144 10 3MB
Turkish Pages 260 [262] Year 2013
DİDO SOTİRİYU BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA ;:ıa
o s: )> z
Çeviri: ATTİLA TOKATLI
DİDO SOTİRİYU BENDEN . SELAM SÖYLE ANADOLU'YA
Matomena homata, Dido Sotiriou ©
1991, Dido Sotiriou
© 2002, Can Sanat Yayınlan Ltd. Şti.
Bu eserin Türkçe yayın haklan Kedros Publishers, S.A. (Atina. Yunanistan) aracılığıyla alınmıştır. Tüm haklan saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. basım: 2002 15. basım: Kasım 2013, İstanbul Bu kitabın 15. baskısı 1 000 adet yapılmıştır. Kapak tasanmı: Ayşe Çelem Design Kapak resmi: © iStockphoto.com I Rlchard Stanley Kapak baskı: Azra Matbaası Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2 Topkapı-Zeytinbumu, İstanbul Sertifika No:
27857
İç baskı ve cilt Özal Matbaası Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol San. Sit. No: Sertifika No:
81139, Topkapı, İstanbul
26699
ISBN 978-975-07-0133-7
CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAGITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galacasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 I 252 www.canyayinlari.com [email protected] Sertifika No:
10758
59 88 I 252 59 89 Faks: (0212) 252 n 33
DİDO SOTİRİYU BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA
ROMAN
Çeviri Attila Tokatlı
• ·�
·
·
DİDO SOTİRİYU, Aydın'da doğdu, çocukluk yıllannı ailesiyle birlikte bu şehirde geçirdi. 1922 yılında Anadolu'dan aynlarak Yunanistan'a, amcalarının yanına yerleşmek zorunda kaldı. Ailesi ise daha sonra göç
tü. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen öğretim üyesi oldu. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında yeraltı basınında önemli görevler alan Sotiriyu. göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıt lamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Yazar, kendini şu sözlerle tanıtıyor: "Geç eğitim gördüm, geç yazdım, tutucu bir ailede yetiştim ve toplumun yasaklarıyla ortaokul sıralarında tanıştım. O yıllardan bu yana özgürlük, bağımsızlık ve insan hakları için mücadele ederek büyü düm..." Benden Selam Söyle Anado/u 'ya, 1982 yılında Abdi İpekçi Türk Yunan Dostluk Ödülü'ne değer görüldü. Yazar, 2004'te Atina'da öldü.
ATTiı.A TOKATLI, 1932 yılında Denizli'de doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü'nde
okudu. Daha
sonra
Paris'e giderek felsefe
öğrenimini Sorbonne Üniversitesi'nde sürdürdü.Aralannda İlya Ehren burg'un Paris Düşerken, Ostrovski'nin Ve Çeliğe Su Verildi, Maksim Gorki'nin Foma Gordeyev, Roger Vailland'ın Yalnız Adam Triolet'nin Beyaz At, lsmail Kadare'nin
Ölü
ve
Kanun, Elsa
Ordunun Generali (Necdet
Sander'le birlikte) adlı romanlarının da bulunduğu pek çok edebiyat yapıtını dilimize kazandırdı. Tokatlı, 1988'de İstanbul'da öldü.
Önsöz Anadolu Rumları, atalarının toprağından kopup ayrılalı kırk yıldan fazla zaman geçti.
Bu fırtınayı yaşamış olanlar birbiri ardından göçüp git mekte ve yaşantılar kaybolmakta ... Halk hazineleri ya silinip ortadan kayboluyor ya da tarih arşivlerine gömülüyor. Anado lu Rumlarının bir atasözü vardır: "Ölü gözünden yaş akmaz." * * *
İşte bu nedenle hayatta olanların anılarına kulak verdim ve sevgiyle dayadım kulağımı yüreklerine. Bize öyküsünü anlatan Manoli Aksiyotis, Anadolu Rum köylüsünün simgesidir. l9l4-l9l8 arası Amele Taburu'nda bulunmuş, Rumların Anadolu'yu istilasıyla birlikte Yunan üni formasını giymiş, esaret görmüş ve nihayet Yunanistan'da mül teciliğin zehirli ekmeğine ortak olmuştur. İltica ettikten sonra kırk yıl boyunca limanlarda çalışmış, sendikacılık yapmış, İkin ci Dünya Savaşı'nı izleyen Yunan Milli Direniş Hareketi'ne katılmıştır. Emekli olunca, altmış yılı aşkın yaşantısını kaleme almış tır Manoli. Büyük bir sabırla ve cefa çekerek. Çünkü, doğru dürüst okuma yazma bilmemektedir. Bu romanın dokusunu, işte bu denli gerçek tanıklardan süzüp çıkardım. Bir daha geri gelmemek üzere çökmüş bir 9
alemi gözlerinizin önünde canlandırmak amacıyla yaptım bu işi. Yaşlılar unutmasın, gençler bütün olup biteni çırılçıplak görsün, öğrensin diye...
DİDO
10
SOTİRİYU
BİRİNCİ BÖLÜM Cennet yaşamı
ı. On altı yaşıma basıncaya kadar ne ayaklarım yeni bir çift kundura gördü ne de sırtım yeni bir urba... Bir tek kaygısı vardı babamın, eksik olmasın, arazisi durma dan genişlesin isterdi; ve gittikçe daha çok zeytin ağacı ve gittikçe daha çok meyve ağacı ve gittikçe daha çok incir ağacı bulunsun elinin altında... Tam on dört çocuk getirmiş dünyaya anam. Yedisi yaşamış sadece. O yedi nin dördünü de çeşitli savaşlara armağan etmek zorunda kalmış garip... Şöyle bir geriye doğru bakıyorum da şimdi, babamın bana bir horozşekeri ya da bir ufak simit alayım diye bir tek metelik olsun verdiğini hatırlamıyorum. Bir gün, hiç unutmam, ilk şaraplı ekmek yeme ayininden önceydi, bize biraz para verir umuduyla üç erkek kardeş, gidip günahlarımızı bağışlamasını istemiştik. Günahlarımızı bağışlamasına bağışladı da, hala karşısında dikilip durdu ğumuzu görünce birden küplere bindi. O zaman çaresiz, gidip vaftiz babalarımızın ellerini öpmeye karar verdik: Belki onlardan bir şeyler koparabilirdik, öyle ya! Nitekim her birimizin eline birer kuruş sıkıştırdılar. İçimiz içimize sığmıyordu sevinçten... Teodoros diye bir bakkal vardı köyde, her biri nah şu kadar büyük şekerlemeler satan; en küçüğümüz Stamati, doğru oraya koştu. Yorgi'yle be13
nim büsbütün başka bir rüyamız vardı: Nihayet bir oyuncak sahibi olmak! Ama elden düşme değil, yepyeni bir oyuncak... Ve ilk gördüğü borazanı satın aldı Yorgi. Ben, içimden taşan hırsı gemlemeyi başardım, altını üs tüne getirdim dükkanın ve sonunda, tenekeden yapılmış hem de yaylı, boz boyalı küçücük bir fare buldum. Nasıl da kabarıyordu koltuklarımız eve girerken. Kardeşim, dudaklan borazanın ağzına sanki yapışmış, oradan oraya uçuşmaktaydı. Ben fareyi yere koymuş tum, kamından çıkan ince ipi çeker çekmez harekete geçen hayvanı her gördüğümde basıyordum yaygarayı: "Oynadı işte! Gene oynadı! Canlı fare bu, canlı fa re!» Öbür kardeşlerim çevremize toplanmış, fareyi oy natmak için itişip kakışmaktaydılar. Hayatımda ne böy lesine sevinip heyecanlandığımı hatırlıyorum, ne de ar dından gelen hayal kırıklığına benzer bir hayal kırıklığı yaşadığımı: Oyunun tam en tatlı yerinde, babamın kas katı yüzünü gördüm: "Getirin bana bakayım şu maskaralıkları!" O, daha sözünü tamamlamadan, fareyi kaptığım gibi gömleğimin altına sokmuş, merdivenleri boylamış tım. Yorgi, ya tehlikeyi sezemediğinden ya da babama karşı gelme cesaretini kendinde göremediğinden, orada kalakalmıştı. O yuncağı uzattı ve yılgınlık içinde bakma ya koyuldu. Küçük borazan, kocaman kemikli avucunda kayboluvermişti babamın. Babam borazanı iyice sıkıp burduktan sonra, yamru yumru olan zavallı oyuncağı fır latıp attı ocağın içine, "İt alayı," dedi, "paranızı hiçbir işe yaramayan şeylere kaptırmamayı öğrenmiş olursunuz.» Hayatımda ilk kez karşı karşıya kalıyordum iktida rın o basiretsiz körlüğüyle. Dehşete uğramıştım. O ça ğımda nereden bilebilirdim ki tüm ömıiim boyunca, hep bu körlükle savaşacağımı? Yumuşak başlı bir kadındı annem, sabır taşından 14
farksız. Kocasının bütün huysuzluklarına, dudaklarında hep aynı gülümseyişle boyun eğerdi. "Adam öfkeliyse karşı gelmeyeceksin," derdi hep. "O zaman sana kul köle olur." Babamın ne cins bir "köle" olduğunu, sadece ken disi bilirdi! Bir kere babama karşı gelmişti. Babam gözünü ka rartmış, beni öyle bir dövüyordu ki, ağzımdan burnum dan kan boşalmıştı. Annemin gözleri yaş içinde, kollarını iki kanat gibi açıp gererek, aramıza atıldığını hatırlıyorum: "Aklını mı kaçırdın, öldüreceksin çocuğu!" Bir ufak metelikti o muazzam dayağın bütün sebe bi... Gidip bakkaldan tuz almam için vermişti babam. Kaybettiğim takdirde başıma gelecekleri gayet iyi bildi ğimden, terden ıslak avucumu sımsıkı sıkmış da tutmuş tum parayı. Birden bir Çingene çıktı önüme. Yanında maymunuyla; kıçı kıpkırmızı, akıllı bir hayvan. Öğret meni, genç kızları, ardından da esrarkeşleri taklit ediyor du. Nasıl da komikti bir bilseniz! Herkes etrafına birik miş, gülüşerek seyrediyordu. Ama seyir bitip de sıra par saya gelince, ortalık boşalıverdi. Ve elindeki dümbeleği bana doğru uzatan maymunla baş başa kaldık! Şöyle bakıştık bir an. Dayanamadım işte, avucum kendiliğin den açıldı sanki. Ve meteliğin, dümbeleğin üzerinde tın layan sesi doldurdu meydanı. Parayı kaybettiğimi söyledim babama. Söyler söyle mez de, yüzünü bürüyen öfkeyi görüp, sokağa attım ken dimi... O da fırlamıştı arkamdan. Komşulardan biri atik davranıp kolumdan yakaladı ve babama teslim etti beni. O günden sonra ne vakit sinirlendiğini görsem, bir an bile kaybetmeden ortalıktan toz olmaya koyulacaktım... Ama bir gün geldi, bütün ettiklerini bağışladım ba bamın. İki kudret vardı evde, önünde titrediğimiz! Tanrı ve babam ... Annemiz, ışınlan artık ısıtmayan örtülü bir gü-
ıs
