Çağdaşımız Victor Hugo: Bir Dahinin Portresi [2 ed.] 9789944148320


120 70 8MB

Turkish Pages 293 [294] Year 2007

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Çağdaşımız Victor Hugo: Bir Dahinin Portresi [2 ed.]
 9789944148320

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Çağdaşımız Victor Hugo Bir Dahinin Portresi

Çağdaşımız Victor Hugo

-

Bir Dili.inin Portresi/ Server Tanilli

ALKIM /225• Düşün •

12

Kitap Editörü: Demet Elkatip Kapak: Alper Baş• İç Tasarım: Fatma Doğan ©Alkım Yayınevi ISBN:

978-9944-148-32-0

1. Baskı: 2002: Adam Yayınlan 2. Baskı: Kasım 2007 Kapak Resmi: Victor Hugo (Leon Bonnat'nın eseri) Baskı: Kurtiş Matbaası Alkım Yayınevi

Mühürdar Cad. 'No: Faks:

(0216) 449 10 64•

60 Kadıköy - İstanbul•

Tel:

(0216) 449 10 60 (Pbx}

e-mail: [email protected]• http:/ /www.alkim.com.tr

Server Tanilli

Çağdaşımız Victor Hugo BİR DAHİNİN PORTRESİ

alkı�

"Victor Hugo'nun düşmanları halkların düşmanlarıdır" diyen Nazım Hikmet'in anısına saygılarla...

ÖNSÖZ

Her ulusun edebiyatını simgeleyen bir yazar gösterilir: İngilizle­ rin -malUnı- Slıakespeare 'i vardır; İspanyolların Cervan tes'i, İtal­ yanların Dante'si, Almanların da Goethe 'si. Ya Fransızların ? "Fransa 'nın en büyük şairi kimdir? diye Andre Gide 'e sorarlar. Ünlü yanıtını hatırlarsınız: "Ne yazık ki, Hııgo! " der. Bu söz, onun şiiri hakkında Gide ' in bir eleştirisini dile getirirken, Hugo 'nıın ağır­ lığını da belirtmektedir aynı zamanda. Abartmaya kaçmadan söyle­ miş olalım: XIX. yüzyılın Fransız edebiyatı, bütün Fransız edebiyat tarilıinin "altın çağı " ise, Victor Hugo da, o yüzyıl Fransa'sı, gide­ rek Avrupa 'sı için böyle görkemli bir simgedir. Bugün de, Fransız edebiyatı deyince, akla en önce gelen birkaç addan biri odur. Deha diye bir şey var mıdır? Varsa, o dehalardaııdır da Hugo. Bir edebiyat okulunun, Romantizmin anlayışında gerçekten dev­ rim yaptı. Nazım ve nesir, tiyatro ve roman, tarih ve felsefe, edebi ve siyasal tartışma, özetle bu büyük zekanın yaklaşmadığı hiçbir edebi tür, damgasını basmadığı hemen hiçbir düşünce alanı yoktur. Delıa­ sı, görsel sanatlara kadar taşar; yalnız usta bir kalem değil, usta bir ressam, usta bir doğramacıdır da Hugo. Yaşadığı çağ, Fransa ' nın ve devrin -bütün dünyayı etkileyecek denli- önemli olaylara sahne ol­ duğu bir çağdır. Çevresinde her şey, insanlar ve nesneler, yeni bir al­ tüst oluş içindeydi. Yaşamı ve sanatı, bu altüst oluşların darbeleriy­ le yoğruldu. Zaferi ve yenilgiyi, savaşı ve barışı, özgürlüğü ve baskı­ yı, imparatorluğu ve cumhuriyeti, devrimi ve karşı-devrimi tanıdı. Kaygıları ve çelişmeleriyle yaşadı bunları, ama yaşadı. Çağı ona çok şey verdi, o da çağına. İşitilmiş en görkemli diyaloglardan biridir bu. Halktan yana, ilerici ve demokrat olmak: Yaşamının ve sanatının, bir tarihten sonra üzerinde yürüdüğü soylu çizgi budur. Bu çizgide, ki­ mi bugün de ölümsüz eserler verdi. Bütün yazdıklarını bir yana bı­ rakınız, yalnız "Sefiller"i, bir adı Olyınpos 'a sokar, Hugo, ölümsüzdür gerçekten. Biz Türkler için de apayrı bir yeri var onun. Edebiyatımızın bi­ çim ve içerik olarak yenileşmeye başladığı XIX. yüzyılda, Batı 'dan ilk çevrilen birkaç büyük yazar arasında o da vardır. Eserleri, başta 9

"Sefiller " olmak üzere, büyük yankılar yaratmış, etkilemiş ve okurla­ rın hayranlığını çekip durmuştur öteden beri; hiçbir yerde eskimeyen Hugo, bizde hiç eskimemiştir. Yaşamı ve sanatıyla ilgili yerli ve çe­ viri eserler de -fazla olmamakla beraber- var. Şimdilik sonuncusu da bu yazdığımız oluyor. Kitabımızı, ölümiinün 100. yıl dönüıniinde, bütün uygar insan­ lığın, anısı önünde eğilmeye hazırlandığı bir yılın, 1985 yılının eşi­ ğinde yayımlamıştık ilk kez. Ne var ki, hacmi küçük, öyle olduğu için de büyük yazarın sığamadığı bir çalışmaydı o. Bunu fark ettiğimiz­ den, 2002 yılı, yani Hugo 'nım -bu kez- doğumunun 200. yılının kutlanacağı tarihten çok önce, tekrar konuya eğildik. Nice yeni de­ ğerlendirmenin süzgecinden de geçerken, sanatçının çağı kadar, ya­ şamı ve kimliği de daha gözle görülür oldu. Böylece bu kitap, önce­ kinden yalnız hacimce değil, içerik olarak da pek farklıdır. Victor Hu­ go 'yu, evrensel edebiyatın bu dev sanatçısını -uzaktan da olsa- yan­ sıtabilmişsek, ne mutlu bize!. . Strasbourg, 1 Ağustos 2002 Server Tanilli

10

I YÜZYILLA DOGMAK VE YAŞAMAK

Victor Hugo, bir şiirine, doğduğu yıla tarih düşürür gibi, "yüzyıl iki yaşındaydı... " diye başlar. Kastettiği XIX. yüzyıl ve tarihi de, o söylemese bile biliyoruz: 1802. Ölümü de, aynı yüz­ yılın sonlarına doğru, 1885'te. Gerçekten, bir yüzyılla beraber doğup yaşadı Hugo. Böyle "asırlık" bir insanın öyküsüdür anlatacağımız) BESANÇON'DA KARLI BİR GECEDE... Fransa'nın orta halli bir kenti olan Besançon'da lapa lapa kar yağıyordu o gece; aslında sabahtan başlamışh yağış ve sürüyor­ du. Eski bir evin Saint Quentin Meydam'na bakan bir odasında, genç bir kadın, karyolasında doğum sancıları içindeydi. Böyle hallerde, her zaman olduğu gibi, hazırlıklar, telaş ve bekleyiş var­ dı çevresinde. Odaya hakim sessizce konuşmaların ve gidiş geliş­ lerin yam sıra, asıl duyulan, yataktaki kadının inleyişleriydi. Gece ilerler, kar yağışını sürdürür. Duvarda asılı saat lO'u vurur ve uzaklarda bir kilisenin çam da ona yanıt verir derinden derine. Kentin, XVIII. yüzyılın başlarına kadar uzanan eski bir evidir bu ev. Son sahibi de bir eczacıdır ve birinci katta da, tabur ko­ mutam Leopold Hugo oturmaktadır kirayla. Birliği kente yakın bir yerde olduğundan eşinin sancılandığını kendisine haber vermek mümkün olmuştur. O da, kadını -belli pratiklerle- do­ ğuma hazırlayan ebenin yanında, ona yardımcı olmaya çalış­ maktadır. Dışarda bütün damlar beyaza bürünmüştür; o beyazlıkta, evlerin kara ve kapalı cepheleri daha da belli ederler kendilerini. Ama kar yağar hep ve saat ilerler. Kadın kıvranır ve bir an gelir, son bir çığlık atar. Bir oğlan çocuğu dünyaya getirmiştir. 1

O öykünün genel bir dokusu için bkz. Michel Winock, "1802-1885. La traversee du siecle", L'Histoire, 2002, sy. 261, s. 34-45.

11

Saat akşamın on buçuğudur; tarihlerden de, 26 Şubat 1802. Bir "bıçak kadarcık", herkesin yaşayamayacak diye acıyarak baktığı, cılız mı cılız bir bebektir bu. Ana, oğlunu görmek için bir parça doğrulur; bu belli belirsiz bir iplik gibi olan ve her an kopacağa benzeyen yavrunun buruşup kırışmış küçük çehresi­ ne sevgiyle, ama herkes gibi kaygıyla bakar. Şöminenin karşı­ sında sıcak bezlere özenle sararlar onu; zorlukla kımıldar, çok geçmeden de feryadı basar. Zayıf nahifliği bir yana, bir sürpriz olarak da karşılanır bebe­ cik. Çünkü, karı-kocanın evliliğinden bir yıl sonra ilk oğulları Abel (Paris, 1798), ondan iki yıl sonra da ikinci oğul Eugene (Nancy, 1800) dünyaya gelmiştir. Ailenin samimi dileği, üçüncü çocuğun bir kız olmasıydı; onun için düşündükleri bir ad bile vardı: Victorin! Ancak, tersi olur beklediklerinin; üçüncü çocuk da erkektir. Sessiz kentin üstüne kar yağışı sürmektedir. Ebenin arabası evden ayrılıp yola koyulur. Dumanlar, göğün beyazlığında kay­ bolur gibidir. Bütün bir gece hayatta kalıp kalmayacağı tartışı­ lan ve soluk alıp verişi izlenen çocuk da yaşamakta ayak diredi­ ğini göstermiştir. Sabahleyin de, Besançon Belediyesi'nin Ahvali Şahsiye Da­ iresi'nde, Victor-Marie Hugo adıyla doğum kaydı düşülür. Baş­ vuruyu, iki tanıkla beraber babası yapmıştır. Fransız edebiyatı­ nın dev sanatçısı Victor Hugo'nun hayata geliş öyküsünün yanı sıra, hakkındaki ilk resmf kayıt budur.2 Besançon'la, Victor Hugo'nun doğduğu bu kentle ve yılla il­ gili şu bilgiler de önemli olsa gerek: Besançon, Galya'nın en es­ ki kentlerinden biri olmuştur, Sequan'ların da başkenti. Sonra, Roma egemenliğini görmüş ve bir imparatorluk kenti olmanın onurunu yaşamıştır. Hıristiyanlıkla beraber, sınırlarını ve ayrı­ calıklarını piskoposlara, Habsburg Hanedanı'ndan da Rudolp­ he'a karşı savunmuştur. 1674'te Fransızların kesin egemenliğine girinceye kadar da bir İspanyol kenti idi. Ve kimlere analık etmemiştir ki kent? Ünlü ütopyacı sosyalist Charles Fourier 1772'de orada doğ­ du; öykücü Charles Nodier 1780'de orada dünyaya geldi; Pierre 2

12

Bu hayata geliş öyküsü ile ilgili olarak bkz. Pierre Gamarra, Victor Hugo, Edite­ urs Français Reunis, Paris, 1971, s. 9 vd.

Joseph Proudhon'un (1809), George Sand'ın damadı heykeltıraş J. B. Clesinger'in (1814) doğdukları yer de orası. Dahası, 1789 Devrimi'nde Seine ilini yönetmiş olan kitabeci Momoro'nun yurdu da Besançon oldu; hatırlatmış olmak için söyleyelim, onun Devrim'de formüllendirdiği "Özgürlük, Kardeşlik, Bölün­ mezlik ya da Ölüm" adlı ilkesini, 1848 Devrimi "Özgürlük, Eşit­ lik, Kardeşlik" olarak değiştirecektir. Sonra, Victor Hugo'nun doğduğu yıla rastlayan kimi önemli yayınlar: Chateaubriand, ünlü eseri Hıristiyanlığın Dehası'nı 1802'de yayımlıyordu; Madam de Stael'in Delplıine'i de aynı yıl çıkar. Önce yazarının adı üsrnnde olmadan yayınlanıp kapışı­ lan, sonradan o da öğrenilen, Charles Nodier'nin Stella ya da Sürgünler adlı kitabı da 1802'de yayımlandı. 27 Şubat 1802 sahabı, Besançon Belediyesi'nde küçük Vic­ tor'un doğumunu Ahvali Şahsiye Sicili'ne işleyen görevli, Bele­ diye Başkan Yardımcısı Charles Antoine Seguin, kentiyle oldu­ ğu kadar edebiyatla da ilgili bir kişi idiyse, bu yazdıklarımızdan kuşkusuz haberdardı. Ancak, kayda düştüğü bebeğin, gün ge­ lip yurdunun edebiyatında devler arasına gireceğini nasıl bile­ bilirdi ki? Ama tuhaftır, Victor Hugo, Sefillerin heyecanlandırıcı bir sayfasında söylediği gibi, doğduğu kent olarak, Besançon'u de­ ğil de -daha iki yaşındayken geldiği- Paris'i gösterir; ve Besan-. çon'u sonraki yıllarda gidip görme merakını da duymamıştır. Ancak, Hugo'yu belli bir toprak parçasında köklendirmenin an­ lamı da yok Sonbahar Yaprakları adlı kitabındaki bir şiirde söy­ lediği şu dizenin hatırda tutulması yeter: "Rüzgarla sürüklenen bir tohum gibi atılmışım. . " Şuralı ya da buralı oluşu değil, karak­ terine damgasını vuran, hayatta karşılaştığı olaylar; en başta da çocukluğunda yaptığı yolculuklar oldu Hugo'nun. Şeceresinin de olsa olsa sosyal görünüşü önemli.3 .

Victor Hugo'nun doğuşu, L Napoleon'un imparatorluğuna rastlar. Ailesinin en başta göze çarpan özelliği, o sıralarda sü­ rekli savaşlar içinde bulunan Fransa'nın askeri serüvenleri ara­ sında yaşamış olması. Babası ve amcaları askerdi. 3 Bu konuda bkz. Hubert Juin, Victor Hu o, cilt 1, Flammarion, Paris, 1980, s. 27-51; g J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 8-9.

13

Babası, Leopold Hugo, Nancy'de, bir doğramacı ustasının oğlu olarak doğar (1773). Kızlı oğlanlı kalabalık bir ailenin çocu­ ğudur. O zamanlar Fransa'da askerlik, yürekli ve yetenekli gençler için ilerlemeye pek uygun bir meslektir. Leopold Hugo da, on beş yaşında, gönüllü olarak krallık ordusuna girmiştir. Öteki erkek kardeşleri de askerlik mesleğini seçmişler, ama ço­ ğu -hem de genç yaşlarda- savaş alanlarında kalmışlardır. Yal­ nız biri binbaşı, öteki de general olabilmiştir. Leopold Hugo da, yığınla savaşa girip çıkmış, başarılar kazanmış; bu arada, "Bru­ tus Hugo" adıyla Devrim'de Sankülot olmuş ve 1793'te Vendee'de kralcı ayaklanmanın bastırılmasına katılmıştır; son­ raki bir tarihte generalliğe de yükselecektir. Anası, Sophie Trebuchet Nantes'da doğar (1772); köle ticare­ ti ile uğraşan bir armatörün kızıdır. O da kalabalık bir ailenin çocuğudur. Önce anasını, on bir yaşındayken de babasını kay­ bedince, teyzesinin yanında büyür. Devrim, aileyi darmadağı­ nık eder. Sophie ve teyzesi kralcı görüştedirler. Ana yönünden büyükbaba, 1793'te bir devrim mahkemesinde görevlidir. 1794'ün başlarında, Sophie ile teyzesi Chateaubriant kentine sı­ ğınırlar. Genç kız, bir başka köylü ayaklanmacılarla, Chou­ an'larla ilişki kurar orada ve anlatacakları da, ilerde Doksan Üç'ün yazarını pek etkileyecektir. Sophie Trebuchet, Leopold Hugo ile işte orada tanışacak ve 1979'de Paris'te evleneceklerdir. Böylece, Victor Hugo, baba yönünden Lorraine'liydi; ana yö­ nünden de Vendee'li. Bir başka söyleşiyle, Hugo'nun ataları, ana yönünden burju­ va idiler (denizciler, yasa adamları); baba yönünden ise halktan kimseler (çiftçiler ve zanaatkarlar). Buradan kalkıp, keyfi de olsa, Victor Hugo'daki kimi nitelik­ leri, bu sosyal kesimlerin birine ya da ötekine has özelliklere bağlayabilir miyiz? Bir yanda, yazarın mesleğini yürütürken hep gözeteceği saygınlık, ağırbaşlılık, kimi zaman gözüpeklik; öte yanda, tutumluluk, inatçılık, hatta kurnazlık! Bütün bunlar­ da payı yok mu onların? Öte yandan, Devrim'in ve İmparatorluğun yol açtığı altüst oluşlar, babaya, askeri hiyerarşide general rütbesine kadar yük­ selmeyi ve oğluna bir sosyal yükseliş örneği bırakabilmeyi sağ­ lamıştı; oğlu da, yaşamının başlarında bundan yararlanmışa benzer. 14

Victor Hugo'nun Besançon'da doğduğu ev.

·�·-·

..

Victor Hugo'nun babası ve annesi.

Dahası var: Victor Hugo, anasının ve Restorasyon'un kendi­ sinde geliştireceği bir tür "aristokratik duygu"ya kapıldı başlar­ da. Söz konusu rejimde, Kral Joseph, İspanya'da, babaya tutup soyluluk unvanı vererek bu duyguyu besleyen bir gerekçe de yaratmışh. Konu, bir yerde, bir isim benzerliğinden yola çıkıp, XVI. yüzyılda soyluluk kazanmış Lorraine'li bir aile ile hısımlık kurmaya kadar gider Hugo'da. Oysa, hiçbir dayanağı yok bu­ nun. İyi biliyoruz, Hugo'nun resmf kayıtlarla saptanabilen atala­ rı, baba yönünden köylü ve zanaatçı, ana yönünde de olsa olsa burjuva idiler. Ne var ki, Balzac'ın ve daha başka yazarların o sıralar paylaş­ tıkları bir modadır bu soylu havalarına girmek. Bugün gülüm:.

süyoruz elbette. Balzac ve Hugo, yalnız bir ulusun değil, bütün insanlığın kendileriyle onur duyduğu bu iki insan, soylu bir ai­ leden gelse ne olacak, gelmese ne olacaktı. Ancak, o zamanki sı­ nıf bilinci açısından, belki doğaldı da böylesi davranışlar. Son olarak, oldukça keyfilikle şu da yapılır: Victor Hugo'nun fikri canlılığı, çalışma gücü, imgelemin genişliği, tutup onun -bir yandan- halk kökeninden gelişine bağlanır; eğer öyle ise, yazarımızdaki derin duyarlık, bir romanesk zevki de herhalde anadan geliyordu. Eğilimlerin bir bütünün içinde bir bileşime ulaşmış olması da söz konusudur: Anadan gelen ihtiyatlılık ve ağırbaşlılık, babanın abartmaya varan eğilimini dengeliyordu. Söz konusu abartma, Hugo'nun yaşamının ikinci yarısında da­ ha da belirginleşecektir. Ama bu eğilimde, yazarın kardeşi Eugene'de ve sonra da kızı Adele'de açıkça ortaya çıkmış, ancak Hugo'da tam anında dehaya dönüşmüş bir cinnetin tohumunu görmek de, konuyu aşırılığa vardırmak olmaz mı? Ne olursa olsun, asıl ağır basan tarih ve toplumdur. Victor Hugo için de o söz konusudur. Gerçekten, Victor Hugo'nun yaşamı (1802-1885), XIX. yüzyı­ lın büyük bir bölümünü içine alıyor. Ömrünün ana çizgileri ka­ dar sanatını da değerlendirebilmek için, önce bağrında doğduğu çağı ve topl�mu yakından görmek gerekiyor. Hugo, 1789 burju­ va devriminin gerçekleştiği ve onunla beraber, cumhuriyetçi, de­ mokratik, giderek sosyalist düşüncelerin ete kemiğe büründüğü, bir yerde de eyleme döküldüğü bir dönemde yaşadı. Yaşadığı yüzyıl ve toplum fırtınalarla doludur. Hayatını ve eserini de bu fırtınalar olgunlaştırdı.

17

DEVRİMCİ FRANSA'DAN DEVRİM GEÇİRMİŞ FRANSA'YA Hugo doğduğunda, Napoleon üç yıldan beri iktidardadır. On üç yaşındayken Waterloo yenilgisini görecektir. Gençliği, krallı­ ğın bir kez daha kurulduğu yılları içine alır. İktidarı yeniden bir krala verecek olan "Temmuz Devrimi" gerçekleştiğinde yirmi se­ kiz yaşındadır. 1848 Devrimi olduğunda kırk altısının içindedir. III. Napoleon'un hükümet darbesinden sonra sürgüne gönderildi­ ğinde, ellisine varmıştır. Altmış sekizinde, imparatorluğun yıkıl­ dığını görecek, altmış dokuzunda ise Paris Komünü'ne tanık ola­ caktır. Arkasından, yeniden Cumhuriyetin geldiğini görecektir. Yine yaşadığı yıllarda, 1827'den başlayarak 1870 yılına değin, Fransa, Cezayir'e yerleşmesini tamamlamıştır. Ölümünden dört yıl önce, Fransızlar Tunus'u ele geçirmiş (1881), iki yıl önce, yani 1883'te de, Fransız birlikleri Hindiçini'de Annam'ı (Orta Vietnam) istila etmiş ve Tonkin'i (Kuzey Vietnam) elde etmek amacıyla Çin'le savaşa tutuşmuşlardır. Hugo'nun ölümünden dokuz yıl sonra, 1894'te de, Fransa, Madagaskar için savaşa girecek ve iki yıl içinde adayı -kana bulayarak- ele geçirecektir. Neyi anlatır bütün bunlar? Bir yığın "kopuşlar''ı, ama onun yanı sıra "süreklilikler"i de.4 Gerçekten, XVIII. yüzyılın sonlarında, Fransa'da hala feoda­ lite egemendi. Feodalizm ve mutlak hükümdarlık, ülkenin tüm ilerlemesini felce uğratıyor; köylülerin, kentlerde sömürülen ta­ bakaların ve burjuvazinin hoşnutsuzluğuna neden oluyordu. Kapitalist üretim ilişkileri, bu engeller ortadan kaldırılmaksızın gelişemezdi. 1789 büyük devrimi, bu uzlaşmazlığı çözer. Fransız burjuvazisi, feodaliteye karşı güçlü halk hareketine katılır ve 14 Temmuz günü, bir başkaldırıyla yönetimi ele geçi­ rir. Kapitalizm adına bir uyuşmazlığı, kendisi ile feodal düzen arasındaki uyuşmazlığı çözmüştür. Köylülerin ve emekçilerin bağımlılığı ise sürer. Kurucu Meclis'in ilan ettiği 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, halk egemenliğini kabul ediyor, "insanlar 4 Bu konuda özellikle bkz. Michel Vovelle, "Ruptures et continuites dans L'Histo­ ire de la France contemporaine (1 789-1981)", La France contempo_raiııe. İdentite et mutations de 1789 il nas joıırs, Editions Sociales, Paris, 1982, s. 7-37.

18

özgür doğar, özgür yaşarlar ve kanun önünde eşit hakları var­ dır" diyordu gerçi; bununla beraber, burjuva rejiminin temel il­ kesini de koyuyordu: "Mülkiyet dokunulmaz ve temel bir haktır; hiç kimse bundan yoksun bırakılamaz." Feodal keyfi yöntemi ve ayrıcalıkları kaldıran Bildiri, bütün insanların kanun önünde eşitliğini ilan ediyordu; ama bu eşitlik, bir yerde boş sözlerden başka bir şey değildi; çünkü, burjuva mülkiyetini yasallaştırarak, yeni bir eşitsizliği, servet eşitsizliğini yaratıyor ve insanların bir­ birine karşı yeni bir bağımlılığını getiriyordu. 1791 tarihli ilk Anayasayı hazırlayan Kurucu Meclis, bütün işçi kuruluşlarını yasaklayan bir kanun çıkartmayı da ihmal etmez. Burjuvazi, her vesileyle, kendi sınıf egemenliğini onaylat­ maktadır. Feodalizmden kapitalizme geçişte nasıl bir "Fransız modeli" olmuşsa, kapitalistleşmede, giderek sanayileşmede de öyle bir "Fransız yolu" olmuştur. Nedir bu sanayileşmenin özellikleri? Onu, incelemenin yeri burası değildir. Ancak, şu kadarını söy­ leyelim ki, Devrimden başlayarak, bütün bir XIX. yüzyıl Fran­ sa'sı, bu sanayileşmenin bunalımlarını yaşamıştır. Tarımla sana­ yi arasındaki ilişkilerin görece eşitsizliği, 1815-1850 yılları ara­ sında köylülüğün gücünü koruması, bu bunalımlarda etkili ol­ du hiç kuşkusuz; o toplumu, bir bakıma "zamansal" olarak yok­ lamış durmuştur söz konusu bunalımlar. Bütün bu süreç içinde, üst yapı da etkilenmiştir sürekli. 1789-1870 yılları arasının bir özelliği, burjuva devletinin kuru­ luşunda karşılaşılan "güçlük"lerdir. 1870'lerde, "radikal" uzlaş­ manın arkasından burjuva devleti doruğuna çıkacaktır. An­ cak, o tarihe kadar çalkantılar, giderek anayasalar birbirini iz­ leyip duracaktır. Devrimin ertesinde, siyasal rejim bakımın­ dan, monarşi ile bir uzlaşma vardır. XVI. Louis, elinden mut­ lak iktidar alındıktan sonra, ayrıcalıkların kaldırılışına karşı çıkmak girişiminde bulunur. 10 Ağustos 1792 başkaldırısı ile Devrim, onu bütünüyle tasfiye eder; krallık yıkılır ve az sonra da Cumhuriyet ilan edilir. Yeni rejimin Anayasası da 1793 yı­ lında açıklanır. İlk Cumhuriyetidir bu Fransa'nın. Arkasından bütün Avrupa monarşileri, Fransa'ya karşı birleşirler. Burjuva­ zinin iktidardaki ilerici kanadı, yani Jakobenler, bu dış tehlike­ ye karşı, içerde birtakım demokratik önlemlere de başvurarak, halkla daha sıkı biçimde bir bağlaşıklık kurarlar: Genel oy, mülkiyetin genişletilmesi, herkese açık eğitim, sosyal yardım 19

gibi konular, bu önlemlere örnektir. Ne var ki, Robespierre'in düşüşü (1794) ile, rejimin bu "demokratik" ve "sosyal" görünü­ şü kaybolur ve yeniden 1789'un "bireyci ve liberal" programı­ na dönülür. Yeni döneme, Fransa'nın tarihinde "Direktuvar" adı verilir. Aynı zamanda, bir iktisadı bunalım ve enflasyon dönemidir bu dönem. Direktuvar yönetimi, bir süre sonra, hal­ kın desteğini yitirdiği gibi başkaldırılara da yol açar. Yakın ça­ ğın ilk komünist hareketi olan Babeuf Hareketi, halktaki bu huzursuzluğun örneklerinden biridir. Kanla bashrılır bütün bunlar. Ne var ki rejimden, burjuvazi de hoşnutsuzdur. 1799 yılında, burjuvazinin, sağlam, yerleşmiş bir rejime ihtiyacı vardır artık ve ancak böyle bir rejim, feodaliteye ve emekçi halka karşı bur­ juvazinin elde ettiği ayrıcalıkları koruyabilecektir. Direktuvar ise, bunu yerine getirebilecek durumda değildir. Ne yapılmalıdır? 9-10 Kasım 1799'da gerçekleştirilen bir hükümet darbesi bu soruyu yanıtlar. Darbe, Fransa'yı, büyük burjuvazinin temsilci­ si olan bir diktatöre teslim eder. Adı, Napoleon Bonaparte'dır bu diktatörün. Onunla, Fransa'da devrim dönemi gerçekten sona erer. Burjuvazi, siyasal yönden sistem aranışına belli bir süre böy­ lesi bir çözüm getirmiştir. Napoleon'un kesin yenilgisinden son­ ra aranışlar yeniden başlayacaktır. Krallık tekrar kurulacak, . Fransa, 1814'den başlayarak, geçici bir "restorasyon" yaşayacak­ tır; 1830'da bir başkaldırı, 1848'e kadar yeniden krallık! Karşı devrimci düşüncenin baskın olduğu yıllardır o yıllar. Öyle de olsa, Kutsal Bağlaşma'nın bütün baskılarına karşın, 1820-1830 yılları arasında, birçok devrimci hareket boy gösterir: İtalya'da, İspanya'da, Rusya'da... Halkla ilişki kuramamak yü­ zünden ezilir bu hareketler. Ama, öte yandan, Osmanlı egemen­ liğine başkaldıran Yunan halkı, sonunda bağımsızlığını kazanır (1829). Aynı biçimde, Amerika'ya da sıçrayan devrim dalgası, sömürgeleri ayaklandırarak İspanyol egemenliğinden kurtarır onları; ve Meksika, Peru, Şili, Arjantin, vb. bağımsız devletler haline gelirler. Brezilya sömürgesi de Portekiz'den ayrılır. Bir gerçek de şudur: "Monarşistler"in ve "gelenekçiler"in ba­ şarısızlığı ortaya çıkmışhr. Bir temel ideolojik olay olarak Hıristiyanlık, ağırlığını hep du20

yurmuştur. Ama onun yam sıra, yapıcı bir olay da vardır: Fran­ sız Devrimi! O, "Jakobenizm" adı altında, silinmez bir miras bı­ rakmıştır; gönüllerdedir ve zaman zaman da eylemlerde. Aslına bakılırsa, "Restorasyon" parantezine karşın, 1789 ile 1880 yılları arasında, Fransa'da, siyasal tarhşmamn göbeğinde, işte bu Jako­ benizm dalgasını taşıyan "Cumhuriyet" düşüncesi vardır. Bir başka yenilik de şudur o yıllarda: "Sosyalizm" doğmak­ tadır. Devrim'den başlayarak, daha da hızlanan sanayileşmenin ortaya çıkardığı korkunç sömürü, çağın büyük, aydın kafaları­ na, efendilerin ve sömürünün bulunmadığı yeni bir toplumu düşündürmektedir: Saint-Simon'lar, Fourier'ler, Owen'ler... in­ sanlığı sömürüden kurtarmak gibi soylu bir amacın ardındadır­ lar; ancak, buna hangi yolla ulaşacaklarını, adaletin egemen ol­ duğu bu yeni yaşamı nasıl gerçekleştireceklerini bilmemekte­ dirler. İşçilere acırlar, ama proletaryayı, toplumu değiştirmeye yeterli olan tek güç olarak görmezler, göremezler daha doğru­ su; halk yığınlarıyla ilişki kurmaksızın, tek başlarına bir müca­ deledir sürdürdükleri. Kısacası, sosyalizm işçi sımfıyla tanışmamıştır. Öyle olduğu için de, "bilimsel"leşmemiştir henüz. 1848 Devrimi, çok şeyin başlangıcıdır: Cumhuriyet, uğruna kanlarını dökmüş emekçilerin eseridir. Ama aydın, ilerici aydın, büyük çoğunluğuyla "yeni Jakobenci"dir. Esaslı rolü vardır onla­ rın; gelişmelerin doğrultusunu çizen de bir yerde onlardır. "Cumhuriyetçi"{ giderek "demokratik" enternasyonalizm, açıkça ortadadır. 1848'le, Marksizm de işçi sınıfıyla tanışacaktır. İşçi sı­ mfımn dünya görüşü kurulmaya başlamıştır; sınıfın kendisi de, siyasal yönden bağımsızlığa doğru adımlar atacaktır. Ne var ki, burjuvazi, 'bonapartizm" adı altında, gelişmeleri köstekleyerek, bilinçleri köreltmeye kalkarak, iktisadi ve sosyal reformculuğa soyunacaktır. Ancak, başaramayacaktır. Bu rejim, 1870 yılında, Fransa-Prusya Savaşı sırasında Fran­ sa'nın yenilgiye uğramasıyla yıkılacaktır. Bu yenilgiden kısa bir süre sonra, 1871 yılının Mart ayında, insanlık tarihinin ilk pro­ leter devrimi Paris'te başlayacak ve "Paris Komünü"nün temsil ettiği proletarya yönetimi kısa bir süre başkentte egemen ola­ caktır. Ancak, Fransız burjuvazisinin, üstelik düşmanla yaptığı işbirliği sonucu ezilecektir. 21

Komün'ün ezilmesinden sonra da, Fransa'yı gericilik kasıp kavuracaktır. Kralcılara karşı verdikleri mücadele sırasında, cumhuriyetçi burjuvalar, halk yığınlarına birçok vaatte bulunmuşlardır. "Üçüncü Cumhuriyet"in kurulmasından sonra, akıllarına bile getirmezler bunları. Cumhuriyetçiler, iktidara geçer geçmez, politikalarının sınıfsal kimliği açıkça ortaya çıkar ve hemen bü­ yük burjuvazinin çıkarlarının savunucusu durumuna geçerler. Sermaye yatırımlarının Fransız kapitalistlerine en çok kar sağla­ yacağı yeni ülkeler aramaya koyulan cumhuriyetçi hükümet, yeni sömürge fetihlerine girişir. Başlarda kararsızlıklar içinde bocalayan "radikal uzlaşma", emperyalizmin doğuşunda safını seçmiştir. Fransız sömürge imparatorluğunun kuruluş yıllarıdır o yıllar. Victor Hugo, işte bu tarihsel ortamda doğmuş, yaşamış ve sanatsal eylemini yapmıştır. Gerçekten, başlarda "kralcı" idi, ama orada kalamazdı, "cumhuriyetçi" ve "demokrat" olacaktır; "halk"ın dostluğundan "halkların" dostluğuna geçecektir. Eyle­ mi ve sanatı, bir tarihten sonra bu düşüncelerle yoğrulacak ve onların savunuculuğunu üstlenecektir. Bu savunma, yeni bir sa­ nat anlayışının, "romantizm"in kuralları içindedir; o anlayışın içinde de apayrı bir çizginin üzerinde yürüyecektir. Hugo'yu daha baştan tanımaları için, bu "romantizm" olgu­ sundan söz edelim okurlarımıza biraz. GERÇEKÇİLİK VE ROMANTİZM Devrim'in 1794 yılına kadar süren ilk beş yılı, Fransa'nın ta­ rihinde bir dönüm noktasıdır. Bu kısa dönemin edebi mirası ise, hiç de büyük değil. Ama şaşmamalı buna; çünkü, öyle bir dö­ nemdi ki bu, eylem sözden önce gelmekteydi. En derin esinler­ den de kaynaklansa, yüreklerin en gizli köşelerine seslenen tür­ den de olsa, ne kelimelerdi önemli olan, ne dokunaklı dizeler; önemli olan hareketti, hareketin kendisiydi. Kelimelerin oyna­ yacakları bir rol varsa, siyasal söylevlerde oynuyorlardı bunu, yani eylemle kucak kucağa bir yerde. Ne roman, ne tiyatro, ne şiir! Ya Andre Chenier? diyeceksiniz. Unutulur mu o? Nasıl başlıyordu o şiiri?

22

Başak gelişir, oraklar biçmeye kıyamaz; Üzüm içer fecrin nimetlerini bütün yaz, Ezileceğini düşünmeden. . Ben de o kadar gencim, ben de o var o füsun, Zaman ne kadar kötü, tatsız olursa olsun, Ölmek istemiyorum erkenden.s Gerçekten unutulmayacak bir şairdir Andre Chenier. Ama onu daha da çok hatırlatan, genç yaşında giyotine götü­ ren yazgısıdır (1762-1794). Ancak, Fransız Devrimi, önemli eser ortaya koymamış da ol­ . sa, edebiyahn daha sonraki tüm gelişimine damgasını vurdu; başım çekti edebiyahn. O yıllardan sonra, tarihin her dönüm noktasında, insanlar, devrimci Fransa'nm karşı-devrimci tüm A vrupa'ya karşı, eşit olmayan koşullarda verdiği ve sonunda da içinden zaferle çıkhğı dev kavganın damgasını vurduğu o yılla­ ra çevirmişlerdir yüzlerini. Kısaca, o devrimci yıllan unutursak, Fransız edebiyatının XIX. yüzyıldaki gelişimini ne anlayabiliriz, ne de değerlendirebiliriz. O kadar ki, Devrim'e hiç de bağlı ol­ mayan, örneğin I. Napoleon'a yakınlığım gizlemeyen bir Stend­ hal, ya da kralcı olmakla böbürlenen bir Balzac, Devrim'i izle­ yen dönemin mirasçısı olmasalardı, sanatçı olarak yoktular. Onların kaynaklan arasında Devrim vardır. XIX. yüzyıl edebiyah, Fransız edebiyat tarihinin "alhn ça­ ğı"dır. 6 İlk doruklarına da, Stendhal ve Balzac'la çıkar o edebiyat. Onlar, yalnız o yüzyıl Fransız edebiyahnın değil, bütün bir Avru­ pa, giderek evrensel edebiyatın ölümsüzleri arasındadırlar. Nedir Stendhal'ın yaptığı? Bu sınırsız yetenekte sanatçı (1783-1842), gücüyle bütün çağ­ daşlarının üstüne çıkh. XIX. yüzyılda yalnız Fransa'mn, yalnız Avrupa'nın değil, evrensel edebiyahn doruklarından biridir o. Bütün eserleri, bir Parma Manastırı, bir Kırmızı ve Siyah, bir Lucien Leuwen, sonra Napoleon 'uıı Yaşamı, İtalyan Resminin Tarihi, eleştiri 5 Bu çeviri, S. Ayoba'nındır. Şiirin tamamı için bkz. Orhan Veli, Fransız Şiiri Anto­ lojisi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1956, s. 21-22. 6 Bkz. N. Zastenker, "Le xıxe siecle, Age d'or de la litterature française", A. Manf­ red (başkanlığında), Histoire de la France, Editions du Progres, Moscou, 1978, cilt 1, s. 335-345.

23

makaleleriyle öteki yazıları, yeteneğindeki çeşitlilik kadar, bü­ yüklüğünü de ortaya koyarlar. Ancak, onun bize bıraktığı edebi miras içinde biri vardır ki, hepsinin üstündedir: Kırmızı ve Siyah. Kırmızı ve Siyah, nesir üzerine o zamanlar yerleşik tüm kav. ramları yerle bir etmiştir. O romanın gücü, kuşkusuz her şey­ den önce şundadır: Stendhal'ın çağdaşı hiçbir yazar, yaşamın gerçeğini onun kadar açıklıkla, onun kadar güzel verebilmiş değildir. Stendhal'in, eleştirici gerçekçiliğin büyük temsilcile­ rinden biri olduğunu, yani dünyayı gerçekliği içinde görebildi­ ğini, giderek belli bir yan tutarlık içinde ona baktığını söyleye­ bilmek, fazla olur. Stendhal'ın şaşırtıcı gücü şurada ki, yaşamın olası, gerçeğe benzer bir durumundan yola çıkarak, kahrama­ nının yaşadığı geçici bir dönemin tüm ayırt edici çizgilerini ye­ niden yaratabilmiştir. Gerçekten Julien Sorel'de, hiçten yola çı­ kıp, yüksek sosyeteye kadar yolunu açabilmeyi beceren bu ye­ tenekli ve tutkulu gencin portresinde, yazar, o dönemin tipik bir kişiliğini çizer. Sonuçta, bütün eksiklikleri, tutkusu, gururu, hesapçılığı ile, köylü çocuğu Julien Sorel'in, çağdaşlarını, zen­ gin ve aristokrat çevrelerin temsilcileri olan çağdaşlarını bir baş farkıyla nasıl aştığını gösterir. Daha sonraki dönem edebi­ yatının bütün genç kahramanları, bir Lermontov'un Peçorin'i, Byron'un kahramanları, Turgenyev'in Bazarov'u, Balzac'ın Rastignac'ı, Julien Sorel'den ayrıldıkları tüm görünürdeki fark­ lılıklara karşın, az çok yakınıdırlar onun. Leon Tolstoy, Stendhal'in gerçeği yazmaktaki ustalığını pek över. Savaşı, törensiz-trampetsiz ve zafer türkülerinden uzakta, tüm gerçekliği ve iğrençliği içinde anlatmayı ondan öğrenmiştir o. Stendhal, çağdaşları içinde şu ya da bu kişiden çok daha yet­ kinlikle, yaşamın gerçekliğini görkemli bir biçimde yeniden üretmeyi bildi. Yaşamı, olduğu gibi, tüm karmaşıklığı, tüm çe­ şitliliği ve çelişmeleri içinde gösteriyordu. Ancak, gerçekliği ye­ niden kurmada, ne denli nesnel bir açıklıkla hareket ederse et­ sin, Stendhal, kendisini çevreleyen ortama kayıtsız kalamıyor­ du. Yazarın siyasal ve sosyal sempatilerinden kuşku duyula­ maz. Kırmızı ve Siyah, Restorasyon döneminde yazılmış ve mız­ rağın ucu o rejimin temsilcilerine çevrilmişti. Eser, alt başlık ola­ rak da "XIX. Yüzyılın Kroniği" adını taşıyordu. 1831 yılında, tüm genellemelerin, her türlü ahlakçılığın uzağında yazılan bu ro­ man, bir buçuk yüzyıldan beri alabildiğine modern bir eser di­ ye okundu, okunuyor, okunacak. 24

Ya Balzac'ın anlattığı? Balzac (1799-1850), Stendhal'in çağdaşı bu sanatçı, bir kürek mahkumu gibi çalışıp elli bir yaşında ölen bu dev yazar, arkaya ciltler dolusu öylesine edebi bir miras bıraktı ki, her biri bir şa­ heserdir. O da gerçeği yazdı Stendhal gibi; gözüne çarpan her şeyi anlattı. Eseri, döneminin bir tarihidirbelli bir ölçüde. Bir başka yüzyılda, daha dinamik, olayların bir çiçek dürbününde­ ki gibi birbirini izlediği bir yüzyılda yaşayan bizler bugün, Bal­ zac'ın romanlarını okuduğumuzda, ondaki ağır aksaklık ve on­ ca tanımlama merakı karşısında hayrete düşüyoruz. Oysa, o devrin tüm belirleyici çizgilerini bize veren de budur belki. Gü­ nümüzde, kimse kalkıp da, bir kaldırım taşlı yolu, pancurlu pencereleri olan evleri, bir elin zorla açabildiği bir kapıyı öylesi­ ne ayrıntıya boğarak anlatmaz. Ne var ki, Balzac'ın acelesi yok­ tu; öyle olduğu için de, gördüğünü kılı kırka yararak çiziyordu. Ancak, Temmuz Monarşisi dönemine adadığı şaşırtıcı eserlerin­ de, tam bir felsefe programını içeren güzel bir ad verdi: "İnsan­ lık Komedyası ". O da, Stendhal gibi, sonuçlarını ve ahlaki genel­ lemelerini dayatmıyordu. Olduğu gibi resmediyordu yaşamı. Ancak, yarattığı insan tipleri, Rastignac olsun, Goriot Baba, Eugenie Grandet ya da Lucien de Rubempre olsun, zamanının düzeyini aşarlar. Yazılışının üstünden bir buçuk yüzyıl geçtiği halde, Yitik Düşler, şaşırtıcı bir yenilikle çıkar önümüze. Balzac paranın, mali aristokrasinin gücünü ortaya koydu. Bir Baron de Nussingen, ya da anlattığı tüm öteki tefeciler, kapita­ list rejimin özelliği olan paranın şaşırtıcı gücünü açıklarlar. Eleş­ tirel gerçekliğin bir anlamı varsa, tam Balzac'a yakışır o söz. Bal­ zac, yoktan bir şey uydurmadı, olduğu gibi gösterdi yaşamı. Ve eseri, bir "suçlama belgesi"dir özünde; çünkü, Balzac'ın bir tuta­ nak titizliğiyle saptadığı gerçeklik, gitgide yerine oturmakta olan kapitalist burjuva dünyasının gerçekliğiydi. Balzac, kendisine bir aristokratik köken uydurup, adının ba­ şına koyduğu soyluluk takısını inatla sürdüren bu köylü çocu­ ğu, kralcı olmakla övünür; monarşizm yanlısıdır. Ancak, bu dev yazarın siyasal kanıları, her şöyden önce gerçeği yazmasını en­ gelleyemedi ve siyasal görüşleriyle hiç de uyuşmayan bu ger­ çek, eserlerine şaşırtıcı bir çekicilik kazandırdı. Balzac'sız Fransız edebiyatı, giderek evrensel edebiyat düşü­ nülemez. Stendhal ile Balzac, XIX. yüzyıl Fransız edebiyatında gerçek25

çi akımın devleridir; ancak, başka akımları temsil eden ve onlar­ la böy ölçüşen, ölçüşebilen başka yazarlar da var o yüzyılın Fransız edebiyatında. Romantizm ve Victor Hugo başında gelir bunların. ROMANTİZMİN İKİ YÜZÜ VE HUGO Gerçekten, XVIII. yüzyılın sonlarında, özellikle de XIX. yüz­ yıl başlarında, romantizm, edebiyatta çarpıcı bir rol oynamaya kalktı.7 Gerçi, Fransa'nın çevresini aşsa ve Avrupa çapında bir anlam da taşısa, romantizm Fransa toprağında yeşerdi. Gerek biçimde gerekse biçemde, klasik yazarların uydukları kurallara karşı çıkan yazarların görüşüne verilen bir ad bu. Romantizm, orada Devrim'in yol açtığı sosyal altüst oluşlara da bir yanıttı hiç kuşkusuz. Her iki görüşü anlamak ve Hugo ile arkadaşları­ nın yaptıkları devrimi kavrayabilmek için, "klasik" ve "roman­ tik" eserlerin nitelikleri ile, aralarındaki başlıca farklara dokun­ mamız gerekiyor. Klasik deyimi, "classe" (sınıf) kelimesinden geliyor. Sınıflar­ da okunabilecek, dershanelerde örnek alınabilecek eserler de­ mek. Bunlar, öyle örnekler olmalı ki, nitelikleri iyi, ama yanlış­ ları da az olsun. Gerçekten Corneille, Racine, La Bruyere, Boilea­ u gibi XVII. yüzyıl klasiklerinin temel nitelikleri, düşüncede ve biçimde ılımlılık ve ölçüdür. Klasik eserlerde, yazar, kendini hissettirmez; yani bu eserler, nesnel niteliktedirler daha çok. Klasik eserlerde, konu dışı fazla tanım ve niteleme yoktur. Buna karşılık, duygular ve düşüncelerle ilgili tanımlar ve nitelemeler çoktur. Bunun gibi, biçim ve konu, klasiklerde belirli ve sınırlı­ dır; akıl ve mantık, duygu ve hayalden önce gelir; biçimde de, biçemde de, kural ve örnek kaygısı egemendir hep. Romantizm anlayışında ise, eserler nesnel olmaktan çok öz­ neldir; yani, romantik yazar, kişisel duygu ve düşüncelerinin et­ kisi altında yazmaktadır eserini. Bunun gibi şiirde, romanda, ti­ yatroda ve her tür edebi eserde zamanın, yerin ve nesnelerin be­ timlemeleri çok yer tutar. Klasiklerde nitelemenin içsel olması­ na karşın, romantiklerde dışsaldır bu. Sonra, romantikler eserle7 Daha önceki kaynağa ek olarak bkz. P. Barberis, "les romantismes", Histoire litte­ raire de la France, cilt IV, 1 . kısım, s. 475-543. Daha da özel olarak, Philippe Van Ti­ eghem, Le Romaııtisme fraııçais, PUF, coll. "Que sais-je?", 12 ed., Paris, 1984 .

26

rının konularını, Hıristiyanlıktan, Ortaçağ'dan, eski devirler­ den, yabancı ülkelerin tarihlerinden almakta bir sakınca görme­ mişler ve klasikler gibi belirli ve sınırlı konular içinde kalmakla yetinmemişlerdir. Ayrıca, romantik edebiyatta, duygu ve düş, akıl ve manhktan önce gelir. Kural ve örnekten çok, kişisel dü­ şüncelerin ve bireysel dehanın değeri vardır. Kişisel heyecanla­ ra ve tutkulara dayanan "lirik" şiirler onun eseridir. Son olarak, romantikler, dil bakımından da klasiklerden ayrılırlar. Klasikle­ rin dili, pek açık ve belirlidir. Oysa romantikler, dili ve biçemi zenginleştirmek istemişler; kelimeler yaratmışlar, yazılarında özel lehçe ve _deyimler kullanmışlar, yabancı lehçelerden keli­ meler almışlardır. Romantizmin ilk savunucusu Jean-Jacques Rousseau'dur. Romantizmin, "aristokratik" ve "demokratik" olmak üzere iki eğilimini birbirinden ayırmak adet olmuştur. Romantizmin aristokrat eğiliminin en parlak temsilcisi, Fran­ çois Rene de Chateaubriand (1768-1848) oldu. .Chateaubriand, Fransa'daki yeni yerleşik düzende, Devrim'in yıktığı soyluların muhalefetini büyük bir açıklıkla dile getirdi. Siyasal planda, kralcılığın ilkelerinin savunucusu oldu; felsefede de Katolikli­ ğin yandaşı. Chateaubriand, uzun ve hareketli yaşamında, ken­ dini diplomat, siyaset adamı, filozof ve yazar olarak tanıtma fır­ satını bolca buldu. Bizi de bu niteliğiyle ilgilendirir o. Ünlü fel­ sefi ve siyasal denemeleri; özellikle Hıristiyanlığın Dehası, büyük bir yaygınlık kazandı. Çeşitli edebi eserler içinde en beğenilen­ leri, Atala ile Rene adlı romanları oldu. İşte bu romanlarındadır ki, romantizmin sanatsal yollarından biri, gerçeklerden soyutla­ ma, tam deyimini buldu. Atala 'da, Chateaubriand, günlük yaşa­ mı hiçbir şeyin hatırlatmadığı, alışılmamış tuhaf bir ortama yer­ leştirir kişilerini ve onlar için olmayacak şeyler düşler. Roman, büyük başarılar kazandı; bu da, aynı esinde bir ikincisini yaz­ maya götürdü onu. Rene' de, romanın başlıca kahramanı, güç ve günlük gerçeklikle ortak hiçbir ilişkisi olmayan koşullarda yaz­ gısını değiştirmeyi de arar. Chateaubriand, 1789'un ilke ve düşüncelerine düşmanlığını saklamaz. Devrim'in geçmiş bir olay olması nedeniyle, kalkıp onun için bir karşı-devrimcidir diyemeyiz belki; ancak, yine de Devrim'e karşı bir kişilik olarak kalmıştır. Devrimci olan her şey, eski düzeni bozan her şey, tiksinti verir ona. 1814'te Bour27

bonların Restorasyonu, siyaset dünyasında büyük etkinlik fır­ satlarının yollarını açtı Chateaubriand'a: Diplomasiye döndü, belli bir süre Londra elçiliği görevini yaptı, sonra dışişleri ba­ kanlığına getirildi ve Kutsal-Bağlaşma'nın gerici politikasının yandaşlarından biri oldu. Özellikle, Avrupa monarşilerinin, 1820 ve 1823 yıllarında İspanyol devrimine karşı çıkmaları, bir yerde Chateaubriand'dan bilinir. Chateaubriand, edebi etkinliğini aralıksız sürdürdü. Yaşamı­ nın son yıllarında, eserlerinin hiç kuşkusuz en güzelini, Mezar Ötesinden Anılar'ı yazdı. Chateaubriand, "yeni düşünce"nin if­ lah olmaz hasmı olarak da görünse, uygulamada bu yeni dü­ şüncenin kendisine yabancı olmadığını da gösterdi. Edebiyatta o zamana değin pek az uygulanan bir yola başvurdu: Anılar'ını, ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla, daha yaşarken tuttu bir ortaklığa sattı. Eser, yazarın daha önceki kitaplarından çok farklı bir türde yazılmıştı. Restorasyon dönemindeki siyasal et­ kinliği, yönetici çevrelere bağlı oluşu, Chateaubriand'a, meşru­ iyetçi monarşinin yalnız güçlü yanlarını göstermekle kalmamış, yetersizliğini de sergilemişti. Mezar Ötesinden Anılar, ilginç ede­ bi anıtlarından biridir o dönemin. Yazar eserinde, dostlarını ve yakınlarını, büyük bir özgürlük içinde anlatıyor ve düşünceleri­ ni serbestçe açıklıyordu; yazdıkları, ancak ölümünden sonra ya­ yınlanacaktı çünkü. Anılarına canlılığını ve keskinliğini veren işte bu "özgürlük"tü ve kapsamı da sıradan anılardan çok daha büyüktü bunların. Chateaubriand, Fransa'da, çok noktada gerici olan, "aristokra­ tik" romantizmin babası olarak geçer. Kendisini izleyenler de ol­ du ki, en tanınmışlarından biri Alfred de Vigny'dir (1797-1863). Bu yetenekli şairi, edebiyat tarihi, asıl Cinq Mars adlı romanın ya­ zarı olarak onurlandırır. Romantik okulun eserlerinin çoğu gibi, bu kitap da okuyucuyu alır, uzak bir devre, Richelieu zamanına götürür; ne var ki, tarihsel kişilerin takma adlarının arkasından çağdaş çizgiler okunur. Bu zarif eserin sayfaları içinde varlığını duyuran siyasal eğilimler, büyük bir açıklıkla Devrim'in ertesin­ de doğmuş yeni dünyanın hasmı olduğunu gösterir onun. Romantik akımın aynı eğilimlerini, en uç noktaya vardırıl­ mış biçimiyle, Alphonse de Lamartine'de (1790-1869) görüyo­ ruz. Lamartine de, Chateaubriand gibi şair oldu, tarihçi ve siya­ set adamı oldu; Chateubriand gibi o da dışişleri bakanlığı yaptı ve İkinci Cumhuriyet gibi Fransa tarihinin en çetrefil dönemin28

de yaptı bunu. Şair olarak, Diişlemeler'iyle (les Meditations) ün kazandı. Günlük yaşam üzerine dalgın düşüncelerini, sanatçı­ nın bir tür düşünce sistemi haline getirdi. Lamartine'in titrek sesli mısralarını okurken, neye yöneldiğini söylemek güçtür şa­ irin. Onda her şey gizemli, anlaşılmaz, başlangıçsız ve sonrasız­ dır. Lamartine'in edebi yeteneği elbette yadsınamaz ve döne­ minde, "sultan-üs şuara" değilse bile, şiirin etkin bir ustası oldu. ]irondenler'in Tarihi büyük bir ün kazandırdı ona. Yazarın ileri sürdüklerine karşın, güçtür nitelendirmek bu tarih kitabını. Eser, tarihsel anlatış biçimi altında, nesir halinde bir şiirdir da­ ha çok. 1793 Temmuz'unda halkın devirdiği Jirondenler'e yapıl­ mış bin sayfaya yakın bir övgü! Chateaubriand, Alfred de Vigny, Alphonse de Lamartine, ro­ mantizmin bir tür "sağ" kanadı ise, bir de "sol" kanadı vardı ki, edebiyatın, aristokratik olmaktan çok "liberal-burjuva" eğilimini temsil ediyordu. Romantizmin bu liberal eğilimi, yaşadığı za­ man pek ünlü olan, ama bugün hemen hemen unutulmuş bir kadın yazarın adına bağlanır çoğu kez. Germaine de Stael'dir bu yazar. Madam de Stael (1766-1817) Devrim sırasında pek büyük bir rol oynayan ve Fransa'nın en büyük servet sahiplerinden biri olan, banker Necker'in kızıdır. Necker'in tek çocuğu olarak kon­ duğu mirasın, edebi ününü sağlamada -bir noktaya kadar- kat­ kısı olduğu kuşkusuzdur. Madam de Stael, çeşitli türde yığınla eserin yazarıdır. Daha önce Delphine, Corinne ve ötekiler, biyog­ rafik temalardaki bu çeşitlemeler, büyük başarı kazandı. Daha da ünlü eseri olan Almanya Üstüne, Birinci İmparatorluk zama­ nındaki sürgün yaşamı boyunca yazılmış bir yığın incelemeyi içerir. I. Napoleon, Madam de Stael'i sevmezdi ve Fransa'dan kovdu onu; edebi ününün yükselişini bu da destekledi; özgür­ lük simgesi oldu. Madam de Stael, yaşarken, doğrudan doğru­ ya edebi yeteneklerini aşan bir ünden yararlandı. Ama zaman, hükmünü okudu sonradan; o yüzdendir ki, adı pek geçmez gü­ nümüzde. Benjamin Constant (1767-1830), Madam de Stael'e pek bağlı kalmakla beraber, XIX. yüzyılın ilk yıllarında, Fransız edebiya­ tında, ondan çok daha fazla iz bıraktı. Tanınmışlığını, yazıların­ dan çok siyasal nedenlere, özellikle Bonapartist rejime olan mu­ halefetine borçludur. Eserlerinden biri, Adolphe adlı romanı kal29

dı geleceğe. Bu romanda, yaşamda yollarını arayan gençlerden birinin portresi çizilir. Eser, belli sanatsal değerlerinin yanı sıra, gözleme ve dönemin algılanışına dayanır. Alfred de Musset (1810-1857), daha çok biyografik türde ro­ manlarıyla başarı kazandı: Bir Zamane Çocuğuııuıı İtirafı defalar­ ca basılıp durmuştur. Fransız romantizmi, George Sand'ın (1804-1875) kişiliğinde parlak bir temsilci buldu. Daha yaşarken ününü kazanmış olan George Sand, birçok roman yazdı. Çoğu, kadının yazgısına adanmıştır bunların: Coıısuelo, Indiana, Valentine, Lelia, vb. Daha sonra, ütopyacı sosyalistlerin etkisinde, üç ciltlik Horace'ını, üç ciltlik Le Meıınier d'Angibault'unu, M. Antoine'zn Günahı 'nı ve öteki eserlerini yazdı. Bugün, ne de olsa çocuksu görünür bu eserler; ancak demokratik romantizmin düşüncelerinin güçlen­ mesinde payı büyüktür George Sand'ın. _

Victor Hugo da romantizmin bu kanadına girer. Hugo, ro­ mantik akımın içinde aşın-sağcı, tutucu kanattaydı başlarda. Bunu belirtmemizin nedeni, bu büyük yazarın sonraki gelişi­ miyle aradaki farkı gösterme kaygısına dayanır. XIX. yüzyıl Fransız edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Victor Hugo, uzun bir yaratış dönemi yaşadı. Puşkin ve Lermontov'un çağdaşıydı ve mesleğini Tolstoy ve Dostoyevski'nin çağdaşı ola­ rak bitirdi. Uzun yaşamı boyunca Hugo, düşüncelerinde oldu­ ğu kadar, edebi görüşlerinde de büyük bir gelişme gösterdi. Aristokratik romantizmin temsilcileri arasında uzun süre kal­ madı ve Restorasyon'dan başlayarak, yenilikçi romantizme yö­ neldi. Cromwell trajedisinin ünlü önsözünde, sonra Marion de Lornıe ve Hernani dramlarında, edebiyatta donmuş, tutucu, geri­ ci her şeye karşı savaş açtı. Bir başka şiir, bir başka edebiyat is­ tiyordu o; dünyayı değiştirmek görevini yüklenmiş bir başka şi­ ir, bir başka edebiyat! Victor Hugo, dev bir yazardı. Hemen her türde yetkin ürün­ ler koydu ortaya. Fransız dilindeki seslerin bütün zenginliğini, başkalarından çok daha yetkin olarak dile getiren ilk şairleri arasında sayılır Fransa'nın. Nazmı, Fransız şiirinin hangi ola­ nakları içerdiğini gösterir. Victor Hugo, Fransız edebiyatının en büyük nesir yazarlarından biri de oldu. Ünlü romanları, bir Not­ re Daıne de Paris, Sefiller, Gülen Adam, Doksan Üç, demokratik bir ruh, coşku ve siyasal tutkuyla dolup taşarlar. 30

Victor Hugo, Fransız edebiyatının yarım-ağızla konuşma­ yan, düşündüklerinin son noktalarına kadar yürüyen kişilerin­ den biridir. Kimileri, bu ahengin, mısralardaki oynayışın ya da nesirdeki vurgulamanın bir ölçüde aşırılığa vardırılmış olduğu­ nu ileri sürerler. Bu görüşü paylaşmıyoruz biz. İkinci Cumhuri­ yetle, özellikle 2Aralık1851 hükümet darbesinden sonra, Victor Hugo'nun eseri, açıktan açığa demokratik bir nitelik kazanır. Var olan duruma cesaretle karşı çıkar. Küçük Napoleon adlı yer­ gi kitabı, Cezalar'ı, Bonapartistliğe karşı olan tüm şiiri, dehayla taçlanmıştır. Hugo'da, düşüncelerine ve duygularına bildirici bir ton veren1 ama hep soyluluk taşıyan bir soyutlama vardır. Öyle de olsa1 son günlerine kadar Victor Hugo, Fransız edebiya­ tının, sosyal ilerlemede ilk hatları tutan öncü kanadının temsil­ cisi olarak kaldı. Hugo, Stendhal, Balzac, Flaubert ve Zola ile be­ raber, xrx. yüzyıl edebiyatının devleri arasındadır, pek haklı olarak. Yazarımızın yaşamını anlatmaya başlayabiliriz artık.

