bir yatak odasının intizamına asla h ale! gelmemişti. Bununla beraber Osman Sabri'nin merakını ev­

velce de öğrendik ya ! Ev halkına dedi ki: 48

- Şu oda içinden bir habbe l kımıldatılmayacak. Asılan kişiye kimse parmak ucuyla bile dokunmayacak. Osman Sabri'nin bu merakı pek çok adiiye memurun­ da da vardır. Bu merak onlarca b üyük bir maharet alameti sayılabilir. Çünkü cinayet fiilierinin tahkikatında ipucu de­ nilen şeyler tanıklıktan fazla adli memurları uyarmaya yar­ dım eder. Hatta Müstantik Osman Sabri Efendi cinayet işleyenleri yakalamakla görevli değilken, bu sabah şu evi ilk ablukaya kendisinin aldırmış olması, birkaç katili otuz kırk askerle turabilmekten dolayı kahramanlık taslamak emeline da­ yanmıyordu. Aksine caniler tutulamamış olsa bile cinayet yerini ilk haliyle görme merakına dayanarak koşmuş gel­ mişti . İşte bu merak dolayısıyla asılan kişinin odasında bir habbenin yerinin değiştirilmemesini emir ve tembih ettikten sonra şunu da ekledi : - Bütün evin içinde hiçbir şeyin yeri değiştirilmesin. Hiç kimse dışanya çıkmasın. Hatta aşağıda kapı yanında bulunmalarını Abidin Ça­ vuş'a emretmiş olduğu iki neferden birisini çağırıp evde bulunan eşyanın yerlerinin değiştirilmemesini, özel likle dı­ şarıya ne bir insan

ne

de bir şey çıkanlmasını tekrar tekrar

tembih etti. Sonra ev halkını etrafına toplayarak şöyle sorguya başladı: - Asılan kişinin ismi nedir? Kocakarı: - Halil Sfui. Biz Arap'ız efendim. Sur şehrinden olduğumuz için oğlum Halil'in lakabı Sfui kalmıştır. - Şu genç kız sizin nenizdir? - Oğlumun rahmetli karısından doğan kızıdır. - Bunlar da uşak ve hizmetka r lar, öyle mi ? Hepsi birden: - Evet efendim, evet. - Uşaklarınızın en yenisi kaç ayda n beri hizmetinizdedir?

Tahıl tanesi, tohum.

49

- En yenisi şu Rum kızıdır, dört aydır hizmetimizdedir. Bu Ermeni karısı bir buçuk senelik, şu aşçı Kaspar iki sene­ lik, bu uşak Artin de dört buçuk senedir hizmetimizdedir. - Hepsinin sadakatinden, iffetinden eminsiniz ya ? . . - Evet efendim, hepsinden memnunuz. - Asılan kişi kaç yaşındadır ? - Otuz bir efendim. - Sanatı nedir ? - Sanatı tellaldır. - Ne tellalı ? - Efen dim, çarşıcia mağazası vardır. Kuyumculuk da eder, saatçiliğe de karışır. Hatta sarraflık bile eder. Her ne iş olsa girişirdi. Ah evladım, pek çalışkandı. Emlak alım satı­ mına aracılık eder, taşralara mal ve para gönderip getirtme işlerinde bulunur, hasılı pek güzel çalışırdı. - Mağazasında yazıcı, ka tip filan gibi kimsesi var mıdır ? - Vardır efendim. İbrahim Şusen derler Beyrutlu bir çocuk vardır. - O çocuk nerede yatar kalkar? - İstanbul'da ı Büyük Han'da odası vardır. Burada Müstantik Efendi biraz dinlenir gibi durdu. Biraz sonra yine sormaya başladı. - Asılan kişinin şu yakınlarda işlerinde bir bozukluğu, ziyanı filanı olduğunu bilir misiniz ? - Hayır efendim. Ziyana dair bir şey olduğunu bilmi­ yoruz. - Sizi daima işlerinden haberdar etmek adeti değil midir ? - Değildir efendim. Bize işlerine dair hiçbir vakit malumat vermez. - Ee, kendisinde öyle bir elem, keder alameti görüyor muydunuz ? - İnsan değil mi efendim, elbette elemi de olur kederi de. - Hayır ama canına kastedecek derecelerde bir umutsuzluğu varsa elbette halinden anlayabilirsiniz. 20. yüzyılın ortalarına kadar İstanbul dendiğinde Suriçi olarak da adlan­ dırılan Tarihi Yarımada kastedilirdi. so

- Hay{r efendim, hayır. Öyle canından bezecek kadar hiçbir kederi yoktu. Osman Sabri Efendi sorguyu bu dereceye vardınnca aşa­ ğıdan yukarıya doğru asker adımları olduğu patırtısından anlaşılan bir iki ayak sesi geldi . Biraz sonra Yüzbaşı Cafer Ağa ile Abidin Çavuş ve onun arkasından Hafiye Necmi Bey göründü.

3 Bu memurların gelmesi üzerine Osman Sabri sorguya de­ vam etmedi fakat kadına sorduğu sorularla aldığı cevapları bir kağıda yazmadı. Zihninde tuttuğu için sanki elinde bir sorgu kağıdı varmış da onu okuyarmuş gibi gelenlere ve on­ ların arasında bilhassa Necmi Bey' e sorgunun seyrini anlattı. Necmi Bey, Osman Sabri'yi tamamen dinledikten sonra müstantiğin bumuna kadar sokuldu; yalnız ona işittirebile­ cek bir yavaş sesle sordu: - Evde bulunanlardan bir şüphen var mı ? - Henüz hiçbir şüphem yok. - Çehreleri pek fena görüyorum. - Cinayetin dehşetinden ve polisin heybetindendir. Bununla birlikte kapıya emir verdim, hiçbir yere savuşamazlar. Bu sözler yavaşça söylendikten sonra Osman Sabri alçak sesle Necmi'ye dedi ki: - Şimdi hep beraber asılan kişinin odasını arayalım ve orada gereken araştırınayı yapalım. Fakat bu arama ve araştırmada ne kocakarıya ne de ev halkından birine ihtiyaç olduğundan herkesin yerli yerine çekilmesini emrettiler. Asılan kişinin bulunduğu odaya geldikleri zaman evvela yüz takımı üzerinde vedanameye ve vasiyetnameye benzer bir kağıt aramaya başladılar. Halbuki odada hokka kalem bile yoktu; ne yazılı ne de yazısız hiçbir kağıt göremediler. Asılanın bir koltuk sandalyesi üzerinde bulunan giysilerini 51

de aradılar. İçinden bir iki lira, birkaç mecidiye, biraz da ufaklık çıktıysa da evraka dair hiçbir iz çıkmadı. Bunun üzerine zabıta memurları birbirinin yüzüne baktı. Necmi Bey sordu : - Bu nasıl intihar ? Kendisine kıyacak olan adam mutla­ ka kasıt sebebini veya kendisinden sonra ailesi halkının ede­ ceği hareketi yazar. Mutlaka bir kağıt bırakır. Acaba öyle bir kağıt varmış da validesi filan mı almış ? Osman Sabri: - Hayır, odadan dışarıya bir çöp çıktığı yoktur. Necmi: - Öyleyse bunda bir bit yeniği anlıyorum. Osman Sabri: - Dur bakalım, öyle pek de acele etme. Asılan kişinin tavandaki halkaya bağladığı ipi inceleme­ ye başladılar. Necmi Efendi dedi ki: - Tavan üç metre kadar yüksek. Şurada bir iskemle var. Asılan kişi ipi tavandaki halkaya takmak için bu iskemle üzerine çıkıp ayak parmaklarının ucuna bassa da yine hal­ kaya kadar yetişemez, bir karıştan fazla mesafe kalır. Bu hal­ de acaba ipi halkaya nasıl takmış olur? Cafer Ağa : - Hem de tavandaki askıl ı lam bayı evvela aşağıya in­ dirmiş de sonra ipi takmış. Na işte, lamba da yüz takımının yanında duruyor. Osman Sa bri: - Ben de deminden beri buna dikkat ediyordum. Mut­ laka şu yüz takımının masası halka a ltına kadar çekilerek, onun üzerine de iskemle konularak bu ip şu halkaya takıl­ mış. Kilime dikkat ediyor musun Necmi, kilime? Üzeri mer­ mer kaplı olan ağır masa çekilip buraya kadar getirilirken kilimin kadifeleri üzerine nasıl iz bırakmış! Zabıta mem u rları o izlerden ziyade bi rbirinin yüzüne ha­ kıştı. Necmi Bey dedi ki: - Ben bu işte bir yardımcı parmağı var diyeceğim. Çün­ kü ası lan kişi bu ipi kendi takmak için şu taş masayı buraya 52

kadar kendi çekmişse, ipi taktıktan sonra onu yine eski yeri­ ne kadar götürme külfetine katlanmazdı. Osman Sabri: - Evet. Benim de zihnim bulanmaya başladı. Ömrünün son dakikasında bulunan bir adam artık odasının imizamını düşünetek değil ya ! Necmi: - Ev halkından henüz şüphe etmiyorsunuz, öyle mi ? Osman Sabri: - Bu şüphede bizi aceleye mecbur edecek hiçbir şey yok. Abidin Çavuş yüz takımı hakkındaki şüpheden dolayı durumu çuk g arip s ed i . Kendisi her ne kadar pek çok kanlı katil tutmuş eski bir çavuştuysa da bu gibi ilk tetkik işlerinde hemen hiç bulunmamış olduğundan maharetli bir müstan­ tiğin az ipucundan çok mana çıkaracağını bilmezdi. Dola­ yısıyla yüz takımı masasını epey inceledikten sonra dedi ki: - Gerçekten hakkınız var. Bu masayı oraya çekmiş ol­ duğu işte kilim üzerindeki izlerden belli. Sonra masayı yine yerine koyduktan sonra üzerindeki şi şeleri, sabunları, filan­ ları da evvelki gibi muntazaman birleştirmiş. Abidin Çavuş'un b u şaşkınlık bildiren kelimeleri nere­ deyse manasız olduğu halde Osman Sabri bundan da büyük bir mana çıkarırsa aferin mi ? Her şeyden önce gitti, asılan kişinin ellerini dikkatle kok­ ladı. Sonra geldi, yüz takımı üzerindeki şişeleri, sabunları birer birer kendi eliyle tutup yerlerinden kaldırarak yine yer­ lerine koydu. Şişeleri bu şekilde temastan sonra elini kokladı ki birkaç türlü lavanta ve sabun kokusu eline geçmişti. Do­ layısıyla Hafiye Necmi'ye dedi ki: - Bende de şüphe artıyor. Diyelim ki asılan kişi kendi yatak odasının intizamına pek ziyade meraklı olup ipi hal­ kaya taktıktan sonra masayı yine eski yerine götürüp tak ım­ larını üzerine yerleştirecek olsaydı, elinde koku kalmalıydı.

Zira işte ben biraz d ok und u ğ urn d a el imde pomat, lavanta ve sabun kokuları kaldı. Necmi : 53

- Evet, önemle kaydedilecek bir ipucu da budur. Fakat asılan kişinin kendi kendisini asmamış olduğu hakkındaki şüphemi kesinleştirmek için dikkatinize arz ederim; bir kere de şu ipin uzunluğu ile şu sandalyenin yüksekliğini kıyaslayın. Osman Sabri ( Artık sabrını tüketmiş bir adam tavrıyla ) : - Be kardeş, sen d e hep aklıma gelenleri söylersin. Zaten ben seni tasdik için şimdi bunu söyleyecektim. Necmi: - İki mahir dikkatli zabıta memurunun aklına daima bir şey gelir ki doğru olan da ondan ibarettir. Gerçekten de ipin uzunluğu ile sandalyenin yüksekliği mukayese edilince ortaya çıkar ki şu sandalyenin üzerine çıkan bir adamın kendi boğazına bu ipi takması gerekse takamaz. Zira iskemleyi asılanın ayakları altına getirdikle­ rinde her ne kadar ayakları iskemieye basabilmişse de ipin ilmeğini kendi boğazına kendisi takması gerekse ilmek ipi açacağından ip bir karış kadar kısa gelir. Bu hali görünce Yüzbaşı Cafer Ağa dedi ki: - Asılanın kendi ilmeğini kendi boynuna yine kendisi takmamış olduğuna ve başka bir elle takılmış bulunduğuna artık benim de inanacağım geldi. Hem de inandım. Osman Sabri: - Buna hiç şüphe etmek istemez. Bak şu yüz takımı ma­ sası kendi yerinde bulunmayıp da asılan kişi onun üzerine basmış olsaydı, ferah ferah ilmeği boğazına takabilirdi. Dört adam bir hayli zaman birbirinin yüzüne bakıştı . Ger­ çekten dördü de asılan kişinin kendi kendisini asmadığı, bir başka el tarafından asıldığı kanaatinde olsa da bu elin hangi el olacağını bulamıyorlardı . Necmi Osman Sabri'ye sord u : - Ev halkından henüz şüphe etmiyorsun, öyle mi ? - Dur, biraz da şu yatağı inceleyelim. Ondan sonra ev halkını bir daha sorguya çekeceğim. Bakın şu yatağa. Bunun içinde insan yatmışa benziyor mu ? Cafer Ağa: - Yatak hiç bozulmamış. Demek oluyor ki insan yat­ mamış. 54

Necmi: - Hayır, bu yatağın içinde insan yatmış ama yatak sonra düzeltilmiş. Osman Sabri: - Evet, ben de öyle diyorum. D üzeltilen şey yalnız dö­ şek ve yastık çarşaflarından ibarettir. Bakın şu örtü altındaki yastığa. Mahir bir el bu yastığı böyle düzeltmez. Şimdi diğer odaların birisine gidelim. Hizmetçi kızların ikisine de birer yatak düzelttire lim. Bu evde henüz insan girmeyen yatakla­ rın düzgünlüğünün nasıl olduğunu görürüz. Necmi: - Güzel olur. Fakat daha şimdiden yatak hakkında ver­ diğin hüküm nedir? Sanki asılan kişi kendi kendisini asmaı­ dan evvel yüz takımını düzelttiği gibi yatağını da düzeltmiş demek mi istiyorsun ? Bu soru Osman Sabri'nin yüzünde bir tebessüm oluştur­ du. Tebessümün bu derecesi Müstantik Efendi'de kim bilir ne zamandan beri görülmemişti. Necmi'ye dedi ki: - Latifeyi bir tarafa bırakalım. Taş masayı şuraya kim çek­ miş de ipi halkaya geçirmiş ve sonra asılan kişiyi kim kucakla­ rnış da halkayı boynuna takrnışsa bu yatağı da o düzeltmiştir. Cafer Ağa : - Asılan kişiyi birisi kucaklayarak halkayı başından ge­ çirmiş olsa bu kişi haykırarak, bağırarak yardım istemez mi ? Yoksa kendisi de bu asılma ve idama razı mı olmuş ? Osman Sabri: - Deli misin sen be ? İnsan kendi kendisine kastedecek bile olsa kendisini kendi isteğiyle astıracak cellat mı bulabi­ lir ? İşte besbelli ki biçare herifi yatağında boğmuşlar. Sonra da işin aslı belli olmasın, kendi kendisini asmış sanılsın diye buraya asmışlar. Necmi: - Hayır birader, hayır. Bir yanlışın var. Herifi yatağın ­ da boğmuşlar diyemem. Zira o halde boğazında, yüzünde filancia bağına izleri olurdu. Bunda ise hiç boğuntuya dair iz yok . 55

Osman Sabri: - Gerçekten de elle sıkılıp boğulsa dediğin gibi olur. Ya bir kaytanla boğmuşlarsa ? Çünkü boğan adam veya boğan adamlar. . . Zira kaç kişi olduklarını henüz bilmiyoruz ya ! Kaç kişi olursa olsun, bunlar yatağı düzeltmeye başka türlü lüzum görmezlerdi. illa herifi boğarlarken herif debelenmiş, yatağı altüst etmiş de onun için düzeltmişlerdir. Osman Sabri Efendi bu sözü söylemekle beraber arka­ daşlarına bir işaret etti; diğer odada olanca heyecanla kimi ağlayan kimi düşünen kadınların yanına gittiler. Osman Sabri kocakarıya dedi ki: - Madam, oğlunuz Halil Suri Efendi dün gece saat kaç­ ta yattı ? - Tam gece yarısında. - Sabahleyin kendisinin asılmış olduğunu nasıl anladınız ? Kapısı açık mıydı ? - Hayır efendim, bu sabah kendisini erken kaldırmamı­ zı söylemişti . Saat altıda ben gittim, kapısını vurdum. " Ha­ lil, Halil ! " diye seslendim. Cevap yok. Daha çok vurdum. Daha çok seslendim. Yine ses yok . Merak etmeye başladım. Biraz durduktan sonra yumruğuml a daha çok vurarak sesi­ mi de yükselttim. Yine ses yok . Bütün hizmetkarlar başıma toplandı . O kadar şiddetli vurup hızlı çağrışımdan onlar da merak etmişler. Halbuki en sonra daha çok vurarak avazım çıktığı kadar haykırışıma yine ses alamayınca aşçı merakı artırıp kapıya dayanıverdi. Sürme arkasına fırladı. Kendi­ sini o halde görünce aklımız başımızdan gitti. Haykırmaya başladık. - Pencere açık mıydı ? - Hayır, kapalıydı. Halbuki Necmi pencereye dikkat etmiş. Kapalıysa da mandalı kapalı değilmiş. Osman Sabri: - Gece odasında patırtı gürültü gibi şeyler işittiniz mi ?

- Ben hiçbir şey işitmedim. Odalarımız yan yan a olduğu halde işitmedim . 56

Asılan kişinin odasının yanında yalnız validesinin oda­ sı vardı, diğer tarafıysa evin köşesiydi. Odanın altı salon olup orada kimse yatmıyordu . Üstünde tavan arası katında uşaklar ile hizmetçi kızların odaları olup bunlar da hiç gü­ rültü filan işitmemiş . Hatta onlar bazı hizmetlerini bitirdik­ ten sonra, gece yarısından bir buçuk saat sonra yartıkları halde gilrültü işitmeyip en sonra yarağına gelen aşçı yuka­ rıya çıkarken çelebisinin i öksürdüğünü işitip ondan başka ses işitmemiş. Bu defa ev halkının çehrelerindeki değişiklikleri herkes­ ten ziyade Hafiye Necmi Efendi inceliyordu. Hatta Osman Sabri'nin uşaklardan filanlardan henüz hiç şüphesi olmadığı halde kendisi pek şüpheci olduğu için bu incelemesine daha da ehemmiyet veriyordu. Necmi uşaklara sordu: - Efendiniz Hali l Suri Efendi sert bir adam mıydı ? Sizi hiç azarladığı var mıdır ? Uşakların her birisi bu soruya birer cevap verdi. Anlaşıl­ dığına göre hizmetkarını azarlamayan efendi olamazsa da Halil Suri öyle uşakların canlarını yakmaktan zevk alan za­ lim efendilerden değilmiş. Necmi ne kadar dikkat ettiyse, uşakların hiçbirisinin çelı­ resinde efendileri nin felaketine pek ziyade acımaktan başka bir şeye delalet edecek belirti göremedi. Dört memur tekrar asılan kişinin odasına geldi. Sabah­ l eyin odanın kapısı kapalı olduğundan odaya girmek için pencereden başka yer olmadığını gördüler. Pencere sürmeli olmayıp kanatlıydı . Mandalı kapalı değilse de pencereyi açıp söveyi, duvarı incelediklerinden hırsız merdiveni takıldığına delalet edecek bir çengel yarası veya diğer bir iz göremediler. Lakin bu iş hırsız işine de benzemiyor. Zira asılanın oda­ sından hiçbir şey alınmadığı gibi evin hiçbir tarafından da bir şey alınmamış. Böyle bir adam asıldığı halde hiç haber

Çelebi: Eskiden efendi, ağa, bey yerine kullanılan un van; Hıristiyanlar için de kullanılırdı. 57

alınamayan evde ise bütün evi soysalar, kimsenin haberdar olamayacağı aşikardır. Evi tekrar arayıp incelediler. Hiçbir yerinde dün akşam­ ki düzenli duruma hale! gelmemiş olduğunu gördüler. Cafer Ağa dedi ki: - Hani ya kadınlara birer yatak düzelttirecektiniz ! Gerçekten de Osman Sabri Efendi araştırmanın bu tara­ fını unutmak üzereydi. Halil S Gri'nin yatağını her gece hangi kız düzeltiyorsa öğrenerek başka bir yatağın düzeltilmesini emretti. Kız çarşafları, yastıkları tamamen kaldırıp şilteden baş­ layarak yatağı o kadar güzel düzeltti ki asılanın odasındaki yatak sözüm ona düzeltilmiş olduğu halde ona nispetle bir bozuk yatak halinde kalırdı. Daha sonra kızı alıp asılanın odasına getirdiler. Yatağı göstererek sordular: - Her sabah sizin çelebi kalktığı vakitte yatağının bozukluğu buna benzer miydi ? - Hayır efendim. Bu yatağı kim böyle fena düzeltmiş ? Necmi ile Osman Sa bri birbirinin yüzüne baktı. Yatağı kendi bildiği gibi düzeltmesini kıza emrettiler. Kız düzeltmeye başladı. Yastıkları kaldırdığı zaman altından altı ateşli bir ala tabanca çıkmasın mı ? Zabıta memurlarının gözü büsbütün açıldı . Tabancanın gerçekten Halil Suri'nin tabaneası olduğunu öğrendikten sonra Osman Sabri, Necmi'ye dedi ki: - Bu tabanca hem zannımızı güçlendirir hem de zannı­ mızda bizi haksız çıkarmaya sebep olur. - Neden ? - Zannımızı güçlendirir. Halil Suri kendi kendisine kastedecek olsa, hazır elinde bir ta banca varken onu beynine sıkıvermek gibi kolay bir ölümü bırakıp da böyle zorlukla kendisini asmaya kalkışır mıydı ? Zannımızda bizi haksız çıkarmaya da yardım eder. Zira Halil Suri'nin gerek elle bo­ ğazı sıkılsın ve gerek iple boğu lsun, yanında böyle bir silah varken elbette ona davranması gerekir. Bu tabancaysa atıl­ mamış. Hatta kurulmamış ki el değdiğine delalet etsin. 58

- Hayır, tabaneaya davranmamış olması zannımızı hü­ kümden düşüremez. Boğanlar iki kişi olursa, uyku halin­ deyken birer elleriyle evvela Halil'in kollarını bastırıp diğer elleriyle de boğabilirler. - Böyle dersen, diyeceğim yoktur. Faka,t bütün yorumlan, bütün çıkarımları akla uygun olduğu halde Halil Suri'yi boğan veya boğanların bu odaya nereden girmiş olacaklan hakkında henüz ne bir işaret göre­ bildiler ne de bir zanda bulunabildiler. Bir ara Necmi Bey asılan kişiyi İpten indirip muayene etme teklifinde bulundu . Lakin Osman Sabri Bey bu teklifi kabul etmedi. Dedi ki: - İlk geldiğimiz zaman asılan ki şide bir hayat belirti­ si görmüş olsak derhal ipini keser, indirirdik Halbuki herif çoktan ruhunu teslim etmişti . Şimdi bizim asılan ki şiyi mua­ yeneden an layabileceğimiz bir şey yoktur. Doktor Eksindaki neredeyse şimdi gelir. Ası lanın muayenesini ona havale ede­ lim ki ihtimal bizim soruşturmamızı tamaml amaya yardım edecek bir şey bulup haber verebilir.

4 Gerçekten de Doktor Eksindaki gecikmedi, beş on daki­ ka sonra geldi yetişti . Bu zat Yunan asıllı olup Atina Mekteb-i Tı bbiyesinde l tahsil etmişse de hakikaten usta lığına güvenilecek bir ta bipti . Hele adli tabiplik hususunda emsallerinden kat kat i.istündü. Erbabı bilir, zaman ımızda tı bbi gelişmeler hekimliği bir­ kaç büyük sınıfa taksim ettirecek dereceye varmıştır. Yalnız bir zatın her konuda tabip olmasına neredeyse ihtimal kal­ mamıştır. Bir sınıfı göz tabibi, bir sınıfı kulak tabibi olup ebe sınıfı başka, hatta dişçi sın ı fı başka birer şube olmaya mecbur olmuştur. Bunlardan başka bir tabip hariciye has-

Tıp Fakültesi. 59

tahklarında maharetli olur, dahiliye hastalıklannda o kadar maharedi olmayabilir. Aynı şekilde mecnunlann tedavisi için olan tabiplik başka ve müstakil bir sınıf oluşturmuştur. işbu sanatların birisi de " medecine legale" dedikleri sınıf­ tır ki erbabı cinayet işlerinde yapılacak tahkikat hizmetinde bulunur. Yaralılan, makmileri mua yene ve otopsi ederek na­ sıl bir cinayetin mağduru olduklarını ortaya koyarlar. İşte bi­ zim Eksindaki Osmanlı lisanına " adli tıp " diye tercümesini münasip gördüğümüz bu sınıfta uzman bir adamdı. Asılan kişinin odasına alınıp da Halil Slıri'nin s uratma bakınca Eksindaki'nin bakışları değişti . Şimdiye kadar icra

ettikleri tahkikattan ne aniayabildiklerini zabıta ınemurlarına sordu. Osman Sabri Efendi yaptığı tahkikatın tümün ü doktor efendiye o kadar güzel ifadeye başladı ki dışarıdan işitmi ş ol­ sanız dikkatle kaleme alınmış bir rapor okuduğunu sanırdınız. Bu adamın kendi kendisini asmadığına dair olan düşün­ celeri açıklarken Doktor Eksindaki'nin tavrında hep tasdik ve takdir emareleri görülürdü . N ihayet Halil Slıri'nin kendi yatağı içinde bir zorba eliyle boğulup sonra katiedilişinin i n ­ tihara yorulması için bağanları v e katilleri tarafından asılmış olduğu mese lesine gelince Doktor Eksindaki yerinden fırla­ yarak Yunanlılara mahsus tarz ve şivesiyle dedi ki: - Hayır, hayır. Yatağında boğulup da asılmamış. Bu za­ tın çehresinde boğu lmuş adam rengi yoktur. Ya zehir veya başka bir şeyle bu adam öldürö lerek sonra buraya asılmış. Boğmaktan, asmaktan başka her neyle öldürüldüğünü iddia ederseniz tasdik ederim. Fakat b u adam asılarak veya boğu­ larak öldürülmemiştir. Zabıta memurlarının dördü de yüz yüze bakışa kaldılar. Hele Osman Sabri ile Necmi o kadar hayret etti ki neredeyse daktorun sözüne inanamayacakları geldi. Nihayet doktor asıl anın İpten indirilmesini teklif etti. Dört kişi yardıınl aşarak indirdi, düzelmiş olan yatağın üze­ rine uzattılar. El bisesini çıkarmaya başladı kları zaman asılanın sağ omzu altın da bir kurş un yarası görmesi nler mi ? 60

Bu hal daktorun dikkatin i çekti. Yarayı muayene edince bir ayı aşkın bir zamandan beri bu yaranın işlediği görül­ dü. Ölümün yaradan ileri gelmediği anlaşıldıysa da Halil SGri'nin sağ omzunun köprücük kemiği altından girerek ar­ kasından çıkmış bir kurşun yarası olması Osman Sabri Efen­ di'nin çÖk dikkatini çekti . Hemen içeriki odada kadınların yanına koştu. Sordu: - Asılanın göğsünde bir yara var. B u yaranın kimin silahıyla açıldığını bilir misiniz? Valides i: - Nasıl yara ? - Vay, sizin yaradan haberiniz yok mu ? Oğlunuzun sağ göğsü üzerinde koca bir k urşun yarası var ki arkasından çıkmış. - Eyvahlar olsu n ! Yara da mı var ? - Şimdi açılmış şey değil, bir aylık kadar eski bir yara. - Hayır efendim. Benim asla haberim yok. Osman Sabri keyfiyeti Halil SGri'nin kızına sordu. Onun da h aberi olmadığına dair bir cevap aldı. Uşakl ara, hizmet­ karlara sordu. Yalnız yatağı düzeltmiş olan kızın haberi var­ sa da efendisi bu yaradan bir kimseye haber verecek olursa kendisini şöyle edeceğinden, böyle edeceğinden bahisle teh­ dit etmiş olduğu için

o

zamana kadar hiçbir kimseye haber

vermemiş. Geceleri Halil Sfıri yarasını değiştirirken kız da yardım edermiş. Osman Sabri Efendi kıza sordu: - Bu yarayı kimden yediğini sana söyledi mi ? Söylediyse hiç korkma, bize söyle . Çelebinin intikamını alalım. - Hayır efendim. Kendisini kimin vurduğunu ben de sorduğum halde " Senin nene lazım ? " diye ben i azarladı . - Bu yaranın hangi gün açıldığı ol sun hatırında kaldı mı ? Elbette efendinin yaralandığı gün sen de haber almışsındır. - Evet, haber aldım. Bundan bir ay kadar, belki de otuz dört, otuz beş gün evveliydi. - Çelebiyi nerede vurmuşlar ? Bunu olsun öğrenebildin mi? 61

- Hayır, öğrenemedim. Şu kadar ki o gün çelebi galiba Büyükada'ya gezmeye gitmişti. ( Kocakarıya hitaben ) Hani ya madam hatırımza geliyor ya ? .. Yemekler de yapmıştık . - Yemekler mi ? Aman kız çabuk söyle, yemekler mi ? Osman Sabri bu soruyu fazlaca telaşla sorduğu için hiz­ metçi kıza bir ürküntü geldi. Osman Sabri bu ürküntünün farkına varınca gösterdiği telaşa çok pişman oldu. Kendi kendisini kınama yollu içinden dedi ki, " Hay Allah cezaını versin. Telaşın ne manası vardı ? Bir mükemmel adiiye me­ muru olamayacağım vesselam. " Birdenbire telaşı bırakarak kızı sorgulamaya devam etti . Dedi ki:

- Rıı ndan bir ay, otuz beş gün kadar önce size yemekler pişirtip Büyükada 'ya gitti, öyle m i ? - Evet efendim. - Ee, ev halkından çelebiyle birlikte kimse gitmedi m i ? - Hayır efendim, kimse gitmedi. Hatta Arti n yemek l eri, takımla rı filanı Köprü'ye kadar ol sun indirmek istemişti de çelebi kendisini engelleyerek çarşı hamalıyla götürmüştü. - Pekala kı zım, inşallah çelebin için en hayırlı hizmetkar sen çıkarsın. Size şimdiden haber vereyim ki Halil Suri ken­ di kendisini asmamıştır. Onu bazı düşmanları öldürmüştür. Göğsüne bu yarayı açan da on lardır. Siz telaş etmeyin . Ben bu akşam sana bazı şeyler daha soracağım, olur m u ? - Pekala efendim . Sorun efendim. Ah zavallı çelebiciğim ! Kız ağlamaya başladı. Ev halkı da tekrar ağiaşmaya başladı. Osman Sabri Efendi tekrar asılanın odasına varınca baktı ki Doktor Eksindaki Halil S Gri'nin midesini açmış. Osman Sabri sordu: - Zehirlenıneye dair alarnet var mı ? - Hayır, zehirlenme alameti göremiyorum. Göremediğim için biraz canım sıkılıyor. - Dostum Eksindaki, siz gelinceye kadar Halil Suri'nin ken di kendisini asmayıp başka bir kimse tarafından öldü­ rüldükten sonra asıldığını zannediyordum. Şimdiyse iş zan derecesini geçti. 62

Necmi: - Kesinlik derecesine mi vardı ? - Evet, gözünıle görmüş ve kesin olarak hilmişim gibi. Eksindaki: - Yani bu adamı boğmuşlar da sonradan asmışlaı; öyle mi ? - Boğmuşlar diyemem, fakat öldürmüşler de sonra asmışlar.



- Ha şöyle söyleyin. Zira kesinlikle diyebilirim ki bu adam ne boğma ne asma suretiyle öldürülmüştür. Zehir de­ miştim ama ona dair alarnet göremedirn. Şimdi size bir pu­ sula vereceğim. İngiliz eczanesine götürün, orada kaç hekim varsa gelsin. Konsültasyon yapalım. Abidin Çavuş daktorun yazdığı pusu l ayı alıp eczaneye koştu. Bir ara gerek Eksindaki'ye gerek zabıta memurlarına acayip bir sessizlik geldi. Herkes başka bir şey düşünüyor­ muş gibi görünüyordu. Neden sonra Osman Sabri Efendi, Necmi Bey' i bir tarafa çekti; ağızdan kulağa bir şeyler fısıldaşmaya başladılar. Os­ man Sabri dedi ki: - Necmi ! Bizim Öreke Taşı cinayetine dair o taş üzerin­ de iz bulamadığım halde burada ona dair iz bulursam aşk olsun mu ? - O nasıl söz be ? - Pek ciddi bir söz. Sana söylüyorum, şu Halil Slıri'nin göğsünde işleyen yara Öreke Taşı vakasının yadigarıdır. - Deme Allahını seversen Sabri ! - Kadınl arı sorguladım. Validesi bu yaradan haberdar değil. Halil Suri niçin başına gelen bu felaketi validesinden ve kızından gizlemiş ? Çünkü yara yayılacak olursa bu yara­ nın açıldığı gece meydana gelen diğer cinayetierin sırları da belki ortaya çıkar. Yalnız bir hizmetçi kız biliyor. Onun riva­ yetine göre yara açılalı otuz, nihayet otuz dört gün olmuş . Hesap etsene. Kanlı Kaya vakası da ancak o kadar zaman evvel oldu. - Gerçekten de öyle arkadaş. 63

- Dahası var. Halil Suri o akşam Büyükada'da bir ziya­ fet tertip etmiş. Hi zmetçi kızın ifadesi böyle ama Halil Suri burada yemekler pişirtmiş, sofra ve işret takımları almış. Bü­ yükada'da o kadar mükemmel hoteller, lokantalar d ururken ta buradan yemekler, takımlar gider mi ? - Aman Sa bri ! Valiahi benim de inanacağım geliyor. Ee ? - İnanacağım değil, şüphe bile kalmıyor. Zira yemekler hazırlatıldığı ve burada h erifin iki uşağı bulunup bunlardan birisi eşyayı Köprü'ye kadar indirmek i çin hizmet etmek is­ tediği halde Halil Suri kendi uşağının hizmetini kabul etme­ miş, eşyayı adi çarşı hamal ına taşıttırmış. - Aman o hamalın kim olduğunu kız tan ıyor mu ? - Bak gördün m ü ? Bir kere işte bunu sormayı un uttum. Şimdi gider soranm. Fakat bizim emanette birçok eşyamız var. Onları kıza gösterdim mi hangilerinin kendi eşyası ol­ duğunu derhal gösterir. - Sabri sen tel aşla soru lacak şeylerin çoğunu unutmuş­ sun, a rkadaş! İnsan kıza " Giden eşyayı efendiniz tamamen getirdi mi ? " diye bir soru sormaz m ı ? - Hakkın v a r kardeşim, h akkın var. Telaş etmedim değil. Sevincirole o kadar telaş ettim ki adeta kızı dahi ür­ kütecektim. Sen burada dur. İkimiz gidersek acemi kı zcağız ürker. Ben ya l nız sorarım. Osman Sabri tekrar dışa nya çıktı. Bu defa kızı ev halkı­ nın yanı nda sorgulamayıp ayrıca bir tarafa çekti. Sord u: - Kızım, çelebinin o yemekleri, taktmları filanları bura­ dan hangi hamalla taşıttığını hatırlayabilir misin ? O hama­ lın ismini bize söyleyebilir misin ? - Hayır efendim, hamalı görmedim. - Başka uşaklar gördü mü acaba ? - Ummam. Zira çel ebi kendi eliyle eşyayı birer birer götürüp kapının d ışansındaki hamala veriyordu . Hem de hamal bir değil, ikiydi. - Hamalları tanıyamayacağız ha ? Neyse bunun zararı yok. Beyefendi yaralanıp geldiği zaman buradan götürdüğü eşya ta mamen yine buraya geldi mi ? 64

Bu soru üzerine kızın rengi attı. Osman Sabri yüzünde ne kadar nezaket alameti göstermek mümkünse gösterdi, kıza güvence vererek dedi ki: - Ne korkuyorsun kızım ? Benim sana sorduğum şeyler efendinjn düşmanlarını bulmak ve intikamını almak içindir. Demek oluyor ki eşya buraya tamamen gelmed iği için kork­ tun da çehren sapsarı kesildi. - Hayır efendim, korkmadım. Fakat çelebi tembih etmişti bunu da hiçbir kimseye söylerneyim diye. - Neyi ? Eşyanın eksik geldiğini mi ? - Eksik geldiğini değil, hiçbir şey gelmediğini. - Acayip ! Giden eşyadan hiçbir şey gelmedi mi ? - Evet, hiçbir şey gelmedi. Çelebi bana tembih etti, dedi ki: " Ben kaybolan eşyanın yerine her şeyi alırım. Sen bunu hiçbir kimseye söylemeyeceksin. Hatta bizim eşyayı getirip de sana 'Bu sizin eşyanız ını ? ' diye soracak olurlarsa bile hiç tanıınayacaksın. " - Tuhaf şey. Aca ba çelebinin bundan m ura dı neymiş ? - Sonra validesi yarasından haberdar olur da merak eder diye. - Eşyanın kaybold uğunu da validesi bilmiyor mu ? - Hayır efendim, bilmiyor. Validesine dedi ki sofra takımını temizlemeye, yald ızlatmaya götürdüm. Böyle diyerek burada kalan takımları da götürüp yerlerine tümüyle yeni­ sini aldı . - Ee, sanki val i desi yarasından haber alacak olsa ne olurmuş ? - Aa, bizim çelebi validesine çok hürmet eder. Validesi meraklanmasın diye ne yapacağını bilmez. Validesi eğer oğ­ lunda ya ra olduğunu haber alsa çıldırırdı baksanıza ! Bugün de çıldırmadık neresi kalmış? Osman Sabri, Halil Suri'ye dair kızdan biraz daha malu­ mat alabili rdiyse de o ara Abidin Çavuş ile beraber üç Frenk tabibi daha geldiğinden Halil Suri'nin vefat şekline dair bun­ ların verecekleri reyleri görmek, işitmek için hizmetçi kızı bırakıp asılan kişinin odasına geldi. 65

Odaya girerken Hafiye Köse Necmi kendisini karşılaya­ rak sordu: - Nasıl ? Dediklerimi kıza sordun mu ? - Emanette tutulan eşya tamamen Halil Suri'nin eşyasıdır. Demincek sana diyordum ki Kanlı Kaya cinayetinin izini bulmuştum. Şimdiyse sana haber veriyorum; bu cina­ yetin bence sırlardan, gizliliklerden sayılacak hiçbir yönü kalmamıştır. Tabipler ölüyü ortaya alarak incelemeye başladı. Bunlar Fransızca konuştukları için Yüzbaşı Cafer Ağa, Abidin Ça­ vuş, hatta Hafiye Necmi hiçbir şey anlayamıyordu. Osman Sabri Efendi ise Fransızcayı lüzumu derecesinde bildiğinden tabiplerle konuşuyordu. Tabipler sabahtan beri yapılan araştırma ve incelemenin özetini Osman Sabri'ye sordu. Osman Sabri bildiğimiz gibi sanki elinde bir müsvedde varmış da onu okuyormuşçasına tahkikatın sonuçlarını, zanlarını, filanı az ve öz olarak söyledi. Fakat bu cinayetin Öreke Taşı meselesiyle ilgisini, bu konuda hizmetçi kızla konuşmasından aldığı malumatı asla söylemedi. Tabipler Halil Suri'nin kendi kendisini asmadığını teslim ettiler. Fakat önce boğulup sonra asıldığı hakkında Osman Sabri ve Necmi'nin zanlarını reddettiler. Doktor Eksinda­ ki'nin dediği gibi bu ölümün boğulmak ve asılmak suretiyle gerçekleşmediği sonucuna vardılar. Halil Suri'nin midesini muayene edince onlar da zehirierne eseri bulamadılar. Bunun üzerine doktorlardan bir İtalyan dedi ki: - Eğer zannımda hatarn yoksa katilin kim olduğunu an­ lamazdan evvel mutlaka Fransızca bildiğini ileri süreceğim . Bu zannım üzerine ölümün nasıl b i r ölüm olduğuna dair bir fikir beyan edeceğim. Osman Sabri : - Katilin Fransızca bildiğini mi ? Bu tuhaf. İtalyan doktor mühim bir nutuk verecek hatip tavrını alarak dedi ki: - Efendiler ! Bundan yirmi gün kadar önce La Türki ga­ zetesi İtalya gazetelerinden naklen bir makale yayımlamıştı. 66

Bu makalede Milano taraflarında bir herifin kendi karısını kloroformla bayıltarak bir daha ayıltamadığı, sonra herif korkusundan karıyı üçüncü katın penceresinden aşağıya atarak aleme güya pencereden düşmüş de vefat etmiş diye ilan ettiği, halbuki tetkikler yapılıp adli tabiplik yürütüldü­ ğünde oda içinde kloroform süngeri bile bulunduğu hikaye ediliyordu. Bu adamı öldüren her kimse mutlaka Fransızca okuduğundan cinayetini o şekilde tertip . . . Osman Sabri Efendi daktorun sözünü kesti. Dedi ki: - Asılan kişinin evvelce kloroformla bayıltıldığı hakkın­ daki fikre bir şey diyemem. Fakat katilin Fransızca bildiği hakkındaki zanna mahal yoktur. Zira

La Türki gazetesinden

bu makaleyi Osmanlı gazeteleri de tercüme ve nakletmişlerdi. Eksindaki: - Öyleyse hiç şüphemiz kalmadı ki bu zavallı adamı uykudayken bumuna kloroform koklatarak işini bitirdikten sonra buraya asmışlardır. Zaten koca bir insan asıldığı halde evde kimsenin bir şekilde gürültü patırtı işitmemiş olması da ancak böyle bir işlemle mümkün olabileceğinden dört daktorun oybirliğiyle öyle bir rapor düzenlendi. Bu durumda cinayetin aniaşılamayan yalnız bir yönü kalmıştı. O da katilin veya katillerin bu odaya nereden gir­ miş olduğu meselesinden ibaretti. Pencerenin mandalsız olması bu konuda inceleme yapan­ ları pek kuvvetli zanlara düşürebilecek bir alametse de yalnız sokaktan pencereye kadar dokuz metre kadar yüksekliği çı­ kabilmek için mutlaka çengelli merdiven gibi bir şeye ihtiyaç vardı. Oysa merdivenin bırakması gereken izlere, işaretiere benzer hiçbir şey görülememesi bu zannı engelliyordu. İtalyan doktor dikkatli ve kavrayışlı biri olmalı ki bu zannı da kendisi halletti. Dedi ki: - Efendiler! Şu pencere mademki açıktı, bu bir şüphedir ki katilin oradan gelmiş olmasını hakikaten kuvvetli bir şe­ kilde düşündürür. Özellikle bu pencereden başka şu odaya girecek hiçbir yer yoktur. Buradan a şağıya kadar kaç metre 67

yükseklik tahmin edersiniz ? Sekiz sekiz buçuk, nihayet do­ kuz. Orta boylu bir adam bir metre altmış santimetre gelirse, altı adam birbirinin omzuna çıktığı zaman şu pencere yük­ sekliğine ulaşa bilir. Şimdi bir de . . . Osman Sabri'de sabır tükendi. " Anladım, anladım" diye muzaffer bir tavırla doktorun sözünü keserek dedi ki: - Besbelli Halil SCıri'ye pek acıdığım için daha yakın vakitte görmüş olduğum bir vakayı un utmuşum . Evet, hır­ sızlar için bir merdiven de kendi vücutları ve vücutlarının talimleridir. Birbirinin üzerine binerek pencereden girdikleri geçen gün adi bir hırsızlık va kasında da gerçekleşmişti. B u ­ yurun doktor, sözünüzü ta mamlayın . İtalyan doktor sözünü şu şekilde tamamladı: - Böyle hareketlerde yalnız yüksekliği hesaba almazlar. Bir de ağırlığı hesap ederler. Bir adam ortala ma ağı rlıkla elli beş okka ı gelirse, beş adam iki yüz yetmiş beş okka eder. Altı adam birbirinin omzuna çıktığı zaman en altında bulunanın beş adamın ağırlığına dayanması gerekir. Halbuki iki yüz yet­ miş beş akkaya kimse dayanamaz. O halde bakın ne yapar­ lar. Yerde üç ki şi baş başa verip durur. Onların üzerine iki kişi çıkar. Demek oldu ki temel üç ve birinci kat iki kişiden k urul­ du. Üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katlar birer kişiden tertip olununca ikinci katta bulunan iki kişiye iki yi.iz y irmi okka yük düşer. Böyle bir işlemde bir adanun yüz on akkaya dayanması mümkü ndür. Çünkü hareket ol mayıp yerli yerin­ de duracaklardır. Temeldeki üç adama ise altı adanun üç yüz otuz okkalık ağırlığı isa bet eder. Bunlar da yüz onar akkaya dayannuş olur. Bu canlı merdivende en kuvvetli adanu ikin­ ci kattaki iki adamın üzerine üçüncü kat olarak koymalıdır. Zira o adam kendi üzerindeki üç ada m ağırlığına dayanacak­ tır. Sadece altıncı adam hemen pencereden gireceği için kendi ağırlığını tamamıyla canlı merdiven üzerine yükletmeyebilir. Daktorun bu hesap ve tarifini herkes önemle dinledi . Di­ ğer bir doktor dedi ki:

Yaklaşık 70 kg (1 okka = 1 .282 gram) 68

- Bu hesaba, bu tarife hiç diyeceğim yoktuı: Fakat böyl e bir cinayet işinde sekiz on kişinin toplanması mümkün olur mu ? Özellikle bu cinayetin hırsızlık maksa dıyla olmadığı da evde hiçbir şeyin eksilmemiş olmasıyla sabittir. Osman Sabri: - Bazı cinayetler vardır ki doktor efendi, h ırsızlık mak­ sadı olmadığı halde sekiz on değil, yirmi otuz adam bile it­ tifak yapabilir. Biz bir zabıtada bulunduğumuz için bunun emsalini çok görmüşüzdür. - Demek ol uyor ki bmaya kadar omuz omuza çıkıldı­ ğını kabul ettiniz . - Tamamıyla . Osman Sabri'nin bu "Tamamıyla " cevabı hakikaten ca­ nıgönülden verilmişti. Zira bu cinayetin Kanlı Kaya cinaye­ tiyle ilgisi olduğuna hiç şüphesi kalmayan Osman Sabri için sekiz on kişinin bu meselede bir araya gelmesinde şüphe bile yoktu.

5 Yaz sa bahı ilk feryadın i şirilmesinden yani saat sekiz­ buçuk, nihayet dokuzdan başlayarak tabipierin muayeneyi bitirmeleri akşam beşi bulmuştu . Bu müddet zarfında o gay­ retli zabıta ve adliye memurları ağızlarına bir lokma yiyecek koymamış, işlerine devam etmişlerdi. Asılan kişinin evinde yapılan i n celemeleri zannederiz ki pek de eksik olmayarak okurlarımıza arz edebildik. Bu müddet zarfında Osman Sabri'nin gördüğü i şlerden yalnız iki işi okurlarımıza h aber vermediğimizden onları da arz edip hatırlatalı m. Osman Sabri, Halil Suri 'nin kendi canına kıyacak hiç­ bir umutsuzl uğu olmadığını validesinden haber aldığı anda Galatasaray'a bir pusula göndererek o pusula uyarınca çar­ şıdan Halil Suri'nin mağazasına derhal bir müfettiş gönderil­ miş, mağaza mühürlettiril mişti. 69

Biraz sonra Halil Suri'nin kendi kendisini asmadığına, belki bir düşman eliyle idam edildiğine Osman Sabri kana­ at getirince gerek Osmanlı postanesine, gerek ecnebi posta­ nelerine, Beyoğlu ve İstanbul telgraf merkezlerine haberler gitmiş, Halil Suri adına ne kadar mektup ve telgraf gelirse ayrılması adli zabıta adına rica edilmişti. Biçare Halil Sil­ ri'nin felaketi birkaç saat içinde bütün Beyoğlu'nun malumu olmuştu. Bu cinayetin sırlarını keşfe vesile olacak olduktan sonra o ada gelecek mektupların alınarak adli zabıtaya tes­ limi herkesin insanlık borcu olduğu cevabı ecnebi postaları­ nın tümünden alındı. Osman Sabri'nin bu redbirini Hafiye Necmi ilkin pek de onayiayıp takdir etmemişse de Osman Sabri "Arkadaş, biz yolların, patikaların, izierin tümünü muhafaza altına alalım da avırnızın hangi taraftan gelmesi muhtemelse mutlaka eli­ mize düşsün. Hediye Hanım meselesinde iz bulmayı bir ava benzeten Hafiye Necmi için benim bu tedbirim tasdik edil­ meyecek değil, aksine pek beğenilecek bir tedbirdir " dediği zaman Necmi hem de riya, yaltakçılık yollu değil, canıgö­ nülden tasdik etmişti. Asılan kişinin evinden en evvel dört tabip çıktı, gitti . En sonra çıkan Osman Sabri Efendi oldu . Çıkarken ev halkına dedi ki: - Biz tahkikatımızı bitirdik. Bundan sonra asılan kişi hangi dinin mensubuysa iş o dinin din adarnma kaldı . Fakat size haber vereyim ki Halil Suri kendi kendisini asmamıştır. Bir düşman, hiçbir kimsenin haber alamayacağı hairıce bir şekilde buraya gelip biçareye kıymıştır. Ama bizim tahkika­ tırnız o düşmanın izini bize gösterdi. İnşallah ben düşmanı bulur, intikamınızı Osmanlı adaleti adına alırırn. Ev halkına gayet nazik bir veda töreni yaparak biçarde­ rin tümünü gözleri yaşlı oldukları halde terk etti. Evvelce Halil Suri'ye dair sorguladığı hizmetçi kız, Os­ man Sabri'yle bir bakıma daha fazla münasebet kurmuş sa­ yıldığından Müstantik Efendi'yi sokak kapısına kadar geçir­ me görevini üstlenmişti. 70

Aşağıya, taşlığa indikleri zaman Osman Sabri kıza dedi ki: - Sizin çelebinin düşmanlarından intikam alırsak hoşu­ na gide� mi ? - Ona şüphe mi edersiniz ? - Öyleyse ev halkının bildiklerinden fazla Halil S ill i 'nin haline dair kendilerine hiç malumat vermezsin. Eşya bahsi­ ni de hiç söylemezsin. Ben bu akşam olmazsa birkaç güne kadar seni görü p daha bazı şeyler soracağım. Eğer bildiğin, gördüğün şeyleri bana tümüyle söylersen emin ol ki efendini öldürenleri birer birer bulup meydana çıkarabilirim. - Ben ne biliyorsam söyledim. Daha bildiğim bir şey varsa onu da sorduğunuz ve hatırıma getirdiğiniz zaman söylemekten geri durmam. - Evet, asıl en mühim bir şey var ki onu da pekala bilir­ sin . Bunu sana sonra soracağım. Ha, şayet ben seni görün­ eeye kadar artık lüzumları kalmayan hizmetkarlar arasında seni de işten çıkaracak ol urlarsa sen Galatasaray'a gelerek " Osman Sa bri " diye beni ara . Ben sana başka bir kapı bulu­ ru m . Çünkü senin sadık bir kız o lduğunu görüyorum . - Beni çıkarmazlar efendim. Madam da matmazel de ben i çok sever. - Öyleyse daha ala. Şimdilik adiyö matmazel. Nazi kçe söylenmiş olan bu " a diyö matmazel " sözü kızı tümüyle rahatlatmıştı . Bütün gün aç kalan Osman Sabri, Galatasaray'a varır varmaz öncelikle karnını doyurmaya koştu . En yakın lo­ kantadan birkaç çeşit yemek isteyerek iştahla yedi. Sonra eskice ça lışma masasının başına geçti . Eline kalemi alarak "Huzur-ı ali-yi mutasarnfi-yi ekremiye " l başlığını yazmayı aklından çıkarmaksızın raporunu yazmaya başladı. O sabah . . . sokağından feryat figan işirilmesinden baş­ layarak tabipierin muayenelerini bitirinceye kadar devam eden ralıkikatın tümünü raporunda yazıya döktü. Halil Sfıri'nin intihar etmediğini, belki birtakım katill er eliyle bu belaya girmiş olduğunu pek güzel açıkladı. Yüce m urasarrıflık makamına. 71

Sadece bu cinayetin Öreke Taşı ci nayetiyle ilgisi olduğu­ nu ispat edecek durumu, yani hizmetçi kızdan aldığı haber­ leri raporuna koymadı. Raporu bitirdiği sırada Köse Necrni odaya girdi. Osman Sabri " Gel sana yazımı okuyayım. Bakalım mükemmel ol­ muş mu ? " diye raporu okudu. Necmi yalnız emanette tutu­ lan eşyanın Halil Suri'ye ait olmasıyla Öreke Taşı cinayetiyle bu cinayet arasmda yakın ve kuvvetli bir ilişki olduğunun raporda niçin açılmadığına il işti. Osman Sabri : - Onu mahsus rapora koymadım . Mutasarnf Paşa Haz­ retlerine işi n bu yönünü şifahen arz edeceğim. Çünkü Öreke Taşı meselesinde Hediye Hanımefendi hakkındaki kuşkuyu söylediğim zaman Mecdeddin Paşa Hazretleri birdenbire tav­ rını değiştirdi; söz kon usu cinayetin mükemmel olarak araş­ tırılması için bize verdiği va adi adeta gevşetti. Biliyorsun ya . - Öyle Sabriciğim, öyle. Necmi Bey'in Sabri'ye bir de " ciğim" küçültme edatını eklemesi, o da açlıktan bayılmı ş olarak karnını doyurmak için gittiği lokantada yemekten önce birkaç konyak yuvarla­ mış olmasındandı. Zira bir gece önce biçare Köse sabah lara kadar bazı tahkikat arkasında dolaşıp uyk u suz kalmıştı.

Şu

birkaç konyağı içmeseydi o gün a kşamı edebi lmesinin im­ kansız olacağını kendi vücudu hakkındaki tecrübeleriyle biliyord u. Sa bri yazısını alıp Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin huzu­ runa çık ınca Mecdeddin Paşa raporu büyük önemle oku du. Bu kadar mükemmel olarak yapılan tetkiklere teşekkür etti, Osman Sabri'yi b ir Mecidiye nişanıyla müjdeleyip teşvik et­ tikten sonra dedi ki: - Gördün üz mü Sabri Bey, işte ilk tahkikat böyle yapılır. Okuyan adarnın hiç ş üphesi kalmam a lı . - Efendim, müsaade huyurulursa arz edeyim k i b u ci­ nayet ile geçen Öreke Taşı'ndaki cinayet arasında büyük bir

münasebet, mühim bir ilgi vardır. - Ne gibi ? 72

" Burada emanette tutulan eşyanın tümünün Halil Suri 'nin olduğunda şüphe yoktur" diye hizmetçi kızdan aldığı bilgiyi nakletmeye başladı. Osman Sabri hem bu hikayeyi nakleder hem de hikayenin Mecdeddin Paşa'ya ne yolda tesir edeceği­ ni anlamak için paşanın yüzünü, gözünü ustalıkla incelerdi. Görcfü ki işin bu yönü de paşanın hoşuna gidiyor, dola­ yısıyla Öreke Taşı cinayeti tahkikatının tamamlanınası için evvelce vermiş olduğu vaaderin icra edilmesini tekrar rica etti ve bu vaatleri aldı. Biraz sonra Mecdeddin Paşa dedi ki: - Böyle akla yakın incelemelerde size her şeki lde yar­ dım etmek boynumun borcudur. Ama varıp da aklın dışında olarak Hediye Hanım'ı zanlı tanımak gibi şeylere kalkı şır­ sanız . . . A rtık Halil S u ri meselesi Hediye Hanım hakkındaki şüphelerinizi bena raf etti ya ? Osman Sabri sustu, ceva p vermedi. Paşanın zorlaması üzerine dedi ki : - Efendim, Halil Suri meselesi Hediye Hanım hakkın­ daki zannımızı gidermeye hiç yard ım etmez. - Neden ? - Çünkü hanımefend i hakkındaki zannımızı davet eden şey bir fistandır ki onun kon ağı için hem de yakın vakitte yapılmıştır. Paşacia yine hiddet emareleri görüldü. Dedi ki: - Canım efendim, bu fistan Hed iye Hanım 'ın hesabına yapıldı diye mutl aka lıanımın zan altına girmesi n eden lazım gelsin? Bir fakir Hıristiyan kızına hediye etmek için yapılmış olamaz mı ? - Burası kesinleşirse zan da hertaraf olur. Yalnız maktul kızın parmağında kına rengi olduğu unutulamaz. - Parmakta kına bulunması kızın Müslüman olduğunu ispata yeterli olamaz. Zira elbette görüldü ki bu işin içinde Halil Suri var. Halil Suri bir Arap'tır. K ına ise Arabistan'a has bir şeydir. İhtimal ki Hediye Hanı m ' ın fistan hediye etti­ ği kız kına kullanan bir Arap Hıristiyan' dır.

