Ecce Homo: Kişi Nasıl Kendisi Olur [1 ed.] 9753638485


132 6 2MB

Turkish Pages 108 [109] Year 1998

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Ecce Homo: Kişi Nasıl Kendisi Olur [1 ed.]
 9753638485

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

-

-

'/,[.\( T.\.ŞKL"'T KL.\S'!K Y,\PITL. R ntzl:t

ECCEHOMO Kıi�ıi N asJll Kendlıisıi Ü l uur Çeviren: Can Alkor

l

,,

I omo

"Yunanca anlamıyla -yalmz Yunanca da deği/­ deccal" (-antichrist) Nietzsche, üretkenliğinin sonunu, son gürlüğünü yaşadığı 1888 yılında yazdığı -deyim yerindeyse- özyaşamöyküsüne -vaktiyle İsa Mesih (-Jesus Christ) için kulla­ nılmış- Ecce Homo adını vermişti: - işte insan: Kendini bilgiye adayan için ya/mzca diişmamnı sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir. Hep iJgrenci kalan insan, iJgretmenine borcunu kötii ödüyor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz? Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse giiniin birinde? Bir Jıontımu11 oltmda kalmaktan sakınm!

Şimdi size beni yitinnenizi, kendinizi bu/mamzı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o giin geri döneceğim sizlere ... (Bitkisel bir yaşamı sürüklediği 11 yıldan sonra da öldü -

25 Ağustos 1900.)

Ecce Homo nun 90'ıncı, ölümünün 98'inci '

yılında, kendisinin kendisi için dediğince: Yalt11z konuşması değil başka türlii olan, kendisi de başka tiirlii: Ecce Nietzsche!

KAZIM TAŞKENT KLASiK YAPITLAR oızısı

F ıriedırich Nietzsche

ECCEHOMO Kıişi Nasıl Kendıisıi Olur Çeviren: Can Alkor

omo

Kllzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi .

- 27

JSBN 975-363-848-5

Eccc Homo / Fricdrich Nietzsche Çeviren: Can Alkor

1.

1969 1998

baskı, Dost Yayınları, Ankara, Ağustos YKY'de

1.

baskı, lstanbul, Ağustos

Baskı: Altan Matbaacılık Ltd. Şti.

C Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 1998 T ürkçe çevirinin tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yay. ıcının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

A.Ş. E Blok Manolya Sokak 1. Levent 80620 lstanbul (0 212) 280 65 55 (pbx) Faks: (0 212) 279 59 64

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Yapı Kredi Plaza lelefon:

http://www.ykykultur.com.tr

İçindekiler

Önsöz • 7 Neden Böyle Bilgeyim• 13 Neden Böyle Akıllıyım•

25

Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum•

Tragedya 'nın Doguşu• 5 1 Çagdışı Yazılar• 56 insanca, Pek insanca• 6 1 Tan Kızıllıgı • 68 Şen Bilim • 71 Zerdüşt Bôyle Dedi• 73 iyi ve Kötünün Ötesinde • 86 Töre 'nin Soykütügü• 88 Putlann Batışı • 90 Wagner Olayı • 93 Neden Bir Yazgıyım Ben•

1 00

42

7

ÖNSÖZ

I Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltil­ miş en çetin istekle çıkacağımı gözönüne alarak, önce kim oldu­ gumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: "Kimliğimi saklamış" değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küfiiklüliJ arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca? .. Yaşamadı­ ğıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin'el gelen "aydınlar" dan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben fa­ lancayım. Ba;kasıyla kan;tınnayın beni herşeyden öncel

il Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı deği­ lim. Üstelik şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos'un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir2 olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu ya­ zıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim­ i lsviçre'de l n n ırmağı vadisi. Nieızsche 1880 yılından sonra çoğunlukla yazları bu böl· gede, Sils l\faria köyünde geçirmişti. (Bütün noılar çevirmene aiııir.) 2 Dionysos'un yoldaşı doğa ıanrıları. Sivri kulaklı, boynuzlu ve keçi ayaklı olarak ıasar· lanırlardı.

8

de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazı nın, belki bu­ nu dile getirebilmişimdir. İ nsanlığı "düzeltmek" , herhalde be­ nim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar di kmiyo­ rum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne de­ mekmiş. Putları (ki benim için "ülküler" demektir) devirmek zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurduk/an ölçüde gerçeğin değeri ni, anlamını, doğruluğunu harcadı lar. "Gerçek dünya" ile "görü nüşte dü nya" , -açı kçası: Uydurma d ü nya ile gerçek . . . Ülkü denen yalan şimd iye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.

/il Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer ha­ vası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratı lmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Buz yakındır, yalnızlık yaman, -ama herşey nasıl durgun, ışık içind e ! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşagılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, -varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre ' nin yargıladığı herşeyi arayıştır. Yasaklar için­ de böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugü­ ne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, is­ tendiğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofları n gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu gii­ ze alabilir.? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır . B ilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendi­ ne karşı sertlikten, d ürüstlükten gelir. . . Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız . Nitimur in veti­ tum. J Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü şimdi­ ye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar. ..

..

3 Yasaklanmış olana erişmektir amacımız.

9

iV Yazılarım içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, in­ sanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyıl­ ları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yük­ sekler kitabı olduğu gibi -insan denen olguyu uçurumlar boyu aşa[tsmda bırakmıştır- hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyud u r, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. B u rada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de d i n kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acı­ nacak bir yanılmaya d ü şmemek için, herş eyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! "Fısılda­ nan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşün­ celer yönetir dünyayı-" İncirler dökü lüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler. . . Dü­ şerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun incirler için bir kuzey yeliyim ben. Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyi n tatl ı etlerini ! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonuBağnazın biri değil burada konuşan; v;ıaz veri lmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutl u l u k de­ rinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, -bir nazlı yavaşlık­ tır bu konuşmaların t empo'su. B u gibi şeyler ancak en seçkinle­ rin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıca­ lıkt ı r; her babayiğidin harcı deği l d i r Zerdüşt'ü d uyabi lmek . . . Zerdüşt b u yönleriyle b i r baştan çıkarıcı olmuyor m u ? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızl ığına geri dönerken ne d iyor. . . Onun yerinde başka bir "bi lge" nin, b i r "ermiş " i n , bir "me­ sih" in, başka bir dlcadent'ın4 söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler. . . Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de baş­ ka türlü . . . Tek başıma gidiyorum ş i m d i , e y çömezleri m ! Sizler de gi­ din artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum. 4 /Jirodenı (gerilem iş, d üşkün leşmiş) ve dit:odence (gerileme, düşkü nleşme): Metinde hep Frans11.ca.

lO

Benden uzaklaşı n, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi ! Daha da iyisi: Utanın ondan ! Belki sizi aldatmıştır. Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanı nı sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir. Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödü­ yor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz? Sayıyorsunuz beni: Ama saygı nız devriliverirse günün birin­ de? Bir yontunun altı nda kalmaktan sakını n ! Zerdüşt'e inandı ğı nı zı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm ina­ nanların! Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyle­ dir tüm inananla r; inancın değeri azdır bu yüzden. Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyo­ ru m; hepiniz beni yadsıdıgımz gün, ancak o gün geri döneceği m sizlere . . . Friedrich Nietzsche

Bu kusursuz gün -herşey olgunlaşmakta, yalmz üzüm de[il altın rengini alan-, bir güneş ışım vurdu yaşamı­ mm üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok, bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırkdördüncü yaşımı; gömebildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. "Tüm değerleri yenileyiş" in ilk kitabı; Zerdüşt'ün Türküleri; Putlann Batışı, çekiçle felsefe yapma dene­ mem, -hepsi de bu yılm, hem de son çeyreginin arma[an­ lan! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütünü­ ne? işte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.