31

II ÇOCUKLUK VE GENÇLİK YILLARI

Victor Hugo'nun çocukluğu da gençliği de, aile ve toplum olarak istikrarsız bir ortamda geçti. Ama "erkenden uyanıp ol­ gunlaşan" bir gençlik oldu onunki. Önce, "Paris'te bir harika ço­ cuk"tur ve kendini, sadece bir şeye, edebiyat mesleğine hazırlar. Bilinçli, heyecanlı ve tutkulu... PARÇALANMIŞ BİR ÇOCUKLUK Victor Hugo'nun uslu bir çocukluğu olmuşa benzer. Onun eşine söyleyerek yazdırdığı Yaşamının Tanığının Anlat­ tığı Victor Hugo adlı eserde, bu çocukluk, canlı, renkli, göz alıcı binbir ayrıntıyla süslenmiştir. Ne var ki, bu ayrıntılar, oradan oraya koşuşturan bir asker ailesinin sürekli istikrarsızlığı ile iç içe, anayla baba arasındaki korkunç geçimsizliğin yol açtığı acı­ ları da gözlerden saklar. Oysa bunlar, on altı yaşına kadar, Hu­ go'nun manevi ve maddi dünyasını sarsıp durmuştur.1 Gerçekten, o daha dünyaya gelmeden önce, eşler arasında anlaşmazlık almış yürümüştü ve Hugo'nun doğumunun üstün­ den bir yıl geçmez, kan-koca, başka yerlerde avuntu aramaya giderler: Sophie, komutan Hugo'nun koruyucusu General Mo­ reau'nun kurmay heyetine dahil, eski bir aile dostu ve Victor'un da vaftiz babası olan General Victor Lahorie'nin kollarında; Leopold da, 1803'de Korsika'da, karısının işleri ve aşkları için Paris'te bulunduğu bir sırada tanıdığı genç bir Korsikalı kadı­ nın, Catherine Thomas'ın kucağında teselliyi bulacaktır. Ekle­ meli de: Bu kadın, Leopold'ü, bir yerden ötekine gittiğinde hep izleyecek ve Sophie ölür ölmez de, 1821'de evleneceklerdir. Ne olur doğal sonucu bu bölünmüşlüğün? Şu: Küçük Victor'un yönetimi, bir anada olur, bir babada. Ba­ ba, çocuğun eğitiminin düzeni kaygısıyla olduğu kadar, ananın 1 Bkz. Pierre Gamarra, Victor Hugo, Editeurs Français Reunis, Paris, 1971, s. 18 vd., 35 vd.; J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 7-15. Daha da ayrınhlı olarak, Je­ an-Marc Hovasse, Victor Hugo, cilt 1, Fayard, Paris, 2002, s. 47-115.

33

tek yanlı etkisinden de kurtarmak için, 1811'de ve 1814'de, oğlu­ nu bir pansiyona yerleştirmekte ısrar eder. Ana ise tersine, XVIII. yüzyılın düşüncelerinin etkisiyle, çocuğa daha çok öz­ gürlük tanımıştır. Ne var ki, ne biri ne de öteki, çocuğa dinsel bir eğitim verme kaygısını duymamışlardır; o kadar ki, baba, ileride bir gün oğluna, doğduğunda vaftiz edilmediğini de söy­ leyecektir. İyi yürekli ama öfkeli bir yaradılışa sahip Leopold Hugo, 1802 yılı bitmeden önce, çevresindekilerle bir kavga sonucu, Marsilya'ya atanır; ve eşini Paris'e yollarken, çocukları da bera­ berinde Marsilya'ya, arkasından Bastia (Korsika) ve Porto Ferra­ jo'ya (Elbe Adası) götürür; Catherine Thomas da, belki bu sıra­ larda komutanın hayatına gelip girmiştir. Madam Hugo da, ara­ dan bir yıl geçtikten sonra, bu son durakta gelip onlara katılır. Ne var ki, yaşamlarında kara bulutlar dolaşmaktadır; ortaklaşa bir kararla, o ve çocuklar, 1804 Şubat'ında Paris'e dönerler. Üç yıldan fazla kalacaklardır orada. Paris'teki bu ilk ikametten, küçük Hugo'nun belleğinde, bir­ kaç anı iz bırakmıştır yalnız. Öte yandan, Lahorie de evdedir. Aristokratik davranışlara sahip Lahorie, Leopold Hugo'nun sertliğiyle tam bir zıtlık içindeydi. Uzun yıllardan beri birbirle­ rini tanıyorlardı; Leopold'un 1800'de Ren Ordusu'nun kurmay heyetine katılması onun sayesinde olmuştu. 1804'te, Napoleon Bonaparte'e karşı girişilmiş kralcı bir suikaste bulaşıp da polis­ çe kovuşturulunca, o da gelip dostunun yanına sığınmıştır. Leopold Hugo da, İtalya seferinin arkasından Napoleon'un kardeşi Prens Joseph Bonaparte Napoli kralı olunca, onun çağ­ rısına uyup İtalya'ya gitmiştir. Kendisine verilen, milliyetçi şef Fra Diavolo'yu temizleme işini başarıyla sonuçlandırınca da al­ baylığa yükselmiş ve 1807'de Napoli yakınlarındaki Avellino'ya yönetici olarak atanmıştır. 1807 Aralık'ında Lahorie Paris'ten Normandiya'ya kaçınca ve eldeki para da yetişmeyince, Madam Hugo da, kocasının yanına gitmeye karar verir. Küçük Victor, annesi ve iki kardeşiyle İtalya yolculuğuna çıktığında beş yaşındadır; alnı arabanın camında, doğanın dur­ madan değişen çarpıcı görünümlerini, o dönemin olay ve faci­ alarının yollardaki izlerini, örneğin ağaçlara asılmış haydutları seyrede ede, Roma'dan ve Napoli'den geçerek, Avellino'ya gelir ve parlak üniformalı babasına kavuşur. 34

Valinin oturduğu görkemli saray, çocukların pek hoşuna git­ miş de olsa, bir yılı aşmaz orada kalışları; Joseph Bonaparte, im­ paratorun emriyle İspanya krallığına atanınca, Albay Hugo da onu izler. Madam Hugo da Paris'e dönmeye karar verir; evlilik­ lerinde hiçbir iyileşme yoktur; üstelik, İspanya'daki karışıklık, Fransızlara karşı direniş ve başkaldırı İtalya'da olduğundan da­ ha büyüktür. Gerçekten, ateş içindedir İspanya. Yorucu bir yolculuktan sonra Paris'e varılır ve 1809 Şubat'ın­ da Saint-Jacques Sokağı'nda bir eve yerleşilir; baharda da, Feuil­ lantines Sokağı'nda, Devrim'de terk edilmiş bir eski manastırın müştemilahna geçilir. Madam Hugo, kuytuluğu ve ıssızlığı için seçmiştir orayı, Lahory'yi böylece yeniden ve daha kolayca sak­ layabilecektir; bir de bahçesine diyecek yoktur. Nitekim, o terk edilmiş doğa parçası, küçük Hugo'nun belleğinde ve daha son­ ra da şair imgeleminde pek büyük bir yer tutacak ve bir mitosa dönüşecektir:

Ortada sanki bir tarla; dipte bir orman sanki. Yabani çiçekler ve delicesine boy atmış otlar arasında kar­ deşleriyle oyunlar, yakın aile dostlarının küçük kızı Adele Fouc­ her'nin güzelliği, sabahın ya da akşamın aylak düşleri, bir şiir­ sel güç kazanacaktır Hugo'nun belleğinde. Onun önce sevgilisi, ilerde de eşi olacak olan kız, daha şimdiden oyunlara ortak olan, bu güzel kızdır işte! Çocuğun yedi ile on iki yaşı arasında zeka ve duygularının uyandığı bir sırada, bu dekor onun iç dünyasına yerleşecek; ananın şefkatiyle gelişecek; kendisine Kutsal Kitab'ı ve eski La­ tin yazarları örnek tutup okuma-yazma öğreten bir eski rahip Lariviere'in yanı sıra, esrarengiz vaftiz babasının dersleriyle ser­ pilecektir. Hugo, bu dekoru hiç unutmaz ve bir şiirinde şu dizelerle borcunu ödemek ister:

Üç hocam oldu sarışın küçüklüğümde: Bir bahçe, yaşlı bir rahip, bir de annem, Yazık ki pek kısa sürdü üçü de. . . Şair 1875'te, yani yıllar sonra o semtten geçip de bütün bu de35

korun kaybolduğunu gördüğünde, yitip gitmiş olanlara duyu­ lan o doğal içlenişle, duygularını şöyle dile getirecektir:

Ne anlatır size, şu bir tutam ot, şu çökmüş duvar, Anıların derin gözüyle bakmıyorsanız eğer? Ne var ki, Feullantines'deki bu oturma sadece üç buçuk yıl sürecek ve bir yıllık bir İspanya yolculuğuyla kopukluğa uğra­ yacaktır. Leopold Hugo, 1808'den beri İspanya'dadır. Joseph Bonaparte, birçok ilin yöneticiliğini ona bırakmıştır. Lahorie'nin ihanete uğrayıp -1810 Aralık'ında- tutuklanışı ve hapse atılması, paranın yetmeyişi ve Kral Joseph'in subaylara ailelerini yanlarına aldırtabileceklerini açıklaması, Madam Hu­ go'yu 1811 Mart'ında kocasının yanına gitme kararına götürür; üstelik Leopold Hugo, o sıralarda general de olmuştur. Özellikle küçük Hugo'yu pek etkileyecek bir yolculuk başlar. Yaşamının Tanığının Anlattığı Victor Hugo, bu üç ay süren yol­ culuk üstüne pek ayrıntılı bilgiler verir: Pireneleri kan ve ter içinde aşmayı, yollarda asayişin sağlanması amacıyla Bayonne Kasabası'ndaki bekleyişi ve daha dokuz yaşındaki küçük Vic­ tor'un o sırada gencecik bir kıza, Rosa'ya duyduğu ilk aşkı öğ­ reniriz; Ernani Kasabası'ndaki bekleyiş ve yığınla adın yanı sıra yığınla da canlı çehre ve görünüm hatırlatılır. İlerde yazacağı ünlü Hernani adlı eser, adını işte bu kasabadan alır. Aile, binbir güçlüğün arkasından, 16 Haziran 181l'de Mad­ rid'e varır ve Prens Masserano'nun görkemli sarayına yerleşir. Büyüleyicidir her şey ve küçük Victor'un imgeleminde derin iz­ ler bırakır. Sarayda, Prens Masserano'nun atalarının resimleri­ nin sergilendiği bir galeride, süslü ve değerli çerçeveler içinde geçmişin bu onurlu insanlarım çoğu kez gelip seyrederek düş­ lere dalar. Hernani dramında, atalarının resimleri karşısında pek heyecanlı sözler söyleyen Ruy Gomez sahnesinin tohumu, o sı­ rada imgelemine serpilmiş olsa gerek. Madrid'de olmak, bir bakıma bulunmaz bir fırsattır Sophie ile çocuklar için. Ne var ki, eşler arasındaki çekişmeler yeniden başlar; bir boşanma, kralın araya girmesiyle savuşturulur. Abel, kralın maiyetine verilmiştir; Eugene'le Victor da, babalarının is­ teği üzerine, San Antonio Abad adlı bir koleje -yatılı olarak- ve36

rilir. Rahiplerin yönettiği ve soyluların çocuklarının gittiği bir okuldur bu. Aslında düşmanca bir ortam içindedir küçük Victor ve kar­ deşi. İspanyolların Fransızlara düşmanlıkları okulda da kendini belli eder; nitekim, bir İspanyol çocuğu bir milliyet tartışması­ nın arkasından, Eugene'i makasla yüzünden yaralayacaktır bir gün. Ancak, kötü anıların yanı sıra, küçük Victor'un belleğinde yer alan birkaç ilginç görünüm de vardır: Kamburundan ötürü Corcova diye ad takılmış ve yatakhaneyi her sabah uyandıran hademe, Victor Hugo'nun ilerde yazacağı Notre Dame de Pa­ ris 'nin ünlü Quasimodo'sunun uzaktan örneğidir; sonra, kendi­ sinin Elespuru adını taktığı sarsak ve kara yağız bir okul arkada­ şının adını, Cromwell 'deki delilerden birine verecektir. Hernani ile Ruy B las ı yazarken de İspanya'yı hatırlayacaktır. Bütün bunlar, İspanya anılarının, Hugo'nun üzerinde, eserle­ rine girecek denli etkisini gösterir. Victor Hugo, İspanya'ya, bir ikinci kez 1843'te, güneşli ve renkli bir ülkeye duyduğu hasreti dindirmek için dönecektir. Böylece, çocukken edindiği ilk izle­ nimlerin, onu İspanyoldünyasının içine çekip aldığı bir gerçek­ tir. Öyle de olsa, şunu söylemeliyiz: Hugo, yaradılışı gereği, zıt­ lara, renkli ve göz alıcı olana duyarlı olmasaydı, İspanya, bu denli çarpıcı olabilir miydi üzerinde? 1812 Mart'ında dönüş başlar: Yenilgiyle burun buruna gelen Fransızlar İspanya'yı terk etmeye koyulurlar. Bu arada evlilik de bir skandal olup çıkmıştır. Leopold, Eugene'le Victor'u da analarına vererek, kafileye katar. Dönüş de, tıpkı geliş gibi çar­ pıcıdır. Güvenlik sürdürülürken, halka karşı zulüm ve cinayet­ ler de adım başındadır ve çocukları etkiler: Darağaçları, çarmı­ ha gerilmiş insanlar, her yanda kaynaşan gerilla... belleklerden çıkacak şeyler değildir. Sonunda Paris'e varılır. Aynı evdedirler ve Hugo da on yaşındadır. '

1812 Mart'ında, Feullantines'de -yirmi ay kadar sürecek­ mutlu bir yaşam yeniden başlar: Foucher'lerin çocuklarıyla oyunlar; ve yoğun okumalar... Başta Sophie bir okuma tutkunu­ dur; yakında bir kitapçıdan kiralık eserler edinilir, Rousseau'lar, Voltaire'ler, Diderot'lar, Kaptan Cook'un Seyahatle(i böyle hat­ medilir. Lahorie, kültürüyle de etkisini sürdürür. Lariviere'in dersleri de kaldığı yerden başlar. 37

Nedir öğrettiği küçük Htigo'ya hocasının? Lariviere, öğrencisinin kafasına, Latin dili ve edebiyatının sağlam kavramlarını iyice yerleştirmeyi başarır sonunda. Hugo, ilk şiirlerinden birinde, kendisini, "Virgilius'un genç öğrencisi" olarak gösterecektir. Belleğinin bir köşesinde yer tutmuş İspan­ yol paranteziyle beraber, yetişmesi, güçlü bir Latin kültürü te­ meli üstüne kurulur. Yaşamının sonuna kadar o kültürün yet­ kin bir temsilcisi olarak kalacaktır: Kaleminin ucunda Latince dizeler hazır bekleyecek ve Hugo Horatius'un, Juvenalis ve Luc­ retius'un metinlerini durup durup okuyacaktır. Alıntılar, söyle­ yiş biçimleri, imgeler, eserinin dört bir yanına dağılmış halde, klasik kültürle donanmış bir şairdir her şeyden önce. Belki de sonuncusu odur bu çığırın. 1 864'te yayımcısı Lacroix'ya, "Ben bir Latinim. Güneşi sevi­ yorum!" derken, aydınlık ve mantık adına eski Hint düşüncesi­ nin karanlıklarına reddiyede bulunmak ister açıktır ki. Metafi­ zik görüşlerinde bile, klasik anlayışa bağlı kalacaktır. XVIII. yüzyılın romancıları, filozof ve gezginleri, sadece onlar, bu kla­ sik kültüre bir özgürlük ve fantezi mayası çalacaklardır. İspanya dönüşü mutluluğu bozan tek olay şu olur: Victor Hugo, 1812 Ekim'inde bir gün, annesinin duvarda asılı bir du­ yuru önünde ağladığını görür. Şunlar yazılıdır üstünde: "Gene­ ral Malet, Guidal ve Lahorie, İmparatorluğa ve İmparatora kar­ şı suikast suçundan dolayı, Divanı Harp kararıyla kurşuna di­ zilmişlerdir." Victor Hugo, bu uğursuz haberi hiç unutmayacaktır. Leopold'la Abel de, 1 813'de, İspanya ordusunun kalıntılarıy­ la Fransa'ya dönerler. Sophie ve üç oğlu, yeni bir eve taşınırlar. Foucher'lerin çocuklarına, İspanya' da tanıdıkları bir ailenin, Lu­ cotte'ların çocukları da eklenir. Ne var ki, İmparatorluğun çökü­ şü de yaklaşmıştır. Genç Hugo'lar, Napoleon'a hala bir kahra­ man olarak bakmaktadırlar; Leopold Hugo da, istilacı Prusyalı� lara ve Ruslara karşı, Thionville'i kahramanca savunur. 1 814'te XVIII. Louis'nin Fransa'ya dönüşünü, Sophie coşkuyla karşılar; krallık, gençliğini hatırlatmaktadır ona ve Lahorie'nin bahtsızlı­ ğının öcünü alır gibidir. Ancak, bu arada evlilik de çöker: Karı-koca arasındaki son bir zıtlaşma, Leopold Hugo'nun açtığı boşanma davasıyla sonuçla­ nır. Kararı beklerken, çocuklar babanın otoritesine girerler; baba, 1815 Şubat'mda, Eugene'le Victor'u, Paris'te Cordier Pansiyo38

nu'na yatılı olarak verir. Çocuklar, ananın otoritesinden çıkmış­ lardır; ne var ki Sophie, yine de gizliden gizliye göz kulak olacak­ tır onlara ve Üzerlerindeki derin etkisini sürdürecektir. Yeni bir dönemi, "Restorasyon dönemi"ndeyiz Fransa'nın. PARİS'TE BİR "HARİKA ÇOCUK" Cordier Pansiyonu, Cordier adlı bir rahibin kurup işlettiği bir yatılı okuldu. Güçlü öğretmenlerin ders verdiği bir yerdi. Eugene'le Victor, kısa zamanda kendilerini gösterirler. Edebiya­ tın yanı sıra, aritmetik, geometri ve resimde yeteneklerini orta­ ya koyarlar; 1816 yılının sonlarında Louis-le-Grand Lisesi'nde matematik ve felsefe derslerini de izlemeye başlar ve ertesi yıl, Paris'in dört büyük koleji arasındaki yarışmalara katılırlar. Ser­ best olmasalar da, annelerinin ziyaretlerini de kabul ederler. Hepsinin paraca sıkıntıları vardır; onu da Abel, babalarına akta­ rır ve bir şeyler yapmasını ister. Cordier Pansiyonu, genç Hugo'nun edebi yeteneğinin açılıp serpildiği yer olur.2 Bu bakımdan güzel şeyler anlatırlar pansiyondaki yaşam üstüne: Eugene de meraklı ya şiire; o, Victor ve bir de öğret­ menlerinden -şiir meraklısı ama kıskanç- Mösyö Decotte ara­ sında bir yarıştır başlar. İki kardeş, bu ve başka niteliklerinden dolayı, arkadaşları arasında, iki başkan, iki kral gibi görülür­ ler. Her iki kralın, ayrı adlar taşıyan iki de ulusu vardır: Vic­ tor'un ulusunun adı "Köpekler"dir; Eugene'inki de "Danalar". Birbirine düşman olmayan iki ulus! Her şeye karşın uyuşmaz­ lık çıktığında da, kralların odasında yapılan bir toplantıda -ciddi tartışmalarla- tatlıya bağlanır iş. İki kardeş, oyunları ve antlaşmaları yönetirler; okulda sahnelenecek tiyatro . temsille­ rini ve yazarlarla oyuncuları seçer ve örgütlerler. Oyun gereği sahneye imparatorun çıkması gerekince de, o Napoleon'u tem­ sil eden Victor olur hep. Sonraki araştırmalar, Cordier Pansiyonu'nda olduğu kadar, Lous-le-Grand Lisesi'ndeki eğitimin de anlamını aydınlığa çı­ karmışlardır. Her ikisinde de, şu iki adın katkısı unutulur ol­ maktan kurtarılmıştır: Lisedeki felsefe öğretmeni Maugras, bağımsız bir kafaya sahip olmakla ünlüydü ve elbet genç Hu­ go'nun zekasına da bundan serpilenler olmuştur; pansiyonda, 2 Bkz. Hubert Jufrı, Victor Hııgo, cilt 1, Flarnrnarion, Paris, 1980,

s.

221-249.

39

,

·

kendisinden yedi yaş büyük genç öğretmen yardımcısı Felix Biscarrat da, ilk şiir denemelerinde onu hem yüreklendiriyor, hem de öğütlerde bulunuyordu. İlerde dostu da olacak olan Bis­ carrat, onun şiirdeki geleceğini ilk keşfeden kişidir denebilir. 1817'de Paris'i terk edip Nantes'e giden Felix Biscarrat, Hugo kardeşlerle, şiirce pek zengin bir yazışmayı sürdürecektir. Vic­ tor'un, 1818 yılında 2 Şubat'ı 3 Şubat'a bağlayan gecede yazıp yolladığı Zaferin Arzusu adlı neşideyi okuduktan sonra Biscarrat haykırır ve şunları yazar genç Hugo'ya: "Onca tekrarlanmış bir konuda nasıl olurda bu kadar yeni şeyler söyleyebilirsin? Aş­ kolsun sana çocuk! Nasıl da büyük bir şair olacaksın kim bilir? Büyük bir yeteneksin şimdiden!" Ne var ki, Victor Hugo, bu gençlik şiirlerine bir parça horlaya­ rak bakmış ve yirmi yaşına doğru şiirdeki bu ilk açılış ve serpilişi, "Doğuşumdan önce yaphğım saçmalıklar" diye adlandırmışhr. Gerçekten, 1816 yılından başlayarak Hugo, şiir çalışmaları içindedir. Ve işe, pek iyi bildiği Latin şairlerinden, Horati­ us'tan, Lucanus'tan, özellikle de Virgilius'tan parçalar çevire­ rek başlar. Bütün bunlar, onun imgelemini sarsıp harekete ge­ çiren şeylerdir. Onların yanı sıra, Fransız şairi Jacques Delille (1738-1813) gibi, içli ya da ağıtımsı şiirler yazmada da hüner gösterir. Bunun gibi, XVIII. yüzyıl tarzında, nesir halinde bir komedi; nazımla iki trajedi, İrtamene ve A thelie; hatta nesir ha­ linde bir dram olan İnez de Castro'yu yazar. Bu denemeler, son­ raları basılacaklardır da. Dikkati çeken ne bu gençlik heveslerinde?3 Önce bollukları! On dört yaşından beri, Hugo, kolejdeki ak­ şam saatlerinde, bir trajediye yüzlerce dize yazmayı başarır. Di­ zeler vurgulu, sağlam yapıda ve dengelidirler. Bir ikinci özellik de şu: Onca bollukta elbette özgünlük aramamalı, aslolan hü­ nerdir. Son bir özelliği de bu denemelerin, yarışmalar ya da şiir çev­ releri için yapılmış olmaları. Hugo da, tıpkı Rousseau gibi, ama ondan daha genç bir yaşta, mesleğine, çeşitli akademik başarılar ve ödüllerle başladı. Edebiyat tutkusunu önce bunlarla giderir. Kendine bir örnek de seçmiştir; daha 1816'dan başlayarak, yani 3 Bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Faris, 1952, s. 14-15; ayrıca, Jean-Marc Hovasse, Victor Hugo, cilt 1, Fayard, Faris, 2002, s. 1 73 vd.

40

on dört yaşında şunu dolar diline: "Ya Chateaubriand olmak isterim, ya da hiç!" Böylece, uzun bir süre, şiir yarışmalarının arkasından koşa­ caktır: 1817'de Fransız Akademisi'nin "Yaşamın her durumunda okumanın ve yazmanın sağladığı mutluluk" konusunda açtığı bir şiir yarışmasında, asıl ödül yerine bir derece kazansa da, ba­ sın ilk kez adını anar. 1819'da da, Toulouse Akademisi'nin açtı­ ğı bir yarışmada Verdun Bakireleri bir derece elde ederken; bir gecde yazdığı, IV. Heııri'ııin Heykelinin Dikilmesi adlı neşide, en üstün ödül olan Altın Zambak ödülünü oybirliğiyle alır. Her iki şiir Akademinin yayınları arasında da çıkar. Yararını da görür yazdıklarının: Bir neşide, askerlik hizme­ tinden bağışık kılar Hugo'yu; ama asıl ilgilendiği, onların ken­ disine sağlayacağı şöhrettir. Geleceğin kapılarını açmada bir anahtar da onlardır. Nitekim, kazandığı ilk ödüller, onu önemli ilişkiler içine so­ kar: Tanıştığı Fransız Akademisi'nin Dekam F. de Neufchateau böyledir; akademinin genel sekreteri Raynouard üstelik bir dram yazarıdır; Toulouse Akademisi'nden olan, kendisinden on dört yaş büyük Guiraud ile Soumet, ilk romantik kuşaktan şairlerdir. Bu başarıların baba üzerinde de bir etkisi olur: Leopold Hu­ go, oğlunun politeknik eğitimi görmesini istiyordu; daha sonra hukuk eğitimini ister oldu. Hugo, bu sonuncusuna isteksizce başlarsa da 1821'de terk eder. Her şeyden önce gelen edebiyat­ tır; yaşamını edebiyattan kazanacağına inanmıştır. Gelişmeler de o doğrultuda olacaktır: Yazarlığının yanı sıra, başka meslekten olanlar vardır. Örneğin Alfred de Vigny asker­ dir; Stephane Mallarme profesördür. Victor Hugo, daha baştan ve sadece yazar olmak için hazırlanır; yazar olmak için de onun çıraklığını yapmalıdır, o da titizlikle yapar bunu. Böylesi bir mesleğin varlığına inandığından, ilerde onun bağımsız örgüt­ lenmesi için çalışacak; sansüre hep karşı çıkacak ve bir gün po­ litikaya atıldığında da, "fikrin işçileri" arasında gururla yerini alacaktır. Victor Hugo, edebiyata önde gelen bir yer verse de, ilk yaz­ dıkları ve yayımladıkları, aşırı bir kralcı duyarlığı da gözler önüne sermektedir: 1819'da, Vendee'lilerin onuruna Vendee 'nin Yazgısı adlı bir neşide yazar Hugo. Şiir, o sırada Veııdee Üstüne adlı bir eseri yayımlanmış olan Chateaubriand'a adanmıştır. 41

,

Onu, siyasal bir hiciv olan Telgraf şiiri izler. Aynı yılın Aralık ayında, iki kardeşiyle beraber, Muhafazakar Edebiyat adlı bir dergi çıkarmaya başlar Hugo.4 Derginin adı, Chateaubriand'ın -1818'de yayımlamaya başladığı- "ultra" de­ nen aşırı sağcıların hizmetindeki Le Conservateur adlı gazeteye bir selamdır aslında. 13 Şubat 1820'de, geleceğin kralı X. Charles'ın oğlu Dük de Berry Opera'dan çıkışta öldürülür. Hugo da, Dük de Berry 'nin Ölümü adlı bir neşide yazar ve dergide de yayımlanır bu. Cha­ teaubriand da şairden, "harika çocuk" diye söz edecektir. Gerçi sonra yalanlayacaktır bunu; ama bu niteleme, kendi adıyla, ağızdan ağıza dolaşıp durur. Söz konusu neşide, güncel ve görece bir anlam da taşısa, şa­ irin mesleği için önemlidir. Kral XVIII. Louis, yazarın içtenliğini ödüllendirmek ister ve tutar 5 00 Franklık bir bağışta bulunur. Hugo'nun şair yeteneğinin ilk maddi karşılığıdır bu. Krallıktan gelen bu yüreklendirme, Hugo'yu, neşidelerle yürüteceği resmf bir şiir çığırı içine de getirip sokar. Muhafazakar Edebiyat'ın yolu da çizilmiştir. . "Harika çocuk", monarşiyi şakıyacaktır! Dergiden, 11 Aralık 1819 ile 31 Mart 1821 tarihleri arasında, otuz sayı çıkar. Çok sayıda yazarın omuz verdiği izlenimi yara­ tılsa da, başyazar Victor Hugo'dur ve yükün ağırlığı da onun sırtındadır; o da, kimi zaman adını koymaz ya da isminin baş harflerini veya başka bir adın baş harflerini kullanır, takma ad­ lar kullandığı da olur. Onun yanı sıra, iki kardeşi, Abel Hugo ile Eugene Hugo ve başka birkaç yazar, dergiye ciddi katkılarda bulunurlar. Daha ilk sayıdaki "Siyasal Toplayıcı" adlı şiir, derginin aşırı kralcı tavrını açıkça belli eder; "ultra", yani aşırı eğilimde politik yayınlara sıkca dokunulacaktır. Tiyatro kroniklerinin yanı sıra, çeşitli eleştiri yazıları (Andre Chenier üstüne, Lamartine'in Düşlemeler' üstüne... ) kaleme alır ve şiirler yayımlar Hugo. Kelime oyunu gibi görünse de, cesur hükümler vermekten kaçınmaz: Chenier'yi "klasikler arasında romantik olarak nitelerken, Lamartine'i de "romantikler arasın­ da klasik" diye adlandırır. Roman konusunda, Walter Scott baş4

42

Söz konusu dergi ve Hugo'nun gelişmesindeki yeri üstüne bkz. Hubert Juin, Vic­ tor Hııgo, cilt 1, Flammarion, Paris, 1980, s. 319-342.

ta olmak üzere birkaç İngiliz romancısı üstünde durulur; Fran­ sız romanı hakkında ise, hiçbir inceleme yoktur. Tiyatro üstüne kroniklerin başı çekmesinden de şu anlaşılmaktadır: Victor Hu­ go, tiyatroya özel bir ilgi göstermektedir ve -belli belirsiz de ol­ sa- bir yenilik arzusu içindedir. Ne var ki, siyasal tavırlarda bü­ yük bir açıklık görülse de, "romantik tartışma"nın henüz adı konmamıştır. Onu, gelecek belirleyecektir. Bu ilk dergiciliğin asıl sağladığı nedir Hugo'ya? Dergi, önce onun edebiyat dünyasına gelip girmekteki açık kararlılığını gösterir. Sonra, daha önce şiir yarışmalarında usta­ laşmış genç yazar, bu kez, gazeteciliğin çeşitli uğraşlarına aşina olur; edebiyat, tiyatro ve sanatsal eleştiriyi öğrenir, romana bile ilk adımını o sıralarda atar. Nitekim, Bug-fargal 'ın ilk biçimiyle yayımlanışı 1820 Haziran'ındadır. Bütün bunlar, onun okuma dünyasını genişletir ve ufkunu zenginleştirir; yeni çekimlerin etkisine sokar. Yaşının üstünde konuşur da olsa, üslubuna daha bir özen gelir girer. Ünlü edebiyat eleştirmeni Sainte-Beuve, Victor Hugo'nun bu çıraklığının gelecek için yararını belirtir ki, haklıdır bunda. Bütün bu gelişmeler içinde, bir önemlisi de şudur ve onu da, Dinde Kayıtsızlık Üstüne Deneme 'nin ünlü yazarı Lamennais be­ lirtir; 1821'de şöyle yazar: "Mösyö Hugo, dini anlıyor ya da şii­ rin tanrısal kapısından -sağa sola sapmadan- giriyor konuya daha çok!" Victor'la Eugene, 1818'de Cordier Pansiyonu'nu terk ettikle­ rinde, anneleriyle birlikte otururlar. Boşanma kararının kesin­ leşmesinin arkasından, ekonomik olsun diye, yeni ama daha küçük bir ev tutmuştur anne. Bir yandan da, oğlunu yüreklen­ dirir durur; edebi çalışmalarında yöntem üstüne iyiden iyiye katkıda bulunur. Bütün bunlar olurken, Leopold Hugo da emekli olmuş ve metresiyle beraber Blois'ya çekilmiştir; 1821'de onunla evlene­ cektir de.. Savaş adamı, emekliliğin keyfini kendini edebiyata vermekle sürer. Daha önceki yıllarda, depremlerin daha az yıkı­ cı olmalarına, deniz suyundan içme suyu elde etmenin çareleri­ ne varıncaya kadar çeşitli konularda kitaplar yazmış olan Leopold Hugo, 1819'da Thionville Kuşatmasının Gü nlüğii nü ya­ yımlar; 1823 yılında da, içinde Victor Hugo'nun yığınla ayrıntı '

43

bulacağı Aııılar'ını çıkarır; 1825 'te de onlara, Tyrol Serüveni adı­ nı verdiği bir roman ekleyecektir. 1819'da, Hugo ailesinin gündemine bir başka sorun da gelip girer: O yılın Nisan'ında, Victor'la Adele, birbirlerini sevdikleri­ ni yüz yüze itiraf etmişlerdir. BİR AŞK ÖYKÜSÜ Güzel bir öyküdür: Leopold Hugo'nun, binbaşıyken çalıştığı dairede zabıt katibi olan bir dostu vardır: Pierre Foucher. Binba­ şıdan sonra o da evlenir bir gün; düğün ziyafetinde hazır bulu­ nan Leopold Hugo da, yeni evlilere mutluluk dilemek için ka­ dehini kaldırır ve "Bir kızınız olsun, benim de bir oğlum olacak, onları evlendiririz; haydi şereflerine içelim!" der. Kuşkusuz, la­ tifedir yaptığı. Garip değil mi, gerçekleşir bu dilek. Binbaşının bir değil, üç oğlu olacaktır, Foucher ai lesinin de Adele adlı bir kızları. Ve bu kız, binbaşının üçüncü oğlu Victor Hugo'nun ön­ ce sevgilisi olacaktır, sonra da eşi. Foucher ailesinden ve kızları Adele'den daha önce söz etmiş­ tik. Hugo ailesiyle Foucher ailesi eskiden beri görüşüyorlardı; Victor'la Adele de çocukken tanıştılar; yolculuklar dolayısıyla ayrılmakla beraber, yine de birlikte büyüdüler. Ve erken uyanan bir aşk oldu onlarınki.5 İlk tutuşturan alevi, Hugo şöyle dile getirecektir:

Giil yanağı değdi dudağıma, ateş içindeyim ... Bu uyanışı ayrıca şöyle de anlatır bir yerde: "Annelerimiz, bahçede beraber oynamamızı söylerlerdi bi­ ze. Biz koşmuyor, geziniyorduk. Onlar oynamamızı tembih et­ tikleri halde, biz oynamıyor konuşuyorduk. Oysa, daha bir yıl önce, koşar, hatta kavga ederdik. Ben elmanın iyisini almak için onunla mücadele eder, bir kuş yuvası için onu döver, ağlatır­ dım; ağlayınca da "oh oldu!" derdim. Sonra annelerimize koşar, birbirimizden yakınırdık. Şimdi, koluma dayanınca, ben gurur 5 Bu aşkın öyküsü üstüne aynca bkz. Pierre Gamarra, Victor Hugo, Editeurs Fran­ çais Reunis, 1971, s. 44-62. Daha da ayrıntılı olarak, Jean-Marc Hovasse, Victor Hugo, cilt 1, Fayard, Paris, 2002, s. 226-237, 254-258.

44

Victor Hugo'nun kolejdeki defterlerinden bir sayfa.

Victor Hugo ile eşi Adele evliliklerinin başında.

ve heyecan duyuyorum. Yavaş yürüyor, yavaş konuşuyoruz. O mendilini yere düşürüyor, ben alıp ona veriyorum. Ellerimiz birbirine değdiğinde titriyor. Küçük kuşlardan, uzakta görünen bir yıldızdan, ağaçların ötesinde güneşin kızıllıklar içinde batı­ şından söz ediyor bana ya da ·pansiyondaki arkadaşlardan, el­ bise ya da kordelalardan. Masum şeyler konuşuyoruz ve ikimiz de kızarıyoruz. Artık genç kız olmuştur o küçük kız ...

"

1818'de Madam Hugo, iki oğlu Eugene ve Victor'la birlikte, akşamları Foucher'lere giderlerdi oturmaya. Eskiden Divanı Harp zabit katibi olan Mösyö Foucher, şimdi daire müdürü idi. Biraz sakat olduğu için salonun bir köşesinde oturur; Madam Foucher ile kızları Adele de bir masanın çevresinde elişleri ya­ parlardı. Misafirlik sırasında pek az konuşulur, geceler tekdüze geçerdi. Ancak Victor Hugo, kendisi için hiç de çekici olmama­ sı gereken bu gece ziyaretlerine, annesiyle birlikte gitmek üzere l:ıerkesten önce hazırlanır ve yolda herkesten daha hızlı yürür­ dü. Orada kaldıkları iki saat içinde, Mösyö Foucher kitabına, ka­ dınlar da ellerindeki işlere dalınca, Victor, Adele'in iri gözlerini, uzun saçlarını, parlak esmer tenini, kırmızı dudaklarını ve pem­ be yanaklarını doya doya seyrederdi. Uzun bir süre böyle geçmiş olmalı. Hugo'nun sevgilisine yazdığı mektupları, sevgilisi özenle sak­ lamış ve sonra da Nişanlıya Mektuplar adıyla yayımlamıştır bun­ ları. Bu mektupların birinden anlıyoruz ki, iki genç, sonunda gö­ nüllerini, 1819 yılının 26 Nisan günü açmışlardır birbirlerine. Şair anlatır o anı:

Seviyordu beni, ben de onu. İkimiz de, Saf iki çocuktuk, iki güzel koku, iki ışık... Victor on yedi, Adele de on altı yaşındadır. Bir an gelir, aileleri de durumdan haberdar olur. Ancak, en­ geller vardır: Başta Madam Hugo karşıdır böyle bir evliliğe. Onun bu tavrında, bir burukluğun da etkisi görülür; çünkü, Ge­ neral Lahorie'nin ölüme mahkum oluşunda, Mösyö Foucher'nin parmağı olduğu kanısındadır. Foucher ailesi ise, daha çok genç Hugo'nun tuttuğu yola güvenle bakmaz; edebiyat, geçim kay­ nağı olarak ne sağlayabilirdi ki bir evliliğe! Ayrıca halihazır du­ rumda her iki taraf da parasızdır. Böylece, ilerde evlenmeleri 47

olasılığının da şimdiden önüne geçmeye karar verilit ve gençle­ rin ilişkilerine yasak konulur. Bir uzun on ay göremeyecektir sevdiğini. Hugo'nun çok para kazanması gerekir bu evlilik için. Çalışmalarını ona göre sürdürür o da. Ne var ki, bir büyük acıyla sarsılır o sıralar:

1821 yazının baş­

larında, anneciği birden hastalanır ve oğullarının kollarında ölür. Annesini taparcasına seven Victor için ağır bir darbedir bu. Onun sevgisi ve şefkati içinde büyümüştür; çalışmalarında da ondan destek görmüştür hep. Kendisindeki yeteneği fark edip üzerinde işleyen annesi olduğu gibi, fikir dünyasındaki ilk büyük etki de ondan geliyordu. Hugo, çalışmaya dalarak yenmek ister acısını. Ne var ki, hiç unutamayacaktır annesini:

Ey ana aşkı! O hiçbir şeyin unutturamadığı! Bir tanrının bölüştürüp çoğalttığı büyülü ekmek! Hep kurulu sofrası baba ocağının! Herkesin payı olaıı, lıerkesiıı her şeye sahipliği! Annesinin ölümünden sonra, oturduğu daireyi değiştirmiş, bir tavan arasında yapayalnız yaşamaya başlamıştır. Babası, yıl­ lardır metres olarak yaşadığı Catherine Thomas'la evlenmiştir o sırada. Hugo, babasının bağladığı güdük bir aylığa, yazılarından kazandığı sınırlı bir parayı da ekleyerek yaşamını sürdürmekte­ dir. Ününü yaymak ve güçlendirmek, evliliğinin karşısına dikilen en önemli engeli, parasızlık engelini ortadan kaldırmak için, öle­ siye çalışmaktadır. Bir yumurta ile yemeğinden kalkar, gezinir, düşlere dalar, odasına kapanır ve çalışır. yaşlılığında yazacağı

O sıralardaki yaşamını,

Sefiller adlı dev eserde, "Marius" adlı kahra­

manın kişiliğinde olanca canlılığıyla dile getirecektir:

"Marius, o dönemde, pek siyah gür saçları, yüksek ve zeki bir alnı, açık ve tutkulu burun delikleri, samimi ve sakin tavrı ile, orta boylu, genç ve güzel bir erkekti; çehresinde, nereden geldiği bilinmeyen bir yücelik, düşünceli ve masum bir hal var­ dı . Yüz hatlarında, Alsace ve Lorraine yoluyla Fransız çehresi­ ne de gelip girmiş olan o Germen tatlılığı okunuyordu. Davra­ nışları ihtiyatlı, soğuk, ağırbaşlı, biraz kapalı idi. Hoşa gider bir ağzı vardı; dünyanın en kırmızı dudakları ve en beyaz dişleri ondaydı; gülümsemesi, çehresindeki bütün ciddiliği hafifleti-

48

yordu. Kimi anlarda, bu temiz alınla şehvetli gülümseyiş ara­ sında garip bir zıtlık beliriyordu. Gözleri küçüktü Marius'un, ama büyük büyük bakıyordu." O Marius, gerçekten bir yerde Hugo'dur; gençliğidir onun. Ne var ki, görece yoksulluğunu asla umursamaz; çünkü sev­ mekte ve sevilmektedir; Adele'e nişanlısı gibi bakma izni de çık­ mışhr. Onunla mektuplaşmaktadır da . . . Dergi işleri d e sürmektedir. Günden güne çoğalan dostlarını ve kendini beğenenleri ziya­ ret etmektedir. O sırada tutar, krallık yandaşlarının kurduğu "Bonnes Lettres" Demeği'ne, kardeşi Abel'le girer. Dönemin çok önemli kişileriyle tanışacakhr orada; derneğin haftada bir kez ya­ pılan toplanhlarında şiirlerini okuyacak ve takdir toplayacaktır.

1822 yılıdır, Victor Hugo yirmi yaşındadır ve ilk şiir kitabını yayınlar:

Övgüler ve Çeşitli Şiirler' dir

(Odes et poesies diverses)

adı. Kitabını Adele'e ithaf eder. Bunlar, çoğu daha önce yayım­ lanmış şiirlerdir ve Chateaubriand ile Lemannais'nin çömezi, tahtla mihrabı kutsamaktadır onlarda; biçem olarak da klasik­ tirler. Ne var ki şair, kitabına bir önsöz eklemiştir ve önemli şey­ ler söylemektedir: "Edebiyatçının niyeti" ile "siyasal niyet" ara­ sında bir bağlılık kurarak, şairlerin genel sorunlarla ilgilenmek­ te yetkili olduklarını anlahr gibidir; "gerçek dünyanın altında" bir "ideal dünya"nın varlığından söz edip onu da sadece şairin dile getirebileceğini belirtmektedir. Onlara eklediği bir ünlü for­ mül de şudur: "Şiir, fikirlerin biçimlerinde değildir, bizzat fikir­ lerdedir o. Şiir, içtenlik adına ne ki var, odur!". Kitap, kralın da dikkatini çeker ve krallığına ait parçalardan pek hoşnut kaldığı için, özel hazinesinden yılda

1 .000 Frank bağlahr şaire; bir yıl

sonra, bu miktarı daha da artıracaktır. Gelecek için önemli bir maddi destektir bu! Ayrıca, kitap da iyi satar ve yeniden basılır. Eserinin uyandırdığı ilginin dışında bir başka olay da genç Victor'u ilgi odağı yapar: Edouard Delon, Feuillantines'den kü­ çüklük arkadaşıdır. Bir on yıllık ayrılıktan sonra,

1821 Aralık'ın­

da bir gün yeniden karşılaşır ve sarmaş dolaş olurlar. Çok geç­ mez,

22 Aralık'ta hükümet, Delon' dan bilinen bir cumhuriyetçi

komployu açığa vurur. Delon, polisin eline geçmeden kaçmayı

başarmıştır. Genç Victor da, polis farkına varmaz sanıp, ölüme

49

mahkum edileceği açık olan Delon'un annesine şu mektubu ya­ zar ve gönderir: "Oğlunuzla aramda düşünce ve görüş ayrılığı vardır. Eğer, odamda saklanırsa, kimse orada bulunacağını dü­ şünemeyecektir. Gelsin, ben kendisini saklayayım". Bir anayı avutmak için yazılan mektubu Madam Delon, polisin tuzağı · olarak karşılar; ne var ki, mektup postanede polisin eline de ge­ çer. Victor Hugo'nun, krallık karşıtı bir mahkumu saklamak is­ temesi, elbette heyecan uyandırır hükümet çevresinde ve krala kadar gider mektup. Hükümdarın kızgınlığa kapılacağı sanılır­ ken, ince ruhlu bir kişi olan XVIII. Louis, tersine duygulanır

mektuptan ve "Bu mert delikanlıyla ilk fırsatta ödenek bağlan­ masını emrediyorum" der. Asılmak için aranan genç de, vaftiz babası General Lahorie'yi

vaktiyle tutuklattırıp kurşuna dizilmesine neden olan adamın oğlu "Delon"dur. Hugo, aynı zamanda böylesi bir aile düşmanı­ nı da korumuş oluyordu. Kraldan aldığı ödenek ile sanatından kazandığı para, evliliği­ nin karşısına dikilen engelleri bir ölçüde kaldırmıştır. Hugo, bir gün kalkar, Paris'ten Dreux'ye kadar yürüyerek gider. Kendisin­ den uzaklaştırmak için, Adele'i oraya götürmüştür ana babası. Pa­ halı olduğu için arabaya binememiş ve yaya gitmiştir. Bu ünlü genç aşığın o kadar yolu yürümesi, duygulandırır aileyi. Onu gü­ ler yüzle karşılarlar ve kızlarını vereceklerini de vaat ederler. Hugo, muradına ermiştir. Yıllardan beri sevişen ve uzun ayrılık yılları geçiren iki genç, 12 Ekim 1822'de evlenirler. Evlenme töreni, bir yıl kadar önce annenin sonsuzluğa uğurlandığı kilisede olur. Baba Leopold Hugo törene katılmaz. Victor Hugo'nun iki tanığı vardır: Okul­ dan dostu olan Biscarrat, bir de ünlü şair Alfred de Vigny. İlk mutluluk günlerini zehirleyen bir olay da olur: Kendinden bir yaş büyük olan kardeşi Eugene Hugo, hüzünlü ve insandan kaçan bir yaradılıştaydı; çalışmalar, aile yaşamındaki bozukluk­ lar, hele hele ana baba arasındaki geçimsizlikler, onun bu yanını daha da etkilemiş olmalı. Son birkaç aydır aklından rahatsız ol­ duğuna ilişkin belirtiler gösteriyordu. Victor'un düğün yemeğin­ de ve misafirlerin sevinci arasında yersiz şeyler söylemiş ve tuhaf sesler çıkarmıştı. Ertesi günü, şiddetli bir bunalım geçirir. Belli ki, o da sevmiştir Adele'i ve kardeşinin evliliği üzerine, zaten sarsıl­ mış olan akıl dengesini bütünüyle yitirmiştir. İster istemez, akıl hastanesine yatırırlar; orada on beş yıl kalacaktır zavallı Eugene. Ve orada ölecektir.

50

III YENİ UFUKLARA DOGRU

Herkes gibi, Victor Hugo da, edebiyata geleneksel kapıdan girer ve çok geçmeden yeni ufuklara doğrulur; adımları da git­ gide sıklaşır. İlk yıllar, ister istemez "çıraklık yılları"dır. Bir an gelir ki, edebiyatta çığır açmış bir usta olarak yoluna devam edecektir. "Romantizmin en güçlü başı"dır . . . SIKLAŞAN ADIMLAR Okurlara, o yılların tarihsel tablosunu bir kez daha çizmekte yarar var: Napoleon'un Waterloo'daki yenilgisinden sonra, kral­ lık bir kez daha gelmiştir Fransa'ya. Eski durumun yeniden ku­ rulması anlamına "Restorasyon" dönemi başlamışhr; ve bütün Avrupa'da, devrim yönündeki hareketleri ezmek amacıyla -halklarına karşın- egemenliklerini sürdüren hükümdarların gerici birliğidir söz sahibi: Adı da, "Kutsal Bağlaşma" anlamına, "Mukaddes İttifak"! Karşı-drevrimci düşüncenin ağır bastığı yıllardır o yıllar.

Gerçekten, XIX. yüzyılın başlarında, gerici yazarlar Fransız Devrimi'ne karşı şiddetli bir savaş açmışlardır: Feodal düzeni ve resmi sınıflarını savunuyor, onların "restorasyon"unu istiyor, okullarda doğal bilim ve tarih okutulmasının yasaklanmasını öneriyorlardı. Öte yandan, devrimci düşünce de edebiyatta yankısını buluyordu. Örneğin, Fransız Devrimi'nin özgürlükçü düşünceleri, dünyanın en büyük şairlerinden birinin ünlü ese­ rinde, Goethe'nin Faust'unda yansır. Bilgiye doymazlığı, doğa­ nın gizli yasalarına nüfuz etmeye çabalayan insan düşüncesinin gözüpekliğini dile getiren bu eser, o yasaların gizemini çözebi­ lecek tek güce, mantığa inancı savunur. Ne diyordu Faust?

Evet, erdemin en sonuncusu bu söze, İşte inançla bağlıyorum öz varlığımı. Yaşama da, özgürlüğe de bir o yaraşır, Her gün onlara adar kendini çünkü . . . 51

Goethe, Faust 'unda insan emeğine övgüler düzer; insanlığın ilerlemesinin temelinde insan emeği vardır ona göre. Faust bize, toplumların değişimine yığınların katılması karşısında, zengin sınıfların duyduğu duraksama ve korkuları sergiler. Bağlaşıklarının süngüleri sayesinde Fransa'ya dönebilmiş olan XVIII. Louis, soylular ve rahipler, Devrim sırasında ellerin­ den alınan topraklara yeniden sahip olmak ve köylüleri feodal yükümlülükler altına sokmak amacındadırlar; bunlardır her şeyden önce istedikleri. "Ne bir şey unutmuşlardır, ne bir şey öğrenmişlerdir." Tam bir kin ve körlük içindedirler özetle. Öyle de olsa, Fransa'da sanayi ve ticaret hızla gelişmektedir: Burjuvazinin zenginliği, giderek etkisi artmaktadır; işçilerin sa­ yısı büyük ölçüde çoğalmıştır. Artık XVIII. Louis, ne Devrimden önceki rejimi, ne de feodal ayrıcalıkları geri getirebilir; bunun ·

gibi, ne resmi sınıfları, ne de kralın mutlak iktidarını kurabilir yeniden. Anayasayı onaylamak zorunda kalır. Devrim sırasında alınan topraklar da, çoğu küçük köylü olan yeni sahiplerinde kalır. Ne var ki, 1824 yılında öldüğünde, çok gerilere savrula­ caktır rejim: Çünkü, yerine geçecek kardeşi X. Charles düpedüz bir gericidir ve öç alma duygularıyla kıvranmaktadır. "Göçmen­ ler kralı"dır adı. Devrimin el koyduğu toprakların eski sahiple­ rine ödenmek üzere, bir milyon Franklık bir tazminat kanunu çıkarmakta duraksamayacaktır. Hugo, ilk şiir kitabını yayınladıktan sônra, yeni eserler hazır­ lamak amacıyla, ölesiye bir çalışmaya dalar yeniden. Kraldan ödenek almaktadır ama yetmemektedir bu ve ekonomi kaygı­ sıyla kayınpederinin evinde oturmaktadır. Para kazanmak için çok çalışması gerekir. Adımlarını sıklaştırmalıdır. Arka arkaya eserler yayımlamaya başlar. Victor Hugo, edebiyata geleneksel kapıdan gelip girmişti; nazımda da nesirde de, yeni ufuklara doğrulacaktır gitgide.1 Yeni birkaç şiiri "Bonnes-Lettres" Derneği'nde okunarak ve 1 Bu gelişmeler için bkz. J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 1 6-38; Jean-Ma­ rc Hovasse, Victor Hugo, cilt 1, Paris, 2002, s. 259-368. Aynca Pierre Gamarra, Vic­ tor Hugo, Editeurs Français Reunis, Paris, 1971, s. 63-84.

52

gazetelerde basılarak büyük etki yapar. İlk şiir kitabının -15.000 nüsha olan- birinci basınu tükendiği için, ikinci basımını çıkartır . . Eserin adı, yalnızca

Övgüler' dir

(Odes) artık.