neş gibiydi. Bizleri şöyle bir okşamaya, dizlerinin üzeri ne oturtup masal anlatmaya bile vakit bulamazdı. Yıl boyunca şafakta kalkar, ateşi yakar hemen, tencereyi ocağa yerleştirirdi. Bu arada her zaman, durmadan ağla yıp bağıran bir küçük oğlan kardeşimiz olurdu beşikte! Hayvanlara bakmak, hamur yoğurmak, çamaşır yıka mak, ortalığı silip süpürmek gibi işler hep annemin üze rindeydi... Bütün köy onun temizliğine, evindeki intiza ma hayrandı. Babama karşı da saygı beslerdi köy. Sözünün eriydi çünkü; işinde namuslu, konuksever, çalışkandı. Yakışıklı lığının da bir payı olsa gerekti bu saygıda: İnce uzun bir yapısı vardı, dalgalı saçları, koyu mavj gözleri; bir tek çü rüksüz götürdü mezara dişlerini. İşte bunun içindir ki, komşu kadınlar gelip de anneme, "Senin şu oğlun var ya, şu Manoli... hık demiş babasının burnundan düşmüş," dediklerinde, içimi gurur kaplardı. Yıldızlar henüz ışırken uyanırdı babam. Küçük tak kesini yerleştirir başına, çoraplı pantolonunu çeker, ba cak zırhını kuşanır, ayakkabılarını giyerdi. Ve sıra, elini yüzünü yıkamaya gelirdi. Gürültülü bir yıkanma olurdu bu... Sonra ikonaların karşısına geçer, istavroz çıkartırdı. Buğday ekmeği kızartırdı biraz közde; su katılmamış şa raba banıp yerdi ekmeği, birkaç zeytin atıştırırdı yanı sıra. Zeytin çekirdeklerini yere salardı hep, birkaç da kü für sallardı uğurluk olsun diye. Ve tarlalara çalışmaya gi derdi. On altı, on sekiz saat hiç dinlenmeden çalışırdı. Alt mış yetmiş okkalık1 yük kaldırırdı da bana mısın demez di. Çapayla saban, onun ellerine değer değmez uysalla şır; onu görür görmez, sevgiyle karışık bir korkuya kapı1. Orijinal metinde Türkçe olarak yer alan söz ve deyimler, italik basılmışor. (Ç.N.) 16
lırdı hayvanlar, çünkü öz çocuklarına gösterdiği ilgiden daha fazlasını gösterirdi onlara. Gece karanlığı çökerken dönerdi eve. Kahveye uğra madan... Rakı şişesine uzanırdı hemen; bir yandan ye mek yer, bir yandan da büyük yudumlarla içerdi. Duru ma göre, aramızdan ikisini üçünü bir güzel döver; sonra da yorgunluktan bitkin bir halde uykuya dalardı. Horul tusu evi temellerinden sarsardı. Tek laf çıkmazdı ağzından. Pazar ve bayram günleri bile... Yanında konuşmaya cesaret edemediğimiz için; öf kelerimizi, şikayetlerimizi, kurnazlıklanmızı, sevinçleri mizi, bakışlarımızla birbirimize söylemeyi öğrendik. Hani şöyle bir pazar günü, tesadüfen, mesela sofraday ken; keyiflenecek olursa, beni ayağa kaldırır ve "Pater Noster"1 diye başlayan pazar duasını okumamı isterdi. Evin aydın kişisi bendim babamın gözünde. Ama ezbere okuduğum bu Latince duadan hiçbir şey anlamıyordum ve bir gün anneme sordum. "Pat'ı biliyorum anne, 'baba' demek. Ama er noster ne demektir, söylesene?" Kardeşlerimin arasında en iyi anlaştığım, Yorgi'ydi. On sekiz ay kadar küçüktü benden Yorgi, daha ağzımı açmadan sezerdi ne diyeceğimi ve her zaman benimle aynı fikirde olurdu... Alabildiğine duygulu ve narin bir çocuktu. Tuhaf, ince ve uzun parmaklan vardı, bu ba kımdan bir tanesiydi köyün ve bütün kızların hayranlığı nı toplardı... Kütük gibiydi bizim ellerimiz; sert, kemikli, nasırlı, gördüğümüz ağır işlerin izlerini taşıyan eller. Daima bir kurşunkalem, bir kömür parçası ya da bir kireçtaşı görürdünüz elinde. Büyüklerin gözünden ırak-
1. Yeni Ahit, "Matta",
6:9-14. (Y.N.) 17
taysa, durmadan çizerdi; hayvan, insan, manzara resim leri yapardı durmadan. Bir gün bir yabancı gelmişti de köye, babam, adamı katıra bindirip, yanına Yorgi'yi kat mış, Efes Harabeleri'ne göndermişti; önüne çıkan bütün mermerlerin üstünü şekillerle donatmıştı Yorgi ve ya bancı da ona, "Sen, güzel ressam ..." demişti. Adam git meden önce adresimizi aldı, çok geçmeden de bir alay boyayla fırça postaladı kardeşime. Ve o günden sonra Yorgi, renkli resimler çizmeye başladı: piskoposlar, aziz ler, Meryem Analar, 1821 İhtilali'nin şefleri... Babam bu resimleri panayırlarda, kimi zaman gizli gizli, kimi za man da açıktan açığa satıyordu. Dört ağabeyim de durmadan çahşırdı. Ekmeğini hak etmeyen adam yoktu evde. Ailenin asıl yükünü taşıyan da, en büyüğümüz olan ablamız Sofiya'ydı... Ablamız değil, ikinci anamız... Saatler boyunca çamaşır kovasının ya da dikiş iğnesinin üzerinde eğili kalan ya da tarlada her işe kendiliğinden koşan... Alabildiğine şefkatli, alabildiği ne yumuşak... Üstüne üstlük güzeldi de. Ama güzelliği nin hiçbir zaman farkına varamadı garip. Onu kollarının arasına alıp güzelliğini fark ettirecek olanlarınsa vakti yetmedi: İki adam delice sevdi ablamı ve nişanlandılar; biri 1912, öteki 1914 savaşında öldürüldü. Ürkek ve al çakgönüllü bir kızdı zaten, acıyla doldu yüreği. Dünyada kendisine düşen sevinç payının bundan ibaret olduğuna inandı, gözleri hiçbir erkeğin gözlerine değmedi bir daha. Kaldı ki köy delikanlıları da ondan çekiniyorlardı: "Sofiya'yı seven ölür, kaderi ölmektir..." Gencecikken ihtiyar, kuruyup gitti işte... Sofiya'dan sonra gelen ağabeylerim Kasta, Panago, Mihal, ablamın izindeydiler. Okuma yazma gibi şeylerle araları yoktu pek, toprağa adamışlardı kendilerini. Ba bam, durmadan çalışan, her biri bir manda kadar sağlam ve kuvvetli bu çocuklar sayesinde işin içinden sıyrılabi18
lirdi ancak. Kuru üzüm, incir ve tütün ürünümüz iki yıl üst üste mükemmel oldu. Arazilerimizden birinin bor cunu ödedikten gayrı, ikinci, sonra da üçüncü bir arazi daha aldık. Ancak o vakit güven kazanabildi bizim ihti yar, dudaklarının ucunda gülücükler belirdi, dili çözül dü, yumuşadı biraz. Artık eskisi kadar sert ve ters bir adam değildi. • ••
Şu yeryüzünde cennet diye bir şey varsa, bizim K ır kıca o cennetin bir parçası olsa gerekti... Ormanlarla kaplı, dağlık bir bölgede kuruluydu köy. Önümüzde de nize kadar göz alabildiğine uzayan Efes Ovası. .. Baştan başa yemiş bahçeleriyle, incirliklerle, zeytinliklerle, tü tün, pamuk, mısır ve susam tarlalarıyla dolu olan bu ova bizim köye aitti. Hani, köylüyü iliğine kadar sömüren büyük toprak ağalan vardır ya, bizim orada onlara yer yoktu. Üstelik o çağda, tarlaları zorbalığa getirip ipotek altına almak da kolay bir iş değildi. Kendi arazisinin efendisiydi her köy lü. Köyde yaşayan herkesin iki katlı bir evi vardı. Aynca ceviz, badem, elma, armut, kiraz ağaçlarıyla ve seb.ze bahçeleriyle çevrili, yazlık bir evi daha vardı yaylada. Hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayı ihmal etmez di. Dört bir yandan fışkıran akarsuların ne kış, ne yaz kesilirdi türküsü... Buğdayla arpa yetiştiği vakit, tarlala rımız altın yaldızlı bir denizden farksız olurdu. Bizi�ki ler gibi verimli, dallan ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıl pırıl zeytinler veren ağaca başka hiçbir yerde rastlayamazdınız: Yavaş ama sağlam bir gelir kaynağıydı zeytinyağı. Asıl incir... köylünün kemerini altınla dolduran incirdi! Sadece Ay dın ilinde değil, bütün Doğu'da, Avrupa ve Amerika'da l9
bile ün salmıştı incirlerimiz. Kabuğu var mı, yok mu an layamazdınız, öylesine inceydi; Anadolu'nun o canım güneşiyle ballanmışlardı. Tann'nın bizlere bağışladığı bir başka nimet de, dal galandığı vakit okyanusu andıran göllerdi. Hacısuluk İs tasyonu'nda duran trenden her gün inen bir alay yolcuy la tüccar, seyyar satıcıların hemen oracıkta mangallar üzerinde kızarttıkları göl balıklarına büyük bir iştahla saldırırdı... Balık deyip de geçmeyelim, her biri iki-üç okka tartan balıklar! Çayırlarımıza bir ebedi bahar hava sı kazandırıyordu bu bolluk. Hayvanlar nasıl da besiliy di ... Otlağın ortasına yayılıp da dinlenmeye koyuldukla rı vakit, "Var mı bana yan bakan!" diye çalım satan bey leri andırırlardı. Kırkıca, yazlan boşalıverirdi. Sadece birkaç bekçi kalırdı köyde. Bütün ahali, yayladaki yazlık evlere dağı lırdı. Ancak, ekime doğru, büyük Aya Dimitri Panayırı yaklaşırken köye dönerdik. Badanaya, sonbahar temizli ğine girişirdi kadınlar. Kap kacaktan başlayıp sokağa va rıncaya dek, ellerine rıe geçerse paklamayı adet edinmiş lerdi. Öylesine aklanırdı ki köy aniden, yollarda yürüme ye kıyamazdınız! Tüm dükkanlar, kahveler, iki kiliseyle üç okulumuz ve köyün tek Türk binası olan Zaptiye Dairesi, defne ve mersin dallarından görünmez olurdu. Küçük büyük, bütün yüzler gülerdi artık. Çünkü ürün satılmış, paracıklar keseye girmiş olurdu. Sonra da, ver elini İzmir, derdi aileler: Kış, yani süs eşyası ve çeyiz almaya yollanırlardı. Yepyeni çoraplı pantolonlar dikti rirdi erkekler, takke altlığı olarak ipekten mendil satın alırlardı. Ve bir telaştır giderdi kızlarda: Pırıl pırıl atlas tan giysiler dikilecek ve heyy! Kolay mı? Üç sıra fındık altınıyla bezenecek gerdanlar! Bu arada, yeni evliliklerin gizli pazarlıkları da ta mamlanmış olurdu. Aya Dimitri'de yapılırdı çünkü dü20
ğünler. Başlarını kaşımaya vakti kalmazdı artık papazla rın:
Her yıl on beş-yirmi çift bekleşirdi sırada; nişanlı bir
kızı çevirip de, "Düğün ne zamana?" diye sordun mu, hep aynı cevap gelirdi: "Aya Dimitri'ye nasip olursa...