13

NEDEN BÖYLE BRLGEYRM

I Yaşamı mın talihi, belki de benzersizliği, alınyazısından ge­ lir: Bilmece biçimi söylersek, ben babamla birlikte çoktan ölmü­ şüm, ama anamla birlikte yaşıyorum, yaşlanıyorum. Bu çifte kö­ ken, yaşam merdiveni nin bu en üst ve en alt basamakl arından geliş, hem dlcadent, hem de başlangıç oluş, -beni belki herkes­ ten ayı ran çekimserliğimi, yaşam sorununun bütünü önünde yan tutmazlığımı açık larsa bunlar açıklar işte. Doğuş ve çöküş belirtilerinin kokusunu benden iyi alan çıkmamıştır, bu konuda en eşsiz öğretmen benim, -ikisini de bilirim, her ikisiyim ben. Babam otuz altı yaşında öldü: İnce, sevimli ve sayrıldı; geçip git­ mek için doğmuş bir yaratık gibiydi, -yaşamın kendinden çok, bir hoş anısıydı sanki. Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de bitmeye yüz tuttu. Otuz altı yaşımda dirim gücümün en alt nok­ tasına vardım, -yaşamasına yaşıyordum, ama üç adım önümü görmeksizi n. O zaman ( 1 879) Basel'deki öğretim görevimdenS ayrıldım; o yazı St. Moritz'de, kışı da -yaşamımın en güneşsiz kışı nı- Naumburg' da bir gölge gibi geçirdim. En alt noktam buydu işte: "Gezgi n ve Gölgesi"6 bu arada yazıl d ı . Hiç şüphe yok, biliyordum o sıralar gölge nedir. . . Ertesi kış, Cenova'da ge­ çirdiğim ilk kış, aşırı bir kansızlığın ve kas erimesinin nerdeyse gerektirdiği o tatlılık, o özleşme, Tan Kızıllıtı 'nı doğurdu. Bu ya­ pıtın yansıttığı dupduru aydınlık, güleçlik, düşünce taşkınlığı, 5 Nietzsc he Basel Ün iversitesi'nde klasik filoloji profesörü ve Basel Lisesi son sınıfında Yu nanca öğretmeniyd i . 6 lnsanca, P ek insanca, il. kitap, 2 . böl ü m .

14

bende yalnız en büyük bünye güçsüzlüğüyle deği l , üstelik en aşırı acı duygusuyla da bir arada bulunabilir. Üç gün aralıksız sü­ ren bir beyin ağrısıyla kıvranı rken, zorlukla salya kusarken, sağ­ lığımın daha iyi old uğu zamanlar düşünmek için yeterince dağ­ cı, yeteri nce kurnaz, yeterince duygusuz olmadığım şeyleri eşsiz bir diyalektikçi açıklığıyla görüyor, soğukkanlılıkla düşü nüyor­ dum. Diyalektiği -o en ünlü örneğinde, Sokrates örneğinde ol­ duğu gibi- nasıl bir decadence belirtisi saydığımı okuyucularım belki bilirler. -Anlığı n bütün hastalıklı halleri, ateş yapınca ar­ dından gelen o yarı uyuşukluk bugüne dek hiç bil mediğim şey­ lerdir; bunların nasıl şeyler olduğunu, ne denli sık ortaya çıktığı­ nı ancak ki taplardan okuyup öğrenebi ldi m. Yavaş dolanır ka­ nım. Ateşimi n çıktığını gören olmamıştır. Beni uzun süre si ni r hastası olarak tedavi eden bi r hekim, sonunda "hayır" demişti, "bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan benim yalnızca." Hiç mi hiç saptanmamış bir yerel yozlaşm _ a olmalı bende. B ünyede­ ki genel bitkinliğin sonucu olarak sindirim dizgesinin aşırı zayıf­ lığı bir yana, örgensel bir mide hastalığım yoktur. Zaman zaman tehlikeli olup körlüğe yaklaşan göz bozukluğu da kendinden ol­ mayıp, yalnız bir sonuçtur: Yaşama gücümdeki her artışla birlik­ te, görme gücü de artmıştır yeniden. Uzun, pek uzun yıllar sür­ müştür iyileşip toparla nmam; bu süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme süresi, bir çeşit dlcadence çevri midi r. Bütün bunlardan sonra dlcadence konusun da gönnüş geçinniş old uğumu söylemem bil mem gereki r mi ? B u konuyu baştanbaşa avucu­ mun içi gibi bilirim. Genellikle bu ince kuyumcul uk, bu tutma ve kavrama sanatı, aynmlan seçebilen bu parmaklar, bu "köşe­ nin ardını görme" psikolojisi , bana özgü daha ne varsa, hepsi de o zaman öğrenil medir; gözlem yetisi yanında gözlem örgenleri­ min, herşeyimin inceldiği o çağın asıl bağışıdır hepsi. Bir hasta gözüyle daha sağlam kavraml ara, değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen yaşamın dolul uğu ve kendi ne güveni içinden aşağıya, dtcadence içgüdüsünün gizli çalışmasına bakmak, -buy­ du benim en uzun al ıştırmam, benim asıl deneyi mim. Olduy­ sam bunda usta ol muşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştir­ mek eli mde beni m, el leri m yeterli buna: İşte bu yüzdendi r ki , "değerleri yenileyiş" gelirse anca benim elimden gelir.

ıs

il Dicadent oluşum bir yana, bunun tam karşıtıyı m da. Kanıt­ larımdan biri de şu: Kötü durumlarda içgüdümle hep doğru kur­ tuluş yollarını seçmişimdir; gerçek dlcadent ise hep kendine za­ rarlı yolları seçer. Toptan düşünürsek sağlamdım; bir ayrı klı k, bir özel durumdu dlcadent lığı m . O salt yalnızlığa d ayanmak için, alı şılmış koşullardan çözülüp kopmak için bulduğum güç, kendime baktırmamak, işimi gördürmemek, hekim elinde kalma­ mak için kendimi zorlayışım, -hepsi bana en başta gereken şeyi o zamanlar içgüdümle kesin ve apaçı k bildiğimi gösteriyor. Kendim ele aldım kendimi, yeniden iyileştirdim. Bunun koşulu ise fizyologların da doğrulayacağı gibi -insanın aslında sağlam ol­ masıdır. Örnek bir sayrıl yaradılış iyileşemez, hele kendi kendi­ ni hiç iyileşti�emez; tersine, örnek bir sağlamda hastalık, yaşa­ mak, daha çok yaşamak için etkili bir uyarıcı bile olabi lir. Ger­ çekten de o uzun hastalık dönemi şimdi bana böyle görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni baştan buldum. Tüm iyi şeyleri, küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay tadamaya­ cağı gibi tattım; sağlık istemimden, yaşam istemimden kurdum fel sefemi ... Hele bir düşünün: Dirim gücümün en düşük oldu­ ğu yıllardadır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden to­ parlama içgüdüsü o yoksulluk, yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana . . . Ayrıca yetkinlik dediğimiz aslında nereden anlaşılır? Yet­ kin insan duyularımıza hoş gelir; hem sere, hem körpe, hem de güzel kokulu bir odundan yontulmuştur. Kendine yarayan şey­ den tat alır yalnız; yarama sınırı aşıldığı an tat alması da, hoşlan­ ması da biter. Zararlı birşeyin ilacı nedir kestirir; kötü rastlantı­ ları kendi çıkarına kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha da güçlü kılar. Gördüğü, işittiği, yaşadığı herşeyden kendi payı­ nı çıkarır içgüdüsüyle: Ayıklayıcı bir ilkedir, pek çok şeyi geri çevirir. İster kitaplarla, ister insanlarla ya da yörelerle olsun, hep kendi çevresindedir: Seçtiğini, izin verdiğini, güvendiğini onur­ landırır. Her türlü uyarı ma karşı yavaşlıkla, uzun bir kol lama­ nın, istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla tepki gösterir. Yaklaşan uyarı mı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez bile. Hem ken d i kendisiyle hem başkalarıyla başe'

16

der; unutmasını bilir. Öylesine güçl üdür ki, herşey onun iyi liği­ ne çalışır. - Sözün kısası, bir dicadent'ın karşıtıyım ben: Çünkü deminden beri kendimi betimliyorum.

