Cassandra Düğünde [1 ed.]
 9789750849114

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

MODERN KLASİKLER o "'O �

"' a.. >

Q)

Ü'

omo YAPI KREDi YAYINLARI

CASSANDRA DÜGÜNDE

Dorothy Dodds Baker (1907-1968) ABD'nin Montana eyaletinin Missoula şehrinde doğdu, Califomia'da büyüdü. UCLA'den mezun olduktan sonra Fransa'ya gitti, burada bir roman yazmaya başladı ve 1930 yılında eleştirmen, akademisyen ve yayıncı Howard Baker'la evlendi. Çift California'ya döndükten sonra Baker UCLA'de Fransızca bölümünü bitirdi, ardından bir özel okulda Latince dersleri verdi. Birkaç öyküsü yayımlandıktan sonra tüm zamanını yazmaya ayırdı. l 938'de beyaz bir caz müzisyeninin öyküsünü anlatan Young Man with a Horn'u yayımladı; roman eleştirmenlerden övgü aldı, daha sonra başrolünde Kirk Douglas'ın yer aldığı sinema uyarlaması çekildi. Baker l 94 2'de Guggenheim Bursu kazandı, sonraki yıl Trio'yu yayımladı; bu romanda bir lezbiyen ilişkinin açıkça konu edilmesi o dönemde infial uyandırdı. Son romanı Cassandra at the Wedding 'de (Cassandra Düğünde, YKY, 2021) sıra dışı ölçüde yakın iki kız kardeşin ilişkisini irdeledi; Howard Baker'a göre bu iki karakterin çıkış noktası Dorothy Baker'ın kendisi ile çiftin iki kızıydı. Baker l 968 yılında kanserden yaşamını yitirdi.

Avi Pardo Çevirdiği yazarlardan bazıları: Charles Bukowski (Kasabanın En Güzel Kızı; Kadınlar; Büyülı Zen D üğünü; Ekmelı A rası) , J oh n Fante (Hayat Dolu; Üzüm ün Kardeşliği; Bunker Tepesi Düşleri), Etgar Keret (Nimrod Çıldırışları), Henry Miller (Yengeç Dönencesi; Big Sur ve Hieronymus Bosch'un Portakalları), Banana Yoshimoto (Elveda Tsugumi), Sergio Bambaren (Yunus: Bir Düş Kuru­ cusu), Pedro Almodovar (Patty Diphusa Hikayeleri), lceberg Slim (Pezevenk), Jimi Hendrix (Sıfırdan Başlamak), Philip Roth (Baba Mirası).

Dorothy Baker'ın YKY'deki kitabı Cassandra Düğünde (20 2 1 )

DOROTHY BAKER

Cassandra Düğünde

Roman

Çeviren

Avi

Pardo

omo YAPI KREDİ YAYINLARI

5739 - 71

Yapı Kredi Yayınlan Modern Klasikler

Cassandra Duğiınde I Doroıhy Baker Özgün adı: Cassandra aı ıhe Wedding Çeviren: Avi Pardo Kiıap ediıôru: Darmin Hadzibegoviç Duzelıi: Filiz Ôzkan Kapak ıasarımı: Davul Yucel Sayfa ıasarımı: Mehmet Ulusel Grafik uygulama: Akg\11 Yıldız Baskı: Opıimum Basım San ve Tic. Lıd. Şıi Tevfikbey Mah Dr Ali Demir Cad. No: 51/I

34295

Kuçukçekmece I İstanbul

Telefon:

+90 (212) 463 71 25 41707

Sertifika No:

Çeviriye ıemel alınan baskı: New York Review Books, New York,

!.

2021 ISBN 978-975-08-4911-4

2012

baskı: isıanbul, Şubat

©Yapı Kredi Külıur Sanat Yayıncılık Ticareı ve Sanayi A.Ş., Sertifika No:

44719

2019

Copyrighı ©1962 by Doroıhy Baker Copyrighı ©renewed

1990 by Howard Baker,

Joan Fry, and Ellen Rupp

Bu kiıabın ıelif hakları Houghıon Mifflin Harcourı Publishing Company ve Anaıolialiı Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Buıiın yayın hakları saklıdır Kaynak gôsıerilerek ıanııım için yapılacak kısa alınıılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğalıılamaz Yapı Kredi Kulıiır Sanat Yayıncılık Ticareı ve Sanayi A Ş.

161 Beyoğlu 344 33 isıanbul (O ıı2ı ısı 47 00 Faks: (O 212) 293 07 23

lsıiklal Caddesi No: Telefon:

hııp:/lwww:ykykulıur.com.ır

e-posıa: ykykulıuı®ykykulıurcom.ır facebook comlyapikrediyayinlari ıwiııer.com/YKYHaber insıagram.com/yapikrediyayinlari Yapı Kredi Kulıur Sanaı Yayıncılık PEN lnıernalional Publishers Circle iıyesidir.

David Park'ın anısına

CASSANDRA KONUŞUYOR

1

Onlara Haziran'ın yirmi birinde serbest olabileceğimi ve yirmi iki­ sinde eve gelebileceğimi söyledim . Fakat her şey umduğumdan daha iyi gitti; bütün sınav kağıtlarını okudum, no tlandırdım ve yirmi birinin sabahında ofise bıraktım . Eve kendimi o kadar başı­ boş ve huzursuz hissederek döndüm ki bazı kuşkulara kapıldım. Üniversiteden çiftliğe arabayla gitmek sadece beş saat sürüyordu - üniversitedeki ilk iki yılımızda judith'le yaptığımız gibi her yüz kilometrede bir portakal suyu için ya da henüz yirmi yaşında olma­ mamıza rağmen yirmi bir yaşındaymış gibi görünmeyi öğrendikten sonra yaptığımız gibi bir barda içki içmek için mola vermezsen. Dediğim gibi , mola vermez ve gaza biraz yüklenirsen Berkeley'den çiftliğe beş saatte varabiliyordun. O zamanlar eve aşamalı olarak gitmemiz ve kendimizi, bizi üç farklı biçimde çok seven annean­ nemiz, annemiz ve babamız tarafından üç bölümde karşılanmaya hazırlamamız gerekiyord u . Biz de altı farklı biçimde onları çok seviyorduk, fakat genellikle eve varmak için acele etmezdik. Karşılama üç bölü m değildi artık. Annemiz üç yıl önce öldü (çok genç bir yaşta , fakat onun da öyle düşündüğünden emin de­ ğilim), bu yüzde n j udith'in düğününde bulunamayacaktı . Benden farklı olarak. Gidersem şayet, ki elbette gitmek zorundaydım, resmi sıfatımla -gelinin tek nedimesi olarak- fazlasıyla göz önünde ola­ caktım. Judith bunu benden mektupta istemişti, fakat ona kesin bir yanıt vermemiştim çü nkü u tangaç bir i nsanım , özellikle de düğünlerde, fakat ona yirmi ikisinde evde olacağımı yazmış ve yılın en uzun günü olan yirmi birinde farkında olmadan bütün işlerimi halletmiştim. Sınav kağıtlarını o fise götürdükte n sonra gü nün uzunluğunu gerçekten hissetmeye başladım. Evde dolanıp iki üç kez buzdolabına baktı m ; soğuk, beyaz, boş . Cezaevi olarak kullanılan adaları ve üstlerinden geçen inanılmaz köprüyü gören batı penceresinden dışarı pek çok kez baktım, köprü inanılmazdı ama baka baka inanır olmuştum ve o manzara kış ayları boyunca bana çok çekici görünmüştü . Karşı konulmaz görü nmüştü bazen, 9

fakat psikanalistim de öyleydi, birbirlerini üç aşağı beş yukarı den­ geliyorlardı . Dışarı çıkıp terasta durdum ve bir kez daha düşündüm: Çift­ liğin ne kadar sıcak ve boğucu olacağını , köpeği ve yeni kediyi ve babamı ve anneannemi görmenin ne kadar güzel olacağını. Ve kız kardeşimi. judith'i. Köprü güzel görünüyo rdu yine . G üneş üstüne vurmuştu ve benim sıklıkla yaptığım gibi kalabalık ve havasız bir salonda pek parlak olmayan bir konferans dinlerken parlak çıkış tabelasının yarattığı etkiyi yaratıyordu. Fakat bütün konferanslar muhteşem olmaz tabii ki, oturup dinlemeye değer bulduğun şeyleri dinlersin ve çıkış tabelası göz kamaştırıcı olsa bile dikkate almazsın. Ayrıca rehberim beni , özümde bir yerlerden atlamaya istekli biri olma­ dığıma temin ediyor; bana göre değilmiş. Ben varsayımlara ve tez canlılığa yatkın biriyim ve o köprüyü seyrederken büyük olasılıkla kız kardeşimin düğününe gideceğimi, fermuarını çekerek elbisesini giymesine yardım edeceğimi, tercihine göre burnuna ya da par­ mağına yüzük takılırken el indeki çiçek demetini alacağımı ve sıra itirazı olan ya şimdi konuşsun ya da sonsuza dek sussun sorusuna geldiğinde susacağımı biliyordum. Büyük olasılıkla gidecek ve bir nedimeden yapması beklenen her şeyi yapacaktım . Muhtemelen dans bile edecektim. Damat hakkında , judith'in New York'ta tanıdığı Lynch ya da belki Finch adında bir tıp öğrencisi olduğu dışında hiçbir şey bil­ miyordum. Evet. Finch. John Thomas Finch. judith onunla nerede tanışmıştı - Birdland'de mi? Terası terk edip tekrar eve girdim ve kapıyı kilitleyip batıya bakan pencerenin perdesini örttüm. Bu dönem için manzaradan yeterince yararlanmıştım. Bir süre evde dolandıktan sonra kendimi çalışma masamda buldum, daktiloma takılı sayfayı seyrederken, özellikle de yazmakta olduğum Fransa'da roman konulu tezimin -büyük akademik atılımını- elli yedinci sayfasını. Masamın sayısız konuma girebilen lambasını yaktım ve elli yedinci sayfaya yazdıkla­ rımı okuyup yüksek sesle güldüm, fakat gülünç olduğundan değil -yazar değil de öğretmen olabilmek için yazmak zorunda olduğum bu tez büyük bir angarya olduğundan, özellikle tezin yazarlara, güncel yazarlara dair olduğu düşünülünce; kadın yazarlara dair daha çok, genç kadınlara , benden fazla büyük olmayan fakat bana 10

bir lez sunmaları için acımasızca islismar euiğim kadınlara . Öbür lürlü olmasını gerçeklen yeğlerdim, yazar ben olsam ve onlar benim hakkımda tez yazsalar; fakal annem de yazar olduğu için benim özel bir sorunum var: Annem hepsi bilinen iki roman, üç oyun ve pek çok senaryo yazdı ve bir yazarın çocuğu için yazar olmak kolay değildir. Neden böyle bilmiyorum ama böyle. Onunla kıyaslanmak ya da onun dengi olmak veya olmamak ya da onu kullanarak para kazanmak islememekle ilgili. Annemle bir sorunum olduğu için değil. Onu severdim , sanıyorum; fakal annem öleli henüz üç yıl oldu , üç yıl olmak üzere, ben de uygun bir süre geçtiklen sonra denemeyi yeğlerim . Ya da denememeyi . Ama önce bu aplal lezi yazıp önümü kesen diplomayı almalıyım. Sayfayı daklilodan çekli m , buruşlurdum ve masanın yanındaki çöp kulusuna anım . Diğer elli allı sayfayı alıp kenarlarını üsl üsle getirdiklen sonra bir dosyaya koydum ve dosyayı üsl çekmeceye yerleştirdiklen sonra dakliloya kılıfını geçirdim . Ben düğündeyken dairede yangın çıksa dünya günümüzde Fransa'da romanın kızlar ve birkaç oğlan larafından nasıl yazıldığını asla bilemeyecekli . Fakal yangın çıkmayacaku. Muhlemelen döndüğümde buruşlUrup çöpe auığım sayfayı çöplen alacak, açıp düzellecek, kelimesi kelimesine kopya edip lekrar işe koyulacakum . İki hafla, belki de sadece bir hafla sonra. Gitmeye niyedi olduğum, o dairede bir gece daha , en azından o geceyi geçirmek istemediğim benim için giderek açıklığa kavuşu­ yordu. Muhtelif işaretler vardı: Yatağımın çarşafını çıkarıp çamaşır sepetine auım, yarısı bana öteki yarısı judith'e ait olan ve j udith New York'a giuiğinden beri elimi bile sürmediğim piyanonun ka­ pağını kapauım. Klavye kapağını alu ay önce kapa up kilitlemem gerekirdi . Bir yerde anahtar olacaktı . Fakat anahtarı aramaya girişmedim. O öğleden sonra saat üçte evin yolunu yarılamıştım ve bir barda oturuyordum, eski günler­ de mola verdiğimiz barlardan birinde. içerisi hayli loş ve serindi ve elimde , insanların, özellikle kızların soluğunda alkol kokusu almaktan nefret eden anneanneme hürmeten içinde sadece biraz volka bulunan bir bardak limonala vardı. Anneannemi çok severim, o da beni çok sever. Kentten ayrılmadan önce onun için bir kutu vişneli çikolata sa tın almışum. Ben serin barda oturmuş, çikolata kutusunu elbise kutusunun üstüne koymadığımı umarken araba11

nın bagajında eriyorlardı; elbiseyi kentten ayrılmadan önce almış, anneannemin benden sıklıkla yapmamı istediği gibi onun hesabına yazdırmıştım . Beyaz bir elbiseydi ve düğü n için uygundu sanıyo­ rum . Ha tta bu konuda kaygılanmama hiç gerek yoktu , çok sade , zarif ve pahalı bir elbiseydi, her yerde her tür davete giyilebilirdi. Anneannem yüksek zevkiyle bunu elbiseyi görür görmez anlayacak, onu bu şekilde onurlandırdığını için bana teşekkür edecekti. Kızları güzel ve şık görmeyi sever, bunu söyleyip dururdu da, bununla ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama ben moda olmadan on yıl önce svetşörtl ere karşı düşkü nlük geliştirmiştim. Tenis ayakkabılarına karşı da; bu yüzden , ben de anneannemi tanıyorsam , bu elbiseye bayılacağını biliyordum. Hesabını canlı tu tmasının yanında içini ferahlatacak tı. Barın arkasındaki boşluğa baktım ve şişe dolu iki rafın arasın­ daki mavi aynada yüzümü gördüm. Şişeler yeterince aşina görü­ nüyorlardı, fakat aynadaki yüzü hemen tanıyamadım, daha çok da tanımak istemediğim için sanıyorum . Bana çok sıkıntı vermiş bir yüzdü . Fakat birkaç saniye sonra kendimi tu tamayıp aynaya tekrar bak­ tığımda kim olduğunu kendime itiraf ettim. Kız kardeşim j udith'in yüzüydü, gözlerini tam olarak bana dikmemişti , sadece benden bir şey yapmamı -mesela o dört yüz metre yüzerken kronometre tu tmamı, mesela salatanın sosunun tadına bakıp neyin eksik oldu­ ğunu söylememi, mesela ona çobanla denizkızının hikayesini izah etmemi- istemeye hazırlandığında yaptığı gibi bana düşünceli dü­ şünceli bakıyordu . Bunlar küçük kız kardeşin ablasından isteyeceği türde şeylerdi ve benim açımdan bir sorun yoktu , ancak ben ondan fazla büyük değildim . Sadece on bir dakika . Doğum belgelerimizde böyle yazıyor. Adı Cassandra olan, adı Judith olandan yüz gram daha ağır ve on bir dakika daha büyük. Bütün irademi kullanarak rafların arasındaki yüzün Judith ol­ maktan çıkıp benim yüzüme dönüşmesini sağladım . Kendi yü­ züm - öğretmen olmaya hazırlanan , tez yazan, anneannesine iyi davranan, eve geleceğini söylediği günden bir gün erken giden ve yanında giyecek güzel bir elbise götüren iyi bir kızın yüzü . Fakat ne zaman aniden aynada görsem o yüz ödümü patlatır, özellikle yalnız olduğumda ve suçlayacak başka biri olmadığı için kendi yüzüm olduğunu kabul etmek zorunda kaldığımda . 12

Bardağımı kaldırıp, "Sana içiyorum Narcissus" dedim, bana ilk defa yanlış adla hitap edilmiyordu ama bu ad ilkti. İnsanlar biz söz konusu olduğumuzda yanlış adla hitap etme riskine gir­ mekten kaçınırlar. "Sen hanginizsin ? " diye sorarlar ve Cassandra olduğumu söylediğimde her seferinde doğru tahmin ettiklerini söylerler; judith judith olduğunu söylese yine öyle derlerdi. Ya da judith Cassandra olduğunu, Cassandra da judith olduğunu söyle­ se. Doğru tahmin ettiklerini söylerlerdi. Hayatlarımızın erken bir aşamasında bundan çok usandık. Hiçbir zaman aynı giyinmezdik. Ben ilke olarak pasaklıydım ki judith tertipli olabilsin ; o zaman da hangimizin tertipli olduğunu unutup sormak zorunda kalırlardı , biz de söylemek zorunda kalırdık. Çok yorucuydu. Limonatamı bitirip kasanın aynayı doğrudan görmemi engel­ lediği birkaç tabu re öteye taşındım , ama iki tabure ötemde oturan adam bu hamlemi arkadaşlık kurmak istediğim şeklinde yorum­ layıp gayet nazikçe bana bir içki ısmarlamayı önerdi. Bir limonata daha içmek istiyordum, en azından bir limonata daha içmenin yolculuğun kalanında beni serinletip serinletmeyeceğini düşünü­ yordum ; böyle bir şey düşünmeye başladığında zaten bir tane daha içmeye karar vermişsin demektir. Fakat adamın önerisi fikrimi değiştirmeme neden oldu . Gitmem gereken bir yer olduğunu ve barda yabancılarla sohbet etmektense yola koyulmam gerektiği­ ni idrak etmemi sağladı. Adama teşekkür edip hesabı ödedikten sonra ona hiç bakmadan dışarıdaki kavurucu sıcağa çıktım. İşin gerçeği şu ki erkeklerden korkuyoru m , yabancı erkeklerden de tanıdıklarımdan da, hem de onlardan korkmam için hiçbir neden olmadığını bilmeme rağmen. Ama korkuyoru m , tüylerimi diken diken ediyorlar. Arabama bindim ve emniyet kemerimi bile bağla­ madan gazladım. Emniye t kemerimi bir sonraki bardan çıktığımda bağlarım diye düşü ndüm. Annemin arabasını sürüyordum , son telif çeklerinden biriyle satın aldığı bir Riley. Araba dört yaşındaydı , hayır beş, annem satın aldığında bir yaşındaydı, bir yıl kadar o kullandı , üç yıldır da ben ve judith kullanıyoruz, fakat yanlarından geçerken insanlar şaşkınlık ve merakla bakıyorlar; fazla yağ yakmaya başlamış bir klasik. Ara­ banın yarısı bana, öteki yarısıysa j udith'e ait sanıyorum, ama kimse bize böyle bir şey söylemedi. Annemizin cenazesine gittiğimizde babamız Berkeley'ye arabayla dönmemizi söyledi ve o zamandan beri 13

bizde , yine de hiçbir zaman bize ait olduğunu düşünmedi k. Piyano için öyle düşünm üyorduk ama. Piyanoyu seçmiştik. Onu bize biri vermemişti. Onu Chronicle'ın pazar gazetesinde bulmuştuk, küçük bir imla hatasıyla, fakat Bösendorfer gibi bir adı doğru dizmek her dizgicinin harcı olmasa gerek, hem uzun hem de her gün gördüğü n bir ad değil. Küçük ilanların arasına gizlenmiş, tanınmayı ve sahip­ lenilmeyi bekliyordu. İlandaki adrese doğru olması için dua ederek gittik; doğruydu. Bir Bösendorfer'le karşı karşıya olduğumuza hiç kuşku yoktu , tam bize göreydi ve hemen ortak sahibi olduk. Birbi­ rimize danışmadan. Danışmaya hiç gerek duymadan. Ertesi gün derslerimize gitmedik. O gün, satın aldığımız piyano­ ya sahip olacağımız gündü , sokaktan palangalar ve vinç yardımıyla evin terasına indirilişini seyrettik. Kalın keçeye sarılmıştı, tozluydu, vinç gıcırdadı ve sövgüler savruldu ve saygınlıktan eser yoktu . Ben sokaktan seyrettim çünkü düşerse orada olmak istiyordum. judith'se terastan seyretti ve piyano bacakları olmadan yanlaması­ na indirildiğinde oradaydı. Ben de birkaç saniye sonra oradaydım, soluk soluğa kalmıştım; adları Otis ve Cari olan iki adamın piya­ noyu bir kaydırma arabasına yerleştirip salonumuza getirmesini, bacaklarını monte ettikten sonra piyano için boşalttığımız duvara kadar itmelerini seyrettik. Sonra Otis keçeleri ve kaydırma araba­ sını aldı, terasa taşıdı, vince bağladı ve ben ona çek yazarken Cari daireyi ve bizi gözden geçirdi. "Siz ikiz misiniz ?" diye sordu çeki ona verdiğimde. Hayır, de­ dim, kuzeniz, öz kuzen hatta; sonra Cari gitti, Otis de gitti ve ani­ den kendimizi piyanoyla baş başa bulduk; simsiyahtı, üstüne adı işlenmişti , üç bacaklıydı, bizimdi . Kendimizi hayli utangaç hissettik karşısında, aldığımız yükümlülüğün ağırlığıyla ikimiz de söyleye­ cek bir şey bulamadık. Ben evde dolandım, yatak odasına gittim, tekrar salona döndüm , terasa çıktım. judith de piyanodan çekiniyor gibiydi. Ayakta birkaç arpej çaldı ama ciddi bir şey yapmadı. Sonra o öğleden sonra üniversi teye gittik, J udith egzersiz odasındaki mü­ zik dolabından müziklerinden bir deste aldı , eve döndüğümüzde prelüdlerini ve füglerini çaldı ve her şey yolundaydı. Ben o gün başka bir şey yapmadım, sadece dinledim ve judith'in ne kadar iyi olduğunu ve ne müthiş bir piyanomuz olduğunu düşündüm. judith o gece geç saatte çalmayı bıraktığında benim ışıkları seyrederek onu dinlediğim terasa geldi ve "Böyle yaşamamız gerekir, öyle değil 14

mi?" dedi. Sanki hayatım boyunca bunu söylemesini beklemiştim ve evet, dedim, ah evet, başka türlü olabileceğini nasıl düşünebil­ dik? Yabancılara hiç bulaşmayalım, kendimiz olalım ve birbirimize dürüst davranalım , hem şimdi piyanomuz da var. Terasın parmaklığına yaslanmış, aşağıdaki ışıkları ve yukarıdaki yıldızları seyrediyorduk; ışıklar daha yoğun ve parlak, yıldızlar daha sönük ve ayrık. Yaz gecelerinde etrafta hiç ışığın olmadığı çiftlikte yıldızların ne kadar parlak olduğunu düşündüm . Kendi yıldızla­ rımız bile vardı. Babamız bize onları farklı mevsimlerde nerede bu lacağımızı öğretmişti . İşte Castor, işte Pollux, fakat biz onları kendi adlarımızla biliyorduk. Göğe baktım ama onları bulamadım. Grizzly Zirvesi'nin ardında bir yerde olmalıydılar, bu yüzden ara­ mayı bırakıp onun yerine judi th'e baktım ve kendimi biraz talihsiz h issetmeye başladım. Bunu j udith de biliyordu . "Başka bir yerde yaşayabiliriz, öyle değil mi? " dediğini duydum . "Paris'te örneğin." " Paris'te de yaşasak birbirimize daha az benzemeyeceğiz." "Ama önemi olmayacak, Parisliler bunu görmezden gelir. Siya­ hiler Paris'e bu yüzden gidiyorlar." "Görmezden gelinmek için m i ? " dedim. "Ben görmezden ge­ linmek istediğimden emin değilim. Senin de görmezden gelinmeni istemem." "Gelinmeyiz. Sen yazmaya başlayabilirsin ve-" "Neyi yazmaya başlayabilirim? " diye sordum, eski alınganlığı­ mın depreşmekte olduğunu hissedebiliyordum . "Şu fırlatıp attığın şeyi" dedi , gayet basit ve vurgusuz bir bi­ çimde , fırlatıp atmakla hata ettiğimi ima eder gibi; alınganlığım neredeyse o anda kayboldu . "Ya sen? " diye sordum. "Sen de çalışır mısın? " Hemen yanıtla­ madı ama yanıtını söze dökmek için hayli çaba sarf etmesi gerekti . Ne istediğini bildiğini söyledi , en azından bildiğini düşünüyordu , insanların onu dinlemek için para ödeyecekleri konserler vermek değildi istediği. Daha çok bir müzik geleneğine ait olmak, o ge­ leneğin içinde kalıp çalışmak ve kapasitesi el verdiğince kendine orada bir yer edinmek istiyordu - yazılmakta olanı, yazılmış olanı çalmak, ister ve becerebilirse beste yapmak, fakat daha çok müziği canlı tutmaya çalışmak, sapla samanı ayırmak ve ayrı tutmak. Neyin ne olduğunu bilmek, umursamak; yapmak istediği buydu . 15

Onu dinlerken içimden, keşke babamız da şu anda onu dinle­ yebilseydi diye geçirdim, hatırlayamadığımız kadar erken bir yaşta bize hep bunu söylemişti, sadece müziğe dair değil, her şeye dair. Bir kuşkucunun saf inancı. Konser vermeye inanmayabilirsin ama müziğe inanırsın; müziğe ne olduğunu umursar, elinden geldiğince katkıda bulunmaya çalışırsın. Ki çok da bulunamazsın muhtemelen. "Şu anda ne yapıyoruz ? " dedim. "İnanç tazeleme toplan tısı mı?" Sessizce, öyle olduğunu umduğunu söyledi; bizim için öyle ya da böyle bir karar verme zamanıydı , ya olmamız gerektiği gibi olacaktık ya da başka bir şey. " N e demek istediğini anlamıyorum" dedim, oysa anlıyordum. Çeşitli yabancılarla dostluklar kurmuştuk. Özellikle ben , ne işime yaradıysa . Bunu Rimbaud dönemim olarak görüyordum, gel iş­ me süreci olarak, ama hepsi bu değildi. İkimiz de farklı yönlere gi tmeye odaklanmıştık, farklı bakış açıları edinmeye; farklı arka­ daşlar, farklı beğeniler ve antipatiler. Birbirimizden kopmak için büyük bir çaba sarf ediyorduk ve bu beraberinde tükenmişlikten ve tiksintiden başka bir şey getirmiyordu . Bundan farklı bir yaşam biçimi düşünemiyorduk, başka hiçbir yol doğru gelmiyordu. Kü­ çük ilanlarda imla hatasıyla yazılmış bir piyano aklımızı başımıza getirmeye yetmişti. İmla hatalarını hemen fark ederdik, özellikle önemliyse ; şimdi bulutlar dağılmıştı; kararımızı vermiştik, bir pi­ yanomuz vardı. O piyanoya bağlıydık ve sadece bir piyano değildi sanki; kıyaslanamaz bir piyanoydu , kusursuz, benzersiz. Tuhaf olan şu ki, piyanist olan ben değilim, J udilh , fakat ilanı ben gördüm ve ikimizin de aklına piyanoyu satın alıp ona birlikte sahip olmaktan başka bir şey gelmedi. Hava o kadar berraktı işle piyanoya sahip olduğumuz o ilk gece. Kendimi sarhoş hissediyordu m , fakat doğal nedenlerden ötürü değil. Prelüdlerden ve füglerden ve seni aralarına aldıkları, kendin gibi olduğunu kabullenip sonra da bunu görmezden geldikleri Paris'e dair yaptığımız konuşmadan ötürü . İnsanın piyano kariyeri yapması için mükemmel bir kent. "Paris mükemmel olur," dedim, "gerçi oradayken bizi ne kadar sevimli bulduklarını anımsıyorum." "O zaman on yaşındaydık" dedi J udith. "Artık sevimli değiliz." Emin olmak için, ona bakmadan bunu tekrar düşündüm. Ken­ dimi sevimli hissetmiyordu m. Kendimi hiç bu kadar ciddi his16

setmemiştim, insanın ayağının altındaki zemini sarsan bir karar vermenin heyecanını hiç yaşa mamıştım, fakat böyle bir şey yaşar­ ken telefon çaldı. J udith'e açmamasını söyledim çünkü arayanın Uz Janko olduğu ndan emindim . İki aydır ondan başka kimse aram ıyordu . "janko Junko" dedi jude, gayet zekice, ben de başımı sallayıp onayladım ve telefonun yirmi kez çalmasını dinledik, sonra sustu. " Ondan gerçekten hiç hoşlandın mı ? " diye sordu Jude, telefon susar susmaz . Bunu bana sormak için iki ay beklemiş gibi çıkmıştı soru ağzından. " Hayır" dedim. " Pek değil." " Öyleyse neden ? " " Kibarlığımdan . Senin yolundan çekilmek istiyordum." " Bu kadar kibar olamazsın" dedi . " Benim bir yolum yok." Konuşmadan önce bir süre bekledim . Teras kapısına gidip telefonun tekrar çalma olasılığını düşünerek kapıyı kapattım . Dön­ düğümde, "Sadece ona deği l , hiçbirine tahammülüm yok" dedim ve devam ettim , çü nkü artık bir geleceğimiz ve ona yönelik bazı planlarımız olduğuna göre devam etmemek için bir neden yoktu ve ona bütün samimiyetimle yapımı izah etmeye çalıştım . Erkek­ lerle kendimi kedinin pençesindeki kuş gibi hissediyordum, kor­ kuyordum , tutukluluk duygusuna kapılıyordum, özgür kalıp duş yapmaktan başka bir şey düşünemiyordum . " Kuşlar duş yapmazlar" dedi j ude v e o n a asıl söylemek istedi­ ğim şeyi söyleyemeden kuş havuzlarından , bahçe sulayıcılarından ve parklardaki fıskiyelerden söz etmek zorunda kaldı m. Anlatmak istediğim şey kedi-kuş ilişkisi kadar kolay değildi, duşsuz bile, oysa kadınlardan korkmuyordum , beni zerre kadar korku tmuyorlardı. Bir noktaya kadar beni büyülüyorlardı , bunu dillendirdim . "Hangi noktaya kadar ? " diye sordu gerçek bir merakla. Doğru sözcükleri bulmaya çalıştım : Bence yabancılarla konuşmamaya ve kadınların erkeklerden bile kötü olduklarına dair eski öğütle bir bağlantısı vardı. Kadınlara dair öğüdü dikkate almayabilirdim, al­ mıyordum da. Onlarla konuşabiliyordum, fakat yabancı olmaktan çıkmaya başladıkları anda hep tekrar yabancı olmalarını arzulu­ yordum. " Kendilerini zorla benimsetmeye çalışıyorlar" dedim. "İzleni­ yorum duygusuna kapılıyorum ." 17

"Nasıl ? " diye sordu Judith ve ben tam izah etmek üzereyken telefon tekrar çaldı, henüz on dakika bile olmamıştı . "Sahiplenmeye başlıyorlar" dedim, iki zil arasında . "Israrcı ol­ maya başlıyorlar." "Telefona cevap vermemi ister misin ? " "Hayır," dedim, "ama rehberden kaydını sildirelim, yarın sabah ilk iş. Ve farklı olalım. Sadece ikimiz. Başka hiç kimse olmasın, sonsuza dek." Telefon beş altı kez çaldıktan sonra sustu ve judith bana dönüp, "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim" dedi. Daha sonra , gece­ nin geç bir saatinde uyandım ve emin olmak için salona gittim ; oradaydı, ortasında bir ışık huzmesiyle -küçük bir ay ışığı ya da sokak ışığı halesi- beyaz duvara yaslanmış, notalıkta duran nota kitabının kapağındaki ]. S. Bach yazısıyla klavyenin üzerinde barok harflerle uzayıp giden yapımcının adını seçmeme yetecek kadar. İmla hatasızdı: �stnOorftr. Bir süre taburede oturduktan sonra yatak odasına dönüp tek­ rar yatağıma yattım. Hala inanç tazeleme havamdaydım, ama çok uykuluydum ve kendi kendime şöyle dedim: Her şeyin üzerinde bu. "Her şeyin üzerinde bu: Kendine karşı dürüst ol. Gerisi gelir." Fakat neyin geleceğini bilmiyordum ve düşünmek istemiyordum. Öyle bırakıp uykuya daldım. Bu , iki yıl önceydi. N ew York'tan önce , bütün bunlardan önce ; judith ertesi gün bana aynı şeyi kendisinin de yaşadığını söylemişti : O ilk gece o da yatağından kalkıp piyanonun gerçekten orada olup olmadığına bakmak için salona gitmişti , her şeyin bir düşten ibaret olmadığından emin olmak için . O ilk bardan sonra başka barda mola vermedim . Portakal suyu büfelerinde de. Bir sonraki kasabada kırmızı ışıkta emniyet ke­ merimi bağladım ve yola devam ettim, çünkü şimdi eve varıp bu işi aradan çıkarmak istiyordum , ilk kısmını en azından - J udith'i görmek, adı her ne idiyse damatla tanışmak, anneanneme elbiseyi göstermek ve ona çikolata kutusunu vermek ve babamla ya da ba­ bam için, ruh haline bağlı olarak, yapabileceğim ne varsa yapmak. Bunu önceden kestirmeme olanak yoktu çünkü babam dakikası dakikasına uymayan biriydi . Fakat ruh hali ne olursa olsun onu bir an önce görmek, bir kenara çekip onunla konuşmak istiyordum; düğün hakkında ne düşünüyordu, ona göre ben ne hissetmeliydim, 18

jude'un bu evliliği sürdürme şansı neydi? Kendini işine kaptırma­ mışsa beni çabucak bilgilendirebilirdi. j udith'i görmüş, onunla ve çocukla , ya da adamla, konuşmuş olmalıydı , neye benzediğini biliyordu. Babamız filozoftur, emekli felsefe hocasıdır hatta , fakat bu olduğundan çok daha yaşlıymış izlenimi uyandırıyor, oysa çok erken yaşta emekli oldu ve biz doğduktan sonra neredeyse bü­ tün hayatını çiftlikte yaşadı, Pyrrhon Şüpheciliği üzerine bir kitap için no tlar alarak, fakat daha çok da düşünerek ve içerek. Ders vermeyi bıraktı çünkü randevulardan usanmıştı - her gü n sakal tıraşı olmaktan, kravat takmaktan ve belli bir saatte belli bir yerde olmaktan . Atina'da öyle değilmiş. Altın Çağ'da bir öğretmen banyo­ sunda canı çektiği kadar kalabilirmiş ve çıktığında elinde havluyla onu kurulamayı bekleyen genç bir oğlan olurmuş. İyice kurulanıp ovulduktan sonra haber duyulur, genç öğrenciler soru sormak ve sorular cevaplamak, incelenmeyen bir haya tın yaşanmaya değer olmadığına ikna olmak üzere öğretmenin etrafına toplanırlarmış. Biz de böyle yetiştirildik; babamız Sokrates'ti, biz de ayağının di­ bindeki öğrencileri. Evde olduğunda jane de öyleydi, annemiz; o zamanlar sandığımızdan daha sık evde oluyordu herhalde. O da babamın ayağının dibinde olsun isterdik, çünkü o zaman sorular çok daha çetin olurdu . Yanı tlar da . Annem ıslah olmaz bir öğren­ ciydi, en iyi öğrencimiz. Riley'nin üstü açıktı , burnumun ve alnımın yanmakta oldu­ ğunun farkındaydım. Ertesi gün gazeteler o günün 1912 yılının 21 Haziranı'ndan beri kaydedilmiş en sıcak 21 Haziran olduğunu yazacaklardı. Bunu bilseydim mola yerlerimizden birinde durup bir limonata daha içer ve tekrar yola koyulmadan önce Riley'nin üstünü kapatırdım . Fakat yapmadım . N asıl göründüğümün çok da önemi yoktu , tek nedime olarak başka nedimelerle rekabet et­ mem gerekmeyecekti; her yerimin eşit ölçüde bronzlaşmış olması gerekmiyordu , alnım pul pul dökülüyor ve burnum soyuluyorsa bu çok daha iyiydi, gelinin yararınaydı. Onun gösterisiydi sonuçta. Ayrıca , anladığım kadarıyla büyük bir gösteri söz konusu değildi, düğüne kimse davet edilmemişti, sadece anneannem, babam, Judith ve ben olacaktık, bir de ünlü tıp öğrencisi tabii ki. Birilerini davet e tmek isteseydik kimi davet ederdik? jane'in H ollywood ya da New York'tan eski arkadaşlarını ya da babamın Cambridge'den arkadaşla­ rını. Pu tnam civarında hiç arkadaşımız yoktu . Anneannemin vardı 19

ama bizim yoktu. Ortaokul ve liseye Pu tnam'da gitmiştik, çiftliğe en yakın kasabaydı. Yıllarca Pumam yüzme takımında yüzmüştük ama hiç kimseyle arkadaşlık kurmamıştık. Kasabada herkes bizimle konuşurdu , biz de onlarla konuşurduk, ama okuldan sonra hiç kimseyle zaman geçirmezdik. Pazar okuluna hiç gitmedik, sine­ maya ya da pijama partilerine de gittiğimiz söylenemezdi, çiftliğe birilerini davet edip meşrubat ikram etmezdik, hiçbir zaman yatılı bir konuğu muz olmamıştı. Tecrit edilmiştik, öyle diyelim. Okul­ dan sonra doğru eve dönerdik çünkü babamızın ayağının dibinde olmayı severdik. İ nsanlara ih tiyaç duymazdık. Yine de Jane'in cenazesine insanlar akın akın geldiler, çünkü ünlü sayılırdı, yazarların dikkate alınmadığı Putnam'da bile. Bir de yas sırasında (gerçi babam ve anneannem annemin öleceğini altı ay önceden biliyorlardı) protokol görevlisine cenaze töreninin aile arasında yapılmasını istediğimizi söylemeyi kimse akıl edemedi, oysa her şeyin öyle olmasını yeğlerdik. Kiliseye geç gittiğimizi ha­ tırlıyorum, bizi yan kapıdan bir perdenin arkasındaki özel küçük bir odaya aldılar, başka bir odada biri Hammond orgda hatalı bir biçimde " Koyu nlar Güven İ çinde Otlayabilir"i çalıyordu . Org tek­ düze hir homurtuyla net olmaya çabalarken onunla özdeşleştim . Fakat anneannemin bayılmak üzere olduğunu bilecek kadar nettim ve kokudan babamızın her zamanki tarzıyla teselli bulmaya çalış­ tığını biliyordum. O güne dek bulunduğumuz cenaze törenleriyle -kedinin cenaze töreni, kuşun cenaze töreni, çeşitli kurbağaların cenaze törenleri ve kovada boğulan farenin cenaze töreni- hiçbir ortak yam olmayan geleneksel bir cenaze töreninde olduğumuzun farkındaydım. Faka t bu törenin onlarla aynı sınıfa dahil olmasına olanak yoktu , çünkü onları jane kendi planlamıştı, oysa bu bak­ madığımız bir anda bize dayatılmıştı - org, sözler, insanlar. Fazla büyüktü esasen; perdenin ardından gün ışığına çıktığımızda dışarısı Ateşkes Günü'nü andırıyordu , insanlar kaldırımlara ve sokağa taş­ mıştı . Böyle bir katılıma hazırlıklı değildik, kılık kıyafetimiz uygun değildi, Judith'in ve benim şapkamız yoktu , eldivenimiz yoktu , güneş gözlüğümüz yoktu , babamın klorofil pastilleri yoktu , anne­ annemin bir kez olsun kızının ününün keyfini çıkaracak hali yoktu . Fa kat o cenazeydi, buysa düğü n . " Koyunlar Güven İ çinde Otlayabilir"in bir parçasını mırıldanıp benim düğünüm olsaydı nasıl yapardım diye düşündüm . Böyle değil, bunu biliyordum. 20

Ya bir düğün yapardım ya da yapmazdım. Ya sıraların arasından geçerek mihraba kadar yürür, andımı tatlı dillilikle yerine getirir ve insanlara duvağımı kaldırmamı izleme fırsatı tanırdım. Resmi duyuru yapıldıktan sonra Mendelssohn'un kapanışı eşliğinde sıra­ ların arası ndan konukların istedikleri gibi anlamlandırabilecekleri bir gülümsemeyle geri yürürdüm. İnansınlar, pirinç fırlatıp klak­ son çalsınlar. Ya da. Ya da yargıcın önünde iki tanıkla dururdum , gösterişsiz, görevliler dışında kimseyi b u ayine zorlamadan. Ya o ya da bu. Fakat. Fakat ikisinden de olsun demezdim , asla , yemin ediyorum hiçbir zaman eve bir yabancıyla gelip ev tanrılarının önünde o çifte töreni yerine getirmeyi; Atina'nın yıkımını ve onun yerine , en iyi haliyle bile onun eşi olamayacak bir şeyin kuruluşunu canlandırmayı seçmezdim . Kurulacak şey eskisine yaklaşamaz­ dı bile. Onunla aynı cümlede bile telaffuz edilemezdi. Yüksekten ancak aşağı inersin. Kime isterseniz sorun. Bana sorun, tercihen. Güneş alçalmıştı şimdi. Sağımdaki ufuk çizgisinde duruyordu , biraz biçimsiz , yere yaklaştığında olduğu gibi . Karayolundan çıkıp çiftliğe giden arazi yoluna sapacağım yere yakındım. TI PTON'DA BURDICK'İN YERİ tabelasının olduğu yere. Kendimi bildim bileli oradadır o tabela, başka bir şey de yazmaz üzerinde. Hemen ar­ dından mandıra gelir, mandıradan biraz sonra kuzey istikametinde sola dönersin ve yol dağlara doğru gider. Çiftliğimiz dağın eteğinde . Güneş artık alnımı ve burnumu yakmıyor, sırtıma vuruyordu . Çiftliğe seksen kilometre yolum kalmıştı. Yavaşladım , tek başımay­ dım ve Riley'nin gölü andıran mavi-yeşil yonca tarlalarının arasından süzülmesine izin verdim. Bataklıktan esen rüzgar beni biraz serin­ le tiyordu. Karşıma mola verip bir içki içebileceğim bir yer çıkarsa duracaktım. Saçımı tarayıp ruj sürebileceğim, alnıma ve burnuma bakabileceğim bir yer, sonra bara girip susuzluğumu giderecektim . Talepleri dikkate alacak, kadın ya da erkek, bir yabancıyla, düğü­ ne gitmekte olduğumu paylaşacaktım. Fakat bu yolun hiçbir yere gitmediğini ve üzerinde bar, taverna ya da pansiyon bulunmadığını biliyordum . Yonca tarlaları birkaç kilometre sonra yerlerini pamuk tarlalarına bırakacak, ondan sonra üzüm bağları gelecekti. Uzun tel örgüye özenle dolanmış asmalar, genç ve ilk eğitime uyumlu . Biliyor­ dum yolu . Üzerindeki yegane binalar pompa istasyonlarıydı, elektrik santralının yakınındaki acil telefon kulübesini binadan saymazsak. İkinci yılımızda üniversiteye dönerken judith aşı belgesini unuttuğu 21

zamandan beri kullandığımız telefon. Telefon ettikten sonra köşede durup hedeflere taş atarak jane'in gelmesini beklemişti k, sonunda belge ve unuttuğumuz birkaç şeyle daha tam gaz gelmişti. Hem de bu arabayla; üzerinde şort ve babamın, e teği neredeyse şortunun hizasında mavi polo gömleği olduğunu hatırlıyorum. Başka zamanlar, başka acil durumlar; aniden kendimi kimseye haber vermeden eve bir gün erken giderek iyi yapıp yapmadığımı düşünürken buldum. Ya da kimseye sormada n. Bunda herhangi bir tuhaflık görememiştim çünkü evime gidiyordum ve bir yere ait olmanın özelliklerinden biri oraya izin istemeden gidebi lmektir, çünkü oraya aitsindir. Fakat ben ait miydim? Planların yapıldığı ve ça tal bıçak takımı gümüş mü olsun yoksa paslanmaz çelik mi gibi önemli kararların alındığı bir zamanda ? Böyle şeyler; havlular beyaz mı olsun renkli mi, yoksa çizgili mi? Ail e planlaması mı yoksa çocuklar mı? Bunları konuşmaları gerekiyordu . Her şeyi bir düzene oturtmak zorundaydılar. Birbirlerini tanıyalı çok olmamıştı. Kendimi john Thomas Finch'i ve müstakbel eşini zihnimden o güne dek söylemediğim ve söylemeyi aklımdan bile geçirmedi­ ğim bir sözcük sarf ederek uzaklaştırırken buldum ve eve varmaya seksen kilometreden az bir mesafe kalmışken dudaklarımdan bu kadar be klenmedik biçimde ve öfkeyle dökülmesi beni şaşkınlığa uğrattı. İnsan hiç tanımadığı biri ve çok iyi tanıdığı bir başkası hakkında böyle mi konuşurdu? Daldığım düşüncelerden ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. O sözcük ağzımdan çıktığında muhtemelen , fakat hareket halin­ deydim yine. Üzüm bağlarının kenarlarına toz savuruyor, bağların arasına dalıp geçip gidiyordum, elektrik santralının ve yeşil ve parlak bir şeyin önünden geçiyo rdum. O yeşil ve parlak şeyin ne olduğunu idrak ettiğimde hayli geride kalmıştı - eski acil telefon kulübesi, başınız beladayken kullanabileceğiniz kulübe. idrak eder etmez frene basıp yolda lastik izi bırakarak durdum, dönüp baktım, hakl ıymışı m. Kulübemiz, elektrik santralının yanı ndaydı. Geri vitese taktım, kolumu kol tuğu n arkalığına atıp geri geri kulübenin yanına sürdüm, sürülmüş toprağın üstünde durdum ve motoru kapattım. Hava kararmak üzereydi; hararetli bir günün ardından akşam yı ldızları . Her şeyin içime işlemesine izin verdim, yurdumdu sonuçta. Hava sıcaktı hala ama şiddeti azalmıştı , toz yerleşinceye kadar bekledim . Eldivenlerimi çıkardım, emniyet kemerimi çöz22

düm, telefon için biraz bozukluk buldum ve o anda tanıdığımı sandığım bir ses duydum ve ne olduğunu anında anladım: Pompa iniltisi; çok uzakta değildi, hayli yakındaydı. Biraz ötede, yolun karşı tarafında , üzerinden sarkan borudan yü ksek bir beton savağa su akıtan tahtadan su istasyonunu bulmak zor olmadı. Arabadan indim, yanına gidip yukarı baktım : Su , biz çiftçilerin ve bizim gibi aylakların onsuz yapamayacağı şey. Savağın yan tarafında güneşten solmuş bir merdiven duruyordu, dört beş basamak tırmandım, çivinin etrafında çatlak olan basamağa özellikle dikkat ederek. Suyun akışını önce parmağımla , sonra bü tün elimle hissedebildiğim yüksekliğe çıkıncaya kadar. Akış elimi itecek kadar güçlüydü, bu yüzden elimi çektim ve merdivenin iki yanını kavrayıp birkaç basamak daha tırmandım ve içine eğildim . Ağzım itici gücün karşısında darmadağın oldu ama içmeyi başardım. Tekrar tekrar aynı şeyi yapıp içtim, sonra karar bile vermeden başımı suyun içine so­ kup suyun saçımın köklerine kadar işleyip tek kulağımı yıkamasına izin verdim . Uzun süre kalmadım ve merdivenden inerken merdi­ venin ça tlak basamağını unuttum. Düştüğüm yer hayli tozluydu , emin değilim ama biraz ağladım galiba . Böyle zamanlarda benim gibi biri onu kaldıracak, üzerini süpürecek, usulca, bir dahaki sefere bu kadar korkusuzca davranmamasını, bir tavernaya ya da kadeh­ lerin ve monogram bardakların bulunduğu ve serseriliğin insanın sadece gazetelerde okuduğu bir şey olduğu eve varıncaya kadar beklemesini öğütleyecek birine ihtiyaç duyar. Üstüne oturduğum merdivene baktım ve benden de kötü durumda olduğunu gördüm, basamaklardan biri çivinin hemen altından kırık bir kaburga gibi sarkıyordu. Ayağa kalktım ve üstümü yavaşça süpürdükten sonra yolun karşı tarafındaki kulübeye gittim, içine girdim ve ne yapmam gerektiğini hatırladım : Ahizeyi beşiğinde bırak, akü kutusunun üzerindeki kolu sertçe çevir, sonra ahizeyi kaldır ve bir sesin hangi numarayı aramak istediğini sormasını ve ücretinin ne olacağını söylemesini bekle. Her şeyi doğru yaptım ve oldu . Anneannemin "Evet?" dediğini duydum . Alo yerine öyle der, bununla neyi kastettiğini h içbir zaman tam olarak anlayamadım, bu yüzden her seferinde sorardım . Jane de sorardı . Ondan bana geçti. "Evet ne?" dedim . Bu kim olduğumu anlamasına ye tmeliydi ama yetmedi ve soruyu tekrarladı, soru sayılırsa . Bu kez doğrudan konuştum . 23

·�nneanne, Cassie ben " dedim. "Kim? " dedi. " Kim olacak? " dedim. " Cassandra Edwards. California'nın Ber­ keley şehrinden." " Bir dakika ," dedi ve telefonda , "Jim, Berkeley'den arıyorlar. Korkarım Cassie'ye bir şey olmuş" dediğini duydum. "Hayır, hayır," diye seslendi m , "babamla konuşma, benimle ko­ nuş." Fakat havaya konuşuyordum, bir dakika sonra anneannemin sesini duydum yine. "Bir havlu al ve telefona gel" dedi . Ondan sonra sessizl ik, hiçbir şey. Birkaç kez alo, alo diye hay­ kırdım ve kulübenin duvarında birkaç sivrisinek hakladım , ama yirmi yirmi beş sinekten sadece üçünü ya da dördünü. Ardından kız kardeşi m j udith'in sesini duydum, biraz soluk soluğa fakat çok aşina . Dizlerimin çözüldüğünü hissettim. Sonra derin bir soluk alıp gücümü topladım. " Havlu ne için ? " diye sordum. "Ne havlusu ? " dedi. Ardından: "Ha, az önce havuzdan döndüm ve anneannem yerleri ıslatmamı istemedi." "Bu anlaşılabilir" dedim. "Bizim gibi ev kadın ları için en azın­ dan." "Nerelerdeydin ? " dedi. "Sabah tan beri sana ulaşmaya çalışıyorum ." "Evde değildim ." "Biliyorum. Araya araya bir hal oldum. Bir sorun mu var? " "Sayı lmaz" dedim. " N e istiyordun ? " "Eve gelmeni istiyorum . Bugün. Hemen." Buna diyecek bir şey bulamadım , kolay bir şey bulamadım en azından , çünkü ne anlama geldiğini kestiremiyordum . Ayrıca ani­ den anneannemizin yatak odasında paralel bir telefon bulunduğunu hatırladım, şimdiye kadar birileri john Thomas Finch'i tanıştırılmak için uygun zaman gelinceye kadar konuşmayı dinlemeye sevk etmiş olmalıydı. Kendini neşeye hazırla . "Telefonda başka biri mi var? " diye sordum, aradan çıkarmak için . "Sanmıyorum. Neden? " " Klik sesi duyduğu mu sandım . Sen klik sesi duydun mu ? " " N e olmuş klik sesi duyduysan? " dedi J udi th . "Bütün hattı yıl boyunca onlar kullandılar. Sıra bizde ." 24

"Ortak halli kastetmedim" dedim. "Anneannemin odasındaki paralel telefonu kastettim. O telefonda biri mi var ? " "Hayır. Anneannem mu tfakta , babam d a barda." " Kiminle ? " "Tek başına. Orada oturuyor. Taburede." Tehlikeyi göze aldım. "Şu şey nerede? " diye sordum, biraz fazla yüksek bir sesle. "Şey m i ? " diye karşılık aldım, aynı şekilde yüksek bir sesle . Benim hamlem. "Canım, biliyorsu n" dedim . "George . Büyücünün çırağı ." Böyle bir şey söylemeyi aklımdan geçirmemiştim. Ama ağzımdan çıkıverdi ve hallın öteki ucunda sessizliğe neden oldu . "Jude," dedim, " hala orada mısın ? " " Emin değilim" dedi . "Olayım mı? " " Evet, o l lütfen." "Böyle davranacağından korkuyordum" dedi . Sesi hüzünlü . Çok uzak. Fakat benim hissettiğim kadar hüzünlü ya da uzak değil. "Yeniden başlamama izin ver" dedim. "John Thomas Finch'i soruyordum." "Şu George diye düşündüğü n ? " " Hiç değil . John Thomas Finch olarak düşündüğüm - sürekli ." "Ben ona Jack diyorum. Sen de diyebilirsin ." "Şanslı günüm ." " Kes şunu." "Keseceğim. Kesmek istiyorum. Nasıl yapacağımı söyle ." Ciddiydim, sanıyorum o da ciddi olduğumu hissetmişti. Fakat cevap vermedi ve ben hala Finch'in dinlemekte olduğundan kuş­ kulanıyordum. "Bu konuşmayı dinlese o ne hisseder? " diye sordum. "Kim ? " dedi , buna yanıl vermem gerekiyordu . "Jock," dedim, "ya da anık ne diyorsak. Jack mi ? " "George." " Dinle, Judilh , ikimiz de böyle yapamayız . O nerede ? " "Burada değil. Seni bütün gün bunu söylemek için aradım ." Bir şey diyemedim, haua bir şey hissedemedim, fakat ben öylece kalıp konuşmanın bir yolunu ararken sivrisineklerden bir şarkı yükseldi. Sonunda bir şey söylemem gerekmedi çünkü santral memuru araya girip üç dakikamın dolduğunu ve üç dakika daha 25

konuşmak istiyorsam otuz sent daha atmam gerektiğini söyledi. Doğru bozuklukları bulmak biraz zamanımı aldı. Arabaya dönüp çantama bakmam gerekti ama sonunda buldum ve bozuklu kları yarıklarına attım, hat hala açıktı. Son bozukluğun zil sesi bite r bitmez judith'in sesini duydum. "N edir bu otuz sent meselesi?" dedi neşeyle. " Neredesin sen?" "Ben mi? Aşı belgeni unuttuğunda telefon ettiğimiz kulübeyi hatırlıyor musun?" "Orada mısın?" "Evet." "Gerçekten mi?" "Evet, gerçekten. Vals yapan sivrisineklerden geçilmiyor ve merdivenden düştüm." "Ne?" dedi, anneannem gibi. Kaygılı. Bayıldım tonuna. Bayıldım. "Bir de," dedim, "bir kulağım yıkandı?" "Yıkandı mı?" dedi. "Nedir bu?" "Sonra anlatırım. Eve bu gece dönmemde bir sakınca olup olmadığını öğrenmek için aramıştım. Yani yarın yerine." " Deli misin?" "Olabilirim. Hatta ben-" "Bir dakika" dedi j udith. Ardından : "Şimdi anneanneme söyle­ dim, akşam yemeği yiyip yemediğini bilmek istiyor." "Evet yedim , ama ona teşekkürümü ilet." En son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyordum. "N e zaman burada olursun?" "N e kadar hızlı sürdüğüme bağlı." "Hızlı sür." "Önce bana şunu söyle-" " N eyi?" "Orada değilse nerede? Kimden söz ettiğimi sorma, sadece söyle." "Bu kadar hızlı konuşma. Ne dedin?" "Jack nerede?" dedim. "Bunu duydun mu?" "Hem de nasıl. Sesin gayet net geliyor. " Nerede olduğunu sordum. Nerede?" " Los Angeles'a gitti, Batı Los Angeles'a, Üniversite Hastanesi'ne ." " Nesi var?" "Yok bir şeyi . Kendine iş bakıyor, bir yıl sonraya." " Hademe olarak mı?" 26

"Hayır, kadrolu . Orada yaşıyorlar." "Stajyer mi demek istiyorsun ? " "Sonuç olarak burada değil. los Angeles'ta." "Ne zaman gitti ? " "Bu sabah. Aniden karar verdi." "Ne zaman dönecek? " "Yarın." "Düğün ne zaman ? " "Eve gel, konuşuruz ." "Benim oy hakkım yok mu yani ? " "Cass-? "Buradayım." Bir an için ses kesildi, sesi geri geldiğinde sadece benimle ko­ nuşmak için telefonu iyice ağzına yaklaştırmış gibiydi, tehlikeli bir işte suç ortağıymışız ve talimatların dikkatle verilmesi deyim yerindeyse hayati önemdeymiş gibi . "Şimdi dediklerimi yap. Telefonu kapat. Tek söz daha etme. Ahizeyi yerine koy ve doğru eve gel. Telefonu kapattığını duyun­ caya kadar bekleyeceği m , sonra ben kapatacağı m . Hemen yola koyul!" Talimat vermeyi kesip benim kapatmamı beklerken ağzından kulağıma uzanan hat capcanlıydı. O kadar yüklü , o kadar açık, o kadar elektrikliydi ki kapatmaya kıyamadım, j ude'un da ben kapat­ madan kapatmayacağını biliyordum. Çok güzeldi beni bekleyişini dinlemek ve kendimi çok iyi hissettim çünkü kısmen de olsa ben­ den yapmamı istediği şeyi yapıyordum . Tek kelime daha etmiyor­ dum ve hiçbir şey beni tek kelime daha etmeye zorlayamazdı . Öte yandan telefonu kapatmıyordum, onun sessiz soluğunu dinlerken kapatamazdım, gi tmekte olduğum yerle o anda bulunduğum yer arasındaki o yakın bağla büyülenmiş ve kısmen aldırmadan talimat altında kalakalmıştım. Beklesin. İsterse uzatsın, isterse çözülüp bana hala orada olup olmadığımı sorsun. Fakat sormadı, soraca­ ğına ihtimal vermemiştim zaten. İkimiz de süre doluncaya kadar bekledik, sonunda bir başka ses bana, sadece bana, üç dakika daha konuşmak isteyip istemediğimi sordu . Cevap veremedim tabii ki , fakat judith çabucak verdi. "Hayır, devam etmeyeceğiz . Teşekkürler." Sonra bunun üstüne, dolaylı olarak, son bir talimat oturttu . 27