Bu arada, evlenmeden önceki karamsar duyguların etkisi al­ tında başlayıp yürümüş olan romanını, İzlandalı Han 'ı (Han d'Is­ lande) noktalar ve -kendi adını koymadan- 1823'de yayımlar. İlk romanıdır bu sanatçının. XVII. yüzyılda Norveç'te geçen, bir ucu da Danimarka Sara­ yı'na uzanan bir çerçevede, kan dökücü bir haydudun halka dehşet saçan serüvenlerini anlatır eser; bir ayının desteklediği bodur Han'ın dışında, ölüler muhafızı, dev bir cellat, başka ca­ navarlar ve acayip yaratıklar birbirleriyle boğuşup dururlar. Hemen her şey, üstelik efsanelere bürünmüştür. İngiltere'de do­ ğup o sıralarda -Charles Nodier'nin öncülüğüyle- moda olan "kara roman" denen bir türün örneğidir ortadaki. Eser, şairin kendi dışında ve zamanından kopuk değildir: Kö­ tümserlikten başlayarak, Hugo'nun kendi yaşamı ve dönemi ile ilgili yığınla gelişme, romandaki entrikayı açıklar haldedir; hat­ ta, eserdeki tek insansal olgu, Ethel'le Ordener arasındaki aşk da, Victor'la Adele'in aşkını hatırlahr gibidir. Daha ileri giderek de­ nebilir ki, "iyi" ile "kötü"nün sürekli mücadelesinin ortaya çıkar­ dığı zıtlıklar ve gerilim, Hugo'ya özgü bir bakışın ilk örneğidir; ve bu haliyle roman, romantizmin ilk habercilerinden biridir. Kitabın olsa olsa tek eksiği, gençlik eseri olmasıdır. Öyle de olsa ilgi uyandırır. İlk eleştirilerden biri Lamartine'indir ve şöyle " der: "Ben de eseri pek şiddetli buluyorum; paletinizi yumuşatı­ nız; düşleme, lyr denen çalgı gibi, fikri okşamalıdır; pek sert vu­ ruyorsunuz. Gelecekte işinize yarasın diye söylüyorum bunu." Klasik sanat yanlıları ise insafsızca konuşurlar. Şairin o zamana değin, kişisel olarak henüz tanışmadığı Charles Nodier, "canlı, pitoresk, hareketli ve gerilimli" deyip Hugo'yu savunur. Hugo'yla yayımcısı arasında da tartışmalar olur. Hugo, eserin yeni basımlarına eklediği yeni önsözlerle de, kimi eksiklerini kabullenirken kimi düşünceler ileri sürer. Bü­ tün bunlar, yazarın ününü de artırmaktadır. Hugo, kendisini sa­ vunduğu için, Charles Nodier'ye bir teşekkür ziyareti yapacak­ tır ve iki yazar arasında dostluk başlayacaktır. Bu dostlukla, ilk romantik çevre de doğmuş olur. Hugo, özel yaşamında her türlü maddi kaygıdan kurtulmuş­ tur. Çünkü,

İzlandalı Han

'

ın yayınlanışından birkaç hafta sonra, 53

XVIII. Louis, şaire, 2.000 Frank tutarında yıllık bir ödenek veril­ mesini emretmiştir. İlk 1 .000 Franklık ödenekle 3.000'e çıkan bu miktar, o yıllarda hayli önemli bir gelirdir. İzlandalı Han 'ın ikin­ ci basımı da bir şeyler getirir. Hugo, kayınpederinin evinden ay­ rılır, genç evliler yeni bir ev tutarlar. Hugo'nun evliliğinden bir yıl sonra bir oğlu olmuştu. Zayıf ve geri zekalı bu çocuk, üç ay yaşayabilmişti ancak. Onun ölü­ münden bir yıl sonra, kızı Leopoldine dünyaya gelir. Bu arada şair, babası General Hugo ve üvey annesiyle de barışmıştır. Her yönden mutlu bir yaşamı vardır artık. Hugo'nun hemen hemen yalnız başına yayınlamakta olduğu Muhafazakar Edebiyat dergisi, 1 821 Mart'ında Edebiyat ve Sanat Yıllığı adlı bir başka dergiyle birleşir. O derginin yazarları ise, Charles Nodier ile arkadaşlarıdır. Ne var ki, Hugo'yu önder ola­ rak gören yeni kuşak, kendi görüşlerini çeşitli gazete ve dergi­ lerdeki saldırılara karşı savunmak için başlı başına bir dergiye gerek duymaktadır. Böyle bir dergiyi, 1823'te, La Muse Française adıyla, şair Ale­ xandre Soumet kurar. Yayıncı, derginin başarısını sağlamak için, Victor Hugo'nun da katıldığım önemle duyurur. Hugo, fazla olmamakla beraber, çeşitli şiirler ve yazılar yayımlar bu dergide. Dergi, klasik edebiyata karşı fazla iddialı ve kavgacı ol­ mamakla birlikte, doğmakta olan romantizmin bir organı olup çıkar çabucak; bu görünüşüyle de, Fransız Akademisi'nin hoşu­ na gitmemektedir ve yazı kurulu başkanı olan Soumet, Akade­ miye kabul edilmesi için başvurunca, seçilmesinin baş koşulu olarak dergiyi kapatması önerilir kendisine. O da, derginin baş­ lıca yazarlarından biri olan Emile Deschamps'la beraber, göz göre göre çekip gider; dergi de çöker. Derginin kapanışından birkaç gün sonra, Soumet Akademiye seçilir. Dergi, bir yıl yaşasa ve uslu ve ılımlı bir yürüyüş içinde olsa da, klasik edebiyat yanlılarıyla yeni bir edebiyat isteyen genç kuşak arasında bir bölünüşe de yol açmıştır. Bu sonuncular git­ gide daha radikal tavra bürünecek ve Globe dergisi aracılığıyla liberallerce de destekleneceklerdir. Klasiklerle romantikler arasında kavga ete kemiğe bürün­ mektedir. Victor Hugo, 1824'te, Yeni Öugüler (Nouvelles Odes) adlı bir manzum eser daha yayımlar. Çoğu Adele'den esinlenmiş şiir54

!erdir bunlar. İlkinden daha fazla ilgi uyandırır kitap ve klasik­ lerle romantikler arasında açık bir tartışmaya yol açar. Le Jourııal des debats 'dan gelen -romantizm adına- eleştirilere, genç şair, uzun ve güçlü yanıtlar verir. Ne var ki, yazar, eserinin önsözün­ de, romantizme açıkça bağlanmanın uzağında durur ve şöyle der: "Her şeyde olduğu gibi edebiyatta da sadece iyi ile kötü, güzelle biçimsiz, gerçekle sahte vardır. Şair de, yolu göstermek için, bir ışık gibi, halkların önünde yürümelidir". Yayın dünya­ sında eseri ve kendisi için yankılar yapar bütün bunlar, şöhreti­ ni daha çok artırır. 1824 Eylül'ünde kral XVIII. Louis ölür. Victor Hugo, bir şiir­ le kendisini anar. 1825 Nisan'ında da, yeni kral X. Charles, onunla Lamartine'e "Legion d'honneur" nişamnı verir; ve ikisini de, Reims'e, taç giyme törenine çağırır. Yirmi üç yaşındaki bir genç için çarpıcı bir ödüllendiriliştir bu! Genç Hugo da, beraberinde Charles Nodier ve birkaç sanat­ çıyla, 26 Mayıs günü Reims'e varır. Gotik mimarlık karşısında hayran kalır. Nodier, bir gün de ona Shakespeare'i tamtacaktır; romantik tiyatronun yeni kurallarını tanımlamada büyük etkisi olacaktır bu tanışmanın. Reims'te hazır olmayan Lamartine'in tören için yazdığı şiiri kral beğenmez; Hugo'nun -Haziran' da çıkan- Taç Giyme Töreni­ ne Övgü (Ode de Sacre) adlı şiiri ise büyük yankılar yapar. Kral, bizzat da kendisini kabul eder ve şiirinin krallık basımevince yeniden basılması için emir verir. Bir şey daha yapar kral: Şairin babası General Hugo'ya ordularının fahri korgeneralliği rütbe­ sini verir. Aym yılın yazında, Hugo'lar, Nodier'ler ailecek ve bir de res­ sam Gue Alplerde bir geziye çıkarlar. Mont-Blanc ve Chamoııny Vadisine Doğru Şiirsel ve Pitoresk Bir Gezi adlı ortaklaşa kitap için bir yayıncının düzenlediği bir gezidir bu: Nodier esas metni ya­ zacak, Hugo dört övgü ekleyecek ve Gue de resimleyecektir ese­ ri. Yayıncının iflası ile kitap çıkmaz. Victor Hugo ise, Fransa 'da Anıtların Yıkılması Üstüne adını verdiği bir metinde, ilk kez ta­ rihsel mirasın korunması üstüne fikirlerini dile getirir. Ertesi yıl, 1826'da, biri nesir öteki nazım türünde iki eser ya­ yımlar Hugo: Nesir olanı Bug-Jargal adında bir romandır ki, San Domingo'da, Siyahilerin Fransızlara karşı bir başkaldırı sırasın­ da geçen bir olayı anlatır. Yeniyetme iken yayımladığı (1818) bir öykü, bu kez romanlaşmıştır. Beyaz sömürgecilere karşı bir 55

ayaklanmanın başım çeken bir siyahi köle, yanında çalıştığı ve gizliden gizliye de sevdiği kadını kurtarmak için kendini feda eder ve kadını nişanlısına bırakır. Karmaşık bir psikolojinin us­ taca dile getirilişidir eser. Manzum olanı ise, Övgüler ve Türküler (Odes et Ballades) adını taşımaktadır. İlk şiirlerinin tam bir toplamıdır bu. Kitap, şairin düşüncelerinde bir köklü değişikliğin habercisidir aslın­ da. Hugo, henüz klasizme yakın durmakla birlikte, romantiz­ me de eğilim göstermektedir. Şövalyeler, kalele.r, kral hizmet­ çileri düşlemekte; ve özellikle, kendini acayipliğe kaptırarak, halk arasındaki geleneklere aşık olmakta ve Alman romantik­ leri gibi, yıkık köyleri periler, büyücüler ve devlerle doldur­ maktadır. Sainte-Beuve, Globe dergisinde güzel bir eleştiri ya­ zısıyla eseri değerlendirir ve Hugo'nun gücünü ortaya koyar; bir yerinde şunları da söyler: "Şairin tek modeli vardır, doğa; tek yol göstericisi, gerçek!". O yazının bir önemi de şurada ki, edebiyata eleştiri türünü getirirken, Hugo ile Sainte-Beuve'ün dostluğunu da başlatır. O yılın sonlarında bir oğlu olacaktır şairin ve kralın adını ko­ yacaktır. Hugo'nun şiirdeki ustalığı, son kitabıyla artık büsbütün orta­ ya çıkmıştır. Sanatı kişilik kazanırken, siyasal görüşlerinde de gelişmeler başlar, giderek de değişmeler. Koyu bir krallık yanlı­ sı değildir artık; özgürlükten yanadır gitgide. Ve Napoleon'a karşı duyguları da değişmektedir. Aslında babasıyla barıştıktan sonra, ondan Napoleon'la ilgili menkıbeleri dinlemiş ve çocuk­ luğunda etkisi altında bulunduğu annesinin krallık lehindeki telkinlerinden kurtulup, babasının görüşlerini daha ılımlı gör­ meye başlamıştır. O sırada, Hugo'nun Napoleon'un zaferleri hakkındaki he­ yecanını ortaya koyacak bir olay da olur: Avusturyalılar, Na­ poleon'un düşüşünü onaylayan Paris Antlaşması'na, İmpara­ torun Fransız mareşallerine verdiği ve Avusturya İmparator­ luğu'nun bazı birliklerine ait kimi soyluluk unvanlarının kal­ dırılması ile ilgili bir maddeyi de koydurmuşlardır. Ancak, bu maddeye uyulmuyordu. Bir gün Avusturya elçisi, hükümetin­ den aldığı talimat üzerine, bir gösteride, dört Fransız mareşa­ linin soyluluk unvanlarını zikretmez. Yaptığı, antlaşmaya uy­ gun da olsa Fransız halkını öfkelendirir. Hugo, Veııdôme Ala­ nındaki Sütuna Övgü (Ode a la colonne de la place Vendôme) 56

adını taşıyan uzunca bir şiir yazar. Şiir, fournal des Debats 'da yayınlanır ve olağanüstü bir coşku uyandırır ülkede. Hugo, bu şiirinde Fransızların kahramanlıklarını sayıp dök­ mekte; Fransız ordularının bütün dünyayı sarstığını, Fransız bayraklarını bütün başkentlerin yollarını ezbere bildiğini ve da- . ha dün Avrupa'nın Fransa'ya esir olduğunu anlatmakta ve şöy­ le demektedir:

İki Fransız tepelemiştir tacını Avusturya ' nın. Alman akbabasının alnında, iki şeyi gösterir tarilı; Charlenıagne'ın pabucuyla Napoleon 'un malınıuzunu. Rübabının destan telleri titremiştir belli ki! İlk kez, geniş kanat darbeleri onu, yürünmüş yollardan uzakta, dostlarının bile kendisini izleyemeyecekleri bölgelere sürükleyip götürmüştür. Bu şiir ve uyandırdığı coşku, yabancıların desteğiyle tahta çıkmış olan Bourbons Hanedanı'nın hoşuna gitmez doğallık­ la. Ancak, Hugo'nun adını, o güne değin kendisini tanımamış olan halk tabakalarına duyurmuş ve sevdirmiştir. Özgürlük­ ten yana olanlar, o andan başlayarak, Hugo'yu kendilerinin yeni bir bağlaşığı olarak görebildikleri gibi, edebiyattan anla­ yanlar da onu, yenilikçi bir şair diye selamlarlar. Napoleon'un zaferlerinin dile getirilmesi, İmparatorluğa bağlı eski kralların da Hugo'ya sevgi duymalarına yol açar. Nitekim, bu olaydan birkaç yıl sonra, eski İspanya kralı Joseph Napoleon, Hugo ile ilişki kuracak ve kardeşinin anılarını içeren gizli belgeleri ve­ recektir ona. 1827 yılı, Victor Hugo'nun edebi yaşamı için pek önemlidir; o yıl, Cromwell adlı dramını yayımlar. Ancak, o konuya geçme­ den önce, bir parantez açıp, bir öncü olarak Charles Nodier'den (1780-1844) ve romantizm tarihi için pek önemli olan ünlü salo­ nundan söz etmeliyiz okurlara. BİR ÖNCÜ: CHARLES NODIER VE SALONU Edebi ya da siyasal görüşler, tutucu ya da yenilikçi eğilimler, sadece basında, şiir ya da romanda dile getirilmez; mücadele, ön­ ce sözlüdür ve salonlarla küçük toplantıların yorulmak bilmez 57

tarhşmalarında ete kemiğe bürünür; yenilik arkasındaki gençler ve daha az genç aydın ve sanatçılar oralara dağılmışlardır. Romantizmin doğuşunda da önce o çevreler rol oynadılar. İçlerinden kimisi, mücadeleci olmaktan çok, canlandırıcı, yü­ reklendirici oldu: Profesör ve sanat eleştirmeni Jean-Etienne De­ lecluze (1781-1863) böyledir. Gazetesi vardır. Gençleri dinleyip yönlendirmekte bilgi ve yetenek sahibidir. Başta Merimee ve dostları olmak üzere, onun salonunu ziyaret ederler. Ama daha toplayıcı ve sıcak olanı ise, Charles Nodier'dir ve onun salonudur.2 Bu yazarın yaşamöyküsü alabildiğine gözardı edilmiştir; ama kısa da olsa üstünde durmamız gerekiyor. Çoğu romantik­ lerle kıyaslanırsa, ileri bir yaştadır Nodier: Victor Hugo gibi Be­ sançon'da doğmuştur, ama 1780'de. Demek ki, yirmi küsur yıl­ lık bir yaş farkı var aralarında! Ana babasının da etkisiyle, yeni fikirlere kendisini erkenden vermiş, Devrim'e katılmış, onu ve dehşetlerini çok yakından görüp tanımıştır. Örneğin eserinde bize "giyotin saplantısı"nın ne demek olduğunu da anlatacaktır. Edebi ve fikri çalışmaları çok erkenden gün ışığına çıkar Charles Nodier'nin: Kendim adlı özyaşamını anlattığı, ama basıl­ madan kalmış bir romanın (1797) arkasından, Stella'yı yayımlar (1802); başucu kitaplarından biri olan -Goethe'nin- Werther tar­ zında bir romandır bu. Sonra Napoleon'a karşı bir kitabı çıka­ caktır: Onun yönetiminin karşısındadır ve hapislere girip ç:ka­ caktır o yüzden (1803). Uğradığı iki büyük yasın darbesinin ar­ kasından, yazar, ölüme ve ölüm sonrasına büyük yer ayıracak­ tır: Salzbourg Ressamı (1803), Üzgünler (1806), Manastır Düşünce­ leri (1806), bu ruh haletiyle yazılmışlardır. Evliliğe ve aile yaşa­ mına karışıp sükunet bulmadan önce, Nodier, "yüzyılın sancı­ sı"nı duyup da edebiyatta kendilerine ona göre yol açmak iste­ yen ilk kuşağın paramparça yaşamını yakından gördü ve kendi nefsinde de yaşadı. Tarihsel çalkantıyı görmüş ve kişisel bir deneyimden de geç­ miş olan bu insan, 1820 yıllarının romantik gençleri için, bir ta­ nık olduğu kadar bir öncüdür de. Dahası, edebi etkinliği, bir sö2 Charles Nodier için bkz. Marguerite Henry-Rosier, La Vie de Charles Nodier, Galli­ mard, Paris, 1931; Hubert Juin, C/ıarles Nodier, Ed. Seghers, Paris, 1970. Daha da özellikle, Pierre-Georges Castex, Le Conte fantastiqııe de Nodier iı Maııpassant, Ed. Jo­ se Corti, Paris, 1962.

58

nükleşmenin arkasından, iki fantastik öykünün yayımlanışıyla yeniden rayına oturur: Bu iki öykü de, Smarra (1821 ) ile Trilby' dir (1822). Birincisinde, okurlar, karabasanlı bir dünya ile karşılaşır­ ken (öykünün kahramanı, düşünde kendi idamında bulunur); ikincisinde, bir peri masalının ince dokulu havasında bir aşk acı­ sıyla yüz yüze gelirler. Bu sonuncusunda, İskoçyalı bir genç kız, evindeki ocağın alevlerinden doğan bir cini aşık eder kendisine. Nodier bu iki eseriyle, bir yirmi yıl, Fransız öykücülerinin dev sanatçılarından biri olarak saydıracakhr kendisini. Son olarak, genç hayranlarının bu insanı izlemelerinde bir başka neden daha vardır: Nodier 1824'te, Paris'te Arsenal'de, Kont d'Artois'nın özel kitaplığının müdürü olunca, neredeyse bütün Fransa'nın en güzel eserlerini bir araya getiren bir zengin­ lik de elinin altına konmuş oluyordu; ayrıca kendisi de bir kitap tutkunuydu. Neler yapılmazdı ki edebiyatta bunlarla! 1823-1829 yılları, Nodier ve toplum için önemlidir: Walter Scott ve İngiliz gotik romanın bir hayranı olarak yazdığı öykü­ ler, hayale ve serüvene ayırdığı yer bakımından bir "düşe çağ­ rı"dır; romantik sanahn çekici örnekleridir hepsi de. Bir edebi çı­ ğır açıp başına geçemezdi; ama düşüncesi ve kişiliğinin ortaya koyduğu örnek, çağdaşlarının edebi ufkunu genişleterek "ro­ mantizme çağrı"da bulunma imkanını sağlıyordu. Bunu, açtığı salonla, daha da etkili olarak yapar. Konuşmacılığı, sohbeti, sırdaşlığı, herkese açık oluşu, üstelik salonun perisi olup çıkacak olan güzel bir kızın babası sıfatıyla, bir beş yıl kadar, Paris'te edebi yaşamın bir odak noktası haline gelir. Her pazar toplantılarının devamcıları arasında şairlere rastlanır (Hugo, Vigny, Soumet, Guiraud, Deschamps, sonra Gautier, Musset, Nerval, Lamartine); oyun yazarları (Merimee, Dumas), romancılar (Latouche, Balzac), eleştirmenler (Sainte­ Beuve), sanatçılar (Delacroix, Deveria, David d'Angers), görü­ lür. Bu arada, Franz Liszt gibi müzik ustaları ... Bütün bu tanık­ lar, söz konusu toplantıları bir dostluk ve hoşgörü yuvası olarak değerlendirmişlerdir. Romantizmin iklimi diyebileceğimiz şey, işte bu yuvada ete kemiğe büründü. O salona ilişkin kimi ayrıntılar da var elimizde.3 3 Bkz. Claude Aziza, "Une soiree chez Nodier", L'Histoire, 2002, sy. 261, s. 48-49.

59

. . . Her pazar toplantısı, kimi samimi dostları bir araya getiren bir akşam yemeğiyle, saat altıda başlıyordu; rastlantıya bağlı olarak bir ya da iki davetli de oluyordu, ayrıca kim ki ister geli­ yordu. Bir tek kural vardı: On üçüncü olunmamalıydı. Böyle bir halde ise, zavallı on üçüncü ayrı küçük bir masaya oturuyor, bir on dördüncünün gelişiyle yalnızlıktan kurtuluyordu. Herkesin kendi ayrı yeri vardı: Alexandre Dumas, Madam Nodier ile kızı Marie Nodier'nin arasında oturuyor ve sohbet ediliyordu. Ya da daha çok Charles Nodier konuşuyordu. Dur dinlenmesi yoktu konuşurken. Dumas'ya göre, "Bir W alter Scott'la Perrault'ün ikisi birdendi". Dumas'nın kendisi de pek parlak bir konuşmacıydı; "Şairle çatışan bir bilgin, imgelemle mücadele içindeki bellekti." Böylece, akşam yemeği faslı son buluyordu ve kahve sırasın­ da, Dumas'nın kahve içme adeti olmadığından, Madam Nodier salona geçerken ona eşlik ediyordu; bir sandalyenin üstüne çık­ madan avizeyi yakabilecek sadece o vardı! Işıklar yanınca da, beyaz duvar döşemeleri, XV. Louis tarzı takımlar, kırmızı ku­ maşla kaplı bir kanepe ve onunla aynı renkte bir düzüne koltuk ve perdeler, bütün güzellikleriyle ortaya çıkıyordu. Duvarlarda Nodier'nin bir portresi ile, ressam Ragnier'nin Alplerden bir gö­ rünümü asılıydı. Kral IV. Henri'nin bir heykeli ile Victor Hu­ go'nun bir büstü de görülenler arasındaydı. Böylece, genç şair Hugo'nun ünlü salonda neredeyse resmi bir hüviyeti vardı. Ama ne zamandan beri? Belki de, Hugo'nun Nodier ile önce X. Charles'ın taç giyme töreni için Reims'e git­ tikleri; arkasından da ailecek İsviçre' de bir araya geldikleri 1825 yılından beri. Aydınlatmadan tam beş dakika önce, Charles Nodier salo­ na giriyordu nefes nefese. Kırılgan bir sağlığı vardı. Şöminenin sağında bir büyük koltuğa gömülüyor, ya da sırtı şömineye dönük bir halde ayakta duruyordu. Durumuna göre, oturmuş­ sa dinliyor ve düşlere dalıyordu; ayakta ise konuşuyor ve soh­ bet ediyordu. Salondakiler de, o konuştuğunda susuyor; ya da sessizse, kimi zaman okumalarla da kesilen bir konuşma içine giriliyordu. Ev sahibine, onun yanı sıra, zarif ve güzel kızı Ma­ rie'ye büyük bir hayranlık bölüşülürdü herkesçe; ve herkes, bir albüme, Marie için, içlerinden gelen duygu ve düşüncelerini yazardı. Aralarında Lamartine'in ve Hugo'nun dizeleri de var­ dır onların. 60

Saat onda dansa kalkılırdı. Marie piyanonun başına geçer ve bütün başlar ve yürekler ona dönerdi. Gizliden gizliye sevilirdi o. Felix Arvers'in, "Ru­ humda bir sır var, hayahmda bir esrar ... " diye baŞlayan sonesi pek bilinir. Marie, ayrıca, sözleri Victor Hugo'nun, Lamarti­ ne'in, Alexandre Dumas'nın olan ve kendisince bestelenmiş şar­ kılar söylüyordu. Sonra, dizginlerinden boşanmış bir kadril dansı başlardı. O an gelince de, Charles Nodier ortadan kaybolurdu, çünkü erken yatmak adetiydi. Madam Nodier yatağını ısıtır ve romancı, kah­ kahalar ve müzik sesleri ortasında, odasında uykuya dalardı. Kadrilin arkasından valsler gelirdi. Gece yarısı bire kadar dö­ ner, döner, dönerdi herkes. İçlerinden daha uslu ya da aşk ateşi başlarına vuranlar, Marie'nin çevresinde kendilerinden geçmiş bir halde kalırlardı... Ne kalır yıllar sonra bu gecelerden? Unutulmaz anılar! Kişi olarak da, Alexandre Dumas, ro­ manlarıyla ün kazanacak ve cumhuriyetçi kimliğiyle 1830 Devrimi'nin ilk ateşini tutuşturacaktır. Lamartine, büyük ser­ vetiyle siyasal bir serüvene atılır. Alfred ve Vigny, bir köşeye çekilir. Hugo'ya gelince, ailesinde acılar, evlilik yaşamındaki düş kırıklıkları ve büyük aşklardan örülen bir ortamda, Fran­ sız Akademisi'ne girmiş ve Ayan Meclisi'nde üye olmuştur. Arsenal gecelerinin bu genç ve parlak insanı, kendisi için bes­ lenen bütün umutları gerçekleştirmiştir. Nodier'nin salonunun yerine onunki geçecektir. Charles Nodier'nin yumuşak tavrı bütün edebiyat grupların­ ca paylaşılmıyordu. O, bir uyarıcı, bir toparlayıcı idi, bu açık; ama bir şef değildi. Victor Hugo ise, tersine, bir yirmi yılda şair . olarak kendini kabul ettirecek ve bütün öteki türlerde de başarı­ sını ortaya koyacaktır. Bir baş gerekiyorsa oydu aslında. Böyle­ ce, edel?i dehası, kişisel çekiciliği, -çoğu ateşli- bir grup genç ya­ zarı çevresinde toplar; ve 1827' de yeni bir eve taşındığı andan başlayarak, kendi edebiyat grubu, yeni bir okulun mücadeleleri için kavşak noktası olur. İlk yılların müdavimleri ve Nodier'nin salonuna katılanların çoğu ve bizzat Nodier, Hugo'nun salo­ nunda bir araya gelir, yazıp çizdikleri üstüne konuşup birbirle­ rini kutlar ve yenilik için karşılıklı olarak birbirlerini yüreklen­ dirirler. 61

En sadık olanlardan biri, Sainte-Beuve'dür. Hugo'nün sami­ mi dostu ve ateşli bir yandaşıdır. Daha sonra, özel yaşamın cil­ veleri ikisini birbirinden ayırıncaya kadar, Sainte-Beuve'ün etki­ si, Övgüler'in şairini gençlik fikirlerinden uzaklaştırmak için hep gündemde olacaktır. Sainte-Beuve'den başka, tanınmış adlar olarak Deveria kar­ deşler, Louis Boulanger de çevresindedir Hugo'nun; David d'Angers, Celestin Nanteuil, Gerard de Nerval, Emile Desc­ hamps, Victor Pavie de gelip eklenecektir onlara. Restorasyon'un sonuna doğru, Hugo'nun ya da başkalarının kaleminde, liberalizm kavramıyla özgürlük kavramının birbiri­ ne karıştırıldığı da bir gerçektir. Bu kalemler, edebiyatta özgür­ leşmeyi savunduklarından, politikacıların kullandıkları terimle­ ri kullanmayı doğal bulur ve çoğu kez onların görüşlerini payla­ şırlar. Böylece Hugo'nun, 1829'da Romantizmi "edebiyatta libe­ ralizm" olarak tanımlamaya gitmesinde şaşılacakbir yan yoktur. Ne var ki, çoğu taşralı bütün genç şairler, Hugo'nun alevinin pervanesi olup çıktıklarından, etiket değişikliklerinden çok, Hugo'nun militan canlılığına daha duyarlıdırlar: 1827'de yirmi yaşında olan Aloysius Bertrand için, 1830'da hemen hemen ay­ nı yaşta olan bir Musset ya da bir Gautier için, Hugo, geleceğin büyük reformlarının meşalesidir her şeyden önce: Şairlik tacı başına konmuştur daha önceden ve şimdi de tiyatronun yapısı­ nı yeni baştan "inşa"ya hazırlanmaktadır. Bu "inşa"yı Hugo, Cromwell 'le, daha da çok onun "önsöz"ü ile yapar. CROMWELL VE "ÖNSÖZ"Ü 1827 yılı, Victor Hugo'nun edebi yaşamı için pek önemlidir. O yıl, Cromwell adlı dramını yayınlar. Babasına ithaf ettiği bu manzum dram, İngiltere tarihinden bir konuyu işler. Ancak o kadar uzundur ki temsil edilemez; sadece okunabilir. Bu bakım­ dan, "oyun" olarak önem taşımamaktadır. Ne var ki, "Önsöz"ü önemlidir. Bu "Önsöz"de Hugo, romantizmin kuramcısı ve başı olarak ortaya koymaktadır kendisini: Yapmacıklığını ve sınırlı­ lığını eleştirdiği klasik trajediye karşı, doğanın yaptığı gibi yüce ile gülüncü, gerçekliğin bu iki öğesini bir araya getirip karıştı­ ran modern dramı çıkarmaktadır. Dram, her türlü yürüyüşün­ de serbest olmalıdır. Artık, "üçbirlik kuralı" yoktur: Eylem birli62

ğinin her dramatik eserde bulunması şart olmakla beraber, za­ man ve yer birlikleri, atılmaları gereken engellerdir. Şimdi, öy­ künülecek hiçbir modelden söz edilemez: Öykünme, dehanın ölümüdür; deha, modelleri yaratır, ama onları izlemez. Ve Hu­ go, gür sesiyle ilan etmektedir: "Şair, gerçekten ve yine bir ger­ çek olup doğadan gelen esinden başka hiçbir şeyden öğüt din­ lememelidir." Klasik edebiyata karşı açık savaş ilan edilmiş ve cepheden saldırı başlamıştır. Görülmemiş bir heyecan uyandırır Cromwell 'in "Önsöz"ü. Hugo yirmi beş yaşındadır ve o tarihten başlayarak da, ro­ mantiklerin tartışmasız önderidir. 5 Aralık 1827'de yayımlanan beş perdelik bu ilk manzum ese­ rine, 1826 yazının sonlarında başlamıştı Hugo. Ne var ki, başrol için düşünülen ünlü trajedi oyuncusu Talma, 19 Ekim 1826'da ölünce, şair, yazmayı bırakmasa da yavaşlatır. Cromwell rolüne çıkabilecek bir başka oyuncu bulunabileceğinin kuşkusu içinde­ dir; çünkü o rol önemlidir ve dramın başarısı da ona bağlıdır. Dramın yazılışı 1827 Ocak'ı ile Eylül'ü arasında tamamlanır. Onun arkasından bir on gün soma da "Önsöz"e başlar ve 1827 Ekim'ini de aşağı yukarı o alır. Şair bu arada dostlarına kimi per­ deleri okumuş, Sainte-Beuve'ün çekimserliği dışında hepsinin beğenisini toplamıştır. Niçin konu olarak Cromwell'i seçti Hugo? Cromwell'in kişiliği ve rolü, Albert François Villemain'in (1790-1870) Cromwell 'in Tarihi adlı eserinin 1819'da yayımlanı­ şıyla gündeme girmişti. Kitap, çok okunup tutulmuştu. Ayrıca, 1826-27 yıllarındaki siyasal hareketlenişlerin arkasından çarpıcı bir güncellik de kazanmıştı. Guizot'nun İngiltere Tarihi (1826) de, o yıllar için ilgiyi canlandıran bir rol oynar. Balzac, Merimee ve Doigny du Panceau adlı biri de, 1819 ve 1825 yılları arasında Cromwell üstüne bir dram yazarlar. Hugo'ya gelince, belki Burgravlar bir yana, onun hiçbir dra­ mı, Cromwell kadar, siyaset felsefesine ilişkin hem genel hem de güncel sorunlarla kucak kucağa değildir. Ama öte yandan, yazdığı da, bir yetmiş kadar rol sahibi oyuncu, sayısız figüra­ nıyla, sahneye konulması güç bir dramdı. 7.500 kadar dizeyi içe­ ren, dört klasik trajedi uzunluğundaki bir eser, olsa olsa iki ak­ şamda temsil edilebilirdi. Nitekim, dram Hugo hayattayken sahneye konmayacak; ölümünden çok sonra, 1927'de gerçekle63

şecektir bu. Ayrıca her şey şunu düşündürüyor bize: Hugo, oy­ nanacak bir eserden çok, gerçekten romantik bir dramın bir ör­ neğini ortaya koymak istemişti. Ancak bunu yaparken, iddia et­ tiğinin tersine, yer ve zaman birliği kurallarına da bütün bütü­ ne sırtını çevirmemişti. Eserde, en ilginç olmasa da en çarpıcı yenilik, klasik trajedide -o çokça görülen- alışılmış monotonlu­ ğu kırıp parçalaması ve şiire özgürlük tanımasıdır. Eserin örgüsü üstüne de birkaç şey söylemeli: Hugo, yığınla ayrıntıyı bir yana bırakırsak, İngiliz diktatörünü, en güçlü oldu­ ğu bir anda, en yüce tutkusuyla yakalayıp sahneye koymuştur. Gerçekten Cromwell, mutlak bir hükümdarın yetkilerini elinde tutmaktadır, ama onun işaretlerine de sahip olmak ister; kendi kendine söylemeye cesaret edemese de, kral olma arzusunda­ dır. Londra'da Parlamento ve Kent, ustaca yola getirilmişlerdir, tacı Cromwell'e sunacaklardır: O da, tutkusunun etkisi altında, bunu kabul edecek noktaya gelmiştir; ancak asıl aklı, siyaset an­ layışı onu kuşkulandırmaktadır. Bir gece, bir nöbetçinin yerini alır ve kendisine karşı bir komplo kurulduğunu fark eder: Püri­ ten cumhuriyetçilerle kralcı Katolikler, üstüne çullanmak için ihtiyatsızca bir davranışını beklerler. Cromwell, kendini topar­ lar; büyük bir cesaretle taç giyme anını bekler ve o an gelince de, cömertçe bir hareketle eliyle iteler; hasımları şaşkındır, halkın gözünde ise alçakgönüllülüğüyle yüceleşir. Dram, uzun bir mo­ nologla son bulur: Cromwell tatmin olmamıştır ve ölçüsüz tut­ kusu, içini kemirip durmaktadır. Aslında, tarihsel açıdan, sadece ayrıntılar doğrudur. Hugo, Cromwell'in kimliğini özgürce yorumlamış; sıradan bir psikolo­ jik açıklamayla da olsa, onu güçlü göstermeyi başarmıştır. Oyun olarak sahneye konulmaz bir durumda olsa da, dram, tadına doyulmaz bir okuma metnidir; dizelerdeki güçlülük ise, bu ni­ teliğini daha da artırmaktadır.

Cronıwell 'in asıl önemi başındaki "Önsöz"ünde.4 Çünkü Cromwell, Hugo'nun yazdığı ilk manzum dram da olsa, "Ön­ söz"ün özelliği, başında yer aldığı eseri tanıtması değil, bir ede­ bi çığırın, Romantizmin manifestosu olması. Onunla yeni bir dönem başlar Fransız tiyatro kültüründe. 4 Bu konuda özellikle bkz. Adette Michel (başkanlığında), Litteratııre Jraııçaise du XIXe siecle, PUF, coll. "Premier Cycle", Paris, 1 993, s. 78-80.

64

Victor Hugo'nun, Cromwell 'in başına, pek kısa bir sürede ya­ zıp koyduğu -70 sayfa dolayındaki- uzun "Önsöz", gerçekte ol­ duğundan daha çok devrimci oldu. Orada söylenenler, aslında daha önce George Schlegel'in (1807), Benjaİnin Constant (1809), Madame de Stael (1814), Manzoni (1822) ve Stendhal'in (1823 ve 1825) dile getirdikleri düşüncelerle beslenmişti. Ne var ki, kimi fikirler Hugo'ya özgüydü ve bütünü oluşturan metin öylesine ateşli bir üslupla kaleme alınmıştı ki, onu, klasik karşıtı bir yer­ gi, dahası bir "manifesto" yapıp çıkıyordu. Ayrıca, daha önce ih­ tiyat ve ılımlılıkla dile getirilmiş düşünceler birer .paradoks ha­ vasına bürünüyor ve geleneksel görüşlere bile bile çarpıyordu. Böylece, geçmişte söylenenlerden bir "sentez"e varma onuru Hugo'nundur. Şunu da belirtmeli: Cromwell 'in metni, aslında "Önsöz"de söylenenlere kayıtsız değildir. Nitekim, uzunluğu nedeniyle oy­ nanamaz diye bilinen metinde, Victor Hugo, ustaca dizelerle, bir zıtlık etkisi yaratmış, kitleleri tablolaştırmış, tarihsel yargıla­ malarda bulunmuştur; bir dört yıl sonra yazacağı Notre-Danıe de Paris, bu romanesk başarı, Cronıwell 'deki başarılara dayanır. Böylece Hugo, İngiliz tarihinin bu ünlü sayfasını resimlerken, aslında "Önsöz"de mücadelesini yaptığı türlerin, renklerin ve biçimlerin bir karışımını uygular. Buradan kalkarak diyeceğiz ki, ana metinle önsözünü birbirinden ayırmamalı. Hugo, estetik görüşünü, çağların akışı içinde ele alıp biçim­ lendirir. Ona göre, insanlık tarihinde üç büyük dönemi birbi­ rinden ayırmak mümkündür; onların her birinin de, kendine has bir edebi dile getirme biçimi vardır: Kırsalda naif ve din­ dar bir yaşamın sürdüğü ilkel zamanlarda, insanlar kendili­ ğinden şiir biçimleri yaratıyorlardı, bu "lirizm çağı"dır (Bible); onun arkasından devletlerin kuruluşu, savaşlar, fetihler döne­ mi gelir ve şiir de, savaşı şakımak için, lirizmden kahramanlık şiirine ya da trajediye doğru evrilir, edebiyatın da "destan ça­ ğı"dır bu (Homeros); son olarak, Hıristiyanlık gelir, insanda sürekli mücadele içindeki ruh ve beden ikiliğini keşfeder, yer­ le göğü karşı karşıya getirir ve edebiyat da, bir "diyalog ça­ ğı"na uygun olarak, "dramatik" olup çıkar (Shakespeare). Bu da modern şiire yol açan "dram çağı"dır. Gerçeklikle ilgili tam bir fikir veren de budur. Victor Hugo'nun "dramatik" dediği şeyi, dilde hep yapılan bir savsaklamaya gidip "trajik" olanla karıştırmamalı; çünkü 65

"trajik", devrini tamamlamıştır, daha doğrusu yetersizdir. "Dram" ise, eski Yunancada "eylem", yani yaşam demektir. Dramın dayathğı ilkeler vardır. Önce, türleri birbirinden ayırmak, insanın şu ya da bu görü­ nüşünü keyfi olarak bir yana atmaya götürür; onları birleştir­ mek ise, insanı bir bütün olarak verme imkanını yaratır. Dram, güzellik ile çirkinliği, alçaklık ile büyüklüğü, gülme ile gözyaş­ larını birlikte vermelidir; bunun gibi, "gülünç" (komik) ile "yü­ ce" de bir arada olmalıdır. Kaldı ki, gülünç ve çirkin de yüce ola­ bilir; ve şakanın da, en korkunç uyuşmazlıklarda, tıpkı hayatta olduğu gibi yeri vardır. İşte bütüri bunları bir araya getirdiği içindir ki, dram, gerçeklikle ilgili tam bir fikir veriyor bize. İkinci olarak, gerçekliği tam olarak vermek için de, ta Aristo­ teles'ten gelen "üçübirlik kuralı"nı bir yana atmalıdır: "Eylem birliği", fikrin olduğu kadar her sanat eseri için de zorunludur; ama "yer birliği" ile "zaman birliği, gerçekliğe zıttır ve yapaydır, böylece göz önünde tutulmayabilir. Üçüncü olarak, dekor, yaşam izlenimi vermelidir; tarihsel ve coğrafi renk, dramın temeline işlemelidir, iğreti ve yapay olma­ malıdır. Son olarak da, dehayı köleleştiren öykünmeden uzak durma­ lı; biçemi serbest bırakmalı, tiraddan kaçınmalıdır; yazar, genel olarak, imgelemine ve duyarlığına uyarak seçimini yapmalıdır. Bununla beraber, şiiri kullanmak, dile getirmekteki büyük zen­ ginliği göz önünde tutulursa, doğalla uzlaşmaz değildir ve kafi­ ye de, "Fransız şiirinin yüce güzelliği" olarak işlenmelidir. Şunu da hahrlatmalı: Bu geniş program, Hugo'nun çevresin­ deki genç sanatçıları coşturursa da, Hugo'nun kendisi bile onu ılımlı bir biçimde uygulayacaktır. Shakespeare'i ustası olarak ta­ nır; ancak onun insan ve yazgısı üstüne olan görüşlerindeki de­ rinlikle de boy ölçüşmeye kalkmayacaktır. Komikle trajik olanı, soytarı ile ciddiyi pek az bir araya getirecektir. Onun, insanlığın bütün görünüşlerini kucaklayan "total" dram düşü, sahnede terk edilecek ve sadece romanda gerçekleşecektir. Ancak, ne olursa olsun, Cronıwell 'in "Önsöz"ü, 1838'de Ruy Blas ın kısa ama önemli önsözüyle tamamlanmış olarak, romantik tiyatro­ nun bir tür anayasası olarak kalacaktır. ·

'

Victor Hugo, Cronıwell 'i yazarken, bir ara verme amndan ya­ rarlanarak Amy Robsart'ı yazar. Bu, 1822'de başlayıp 1827'de bi­ tirdiği -beş perdelik- nesir halinde bir dram. 66

Esinlendiği kaynak da, Walter Scott'un Kenilworth Şatosu. Eser, Odeon Tiyatrosu'na kabul edilir ve 1828'in başlarında oynanır. Ama ıslıklarla karşılandığından, sadece bir akşam ka­ lır sahnede. Böylece, daha ilk temsilinde mutlak bir başarısızlı­ ğa uğrar. Dramın yazılışının öyküsü de şudur: 1822'de, daha o zaman gözde bir dram yazarı olan ve iki yıl sonra da Fransız Akademi­ si'ne kabul edilecek olan Alexandre Soumet, genç meslektaşına, ortaklaşa, Walter Scott'un Kenilworth Şatosu adlı romanından esinlenmiş bir piyes yazmayı önerir. Hugo, üstüne aldığı ilk üç perdeyi yazma işini bir ay içinde bitirir. Ne var ki Soumet tek bir satır yazmamıştır ve Hugo'nun yazdığı metni de beğenmez. Böylece eser, terk edilmiş bir halde kalır. Hugo onu, Cromwell 'i yazdığı sırada tekrar ele alacak, bitirecek ve o sırada on yedi ya­ şında olan genç kayınbiraderi Paul Foucher'nin adıyla sahneye koydurtacaktır. Neydi bu davranışının altında yatan? Bilmiyoruz. Bildiği­ miz, oyunun korkunç bir başarısızlığa uğraması daha ilk gün­ den. Belki de, aynı romandan esinlenerek yazdığı Enıilia adlı pi­ yesini oynatacak olan Soumet'nin bir entrikası işin içine girmiş­ ti. Ne hal ise, Hugo, bir basın açıklaması yaparak, eserin asıl ya­ zarı olduğunu söyler. Ancak, yayımlamaz piyesini; metin, onun ölümünden sonra basılacaktır. Buraya kadar söylediklerimizi bağlayacak olursak diyeceğiz ki, Victor Hugo, 1826'da, daha o yılda, tanınmış bir yazardır; şi­ ir kitaplarına iki de roman katarak, ilk dramlarını kaleme alma­ ya kadar uzanan başarılı bir çizgi üzerinde yürümüştür. Ne var ki, klasiklerle romantikler arasında kesin bir tavır almış değildir henüz; ancak, mücadeleye girme anı da gelmiştir. Artık edebi­ yatta, klasik "düzenlilik" yerine romantik "düzen"i seçecek, oto­ riter meşruiyetçilikten ağır ağır uzaklaşarak liberal tavra bürü­ necektir. İlk dönem çıraklık dönemiydi (1819-1826); bu ikinci­ sinde (1827-1831), "Romantizmin en güçlü başı" olarak rol oyna­ yacaktır.5

5

Bu konuda özellikle bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 39-66.

67

"ROMANTİZMİN EN GÜÇLÜ BAŞI" OLARAK. .. Victor Hugo, doğrulduğu yeni ufkun ilkelerini Cromwell dra­ mının başına koyduğu "Önsöz"de dile getirirken; onun yol açtı­ ğı yankılar, kendisinin yeni okulun başı olduğunu da gösterir. Evi, başlayan yeni mücadelenin karargahıdır. Ününü, şiirde bir ikinci derleme olan Doğu Şiirleri ve Bir Mahkumun Son Giinii ad­ lı bir uzun öyküyle, Fransa çapında perçinler. Tiyatroda, daha da güçlükle kabul ettirecektir kendini: Cronı­ well, oynamaz bir durumdaydı; bir başka dramı, Amy robsart ıs­ lıklarla karşılanmıştı; Marion Delorme, sansürden yakasını sıyı­ ramaz. Ne var ki, 1830'da Hernani sahnede tam bir zafer kazanır. Victor Hugo, Amy Robsart'dan altı ay sonra Övgüler ve Türkü­ ler 'in yeni ve kesin bir basımını yapar (1828). Aynı yılın başların­ da, şairin babası ölmüştür; 21 Ekim'de de aile, bir ikinci oğulun, François-Victor'un doğumuyla genişler. Tiyatrodaki başarısızlı­ ğının acısını da, daha iyisini yaratacağı günleri bekleyerek, bir başka alanda çıkarır Hugo: 1829 Ocak'ında, Doğu Şiirleri'ni (Les Orientales) yayımlar; kitap, yeni bir önsözle aynı yılın Şubat'ın­ da ikinci basımını yapar. Eser, şairin sanatında dev bir adımdır:6 Övgüler ve Türkü­ ler' de sanatçı, pek çeşitli konularda, ama -nöbetleşe- bir cesur ve bir hesaplı yürüyüşle lirizmin örneklerini sergilerken, bu ye­ ni kitabıyla, Cromwell 'den iki yıl sonra ve artık romantik okulun başı olarak, sanatının ufuklarını genişletmekte; epik bir dünya­ ya sokmaktadır onu. Hugo, eserine yazdığı önsözde, yeni şiir üzerinde daha da genişliğine durarak, klasik kuramı topa tutar; konu seçiminde ve dile getirmede, Fransız şiiri için tam bir öz­ gürlük ister ve renkli bir söyleyişle, Fransa için, "Bir Ortaçağ kentiyle karşılaştırılabilecek bir edebiyat" diler. Şiirine yeni bir kan taşıma yolunda, Doğu'yu bulmuştur şair: Doğu'yu hiç görmemiş de olsa, onu, yeni temaların tükenmez bir kaynağı olarak fark eder; oradan elde edecekleri ise, Fransız şiiri için özel bir önem taşımaktadır. Daha önceki yıllarda, 1825'le 1828 arasında, -İspanya'daki çocukluk anılarını da kata6 Bkz. Arlette Michel (başkanlığında), "Victor Hugo, des "Odes" aux "Orientales", L,itteraturefrançaise dıt XIXe sii!c/e, PUF, cali. "Premier Cycle", Paris, 1993, s. 59-62.

68

rak- kıyısından köşesinden yaklaştığı bir dünyaya, şimdi daha çaplı ve geniş soluklu bir açılış içindedir Hugo. Aslında, Doğu da modadır o sıralar. 1823 yılından başlayarak, Annales dergisinin yöneticisi Ba­ ron d'Eckstein, Almanya'da romantizmin kuramcısı Schlegel kardeşlerin çağrısına uyup, genç şairlerin yüzlerini Doğu'ya çevirmelerini söyleyip duruyordu. Yakın olsun uzak olsun, Doğu'yla ilgilenen bir hareket, yüzyılın başından beri ete ke­ miğe bürünmüştü. Hugo da, XIX. yüzyılın oryantalizmini geç­ miş yüzyılların Hellenizmasırun karşısına çıkartır önsözünde. Ne var ki, hiçbir kopuş olmamıştı aslında. Anquetil-Dupperon 1 771'de Zend-Avesta 'yı çevirdiğinde yeniliğin ilk işaretini ver­ miş bulunuyordu. Gezginler, öykücüler ve arkeologlar, Do­ ğu'ya dikkatleri çekmişlerdi; ve Yunanistan da, Paris'ten Ku­ düs'e ya da Kahire'ye giden yolun üzerindeydi; Osmanlı İmpa­ ratorluğu ise, İlkçağ dünyasının yıkıntıları ile kucak kucağa idi: Hugo, bu yeni buluşun dinsel ya da felsefi görünüşüyle henüz ilgilenmese de, kendi romantik dünyasını okşuyordu her şey. Siyasal gelişmeler de, bu sanatsal meraka bir başka ve güçlü boyut ekliyordu: 182l'den beri, Yunanlılar, Osmanlı egemenli­ ğini kırıp parçalamanın denemesi içindeydiler. 1824'de Misso­ longhi'de ölen Byron'un romantik kişiliği, resmen üstünde durulmasa da, bu başkaldırının haklılığını aydın ve sanatçı kesim­ lere kabul ettirmişti. Şairler, Byron'un yaptığı gibi Yunanistan'a ölmeye gitıneseler de, neredeyse hepsi Yunan dostu idiler. Söz konusu Yunanseverlik hareketinin yankısı, pek bereketli bir edebi yayın olur ve romantikler de katkıda bulunurlar ona. Aynı iklim, Victor Hugo'yu da çekip içine alır. Doğu'yu göz­ leriyle görmemiş de olsa, onun üstüne yazılanları okur ve imge­ lemini besleyip keskinleştirir. Goethe'nin Divan 'ı (1819) değilse de -çünkü 1835'te Fransızcaya çevrilecektir- çeşitli kaynaklar vardır elinin altında: Chateaubriand'in Paris-Kudüs Yolculuğu, İbrahim Manzur'un Anılar'ı, Pouqueville'in Yolculuklar'ı ile Ta­ rih 'i, Byron'dan dramatik sahneler (Mazeppa), Fauriel'in Modern Yunanistan 'ın Halk Türküleri, özellikle de Bible. Onların yanı sıra, sergiler ve açıklamaları; dahası, Delacroix ile Boulanger'nin tab­ lolarından edindiği izlenimler. . . Hepsi, Hugo'nun hazırlanışına yardımcı olurlar. Kitap yayımlandığında olumlu eleştiriler alır. 69

_ _

Charles Baudelaire, sonradan Doğu Şiirleri için, "Bir Hint şalı gibi pırıl pırıl" diyecektir. Eserde, sadece sanat için sanatın zaferini görmemeli: Şiirler, o yıllarda yaşayan insanların iç dünyalarını okşayan kahraman­ lık, coşku, aşk ya da melankoli duygularını geliştirir. Ancak, ki­ tabı daha da ilginç kılan "renkli ve göz alıcı" (pitoresk) olana ve­ rilen özel önemdir. Şair, daha çocukken belleğinde yer etmiş olan İspanya'yı da konusuna katarak, Doğu tarihinden ve efsa­ nelerinden örülen bir dünyada gezinir durur. Batı'nın şövalye­ lerini, damlarının, trubadurlarla silfelerinin yerini, sultanlar, emirler, paşalar, dervişler, periler, odalıklar, kıyımlar ve mezar­ lıklar alır. Doğu dernek, elbette sadece bunlar dernek değildir. Ne var ki, uzak diyarlarla ilgili bu temalar, esere canlılık ve renk katmada birer bahanedirler; hepsi de, zengin imgelere, yeni söyleyiş biçimlerine yol açar ve bu arada şair, klasik dizenin ka­ lıplarını açıkça ve kesin olarak kırmakla da göz alıcı bir şiir tek­ niği kazanır. Bu nitelikleriyle, eser, coşkulu ve özgündür; ve bir yandan, bizzat şairin ilerde yazacağı kimi eserlere, örneğin Yüzyılların Efsanesi 'ne giden yolun taşlarını döşerken, bir yandan da, bütün bir XIX. yüzyılın şiirsel çıkışlarına yeni kapılar açar ve bu arada romantik şiirin başta gelen özelliklerinden biri olan yerel renk­ liliğin de ilk çarpıcı örneklerini ortaya koyar. Hugo, kitabın ön­ sözünde, Doğu'nun "imge olarak ve fikir olarak, aydınlar ve im­ gelemler için, bir genel uğraş olup çıktığını" söylüyordu. Yığın­ la şair kuşağı bu yol üzerinde yürüyecektir. Son bir hatırlatma ile bağlayalım konuyu: Eserde, İspanyol­ ların yanı sıra, Araplar, İranlılar ve İbraniler de yer alırken, Türklere de değinilir ve Yunan Bağımsızlık Savaşı'nın etkisiyle, Hugo, Türklere karşı hırçınlaşır kimi şiirlerinde. Örneğin, onlar arasında, Navarin adlı uzun bir şiirde, şair, 1827'de Osmanlı do­ nanmasını Fransız, İngiliz ve Rus donanmalarının bir baskınla yakmalarına sevinir ve "artık Yunanistan kurtuldu ve Byron mezarında Navarin'i alkışladı" der. Yine o şiirler arasında Türk Marşı adlı olanı, Türklerin askeri gücünü dile getirmekle birlik­ te, korkunç ve vahşi biçimde gösterir onları. O kitaptaki Çocuk adlı şiir, "Türkler oradan geçtiler" dizesiy­ le başlar ve şöyle biter dize: "Türkler oradan geçtiler: Her şey yı­ kılmış ve yas içinde!". Sakız Adası'nda Osmanlı ordusunun ar­ kasında bıraktığı yıkıntılar arasında ağlayan sarı saçlı ve mavi 70

� Je ıı •L.al• upılt�. l' ııınerıla e-a pıp.

Do,�u Şiirleri'nden bir görünüm: "Esire".

Hernani'rıin kavgalı temsilinden bir ayrıntı.

gözlü bir Yunan çocuğunu betimler bu şiirde ve şair sonunda sorar çocuğa: "Nedir istediğin güzel çocuk, bir çiçek, tatlı bir ye­ miş, yoksa harikulade bir kuş mu?" Çocuk da yanıtlar: "Barut ve kurşun istiyorum! " Türk düşmanı mıydı gerçekten Hugo? Konuyu çarpıtmadan yanıtlamalı soruyu: Hugo'nun, gö­ rüşlerindeki genişliğe karşın, Türkleri yeterince tanımamış ol­ masını, daha doğrusu Avrupa geleneğine uymuş olmasını he­ saba katmalı. Lord Byron'un ünlü Türk düşmanlığının etkisin­ de kalmış olduğu da düşünülebilir; bunun yanı sıra, kültürün­ de Yunan uygarlığının etkisini unutmamalıyız. Ancak, bütün bunların ağırlığı ne olursa olsun, Hugo'yu, sıradan bir Türk düşmanı olarak damgalamak yanlıştır. Çünkü o yıllar, impara­ torluklara karşı ulusal bilincin uyandığı, halkların ayaklanma­ ya başladığı yıllardır. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Yunan bağımsızlık mücadelesi de, bunun başını çekiyordu. Çağının bir aydını olarak, Hugo'dan, Yunanlıları değil de Osmanlıları tutmak beklenemezdi. Öte yandan, kendi ülkesindeki rejime daha önce ik okları fırlatmış da olsa, Yunan başkaldırısına ba­ kıp onu, çağdaş dünyada, hükümdarların zulmüne karşı halk­ ların ayaklanmasının bir örneği olarak gösterirken, yeni ve çarpıcı bir kanıt elde etmiş oluyordu. Özetle, kendi şiirini ye­ nilerken, yüzünü liberal düşüncelere çevirerek siyasal görüşü­ nü de yenilemiş oluyordu. İşin özü budur.