ili B u çifte deneyimler dizisi, görünüşte karşıt olan dünyalara kapımın böylesi ne açık oluşu, bende her bakımdan kendini gös­ terir, -kend imin ikiziyi m ben. Birinci yüzümden başka, bir de "ikinci" yüzüm var, belki de bir üçüncüsü var daha . . . Yalnız ye­ rel, yalnız ulusal perspektiflerin ötesine bakma yetisi daha başta soyumdan geçmiş bana; "iyi bir Avrupalı" olmam için hiçbir çaba istemez. Öte yandan, belki de şimdiki Almanların, salt devlet yu rttaşı Al manların olabileceğinden çok daha Almanım, siyasa dışı sonuncu Almanım ben. Oysa atalarım Polonya soylularından­ dı: Bir sürü ırk içgüdüsü, bu arada bel ki de o liberom veto 1 bile oradan geçmedir kanıma. Yolda giderken kaç kez, hem de Polonyalıların, benimle Polonyalı diye konuştuklarını, ne denli az Alman sayıldığımı düşününce, hepten kırma Almanlardan ol­ duğum sanılab i l i rdi. Ama annem Franziska Oehler ve babaan­ nem E rdmuthe Krause şü phesiz tam birer Almandılar. Bu so­ nuncusu gençliğini eski iyi Weimar'da geçirmiş, Goethe çevre­ siyle ilişkiler kurmuştu. Königsberg'de tanrıbilim profesörü olan kardeşi Krause, Herder'in ölümünde kiliseler genel yöneticisi olarak Weimar'a çağrıldı. Anasının, yani büyük ninemin, "Muth­ gen" adı altı nda genç Goethe'nin günlüğünde geçmesi olmaya­ cak iş değildir. İkinci kez E ilenburg'da kilise yöneticisi Nietzsc­ he ile evlendi. O büyük savaş yılı 1 8 13'de, Napoleon'un kararga­ hıyla birlikte E ilenburg'a girdiği 1 0 E kim günü doğum yaptı . SaksonyalıB olarak Napoleon'un büyük hayranlarındandı; belki ona çekmişimdir ben de. Babam 1 8 13'de doğdu, 1 849'da öldü. Lutzen yakınlarındaki Röcken bölgesinin papazlığına geçmeden önce, birkaç yıl Altenburg şatosunda kalmış, orada dört prensesi yetiştirmişti. Öğrencileri Hannover Kraliçesi, Prenses Konstan7 Yadsıma özgürliiğii.

8 Saksonya Ren Birliği üyesi olarak Napoleo n ' u n bağlaşığıydı.

17

ti n, Oldenburg Düşesi ve Prenses Therese von Sachsen-Alten­ burg'du. Kendi sini papazlık görevine getiren Prusya Kralı Dör­ düncü Friedrich Wi lhelm'e derin bi r saygıyla bağlıydı ; 1848 olayları 9 son derece üzmüştü onu. Ben adı geçen kralın doğum gününde, 15 ekimde doğdum; adımı yakışık alacağı üzere, Ho­ henzollern adları olan Friedrich Wilhelm koydular. Doğmak için bu günü seçi şimin en azından şu yararı oldu: Çocukluğum bo­ yunca doğum günüm hep bayram günüydü. - Böyle bir babam olmasını büyük bir ayrıcalık sayıyorum; üstelik bana öyle geliyor ki , yaşamın, yaşama o büyü k "evet" deyişin dışında, ayrıcalık olarak başka neyim varsa, hepsi de bununla açıklanabi lir. En başta, yüksek, ince şeylerle dolu bir dünyaya istemeksizin gir­ mek için biraz beklemem yeter, ayrıca niyet etmem gerekmez: Orada evimdeyim ben; en derin tutkularım ancak orada açığa çı­ kar. Bu ayrıcalığın bedelini nerdeyse yaşamımla ödemiş olmama gelince, bu da hiÇ şüphe yok haksız bir alışveriş değildir. - Zer­ düşt'ümden az da olsa, birşey anlamak için, belki de benim gibi yaratılmış olmalı insan, -yaşamın ötesinde olmalı bir ayağıyla . . .

iV Kendime düşman kazanmayı, çok önemli saydığım durum­ l arda bile, bi r türlü beceremedim; bunu da bi r tanecik babama borçl uyum. H ı ristiyanlığa ne denli aykırı görünürse görünsün, kendimi de kendime düşman etmiş değilim üstelik. Yaşamımı baştanbaşa karıştırı n, pek seyrek görürsünüz bana karşı birinin kötü niyet beslediğini, olsa olsa bunun birkaç izini görürsünüz, -buna karşılık, belki de bi raz çokça iyi niyet izleri kalmıştır . . H erkesin kötü deneyim geçi rmiş olduğu kimselerle deneyi m­ lerim bi le, bu kimselerden yanadır; ben her ayıyı evcilleştiririm, doğru yola geti ririm soytarıları. Basel lisesinin son sınıfında Yu­ nanca öğrettiğim yedi yıl boyunca bi r kez bile ceza verecek bi r durumla karşılaşmadım. E n tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her zaman başa çıkabilirim; hazırlıksız olmalıyım, 9 1848 Fran sız devrimi ardından Almanya'da da saltçı l ık yönetimine karşı ayaklanmalar

olm uştu.

18

kendi kendim olmam için. "İnsan" denen çalgı nas ı l bir çalgı olursa olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam, hastayım demek tir. Kendilerini hiç böyle işitmediklerini kaç k ez duymuşumdur o "çalgı" lardan. Belk i de en güzel örnek , erken ölümünü bağışlayamadığım Heinrich von Stein'dır. ı o Bir seferinde, özenle iznimi aldık tan sonra, üç günlüğüne kalkıp Sils-Maria'ya gelmiş, Engadin'i gör­ mek için gelmediğini de herkese açık lamıştı. Prusyalı genç bir soyl unun bütün taşk ı n toyl uğuyla Wagner batağına -üstelik Dühring'inkine del ı - batmış olan bu değerli insan, üç günde bir özgürlük fırtınasıyla değişivermiş, birden kanatları çıkan ve kendi yükseklerine varan biri olmuştu. Ona hep yukarılardaki iyi havanın herkese böyle geldiğini, Bayreuth'dan 6000 ayak yük­ sekte yaşamanın boşuna olmadığını söyl üyord um, -ama bana inanmak istemiyordu ... Gene de küçük, büyük bir sürü kötülük yapılmışsa bana, bunun nedeni "istem" değildir, kötü niyet hiç değildir; yukarda da değindiğim gibi, asıl iyi niyetten yakınma­ lıyım: Az altüst etmedi yaşamımı. Görüp geçi rdiklerim, genel olarak o "bencil" olmayan dürtüler denen şeylere, o sözle ve iş­ le yardıma hazır "iyilikseverliğe" karşı güvensizlik duymak hakk ını veriyor bana. B unlar gerçekte güçsüzlük tür, uyarımlara karşı direnç yeteneksizliğinin özel durumlarıdır benim için; yal­ nız dicadent'lar için bir erdemdir acıma. Acıyanları k ı namsıyo­ rum, çünkü utanmayı, saygıyı, insanları ayıran aralıkları sezme duygusunu kolayca yitirirler; çünkü acıma bir anda o ayaktakı­ mı kokusunu belli eder, görgüsüz davranışlara öyle benzer ki ayırdedi lmez, -çünkü acıyan eller kimi zaman nerdeyse yoke­ dercesine bir büyük alınyazısının, yaralarla dolu bir yalnızlığın, bir ağı r suç işleme ayrıcalığının içine karışabilirler. Acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyoru m: "Zerdüşt'ün sı nanma­ sı "nı göstermek istediğim parçada, bir büyük imdat çığlığı gelir ona dek, üstüne çullanır sonuncu bir günah gibi, onu kendi ken­ dinden caydırmak ister. Burada üstün gelmek, burada ödevi nin yüksekliğini, sözde bencil olmayan eylemlerin içindeki aşağılık ve kısa görüşlü dürtülerle kirl etmemek, işte bir Zerdüşt'ün ve10 (1857-1887): Alman düş ü n ü rü; Wagner'i n evinde eğitmen. 11 (1833-1921): Alman feylosofıı, iktisatçısı.