" Karşı taraf," dedi , santral memuru bunu duyduğuna çok sevi­ necekmiş gibi , "eve varmak üzere ." Hattın kesildiğini duydum ve ahizeyi kulağıma dayamaya devam ederek kulübenin duvarına yaslandım . Ben karşı taraftım ve bunu ne kadar iyi biliyordum - beklenen , talimat almış, davetli ve Jack Lynch ya da jerk Linch hakkında paha biçilmez bilgilere sahip. Ne kadar denesem de adını hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyecek­ tim. Fakat deneyebilirdim. Ahizeyi beşiğine yerleştirdim, hafifçe okşadım ve cam kapıyı açıp çerçevenin ortasında durdum. Annemin arabasına baktım güzelce park edilmiş, beni götürmeye hazır- ve ardındaki o yüksek bardağa dökülmeye devam eden o güzelim su kütlesine. Sonra , kulağa kaçan suyu çıkarmak için bize yıllar önce öğretildiği üzere elimin içiyle birkaç kez kulağıma vurdum. Sonra arabaya bindim , emniyet kemerini bağladım ve eve doğru sürdüm. Hava bü tünüyle kararmıştı artık. Etraf sıcak ve aşina kokuyordu. Farların ışığını izledim ve iyi sezgilere ve yüksek cesare te dair bir şarkı tu tturdum : "Marseillaise "

28

2

Yol çiftliğe ulaşmadan hemen önce hafif bir kavis çizer. Bayır yukarı bir kavistir ve ileriyi görmeni engeller. Bayırın tepesine ulaştığında yolun sol tarafında bir çitin ardında her şey beliriverir, önce ağıllar, ardından ev, sonra tamirhane ve garaj ve giriş kapısının yanında , ütü yapmakta ve yerleri cilalamakta son derece mahir olan Conchita Padilla'nın kaygısız bir bahçıvan olan kocası Tomas Padilla'yla bir­ likte yaşadığı küçük kerpiç ev. Giriş kapısının yanındaki bu evden dolayı hafiften feodal bir durum vardır burada . Aynı anda nöbetçi kulübesini, asma köprüyü falan andırır ve içeri girmenin zor oldu­ ğu izlenimini uyandırır, oysa bü tün yapmanız gereken , her zaman açık olan kapıdan girip hayli uzun olan garaj girişinin demiryolu traverslerinden yapılma taşlarının üzerinde yürümekten ibarettir. Kavisin zirvesine ulaşmadan önce bir ışık gördüm, bir a teşi ya da kasabanın üzerindeki ışıkları andırıyordu , bir dakika sonra da ne olduğunu anladım: Birinin benim için pencerede ışık yakmaktan anladığı buydu . Her yer aydınlıktı , bahçe ve ağıl, kapının yanında elektrikli fenerler, her yer elektrikli ışıkla aydınlatılmıştı ve birıle­ rinin bütün o ışıkları beni eve yönlendirmek için yakmış olduğunu düşünmek içimi acıttı. Fakat biri yapmıştı. Annem olamazdı, iyi ve yeterli nedenlerden ötürü . Anneannem olamazdı , çünkü elektrik söz konusu olduğunda veresiye hesapları kadar savurgan davran­ mazdı . Babam olamazdı, çünkü o böyle şeyleri akıl etmez. Giriş kapısına vardığımda "Marseillaise" mırıldanmayı bırakıp evin kapısına sürdüm ve motoru kapatmadan önce gaz pedalına iki kez sertçe bastım. Önce köpek geldi, evin yan tarafından , hışımla , ama ben arabadan indikten sonra havlamayı bıraktı ve resmiyetle el sıkıştık. O arada babam evden çıkmış , bana doğru geliyordu. Üzerinde beyaz pantolon , beyaz gömlek, yüzünde güneş gözlüğü vardı . Konuşmadan önce beni kol mesafesinde tutup inceledi . "Sen hangisisin? " dedi . Bunu neden yaptı bilmiyorum. Yıllar önce gülünç olmaktan çıkmıştı , belki de hiçbir zaman gülünç ol­ mamıştı. 29

"Ben Cassandra.� dedim yine de, "Troya'nın duvarlarından ağlayan. Ve bunu başıma sen sardın, onun için bana bakma." O zaman beni kendine çekti, hariku lade gömleğine doğru. "Güzel bir ad" dedi. "Ben seviyorum." "Önemli olan da bu zaten" dedim . Gömleğinin yakasıyla boynu arasında memnuniyetle sıkışmış vaziyette öylece kaldım, gözenek­ lerinden fışkıran ve bana her zaman kim olduğunu bildiren o saf kokusunu soluyarak. Bir an için Atina'daydım, bilgenin ayağının dibindeki diğer iki gençle birlikte ve bilge beni iyi tanıyor olma­ lıydı, çünkü gözyaşlarına boğulmama ramak kalmışken beni saldı. Ağlamış olsaydım bunlar neyin gözyaşları olurdu bilmiyorum, ra­ hatlama gözyaşları muhtemelen - etrafımda nihayet bir filozofun kollarını hissetmenin rahatlığı . G üvenebileceğim kollar, demek istiyorum, anlayabildiğim ve özdeşleşebildiğim bir koku , hangisinin hangisi olduğunu ya da ki min üzerinde olduğunu umursamadan ayırt edebildiğim joie de Patou ya da Femme de Rochas gibi par­ fümlerle geçen keyifsiz bir mevsimden sonra beş yıldız Hennessy gibi evrensel bir koku . Anneannem ne zaman dışarı çıktı bilmiyorum, fakat babam beni saldıktan sonra etrafıma baktığımda elektrikli fenerlerin arasındaki tuğlaların üzerinde duruyordu, çok kırılgan ve zarif ve güvelerin saldırısı al tında . Anneannem güvelere fazla hayranlık duymaz . Gü­ velerin insanların giysilerini kemirdiklerine ve pişirilmemiş buğday lapalarına ağ kurduklarına inanır, fakat babam beni serbest bırakıp ben imdadına yetişinceye kadar saldırıya göğüs gerdi. "Uzaklaşalım şu güvelerden" dedim onu öptü kten sonra. O uzaklaşmaya çoktan hazırdı , yine de kapıyı açmadan önce eliyle birkaç tanesini kovaladı. "Onları yazın amblemi olarak düşün" dedim içeri girerken . "Güzeller." Kapıyı üstlerine kapattı ve arabanın bagajını açmakta olan ba­ bamın üstüne de kapatmış oldu . İçeri girdikten sonra kendimi gizli nesneyi bul oyunundaymışım gibi hissettim ve etrafıma bakındım, piyanoya , masaya , iskemlelere , anneannem bana bir gün erken gelerek ne kadar iyi yaptığımı söylerken gözümün iliştiği her şeye . Anneannem devam etti; bu şekilde gelerek geleceği ne kadar güzel görmüştüm, tam düğünden önce Judy'nin genç erkeğinin uzakta olduğu ve Judy'nin beni biraz kendine istediği zamanda . 30

Bu dikkatimi çekti . "Beni neden kendine istesin?" diye sordum. Soruda hafif bir tersleme vardı sanıyorum, fakat öyle de olsa anneannem farkına varmadı ya da varmamış gibi yaptı. Salonu boydan boya geçtim, sonra büyük pencerelerden bahçeye ve bahçenin ardına baktım, havuza, daha da geride karanlıkta seçemediğim nehir yatağına. Bunlar kademeli olarak alçalıyordu. Havuz bahçeden iki basamak aşağıda ve demiryolu traverslerinden yapılma çitin arkasındaydı, bu yüzden pencerede durup doğrudan bakamıyordun. Traversler engel oluyordu , ama havuzun dibindeki ışığın yandığını ve suyun çalkalandığını görebiliyordum. Bir kol görür gibi oldum, bir bacak da olabilirdi, sonra alt traverslerden biri görüşümü engelledi ve gitmekte olduğunu tahmin ettiğim yönü izledim, o arada minik anneannem soruma yanıt vermeden, bana çok yorucu gelen bir tarzda sorunun etrafından dolanıyordu ; evlenmek üzere olan bir kız için, büyük adımı atmadan önce ailesiyle yalnız zaman geçirmek çok önemliydi , özellikle annesiyle. "Ne annesi? " dedim . Bacağı gördüm yine, ya da kolu. Bacak­ tı sanıyorum. Sonra bakmaktan vazgeçip anneanneme döndüm, tam da görüneceğini tahmin ettiğim kadar üzgün görünüyor ve kastettiği şeyin bu olduğunu söylüyordu. jane'in olmayışı onun omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklemişti, benim omuzlarıma da ; anne rolünü oynamak, kaybı telafi etmek bize düşüyordu. Böyle zamanlarda kızlar öğüde ve eğitime ihtiyaç duyardı. jane'in ikimize de pek öğüt verdiğini hatırlamıyordum ama bunu dillendirmedim . Piyanoya gidip notalıktaki müziğe baktım. Mozart K4 75. "Öğüde bu kadar açsa neden sudan çıkmıyor? " dedim anne­ anneme. "Sen buraya varır varmaz yanına gitmeni söyleyecekmişim, bana öyle tembihledi." "Öyle mi? " Sorum kulağına soğuk gelmiş ya da onda inanmamışım izlenimi uyandırmış olmalı, çünkü bana judith'in sabahtan beri yarım saatte bir beni nasıl aradığını anlatmaya başladı. . . "Biliyorum," dedim , "bana söyledi." ve genç adamın nasıl Los Angeles'a gitmeye karar verdiği­ ni ama j udith'i onunla gitmeye ikna edemediğini anlattı, çünkü 31

j udilh beni eve getirmeye ve benimle bir süre için yalnız kalmaya kararlıymış. "Bunu daha önce de söyledin" dedim , fakat yumuşak bir biçim­ de, ısırmadan ya da fazla ısırmadan . "Nasıl bir öğüde ihtiyacı var acaba ? Evlenip evlenmeme konusunda mı, yoksa düğüne giyeceği elbiseye dair mi? " "Hayır," dedi anneannem , "her şey kararlaştırıldı . Dün Fresno'ya gittik ve Magnin'den bir elbise sa tın a ldık. Çok sade , fakat judith hoşnut." "Önemli olan da bu değil mi? " dedim. "Sana da bir şey bulmalıyız" dedi ve ona halihazırda Oakland'd a­ ki Magnin'den bir elbise satın aldığımı ve onun hesabına yazdır­ dığımı, benim de elbisemden hoşnut olduğumu söyledim, önemli olan da buydu. Çok mu tlu oldu , sonra aniden kaygılandı. " Cassie," dedi, "yorgun görünüyorsun . Akşam yemeği yediğin­ den emin misin ? " Başımı eve t anlamında salladım . Babam eşyalarımla birlikte geliyordu. O anda elbise falan göstermek gelmedi içimden, gidip çikolata kutusunu babamın elinden aldım ve ona her şeyi odama koymasını söyledim , gerisini ben halledecektim. '�l," dedim anneanneme , kutuyu uzatarak, "vişneli bitter çiko­ lata. Fakat kendilerine gelinceye kadar kutuyu yatay tut." "Buzdolabına koyarım" dedi anneannem ve her zaman en çok ne sevdiğini , hatta markasını bile hatırladığım için bana hararetle teşekkür etti. Bu onu her seferinde neden bu kadar duygulandırır bilmiyorum. Zor bir şey değil. Ama yaptığım zor şeyler için nadiren övgüye layık görülürüm, hem de çok zor şeyler yapmama rağmen . Sabahleyin uyanıp geceleyin uyumak gibi, biriyle olmadığım za­ manlarda yapayalnız; biriyle gerçekten birlikte olmak benim için giderek zorlaşmaya başladı. Öte yandan, sık sık biriyle birlikte ol­ mamak da olanaksız bir hal aldı. Geriye en zoru kalıyordu : Arada o aptal tezi yazmak. Babam salona elleri boş girdi. " Tezin nasıl gidiyor? " diye sordu , ona ayrın tılara daha sonra gireceğimi söyledim, gidip geline saygılarımı sunmam gerekiyordu . Müstakbel geline. "O bekleyebilir" dedi. "Birer içki içelim." 32

"Güzel" dedim ve her şeyini , çöp ku tularını , tablolarını ve ta­ vandaki balıksırtı ahşabı çok iyi bildiğim o evde olmak aniden gerçekten güzel göründü bana; kız kardeşim havuzda ciğerlerini patlatarak beni beklerken ben içeride babamla içki içecektim. Evimiz hayli geniş bir alana yayılır. Bir ucunda giriş kapısı öbür ucunda cam cephesiyle uzun büyük salon, sonra iki basamak yu­ karıda , küçük bir sahneyi andıran, şömineli, kitaplıklı, mu tfağı dışarıda bırakmadan sınırını belirleyen mozaik kaplı tezgahıyla kü­ çük bir oturma odası . Yani küçük oturma odasındaki barda o turup mu tfağa bakabilirsin ya da bara mutfak tarafından o turup küçük salona ve piyanonun, tabloların çoğunun ve judith'in Meksika'dan getirdiği başsız ahşap heykelin bulunduğu büyük salona bakabilir­ sin. İyi bir ev; ağırlıklı olarak Meksika mı yoksa Japon mu yoksa Roma tarzında mı olduğuna karar veremeden etrafına uzunca bir süre bakınabilirsin. Pek çok şeydir. Babam tezgahın mutfak tarafındaydı, yere eğilmiş alttaki do­ laptan şişeleri ve bardakları çıkarıyordu sanıyorum. Doğru tahmin etmiştim, çünkü tezgahın üzerinde şişeler belirmeye başladı, sonra bardaklar, sonra babam elinde buz ku tusuyla ayağa kalktı ve buzları buz kovasına doldurmaya başladı. Pencereden , e trafına ışık yayan ve üzerinde insan bedeninden bir uzvun belirip kaybolduğu havuza son bir bakış at tım , sonra başımı çevirdim. Küçük salona çıkan iki basamağı bir sıçrayışta çık nm, bara gittim ve elimi tezgahın mozaiğinin üzerinde gezdirdim. Çok aşinaydı. Lisedeyken Latince ödevlerimi hep orada yapardım, okul kitabım, defterim, sözcük çar­ kı, kalemlerim ve diğer araç gereç bakır kaplama evyeden tezgahın son fayansına kadar yayılmış olurdu . Latince çalışmak için ideal yerdi. Tezgahın üzerinden eğilip kulpu çevirdim ve kaz boyunlu musluktan küçük bakır evyeye sessizce ve su sıçratmadan dökülen ince su şeridini seyrettim. Ama babam yine de fark etti ve suyla oynamayı bırakıp ne içeceğimi söylememi istedi. "Brendi soda lü tfen" dedi m . Favori içkim değildi ama onun favori içkisiydi , ona uymanın kibarlık olacağını düşündüm, iki­ mizdik madem . "Çok uygar bir seçim" dedi ve iki şişeyi dolaba geri koydu - cin ve vermut. Sonra bardağıma, anneannemin mutfağın karşı ucundan fark edip bana bir kez daha akşam yemeği önermesine neden olacak bollukta viski döktü . 33

Anneannemin akşam yemeği önerisini bir kez daha reddettim . Yemek yem e alışkanlığımı neredeyse yitirmiştim . Eteğimi düğ­ melerini çözmeden çıkarmaya hayli yaklaşmıştım ve düğün için satın aldığım elbise son beş yıldır giydiğim kıyafe tlerden bir beden küçüktü . "Gerçekten aç değilim . Sadece susadım" dedim ve babam soda ve buz eklesin diye bardağımı kaldırdım. Doğruydu, çok susamıştım. Şerefe kadeh kaldırmayı ya da bar­ dak tokuşturmayı ya da ilk yudumu onun almasını beklemedim. Hemen hızlı bir yudum aldım ve anneanneme düğün ayakkabıla­ rımı ya da düğün elbisemi görmek isterse kahverengi-beyaz çizgili ku tunun içinde olduklarını söyledim , faturalarla birlikte , ya da irsaliyeyle, ya da ödemeyi peşin yapmadığında her ne veriyorlarsa . Babam "Borç senedi" dedi ve anneannem hemen odama yollan­ dı. Ben içkimden bir yudum daha aldım ve babamın haklı olduğunu idrak ettim, brendi uygar bir seçimdi gerçekten, fazlasıyla karmaşık ve ödüllendirici, skoçtan çok daha kıvrak. Babam da içkisinden bir yudum aldı, fakat acele etmeden, bütün gece içecekmiş gibi , ya da yarın bütün gün - gecelerden ve gü n­ düzlerden oluşmuş bir ömür boyu hatta. O uygar seçimini yıllar önce yapmıştı ve gittiği yere kadar sürdürecekti. Neredeyse fark edilmeyecek kadar kısa kesilmiş bıyığı, yine kısa kesilmiş siyah beyaz saçı (beyazlar siyahlardan fazlaydı) ve allığı hiçbir zaman açık havada bulunmaktan kaynaklanmayan al yanak­ larıyla bir sömürgeciyi andırıyordu. Ona bakarken benim de açık havada bulunmuş birinin görünümüne sahip olmam gerektiğini düşündüm . Saçım uzun bir günün güneşine, rüzgarına , tozuna ve nihayet suyuna maruz kalmıştı, ateş dışındaki bütün elementlere yani. Sadece saçım da değil, her yerim. "Gidip saçımı taramamı ister misin? " dedim . "Olduğun yerde kalmanı yeğlerim" dedi. "Saçın gayet güzel . Orman perisini andırıyorsun." Beni hoşnut edebilecek birkaç simgeden birini seçmişti , te­ şekkür edip gevşedim, fakat bir yudum daha almaya yetecek bir süreliğine, çünkü ardından tezimi önemli kılmak için ona neler diyebileceğimi düşünmeye başladım, oysa hiçbir önemi yoktu . Orada otu rup, evden çıkmadan önce , yarısı bana ait olan pi­ yanonun kapağını kapatmadan önce, ben varmadan bir gün önce 34

çiftlikten ayrılmış ve yarına kadar tanışmak zorunda kalmayacağım biriyle tanışmak üzere gemiyi bir gün erken terk etmeden önce daktilodan çekip çöpe attığım sayfada ne yazdığını hatırlamaya çalıştım. Bana belli bir özgürlük tanıyordu, bir rahatlama, tezim hakkında pek bir şey ha tırlayamadığım için unutmaya karar verdim . "Peki nasıl biri ? " dedim. Babam kimi kastettiğimi sormadı, fakat sorumu da hemen ya­ nıtlamadı. Onun yerine felsefeye daldı ve insanların, iyi tanıdığını sandıklarının bile nasıl olduklarını anlamanın hiç de kolay olma­ dığına dair bir konuşma yaptı; bu da beni sarstı , çünkü babamın çoğu önermesi gibi , kızgınlık uyandıracak kadar doğruyd u . Bir zamanlar avcumun içi kadar iyi tanıdığımı düşündüğüm judith Edwards örneğin. Onu , biz Paris'i birlikte denemeden, tek başına bir yıllığına New York'ta yaşamaya iten şey neyd i ? Kimin nasıl olduğunu kim bilebilirdi? Kovadan bir parça buz aldım, yumruğum un içinde sıkıp suyunu bakır evyeye damlattım. Bu , suyla oynama sınıfına giriyordu ama babam fark etmedi ya da fark etmemiş gibi yaptı, bu da güçlerimi toparlamamı sağladı, teslim olmamı engelledi . "Söylediklerini doğru kabu l ediyorum ," dedi m , babamla her zaman konuştuğum tarzda, devam etmeden önce onun söylediği bir şeyleri hep doğru kabul etmek zorunda kalırdım, "bir insa­ nın nasıl biri olduğunu anlamanın zorluğuna dair söylediklerinin doğruluğunu kabul ediyoru m , yine de üç gün zarfında onun hak­ kında bir fikir edinmiş olmalısın. Kaç gündür burada olduğunu bilmiyorum ." "Beş gündür" dedi babam . "Anneannenle birlikte onları geçen pazar Bakersfield Havalimanı'nda karşıladık." "Belgeleri var mıydı? " Babam bana tuhaf bir bakış atıp belgeye gerek olduğunu sanma­ dığını söyledi, ticari bir uçaktı. Bunun üzerine ona uçuş belgesini değil, evlilik belgesini kastettiğimi açıklamak zorunda kaldım . Yasa evlilik belgesi için en az üç gün önce başvurmayı gerektiriyordu bildiğim kadarıyla . Babam başını salladı, fakat bunu yasaya dair bilgimi onaylamak için mi yaptı yoksa beni yanıtlamak için mi, emin olamadım. Tekrar sormaktan başka çare yoktu . "Evlilik belgeleri var mı, bil iyor musun? " 35

"Sanıyorum" dedi . "Pazartesi günü Visalia Adliye Sarayı'na gittiler." Avcumdaki buz parçasını daha da sıktığımı hissettim. Yaklaşık doksan kilometre uzaklı ktaki bir kasabanın adliye sarayına gidip evlilik belgesi için başvuruda bulunmak düğü n ü n kendisi kadar bağlayıcıydı neredeyse. Buraya pazar günü gelmişlerdi . Pazartesi günü başvuruda bulunmuşlardı. Kararlı oldu kları anlaşılıyordu . Buz parçasını bakır evyeye bıraktım , orada o kadar zavallı duru­ yordu ki erimesine yardım edip acısını sonlandırmak için musluğu açtım. Babam bir şey demedi , yine de musluğu kısa bir süre sonra kapatıp içkime döndüm. Sonra da a raştırmama. "Ondan hoşlandın mı ? " diye sordu m ve o anda, bu şekilde dillen­ dirmenin yanlış olduğunu idrak ettim. Babam hiçbir zaman kişisel beğeni ya da hoşlanmak gibi basit kavramlarla düşünen biri olma­ mıştı. Kavramlar tanımlansın isterdi; ondan hoşlandın mı derken onu sosyal olarak cana yakın bulup bulmadığını mı kastediyordum (bunu kastetmiştim tabii ki) yoksa onu bazı açılardan -örneği n tıp bilimine ya da tek eşliliğe ya da paraya ya da şarlatanlara yaklaşımını­ onaylayıp onaylamadığını mı kastediyordum . Kavramlar tanımlansın ister, oradan konuyu genişle tir ya da daraltırdı . Fakat hemen sorgulamaya geçmedi . İ çkimi bitirip bardağımı ken­ dimden çok ona yakın bir yere koydum ve hareke timi doğru okuyup içkimi tazeledi, bu kez biraz daha fazla brendi, biraz daha az soda ve aynı sayıda buz koydu. İ ki buz. Bir babadan kızına koymasını bek­ lemeyeceğin kadar çok brendi koymuştu , ben ona teşekkür ederken kendi bardağına da soda eklemeden biraz daha viski koydu ve soruma hiç beklemediğim bir yanıt verdi. "Ondan hoşlanıp hoşlanmadığımı sormamalısın" dedi . " Senin kaste ttiğin şekilde hiç kimseden hoşlanmıyorum galiba." Bunu bu kadar bilinçli ve kısa söylediği ni duyunca ona hayranlık duydum. Ona baktığımda dikkatle arkama bakmakta olduğunu fark ettim ve taburemde arkama döndüğümde anneannemi elinde benim düğün ayakkabılarımın tekiyle merdivenden inerken gördüm. " Rowena," diye seslendi babam anneanneme, "Cassie, jack Finch'in nasıl biri olduğunu çok merak ediyor." "Judy'ye sırılsıklam aşık," dedi anneannem flü tü andıran bir ses tonuyla, "önemli olan da bu ." Elinde ayakkabıyla bize doğru geliyordu , böyle şeyler söylerken ona bakmak zorunda kalmamak için taburemde önüme döndüm 36

yine. Böyle laflar etmeye bayılırdı, o ndan bu tarz daha çok şey duyacağımı biliyordum, fakat yüzüne bakmayarak sözlerini cilveli yüz ifadelerinden ayrı tu tabiliyordum . "J ude d a ona sırılsıklam aşık mı? " diye sordum. Ona sırılsıklam aşık gibi bir cümlenin hassas bir kulağa nasıl geldiğini belli etmek için biraz fazla yüksek sesle sordum galiba , fakat soruyu sadece anneanneme sormuş olmama rağmen yanıt babamdan geldi. "Bunu merak etmemize gerek yok bence" dedi. "Birbirlerini anlıyor gibi görünüyorlar." Merak sözcüğünü ikinci kez kullanıyordu, ben söz konusu oldu­ ğumda bunu neden ısrarla kullandığını sormayı aklımdan geçirdim. J udith'in ne yaptığının beni meraklandırmaması gerektiğini ima ediyorsa, bunu hiç mi hiç merak etmediğimi söylemem gerekirdi. Judith'in konumuna ve yeteneklerine sahip biri kendini küçüm­ seyip banliyöde yaşamayı göze alıyorsa bana ne demek düşerdi? Ya da ben kimdim ? Ya da, muhtemelen, ben kimdi m ? Ben kimdim diyelim , çünkü bir zamanlar biriydim. Asabımı bozmalarına izin vermeden bu şekilde düşünmeye de­ vam ettim . Tek kelime etmedim, bunu bi liyorum . Bu yüzden babam bana insanların çocuklarla konuşurken takındıkları ses tonuyla hitap ettiğinde biraz şaşırd ı m . "Sorun nedir Cassandrar dedi . Adımı duymak hoşuma gitti , o kadar sevecendi ki ve kendi sözcüğüyle, merakla öyle doluydu ki duygularımı ona açmama ramak kaldı, sadece buna değil her şeye dair: Derslerim , işim , gönül meseleleri, hiçbir iz bırakmadan gündüzlere dönüşen geceler ve tekrar gecelere dönüşen gündüzler, ne bir seher ne bir günbatımı ne de bir dönüm noktası , köprü hariç belki ve bitmek bilmeyen tabaklar ve bardaklar ve diş macunları ve havlular ve kanepeler. Duygularımı babama açacaktım sanıyorum , fakat o anda anneannem tezgahın kenarına geldi ve elinde ayak­ kabıyla aramızda durup çok güzel olduğunu söyledi, hari ku lade bir imalat, fakat adam ayağımın ölçüsünü almamış mıydı, çünkü benim ayağıma göre epey uzun görünüyordu . Rowena Abbou'a göre küçük ayak kuşkuya yer bırakmayan bir biçimde kolay doğuma işaret ederdi. Kızı Jane'in ayakları otuz beş numaraydı ve hayli dardı, bu da anneannemi çok hoşnut ederdi. ''Aldı mı ? " dedi ve ben babama ne söyleyip ne söylemeyeceğimi düşünmeyi bırakıp evet dedim, ardından da hayır dedim , çünkü bir 37

kere adam değildi , kadındı ve sadece hoşuma gideceğini düşündüğü bir çift ayakkabı getirip denememi söylemişti. " Pabuç ayağa giyince belli olur" dedi babam hoş bir şekilde, kaygısızca . Ayakkabıyı anneannemin elinden alıp burun kısmındaki beş san timin tasarım gereği olduğunu söyledim. Ayakkabının bur­ nundaki yaklaşık beş santimlik bir kısmı gösterip aslında bu tarz ayakkabı giymediğimi söyledikten sonra ayakkabılarımı ayağımdan fırlatıp yeni ayakkabıyı ayağıma geçirdim ve görmesi için halının üzerinde yürümeye başladım. "Biraz daha yürü" dedi. Basamakların kenarına yürüyüp pen­ cereden dışarı çabuk bir bakış attım, suyun içinden yükselen ışığı gördüm ama başka bir şey görmedim. "H arikulade," dedi anneanne m , "çok çarpıcı." Babam da iki bacağım eşit uzunlukta olsa daha da iyi görü neceğini söyledi. Ayakkabıyı çıkarmıştım, gösteri bitmişti ve yalınayak bara doğru yürürken telefon çaldı. Dört kısa zil. "Bu bize" dedi babam, yerinden hiç kımıldamadan . 'Telefonu a ç Cassie" dedi anneannem. Ayakkabıyı tezgaha bıraktım , telefona doğru yürüdüm, sonra durdum. Berkeley'den ayrılırken veda etmeyi unu ttuğum biri ola­ bileceğini düşündüm bir an korkuyla, buradan vedalaşmak ya da herhangi bir mazeret uydurmak istemiyordum . "Sen aç anneanne ," dedim, "ve banaysa , evde olmadığımı söyle." Anneannem telefona şaşkınlıkla bakarken bir kez daha çaldı , dört kısa zil . "Geri dönüp sınav kağıdı okumamı isteyebilirler ama bunu yapmak istemiyorum," dedim, "evde kalmak istiyorum." Anneannem telefona doğru yürüdü , ben tabureye oturdum ve anneannem telefonu açıp önce evet dedi , ne anlama geliyorsa , ar­ dından da kim diye sordu . Şehirlerarası aradıkları belliydi , araya santral girmişti ve bağlantı kötüydü. "Bu dönüp sınav kağıdı okumak da neyin nesi ? " diye sordu babam. Ona önemli olmadığını, dünya kadar sınav kağıdı okudu­ ğumu fakat tatilde telefonlara yanıt vermeyi sevmediğim için öyle dediğimi söyledim. Telefonda bir şey olmuyordu . Anneannem san tralın karşı tarafı bağlamasını bekliyordu . "Nereden arıyorlar? " diye sordum ve anneannem hatta söylenen 38

bir şeyi duymaya çalışıyormuş gibi başını asabiyetle salladı. Ben zamanı uzun ayakkabımı seyrederek geçirdim. Beyaz ipek fitillerden yapılmıştı ve topuğunda çok küçük altın bir ucu vardı, o ucu küçük kare seramiklerden birinin tam ortasına yerleştirdim, hiçbir yere bu kadar yakışamazdı, kare taban üstüne yuvarlak dübel. "G iyilmedikleri zaman ayakkabıların ait olduğu yer dolaptır" dedi babam. Fakat ben ayakkabıyı olduğu yerde bıraktım ve henüz başlamamış ama başlayacakmış gibi görünen konuşmaya kulak kabarttım, ardından da görüşme başladı. "Evet, burada" dedi anneannem kibarca. Ardından, "Bir dakika, ona sesleneceğim." Ahizeyi masanın üstüne koydu ve bana dönüp, " Ba tı Los Angeles'tan arıyorlar, j udith Edwards'a" dedi . İskemlenin arkalığına büyük bir plaj havlusu asılmıştı, anne­ annem havluyu alıp bana verdi. "Judy'yi çağır Cassie ve bunu beline dolamasını söyle ." Tabureden indim ve havluyu aptal gibi tutarak öylece durdum , fakat aptallıktan çok panik hakimdi. Tadını çıkarmakta olduğum süre zarfında dışarı çıkıp ona saygılarımı sunacağım anı beklerken, nereye gitmişti hepsi? Şimdi onu aceleyle bulmam gerekiyordu ve hazırda söyleyecek bir şeyim yoktu . Öte yandan bir şey hazırlamama gerek yoktu, benim için ha­ zırlanmıştı . Bütün yapmam gereken, " İçeri gel, sana telefon var" demekten ibaretti. '/\cele e t Cassie," dedi anneannem, "jack arıyor." "jack kim ? " dedim ve anneannemin ağzının çaresizlikle çizgi halini alışını seyrettim, o arada babam da gitmemi söyledi - git Judith'i getir. Yemek odasının yan kapısından çıktım ve bir an terasta durup aşağıdaki havuza baktım. Su durgundu . Kimse yüzmüyordu. Sonra onu gördüm. Tramplenin ucuna oturmuş hafifçe sallanarak eve doğru bakıyordu . Birbirimizi aynı anda gördük sanıyorum, ama önce o konuştu - ya da seslendi. " Nihayet." Tonunda gerçek bir sabırsızlık yoktu , sabırsızlık sözcükteydi sadece . Ton onun tonuydu, çok hafif ve rahat. "Denedim," diye seslendim, "fakat babam ve anneannemle soh­ bete takıldım ." 39

"Gel benimle konuş o zaman." "Seninle konuşmak isteyen başka biri var," dedim, "Batı Los Angeles'tan arıyor." "Ne dedin?" "Telefonun var dedim. Hadi , acele et." "Bana mı?" " Evet, sana . Seni bekliyorlar. Batı Los Angeles senin için bir şey ifade etmiyor mu ? " Olduğum yerde durup ayağa sıçrayışını seyrettim. Tramplenin sonuna yürüdü , sonra terasa çıktı ve koşmaya başladı. İ ki basamağı çıktı, bahçeyi geçti ve bana doğru geldi. "Al , şunu beline sar," dedim, "anneannem için." Ona havluyu fırlattım ve ona baktığımda hissettiğim şeyi hisset­ tim, ya da kendime baktığımın farkında olarak aynaya baktığımda ; ikiye ayrılıp tekrar birleştiriliyormuşum duygusu . "Harikulade görünüyorsun" dedi. "Hangi telefo n ? " "Masa" dedim . "Telefonu kim açtı, sen mi?" "Hayır, anneannem." "Konuşuyorlar mı?" "Hayır, ihbarlı arama, senin için." " İyi , o zaman ayaklarımı kurulayabilirim." Elinde havluyla yere doğru eğildi. Havluyu elinden alıp ba­ samaklardan birine oturdum ve ayağını kaldırmasını söyledi m . Dengesini sağlamak için elini başımın üstüne koydu. Ayaklarını hızla kuruladım ve gitmesini söyledim. "Ben burada bekleyeceğim" dedim. Yemek odasının kapısını açmıştı , dönüp, " Sa ç malama , içeri gir" dedi ve uzanıp kolumu tuttuğu gibi beni içeri sürükledi. Havluyu masa iskemlesinin üstüne fırlattı ve oturup ahizeyi kaldırdı . Ben yanından geçip tezgaha yürüdüm, ayakkabımla barda­ ğımın bulunduğu yere. Babam tezgahta değildi, etrafıma bakındım ve şömine rafının önünde durmuş, tütün kutusundan piposuna tütün koymakta olduğunu gördüm. Anneannemi de göremedim , ben de brendi şişesini alıp çabucak bardağıma bolca koydum. Kız kardeşimin, "J udith Edwards ben" dediğini duydum ve bardağımı alıp odama gitmeye karar verdim. Konuşmanın bir ta­ rafını dinleyerek onu u tandırmak istemedim, orada olmamı istese 40

de istemese de. Babamın yanından geçtim , iki basamağı indim , bir an havuza baktım ve yatak odaları nın bulunduğu hole doğru yürümeye başladım, Judith'le paylaştığımız yatak odası ve an ne­ annemin yatak odası. Anneannemin yatak odasının kapısı açıktı , içeri bir göz attığımda yatağın üstünde ayakkabı ku tusunu gör­ düm. Ardındaki komodinin üzerinde telefon duruyordu, o gün kulübeden aradığımda Jack Finch'in konuşmayı dinlediğinden kuşkulandığım telefon. Açık kapının önünde bir süre durdum , çok uzun değil, sonra içkiden bir yudum alıp içeri girdim, kapıyı arkamdan kapattım , yatağın etrafından dolanıp komodine gittim ve düşündü m , ama çok uzun değil yine. Böyle bir operasyonda asıl dikkat edilmesi gereken, ahizeyi kaldırdığında duyulan o kü­ çük klik sesidir. Bardağımı komodinin üstüne bırakıp ahizeyi çok yavaşça ve hafifçe , dikine kaldırdım. Klik sesi çıkmadı , kusursuz bir operasyon, daha ahizeyi kulağıma götürmeden jack Finch'in sesini duydum - çok erkeksi bir ses, net, işadamı gibi, sürekli de o konuşuyordu. Anneannemin yatağına oturdum ve öyle ya da böyle pek bir şey hissetmeden konuşmaya kulak misafiri oldum. Hayli etkileyici bir ses ve beklenmedik bir biçimde kişisel olmayan hoş bir tavır, diye geçirdim içimde n , konuşmayı açık ve kesin bilgilere indirgiyor - randevuyu sabah dokuza almıştı , böylece 756 sefer sayılı Bakersfield uçağına yetişmek için bol zamanı olacaktı, varış saati öğleden sonra ikiyi kırk sekiz geçeydi, Judith onu karşılaya­ bilir miydi? "Tabii ki karşılarım" dedi judith. " Kaçta olursa olsun , nerede olursa olsun , ayrıca yarın ikiyi kırk sekiz geçe Bakersfield'de ola­ cağını bilmek ne kadar güzel." "Bakersfield pek sevimli bir yer sayılmaz ." "Seni orada tanıdım , ye tmez mi? " dedi jude , ardından kişisel olmayan o tavır bi tti ve gerçek john Thomas Finch içini dökmeye başladı; başına bu kadar güzel bir şeyin gelmiş olmasına bir türlü inanamıyordu. Bütün gün bunu düşünmüştü , rezilce . "Biliyorum, biliyorum ," dedi jude hemen , "aynı şeyi ben de ya­ şıyorum." judith'i, benim aniden içeri girip halihazırda dinlemekte olduğum bu özel konuşmaya kulak misafiri olabileceğim kaygısıyla etrafına bakınırken gözümün önüne getirebiliyordum. O kadarının bana yettiğini hissettim , artık kapatıp konuşmanın gerisini baş başa sürdürmelerine izin verebilirdim. Ama kapatma41

dım, çünkü Jude'un ettiği bir sonraki laf beni engelledi, lafı etme biçimi daha doğrusu. "Jack, Cass bu akşam eve geldi." "Öyle mi? Yarın gelecek sanıyordum." "Aslında yarın gelecekti ama bugün geldi." Kapatmadığıma çok sevindim. Kapatsaydım , J udith'in ona , beni bütün gün bir an önce eve gelmemi söylemek için telefonla aradı­ ğını söylemediğini öğrenemeyecektim. "Çok tuhaf," dedi judith belirsiz bir tonla, "sen gittikten sonra bugün gelmesini istemek için Berkeley'deki evi aradım. Sen yokken onunla baş başa zaman geçirmenin güzel olacağını düşündüm . Arayı kapatmak için, anlıyor musun? " "Evet." " Fakat ona bir türlü ulaşamadım ve biraz önce geldi. Ürpertici , değil mi ? " " Daha ü rpertici şeyler duydum . Nasıl bu arada? " "Harikulade görünüyor." "Aynı senin gibi mi? " "Yo, hayır, hiç değil. Biz birbirimize benzemeyiz aslında, yüzey­ sel olarak ancak. O çok zekidir bir kere." "Sen de çok zekisin ." Ahizeyi öteki elime geçirip içkimden bir yudum aldım ve kimin zeki olduğu kimin olmadığı meselesini sonlandırmalarını bekledim. İkisi de fazla zeki gelmiyordu bana, telefonda konuşan ve bir türlü kapatmayan iki lise öğrencisinden farkları yoktu . Fakat bu şehirle­ rarası görüşme olduğu için daha da az zekiceydi . John T. Finch'in maddi durumunu bilmiyordum tabii ki . Kimse bana zor koşullarda okuyan bir tıp öğrencisi olup olmadığını söylemeyi akıl etmemişti ; fakat nişanlısı ona karşı açık sözlü davranmıştı, dave tsiz geldiğim gerçeğinin altını çizmeyi de ihmal etmemişti , gerçi bir anlamda öyle gelmiştim ve benim eve erken gelmiş olmamın ayrıntılarının üstünde fazla durmaya gerek yoktu , özellikle onun yaptığı gibi , kendini Finch'e bütün ayrıntıları doğru aktarmak zorunda hisse­ diyormuş gibi. Bunun neden böyle olduğunu kestiremiyordum; tek olasılık, hakkımda uzun uzun konuşup, eve gelmeden önce ya da beni düğüne davet etmeden önce benimle ne yapacaklarına karar vermiş olmalarıydı . Fakat konuşmuş olamazlardı. Bu judith'in her zamanki dürüstlüğü nden başka bir şey değildi. Bir dakika son42

ra J ohn Thomas Finch'e benimle tanışmak isteyip istemediğini sorduğunda ve Finch çok istediğini ve beni telefona çağırmasını söylediğinde bundan emin oldum. Bunu beklemiyordum, küçük bir panik yaşadım. Asıl soru şu olacaktı: Bütün bu süre zarfında neredeydim? Emin değildi m. Ya­ pılması gereken ilk büyü k iş ahizeyi klik sesi çıkarmadan yerine koymaktı . Bardağımı komodinin üstüne bıraktım, ahizeyi sağ elime geçirdim, ayağa kalktım ve diklemesine, çok yavaşça indirdim. İyi gitmedi ama. Hafiften titriyordum ve tam olarak kapatmadan önce tekrar kaldırdım ve yeniden başladım . Ahizeden Judith'in bana seslenmekte olduğunu duyabiliyordum, gelip Jack'le tanışmamı söylüyordu, bu kez ahizeyi klik sesini fazla umursamadan sonuna kadar indirip bıraktım. İ çkimi aldım, anneannemin yatak odasın­ dan çıktım ve holde koşup banyosuna girdim. Kapıyı arkamdan kapattım . Kapıya yaslandığımda sıcak bir dalganın topuklarımdan başıma kadar yükseldiğini ve titreşerek tekrar topuklarıma indiğini hissettim - sıcaklığı bir kenara bı­ rakırsak ürperti gibiydi daha çok. Banyodaki tek ışık dışarıdan geliyordu, pencereden. Anneannemin havlularını ve duş perdesini görebiliyordum. Nerede bulunmamın daha iyi olacağına ciddiyetle kafa yordum, denedim en azından. Anneannemin paralel telefo­ nun bulunduğu yatak odasında değil tabii ki , kafam o kadar çalışı­ yordu, fakat nerede ? Kendi odamızda, bavulumu boşaltırken. Ama oraya ulaşacak zamanım yoktu . Yapabileceğim tek şey olduğum yerde kalmaktı , anneannemin karanlık banyosunda . Hala yalına­ yaktı m , küvete girip perdeyi çektim ve elimde içkiyle , ayaklarım küvetin serin emayesinin üstünde , öylece durdum. J udirh'in adımı seslendiğini duyar gibi oldu m , yaklaşıp uzaklaştı. Hol kapısının açıldığını ve tekrar kapandığını bile duydum, sonra hiçbir şey duymadım . Ke ndimi hayli tuhaf hissetmeye başladım , giyinik halde ve elimde içkiyle anneannemin küvetinde du ruyordum ve benimle maskemin düşmesinin arasında sadece bir perde vardı. Gülünçtü ama orada durup düşü nmeye devam e t t i m, t a ki oraya nasıl vardığımı idrak edinceye kadar; kendi evimde bir kaçak, şehirlerarası telefonla işleyen bir komplo karşısında gizlenmeye zorlanmış biriydim. Bu şekilde düşünmeye başladıktan sonra , ne pahasına olursa olsun kendimi koru maya hakkım olduğunu hissettim. 43

Kapı çalındığında yüzümü yıkıyord u m . Işık yanıyord u , duş perdesi sonuna kadar açıktı, içkim lavabonun kenarında duru­ yordu, ben musluğu açıp lavaboya eğilmiş yüzümü yıkıyordum. Gel, dedim , suyun içinde çağıltı l ı bir ses çıkarmaya çalı�arak. Ju­ dith içeri girdi ve bana zaten bildiğim şeyleri anlatmaya başladı - John Thomas Finch yarın saat ikiyi kırk sekiz geçe Bakersfiled Havalimanı'nda olacaktı , vesaire, vesaire, beni telefonda onunla görüştürmek istemiş ama bulamamıştı . "Öyle m i ? " dedim. "Neredeydim?" "Yüzünü yıkamak için daha uygun bir zaman seçebilirdin" dedi . Gerçekten hayal kırıklığına uğramış gibi konuşuyordu . "Kaçmana gerek yoktu." "Vardı " dedim. "Ama neden ?" Musluğu kapattım, havluyu askıdan çektim ve yüzümü kuru­ lamaya başladım. "Tek taraflı şeylere tahammülüm yok" dedim, kurularken yü­ zümü gizleyerek. "Ne ?" diye haykırdığını duydum , pek zeki olmayan bir biçimde , oysa daha yeni jack Finch'i n ona çok zeki olduğunu söylediğini duymuştum . Havluyu iki elimle gözlerime bastı rdım ve ona n e anlama geldi­ ğini izah ettim: Onunla evleneceği adam arasında geçen bir konuş­ maya kulak misafiri olmanın benim için bir sorun teşkil etmediğini söyledim, yeter ki iki tarafı da duyabileyim, fakat konuşmayı tek taraflı dinlemek insana her zaman belirgin bir biçimde müstehcen geliyordu . "Evet" gibi basit bir sözcük örneğin, konuşmayı tek tara flı dinleye n kişi eve t yanıtı verilmiş soruyu tahm i n e tmeye kendini zorladığında inanılmaz çıkarımlarla sonuçlanabiliyordu . Havluyu gözlerimden indirdim ve ona hızlı bir bakış a ttım. Düşünceye boğulmuştu ve güzel bir karşılık verdi. "Soruyu kimin tahmin ettiğine bağlı" dedi. Ona teşekkür e tmekten başka yapacak bir şey yoktu , ben de enim, hem de hayli zarif bir biçimde, o ise yüzüme anaç bir ifadeyle bakıyordu, anneannemin bakışlarından biriydi. "Yüzün fena halde yanmış, farkında mısın?" Havluyu asıp aynaya baktım. Doğruydu , kızarmıştım . J ude'un omzumun arkasındaki yüzü tamamen farklı bi rine ai tmiş gibi gö44

rünüyord u , pürüzsüz ve sandal ağacının dingin renginde . Fakat farklılık renkle kalmıyordu; onu o güne dek sadece bir ya da iki kez gördüğüm gibi gö rünüyordu. Belki havluyu boynuyla omuzlarına astığı için, belki güneşten yandığım için yüzünde beliren kaygı ifa­ desi yüzünden ; fakat ben bir orman perisi ni andınyorsam o Meryem Ana"yı andırıyordu. "Yüzüne bir şeyler sürsen iyi edersin" dedi aynaya. Aynanın içine baktım, ona değil ama , kendime de değil, ve ona bir gün harikulade bir anne olacağını faka t benim üzerimde alıştırma yapmamasını söyledim. Mesaj ımı aldığında yüzünde gerçekleşen değişim hayli ilginçti. O anaç bakış bütünüyle çöktü , daha doğrusu havlunun kumaşına hala bağlı bir i fadeye dönüştü , çok dindar ve hüzün dolu bir ifade, ben öyle yoru mladım; yetişkinliğe ermiş yavrusu insanların tarifi imkansız aşağılamalarına maruz kalmış annenin ifadesi. "Ölmüş olmalısın" dedi , bu da yorum gerektiriyordu, fakat bu kadar sıcak bir günde bu kadar yol yaptığım için çok yorgun olmam gerektiğini kastediyordu. Gözlerimi ku tsal tablonun ve yedi acının yedisinin de bulun­ duğu aynadan alıp döndüm ve doğrudan yüzüne baktım. Tam boy görüntüsünün etkisi çok daha laikti, çok daha dünyevi , havlunun altındaki bikini yüzünden; göbeğin tamamen açık olduğu Akdeniz tarzı rezil yüzme mayolarından. Biraz geri çekilip mayoya baktım, onu terastan telefona çağırdığımda basa makları çıkarken neden fark etmemiştim acaba ? "Neyin var senin?" dedi. Ona beni şaşkınlığa uğrattığını söyleme­ dim, kızların tıp öğrencilerini cezbedip onlarla evlenmek için başvur­ dukları yöntemlerden birinin bu olup olmadığını da sormadım, onun yerine o Meryem Ana görünümüne neden olan konuya döndüm . " S u toplamış m ı ? " O ifade belirdi yine yüzünde , b i r ölçüde ama, ve o beni incelerken ona günümün nasıl geçtiğini anlattım: Ani yola koyuluşum, sonra karayolunun o güne dek birlikte yaşadığımız sıcaklardan çok daha kötü olan inanılmaz sıcaklığı ve üstü açık Riley'de kendimi güneşe karşı korumayışım. Ne gündü ama , hiçbir barda tek mola bile ver­ memiştim (kendimi böyle derken buldum) ; hiçbir yere sapmadan, soluk almadan, Bedevi çöllerinden Mekke'ye doğru ezici bir yürüyüş. Ve şimdi, M ekke'deydim. 45

"Biraz su toplamış ama yarına kadar geçer muhtemelen" dedi , beni yakından incelerken anlattıklarımı duymamış gibi. Sonra biraz geri çeki ldi ve burun delikleri ne olduğunu tam olarak çıkaramadığı bir koku almış gibi açılıp kapandı . "Akşam yemeği yediğinden emin misi n ? " diye sordu ve o za­ man kokuyu brendi olarak tanımladığını anladım; aynı şeyi bana anneannem yapmıştı , beni evin konforlarından yararlanmaya teşvik eden kadınca ilgi : Buzdolabından yiyecekler, manda pastırması, ne istersem , tabii gerçekten istediğim bir ya da muhtemelen i ki şey dışında. Brendiyi kokladım, biraz içtim ve ona bir kez daha , akşam ye­ meği yediğimi söyledim. "Ama hiç mola vermeden bunu nasıl başardın ? " "Bilmiyorum ," dedim, "sen b u kadar net bir biçimde dillendi­ rince , nasıl başarmış olabilirim bilmiyorum ." Brendiyi bir kez daha kokladım, bir yudum daha aldım ve ona bilmediğim çok şey ol duğunu söyledim . Bunlardan biri kadınların neden hep bu şekilde davrandıklarıydı, sürekli olarak birilerini yemeye zorlamaları ya da biriyle telefonda konuşmaları ya da gü­ neş yanıklarının üstüne merhem sürmeleri gibi . Ve kışın ceket giymeleri gibi. "Ev kadınları için bir okul vardır mu tlaka ," dedim , "ama senin gi tmene gerek yok." Kendimi daha iyi hissettim ve onun kendini daha kötü hissedip hissetmediğini anlamak için ona yandan baktım , fakat anlaşılmı­ yordu . Çok sakin ve düşünceli görünüyordu. Bir süre sonra bana yanıtını verdi . Hayli güzel bir yanıt. "Yok olun , su kabarcıkları. Patlayıp dağılın." " İyi fikir, ben yaparım." "Bir de, yemek yeme. İç." işte yine, diye geçirdim içimden , iki kez söyle ve altını çiz . iyi kadınların amblemi içki karşısında kapıldıkları bu kaygı olsa ge­ rekti - başkalarının içmesi karşısında. N edenini biliyorum. Çünkü alkol hakikati özgür bırakır ve kadınlar hakikati duymak istemezler. Hakikat onları korku tur. Sadece evde olmanın ne kadar güzel bir duygu olduğuna dair beylik laflar duymak isterler, bir araya gel­ menin ne kadar heyecan verici olduğuna dair, üstüne üstlük bir de düğün var, bir de lü tfen çeyiz sandığının içine bakabilir miyim, 46

Pandora'nın sevgili kutusuna yani? İstedikleri budur - kız kardeşim de onlardan aşağı kalmıyordu . Gerçekten genel, gerçekten hoş ve pis bir şey söylemeyi düşü­ nürken benden erken davranıp nereye oturtacağımı bilemediğim bir şey söyledi . "Ne yaptığın umurumda değil. Burada olduğun için sevinçliyim." Bunu gözlerime bakarak söyledi, sonra gözlerini indirdi. Söy­ lediği şeye rağmen sevinçli görünmüyord u , fakat üzgün de gö­ rünmüyordu. Yüzüne bir şeyler oluyordu ve izlemek çok ilginç­ ti. Meryem Ana ifadesi gitmişti, kaygı da gitmişti ve izlerken ne olduğunu hissedebiliyordum, benim gibi görünmeye başlıyordu yine , görü nmesi gerektiği gibi. Değişimi hissettim ve çok kararlı bir hareketle tamamlayışına tanık oldum; havlunun kenarını eliyle tutup boynundan çekti, bir an için yere doğru sarkıttıktan sonra bir fırtına birliği mensubunun yağmurluğuymuş gibi tek omzuna astı . Hareket olarak, isterseniz koreografi diyelim, büyük bir tarz ve kopuş içeriyordu . İzlerken kendimi yenilenmiş hissettim, biraz da sersemlemiş, ta ki bardağı elimden aldığını hissedip yarısını diktiğini görünceye kadar. Azımsanacak bir miktar değildi . "Elbette ki benim açgözlü konuğum olabilirsin" dedim. "Beni kapıya koyuncaya kadar içebilirsin." "Kulağa hoş geliyor" dedi , bana akşam yemeği yiyip yemediğimi sorduğunda kullandığı tondan tamamen farklı bir tonla. "İyi fikir" dedi ve tekrar içti, ilk seferki kadar değil ama , sonra bardağı bana iade etti, tam boşalmamıştı. Ama yakındı . "Nedir kulağa hoş gelen ? Beni kapıya koymak mı? " " Daha yeni geldin" dedi . "Hem geldiğin için sevinçli olduğumu söyledim." Çok derinden gelen ve boyun eğmişlik içeren bir biçimde iç geçirdi, çok içtendi, ardından , "Sen o kadar şeysin ki-" dedi ve durdu , sonra düşünerek konuşmaya devam etti . "O kadar olduğun gibisin ki, her zaman olduğun gibi . Hiç değişmiyorsun. Daha iyi birine dönüşmüyorsun, daha kötü birine de dönüşmüyorsun. Hadi gidip yüzelim, iyi ki geldin." Davetini dikkate almadan bardağı ona verdim. Dikebilirdi, fazla bir şey kalmamıştı zaten. "Sana bıraktım" dedi, bense ona başladığı işi bitirmesini söyle­ dim, eski aile kurallarımızdan biriydi; ben gidip biraz daha getire47

cektim, bir tane onun için, bir tane benim için, fakat o arada benim hiç değişmediğimi filan düşünmese iyi ederdi. " Daha kötü birine kolayca dönüşebiliyorum " dedim. " Dönüş­ meye başladım mı da durmuyorum . Değişmiş olabileceğim fikrine nereden vardın ? " Omzunda havlu v e b i r elinde bardağımla öylece durdu v e ben o kadim birliği hissettim , onu yüzme yarışında start yerinde tabanca­ nın patlamasını beklerken izlediğimde hisse ttiğim gibi neredeyse. Benim ayak parmaklarım üzerine havlu serilmiş sıçrama tahtasının kenarlarını kavrıyormuş gibi hissederdim ve o suya girdiğinde her seferinde karnıma bir şey olurdu, sonra kollarıma ve bacaklarıma da. Şimdi tek fark suya girmek üzere olmayışıydı, yanıtını bilmek istediğim bir soruyu yanıtlamak üzereydi ve ben kendimi verebile­ ceği yanıtları düşünürken buldum, kolay olanları, onlardan birine başvurmasını bekliyordum, herhangi birine, anlayabileceğim bir biçimde yaşayabildiğim tek hayat olan o dengeli yaşam tarzına ne olduğunu anlamamı sağlayacak bir şey, o kadar. Ağzını açıp bir şey söyledi, fakat onu yönlendirmeye çalıştığım yanıtlardan biri değildi. "O telefonda sesini duymak o kadar çılgınca ve harikuladeydi ki" dedi . " N e telefonu ? " diye sordum hemen ve bana şaşkınlıkla baktı, ama söyledi. " Telefo n kulübesinden ettiğin telefon. O kadar yakın bir şeyi hatırlayamıyor musu n? " "Tabii ki hatırlayabiliyorum" dedim . " Peki, n e dedim? " "Bilmiyorum ," dedi, "sesinin tınısıyla ilgili bir şeydi. İstediğim her şeyi dinleyebilecek olsam benim uydurup kaydedeceğim bir şeyin tekrarı gibi." "Bir şey söylemiş olmalıyım öyleyse . O kadar harikulade olan neydi? " "Hiçbir şey. Senin tutuk konuşma tarzın sadece ." "Tu tuk dilsiz demektir. Babamız bize bunu beş yaşımızdayken söylemişti." "Biliyorum. Konuşma biçimin işte. Kulağıma o kadar hoş geldi ki." Bardağında kalanı dikti ve boş bardağa bakarak sonunda bir an­ lam içeren bir şey söyledi. " Kulağıma sahici geldi ." 48

Ben daha iyi dillendiremezdim, oysa belagatli olan bendim sö­ zümona. Onu kutsadım, zımnen, kullandığı sözcük için, çünkü artık onu telaffuz ettiğine göre nihayet burada olduğuma, havlu­ larıyla, musluklarıyla ve duş perdesiyle fayans döşeli bu küçük banyonun gerçek olduğuna inanmaya başlayabilirdim. Beş dakika önce perdenin arkasındaydım, gizleniyordum, tek başıma , yersiz, sıvıya dönüşüp tören boruları çalınmadan giderden akıp gitseydim yadırgamayacağım kadar tanımsız. Ama akıp gitmemiştim ve şimdi hiçbir şey tuhaf gelmiyordu; açıktaydım artık, ikimiz de açıktaydık, yüz yüze , sadece kim olduğumuzu değil , ötekinin de kim olduğunu bilerek - şu bildik öteki işte ; biri telefon dinleyen sözünü kullanmış olsaydı neden söz ettiğini anlamazdım, çünkü o sahici değildi , buysa sahiciydi. "Hala yüzmek istiyor musu n ? " dedim . "Ne yapacağımızın pek önemi yok" dedi . "Senin fikrini daha çok sevdim." "Hangisini ? " "İkim ize d e birer bardak brendi koyup içmek v e konuşmaya devam e tmek." "Burada mı?" dedim, hayır dedi, daha hoş bir yerde, içeride, anneannem ve babamla birlikte . "Konuşmak derken aklından b u m u geçiyordu? " dedim. "Tezimi mi duymak istiyorsun ? " "İsterim." "Ben istemem . Hiç istemem, onun için çeneni kapa ." " Konuyu ben açmadım. Sen açtın." "Evet, anlatayım o zaman. Elli yedinci sayfadayım. Bu mayoyu nereden satın aldın?" "Yüzücü mayosu. Etiketinde öyle yazıyordu." "Babamız yüzme mayosu yerine yüzücü mayosu dememizden hoşlanmaz, bunu biliyorsun . " "Tartışm ıyorum. Sadece etiketin üzerinde ne yazdığını söyle­ dim." "Pekala, babamıza söyleme ama." Bu eski ev tarzı sohbeti sürdürdük, sırf havasına girmek için, ama benim gözüm mayosundaydı, adalardan bir deniz mayosu; kendimi giderek fazla giyinik ve karaya bağlı hissetmeye başladım, bir kumsal partisinde birinin annesinin ablası gibi . 49