- ifadelerinizin tümü makuldür efendim. Fakat tümü de araştırılınaya, meydana çıkarılınaya muhtaçtır. 73

Paşanın tavrındaki hiddet alametleri daha da artınca Os­ man Sabri Efendi, mutasarrıfın huzurunda daha fazla dikiş tutturamadı; çıktı, odasına geldi. Hafiye Necmi, Osman Sabri'nin suratını beğenemediğin­ den sordu: - Ne var ? Ne var? Korkarım paşa efendimiz yine mem­ nun olamadı. " Hep o Hediye Hanım meselesi " diye Osman Sabri Mu­ tasarrıf Paşa'nın ifadelerini Necmi'ye tekrarladıktan sonra dedi ki: - Ah Necmi ! Saye-yi şahanede l şu adliye usulünün Avrupa adliye usulüne dönüştürüldüğünü göremeyecek mi­ yim ? Bir savcı o lmayacak mı ki yüce adalet namı n a k a mu­ nun davacısı olarak iddia edilemeyen hakları o iddia etsin? Bir müstantik olmayacak mı ki tahkikata l üzum göstereceği şeyleri bir paşa reddedemesin ? - Ne bileyim ben. Avukat değilim ki hangisinin iyi ol­ duğunu bileyim . - Avukat değilsen aklın da yok değil ya. Na işte şimdi şu Halil Suri meselesi gibi bir mese l e ! Yahut Öreke Taşı cinayeti gibi bir cinayet! Orta yerde davacı bulunmazsa, kıyılan can­ lar heder olup gitmez mi ? - D avacısı olmadığı halde tasası sana mı düşmüş ? - Bana düşmüş ya . Yüce adaleti kutsal gören her dürüst Osmanlı'ya düşmüş. Davacısı olmayan cinayetlerde de davacı devlettir. Kanlının, katilin, hırsızın, edepsizin terbi­ yesi hükümet adaletinin üstüne düşer. Bu konuda gerçekten mecbur olacak memurlar ancak yeni adiiye usulünün tam manasıyla uygulanmasıyla bulunur. Necmi biraz düşündü, sonra dedi ki: - Sen akıllısın Sabri. Yüreğin de doğrudur. Hamiyetİn de çoktur. Ben adiiyenin ne eski usulüne ne yenisine akıl er­ direbileceğim. Ama sen bir şeye iyi dersen, ben de ona iyi derim de bu davada canım çıkıncaya kadar sebat ederim . Osman Sabri d e biraz düşündü. Dedi ki: Padişahın sayesinde. 74

- Fakat Mecdeddin Paşa beni bu konudaki tahkikattan men edebilir mi sanırsın ? Bu işte son dereceye kadar çalış­ mak için onun yardımından ziyade senin yardımına ihtiya­ cım var. Sen yardımda gayret edersin ya ? - Hay hay! Hiç Necmi Sabriciğinden ayrılabilir mi ? Pa­ dişah başı için yemin ederim ki Köse Necmi'yi ölüme yolla­ yacak ol'san yüz çevirmem. Benim sakalım filanım yok diye sen beni adam yerine koymuyor musun ? - Senin saka! dediğin keçide de vardır. Bıyık dediğin ke­ dide de bulunur. insanda ise ben yürek isterim, yürek ! Necmi yumruğunu göğsüne vurarak dedi ki: - O da burada vardır Sabri ! Hem de Mecdedin Paşa'nın kafasından daha büyüktür ! O gün akşama ve o gece sabaha kadar mahir müstantik ve gayretli hafiye İstirahat etti. Ertesi gün Necmi Bey, Sabri Efen­ di'yi göremedi. Hatta göremediği için epeyce merak da etti. Ancak akşamüzeri Sabri'yi gördüğü zaman tavrını güler yüzlü ve kendisini tatmin olmuş bulunca Necmi de memnun oldu. Sabri dedi ki: - Ziynet Hanım yarın Hediye Hanımefendi'nin ısmarlamış olduğu elmasları götürecek mi ? - Ben mi ? - Senden başka Bohçacı Ziynet var mı ya ? - Ha, evet. Götürecek tabii. Fakat sen elmasları buldun mu ? "Na işte ! " diye Sabri, Necmi'nin önüne birçok kutu attı. Necmi birer birer açıp parıl parıl parlayan elmasları görünce gözlerini yumuştururdu. Dedi ki: - Bu göz kamaştıran şeyleri nereden buldun be ? - Kendi itibarımla buldum. Ama Necmi eğer bir tanesi kaybolursa battığım, bittiğim gündür. Bazı ahbabım olan yağlıkçılar l vasıtasıyla gelin var diye kaldırdım. Hem de çifte gelin. Yağlıkçı (esnafı): İç çamaşırı, yatak ve gelin takımı satan esnaf. Bu esnafa, mendil gibi yemekten sonra el ve ağız silmede kullanılan "yağlık " da sat­ tıklan için yağlıkçı adı verilmiştir. 75

- Vay hınzır akıllı Sabri vay! Bulduğun çareye doğrusu ya benden bin a feri n ! Ee, bana ne talimat vereceksin baka­ lım ? - Senin ta limata ihtiyacın mı var ? Zaten elmas işini sen meydana ç ı kard ı n . Başlad ığın işi bitirmeye yetecek kadar zekan da yok değildir. - Demek oluyor ki sen Hediye Hanım' ın araştırı lıp incelenmesini yalnız bana havale ediyorsun öyle mi ? - Evet. - Öyleyse Allah utandırmasın azizim. Bir dakika sessizlikten sonra Osman Sabri dedi ki: - Benim daha başka icraatım da var; yarınki ... gazete­ sinde okursun . - Aman Sabri, zaten geçen defa gazete yazısı Mutasar­ rıf Paşa'yı bayağı gücendi rmişti . - Bana gücenıneye hakkı yok. Va rsın gazeteciye gücen­ sın. - Gazeteciye ama . . . - İşte yalnız bu nun arnası yoktur. Koca muharrir b i r yazdı k i Mutasarrıf Paşa o mal u matı gazetecinin benden al­ mış olduğuna pek de hükmedemez. - Nasıl anlayamaz ? Neden hükmedemesin ? - Ya rın sen de okur görürsü n Fakat benim gazeteciyle .

görüştüğümü ne paşaya ne de başka bir ki mseye . . . - Çocuk musun Sabri ? Ya h ut beni çocuk m u zannedi­ yorsun ?

6 Osman Sabri ile Hafiye Necmi arasında bu sözlerin konuşulduğu günün ertesi günü . . . gazetesinde kapsamlı bir yazı ya yımlandı. Ondan sonra da bazı yazı lar yer aldı. Hikayemizin ikinci bölümünün a ltıncı kısmını teşki l etmesi için aşağıya aynen alındı.

76

Beyo!':) l u ' ndaki i nti har H a l i l S O ri isminde bir tel i a l ı n Beyo!':)l u ' n d a . . . mahallesinde yer a l a n evinde ken d i kendisi n i asarak inti h a r etti!':)i hakkında karşı gazeteleri n i n yazd ı!':jı yazıyı b u n d a n önce g azelemize tercüme edip a l d ı g ı m ı z gibi daha son ra H a l i l S O ri ' n i n kendi kendisin i asarak inti h a r etmedigi, belki d ı şa rd a n odasına g iren düşma n l a r ta rafı n d a n bir suikasta u g ra d ı g ı h akkındaki dogru haberi de nakletmiştik. Keyfiyetin bu yön ü iki mahir zabıta m e m u ru ndan baska dört usta ta bibin ya ptı g ı i ncelemenin n eticesi o l m a kla şüphe­ den uzak bir gerçektir. H a l buki H a l i l S O ri ' n i n ev h a l kı ile diger birtakım dostl a rı n ı n hatı rladığı birçok vukuat da H a l il'in bir inti­ kam uğrunda ku rba n olduğunu gösteriyor. Bundan bes a ltı hafta önce Bogaz son u nda Ka n l ı Kaya denilen Öreke Taşı üzerinde bir gece vuku b u l a n önemli ve müthiş cinayeti okurları m ız eğer h e n ü z u n utma m ışsa, şimdi kendilerine vereceğ i m iz su m a l u matı d a önemle karsılarlar. O gece Öreke Tası üzerinde bırakılarak z a bıta ta rafından topla­ n ı p emanete a l ı n a n eşya n ı n H a l i l S O ri ' n i n evinden g itmis eşya olduğu ortaya çıkmıştır. H atta söz konusu eşya n ı n geri a l ı n ma­ sı n ı H a l i l SOri henüz hayattayken birkaç d efa iste m iş, bu fikrin i bazı p e k m u hterem dostlarırıo a ç m ı şsa d a gerçeklesen cina­ yetin meydana cıkma ması için bu sevd a d a n vazgeçtiği bilgisi arastırmalarım ızda mevcuttur. H a l i l S O ri ' n i n nasıl bir intikam yol u n d a i d a m edildigine geli nce; bu inlika m ı n adeta bir aşk i n likarn ı olduğuna şüphe ka l mıyor. Zira adı gece n i n ka rısı bundan bes sen e kadar önce vefat etmiş. O zam a n d a n beri ken d isi bekôr olduğu için za­ m a n ı n ı epeyce hova rdalık halinde geçirdiği g i b i birkaç kızla ilişkisi d e dostl a rı n ı n m a l u m uydu . M as u ka l a r ı n d a n birisi n i n M u stafa a d l ı b i r a d a m l a m ü n a­ sebeti o l d u ğ u elde b u l u n a n birçok e m a re ve yaz ı l a rio m a l u m olmuş, delillendiri l m iştir. H e l e b i r kôg ı t va rd ı r ki tu haf bir şifrey­ le yazı l m ı ştır. Bu d u ru m da M u stafa ' n ı n aşk i n tika mıyla H a l i l SOri'yi i d a m edecegi n i n önceden a s ı l a n kişiye bildirildiğ i n i ispatlar. 77

H a l i l S Cı ri' n i n pek aziz sırdasiarında başka m a l u m at m ev­ cuttu r. Gazeteci olmak sıfatıyla söz kon usu malumatı n b i rta­ k ı m ı n a biz de vôkıf olduk; a n c a k sır sa klamak için zikredilen dostl a ra verdi � imiz vaat uya rınca bu m a lu matı n tü m ü n ü b u­ raya a kta r m a m a kta mazu ruz. Ama adli za bıta o m a l u m atı bizden ta l e p edecek olursa, b irisi Öreke Taşı, di�eri Beyo�l u cinayeti g i b i i k i m üthiş v e m ü h i m cinayeti işleyenieri n o rtaya ç ı ka rı l m a s ı n a ya rd ı m ı olsun diye bütü n m a l u matım ızı a d l i za b ı­ taya a rz etm e kten geri d u rmayız. Ek: S u satı r l a rı yazıp mü retti pler tarafından dizildikten son ra yine H a l i l S Cı ri ' n i n bazı dostla rı idarehanemize gelerek bize gayet g a ri p ve m üthiş bir haber verd i . Ha berden a n la sı l d ı � ı n a göre Beyo � l u m ü sta ntiklerinden Osman Sabri Efendi, H a l i l S u­ ri' n i n bazı a h ba b ı h uzuru nda ma�azası n ı açiıra ra k ne kadar evra k, defter, senet, a kçe, e m a net vesai re varsa hepsi n i a l ı p m ü h ü rledikleri sırada Beyo� l u ' n u n en meşh u r modacı l a r ı n d a n birisi n i n büyük bir aileye m e n s u p k ı z i ç i n yapmış old u � u fista­ n ı n p a rası n ı tam a men aldı�ına dair bu büyük ve m uteb e r a i l e a d ı n a vermiş oldu� u makbuz d a evra k a rasında çıkmıştır. H a l i l S Cı ri'yle hiç münasebeti olamayaca�ı ilk bakışta a kl a gelen bir ailenin bu kada r özel masrafı n ı n makbuzu n u n kendi odası nda ç ı k m ası dostları n ı n fevka lade dikkatini çekmiştir. Ga­ ripsemelerini M ü sta ntik Osma n Sabri Efendi'ye bildirdiklerinde a n ı l a n m e m u r, zabıta n ı n sırla rın ı ifşa etmemek için asla ses çıkar­ m a m ıştır. Bu belgenin hiçbir ehemmiyeti ola mayaca � ı n ı göste­ recek sekilde kayıtsızca davra n m ışsa da Halil SCıri'nin dostları ikna· o l m a m ış, zabıta mem u ru n u senedin verilmiş oldu� u moda­ cı ma�azası n a kadar bera ber g itmeye mecbur etmişlerd i r. O raya va rıp da ma�aza sahibine senedi gösterdiklerinde ne cevap alsalar be�enirsiniz? Kendi lerine denilmiş ki: - Evet, b u senet bizden veril m iştir. Hem de bir fista n hesa b ı o l a ra k veri l m i ştir. Bundan bir ay kad a r önce Beyo� l u m ü sta n­ tiklerinden o l u p isminin Osman Sa bri Efendi oldug u n u ta h ki k etti �i m iz şu efendi daha son ra o fista n ı n m üthiş b i r cinayetten dolayı za bıta e l i n e geçmesi nedeniyle ma�azam ıza m ü racaat 78

etmiş, bu konuda bazı tah kikat da ya p m ı ştı . bte bu senet bu­ gün zabıta n ı n elinde b u l u n ması gereken ve orada bulunduğu m a l u m u m uz olan bir fista n ı n para sı n ı n a l ı nd ı ğ ı n a d a i r mağaza­ m ızda n verilmiş bir belgedir. B u n u n üzerine Osman Sabri Efe n d i ' n i n beti benzi kül kesil­ miş. Her ne kadar hal ve tavrıyla m ağaza sa hibine bu sı rrı ifşa etmemesi n i sezdirmeye çal ışmışsa da F renkler öyle sezdi rme­ den fil a n da n dolayı d u ru m u gizlerneye mecbu riyel görmemiş, bilakis demişler ki: - B u gerçekleri örtmek için bizim hiçbir mecburiyeti miz yoktu r. B u rası modacı d ü kkô n ı d ı r. iyi a d a m l a r da gelir, fen a a d a m l a r da geleb i l i r. Bildiğimiz şeyleri gizleyece k olursak o za man canilere ya ndaşl ı k etmiş o l u ruz. N a m usu olan ve ka­ n u n ların, niza rn l a rı n h ü k ü m lerini ta kdis eden insa n l a r öyle fesat erbabını, canileri asla kayı ra maz. Modacı mağazasında söz kon u s u fista n ı n h a n g i aile için yapılmış olduğu gere k senetle gerek m a ğ aza defterinde ka­ yıtlıdır. Gazetem izce bu isim bilin iyorsa da şimd i l i k meydana koymaya lüzum göremedik.

Gazetede bu ayrıntıl ı yazı çıktıktan bir gün sonra bir de şöyle bir tekzip yazısı neşredildi : . . . Gazetesi ne Bugünkü nüshan ızda Halil S O ri' nin asılması meselesin i n ôşıkane bir intikam olduğu na, bu kon u d a ya p ı l a n ta hkikat es­ nasında ası l a n kişi n i n odasında çıkan b i r modacı m a kbuzuna dair makale neredeyse başta n son a d e n i lecek kadar ya n l ı ştı r, garez üzerine daya n ı r. Duru m u n aslı ta rafı mdan raporla m u­ tasa rrıfl ı k m a ka m ı n a a rz edilmiştir. Bu ra porların b i rer su retleri gazelenize gönderilmek üzere m utasa rrıfl ı k ta rafından ta hrirat odasın a e m redilmiştir. Anılan evra k e l i n ize geçineeye kada r böyle g a reze daya n a n haberleri ö n e m sememenizi, b un l a ra gazelen izde yer veril memesin i içte n li k le hatırlatı r, rica ederim . Beyoğ l u m ü stanti klerinden Osman Sa bri 79

Gazeteci bu belgeyi aynen al dıktan sonra altına şunl arı ekiemişri: De!,1erle n dirme Gazete l e re gönderilen resmi evra kı aynen yayı m l a m a k matbuat niza m na mesi uya rınca gazeteci n i n borcuysa d a bir gazeteci yazdı !,1 ı şeylerin g a rezden uza k, kesin gerçekler o l­ d u !,1 u n a ş ü p h e etmedi!,1i za m a n , yer vermeye mecbu r o l d u !,1 u resmi evrek ı n a ltı na görüşün ü , de!,1erlendirmesin i yazm a kta n çekinemez. Şimdi okurları m ıza g üvence veriyoruz. Halil Suri meselesi­ ne d a i r d ü n k ü n üshamızda vermiş olduı,1umuz malumatı n tü m ü g a rezden uzak v e cidden doı,1ru, gerçek olan şeylerdir. Ge rçi bildikleri m izi ta m a m ı tam a m ı n a yazmadık. Ancak bu ihtiyatı m ı­ zı da okuyu c u l a rı m ıza bildirmiştik. i htiyaç görü l ü rse m a l u matı­ mızın tü m ü n ü yazmaktan da g e ri d u rmayaca!,1ız. M üsta ntik Osman Sabri Efendi'nin meşh ur mahareti n e d i­ yece!,1 i m iz yoksa da bir müsta nti k ne kada r ma h ir olursa o l s u n bir gazeteciyi a l data maz. Bu faziletse gazetecinin ken d i i kti­ darından, ken d i maharetinden kaynaklanan bir şey d e !,1i l di r. Gazete sayfa l a rı top l u m u n baktı!,1 ı yer o lu p kamuoyu n u n g örü­ şüyse ne bir m ü sta nti!,1in hatırı, ne de büyük bir ailenin keyfi için gerçeklerin ö rtü l mesi ne mecbu riyet hissetmez. Osman S a b ri Efendi' n i n raporla rı, su retleri gazete m ize u l a ştı!,1 ı a n d a i l k ç ı kacak nüsha m ıza a l maya mecbur olacaı,1 ız. Fa kat Öreke Taşı meselesi ne dair raporlar gibi bunların d a en ruh l u yerleri çizilerek, kalemden geçirilerek öyle gönderilecek­ lerse, söz konusu evrak elbette bir garez üzeri ne bu h a l e ko­ n u l m u ş olaca !,1 ı n d a n keyfiyetin o tarafı n ı da okuyuc u l a r ı m ıza hatırlatm a kta n geri d u rmayaca!,1 ız.

Aradan iki gün geçti. Gazetede hiçbir şey görülememişti . Üçüncü günü şu yazı görüldü: H a l i l S u ri' nin i ntihar veya suika stı meselesine dair Beyo!,1 1 u m ü sta ntikleri n d e n Osman Sabri Efendi tarafı ndan gazetem ize so

gönderilece�i vaat edilen raporl a r h e n üz gönderi lmemiştir. Di�er ya ndan bazı dostlarımız tarafı n d a n a l d ı g ı m ız haberlere göre maharetli m ü sta ntik Osman S a b ri Efendi n a sı lsa bize da­ rılmı$; söz konusu evra k ı n gönderi l mesini engelledikten baska gazete m iz a leyhi n e dava açacakmış. Şimdiye kada r yazdı�ımız şeylerde ka n u n e n neşrine ce­ vaz ol mayan bir yazı b u l u n ması n a ihti m a l veremiyoruz. E�er M üsta ntik Efendi, Öreke Taşı cinayeti n e d a i r su retleri matba­ a mıza gönderilmiş olan yazıları n ı n eksik o l a ra k gönderildi�i hakkın da ki sözümüze gücenmislerse, b u sözümüz do�ru d u r. ispatı n a m u ktedir oldu�u m uz bir şeyd e n dolayı da kan u ne n soru m l u olamayaca� ı m ızı bilmeliydiler. Kendileri n i n şöh retleri­ ne bakı l ı rsa, ka n u n d a n bu kada r b i h aber o l m a m a l ıydı l a r. Neyse; ortaya bir de böyle bir dava ve m u h a kemeni n ç ı k­ ması zaten cinayetierin sırlarını merak edip d u ra n ka muoyu için rahatlatıcı bir e�lence oluşturaca� ı n d a n a l eyhimizde aça­ ca�ı davadan dolayı mahir ve meşh u r m ü sta ntik Osman Sabri Efendi H azretlerine m i n n ettar bile ka laca� ı m ızı a rz ederiz.

Aradan iki üç gün daha geçti . Gazetede şöyle bir yazı daha görüldü : Firuza�a ta rafl a rında otu ra n m u h a rrirlerimizden biri, d ü n gece matba a mızda gecikerek gece i k i sularında evine gider­ ken gazla ayd ı n lotı l a n bir soka kta n fen e rsiz geçmek kabaha­ liyle

( ! } çevrilip Beyo� l u Zabıta sı ' n a götü r ü l m ü ştür. Meşh u r

müsta ntik Osm a n Sabri Efendi H azretleri n i n gazlı sokaklard a a d a m çevrilemeyece�i n i bilecek kad a r niza mşinas olması g e­ rekirken m u h a rri rimizi sabaha kada r G a latasa ray'da tevkif etmiş, bes çeyrek p a ra cezası vermesin e de sebep olm uştu r. Ta n ı n a n bir m u h a rriri bes çeyre k l i k bir para cezası için tev­ kif niza m e n caiz m i di r? Bari şu bes çeyre�i derh a l tahsil edip de m u h a rririmizi niçin ta hliye etmemiştir? Fakat işin do�rusu mahir müsta ntik Osman Sabri Hazretleri Halil SO ri' nin intihar ve di� er adıyla suikastı meselesinden d ola-



yı gazetemiz a l eyhine dava açaca kken bazı ka nunşinas kişile­ re m ü racaatla böyle bir dava d a n h içbir şey kaza na mayacak­ l a rı n ı a n i aya ra k mecbu ren vazgeçmiştir. Şimdi aleyhi mizde ya paca k başka iş bulamad ı k la rı için bu gibi hareketlerle bizi ra h atsız etmeye çal ışıyor. H a l b u ki kendi şöhretlerine layık olan bu de�ildir. Ö reke Taşı' n d a b i r Osmanlı kızı ile iki Kefa lonya l ı n ı n na aşiarı b u l u n­ d u . Beyo� l u ' n da bir adam ken d i yata k odası içinde a s ı l d ı . B u i k i cinayeti n b i rbiriyle kesi n l i kle ba�lantı l ı oldu�u ise o rtad a mevcut eşyayla sa bittir. Söz kon usu eşya belirtilen cinayetierin d a h a n e re l e re kadar uzanaca � ı n ı da gösteriyor. E�er O s m a n Sabri Efe n d i kaza ndı�ı şöh ret k a d a r mahir bir adli zabıta m e­ m u ruysa bu sırları meydana çıka rmaya gayret etmelidir. Yoksa bir g azete m u h a rririni n iza ma aykırı olara k bir gece tevkif ve beş çeyrek pa ra cezası kestirrnek o kada r iftihar edilecek şa n­ lardan de� i l d i r.

Bundan önceki beşinci bölümümüzün sonlarında Os­ man Sabri Efendi'nin gazete muharririnden pek müreşekkir görünmesine karşın gazetenin aksine Müstantik Efendi aley­ hinde husumet etmiş olması garipsenrnez mi ? Hele hele bu hal gazetecilerin çoğunda mevcuttur. Bugün bir adamm methüsenasını göklere çıkardıkları halde yarın o adamı yerin dibine kadar indirirler. Şaşılması gereken bu noktadaki gerçekleri anlamak için Hafiye Necmi Bey ile Osman Sabri arasında geçen şu konuş­ maya dikkat edelim ki gazetenin son yazısı yazıldıktan üç gün sonra geçmişti . Necmi demişti ki: - Arkadaş, iş sarpa sanyor. Bu karı ilk götürdüğüm el­ maslardan birkaç parça şeyi iade ettiyse de kalanı ile ikinci götürdüğüm elmaslar henüz geri verilmedi. Güya parasını ve­ recekti ama henüz öyle bir hareket de yok. Elmaslann teslimi­ ne dair bir makbuz senedi filan da almadık. İnld.r ederse neyle ispat edeceğiz ? Bunları ise hep senin talimatıola yaptık. Sonra işin bir pürüzü çıkarsa bana kabahat bulmayacaksın ha !

82

- Necmi ! Sen pek akıllı, cesaretli a damsın ama biraz zi­ yadece meraklı olmasan ! - İyi ama senin de işlerine akıl sır ermiyor ki. En büyük dostun sandığım gazeteciyi de darılttın. - Darıldığına sen de inandın ha ? - Nasıl inanmayım ? Her gün senin aleyhinde herif sütunlar dolduruyor. Sen de onun adamlarını hapsediyorsun. - Gerçekten inandınsa pek memnun olacağım. - Salt ben değil, cihan inandı. - Öyleyse mutasarrıfımız Mecdeddin Paşa Hazretleri de inanmış, artık şüphem kalmasın. Biraz düşündükten sonra Osman Sa bri dedi ki: - O İsınet Beyefendi'yi gözetim altına aldın ya ? Bir ta­ rafa savuşamaz ya ? - Her ne zaman istersen kaptığım gibi önüne koyarım. Lakin Sabri ! İsmet ne de güzel bir çocuk. Hani ya insan gü­ zeli demezler mi ? Ta kendisi. Ne senin gibi bir insan keleği ne de benim gibi erkek ile kadın arasında bir şey. Aferin şu Hediye Hanım'a ! Bulmuş ama değerlisini bulmuş.

83

ÜÇÜNCÜ B ÖL ÜM SIR İÇİNDE ESRAR ı

Orijinal nlishada Üçüncü Böl üm başlığı "Sır İçinde Esrar/Kalpazan Mustafa " olarak yazılmışsa da "Kalpazan Mustafa " Dördlineli Bölüm başlığı olduğundan buraya alınmamıştır.

ı . . . gazetesinin güya Müstantik Osman Sabri Efendi aley­ hine yazdığı şeyler ve Osman Sabri Efendi'nin de söz konusu gazete muharrirlerinden birini gereksiz yere hapis ve para cezasıyla cezalandırması yolunda gösterdiği hareketler sade­ ce aralarındaki ittifakı Mecdeddin Paşa'ya gösterip de Mu­ tasarrıf Paşa'nın Osman Sabri aleyhinde bir şekilde husumet ve garazına meydan vermemek için gazeteci ile müstantik arasında " danışık dövüşük " tabirince tertiplenmiş bir tedbir olduğu anlaşılmıştır. Gerçi Mutasarrıf Paşa Hazretleri bir ara gazeteci ile müs­ tantik arasındaki düşmanlığın ciddiyetine inanarak Osman Sabri'yi gazeteci aleyhinde daha ciddi bir şekilde kışkırt­ maya dahi davranmışsa da Osman S abri husumette daha ileriye varmak istememişti. Mecdeddin Paşa her ne kadar gazeteciyle henüz ittifakları olmasından şüphelenmeyerek Osman Sabri'nin bu halini korkusuna verdiyse de Müstan­ tik Efendi'nin korkuya dayanan ihtiyatı hoşa gider bir şey olmadığından biçare Osman Sabri'yi yine gözden düşürme­ ye başlamıştı. Halbuki Osman Sabri'nin Hafiye Necmi vasıtasıyla yü­ rüttüğü inceleme öyle bir dereceye varmıştı ki artık Muta­ sarrıf Mecdeddin Paşa Hazretlerinin gözünden düşmek Müstantik Efendi'nin pek de um urunda olmuyordu. Bir gün Hafiye Necmi ile hasbıhal ederken Müstantik Efendi şöyle bir söz bile söylemişti: - Benim Mecdeddin Paşa'dan korkacak hiçbir mecbu­ riyetim yok. Eğer Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin birazcık 87

akıkağızı va rsa o benden korkmalıdır, aniadın



Necmi ? O

benden korkma lıdır! Bu "O benden korkmalıdır" sözü ilk defa söylendiği za­ man o kadar ehemmiyetli bir tavırla söylenmişti ki olur ol­ maz adamların yüreklerini titretmek için yalnız bu ehemrni­ yet kiifiydi. Halbuki yumruk kadar Osman Sabri'nin tand ı r kadar kafası, gereği gibi kızarak gözlerinden ateşler fırla dığı halde bu sözü ikinci defa tekrar ettiği zaman Hafiye Nec­ mi'nin de yüreği oynamıştır. Beyoğlu Mutasarrıfı ile Müstantik arasındaki münasebet yalnız şu gördüğümüz dereceden de ibaret kalmadı. Ne de­ receye kadar vardığını göstermek için ikisi arasında bir gün geçen konuşmayı bu raya a l malıyız. Bir sabah Mutasarnf Paşa her zamankinden daha erken Galatasaray'a gelerek Osman Sa bri'yi huzu run a çağırttı . Dedi ki : - Öreke Taşı'ndaki cinayet sizin pek ziyade dikkatinizi çek mişti . Nasıl bari incelemeye devam ediyor musunuz ? Bir ipucu bulabildiniz mi ? - Evet efendim. Pek ziyade dikkat çektiğinden incel eme­ ye devam ediyorum . Bazı ipuçları varsa da henüz sonuçları­ nı

elde etmek mümkün olamad ı . - Bu ci nayetin Halil Sfıri meselesiyle de ilgisi vardı, de­

ğil mi ? - Ona hiç şüphe yok. Hatta Halil Sfıri, Öreke Taşı me­ selesinde zalim miydi yoksa mazl um m u ? Burasıııı da anla­ mak için çok merak ettiğim halde güç halle anladım ki Ö re­ ke Taşı'nda zalim değil, ınazlummuş. - Ya Hediye Hanım, zalim mi yoksa mazlum m u ? - Hediye Hanı m'ın Öreke Taşı'ndaki ziyanı kendisince pek büyük bir ziyan sayılmaz san ırım . - Demek ol uyor ki hala Hediye Hanı m ' ın Öreke Taşı'n­ daki cinayette parmağı olduğuna inanıyorsunuz ha ? - Cinayette parmağı vardır demiyorum. Fakat bu cina­ yette hanım yabancı değildir. Zarar görmüştür. Bence za rarı pek mühim, pek müthiş, pek feci bir zararsa da bu zara r ı n 88

kendisine o kadar büyük tesiri yoktur diye ettiğim bir zannı efendimize arz etmiştim . Paşada gözler başkalaştı . Her zaman görü len hiddet ala­ metleri daha dehşetle kendilerini göstermeye başladı. Du­ dakları titreyerek dedi ki : - Saqri, Sabri ! Sen bu Hediye Hanım sözünden vazgeçecek misin ? Yoksa . . . - Yoksa ? . . - Vay! Bana karşıl ık mı veriyorsun ? - Estağfurullah efendim. Vazgeçmeyecek olursam ne olacağıını anlayım da ona göre davranayım.

- Demek istiyordum ki yoksa kovulmayı mı göze alı­ yorsun ? - Kovulma mı ? Kanunen, nizamen kababati olmayan adam kovulur muymuş ? - istifasın ı vermeye mecbu r ediliyor ya ! B u d a kovul ma­ nın nazi k şekli demek değil midir ? - Bendeniz bulunduğum memuriyetren hiçbir vakit is­ tifa rnı veremem efendim. istifa adeta nankörlük demektir. Gördüğüm hizmet beğenilmeyecek olursa azl edilirim ama o hizmetin de beğenilmeyecek bir hizmet olduğu ortaya çıkmış olmalıdır. Hele vicdanım önünde beni kabahadi gösterecek kötü bir ha reketi m olmadığı halde kovul mayı hiç kabul et­ mem; hepimizin en büyüğü oları kutsa l hal ifelik makamına kadar müracaat ederi m . - Zat-ı şahaneye değil, zaptiye müşirine kadar bile m ü­ racaat edemezsin. Senin en büyük zabitin, en büyük merci­

in ben im. Amirin ben olduğum sürece elbette emrime itaat edeceksin. - Efendim, hangi emrinize itaat etmediğimi bir türlü anlayamıyorum. Hediye Hanım hakkında tahkikat yapıyor­ sam davacı olarak tahkikatırnın neticesini o rtaya koymuyor muyu m ? - Hayır, ş u kadından bütün bütü n e l çekeceksin . - Kadın benim ne elimi görmüştür ne ayağımı .

89

- Sen öyle diyorsun ama o da tahkikatsız bulunmuyor. O da seni tahkik ettiriyor. Senin kendi hakkındaki düşünce­ lerini biliyor. " Şu Osman Sabri benden ne istiyor ? " diyor da gözünden ateşler fırlıyor. - Vay ! Hediye Hanım ile efendimizin arasında ne mü­ nasebet var ki ağzından çıkan sözleri, gözünden çıkan ateş­ leri efendimiz görüp işitebiliyor? Bu soru üzerine Mecdeddin Paşa birdenbire dilsiz kesildi. Fakat birkaç dakikalık sessizliği esnasında hiddetinin son dereceye vardığı renginin mosmor kesilmesinden anlaşılmış­ tı. Nihayet öfkeyle dedi ki: - İstifanızı verecek misiniz efendim? - Ben istifa veremem efendim. - Tekrar soruyorum. İstifanızı verecek misiniz ? Yoksa şimdi sizi istifasız, izinsiz kovayım mı ? - Her ne meramınız varsa yapabilirsiniz. Zira siz devletin büyük bir zabitisiniz. Bense aciz bir adamım. - Acizsen aczini bilsene ! - Acziınİ biliyorum ama haklarımı da biliyorum. - Hakların da var ha ? Kalk şuradan, defol git ! Şimdi Galatasaray'dan çıkmalı! Şimdi ! " Baş üstüne efendim" diye Osman Sabri aşağıya, odası­ na indi. Çalışma masasında ne kadar evrakı varsa bir çanta­ ya koyup hemen kapıdan dışanya çıktı. Eski müstantik Osman Sabri Efendi kapıdan çıkarken Hafiye Necmi içeriye giriyordu. Osman Sabri o kadar meta­ net sahibi bir adamdır ki böyle bir vaka üzerine tavrına asla değişiklik gelmediğİnden Hafiye Necmi arkadaşının gerek­ çesiz ve zulümle kovularak polis merkezinden çıktığını hiç anlayamamıştı. Sordu: - Nereye gidiyorsun Sabri Efendi ? Halbuki ben seni bir dakikacık görmek istiyordum. Hediye'den geliyorum. - Şuraya Kuron Gazinosu'na gel . Gazinoya vardıklarında Osman Sabri hala mutasarrıfla olan macerasını anlatmayarak sordu: - Ne haber getirdin ? 90

- Bizim 1Mecdeddin Paşa Hazretleri, Hediye Hanım'ın yalnız muhbiri, casusu değil, adeta her emrine tabi bir ku­ l uymuş. Bu sabah Çerçi Ziynet kıyafetiyle hamının konağı­ na gittim. Güya sizin harem tarafından almış olduğum bazı haberleri kendisine arz etmek istedim. Şimdiye kadar sana dair götürdüğüm haberlere teşekkür ederek bundan sonrası için dedi ki: - Artık zahmetinize lüzum kalmadı Ziynet Hanım Vali­ de. Zira Sabri dedikleri çapkın bugün azledilecek. Ben inanmak istemedim. Fakat kahya kadın şimdiye ka­ dar hiç etmemiş olduğu hafiflik ve aceleyi ederek dedi ki: - Evet, Mecdeddin Paşa bu sabah buradaydı. Hanıme­ fendimiz emrettiler ki . . . Hediye Hanım'ın cellatça bakışı kahya kadının yarı sö­ zünü ağzında bıraktı. Osman Sabri dedi ki: - Evet, Hediye Hanım da doğru söyledi, kahya kadın da. Zira işte kovulduk azizim. - Kovuldun mu? - Evet, baksana, evrakımı da aldım. Fakat sen hiç merak etme. Bu kovulma bizi işimizden alıkoymak şöyle dur­ sun, aksine işimize daha ala yardım ve hizmet eder. Osman Sabri'nin ağzından her ne söz çıksa Hafiye Nec­ mi canıgönülden inanır idiyse de ilk defa Osman Sabri'nin bu sözüne inanmakta tereddüt etti. Osman Sabri Köse Nec­ mi'nin yüzünün fazlaca değişmiş olduğunu görünce dedi ki: - Hiç merak edilecek bir şey yok. Birkaç ay beni idare edecek kadar param da var. Lakin şu elmasları kurtarmak hususunda artık dakika geçirmeyelim. Zira kovulma haberi­ ni dostlar duyar duymaz bizde asla itibar kalmayacağından elmasların sahipleri üzerimize hücum eder. - Ben elimden geleni yapmaktan geri durmam azizim. Sen nasıl hareket edileceğini daima bana hatırlat. Yapılacak işte benden hiç kusur görmezsin. Gerçekten de kovulma ve azilden Osman Sabri'nin tah­ min ettiği en büyük bela hiç gecikmeksizin geldi çattı. Zira Hediye Hanım'ın evine göndermek için tedarik ettiği elmas91

ları kendi komşusu Hacı Sadullah Efendi isminde bir yağlık­ çının aracılığıyla kaldırmıştı. Daha o akşam Hacı Sadullah Efendi, Osman Sabri'nin kovulma h aberini alır almaz doğ­ ruca evine gelmiş ve azlinden dolayı geçmiş olsun dileklerini söyler söylemez demişti ki: - Efendi birader, düğünler için takımlar salı veya çar­ şamba günü alınırsa, cumartesi ve nihayet pazartesi günü yerlerine iade edilir. Sizin aldığınız takımlarsa bir aya ya­ kındır iade edilmedi. Yağlıkçı esnafının size güvenmemesine yalnız bu kadar gecikme yeterdi . Yalnız mühim bir memu­ riyetre bulunmanız dolayısıyla ne edeceklerini bilemiyorlar­ dı. Şimdiyse memuriyetinizden kovulduğunuzdan ve esnafa karşı kefiliniz ben olduğumdan bu işte güvence sebebi ola­ cak bir redbirinize muhtacım. Beni de ayıplamayın karde­ şim, insanlık hali bu ya. - Hayır Sadullah Efendi, sizi neden ayıplayayım ? Fa­ kat elmaslarınız için ne gibi bir temin çaresi düşündüğünüzü söyleyin de ona göre icabına bakalım. - Tedbir çaresi ne gibi olabilir? Elmasları isteriz vesse­ lam. Sarılmış alınmış bir şey değil ki kefil filan düşünelim. - Elmaslar aynen burada mevcut olsa, hemen şimdi iade ederdim, fakat mevcut değil. - Halbuki k ural olarak mevcut olması gerekiyordu. Çünkü siz onları ödünç olarak kaldırdınız. Geli n takımı olmak üzere kaldırdınız. Öyle değil mi birader ? Ama rica ederim kusura kalmayın. - Estağfurullah birader, neden kusurunuza kalacakmı­ şım, hakkınız vaı: - Size emniyetim tarnsa da üzerinizde kayıtlı elmasların toplam kıymeti dört yüz liraya yaklaşır. Sizinse ev, dükkan gibi emlak ve akarınız bulunmak şöyle dursun, talıminim yanlış değilse aziedildikten sonra bir ay yiyecek ekmeğiniz bile yoktur. Fakat bu da ayıplanmaz, zira namusl u bir me­ mur zengin olamaz. - Güzel zannınıza teşekkürler ederim efendim. Gerçek ­ ten de zengin değilim. 92

- Ee, şu elmasların çaresi? . . - Ben d e onu düşünüyorum ama ş u anda elmaslar burada değil . Biliyorsunuz ki ben onları kendi düğünüm için kaldırma dım. - Düğünüm demeyin, düğünlerim deyin. Zira bir dü­ ğünlük elmas değildir. Hacı Sadullah Efendi üzüntüsünü gizlemek için olanca kuvvetiyle kendini tutsa da şu son sözü söylediği zaman sesi çatallı çıkmıştı ki bu da üzüntünün fazlalığından başka hiç­ bir şeye delalet edemez. Osman Sabri de öyle Mutasarrıf Paşa'nın huzurunda ko­ vulduğu zamanki gibi hemen tümüyle fütursuz değildi. Koca k afasını mini mini elleriyle kaşıyarak düşünüyordu. Hacı Sa­ dullah Efendi'nin son sözüne cevap olarak dedi ki: - Evet, kendi düğünlerim için almadım. Alsaydım şimdi elmaslar burada bulunurdu. Ben de onları bazı dostlar için aldım ki teslimleri hususunda vuku b ulan gecikmeden do­ layı benim mesul olmamam lazım gelirken işte hem mesul h em de rezil oluyorum. - Bunda rezil olacak bir şey yok. Elmasl arı meydana . . . - Nasıl rezil olacak bir şey yok ? Ş u anda öyle bir halde bulunuyorum ki size bir kefil göstermekten acizim. Hacı Sadullah Efendi gülümsedi. Ama bu tebessümlerin manası malum ya ? .. Garipseme ve yakıştıramamaya hem de küçümseyici yakıştıramamaya delalet eder. Dedi ki: - Kefil mi ? Eğer elmaslar başka bir adamda bulunsaydı da kefilin bir faydası olsaydı, o adam için size kefil olurdum. Fakat sizde olan elmaslar için başka kefili ne yapayım? Osman Sabri düşünceyi derinleştirdikçe derinleştiriyor­ du. Hacı Sadullah Efendi bunu görünce dedi ki: - Mal kendi malım olsa, Allah bilir, bu kadar üzülmez, sizi de böyle üzmezdim. Fakat malın içinde benim kendimin bir kırık küpem bile yoktur. Dolayısıyla şimdi siz ne kadar mahcubiyet ve sıkıntı halinde iseniz, ben esnafa karşı daha büyük mahcubiyet halindeyim.

93

Osman Sabri düşündü, düşündü; nihayet başım kaldıra­ rak dedi ki: - Hacı Sadullah Efendi birader, size bir şey söyleyeyim mi ? - Buyurun birader. Siz akıllı ve hakşinas bir adamsınız. Görüşünüz her şeyde işe yarar. - Hem de bu işteki görüşüm kendimin en mühim bir işteki görüşüm kadar mühim ve ciddidir. - Teşekkür ederim birader. Buyurun, söyleyin. - Hazır daha fazla vakit geçirmeden kalkar sizinle beraber Galatasaray'a gideriz. Mutasarrıf henüz oradadır. Siz macerayı anlatıp beni tevkif ettirirsiniz. Sonra ben de . . . - Allah esirgesin birader! Hacı Sadullah Efendi'nin bu sözü camgönülden söylen­ miş bir söz gibi telaşla söyleuse de Hacı Efendi'nin zaten zih­ ninden geçen de buydu. Lakin bunca zamandan beri kom­ şuluk ettiği bir adamı emniyeti kötüye kullanmak suçuyla itharn etmeyi birdenbire ne insafına yedirebilirdi ne de gö­ züne kestirebilirdi. Osman Sabri Efendi gayet nadir görülen tebessümlerin­ den birini de Hacı Sadullah'ın yüzüne fırlatarak dedi ki: - Hayır birader, özür dilemeye hacet yok. Siz benim dediğimi dinleyin. Söylediğim şey zaten kanunca da hakkı­ mıdır. - Hakkımdır ama . . . - Arnası yok. Ben tevkif edildiğim takdirde elmasların emanet olduğu dostlarıma artık borcuma riayet kalmayaca­ ğından malları kendilerinden şiddetle talep eder, geri alırım. Hacı Sadullah düşünmeye varır. Fakat malum ya, düşün­ celeri hep Osman Sabri'nin tasdikinden ibaretti. Şu kadar ki bu kararı takdir ve beğeniyle kabulde acele etmeyi edebe uygun görmüyordu. Nihayet Osman Sabri'nin birkaç teklif ve tekranndan sonra dedi ki: - Siz lüzum gördüğünüz ve ısrar ettiğinizde ben ne diye­ bilirim ? Buyurun birader, gidelim. 94

İki komşu kalktı, Galatasaray'a geldi. Gerçekten de saat beşi geçmiş olduğu halde Mutasarrıf Mecdeddin Paşa Hazretleri henüz memuriyet mahallinde bulunuyordu . Nasıl ? Gayretli memur değil miymiş ? ' Hatta Sabri'den alamadığı öfkesini Sabri'yi sevenlerden almak için Hafiye Necmi Bey'i azarlamakla meşguldü. Bir de Sabri'nin tekrar huzuruna girdiğini görünce hidde­ ti artmaya ramak kaldıysa da yanında yağlıkçı Hacı Sadul­ lah Efendi'yi de gördü. Söze Hacı Sadullah başlayınca onu dinlemeye mecbur oldu . Hacı Sadullah sözünü bitirdiği zaman Mutasarrıf Haz­ retlerinin ne kadar memnun olduğunu tarif mümkün ola­ bilir mi ? Gözlerinde ok olsa Osman Sabri'yi vuracakmış gibi biça­ renin yüzüne bakarak dedi ki: - Vah, meşhur müstantik Osman Sabri Efendi Haz­ retleri ! Sizde marifet çokmuş ha ? Bu arada dolandmcılık marifeti de . . . B u sözü Osman Sabri'den evvel Hacı Sadullah reddetti. Dedi ki: - Hayır efendim, öyle bir şey yok . Zaten gelişimiz Sabri Efendi biraderimizin de görüşüne dayanıyor. Mutasarrıf Paşa dedi ki: - Siz bilmezsiniz Hacı Sadullah Efendi. Fakat Osman Sabri Efendi kendisi de bilir ki suçlu adamlar yakayı kur­ tarabileceklerine akıl erdirdikleri zaman ne kadar cesur ve cüretli olurlarsa, yakayı kurtaramayacaklarını anladıkları zaman da o kadar zayıf ve itaatli olur. Yalvarıp yakarmak­ tan başka bir şey yapamazlar. Osman Sabri buna hiçbir cevap vermedi. Hafiye Necmi de orada hazır bulunarak dostu hakkında şu sözleri işitince köse suratı pancar gibi kızardı, gözlerinden iki damla yaş aktı. Sonuçta Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa Hazretle­ ri meşhur müstantik Osman Sabri Efendi'yi kendisine gös95

terilen emniyeti kötüye kullanarak dolandırıcılık yapmak suçuyla itharn ederek derhal tevkif ettirdi. O akşam Hacı Sadullah Efendi kendisine bin lira kazandırsa veya paşa hazrederine müşirlik rütbesi verilse belki de bu kadar mem­ nun olmazdı. Gazetelere geceden gönderilen resffiı ilanlar ertesi gün ga­ zetelerde okundu. Sureti şudur: Beyo� l u Z a b ıtası m ü sta ntiklerinden Koca Kafa d e n i l e n O s m a n Sa b ri Efendi bazı ya � l ı kç ı l a rd a n g üya g e l i n l e r i ç i n o l m a k b a h a n esiyle e l m a s ka l d ı rmayı adet edinere k b u yolda i ki b i n l i ra l ı k k a d a r elmas d o l a n d ı rd ı g ı , a n ı l a n esnafı n iti b a r­ l ı l a r ı n d a n H ac ı S a d u l l a h Efe n d i ta rafı n d a n ya p ı l a n şi kayet üzeri n e d e rh a l m e m u riyeti n d e n azied ilere k daha son ra sor­ g u l a m a ve m u h a kemesi ne b a kı l m a k üzere tevkif a ltı n a a l ı n d ı­ g ı ve a d ı g e ç e n i n zim meti n d e kim lerin a l acagı veya şi kayeti va rsa Beyo g l u Zabıtası ' n a m ü racaatları lazım gelecegi i l a n o l u n u r.

Her gazete bu ilanı aynen yayımlamakla yerindiği halde söz konusu . . . gazetesi bu ilanın altına şu değerlendirmeyi de eklemişti : Bu resmi i l a n ı aynen yayı m l a m a k borcumuz ve vazifemiz old u g u n d a n işte borcum uzu eda ve vazifemizi ifa ettik. Fa kat adı geçen Osman Sabri Efendi'nin şimdiye kadar n a m u s u n a asla hale! g e l m e miştir. Su a n d a bile n a m usu halelden uza ktı r. Dolayısıyla h a kkında edilen itha m ı n mutlaka bir ya n l ı ş l ı kta n kaynakla n d ı � ı n ı belirtmekten geri d u ra mayız. Bu işin içindeki h a ki kati n neden ibaret oldug u n u ya kında ilan edeceg i m izi vaat ederiz.

Birkaç gün evveline gelinceye kadar . . . gazetesi Osman Sabri Efendi'nin aleyhinde yazılar yazarken şi mdi resmi ila­ nın altına yazdığı şu değerlendirme haddinden fazla lehin­ deydi ve dikkat sahiplerinin ziyadesiyle ilgisini çekmişti. 96

2 Bu resmi ilan gazetelerde yayımlandığı gün . . . gazetesinin başmuharriri yanına bir de gazete alarak Beyoğlu'na Gala­ tasaray'a geldi. Tutuklu Osman Sabri ile görüşmek isteyince kendisine dediler ki: - Mutasarrıf Paşa Efendimizin özel emirleri uyarınca Osman Sabri Efendi ile görüşmek yasaktır. - Görüşmek yasak mı ? Niçin ? Dolandırıcılık suçu gö­ rüşmeye engel mi olurmuş ? Özellikle resmi ilanın içeriğine göre Osman Sabri Efendi hakkında dolandırıcılık suçu ta­ hakkuk bi l e etmemiş. Zira her kimin daha ne davası varsa, gelip hükümete beyan etmesi hatırlatılıyor. Gazeteci bu sözleri biraz da hiddetle söylerken zaptiye­ ler, müfettişler, hafiyeler telaşla selam durmaya davrandılar. Meğer paşa geliyormuş. Muharrir Efendi de Mutasarrıf Paşa'yı karşıladı. Paşa hazretleri muharrir hakkında dostça bir duygu bes­ lemese de gazeteci öyle müstantik, müfettiş gibi bir Beyoğ­ lu mutasarrıfının hiddetlerine, gazapiarına h edef olabilecek a damlardan değildi. Bu yüzden paşa hazretleri ister istemez güler yüz gösterdi. Gazetecinin de Mecdeddin Paşa'nın lehinde olmadığı malumdur. Fakat bir gazeteci, aleyhinde bulunduğu adam­ larla da dostça görüşebil ir. Böylece o da paşanın sahte te­ bessümlerine sahte tebessümle mukabele etti. Osman Sabri hakkındaki görüşme yasağını bir türlü anla yamadığını be­ lirtti. Bu yasağın Osman Sabri için hiç münasebeti olamaya­ cağını herkesten çok takdir eden bir adam varsa o da Mec­ deddin Paşa idi. Zira bir dolandırıcı için görüşme yasağını gerektirecek bir şey olsa olsa o da kendisi inkar ettiği hal­ de suçun ispatına yardımcı olmak için bir tedbir olabilirdi. B uysa her şekilde pek uzak olmasından başka Osman Sabri suçu inkar etmek şöyle dursun, tevkifine de kendisi gerek görmüştü. 97

Dolayısıyla Mecdeddin Paşa gazeteciye karşı koyamadı. İşin arkasının belli olmaması için dedi ki: - Canım, görüşme yasağı filan sizin için midir ya ? - Hayır efendim, görüşme yasağı konulacaksa herkesten çok benimle görüşmesi yasaklanmalıdır. Zira böyle bir işte hükümetin en çok dikkat edeceği adam ancak muharrir olabilir. - Hayır efendim, hayır! Bazı uygunsuz adamlar Osman Sabri Efendi ile görüşmek isterse, onlara müsaade edilmesin demiştim. Buyurun, bir kahve içelim de görüşürsünüz. - Teşekkür ederim efendim. Yaktim müsait değil. Şöyle geçerken bir görüp de geçmiş olsun demek istedim. Gazete­ miz M üstantik Efendi'nin pek lehinde değilse de ikizlere yu­ muşak davranmak insanlık gereğidir. Bu gece gönderdiğiniz resmi ilanın altına yazdığım teselli edici bir değerlendirmeyi de göstereceğim. İşte bu kadarcık bir müsaade istiyorum. - Buyurun efendim, istediğiniz kadar görüşün. Zavallı Osman Sa bri'yi ta kanlı katillerin tutulduğu mur­ dar bir yere koymuşlardı. Muharrir Efendi oraya girerken suratında birtakım ekşimeler göründü. Osman Sabri, gazete muharririni bayağı bir güler yüzle karşıladı. Müstantik Efendi'de bu halin ender olarak görül­ düğü malumdur. Muharrir Efendi gazeteyi Osman Sa bri'ye verdiği zaman Müstantik Efendi gerek resmi ilanı gerek değerlendirmeyi dikkatle okudu. Yanlarında bir de müfettiş var idiyse de Os­ man Sabri'nin kimseden pervası olmadığı için dedi ki: - Muharrir Efendi ! Bu resmi ilanda birçok yanlış var. Ben elmas kal dırmayı adet edinmiş değilim. Zira adet diye bir adamın tekrar tekrar kabul ve İcrasına döndüğü hareket­ lere derler. Bu yaşıma gelinceye kadar elmas kaldırmanın ne olduğunu bilmezdim. Bir lüzum üzerine hem de Hacı Sadul­ lah Efendi'ye danışarak onun yardımıyla kaldırdım. - Demek oluyor ki size bu adeti isnat etmek bir iftiradır. - Evet, ikincisi kaldırdığım elmas iki bin liralık değildir. Kıymetinin dört yüz liradan aşağı olduğunu Hacı Sadullah Efendi söylüyor. 98

"Pekala, durun şunları bir kurşunkalemle kaydedeyim " diye kurşunkalemini, cüzdanınıl çıkarıp kaydetti. - Üçüncüsü burada ben Hacı Sadullah Efendi'nin şika­ yeti üzerine tevkif edilmedim. O adam benden hiç şikayet etmedi. 'Kendisini temin için başka çare bulamadığımdan tevkifi ben hatırlattım, diye Osman Sabri dün akşam Hacı ile olan konuşmasını anlattı . Muharrir Efendi Osman Sabri'nin şu alicenaplığına hay­ ran olarak bunları da kaydetti. - Dördüncüsü, ben memuriyetren aziedilip kovuldum ama dolanJırıcılığıın için değil. Zira ben kovulduğum za­ mandan beş altı saat sonra Hacı Sadullah'la beraber buraya geldik de kendi irademle tevkif edildim. Benim kovulmam Öreke Taşı cinayeti ve Halil Sfıri'nin intiharı meselelerinde istediğim gibi tah kikata girişınemin paşa efendimizin hoşu­ na gitmemesinden kaynaklandı. Hazır bulunan müfettişin rengi başkalaşmaya başladıysa da Osman Sabri'yi bu ifadelerden alıkoymadı. Yapacağını sonra yapma kararıyla sabrediyordu . Osman Sabri hala fütursuzluk haliyle sözüne devam ede­ rek dedi ki: - Zimmetimde hiç kimsenin bir tane alacağı olmadığı gibi benden hiç kimsenin de şikayeti olmadığını herkese tenlin edebileceğimden resrili ilanın bu fıkrası külliyen gereksizdir. Bu ifadelerin tümünü gazete muharriri cüzdanına kay­ dediyordu. Değerlendirmeyi bir daha gözden geçirerek Osman Sabri dedi ki: - Namusum için ettiğiniz güzel tanıklığa teşekkür ede­ rim. Fakat sizin de bir yanlışınız var. O da tevkifimi bir hata­ ya vermenizdir. Tevkifim hata değildir. Namuslu bir yağlık­ çıyı temin için lazımdır. Muharrir Efendi Osman Sabri 'yi teselli ve temin için bir­ kaç dostane söz daha söyledikten sonra veda ederek hapis-