19

receği sı nav, son sınav budur belki de, --0nun asıl güçlülük kam­ tı budur.

v B i r başka bakı mdan da babamın ta kend isiyim, pek e rken ölümünden sonra onun sürüp giden yaşamasıyım sanki. H içbir zaman kendi dengi arasında yaşamayan ve örneğin "misilleme" kavramını da, "eşit haklar" kavramını da yetersiz bulan herkes gibi, bana karşı küçük ya da çok büyük bir ah maklık yapı ldığın­ da, her türlü karşı önlemi, her türlü koruyucu önlemi ve -bekle­ neceği üzere- her türl ü savunmayı, "özür göstermeyi " yasak ederim ke ndime. Benim misil lemem, elimden geld iğince ça­ buk, ahmaklığın ardından bir akıllılık yollamaktır, belki de böy­ lelikle onu daha yoldayken yakal ayabiliriz. Bir benzetiyle söy­ lersek, tatsız bir öyküden kurtulmak için, bir kavanoz reçel gön­ deririm ben . . . Hele bana bir kötü lük yapsınlar, "karşılığını" ve­ riri m, hiç şüpheniz olmasın: Çok geçmeden bir fı rsatını bulup, kötülüğü yapana (bazan hem de yaptığı kötülük için) minneti­ mi gösteririm ya da birşey i s terim ondan; vermekten daha da nazikçe olabi l i r bu . . . Hem bana öyle geliyor ki en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha bir iyi yüreklice, daha bir dü­ rüstçed i r. Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksund urlar; bir itirazdır susku; yutmak zoru n l u olarak kötü kılar kişiyi, -mideyi b i l e bozar, susanların hepsi d e sindirim bozukluğu çekerler.- Görüyorsu nuz, kabalığın değeri­ ni d ü ş ürtmek istemiyorum, en insanca karşı koyma yol udur o, çıtkırı l d ı m çağımızda en başta gelen erdemlerimizden biridir. İnsan bu iş için yeterince zenginse, haksız olmak bir mutluluk­ tur da. Bir tanrı yeryüzüne inseyd i, her ne yapsa haksızlık olur­ du, cezayı değil, suçu kabullenmek tanrısal olurdu o zaman.

20

VI Hınç nedir bilTneyişim, hınç konusunda aydınlanışım, -kim bilir bunda da uzun hastalığıma nasıl minnet borçluyum ! Bu so­ run öyle kolay değildir: İnsan onu hem güç içindeyken, hem de zayıflık içindeyken yaşamış olmalı. Hastalığa karşı genel olarak söylenecek birşey varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgü­ düsünün, koronma ve savunma içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, -herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşık­ ça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin topla­ yan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük i laç vardır bunla­ ra karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgı­ cılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz olu nca, karın içine uzanıverir. B u ndan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üs­ tüne almamak, içine al mamak, hiçbir tepki göstermemek . . . Öl­ me yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için e n tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu yazgıcılıktaki büyük sağdu­ yu , metabolizmanın azal masında, yavaşlamasındadır; bir çeşit kış uykusu istemindedir. B u mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca uyuyan Hind fakirine varı­ rız . . . Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tü keteceğimiz için, hiç tepki göstermemek: Budur işin mantığı. Hiçbir şey de insanı hınç duyguları gibi çabucak e ritip bitirmez. Kızgınlık, hastal ıklı alı nganlık, öçalmaya güçsüzlük, öç isteği, susuzluğu, her türlü ağu karma, -bunlar bitkin insan için şüphesiz en zarafr lı tepki çeşitleridir: Si nir gücünün çabucak tükenişi, zararlı sal­ gıların, örneğin midede safranın, hastalıklı bir artışıdır bunların sonucu. Hasta için hınç gerçekten yasak olan, kötü olan şeydir; ne yazık ki en doğal eğilimdir hem de. O derin fizyolog Buda kav­ ramıştı bunu. Hıristiyanlık gibi acınacak şeylerle karıştırmamak için, daha doğru olarak sağlık koroma diye adlandırmak gereken bu "din"in etkisi, hıncın yenilmesiyle elele olmuştu r: Kendini hı nçtan kurtarmak, -iyi leşme yol unda ilk ad ı m . " Düşmanlık düşmanlıkla sona ermez; d üşmanlık dostl ukla sona erer" : Buda öğretisinin başlangıcında bu vardır; böyle konuşan töre değildir, fizyolojidir. Zayıflıktan doğan hıncın zararı zayıfın kendine do-

21

kunur en çok, -tersine başlangıçta yaradılış zenginse, o zaman da gereksiz bir duygudur; onu altedebilmek zenginliğin kanıtıdır nerdeyse. Felsefemin öç ve h ı nç d uygularıyla, "özgür istem" öğretisine varıncaya dek tutuştuğu kavgada nasıl hiç şakası ol­ madığını bilenler, -Hıristiyanlıkla kavgam bunun özel durumu­ dur yalnızca- neden tam burada kişisel tutumumu, içgüdümün uygulamada şaş mazlığını ortaya koyduğumu anlayacaklard ır. Dicadence çağı mda onları kendime zararlı diye yasaklamıştım; yaşamım yeniden yeterince zengin ve gururlu olur olmaz, bu sefer d e aşağımda kaldı kları için yasakladım. Sözünü ettiğim o " Ru s yazgıcı lığı" rastlantıyla bir kez içine düştüğüm dayanıl­ maz durumlara, yerlere, evlere, topluluklara yıllar boyu katlana­ bilmemde kendini gösterd i; onları değiştirmekten, değişebilir duymaktan, onlara başkaldı rmaktan daha iyiyd i böylesi ... Beni bu yazgıcılık içinden sarsıp zorla uyandıranı, o sıralar can d ü ş ­ m a n ı m sayıyord um; gerçekten d e ölüm tehli kesi vardı bunda her sefer. Kendini bir yazgı saymak, kendini "başka türlü" iste­ memek, -işte böyle durumlarda sağduyu'nun ta kendisi.

VII Savaşa gelince, o başka şeydi r. Yaradılışımdan savaşçıyım ben. İçgüdüdür bende saldırmak. Düşman olabilmek, düşman ol­ mak, -bunun için güçlü bir yaradılış gereklidir belki de; en azın­ dan, her güçlü yaradılışta zoru nlu olarak bulunur bu. Direnme gerektir karşısında; dolayısıyla direnç arar: Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrıla­ maz güçten. Örneğin kad ın öç gü d ücüdür; başkasının acısına karşı duyarlığı gibi, bu da zayıflığından gel ir. -Saldıranın gücü için, kendine gerekli gördüğü düşman bir çeşit ölçüdür; her artış kendini yaman bir düşman, yaman bir sorun aramakla belli eder: Savaşçı bir feylosof, sorunları da ikili kavgaya çağırır çünkü. Bu­ rada insana düşen genellikle dirençleri yenmek değil, bütün gü­ cünü, esnekliğini, silah kullanmaktaki bütün ustalığını ortaya koyacağı dirençleri, denk düşmanları yenmektir... Düşman önün­ de eşitlik, -erkekçe bir ikili kavganın ilk koşulu. İnsan küçümse-

22

diği yerde savaşamaz da; buyurduğu, birşeyi aşağısında gördüğü yerde savaşmamalı hiç. - Savaşçılık mesleğim dört ilkede topla­ nabilir. Birincisi: Yalnız üstün gelmiş şeylere saldırırım, gerekir­ se üstün gelmelerini beklerim. İkincisi: Hiçbir bağlaşık bulma­ yacağı m, tek başıma kalacağım ve yalnız kendi adımı tehlikeye atacağı m şeylere saldırırım . . . Tehli keye atmayan bir tek çıkış yapmadım kamu önünde; benim mihenk taşım budur doğru dav­ ranış için. Üçüncüsü: Kişi lere saldırmam hiç; onları genel, ama usul usul yayı lan ve yakalanması güç bir tehlike durumunu gö­ rünür kıl mak için bir büyüteç gibi kul lanırım. B öyle saldırdım Davit Strauss'a 1 2 daha doğrusu, tiritleşmiş bir kitabın Al man "ekin" ind eki başansına, -bu arada suçüstü yakaladım o ekini. Böyle sal dırdım Wagner'e, daha doğrusu, incelmişlerle verimli­ leri, geci kmişlerle büyükleri karıştıran "ekin" imizin yalanlığına, içgü dü melezliğine. Dördüncüsü: Altında hiçbir kişisel anlaş­ mazl ık yatmayan, geçmişinde kötü deneyimler bulunmayan şeylere saldırırım yalnızca. Tersine, saldırmak benim için iyilik­ severliği min, bazen de minnetimin kanıtıdır. Adımı birşeye, bir kişiye bağlamakla onu saydığımı, seçip üstün tuttuğumu göster­ miş olurum: Yanında ya da karşısında, -bu bakımdan benim için farketmez. Hıristiyanlıkla savaşıyorsam, bu tam benim işimdir; çünkü o yönden hiçbir yıkımla, hiçbir engelle karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar benden hiç esirgememişlerdir sevgilerini. Hıristiyanlığın amansız düşmanı olan ben, binlerce yıllık alınya­ zısı yüzünden tek tek kişilere hınç beslemekten uzağım.