Doğu Şiirleri 'nden bir ay sonra, Victor Hugo, Bir Mahkumun Son Günü (Le Dernier Jour d'un condamne) adlı romanını yayın­ lar. Bir uzun süreden beri, giyotin, şairin ruh dünyasını hırpala­ yıp durmaktaydı; çocukluğundan başlayarak, kimi infazların dehşetini görüp irkilmiştir. Eser de, aslında ölüme mahkum edilmiş bir gencin son gününe değin öyküsüdür. Öyküyü de Hugo'nun kendisi değil, bizzat mahkum anlatır. İşlenmiş suçla ilgili olarak, okura hiçbir bilgi vermeyen kitap, fazla edebi ve ki­ tabidir; kişinin kimliği ve psikolojisi de gösterilmez. Ancak, yazarın hümanizması -neredeyse- her şeyi unuttu­ rur: Hugo, eserinin 1832'deki basımının önsözünde ölüm ceza­ sına karşı olduğunu -açıkça ve bütün kanıtlarıyla- ortaya koyar ve ünlü İtalyan ceza hukukçusu Beccaria'yı da düşüncesine ta­ nık olarak gösterir. Ne yandan bakılırsa bakılsın, insan adaleti73

nin zayıflığını ve gayrıadil niteliğini de ortaya koyan, iğrenç bir cezadır ölüm cezası. Sorumlu aranıyorsa, insanları sefalet içinde ve eğitimsiz bırakan toplumdur. Ve tartışma zincirlerinden boşanır. Hugo, 1834'te yayımlayacağı bir başka romanıyla, Serseri Claude (Claude Gueux) ile, tekrar duracaktır konu üstünde. Bu kez suçlu da suç da bellidir: 1832'de olmuş ve gazetelere geçmiş bir olayın falili, serseri, dilenci ve hırsızdır. Her iki eserde de, yazar, siyasal değil sosyal tavrı ile karşımızdadır; ve her iki eser de, Hugo'nun ilerde Sefiller adıyla kaleme alacağı bir büyük ta­ sarının hazırlayıcısı durumundadırlar; sanatçı o büyük eserle, yalnız suçu ve suçluyu anlatmakla yetinmeyecek, toplumun üs­ tüne eğilip sosyal nedenleri bulup sergileyecektir. Eklemeli de: Sadece ölüm cezası değil, hapishaneler, oralar­ da uygulanan infaz rejimi ve çekilen acılar da, Hugo'nun ilerde durmadan üstünde duracağı konular olacaktır. Sahnenin yenilenmesi, genç kuşağın ilk görevi gibi görün­ se de Victor Hugo'ya, bizzat kendisinin ortaya koyduğu bir örnek yoktur henüz. Cromwell oynanamaz bir eser olarak kal­ mış, Amy Robsart da başarısızlığa uğramıştır. Ne var ki, 1829'un başlarında, genç Alexandre Dumas ile Casimir Dela­ vigne, biri III. Henri ve Sarayı 'nı, öteki de Marina Falieri 'yi ya­ zıp oynatarak büyük alkış toplamışlardır; bu her iki tarihsel dram da yeni görüşlere uygun eserlerdir. Hugo da, önünde koşulmasından biraz rahatsız bir halde, saygınlığını da koru­ mak için, o yılın Haziran'ında, Richelieu Zamanında Bir Düello adlı dramını yazar. İlerde, 1831 yılında, -kimi değişikliklerle- Marion de Lorme adıyla oynatılacak eserin konusu özetle şudur: Marki de Sa­ verny, Marion Delorme adlı bir saray yosmasına tutulursa da, kadın başından savar onu; çünkü Didier adlı bir subayı sevmek­ tedir. İş düelloya varır ve her iki rakip düello yaparlar. Ancak, böylesi bir davranış yasak olduğundan ikisi de tutuklanır ve ölüm cezasına mahkum edilirler. Marion'la Saverny'nin amcası, XIIL Louis'den bağışlama dilerlerse de boşunadır; çünkü kral, Kardinal Richelieu'nün etkisi altındadır. Laffemas adlı bir ka­ ranlık kişi, Marion'a, kendisiyle yatması halinde, Didier'yi ka­ çırtabileceğini söyler. Didier, böyle bir pazarlığa isyan eder; Ma­ rion'un acısını da hissetmektedir. Sonuçta, Didier ile Saverny 74

darağacına çıkarlar ve umutsuz Marion da, Richelieu'ye, bu "kı­ zıl adam"a lanetler yağdırır. Eser, büyük bir hünerle yazılmıştır. Ve Hugo, içlerinde Bal­ zac'ın da olduğu dostlarına onu okuduğunda herkes beğenir. Ti­ yatro müdürleri, dramı kendi tiyatrolarında oynatmak için çeki­ şirlerse de, Theatre Française'nin yöneticisi Baron Taylor kazanır. Ne var ki, tiyatroda daha hazırlık aşamasında, oyun sansüre uğrar: Bir perdede, X. Charles'in dedesi XIIL Louis'nin "gülünç mevkiye düşürüldüğü" ve her iki hükümdar arasında halkın olumsuz kıyaslamalara gideceği ileri sürülür. Hugo, XIII. Lou­ is'nin tarihe karıştığını ve kendisinin, ölü bir kralın suratında yaşayan bir kralı tokatlamak istediğini sanmanın yersiz olduğu­ nu boş yere anlatır. Dahiliye Nazırına başvurur; ondan olumsuz yanıt alınca bizzat kralla görüşmek ister. X. Charles, şairi güler yüzle karşılar ve eserini yan tutmadan okuyacağını vaat eder. Ne var ki, sonunda o da uygun görmez eserin oynanmasını ve Hugo'ya, gönül alma kabilinden, eskisine ek olarak yeni bir ödenek bağlanmasını ister. Hugo, onurunu korur, kabul etmez bu kez. Özgürlükten yana gazeteler, bu davranışına bakıp alkışlarlar kendisini; "Gençliğin, Nazır Efendilerin sandığı gibi parayla sa­ tın alınması öyle o kadar kolay değildir" diye yazarlar. Tek yol kalır Hugo'ya: Hernaııi 'yi yazmak! Oturur, bir ayda yazar ve yolları açar. Ancak, başka bir şey de olur bu arada: Başlarda kralcı ve Ka­ tolik olan romantizm değişikliğe uğrarken, Victor Hugo'nun i yancı ruhunu da harekete geçirmiştir.7 Konu önemlidir, ayrıca ele almak gerekiyor. "HERNANİ": ROMANTİZM SOL'A GEÇİYOR

Hernani, Victor Hugo'nun, bir uzun süreden beri kafasında dolaştırdığı bir konuydu aslında. Şair, öcünü bir an önce almak için, tasarısını yıldırım hızıyla kağıda döker; dostlarına okur ve 1829 Ekim'inin başlarında da Theatre-Français'ye -alkışlarla­ kabul edilir oyun ve hemen sahneye koyma hazırlıklarına baş­ lanır. Sansür, bu kez Makyavelce davranır; kendi anlayışına gö7 Bkz. Michel Winock, Les Voix de la liberte. Les Ecrivains engages nıı XIX. siecle, Se­ uil, Paris, 2001, s. 103-116.

75

re zırzoplukla dolu bir piyesin başarı şansı olamayacağından, kimi yerlerine dokunmakla yetinir ve geri kalanını seyirciye bı­ rakır. Oyun, daha prova aşamasındayken, klasiklerle romantik­ ler arasında şiddetli dedikodulara ve tartışmalara yol açıp da; hiç olmazsa "tiyatroya saygı duydurmak" gerekçesiyle X. Char­ les'a başvurulduğunda, kral, özgürlükçü havalara girip, dilekçe sahiplerine, tiyatro işlerinde "kendi yerinin, uyruklarının en so­ nuncusu gibi parterde" olduğu yanıtını verir. Böylece, krala ka­ dar herkes bu sele kaptırır kendini. Piyes, 25 Şubat 1830 akşamı temsil edilir ve yer yerinden oynar. Bir savaş alanına döner tiyatro. Beş perdelik oyunun konusu şu: İspanya kralı Don Carlos ile, babası kralın babasınca ölüme mahkum edildiği için onun öcü­ nü almak isteyen sürgün bir çete başı, Hernani, Dona Sol'un odasında karşı karşıyadırlar. İkisi de kıza tutulmuşlardır. Genç kız, aslında Hernani'yi sever; ancak amcasına, Don Ruy Gomez de Silva'ya nişanlıdır, adam da yeğeninin odasında iki erkeği görünce hiddetlenir. Kral, orada bulunuşunu iyi kötü açıklama­ ya çalışır; henüz adını bile bilmediği Hernani'yi de, maiyetinden bir kişi olarak gösterir. "Kral" adım taşıyan ilk perdenin konusu bu! "Haydut" adını taşıyan ikinci perdede, Don Carlos, Silva'mn sarayının çevresinde dört dönerken, Dona Sol'u kaçırmaya gel­ miş olan Hernani'nin eline düşer. Ancak kral, bir haydutla dö­ vüşmeyi reddeder ve Hernani de, daha uygun bir karşılaşma umuduyla rakibini serbest bırakır. "İhtiyar" adım taşıyan üçüncü perdede, Dona Sol'la Ruy Go­ mez'in düğün günüdür. Bir yolcu, Silva'mn şatosunun kapısını çalar. Genç kızı gelinliği içinde görünce her şeyi anlar. Kendini tanıtır: Hemani'dir. Başına ödül konmuştur ve krala teslim edil­ mesi gerekir! Ne var ki, Ruy Gomez, konuğunun kimliğinin açıklanmasını yasaklar uşaklarına; ve Don Carlos'un geldiği de haber verilince, Hernani'yi bir köşeye gizler. Kral gittikten son­ ra da, yaşlı adamla haydut bir anlaşmaya varırlar: Hernani kra­ lı öldürdüğünde, başını Don Ruy'a verecektir. "Mezar" adım taşıyan perdede, Don Carlos, kendisine karşı bir suikastten haberi olduğundan, Aix-la-Chapelle'de Charlemag­ ne'nın mezarına girmiştir. O sırada üç top atışı, Don Carlos'un imparator oluşunu ilan edince, askerleri, başlarında Hemani ile 76

Don Ruy olmak üzere, tertipçileri ele geçirirler. Yeni unvanıyla Şarlken, hükümdarlığına bir af çıkararak başlar: Dona Sol'ü Her­ nani'ye verir; o da aslında, İspanya'nın senyörü Juan d'Ara­ gon'dur. "Düğün" adını taşıyan beşinci perdede, Aragon'un sarayında Don Juan ile Dona Sol'un düğün töreni biterken, bir korno sesi duyulur birden: Don Ruy Gomez'dir bu ve Hernani'ye vaadini hatırlatmaktadır. O da, eşiyle birlikte kendini zehirler ve Don Ruy da onların cesetlerinin üstünde kendini hançerler. Oyunun konusu ve örgüsü bu!

Hetııani, Hugo'nun Croınwell 'in "Önsöz"ünde belirttiği ilkele­ re uyduğu kadar uymayan da bir eserdir. Bir yerde o ilkeleri uy­ gular. Yer birliği yoktur: Sahne, kah Siraküza'da, kah Aragon dağlarında, kah Aix-la-Chapelle'de geçer. Zaman birliği yoktur: Dram, aylara yayılmıştır. Eylem karmaşıktır: Duygusal bir en­ trika siyasal bir entrikaya karışır; buna karşılık, karakterler, nü­ ansları olmayan bir sertlikle çizilmiştir. Öte yandan, şair, söz konusu ilkeleri pek yetersizce uygular: Gerçeğe benzerlik (vraisemblance) savsaklanmıştır; tarihsel ger­ çeğin yeniden kuruluşu yüzeyseldir; renklerin karışımı sadece birkaç yerdedir. Daha vahim bir eksiklik: Eserde halk yoktur. Oyun, bireyle­ rin arasında döner dolaşır ve onların yazgısı söz konusudur: Bir yaşlı beyzade, bir kral, bir de haydut kisvesine bürünmüş bir asi prens, Dona Sol'un çevresinde aşkı çekişip durmaktadırlar ara­ larında. Halk, Hugo'nun eserlerine, özellikle de romanlarına sonraki yıllarda gelip girecektir. Onun şimdiki yokluğu ise, sos­ yal koşullarla ilgilidir: Kitlelerin asıl anlamıyla sahneye çıkışı 1848'lere doğru gerçekleşecektir. Hernani, bu arada Marion de Lornıe hakkında şu da ileriye sü­ rülmüştür: Victor Hugo, bir Alexandre Dumas'nın sahne zeka­ sına sahip değildir; öyle olduğu için de, dramları çocukçadır, düzmecedir ve şaşırtıcı biçimde bir psikolojik yoksulluk içinde­ dir. Bir yarım yüzyıl sonra, büyük edebiyat tarihçisi Gustave Lanson, bu genel kanıyı dile getirecek ve şöyle diyecektir: Hu­ go, "entrikasını beceriksizce kuruyor ve sürdürmeyi de bilmi­ yor!". Aynı yazar, şunun da altını çizecektir: "Racine'in Rumları ve Türkleri, eylemleri ve hareketleriyle, Hugo'nun İspanyolları ile Fransızlarından çok daha yakındırlar bize!" 77

Ancak, bugün böylesi kah düşünmüyoruz: Alexandre Du­ mas'nın melodramları ile Victor Hugo'nun dramları arasında şiir­ deki güzelliğin ve lirizmin getirdiği derin bir farklılık vardır; ve bü­ yük bir şairin kaleminden çıkmışhr onlar. Böylece Hernani, tiyatro olarak -belki- kötü bir tiyatrodur; ancak şiirine diyecek yoktur. Buradan kalkarak diyeceğiz ki, günümüzde, Hernani 'yi oy­ namaya kalkacak aktörlere büyük iş düşmektedir: En başta genç kalpleri duygulandıran bu çarpıcı, sıcak, renkli metnin üstüne zevk almak için iyi niyetle eğilmelidirler. Peki Hernani 'yi, büyük bir savaşın konusu yapıp çıkan ne o halde? Hemen söylemeli: O yılların koşulları!B Hernani 'nin oynandığı yıl "Hernani yılı" olarak adlandırılsa da, her şeyden öne bir rejim değişikliğine gebedir toplum; Tem­ muz'da o patlak verecektir. Bir piyesin oynanışı, bir tiyatro ola­ yı olsa, görünüşte politikanın uzağında sayılsa da, fikir çatışma­ ları ile bağlantılıdır. Nitekim, bir süredir, edebiyatta ve sanatta, klasiklere karşı romantiklerin mücadelesi sürmektedir. Victor Hugo'nun gelip durduğu noktada, romantizm "edebiyatta libe­ ralizm" ise, arkasındaki genç romantikler de, klasik kampa kar­ şı sanatta özgürlük ve ilerleme için kavga verdiklerinin bilinci içindedirler. Böylece, Hugo'nun zaferi, romantik hareketin ke­ sin olarak liberal harekete katılması anlamında, toplumdaki öz­ gürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Herkes bunun bilinci içindedir. Öyle olduğu için de, Hernani 'nin oynanacağı 25 Şubat 1830 tarihini, romanti.kler olduğu kadar klasikler de bir "savaş günü" olarak algılar ve ona göre hazırlanırlar. Sonradan, saygın ka­ lemlerden biri olarak sivrilecek Theophile Gautier, Romantizmin Tarihi adlı eserinde (1901 ) bize o temsil akşamının çarpıcı öykü­ sünü de yazıp bırakmıştır. Oyunun ilk temsili için, genel seyircilerin yanı sıra, yığınla sanatçı ve edebiyatçı hazır bulunur. Chateaubriand da salonda­ dır; ayrıca Balzac, Sainte-Beuve, Vigny, Berlioz, Dumas, Gerard de Nerval ve başkaları ... 8 B u konuda bkz. Pierre Gamarra, Victor Hzıgo, Editeurs Français Reunis, Paris, 1971, s. 85-103; J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1 952, s. 59-60. A. Ubersfeld, "Le Choix du theatre", Histoire litteraire de la Fraııce", cilt IV, 2. kısım, s. 290-299.

78

Bir özellik de şudur: Hernani 'nin oynanacağı gün ilan edildi­ ğinde, Hugo'yu önder bilen sanat ve edebiyata bağlı gençler, aşağılamaya hazır olan klasiklere karşı, eseri küçük düşürme­ mek amacıyla önlem alırlar. O zamanlar, böylesi temsillerde, ücretli "alkışçılar" tutulurdu. Hugo, bir bakıma klasiklerin etki­ si altında bulunan bu alkışçı takımına -pek haklı olarak- güve­ nemez; aynı görevi, kendi arkadaşları ve yandaşları yerine geti­ rirler. Alkışçı dostlar da, salonun çeşitli yerlerine gruplar halin­ de yerleştirilmişlerdir ve acayip kıyafetler içindeki her grubun da -yine garip kılıklı- bir başkanı vardır. Sonradan ün kazana­ cak olan Louis Boulanger, özellikle de Theophile Gautier, onla­ rın ilk göze çarpanlarıdır. Faris polis müdürü, girişte gürültü patırtı olmasın diye, ya­ zarın bu dostlarının, saat 18.00 ile 19.00 arasında, perde açılma­ dan önce salona alınmalarını uygun görür. Onlar da, geç kalıp yerlerini tutamamak korkusunu taşımadan, bir yandan ceple­ rinde taşıdıkları nevaleyi yerken, bir yandan da öteki seyirciler gelinceye kadar şarkı söylemekle vakit geçirirler. Paris'in, tiyat­ roda düzenli ve özenli giyinmeye alışmış halkı ve kibar takımı tiyatroya doluştukça, bu çılgın gençlerin davranışlarına ve garip giysilerine, hele Gautier'nin omuzlarına dökülen saçlarıyla kızıl yeleğine şaşkınlıkla bakarlar. Gautier, "siyaset çılgınlarının iti­ bardan düşürdükleri" bu kızıl renge, "özel bir yakınlık" duydu­ ğu için öyle giyindiğini söyler kitabında ve ekler: "Modern ya­ şama ve resme yeniden girecektir bu renk!" Perde açılmadan önce, her iki taraftan da hınç ve öfke taşaca­ ğı anı beklemektedir. Perde açılınca da kızıl kıyamet kopar. Oyun başladığında, dostlar alkışa, düşmanlar ıslığa hazırdır­ lar. Theophile Gautier, kızıl yelekli adam, bütün şiddet ve hış­ mını sergiler. Akademi üyelerinin, yani çoğu klasik görüşteki kafaların oturduğu bölümde haykırır: "Haydi giyotine, diz çö­ kün!" Piyes oynanırken, Hernani, Ruy Gomez'e "Budala ihti­ yar!" diye haykırdığında, üstüne alınanlar bile olur. Sıradan bir temsil değildir ortadaki: "İki sistem, iki parti, iki ordu, hatta iki uygarlık karşı karşıyadır!" Daha başka gürültüler olursa da, oyun başarıyla sürer. Öyle ki, ikinci perdede, oyunun geleceğinin pek parlak olacağını fark eden açıkgöz bir yayıncı, eserin basım hakkını 6.000 Franka sa­ tın almayı önerir ve işi hemen bitirmek üzere de, yazarı yakın79

daki bir kahveye götürüp -bir makbuz karşılığında- parayı eli­ ne tutuşturur. Tam zamanında çıkıp gelmiş bir paradır bu; çün­ kü, Hugo'nun cebinde o gece sadece elli Frank vardır. Hernani'mn o akşamki temsili tam bir zaferdir. Ertesi günü basında övgüler kadar kutlamalar da vardır. Chateaubriand da, sıcak bir mektupla genel coşkuya katılır. An­ cak Balzac, iler tutar yanını bırakmaz; Sainte-Beuve ise surar. Kimi gazeteler de Hugo'ya ve gayretkeşlerine, müstehcenler ve cumhuriyetçiler deyip saldırırlar. Tartışmalar Fransa çapındadırlar da; öyle ki, kimi zaman ça­ tışmalara kadar varır bunlar. Nitekim Toulouse'da bu yüzden bir düello bile olmuş ve bir genç ölmüştür. Bir başka yerde biri, şu vasiyetnameyi bırakır: "Burada Victor Hugo'ya inanan biri gömülüdür!" Eser, aynı coşkulu ve çekişmeli ortamda otuz altı kez daha oynanacaktır. Ama ne olursa olsun, gerçek şudur: Vic­ tor Hugo, Hernani savaşını kazanmıştır; Fransa'da romantik okulun başı odur şimdi ve kimse de bunu tartışamaz artık!9 Daha da yakından bakıldığında olan şudur: Romantikler, aranış ve bölünme yıllarının arkasından, önce şiirde, sonra ta­ rihsel romanda ve son olarak da tiyatroda kendilerini kabul et­ tirmeyi başarmışlardır. Ne var ki, romantizmin politika ile iliş­ kileri gitgide değişir. 1820'li yılların başlarında, Hugo, Vigny ve Lamartine, Chateaubriand'ın izinde, şiirin bayrağını, Ansiklo­ pedicilerin ve Aydınlanma ideologlarının soğuk aklına karşı yükseltir; ve Katolik mezhebiyle boyanmış kralcılığın yandaşı olur; böylece, Taht'la Mihrab'ın sözcüsü kesilirler bir bakıma. Şi­ ir, karşı-devrimle ortak bir davayı güder haldedir. Ne var ki, aynı zamanda bir başka akım, Madam de Stael'in eserlerinden başlayarak, liberal kampta yer açar romantizme. 1824'le 1827 yılları, yani Chateaubriand'ın gözden düşmesi ile Cromwell 'in "Önsöz"ü arasında, romantikler, tek bir noktaya çe­ virirler yüzlerini. Liberalleri hala kendilerine karşı görseler de, hasımlarının büyük bölümü sağ'da; X. Charles'ın iktidarının ve emrindeki sansürcülerinin gölgesindedirler artık. Sanatta öz­ gürlüğü istemek, aynı zamanda basın özgürlüğünü, fikir özgür­ lüğünü, giderek kamusal özgürlükleri istemektir şimdi. Victor Hugo'nun söyleyişiyle, "Toplumu olduğu kadar, sanatı da yeni­ leyen özgürlük ilkesidir." Şair, Kilise'den yakasını sıyırıp kur9 ?Bkz. Jean-Marc Hovasse, Victor Hııgo, 1 . cilt, Fayard, Paris, 2002,

80

s.

369-445 .

tarmış ve XVIII. yüzyılın Filozoflarının yerine geçerek, laikleş­ miş yeni bir manevi iktidar, deyim yerindeyse bir peygamber olma yolundadır. Geleceğin insancıl romantizmi, sosyal roman­ tizm ete kemiğe bürünmektedir. Restorasyon'a son verecek Devrim'in ilk fiskesini de, öyle gö­ rünüyor ki Hernani vurur.

81

iV DEGİŞİM, UMUTLAR, KAYGILAR

1830'dan başlayarak, Victor Hugo, yüzyılının "sesli yankı"sı olmak ister, edebi çalışmaları çoğalır: Bir roman, dört şiir kitabı, tiyatro için dört dram yazmış, bir gezinin izlenimlerini kaleme almıştır. Sürekli çalışma, umut ve kaygılar içindedir: Dostu Sa­ inte-Beuve'ün kalleşliğine uğramış, aile yaşamı altüst olmuştur, o da -1833'ten başlayarak- gider yeni bir aşka, Juliette Drou­ et'nin aşkına sığınır; üç başarısız girişimden sonra Fransız Aka­ demisi'ne kabul edilir (1841 ); derken, kızı Leopoldine ırmakta boğulur (1843) ve Hugo, biraz da acılarını unutmak için, 1845'ten başlayarak siyasal yaşamın kollarına ahlacaktır. Toplum da, devrimci gelişmeler içindedir. Nasıl? BİR DEVRİMDEN ÖTEKİNE 1830'dan 1848'e kadar uzanan dönem, Fransa' da, siyasal yön­ den hareketli olduğu kadar, sanatsal yönden de olağanüstü be­ reketli bir dönemdir ve bir bütünlük içindedir; bu bütünlük, ro­ mantizmin zaferini onaylayan fikri tavırlarda da kendisini gös­ terir. Tarihteki adıyla "Temmuz Monarşisi"nin Fransa'sı, en baş­ ta şu üç özelliği taşıyor: Liberalizmde pek köklü bir ilerleme; burjuva dünyası ile sanatçı dünyası arasında sürekli bir iç içe geçiş; ideolojilerde bereketli bir çiçekleniş ki, sosyal sahneye çık­ mış bir yeni öğeyi göz önünde tutmanın zorunluluğuna inan­ maktadır hepsi de. Bu yeni öğe de, burjuvaziden sonra halkhr.1 1830 Devrimi'ni hazırlayan "Üç Onurlu Gün" (Les Trois Glori­ euses), 27, 28 ve 29 Temmuz günleri, birçok yönden karmaşık bir ortamın ürünüdürler: İşsizliğe yol açan bir nüfus arhşının va­ himleştirdiği bir iktisadi bunalım, taşranın -işçi ya da zanaatçı­ yığınla insanını iş bulmak için Paris'e doğru iter. Gelenlerin aa­ nacak halleri sosyal zıtlıkları sivriltir, "tehlikeli sınıflar" yapıp çı1 Bu gelişmeler için bkz. Arlette Michel (başkanlığında), Litteraturefrançaise dıı XI­ xe siecle, PUF, coll. "Premier Cycle", Paris, 1993, s. 87-93.

83

kar onları. Aynı zamanda, burjuvazi, iktidarın toprak aristokra­ sisince ele geçirilmiş olmasından bıkkındır ve ülkenin siyasal yaşamında daha etkin bir pay edinmenin özlemi içindedir. İşte tam bu andadır ki, 25 Temmuz 1830'da dört kararname yayım­ lanır ve barutu ateşler: Kral X. Charles, her türlü muhalefeti boğ­ mak için basın özgürlüğüne son verir; seçimden yeni çıkmış ve henüz toplanmamış Milletvekilleri Meclisi'ni dağıtır; sanayi ve tacir burjuvazisine ters düşen bir seçim sistemi getirir. Çatışma kaçınılmaz hale gelmiştir. Protesto amacıyla, işyerleri kapanır ve kızgın işçiler hareket­ lenir. Muhalefet gazetelerini basan makinelerin sökülmesi ile görevli polis, basın işçilerinin direnişiyle karşılaşır. O sıralarda yüksekokul gençliği arasında çokça bulunan Cumhuriyetçiler müdahale eder işe ve ilk barikatlar kurulur: 29 Temmuz'da Pa­ ris onlarla donanır. Ayaklanmacılar kente egemen olurken, libe­ ral milletvekilleri, özellikle de bankacı Laffitte'le Casimir Perier, girişimi ele geçirirler. La Fayette, Milli Muhafızların başına ge­ tirilir; o da, 30 Temmuz sabahı, yeni bir Jakoben devrimi korku­ suyla, Bourbon'lar Hanedanı'nın Orleans kanadından Louis­ Philippe'in tahta adaylığını benimser ve 31 Temmuz'da Beledi­ ye binasının balkonunda kucaklaşır onunla. Cumhuriyetçiler saf dışı edilir ve Louis-Philippe "Fransızların kralı" olarak ilan edilir. Aslında olan biten şudur: Temmuz başkaldırısı, eski soylu sı­ nıfının egemenliğine bir darbe indirmiş, ama Fransa'da krallığa da son verememiştir. Mutlakıyetten meşrutiyete geçilmiştir ve 1830'dan 1848'e değin sürecektir bu. Yönetim de, bu dönemde burjuvazinin yüksek tabakalarının, bankacıların, zengin sanayi­ cilerin elindedir. Louis-Philippe'e and içme töreninde, bankacı Laffitte şöyle der: "Bundan böyle Fransa'da bankacılar egemen olacaktır!" Louis-Philippe, gerçekten "kasaların kralı"dır. "Temmuz Monarşisi"nin siyasal gelişmesi iki doğrultuda olur: Bir yandan, ilk günlerin mücadelecileri gitgide saf dışı edi­ lirken, öte yandan, yeni bir dünyanın doğacağına inanmış olan­ ların kin ve hınçlarını iktidar adamlarına karşı bir araya getirir; bu, anayasalı monarşinin olumlu görünüşlerini önce maskeler, sonra da siler. Başlarda, 1830 Devrimi, bir siyasal liberalizm ge­ tirerek, parlamenter bir rejim kurar ve hür türlü siyasal görüşe özgürlük tanır. Seçmede ve seçilmede varlık oranı düşürülmüş84

tür; Louis-Philippe, "Fransızların kralı"dır; muhalefet için der­ nekleşme ve basın özgürlüğü vardır. Ne var ki, çok geçmeden, muhalif güçler baskı altına alınıp ezilir: Önce Lyon'da, ipek işçi­ lerinin, Canut'ların, 1831 ve 1834'teki ayaklanmaları bastırılır; sonra da, Paris'te, 13 Nisan 1834'te, Transnonain Sokağı'ndaki kıyım, sokak gösterilerine -geçici olarak- bir nokta koyar. Hü­ kümet, ayrıca Fieschi'nin krala saldırısını (28 Temmuz 1835) sö­ mürür ve bundan yararlanıp Cumhuriyetçi muhalefeti kanun dışına atar. O tarihten başlayarak, iyice yerleşmiş olan rejim, bir "orta yol" politikası uygular. Ama öte yandan, bir siyasal hareketsiz­ lik de yerleşir ülkeye; küçük bir seçkinler grubundan gelen ay­ nı çehrelerdir görülen: Kimi liberal soyluların yanı sıra, Guizot ve Cousin gibi üniversite hocaları ve Thiers gibi küçük burjuva­ lar ... Bu arada Louis-Philippe'in müdahaleciliği de artar: Kral ol­ makla yetinmez, bizzat yönetmek ister. Ne var ki, durağan bir siyasal yaşam karşısındaki yorgunluk; yeni doktrinlerin eğittiği bir kamuoyunun gelişmesi, ülkedeki maddi değişiklikler, bütün bunlar, 1847'deki ekonomik süreçte­ ki bozulmadan da yararlanıp, rejimi çöküşe götürür. Öyle de ol­ sa, Fransa, bir on sekiz yıl boyunca, yoğun bir sanatsal etkinli­ ğe, iktisadi alandaki ilerlemelere yol açan bir barış dönemi ya­ şar; eğitimdeki -ruhban karşıtı- gelişmelerin de desteklediği bir sanayi devriminin başlamış olmasını ekonomik canlılığın ne­ denleri arasında saymalı. Bununla beraber, iktisadi dönüşüm­ ler, bir yandan zenginlerle yoksullar, Parislilerle taşralılar ara­ sındaki farklılığı derinleştirir ve şunu da gün ışığına çıkarır: Burjuva yöneticiler, 1 830 Devrimi'ni kendi yararlarına kullan­ mışlar ve iktidara da el koymuşlardır. Öyle olunca, rejim için pek tehlikeli bir muhalefet palazlan­ maya başlar:2 Liberal aydın çevrelerden gelmektedir bu; buna yaralı küçük burjuvazi ile -boyutları henüz dar- bir proletarya­ nın tehlikesini de katmalı. Burjuva bencilliğini sorgulayan yı­ ğınla sosyal ideoloji de beraberlerindedir ve ister istemez sanat­ çı çevrelerde de yankı bulmaktadır. O andan başlayarak, iki ka­ tegori, burjuvalarla, halkın mutluluğu için mücadele eden ya da marjinalde kalan sanatçı kategorisi çatışmaya girişir. Bu zıtlık, 2

Bir genel değerlendirme için bkz. Michel Winock, Les Voix de la liberte. Les Ecriva­ iııs engages au XIXe siecle, Seuil, Paris, 2001, s. 117-131.

85

daha çok edebiyatta ve basında yer alır. Ancak rejime fikri mu­ halefetin özellikle yeğlediği alan, basındır; ve basın, Temmuz Monarşisi döneminde, köklü bir değişime uğrar, yaygınlık ka­ zanır ve bir iktidar olup çıkar: "Kamuoyu" dediğimiz yeni bir gücün kaynağında işte o iktidar vardır. Gerçekten, 1830'da bağlarından kurhılan basın, olağanüstü bir gelişme gösterir; dönem boyunca, özgürlük anlarıyla sertlik anları nöbetleşe yer değiştirse de, Paris'te olduğu kadar taşrada da gazetelerin sayısı artar. Hükümet propagandasının olduğu kadar, siyasal ve sosyal tartışmanın da mekanı olan basın, aynı zamanda kültürün de yayıcısıdır; bu arada, belli bir fikri ve sos­ yal uydumculuğu hem sürdürür, hem de eleştirir. Fransa'da modern basının doğuşunu, Emile de Girardin'e borçluyuz. Bu parlak gazeteci, 1836'da, kendi gazetesi olan La Presse'i kurar, rejimin bir organıdır bu, ama yepyeni temellere dayanmaktadır: Artık, reklam ve ilan sayesinde, abonenin tuta­ rı, 80'den 40 Franka inmiştir. Aynı yıl, onun rakibi Dutacq da aynı ilkeye dayanan gazetesini, -"Yüzyıl" anlamına- Le Siecle 'i kurar; hanedanın sol'una bağlı bir muhalefet gazetesidir söz ko­ nusu olan. Okurların soluğunu kesen tefrika romanı ortaya çı­ kınca, abonelerin sayısı çığ gibi artar. Gazete, siyasal ve edebi tartışmaların mekanı haline gelir: Nüfuz sahiplerinin deneti­ minde ve yönetimindedir gazete ve buna dayanarak onların et­ kisindeki sosyal sisteme seslenir; bir kolektif güç, bir kamuoyu yaratır ve artık onunla beraber olmak gerekir. Basına, ünlü Revue des Deux Mondes gibi dergileri, kadın ve çocukla ilgili ya da uzmanlaşmış (tasarım, tıp, vb.) basını da kat­ malı. Bütün bunlarda, bir kent toplumu ve onun çeşitli alanla­ rındaki uğraşları yankılanır durur aslında. Tartışmalar, 1830 ile 1835 arasında, La Caricature ve Le Clıari­ vari gibi gazetelerde özgürce dile gelirken, 1839-1840 yılların­ dan başlayarak, küçük boydaki sürekli yayınlarla daha da etki­ li olurlar ve Buchez'nin L 'Atelier'si ya da Pierre Leroux'nun Re­ vuve iı ıdepen dante ıyla bir sosyal renge de bürünürler. Bu muha­ lefet basını, 1847'de, Şölenler Kampanyası'nı yorumlar ve geniş­ letirken başta gelen bir rol oynar ve Temmuz Monarşisi'nin dü­ şüşünün kapısını açar. Bu tartışma, daha da derinliğine olarak, siyasal alana sıkışıp kalmış değildir; açıkça bir sosyal netlik ka­ zanır ve yeni bir topluma olan inanç ve umudu yayar. Böylece '

86

basın, fikir hareketlerinin yayılmasını ve yaşamasını sağlayarak da büyük bir rol oynar. Gerçekten, Temmuz Devrimi'nin uyandırdığı umutlardan doğan yeni fikir akımları, sosyal ve insancıl ideolojilere yol açar­ ken, Restorasyon döneminde ortaya çıkmış liberal doktrinler de sürer, serpilir ve bir yenileşme dönemine giren dinsel düşünce­ yi de kendi yanma çeker. Şu ayrıntılar önemlidir: Devrim, ülkede gerçek bir psikolojik sarsılışa yol açmıştır. Toplumla ilgili yeni anlayışların kaynağın­ da bu da vardır ve söz konusu anlayışlar, 1848 dolayında ütopya­ cı sosyalizmin altın çağını hazırlar: bir eski Saint-Simon'cu olan Pierre Leroux, Victor Considerant gibi Fourier'ciler, yeni sosyal dinler önererek toplumun temellerini yenileyen bir felsefeyi sa­ vunurlar. 1840 yılından başlayarak, insancıl bir ideolojiye daya­ nan okullar yaygınlaşır: Bir Hıristiyan demokrasi yaratmanın mi­ litanlığını yapan Hıristiyan sosyalist Buchez'nin okulu böyledir; ya da Proudhon'un, Louis Blanc'ın, komünist Cabet ya da Blan­ qui'nin okulu böyledir. Hepsi de, kardeşlik ve bölüşme kavram­ larına dayanan bir toplum mutluluğunun arkasındadırlar. Daha da dikkat çekici olan, dinsel yaşamda, derin bir deği­ şim yaratma eğilimindeki yoğunluktur. İster Protestan uyanış ister Katolik yenileşme olsun, Hıristiyan düşünürler, Hıristiyan­ lığı modern dünyadaki değişikliklere uyarlama zorunluluğunu fark ederler. Dinsel düşünce alamnda liberalizm, Restorasyon döneminde de vardı; ne var ki, bu, Lamem1ais'de, Lacordaire ya da Buchez'de, yeni toplumu dinsel terimlerle düşünmenin ve Hıristiyanlığı halka götürme zorunluluğunun farkına varılarak güçlenmiş olur. Romantik hareket, işte bu siyasal, sosyal ve dinsel derin de­ ğişiklikleri hisseder. Yeni esinler, liberal ve sosyal doktrinlerin yayılışıyla desteklenmiş olarak eserlere damgalarını vururlar. Gerçi, içtenci edebiyat, bireylerin üstünlüğü, kişisel lirizm kay­ bolmaz; nitekim, Victor Hugo'nun şiir kitapları ve Alfred Mus­ set'nin Geceler 'i buna birer örnektir; ne var ki çağdaş sorunlar, hangi edebi tür olursa olsun, bütün bir edebiyatı güncele doğru yönlenmede etkiler: Tiyatroda (Hugo, Vigny), şiirde (Hugo, La­ martine), romanda (Stendhal, Balzac, Sand) böyledir; tarihte bi­ le böyledir (Michelet, halkın zaferine söylenmiş bir ezgi, bir öv­ gü olarak bakar tarihe); eleştiride de aynı şeyi görürüz, Sainte87

Beuve'ün Port-Royal'inin gösterdiği gibi, eleştiri, edebiyatı ya­ şamdan koparmama çabasındadır. Yazar, kendisini bir yol gös­ terici, bir peygamber, bir müneccim misyonuyla donanmış ola­ rak hisseder: Ulusu, güzel bir geleceğe doğru yönlendirecek odur! Dahası var: Bu insancıl eğilim, sıradan bir siyasal yoruma indirgenmemek için, bir metafizik boyut da kazanır; söz konu­ su olan, aynı zamanda insanlığın manevi kurtuluşudur da. Romantik hareketin özgünlüğü ve çapı, fikir hareketleriyle sanatsal yaratışın iç içe gelişmesindedir. Düşünürler ve sanatçı­ lar -çoğu kez bir kişide her ikisi kucak kucağadır!- toplumun, modern dünyanın halihazır durumunu anlamaya ve geleceği hazırlamaya yönelik düşünceleri başlatırlar. Bu bakımdan La­ martine, Hugo, Vigny, -Michelet ya da George Sand da dahil-, sosyal altüst oluşlara karşın, geleceğe ve ilerlemeye inançlarını sürdürürler. Bu modernite bilinci, dinsel yaşamı yenileştirmeyi, yeni ideolojilerin doğuşunu, türlerin yenileşmesini de esinletir. Böylece, şu söylenebilir: 1830-1848 yıllarında, edebi üretimdeki zenginlik ve bereket, en başta büyük türler (tiyatro, şiir), eski türlerin yenilenişi (tarih, roman), yeni türlerin ortaya çıkışı (tef­ rika romanı ya da edebi eleştiri) konularındadır. Bütün bunlar, zamanın doktrinlerince de -derinliğine- beslenerek, Romantiz­ me, ideolojik boyutlarını ve metafizik çapını kazandırır; daha önemlisi şudur: Böyle olmasaydı, Romantizm de, sıradan bir edebi ve sanatsal hareket olarak kalırdı kuşkusuz. Temmuz Devrimi'nin eşiğinde, 1830 Mayıs'ında, Hugo, baş­ ta Hernani 'den beri ziyaretçi akınından yakınan ev sahibinin de zorlamasıyla, bir başka mahalleye taşınır. Kızı Adele, tam da devrimin ortasında, 28 Temmuz'da orada doğacaktır; vaftiz ba­ bası da Sainte-Beuve'dür. Devrim olunca da, Hugo, halk gibi o da alkışlar onu; çünkü X. Charles, onu da hayal kırıklığına uğ­ ratmıştır, sansürün bir kurbanı da kendisidir. Sonra yeni romanı Notre-Dame de Paris 'yi yazmaya koyulur. Kitap 1831 yılının başlarında biter, Mart'ta da yayımlanır. Büyük bir coşkuyla karşılanır eser. BİR ROMANESK ŞAHESER: "NOTRE-DAME DE PARİS" Daha önce de söyledik: 1830'dan 1843'e kadar, gerçekten ve­ rimli bir yazarlık dönemi olur Victor Hugo'nun; bütün türlere el 88

atar. Notre-Dame de Faris, o dönemin ilk ürünü ve Hugo'nun da ilk büyük romanıdır. Notre-Dame de Paris, Paris'te -Ortaçağ'da yapılmış ünlü ka­ tedralin adıdır. Onun üstüne bir roman yazma düşüncesi daha 1828'den beri vardı yazarın kafasında. Kitabını da, daha yazma­ dan o yıl bir yayıncıya satmıştı; yayıncının sıkışhrması üzerine bir solukta yazar eserini. Kaleme alış, her zaman olduğu gibi, ciddi gözlem ve okuma­ ların arkasından olur. Söz konusu kilise ve o yılların Paris'i üs­ tüne na yazılmışsa okur yazar. Eser, bir yerde, geçmiş yüzyıllar­ dan birindeki, XV. yüzyıldaki Paris'i anlatır: Burjuvaları, üni­ versite öğrencileri, serserileri ve dilencileri, yani halkı ve kated­ rali ile Paris'i, o "karanlık ve pis kokan" Ortaçağ Paris'ini. Ünlü kilise ise, değişmez ve görkemli varlığı ile olayların merkezin­ dedir. Hemen her şey, bir masal kahramanı gibi yaşahlmış olan o yapının çevresinde döner dolaşır; başlıca kişilikler, katedralin kambur çancısı Quasimodo, güzel çingene kızı Esmeralda ve kı­ za delicesine aşık rahip Frollo, öylesine canlılıkla anlahlmıştır ki, bir yerde onlar da efsaneleşirler. Yazar, tarihselin yanı sıra bir felsefi boyut da ekler romanına: Bir yazgı, kişileri, öldürmeye ve ölüme götürür; ve karamsarlık, sayfalara vahşi bir nitelik de verir. Trajikle gülüncün iç içe olduğu bir eser. Ve Walter Scott'un etkisinde bir tarihsel roman. Kitap yayımlandığında, büyük ilgi görür okurlardan. Eleşti­ riler, biçeme diyecek söz bulamazlar; sadece esasa ilişkin kimi noktalar üzerinde durulur. Vigny ve Lamartine gibi, coşkusunu gizleyemeyenler vardır. Lamartine haykırır: "Romanın Shakes­ peare'i bu, Ortaçağ'ın destanı (. .. ). Yazar, gözümde bir kat daha büyüdü bu kitabıyla! Notre-Dame'ın kulelerinden daha yüksek­ tedir o". Balzac, eleştirisini esirgemez: "Notre-Dame'ı okuyup bitirdim ( ... ). Birkaç güzel sahne ve kelime; ama bütün, gerçek olmaktan uzakta gibi. İyi kötü birkaç betimleme ve pis kokulu bir tufan. İmkansız bir masal ve hepsinin de üstünde, can sıkıcı bir eser, boş ve mimarlık alanında iddialarla dolu." Romanın konusuna geçmeden önce, tarihsel roman üstüne söyleyeceklerimiz var. Romantik dönemde, dikkatleri en başta çeken, yaşamı dile 89

getirmede en uygun yol olarak, romandır; ve büyük bir çeşitli­ lik gösterir roman. 1830-1848 yıllarında, onun bütün türleri or­ taya dökülür: Hissi roman, kara roman, tefrika romanı, örfler ro­ mam ve tarihsel roman... Modern romanın doğuşunda belirleyici bir rol oynayan, bu sonuncusudur, yani tarihsel romandır.3 Bu konuda en kesin etki de Walter Scott'tan (1771-1832) gelir. 1820'de, halkça tutunurluğunun da doruğundadır yazar. Klasi­ sizmle romantizm arasındaki farklılıklar üstüne tartışmalarda, J.skoçyalı romancı bir büyük yenilik getiriyordu: Geçmişi, kendi­ ne özgü atmosferi ve örfleri ile yeniden canlandırıyor; bir döne­ min temsilcisi olabilecek tipleri buluyor ve onların kişiliğinde dönemin canlı bir imgesini sunuyordu. Aynca, seçtiği dönemle ilgili olarak yaptığı ayrıntılar sergilemesi, toplumun durumu üs­ tüne de bir bilgi veriyordu. Sonra, sağlam bir entrika kuruyordu; diyaloglar da olayın akışına katılıyor ve tiyatro ile rekabet edi­ yordu. Victor Hugo, 1824'te şunları yazıyordu: "Scott'un epik ro­ manları, bugünkü edebiyattan büyük destanlara bir geçiştir; bi­ zim şiirsel çağımız o destanları vaat ediyor bize ve verecek!." Tarihsel roman, Fransa'da, 1 825 yılından başlayarak gelişir. Alfred ve Vigny'nin, 1826'da yayımlanan Cinq-Mars 'ı, XIII. Lou­ is ya da Richelieu gibi büyük kişileri sahneye getirir. Ne var ki, yazarı hareketlendiren meşruiyetçi tez, eserin gerçekten inandı­ rıcı olmasını engeller. Ayrıca, tarihsel romanın bir büyük soru­ nu, entrikada, gerçek kişilerle sanal kişiler arasındaki karşılıklı rollerdir. Paradoksal bir durum olarak, sanal kişiler, gerçekten yaşamış kişilerden daha "gerçek"tirler; bu sonunculara bir ya­ şam, bir ses vermek ise güçtür. Prosper Merimee, IX. Charles 'ın Saltanatı Kroniği nde, günlük yaşamdan ayrıntıları ustaca verir, ama onlardan bir fresko yapamaz. Victor Hugo, Notre-Dame de Paris 'de, XV. yüzyıl Paris'ini, eşsiz bir kitleler duygusuyla ver­ meyi başarır; ancak, özel entrika, İzlaııdalı Han 'da (1823) olduğu gibi pek melodramatik kalır. Türün asıl büyük başarısı ise, Balzac'ın Les Chouans (1829) adlı romanıdır. Yazar orada, mekanları, örfleri, dilleri ve onları temsil eden tarihsel güçleri birbirine bağlamayı bilmiştir. Ger­ çekten, o romanda kişiler, hem bir sosyal sınıfın karakteristik '

3 Bu konuda özellikle bkz. Adette Michel (başkanlığında), "Du roman historique au roman des realites", Litteratııre fmnçaise dıı XIXe siecle, PUF, coll. "Premier eyde", Paris, 1993, s. 136-138.

90

tipleridir, hem de simgelerdir. Böylece, tarihsel romandan ger­ çeklikler romanına doğru yönelinir; geçmişin canlandırılmasın­ dan bugüne, yeni toplumun sağladığı çeşitli modellere geçilir. 1830'dan başlayarak, bu yeni roman Balzac ve Stendhal'le geli­ şir. İnsanın tarihsel boyutu keşfedilmiştir ve modern romanın doğuşunu da işte o keşfe borçluyuz; roman, artık ne zekanın sı­ radan bir yaratışıdır, ne de sadece bir psikolojik çözümlemedir, insanın dünyada bütünlüğüne dile gelişidir o! Tarihsel romanla çağdaş roman arasındaki kaymayı en iyi beceren de Balzac'tır. Onun Les Cho ı ıans 'ı, daha da yeni bir gün­ celliğe, monarşik kalıp devrimci yönetime başkaldırmış Brötan­ ya'nın güncelliğine bizi getirip sokar. Marki de Montauran'ın arkasında, Eski Rejim'e yandaş olanlar toplanmıştır. Bir serü­ venci kız olan Matmazel de Verneuil'ü, Fouche, Markiyi baştan çıkarıp polise teslim etmekle görevlendirmiştir. Ne var ki, aşk, casus kızın tasarılarını bozar: Kahramanlar, trajik bir ölümle ölürler. Çizilen karakterler gibi sosyal ortam da, Balzac'ın eserini yazdığı döneme yakındır; gözleme yine yer vardır, onu yaratıcı imgelem tamamlayacaktır. Balzac, belgelere ve kitaplara başvu­ rarak iyiden iyiye donanır, ama onunla yetinmeyip, ülkesinin atmosferini solumak için bizzat yerine, Fougeres'e gider. Bir çar­ pıcı kişilik olan komutan Hulot, liberalizmi temsil etmektedir; öte yandan, köylüler, bağnaz kişiler ve beyzadeler de tahtla ta­ cın sıradan savunucuları olarak sunulurlar. Balzac, trajik bir at­ mosferin içinde gezdirir romanını; böylece Walter Scott ile Raci­ ne'i de karıştırmış olur ve öyküsünü kahramanca bir romanes­ kin son alevleriyle de donatır. Yazdığıyla, modern dünyanın kanlı kökenlerini ortaya koyarken, bizzat tarih de aşılması gere­ ken bir trajedi olarak gözler önüne serilmiş olur. Modern büyük romanlar çağı gelmiştir. Sözü, yeniden Notre-Danıe de Paris 'ye getirelim. Romanın konusu özetle şudur: "Deliler Bayramı" adını taşıyan birinci bölümde, 6 Ocak 1482'deki Deliler Bayramı günü anlatılır. Adalet Sarayı'mn bü­ yük salonunda, Gringoire adlı esrarlı bir şair sunulurken, iç av­ luda Çingene kızı Esmeralda dans etmektedir. Notre-Dame'ın alabildiğine çirkin çancısı Quasimodo, Başdiyakos Claude Frol­ lo'nun emriyle, kızı kaçırmayı dener. Ancak, güzel bir subay 91

olan Phoebus de Chateaupers kızı kurtarır. Gringoire, Mucize­ ler salonunda oradan oraya dolaşıp durmaktadır; dilencilerin kralı onu sorgulamaya alırsa da, Esmeralda kurtarır, acıdığın­ dan onunla evlenmeye razı olur. "Notre-Dame ve İki Konuğu" adlı ikinci bölümde, bir gotik şaheser olarak Notre-Dame anlatılır; kulelerinden görülen de, o yüzyıldaki eski Paris'tir. Quasimodo orada, çanların arasında yaşar. Esmeralda'ya saldırdığı için halka teşhir etme amacıyla direğe bağlandığında, genç kızın elinden su içmiştir ve o anda da aşık olur. Frollo'ya gelince, kız için yanıp tutuşmaktadır. "Esmeralda'nın Serüven'i" adını taşıyan üçüncü bölümde, Esmeralda'nın Phoebus'ü sevdiği açıklanır. Bir buluşma sırasın­ da genç subayı Frollo hançerler ve suç Esmeralda'ya atılır. "Quasimodo'nun Kahramanlığı" adlı dördüncü bölümde, Es­ meralda, adam öldürme ve büyücülük suçlarından ölüme mah­ kum edilmiş olarak, Notre-Dame'ın büyük kapısı önünde, suçu­ nu kabul etmesi için halkın önüne çıkarılmıştır. Ne var ki, Qu­ asimodo, onu kilisenin içine çeker alır. Kimsenin karşı çıkama­ yacağı bir sığınma yeridir bu. Onu bir daha göremeyeceklerin­ den kaygılanan dilenciler katedrale saldırırlarsa da, püskürtü­ lürler. "Frollo'nün Öcü ve Cezası" adlı son bölümde, Frollo, Esme­ ralda'yı ele geçirir, kız kendisini reddedince de bir yaşlı tariki dünya kadına teslim eder onu; kadın da, vaktiyle kaybettiği kı­ zı olduğunu görür onun ve saklamak ister. Ne var ki, Çingene güzeli ele geçirilir. Frollo, kulelerin tepesinden, aşağıda kızın asıldığını görerek korkunç biçimde gülümser. Quasimodo, onu boşluğa iteleyecek ve o da, sevdiği kızın cesedini kucaklayarak ölecektir. Notre-Dame de Paris'nin konusu kısaca bu! Görüldüğü gibi, XV. yüzyılda, Mucizeler Avlusu'nun, kated­ ralin ve Ortaçağ Paris'inin oluşturduğu bir dekor içinde, ilk göze çarpan, bütün roman boyunca ağırlığını duyuran yazgıdır. Genç bir Çingene kızının çevresinde, kendini beğenmiş bön bir subay olan Phoebus, şeytani bir Başdiyakos Claude Frollo ve bir kilise çancısı Quasimodo dönüp durmaktadır. Esmeralda da dahil, hepsi trajik bir yazgıyla ölürler. Yazar, romanının başlarında XI. Louis döneminin Paris'ini anlatırken, matbaanın başlattığı müca­ dele, monarşinin içine düştüğü bunalım üstünde de durur; daha sonraki bölümlerde entrika ortaya konur ve çözüme gidilir. 92

Notre-Darne de Paris'den bir sahne: Esmeralda. Quasimodo'ya su veriyor.

Victor Hugo 35 yaşında.

Hugo, tarihi yeniden diriltip önümüze koyarken ne yapmak ister?4 Herhalde sıradan bir "inşa" değildir amacı sanatçının. Orta­ çağ'ın atmosferi, geçmişi canlandıran onca ayrıntıyla dile getiri­ lirken, tarihsel roman, aslında iki romanla astarlanmıştır: Paris'i alacakaranlıkta anlattığı betimlemelerle bir şiirsel roman kendi­ ni belli eder önce; ikinci olarak da, bir fikirler romanı: Onda söz konusu olan da, insan soyunun dışlanmışları, yasaklanmışları ve sürgünlerinin savunulmasıdır. Quasimodo, bu marjinal in­ sanlığın simgesidir; onun korkunç çirkinliğine karşılık yüce bir ruhu vardır. Romanda Quasimodo'nun, ölüme mahkum edil­ miş Esmeralda'yı, katedrale sığınmanın güvencesinden yarar­ landırmak için kaçırdığı bölümdeki şu satırları zikredelim: "O sırada kadınlar güler ve ağlarken, kalabalık da coşkuy­ la tepiniyordu. Çünkü, o anda Quasimodo, gerçek güzelliğini ortaya koyuyordu. Bu öksüz, bu sokakta bulunmuş çocuk, bu ıskarta güzeldi ve kendini yüce ve güçlü hissediyordu. İçinden kovulduğu bu topluma cepheden bakıyordu; ve olanca gücüy­ le ona müdahalede bulunuyordu: İnsan adaletinin elinden avı­ nı

çekip kurtarmışh; bütün bu kaplanlar yalanıp duruyorlardı;

bu muhbirler, bu yargıçlar, bu cellatlar, bütün bu krallık güçle­ rini, Tanrı'nın gücüne sığınarak kırıp parçalamışh."

Bu cümlelerde, parya durumundaki insanın, gülünçle yüce­ nin el ele vermesiyle kendi durumunu nasıl aştığını pek güzel görüyoruz; tanrısal adaletin, -gülünç de olsa- kutsal sahibi odur aslında. Öte yandan, Hugo'nun bu romanında altını çizdiği bir şey daha var: Kolektif ve soyut kişiliklerin bireylere üstünlüğü! Kent, katedral ve bizzat kalabalıkların böyle bir ağırlığı elle tu­ tulur halde. Ne var ki kent, modern çağın dış mahallelerinin ki­ şiliğine sahip değildir henüz; kalabalıklar da uğultu içindedir ve bir "halk" kimliğini taşımamaktadır. Mücadeleye bir ad koy­ mak gerekiyorsa diyeceğiz ki, "ışık"la "gölge", "karanlık"la "ay­ dınlık" savaşmaktadır. Her şeyin yerli yerine oturması, Hu4 Bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1 952, s. 61-65. Aynca, Patrick Boucheron, "Sources d'un chef-d'oeuvre Notre-Darne de Paris", L 'Histoire, 2002, sy. 261, s. 58-61 .

95

go'nun, ilerde yazacağı romanlarla, özellikle Sefiller'le olacaktır. Özetle, Notre-Dame de Faris, Hugo'nun gelişmesinde önem­ li bir andır; dil ve biçem zenginliğinden başlayarak, başka yı­ ğınla niteliğiyle, epik bir yücelik içindedir roman. Victor Hugo, Notre-Dame de Paris nin arkasından, 1834'te bir başka roman yayımlar: Serseri Claude (Claude Gueux). Aynı yıl çıkan, siyasal ve edebi alandaki son gelişmelerin bir bilançosu niteliğindeki Edebi ve Felsefi Çeşitleme' si (Litterature et philosop­ hie melees), bu dönemin nesir halindeki ürünleri arasındadır. Ancak, ta 60'lı yıllara kadar roman çalışması yapmayacaktır. İçi­ ne girdiği yeni dönemde en verimli olduğu alanlardan biri, şiir­ dir. Lirik dehası yeni ufuklara doğru kanat açar Hugo'nun. '

LİRİK DEHANIN YENİ UFUKLARI 1830'dan başlayarak, edebi mücadelenin yeni deneyimleri; tarümar olmuş bir evlilik yaşamının acıları ve çok geçmeden ye­ ni bir aşkın doğuşu, şairi, içine dönmeye ve kendisini -daha da büyük bir içtenlikle- dizelerde dile getirmeye götürür. Biçimde kalan hüner ikinci plana geçer, gerçek bir lirizmin zamanı gel­ miştir artık! Devrimin hemen arkasından, yeni bir özgürlüğün geldiğine inançla, Genç Fransa 'ya adlı bir şiir yazarak geleceği selamlar Hugo ve sonra da kısa aralarla dört şiir kitabı yayımlar: 1831 yı­ lında Sonbahar Yaprakları (Les Feulles d'automne) çıkar; onu, Alacakaranlıkta Türküler (Les Chants du crepuscule, 1835) ve Gö­ nülden Sesler (Les Voix interieures, 1837) izler. O kitaplara, 1840 yılında Işıklar ve Gölgeler 'i (Les Rayons et les ombres) ekleyecek­ tir şair.s Sonbahar Yaprakları adı altında topladığı şiirlere egemen olan"melankoli" ve "hüzün"dür. Şair, kitabın önsözünde şöyle der: "Nedir, bu rastlantıya, esecek ilk rüzgara bırakılan sayfalar? Sonbaharın bütün yaprakları gibi düşen yapraklar, ölü yaprak­ lar! Kargaşanın ve gürültünün şiiri değil bunlar; herkesin yapt­ ğı ya da düşlediği sakin ve barışçıl dizelerdir; ruhun derinlikle­ rinden gelen dizeler." 5 Bir değerlendirme için bkz. H. Meschonnic, "La Poesie de Hugo avant l'exil", His­ toire litteraire de la France, cilt IV, 2. kısım, s. 259-275.