Geri dönülemez bir şekilde değil ama. Bluzumun düğmelerini çözerken bir yandan benim de bir yerde bir bikinim olması ge­ rektiğini düşü nüyordum . Berkeley'deki dolabın alt çekmecesinde muhtemelen, çünkü bavula koyduğumu hatırlamıyordum . "Bu benim mayom mu ? " diye sordum. "Senin mayon mu? Senin mayona benziyor mu ? " "Evet, benziyor, biraz. Yandan ipli siyah-kahverengi bikinimi hatırlıyor musun?" "Bak," dedi j ude, "bu kahverengi-lacivert bir kere , bunlar da ip değil. Ayrıca daha geçen hafta satın aldım ." "N ereden? " "Saks'tan." "Saks'tan mı ? " "Saks'tan . Senin siyah-kahverengi bikinini Conchita ü ç yıl önce toz bezi olarak kullanıyordu ." "Öyle mi? Beni bağışla öyleyse. Bu bana ait olamaz." "Haklısın" dedi jude. "Olamaz." Omzunda havluyla orada durup bana güzel bir ifadeyle baktı , gözleri kısık, dişleri bembeyaz, çok taze ve hoşnut. "Ama ödünç almak istersen onur duyarım" dedi . Bluzumu çıkarıp omzumun üstüne astım ve kapının kulpuna uzandım. "Birilerinin eski sırılsıklam mayosunu ödünç olmak isteyeceğimi nereden çıkardın ? " dedim. "Eski toz bezlerinin arasına bakarsam bundan iyisini bulurum muhtemelen." Kapıyı açtım ve holü geçip odamıza girdim, o da beni izledi . judith'in eşyaları her yerdeydi, benim yatağımın üzerindeyse sadece benim eşyalarım vardı: Bavulum ve çantam ve içinde elbise­ min bulunduğu kahverengi-beyaz çizgili kutu . Şaşılacak şeydi ama anneannem kutuyu açmamıştı, o anda benim içimden de ku tuyu açıp nedime kıyafe timi konuşmak gelmiyordu. Doğru elbiseyi bul­ muştum, zamanı geldiğinde içinde güzel görüneceğimi biliyordum, çok yakındı ama o zamana kadar bü tün bunları zihnimden uzak tutmak istiyordum. Kutuyu alıp yatağın altına kaydırdım. "Ne var o kutuda?" diye sordu judith . Oakland'da satın aldığım şeyler olduğunu söyledim : Çiftlikte giymek için birkaç tişört, bir şort, bir çift espadril; yerden tasarru f etmek için hepsini bir kutuya koydurmuştum ama şimdi açmak istemiyordum, gerekli olmayan 50

hiçbir şey yapmak istemiyordum. Bavulumu açarken espadril gibi bir sözcüğün aklıma nasıl geldiğini düşündüm, bir anda bu kadar belirli bir şey. j udith yatağına oturmuş, bavulumu boşaltmamı seyrediyordu. Fazla bir şey getirmemiştim, üç etek, üç dört bluz, birkaç şort , bir eşofman üstü ve bir çift spor ayakkabı . Spor ayakkabıları elimde tutmuş nereye koyacağımı düşünüyordum . "Şunları atsan iyi edersin" dedi j udith, neredeyse bir soruyu yanıtlar gibi. "Ayakkabılarımı atmak mı ? " dedim. "Nasıl savurganca bir ko­ nuşma tarzı bu ? " " Ü ç yıl önce bitmişler zaten. Dilleri bile kalmamış. Baksana şunlara." Baktım . "Ben baktığımda gerçek bir tarz görüyorum , en azından tarz edinmeye başlıyorlar." "Nasıl görünmek istiyorsun? Bir tür yalvaç gibi falan mı ? " Sevdim o sözcüğü. Çok daha kötü sözcükler kullanıp, söylemek istediğini bu kadar sinsice ifade edemeyebilirdi. Yatağıma, karşısına o turdum ve ona nasıl o lduğunu izah e tmeye koyuldum. Yalvaç olsaydım izleyenim olmazdı , çünkü benim cemaatim bütün ırkla­ ra açık olurdu . Ben Varoluşçu-Zen-Marksist'tim , Freud dalından. Ayrımından daha doğrusu . Kesilmesi kolay bir dal değildi. "Öyledir eminim" dedi. Yatağından uzanarak ayakkabının tekini elimden aldı ve elini içine soku p yokladı, dili arıyordu sanıyorum , fakat yoktu . Haklıydı . İ çe falan kaçmamıştı, yoktu. "Senin ait olduğun daldan gelen Zen-Marksist-Varoluşçular neye inanırlar? " dedi ve ayakkabıyı bana fırlattı . Bizim neye inandığımızı benim söylememin adil olmayacağını söyledim, çünkü o dalda sa­ dece ben vardım , fakat kendi adıma konuşursam, bir yalvaç olarak yani, bunu sap tamak pek zor olmasa gerekti. "Biz ana inanırız" dedim. "Şimdiye , buraya ve içinde olabile­ ceklere." Gözlerini kısıp bana karşıdan mesafeli bir bakış attı , hemen devam ettim. " Fakat bu bir kesim. Diğer kesim , Zen kesimi, onlar karakterin ya da tarzın zor yöntemle , ağır yöntemle edinilebileceğine inanırlar." Açıklayıcı örnek olarak ayakkabılardan birini kaldırdım. 51

" Demek istediğim şu ki, bu aşamaya ulaşmak zaman alır. Her şey şimdi ve burada, ama her zaman öyle değildi . Evrilmesi gerekti. Beni dinliyor musu n? " "Sen bilirsin," dedi, "ben yine d e bunları atıp espadril aşamasına evrilmeni öneririm ." Ya tağın altındaki kutuyu hatırlayıncaya kadar az kalsın ona espadrilin ne anlama geldiğini soracaktım . Bavulda boşaltılacak hiçbir şey yoktu neredeyse . Aslında makyaj kutusu işlevi gören küçük valizi alıp komodinin üstüne koydum ve tarağımı, fırçamı , diş fırçamı, ruj umu ve iki kitabımla kimonomu çıkardıktan sonra ya tağa dönüp bluzumu ve ayakkabılarımı aldım , onları da dolabın bana ait tarafına koydum. Odamızın bir duvarı, kapıları sürmeli dolaplarla kaplı. Benim tarafım bütünüyle boş değildi ama içinde­ kiler bana aitti, Berkeley'de ihtiyaç duymayacağım şeyler daha çok: Eski bir denizci yakalı bluz, deriden bir rüzgarlık, birkaç Levi's ko t ve yedinci sınıftayken giydiğim büzgülü bir elbise. Tüm zamanların en sevdiğim elbisesiydi ve bir süre bu elbiseye baktım, yaşadığım sürece asla a t mayacağım ı bir kez daha bilmeme yetecek kadar, sonra ayakkabıları siyah kovboy çizmelerimin yanına bıraktım ve her şeyi kenara ittikten sonra dolabın arka tarafına baktım. Bir tenis raketi, camı kırık bir şnorkel ve yanındaki çengele asılı, orada olmasını u mduğum bir şeyin solmuş örneği vardı - liseden kalma tek parça mayom. Çıkarıp baktım, sonra soyunup içine girdim ve kapıdaki boy aynasında kendimi seyrettim . Sağ bacağın üzerinde Putnam yüzme takımının amblemi hala duruyordu , rengi hariku­ ladeydi, yıllarca klorlu suda ve kavurucu güneşte kalmış olmanın sonucunda oluşmuş bir tür mavi-gri-yeşil karışımı. "Bunun bir zamanlar lacivert olduğuna inanabiliyor musu n ? " dedim ve judith buna inanmanın o mayonun bir zamanlar bana ait olduğuna inanmak kadar zor olmadığını söyledi. "Nesi var? İyi durmuyor mu ? " "Sarkıyor." " Neresi sarkıyor? " "Her yeri. Çıkar şunu, giyme ." Aynanın karşısında , yüzme yarışında havuza atlamak üzerey­ mişim gibi poz verdim ve " N eden ? " diye sordum. "Nedenini göremiyor musun ? Bu mayo dağılmak üzere ve-" "Ve ne? " 52

Cevap vermeden önce bir süre bekledi , "Ve sen de öylesin" dedi. Eşyalarımı yerden topladım ve bir süre sessiz kaldım , sonunda sessizliği onun bozması gerekti. "Nasıl bu kadar inceldin? " "Gerçekten bilmek istiyorsan," dedim, eşyalarımı asarken uzun bir ara vererek, "sen beni terk ettikten sonra yemek yemeyi bıraktım." İç geçirdi. Duydum. Bir süre sonra , '/\rtık eve döndüğüne göre tekrar başlasan iyi edersin " dedi. '/\ma sen dönmedin" dedim. Ayakkabılardan birini alıp bağcığını çıkardım. Çok sessizdi odamız, dışarıdan gelen sesleri duyabili­ yordum - kurbağalar ve çekirgeler, karışık yaz korosu , fakat içerisi giderek sessizleşiyordu sanki. Sessizliği bozan ben olmak istemedim. Bağcığı ya tağıma götürdüm ve elimden sarkarken yatağa oturdum. Sonra bağcığı judith'e verdim ve ayağa kalkıp onun yatağına , yanı­ na oturdum , sırtım ona dönük. Ondan herhangi bir şey yapmasını istemedim , fakat aklımdan neyin geçtiğini bildiğini düşünüyordum, en azından ikiyle ikiyi toplayıp bağcıkla yüzücü mayomun arka kısmını kürek kemiklerimin üzerinden bağlayabilirdi . Lisedeyken keşfettiğimiz eski bir yöntemdi: Omuz bağlarını arkadan bağla ki omuzlarından düşüp kollarının hareketini engellemesin . " N e yapmak istiyorsun , benimle yarışmak mı? " dedi judith. Bağların sırtımda birleşmekte olduğunu hissedebiliyordum , daha da dik oturdum. "Bir kaplumbağayla bile yarışamam" dedim. "Sadece mayonun düşmesini engeller diye düşündüm." Kalkıp kendi yatağıma gittim ve devam ettim. "Çünkü şimdi yüzmeye gitmek istiyorum . Anneannem yatıncaya kadar beklemek istemiyorum, hem o havuzda çıplak yüzülmesinden hazzetmez." judith başıyla onayladı , aynı anda kapı hafifçe tırmalandı ve anneannem içeri girdi, çok sevimli ve cilveliydi, bu kadar uzun zamandır ne fısıldaştığımızı bilmek istiyordu . "Didişiyoruz," dedi m , " fısıldaşmıyoruz." Fakat sözcüğü hiç dikkate almadan, en sevdiği tarzla en sevdiği mo tiflerden birine başvurdu : Bu kadar zaman sonra ikimizi burada birlikte görmek çok güzeldi; ne kadar olmuştu? " Dokuz ay" dedim hiç beklemeden ve anneannem j u dith Berkeley'den ayrılalı dokuz ay geçtiğini söyledi, birlikte evde bu­ lunmayalı çok daha uzun zaman olmuştu . 53

"En fazla on iki buçuk ay" dedim aynı tarzda - doğru bilgi , güvenilir bir biçimde ifade edilmiş . Ardından durup bir sonraki soruyu bekledim. Ve geldi. " Elbisen nerede canım?" "Kaldırdım," dedim, "güvelerin ulaşamayacağı bir yere." Fakat beni neyin beklediğini biliyordum; ku tuyu açacak, elbiseyi göstere­ cek ve büyük olasılıkla giymek zorunda kalacaktım , ayakkabılarla birlikte ; saçımı tarayıp küpe takmam bile gerekebilirdi, anneanne­ min aksesuar sınıfına dahil ettiği birkaç şey daha belki . Uygundu aslında ama aksesuar sözcüğünden hep nefret etmişimdir, ayrıca prova izlenimi uyandıran şeylerden hiç hazzetmem. İlk ve son defaya inanırım, ayrıca havuza gidip yüzmeye hazırdım. "Yarına ne dersi n ? " dedim, ama bana veresiye hesabını kul­ landırarak yaptığı cömertlikten sonra anneanneme bunu yapama­ yacağımı biliyordum . Bu kadar açıkça istekli, bu kadar merak ve beklenti dolu başka birine de yapamazdım. "Elbette, neden olmasın ? " dedim , tekrar sormasına fırsat ver­ meden. İki ya tağın arasında dizlerimin üstüne çöküp elimi yatağın altına soktum. "Bulabildiğin en iyi mayo bu mu Cassie ? " dedi anneannem yukarıdan. "Bunun nesi var?" dedim, el yordamıyla ku tuyu ararken . "Bunun arkasında kaçı klar var sanki ? " "Kaçıklar mı? " "Kaçıklar" dedi tekrar ve o zaman n e demek istediğini anladım. Naylon bir mayonun bir yerinden ip kop tuğunda çözülür ve aynı çoraptaki gibi kaçık oluşur. Sıklıkla . "Dantel olduğunu düşün" dedim ve kutuya erişip yatağın altından çıkardım. "O kutuda tişörtler ve espadriller var" dedi j udith. "Öyle mi? Şu işe bak." "Az önce bana öyle dedin." "Yanılmış olabilirim" dedim . "Emin olmanın tek yolu açıp bak­ mak." Başparmağımın tırnağını bandın altına sokup kapağı tek taraftan açtım ve geriye katladım. içinde yığınla pelür kağıdı vardı, buruş­ turulup sistematik bir biçimde kenarlara sokulmuştu , üzerinde de çok hoş pembe bir irsaliye duruyordu. Irsaliyeyi aldım, katladım ve 54

kutunun kenarına , gözden uzağa soktum çünkü elbise hakkındaki fikirlerinin fiyatından etkilenmesini istemiyordum. Sonra mührü kırıp kağıdı açtım. Elbise sessizce orada duruyordu, beyaz kağıt üzerinde göze batmayan bi r biçimde beyaz, son derece zarif ve stil sahibi. Yedinci sınıftan beri sahip olduğum en güzel elbiseydi. judith'in ıslık çalmasını ve anneannemin cıvıldamasını bekliyor­ dum galiba, fakat ikisinden de ses çıkmadı . Elbiseyi omuzlarından tu tup kutudan çıkardım ve onlara bunun kutuda kendini pek belli etmeyen elbiselerden olduğunu söyledim. Ya da askılığa asılıyken. Önemli olan insanın üstünde nasıl durduğuydu. Ve işçiliği . "Şu siyah pli örneğin" dedim . Elbiseyi çevirip anneanneme pliyi üstten ve alttan tu tan harikulade terzi teyellerini gösterdim. Anneannem baktı ama bir şey demedi. "Saf ipekten," dedim, "ağırlığını hisset . Çatırdıyor." Kendimi ikna olmamış bir müşteriye satış yapmaya çalışan tezgahtar gibi hissetmeye başlıyordu m. İki ikna olmamış müşteri . Gözlerimi elbiseden ayırdığımda ikisinin yorumlaması hayli güç bir biçimde birbirlerine baktıklarını gördüm. ikisinin bildiği bir espriyi paylaşıyormuş gibi. Paylaşıyorlardı tabii ki, fakat ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu . Çıkarabildiğim tek şey bende ya da yaptığım seçimde bir hata olduğuydu . "Beğenmediğiniz yeterince aşikar" dedim ve jude orada o turup önce elbiseye, sonra yüzünde şaşkın ve giderek daha da şaşkınlaşan bir ifadeyle -bir tür hayret ve dehşet karışımı- anneanneme baktı. "Ben beğenmediğimi söylemedim" dedi J udith, alçak ve vur­ gusuz bir sesle. "Bayıldım. Ben bu elbiseye seninkini görmeden önce bayılmıştım." Durdu ve şaşkın haliyle anneanneme bakıp, " Hadi anneanne, sen söyle" dedi. Anneannem şaşkın görünmüyordu . Yıllardır onu bu kadar he­ yecanlı görmemiştim. '�h Cassie, bu çok acayip," dedi, "ikiniz yıllarca birörnek giyin­ meyi reddettikten sonra ." Bir an için soluğum kesildi, sonra geri geldi. Anneannemiz acayip sözcüğünü genellikle insanı kahkahadan çatlatacak kadar eğlendirici şeyler için kullanır. Başkalarının gülmekten öleceksin dedikleri durumlar onun için acayiptir; neyin ne olduğunu net bir biçimde anlamıştım, neyi yanlış yaptığımı, büyü k hatamın nerede 55

olduğunu, buna bilinçli bir biçimde inanmadan ama. Her şeyin belirsizleşmesine izin verdim, sesi n , seslerin, ve arkadan ayak­ kabı bağcığıyla bağlanmış yüzücü mayomla orada oturup talihin bir insanın hayatında oynadığı rolü düşündüm, ya da iki insanın hayatında, ve bunun ne kadar az denetlenebilir bir şey olduğunu . Brendiyi düşündüm bir de. J ude'un, "Tanrıyı bu işe karıştırmayalım" dediğini duydum ve oturduğum yerde doğrulup ona neden söz ettiğini sordum . "Neredeydin sen ? " dedi jude, o n a burada olduğumu fakat din­ lemediğimi söyledim, o da bana , anneannemizin bunu Tanrı'nın bizim birörnek giyinmemizi istediğinin kanıtı olarak gördüğünü söyledi. Yirmi dört yıl boyunca benzer kıyafe tler giymemeye bu kadar özen gösterdikten sonra iki farklı kentte, birbirimizden ha­ bersiz, aynı elbiseyi seçmiş olmamız başka nasıl açıklanabilirdi? Hem de aynı düğün için. Anneannem şimdi benim yatağımın kenarında, jude'un kar­ şısında oturuyor, gerçekten muzaffer görünüyordu . Ve haklılığı kanıtlanmış gibi. " Tanrı biliyor, ben hep birörnek giyinmenizden yanaydım, Jane'in buna neden karşı çıktığını bir türlü anlayamadım . Jim'in de." "Sanıyorum ," dedim yavaş ve kesin bir tonla, dinlemesini sağ­ lamak için, "bizim birer birey olmamızı, birbirimizden bağımsız olmamızı istiyorlardı, kendimizle ilgili kafa karışıklığı yaşamayalım, başkalarının da kafasını karıştırmayalım diye ." "Doğru" dedi j udith , amin der gibi. "Bunu bana yüz kere falan izah ettiler" dedi anneannem, sonra iç geçirdi. "Size çok güzel kıyafetler satın alırdım, minik çoraplara ve külotlara varıncaya kadar tıpatıp aynı, ama bunu her yaptığımda beni onları iade e tmeye zorlarlardı." Anneannem bir kez daha iç geçirdi ve ben eski savaş yaramın sızladığını hisse ttim. Çok güzel bazı armağanlara veda e tmek zo­ runda kaldığımı ve J ude'la arkalarından ağladığımızı hala hatır­ lıyordum. Anneannem temanın varyasyonlarıyla devam ederken birbiri­ mize baktık - başladığı yerde bitirdi, birbirimizden habersiz aynı düğün elbisesini seçmiş olmamızın ne kadar acayip olduğuyla . İşte orada fazla ileri gitti. Benimki düğü n elbisesi değildi . Bi­ rinin düğününe giymek için satın aldığım bir elbiseydi sadece. 56

Ben elbiseden düğün elbisem diye söz etmiş olsaydım ironiyi iyice vurgulamış olacağım için bir sakıncası olmazdı, fakat bunu anne­ annemin söylemesi farklıydı. Kulağa uygunsuz geliyordu; oda bana çok küçük ve pelür kağıdı dolu gelmeye başladı . "Seninkini de bir görelim" dedim jude'a. "Belki sandığın kadar aynı değillerdir." "Saçmalama" dedi. "Görelim." Ayağa kalktı ve dolap kapısını yana kaydırıp asılı duran elbiseyi aldı. Tıpatıp aynıydı. Aynı imza . Kırk beden. Beyaz ipekten. Ağır­ lığını hisset, o karşı konulmaz ağırlığını. Başımı çevirdim ve ne gördüm dersiniz? Yatağımın üzerindeki kutunun üstüne serilmiş ötekini. Benim diye düşündüğüm - zarif sadeliği sayesinde, gelinin giyeceği kıyafetle dikkat çekici bir biçimde tezat oluşturacak elbise ; o arada gelinin kıyafetine fitilli korsenin, beyaz dua kitabının ve parmak ucu dantelinin de dahil olacağını umuyordum. Askıdaki beyaz bayrağı tutmakla olan judith'e baktım ve iki buçuk yıl aradan sonra sigara içmeye tekrar başlayacaksam ideal zamanın bu olduğunu düşündüm . Fakat yerimden kalkamadım. Anneannem hiç ara vermeden konuşuyor, daha önce çok daha az sözcükle ifade eniği şeyi şimdi farklı ve yeni biçimlerde dillen­ di riyordu - bu rastlantı olağanüstü ve şaşılası değil miydi? Yine de, başka bir yerden bakınca , hiç de şaşılası değildi; iyi niyetli sevgili annemizin ve babamızın , bütün bilgilerine ve teorilerine rağmen, bizi yanlış yöne sevk eniklerini kanıtlamıyor muydu sadece? Ona sert bir bakış altım , bunu muhtemelen annemize ve ba­ bamıza saygı olarak nitelendirdi çünkü konuşmayı kesti . Ve kes­ tiğinde sessizlik bü tün konuşmalardan daha rahatsız edici bir hal aldı . judith bikinisiyle dolaptaki askılığı tutuyordu ve ben yüzücü mayomla bütün o pelür kağıtlarının içinde oturuyordum , annean­ nemiz ise ikimizin arasında duruyordu , çok kırılgan ve güzeldi ve hiçbirimiz tek telime etmiyorduk. Sonra sigara içmeye yeniden başlamamaya karar verdim, onun yerine oturmaya devam edip o anda aklıma gelen bir şey söyledim. "Hatayı yapan sizlersiniz ," dedim , "ben değil." judith gerisin i duymak istediğinde takındığı temiz ve boş yüz ifadesiyle bana baktı . Ben de gerisini getirdim. 57

"Bu bir geline uygun bir elbise değil, bunun farkında değil misi­ niz? Üzgünüm ama gerçekten geline göre değil." Anneannemin bir şey söylemek üzere ağzını açmasını bekledim ve devam ettim. " Fazla sade lanet şey." Anneanneme baktım ve görmeyi beklediğim şeyi gördüm - ku t­ sal şeylere saygısızlık edildiğini duyduğunda yüzünde beliren şok ve gücenme ifadesi . jane'e yüz kez falan yönelttiğini gördüğüm bir bakıştı, kulaklarına inanamıyormuş gibi . "Gelinin süslenmesi gerektiğini bilmiyor musunuz ? " " Kim demiş ? " dedi jude. "Ben diyorum" dedim . "Bu bir kural . Kimse sıradan bir kıyafetle evlenmez . Kendi düğünün dışında hiçbir yere asla giyemeyeceğin bir kıyafet giyersin. Bir daha da asla giymezsin. İleride salak çocuklarına göstermek için paketleyip bir yere kaldırırsın." Çelişkiye fırsat tanımaya yetecek kadar uzun bekledim. "Benim için durum farklı . Ben bu elbiseyi tekrar, hatta sıklıkla giyebileceğimi düşünerek satın aldım - ya da anneannemin veresiye hesabına yazdırdım." "Ben de öyle" dedi Jude, pek hazzetmediğim bir neşeyle. " İyi de nereye ? " dedim. "Sen nereye gideceksin ki? " Yakışıksızdı, biliyorum, aşırıydı, fakat o anda elimden bu kadarı geldi ve oda aniden o kadar çok pelür kağıdıyla kaplandı ki kendimi hemen çıkıp uzaklaşmak zorunda hissettim. Elbiseyi -yanımda duranı- yarım yamalak katladım, üstüne pelür kağı tlarını koydum, kapağını kapattım , ku tuyu yatağın altına ilip hole çıktım ve kapıyı ardımdan kapattım. Salon sessizdi ve yerdeki halı çıplak ayaklarımın altında yumu­ şacıktı. Büyük pencerenin önüne gittim ve demiryolu traversleriyle arkalarındaki havuza baktım. Sonra geri dönüp piyanonun önünde durdum. jane ile babamın on dördüncü yaş gününde judith'e hediye ettikleri iki metre uzunluğunda bir Knabe. Benim de yaş günümdü tabii ki, ama bana at hediye e tmişlerdi, Dan adında doru bir at. İşte , diye geçirdim içimden, Dan öleli dört yıl oldu ama b u Knabe piyano hala burada ve her geçen yıl biraz daha zarif görünüyor. Piyanoyu tekmelemek geldi içimden, Dan'in anısına, fakat yalınayaktım , ayrıca babam benimle konuşmaya başlamıştı. Önünde bardağı ve tezgahın üzerinde açık bir kitapla barda oturuyordu . Bana ne yaptığımızı sordu. 58

"Mutlu düğün planları" dedim, iki basamağı çıkıp barda kar­ şısında durdum ve bana yeni bir içki koymasını rica ettim, çünkü son içkimi bir yerde unu tmuştum ve havuza giderken yanımda bir içki götürmek istiyordum. Bir bardak çıkardı ve biraz brendi koydu , baba dozu bu kez; o sodayı ararken ben şişenin kapağını açıp bardağa biraz brendi ekledim . Doğrulduğunda maalesef eklemeye devam ediyordum ve babam bana bir babadan beklenecek bir bakış attı. "Rüşdümü ispa t ettim ," dedim o bakışa cevaben , "ve düğün planlarını çok yorucu bulurum." "Ben de öyle," dedi babam, "dışında kaldığımda bile." Başımı salladım , sodayı ve buzu aldım, teşekkür ettim ve beni ararlarsa havuzda serinliyor olacağımı söyledim . Yemek odasının kapısından çıktım, kapıyı ardımdan kapattım ve Batı Los Angeles'tan gelen telefona bakması için j ude'un ayaklarını kuruladığım yerde bir an durdum . Üstünden ne kadar zaman geçmişti? Yarım saat belki , taş çatlasa kırk beş dakika, fakat dünyanın çökmesine yete­ cek kadar, dünyadan geriye çökecek ne kaldıysa. Basamaklardan aşağı indim , bahçeyi katettim ve diğer basamakları da inip terasa çıktım . Havuzun dip ışıkları hala yanıyordu ve saray mücevherleri gibi parıldayan güveler üzerinde küçük bir koni oluşturmuşlardı. İnsanlardan başka bir şey düşünmek için çaba sarf ediyordum, giysilerden ve düğünlerden başka , sonu nda kendimi yarasaları ve eskiden alacakaranlıkta havuzun üzerinde nasıl döndüklerini düşünürken buldum , ağırlıksız ve hızlı bir eğimle döner, bizi kor­ kuturlardı, çok değil ama. Yarasa gibi şeyleri her zaman kabulle­ nirdik; anneannemi korkuturlardı ama anneannem bizi onlardan korkmaya bir türlü ikna edememişti. Havuzun kenarında durdum ve o a nda bir yarasanın karşıdan gelip saçımın içine girmesini arzuladım , anneannem yarasaların bunu yaptıklarına inanır. Çok güzel olur, diye geçirdim içimden, sadece anneannemin haklılığını kanıtlayacağı için değil , gerçek, elle dokunulabilir, baş edilebilir bir şeyle karşılaşmak için de . Bir yarasam olsaydı ne yapardım bi­ liyordum : İki elim de boş olsun diye bardağı yere bırakır ve yarasa saçımın içine dalar, giderek dolanıp paniklerke n , onunla alçak, sakin bir sesle konuşur, gevşemesini ve bana güvenmesini , bana bir el vermesini, panikleyip beni ısırmamasını söyler ve göz açıp kapayıncaya kadar onu çekip çıkarırdım . Çok hassas çalışırdım , 59

kanatlarından birini kurtardıktan sonra güven verici bir biçimde pışpışlar, sonra öteki kanadın ı kurtarırdım ve yarasaya an itibariyle vaziyetin ne olduğunu söyledikten son ra saçımın tellerini tek tek ayırıp işlevini yi tirmiş küçük bacaklarını kurtarırdım , önce birini , sonra ötekini. Zaman alacaktı tabii ki, sabır gerektirecekti, fakat sonunda son saç teli de çözüldüğünde yarasa başımın üzerinde duracaktı , doğal olarak biraz çırpınır halde ve bitkin, fakat güvenli. Sonra ona saçımdan kurtulduğunu ve gitmekte özgür olduğunu söyleyecektim. Hemen gi tmeyecekti ama. Bir süre orada dinlenecek, belki de içinden insan saçının hiç de yarasaların sandığı kadar kötü bir yer olmadığını geçirecekti . Sonra bir kıpırdama hissedecektim ve havalanıp gitmiş olacaktı. İçkimden bir buçuk yudum aldım ve yerine başka ne koymaya çalışırsan çalış sonunda mu tlaka kendini insanları düşü nürken bulduğunu düşündüm. Bir kişilik ka tmadan bir yarasayı bile ta­ hayyül edemiyordum. Bu yüzden , inandığım üzere rastgele , bir kez daha denedim ve bu kez kendimi karadul örümceğini düşünürken buldum, anneannemizin ölümcül olduğunu söyleyip bizi sıklıkla uyardığı karadul örümceğini. Fakat onlar hiçbir zaman kimseyi ısırıp sorun çıkarmak istemezler. Dünyada tek istedikleri bir odun yığınının arasına ya da bir iskemlenin ahına güzel ve sağlam bir ağ kurmak, kocalarından kurtulmak ve huzur içinde yaşamaktır. işte yine insanlar. Ölçütü her zaman onlar saptar; ne kadar çapraşık ve kafa karıştırıcı olursa olsun bütün düşünce akışları onlara çıkar ve onları zorla bilincine yerleştirir. Bir bone arandım , doğal olarak bir bone bulunmasını bekleyece­ ğin masaların ve iskemlelerin üzerinde yoktu . Bone yoktu , oysa artık suya girmek istiyordum, suyun içine dalmak ve düşüncelerimi biraz da olsa değiştirip değiştirmeyeceğimi görmek istiyordum . Saçımdaki firketeleri çıkarıp masanın üstüne koydum , içkimden küçük bir yudum daha aldım ve gözlüğümü çıkardıktan sonra havuzun sonu­ na yürüdüm, uzak ucuna, tramplenin ve dip ışıklarının karşısına . Bizim havuzun sığ bir tarafı yok. Bir ucu bir seksen, öteki ucu iki kırk derinliğinde, suyun dolduğu yerdeyse iki yetmişe ulaşır. Biz böyle istedik. Biz Putnam Lisesi'nin yüzme takımındayken hav uzu bize a nneannem hediye etmişti. Belediye havuzlarına fazla güvenmezdi , hem böylece evdeyken de antrenman yapabilecektik. Yararı oldu sanıyoru m . j u dith'in evde de antrenman yapması ona 60

bir şapka dolusu madalya , iki kupa ve bir heykelcik kazandırdı en azından . Evde ya da başka bir yerde idman yapmaya hiçbir zaman istekli olmamama rağmen benim de sanırım bir şapka dolusu madalyam var. Ayak tabanlarımın havuzun kenarına temas ettiğini hissettim, sonra derin bir soluk alıp öne doğru fırladım, hiçbir şey düşün­ müyordum artık, su vardı sadece - kendi elementim. Su değişmez. Benim elementim olarak kalır. Saçımın arkamda esnek bir yunus gibi uçuşmakta olduğunu hissetti m , her teli ayrık. Su saç deri­ me, kulaklarıma ve gözlerime serin bir baskı uyguluyordu. Derine daldım, su oluğunun ağzında durdum, döndüm ve ışığa doğru süzüldüm - küçük sualtı ayı , pürüzsüz, parlak, güveler için baştan çıkarıcı . Ve benim için. Işığa vardığımda iki elimle dokundum , Olimpos (ülkem) adına hak talep ettim ve yüzeye çıkıp havuzun kenarına asıldım, yarış sonlarında c iğerlerimiz patlama noktasın­ dayken ve kalplerimiz gümbür gümbür atarken soluklanmak için böyle yapardık. Kimin kazandığına bakmak için başımızı kaldır­ madan önce bir saniye beklemek zorunda kalırdık. Başımı kaldırdığımda judith havuzun kenarında durmuş, bana yukarıdan bakıyordu . Elinde bardağı vardı. "Yüzeye hiç çıkmayacaksın sandım" dedi . Ona son anda verilmiş bir karar olduğunu söyledim, ama ne dediğimi anlamadı çünkü soluk soluğaydım. Başımı kollarımın arasına aldım yine. Çıkmak istiyordum artık, fakat j udith'ten bana bir el vermesini istemeden çıkabileceğime ihtimal veremiyordum, bu yüzden havuzun kenarında kendimi öne doğru ittim ve merdivene doğru süzülüp havuzdan çıktım . Çok yavaş ama. Ne kadar formsuz olduğumu idrak etmek beni korku tmuştu . Bir zamanlar havuzu suyun altından boydan boya beş kez gidip gelebiliyordum. "Hiç yüzeye çıkmadan kaç kez gidip gelebiliyorduk?" diye sordum. jude dört kez dedi ve bunu hala yapabildiğini ekledi. "Görmek ister misi n ? " "Hayır," dedim, "fakat önerdiğin için ç o k naziksin." Bana bir havlu uzattı . Yüzümü ve kol larımı kuruladıktan sonra bir tarak uzattı. "Islakken daha kolaydır" dedi , ona bone bulamadığımı, hiçbir şey bulamadığımı söyledim. Bütün hayatını geçirdiğin eve geli61

yorsun ve her şeyi değişmiş buluyorsun; biri içkini çalar, saçına yarasalar dalar, her şey karmakarışıktır. Döndü ve beni tarakla baş başa bıraktı, saçımı üstünkörü ta­ radıktan sonra tarağı terasın döşemesine fırlatıp havluyu başıma doladım. İki bardakla geri döndü ve birini bana uzattı. "Ne bu ? " "Seninki." " Nerede buldun?" "Masanın üzerinde." "Ver öyleyse. Başkalarının içkilerine dadanmak çok kö tü bir alışkanlık." Aynı tarzda bir karşılık bekledim. j ude sözünüze aynı tarzda yanı t vermekte hayli mahirdi, eskiden öyleydi en azından , fakat bana bardağı vermekle yetindi, sonra gidip tarağı aldı. "Saçını taramayı bir de benim denememi ister misin ? " diye sordu. İstiyordum, çok istiyordum, ama bunu söyleyemedim . " Fırçamız olsaydı çok daha kolay olurdu" dedim. Judith bar­ dağını masanın üstüne bıraktı ve hemen döneceğini söyleyerek eve doğru yü rüdü . On iki yaşlarımızdayken geçirdiği asi dönemi dışında hep böyle olmuştu - iş görmek için doğmuş. Bir şeye ihtiyaç duyduğumu dillendirdiğim anda o şeyin bulunduğu yerin yolunu yarılamış olurdu bile, akşam gazetesini getirmeye giden bir köpek gibi. Masaya gi ttim , bardağımı üstüne koydum , j udith'in bardağını aldım ve tadına baktım. Hayli sertti, onun için fazlasıyla sert bir doz , yine de benimkiyle aynı klasmanda değildi. Bardağını masaya koyup benimkinden biraz ekledim, adil olsu n , aynı zamanda da ile tişim kurmamızı kolaylaştırsın diye . Hani derler ya, yaklaşık olarak aynı kan şekeri düzeyinde . Onunla konuşmam gerekiyordu, onun da benimle konuşması gerekecekti ve düğün elbisesi meselesi etrafından kolaylıkla dolanabileceğimiz bir şey değildi. Bunu düşünmemeye çalıştım ama başka bir şey de düşü nemi­ yordum. Olmuştu bir kere . Gerçekti . Aynı elbiseyi seçmiştik ve bu konuda elimden bir şey gelmezdi, en buruk u tanca gark olmak dışında yani - bir yanma duygusu , ileride ülsere neden olacak, bir türlü geçmek bilmeyen ve asla unu tulmayacak ikinci dereceden bir u tanç. Her şeyden önce, gidip kendime bir elbise satın alma saçma­ lığına nasıl yakalanmıştım? Üstüne üstlük şaşkın ve kafeslenmiş müstakbel gelinin elbisesinin aynısını . 62

Garanti olsun diye gelinin bardağına içkimden biraz daha ek­ ledim, sonra banka oturdum ve sırtımı masaya dayayıp bekledim. Ay görünürde yoktu ama yıldızlar her yerdeydi, toplanmaya hazır. Onları adlarıyla bilirdik: Kraliçe Takımyıldızı , Arktürüs , Venüs . . . Kuğu Takımyıldızı'nı bulup durakların adlarını sayabilirdik. Yıldız­ ları iyi biliyorduk, babamız onları bize gök hari tasından öğretmişti. Bizim yıldızlarımız, örneğin, yere yakındı , öyle hatırlıyorum , nehir ya tağının karşı yakasında, orada bir yerde, muhtemelen bir ağaç tarafından engellenmiş. Onları göremiyordum a ma , bu yüzden bankın üzerine çıkıp baktım , sonra masanın üzerine çıktım ve bulunmaları gerektiğini bildiğim yere bakmaya devam ettim, ta ki yanlış mevsimde olduğumuzu hatırlayıncaya kadar. Bizim yıldızla­ rımız daha sonra belirirlerdi, okullar açıldıktan sonra , birbirlerin­ den ayrılmaz Castor ile Pollux. Yıl boyunca birlikte dururlar, fakat yazın Çin'e ya da öyle bir yere giderler. Birlikte tabii ki. Sonbaharda evlerine dönerler. "Ne yapıyorsun masanın üzerinde? " diye sordu kız kardeşim. Evden çıktığını duymamıştım. Dönüp aşağı baktığımda üstünde bikinisi ve elinde saç fırçasıyla orada duruyordu. "Özel bir şey yapmıyorum" dedim. "Saçını fırçalamak için masaya çıkacak değilim." "Çıkmaz mısın?" dedim, güvendiğim tek şeymiş gibi , fakat he­ men masadan inip banka oturdum . Jude da ayağa kalkıp masada arkama , sırtım ona dönük olacak şekilde oturdu ve fırçalamaya baş­ ladı. Bir zamanlar Jane'e ait olan, dişleri balina kemiğinden yapılmış fırçayı kullanıyordu. Önce kafa derimi yüzecek sandım, fakat çok etkili bir fırçaydı ve acı verici birkaç çekişten sonra saçıma işlemeye başladı, çektiğinde de pürüzsüz ve hoş bir biçimde geri geliyordu. Bağırmadığıma sevindim, çünkü şimdi bu sürebildiğince sürsün istiyordum - iki saat, üç hafta, sonsuza dek. Fırçala ve gelmekte olanı da fırçalamaya devam et. Bu balina kemiği muamelesi ne kadar sürdü , ne zaman kesildi, j udith fırçayı masaya koyup ne zaman yanımdaki banka o turdu, bilmiyorum . Artık yapmak zorundaydık sanıyo ru m , akla gelen soruları sormak zorundaydım : Düğün ne zaman? Nasıl biri? Ev tuttunuz mu? Ve bu doğal sorulara uygun yanıtları almam gere­ kiyordu. Ama bunu yapmadık. Bir süre sessizce oturduk, tam bir sessizlik. Kurbağalar sessiz değildi , cırcırböcekleri de öyle , ama 63

biz sessizdik. Zamanında çok fazla birlikte oturmuşluğumuz vardı, şimdi yine öyleydi. On bir yaşında olabilirdik, ya da yedi, ardımızda evimiz ve al tımızda nehir yatağıyla, her şeyin kendiyle bütünleştiği ortamda son derece huzurlu. Olması gerektiği gibiydi, kaygılanma­ ya son verip j udith'e bunu mümkün kıldığı için nihayet minnet duydum. Bunu nasıl yapmıştı? Ben eve bir yabancı gibi dönmeyi ve yerleşik istilacılarla karşılaşmayı beklerken yalnız kalabilmemizi nasıl mümkün kılmıştı? Ona teşekkür etmek istedim , fakat doğru çıkmayabilirdi , bu yüzden denemedim, gevşeyip içkimden uzun bir yudum almakla yetindim ve on bir ve yedi ve on üç yaşıma döndüm - birlikte gir­ diğimiz bütün yaşlara . Yirmi dört yaşına geli nceye kadar pek çok gün görmüştük ve şimdi burada oturuyor ve kendimi iki kere yirmi dört gibi hissediyordum , ki kırk sekiz yapar - sorumluluklarla yüzleştiğimiz, yürümeyi ve konuşmayı ve okumayı ve yazmayı, düğmelerimizi iliklemeyi ve çözmeyi , havalanmayı, araba sürmeyi , dalmayı , yüzmeyi , yargılamayı , alay etmeyi ve kaygılanmayı öğ­ rendiğimiz iki kere yirmi dört yıl. Dünyanın bahşettiği öğrenme armağanı. "'İncelenmemiş hayat yaşanmaya değmez' diyen kimdi ? " dedim nedensiz yere . "Babam tabii ki, başka ki m olacak? " dedi jude, o çok aşina olduğum ve hayatımın en kötü dokuz ayı boyunca çok özlediğim rahat tarzıyla . Yüksek sesle iç geçirmiş olmalıyım, sonra bardağımı buldum. "Bu kadar dert etme" dedi jude. " Lanet olası elbise sorununa bir çözüm buluruz." Ardından "Elbiseler" diye düzeltti. Demek bütün bu gidip almalar, getirm eler ve fırçalamalar, ken­ dimi öyle ya da böyle hiçbir şey hissetmemeye ikna ettiğim şeyle ilgili olarak bana kendimi daha iyi hissettirmek içindi sadece. So­ luğumu tuttum, kalbimin gümbürdediğin i hissettim. judith kolunu omzuma koydu ve konuşmaya devam etti , bir yolunu bulacaktık , kaygılanmaya gerek yoktu , bunu hiç kafama takmamalıydım, o kadar tuhaf ve ürkütücü bir rastlantı sayılmazdı; farklı kentlerde de olsa ikimiz de aynı mağazadan alışveriş yapıyorduk; ikimiz de hayli seçiciydik ve beğenimiz sade olandan yan aydı . Klasik bir elbiseyi görür görmez tanırdık. jane de aynı elbiseyi seçerdi muhtemelen. Aynı seçeneklerle sınırlandırılmış olsalardı Bouvier kız kardeşler, Althea Gibson ve Windsor Düşesi de. 64

Bu mi nvalde devam etti , içtenlikle. Bunda, birbirimize çok bağlı olduğumuza , çift başlı tek bir insan olduğumuza, bir zamanlar me­ rak edip kaygılandığımız ve bazen gizli bir heyecan duyduğumuz bü tün o şeylere dair hiçbir işaret yoktu , öyle dedi. Daha sakin olsaydı, bu kadar ciddi ve korkmuş görünmeseydi ben de daha kabullenici olabil i rdim belki. Fakat öyle değildi ve ben kendimi kurban gibi hissetmeye başladım , sudan biraz geç çıkarılmış fakat cankurtaranın hayata döndürmek için her şeyi yapacağı biriydim ve yetkililerden biri gelip resmi duyuruyu yapın­ caya kadar suni teneffüs yapmaya ve kalbimi pompalamaya devam edecek, benden umudunu kesmeyecekti . Fakat kimse gelmiyordu ve jude duramıyordu. Bana sarılmaya devam ediyor ve konuşmayı, sözlerini tekrar etmeyi sürdürüyor, bunun hiçbir öneminin olma­ dığını söylüyordu . İki elbiseyi alıp birini boya tabilir ve ikisini de kullanabilirdim. O da yarın anneannemle birlikte Putnam'e gidecek ve benim de yatak odasında dediğim gibi daha geleneksel , daha düğün elbisesini andıran bir elbise sa tın alacaktı . İrkildim ve elini aniden ve hızlı bir hareketle omzumdan çektim. Gelinin tekiyle oturup durmadan düğün elbisesinden konuşmasını dinleyecek değildim . "Bunu yapar mısı n ? " dedi, yalvararak. "Satın aldığın elbiseyi giyer misi n ? İzin ver ben başka bir elbise satın alayım, ama sen onu giy, bunu yapar mısın lütfen, benim için ? " Dönüp ona baktım. Kalbim kel imen in tam anlamıyla gümbür­ düyordu ve gözlerim alev almıştı sanki . Elimde bardağım vardı, dörtte üçü dolu. "Senin için m i ? " dedim . " Se n de kimsi n ? " Ve bardağımdaki bre ndiyi tek dikişte yuvarladıktan sonra bardağı var gücümle bi­ zimle havuz arasındaki terasın döşemesine fırlattı m . Tuzla buz oldu ve parçalardan birinin bacağıma isabet ettiğini hissettim. "Tanrım," dedi J ude, "bunu yapmak zorunda mıydın? " Bunu Tanrı'ya söylemişti , bana değil ; fakat birkaç saniye sonra sadece bana söyledi : "Neden böyle bir şey yaptın ? " "Neden nasıl bir şey yaptım ? " dedim . "Bardağı terasa neden m i fırlattım? " Verecek b i r yanıt bulamıyordum, ama kendimi gayet cüretkar bir yanıt verirken buldum : "Belki oraya gidip bir kefaret dansı yaparsın diye düşündüm, güzel ve kabileye ait bir şey, Çar­ liston gibi örneği n , hazır yal ınayakken." 65

Hızlı bir soluk aldığını duydum ve hassas bir sinire dokundu­ ğumu anladım, dokunulması gereken yere . Fakat kendimi de vur­ muştum ve fazla bir rahatlama hissettiğim söylenemezdi . Kendimi yorgun hissediyordum sadece, çok yorgun , bardağı neden yere çaldığımı ya da neden öfkelendiğimi ya da söylediklerimin aklıma nereden geldiğini düşünemeyecek kadar yorgun. Sonra hatırladım: O beyaz kapan olmuştu beni hazırlıksız yakalayan, o saf ipekten bubi tuzağı . Bankın kımıldadığını hisse ttim ve judith'in kalktığını gördüm. " Nereye gidiyorsun?" "Süpü rge getirmeye." "Yapma . Ben hallederim." "Ne zaman? " "Bana n e zaman gibi şeyler sorma . Daha birinin karısı olmadan, olmuş gibi konuşma. Otur." "Tanrım" dediğini duydum yine . Kendi kendine bu kez, çok mahrem. Fakat oturdu ve hemen başladım, çünkü kalkıp gitme­ sinden ve bütün suçu ait olduğu yere , elbiseye yüklemesinden korkuyordum. "Kendi elbisemle ilgili olarak ne yapmayı düşünüyorum biliyor musun?" dedim. Bacağımdan aşağı örümcek gibi bir şeyin yürüdüğünü hissettim ama kanayıp kanamadığına bakmadım. Örümcek de olabilirdi. "Galiba anneannemin sürfile makasını alıp küçük parçalara ayıracağım. Çok küçük parçalara değil ama , çok büyük de değil, serpme boyu tunda parçalar." Kendi kendine konuşurken kullandığı o sesi tekrar duydum , Ah Tanrım . "Sonra onları buradan nehir yatağının ö teki ucuna kadar ser­ peceğim." "Cassie, lü tfen yapma. Konuşma ." "Neden? Bir elbise için yasadışı olmazdı değil mi, jane'in külleri için olduğunun aksine? Bir süre sonra nehrin yatağı yaprak yerine elbise parçalarıyla kaplanacak. Yasadışı da ol mayacak." "Bunu düşünme. Külleri serpilmiş ya da serpilmemiş, Jane bunu umursamazdı. Onun tek istediği yaşamaktı ." "Biliyorum" dedim ama başka bir şey söyleyemedim, çünkü aniden yapamadım, her şey üzerime yığıldı , şimdiki zaman geçmişe 66

kancalanmış - düğün, elbise, usturuplu anneannemiz, muhalif an­ nemiz , mesleğini bırakmış babamız, sonra biz , ikimiz; sonra ben , yalnız , h i ç Jane gibi değil, yaşamayı h i ç istemeyerek. Üstüme yığıldı her şey, J u dith'in de bildiğini d üşü nüyorum . Kolu oradaydı yine e n azından , bana ağlamamamı söyleyen yu­ muşak sesi de: Kendini kötü hissetme, Jane'i düşünme, gevşe ve kendini evinde hisset, eve döndük. Yapabilirsem onu lütfen bağış­ lamamı söyledi . Dene lütfen. Derin bir soluk alıp onu ne için bağışlamamı istediğini sordum ve bunu söylememle onun da ağlamaya başlaması bir oldu . Gözyaş­ larını alnımda hissettim ve gözyaşı olduklarından emin olduğumda başımı kaldırıp onu öptü m , çenesinden sanıyorum ya da kulak­ memesinden, rastgele, fakat beni ifade etti , ondan sonra ağlamayı kesmek için çaba sarf etmedik, bırak sel kabarsın dininceye kadar, biz yoruluncaya kadar. Fakat tekrar bir araya getirilinceye kadar. İyileşinceye kadar. Ay belirmişti, çürük bir portakalı andıran biçimsiz bir uykucu ; terasın döşemesindeki kırık cam parçaları ışığı çok güzel yansıtı­ yordu . Konuklardan birinin kolyesi kopmuş olmalıydı - her yerde elmaslar. "Ben gidip süpürgeyi ge tireyim" dedim. "Boş ver. Yarın hallederiz. Al." Bardağını uzattı , yarısına kadar doluydu . "Hayır, sen iç," dedim, "senin." "Neyin kime ait olduğu kimin umurunda? " dedi. "Bana yar­ dım et." O zaman aldım tabii ki, nezakete n . İ htiyacım yoktu aslında, Tanrı biliyor. Dokunmak bile istemiyordum , ama içerken judith'in beni merakla izlemekte olduğunu gördüm , biraz da gururla gibi geldi bana. Birinin küçük kız kardeşi gibi . "Sen her zaman h e r şeye benden fazla ihtiyaç duydun" dedi. "Öyle değil mi ? " Ona fazla bir şeye ihtiyaç duymadığımı söylemek istedim . Temel birkaç şey sadece - bir şeye inanmak ve bir tür konum duygusu , fakat söylemedim. Söylemedim çünkü ona bakarken , bir kez daha , o gün öğleden sonra bardaki şişelerin arasından gördüğüm yüzü görüyordum; dikkatle bakıp kim olduğunu ve bana neden o şekilde , bana aitmiş gibi baktığını anladığımda beni korkutan yüzü . 67

Ona uzun süre baktıktan sonra , "Neredeydin ? " diye sordu­ ğumda soru yanıtı da içeriyordu, çünkü her nereye gitmiş ve her ne kadar kalmışsa, nihayet dönmüş olduğundan emin olmasaydım sormazdım . Çok uzağa gitmişti. Çok uzun kalmıştı. Beni son bir kez görmek zorunda olmasaydı dönmezdi. Ben de onu görmek için -kızların kullandığı tabirle- deli olmasaydım gelmezdim. Ölüyor olmasaydım hatta. "Ne pahasına olursa olsun," dedim sonunda , "ve muh temelen söylememesi gereken biri olarak - seni hala seviyorum ." Tan tana yapmadan, öylesine söyleyivermeye ve yan cümlecikle­ rin arasına gizlemeye çalışmıştım, ama oradaydı işte , kabul edilmiş ve dillendirilmişti; söyledikten sonra ona bakmayı bıraktım ve ba­ şımı çevirip yere baktım, yıldızlara baktım, nereye olursa . Bir yanıt beklemiyordum ama sonunda bir yanıt geldi. Tereddüt dolu bir iç geçirmeyle başladı ve benim sesimden biraz daha fazla çınlayan, daha doğrudan bir sese dönüştü . "Ben de seni seviyorum," dedi ses , "kahretsin ." Güveler ışık konisinin içinde çıldırmışlardı. Kalktım , kırık cam parçalarının etrafından dolanıp havuzun dip ışıklarını söndüren şalteri indirdim. Hiçbir havuzun iki aya birden ihtiyacı yoktur. İçeri girip babamıza ve anneannemize iyi geceler dileme zamanı gelmişti.