Not defteri. 99

haneden çıktı . Tam Galatasaray Zabıtası'nın taşlığına geldi­ ğinde doğruca kapıdan çıkmaya davrandıysa da yanındaki müfettiş elin i muharririn omzuna koyarak dedi ki: - Efendi hazretleri, cüzdanımza yazdığınız şeyleri paşa efendimize göstermeksizin çıkı p gidemezsiniz. - Ben de mi tevkif ediliyorum ? - Estağfurull ah. Fakat siz nizarn ve kanunun ne olduğunu bilir adamlardansınız. Bir müfettişin vazifesi ! - Pekala, pekiyi kardeşim. Haydi paşa hazrederine gide­ lim. Bize bir kahve teklif etmişti . Kı smet olduğu için içmeksi­ zin gidemeyeceğiz demek oluyor. Muharrir Efendi m üfettişin önü sıra Mecdeddin Paşa'nın huzurun a vardığı zaman müfettişe

me

yd an vermeksizin geliş

sebebini kendisi anlattı. Cüzdanını da çıkarıp gösterdi. Mutasarrıf Hazretleri birincileri, ikinci leri, üçüncüleri okudukça renkten renge giriyordu . Sordu: - Bunları kaydetmekten maksadınız ? .. - Maksaclım ne olacak ? Resmi ilanda olan bu hataları düzelteceğim de onun için yazdım. Fakat ondan evvel zatıa­ l inize bir şey arz edeceğim. Osman Sa bri Efendi'nin dolan­ dırmış olduğu söylenen elmaslar dört yüz liralık kadarmış . Velev ki iki bin liralık olduğu hakkındaki rivayet doğru ol­ sun; bizim matbaacia üç makine vardır ki üçü bin lira kadar eder. Harfler, kasa ve diğer edevatla mefruşat da bin liradan fazla kıyınet keser. Şu nları rehin ve kefalet yollu Hacı Saclut­ lah Efendi'ye arz etsem ve Osman Sabri'nin kendisi için ben kefil olsam, biçarenin tevkifine hiç lüzum kalmazdı . - Güzel söylüyorsunuz ama dol andırılan elmaslann bedeli b u şekilde ödense bile Osman Sabri kanuni cezadan kurtulamaz. Neyse, fakat şu kayıtları gazerenizle ilanın sebe­ bini anlayamadım. - Bunda anlaşılmayacak ne var efendim ? Bir adam hak­ kında bir ilan yayımianıyor ki içinde büyük büyük hatalar vardır. Hataların her biri o adama isnat edilen suçun artma ­ sını gerektirecek şekildedir. Bunları o adam çürütüp tekzip ederek gerçeği ortaya koyarsa hakkı yok m u ? 100

Mutasarrıf Paşa Hazretleri düşünmeye vardı. Muharrir Efendi ise sözüne devam ederek dedi ki: - Fakat benim arz ettiğim kefalet de kanunen reddedi­ lemez. Bu kanuni ceza affedilsin veya edilmesin demiyorum. Muhakemesi görülünceye kadar. . . Mutasarrıf, muharririn sözünü keserek ve fakat kendi sözüne cevap olarak değil, yine resmi ilan maddesine gelerek dedi ki: - Eğer gerçek Osman Sa bri Efendi'nin dediği gibiyse hakkı vardır. O halde ya ilanı yazan katip yanlışlık yapmış veya Hacı Sadullah Efendi ifadesini yanlış vermiş olacak. Rica ederim bu günlük şu kayıtları ilan etmeyin de işi bir tahkik edelim. - Yine tahkik edilebilir efendim . Eğer hata Osman Sab­ ri'de çıkarsa bir tekzip yazısı daha gönderi lebil ir. Bununla kanaat hasıl olmayacaksa gazete aleyhine dava da açıla bilir. Bu söz paşayı daha fazla düşündürmeye başladı. Bazı adamlar vardır ki kanun ve nizarn yalnız kendi dü­ şüncelerinden ibarettir zannıyla pek cesur olurlarsa da bu zanlarının doğru olmadığını anlayınca o cesareti külliyen kaybederler. Hele her istediğini yapabileceği bir adama karşın pek cü­ redi görünen bazı kimseler, karşılarında öyle her istediklerini yapamayacakları bir adam gördükleri zaman ne kadar mü­ tevazı olurlar ! Dünyada bir adamı en fazla kuvvetli ve cüretli eden şey evvela masumiyet, ikincisi kanunca, nizamca haklı olmak nimetine nail olmaktır. Bir adam kabahatsiz olduğuna veya kanun ve nizarn kendisini itharn edern eyerek bilakis hakkı kendine vereceğine vicdanen ve kalben kanaat getirdi mi, o adamın artık hiç korkusu, telaşı olamaz. İşte şu iki tarifimizden birisi Mecdeddin Paşa'nın ve diğe­ ri de gazete muharririnin tarifleridir. Dolayısıyla Mecdeddin Paşa'nın muharrir hakkında yapabileceği hiçbir şey yoktu; muharrirse dediklerini tümüyle yapabilirdi . Zira paşa haz­ retleri kendi aklına, kendi keyfine göre iş görmek istemişti. 101

Gazeteciyse kanunen, nizamen icrasında haklı olduğu şeyi yapmak gayretinde bulunuyordu . Nihayet Mutasarrıf Paşa yelkenleri tümüyle suya indire­ rek dedi ki: - Osman Sabri Efendi'ye benim de yüreğim acıyor. Pek zeki, pek önde gelen bir memurdur. Fakat ne çare ki insanla­ rın haklarını da korumaya mecburuz. Beyan ettiğiniz kefalet sizin için pek büyük bir alicenaplıksa da Osman Sabri Efen­ di'ye o kadar büyük bir faydası olamaz. Nihayet matbaanızı elinizden çıkartıp sizi de zarara sokar. Zayi olan elmaslardan ne kadarı meydana çıkarılabilirse sahipleri alır; geri kalan­ ları için de Osman Sabri'nin hapis cezasıyla yetinilir. Fakat resmi ilandaki hatalara gelince, bunları düzeltmeye lüzum yoktur. Çünkü biz resmen düzeltirsek daha güzel tesiri olur. - Siz resmen düzeltecek misiniz ? - Öyle ya; bir kere Sadullah Efendi'den soralım da alacağımız cevaba göre resmen düzeltme işine girişiriz. - Öyleyse emrinize uyarak biz de tekzipte acele etmeyiz. Muharrir Efendi gelen kahveyi içti. Bir sigara yakıp onu da yolda içmek üzere Mecdeddin Paşa'ya veda ederek yola düzüldü. Okurlarımız hikayenin akış şekline elbette dikkat bu­ yurduklarından kendilerine hiç ihtar etmeyiz ki Sadullah Efendi'nin Mutasarrıf Paşa'ya ifadesi resmi ilanın yazıldığı şekilde değildi. Hatta Osman Sa bri hakkında "dolandırıcı­ lık " sözlerini bile kabul etmeyerek reddetmişti. Şimdi biz de haber verelim; resını ilanda katibin hatası yoktu. Zira resmi ilan Mutasarrıf Paşa'nın bir katibe dikte­ si suretiyle yazılmıştı. Dolayısıyla ne kadar hata varsa hep­ si hata değil garazdı. Zaten resını bir ilanda Osman Sab­ ri Efendi gibi ismi kendisine şöhret olan bir adama " koca kafa " diye bir de tanınmışlık vermek lazım gelmediği halde bu kayıttan anlaşılması gerekir ki resını ilan sırf bir husumet ve garaz eseri olarak kaleme alınmıştır. Gazete muharriri, Mecdeddin Paşa'ya verdiği vaat üzeri­ ne gerçekten de iki gün hiçbir şey yazmadı. İkinci gün akşa­ müzeri Hafiye Köse Necmi gelip dedi ki: 1 02

- Osman Sabri Efendi selam etti. Resınl ilanı düzeltme yolunda hiçbir şey yazınamanızı rica ediyor. - Biz yazmayacağız ama Mutasarrıf Paşa bir düzeltme gönderecekti. - Hayır, Mutasarrıf Paşa düzeltme filan göndermeye­ cek. Aksine siz huzurundan çıktığınız anda Osman Sabri Efendi'yi sorguya başladı. Yağlıkçıya da haber gönderdi. El­ masların Hacı Sadullah Efendi'nin olmadığı malumunuzdur. Asıl sahipleri geldi. Böyle işlerde dört bin liralık zayiat dava edilmezse dört yüz liralığı ele geçirilemeyeceğinden herifler iki bin liralık değil, dört bin liralık elmas davasına kalkıştı . - Acayip ! Bu iftiralara karşı Osman Sabri ne halde bu­ lunuyor ? - Halini biliyorsunuz ya. Güya tertiplenen oyun bir fa­ cia ı değilmiş de bir komedya imiş gibi külliyen fütursuz dav­ ranıyor. Yalnız Beyoğlu müstantikleriyle sorguya rıza göster­ ıneyerek Bab-ı Zaptiye'den bir soruşturma komisyonu talep edildi. Komisyon bugün saat bir buçukta toplandı. Henüz sorgu devam etmektedir. - Pekala, öyleyse işin bu derecesini yarınki gazeteye yazmalı. - Hayır, hayır. Gazetenin hiçbir şey yazmamasını arzu ediyor. Yazmak gerekirse kendisi size haber gönderecekmiş . Gazete muharriri işin almaya başladığı şekilden memnun olamadı. Hatta Osman Sabri hakkındaki tam güvenini bile biraz değiştirdi. Kendi kendisine dedi ki: - Düzeltme yazılmasını istemiyormuş. Acaba işin doğ­ rusu diye bana söylediği sözler mi işin yanlışıdır? Mecded­ din Paşa bir düzeltme gönderecekti, göndermedi. Bu cüreti nereden buldu ? Besbelli resmi ilanın doğru olduğuna şüphe­ si kalmadı da onun için düzeltmeyi göndermemeye cesaret edebildi. Geçekten de yarınki gazete için o akşam hiçbir şey yaz­ mad ı . Ertesi akşam hiç tanımadığı bir adam kendisine zarflı,

Trajedi. 1 03

mühürlü bir mektup getirdi. Mektubu açıp da bakınca Os­ man Sabri tarafından olduğunu gördü ama okumadan ö nce mektubu getiren adama sordu: - Şifahen de bir haber gönderdi mi? - Hayır efendim. Kendisi de bugün tevkif edildi. - Kim, seni b uraya kim gönderdi ? - Köse Necmi Bey. - Bu kağıdı sana Köse Necmi Bey kendisi mi verdi ? - Evet efendim, kendisi verdi . Bugün onu da tevkif ettiler. Bendeniz de hafiye zabıtası mensubuyum. Bendenize emniyeti olduğundan bir ara mektubu bana verip size teslim etmeınİ rica etti. - Pekala yavrum. Kendisini görürseniz selam edin. Necmi'nin Sabri ile olan ittifak halindeki münasebetini gazete muharriri bildiğinden onun tevkifi üzerine muhar­ ririn merakı arttı. Kendi kendine dedi ki, "İş fenalaşıyor. Osman Sabri taraftarları birer birer tevkif ediliyorlar. Dur bakalım, mektubunda ne yazmış ? " Muharrir Efendi mektubu hızla gözden geçirdi . Fakat çehresi öyle u mutsuzluğa delalet edecek alametlerden uzak­ tı. Mektubu bitirdikten sonra şaşkınlık ve garipserneyle bi­ raz düşündükten sonra başmürettibil çağırdı . Sordu: - Abdullah, gazete doldu mu ? - Efendim, son tahminimde topu yarım sütun kadar eksik buld um. - Haydi koş, doğru bir tahminle gel . Başmürettip koştu gitti. Beş dakika sonra dönerek dedi ki: - Efendim, gazete dolmuş da artmış bile. - Yok, bir buçuk sütunluk yer isterim. Mühim ve acele bir mesele var. Ehemmiyetsiz şeyleri çıkar. Eskimeyecek ha­ vadisleri yarınki n üshaya ertele. Haydi göreyim seni. Ben bir yandan yazıp parça parça gönderiyorum. Gazetelerin hallerine, işlerine vakıf olanlar için sözü uzat­ maya hacer yoksa da okurlarımızın çoğu bu sanatı bilmez.

Başdizgici. 1 04

Onların bilgilenmesi için arz edelim. Gazeteciler bazı kere gazetelerine ne yazacaklarını bulamaz. Gelen misafirlere va­ rıncaya kadar herkesten havadis sordukları halde bazı kere de işte böyle havadisleri taşarak yeni den yazacakları şey için gazetelerinde yer aramaya mecbur olurlar. Akşamüzeri acilen yazacakları şeyler için kağıtları ufak ufak keser, bunlar birkaçar satırla doldukça çalışma masası­ nın

bir tarafına dizerler. Halbuki mürettiphanedel başmürettip ne kadar çalışanı

varsa ellerindeki işleri bıraktırıp birinci, ikinci, üçüncü diye tümünü sıraya koyar. Birinci mürettip2 Muharrir Efendi'nin yanındaki bir numaralı kağıdı, ikincisi iki numaralıyı ve a yn ı şekilde herkes kendi numarasını alıp dizmeye başlar.

Son mürettip ilk a ldığı kağıdı bitirince bırakıp diğerini alır. Böylelikle iş o kadar hızlanır ki Muharrir Efendi yazacağı bir buçuk sütunluk yazıyı yazıp bitirdiği zaman onun bir sü­ tundan fazlası diziimiş olur. İşte bizim . . . gazetesinin başmuharriri bu akşam yazdığı yazıyı şu şekilde yazıp dizdirdiğin den yazının bitmesi üzeri­ ne bir sigara yakmıştı . Henüz yarıya kadar içmemiş olduğu halde yazının provası yani düzel tme için adi bir kağıt üzerine basılmış nüshası geldi. Düzeltmesi derhal yapıldı.

3 Beyo� l u müsta ntiklerinden Osm a n S a b ri Efendi'nin bir do­ landırıc ı l ı k isnadıyla tevkif edildi�i geçen n ü s h a m ızda yer a l a n resmi i l a n d a gösteri l m iş, söz konusu i l a n ı n a ltı n d a bazı ôciza­ ne de�erlendirmelerimiz de b u l u n m u ştu . Osm a n Sabri Efendi hakikate n n a m u s ve iffet sa hibi bir adamd ı r. i l k davacısı itibarlı ya� l ı kç ı esnafı n d a n Hacı Sad u l­ lah Efendi' dir. Osma n Sabri Efe n d i için bir kefi l a ransa hôlô Sad u l l a h Efendi' n i n kefa let edecek d e recede dava l ı hakkında

Dizgi bölümü. Dizgici. ı os

e m n iyet ve iti m a d ı ta mdır. Ancak bir iki dü�ün mü nasebetiyle Osman S a b ri Efendi'nin m uteber kefaletle ka ldırdı�ı e l m a s l a r dört yüz l i ra kıymetinde i ken sözü kon usu mücevheratı n sa hi b i o l a n ya� l ı kç ı l a r dört bin l i ra l ı k kad a r mal dava etmekle i ş i n m u h a kemesin e ehemmiyetle başl a n m ıştır. H e r neden dolayıysa Osma n Sabri Efendi Beyo� l u ' n d a ki m ü sta nti k ve h ô ki m lere güvenemedi�inden Bô b-ı Vô lô-yı Za pti­ yede n ı b i r reis, dört üye ve i ki m üsta nti kte n ibaret bir inceleme ve a ra ştı rma komisyon u oluştu r u l a ra k Beyo� l u ' n a gönderi l m iş ve iki g ü nd e n beri inceleme ve a ra ştı rma l a r deva m etmekte b u l u n m u ştu r. Dün a kşa m a l d ı � ı m ız g üve n i l i r m a l u mata göre Beyo� l u h a­ fiyelerinden o l u p bu işte Osma n Sabri Efendi'nin isti h d a m etti�i Necmi Bey d e komisyon huzuruna getirilmiştir. Osma n Sa b ri Efe n d i ' n i n d ü � ü n için ya� l ı kçıdan ka ldırı p kendisine tes li m etti�i el masları n e ya ptı�ı soru lu n ca, H ediye Hanım adlı m uteb e r b i r kad ı n a teslim etti� i v e elmasları n hôlô bu han ımda b u l u n d u � u ceva b ı n ı vermiştir. Bu sözü ndeki do�ru l u k veya yal a n o rtaya çıkıncaya kad a r Necmi Bey'i n de tutu klanması gerekm iştir. Zira " E i m a s l a rı Hediye H a n ı m ' a teslim ettim " demesi O s m a n Sabri Efendi' d e n bunları tesl i m a l m ı ş olması n ı n itirafı demektir. B u itiraf üzeri n e sonuç a l ı n ı ncaya kadar tutu klu bulunması ko­ misyonca zoru n l u görülm üştür. H a fiye N ecmi Bey'i n verdi�i ifade üzerine derh a l H e d iye H a n ı m ' ı n da getiril mesi için özel memur gönderilmişti. Giden memur geri döndü�ünde bu h a n ım, Necmi adında bir h a fiye ta n ı m a d ı � ı ve böyle bir adamdan ne d ü � ü n için ve ne de baş­ ka b i r lüzum üzerine el mas veya para gibi hiçbir şey a l m a d ı � ı ceva b ı n ı verm iştir. Hatta biraz da yaygarayla za bıta m e m u­ ru n u kovd u � u h a berini getirmiş, böyle kaba bir ceva p a ra ştı r­ ma ve soruştu rma komisyo n u n u n g a ripsemesine yol a ç m ıştı r. A n ı l a n h a n ı m ı n bu yoldaki ceva pları komisyon huzurunda d a vermesi i ç i n d e r h a l tevkifine ka ra r verilmiş, bu ka rarın uyg u l a n­ ması için i sta n b u l'da bulunan kona� ına memur gönderi l m işti r.

Zaptiye kapısı, emniyet müdürlüğü . 1 06

Bu d u rumda H ediye H a n ı m ' ı n b u a kşam m isafir olarak tutu klu oldu�u ortadadır. Kendisin i n beraat edip etmemesin e d a i r şimdiden h i ç b i r şey denilemez. isin b u yön ü n ü n yü ksek komisyo n u n i ncelemeleri neticesin d e a n laşılaca�ı ortadaysa da m u h a keme usulü nce sa bıka denilen şeyin m ü sta ntik ve hô­ kiml � r nezdinde pek büyük ehem m iyeti va rd ı r. Bu işte Hafiye Necmi Beyefendi ile Hediye H a n ı m ' ı n sabıkaları d ikkate a l ı n a­ cak o l u rsa, Necmi Bey' i n ifadesin i n do�ru l u � u n a ve H ediye H a n ı m ' ı n telasla i n kôrının ehemm iyetsizli�ine d a h a şimdiden ka naat getiri lebilir. Necmi Beyefendi Osmanlı h afiye za bıta sı n ı n en sözü ne g üveni l i r memurl a rı ndandır. Simdiye kada r do�rudan do� ru­ ya yaptı�ı i h ba rla rı n ı n bile hiçbirisi n d e ya l a n ı çı kmam ış, hiç kimse h a kkında ifti rası ve ya lan ta n ı kl ı � ı g ö rü l ü p işitilmemişti r. Bu geçmişine bakı l a ra k Hediye H a n ı m h a kkındaki haberinde de zih i n ler derhal do� rulu�una ihti m a l verir. Hediye H a n ı m ise i ki bin beş yüz kuruş maaşlı bir ada m ı n zevcesi i ken ayda o n b i n kuruşla i d a re edilemeyecek b i r daire ve debdebe sa hibiydi. Bir za m a n d a n beri kocasından ayrı ldı� ı halde debdebe ve va rl ı�ına asla h a l e l getirmek şöyle d u rsun, daha da a rtırmıştı r. Kendisinin bord u olmadı� ı esnaf yoktu r fa­ kat ödemeleri ta mamen kesilmiş de�ilse de h a kkında edilen rivayetler pek dikkate de�er. B u n l a rd a n birisin i hi kôye ede l i m . Bundan bir s e n e kadar ö n c e b i r g e c e Hediye H a n ı m ' ı n kona� ı n a h ı rsızlar g i rer. H e m de do� ruca h a n ı m ı n sa ndı� ı n ı n koyu ldu�u odaya kadar va rırla r. S a n d ı k içinde el mas, inci, a l­ tı n, g ü m ü ş her ne va rsa tü m ü n ü a l ı rl a r. H ı rsızlar ça l ı ntı eşyayla çıkarlarken H ediye H a n ı m elinde şamda n l a sa n d ı k odasına geliyorm uş. H ı rsızla rı görünce kor­ kusu n d a n hay diye d üşer bayı l ı r. B i r ca riye, h a n ı m ı n imdad ı­ na koşa r, h ı rsızlar va kit kaybetme ksizi n merdivenden aşa� ıya paldır küldür kaça r. Sokak ka pısı n d a n çıkmaya davrandıkları sırada bir uşa k b u n l a rı n yol u n u kesmeye çal ışır. U sa� ın gö�sü­ ne bir yumruk vura rak geçip giderler. U şa ksa cesa reti n i kaybetmeyerek b u n l a rı n a rkası ndan bir tabanca boşa ltır. 107

S i l a h sesi üzerine bazı komşu l a r da koşa r. Di!)er uşaklar ka l ka r. Ara m aya başlanır. Soka k kapısı ya nında bir mermer üzerinde birkaç damla ka n izi görü l ü r. Atı lan sila h ı n h ı rsızlar­ d a n birini ya ra l a d ıı::J ı h ü kmel u n u rsa da dikkatli bir komşu ka n lekeleri n i inceleyince safi ka n olmadığını, tü kürükle karı ş ı k ol­ d u ğ u n u g ö r ü r. Adeta bir kimse n i n kasıtl ı olara k dişleri n i e m i p ka n attı kta n sonra o lekeleri ya pmış o l d u ğ u n u anlar. Ş u k a d a r ki b u d ikkatinden kimseye m a l u mat vermez. Usağ ı n b i risi kapı ya n ı nda, d uvar di binde birkaç p a rça k u rş u n b u l u r. Atı l a n tabancan ı n kurşunla değil, kesme k u rşu n l a d o l u o l m a s ı n a bakılara k bu p a rça ların h ı rsızı ya ra laya n d a n başka pa rça o l d u ğ u ileri sürü l ü r. Dikkatli dedi!)imiz komşu k u rşu n l a rı i nceler. Yeni atı l a n k u rşu n l a rı n ba rut isiyle simsiyah o l m a l a rı lazı m gelirken getirilen ku rşu nların pa rça l a rı n ı n terte­ miz o l m a s ı n a bakara k b u n u n da bir hile oldu!) u n u a n l a r. B u d u ru mda k o n a ğ a h ı rsızla rı n g i rişinin b i r hileden ibaret o l d u !) u­ n u h ü kü m d e tereddüt etmez. Meğer o gece Hed iye H a n ı m ' ı n odası ndan ça l ı n a n eşya a rasında e m a n eten saklı tutu l a n dört beş parça mücevherat d a varm ış! Kıymetle ri i k i yüz elli liradan fazlaymıs. A n ı l a n m ücev­ heratı n sa h i p l eri ya nar yakı l ı rsa da kaza denilen şeye rıza d a n baska n e denilebilir? O za m a n ba hsi geçen d ikkatl i komşu bu keyfiyeti bize i m­ za lı, m ü h ü rl ü bir kôğıda yazm ış, gazetem izde yayı m l a n ması için her mesul iyete hazır b u l u n d u !) u n u temin etmişti, a n c a k biz keyfiyeti n i l a n ı n ı m ü nasip görmemiştik. H a l bu ki o za m a n d a n beri Hediye H a n ı m hakkında b u n a benzer baska rivayetle r de işitmiştik. B u defa N ec mi Bey' den aldı!) ı el masları i n kô ra ka l­ kışması n d a n h a n ı mefendinin bu kon udaki sa bıkası n ı meyd a n a koyma kta n g e ri d u ramadık. Bu mesele n i n bir soruştu rma komisyonuna hava le edilmesi bu kon u d a g e re ken soruştu rma n ı n m ü kemmel olarak ya p ı l m a­ sını sa!) l a d ı ğ ı n dan, komisyon erkô n ı n a h a lk adına tesekkürleri­ mizi s u n a r, bu m eselede genel g üven liğe edecekleri h izmette n d o l a y ı kendilerini sirndiden tebrik ederiz.

1 08

. . . gazetesinin yazısı burada son buldu. Bu yazı üzerine dikkatli okuyucular iki şeyi garipseyebi­ lir. Evvela Hafiye Necmi tevkif edilirken, üzerinde bulundu­ ğu getiren adam tarafından ifade edilen bir mektupta ken­ disinin tevkifinden sonra olan bazı vukuatın -yani Hediye Hanım'ın tutukianma meselesinin- nasıl yer alabileceği nok­

p

tası gari senebilir. Fakat birisi Osman Sabri, diğeri Necmi gi bi Beyoğlu'nun iki mühim memuru ayrı ayrı tutuklu iken bile Osman Sabri Efendi'nin yazdığı bir mektubu Necmi'ye ve onun vasıtasıy­ la gazereye ulaştıramayacağına inanarak düşünmek daha çok garipsenmez mi ? Garipsenecek diğer şeyse Muharrir Efendi'nin nasıl olup da Hediye Hanım'ı böyle açıktan açığa itharn edebil diği me­ selesidir. Gerçekten de Hediye Hanım dolandırdığı iddia edilen birtakım elmaslardan dolayı bir mahkemeye çağınldığı hal­ de dahi bir gazetecinin onu itharn edebilmesi haklı olamaz. Hele mahkemeye davet edilmesi gereken işten başka şeyler­ den ba hsetmesi ve bu sırada sabıkasını anlatmaya girişınesi hiç caiz olamaz. Bunlar hep mahkemenin hakkı olan şeyler­ dendir. Gazeteciyse ancak mahkemenin kesinlik derecesine vardırdığı şeyleri anlatabilir. Fakat biz b u görüş üzerine gazete muharririni ayıplaya­ mayız . Çünkü onun da bu konudaki görüşünün ne olduğu­ nu biliyoruz. Hediye Hanım hakkında yazdığı şeyler doğru mudur, değil midir ? Doğru olduğu surette bunları yazmak lazım mıydı ? Buralarını bize vukuatın ilerisi öğretecektir.

4 Osman Sabri ile Necmi ve Hediye'nin tevkiflerine dair . . . gazetesinde yayımlanan yazı İstanbul ahalisi nezdinde kadar ehemmiyetle karşılandı ki

o

o

günkü gazeteden hiçbir

nüsha kalmadı. Asıl fiyatı kırk paradan ibaret olan gazete üç 1 09

kuruşa ve bazı meraklıları arasında beş kuruşa kadar alınıp satıldı. Başka gazeteler de bu yazıyı aynen nakletti. Türkçe­ den başka lisanla basılan bütün gazeteler bu yazıyı aynen tercüme ve neşrettiler. Halbuki iki gün sonra gazetede bundan daha mühim, daha garip bir yazı yayımlandı. Aynen sureti şudur: Ewe l ki g ü n kü nüsham ızda M ü stanti k Osman S a b ri Efen­ di'den baska H nfiye Necmi Bey ile Hediye H a n ı m ' ı n da tev­ kifleri n i yazm ı ştık. O n ü s h a mızın yayı m l a n d ı ğ ı gün Beyoğ l u ' nda, a ra ştı rma ve soruştu rma özel komisyo n u h uzurunda gayet acayip bir yüzlesme ya p ı l d ı . Söyle ki: Hediye H a n ı m, Hafiye N ecmi Bey adlı bir ada m d a n ne elmas ne de baska hiçbir sey a l madığı hakkında inkôr edici ifadesi n i kom i syon h uzu runda ısrarla tekra r ed ince kom i syon reisi beyefendi h azretleri yüzlesme için Hafiye Necmi Bey'i h u­ zuruna çağırdı. H ediye H a n ı m Necmi Bey' i gördüğü za m a n b u a d a m ı a s l a v e kat' a ta n ı m a d ı ğ ı n ı ifade edi nce herkese h a y­ ret gelmişti . Necmi Bey dedi ki: - H a n ı m efendinin ifadesi yüksek komisyonu sasırtm a sı n . Gerçekten d e H ediye H a n ı mefendi beni su halde ta n ı maz. Bense şimdi kendimi kendilerine ta n ıttı rırım; ya l n ız ben d e n ize o n da kika m ü saade buyuru l s u n . Komisyo n d a n a l d ı ğ ı on da kika izin sü resi dolunca oda n ı n ka pısı a ç ı l a ra k içeriye b i r koca ka rı g i rdi. Bu kadı n ı kom i syon erkô n ı ta n ı ma d ı ğ ı ndan ne için geldiğini sormaya davra n m ıs l a r­ d ı . Ya l n ız komisyon hizmetinde b u l u n a n bir i ki çavus i le n efer g ü l ü m semekteydi . Kocaka rı, Hediye H a n ı m ' ı n ya n ı n a saku lu nca Hediye H a­ n ı m dedi ki: - Vay, Ziynet H a n ı m ! Sizin b u rada ne işiniz var? - Sizin h a kk ı n ızda tan ı k l ı k için çağ ı rı l d ı m . H a n i ya şu size getird i ğ i m e l m a simda n dolayı. - Ha, evet. O elmasları siz Hafiye Necmi Efendi a d l ı b i ri ta rafı n d a n m ı g etirdiniz ki şimdi o herif burada benim a leyh i m e dava a çıyor? 1 10

- Evet efendim. Hafiye Necmi Bey tarafı n d a n getirmişti m . S i z de ne elmasları geriye verd i n iz n e de para l a rı n ı sayd ı n ız. Rica ederim asla n ı m, beni şu dertten k u rta r ı n . Z i ra hiç suçum günahım olmadı�ı h a lde başım derde u � ra d ı . -

i s bundan ibaretse p e k kolayd ır. B u g ü n ya rın bir ça resin i

buluruz. Fakat b e n Hafiye Necmi'yi ta n ı ma m . "Öyle y a efendim. Tan ı m a rn o kta h a k l ı s ı n ız" d iye kocakarı başından yaşma�ı, ı sırtı ndan feraceyi ç ı ka rd ı � ı gibi meyda n­ da ewe l ki kocakarıdan eser ka l m a d ı, ya l n ız Hafiye Köse N ec­ mi ka l d ı . H a n ı md a ki h ayret! Komisyon erkô n ı nd a ki ka hkaha ! N i hayet herkes susorak a raştı rma ve sorg uya devam edildi. Bu Hediye Hanım dedikleri kad ı n, kona� ı n a gelen Ziynet Kad ı n ' ı n bir e rkek, bir hafiye oldu� u n u asla a n l a madı�ı g i b i komisyonda yüzleştirildi�i köse hafiyen i n k e n d i kona�ına g e­ len koca ka rı olabil ece�ine hiç ihti m a l vermemişse de bu h a l h a n ı m ı n a h m a k l ı � ı n d a n de�il, N e c m i ' n i n h a l v e tavrı n ı de�iş­ tirme h ususundaki ola�anüstü m a h a retinden kaynaklanm ıştı r. Yoksa Hediye H a n ı m aslında şeyton a kül a h ı n ı ters giydi re­ bilecek zekô sa hiplerindendir. Kendisi otuz beşin i atiatmış ve a rtık orta yaşlı u nva n ı na h a k kaza n m ışsa da b a z ı orta yaşlı kad ı n l a r vard ı r ki adeta yeni n i yakası n ı salıvererek i htiyar görü n ü rler. H ediye H a n ı m b u n l a r­ dan de�ildir. Çekidüzeni yerinde oldu�u g i b i çekiye düzene de liya kati va rd ı r. Bazı kad ı n l a r gibi süsü, ziyneti ü stü nden kaçıp gitmez. Boyda boyl udur, vücutta vücutl u d u r, beyazd ı r. Koş göz sa hibi d i I ber bir kad ı n d ı r. Hele o kad a r g üzel kon uşur ki söz söyledi�i zam a n herkesi tatl ı diline hayra n eder. Hediye H a n ı m , Ziynet Kad ı n sa n d ı � ı çerçi n i n Hafiye Köse Necmi oldu� u n u görünce kendisi n i isti l a eden ilk hayreti ü s­ tü nden attıkta n son ra ola nca d i l becerisi n i toplaya ra k dedi ki:

Yaşmak: Eskiden kadınların feraceyle (mantoya benzer, arkası bol, yaka­ sız, çoğu kez ereldere kadar uzayan, pelerine benzer üst giysisi) birlikte kullandıkları gözleri açıkta bırakan, biri yukarıdan, biri aşağıdan gelen iki parçadan ibaret ince yüz örtüsü. 111

- Efendiler, ben büyü k bir d üzen bazlıga ugratı l m ı ş ı m . Şi m­ di ögrendim. Binaenaleyh dava l ı sıfatıyla buraya çag ı rı l d ı g ı m h a l d e ş i m d i davacı sıfatıyla söz söylememi garipsemeyin . Söy­ leyecegi m sözlerin önemle dinlenip kaydedilmesini rica ederi m . M e c l i s reisi dedi ki: - Buyu ru n uz efendim, söyleyin . Her ne söylerseniz aynen kaydedi l i r. S o n ra siz de ifadenizi okuma yazma bilmezseniz d i n leyip m ü h ü rleyeceksin iz. - O k u m a da bilirim yazma da efendim. ifadem ş u d u r: Gerçekten de ben birçok e l m a s a l ı rı m . Hem de tica ret ayıp degil ya ! Hem alır hem sata r ı m . Necmi Efendi oldug u n u şimdi ö g rendigim b u efendi demincekki koca karı kıyafetiyle kon a­ g ı m a gelere k birtakım elmasl a r geti rmişti . Bu dava meyd a n a ç ı k a l ı a n l ıyor u m v e bazı gazetelerin neşriyatı ndan m a l u matı m ı ta m a m laya ra k ögreniyoru m k i Osman Sabri Efendi isminde bir a d a m ile b i r de şu Necmi Efe n d i bazı yag l ı kçılard a n d o l a n­ d ı rd ı k l a rı e l m a sl a rı şu raya bu raya dag ıtıp sattı kla rı sıra d a bir m i kta r ı n ı d a b a n a getirmisler. Necmi: - Bir m i kta r ı n ı degil efendim, hepsini. - H ayır! Benim aldıgım iki yüz li ra l ı k bile degildir. H a l b u ki dava edilen m ücevherat dört bin l i ra l ı kmış. Her neyse ben gerçi elmasları bir aydan aşkın ve iki aya ya kın bir za mandan beri ya n ı mda a l ı koyd u msa da hiçbirisi zayi olmayıp mevcuttu r. Eger bunların para s ı n ı vermiş olsayd ı m, o za man doland ı rıc ı l ı k yerin i bulacak ya n i b u n l a r aldıkları parayı yiyecekti. Hatta d ü g ü n ve­ silesiyle yag l ı kçıdan kaldırdıkları elmasları satmaya hiç h a kl a rı olmadıgı halde bana getirmeleri sırf satı lıga çıkarmak demekti r. Bu da kendilerinin nasıl adam oldugunu ispata yardımcı o l u r. Şimdi bu dola n d ı rıcılıkta n dolayı davacı ları kimlerse o n l a r d i n­ lensi n . Bana gelince bendeniz başka bir şey dava ediyo ru m . B e n kendi h a l i mde yaşa r b i r d u l oldugum halde b u Necmi Efen­ di ne salah iyetle kıyafetini degistirerek konagıma geliyor? - Ben ken d i m gitmedim. Beni gönderdiler de onun için g ittim . - Göndere n kimdir? V e o n e salah iyetle gönderiyormus? Ben zabıtaca za n l ı bir kad ı n m ıyım ki benim evime hafiyeler 112

gelip d u ruyor? iste b u ra l a rı namusu m u çigneyip berbat etti g i n­ den n a m u s davası ediyoru m . Hediye H a n ı m ' ı n bu ifadesi üzeri n e komisyon üyeleri H a­ fiye Necm i ' n i n yüzü ne baktı, son ra b i rbirleri n i n yüzleri ne bo­ kıstı. Reis Efendi ta rafından soru l a n soru üzeri ne H afiye Köse Necmi dedi ki:

� Efendim, bendenizi Hed iye H a n ı m ' ı n konagına gön­ deren M üsta ntik Osman Sabri Efendi' d i r. Fa kat oraya el mas satmaya göndermed i . E l maslar h a n ı m ı n konag ı n a g irmeye b i r vesi le o l m a k içindi. Reis: - Ee, h a n ı mefe n di n i n konag ı n a n e m a ksatla g ittiniz ya hu t gönderildi n iz? - Bazı m üthiş c i nayetlerden dolayı h a n ı m ı n i l g i derecesini a raştırmak m a ksadıyla g ittik ki bu d a vazifemize tam a m ıyla uyg u n d u . H ed iye (telasla ) : - N a s ı l cinayet? N eden dolayı vazife nize uyg u n ol uyor­ muş bakayı m? Necmi: - Evet efendim, vazifemize uyg u nd u . Z i ra ben kıl ı k degisti­ rip h a n ı m ı n konag ı n a g itmekle n a m u s u n a halel g etirmiş ol ma­ dım. Cidden bir kocaka rı, h a n ı m ı n kon a g ı n a g itseydi nam usu­ na mı dokunacaktı? Benim de cidden b i r kocakarı oldug u m a işte o kadar i n a n m ı ş ki Hafiye N e c m i a d ı n ı ta n ı madıgı g i b i h uzuru n a çıktı g ı m za man şekil v e si m a rn ı da ta n ı madı. Sonra kıl ık degistirere k geldig irnde bana Ziynet H a n ı m d iye hita p etti. Ben cidden ve hakikaten bir koca karı o l a ra k kendimi ka b u l ettirebilmişsem b u n u n h a n ı mefen d i n i n n a m u s u n a h i ç doku n m a­ ması gerekir. Hediye H a n ı m b i raz daha yayg a ra l ıca müdafaa etmek is­ tediyse de kom isyon reisi kendisi n i sustu ra ra k H a fiye Necmi'ye sordu: - Peka la, o dediginiz müthiş c i nayetle rden dolayı h a n ı m ı n evi nde bir iz, işa ret b u l a bildiniz m i ? - B u l d u k efendim. Bir degil, birçok. şey b u l d u k. 1l3

H ed iye H a n ı m : - ispat e d i n . Reis: - H a n ı m efe n di ! Siz m ü sterih o l u n . B u rada söylenecek söz b u değ i l d i r. ( N ecmi'ye) Siz bana söyleyin hafiye efendi. B a ka­ l ı m ne g i b i iz ve işaret b u ld u n uz? - B u n l a rı size bile söyleyemem efendim. Beni M ü sta ntik Osman S a b ri Efendi mem u r etm işti. Ona söylemiştim . i stersen iz siz de kendisine soru n . Komisyon b e ş da kika kad a r görüştü . Sonra bir h a fiye m e m u ru n u n yaptığı a raştı rmayı kendi a m i rinden başka hiçbir kimseye söylemernekte isa bet edeceği ne h ü kmederek soruştu r­ m a n ı n bu ta rafı nda Osm a n S a bri Efendi'yi mu hata p a l m aya kara r verd i . La kin va kit geçmiş olduğundan Necmi'yi d e H edi­ ye H a n ı m ' ı da tutu klu oldukları m a h a l lere göndererek m üza ke­ reyi ertesi g ü n e b ı ra ktı . Hediye H a n ı m tevkifha n eye götü rü lmek istenince, h e r n e kad a r g itmek istemedi v e o raya dolandırılmış birtakım e l m a s­ l a rd a n dolayı çağırıldığına göre elmasları iade ederek şu be­ l a d a n k u rtu l m a k için evine gönderilme izn i n i istediyse de reis beyefe n d i " bi n içinde başka işler bulunduğu görü l üyor. Do­ layısıyla siz bize biraz daha lazımsın ız" diye h a n ı mefe n d i n i n yayg a ra s ı n a bakmadı; kendisini biraz da zorlar g i b i b i r şekil­ de tevkifha n eye gönderdi.

İşte gazetenin bu yazısı da bitti. Fakat bu yazıdan sonra bir de şu fıkra vardı: Geçen g ü n kü nüsham ızda bundan bir sene önce H ediye H a n ı mefe n d i ' n i n konağ ına g i re n h ı rsıziara dair yazıyı a d ı g e­ çen h a n ı m ı n kendisine dol a n d ı rıcı l ı k isnadı gibi bir m a ksod a yorma k a leyh i m izde dava açmaya kara r verdiğini işittik. Yazı­ mızın içeriğ i n i ispata muktedi r olaca ğ ı m ızı iyi bil meden böyle m ü h i m bir yazıyı yayım layoca k kadar ihtiyatsız b u l u n m a d ı ğ ı­ m ızda n a l eyh i m ize açılacak d avayı gönül ra hatl ığıyla ka rşı l a­ yaca ğ ı m ızı H e diye H a n ı mefendi H azretleri ne a rz ederiz. 1 14

Bugünkü gazetede bu yazılar da görüldükten sonra artık İstanbul içinde küçük büyük herkesin ağzında bir Hediye Hanım sözüdür yayılmıştı ki cihanda ne kadar büyük kötü­ lük varsa önem derecelerini tayin için sırf Hediye Hanım'a layık şeyler olduğu beyan ediliyordu. Necrni Bey ile Hediye Hanım'ın yüzleşmelerinden bir gün sonra Osman Sabri Efendi soruşturma komisyonu huzuruna çağırıldı. Gerek Hediye Hanım gerek Necrni Bey hazır değildi. Reis beyefendi Hediye Hanım'dan şüphe edilen cinayetin ne gibi bir şey olduğunu, neden dolayı hanımın konağına hafiye gönderilerek tahkikat yapmaya lüzum görüldüğünü, tahkika­ tlll neticesinde ne gibi deliHere ulaşıldığını sormaya başladı. Osman Sabri Bey dedi ki: - Bu sorguda vereceğim cevapların harfi harfine yazılma­ sını özel olarak rica ederim. İfadelerim kaydedildikten sonra tekrar ve tamamını okuyarak ondan sonra imzalayacağım. Reis: - Komisyona güvenmiyar musunuz ? - Hayır efendim, komisyona güvenmesem serbestçe bu güvensizliğiınİ arz edebilirdim. Sadece dikkat çekmek için böyle istiyorum. Bir de yüksek komisyona delil olacak bazı evrak ve eşya takdim edeceğimden sorgumda bunların da eksiksiz olarak kaydedilmesini arzu ediyorum. Bir sanık kendi ifadesini eksiksiz olarak yazdırmak hak­ kına doğal olarak sahip olduğundan Osman Sabri'nin isteği kabul edildi. Dolayısıyla sorgu kaydedilmeye başlandı.

5 Reis beyefendi tarafından soruşturma usulünce ilk so­ runun sorulmasını beklemeksizin giriş yollu olarak Osman Sabri Efendi dedi ki: - Efendim, bundan üç ay kadar önce Öreke Taşı, diğer adıyla Kanlı Kaya'da iki Kefalonyalı Rum ile bir Müslüman kızın naaşlarının bulunduğunu elbette haber almışsınızdır. Reis: 1 15

- Evet, işitmiştik . - Bundan iki ay kadar evvel de Halil Suri isminde bir adamın ken di odasında i ntiharını veya bazı düşmanlar tara­ fından asıldığını da işittiniz ya ? . . - Evet, devam edin. - Bu iki cinayetin ikisinin de ilk tahkikatını yapmaya bendeniz gittim. Olay yerinde gördüğüm alametlerden mev­ cut naaşların dışardan hücum eden bazı düşmanlar tarafın­ dan katledildiklerini anladım. Ne kadar eşya b ulund uysa hepsini getirip koruma altına aldım. Mevcut eşya arasında bir de şöyle bir mektup vard ı . . .

diye acayip bir şifreyl e yazılmış olan ve okuy ucularımızın bundan evvel görüp bildiği mektubu reis efendinin önüne

koydu. Reis bu mektuptan bir şey anlamayınca Osman Sab­ ri dedi ki: - Halli pek kolaymış efendim. Evvela kelimelerin harf­ leri ters olarak yazılmış. İkincisi mektubun son kelimesi ilk olmak üzere kelimeler de tersine d i zi lmiş. Reis bu tarif üzerine mektubu zabıt katibine vererek o da özel bir itinayla kekeleyerek mektubu şu şekilde okumaya başlad ı: - Ben Peri içi n verdiği m izne pişman oldum. Çünkü Mustafa işitmiş, hasedinden h epimizin can ına kastetmeye yemin eylemiş. - Bu yazı Hediye Hanım'ın kendi el yazısıdır. - Nereden bildiniz ? - Benden iz evvela zann ettim ki nasıl olup da Hediye Hanım'dan şüphelendiğimi ve bu yazının onun yazısı oldu­ ğunu nasıl tahkik ettiğimi soracaksınız. Fakat beis yok efen­ dim. Evvela bu sorunuza cevap vereyim . İşte şu mektup da Hediye Hanım'ın başka bir mektubudur, yazılar birbirinin aynıdır. Hediye Hanım tutuklu olduğundan kendisine bir satır yazı yazdırıp onunla da karşılaştırabilirsiniz. Reis Efendi b u mektubu da zabıt katibine verdi. Katip efendi b unu da yüksek sesle okudu : 11 6

- İki gözüm Mecdeddin. Osman Sabri midir, ne kö­ pektir, hala ş unun hırıltısını keserneyecek misin ? Bizim Çer­ çi Ziynet gittikçe gözüme giriyor. Benim aleyhimde o koca kafalı çapkının kurduğu tertibattan beni daima haberdar ediyor. Bu habise meydan verecek olursan bize pek çok fe­ nalıklar yapabilir. Bana kalırsa herifi yalnız kovmakla kur­ tulamayız. Trablusgarp'a mı olur, Yemen çölleri mi münasip görülür, nereye ise sürgün etmeli, aniadın mı paşacığım ? Dostunuz Hediye. Bu mektup okunduğu zaman reis, üyeler, müstantik, katip hepsi hayretle birbirinin yüzüne bakıştı. Osman Sabri dedi ki: - Bu mektubun bir sureti sorgu dosyasına alınmalıdır. Re is: - Pekala. Hediye Hanım'dan ilk nasıl şüphe ettiniz ve ne yolda tahkike girişerek bu kağıtları ele geçirdi niz? - Maktul kızın üzerinde bir fistan vardı. Pistanın yaka­ sına "Mil Lüks " diye bir çeşit işleme yazılmıştı. Mağazaya gidip bu fistanın kimin için yapıldığı cevabını aldımsa da bu cevap senet olamayacağından Hafiye Necmi'yi saldırdım. Necmi kulunuz istidatlı bir memurdur. Çerçi Ziynet kıyafe­ tiyle ve bendenizden dava edilen elmasları göstererek evvela kethüda kadına, ikincisi Hediye Hanım'a çatmış. Peri'nin naaşını evvelce gördüğünden salonda birtakım kadın ve er­ kek resimleri arasında bir resim görmü ş. Evvela kızl ara bazı resimler üzerine sorular sormuş. Bu resmin sahibinin isminin Peri olduğunu anlayınca bir diğer defa gidişinde bir şekilde resmi çalıp bana getirdi . İşte efendim, resim budur. Koynundan resmi çıka rıp Reis Efendi'nin huzuruna koy­ du. Komisyon erkanı resme baktı. Olağanüstü güzelliğine hepsi hayran oldu . Osman Sabri dedi ki: - Bendeniz de tanıdım ki resim, naaşını gerek Kanlı Kaya'da keşfettiğim gerek nisa hastanesinde otopsisini yap­ tırdığım maktul kızın resmidir. İsmi de Peri'dir. Hediye Ha­ nım'ın şifreli mektub unda kend isine verdiği izinden pişman olduğunu yazdığı kız budur. Ya lnız bir kusurum oldu. Eğer 11 7

o zaman naaşın fotoğrafını çektirmiş olsaydım şimdi yük­ sek komisyon iki resmin karşılaştırılmasıyla Kanlı Kaya'da maktul olan kızın bu kız olduğuna şüphe etmezdi. - Keşke naaşın fotoğrafını çektirseydiniz. - Fakat bu kusurumu hertaraf ettirmenin yolunu buldum. Otopsiyi yapan cerrahiara resmi gösterdim. İki cerrah ve üç tabiptiler. Beşi de resmin evvelce otopsisi yapılan kızın resmi olduğunu tanıdı. Ondan başka, modacı dükkanına girip fistan yapıldığı zaman kendisi için yapılan ve onun vü­ cudunda provasını yapmaya giden kızı buldum. Resmi gös­ terdim. O da tanıdı. Resmi tanıyanlar daha vardır ki sonra söyleyeceğim. -

D evam edin.

- İstidatlı Necmi, hanımefendinin güvenini hakkıyla kazandıktan sonra halen mutasarrıfımız olan Mecdeddin Paşa'ya ağızdan birtakım haberler gönderdi. Necmi ise Paşa ile hanım arasında bir münasebet bulunduğunu anlayınca hanımdan getirdiği haberleri paşaya bizzat tebliğ etmeyip başka bir kocakarı vasıtasıyla tebliğ etti. Böylelikle kendi kocakarılığını gizledi. Nihayet geçen gün şu takdim ettiğim ikinci mektubu paşaya teslim etmek için Hediye Hanım Necmi'ye verir, o da bana getirir. Sabri'nin ralıkikatta olan bu derece dikkat ve mahareti komisyona hayret verdi. Sabri sözüne devam ederek dedi ki: - Tahkikatın işbu birinci kısmını ikinci kısmı da teyit etti. O ise Halil Slıri'nin intiharı, daha doğru bir deyişle sui­ kastı meselesine dair tahkikattır. Reis : - Demek oluyor k i iki cinayet arasında gerçekten bir münasebet vardır. - Cinayetin ikiye bölünmesi yalnız zaman bakımından­ dır efendim. Yoksa aslında cinayet bir maddedir. Osman Sabri Halil Suri hakkındaki tahkikatını baştan sona kadar tümüyle komisyona arz etti. Bunlar zaten malu­ mumuz olduğundan burada tekrar yazmaya hacer yoktur. Sonra dedi ki: 118

- Burada emanette tutulan eşyanın Halil Sfıri'nin eşyası olduğunu hizmetçi kızın tasdik etmesi Ö reke Taşı cinayeti­ ne Halil Suri'nin de dahil olduğunu ve göğsündeki yarayı orada aldığını ispata fazlasıyla yeter ya ? Fakat bendeniz tahkikatın daha ilerisine vardım. Hizmetçi kızla dostluğu ilerlettim. Birbirimizin neredeyse sırdaşı olduk. Öğrendim

ki efendi si Halil Suri'nin sırlarının çağuna bu kız vakıftır.

Bir ara Peri'nin resmini ona da gösterdim. Dedim ki, " Ş u resmi tanıyor musunuz ? " Kız resmi derhal tanıdı, " Peri " dedi. Kendi evlerinde bu kızı başka tanıyanlar da bulunup bulunmadığını sordum. Halil Suri'nin validesi de kızı da hep tanırlarmış . Peri'nin bir muteber Osmanlı ailesine men­ sup cariye olduğunu, Halil'in kızı matmazelle görüşmek için bazı bazı evlerine bile geldiğini kız hep haber verdi. Bu kız elde olduğundan yüksek komisyon kendisini getirterek sorabilir. Fakat bu kızdan haberi aldıktan sonra artık Halil Suri'nin validesine ve kızına müracaata hacet görmedim. İşi o kadar dallandırmamak için onlara hiçbir şey söyleme­ mesini de hizmetçiye tembih ettim. Bununla birlikte yüksek komisyon Halil Suri'nin validesine de kızına da keyfiyeti sorabilir. Komisyonun hayreti arttıkça artıyordu. Osman Sabri sö­ züne devam etti: - Halil Suri'nin odasından çıkan şu makbuz (onu da reise takdim etti) Peri'nin üstündeki fistanın parasının mut­ laka Hediye Hanım adına kendi tarafından verildiğini gös­ terir. Hele Bükreş postasından gelen şu mektup daha fazla dikkat çeker, diye koynundan Fransızca yazılmış bir mektup çıkarıp onu da reis beyefendinin önüne koydu. Reis bey her ne kadar Fransızca bilirdiyse de anılan mek­ tuptan bir şey anlamayınca Osman Sabri dedi ki: - Hediye Hanım'ın mektubu gibi ters yazılımştır efen­ dim. Ona göre okursanız anlaşılır. Mektup okununca tercümesinin şundan ibaret olduğu görüldü:

119

Azizim Mösyö Suri! Gönderdi�iniz liralar burada ta ma­ men h a rca n d ı . H iç kimse şüphe bile etmedi. Hatta b u n l a rı n ka l p 1 o l d u � u n u b i r sa rraf d ü kkô nında ben iddia etti�im h a l d e sa rraf gerçek olduklarını i d d i a ederek iddiası n ı kazan a bildi. Zira her kim e g österiidiyse hepsi gerçek i n g iliz lirası old u � u n u söyledi. B u n l a rd a n ne m i kta r va rsa beherini on ikişer b u ç u k fra n g a satmaya hazırı m .

Osman Sabri dedi ki: - Bu mektup postadan çıktığı gün Marsilya postasıyla şu mektup geldi ki yine bu usulde yazılmış ve hatta Halil SG.ri sağ olsaydı Bükreş mektubuna ne cevap yazacağım da bize anlatacak şekilde görülmüştür. İkinci mektup okununca tercümesinin şundan ibaret ol­ duğu görüldü : Mösyö H a l i l Suri! Söz konusu i ngiliz l i raları n ı n ayı rt edi­ lemez old u � u n a şüphe yoksa da beher kıtası n ı n size o n a r fra n g a m a l o l d u � u n u ve on şilinden aşa� ıya satı lamaya ca � ı n ı söyl üyors u n uz. B u ha lde sürü m le ri bizim için g ü ç olur. M a l u m u­ n u zd u r ki b i r l i rayı bozd u rmak için bize hiç lüzumu olmaya n eş­ yad a n birkaç fra n kl ı k şey a l m a k lazım gelir. Gerçi daha son ra eşyayı satma k yol u va rsa da beş fra nga aldı�ımızı bir b u ç u k fra n g a bile sata mayız. E ğ e r şu i ngiliz li ralarını bize on fra n g a m a l ederseniz bi rkaç b i n ta nesi n i sü rmeyi üstleniriz.