"
Aya Yani Yortusu'nu da büyük törenlerle kutlardık hep. Yiğitlik gösterilerinin başı çektiği bir şenlikti bu. Ya kışıklı genç delikanlılar, bellerinde tabancalar ve koca man hançerleriyle, atlarına atlar, maharetlerini gösterme yarışına girerlerdi. Hele kirazlar iyice kızarıp da, Aya Tria Yortusu gelip dayandığında, erkek olan at üzerinde yalnız gezer miydi bakalım! Boncuk altınlıklarıyla, gerdanlıklarla süslü, ha yat taşan mağrur kanlarını atların terkisine alırdı yiğitler. Kendine güvenen gelsin de artık Kırkıcalılarla boy ölçüş sün bakalım! Gece gündüz kırlarda keman, kemençe, dümbelek, santur sesleri yankılanır; ağaçların gölgesinde halk oyun ları birbirini kovalardı. Rüzgarın öpücükleri, ay ışığının okşayışlarıyla hızlanan ince, zarif bedenler, gökyüzüne doğru sıçrar dururdu güneş doğuncaya dek. Ve sabahle yin iş elbiselerini giyip, çapaya el atacak vakti güçlükle bulurduk. . Hiçbir bayram geçmezdi ki sonuna kadar tadını çı karmayalım! Noel, Yeni Y ıl, Epifanya, Paskalya ... Yeni evliler, Büyük Perhiz'in ilk gününü özel bir şekilde kut larlardı: Kırda ateş yakar, kestane közleyip rakı içerek; nasıl tanışıp seviştiklerini, çöpçatanlar işe karışmadan nasıl gizlice buluştuklarını anlatırlardı birbirlerine. Bu meclislerde bekarlara yer yoktu. Evli bir erkek, kansını almadan toplantıya gelmişse, "Git de
kepeneği.ni getir!"
derlerdi. "Kepenek yeniyse, aramızda yerin var..." Anadolu'nun sıcak ikliminden midir, yoksa toprağın verimli oluşundan mıdır ne, türkü söylemeye müthiş yatkındık. Türküler söyleyerek uyanırdık hep; bayramla21
ra olduğu kadar, cenaze törenlerine de türküler söyleye rek giderdik. .. Evlenmeye karar veren delikanlı, her şey den önce bir ev yapmak zorundaydı; kaçınılmaz bir yü kümdü bu, çünkü kız, çeyiz olarak ev getirmezdi asla. Delikanlı evin temellerini kazmaya koyulduğunda, bü tün arkadaş ve komşuları kollan sıvar, ona tuğla taşır, harç kararlardı. Bütün bu işlere, tutku ve şehvet taşan türküler eşlik ederdi. Bahçelerde de, türküsüz çalışma diye bir şey yoktu. Ekimden şubata kadar zeytin toplardık; şubat-mart ara sı, yoz otlan ayıklama dönemiydi; nisandan temmuza tütüne verirdik olanca gücümüzü, sonra kuru üzüme, sonra incire. Ve dağlar taşlar nağmelerimizle yankılanır, inlerdi... Gündüzler yorucu, geceler boğucu olurmuş; umurumuzda değildi: Ekmek derdimiz yoktu çünkü ve_ ölümün dehşetiyle yüz yüze gelmemiştik henüz! 1914'e gelinceye kadar köyde adam öldürüldüğü işitilmiş şey değildi. Sadece bir kere, o da dilberin güzel gözleri için ve tanıklar önünde olmak üzere, iki delikanlı mertçe vuruşmuşlardı. Köyün yakınında Efes Harabeleri vardı. O da umu rumuzda değildi doğrusunu isterseniz. Kendi köy evleri. miz, silmesinden eşiğine kadar, eski devirden kalma süs lerle doluydu zaten. Kaldı ki, bizim Kırkıca Köyü, eski kitaplarda Dağdaki Efes adıyla anılırmış ve bu da, bizim köklü bir geçmişe sahip olduğumuzu göstermekteymiş! Bütün bunları ben, Pythagoras Larios adında Sisam lı bir öğretmenden öğrendim. Yeni gelmişti köye, eski eser delisiydi. Artemis Tapınağı'nda, tiyatroda, Bizanslı lardan kalma kalede, Zulüm Kapısı'nda, sabah demez, akşam demez dolanır dururdu garip. Bizim eşeği seçmişti gezintileri için, ama babamın hiç güveni yoktu adama. "Yürü bakalım sen de şunun ardı sıra. Aklı bir karış 22
havada herifin, hayvanı kaybedecek olursa, acısı bizim keseye çöker. Dediklerine göre, hayalperestin biri... Be lirli zamanlarda, güneş doğarken, batarken, ay çıkınca falan, tek başına konuşmaya başlarmış bu! Söylediği şey ler de ne Rumcaya, ne Türkçeye benzemez diyorlar ... " Sonunda bir gün, o acayip dili konuşurken ben de gördüm öğretmeni ve sordum: "Necedir bu konuştuğun öğretmen efendi?" "Eski Yunanca," dedi bir kahkaha atarak. "Sizin bir doktorunuz var ya hani, onun adı nedir biliyor musun?" "İlahi öğretmen efendi! Doktorun adını bilmez olur muyum hiç! Homeros onun adı ..." "Aferin sana! İşte benim bu konuştuğum da, Home ros'un dili..." Ve bizim buralı olduğunu söylediği Homeros'la baş layan uzun ve can sıkıcı bir ad yağmuruna tuttu beni, sonra da Eski ve Yeni Efes Harabeleri'ni gezdirmeye ko
yuldu. Bu hiç işitilmedik şeyleri kulağımı dört açıp din ledim günler boyunca ve tabii, tıpkı Pater Noster gibi ezberledim. Öğretmenin dediğine bakılırsa, bir vakitler ihtişamıyla bütün dünyanın gözlerini kamaştıran Efes kenti, Atina Kralı Kodros'un oğlu Androklos tarafından kurulmuştu ... ama bu o kadar da kesin değildi; çünkü buraya ilk gelenlerin, Sisam'da isyan edip de sahiplerin den kaçan bin köle olması da mümkündü. İşin gerçeği bir yana, benim hoşuma giden bu ikinci öyküydü, karde şim Yorgi'yle el ele verip harabeler arasında yabani gü vercin avlamaya her çıkışımızda o bin yiğit kölenin önümde canlandığını görür gibi olurdum. Bizans'tan kalma harabelerde de gezinirdik öğret menle; gerek bu topraklara ilk olarak ayak basan Bizans İmparatorları, gerekse burada Hıristiyanlığı yaymaya baş layan havari Aziz Paulus hakkında, bana bir alay hikaye anlatmıştı. Ama ondan öğrendiklerim arasında beni asıl 23
etkileyen, "yedi" rakamı üzerine söyledikleri olmuştur: Artemis Tapınağı, dünyanın yedi harikasından biriydi; Bizans'tan kalma Aya Yani Kilisesi, Apokalips'in yedi yıl dızından biri ve bir gün aniden bastıran bir sağanaktan korunmak üzere sığındığımız mağaranın ismi de "Yedi Uyurlar Mağarası" idi! Öğretmenle dolaşmaya başladık tan sonra, beni saran öğrenme susuzluğu, katiyen hoşu na gitmedi babamın, tarlayı bırakıp da "Gutenberg" mi olacaktım yani? Pitagoras'a bu adı takmıştı çocuklar; çünkü okulda derslerini yapmadıkları vakit öğretmen kocaman anahtarıyla kafalarına vurarak, "Sizlere bakın ca insanın Gutenberg'in hiç doğmadığına inanası geli yor," diye söylenirdi. Buna karşılık, Avrupalılar, A merikalılar, kendilerine özgü giysileri ve konuşma tarzlarıyla Eski ve Yeni Efes'te dolanmaya başladığı ve onların ardından da Yunan bil ginleri akın etmeye koyulduğu vakit, başta babam olmak üzere Kırkıcalıların kibrinden yanlarına varılmazdı. Memleketimiz, başka yere benzemeyen, apayrı bir memleketti, evet! "Zamanı geliyor..." derdi papazlar. "Taş kesilen kral yeniden canlanacaktır..." Ve ovamızda dağlarımızı Yunanistan'la birleşmiş görmek özlemi uyanırdı içimizde. Köyümüzde hiç Türk olmadığı ve bazen kendi ara mızda bile Türkçe konuştuğumuz halde, Yunanistan sev gisi yüreğimizde sönmez bir ateş gibi yanardı... Kireçli,, Havuzlu, Balacık gibi civar köylerde oturan Türklerden hep itibar görürdük; zeki ve çalışkandık onların gözün de. Bu fikirlerini değiştirmelerine de katiyen fırsat ver mezdik, ne yalan söylemeli ... Tatlı dil, güler yüz, sırası gelince uygun bir "bahşiş"le çantada keklik haline getirir dik onları. Her gün, dağlardan akın akın Türk köylüleri inerdi pazarımıza. Odun, kömür, kümes hayvanı, kay24
mak, yumurta, peynir, sözün kısası, Anadolu'nun zen ginliğini yapan ne varsa satar; ihtiyaçlarını bizim dük kanlardan alıp akşama dönerlerdi. Kimisi dostlarının evinde misafir kalırdı; bizimle birlikte yer, bizimle birlik te yatarlardı. Türk köylülerine kocabaş hayvan, at ya da süt almaya gittikleri zaman bizimkiler de oradaki dostla rının evinde ağırlanırdı. Ve, dağ yollarında karşılaştığımız vakit kocaman selamünaleykümler çekerdik karşılıklı, "Sabahlanc ·z hayırlı olsun!" derdik. Aya Dimitri Panayırı'nda köy çok uzaklardan gelen Türklerle, Kirlicelilerle dolup taşardı. İşten ve güneşten kavrulmuş, uzun boylu, iriyarı adamlardı bunlar; bir ka rış toprağa hasret yancılardı. Büyük arazi sahibi beyler tarafından diri diri derileri yüzülür, adeta kanlan emilir di. Bütün yıl boyunca çektikleri açlıktan bir deri bir ke mik kalmış sırtlarında, üst üste yüz kere yamanmış giysi lerle gelip elden düşme eşyalar, gi yilmekten rengi atmış