96

Hugo, kimi zaman, cılız bir bebekken kendisini koruyup kurtarmış olan annesini hatırlar ya da imparatorluk destanına karışmış babasını; kimi zaman, yaşamın akışı üstüne düşünür ya da bahtsızların yazgısına dalar gider. Aslında, Sonbahar Yaprakları 'nın oluştuğu sıralarda, Hu­ go'nun yaşamında üç ölümün acısı yaşamaktadır: Annesinin, babasının, bir de birkaç aylıkken ölen oğlu Leopold'ün gidişle­ rini görmüştür. Depreşir acısı:

Gidişlerini gördüm. Güçsüzüm ve telaşlıyım, Üç kez bir kara örtüye aktı gözyaşlarını Bu koridorda örtülen. Soğuk ellerini öpüp ağladım bir kadın gibi. Ama ruhlarını gördüm tabut kapandığında, Nurdan kanatlarıyla uçuyorlardı. Bir kadının ağladığını gördüğünde dayanamaz:

Alı! Böyle gizli ve yalnız ağlamak neden ? Ne oldu hülyalı gözlerinin önünden geçen ? Hangi gölge dalgalandı ruhunda ? Bir büyük esef ya da karanlık bir önsezi, Ya da taze anılar uyuya kalmış, Ya da zayıf bir anı mı kadınlığıııın ? Ne var ki, bu melankoli, sanatçı duyarlığını heyecanlandıran doğayla temasa geçtiğinde silikleşir; çocukların oyunlarını sey­ rettiğinde de yumuşar ve yok olur:

Gelin çocuklar! - Sizin bu bahçeler, bu avlular! Sarsınız yeri göğü ve titresin sütunlar! Sizinle bitsin gün ya da yeniden doğsun! Koşun ve arılar gibi tarlalarda uçuşun! Sevincim, mutluluğum, ruhum ve şarkılarını Gittiğiniz yere gidecek, sizin olsun! Victor Hugo'nun sanatı üstüne güvenilir yargıları olan bir yazarın, Theodore de Banville'in bir saptaması vardır: "Çocuk, ilk kez onun eserlerinde yaşamaya başlayacaktır" der.

97

Alacakaranlıkta Türküler'e egemen olan ise, "iç sıkıntısı"dır. Kaygılar kaplamıştır şairin özel yaşamını: Yeni sevgilisi Juliet­ te Drouet'ye olan tutkusu, ateşli ama bulanık duygularla dolu şiirler esinletmededir ona; dine inancı sönmüştür, ama inan­ mak da istemektedir. Öte yandan, siyasal yaşamdan hayal kı­ rıklığına uğramıştır: Temmuz monarşisi liberal vaatlerini tut­ mamıştır, sansür tekrar gelmiştir ve fikirlere baskı gitgide daha ağırlaşmaktadır. Hugo, ne yapacağını bilmez bir halde, gelece­ ği yoklamak ister: Günün alacakaranlığını, umutsuzluğun ka­ ranlığı mı, yoksa umudun şafağı mı izleyecek? Övünülecek bir yanı olmayan halihazır rejimin karşısına İmparatorluğun bü­ yüklüğünü çıkarır. Aşağıdaki "Ruhum daha da ateşli . " adlı nefis şiir, Juliette Drouet'ye, 1835 yılının ilk dakikalarında yazılmıştır: .

.

Dudağım Jıala dolu kadehine değmişse, Solgun alnımı avuçlarına koymuşsam, Soluğunu çekiyorsam içime durup durup O sıcak ve ruhunun kokusunu taşıyıp yayılan; Esrarlı yüreğinden kopan kelimeleri Bana fısıldadığını duyduğuma göre, Ağladığını görmüşsem, gülümsemeni görmüşsem, Dudakların dudağımda, gözlerin gözlerimde; Başımın üstünde parladığını görmüşsem, O senin yıldızından gelen bir ışığın; Hayatınım dalgalarına düştüğünü görmüşsem, Günlerinden koparılmış bir gül yaprağının; Kalkıp söyleyebilirim şimdi hızla geçen yıllara: - Geçin! Durmadan geçin ! Yaşlanamanı ben artık; Bütün solgun çiçeklerinizle buradan uzaklaşın, Kimsenin deremeyeceği bir çiçek var ruhumda! Kanadın değse de hiçbir şey dökülmeyecek Ağzımı dayadığım ve o dopdolu kadehten. Ruhum daha da ateşli ve sende de külden eser yok! Yüreğim daha da aşkla dolu, uzaksın unutkanlıktan!

98

Gönülden Sesler' de, şairin ruhuna seslenen belli başlı üç ses vardır: "İnsanın sesi", "doğanın sesi" ve "olayların sesi". İnsan olarak serbestçe içini döker şair: Kitabı ithaf ettiği babasının adı­ nı Zafer Anıtı'na yazmayı millet unutmuştur, onu hatırlatır; az önce bir akıl hastanesinde ölüp gitmiş kardeşi Eugene'in anısı depreşir, yeşil Feuillantines'de geçen ışıklı günleri hatırlar; ço­ cuklarını düşünür, onları bir gün azarlamıştır, o gelir aklına ve pişmanlık duyar. Neyi düşüneceğim ? Heyhat! Evinizden uzakta, Sizi düşünüyorum çocuklar! Genç başlarım, sizi; Şimdiden olgunlaşıp tükenen yazınım umudu, Duvarımda gölgesi her yıl büyüyen dallar... Öte yandan doğa, hep daha güzel ve yüce gönüllü görünür: Hugo, kent dışını şakır, evrensel sırrın anahtarını ister Virgili­ us'tan; geçmişteki aşkların tanığı olan eski büyük parkları can­ landırır gözünde. Louis, işte zamanıdır gülleri koklamanın, Ve nicedir kapalı pencereleri gürültüyle açmanın; Ve zamanıdır mest olmanın düş içinde Tanrısal güzelliklerle dolu doğada ne varsa. Dağlarda, ormanlarda, sel· yataklarında Dalgayla, gölgeyle ve rüzgarla sallanan! Son olarak, olaylar dayatır kendini: Yüzyılın uğraşlarını dile getirmek ister şair, güncel olaylar üzerinde durur düşünür. 10 Temmuz 1 837'de, Lamartine, "Sizi okurken, artık hiç şiir yazmama duygusuna kapılıyorum iyiden iyiye; kitapta öyle sayfalar var ki, onlarla boy ölçüşecek yerde, ancak hayran olabi­ lir insan" diye yazacaktır. Lirizmin daha da büyük boyutlar kazandığı Işıklar ve Gölge­ ler, bir yandan önceki üç kitabı bir araya getirirken, öte yandan şairin esinindeki yenilikleri sergiler; Hugo, insansal sorunlara daha da cömertçe açılmaktadır. Şair, lirizmin temel temaları olan, çocukluğu, aşkı, doğayı tekrar ele alır. Çocuk, onda yalnız sevimliliği ve masumluğu de­ ğil, yaşamın sırrını ve derinliğini de canlandırmaktadır. Aşk, 99

her türlü insan etkinliğinin kutsal motorudur. Doğa, bir zarif bir egemen, bir vahşi bir olağanüstü de olsa, ruhsal durumlara denk düşer; şair, kimi zaman onunla ilgili bir anlık düşünceleri­ ni sergiler, kimi zaman da doğa ağır basar ve duyarlığını sürük­ ler arkasından. "Oceano Nox " adlı şiir, böyle bir ruh haleti için­ de yazılmıştır ve şöyle başlar: Ah! Kim bilir kaç tayfa ve kaç gemici Şen şakrak uzak seferlere çıktılar Ve bu kasvetli ufukta yok oldular! Kim bilir kaçı yitip gitti, acı bir yazgıyla! Dipsiz bir denizde, aysız bir gecede, Kapkaranlık bir okyanusta o hiç doymayan! Şairin esininde yeni bir açılış da görülür: Artık bir "sesli yan­ kı" olmakla yetinmez; "geleceğin peygamberi", insanlığın yürü­ yüşünün önünde "yol gösterici bir yıldız" olduğuna inanır: İnançsız günlerde gelir şair Dalıa güzel günleri hazırlamak için; Ütopyaların insanıdır o, Ayakları buradaysa gözleri başka yerde. Bütün başların üstünde o vardır, Her çağda o, tıpkı peygamberler gibi, Her şey ellerindedir onun; Sövülsün ya da övülsün, umursamayıp, Tıpkı bir meşale gibi aydınlatıp Geleceği göstermelidir! Hugo, sosyal düzenle ilgili bir görevi olduğunu düşünür ön­ ce: Sefalet ve insanın acıları önünde içi sızlar; sokağa düşmüş çocuğu ezen felaket önünde irkilir. Aynı zamanda, felsefi dü­ şünceye doğru yönelir; ölüm ve yazgının sorunları üzerinde du­ rur. Bu kuşku yıllarında, ruhunu aralarında paylaşan üç sesi serbest bırakır: Onlardan biri, sallanıp duran inançtan yakınır, ikincisi şairi Yaratış'ın ve yaratılanların aşkına çağırır; üçüncüsü bireyselden, geçiciden uzaklaştırır; ve şair, onları dinlerken, içinde, "Evrensel ve tatlı bir iyilik" duygusunun uyandığını his­ seder.

100

Victor Hugo'nun şiir serüveni, ileriki yıllarda yeni boyutlar da kazanarak sürecektir. Ancak, tiyatroda son sözlerini söyler sanatçı. TİYATRODA SON SÖZLER 1830 Devrimi'nin arkasından tiyatroda ilk yaptığı, daha önce sansürün yasakladığı Marion de Lornıe 'u, kimi değişiklikler ya­ pıp oynatmak olur (183 1 ). Eser, neredeyse Hernani kadar gürül­ tü uyandırır; övgülerin yanı sıra, yazara karşı olumsuz eleştiri ve sövgüler de basını kaplar. Ne var ki, Hugo'yu cesaretsizliğe düşürecek yerde kamçılar bunlar. Marion de Lorme'u, Kral Eğleniyor (Le Roi s'amuse) adlı man­ zum dram izler. 1832 yılının Haziran'ında yazılan eserde, eğle­ nen kral, I. François'dır. Soytarısı, biçimsiz Triboulet, kinle do­ ludur hükümdara karşı ve o yüzden de ahlakını bozmaya çalı­ şır. Ancak soytarının, üstüne titrediği ve sakladığı bir kızı var­ dır; kral da, kızı onun elinden alır. Kızının baştan çıkarıldığını öğrenen Triboulet, hükümdara karşı bir tuzak kurup öldürmek ister; ancak, onu öldürecek yerde kızını öldürür. Kral Eğleniyor, o yılın Kasım'ında Thefüre Français'de bir ge­ ce temsil edilir, ertesi günü askıya alınır ve çok geçmeden de ya­ saklanır. Gerekçe de, oyunun, örf ve adetlere aykırı ve ahlaka zararlı olmasının yanı sıra, kral öldürmenin savunmasını yap­ masıdır. Hugo, dava açar tiyatroya ve bakana karşı: Liberal bü­ yük bir avukat olan Odilon Barrot'nun yanı sıra, kendisi de par­ lak bir savunma yaparak, 1830 Devrimi'nin son verdiği sansü­ rün keyfi olarak geri getirilişine karşı fikir özgürlüğünü savu­ nur. Ne var ki, mahkeme, olayda kendisini yetkisiz görür. Bu­ nun üzerine, Hugo, vaktiyle XVIII. Louis'nin başlathğı ödeneği almayı reddeder. Louis-Philippe iktidarıyla ilk çatışmasıdır bu ve Hugo, pro­ testosundan hoşnuttur. Rejimin yasakladığı oyunun ardından, Victor Hugo, nesir halinde Lucrece Borgia adlı dramını yazar; 2 Şubat 1833'te, Porte Saint-Martin Tiyatrosu'nda sahnelenen oyun, tam bir zafer olur yazar için; yetmiş iki kez oynanır ve mali bakımdan büyük ge­ lir sağlar. Oyunun ilk temsilinde halkın Hugo'ya gösterdiği ilgi gözyaşartıcıdır: Yazarı sahneye çağırıp çılgınca alkışlamakla ye­ tinmez insanlar; arabasının atlarını çıkarıp bizzat çekerek evine 101

kadar götürmeye kalkarlar ... O temsilin bir özelliği de şu ki, Hu­ go, Juliette Drouet'yi o vesileyle tanır; 27 yaşındaki oyuncu, pi­ yeste, Prenses Negroni rolündedir. Çok geçmeden, Hugo, "Bir elmas parçasısınız ki, binlerce pırıltıyla parlaması için bir ışığın değmesi yeter" diye yazacaktır kendisine. Söz konusu tanışma, derin bir aşka dönüşecek ve bir ömür boyu sürecektir. Aynı yılın Kasım'ında, Hugo'nun, yine aynı tiyatroda -nesir halindeki- Marie Tudor'u temsil edilir. O oyundaki önemli Jane rolünü, yazar, Juliette Drouet için yazmıştı. Ancak sanatçı, çev­ resindeki husumet havasının etkisiyle, rolü pek kötü oynar ve ıslıklanır, ertesi günü de hastalanır; sonra yerine bir başkası ko­ narak oyun sürdürülür. Bütün bunların sonucu, piyesin başarı­ sı sınırlı kalır. Ancak, 1835 yılının Nisan'ında, bu kez Theatre Fransa'da, Hugo'nun, nesir halinde beş perdelik, Padııva Despotu Angelo (Angelo, tyran de Padoue) adlı dramı oynanır; ve büyük başarı kazanır oyun. Piyes aynı yıl yayımlandığında, Hugo, önsözün­ de, eserinde dile getirmek istediği sosyal ve insansal düşüncele­ ri de ortaya koyar. Notre-Danıe de Paris 'nin yayımlanışının (1831) arkasından, iki besteci, Meyerbeer ile Berlioz, Hugo'ya başvurarak romandan bir opera çıkarmayı önerirler. Hazırlıklar birkaç yıl sürer ve ilk temsil, La Esnıeralda adıyla, Opera'da 14 Kasım 1836'da gerçek­ leşir. Ne var ki, aman aman bir başarı sağlamaz ve geleceği de böyle hep sönük kalacaktır. Bütün bunlar, halk katında başarısını denediği oyunlardır. Asıl Ruy Blas 'ta şaheserini ortaya koyacaktır.6 Victor Hugo, 1838 Haziran'ında, beş perdelik manzum bir piyes, Ruy Blas 'ı yazmaya koyulur. Onda da olaylar, Hernani 'de olduğu gibi İspanya'da geçmektedir. Kendi söylediklerine bakı­ lırsa, dramın ana fikri, Jean-Jacques Rousseau'nun İtirafiar 'ını okurken belleğine takılmıştır: Rousseau, eserinin bir yerinde, M. de Gouvon'un evinde uşaklık ettiği bir sırada, kılığı kıyafeti ve işinin sıradanlığına karşın, efendisinin burnu havada kızı, Mat­ mazel du Breil'in dikkatini nasıl çektiğini anlatır. Piyes de, bir kraliçeye aşık olan bir uşağın öyküsüdür. 6 Özellikle bkz. A. Ubersfeld, "Le ehoix du theatre", Histoire litteraire de la Fran­ ce", cilt IV, 2. kısım, s. 307-315. Aynca, J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 91-95.

102

Kasım' da oynandığında da büyük başarı kazanır. Gerçekten Ruy Blas bir uşaktır: Öksüz kaldığı için yetimler yuvasında bakılıp yetiştirilmiştir; ister istemez bölük-pörçüktür bilgileri ve eğitimi yetersizdir. Ruy Blas, bir gün İspanya'nın bü­ yük senyörlerinden Don Salluste de Bazan'ın oda hizmetçisi olur. Don Salluste de, düne kadar güçlü bir bakanken, bir kötü rastlantı sonucu gözden düşmüştür: Kraliçenin nedimelerinden birini baştan çıkarmış ve onunla evlenmeyi de reddetmiştir. Gözden düşmeyi kendine yediremediğinden, kraliçeden öç al­ maya karar verir: Önce, yeğenlerinden birini, yoksulluğa düş­ müş Don Cesar'ı kullanmayı düşünürse de Don Cesar reddeder; o olmayınca, Ruy Blas'ı, Don Cesar adıyla düşüncesine alet et­ meye koyulur. Ruy Blas saraya sokulur ve orada, kraliçenin, ik­ tidarsız II. Karlos'un eşi, genç Maria de Neubourg'un gönlünü kazanır; ama kendisi de aşık olur. Don Salluste'ün düşündüğü gerçekleşmiştir: Ruy Blas, bir uşak, gururlu kraliçenin aşığı ol­ muştur. Bununla beraber, Ruy Blas, rolünü de hatırlar: Bakan olmuş devlet işlerine karışmış, çeşitli reformlara girişmiş ve halk katında büyük saygınlık kazanmıştır. İşler buraya varmış­ ken, Don Salluste müdahale eder: Don Cesar'ın adını kullana­ rak, kuytu bir evde kraliçeye randevu verir. Buluşulduğunda da, kraliçe, gece yarısı bir tuzağa düşürüldüğünün farkına varır. Don Salluste, böylesi bir skandaldan yararlanıp tahttan feragat etmesini ister kendisinden ve sevdiği insanın gerçek kimliğini açıklar. Çileden çıkan Ruy Blas, alçak adamı oracıkta öldürür; kendisini de zehirleyerek kraliçenin kollarında can verir, ölür­ ken kraliçe de bağışlar onu ve ilk ve son kez, "Ruy Blas" diye seslenir. Eserin konusu bu! Dikkati çeken noktalardan biri şu: Hugo, piyesinin konusu­ nu, "Bir kadını seven bir erkek" diye özetliyordu. Ne var ki, bu kelimelere alabildiğine güçlü bir anlam da yüklüyordu şair: Eserin erkek kahramanı bir uşaktır, kadın kahramanı da bir kra­ liçe. Ama ne önemi var? Erkek, sosyal durumu sıradan da olsa, ruhu yücedir; kadının da pek üstün bir durumu da olsa, içi ya­ ralıdır. Niçin sevmeyeceklermiş birbirlerini? Aşk, bütün sosyal mesafelere ve hatta en inanılması güç hallere karşın yüce yasa­ sını dayatır. Ruy Blas 'ın sahnede büyük başarı kazanmasının sırrını bura­ da aramalı: Seyirciler, piyesin oynanışının yanı sıra, felsefe ola103

rak taşıdığı değeri de kavrarlar; bütün sosyal konvansiyonlara karşı çıkıp bir kraliçeye aşık olan uşak, "bir yıldıza aşık yer bö­ ceği", yüksek tabakalara hasret çeken halkın bir simgesi olarak görünür onlara. Piyese ve yazarına olanca saldırılara karşın, aylarca sahnede kalır oyun. Bir ikinci önemli nokta da şu: Bu hissi ve trajik entrikaya, ko­ mik öğeler de karışır. Şair, böylece, "yüce"yle "gülünç"ü bağdaş­ tırarak, Cronıwell 'in "Önsöz"ünde dile getirdiği, ancak Herna­ ni 'de bir ölçüde kullandığı "tonların karışımı ilkesi"ni, Ruy Blas 'ta en iyi biçimde uygular. Gerçekten, Ruy Blas, şiirindeki ustalık, dramatik biçeminde­ ki denge ile, Hugo dramının en yetkin örneğidir denebilir: Siya­ sal ve sosyal dramla aşk dramını, komik öğelerle trajik sahnele­ ri; coşku, fantezi, gülünç, dahası maskaralık ile patetiği birleştir­ mektedir. İçinde lirikle melodramatiğin, gülme ile gözyaşları­ nın, iyiler ile kötülerin çarpıştığı, çarpıcı zıtlıkların dramıdır o. Don Cesar Don Salluste'ün zıddıdır; uşak bir kraliçeyi sever ve daha da derinliğine olarak, her kişilik bir çelişmeyi yaşar: Ruy Blas, sıradan durumuna karşı, soylu bir yüreğe sahiptir; Don Salluste'ün, soylu bir kökenden de gelse aşağılık bir ruhu var­ dır; Don Cesar, varını yoğunu yitirmiş de olsa yüce gönüllüdür. Kimi yerde kişilikler, simgesel çifte bir görevi yerine getirirler: Don Cesar'la Don Salluste, İspanyol soyluluğunun iki ayrı yü­ zünü ve karşılıklı olarak da komedi ile dramı temsil ederler. Peki Ruy Blas? O, Halk'ın, bu arada trajedinin temsilcisidir: Hugo'nun da onca eleştirdiği soylu sınıfın karşısına dikilmiş Halk'tır Ruy Blas. Aşağılık ruhlu beyzadeler, krallığı kendi kişi­ sel çıkarları için bölüşmeye kalkarken, Ruy Blas, güçsüzlerin hakkını koruyan ve suçluların cezasını veren bir kimse olarak müdahale etmekte; ülkesinin büyüklüğünü temsil etmektedir. Konunun bir inceliği de şurada ki, İspanya'daki çöküş, Fran­ sa'daki Temmuz Monarşisi'nin de çöküşünü yansıtmaktadır. Ruy Blas, 1 838'de sahneye konmuştu. 1843'te, şair lirizmden uzaklaşmışa benzer. Epik esin, bir saplantı gibidir kafasında: Daha önce bütün yazdıklarını dev bir destan için yazılmış gibi görür; romanları, piyesleri, şiirleri ve denemeleri dağınık parça­ larıdır o destanının. Aynı yıl, epik bir dram, Burgravlar 'ı yazar.

_

104

Fikir, Ren kıyılarında yaphğı bir yolculukta doğmuştur. Gör­ düğü şatolardan birinde, vaktiyle, birbirine eşit ama neredeyse bir kral hayatı süren prensler, Burgravlar yaşardı. İşte o şatoyu, bütün boyutları ve bütün gücüyle canlandırmak ister şair; bir Or­ taçağ kenti çevresinde, Burgravlar'ın dört kuşağını bir araya ge­ tirir. Dev bir eserdir yarattığı; ancak pek yüklü, hkış tıkıştır. 1843 Mart'ında Theatre Français'de temsil edildiğinde ıslıklanır; on bir kez oyrı.anabilir ancak Hugo da, cesareti kırılmış olarak tiyatrodan vazgeçer. Ne var ki başarısızlık, Hugo'yu da aşan nedenlerden kaynak­ lanmaktadır. Gerçekten, Hernani 'nin temsili, Temmuz Devrimi'ne yol açan devrimci özlemlerin edebiyat alanında billurlaşmasıydı. Ro­ mantik tiyatro da, her şeyden önce "militan" bir tiyatroydu; ay­ rıca tiyatro, biçim olarak ve sahneyi de bir kürsü gibi kullandı­ ğında, geniş bir kitleye seslenişi kolaylaştırıyordu. Mücadele önce, dramatik alanda başladı ve kazanıldı; klasik tiyatronun kurallarına ve muaşeretine karşı bir başkaldırı söz konusu idi; onlara karşı değerler olarak doğa, gerçek ve yaşam çıkarılıyordu; bu kavramlardan, gerçekten modern bir sanat adına yararlanıldı. Tonların ve türlerin karışımı da yaşamın bir gereğiydi; çünkü yaşam, gülüşle gözyaşlarından, gülünçle yü­ ceden oluşuyordu. Shakespeare, bu yeni tiyatro için ideal bir modeldi ve temel ilkesi de özgürlüktü. Bundan böyle, piyeslerin konuları, büyük tarihsel olaylardan alınacaktı; çoğu romantik dramın gösterdiği gibi alındı da. An­ cak geçmiş, sadece tarihi yeniden "inşa" gibi sıradan bir istek adına canlandırılıyor değildi. Bu konuların seçiminin arkasında şu kaygı da vardı: Bugünü öğrenmek için geçmişi ortaya koy­ mak! Ve tiyatroyu bir kürsü olarak kullanmak; drama ulusal, sosyal ve siyasal bir görev vermek. .. Romantik tiyatro, bu tutkulu umutlara ne ölçüde yanıt verdi? Romantik tiyatro, hem tarihsel, hem şiirsel, hem metafizik ol­ mak istiyordu; böylece, bir büyük düş, lirik güçle sosyal vaazı bağdaştıran bir "total tiyatro" düşü içindeydi. Bunu yapmak is­ terken, melodramatik tekniklerden yakasını sıyıramayışın bü­ yük zararını gördü. Ancak, başarısızlığını asıl doğuran, bütün yaşamı dile getirme, bütün gerçekliği temsil etme tutkuları ol­ du; onların yanı sıra da, dramatik dilin zorunluluklarını unuttu. Onlara şunu da eklemeli: Seyirci kitleler, büyüklüğün belli 105

bir biçimini, epik büyüklüğü, kendisi için itici bulmaktadır ve dramatik tiyatronun metafizik ve eğitici tutkularına karşı da ka­ yıtsız hale gelmiştir. Bütün bunlar, bir kopuş nedenidirler de. Öte yandan, Hugo siyasal tutkular içindedir; acıları vardır, avunma ve oyalanma ihtiyacındadır. SİYASET ADAMI Tam da Kral Eğleııiyor'un provalarının yapıldığı sıralarda, 25 Ekim 1832'de, Hugo ailesi yer değiştirir; Place Royal'da 6 numa­ ralı eve taşınır. Yeni bir "çevre" olacaktır ev. Gerçekten, korkunç bir çalışmaya, kesintisiz bir edebi yaratı­ şa adanmıştır o yıllar. Hugo, yazdıklarında büyük bir başarı ka­ zansın kazanmasın, kişiliği, kendini takdir edenler arasında bir iman halini almıştır. Evine, dönemin en büyük adamları gelir ve kendisini tanımayanlar, onu pencereden görebilmek umuduyla kapısının önünden geçerler. Gizemli bir saygıyla çevrilidir bir tür. Bir yazar, yeni mekanı anlatırken şunları söyler: "XVIII. Lou­ is döneminden kalma bu eski, ama geniş evde, bir on beş yıl, modern şiirin kralı tahtına oturdu. Sarayın devamlı, sadık ve üs­ tad için derin saygıyla dolu bir erkanı vardı." Kimler yoktu ki aralarında? Öncü iken "üstad"ın yanında mürit haline gelen Nodier, Musset, Balzac, Vigny, Nerval, Lamartine, Sainte-Beuve, Du­ mas, Merimee, Beranger, Alphonse Karr, Gautier, Bertin'ler, Liszt, Rossini, Delacroix, Deveria'lar, Nanteuil, Boulanger, Jo­ hannot, Chatillon, Chasserriau, David d' Angers ... Dostlar kala­ balığının yanı sıra, bir müritler, hayranlar yığını! David d'Angers, şairin madalyonunu ve büstünü; Achille Deveria, portresini yapar ve onu sergilediği vitrinine bütün Pa­ ris halkını koşturur. Ronsard'ın şiirlerinden oluşan seçmelerini bitirmiş olan Sainte-Beuve, eseri, "Fransız şiirinin Ronsard'dan beri en büyük lirik kaşifi" diye Hugo'ya adar. Hugo, yalnız "üs­ tad" değil tanrıya yakın bir şeydir hemen hemen. "Biz, sizin önünüzde eğilen bir saz gibiyiz; esintiniz geçerken bizi devire­ bilir." Sainte-Beuve'ün sözleridir bunlar! 106

Ailede çocuklar büyümektedirler. Özellikle Leopoldine'in gelişmesi göz alıcıdır. Ve ailenin başı olarak Victor Hugo'nun mali durumu, 1830'dan beri alabildiğine düzelmiştir: Hernaııi, belli bir gönenç sağlarken; Lucrece Borgia 'nın getirdiği gelirle, Notre-Daıne de Pa­ r is 'nin yeni basımları bu gönenci sağlama bağlamışlardır. 1838'den beri, Ruy Blas la ve toplu eserlerinin işletilmesiyle, şa­ ir, zengin burjuvazi arasına gelip girer. Büyük istekleri vardır. '

Onlardan biri, Fransız Akademisi'ne girmektir. Daha önce, 1836, 1839, 1840'ta olmak üzere üç girişimi olmuşsa da başarısız kalmıştır. 1841 Ocak'ındaki son girişimiyle Akademiye seçilir. 3 Haziran'daki kabul törenine, ülkenin büyükleri ve yüksek taba­ kadan kadınlar büyük ilgi gösterirler; öyle ki, düzeni sağlamak için askeriyeden yardım bile istenir. Hugo'nun okuyacağı Aka­ demi'ye kabul söylevinin edebi bir olay olacağı sanılırken, şair, Napoleon'u övmekle başlar sözlerine ve siyasal vurgulamalar vardır söylevde. Kendisiyle ilgili politik niyetleri de açık seçik ortaya koymaktadır sözleri. Hugo'nun siyasal tutkuları vardır. Her yönden başarıya ulaşmış bir kişidir; üstelik önemli bir servetin de sahibidir; şimdi de, devlet adamı olmak hevesine ka­ pılmıştır, milletvekili, bakan olmak istemektedir. Bu tür tutku­ ları hep belli oluyordu aslında. Lucrece Borgia 'nın "önsöz"ünde şunları yazmıştı: "Edebi sorunlarda pek çok sosyal sorun vardır ve her eser bir eylemdir. Tiyatro, bir kürsüdür; dramın da ulu­ sal, sosyal, siyasal bir görevi vardır". Paduva Despotu Angelo nun "önsöz"ünde de şöyle diyordu: "Tiyatro, her zamankinden çok öğrenme yeridir bugün. Güzel dramda, hep yararlı bir düşünce, bir sosyal fikir bulunmalıdır. Yaşadığımız yüzyılda, sanat dü­ şüncesi pek genişlemiştir. Şair, vaktiyle "halk" derdi, bugün "ulus" diyor. Yıllar, böylesi bir görüşte haklı çıkarıyor onu; "şai­ rin görevi", hükümet adamı olmaktır". Öte yandan, Balzac da _ Işıklar ve Gölgeler üstüne yazdığı yazıda, Hugo'nun iyi bir hükü­ met adamı olacağını ima ederken, dostunun bu duygularına ya­ bancı değildi. Victor Hugo'nun, 1840 Eylül'ü ile Ekim'inde, Juliette Drouet ile, Ren ve Neckar kıyılarında yaptığı ve 1 842'de yayımladığı Ren. Bir Dosta Mektuplar da (Le Rhin. Lettres a un ami), gezinin '

107

kendisi gibi siyasal amaçlara dönüktü. Balzac'ın bir "şaheser" di­ ye nitelendirdiği kitabına Hugo'nun eklediği uzun bir "sonuç" bölümünde, siyaset ve dış politika üstüne düşüncelerini sergili­ yordu yazar. İşte, bütün bunların da etkisiyle saraya yaklaşır Victor Hugo; veliaht Orleans Dükü ile Düşes'inin dostluğu sayesinde yüksel­ meye başlar. Aslında, bu ilişki daha önceden başlamışhr; veliah­ tın 1842 yılında bir kazada ölmesinin arkasından da, bizzat kral Louis-Philippe ile sürer. Saraya sık sık girmekte ve kralla sohbet etmektedir. Öyle derler, bir gece o kadar uzamıştır ki sohbet, gö­ revliler lambaları söndürüp kapıları da kapadıkları için, kral, Tuilleries Sarayı'mn merdivenlerinde, bizzat yol göstermek zo­ runda kalır şaire. 1845'te de Hugo'yu Ayan üyeliğine getirir kral. Victor Hugo'nun siyasete gelip girmesinin arkasında şu iki olay da etkili olmuş olsa gerek: Tiyatroda -1843 Mart'ında- Bur­ gravlar 'la acı bir yenilgiyi tatmıştır; ama çok daha önemlisi, ay­ nı yılın Eylül'ünde uğradığı felakettir: Pek sevdiği -yeni evli­ kızı Leopoldine, Seine üstünde eşiyle yaptığı bir kayıkla gezin­ tide ırmağa düşer ve ikisi de boğulur. Yüreğinden vurulur Hugo. Ömrü boyunca unutamayacaktır onu. Bir avunma ihtiyacı içindedir şair. 1843'ten 1851'e değin yazmayı sürdürür Hugo. İçlerinde, özellikle ölüp gitmiş kızının arkasından söylediği içli şiirler var­ dır; onların yanı sıra, ilerde Sefiller diye ortaya çıkacak bir ro­ man üstüne ilk denemeler. Ne var ki, bitiremez hiçbirini. Ya­ yımlanmış hiçbir eseri yoktur bu dönemde. Buna karşılık, siya­ sal yaşama gitgide karışmaktadır. Bu konuda daha baştan belirtilmesi gereken noktalar var ve hepsinden önce de şu: Fransa' da, Dreyfus Davası sırasında Emi­ le Zola'nın ortaya attığı, sonraki yıllarda da Jean-Paul Sartre'ın savunduğu, "Davaya bağlı yazar" ve "aydın" modeli, Romantik kuşağın yazarlarından çok Voltaire'e uygundur. Voltaire gibi Zola ve Sartre da, birer simgesel iktidara sahip olup, asıl anla­ mıyla siyasal iktidarın dışında kalmış insanlardı. Hugo ise, 1845'te başlayıp 1848'e kadar süren ayan üyeliği, 1848'den 1851'e kadar milletvekilliği, 1871'de yeniden milletvekilliği, son­ ra da 1876'dan ölümüne değin senatörlüğü ile, hep belli bir ikti108

darın, bir başka deyimle "sistemin içinde" yer aldı. Böylece, bir "siyaset adamı" oldu ise, dar anlamda siyaset, resmi anlamda si­ yaset oldu bu.7 Buradan kalkarak, onun siyasetçiliğini, kendisinden sonraki­ lerin siyasetçiliği ile karşılaştıracak yerde, kendisinden hemen öncekilerin, bir Chateaubriand ile Lamartine'in siyasetçiliği ile karşılaştırmak daha yerinde olur. Bunu yaptığımızda vardığı­ mız gerçek ise şu: Chateaubriand, Konsüllük ve Restorasyon dönemlerinde, özellikle de Dışişleri Bakam olarak, belli bir ikti­ dar politikasının içinde oldu. Lamartine ise, Temmuz Monarşi­ si'nde milletvekili, 1 843'ten başlayarak bir sol, sözde cumhuri­ yetçi muhalefetin başı, 1848 Şubat Devrimi'nin "onsuz olmaz" kişisi ve Haziran ayaklanmalarına kadar da yeni cumhuriyetçi iktidarın temel direği durumundaydı. Söylemeye gerek yok, her ikisi için de edebiyat adamlığı, kendine özgü bir meşruluk kay­ nağıydı. Victor Hugo'ya, gelince, onun siyaset deneyimi, Chateaubri­ and ve Lamartine'inkine kıyasla bir farklılık gösterir: Hugo'nun resmi siyaset içindeki varlığı, Meclislerin ve çoğu kez de muha­ lefet sıralarının sınırlarını aşmadı; bir başka deyişle, hiçbir za­ man yürütme organının içinde yer almadı; devlet yönetiminde doğrudan bir rol üstlenmedi. Ancak öyle de olsa, Chateaubri­ and'la Lamartine'den farklı olarak, Hugo, edebiyatçılığını siya­ sal etkinliğine feda etmedi; şu anlamda ki, edebi yaratışla siya­ sal etkinlik onda atbaşı gitti. Victor Hugo, "sistemin içinde" de kalsa yürütme organının dışında rol almasını haklı göstermek için, "iktidarın değil .sözü­ nü dinletir olmanın arkasındayım" dermiş. Yani saygınlığa ve "nüfuz"a önem veriyor şair. Bunda ne denli başarılı olduğunu söylemek, tek bir kelimeyle anlatılır olmaktan uzak. Nedeni de şu: Hugo, uzun ve çok yaşadı. Bir altmış yılı aşan etkinlikte, onun yalnız siyasal fikirleri evrilmekle kalmadı; çevresindeki bütün bir tarihsel, siyasal ve kültürel bağlam da, kendisiyle be­ raber değişti. Kamusal mekan durmadan ve derinliğine değişir­ ken, onun bağrında Hugo'nun durumu, elindeki araçlar, sözü­ nün ve eyleminin meşruluğu ve etkililiği de değişti durdu. 7 Bu konuda özellikle bkz. Franck Laurent, Victor Hugo. Ecrits politiques, Livre de Poche, Paris, 2001, s. 11 vd. Daha da genel olarak, Henri Pena-Ruiz/Jean-Paul Scot, Le Poete en politique. Les Combats de Victor Hııgo, Flammarion, Paris, 2002.

109

Bu büyük cumhuriyetçinin, önce kralcı, hem de aşın-kralcı olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetçiliğe gelip girişi de, 18491850'de sol'a döndüğünde, yani son anda olmuştur. O yılların öncesinde, cumhuriyetçi olmadan liberal, sosyalist olmadan hü­ manisttir. 1848 yılında, sırası geldiğinde anlatacağız, çelişmeler içindedir. Devrim korkutur kendisini. İkinci Cumhuriyet kurul­ duğunda da, Cumhurbaşkanlığı için, olmayacak bir insanı, Lou­ is-N apoleon'u destekler; o kişi de, Cumhuriyet'e karşı hükümet darbesi yaptığında vakit çok geçtir, Hugo'ya ister istemez kaç­ mak düşer. Sürgünden -yıllar sonra- dönüşünün arkasından ise, düzenle açıkça bütünleşir. Victor Hugo'nun siyasal düşüncesine, bunları göz önünde tutarak eğilmeli. Söz konusu siyasal düşünce, her şeyden önce onun şiirine, tiyatrosuna, romanlarına sinmiştir. Onları, yazarı­ mız yaşarken çağdaşları, öldükten sonra da gelecek kuşaklar başta o metinlerden öğrenmişlerdir. Ne var ki, bu metinlerin dışında, Hugo'nun çeşitli vesilelerle ve çeşitli konularda, fikirlerini açıkladığı metinler de elimizde. Bu metinlerde, yazar, her şeyden önce bir yurttaş olarak seslenir topluma; ama kendisi gibi okurları ya da dinleyenleri de, o yurt­ taşın, çağının en önde gelen yazarlarından biri olduğunu unut­ mazlar. Sonra, bu metinler, pek belli bir güncellik içinde, pek belli bir konuya ilişkindirler: Hepsi de, belli bir siyasal olay ya da duruma, olanca hızla yapılmış bir tepkidirler ve o konuda ağırlıklarını koymak isterler. Onların sunuluşları ve vurgulama­ ları belli özellikler de taşır. Bu özellikler, bugünkü okurları da duyarlı kılacak niteliktedir; daha da önemlisi, siyasal Hugo'nun, ilke ve eylem anlayışını, taktik ve ütopyasını, giderek belli başlı tutkularını ortaya koyarlar. Hangi ortamlarda dile getirilmişlerdir bu metinler? Başta parlamento kürsüleri olmak üzere, Barış Kongresi'nde, siyasal nitelikte şu ya da bu -topluma açık- toplantıda, hatta bir mezar­ lıkta... Ancak, özenli biçimde kaleme alınmışlar; ve yapıldıktan sonra da, basında açıklanıp yayılmış ve arkasından broşür ha­ linde çıkarılmış ya da başka söylevlerle beraber bir kitapta top­ lanmışlardır. Bunların dışında, şu ya da bu güncel sorunda, çoğu kez "açık mektup" biçiminde, gazetelere yollanmış mektuplar görüyoruz; duvarlarda ilan edilmek üzere açıklamalar da var. Hugo, özel­ likle 1872 yılından başlayarak, bunları daha çok Eylemler ve Söz110

Zer ,(Actes et Paroles) adlı kitaplarında bir araya getirmiştir. On­ ların, son cildi, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır ve şa­ irin son arzularını içerir; gerçek şu ki, Victor Hugo'nun ölümü, onun son siyasal eylemi olmuştur. Üzerlerine tarihler de konmuş bu metinler, şu alabildiğine değişik konuları işlerler: Ölüm cezası, infaz rejimi, kadın-erkek eşitliği, halkın sefaleti, oy hakkı, sığınma hakkı, Ulus ve Avrupa -aynı zamanda Cumhuriyet-, mesleki ordu, yerel yönetim, oku­ lun rolü, laiklik, kölelik, halkların kendi yazgılarını belirleme hakkı, insancıl müdahaleler ve gelir üzerine vergiye varıncaya kadar uzanan zengin bir çeşitlilik... Üzerlerindeki tarihi -bir an için- görmezden gelirsek, XIX. yüzyılın, siyaset ufkumuzu bü­ tünüyle terk etmediğini görürüz. Bu sorunların çoğu, bugün de sorunlarımız arasında değil mi? Ama daha da önemlisi, Victor Hugo'nun onları kaleme alır­ ken izlediği kimi ilkelerdir. Bizi bugün de düşündüren bu ilke­ lerin bazıları şunlardır: Politika, ne bir bireye ya da bir gruba aittir, ne de resmi bir kurumun ya da biçimin tekelindedir, poli­ tika herkesin işidir; kendisininkinden başka meşruluk tanıma­ yan "siyaset adamı", kamu işlerini -daha iyi sürdürülün diye­ onun üstüne yıkan yurttaş, bütün despotlukların gelişini hazır­ larlar; sosyal sorun, ekonomik sorunu içine alır, ama ona indir­ genemez: Sefalete karşı ve insanın saygınlığı adına mücadele, kamu özgürlükleri, kadın-erkek eşitliği, sığınma hakkı, ölüm ce­ zasının kaldırılması, vb., adına mücadeleye karşı olamaz. İlkele­ ri, ahlaki boyutları da dahil hatırlatmak, kötü politika değildir. İdeale gerçek bağlılık, bütün ilerleme aşıklarının, hatta bütün iyi niyetli insanların enerjilerini, bir ortak dava çevresinde topla­ maktır aslında. Şair sözleri denecektir. Olsun! Politika da bir dil sanatı değil mi? Hugo da, doğruların altını çiziyordu ustaca! Victor Hugo, 1845'te atandığı Ayan Meclisi'nde, tutucular arasındadır ve görüşmelere pek seyrek katılır. Öyle de olsa, or­ taya çıktığında, liberal ve insancıl bir çizgide görünmektedir. İlk söylevi, sanatçıların eserleri üzerindeki haklarının tanınması üs­ tünedir; ikincisinde, Polonya ulusu lehine konuşur; üçüncüsü ve en önemli söylevi ise, Napoleon'a bağlı ailelerin Fransa'ya dönme konusundaki istekleri hakkındadır. Şair, yurt toprağının bütün Fransızlara açık olmasını savunur haklı olarak. 111

Öyle de olsa, Hugo'nun ayan üyeliği sıfahyla siyasal yaşamı hayli sönük ve kısa olmuştur. 1848 yılı yaklaşmaktadır çünkü. Fransa, yeni bir devrime gitmektedir.

112

v

AŞKLAR VE ACILAR

Victor Hugo'nun yaşamını derinden etkileyecek olan 1848 Devrimi'ne ve onu izleyen tersliklere geçmeden önce, şairin özel yaşamını altüst etmiş olan olaylara biraz daha yakından eğilmek gerekiyor: Başta, mutlu bir evlilik çökmüştür; ne var ki, o yıkılışın acısını, yeni bir aşk gidermeye çalışır. Derken, hiç hesapta olmayan bir olay, kızı Leopoldine'in ölümü, Hugo'nun dünyaya bakışını etkiler; o olayla denebilir ki, bir başka yorum içine girer sanatçımız . . Bu bölümde bunları anlatmaya çalışacağız. BİR EVLİLİGİN ÇÖKÜŞÜ "Dünyada en çok sevdiğim iki varlıkla ne yapacağımı şaşır­ mış durumdayım. Siz, o iki varlıktan birisiniz": 7 Temmuz 1831 'de Sainte-Beuve'e söylüyordu bu sözleri Hugo. Ne olmuştur? Kaynağı ne bu yakınmanın? Gerçek şu ki, şairin evliliği derin bir bunalımı yaşamaktadır: Adele'le Sainte-Beuve, ailenin bu samimi dostu, karşılıklı bir ya­ kınlaşma içindedirler; tam bir tutkuya dönüşecek bu yakınlık ve Hugo'yla Sainte-Beuve'ün dostluğu sona erecektir.1 1828 Temmuz'undan başlayarak yazdığı ve içinde, "Ey aşk mektuplarım ... ", "Çocuk göründüğünde ... ", "Bir kadına", "Batan güneşler. .. " adlı şiirlerinin de bulunduğu Sonbahar Yaprakları 1831 Kasım'ında yayımlandığında, şair, tam bir şaşkınlık içinde­ dir: Kaçıp gitmiş bir gençliği, yitirilmiş düşleri, uçup kaybolmuş bir aşkın ve mutluluğun arkasından duyduğu esefleri dile getir­ mektedir. Aslında çok şeyi yıkan, belki de Hernani fırtınası oldu. Şairin dostları, hayranları, eşi ve çocuklarıyla çevrili lekesiz ve sakin iç dünyası, Hernani'nin estirdiği rüzgarların burgacına direneme­ di. Aile ile tiyatroyu iç içe görmenin ödeyeceği bir fiyat vardı; o 1 Sainte-Beuve ve bir evliliği çöküşe götüren gelişmeler için bkz. Philippe Van Ti­ eghem, "Sainte-Beuve", Dictionnaire de Victor Hugo, Larousse, Paris, 1970.

1 13

ödenmeye başladı. Sainte-Beuve'ün Adele'e olan duyguları, o fırtınanın ortaya çıkardığı ortamda açılıp serpildi. Ama kimdi bu Sainte-Beuve? Charles Augustin Sainte-Beuve (1804-1869), şairlik yanı da olan bir edebiyat eleştirmeni idi; Fransa'nın XIX. yüzyıldaki en büyük edebiyat eleştirmeni hiç kuşkusuz odur. Boulogne-sur­ Mer'de doğan Sainte-Beuve, doğduğu kentteki parlak eğitimi­ nin arkasından Paris'e gelir ve istemediği halde tıp tahsili ya­ par orada. Ama asıl zevk duyduğu edebiyattır, onun gelişimi ve sorunlarıdır. Eski hocası Dubois'nın da elinden tutmasıyla, Globe Gazetesi'ne girer ve orada ilk eleştiri yazılarını yayımlar. Victor Hugo'nun 1826 Kasım'ında yayımlanan Övgüler ve Tür­ küler adlı şiir kitabına değinen 2 ve 9 Ocak 1827 tarihli yazıla­ rı, aynı zamanda derin bir dostluğun da başlangıcı olur: Sain­ te-Beuve'ün yaşamı, Hugo'nun ve ailesinin yaşamına sıkı bağ­ larla bağlanır. Söz konusu yazılar, övgüyle dolu olsalar da, birkaç noktada ihtiyatı sürdürüyordu: Genç eleştirmen, şiir kitabında içtenlik taşıyan her şeyi övüyordu; ama Hugo'nun biçim akrobatlıkları­ na, renk düşkünlüğüne ve imgelemindeki çılgınlığına karşı çıkı­ yordu. Öyle de olsa Hugo, henüz tanımadığı Sainte-Beuve'e te­ şekkür eder. Oysa evi, Hugo'nun evinin pek yakınındadır, nere­ deyse komşudurlar. Sainte-Beuve de, daha şimdiden şöhret ka­ zanmış şairi evinde ziyaret eder; ve hemen dayanılmaz bir bü­ yülenişe uğrar. Aslında beceriksiz bir şairdir Sainte-Beuve; ama tutuklulu­ ğunun farkında olacak kadar da zekidir. Her şeye karşın, ken­ disini şiire adamak tutkusundadır da: Düşündüğü içtenci, nü­ anslı, kişisel, ılımlı ve kendi içine dönük bir şiirdir. Hugo'da, yaratıcı gücü, dev tasarıların arkasından koşan bereketli bir imgelemin ateşli diriliğini, kendine hakim ve yaşama dört elle sarılmış bir dehayı, bu arada iki güzel çocuğun babası ve gü­ zel -ama biraz kendini dayatan- bir kadının kocasını keşfeder. Adele de, o sıralarda yirmi dört yaşındadır. Hugo da, genç zi­ yaretçisinde inceliğin ve estetik fikirlerinde zariflik ve titizli­ ğin farkına varır. Sainte-Beuve'ün gözünde, hayranlığı ve dostluğu açısından, Hugo ve eşi birbirinden ayrılmaz haldedir; ideal bir çifttir onlar. Bu ideal çiftin simetrisi ise, dahi bir şairdir. Sıradan, alçakgönül114

lü bir şairin erişemeyeceği bu iki bütün, iç içe geçmez görünür önce. Hugo, hem yarahcı bir dev, hem de uyum içindeki çiftin yapıcı öğesidir. Ne var ki, Sainte-Beuve'ün gözünde, bu iki bütün yavaş ya­ vaş birbirlerinden ayrılacak, sonra da (1830) ·birbiriyle zıtlaşa­ caktır. Onun şu üç eseri, o zamanki izlenim ve duygularını -bü­ yük bir yetkinlikle- aydınlatır bize: ]oseplı Delornıe 'un Yaşamı, Şi­ irleri ve Düşünceleri (1829), Şehvet (1834), Aşk Kitabı (1843'te yazıl­ mış ama yayıma sokulmamıştır). Bütün bu 1827-1830 yılları boyunca, Hugo çiftiyle yalnız kal­ mış şair, yani Sainte-Beuve arasında içli dışlılık tamdır. Onun Hu­ go'lara gelip bir süre geçirmediği tek bir gün bile yoktur; denebi­ lir ki, ailenin bir parçası olup çıkmışhr; o kadar ki, yolculuğa çık­ tığı zamanlarda bile, mektupları dostluğunu ve hayranlığım taşır eve. Hugo ile eşi kendisine bir kardeş gözüyle bakarlar. Sainte-Beuve, başlarda, romantizmde renkli ve taşkın olana karşı pek ihtiyatlı iken, Hugo'nun ve "çevre"sinin etkisiyle yeni okuldan yana bir tavır içine girer; dindar bir eğilime sahip Adele de dine yaklaştırır onu. Sainte-Beuve de Hugo'ya hizmet fırsatlarını çoğaltır. Ne var ki kişiliğini, fikirlerini, köklü eğilim­ lerini silip atmaz ve Hugo üzerindeki etkisi de önemsenmeye­ cek türden değildir; tahtın ve mihrabın savunucusunu liberaliz­ me doğru yönlendirir; renkçi ve düşe dönük şairi, duyarlılığına ve içtenlikli heyecanlarına eğilmeye özendirir. 1831 Kasım'ında yayımlanan Sonbahar Yaprakları 'nda bu etki açık seçik görülür. Bununla beraber, dostluk henüz ortadan kalkmasa da, senli benlilik yavaş yavaş kaybolur ve bir soğukluk hissedilir havada. Hugo'lar, 1830 Mayıs'ında, Champs-Elysees'nin yeni mahalle­ sinde, Jean-Goujon Sokağı'na taşınırlar; Sainte-Beuve'ün evine 1 de hayli uzak bir yerdir bu. Nereden kaynaklanıyordu bu soğuma? Başta şundan: İdeal çift gerçeği gitgide çözülüp tükenir du­ rumdadır. Hugo, yoğun bir edebi yaratış içinde kaybolmuş gi­ bidir. Bütün topluma ait anlı-şanlı bir insan olup çıkmıştır, an­ cak insansal ve sevecen çehresi de silinmiştir. Sainte-Beuve, içi­ ni kemiren bir kıskançlıkla kıvranmaktadır; rakibi, edebiyat adamının kazanmış. olduğu zafer değildir, bir dostu kemiren okur ve hayran kitlesidir. O andan başlayarak, Adele de, kocasından ayrılmaz bir ka115

dm değildir artık; o da, kendine has bir yaşama kavuşur ve kal­ binde, görece gölgeli bir yerde Sainte-Beuve için bir yer ayırır. Aslında dostu da ken9-isi de, büyüleyici dehanın ihanetine uğ­ ramışlardır. Ne var ki, Hugo ve Adele çiftinin dostu, kadının dostu ola­ mazdı; ama çift için duyulan ve gitgide kaybolan dostluk, kadın için ateşli bir aşka dönüşecektir. Her ikisi arasında yoğun ve gizli bir mektuplaşma başlar. Her şey baş döndürücü bir seyir içindedir: Adele, Sainte-Beuve'den mektup geldikçe okuyor ve yok ediyordu; Sainte-Beuve ise, Adele'in mektuplarını saklıyor­ du. Sayısı 334'ü bulan bu mektupları, onun mirasçıları, 1885'te, yani Hugo'nun ölümünde yok etmişlerdir. Ancak, öyle de olsa, bu yok etme anında belli ki birtakım notlar da alınmıştır. Onla­ ra bakarak anlaşılıyor ki, kan-koca Hugo çifti mutlak bir beden­ sel ayrılık içindeydi; Adele'le Sainte-Beuve'ün samimiliği ise apaçıktı. Bununla beraber, Sainte-Beuve ihtiyatlıdır. Kuşkuludur her şeyden önce; gerçekten sevilip sevilmediğini iyice bilmez önce­ leri. Tamamıyle platonik bir ilişki düşler; o yüzden de bu ilişki­ nin, tam bir bedensel birleşmeye dönüşmesine cesaret de ede­ mez. Bunun da sonucu olarak, ilişkileri, bu iki zıt uç arasında bir yerde, her şeyin yarım ölçüde tadıldığı, "korkusuz zevkler" ala­ nındadır. 1836 yılının ortalarına kadar böyle sürer. Dönem dö­ nem, ölmüş aşkı canlandırma denemeleri olur; işin içine şefkat da katılır. Ancak, yavaş yavaş düş de kaybolur; 1840 yılına doğ­ ru şöyle yazacaktır Sainte-Beuve: "Hayal! Tekrar yitirdim onu ve nefret ediyorum. Kalp namına hiçbir şey yok onda, fikir ise hak getire!" Böylece, Adele ile Sainte-Beuve arasındaki ilişki, sıradan bir zina olayını çok aşan karmaşık bir ilişkidir. Sainte-Beuve'ün Adele aracılığı ile aradığı, kaybettiği eski dostu, yani Hugo idi; onu, yeniden bulmak istiyordu. Böyle bir aracı olabilecek miydi Adele? Öte yandan, Hugo, 1833 yılından başlayarak, Juliette Drouet'nin yanında tam bir mutluluğa erişmişti. Hugo'nun kıs­ kançlığı Sainte-Beuve'ü hedef alamazdı, çünkü onun "çirkin­ lik"inin uzaklaştırıcı bir etken olacağına inanıyordu; Adele ise, eşinin yeni ilişkisinden kadınlık gururu yaralanmış da olsa, 1833'te, olan biteni umursamaz bir hale gelmişti. Ayrıca, ağzından kırıcı birkaç söz kaçmış da olsa, Hugo, Sa­ inte-Beuve'le dostluğunu saklı tutmaktadır. Ona karşı duyduğu 116

kardeşçe duyguların alhnda yatan ise şudur: Kardeşi Eugene, bir akıl hastanesinde dünyadan kopmuş halde yaşarken, ne Hu­ go, ne ağabeyisi Abel gereken ilgiyi pek gösterememişlerdir; iş­ te Eugene'nin arkasından (1837) Sainte-Beuve, bir tür onun yeri­ ni tutuyordu. Sonra, Sainte-Beuve'ün eleştirisi, bir otorite olup çıkmıştı edebiyat dünyasında ve verdiği hükümler bir yazarın mesleği için önemliydi; böylece, onu bir düşman olarak belle­ mek mümkün değildi. Özetle Hugo, canlı ve hareketli bir dostluğun yeniden başla­ tılmasına hazırdı. Sainte-Beuve ise, bu geçmişteki dostluğa Hu­ go'nun ödediğinden çok daha fazlasını ödemiş bir kimse olarak, eski dostuna karşı sürekli soğuk, dahası irkilmiş bir halde kalır. Şair, romancı, dram yazarı olarak çok şeyler yapmış bir sanatçı­ nın başkalarının yanında uyandırdığı bir "gizli öfke" de vardır ister istemez. Sainte-Beuve, bağımsız kalmayı yeğler ve bu öfke­ yi de sürdürür. Nitekim, Hugo'nun Mirabeau üstüne inceleme­ si hakkında onun -1834 Şubat'ında- yazdığı yazı, apaçık bir düşmanlık örneğidir. Tam bir kopuş olur; Sainte-Beuve'.ün, Hu­ go'nun bir eseri üzerine yazdığı son yazı olan Alacakaranlıkta Türküler'le ilgili değerlendirmesiyle (1835 Kasım'ı), kopuş daha da kesinleşir. Bununla beraber, eleştirmen, bir eski dostunun Fransız Aka­ demisi'ne kabul edilmiş olmasını görmekten hoşnut olacaktır. Rastlantının cilvesi, Sainte-Beuve 14 Mart 1844'te Fransız Aka­ demisi'ne seçilip de 27 Şubat 1 845'te kabul töreninin yapıldığı tarihlerde, Victor Hugo da Akademinin yöneticisidir. Juliette Drouet'nin öyküsüne gelince... JULIETTE DROUET'NİN ÖYKÜSÜ

Lııcrece Borgia nın, 1 833 yılının Ocak'ında Porte Saint-Mar­ '

tin Tiyatrosu'nda provaları yapılırken, genç aktris Juliette Drouet'nin gözleri de, çalışmaları dikkatle izleyen Victor Hu­ go'nun üzerindedir. Eserde önemli bir rol, Prenses Negroni ro­ lü ona verilmiştir. Oyun, bilindiği gibi, büyük başarı sağlar; bir özelliği de, Drouet ile Hugo'nun tanışmasına ve bir yarım yüz­ yıl sürecek derin bir aşkın doğmasına vesile olur. Ne var ki, söz konusu oyundan önce de, genç sanatçı belli bir şöhretin sa­ hibiydi. 117

Nasıl özetlemeli Juliette'in o tarihe kadarki öyküsünü?2 Juliette Drouet, 10 Nisan 1806'da Fougeres'de doğdu. Gerçek adı, Julienne Josephine Gauvin'dir. Dört çocuklu bir ailenin kı­ zıydı; babası sıradan bir terzi, annesi evlere temizliğe giden bir kadındı. Daha bir yaşındayken, babası da anası da ölürler. Am­ cası, sahil muhafaza örgütünde sıradan bir topçu olan Rene­ Henri Drouet, öksüz ve yetim yeğenini, bakılıp büyütülmesi için, Paris'te bir manastıra emanet eder; manastırda, dinsel gö­ revleri olan hısımları da vardır. Sekiz yaşındadır o sıralar. Victor Hugo, yıllar sonra Sefiller'i yazarken, manastır yaşamı üstüne anılarını kaleme alıp kendisine vermesini ister Juliet­ te'den; o da, Bir Eski Pansiyonerin Elyazması adıyla bunları yazar verir. Sefiller 'deki manastır yaşamına ilişkin bilgilerin temeli başta budur. Zeki, duyarlı kız, iyi muamele görmektedir ve özetle mutlu dur. Ancak, kilise otoriteleri, kızın dinle diyanetle pek oralı olmadığını görünce, 1 825'te onu alıp topluma iade ederler. Pek güzeldir Juliette; bir heykel gibidir bedeni, çehresi hari­ kulade düzgün ve çekicidir. O da, bunu bildiğinden sanatçılara modellik etmeye başlar; 1825 yılının ortalarından başlayarak heykeltıraş James Pradier'nin (1792-1852) metresi olur; ondan Claire adlı bir kızı da olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Juliette'i tiyatro sanatçısı olması için Brük­ sel'e yollayan Pradier olmuştur. Ne var ki, kulislerdeki yaşam­ dan midesi çabucak bulanan Juliette, pek tanınmış bir gravürcü olan Pinelli (1781-1835) ile kaçar; onunla Almanya'da ve Floran­ sa'da dolaşır. Ancak Pinelli'nin mali durumu parlak olmadığın­ dan, Brüksel'e dönmek zorunda kalır ve orada tiyatro girişimci­ liği yapan Harel'e rastlar ve Harel de, onu Theatre Royal toplu­ luğuna sokar (1829). Harel, Fransa'ya döndüğünde, Juliette'i de beraberine alır ve önce -1830 başlarında- Porte Saint-Martin'de, arkasında Odeon' da oynamaya başlar genç sanatçı ve son olarak da, her iki tiyatroda oynamak üzere sözleşme yapar. Çok geçmeden, Paris'in en güzel oyuncusu olup çıkar; çevre2 Aynnhlar için özellikle bkz. Gerard Pouchain/Robert Sabourin, ]ııliette Drouet ou "la depaysee", Fayard, Paris, 1 992; Anne Martin-Fugier, Conıedienne. De Madenıo­ isel/e Mars a Saralı Bernlıardt, Seuil, Paris, 2001 , s. 228-234.