VIII İnsanlarla al ışverişimde bana az zorl uk çıkarmayan son bir huyuma daha kısaca değinebilir miyim? Arıklık içgüdüsünün he pten korku nç bir d uyarlığı vergi d i r bana, öyle ki her ruhun dolaylarını, dolayları ne kel ime, ta içini, ciğerini görür gibi seze­ rim, koklarım . . . Bu duyarlık benim için psikolojik bir duyarga­ dır; bununla her gize dokunur, yakalarım onu. Kimi yaradılışın 12 (1808-1874): Alman tanrıbilimcisi. Sözkonıısıı saldırı Straııss 'ıın Eski v e Yeni inanç ad­

lı kitabına yöneltilmişti.

20

derinlerinde yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama ü s tü eğitimle sıvanmış bir sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark edi­ veririm. Doğru gözlemişsem, arıklığıma zararlı bu gibi yaradılış­ lar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı sezerler; böy­ lelikle daha güzel kokulu olmazlar ya . . . Bir kez böyle alışmışım, -kendime karşı aşırı bir açıklık temel koşuludur varoluşumun, arık olmayan çevrede yaşayamam-, sanki suda, dupduru, pırı l pırı l b i r sıvıda yüzerim, yıkanırım, oynarım aralıksız. B u yüzden insanlarla al ışverişim hiç de kolay bir sabır sı navı deği l d i r; be­ nim insan sevgim, başkasının d uygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektedir. Benim insan sevgim sü­ rekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen bir havayı solumak . . . Zerdüşt'üm baştanbaşa yalnızlığa ya da, beni anlad ıysanız, ankltğa bir dithyrambos 'tur . . 13 Ank deliliğeı4 de­ ği l neyse ki . . . Gözü renk görebilen, "elmastan" der onun için. İnsandan, ayaktakı mından iğrenme benim en büyü k teh l i kem oldu hep. Zerdüşt'ün bu iğrenmeden kurtuluşu anlatan sözlerini duymak ister misiniz? Bana ne oldu böyle? İğrenmeden nasıl kurtuldum? Kim gö­ zümü gençleştiren? Nasıl uçtum, ayaktakımının artık çeşmeler başında oturmadığı yükseklere ? İğrenmem kendisi mi kanatlar yara�tı, pınarlar sezen güçler yarattı bana? Gerçekten o tadınç pınarını yeniden bulmak için en yükseklere uçmam gerekti!Buldum onu, kardeşleri m ! B u rada, en yü kseklerde kaynı­ yor o tadınç pınarı benim. için! Ve ayaktakımının birlikte içme­ diği bir yaşam var burada! Nerdeyse pek zorlu akıyorsun bana, tadınç pınarı ! Çoğu za­ man tasımı doldurmak isterken, yine boşaltıyorsun. Sana alçakgönüllü yaklaşmayı öğrenmeliyim daha: Pek zor­ lu akıyor sana doğru yüreğim, -yüreğim, üzerinde bir yaz ya­ nan, kısa, kızgın, karasevdalı, mutluluk taşan bir yaz: Nasıl da susamış "yaz yüreğim" senin serinliğine ! Geçti artık baharımın ağı rdan üzüntüsü ! Geçti artık hazi.

13 Dionysos 'ıı öven d;nsel yır; bu tiir öviicii, coşkun şiir. 14 Wagner'in Parsifal 'indc baş kişinin (Parsifal'in) niteliği.

24

randa lapa lapa karları hayınlığımın! Yaz oldum hepten, yaz öğ­ lesi oldum.E n yü kseklerde bir yaz, o soğuk pınarlarla, o mutlu sessiz­ likle: Gelin dostlar, sessizlik d aha da mutlu olsun! Bizim yüksekliğimiz, bizim yurdumuz çünkü bu: Pek yük­ sek, pek sarp yerde oturuyoruz arık olmayanlar için, susuzlukla­ rı ıçın. Dostlarım bir bakın tadıncımın pı narı na arık gözlerinizle ! Hiç bulanır mı bu yüzden? Arıklığıyla karşılık versin gülüşünü­ ze. Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; gagalarıyla azık getir­ meli kartallar biz yalnızlara ! Gerçekten arık ol mayanların da birlikte yiyeceği bir azık deği l ! Ateş yedik sanırlar, ağızlarını yakarlardı. Gerçekten, arık olmayanları ağırlamak için değil burası ! Bi­ zim mutluluğumuz bir buz mağarası gibi gelirdi onların beden­ lerine, cinlerine! Biz onların üzerinde sert yeller gibi yaşamak istiyoruz, kar­ tal lara komşu, karl ara komşu, güneşe komşu: B öyle yaşar sert yeller. Ve birgün bir yel gibi aralarında esmek, soluğumla solukla­ rını kesmek istiyorum: Geleceğim böyle istiyor. Gerçekten, sert bir yeldir Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü verir düşmanlarına, tüküren, balgam atan kim varsa hepsine: Yele karşı tükürmekten sakının ! . .

25

NEDEN BÖYLE AKILLIYIM

I Neden biraz daha çok biliyoru m ? Genellikle, neden böyle akı l l ıyım? Sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, -harcama­ dım kendimi. Örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş de­ ğil . Neden "günahkar" olmam gerektiğini anlayamadım bir tür­ lü. B unun gibi, pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: Kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer birşey olmasa gerek ... Bir eylemi, İj i;ten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlannı kural olarak değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. Bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlen­ diremez olur kolayca. Bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit "kem göz" dür. Başarıya varamayan birşeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, -bu daha bir uygundur benim töreme.­ "Tanr ı " "ruhun ölmezliği" "kurtu luş" "öte dünya" daha ço' ' ' ' cukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, -belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç? Be­ nim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; iç­ güdümden gelir düpedüz. Biraz çokca meraklıyım ben, sorunlar­ la doluyum, kendimi beğenmişim: Üstünkörü bir yanıtla yetine­ mem. Tanrı ise, biz düşünürlere karşı üstünkörü bir yanıt, bir kabalıktır, -aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka birşey değildir bizlere: Düşünmeyeceksiniz ! . . . "İ nsanlığın sela­ meti " için o tanrıbilimci antikal ıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir: Beslen-

26

me sorunu. Günlük uygu lamada şu kıl ığa gire r sorun: "Sen sen olarak nasıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin- Uyanış ça­ ğında ( Renaissance) anlaşıld ığı gibi, düzmece sofuluk karışma­ mış erdeminin doruğuna varabilesin?" Benim bu konuda başım­ dan geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böy­ le geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle geç "us­ landığıma" şaşıyorum. Neden cam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa Alman ekinimizin hepten işe yaramazl ığı- "ülkücülüğü- açıklar biraz olsun. Bu ekin hep­ ten şüpheli amaçlar, o sözde "ül küler" -örneğin klasik ekin- ar­ dından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırma­ yı öğretir, -sanki "klasik" ve "Alman" kavramlarının uzlaşmazlı­ ğı daha baştan besbelli değilmiş gibi ! Dahası var, insanı gü ldürür de bu -hele bir "klasik eğitimden geçmiş" Lei pzigl i getirin gö­ zünüzün önüne !- Gerçekten, ta olgun çağıma dek kö"fü yemek yedim hep, törel deyimiyle "kişiliksiz" , "kendimi düşünme­ den" , "özgeci" olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına ye­ mek yedim. Schopenhauer'i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da Leipzig yemeklerini yemekle "yaşama is­ temi" mi iyiden iyiye yadsıyordum. Yetersiz beslenip üstelik bir de mideyi bozmak . . . Leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir ba­ şarıyla çözmüşlerdir sanırım. ( Duyduğuma göre, 1866 yılı birta­ kım değişmeler getirmiş bu alanda). Ya genel olarak Alman mut­ fağı, -onun kabahatleri sayı lmakla biter mi hiç! Yemeklerden önce çorba -16. yüzyı l Venedik yemek kitaplarında bile alla te­ descalS dedikleri-, fazla pişmiş etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamu r işleri ! Bunlara bir de yaşlı Almanla­ rın -yalnız yaşlılann değil ya- o gerçekten hayvanca yemek üs­ tüne içme alışkanlıklarını da katarsanız, Alman düşüncesinin nere­ den çıktığını anlarsınız: Bozuk bağırsaklardan . . . Alman düşünce­ si bir kötü sindirimdir, hiçbir şeyin üstesinden gelemez. Alman­ larınkiyle -Fransızlarınkiyle de- karşılaştırılınca bir çeşit "doğa­ ya dönüş" , yani yamyamlığa dönüş olan İngiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır dü­ şüncenin ayaklarını, -İngiliz kadınlarının ayakları gibi . . . En iyi mutfak Piemonte'ninkidir. -Alkollü içkiler dokunur bana; günde 15 Alman usulü.