Bu i ki mektup komisyonun merakını daha da uyandırdı. Osman Sabri'nin böyle her elini koynuna soktukça esrar-ı cinayartan bir sırrın perdesini kaldırıyormuşçasına acayip bir şeyi m eydana çıkarmasından dolayı ne diyeceklerini şa­ şırmışlardı. Osman Sabri dedi ki: - İşte efendim, şu hissettiğim alamederin tümü Hediye Hanım'ın Öreke Taşı meselesinde büyük bir dahli olduğun u

Sahte. 120

ispata kafidir. Yani Kanlı Kaya'da katledilenlerden biri ken­ di cariyesidir. Bu cariyesi için verdiği izinden pişman olması kendisinin cinayet ortağı olmadığını gösteriyorsa da o mek­ tubun Halil Suri'den yazılmış olduğu da Halil Suri adına Fransızca olarak gelen mektupların öyle ters usulle yazılma­ sından anlaşılır. Bir de yapılan elbisenin parasının verildiğine dair makbuzun Halil'in odasında çıkması ve Peri'nin Halil Suri'nin ailesi tarafından tanınması, sonuçta bütün a lametle­ re, emarelere bakılırsa Peri'nin Halil Suri'ye emanet edilerek Kanlı Kaya'ya gönderildiği ve orada Halil'in yaralanması ve iki Rum ile kızın maktul olmalan şifreli mektuptan anla­ şıldığına göre Mustafa denilen herif tarafından işlenmiş bir cinayet eseri olduğu şüpheden uzak görünüyor. - Evet. - Fakat Halil Suri 'nin sağlam bir ayakkabı olmadığı da gayet mahirane imal olunan İngiliz liralarını Bükı·eş'te ve Marsilya 'da sürdürmeye çalışmasından a nlaşılıyor. Böyle bir a dam Hediye Hanım 'ın sırdaşı olursa Hediye Hanım hak­ kında zabıta memurlannın dikkatini çekmez m i ? Bütün komisyon heyetinin tavrından tasdik alametleri görüldü. - Kaldı ki Öreke Taşı'nda parmakla rı kınalı bir Müslü­ man kızın m aktul bulunduğu havadisi bütün gazerelere ya­ zılarak ve herkes ağızdan ağıza bu havadisi naklederek dün­ yanın malumu olduğu halde Hediye Hanım katledilen kızın kendi cariyesi olduğun u zabıtaya haber vermemiştir. Eğer kendinden ş üphesi olmayan bir hanım olsayd ı, kızın naaşı bu lunduğu halde dahi sırf kaybolması üzerine zabıtaya ko­ şup feryatlar etmel iydi. Hal ve zaman müsait olsaydı belki tahkikatı daha ileriye götürür, belki o Mustafa'nın da kim olduğunu meydana çıkanrdım. Fakat bu kadarcığını tahkik edebildiğim halde kovuldum, sonra da tevkif edil dim. Osman Sabri buraya kadar bizim yalnız bir kısmını yazıp Halil Suri'nin imihan kısmına kayderıned iğimiz hikayeleri o kadar ağır ağır anlattı ki üç dört saat zaman geçti. Çünkü her şeyin harfi harfine yazılmasını istemişti. 121

Komisyon heyeti epeyce yorulmuş olduğundan hem te­ neffüs hem de bazı hususi müzakereler için Osman S abri'yi dışarıya çıkardılar. Yarım saat sonra tekrar içeriye davet et­ tiklerinde Osman Sabri'ye sordular: - Pekala, b u kadar cinayeti ve bunların emarelerini tahkik ettin, meydana çıkardın da amirine niçin malumat vermedin ? - Verdim efendim. Fakat Hediye Hanım'ın Mecdeddin

Paşa Hazrederine yazmış olduğu bir mektup yanınızdadır. Paşa hazretleriyle aralarında bu kadar yakın münasebet varken verdiği malumata ehemmiyet verilir mi ? Aksine He­ diye Hanım hakkında tahkikat yapmamak için paşa haz­ retleri beni birkaç defa tehdit etti. En nihayet kovulmam da yine Hediye H anım hakkındaki tahkikattan vazgeçmedi­ ğim için oldu. Bütün Galatasaray heyeti bilir ki ben bir gün sabahleyin kovulduğum halde yağlıkçı Hacı Sadullah Efen­ di ile buraya akşamüzeri gelip k�ndi kendimi tevkif ettir­ dim. Paşa ise Hacı Sadullah Efendi'nin elmasları meselesini bir vesile edindi . Kovulmamın, tevkif edilmemin sebebinin bundan i baret olduğunu söyledi ve Bab-ı Zabtiye'ye resmen o şekilde yazdı. Hatta . . . gazetesi m uharriri resmi ilanda bu konudaki hataları düzeltme yollu bir yazı yazacakken ben mahsus yazdırmadım. - Niçin yazdırmadın? - Mutasarrıf Paşa, Bab-ı Zabtiye'ye keyfiyeti yanlış bildirerek mesuliyeti artsın diye yazdırmadım. Zaten kendi irademle kendimi tevkif ertirişim bu sebebe dayanıyordu. Zira Hafiye Necmi' yi Hediye Hanım'a çattırabilmek için el­ masları kaldırıp da sonra yerlerine iade edemeyince bir ara çok korkmuştum. Sonra elmaslar Hediye Hanım tarafından gasp edilse dahi bence bir fenalık olamayacaktı. Üstelik bi­ lakis hanımı hükümetin adalet pençesine teslim için benim hakkımda edilecek iftiranın da yardımı olacağını düşündüm. - İşte bu görüş biraz uzak görünüyor. Kendinizi böy­ le bir ifadeyle aklamaya çalışıyorsanız pek o kadar faydası olamaz. 122

- Olur efendim. Zira elmasları gerçekten de düğün için değil, Hediye Hanım için kaldırmış olduğum anlaşıldı ya. Hediye Hanım'a Necmi Bey'i ne gibi bir cinayetin tahkiki için gönderdiğim de tahkikatın sonuçlarıyla anlaşıldı. Dola­ yısıyla bu elmas işinde benim kendi gayrimeşru istifademin düşünülmediği muhakkaktır. - İyi ama siz raporunuzu her yere takdim edebilecek bir müstantik olduğunuz halde Hediye Hanım'ı hükümetin adalet pençesine teslim hususunda yardımı olabilmesi ümi­ diyle kendi kendinizi nasıl tevkif ettirebilirsiniz ? Bu söz man­ tığa uygun düşmüyor. - Efendim, adli düzenlemeler tamamlanmış olsa da ortada savcılar bulunsa, yani adli kuvvet bağımsız olsay­ dı, hakkınız vardı; sözümü istediğim yere duyurabilirdim. Şimdiki adli usulle arnirim olan mutasarrıfa sözümü duyu­ ramadığım halde zaptiye müşirine hiç duyuramam. Zira ra­ porumu yine Mutasarrıf Paşa'ya havale ederdim; o ise beni istediği gibi ezerdi. En büyük bir suçla itharn edilerek yüce komisyonunuz gibi adil ve muktedir bir komisyon huzurun­ da sorgulanırsam ifadelerim hem yukarıdakilerin kulağına kadar varır hem de bana hiçbir kimse zulmedemez. İşte bu mütalaayla yağlıkçı Hacı Sadullah Efendi'yi kendi aleyhim­ de dava açmaya kendim teşvik ettim. Hatta meseleyi herkes bilsin diye olayların akışını daima gazeteyle de ilan ettirdim. Artık akşam olduğu için hava karardığından araştırma ve sorguya devam edilemedi. ifadenin buraya kadar imzalanması Osman Sabri Efen­ di'ye teklif edilince, Osman Sabri yazılan şeyleri tümüyle bir daha okurnaclıkça imzalayamayacağını söyledi. Bu kadar yazıyı tümüyle okumaya vakit müsait olmadığından o gece evrakın Osman Sabri Efendi'nin yanında kalmasına karar verildi. Zaten biçare adamcağız tutuklu olduğundan kağıtla­ rı onun yanında bırakmaktan ne endişe olabilecek ? Bu karardan Osman Sabri ziyadesiyle memnun oldu. Galatasaray'da nadir olmayan dostlarından bir kurşunka­ lemle bir de kağıt alarak ifadeyi yukarıdan aşağıya kadar 123

aynen kopya etti. Bir hafiye çağırıp bu kağıdın . . . gazetesi idarehanesine gönderilmesini tembihledi. Ne fayda ki gece vakit geç olup hafiye ise kağıdı ancak erte­ si sabah götürebilmiş olduğundan o günkü gazeteye alınamadı.

6 Osman Sabri için kendi ifadesinin ertesi günü, dünkü ifa­ denin gazetede yayımlanarak komisyon üyeleri tarafından görülmesini istemekte büyük bir hikmet vardı. O da Mec­ deddin Paşa'nın da tevkifine lüzum göstermekten ibaretti. Zira Hediye Hanım gibi bir kadınla o kadar sıkı fıkı münase­ beti olan bir zat kanundan mümkün değil kendisini kurtara­ maz. Ancak komisyon üyeleri Mecdeddin Paşa hakkında bir ayıplamadan başka hiçbir husumet hissinde bulunmarmştır. Komisyon saat bir buçukta bir a raya geldi, akşam beş buçuğa kadar devam etti. O gün ne işle meşgul olduğunu komisyonun dağılmasıyla beraber Osman Sabri tutukl u ol­ duğu m ahalde haber aldı. Bu toplantıyı da kurşunkalemle derhal yazarak saat yedide gazeteye ulaştırabildi. Buna dayanarak ertesi gün çıkan . . . gazetesi ilan sayfa­ sındaki ilanları çıkardı, günlük önemli havadisten başka sü­ tunlarının tümünü bu muhakemeyle doldurdu. Osman Sab­ ri'nin bir gün evvel verdiği ifadelerden başka komisyonun ertesi günkü tahkikatına dair şu yazı da ekte yer alıyordu . Yüksek komisyon d ü n toplanınca h e r şeyden önce Osman Sabri Efendi ta ranndan imzalanmış olan dünkü ifadeyi okultura­ rak dinlemiştir. Okuma üzerine aşa�ıdaki maddelere karar verdi: Birincisi, Hediye Hanım'ı getirierek kendisine soru lacak şeylerde n önce bir satı r yazı yazd ırıp elde bulunan m e ktu p­ larla ka rşı l a ştırmak ve Peri ' n i n foto�rafı gösterilip a d ı geçen hakkında m a l u m atı n ı talep etmek. i k i n cisi, n i sa hasta nesinde Peri' n i n naaşını otopsi etmiş o l a n cerra h i ada ta bipiere cel pname göndermek. 1 24

Üçü ncüsü . . . ma�azasında Peri' n i n resmi n i ta nımış o l a n kızla H a l i l S O r i ' n i n va l idesine, kızı n a ve h izmetkô rı olan kıza celpname göndermek. bbu celpnamelerin yazılması m ü sta ntik efendilerden birine havc;ı le edilerek komisyon heyeti H ed iye H a n ı m ' ı tutu klu oldu­ �u mahalden getirtti. ilk önce h a n ı m efendiye bir satı r yazı yazması teklif edi l i n­ ce evvelce yazıp okuması b u l u nd u � u nd a n bahseden H ediye H a n ı m yazı sanatı nda o kadar nasibi o l m a d ı � ı ndan bahisle nazl a n d ıysa da komisyo n u n emri n e m u ha l efet m ü m kün olama­ yaca� ı n d a n ister istemez bir satı r yazı yazd ı . Bu yazıyı yazarken h a n ı mefe n d i kalemi o kadar e�miş bükmüştü ki gerçek yazısını göstermernek için kasıtlı bir ihtiyat oldu�u a n laşı l m ıştı . B u n u n l a birlikte yaz ı n ı n esasta beli rtilen mektu plard a ki yazıya pek benzer o l d u � u aşikô rd ı . Mektuplar Hediye H a n ı m ' a g österil ince ikisi n i d e katiyen i n kôr etti. H atta şifrel i mektu bu görünce zoraki bir kah kaha ko­ parıp dedi ki: - Am a n a m a n ! B u ne acayip şey! Çerkesçe midir nedir? Fa kat h a n ı m ın aşüfteceye pek benzeyen bu h a reketi komis­ yon erkô n ı nda m a n idar bir tebess ü m d e n b aşka kendi menfaa­ tine yarayacak hiçbir tesir yaratm a d ı . R eis beyefendi i n ce eleyip sık dokuyan bir z a t oldu� u n d a n ufa k bir kô�ıt üzerine bi rkaç kel i m e yazara k ve Hediye' n i n Mecdeddin Paşa'ya yazm ış o l d u � u m ektu bu da i l iştirerek i ki­ sini bir za rfa koyd u . Zarfı n üzeri n i yazıp b i r çavuş ça� ı rd ı . Ça­ vuşun kula�ına bir iki söz fısıldayıp za rfı eline verd i . Çavuş g itti. Sonra H ed iye H a n ı m'a Peri'nin res m i n i g österip sordu: - H a n ı mefendi, şu resmi ta n ı r m ı sı n ız? Hediye H a n ı m ' ı n rengi bir a n d a bem beyaz olduysa da duygularına h ü k m ü g eçecek kada r m etin o l a n b u kad ı n der­ h a l kendisini toplaya ra k ve şu birinci an i l e ikinci an a rası nda verece�i ceva b ı hazı rlayara k pervasızca b i r tavırla dedi ki: - Evet efendim, ta nırım. Ca riyem Peri' n i n resmidir. - Şimdi bu kız nerededir?

1 25

- M ıs ı r' d a d ı r efendim ! Tica ret ayıp de� i l ya? Böyle g e n ç kızla rı a c e m i iken ucuzca a l ı r, terbiye ettikten son ra p a h a l ı ca sata ra k istifad e ederim. Peri ' n i n naaşı otopsi sa l o n u n a kadar g itmis oldu�u h a l d e h a n ı m ı n b u y a l a n ı komisyonca kendi lehinde de�il, a leyhi n de bir h issi g e re ktirdiyse d e hiç ren k veril medi. Reis beyefe n d i sordu: - Halil S u ri isminde bir H ı ristiya n Arap'la tanısı kl ı � ı n ız va r m ı d ı r efe n d i m ? - H a l i l S u ri m i ? Öyle bir ismi işitti� im halınma geliyorsa d a sah i b iyle h i ç tanısıklı�ım v e m ü n a se betim yoktur. Bu g i b i ith a rn edilenler bazı itirafla rdan medet u m d u kl a rı halde ken d i kendilerini h ü kme ne kadar ya klastı rı rla r? Keza bazı i n kô rl a rd a n daha fazla menfaal umdu kları halde ken d i l e­ rin i d a h a çok zara ra soktu kları n ı bil mezler. Evvelki itiraf H e d i­ ye H a n ı m ' ı kom i syon naza rın d a ne kada r mahkum etmişse, s u i k i n c i i n kô r o n d a n fazla mahkum etmişti. B u a ra l ı k M ecdeddi n Paşa komisyon odasına gird i . R e n g i ö l ü çeh resin d e n d a h a dehşetli o l u p e kseriya k i b i r v e g u ru ru n­ dan bası n ı dik tuta n mutasa rrıf h azretleri bugün miski n l i k ve te­ vazu u n d a n n eredeyse b u m u n u yere dokun d u racak h a ld eydi . B u n u n l a beraber yerden edece�i temennayı icra için yere indirdi�i e l i n i ka l d ı rmayıp ve temen nayı etmeyip aklınca komis­ yon heyeti kendisine hü rmeten ka l kacak d iye ümit ediyord u . H a l b u ki reis beyefendi kan u n l a rın, nizarnların e n ince gerekleri­ ne riayet eder bir adam oldu� u n d a n asla yerinden kım ı l d a n ma­ d ı . Zira bir şah s ı n zatına olacak riayet baska, yine o şah s ı n tah­ kik ve sorg u l a m a için bir adiiye komisyonu h uzuruna getiril m esi de baska bir haldir ki o halde şahsi riayete hiç lüzum ka l m az. M ecded d i n Paşa, reis beyefendinin ta ya nına kada r so­ k u l a ra k k u l a � ı n a bir şeyler fısıldadı. Reis bey, Mecded d i n Pa­ sa' yı k u rta r m a k g ayretinde b u l u n sa ihtimal ki bu fısıltıyla yetin e­ bilird i . Ancak ka n u n ve nizarn m utaassıbı olan bu zat b a bası, kordesi olsa o n l a r ı n hakkında bile kan u n h ü kmünü boza n l a r­ dan o l m a d ı � ı için gözlerini Hediye H a n ı m ' ı n gözlerine d i kerek Mecdedd i n Paşa ' n ı n gelisi n i n h a n ı mda ne tesir bıra kaca � ı n a dikkat ediyord u . 126



Gerç kten de büyük bir tesir uya n d ı rd ı � ı n ı g ö rd ü . Öyle bir tesir ki Hediye H a n ı m ' ı n gözlerinde sa n ki M ecdeddin Paşa ' n ı n oraya gelisi kendisin i tamamen ku rta rmaya yetecekmis g i b i b i r g üven parı ltısı belirmişti. Reis bey, Mecdeddin Paşa'ya dedi ki: - Paşa H azretleri ! Sizi yal n ız bendeniz sorg ulayocak olsam komisyon benden ibaret o l u rd u ; şu üyelere, kôtiplere ihtiyaç ka l mazd ı . Kusuruma ka l m a ksızı n soraca � ı m şeylere cevap vermen izi rica ederim. Mecdeddi n Paşa ' n ı n rengi d a h a d a ata ra k H ediye H a­ n ı m ' ı n yüzüne bakıyord u . Reis beyefendi sord u : - Size demincek bir mektup g ö n d e rm i şti m . O mektu b u n yazıs ı n ı n kim i n old u � u n u ta n ı r m ıs ın ız? - Evet efendim, i mzası da var ya. H ed iye H a n ı m' ı n mek­ tu budur. - Hayır paşa h azretleri. Mektu b u , i mzayı sorm uyoru m . Yazı n ı n kimin yazısı oldu�unu soruyo ru m . Olabilir k i yazı bas­ kasın ı n oldu�u halde H ed iye H a n ı m . . . - Evet efendim, yazı da kendi yazısıdır. - H ed iye H a n ı m ' ı n yazıs ı n ı b u n d a n önce g ördü� ü n üz oldu m u ? - Ol d u efendim. - Öyleyse şu mektu bu n yazısı n ı d a tan ı ma n ı z gerekir, d iye söz konusu sifreli m e ktubu Mecded d i n Paşa'ya gösterdi. Paşa dedi ki: - Evet efendim. B u yazı da Hed iye H a n ı m ' ı n yazısına pek benziyor. - Benziyor ne demek? Onun yazıs ı de�il m i demek? - O de�il efe n d i m . Mektu p Tü rkçede n baska bir lisa n l a yazı ldı�ından kelimelerin kon u m u de�ismis de . . . Fa kat yazı mutlaka Hediye H a n ı m ' ı n yazısıd ı r. - Hediye H a n ı m ' ı şahsen görseniz ta n ı r m ıs ın ız? - Ta n ı rı m efendim. i ste şu aya kta d u ra n h a n ı m d ı r. - Bu h a n ı m l a a ra nızda ne g i b i b i r m ü nasebet bulundu� u n u sormayaca� ı m efendim. Orası b ize ait de�ildir. M a k­ sad ı m ız ya l n ız şu yazı n ı n Hediye H a n ı m ' ı n yazısı ve Hed iye 127

H a n ı m ' ı n da su kad ı n olup olmadı� ı n ı ö�renmekti. Dolayısıyla m a ka m ı n ıza dönebilirsiniz. Reis efe n d i n i n son sözü M ecdeddin Paşa'da bir sevi n ç eseri uya n d ı rd ı . B u ndan a n lasılabilird i k i reis beyefendi n i n ku­ l a � ı n a söyled i�i söz, kad ı n l a o l a n m ü n a sebeti itirafı m ü m kü n olamayaca k g ayrimesru m ü n a sebetlerdendir. Mecded d i n Paşa gittikten son ra reis bey Hediye H a n ı m ' a dedi ki: - i sittiniz ya h a n ı mefendi, mektu pların sizin oldu� u n u dos­ tu n uz Mecded d i n Paşa Hazretle ri söyledi. Hala mektu p l a r ı n sizin o l d u� u n u i n ka r edecek misiniz? Ederseniz bu i n ka r d a n fayda yeri ne z a r a r görece�i n izi size içte n li kle hatıriatı rı m . H a n ı m biraz d üşündü. H a l ve tavrı p e k fena idiyse de d uy­ g u la r ı n ı bastı r m a k için olanca kuvvetiyle kendini tuttu�u a n lası­ l ıyord u . N ihayet cü retli bir tavırla dedi ki: - N e i n k a r edeyim efendim, mektuplar benimdir. - O halde b ize söylemelisiniz; ca riyeniz Pe ri için verd i � i n iz izin ne izniyd i ? Sonra neden o izi nden pişman oldun uz? Ya n i M ustafa dedi�iniz adam kimdi? Hepinizi ölümle etti� i tehdidi icraya kadir m iydi ki korktu n u z da b u mektu bu yaza ra k pis­ m a n l ı � ı n ızı belirtti niz? Ve bu m e ktu b u kime yazdın ız? Hediye H a n ı m put gibi d o n u p ka l d ı. Bazı kadim putl a r ı n i ç i n e papazl a r g irip ha lka söz söyledikleri h a l d e Hediye H a­ n ı m ' da o su retle olsun söz söylemeye i ktidar kalmamıştı. Biraz kendisini toplaya ra k en evvel en son soruya ceva be n dedi ki: - M e ktu b u m u kahya kad ı n ı m a yazm ıştı m . - H e diye H a n ı m ! Böyle sorg u la m a l a rda inkarın, ya l a n ı n, söz dalaştı rm a n ı n hiç faydası ola maz. Bizce mektu b u n kime yazı l d ı � ı d a o mektu p üzeri ne d a h a neler oldu�u da h epsi adeta m a l u m d u r. Do�ru söylerseniz . . . - Sizce m a l u msa b a n a niçin soruyorsun uz? - Sorgu u s u l ü, muhakeme usulü böyledir. Hakimler za n l ı l a rdan daima cinayetin en müthiş s u retin i zan nederler. Sorg u ve m u h akemele rse zan l ı ların do�ru ifadelerinden cinayetin d ere­ cesin i gerçek m e rtebesine indirmek içindi r. Sizin menfaal ve se128

' lametin iz için i htar ve rica ederim, bu m e ktu b u n H a l i l SO ri a d ı n­ da bir H ı ristiyan Arap'a yazılmış old u � u n u nafile gizlemeyin . H a n ı m ı n h a l i d a h a da fenalaştı . Adeta aya kta dura m az oldu. Reis beyefendi bir sandalye getirilmesini e m retti. Hediye H a n ı m bu sandalyeye olu runca dedi ki: - Evet efendim, Halil S O ri'ye yazı l m ı ştır. -, Öyleyse H a l i l S O ri'yi tan ıyors u n uz. - Evet efendim. - Ee, sizi korkutan M ustafa kimdir? H ed iye daha da fen a laştı . A�zı n d a n " Ka l paza n Mustafa " diye bir söz çı ktıysa da bu sözün a rd ı n d a n kendisinden geçe­ rek bayıl d ı . Za pliyeler derh a l h a n ı m ı n yüzü n e su serperek a k l ı n ı başına geti rmeye çalıştı. Hediye H a n ı m her ne kadar otuz beşi n i geçmiş, kı rka ya k­ laşmışsa da kendisini iyi koruyan kad ı n la r ı n bu yaşta hiç de ihtiyar sayı l a mayaca�ı hakkında edilecek bir d avada delil olara k gösterilecek kadar latif enda m l ı, l atif vücutlu old u � u n­ dan yüzü ne gözüne su serpenler bu kad ı n d a ki letafete adeta hayra n oldu. Hanım ayı l d ı kta n son ra reis beyefe n d i dedi ki: - M a ksad ı m ız size azap çekiirmek de�ildir efendim. Ma­ demki ra hatsız old u n uz, haydi tevkifha ne n ize gidin, isli rahat edi n . Size tabip de g etirsinler. ifadenizi ö n ü müzdeki oturumda ta mamlarsın ız. iste yü ksek komisyo n u n dünkü otu ru m u b u n d a n ibaret o l u p alaca� ı m ız m a l um atı yazmakla y i n e d eva m ederiz .

. . . gazetesinin eki burada son buldu. Bugün gazete diğer günlerden iki kat fazla basılmış oldu­ ğu halde hiçbir nüshası kalmayacak kadar satılmıştır. Ertesi gün herkes . . . gazetesini aramışsa da esrar-ı cinayata dair hiçbir şey göremeyince adeta üzülmüşlerdi . Dostlardan birisi gazetenin muharririne dedi ki: - Taze havadis yoksa bile yine müthiş cinayetlere dair gö­ rüşlerinizi olsun yazsaydınız da halkı üzgün bırakmasaydınız. 129

Gazeteci zarifçe bir gülüşle dedi ki: - Affedersiniz efendim. Temcit pilavı gibi bir şeyi tek­ rar tekrar yazmak bizim gazetenin işi değildir. Doğru hava­ dis ne zaman gelirse onu yazarız. Görüşlere gelince, bu gibi işlerde görüş bildirmek mahkemenin zihnini karıştırır. Biz yalnız havadis vermeye mecburuz. Mahkeme ne mütalaacia ise hükmü verdiği zaman anlaşılacağından onu da o zaman yazarız. Bir gün daha geçtiği halde gazetede yine bir şey görüle­ medi. Nihayet üçüncü gün şu yazı yer alıyordu. Halk şimdi­ ye kadar yazılanların tümünden daha büyük bir ehemmiyet­ le bu yazıyı oku d u . Yü ksek kom isyon Hediye H a n ı m ' a b i r g ü n islira hat için izin verdi kten son ra dün hanımı g etirterek sorgusuna deva m etti . Bu sorg u d a H ediye H a n ı m bazı önemli itiraflarda b u l u n­ m u ştur. Ezc ü m l e Pe ri' nin Öreke Taşı' nda maktul olduğ u n u, H a l i l S O ri' n i n de orada yaraland ı ğ ı n ı, ya ra laya n v e katilin Ka l pa­ za n M u stafa o l d u ğ u n u ve M u stafa ' n ı n firarda b u l u n d u ğ u n u söylemiştir. Ya l n ız H a l i l S O ri'nin ne g i b i işlerle ne yolda tica ret eder bir a d a m old u ğ u n u bilmediği hakkındaki ifadesinde ısra r etti­ ği g i b i kendisi i l e H a l i l arası n d a ki m ü nasebete dair hiçbir şey söylemem iştir. Ya l n ız bir za man, ya n i kendisi pek gençken, pederiyle bera ber S u r şehri ne g ittiğ inde o rada Halil S O ri'yi ta n ı d ı ğ ı n ı , i sta n b u l ' da da görüşerek ahbap oldukları n ı, bu a h b a p l ı kta n d o layı ca riyesi Peri'yi de a rada bir Halil'in evin e gönderd i ğ i n i beya n etmişti r. B u n d a n başka n isa hasta nesinde Peri'nin naaşı n ı otopsi edi p inceleyen ta bip ve cerra h l a r da kızı n resmini tan ı m ış l a r­ sa da a rtı k bu şehadeti n ehemm iyeti ka lmamıştır. Hediye H a­ n ı m ' ı n itirafla rı üzerine Halil S O ri' n i n validesi ve kızı ile hizmetçi­ sinin sorg u d a etti kleri ikrarların, itirafların da o kada r büyü k b i r ehemm iyeti ka l m a m ıştır.

130

D ÖRD ÜNCÜ B ÖL ÜM KALPAZAN M USTAFA

ı Beyoğlu'nda inceleme ve soruşturma yapmakla görevli olan komisyonun görevini yürütüş şekli . . . gazetesiyle pey­ derpey yayımİandıkça İstanbul ahalisinin merakı o kadar arttı ki bu derecelere kadar genel merakı uyandıran şey bir­ çok seneden beri görülmüş değildi. Bir aralık komisyon tahkikatına ara verd i. Bu ise halkın merakını daha da artırdı . Bazı kimseler Osman Sabri ve Ha­ fiye Necmi'den başka Hediye Hanım'ın bile beraat edecek­ lerine kanaat getirir, bazılarıysa aksine Mecdeddin Paşa'nın bile ilk tahkikat komisyonu tarafından itharn edilerek tutuk­ landığını rivayet ederdi. Halbuki bu söylentilerin, bu dedikodu ların hiçbiri işin asl ına benzemiyordu. İşin en doğrusu, söz konusu komis­ yon o zamana kadar icra etmiş old uğu ilk tahkikat üzeri­ ne mükemmel ve ayrıntılı bir rapor kaleme alınakla meşgul oluyordu. Bir haftadan fazla zaman zarfında . . . gazetesinde cina­ yetlere dair hiçbir satır yazılmaması kamuoyunda merakın arttıkça artmasına neden olduğu halde bir gün bu gazete, komisyonun tahkikat sonucunu içeren raporun hazırlanma­ sıyla meşgul olduğunu bildirince herkes bu rapora dair ha­ ber alma merak ve beklentisine düştü. Halbuki bu rapordan ziyade kamuoyunun merakını giderebilecek bazı belgeler gazete sütunlarını işgal etti. Bu evrak Kalpazan Mustafa tarafından gönderilmiş altı kıta mektuptur. Numara ve tarih sırasıyla tümü . . . gazetesin­ de nasıl yayımlanmışsa, aynen buraya aktarılacaktır.

133

Birinci Mektup B ü kreş'ten , . . . ta rihinde, . . . y ıl ı n d a i sta n b u l ' d a . . . g azetesine M u h a rrir Efe n d i Hazretleri ! B ü kres'ten size b i r muhbiri n Osm a n l ıca mektu p yazması n ı g a ripsemeyin . Vata n ı nda barına mayan b i r adam başı n ı a l ı p g u rbetiere d ü şm e kten başka n e rede sı�ınak bulabilir? Ben a d ıy l a san ıyla Ka l paza n M u stafa'yım. Ne fen a la­ ka p ! Öyle de� i l m i ? Hatta yi� it l a ka b ıyla a n ı l ı r denildi�i h a ld e b e n i m l a ka b ı m a n ı l a mayacak kad a r pis, cinayetle m u rd a r b i r l a ka ptır. O n u size a rz edişim i s e her şeyden önce bildird i klerim hakkında d ikkati n izi çekmek içindir. i � re n ç cina yetin i u�ursuz l a ka bıyla itiraf eden bir can i baş­ ka h a l l e r a rası n d a ya l n ız sizin de� il kôinatı n dikkatin i çeke b i l i r. Zira g azete n izde b u nca sütu n u işg a l eden Ö reke Taşı cinaye­ tiyle H a l i l S O ri ' n i n intiharı meseleleri n i n tertipçisi ve fai l i a n c a k o a d a m d ı r. Size şu m e ktu b u yazma kta n m a ksad ı m a klanmamı sa�la­ m a k gi b i i m kô nsız bir haya l de�ildir. Ben kendimi aklarn ıyer rum. Kendim yine kendimi ith a rn ediyo ru m . Fira rdan başka se­ la met semti b u l a madı�ım için kaçmışım. Su halde bir gazete va­ sıtasıyla a kl a n m a n imetini elde etmeye çalışma n ı n a h m a k l ı kta n başka bir şey o l m a d ı � ı n ı biliri m . Bense o kadar ahmak de� i l i m . i s m i m i n Kal paza n Mustafa oldu� u n u bildirdim. Fakat b u isim son ra kaza n d ı � ı m isimdir. Evet, ka l paza n l ı k, h ırsızlı k, kati l l i k birer sıfat, birer l a kapsa da insa n l a r a n a la rı ndan do�du�u za­ man bu sıfatl a rl a do�mazlar. Bu l a ka p l a rı birer mahlas gibi pe­ derlerinden o l m azlar. Sonra n ice vukuat ve de�işiklik olur ki b i r za m a n temiz p a k olan isimler birtakım i�renç lakaplarla kirlen ir. B u n u n l a beraber i�renç l a ka p l a kirlenen her biça ren i n ka l b i n i simsiyah kararmış za n netmemelidir. Akıl sa hipleri n i n nezdinde m a k b u l olarnamakla bera ber b u n l a rdan h e r b i ri n i n birta k ı m özürleri va rd ı r. H i ç olmazsa biçareleri insa n l ı k defte­ rinden tü m üyle sil mernek ve h a l lerine acımak için bu özü rlerin yard ı m ı o l a b i l i r. Hele hele macera l a rı, kendi lerinden son ra 1 34

hemcinsleri n i n cinayetierin müthiş kuyusuna düşmemesi h usu­ sunda yol gösterici ışık olara k görü l e b i l i r. Ben ki Kal paza n M u stafa'yım, b i r za m a n l a r adım Heza r­ fenzade M ustafa Bey' di. Pederim H ezarfen M e h met Çelebi ad ıyla bilin i rdi. Hem de hakikaten hezarfen l idi. Saatçilik, ku­ yumcu l u k gibi i nce sanatlar, fizik, kimya gibi nazik i l i m ler bütü n kura l la rı, ka n u n l a rıyla pederimin a deta b i r türlü e�lencesin e hizmet ederdi. Bir ahbap cemiyetin i eğlendirmek için erg i n kardan mum ya pıp yakmak veya çeşmeden getirdi � i bir bard a k suyu gaz gibi ya kıp hayret bakışları n ı patlatma k babam için sıradan hü­ nerlerden sayıl ı rd ı . Bilindik kibrit çeşitlerinden başka benim bi� diğ im sekiz türlü kibrit yapmıştır ki yan d ı ğ ı zam a n allı yeşil li ren k verenleri, g üzel koku yaya nları, fişek g i b i patlaya n l a rı veya hiç sesi, alevi çı kmayara k ya l n ız ka plan d ı ğ ı ç ı rayı yakanları vard ı . Kısacası h e r biri ayrı ayrı hayret bakışl a r ı n ı kendine çekerdi. Pederimi daha fazla a nlatmaya d eva m edersem "Bu he­ rif babasıyla iftih a r ediyor!" diye b i r de ka ba ku ru ntuyla beni ayı plarsın ız. Fa kat ayıplamayın . H eza rfenzade olmak dolayı­ sıyla nasıl bir ada m ı n o� l u oldu ğ u m u ş u kad a rc ı k bir tarifi m l e görüp a n la d ı kta n sonra baba m ı n a d ı n a n e kad a r layık oldu­ ğ u m u şimdi göreceksi n iz. Ben çok küçük oldu�um za m a n d a n beri hacıyatmaz g i b i Eyüp oyu ncakları n ı a sla ta n ı mad ı m . Pederi m e hezarfen u nva­ n ı n ı kaza n d ırmış o l a n türl ü tü rlü a let ve edevat benim oyu nca­ ğımdı. Babam ya l n ız b u n ların ne g i b i şeylerde k u l l a n ı lacağı n a zihnimi yatıştı rmakla kal maz, ku l l a n ı l ı ş şeki l lerine e l lerimi a l ı ştı r­ mak için çok uğraşırd ı . Sekiz yaşı n d a var m ıyd ı m yok m uydu m bilemem; bir g u g u k l u saati tü müyle söküp yine toplayara k oy­ nadığ ı m ı pekôlô bilirim. Fındık, badem, ceviz g i b i meyvelerin alcıyla ka l ı b ı n ı çıkard ı � ı m, içlerine tekra r sulu alçı döküp vücu­ da geti rdi�im a lçı yemişleri ta biatı ta klit ederek boyadı�ım, kı­ rıp ba n a yedirmesi için va lideme verdi�im, biça reyi aldatarak

Çok yetenekli olup elinden çok iş ve sanat gelen, çok şey bilen ve yapabilen (kimse). 135

agzı n ı a l ç ı p a rç a l a rıyla dold u rd u g u m zam a n dokuz yası m d a n a sa g ı d eg i l se m de on yası mdan da yukarı degildim. Fizige, m a ki n eye, kimyaya, fen le re ve diger sanatla ra d a i r pederimde b i rçok Fra nsızca kita p va rd ı . B u n ları Fransızca bi­ len b i ri okusa benim kadar a n l ayaca g ı n a ihtimal vere m e m . Fakat henüz Fransızca bilmedigi m i ç i n b u n l a rı a n l a m ıyord u m . Resim le ri n i görüp merak ederek pederim i b i n türlü soruyla sı kıs­ tırd ı g ı m için kita pların içerigi n i a deta ta m a m ıyla ögre n m i sti m . Sonra d a n F ra n sızca ögrenip de b u n l a rı tekra r okudug u m za­ man bazı d ü stur ve denklemlerin çözü münden baska yeniden bir sey ögre n m i s oldugumu söyleyemem. M e ra kl a rı m ı n tüm ü n ü n pederime h ezarfen laka b ı n ı kaza n­ d ı ra n m e ra k l a r olması dolayısıyla babam beni yaratı lı ş ı n e l i n­ den kendi vücudu n u n ikinci nüshası o l a ra k çıkmış diye tel a kki etm iş. i ste baba ogul muhabbeti n i bir de kendi muhabbetiyle a rtı rmış, her m e ra kıma yol açm ıştı . Asl ında Mekteb-i Tıbbiye'ye yozı l d ı g ı m h a l d e Bahriyeliler ve H a rbiyelilerle de dost o l d u­ g u m d a n tatil za m a n larında ya Marmara ' n ı n Ada la r Den izi kısm ı n d a sa n d a l l a rl a volta vurur veya Zincirlikuyu, Feriköy ta­ rafl a rı n d a a l a bildigime at kostu rmak, nisan ta limi ya pmakla vakit geçirird i m . H e l e telgrafh a n e zih n i m i en çok meşg u l eden yer o l d u . Artık orada edindigim d osila rio bazı kullanılmayan tel g raf makineleri n i n elektrik bata rya l a rında yapay şimşekler, yıld ı r ı m l a r meyd a n a getirip eg lenirdik. On sekiz yasıma gelinceye kadar fikrimin olanca kuwe­ ti n i fen gariplikleri, sanayi acayiplikleriyle meşg u l ettigirnden sevda d uyg u s u asla kalbime yol b u l a m a mıstı. Fakat bu kad a r gecikme o y o l a g i rdigirnde yasıtl a rı m ı n hiçbirisinde derecesi görü l e m eyecek kadar şiddetli geçmesin i gerektirdi. Peri yüzl ü l e re ilk dikkatimi resi m mera kı çekti. Resim meskle­ ri n i kopya etmekten a rtık zevk a l a m a m ayo başlayı nca dog a l nesneleri kopya etmeye koyu l m u stu m . Çehrelerini resmettig i m komşu kızla rı n ı n e n se ve gerda n l a rı n ı da h ü lyaya başla d ı m . Gög üslerinden aya klarına kad a r endamlarındaki latifl igi, vü­ cutl a r ı n ı n tatl ı l ı g ı n ı düşün meye başlayınca o kadar perisa n b i r kadı n düşkü n ü o l d u m ka ldım ki ta rif ka b u l etmez. 136

Hem de güze l ierin tüm ü n ü be� e n i r, tü m ü n ü severdim. N i­ hayet bu sevdal a rı m ı n nasıl hel ak edici, m üthiş bir afetle top l a n­ dı� ı n ı a rz etmekten evvel şunları da b i l d i reyim : Ya ra n m a k istedi � i m kızla ra, kad ı n l a ra p a ra d a n başka ne olursa olsun hediye ve ta kd im etmeye m u kted i rd i m . Bir kad ı n ı n resmini ya pma n ı n kendisi için ne kad a r büyük bir g ö n ü l a l m a olaca'� ı n ı a n l atmaya hacet yoktu r. B e n se Avru pa' d a n gelmiş resimlerde bir hotoz, ı bir çiçek, bir g e rd a n l ı k, hôsı l ı herhangi şeyi seçti�im kad ı n be�enirse o n u n oyn ı n ı m utlaka meydana getirip sunmakta n ôciz kal mazd ı m . Elimin h ü ner eseri olan şey­ leri satacak olsam e pey para da kaza n a b i l i rd i m . Fakat pede­ rim henüz sa� oldu�undan idarem d e recesi nde beni parasız bıra kmazd ı . Zaten aşk işlerinde pa raya i htiyacı ôcizlik alameti olara k gördü � ü mden maşukalarıma p a ra m l a de�il, h ü ner ve marifetim l e kendimi be�endirmeyi şa n saya rd ı m . Bu merakla bu g ayretle hakikete n h ü ne r s a h i b i b i r a d a m o l d u m . Kuyu m c u l u kteki maharetim K u y u m c u Ç a rşısı'nda bile kabul ed i l mişti. Birçok yalancı taşta n ve fakat b u n l a r ı n kolay kolay fa rk edi­ lemeyecek hasları n d a n bilezik ve gerd a n l ı k g i b i şeyler donat­ mak için bazı m ü h i m kıymetli edevata ihtiya c ı m beni Kuyu mcu Çarşısı' n a m ü racaat mecbu riyelinde b ı ra km ıştı . Orada donat­ tı� ı m şeyler, maharetler yine en m a � r u r o l a n üstatla rı bile öyle veya böyle uta n d ı rı rd ı . Yaptı � ı m elmasl a r yo lancı şeyler o l s a d a b u n l a rı n taşları gerçe�e pek ya kın oldu�u gibi zem i n le ri de halis a ltına pek ya kındı. Bakır gibi, a nti mon gibi, çinko gibi madenler elde iken bunlard a n uyg u n bir malgama2 ya p ı p bir de kuvvetiice ya ldız vurunca en halis altı n l a ra eyva l l a h m ı ederi m ? Her şeye a ş ı r ı merak h ü n e r v e m a rifetim i o kada r a rtırdı ki bir zam a n "hezarfe n " denilince derh a l hatı ra pederim gelirdi. Son ra l a rı b u lakap söylendikçe herkes b u n u n bir kelimesi n i n eksik oldu�u v e tam a m ı n ı n "hezarfenzade" olması gerekti�i için saçlannın üstüne taktıkları, çeşitli yapılmış küçük başlık. Cıvanın metallerle karıştırılmasından elde edilen alaşım. Kadınların süs

2

1 37

renk v e

biçimde

ka n ısıyla m a ksa d ı n ben old u � u m u za n n ederlerdi. Ya n i b u yol­ d aki şan ı m pederi m i n şan ı n ı kat kat geçmişti. S ö h reti m i n en mesudane ola n ı n ı n kad ı n l a r nezdindeki şöh­ retim olaca�ı pek de uzun uzad ıya izah a lüzum göstermez. Yirmi yaşı m ı az geçmiştim ki pederim vefat etti. O kadar fen n i ve sınai tecrü beyle meşg u l olan ada m d a birikmiş p a ra b u l u n mayaca� ı a şi ka rd ı r. Kitap v e a let o l a ra k b ı ra ktı� ı şeylerin kıymeti beş b i n l i ra kadar ta hmin edilebilird i . Anca k b u n l a rı satı p pa raya dön ü ştü rmek bence m ü m k ü n m ü ? O n l a ra meftu n o l m a kta b e n de pederimden aşa�ı de� i l d i m . O n d a n son ra bir sene kad a r müddet za rfında h ü n e r v e ma rifetimden n a kden yara rl a n m aya mecbur o l d u m . En i y i krc­ nometreleri bizdeki saatcilere vermenin ta mamen bozd u r m a k d e m e k olaca � ı n ı fa rk eden lerin e n güvenilir saateisi ben o l­ d u m . S ilece�i m b i r saat için ücret belirlemezdim. Müşterilerim dört beş mecidiyeden aşa�ı ücret vermezdi . Felem e n k taşlı el masimı n ı n foya l a rı bozu lmuş olan h a n ı m­ lar yen i l e m e ve tem izlenmeleri n i yine benden rica ederlerd i . Bu rica ewelkileri g i b i karşı l ı ksız o l m ayıp işine göre b i rkaç mecidiye veya b irkaç lirayla hatı rı m ı sorarlard ı. Bir mada m ı n sevg i l i fi nosu n u n veya b i r h a n ı m ı n p a m u k kedisinin resmi n d e n iba ret b i r l e v h a ya pıp ta kdi m edecek o l u rsam mada mdan a l a b i r d üzine m e n d i l v e hanımdan b i r bohça l ı kl a hal hatır sorma şerefi n i başkaca bir istifade saya rd ı m . N i h ayet çiçek sevdasıyla şeyda olan kelebek g i b i ren g a­ ren k yüzlerce, b e l ki binlerce çiçe�i dolaştı kta n son ra Beyo�­ l u ' n d a G a l atasa ray Zabıta M e rkezi' nde özel bir kom i syon huzurunda sorg u s u n u muteber ve övg üye de�er gazelen ize yazd ı � ı n ız H e d iye Hanım' a tutu l d u m . M u h a rrir Efe n d i ! Hediye H a n ı m i l k tah kikat komisyo n u n d a kend i n i gösterd i�i zaman katipierin hayretlerinden n a s ı l o l u p da ka lemleri d ü ş m edi? N a s ı l o l u p da gözl ü kleri buru n l a rı üze­ ri nde zı p z ı p sıçra madı? Gerçi H ediye Hanım kırk yaşı n a gelmiştir. Ama henüz pek çok kıymetbiliri akıldan çıkaracak kada r g üzeldir. E�er kendisini görmüşsen iz b u sözü mü, bu hükmümü tasdik ve teslim edersin iz. 138

Ama şu su retle ka lem yürütüşüme b a k ı p da san mayı n ki ben de kendisine da i r olan şu satı rları titrek b i r elle yazıyoru m . Hayır, ya lan söylemeyeyim. Ellerim titrem iyar degil, fakat aşkın şiddetinden degil, gazap şiddeti n d e n . Ç ü n kü a lemde ne bela çektimse bana o gaddar çektirmiştir. O n u gördügüm güne kadar n a m usuma asla leke gelmemişken beni en rezil bir can i eden, 'gerek dog rud a n dogruya ve gere k dolayısıyla hep odur. Bakı n beni yol d a n çıka rmak için i l k i n n a s ıl başa rılı oldu. Bir gün gazetenin birinde oku m u ştum . Ressam ı n biri lokan­ taya gitmiş. Yemek yemiş. Bir fran ktan i b a ret yemek parasını ve­ recek parası olmadıgından ta bagın üzeri ne bir fra n k resmetmiş. Kalkmış yürümüş. Resim o kadar m ü ke m melmiş ki loka nta uşag ı bunu uza kta n aynı fra n k sa nmış, ressam yemek parasını bıra ktı za nnederek lokantadan çıkıp gitmesine m a n i olmam ıştır. Ben bu yazıyı okudum ama i n a n m a d ı m . B u n a inanmak için ressa m l ı g ı n gerçeklerine vakıf olmamak gerekir. Ressa m o ta bag ı n üzerine yaptı g ı fra n k res m i n i a lelacele k u rşunkalemle ya ptıysa ne rengini n e parıltısını fra n g a benzetemeyeceginden lokanta uşag ı n ı aldata m az. Yok eger boya l a r ın ı ç ı karıp fı rçay­ la na kşettiyse öyle gerçekten fra n k sa n ı lacak bir resmi bi rkaç da kika içinde ya pmak mümkün ola mayaca g ı gibi bu işlem lo­ ka nta uşa g ı n ı n gözü nden kaçı rı l a m az. Fakat bu hi kayeyi okumakla b a n a b i r fikir geldi. Hediye'ye hoşl u k s u n m a k isted i m . Bir gece saat ü d e re dörtlere kadar soh­ bet ettikten son ra kendisi uykuya d a l m ıştı. Yaz sa b a h ı ne kadar latif olur! Bu letafete hayra n ken aklıma oku d u g u m yazı geldi. Cebimde bir küçük üstü beç 1 taşı d ı g ı m d a n gereken boya l a rı çıkarıp Hediye' n i n aynası üzeri ne b i r köşesinden soku lmuş bir ban knotu n resmine başla d ı m . Hem de b a n knot kolayla ya pış­ tırılmış g i b i d ü mdüz d u rm uyor. Ben o kad a r aciz bir sanatka r mıyım? Bir köşecig inden il işti ril m iş o l a n b a n knot aslı nda dörde bükülmüş oldugundan ayna üzeri n d e o bükü ntü le r, çukurlu ve ka barı k l ı olara k görün üyor.

Boya işlerinde kullanılan kurşun karbonat ve kurşun hidroksirten oluşan zehirli madde. 139

M a rifet b u n d a n da ibaret de�il. B u n d a n başka b a n k n ot aynaya a ki s d a h i etmekle b i r b a n knot ayn a n ı n üzerin d e g ö­ rü l d ü � ü g i b i b i r d i�eri de ya n s ı m ı ş olara k ayn a n ı n içi n d e g ö­ rül üyor. Ne o M u h a rri r Efendi? iddia etti � i m m a h a reti biraz uza k m ı g ö rüyors u n uz? Bu resim son rad a n parça l a n m ış o l a n o a y­ n a n ı n b i r p a rç a s ı üzeri nde h ô l ô mevcut ve o za man M ecded­ d i n Bey iken ş i m d i Mecdedd i n Paşa o la n zatı n kona� ı n d a b i r ya l d ız l ı çerçeve içinde ası l ı d ı r. Ta m on b e ş senedir sakl a n ma­ sı ressa m l ı k m a h a reti n i n fevka ladeli�ine dela let eden n efa seti içindir. K u l u n u z b i raz iddia l ı sa n atkô rlarda n ı m . N eyse son ra söylenecek şeyleri de şimdiden söyle m e l i­ yim . Saat dörtten g ü n d üz saat b i re kadar Hediye uyumaya ve ben resim ya p maya deva m etti k. Resim Hediye' nin de�il, be­ n i m de g özü m ü a l d ataca k kada r m ü kemmel oldu. B i ra z son ra sevdi�im uykud a n uya n d ı . Ka hveden ewel bir s a b u h , l daha son ra kahveler, kahva ltı l a r ... Sefa l a r ta m a m oldukta n son ra ka l k ı p işime gitmem g e re k­ ti . Acil b i r işim de yok ya . Fakat tertip etti� i m vazife böyle b i r i ş i n var o l m a sı n ı gerekti rdi . Ta m ved a l a ş ı p gidece� i m e s n a d a d e d i m k i : - Hed iye, b e n i m g i b i zü� ü rtten n e çıka b i l i r? Ne ç ı ka b i l m e­ si m ü m kü n se a y n aya astı m . H ed iye aynaya baktı . Banknotu görünce p ü r gaza p ke­ sildi. " Be n seni p a ra n için mi? . . " diye hemen aynaya koş u p b a n k n otu kop a ra ra k suratı m a ça rprnaya davra n d ı . Bereket versi n ki ayna ka l ı n ve kuwetl i o l d u � u n d a n elinin d a rbesi n e daya n a bi l d i . S a niye l e rce m ü mkün de� i l i ş i n a s l ı n a a k ı l erdiremed i . Z i ra resme b i rkaç d efa daha h a m l e edere k, el uzata ra k kop a rtma­ ya ç a l ı şıyord u . N i h ayet işi a n l ay ı n ca h ayra n hayra n yüzü m e ba ktı d a dedi k i :

Sabahları mahmurluk gidermek için içilen şarap. 140

- i l a h i M ustafa ! H eza rfenzade hezarfe n m işsin . Bana b u resi mden b ü y ü k hiçbir yadigôrın o l a m az. Ah, m üth iş kad ı n ! Ah helak edici aşüfte ! Benim de o resim­ den daha büyü k bir fel a ket sebebim o l a m a d ı . M u h a rri r Efendi, k a ç k ô � ı t d o l d u rd u � u m a d i k kat buyu­ rur m y s u n uz? Ben yazıcı de� i l i m ki bir d efad a b u n d a n fazla yazı yaza bi leyi m . Siz bile gazele n izde söz uza d ı kça "a rkası ya rı n " diyors u n uz. B e n de " a rkası g e l ecek posta " demeye mecb u r u m .

2 . . . gazetesinde Kalpazan Mustafa ' nın ilk mektubunun yayımlandığı gün İstanbul içinde birçok çevrede görülen hale vakıf olsaydınız adeta hayrette kalırdınız. "Yiğit lakabıyla anılır" sözü gereğince Mustafa kendisini kalpazan diye tanımladığı zaman bu Kalpazan Mustafa'nın kim olabileceğini henüz hiç kimse anlayamamıştı. Öyle ya ! Kalpazan olan adam sanat ve sıfatını aleme ilan mı eder ki kim olabileceğini herkes derhal anlasın ? Fakat Hezarfenzade dediği anda kendisini İstanbul içinde yüzlerce ve hatta binlerce adam derhal tanıdı. Eğer "zade" kelimesini katmamış olsaydı yine tanınırdı. Belki daha kolay tanınırdı. Çünkü daha pederi sağken Mustafa 'nın şöhreti onu birkaç kat geçmişti. Mustafa'yı yalnız akıllara durgunluk veren hüner ve ma­ rifetiyle şöhret kazanmış sanmayın. Bu adam hovardalığıyla daha çok meşhur olmuştur denilse bile abartılmış sayılmaz. İşret, kadın düşkünlüğü, kumarbazlık, dövmek, dövülmek M ustafa için günlük vukuattan ve belki de günde birkaç defa tekrarlanan hallerdendi. Hiç şöhret kazanmadığı bir şey varsa o da kalpazanlıktı. Bununla beraber . . . gazetesine yayımiattığı mektupta kendisini her şeyden önce bu ad ve sıfatla teşhir etmiş olmasında ne hikmet olabileceğini henüz biz de anlayamadık. Kendisini tanıyanlar da bizim gibi anla141

yamamış olmalı ki söz konusu mektup hangi çevrede okun­ muşsa hepsinde " Acayip ! Mustafa'da kalpazanlık da varmış ha ? " diye hayret uyandırmıştı. Bizce asıl önemli olan bir şey varsa o da Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa'nın mektubunun Mecdeddin Paşa ile Hediye Hanım'a nasıl tesir etmiş olduğunu anlama me­ selesi olabil ir. Fakat Mecdeddin Paşa nasıl etkilendiğini her­ kese hem de kolay kolay gösterebilir mi ? Hediye Hanım ise zaten tahkik komisyonu huzurunda birçok itirafta bulundu­ ğundan Mustafa'nın yeniden yeniye ortaya daha başka sır­ ları dökebileceğini ümit etmemiştir ki büyücek bir teessürle etkilenmiş olabilsin. Halbuki Mustafa 'nın mektubunun herkesten ziyade bi­ zim meşhur Müstantik Osman Sabri Efendi'ye tesir ettiğini okurlarımıza söyleyebiliriz. Bu mektubu okuduğu zaman yanında bulunan Hafiye Necmi'ye demişti ki: - Necmi, dediğim çıktı mı ? Bu herifin her halinin beni şüphede bıraktığını sana bin defa söyledim de seni bir türlü ikna edemedim. Ö reke Taşı vakasını tahkike gidip de Pe­ ri'nin naaşıyla beraber döndüğüm gün Hezarfen Mustafa hep Galatasaray'ın önünde dolaşıp vukuata dair benden ayrıntı bile istiyordu. Yalnız kendisinden böyle bir katilliği ummadığım için aklıma bir şey gelmemişti. Fakat kalpazan­ lık işlerinde şu herifi gözümde bin defa zanlı durumuna dü­ şürmüştür. İstanbul halkının verd iği olağanüstü önem gazetecinin de dikkatini çekmiş, Varna postasının geleceği gün postanede mahsus adamlar bekletip eğer Bükreş'ten mektup varsa der­ hal getirmelerini emretmişti. Gerçekten de bekledikleri mektup varmış. Mektup matbaaya gelir gelmez hemen mürettiplere ve­ rildi. Zira ayrıntılı bir şey olduğundan akşama kadar diziJip tashih edilerek ertesi günkü nüshaya girmesi gerekiyordu . Ertesi günse İstanbul halkı Kalpazan, diğer adıyla Hezarfen Mustafa'nın ikinci mektubunu aşağıdaki gibi okudu:

1 42

Viya na' dan, . . . ta rihinde, . . . yı l ı n d a . . . gazetesine M u h a rrir Efendi Hazretleri, Bu defa ki mektu bu mu size Viya n a ' d a n yazıyoru m. Zira benim gibi bir cani için Bükres şehrini pek de e m i n göremedi­ ğimden Viya na'ya taşınmaya mec b u r o l d u m . Size bu mektu bumda Hediye H a n ı m' l a üç b u ç u k sene devam eden aşk i l işkimize dair d a h a fazla ayrı ntı vermeye­ ceğim. Ayn a üzerin e resmettiğim b a n k n ot meselesini di kkatle okumuşsan ız ya l n ız şu kada rc ı k bir ihta rı m yeter ki işte her biri o mesele kadar tu haf ve sanatko rea h a l ler içinde pek mesut ömür sürmüştü k. Üç buçuk seneden sonra Hed iye h a kk ı n d a ki m u habbetim tavsadı. Zaten bir m u h a bbette üç b u ç u k sene deva mıma şaş­ mış olsa n ız da yeri va rd ı r. Beni bu kad ı n ı n ele geçirdiği ka­ dar hiçbir kad ı n ele geçirmem iştir diyebilirim. Zira son rada n Peri'ye b a ğ l ı l ı ğı m Hediye hakkı n d a ki duyg u l a rı mdan, bağ l ı l ı­ ğırndan daha fazlayd ıysa da Peri b e n i m için bir kadın değil, adeta bir melekti. Bununla birlikte muhabbetim tavsad ı ktan sonra da Hediye ile münasebetimiz kesilemedi. Nasıl kesilebilsi n ? Ben Hediye'nin her sırrına vakıf olduğum için benden ayrı l m a k kendisini ya alemin di­ linde rezil etmek yah ut kanun pençesine düşürmek demekti. Hediye' nin ne g i b i sırları na va kıf o l d u ğ u m u sorma kta acele etmeyin . On ları siz sormamış olsa n ız d a yeri geldiği za m a n a n lataca ğ ı m . $ i m d i l i k ya l n ız şu kad a rı n ı h a ber vereyim ki H e­ diye' nin kedi gibi dokuz canı olsa, dokuzu n u da birer birer çıkarm a k için dokuz ö l ü m le idam etmeli, sonra karşısına geçip o kada r g üzel bir vücuda nasıl kıyı l a b i l m i ş olduğuna h ü n g ü r h ü n g ü r a ğ l a m a l ı d ı r. Üç buçuk sene n i hayeti nde m u h a b beti m tavsad ı kta n son­ ra da H ed iye'ye deva m ederdim. Söyle ki o za mana değ i n Hediye sudarı n ı n sırlarından hiçbirisi n i b e n d e n saklamadığı, belki bazı l a rında beni kendisine yard ı mcı ve suç ortağı ola­ ra k ku l l a n d ı ğ ı h a lde ya l n ız aşüftece sırları n ı benden gizlerdi. Hem de o kadar m a h a retle gizlerdi ki b i rçok za mana kada r 143

H ediye'n i n g erçekten benden başka hiç kimseyi sevmedigi­ ne, sevem eyeceg ine cidden i n a n m ıştı m . O birçok zam a n d a n son ra H ed iye' n i n sadakatinden ş ü p h e etmeye başia m a m üze­ rin e H ed iye a k l a n m ışlıgını, sada kati ni, muhabbette sebatı n ı bana o kadar m a h i rane ispat v e tem i n ederdi k i pek çok d efa kendisine adeta z u l ü m ve h a ksızl ı k ettigime i n a n ı rd ı m . Lak i n m u h a b betim çökmeye y ü z tuttu kta n son ra şü pheleri m i n b e n i ewe l ki g i b i üzmemeye, gücendirmemeye başladıgına o zeki ve uya n ı k H ed iye dikkat etti, ewel ki gibi kaçın maya mec b u ri­ yel görmemeye başladı. Filanca efendiden ve filanca beyde n kendisine b i r a ş k mektubuyla ş u hediye geldig i n i ba na da gös­ terird i . Özür o l a r a k derdi ki: - M u stafa ! D ü nya bir a raya gelse ben hep sen i n deg i l m i­ yim? B a n a i l a n-ı aşk eden a h m a kla r ın şöyle pahalı hediyel e ri n i kab u l ed iverirsem n e o l u r sa n ki? Zaten h e r menfaatte sen i n l e müşterek d e g i l m iyiz? Kaçı n m a l a r aza l a azal a Hediye' n i n cü reti a rtmaya baş­ ladı. Ö n celeri n e reye gitse, ne yapsa bana hesa p vermeye kendisini m e c b u r görürdü. Sonra konagına geldigim bazı za­ m a n l a rd a h a n ı m ı n konakta b u l u n m a d ı g ı n a dair haber a l ı rd ı m d a g üya ca riyeler h a kkında b i r şüphesin i çekmemiş olmak için sel a m l ı kta 1 yatmaya kendim razı o l u rd u m . Dikkat buyuruyor musunuz M u h a rrir Efendi! Ta bialı m d a ki fazilet nasıl bir a l e a k l ı­ go dönüşmeye başlam ış. bte b u şekilde bir üç buçuk sene daha devam etti k. Bense a rtık e l i m i n h ü n e riyle para kaza n m a z oldum. Hed iye b e n i m h e r i htiya c ı m ı karşı ladıg ından, benim ona hizmetim ise a rı, n a­ m usu, hatta iffeti, insan hakları n ı, ka n u n lara, nizarniara riayeti ayak l a r a ltına a l m a k zahmetine katla n d ı kta n sonra başka h i ç­ bir za h m eti g e rekti rmediginden i l ki n Hediye' n i n gön ü l l ü esiri iken şimdi a deta satı n a l ı n m ı ş kölesi o lm uştu m . E g e r olayların a kışına n ispetle yaşımı hesap ediyorsa n ız, yaşı m ı n yirmi sekizi geçmiş old u g u n u a n l a rsın ız. Eskiden konak, köşk ve evlerin erkeklere

ayrı lan

bölümü; hariciye

de

denirdi. Genell ikle evlerin ön tara fı nda yola bakaca k biçimde yapıl ır, kapı­ sı doğrudan ana yola açıl ırdı.