118

si hayranlarıyla doludur. 1832 Nisan'ında da, gazeteci ve edebi­ yatçı Alphonse Karr'ın (1808-1890) metresi olur; Karr, iki yaş bü­ yüktür kendisinden ve aynı yılın Temmuz'unda yayımlanacak Ihlamurlar Altmda romanıyla büyük bir ün kazanacaktır. Ne var ki, bohem ve züppedir Alphonse Karr; Juliette'le iliş­ kisini dile düşürmekte ve metresini, eğlendiği her yere götür­ mektedir; sorumsuz olduğundan, borç altında iki büklümdür ve belli ki kadının sırtından geçinmektedir. Bir Saat Fazla Geç ad­ lı bir roman yazacak (1833) ve orada Juliette Drouet'yi başlıca ki­ şilik olarak alacaktır; ama bunu yaparken, sanatçının sürdüğü zevk yaşamının arkasındaki gizli idealizmi de ortaya koyması­ nı bilecektir. Alphonse Karr'ın yerini Charles Sechan (1803-1874) alır. Sechan, bir dekoratör ressamdı; pek zengindi; inceliği, görgüsü ve çıkar gütmeyişi ile herkesin övgüsünü kazanmıştı. Juliette'le kısa ama mutlu bir beraberliği olur. Ne var ki, Juliette onu terk eder, zenginliği ve debdebesi dillere destan Anatole Demidoff'a (1812-1870) gider. Adam, onu görkemli bir apartımana yerleşti­ rir; bir sarayının olduğu Floransa'ya götürür, sonra Paris'e dö­ nülür; Demidoff, metresinin güzelliğiyle hava atarken, onu lük­ se de boğar. Avusturya'nın elçilikten elçiliğe dolaşan ataşesi Kont Rodolph Appenyi'ye (1812-1876) gelince, şöhretli ama pa­ rasız-pulsuz bir kişidir. Juliette'e aşık olduğu belki doğrudur; ancak, -1913'te yayımlanan- Günlilk'ünde söyledikleri, kuru bir övünmeden başka bir şey değildir. Victor Hugo, Lucrece Borgia mn daha provaları sürerken, Ju­ liette Drouet'ye, "Bir elmas parçasısınız ki, binlerce pırıltıyla parlaması için bir ışığın değmesi yeter" diye yazar. Oyunun 2 Şubat'ta başlamasının arkasından, 6 Şubat 1833'te aşkını ilan eder; Juliette de, 16 Şubat'ı 17 Şubat'a bağlayan gece, ünlü oyun­ cu Matmazel Mars'ın tiyatrodaki locasında, kendisini "bütünüy­ le" Hugo'ya verir. İki gün sonra da, Hugo, geceyi Juliette Drou­ et'nin evinde geçirecektir. Özetle, ışık elmasa değmiştir ve parlatmaktadır ... Hugo, "Düşmüş kadını aşk ayağa kaldırır, aklar paklar, da­ hası kutsallaştırır" dermiş. Juliette'in -düşmüşlükle ilgisi olma­ sa da- geçmişi göz önüne alınırsa, Hugo'nun bu sözlerinin tam bir örneği ile karşılaşmış oluruz: Juliette Drouet, tam elli yıl, bü­ yük bir sadakatle bağlanacak Hugo'ya; her türlü çıkarın dışın'

119

da, bir tür tapacaktır ona. Gerçi, ilk aylar, hep Hugo'nun kıs­ kançlığının sonucu olarak, fırtınalarla dolu olacaktır. Ancak, sonra bulutlar dağılacak ve hava sakinleşecektir. Nitekim, 1833 Ağustos'unda bir gün, pek şiddetli bir tartış­ manın arkasından, Juliette, "Toto"sundan aldığı bütün mektup­ ları yakar. Bir gün de, Hugo'nun haksız sitemlerine kızıp Brest'te kız kardeşinin yanına kaçar. Ne var ki, aşığı hemen çıka gelir; onu alır ve gözlerden ırak bir eve kapatır; aşk adına seve seve katlanır buna Juliette . . Daha sonra Paris'te orta karar bir apartımana yerleşilir. Ora­ da da sorunlar baş gösterir: Juliette'in daha önce yaptığı gider­ lerin faturaları gelir; ayrıca hesapsız bir davranış içindedir ka­ dın, masrafa boğar aşığını, ama Hugo hepsini öder. 1834'te, Hugo'nun ailesine yakın bir yere taşınır Juliette. Ora­ da da yaşamı bir uzun bekleyişe dönüşür; şairin çıkıp geleceği anları -kimi zaman boşuna- bekler. Bereket, her yaz bir yolcu­ luk imdada yetişir ve bu sessizliği bozar: Louviers ve Evreux'ye (1834 Temmuz'u), Brest'e ve Loirs kıyılarına (1834 Ağustos'u), Normandiya ile Picardie'ye (1835), Brötanya'ya ve Normandi­ ya'ya (1836), Belçika'ya ve Fransa'nın kuzeyine (1834), Cham­ pagne'a (1838), Alsace'a, Rhenanie'ye, İsviçre ile Provence'a (1839), Ren ve Neckar kıyılarına (1840) uzun gezilere çıkılır. Bütün bu yolculuklarda, içlerindeki aşk kadar doğa aşkı da beraberce bol bol tadılır. Uzun yürüyüşleri pek severdi Hugo, Juliette'in de sevdiği bir şey olur bu; ve şair, en güzel aşk şiirle­ rini yazar sevdiğine. Hugo, aynı zamanda bir yığın bilgi toplar gittiği yerde ve oralardan sıksık mektuplar da yollar Adele'e. Adele de, belki sevdiğiyle, Sainte-Beuve'le buluşmalarına fırsat yaratıyor diye, göz yumuyordu olan bitene. Yaptıklarını büyük bir bağlılık duygusuyla ve bilinçli olarak yapar Juliette; tiyatroyu kesinlikle terk etmiştir, sevdiği dahinin yanında ve gölgesinde küçük bir yerden başka hiçbir şeyi asla istemez. Çalışmalarına da katılır, yardımcısı olur sevdiğinin; yazdıklarını yeniden kopya eder, dev yazarlık uğraşına -imkan­ ları ölçüsünde- kolaylıklar getirir. Bu aşk ve bağlılık ortamında, eşlerin bir gözünün yine de dı­ şarda olması düşünülebilir mi? Juliette Drouet, dürüstlüğüne toz kondurmaz; ama Hugo'nun ihanetleri olur, nitekim daha başta adı bir skandala karışır: 1839'da Spitzberg'e yolculuğunda, ressam François Biard'ın eşi Leonie Biard d'Aunet ile fırtınalı bir 120

ilişkisi olur; çok somaları yayımlanacak birçok güzel şiir esinle­ tecektir bu ilişki şaire. Ne var ki, 1845 Temmuz'unda aşıklar, po­ lislerce suçüstü yakalamrlar. Yasalara göre, bir zina suçudur iş­ lediği ikisinin de. Ancak, o sıralar, Victor Hugo Ayan Mecli­ si'nde üye olduğundan bir tutuklamadan yakasını sıyırmış olur; ama Leonie kurtulamaz ve kocası yakınmasını geri aldığı halde, bir olasılıkla, bir manastırda bir süre kalır. Doğaldır ki, büyük gürültülere yol açar olay; basın, "korkunç zina" çığlıklarıyla skandalı diline dolar. Hugo ayıplanır ve alay konusu olur. Açık­ tır ki, şair bir süre ortalıkta görülmez. Hugo'nun kısa da olsa bir köşeye çekilmesiyle ne yaptığı merak edilecektir: 1845 Kasım'ın­ da Jean Trejean, sonra Sefaletler adını alacak olan bir romanı yaz­ maya başlar. Basım için ilk sözleşmeyi yapacak kadar da ilerler. Juliette, bıkıp usanmadan yazılanları kopya eder durur. Ne var ki, eser, 1 862'de Sefiller adıyla çıkacaktır. Çünkü, araya sürgün­ lük yılları girecektir. Ve Juliette de, beraberinde olacaktır Hugo'nun ... Fransa'dan uzakta sürgün yaşamını, Victor Hugo'nun yurda döndüğü 1870 yılına değin, şairle bölüşen belki en çok Juliette olur. Adele de Hugo ile beraber yurttan ayrılsa da, bir tarihten sonra, vaktinin büyük bölümünü, sürgün yaşamı için seçtikleri Guernesey Adası'nda değil, Brüksel'de geçirir. Juliette Drou­ et'nin "vefakarlık"ı pek bilindiğinden, Adele de onu açıkça aile­ ye kabul eder ve kendisi uzaklara gittiğinde eşini -gönül rahat­ lığıyla- ona emanet eder. Adele'in 1 868'de ölümünün arkasın­ dan ise, Juliette, Hugo'nun resmi arkadaşı olur ve 1873 yılından başlayarak da, yaşam, aynı çatı altında sürecektir. Gerek sürgünlükte, gerek yurda döndükten sonra, Juliette, "Toto"sunun yığınla aşk ilişkisine tanık olacaktır.3 Onlardan biri de Blanche Lanvin'dir. Juliette, 1872'de onu hizmetçi olarak tutmuştu. O yıl, Guer­ nesey'e dönme söz konusu olunca, onu da yanlarında götürür­ ler. Kız yirmi üç yaşındadır. Artık Juliette yapamaz olduğu için, kız Hugo'nun yazdıklarının kopyasını çıkarır ve gezintilerde ona eşlik eder. Ne var ki Hugo, genç kızı baştan çıkarmakta ge­ cikmez. Bir gün Juliette, kağıtlar arasında Hugo'nun tutkusu3 Bkz. Anne Martin Fugier, "L'Homme couvert de femmes", L'Histoire, 2002, sy.

261,

s.

62-65.

121

nun kanıtlarını bulur ve kıza yol verir. Öyle de olsa, o ilişki, Hu­ go'nun bütün yeminlerine karşın, Paris'te de, Blanche'ın 1879'da bir başkasıyla evlenmesine kadar sürecektir. Hugo'nun bütün bu sadakatsizliklerini kavuşturmaktan da tükenir kadın. Bununla beraber, Hugo, son yıllarında, Juliette Drouet'ye mutlak bağlılığını tekrarlar durur: "26 Şubat 1802'de yaşama doğdum, 16 Şubat 1833'te aşka. Beni bakıp büyüten annem oldu ve sen de yarattın. . . " Bir başka vesileyle söylediği de şu: "Derin­ den derine hissediyorum ki, benim gerçek karım sensin; bu yer­ yüzünde sensiz yaşayamayacağım gibi, sen olmadan ebediliği de kazanamazdım! " Juliette Drouet, 1883'te Paris'te ölecektir. Victor Hugo ile Juliette Drouet'nin beraberce bir tattıkları da, Hugo'nun pek sevdiği kızı Leopoldine'in ölüm acısı oldu 1843'te; o acıya, 1846'da, Juliette'nin -yirmi yaşında ölen- kızı Claire Pradier'nin acısı eklenecektir. ·

LEOPOLDINE'İN ÖLÜMÜ Leopoldine, Victor Hugo'nun büyük kızıydı. 1823 yılında doğup aynı yıl ölen erkek kardeşi Leopold'ün arkasından, 28 Ağustos 1824'te o doğdu. Vaftiz babası ile anası, general olan büyükbabası ile, onun ikinci eşi oldu. Ailede "Didin" olarak çağrılırdı. Her çocuk gibi, onun da ilk yıllarını, annesi, babası ve kar­ deşleriyle birlikte yaşadığı mutluluklar doldurdu; yaz tatilleri­ nin ayrı bir yeri vardı zamanın akışında; arkasından, okul yaşa­ mının heyecanları, merakları ve uyarıları gelip girdi işin içine. Başta annesinin etkisiyle dine saygılı olarak büyüdü. Ama her kız gibi o da, pek erkenden giyimine ve tuvaletine büyük özen göstermeye başladı. Aydın, topluma açık, kibar alemiyle sıkı bir ilişkisi olan bir ailede yetişirken, balolar ve tiyatrolar da yaşamın bir parçası oluyordu ister istemez. Bir an geldi ki, ba­ basının çalışmalarında yardımcı olmaya başladı; çoğu zaman, yazılanları kopya etıne uğraşında yer aldı. Özetle, ciddi bir kül­ türel birikime sahip ve aklı başında bir genç kız olup çıktı Leopoldine. Babasının ise bütün dikkati üstündeydi; yolculuk­ larında büyük kızına çoğu kez mektup yazmaya özen gösteri­ yordu; şiirlerinde ise, "güvercinim" deyip yavaş yavaş ona da 122

Victor Hugo'nun yarım yüzyıl sürecek aşkı: Juliette Drouet.

Leopoldine Hugo genç kızken (A. de Chatillon'un tablosu).

yer veriyordu Hugo. Kızını "saflığın simgesi" olarak görüyor, canı gibi seviyordu şair. Ne var ki yazgı, apayrı bir gelecek hazırlıyordu Leopoldi, ne e ...4 Böyle bir kızın talipleri de olmaz olur mu? 1842'de, Victor Hannequin adlı bir damat adayının isteği ge­ ri çevrildi. Ama Havre'lı bir ailenin oğlu olan Charles Vacqueri­ e'den gelen istek üzerinde durulur oldu. Leopoldine, 1839 yılı tatilinde tanımıştı onu. Charles, Hugo hayranı, romantizmin coşkusuna kendini pek erkenden kaptır­ mış ve Hugo ailesiyle de sıkı ilişkileri olan Auguste Vacqueri­ e'nin kardeşiydi. Aslında o da seviyordu Leopoldine'i; ancak, şu ya da bu nedenle imkansız gördüğünden mi nedir, aşkını sus­ turmuş ye kardeşinin duygularını öne almıştı. Charles ise, kişi­ liği hiç de çarpıcı olmayan ve sosyal durumu ise orta düzeyde ve pek güven vermeyen bir gençti. Adele'in de yandaş olduğu -ve alttan alta da çalıştığı- bir evliliğin önerisi babanın önüne gelince, kararsızlık içine girdi Hugo; açıkça reddetmedi, ama za­ mana bıraktı. Duraksaması, kızını -göz göre göre- üstün nitelikleri olma­ yan birine verecek olmanın baba olarak kendisine yüklediği so­ rumluluğun yanı sıra, ışığı diye baktığı bir saflık timsalini bir başkasına terk etmenin derin aosından kaynaklanıyordu daha çok. İlerde Sefiller'i yazdığında, bu büyük dramı Jean Valjean'a yaşatacaktır; o da, Cosette'nin Marius'a olan aşkını fark ettiğinde ve evlenmelerine karar verirken bu duyguları tatmıştı. Ayrıca, Victor Hugo, damat adayının mali bakımdan yeterli bir durum­ da olmasını da arıyordu. Uzatmayalım, Charles'ın eniştesi Nicolas Lefevre, mali en­ gelleri ortadan kaldırınca, Hugo da, yine içi götürmese de evli­ liğe razı olur. 15 Şubat 1843'te, önce belediyede medeni nikahın arkasın­ dan, Saint-Paul Kilisesi'nde dar bir aile ve dost çevresinde din­ sel tören yapılır. Akşam yemeği de Hugo'larda yenir. Yemekte, dostu Pierre Foucher'in evliliğinde Leopold Hu4 Bkz. Hubert Juin, Victor Hııgo, cilt 1, Flammarion, Paris, 1980, s. 856-863, 869-878; Jean-Marc Hovasse, Victor Hugo, cilt 1, Fayard, Paris, 2002, s. 870-877, 901-913.

125

go'nun söylediklerinin tersine, Victor Hugo, sofrayı canlandırı­ cı hiçbir söz söylemez, söyleyemez. Sadece, "kızını evlendirme­ nin üzücü mutluluğu" diye anılacak, belki de sabah kilisede bel­ leğinde yer etmiş şu iki dörtlüğü okur:

Seni seveni sev, mutlu ol onunla; Yuvana titre, bize olduğun gibi! Elveda yavrum! Git bir aileden ötekine Hüznü bize bırak, mutluluk senin olsun! Burada bağların var, ama orada arzular, Seni bekleyen görevler var, yap onları! Esefieri bize bırak, oraya taşı umutları, Bir gözyaşıyla çık yola, gülerek gir yuvana! Ertesi günü, kendi yuvaları için yola çıkılır ve genç evliler, gider Havre'da, Leopoldine'in kaynatasının evine yerleşirler. Sonra, Leopoldine'den mektuplar gelmeye başlar; canı sıkıl­ maktadır Havre'da, tam bir boşluğa düşmüş gibidir. Doğaldır da duyguları; çünkü Paris'ten bir taşra kentine gitmek, hemen alışılır türden bir şey olmasa gerektir. Yazın, ailesi gelir; Tem­ muz'da, Juliette'le Pireneler'de ve İspanya'da bir yolculuğa çık­ madan önce, babası gelir bir günlüğüne. Bütün bunlar, Leopol­ dine'in içinde bulunduğu yeknesaklığı gideren şeylerdir. Ve sonra, 4 Eylül 1 843'te felaket gelir çatar... O gün kan-koca, bir küçük yelkenli ile, Seine Irmağı üstünde bir gezinti yapmak isterler. Beraberlerinde, Charles'ın amcası, bir eski kaptan ve tacir olan Pierre Vacquerie ile onun on yaşın­ daki oğlu d_a vardır. Güzel bir gezinti olur. Ancak, öğleye doğru, kıyıdaki Villequier'ye doğru dönüşe geçtiklerinde, ters yönden esen ani bir rüzgar yelkenliyi birden devirir. Leopoldine yüzme bilmez, hemen kayığa tutunur; ne var ki ırmağın akışı kayığı sürükleyip götürürken, kız da dalga­ ların arasında kaybolur gider. İyi bir yüzücü olan Charles, kaş­ la göz arasında olup bitene müdahale edemez; ettiğinde de geç kalmıştır, Leopoldine yoktur görünürde. Kendi canını kurtara­ bilirdi, vazgeçer; sevdiği eşinin arkasından yaşamının anlamsız­ lığı ağır basar, o da akıntıya bırakır kendini ve boğulup gider. Yelkenlideki amca ile yeğen de aynı akıbete uğrarlar. 126

Haber hemen yayılır, aile yasa boğulur. 6 Eylül'de, dört ölü Villequier'de gözyaşlarıyla toprağa verilir. Victor Hugo yoktur o sırada, yokuluktadır. Sonunda o da duyar: İspanya'nın kuzeyinde ve Pireneler'de Juliette Drouet ile beraber yaptığı yolculuğu bitirmiş, Paris'e dönmek üzeredir. Rochefort kasabasında, La Rochelle'e gidecek arabayı bekledikleri bir sırada, gazetelerden öğrenir haberi. Hepsi de, 6 Eylül günü Le Siecle Gazetesinin verdiği haberi tek­ rarlamaktadır. Journal du Havre, şöyle başlamaktadır: "Bu sabah, edebiyat Fransa'sının aziz bir ailesini yasa boğacak korkunç bir olay ol­ du; felaket, kurbanları arasında hemşehrilerimizin de bulundu­ ğu halkımızı da derin acılara gömecektir." Devamında da, uğursuz olayın ayrıntıları... Okuduğunda, donar kalır Hugo. Dünya başına yıkılmış gibidir, acısı sonsuzdur. .. 12 Eylül'de Paris'tedir şair. Ama daha yoldayken, acısını umutsuz pusulalarda dile geti­ rip Adele'e, Louis Boulanger'ye ve Louise Bertin'e yollar. 10 Eylül tarihli pusulada, eşine şunları yazar Hugo: "Aziz dostum, sevgili karım, çilekeş anne ne söylemeli sana? Rastlan­ tıyla bir gazetede okudum. Ey Tanrım, ne yaptım sana? Yüre­ ğim paramparça ( ... ) Zavallı kadın, ağlama! Tevekkül içinde ola­ lım! Bir melekti o. Tanrı'ya geri verelim onu! Heyhat! Pek mut- . luydu. Ah! Bense acılar içindeyim. Seninle ve sevgili üç yavru­ muzla ağlamak için gecikmiş durumdayım. (. .. ) Hiç olmazsa bu korkunç darbeler, bağlarımızı sıkılaştırsın ve birbirini hep seven kalplerimizi yaklaştırsın birbirine!" Başka dostlarına yolladığı pusulalarda da hep o soru yer alır: "Ey Tanrım, ne yaptım sana?". Onlardan biri, pek saydığı dostu François Bertin'in eşi Louise Bertin'e yazdığı pusulada, "Her za­ man bir bulut gerekiyor. Tanrı, cennetin yeryüzünde olmasını istemiyor!" diye suçlar da. Ama dostları; bu arada Louise Bertin, bu olayın sorumluluğunu, yeryüzünde mutluluğa karşı kıskanç bir Tanrı'nın üstüne yıkmaya pek kalkmazlar. Son on yıl geçip gider gözlerinin önünden... Juliette Drouet de, Victor Hugo'nun tepkilerinden kaygıla­ nır durumdadır; elini tutup sıktığında kimi zaman yanıt ver­ mez şair. Kadının söylediği şudur: "Zavallı sevgili dostum, ko­ ridorda gezinip duruyor. Kimi zaman bulunduğum odaya gi127

riyor; ayıpladığı biriyle konuşur ya da homurdanır gibi, ani davranışlarda bulunduğunu görüyorum." Özetle acılar, suçlamalar, bir yerde çaresizlikler içindedir Hugo... Kızıni.n anısı, 4 Eylül 1844'te, yani felaketin ilk yıl dönümün­ de, ünlü Villequier İçin (A Villequier) adlı şiiri esinletir şaire. İki yıl sonra, 21 Haziran 1846'da, Juliette Drouet'nin -yirmi yaşın­ daki- kızı Claire Pradier ölür; Leopoldine'in acısına onunki ek­ lenir. Her iki ölüm, şairde lirik esini yeniden uyandırmıştır; her iki genç kızın ölümü tek bir düşüncede gelip birleşir. Şairin, 1856'da Dalıp Gitm eler 'de (Les Contemplations) toplayacağı, Leopoldine için yazdığı şiirlere Claire için yazdıkları da karışa­ caktır. Şairin geri kalan yaşamını da etkiler bu yas. Ama köklü bir değişiklik de olur: Villequier İçin şiirinde hala yankılanan, o Tanrı'ya karşı başkaldırmanın yerini, gitgide yaz­ gıya boyun eğme, katlanma alır. Başta bir "dinsel sarsılış" gibi görünen şey gerçekleşmemiştir: Leopoldine'e duyduğu sevgi, bütün insanlara yansır; şairi olgunlaştırır acı ve yaşamın anla­ mını "yeni bir döküm"e götürür. Bu "yeni döküm", şiirde ve romanda açık ve seçik görülür. Şairin imgelemi daha genişlemiş, yeni boyutlar kazanmış, ev­ renselleşmiştir. Tiyatroyla ilişkisi ise zaten çok önceden kesil­ miştir. Dehasının bütün balını, işte bu iki türde, şiirle romanda ortaya dökecektir. İçine düştüğü derin acı, bütün yorumların tersine, Hugo'yu çalışmaktan alıkoymamıştır, koyamazdı da; çünkü çalışmaktan başka çaresi yoktu. Hugo yazmayı sürdürür, ama geçmişteki yoğun yayım etkinliği yoktur. Böylesi bir dönem, 50'li yıllarda, çok daha farklı koşullarda yeniden açılacaktır; 40'lı yıllarda ise, zamanını alan belki tek şey, politikadır. Onu avutup oyalayan da... Politikada da görüşü, gitgide yeni renklere bürünecek ve farklı çizgiler üzerinde yürüyecektir. 1844'te, bir gazeteciye şun­ ları söyler: "Çocukken partilere aittim. Yetişkin bir kişi oldu­ ğumdan beri Fransa'ya aitim." Halkındır da ve çok geçmeden Avrupa'ya ait olacaktır. Çevresindeki fikri ve sosyal atmosfer de değişmektedir: 1847'nin Şubat'ında, Michelet, ünlü Fransız Devrimi Tarih i 'nin ilk 128

cildini yayımlar; aynı yılın Mart'ında Lamartine de, Jirondenlerin Tarihi'ni çıkarır. Hugo alkışlar ve daha da büyük bir ciddilikle, "Her ikimizin de sevdiğimiz ve hizmet ettiğimiz, halkların o kutsal ve adil davası"dır diye yazar. Gelişmeler de, onun, "sos­ yal"in politikaya oranla önceliğine ilişkin görüşlerini -daha da kalın çizgilerle- doğrulamaktadır. 1847'nin Temmuz'unda bir gün, Dük de Montpensier'nin verdiği bir ziyafetten çıkarken, davetlilerin yolu üzerinde kin dolu bakış ve haykırışları görür ve irkilir: "Kalabalık, zenginlere bu gözle bakhğında, arhk fikir­ ler değil, olaylar söz konusudur" diye not düşer. O yılın Ey­ lül'ünde bir gün de şunları yazar: "Eski Avrupa yıkılıyor, ... ya­ rın karanlıkhr, geçen yüzyılda söz konusu olan soylulardı, bu yüzyılda ise zenginlerdir." Tek ve hep korktuğu şey Hugo'nun, kalabalığın baştan çıkan hareketlerinin, kurbanları için olduğu gibi halkın kendisi için de yaratacağı tehlikedir. Sefillerin daha o sıralarda yazılmış bir bö­ lümünde şunları yazar: "Sefalet, halkları devrimlere götürür; ve devrimler de, halkları sefalete!" Bu sözler, doğrusu-yanlışı bir yana, Hugo'nun havayı iyi kokladığını gösterir. Gerçekten, Fransa bir devrimin eşiğine gelmiştir. O patladı­ ğında, yalnız toplumun değil, Hugo'nun yaşamında da yeni, yepyeni bir dönem başlayacaktır.

129

VI HALKIN YÜKSELİŞİ VE BİR İHANET

1848 yılıyla başlayan devrimci karışıklıklar, bir başlangıç de­ ğil bir sonuçturlar ve halkın, bir ölçüde de işçi sınıfının yükseli­ şine işaret ederler. Devrim, sadece Fransa'ya da özgü değil Av­ rupalı bir olgudur: Daha 1847 sonlarından başlayarak, İtalya'mn güneyi ile kuzeyinde patlak verir olaylar; 22-24 Şubat 1848'de Paris'teki başarılarla hız kazanır ve yayılırlar; hemen arkasın­ dan, 13-15 Mart'ta Viyana'da devrim patlar. İki büyük Avrupa devletinin başkentinde devrimcilerin zaferi, -Rusya, İngiltere, İskandinav ülkeleriyle İspanya yarımadası bir ölçüde bir yana bırakılırsa- bütün Avrupa'yı sarsar. Bu, hemen her yerin bir an­ da tutuşması, olayın kıtada derin nedenleri olduğunu gösterir. Asıl çarpıcı gelişmeler ise Fransa'dadır. Orada, herkes ayaktadır... 1848 DEVRİMİ VE FRANSA Devrimin -bütün Avrupa'yı kapsayan- iktisadi' ve siyasal nedenleri üzerine söylenecekler vardır. ı Avrupa, 1845'ten 1847 sonbaharına kadar, tarımsal kökenli korkunç bir iktisadi' bunalımın pençesine düşer: 1845 yılının pek kötü hasadı (İrlanda'da ve Flandra'da patates kıtlığı), arkasın­ dan 1846 yılındaki terslikler, şu bir dizi sonucu harekete geçirir: Tarımda fiyatlar yükselir ve ekmeğe para bulamayan halk ye­ tersiz beslenirken, "açlık ayaklanmaları" patlak verir; sanayi ürünlerini satın almayı sınırlandıran yığınla köylü çöker; aşırı üretimden hızla durgunluğa geçen sanayi üretimindeki büzül­ me, demiryolu yapımlarını da etkiler; bir genel işsizlik hüküm sürerken ücretler de düşer; bir iflas salgını başlar; Fransa'da ve İngiltere'de, büyük bankaların altını ödenerek Birleşik Devlet­ ler'den ve Rusya'dan yüklüce tahıl satın alma devlet tahvilleri1 Özellikle bkz. Felix Ponteil, Histoire generale contemporaine. Dıı milieıı dıı XVIIIe si­ ecle iı la deuxieme guerre nıondiale, Dalloz, Paris, 1951, s. 306 vd. Aynca, Jean Bru­ hat, "L'Esprit de 1848", Histoire litteraire de la France, cilt IV, 2. kısım, s. 469-477.

131

nin değerini düşürür ve güveni azaltır. 1847 yılının sonlarında, bunalım bir parça dizginlenirse de, koşullar, bir şiddet hareketi­ ne her zaman yol açabilecek nitelikleri sürdürürler. Öte yandan, iktisadi bunalımın yanı sıra, var olan sisteme hasım siyasal güçler, devrimci hareketlenişi çeşitli yönlere doğ­ rultabilecek özellikler gösterirler. Üç büyük akım vardır: Önce, bir "liberal ve radikal akım"ı zikretmeli. Anayasalı ve liberal rejimlerin daha önceden gelip yerleştiği Batı Avrupa'da, kimi insanlar (İngiltere'de Çartistler, Fransa'da Cumhuriyetçi­ ler), "demokratik reformlar"ı (genel oy, basın ve toplantı özgür­ lüğü) savunurlar; dahası, bir "Cumhuriyetçi rejim"in kurulma­ sından yanadırlar. Orta ve Doğu Avrupa'da, Eski Rejim sürer: Kralın mutlak otoritesi yürürlüktedir ya da Avusturya'da Met­ ternich'in baskı rejimi vardır; oralarda liberal anayasalarla yeti­ nilecektir. Sonra, bir "sosyal ya da sosyalist akım" yandaş toplar. Bu akım, Fransa'da, Belçika'da, Renanya'da özellikle diridir. Söz ko­ nusu yandaşların istedikleri de, çeşitli sosyal reformlar için dev­ let müdahalesidir: Çalışma hakkı, çalışma süresinin sınırlandırıl­ ması, asgari ücret, toplanma ve grev hakkı vardır savundukları­ nın başında ve son olarak bütün bir üretim sisteminin köklü bir reforma uğratılmasını öne sürerler. Yan-feodal bir rejimin geniş ölçüde sürdüğü Orta Avrupa' da istenen, şu pek alçakgönüllü bir sosyal reformdur: Feodal hak­ ların, angaryanın kaldırılması, haklarda eşitlik, yasaların birleş­ tirilmesi ve liberalleştirilmesi, ayrıcalıklara son verilmesi! Son olarak, bir "ulusal akım" görülür: Devletlerin sınırlarını ulusal topluluklarla denkleştirme arzusu, XIX. yüzyılın ilk yarı­ sında, söz konusu toplulukların geçmişleri, özlemleri konusun­ da gitgide artan bir bilinçlenişe de yol açar; aynı ulus, -Alman­ ya' da ve İtalya'da olduğu gibi- çeşitli küçük devletler arasında bölünmüş bir halde ise, "birleşme" fikri de gelişir; dahası, çeşitli ulusal topluluklar, ulusal olmayan bir büyük devletin boyundu­ ruğunda ise ondan kurtulma isteği de gündeme girer (Örneğin Avusturya İmparatorluğu'nda Slav, Macar, Rumen ve İtalyanla­ rın durumu budur). Ulusal hareketler, hemen hemen hep liberaldirler; istenen, ülkenin bağımsızlığı, birleştirilmesi, ama bunun bir özgürlük rejimi ile iç içe olmasıdır. ·

132

Ayrıca, Fransa gibi daha önce kurulmuş ulusal devletlerde, ulusal hareket yoktur. Ne var ki orada da, Romantizmin etkisiy­ le, ulusun ideal sınırlarına ulaşma amacı palazlanır; Fransa'da Ren ve Alpleri "doğal sınırlar" olarak görme, bunun sonucudur. Ulusal akım, aynı zamanda, bağımsızlık arayan uluslarla da da­ yanışma içindedir. İşte, bütün bu akımlar, 1830'dan beri tüm Avrupa'da hareket halindedir. İktisadi bunalım, geniş hoşnutsuzluk alanları yara­ tırken, bu akımların yandaşlarını artırıp çoğaltır; yönetimlerin her türlü köklü reforma direnişleri ise, onları daha da kızıştırır. Devrim için, bardağı taşıracak damla yeterli olup çıkar. Fransa için böyle olmuştur. Fransa'da Şubat Devrimi (22, 23, 24 Şubat 1 848), "Şölenler Kampanyası" dolayısıyla patlar. Toplantı özgürlüğü olmadığın­ dan, radikaller ve demokratlar güçlüğü şöyle aşıyorlardı: Bin­ lerce insanı bir araya getiren şölenler düzenliyor; ve şölen bo­ yunca da, aslında bir siyasal söylevden başka bir şey olmayan konuşmalarla, kadeh kaldırıyorlardı. Bu "reformcu" ya da "cum­ huriyetçi" şölenlerin amacı, bir seçim reformunu gündeme ge­ tirmek; var olan paralı oydan daha geniş bir oy sistemi yarat­ mak ve özellikle de "rüşvetle baştan çıkarma"ya karşı mücadele etmekti: Louis-Philippe yönetimi, ilerlemeleri hükümete oy sağ­ lamaya bağlı görevlilerin adaylıklarını çoğaltarak uysal çoğun­ luklar elde etmeyi başarıyordu; Milletvekilleri Meclisi, Ulus içinde bir avuç insanı temsil ediyordu aslında. Demokrat şefler, rejimi protesto amacıyla, 22 Şubat'ta dev bir şölen tasarlarlar. Muhafazakar Guizot'nun yönetimindeki hü­ kümetçe yasaklanır bu. Cumhuriyetçi Milliyet Gazetesi'nin yö­ neticisi Armand Marrat ise, her şeye karşın halkı gösteri yapma­ ya çağırır. Ve devrim de başlar. Çoğu üniversite öğrencisi kalabalık, "Guizot devrilsin, yaşa­ sın Reform! " çığlıkları ile sokağa dökülünce, Guizot gider; ama sonucu yeterli bulmayan işçiler de işe karışınca, ordu ile halk karşı karşıya gelir, silahlar patlar ve arkasından da barikatlar kurulur. Kral, hükümetin başına Thiers, sonra da "hanedan so­ lu"nun başı Odilon Barrot'yu getirir; o da çare olmayınca Kral tahtını bırakır ve kaçar; yeni bir kral seçme girişimi de başarısız­ lığa uğrayınca, "geçici bir hükümet" kurulur. Barikatların üze133

rinde kurulan Temmuz Monarşisi, ülkenin büyük bir bölümünü yönlendiren demokratik harekete uyum sağlayamadığından, yine barikatların üzerinde yıkılır gider. 22, 23, 24 Şubat günlerinin özeti budur. Edebiyatçı, bilimadamı, avukat, radikal, sosyalist olmak üze­ re önde gelen aydınların kurduğu geçici hükümet, aslında Cumhuriyetçilerden oluşmaktadır. İçlerinde en ünlüsü de, bü­ yük şair Lamartine'dir. 1843'te cumhuriyetçi olan şair, olağanüs­ tü bir hatiptir de; 1847'nin ilkbaharında yayımladığı Jiroııden­ ler'in Tarihi büyük yankılar uyandırmış ve Cumhuriyeti halka sevdirmede önemli bir rol oynamıştır. Eserin altını çizdiği, te­ rörsüz ve kurbansız bir cumhuriyettir. Onun gibi, geçici hükü­ metin öteki üyeleri de, her türlü kan akıtmaya karşı kimselerdir. Ne var ki, aralarında bölünmüşlerdir hepsi de: Başta Louis Blanc olmak üzere, cesur sosyal reformlar isteyenler vardır. Üyelerden birkaçı radikal, ama ötekiler ılımlıdırlar; anarşiden korkarlar ve esasta sosyalistlere, "kızıllar"a karşıdırlar. Dahası, sadece manevi bir otoritesi vardır geçici hükümetin; ordusu yoktur, güçsüzdür. Öyle de olsa, önemli şeyler yapar. Daha 24-25 Şubat gecesi Cumhuriyet'i ilan eder ve bir Kuru­ cu Meclis'in seçileceğini haber verir. 2 Mart'ta, genel oy'u kabul eder. 4 Mart'ta, kayıtsız-şartsız basın ve toplantı özgürlüğünü kararlaştırır. 8 Mart'ta, Ulusal Muhafız Birliğini bütün yurttaşla­ ra açar. Öte yandan, siyasal konularda ölüm cezasına, sömürge­ lerde köleliğe, cismani cezalara son verir. Bu reformların büyük bir bölümü hiçbir zaman terk edilmeyecektir. Bütün bunlarla, Fransa, büyük bir demokrasi olup çıkmıştır. Bu siyasal reformlara sosyal reformlar eşlik eder. Louis Blanc'ın etkisiyle ve işçilerin her gün bastıran gösterileriyle, hü­ kümet, önemli sosyal önlemler alır: Daha 25 Şubat'tan başlaya­ rak, çalışma hakkı ilan edilir, sonra günlük çalışma, Paris'te 10, taşrada 12 saatle sınırlanır. Ayrıca, şu iki önemli kurumu hayata geçirir: Başta, çalışma hakkı ilkesine saygı adına, işsizlere -bir ücret karşılığında- iş sağlamak amacıyla, "Ulusal Atölyeler"i kurar; onun yanı sıra, bir "Çalışanlar İçin Hükümet Komisyonu" kararlaştırır. Komis­ yon, patron temsilcilerini, ondan daha çok işçi temsilcilerini ve son olarak iktisatçıları içine alır; bu sonuncularin içinde, sosya­ listler, liberaller ya da muhafazakarlar yer alır. Bir danışma ku134

ruludur bu: "Emeğin örgütlenişi"yle ilgili tasarılar sunar hükü­ mete; bir de, patronlarla işçiler arasındaki uyuşmazlıklarda ha­ kemlik yapar. Nedir bütün bu çabaların getirdiği sonuçta? Şubat Devrimi'ni izleyen iki ya da üç ay, içine romantizmle hayallerin de karıştığı olağanüstü bir atmosfer içinde geçer. Cumhuriyet pek iyi karşılanmıştır. Şu ya da bu hesapla son an­ da kahlanlar da vardır cumhuriyetçilere; ama kuyusunu kaz­ mak için tetikte bekleyenler de. Öyle de olsa, günün sloganı "kardeşlik" tir. "1848'in ruhu"dur bu! Bu kardeşlik havasına, basın ve toplantı özgürlüklerinin des­ teklediği büyük bir "fikri coşku" da eşlik eder: Sadece Paris'te, birkaç hafta içinde 171 gazete çıkmaya başlar ve 145 kulüp ku­ rulur; basında ve söylevlerde de, dünyaya düzen getirme adına en hayali tasarılar birbirini izler. Paris'in duvarlarını afişler kap­ larken kardeşlik şarkıları bestelenir: Pierre Dupont, "İşçilerin Türküsü"nde, "Aşk, savaştan daha güçlüdür" diyecektir. Bu coşkuya, başta iktisadi, yığınla güçlük son verir. Gerçekten, geçici hükümet, mali konularda tam anlamıyla yetkisizdir. Paris'i her an terk etmek kaygısı içindeki zenginler, bankalardan paralarını çekmişlerdir. Yığınla banka ve 450 işlet­ me iflas etmiştir. Sadece büyük bankalar (Rothschild) ayakta ka­ lır. Yıllık faiz gelirleri yarı yarıya düşer; Fransız Bankası'nın tah­ villeri daha da korkunç bir düşüş içindedir. Öte yandan, yeni gi­ derler, özellikle de Ulusal Atölyelerin giderleri Hazine'yi boşal­ tır. Halkın hoşuna gitmeyen önlemlere başvurulur, özellikle de vergiler artırılır. İktisadi bunalımın yeniden dirilişi ve başta da bu önlemler, ülkeyi büyük bir hoşnutsuzluk içine sokar. Kurucu Meclis, böyle bir ortamda toplanacaktır. ·

Aşırı sol gruplar, köylü kitleler üzerinde yeterince egemenlik kuramayacaklarının bilincinde oldukları için, seçimlerin erte­ lenmesini istiyorlardı; 1793-1794'te olduğu gibi, bir "Jakoben diktatörlük" arkasındaydılar. Bu ertelemeyi bir süre başardılar­ sa da, sonunda 23 Nisan için seçimler kararlaştırıldı. Genel oyla ilk deneyimdi bu. 200.000 yerine 9.395.000 seçmen vardı. Sağ'da, kralcılar bir kenarda kaldılar. Merkezde, ılımlı cum­ huriyetçiler, gerçekleşmiş büyük reformlara güveniyorlardı. 135

Sol'da, sosyalistleri toplayan ve yığınla işçi derneğinin desteği­ ne dayanan bir kanat, "sosyal cumhuriyet" tezini işliyordu; "sü­ rekli devrim" görüşündeki bir ikinci kanat, teröre dayalı bir eği­ lim içindeydi. Seçmenlerin yüzde 84'ü oyunu kullandı. Seçimler, çoğunluk gençlerde olmasa da, siyasal kadroların büyük bir bölümünü değiştirdi. Pek çeşitli meslekler temsil edi­ liyordu: Ancak çoğunluk hukukçularda (341) ve mülk sahiple­ rindeydi (160). Meclis, sınıfsal olarak esasta "burjuva" bir nitelik taşıyordu; 18 işçi ve 6 da ustabaşı vardı. Partiler ve eğilimlerin dağılışı tam bir açıklık göstermese de, ılımlı cumhuriyetçilerin zaferi kesindi. Ne var ki, iktisadi ve mali bunalımın uzaması, devlet otorite­ sinin yokluğu, "1848 ruhu"nun son izlerini de silip süpürecek; kardeşliğin yerini, korkunç bir gerilim ortamı alacak ve hesap­ sız kan akacaktı. Gerçekten, seçimlerdeki yenilgisinin acısıyla, sol, Paris'te, 15 Mayıs günü bir devrimci toplantı düzenlemek ister. Aslında, pek zamanı değildir böylesi bir toplantının; bizzat sol' dan itiraz edenler olursa da, yapılır yine de. Polonya davasını destekleme bahanesiyle, Bastille'den Bourbon Sarayı'na yürünür ve işgal edilir. Göstericileri -belagatiyle- sakinleştirmek isteyen Lamarti­ ne'e, eski geçici hükümet üyesi işçi Albert'in şu söyledikleri ha­ tırda kalmıştır: "Yurttaş Lamartine, siz büyük bir şair olabilirsi­ niz, ancak devlet adamı olarak size güvenimiz yok. Bir süre var ki, bize şiir okuyor ve güzel cümleler söylüyorsunuz. Şimdi, halka başka şeyler gerekiyor! " Sonuç şu olur: Sol, zararlı çıkar eyleminden. "15 Mayıs" gününe, Ulusal Atölyelerin işçileri de, bir ölçüde katılmışlardı. Atölyeler, işçilere hangi işin gösterileceği belli ol­ mamak bir yana, politik propaganda ocakları olup çıkmıştır; taşradan gelenlerle de işçi sayısı gitgide kabarmıştır. Onların büyük bir bölümü orduya alınır. Meclis ise, sağ'cıların önerisiy­ le, 22 Haziran'da düpedüz kapatma yoluna gider atölyeleri. Bundan da, 23 Haziran' da, Fransa'nın gördüğü en korkunç iç savaşlardan biri çıkar: İş isteyen işçiler, durumu protesto etmeye karar verirler. "Ekmek ya da kurşun!", "Özgürlük ya da ölüm!", "Silah başına!" haykırışları duyulur; arkasından bütün Paris'te barikatlar kurulur. Başı ya da yönlendiricisi olmayan, "kendili136

ğinden" bir ayaklanmadır bu! Sefaletin başkaldırısıdır ve sınıf mücadelesinin trajik görünüşüne bürünür çok geçmeden. Savaş, 26 Haziran'a kadar sürer. Meclis, 24 Haziran'da, General Cavaignac'a diktatörlük yetki­ lerini verir. Cumhuriyetçi, ama halka karşı anlayışı kıt bir adam­ dır bu. Yetkilerini canavarca kullanır ve sonucunu alır: Başkaldı­ ranlar ezilmiştir, binlerce işçi öldürülmüş, binlercesi de tutuklan­ mıştır. Olan bitene, taşranın gıkı bile çıkınaz. O yaz, pek bereket­ li bir ürün de, iktisadi bunalımın etkisini giderip söndürür. Meclis, Cavaignac'ın eserini alkışlarla kabullenir. Sonuç, aslında şudur: "Sosyal Cumhuriyet" yenilgiye uğra­ mıştır, işçi hareketi kırılmıştır. "Haziran Günleri"nin, uzun vade­ li düşünüldüğünde, şöyle uğursuz bir etkisi de vardır: İşçi hare­ ketine, gelecekte saldırgan, dahası şiddet dolu bir görünüş ka­ zandırır; 1848'in başlarında ise, bu yoktu! Meclis, asayiş sağlanıp istikrar da kurulunca, asıl görevini yerine getirip bir anayasa yapar: Güçlü bir hükümet istemiyor­ du; İngiliz parlamenter sisteminin yerine, Amerikan tarzı "Baş­ kanlık rejimi" yeğlenir. Şubat devriminin büyük kazanımları saklı tutulur; ama sosyal kazanımlar reddedilir. Tek meclis usu­ lü kabul edilir; cumhurbaşkanı ise, genel oyla seçilecektir. Halk egemenliği esastır ve cumhuriyetin ilkesi "Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik"tir; ama "mülkiyetin de koruyucusu"dur rejim. 12 Kasım'da kabul edilen Anayasada, cumhurbaşkanına ta­ nınan statü, onu alabildiğine güçlü kılıyordu: Diplomasiyi o yönlendirir, Bakanları ve yüksek görevlileri o belirler ve görev­ den alırken, siyasal bakımdan Meclis karşısında da sorumlu de­ ğildi; olsa olsa, ihanetle suçlanabilecekti. Böyle bir ihanetle karşılaşıldı da . . . BİR İHANETİN ÖYKÜSÜ İkinci Cumhuriyet'in Başkanı, 10 Aralık 1848'de seçilmek ge­ rekiyordu. Seçilen de, Louis-Napoleon Bonaparte oldu. Eski Hollanda kralı Louis ile Hortense de Beauharnais'nin oğlu olan bu zatın, adı gibi, geçmişi ve tutkuları da Cumhuriyet'in üstün­ de ağır bir tehlike idi aslında. Böyle bir seçimin gerekçeleri ise pek karmaşıktır.2 2 Bkz. Jean-Baptist Duroselle/Pierre Gerbet, Histoire (1848-1914), Fernand Nathan, Paris, 1961, s. 15 vd.

137

Her şeyden önce, taşıdığı parlak ad, "kızıl tehdit"in bütün ılımlı çevrelere korku saldığı bir karışıklık döneminin arkasın­ dan "düzen" anlamına gelirken, dışarıya karşı da "büyüklük"ü temsil ediyordu; kaldı ki, kişinin kendisi de, imparatorluğu ih­ ya edeceği inancındaydı. "Haziran Günleri"nde yedikleri darbenin arkasından sosya­ listler de şaşkınlık içindeydiler: Louis-Napoleon, 1844'te, Yoksul­ luğa Son Verme adıyla, sosyalizan bir kitapçık yazmamış mıydı? Sonra, onun "Saint-Simonizm"i bir güvence olarak görülemez miydi? Öte yandan, derlenip toparlanan tutucu takım da, Bonapar­ te'ın adaylığına olumlu bakıyordu. Bu ad, Birinci Cumhuriyet'i yıkan anılara sıkı sıkıya bağlı değil miydi? Böylece, hem sosyalistler, hem de sağ çevrenin desteklediği bir aday oldu Louis-Napoleon. 10 Aralık'taki sonuç da şuydu: Louis-Napoleon 5.434.000 oy almışh; ılımlı cumhuriyetçilerin adayı Cavaignac da 1 .448.000 oy. Radikal sol'un adayı Ledru-Rollin 371.000, Raspail da sade­ ce 37.000 oy toplayabilmişti. Başkan da, Cumhuriyet'e yemininin arkasından, ilk eserini ortaya koyar: Sağ'ı hoşnut ederek, hükümetin başına Odilon Barrot'yu getirir; o da adamlarını toplar çevresine. Eğitim ve Din İşleri Bakanlığının başına getirilen kralcı Falloux ile Maliye Bakanlığına getirilen Passy, sonradan isim yapacaklardır. İlk aylar güçlüklerle dolu oldu; çünkü, Kurucu Meclis, bütçe­ yi oylamak ve liberal bir seçim kanunu çıkarmak amacıyla, 1849 Mayıs'ına kadar görevde kalmaya karar vermişti. Ancak, asıl gerçek şuydu: Cumhuriyetçi Meclis, esrarlı bir başkan ve kralcı bir hükümetle karşı karşıyaydı. Uyuşmazlık, özellikle dış politi­ kada vahim oldu. Birçok kez hükümet azınlığa düşürüldü ve Louis-Napoleon da, olanca gayretiyle hükümetini destekledi; ayrıca, Anayasa da, parlamentonun aleyhine oy verdiği bir hü­ kümetin çekilmesi gerektiğini söylemiyordu. Kurucu Meclis, son toplantısını 27 Mayıs 1849'da yaptı. Fran­ sa'ya, bir bakıma demokratik bir anayasa kazandırmıştı. Ancak, Cumhuriyet'in tepesinde ağır tehditler vardı şimdiden. Özellik­ le kamuoyu, ılımlı cumhuriyetçilerden gitgide kopuyordu; dü­ zensizliğin, bunalımın ve kimi ağır vergilerin sorumluluğunu onlara yüklüyordu.