68

3

Sabah kendini çiftlikte Berkeley'den çok daha erken hissettiriyordu , kuşlar yüzünden sanıyorum. Yatak odamızın hemen dışındaki ağaç­ ta sekiz kuş yuvası saydım . Yaprakların döküldüğü kış aylarında onları görmek çok daha kolay - saymakta olan göze açık eski birer fırlatma rampası , fakat yaz aylarında göremezsin onları, duyarsın sadece, erkenden ve coşkulu. Ayrıca yatak odamız evin doğu tarafında, güneş doğar doğmaz oda aydınlanıyor. Ya tak odamızı seviyoru m , fakat bir zamanlar olduğumuz kişilere göre tasarlanmış, şimdi olduğumuz kişilere göre değil. Özellikle de evde geçirdiğim ilk gecenin sabahında olduğum kişiye göre tasarlanmamış - kuşlarla birlikte kalkmak istemeyecek, hatta hiç kalkmaması muhtemel biriydim o sabah; beni yüzükoyu n , kimliksiz ve yu rtsuz bir şekilde sürükleyen hasar görmüş bir anıyla engellenmiştim ve dalgalar bana adımla birlikte onunla ilişkili bazı onurları da getirinceye kadar uzun süre öyle kalacaktım. Ondan sonra sürüklenmeye devam ettim ve kuşlar Berkeley'de bulunabileceğim üç ya da muhtemelen dört yerde bulunmadığımdan emin oluncaya kadar öttüler. İyiydi bunu bilmek. Yepyeni bir yerde uyanmaya her şeyden çok ihtiyaç du­ yuyordum . Kuşlar bana bunun yepyen i bir şey olmadığını söy­ leyebilirdi , eskiydi, çok geriye gidiyordu ; sonunda bir sirk afişi noktayı koydu . Başımı hafi fçe kaldırıp tek gözüm ü açtığımda duvarın üzerindeydi; jane'in yıllar önce , biz henüz çocu kken bir yerden satın a ldığı ve çerçeveletip odamızın duvarına astığı sirk afişi: Kel kafalı bembeyaz bir palyaço, gözleri kırmızı , ağzı baklava biçiminde . Gözümü kapattım ve Edwards kızlarından büyük olanın en olmayacak yerde, çocukluğunun odasında , kendi yatağında uyanmış olmasının tuhaflığını düşünerek başımı tekrar yastığa gömdüm. Daha doğrusu kendi yatağının üzerinde, çarpık bir pozisyonda yatar halde. Hem acı hem de mutluluk içinde ama ikisini birbi­ rinden ayırmamaya özen göstererek; şimdi ayırmak olmaz, kuşlar 69

ağaçta yaygara koparır ve güneş pencereden içeri vururken olmaz. Yeri saptandı , kişiliği teşhis edildi, bırakın uykusuna dönsün. Ama dönemedim. Başımı güneşten öteye çevirdim ve dört adım ötemde j udith'i kendi ya tağında ya tarken gördüm. Üzerinde değil, içinde, çenesine kadar beyaz çarşafla örtülmüş. Korkuttu beni o çar­ şaf; o kadar özenli, o kadar kırışıksız görünüyordu ki oraya ancak bir yetkili tarafından konmuş olduğunu düşünürdün . O kadar ani bir soluk aldım ki başıma saplandı, sonra yetkilinin ben olduğumu hatırladım, ona iyi geceler dilemeden önce çarşafı büyük bir cesa­ retle çenesine kadar ben çekmiş ve bu kadar düzgün yapabilmiştim, çünkü ben böyleyim, tertipli . Kırışık buruşuk şeyleri sevmem. Her yerde buruşturulup atılmış kağı t mendiller varsa onları yatağın altına atarım. Düzene dair kendime özgü fikirlerim vardır. Sol kolumu bileğim yüzümün yakınına gelecek kadar hareke t ettirdikten sonra başımı bir kez daha kaldırdım ve saatime odak­ landım. Altıya çeyrek vardı ve oda halihazırda yanıyordu. Geceleri yapı lması gereken dikkat dağıtıcı onca şey olmasaydı -biraz daha buz almak, iyi geceler dilemek, diş fırçası ve ilaç ku tusu aramak gibi- kafası biraz çalışan biri sabahın çok geçmeden bütün parlak­ lığıyla geleceğini öngörüp uyumadan önce perdeyi çekmeyi akıl ederdi. Fakat karanlıkta perde çekmek zekadan fazlasını gerektirir, kapsayıcı bir akıl gerektirir, büyük varsayımlara muktedir bir akıl , oysa ben gecenin karanlığında ya da ay ışığının yumuşaklığında bir günün daha doğacağına bir türlü inanamam. Bu yüzden perdeyi çekmeden uyurum. Bir de, anlaşıldığına göre , yatağa girmeden . Fakat ötekine karşı sorumluluğumu h i ç aksatmam , şayet esas öte­ kiyse; iyi geceler diler ve çarşafı çenesine kadar çekerim. İnandığın, bildiğin, güvendiğin ve uğruna ölümüne savaşacağın bir şeyin bü­ tün yükümlülüğünü üstüne almak böyle bir şeydir. Sabahlar yan etkidir. Gözkapaklarımı kavuruncaya kadar kabullenemem. Kalktım ve yatağın yanındaki perdeyi çektim. Pek işe yarama­ dı. Yaz aylarında siyah perdelere ihtiyaç var, oysa bizimkiler sarı ya da deve tüyü rengi, yetersiz bir renk. Kuş cıvıltılarını da biraz kısabilseydim , diye geçirdim içimden, gürültü yine dayanılmaz sınırına yakın olurdu muhtemelen ama bir şekilde dayanabilirdin. ''Ağla zavallı Will, lütfen ağla" dedim baklava ağızlı palyaçoya , sonra yerden kimonomu kaptım, üstüme geçirdim ve yatağımı yaptım, olması gerektiği gibi, hastanelerde ve iyi otellerde yaptıkları 70

gibi - yatak örtüsü kaldırılmış, çarşaf çaprazlamasına katlanmış, yastık kabartılmış ve yerinde. Bu kadar hareket bi tirdi beni, özel­ likle öne eğilmek zorunda kaldığım bölümler, yatakların arasında yanlamasına devrilmiş duran bardağı almak da hiç kolay olmadı, hızla yatağımın kenarına o turdum, bardağı iki elimle kavradım ve odayı dengede tutmaya yoğunlaştım. Çok başarılı olamadım, ama özellikle tehlikeli bir odayla karşı karşıya olduğumu ve düdük ötünceye kadar dayanabilirsem rodeonun şampiyonu olacağımı biliyordum. Bu düşünce beni besledi ve sonunda kazandım, ama büyük bir olasılıkla ilaçla ayakta duracağım günlerden biri olacaktı ve buna çok hayıflandım, çünkü o gün pek çok şey bana, kişiliğimin gücüne bağlı olacaktı. Oda çözülür çözülmez j ud ith'in çarşafın üstündeki yüzüne tarafsızlıkla baktım. Bana ihtiyaç duyduğum İngiliz anahtarını su­ nuyordu ama beklediğimden daha büyüktü . Sinirlerim açıktayken tara fsız olamam, fakat ona uykusunda baktım ve gerçekten ölü olmadığını anladım, bir yerlere gitmişti sadece. Yakında dönecekti. Onu uyandıracaktım ve ben yukarıdan ona bakarken o da aşağıdan bana bakacaktı ve kim olduğumuzu , nasıl olması gerektiğini, bunu bozmaya çalışmanın budalalıktan başka bir şey olmadığını bir kez daha anlayacaktık. Bunu ilaç kullanmayı gerektiren bir günde bile anlayabilirdik. Beş yüz kez kanıtlamıştık; farklı yerlere satılıp farklı hayatlar sürecek köleler değildik. Kaç kez denemiştik. Bu sonun­ cusu bile -New York'taki dokuz aya , bir tür doktorla nişanlanmaya ve tasmanın yasal olarak boyuna geçirilmesine kadar varan dokuz aylık N ew York ayrılığı- yürümeyecekti. Bizim sahip olduğumuz kesinliğin bir saniyesiyle bile boy ölçüşemezdi . Buna aydınlanma anı deyin, farkına varma sahnesi deyin - bize olur; bize çok oldu , başından başlayarak tabii ki, ilk seferinde beş ya da belki dört yaşındaydık. Bahçenin etrafında, ağılın olduğu yerde koşarken en sevdiğimiz kedimizle karşılaştık, ona Pırtık adını koymuştuk ve bir haf tadan uzun süredir kayıptı. Her yeri karıncalarla kaplıydı, ölmüştü . Onu aynı anda gördük, anladık ve sezgisel olarak birbi­ rimize sarıldık. Sırtımızı buruk öfke duvarına dayamış ve kendi­ mizi tamamen bütünleşmiş hissetmenin ne demek olduğunu ilk kez anlamıştık. En sevdiğimiz kedimizi bulduğumuz o gün acının ve acıya karşı tesellinin nerede yattığını öğrenmiştik. Şu anda da, kuşlar beynimi didiklerken, düğüne neden çağrılmış olduğumu 71

anladım. Çağrılmıştım çü nkü zamanında engelleyebilir, son daki­ kada imdada yetişebilirdim . Ona tekrar baktım; onu uyu rken seyre tmeyeli uzun zaman ol­ muştu , bana uyanıkken değil de uyurken daha çok benzediğini fark ettim. Alnı gerilmişti , yüzünde uykunun gizlediği bir acı ifadesi var­ dı. Annemi de hastanede böyle görmüşlüğü m vardı; mayalı küçük bir büyüme duygusuyla birlikte içimde küçük bir öfke oluşmaya başladığını hissettim , çünkü bu kızın hiçbir şeyi gizlemek zorunda kalmasını istemiyordum. J udith'in önde gelen niteliği dinginlik­ tir, doğu dinlerinin toplamıdır o; gergin olan benim ve ona biraz bağışıklık sağlayacağını bilsem ikimizin yerine de gerilebilirdim . Bunun ku lağa iyilik ve merhamet dolu geldiğini biliyorum ama değil aslında; ben ancak J udith'in dinginliğinde biraz sükunet ve huzur bulabiliyordum, nedeni buydu . Onun alnında bir gerginlik çizgisi oluştuğunda ben kaybolur, dayanağımı yitiririm. Fakat oradaydı. Vardı . Gözkapakları gözlerinin üzerine rahatlık­ la kapanmıyordu . Zorlanıyorlardı; geçirdiğimiz geceden sonra bu­ nun nedeninin ne olabileceğini düşünmeye çalıştım. Fakat mantık yürütecek halde değildim . Elimde tuttuğum bardaktan başka bir şey yoktu ve o bardak sonunda bana j udith'in bir şeyi olmadığına dair bir ipucu verdi. O ılımlı bir yapıya sahipti ve dün gece her nedense fazla içmişti, o kadar içtiğine ilk kez tanık olmuştu m . Benim gece boyunca iç tiğim miktarın yanına bile yaklaşamazdı tabii ki , fakat onun için aşırıydı ve gözkapaklarının tam olarak kapanmamasının nedeni bu olmalıydı. Şunu düşündüm: Tekrar bir yerde bir araya gelirsek, nerede buluşmaya karar verdiysek -Te nerife muhtemelen , bi r süreliği­ ne- yeni bir şey deneyebilirdim; dengeli beslenmek, bronzlaşmak, bol bol yüzmek, kumsalda bir aşağı bir yukarı koşmak, sabahları altıdan ona kadar yazmak, bir tekne kiralayıp yelken yapmak gibi, neden olmasın? Ve artık oraya uymadığımızı hissettiğimizde çıkar­ dık oradan , farklı kumsalları tarardık; fakat sadece ikimiz varken ve dünya yitmişken gelmesi kaçınılmaz o güzel anlar için sağlıklı takılmaya çalışırdık. O anda asıl önemli olan onu seyretmeyi bırakmak, neden hu­ zurlu görünmediğini merak etmekten vazgeçmekti. Jud i th aniden yan tarafına dönüp yüzünü benden çevirerek işimi kolaylaştırdı. Dönerken tek kolunu çarşaftan çıkardı ve sırtı açıkta kaldı, fakat 72

düzeltmemeye karar verdim, varsın sırtı boydan boya açık uyusun, dingin bir uyku uyuyamıyorsa varsın he r şeyi dağı tsın . Dinginliğini geri kazanacaktı, onu tekrar bulacak ve birazını bana verecekti. Yavaşça ayağa kalkıp öylece durdum. Yapabileceğim en iyi şey dün gece bulamadığım ilaç ku tusunu bulmak, iki hap çakmak ve tekrar ya tıp uyumaktı. Öğleye kadar uyuyabilir, sonra ağırdan ala­ rak kalkıp bir süre küvette yatabilir, günün kalanını uyuşmuş ve rahatıma bakarak geçirebilirdim - anneannem beni tarçınlı çörek ve Ovaltine'le beslesin , babam bana insanın hem küçük hem de büyük şeyleri kavrama konusundaki yetersizliğinden söz e tsin , j u dith arada sırada görünüp kaybolsun ama evde olsu n . Böyle bir gün. Harikulade. Fakat böyle bir gün olmasına olanak yoktu çünkü bu benim günüm olmak zorundaydı, gösteriyi ben yönetmeliydim, sağ­ lam durmalı , borumu öttürmeli , sorumlu davranmalıydım . Bunun için de haplar var, bir yere kadar yani, benim yanımda da onlardan vardı, fakat ilaç ku tusu çantamdaydı, beyaz deri çantamda , uzun ve dar bir el çantası , her nerede idiyse. Acil telefon kulübesinde unuttuğuma ya da su içtiğim su is tasyonunda düşürdüğüme ihti­ mal vermiyordum. Arabada bırakmadığımı da biliyordum, çünkü gecenin bir saatinde oraya da bakmıştık. Elimle bütün döşemeyi taramıştım, Judith de koltukları gözden geçirmişti , ama uzun ve dar bir el çantasına rastlamamıştık. ilaç yok. Kuşlar bu yüzden beni bu kadar erken uyandırdılar. Banyoya gittim, aynada kendime şöyle bir baktım ve ecza do­ labını n kapağını açıp bir tür ağrı kesici ya da çocuklar için tatlan­ d ırılmış aspirin bulur muyum diye baktım. Tatlandırı lmış aspirin aldığımı hatırlıyorum, ama o kadar lezizdi ki hepsini bitirmiş olma­ lıydık, çünkü orada işime yarayacak hiçbir şey yoktu; güneş kremi, j ilet, göz farı, kaş kalemi. Dolabın kapağını kapattım ve kendime bir kez daha bakmadan yüzüme biraz su çarptım . İyi geldi, fakat öne doğru eğilmeyi gerektiriyordu , bu yüzden vazgeçtim . Banyodan çıktı m , Judith'in hafifçe kıvrık omurgasının yanından geçip hole çıktım, salona gi ttim ve bara yürüdüm . O kadar erken bir saa tte orada kimseyi bulacağıma ihtimal ver­ memiştim , faka t anneannemi hesaba katmamıştı m . Mutfaktaydı, temiz ve taze ve pürdikkat . Beni görünce çok sevindi, sevinç ni­ daları çıkardı, çünkü birinin ona kahvaltıda eşlik etmesine bayılır, fakat bu ayrıcalık için öğlene kadar bekleyemez; sabahın al tısında 73

kalkan biri için kahvaltı e tmeden on ikiye kadar beklemek olacak iş değildir. Söyleyecek bir şeyler düşündüm, on bir buçuğa kadar yat ve bekleyişi yarım saate indir gibi öneriler, ama bir şey demedim, kısmen içimden ağzımı açmak gelmediği için, kısmen de benim erken kalkmış olmamdan hoşnut göründüğü ve bunu bozmak istemediğim için. Hatta barın etrafından dolanıp yanına gittim , soluğumu tuttum ve üstüne solumadan onu hızla öptüm, çünkü anneannem iyi geceler ve günaydın öpücüğü almayı sever ve ben ona iyi geceler öpücüğünü verip vermediğimi hatırlamıyordum . Vermemiştim muhtemelen, bu sabah vermeye d e kalkışmamalıydım muhtemelen, çünkü biraz önce eğilip hafiften diz kırmayı gerek­ tirmişti . Onu çabucak öpüp tezgaha döndüm ve hemen tabureme o turup yoğunlaştım. Anneannem bana borcunu kahvaltıya dair öneriler ve sorularla ödedi. Greyfurt mu isterdim yoksa portakal suyu mu? Yoğunlaşmıştım, fakat ikisini de istemediğimi söyleyecek kadar yoğunlaşmaya ara verdim. "İkisini de mi?" Sesi aniden yükseldi . (Biz portakal ve biraz da greyfurt yetiştiriyoruz. Bizim ürünümüz . İlke olarak tüketmek zorundayız . ) B u sabah değil, demek zorunda kaldım. ·�nneanne," dedim, hemen üstüne, "el çantamı gördün mü beyaz el çantası, dar ve uzun bir çanta ? " "Sen biraz portakal suyu içeceksin genç hanımefendi" dedi anneannem. "Temel yediden biri." Bardağa koymuştu bile, taze sıkılmış; çılgın bir renk; tezgaha getirip önüme koydu. "Sen iç anneanne, kendin için sıktın zaten. Öğlene kadar kim­ senin aşağı inmesini beklemiyordun." "Üç bardaklık sıktım, biri sana , biri Judy'ye, biri de babana. Ben hep greyfurt yerim, ama sen greyfurtu yeğlersen ben portakal suyu nu içerim." Anneannem bu tür konularda çok net konuşur. "Pekala, bu bardak burada kalsın öyleyse , sıktığın için teşekkür ederim." Portakal suyunun renginin beni neden bu kadar gerdiğine dair bir fikrim yoktu , ama o kadar turuncuydu ki . 74

"Temel yedi nedir?" dedim, fazla konuşmadan sohbet edebilmek için. Minik anneannemin ağzının şaşkınlık sınırına dayanan bir asabiyetle düz bir çizgi haline geldiğini gördüm. Bunu jane'e bin kez falan yaptığına tanık olmuşluğu m vardı. "Biliyorsun temel yedinin ne olduğunu. Her gün alman gereken yedi şey." Portakal suyunu kaldırmadan önce bunu işleyip zaman kaza­ nabilirdim ama değmezdi . Bir yol vardı ama cüret gerektiriyordu, yine de bakışlarımı bardaktan alıp denedim . "Anneanne ," dedim, ne çok yüksek ne de çok alçak bir tonla , ama samimiyetle, "doğrusunu bilmek istersen, ben hastayım ." Mu tfağa sessizlik çöktü . Anneanneme bakmadım ama elindeki kaşığı greyfurt tabağına koyduğunu duydum ve yüzündeki şefkati duyumsadım. "Tatlım," dedi çok alçak bir sesle, "neden bana söylemedin? " "Söylüyorum ya" dedim. " Fakat dün gece. O zaman neden söylemedin ? " O zaman hasta olmadığımı, sabahleyin hasta uyandığımı söyle­ mek üzereyken vazgeçtim. Böyle gitsin, çünkü tarafsız bir noktadan bakılınca sağlığımın okulun ikinci döneminden bu yana iyi olduğu söylenemezdi. Çok asabi bir sağlık durumuydu . "Beni öldürecek bir şey değil" dedim. "Yeniden sigara içmeye başlamadın, değil mi?" diye sordu. "Yo, hayır" dedim. "Bu jane'inki gibi bir şey değil. Başım dertte değil . Hastayım sadece . . . pek çok şeyden ." "Doktora göründün mü ? " "Evet" dedim. Doğru sayılırdı. Son yedi ay boyunca her hafta bir saatimi bir psikiyatrla geçirmiştim, söylediğim her şeyi dinledikten sonra bir kerelik reçeteler yazan son derece anlayışlı bir doktordu. "N e diyor senin için? " dedi anneannem, bademcik sözcüğünün dikkatsizce telaffuz edilmesinin onda yara tabileceği bir hasta odası tonuyla . " Fazla çalıştığımı söylüyor" dedim. "Sinirlerimin bu yüzden bozulduğunu." "Seni dün gece görür görmez anlamıştım," dedi anneannem, "içine kapanık görünüyordun . Doktorun kadın mı? " Başımı evet anlamında salladım. "Doktor Vera Mercer. Hayli tanınmış biri." 75

Nedenini bilmiyorum ama yüksek sesle güldüm. Başıma hiç iyi gelmedi. Faka t anneanneme iyi geldi. Tekrar güldüm. "Buradayken Putnam'a gidip Doktor Barnes'la görüş. Kan sayımına bakıp sana bir şeyler yazar." "El çan tamı görmediğinden emin misin anneanne? " Kaşığını alıp greyfurta döndü . " Kahvaltıdan sonra ararım" dedi. " Portakal suyunu iç Cassie." "Ama o çantada ilaçlarım var, i htiyaç duyabileceğim her şey orada , bu yüzden bulmak zorundayım." " Portakal suyunu iç. Buluruz." Greyfurtunu yemeyi bi tirdi, tabağını aldı , evyeye gidip sudan geçirdi, sonra buzdolabını açtı ve yumurtalı ekmeğimin yanında pastırma mı, jambon mu, yoksa sosis mi istediğimi sordu . ·�nneanne" dedi m . Portakal suyuna hızlı bir bakış attım ve aklıma söyleyecek bir şey geldi. "Doktorum, Doktor Mercer, so­ runumun Pilor kapağından kaynaklandığını düşünüyor, mideye giren ya da belki çıkan şeyleri denetleyen kapakçık. Çok hassas bir mekanizma ve fazla zorlamamak gerekiyor. Şimdi ben-" Devamını getiremedim çünkü insan bedeninin parçalarına yo­ ğunlaşmak istemiyordum, örsüm ve çekicim ve üzengim bana her ne yapıyorsa onu yaparken değil. Öte yandan anneanneme naz­ lanmanın da bana bir yararı yoktu . Sorunum iki ayağımın üstüne sağlam basıp günle yüzleşmekti ve bunu yapmanın yollarından biri biraz bir şeyler yemekti belki . Pilor kapakçığını dengede tutmak, hem belki o zaman örsüm, çekicim ve üzengim de yola gelirlerdi. "Bak ne yapalım ," dedim, "öylesine söylüyorum . Şu portakal suyunun içine bir yumurta kırıp çırpalım, bakalım ne olacak." Anneannem bana şaşkınlıkla baktı. Çiğ yumurta ilkesini ona açıklamadım; ayaklanmaları bastırır, fakat buna dair konuşamaz­ dın . Portakal suyu bardağını alıp evyeye gittim , yarısını blendere boşalttım, içine bir yumurta kırdım, düğmeye bastım ve ses geldi, beraberinde de köpüklü , hayli yavan görünümlü bir sıvı . Sonra sıvıyı daha küçük bir bardağa boşal ttım, tezgaha döndüm, bir, iki , üç, dedim ve bir yudum aldım, ardından üç derin soluk, sonra bir yudum daha, üçüncü yudumdan sonra hem içip hem de düşüne­ bilecek duruma gelmiştim. Pilor kapakçığını nerede duyduğumu hatırlamıyordum, ortaokulda fizyoloj i dersinde muhtemelen, ama hatırladığıma seviniyordum çünkü altında zekice geliştirilmiş bir 76

mekanik teori yatıyordu , benim havadan geliştirdiğim bir teori ; pilor kapakçığına fazla yüklenme, kilidi bozma. Onunla işbirliği yap ki o da seninle işbirliği yapsın . Artık portakal suyunun kalan yarısına bir çiğ yumurta kırıp bolca votka koyarsam olduğum kadın olabileceğimi biliyordum, bu düğünde olmayı planladığım kadın en azından. "jude'la yemeklerden önce birer yemek kaşığı kırmızı şarap içtiğimiz zamanı hatırlıyor musu n ? " diye sordum anneanneme . "Hayır, ne zamandı o ? " "Doktor Barnes'ın fikriydi," dedim, "kan sayımımız düşük çık­ mıştı; benim doktorumun bu kapakçık sorunuyla ilgili tahmini gibi bir şeydi. Çiğ yumurta yatıştırır, kırmızı şarap uyarır. Bakalım burada neler var." Öne eğilmeden barın altındaki dolaba baktım, dik durarak diz­ lerimin üstüne çöküp stoku gözden geçirdim. Önde bir şişe brendi vardı, beş yıldız Hennessy, kapağı açık, boyun kısmı yapış yapıştı , kuşkulandığım ve kısmen hatırladığım şeyden emin olmak için ışığa tuttum, boştu. Geri koydum, ötekilerin arkasına, bir şişe vot­ ka bulup yarısına kadar dolu portakal suyu bardağımı alıp evyeye gi ttim . Anneannem tavaya pastırma dilimleri diziyordu , ama durdu, yanımda durdu ve beni izledi. "Bu kırmızı şarap değil" dedi. "Öyle değil mi ? " "Beyaz şarap" dedim , elimi etiketin üzerinde tu tarak. "Başka bir şey bulamadım." Blendere hatırı sayılır bir miktar votka boca ettik­ ten sonra şişeyi aldım ve bir kez daha dizlerimin üzerine çömelip yerine koydum. Sonra mutfağa döndüm, portakal suyunu blendere boşaltıp içine bir yumurta kırdım ve çalıştırdım. "Bize doğum günümüzde ne hediye alacağını bilemediğinde , bir blender her zaman işimize yarar" dedim. Sıvıyı bardağıma doldurdum, blenderi suda çalkaladıktan sonra tezgaha dönüp oturdum . "J udy i l e jack'e düğün hediyesi olarak b i r tane veririz diye dü­ şündüm" dedi anneannem . "jack leziz çilekli milkshake yapıyor. Önümüzdeki kış böyle bir şeyin tadına varabilirler." J udy ile jack derkenki rahatlığı . üçüncü sınıf okuma kitabı ka­ rakterlerinden söz edermiş gibi. Atla , jack, atla. Koş, j udy, koş. Koş ve atla, jack ve j udy. Geber, jack. Koş , koş, koş, j udy. Koş ve gizlen . Yeni sözcük. 77

"Ben bir tane satın alayım , onlara sen ver" dedi anneannem. "Neden? " dedim, hayli yüksek sesle. Pilor kapakçığım tutukluk yapmamıştı , fakat konuşma bu yönde ilerlerse neler olabileceğini kestiremiyordum. "Ne bileyim, güzel olur diye düşündüm" dedi anneannem. "Sen onlara bir şey aldın mı? " "Elbette ." " Hoşmuş. Hediye almaya zamanın olacağını düşünmemiştim. Ne aldın? " Soruyu yanı tlamayı ihmal ettim ; ihmalse anneannemin hoşgör­ mediği şeylerden biriydi. "Bir sakıncası yoksa ," dedi sonunda , "onlara ne aldığını bilmek istiyorum ." Ona o anda , kendimi nasıl hissettiğimi, ikimizin de nasıl hisset­ tiğini, dün gece verdiğimiz kararı ve ikimize de duyduğu sevgiye güvenerek onun bizden taraf olacağını umduğumuzu söyleyebi­ lirdim . Fakat kendimde bu açıklamayı yapmak için gerekli ikna gücünü, hassasiyeti ve şirinliği bulamadım. "Onlara ne aldığımı gerçekten bilmek istiyor musu n?" demekle yetindim. "Tabi i ki istiyorum . Noel gibi , daha da güzel hatta ." " Pekala" dedim . "Paslanmaz aldım." Anneannem bana tatlılıkla gülümsedi . "Öyle mi, Cassie? Pas­ lanmaz ne aldın? " Şimdi de nitelendirmek zorundaydım. Ben bu işten anlayanların paslanmaz dendiğinde neyin kastedildiğini bildiklerini sanıyordum. Öyle olmadığı anlaşılıyordu. "Sadece paslanmaz," dedim , "lekesiz , pırıl pırıl bir paslanmaz, bir de aynı zamanda sıcak halı olarak kullanılabilen iki kişilik elektrikli battaniye ." Bana ne olduğumu söylemesi bir dakika aldı - benimle mantıklı bir konuşma yapmak imkansızdı, fakat nedeni bunu bana dudak­ larını büzüp gözlerini devirdikten sonra söylemesiydi. "Cassie Edwards, sen imkansız birisin." "Galiba ," dedim , "ama öyle de olsam beni sevenler oldu , sev­ meye de devam ediyorlar." Gözlerini devirdi yine. Portakal suyundan bir yudum alıp söy­ lediğim şeyi bir kez daha düşündüm. Doğruydu ve kendimi çok 78

müteşekkir hissettim. Zamanı geldiğinde değerimi kanıtlayacak, işimi ustalıkla yapacaktım . "Sen hiç ciddi olamaz mısın? " dedi anneannem, b u ciddi bir soru olsaydı muhtemelen yanıtlardım çünkü hayattan tek istediğim ciddiyete değer bir şey bulmaktı . Bana ciddi olup olmayacağım so­ rulursa verebileceğim tek yanıt zaten ancak öyle olabildiğim ve her zaman öyle olduğum olur. Sorunum da burada, ama aynı zamanda tek kesinliğim de - sevdiğim şeye dair ne kadar ciddi olabileceğimi bilmek. Gerçek ciddiyete o kadar bağlıyım ki zamanımı çöp boşal­ tarak harcıyorum . "Bana pastırma kızartma anneanne" dedim . "İki yumurta kırdım zaten, o kadar aç hissetmiyorum." "Hala kötü müsü n ? " "Kötü derken? " dedim , anında . Anneannemin açıksözlülüğüne hiçbir zaman hayranlık duymadım. Açıksözlülük değil çünkü , pa­ tavatsızlık; bunu her seferinde ters yanı tlarla belli etmeye çalışırım . Ya da bakışlarla. Hepimiz yaparız bunu . Hayatımın en büyük heye­ canlarından birini, anneannem bir sabah babama evin içinde neden güneş gözlüğü taktığını sorduğu nda babamın yüzünde beliren ifadeyi gördüğümde yaşamıştım. Çocuk gibidir anneannem. Aklı­ na bir şey gelir ve sorar. Ve arada sırada yüksek sesli yanıtlar alır. "Bu sabah kendini iyi hissetmediğini bana kendin söyledin" dedi alçak ve uysal bir sesle. Bir kez daha bir tür iç geçirme gibi çıkan derin bir soluk aldım , çünkü Bayan Rowena Abbott'a insanın ken­ dini kötü hissetmesine neden olan şeyin temas duygusuyla yaşadığı sorun olabileceğini anlatmaya çalışmak olanaksızdı. Denemiştim ama kabul etmek istemiyordu . Alo ile Evet gibi . Alo kulağa daha hoş geliyor. "Ben haya tımda kendimi kötü hissetmedim" dedim. Elimi tezgahın üzerinde geniş bir hareketle gezdirdikten sonra şöyle bi­ tirdim: "Ne kadar hasta olursam olayım kendimi her zaman iyi hissederim en azından. Bir muamma." "Sen baştan aşağı muammasın zaten," dedi Bayan Abbott, "ama evde olduğun için mutluyum, umarım biraz semirinceye kadar kalırsın . Geldiğinde jack'ten seni muayene e tmesini isteyeceğim." "Aksine," dedim, "ben onu muayene edeceğim." Anneannem elinde tabakla bana doğru geldi, harikulade bir tabaktı , pastırmalı yumurtalı ekmek vardı içinde. 79

"Bu senin için" dedim. "Hayır, ikimiz için . Hatta birazı judy için , kalkarsa şayet, fakat onu geç saate kadar uyumaya ben teşvik e ttim, ç ünkü ihtiyacı olacak." Anneannem tabağı tezgaha bıraktı, önüme ve yanıma birer ta­ bak yerleştirdikten sonra fincanlara kahve koydu . Kahve çok sert görünüyordu ama önümde hala biraz çiğ yumurta, portakal suyu ve beyaz şarap olduğu için dikkate almayabilirdim. Yumurtalı ek­ mekten bir dilim aldım ve kız kardeşimin uykuya ne kadar ihtiyaç duyacağı hakkında yorum yapmaktan vazgeçtim . Onu o anda dü­ ğümlenmemiş ve aldatılmamışların uykusunda hayal ettim, vicdanı rahat olanların uykusunda. Fazlasıyla vicdanlı davranmıştı ve anne­ annemle başka şeyden konuşabilirdim. Fakat sözü ele geçiremedim. "Sana Doktor Barnes'a görünmeni söylerken ailede zaten bir doktorumuz olduğu aklıma gelmemişti." " Hımın" demekle yetindim. Sözü o almıştı , onda kalabilirdi . "Karşı çıkmazsın , değil mi Cassie? Kendini işine bu kadar ada­ mış başka bir genç adam tanıdığımı sanmıyorum." "Dün gece, kendini j udi th'e adadığını söylüyordun. İkisi birlikte olmaz." "Onu tanıyıncaya kadar bekle" dedi anneannem, küçük ve bilge­ ce bir gülümsemeyle . "Ne demek istediğimi o zaman anlayacaksın." Kahvesinden bir yudum aldı, sonra iç geçirdi , hoşnut ve mahrem bir iç geçiriş, aşık olmuş bir ergeninki gibi. "Birbirlerine o kadar yakışıyorlar ki" dedi. "Birbirlerini nasıl bulduklarına şaşmamak elde değil - Connecticu t'tan jack ile taşradan judy." Kahve sert görünüyordu, rengi tehditkardı, yine de bir yudum aldım çünkü içkim bitmişti ve bir şey yapmak zorundaydım. Sigara içmiyorum. "Tanrı planlamış olmalı ," dedim , "gökyüzündeki görkemli te­ darik evinden." Anneannem gülümsedi , cümlenin sadece ilk kısmını duyduğu için muhtemelen. "Ben de öyle düşünüyoru m Cassie" dedi . "Tanrı planladı. Onları birlikte görünce anlayacaksın." Kahveden bir yudum daha aldım. Çok sertti. Böyle sabahlarda çay içmek çok daha akıllıca , daha onarıcı. "Tanrı benim için ne planlıyor sence ? " dedim. "Yoksulluk, iffet, i taat, beyin hasarı ve ölüm dışında ? " 80

Anneannem bunu gözlerini kırparak karşıladı, faka t bir kez daha , Cassie yine imkansızlaşıyor, diye düşünerek geçiştirmeyi yeğledi. "Öğrenirsin hayatım" dedi. "Senin de günün gelecek, gönlüne göre birini bulacak ve judy gibi sen de aradığın insanı bulduğundan emin olacaksın." "Buna gerçekten inanıyorsun , değil mi anneanne ? " Fincanını ağzına doğru kaldırmıştı , fakat başını salladı ve gözleri fincanın üzerinde ruhaniyetle parıldadı . " İ nanmakla iyi ediyorsun ," dedim, "çünkü doğru , Pırtık'ı bul­ duğumuz günden beri doğru ." Anneannem fincanını bırakıp tam da bakmasını beklediğim şekilde baktı. " Pırtık da kim ? " diye sordu . " Pırtık Edwards" dedim. "Bugüne kadar sahip olduğumuz en iyi kedi." "Cassie , yumurtalı ekmeğini ye ," dedi anneannem , " işe koyul­ mamız gerek. Plan yapmalıyız." Bunu hiç dikkate almamaya karar verdim, çünkü Pırtık Edwards'ı düşünüyordum, ne kadar pejmürde fakat anlayışlı olduğunu, ne kadar kedi, ne kadar huzurlu ve derin olduğunu ; ve halihazırda sahip olduğumuz şeyi -kendimizi , birlikte- bulabilmek için nasıl onu kaybetmek, onu ölüme terk etmek, kürkünü karıncaların is­ tila etmesine izin vermek zorunda kaldığımızı. Sonunda herkesin bilmek zorunda olduğu şey buydu : Kaybetmeyi kabullenebilirsen kazanabilirsin . "Şuna kulak ver anneanne" dedim , bir keresinde bana birinin -jane'in belki, ya da babamın- söylediği , filozoflardan birinin bir deyişini belleğimden çekip çıkararak: "'İnsanın doğal olarak sevdiği hiçbir şeyin kötüye gitmesi gerekmez , ye ter ki kısmen feda edilebil­ sin, kısmen de kefareti ödensin.' Bu bir alıntı ve neden alıntıladığımı sana söyleyeceğim. Çünkü ne zaman, hissedeceğimi söylediğin gibi , bir şeyin doğru olduğunu hissetsem bunu düşünürüm." "Cassie ," dedi anneanne m , "sanıyorum artık-" " Hayır, dur bir dakika" dedim. "Sana bir şeyin ne kadar doğru olduğunu hissetmek için beklemek zorunda olmadığımı anlatmaya çalışıyorum ; ben bunu zaten hissettim, yani şu anda hissediyo­ rum . " 81

Anneannem biri ona fazla uzun konuştuğunda nasıl görünürse öyle görünüyordu , içten içe alışveriş listesini yapmakta olan bir kadın gibi; yeterince hoş biri ama sana karşı öyle değil. Konuşmaya ara verdikten sonra söyleyeceğimi söylediğimden emin olmak için uzunca bir süre bekledi , sonra döndü . "Erken kalktığın ve seninle baş başa kalma fırsatı bulduğum için ço k sevinçliyim" dedi başlangıç olarak. "Seninle konuşmak istediğim o kadar çok şey var ki." " Karşındayı m" dedim . "Başla." "Bu kadar mı yiyeceksin ? Fransız usulü yumurtalı ekmeği çok seversin halbuki ." " Fransız olan her şeyi severim" dedim . " Devam et, yalnız kalmışken benimle neye dair konuşmak istiyorsun ? " " Düğüne dair." " Hangi düğüne dair?" "Cassie , lütfen." "Tamam." "Birkaç kişi davet etmemiz gerektiğini düşünmüyor musun? " "Düğüne mi ? " " Elbette , düğüne. Judy biz bize olalım istiyor - sen , Jim, ben, jack ve kendisi . Fakat bence bu kadar kapalı tutmak büyüdüğü yeri küçümsemek gibi olacak biraz." "Biz burada hiç kimseyle pek görüşmezdik hatırladığım kadarıyla." "Siz Putnam Lisesi'ni bitirdiniz. Sınıf birincisi olarak." "Belki ben öyleydim. jude sınıf dördüncüsü olmuştu ." "Sınıf dördüncüsü olmak onunla o kadar ilgilenen ve şimdi adını hatırlayamadığım öğretmenini davet etmemek için bir ne­ den m i ? " "Hakikaten, neydi adı ? " "Cassie, lütfen ." " Pekala, fakat adını hatırlayamazsak davetiyeye ne yazacağız? " "Bana biraz yardım edersen hatırlarız. Judy dün gece sana bundan söz etti mi?" "Hayır, sanmıyorum . Dün gece uzun uzun konuştuk." "Hiç söz etmedi mi ? " " Düğüne misafir çağırmayı mı kastediyorsun ? " "Hayır, sadece o n u değil, hepsini, ne karar verdiklerini ." 82

Kahveden bir yudum daha almayı düşündüm ama canımın iste­ mediğini keşfettim, sonra taburemden indim, ocağa çay demliğini koyup altını yaktım ve artık kahvaltıda çay içmeyi yeğlediğimi söyledim. "Bunu bana neden söylemedin? " dedi anneannem. Tezgaha dönüp oturdum. "Nihai planın ne olduğunu hatırla­ mıyorum, bu akşam Bakersfield'e sürüp Doktor Lynch'i havalima­ nından almam gerektiğini saymazsak." " Doktor Lynch mi? " " Finch . Pardon. John Thomas Finch." "Onu almaya sen mi gideceksin? Sen ve j udy mi demek isti­ yorsun ." "Hayır, ben. J udith'in yapması gereken çok şey var, ayrıca iki­ miz de bu şekilde onunla daha fazla konuşma olanağı bulacağımı düşü ndük - özgürce . Sen de öyle düşünmüyor musu n?" Anneannem bana bakıp altdudağını ısırdı v e gözlerini hafiften kıstı. "Cassie ," dedi , "j udith'in yerine geçmek gibi bir niyetin yok, değil mi?" "Ne? " dedim. Anneannemin içinde , benim içimde bu denli ba­ yağı bir damar bulunduğunu düşünecek kadar bayağı bir damar bulunduğunu keşfe tmek beni gerçekten dumura uğratmıştı, fakat beni o kadar da dumu ra u ğratmamalıydı. Birbirimize ne kadar benzediğimiz ve bunu inkar e tmek için elimizden geleni yapmak yerine nasıl istismar edebileceğimiz her zaman ilgisini çekmişti. Ben orada ağzım bir karış açık otururken o devam etti: "Jack böyle numaralar yapılmayacak kadar iyi bir çocuk. Neden üç aşağı beş yukarı benzer giyinip onu karşılamaya birlikte gitmiyorsu nuz? " Anneannem hakkında olumsuz bir şey söylemek istemem . Bizi sever, cömertliğin timsalidir, ama bir zamanlar -sekiz yaşındaydık­ bize iki akordeon satın alıp küçük bir gösteri düzenlememizi iste­ diği bile olmuştu . Bizi neredeyse ikna e ttiğini hatırlıyorum. Fakat Jane kıyameti koparmış, babamsa küplere binmişti. Ona kararlılıkla bakıp açık açık konuştum . "Önce bizi o y u n tasarlamakla suçluyorsun, sonra Bobbsey ikizleri gibi süslenip püslenmemizi istiyorsun . Anneanne, hangi taraftasın? Bunu gerçekten bilmek isterim" dedim, bilmiyormuş gibi. 83

Anneannem üzüldü . "Ben hiçbir zaman senin . . . şey olmanda yanlış bir şey olduğunu düşünmedim." "Söyleme," dedim, "o sözcüğü telaffuz etme." "Öyle olan hiç kimse bu şekilde düşünmüyor" dedi anneannem bu özel konuşmaya -deyim yerindeyse bizim "durumumuzla" il­ gili konuşmaya- özgü dertli ses tonuyla. Onun canını sıktığım ya da ondan bazı hazları esirgediğim için üzgündüm , fakat ona bazı şeyleri izah e tmek zorundaydım, çünkü anneannemin yapısına ve hassasiyetlerine sahip birinin bizimki gibi bir yaşam biçiminin nasıl bir şey olduğunu anlaması olanaksızdı - içsel olarak övündüğü­ müz fakat her dönemeçte kendimizi dışarıdan gelen kötü niyetli klişelere karşı korumak zorunda olduğumuz bir durum. Kolay de­ ğildir bizim gibi olmak, ayrıntıya aşırı dikkat gerektirir. Bunu uzun uzun düşünmüştüm. Bi rlikte uzun uzun düşünmüştük. Bunun, birbirimizden olabildiğince farklı olmaya çalışmayı gerekti rdiğini söylemiştim doktoruma, çünkü önce boşluk olmalı, ancak ondan sonra köprüyle aşılmalıydı. Ve asıl proje o köprüyü inşa etmekti. " Dü n gece ne kadar gülünçtü, değil mi ? " dedi anneannem , üzüntüsünü atarak. "judy'nin düğün elbisesini gördüğünde yüzü­ nün aldığı ifadeyi daha önce gördüğümü sanmıyorum." '1\cayip" dedim. " İyi ki hesaba yazdırmışım. iade edebilirim." Kalktım ve çay suyunun altını kapattım, demliği kaynar suyla doldurdum. Anneannem demliği elimden alıp bir kutu çay açtı. "J udi th de kendininkini iade etmeyi düşünüyor," dedim, "fakat ben onun kullanabileceği tarzda bir elbise olduğunu düşünüyo­ rum , güzel bir oda müziği elbisesi olur. Faure çalınacak bir elbise . Gayriresmi yaz oda müziği ." Tenerife'de bir oda müziği topluluğu bu lunması olasılığını dü­ şündüm, oraya gidersek şayet. E n iyi ihtimalle çok düşüktü , fakat öyle bir iyi ihtimal olmayacaktı; oda müziği olmayacaktı. Yine de kendimize ait bir piyano edinmenin bir yolunu bulacaktık mutlaka, orada kalacağımız süre için kiralayacağımız bir piyano. Tek elle, bir zamanlar çaldığımız Mozart sonelerini çalabilirdim. Sağ elle tabii ki . Becerim kötü niyetimden çok daha fazladır. Mozart'ın sonele­ rini her zaman paylaşırdık; bir bölümünü ben çaldığım için hiçbir zaman bitmiş bir performansa dönüşmezdi , fakat canlandırıcıydı , pinpon gibi, yine öyle olacaktı. Güneşin altında geçirdiğimiz günün ardından eve dönüp birkaç M ozart sonesi çalmak, sonra saçımı 84

tararke n jude'un tek başına çalışını dinlemek; sonra akşam yemeği için bir restorana gitmek. Anneannem demliği getirip çalıştığı müesseseden pek hoşnut olmayan bir garson gibi sertçe tezgahın üzerine koydu. Biraz ötesi­ ne aynı sertlikle bir de fincan koydu ve ben çayımı koyarken beni Tenerife'den koparıp alan bir şey söyledi. "Judy'nin düğün elbisesini kullanmasına izin vererek çok zarif davrandığını söylemem gerekir." Had safhadaki ironiyi hemen fark edip çayımdan bir yudum aldım. "Bu davranışından ötürü sana minnettar olduğundan eminim." "Ben de öyle," dedim , aniden kendimi bir aziz ya da yalvaç gibi hissederek, ya da her ikisi de, yanlış nedenlerden ötürü köy­ den taşlanarak kovulmuş, doğrucuların öfkesini besleyerek kendi yargıları doğrultusunda dosdoğru gitmeye kararlı. Heves kırıcıydı bunu düşünmek, ayrıca çayın tadı kahveden sonra hoş, taze ve hafif olmakla birlikte, ikinci portakal suyu-çiğ yumurta karışımı­ ma ya daha fazla votka eklemem ya da hiç eklememem gerekirmiş duygusuna kapıldım. Anneannem yanımdaki tabureye oturdu , konuşmaya niye tli olduğuna işaret ediyordu, kendi deyimiyle sadede bile gelebilirdi belki. "Eve t, konuk davet etme konusu nda ne düşünüyorsun? " dedi, ardından " Düğüne" diye ekleyerek. "Bana öyle geliyor ki," dedim ve dediğimde samimiydim, "bu durumda yapılacak en iyi şey konuk davet etmemek." Başka bir şey de demedim, ama kendimde aslında gerçekleşmeyecek bir dü­ ğüne konuk davet etmenin mantığını açıkça sorgulama cesaretini bulmama ramak kalmıştı - konuklar açısından heyecan verici, asıl oyuncular açısındansa hayli utanç verici olurdu kuşkusuz, özellikle de ortalıkta olmayan gelinin anneannesi açısından. "İnsanlar bir zamanlar oldukları gibi değiller artık" dedi Bayan Abbott. " Eskiden bir kızın kilisede , yakın arkadaşlarını nedime yaparak evlenmek istediği varsayılırdı, bir hafta önceden hediye par­ tileri , provalar ve düğünden bir gece önce akşam yemeği -judy'nin yaşamasını istediğim bütün o şeyler." " Zavallı jude," dedi m , "o senin işini kolaylaştırıyor ama sen kendini aldatılmış hissediyorsun." 85

"Senin eve gelmeni bu yüzden bu kadar çok istiyordum. Onu bazı şeylere ikna etmemde bana yardım edesin diye. Ben kesinlikle varım." "Buna inanıyorum ," dedim, " fakat biraz şey olman gerekir-" Durdum çünkü aklıma iyi bir sözcük gelmedi; başım dönüyordu ve birkaç yudum aldığım kahveyle üstüne içtiğim birkaç yudum çay iyi anlaşamayacakmış gibi görünüyordu. "Biraz ne olmam gerekiyor?" diye sordu anneannem, bana koçluk yapıyormuş gibi . "Pragmatik" dedim. "Biraz daha bağlamın içinde kalmaya istekli olman gerekiyor. Ve bağlam bir geceyle ertesi sabah arasında karakter değiştirebilir." " N eden söz ettiğini anladığımdan emin değilim bebeğim" dedi ve bana aniden bebeğim dediğini duymak gözlerimi acıttı . Ben ko­ nuşmayı öğrendiğimde anneannem bizimleydi; ilk sözcüklerimi öğrenmemde katkısı büyüktü, "güzel", "yaramaz" ve "ce-ee" gibi güzel ve kolay anlaşılır sözcükler, şimdiyse ben jargonumla kafası­ nı karıştırıyordum. Bilerek. Kahvaltıda. O anda gırtlağımı kesmek geldi içimden . " Seni seviyorum anneanne" dedim . "Gerçekten seviyorum, bü­ tü n kaste ttiğim şu : Dışarıdan biraz tuhaf görünse de bazı şeylerin gittikleri gibi gitmelerine izin vermelisin." Küçük bir işaret arayışıyla çay bardağımın içine baktım , geleceğe dair küçük bir çay falı, fakat tek yaprak yoktu içinde. "Bu çayı poşet çayla yapmadın , değil m i ? " diye sordum. "Tabii ki hayır. Baban ölür öyle bir şey yaptığımı duysa." "Onun çay içtiğini bilmiyordum" dedim ve anneannemin yüzünde bir şaşkınlık i fadesi belirdi. " Haklısın , içmez" dedi. Aklı hazır kahveye gitmişti . Başımı salladım. Kısa yollardan yana değiliz, yeniliklerden yana değiliz , gelenekten yanayız ve kendi geleneklerimizin alışılmışın dışında olması daha az önemsendikleri anlamına gelmiyor. Yeni­ liklere hayır. "Ne diyorduk haya tı m ? " dedi anneannem . Unutmuş izlenimi uyandırdığımda bana yardım etmeye çalıştı . "-bazı şeylerin kötü görünmelerine dair bir şeydi ." "Kötü görünmelerine dair bir şey söylemedim ," dedim , "sade­ ce kendimizi haklı hissettiğimiz sürece dışarıdan yabancılara nasıl göründüğümüzü fazla umursamamalıyız dedim . Anlıyor musun?" 86

"Tam olarak anladığımı söyleyemem. Kasabadan insanları da­ vet e tmemekten mi söz ediyorsun, hayatımız boyu nca tanıdığımız insanları , bazıları benim kişisel dostları m , Sara h Clemmons ve Hannah Hagan örneğin. Onları davet etmediğim için kendimi nasıl haklı hissederim? Bir de Kate. Dördümüz neredeyse yirmi yıldır her çarşamba kağıt oynuyoruz." "Ben bunu sürdürmemek için bir neden göremiyorum . Hatta bugün çarşamba değil m i ? " "Geçen çarşamba toplandık. Sadece ayın ikinci v e dördüncü çarşambaları toplanıyoruz." "Öyleyse neden kaygılanıyorsun? Bir hafta daha bekle , sonra oyna." "Cassie, sakinleşip bana j udy'yle dün gece ne konuştuğunuzu anlatır mısın? " Sıcaklamış hissettim kendimi . Çok sıcak bir gün olacaktı ve çay bunu perçinliyordu. Biraz daha hava alabilmek için kimonomun yakasını açtım. " Kimononun altına bir şey giymedin mi hayatım ? " diye sordu . Gözünden hiçbir şey kaçmaz. "Henüz değil" dedi m . "Aslında henüz kalkmak niye tinde de­ ğildim; buraya el çantamı aramak için geldim, uzun ve dar beyaz bir el çantası. Bir yerde gözüne ilişti mi? Ona gerçekten ihtiyacım var." "Bunu daha önce de sordun, ben de görmediğimi söyledim." "Özür dilerim ," dedim, "hafızam çok kötü ." "Bana hafızadan söz e tmeden önce benim yaşıma gelene kadar bekle" dedi ve bu yüzden onu kalbime geri aldım, açıksözlülüğü ve anlayışından dolayı; ona güvenim de tazelendi. Neden olmasın , anneannemizdi o bizim, jane'in annesiydi, nasıl olduğunu bilmeye hakkı vardı. Aile içinde kalacaktı. "Dün gece ne konuştuğumuzu bilmek istiyordun-" "Çok iyi zaman geçirmişsiniz gibi anlatıyordun" dedi annean­ nem ve o bitirinceye kadar beklemek zorunda kaldım, hayli uzun bir bekleyişti. "Siz konuşurken sesinizi duyuyordum ama ne konuş­ tuğunuzu anlayamıyordum, sonra Judy'nin gülmekten katıldığını duydum, sen bir şey söylediğinde genellikle öyle yapar ya-" " Konuşanın o, gülenin ben olmadığımdan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ? " dedim. 87

"Sen öyle gülmezsin" dedi anneannem. "J udy'nin kahkahasını dünyanın neresinde olsam tanırım. Yatağımda yatıyordum ve kah­ kahasını duyduğumda ben de gülmeye başladım. Sonra ön kapıdan çıktığınızı ve uzun bir süre orada kaldıktan sonra döndüğünüzü duydum." "Arabaya gidip el çantamı aradık" dedim . "Birkaç kez d e mutfağa gittiğinizi duydum" dedi. "Gittik," dedim, "buz almak için. Çok sıcak bir geceydi. Berkeley hayli serindi. Evin nasıl olabildiğini unu tmuşum. Sadece sıcaklık da değil, her şey. Sonra burada oturup gece yarısına kadar babamla konuştuk." " Düğüne dair mi? " diye sorduğunda düğün konusuna pek gir­ mediğimizi söyledim, daha çok tezime dair konuşmuştuk her ne­ dense ve babam varoluşçulukla klasik şüphecilik arasında paralellik kurmuştu . "Bunu kullanmak istiyorum. Günümü kurtarabilir aslında." Babamla yaptığımız konuşmayı hatırladığıma sevinmiştim. Te­ zime ilgi duyup içinde söylemeye değer bir şeyler söylemem gayet mümkündü - ortalığı biraz düzenlemek, açık kalmış bazı felsefi uçları bağlamak gibi. Kendimi tam olarak iyi hissetmiyordum, fakat işi ve fikirleri düşünmek bana çok daha iyi hissettirmişti. Elimi uzatıp annean­ nemin kolunu okşadım. "Anneanne," dedim , " babamızın yanından ayrıldıktan sonra çok şey konuştuk, genellikle kendimize dair, ]ude'un New York'ta ve benim Berkeley'de bulunduğum geçen yılı ne kadar kötü geçir­ diğimize dair." Başımı kaldırdığımda Bayan Abbott'ın ağzını açmış bir şey söy­ lemeye hazırlandığını gördüm, onun açısından konuyla fevkalade ilgili ve benim açımdan fevkalade ilgisiz bir şey, ama erken davranıp önünü kestim. "Bizim hakkımızda söylediklerinde haklısın, tam da senin her zaman hissetmiş olduğun gibi , yollarımızı ayırmak için bu kadar çabalamamız gerekmiyor; bunu şimdi idrak ediyoruz, imkansız bir şey. Ayrılamayız biz." Bir süre başımı kaldırmadım. Sindirsin , anlası n , içine alsı n , sonra bana üstü kapalı sorularını sorsun, yanıtları dinlesin, resmi bir açıklama yapsı n , ben de aksini kanıtlayayım. 88

Bana baktı, sonra çok yaklaştı ve bakmaya devam etti, kafamın içini görmeye çalışıyor gibiydi . "Sana ilk ben söylemek istedim," dedim, "babam ya da başkası söylemeden önce, çünkü sen her zaman çok anlayışlı oldun ve daha önce senin söz hakkın olsaydı her şey çok farklı olurdu." Gözlerini kırptı ve bana tu haf bir bakışla baktı , duygudaşlık ve dayanışma içeren bir bakış , diye düşündüm, fakat emin olamadım. "Hiçbir zaman alınmayan akordeonları hatırla" dedim. "Onun yerine judith'e piyano dersleri aldırdılar, bana da o aptal flüt düştü ." "Ne oldu senin flü tün canı m ? " diye sordu anneannem . Bana ne oldu , diye geçi rdim içimden , fakat bir şeye başlamıştım bir kere ve devamını getirmem gerektiğini biliyordum. "Söylemek istediğim şu , senin bizim için ne istediğini ve ne hisset tiğini artık biliyorum: Kendimiz olmamızı , birlikte kalmamızı istedin, sorundan utanmamızı veya ondan kaçınmamızı değil, onu gurur ve ciddiyetle kabullenmemizi istedin." Derin bir soluk aldım, çay fincanının içine baktım ve özetledim. " Evet, kabullendik. Dün gece karar verdik. Birlikte yaşayacağız ." Güçlü bir konuşmaydı. Durumum hesaba katılırsa elimden geleni yapmıştım, yine de nedense anneannemin kavramasını sağ­ layam amıştım. Konuşmamı henüz yarılayamadan anneannem bana yakından bakmayı bırakmıştı, gurur ve ciddiyet kısmına geldiğimde dinleyicimi yitirdiğimi idrak ettim. Yüzünde küçük bir gülümse­ meyle arkama bakıyordu , titrek bir hoş geldi n gülümsemesiyle. Onu yitirmiştim, üstelik bu kadar yokuş yukarı bir mücadeleden sonra . Onca emekten sonra . "Biz de az önce, öğlene kadar uyuyup prensin gelmeden güzellik uykunu alman gerektiğinden söz ediyorduk, öyle değil mi Cassie?" Taburemde arkama döndüğümde j udy'nin oturma odasından mutfağa giden iki basamağı çıkmakta olduğunu gördüm. Saçı ta­ ralıydı, üstüne tiril tiril beyaz keten şort ve mavi çizgili gömlek giymişti . Basamakları zıplayarak çıktı. " Evet," dedim , "bütün o prens ve güzellik meselesini konuşu­ yorduk. Burada oturmuş sadece bundan söz ediyorduk. Kesinlikle." "Cassie bu sabah gerçekten çılgın bir ruh hali içinde" dedi an­ neannem. "Ah, ivet, çok çırgın" dedim Çinli aksanını taklit etmeye çalışa­ rak. Bu beni beklediğimden daha fazla yordu . 89

Anneannem Jude'un portakal suyu nu almak için ayağa kalktı, Jude tezgahta yanımda durup elini omzuma koydu ve orada tuttu. Dönüp ona baktım. Mutludan ziyade sağlıklı görünüyordu , fakat harikulade kokuyordu. "Ne sürdün? " diye sordum. " Limon kolonyası . Kendini nasıl hissediyorsun ? " diye sordu. "Birinci sınıf" dedim. "Mükemmel. Pek iyi değil." "Güneş yanıklarına krem sürmeme izin vermeliydin." "Yanlış teşhis." "Neden biraz daha uyumadın? Saat daha yedi buçuk." ·�sıl sen neden biraz daha uyumadın? " "Uyudum, biraz. Sonra düşünmeye başladım." " Düşünme. Anneanneme planlarımızdan söz ettim, yeni plan­ larımızdan, çok güzel karşıladı." Anneannem portakal suyunu judith'in önüne koydu. "Babam ne zaman kalkıyor? " diye sordum. Anneannem gözlerini hafifçe yuvarlayıp on ile on iki arasında dedi, duruma göre . j udith portakallığından hiç etkilenmeden bardağını alıp dü­ şünceli düşünceli içti. "Dünyanın en güzel portakallarını biz yetiştiriyoruz galiba" dedi ve Bayan Abbott mu tfaktan, bunu duyduğuna çok sevindiğini söy­ ledi , çünkü bazı insanlar içine yumurta kırma gereği duyuyorlardı. " İki yumurta" dedim. "Biraz da beyaz şarap" diye ekledi Bayan A. Judith bana baktı . "Sahi mi?" diye sordu , b e n d e o n a insanların çiğ yumurtaya karşı neden bu kadar önyargılı olduklarını anlamakta güçlük çektiğimi söyledim. Bu konuda en çok bağıranlar muhte­ melen ömürlerinde çiğ yumurta yemeyi denememişlerdi . "Ya beyaz şaraba ne demeli ? " dedi jude, o kendine özgü küçük kız kardeş edasıyla . "En azından o konuda tamamen yanılıyor" dedim ve annean­ nemin bana o bakışlarından biriyle bakmasını bekledim. ·�ma iki yumurta kısmı doğru ." "Judith'e doktorunun sana şu kapakçık hakkında ne dediğini anlatsana" dedi anneannem. Judith'in sormasını bekledim, o zaman ona ortada bir şey ol­ madığını söyleyecektim - ne doktor ne de kapakçık, sadece aşırı kaygılanan ve üstüne üstlük güveni suiistimal eden Bayan Abbott. 90

Fakat beklediğim soru gelmedi ve gelmeyeceği kesinleşmeye baş­ ladı, anneannem de dinleyicisini yitirmişti. Judith elini omzumdan çekmiş, taburelerden birine oturmuş, odanın karşı tarafına bakı­ yordu, pencereden arka balkona. Orada içeri bakan bir kedi vardı, evin şimdiki kedisi. Kedi ile judith uzun süre birbirlerine baktılar, ikisi de tam odaklanmadan, sonra judith portakal suyunu bitirdi, bardağı tezgahın üstüne koydu ve "Yapamayız, bu kadar basit" dedi . "Biliyorum," dedim , " kafana takma ." "Hayır," dedi, "jack'i karşılamaya seni gönderemeyeceğimizi kastediyorum. Benim gitmem gerek." "Hayır" dedim . "Ben gideceğim. İyiyim , yani gitme zamanı ge­ linceye kadar kendimi toparlamış olurum ." "Hayır," dedi jude, "sanmıyorum . Her şey çok çılgın. Düşün­ düm. Benim gitmem gerek." "Dün gece böyle hissetmiyordun ama" dedim. Neden bu şekilde davrandığını anlayamıyordum - kediyle o tuhaf bakışma, sonra yaptığı her şeyde kendini belli eden bir tür kararsızlık. "Dün gece-" diye başladı ve aniden durup yumurtalı ekmek kızartmaya devam eden a n neanneme baktıktan sonra sessizce, "Her şey o kadar beklenmedik bir şekilde gelişti ki," dedi , "senin eve gelmen, yaptığımız konuşma ve alkol , neydi, brendi mi ? " "Sen fazla içmedin" dedim . "Benim için fazlaydı" dedi. "Sonra sen ve babam ve felsefe soh­ beti, ikinizle birlikte tekrar evde olmak." İç geçirdi, dışarıdaki kediye tekrar baktı , sonra anneanneme baktı , sonra da bana. "Bir de sen , kendine özgü tarzınla." "Nasıldım?" Bir kez daha iç geçirdi ve " Tarzın işte. Nasıl olduğunu sen bi­ liyorsun" dedi. "Hayır, bilmiyorum , gerçekten" dedim. "Ama nasıl olmak iste­ diğimi , nasıl olabileceğimi biliyorum. Sana bunu anlatmaya çalı­ şıyordum, nasıl olabileceğimizi ." Anneannem yeni bir tabak yumurtalı ekmek ve pastırmayla geldi , tek kişilik bir tabaktı, hemen yerimden fırlayıp yardım etmeyi teklif ettim. Teklifim reddedildi, fakat bir fincanla bir fincan altlığı aldım, judith'in önüne koyup kahve mi yoksa çay mı istediğini sordum. "Çay mı," dedi, "sabahleyin? Sabahleyin kim çay içer? " 91