gömlekler alırlardı. Hayatlarını boş yere heba ettiklerini anladıkları za man kurtulmaya karar verdiler. Bilek kuvvetlerini kirala dılar köy köy dolaşıp. Her biri bu traktör kadar iş görü yordu, inanmazsınız: İki kazma bir tekmeyle dağ gibi meşeleri, servileri, çamları kökleyip devirirlerdi. Kayalık ve koruluklarla dolu otuz-kırk dönümlük arazi verirdi niz ellerine, size ekime hazır verimli bir tarla teslim ederlerdi. Rumlar bu tarlaları bir-iki yıl işledikten sonra, fazla zahmet çekmeden üstlerine tapulatırlardı. Benim babam, komşularının hasetten dönmüş göz leri önünde, Kirliceliler sayesinde mülk sahibi olmuştu. Onlar tarla açadursun, kendisi tüfeğini sırtlayıp bıçakla rını alır ve bir ay süresince avlanmaya giderdi. Vurduğu domuzları sata sata kesesini doldurur ve Türklerin gün deliğini ödemeye dönerdi. Bizim bayramlarımızla birlikte, Türklerin de keyfi 25
yerine gelirdi. Onlar için tıka basa yemek fırsatıydı bu. Ve her Rum ailesi pişirip hazırladığı en güzel yemekleri onlara ikram ederdi... Yeni Y ıl günü Kirliceliler çeşmele rin başında toplanırlardı. Kadınlar o gün, ellerinde ceviz li tatlılar, şambabalar, helvalarla dolu tepsilerle giderlerdi su almaya... Büyük Perhiz'in ilk günü oruç başlayıp da kadınlar, yasak bir yiyecek kokusu bile kalmasın diye tencereleri temizlemeye koyulduğunda; bir büyük se vinçtir sarardı Türkleri: Tepsi tepsi peynirli poğaçalar, yumurtalı börekler, makarnalar, tatlılar yağardı onlara doğru. Yüzlerinde mutlu bir gülümseyiş, selam dağıtır lardı kadınlara , kızlara: "Çok senelere abla, ablacığım!". İçlerinden bazıları da, hastalıkları geçsin ve uzun dö nüş yolculuğu boyunca kazadan beladan esirgesinler di ye, Aya Yorgi'nin gümüşten ikonası önünde gizlice diz çöküp duaya dururlardı. Nisanda Aya Yorgi Yortusu'nda ücretlerini alıp dö nerlerdi köylerine. Rumlarla vedalaşırken gözleri dolardı hep: "Hakkını helal et usta... " "Helal olsun ," derdi bizimkiler de... Alnınızın teriyle kazandınız. Güle güle gidin hadi. Uğur ola!"
il Babam, kara cümleyi söktüğümü, okuma yazmayı da az çok becerdiğimi gördüğü vakit beni çağırmış ve "Elbiselerini hazırla bakalım Manoli," demişti. "Seni bu günlerde İzmir'e yollayacağım. Tüccarların, kuru üzüm toptancılarının yanında çalışıp iş öğrenmeni istiyorum." 26
İlk kez olarak, beni büyük adam yerine koyup konu şuyordu, birden cesaretlendim: "Ne emredersen onu yaparım baba. Yalnız. bilmeni istiyorum ki, ben öğrenim görme arzusundayım. Hani çok susadığın vakitler, serin bir su içip de şöyle bir oh çekersin ya, her yeni öğrendiğim şeyde, işte ben de öyle bir oh çekiyorum... "Hımın," diye homurdandı kendi kendine. Bunun ne demeye geldiğini pek anlayamadım ama, ertesi gün, dağdaki tarladan eve dönerken yamaçta dur du, bir süre baktı ovaya ve şunları söyledi: "Elimizin altında işlenecek böylesine verimli bir top rak varken öğrenim görüp de ne yapacakmışsın? Hoca mı olacaksın, papaz mı? Ticaret işlemlerini bilen, şehir piyasasını tanıyan birisine ihtiyacım var benim. Bütün kazancımızı tüccar denilen bu beleşçi takımı cebine in "
diriyor, bak! Bu iş için de seni seçtim, çünkü açıkgözsün. İşte bu kadar... Ertesi pazar sabahı şafakta, babam işleri için Aydın'a gider gitmez, Şevket'i bulmak üzere dağın yolunu tut tum. Unutulmaz bir dostlukla bağlıydım bu küçük ço bana. Paskalya tatili gelip çattı mı, koyunlarımızı otlat maya ben de dağa çıkardım. Şevket'le buluşurduk ve kendimizi oyuna verirdik. Henüz insan ayağı değmemiş mağaralar bulur, ırmaklarda yüzerdik. Fırtına çıkıp da yağmur ağaçlan dövmeye koyulduğunda, göğsümüz bağrımız açık, koşuştururduk ormanda. Garip bir sevin cin sarhoşluğu kamçılardı bizi. İliklerimize kadar sırılsık "
lam, sürülerimizi barındırıp yemek pişirdiğimiz mağara ya sığınırdık sonunda. Ve işte o zaman Şevket'in hayal gücünü alır, hamurdan simit yapar gibi yoğurmaya baş lardım. Mübarek cumartesi akşamlan, Kırkıca'ya getirir dim Şevket'i. Geceleyin küçük mumların yıldızlar misa li yanıp söndüğünü görmekten, çan seslerinin ahenkli 27
çağrısında "Hazreti İsa dirilirdi!" çığlıklarını işitmekten, kestane fişeği patlatmaktan, annemin elceğizinden çık mış salçalı piliçle, buram buram tüten çorbayı bizimle birlikte yemekten büyük bir sevinç duyardı. Şevket' in bana karşı beslediği güven, bir olaydan sonra daha da pekişerek arttı. Çoğu Türk köyleri gibi, onun köyü de alabildiğine geriydi; doktorun ve öğretme nin ne olduğunu bile bilmezdi zavallılar. Birisi hastalan dığı vakit, yakınlan civar kasabadaki şöhretli bir müezzi
ne danışmak için üç saat yol tepmek zorundaydılar. "Nasıl düzelecek bizim bu hasta, Müezzin Efendi?" Ve Müezzin Efendi, Kuran'ın üzerine eğilir, derin de rin düşünmeye koyulurdu. Tarif edilen hastalık cinsine göre bir şeyler karalardı bir kağıt parçasına; parasını alır, kağıdı verirdi. Ve adamcağız, elinde beş"altı kere katlan mış kağıt parçası, köyüne döner; hastasına bir güzel yut tururdu o kağıdı... Bir keresinde Şevket'in babası çok ağır hastalanmış, gelip kendisi söyledi bana: "Babam ölüp gidecek galiba... Müezzinin kağıtları fayda vermiyor, günden güne eriyor adam." "Neden bizim köye getirmiyorsun babanı? Bizim orada çok iyi bir hekim var; müşterilerine kağıt yerine şu rup veriyor; hap veriyor, merhem veriyor. Bu verdiği şey leri de mektebinde okumuş bir eczacı hazırlıyor üstelik!" Önce şaşırdı Şevket, sonra inandı; inanır inanmaz da bir günah işlemekten korktu. Ama, gene de ertesi günü sabah erkenden getirdi babasını. Kendinde değildi adam, genişçe bir tahtanın üzerine uzatmışlardı. Bizimkiler ta rafından dostça karşılandılar. Hemen bir yatak hazırlandı evde, sonra doktor çağrıldı. Bakım ve ilaç sayesinde çok geçmeden kendine geldi hasta, gözlerini açtı. Sekiz gün sonra da tamamıyla düzelmiş, merkebine binip köyünün yolunu tutmuş bulunuyordu. Köylüler, öldü sandıklan 28
adamın sapasağlam döndüğünü görünce, ağızlan bir ka rış açık sormuşlardı: "Hangi hamurdan yoğrulmuş bu Rumlar? Allahları hep böyle açıkgöz mü yaratır bunları?" Şevket birkaç gün sonra gene geldi Kırkıca'ya. Bize bal ve peynir getirmişti teşekkür makamında. Bir ara beni köşeye çekti; düğüm üzerine düğüm atılmış mendi linden belki bin kere katlanmış dört kuruşluk bir bank not çıkardı, ürkerek sıkıştırdı elime ve fısıldadı:
"Bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar..." İşte, şimdi dağa tırmanırken bütün bunları ve birlik te geçirdiğimiz daha nice hoş zamanı hatırlıyordum acı acı. Hep konakladığı yere yaklaştığımda, parmaklarımı çatallayıp bir ıslık çaldım. Aynı ıslık sesi yukarıdan yanıt vermişti hemen: Şevket beni tanımıştı. Bir an sonra da, elinde sevinçle salladığı değneğiyle bir dağkeçisi gibi ka yadan kayaya atlayarak koştuğunu gördüm. Daha soluk alıp selam vermesine fırsat vermeden yapıştırdım haberi: "Gidiyorum Şevket! Babam İzmir'e gönderiyor be. nı..." Değneği elinden düşmüş, bembeyaz olmuştu rengi. Yatıştırmaya çalıştım onu. "Akıllı ve açıkgöz bir çocuk olduğumu söylüyor ba bam. İşte bunun için de ticaret öğrenmeliymişim, tacir olmalıymışım... " "Tacir mi? Ne demek tacir?" "Yani... tacir olunca ... başkaları senin malını çalaca ğına, sen onların malını çalıyorsun." "Ama senin baban namuslu adamdır, nasıl oluyor da oğlu için böyle namussuz bir iş seçiyor?" "Yanlış anladın Şevket ... Beni hırsız yapıp hapse at tırmak değil tabii babamın muradı! Nasıl desem... Hani 29
Avrupalılar gibi giyinmiş adamlar var ya, şehirden kalkıp bizim köylere geliyorlar ve toptan satın alıp gidiyorlar ürünümüzü. İşte o adamlar hep tacir. Yani tüccar
.•.