138

13 Mayıs 1849'da Yasama Meclisi seçimleri yapıldı. Sadece Paris halkı, çoğunlukla sol adaylardan yana tavır koydu; ama taşra, kitle halinde monarşistlere oy verdi ve ruhbandan da bü­ yük destek gördü. Seçilmiş 500 temsilcinin 200'ü kralcı, birkaçı Bonapartistti, geri kalanın 180'i ise, "Montanyar" (Montagnard) idi; radikal ve sosyalist sol, artık bu son adla anılıyordu ve baş­ larında da Ledru-Rollin bulunuyordu. "Ilımlı Cumhuriyetçiler" ise korkunç bir yenilgiye uğramışlardı; Kurucu Meclis'teki 600'e yakın temsilciye karşı 80 kişi çıkarabilmişlerdi. 1848'in geçici hükümetinden ise, Ledru-Rollin dışında hiç kimse seçilmemişti. Öte yandan, seçimlerde çekimserlerlerin sayısı yüzde 40'a varıyordu. . Başkan, önce Mareşal Bugeaud'ya hükümet başkanlığını önerdi; o kabul etmeyince, yeniden Odilon Barrot hükümeti kurdu; ünlü Tocqueville de Dışişleri Bakanlığına getirilmişti. Sorunlar da birbiri arkasından çıkageldiler. Roma'da, Mazzini'ye uyup İtalya'nın ulusal birliği yolunda, giderek Papa karşıtı bir Cumhuriyet kurulmuştu ve savunması­ nı da Garibaldi yapıyordu. Papa IX. Pius, bu Cumhuriyetin yı­ kılarak kendi iktidarının yeniden kurulmasını istiyordu; Katolik devletlere yaptığı çağrıya Louis-Napoleon da olumlu yanıt ver­ mişti ve bir Fransız ordusu Garibaldi'nin üstüne yürümüştü. Roma Cumhuriyeti'ne karşı bir Fransız ordusunun savaştığı­ nı görmek, Montanyar'ları -haklı olarak- çılgına çevirmişti; an­ cak, hükümetle kıyasıya mücadele edecek yerde ve zamanı da değilken, yeni bir ayaklanmayı başlatmak gibi bir sakarlıkta da bulundular. 13 Haziran 1849 başkaldırısını, kralcı General Changarnier -fazla güçlükle karşılaşmadan- bastırdı. 34 millet­ vekili, Divan-ı Harb'e verildiler; Ledru-Rollin, Victor Con­ siderant, Felix Pyat dışarıya kaçabildiler. Meclis de, bunu fırsat bilip, Ağustos'.ta, şu üç kanunu kabul etti: Biri, dernekleşme öz­ gürlüğünü -bir yıllığına- askıya alıyordu; bir başkası, basın öz­ gürlüğünü sınırlandırıyor ve sonuncusu da, Meclise ya da hü­ kümete sıkı yönetim ilan etme yetkisini veriyordu. Öte yandan, Louis-Napoleon da, çoğunluğun monarşistleri ile kendisi arasına bir mesafe koymaya başladı gitgide: Halk nezdindeki itibarını korumak için, Fransa'da yolculuklara çıkar oldu; kendisinin hem düzeni koruyan, hem de sosyal reformun temsilcisi olduğu yolundaki efsaneyi sürdürme çabasındaydı; piskoposları okşuyor, işadamları ile işçilere gülücükler dağıtı139

yor ve özellikle -üzerinde belli bir etkisi olan- orduyu hoş tutu­ yordu. Mecliste Bonapartist parti gelişip güçlendikçe, Odilon Bar­ rot' dan da sıyrıldı ve kendine bağlı insanlardan bir hükümet kurabilecek duruma geldi. 31 Ekim' de ilan ettirdiği bir bakanlar listesinde Başbakan da yoktu; ama zengin bir bankacıyı listeye sokabilmişti. Daha ileri gitti, Meclise yolladığı mesajda, bir yıl­ lık bir "özveri"nin arkasından bizzat kendisinin yönetmek iste­ diğini açıklıyordu. Ona göre, "Tek başına Napoleon adı, birprogramdı... Düzen, otorite, din ve halkın iyiliği idi." Ne var ki, hük�metle -neredeyse- sürekli zıtlaşan, ama aşırı bir "kuvvetler ayrılığı" anlayışıyla tam bir bağımsızlık içindeki Meclis, her biri geriye doğru adımlar olan birçok kanunu da çı­ karabildi. Onların başında gelen, ortaöğretime özgürlük sağlayan "Fal­ loux Yasası"dır: Mecliste çoğunluğa sahip Katoliklerin, aynı za­ manda sosyalizm korkusuyla da, amaçlarından biri, 1833'ten beri ilköğretimde uygulanan özgürlüğü ortaöğretime de yay­ maktı. Falloux, Eğitim Bakanı olduğu sırada bu amacı tasarılaş­ tırdı ve mecliste de, 15 Mart 1850'de, büyük bir çoğunlukla oy­ landı tasarı. Bu yasayla, ortaöğretimde devlet tekeli sona eriyordu; kimi kıytırık koşula bağlı olarak, okul açmak serbestti artık. Dinci çevreler de bundan yararlanabilecekti. Bu özgürlüğe şu da ekle­ niyordu: Genellikle Katolik olan Kilise otoriteleri eğitimi denet­ leme yetkisini elde etmişlerdi. Öğretmenlerin atanmaları da, üniversite yetkililerinden alınıyor valiliklere tanınıyordu; bu da, sosyalit öğretmenlerin atanmasına karşı alınmış bir idari dene­ timdi. Ne oldu sonucu bunun? Şu: Kilise'nin eğitim üstündeki nüfuzu, alabildiğine genişledi. Bir yanda okul açma serbestliği bunu sağlıyordu; nitekim, dinci çevrelerin açtığı okullar, iki yıl içinde haşarat gibi çoğaldı. Öte yandan, Kilise, kamuya açık okulları da denetleyebilecekti. Okulların başına dinci çevrelerden insanların getirilmesi de sık sık görülecekti. İkinci olarak, 31 Mayıs 1850 tarihli bir kanun; genel oy'u sı­ nırlıyordu: 1850 ilkbaharındaki kısmi seçimler, Montanyar'ların -hatırı sayılır- bir ilerleme kaydetmesini sağlamıştı. Ancak, Pa­ ris Esrarı 'nın yazarı ünlü halk romancısı Eugene Sue Paris'ten 140

milletvekili seçilince, tutucu meclis tam bir panik içine girdi. Bu­ nun sonucu da, basına olduğu kadar, seçim kurallarına getirilen kısıtlamalar oldu. Genel oy ilkesi kaldırılmadı, ama özellikle iş­ çiler aleyhine, iğdiş edildi. Seçmenlerin sayısı da 9.600.000'den 6.800.000'e indi. Louis-Napoleon, bu kanunun sorumluluğunu tutucuların üstüne attı. Buradan kalkıp, sınırsız genel oy'a dö­ nüş şampiyonu kesilecek, bir de bununla gözleri boyayacaktır. Son olarak, Meclis, antisosyalist önlemlere gitti; örneğin, 21 Kasım 1849 tarihli bir kanunla grevleri yasakladı; ama bunu ya­ parken, bir ilerleme sayılamayacak kıytırık sosyal önlemler de aldı. Neydi, bütün bu gelişmelerin anlattığı? Yasama Meclisi'nin kralcı çoğunluğu için, Cumhuriyet, aslın­ da yeni bir "restorasyon"a geçiş rejiminden başka bir şey değil­ di. Ama olaylar da gösterdi ki, bir monarşik restorasyon imkan­ sızdı. Bundan da, Louis-Napoleon yararlanacaktır. İmparatorluğu yeniden kurmayı, yazgının kendisine böyle bir misyon yüklediğini iyiden iyiye kafasına koymuş olan Başkan, 1850 yılı boyunca puan toplamaya koyuldu. Önce, kitleleri ve ka­ muouyunu kazanması gerekiyordu. 1850 yazında Doğu'ya, son­ ra da Normandiya'ya bir yolculuk yaptı. Kentlerde fazla güler yüz görmediyse de, köylerde bol bol alkışlandı; orduyu, özellikle de aşağı rütbelerde kazanmayı başardı. Ekim ayında, kimi geçit resminde, "Yaşasın Napoleon!" çığlıkları işitildi. İktidarını genişletmek için iki yol vardı önünde: Ya Anayasa­ yı değiştirecekti, ya da darbe yapacaktı. Anayasaya göre, Meclis'in ve Başkanın görev süreleri 1 852 Nisan'ı ile Mayıs'ında sona eriyordu. Başkansa arka arkaya iki kez seçilemiyordu. Bonapartistler ise, düzeni korumanın ve gönenci sağlamanın ancak Louis-Napoleon sayesinde olabildi­ ğince inandıklarından, bir formülünü bulup onun iktidar süre­ sini uzatmanın arkasındaydılar. Göz boyamaya o da katıldı. Bir Anayasa değişikliği olacaksa, 1851 yılında olmalıydı. 1 9 Temmuz'da Meclis, böylesi bir değişiklikten yana çıktı; n e var ki, değişiklik için sağlanan oy yeterli değildi. Sonuç da, ister is­ temez ret anlamınaydı. Böylece, tek yol kalıyordu: Hükümet darbesi! Onun hazırlıkları başladı: Orduda kilit mevkilere has adam­ lar getirildi. 141

Öte yandan, propaganda yoğunlaştı: Bonapartçılar, "sosya­ list tehlike"ye işaret ediyorlardı; Meclis'in yeteneksizliğini, bö­ lünmüşlüğünü ve gerici niteliğini durup durup tekrarlıyorlardı. Bu arada Başkan, 31 Mayıs 1850 tarihli seçim kanununun kaldırılmasını istedi. Meclis, zayıf bir oy farkıyla da olsa, red­ detti bu öneriyi. 1 7 Kasım'da, tehlikenin bilincinde olmayan milletvekilleri, Meclis Başkanının, düzeni koruyan güçlere başvurmasını isteyen bir öneriyi reddettiler. Louis-Napolfon'un tutkularının önünde hiçbir engel yoktu artık. 2 Aralık'ta da hükümet darbesi oldu. Her şey yolunda yürüdü; Başkan'a, bir kararname yazıp ilan etmek düşüyordu. O da kararnamesinde, Yasama Meclisi'ni fes­ hettiğini, seçim kanununu kaldırdığını söylüyor ve halkı bir plebisite çağırıyordu. Meclis kuşatıldı, stratejik noktalar tutuldu ve komplocular­ dan oluşan bir hükümet kuruldu. Sağı'ın direnişi zayıf oldu. Sol'un direnişi ise, Paris'te, şurada burada oldu: 3 Aralık'ta barikatlar kuruldu. Temsilci Baudin öldürüldü. 4 Aralık'ta, as­ kerler, güç kullanarak toplananları dağıttılar. Büyük bulvarlar­ da 300'e yakın ölü vardı. Taşrada ise, büyük kentler, direniş göstermeden hükümet darbesini kabul ettiler. Sadece Güneyde kimi başkaldırılar görül­ dü. Hükümet de, bundan yararlanıp Cumhuriyetçi çevrelerde korkunç bir bastırma hareketine girişti; 27 bin kişi tutuklandı. Özetle ülke, "kızıllar" korkusuyla, hükümet darbesini kabul­ lendi. 20 Aralık'taki plebisitin sonucunda ise, 640.737 hayır oyu­ na karşı, 7.439.216 kişi evet diyordu. Paris'te ise, oy çokluğu taş­ raya oranla daha zayıftı. Plebisit, Başkanın iktidarnu on yıl uza­ tıyor ve ona tam bir diktatörlük tanıyordu. Her şeyin gösterdiği gibi, Fransa'da, İkinci Curnhuriyet'in de sonuydu bu. Bu süreçte Victor Hugo nerededir? Ne yapar? VİCTOR HUGO CUMHURİYETÇİ OLUYOR Victor Hugo, Şubat Devrimi'ni buruk karşılar. Çoğu yönden haklıdır da tavrında: Meşruti monarşinin yan­ daşıdır; düzenin önde gelenleri, hatta ayrıcalıklılarının safında­ dır; 1841'den beri Fransız Akademisi'nin üyesidir, 1 845'te de 142

Ayan Meclisi'ne atanmış ve krallık yönetimine bağlılık andı iç­ miştir. Özetle ne cumhuriyetçidir henüz, ne de sosyalist! Ne yapacaktır? Nasıl hareket etmelidir?3 İlk günler, ayağını sürüyerek yürür: Devrim patladığında ve kral da tahtını bırakıp kaçtığında, yeni bir kral seçip düzeni sür­ dürme yolundaki girişimin içinde görülür; Helene d'Orleans'ın naipliğini destekler. O ve oğlu Milletvekilleri Meclisi'ne vardık­ ları bir sırada, Hugo da, kendi mahallesinde, Place Royale'da, yanında Belediye Başkanı, Belediye binasının balkonundan -fazla gürültü patırtıya meydan vermeden- naipliği ilan etmeyi düşünür. Oradan, Bastille Meydanı'na koşar, silahlı göstericiler ve başkaldıranların arasına karışır; Temmuz Dikilitaşı'nın kaide­ sine tırmanıp kalabalığa seslenir: "Kral tahtından ayrılıyor! Na­ iplik ilan edilecek!" Ne var ki, kitle homurdanır: "Naipliğe yer yok!" O sırada bir gömlekli adam silahını Hugo'ya doğrultarak haykırır: "Kahrolsun Fransa'nın Ayan Meclisi üyesi! " Hugo sesi­ ni yükseltir: "Evet, Fransa'nın Ayan Meclisi üyesiyim ve o sıfat­ la konuşuyorum. Bir krala değil, meşruti monarşiye bağlılık ye­ mini ettim. Bir başka hükümet kurulmadıkça, yeminime bağlı kalmak ödevim. Ve hep şunu gördüm ki, halk, ne olursa olsun ödevini yapmayanı sevmiyor!" Ne var ki, yaşamın akışı baskın çıkar. Şubat, arkasından da Haziran ayaklanması düşündürür Hu­ go'yu. Sonunda, Cumhuriyet'e boyun eğer. O sırada Geçici Hükü­ met'in belki en parlak üyesi olan Lamartine'e gider; o da, IX. il­ çenin Belediye Başkanlığını, sonra da Milli Eğitim Bakanlığı'nı önerir şaire. Hugo reddeder. Henüz, devrimci hareketin ses per­ desini yakalamış değildir. Öyle de olsa, Geçici Hükümet'in kimi ilk eylemlerine yürekten katılır; özellikle siyasal konuda ölüm cezasının kaldırılışını alkışlar ve 27 Şubat'ta, "Yüce bir olay" di­ ye över Lamartine'e. 2 Mart'ta, Place Royale'e dikilecek "Özgür­ lük Ağacı"nın törenini açar ve "Yaşasın Evrensel Cumhuriyet!" diye bitirir söylevini. Özetle, safını seçmiştir. Yerleşen yeni re­ jim karşısında kimi önyargılarını sürdürse de, Kurucu Meclis'e adaylığını koyacaktır. 3 Yazarın gelişmeleri için özellikle bkz Michel Winock, Les Voix de la liberte. Les Ec­ rivains engages aux xıxe siecle, Seuil, Paris, 2001, s. 347-360. ..

143

29 Mart'ta, Seçmenlere Mektub 'unda şöyle der: "Benim adım ve çalışmalarım, yurttaşlarımın mutlak meçhulü değildir belki. Yurttaşlarım, yakında Fransa'nın ve Avrupa'nın yazgısını elin­ de tutacak olan meclise beni temsilcileri olarak çağırmayı, öz­ gürlük ve egemenlik anlayışlarına uygun görürlerse, bu yüce vekaleti saygıyla kabul edeceğim. Görevimi de her türlü çıkarın dışında bağlılık ve cesaretle yerine getireceğim." Ancak, genel oy karşısında yenik düşer Hugo. Ne var ki, 4 Haziran'daki tamamlayıcı seçimler ona yeni bir şans tanır. Şair de, yeniden iman tazeleyerek yazdığı yeni bir açık mektubunda, bir başka rejimin karşısındaki bir cumhuriye­ tin yandaşı olduğunu ilan eder: Kızıl bayrağın dalgalanacağı bir cumhuriyet'in karşısına, "bütün Fransızların kutsal ortaklığı"nı çıkarır; terörün karşısına uygarlğı koyar. Kurucu Meclis'e seçilir. Ve daha baştan, en çetin sorunlardan biri olan Ulusal Atölye­ ler'e açıkça karşı çıkar; "Monarşinin ayakları vardı, Cumhuri­ yet'in de miskinleri olacak" der. Dahası onların, köleleri ayaklan­ dırmaya, yoksulları başkaldırmaya hazırladığı görüşündedir. 21 Haziran 1848'deki oylamada da, Atölyeler'in kaldırılmalarına oy verenler arasında yer alır. Olay, korkunç bir ayaklanmaya, "Ha­ ziran Günleri"ne yol açınca da, yumuşatma ve uzlaşma aranışla­ rı içine girer. Hugo'nun siyasal bakımdan deri değiştirmesi de hızlanır böylece. Haziran Günleri'nin arkasından Cavaignac yönetimi 1 1 ga­ zeteyi yasaklar; gazetecileri tutuklar, basın özgürlüğünü kısıt­ lar. Hugo, 1 Ağustos'ta kürsüye çıkıp "Nedir, ne oluyoruz?" di­ ye sorar; ne var ki Cavaignac yanıt bile vermez, Meclis de gün­ deminin görüşmesine geçer. Ancak, ondan bir gün önce, 31 Temmuz 1848'de, yeni bir ga­ zete çıkmaya başlamıştır. Adı da Olay dır (Evenement). Victor Hugo'nun iki oğlu, Charles ve François Victor'un yöneticiliğin­ dedir gazete ve ilkesi de şudur: "Anarşiye kin, Halka sevgi! " Hugo da, Meclisteki tarhşmalarda, gitgide daha fazla sol'la bir­ liktedir. Meclis, 25 Ağustos'ta, 1 5 Mayıs olaylarıyla ilgili olarak Louis Blanc ve Marc Caussidiere'e karşı koğuşturmaya karar verdiğinde de, Hugo, bu karara karşı olan azınlığın içindedir. Birçok kez, sıkıyönetimin kaldırılmasını isteyen seslere katacak­ tır sesini ve basın özgürlüğü için mücadele edecektir. Son olarak, Anayasa tasarısı tarhşmaya açıldığında, Hugo, '

144

1848 Devrimi'nden bir ayrıntı.

Victor Hugo,

1848 Devrimi'nde işçiler arasında.

dikkatini daha da artırır. 7 Eylül'de, sol'la beraber, Anayasanın başlangıcında, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'ne açık bir yolla­ mada bulunulmasını ister. 15 Eylül günü, siyasal konularda ölüm cezasının kaldırılması tartışıldığında, cezanın toptan kal­ dırılması yolunda bir değişiklik önerilir; Hugo, kürsüde savu­ nur onu: "Ölüm cezası, her türüyle ve kesin olarak kaldırılsın" der. Bir de gerekçesi vardır: "Size tek bir kelime, bana göre ke­ sin bir kelime söylemek için çıktım kürsüye; o da şu: Şubat'tan sonra halkın bir büyük düşüncesi oldu; o günün ertesinde tahtı yakmıştı, ama darağacını yakmak da istedi ... Bu yüce fikri ger­ çekleştirmesi önlendi. Pekala, oyladığınız Anayasanın ilk mad­ desinde, halkın birinci düşüncesini yerine getirip tahtı yıktınız. Şimdi, ötekini gerçekleştirip darağacını yıkınız. Ölüm cezasının, tek kelimeyle ve kesin olarak kaldırılması için oyumu veriyo­ rum".4 Ne var ki, boşunadır! 4 Kasım'da Anayasanın oylanma­ sına geçildiğinde de, Hugo, tasarıya oy vermez ve sağ'ın çoğun­ luğunca kabul edilir Anayasa. Cumhurbaşkanlığı seçimi için 10 Aralık 1848 tarihi öngörül­ müştür. Hugo, Louis Bonaparte'ın adaylığına açıktan açığa kar­ şı değildir. Ancak, 25 Kasım' da Meclis, "Yurduna gerçekten ya­ rarlı olduğu" yolunda, General Cavaignac'a bir kutlamada bulu­ nulmasını oya koyduğunda, 503 olumlu oya karşı 34 olumsuz oy vardır ve Hugo o 34 kişiden biridir. 7 Aralık'ta, Olay Gazete­ si de, Cavaignac'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkar. Ne var ki, aynı gazete, birkaç gün önce, "halkın, -yani bir bakı­ ma kendisinin- adayı" diye sunduğu Louis Bonaparte'ın seçim bildirisini yayımlar. Anlamı nedir bunun? Louis Bonaparte, Cavaignac'a karşı büyük farkla seçimi ka­ zanıp da Cumhurbaşkanı olduğunda, davetine uyup gider Hu­ go; ama daha sonra Cumhurbaşkanının hükümeti kurmakla gö­ revlendirdiği Odilon Barrot'nun Bakan olarak seçtiklerine bakıp Olay Gazetesi hayal kırıklığını belirtir. Victor Hugo listede olmadığı için midir bu? 13 Mayıs 1849'da Yasama Meclisi seçimleri yapılır. Üç büyük güçten "Düzen Partisi" aslan payını elde eder; ılımlılar, büyük bir hezimete uğramışlardır; sol, sosyalist demokratlar ise, işin 4 Hugo'da ölüm cezasına karşı oluşun süreci ile de ilgili olarak bkz. Robert Badinter, "Je vote l'abolition de la peine de mort", L'Histoire, sy. 261, janvier, 2002, s. 56-57.

147

içinden ustalıkla sıyrılmış, -Ledru-Rollin de içinde- 180 sandal­ ye kazanmışlardır. "Kızıl tehlike", yeniden uç vermiştir; Tocqu­ eville'e göre, tutucular, zafer kazanmış görünseler de "yenilmiş­ lerdir." Victor Hugo da, "Düzen Partisi"nin saflarında kazanır. Ne var ki, sağ'dan kopuşu gecikmeyecektir. Gerçekten, Hugo'nun pek ılımlı cumhuriyetçiliği, sağ'ın ka­ rarlı ve gerici önlemlerine karşı gitgide açık bir reddiyeye bıra­ kacaktır yerini. Bu kopuş fırsatı da iki kez, iki konuşma dolayı­ sıyla ortaya çıkacaktır: Onlardan biri, şairin, 9 Temmuz 1849'da "Sefalet" üstüne yaptığı konuşmadır; öteki de, 19 Ekim' de "Roma sorunu" ile ilgilidir. Her iki konuşmada da, Meclis'in çoğunluğu üstüne yürür Hugo'nun. İlk konuşmayı, Hugo, "Devlet yardımına ilişkin kanunlar"ı gözden geçirme için kurulmuş bir komisyonun bir önerisi vesi­ lesiyle yapar. Şair, daha önceki hükümetlerin yaptıklarına ekle­ necek hiçbir şey yok diyenlere çatar. Sağ' dan ve merkezden pro­ testolar yükselir. Şunları da söyler: "Baylar, bu dünyada acıyı kaldırabileceklerine inananlardan değilim, çünkü acı tanrısal bir yasadır; ama sefaleti yok edeceklerini düşünenlerin arasın­ dayım". O zaman da sağ' da fırtına kopar. Sosyalist mi olmuştur Hugo? Hayır! Açık konuşur: "Belli bir sosyalizmin düşlerini, İn­ cil'den yola çıkarak boğmalıdır". Ama şöyle de bir açıklık getirir söylediğine: "Sosyalizmin temelinde, zamanımızın ve bütün za­ manların acılı gerçekliklerinin bir bölümü var..." Böylece, sosya­ lizmden gerçek olanı almalı, tehlikeli olanı ise bir yana bırakma­ lıdır. Ve ısrar eder: "Sefaleti yok etmek, evet mümkündür bu! "5 Hugo'nun, burcu burcu devrim kokan bu düşünceleri karşı­ sında gürültü patırtı eden sağ, şair, birkaç hafta sonra Roma so­ rununa değindiğinde de kızar köpürür. Hugo, pek haklı olarak, İtalyan milliyetçilerine karşı Papa'ya el uzatan Fransa'nın Roma seferini eleştirir. Papa'nın da, dinci kafayı terk edip İtalyan bir­ liği özlemini anlaması gerektiğini söyler: "Laikleşme ve ulusal­ lık": Bayrağı bu olmalıdır Papalığın! Fransa da, ulusların ·karşı­ sındaki manevi sorumluluğunu unutmamalı; çabalarını bu yol5 Hugo'da bir yön değişikliğini belli eden bu düşünce ve tavrın kaynakları için bkz. Francis Demier, "Comment Hugo a bascule a gauche", L'Histoire, sy. 261, jan­ vier, 2002, s, 38.

148

da harcamalıdır. Hugo'nun konuşması, sağ'ın protestoları, sol'un da alkışlarıyla karşılanır. Hugo, "Düzen Partisi"nin açıkça karşısındadır. Ne var ki, son bir darbe için fırsah, eğitime ilişkin "Falloux Ya­ sası"nın tarhşması sırasında yakalar. Lamartine de, tamamlayıcı bir seçim sonucu yeniden seçilmiştir; ikisi el eledir kavgada. Ko­ nu da pek yaşamsaldır: İnanmış cumhuriyetçiler için, genel oy'un çıraklığı okulla olacakhr; özgür yurttaşları da okul yetiştirecektir. Ne var ki, 1848 Haziran'ının arkasından, Hippolyte Carnot, ulu­ sal eğitimin o inanmış Bakanı, sosyalizm kuşkusuyla görevden uzaklaştırılır. İktidardaki sağ, Katolik Kilisesi'ni halkın eğitimin­ de yeniden güçlendirmenin arkasındadır. Thiers, ruhban karşıtı burjuvazinin temsilcisi de olsa, sosyal düzenin güvencesi olarak baktığı Kilise ile bir anlaşma içinde olduğundan destek verir. Fal­ lox'nun hazırladığı bir tasarı, eğitimde özgürlüğü ilan etmekte­ dir. Aslında olan da şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, ilköğ­ retimdeki okul açma serbestliği ortaöğretime de yaygınlaştırılır­ ken, ortaöğretimde devlet tekelinin yıkılmasının yanı sıra, yollar Katolik ruhbana ardına kadar açılmaktadır tasarıda. 14 Ocak 1850'de tasarının tartışılmasına geçildiğinde, Hugo müdahale eder; "Zorunlu ilköğretim, çocuğun hakkıdır" diye seslenir. Cümle heyecanla karşılanır. Aslında öğretim özgürlü­ ğüne karşı değildir Hugo; ancak, laik bir devlette, öğretim, "dev­ letin gözetimi altında" olmalıdır. Böylece, Yüksek Denetleme Kurulu'nda, piskoposlarla onların temsilcilerinin yapacakları hiçbir şey yoktur; ve devletle Kilisenin ayrılığı ilkesiİıi hatırlatır. Hugo, bu yasa tasarısına karşı olduğunu söyler; çünkü bu yasa bir "silah"tır. Ekler: "Bir silah tek başına hiçbir şey değildir, onu tutan el önemlidir. Hangi el tutacakhr bu yasayı? Bütün so­ run burada! Baylar, ruhban partisinin elidir bu!" Sağ, uzun pro­ testolarda bulunur. Hugo, din öğretimine karşı mı olduğunu söylemektedir bu sözleriyle? Asla! "Daha da zorunludur" bugün o, der. Daha ile­ riye gidip sağ'a ödünler verir: "Sefaletlerimiz, bir sonsuzluk umudu işin içine girdiğinde nasıl da azalır!" der; iman tazeler: "Her şey sonunda Tanrı'ya varmalıdır! " Her şeyi Tanrı'ya vere­ lim ama "Kilise'nin hastalığı" olan ruhban partisine asla! "Kili­ se'yi işlerinize, çözümlerinize, stratejilerinize, doktrinlerinize, tutkularınıza karıştırmayınız! Ananızı çağırıp hizmetçi duru­ muna düşürmeyiniz!" 149

Ve bağlar konuşmasını: "... Ruhban partisine sesleniyorum ve onlara diyorum ki, bu kanun sizindir. Ve açık söyleyeyim ki, ben size güvenmiyorum. Öğretmek, kurmak demektir. Ben si­ zin kurduğunuz şeye güvenmem. Ben, gençliğin eğitimini, ço­ cukların ruhunu, yaşama açılan körpe zekaların işlenmesini, ye­ ni kuşakların düşüncesini, yani Fransa'nın geleceğini sizin elle­ rinize bırakamam. Çünkü, onu size bırakmak, size teslim ve terk etmek olur." Hugo'nun bütün konuşması, bir yandan Hıristiyanlığı yücel­ tirken, bir yandan da Engizisyon'u, yasaklamaları, karanlıkçılı­ ğı yerden yere vurmakta, Cumhuriyetçi ruhun en açık tavırları­ na bürünmektedir. Arhk "bravo" sesleri Meclis'in sol kanadın­ dan yükselir olur; sınır aşılmıştır, Hugo safını değiştirmeyecek­ tir. Sağ'ın tavrı ise şu olur: Konuşmayı, tarifsiz bir gürültüyle ke­ serler.6 Falloux Yasası, Meclis'te 15 Mart 1850'de, büyük bir çoğun­ lukla kabul edilir. Ne var ki Hugo, çoğunluktaki "Düzen Parti­ si"ne karşı mücadelesini daha sonra da sürdürür: Siyasal konu­ larda ölüm cezasını sürgüne dönüştürmek isteyen sağ'ın yüzü­ ne, "Bu yasa, günü geldiğinde sizi de çarpacakhr" diye haykırır. Onu izleyen günlerde, genel oy'u savunmak gündeme gelir: Sağ, genel oy'da bir tehdit görür. Sosyalizme de gelip girmiş olan Faris Esrarı 'nın ünlü yazarı Eugene Sue, başkentte bir seçi­ mi kazanınca, sağ çoğunluk tehlike çanlarını çalmaya başlar. İl­ keye, özellikle oradan oraya dolaşmak zorunda olan işçilerin büyük bölümünü çarpan sınırlamalar getirildiğinde, Hugo'nun, 20 Mayıs'ta Meclis'te, sağ' dan gelen şamatalar arasında, söyledi­ ği şudur: Genel oy, sosyal düzenin güvencesidir; çünkü, "ulusal iradenin yasal olarak açıklanışı", devrimler ve gerici girişimler karşısında devletin en çarpıcı meşruluğudur o. "Kamusal ba­ rış"tır genel oy!7 Ertesi günü, Lamartine de, aynı ses tonuyla ko­ nuşursa da onu da yuhalarlar. Sağ'ın saldırısı bununla da bitmez: Sırada, basına getirilen kı6 Victor Hugo'nun, Yasama Meclisi'nde "eğitim özgürlüğü" üstüne yaphğı bu önemli konuşmanın metni için bkz. Frank Lorent, Victor Hııgo. Ecrits politiques, Livre de Poche, Paris, 2001, -s. 115-136. 7 Hugo'nun, Yasama Meclisi'nde "genel oy" üstüne yaphğı bu önemli konuşmanın metni için bkz. Franck Laurent, Victor Hııgo. .Eerits politiques, Livre de Poche, Pa­ ris, 2001, s. 137-158.

150

sıtlamalar, grevleri yasaklamaya kadar giden gerici tepkiler var­ dır. Saldırılar, bizzat Hugo'nun şahsına karşı uzanır: Örneğin, vaktiyle kralcı oluşu yüzüne vurulmak istenir. Ne var ki, Hugo, hepsine yanıt verir; tartışmayı nesnel alana, politik alanda olup bitenlere çekip -Fransa'nın o tarihe kadar gördüğü en gerici meclislerden birinde- Cumhuriyetçi bir bi­ linçle ve alabildiğine yüreklilikle düşüncelerini dile getirir. Hu­ go ve sol, kendilerini dine gerçekten inanan insanlar olarak gös­ termeyi de sürdürürler; İsa' dan ve Tamı' dan bile bile ve içlerin­ den geldiği gibi bahsederler. Ne var ki, Kilise'den kopmuşlar­ dır. Victor Hugo'nun 1850 yılı boyunca yaptığı konuşmalar, günden güne kesinleşen bir boşanmanın da dile getirilişidir: Cumhuriyetçilerin Cumhuriyeti, öyle görünüyor ki ya ruhban karşıtı olacaktır ya da yok olup gidecektir. .. Siyasal mücadelenin seline kapılıp gitmiş de olsa, Hugo, kendi dost dünyasına duyarlılığını sürdürür. 1 8 Ağustos 1850'de, Fortunee Caddesi'nde Balzac'ın evine gider; dev ro­ mancı ölüm döşeğindedir. İki deha karşı karşıyadır. Hugo, Gö­ rülmüş Şeyler'de (Choses vues), bu son karşılaşmanın -unutul­ maz- tablosunu çizer bize: "Mum, salondaki göz kamaşhrıcı takımları ve Porbus'le Holbein'ın fırçasından çıkma, duvarlara asılı enfes resimleri şöyle böyle aydınlatıyordu. Mermer büst, ölmek üzere olan in­ sanın hayaleti gibi, belli belirsiz seçiliyordu bu loşlukta. Bir ce­ set kokusu doldurmuştu evi... Bir koridoru geçtik, kırmızı bir halı serilmiş ve her yanı sa­ nat eşyası, vazolar, heykeller, tablolar, sırlı çanak çömlek dolap­ ları ile doldurulmuş bir merdiveni çıktık; bir başka koridora geçtik sonra ve açık bir kapı fark ettim. Yüksek ve hüzün verici bir hırıltı işittim. Balzac'ın odasındaydım. Bir karyola vardı odanın ortasında. Maun ağacından kar­ yolanın altından üstünden geçen kirişler ve kolonlar, hastayı hareket ettirmeye yarayan bir askı aracının işaretiydiler. Mösyö de Balzac, odanın kanepesinden alınmış kırmızı damasko yas­ tıkların da eklendiği bir yığın yastığa başı dayalı bir durumda, bu karyoladaydı. Hemen hemen kararmış menekşe rengindeki yüzü sağa eğilmişti; taranmamış sakalı, kısa kesili kırlaşmış saç-

151

larıyla, gözleri açık ve bir noktaya bakıyordu. Yandan görüyor­ dum onu ve İmparatora benziyordu bu haliyle. Bakıcısı bir yaşlı kadınla bir hizmetçi, karyolanın iki ya­ nında ayaktaydılar. Başucunda arkada, bir masanın üstünde bir mum yanıyordu; bir öteki de, kapıya yakın bir komodinin üs­ tündeydi. Gece masasının üstünde bir gümüş vazo vardı. Başucundaki mum, şöminenin yanında asılı, genç, pembe yüz­ lü ve gülümseyen bir adamın portresini aydınlahyordu. Dayanılmaz bir koku yayılıyordu yataktan. Yorganı kaldırdım ve Balzac'ın elini tuttum. Ter içindeydi. Sıktım. Yanıt vermedi sıkmama. Bir ay önce de yine bu odada gelip görmüştüm onu. Neşe­ liydi, umut doluydu, iyileşeceğinden kuşkusu yoktu; bedenin­ deki şişkinliği de gülerek göstermişti. Hayli konuşmuş ve poli­ tika tartışması yapmıştık. Benim "demagoji"mi eleştiriyordu. O, kralcıydı. Şöyle diyordu bana: "Fransa kralı unvanından sonra en güzeli olan Fransa ayanlığı unvanından, böyle hiç umursa­ madan nasıl olur da vazgeçersiniz?" Ayrılırken, güçlükle yürüyerek, beni yine bu merdivene kadar geçirmiş, yine bu kapıyı göstermiş ve bakıcısına seslen­ mişti: "Özellikle bütün tablolarımı Hugo'ya iyi göster[" Bakıcı: "Sabaha kalmaz, ölür" dedi. Kafamda o solup bihniş çehre, yeniden indim merdiveni; salonu geçerken hareketsiz, kaygısız, kibirli ve belli belirsiz par­ layan büstü yeniden gördüm. Ve ölümü ölümsüzlükle karşılaş­ tırdım."

21 Ağustos 1850'de, büyük yazar yaşama veda ettiğinde, Hu­ go, Alexandre Dumas ile cenazeye katılanların başında yürür ve -o ünlü- mezar başı konuşmasını yapar: "Balzac, en büyükler arasında ön sırada gelenlerden biriydi, en yetkinler arasında en yücelerden biri ... "

1851: YENİLGİLER YILI 1851 yılı, Victor Hugo ve sol için yenilgiler yılı olur:S Fallo­ ux'nun yanı sıra, "Düzen Partisi"nin ünlü bir Katolik gericisi 8 Bkz. Pierre Gamarra, Victor Hııgo, Editeurs Français Reunis, Paris, 1971, s. 169183; Hubert Juin, Victor Hııgo, cilt 2, Flammarion, Paris, 1984, s. 220-244.

152

Montalembert, sonunda Fransız Akademisi'ne seçilir; Miche­ let'nin College de France'daki dersleri ise, Mart'ta yeniden askı­ ya alınır; Louis Napoleon'u başkanlıkta hıtmak için bir Anaya­ sa değişikliğinin arkasındaki yandaşları -bir noktaya kadar- ba­ şarıya ulaşırlar. .. Victor Hugo, böylesi bir Anayasa değişikliğinin karşısında­ dır. Mecliste 1 7 Temmuz' da yaptığı uzun konuşmasında, Cum­ hurbaşkanına karşı acımasız ve amansızdır: "Bir Büyük Na­ polfon'umuz olduğuna göre, bir de Küçük Napoleon'umuz ol­ malı!" der. Anayasa değişikliğini isteyenler 278'e karşı 446 oy el­ de ederlerse de, Anayasa değişikliği için gerekli dörtte üç oy ço­ ğunluğunu yakalayamazlar. Hugo'nun konuşması, itirazların yanı sıra alkışlarla sıksık kesildiği için tam üç saat sürer. Ne var ki, bütün Cumhuriyetçi inancını, yoksulluğa ve monarşizme karşı bütün hıncım, bu arada geleceğe, "Avrupa Birleşik Devlet­ leri"ne karşı umudunu sergiler orada. Bu kez, Lamartine bir başka görüştedir: Genel oy'un tekrar ve tam olarak yerine yer­ leşmesi amacıyla, Başkanın yeniden seçilmesine sıcak gözle ba­ kar; ve Louis-Napolfon, Kasım'da Meclis'ten 31 Mayıs tarihli kanunun kaldırılmasını istediğinde, Lamartine de duraksamak­ sızın kendisini alkışlar. Bunlar olurken, Hugo da, özel yaşamında bunalımlar içinde­ dir: Leonie Biard d'Aunet, Victor Hugo'yu Juliette Drouet'den ayırmaya kalkar ve bu amaçla da, Haziran sonlarında, şairin kendisi için yazmış olduğu mektupları Juliette'e gönderir. Hu­ go'nun aşkından hiçbir kuşkuya kapılmamış saf ve kendi köşe­ sinde yaşayan Juliette, acılara boğulur; Toto'sundan, bir seçim­ de bulunmasını ister. İki kadın arasındaki bu mücadele, doğal­ dır ki hırpalar Hugo'yu; birini ya da ötekini terk etmek de elin­ de değildir. Bir sultan zihniyetine sahip olduğundan, seçmesi de gerekmekte midir? Her ikisini de mutlu etmek mümkün de­ ğil midir? Böyle düşünür şair. Öte yandan, oğullarını savunmak zorundadır Hugo: 1 1 Ha­ ziran 1851'de, Charles Hugo, gazetesinde, ölüm cezasına karşı çıkan bir yazısından dolayı b asın suçu işledi diye yargılanır; Hugo, bizzat savunursa da oğlunu, 6 ay hapse mahkum oluşu­ nu engelleyemez. 15 Eylül'de, sıra François-Victor'a gelir, o da sığınma hakkı üstüne bir yazısından dolayı 9 ay hapse mahkum olur. 18 Eylül'de, Olay Gazetesi'nin bir ay yayımı durdurulur; 153

gazete de son sayısını çıkarır. Arkasından Halkın Gelişi çıkarsa da, onu da kapatırlar ve yayımcısı Vacquerie hapse atılır. Prens Başkan da, Anayasa değişikliğini yasal yoldan elde edemez; hükümet darbesinden başka bir çözüm yoktur önünde ve önemli olan da, onu Başkanlık süresi bitmeden tezgahlamak­ tır. Büyük Napoleon'un imparatorluk tacını başına koyduğu ve Austerlitz zaferinin kazanıldığı günün yıl dönümüne rastlayan 2 Aralık sabahında, Hugo şunları öğrenir: Geceleyin, Harbiye Nazırı Saint-Arnaud'nun yönetiminde ordu, Başkanın belli baş­ lı rakiplerini, Thiers'i, General Lamorciciere'i, Cavaignac'ı, Changarnier ile Bedeau'yu tutuklatmıştır; Palais-Bourbon işgal edilmiştir; Meclisin feshedildiği ve genel oy'un yeniden getiril­ diğini haber veren afişler asılmıştır duvarlara ... Ne yapacaktır Hugo? Ne yapmalıdır? Direnişe çağırmak ister insanları. Üç gün boyunca çırpınır durur; halka seslenmek için caddeleri arşınlar, afişler bastırır, emrivakiyi kabullenmek istemeyen -sol' dan ve sağ' dan- millet­ vekilleriyle baş başa verip düşünür. Şunun da farkına varır: Pa­ ris halkı ayaklanmayacaktır; daha çok Cavaignac ile Thiers'in tutuklanışını görmenin sevinci ile yetinmek istemektedir; Hazi­ ran'daki baskı ve şiddeti, onu izleyen gerici kanunları, genel oy'a olan saldırıları ... unutmamıştır halk. Serbest kalmış milletvekilleri X. ilçenin belediye binasında toplaşır; Louis-Napoleon Bonaparte'in iktidardan azledildiğini aylarlar. Ne var ki onlar da tutuklanırlar. Sol, güce başvurarak direnmek ister: 3 Aralık'ta Paris caddelerinde barikatlar kuru­ lur; milletvekili Baudin onlardan birinde öldürülür ve hükümet darbesine karşı Cumhuriyetçi direnişin simgesi olarak kalacak­ tır; çok az işçi katılır mücadeleye. 4 Aralık'ta, bulvarlarda yay­ lım ateşleri duyulur: Bir yüz kadar kurbanın kanı, gitgide yerle­ şen Bonapartçı rejimin alnına şimdiden sürülmüştür. Taşrada, özellikle güneydoğuda direniş uzar daha. Romatizma sancıları yüzünden Paris'in uzağında kalmış olan Lamartine, hükümet darbesini mahkum eden bir bildiri ka­ leme alır; ne var ki yayımlayamayacaktır. Hugo'ya gelince, tutuklanmadan yakasını sıyırmak için giz­ lenmek zorundadır; kaldı ki canı da tehlikededir, kellesi açık ar­ tırmaya çıkarılmıştır. Böylece, her şeyin yararsız olduğunu gör­ dükten sonra, Lanvin diye bir işçi adına çıkarılmış bir pasaport­ la, 12 Aralık'ta yurdunu gizlice terk edip Belçika'ya sığınır,

154

Brüksel'dedir. Ertesi günü, yazarın el yazılarını doldurduğu bir valizle Juliette Drouet çıkar gelir; getirdikleri arasında, şairin son günlerde yazdığı dizeler, özellikle bir sokak çatışmasında çocuğu öldürülmüş bir anaya yaptığı ziyareti ölümsüzleştiren, 4 Aralık Gecesi Anısı adlı şiir de vardır. Çok geçmeden 9 Ocak 1852'de, Meclis'in altmış sekiz üyesiyle birlikte Victor Hugo'nun da yurdundan kovulduğunu ilan edecektir Louis-Napoleon. Özetle, sürgün yaşamı başlamaktadır. 1851 Aralık'ından 1870 Eylül'üne, yani tam on dokuz yıl sü­ recektir bu sürgünlük. Bir başka Hugo, belki asıl Hugo doğacaktır o yıllarda. Sesi ulusal sınırları aşıp evrenselleşecek; eserleri bir başka derinlik ve boyut kazanacak; yalnız zamanının en büyük yazarı değil, Cumhuriyet'in de asıl temsilcisi olarak etkisini sürdürecektir.

155

VII SÜRGÜN YILLARI (1)

1 840'ta yayımladığı şiirler demeti olan Işıklar ve Gölgeler' den beri, Victor Hugo, hemen hemen susmuştur: Ne yeni bir şiir ça­ lışması vardır, ne de roman; 1 843'te Burgrav-lar'ın görece başa­ rısızlığı, tiyatrodaki etkinliğine de bir nokta koymuştur. Kırkını süren, Akademi üyesi, Ayan Meclisi üyesi, ünlü yazar, okurla­ rının ve eleştirmenlerinin bir bölümünün gözünde, geçmişin bir adamıdır; anlı şanlıdır, ama geçmişe aittir. Ne var ki, Hugo, başta kızı Leopoldine'in trajik ölümü olmak üzere çeşitli acılarla sussa da, çalışmaktadır bir yandan; tezga­ hında, Sefiller diye adlandırılacak olan büyük sosyal romanı vardır özellikle. Ancak, her şeyden önce siyasal terslikler, hele hele 2 Aralık 1851 hükümet darbesi, insan ve yazar olarak Hugo'nun bütün yaşamına yeni bir yön çizer. 1852'den 1870'e kadar sürecek olan sürgün yaşamı, yazarı, apayrı bir sosyal çevrede büyük bir ya­ ratıcı coşku içine sokar: Nesir, nazım ve tiyatro, bütün türlerde­ dir bu ve şiir söz konusu oldukta da, siyasal, lirik, metafizik, epik olmak üzere her alanda. Cezalar, Dalıp Gitmeler, Yüzyılların Efsanesi, Sefiller, Deniz Emekçileri, Gülen Adam böyle doğar.1 Ama her şeyden önce, yaratıcılığın coğrafi mekaru değişmiştir: "Orada adada... ", Okyanusla da yüz yüzedir yazarımız. . . .

BİR ADADAN ÖTEKİNE Victor Hugo Belçika'ya sığındığında, ilk günler Juliette'le be­ raberdir. Eşiyle kızı Paris'te, iki oğlu da basın suçundan dolayı hapishanededirler. Daha sonra onlar da gelirler. Paris'teki evin eşyaları, neredeyse yok pahasına satılmış ve şairin yıllarca emek vererek kurduğu yuva dağılmış, daha doğrusu dağıtılmıştır. Oldukça kenarda bir yaşam başlar Brüksel' de. 1 Bir genel değerlendirme için bkz. P. Albouy, "Hugo fantôme", Histoire litteraire de la France, cilt V, Faris, 1977, s. 173-184.

157

Belki tek konuştukları, Fransa'dan kovulup da Brüksel'e sı­ ğınmış öteki Fransızlardır. Brüksel'e varışından iki gün sonra, 14 Aralık'ta, eşi Adele'e şunları yazar Hugo: "Aktörü, tanığı ve yargıcı olarak dört .başı mamur bir tarihçiyim!" Ve oturur, yığınla tanıklığı karşılaştıra­ rak, doğaldır ki alabildiğine de kızgınlık içinde, Bir Cinayetin Ta­ rihi (Histoire d'un erime) adıyla, III. Napoleon'un ihanetinin öy­ küsünü kaleme alır. Ne var ki, ilerde 1877'de yayımlanacak bu eseri bir yana bırakıp Küçük Napoleon 'u (Napoleon le Petit) yaz­ maya koyulur ve 1852 Haziran'ı ile Temmuz'unda bitirir. Kitap, III. Napoleon'u yerden yere çalmaktadır. Ve büyük yankılar yapar. Fransa'ya da sokulur gizlice. 9 Ocak 1852'de, Hugo, yurdundan kovulanların listesinde ilan edildiğinde, Fransa'nın bütün baskılarına karşın Belçikalı makamlar, Brüksel'e yerleşen bu ünlü sürgüne ses çıkarmazlar. Ancak, Kiiçiik Napoleon 'un yayımlanmasından sonra, Belçika Hükümeti, can sıkıcı bir konuk olarak bakmaya başlar ona ve Brüksel'i terk etmesi gerektiğini bildirir Hugo'ya. Hugo, çaresiz ayrılmak zorunda kalır Belçika'dan. Yeni bir sığınma yeri olarak Jersey Adası'nı seçer. İngilte­ re'nin güneyinde ve Fransa'nın da batı kıyılarına pek yakın bir yerdir bu: İngilizlere ait olsa da Fransızca konuşulur adada. Hugo, 1 Ağustos 1852'de, Juliette ve Charles'la beraber, An­ vers Limanı'ndan gemiye binerek önce Londra'ya gider. 5 Ağus­ tos'ta da, Jersey Adası'nda bulunan Saint-Helier'ye gelir; kendi­ sini orada eşi, kızı, Vacquerie ve büyük bir sürgün kalabalığı coşkuyla karşılarlar. Fransa'dan kovulmuş olanların bir çoğu, daha önce bu adaya sığınmışlardır. Hugo, ailesiyle birlikte Ma­ rine-Terrace adı verilen -deniz kıyısında- küçük bir kiralık eve yerleşir. Jersey, efsanelerle dolu bir adadır. Yeni evin, Marine-Terra­ ce'ın da öyle bir şöhreti vardır; dahası, hayalet ve hortlakların uğrak yeri diye bilinir. Şair, en ünlü eserlerinden birini, Cezalar'ı (Les Chatiments) burada yazacaktır. O da kin ve nefretle doludur III. Napoleon'a karşı. Hugo'nun ilk yaptığı, adayı keşfe çıkar: Gros-Nez Şatosu'nu, Montorgueil Şatosu'nu bulur; birincisinin birçok resmini yapar. 158

Oğulları ve Vacquerie, o sıralarda henüz pek yeni olan fotoğraf­ çılığa merak sararlar. Anglonorman adaları üstüne -fotoğraflar­ la süslü- bir kitap hazırlamak bile tasarlanır. Ama ne olursa ol­ sun, şairi, ailesini, dostlarını ve sürgünler çevresini gösteren, "Jersey Atölyesi"nden çıkma yığınla deneme var elimizde. Ancak, Jersey'le ilgili asıl unutulmaz anı, Hugo'nun "ispritiz­ ma" merakı üstüne olanlardır:2 1 853 Eylül'ünde, ünlü bir edebi­ yatçı, Delphine de Girardin adlı bir kadın adaya gelir; orada, Hugo ve çevresini, üç ayaklı bir masa çevresinde toplar, geçmi­ şin ünlü kişilerinin ruhları çağrılır ve sorguya çekilir. Kimler yoktur ki aralarında? Racine, Uygarlık, Şiir, Marat, Rousseau, Napoleon, Andre Chenier, Dante, Machiavelli, Shakespeare, Aiskhulos, Moliere, Dram, Ölüm, İsa, Platon... Sonuçsuz kalan birkaç denemenin ar­ dından Leopoldine de, Ame sorar adıyla çıkagelir. Bu "konuşan masalar", Paris'te de modadır o sıralar. Juliette Drouet, kuşkucu olduğu için, uzağında kalır olan bi­ tenin. 1855 Ekim'inde de, katılanlardan biri bunalım geçirince oyun sona erer. Ama bir soru kalır: Bu ispritizma deneylerinin Victor Hu­ go'nun eseri ve düşüncesi üzerinde etkisi sonuçta ne olmuştur? Şair, daha çocukluğunda, annesinin etkisinde kalarak Voltaire'ci bir anlayışla yetişse de, din sorunu önemini sürdürmüştür Hugo'da; görünür evrenin ötesinde bir başka evrenin olduğuna hep inanmıştır. Sürgünlükteki ispritizma merakını ise, biraz da modaya uymadan ibaret bir gelgeç olay olarak karşılamalı. Öte yandan, olumlu diyebileceğimiz, bir etkisi de olmuştur bunun: 1852 Ağustos'unda Jersey'e geldiğinde, şair, önce Ceza­ ların yazımı ve yayımlanışıyla uğraşmıştı. Söz konsu eserle Hu­ go, yıllar sonra şiire dönüyordu; ne var ki saf şiir değil, Bir Ci­ nayetin Tarihi ile Küçük Napoleon 'un yankılarını taşıyan bir mili­ tan şiirdi bu. Oysa, yalnızlık, tek başına kalma, doğayla temas, -hem sami­ mi hem de kozmik anlamda- lirizmin öteki biçimlerine giden yolu açmışlardır. İspritizma deneyleri, onların açılıp serpilmesi­ ni sağlamıştır. Elbette ne Dalıp Gitmeler 'i, ne Şeytan 'ın Sonu 'nu esinletmiş değildirler; ama bu eserlerin yararlandıkları iklimi 2 Bkz. Robert Kopp, "La religion des tables tournantes", L 'Histoire, 2002, sy. 261, s. 68-71.

159

_

yaratmışlardır. Denebilir ki, Hugo'nun kendi kendisinin farkına varmasına yardımcı olmuşlardır. Onun, Dalıp Gitmeler'in bir ye­ rinde söylediği şu sözleri unutmamalı: "Sürgünde, butün yaşa­ mımı açıklayacak biçimde, büyüdüm!" Bu arada, Jersey'e sığınanların huzurlarını kaçıracak olaylar olur: 1854 Ocak'ında, Guernesey'li bir suçlunun, Tapner'in ölü­ me mahkum edilmesi üzerine, Victor Hugo, mahkumun bağış­ lanmasını sağlamak amacıyla, "Guernesey halkına" bir çağrıda bulunur. Ancak, üç ertelemeye karşın, 10 Şubat'ta ceza uygula­ nır. Ertesi gün, şair, İçişleri Bakam Lord Palmerston 'a Mektup 'un­ da bunu protesto eder. Bakanın, III . Napoleon'un etkisinde kal­ dığı kuşkusu da vardır. Daha da ağır olanı şudur: 10 Ekim 1855'te, İngiltere kraliçesi Victoria, uluslararası sergi dolayısıyla Paris'e gelmiş ve Louis Napoleon'u da ziyaret etmiştir. Jersey'de Fransız sığınmacıların yayımladıkları İnsan adlı gazetede çıkan bir mektup bu ziyarete karşı çıkmaktadır. Jersey'liler, kraliçeleri aşağılandı diye büyük tepki gösterirler; gazetenin kapatılması ve sahiplerinin de ada­ dan çıkarılması amacıyla bir miting düzenlerler. Adanın yöneti­ cisi de, halkın gösterisine uyup, Jersey'i sekiz gün içinde terk et­ melerini bildirir onlara. 1 7 Ekim'de, Hugo'nun yayımladığı ve otuz beş sürgünün de onaladıkları bir dayanışma bildirisi, şöy­ le bitmektedir: "Oldu olacak, hepimizi ülkeden atııuz!". Yanıtı gecikmez; İngiliz hükümetinin kararıyla, Hugo'nun da Jersey'de oturması yasaklanmıştır. Şair, Jersey'e yakın Guernesey Adası'na geçer. Böylece, Jersey'de üç yıl kalınmıştır. Victor Hugo ve ailesi, adanın merkezi olan Saint-Pierre Port Kasabasında, döşeli bir eve yerleşirler. Birkaç yıl, Hauteville So­ kağı'nda bu 20 numaralı evde geçecektir. Yaşam, kaldığı yerden akışını sürdürürken, Hugo'nun ilk uğraşı, sürgünden önce Fransa'da başladığı ve Jersey'de de bir bölümünü yazdığı şiir kitabını, Dalıp Gitnıeler'i tamamlayıp ya­ yımlamak olur. Eser 1856'da Paris'te çıktığında, şairin lirik şahe­ seri olarak karşılanır ve büyük yankılar yapar. Ancak kitap, sa­ dece edebi başarı değil, bir tür servet de sağlar Hugo'ya, O da, bu parayla, aynı yıl Guernesey'de, sürgünlüğünün geri kalan uzun yıllarını geçireceği ünlü Hauteville-House'ı satın alır. Hauteville Sokağı, yukarı doğru tırmanır ve kasabaya kuş 160

bakışı bakan sarp bir tepede işte bu Hauteville-House'a varır. Üç katlı, bahçesi ve eklentileriyle, bir çeşit malikanedir burası; onu, xıx. yüzyılın başlarında bir İngiliz korsanı yaptırmıştır. Hugo burayı alır, neredeyse baştan aşağıya değiştirir her şeyi.3 Odalarını ve salonlarını kendi zevkine göre dayayıp döşer. İş­ çilerin başında bizzat ustabaşılık yapar, talimat verir. Lorraine'li doğramacıların soyundan gelmiyor muydu? Halılardan mobil­ yaya ve duvarlardaki resimlere kadar, kendi beğenisinin ve kişi­ liğinin damgasını vurur. Çoğu yerde, Ortaçağ tutkunu bir insa­ nın zevki ve anlayışı da belli olur. Sanatçımız, aynı zaman o ça­ ğın da bir hayranı değil miydi? Öte yandan, ana kapının girişindeki holün loş havası, bir sür­ günün, yani bir yerde kökünden sökülmüş bir insanın evine gi­ rildiğini hissettirir gibidir; bir uçuruma, bir mezara açılmaktadır yollar sanki. 9 Mayıs 1856'da, Hugo, bir eski Bakana, Villemain'e şunları yazar: "Sürgünlük, yalnız Fransa' dan koparmakla kalma­ dı beni, neredeyse dünyadan da çekip aldı; öyle anlarım oluyor ki, ölü gibi hissediyorum kendimi ve gelecekteki o büyük yüce yaşamı daha şimdiden yaşıyormuşum gibi geliyor bana." Niçin öyle? Çünkü, bir yerde, yalnız kalmış bir insan demektir sürgün; uzaktaki bir toprakta, bu Anglonormand adada, eşi, üç çocuğu, Charles, François-Victor ve Adele, aynı sokakta oturan metresi Juliette Drouet, yanında, yanı başında olsalar da, yalnızdır o! Evin giriş katı, ailenin günlük yaşamına ayrılmıştır: Bir ye­ mek odası, "H" b içiminde bir büyük şöminenin egemen oldu­ ğu bir küçük salon, bir sigara salonu, Hugo'nun oğulları için yaptırdığı bir bilardo salonu. Birinci kat davetler için kullanı­ lan "kırmızı" ve "mavi" salonları içine alır. İkinci kat, gece uyu­ mak, bir de yatsıya kalanlar içindir. Şair, evin üçüncü ve son katını sadece kendisi için ayırmıştır. Burada görülen de, bir dam köşkü niteliğinde, duvarları ve ta­ vanı camdan yapılmış bir çalışma odası ile bir küçük odadır. Çalışma odasından bakıldığında görülen de, aşağıdaki bahçe ve uzaktaki uçsuz bucaksız koydur; ama cam duvarlar ile cam ta­ van, denizle gök arasında boşlukta kalmış gibi bir izlenim verir insana. Bir başka güzelliği de o odanın şu: Oradan baktığında, 3 Bkz. Cecile Rey, "Guernesey ou la maison de l'exil", L'Histoire, 2002, sy. 261, s. 66-67.

161

sürgün, güzel havalarda, uzakta Fransa kıyılarını fark edebili­ yordu. Şairin tek lüksü işte bu mekandır. Hugo, çalışma odasının bitişiğindeki dar ve sert bir yatakta uyuyordu. Sabahleyin uyandığında da, aynı sokakta oturan ve penceresinden fark edilen metresiyle ilk konuşmayı oradan ya­ pabiliyordu. İşaretli bir konuşma idi bu: Juliette, aşk ve hayran­ lıktan kendini kaybetmiş bir halde, sevgilisini sadece görmek­ ten mutlu olabiliyordu; ya da sevdiği adamın, güzel bir gece ge­ çirdiğini ona beyaz bir mendil sallayarak belirtmesi yetiyordu mutluluk için. Son olarak, Victor Hugo, işte burada yazıyordu. Sabah er­ kenden uyanıp, bir tas soğuk kahvenin arkasından iki yumurta yiyerek çalışmaya koyuluyordu. Çalışma odasında, yüksek ya­ zı masasının önünde, yüzü ufka çevrili olarak ayakta yazıyor­ du. Eserlerini yaratırken izlediği belli bir yol yoktu. Esininin ar­ dından gider; kimi zaman nazım, kimi zaman nesir yazardı. Bel­ geleri, geniş kanepeler üzerine yayılmış olurdu ve bir de kuru­ maya bıraktığı sayfalar. Her gün, öğle yemeğine kadar yaptığı buydu. Öğle yemeğinde, bütün ailenin sofra başında toplaşması, or­ tak bir mutluluk vesilesiydi. Korkunç bir iştahla yerdi Hugo. Alkollü içkilerden ise kaçar, sigara da içmezdi. Öğle yemeğinden sonra, Fransa'dan gelen posta dağıtılırdı. Postadan Hugo'ya mektuplar, kitaplar ve armağanlar · çıkardı sürekli. Fransa'da eseri yayımlanan bir genç için, kitabını ona yollamak neredeyse kaçınılmaz bir görevdi. Yollanan eser ya da mektuplara, Hugo da kısa bir mektupla yanıt verir; teşekkür eder, düşüncelerini belirtirdi. Özellikle gençliği selamlamaktan, ona özgürlüğün ve adaletin zaferini muştulamaktan haz duyar­ dı hep. Ünü evrensel olduğundan, zarfın üzerine "Victor Hugo ve Okyanus" diye yazmak yetiyordu. Öğle yemeğinden sonra, herkes çalışmasına dönerdi, ya da adada gezintiye çıkılırdı. Herkesin belli bir uğraşı vardı. Oğlu Charles, kendini fotoğrafçılığa vermiş; François-Victor, Shakes­ peare'in eserlerini bütün olarak çevirmeye koyulmuştu. Eşi de, Hugo'nun anılarını kendinden dinleyerek not ederdi. Bunlar sonraları, Yaşamının Tanığının Anlattığı Victor Hugo (Victor Hu­ go raconte par un temoin de sa vie) adıyla yayımlanacaktır. Ne var ki, Guernesey ortamının hiçbirini doyurmadığı anlar da ge162

Victor Hugo Jersey Adası'nda.