"Ben," dedim, "her zaman değil, bazen." "Ben böyle bir şey ha tırlamıyorum" dedi. Fincanına kahve koyd u m , sonra kendi çay ve kahve fincanlarım ı , bardağımı ve yumurtalı ekmeğimin durduğu tabağımı aldım , tabağı süngerle temizledim, fincanları ve bardağı sudan geçirdim, sonra hepsini bulaşık makinesine yerleştirdim. Kolay değildi, ama hiçbir şey kolay değildir. Tekrar tezgaha döndüğümde anneannem j udith'in karşısına oturmuş, yüksek sesle cemaate bir borcumuz olduğunu düşünüp düşünmediğini soruyordu . "jane'in cenazesine katılan onca iyi insanı düşün" dedi . "O tesadüftü" dedi judith. "Törenin aile içinde gerçekleşeceğini belirtmediğimiz için geldiler." "İşte tam bu yüzden onları bu kez davet e tmeliyiz" dedi anne­ annem. "Bilmiyorum" dedi judith cılız ve şaşkın bir sesle . Anneannemin ona verdiğim onca ipucundan sonra planını sürdürmesi inanılır gibi değildi . Söylediklerimden bir şey anlamamış olmalıydı. judith'e baktım ve onun da bana bakmasını sağlamaya çalıştım, çünkü bana bakarsa bir şekilde ona anneannemin durumu kavrayamadığını ile­ tebilirdim. Gözlerimi devirebilir, dudaklarımı büzebilirdim örneğin. Bu sabah bunların pek çok kez yapıldığına tanık olmuştum. Fakat judith bana bakmadı. Anneanneme de bakmadı. Gözlerini indirip sadece yumurtalı ekmeğine baktı . "jack burada olduğunda j u de'un çok daha iştahlı olduğunu söylemeliyim" dedi anneannem bana , bu da benim için bardağı taşıran son damla oldu . "Nereye gidiyorsun Cassie" diye seslendi anneannem ardımdan. El çantamı bulmaya çalışacağımı söyledim, çünkü ona fena halde ihtiyacım vardı. "Havuz kenarına baktık mı ? " dedi judith. Yanıt vermedim. Ama bakmamıştık. "Sen dışarı çıkıp bir göz at," dedi, " kahvaltıyı bitirir bi tirmez sana yardıma geleceğim." "Yardıma ihtiyacım yok" dedim . "Seninle konuşmak istiyorum" dedi. Buna da yanıt vermedim , fa ka t dışarı çıktıktan sonra hangi kapıdan çıktığımı bilsin diye kapıyı sertçe kapattım. 92

Dışarı çıkmamla güneşin etkisini hissetmem bir oldu ama bah­ çeyi katederken çimler çıplak ayaklarımı serinletti. Kuşlar da bir nebze yatışmışlardı . Terasa vardığımda Lekerlekli şezlonglardan birini güneşin altından bambuyla gölgelendirilmiş yere sürükledim ve bi tkin bir vaziyette yattığım yerden el çantamın yerini saptamaya çalıştım. Masanın üzerinde değildi, masanın üstünde kırık cam parçalarıyla dolu bir faraş ve yanında ufak bir süpürge duruyordu. Kırık cam parçalarını süpürdüğümü hatırlam ıyordum, fakat hayli olasıydı, dün geceki halim hesaba katılınca yapmış olabilirdim. Kefaret olarak yapmış olabilirdim , coşkunluk ya da minne t duygu­ suyla . Yapmış olabilirdim, fakat hatırlamıyordum. Bü tün bildiğim yapılmış olduğuna sevindiğimdi , çünkü artık kendimi hiç coşkulu ya da pişman ya da başka türlü hissetmiyordum. Müstakbel damadı havalimanında ben neden karşılayamıyordum? Bu kadar büyük bir ciddiyetle ve herkesin hakkını samimiyetle, dürüstlükle , akılla , büyük bir ruhla teslim etme yükümlülüğünü üstlenerek yerine getireceğim görevimden neden açığa alınmıştım ? İstiyordum o görevi; gönüllü olmuştum çünkü yapabileceğim türden bir şeydi; sözcüklerle aram iyiydi; ben ona haddini bildirebilirdim, oysa Ju­ dith bildiremezdi. Öyle ya da böyle, Judith benim kadar belagatli değildi. Bir sözcü gerektiğinde konuşan hep ben olurdum . Adet böyle. Aşırı bir örnek vereyim; jude juilliard'a başvurduğunda mek­ tubu ben yazdım. Gitmesine tahammülüm yoktu ama mektubu yazdım. Kabul edilmesini olanaksız kılacağından emin olduğum bir şeyler ekleyebilirdim, fakat yapmadım. Çok ikna edici bir mek­ tuptu ve kabul edildi. Sonra da beni bir Bösendorfer'in iki yarısıyla birden bırakıp gitti . Şezlonga uzanmak güzel bir duyguydu , fakat sürdüremedim . İki dakika sonra kalktım, faraşı alıp her şeyi köşedeki çöp kutu­ suna fırlattım - faraş , küçük süpürge , cam parçaları filan, çünkü eskilerini nereye koyduğumuzu hatırlamaya çalışmakta nsa yeni bir faraş ve süpürge almayı yeğlerdim. Terasa döndüğümde gidip havuzun kenarında durdum . Hava çok sıcaktı ve giderek ısınıyordu, kimonomu çıkarıp havuza girerdim fakat anneannem geceleri bile kimsenin havuza mayosuz girmesinden hazzetmez , haberi olursa yani, bu yüzden havuz kenarına bağdaş kurdum , sonra eğilip elle­ rimi bileklerime kadar suya soktum. Su çok durgundu , yüzeyinde iki bulu tun ve jane'in çalışma odasının önündeki meşe ağacının 93

dallarının yansımasını görebiliyordum . Bir de suyun yüzeyine yak­ laştığımda ellerimin arasındaki boşlukta kendi yüzümü. Aynaya bakmaktan farklıydı, o kadar keskin ve ayrıntılı değildi, bu yüzden dehşete kapılmadan bakabildim. Hatta o kaba ana hatlarla hayli iyi görünüyordum; keşke bü tün aynaların ihtiyaç duyduğumda böyle yu muşatıcı bir özelliği olsa , diye geçirdim içimden. Baba­ mın kullandığı orman perisi sözcüğü geldi aklıma ve ne demek istediğini anladım - saçımla ilgili bir düzensizlik, beni bir tarağın kılacağından çok daha çekici kılan bir dağınıklık. Olduğum yerde kaldım, baktım, düşündüm . Güneş doğrudan başıma vuruyordu ama sonumu getirebilecek olmasına rağmen kendimi sabahtan beri hissettiğimden çok daha iyi hissediyordum . Daha sağlıklı dü­ şünüyordum aynı zamanda , örneğin ağaç perileri ağaçlara bağımlı orman perileriydiler, fakat bir de su perileri vardı. Bu tür bilgiler böyle zamanlarda işe yarıyordu . Aşağıda ellerimin arasından bana bakan su perisine baktığımda yanında jude'un yansımasını gördüm. "Meditasyon mu yapıyorsun ? " diye sordu. "Hayır, neden? " " Pozisyonun öyle, bağdaş kurmuşsun." " Kimonomu ıslatmak istemedim." "Meditasyona sardırdığımız dönemi hatırlıyor musun? Neydi o kızın adı ? " "Hangi kızın ? " "Canım biliyorsun, senin ş u Budist arkadaşın, Sophie bir şey, Sophie . . . Myers." "Sophie Myers adında birini hatırlamıyorum." "Boş ver o zaman. Önemli değil." ·�ynı anneannem gibi konuşuyorsun" dedim. '"Senin şu Budist arkadaşın' deyiş biçimin aynı anneannem." Bağdaşımı çözüp ayağa kalktım . Su perisi buraya kadarmış. Bambu çatının altına gidip şezlonga uzandım. judith de yanıma gelip şezlongun kenarına oturdu . "Cam parçalarını kim süpürdü acaba? " dedi. "Ben. Başka kim olacak?" dedim. "Süpürdüm ve çöpe attım." "Ne zaman? " " Dün gece." "Hayır. Hatırlamıyor musun? Dün gece ben süpürdüm ve çöp tenekesinde tangırtı sesi çıkacağı için masanın üstüne bıraktım." 94

" Pekala , bunu yapmış olabilirsin . Fakat her şeyi ait olduğu yere ben koydum, az önce." "Teşekkür ederim." "Bir şey değil. Conchita nerede ? " "Anneannem b u haft a sabahları evinde kalmasını söyledi çünkü elektrikli süpürgeyle gürültü yapsın istemedi, anneannemin kah­ valtı etmeyi ne kadar sevdiğini bilirsin ." "Hem de nasıl ." Karnımın üstüne döndüm ve ellerimi ışığı engellemek için başıma dolayıp yüzükoyun yattım. "El çantanı buldun mu?" " Hayır." "Ben de baktım. Burada değil. Tuhaf." " Evet." Hala yanımda oturup oturmadığını öğrenmek için hafifçe kımıldadım. " Kalkmamı ister misin? " "Hayır, burada kal , lütfen burada kal. Hiç gitme." Yanıma dönüp dirseğimi başımın altına koydum ve ona bakmak için başımı kaldırdım. Kendimi hissetmek istediğim gibi görünü­ yordu . "Asla gitme. Hiçbir zaman gitmeyeceksin , değil mi?" Hiç hareket etmeden bakışlarını benden uzağa çevirdi ve sonun­ da, "Ben de seninle bunu konuşmak istiyordum" dedi. Boğucu sıcağa rağmen biraz ürperdim, beni şaşırtan türde bir ürpertiydi. Belki kan şekerim düşmüştü, fakat ürpertiyi andırıyordu daha çok. judith, "Gidip onu karşılamana izin vermeyeceğim" dedi ve ürpertim geçti, çünkü böyle bir şok insanın metabolizmasını değiş­ tirmeye yeter. Beni asıl şaşırtan izin vermeyeceğim demesiydi. Onu karşılamama izin vermeyecekti, sanki ben ondan izin istemişim gibi, oysa ben onu bu sıkıntılı görevden , daha doğrusu baş edecek donanıma sahip olmadığı utanç verici bir açıklamada bulunmak­ tan esirgemek istediğim için gönüllü olmuştu m , çünkü kiminle konuşursam konuşayım zor bir şeyi genellikle belli bir anlayış ve incelikle izah edebilirim. Herkesin demir zırhında bir delik oldu­ ğunu ve sabırla, soğukkanlılıkla ve erken heyecana kapılmadan içine girilebilecek bir yarık açılabileceğin i varsayarım. Nedenini bilmiyorum ama böyle şeyleri yapabiliyorum ve Judith'e yardım 95

edeceğimi, durumu izah etme işini yüklenmeye hazır olduğumu söylemiştim. "Öyleyse ikimiz birlikte mi gi tsek ? " dedim , kendimi biraz to­ parladıktan sonra. Yanıl vermesi hayli zaman aldı , fakat verdiğinde kesindi. "Hayır," dedi , "yalnız gitmeyi yeğliyorum . Neden böyle bir şey söyledim bilmiyoru m . Böyle bir şeyin nasıl olduğunu tasavvur edemiyorum." Yavaşça sindirdim, çünkü bu işte yolunda gitmeyen bir şey vardı ve havalimanı için depoladığım inceliğin bir kısmını kullanmak zorunda kalabilirdim. "Oldu ," dedim, "çünkü olması gerekiyordu." Bunu söylemenin iyi bir yolunu bulmaya çalıştım, sonra buldum : "Çünkü bir tamsayı bütünsellik olmadan var olamaz. Biz buyuz , birliğiz - bütün bir varlık, bir doku , bir karmaşa ; böyle bütünleniyoruz biz. Bütün­ lüğümüze gelince , ona ihtiyacımız var ve ona sahibiz. Onun için savaşmak zorundayız , fakat bunu biliyoruz. Bunu bizden daha iyi kim bilebilir ? " Tamsayıyla bütünselliği b u şekilde bağdaştırmaktan hoşnuttum. Sevdiğin insanlara hizme t etmenin yolları vardır ve ben judi lh'le konuşurken kullandığım sözcüklerle onu sadece onurlandırdığıma inanmak isterim. Dün geceye dair böyle hissediyordum, birlikte havalanabileceğim biriyle nihaye t iletişim kurabilmişim gibi. Din­ leyen judith olduğunda ne söylenmesi gerekliğini hissedebilir ve söylemenin yollarını bulurum. Kulağa küstahça geliyorsa üzgünüm, yapabileceğim bir şey yok. Benim akçem de bu , parla tır ve sevinçle veririm. Bir fark yaratmamasını da beklemem. Faka l ] udith öylece o turup kahvaltıda o kediye baktığı dikkat­ li ve dalgın bakışla bir yerlere baktı. Sonunda, "Neden bu kadar özel olduğumuzu düşündüğünü hiçbir zaman anlamadım . Öyle miyiz ? " dedi . Onu duyduğumda içimden gelen ilk şey kendime hakim olmayı bırakıp dağılmak oldu . Ama bunu yapamayacağımı tam zamanında hatırladım; hayatımın sonuna kadar, olabileceğim şeyin yarısı ola­ rak yaşamak istemiyorsam yapamazdım. Dokuz ay bana yetmişti. "İnan bana , biz özeliz" dedim. "Başka kimin bizimki gibi bir anne babası olabilir? Riley arabası ve Bösendorfer piyanosu olan, halla bunların ne olduklarını bilen başka birini tanıyor musun? 96

Biz J ob'un Kızları topluluğuna kaulmadık, salağın tekiyle ilişkiye girmedik, Alpha Kappa Theta'larla birlikte yaşamadık, çünkü hiçbir zaman onların dilini konuşmadık, onların kavramlarıyla düşün­ medik. Nasıl yapabilirdik? Başkalarının hayal gücünün tükendiği yerde yaşamaya başlayabiliriz." Orada bırakum ve Jude'un iç geçirdiğini duydum. Onu fazla zorlamak istemedim, bu yüzden, "Ayrıca yanlış yerlerde göze bat­ madık" dedim. "Sen hiçbir yerde göze batmazsın ," dedi Jude , "bu beni biraz ürkü tüyor." "Benim için kaygılanmaya devam et lütfen. Böyle şeylere ihti­ yacım var." " Kaygılanıyorum, merak etme" dedi ]ude. " Hem de çok." "Öyleyse durumu ona sen izah et, benim etmemi istemiyorsan; burada büyük bir yatırımımız var ve açıktan satarsak ço k sorum­ suzca davranmış oluruz. Kendimize ve bizim için doğru olan yaşam tarzına karşı dürüst olmak zorundayız, başka yerde başkalarına nasıl görünürse görünsün. Bunu biliyorsun , değil mi? " Bir şey demedi. Faka t olduğu yerde kaldı. " Dairemizi haurlamaya çalış" dedim. "Öyle bir yere her gün girmezsin . Olduğumuz her şey orada. Parça parça oluşturduk. Dok­ torumun dairemizi ilk gördüğünde ne dediğini duymak isliyor musun? Evet, istiyorsun . İçindeki her şeyin bilinçli bir beğeniye işaret ettiği ni söyledi . Aynen böyle dedi." " Doktorun kim ? " "Vera Mercer. O d a bilinçli bir beğeniye sahip." "Eğitimini nerede almış?" "Önce Yale'de . Sonra iki yıl Langley-Porter'da, kendi ofisini açın­ caya kadar." " Langley-Porter mı? Psikiyatrından neden doktorum diye söz ediyorsun ? " "Genel deyim." "Ben daha belirli deyimleri yeğlerim. Ne kadar zamandır terapiye gidiyorsun ? " "Sen gi ttikten ü ç hafta sonra başladım, o zamandan beri ." "Bana neden söylemedin ? " "Benim sırrım olsun istedim ." "Babam biliyor mu ? " 97

" Sanıyorum. Ödenmiş çeklerim ona gidiyor." "Vera Mercer" dedi jude, o adı bir yerden hatırlıyormuş gibi ya da belleğine kazımak için. " İyi mi, yani sana yararı oldu mu ? " Anneannem gibi konuşmaya başlamıştı yine, belli bir doktora gittiğinde belli yararlar görmen gerekir tavrı. "Ben onu analiz etmiyorum," dedim, "o beni analiz ediyor. İyi olup olmadığı sorusunu sormuyorum ama iyidir belki. En azından beni köprüden aşağı atlamaktan alıkoydu , bu iyi bir şeyse şayet." "Şaka yapıyorsun" dedijude , şaka yaptığımı umduğunu belirten bir biçimde . Bunu daha fazla konuşmamaya karar verdim çünkü köprüden atlama konusunda ne kadar ciddi olduğumdan ben de pek emin değildim ve bunu öğrenmek daha pek çok terapi seansı gerektirecekti . "Pekala, belki şaka yapıyorum, ama her halükarda buna dair konuşmak istemiyorum. Daireye gelince, biz onu kendi kişiliğimizle o hale getirdik. Banyodaki o resim örneğin, Degas'nın teneke leğen­ den çıkan kız resmi. Ve Nayarit figürleri. Her zaman öyle dairelerde yaşayacağız ve giderek daha da güzelleşecekler." "Beğenilerimiz giderek daha bilinçli hale geldikçe mi?" dedi j u de düz bir tonla, kendinden çok benim gibi . Fark etmemeye çalıştım. "Sen New York'a gittikten sonra o evde tek başına olmanın nasıl olduğunu bilemezsin . Baktığım her yerde birlikte keşfettiğimiz bir şeyler vardı, piyanoyu saymıyorum bile. Her şey. Buzdolabında hiç açılmamış bir mantar konservesi olduğunu biliyor musun örneğin? Tek başıma açamadım , ama ne zaman o soğuk bölmeye baksam oradaydı, bekliyordu . Benim gibi; açılmamış halimle kimseye bir yararım yok, fakat kendi kendimi açamıyorum." Aynı ürpertiyi hissettim yine, buzdolabını düşündüğüm için muhtemelen; iki aydır buzlarını çözmemiştim. Döndüğümüzde yapacağım ilk iş bu olacaktı. 'Ti triyorsun" dedi J ude . "Biliyorum," dedim, "o dairede ne kadar yalnız olduğumu ne zaman düşünsem titremeye başlıyorum." "Ne demek istediğini anlıyorum" dedi Jude, yine o duygusuz tonla . "Ben orada epey yalnızlık çektim ." "Ne zaman? " diye sordum üzerine basa basa. Beni şaşırtmaya devam ediyordu . 98

Bir süre bekledikten sonra , "O evde yaşadığımız bütün süre zarfında" dedi. "Sen eve geliyor, banyo yapıyor, giysilerini değişti­ riyor, arabayı alıyor ve sabaha kadar ya da geç bir saate kadar dön­ müyordun. Senin sayende iyi bir müzisyen oldum . Senin dönmeni beklerken çalışmaya bol zaman buluyordum." Sesinde zerre kadar öfke ya da garez ya da kızların bu türden hesaplaşmalarda kapıldığı başka duygulardan eser yoktu. Gerçekleri aktarıyordu sadece. "Ama hatırlamıyor musu n ? " dedim . "Ne yapmaya çalıştığımızı hatırlamıyor musun?" "Ne yapmaya çalıştığınızı mı? " "Bak, biz dediğimde seni ve beni kastediyorum, beni ve başka­ sını değil." "Elbette" dedi jude. "Biliyorum." "Bu şekilde söyleme" dedim. "Bunu doğru anlamak zorundayız, yoksa bir yere varamayız." "Pekala, belli birinden söz etmediğini biliyorum . Üç aşağı beş yukarı herhangi biriydi." İnledim. Bazen çok inatçı olabiliyordu. "Onları unut gitsin," dedim, "çünkü bunları yaşamanın benim için ne demek olduğu nu anladığını sanmıyorum, ya da bunu ken­ dime söyleyebilmenin ne kadar zor olduğunu." "Biliyorum" dedi. "Ne biliyorsun ? " "Senin nasıl olduğunu . Sorun yok. Öyle d e olunabilir." Karnımın üstüne dönüp düşündüm biraz. Ürperti yoktu şimdi. Her yerim ısınmıştı, etrafımızdaki hava gibi . "Nasıl olduğumu bildiğini umuyorum ," dedim bir süre sonra , "çünkü o zaman öyle değildim . O benim Rimbaud dönemimdi. Üstüme olacak giysiyi arıyordum , sözün gelişi . Asıl aptalca olan şu ki daha başından nerede durduğumu, ne istediğimi, nasıl olmak istediğimi biliyordum. Bizim olduğumuz gibi olmak istiyordum, sürekli en iyi haliyle, yetiştirildiğimiz gibi, doğduğumuz gibi, çok özel ve nadir, çok nadir. Şimdi olabileceğimiz gibi." Başımın üzerinde sessizlikten başka bir şey yoktu. Hiç. Sıcaklık sadece. Bir tür karşılık almadan devam etmek de istemiyordum. Çok geç geldi ama geldi . Saçımın arkasında hafif bir basınç hisset­ tim ve kolonyanın keskin kokusunu aldım, eğilip beni öptüğünü biliyordum , bir bebeği öper gibi . 99

"Toparlanacaksın Cassie" dediğini duydum ve duyar duymaz bu söze nasıl bir bakışın eşlik ettiğini görmek için hızla döndü m. Güzel bir bakıştı, ciddi ve hüzünlü. "Elbette toparlanacağım" dedim. " El çantamı bulup banyo yapa­ bilsem, sonra giyinirim ve birlikte gideriz. Belki erken gidip uçak inmeden Bakersfield'deki Bask restoranında öğle yemeği yeriz." "Hayır" dedi judith. " Neye hayır," dedim, " öğle yemeğine mi?" "Yalnız gideceğim" dedi. "Bunu söylediğimi sanıyordum." "Bana o kadar çok şey söyledin ki" dedim. Bir an için durakladı, omzunun üzerinden havuza baktı ; sonra yukarıdan bana bakıp sessizce, " Hayır, sana gerçekten bir şey söy­ lediğimi sanmıyorum" dedi . "Hep sen konuştu n , planlar yaptın , bense , bilmiyorum , ben bir şekilde içinde boğuldum ya da kar altında kaldım. Sen ritmini bulduğunda şey oluyorsun-" "Ne oluyorum? Söyle . Ritmimi bulduğumda ne olduğuma dair en ufak bir fikrim yok." "Çok baskın oluyorsun . Işınlar halinde bir tür çılgın yaşam enerj isi saçıyorsun sanki. Seninle olmanın nasıl bir şey olduğunu unu tmuşum ; bir tür sirk gibi. Fakat-" Durakladı , ama ben onu deşmek istediğimden emin değildim. Belki en iyisi orada kesmek olurdu, ama bunu nasıl yapabileceğimi düşünemeden iş işten geçmişti. "Sorun şurada ki her şey eğlenceli ve çılgın olmaya başladığında aniden değişiyorsun ve kurtarılman gerekiyor. Ben bir şeye katıla katıla gülerken bana pat diye , Walter Thorson'la evlenirsem -:)ack Finch'ten böyle söz ediyordun- deli gömleğiyle bir akıl hastanesin­ de öleceğinden hiç kuşku duymamamı söylediğini hatırlıyorum. Ve ben geçişi o kadar hızlı yapamadığım için, 'Hayır, bunu yapma, deli gömleğiyle bir akıl hastanesinde ölme, anneannemin Mangin'deki hesabına yazdırdığın o elbiseyi giy, senin üstünde daha iyi durur, daha rahat' dedim. Ve ardından - aman Tanrım ! " Başını iki yana salladı . "Sanıyoru m benim aklım biraz yavaş çalışıyor. Her zamanki gibi ileri geri konuşarak eğleniyoruz sanı­ yordum, fakat elbiseden söz ettiğim anda öyle olmadığını anladım . Seni kurtarmam gerekiyordu." Yorumu kendi içinde yeterince doğruydu. Elbiselerin aynı ol­ ması beni yıkmıştı . Bu kadar sığ bir çukura düşmüş olmam bir 100

şekilde alçaltıcıydı zaten, daha sonra jude o konuyu kendi tarzında açtığında, ki o zamana kadar bir hayli brendi de içmiştim, her konu­ da -evlilik, gelenek, tekdüzelik, sağgörüsüzlük, kendini kandırma , ihane t- düşüncelerimi dizginlemeden ortaya koymuş ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak bitirmiştim. Kendimi tu tamamıştım . Benim için aşırı bir gün olmuştu , Jude'u tekrar görmek bana fazla gelmişti. Hakaretleri bünyemden attıktan sonra ağladım ve judith ben acı çektiğimde her zaman yaptığı şeyi yaptı: Yanımda kaldı, ağlama­ mamı söyledi , bana kağı t mendil getirdi; beni özlediğini, bütün bu çılgın dünyada benim gibi biri daha olmadığını söyledi, sonra o da ağladı. Bu birlikte ikinci ağlayışımızdı, bittiğinde ve orada sessizce uzanırken ona ne yapmamız gerektiğini, havalimanına gidip bunu o çocuğa söyleyeceğimi ve aptal elbisemden kurtulacağımı söyle­ dim. O zaman o da kendi elbisesinden kurtulacağını söyledi ve ona minnet duydum. Kendi mi kurtarılmış hissediyordum gerçekten ve pek çok plan yaptım. Ona hepsini açmamış olabilirim . O uyumaya benden çok önce gitti. Buz almaya son kez gittiğimde döndüğümü duymadı sanıyorum. " Hiçbir zaman gidip onu karşılamana izin verdiğimi söyleme­ dim" dedi şimdi. "Bunu sen düşündün; elbise sorunundan sonra yeni bir nöbet geçirmeni istemedim. Sabah olmak üzereydi." "Nöbet geçirmek mi," dedim, "kızım, sen gerçekten anneannem gibi konuşuyorsun." "Ne dememi istiyorsun , dengesiz mi?" Bir bıçağın içime saplandığını ve döndüğünü hisse ttim. Bir an için her şey durdu. Sonra şezlongda tekrar döndüm ve yüzüstü uzanıp kalbimin kulaklarımda gümbürdemesini dinledim , başı­ mın döndüğünü ve içimdeki burukluk kuyusunun dolup taştı­ ğını hissettim . Bir tür rahatlama bile hissetmiş olabilirim, çünkü artık bundan daha kötüsü olamazdı. Ölümcül darbeyi yemişti m , o dengesiz sözcüğü Yahuda'nın öpücüğüydü . Kendimi b u kadar yakın hissettiğim yegan e insana içimi açmıştı m , ona beni terk ettikten üç hafta sonra bir psikiyatrdan yardım aldığımı söyle­ dikten iki dakika sonra beni o sözcükle hançerlemişti, anahtar sözcükle: Dengesiz. Düşünülemeyecek bir şeydi , fakat ben zaten düşünemiyordum . Orada yatıp uğul tuyu dinledim ; arada sırada, gofre gömlekli katillerin hainlerle senli benli oldukları ve planla­ rını yap tıkları yukarıdaki yerden kulağıma bazı sesler geliyordu. 101

Kimin u murunda , bitti . Fakat bütün farklı biçimleriyle kendi adımı duyuyordum. "Cass, beni dinle" ve "Bak, Cassie" ve "Hey, Cassandra Edwards, fazla büyü tme. Bunu daha fazla konuşma­ yalım, olur mu? Biraz birlik olup jack Finch adında bir adamla evleneceğimi, adının Walter Thorson olmadığını kabullenemez miyiz? Onu çok seveceğinden, onun da sana tapacağından adım gibi eminim . Böyle olması gerekiyor, evlenmek için buraya gel­ memin nedeni de bu , ailemi tanısın ve ailem onu tanısın diye. Bunu göremiyor musu n ? " Fakat ölüysen göremezsin ve benim ölüden farkım yoktu . Beni sarstığında bir şeyler hissettim , fazla değil ama . "Hadi " dedi canlı bir sesle. "Ayaklarımızı sürümeyi bırakıp işe koyulamaz mıyız? Sadece iki günümüz kaldı." "Beni hırpalamayı bırakır mısın? " dedim sonunda , çünkü bu kadar sarsılmaya alışık değildim. "Son darbeyi vur ve zarafe tin zarafe tle çıkıp gitmesine izin ver." "Bu daha iyi" dediğini duydum gofreli katilin , ardından onunla birlikte gelen küçük ve asabi kahkahayı. Rahatlamıştı sanıyorum. Ben de biraz rahatlamıştım. Bir süreliğine, bir daha hiç konuşama­ yacakmışım gibi geldi. Başımı çevirip yukarı baktım. "Ne oldu ?" dedi jude. "Konuşuyorduk ama aniden suskunlaştın. Ne dedim? " Gerçekten bilmediğini görebiliyordum, bunun da yararı oldu . "O konuya girmek istemiyorum," dedim, "çünkü önemi yok. Önemli olan senin kendini heba etmemen." " Kendimi heba etmiyorum. Belki o ediyordur ama ben etmi­ yorum ." "Bu tek kişinin fikri sadece" dedim. "Anneannemle kahvaltıda uzun uzun konuştuk, nasıldır bilirsin, biri hakkında söyleyecek iyi bir sözün yoksa hiçbir şey söyleme yaklaşımı. Neyse, bir süre hiçbir şey söylemedi, sonra çok görgüsüz ve tiksinç alışkanlıkları olduğunu, çok itici göründüğünü, ama iş işten geçinceye kadar senin ondan muhtemelen u tanç duymayacağını ve öylece sıkışıp kaldığını söyledi." judith harikulade bir kahkaha attı. O kadar başarılı olmuştum ki bir adım öteye taşımaya karar verdim . Ya da yarım adım. "Babama onun hakkında ne düşündüğünü sorduğumda da kendini cana yakın bir biçimde çok önemsediğini söyledi. Küçük 1 02

Kasaba Doktoru çantasını almış, evdeki bütün oyuncak bebeklere o topsi yapmak için sabırsızlanan bir çocuk gibiymiş." Judith bir kahkaha daha a nı , bu kez o kadar kend iliğinden değil ama. " Çok hoşsun " dedi. " N asıl bu kadar hızlı düşünebiliyorsun, özellikle o tiksinç olduğuna dair bölümü ? " "Anneannemin söylediklerini tekrarlıyorum sadece . Unu tma ki çocuğu , ya da adamı, henüz görmedim." "Ya da doktor çantalı çocuğu" dedi . "Bazen babamın fazla ileri gilliğini düşünüyorum" dedim ve kahkaha özgürce geldi yine, zorlama ya da kısı tlama olmaksızın. İlişkimizi yeniden kurduğumuza göre bir soru sormaya hakkım olduğunu düşündüm . "Sadece iki günümüz kaldığını söylerken neyi kastediyordun ? " "Sen bir gün erken geldiğine göre düğünü yarın bile yapabiliriz" dedi judith. "Bütün yapmamız gereken Rahip Branson'ı bir bardak şampanya içip töreni yönetmek ve belgeyi imzalamak üzere çağır­ mak. Büyük bir yapım söz konusu değil." "Ciddi misin? " dedim. Geldiğimden beri iki basamak tırmanıp beş basamak aşağı düştüğümü kavradım. İnatçı bir malzemeyle yokuş yukarı. "Cassie, beni gerçekten engellemek mi istiyorsu n ? " dedi, bana çok uzun gelen bir süre sonra. Densiz bir soruydu ve karşılık vermeden önce ben de onu uzun­ ca bir süre beklettim. "Sorunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrin olsaydı bu şe­ kilde dillendirmezdin" dedim . " Kimse kimseyi 'engellemez'. Bazı şeylerin değerini kavrama meselesi bu . Sırf engellemekten başka çarem kalmadı diye seni engellemek zorunda kalmak istemem. Evi bilerek ateşe verip içindeki her şeyle birlikte yanışını seyretmezsin." İç geçirdi ve bir süre sonra içtenlikle , '"Sen evlenirsen ben ya­ narım' mı demek istiyorsun ? " dedi. Önce densizlik, sonra duyarsızlık. New York'ta geçirdiği dokuz ay kız kardeşimin hassasiyetini artırmamıştı . Bunu yanıtlamanın bir yolu yoktu . Sıcakta öylece yatıp güzel ve basil küçük şeyleri bu kadar düğümlü ve dolaşık hale getiren şeyin ne olduğunu dü­ şündüm . Ökseotunu bir ağacı istila edip denetimi ele geçirmeye ne iter, çılgın hücreler jane Edwards'ı neden istila ettiler, otlar serpi103

lirken çiçekler neden pes eder? Babam çiftlikte tek başına içmeyi üniversite dünyasının kök salmış saçmalıklarına neden yeğliyordu? Gidecek neresi vardı? Ya da nereye gizlenebilirdik? "İstediğin bu mu ? " diye sordum, ama istediğin sözcüğü nü inan­ makta güçlük çektiğimi belirtir biçimde vurgu lamanın dışında soruya fazla ağırlık yüklemedim. Umduğumdan ya da beklediğim­ den çok daha hızlı bir yanıt almaya yetecek kadar vurgulamıştım en azından . "Emin olmasaydım bu kadar ileri gitmezdim" dedi jude. "Nikah cuma günü kıyılacak, öyle konuştuk, ama sabahtan beri kendime neden yarın olmasın diye soruyorum . Kilise ayarlamamıza bile ge­ rek yok, çünkü -bunu sana dün gece söyledim mi?- çünkü jane'in çalışma odasında evlenmek istiyorum, çılgınca bir fikir ama bunu istiyorum." Böyle duyduğumu sandım . Hatta böyle dediğini duydum. Ama inanamıyordum. Biraz daha açmaya başlayıncaya kadar. "Anneanneme söylemedim, çünkü Jane konusunda nasıldır bi­ liyorsun . Önce sana sormak istedim , sen de benim gibi hepimizi kapsayacağını d üşünüyor musun? Yoksa Anma Günü gibi yapış yapış bir duygu mu uyandırıyor? " Dumura uğramıştım . Ben hiçbir şey demeyince tek başına de­ vam etti. "jack'e sordum tabii ki , fikir olarak aşırı duygusal bulduğunu fakat duygusallık olmadan bir yere varamayacağımızı söyledi." Kendimi toparlayıp, "Amaç herkesi kapsamaksa kediyi ve Rosie'yi de dahil et" dedim. "Etmeyi düşünüyorum aslında" dedi . "O kadar büyük olma­ salardı atları da dahil ederdim. Ciddiyim, tamamen aile içinde." "Neden ağılda evlenmiyorsun ? " dedim. "Hayır, bunu yapamaz­ sın, arka planda yaratmaya çalıştığın muzır anne imajına ters düşer." Bu kez sessizliğe neden olan bendim. Jude ayağa kalktığında şezlongun minderinin hareket ettiğini hissettim . Uzaklaştığını duy­ madım çünkü yalınayaktı. Öylece yattım, gitmesine izin verdim ve eve girdikten sonra teras kapısını kapattığını duydum . Kapıyı çarpmadı bile . Kendimi nasıl hissettiğimi tahmin etmeye çalışmanın bir yararı yok, çünkü artık bir şey hissetmiyordum. Fakat şaşkınlık içinde , bü tün o söylediklerinin doğru olup olmadığını merak ediyordum 1 04

- Finch'le gerekli konuşmayı yapmak ve özür dilemek için onu kar­ şılamaya benim tek başıma gitmemi birlikte planlamadığımıza dair söylediklerinin yani. Bunu konuştuğumuza inanacak kadar sanrı­ lamış olabilir miydim? Yoksa ben içki ve buz almak için mu tfağa gidişlerimin arasında her şeyi kendi kendime konuşurken o dediği gibi uyuyor muydu? Hayır. İçki koymak için mutfağa gidebilen biri tamamen hayal görüyor olamaz , ne kadar içmiş olursa olsun. Elbisenin hiçbir öneminin olmadığını ve kargoyla iade edeceğini söylediğini gayet net hatırlıyordum . Bu kadarını biliyordum, elbise meselesinde benimle aynı kanıdaydı. Fakat o evdeydi ve ben dışarıdaydım ve şimdi mecazen hep dı­ şarıda olduğumu idrak ediyordum. Kalkıp peşinden gidemezdim, daha doğrusu gidebilirdim tabii ki , ama bunun iyi sonuç verme­ yeceğine dair kesin bir his vardı içimde . Çuvallamıştım ve kapı üstüme kapanmıştı, kapanmış ve kilitlenmişti ve elimden onurlu bir sessizlikle Jude'un bazı şeyleri kendi başına keşfetmesini bek­ lemekten başka bir şey gelmiyordu . Ya da gidebilirdim, eşyalarımı Riley'ye yükleyip Berkeley'ye dönebilirdim , fakat bunun dışarıdan fevri bir hareket olarak görüleceğinden ve sorunumun derinliğini ve doğasını yansıtmayacağından korkuyordum . Gidersem gitmiş olacaktım. Ama kalırsam en azından arada sırada beni görecek ve belki bazı bağlantıları kurabilecekti . " Kal" dedim kendime . " Kal Cassandra, sorun yok. Sen eskiden burada yaşıyordun , kimse seni dışarı atmak ya da sonsuz ve bütün bir birimi parçalamak istemiyor. Kal. Burada ol. Buraya da ait de­ ğilsen nereye aitsin? " Kendimi hiç hissetmediğim kadar yorgun hissediyordum. Üs­ tüne uzandığım minder içimdeki bü tün o ataletle batmama izin vermiyordu. Batmayı çok istiyordum, kendimde eve girip yatağa gidecek gücü buluncaya kadar yerçekimi bana istediğini yapsın istiyordum . Judith beni terk ettikten sonra uyuduğum u sanmı­ yorum , fakat uyumaya yakın bir şey yaptım , minderin beni tutup sürüklemesine izin verdim. Tuhaf bir biçimde doğayla bütünleştim. Düşünmeyi bırakıp yaz aylarında vadimizin üzerine dalgalandığını görebildiğin türden bir sıcak dalgasına dönüştüm . Babamın sesini duyduğumda dalgalanmaya devam ediyordum. Döndüm ve başımı kaldırdığımda onu önce iyi seçemedim , güneş tepedeydi ve ışığı göz kamaştırıyordu. Fakat yerini belirledim ve 1 05

ona gülümsedim. Elini alnımın üstüne koyup kendimi nasıl his­ settiğimi sordu . " Harikulade" dedim, doğrulmaya çalışmadan. "Bu kadar uzun süre güneşin altında yatman bizi kaygılandırdı ." "İlk geldiğimde gölgedeydim" dedim. " Kaygılanan kim ? " "Güneş böyledir" dedi. "Hareket eder. Teorilerden biri b u yönde en azından ." "Kaygılanan kim ? " "Hiç kimse" dedi . "Yeterince iyi bir teori. Merakları tatmin eder ve insanları sistemin tahayyül bile edilemeyecek karmaşıklığını düşünmekten alıkoyar. Ayrıca düzgün, anlaşılabilir ve kabul gören bir teori." Bir kez daha sormanın yararı yok, onu evrenden uzaklaştır yeter. "J udith nerede? " diye sordum ve gittiğini söyledi, havalimanına gitmeden önce biraz alışveriş yapmak, damadı karşılamadan önce şampanya ve pasta satın almak istiyormuş. "Gitti mi? " dedim, sesimde şaşkınlık vardı muhtemelen , çünkü şaşırmıştım. Gideceğini biliyordum tabii ki, ama yanıma gelip bana veda etmeden gideceğine ihtimal vermemiştim. "Sorun nedir? " dedi babam. "Sen de mi onunla gitmek istiyor­ dun ? " "Hayır," dedim , " Riley'yi almak ister diye düşünmüştüm, ona bunu söylemek istiyordum." "Benim arabamla daha rahat eder," dedi babam , "kliması var. Şampanyanın böyle bir günde Riley'nin içinde ne yapacağı belli olmaz." Gözlerimi kapattım. Güne dair haklıydı, kavurucu bir sıcak vardı gerçekten. "Mesaj bıraktı mı?" diye sordum. "Bana bırakmadı." 'i\nneannem nerede? " "Rahip Branson'la konuşmak için Putnam'a gitti. Telefon etme­ sini söyledim ama konuşurken insanların yüzüne bakmayı sever. Hem böyle görüşmeleri çok sever." "Biliyorum" dedim ve Bayan Abbo tt'ı zihnimde şapkası ve eldi­ venleriyle, Bay Branson'a Jack Finch'in mezuniyet töreninde sınıfın en önünde durduğunu ve Wassermann testinden başarıyla geçtiğini söylerken canlandırdım . 1 06

"Baba ," dedim, gözlerimi açmadan, "sen bu evliliği destekliyor musun? " Desteklesin ya da desteklemesin , babamın ne dediği hiçbir fark yaratmayacaktı, çünkü anneannemiz telefon etmektense Pu mam'a bizzat gitmeye karar vermişse gider, havanın sıcaklığına aldırış et­ mezdi . "Hadi," dedi babam, " içeri girelim. Aylardan beridir ilk kez dışarı çıkıyorum, senin için kaygılanmasaydık yine çıkmazdım." Başa dönmüştük. Kim kaygılanmıştı? Beni bu şekilde kim onur­ landırmıştı? Bir kez daha sormadım ama. Doğruldu m ve her şey karardı, fakat bir süre sonra ayağa kalkıp babamın peşinden terası katettim, basamakları çıkıp yemek odasına girdim. Klima sonuna kadar açık olmalıydı. Buzhaneye girmekten farksızdı , değişime uyum sağlayamadım. Güçlükle mutfak tezgahına yürüyüp taburelerden birine oturdum. Dişlerim öyle bir takırdıyordu ki babam bile fark edip sordu. "Bir tür virüs olmalı" dedim, aklıma gelen ilk klişeyi kullanıp sonra genişleterek. "Üniversitede herkes bundan mustarip; sınıflar neredeyse yarı yarıya boş ve Cowell'da boş yatak yok." Genişletirken derslerin sona erdiğini , herkesin Berkeley'yi terk el­ miş olduğunu unu tmuştum , virüslerin bile, fakat babam fark eniyse bile belli etmedi. Onun yerine dün gece güncel Fransız yazarlarının düşünme tarzındaki antik şüphecilik damarına dair söylediklerimin ilgisini çektiğini ve bunu dün geceden daha ayrıntılı konuşmak istediğini söyledi, oysa o sözleri söyleyen kendisiydi tabii ki, ben sadece konuyla ilgilenip onu hoşnut edecek birkaç örnek vermiştim . "Ben de ," dedim , "çok isterim." "Senin neyin var?" diye sordu . "Üşü ttün mü yoksa? " Öyle görün­ düğünü ve muhtemelen üşü tmüş olduğumu söyledim. Tezgahın arkasından bana kaygıyla baktıktan sonra dizlerinin üstüne çöküp yeni bir şişe brendi çıkardı ve bana bir kadeh koyup tezgahın karşısından önüme itti. '�lpler'de soğuk algınlığına karşı bunu verirler" dedi. Küçük kadehi elime aldım ve elim titreyince birazını döktüm , yine de ağzı­ ma götürüp dikti m , kadehi tekrar tezgaha bıraktım ve bir kez daha mazeretlerimi sundum . Aslında yapmam gereken şey bir süre yatıp dinlenmek, bulabilirsem bir aspirin yu tmak ve bol sıvı tüketmekli , akşama kadar düzelirdim muhtemelen. 1 07

"Ne zaman döneceklerini biliyor musun ? " diye sordum . Babam üç buçuk dört gibi döneceklerini söyledi, Judith üçte döneceğini söylemişti galiba. "O zamana kadar ısınırım" dedim ve tabureden kalkıp boş bir zamanda benimle şüpheciliğe dair konuşmak isteyen babamın ya­ nından ayrıldım; onu tezgahın arkasında tek başına bıraktım , ki kanıksadığı bir şeydi. Kapıyı açtığımda odamızdan gök gürültüsü sesi geldi, gök gü­ rültüsü ve yüksek dalgalar. En sevdiği aletiyle Conchita; elektrikli süpürge . İçeri girdiğimi fark etmedi tabii ki, ben de dikkatini çe­ kecek bir yerde durup sesin kesilmesini sağladım. Sonra onu öp­ tüm, Que tal, Como se va ve Tengo frio, tengo resfriado, dedim , fazla zorlamadan hal hatır sormaya ve hastalığa dair aklıma gelen şeyler, karşılığını da fazlasıyla aldım tabii ki . Hoş bir kadındı Conchita , fakat J udith ve j uanito hakkında konuşmak istiyordu, ki bunun Walter Thorson'ın ve anneannemin ve her şeyin İspanyolca karşılığı olduğu sonucuna vardım. Sıram geldiğinde ona eve döndüğüm için çok mu tlu olduğumu söyledim , çok mutluydum, çok mutluydum, ama şimdi yatmam gerekiyordu ve odayı unutabilirdi, ben daha sonra yapardım. Fakat o haliyle bırakıp gidemezdi, yatağımın al­ tındaki kağıtları fark etti, dizlerinin üstüne çöküp buruşturulup atılmış bir yığın kağıt çıkardı . Hepsini topladıktan sonra bir kez daha eğilip baktı ve ya tağın altından elinde bir mucizeyle çıktı - el çantam, dar ve uzun beyaz el çantam. "Gracias a Dios," dedim, sonra daha basitçe , "adios." El çantasını alıp j udith'in yatağının üstü ne bıraktım , Con­ chita'nın elektrikli süpürgenin kordonunu toplamasına yardı m ettim, pelür kağıtları kucağına sıkıştırdım, kapıyı açtım , onu kutsa­ dım, ardından kapıyı kapattım ve kapattıktan sonra bir süre üstüne yaslandım. Yatak odamızın içeriden kilitlenen düğmeli bir kilidi var, ciddi bir şey değil ama; bir törpü ya da firkete ya da beş semle kolaylıkla açılabilir. Fakat anneannem eve döndüğünde burnunu içeri so­ kamasın diye, Conchita'nın da fikrini değiştirip gelme olasılığına karşı kilitledim. Çok küçük de olsa bana bir mahremiyet duygusu veriyordu ve buna ihtiyacım vardı. J ude'un yatağın ı n kenarına o turup kendi yatağım a baktı m , harikulade yapılmıştı v e beni içine almaya hazırdı; bir süre otu1 08

rup ya tağı seyrettim, sonra el çantasını alıp göğsüme bastırdım ve bebekmiş gibi biraz salladım. Ona şarkı söyleyecek kadar ileri gi ttiğimi sanmıyorum, fakat yitirdiğim bir hayvanı ya da oyuncak ayımı bulmuştum sanki , onsuz yapamayacağım bir şeyi . İ nsanın cansız bir arkadaşı olmasının ne kadar güzel olduğu nu düşündüm, arabaya binip Bakersfield'e ya da ona benzer bir yere süremeyecek biri. Bu tür bir arkadaş bir süre yatağın altında gizlenebilir, seni uğraştırabilirdi , ama sana asla ihanet etmezdi. Olduğu yerde kalır ve senin ya da Conchi ta'nın onu bulmasını bekler, ondan sonra seninledir yine , eskiden olduğu gibi. Eskiden olduğu gibi; yine de içine bir göz atmam gerektiğini düşünüp önce klipsini, sonra fer­ muarını, sonra da iç ceplerden birinin fermuarını açtım ve yatağın üstüne üç şişe düştü . Şişeler doluydu , dozları ve kullanım talimat­ ları üstlerinde açıkça belirtilmişti: " Uyku ihtiyacına göre altı saatte bir" ve " Dört saatten sık olmamak kaydıyla ihtiyaca göre bir tane." İkinci ifadenin ardındaki ketumluğu kavradığımı düşündüm. Pek çok eczacı için "hazza göre" ya da "isteğe göre" ya da "bu dünyanın acımasız aptallığına katlanmak için asgari hoşgörüyü edinmek için, gerektikçe" diye yazmak çok zor olurdu. "Canlandırıcı hap" diye de yazamazlardı. Eczacıların da kendilerine özgü hassasiyetleri vardır ve bazıları "ihtiyaca göre" diye yazmanın ötesine geçemez. Ası l soru en çok neye ihtiyaç duyulduğuydu ; dinginlik mi, uyku mu , yoksa canlılık mı, bu kararı vermek için acele içinde değildim. Önce kendimi biraz toparlamalıydım, çünkü daha sonra tanıştırıl­ ma faslı gelecekti ve ister dingin, ister canlı, ister uykulu olayım, sınırlar çerçevesinde düzgün görünmek istiyordum. Haçları yatağın üstüne bırakıp banyoya gittim ve duşun altına girdim , sonra fikir değiştirip oturabilmek için banyo yapmaya karar verdim ve otu­ rurken aklıma bir fikir geldi . Önce b i r fikir olarak değerlendirmedim, içgüdüsel b i r kıpraş­ maydı sadece, bir barış güdüsü - umutsuz u mudun kesilmesi ya da bütün savaşları sonlandıracak savaş diyelim. Uluslararası ölçekte yapılamaz , çok fazla elçilik, çok fazla aracı ve a taşe var. Fakat tek kişi -şimdi kendimi çok tek hissediyordum- er ya da geç yüzleşmek zorunda olduğu şeyi gerçekleştirebilir, savaş alanını terk edebilirdi. Cesaret bile gerektirmezdi, çünkü umut beslediğin bir şey kalma­ mışsa yitirecek bir şeyin de kalmamıştır. Saygıyla eğilerek çıkarsın, düzgün görünerek; banyodan az önce çıkmış, ovulmuş, taranmış. 1 09

Bunu planladığını anlarlar çünkü her şey deyim yerindeyse pürüz­ süz tasarlanmıştır. Ve bü tün taraflarda derin bir minnet duygusu oluşur, bazılarındaysa hayranlıkla karışık pişmanlıklar. Küvetin suyunu boşalttım , sonra kendim çıkıp kurulandım ve aynada kendimi gördüm . İnceydim, fakat fazla ince olduğumu düşünmüyordum , oğlansı ama sonuna kadar değil. Orman perisi sözcüğü geldi yine . Sevgili babam, büyük şüpheci; genç ölmekten daha iyi olan tek şeyin hiç doğmamak olduğunu söyleyen şüpheci kimdi? Kötü görünmüyordum aslında. Görünümümden yola çıka­ rak genç ve çekici diyebilirdiniz , gerçi bir otopsi ülser başlangıcı ve orada burada muhtelif hasarlar ortaya koyabilirdi. Her halükarda uyumadan önce üstüme giyebileceğim bir şey aramamaya karar verdim ve saçımı tarayıp fırçaladıktan sonra açık bırakıp sırtıma dökülmesine izin verdim ; iki kaş çektim, dişlerimi tekrar fırçaladım ama güneş yanıkları yüzünden yüzümü ellemedim . Yatak odasına döndüğümde kararımı vermiştim. Dediğim gibi , zor değildi, çünkü olacaklara tahammül edemiyordum ve artık engelleyemezdim. Git öyleyse kızım. Başından beri tek kişi olma­ lıydık, iki değil; bu şekilde öteki yaşamaya devam edebilecekti , bugün ondan alacağım parçayı telafi etmek için benim ruhumun bir parçasını hayatının sonuna kadar içinde taşıyarak. Bir bardağa su doldurup yatak odasına getirdim. İhtiyaca göre diyen ama neyin ihtiyacı olduğu belirtilmeyen şişeyi alıp çantanın iç gözüne koydum. Sonra üzerinde "sıkıntıya karşı ihtiyaca göre dört saatte bir" yazan şişeyi aldım , avcuma iki tane döktüm, suyla yuttum ve şişeyi çantanın iç gözüne, ötekinin yanına koydum . Sıra sonuncudaydı . Üstünde hala, "uyku ihtiyacına göre" yazı­ yordu , fakat uyku süresi belirtilmediği için bu iş abartmadan nasıl yapılabilir diye düşündüm . Elime on bir kapsül döktüm , çünkü on bir güzel bir sayıydı , sonra dördünü geri koydum, çünkü sıkıntı için iki tane almıştım zaten ve yedi de güzel bir sayıydı. Hiçbir şey kolay değildi , bu bile ; hesap kitap yapmayı gerektiriyord u ; düşünmek zorundaydın v e sanıyorum yedide karar kıldım. Ya da on birde. Sonra gerisini el çantasının iç gözüne koydum, çantayı j ude'un yatağının altına ittim ve boş şişeyi yatağımın yanındaki komodine götürdüm. "Cassandra Edwards. Uyku ihtiyacına göre altı saatte bir" yazısını okudum , yüksek sesle bu kez, sırf aşina bir ses duymak için , sonra boş şişeyi yanında kapağıyla birlikte 110

komodinin üstüne koydum, yatağa girdim ve kapsülleri yu tmaya başladım, art arda. Acele etmedim ve bir an su yeterli gelmeyecek sandım . Fakat bir daha yerimden kalkmak istemediğim için idareli kullanmaya karar verdim . Kalan suyla gerisini yutmayı başardıktan sonra bardağı boş şişenin yanına bıraktım, temiz çarşafların arasına süzüldüm ve beklemek üzere yerleştim. Beni bulduğunda judith'in ne hissedeceğini merak ettiğimi itiraf etmemek için bir neden yok artık. Bana veda etmeden gittiğinde böyle bir işe kalkışabileceğimi düşünmüş olmalıydı. Yine de . . . niye­ tim ona zarar vermek değildi . Hayır, asla. Ve ona bir not bırakmayı unutmuştum. Bu kadarını yapabilirdim en azından. " Lütfen bunu sevgimin bir simgesi olarak kabul et ve gelecekte çok mutlu ol." Düğün hediyesine eklenmiş bir kart gibi . Aklıma geldikten sonra o notu yazmayı çok istedim, fakat kalkıp kalem arayacak gücüm yoktu , onun yerine öylece yatıp harfleri parmağımla çarşafa yazdım, not yazmasam bile beni anlayacağına kendimi ikna etmeye çalışarak. Biraz ağladım hatta notu yazama­ dığım için -çok güzel bir not olurdu- fakat bir süre sonra unuttum ve ne bıraktığımı ya da nereye gittiğimi umursamadan kolaylıkla süzülmeye başladım. Hatırladığım son şey gözlerimi hafifçe aralayıp afişteki palya­ çoyu gördüğü mdü . Ona bir şey söylemek istedim ve söyledim de galiba, çok zekice bir şey, " Hoşça kal palyaço" gibi.