144

Bu sı radaydı ki Hediye bir ca riye satı n a l d ı . Dokuz n i h a­ yet on yasında bir kız ki ismi kudreti n e l iyle a l n ı na yazı lmış biri vesselam. Ne kad a r kad ı n yüzü görd ü m, n e kadarı n ı resmettimse b u k ı z kad a r g üzel, m a s u m an e , zeki v e kavrayıslı bir çehre daha görmedi m . Gözleri nde pa rlaya n zekô ısıklarıyla dudakları n­ daki (Tlelek tebessü m ü ne garip bir tab l o ol u ştu ruyor! Peri'yi görü r görmez Hediye'ye " B u beni m ! " dedim. O da bana " Evet sen i n d i r. Terbiyesini sa n a h ava le etmek üzere aldım" dedi. O günden başlaya ra k a rtı k Peri dizlerimin üzerin­ den bir an bile kaybolmadı. Peri henüz hiç Tü rkçe bilmez acemi b i r kızd ı . Tü rkçe öı::J ret­ ti m, okuttu m . Arapça ve Farsçad a n b a ska epeyce Fransızca da öı::J rettim . Piya no, keman, ud o l m a k üzere üç sazda m a h i r bir sazende o l u p kendi l iı::J i nden pesrevler, sarkı l a r besteleye­ cek kada r da musikide nasip sa hibi o l d u . Ta m b e s sene Peri ' n i n i l k öı::J retme n i o l d u m . Çocukluı::J u n u n ham isi o l a ra k kendisini melekten baska hiçbir sey olma m a k üzere terbiye v e ta l i m e çal ıştı m . Gerçekten de kendime göre basarılı o l d u m . Zira Peri benden h i ç b i r kötü kel i m e isitmediı::J i gibi baska bir kimseden isitmesin e de meyd a n vermed iı::J i m­ den fen a l ı k denilen şeyler hakkında c ü reti söyle d u rsun bir fikri bile yoktu . Düşü n ü n M u h a rrir Efendi ! Düşü n ü n ki H ed iye gibi bir kad ı­ n ı n konaı::J ı n da Peri'yi o melek masumiyetiyle m u hafaza edebi l­ mek için ne kadar özen göstermis o l m a m gerekir. Her kız için ta bii olan kad ı n l ı k vakti geldiı::J i za m a n artı k Peri benim kızım olma derecesinin üst tarafı n a çıktı. M asukam m ı oldu zan n edersin iz? D a h a kendisini i l k görd ü ğ ü m g ü nden beri masuka m d ı r. Fakat o zamana kad a r masuka kızı m i ken ondan sonra masuka dostu m, masuka kardeşim, kısacası dünyada bir kimsem va rsa, o da masukam Pe ri' den ibaret bir şey oldu. Şimdiye kadar bildirmediı::J i m için sirndi bildireyi m . Pederi min ve­ fatı ndan sonra dü nyada yal n ız a nasız ba basız deı::J il, hiçbir kim­ sesiz kal m ıstım. Zira pederimin benden baska hiç eviadı olma­ dıı::J ı gibi öyle a mca, dayı, hala, teyze g i b i de a krabam yoktu . 1 45

Peri ' n i n b e n i m ha kkımdaki hissini de soruyor musunuz? Ası l soru n u n en m ü h i m i bu olaca ktı r. Peri beni seviyord u diye asla ifti h a r edemem. Bir çoc u k babası n ı , b i r ö � renci hocası n ı n a s ı l bilirse Peri d e beni öyle biliyord u . Ç ı k ı ş m a l a rımdan uta n ı r, azarlamalarımdan korka r, yüzü m g ü l d ü kçe ya l n ız sela mette b u l u ndu�uma ka n i o l a ra k ra hatl a rd ı . H a ki ki ba bası de� i l i m ki öpüp okşayı p gön l ü n ü a l a­ bileyi m . Yen i geldi�i za man ya n i gerçek çocukluk halinde b u saadetle ba htiya r o l u r idiysem de biraz son ra kendisinde m u­ hafazası n ı emel edindi�im melek masumiyeti tavrı na halel ver­ memek için o b u se ve oksa ma ôdetin i külliyen terk ettim. Kad ı n oldukta n son raysa buselerine m ü şta k b i r çılgın ôşı�ı de� i l d i m ki kendisine o yol d a muameleyi uyg u n göreyi m . Hatta bazı kere Peri ' n i n elbette b i r kocayla evlenece�i aklıma geldikçe o koca­ nın ben o l a bilece� i m i hayalimden bile geçiremez, genel l ikle Peri ' n i n gelin o l ması ihtima li n i engellemek için elimden gelse çocu k l u � u n a d ö n d ü rmeye ça lışırd ı m . B e n i m g i b i H ediye' nin kirli aşkı u�runda v e sonra l a rı ken­ di n a m e rtçe menfa ati yol u nda her reza leti, her a leakl ı� ı ka b u l etmiş o l a n b i r h a bis için bu kad a r saka m u habbeti ç o k m u görüyorsun uz? M u h a rri r Efe n d i ! Bunu g a ri psemeyi n . E�er insa n l ı k m ezi­ yetlerim evvel ki g i b i mükemmel olsaydı, ben Peri'yi m ü m k ü n de� il böyle ta p ı n m a derecesi nde saf bir m u h a bbetle sevmez­ dim. H e r iyi öze l l i � i m i bir şeyle meşg u l ederdi m. Ası kan e hissim de ya l n ı z g östermelik ve ta bii bir aşkta n ibaret ka l ı rd ı . H a l b u ki ben ken d i m de hiçbir insa n i meziyet görememe derecesi n e düşmüştü m . Ta biatımda ne kad a r g üzel v e kutsa l özellik va rsa tü m ü m a s u m Peri ' n i n muhabbeti n o ktası üzeri nde ikinci defa o l­ mak, yeniden g e nişlemekle bu saf m u h a bbet benim için a deta ya ra d ı l ı şı m ı n p a rçası olmuş ka l m ı ştı. i ste b u sıradaydı ki Hediye H a n ı m Halil S u ri ile ta nıştı. Yal­ nız H a l i l S u ri i l e ta n ışması n ı "Bu s ıradaydı ki" diye tayin ede­ mem. D a h a do� rusu n u söyleyeyim; hemen ta mamı ta m a m ı n a b u n d a n üç s e n e ö n c e o ta nışma gerçekleşmişti r. 1 46

Hed iye H a n ı m evvela Halil'i b a n a S u r a h a l isinden gayet zengin bir tacir diye tavsiye ve ta kd i m etmis, sa natı n ı n m ücev­ hercil i k oldu�unu söylemişti. Gerçekten H a l i l S u ri'nin zü� ü rt adam olmadı�ı ortaya ç ıktı . Anca k kaza n d ı � ı para la rı e l i n i n hü neri, a l n ı n ı n teri ka rsı l ı � ı nda d e � i l , h i l e kô rl ı � ıyla kazandı� ı n ı pek kolay a n layabildim. fi a l i l S u ri ' n i n ya l n ız bir odası ve odasında iki kasa ile b i r çalısma masası va rd ı; mala, metaya d a i r b i r ç ö p ü b i l e yoktu . Fakat o kadar zeki, o kadar hilekôr b i r a d a m ki faize veri lecek parası o l a n l a rı n kendisinden daha e m i n adam ta n ı madıkları için mücevherat vesai re kıymetli eşya l a r ı n ı o n a sa klotması ken­ disine hem sa rraf hem bedestenli gibi bir sanat vermişti. Daha son ra l a rı a n ladım ki H a l i l S u ri en mesh u r ya n kesici­ lerin, en mahir h ı rsızların yata�ıdır. H e r n e rede kıymetli bir sey çalınsa H a l i l Su ri o n l a rı ista n b u l ' da satm a k m ü m künse sata r, bu imkô n ı gerçekleştirmek için elmasları bozma k, sekilleri n i de­ �istirmek gibi de�isikliklere lüzum g ö rü rse o n u da ya par. N i­ hayet i sta n bu l ' da sata mayaca�ı şeyleri Avru pa 'ya gönderir. Avrupa' dan da i sta n bu l ' o ça l ı ntı mal g etirtir. Kısacası H a l i l S u ri umumi bir acenta d ı r; hiçbir para, sermaye koyma ksızı n birçok pa ra kaza n ı r. Ben H a l i l S u ri' n i n bu hal leri n i a n l a d ı � ı m za man H ed iye H a n ı m ' ı n bu sı rlara vôkıf oldu� u n u b i l m iyord u m . Hediye be­ nim eski masukam o l m a kta n ziyade Peri' n i n h a n ı m ı olması do­ layısıyla her seki lde kend isiyle bir irtibatı m oldu� u ndan H a l i l ' i n d u ru m u n u ö�rendi�im za man dostl u k nedeniyle kendisine de bilgi verd i m . Verdi�im bilgiyi ilkin çehresi boz u l a ra k ka rşı lad ıysa d a b e n sözde ilerled i kçe o n d a da çeh re b ozuklu�u be rtaraf oldu; yerine c ü ret ala metleri geçmeye başl a d ı . N i hayet sözü biti rd i k­ ten son ra adeta fütu rsuzca dedi ki: - Ya n l ısın var M ustafa . Halil'i henüz a n laya m a mıssı n . H a l i l evvelce dedi�im g i b i m ü cevhercidir. O n d a n baska e n büyük sa natı bazı meşh u r dava ları destekleme ktir. Avu kattı r demiyo­ rum. H a l i l avu kat de�ildir. Anca k dava l a rla ilg ilenen bütü n beylerin, pasoların en büyük dostu o l d u � u n d a n bir davada 147

bin avu kata m ü ra caat etmektense bir H a l i l Suri'ye m ü racaat etme k kôfidir. i sta n b u l içinde hemen hemen ta nımadıgı a d a m b u l u n m a d ı g ı n d a n her tarafa başv u rarak muhafaza etmek iste­ digi h a kların kayb ı n ı engel ler. H a l i l S u ri h akkında ben i m H ed iye H a n ı m ' a verdigim b i l­ giden o n u n ne kadar istifade edebiimiş oldugunu bilemem, fakat b u adam h a kkında H ediye'n i n bana verdigi malu malta n ben ç o k istifad e ettim . Zira o m a l u mat üzerine tah kikatı b i r kat daha i l eriye g ötü rd ü m . Görd ü m ki Hediye' n i n haberleri tü m üy­ le dog ruym us a m a H a l i l Suri i n sa n la r ın hakkı n ı n kaybo l m a sı n ı engellemek için h e r tarafa basvurmuyormus; a ncak insa n la rı n hakları n ı yok etmek, gayri mesru v e h a ksız g a razları destekl e­ mek için her ta rafa basvu ruyormus. H ı rsızın b i risi ya kayı ele vermiş. Kaç para kopa ra b i l m e k m ü m kü nse H a l i l S u ri o h ırsızın kurtu lm a s ı n ı sag l a r. Herifi m u t­ laka k u rta rı r. Fa kat ondan isiifadesi ya l n ız kopa rdıgı bes o n pa ra d a n i b a ret degildir. Belki o n d a n sonra h ı rsızı kendisine pençikli esir 1 edere k ça ldıkları n d a n herife cüzi bir sey kaza n­ d ı rd ı kta n son ra tü m ü n ü kendisi kaza n ı r. Kati l i n b i risi b i r adam öldürmüş. H a l i l S u ri onu ida m d a n kurta ra c a ksa m utlaka üç insan d iyeli ne karşı l ı k b i r m e b l a g a l ı r, o n b e s sen e p rangadan ku rta raca ksa iki diyet karsı l ı g ı a l ı r. E g e r h e rif prangaya atı l m ıssa m üebbet oldugu h a l d e kaç ı ra bi l d i g i za m a n i k i diyet v e o n b e s sene mahkum iyeiten kaç ı ra b i l d i g i za m a n sa ya l n ız b i r d iyet bede l i a l ı r. Bu diyet ta­ birleri H a l i l S u ri' n i n kendi ta biri o l u p m i kta rları da kendisince o kada r kesi n ve belirl i bir ta rife h ü k m ü ndedir. H a l i s g ü m ü ş dirh e m leri üzerin e hesap edilerek b i r para eksik ve hatta faz­ layı da ka b u l etmez. M e m u rl a rd a n birisi rüşvet a l m ı ş veya ôsar mültezimlerin­ den2 biri zimmetine para geçirmiş. On ların hamisi Halil S u ri olur. N e yapar ya par, herifi ta mamen k u rtarır veya kendisi nden on kuruş ta hsil edilecekse iki kurusla kurtarmaya muvaffa k o l u r.

Vergisi öden miş köle. 2

Öşür vergisi ropl::ı y an memur.

148

Hôsılı bu yolda da H a l i l S O ri ' n i n b u r u n sokmadı�ı hiçbir is yoktu r. Fa kat isieri nden kaza n d ı � ı b ütü n p a rayı ya l n ız ken d i zim metin e geçirir zan netmeyin . K i m b i l i r nerelere kadar para yetiştiri r? Bu rası n ı siz düşünün. insa n l a rdan bazı larını i l k ka rsılasmada sevmek ve ba­ zı lanndan hoslan m a m a k insa n ı n ya pısında va rd ır. H a l b u ki ben H a l i l SO ri'yi i l k gördü�üm za m a n ya l n ı z hoslanmamakla kalmad ı m, sebep ve hikmetini b i r tü rl ü a n laya ma d ı � ı m halde daha i l k görüste b u adam hakkı n d a i nli kama yakın bir d ü ş­ m a n l ı k h issine ka p ı l d ı m . Sonra d u ru m u n u ö�re n d i kçe düsma n­ lı�ım a rta a rta onu vücud u n u n yok e d i l m esi gereken kötü b i r insa n olara k de�erlendirdim. Halil SO ri bana hiçbir şey ya p m a m ı ş oldu� u hatta beni say­ g ıyla ka b u l etti�i h a lde benim ona böyle b i r d ü ş m a n lı k d uygu­ sunda b u l u nusum g a ripsenirse de ben m e ktu p l a rı mda h i kmet­ ten bahsetmek n iyetinde de�ilim; o l a n ı bite n i a n latıyorum . Ya l n ız e�er H a l i l ' e olan düsma n l ı � ı m Hediye'yi kendisin­ den kıska n d ı � ı m a veri lmek istenilirse, kesin l i kle derim ki b u n u n­ la bana büyük bir iftira edilmiş o l u r. Ben Hediye'yi Halil'den de�il, hiçbir kimseden kıska n m a m ayı çok za m a ndan beri havsa l a m a a l ıstı rd ı m . H atta ya l n ız Peri ile meşg u l olara k H e­ diye' n i n fu hus mesg u l iyetinden ta m a m e n kurtu l a bilmem için meydana bir de Halil çı kması ndan m e m n u n bile o lmuştu m . Dikkat buyu ru l m a l ı d ı r k i H a l i l h a k k ı n d a ki düsmanlı�ım ya­ vas yavaş Hediye'ye de geçti . Zira çok za m a n geçmeksizin haber a l d ı m ki Hediye ile H a l i l a ra s ı n d a k i m ü nasebet ya l n ız ôsıkan e bir m ü n a sebetten veya ya l n ız H a l i l ' den hem de yü k­ l üce para kopa rmak münasebeti n d e n i b a ret de�ildi. Adeta hem zaten istidatl ı hem de bilfiil u � ra stı � ı d o l a n d ırıcılık, h ı rsızl ı k fi l a n l ı k g i b i şeylerde H a l i l i l e ittifa k v e o rta k l ı k i ç i n birlesmisti r. Hediye asl ı n d a bir H ediye kuvveti ne sah i p ken Halil ile bir­ Iesmesi nden dolayı kuvveti on H ed iye kuvveti ne çıkmıştır. S O ri de aslında ya l n ız bir SOri kuvvetin e sa h i p ken H ed iye ile ittifa­ kından son ra kuvveti on, hayır, H a l i l öyle yarı ya rıya intikam için hiç kimseyle ortak olmaz; belki H a li l ' i n kuvveti Hediye ile ittifa kta n sonra elli misli a rtmıştır. 149

M u h a rrir Efe n d i ! Bir şeyi izah etmek ve herkesin ibret gözün­ de gere ken ayrı ntısıyla ca n l a n d ı rm a k öyle bir fendir ki ben h e­ za rfen old u g u m h a lde yal n ız bu fende mahir olamadıg ı m d a n H ediye i l e H a l i l ' i n h a l lerini size p e k kısa olarak yazabiliri m . Siz işin ayrıntısı n ı g üzelce düşü n ü n . Hem de söyle düşü n ü n : i sta n­ bul içinde kocas ı n d a n mem n u n o l m ayarak boşanmak isteyen kad ı n la rı n basv u rd u g u ve nasihatçi olmakta n başlaya ra k e n b ü y ü k rü svetle re, en büyük h ı rsızl ıklara, en büyük katiliere va­ rı ncaya kada r bu i ki mel u n u n g i rişmedigi is ka lmazd ı; bu yol d a en rezike m i h n etlere katia n m a kta n geri d u rmazlard ı. H a l i l S O ri' n i n pek g üzel bir k a r ı s ı va rd ı . Hem görün üsee g ü­ zel hem yara d ı l ışça . . . Elçilerden bi risin i n balosu olur. H a n g isi oldugu halı n m a gelse bel irtird i m . Onun da bir baskonsolosu va rd ı r ki ka n ç ı l a rya h a nede 1 m ü h i m bir miras davası ndan do­ layı H a l i l ' i n konsolasla münasebeti varmış. Konsolos, H a l i l ' i n ka rısına abayı yakar. Kur yapmaya baş­ lar. Kad ı ncagız öyle kurdan, m u a sa kadan a n l aya n şeyta n l ı k erba b ı o l m a d ı g ı için konsolasun ya lta k l ı klarından çok sıkı l ı r. Duru m u H a l i l ' e söyler. Halil "Sen a l afra nga ôdetleri bilm iyor­ su n . O n u n sa n a ya lıaklanması benim için bir serefti r. H e rife surat a s m a " diye nasihat eder. Kad ı n iyiden iyiye şaşırır. Konsoloso yine iltifat etmez. B i r­ kaç g ü n son ra H a l i l SO ri kendi evinde konsoloso bir ziyafet ve­ rir. Fa kat m isafi r g e l meden önce, eger bu a ksam da herife g ü­ ler yüz g östermeyecek olursa, söyle d a rı laca g ı n ı, böyle tekd i r edeceg i n i söyledikten baska su sözü agzından çıkarıp der k i : - S e n i n b u a h maklıgın b a n a dört bin l i raya m a l olacak. Konsolos g e l i r. Yemekten önce, yemek sırasında ve ye­ mekten son ra zava l l ı kadı ncagızı o kad a r bezdi rir, bu h a l l e r kad ı n ı n o kadar n a m usuna doku n u r ki h e m e n o gecede n b i r hasta l ı g a tutu l u r; sekizinci g ü n biça reyi Feriköy' e defnederler. Şimdi H a l i l S O ri ' n i n kim oldug u n u a n la d ı n ız mı? H a l i l S O­ ri' n i n kim old u g u n u a n ladıysa n ız, H ed iye' n i n de ne mal o l d u­ g u n a d a i r b i r fikir sahibi olursunuz. Konsolosluklarda vatandaşiara ait işlerin yapıldığı ve noterlik işlemlerinin yürütüldüğü yer. 1 50

Halil Suri ile H ediye Hanım a rasında kuru l a n münasebet ilerledikçe ben im sevgili Peri'nin terbiyesinde, tavrı nda da g a rip belirtiler, önemli bir de�işim görü lm eye başladı . Ben bu de�işim­ den hoşlansam da işin hakikat ve hikmetine akıl erdiremiyordu m . P er i a rtık evvel ki g i b i hacası n d a n çekinen, ba bası ndan ka­ , çı nan ve daima korku ile umut a ra s ı n d a b u l u n a n Peri de�il d i r. Bana sa mimi bir dost, vefa kô r bir dost gözüyle bakıyor; yüzü­ me g ü l d ü � ü de o l uyor. Beni kendisine can dostu edinen Peri ' n i n bu hal lerinden hosla n m a kla bera ber karşısında ken d i m i baya � ı mahcup g ö­ rürsem şaşa r mısı n ız? Elimde büyüyen kızın nesinden m a h c u p olaca�ım? B i l i r miyim b e n nesinden m a h c u p olaca � ı m ? F a k a t sebebini bilme­ di�im bir mahcu biyet ayda n aya, g ü n d e n g ü n e a rtıyord u . Bir g ü n Peri'ye yen i b i r tak ı m e l bise yapmışlar. Giyin miş, yan ı m a geldi. El bise n i n kendi enda m ı n a nasıl yakıştı�ına d a i r b e n i ba hse çekti. B u gibi bahislerde b ü l b ü l gibi sakıyo n H e­ za rfen M ustafa ' n ı n ya lnız " Pek g üzel, pek güze l ! "den başka söyleyecek söz b u l a maması n ı be� e n i r m isiniz? Besbelli ben Peri'yi henüz çocu k veya cidden bir melek olara k tela kki ederken Peri'nin adeta bir kad ı n gibi kon u şma­ sında n şaşkı n l ı � a u � radı�ım için ba n a b u tutku n l u k, bu d u rg u n­ luk gelmiş olma l ı . H a l buki za m a n geçti kçe Peri tavrı ndaki cü reti artı rırd ı . Az olmayaca k bir şey için yasaklasam " H atırı m içi n " d iye o yasa k­ lamamı de�iştirmek isterdi . H atırı i ç i n mi? Acayip ! M a s u m b i r çocu� u n ne hatırı o l a­ bilir? Önceleri e m ri m i de yasakla m a m ı da itirazsız, karş ı l ı ksız kabul etti�i halde Peri şimdi ne c ü retle görüş bildirebilir? H atırı neymiş ki ona daya n ıyor? N ih ayet Peri hatırına daya n a ra k b i rta k ı m yakarışlarda b u­ l u n maya başlad ı . Suphana l l a h ! Bir za mandan beri b e n i m kendisine emirle­ rim, yasa klarım kesi l mişken şimdi o b a n a em retmeye, yasa k­ la maya başlası n i Gerçi henüz iş yalvarma derecesindeyse de ilerde m utlaka emir ve yasak derecesine va racak. 151

Va rd ı d a ! B i r g ü n Tophane fa brikal a rı n ı gezmeye gidecek­ tim . Bir dost vasıtasıyla izin a l a bildiği mden bu izinden istifad e i ç i n o g ü n kü fı rsatı kaybetmek benim i ç i n i m kô nsızd ı . H a l buki Peri " H atırım i ç i n b u g ü n bir yere gitmeyin " d e m e­ sin m i ? Ya l n ız hatırı için g itmemek o l u r m u ? Başka bir sebebi va rsa o n u da söylemesini teklif etti m . Meğer o g ü n enda m ı n a g ö re prova edilecek iki kat elbisesi g elecekmiş de benim m u tl a ka hazır b u l u n a ra k görüş bildirmemi istiyormuş. Böyle m a n asız bir şey için Tophane fa brikaları n ı gezmek gibi bence pek mü h i m olan bir a rzudan vazgeçer miyi m ? Evet, vazgeçti m . Zira yalva rış ı n ı k a b u l etmemek istediğim­ de b a n a o kad a r m a hzun bir tav ır gösterdi ki gözlerinden yaş dökmesine bir şey ka lmadı. B i r a ra acaba Peri terbiyesin i m i bozd u, yoksa ben b u d a l a o l d u ğ u m i ç i n b i r çocuğun heveslerine uymaya mecbur m u o l u­ yoru m d iye d ü ş ü n meye başla d ı m . Hele kızla a ramızda aca b a ô ş ı k an e bir m ü n a se bet o ld u da ben m i ha berdar değ i l i m d iye d ah a d a d ü s ü n d ü m . Bir adam benim şu h a l lerime ka rşı ka h ka­ h a l a ri o g ü lse yerid i r. Fa kat herhalde işin doğrusu bu ôşıka n e m ü n a se betten i b a retmiş. Evet, ben Peri'ye çıldırasıya ôsık o l m usum da haberim yok­ muş. Meğer i n s a n böyle her d a i m gözü önü nde b u l u n a n b i r kıza ô ş ı k o l u rsa bir ayrı l ıkla askı n ı n derecesin i kendi gözü n d e tayin etmeyince k e n d i askı ndan kendisi de h a berdar a la m ıyor­ m uş. H i kôye n i n bu tarafı son ra söylenecek bir şey. Biz şimdi Peri ' n i n b e n i m üzerimdeki n üfuzu n u n ne dereceye kad a r var­ d ığ ı n ı a n lata l ı m . O n u da bu mektu p lüzu m u n d a n fazla uza d ı ğ ı i ç i n i lerdeki m e ktu b u m uza erteleyel i m .

3 Hezarfen Mustafa yazma sanatında aczini itiraf ederek her ne kadar yazdığı mektupların terkip ve ifade şeklinden şikayet ediyorsa da birinci ve ikinci mektupları okuyanlar Mustafa'nın bu fende de o kadar acemi olmadığını görmüş152

tür. Eğer en acemi olduğu sanat buysa en çok maharet iddi­ asında bul unduğu sanatlarda gerçekten nasıl bir maharete sahip olduğunu düşünmelidir. Gerçekten de Mustafa'nın bu iki mektubunda verdi­ ği habe �leri daha münasip bir yolda ele alarak birkaç yüz sayfalık bir romanı yalnız söz konusu malumartan çıkar­ mak mümkündür. Ancak bu şekil Mustafa'nın mektupla­ rını kötülemeye neden olamaz, aksine övgüye neden olur. Zira Jean-Jack Rousseau'nun, hem de şu laf kalabalığından hoşlanınama iddiasında bulunan Jean-Jack Rousseau'nun

itiraflar diye yazdığı kendi serüveninde yaptığı gibi vereceği haberlerin her kelimesini uzun uzadıya muhakemelerle cilt doldurmak bir nevi zenginlik sayılmaz, a deta züğürtlük sa­ yılır. Yazılan şeylerde malumat ve haberler az olup da yalnız muhakemeler ve görüşlerle işi laf kalabalığına getirmeye zü­ ğürtlük denilir. Tümüyle kısa kesmeye de laf kıtlığı denilir ki Mustafa'nın mektupları bu iki kusurun ikisinden uzaktır ve her kıyınet bilenin beğeneceği biçimdedir. Hele İstanbul ahalisi gerek edebi bir nüshayı, gerek bir hikayeyi öyle kolay kolay beğenemeyip hemen eleştirmeye eğilimli iken bu mektuplar halk tarafından o kadar beğenil­ di, övüldü ki eğer Mustafa kendisine kalpazan lakabını layık görmeyip de " ünlü edip " unvanı iddiasına hak kazansaydı, onu da tasdik edecek olanlar bulunurdu. Bu ikinci mektubu bizim meşhur Müstantik Osman Sab­ ri Efendi okuduğu zaman yanında bulunan Hafiye Köse Necmi'ye dedi ki: - Gerek birinci gerek ikinci mektuptan ne anladığımı biliyor musun ? - Ne bileyirn ben. Söylersen ben de bilmiş ve anlarnış olurum. - Anladığımı uzun uzadıya anlatamam. Fakat büyük bir adam olsam da aklıma geleni icraya muktedir bulunsam derhal Mecdeddin Paşa Hazretlerini tutuklardım. - Mecdeddin Paşa'yı mı ? - Evet, onu da tutuklardım. Daha Mustafa kimlerin ismini verirse tümünü tutuklardım. 153

- Hediye Hanım'ın tutuklu olması yetmez mi ? Çünkü benim kendi araştırma ve görüşüme göre her sırrın ipucu Hediye'nin elindedir. Eğer Halil Suri sağ olsaydı, o daha faz­ la işe yarardı . - Ah Necmi ! Eğer Halil Suri'yi bir haftacık dünyaya iade için benim beş sene ölü kalmam gerekse beş senelik öm­ rümü feda ederdim. - Ama şu sorgulamaları, muhakemeleri bitirdikten son­ ra ölüme razı olurduk . Öyle değil mi ? Çünkü sen meydanda bulunmazsan Halil Suri'yi diriitmenin ne faydası olur ? Bir tarafta Sabri ve Necmi arasında bu sözler söylendiği gibi diğer taraftan Mecdeddin Paşa da en aziz dostlanndan biriyle sohbet ederek diyordu ki: - Şu Osman Sabri'yi darılttığımıza hata ettik. Zira onu darılttıktan sonra gazeteciyi de darıltmış olduk. İkisi elde olsaydı Hezarfen Mustafa'nın mektuplarının ilan edilmesi engellenebilirdi. - Sanki o mektuplardan ne çıkar ? - Şimdiye kadar henüz bir şey çıktığı yoksa da bundan sonrasından korkuyorum. Zira Hezarfen Mustafa yabancı ülkelere firar ederek vatanından ayrı düşmüş bir bedbaht ol­ duğundan kimlerin yüzlerine kara süreyim diye düşünmüş, en evvel aklına gelense ben olmuşum. Hangi cehennemden o ayna parçasın ı almış bulundum. - Canım bunda endişe edilecek ne var ? Ayna parçasını­ yok edersiniz, biter gider. - Yok ettim bile. Fakat o parça beni Mustafa'nın hatı­ rına getirdi mi getirmedi mi ? Artık bundan sonra daha fena isoatlara da göğüs germeli. - Canım siz de öyle köpeklerin sözlerinden endişe mi edeceksiniz ? - Sinek pis değilmiş ama mide bulandınrmış. İşin içinde bir gazeteci ile bir de Osman Sabri bulunmasa hepsi kolaydı. Lakin bu ikisi varken ittifakla habbeyi kubbe edebilirler. - Merak etmeyin efendimiz, Allah doğruların yardım­ cısıdır. 1 54

Mecdeddin Paşa Hazretleri bu son söze hiçbir cevap vermedi. Belki kalbinden vermiştir. Belki demiştir ki: " Al­ lah doğruların yardımcısıysa eğrilerin de en büyük intikam alıcısıdır. " Hezarfen Mustafa'nın ikinci mektubu ile üçüncü mek­ tubu arasında geçen günlerde merak edenlerin o kadar canı sıkılrnadı. Zira Mustafa'yı İstanbul'da pek çok kimse tanı­ yordu . Durumu hakkında herkesin bildiği şeyse güzel bir hikaye oluşturacak kadar renkli ve garip olduğundan herkes bildiğini hikaye ede ede mahfillerde, meclislerde bitmez tü­ kenmez bir eğlenceye yol açılmıştı. Nihayet bir posta sonra Mustafa'nın üçüncü mektubu geldi. Ertesi gün gazetede yayımlandı. Ahali mektubu aşağı­ da olduğu gibi okudu. Viya na' dan, . . . ta rih i nde, . . . y ı l ı n d a . . . gazetesine M u h a rri r Efendi H azretleri, i kinci mektu b u m u n son larında Peri ile olan m ü nasebetim i­ zin ne dereceye va rd ı ğ ı n ı söylem işti m . Sözü d a h a fazla uzat­ maya hacet b ı ra k m a ksızın haber vereyi m . Ara d a n pek az bir za man geçtikten sonra Peri beni cin g i b i çarpara k aklımı fikri mi basımdan a l d ı . Delisi divanesi old u m ka l d ı m . B e n bu kızı m e l e k g i b i büyütm ü ş o l d u ğ u m h a lde bu kada r işvebazl ığı nerede n öğrenmiş o l d u ğ u şaşılacak bir sey değil mi? Eğer son ra ki vu kuat olmasayd ı h a k i katen ben de şaşa r­ dım. Fa kat son olaylar üzerine b u n a da şaşmaya l üzum ka l m a­ d ı . S ı rası gelince siz de d u ru m u a n l a rs ın ız. Ası l maksoda g i rişmeden önce size şunu d a haber vere­ yim. Ben her ne kadar Peri'nin perişa n h a l l i ôşığı oldu msa da gözü mde Peri yine bir melekten başka bir şey değildir. Gül ya nakları n ı kendi d udaklarımdan b i l e kıska n ıyoru m. Ateşli d u­ dakları m ı o yen i açmış gonca lma değdirecek o l u rsa m derh a l solaca k za n n ed iyoru m . Bence vuslat denilen şey Peri ' n i n ya n ı mda b u l u nmasından, hem de g ü ler yüz göstermesinden iba rettir. Ya n ı mda b u l u n ma155

d ı g ı za m a n l a r sa n ki dünya n ı n öteki ucuna giderek hem de b i r g i rdab a düşü p m a hvolmuş g i b i b i r zanla çıldırmak dereceleri­ ne varı rım. Ya n ı mda b u l u n u p da bana a l n ı n ı kı rıştırd ı m ı ? B u n u d a daya n ı l m a z b i r ayrı l ı k, b i r hicran saya rım. Benim için a rtı k Peri'nin hocası, babası, amiri olmak n e kad a r uza kta kald ı ! Peri b e n i m a m i rim oldu. B e n o n u n k u la­ g ı küpeli kölesi, esiri old u m . Bir e m rini i ki defa tekra r etii rmek m ü m kü n m ü o l u r? Peri ben i m l e soh bet etmeye de tenezzül ederd i . Ben i m d e en büyü k ba htiya rlıklarım b u soh betlerle hôsıl olurd u . B i r g ü n b a n a d e d i ki:

- Ah M u stafa Bey, d ü nya d a yalnız bir emelim var. O n d a n başka hiç e m e l i m yoktu r. Fakat gerçekleşmesi imkô nsız o l a n bir şey varsa o d a bu emel i m d i r.

Aklı m bası m d a n gitti. Dedi m ki: - Gerçekleşmesi imkônsız olan bir şey mi? Sen i n için g e r­ çekleşmesi i m kô nsız şey ne olabilirmiş? - D u r söyleyeyim de bak. Ben b u kona g ı n debdebesin d e n , h a ra g ü resi n d e n hoşlanam ıyoru m . Gönlüm istiyor ki sen i n b i r evin olsun d a o r a d a ya l n ız ikicigirniz yaşaya l ı m . Mesut o l a l ı m . Kız h e n ü z " i kicigimiz" lafı n ı söylerken bil mem ne h a le g e l­ d i m . Pek mi mesut oldum? Yoksa mahcubiyet mi beni m a g l u p etti? H ô s ı l ı gözlerim kararmaya başl a d ı . Basım döndü. S a n d a l­ ye ü stü n d e otu rd u g u m halde ken d i m i tutomayo ra k sa n d a lye­ n i n a rkasına d o g ru yasla nmış ka l m ış ı m . " N e o l uyors u n M u stafa?" d iye Peri i m d a d ım a koştu . O l a n­ ca cüreti m i top l ayarak dedim ki: - Hayır, hiçbir şey old u g u m yok. Sen söyle gözü m, söyle. D i n l iyoru m . Sözlerin bana pek tatlı gel iyor. - H ayır, sa n a bir şey oldu. - Belki safradan olmalıdır. Söyle kuzu m, söyle. Ne diyordu n ? - Ya l n ız sen i n l e bir evde yaşasa k d iyord u m . - Yaşasa k! H ayat ha? D e m e k ol uyor k i s e n hayatı n ne ol-

d u g u n u, nasıl yaşa mak gerekligini de ögrenm işsin, öyle m i ? - Hem d e pek ô lôsı n ı ögre n m işim. i k i g ö n l ü bir ederek yaşa m a n ı n n e m utl u l u k oldug u n u haya limde o kadar büyüt156

muşum ki adeta h a n ı mefendin i n yasayı s ı n ı n hiç ka bilinden oldu� u n u da a n l a m ışım. Kendisi k ı rk yaşın a g e l m iş, dü nyayı görmüşse de hiçbir şey ö�renememiş. -;- Ee, sen neyi ö � re n mişsin ba kayım ? - B e n ö� ren mişim, ô lemde p a ra denilen şey insanı aç öld ü rmemek ve so� u kta n dond u rm a m a k derecesinde geçindi­ recek bir madendir. Yoksa elmasl a r, g iysi ler, otl a r, a ra ba l a r insa n ı n m utlu yaşa m ı n a p e k a z b i r b a htiya rl ı k ekleyebilir. H e l e o p e k az ba htiya rl ı k i ç i n p e k ç o k külfete, m eşa kkate katl a n m a k gereki rse, aklı başı nda olan o ba htiya rl ı kta n da vazgeçer. Zeki kız. S a n ki ka lbimin içine b a k ı p d a orada nakşedilmiş olan felsefi sözleri okuyordu. Ded i m ki: - Gerçekleşmesi i m kô nsız bir şeyi a rzu ediyorsu n ama b u­ n u n gerçekleşmesi için başka bir yol var. - Nedir? Ça b u k söyle Al lah ı seversen, ned i r? - Öyle ra hatça yaşa mak için seçece�i n a rkadaşı de�iştirmek. Sen her kime . . . - Al l a h esirgesin ! Seninle bera b e r o l u rsa m mesut olaca­ � ı m . Sen oldukta n sonra beni m için ha b u rası h a cen net, ikisi de birdir. - Babadan ka l m a küçük bir ev vard ı . O n u da Hediye H a n ı m istedi, verd i m . Sattı . Parası · da bitti . Şimdi elimde m a l o l a n b e ş on parça çekiç, e�e, testere fil a n d a n başka bir şey ka lmadı. B u n l a r da kaç senedir atı l o l a n h a rem 1 mutfa� ında çü rüyor. Ü m idini benim üzeri me b i n a etme k, işi h a kikaten i m­ kô nsızlaştı rma ktır. - H ayır, bence i m kô nsız olan ta raf bu de� i l . Sende para olmaması benim emelimin gerçekleşmesin i hiç engellemez. Sen istersen beni h a n ı m efendiden satı n o l a bilirsi n . Bir ev, b i r konak satı n a l a ra k d öşeti p dayata b i l i rs i n . H e r şeyi ya pabilirsi n . - R üya m ı görüyorsun Peri? - Hiç rüya görm üyoru m . Ş u a n d a o l d u � u kadar gözü m ü n a ç ı k oldu�u hiçbir za m a n ı hatırl a m ıyoru m . i htim a l k i bundan

Eskiden saray, konak ve evlerde yabancı erkeklerin giremediği yalnız kadınlara mahsus bölüm. 157

önceleri uya n ı k oldu�um zam a n l a r da gözlerimin a ç ı k o l d u­ � u n a şü phe edebilirdim. H a l b u ki şimdi hem uya n ı � ı m h e m de gözlerim pek a ç ı k. - Pekô lô, su her şeyi yapabilece�imi bana da a n l a t b a ka­ yı m . Elden g e l e n bir seyse . . . - E l i n d e n pekô lô gelece�i n e h i ç süphem yok. E�er s e n de ben i m l e bera ber ömür geçirmeyi istemis olsan tereddüt etme­ den, beklemeden dedi�imi ya pard ı n . - S e n i n l e beraber ö m ü r geçirmek mi? Do�rusu n u istersen b u n u simdiye kadar aklıma bile getirmemisimdir. Zira d a h a ö l­ meden cen n et n imetine nail olabilece� i n i kim aklına getirir ki ben g etireyim ? - Pekôl ô , iste ben şimdi sen i n a k l ı n a getireyim . E�er b e n i m zatı m ı , sa hsı m ı bir ömür ben i m l e beraber geçirmeye layı k g ö­ rü rsen . . . - B u m l a rd a n bahse hacet m i va r Peri? Fakat su sözlerin beni hayrete düşürdü. Ne diyece�i m i bilemiyorum . E�er bu kad a r m u tl u l u� a kendimi n a i l etmek ve daha do�rusu, d a h a m ü h i m i sen i a rzu etti� i n b i r n i m ete u la ştı rmak ben im elimdeyse hiç teredd ü t etme, söyle, ica b ı n ı d üsüneyim . - Ben b u fik ri m i hanımefen diye bile açtı m . Geçen g ü n e n ö n e m l i e m e l i n i n benim bahtiya rl ı � ı m o l d u � u n u söylüyo rd u . B e n d e ba htiya rl ı � ı m için d ü s ü n d ü � ü m şeyi söyledi m . Fa kat o zam a n beni bahtiyar etmenin sen i n elinde oldu� u n u b e n de bil m iyord u m . H a n ımefendi esas emelimi onayiayı p be� e n d i k­ ten sonra b a n a maksadıma n a s ı l ulasa bilece�imi de a n lattı. Gerçekten benim de aklım erd i . - i y i y a iste, söylesene. - La kin tereddüt ediyoru m . Biraz taassup edecek o l u rsan, h e m u m d u � u m hôsıl olmayaca k, hem de senin nezdinde son­ suza kada r m a hcup kalaca � ı m . Peri g i b i e ntrika n ı n ne old u � u n u h i ç kimseden ö�re n m e m is hatta ism i n i bile işitmemis olan bir kızın böyle kon usab i l m esi şaş ı rtıcı de�il m i ? M u h a rrir Efendi! Ş i m d i keyfiyeti b e n size hikôye ederken b u entrikaların içinde Hediye H a n ı m ' ı n nasıl parıl pa rı l parladı1 58

ğ ı n ı görüyorsunuz ya? Fakat o za m a n ben Peri ' n i n sevdasıyla adeta a k l ı m ı, �krimi, kavrayışı mı, zeki l i ğ i m i, hôsı l ı benliğimi kay­ betmiştim . Peri 'n i n ağzı ndan her ne ç ı k a rsa mutlaka kalbindeki duyg u n u n tercümesi olarak a l g ı l a rd ı m . Hatta bakın n e kada r safl ı k k i ken d isi Hediye'ye ya l n ız be­ nimle yaşa ma emelini a rz etmiş ve bu emeli pek masumane ve meşru bir şey olduğu için Hediye de kabu lden geri durmamış. Yal n ız emeline nasıl u laşaca ğ ı n ı öğ retmiş. O yolsa ben i m ta­ assub u m a dakunacağı için kızcağ ı z doğrudan doğruya o n u b a n a söylemekte tereddüt ediyor. Kızcağ ızı bu teredd ütten vazgeçirmek için bilahare ben yalvarmaya başlad ı m . Nihayet dedi ki: - Sen bu kad a r heza rfen b i r adam olduğun halde b i r darphane işletmeye m u ktedir olamaz m ı s ı n ? - Darphane m i ? O n a s ı l söz? - Adeta darphane. Eğer sen l i ra kesecek o l u rsa n da rphanede kesi len l i ra l a rd a n daha çok p a ra eder. Daha çok sürü l ü rd ü . Bu söz gözlerim i n önünde şimşek g i b i bir a lev pa rlattı. D ü­ şünmeye başlad ı m . A m a neyi düşün üyordum biliyor m u s u n uz M uharrir Efen­ di? Kal paza n l ı k uta ncı nı kabul etme meyi değil, Peri ile beraber yaşam a saadeti n i de değil. Zira bende a rtı k namus kal m a m ıştı ki kal paza n l ı kta n uta nayı m . Peri'yse işte bera ber yaşa m a m için e m re hazır bekliyor. O da zih n i o k a d a r meşg u l edemez. Düşündüğ ü m ü n ne olduğ u n u b a k ı n size a n latayı m da siz de şaşın. Birkaç ay önce bazı kal paza n l a rı n tutu l m u ş olduğ u n u ha­ ber a l m ıştım . M u h a kemeleri ya p ı l ı rken g itti m ben de seyrettim . Bu ha bisleri ka l pazan diye ha pse değil, a deta eşek diye a h ı ra tıkmal ı . Alcıdan m u rd a r ka l ı plar ya p m ı ş l a r. M ecidiyeleri, lira l a rı b u kalıpların a rasına sıkıştırıp nakışla rıyla ç ı ka rm ı ş l a r. icine de k u r­ şun, kolay gibi şeyler dökmüşler. Eşek herifler! H a l kı da ken d i n iz g i b i budala mı za n n ed i­ yorsu n uz? 159

B u n u n üzerine Hediye ile a ra m ızda bir konusma geçm işti. Hediye'ye d e m iştim ki: - Şi m d i d ü nyada ku rşu nu, kalayı g ü m ü ş ve özellikle a ltı n la tuta c a k hiçbir a h m a k ka lmadı. Kal paza n diye ona deri m ki ya­ pacaı;Jı p a ra l a rı sa rraflar bile ta n ıye ması n . Hediye' n i n b u kadar h ü n e r v e ma rifetin insan evia d ı için m ü m kü n o l u p o l a mayaca ı;) ı n ı sorması üzerine dem işti m ki: - Eğer dört para l ı k kalayı bir l i ra diye sürmek iste rseniz e l bette sa rrafl a r deı;] il, h a rn a l l a r bile aldan maz. Fakat bes kuruşl u k m a d e n i yirmi kurusa ve k ı rk kuruşl u k şeyi yüz k u rusa sürmeye razı o l u nca öyle para l a r yapılabilir ki sa rraf değil a, görü n ü ş ü n e bakara k darpha n e usta ları bile tartma d ıkça, kim­ yayle h a l letmedikçe fa rk edemez. i ste Peri ' n i n sözü üzerine a kl ı m a b u n l a r geldi; o n u n için gözlerim önünde bir a lev parladı, ya ni ümit a levleri parladı M u h a rrir Efe n di, ü mit alevleri ! Derh a l a n la d ı m ki eğer b e n b u h ü n e ri göstermeye razı olursam H ediye H a n ı m Peri ile evlen­ memizi ca n ı n a m i n net bilecek. Kıza ded i m ki: - Evet, ben gerçi bir darpha n e işletebiiirim ama bazı ci nci haco l a ra isnat o l u nduğu gibi kôı;] ıtta n para yapmak m ü m k ü n olamaz ki bizim darphane sermayesiz islesi n . B u n a sermaye lazı m d ı r. Hem de epeyce sermaye lazı mdır. - H a n ı m efendi de öyl e söyledi. Hem de tek beni mesut ve bahtiya r etsin diye gereken sermayeyi bulacaı;J ı n ı söyledi. - Ge rçek mi? - Pek gerçek. - O halde ben de hazı rı m . H a n ı mefendiye söyle, eı;Jer bu teklifi ciddi b i r seyse bir kere de benimle konuşsun. " Ba ş ü stü ne. Hemen şimdi gider, söyleri m ! " diye kız yerin­ den fı rl a d ı . Fa kat oda ka pısına doğru bir kere koştuktc n son ra tekra r gelip boyn u m a sarı l a ra k "Ah benim H eza rfen M u stafa­ cıı;)ı m ! " d iye ya n a klarımı öpmeye başladı. N a s ı l o l d u d a bayı l ı p sa k d iye yere d üsmediı;]ime ben d e şaşıyoru m . Zira zan netti m ki koca bir elektri k bataryası üzeri m e yüklenere k beni elektrikle doldu rm uştur. 1 60

Kız h a n ı m ı n ya n ı na gitti. Bense d ü ş ü n m eye başlad ı m . Ama Peri ' n i n bana gösterdiği d u ru m u d ü ş ü n üyord u m . Belki a k l ı m a gelmiş olan ka l paza n l ı ğ ı n a s ı l uyg u layaca ğ ı m ı derleyip top a r­ lamak için düşün üyord u m . Biraz son ra Peri g e l d i . H a n ı mefe n d i hazretlerinin leşrifim i rica ettiğini bildirdi . Kalktı k, Hediye' n i n ya n ı n a gi1ti k. Ama n Yara b b i ! H ed iye n e kadar güler yüzlüyd ü ! Otu rd uğu yerden fı rladı ka l ktı. Boyn u m a sarılarak beni öpmek istedi. Ben tereddüt edince dedi ki: - H a kkın var M u stafacığ ı m . Peri gibi bir kıza kendini sev­ diren ve o n u n da g ö n l ü n ü aviaya n b i r M u stafa ' n ı n ben i m gibi ihtiya r bir kad ı n a öpül mek istememesi doğrudur, lakin gel b i r kere de s e n i kardeş gibi öpeyim . N eyse, ken d i m izi b i r d e kardeş g i b i ö ptü rd ü k. Hediye: - M ustafa, Peri ' n i n zaten sen i n o l d u ğ u n a şüphe etmezdi k y a . . . B u kızın gözü, g ö n l ü sen i n fel sefeleri n l e a ç ı l m ış. Senden başka bir kimseye meyledebi l mesi n i n m ü m k ü n olamayacağ ı­ nı el bette sen de biliyord u n . Ya l n ız kızca ğ ız seni ta n ı d ı ğ ı, seni beğendiğ i, seni sevdiği halde sen i n ona ne gözle bakaca ğ ı n ı bilemeyerek üzül üyord u . N ihayet h a l i n i o n l a d ığ ı mda sen i n dikkati n i çekmek i ç i n elinden gelebilen işvebazl ı kların tü m ü n ü yapması yol u n d a teşvikte b u l u n d u m . Meğer yavrucuk benden de çekin iyormuş. Benden bu müsaadeyi a l ı nca gücü yettiğ i kadar senin ka l b i n i kaza nmaya ç a l ı ştığ ı n ı görd ü m . Son u n d a başarılı da o l m u ş . Zira sen de ona tutu l m a sayd ı n belki bug ü n teklif ettiği şeyi ka bulde naz ederdi n . Görüyor m u s u n uz M u ha rrir Efe n d i ? H e p Hed iye söyl üyor. Ben ya l n ız d i n l iyoru m . Söze yine ke ndisi d eva m etti: - M u stafa, Peri ' n i n teklif ettiği şeyi ya p m a k d ü nyada hiçbir kimseyi za ra ra sokmadan milyon l a r kaza n m a k demektir. H e r a kçe aya rca s a f ola maz ya . Meta l i k a kçeler d e ka rışık d e ğ i l mi? Sen istemiş olsan öyle bir ka rışı m v ü c u d a g etirebilirsin ki . . . B u rada sözü b e n a l d ı m, ded i m ki :

- Zaten söyle n m iş şeyleri tekra ra ne lüzum va r? iste bir ka l­ paza n l ı ktır edeceğiz. Fa kat H eza rfe n M u stafa'ya layı k olan bir derecesini ya p a l ı m ki bir za m a n görd ü ğ ü m ka l paza n l a ra l61

benim ded i ğ i m gibi halk bana "Ama ne esekmis! " demesin . B u n u n içinse sermaye ister. - i stedi ğ i n kadar sermaye h azırd ı r. Fa kat bu iste H a l i l S O ri i l e de m üzakere gerekiyor. - H a l i l S O ri m i ? Halil S O ri ' n i n bu iste ne l üzumu va rmış? - Se n pekôlô para kesmeye m u ktedi rsen de sürme yol u n u o n u n kada r bilemezsin . - Ha, gerçekten öyle. Pekô l ô . O da g e l s i n de bir m üza ke­ re ede l i m . Aksa m H a l il S O ri geldi. M üzakeremizi ettik. H a l i l S O ri b a n a sord u : - Bir beyaz mecidiyeyi k a ç kurusa mal edebilirsiniz? Ben biraz d ü ş ü n ü p dedim ki: - Şimdilik diyebilirim ki bes ku rusa kadar mal olur. B i r l i ra ise a n c a k otuz ku ruş, bel ki d a h a fazlaya m a l olur. Zira b u n l a rı terkip edeceğ i m maden lerle s ü receğ i m ya ldızlar. . . - On u biliyorum efendim . Hediye H a n ı m zaten ba na biraz ta rif etmişti. H e rkes kendi hesa b ı n ı tutacak değil mi? Düşü n ü n ; b u mecidiyeleri veya liraları ya l n ız b e n sü recek değilim. Bu iste istih­ dam edilecek a racılar da bir istifade ister. H a l buki ka lp pa ra l a rı sa rrafa götü r ü p de bozduraca k değiliz ya . Bazı esya satı n a la­ ra k değistireceğiz. O esyayı son ra sota rken bir hayli za rar ola­ caktı r. Dolayısıyla bu zararları ve bu yolda edilecek istifadeleri hep çıkard ı kta n sonra size ve bize bir istifade hissesi çıkabil mesi için m ü m kü n mertebe akçeleri ucuz çıkarmaya gayret etmelidir. - H a kkı n ız va r efendim. Ben i m söylediğim hesa p ş i m d i l i k öylesin e ya p ı l a n bir hesaptı r. O n u n en doğ rusu n u istersen iz, bir h a m u ru m aya a l a ra k bir m i kta r sey ya pa l ı m da son ra bir hesa p edeli m . H e r parça n ı n kaça m a l olaca ğ ı n ı görürüz. i ste daha b i rçok sözden son ra yine ka rarımız böyle b i r d e n e m e ya p ı l m ası seklinde son uçlandı. Fa kat o denemeye başl a m a k için de bir masrafa m u htaç olduğumuzda n H e d iye H a n ı m ile H a l i l SO ri her şeyden önce o masrafı karşıladı. B uysa gereken a ra ç g e reci ta mamlama masrafıyd ı . B a k ı n , beni m yapacağım ka l paza n l ı k n a s ı l olacaktır. Öyle adi okıdan ka l ı p yapıp da sikkelerin yazıları n ı berbat etmek be1 62

nim hezarfenliğimin şa n ı na ya kışır m ı ? Ben ka l ı p l a rı galvanop­ lasti usu l ü nce bakırdan ya paca ğ ı m . O kadar g üzel ki onların içinde vücuda geti rilecek olan sikkelerin yazı ları gerçek sikkele­ rin yazı l a rından fena olmak şöyle d u rsun, hiç fa rksız olacaktır. Daha son ra bu ka l ı pları n içine d ö keceğ im erimiş maden de ya l n ız kursunda n, çinkodan fil a n d a n i b a ret o l mayacak. Ç ü n k ü ka l p a kçeyi i n s a n a ta n ıttı rma h u s u s u n d a i l k m ü racaat edilecek şey a kçen i n a ğ ı rl ı ğ ı n ı yoklamaktır. H a l b u ki bütü n cihan en a ğ ı r madeni n kurşun olduğuna i n a n a ra k "fi l a n şey kurşun g i b i a ğ ı r" der. Altı na, g ü m ü şe, hatta bakı ra b i l e o ra n la k u rşun ve ko lay daha hafif old u ğ u nd a n ka lp a kçeyi a ltı n veya g ü m ü ş a ğ ı r l ı ğ ı­ na ya klaştı rmakla beraber taş üzeri n e atı l d ı ğ ı zaman b u n l a r g i b i ç ı n lottı rmak d a lazı mdır. Bu h a l d e ben beyaz mecidiyeleri bakır ile çinko maden ierinden ya paca ğ ı m . Üzerlerine gayet kuwetli g ü m ü ş ya ldız sü receğ i m ki m i h e n g e v u rd u kları za m a n g ü m ü ş olduklarına şüphe ka lması n . H e l e a l tı n l a r i ç i n malgama­ n ı n içine elbette b i r dirhemden fazla g ü m ü ş kalacağ ı m . Başka tü rlü o l u rsa a ğ ı rl ı ğ ı n ı a ltına ya klaştı ra bilmek m ü mkün olamaz. Onun da üzerine kuwetli bir a ltın ya l d ız s ü receği m . M u h a rrir Efendi! Kalpaza n l ı ğ ı n a s ıl ya pacağımı, hatta yaptı ğ ı m ı biraz d a h a izah edersem, korka rım ki h a lka fena b i r ders vermiş olurum. Dolayısıyla tesebbüsleri m izin neticesin i a rz edeyi m . i ki yüz adet beyaz mecidiye i l e e l l i adet Osma n l ı l i rası ya ptık. Gerçekten de Halil SO ri b u n l a rı gerçek si kkelerden ayı rt edemed i. Birkaç sa rrafa m ü racaat ettiğinde o n l a r da ayı rt ede­ mem iş. La kin mecid iyelerin her ta nesi yüz on pa raya, li ra l a rı n her biri yirmi ikişer ku rusa m a l o l d u . H a l i l S O ri bana sordu: - B u n ların beheri için siz kaça r p a ra işçi lik ücreti istersin iz? Ben düşündüm taşı ndım. Çok isteyecek olsam, imalat m a srafl a rı n ı n a rtmamasını ewelce ihta r etm iş oldu klarından çok isteyemedim. Zaten bu gibi a l ı şverişlerin i nceli klerine akıl erdi­ remem ki isteyeceğ i m mikta rı da fa rk edebileyi m . Ya l n ız bir şey hatı rıma geldi. O i s e Peri ile mesut yasa m a k için b a n a ne kada r para lazımsa o n u isiemekten iba retti. B u durumu H a l i l SO ri'ye açtı m . Dedi ki: 163

- Demek o l uyor ki götü rü paza rl ı k etmek istiyorsun uz. - Evet. - B a n a on b i n ta ne Osm a n l ı, on bin i ngiliz, on bin F ra nsız altı n ıyla o n b i n Rus pulu ve b u n l a rd a n baska iki yüz bin m e­ cidiye ya p m a k için topta n ne istersiniz? Hem de her masrafı bizden o l du 9 u h a lde ne istersin iz? - Siz ne veri rsin iz? - Dikkat ediyor musun uz, istedi9im kırk bin pa rça a ltın i l e iki yüz b i n p a rça g ü m üştü r. B u n l a rı ya pabilmek hayli işti r. - Kaç sene lazı msa çalışır yapa rı m . - Altı n l a rı n h e r parçası için i kişer kuruş, g ü m üşlerin h e r p a rçası için yirmişer para hesa p ederseniz yüz seksen bin kuruş eder. B u n u n l a g üzel bir ev donattı kta n başka bin lirayı g üzelce faize verirseniz ayda size bin kuruş geti rir ki onunla da pekala yaşaya bilirsin iz. Artı k ben i m için bundan a l a hesa p m ı o l u r? Derh a l razı o l­ d u m . B i r konirat yaptık. Su kad a r ki konirat h ü küm lerince a ltın­ ların bir çeyreğini hazırl a m a d ı kça bana para vermeyecekler­ di. Çeyreği hazırlandığı za m a n i ki yüz l i ra l ı k bir ev a l a c a k l a r, yarısı hazırl a n d ı 9 ı za man Peri ile evle n ınemi sa9layaca k l a r, nihayet hepsi a l ı n ı nca alaca9 ı m bin l i ra ka l m ış olaca k, o n u d a bir yere fa ize yatı raca klard ı . Ş i m d i siz böyle b i r kontrol üzerine b i r muhakeme gerekirse hangi m a h ke meye müracaat edebileceğimizi sorarsı nız. Öyle değil mi? O zam a n bu da benim aklıma geldi fakat bir m a h ke­ meye m ü racaat iki taraf için imka nsız olunca sartın bu yön ünde eşitlik var deme kti. Özellikle onlar benden fazla masraf ve teh l i ke­ yi göze a l d ı klarından benden fazla onların korkması gerekecekti. Sonuçta biz işe başladık. Öncelikle ka l ı pların tü m ü n ü ya ptı k. H a l i l S O ri sanki bana çırak o lm u ş gibi her işte ya rd ı m ederd i . Osm a n l ı l i ra l a rından başlaya ra k bi rçok a ltı n a kçe m ey­ d a n a geti rd ik. Altı n ların bir çeyreği ya p ı l m ı ş olduğ undan bize gerçekten i ki yüz l i raya güzel bir ev satı n a ld ı lar. Biz de m e m­ n u n olarak işlerde daha ziyade deva ma başladık. Ya ptı9 ı m ız a lt ı n l a r o kada r g üzel olmuş ki bunları sürmek için öyle l ü z u msuz eşya a l maya da çokluk gerek ka l m azd ı . 164

H a l i l SO ri birçok altı n ı ban knotla de(1iştird i . Birta k ı m ı n ı da fa izle şu raya bu raya borç vermeye başla d ı . Artı k b u yüzden H ediye ile birlikte ettikleri kaza ncın derecesi n i siz hesa p edin. ' S u kadar ki iş ileriye va rd ı kça Peri ' n i n sevi nci artaca(1 ı n a Peri' de bize karşı bir so(1 u k l u k görü l m eye başl a d ı . Ama b u so­ (1 u k l u k pek asikô re bir şey de(1 i l . Gayet h afif, gayet gizli. La kin benim a n l a m a m a m mümkün o l u r m u ? Kızı bazen sorg u l arım. Ka l b i n d e hiçbir g ı l l ıg ış olmad ı (1 ı n a beni ikna eder. H a tta gözleri s u l a n a ra k gözyaşla rıyla da da­ vası n ı teyide muvaffak o l u r. Biz yine ç a l ı şıyoruz. Kızsa günden güne bize ya bancı o l u r. N i h ayet sözleşme uya rınca a l tı n l a rı n ya rısı n ı imal ederiz. Artık d ü (1 ü n ü müz olacak diye bizde m e m n u n iyet cin net dere­ cesine varı rsa da Peri' de böyle bir sevin c i n eseri bile yok. Bir g ü n H ediye bizi ya n ı n a ça(1 ı rı r. Der ki: - M u stafacı(1ım, sa na bir şey söyl eyece(1 i m ama rica ede­ rim c a n ı n sıkı l ması n .