Biz
den kuru üzümü, inciri, zeytini, tütünü ucuza alıp şehir de pahalıya satıyorlar... ve böylelikle kolayca zengin olu yorlar, anlıyor musun?" Bu çocuksu konuşmayı kim bilir kaç kere hatırlamı şımdır hayatım boyunca! Bir yıl daha köyde kalmamı istiyordu annem. Tesa düf sayesinde bu arzusu gerçekleşti: Komşu köylerden birine, Belevi'ye çalışmaya gittim. Molla Efendi'nin çift liği vardı orada. Oğullarına miras kalmıştı şimdi. Hüse yin ve Ali Beyler vur patlasın, çal oynasın yaşamayı se ven, cömert, çalışmaktan olduğu kadar, siyasetten de hazzetmeyen kişilerdi. Anesti isimli, alabildiğine kurnaz bir Rum almışlar dı vekilharç olarak: "Fakir ve muhtaç Rumları topla, bu rada çalıştır," demişlerdi. "Tuttuğunu altın eder onlar." Anesti'nin de istediği buydu zaten. Yetkiyi eline alınca Kırkıca'ya gelmiş, muhtaç çiftçilerin arasından en iyileri ni seçmişti. Toprağı ekip biçen, masarayla uğraşan, ağılla ra bakan, odunu yaran, peynir yapan... hep bunlardı. Binde bir gelirdi beyler çiftliğe. Her defasında bir alay çalgıcıyla fahişe getirirler, babadan kalma konağı açıp iş rete koyulur ve bir hafta ayılmazlardı. Anesti'nin uzattı ğı hesap defterlerini öylesine imzalayıp terk ederlerdi çiftliği. Ali Bey' in dikkatini çekmiş bir gün, "Bre Anesti," demiş... "Bu sütun dolusu hesaplan tek başına mı tutu yorsun sen?" "Tek başıma efendim." "Peki be avanak, neden yanına bir yardımcı alıp da işini hafifletmiyorsun? Hem belki farkında olmadan yanlış yapıyorsundur da, öteki düzeltir..." 30
Beyin bu sözlerinde gizli bir ima sezen Anesti, he men pirelenmiş ve Kırkıca'ya gelip babamı bulmuştu. "Senin Manoli'nin hesap işlerinden anladığını söylü yorlar Dimitros. Onu Belevi'ye yolla da bana biraz yar dım etsin, senin de cebine fazladan birkaç kuruş girmiş olur, fena mı? Ali Bey bu yıl çiftlikte kalacağını söylüyor, defterlerin kız gibi olması lazım ... Babamın, o sıralarda paraya müthiş ihtiyacı vardı, "
kuru üzüm alımında oyun etmişti tüccarlar. Teklifi uy gun karşıladı. Böylece ben de, dört bir yanı ormanlarla çevrili, cömert topraklı, yemyeşil Belevi'de buldum ken dimi. İlk zamanlar ağzından bal akıyordu Anesti'nin. Ama beyden yana rahatlar rahatlamaz değişti. Beni haddin den fazla zeki buluyor ve çevirdiği dolapları anlamam dan korkuyordu herhalde. Aslında haklıydı, çünkü iğre niyordum tutumundan: İşçilerin ücretini çalıyor, yiyece ğimizi kısıyor ve bir hiç için, sözgelimi, su dökmeye git tiler ya da arklardan birine fazla su akıttılar diye akıl al maz cezalar kesiyordu. Zengin olmayı koymuştu kafası na sözün kısası, aynı zamanda da patronlarının servetini bir kat daha artırmayı! O kadar ki, bir akşam, ihtiyar Stefani kendini tuta mayıp, "Ayağını denk al Anesti," dedi. "Çok günah yükle niyorsun sırtına, Tanrı bunu senin yanına komaz ..." Ertesi gün cumartesiydi, Anesti ihtiyara haftalığını ödedikten sonra ona yol verdi. Sebebini soran çiftlik sa hibine de bir yalan kıvırdı hiç sıkılmadan: "Sabah akşam sarhoş, bey! Üstelik de ihtiyar, eli aya ğı titriyor. Çalışıp yediği nimeti hak etmiyor ki, alıkoya yım... Ama genç bir çocuğa bundan da kötüsünü yaptı "
Anesti. Çiftlikte ilk haftamdı. Kuyumcu Köyü'nden üç 31
çocuk vardı yanımızda çalışan ... Canlarını çıkarıyordu gün boyunca ve ücret olarak da topu topu günde bir ta bak yemek veriyordu... Zenciler yaşardı Kuyumcu'da. Eskiden köleymiş bunlar, sonra hükümet tarafından azat edilmişler ve kendilerine bir kulübe yapmaya yetecek kadar toprak verilmiş. Bir soğan tohumu ekecek arazileri bile yoktu zavallıların; buna karşılık, pırıl pırıl bir gü lümseyişleri vardı. Bembeyaz ve düzgün dişlerini gözler önüne seren bir gülümseyişleri... Söğüt dallarıyla örülmüş ince çubuklardan kuruluy du kulübeleri ve tezekle sıvanmıştı. Gece gündüz eski sahipleri için ter döken bu adamlar, azat oluşlarını Tan rı'nın kendilerine laneti olarak görmekteydiler: Kurtul muşlardı da ne kazanmışlardı sanki! Gene aynı şekilde bitap düşüyorlardı her gün , üstelik şimdi bir de iş bulma kaygısı vardı cabadan, çoluk çocuğu aç bırakmama kay gısı vardı. İşte bunlardan biri, tatlı ve ürkek yüzlü bir delikanlı, hırsızlığa başvurmak zorunda kalmıştı. Hem de Anes ti'nin burnunun dibinde... Mısır tarlasında çalışırken ara da bir küçük bir başağı çitin arka tarafına atıyor; akşam o bir kucak yükü sırtlayıp hasta yatan annesi ve orada bu rada dilenen genç kardeşleri yesin diye evine götürüyor du. Yakalandı tabii sonunda. Anesti, çocuğu bir çınara tepesi aşağı bağlattı; ibret olsun diye de öylesine dövdü ki, akşam evine döner dönmez uyuyan çocuk, bir daha uyanmadı. "Oldu bir yanlışlık!" dedi, Türk beyler de ola yı öğrenince, affettiler Anesti'yi. Derken Belevi'de hayat birdenbire değişti: Artemisa isimli küçük bir işçi kıza deli gibi vurulmuştu Ali Bey, çiftlikten ayrılmıyor ve kızın hoşuna gitmek için elinden geleni ardına koymuyordu.. . Kız beğenir kaygısıyla bize verilen yemekleri az bulmaya ve Anesti'ye durmadan çı kışmaya başlamıştı: 32
"Ulan hergele, sen bu insanları; kannlan bir güzel do yurmak şartıyla işe almadın mı? Neden her Allah'ın günü bulgurla fasulye sürüyorsun önlerine? Et de vereceksin anladın mı? İyice doyacaklar, en ufak bir şikayet işitme yeceğim!" Gözleriyle genç kızı okşamaktaydı bunları söyler ken. Ve nasıl güzel bir yaratıktı Artemisa yarabbi! İnsana süzük süzük bakan iri gözler, ayak bileklerine kadar uza nan saçlar, buğday rengi ince ve biçimli bir vücut ... Ça bucak anladı beyin kendisine vurgun olduğunu ve müt hiş ürktü. Ama işten ayrılmaya karar veremiyordu bir türlü. Desteğe ihtiyacı vardı babasının, on bir boğaz kız cağızın eline bakıyordu! Kaldı ki bey, en ufak bir kabalık yapmadan dönüp duruyordu kızın çevresinde. Kahvesini hazırlatıyor, elbiselerini ütületiyordu, o kadar; kılına do kunmuyordu kızın. Türk yüksek tabakasına mensup ha nımlardan tutun da, köylüler ürünü sattığı vakit köyler de kol gezen zavallı şarkıcı kızlara varıncaya değin sayı sız kadınla ülfet etmiş olan Ali Bey, şimdi bu küçücük kızın karşısında tecrübesiz bir mektepli olup çıkmıştı ... "Gizli bir dert var efendimizin içini durmadan ke miren ... Sabaha kadar kemençe çalıyor. Konağa kadın ayağı dokunmaz oldu. Boğalar gibi böğürüyor tek başına ..." Hizmetine bakan asker işte böyle diyordu. Herkes her şeyi görüp işitmekteydi aslında; ama iş lerini kaybetmekten korktukları için, hiçbiri ağzını açıp tek kelime söylemiyordu. Sadece kadınlar, gizliden gizli ye dedikoduya başlamışlardı: "Felaket çökmekte gecikmez kardeş, görürsün! Di ninden dönüp de Müslüman olan Hıristiyanın günahı, en büyük günahtır..." Bir gün, Artemisa'nın orada bulunmadığı ve köylü lerin çınar ağaçlan altında dinlendiği bir öğle üzeri, Ka33
tinio, şeytani bir buluşla, "kocasını bırakıp bir zaptiye subayıyla gittiği için, her iki kenarı da keskin bir bıçakla öldürülmesi şart olan" Eli'nin türküsünü okumaya ko yuldu. Herkes bıyık altından gülüyordu türküyü dinler ken. İçlerinden sadece "Yekçesim" diye adlandırdığımız tek gözlü ihtiyar Parliyarena, gençlere şöyle bir gözdağı vermek için yanıp tutuşmaktaydı ve türküyü fırsat bilip, "Tanrı'nın emrini unutarak iki çocuklu bir Türk'e, Ni zam'ın dul karısına aşık olduğu için çok ağır cezalara uğ rayan" Teodoros Delimanoli'nin hikayesini anlatmaya başladı... "Ah, ah," dedi sözümona acıklı bir sesle... "Delima noli'yi bir o vakitler, bir şimdi gönm bilir günahının ce zasını ne biçim çektiğini! Delikanlılık çağındayken , ka dınlar onun şöyle bir at üzerinde geçişini seyretmek için bile Cehennem'de yanmaya razı olurlardı. Ya peki ne den düştü o kötü aşk yoluna? Değirmen kurmak için ·