1 11

J U D ITH KONUŞUYOR

Çiftliğe , dönmemiz gereken saatte n daha geç döndük, çünkü . . . bir sürü nedenden ötürü aslında, daha çok da hiç dönmek iste­ mediğim için. Kız kardeşimle dün gece ve bu sabah yaşadıklarımı tarif etmek zor, tartışmak da kolay değil . Fakat tartıştım yine de, havalimanındaki kafede , uzun uzun ve inatla . Bir saate yakın bir süre localardan birinde oturduk ve Jack'e korktuğum her şeyden söz ettim . Üç aşağı beş yukarı Cass'in karakterini ya da sorunlarını anlattım; o söz konusu olduğunda sorunlar ve karakter o kadar iç içe geçmişlerdi ki biri olmadan öteki olmazdı; sorunlu bir ka­ rakterdi. Jack bunu halihazırda biliyordu tabii ki ; onun hakkında çok fazla konuşuyorum korkarım ki , fakat bunların hiçbiri Jack'i pek kaygılandırmıyordu. Benim sahip olmayı istediğim duruşu sergiliyordu : Bir kere evlendik mi artık evliyiz, babanı, anneanneni ve Tanrı aşkına kız kardeşini terk et ve birbirinize bu terk edişin gerçekleştiği yerden çok uzak bir yerde bağlanın. Bütün bunları anlatmak için epey inatçı davranmış olmalıyım, çünkü jack uçaktan indiğinde, gittiği hastaneye dair yeni haberlerle doluydu; bütün cerrahi olanaklara sahip böyle bir hastane daha yoktu, yaşadığı tek sorun asansörün ikinci katla üçüncü kat arasın­ da kalması olmuştu . Fakat asansör onarıldıktan sonra hastanenin yöneticisi onu çok güzel karşılamıştı ve görüşmüşlerdi , bütün o olanaklarla orada bir yıl kalmak harikulade olacaktı . Locada karşılıklı oturmuş buzlu kahve içiyorduk ve Jack boş eliyle boş elimi tu tmuştu . Sanki gideli on yıl olmuş ve ben ağır tempoyla çalışmışım gibi hissediyordum. Elinin duygusu hariku­ ladeydi. "Cerrahi olanakları geniş başka yerler de olmalı" dedim. " Kim­ senin bizi ziyaret edemeyeceği çok daha uzak yerler." Fakat hastane­ den çok etkilenmiş olduğunu görebiliyordum, bu yüzden, "Ziyaret saatlerini kastetmiyorum, ailemi kastediyorum" diye ekledim. "Sev­ gilim, bak, belki çocuk da yapmamalıyız. Ben çatlakların soyundan geliyorum." 115

"Onlarla tanıştım ," dedi , "annen ve kız kardeşin dışında." "Ben de onları kastetmiştim ." Dikkatini çekmeyi başardığımı hissettim, en azından dikkatini benden alıp söylediğim şeye verdiğini. "Bir de annenin çalışma odasında evlenmemizi istiyorsun" dedi, bu bir tür tutarsızlıkmış, az önce kaçık diye nitelendirdiğini güzel duygularla anamazmışsın gibi. " Deli olurdum onun için" dedim. " İ kimiz de deli olurduk; fakat Whistler'ın annesinden bizimki kadar farklı bir anne daha bulamazdın . Annemiz gibi değildi aslında, küçük erkek kardeşi­ miz gibiydi ." " Kimse normalin ne olduğunu saptayabilmiş değil, anneler için bile" dedi jack ve o anda masanın öte yanından hastasının üzerin­ de yaratacağı etkiyi gördüm, gayet sevecen ve zeki bir görünümle teşhis koymaya çalışıyordu. Kahvemi masanın üstüne bırakıp ona ö teki elimi de uzattım ve tuttu , çok şükür ve o anda kaygılanmayı bırakıp sadece ona baktım. Üstünde yakaları altın pimle birbirine bağlanmış çok güzel bir gömlek ve kahverengi-siyah çizgili kravat vardı, ceketi koltukta yanında duruyordu. Saçı o kadar temizdi ki her telinin ayrı bir halesi vardı sanki . Ona aşık olayım ya da olma­ yayım, her bakımdan harikulade bir adamdı. Ki aşıktım, hem de sırılsıklam. Cass'in, anneannemin onu itici bulduğunu hiç düşün­ meden söyleyişini hatırladım ve dudağımı ısırdım, sonra bir kez daha güldüm , neredeyse ilk söylediğinde güldüğüm gibi. "Gülünç olan ne? " diye sordu. " Kız kardeşim." "Annenden söz ettiğini sanıyordum." "Aynı şey. jane başka annelerin olmadığını sandığım bir biçimde iyi bir anneydi gerçi. Bizi eğlendirirdi . Evde olduğunda." "Nasıl bir eşti? Yoksa bilmiyor musu n ? " Baktım ona, sorular sorup öyküyü öğrenmeye çalışan doktor. Ona bakarken merak ettiğim tek şey benim nasıl bir eş olacağımdı. jane gibi olmayacağım kesindi. O kadar eğlendirici değil belki, fakat çocuğuna düşkün . Çok düşkün . Yanıtlamak, kendimden tekrar Jane'e geçmek biraz zaman aldı. Ve yanıtladığımda aynı sözcüğü kullandım. "Babama çok düşkündü" dedim. "Ona tapardı neredeyse . Bu farklı biçimlerde tezahür ederdi ama." 116

jane'i , sonra Cass'i , sonra da babamı düşünürken kayboldum; fakat tamamen değil çünkü jack'in sabunla ovulmuş elleri ellerimin üstü ndeydi. "N asıl? " dedi doktor ve soruya döndüm , ama önce ellerimi tutan ellerinin arkasına baktım. Ellerinin arkası çok kıllıydı ve kılları da gerisi gibiydi , çok güzel , çok güven verici . Bir kafede oturup bu adama kaynanasının hayatta olsaydı nasıl biri olacağını anla tmak saçma geldi bana , fakat yine de anlatmaya karar verdim çünkü kendi geçmişi yoksunluktan geçilmiyord u. Annesini hiç tanımamış, babasıysa on iki yaşındayken ölmüştü . Aile hayatı hiç olmamıştı, bu kadar düzgün biri olmasının nedeni de buydu muhtemelen. "Bahse girerim ki bir erkeğe jane'in babama davrandığı gibi dav­ ranan bir kadın görmemişsindir" dedim . "Babam sigarayı paketten çıkardığında annem elinde kibritle hazır beklerdi. Annem evdeyken babamın kendi başına tek sigara bile yaktığını hatırlamıyorum . Ayrıca babam için sürekli kapıları açardı. Masada babam için is­ kemlesini çektiğine tanık olduğumu sanmıyorum ama yapsaydı da şaşırmazdım . Tenis ya da pinpon oynadıklarında bütün topları jane toplardı , ister filenin kendi tarafında olsunlar ister babamın tarafında ." "Aralarındaki yaş farkı büyük müydü ? " " Ü ç yıl." "Bu kadar saygı için fazla sayılmaz ." "Biliyorum . Bir şey daha: Babama sürekli hediyeler alır ya da evden uzakta olduğunda ona bir şeyler gönderirdi; pijamalar, ha­ rikulade kemerler, Hermes fularlar, babamın hiç giymediği türden şeyler. Fakat jane bunları bazen kendi giyerdi. Onu son gördü­ ğümde üzerinde babamın pijama üstlerinden biri vardı, kollarını dirseklerine kadar katlamıştı. Mercy Hastanesi'ndeydi , gaye t şık görünüyordu. Öyle de davranıyordu ." Ağlamak istemiyordum , ne bir kafede ne de başka bir yerde. Biraz da ben onun ellerini tutayım diye ellerimi çevirdim. Ellerine tutunmak için demek daha doğru olur. Ellerini biraz tuttuktan sonra kendimi güvende hissettim yine . Ağlamayacağımı biliyor­ dum en azından, bir gece önce yeterince ağlamıştım , alışkanlık haline getirmek istemiyordum. Bu locada oturmanın da bana yettiği duygusuna kapıldım , büyük bir masanın iki tarafında oturup ayrı 117

düşmek de yetmişti. Bir odada olmak istiyordum, yatakta , hiçbir şey izah etmeden. "Evlilik belgesi sende mi?" diye sordum. Bunu sormak ve ardından, "Yani yanında mı?" diye eklemek için derin bir soluk almam gerekti. Yanıt vermedi . Ceketini aldı, elini iç cebine soktu ve evlilik bel­ gesini çıkarıp masanın üstüne koydu . "Dün gece otelde yatağa girdikten sonra yirmi kez falan oku­ dum" dedi. "Gazete almayı unu ttum ve odada Kitabı M ukaddes'ten başka kitap yoktu , ben de bunu okudum. Kısa ama satır aralarını okuyabilirsin ." Belgeyi masanın üstünden alıp göz gezdirdim . "Sana neden göbek adı vermemişler sence? " diye sordu . Ben de ikiz olacağımızı öğrendiklerinde yaşadıkları şoktan sonra bize göbek adı düşünecek enerj ileri kalmadığını söyledim . "Cass benden on bir dakika erken doğmuş," dedim, "hemşire onu babama gösterdiğinde öyle bir yaygara koparmış ki babamın aklına Troya'nın surlarından feryat eden Cassandra'dan başka bir şey gelmemiş . Bu yüzden adını Cassandra koymuş. Benim adımı iki hafta sonra koymuşlar, Apokrif kitaplardan birinden almışlar. Orada da durmuşlar. Bize göbek adı vermemişler." " Seninki için iki hafta bekledikleri iyi olmuş. Güzel bir ad al­ mışsın." "Burada güzel görünüyor" dedim. İmzam çok okunaklıydı. Temiz, kesin ve cesur. Jack'inki herhangi bir şey olabilirdi. Sadece eczacıların okuyabildiği doktor yazısıyla yazılmıştı . Ama ben okuyabiliyordum. john Thomas Finch yazıyordu , tıp doktoru diye yazmamıştı ama . İmzasına bakıp bir süre düşündükte n sonra başımı kaldırıp ona baktım ve arzuladığını şeyi gerçekleştirmenin mümkün olup ol­ madığını sordum - masadan kalkmak, hesabı ödemek, belgeyi alıp Adliye Sarayı'na gitmek ve oradaki sihirbazlardan birinden beni bir an önce Bayan j ohn Thomas Finch yapmasını istemek. jack beni sükunetle ama biraz da şaşkınlıkla dinledi. "Bugün mü ," dedi, "şimdi mi?" Başımla onayladım. Gösterdiğim onca cesaretten sonra bu kada­ rını yapabilirdim . " Faka t şahitliğini kız kardeşinin yapmasını, babanın seni teslim etmesini ve nikahın annenin çalışma odasında kıyılmasını istemiyor muydun ? " 118

"Biliyorum," dedim, "ama yanılmışım. Farkında olmadan yap­ tığım büyük bir hataydı." " Fakat kız kardeşin Berkeley'den buraya sırf-" Sözünü kestim . "Biliyorum , Berkeley'den buraya bir gün erken geldi. Onu gördüğüme çok sevindim ama gördüm işte . Şimdi iste­ diğim tek şey onu tekrar görmeden önce evlenmek." "Bunu New York'ta da yapabilirdik" dedi jack. O anda korkuya kapıldım, gerçek korku , çünkü tutarsız , değişken , fevri olduğumu düşünmesini istemiyordum. Benim hakkımda dışarıdan bir yerden düşünmesini istemiyordum , beni sevmesini ve bana sonsuza dek güvenmesini istiyordum sadece. " Pekala" dedim. Bunu isteksizce söylemiştim , fakat yalvarmak istemiyordum. Evlilik belgesini ona doğru ittim. Belgeyi aldı , bak­ tı, sonra bana baktı ve "Öylesine pekala deme. Ben senin fikrini değiştirmeye çalışmıyorum" dedi . " Hayır," dedim, " iyi bir fikir değildi. Unut gitsin." Locadan çıktım ve masanın yanında bekledim. jack belgeyi ceketinin iç ce­ bine koydu , hesabı aldı, masaya biraz bozukluk bıraktı ve o hesabı öderken ben dışarı çıktım. Klimalı kafeden dışarı çıkınca sıcaklık üstüme yorgan gibi yığıldı ve Bakersfield'de ne yapmam gerektiğini düşünerek kapı­ nın önünde durdum. Şampanya satın alacaktım. Babam bir kasa şampanya satın almamı söylemişti, Fransız olsu n demişti . Tercih ettiği markaları bir kağıda yazıp bana vermişti, ama kağıdı evde unutmuş olmalıydım, ya da arabada belki , çünkü çantamda yoktu . Çantamı yine de karıştırırken Cass'in el çantasını bulup bulmadı­ ğını merak ettim . O anda Jack dışarı çıktı ve bir a n için arkamda durdu , sonra kolunu belime dolayıp arabaya doğru yürümeye başladı . Sıcağa dair tek kelime etmed i , yarım saa t güneşin al tında kalmış arabaya bindiğimizde bile. Pencereleri açtı ve direksiyo­ na geçtikten sonra bana bakıp canımı sıkan şeyin ne olduğunu söylememi istedi. "Arabayı çalıştır," dedim, " klima çalışmaya başlasın . Sonra şam­ panya satan bir dükkan bulmamız gerekiyor. Babam düğün için bir kasa şampanya satın almamı istedi." jack arabayı çalıştırdı. "Bir kasa dön kişiye yeter de artar," dedi , "anneannenin hala içmediğini varsayarsak. N e oldu ? " 119

" Lanet," dedim ve hemen değiştirdim, "eski aile lanetini kas­ tediyorum." " Kız kardeşini mi ? " " Kız kardeşimi . Bunu nasıl yapıyor bilmiyorum, fakat onu ta­ nıdıktan sonra bunu bana sen söylersin belki ." " Belki." "İnsanın güvenini kazanmakta o kadar usta ki. Ben her şeyin tıkır tıkır gideceğini sanırken iki saat içinde beni ağlatmayı başardı ; ah, anlatılamayacak kadar çılgınca." "Anlat öyleyse ." Klima ü flemeye başlamıştı. Araba serinledi ve içimden neden olmasın diye geçirip ona bütün elbise hikayesini anlattım, yıllarca aynı giyinmemeye büyük özen gösterdikten sonra Cass'in nasıl benim düğün için satın aldığım elbisenin aynısını satın aldığını ve kendini aşağılanmış hissedip terasta nasıl bardak kırdığını, nasıl dağıldığını falan. " Korkunçtu ," dedim , "çünkü b ir ş e y onu yıktığında beni d e yıkar. Nedenini bilmiyorum a m a Cass b i r nedenden ötürü kendini budala gibi hissettiğinde ben ölmek isterim ." "Bu doğal" dedi jack. " Zamanla unutursun." '/\ma kendini çok kötü hissediyordu ve anneannem her şeyi çok gülünç buldu . Gülünçtü belki ama ben ölmek istedim." "Ölmeyi istemekten söz etmeyi bırakır mısın ? " dedi Jack. "Öl­ mek büyük bir şey." "Biliyorum" dedim . '/\h , biliyorum." Dönüp bana baktı, sonra beni yanına çekti ve bir zamanlar burun kıvırdığımız o liseli kızlar gibi ona sokuldum . Yanılmıştık. Arabada böyle oturulmalı. İnsana güven verir. Güvenip sırlarını açarsın . "Sonunda ona, kimin ne giydiğinin önemli olmadığını, benim­ kini iade edeceğimi, sonra da-" "Sonra da ne ? " "Şuradan sağa dön. Şampanya satan dükkan b u sokakta sanı­ yorum, ya da bir sonrakinde." Döndü ve ona yakın o turdum. "Bu arabayı kullanmak bende Park Avenue'daki muayeneha­ neme sürüyormuşum duygusu uyandırıyor. Bir daha kullanmama izin verme." 1 20

Daha da yakın oturabilseydim otururdum. "Tanrı aşkına , düğün elbiseni geri mi gönderdin? Ben o takım elbiseyi satın aldıktan sonra ? " "Hayır, tabii k i hayır. Öyle bir niyetim yoktu , fakat belki başka bir elbise giyerim diye düşündü m , anlaşmazlığa yol açmayacak bir şey, ama bu da pek işe yaramadı çünkü geri göndereceğimi söylediğimde Cass benim-" Söyleyemedim ve bir süre bir şey demedim. Fakat jack hiç hare­ ket etmeden öylece durunca söylemek zorunda olduğumu anladım ve söyledim. " Evlenme konusunda fikir değiştirdiğimi kastediyorum sandı . Ona aslında neyi kastettiğimi izah e tmem için bana zaman da ta­ nımadı. Aklımın nihayet başıma gelmiş olmasından ö türü Tanrı'ya şükretti, bizim gibi insanların yazgılarını ciddiye almaları gerekir­ miş, vesaire , vesaire ." "Şu vesaireleri aç lütfen" dedi doktor ve bir kez daha bunu yapmak zorunda olduğumu hissettim, bu Cass'e , onunla birlikte kendime , babama , Jane'e , anneanneme, Pırtık'a , atlara ve o güne dek yaşadığımız hayata ihanet e tmek anlamına gelse bile . "Dükkan şu yanılmıyorsam ," dedim, "Metropol , tam köşede." Arabayı park edip motoru kapattıktan sonra ona yaslanarak oturma­ ya devam ettim, o da arabadan inmek için bir harekette bulu nmadı . Motor kapanınca araba hızla ısınmaya başladı , fakat birbirimizden ayrılmadık ve ona elimden geldiğince hızlı bir biçimde , ki pek hızlı sayılmazdı, Cass'in onu havalimanında tek başına karşılayıp fikrimi değiştirdiğimi söylemeyi planlandığını anlattım. Hiçbir şeyi atlamadan ya da yumuşatmaya çalışmadan , her şeyi anlattım sanıyorum . Fakat beni en çok zorlayan, elbise meselesi yüzünden yaşadıklarından sonra Cass'in bir kez daha yıkıldığını görmemek için, düşünmek istediği şeyi bir süre daha düşünmesine izin verdiğim kısmı anlatmak oldu . O bana birbirimiz için ne ka­ dar vazgeçilmez olduğumuzu ve evlenmeme izin verdiği takdirde evliliğimin bir yıl bile sürmeyeceğini anlatırken kendimde halıyı ayaklarının altından çekecek gücü bulamamıştım. "Evlenmene izin verdiği takdirde ! " dedi jack. "Bunu söyledi ve sen onu düzeltmedin, öyle mi? " "Yo, hayır," dedi m , "bu sabah söylenecek her şeyi söyledim . Fakat d ü n gece çok baskındı, bazen öyle olur. Yapamadım ." 121

"Bana çok kö tü bir kız gibi geliyor" dedi jack ve sesinden beni dahil etmediğini anladığımda Tanrıyı ya da doğayı bile ondan çok sevemezdim. Rahatlama duygusuyla birlikte içimi bağışlama duy­ gusu kapladı. " Kötü değil aslında," dedim, "sadece biraz çılgın, yapı itibariyle gerçek bir Till Eulenspiegel. Onu seveceksin muhtemelen. Sevme­ mek zordur." "Bana ceketimi verebilir misin? " dedi jack. Ceket koltuğun öte yanındaydı, ceke tle jack'in arasında o turu­ yordum. Ceketi alıp ona geçirdim ve iç cebinden evlilik belgesini çıkarıp ceketi koltuğa fırlattı . "İçeride o kadar kalın kafalılık yaptığım için özür dilerim" dedi . "Haklısın sanıyorum , hataydı." "Hata mı?" dedim , sesimi biraz yükselterek, çünkü duymayı beklemediğim bir sözcüktü . Sadece beni alıntıladığını, benim evde , özellikle o evde ve o nedimeyle evlenmek istememin hata ol duğunu düşündüğünü izah etmesi epey zaman aldı; fakat buna bağlı kalmak zorunda değildik, henüz işlenmemiş bir hataydı, kolaylıkla düzel­ tilebilirdi , damat da başından beri istediği şeye kavuşmuş olacaktı: Gelinle damadın vaatlerini sadece kendileri için dillendirecekleri güzel, özel, resmi bir tören. O N ew York'u yeğlerdi belki , fakat Bakersfield de güzel bir kasabaydı. Güzel ve sıcak. Kendi tarafımdaki pencereyi açtım, ama dışarıdaki havanın ara­ banın içindeki havadan pek farkı yoktu . ''.Adliye Sarayı'nın nerede olduğunu biliyor musun?" diye sordu . "Yeni bir tane var yanılmıyorsam , bir önceki gelişimde inşaat halindeydi." "Nereye inşa ettiklerini hatırlıyor musun? Çünkü inşaat bitmişse oradadır muhtemelen." "Muhtemelen" dedim ve gülmeye başladım, ardından gözyaşla­ rına boğuldum. Gözyaşlarım ikimizi de şaşırttı, fakat jack'ten çok beni sanıyorum, çünkü sıcağa rağmen kolunu boynu ma dolayıp bana sarıldı ve ağlamama izin verip benimle bir baba gibi konuştu . Hayır, bir koca gibi ; bütün iyi adamlar gibi , en iyileri gibi , sevecen ve iyi, iyi ve sevecen, bana ağlamaya devam etmemi , böyle bir sıcak­ ta , dün geceden sonra önemli bir karar verme aşamasındayken ağ­ lamanın dünyanın en doğal şeyi olduğunu söyledi. Kim ağlamazdı? Hangi kadın , en azından. O da kendini çok güçlü hissetmiyordu . 1 22

"Yüzük ne olacak? Evdeki şifonyerde duruyor" dedim hafiften inleyerek, çünkü harikulade bir yüzü ktü , geniş ve sade ; Jack Los Angeles'tayken ve Cass henüz gelmemişken şifonyerden yirmi kez filan çıkarıp bakmıştım, sırf görmek için. Geleneği hiçe sayarak ]ack'i koca yüzüklü bir koca haline getirmemeye karar verdiğimiz için de seviniyordum , sadece benim için tek yüzük satın almıştı . Şimdi ikimizin de yüzüğü yoktu , oysa ben benimkini çok isti­ yordum. "Yüzüğe ihtiyacın olduğundan emin değilim" dedi Jack. "Zamanı geldiğinde adam, 'Eşine nasıl bir andaç vereceksin ?' diye sorar. Bu genellikle yüzüktür, fakat yasal olarak yüzük olması ge­ rekmez ; herhangi bir andaç olabilir. Sana Phi Beta Kappa anahtarımı verirdim, öyle bir anahtarım olsaydı." "Ben de o anahtara ancak böyle bir yolla sahip olabilirim" de­ dim. " Fakat 'Sevgimin ve sadakatimin simgesi olarak bu yüzüğü sana takıyorum' denen bir bölüm yok mu ? " "Varsa d a ne çıkar? Adamdan bunu , 'Sevgimin v e sadakatimin simgesi olarak bu Phi Beta Kappa anahtarını sana veriyorum' şek­ linde değiştirmesini isterdik." '/\ma senin Phi Beta Kappa anahtarın yok." "Biliyorum ama kulübe üyeyim . Bir tane satın alabilirim ." "Senin başına güneş vurdu galiba" dedim. "Bize bir yüzük gerek ve yüzük şifonyerin çekmecesinde ." "Gü neş başıma vurmuş olabilir" dedi Jack. "Bir yerden yüzük satın alırız . Tasalanma . Bir tane satın alırız." Öyle yaptık. Oraya neden park ettiğimizi unu tarak Metropol'den uzaklaştık ve ]ack'in Adliye Sarayı'nın adresine baktığı ve telefon edip yargıçtan saa t dört için randevu aldığı mağazanın yanındaki tuhafiye dükkanında yüzük bulduk. Yeni bir Adliye Sarayı inşa e ttikleri için çok mu tluydum, çünkü içeri girdiğimizde kendimizi Antik Roma'daymış gibi hissettik koridorlar serin ve geniş, hava dingin ve resmiydi. Her şeyden çok serin . Her şeyden çok sessiz. Bir süre durup adres rehberine baktık. Sonra ]ack mahkeme salonunun mübaşirini bulmaya gitti , ben de biraz toparlanmak için tuvalete. Üstünde KADIN yazan kapının önünde birbirimizden ayrıldık. "Beş dakika" dedi ]ack ve ben tekrarladım . " Mahkeme salonunda." "Mahkeme salonunda." 123

Holde uzaklaşıp köşeyi dönüşünü seyrettikten sonra kapıyı aç­ tım, içeri girdim ve başka bir insan olmama beş dakika kaldığını idrak ettim; farklı yöne bakan, sevdiği erkek için kendi olma özgür­ lüğüne sahip biri . Yüzümü sıvı sabunla üç kez yıkadıktan sonra kağıt havluyla kuruladım , saçımı taradım, bluzumu düzelttim, ruj sürme­ meye karar verdim ve yapacak başka bir şey kalmadığında saatime baktım, bir dakikam daha vardı, olduğum yerde durup uzun süre, sabit bir bakışla aynaya baktım ve orada gördüğüm kişiye veda ettim. "Elveda Cassie ; gitmeme izin ver artık. Ve mutlu ol, çünkü ben mutlu olacağım ve sen de olabilirsin. Olabileceğinden eminim." Sonra sırtımı döndüm, kapıyı açtım ve J. S. Bach'ın " Koyunlar Güven İçinde O tlayabilir" kantatını mırıldanarak 1 20 numaralı odaya doğru yürüdüm. Neden bu kantatı seçtim bilmiyorum, fakat tuvaletten mahkeme salonuna kadar mırıldandığım mutlu bir dü­ ğün marşıydı benim için; tek başıma , koluma kimse girmeden. jack beni kapının önünde bekliyordu . Birkaç adım atıp beni karşıladı, birlikte içeri girdik ve çok uzun sayılmayacak bir süre sonra karı koca olarak dışarı çıktık. Resmi, mutlu ve harikulade bir düğündü ; tören gerçekleşirken nedime de kendi resmi töreninin eşiğindeydi - benim gibi tek başına.

Şampanyayı unu ttuğum için babamın çok kızacağını biliyordum , fakat anneannem düğün pastası almadığım için babamdan d a çok kızacaktı. Düğün pastasını kendi yapmak istemişti ama onu cay­ dırmayı başarmıştım. Eve dikkatleri başka yere çekecek bir şeylerle dönmüş olsaydık farklı olabilirdi; çiftliğin sapağına vardığımda fena halde gerilmiş ve Putnam'a dönüp şampanya ve düğün pastası mı al­ sak acaba diye düşünmeye başlamıştım, darbeyi yumuşatacak bir şey. "Baban brendiyle yumuşatır" dedi Jack, çünkü doğru çiftliğe gi tmekten, bavulları hazırlamaktan ve birinin bizi havalimanına götürmesini sağlamaktan başka bir şey düşünemiyordu. Bir an önce New York uçağına binip bizi orada bekleyen evimize dönmek is­ tiyordu . Bunu ben de istiyordu m , dünyada her şeyden çok, fakat Cass'in vereceği tepki beni kaygılandırıyordu, sonra anneannemin rahibi arayıp gelmemesini söylemesi gerekecekti, sonra hızlı hare­ kete geçmeye, hatta herhangi bir hızda harekete geçmeye inanmayan babam Adliye Sarayı meselesini nasıl karşılayacaktı? 1 24

"Nasıl yapacağız? " dedim. "Oluruna bırak," dedi Jack, " içeri gir, tanıştırma faslını aradan çıkar ve konu açıldığında haberi ver. Sonra bavulunu yap. Ve hoşça kal ." "Önceden telefon mu etsek acaba?" dedim. "Buralarda bir yerde bir acil telefon kulübesi var." "Bu acil bir durum değil" dedi jack. "Yüzlerine söyleyebiliriz." Biraz bekledikten sonra , "Söyleyemez miyiz ? " dedi ve tabii ki söy­ leyebiliriz dernek zorunda kaldım , neden söyleyerneyelirn, reşidiz, özgür bir ülkede yaşıyoruz, hem Adliye Sarayı'na gidip bu işi aradan çıkarma fikrini ortaya atan bendim. Pamuk tarlalarının arasından yol almaya devam ettik, yemyeşil­ di her yer. Isı yolun üzerinde titrek dalgalar halinde asılıydı, yolu ıslakmış gibi gösteriyordu . "Aradan çıkarmak mı ? " dedi jack. "O ne biçim söz öyle." "Öyle dernek istemedim," dedim, "yapmayı kastettim, gerçekten yapıp bitirmek, ondan sonra olabilecekler en ufak bir değişikliğe ya da ertelemeye neden olmasın diye." "Öyle bir ihtimal mi vardı?" diye sordu ve ona gerçeği söyledim; bilmiyordum, bu yüzden bir sabotaj riskini göze alamamıştım. " İnanamıyorum" dedi. "Ben de" dedim. "Gerçekten inanamıyorum. Ama evlendiğimiz için mu tluyum . Sen değil misin? " Yanıtlaması biraz zaman aldı , sonra, " Evet, tabii ki" dedi , fakat bunu öyle bir dalgınlıkla söyledi ki babamla konuşuyor da olabi­ lirdim. "Ne düşünüyorsun ? " diye sordum ve söyledi. Evimizin kapısını açtığında karşılaştığın boş duvarı düşünüyordu , oraya bir Çin yazısı asmak güzel olurdu , kapıyı açar açmaz göreceğin bir şey, fazla değil ama hoş bir şey, çünkü bir kapıyı açtığında orada nasıl birinin ya­ şadığına dair fikir sahibi olmak önemliydi. Belki o duvarın önüne üstünde çiçekli bir vazonun durduğu bir dolap yerleştirilebilirdi, kapıyı açana açtığının sıradan bir kapı olmadığını bildirecek bir şey. "Öyle olmaz" dedim . " Kapıyı açıp içeri gireceğiz ve sıradan bir kapı olmayacak." Ona baktı m , sonra onun ardına. Üstünden sarkan uzun bir borunun beton bir savağa harikulade beyaz bir su akıttığı bir su istasyonunun önünden geçiyorduk. Başımı o suyu n altına sokabil125

seydim keşke , fakat onun yerine jack'in omzuna yasladım ve kısa süre önce açmış olduğumuz kapıyı düşündüm . " Eve n e zaman varmış oluruz sence? " diye sordum v e kendimi Noel'e kaç gün kaldığını on beşinci kez soran küçük bir kız gibi hissettim. "Bilmiyorum" dedi Jack. "Tarife çiftlikte , fakat yarın öğle saatlerinde orada oluruz demekte bir sakınca görmüyorum." " Evin içinde mi?" "Yarın öğle saatlerinde evde birkaç saat geçirmiş bile olabiliriz." Derin derin ve uzun uzun iç geçirdim ; o anda kendimi, çiftliğe vardığımızda Cass'e erken davrandığımızı söylemekten , babama ne­ den şampanya, anneanneme de neden düğün pastası almadığımızı söylemekten o kadar uzak hissediyordum ki. İyi hissediyordum kendimi. Yolun kalanını tek kelime etmeden geçirdik. Düşünceli bir yolculuk. Çiftliğe girdiğimizde anneannemi bizim yatak odamızın önün­ deki çiçek bahçesinde elini gözlerine siper etmiş, yatak odamızın doğu tarafındaki pencereye bakarken gördüm. "Ayrıca uzun bir röntgenci soyundan geliyoru m" dedim. "Onu görmemişiz gibi yapalım." " Pekala" dedi ]ack. "Davacı olmayacağım . Zamanla ıslah ola­ caktır. İçeri girmeden önce beni öper misin? " " Elbette" dedim . " Elbette" ve kendimizi kaybettik ve bir süre sonra anneannemin arabanın benim tarafımdaki penceresini tıklat­ masıyla kendimize geldik. Anneannem biri eve yarım saat gecikti­ ğinde nasıl görünürse öyle görünüyordu . Kaygılı, fakat çok kendine özgü bir biçimde kaygıl ı , kolaylıkla yüksek dereceden anaç kaygı olarak okunabilecek bir kaygı. Karın ağrılarımıza akut apandisit teşhisi koyduğunda göründüğü gibi kaygıl ı. Kapıyı açtım. "Canınızı sıkan bir şey mi var Bayan Abbott?" diye sordum . Evet, dedi , Cassie'yi bulamıyordu, yatak odasında olduğunu sanmıştı ama yatak odasının kapısı kilitliydi, fakat ben Bakersfield'e gittiğimden beri oradaydı ve uzun zaman geçmişti. Ortalığı telaşa veren insanların benim korkularımı yatıştır­ maları tuhaf şeydi . Anneannemin Cass için kaygılanması evde kaldığımız eski günleri o kadar hatırlatıyordu ki fazla ciddiye alamadım. 1 26

jack arabadan indi ve benim tarafıma geldi . Arabadan inip an­ neanneme, "Seni kocam Doktor Finch'le tanıştırabilir miyim ? " dedim ve anneannem ya ileriye dönük alıştırma yaptığımı düşündü ya da neyi kastettiğimi anlamadı. Fakat o kaygılı ifade yüzünden silinmedi . "Belki jack öteki taraftaki yüksek pencereden içeri bakabilir. Bu pencerenin perdesi örtük." "Cass'in eniştesiyle bu şekilde tanışmasını istemem," dedim , "onda yanlış bir izlenim uyandırabilir. Oysa ben birbirlerinden hoşlanmalarını istiyorum." Eve girdik ve anneannem ellerimizin boş olduğunu fark etmedi - pasta ku tusu yoktu . Odanın karşı tarafına yürüyüp pencereden havuza baktım, çünkü Cassie'yi hala onu bıraktığım yerde , şezlonga uzanmış görseydim şaşırmazdım. Orada değildi ama. "Banyo yapıyordur muhtemelen" dedim. " Kendini bu sabah hissettiği gibi hissettiğinde banyoda uzun süre kalmak gibi bir alışkanlığı vardır." Fakat yine de hole çıkıp yatak odamızın kapısına giuim ve kapıyı vurdum , sonra kulpu denedim, sonra daha sert vurdum, yine yanıl alamayınca saçımdan bir firkete çektim ve kilidi açıp içeri girdim. İ çerisi o kadar huzurluydu ki, klimanın mırıltısından başka ses yoktu ; perdeler ışığı engellemiş, çarşafı çekilmiş yatak hari­ kulade pürüzsüz ve Cass'in saçları mavi gonca rengindeki yastık kılıfının üzerinde bakırımsı. Tanrı beni bağışlasın ama Cassandra Edwards'ın uyku halinin Cassandra Edwards'm en iyi hali olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum - güzel , dingin, güvenen ve güvenilir. Fakat güzel daha çok, kendi tarzında , olgunlaşmanın birkaç adım ötesinde , çok genç, inanılmaz genç, benim göründüğümden çok daha genç . Çok daha jane gibi . B e n Cass'i seyrederken anneannem içeri girdi; o n a sessiz olma­ sını işaret enim , sonra usulca yanına giuim , onu kapıdan çıkarıp hole yönlendirdim ve Cassie ile biraz yalnız kalmak istediğimi , o n u usulca uyandırdıktan sonra onunla bir şey konuşmak istedi­ ğimi söyledim . Onu uyandıracağımdan emin olabilirdi, bu arada o neden jack'e bir bardak limonata ikram etmiyor ya da serinlemek için kendine bir cin tonik yapmasını önermiyordu? Ya tak odasına döndüm , bu kez sessiz olmaya çalışmada n , sonra elbise dolabının sürgülü kapılarından birini i tip rayın so1 27

nuna geldiğinde dolaba çarpmasına izin verdim. Birini şaşkınlık uyandırmadan uykusundan uyandıracak çeşitli sesler çıkarmak için hayli yaratıcı şeyler yaptım; yara tıcılığım aruıkça bir yandan da meraklanmaya başladım ve içimdeki ilk korku kıpırtısıyla yanına gidip görülecek ne varsa gördüm - alnındaki ter damla­ larını, hareketsizliğini ve sonunda komodinin üstündeki , kapağı yanında duran boş şişeyi ve boş bardağı , her şey gayet tertipli, gaye t boş. N e yaptığımdan emin değilim . Çarşafı çektiğimi hatırlıyorum ama, çıplak olduğunu gördüm ve uyanmayacağını idrak enim ve hole koşup jack'i çağırdım, yukarı çıkması ne kadar sürdü bilmiyorum, beni öldürmeye yetecek kadar uzun diyelim, fakat sandığım kadar uzun bir süre değildi , çünkü geldiğinde koşarak geldi, Cass'e şöyle bir baktı , şişeyi aldı ve bana ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Bilmediğimi söylediğimde bana eczaneyi arayıp reçete numarasını vermemi ve ne olduğunu öğrenmemi söyledi. Sonra Cass'i tokatladı ve ağzını kulağına dayayıp ona uyanmasını söyledi, hemen uyan, oyun oynamak yok, hadi , uyan, uyan, uyan. Odadan çıkıp anneannemin odasındaki telefona giuim ve Berkeley eczanesini aradığımda meşgul çaldı , bunu söylemek için odaya döndüğümde jack Cass'i yataktan kısmen kaldırmıştı, Cass'in başı önündeydi ve saçları yere değiyordu. Nasıl yaptım bilmiyoru m, fakat bana söylenenleri feryat et­ meden yapmayı başardım; pek çok şey söylenmişti: Doktor Vera Mercer'ı ihbarlı ara , şişede ne olduğunu öğren, anneanneni bul ve bir fırına üç dilim ekmek koyup kömür gibi oluncaya kadar kızartmasını ve koyu bir çay demlemesini söyle, evde magnezyum sütü olup olmadığına bak. "Önce hangisi? " dedim ve önce salondaki telefona gitmemi ve bağlanmayı beklerken anneanneme iksiri hazırlaması için ta­ limatları vermemi söyledi : İki ölçü yanmış tost ekmeği kırıntısı, ezilmiş olarak, bir ölçü demli çay, bir ölçü magnezyum sütü , fırla. Fırladım, fakat koşarken a rkama dönüp "Tost ekmeği mi ? " diye bağırmak zorunda kaldım çünkü doğru duyduğuma inana­ mıyordum . Doğru duymuştum. Yanık tost ekmeği , kömür görevi görü r, filtre gibi, ama bunu o anda mı yoksa sonra mı söyledi hatırlamıyorum. Anneanneme o kadar usulca söyledim ki o da anlam veremedi; tost ekmeğini yakmayı sevmeyen bir kadındı . 1 28

" Lütfen anneannecim," demek zorunda kaldım, "beni seviyor­ san benim için kömür gibi üç dilim tost ekmeği kızart ve çok sert bir çay demle." Anneannem her zaman yaptığı gibi gözlerini yuvarladı . "Yanık tostla demli çayı kim istiyor? " diye sorduğunda Cassie'nin istedi­ ğini söyledim. " Uyandı mı? " dedi anneannem, hayır dedim, henüz değil , ama lü tfen lütfen lütfen ben telefonu kullanırken üç dilim tost ekmeğini yak. Ve telefonu anneannemin duyamayacağı yemek odasına gö­ türdüm ve telefon numarasını ya da adresini bilmeden Berkeley'de Doktor Vera Mercer adına ihbarlı bir arama yazdırdım. Biraz zaman aldı, fakat Doktor Mercer adına kayıtlı iki ayrı numara vardı, biri ofis, diğeri ev numarası. Ofisi bağlamalarını söyledim ve sonunda bağlandığımda biriyle son süra t bir konuşma yaptım ve sonra dok­ torun sesini duydum - soğukkanlı, ketum, kibar. Ona hastalarından birinin, Cassandra Edwards'ın , uyku hapı olduğunu tahmin ettiğim bir şişe hap yu ttuğunu söyledim, reçe te numarası 736- 7 1 9 , kendisi tarafından yazılmıştı , eczaneyi aradığımda hat meşgul çıkmıştı ve o ilacın ne olduğunu bilmem gerekiyordu. " Kimle görüştüğümü öğrenebilir miyim lütfen? " dedi ve ben de "Ben kız kardeşiyim , lanet olsun, o şişede ne vardı? " dedim. Doktorun ne düşündüğün bilmediğim kısa bir an yaşandı, fakat tekrar konuştuğunda sesinin tonu ve tavrı çok farklıydı. "J udith," dedi ses, "beni dikkatli dinle. Büyük olasılıkla Nem­ butal, gerçi ona Equanil ve Dexedrine yazmışlığım da var. Şunu söyle , bilinci açık mı? " " Hayır" dedim. "Nabzı atıyor mu ? " "Bilmiyorum." "Hemen bir doktor bulman gerek" dedi . "Bir doktor var zaten" dedim. "Şimdiye kadar ne yaptı ? " "Sizi arayıp şişede n e olduğunu öğrenmemi söyledi ." "Önce evrensel panzehiri denemesini söyle: İki ölçü yanık tost ekmeği kırın tısı , bir ölçü demli çay, bir ölçü magnezyum-" "Yapıyoruz zaten" dedim. "Güzel" dedi . "Önce bilincinin açılmasını sağlayın. Doktor so­ lunum aygıtı getirdi mi? " 1 29

" Hayır." "Nesi var bu doktorun? " "Bir şeyi yok, elinden geleni yapıyor." "Hastanın bilinci açılır açılmaz midesinin yıkanmasını öneririm, hatta daha önce." Ardından soğukkanlı olmaktan çok uzak kederli bir sesle, "Tanrım ," dedi, " neden yaptı ki bunu ? " "Bilmiyorum," dedim , "bazı nedenleri vardı sanıyorum ." " Doktorla konuşabilir miyim?" " Hayır, konuşamazsınız" dedim . " Çok meşgul; bütün bilmek istediği ilacın ne olduğu . Şişeyi boşaltmış." " Doktora Nembutal olduğunu varsaymasını söyle, bu iki türlü de daha güvenli." "Güvenli mi?" dedim , sesimi biraz yükselterek. "Tedavi açısından demek istedim. Bana şunu söyleyebilir misin-" Uzun bir sessizlik oldu , ardından, "Nasıl desem, bir şansı var mı sence?" diye sordu. "O ahmak neden solunum aygıtı getirmemiş? Ölmesine izin verme." Bunları söylerken sesi giderek tizleşti ama benim yeterince sorunum vardı, isterik bir kadınla uğraşacak du­ rumda değildim. İstediğim bilgiyi almıştım, kadına veda etmeden telefonu kapattım, anneanneme tost ekmekleri yanar yanmaz onları kırıntı haline gelinceye kadar ezmesini söyledim ve jack'e şişede muhtemelen ne olduğunu söylemek için yatak odamıza koştum . Fakat ya tak odasında karşılaştığım sahneye o kadar hazırlıksız­ dım ki ağzım açık bakakaldım. jack Cass'i geriye doğru yatırmıştı , Cass hala çıplaktı tabii ki ve jack üstüne bir vampir ya da iblis sevgili gibi eğilmişti, ağzı ağzının üzerindeydi. E trafında olup bitenlerin farkındaydı ama. Benim içeri girdiğimi fark etti, çünkü gözlerini yardımıma ihtiyacı olduğunu, onu kurtarmam gerektiğini bildirir bir biçimde kaldırıp bana baktı. Ama yapamadım . Saçlarımın dikil­ diğini hissettim ve sahne benim için hiçbir zaman uyanamayacağını bir kabusa dönüştü : Kocam çıldırmış, kız kardeşim bilinçsiz , fakat fazlasıyla birlikteler, o ve öteki . Kapıyı kapatıp kapıya yaslandım, bakışlarımı o sahneden alamıyordum , o anda jack'in bana gözleriyle yalvarmakla kalmayıp kısa baş hareketleriyle beni yanına çağırdığını fark ettim ve yanına gittiğimde, yaptıkları yetmezmiş gibi Cass'in bu rnunu sıkmakta olduğunu gördüm. Ancak o zaman saçım yerine oturdu , dizlerime güç geldi ve ilkyardım kitapçığımızdaki sözler gözümün önüne geldi : Son çare olarak Ağızdan Ağıza Suni Teneffüs. 1 30

Belgelerimizi almadan ö nce kursun uygulamayı atladığımız tek kısmıydı ve şimdi, on yıl sonra yatak odamızda belirmişti. Gerçek olarak. "İşe yarıyor mu ? " diye sordum ve jack ü flemeyi bırakıp Cass'in burnunu bıraktı ve havanın geri dönmesini bekledi, fakat bir şey hissetmemiş olmalıydı ki tekrar üflemeye ve burnunu sıkmaya döndü . Ben de kabusu terk edip gerçekliğe geri döndüm, ki daha iyi değildi ama farklıydı. " Doktor Nembutal olduğunu düşünüyor" dedim. "Anneannem tost ekmeklerini yakmakla meşgul ama ona ne olduğunu söyleme­ dim. Çay da demliyor. Gidip hepsini karıştırayım mı? Jack üflemeyi bırakıp kulağını bir kez daha Cass'in burnuna da­ yadı ve başını iki yana salladı, sonra bana klimayı kapatmamı ve bir battaniye bulmamı söyledi, onu ısı tmaya çalışmalıydık. Yatağımın örtüsünü çekip battaniyeyi aldım, fazla hafifti, sonra dolaplardan birinde yünlü bir tane buldum. Cass'i battaniyeyle sardık ve Jack üflemeye ve dinlemeye ve burnunu sıkmaya ve ü flemeye devam etti ve dinleme fasılalarından birinde bana Kızıl Haç'ı ya da hastaneyi aramamı ve bir solunum aygıtı ya da oksijen tüpü göndermelerini istememi söyledi, bir de pompa ve birkaç tüp. "Solunum aygı tı, oksijen, pompa ve tüp" dedim ve tekrar tele­ fona gidip hastaneyi aradım, onlara çiftliğin yolunu tarif ettikten sonra getirmeleri gereken şeyleri söyledim. Santraldaki kız pompa ve tüp derken neyi kastettiğimi anlamadı , zaten ben de anlamamış­ tım ama beni anlayan birine bağladı, ona ölüm kalım konuşmamı yaptıktan sonra telefonu kapattım ve evimizde bir şeylerin yolunda gitmediğini nihayet kavramaya başlamış olan anneannemin yanına gittim. Anneannem söz konusu olduğunda kestirmek güçtür, olup bi­ tenlerin gerçekten ne kadar farkındadır, kendiyle bildikleri arasına ne kadar koruyucu cila sürer, bilemezsin. Ona Cass'in yanlış bir şişeden bazı haplar yuttuğunu söylediğimde solduğunu gördüm, fakat bir dakika sonra ilaçlarını ortalıkta, herkesin alabileceği yer­ lerde bıraktığı için kendini suçlamaya başladı. "G idip ona hangilerinin benim olduğunu izah edeyim" dedi ama ben onu durdurup Cass'i göremeyeceğini söyledim, onunla jack ilgileniyordu ve hastaneden adam gelinceye kadar elimizden Jack'in bizden istediği şeyleri yapmaktan başka bir şey gel mezdi. 1 31

'�dam geldiğinde ona kazanın nasıl olduğunu anlatırsın , değil mi? Judy? " Ne kazası demek üzereyken aniden kendimi LOparlayıp lasalan­ mamasını, adama kazanın nasıl olduğunu anlatacağımı söyledim. Fırının kapısını açtım, bir dilim yanık tost ekmeği aldım, üfle­ dim, bir elimden ötekine geçirerek mutfağın karşı duvarına gittim , yanık tostu blendere koyup kırıntı haline getirdim. "Cassie size düğün hediyesi olarak blender almak istiyor" dedi anneannem . "Öyle m i ? " dedim. Gidip fırından bir dilim daha yanık tost ekmeği aldım, aynı şeyi tekrarlarken anneannemle konuşmaya devam ederek fazla düşünmesine izin vermedim. "Bunu kendisi mi söyledi?" Anneannemin sesi ağlayan bir kadının sesiydi , fakat yüzü her zamanki gibiydi . "Evet," dedi, "bu sabah kahvaltıda. Senin blendere bayılacağını söyledi . Şimdi içine yanık ekmek atıyoruz . Judy, nesi var bu ailenin ? Neden yaptı ? " Durup anneanneme hepsinin benim suçum olduğunu , çünkü bilmem gereken şeyi bilemediğimi anlatmak istedim - bizim gibi insanlar gerçek insanlar gibi mutlu hayatlar yaşayamazdı . Üzerimiz­ de bir bulut vardı ve hep birlikte o buluta yakalanmıştık, o zaman , şimdi ve her zaman . Tanrı korusun, ölüm bizi ayırıncaya kadar. Ürperdim ve soluğumu tuttum . Bakersfield'de olanları unu tmuş­ tum . Ona sırtımı döndüm, tuhafiye dükkanından satın aldığımız yüzüğü çıkarıp cebime soktum ve o anda babam bara geldi. "Şampanyayı nereye koydun ? " diye sordu . ·�rabada mı hala ? " "Baba ," dedim, "Cassie hayli hasta. Evde magnezyum sütü olup olmadığını biliyor musun ? " "Biraz Bromo-Sehzer var" dedi babam. "Daha iyidir." Bir an mutfakta aklımı yitireceğim sandım. " Kahretsin baba ," dedim, "beni dinle ve biraz magnezyum sü tü bulmaya çalış." Onu korkuttum sanıyorum. Şaşkın bir vaziyette bar taburesine oturdu ve anneannem kendi ilaç dolabında bir şişe olabileceğini söyledi. Eskiden varmış. "Çabuk o zaman" dedim ve gitti. Bir ölçü kabına yarım bardak demli çay koyd u m , koyu kırmızı , çok demli , babamsa tezgaha birkaç fiş koyup öğleden sonrayı Sextus Empiricus'tan bazı notlar 1 32

alarak geçirdiğini söyledi. Cassandra'nın teziyle doğrudan ilgili olduklarını düşünüyor ve Cassandra'nın midesinin bir an önce düzelmesini ve onunla bunu tartışmayı umuyordu. "Baba , bilmen gerek. Mide ağrısı değil. Cassie bir şişe uyku hapı içti. Hastaneden birinin gelmesini bekliyoru z , adam kaybolmaz umarım ." Babam bana baktı, sonra fişlerin kenarlarını birleştirip onları cebine koydu. Yanına gidip elini tuttum ve anneannemin elinde mavi bir şişeyle aşağı inmekte olduğunu gördüğümde yanına koş­ tum, şişeyi alıp mutfağa getirdim. " Korkarım ki kurumuş" dedi anneannem. Haklıydı. Şişeye bi­ raz su koydum, başparmağımla ağzını kapatıp sertçe çalkaladım , sonra biraz daha sert, biraz daha sert, döküp ölçebileceğim bir sıvı oluşuncaya kadar; bir ölçü magnezyum sütü , bir ölçü demli çay, iki ölçü yanık tost ekmeği kırıntısı. Hızlı soluk alıyordum , oflayıp pufluyordum hatta , ritmik ve kararlı ; iki kişilik nefes alıp verdi­ ğimi fark ettim . Elimdeki evrensel panzehir kabımla mu tfaktan çıktığımda köpeğin havladığını duydum. "Hastaneden adam geldi ," diye seslendim anneannemle babama, "Tanrı onu kutsasın" ve kapıya koşup adamı içeri aldım, onu ve getirdiği harikulade aygıtları .

Havanın karardığını fark ettiğimi hatırlamıyorum. Çok yoğun bir öğle sonrası olmuştu . jack'in bana yapmamı söylediği şeyleri yap­ tım: Maskeyi ayarla, oksijen tüpünün vanasını aç, göstergeyi oku , bir leğen getir, leğeni götür, biraz hardal bul ; daha sonra , sert bir kahve, ağızdan değil ama, makattan , şimdi bağırsakları ov, ayakları ov, tanrım ayaklardan daha uç ne olabilir? Ve arada sırada aileye kısa bir haber bülten i geç , tansiyonunun normale dönmeye başladığını söyle , çünkü Bayan Abbott'ın yaşında ve mizacındaki bir kadına bir şey söylemek zorundasın, kolay bekleyemezler. İki haber bülteni arasında çay ya da varsa bir bardak kırmızı şarap içmesini söyle. Bir an hareke tsiz kalıp ona baktım, Cass'in yatağının yanında dizlerinin üzerindeydi , yüzünden ter akıyordu, kulakmemelerinde ve çenesinin ucunda ter damlaları oluşmuştu . Ku tsal bir adamı andırıyordu , gerçek bir kurtarıcıyı . Yanına diz çöktüm. "Sen çok sevimli bir çocuksun" dedim . 1 33

"Sen de öyle" dedi ve bu söylediğinde hiçbir tuhaflık yoktu . Cass'in bileğini tu tmuş nabzına bakıyor, arada sırada başını sallıyor­ du. "Birlikte çok iyiyiz," dedi, "evlendiğimiz için çok mutluyum." Ben evlendiğimizi bir kez daha unu tmuştu m ama onun yaşadı­ ğı o korkunç öğle sonrasının ardından hatırladığını bilmek içimi sızlattı. "Ben de öyle" dedim, doğruydu da. Dahası, kendimi aniden evli hissettim. Yerden bir kağıt mendil alıp jack'in kulakmemelerinde ve çenesinde biriken ter damlalarını sildim , ensesini kuruladım , sonra ayağa kalkıp Cass'e baktım v e o n u sevdiğimden em i n ol­ dum, fakat evli olmak ve kendini evli hissetmekle aynı şey değildi ve artık hiçbir zaman olmayacaktı , olamazdı. Çok dini duygular içindeydim bu konuda ve aklıma bazı dini sözler geldi . "O halde Tanrı'nın ayırdığını kimse birleştirmesin . Asla ." "Onlara ne diyeyim? " diye sordum jack'e . "Tansiyonunun sabitlendiğini mi? " "Sabitleniyor." "Sabitleniyor," dedim, "ve çay ya da varsa kırmızı şarap." "Bayan Abbott için çay ya da kırmızı şarap. Baban için bir şey önermeyeceğim çünkü o başının çaresine bakmıştır diye tahmin ediyorum ." "Sandığın kadar değil" dedim. "Aneanneme Harper's Bazaar'dan seyahat etmeye dair bir şeyler okuyor ve anneannem dinliyor. Sanki." Kapıda durdum . "Klimayı açıp burayı biraz serinletmem gerekmez mi sence? " " Henüz değil" dedi. " Isı hala çok önemli." Bunu söylerken Cass'in ensesinin altındaki battaniyeyi boştaki eliyle düzeltti, son­ ra başını kaldırıp bana baktı, bakışında öyle bir dikkat ve merak vardı ki beni gitmekten alıkoydu . Ben orada dururken elini Cass'in bileğinden çekti , Cass'in elini örtünün altına soktu , ona baktıktan sonra tekrar bana baktı ve "Biliyor musun, tuha f ama bir şekilde doğru " dedi. Orada durdu, tekrar Cass'e baktı ve derin bir şaşkınlık i fade eden bir sesle, "Bu hastamı senden çok daha iyi tanıdığım olgusundan söz ediyorum " dedi. " Kafa karıştırıcı. Sıcaktan belki ." Gözlerim yaşardı , akmaya hazır bir yaş perdesi; kapıdan ayrılıp tekrar yanına gittim, çömeldim ve ona hafifçe dokundum . "Zavallı sevgilim ," dedim, "zavallı doktor sevgilim. Bu nu kafana takma. Her şey yolunu bulacak ve her şey iyi olacak. Bu bittikten 1 34

sonra ben yine ben olacağım ve sen bunu bileceksin, çünkü ben biliyorum." Dönüp bana baktı, şaşkınlıkla değil bu kez ve yüzüme dokundu, sonra tekrar işine dönüp Cass'in yanaklarına ortaparmağıyla hafifçe vurmaya başladı. Bunu yaparken Cass'in gözkapaklarının seğirdiği­ ni gördüğümü sandım , fakat jack'e sorduğumda hayır dedi. Hayır, henüz değil . Tansiyon ölçerin pompasını sıkıp tansiyonuna baktı yine, 1 1 8/79 gösteriyordu - normal , en azından normale yakın . Bu kez kapıya vardım, hole çıkıp bültenimle birlikte salona girdim , bir de doktorun Bayan Abbott'a çay ya da kırmızı şarap önerisiyle . "Biraz beyaz şarap var sanıyorum" dedi anneannem. "Cassie kahvaltıda biraz kullanmıştı, yumurtalarıyla birlikte ." "Ne ?" dedi babam. Harper's Bazaar'ı kapattı, kasten yere bıraktı ve kızının beslenme alışkanlıklarıyla bizzat ilgilenmesinin zama­ nının geldiğini söyledi. Bir de beyaz şarabımız olmadığını. Kırmızı da yoktu ona bakarsan. "Tasalanma Jim" dedi anneannem. " Çayı yeğlerim, sırf benim için kasabaya gitmene gerek yok." "Mesele o değil" dedi babam. Kayınvalidesine bu kadar aşikar bir şey söylediğini ilk kez duyuyordum . Ocağa çay suyu koymak için mu tfağa gittim ve babam peşimden gelip bar taburelerinden birine oturdu , aynı anda hem benimle hem de salondaki annean­ nemle konuşabileceği bir yerdi, daha çok benimle ama . "Mesele şu ki ,'' dedi, "siz kızlar, sizi yetiştirirken düstur edin­ diğim sağlam hafa sağlam vücutta bulunur sözünü unu tmuşsunuz. Doğru yaşadığınızı sanmıyorum." Süzgece üç çay kaşığı çay koydum ve içimden, asıl sorun biri­ mizin sağ kalıp kalmayacağı , demek geldi , doğru ya da değil, fakat demedim, daha çok anneannemin duyabileceğinden korktuğu m için. Ya d a babamın aslında . Ya da kendimin , b i r an için inanabi­ leceğimden . Tepeyi tırmanmıştık ve orada kalacaktık. Hastaneden gelen adam hastaneye dönmüştü ; ihtiyaç durumunda kullanabile­ ceğimiz yedek bir oksijen tüpümüz vardı, fakat tepeyi tırmanmıştık ve ormandan neredeyse çıkmak üzereydik. "Cass iyi olacak baba . Bunu atlatacak ve iyi olacak. Beslenme meselesini o zaman konuşuruz." "Çok zayıf" dedi anneannem salondan. 1 35

Jack'i düşünüyordum , ona ne götürebileceğimi, biraz buzlu çay ya da viski ya da bir sandviç, fakat götürmemeye karar verdim. Her şeyin bir sırası, bir zamanı var; büyük işler yaparken içki içmeye kim ihtiyaç duyar? Ömründe kurtardığı ilk hayatı kurtarırken Dok­ tor John Thomas Finch değil. Hayır, o değil. Babam şimdi içki dolabının önüne diz çökmüş envanter çıka­ rıyordu . "Şarabımız olmadığını biliyord u m ," ded i , "ne kırmızı ne de beyaz. Bu nedir? " Tıpası olmayan bir şişe brendi çıkardı, ışığa tuttu , sonra mutfağa gidip çöp ku tusuna attı , tekrar dolaba döndü , yeni bir şişe çıkardı, biraz soda ve buz aldı ve kendine bir içki hazırladı . "Bir şey ister misin judith ? " diye sordu , teşekkür edip hayır de­ dim ve şampanya almadığımız için çok üzgün olduğumu söyledim, aşırı sıcak yüzünden unu tmuştuk. "Bu koşullarda isabet olmuş" dedi babam. "Kız kardeşin iyileşip katılabilecek duruma gelinceye kadar düğünü ertelersin herhalde." Buna verilecek o kadar çok yanıt vardı ki kendim i mutfakta meşgul edip yanıt vermedi m . Fakat elimi cebime sokup kanıta dokunarak kendimi güvende hissetme fırsatı buldum, üç aşağı beş yukarı tehlikeyi atlatmıştım ve bunun için çok müteşekkirdim . "N edenini biliyor musu n , neden-?" Babam orada durdu ve ben ona yardım ettim . " Cassie bunu neden yaptı ya da yapmaya çalıştı , bunu mu soruyorsun? " dedim. Babam bana bakıp, "Senin yüzünden mi? " diye sordu. Babamın neden hep şimdiki zamandan habersiz, başka bir za­ manda olmasını beklerdim bilmiyorum , fakat bunu ondan hep beklerdim ve genellikle öyleydi de , bu yüzden yaşayan insanların yaptıklarına dair bir şey söylediğinde her seferinde şaşırırım. "Evlenecek olmamı mı kastediyorsun ? " dedim ve babam evet dedi, önce New York'a gitmem , şimdi bu. Bunun akla gelebilecek e n doğal neden olduğunu söyledim - sadece Cass'le ben çok yakın olduğumuz için değil, hepimiz birbirimize çok yakın olduğu muz için ; aile olarak kapalı bir şirket gibiydik, kimse bizi satın alamazdı çünkü kimseye ihtiyacımız yok­ tu . Akşamları , Bartök'un adını bile duymamış bir liseden eve dönüp kendi gramofonumuzda kuarte tleri çalardık; biri Cass'in öğrenci başkanlığına aday olmasını istediğinde ]ane Cass'e Yeats'in "Kalaba1 36

lığın Öncüleri" şiirini okumuş ve Cass ertesi gün okula git tiğinde aday olmayı reddetmişti. Saymakla bitmez - aşağıya baktığımız kendi doruğumuz vardı. Fakat üniversiteye gittiğimizde durumu çiftlikte yaşadığımız zamanki gibi denetleyemedik. Denedik ama aynı değildi. Cass'in yapabileceği m i zi ve yapmamız gerektiğini düşündüğünün aksine bütün dünyaya karşı çıkamazdık; sonunda ben ayrılıp kendimi akıntıya bırakacağımı duyurdum, herhangi bir akıntı işimi görürdü , fakat en iyi bildiğim şey müzikti ve karşıma daha çok yapmak istediğim bir şey çıkıncaya kadar fena bir yaşam tarzı değildi sanki. Bütün bunları mırıldanarak anlattım. Neyi anlatacağımı ve neyi anlatmayacağımı bilmiyordum , fakat babam hiç araya girmeden pürdikkat dinledi . Söyleyecek başka şeyler vardı ve asıl söylenme­ si gereken söylenmemişti, ama ben durmak, yanlarından ayrılıp Cass'in nasıl olduğuna bakmak için yatak odasına gitmek istiyor­ dum. Salona geleli on beş dakika olmuştu , belki daha da fazla ; bu süre zarfında Cass gözlerini açmış olabilirdi. Fakat olduğum yerde kaldım ve babama Cass'in böyle bir şeye bence niye kalkıştığını söyledim: Çünkü başka bir şey denemeye kalkışamamıştı . Kendini yalnızca psikiyatr koltuğuna ait hissediyordu , ya da arkadaşlarına, onlara kız kankalar diyelim, ondan o kadar aşağıdaydılar ki insan bile sayılmazlardı, hiçbir tedavi edici özelliği olmayan uğraş terapisi işlevi görüyorlardı . "Kendini harcıyor, sürükleniyor; hayatıyla yapmak istediği tek şey onu bir yerde yitirmek." Anneannemin çayı hazırd ı, yanına yanmamış bir dilim tos t e k­ meği kızarttım ama tepsiyi ona hemen götürmedim . Babamın ya­ nına oturup ona bildiğim en hazin şeyi anlattım, çünkü anla tmak zorundaydım. Çiftliğe dönüp Cass'i ve boş ilaç şişesini bulduğu­ muzdan beri vicdanımı huzursuz ediyordu. "Cassie'ye yardım edebilecek tek şey var," dedim, "onu gerçekten kurtaracak tek şey: Benim de onun gibi dağılmam." Babam bir şey demedi ve ne demek istediğimi anladığından emin olamadım. Fakat ben ne dediğimi biliyordum . O anda benim için boşluktan ve umutsuzluktan , anlamsız sevgiden, zevk vermeyen içkiden başka bir şey olmasayd ı, çürümeye yüz tutmuş aile anıları­ mız dışında hiçbir şeye inanmasaydım, kendime yeterek ve kendimi üstün hissederek bir kalede yaşasaydım - benim için böyle olsaydı, 1 37