- N eymiş o ? - Çoc u k a l ı şverişi işte böyle o l u r. S e n ne ya ptı n k i Peri'yi darı lttı n ? - Peri'yi darı lıtım m ı ? Bu n a s ı l söz? - Val i a h i bilmem. Adeta Peri ' n i n y ü re(1i senden so(1 u m uş. - N e diyors u n Hediye? - Kendiliğimden hiçbir şey demiyoru m . Fa kat dü(1 ü n ü n üzün za m a n ı ya klastıkça kızda d u rg u n l u k o l m aya başlad ı . Hele geçen g ü n a rtık d ü (1 ü n hazırl ı (1 ı n a başl a m a k gerekti(1ini söy­ leyince a (1l aya ra k bana dedi ki: " Be n bu d ü (1 ü n ü istemem . " Ben im de a k l ı m basımdan gitti. Bana bir hayret geldi. Söyleyecek söz b u l a madım. Boyn u­ mu büküp dairerne geldim. E l i mde olmadan çok a(1lamısım. Fakat b u a ğ i ayıs iyi geldi. Akl ı m ı başıma a l a ra k düşünd ü m ki Peri'yi ça(1 ı rayı m da a ç ı k­ lama isteyeyim. La kin bu görüşten d e rh a l vazgeçtim. Benden soğ u m u s olan bir kızı sorg u l a ma n ı n faydası n e o lacak? O beni istemiyorsa ben de o n u istemem vesse l a m . 165

Bu sözü dedim ama gön l ü m e meram an latmak m ü m kü n m ü ? Gönlü m e m rime isyan ediyor. M utlaka bu işin içinde b i r eni­ ri ka va rd ı r, o n u öğren diye beni teşvik ediyor. Ben de g ö n l ü m e m a ğ l u p o l m a m a k i ç i n olanca kuvvetimi toplayarak çal ışıyoru m . O g ü n , e rtesi g ü n h e p bu nefis m ücadelesiyle geçti. O n d a n son ra g ö n l ü m e peyce müsterih oldu, d a h a seri n ka n l ı l ı kl a h a l i­ mi d ü ş ü n m eye başladım. Peri m ü m k ü n olduğu kad a r bana görün memeye çalışıyor­ sa da bazı kere benden kaça m ayaca k kada r sıkışık bir h a l d e b u l u n d u kça sa n ki tavrı nda h a l i n d e n hiçbir ren k göstermemeye azmetmiş g i b i görün üyord u . La kin kızcağ ızın gözleri ka n çanağına dönmüştü, ren g i n i n de sol d u ğ u m eydandayd ı . Evvelce kendisine d a r gelen fista n­ ların şimdi pek büyük geldiğini de fa rk etti m . S u kad a r ki n e o bana h a l i n den bir şey çıtlatıyor ne d e b e n o n a b i r şey soruyoru m. i ste her d a ki kası bir cehennem aza bı olan bu za m a n l a r bir ay kad a r daha devam etti. Bense içimden ateşli seller a ktı ğ ı h a l­ de yine işimi b ı ra kmayara k a ra l ı ksız ingiliz liraları kesiyo ru m . M u h a rri r Efe n d i ! H e r n e kad a r mektu b u m u daha uzata c a k va ktim va rsa d a hissiyatı m o k a d a r ka bardı, gözlerim o kad a r yaşa rd ı ki d a h a fazla ka lem aynalmaya b i r tü rlü mu kledi r ola­ mayacağı m . Dolayısıyla bu hafta l ı k şu kada rıyla yetinel i m .

4 Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa'nın üçüncü mektubu okurlar tarafından önceki iki mektuptan daha bü­ yük bir dikkat ve önemle okundu . Peri hakkındaki hissiyarının neden ibaret olduğunu tarif ettiği sırada kıza aşık olmadığını temine çalışması M usta­ fa'nın daha evvelden Peri hakkında büyük bir sevdası oldu­ ğunu ispat eder. Zira en şiddetli bir aşkın en büyük alarneri aşığın maşukasını kendi gözünden bile kıskanması, maşu­ kasını ciciden ve hakikaten bir melek olarak telakki etmesi, 166

cisme bürünmüş isınet olma şanına hiçbir şeyin hale! verme­ mesini arzu etmesidir. Bu gibi hissiyarını tanımlarken Mustafa 'nın tek kelime yalan söylemesi şöyle dursun, cüzice mübalağada bile bu­ lunmadığını anlamak için kendi kalpazanlığını ne kadar sade bir şekilde anlatmış olmasına dikkat etmek kafidir. İlk mektu b unun başında bu suçun ne kadar büyük olduğunu anlatan kendisi değil miydi ? Bu defa ise o suçu işleyişine neredeyse hiç önem vermemiştir. Sadece Peri'nin hatırı için bunu yapmış olmasının kendisini cihan nazarında mazur göstereceği şüphesizdir gibi bir tavırda bulunmuştur. Sevdasını itiraf etmek gerektiği zaman Mustafa bu iti­ rafta bahane aramamış, ilk umutsuzluğu baş gösterince onu da saklayamamış, hatta hüngür hüngür ağladığını bile söy­ lemiştir. Şimdi bu kadar saflıkla söz söyleyen bir adamın gerek Hediye Hanım gerek Halil Suri hakkında haber verdiği şey­ lerde de hiçbir kelime mübalağası olmadığını söylemek en doğru hükümlerden sayılır. Hatta bizim meşhur Müstantik Sabri Efendi bu mektubu okuduğu zaman yanında hazır bu­ lunan Hafiye Köse Necmi'ye meselenin bu yönünü hatırla­ tarak demişti ki: - Hakimler kendi karşılarında bulunan suçlunun söy­ lediği sözlerin yalnız lafızlarına, manasma dikkat etmekle kalmaz, bir de onun ne gibi adam olduğunu, o sözü na­ sıl bir tavırla söylemiş olduğunu düşünürler. Bazı suçlular kendi savunmaları için bazen o kadar güzel ve düzgün bir söz söyler ki bu sözün hakim üzerinde hiçbir tesiri olmaz. Zira söz ne kadar güzelse onu söyleyenin kalbi ve fikri o kadar fenadır. Bazen de başka bir suçlunun kalbi çarpıntılı, dudakları titrek olduğu halde hemen saçmalama türünden söylediği söz hakimler üzerinde pek büyük tesir uyandım ve çarpılacakları cezanın bayağı hafifletilmesine kadar hüküm gösterebilir. Zira hile hurda ve şeytanlığa asla ihtimal veril­ meksizin sırf kalp temizliğiyle söylenmiştir. - Ee, sanki bu sözlerden maksat ne olabilir ? 167

- Maksat şudur: Hezarfen Mustafa'nı n her ne kadar Hediye Hanım'a ve Halil Suri'ye düşmanlığı varsa da bun­ lara dair söylediği sözler, verdiği haberler düşmanlığından dolayı söylenmiş yalanlar veya mübalağalı şeyler değildir. Dolayısıyla Halil Suri'yi ipte gördüğüm zaman biraz acı­ mış olduğuma şimdi pişman olduğum gibi Hediye Hanım hakkında her ne yapmış olsam asla acımamak gerektiğini de şimdi hatırlıyorum. Böyle alemin başına belalar açmak için dünyada bulunan şirretlerin vücutları tümüyle ortadan kalkmalıdır ki alem rahat yüzü görebilsin. - Evet Sabri, evet, hakkın var. Sen mektubu okurken ben de dikkat ediyordum. Hediye, kalpazanlığın hiç kimseyi zarara sokmaksızın milyonlar kazanmanın mümkün olaca­ ğı bir sanat bulunduğuna inanmış. Hay hınzır aşüfte hay!

A leme milyonlarca kuruşluk kalp para yayarak insanların alışverişini boz da yine bundan bir kimse için zarar oluşma­ yacağına ina n ! Bu ne kadar büyük alçaklık ! - İyi ama onlar şimdiye kadar dolandırmak, halktan çal­ mak, hakkını gizlemek ve iptal etmek veya canına kıymak gibi göz göre göre halkı zarara sokacak muamelelerde bulunmuş­ lardır. Onlar doğrudan doğruya bir adamın veya birçok ada­ mın canını yakma karşılığında insanların alışverişini bozacak bir vasırayla zengin olmayı nispeten daha hafif görürler. Fakat ben asıl Hezarfen Mustafa'ya şaşmakta ve kızmaktayım. - Neden ? - Neden olacak ? Kendisi yalnız iki kuruş kazanacak diye alemi yüz kuruş zarara uğratacak bir altın yapmayı insa­ fa sığdırabilmek için insanda pek zayıf bir insaf bulunmalıdır. - İyi ama onun kazanacağı şey yalnız bir altın yapıp ondan alacağı iki kuruştan ibaret değildir. Binlerce altın ve gümüş yaparak, yüz seksen bin kuruş da kendisi kazanacak. - Söylediğimi anlayamadın Necmi. Bu yalnız iki kuruş kazanacak demiyorum. Toplam yüz seksen bin kuruş kaza­ nacağını da bilmiyor değilim. Ben bütün kalpazanlar hak­ kında söylüyorum . Mustafa bunların en ustası olduğundan dilerse yirmi beş kuruş masrafla bir altın yaparak onu yüz 1 68

kuruşa sürebilecekmiş. Diyel im ki her kalpazan böyledir. Fakat insan bir günde yirmi beş kuruşla adi satıcılık gibi bir iş yapacak olsa, yetmiş beş değilse de bir yirmi beş daha çı­ karabilir. Hem de ne kendi vicdanından malıcup olur ne de kanunun ceza pençesine kendisi ni layık etmiş sayılır. Yalnız kalpazanlar değil, her türlü suçlu hep böyledir. - Yine hikmet ha! Söyle kardeşim, söyle. Senin söyle­ dilderin hep kitabın kenarına yazılacak şeylerdir. - Ama öyle değil mi Necmi ? Mesela bir hırsız düşün; halkın malını kolay kolay çalıyor ama hükümet korkusu, zindan belası gibi ne büyük iç üzüntüleri o malı ne kadar güç çalınmış hükmüne koyuyor. Bununla beraber haydi bakalım bana belli başlı zengin bir adam göster ki hırsızlık sanatıy­ la o servete sahip olmuştur. Keza katilin birisi güya nefsine güç giden bir söz üzerine varıp dağ gibi bir adama kıyar; sonra prangaya atılınca işitınediği tekdir, uğramadığı rezillik ve hakaret kalmaz. Demek oluyor ki cinayetlere insanı sevk eden şey başlangıçtaki düşüncesizlikten başka hiçbir şey de­ ğildir. Ah şu i nsanlar muhtaç oldukları kadar düşünce sahibi olsalar da binlerce yiğit zindanlarda çürüyeceğine topluma yarayacak hizmetlerde bulunsalar olmaz mı ? Osman Sabri sözü bu dereceye getirince Necmi de Müs­ tantik Efendi'nin yüzüne bakakalmıştı. Müstantik Efendi sözü bitirdikten sonra da Necmi ken­ disini toplayamadı, Sabri'nin yüzüne bakakaldı. Bunun üze­ rine Sabri: - Neye daldın gittİn be? Bu soruya Hafiye Köse Necmi tereddütsüz ve gecikme­ den, hemen irticalen şu cevabı verdi: - Dünyada insanlar hapishaneleri boş bırakacak kadar terbiye ve eğitim görmüş olsalar sonra senin de benim de hizmetimize ihtiyaç kalır mıydı ? Biz ne yapardık ? Necmi'nin bu sözü Osman Sa bri'yi elinde olmadan gül­

dürdü. Çok tebessüm etmesi nadir olan Sabri için gölüşten bile biraz fazla ve adeta kahkahaya yakın olan bu tebessüm hakikaten ender sayılabilirdi. 169

Hezarfen Mustafa'nın üçüncü mektubunda Mecdeddin Paşa'dan bahsetmemiş olması da Osman Sabri'nin dikkatini çekti, hatta buna biraz da üzülmüştü. Ancak bir şeyin sonu­ cunu başından keşfe muktedir olan o zeki müstantik elbette Hezarfen Mustafa'nın bildirimlerinin sonucunda Mecded­ din Paşa 'ya ait birtakım sırları da meydana kayacağından şüphesi olmadığından bu ümitle üzüntüsünü yenebildi . Aradan birkaç gün geçtikten sonra Mustafa'nın dördün­ cü mektubu . . . gazetesinde yayımlandı. Bu mektup da aşağı­ da olduğu gibiydi. Viya n a ' d a n, . . . ta rihinde, . . . yılında . . . gazetesi n e M u h a rrir Efendi Hazretleri, i l k üç m e ktu bum benim için aşk kıskandığının da sudarın da pek az olduğu bir zamanki halimin ta rihçesi sayı labil ir. O m ü ddet za rfı n da ben Peri için aşk kıskandığ ıyla pek az ya n ı yor­ du m. Yine a s ı l sebebi Peri o l m a k üzere cinayet işleme cü reti m i n de h e n üz b a ş ı n d a bulunuyord u m . O n d a n son ra yan i dörd ü n c ü mektu b u m u n a n latacağı za mandan başlayarak b e n a rtık ç ı l d ı­ rasıya bir ôşık kesildim. Yine o aşkın icabından olarak d ü nyada ka n dökmeye kadar insa n l a r a leyhinde her şeyi mübah g ö ren, katli vacip, yok edilmesi elzem bir cani, bir melun kesildim g itti . Bakın işte size de hikôye ediyo ru m . Siz de ada let gözü n üzde d u ru m u m u h a keme ederek gereken hükmü verin. H ediye' n i n rivayetine göre gerek kendisi gerek H a l i l S u ri beni m l e ya ptı kları sözleşme h ü kü m lerine uymada kusur etme­ yeceklerse de her ne sebebe daya n ıyorsa Peri bana d a n ld ı ğ ı i ç i n sözleşme doğal olarak bozu lacakmış. Peri' n i n çocukluğu üzerine ben de bir çocu kluk, d a h a doğ­ rusu buda l a l ı k etmeyip kızla bir kon uşmuş ve kendisi n e g ere­ ken cü reti vermiş olsaydım, ihti m a l bazı sırlara vôkıf o l u rd u m . Böylece ne Ö re ke Taşı meselesine ne de Beyoğ l u ' n d a ki i n ti­ h a r ve diğer a d ıyla suikast meselesine lüzum ka l mazd ı . Benim a l ç a kl ığ ı m d a yal n ız ka l paza n l ı k derecesinde ka l ı r, böyle ü st ü ste cinayetlerle büyük bir ca n i o l u p ka l mazdım. La kin b i r tü rlü cesa ret edip de Peri'yle kon u şa madım. 1 70

Bir g ü n bil mem ne izni için h a re rn e girmişti m . Zira sela m­ lı ktc eski bir mutfa k va rd ı . Orayı d a rp h a n e h a l i n e çevirm iştim ve orada çalışmaktayd ı m . Aya k la rı m d a a ba terlik bulunduğu için yürüd ü ğ ü m za m a n hiç aya k l a rı m ı n patırtısı çıkmıyorm uş. Bunqan ha berim yok ya ! Fakat H e d iye' n i n oda ka pısına ge­ linceye kadar kimse n i n gelisimden h a berd a r alamadığını oda içinde Hediye' n i n Peri ile dik dik kon uşmasından yan i bu sözü kesmeye lüzum görmemiş olması n d a n a n la d ı m . O d a kapısı n ı n perdesi ni baya ğ ı ka l d ı rm ıştı m . Peri'yi Hedi­ ye'nin karşısı nda boyun bükmüs b i r h a lde ve H ediye' n i n de bana ve H a l i l S u ri'ye dair birtakım kon uşmalarda b u l u n d u ğ u­ nu görü p işitince epeyce ka ldırmış old u ğ u m perdeyi indirerek dinlemeye başla d ı m . Kon uşma n ı n bası n ı isitememiş o l d u ğ u m a ç o k üzü l m üştü m . Zira ondan son ra d i n iediğim şeyler H ed iye' n i n Peri'yi h e p H a­ lil Suri ' n i n aşkı n ı ka b u l e teşvik yol u ndayd ı . H a l i l S u ri' nin ne kadar terbiyeli ve işgüzor bir a d a m oldu­ ğunu, cebinde bir pa rası ol masa yine ayda yüz l i radan ziya­ de harcaya bilecek kadar g üzel yasaya bileceğ i n i, Heza rfen Mustafa ' n ı nsa fi lozofların bir baska türlüsü o ld u ğ u n u, dü nya kayd ı nda b u l u n m a d ı ğ ı n ı , bir lokma ekmek b u lsa mem n u n ka­ lacağ ı n ı a n l atıyord u . Heza rfen M u stafa bakın a ltın ya pmaya m u kted i r olsa bile kendisinin hepi top u iki kuruş kazana bilecek kadar budala old u ğ u n u, Halil S u ri' n i nse böyle bir hünere sa­ hip olmadığı halde işte M u stafa gibi bir h eza rfe n i adeta arnele gibi çalıştı roca k kadar dirayet sa h i b i olduğunu gösteriyord u . Sonuçta kıza demeye geti riyord u ki öyle şa i r, filozof, hünerli olan adamların en büyük ba htiya rl ı ğ ı kendi fikir ve zekô m a h­ sulü olan şeylerin m ü kemmell i ğ i n i görmekten iba rettir, yoksa dünyada yaşa m a k ve hem de g üzel yasa m a k gibi asıl bahti­ ya rl ı ğ ı n ne demek olduğunu bil mezler. Zeki asüfte bu m u h a kemesini, b u değerlendirmesini, bu m u­ kayesesi n i o kad a r m ü kemmel yü rüıtü ki ben de adeta bir H e­ za rfen M u stafa olacağıma bir H a l i l S u ri o lsayd ı m diye ken d i ben liğimden istifa derecelerine va rd ı m . i s henüz b u derecedey­ ken ta biatı mda baya ğ ı hiddet va rd ı . H atta birkaç defa hemen 171

perdeyi ka l d ı rı p içeriye g i rmek ve bir edepsizlikte b u l u n m a k b i l e iste d i m . Fa kat konusm a n ı n son ra l a rı bu cü reti d e k ı rd ı . Hediye b i r de güzellik v e cem a l bakımından H a l i l S O ri ile benim a ramda bir m u kayese ya pmaya başl a m ı ştı . H a l i l S O ri ' n i n n a s ı l kara gözl ü, tom b u lca, beyaz ten li, ya kışı k l ı b i r a d a m o l d u ğ u n u , hele Ara p şivesince söz söyleyisine doyu l a­ mayacağ ı n ı pek tatl ı bir sekilde tasvi r etti kten son ra H ezarfen M u stafa denilen herifin ya l n ız sipsivri bir boyu olduğ u n u, b ü tü n kem i k l e ri n i n üzeri n i kazı m ıs o l sa l a r b i r köftelik kıyma ç ı k maya­ cağı n ı, çeh rece de herha ngi bir Jetafeti olmadığını, gendiğinde biraz ta biatı h ostuysa da yasi a n d ı kça tabialı na da bir ka ba l ı k geldiğini, son u çta insa n l a rı ta n ıya n b i r kadı n ı n Mustafa' d a be­ ğenecek ve sevecek hiçbir sey bu l a mayacağını kıza a n l a ttı . Şimdi bu söz üzerine perdeyi kaldırıp da içeriye n a s ı l g i re­ yi m ? M u h a rrir Efendi Hazretle ri ! Benim birçok çirki n l i ğ i m e e k olarak b i raz d a kibrim va rd ı r. B i raz değil, epeyce, hatta fazla­ c a d ı r bile. H e diye' nin bu sözü üzerine odaya girecek olsam s ı rf h a kk ı m d a ki aşağılayıcı e leştirilere ta h a m m ü l edemediğim için g i rmis olduğum sa n ı laca ktı r. Bense bunu mümkün değil kibrime yed iremem. B u n d a n baska Hediye' n i n Halil ile benim a ramda ya ptı ğ ı m u kayese d o ğ r u d u r da. Bu m u kayeseyi b e n b i l e onayl a d ı ğ ı m h a l d e Peri' n i n tasvip etmeyeceğ i n i nereden bileyim? Gerçi Peri b a n a bir a ra m u h abbetinden fi l a n ı nda n bahsetmistiyse d e son­ ra gösterd i ğ i tavrıyla evvelki bahsinin h ü k m ü n ü feshetmi stir. Ya o

da g e rçekten H a l i l SOri'yi tercih etmekteyse? O halde oda­

nın içine g i ri p de öfke ve kızg ı n l ı kl a bağırıp çağınsım " Evet, H a­ l i l S O ri benden daha güzelse de sen yine onu sevmeyip beni seveceksin " g i b i g ü l ü n ç bir davadan ibaret kal maz m ı ? N i h ayet H ed iye nasihat yoll u sözlerini bitirdikten son ra dedi ki: - Kızım, b u n u n la bera ber ben sana filanı sev de fi l a n ı sevme de m e k i stemiyoru m. Gön l ü n kimi isterse o n u sev m e kte özg ü rd ü r. Fa kat senin gibi bir kız e rkekleri parmağ ı n ı n u cuy­ la veya b i r göz işa retiyle istediği gibi oynatmal ı d ı r. H e m d e h a n g isinde fayd a m ız çoksa ehemmiyeti ona vermelidir. Lira l a rı 1 72

yaptı rıncaya kad a r fayda m ız H eza rfen M ustafa ' dayd ı. $imdi onlar ya pıldı. S ü rmek için çıkarı m ız Halil SO ri' d edir. Hem de ya l n ız bu para l a rı s ü rmek faydası de�ildir ki bizi H a l i l S O ri'ye dönı:lü rü r; ondan başka daha bu kad a r işimiz var. Dolayısıyla H a l i l ' i n a rzu etti�i iltifatl a rda asla inat etmemelisin. Zaten bu dünyada benim senden başka kim i m va r? Ah i ret evladımsı n . Ne kad a r zengin olsam hepsi sen i n için demektir. Sözleri m i g üzelce a n i a d ı n m ı ? - An l a d ı m efendim. - Ee öyleyse a rzu etti�im g i b i h a reket edece� ine d a i r b a n a söz verir m i s i n ? - E mirlerinizi h a rfi harfine d i n l iyeru m efendim. Hepsi n i d e yaparı m . - Aferin Peri . Öyleyse b e n de sa n a M i l L ü k s ma�azası n­ dan bir ta kım ôlô fista n yaptırırım. Di kkat ediyor m u s u n uz M u h a rri r Efe n d i H azretleri? Hedi­ ye' nin şu son sözleri içinde en ziyade d ikkat çeke n i n hangi söz oldu� u n u görüyor musunuz? F i l a n ı sev de fil a n ı sevme d iye Peri'ye emir ve h ü kü m edemeyecekmiş. B u n d a n a n laşılıyor ki Peri'nin H a l i l S O ri'yi hiç de sevdi�i yoktur. Ya l n ız is biti neeye kadar herifin yüzüne g ü l meliymiş. H a n i ya şu ka lp para l a rı ya ptı rıncaya kada r benim yüzü me g ü l d ü kleri g i b i . Ben i z i n a laca� ı m şeyi n ne old u � u n u da u n uttu m. N e ya­ paca� ı m ı da şaşırd ı m . Orada birkaç d a ki ka d iva ne gibi ka l­ dıkta n son ra yine d a rpha neme dönd ü m . Hayretimin ne derecede old u � u n u ş u n u n l a de�erlendiri n : O aksam yoldızianacak bazı p a ra l a r vard ı . Mecidiyelere g ü­ müş ya ldız sürü lecekken a ltın yaldız s ü rm üşü m . Hatta ertesi gün H a l i l S O ri görü n ce " Beşi bir yerde Osm a n l ı l i rası m ı ya ptı­ n ız?" d iye b u n l a rı aynıyla lira sa n m ı stı . Hediye' den işitti�im sözler a rtık o l a nca dikkati mi toplama­ ya lüzum gösterdi�i nden neredeyse geceleri de uyku mu fed a ile hası m l a rı, ra kipleri kolla maya başla mı ştı m . Bu sırada gari p b i r şey görd ü m . H e r ne kad a r hikôyemle do� rudan do� ruya ilgisi yoksa da sırf Hediye ile Halil SOri'n i n nasıl insa n l a r old u � u n u göstermeye ya rayaca�ı i ç i n anlatayı m . 1 73

B i r a kşa m H a l i l Suri acayi p kılıklı bir herif getirdi. H e m de b u h erifi benden gizlemek için çok itina ediyorlard ı . B u itin a d ikkati m i çektiğinden b e n de k e n d i entrikama zemi n hazı rla­ m ı ş o l m a k için bir keyifsizliği bahane ederek o a kşa m ayrıca yem e k yiyeceği m i söyled i m . Keyifsizliğim mide fen a l ı ğ ı o l d u­ ğ u ndan b i r çorba ile ba mya fil a n gibi h afif şeylerden i sted i m . Yem eğ i m i getirdiler. Hed iye fi l a n i ç i n hazı rlanan sofra d a kuru l d u . H e r a kşa m sofrada b i ri Arap, diğeri beyaz iki ca ri­ ye h izmet ederk en bu a kşa m o n l a r ı n affedi l mesiyle bera ber Peri ' n i n d e b u misafi rden kaçı n l m a k iste n i l mesi bir kat d a h a m e ra k ı m ı uya n d ı rd ı . Herkes yemeğe çeki ldiği za m a n ka l ktı m . H a l i l S u ri v e Hed iye i l e ya bancı h erifin yemek yediği oda n ı n ka p ı s ı n a varara k anahta r deliğinden h e m ba ktı m h e m d e ku­ l a k verd i m . H e rif e peyce sarhoş görün üyord u . H a l i l Su r i diyord u ki: - Seni M ecdeddin Paşa sayesi nde pra ngadan kurta rm a k m ü m kü n o l d u ğ u halde senden istediğimiz i ş i gördü kten son ra da sen i sa k l a m a k veya istedi ğ i n bir memlekete asırm a k bizi m için i m kô n sız m ı olur? Ama diyelim ki kaç ı p bu raya kad a r gel­ meden ya kayı ele verdin. Mecdeddin Paşa sağ olsu n . Başka dostl a r ı m ız sağ olsun. Yine kurta rırız. H a l i l S u r i ' n i n bu sözü n ü o naylayarak Hediye diyord u ki: - M ecdeddin Paşa pek büyük bir ada msa da size g ö re büyüktür. Yoksa şu eteği m i kaç defa öpmüş olan bir a d a m­ d ı r. H e m bende o n u n gibi d a h a birkaç ta ne Mecdedd i n Bey, Mecded d i n Efendi va rd ı r ki her ne em retsem, derhal ya p m ayı cana m i n net b i l i rler. Senden istediği miz iş ise zaten acem isi o l­ d u ğ u n şey değildir. H a l i l S u ri dedi ki: - Bak sa n a şimdiden h a ber vereyi m; bize gösterd i ğ i n m u­ vafa kat ya l n ız prangada n çıkıncaya kadar adam aldatm a k cinsinden b i r şeyse son ra s e n pişman o l u rsun. Yerin d i b i n e geçsen seni b u l d u ru p tekra r h apse tı ktıkta n son ra istersen bir ka n i ıyı d a sen i n üzeri ne mem u r ederek her nerede b u l u n a c a k o l s a n ca n ı n ı a l d ı rmak bizim i ç i n i m kônsız değildir. H e rif dedi ki: 1 74

- Ca n ı m niçin bu kadar mera k ediyors u n uz? Bir ihtiya rı n a r­ kasına bir ka ma sokmak bu kad a r g ü ç b i r şey mi? Ewel All a h siz olmasanız da b e n kendimi kurtarabilirim. B e n i m ha pse giri­ şimse zaptiyelere karşı kabadayı l ı k tas l a m a k gibi bir eşeklikten ileri gelmişti. Yoksa ben o zaman da kaçıp kend i m i ku rtara bilir­ · dim. ista n b u l içinde sakla nmak g ü ç b i r şey mi? H emseri lerden bu kad a r hamal, kayıkçı, mavnacı, a rka salıcısı filan var. Hele Mecdeddin Paşa gibi a rkamız o l u p o sayede ya za pliye veya gümrü k kolcusu fil a n gibi bir yere yazı l m a k m ü m kün olursa iş bitti gitti. Siz hiç merak etmeyin . i ki g ü n e kada r görürsü n üz ki . . . $imdi i ş i a n l a d ı n ız m ı M u h a rrir Efendi? B u katilin sözleri içinde en tu hafı u m ut veren " Ewel Al l a h " sözüd ü r. Herif b u n u ne kad a r g üvenerek söyledi. Bir za m a n d a R u m h ı rsızları ndan birisi n i n h ı rsızl ığa g ideceği gece eğer u m d u ğ u gibi m uvaffa k olursa H azreti Meryem tasviri ö n ü n d e bir m u m ya kocağı ada­ ğ ı nda b u l u n d u ğ u n u d uymuştu m . Bu geeeki kati l i n ewel Al l a h ' ı da işte öyle bir şey oldu. Gerçekten de iki gün son ra . . . m a h kemesi üyelerinden ... Be­ yefendi'nin Galata'dan geçerken sarhoş bir Yun a n l ı n ı n hücumu ve bıçak darbesiyle vefat ettiği gazetelere yazı ldı. Bu Yunanlı işte bir akşam Hediye' nin konağında yemek yiyen kı l ı k değiştirmiş herifti . ... Beyefendi'nin vefatından sonra da onun görevli olduğu mahkemede Halil S O ri bir ticaret davası kaza ndı ki yalnız kendi hizmetine karşıl ı k aldığı para iki bin beş yüz liradan fazlayd ı. Bu h ususu bel i rirnemden ya l n ı z b i r fayda elde ed ilmez ve o da H a l i l S O ri ile Hediye' nin işte böyle iki bin beş yüz l i ra kaza n ı l a bilecek o l a n bir davada ken dilerine m a n i olacak b i r üyenin c a n ı n a kastetmeye kada r varaca kları n ı göstermekten ibaret ka lmaz. Bir fayda daha elde edilir ki o da benim a ley­ himdeki entrika larına vô kıf olmak için a raştı rma ve i ncelemele­ rimde nasıl m uvaffa k olacağımı göstermektir. Ya n i ben onların en gizli işlerine bu kadar vô kıf o l a b i l m i şsem ken d i işierirnde n e derecelere kadar m uvaffak olabileceğ i m i b u n d a n kıyas etmek m ü m k ü n o l u r. Kona kla Peri' den başka Hed iye' n i n işleri n e vôkıf bir de kôhya kad ı n va rd ı . Peri'nin bizden yüz çevi rmesi üzerine kôh1 75

ya kad ı n da baya� ı yüz çevirmişti a m a o n u n de�işmesi Peri derecesi n de de�ildi. Gerekti�inde "efendi o� l u m " d iye bizi iltifatl a r ı n d a n yine mahrum etmezdi . Dolayısıyla ben kibrimi kı racak olsam kahya kad ı n l a soh bet eder ve bu sohbetimden fayda elde edebilirdim. La kin ka hya kad ı n ı n benden ziyad e d o � a l o l a ra k Hediye ile dost oldu�u meydandayken " Ba n a o n l a r merh a m et etmiyor, bari sen merhamet et" diye d ü ş m a n a eyval l a h etme k k i b i r v e inadı m a s ı � a r m ı? Kahya kad ı ndan son ra Hed iye' n i n bir de N a z i k isminde ka rt b i r ca riyesi va rd ı r; kendisine " ki lerci ka lfa" derler. Daha dogrusu " hazinedar ka lfa " demelidir. Zira Hediye' n i n ya l n ı z kileri d e � i l , sa n d ı k odası da b u kad ı n ı n elindedir. Ben i m i ç i n h erkesten fazla dost olabilece�i ü m it edilen ya l n ız oysa d a m a d e m k i kal paza n l ı k işinde sa n d ı kkarl ı k h izmetini o ifa ediyor, mademki Peri'yi bi rkaç defa H a l i l S O ri'nin Beyo� l u ' n d a b u l u­ n a n evi n e g ötü rmüştü r, ona da g üven memeye, o n u n l a da i ki çift sözle sohbet etmemeye mecburum. Sonuçta kon a k içinde, bu kadar entrikaya karşı tek başı­ ma ka l d ı � ı m h a lde yine m uvaffa kiyeiten ü midimi kesmeyere k çal ışıyord u m . Peri ' n i n N azik Ka lfa refa katiyle birkaç defa H a l i l SOri'nin evine g itmiş oldugunu haber vermem üzerine biraz d a h a iza­ hat vereyim m i ? H a l i l S O ri ' n i n Peri'nin askıyla cidden yan ı p tutustu g u n u hatta Peri ile emeline nail olmak için gerekirse din degiştirip M üs l ü­ m a n olmayı göze a ldı� ı n ı son radan ögrenmiştim. Böyle bir a da­ m ı n h a k dini batı! mezhepten fa rk ve tercih ederek Müsl ü m a n oldu�una i n a n ı labilir m i ? Demek ol uyor k i din degistirme sözü sırf Hediye'yi a l datma k için ortaya çıkmış bir sözd ür. Gerçi H e­ diye kolay kolay a ldatılan kad ı n l a rdan degildir. Peri'ye g izlice vermis o l d u g u nasi hatlerden a n lası laca� ına göre Halil S O ri'yi de Hediye a l datıyordu. H i lekarlar a ldatıldıkları n ı asla hatı ra getirmeyerek daima aldatıyoru m za n n ı nda bulund u kla rı n d a n H a l i l S O ri de b u za nla d i n de�istirme sözü n ü ortaya çıkarmıştı. iste Peri'nin Beyoglu'ndaki evine götürül mesi yine bu d i n de­ �iştirme meselesinden ileri geliyordu. Güya val idesi ve kızıyla 1 76

Peri a rasında evvelden bir münasebet kura ra k hem din değiştir­ mesi hem de bir Müslüman kızı n ı a l ması gibi iki uzak şeyi birden­ bire ya pmamış olmamak için bu m ü n a sebete lüzum görmüştü . M u h a rrir Efendi Hazretleri ! Bu kad a r gerçeğe vakıf oldu­ ğ u m halde nasıl o l u p da henüz sa brı m ı tüketemediğimi garipsi­ yar musun uz? Biliniz ki sabrı, ta ha m m ü l ü fazla olan adam mut­ laka işin neticesinde d ünyayı hayrette b ı ra kacak kadar şiddetli bir şeyi göze a l m a k için cesa ret topl a m a k üzere b u sa bırda, bu ta hammülde b u l u n u r. ilk gördüğü h a l üzerine hemen hiddetle­ niveren adamlard a n hiç korkmayı n . Z i ra o n l a r her görd ü kleri hal üzerine bir kere hiddetlenir, daha sonra öfkesine hakim olur, gözlemlenen d u ru m a yavaş yavaş uyu m sağlar ve işin sonunda yen i l i r, boyu nlarını büküp savuşmaya kad a r varı rlar. Benim a rtık sabrı m ı tü ketmeye başlayısım bakın ne gibi bir va ka üzerine vuku b u l m u ştu . Bir a ksa m isi erkence paydos ederek d a rphaneyi kapa m ı ş, sela m l ı k ta rafı na ç ı k m ıştı m. Dikkat buyurul uyor m u ? Ben hala kal paza n l ı k sözleşmesi h ü kü m leri n e uym a kta n ayrı l maya rak imali kararlaştı rı l a n bu kadar bin pa rça si kkeyi ya pmakta de­ va m ediyoru m . Sel a m l ı ğ a geldiğimde tam b e n i m yattı ğ ı m odada i k i kişi a rası n da konuşmaya, m ücadeleye, hatta pehliva n l ığa benzer bir gürü ltü beni ka rşı l a d ı . Kapı ö n ü n d e d u rd u m . Odamda H a l i l SOri ile Peri o l d u ğ u n u a n lamayım m ı ? Ka n ı m fena h a l d e go leya n etti, vücud u md a ki dolaşı m ı n a sü rat g e l d i . Gözlerim l e şaşı a d a m l a r ı n bakışları g i b i burn u m u n ucuna bakı nca suratı ın ı n panca r kesi l d i ğ i n i a n l a d ı m . B i r da ki­ ka kad a r sa bredebilmiş miydim bilemem, fa kat bu bir da kika zarfı nda bazı hareketlere dela let eden patı rtı l a rd a n ve kon u­ şulan sözlerden a n la d ı m ki H a l i l S O ri, Peri'yi öpmek isted iği halde Peri m üdafa a ederek "Siz imana gelmeyince, nika h ı m ız kıyı l m a d ı kça elinizi elime değdirmeye g ö n l ü m rıza göstermez.

Hanımefendi de bu cüreti tasvip etmez" dedi. Ah çoc u k ! S u son sözü niçin söyled i n ? Engel oluş ya l n ız kendi ta rafı ndan olsayd ı da gözleri m d e b i r kat d a h a büyüsey­ din ne o l u rd u ? Demek o l uyor ki h a n ı mefe n d i b u seleri tasvi p l 77

edecek olsa o n l a rı da esi rg e m eyeceksin. Bunca sened i r be­ n i m g i b i sa n a ta pan, sen i n için zih n i n e ve ka lbine hiçbir fen a d ü ş ü nce, fen a b i r h i s gelmemiş o l a n b i r doslu n n a i l ola m a d ı ğ ı n i m eti H a l i l g i b i bir herife saçaca ksı n . Of, a rtı k ta h a m m ü l e i m­ kôn ka l d ı m ı ? Hemen kapıyı açıp odaya girdim. Ben girerken Halil S Cı ri " H a n ı m nasıl tasvip etmezmiş? Etmemeye gücü va r mı?" diyord u . B e n i görü n ce Peri p u t g i b i d o n d u ka l d ı. Halil SCıri i s e fütu r­ suz davra n d ı . Dedi ki: - Bizi m i ta kip ediyord u n uz? - Hayır. B u rası benim ada m d ı r. Fa kat siz muaşaka nızı bile bile bana göstermek için mi oda ma kadar geldiniz? Peri sessiz sedasız ağlamaya başladı. Halil S Cı ri verecek bir ceva p b u l a mayınca dedim ki: - Siz imza n ızı ve imza n ı z a ltı nda olan sözleşmen izi n h ü k­ m ü n ü böyle m i tuta rsınız? Aşk ve m u h a bbet Peri ta rafı n d a n g e l­ miş ve o size vuslat teklif etm iş olsayd ı bile siz bu kadar za m a n­ d ı r etti ğ i m hizmetin mü kôfatı n ı n bu kız olacağ ı n ı ve old u ğ u n u di kkate a l a ra k reddetmeliydi n iz. H a l buki a ksine taa rruzu sizin ta rafı n ızda n g ö rüyoru m. H a l i l S Cı ri e peyce bir süre ceva p bulamadı. N i h ayet yine ewe l ki kayıtsız ve fütu rsuz tavrıyla dedi ki: - Gön ü l meselelerinde imza n ı n , sözleşmenin hiç h ü k m ü o l am az. H e rkes kalbinin hissiyalı nda mazu rd u r. - Öyledir, fa kat bu mazu rl u k her şeyden önce bende va r­ d ı r. He l e şi m d i l i k bela n ı n daha fazla büyürnemesi için şu oda­ dan ç ı k m a n ızı neza ketle ikin ize de ihta r ederim. Zira b u rası benim gecelernem için tayin ed i l miştir. H a l i l S Cı ri odadan çı kmaya d avra n d ı fa kat gözü n ü g özü m­ den ayırmayı p ya n yan yü rüyerek çı kıyord u . Aklı nca a k l ı m d a fikrimde o l a n l a rı gözlerimden a n l a maya çalışıyord u . Fa kat ben ken d i m i H a l i l ' e de Hediye'ye de mağlup etti recek şeyin m utla ka a kl ı mda, fikrimde olan şeylere onların vôkıf o l m a s ı n­ d a n i b a ret b u l u nacağ ı n ı öngörd ü m . Ben de kendimi tuttu m , h a­ reket ta rzı m d a kal birnde o lu p bitenden hiç ren k gösterme m eye son derece g ayret etti m. 1 78

H a l i l çı ktı g itti. Peri odada ka ld ı. O n a da çıkıp g itmesi n i em­ rettiğimde dedi ki: - Bir d a kika sabredin ve bana m ü saade edin de size bir söz söyleyeyi m . - Bana hiçbir lüzu m u yoktu r kuzu m . Sana l üzumu va rsa söyle. - Evet, bana lüzumu var. Söyleyeceğim. Evvela size so­ rarım; benden görd ü ğ ü n üz vefasızca m u a m e l e üzerine d a h i sizden bir şey rica etsem ka bul e d e r misiniz? Ya par mısın ız? M u h a rrir Efendi, eğer Peri şu sözü n ü n içinde " benden gör­ d ü ğ ü n üz vefasızca m uamele üzerin e d a h i " c ü m lesini katma­ mış olsayd ı hiçbir ricas ı n ı ka bul etmeyeceğime siz şüphe eder misiniz? La kin bu c ü m leyi katmasıyla Peri bana a n l atm ış oldu ki ka bahati n i n ne o l d u ğ u n a kendisi vô k ıftı r ve o kaba hat üzerine ricası n ı ka b u l etmemekte ben haklı olduğum halde yine beni m kendi h a kkı n da ki m u h a b betime de sayg ı m a da itimadı olduğu için benden bir şeyin ya pılmasını rica ediyorm uş. Şimdi bunun üzeri ne Peri ' n i n ricası n ı nasıl redded e b i l i ri m ? Ded i m ki: - Söyle gözü m . Ya pabileceğ i m b i r şeyse . . . - S i z b e n i m i ç i n evvelki hocam, evvelki dostu msanız her neyi rica etsem ya parna mazl ı k etmezsi n iz. Şeyta n kız her söylediği şeyi öyle bir ta rz ve tavı rla söy­ l üyor ki m utla ka m u kabeleye i n sa n ı m ec b u r ed iyor. Bu sözü üzerine mecburen dedim ki: - Ben senin için yine evvel ki m u a l l i m , yine evvelki dost o l­ dukta n fazla daha başka bir şey o l d u m ki o n u da sen etti n . Dolayısıyla söyleyeceği n sözleri yeri n e getirmeye evvelkinden daha fazla mecbur olduğumu da b i l iyors u n . - Öyleyse rica ederim bu kona kta n ç ı k ı p g i d i n . - Bu kona kta n m ı ? . . Şey mi edeyi m ? . . Kızı n e m ri üzerine b o ş söz edecek kad a r şaşırmış ka l m ı ş ı m . Peri d e d i ki: - Evet, bu kon a kta n çıkıp gidin. Z i ra şimdi görülen hal üze­ ri ne ben işin son u n u pek fena görüyoru m . - Ki m i n için fen a olacakmış? Fen a l ı ğ ı kimler ed iyorsa o n l a r düşünsü n . 1 79

- Bu d ü nyada fen a l ı k edenler fen a l ı k bulsalar söz ü n üzü tasd i k ederdi m. Fa kat fen a l ıı::J ı daima iyiler b u l u r. Siz bu ko n a ı::) ı benden iyi b i l i rsiniz. Beni d a h a fazla söyletıneyin de rica etti­ ğ i m şeyi ya p ı n . Ge rçekten d e kızın dediı::J i doı::J rud u r. Konaı::J ı b e n o n d a n i y i b i l i ri m . B e n b u hakikati d a h a H ediye'n i n Peri'ye n a sihat verd i ğ i gün a n la m a l ıydı m . Ka l p para l a rı ya p ı p bitirdi kte n son­ ra b e n i m H e d iye'ye ne l üzu m u m ka l d ı ? Aksi ne va rl ı ğ ı m z a ra r­ lı o l d u . Z i ra h e r ne za man olsa b i r hiddetle b u nca suçu m ey­ d a n a koyac a k ben olacaı::J ı m g i b i kalpaza n l ığ ı da meyd a n a koya b i l i ri m . H ed iye ise faydası, l ü z u m u ka l mayan a d a m l a rı gerekirse ö l ü m l e de defede b i l i r. B u d u ru mda bu kon a kta n va rlığ ı ın ı n defi için görü len l ü z u m adeta ca n ım a kastetme k demektir.

O g ü n Peri huzurunda b u görüşler söylendiı::J i gibi o n d a n son ra da a n l a d ı m ki meğer H a l i l S O ri' n i n Peri i l e bizim o d a d a b u l u n m a l a rı s ı rf b e n i m kovu l m a m i ç i n yine Hediye tarafı n d a n tertiplenmiş b i r ö n hazı rlıkmış. N eyse biz hemen o anda iş e lbiselerini a rkam ızda n çıkarıp gündüzlük e l b iselerimizi giydik. Hemen kona kta n çıktık.

bte

M u h a rrir Efendi Hazretleri, Hediye' nin kona ğ ı n d a n

çı kışı m ı z b u ç ı k ı ş oldu. La kin n e reye gideceği m ? N e iş tutacağ ım? Senelerd e n b e r i ben a deta d ü nyadan e l çekmişi m . Benim dünya m H ed i­ ye' n i n kon a ğ ı , o radaki va rl ı ğ ı m da Peri olmuştu . Pa ra m yok. Ciddi bir dostu m yok. Sanatı m yok. Memu riyetim yok.

i l k işim b e n i m için satı n a l ı n a n evi satm a k oldu. i ki yüz l i ra­ ya a l ı n a n evi a ltmış liraya verd ik. Sözleşme h ü kmü nce H a l i l ve H ed iye' den a lacağ ım para l a rı a rtı k ümit b i l e etmeye i m ka n ka ldı ın ı ? O p a ra l a rdan evvel Peri'yi alacaktık. Peri h a kkı n d a ki ümidi miz n a s ı l m a hvold uysa, para l a r h a kkındaki ümidimiz on­ d a n fazla m a hval d u gitti. Kon a kta n ç ı ktı kta n son ra H a l i l S O ri ile Hediye' n i n ve Pe­ ri' n i n ne tavır ta kındıkianna d i kkat etti m. Tavırl a rı na h i ç b i r

de ğişikli k gelmemiş. Bir fa rk va rsa o da H a l i l S O ri v e Peri arası n d a ki ın ua ş a ka n ı n evve l ki n d e n daha serbestçe bir şekil 1 80

almasından iba retti. Benim ayrı l ı ş ı m son b a h a ra rastl ıyord u . Sonba h a rda Peri a lafra nga kıyafette, H a l i l S O ri ' n i n kızıyla birlikte Kôğıtha nelere 1 fil a n l a ra gider o l d u . Bir defasında ben de tesa d üf etti m . Baş işa retiyle b a n a bir sel a m verd i. M u kabe­ le etmemeyi k u rd u rnsa da düşünd ü ğ ü m ü ya p maya muvaffa k olama d ı m . K ı ş geldiği za m a n sa tiyatro l a rd a loca l a r içinde Peri ve Matmazel S O ri ile H a l i l SOri görün m eye başl a d ı . Daha son ra ka rnava l geli nce maskara kıyafetleriyle b a l o l a ra gider oldu­ lar. Heza rfen M u stafa' dan çeki n m e d i kten sonra kimden çeki­ necekler? La kin serbestli k b u dereceyi b u l d u ğ u za m a n bizde de sa­ b ı rsızlı k son dereceye va rd ı . H a l i l ' e bir m e ktu p yazd ı m . Bunda Peri ha kkı ndaki m u a me lesi bana rağ m e nse a rtı k b u n u yapa bi­ leceği n i, yok eğer b i r M ü s l ü m a n kızı n ı başta n ç ı ka rmaksa ona ihtimal olamayaca ğ ı n ı a n lattı m . Mektu b u n bir s u reti n i çı ka rtma­ dım ki neşredeyim . O halde görü rd ü n üz ki g ayet halim sel i m yazı l m ı ş bir mektu ptu. A l d ı ğ ı m ceva pta H a l i l S O ri Efendi kim­ senin kendi keyfi n i n kahyası olmad ı ğ ı n d a n dem vurarak köy ya n ı n d a n geçen yolcuyu olur olmaz köpeklerin havlaması n ı n yol u n da n a l ı koya m ayacağ ı n ı bildiriyor. Nasıl? Bir za m a n ki terbiyeli, edip, iltifatçı H a l i l S O ri'yi şimdi görüyor m u su n uz? Bu mektu p bana u laştı ktan üç g ü n son ra büyücek bir zat beni kona ğ ı n a çağ ı rd ı . Ya H a l i l S O ri'ye hiç sa l d ı rm a m a m ı veya ista n b u l ' dan çıkıp g itmemi nasihat etti . Biraz düşündüm. Gere­ kirse i sta n b u l ' da n ç ı k ı p gideceğ i m i söyled i m . O zat bu sözüm­ den asıl m a n ayı a n l aya madı. N a si h a t ka b u l eder, itaatkô r, boyun eğer bir çoc u k olduğ u m a teşekkü rle beni a ğ ı rlayo ra k kapıya kadar gönderdi. Bu nasihatten ta m on beş gün son ra Ö reke Taşı va kası oldu ki ileriki mektu bumda a n lataca ğ ı m .

Özellikle ilkbahar mevsiminde gidilen Kağıthane, o dönem istanbul'unda halkın rağbet ettiği eğlence yerlerinin başında gelirdi. Çok sevilen bir mesire olmanın yanı sıra resmi ziyafetler, roplantılar ve düğünler de düzenlenirdi .