27

bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana cehennem etmeye yeter, -benim karşıtlarımsa Münih'de yaşıyor. Bunu biraz geç kavra­ dım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. Daha çocu kken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna inanır­ dım. Belki de bu sertçe yargıda Naumburg şarabının da suçu var­ dır. Şarabın keyif verdiğine inanmak için Hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım. 1 6 İşin şa­ şılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi daya­ nıklı oluşumdur. Daha çocukken göstermişimdir bu konuda yü­ rekliliğimi. Saygıdeğer Schulpforta'da 1 7 öğrenciyken kalemim­ de örneğim Sallustius'unlB tokluğuna, yoğunluğuna erişme tut­ kusuyla, uzun Latince ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da Latincemi ağır çaplı birkaç grog'la 1 9 sulamak, bütün bunlar saygı değer Schulpforta'ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme, hem de Sallustius'unkine vızgelirdi. Sonraları, orta yaşlılığıma doğru , her türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. Ben et yememeyi de kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren Wagner gibi düşman ke­ sil miştim ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azd ır. Su ne güne duruyor. Su al mak için bol bol çeşmesi bulu­ nan yerleri yeğ tutarım (Nice, Torino, Sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. in vino veritas20 derler: Sanırım ki burada da "doğru" kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, -bende Tin sula­ rın üzerinde dolanır2 1 . . . Kurallarımdan bi rkaçını daha çıtlatayım: Bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. İyi bir sindiri­ min ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. Midesinin bü­ yüklüğünü bilmeli insan. Gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek 1 6 Credo, quio obsurdum (inan ıyorum, çünkü saçmadır). -Tertullianus. 1 7 Klasik öğretime önem veri len, lise dengi bir yatı l ı okul. Öğrencileri içinden

ünlü filologlar çıkmıştır. 1 8 (l.Ö. 8 6-3 5 ): Romalı tarihçi. 19 Çaya rom katılarak yapılan bir içki. 20 Şarabı n içinde doğrular yatar. 21 ve Ta nrı nın tini su ları n üzerinde dolanıyordu. Tet•roı, Yaratılış süresi, 1. böl üm, 2.

28

bilmez yemeklerden sakınmalıdır. -Aralarda hiçbir şey yeme­ meli, kahve içmemeli: kahve kasvet verir. Çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: Gerekenden bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. Herkesin kendine göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. Sinir yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat ön­ cesinden bir fi ncan koyu, yağı alınmış kakaoyla başlamalı. -El­ den geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasları n da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşü nceye güven­ memeli. Önyargı ların hepsi bağırsaklardan gel ir. -B ir kez daha söylemiştim, Kutsal Tine karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.-

il Yer ve iklim sorunu yakı ndan bağlıdır beslenme sorununa. Her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. Bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyü k ödevler düşüyorsa, burada seçim ala­ nı üstelik çok dardır. İklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaş­ ması na, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim ko­ nusunda atılacak yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kal maz, onu daha baştan alıkoyabilir de: Yüzü­ nü bile görmez ödevin. Hayvansal dirim gücü onda hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana "bunu yalnız ben yapabilirim" de­ dirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun . . . Bir bağır­ sak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık duru­ muna geldi mi, bir dehayı orta değerde biri, "almanımsı" birşey yapmaya yeter; tek başına Almanya iklimi bile, yiğitçe dayana­ cak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir. M etabolizma­ nın hızı, düşünce ayaklannın çevikliğiyle doğru orantı lıdır; bir tür metabolizmad ır "düşünce" nin kendisi de. Şimdiye dek ka­ falı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hayınl ığın mutlu­ luktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana koyun: Hepsinin eşsiz kuru bir ha­ vası vardır. Paris, Provence, Floransa, Kudüs, Ati na, -bu adlar da kanıtl ıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metaboliz­ ma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bü-

29

tünlemesi yapma olanağına bağlıdır. Önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü ince­ liği ol maması yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı . H astalığı m beni sağduyu lu olmaya, ger­ çekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim so­ num da bundan başka türlü olmazdı. Şimdi iklim ve hava etki­ lerini, uzun bir alıştırma sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin Torino'dan Milano'ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesindeki değişikli­ ği bedenimde ölçüyoru m da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklan­ mış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ü rperiyor. Naum­ burg, Schulpforta, genellikle Thüringen, Leipzig, Basel, Vene­ dik, -hepsi de bünyem için birer yıkım olan yerler. Daha genel olarak, bütün çocu kluğumdan, gençl iğimden bir tek iyi anı m yoksa, bunu "törel" dedikleri nedenlerle, örneğin kendime göre bir çevrenin yokluğuyla -ki doğru old uğu su götürmez- açıkla­ mak ahmaklık olurdu: Çünkü aynı yokluğu bugün de çekiyo­ rum; keyfimi kaçırıp beni yıldı rmıyor bu. Fizyoloji konusundaki bilisizliğim, o kahrolası "ülkücülük" , işte asıl bahtsızlığı, gerek­ siz, aptalca yanı, bana hiçbir yararı dokunmayan, artık gideril­ mesi, ödeşilmesi olmayan yanı budur yaşamımın. Attığım tüm yanlış adımları, içgüdümün büyük yanılgılarını, beni yaşamımın ödevinden saptıran "alçakgönüllülüklerimi" , örneğin filolog olu­ şumu hep bu "ülkücülüğün" sonuçları olarak açıklıyorum, -ne­ den hiç değilse hekim, ya da gözlerimi açacak başka birşey ol­ madım? Basel'de olduğum sıralar, bütün düşünce düzenim, bu arada gü nlük zaman bölümüm, olağanüstü güçlerin hepten an­ lamsızca kötüye kullanılmasıydı ve bu tüketimi karşı l ayacak güç kaynağım da yoktu; tüketim ve bütünleme üstüne düşün­ müyordu m bile. H e r türlü ince bencillik, buyuran bir içgüdü­ nün gözeticiliği eksikti; kendimi herkesle bir tutmaktı bu, "çıkar gözetmemek" ti, ayrı olduğumu unutmaktı -bu yüzden hiç ba­ ğışlamayacağım kendimi. Nerdeyse iş işten geçmek üzereyken, nerdeyse iş işten geçmek üzere old uğu için, yaşamı mın bu te­ mel çılgınlığı -" ülkücülük" beni düşündürmeye başladı. Anca hastalık getirdi aklımı başıma.

00

il/ Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanıl mamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, ya­ pabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla be­ ni kendi kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlar­ da gezmeye çıkaran, artı k önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı ça­ lışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: B i r kim­ seyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu ... Bilmem dikkat ettiniz mi, ge­ beliğiıldüşü nceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan el­ den geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdü­ nün yapacağı ilk akı l lıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu ... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz? . . . Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor B rochard 'ın, benim Laerciana'mdan da 22 iyi yararland ığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs23. Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örne k ! . Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve çeşitli okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çe­ şitli şeyleri sevmek d e bana göre değildir. Yeni ki taplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme "hoşgörü" den, "largeur du coeur" den 24 , "yardımseverlikten" ten daha bir uygu n düşer . . . Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski Fran22 De Laertii Dionysos fontibus. Ni etzschc'n in iin iversitc öğrencisiyken hazırladığı bir fi23 24

loloji çalışması. Yunan Şüphecileri. Geniş yüreklil ik.

sızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa' da "ekin" adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman eki­ nine gelince, sözü edilmeğe değmez . . . Almanya'da karşılaştığım bi rkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner 25 başta ol mak üzere, hepsi de F ransız soyu ndan gelmeydiler. Pascal 'ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak -sevişim; düşüncemde, kimbil ir belki bedenimde de Montaigne'in kabına sığmazlığın­ dan birşeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliere, Cornei l­ le, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir ya­ ban dehaya karşı savunuşu . . . Gene de en yeni Fransızları tadına doyu m ol maz bir topl uluk saymama engel deği l bütün bunlar. H angi geçmiş yüzyılda şimdi Paris'de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bil­ miyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, -çünkü sayıları hiç d e a z değil: Paul Bourget, Pierre Loti, Gyp, 26 Meilhac, 27 Jules Le­ maftre 2 8 ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin'i, güçlü soydan birini anmış olmak için- Guy de Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine bü­ yük insanları, büyük çağları yanlış anlayışını Hegel 'e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş "kurtardı" F ransız düşüncesini ... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantıla­ rından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıy­ la önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil.- Paha biçil­ mez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue Napo­ leonem29 -olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu d a- dürüst bir tanrısız oluşu: F ransa'da kı rk yılda bir rastla25 Wagncr'in karısı Cosima (1837-1930) Franz Liszt i l e Comtesse !l.larie d 'Agou l t' n u n kızıydı.