Cass duruma hakim olup beni bundan çıkarır, beni geri getirir, ikna eder, kıyıya ulaştırır, benden büyük bir müzisyen, ruhu bütün bir insan, bir içki ve sakinleştirici karşıtı , gerçek bir inanan yaratırdı. Yapardı. Benim için yapardı. Fakat benim böyle bir şeye ihtiyacım yoktu ve kendi adıma se­ vineyim mi yoksa onun adına üzüleyim mi bilemiyordum. Bildiğim tek şey kurtarılmaya ihtiyacım olmadığıydı. Artık yoktu. Ben bir yere aittim , oysa Cass değildi. Hiçbir zaman da olmayacaktı muhtemelen . "Baba, bize Melankolinin Anatomisi'nden '.Aylak olma, yalnız kal­ ma' cümlesini okuduğunu hatırlıyor musu n ? " dedim . "Ters oldu yanılmıyorsam" dedi babam. "Doğrusu 'Yalnız kalma , aylak olma .' Peki, ne olmuş? " "Hiç, aklıma geldi işte. Berkeley'yi terk edip New York'a bu yüz­ den gittim. Saplanıp kalmıştım." "Size o cümleyi neden okuduğumu bilmiyorum" dedi babam. "Ben yalnızlığa hep inandım." Önüne baktı , bardağını gördü , tamdı ve bir yudum aldı. "Aylaklığa da" dedi . " Sanıyorum kitabın sonundaki ilke daha çarpıcı. Nasıldı? Sperate Miseri, Cavete Felices. Benim gibilere göre daha çok." "Anlamı ne? " "Bilmen gerekir," dedi, "daha basit olamaz . Ş u demek: Umut besleyin ey mutsuzlar, Korkun ey mu tlular." "Tuş" dedim, fakat sadece kendi duyacağım bir sesle ve bunu inancıma indirilmiş bir darbe olarak değil, o anda görmeyi çok istediğim Cass için bir umut olarak algıladım . "Bu tepsiyi anneanneme götüreyim ," dedim , "sonra da gidip Cass'le jack'i göreyim." Tepsiyi aldım, salona götürdüm ve anneannemi koltuğunda dik vaziyette uyurken buldum, çok tertipli ve sakin görünüyordu, ama uyuyordu yine de . Tepsiyi usulca bıraktım ve saatime baktım. Ona çeyrek vardı, dışarıda havanın karardığını ve ışıkların yanmakta olduğunu ancak o zaman idrak ettim; zor bir gün olmuştu Bayan Rowena Abbott için , zorlayıcı ve yıpratıcı. İ çimden, onu uyandır­ madan yatağına götürebilseydim keşke diye geçirirken gözlerini açtı ve özür diledi, bir an lığına içi geçmişti. "Bence sen bu geceyi noktalasan iyi edersin" dedim. "Gel , tepsini odana koyacağım ." 1 38

"judy, benim için bunu yapmana gerek yoktu" dedi , fakat ayağa kalkıp peşimden geldi ve geçerken babama kaygılanmamasını, iyi bir uyku çekmesini söyledi, çünkü kızımız çok iyi olacaktı . Babam karşılık vermedi. Anneannemin bizden kızımız diye söz etmesinden nefret ederdi, en çok da jane'den o şekilde söz e tme­ sinden nefret ederdi . Bir şey söylemenin yerinde olacağını düşündüm, bu yüzden babama bu kez ben seslendim. ''.Anneannem yatmaya gidiyor baba." Babamın sesi hemen geldi . "Öyle mi? İyi geceler Rowe , iyi uyu." " Uyuyacağım" dedi anneannem , fakat odasına girdiğimizde farklıydı. Gidip Cassie'yi görmesini engellemek zorunda kaldım ; o nu on kez Jack'in bilincinin açılacağından emin olduğuna temin ettim , artık ona oksijen vermiyordu , sadece sessiz ve sıcak tutup yanında kalmak istiyordu . "Sabaha kadar mı ? " dedi anneannem . Evet dediğimde dudağını hafifçe ısırdı, biraz düşündü , sonra , "judy, bu doğru bir şey mi sence ? " diye sordu . ''.Anneanne , o bir doktor, unu ttun mu? " "Biliyorum," dedi anneannem, "fakat Cassie dediğin kadar iyiyse ben öteki yatakta uyuyabilirim diye düşünüyorum." Hemen ardın­ dan, "Sen de benim yatağımda yatarsın. Böylesi her açıdan daha iyi olmaz mı?" diye ekledi. " Hayır anneanne, olmaz. Bu gece için bir hemşire tutabilirim, ama doktoru yeğlerim . Sen yeğlemez miydin?" Anneannem bana çabuk bir bakış attı, çok çabuk ve kesinlikle Putnam'dan bir hemşirenin gelip her şeye burnunu sokmasını iste­ mediğini söyledi. Zaten hastaneden gelen adam her şeyi öğrenmişti ve muhtemelen boşboğazlık yapıyordu. "Ne önemi var? " dedim. "Ona kaza olduğunu söyledim, tam da senin benden söylememi istediğin gibi." "Teşekkür ederim canım. Sen anneannene her zaman çok iyi davrandın." Terliklerini ve geceliğini almak için elbise dolabını açtım ve dolabın döşemesinin beyaz sate n fiyonklarla bağlanmış beyaz kutularla dolu olduğunu gördüm. Onları görmemiş gibi yaptım , fakat anneannem hafifçe iç geçirip "Sır ifşa oldu sanırım" dedi ; bu gece için geline küçük bi r hediye partisi planlamıştı, onun birkaç 1 39

arkadaşı gelecekti sadece, kart oynadığı kızlar -Sarah, Hannah ve Ka te- ama onları arayıp gelmemelerini söylemişti tabii ki, Cassie bu kadar hastayken olmazdı , fakat Ka te'in hediyesi iki gündür evdeydi , büyük kare biçimli olan da Sarah'nın hediyesiydi ve Hannah kendi hediyesini bu akşam ge tirmeyi planlıyordu ama anneannem onu arayıp gelmemesini söylemişti . Benim partiler­ den, özellikle hediye partilerinden hazzetmediğimi bilmesine rağmen , başka kızlar evliliğe ihtiyaç duydukları her şeyle birlikte girerken birkaç yakın arkadaşla küçük bir parti vermemizde bir beis göremiyordu . "Benim yakın arkadaşım yok" dedim. "Biliyorum," dedi, "fakat benim var ve benim olan aynı zamanda senindir." Dolabın döşemesine bakmaya devam ederek başımı salladım . Ne çok paket vardı, bunlardan ikisi anneannemin arkadaşlarındandı ve bir tane daha gelecekti. "Gerisi hep senden mi anneanne? " diye sordum. Ağlamak geldi içimden; dolaba gizlenmiş o kadar çekingen görünüyorlardı ki . "Şey, evet," dedi, "benden ve Cassie'den; hediye partisini birlikte planladık denebilir." "Sen ve Cassie mi? " dedim . inanamıyordum ve inanmamalıydım tabii ki. "Tam olarak değil" dedi anneannem . "Cassie'yi bilirsin ; böyle bir şeyin iyi bir fikir olduğunu asla doğrudan söylemez. Fakat fikri sevdi sanıyorum , sana bir hediye partisi sunmak istiyordu ." Anneannem duraklayıp yan tarafa baktı ve " Kilisede evlenip arkadaşlarını davet etmeni de istiyordu" dedi . "Hangi arkadaşları? " " Lisedeyken seninle çok ilgilenen öğretmenin mesela. Bayan, Bayan-" "Bay Rudholm'u kaste tmiyorsun , değil mi? " " Evet, o." "Bay Rudholm'u davet edemezdin. Trafik kazasında öldü ." "Öyle mi? Ne zaman ? " "Bilmiyorum, iki üç yıl önce." "Jane'e senin hakkında bir mektup yazmıştı ; ]ane'in kitaplarına dair de bir tane yazmıştı." "Biliyorum , iyi insandı. Fakat davet edemeyiz." 1 40

Anneannem başını sallayıp çaydan bir yudum aldı. Küçük gri­ sarı işlemeli koltukta oturuyord u , berj e rdi sanıyoru m , zarif bir hanımefendiyi taşıyan zarif bir kol tuk. "J udy, hayatım ," dedi, "öğleden beri, Cassie hastalandığından beri, Jane'in ölümünün doğal nedenlerden gerçekleşmiş olmasına şükrediyorum." Bir an için durakladıktan sonra , "Yani şiddet yoktu demek istiyorum" diye ekledi. Az kalsın akciğer kanserinin benim dinginlik anlayışımla ör­ tüşmediğini söyleyecektim, fakat üstüne gitmedim. Oturup din­ ledim ama, çünkü annemden söz ederken anneannemi bırakıp gidemezdim . "Jane için ne çok kaygılanırdım," dedi , "her konuda o kadar pervasızdı ki. Çok tallı, düşünceli , sevecen ve gülünçlü , fakat perva­ sızdı . O kadar sigara içmesinden hoşnut değildim ya da yağmurun ahında üslü açık araba sürmesinden, bu tür şeyler, fa kat ona söz dinlelmem mümkün değildi; arkadaşları da onun gibiydiler. Onu görmek için çiftliğe gelen o küçük aktrisi hatırlıyor musu n ? " "Carol Leighton " dedim. "Geçen yıl o n u b i r filmde gördüm ." Anneannem başını salladı. "Sanıyorum ]ane evlendikten sonra da onun içın kaygılan maya devam eltim. Kendine hiç bakmazdı ve evden uzakta olması gerek­ tiğinde ona bakan yoktu." "Ama evde olduğunda da ne çok eğlenirdik" dedim. Bir an durup bunu düşü ndüm , Jane varken havanın ne kadar elektrikli, yokken ne kadar ölü olduğunu. Arada sırada babamla ellikleri muhteşem kavgaları hatırladım, anneannemin her seferinde bizi bir yerlere yönlendirdiğini, oysa tek istediğimiz jane'in arabaya binip garajdan patinaj çekerek gazlamasıyla sonuçlanan ve yıllar içinde daha gü­ rültülü palinaj lara yol açan parlak mavi atışmaları dinlemekli. Jane pervasızdı gerçekten ve biz ona hayrandık. Babamıza da hayrandık, fakat o hiç garajdan patinaj çekerek çıkmazdı. "Biliyor musun ]udy," dedi anneannem , "Carol Leighton'ı düğü­ ne davet edebiliriz . Jane rahmetli olduğunda bana yazdı." Az kalsın, " Rahmetli oldu deme" diyecektim. Bir düğün olma­ yacağını , çünkü halihazırda gerçekleştiğini söylememe de ramak kaldı ama yapamadım, böyle bir günden sonra gecenin bu saatinde anneanneme bunu yapamazdım. Hediye partisi suya düştükten ve bütün planları yauı ktan sonra olmazdı. 1 41

" Film yıldızlarına bulaşmayalı m ," dedi m , " ama bak sana ne diyeceğim anneanne, yatmadan önce hediyelerden birini açalım . İkimiz. Sadece bir tane ama." İyi bir fikirdi. Anneannemin yüzüne baktığımda anladım. Ve sesini duyduğumda . "Bunu yapmak ister misin tatlım? " "Hem d e çok." "Yapalım o zaman," dedi, " kendi hediye partimiz." "Tek hediye ," dedim, "yatmadan önce tek hediye." Anneannem kalkıp dolaba gitti ve hazinesine baktı. " Sen seç" dedim ve büyük kare olanı çıkardı . "Sarah'nın bu hediyesini çok merak ediyorum. Kurşun gibi ağır ve Bullock's Wilshire'dan geliyor, güzel bir şey olmalı." Güzeldi gerçekten - bakır kaplama bir yemek takımı, bein marie ve ispirto ocağıyla birlikte , üzerinde de j udy ile jack'e yeni hayatla­ rında dünyanın bü tün mutluluklarını dileyen bir karı. Her şeyi anneannemin şifonyerinin üstünde bir araya getirdikten sonra bakıp bir ıslık çaldım , harikuladeydi. Gerçek bir hediye parti­ sine nasıl tepki verirdim bilmiyorum, fakat anneannemle yalnızken söylediğimde ciddiydim : "Ah anneanne, tam istediğimiz şey. Cass ile Fraser's gibi bir yerde kaç kez durup yemek takımlarına baktığımızı tahmin edemezsin. Neden bir tane satın almadık bilmiyorum, Cassie'nin crepes suzette takıntısı olduğu için muhtemelen ." " Cassie mi? " dediğini duydum anneannemin. " Hayatı m , bu Cassie için değil. Senin için. Senle jack için." Geri geri yürüyerek şifonyerden uzaklaştım, anneannemin ya­ tağına geldim. Sonra oturdum ve söylediklerimin gerçek bir hediye partisinde nasıl bir etkiye yol açacağını düşündüm, elli kişinin filan katıldığı bir hediye partisinde. Ağzımı bir daha açmamaya karar verdim. Ama açtım. Anneannemi yatıştırmam gerekiyordu . "Çok güzel" dedim . "jack bayılacak." "Bir de Sarah'yı düşün," dedi, "umarım bunu ona söylemekle yetinmez, birkaç satır yazacak zaman bulursun." 'Tasalanma," dedim, "on sayfa yazacağım. Tek aralıklı." Anneannem çoraplarını çıkarıyordu, fakat başını kaldırıp, " Elle yazsan daha hoş olmaz mı? Çok güzel mektup kağıtlarım var" dedi . "Daha da iyi" dedim. Şifonyere döndüm, kartı aldım, tabak takı­ mının kapağını açtım , kartı içine attım ve kapağı kapattım . Kapağın 1 42

bir ağırlığı vardı ve zil tınısını çağrıştıran bir sesle yerine oturdu ; o kadar güzel bir sesti ki kapağı açıp tekrar kapattım. "Dikkatli ol j udy" dedi anneannem . "Cassie uyuyor." Belki de uyumuyordur, diye geçirdim içimden. Belki uyanıktır. Mümkündü . Tabak takımının yanından ayrıldım, eğildim , anneannemi öp­ tüm , iyi uyumasını söyledim ve güzel parti için teşekkür ettikten sonra kağıtları ve kurdeleyi topladım ve çıktım. Kağnları şömineye attıktan sonra babama Cassie'yi görmeye çıkacağımı söyledim ve köpeğin havladığını duydum. Amaçsız bir havlama değildi. Biri gelmişti. Anneannemin arkadaşlarından biriy­ di muhtemelen, partinin iptal edildiğini unutmuş olmalıydı. Fakat kapıya gitmeden önce hediye partisine gelmek için fazlasıyla geç bir saat olduğunu idrak ettim. Onu geçiyordu ve köpek gayet ciddiydi. Giriş ışıklarını yak tı m ve kapıyı tuhaf bir görüntüye açtım: Garaj girişinde bir taksi duruyordu , sıradan turuncu bir taksi . Dı­ şarı çıkıp güvelere aldırış etmeden ışıkların arasında durdum , bir gösteri çadırının önünde ağzı bir karış açık duran bir hödük gibi; çünkü Pu tnam'da bazı taksiler olmakla birlikte bizim buralarda hiç taksi görmemiştim, hele ki kendi garaj yolumuzda . Durumu kavrayamıyordum . Sonunda bana konuşma gücümü geri kazandıran köpeğimiz oldu , yavru labradorumuz. " Kes artık Rosie ," dedi m , " kim olduğunu görünceye kadar bekle." Taksi şoförü motoru kapatmadı , arabadan da inmedi. Köpek yüzünden sanırım , fakat hiçbir şey yapmadan koltuğunda oturmaya devam etti . Arabadan genç bir kadın indi , tek başına. Rosie'yi iki elimle tasmasından kavradım ve kadın taksinin yanında durup ber­ rak bir sesle, "Söyleme" dedi. Bir saniye sonra da , "Sen kız kardeşi olmalısın" diye ekledi . "Sakin ol Rose" dedim . " Evet , kız kardeşiyim." " Ben Vera Mercer, Cassandra'nın doktoru ." Buna söyleyecek bir şey bulamadım, o kadar umulmadıktı ki. Fakat karşımdaydı, aynı kendini tanıttığı gibi. Sesi telefonda duy­ duğum sesin aynısıydı. "Nasıl ? " diye sordu Vera Mercer. Biraz resmiyetle , " Hayli iyi, teşekkür ederim" dedim. 1 43

Taksinin motoru çalışmaya devam ettiği için bunun kısa bir ziyaret olduğunu , onu eve davet etmeye gerek olmadığını düşün­ düm, vakanın tıbbi ayrıntılarını bildiğim kadarıyla aktaracakllm ve tekrar yola koyulacaktı . Ama önce o beni bilgilendirdi: Pazartesi gününe kadar bütün randevularını iptal edip özel bir uçakla Put­ nam Havalimanı'na gelmiş, oradan da bir taksi çağırmıştı . Çünkü Cass'i görmek zorundaydı. "Taksiye gitmesini söylememde bir sakınca var mı?" diye sordu. Verilebilecek tek yanıtı verdim; elbette taksi gidebilirdi, bizden biri onu havalimanına bırakabilirdi. Hafifçe gülümsedi ve uçağın dönmüş olduğunu söyledi, dola­ yısıyla onu havali manına götürmek söz konusu değildi, fakat bir yolunu bulabileceğimizden emindi. Elbette , dedim, fazla vurgulamadan. Hemen taksinin öteki ya­ nına gidip şoföre tek bir banknotla borcunu ödedi , sonra arabanın arka koltuğundan oldukça şık bir çanta aldı -siyah sepili deriyle bağlanmış siyah ketende n ; fazla büyük değildi ama bir gecelik de değildi- taksinin kapısını çarptı ve başını sallayıp şoföre yola çıkabileceğini belirtti . Onu hala içeri davet etmemiştim. Çantasını garaj yoluna bıraktı ve elini uzatıp Rosie'nin başını okşadı. Eldiven giymişti ama yine de cesur bir hareketti, onu biraz daha sevdim. "Cassandra iyi mi? " dedi . "Bana olayla ilgili bildiğin her şeyi anlatır mısın? Nasıl yaptığını kastetmiyoru m , sen beni aradıktan sonra neler yapıldığını kastediyorum." "Her şey yapıldı sanıyorum." " Mide lavmanı ? Antidot? " "Başka şeyler de" dedim . "Suni teneffüs, kusturucu ilaç , kolon lavmanı, solunum cihazı , iki tüp de oksijen." "Tanrım ," dedi, "bu kadar yakındı demek." "Öyleydi," dedim , "bu kadar yakındı" ve bunu söylerken gü­ venin teki bana doğru uçtu ve ben de asabiyetle ona doğru hamle yaptım ve gözyaşlarının gelmekte olduğunu hissettim ve o anda şunu kavradım , ya kendime hakim olacaktım ya da kontrolümü hiçbir zaman geri kazanamayacağım bir biçimde yitirecekti m . "Üzgünüm," dedi, " a m a öğrenmek zorundaydım . B i r şekilde sorumluyum. O benim hastam , buraya gelmesine izin vermeme­ liydim." 1 44

Elini uzatıp güvelerden birini bakmadan hakladı , refleksleri güçlü bir atlet gibiydi. Güvelerden rahatsızlık duymuyordu, sıcak­ lıktan rahatsızlık duymuyordu, köpekten korkmuyordu. "Doktor talimat bıraktı mı?" dedi. "Yanında bir hemşire var mı?" "Hayır, doktor hala yan ında . Merak etmeyin, gitmeyecek. Benim kocam ." Bunu duyunca gözlerini kırptı, ardından hemen düzeltti m . " Evleneceğim adam" dedim. "Buraya geldiğinden beri yanından ayrılmadı, bir de hasta neden gelen adam vardı, bir de ben." Yine kendime hakim olmakla kontrolümü kaybetmek arasında kaldığım duygusuna kapıldım, bunu hissetti ve hafifçe omzuma vurdu . " İçeri girelim" dedim. "Anneannem ya ttı ama babam ayakta ." "Cass'i görmek isterim, doktoru arkadaşı olmamın ö tesinde doktor olduğuma ikna edebilirsen." Çantasını aldım, kapıyı açtım ve içeri girmesini bekledim, fa­ kat girdikten sonra onunla ne yapacağımı tam olarak bilemedim . Yukarı çıkarıp babamla mı tanıştırsa m , yatak odamıza götürüp Jack'e mi teslim etsem, anneannemin yanına mı yatırsam, yoksa gidip havuza atlamasını mı söylesem? Salonun ortasında durdum, o da arkamda durdu ve bir an sessiz kaldık. Sonra çantasını yere bırakıp kararımı verdim. "Gelin , babamla tanışın ," dedim , "ben de gidip jack'e Cass'i görmenizin mümkün olup olmadığını sorarım." Babam onu bıraktığım yerde oturuyordu, önünde brendi şişesi, soda ve buz kovasıyla. Tek bardak. " N asıl ? " diye sord u , yanımdaki kadını fa rk e ttiğine dair bir işaret vermeden . "Şimdi gidip bakacağı m " dedim . "Baba , bu Berkeley'den D r. Mercer; Cassie'nin doktoru. Dr. Mercer, babamız , Dr. Edwards." Babamın doktorasını neden bu işe sokma ihtiyacı hisse tmiştim bilmiyorum, kafa karıştırmak için belki, yeterince kafa karışıklığı yaşamıyormuşuz gibi . Fakat babam ilk kez bu unvana tepki verme­ di. Taburesinden kalktı, D r. Mercer'ın elini sıktı; ben çıkarken ona bir içki hazırlamaya koyulmuştu. N ihayet özgür kalmıştım , hızla yatak odasına gittim . Fakat kapının önüne geldiğimde durdum, derin bir soluk aldım ve içeri girmeden önce tırnağımla hafifçe vurdum . 1 45

Önce hiçbir şey göremedim. Banyoda ışık vardı ve banyonun kapısı kapalıydı, fakat yatak odası aydınlatılmamıştı. Başlamış olan bir filme girmek gibiydi, ekran parlaktır ama boş ve dolu koltukları ayırt edinceye kadar bir süre beklemen gerekir. Jack'i görmeden sesini duydum. "N eredeydin ? " ded i . " Kızlar bana hediye partisi verdiler" dedim. " N asıl?" " Konuştu ," dedi jack, "seni sordu." "Tanrım," dedim , "şükürler olsun , neden burada değildim? " jack'i seçebiliyordum şimdi. Dizlerinin üzerinde değildi artık. Yatağın yanına bir iskemle çekmişti. Cass'i de seçebiliyordum, saç­ ları yastığın üstüne yayılmış, boğazına kadar battaniyeyle örtülmüş vaziyette yatıyordu . Odanın karşı tarafına yürüyüp jack'in iskem­ lesinin yanında durdum. "Senin burada olup olmaman çok fark etmedi," dedi yumuşak bir sesle , "senin yerini ben doldurdum, aradaki farkı anlamadı." "Ne dedi ? " diye sordum sesimi hafiften yükselterek. "Ne dedi? " "Bölük pörçük şeyler" dedi Jack, aynı yumuşak sesle. "Hayli tutarsız sözler. Pişmanlık, daha çok. Çok hoş. Sevdim onu ." "O da seni sevdi mi? " "Tanrım , evet. Çok kararlı. Güçlü bir tip, özellikle ne atlattığını düşününce." Cassandra'ya baktı , sonra başını kaldırıp bana baktı. "Ben de biraz güçlü olmak zorundaydım" dedi ve ben başımı onaylarcasına salladım çünkü ne demek istediğini anlamıştım . Cassandra'nın her zaman vahşi bir yanı olmuştu . "Tansiyonu kaç ? " diye sordum, çünkü vahşi olsun olmasın, yükselsin istiyordum. "İyi" dedi . " 1 20/85 gibi." İşte Vera Mercer'ı o zaman hatırladım, tansiyondan söz edince. "Doktoru burada" dedim,Jack'in kulağına yaklaşarak. "Terapisti yani, ilaçları yazan , eczaneye ulaşamayınca aradığım." "O adamın burada ne işi var? " " Kadın" dedim . "Vera Mercer. Sanıyorum kanepesini boşalttı, özel bir uçak kiraladı ve havalimanından buraya taksiyle geldi." Cass inledi, ses çıkardığını ilk kez duyuyordum, hemen diz­ lerimin üzerine çöktüm. "Tasalanma kızım" dedim. "Benim; sen iyisin." 1 46

Aldığım tek yanıt bir süre kesintisiz bir biçimde devam eden bir mmmmmmm sesi oldu , sonra kesildi. " Neredeyim ? " dedi. Sonra durd u , gözlerini kapanı ve kapalı tuttu . Başımı kaldırıp jack'e baktığımda bana konuşmaya devam etmemi, onu konuşturmaya çalışmamı söyledi. "Buradasın" dedim. "Nerede olacaksın? Evimizde." Bu şekilde dillendirdiğime pişman oldum. Ona sonradan geri almak zoru nda kalacağım bir şey vermek istemiyordum, sonsuza dek bu evde kalmayacağımızı biliyordum . O iyileşir iyileşmez biz gidecektik. O da gidecekti. Onunla konuşup onu konuşturmam, bunun üstünde çalışmam gerekiyordu, ama söyleyecek ne vardı? " İyileştiğinde seni terk edeceğiz" mi? Bunu yaparsam hiç iyileşir miydi? " Hadi" dedi jack yavaşça. " Konuş onunla. Bir şeyler söyle." Kolay değildi. İlk aklıma gelen şey adı oldu , bir de tasalan­ mamasını söylemek, her şeyi oluruna bırakmasını . Fakat devam ettim. Cass, sen başarılı biri olacaksın; benden çok daha zekisin; yapamayacağın şey yok, benim seni engellememe izin verme. Biz iki ayrı insanız. Ayrı ve farklı. Ben benim; sen sensin; üzerimizde lanet filan yok. Önümüzde yaşayacağımız bir ömür var. . . jack'in elini ensemde hissettim ve durdum , çünkü bana neden dokunduğunu bilmiyordum - beni desteklemek için mi, yavaş­ latmak için mi, yoksa durdurmak için mi? Bu yüzden ona baktım ve söylediklerimle ilgisi olmadığını idrak ettim , sadece benimle ve ensemle ilgiliydi. Dönüp Cass'e baktım yine -çok yorgun gö­ rünüyordu, bütün gün kır çiçekleri topladıktan sonra uyuyakal­ mış küçük bir kız gibi-, ayağa kalkıp jack'in yanında durdum ve ona Cass bir kez daha uyandığında ona bizden, o öğleden son­ ra nikahlandığımızdan bahsetmenin iyi bir fikir olup olmadığını sordum. Birbirimize çok yakındık, dokunmadan, sadece görerek ve bilerek; ne kadar öyle kaldık bilmiyorum , sonunda jack hayır dedi , bir süre daha beklemek daha güvenli olacak, biraz daha güç­ lenmesini bekle ; bunu ona analisti söylesin buraya gelmişken; o ne umacağını ve ne zaman riske edebileceğini bizden iyi bilir. Bu insanlar bu iş için eğitilmişler. Tepkileri öngörebilirler. Diğer doktoru düşündüm. Şimdiye kadar eldivenlerini çıkarmış ve babam hakkında epey bilgi edinmiş olmalıydı; tüllerin arasında canlı ve kendi gücüyle solumakta olan Cass'i görmesini istemiyor1 47

dum . jack onun içine hayat nefesini ü flemiş, bense kıvılcımı yel­ pazelemiştim , böyle bir mucizeden sonra Cassie'nin taksiden yeni inmiş bir terapiste değil bize ait olduğunu düşünmeden edemedim. " Kafan karışık," dedi jack, "yorgunsun. Git klimayı çalıştır. En düşük ayarda." Yerine getirilebilecek buyruklar almayı severim . Yatağın e tra­ fından dolandım, kendi yatağımın üzerindeki okuma lambasını açtım . Klimayı çalıştırdıktan sonra karşısında durdum ve kendimi toparlayıp bazı şeyler düşündüm. Çok derin şeyler, en derini de şuydu: Bütü n öğrendiklerimden sonra , Cassandra Edwards'ı baş­ kalarından -tuhaf terapistlerden , tuhaf dilbilimcilerden ve onu yabancılaştırmak için sıralarını bekleyen bütün yabancılardan­ korumalıyım alışkanlığına bu kadar çabuk dönebiliyorsam, asıl terapiye ihtiyacı olan bendim . " Haklısın," dedim, "kafam çok karışık." Klimanın karşısından ayrılıp tekrar yatağın yanına gittim , Jack'in arkasında durup nöbeti bana devretmesini söyledim ; biraz dinlen, bir içki iç, terapistle tanış, babamla birlikte oturuyor, biraz dolaş, bacaklarını esnet, bir süre sonra da dön ama. Onunla kapıya kadar gittim, yolcu ettikten sonra kapıyı kapa­ tıp yatağın yanına döndüm ve dizlerimin üstüne çöktüm. Bu kez yapacaktım, iletişimi başla tacaktım, onu geri getirecektim. Elimi battaniyenin altına sokup elini buldum ve ben başlamanın bir yolu­ nu bulmaya çalışırken gözlerini açıp bana baktı, her zaman baktığı gibi neredeyse, dosdoğru gözlerime , fakat içsel bir şaşkınlıkla, kedilerin baktığı gibi . Ben de ona aynı şekilde bakmış olmalıydım, gözlerim daha açık ama. Adımı söyledi . Kim olduğumu biliyordu ama ben haklı oldu­ ğunu bile söyleyemedim. Elini sıkmakla yetindim. "Notumu buldun mu ? " diye sordu . Bunu söyleyebilmek epey zamanını aldı , fakat sözcükler sarihti. "Hayır," dedim , "nerede? " Gözlerini kapattı ve tekrar gittiğini düşündüm , fakat bir süre sonra , gözlerini açmada n , şöyle dedi: "Yazmadım belki. Sadece parmağımla. Mürekkepsiz. Ama denedim." Yutkunup, " Not yazmana gerek yok, konuşabiliyorsun" dedim . "Beni küçümseme" dedi bir solukta; sonra , çok daha yavaş, "Ne oldu ? " diye sordu. 1 48

"Uyudun, hepsi bu; sonra uyandın." Gözkapakları seğirdi, sonra gözlerini açtı ve neredeyse yok de­ necek kadar cılız bir sesle , "Bir şeyin . . . ahında uyandım . . . " dedi . "N eyin altında , Cassie? " "Bir dakika" dedi . Gözlerini kapattı yine v e gözlerini açmadan söyledi: "Baskı altında." " Hayır" dedim. " Hayır Cassie, hayır, hayır, hayır. Önünde yaşa­ nacak bir hayat var. Bu senin görevin. Doğduysan yaşamak zorun­ dasın. Ama bilmen gereken şu: Gayet hoş, gayet güzel de olabilir." Samimiydim. Yanıt vermesini beklemedim, fakat bir süre sonra , çok yavaşça, "Bunu ezberlemişsin, ikna edilmişsin" dedi. Sonra düzeltti: " Taktik almışsın ." " Hayır" dedim. " Kendim öğrendim." "Ben öğrenmedim." "Öğreneceksin . Zaman alır." Karşılık vermedi . Elini çevirip öteki elimle nabzını arayıp bul­ dum. Yavaş ama güçlüydü. "Dinle" dedi, sonra durdu, sonra tekrar denedi: "Söyle, nere­ de? . . " "Buradasın" dedim. "Evdesin ." " Nerede olduğumu biliyorum," dedi, "bilmek istediğim şu: Bu kadar tıbbi olmayı nerede öğrendin? Güzelmiş. Teşekkür ederim." Büyük bir çabaydı onun için , bir süreliğine son çabası. Gevşedi ve baygınların derin uykusuna daldı. Elini bıraktım , diz çöktüğüm yerden doğruldum, bir sandalye çekip o turdum ve uyumasını iz­ ledim . Eli yatağın kenarından gevşekçe sarkıyordu, tekrar tuttum ve elini tutmaya devam ederek düşündüm, sonra düşünmedim , umdum, sonra kuşkuya kapıldım , fakat sonunda hayatım boyun­ ca , nerede olursam olayım , onun nerede olduğunu ve ne yaptığını merak edeceğimi anladım. Ve onun için kaygılanacağımı. Annean­ nemin eski günlerde Jane için kaygılandığı gibi. Bizim Pırtık için kaygılandığımız gibi. Fakat benim john Thomas Finch için kaygılandığım ya da onun benim için kaygılandığı gibi değil. Yatak odası çok daha iyiydi şimdi . Ortalık yine de aygıtlardan geçilmiyordu gerçi, ama ışık daha yumuşaktı , klima küçük bir hışırtı çıkarıyordu ve dışarıda milyonlarca çekirge ve kurbağa ken­ dilerini koro halinde sunuyorlardı. Bir hayatımız olduğunda, nasıl 1 49

bir hayatımız olacaktı ? Bugün bunu düşünmeye ilk kez zaman buluyordum. Antlarımız doğrultusunda yaşayacaktık - sevgiyle , onurla ve değer vererek; ben kendimi ona adayacaktım , o kendini bana, daha önce ettiği Hipokrat yemininin sınırları içinde tabii ki, bu da uzun süreler yalnız kalacağım anlamına geliyordu. Fakat tam olarak yalnız olmayacaktım, çünkü ayrılığın nedenlerini an­ layacaktım ve beklemeyi bir sanata çevirebilirdim. Başlamak için beklemeyi bile, diye düşündüm . Cass'in elini öteki elime aldım, serbest kolumu yükseğe kaldırdım, gerindim, esnedim, duvardaki sirk palyaçosu afişine baktım ve güldüm, palyaçoya değil aslında , anneannemin hediye partisini düşündüğüm ve bana rahibi arayıp aramadığını söylemeyi unuttuğunu hatırladığım için. Oysa ben pastayı almayı unu ttuğumu itiraf etmiştim. Şampanyayı da, hem de babam benim için iyi yılların listesini yapmış olmasına rağmen . El değiştirdim yine, bu kez ötekini uzattım ve palyaçoyu gördüm ve yine güldüm , bu kez de palyaçoya gülmedim (palyaço gerçek bir hiçtir) , aniden çok dağınık bir düğün gecesi geçirmekte olduğu ­ muzu idrak e ttiğim için güldüm - damat yukarıdaki barda uyanık bir psikiya trla fikir teatisinde bulunurken gelin ya tak odasında kız kardeşinin elini tutuyordu . Öz kız kardeşinin, az kalsın ölecek olan ama Tanrı'ya şükür ölmeyen. "Uyan, Cassie," dedim, ama sessizce , " uyan ve benimle konuş. Kendimi yalnız hissediyorum." "Ben de" dedi ve bir oyuncak bebeğin konuştuğunu duymuşum gibi ödüm patladı. "Uyanık mıydın ? " dedim . "Güldüğümü duydun mu? " " N eye? " Bir a n düşündüm ve palyaçoya dedim, gülünç , gülünç palyaçoya ve Cass gözlerini açıp, "Biz fazla büyüğüz o palyaço için. Ondan kurtul" dedi. "Olmaz," dedim, "Jane onu bizim için çaldı , atarsak anneannem üzülür. Tu tmak zorundayız." "Hayır, değiliz." Başını çevirip benden uzağa baktı . "Her şeyden kurtulmalıyız , her şeyden . Yeniden başlamalıyız." "Başlayacağız" dedim ama çoğul ekiyle konuşmamam gerek­ tiğini biliyordum, çünkü bazen onun yaptığını kastediyor, bazen etmiyordum. Bilinci iyice açılmadan önce tanımlamam gerekiyordu , bir şekilde içine akıtmam, kendim söyleyerek, bir profesyonele dev1 50

retmeden. İçten davranacak, düğümü özel bir törenle kesecektim, bugün ötekini bağladığım gibi. "Cass, sana bir şey söyleyeceğim . . . Başını hareket ettirip gözlerini açabildiği kadar açtıktan sonra , "Söyle , küçük altın başlıklı kız" dedi ve tekrar uykuya daldı ve ben ona hiçbir şey söyleyemedim, ne evlendiğimi ne doktorunun burada olduğunu ne de başlığı yanlış hatırladığını - Küçük Siyah Sarışın Kız olması gerekiyordu , Jane'in Üç Ayı , Küçük Siyah Sambo ve Kırmızı Başlıklı Kız'ı karıştırarak bizim için uydurduğu masal. "Cass ," dedim , "uyan . Palyaçodan kurtulacağız ve oksijen tü­ püyle tansiyon makinesini hastaneye geri göndereceğiz ve bundan böyle-" Beni duymadı, iyi ki de duymadı. Her şeyi söylemiştim. Varı­ lacak bir sonuç yoktu . Oturdum , ona baktım, elini tuttum ve o soru daha önce nasıl geldiyse yine geldi , o büyük soru: Neden o da birini sevmiyordu, benim birini sevdiğim gibi? Neden benden başkasını sevemiyordu? Elini açıp tekrar çarşafın altına koydum, sonra pencereye gi­ dip dışarı baktım . Havuzun ışıkları açık, ay tepedeydi. Pencereyi açtı m , havada gül kokusu vardı , kendime böyle bir gecede biri Hellespon t'u yüzerek geçmemiş miydi diye sordum ve keşke bu kadar kolay olsaydı diye geçirdim içimden, Hellespont'u yüz ve aşkını bul, gerçek aşkını . Sonra jack'in bahçeden gelmekte olduğunu gördüm . Kadın da yanındaydı. Seslerini duyabiliyordum, önce biri , sonra öteki , çok alçak ve içten. Bahçeyi katettiler, yan balkonun basamaklarını çık­ tılar. jack kapıyı açtı , kadın içeri girdi, Jack de peşinden; son derece saygılı , vakur, görkemli, zarif, antik tarzda bir menüet gibiydi. Sonra onları göremedim, bu yüzden menüetleri düşündüm , müziği düşündüm, beklemeyi sanata çevirmeyi , çok uzun sürmedi ama . Doğrudan yatak odasına gelmiş olmalıydılar. Kapı çalındı ve jack içeri girdi, bana baktı , Cass'e baktı , sonra arkasına baktı ve başıyla işare t edince Vera Mercer içeri girdi. Vera Mercer odanın karşı tarafı ndan gelip yatağın yanında durdu ve uyumakta olan Cass'e baktı, kendimi Cass'i değil onu izlerken buldum ve beni şaşırtan bir yüz gördüm -iç tendi, he­ men okunuyordu , kaygı doluydu- hastasına bakan bir doktorun yüzünü andırmıyordu . Yitik görünüyordu , çok üzgün, sonunda 1 51

bakışlarımı ondan alıp jack'e , hiç sözcük kullanmadan, sadece kaşlarımla , ona evlenmiş olduğumuzu söyleyip söylemediğini sordum . Söylememişti , başını hayır anlamında salladı en azından; biz işaretlerle iletişim kurarken Vera Mercer Cass'in yatağının kenarına oturdu , çarşafı çekti, çıplak olduğunu görünce yine örttü , sonra yüzüne dokundu ve " Uyan Cassandra. Cass, hayatım, gözlerini aç" dedi . Cass'in yüzü bir an kasıldı. Hepimiz gördük; sonra gözleri se­ ğirip gerginleşti ve kapalı kaldı . Vera Mercer bir daha konuşmadı ama yatağın kenarında oturmaya devam etti . Bir süre sonra bana bakıp, "Bu gece burada onunla kalabilir miyim? " diye sordu. Cevap vermedim . Veremedim . Ne diyeceğimi bilemedim . "Uyandığında burada olmak istiyorum ," dedi Vera Mercer, bu kez doktor edasıyla , çok emin, çok doğrudan, "ayrıca senin de biraz dinlenmeye ihtiyacın olduğunu düşünüyorum. Senin de doktorun da , ikinizin de. Gece nöbetini bana devredin ." jack'e bakıp kaş sinyalini verdim yine, olur dedi , istiyorsa, ayrıca uyanık kalması gerekmiyordu jack'e göre , burada olsun , benim yatağıma yatsın ve bir sorun çıkarsa orada olsun yeterd i , fakat herhangi bir sorun çıkmayacaktı; onu meslekten olmayan birine de gönül rahatlığıyla teslim edebilirdi , fakat bu doktor bolluğunda'/\nneannem burada yatmak istedi" dedim ama ikisi de bana bakmadı bile . jack, "Çantanızı getireyim" dedi ve ikimizi yalnız bıraktı . Aslın­ da Cass'le birlikte üçümüzü , ki o sayılmazdı ve oy kullanamazdı . "Burada kalmak isterken işin ailevi boyutunu düşünmemiştim" dedi Vera Mercer, ben bir süre ona bakınca. "Seni yatağından etmek istemem ." Aniden, beklenmedik bir biçimde özgür olduğumu idrak ettim. Hellespont'u yüzerek geçmiş gibiydim. "Hayır, önemi yok," dedim, "uyuyacak pek çok yerimiz var. Size çarşaf getireyim." Yatağımdaki çarşafları çekip aldım ve Vera Mercer'ın karşı çık­ masına rağmen temiz çarşaf serdim. Uyumayı düşünmediğini söy­ ledi . Sadece burada olmak ve Cassandra'ya birkaç . . . öğü t değil , öğüt vermekten yana değildi, birkaç bilgece söz söylemek istiyordu, iyi bir şeyler bulabilirse tabii; ister alırdı ister bırakırdı. jack siyah keten çantayla geri geldi. 1 52

"Oksijen tüpünü buradan çıkaracağım galiba" dedi. "Bilinci açık bir biçimde uyandığında görmemesini yeğlerim ." Tüpü hole yuvarlayıp orada bıraktı ve döndü . Tansiyon aletinin manşonunu yuvarlamaya başladı , sonra tansiyonunu bir kez daha ölçmeye kadar verdi. Doktor Mercer yanında durdu ve jack pom­ paya basarken ibrenin inip kalkışını ve titreyişini seyretti, sonunda ibre sabitlendiğinde birbirlerine bakıp başlarını salladılar, bu da bana Cass'in o sabah jack ve küçük doktor çantasına dair söyle­ diklerini anımsattı. Ait oldukları derneğe dair o kadar içtendiler ki; zeki alaycılarla sahici içtenlik arasında kaldığında gerçek sadakat ne kadar zor bir iş diye geçirdim içimden . Fakat Doktor Mercer'ın tansiyon aletinin manşonunu yuvarlayıp ku tusuna koyuşunu ve kapağını kapatışını gördüğümde başka bir şey hatırladım: Cass'in bana bu kadar tıbbi olmayı nerede öğrendiğimi soruşunu, teşekkür edişini , bunu güzel bulduğunu söyleyişini. Ne demek istediğini anladığımı sanıyordum. Vera Mercer gibi birini bir şeyi toplayıp kaldırırken seyretmenin güzel bir yanı vardı, tam olması gerektiği gibiydi, neyin nasıl oturacağını biliyor, ne yaptığını biliyor ve bunu neredeyse otomatik hareketlerle yapıyordu. Teselli ediciydi, iyi bir piyanisti çalışırken görmek gibi; o gece onu ikinci kez sevdim . Ya tağımdan çekip aldığım çarşaflar iki yatağın arasında yerde duruyorlardı, onları toplamak için eğildiğimde Cass'in çantasının köşesini gördüm , beyaz el çantası , yatağımın altında. Aldım ve şifonyerin üzerine koyduktan sonra Vera Mercer'a yarın uyandığın­ da ihtiyaç duyarsa çantasını bulduğumu söylemesini söyledim; o sabah çantasını her yerde aramıştı; o ve anneannem ve ben sabahın büyük kısmını o çantayı arayarak geçirmiştik, belli fasılalarla her yere bakmıştık, benim yatağımın altından başka her yere . "Söylerim" dedi Vera Mercer. Çarşafları çamaşırhaneye gö türdüm, çamaşır sepetine attım ve dönüşte holü katedip iyi geceler dilemek için babamın odasına uğradım . Kapının altında ışık yoktu , saatime baktığımda nedenini kavradım. Kapıya yavaşça dokunup Tann'dan babamı, babamdan da beni kutsamasını istedim , sonra holün ışığını kapatıp odamıza döndüm. Gerisi karmaşa , bir noktaya kadar. B e n Cass'i tu tarken jack ile Vera üstüne bir pijama üstü geçirdiler; battaniyeyi katlayıp odayı toparladık ve ben Doktor Mercer'a bazı şeyleri izah ettim : Anne1 53

annem saat altı gibi gelebilirdi, kendini tanıştırdıktan sonra benim - benim ne? O kadar sonrasını düşünmemiştim ; sonra buldum : Benim, uyumak için, annemin arazinin öteki tarafındaki çalışma odasına gittiğimi söyleyecekti . Banyoya girip tarağımı ve diş fırçamı aldım , döndüğümde Jack gi tmiş, Cass hafifçe kımıldamıştı. Tek kolu başının arkasında, öteki örtünün dışında ve gevşekti, yüzünde en ufak bir gerginlik ya da sıkıntı emaresi yoktu . Ömrümde onu bu kadar dingin, bu kadar asil ve bütün mücadelelerin ötesine geçmiş halde görmemiştim; o kadar da dingin değil belki ama bir şekilde umutlu , uyanmayı bekliyormuş gibi. Eğilip onu alnından öptüm. Sonra Vera Mercer'a teşekkür e ttim ve iyi geceler dileyip odadan çıktım. Evin ışıklarını söndürdüm ve ]ack'i beni havuzun orada bek­ lerken buldum. Sonra havuzun ışıklarını da söndürdük ve arazide , çekirge ve kurbağa sürülerinin arasından, annemin çalışma odası olan kerpiç eve kadar yürüdük. Evlenmek için başından beri düşün­ düğüm yer. Ve bir noktadan sonra hiç karmaşa kalmadı, zerre kadar.

1 54

CASSANDRA KONUŞUYOR

İlaçlara dair söylenebilecek bir şey varsa, o da sınırları taç yaprak­ larından oluşan bir dünya inşa etmeleri , sonra da içini gerçek ha­ yatta tanıdığın herkesle doldurmalarıdır, tabii o hayatı hala gerçek hayat olarak görüyorsan . Ben hapları bilinçli olarak ve -palyaçoyu saymazsak- hiçbir şey beni cesaretlendirmeye ya da caydırmaya çalışmazken tek başıma yuttuktan sonra her şey h ızla değişmeye başladı ve hiç yalnız kalamaz oldum. Anneannemin arkadaşların­ dan biriyle konuştuğunu duydum , onlara gururla jane'in doğal nedenlerden öldüğünü , Cassandra'nınsa onları hayal kırıklığına uğra ttığını söylüyordu; başka kızlar ne kadar uzun sürerse sürsün ecelleriyle ölmeyi bekliyorlardı, fakat Cassie'nin silah pa tlamadan fırlamak gibi bir alışkanlığı vardı. Bunu duyduğumda uzun süre güldüm, çünkü bir kere anneannemin silah pa tlamadan fırlamak deyimini kullandığını o güne kadar hiç duymamıştım; ikincisi , kullanmaya başlamak için ne tuhaf bir zamandı, hepimiz ortada bi r silah olmadığını biliyorduk, fırlayan falan da yoktu , sadece düzgün bir miktar hap söz konusuydu, ne bir patlama ne de bir düşme. Fakat anneannem , babamın dediği gibi, yanılmaya aşırı meyilliydi ve bir deyimi benimsemeyegörsün , ifrata kaçardı . Bir de palyaço vardı . Sahneye bir giriyor bir çıkıyor, bana sirk afişi çalan yetişkin bir kadının bir tür kaçık olması gerektiğini ve annesi kaçık olan birinin doğal olarak kendisinin de biraz çatlak olması gerektiğini söylüyordu , çünkü üzüm üzüme baka baka ka­ rarırdı, bazen iki üzüm birden . Başkaları da vardı, öyle ki bir ara ciddi bir aşırı nüfus sorunu yaşadım: Sophie Myers bana tinsel evrimimi üç bin yıl geriye attığı­ mı söylemek için orada, M ilvia Kralowek adındaki tenisçiyse bana korta hiç çıkmayacaksam tenis kıyafetimi giymeye zahmet etme­ memi söylüyor. Ve cılız Liz , aç Uz, dört yıl öncenin pençeleriyle. Bütün kuvvetleriyle oradaydılar, yolda geçerken toplananlar ve daimi kuvvetler, anneannem ve eski palyaço - ayak basacak ve boyunduruğa alacak bir yer arıyorlardı; benim son ya da sondan 1 57

bir önceki istirahat yerim olarak nitelendirmeyi arzuladığım yerde, mülk işgali haklarını kullanmaya çalışarak, hiç olmaması gereken dine aykırı bir karmaşa yaratıyorlardı . Boğulmanın nasıl olduğunu kim duymamıştır ya da boğulmalarına ramak kalanların fazla ayrın­ tıya girmeden söyledikleri şeyi - hayatının gözlerinin önünden şerit gibi geçtiğini . Fakat ben hep görkemli bir geçit töreni olarak hayal etmiştim , bütün debdebesiyle bir geçit töreni; ölüm döşeğimin etrafında bütün bu zincirleme kovalamacayı , bu sansürlenmemiş hakaretleri değil, bu kadar çabuk değil en azından. Geçmişe bakış töreni bu kadardı. Hızlıydı sanıyorum ; hatırı sayılır bir törendi fakat kısa bir süre sonra bitti; sonra , hiçliği inşa etmek basit, hatta akla uygun olmasa da, bunu bir süre başardı­ ğıma inanıyorum: Uzun siyah kadife bir şerit, pürüzsüz, sessiz, çok uzun zamandır aradığım kadife parçası . Ağırlıksız bir biçimde üstüme düştüğünü hissettiğimi hatırlıyorum, beni sarıp bebek gibi kundakladığını; sonra benimle, kadifeyle Cassandra'nın birbirin­ den ayırt edilemeyeceği bir biçimde bütünleşti. Fakat hiçbir yerin sonuna kadar gidemedim; küçük bir bilinç kıvılcımı vardı, çok küçük, çok zayıf, fakat gizli, bilinç kadar vicdan da denebilirdi, çünkü gümbürdeyen bir derinlikte güzelliklerin en güzeliyle caiz olmayan bir ayin yürütmekte olduğumu anladım, bu tür işlerde her zaman olduğu gibi bu da yankı uyandıracaktı. Kıskançlık olacaktı, suçlamalar, atışmalar, tehdidin ve gürültünün her türü . Bütün gece kalamazdım; göze çarpmayan bir çıkıştan sıvışmalı, çıkarken hiçbir şeye çarpıp devirmemeye dikkat etmeli ve eşyalarımı toplamayı hatırlamalıydım : Çantamı , rujumu, kimlik içeren bütün kartları, arkadaşlarımın bana sürekli verdikleri fiyakalı monogramlı şeyler dahil. Hepsini toparla ve oyalanmadan git, çünkü bu birlikteliği hiç kimse kutsamayacak, anneannen bile, ki doğru sunulmuş her şeyi ku tsayabilir neredeyse. Benim ve seçtiğim sakin tatlı sessiz siyah­ kadife aşkımın bir şansı yoktu , ne davetli kuyruğu ne de bize yeni hayatımızın dünyasında mutluluk ve başarı dileyecek arkadaşlar, ki elbette yanlış dünyadır; ama benim karşı numarayı yeğleyebileceği­ me inanmalarına yol açacak ne biliyorlardı ki? Nasıl bilebilirlerdi, düşünebildikleri e n iyi şey hayatken? Ve sana o hayatın iç inde nasıl başarı ve mu tluluk dileyebilirlerdi; bu ancak bir yerlerden bir kadife parçasıyla evlenmek istediğin ve tercihinin bu olduğu tüyosunu almışlarsa mümkün olabilirdi . Sonra senin için hiçbir 1 58