181

s Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa'nın mektupla­ rına verilen önem derece derece artıyordu. Yukarıya alınan dördüncü mektubuna verilmiş olan önemin daha önceki üç mektubuna verilenden daha fazla olduğu da biz söylemek­ sizin okurlarımızın kendi kendilerine düşünüp bulabiieceği bir şeydir. Mektupta halkın dikkatten asla uzak tutmadığı şey

Musta fa ' n ı n gayet sa de ve içtenl i k l i bir üslupla gerek kendi lehinde gerek aleyhinde sayılabilecek şeyleri anlatması mese­ lesidir. Bu sadelik ve içtenlik anlattıklarında yalana, müba­ lağaya benzer hiçbir şey bulunmadığını ispat için ikna edici delillerden sayılabilir. Dördüncü mektubunun yayımlanmasından iki gün son­ ra Mustafa'nın beşinci mektubu da yayımlandı. Beşinci mektup esrar-ı cinayata bizim de vakıf olmaya başladığımız şeylere ait olduğundan okuyanlar tarafından daha başka bir merakla karşılanmıştır. İşte mektup şudur: Viya n a ' d a n , ... ta rihinde, ... y ı l ı nda i sta n bu l ' d a . . . gazetesine M u h a rrir Efendi Hazretleri, Gönderd i � i m dört mektu p üzerine beşinci mektu b u m u n gel mesi bel ki okurlarınız tarafı n d a n aceleyle beklen i r d iye m ü m kü n o l d u � u kadar vakit kaybetmeksizi n yazıp gönderd i m . B u m e ktu b u mda size Ö reke Taşı va kasını an lataca � ı m ı vaat etm işti m . bte o vaadimi yeri ne getiriyoru m . H a l i l S O ri benden çekincesin i şiddetiice b i r tehditle m e n edebildikten son ra cesa ret v e c ü reti n i o kadar a rtı rd ı k i b e n i m gibi Peri ' n i n ô ş ı � ı , dostu, hocası, babası sayı labilen bir a da m ı n de�il, ka l b i n d e zerre kadar i n sa n l ı k gayreti olan kimse n i n o kad a r küsta hça cü rete daya n a b i lece�i düşü n ü lemez. B u g ü n H a l i l S O ri nerede? M a s l a k'ta ! 1 82

Bug ü n H a l i l S O ri nerede? Belg rat Orma n ı ' n d a ! Kısacası H a l i l S O r i Kôğıthane' d e , H a l i l S O r i Davutpaşa Çayı rı' nda, H a l i l SO ri Bağlarbaşı' nda, Kad ı köy' de, Büyü ka­ da' da . . . H a l i l SO ri her yerde. Ama H a l i l S O ri denildiği za m a n Peri de bu ismin içindedir. Herif Peri'ye "Ca n ı m " demiş, haki katen can ten le nasıl bera ber gezerse Peri de H a l i l S O ri ile öyle g eziyor. D ü şü n d ü m taşı ndı m, kendi kendime " Ba ri gönlüme mera m a n l atayı m da şu Peri ve Halil S O ri ile ta mamen ilgimi keseyi m . Ken d i m için selamet sebebi olacak şekil bundan iba ret o l d u ğ u gibi, Peri için de sela met a ncak bu şekilde olur" ded i m , fa kat işi hangi açıdan inceledimse bir tü rl ü gönlümü ikna etme k m ü m k ü n olmadı. Gerçekten beni m için Peri'ye edilebilecek en büyük dost­ luğun ondan el çekmek, hani ya d ü ş m a n l ı k elini, i ntika m pen­ çesin i i h m a l cebine sokma şekli old u ğ u n a gön l ü m de şüphe etmiyor. Fa kat bu dostl uğa nispetle kızcağ ızı Hediye ile H a l i l SOri' nin evinde b ı ra k m a n ı n p e k büyü k düşma n l ı k o l d u ğ u n u da gönlü m zihnime ispat ediyor. B u n l a rdan el çek! Ka ncık H a l i l b u n u m utlaka korkaklığıma verecek. Peri'den el çek! Hed iye' nin gözü n d e b u n d a n büyük hiçbir muvaffa kiyet yoktu r. Bu nca va kitten beri beni a h m a kçası na be­ dava çalıştı rm ış ve ka lpaza n l ı k gibi b i r suçun m ü kôfatı n ı ya l n ı z kendileri a l m ı ş olacaklar. Peri' den el çekmek benim için d ü nya d a n el çekmek de­ mektir. D ü nyad a n el çekmek lazım gelince d ü nyada taş taş üzerinde ka lması n ı reva görebilir miyi m ? M u h a rrir Efendi Hazretleri ! Dü nyada birçok hissin insana b a hşettiğ i zevkleri pek çok defa tecrübe etmişti m ama i ntika m h issi n i n zevki n i bu za m a n a kadar a s l a tecrübe etmemistim. H a l i l ' den, Hediye' den intikam alacağımı, o n l a rı ka h rı m ı n pençesi nde perişa n ederek üstü n l üğ ü m ü h e m kendilerine gös­ terip hem de ken d i m göreceğimi d ü ş ü n d ü kçe bu i ntika m ı çok­ tan a l m ı s ı m kadar zevk duymaya başl a d ı m . Sadece evvel a 183

inti ka m pençeme Hediye'yi mi, yoksa H a l i l S O ri'yi mi geçirmek gere kti � i n i tayin etmekte birde n b i re m uvaffa k olamadı m. Ben b u h ayret içindeyken b i r gün haber aldım ki H a l i l S O ri ista n b u l mesireleri n i n tü münde g ezindikten sonra bir de Ka ra­ deniz' i n gözlere, ka l plere heybel veren şairane aza metin e ka r­ şı b i r gezintiye karar vermiş. Hemen o g ü n büyük bir sa n d a l a binere k B o � a z a�zında yer a l a n Ö reke Ta ş ı ' na do�ru g itmiş. B u h a beri a l d ı � ı m za m a n b i rdenbire inanamadım. Böyle ç ı l g ı nca bir h a rekete kim i n a n a b i l ir? Fakat H a l i l SOri'n i n a l e m e r a � m e n b i r c ü retle hareket etmesi b e n i bu ha bere de i n a n d ı rd ı . Kendi ken d i m e dedim ki, "Gider m iyim? Gideri m . " Ya l n ız b u sözü söyledi�im zam a n henüz sadece b i r i n ti­ ka m hissine ta b i de�ildim. H atta Öreke Taşı'na gidersem ne yapaca � ı m ı d a belirlememişti m . Bu kararsızl ı kla Köprü' d e bir va p u ra b i n rn e k için Beyo� l u ' n d a n Ka raköy'e i nerken yol d a b i r dosta rast g e l d i m . Nereye g ittiı;jimi sord u . ihtiyatsızca, çekin­ meden d u r u m u kendisine söyled i m . Dedim ki: - Bizim H a l i l S O ri sevdi�i Peri'yi a rz ve ta kdim etmed i k se­ yir yeri b ı ra k m a m ış. Nihayet Ka raden iz' e de preza nte etme k için Ö re ke Taşı' n a gitmiş. Va rı p şu ç ı l g ı nca gezintiyi uza kta n olsun seyredece�i m . Bu sözümüzü dinleyen dost birdenbire sara rdı. Bana d e d i ki: - Dostl u � u m a itimadın va rsa sana bir n asihat verece� i m . - N e d i r o nasihat? - Ö reke Taşı ' n a gitmeyeceksin . - B u n u n sebep v e hikmeti? . . - Evet, b u n u da söyleyece� i m . H a l i l S O ri adeta s a n a meyd a n o kuyor. Öyle h e r g ü n b i r seyi r yerinde Peri i l e b e­ ra b e r g ö r ü n mesi seni bir belaya davet demektir. Sen şayet reka bet edecek o l u rsan ya c a n ı n a kastetme k veya sen o n a b i r z a ra r e ri ştirecek o l u rsan s e n i p ra n g a l a rda ç ü rütm e k i ç i n böyle y a p ıyor. - Peka la, i n ş a l l a h muvaffa k o l u r. - Hayır, b e n o n u n muvaffa k o l m a s ı n ı istemem. istemedi� i m içi n d i r ki s a n a d a g itme diye nasihat veriri m . - Ben de b u nasihati ka b u l ederek g itmem ka rdeşim. 1 84

Dostu m pek m e m n u n oldu. Ken d i siyle birlikte geriye dön­ d ü k. O n u n bir işi va rmış. Panga ltı'ya do�ru gidecekmiş. Ben Mevlevihane ya n ı n da kendisinden ayrı l ı p o g ü n ayin g ü n ü oldu� u n d a n dergô h-ı şerife gird i m . Ş i m di şu hale baka rak zan nedersin iz ki ben ka rarından, azimetinden ça rça b u k döner bir ada m ı m . Fa kat hata edersiniz. Dostu m a niçin bu m uvafakat yüzü n ü gösterdim, biliyor musunuz? Beni engel lemek için nasihati uzata ra k vaktimi zayi ettirmesi n diye. Zira H a l i l Su ri' nin h a k k ı m d a ki kastı n ı haber ver­ mekle bana da inti ka m ı hatı riatm ış old u . i ntikam ya l n ız ka lbi m i de�il, gaza b ı m ı n ka n ı n ı kaynato ra k bütü n vücud u m u istila etti. Mevlevihane'ye g i rer girmez yine çı ktı m . H a n i ya Kuleka­ pısı'nda bir silahçı d ü kkanı va rd ı r; ö n ü n d e devierin kullanma­ sına uyg u n düşebilecek kadar büyük b i r tüfekten ibaret n işa­ nesi de va rd ı r. Bu d ü kkôna gird i m . Altı patl a r ta bancalarda n i ki ta nesiyle bir pa ket ya n i elli ta ne d e h a rtuç ı a l d ı m . B u n l a rı cebime yerleşti rip d ü kkô ndan çı ktı m . S o n ra bir bakkal dükka n ı­ na gird i m . Kuma nya o l m a k üzere ya l n ız b i r okka sucu k a l d ı m . Zira e k m e k gibi k a b a şeyler yü k ü m ü ço�altm a kta n başka bir şeye ya ra mazd ı . Koşa koşa Köprü 'ye vard ı m . Yen i m a ha lle'ye g i d e n Rumeli va puruna binip Yen i m a h a l le'ye geldim ki saat henüz a kşa m ı n yedisi de�ildi. Sahil boyunca y u ka nya do�ru yürü m eye başladım. Epey­ ce gittikten son ra deniz kenarında h a ra pça bir çeşme buldum. Yolda giderken bir hayli sucuk yemiş o l d u � u m d a n hôsıl olan hamretim i bu çeşmeden giderdikten son ra bir de siga ra ya ktı m . Gözlerim bir kayık a rıyord u . Fa kat iskele o l a n m a hallerden kayık kira la mayı ihtiyata uyg u n b u l a m a d ı m . Zira ben izi mi kay­ betmek ve şayet bir i nti ka m almaya m uvaffa k o l u rsam a rka m­ da bir şahit b ı ra k m a m a k görüşü ndeyd i m . Yukarı d a n aşa� ıya i n e n b i r kayı� ı ça� ı n p b e n i Öreke Ta­ şı'na götü rmesin i kayıkçıya teklif etti m . H ava lodos oldu�un­ dan kolayca gidebilirse de dönüşte zah met çekece�i için tek­ lifimi ka b u l etmedi. Mermi

1 85

Aşa g ı d a n y u ka rıya giden b i r kayıkçı kayıgı buld u m . Be n i Ö re ke T a ş ı ' n a b ı ro kıvermesin i ona da teklif ettigirnde kayı kta b u l u n a n i ki R u m dikkatle yüzü me bakıp dedi ki: - Sen bel a n ı a rıyorsa n başka yerde a ra . - N e d e n b e l a rn ı a rayaca kmışım? - Seni Ö re ke Taşı'na götü rd ü kten son ra neyle döneceksi n ? Demek o l uyor ki orada ken d i n i ya denize atma veya baş­ ka bir şekilde belaya düşürme kara rı ndası n . Anlaşıl ıyor y a , ba l ı kçı R u m l a r b e n i ka rasevdaya u g r a m ı ş za n n etmiş. Gerçi h a kla rı da va r. Denizin oporta yerinde bul u n a n bir kaya n ı n ya l n ız üzerine kad a r g itmekle yelin i p dönüşü d ü ş ü n­ meyen bir a d a m ı n n iyetinin ora d a ka l m a k oldugu aşikô rd ı r. Ö reke Taşı ise üzerinde yaşanacak bir yer olmad ı g ı n d a n i n s a n oraya g itse g itse a n c a k ken d i n i öldürmek için gidebilir. B i r a ra a kl ı m a geldi; Öre ke Taşı'nda bir ziyafet veri l d i g i n i, ben i m de d aveti i oldugumu R u m i a ra haber vereyi m . Fa kat b u d u ru m d a b a l ı kç ı l a rı b u gece orada vuku b u lması m u hte m e l o l a n b i r c i n a yetten haberd a r etmiş olaca g ı m ı düşünerek vaz­ geçti m . M u h a rri r Efendi Hazretleri ! Dikkatinizi rica ederim . Ö reke Taşı' nda vuku bulaca k vakayı henüz ihtimale veriyoru m . Z i ra her ne kada r silahlanm ışsa m da bu silahlarla henüz ne ya pa­ cag ı m ı kesin o l a ra k bil miyoru m . H a l i l S O ri ne ya pmaya l ü z u m gösterecekse ö y l e hareket edeceg i m . S u s ku n l u g u m üzerine balıkçılar çektiler gittiler. B e n çeşme­ den bir su d a h a içip bir siga ra d a h a ya ktı kta n son ra yu ka rıya dogru yürü m eye deva m ettim . Gü neşin batışından son ra su­ lar ka ra rmaya başlad ı . Revolve rlerin biri n i ç ıka rı p birkaç kere boşa ç o ko ra k tecrübe ettim, son ra doldurup cebime koyd u m . Digeri n i de tecrü beden son ra doldurup öteki cebime i n d i rd i m . H e m y ü r ü r hem bu işi ya p a rd ı m . Ta hminen saat dokuz b u­ ç u gu b u l m u ştu ki ta m Öreke Taşı ka rşısına va rd ı m. Roman yaza n ların çog u başları sı kışiı kça tesadüften i stifa­ de eder. B u ra d a bir tesadüf de bana va ki oldu ama g azele­ n ize yazd ı g ı m bu mektu p bir rom a n olmadıgından vaki o l a n 186

tesadüf romancıların tesadüfüne benzem ez. Zira ben size i l k mektubumda haber vermis oldugu m g i b i gemicilige heves etti­ gim ve Büyü kada ta raflarında Mekteb-i B a h riye 1 ö g rencileriy­ le volta v u rd u g u m za m a n l a r yüzmeyi p e kô l ô ögrendigimden, sa hilden Öreke Taşı' n a kada r degil, Bogaz' ı bir yakada n öteki yakaya kadar yüzerek geçebilirim. Bu gece de bu h ü nerimden isiifad eyi kurmuştu m . El bisemi Rumeli sahilinde b ı ra k ı p ya lnız sil a h l a r ı m ı başıma baglayo ra k Öreke Tası'na kada r yüzd ü kten son ra H a l i l S O ri i l e ne yapa­ ca ksa m ya pıp son ra yine yüzerek d ö n meyi kurmuştum. Mev­ sim kıs, hava sog u k degil ki endişe edebileyim. Fakat yuka rıda h a ber verdigim tesadüf beni b u külfetten ku rta rdı . Zira Ka n l ı Kaya ' n ı n ka rşı s ı n d a i ki büyücek kaya n ı n arası b i r limancık, d a h a dogrusu dog a l bir kayı khanecik teşkil etm iş ve semti oraya pek ya kın olacagı ta bii b u l u n a n bir ba l ı k­ ç ı n ı n büyücek kayı g ı n ı bu kayı khane içine sok u p baglayo ra k evine gitmis oldug u n u gördüm. Gerçi i l ki n bu tesadüften mem n u n olmadım. Ç ü n kü kosko­ caman kayıg ı Ka n l ı Kaya'ya kadar yüzd ü rrnek beni oraya ka­ dar yüzrnekte n daha fazla yora b i l i rd i . La kin cascavla k den iz­ den çıkıp da H a l i l S O ri ' n i n mesire meclisine varma k, o gece de riayetine l üzum görd ü g ü m edebe aykırı d üşeceg i nden kayıg a b i n rn e k zah meti n i terci h etmek l a z ı m geldi. B a l ı kçı kayı g ı n a atladık. Evvel a b oyna2 ile dayanarak l i­ mancıkta n dışa rıya ç ı ka rd ı kta n son ra k ü rekleri ta kıp fa kat Ru m sandalcı l a rı n ı n siya ederek3 kürek çektikleri gibi yüzüm Ka n l ı Kaya semtinde olara k kayaya ya klaşmaya başladık. Henüz dolu nay h a l i nde b u l u n m aya n ay küresi Anadol u sa hili üzerinden ı ş ı k saçmaktayd ı . H ava o kad a r açıktı k i en küçük bir bulut parçası bile en küçük b i r yıld ızı gözlerden g iz­ lemiyord u . Gerçi mehta b ı n parla kl ı g ı n a karşın yıld ızların ışıgı reka betten ôciz kalsa da topl u l u k h a l i n d e ki parlak yıldızlar her şekilde gök kubbeye ziynet veriyord u . Ü ç ü ncü, dördüncü deDeniz Harp Okulu. 2

Sandalı kıçtan yürüten kısa kürek. Kürekleri tersine kullanarak sandalı geriye yürütmek .

187

recedeki k ü ç ü k yıldızlar da kendi va rlıkları n ı ispattan tüm üyle ôciz de�ildi. Gece n i n , den izin, mehta b ı n letafeti o kadar hoşu m a g itti ki ad eta ne kadar müthiş bir i n tikam hissiyle kayı�a girmis o l­ d u � u m u u n utma derecesine yaklastı m . "Medet! " diye b i r ç ı k ı p d e n i z üzeri n i ç ı n ç ı n çınlattı rmaya ra mak kaldı. Sırf d ü ş m a n a yaklasma m ı belli etmemek i ç i n a rzum u engelledim. O n dakikadan evvel va rı l a b ilecek olan bir mesafeyi ahes­ te k ü rekle yirmi d a kikadan fazla müddette kat etti m . Ka n l ı Kaya'ya va rınca kayı � ı n çıması n ı i k i kaya a ra l ı � ı n a sı kıstırıp kayı� ı ba�ladım. Halil S G ri ' n i n orada varl ı � ı n ı ispat edecek surette hiçbir ta­ rafta n hiçbir seda gelmiyord u . Bir kaya n ı n üzerine ç ı ktı m. O ra­ d a n d a h a yüksek bir kaya görüp ona tırmandım. Etrafa b a kın­ d ı � ı m d a Kan l ı Kaya ' n ı n kuzey yön ünde bir ateş ve yed i sekiz kada r i n sa n hayali gördüm. B u rada Halil SGri ile a rkad a s l a rı n­ d a n · baska kimse b u l u nmayaca�ı icin bu cemiyetin o c e miyet old u � u n u a n i aya ra k yavaş yavaş ya klosmaya başla d ı m . B u n l a r tam manasıyla isrete, zevk ü sefaya koyu l m u ştu . Yüz e l l i a d ı m kad a r yaklastı � ı m halde beni göremediler. A m a ben de ken d i m i gösteriyor muyum ya? Avcılar g i b i yüzüstü yer­ lere sürünere k gidiyoru m . Ya klastı � ı mda cemiyetin kon u stu � u sözleri de isitmeye başlad ı m . H a l i l S G ri ya l n ız Peri i l e Tü rkçe kon uşuyordu. Peri a l a fran­ ga kıyafette o l u p dikkatli gözlerim kızın çeh resi ni bile teshis edebiliyord u . Peri'den baska Tü rkçe kon usa n yoktu . H a l i l S G ri kim old u � u n u sonra da a n laya m a d ı � ı m bir adamla Ara pça, di�erleriyle R u mca konusuyord u . P e ri' de n baska kad ı n yoktu . Erkeklerse H a l i l S G ri' d e n bas­ ka sekiz kişiye va rıyordu. B u n l a rı n ço� u n u n çehrelerin i g özle­ rim fa rk ediyord � ama zaten ta n ı ma d ı � ı m adamlar o l d u � u için kendileri n i teshis edemiyord u m . O l d u � u m yerde gözlemlerimden h ô s ı l olan i l k heyecan ı m ı atiata rak d ü ş ü n meye başl a d ı m . H a l i l S G ri pek rahat ve neseliy­ d i . Sevincinden Arapça şarkı söylemekte, a rada bir "Ah m a b u­ dem Peri ! " d iye n a ra l a rio i l a n-ı aşk ve m u h a bbet etmekteydi . 1 88

Yem i n ederim ki bu anda bile oraya kad a r gelişimi bey­ hude bir geliş h ü k m ü n e koyma k için k a l k ı p boyn u m u bükerek dönmek a k l ı m a gelm işti. Akacak kan d a m a rda d u rmayacağı için mi? Yoksa ecel geldiği için m i ? Her n e içinse Halil'in bir sözü bütün ihtiya r ı m ı elimden aldı. Hçılil, Peri'ye dedi ki: - H a n ı m ı n olacak ahmak karı H eza rfen M u stafa ' n ı n şidde­ tinden ü rküp az ka l d ı bizi şu sefa d a n m e n edecekti . Mustafa gibi rezil bir korka ğ ı n nesinden korkma l ı ? O n u n g i b i sekiz yüz Mustafa' dan bir ta b u r teşkil edi p üzeri m e sevk etseler ya l n ız bir narayla tü m ü n ü c i l yavrusu gibi d a ğ ıtı rı m . Bizde h e r şeye merak olduğu g i b i b i n iciliğe v e silahşörlü­ ğe de merak old u ğ u n u h a ber verm işti m ya . Gerek ta banca gerek tüfekle k u rş u n atm a kta ki m a h a reti m de ka l paza n l ı kta ki mahareti mden aşa ğ ı değildir. Hele gece ya rısı a teş üzerine kurşun atm a k o kad a r kolayd ı r ki yüz k u rş u n atı lsa i kisi boşa gitmez. Halil S O ri ta m ateşin ka rşısında b u l u n d u ğ u n d a n en g üzel n işa n ta htasından daha g üzel nişan a l ı n a b i l i rd i . i ki koşı n ı n orta­ sına ta baneayı doğru ltup ateş ettiğim za m a n yuka rıda nakletti­ ğim sözü n ü n son keli mesi henüz ağzı n d a n çıkmıştı . Tabanca patladı. H a l i l SO ri bir ta k l a attı . Cemiyet bi rbiri- · ne gi rdi. Bense b u l u n d u ğ u m nokta d a n h ü c u m edip yirmi beş adıma kadar ya klaştı m ve elimdeki revolveri ö n ü m e kim rast gelirse doğru ltup ateş ederdim ki ta b a n ca n ı n her patlayışında bir adam ya sendeleyip sal l a n a ra k yere d üşer veya bir takla atıp yine ka lkard ı . A h g a d d a r H a l i l ! Kurşu n u t a a l n ı n ı n o rtasından yiyip de kımı ldan m aya meca l i olmasaydı ne g üzel o l u rd u ! Ya rayı daha teh l i kesizce bir yerinden yemiş olma l ı ki yerinden fırlayıp kudu r­ muş köpek gibi u l uyara k elinde ç ı p l a k h a n çe r olduğu halde Peri'nin üzeri ne yürü d ü . " D ü nya b a n a ka l mayınca Peri de d ü n­ yada ka l m az" diye kıza sapladı. Ben "Yiğitliği bana göster aleakl G ü n a hsız kızdan ne is­ tiyorsun ? " d iye cemiyetlerinin orta s ı n a kadar h ü c u m etti m . Büyük şa pka l ı v e sa ka l l ı dört Ma ltız k o c a s a i d ı r m a bıcaklarla 1 89

h ü c u m u m a d i re n mek istedi. Digerleriyse sa hilin g ü n eydo g u ta rafı n a dogru a l a bildigine kaçıyord u . Dört Ma ltızd a n b i risi daha yere d ü ştü . Diger üçü yıkılmış olanlardan bir ada m ı sı rt­ layıp hem bıçaklarla beni tehdit ederek hem de g ü neydog uya dog ru geri çekiliyordu. Meger cemiyet halkında ateşli silahlar va rmış a m a b i rd e n­ bire hayrete d ü şerek bunları k u l l a n m aya meydan bula m a m ış­ l a r ya h u t ateşli silahlar ihti m a l ki kayıktaymış. Çünkü kayıga binip a ç ı l d ı kta n son ra ben i m b u l u nd u g u m tarafa dogru c üzi a ra l ı kl a rl a o n o n beş el silah bosalttı l a r. Fa kat kursu n l a r be n­ den pek uzak geçiyordu. Ben bir kişi oldugum halde on iki ateşimle dokuz kişiyi ta­ ru m a r ettigirnden biraz iftih a r etsem belki layıktı r. Anca k söz ü n dogrusu n u söyleyeyim ki b e n b u m u h a rebedeki cesa retin ve nişa n c ı l ı kta ki m a h a retimin derecesin i ta kdi r edebilecek h a l d e deg i l d i m . Ç ı l d ı rm ı ş m ıyd ım? Onu da bilemem. Hatta bir a ra a kl ı m ı başıma a l d ı g ı m za man evvelce rüyadaym ışım d a şimdi uya n­ m ı ş ı m gi b i hayrete düştüm. H e m e n Peri ' n i n ya n ı n a koştu m . Kızcagız henüz ru h u n u tes l i m etmemişti a m a can çekişme h a l inde bulundug u n d a n ko­ n uşaca k h a l i yoktu . "Ah Perici g i m ! Seni böyle al ka n l a r içinde görmek için m i o kadar m ü kemmel terbiye edip büyüttü m ? " diye üzeri n e kapa n ı p h ü n g ü r h ü n g ü r agla maya başl a d ı rnsa da kızda b i r kelime söyleyece k h a l yok ki bana ceva p versin . ihti m a l k i söyledigim sözleri işiti p a n l a maya bile gücü yok. Bagazı n d a h ı rıltı l ı bir sol u k va rd ı . i ki da ki ka sonra kesi ldi. El leri nde, aya k l a rı nda kası l m a h a reketi va rd ı . O da kesi l d i . Ar­ tı k a n la d ı m ki H a kk' ı n ra h meti n e kavuştu . Ag l a m a k istedim, aglaya m a d ı m . Ag lamak melekesin i de kaybetti m . Alık gibi etrafı ma bakınmaya başlad ı m . Ya n ı m d a i k i M a ltız n a a ş ı d a h a görd ü m . H a l b u ki b a n a karşı m ü d afaa edenler dört kişiydi . Yal n ız birisi n i n d üşerek üçü n ü n kaçtı g ı n ı, kaça rken ya m a ktu l veya ya ra l ı olan biri n i daha a l ı p kaç ı rd ı k­ l a rı n ı a ç ı kça görmüş oldug u m d a n yerdeki naaşların iki o l m a sı­ nı hayli g a ripsem işti m. 1 90

Yemek ta kımı, isret ta kımı tam a m e n meyd a n d ayd ı . Bense evvelce yemiş olduğum sucuğ u n h a rmeti nden ziyade gaza p hara retiyle ya n m a kta olduğumdan etrafı mda içecek su a ra n­ maya başlad ı m . Su bulamadım. Bir sise ra kı elime geçti. Ü ç dört yud u m içti m . H a ra reti me teskine ya rd ı m etmed iyse de a k­ l ı m ı başı ma getirme h u susunda pek büyük tesir etti . Birdenbire gece l i k h a l i g ü n d üze d ö n m ü ş g i b i gözleri m n u rla n d ı . O za m a n Peri'nin naaşı n ı d a h a d ikkatle, d a h a gön ü l huzuruyla seyredi p inceleyebildim. Zava l l ı kızcağız! Ölüsü dirisinden daha g üzel olm uş. Ö l ü­ m ü n sessizliği o melek çeh resi, o g ü l d u d a kları üzerinde ne kadar m a n i dar bir tavı r peyda etmiş ki bunu tarif gerekse cilller doldurm a k m ü m k ü n o l u r. iste bu halde ağlama melekesi dönere k gözlerimden kay­ nar yaslar akmaya basladı. Fakat bu ağ layısa h ü n g ü r h ü n g ü r sıfatın ı veremem. Bir çesmeden akan sıvı l a r o çesmenin çeh re­ sinde b u rusmadan ve l ü lelerinde şa m a ta d a n eser olmaksızı n kendi kendine a k ı p g itti kleri gibi gözlerimden a ka n ateşli yas­ lar da yüzümde ağlama tavrı ndan eser o l m a ksızın ve hiç sesim çı kmaksızın akıp gidiyord u . Tabancaları m ı n i kisi de boşa l d ı ğ ı n d a n bir a ra b u n l a rı tekra r doldurd u m . Hatta bu ihtiyatlı h a rekette geciktiğ imden dolayı kendi ken d i m i ayıplamak bile halı n m a gelm işti. Anca k o halde diğer bir hatıra az ka ldı ki ru h u m u Peri' n i n ru h u n u n pesine ta kaca ktı. Kendi kendime dedim ki, " H a i n g a d d a r H a l i l SOri ' D ü nya bana kal mayınca Peri de d ü nyada k a l m az' ded i . Ya Peri d ü n­ yada ka lmayınca ben d ü nyada ka l ı r m ıy ım ? " Ta ba nca n ı n n a m l usunu s a ğ sa kağ ı m a daya d ı m. Tetiğe doku n m a k üzereyken halınma Hediye geldi. Kendi kend ime dedim ki, " H ediye'yi d ü nyadan ka l d ı r m a d ı kta n son ra ben n e­ reye gideceğ im?" Birazc ı k daha düşünerek Halil S O ri'yi hatı rla d ı m . Kurşu n u yediği zaman mel u n herif ta klayı attı a m a son ra yeri nden fır­ layıp Peri gibi uğrunda canlar fedası layık olan b i r cana kıyd ı . 191

Aca ba bu gaddarlıgı ya ptı ktan son ra habis tekra r d ü ş ü p ca n ı n ı ceh e n n e m e ısmarladı m ı ? Aca ba üç Maltızı n d ö n ü şte yerd e n kal d ı r ı p g ötürdükleri ceset H a l i l Suri'nin naaşı m ı d ı r? H a lı n m a H ed iye'nin gelmesi n i n a rdından bu görü ş ü n d e gelişi i n ti h a r d üşüncesin i benden uza klaştı rdı . Bu fikir tekra r halı n m a gelince gerek Hediye' n i n gerek H a lil'in ceza l a rı ve­ ri l meyince kendi ceza mı belirlemenin a k ı l l ı adam işi o l maya­ cag ı n ı d ü ş ü n d ü m ; intihar gibi bir çocuklugu külliyen halırd a n çıkarm a k l ü zu m u n u kendi kendime ka bul ettim . N i h ayet Peri ' n i n n a a ş ı üzerinde aglama melekesine da ha çok uyg u n g e l e c e k bir surette tekrar aglamaya başla d ı m . He m de b u sefer h ü n g ü r hüngür a g l a d ı ktan fazla newa ha 1 de n i l e n Ara p k a r ıl a r ı g i b i üzü ntüyü a rtı rmak i ç i n Peri'nin faziletl e ri n i, meziyetleri n i saya r, saydı kça a g l a r, a g l a d ı kça sayard ı m . Kim b i l i r n e va kit son ra a rtı k dönmeye lüzum görm ü ş ü m , ka l km ı ş ı m, kayıg ı m a kadar g e l m i ş i m . Kayıga b i n i p Rumeli sa­ h i l i n e geçti m . B u h areketleri hikaye şeklinde yazışı msa hakikaten n e yaptı g ı m ı b i l m eyerek böyle d avra n m a kta n kaynaklan ıyor. Bildigim bir şey va rsa şud u r: Kara d a n ta Beyog lu ' n a kad a r g e l m e k i ç i n y o l a d ü ştüg üm za m a n şafa k yeri aga rmaya başla­ mış, S a rıyer'e g e l i nce g üneş çıkm ıştı. Hemen kuşl u g u n geçmiş olaca g ı n a ş ü p h e edemeyecegim bir zamanda Beyog l u ' n a yetişip Ameri k a n Oteli'ne ca n atmıştı m . Ö reke Taşı m eselesi diye bütü n gazetelere yazı sermayesi olan cinayetin fa i l i bensem de H a l i l S u ri aldıgı ya radan vefat etm e m işti . Beyog l u 'nda gezip d u rma kta oldugu halde za b ıta­ ya hiç m ü racaat etmemesi onu d a sır sa klamaya mec b u r b i r cani h ü km ü n de b u l u nduruyord u . Dolayısıyla bütü n dü nya i ç i n sır o l a ra k görü l e n bu büyük cinayet a s l ı n d a birçok üyesi o rta­ da dolaşırken yine sırların a le m i mera kta n çatiataca k kad a r gizli ka l m ı ş b u l u n ması beni birkaç defa g ü l d ü rmüştü . B i rkaç d efa da hatırıma geldi ki Müstantik Osma n S a b ri Efendi'yi b i r şekilde gerçeklerden h aberd a r edeyim . Laki n b u

Ölünün arkasından ağlamak üzere parayla tutulmuş kadın, ağıtçı. 1 92

zeki a da m ı n yal n ız benim ismimden başka şu cinayette tahkik edip öğ ren mediği bir şey ka lmadı ki i h barlarımla kendisi n i ya­ ra rla n dı ra b ileyi m . Bu a d a m ı n m a h a retin i o za m a n l a r defa l a rca ta kdir etmiş olduğum gibi hôlô d a ederim. Hatta itiraf ederi m ki Halil SO­ ri' nin asılmasından sonra bana i sta n b u l ' u terk ettiren şey ne Hediye' n i n i ntika m ı n e Mecdeddin Paşa g i b i dostl a rı n ı n ikbal i değil, belki Osman Sabri' n i n şeyta n c a s ı n a tetkikleriyle elbette yaka m ı eline geçirebi leceği ihtimalid i r. iste M u h a rrir Efendi H azretleri, Ö re ke Taşı cinayetinin ger­ çekiesme şekli b u n d a n i b a ret o l u p Beyoğ l u ' nda H a l i l SOri' n i n intiharı meselesini de ilerideki mektu pta yaza rım.

6 Hezarfen Mustafa'nın beşinci mektubunun henüz İstan­ bul çevrelerinde gereken tesirlerini gösterecek kadar zaman geçmeden yani . . . gazetesinde yayımlandıktan iki gün sonra Galata'da basılıp neşredilen Fransızca bir gazetede diğer bir yazı çıktı. Dikkatleri çekme hususunda bu yazıda görülen tesirin şimdiye kadar hiçbir şeyde görülmüş olmadığını ci­ han teslim etti . Söz konusu yazının tercümesi şudur: Asıl l a ka b ı Hezarfen iken kendi kendisine Ka l pazan la ka­ b ı n ı layık gören M u stafa ' n ı n . . . g azetesine göndermiş olduğu beş kıta mektupta n ya l n ız birinci m e ktu p aynen a l ı nmış, ikinci mektup e peyce değişikliğe uğrad ı ğ ı g i b i üçüncü, dörd ü ncü, beşinci mektuplar gereği gibi ka lemden geçirilere k en m ü h i m maddeleri üzerin e birer çizgi çeki l m iştir. Eğer belirtilen mektu p­ lar M u stafa ' n ı n ka leminden ç ıktı ğ ı g i b i neşredi l m iş olsa l a rd ı bugün ith a m a ltı nda b u l u n a n Hed iye H a n ı m ' ı n ya n ın a da ha birçok kimsenin de katı l m ı ş o lm a s ı g e rekirdi. B u hakikati orta­ ya koyan zat, M u stafa ' n ı n sırdaşl a rı n d a n o l u p hatta M u stafa ... gazetesine gönderdiği mektu p l a r ı n b i r kazaya uğra ma l a rı 1 93

ihti m a l i n i evvelce öngördü�ünden her mektu bun birer s u reti n i kendisine de göndermiştir. E � e r m a h kemece belirtilen m e ktu p­ l a rı n a s ı l l a r ı n a l üzum görülecek o l u rsa bu ihtarnamenin yayı m­ l a n d ı � ı gazeteye d u rum bildirildi�i h a lde kô� ıtla rın mah keme­ ye gönderi lece� i ihta r ve ilan o l u n ur. i mza H eza rfen M u stafa ' n ı n bir s ı rdası

Fransızca gazetenin bu yazısı İstanbul'da Türkçe ve baş­ ka dillerde çıkan gazetelerin tümüne alındı. Zira ... gazete­ sinin yayımladığı mektuplar zaten bütün gazetelere nakil ve tercüme e diliyordu. Vay alemdeki konuşmalar! Bazıları " Biz ... gazetesini doğruyu asla gizlemez, muteber bir gazete zannederdik " diye tenkit eder, bazılarıysa " Bu yazıyı Fransızca gazereye yazdıran mutlaka Hezarfen Mustafa'nın kendisidir. Kendi si de mutlaka İstanbul'dadır. Gizlendiği yeri polise anlatma­ mak için mektuplarını kah Bükreş'ten kah Viyana'dan diye yazıp gönderiyor " yollu yorumlarda bu lunur. Bu kadar dedikodunun, bu kadar konuşmanın meyda­ nını daha da genişleten şeyse Fransız gazetesinin belirtilen yazısı üzerine . . . gazetesinin tasdik veya tekzip yollu bir şey yazması gerekirken ertesi ve daha ertesi günler bu gazetede hiçbir şey görülememiş olması meselesiydi. Nihayet üçüncü gün gazetede bir fıkra görüldüyse d e o fıkra da halkın merakını, dikkatini azaltacak şekilde değil, aksine artıracak yoldaydı. İşte fıkra budur: Dört g ü n evvel Fra nsızca bir g azete tarafı ndan yazı l ı p tercü mesi bütü n g azetelere n a kledilen fı kra herkes ta rafı n d a n oku n d u � u g i b i b i z de oku m u ştu k. Bu fı krayı tekzi p yol l u tek kel i m e söylemek b u nca seneden beri do�ru l u kta n ayrı l m a m a g i b i s ü rekli g ayretle kaza n d ı ğ ı m ı z şöh reti kaybelrnek d e m e k o l u r. Evet, H eza rfen Mustafa ' n ı n mektu pları gazetemizce ba­ zen tadilata u � ra m ıştır. 1 94

Matbuat n iza m n a mesi hüküm lerine vakıf o l a n l a r b u n u n hikmeti n i peka la bileceği g i b i vakıf o l m a ya n l a ra da b i z öğ­ reteceğiz.

f:J eza rfen M u stafa ' n ı n bug ü n hiçbir şeyden pervası olmadı­ ğı için mektu plarında birçok müthiş c i nayeti birçok yü ksek dere­ celi memura isnat edebi lir. Anca k a n ı l a n isnatla rı bir gazeteci neşre a rac ı l ı k ederse o yüzden asıl m ü fteriye tayin ed ilecek ceza n ı n yarısı da gazeteci hakkında tayin edilir. Bu isnatların g üven i lirlik derecesi bizce kesin olsayd ı mek­ tu pları aynen ortaya koymakta n biz de g e ri d u rmazd ı k. Zira bir gazeteci ne kada r büyük mem u r o l u rsa olsun, a leyhinde yazacağı şeyleri ispata m u kted i r a l a b i l d i kten son ra onların nesrinden dolayı soru m l u olmaz. Ç ü n kü devleti n h a k ve çıkar­ larını bu şekilde koru maya hizmet etm iş olaca ğ ı ndan ta kdire layı k görü l ü r. la kin H eza rfen M u stafa ' n ı n şu n u n b u n u n h a k­ kında cinayetle ith a m a medar olacak şekilde ortaya koyd u ğ u sırları n kesin g üven i l irliğinden y i n e e m i n o l a m a d ı ğ ı mızdan o satı rla rı mektu p l a rd a n atladık. Bu kon ud a ki özrü m üzün de m ü­ rüvvet sahipleri ta rafı ndan ka bul edileceği şüphesizdir. B u n u n l a birlikte mektuplar bizde aynen ma hfuzdur. Eğer bir mahkeme ta rafı ndan ta lep edilecek o l u rsa derhal teslimine hazır b u l u n d u ğ u m uzu da ilan ederiz.

İşte . . . gazetesinin yazısı da burada bitti . Şimdi ortaya şöyle bir yazı daha çıkar da dedikodunun a rkası kesilir mi? Yoksa bir kat daha mı arta r ? A lemin dili bu fıkral a r üzerine her şeyden önce Beyoğlu Mutasa rrıfı Mecdeddin Paşa Hazretlerini ithama başladı. Zira Mustafa 'nın bazı mektuplarında Mecdeddin Paşa'nın Hediye Hanım'ı himayesi bir bakıma sezdirilmişti . Sonra­ dan gazetecinin adadığı çizgilerde h aber verdiği şeylerin herkesten çok Mecdeddin Paşa'ya dair olacağına kimsenin şüphesi olamazdı. Mecded din Paşa'dan sonra birtakım kişiler daha halkın dil inde itham edilmeye başladı. Bunların ismi hikayemizin hiçbir kısmında geçmemiştir. Bu isimlerse h alkın kendilik1 95

lerinden ettiği yorumlar üzerine yine halk nezdinde malum­ du. Mesela bir zamanlar filanca efendinin Hediye Hanım'a alakası söylentisi çıkmış. Bu defaki cinayetlerde o filanca efendinin de ortak olabileceği zihinlere geldi. Aynı şekilde aşüftelikle zanlı veya meşhur olan filanca hanım, Hediye'nin bir vakit içtikleri su ayrı gitmeyen dostuymuş. Bu defa o fi­ lanca hanımla onun tanıdığı beyler de halk tarafından zan veya şüphe altına alındı. İşte cinayetler meselesi böyle İstanbulca büyüğü küçüğü öyle veya böyle meşgul ederken Hezarfen Mustafa'nın altın­ cı mektubu . . . gazetesinde yayımlandı. Sureti aşağıda olduğu gibi aynen nakledildi: Viya n a ' d a n , . . . ta rihinde, . . . y ı l ı n d a i sta n b u l ' d a . . . gazetesine M u h a rrir Efe n d i H azretleri, B u m ektup size gönderece�i m mektupların sonuncusu d u r. B u n d a da H a l i l S O ri'nin intiharını ve daha do�rusu ası l m a ve ida m ı n ı a n l ataca � ı m . B u n d a n ö n ceki mektuplarım d ikkatle v e özellikle i nsafla oku n m uşsa m utla ka i n a n ı rsınız ki e�er H a l i l S O ri bana e m niyet­ sizl i k göstermemiş ve kendi sel a m etin i tem i n için ista n b u l ' d a n ben i m vücud u m u n kalkması n ı a rzu etmemiş olsaydı Öreke Taşı olayı meyd a n a gelmeyece�i gibi Beyo�lu vakası d a hiç olmazd ı . Ben Peri' den de vazgeçerdim, hepsinden de. La ki n H a l i l beni inti k a m yol unda ilerlemeye m e c b u r etti. Ö reke Taşı' n d a orta yerde i ki m a ktul kal m ı ştı. Onları n katil­ leri ben old u � u m gibi Halil S O ri'yi ya ra laya n da bendim. E�er kaça n M a ltızla rı n yüklenip götü rd ü � ü adam Halil S O ri o l ma­ yıp başka b i risi idiyse, o gece do�rudan do� ruya dört ya ra l a­ ma ve c i nayet suçu işlemişim demektir. Biçare Peri'yi H a l i l S O ri öldü rdüyse de ö l d ü rme sebebi ben oldu�umdan bu cinayetin m a n evi soru m l u l u � u da bana a itti . Vicda n ı m ö n ü nde böyle beş ka n d a n dolayı soru m l u o l m a k ben i m i ç i n elverip a rttı� ı halde b i r de H a l i l S O ri'yi v e m utlaka Hediye'yi ö l d ü rmek çok olacaktı. S o n radan ibret dersi çıkarıp 19 6

uya n d ı m . Öreke Taşı'nda b u n l a rı n da kesi n l i kle öldürülmesi h u­ susu nda verdigim kara rdan adeta k ü l l iyen pişman olm uştu m . Lakin H a l i l S G ri, Peri sag o l d u g u za m a n b i l e kendisi n i n hiçbir şeyin i affedemeyecegime i n a n m ı ştı . Peri ' n i n ölümünden son ra başına o l m a d ı k belaları g eti receg i m i hesap ederek i s­ tan bul'da ne kada r dostu va rsa ideri nden sı rrı b i l meye en çok layık o l a n l a rı beni m a leyhime gaza p l a n d ı rmaya başlamıştı. bte bundan önceki mektu b u m u n son l a rında dedigim gibi burada da tekrar edeyim . Öreke Taşı meselesi a s l ı nda birçok kimsenin m a l u muyd u . Keyfiyel bir a ra gazetelere de tartışma sermayesi olmuştu . Bunu örtül ü cinayetler şeklinde halkın ög­ ren mesi nden uzak tutmaya ancak H a l i l S G ri m uvaffak olabil­ miştir. O zeki Arap için bu kada r m uvaffa kiyet ise kendisi n i iyi tan ıyan l a rı n ga ri psemeleri n i bile g e re ktirmeyecek sıra d a n işlerden sayı lmıştır. H a l i l SG ri herkesi benim a l eyh i m e gaza p i a n d ı rıyor d iye verdigim ha bere bakıp da beni bir z a m a n o l d u g u gibi b ü­ yüklerin birisi bir da h a çag ı ra ra k hemen i sta n bu l ' dan çıkıp gitmemi nasihat edecek san mayı n . Ö re ke Taşı' n d a ki cemiyeti ta rumar edenin H eza rfen Mustafa o l d u g u n u H a l i l SGri en bü­ yük dostl a rına, en m u ktedi r hamilerine h a ber verebilirdiyse de bu iş m a h kemeye taş ı n ı rsa hem kendisin i n hem de Hediye Ha­ n ı m ' ı n da h a başka birçok kimseyle bera ber kan u n u n pençesi­ ne düşeceklerin i apaşi kô re görüyord u . bin birçok tarafın ı e n ya kın dostlarından da g izler, yal n ız Hezarfen M ustafa denilen habisten asla emin olamadıg ı n ı bel i rterek şunun i stanbul' dan uzaklaştı n l ması n ı a rzu ederdi. i ş bundan da i b a ret kalsaydı ben yine korkmazdım. Zira ista n b u l ' da zabıta n ı n kah ır pençesin d e n sa klanacak ne çok yer vard ı r. Başını a l ı p daglara kaça n l a r b u kada r m ü kemmel gizlen miş olamaz. la kin biraz son ra S G ri beni de bir zulüm ha nçerine ugratm a k ve bir köşede v u rd u rm a k ted birleri n i kur­ maya başlayınca a rtı k d ü nyad a n benden önce o n u n vücudu­ nun ka lkması lazım geldi. M u h a rrir Efe n d i ! Halil SGri' n i n ken d i ken d i n i asmayıp inti­ ka rncı bir elle asıldıg ı n ı fa rk edebilen meşh u r m ü sta ntik Osm a n 1 97

S a b ri Efend i ' n i n bu mahareti n i kutla m a l ı d ı r. Eğer isted iği g i b i ta h ki kat ya p m a kta n bu adamı men etmemiş olsa la rd ı b ütü n sırları meyd a n a ç ı kara bileceğine asla şüphe yoktu . Ken d i si n i n ya l n ız bir hata s ı va rsa o d a H a l i l S O ri' n i n odasına kada r kati­ l i n n as ı l g i re b i i m iş olduğunu keşif h ususundaki hatasıd ı r. B a k ı n H a l i l S O ri ' n i n i d a m ı ne kadar külfetli o l d u . O n u n a l ey h i ndeki kararı verd ikten son ra bir gece e l l i d i r­ hem kadar y u m uşak ba l m u m u n u ya n ı m a a l a rak evi nin ka pısı­ na g itti m . Ç u b u k g i b i uzattığı m ba l m u m u n u a n a htar deliğ i n d e n sok u p m ü m k ü n mertebe bir a n a hta r ka lı b ı ç ıka rd ı m . O ka l ı p üzeri ne b i r g ü n u ğ raşa ra k kurşu ndan b i r a n a hta r yaptı m . B i r gece d a h a g i d i p a n a htarı prova ettim . Fakat kurşun a n a hta rl a ka p ı a ç ı l a bileceği için değil, kilidin içinde a n a htara doku n a n d a h a h a n g i d i l l e r va rsa onlar da kurşu n üzeri ne yer etsin d iye bir p rovaya m u hta çtı m . i ki g ü n d a h a uğ raşa ra k demirden bir a n a hta r yaptı m . B u ­ n u n l a b i r g e c e H a l i l ' i n ka pısı n ı açara k evine g i rdim. Dikkat edi­ liyor m u ? H a l i l beni vurdurlmak için peşime saldığı ada m l a rl a her ta rafta beni a rattı rıyorken ben H a l i l ' i n kendi evi içindeyim ! Evin her ta rafı n ı kesfetti m . Usaklar nerede yatıyor, H a l i l ' i n va l idesi, kızı, kendisi h a n g i oda l a rda yatıyor, hepsini ö ğ re n­ d i m . Ev içinde H a l il' den daha korka k kimse yokmuş. H e rkesin oda kapısı açık olduğu halde ya l n ız onun oda ka pısı kil itl iyd i . B u ka p ı n ı n kilitli olduğundan emin olsam o n u n için d e bir a n a hta r yap m a k işten bile değil. Ya kapı kilitli olmayıp da sü r­ meliyse? iste o za m a n kapıyı d ışa rıda n açmak mümkü n olmaya­ cak. i l ki n öbür odaların kapıları üzerinde ne kadar anahta r va r­ sa tüm üyle H a l i l ' i n kapısını birer birer yokladı m . Hiçbirisi açmadı. D ü şm a n ı m ı n evinde bu kada r serbestçe hareketimi g a rip­ siyar m u s u n uz? Ben bundan da serbestti m. H a l il'in va lidesi n i n başı u c u n d a b i r ta bla içinde i k i h a z ı r sigara i l e b i r kutu kibrit va rd ı . Besbe l l i kocakarı ziyadece tirya kiymiş ki sa bah leyin uya n ı r uya n m a z hazır olsun diye b u n ları oraya koyd u r m u ş veya koymuş. Ben sigara n ı n bi risi n i a l ı p kibriti ça ktı m . K i b rit ya n d ı ğ ı za m a n çatiaya n kibritlerden miş. U m u rumda bile o l m a­ d ı . Kimse yerinden kımılda m a d ı . Böyle vakitlerde insan kendi1 98

sini duyurmamak için ne kada r korka r, ne kadar çekinerek ha­ reket ederse o kad a r tez duyu l u r. Serbest h a reket ettiği za m a n a s l a duyul maz. Bilmez misiniz, işitmedin iz mi ki bir eve h ı rsızl a r girer, kaba kaca ğ a varı ncaya kad a r soyup h a m a l yükü sayı lacak esyayı _ yüklenip giderler de kimsen in ha beri o l m az. Ava mca sa n ı l d ı­ ğı gibi uyuya n l a rı n üzeri ne ölü top ra ğ ı serpiyorla r diye siz de inan mayı n . Uykuda olanlar zaten yarı ö l ü değil m idir? H a l i l ' i n oda ka pısına da ba l m u m u sokarak ka l ı p çıkarm a k istedi m . N e yazık ki m ü m kü n ola m a d ı . M e ğ e r a n a htarı iç ta raf­ ta n yine kilidin deliği içine sokmus. i hti m a l ki ö b ü r oda ka pı la­ rı ndan a l ı p soktu ğ u m a n a hta rları n g i rmemesi n i n sebebi bud u r diye a n a hta rları tekra r dened i m . La k i n a n a hta rl a rı n çenti kleri ve kerti kleri kilit deliğinin üzerine m ı h l a n m ıs o l a n pirinçten ma­ mul ağızl ı ğ ı n uymadarına uymuyo rd u . Eğer bir a n a hta r uysa o ana hta rı n kilidi açabileceğine h ü km edecektim . Sonuçta H a l i l ' i n odasına a n a hta r uyd u ra b i l mekte n u m u­ dumu kesti m . Lakin validesinin odası n d a bir pencere va r ki o pencere ile H a l i l ' i n oda penceresi n i n a rası bir a rşından az bir mesafedir. i ki pencere n i n ortasında d a sağ l a m bir yağ m u r o l u­ ğu zemine kadar i n miş. Bu oluğu kesfettim . Bir değil, bes adam asılmış olsa hiç yeri nden kımıldamayacak. Kôgir binaların su sağla m l ı k fazi leti n i ta kdir ettim . iki gece son ra sa baha karsıydı ki e l i m d e lüzumu kada r tel ve bir kıskaç ile bir küçük eğe vesaire b i rkaç a l etle oluğun a ltı­ na geld i m . Bir a d a m boyu yü ksekliğ i n deki yere bir teli oluğ u n arkası ndan dolaştı rmak üzere h a l kavari bağlad ı m . O h a l kaya da bağ l a n m a k üzere terazi veznesi g i b i birkaç da ayaklık ya p­ mıştı m . Biri ncisin i i l k h a l kaya bağ laya rak bir a d a m boyu kad a r yere i k i n c i h a l kayı b a ğ l a d ı m . O n a d a b i r aya k l ı k bağlaya ra k üçüncü h a l kayı bağladıkta n son ra a rtık dörd ü n c ü h a lka n ı n g e­ leceği yer H a l i l ' i n penceresi olabilird i . La kin işlemin b u kısm ı n ı ya p a n a kadar s a b a h açı lm aya başlad ı ğ ı n d a n aya klıkl a rı çıka ra ç ık a ra aşağ ıya kadar i n d i m . O l u ğ a bağ l ı ka l a n tel h a l ka la r hiç k i m se n i n di kkati n i çekip de mera k ı n ı uya n d ı rmazd ı . 1 99

E rtesi gece g e l i p ayaklıkları b i rer birer takara k pencereye ulaştım . H a l i l S O ri pencerenin ya l n ız perdesin i indirmiş, m a n­ d a l l a rı n ı çevirmemiş. Elimle itti � i m g i b i pencere açıldı. H oş m a n d a l l ı o l sayd ı yine açaca ktı m . M a n d a l l a rı n dış ta rafta n görün e n vidal a r ı n ı sökerek kısadı bir tornavidayla birkaç k u r­ calayı p g evşettikten son ra pencere yine kolayca açılabilird i . Odaya g i rd i m . N e dersiniz M u h a rrir Efendi? Ca n ı n a kastedece�i m h erifin ta odası n a g i rdi�im v e kendisi n i ka ryo­ la üzerinde uyu r g ö rdü�üm halde ka l birnde çarpıntıya fil a n a benzer hiçbir şey yoktu. Öreke Tası'nda d a h a gazaplı, d a h a heyecan lıyd ı m . Besbe l l i c a n kıymaya a rtı k alışmış oldu� u m i ç i n böyle seri n ka n l ı b u l u n uyord u m . O raya kad a r g i rdi�im h a l d e H a l i l ' i he n üz n a s ı l öldü rece­ �imi kesin o l a ra k kararlaştı rm a m ı ştım. Yal n ız hezarfenli�imi b u inti ka m d a d a g östermek azmindeyd i m . Tava n d a g ö r d ü � ü m b i r h a l ka a k l ı m a H a l i l ' i n a s ı l m a şekli n i getirdi . H e r şekilde uyg u layaca� ı m m üthiş işlemin başl a n g ı c ı olmak üzere ya n ı m a bir mikta r kloroform a l m ıştı m . Onu H a l i l ' i n b u m u n a tutup iyice koklattım. O k a d a r bayı ldı ki e�er kendisi n i asmasa yd ı m, h e rifin bayg ı n l ı ktan b i r d a h a ayıl a bilece�i ü mit edilemezdi . Sonra odası n ı n ka pısı n ı açtı m . Evin terasına kadar ç ı ktı m . Önceden evi keşfetti� i m için terasta h e m d e yenice o l m a k üzere k a l itel i ç a m a ş ı r ipleri n i görmüştü m . Bir ta nesin i çöz ü p aşa� ıya i n d i rd i m . T uvalet takı m ı n ı n koyu ldu� u taş masa üzerin­ deki eşyayı indiri p tava ndaki h a l ka n ı n a ltına getirdim. ipi i l m e k ederek h al k a d a n geçirdikten son ra i l me�i H a l i l ' i n bo�azın d a n geçird i m . H a l i l yerinden bile kım ı ldamadı. Kolu m u kafası h i­ zası n d a n om uzl a rı a ltına sok u p h erifi gere�i gibi kal d ı rd ı kto n son ra do H a l i l ' de hiçbir hayat eseri yoktu . Dolayısıyla bir no o ş d e m e k o l a n H a l i l S Ori'yi istedi � i m gibi yaka layıp kal d ı ra r a k h a l kaya çektim , astı m . i pi n ucu n u d ü � ü m leyerek ba�l a d ı kto n sonra fazla s ı n ı kestim aldım. Bu halde H a l i l g üya kendi kend i n i asma k i ç i n evvel o ipi h a l koya bo� l o m ı ş do son ra ilme�i bo�o­ zıno tak m ı ş g i b i bir şey oldu.

200

Ü

Gön l huzuruyla bu isi gördü kten ve oda içinde bozul m uş, karışmı ş n e varsa tüm ü n ü d üzelliikten son ra H a l i l ' i n karşısına geçip h a l i n e i b retle b a ktı m . Ken d i ken d i m e ded i m ki, " Ey h i­ lekôrl ı k g ücüyle d ünyayı a ltüst etmeye m u kted i r o l a n H a l i l SO ri ! Hilenin bu şekli hiç aklından haya l i n d e n g eçti m iydi? Seni n l e Peri'ye sel a m gönderi rd i m ama Peri ' n i n ru h u cennetiere varmış olabilir. Sense hiç şüphe etmem ki do�ruca cehennemin en a l­ tına gidiyorsun . " N i hayet ka lbirn i ntikam v e g üven h issiyle e m i n , oda kapı­ sını kapayarak pencereden i n d i m . Yal n ız aya k l ı kları çıkarıp h a l ka l a rı yine oluklar üzerinde b ı ra ktı m . Gerçi b u n la rı da bi­ rer birer çıkarmaya vaktim ve g ü c ü m vard ı . Ancak yerlerinde kaldıkları halde bile tenekeci tarafı n d a n o l u kl a rı sa� lamlastı r­ mak için konu l m u ş g i b i görünecekleri n d e n ç ı ka n i malarına hi ç l ü zu m görmed i m . iste M u h a rrir Efendi, H a l i l SOri b u sekilde i d a m edi l miştir. Ondan son ra Hediye H a n ı m ' ı n d a h a kk ı n d a n gelecekti m . Müstanti k O s m a n S a b ri Efendi, H a l i l S O ri ' n i n inti h a n meselesin i o kadar şeyia ncası n a incelemeye başladı ki yakayı o n u n eline veririm diye korkud a n B ükreş' e kada r ka p a � ı atmaya mecbur oldum. Ancak H ediye bugün h ü k ü m etin a d alet pençesine düş­ müştü r. Bunca sırrı n meydana çıkması ü ze ri n e yakası nı kurta ra­ mayaca�ı aşika rd ı r.

201

BEŞİNCİ B ÖL ÜM EL- CEZA U MİN CİNSİ'L-AMELl

ı

Ceza amelin cinsine göredir.