2 6 (Gabriellc Comtesse de l\lartcl de Janvi llc'in yazarı.

2 7 (1831-1897): Fransız sahne yazarı. 28 (1853-1914): Fransız eleştirmecisi. 29 Pençesinden belli olur Napoleon.

takma adı,

1850-1932):

Fransız kad ı n

02

nan, nerdeyse h iç bulunmayan bir tür,- Prosper Mlrimle'yi say­ gıyla analım . . . Belki de Stendhal 'i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: "Tanrının tek özürü var olmayışıdır" ... Ben d e bir yerde şöyle demiştim: "Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi ? Tann ... "

iV Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinriclı Heine verd i bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi binyıllar ara­ sında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinli­ ği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla sati r'i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona ba­ karım. - Ya Heine'nin Almanca'yı kullanışı ! B i rgün Heine 'yle benim Alman dilinin raki psiz ilk sanatçı ları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecek­ ler. -Byron'un Manfred'iyle derin bir yakınlığım olmalı: O uçu­ rumların hepsini buldum içimde; onüç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfre d ' i n yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere 30 söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoks u n d u r Almanlar büyü klük kavramından: Kanıt Schumann. 3 1 O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manf­ red açı lışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von B ülow3 2 nota kağıdı üstünde hiç böyle birşey görmediğini söylemişti: E uter­ pe'nin 33 ırzına geçmekmiş bu. Slıakespeare'i anlatacak en yük­ sek düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle birşeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öy­ ledir, ya da değildir. B üyük ozan, yalnız öz gerçeği nden besle­ nir, öyl e ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik ... Zer­ düşt'üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nö­ beti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezi nirim. - H i ç kimseyi okurken Shakespeare'de 30 Manfred'in Foust'tan esinlenmiş olduğu söylenmiştir. 3 1 Sch u mann Manfred için bir sa h n e m ü ziği yazmıştı. iç bulandırıcı S aksonyalı: Sc hu­ mann.

3 2 ( 1 83 0- 1 894 ): Alman piyanisti, orkestra yöneticisi. 3 3 Musiki m uza'sı.

olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılı ğı böyl e gerekli bul­ mak için nasıl acı çekmiş olmalıdır bir insan ! -Hamlet'i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden . . . Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı ... Doğru dan korkanz hepimiz ... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ü rpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon'dır; ne düşün­ d ü kl e rini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak geve­ zeliklerinden bana ne? Görüm'leri (vision) en yama n gerçeklik­ le verme yetisi, en yaman eylem gücüyl e, en canavarca eyl em ve c ü rüm gücüyle yanyana bulu nmakla kalmaz yalnız, üstelik on/an gerektirir de . . Sözcüğün en yüksek anlamında il k gerçekçi olan Lord Bacon 'ın neler yaptığını, ne istediğini, kendi kendisiy­ le ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanı maktan çok uzağız daha . . . Hepinizin canı cehe nneme, bay eleştirme nler! Tutun ki Zerdüşt'ümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; insanca, Pek insanca yazarının Zerdüşt'ün bi­ licisi olduğunu çıkarmaya ikibin yıllık uzgörü yetmezdi. . . .

v Yaşamımın dinlenmelerinden söz açmışken, hepsinin öte­ sinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor: Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsan­ larla kurduğum öbür ilişkilere mete lik vermiyorum; ama Tribschen'de 34 geçirdiği m günl eri, o karşılıklı güve n, sevinç, yüce rastlantı l ar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına o l u rsa olsun yaşamımdan sil mek istemem . . . Başkaları Wag­ ner'le neler yaşamıştır; bil mem; bizim göğümüzden bir tek bu­ lut bile geçmedi. -Burada bir kez daha Fransa konusuna dönü­ yorum. Wagner'i kendilerine benzer bu lmakla onu sayd ıklarını sanan Wagner'ciler ulusuna karşı ağzımı bile açmam, dudak bü­ kerim yalnız ... Ben ki Alman olan herşeye en derin içgüd üle­ riml e yabancıyı m,' öyle ki bir Alman 'ın yakınımda ol ması b i le 3 4 lsviçre'dc Luzcrn yakınlarında Wagncr'in oturduğu villa.

sindirim geci kmesi yapar, ben Wagner'le ilk karş ı l aştığım za­ man yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım: Wagner'i dış ülke olarak, "Al man" e rdemlerine bir karşıt, bir canlı karş ı koyma olarak duyu p sayd ı m . -B izler, çocuklukları 1850 yıllarında ge­ çenler "Alman" kavramına karşı çaresiz kötümseriz; bizler an­ cak devrimci olabi liriz, -düzmece softaların başta olduğu bir dü­ zene göz yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmişmiş, artık kı­ zıllara bürünüyorlar, binici ü niforması kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir ... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Alman­ lardan kaçmıştı. . . Sanatçı ol arak insanın Avru pa'da Pari s ' d e n başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını anlaman ı n koşulu, o beş sanat duyusunun delicatesse ' i 3S, o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrı llık, hepsi Paris 'te bulunur. B içim sorunlarında bu tutku , mise en scene ' i 36 böylesine önemseme Paris 'ten başka hiçbir yerde yoktu r, -tam Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçı nın ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde ol­ duğunu Almanya'dakiler dü şünemezler bile. Alman kuzu gibi­ dir, -Wagner'se hiç öyle değildi ... Neyse, Wagner'in asıl yeri ni, yakın akrabalarının ki mler o l d uğunu daha önce uzun uzadıya anlattım ( " İyi ve Kötünün Ötesinde" , 256. Bölüm): Geç Fransız romantikleri, Delacroix' ların, Berlioz'ları n o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan anmazlar, hepsi de an­ latım bağnazları, tepeden tı rnağa virtüozlar. . . Kimdi zaten Wag­ ner' in ilk zeki savu nucusu? Charles Baudelaire, Delacroix'yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babas ı , o ö rnek decadent, -belki en son savunucusu da oydu ... Nedir Wagner'de hiç bağışlamadığım? Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması. .. Almanya nereye girse, ekini berbadeder.

VI İyice bir düşünürsem, Wagner musikisi olmadan çekilmez­ di gençliğim, Almanların arasına düşmüştüm bir kez. Dayanıl­ maz bir baskıdan kurtulmak için afyon ister. İşte böyle, bana da 3 5 incelik. 36 Sah neye koyuş.

Wagner gerekti. Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panze­ hirdir, -zehir olmasına da zehirdir, o başka ... Tristan'ın37 bir pi­ yano partisyonu olduğu andan beri-saygılar, B ay von B ülow ! ­ Wagnerciyim. Wagner ' i n daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek "Alman" buluyordum ... Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuz­ lukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyo­ rum. Leonardo da Vinci 'nin tüm gizemleri Tristan'ın ilk nota­ sıyla büyü lerini yitiriverirler. B u yapı t Wagner'in non plus ult­ r a 3 8 sıdır; onun yorgu nluğunu ise "Us'ta Şarkıcı lar" 37 ve "Yü­ zük" 3 7 1e çıkarmıştı. İyileşmek, -Wagner gibilerinde bir gerile­ medir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için tam çağın­ da, hem de Almanlar arasında yaşamamı en büyük mutluluk sa­ yıyorum: Psikolog olarak bilme isteği bende bakın nerelere va­ rıyor. O "cehennem tai:ları " nı d uymak için yeterince hasta ol­ mayan kişiye dünya nasıl yoksuldur: B u gizemci deyimini kul­ lanab i l i rim, nerdeyse kullanmak zorundayım burada. -Wag­ ner'in elinden gelen korkunç işleri, yalnız kendine vergi kanat­ larla girdiği o bilinmez esrimeler dolu elli dü nyayı benden iyi kimse duyup tanıyamaz; bense en tehlikeli, en sorunsal şeyleri bile kendi yararıma çevirmek için yeterince güçlü olduğumdan, Wagner'i yaşamımın e n büyük vel inimeti sayıyorum. Onunla akraba old uğumuz yan, bu çağ insanlarının çekebileceği nden çok daha derin -bu arada birbirimizden de- çekmiş olmamızdır: bu da kıyamete dek birbirine bağlayacaktır adlarımızı. Almanlar arasında Wagner'in bir yanlış anlaşılma olduğu nasıl kesinse, benimki de öyledir, öyle kalacaktır hep. -Önce psikoloj i ve s a­ natta kendi nizi iki yüzyıl sı kıya sokmanız gerekiyor, B ay Cer­ menler ! . . . Ama giderilir mi hiç böyle şeyin yokluğu.