şey dilemezler; başlarını sallarlar, sana acırlar, silah patlamadan fırladığını söylerler. Cassandra Edwards canına kıydı çünkü inatçı budala yatışıp ecelinin gelmesini bekleyemedi . Ve o süreçte , son tu tkusu gibi görünen şeyin tam merkezinde bile , bunun doğru olamayacağına dair fısıltılar vardı; bunu yapa­ mazsın , kitaba göre caiz değil, onaylanmaz ve rüşvetle ayarlanamaz. Her zamanki gibi fakat daha ciddi . Yüksek dereceli bir hata yaptın bu kez. Geri dönüşü yok. Kimse hoşnut kalmayacak, Tanrı bile. O'nun planı değil , herkesin bildiği gibi. O'nun planı California'dan birinin Connecticut'tan karşı cinsten biriyle tanışması ve bu ikisinin bütünleşmesidir. Ancak o zaman, Tanrım, konuklar karşılanabilir ve yakarışlar arka duvardan yankılanabilir. Nerede olduğumu biliyordum , yaklaşık olarak yani, arada sı­ rada . Bir noktada kız kardeşimi taklit eden bir adam vardı. İşini elimden geldiğince zorlaştırmaya çalıştım , faka t olabildiğince aca­ yip bir biçimde onu sevdiğimi söylemekten, onun oyununu oynayıp ona diğer yarımın nasıl yaşadığına dair bir fikir vermekten başka yapabileceğim fazla bir şey yoktu . Daha fazlası değil ama , çünkü biraz midem bulanıyordu, erkekler hep midemi bulandırırlar, ka­ dınları taklit ederken bile. Adam hayli sert bir tavır takındı. Bir süre sonra kız kardeşimin kendisi vardı, benimle yalnızdı , battaniyenin altında elimi tu tuyor, nabzıma bakıyordu , beni başımın bir yerin­ den öpüyordu, bununla dünyayı değiştirebilir ve yıldızları benim için yerlerine koyabilirmiş, yansız tek bir hareketle benimle siyah kadifenin arasını açabilirmiş gibi. Bana üzerinde önceden dikkatle düşünülmüş gibi gelen bir şey söyledi ama anlayamadım, bütünüyle anlayamadım yani, doğmuşsan yaşamak zorunda olduğuna dair bir şeydi, sanıyorum tam olarak algılayamamamın nedeni o çerçevede bir seçimim ve şansım olmayışıydı. Yani doğmuş olmasaydım bana bu öğütleri veriyor olamazdı. Tekerine çomak sokmanın tek yolu artık yaşamadığım için dinlememek olurdu . Faka t bunu denemiş ve yaşamaya devam etmiştim ; başka enstrümanları n , ü zerinden ve etrafından ve önünden çalabilmeleri için sağlam bir eşlik yapı­ yordum . İyi olan tek şey odaklanma süremin çok kısa oluşuydu. Herhangi bir şeyi ortasında bırakıp, dönüştüğü şey ne ise -yatağım, herhalde- onun dibine inebilir ve orada uzun süre kalabilirdim, çoktan gitmiş, yeni gitmiş, arada sırada yükselerek ama gerekeni yapamadan , tıpkı kirpiklerimin parmaklıklarının ardından kız kar1 59

deşimi bu elleri kıllı sahtekar taklitçinin kollarında gördüğümde gerekeni yapamadığım gibi . Bu konuda bir şey yapmak istedim, fakat biri sen artık yok olmayı başaramadığında sana müstehcen bir sahne göstermeyi kafasına koymuşsa ne yapabilirsin? Benim yaptığımı yapabilirsin sadece , bu da kirpiklerinin arasından bak­ mayı bırakıp gözkapaklannı kapatmaktır. Ve beklemek. Ve bat­ mak tekrar ve aniden kendini pek çok kol ve el tarafından havaya kaldırılırken hissetmek, bir elden ötekine, bir adagio dansçısı gibi oynatılan, bir o yana bir bu yana çekilen; sen tu l, şimdi şu kolu şuraya sok, şunu da şuraya , düğmeleri ilikle , işte bini. Bu kadar. Fakat ne için sürekli olarak geceliğin bulunmasını ve düğmelerin iliklerden geçirilmesini istiyorlardı? Bendim , bekledikleri bendim; otopsi odasında sergileniyordum bir elden ötekine geçirilerek, ba­ kışları hissedebiliyordum, çıplaklığımın farkındaydım, bilincimin bir noktasında soğuk bir çıplağın sıcak bir çıplaktan farklı bir şey olduğunun farkında. Ama yine de, bir ara o gece. O gece bir ara, çok geç bir saatti sanıyorum, belki sabaha kar­ şı , Vera Mercer bana bunu sordu , neden çıplak gitmeyi seç tiği­ m i . Klasik pozisyondaydık, o iskemlede, ben kanepede; kanepe bu durumda benim yatağım oluyordu. Bu kez konuşmayı o yap tı ama , gece boyunca bir konuşup bir sustu , bense aralıklı olarak bu dünyadan gidip geri geliyordum, ama artık giderek daha kalıcı olarak geri dönüyor, söylediklerinin çoğunu duyuyordum, ki faz­ la etkileyici değildi , insani , alçak sesli bir akıştı sadece ve kulağa serbest çağrışım gibi geliyordu, amacı bana bu işin nasıl yapılması gerektiğini göstermekti muh temelen. Fakat arada sırada , ya duy­ mazdan gelebileceğim ya da yanıtlamaya çalışabileceğim bir soru soruyordu; " N eden çıplak ölmeye karar verdin ? " diye sorduğun­ daysa samimiyetle cevaplamaya karar verdim. "Çünkü ," dedim, "elimde ne varsa ortaya koyarak gitmeyi seç­ tim. Kendimden başka kimsem yok." Yatak odası neşeyle nabız gibi atmaya başladı - onun neşesi , biraz da benimki , fakat sessizce , sadece nabzın dürtüsüyle. Ve onunla birlikte başka dürtüler canlanıp hatırlanmaya başladılar. Evinde fırtına estirmişliğim vardı, iki kez . Birinde bana kapıyı göstermişti; ikincisinde kalmama izin vermişti , onun odasından bir kı ta ötede bir odada güzelce uyuşturulmuş olarak. Faka t ertesi sa­ bah beni jakuziye sokmuş, çay ve içine bir yumurta kırılıp çırpılmış 1 60

portakal suyu ikram etmişti . Köpüklü portakal suyunu o zaman öğrenmiştim. Ve o hafta , ru tin seanslardan birinde, estirdiğim fır­ tınayı konuşmuş ve analizin rutin bir aşaması olarak kaydetmiştik, beklenen bir şey olarak. Şimdi o benim evimdeydi. Odamda gülüyor, kollarını sıvamış , iskemlede oturuyordu . Sabaha kadar konuştu benimle , ilgimi canlı tu tmaya çalıştı , konudan da fazla ayrılmadı, bana su içirdi, daha sık soluk almaya teşvik etti ve bütün bu süre zarfında doktordan söz etti, yapılması gereken her şeyi harfiyen uygu layıp beni hayata geri döndüren o harikulade çocuktan . "Ona hiçbir zaman ye terince teşekkür edemeyeceğim." " Deneme o zaman ," dedim, "benim etmemi de bekleme . Kız kardeşimle tanıştın mı?" " Evet." "Nasıl buldu n ? " Hemen yanıtlamadı. Sonra benzerliğimizin şaşırtıcı olduğunu söyledi, ilk görüşte özellikle. "Ama ondan sonra hiçbir ortak yanınız yokmuş gibi hissettim. Benzerlik orada bitiyor." "Hayır, söyledim ya sana. Hala değişen bir şey yok. Onu çıkardın mı ben her neysek onun yarısıyım." Bir bekleyiş daha. Derin bir soluk aldığını duydum. Sonra hayır dedi , yanılıyordum. "O iyi bir kız. Ama sen Cassandra Edwards's ın . Ve sen teksin." "Bir tekin yarısı ." "Buna inanma . Seni tanıyorum." " Kanepede anlattıklarımdan mı? Onların çoğunu senin dikka­ tini çekmek için uyduruyordum." "Bunu biliyorum; fakat ayıkladıktan sonra geriye kız kardeşin gibi üç ya da dört kıza yetecek kadar malzeme kalıyor. Sen gerçekten müthiş bir kızsın." Havada bir değişiklik oldu , ama ne kadar bilmiyorum. Bunu söyleyiş biçiminde ve havadaki elektriklenmede bir şey vardı . En azından bana öyle geldi ve dünya biraz farklı göründü , burada küçücük d e olsa bir olasılık varmış gibi. "Beni neden uzaklaştırdın ? " derken duydum kendimi, orada iskemlede oturan kadına. "N eden beni fırlatıp attın ? Bana bu kadar özen gösterdikten sonra bana bakmayı nasıl reddettin? " 1 61

Yanıt vermeyeceğini düşündü m . Bir süre vermedi de. Sonra yanıt geldi. "Ben aşırı eğitimliyim. Kuralları biliyorum ." "Bilinmesi gereken ," dedim, "onları çiğnemenin ne zaman bir görev olduğudur. Buraya gel." " N eden ? " "Nabzımı ölç . Bir şey yap." Ayağa kalkıp yatağın ayağına geldiğini gördüm . Oldukça yavaş. Yüzünü göremiyordum , siluetini görüyordum sadece , çok hoştu . Uzunca bir süre orada kaldıktan sonra , " Kendi nabzını kendin ölç" dedi, "ve büyüyüp ne anlama geldiğini öğrenmeden bana görevden söz e tme" diye ekledi. Soluğumu tuttum, bunu beklemiyordum , canım yanmıştı . Bir dakika sonra , tam fısıltı sayılamayacak çok alçak ve çok soğuk bir sesle devam etti. " Hala ölebilirsin, budala . O güzel çocuğun yaptığı harikulade işten sonra küçük bir zorlama, küçük bir dikkatsizlik yeterli. O senin hayatını kurtardı. Hiç olmazsa buna tu tunabilirsin." Uzun bir soluk aldığını duydum, sonra beni paylamaya devam etti. Onun kusurlu davranmakla suçlanabileceğini hiç umursama­ mışım, öyle dedi. Çünkü , kendi hayatım benim için önemli olsun ya da olmasın , mesleği onun için son derece önemliydi . Çarşafı çekip yüzümü örttüm. Fakat sesi içeri girdi . Bana oraya neden geldiğini anlatmaya başladı. Çünkü işini o kadar ciddiye alıyordu ki, bekleyip hayatta kalıp kalmayacağımı görmeye cesaret edememişti. "t\rtık biliyorum" dedim, çarşafın altından. "Ve çok teşekkür ederim. Güle güle, lü tfen." "Yo, hayır, gitmiyorum" dedi. "Bu geceyi a tla ttığından emin olmalıyım . Ama beni bir an bile burada neden bulunduğumu unut­ maya sevk edebileceğini düşündüysen, bir dürtünün beni itip kak­ masına izin verebileceğimi-" Çarşafı yüzümden çektim. "Gerçekten dürtüymüş o zaman?" dedim. Yanıtını düzenlediğini duyabiliyordum, belki yeniden düzenli­ yordu . Epey zaman aldı. "Herkesin dürtüleri var" dedi. "Benim de çeşitli dürtülerim var. Seninkilere benzer. Fakat her zaman seni bü tün bir hayat diye bir 162

şeyin varlığını kabullenmeye yönlendirebileceğimi umdum . Bir yaşam tarzı , seni doğanın bütün küçük fısıltılarından koruyacak bir yaşama nedeni." "Nedir bu yaşama nedeni?" O kadar uzun düşündü ki bu kez onu ezdiğimi düşündüm . Sonra , "İş daha çok. İ ş , merak v e sevgi" dedi. "Sen bütün bunlara sahip misin? " " Evet, ben bü tün bunlara sahibim ," dedi , "çünkü nasıl kay­ betmeyeceğimi öğrendim . Belki bir gün sen de bulursun diye dü­ şündüm . Ara sokaklarda bir aşağı bir yukarı koşmaktansa bir yere gitmenin yeğ olduğunu öğreneceğini umdum." Başka neler demiş olabileceğini bilmiyorum , fakat dinlemekten yorul muştum. "Orada durup bilgiçlik taslama" dedim. "Bu raya gel. Hastayım ben ." "İyileş öyleyse" dedi aynı soğuk ve alçak sesle. "Nasıl iyileşeceği­ ni öğren, çünkü şu anki tek dürtüm sana yardım etmeyi bırakmak." İskemleye döndü , oturdu ve pencereden dışarı baktı. Dışarısı aydınlanmaya başlamıştı; şimdi onu görebiliyordum, çok küçük ve esmerdi. Bizden hayli farklı. Pencereden dışarı bakmaya devam etti. Bir süre sonra , "Peki. Tamam. Konuşmaya devam et" dedim. "Yeterince konuştum" dedi. "Söyleyeceğim her şeyi söyledim ve bilirdim." "Öyleyse kız kardeşim nerede? " " Müsait değil. Yattı." "Ne zaman." "Ben geldikten kısa bir süre sonra." "O öbürü nerede? " " Doktor m u ? O kız kardeşinden önce yattı. Bana emanetsin. Birkaç derin soluk alıp uyu manı istiyorum." "Sen al o solukları" dedim. "Ben yeterince aldım." Fakat gözlerimi kapattım. Dışarıdaki ağaçta yetişkin kuşlar bir yuva dolusu açık ağızdan huzursuz olmaya başlamışlardı. Kalk şimdi . Onlara açlıklarını bastıracak bir şeyler ver, çünkü yeni bir gün bugün; aynı kuşların ben bu yatakta kıvrılmış yatarken beni uyuz etmelerinin üzerinden tam yirmi dört saat geçti, tek gözümü açıp Jude'u kendi yatağına uzanmış gördüğümden bu yana; o uy163

kudaydı, her şeye rağmen değişmemiş, saldırılamaz, gerçi o zaman bunu bilmiyordum; güzelce örtünmüş, zihni bana karşı koşullanmış ve kapı üstüme kapanmış; geceki iyiliğinden sonra, uykusunda bile beni tek başıma gezinmeye terk elmiş. Bir bacağımı yatağın daha serin bir yerine koydum ve kendime , iyiliğin bir köpeğe bir kemik fırlaup bunun onu sonsuza dek hayatla tutacağına inanmaktan daha ciddi bir şey olmayabileceğini söyledim. Her yerde aynı şey. İskemlede oturan doktor. Neden buradaydı? Yatırımını korumak için; ölerek onu rezil kepaze e tmeyeceğimden emin olmak için. Başka neden yoktu . Bakuğım her yerde aynı şey. Çok fazla güvenlik, çok az risk. Hiçbir şeyin düzgün bir evliliği , iyi bir kariyeri, yeni ve hakiki hiçbir şey söylemeyen ve suya sabuna dokunmayan tezi tehlikeye atmasına izin verme. Böyle yapıyorlar. Ayak uyduruyorlar. Şüphecileri ve beş yıldız Hennesy'yi yeğleyen babam hariç. Ve ben, ki neyim? Ki hiçim . Hiçten bile az. Denemiş, fakat denememiş. Yapalım şu fırfırlı düğünü öyleyse . Ve sağdıçlık hakkımı kul­ lanayım . Sağdıç sözcüğünü kullanmak istemedim, nedir doğru sözcük, baş nedimelik onuru - onur mu? Ve sonuna kadar gidelim o kurbanlık ve kutsallık yolunda, ki en zor yoldur; giyinip süslen­ miş olarak orada durayım ve kendimi kız kardeşimin suretinde, bu tanıkların nezdinde boyunduruk altına girerken ve her şeyi doğru yapan işgüzarla evlenirken seyredeyim. Uyu biraz şimdi . Sana söy­ lendiği üzere birkaç derin soluk al, sonra katlan bu düğüne. Çatlak çanları çal . Çatlak konukları davet el. Tanrı'nın planı buysa , Tanrı aşkına bitirelim şu işi . Ol uruna bırak. Fakat ağaç çatlamadan önce çocuklara bir kurtçuk ver.

Tam düğü n gibi bir düğün oldu sonunda . Planların çoğunu ben yapum; jude'la birlikte tabii ki ; yani ona nasıl yapılması gerekliğini söyledim . Doğru yapılmalıydı. Önce Vera Mercer'ı evden çıkar ve havalimanına götürüp uçağına bin­ mesini sağla ; düğünde hiç çekilmez. Sonra şampanyayı ve pastayı al, sonra telefona git ve insanları davet el. Neticede anneannem buralarda önemli biri , bir kez olsun bir şeyi onun istediği gibi yapmaya özen göstermeliyiz. Kale, Sarah ve Hannah'yı davet edelim ve öteki kulüpteki -Güncel Konular Kulübü'ndeki- bütün kadın1 64

lan ve senin ilk müzik öğretmenini ve henüz boğulmamışsa eski yüzme antrenörümüzü ve Conchita ile Tomas'ı ve akrabalarını ve bulabildiğimiz herkesi , bir de düğünü kilisede yapalı m . Ve ikiz elbiselerimizi giyeli m , çünkü onları biz satın aldık, ayrıca yirm i dört yıldır sürdürdüğü kampanyadan sonra bizi birörnek giyinmiş görmek anneannemi çok mutlu edecektir. Kapıdan mi hraba kadar kırmızı halı işini hallet, fakat jane'in çalışma odasında değil, çünkü bu sabah bir göz attım ve gördüm ki orada biri uyumuş, hem anne­ annem kilise sever, halihazırda Rahip Branson'la her şeyi ayarlaması için anlaştı ve muhtemelen ödemeyi de yaptı. "Dur bir dakika ," dedi Judith, "sana söylemem gereken bir şey var." "Söyleme" dedim. "Her neyse, hiç zaman kaybetmeyelim . Neden bilmiyorum ama gerçekten istediğim tek şey bu düğün." "Aklını mı yitirdin? " dedi jude. Terastaydık. Güneşin ahında . Ben eski yüzücü mayomu giymiş­ tim ve son iki günde iki kilo vermiştim. Ama zihnim gayet berraktı . "Hayır," dedim, "aklım ömrümde bu kadar başımda olmamıştı, seni evli görmek en büyük arzum . Dünü unut gitsin. Bazen çok çocu ksu olabiliyorum." "Vay be" dedi Jude. Aynen böyle. "Unutacak mısın?" dedim. "Lütfen dediğim gibi yap, anneannem ve gelenek için ." Bana biraz temkinli bir bakış attı. "Bunu jack'le görüşmeme izin ver" dedi. " Elbette" ded i m , elimden geldiğince doğal bir tonla , o da gö­ rüşmeye gitti. Ona bunu nasıl sunduğu konusunda hiçbir fikrim yok. O uzun öğle sonrası ve gece boyunca bilincimin ne kadar açık olduğunu Jude'un bildiğini sanmıyorum. Ben de ne kadarını duy­ duğumdan , ne kadarını ise düşleyip icat ettiğimden emin değildim. Görüşmenin sonucu da bunu açıklığa kavuşturmadı. Karar düğü­ nün yapılması doğrultusunda çıktı ; kilisede , konuklarla , elbiselerle, bütün kağıt destesiyle. jokerle birlikte elli üç. Vera Mercer'ı uçağına kendim götürdüm ve uçağa binmeden he­ men önce doktor-hasta ilişkisinin kutsallığına ve sağlık sisteminin ya da ona benzer hiçbir şeyin bunu zedelemesine izin vermememiz gerektiğine dair bir konuşma yaptım , çünkü bu şifacıyla hasta ara­ sındaki hassas ve ince bağa çok büyük zarar verebilirdi. 1 65

"Benimle olabilmek için uçağa binip buraya gelmenin beni ne kadar duygulandırdığını bilemezsin" dedim. "Hiçbir zaman bilme­ yeceksin , onun için hiç deneme ." Bana gözlerini kısarak baktı, bir şey söylemeye yeltendi, sonra omuz silkmekle yetindi. Büyük bir hareket değildi , omuz silkme bile denemezdi. Uçağın havalanışını seyrettim ve gözden kaybolduğu nda, " Ken­ dine dikkat et Doktor" dedim . Edeceğini biliyordum . Bundan 1 Temmuz kapanış konuşması kadar emin olabilirdim ve ilahi ku­ rallar aramaya kalkarsam işte bir tane vardı. Düğü n ertesi gün öğleden sonraydı. Anneannem tam öğle vak­ tinde olacağını düşünüyordu , bense fazla düşünemiyordu m. Bir gece önce john Thomas Finch beni uyu tacak bir iğne yapmışll bana , bunu çuvallama-sonrası tedavinin bir parçası olarak görüyordu. j udith kendi yatağında uyumuştu ve ben uykuya dalıncaya kadar konuşmuştuk, ama jet yolculuğu sayesinde New York ile Berkeley arasında uçmanın Minneapolis ile St. Paul arasında uçmaktan far­ kının kalmadığı dışında ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bunu ben söylemedim, o söyledi. Kendimi bölünmemiş ve reddedilmemiş hissederek uyumam gerekiyordu , fakat gece boyunca birkaç kez birazdan rahibin geleceği ve gardiyanın kapıyı açacağı ve rahibin bana koridorda ilerlerken onunla dua etmek isteyip istemediğimi soracağı duygusuyla uyandım. Sonra kuşlar ötmeye başladı yine , üç gün daha büyümüş ve çok daha güçlenmişlerdi. Düğün günüydü ve yapacak şeyler vardı. Bir kere davet için yer ayarlamak gerekiyordu çünkü kilisenin salonlarında içki servis edilemiyordu ve babam içki servis edilmeyen yerlere gitmezdi. "Daveti burada versek güzel olmaz mıydı? " dedi a nneannem . " Kendi evimizde? " Bunu kahvaltıda söyledi . "Hayır" dedik, judith ve ben , aynı anda, o kadar ki anneannem sadece benim söylediğimi sandı ve kız kardeşime de söz hakkı ta­ nımamı söyledi . Neticede onun günüydü . Babam da daveti kimin nerede vermek istediğini umursamadığını söyledi, o Berkshire's Bar Restoran'ı arayıp Jim Berkshire'den barı ve ana yemek salonu­ nu öğlen on ikiden iki buçuğa ya da üçe ya da dörde kadar bize ayırmasını söylemeyi düşünmüştü , böylece bütün o elektrikli süpürge zırıltısına katlanmak ya da bütün London Times Literary Supplement sayılarını toparlamak ve köpeği yıkamak zorunda kal166

mayacaktık; anneannem eve kart oynamak ya da güncel meseleleri tartışmak için birileri geleceğinde kendini bunları yapmak zorunda hissederdi . Davet işini böylece havale ettik fakat yine de hayli meşguldük. Saat on sularında anneannem damadın mihrapta buluşuncaya kadar gelini görmemesi gerektiği fikrinden caydı. Daha çok saat dokuza kadar birbirlerini beş kez gördükleri için, görmemişler gibi yapmaya olanak yoktu . Judith kendi eşyalarıyla birlikte Finch'in eşyalarını da topluyordu ve Finch onun pastırmasını ve böğürtlenli çöreğini bitirmiş , ardından benimkini de yemişti, tabii ki beni görmesinde ve çöreğimi yemesinde hiçbir sakınca yoktu . O arada aklımıza düğüne davet edebileceğimiz iyi birileri geldik­ çe telefon ediyorduk. Zamanında bize çifte kabakulak, boğmaca ve suçiçeği teşhislerini koyan doktorumuz. Eski bir uçakla bahçemizi haşereye karşı ilaçlayan zirai mücadele uzmanı. G elir vergisi ve miras işlerine bakan avukat. Bickford Market'in sahibi H . L. Bick­ ford . Ve tabii ki eşleri . Doktor ve diş hekimi dışında herkes daveti kabul etti. Fakat onların eşleri gelecekti. Sosyal bir başarı olduğu sonucuna vardık, kağıt üzerinde en azından . Sorunlar çıkıyordu ama, akla hayale gelmeyecek zorluklar, mümkün olacağını düşünmediğin zamanlarda. Örneğin aniden anneannemin birörnek giyinmemizden yana olmadığı ortaya çıktı. Gelinle baş nedime arasında kesin ve güçlü bir ayrım olması ge­ rektiğini düşünüyord u , hatta birörnek giyinmemizin hayli tuhaf görüneceğini söyleyecek kadar ileri gitti. "Bunu bize şimdi söylüyor" dedim, gözlerimi devirerek. J ude benden yana çıkarak, birörnek giyinemeyeceksek her şeyi iptal edip evden kaçmayı yeğleyeceğini söyledi . "Doğru ," dedim , "aynen öyle yaparız. Doğru Las Vegas'a gideriz." "Ya da Bakersfield'e ," dedi Jude , "o daha kolay" ve anneannem görüşünü bir daha yinelemedi. Fakat o kadar küskün ve çaresiz görünüyordu ki ona gönlümde yatanın ikiz elbiseler olduğunu ama lacivert şantungumu giyeceğimi söyledim . "Lacivert şantung d a p e k uygun değil sanki" dedi anneannem . "Fresno'ya gidip baştan başlayamaz mıyız ? Bu sefer her şeyi doğru yapsak? " "Bütün konukları geri mi çevirelim? " dedim . "Ne düşünecek­ lerini biliyorsun, değil mi? Bir şeyler düşüneceklerdir." 1 67

Başını üzüntüyle salladı . İnsanların düşünmeye başlamalarından hazzetmeyen bir kadındı , özellikle bizden biri hakkında . "Beni bundan daha çok kaygılandıran şey müzik" dedi jude. "Bu konuda ne yapacağız? " "Her zaman yapılanı yapın" dedi babam. Böğürtlenli çöreğini yerken hiç ara vermeden Thomas Hobbes okumuştu ama şimdi dinliyordu . Zirai mücadele uzmanını davet etmemizi o önermişti aslında . "Wagner'le giriş . Mendelssohn'la kapanış." "Hayır" dedim . "O kadar basit değil. Düğün marşından önce bir prelüd olmalı. Sözlü . Birinin 1\1 bu gülü, bu küçük narin goncayı' şarkısını söylemesi gerek." " Kes şunu" dedi judith. "Öyleyse ne istiyorsun ? " dedim. '"Bir gün birlikte sevgimizi göklere çıkaracağımıza söz ver' m i ? " "Bak," dedi jude, "bü tü n yapman gereken , Al Ş u G ü l ü v e Bana Söz Ver demekti , sadece başlığa ihtiyaç duyulan yerde bü tün lanet sözlere gerek yok." " Pekala," dedim , "öyleyse 1\l Şu Gülü' ve 'Bana Söz Ver', not alıyorum." "Hayır, almıyorsun." "Ama? " '1\ma falan duymak istemiyorum" dedi jude. " Kilisenin orgcu­ sunu bul ; bir zamanlar Hugh Campbell'dı, belki odu r hala; biraz Handel, biraz da Bach çalmasını söyle ." " K P. E . mi, yoksa j.S. mi? " "J. S. Kitabında n e varsa insanlar içeri girerken çalabilir. Herkes geldikten sonra da Wagner." "Sonra sen ve babam mihraba doğru yürüyeceksiniz." "Hayır, önce sen . Tek başına ." "Benden de bu beklenir" dedim. "Benimle ilgili bir şey mi dediniz ? " dedi babam. "Onu damada vermekten başka bir şey yapmam gerekmeyecek sanıyordum." "Onu benim vermem daha anlamlı olmaz mıydı sence ? " dedim. Herkes bir şeyler geveledi , sonra herkes sustu. jude dirseklerini masaya dayamış, çenesini ellerinin arasına almış bana bakıyor, soruna geri dönmeden önce bütün yan e tkilerden kurtulmamı bekliyordu . Anneannem fırsatı değerlendirdi. "Bize bir prova gerek; Rahip Branson, orgcu ve vokalist." 1 68

"Vokalist olmayacak" dedi J ude. "Olmayacak mı? " dedi anneannem ve jude ona konuşulanlara kulak vermesini söyledi , bulabilirsek bir orgcu olacaktı; onu kendi arayacak, ne çalacağını ve kimin ne zaman gireceğini kendi söyle­ yecekti. O kadar zor olmasa gerekti. Değişmeyen belli bir öncelik sırası olmalıydı . "Var, biliyorum," dedi anneannem , "fakat gelinin annesinin ne zaman girdiğini hatırlamıyorum." Ne demek istediğini biliyordum . j udith de biliyordu. Babam da. Kendisinin, Bayan Rowena Abbott'ın ne zaman gireceğini kastedi­ yordu ama öyle dememişti , bu da hepimizin üzerinde susturucu bir etki yapmıştı. " Rahibe sor" dedi judith . " Hayır, ben orgcuya soracağım . Onu şimdi arayacağım." Odadan çıktı ve anneanneme bence kendisinin kiliseye giren son oturan konuk olması gerektiğini söyledim - kuzu kurban edil­ meden önce, hatta melemeye bile fırsat bulamadan hemen önce. "Cassie, ne biçim konuşma bu böyle." " Biliyorum ," dedim, "özür dilerim." Kalktım ve yan kapıdan çıktım. Ti triyordum . Sarsılmıştım. Ge­ linin annesinden söz edilmesi bana jane'in cenazesini hatırlatmıştı , herkes oradaydı. O anda , teşebbüsümde başarılı olsaydım, bugünün benim günüm olacağını düşündüm. Gizli tutamadıklarını varsa­ yarak söylüyorum elbette , ki Putnam fısıltı gazetesinin çok etkin olduğu bir yerde pek kolay değildir bu . Bahçeyi katedip havuza indim . Hayatta olmanın güzel yanların­ dan biri de yüzebilmek. Başka şeyler de var: Gündüzleri bulu tlara, geceleri yıldızlara bakabilir, uzayı fethetmeyi çok da umursama­ dığın bir şey olarak görebilirsin. Bırak engin olmaya devam e tsin, olabiliyorken. Işık yılı kavramıyla düşünürsen çok zaman var. Ben de bulutlara bakıyordum , yaz aylarında görünen köpüklü bulutlara ve az kalsın terasta bir havlunun üstüne yüzükoyun yatmış olan jack Finch'in üstüne basacaktım. Beni duymadı. Yalınayaktım . Geri çekilmeye başladım, fakat sonra çekilmemeye karar verdim . Hayatta olmanın güzel yanlarından biri jack Finch'in üzerinden sıçrayıp havuza atlayabilmekti. Fazla yüzmedim , biraz dipte takıldım , yüzeye çıktım ve bir süre sırtüstü uzandıktan sonra merdivenden dışarı çıktım. Orada 1 69

duruyordu , bana havlu uzattı ve kaçık akrabalarımı n orada ne yaptıklarını, her şeyi karara bağlayıp bağlamadıklarını sordu . Bana kalmıştı. Düşündüğünü düşünmeye devam etmesine izin verip gerçekten bilmek istediğim pek çok şeyi -benim hakkımda ne düşündüğünü öncelikle- öğrenebilirdim , faka t karar vermeye çalışırken bir şey fark etti, yüzücü mayomu muhtemelen, bu uyan­ masını sağladı ve bana kimliğimi geri verdi; kim olduğumu bildiğini anladığım anda da olay kişiselleşsin istemedim . "Senin sağdıcın kim olacak?" dedim. " Bildiğin biri var mı? " diye sordu , olmadığını söyledim, ne sağdıç ne de başka biri. Erkek yoktu , o şekilde de devam etmeye niyetliydim. "Bu büyük bir ziyan." "Bak Jack," dedim, "bana söylediklerine göre hayatımı kurtar­ mışsın , olsu n . Seni bağışlıyorum. Bunu unutabilirim . Fakat ziyan­ lardan filan söz e tmeyelim." "Bizi ziyaret etmeye gelecek misin? " B u beni şaşırttı. "Ben mi ? " dedim. "Neden? " Havlusunu yerden alıp katlamaya başladı. Kendini yaptığı işe tamamen vermiş görünüyordu . "Çü nkü Judith seni seviyor," dedi, "galiba ben de." Bu şekilde söylemesi gerekmiyordu . J udith'i sevdiğim ve sizi birbirinizden ayırt edemediğim için, diyebilirdi. Ama öyle demedi . "Giyinsen iyi edersin" dedim . Sonra güneşe baktı m , saatim evdeydi. " Kırk beş dakika sonra orada olmalıyız."

Olduk da; insanlar kiliseye giriyorlardı, yan kapıdan giriş kapı­ sına kadar sıra oluşmuştu, park edecek yer yoktu . Judith ve ben Riley'deydik. Anneannem, Jack ve babam babamın arabasındaydı­ lar, çünkü anneannem hala damadın mihrapta buluşuncaya kadar gelini görmemesi gerektiğini düşünüyordu . Jude ve ben beyaz giy­ miştik, çünkü sonunda lacivert şantungumu getirmediğim ortaya çıkmıştı ve anneannem eski bir elbise giymemi istememişti . Ama ne giyersek giyelim birbirimize fazla benzememize olanak yoktu zaten. Jude harikulade görünüyordu , bense her zaman göründü­ ğüm gibl - vesikalık fotoğraf gibi, hayli gergin ve bezmiş. Fakat 1 70

gösteriyi asıl çalan, küçük mavi unutma beni şapkası , unu tma beni elbisesi, ayakkabılarındaki suni elmas tokaları ve beyaz gül buketiyle anneannem oldu. jack rahip yardımcısı çocukla birlikte kilisenin yan girişine gitti, bizse kasaba sireni alçaktan başlayıp kesintisiz bir çığlıktan sonra bir iniltiyle ölerek bize zamanın geldiğini bildirinceye kadar Rahip Bay Branson'la giyinme odasında bekledik. Öğle saatiydi. On dakika sonra , bütün konuklar yerlerini aldığında , başka bir rahip yardım­ cısı çocuk bizi sıramızı beklememiz için bekleme odasına götürdü. Orgun sesi gayet güzel geliyordu, "İsa, İnsan Arzusunun Mutlu­ luğu" çalıyordu , sonra aniden usulca yavaşladı ve " Koyunlar Güven İçinde Otlayabilir" kantatına geçti. Bizim kantatımız denebilirdi, jane'in kötü düzenlenen son ayininde çalan kantat. j ude'a baktım ve jude bana baku, sonra gözlerimdeki soruyu başını iki yana sal­ layarak yanıtladı. Hayır, o istememişti; tesadüf. Fakat anneannem farkına varmadı; yapması gereken bir iş vardı ve rahip yardımcısı çocuk ona başıyla işareti verdiğinde, anneannem bize tatlı ve hü­ zünlü bir gülümsemeyle baktı , iki eliyle şapkasına dokundu ve içeri girdi. Kalabalıkta bir hareketlenme olduğunu duydum , bir ilgi ve hayranlık dalgası. Kapı aralığından bakmadım bile , ama onlara orada ne yaptığını biliyordum. Onlara bir Anne sunuyordu - cesur, güzel, aşkın, unu tamayacakları biri. Sonra aniden Bach kesildi; ne mu tluluk ne de kuzu . Sadece gümbür gümbür sessizlik. Sırada ben vardım, biliyordum ve ya­ nılmıyordum. Düğün marşı başladı. Bir an düşü ndüm . Güzel çık, dedim. Usulca. Anneannenin yarattığı büyüyü bozma. Oyna. Fakat acele etmedim. Döndüm , babamı öptüm ve ona güneş gözlüğünü takmamasını söyledim . Sonra jude'a baktım. Bu bizim için olma­ lıydı , bu görkem. Adlarını bizden alan yıldızlar vardı, bunun nesi yanlıştı? Hiçbir şeyi ve her şeyi . Rahip yardımcısı çocuk gelip beni dirseğiyle dürttüğündejude'a bakmayı bıraktım, döndüm ve kapıyı tek kolumla iterek açtığım gibi içeri girdim. jack mihrabın sağında duruyordu , tek başına ve gayet içte n. B en mihraba varmak üzereyken bana gülümseyip ö ne doğru bir adım attı. Sonra hemen geri çekildi ve daha da içten göründü . İyi gitmekte olan düğünün ilk gafı. İlk ve son olacaktı ama . Dr. Branson giyinme odasının üst basa­ mağında bekliyordu, duracağım yere vardığımda döndüm ve müzik 171

yükseldi ve kapı açıldı ve insanlar başlarını çevirip ayağa kalktılar; hepsi birden değil ama, gruplar halinde, kararsızca , ta ki herkes babası emekli öğretim görevlisi james Murray Edwards'ın kolunda içeri giren j udith Edwards'ın onuruna ayağa kalkıncaya kadar. Babam harikulade görünüyordu ; baştan ayağa siyah ve gri giyin­ miş , kontrollü ve cesaret verici. jude'a bakmadım. Onu görmüştüm, fakat karşımda duran jack'e baktım; bu kez ne yapacağını biliyordu. Erkeksi bir tavırla gelinini karşılamaya gitti ve gülümsemeden, geri adım atmadan onu mihraba çıkardı . Babamla ben onların ya­ nında yerlerimizi aldıktan sonra Rahip Branson kalabalığa döndü , oturmalarını işaret ettikten sonra gür ve titreşimli bir sesle şöyle dedi : "Sevgili konuklar, bugün burada Tanrı'nın huzurunda ve sizin karşınızda bu Adam ile bu Kadın'ı evlilik bağıyla birleştirmek için bulu nuyoruz; ki onurlu bir kurumdur, Tanrı'nın buyruğudur, bize İsa ile kilisesinin arasındaki gizemli birlikteliği simgeler; ki kutsal saygınlığı İsa'nın varlığıyla ve Galile'de Kana'daki düğünde gerçek­ leştirdiği ilk mucizeyle kutsanmıştır ve Aziz Pavlus tarafından-" Ve orada beni kaybetti . Dönüp babama baktım ve dönerken beş yıldız Hennessy'nin tatlı kokusu burnuma geldi , gerçi jude'a sürülmüş kutsal yağın kokusu da olabilirdi. Bir gü n brendi-soda içerken, evlilik bağıyla birleşmiş bir adamla kadını İsa ile kilisesi arasındaki bağla kıyaslamanın ne anlama geldiğini babama sormayı kendime hatırlattım. Bunu açıklayabilecek biri varsa o da babamdı; hemen hemen bütün hayatını açıklıkla belirsizlik, kanıtlanabilir doğrulukla bulanık duygusallık arasındaki sınırı saptamaya çalı­ şarak geçirmişti, bunun hangisi olduğunu kesinlikle biliyordur. Ben de neredeyse biliyordum ama babamın nasıl ifade edeceğini duymak istiyordum . Törene tam da, rahip bir yerde bir düğünde söylendiğini hatırladığım bir şeyler söylediğinde geri döndüm, fakat neredeydi , emin değildi m. "Huzurunuzdaki bu iki insan birazdan evlilik kurumuna ka­ tılacaklar. Bu birleşmenin gerçekleşmemesi için haklı bir gerekçe gösterebilecek olan varsa ya şimdi konuşsun ya da sonsuza dek sussun." Benim repliğimdi ve sanıyorum Doktor Branson bunu biliyordu , çünkü cemaati gözleriyle taradıktan sonra dosdoğru bana baktı . Ben de düşünceli bir biçimde ona baktım, çünkü beni düşünmeye sevk e tmişti. Fakat haklı gerekçelerle kim ilgilenir, gösterilmiş olsun ya 1 72

da olmasın? Bütün dürüstlüğüme rağmen davamı bir kez daha sa­ vunmamın kime ne yararı olabilirdi? Yeterince savunmuştum , hem doğrudan hem özel olarak, ama vardığımız tek sonuç bu adamla kadının birleşmek üzere olduklarıydı. İyi günde ve kötü günde , bir yastıkta kocayıncaya kadar. Onlar da evlenmelerini olanaksız kılan bir engel öne sü rmediler tabii ki, üstelik rahip onları kesin bir biçimde uyarmasına rağmen: "İ kinizden de, bütün kalplerin sırlarının ifşa olacağı o korkunç mahşer gününde hesap vereceğiniz üzere , yasal olarak karı koca ilan edilmeden önce bu evliliği sakıncalı kılan bir engel biliyorsanız bunu şimdi itiraf etmenizi talep ediyorum. Tanrı'nın rızası olmayan bir evliliğin caiz olmayacağından emin olabilirsiniz." Ağır bir sessizlik oldu ama beraberinde küçücük bir engele dair bile olsa herhangi bir itiraf, herhangi bir beyan getirmedi . Asabiye­ timle çiçek buketimden bir yaprak kopardım ve bu takasta şimdiye kadar benim karlı çıktığıma karar verdim. Bütün yapmam gereken , yaptığım seçim çerçevesinde, sessiz kalmaktan ibaretti. Fakat judith bütün kalplerin sırlarının ifşa olacağı o korkunç mahşer gününde hesap vermek zorunda kalacaktı. Ah, din, diye geçirdim içimden , tehdit mektuplarının büyük, anonim yazarı . Ama j ude'un mahşer günündeki bütün kalpler için kaygılanmadığını biliyordum. Ben de kaygılanmıyordum. Babam ve Jane bizi doğru yetiştirmişlerdi . Bize din özgürlüğü tanımamış, bizi dinden özgür kılmışlardı ve şimdi çiçek buketini parçalamayı bırakabilirdim çünkü en kötü kısmı bitmişti , fırtınayı atlatmıştık, gerisi pupa yelkendi . John J udith'i , Judith J ohn'u eşl iğine aldı. Babam , bu kadını evlilikte bu adama kim veriyor sorusuna "Ben ve­ riyorum" diye yanıt verd i , sonra gidip anneannemin yanına oturdu ve töreni bitirmek üzere rahibin karşısında üçümüz kaldık. Benim için bitecekti en azından, onlar için ne olurdu bilmiyorum . Eğilip kalkmalar vardı, ikisinin de ayakkabılarının tabanlarını görebil­ diğim uzun diz çöküşler vardı, Jude'unkiler yepyeni , jack'inkiler güzelce eskimiş. Ardından yüzüğün ku tsanması , gelinin buke tini alıp geri vermek, ilk evlilik öpücüğü , birkaç dua daha geldi ve niha­ yet - Mendelssohn ! Bi r Yaz Gecesi Rüyası 'ndan zafer alayı bölümü bizi tekrar kapıya yönlendirdi, iki artı bir şeklinde . Düğünden önce havayı fark etmemiştik ama o anda fark ettik. Elimdeki çiçek buketini girişteki çöp kutusuna attım ve j ude bana 1 73

kendi buketini fırlattı. Tu tabilirdim, kim o lsa tutardı , fakat ben tutmamayı başardı m ve çöp kutusunun içine düştü . Buketi alıp ona iade ettim. "Bir kez daha denemek ister misin? " diye sorduğunda ona cra­ dan bir an önce çıkıp onların şerefine bir kadeh kaldırmaktan başka hiçbir şey istemediğimi söyledim . Ya da iki kadeh, ya da üç. Berkshire'de görüşmek üzere , dedim. "Hep birlikte gidelim" dedi Jude, faka t jack bizimle gelemeye­ ceğini söyledi. Bekleyip rahibe ve orgcuya ödeme yapması gereki­ yordu , ama ben Judith'i götürebilirdim, o sonra babamla birlikte gelecekti . "Anneannem herkesin parasını ödedi" dediğimde bana erkek olarak böyle bir j est yapması gerektiğini ve judith'i götürebilece­ ğimi söyledi. j ude onu bırakmak istemiyordu, bu gayet açıktı ama bana çok açık olmasını da istemiyordu, bu yüzden geldi ve Riley'yi Berkshire's Bar ve Restoran'ın önüne park edip içeri girdik. İçerisi serin ve loştu . Bar loştu en azından ve ben yemek salo­ nuna girmek istemedim . jude girmek istedi, sonra dönüp, benden gelip harikulade çiçekleri ve muhteşem büfeyi görmemi istedi; babamın önerisi daha güzel olamazdı . " Daha sonra" dedim. "Otur. Seninle konuşmak istiyorum ." "Ne içersiniz hanımlar?" dedi barmen. "Şampanya ? " "Duble viski, buzlu" dedim v e j u d e , "Yapma Cassie , sarhoş olma" dedi. Buketi tut . Sarhoş olma. Gel çiçekleri gör. Gel büfeyi gör. Güzel davran. "Otur" dedim. Yanımdaki tabureye oturdu. Barın arkasındaki aynada ikimizi düğün elbiselerimizle görebiliyordum. Gelinin kim olduğunu biliyordum . Vesikalı k fotoğrafı andırmayan. Damadın hesabı gördükten sonra onu bulmasını bekleyen. " Düğün sırasında biraz düşünme fırsatı buldum" dedim. "Orada söyleyecek bir sözüm olmadan dururken." "Çok mu korkunçtu ? " " Hayır," dedim, "düşündürücüydü . Senin dairen ne büyük­ lükte ? " "Bilmem." "Bu bar kadar var m ı ? " 1 74

"Evet, tabii ki." " Daha mı büyük? " "Biçimi farklı" dedi . "Aynı uzunlukta ama daha geniş." "Bizim, yani benim Berkeley'deki ev kadar var m ı ? " "Aynı gibi" dedi Jude. "Yatak odası daha küçük." "Yatak odasının canı cehenneme. Ben salondan söz ediyorum." " Neden? " "Sana düğün hediyesi olarak Bösendorfer'deki yarı hissemi ver­ meyi düşündüm." Yüzündeki değişimi görmek ilginçti. Vesikalık fotoğrafı andır­ maya başladı. Çok gergin. "Bunu yapamazsın" dedi. "O bizim." "Pekala," dedim, "sen kendi yarına sahip çık, ben kendi yarımı Jack'e vereceğim. Böylece aile içinde kalmış olacak. Farklı bir aile gerçi ama hepimiz bir aile sayılırız ." "Şampanya , hanımlar?" dedi barmen . Barda bizden başka müş­ teri yoktu hala. " Evet, lütfen" dedi Jude. "Buzlu duble viski tekrar" dedim ve jude yapma, şampanya iç, dedi. "Şampanya havamda değilim ," dedim , "hem ne içtiğimin ne önemi var ? " "Şampanya daha hoştur," dedi J u d e , "daha h o ş görünür." "Sen harikulade bir gelin ve çok olağan bir kızsın" dedim. "Çok mutlu olacağını düşünüyorum ." Fakat siparişimi şampanyayla değiştirdim ve jude bana teşekkür etti. "Bir şey değil ," dedi m , " öyle bir piyano bir piyaniste ihtiyaç duyar, çalınmaya ihtiyaç duyar. Bu yüzden lütfen al." judith gözlerini kırptı, şampanyadan bir yudum aldı ve hayır dedi , bizim piyanomuzu alamazdı, yapamazdı . Hemen değil en azından. Bir süre dosdoğru önüne baktı, sonra bana döndü . "Galiba sana hiçbir zaman söylemeyeceğimi düşündüğüm bir şey söyleyeceğim" dedi ve yüzünden önemli bir şey olduğunu an­ ladım. Ayrıca devam etmesi için geçen süreden . Fakat sonunda devam e tti. "Jack hakkında" dedi . "Müziğe hiç ilgi duymuyor. �yışığı So­ natı', o kadar." 1 75

Daha önce aramızda pek çok bar itirafı yaşanmıştı biliyorum , fakat bunun gibisi olmamıştı. Afalladım. Ö z eniştem. "Hay Allah" dedim. Bir süre başka bir şey diyemedim, ama sonra ayrın tıları öğrenmek istedim. "Ne kadar zamandır biliyordun? " "Başından beri neredeyse. Ama bu konuda hiçbir şey yapamadım." İnleyip, "Bu korkunç" dedim . "Biliyorum ," dedi judith, "ama birbirimizi seviyoruz." "Öyle birini nasıl sevebilirsin ? " "Bilmiyorum ama seviyorum." "Öyleyse bu , ortaya engel sürme zamanı değil" dedim. " Kilisede eline fırsat geçmişti." "Senin de. Ve teşekkür ederim." "Bir şey değil. Şimdilik bir blender ister misin? " dedim. Bir yanıt alır mıydım emin değilim fakat bunu öğrenme fırsatı bulamadım, çünkü o anda içeri anneannem, babam ve jack girdiler, hemen arkalarından da Sarah, Hannah ve Kate , sonra doktorun karısı ve zirai mücadele uzmanı. Biz de yemek salonuna geçtik ve beşimiz yan yana dizildik - önce anneanne m , sonra babam, sonra ben, sonra jack, sonra jude. Bütün kasaba oradaydı, düğüne gelenlerden çok daha fazlası vardı eminim; herkes sıranın önünden geçerken bir şeyler geveledi , çok güzel bir düğündü ve bizi birbirimizden ayıramamışlardı, jack ayırabiliyor muydu, jack'in erkek kardeşi var mıydı; bol miktarda öpüşme, el sıkışma ve bütün tavan dolusu akustik kiremiti zorlayacak kadar neşe. Ben bir içki daha içmedim. Çünkü her nedense canım çekmedi. Bütün istediğim reverans yapıp çıkmaktı , jude Bakersfield'e giderken yaptığım çıkışı kastetmiyo­ rum, Pu tnam'dan ve çiftlikten ve vadiden çıkmayı kastediyorum. Bösendorfer'in bana ait yarısını verememiştim ve şimdi eve dönüp onu görmek istiyordum , kapağını açıp küçük Haydn parçasını ve benim kolay Frescobaldi'mi ve Çocuklar İçin Bartök'umu çalmak, aptal tezime bir göz a tıp daha az pürüzsüz ve daha itici bir hale getirmeye çalışmak, Üniversite'nin koşullarından daha doyurucu bir hale en azından . Babam solumdaydı ve ona sormak istediğim bir şey vardı; hayat bize hiçbir zaman , aynı kolaylıkla hem yeni bir baş­ langıç noktası hem de bir sonlanma olarak göremeyeceğimiz bir şey sunmaz, diyen kimdi , fakat o gürültüde sormaya fırsat bulamadım, 1 76

zaten sonra kimin söylediğini hatırladım, Gide'di, ki babam ona pek hayranlık duymaz, ancak sinir bozucu tarafından hoşlanırdı . Ama nedense bu söz bana kendimi çok mutlu ve rahat hissettirdi, o kadar rahat hissettim ki sıradan çıkıp kendime şampanya almaya gittim . Birer tane de babamla ]ack için . Yeni bir başlangıç için bilendiğim filan yoktu çünkü hiçbir zaman bir şey başlattığım söylenemezdi. Sadece Berkeley'ye özlem duymaya başlamıştım - bütün o leziz yiyecekler ve öğle konserleri ve blokflüt grupları ve öğrenci gös­ terileri, bütün o progresif caz . Hazırdım , yerimde duramıyordum . Bu davet bana yetmişti v e başrol oyuncularının çaktırmadan çıkıp kaçacakları yere yaklaşmakta olduğumuzu biliyordum . Onların işini zorlaştırmak gerekir sözümona , fakat burada öyle bir şey ol­ mayacaktı. Kimse gelini alıkoymaya kalkışmayacaktı . Kimse bizi o kadar iyi tanımıyordu . Kimse arabalarının lastiklerinin havasını söndürmeyecek ya da kaputun altına havaifişek yerleştirmeyecekti . Arabaları yoktu zaten. Davet bittiğinde hepimiz dirençle karşılaşma­ dan eve gidecektik. Anneannem saat onda yatacaktı; babam Thomas Hobbes'una dönecekti. Fakat ]ude , Jack ve ben , biz ne yapacaktık, bovling oynamaya mı gidecektik? Ertesi güne kadar kalacaklardı. Tebrik faslı sırasında , büfeden yemek yerken , sonra pasta yerken bunu düşündüm hep, şampanya faslının tamamı boyunca olmasa da hatırı sayılır bölümünde de bunu düşündüm ve gelinle damat bu koşullar altında geleneksel bir çıkış yapamayacaklarsa en azından nedime kendi çıkışıyla onları onurlandırabilir hissine kapıldım . Konukların arasında dolandıktan sonra anneannemi buldum ve iki yanağından öptü m . "Cassie , n e tatlısın. Bu ne için ? " " Düğün istediğin gibi olduğu için" dedim. "Bundan daha güzel olamazdı." "Sen de daha hoş görünemezdin, daha iyi davranamazdın ," dedi, "ikiniz de." "Ben gayret ettim" dedim. "J udith için doğal ." Ve yan yan iler­ ledim, bana doğal geldiği üzere . Bir gruptan ötekine yengeç gibi ilerledikten sonra yan kapıya doğru süzüldüm. Heyecanlanmıştım. Kapıya ulaştım ve bir an durup onlara baktım: Kalabalığın arasında meydan okur gibi dikilen babama, resmi takım elbisesiyle Dr. ]ohn Thomas Finch'e ve etrafı ku tlayanlarla kuşatılmış Judith Edwards Finch'e. Sonra dışarı çıktım ve çiftliğe sürdüm. 1 77

Yapmam gerekeni yapmam çok sürmedi. Düğün elbisesini çıkar ve çantaya koy, İ talyan ayakkabılarını ayırıp birini bir yan cebe , ötekini öteki yan cebe koy, üzerine bir etek ve bluz geçir, çantanı ve ilaç kutunu bul, babana iki üç hafta sonra tezine dair konuşmanızı tamamlamak için geleceğini bildiren bir not bırak, jack ile judy'ye dünyadaki bütün mutluluğu ve başarıyı dile ve esenliğine ka tkıla­ rından dolayı teşekkür et, anneannene öpücükler gönder ve sadık kız kardeş, baldız , evlat ve torun , C . E . diye imzala.

Ertesi gün cumartesiydi. Öğleden sonra Telegraph Bulvarı'nda bir müzik mağazasının önünde durmuş vitrine bakarken Liz janko da orada durmuş aynı vitrindeki gitara bakıyordu. "Gitarın nasıl Elizabeth? " diye sordum. Rehine verdiğini söyledi . "Yazık" dedim. "İyiydin. Gerçek bir Flamenko duygusuna sa­ hipsin." "Belki. Bilmiyorum. Ama bu aralar bir santim kalınlığında bo­ yayla resim yapıyorum, bu da çok boya demek." Vitrinin öteki tarafına geçip plaklara baktı . Üstünde dar mavi bir etekle bol kırmızı bir kazak vardı ve saçları çok siyahtı. Kendisi de bir resim gibi görünüyordu. Sandaletli kız vitrine bakarken, diyelim . "Görüşürüz" dedi ve devam etti, ben d e öyle yaptım. On dakika sonra ikimiz de Fraser's 'ın vitrinine bakıyorduk. Vitrinin hemen içindeki masanın üstünde bakır bir yemek takımı vardı. " Kız kardeşime düğününde bunun aynısını hediye ettiler" dedim . "jude mu ? " dedi. " Evlendi mi?" Başımı sallayıp onayladım, sonra " Dün" dedim. "Sen ne yapacaksın ? " diye sordu sesinde duygudaşlıkla , düğün­ den çok daha farklı bir şeyin duyurusunu yapmışım gibi. Örneğin kıyametin . " Her zaman yaptığım şeyi sanırım." Çok duygusuzca söylemeye çalıştım. "O Eylül'den beri New York'taydı zaten." "Biliyorum," dedi Liz , "ama hep döneceğini düşünürdüm." "Ben de ," dedim, " fakat bunun harikulade bir yemek takımı olduğu inkar edilemez." " Evet" dedi . "Çok güzel. Resmini yapmak isterdim." 1 78

Yemek takımına baktım ve içeri girip satın almayı düşündüm , fakat Liz ilerlemiş başka bir şeye bakıyordu. "Sen nasıl oluyor da ortalıkta geziniyorsun, neden çalışmıyor­ sun ? " diye sordum . Çok karmaşık bir espresso makinesine bakıyordu . Stüdyosunu hafta sonları sadece gündüzleri birine kiraladığını söyledi . "Bir şey yapmak ister misi n ? Kahve içmek mesela? Bir yere gitmek? Ben de pek bir şey yapmıyorum." " Keşke bu sabah sorsaydın" dedi. "Yapmak istediğim bir şey vardı ama yaptım bile . Üç o tobüs değiştirmek zorunda kaldım, oysa arabayla çok kolay olurdu ." Biraz bekledim ve ne olduğunu söyledi: Çok uzun zamandır yapmak istediği ve hiç yapmadığı bir şey yapmıştı. Golden Gate Köprüsü'nün San Francisco tarafına gitmiş ve köprünün üstünde yürüyerek yukarıdan suya bakmıştı. Vitrinden döndü , cama yaslandı ve "Bugünlerde düşündüğüm tek şey ışık ve nesnelere ne yaptığı" dedi. "Suyun üzerine vuran ışık düşünülmesi gereken bir şey." Orada durup bunu düşündü , sonra gitmesi gerektiğini söyledi. Ve gitti. Ben de gittim , aksi yöne . Bir süre sonra bir kafeye girip bir kah­ ve söyledim ve orada oturup kahvemi seyrettim. Tuzluk, biberlik, şekerlik ve peçetelikle farklı kombinasyonlar denedim. Bir ara bir kule inşa e tmeye niyetlendim, fa ka t kulelerin anneannemi her zaman ne kadar gerdiklerini düşünüp vazgeçtim; kahvemi içerken biraz ekonomi ve estetik üstüne kafa yordum , en basitten biraz daha karmaşık olana ilerledim; gitarını rehine vermenin , biri stüdyonu kullanırken hava kararıncaya kadar dolanmak zorunda kalmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ettim. Tek bir basit, kişisel , gerekli şeyi yapmanın -mesela iş yapmanın- özgürlüğü uğruna maruz kaldığın hakaretler, önüne çıkan engeller. Bir santim kalınlığında boya kullanmak istiyorsan gitarını rehin verirsin, boya bittiğinde de başka bir şeyi, o şeyi yapmak uğruna ne kadar çok şeyle veda­ laşmak zorunda kalırsan kal bir gün iyi bir resim yapma umuduna tutunursun. Bazen de başka umutlara. Ressamlar işte . Faka t aynı şey benim için de geçerliydi sanki. Annemin ruhunun rehin mak­ buzunu yırtıp atmadan bunların hiçbirini yazamazdım. Farklı bir rehin türü ama aynı kapıya çıkıyor. Yaslanma . Dik dur. Bir yol bul. 1 79

Işığın nesnelere ne yaptığına dair söyledikleri aklımdan çık­ mıyordu ama. Işık suya ne yapar, ya da muhtemelen su ışığa ne yaptırır, kim kime ne yapar; sonunda kendimi köprüde yürürken buldum . Aynı öğle sonrası. Sırf görmek için. Riley'yi köprünün San Francisco tara fına park ettim ve neredeyse Sausalito tarafına kadar yürüdüm. Acele etmedim , sık sık mola verdim, suyu ve adaları ve Çin'e doğru yol alan şilepleri ve birbirlerinin önünü kesip küçük köpüklü dalgalar bırakan yelkenlileri seyrettim, her şey çok parlak ve yeni ve küçük ölçekteydi. Ayağımda mokasen ayakkabı ve çorap vardı . Dönüşte daha hızlı yürüdüm ve çoraplarımdan biri topuğumun arkasına kayıp durdu . İki üç kez durup çektim. Sonunda ayakkabıyı çıkardım , çorabı yandan aşağı fırla ttım ve orada durup aşağı inişini seyrettim. Ya da seyre tmeye çalıştım. Büyük bir yoğunlaşma gerektiriyordu onu gözden kaybetmemek. Tamamen kaybettiğimi sandığımda rüzgar onu çok aşağıda yakaladı ve güneş ışığında bir kez , sonra tekrar, sonra belki üçüncü kez parladığını gördüm. Fakat ondan sonrasını bilmiyorum . Suya çarpmadan çok önce gözden kayboldu.

1 80

Ü niversite öğrencisi Cassa n d ra Edwards, i k i z kardeşi J u d ith'i n d ü ğ ü n ü n e kat ı lm a k üzere a i le çiftliğ i n e doğru yola çıkar. Daima ö b il r ya rısı o la ra k görd ü ğ ü J u d ith'le bi rli kte, e ntelektüel a n n e baba s ı n ı n gözetim i n d e m ü z i k , edebiyat ve felsefeyle iç içe büyü m ü ş ola n Cassa n d ra i ç i n b u rası vazgeç i lmez a n ı la rla dolu d u r. Kız kardeş i n i n ufu kta k i evli liğ i n e ölüm k a l ı m meselesiymi ş g i b i ya klaşan v e d ü ğ ü n ü sa bote etmeye ka ra rlı o la n Cassandra ' n ı n gelişiyle çiftli kte i ş ler çığ ı rı n d a n ç ı kacakt ı r. Ai le nereye kadar b i r s ı ğ ı n a k , nereden sonra boğ ucu b i r oda d ı r? Kend i n i hep b i r başka s ı n ı n va rlığ ıyla ta n ı m la m ı ş b i ri gerçekte kim old u ğ u n u n a s ı l a n laya bi li r? Dorothy Baker' ı n

1962 ta r i h li rom a n ı CASSANDRA DÜGÜNDE evin d ı ş ı n d a ki d ü nyayla yüzleşmeye, a i le bağ la rı n a ve özelli k le ka rdeşlere d a i r soru la r sora n , u n utu lmayaca k bir rom a n .

Tı p kı ka h ra m a n ı g i bi, yerinde d u ra maya n bir enerj i i le deri n b i r h ü z ü n a ra s ı n d a mekik dokuya n

Cassandra Düğünde

keşfed i lmeyi

bekleyen traj i ko m i k b i r başya p ıt. S a l i n g e r ' ı n ÇAVDAR TAR LASI N DA ÇOC U K LAR ve McCu llers'ın D Ü G Ü N Ü N B İ R

ÜYESİ

r o m a n l a r ı gibi modern A m e r i k a n klasikleri n i n a ra s ı n d a yer almayı hak ediyor.

Georgia Hammick

Yetişkin liğe geçişin yol açtı ğ ı d ehşet üzerine ya z ı l m ış o k u d u ğ u m en iyi kita p la rd a n b i r i .

Deborah Eisenberg

1 S B N 9 7 8 - 9 7 5 - 0 8 - 4 9 1 1 -4 o. ..

25 TL K DV 'den muaftır.