ı İslam felsefesi eski milletierin ve dinlerin felsefelerinin tü­ münden üstünlüğünü zihninde biraz ayırt etme gücü olan bütün akıl sahiplerine teslim ettirebilir. İslam'a gelinceye kadar hiçbir millette felsefeden eser görülmemiştir diye iddia edemeyiz. Romalılarda, Yunanlı­ larda, Yahudilerde ve onlardan önce Hintlilerde, Çiniiler­ de ne kadar bilge ve enbiya gelmiş, ne kadar felsefe yazıya dökülmüştür. Bu konuda cüzi bir fikir sahibi olmak için en kısa açıklamaya girişecek olsak cilder doldurmak gerekir. Kim üşenmezse o incelerneyi kendi kendine yapadursun. Biz de üşenmemek lazım gelen işlerde bu incelemeleri gücümüz derecesinde yaptık . Fakat burada fazla ayrıntıya girişıneye gerek kalmaksızın deriz ki felsefenin başı olması gereken " el-cezau min cinsi'l-amel" İslam'dan evvel mevcut olan bil­ gelerin nezdinde pek de yer tutmayan kesin hükümlerdendir. Her cezanın onu gerektiren amel cinsinden olması yalnız dünya arnellerinin ahiretteki mükafatını tayin hususunda doğru olmakla kalmaz. " İhsanın ihsandan başka cezası var mıdır ? " l sözünün dünya işleri için de tartışılmaz olduğu her zaman görülegelmektedir. Maksadımız " iyiliğe kemlik " 2 sözünü hükümden dü­ şürmek değildir. İnsanoğlunun tabiatı o kadar çeşitlidir ki insanlığın şanını iyiliğe kemlik derecesine düşüren alçaklar gerçekten de pek çoktur. Tıpkı mertçe kemliğe karşı iyilik İyiliğin iyilikten başka karşı lığı var mıdır? iyiliğe karşı kötülük.

205

mürüvvetinde b ulunan iiiicenap insanların tamamen ender olmadığı gibi. Fakat bunlar her halükarda insanların kendi cibilliyetine göre hükmünü yürüten şeylerdir. Cezanın amel cinsinden olması ise Cenabıhakk'ın intikam alıcı adaletiyle ilgisi olan fevkalade bir meseledir. Hassaslığı, ehemmiyeti ve insanlar için ibret ve uyanıklığı gerektirmesi bakımından da bir o kadar önemli meseledir. Siyasi kanunlar cezanın amel cinsinden olmasına her meselede harfi harfine uymuyorsa da o esastan tümüyle uzaklaşmıyor. İyi amel sahiplerini mükiifatlandıran kanun­ lara karşın kötü arneli mükafatlandıran kanunlar bir bakış açısından telakki edilecek olursa " İhsanın ihsandan başka cezası var mıdır ? " hükmü parlak güneş gibi insanın i bret gözünde pariayıp görünüyor. Kısas hususunda cezanın amel cinsinden olması birçok yerde bugüne kadar yürürlüktedir. Bazı yerlerdeyse insanı kısas yaparak öldürüp mezara tık­ mak yerine, canlıyken zindana tıkma şekli tercih edilir. Böy­ lelikle zindanın sağ insanların kabri olmasından ibaret bulu­ nan bir teşbihe adeta hakikat rengi verdirilir. Lakin ne olursa olsun, kötülük ve fesat sahipleri kesinlikle cezasız kalmıyor. Kötülerin ceza landırma pençesinden yakasını kurtarabil­ mesi görünüşte mümkün gibi olsa da hakikaten bu kurtuluş asla mümkün değildir. Mazlumun ilahi intikamdan başka sığınağı olmadığından zalimin her ne şeki lde olursa olsun kanun pençesinden kurtulduktan sonra mutlaka ilahi inti­ kam pençesine d üştüğü görülüyor. Hemen ve hızla değilse bile bir zaman zarfında belasını bulduğu gözleniyor. Bu da m utlak adil olan Tanrı'da ihmalin olmadığı, olsa olsa müh­ let vermenin bulunduğu görüşüne kuvvet veriyor. Katil, haydut, hırsız, yankesici, kalpazan, fuhşu canlan­ dıranlar gibi maddi manevi cezayı gerektiren bunca k ötü amel sahipleri suç mahkemelerinin sicil ve defterlerini ken­ di uğursuz isimleriyle dolduruyorlar. Şüphe yok ki bunların tümü şu yolda kanuni akıbetini görmüyorlar. Güya kendi­ lerin i kanundan kurtarıyorlar. Fakat bir de toplumun genel durumuna bilgece bakın. Birçok adamın ikbale nail oldu206

ğunu, para kazandığını, dünyada mümkün olabilen mutlu­ luğun son derecesine vardığını görürsünüz. Acaba bunların hangisi gerek yukarıda saydığımız suçlardan gerek bundan başka suçlardan birini veya birkaçını işlediği halde bu saa­ dete nail olmuşlardır ? Gerçekten de bulundukları mevkie ve sahip oldukları servete liyakatini göremediğimiz bazı adamlar bulunabi­ lir. Bunlar hakkında türlü türlü rivayetler de olabilir. Fakat bakalım hata bizim zannımızda mıdır yoksa gerçekten o adamlar sözümüzün başından beri dindarca bir içtenlikle belirttiğimiz görüşleri boş çıkaracak şekilde üstünü örterek saadete nail mi olmuşlardır ? Bu noktayı çözmek için gereği gibi kafa yormak gerekir. Evet, biz işi imkansızlığa getirmek istemiyoruz. Kötülük­ le saadete kavuşmuş adam hiç yoktur demiyoruz, diyeme­ yiz. Lakin bunların saadetleri neye benzer biliyor musunuz ? Biçare yolcuyu gaddar mermisine hedef ederek yere cansız serdikten sonra üzerinde olan malını gasp eden haydudun birkaç dakika için kendisini mesut zannetmesine benzer. O birkaç dakikadan sonra söz konusu me! un, hükümetin kud­ ret pençesine yakasım verecek, kanuni işlemi görmek için darağacına kadar gidecektir. Devletine, dinine, vatanına, milletine, hemcinslerine iyilik yerine kötülük ederek ikbal ve servete kavuşmuş adam varsa pek tez vakitte bunların evinin harkının harap ve adlarının berbat olacağına şüphe edenler, herkesin kendiliğince tecrübe ettiği birtakım haksız üstünlü­ ğün akıbetini düşünsün. Kötülük ve fesat sahiplerinin genellikle hayır hasenat sa­ hiplerinden daha zeki olduğu muhakkaktır. Çünkü mevcut kanunlar, yönetmelikler, ahlak, adetler ve görgü kuralları dışında birtakım gayrimeşru hareketlerde, girişimlerde bu­ lunabilmek öyle sıradan akılla, dirayetle mümkün değildir. Birçok aklı aldatabilmek için onların hepsinden üstün bir akıl ister. " Esrar-ı Cinayat" başlığıyla yazmakta olduğumuz bu hikayede kötülükteki zekalarını tasvire çalıştığımız Hedi­ ye Hanım ve Halil SG.ri gibi. 207

Acaba bunlar o fevkalade dirayetlerini kötülüğe değil de iyiliğe sarf etmiş olsalar kötülük ve fesat yolunda gayrimeşru şekilde nail olacaklarını ümit ettikleri ikbal, servet ve refaha haklı ve meşru bir şekilde nail olamazlar mı? Dünyanın hallerine çevrilecek yüzeysel bir bakış bu soru­ ya da onay cevabı verdirir. Zira dinine, devletine, vatanına, milletine, hemcinslerine sadık ve yararlı olan yüzlerce hatta binlerce dürüst insan görüyoruz. Kendileri sağ oldukları sü­ rece sadakatlerinin semeresi olmak üzere onurlanarak yaşar; devletinin, milletinin teveccühlerine, teşekkürlerine mazhar olduktan sonra bu izzeti, bu yükselişi evlat ve torunlarına da kalıtım yoluyla geçirir. İyi hallerini gördüğümüz bazı kimselerin geçici olarak bir belaya uğradığını görürseniz yine düşüncenizi değiştirmeyin. İyi hal sahibi olan adam yalnız sizin sevdiğiniz midir ? Yoksa hakikaten iyi hal sahibi midir ? Her şeyden önce bunu ayırt etmeye kafa yorun . Zira özü sözü doğru olan kamil insan çok defa size kendisini beğendiremez. Sizin istediğiniz ve be­ ğeneceğiniz gibi söz söyleyemez. Hareketleri, tavırları d a ta­ biatınıza pek uygun düşmez. Aıicenaplığı uyarınca bildiğini, düşündüğünü dosdoğru söyleyerek takdirinizi değil, belki nefretinizi kazanır. Ama belaya uğrayan adam kibir gibi, büyüklenme gibi iğrenç sıfatlardan, köpekçesine yaltaklanma, ikiyüzlülük ve yağcılık gibi yalancı tavırlardan, kısacası kusurlardan olabil­ diğince masun olup da iyi niyeti, iyi muamelesi cidden teslim edilmek lazım geldiği halde bu haklı hareketlerinin haksız olarak karşılığını görmüş olursa yine zihnimizi bozmama­ ınız gerekir. Olanca teslimiyetle demelidir ki Cenabıhak o insanı daha büyük saadetlere kavuşturmak için böyle bir sınamaya çekmiştir. Sonuçta kötünün sonunun kötü, iyinin sonunun iyi ol­ ması ilahi adalet kanununun gereğidir. Hiçbir şekilde istisna kabul etmeyen b u kadim ve sağlam kanun dışında görece­ ğimiz hallerden dolayı hatayı kendimizde bulursak hakika­ ten akıllıca ve bilgece düşünmüş oluruz. Ama bu görüşü bir 208

safdillikten ' ibaret sayarsak bu hükmümüz öyle bir şeytanlık fikrinin mahsulüdür ki o fikir pek çok akıllı insanın zekasın­ dan üstün olduğu halde sahibini fesat yolundan başka bir yola teşvik etmediğini daha demincek yukarıda görmüştük Hikayemizin beşinci kısmının girişinde fikrimizi bu de­ ğerlendirmelere sevk edişimiz Hezarfen Mustafa'nın . . . gazetesiyle neşrettiği mektupl ardan sonra Hediye Hanım hakkında ralıkikata memur olan yüksek komisyonun işinin nerelere kadar vardığını okurlarımıza bildirme hususunda bir giriş yapmak içindir. Okurlarırnız hatırlar. Beyoğlu gazetelerinden birisinde yayımlanan Fransızca bir yazıda . . . gazetesinin Hezarfen Mustafa'nın mektuplarını

kısmen

düzenleme yaptıktan

sonra neşrettiğini beyan etmişti. Mustafa 'nın asıl kendi ka­ leminden çıktığı zamanki mektupların mahkemece lüzum görülecek olursa teslim edilebileceği ilan olunmuştu. Bunun üzerine . . . gazetesi de yayımladığı makalede mevcut cina­ yetierin birçok kimseye kadar yayılmasını engellemek için mektupların bazen değiştirildiğini itiraf etmiş, herhangi bir mahkeme tarafından asıl ve doğru nüshalar talep edilecek olursa teslim edileceği ileri sürülmüştü. Bizim meşhur müstantik Osman Sa bri Efendi gazetelerde bu yazıyı görünce birisi Saclareti makamına, diğeri zaptiye müşirliğine ve üçüncüsü her ne kadar bu meselede bir bakı­ ma davalı sayılabilecekse de yine işin resmiyetten çıkarılma­ ması için Beyoğlu Mutasarrıflığına hitaben ortak bir rapor kaleme aldı. Bu raporda Hediye Hanım hakkında ralıkika­ ta l üzum görmesinin ne gibi durumlardan dolayı ne kad�r gerekli ve mühim olduğunun Hezarfen ve diğer adıyla Kal­ pazan Mustafa'nın . . . gazetesinde yer alan mektuplarından çıkarılabileceğini arz ederek dedi ki: Bu mektu plma dayanarak sırl a rı ve gizli ya n ları meyda· na kon u l a n cinayetler üzerine a ra ştı rma ve incelemeye gay· ret eden bir za bıta memuru n u n telkikierin gösterecegi l üzu m Sadrazamlık. 209

üzeri n e e m a n eten bir mikta r el m a s ka ldırı p da iade h u s u s u n d a geeikti d i y e dava l ı v e suçl u sıfatıyla ya rg ı l a nması padisa h ı n a d a letine aykırı d ı r. O memurun a ksine h ü kü met ta rafı n d a n vekil bir davacı sıfatıyla karsı l a n ması h e r tü rl ü muhake m e u su­ l ü n e uyg u n d u r. Bendeniz henüz za n l ı ve sa n ı k sıfatıyla tutu kl u o l d u g u m d a n ôciza ne savu n m a m i ç i n bu mektupların ö n e m l e d i kkate a l ı n m a s ı n ı isti rham ederi m . K a l d ı ki mektupların . . . g a­ zetesi n e aynen a l ı n mayı p üzerinde oyna n m a k su retiyle yayım­ l a n d ı g ı da g azete muha rriri ta rafı ndan itiraf edil mektedir. H ü­ kümetçe ta l e p etti kleri anda aynen teslim edilecekleri de vaat o l u n m a ktad ı r. Söz konusu mektu p l a rın belirtilen gazeteden ta lep edilmesi n i yüce padişa h ı n adaleti adına istirham ederi m .

Bu raporu üç nüsha olarak temize çekmiş, imzalamış, H a ­ fiye Necmi Bey' e vererek takdim edileceği yere göndermişti. Akşam Necmi Bey dönünce Osman Sabri ile arasında şöyle bir konuşma geçti. Osman Sabri: - Mecdeddin Paşa raporu okuduktan sonra ne dedi ? - Ben Mecdeddin Paşa'ya en son gittim. Önce sadrazama müracaat ettiğimden orada gördüğüm hali anlatmalıyım. - Ben onu biliyorum. - Kerametin mi var ? Nereden bileceksin ? - İşte bak, sana da söyleyeyim. Sadrazam hazretleri raporum üzerine " gereği Adliye Nezareti'nden " işaretiyle ev­ rak odasına gönderdi. - Sabri ! Sadrazarnın ne yazdığım harfi harfine söyleye­ bilseydin mutlaka kerametine hükmedecektim. Gerçi raporu bir işaret!e evrak odasına gönderdi ama bak üzerine ne yazdı ? diye yeleğin cebinden kurşunkalemle yazılmış bir kağıt çıka­ rıp verdi. Osman Sabri bu kağıdı aşağıda olduğu gibi okudu . Söz kon u s u evra k derh a l celp ettirilerek tetkikatın icrası için özel b i r kom isyon kurulmasına d a i r i lisigiyle Ad iiye N eza re­ ti' n e tezkire. 1 Tezkire: Resmi daireler arasındaki yazışma pusulası, makamlar arasında gidip gelen kısa yazı. 210

- Gördün mü Sabri, gördün mü ? İş başkalaşıyor. Osman Sabri'de nadir görülen tebessümlerin birisi şimdi bu münasebetle görüldü. Dedi ki: - Mecdeddin Paşa ne yaptı ? - Eğer sen bu aceleyi bırakmayacak olursan ben sana hiçbir Şeyi haber veremem. Sadaret'ten sonra sıra zaptiye müşirine geldi. Ha bakayım zaptiye müşirinin de ne dediğini bilebiliyorsan alnını karışlarım. - Lafı uzatma, çabuk söyle de Mecdeddin Paşa'ya gelelim. - Zaptiye müşiri bir ara hiddetlenecek oldu. " Gazetelerin saçmaları üzerine iş mi görülebilir ? " diye bize tafra satmak istediyse de ben " Efendim, sadrazam hazretleri kendilerine takdim ettiğim diğer bir nüsha üzerine şu işareti buyurdu­ lar" diye o elindeki pusulayı gösterince müşir paşa hazretleri şaşaladı. " Yapılacak olan şeyi işte sadrazam yapmış. Baka­ lım Adiiye Nezareti'ne vuku bulacak bildirime göre hareket ederiz " diye zarfı çantasına attı. Ama öyle bir tavırla attı ki zarfın bir daha oradan ne zaman çıkabileceğini kestiremem. - Şimdi Mecdeddin Paşa'ya geldik mi ? - Geldik zahir. Mecdeddin Paşa raporu baştan başa okudu. Fakat hiçbir şey anlayamadığını ben de onun sura­ tından anladım. Zira suratı kah yemyeşil kesiliyorrlu kah mosmor. Kağıdı okuyup bitirdikten sonra " Bu nedir ? " diye bana sordu. " Efendim Osman Sabri kulunuzun bir istirham­ namesi" dedim. O zaman rengi bembeyaz oldu. Dedi ki: - Necmi Bey siz bu ustalıkları kime satıyorsunuz ? Za­ ten o kağıtları yazan Osman Sabri Efendi ile . . . gazetesinin muharriri değil midir ? Hatta kağıtlar güya aynen neşredil­ miyorlar diye Fransız gazetesine yazı verenler de onlar değil mi ? Bu ustalıkla beni itharn ederek dünyanın gözü önünde rezil etmek istiyorlar. Osman Sabri bir daha gülümsedi. Necmi sözüne devam ederek: - O azamedi Mecdeddin Paşa'nın bu sözleri söylerken gösterdiği tavra dikkat etmeliydi. Bir işaret etsem arnana dü­ şecek. Ben dedim ki huyurduğunuz şeyler ben kulunuzun ta211

mamen meçhulüdür. Yalnız bazı yönlerden merhamete layık olan biçare Osman Sabri Efendi kulunuzu başını kurtarmak için bu gibi teşebbüslerde mazur görmek insanlık gereğidir. - Aferin Necmi be! Senin ağzın epeyce laf yapabiliyormuş. - Hey kuzum hey, galibiyerin bizde kalacağına inandıktan sonra ağzım o kadar laf yapar ki en büyük avukatlar bile benim yanımda aciz ve mağlup kalır.

2 Köse Necmi ile ettiği latifeden sonra Osman Sabri Efen­ di'yi bir düşünme aldı. Tebessümden mahrumiyetiyle zaten daimi olarak çatık görünmesine neden olan çehresi bir kat daha çatıldı. Necmi Bey sesini keserek Osman Sabri'yi incelemek için parlak gözlerini s uratma dikmişti. Sanki Sabri'nin düşünce ve görüşlerini bozabilir korkusuyla elinden gelse nefes bile almak istemiyordu . Bir çeyrek saat veya yirmi dakika sonra Osman Sabri ba­ şını kaldırıp Necmi'nin yüzüne baktıysa da bu bakış öyle soru soran, açıklama isteyen bakışiara benzemiyordu. Hani ya bazı insanlar dalgınlık halinde bir noktaya gözünü diker de yine o noktada hiçbir şey görmez olur ya . . . İşte Osman Sabri Efendi, Necmi'nin suratma böyle bakmıştı. Fakat Necmi ilkin bu bakışın malıiyerini takdir ederne­ yerek "Ne istersin Sabri ? " diye sordu. Bu soru ise Sabri'yi uyandırdı. Dedi ki: - Ne mi isterim ? Sadrazam hazretlerinin Adiiye Neza­ reti'ne ya zdu·acağı tezkirenin bir an evvel yazılmasıyla asıl tetkik komisyonunun bir an evvel kurulmasını isterim. - Sabri ! Pek dalgın düşünüyordun da merak ediyor­ dum . Bu işin sonunda bir fenalık mı görüyorsun ? - Haydi hey korkak sen de ! - Yok valiahi korkaklıktan değil. İşin içinde bir fenalık görüyorsan onun derecesini ben de bileyim, ona göre hare­ ket edeyim, redbir düşüneyim diye soruyorum. 2 12

- Öylyyse düşündüğümü söyleyeyim. Mecdeddin Paşa, Hezarfen Mustafa'nın mektuplarını biz uyduruyoruz zan­ netmiş. Fransız gazetesinde yayımlanan yazının da bizden çıktığını sanıyor. Bu zanların birinci kısmı yanlış, ikinci kısmı doğrudur. Fakat yanlıştan yanlışlığı derecesine göre istifade etmeyi, doğrudan da dosdoğru faydalanmayı dü­ şünüyorum. - Sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. - Senin anlayacağın şu ki Fransız gazetesinde çıkan yazıyı gerçekten biz koydurduk - Biz mi ? Vay öyleyse ben bunu niçin bilmiyorum ? - . . . gazetesi muharriri koydurd u . - H a , o n a diyeceğim yok. - Şimdi bu doğrudan istifade için gerektiğinde demeli ki: Mustafa'nın mektuplarını aynen yayımlamaya durum müsait değildi. En mühim parçalarının adanması ise bu mektuplardan umduğumuz faydayı sağlamayacaktı. Bir Fransız gazetesine böyle bir itiraz yazdırmaya ve sonra bi­ zim gazete aracılığıyla bir itirafla asıl mektupları meydana çıkarmak vesilesini tedarike aczimiz dolayısıyla mecburduk. Aciz kalan insan doğruyu ortaya çıkarma hususunda bile böyle birtakım hileye hurdaya mecbur olursa mazur görülür. - Asıl mektupların uydurma mektup haline getirilmesine ? - Hayır, mektuplar uydurma değildir. Mektuplar gerçekten Mustafa'nın kendi kaleminden çıkmıştır. Hatta bizim gazeteci tarafından bazı yerleri çizilmiş olduğu halde hiçbir şey eklenmemiştir. Bu ihtiyatı özellikle gerekli gördük. Bir mahkeme huzurunda incelendiği zaman gazetecinin mek­ tuplara ekleme yapmadığı, aksine kısalttığı görülsün de insaf edilsin dedik. Lakin . . . - Lakin ? . . Ee, b u lakinin alt tarafı ? . . - Lakin gönlüm istiyor ki b u mektupların gerçekten Mustafa'nın kendi mektupları olduğunu yine Mustafa'ya itiraf ettireyim. - Bunu nasıl itiraf ettirebileceksin ? - Mustafa'yı bizzat buraya getireyim . 2 13

- Amma yaptın ha ! Hiç beş altı kanı olan bir adam boy­ nunu eellada teslim edercesine buraya kadar gelir miyrniş ? - İşte buraya kadar gelmesi imkansız denilecek kadar zor olduğu için düşünüyorum ya ! - Bana kalsa öyle olmayacak şeylere hiç kafa yormazdım. - O lacak şeylere kafa yormakta ne büyüklük var ? Olmayacak şeyleri oldurmalı ki aferine hak kazanılsın. - Ee, sanki Mustafa'yı İstanbul'a getirmenin mümkün olduğunu mu sanıyorsun ? - Kanunun bazı meseleleri var, henüz tamamıyla halle­ dilmediği için birçok mümkün imkansız oluyor. Birçok im­ kansız da mümkün hükmüne giriyor. Mesela sen polis hafi­ yesi değilsin de sıradan bir adamsın. Kanunen idam edilecek bir herifi öldürmüş olsan böyle bir katili öldürdüğün için kanunen muaf mı olacaksın ? - Hayır, umrnam. - Evet, idam edemezsin. Zira adaleti uygulamak kimsenin hakkı değildir. Ya lnız hükümetin, kanunun hakkıdır. Fakat yolda giderken bir katilin bir mazlumu öldürmek üze­ re bulunduğunu görsen ve sen de silahlı olduğundan o ka­ tili gebertebilecek halde bulunsan ne yaparsın? Çeker vurur musun ? - Valiahi ne bileyim? Şimdi dedin ki bu cezaların tayini devletin , kanunun, nizamın hakkıdır. Vurmayacak olsam da katil o biçareyi öldürecek. - Ama sen vuracak olsan bir katlin gerçekleşmesinden evvel sen bir adam öldürmüş olacaksın. - Öyle ya ! - İşte bunun gibi henüz halledilmeyen meseleler var. Hezarfen Mustafa'nın İstanbul'a getirilmesi de onun için güç­ tür. Eğer Mustafa İstanbul'a gelip de bildiği sırların tümünü ortaya koysa devlete, millete hıyanet eden ne kadar cani ortaya çıkar. Adalet kanunu bunların tümünü cezalandıra­ rak hakkı almaya muvaffak olur. Lakin Mustafa böyle bir muhbirlik hizmetinden dolayı olsa olsa yalnız cezanın hafif­ letilmesi gibi bir mükafata nail olur, yoksa tamamen yaka214

yı kurtaramaz. Şimdiyse yabancı ülkede bulunup kanunun pençesinden kendisini tümüyle kurtarmıştır. - Gerçekten düşündüğün, dalıp gittiğin kadar varmış. Hangi yönü araştırılsa insanın karşısına güçlükler çıkarır bir işle meşgul oluyorsun. Osman Sabri biraz daha düşündü. Sonra Köse Necmi'ye dedi ki: - Adalet kanunları ve cinayet muhakemeleri usulü en mükemmel olduğu yerlerde bile o kadar garabetler göste­ rebilir ki bir suçlu eğer avukat olup da işleyeceği suç ve ci­ nayeti güzelce işlem i ş olsa kendi aleyhine hiçbir şey olmaz, kendisini kanunun pençesinden kurtarabilir. Bereket versin ki kanun bilenler arasında suç ve cinayet işleyenler pek na­ dir çıkıyor. Öbür canilerse güçlerini yalnız kendi suç mes­ leklerinde ilerlemeye harcıyor. Mesela Mustafa gibi bir kal­ pazan kendini gerektiğinde kanun pençesinden kurtarmak için avukatlık tahsil edeceğine hiç fark edilmeyecek kadar mükemmel kalp para yapmak için gereken sanatları tahsil ediyor. Bir yankesici, bir hırsız da böyledir. Bununla beraber yani suçlular ve caniler işleyecekleri suçları kanun ve nizarn hükümlerine uygulamadıkları halde bile mükemmel ve ma­ hir bir avukat bulurlarsa kendilerini kurtarabilirler. Geçen­ lerde gazetelerde buna dair ilginç bir de yazı okumuştum. - Yazının naklini rica edebilir miyim Sabri ? - Evet, nakledeceğim. Hırsızın birisi bir saat çalmış. Mahkemede savunmasına tayin edilen avukat, herifi o kadar güzel savunmuş ki dünyada ondan namuslu, ondan uslu bir adam olamayacağına ve işlenen suçta hiçbir dahli bulunma­ dığına hakimler kanaat ederek beraatına karar vermişler. İşin sonunda suçlunun avukata savunma ücretini vermesi gere­ kince "Avukat efendi ! Bundan başka bir şeye sahip değilim ki takdim edeyim " diye çalmış olduğu saati avukata vermiş. - Amma tuhaf ha ! Sen de şu Mustafa için şöyle bir us­ talık kullanabilsen. - İşte onu düşünüyorum. Evvel Allah savunmacia pek de aciz kalmam ama Mustafa'yı İstanbul'a getirmek zor. 215

Gerçi buna da çare bulunabilir. Muhakemenin gıyaben ya­ pılması da mümkün. Ama vekalete beni tayin etmezler. Ben her şeyden önce avukatlık yapmak için diploma almış deği­ lim. İkincisi Mustafa'nın akrabasından da değilim. Üçüncü­ sü muhakemede ya elmas dolandırıcılığıyla davalı olabilirim veya müfterilikle suçlanabilirim. İstediğim yolda hareket edebilecek bir avukat bulsam belki işi yine gözüme kestire­ bilirdim. Neyse dur bakalım. Belki bir çaresini buluruz. Osman Sabri Efendi ile Hafiye Köse Necmi arasında bu konuşma geçtikten sonra Köse Necmi'nin ... gazetesinde ga­ zetenin muharririyle bir konuşması oldu. Bu konuşmanın başlangıcı Osman Sabri'nin Kalpazan Mustafa'yı muhbir sıfatıyla İstanbul'a getirme hususundaki düşüncelerini Necmi Bey'in gazeteciye anlatmasından iba­ retti. Gazeteci dedi ki: - Dünyada hiçbir şey imkansız değildir. Hele avukatlık hususunda hemen her şey mümkündür. Avrupa ileri gelenle­ rinden birisinin dediği gibi bir adam iki söz söylesin veya iki kelime yazsın. O a damın küfrünü isterlerse küfrünü, hıyane­ tini isterlerse hıyanetirıi ispat ederek malıvı mümkündür. İn­ safı elden bıraktıktan sonra avukatlıkta her şey mümkündür. Lakin bana kalırsa Osman Sabri Efendi'nin Kalpazan Mus­ tafa'yı ele alma derecesinde külfete girmesirıe hiç hacet yok . Zira Sadaret'e verdiği rapor gereken etkisini pekiLi gösterdi . - Aman gerçek mi? Söyleyin, Allahı severseniz söyleyin de bu akşam Osman Sabri'ye güzel güzel haberler getirmeye muvaffak olayım. - Evet, hem de pek gerçektir. Adiiye Nezareti'nden bize havadis getirmeye memur olan muhabir dün getirdiği haberler arasında dedi ki: Sadrazam adliyeye yazacağı tez­ kireyi ivedilikle yazmış. Bu işin bir dakika bile zaman kay­ bedilmeksizin hızla incelenmesini emretmiş. Hemen dünkü gün komisyon üyeleri seçilmiş. Fakat ben bunları gazereye yazmakta biraz ihtiyatlı davrandım. Dün yazsam bugün ga­ zetede görülürdü. Bense bugün yazacağım ki yarın herkes tarafından görülecektir. 216

- Bu yeni komisyon acaba Galatasaray'da kurulan ko­ misyonun incelemeleri üzerine mi hareket edecektir? - Ona dair henüz ha ber almadıınsa da usulen dediğin i z gibi olmalı. Ve Galatasaray komisyonunun tevkif ettiği k i ­ şilerden başka daha kimlerin tevkifi lazım gelirse onları da tevkif eder. - Mesela Mecdeddin Paşa'yı da tevkif eder mi ? - Edebilir ya! Padişah kanunlarının hükmü herkes için eşit olarak uygulanır. Kabalıatİ varsa b ulunduğu büyük rüt­ be, büyük mevki insanı kurtarabilir mi ? - Ah Mustafa burada olsa kim bilir daha kimler tevkif edilir di. - Tevkif edilecekler o kadar çok olmazlardı. Zira Mus­ tafa her ne kadar bunların miktarını çok zannettirecek şekil­ de konuşmuşsa da bir suç kumpanyasında Hediye Hanım, Halil Sfıri, Kalpazan Mustafa gibi üç büyük erkan bulunur­ sa onlar için kudretiice bir, nihayet iki üç hami yeterlidir. Yasadışı işlerde istihdam edecekleri vasıralar çok olabilirse de öyle hırsız, yankesici, yaralayıcı, katil takımından adam­ lan Mustafa'nın meydana koymasından ne çıkar? Mustafa belasını bulmuş demektir. Halil Sfıri de mezarında çürümüş­ tür. Adalete çarptırılacak bir Hediye Hanım kaldıktan son­ ra meydanda bulunan kanıtlar onu da mahvetmeye yeter. Mecdeddin Paşa'ya ve varsa başkalarına gelince; bunlar olsa olsa yalnız irtikapla itharn edilebilirler. Kendileri hakkında ne doğrudan doğruya hırsızlık ne de cinayet ve kalpazanlık gibi suçlar isnat edilebilir. Bu aralık adiiye kavaslarından 1 birisi Muharrir Efen­ di'nin odasına girdi. Elindeki zarfı muharririn önüne koydu. Gazetelere de devlet dairelerinden türlü türlü ilanlar, tebliğnameler gelmesi olağan olduğundan Muharrir Efendi, Necmi ile olan meşguliyeti dolayısıyla bu zarfı sıradan evrak zannedip şöyle bir tarafa koyduysa da kavasın " Efendim mühim ve ivediymiş " demesi üzerine kağıdı tekrar eline alıp

( Burada) Mahkeme hademesi, mübaşir. 217

zarfı yırttı. Adiiye Müsteşarlığı tarafından imzalanmış bir tezkire olup aynen sureti şundan ibaretti: izzetl ü Efe n d i m Hazretleri, H eza rfen , diger adıyla Kal paza n M u stafa adlı kişi ta ra­ fı n d a n yazı l a ra k gazelenizin m a l u m sayı larında yayı m l a n a n a ltı kıta m ektu p üzerine gereken incelemenin ya pılması Sa d ra­ za m l ı k ta rafı n d a n istenmekted i r. Bu kon uda Ad iiye N eza ret-i Cel ilesince özel bir komisyon oluşturu l m u ştur. Bu mektu p l a r h a n g i m a h ke m e tarafından n e za m a n ta lep olunursa tes l i m edilecegi de gazeteniz vasıtasıyla zaten ilan v e vaat e d i l m iş o l d u g u n d a n özel komisyo n u n incelemelerine esas o l m a k üze­ re belirtilen a ltı kıta mektu b u n m a ka m-ı aciziye gönderi l mesi h ususunda i ra d e efendim h azretleri nindir.

Hafiye Necmi Bey her ne kadar resmi ve gayriresmi ya­ zışmadan, yazı ve belagat balıisierinden tamamıyla haberdar bir adam olmasa da gazete muharriri, Necmi'nin tavırlarına bakarak buralara vakıf adam olması zannıyla dedi ki: - Mülkiye rütbelerinin birer özel alarnede belirlenmiş olamaması ve herkesin rütbesinin yine herkes nezdinde bili­ nemernesi dolayısıyla lakaplar hususunda ne kadar fenalık­ lar oluyor ! İşte benim hiç rütbem yoktur. Adiiye müsteşarı beyefendi hazretleri bize bir " izzetlü"yü layık bulmuş . Hal­ buki ona da kanaat etmemiş, bir de " hazretleri " ilavesiyle güya daha ziyade büyütmüşse de bakılsa işi bizim için alay sayılacak şekle koymuş. - Ben bu kadar ince lakaplara, unvana akıl erdiremem. Tezkirede dikkatimi çeken şey yeni komisyonun müzakere esasının Kalpazan Mustafa'nın mektupları olacağı mesele­ sidir. O halde Beyoğlu komisyonunun yaptığı incelemeler lüzumsuz mu kalacak ? - Hayır, hiç ümit etmem. Şu kadar ki diyelim, müzake­ renin esası Mustafa'nın mektupları olsa sanki işimize daha az mı yarar? M ustafa'nın ortaya koymadığı sır mı kalmış ? - Gerçi orası da öyle. 218

- Siz bu akşam Osman Sabri Bey'i gördüğünüzde en büyük havadis olmak üzere kendisine bu haberi verin. Zira mektupları bir komisyonun dikkate alması demek Hediye Hanım'ın ve onunla beraber bazı cinayet ortaklarının da mahvı demek olur. - Öyleyse ben hemen gideyim ha ? - Fena olmaz. Bizim de işimiz çok. Zira bugünkü gazeteye henüz dört satır yazı bile yazamadım. Ben de her şeyden önce şu mektupları adliyeye göndermeliyim. Necmi Bey, Osman Sabri Efendi'nin yanına gidip haber götürmek için gazeteciye veda etti. Gazeteci de hemen sureti yukarıya alınan tezkireye bir cevap yazıp Hezarfen Musta­ fa'nın altı kıta mektubunu iliştirdi, henüz cevap beklemek­ te bulunan adiiye kavasına teslim ederek gönderdi. Ondan sonra yazıya başladı ama bir insan zihninde ne varsa kale­ miyle onu yazabileceğine göre Muharrir Efendi de Hezarfen Mustafa'nın evrakının Adiiye Nezareti tarafından istenmesi meselesinden ibaret bir yazı yazmaya başladı. Bunu birçok muhakemelerle uzattıkça uzattı, adeta iki üç sütun doldur­ maya kafi bir sermaye yerine koydu. Bu hikayemizde tesadüfün garibi olmak üzere bakın ne oldu: Mektupların Adiiye Nezareti'nden talep edildiğine dair yazı gazetede görüldüğü gün Hezarfen Mustafa tarafın­ dan bir mektup daha geldi. Ertesi gün bu mektup halkın ve hele hele özel komisyonun dikkatine sunuldu. Yazının aynen sureti şuydu: ista n b u l ' da . . . gazetesine Viya na' dan, . . . ta ri hinde, . . . yı l ı n d a M u h a rrir Efendi Hazretleri ! Mektu pları gazelen ize aynen geçirmeyerek bazı yerlerin e kalem sürmüş old u g u n uz i ç i n . . . a d l ı F ra nsızca bir gazetede ya­ yı mlanan yazıyı okudum. B u n u n üzeri n e sizin de itiraf ederek hangi m a h keme ta rafı ndan ta lep o l u n u rsa mektu pları aynen teslim edeceg i n iz h a kkındaki yazı n ızı d a okud u m . B e n mektu p l a rı m ı n üstü nde oyn a n d ı g ı n ı görmekteydi m . B u konuda size h i ç b i r şey yazm a m a m ı n , h i ç b i r serzenişte b u l u n219

m a m a m ı n da sebebi var. Bu da m e ktupları m ı n i nayel buyu ru­ l a n de recede n eşri beni m i n n etta r ettigi halde fazla o l a ra k b i r d e üzeri n d e oyn a n ması ndan dolayı serzenise ka l kısırsa m n a n­ körl ü k etmiş olacag ı mdan ibaret bir sebeptir. Hele m a h ke m e ta rafı n d a n ta l e p olundugu halde mektupları m ı n a s ı l v e do g ru n üs h a l a rı n ı n ta kdi m edilecegi h ususu beni en ziyade m utmain ve m ü sterih e diyor. Bu m ü n a se betle size s u n u d a a rz edeyim. N eşrettird i g i m m e ktu p l a rı n g e rçekten b e n i m o l d u g u n a i sta n bulca ili m a t edil­ m iyorsa ben b u rada Viya na' da b u l u n a n Osma n l ı Baskonso­ losl u g u ' n a m ü racaat etmeye, mektu pların birer nüshası n ı tas­ d i k ettirerek göndermeye de m u ktedi ri m . M uharrir Efendi Hazretleri! Zapliye Neza reti mi olur, Adiiye N ezareti mi yoksa Sodaret makamı mı olur, hangi daireden o l u r­ sa olsun yüce h ü kü metimiz bana a m a n verecek olursa, bi=at ista n bul' o gelir, kendimi gösteriri m. Suçluların muhakemesinden son ra h ü kü m et yalnız bir hafta m üsaade etsin, ben o bir hafta zarfı nda i sta n bul' dan tekrar firar edebilirsem ne ôlô, edemedi­ g i m surette, yan i beni tutabilirlerse ben de cezama razı o l u ru m . iste su k ı s a m e ktupçu g u m u n da g azelen izde yayım l a n m a­ s ı n ı ve fa kat b u n d a n bir harf deg istirilmeyerek aynen i l a n ı n ı rica ederi m .

Kalpazan Mustafa'nın bu mektubu bütün İstanbul'u hayrete düşürdü. Zira Mustafa bu mektubunda hem büyük bir safdillik hem fedakarca büyük bir cesaret gösteriyordu. Pek çok kimse meselenin içinde bir tuhaflık olmak üzere yüce hükümetin bu mukaveleye razı olmasını istemişti. Mustafa'nın b u kısa mektubu bilhassa Osman Sabri Efendi'yi o kadar sevindirdi ki gazetede mektubu okur oku­ maz Hafiye Necmi Efendi'yi odasına çağırtıp gazeteyi eline verdi. Dedi ki: - Mecdeddin Paşa'ya git, bu gazeteyi göster. De ki, Kalpazan Mustafa'nın mektuplarını bizim uydurduğumuzu zannedecek kadar gafil olursa, muhakemenin neticesinde hiç karlı çıkmaz. İşte Mustafa bizzat İstanbul'a geleceğim 220

diyor. Eğer gelirse Mustafa'nın dilinden hiç kimse kendisi­ ni kurtaramayacağı gibi Mecdeddin Paşa da kurtaramaz. Dolayısıyla ne kadar kuvveti, kudreti varsa tümünü yalnız kendini kurtarmaya harcasın, Hediye'yi kurtarmak için ça­ lışmasın. Zira kuvveti, kudreti, çalışması, gayreti ihtimal ki kendisini kurtarmaya da yetmez. - Aman Sabri, ben bu kadar lafı nasıl söyleyebilirim ? - Unutacak mısın ? Yoksa korkar mısın ? - Evvel Allah unutınarn ama . . . - Korkarsın ha ! B e herif, Mustafa 'nın b u mektubu d a elde bulunursa artık bizim için korkacak n e kaldı ? Başkaları korksun, başkaları ! Ezcümle Mecdeddin Paşa Hazretleri. - Mecdeddin Paşa neden korkacakmı ş ? Koca bir paşayı hangi mahkeme cezalandıracak? - Hangi mahkeme mi ? Padişahın adalet mahkemesi ce­ zalandıracak. Padişah hazretlerinin iltifatlarına, inayetlerine, ihsanlarına nail olmak iffet ister, dürüstlük ister, çalışkanlık ister, birçok şey ister. Bunlar kalmadığı zaman insan padişa­ hın inayet ve iltifatına istihkakını kaybettikten başka merha­ met istemeye bile hakkı, cüreti kalmaz. - Ne kadar da çok şey biliyorsun Sabri ! - Haydi azizim, sen dediğim gibi şu gazeteyi götür, dediklerimi Mecdeddin Paşa'ya söyle. Aklı varsa belki bu nasi­ hatlerimizden faydalanır. Necmi daha fazla sözü uzatmaksızın gazeteyi alıp Mec­ deddin Paşa'ya gitti. Bizim meşhur müstantik Osman Sabri Efendi'nin bu hareketten maksadı Mecdeddin Paşa'nın gerçekten Hediye Hanım'ı kurtarmak için haber alınan bazı teşebbüslerini engellemekti. Paşa eğer Hediye'nin beraatını sağlarsa ken­ di heraatının da tamamen sağlanacağını düşünerek hareket ediyordu. Osman Sabri ise Hediye'nin beraatı halinde büs­ bütün mahvolacağını dikkate alıyor, o da Hediye'ye karşı açtığı savaştan mutlaka galip çıkmaya çalışıyordu . Bir savaşta üstünlüğü sağlayan sebeplerin e n başlıcala­ rından biriyse düşmanı kazanmış olduğu müttefiklerinden 221

ayırmaktır. Hediye pek zorlu bir düşman sayılabilirse de bu zoru dostlan ve müttefikleri sayesindedir. Onlardan mah­ rum kaldığı zaman yüzüne tükürülecek bir aşüfte derecesine ineceği ortadadır. Osman Sabri'nin bu redbirinde ne kadar başarılı olduğu gelecek bölümlerin okunmasıyla anlaşılacaktır.

3 Esrar-ı cinayata dair son neşriyattan sonra birkaç gün gazetelerde bir şey görülememesi hazı merak l ı l a rı n merakını uyandırmıştı. Bunlardan biri, . . . gazetesine bir mektup yazarak mese­ lenin ne aşamada bulunduğunu sorup bu konuda her gün bilgi verilmemesinin herkesi başka bir kanıya düşürdüğünü bildirmesi üzerine . . . gazetesi özel bir yazı yayımladı. Hedi­ ye Hanım ve Kalpazan Mustafa meselesine Aciliye Nezaret-i Celilesince özel olarak bakılmakta olduğundan ve sonucun mutlaka yayımianmasının tabii bulunduğundan bahisle me­ rak sahiplerinin bu işte acele etmelerine hiç lüzum olmadığı tavsiye edilmiştir. Bir aralık Kalpazan Mustafa 'nın yüce hükümete arz et­ tiği şartların kabul edilerek İstanbul'a gelmesi için durumun Hariciye Nezareti tarafından Viyana Sefareti'ne yazıldığı hakkında bir söylenti çıkmasın mı ? Bu söylenti n i n öyle bir çırpıda inanılacak şeylerden ol­ madığı malumsa da ... gazetesi buna dair yazdığı bir yazıda Mustafa'nın Dersaadet'el celbi bazı mühim mahfillerde söy­ lenmekteyse de buna dair henüz resmiyet derecesinde ciddi bir haber alınamaclığını ilan edince halk buna da inanmak derecesini buldu . Nihayet bir gün Adiiye Nezareti tarafından bütün gaze­ telere şu ilan gönderildi. " Saadet kapısı" anlamındaki kelime, Osmanlı döneminde İstanbul için kullarulmıştır. 222

Resmi i l a n kinde bulunduğumuz ayı n on yedinci perşembe g ü n ü meş­ hur Hediye H a n ı m ' ı n ceza mahkemesinde aleni muhakemesi­ nin 1 ya pılacağı, o g ü n mu hakemeye son verilerneyecek olursa ikinci m u h a kemenin cumartesi g ü n ü ne, o g ü n de bilmediği su ret­ te üçüncü muhakemenin paza rtesine erteleneceği ilan olun ur.

Bu ilanın gazetelerde yayımlandığı gün bir salı günüydü . Böyle aleni bir muhakemede bulunmak herkesin arzu ettiği bir şeydi. Akıllı ve ihtiyatlı olanlar hemen o günden Adiiye Nezareti'nde bulunan dostlarına müracaat ederek aleni mu­ hakeme günü kendisine bir yer bulunmasını ricaya başl adı. Gerçekten bunların hakkı vardır. Zira meşhur muha­ kernelerde mahkemelerin kapıları umuma açılınca o kadar kalabalık hücum eder ki genel dinleyici sınıfında bulunanlar genellikle ne bir şey görebilir ne de bir söz işitebilir. Mah­ kemelerde ise itibarlılar için başka ve gazeteciler için baş­ ka yerler bulunduğu gibi üyeler ve zabıt katiplerinin arka ve yan taraflarında da birtakım yerler bulunur. Bunlara da memurların dostları kabul edilir. Vaat edilen gün olan perşembe günü gelince daha muha­ kemenin vaktinden bir iki saat evvel esrar-ı cinayar meraklı­ ları mahkemede yer tutmak için müracaata başladı. Halk denildiği zaman kimler aniaşılabilirse o sınıf henüz mahkemeye gelmeksizin dinleyicilere mahsus olan yerler tü­ müyle seçkinler tarafından zapt edildi. Seçkinlere ve gaze­ tecilere mahsus yerler de hıncahınç dolmuştu. Hatta üyeler ve zabıt katiplerinin yanları da bazı itibarlı zevat tarafından işgal edilmişti. Muhakemenin icra zamanı yaklaşınca divanhanede o kadar kalabalık oldu ki koca divanhanenin hemen çöküver­ mesinden korkuldu. Bu muhakeme yapıldığı zaman henüz yeni adiiye usulü ilan olunmamıştı. Bazı mühim cinayetlerde asıl davacı or-

Açık yargılaımıasının. 223

tada bulunmayacak olursa, ya reis efendinin soruları savcı­ lık vazifesini ifa etmiş sayılacak şekilde olur veya işin içinde kanun hakları ve devlet hakkı varsa üyelerden birisi geçici olarak savcı atanırdı. Bu muhakemenin ortada olan ehem­ miyetine dayanarak üyelerden birisi davacı seçilmek istenil­ mişse de bizim O sman Sabri Efendi her ne yapmak lazımsa yaparak iddia makamına kendisini getirtmişti. Osman Sabri Efendi'nin bu başarısı için " her ne yapmış­ sa yapara k " deyişimiz, iş aslında imkansızken bazı fevka­ lade tedbirler a larak imkansızı mümkün etmiş demek de­ ğildir. Kendisi yağlıkçılardan kaldırılan elmaslardan dolayı her ne kadar davalıysa da Hediye Hanım vesaire aleyhinde­ ki tetkiklere göre ya davacı veya müfteri sayılabileceğinden Adiiye Nezareti şimdiye kadar gazetelerle ilan edilen yazı­ lara ve mektuplara bakarak Osman Sabri Efendi'ye müfteri unvanını vermekten çekinmiş, iddiacı unvanını vermekte bir beis görmemişti. Muhakemenin yapılma saati gelince mahkemenin ka­ pıları açılarak içeriye yalnız bir kadın ile bir erkek alındı. Boylu boslu, endamlı, yakışıklı hamının Hediye Hanım ol­ duğunu herkes derhal tanıdı. Erkekse kısa boylu, gayet nahif endamlı fakat pek kocaman kafalıydı. Bunu herkes derhal tanıyamadıysa da okurlarımız gibi bu kıyafeti görmüş olan­ lar dedi ki: - Bu da meşhur müstantik O sman Sabri Efendi' dir. Birçok tarafa uzanan bu cinayetlerde sanık sıfatıyla yal­ nız Hediye Hanım'ın getirilmiş olması bazı kimselerin dik­ katini çekmişti. Osman Sabri Efendi iddia makamına geldiği zaman ga­ zetecilerin tarafına baktı. Malum a, böyle muhakemelerde davacı veya davalı gözlerini hangi tarafa çevirirse herkes o tarafa gözünü çevirerek davacı veya davalının kimin yüzüne bakmış olduğunu anlamak ister. Osman Sabri Efendi'nin gülümsemesine yine bir tebes­ sümle karşılık veren gayet zeki suratlı gazetecinin olsa olsa . . . gazetesi muharriri olabileceğine dinleyiciler hemen ittifakla 224

hüküm verdi. Zira bu meseleyi diline dolayıp sonuna kadar uğraşan gazetecinin yalnız kendisi olduğunu alem biliyordu. Muharrir Efendi'nin elinde bir demet kağıt bulunup iki­ şer ucu açılmış olduğu halde sekiz on kadar da kurşunkalem vardı. Zira böyle aleni bir muhakemeyi güzelce kaydedebil­ mek için mürekkep kalem işe yaramaz. Kurşunkalem daha güzel işe yararsa da onun da ucu körlendiği zaman çakıyla düzeltmeye vakit kalmayacağından birkaç kalemin ikişer ucunu birden açıp hazırlamak ve hangi uç körlenirse diğer uçla yazmak gerekir. Aleni muhakemelerde dinleyicilerin en çok dikkat ve merak edeceği şey sanıkların yüzlerini görme ve tepkileri­ ni yüzlerinden anlamaya çalışma meselesidir. Fakat hemen hiçbir muhakemede dinleyiciler bu emellerine tamamen nail olamaz. Zira kendi yerleri daima sanıkların arka tarafların­ dadır, sanıkların yüzleri reis ve hakimler tarafına yönelik olur. Bu muhakemede ise dinleyiciler değil a, reis ve üyeler bile Hediye Hanım'ın tepkisini yüzünden aniayabilmeye pek muktedir olamazdı. Zira Hediye Hanım neredeyse kalın bir yaşmak turunmuş olduğundan burnunun ucuyla gözlerin­ den başka bir yeri görünmezdi. Bu konuya gazetecilerden biri . . . muharririnin dikkatini çekti; aralarında şöyle bir konuşma geçti. - Arkadaş, Hediye Hanım'ın kalın yaşmak tutmasına ne dersiniz ? - Siz ne demek istersiniz sanki ? - Öyle ince fikirli sanıklar genellikle çehrelerindeki değişiklikleri göstermernek ister. Kadınlar için bunun en güzel şekliyse yaşmaktır. Yani yaşınağı kalın tutmaktır. - Bana kalırsa öyle değildir. - Ya nasıldır ? - Ben demek isterim ki Hediye Hanım'ın yaşı artık epeyce geçmiştir. Birkaç zamandan beri Osman Sabri habisi de ken­ disini epeyce sıkıştırıp zayıflattığından suratında evvelki ka­ dar güzellik parlaklığı kalmamış, bu eksikliği kendi güzelliğine aşık olanlara göstermernek için kalın yaşmak tutunmuştur. 225

- Amma yaptllllz ha! H1la Hediye güzellik iddiasında mı ? - Neden bu iddiada bulunmasın ? Hatta gençlik bile iddia eder. Zira bir kadın büyüye büyüye ancak otuz beş yaşı­ na kadar büyür. O yaştan daha fazla büyümesi lazım gelir de doğrusunu da söylemeye mecbur olursa altmışa atlamalıdır. Fakat Şişş ! Suss ! Reis efendi muhakemeyi açtı. Saate baka­ lım. Biri otuz sekiz geçiyor, diye Muharrir Efendi derhal mu­ hakemenin hangi saat ve hangi dakikada açıldığını kaydetti. Reis efendi dedi ki: - Özel tetkik komisyonunun incelemesinden geçerek it­ hamnamenin tanzimine esas alınan evrakı aynen okumaya ha­ cet göremiyoruz. Bu evrak davacı Osman Sabri Efendi tarafın­ dan verilen raporlarla bir de Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa tarafından neşrettirilen altı kıta mektup ve Beyoğlu Zabıtası'nda oluşturulan komisyonun tuttuğu ifadeler gibi evraktan ibarettir. Ancak düzenlenen itharnname belirtilen ev­ rakın tümünden özetlenmiş olduğundan yalnız ithamnamenin okunınası evrakın tümüyle okunınası demek olacaktır. Şayet davalı bu ithamı1amenin reddi için evraktan bazılannın veya tümünün okunmasına lüzum görecek olursa, mahkeme bu konuda hamının talebini reddetmeyip evrakı yine okuttura­ caktır. Buyurun katip efendi, ithamnameyi okuyun. Zabıt katibi ithamnameyi okumaya başladı. Bu belge beş tabaka kağıt doldurmak mertebesinde kapsamlı bir şeydi fa­ kat hikayeınİzin buraya kadar geçen bölümleri ile okuyu­ cularımızın malumları olan hallerden fazla hiçbir şeyi içer­ miyordu . Hatta . . . gazetesi muharriri elindeki kurşunkaleme davranarak alesta durmakta ve ithamnamede fazla bir şey işitir işitmez yazmak için asla vakit kaybetmemek gayretinde idiyse de belgenin en sonunda " kılınmış olmağın olbabda . . . " ibaresine gelinceye kadar kayda değer hiçbir şey görerneyİn­ ce yanında bulunan gazeteciye demişti ki: - Acayip ! Biz Hezarfen Mustafa'nın mektuplarını ay­ nen niçin verdik ? O mektupların hükümleri dikkate alınmış olsaydı, ithamnaıneye Mecdeddin Paşa'yı da sanık maka­ mına getirecek birkaç madde yazılması gerekirdi. Demek 226

oluyor ki b u davada matbuatın hizmeti henüz bitmemiştir. Yazacak daha birçok şeyimiz olacaktır. Yanındaki gazeteci arkadaşıydı. - Meşhur müstantik Osman S abri Efendi davacı tayin edilmiş diyorlardı. Onun davacı olduğu bir muhakemenin ithamnamesi böyle sizin de beğenemeyeceğiniz bir şekilde tanzim . edilmiş olursa gerçekten matbuatın işi daha bitme­ miş olur. Biz de sizi izlemekten geri durmayız. - Teşekkür ederim arkadaş. Gerçi iki gazetecinin değerlendirmesi pek haklıydı, ancak bu hususta Osman Sabri Efendi'ye k abahat bulmaya lüzum yoktur. Zira Osman Sabri Efendi kendi iddianamesini genel olarak herkesin ve özel olarak . . . gazetecisi n i n heğenehi l ece­ ği şekilde kaleme almıştı. Ne fayda ki ithamnameyi kaleme alan heyet iddianamenin birçok yerini Hediye Hanım için cömertçe bir iyilik olmak üzere hafifletmiştir. Ezcümle, dolandırıcılık bahsinde Hediye H�nım'ın mey­ dancia hiçbir davacısı bulunmadığını beyanla bu durum He­ zarfen Mustafa'nın sözünde kaldığı gibi katillik meselesi de adı geçenin sözünde kaldığından onları muhakeme meyda­ nına koymaya itharn heyeti hiç lüzum görmemiş. Hediye Hanım yalnız kalpazanlıktan dolayı itharn edil­ mekteydi. Bunda da kalpazan doğrudan doğruya kendisi olmadığı gibi sürücü de kendisi olmadığından, sonuçta bu suça bir hami, bir yatak olmak üzere telakki edilmiştir. Öre­ ke Taşı cinayetinde ise Hediye Hanım davalı olmak şöyle dursun, adeta davacı olmak lazım gelirken bu sıfattan vaz­ geçmiş bir mazlum şeklinde gösterilmiştir. Savcı makamına getirilen Osman Sabri Efendi'nin bu cinayet için dava ede­ cekse Hediye Hanım'ı hiç bahse katmayarak bir bakıma müteveffa Halil Suri ve bir bakıma firarda bulunan Kalpa­ zan Mustafa aleyhine dava açmasına lüzum gösterilmiş. itharnname okunurken bu maddelerin her biri Osman Sabri Efendi'de birer garipseme tebessümüne sebep olmak­ taydı. Belge okunup bitince reis efendi, O sman Sabri Efen­ di'ye hitaben dedi ki: 227

- Bu itharnname dışında başka söyleyecek sözünüz var nu ? - Var efendim: Buna itharnname denileceğine Hediye Hanım'ın müdafaanamesi denilse daha münasip olurdu . Sert çehreli Osman Sabri bu sözleri o kadar küçümseye­ rek söyledi ki reis efendiye adeta hiddet geldi. Dedi ki: - İtharnnameyi eleştirrnek mi istiyorsunuz ? Buna hak­ kınız var mı ? - Estağfurullah efendim; belki haddim olmayabilir, fa­ kat hakkım vardır ve olmalıdır. Ben Hediye Hanımefendi hakkında kaç maddeyi itharn makanuna koymuşsam, bun­ lardan hamının kendisi bera at etmelidir. İthamnamede adı geçeni savunma yollu muhakemelere ne lüzum vardı ? - Tetl