dağa, Tira'nın yanındaki o Türk köyüne gitmişti, lanet olsun! İşte orada tanıdı zaptiyenin dul karısını ve orada aklı başından uçtu... O lanetli kadın da sevdi bizim de likanlımızı, iki erkek çocuğuna rağmen, kudurmuş gibi sevdi! Gece gündüz Delimanoli'nin değirmeninden çık maz olmuştu. Sonunda değirmen taşları sürtünmez olup, onlar başladı birbirlerine sürtünmeye kumrular gibi... Ama tıpkı servet gibi, aşkı da uzun süre gizlemenin mümkünü yoktur... 'Hadi,' dedi kadın günün birinde... 'bu aşk bizim hayatımıza mal olacak. Hadi gidelim bu diyardan.. .' Delimanoli de onun aklına uyup P ire'nin yo lunu tuttu, orada onu vaftiz ettirdi, Tanrı saklasın! An geliki oldu kadının adı ve evlendiler. Kırkıca'ya dönüp yerleştiler sonra da. İkisi erkek, ikisi kız, dört çocukları doğdu... Ama Tanrı unutmaz! İlk erkek çocukları büyü yüp de annesinin kendi köyü hakkında anlattıklarını işi tince, adeta büyülendi ve Tira'ya gitti yerleşmek için. 34
Değirmeni kiralayıp çalışmaya koyuldu. Sonra ne oldu bilir misiniz? Aradan bir ay geçmemişti ki, tam yüreğine saplanmış bir bıçak darbesiyle odasında ölü buldular oğ lanı!" Bir an sustu İzmirli ihtiyar Parliyarena, sonra karşı sındaki genç kızlan tek gözüyle birer birer süzüp ekledi: "Böyle hikayeleri sadece kan temizler... sadece kan! Artemisa'ya söyleyeceğim bunu, ayağını denk alsın!" Parliyarena'nın bu tehdidi üzerine, Artemisa için bayağı korku duydum ama, gidip de kendisine söylemek cesaretini bulamadım bir türlü kendimde. Parliyarena da söylemedi üstelik, hiç kimse söyleyemedi. Beyi yumuşa tan, iyi yürekli ve cömert kılan bu aşk, aslında herkesin işine geliyordu. Bir pazar akşamı, Kırkıca'dan çiftliğe dönerken, Be levi ormanında Artemisa ile beyi sarmaş dolaş bir halde gördüm. Kan tepeme sıçradı birden, o güne kadar hiç bilmediğim duyumlar sardı bedenimi. Hemen oradan uzaklaştığım halde, ayaklarımın ucuna basa basa dönüp, görülüp sırtıma bir kurşun yemek pahasına, bir daha baktım. Ve o gece sabaha kadar gözümü kırpmadım, sıt ma tutmuşçasına, sayıklayarak kıvrandım durdum. Her titreyişten sonra da, ben de bir büyük günah işlemişim gibi ağlıyordum ... Bu olay, Anesti'nin tutumunu daha da haksız ve iğ renç gösterdi bana ve kendiliğimden gidip çiftlikten ay rılmak istediğimi bildirdim ona. Böyle maceralara pek ender rastlanırdı bizde. Ve bu yola sapanlar, ister Ali Bey gibi Türk ister Delimanoli gibi Rum olsun, önünde durulmaz bir aşka düşmüş de mekti. Çevremizdeki bütün Türk köylerinde buna ben zer bir hikaye daha vardı aslında. Kuyumcu'da, Zencile rin yaşadığı köy gibi. Kuyumcu Zencileri, bizim köyle pek iyi geçinirdi. 35
Aramızdan da en çok, benim amcalarımdan çobanbaşı Votanoğlu'na itibar ederlerdi . Adını bile yazmaktan aciz olan ·amcam, dünyanın en büyük bilginiydi onların gö zünde .. . Nitekim, günlerden bir gün, Kuyumculu Yusuf deli gibi koşup gelmiş kendisine: "Aman çobanbaşı," demiş, "söyle bana... Bir kara koç la çiftleşen kara koyundan ak bir kuzu doğar mı?" Amcam, kafasını kaşıyıp uzun düşüncelere daldık tan sonra, "Doğar Yusuf," diye cevap vermiş, "pekala do ğar. Kara koçun veya ki kara koyunun ruhu ak paksa, çocukları kimi ak, kimi kara doğar..." Aslında, biliyormuş amcam, emrindeki çobanlardan Vuzyo'nun koyunları sulamak için. ırmağa her inişinde, Yusuf'un genç karısı Fatma'yla buluştuğunu ... Yusuf,. amcamın sözlerine iyice kanmamış olsa gerek ki, yeni den sormuş: "Güzel ama arkadaş, nasıl olur da siyah bir şeyin ru hu bembeyaz olur?" "Evet tuhaftır, Yusuf oğlum," demiş amcam. "Tuhaf olmasına tuhaftır amma, kitaplarda yazılıdır. Ve kitaplar aldanmaz. Ruhlar, bir vücuttan bir vücuda aktarma eder ken, derinin rengini hesaba katmazlarmış. Demek ki na diren, beyazların ruhunun siyahlara, siyahların ruhunun da beyazlara geçeceği tutuyor..." Yusuf deliye dönmüş sevinçten, sarılıp ellerini öpmüş amcamın: "Aman arkadaş," demiş, "büyük bir cinayet işlemek ten kurtardın beni: Karımın gebe kaldığını görünce, Al lah bize lütufta bulunuyor, diye düşünmüştüm; ama bembeyaz bir oğlan çocuğu doğurduğunu görünce de, aklım başımdan gitti doğrusunu istersen, ne yapacağımı şaşırdım kaldım ... Böylelikle kara koç, ak ruhlu kara koyunun koynuna yollanırken, Vuzyo da köyün ihtiyar heyetinin huzuruna "
36
yollanıyor ve bir daha dönmemek üzere memleketi terk etmek emrini alıyordu...
III İzmir'e ilk kez olarak 1910 yılının Eylül ayında gir dim. Koca kentin ortasında, kendimi tek başıma buldu ğum vakit nasıl korktuğumu dün gibi hatırlıyorum. Ne merhaba diyebileceğim bir kimse vardı, ne de bana hoş geldin diyebilecek birisi... Kökünden kopmuş bir ağaç gibi duyuyordum kendimi. İçinde, annemin doldurduğu yedek giysilerle yiye cekler bulunan, at kılından örme zembili bir hana bıra kıp, yanında çalışacağım kuru üzüm tüccarını aramaya yollandım. Elimde adres; ayaklarımda, bana bir cehen nem azabı veren ilk kunduralarım ve üstümde, ince uzun bacaklarıma çok kısa gelen Avrupai bir pantolon ... ürkek, şaşkın ve beceriksiz, yürüyordum. Gene de gurur duyuyordum bu yeni kılıktan ve ikide bir, parmakları mın ucuyla fiskeleyerek ayakkabılarımın tozunu almak için durup eğiliyor; bir yandan da, hem nerede bulun duğumu, hem de yoldan geçenlerin bana dikkat edip etmediklerini anlamak amacıyla, çevreye gizli bakışlar atıyordum. Rıhtıma gelince, her şeyi unuttum. Yepyeni ve daya nılmaz bir tatlılık kapladı içimi. Nereye bakacağımı, il kin hangi hazzı duyacağımı şaşırmış gitmiştim ... Denize mi? Hiç batmadan suyu yarıp giden ufacık Hamidiye vapurlarına mı? Kafesli balkonları esrar dolu kocaman mermer binalara mı? Kaldırım döşeli caddede, ahenkli bir gürültüyle uzaklaşan arabalara mı? Atlı tramvaylara 37
mı yoksa? Yoksa hiç çalışmıyormuşçasına bir bayram ha vası içinde kulüplere ve kahvelere girip çıkan şu neşeli, gürültücü, kaygısız insanlara mı? Mendireğin iizerinde durmuşum, sokmuşum elleri mi cebime, büyülenmiş gibi kalakalmışım bir an... Dal galar kalkıp iniyor, kocaman kaldırım taşlarını yıkıyorlar. Bu ne hoş koku böyle! İskeleleri tutan demir kirişlerin üzerine milyonlarca istiridye yapışmış salkımlar halinde. İngiliz İskelesi, Yeni İskele, Uzun İskele... Kocaman lima nın işleyen elleri bunlar: Yükleme, tahliye buradan yapı lıyor... Buradan gidiyor Anadolu'nun mübarek yemişleri yabana diyarlara ve yabancıların altını buradan içeri gi riyor. "Altın Post hikayesini bilir misin Emmanuel?"1 O gün cevap vermedim sana öğretmenim, ama şimdi anlı yorum bunu niçin sorduğunu. Bana anlatmış olduğun bütün o hikayeler yavaş yavaş gerçeklik kazanıyor. Ve o hikayelerle birlikte, köy çalgıcısı Hristo'nun İzmir hak kındaki masalları da oynaşıyor işte gözlerimin önünde. Panayırlarda kemençe çalıp türkü söyleyerek anlatırdı o masalları ve çocuk yüreklerimizi derin bir özlem bürür dü: "İzmir'i bir görsem!" Üzerleri çiviler ve parmaklıklarla süslü, kalın ahşap kapılı galerilerde dolaşıyordum oradan oraya. Akşamları kapılan kapatıyorlar. Bugün galeri delikleri olan bu deh lizlerde bir vakitler şövalyelerle maceracılar yaşarmış. Franklar, Venedikliler, Cenevizliler, Maltalılar... Hristo' nun deyişiyle İzmir'de "karaya oturan" bu üstatlar, Frank-
1. Yunan mitolojisinde, Mingai Kralı Athamas'ın çocuktan Phryksos ile Helle'yi sırtına alıp Yunanistan'dan Karadeniz'deki Kolkhis ülkesine kaçıran kanadı koçun pöstekisi. Helle, Boğazlar'• geçerken denize düştükten sonra Phryksos tek başına Kolkhis'e vanr ve kendisini iyi karşılayan Zeus'a, kurban ettiği ko çun altından postunu verir. Aietes de postu Tanrı Ares'e adanmış bir koru lukta saklar. Bugün Altın Post, elde edilmesi güç, sınırsız bir hazinenin simge sidir. (Ç.N.) 38