37 38

"Tri stan ve l solde'' , "Nü rnbergli Usta Şark ıcılar", "N ibi.:l u n g' u n Yüzüğü " : Wag­ ner'in yapıtları. Bü low Tristan'ın piyano partisyonunu çıkarmış tı. E n üscün, daha öccsi olmayan.

06

VII Bir sözüm daha var en seçilmiş kulaklar için: Asıl istediğim nedir musiki den. Ekim ayı nda bir öğle sonu gibi duru ve derin olsun. Kendine özgü, taşkın ve nazlı otsu; çıtıpıtı, tatlı bir kadın, iyemli, dönek bir kad ın olsun . . . Bir Almanın musiki nedir bile­ ceğini hiçbir zaman kabul edemem. Alman musikicisi dedikle­ rimiz, başta en büyükleri, hep yabancıydılar, İslav, H ı rvat, İtal­ yan, Felemenkli ya da ... Yahudi; böyle olmayanlar da, Schütz3 9 , Bach ve Handel gibi, artık soyu tükenmiş güçlü Almanlardandı. Ben kendi payı ma yeterince Polonyalıyım daha: Bana Chopin 'i verin, sizin olsun musikinin ge risi. Bunun dışında tu ttuklarım, Wagner'in Siegfried-İdyll'i -ki üç nedeni var-, belki Listz'in de bi rkaç parçası --0rkestralayışındaki soylul uğun bir eşi daha yok­ tur- ve son olarak Alplerin ötesinde yapılan herşey, daha doğru­ su berisinde Rossini'den geçemem; hele musikideki güneyim­ den, Venedikli maestro'm Pietro Gasti 'den40 hiç mi hiç. Alplerin ötesi derken, aslında Venedik demek istiyorum yalnız. M usiki için başka bir sözcük aradığı mda, Venedik adını b u l uyorum hep. Musikiyi gözyaşlarından ayırdedemiyorum. B i liyorum, gü­ neyi korkuyla ürpermeksizin düşünememek nasıl bir mutluluk­ tur. . . .

Köprünün üzerinde duruyordum geçende, karanlık geceye bürünmüş. Uzaklardan bir ezgi duyuluyor ve altın damlalar yağıyordu titreyen aynası üstüne suyun. Gondollar, ışıklar, musiki, hepsi esrimiş, yüzüp gittiler alacakaranlığa . . . Benim ruhum, görünmez parmakların dokunduğu o çalgı, bir barkarol mırıldandı gizlice, 3 9 ( 1585 -1 672): Alman bestecisi.

40 (Pcter Gast; Hcinrich Köselitz'in takma adı,

dostu. Yazar, besteci.

1 8 54 -1 9 1 8): Nietzsche'nin öğren cisi ve

'57

binbir renkli mutluluk içinde titreyerek. -Duyan oldu mu onu?

VIII B u nların hepsinde -besin, yer ve iklim, dinlenme seçimi­ bir kendini sürdürme içgü d ü s ü d ü r buyuran, en açık olarak sa­ vunma içgüdüsünde ortaya çıkar bu. Çok şeyi görmemek, işit­ memek, yanına yaklaştırmamak, -işte i l k akıllılık, insanın bir rastlantı değil de zorunluluk old uğunun ilk kanıtı. Bu kendini savunma içgüdüsünün yaygın adı beğeni'dir. Onun buyruğu yal­ nız "evet" demenin bir "çıkar gözetmezlik" olacağı durumlarda "hayı r" dememizi değil, bir de elden geldiğince az "hayır" deme­ mizi ister. Hiç durmadan " h ayır" demek zorunda old uğumuz yerden kendi mizi çekip almamızı, sıyırmamızı ister. İşte bun­ daki sağduyu: Savunma h arcamaları , çok küçük de olsalar, bir kez kural, alışkanlık d u rumuna geldiler mi, olağanüstü büyük ve hepten gereksiz bir yoksullaşma doğururlar. Büyük harcama­ larımız çok sık yaptığımız küçük harcamalardır. Savmak da, ya­ nına yaklaştırmamak da bir harcamadır, -bunda yanılmamalı in­ san-, olumsuz amaçlara harcanmış güçtür. İnsan sürekli savun­ ma zorunluluğu içinde, kendini artık savunamaz olu ncaya dek güçsüz düşebilir. -Diyelim ki ş u anda dışarı çıkıyorum ve kar­ ş ı m d a sessiz, soylu Torino yerine bir Alman kasabası bul uyo­ rum: O yavan ve korkak dünya içime dolmasın diye, içgüdümle kabuğuma çekiliverird im hemen. Ya da o taş taş üstüne ku rul­ muş ayıp, h içbir şeyin ke ndinden büyümediği, iyi, kötü herşeyin sürüklenip getiri ldiği büyük Alman kenti çı ktı karşı­ ma. Bu durumda kirpi olmaz mıydım? -Ama dikenleri ol mak sa­ vunganlıktı r; hele ellerimiz açık durmak varken hal böyle ise, o zaman iki kat lükstür. . . Başka b i r akıl lılık v e kendini savunma yolu da, insanın el­ den geldiğince seyrek tepki göstermesi, "özgürlüğünü" , inisiyatifi­ ni rafa koyup salt bir tepkin ol mak zorunda kaldığı d u r u m l a r­ dan ve ilişkilerden kaçı nmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, ki­ taplarla alışverişimizi alalım. As lında yalnız ki tap açıp kapayan

38

bilgin -orta yetenekte bir filolog için günde yaklaşık olarak iki yüz tane- sonunda kendiliğinden düşünme yetisini iyiden iyiye yitiri r. Kitap karıştırmıyorsa düşünmez de. D ü ş ü nürken b i r uyarıma (okunmuş bir d ü ş ü nceye ) yanıt verir. -yal nızca tepki gösterir artık. B ilgin bütün gücünü evet ve hayır demeye, çok­ tan düşünülmüş olanları eleştirmeye harcar, -kendisi düşünmez olur . . . Kendini savunma içgüdüsü bozulmuştur onda; başka tür­ lü olsa, kitaplara karşı kend i ni savunurdu. Bilgin demek dica­ dent demek. Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz yaşlarında "okumaktan çökmüşler" , kib­ rit gibiler artık; kıvılcım, "düşünce" verebilmeleri için sürtmek gerek. -Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvve­ tinin şafağındayken, bir kitap açmak, -ayıp derim buna !

IX B u rada artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna asıl yanıtı ver­ meden geçemem. Kendihi saklama ve bencillik sanatının başyapıtına değiniyoru m böyle l i kle . . . Varsayalı m ki ödev, ödevin amacı, yazgısı ortalamanın h ayli üzerindedir; bu durumda ken­ dini de ödeviyle aynı zamanda farketmek en büyüğü olur tehli­ kelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir. B u açıdan bakınca, yaşamdaki yanlış adımla­ rın, arası ra sapılan yan yol ların, yan lış yolların, gecikmelerin, "alçakgönüllül ük" lerin asıl ödevden uzak başka ödevlere veri­ len emeğin, he psinin de ke ndilerine göre bir anlamları, değer­ leri vardır. Bunlarda büyü k bir akıllılık, belki de en ü s tün akıllı­ lık kendini gösterir: Yokol maya götüren bir yoldur burada nosce te ipsum 4 1 ; oysa kend i ni u n u tmak, yanlış anlamak, küçültmek, daraltmak, orta değerde yapmak sağduyunun ta kendisidir. Tö­ re l deyişiyle: İyilikseverlik, başkası için yaşama ve benzerleri, en sert bencilliğin sürdürülmesinde koruyucu önlem olabilirler. İşte budur kendi kura,llarıma, kanış larıma karşı o "çıkar gözet­ meyen" d ü rtülerden yana o l d u ğ u m ayrık d u r u m ; Bencilliğin, kendini sıkıya koymanın hizmetindedirler burada. •

4 1 Kı.:n