Hangarları yapmışlardı. Sayısız taş duvarlarla payanda lanan bu dehlizlerde, hazinelerini gizliyorlardı. İpekliler giyinip elmaslar takınmış beylerle hanımların ayağı yere değmezdi, derdi Hristo. Kölelerin omuzlarında taşıdığı üzeri örtülü koltuklarda seyahat ederlermiş ve vakit ak şamsa bir hizmetkar elinde bir fenerle aydınlatırmış yol larını ... Homeros'un, Sponti'nin, Tenekidis'in, Spartalis'in, Anastağa'nın, Rum Kulübü'nün, Alyotis'in, Yusuf'un, Amaltis'indi artık bu galeriler; Avrupalıların olmaktan çıkmıştı. Rum unsuru, bütün İzmir' de olduğu gibi, buraya da damgasını vurmuştu. Herkes Rumca konuşuyordu bura da: Türklerle Şarklılar, Yahudilerle Ermeniler bile... Avru palıların mahallesinde, Comptoir, Louvre, Bon Marche, Paradis des dames gibi hiç anlamadığım adlar taşıyan büyük mağazalar vardı. Ve kadın şapkalarına takılan cen net kuşu tüylerinden tutun da mini minnacık iskarpin lere kadar, ne ararsanız bulunurdu bu mağazalarda! Ora dan doğruca Aya Potini Kilisesi'ne gittim, küçük bir mum yaktım annemin tembihine uyarak, sonra mermer çan kulesini seyre koyuldum. Yirmi metre yüksekliğin de dört katlı bir kuleydi bu. Üzerinde, Hazreti İsa'yı kuyu başında Samiriyeli kadınla konuşurken tasvir eden bir kabartma vardı. Rus grandüklerinin hediyesi olan çanlara baktım ve kubbenin tepesindeki, güneşte pınl pınl parıldayan altın yaldızlı haça. Reayanın tesellisi ve desteğiydi bu haç; yüksekliği, Hisar Camii'nin minaresi üzerindeki hilalden fazlaydı ve reayanın göğsü kabarı yordu bundan ötürü. Aya Fotini'nin hemen yanındaki Evanjelik Mekte bi'ni de gördüm tabii. Bir zamanlar en büyük düşüm orada okumaktı; öğretmenim Pythagoras da beni teşvik ederdi durmadan. Ve babam, bu yüzden tersleyip geç39
mişti bir gün adamcağızı, "Kusura bakma bay öğretmen," demişti. "Ben oğlumun tembelin biri olup çıkmasını is temem. Köylüyüz biz, el emeğine ihtiyacımız var. . ." Aya Fotini'nin çanı on ikiyi vurduğunda, birden ak lım başıma geldi: Ne çabuk öğlen olmuştu! Hemen fırla yıp işe koşmam gerekiyordu aslında. Ama hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığımı düşündüm birden ve delice bir sevinç kapladı içimi. Karıştım pazarı dolduran kalabalığa, yeşilli kırmızılı şerbetler içtim. Buz gibi kekik suyu! Anamın usulcacık cebime koymuş olduğu kuruşla rı zevkle savuruyordum. Sonra bir şey tuttu beni: Bin bir meşakkatle kazanılmış paranın değerini, köylüden iyi bi len var mıdır? Bir an tartıp kararımı yermiştim: Kir Miha laki Hacistavri'nin mağazasına yollandım. * * *
İşi başından aşkın bir halde buldum tüccarı. Köylü lerin ürünlerini satmak için dağdan indikleri günler, öğle tatili verilmiyordu. Art arda tezgahların sıralandığı ince uzun ambara girer girmez, üzümle incirin keskin tatlı kokusu doldu ciğerlerime. Hacistavri, ambarın ortasın da, tartının başındaydı. Avluya açılan küçük kapıdan, semer yüklü ırgatlar girip çıkıyordu; develeri, merkeple ri, arabaları ve kağnıları avluda bırakıyorlardı. Göğüsleri kıl içinde iki çıplak ayaklı hamal; tartının demir kolu nu omuzlarına almış kaldırmaktaydılar. Yuvarlak karın lı, çifte gerdanlı, kırmızı parlak yanaklı bir adam olan Hacistavri, okkaların sayısını haykırıyordu oturaklı bir sesle. Kurnazlık taşan gözleri velfecri okuyordu. Bede nine oranla ipince kalan elleri ve ayaklarıyla, daha çok bir kurbağaya benziyordu. Hareketlerinden, çevikliğin den, tavırlarından , onun da bu işe çırak olarak başladığı belliydi. Sonradan öğrendiğime göre, gerçekten de öyle 40
olmuştu; çıraklıktan başlamış, ama eline geçen fırsatları iyi kullanarak Selim Bey'in ortağı durumuna gelmişti. İkisi el ele herkesin gıpta ettiği bir düzen kurmuşlardı: Yüreklerini boşaltıp keselerini doldurmaktaydılar. Kir Mihalaki'ye kim olduğumu, nereden geldiğimi söyledikten sonra, köy ihtiyarlarının tavsiye mektubunu tutuşturdum eline. Müthiş kabardı mektubu okuyunca, ileri gelenler tarafından itibar görmek hoşuna gidiyordu. İçimi okumak istercesine uzun uzun baktı bana: "Evet," dedi. "Biliyorum, başkaları da senden söz et mişti. Türkçe konuşman iyi. Seni işe alıyorum. Yann sa bah erkenden gel de bir deneyelim, ücretini sonra konu şuruz." Dışan çıkınca, sevinçten zıp zıp zıpladığımı hatırlı yorum. Artık adam olmuş görüyordum kendimi. Ve ar tık, hayatımın ilk -ve tek- özgür gününün keyfini çıka rabilirdim. Pazar yerlerinde ve dar sokaklarda dolaştım dt,ırdum akşama kadar. Havagazı lambalarını yakıyordu işçiler; arabalar içinde süslü hanımlar geçiyordu; kulüplere, gece davetlerine gidiyor olmalıydılar. Açık giyinmiş genç kız lar, neşe içinde, delikanlılara gülücükler dağıtarak gezini yor; el ele çiftler çiçek satın alıyordu. Müzik çalınıyordu kahvelerde; genç İstanbullular şarkılar soylüyor, garson lar, sürahi ve meze yüklü tepsilerin altında yalpalayarak oradan oraya seğirtiyordu. Rakı, salatalık, kızarmış et ve deniz ürünü kokmaktaydı rıhtım. Herkes bir şeyler ke mirmekteydi: Çekirdek, leblebi, taze badem. Dondur ma, tatlı, elmaşekeri satıcılarından geçilmiyordu. Uzak mahallelerdeki evler bile tıklım tıklım doluy du; kapı önlerine oturmuştu aileler. Daha yeni tanıyor dum İzmir'i ama, on altı yılımın on altısını da bu şehirde yaşamış gibiydim. Deli gibi oradan oraya dönüp durd':lm yatağımda, İzmir'e aşk ilan ettim: 41
"Canım İzmir! Nasıl da güzelsin bilsen, nasıl da gü zelsin!" Biliyordum ki, hakarete uğrayıp dayak yemeden, ca nımın istediği kadar hayal kurabilirdim burada... Ertesi sabah şafak sökerken koştum işe. Mihalaki Hacistavri, benden de erkenciydi. İşçilerinden önce gel miş, mağazayı açıyordu. "Uyuşuk bir çocuğa benzemezsin," dedi. "Seni yanı ma, teraziye alacağım." Daha geceden gelip mağazanın önünde konaklamış Türk köylüleri vardı. Uzun yolculuktan iyice sersemle miş, ürkek ürkek giriyorlardı içeri ve patron tarafından büyük dostluk gösterileriyle karşılanıyorlardı. Böyle günlerde özel bir kahveci kiralıyordu patron. Hoş geldin deyip, hal hatır sorduktan, kahve ikram ettikten sonra, çuvalları açıyor, üzümün kalitesini muayene ediyordu. Sonra da başlıyordu satışların kötülüğünden şikayet edip tüccarın omuzlarına çöken masrafın ağırlığından dem vurmaya: ''Ah, ah arkadaşlar!" derdi hep.. . "Sizi düşünmemiş olsam, dükkanı çoktan kapatmam gerekirdi. Tek kuruş kazanamadığım bir yana, derdi yanıma kar kalıyor bu işin!" Ve zavallı köylüler de "ah" çekip şaşkınlık içinde dinlerlerdi: İşte � vakit pazarlığa girerdi patron. Değerin iyice altında bir fıyat verir, aldığı tepkiye göre de metelik metelik yükselmeye başlardı. "Kuzum Mihalaki Efendi," diye yalvarırdı köylüler... "Gel sen birkaç kuruş daha ilave et şuna... Gündüz gece anamız gevriyor, bilmez değilsin. Allah senden razı gel sin, hadi!" Çok geçmeden, patronun imansızın biri olduğunu anlamış bulunuyordum. Tartıya çuvalı astığı vakit, gözle42
tini köylünün gözlerinin içine dikip:
"Doksan beeeşşş!" diye haykırıyordu. Oysa terazi, yüz onu göstermekteydi! "H erhalde yanlışlığa geldi," demiştim ilk defasında ve tam uyarmaya hazırlanıyordum ki, bakışı, beni tut tu . . . Aynı şey ikinci köylüye de tekrarlanmıştı: El terazi de, gözler adamın yüzünde geziniyor ve okkaların sayısı azaldıkça azalıyordu . . . Bir an geldi tutamadım kendimi; tartıda bir bozukluk olup olmadığını, niçin köylül erin gözünün içine baktıktan sonra yanlış bir rakam söyl edi ğini sordum . . . "Farkına varıp varmadıklarını anlamak amacıyla ba kıyorum gözlerinin içine. . . Çoğu ayakta uyuyor, sıfır okka desem kabul edecek haldeler!" Pek memnun görünüyordu hilesinden, bense nere deyse kusacaktım. Farkına varmış olmalı ki, hemen ken dini haklı çıkarmaya girişti: "Ticaret yapan adamın kafası sağlam olmalı, kafan sağlam değil mi, halin dumandır! Bak, bizim köylüleri mize nasıl açıkgözdürler. . . Elindeyse bir Rum köylüsünü uyut bakayım! Kölelik insanı uyuşukluktan kurtarıp kur naz hale getirir. . . Osmanlı'nın beni soyup soğana çevir mesi yanında, benim bu avanaklardan çaldığım birkaç okka nedir ki? Ortağım S elim Efendi'yi gördün mü hiç? Görmedin değil mi? Ömrün boyunca da göremezsin herhalde. Ama aynı Selim Efendi her ay başında kazan cımın yarısını söküp alır elimden . . . "
Ne kendi kişiliği, ne de ticaretin aslı hakkındaki fik rimi değiştirebilirdi bu sözler: Köylünün nasıl çile çekti ğini biliyordum çünkü ve içim kan ağlıyordu bu duruma. Biçare bir Türk köylüsü çıkıp geldi mağazaya günün birinde, bütün çoluk çocuğu arkasındaydı. Urla'dan geli yordu, yırtık pırtık içindeydi, kundura yerine keçe sar mıştı ayaklarına, azizler gibi çöküktü yanakları, ağzında 43
diş kalmamıştı. Yirmi çuval kum üzümü getirmiş, sabırla sırasının gelmesini beklemekteydi. Nice emek verip uğ runda çile çektiği bal rengi üzümünü okşuyordu durma dan nasırlı kuru elleriyle, "Hey benim san kızım! " diyor du türkü söyler gibi. "Nazlım benim, kehribanm! Ciğe rimi söktün ama değdi doğrusu ... Önümüzdeki yıla da kısmet böyle olur inşallah! " Kir Mihalaki ürünü tartmaya başladığı an, köylünün oğlu çıkageldi soluk soluğa; omzunda kırk okkalık bir çuval vardı. Gözleri parlamıştı adamın: "Şu çuvalı da ekleyelim Mihalaki Efendi," dedi. "Al lah bağışlasın, altın yürekli bir oğlum vardır benim. Ço luk çocuk kışın yesinler diye bir çuval üzüm vermiştim kendisine; amcasından borçlandığımı işitince koşup ge tirmiş bak!" Fedakar evladı hararetle övdü Mihalaki; ama kırk okkayı da iç etmeden geri kalmadı: Tartının ölçmeyen ko luna asmıştı son çuvalı ! Hadstavri misali dolandırıcılıklara tenezzül etme yecek kadar büyük tüccarlar tanıdım sonraları; ama on lar da, üzÜJllÜn ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Çek memişlerdi çilesini; asmaların daldırmasından; aşılama dan, budamadan, kükürtlemeden, filokseradan haberleri bile yoktu. Koruk suyu olgunlaşıncaya, bağbozumuyla birlikte salkımlar söğüt sepetlere konup tahtalar üzerine serilerek kurutuluncaya kadar çekilen cefa! Küçücük bir bulut belirdiğinde yürekleri boğan yağmur korkusu! Sonra ayıklamanın, harmanlamanın getirdiği yeni endi şeler: Teker teker seçmek iyi taneleri, susuzları ayırmak, çöpleri ayıklamak, atmak ve rüzgarda çürümesin diye, hasırlarla çuvallarla örtmek üzümü... Emek vermemiş lerdi ki bilsinler! Bir hafta sonra ücretimi almaya gittiğimde, "Beni başka bir işe ver patron," dedim Mihalaki Hacistavri'ye. 44
"Tartı işi bana göre değil, seni mahcup etmekten korkanm ..." Anladı hemen... Dönüp şöyle bir baktı bana; gözle rinde hem şaşkınlık, hem de hakir gören bir eda vardı: "Yazık! Ben de seni akıllı bir şey sanmıştım! " Eğdim başımı önüme, küfretmemek için dişlerimi sıktım ki, neredeyse ufalayacağım: "Elden ne gelir Kir Mihalaki," diye homurdandım. "Üzümleri tarttığın gibi tartmışın beni de! " Ertesi gün yeni bir iş peşinde İzmir sokaklarını ar şınlıyordum. Ekim ve kasım, incir aylarıydı; Zahari'nin ambarında biraz para kazanmak böylece mümkün oldu. Usta eller isteyen bir işti bu; yalnız Rumlara emanet edi liyordu birinci kalite yemişler. Türkler, bizden ayn, dü şük kaliteli incirlerle uğraşıyorlardı. Memleketin en iyi incirini, Avrupa ve Amerika'ya ihraç edilmek üzere kü çük sandıklara yerleştirmekle görevliydik. Lokum gibi, dört köşe bir incirdi bu... Ve ırgatbaşlan, üst sıralarla alt sıraların aynı cinsten olması için başımızda zebani gibi dikiliyorlardı. Aydın' dan ilk incirleri getiren trenler, defne ve mer sin dallarıyla süslü olurdu hep. Tren, Funda İstasyonu'na girince askerler selama durur ve kurusıkı ateş ederlerdi. Yeni incir şerefine yeni sikke keserdi hükümet: Yeni se kiz kuruşluklar ve gıcır gıcır mecidiyeler kaplardı piya sayı... Coşkunluk içinde, sevinçle çalışıyordum ben de... Yanımda çalışan işçi, "Hey delikanlı! Yavaş git bakalım biraz," dedi bir gün. Gonias'tı adı, bazen yemiş bahçele rinde çalışırdı; Tabakhane panayırlarında cambazlık yaptığı ya da marangozluğa özendiği de olurdu zaman zaman... "Şöyle bir sigara yak bakalım sen de yumurcak," di ye ekledi sonra. "Bu gidişle yarına kadar elde incir kalma yacak; seninle birlikte bizi de atacaklar sokağa! " 45
Bir ay sonra anladım ne demek istediğini Gonya'nın: İş bitmiş, mevsimlik işçilere yol verilmişti; o sokak senin, bu sokak benim dolanmaktaydım. Karanlık bir dönem oldu bu. Bir çörekçinin yanında çalıştım önce; kılı kırk yaran cinsinden tedirgin bir adam dı. Sonra bir meyhaneye girdim; başka bir Hacistavri'ydi bunun da sahibi. Bir fırıncıya çıraklık ettim ardından, epeyce dayak yedim. Bunu bir tabakhane izledi, neşter darbeleriyle morardı parmaklarım. En son olarak da Ker van Köprüsü'ndeki bir nalbant dükkanında buldum ken dimi... Ben bunca sevdiğim bu şehrin, kapılarını yoksullara ardına kadar açtığını sanmıştım. Sanmıştım ki, lütfuna ermek için, körebe oynar gibi gözlerini kapayıp elini uzat mak yeter. . . Altı ay böylece geçti. Nihayet Yanakos Luludiyas'ın hanında hem dolgun ücretli bir iş buldum, hem kamım doydu, hem de sırtım rahat bir yatak yüzü gördü. Türkle rin "Zalim Köpek" adını taktığı eski bir kaçakçıydı Yana kos. Bu lakabın sebebini de bir türlü anlayamıyordum. Benim gözümde mükemmel bir adamdı çünkü; cimrilik nedir bilmez, parayı kazandığı kadar kolayca harcardı. Yoksulların ve acizlerin her derdine ilkin o koşar, katiyen de böbürlenmezdi. . . Genç yaşında ölmüş olan kansına verdiği söze uygun şekilde, her cumartesi akşamı, peynir, et, yumurta, tatlı dolu bir sepet yollardı muhtaç komşu lardan birine ve bu ikramın gizli kalmasını da şart koşardı. Uzun boylu, az çok gürbüz bir adamdı. Yumuk göz lerinin üzerindeki kalın kaşları, kaytan bıyıklarının bir yankısı gibiydi. Kruvaze bir yelek giyerdi daima, başına da kalın ipek püsküllü bir fes takardı. Bazen önüne doğru sarkıtırdı püskülü. Bu, hiç kimse yanına yaklaşmasın de mekti; canından çok sevdiği beş kızının biri bile hatta... 46
Ölmüş babasının armağanı olan, uzun kırmızı bir hançer asılıydı belinde ve "Zalim Köpek" takma adının sebebi bu hançerdi. Hançeriyle bir alay Türk hakladığı söylenirdi Yanakos'un; bundan gurur duyardı. Kızlarını büyüten bekar kız kardeşi Margisa'ya göre Yanakos'un adam öl dürmesi zalimliğinden değil, Hazreti İsa'ya duyduğu bağ lılıktandı. "Hiçbir Hıristiyanın kılına dokunmamıştır. . ." diyordu Margisa. "Ve her Türk öldürüşünde Aya Vasil'e gidip koskoca bir şamdan yakar, diz çöküp dua eder, 'Tan rım,
bu melunlar günah işlemekten bıkıp usanmıyor bir
türlü,' der. 'Ateş yağdır başlarına, kahret onları."' Luludiyas, cüretkarlıkta, her akşam bir zaptiye ya da jandarma öldürüp ertesi sabah erkenden Bella Vista'ya giderek kılına bile dokunamayan resmi memurların gözü önünde bıyıklarını bura bura kahve içen, İzmir'in ünlü kabadayısı Stelyos Tirlalas'ı aşmıştı. Yanakos Dayı'nın gözünde kaçakçılık, yurtseverliğin bir parçasıydı. Bunun için de, adamlarının gizlice getirdiği kayıklar dolusu kaçak tütünü, rahatça boşaltabilmek uğru na, İzmir rıhtımlarındaki gümrük memurlarını atlatmak tan ve hatta yeri gelirse haklamaktan çekinmezdi katiyen. Mağdur durumda kalan Hıristiyanlar, kendilerini İn giliz Adası'na, Sisam'a, Sakız'a, Midilli'ye ya da, On İki Ada'dan herhangi birine kaçırması için hep ona başvu rurlardı. Büyük meblağlar isterdi servet sahiplerinden, ama yoksullar için, tek kuruş almadan denizin ortasında boğulmayı göze alırdı. Ve Luludiyas'ın himayesini sağla yan kimse, Türk zaptiyesinin eline düşmeyeceğinden emin olurdu. Her başarıdan sonra büyük bir ziyafet çekerdi Lulu diyas: Yüksek orospu takımıyla çalgıcılar dolardı hana. Gazinoların gözde yıldızı şarkıcı Katina, Türk kemancı Memetakis ve santur üstadı Yanovakis bunların başında 47
gelirdi. Günlerce sürerdi alem; Yanakos her gün yosma değiştirirdi. Ayıldığı zaman kadınlarla çalgıcılar toz olur du ortadan. Cepleri altın liralarla dolu giderlerdi tabii. İşte o zaman Margisa ile hizmetçiler dönerdi hana, beş küçük kız Annetula Hala'nın evinden alınıp getirilir, odalar buhurdanlanır, Aya Yani'ye dualar edilip dört bir taraf efsunlanırdı. Bu arada Yanakos, karısının hep kilitli duran odasına kapanır, yirmi dört saat çıkmazdı. Kimse bilmiyordu odada ne yaptığını. Bazılarına göre uyuyordu; bazılarına göre de dua ediyor, hovardalıklarını bağışlaması için yal varıyordu karısının ruhuna... Ölümünden bu yana on iki yıl geçmiş olduğu halde, Pari, handa yaşamaya devam ediyordu sanki; hala yuvada ve Yanakos'un kalbinde sal tanat sürmekteydi. Margisa bile, "Küçük Pari'miz," derdi hep; sonra ürpererek eklerdi: "Pari'miz yaşasaydı Yanakos kaçakçı değil, piskopos olacaktı." Luludiyas'ın hanında tanıdıklarımı imkanı yok unut mam! Hele bunlar arasında bir şarkıcı Ogdontaki vardı ki, rüyalarıma girerdi hep... Uzun boylu, kupkuru bir de likanlıydı. Genç kızlan andıran kadife gibi bir teni vardı; anlamlı gözleri ve tatlı sesiyle en yırtıcı hayvanları bile sal