Victor Hugo, Guemesey' de, yoksul çocuklara verdiği yemeklerden birinde.

lecektir; nitekim Adele, kızının sarsılan ruh sağlığını bahane ederek, 1858'den sonra, Paris'e, Londra ve Brüksel'e, gitgide uzayan -ve ölümüne değin (1868) süren- seyahatlere çıkacaktır. Bir tarih gelecek, Hugo da evi başkalarıyla bölüşecektir. Her şeye karşın ev tıklım tıklımdır: Aile, gelip geçen dostlar, yeni sürgünler ... Bizzat kasaba halkı ile ilişkiler başlarda yoktur; hatta Hugo, kasabada ilk ağızda yadırganır da. Ama zamanla bakışlar değişir, ilişkiler tatlılaşır. Önceleri yoksul halka pera­ kende yardımlar görüyoruz. 1862'den başlayarak, şair hafta bir kez, kasabanın -değişen sayıda- yoksul çocuğunu yemeğe çağı­ rır. Bir amaca bağlı bu çağrılardan şöyle bahseder bir yerde: "Her salı, adanın en yoksulları arasından seçilmiş bir on beş ka­ dar çocuğa yemek yediriyorum; ve, ailem ve ben, onlara hizmet ediyoruz. Bununla, bu feodal ülkeye, eşitliği ve kardeşliği anlat­ maya çalışıyorum". Yılbaşlarında yoksul çocuklara giysiler ve oyuncaklar dağıtılır. Madam Hugo, ayrıca genç kızlar için balo­ lar düzenler. Bu ilgi, çevrenin de dikkatini çeker ve Hugo'ya te­ şekkür edilir. Dahası, muhtaç çocuklara yemek ve giysi adeti, Hugo'ya öykünerek, İngiltere'nin birçok kentinde, bir moda ha­ line gelmiştir o yıllar. Yalnız günlük uğraşları ve ada ile sınırlı değildir Hugo. Av­ rupa'nın sosyal ve siyasal yaşamına da yabancı kalmaz; bildiri­ ler ve mektuplarla birçok önemli soruna -sürekli- karışır ve ki­ misinde gerçekten etkili olur. Ölüm cezası her şeyin başında ge­ lir: Örneğin, Cenevre Kantonu'nda ve Portekiz'de ölüm cezası­ nın kaldırılması yolunda hükümetler nezdinde ağırlığım koy­ muştur. 1859'da da, Amerika'da siyahilerin bağımsızlığı için başkaldıran ve ölüme mahkU:m edilen John Brown'un bağışlan­ ması için Birleşik Devletler 'e Mektub 'unu yollamıştır.4 1856'da Pa­ ris Antlaşması ile biten Kırım Savaşı hakkında mektuplar yolla­ mış; Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Girit başkaldırı komi­ tesinin başvurusu üzerine de, onları destekleyen mektuplar yazmıştır. Bütün bunlar, ilerde, Sürgün Sırasında (Pendant l'Exil) adlı eserinde toplanacaktır. 1859'da, Louis-Napoleon, yurttan kovulanlar için genel af ilan 4 Bu mektubun metni için bkz. Franck Laurent, Victor Hugo. Ecrits politiques, Livre de Poche, Paris, 2001, s. 213-221.

165

eder. Hugo, yurduna dönebilecektir artık. Ne var ki o, kabul et­ mez bunu; "Ceza vermeye hakkı olmadığı gibi, bağışlamaya da hakkı yoktur" deyip reddeder. Ve onun düşüşüne kadar (1870), kendi isteğiyle sürgünde kalır. Bu davranışı daha da yüceltir şairi. Sürgün yılları, kişi olarak Hugo'ya neye mal olursa olsun, onun dehasının en verimli ve en yüksek dönemi oldu. Özellikle Guernesey'den başlayarak, sanatçımız yaratıcılığının şaheserle­ rini koyacaktır ortaya ... KAVGA EDEBİYATINDAN KALAN ... Victor Hugo, bir sürgün sıfatıyla, "iktidarı zorbalıkla ele ge­ çiren kişi"ye karşı amansız bir mücadeleyi, en önde gelen işi ola­ rak görür. Brüksel'e varışının daha ilk günlerinde, Bir Cinayetin Tarihi adını verdiği bir kitapta, 2 Aralık darbesini sıcağı sıcağı­ na anlatır. İlerde, gözden geçirilerek 1877'de yayımlanacak olan bu çalışmasının hemen arkasından da, nesir halinde, Küçük Na­ poleon adlı bir kitapçıkta, sert, zehir-zemberek bir yergiyi dile getirir. Hıncını alamadığından, Jersey'e vardığında, bir yılda, -bu kez manzum- yeni bir yergi eseri yazıp ortaya koyar; basit, ama tehdit edici bir adı da vardır kitabın: Cezalar! Derleme nite­ liğindeki bu eser, 1853'te Brüksel'de yayımlandığında pek bü­ yük bir başarı kazanır ve Fransa'da, paltoların altında dolaşır durur. Özellikle bu son kitabıyla yaptığı nedir Hugo'nun?s Victor Hugo, hemen bütün yergi şiirlerini "Öfke Tanrıça­ sı"nın etkisi altında yazmıştır. Şairin, Louis Napoleon'un yüzüne çarptığı, her şeyden önce, ortadan aşağı oluşu, sıradanlığıdır; yeni imparator eskinin "may­ mun"unudur; yeni rejim de, Birinci İmparatorluğun bir karikatü­ rü. Öte yandan, uğursuz bir karikatürdür bu: Kan, çamura bulan­ mıştır, çünkü iktidarın ele geçirilişi bir cinayetin sonucudur. Şair, buradan kalkıp, 2 Aralık hükümet darbesini hazırlayan­ ları, uygulayanları ya da kabul edenleri, aleme karşı rezil ve ke5

Bkz. Adette Michel (başkanlığında), "Victor Hugo poete apres 1848", Litteratııre française du XIXe siccle, PUF, coll. "Premier Cycle", Paris, 1993, s. 315-324. Daha da özel olarak, J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1 952, s. 1 19-133.

166

·

paze eder; zorbalıktan yararlanan yüksek görevlileri, zora daya­ nan bir "düzen"e sırtlarını dayayıp servetlerini ya da ayrıcalık­ larını sağlama bağlayan büyük burjuvaları kızgın bir demirle dağlar. Rejimden kazanç sağlayan bu insanların önüne de kurbanla­ rın uzun listesini çıkarıp koyar; 4 Aralık'ta ölenleri selamlar; zindana atılanları, sürgüne yollananları, yoksullukları yetmi­ yormuş gibi ağızlarına kilit vurulan emekçileri düşünür. Bununla beraber, şaire onur veren bir yüce gönüllülükle, suçluların kellesini istemez: "Sessiz ve güçlü ve her zaman ma­ sum İlerleme"yi yüceltir; "kan akıtmadan da ciddi olunabilece­ ği"nin altını çizer ve aslolan da yenmek değil, "büyük kal- . mak"tır (Nox). Şunu düşünür şair: Aşkın ve bağışlamanın büyük yasasının, onca dehşet ve acıların arkasından, zafer kazanacağı günler yakındır; ve yürekten gelen bir sesle, "Evrensel Cumhu­ riyet"i selamlar. Böylece, yargıladıklarının üstüne yükselir ve öfkesinden, bir siyasal idealizm dersi çıkarır. Ne var ki, sesinin perdesini ayarlayarak ve söyleyişinde bi­ çimden biçime geçerek yapar bunları. Gerçekten, aynı konuda altı binden fazla dizeyi arka arkaya sıralarken okurdan teklemeyen bir dikkat beklemek, bahse gir­ mek gibi bir şey olurdu. Öyle olduğu için de, başta tekdüzelik­ ten kaçma, onun sakıncalarını savuşturma gerekiyordu. Şair de, bunu genel olarak başarır: Şiirin bütün biçimlerine kapısını açık tutar; sık sık, yakınıp sızlanmadan peygamberce tavır ve söyle­ yişe ya da doğrudan sövgüden tarihsel freskoya geçer. Nasıl? Victor Hugo, kimi zaman, XIX. yüzyılda Beranger ile olağa­ nüstü bir gelişme göstermiş olan bir yergi türüne, "türkü"ye baş­ vurur. Halkın yüreğine seslenmek amacıyla, pek basit temaları bildik bir ritimle ele alıp geliştirir ve bu parçaları, belleğe yerleş­ tirecek bir nakaratla donatır. Örneğin, "ekmeksiz" ve "vatansız" yaşanamayacağını söyleyip acısını dile getiren bir yoksul sürgü­ ne sözü bırakır (Bu Siirgiin Neyin Diişünü Görüyor?). Bu şiirler, mutlaka şiddeti azaltılmış ve daha az üzüntülü değildirler; öyle de olsa, hafif biçimleriyle gerilimi düşürürler yine de. Öte yandan, şair, çoğu kez kinini, çekiç gibi inen dizelerle açığa vurur; ya da sövgülerini, kimi hasımların başları üzerinde biriktirir. 167

Baş hedef, elbette Louis-Napoleon'dur:

Ah! Uluyarak ölmek olacak sonun, sefil! İğrenç cinayetinle bugünden soluk soluğasın, Onca acılı ve çabuk, alçakça zaferinin üstüne Yakaladım seni. Yaftayı astım boynuna! Bizzat imparatordan başka, Saint-Arnaud, Veuillot, Monta­ lembert, Dupin gibi şahıslar da oklarına hedef olurlar. Onların dışındakiler ise, dağınık biçimde ya da bir rastlantı ile girerler şiire. Şiddeti gösteren sözler, alabildiğine değişiktir ve bir mit­ ralyöz gibi yağarlar; kimi sıyırır geçer, kimi öldürücü biçimde yaralar. Ayrıca, bazen rastlantıya bağlı bu sövgülerle dolu parçaların karşısında, ustaca düzenlenmiş; imgelemi coştururken bir tarih­ sel tablo boyutlarına varan çarpıcı bütünlükler de görülür. Yer­ gi de "epik" bir nitelik kazanır o zaman. Onlar arasında, iktidar­ daki insanların rezilliğini canlandıran, çılgınca eğlence ve taş­ kınlıklarını dile getiren sahneler vardır. Ancak, epik türden en başarılı örnekler, şairin esininin, bir kanat darbesiyle, büyük ta­ rihsel şahlanışları gerçekleştiren kahramanların katına yüksel­ diği anlardır; söz konusu kahramanlar da, nitelikleriyle, son dö­ neme sahiplik edenlerin alçaklığını ölçme fırsatını verirler: Na­ poleon'un Büyük Ordu'sunun askerleri (Kefaret), ya da II. Yılın Askerleri (Pasif İtaate) için söylenmiş şiirler böyledirler. Nihayet, derlemenin son bölümünde, şair, yüce geçmişle son iğrenç dönemin ikisini de bir yana bırakıp yüzünü geleceğe çe­ virir ve düşlerine somut bir biçim kazandırmak ister. O zaman da, gaipten haber veren kişi ortaya çıkar: Büyülenmiş bakışları­ nı maddi olmayan evrene çevirir. Nedir gördükleri? Gecenin karanlıkları arasında İdea'nın aydınlığını fark eder (Lıına); seher yıldızında özgürlüğün müjdecisini tanır (Stella); despotluğun duvarlarını yıkacak olan fikrin borazanlarının çaldığını işitir (Çalınız, Durmadan Çalınız); gelecek zamanların "yüce görün­ tü"sünü -bir tür kendinden geçmiş halde- seyreder. Böylece Cezalar, iki yönden önemlidir: Bir yönüyle, var olan bir duruma, bir hükümet darbesine ve sonuçlarına karşı, Hu­ go'nun ustaca yergisini dile getirir; öte yandan eser, bir siyasal yergi olmanın uzağında, yol açtığı kardeşlik ve insanlık idealle168

riyle, bir felsefi, dahası bir metafizik tavrın şiiridir. Bu yanıyla da, yergiyi, destan ve lirizmi iç içe geçirerek, Dalıp Gitmeler'i ve . Yüzyılların Efsa n es i ni haber verir. Ayrıca eser, Hugo'nun sanahnda, -sürgünlükle başlayan­ ikinci dönemi hem açar, hem de önceden özetler; XIX. yüzyıl Fransız şiirinde eşsiz bir anıthr da. Şaire yapılabilecek -belki­ tek eleştiri vardır: Eserinde yerden yere vurduğu adam, vaktiy­ le, iktidara geçmesi için çırpındığı adamdı. .. '

DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER ARASINDA Victor Hugo, Guernesey'e geçtikten sonra ilk işi, Dalıp Gitme­ ler'i (Les Contemplations) yayımlamak olur. Yazılışı bir yirmi yılı aşkın zamana yayılan şiirleri bir araya getiri; kitap. 1856'da, hem Paris'te hem Brüksel'de -önce iki cilt halinde- yayımlanan eser, şairin lirik şaheseri olarak karşılanır.6 On bin dizelik eserdeki şiirlerin çoğu, kitabın yayımlanışın­ dan önceki beş yıl içinde yazılmışlardır. Ancak eserine, olgun yaşının bir günlüğü görünüşünü vermek isteyen şair, çoğu şiiri­ ni de eskiden yazılmış gibi gösterir. Derleme, her biri üçer kitaplık iki ana kısma ayrılır. "Geçmiş" adlı ilk kısımdaki üç kitap adları ve içerikleriyle şunlardır: "Şa­ fak", şairin çocukluğuna ayrılmıştır; "Çiçeklenmiş Ruh", sadık arkadaşı Juliette Drouet üstünde durur; "Mücadeleler ve Düş­ ler", kötülük muammasını çözmeye çalışır. "Bugün" adlı kısım­ daki üç kitap da, konularıyla beraber şunlardır: "Pauce Meae", kızı Leopoldine'e adanmışhr ve isyanla umut arasında gider ge­ lir; "Yürürken" ve "Sonsuzluğun Kıyısında" adlı kitaplar ise, li­ rik temaları işlerken, onları düşünceye ve peygamberliğe, yani önceden haber vermeye dönüştürür. Bu peygamberlikler de, bir ölümden sonra dirilme düşüncesiyle canlıdırlar: O gün geldi­ ğinde, evren yeniden doğacak; çehresini bozan acı ve kötülük­ lerden kurtulacaktır. Böylece, her kitap, insan varlığının oluşup gelişmesinde, ya­ ni "beşik muammasından başlayıp tabut muammaasına" kadar varan süreçte, bir aşamaya işaret eder. Her iki kısmı da, şairin Önsöz'ündeki söyleyişiyle, "Bir uçurum, bir mezar" birbirinden 6 Özellikle bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952,

s.

134-148.

169

ayırır. O mezar da, Villequier'de kızı Leopoldine'le damadının dinlendikleri yerdir. Bu şiirlerde, ne politikaya ne de sosyal sorunlara pek bir yol­ lama yoktur; şair, bu konudaki düşünceleri için romanlarını, bir de Cezalar adlı eserini yeğlemiştir. Dalıp Gitmeler'de ise, Hugo'ya özgü konular sergilenir: Doğa üstüne olağanüstü görüşler, aşk şiirleri, insanlarla ya da nesnelerle diyaloglar, çocukluk ve genç­ lik anıları ... Bu konularda, ününü bugün de koruyan şiirleri var­ dır şairin. Kızının ölümü üstüne yazdığı -o unutulmaz- "A Vil­ lequier" adlı şiir de onlar arasındadır. Zaten, bütün kitabı, Dalıp Gitmeler 'in tümünü, Hugo, "Fransa'da kalmış olan"a, yani -kita­ bın ağırlık noktası durumundaki- Leopoldine'e ithaf etmiştir. Eserin sonunda yer alan bu ithafta şair şöyle der:

Kalk otur, kaldır gözlerini, o melek alnında Kırışıklıklar yapan soğuk örtüyü çekip at Aç ellerini, al bu kitabı: Senin of Daha ilginç olanı şudur: Şair, bir uzun süreden beri, ruhun ölümsüzlüğü, kötülük sorunu, insanın ve dünyanın yazgısı üs­ tüne düşünüyordu. Dalıp Gitm eler le, bunlar üstüne derinleşme fırsatını yakalar: Sefalet ve acı, dünya nimetlerinin boşluğu, in­ sanın geleceği, yazgı, ruhun ölümsüzlüğü, evrenin sonsuzluğu ve anlamı üstünde durur. Düşüncesini şiirden şiire geliştirip de­ rinleştirirken, kuşku, isyan ve umutsuzluk anları geçirse de, so­ nuçta Tanrı'nın varlığına gelip ulaşır. "Gölgenin Ağzının Söyle­ diği", kitaptaki sekiz yüz dizelik bu uzun ve son şiir, "ruh göçü" fikri de dahil bütün inançlara ve dinlere kadar uzanarak ve iyi­ likle kötülük karşısında insanın özgürlüğünü canlandırarak, son bir kurtuluş, kötülüğün yeryüzünden silineceği umuduna varır. Bu arada, şairin görevi, daha da büyük boyutlar kazanır: Bir peygamber, bir müneccim, görünmezi ve bilinmezi görüp bilen bir kişidir o; Tanrı'nın seçtiği, tek gerçek rahiptir! İster istemez, sözün büyüsüne de kaptırmıştır kendini: Daha ilk sayfalardan "Kelime kelamdır. ve kelam da Tanrı'dır" diye ilan ederek sözü kutsallaştırır, giderek sanatını tanrısallaştırma eğilimi içine girer. Ve bütün bunlar, şairin sığındığı adanın korkunç sessizliği içinde olup biter: Denizle göğün, geçmişle şimdiki zamanın, ölülerle canlıların, hiçlikle Tanrı'nın, gerçekle yanlışın, iyilikle '

170

kötülüğün iç içe yaşandığı bir ortamdır bu. Ayrıca, bütün bun­ lar, evrende olduğu gibi, şairin yüreğinde de mücadele içinde­ dirler. Şairin, yaratışın "sonsuzluğu"na doğru atılıp ebedi hiçlik­ le çakışma halindeki yüce gerçeğin aranışına koyulurken, bir yerde peygamber kimliğine bürünüp bir "kıyamet habercisi" ol­ ması bundandır.

Dalıp Gitmeler, yayımlandığında büyük yankılar yapar Fran­ sız basınında ve okurlarını hemen sarar. "Yeni kitabınız, sizin için duyduğum sevgi ve bağlılığa hiçbir şey eklemiş değil; ama hayranlığımı dehanızın yüksekliğine çıkardı", diye yazar Alexandre Dumas. George Sand da, coşkusunu yayıncı Hetzel'e açıklar: "Okuduğum şey harikulade ve Fransa'da, bu türde, bundan daha güzelinin yapıldığını da sanmıyorum." Kimi tumturaklı yanları bir yana bırakılırsa, şiirde parlak ve tam bir başarıdır Dalıp Gitmeler; özgün ve güçlü bir anıttır. Şiiri bir din sırasına yükseltmek; aklın tek başına yakalayamayacağı yüce gerçeklere ulaşmada esini araç kılmak yolunda ilk girişim­ dir bu. O yüzdendir ki, Rimbaud, "yalvaçların ilki" diye adlan­ dıracaktır Hugo'yu; öte yandan, bütün bir Sürrealizm, onu bir öncü ve ilk ustası olarak tanıyacaktır. Son olarak, Verlaine'in ve Parnassien'lerin sahip çıkacakları yenilikleri de önceden gerçek­ leştirmiş gibidir eser. Bu parlak başarıyı, Yüzyılların Efsanesi izleyecektir. DESTAN, EFSANE VE TARİH Chateaubriand'dan beri, romantik yazar ve şairler, "destan"ı yeniden canlandırmanın düşü içinde olmuşlardır hep. Victor Hugo'da da epik eğilim erkenden ortaya çıkar; sürgünlük eser­ lerinde açılıp serpilir; ve özellikle Yüzyılların Efsanesi 'nde, bir dünya görüşü boyutlarına bürünüp doruğuna varır.7 İlginç bir gelişmedir bu! Hugo'nun, 1853'ten 1855'e kadar Jersey'de bulunduğu sıra­ da, şairane esininin sonsuz boyutlarda genişlediğini biliyoruz. Kıyameti işleyen şiirlerinin çoğunu Dalıp Gitmeler'e ayırırken, 7

Özellikle bkz. J .-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 165-174. Ayrıca, Claude Millet, "La politique dans La Legende des siecles ", La Pe11see, sy. 245, mai-juin 1985, s. 59-69.

171

_

_

kozmik bir destanın ana parçaları olacak iki kitap üzerinde de çalışır: Bunlar, Tanrı (Dieu) ile Şeytanın Sonu' dur (La Fin de Sa­ tan). Hatta, Dalıp Gitmeler yayımlandığında, arka kapağında, bu iki kitabın çıkacağı duyurusu da yapılır; ne var ki, onların ikisi de ancak şairin ölümünden sonra yayımlanacaktır. Guernesey'e yerleştiğinde ise, Küçük Destanlar (Petites Epopees) adlı bir kitabı da gündemine alır Hugo. Bunlar, çoğu kutsal kitaplardan, mitolojiden, evrensel tarihten derlenmiş şey­ lerdir. Yayımcı Hetzel'in tavsiyesi üzerine de, kozmik şiirlere değil onlara ağırlık tanır çalışmasında. 1857'de yapılan sözleş­ menin konusu da onlardır. Bu çalışma, 1859'da iki cilt halinde, Brüksel'de ve Paris'te çıkar. Yüzyılların Efsanesi'dir yeni adı ve onun "ilk seri"sidir. "Yeni seri"nin iki cildi ise 1877'de yayımlanır; beşinci ve son cilt 1883'te çıkacak ve son olarak da, aynı yıl, dört cilt halinde kesin basımı yapılacaktır. Böylesine büyük bir destan yazmak, "insan üstüne poem"i kaleme almak, Hugo'yu uzun süreden beri okşayan bir tasarıy­ dı. Ondan ilk kez, Işıklar ve Gölgeler 'in önsözünde (1840) bahse­ der. Eserin ilk parçaları da o yılda yazılmışlardır. Böylece, bu dev eserin bütünüyle ortaya çıkışı, kırk yıla yakın bir emeğin ürünüdür: Üzerinde fiilen çalışma, Hugo'ya yirmi yıldan fazla­ ya mal olmuştur; sürgünde, Guernesey'de başlamış olan giri­ şim, sonra Paris'te, şairi kuşatan bir zafer ve saygınlık ortamın­ da sona ermiştir. Nedir yapmak istediği Hugo'nun? Kitabın önsözü, şairin amacını şöyle açıklar: "İnsanlığı, de­ virden devire geçen bir eser olarak incelemek; onu tarih, masal, felsefe, din, bilim olmak üzere, bütün görünüşleriyle, bir süreç içinde ve aynı anda dile getirmek!" "Bütün bu görünüşler, tek ve dev bir hareket içinde özetlenirler: Aydınlığa doğru yükselişin hareketidir bu!" Böylece, Yüzyılların Efsanesi, her şeyden önce, "insanlığın tari­ hi"dir. Olayların gerçeğine kelimesi kelimesine bağlı bir bilginin değil, mitosların simgesel gerçeğine bağlı bir şairin yazdığı tarih­ tir bu. Ayrıca eser, "İnsanlığın yükselişi"ni dile getirmek istemek­ tedir: Bir bağ, bütün şiirleri aralarında birbirine bağlamaktadır; "insan labirentinin esrarlı büyük bağı, İlerleme"dir bu! Kolay mı olmaktadır bu yükseliş? 172

Hayır! Güçlükler içinde! Çünkü Kötülük, İyiliğe karşı sürekli bir mücadele içindedir; ne var ki İnsanlık da, hizmetindeki kahramanlarla, Doğa'nın ve Tanrı'mn koruyuculuğu ile, durmadan başkaldırır. Ayrıcalıklı çağlar boyunca, yani İncil'in mesajı çağı, şövalyeliğin çağı, Rö­ nesans çağı sürerken, insanlık da, arınıp durulandı ve kendi kendisinin bilincine daha çok vardı. Bütün bu değişimi, insan­ lık, Bilim ve Aşk'la hedefine götürecek. Nasıl Sefiller, bir insanın, Jean Valjean'ın uçurumdan çıkıp er­ mişliğe varışını, yani kurtuluşunu ve yükselişini anlatıyorsa, Yüzyılların Efsanesi de insanlığın yükselişini anlatacaktır. Ne var ki, küçük destanlardan oluşan bu dev epik poem, çok daha sıkı olarak, eserin öteki iki kısmına da bağlıdır. Bunu şai­ rin kendisi özellikle belirtmekte ve şöyle demektedir: "Yüzyılla­ rın Efsaııesi 'nin, yazarının görüşü açısından, öteki iki poeme, Şeytanın Sonu ile Tanrı 'ya bağlı olduğu görülecektir. Onlardan biri sonuçsa, öteki de başlangıçtır." Ancak, Yüzyılların Efsanesi'ni oluşturan şiirler, birbirlerine ne denli bağlı ve bir ideolojiyle ne kadar desteklenmiş olurlarsa ol­ sunlar, Hugo'nun eserlerinde çoğu kez olduğu gibi, kendisinin pek bağlandığı kimi tezler bugün için aşınmıştır ve çocukça gö­ rünürler. Bunu söylemek, hiç de büyük şaire saygısızlık diye gö rülmemeli. Çünkü, ne olursa olsun, Yüzyılların Efsanesi, onun şiirde şaheseridir; ve Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du mal) ile beraber, XIX. yüzyıl Fransız şiirini temsil eden eser­ ler içinde, en güçlü ve zengin olanlardan biridir. Son olarak, dürüstlük adına şunu da söylemeli: Hugo, çağla­ rın rengine ve çeşitli uygarlıkların ruhuna bağlılığı ve saygıyı el­ den bırakmadan sürdürür eserini; hemen bütün bilgi kaynakla­ rına başvurur; esininin balını, Batılı ve Doğulu ayrımı yapma­ dan çiçeklerden toplar. Ancak bunu yaparken, kimi yanlışlara düştüğü de olur: Bir kentin adını bir krala, bir kuyunun adını bir tepeye verir; II Murat'la IV. Murat'ı karıştırır. Bunları abart­ mamalı; çünkü bir uzman tarihçi olarak değil, bir şair olarak do­ laşıyordu belgeler arasında. Şurası bir gerçektir: Çoğu kez, tak­ litten çok yaratır; bir çağı değerlendirirken, bir olayın ayrıntısın­ dan çok o devrin ruhuna bakar. Böylece Hugo, gerçek yaşam­ dan aldığı verileri bir başka bağlamda kullanır ve dehasının öz­ gürce hareket ettiği bir evren yaratır.

1 73

Yüzyılların Efsanesi, bütün olarak, anıtsal bir büyüklüğe sa­ hiptir. Ancak hatırlatmalı da: 1859'da yayımlanan ve içinde ha­ rikalar olan ilk iki cildi, öteki seriler aşamadıkları gibi onlarla aynı düzeyi de nadiren tuttururlar. "Bu Kitap Şu Tecelliden Doğdu" adlı manzum ve tumturaklı bir girişte, şair, önüne bir duvarın, "yüzyılların duvarı"nın açıl­ dığını sanır: "Bu, insanın çetin, dev, yıkılmış destanıdır." Arkasından, "Dünya" üstüne bir ezgi işitilir. Sonra, "Havva'dan İsa'ya" genel başlığıyla, ilkel çağları dile getiren sekiz şiir sıralanır. Onların içinde en ünlü olanları, "Vic­ dan"la "Booz Uykuda" adlarım taşıyanlardır. Onları, es·ki Yunan ve Roma izler. Arkadan, Barbar istilaları ve Ortaçağ gelir; bin yıllık bir Or­ taçağ' da Batı dünyası ile İslam nöbetleşe yerlerini alırlar. Rönesans'a adanan şiirler pek azdır; içlerinde de biri, "Satir" adlı olanı ünlüdür: Söz konusu şiir, insanın gücünü ve kurtulu­ şunu haber verir. Engizisyon'a pek acı bir dille vurur Hugo. Eserin son bölümü, "Şimdiki Zamanlar" adını taşır ve Fran­ sız Devrimi'nden İkinci İmparatorluğa kadar uzanır. "Açık De­ niz" ve "Açık Gök" adlı şiirler, XIX. yüzyılın bilimsel ilerlemele­ ri sayesinde aydınlık bir geleceği müjdelerler; kötülüğü yenecek olan da işte odur! Eser, bir ses perdesinden ötekine geçerek; bu arada kimi kronolojik boşluklar da yaratarak son bulur. Bütün bu tutarsız­ lıklarına karşılık, Yüzyıllarm Efsanesi, Hugo'nun şiir dehasının tartışılmaz pırıltılarını taşır; ve eser, XIX. yüzyıl edebiyatının en görkemli anıtlarından biridir kuşkusuz. Bu bahse, eserin girişinden bir parça ile son verelim.s

8 Buraya aldığımız çeviri, Yii:::yıllarm Efsanesi'nin girişi olan "Bu Kitap Şu Tecelli­ den Doğdu" adlı bölümdendir ve Cemil Meriç'indir (1916-1987). Dilimizde nice değerli eserin alhnda imzası olan yazar, aynı zamanda -eşi az bulunur- bir çevi­ ri ustasıydı. Victor Hugo'dan yaptığı Hernaııi ile Marion de Lorme çevirileri özel­ likle önemlidir. Hugo'nun Yüzyılların Efsanesi'nden yaptığı çeviri ise, yazarın hem Türkçeye ve Fransızcaya olan hakimiyetini, hem de şair yanını gösterir. On­ dan bir parçayı, anısına derin saygımızı da tekrarlayarak alıyoruz kitabımıza. (Çevirinin bütünü için bkz. Cemil Meriç, Uınrandaıı Uygarlığa, Yayına hazırlayan Mahmut Ali Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 340-349).

1 74

BU KİTAP ŞU TECELLİDEN DOGDU

Rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu Öniimde. Granitle etten bir yığındı bu. Bağrına uğultusu sinmişti milyonların Endişeden kaskatı kesilen o duvarın. Loş oyuklarda vahşi gözler pırıldıyordu, Yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu, Zaman zaman önümde açılıyordu duvar. Yeşimden, somakiden ve altından saraylar: Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu, Cihangirlerin kandan, buhurdan kurdurduğu İnler görünüyordu. Seher yeliyle nasıl Ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl Öyle ürperiyordu. Alınlarında burçlar, Alınlarında altm başaklardan sorguçlar, Muammanm iistiine bağdaş kuran birer sır Gibi göreklenmişti sura binlerce asır. . . Sanki temel taşları canlıydı da, b u mahşer Göğe yükseliyordu ... Sanki binlerce asker, Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu Birden taş kesilmiş de orada uyuyordu. Kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur, O hem canlı bir yığın, hem bir hisardı. Çamur Kaıııyor, toz gözyaşı döküyordu. Mermerin Elinde bazen kıral asası, bazen keskin Bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. Duvardan Taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan . . . İnsanlığı önüne katan o meçhul rüzgar, Şekilden şekile giren Adem, dalgalar kadar Oynak Havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık, Ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık Yumak: Alınyazısı, çırpııııyordu arda ... Bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da, Yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden. Bizim Hep dediğimiz o Hiçlik' ti beliren: Tanrılar, tiicidarlar, kanun, şeref ve zafer, Çağların ırmağında akıp giden nesiller, Ufukları kuşatan karanlık bir silsile Misali, gözlerimin önünde binbir çile, 175

Binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler, İlim, tarih ... uzayıp gidiyordu. Bu mahşer, Çöken bir kainatın enkazıyla yoğrulan Bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman, Gittikçe daha yalçm, daha sarp, daJıa mağmum Yükseliyordu. Ama nerede? Bilmiyorum.

176

VIII SÜRGÜN YILLARI (2)

Victor Hugo, Notre-Dame de Paris den beri (1831) roman ya­ yımlamamıştı. 1859'da ilk ciltlerini çıkardığı -manzum- YüzyılZarın Efsanesi'nin üstünden fazla geçmeden ve onun yarattığı he­ yecan da sönmeden, dev romanını, Sefiller'i (Les Miserables) bi­ tirir ve 1862'de yayımlar. Kitap, şiddeti ve adaletsizliğiyle sosyal düzenin kurbanlarım, kısacası ezilenler dünyasını anlatmakta­ dır. Sürgünlüğünün -belki- asıl büyük zaferidir bu eser ve ola­ ğanüstü bir başarı kazanır. Böylece, apayrı bir incelemeyi gerektiriyor. '

"SEFİLLER": BİR DESTANIN DOGUŞU Şiddeti ve adaletsizlikleriyle sosyal düzeni anlatmak; onun ezdiklerini, kurbanlarını sergilemek, yıllardan beri kafasını iş­ gal eden bir konuydu Hugo'nun ve bu bahiste ciddi bir hazırlık içindeydi öteden beri. ı Gerçekten, sefaletle ilgili sorunlar; cinayetler, onların ceza­ landırılması, özellikle de ölüm cezası ve kürek mahkumları; fu­ huş ve ona yol açan nedenler üzerinde, daha 1830'dan önce uzun uzun durmuştu Victor Hugo. 1829'da yayımladığı Bir Mahkümun Son Günü 'nde kalemini bu sorunlar üzerinde oynat­ mış değil miydi? 1830 ile 1840 yılları arasında, birçok kez, şairin sosyal rolüne değinmiş; sosyal adaletsizliklere karşı çıkma göre­ vinin altını çizmişti. Öte yandan, işçiler ve onların emeği üstüne belgeler de topladığı görülür Hugo'nun; ne var ki, onlardan na­ sıl yararlanacağım henüz açıkça düşünmüş değildi belki. Son olarak da, 1832'nin Mart'ında, yayıncı Renduel'e, iki ciltlik bir romanı üstündeki hakları satar. Ne var ki, bir süre sonra Sefalet1 Bkz. Philippe Van Tieghem, "Les Miserables", Dictionnaire de Victar Hugo, Laro­ usse, Paris, 1970; daha da ayrıntılı olarak, Hubert Juin, Victor Hııgo, cilt 2, Flam­ marion, Paris, 1984, s. 462-476.

177

·

Zer (Miseres) adıyla işleyeceği bir eserle hiçbir ilişkisi yoktur bu

eserin. 1834'te, Revue du Paris 'te, Serseri Claude yayımlanmaya baş­ lar. 1832'de gazetelere de geçmiş olayların failidir eserin kahra­ manı: Serseri, dilenci ve hırsızdır; cezaları gitgide artan suçlar işler; 1831 'de de, yirmi yedi yaşında, hapisanede başgardiyanı öldürür ve ardından intihara kalkarsa da yaşar; ancak 1832'de açılan davasında ölüme mahkum edilir ve ceza da o yıl yerine getirilir. Hugo'nun, fail üstüne yazdığı eser kitaplaşmadan önce sözü geçen dergide yayımlandığında yol açtığı tartışmaları, iler­ de Sefiller'in ortaya atacağı sorunları haber vermektedir. Öte yandan, bir şey daha olur: 1840'lara doğru gazetelerde, "tefrika roman" türü başlar ve ister istemez halka dönük ve sos­ yal bir yanı vardır. O dönemde, Eugene Sue (1804-1857), yalnız eserlerinin melodramatik havasıyla değil, halkın sefaleti üstüne göndermeleriyle de pek geniş bir okur kitlesini fethetmiştir. Ay­ rıca, George Sand (1804-1876), "sosyal roman" alanında eser ver­ meye başlar. Ne var ki, Eugene Sue'de nasıl biçem eksikliği var­ sa, George Sand'da da somut imgelem gücü aksar. 1 840 yılından başlayarak, Victor Hugo, bir plan yapar ya da en azından gelecekteki eserinin asıl kahramanlarının ve ey­ lemlerinin bir dökümünü ortaya koyar: "Bir ermişin öyküsü Bir insanın öyküsü - Bir kadının öyküsü - Bir bebeğin öykü­ sü"! Bunlar, eserin dört temel kişisini, Monsenyör Myriel'i, Je­ an Valjean'ı, Fantine'le Cosette' i haber verirler: Hugo'nun Sefa­ letler adıyla yürüttüğü çalışma, 1 7 Kasım 1845'ten 12 Şubat 1 848'e kadar, yani iki buçuk yılını alır. Ne var ki, eser bitiril­ meden kalır; çünkü 1 848 Devrimi gelip çatmıştır ve esecek olan fırtına Hugo'yu da içine alıp sürükleyecek ve yaşamının seyrini değiştirecektir. Araya sürgünlük ve onun esinlettiği ilk çalışmalar girecektir. Yazar, Sefaletler üstüne yapmış olduğu çalışmalara yeniden döndüğünde, 1860 yılıdır ve Guerne­ sey'dedir. Kaldığı yerden sürdürebilir miydi çalışmasını? Hayır! Aradan geçen zaman boyunca, Hugo'nun imgelemi daha büyük bir güç kazanmış, fikirleri belirginleşmiş ve derin­ leşmiş; biçemi bile daha özgürleşmiş ve cesaret kazanmıştır. Böylece, o güne değin yaptığı çalışmayı, olduğu gibi alıp yayım­ layamazdı. 1860 Nisan'ında, yeniden koyulur işe. 178

Önce, o güne değin yazdıklarını -dikkatle- tekrar okur; Ma­ yıs' a kadar süren bu çabanın ardından, eserin, -kısa ve ünlü­ felsefi "önsöz"ünü yazar; ve 1 Ocak 1861'de, dev bir gayretle ke­ sin kaleme alış başlar. Takatten düşünce, değişiklik olsun diye, 1861 Mart'ında Belçika'ya gider; Mayıs'ta, ünlü Waterloo Sava­ şı'nın yapıldığı alana yakın bir yerde, o büyük çatışmayı kaleme alır. "Büyük Napoleon'la Küçük Napoleon arasında nasıl bir mesafe, nasıl bir uçurum olduğunu gitgide daha iyi görüyo­ rum" diye yazar oradan oğlu François-Victor'a. 30 Haziran 1 861'de, romanını, Sefiller adıyla noktalar. Eylül'de Guernesey'e döner ve Ekim'de de Brükselli yayım­ cılarla, Lacroix ve Verboeckhoven'le sözleşme yapar: Çeviri hakları da içinde olmak üzere, on iki yıllığına 300.000 Frank ala­ caktır. Basıma geçilir. On ciltten oluşan eserin ilk cildi, 30 Mart 1862'de Brüksel'de, 3 Nisan'da da Paris'te çıkar. Onları aynı ta­ rihlerde, hemen bütün Avrupa dillerinde çevirileri izleyecektir. Ve yer yerinden oynar. "Sefiller olayı" diyebileceğimiz bir olaydır başlayan. 2 ..

Önce nedir romanın konusu? Romanın baş kahramanı, gençliğinde, kız kardeşinin çocuk­ larını açlıktan kurtarmak için bir ekmek çalmak zorunda kalmış olan Jean Valjean'dır. Jean Valjean, bu hırsızlıktan dolayı mah­ kum olmuş, hapishaneden birçok kez kaçtığı için de sonunda kürek cezasına çarptırılmıştır. Toplam on dokuz yıllık mahku­ miyetini bitirdikten sonra, insanlığa ve topluma düşman bir hal­ de çıkar hapishaneden. Yabanıl, ürkek, şaşkın ve acı acına dolaşırken, Digne Pisko­ posu Monsenyör Myriel'in evine sığınır ve ikram görür. Ne var ki sabahleyin, gümüş sofra takımını da çalarak erkenden sıvışır. Çok geçmeden jandarmalara yakalanır. Ancak, şefkat ve erdem dolu Monsenyör Myriel, çalınanları kendisinin verdiğini söyler ve ona iki gümüş şamdanı da ekler. O güne değin, yasaların sertliği ile insanların kötü yürekliliğinden başka bir şey görme­ miş olan paryayı, bu yüce davranış altüst eder. Bir son hırsızlık­ tan sonra, derin vicdan azapları içinde kıvranır ve sonra düze­ lir. İç dünyasında bir uyanış, bir devrim olmuştur. Bundan böy2 Bkz. Michel Winock, Lex Voix de la liberte. Les Ecriuains engages aıı XlXe siecle, Se­ uil, Paris, 2001, s. 402-413

179

le, tüm yaşamı, dürüst bir insan olarak, sefillere ve düşkünlere yardımla; insanlığa karşı yüce davranışlarla geçecektir. Ancak, ne yazık ki, o, eski bir kürek mahkumu olduğunu gösteren sarı bir kartla dolaşmaktadır, yani damgalıdır. Gözlerden kaybolur gider. Romanın bir başka kahramanı Fantine, bir işçi kadındır; baş­ tan çıkarılmış, sonra küçük kızı Cosette'le terk edilmiştir. Bir tartışma sonucu tutuklanınca, polis görevlisi Javert'in hoyrat muamelesiyle karşılaşır. Ne var ki, kentin Belediye Başkanı Mösyö Madeleine, kadını serbest bıraktırır. Bu yumuşak tavır, Javert'de kuşku uyandırır. Aslında, Mösyö Madeleine'le Jean Valjean aynı kişidir: Jean Valjean, geçen zaman içinde geçmişin­ den kurtulmayı başarmış, bir sanayi işletmesi kurup zenginleş­ miştir; çevresine yararı dokunan, hayır-hayrat işleriyle meşgul bir kişi olarak, belediye başkanlığına da seçilmiş ve "Legion d'honneur" nişanını kazanmıştır. Sadece Javert, onun bir eski kürek mahkumu olduğunu düşünür zaman zaman. O sırada bir olay olur: Birisi tutuklanır ve herkes onun -aranması sürdürü­ len- Jean Valjean olduğuna inanır. Derin bir iç hesaplaşması ya­ pan -sahte- Mösyö Madeleine, sanığın tam mahkum edileceği an mahkemenin huzuruna çıkarak asıl Jean Valjean'ın kendisi olduğunu söyler ve sanığı kurtarır. Adalete teslim olmak üzere, bir anlığına serbest kaldığında da, Fantine'e gider ve can çekiş­ mekte olan kadına, kızı Cosette'e göz kulak olacağına söz verir. Sonra gözlerden kaybolur ve kızı aramak üzere Paris'e doğru yola çıkar. Cosette'i anası, Thenardier'nin evine hizmetçi olarak vermiş­ tir. Thenardier de, Waterloo savaş alanında düşmüş ölüleri soya­ rak zenginleşmiş korkunç ve tehlikeli bir adamdır, hancılık ya­ par; eşi de melanet bir kadındır. Bu arada Javert, Jean Valjean'ı yeniden yakalamış ve hapse attırmıştır. Bir kez daha kaçar Jean Valjean; herkes de onun suda boğulduğunu sanır. Oysa o gelir, Thenardier'nin evinden Cosette'i kaçırır ve onunla bir viranede, sonra da bir manastırda saklanır. Jean Valjean, kıza iyi bir eğitim verdirecektir. Ama bir yandan da saklanmayı sürdürür, çünkü Javert onun izini tekrar bulmuştur. Takma bir adla, Paris'te Plu­ met adlı bir sokakta oturmaktadır Jean Valjean. Orada, idealist genç bir Cumhuriyetçiyle, Marius Pommercy ile tanışır. Aslında genç de, güzel bir kız olup çıkmış olan Cosette'e aşıktır. Javert, bir kez daha tutuklarsa da, Jean Valjean yakayı sıyırır. 180

Daha da önemlisi, 1 832 yılıdır, halk ayaklanmıştır Paris'te. Jean Valjean, bir barikatın üstünde, Marius ve küçük bir oğlan çocuğu Gavroche ile, bir üniversite öğrencisi olan Enjolras'ın emrinde savaşmaktadır. Bir ara, Javert'i yakalar ve Jean Valje­ an'a -hesabının görülmesi için- teslim eder devrimciler. O da onu serbest bırakır. Javert, izini tekrar bulduğu halde, hayatı­ nı kurtarmış olan adama bir şey yapamaz haldedir; kendini Seine Irmağı'na atar. Gavroche çatışmalarda vurulur ve Mari­ us da yaralanır bu arada; onu da kurtarır Jean Valjean. Mari­ us da iyileşince Cosette'le evlenir. Ne var ki, gerçek kimliğini öğrenen, ama yaşamını da ona borçlu olduğunu bilmeyen Marius, Cosette'i, evlatlık edinmiş babasından ayırır. Ancak, gerçeği sonra öğrenince, genç adam Jean Valjean'ı ziyaret ede­ rek, sevgili kızını ölümden önce görme mutluluğunu tattırır ona. Bir ermiş gibi öldüğünde de, başucunda, Monsenyör Myriel'in -vaktiyle- ona verdiği iki gümüş şamdan da yan­ maktadır . . . İşte Sefiller'in konusu v e kahramanları! Nasıl değerlendirmeli bu dev eseri? Yeniden hatırlatmalı: Victor Hugo, 1830'lu yıllarda, Bir Mah­ kumun Son Günü, sonra da Serseri Claude'un arkasından, "insan

kardeşliği" ile "sosyal ilerleme" fikrine iyiden iyiye bağlanmıştır. İşte, arayan giren yılların da pekiştirmesiyle, Sefiller'de açılıp serpilen bu görüştür. Yazarın kendisi de, 24 Haziran 1862'de La­ martine'e şöyle diyecektir: "Bana göre, Sefiller, temelde kardeşli­ ğe ve tepede de ilerleme fikrine sahip bir kitaptan başka bir şey değildir." Gerçekten, bu sürükleyici, gerçekçi, lirik romanı, bu zengin ve güçlü eseri daha da çarpıcı kılan, etkisinde olduğu "insancıl tez" ile "epik esin"dir. Her şeyden önce bir "sosyal ro­ man"dır Sefiller ve bir "epik roman."3 Neye karşı çıkmak ister Hugo? Romana yazdığı kısa bir "önsöz"de bunu açıklar: "Yasaların ve örflerin etkisiyle uygarlığın ta ortasında, ya­ pay cehennemler yaratan ve tanrısal yazgıyı bir insan yazgısı 3

Bkz. J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 1 87-192; ayrıca, Adette Michel (başkanlığında), Litteratııre française dıı XIXe siecle, PUF, coll. "Premier Cycle", Pa­ ris, 1993, s. 259-261.

181

kisvesine sokup karmaşıklaştıran bir sosyal lanetleme var ol­ dukça; yüzyılımıza has üç sorun, yani erkeğin yoksulluk ve se­ faletle alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun ka­ ranlıklar içinde köreltilmesi çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları havasızlıktan boğması söz konusu oldukça; bir başka deyişle ve daha geniş bir görüş açısından bakıldığın­ da, yeryüzünde cehalet ve sefalet bulundukça, bu türden kitap­ lar yararsız olmayacaktır."

"Erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yü­ zünden düşmesi, çocuğun karanlıklar içinde köreltilmesi"; daha da özetle, yeryüzünde "cehalet ve sefalet"in hüküm sürmesi dünyada! Romanın bir başka yerinde şunu da sorar: "Bahtsızların ve al­ çakların birbirine karışıp tek bir kelimede, "sefiller" de özetlendi­ ği bir nokta vardır; kimin kabahatidir bu?" Ve yanıtlar: "Sefale­ tin, adaletsizliğin, kayıtsızlığın, kimi zaman da acımasız bir bas­ kı sisteminin!" Çözüm diye de ekler: "Sadece eğitim, sosyal ada­ let ve İncil'in merhameti: "Bahtsızlar"ın birer "alçak" olup çıkma­ sını bunlar önleyecektir! " Hugo, en taşlaşmış canilerin bile, sabır ve aşkla kurtarılabileceğine inanır. Nitekim mutsuz, sonra da suçlu bir kürek mahkumu Jean Valjean\ Monsenyör Myriel merhametiyle aydınlığa kavuştur­ muş ve gösterdiği iyilik, çaba ve özveri, sonunda onu tam bir er­ miş yapıp çıkmıştır. Gerçekten, Jean Valjean, bu "ıslah" oluşun, bu iyimserliğin bir simgesidir: Piskoposun katıksız merhame­ tiyle uyanınca, o da bir havari olmuş, Fantine'e el uzatmış, Co­ sette'e kol-kanat germiş, Marius'a yardım etmiş, Javert'i bile ba­ ğışlamış ve kurtuluşları için mücadele veren "sefiller"i savun­ muştur. Böylece, Jean Valjean'ın kişiliğinde, yazar, yüreğinde beslediği bütün atılım ve umutları somutlaştırmıştır. Topl1:1mda tüm siyasal, ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri sergileyip eleştirirken bir "sosyal roman" örneği veren Sefiller, aynı zamanda bir "epik roman" dır da: W aterloo Savaşı, 1832 Haziran ayaklanışı, Paris lağım sisteminin -Dante'ye özgü­ betimlenişi, büyük epik freskolardır. Ama romanın, bu epik boyutunu da aşan bir yanı vardır ki, asıl önemli olan odur: Se­ filler, Balzac'ın Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti 'nden sonra, ama Dostoyevski ile Bernanos'un romanlarından önce, kötülü­ ğün sırrını çözmede bir dinsel düşünce soluğunun -baştan so182

na- dolaştığı bir eserdir; ne var ki, yine yazara göre, yalnız aş­ kın gücü bu sırrı çözebilir. Sefiller'in onca coşkuyla karşılaşıp yaygınlaşmasında, bu mistik de rol oynamış olsa gerek. "SEFİLLER": COŞKU VE ELEŞTİRİ Victor Hugo, yayımcısı Albert Lacroix'ya, 23 Mart 1 862'de yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Bu kitap, temel eserim değil­ se de, başlıca doruklardan biri olacaktır." Sefiller'in hakkını veren önce okurları olur. Gerçekten, Madam Hugo, Paris'ten yolladığı 1 1 Mayıs tarih­ li mektupta, şunları yazar: "Kitap bütün ellerdedir. Romanın şimdiden tipleşmiş kişileri ise, her vesileyle zikrediliyor; bu ki­ şiliklerin oyma baskıları satıcı vitrinlerinde. Sefiller'in, her köşe­ de duvar ilam var. Victor Hugo'nun eseri ve adı, Paris'i hareket­ lendiren mermiler". İlk ciltlerin hemen yeni basımları yapılır; sonraki ciltler çıktığında da, okurlar, neredeyse yağmalar kitap­ çıları. Roman Brüksel'de ve Paris'te yayımlanırken, hemen aynı ta rihlerde, Londra'da, Leipzig'de, Milano'da, Madrid'de, Rotter­ dam'da, Varşova, Budapeşte ve Rio de Janeiro'da çevirileri çıkar ve görülmemiş bir ilgiyle karşılanır. Çeviri salgım uzak ülkele­ re kadar ve hemen yayılır: Kazan'da bir Rusça çeviri çıkar. Ay­ nı yıl, İstanbul'da da, Mağdıırin Hikayesi adıyla bir özetlemesi, bir gazetede, Ruznanıe-i Ceride-i Havadis 'te tefrik edilmeye başla­ nır. Eserin asıl çevirisine, birkaç yıl sonra Şemsettin Sami Bey başlayacaktır. Öyle derler, o sıralarda iç savaşın sürdüğü Birle­ şik Amerika'da, gönüllülerin yaptığı bir çeviriyi askerler siper- , lerde okurlarmış. Özetle, hiçbir eser böyle bir ilgiyle karşılaşmamıştır. Halktan gelen bu ilgi bugün de sürmektedir: Sefiller, birçok kez sahneye çıkarılmış, sinemada oynanmıştır. Jean Valjean, Cosette, Gavroche, Fantine, Eponine, bu arada Plumet Soka­ ğı'ndaki bahçe, hemen bütün belleklerdedir. Sefiller 'in yayıncıları, bu başarıyı kutlamak için, Brüksel'de, Hugo'nun onuruna büyük bir şölen düzenlerler. Şölene Fran­ sa'dan, İngiltere'den, İspanya'dan ve İtalya'dan, birçok yayıncı, yazar, edebiyatçı ve gazete temsilcileri de katılır. Birçok ünlü ki183

şi konuşma yapar o toplantıda. Hugo da, k�ndisine gösterilen bu yakınlığa, heyecandan titreyen bir sesle karşılık verir. Şöyle der: "On bir yıl var ki, hemen hemen genç denebilecek bir ada­ mın geçtiğini gördünüz buradan. Onu, bir yaşlı olarak buluyor­ sunuz şimdi. Saçlar değişmiştir, ama yürek eskisi gibi. Buraya gelmenize ve benim derin duygularıma tanık olmanıza teşek­ kür ederim. Bana öyle geliyor ki, aranızda yurdun havasını içi­ me çekiyorum ve bana öyle geliyor ki, her biriniz Fransa' dan bir şey getirdiniz bana. Çevremde toplanan sizlerden, güzel ve yü­ ce bir ruhun yükseldiğini görür gibiyim. Bir aydınlığa benzeyen o şey, yurdumun gülümseyişidir aslında."

Hugo, o konuşmasında, basın özgürlüğü yararına düşünce­ lerini de tekrarlar. Halkın ilgisine karşılık ya eleştirmenlerin tavrı?

Sefiller, yayımlanır yayımlanmaz, halk nezdinde kazandığı başarıya karşılık, İmparatorluğa bağlanmış gazeteler, dahası li­ beraller ve cumhuriyetçiler katında büyük saldırılara uğrar. Her eğilimden gazetenin hasım tavrına, yazarlar ve eleştirmenler de katılır. .Neyin düşü içindeydi Hugo? Bir okur kitlesine sahip olmak değil, bir halk yaratmak; ulus­ lar, sınıflar, rejimler, dinler halinde bölünüp parçalanmış olan insan soyunun yerine, kendi içinde uzlaşmış bir insanlık koy­ mak! Delice bir tutkuydu bu belki; ama Paris'ten Rio de Janei­ ro'ya, Brüksel'den Varşova'ya, Milano'dan Saint-Petersbourg'a kadar milyonlarca okur bu evrenselliği somutlaştırıyordu. Yazarlar ve eleştirmenler görmezler bunu! Tam bir yuhalamadır gider. .4 Goncourt kardeşler, başkasının sefaletinden kazanılmış ser­ vet deyip yazarın aldığı 300.000 Franka takarken, romandaki "kaymak taşı ve bronzdan" kişilikler hakkında tiksintilerini be­ lirtirler günlüklerinde. Barbey d'Aurevilly'nin değerlendirmesi şudur: "Hugo'nun ki­ tabının amacı, gözyaşları ve acımayla, toplumun bütün temelleri.

4 Bkz. Mona Ozouf, "Avez-vous lu Les Miserables", L 'Histoire, 2002, sy. 261, s. 40.

184

Victor Hugo'nun Sefiller için bir resim çalışması.

S�fil/a'den bir ayrıntı: Gavroche bir ihtilalci g rubun önünde yürüyor ...

ni yıkmaktır. Sefiller, güzel bir kitap değil, dahası kötü bir eylem­ dir; zamanımızın da en tehlikeli kitabı!" Flaubert'in satırları serttir: "Bu kitapta ne gerçeği buluyorum, ne de büyüklüğü! Biçeme gelince, yanlışlar içinde ve düzeyi dü­ şük; kasıtlı olarak böyle yapılmış gibi geliyor bana. Halkı poh­ pohlamanın bir türüdür bu!"; ve ekler: "Balzac'la Dickens'in çağ­ daşı olup da topluma böyle ters yaklaşma nasıl mümkün olabi­ liyor, anlaşılır gibi değil!" George Sand'a göre, Sefiller 'de, "haddinden fazla Hıristiyan­ lık var; ama yeterince umut da yok!" Lamartine, Edebiyat Üstüne Senli Benli Dersler' de, Sefiller'le il­ gili beş konuşma yapar; dudak ucuyla hayranlığını belirttikten sonra da hükmü basar: "Pek tehlikeli bir kitap bu! Ve iki bakım­ dan öyle: Mutluları fazla korkutmakta, mutsuzlara da fazla umut vermektedir." Bir gazete, ]ournal des debats da, "Ayaktakımının destanı" di­ ye niteler romanı ve ekler: "Toplum, ayaktakımı için değil, ona karşıdır. .. " En bağışlanmaz olanı, Baudelaire'in yaptığıdır: Roman için övücü bir yazı yazar; ama annesinin kulağına şunu fısıldamakta da duraksamaz: "İğrenç, aptalca bir kitap! Bu vesileyle, yalan söy­ leme sanatına da sahip olduğumu gösterdim!" İşte, Sefiller' yöneltilmiş kimi eleştirilerden örnekler! Ama hemen hatırlatmalı: Hugo'yu sorgulamanın biçemi bu­ gün de fazla değişmiş değildir ve hep şu üç kelimede özetlene­ bilir söylenenler: Ölçüsüzlük, aptalca laf etme ve vaaz yoluyla kafayı ütüleme zevki! Paul Valery'nin, Andre Breton'un ve Paul Claudel'in söyledikleri, üç aşağı beş yukarı aynı kapıya çıkar. Bir mitos yaratamamış olanların kıskançlık acısı değilse nedir bu? Olan bitene bakıp Aragon'un sorduğu tedirgin edici bir soru da vardır ki, ileri geri konuşanları düşündürmelidir: "Victor Hu­ go'yu okudunuz mu?" Hugo'nun, yaşadığı yıllarda kendisine yöneltilmiş eleştirile­ re verdiği y;mıtlar bir yana, akan zaman romancıyı haklı çıkar­ mıştır. Nitekim, Sefiller'in yeni baskılarının ardı arkası kesilme­ yecektir; ve roman, yalnız insanca tavrı ile değil, biçeminin par­ laklığı ve -artık efsaneleşmiş- kahramanlarının canlandırıcı gü­ cü ile evrensel edebiyatın şaheserleri arasında yerini almıştır. Öyle de olsa, konuyu kapamadan önce şu birkaç noktanın da al­ tı çizilmeli. 187

Sefiller'in yayımlandığında, romana, büyük okur kitlelerinin gösterdikleri coşkulu yakınlık üstünde dururken, şu olay dik­ katlerden kaçar ya da kaçırtılmak istenir: O sıralarda fabrikala­ rın ve atölyelerin işçileri, Sefiller'i satın almak için aralarında pa­ ra toplarlarmış; dokuz Frank bir araya getirildiğinde roman alı­ nırmış; herkes teker teker okuduktan sonra kura çekilirmiş, ka­ zanan da kitabın sahibi olurmuş. Hep bir arada okuma eylemlerinin yapıldığını da hatırlatmalı! "Popüler" deyip aşağılamanın, kötüleyip küçümsemenin anla­ mı yok. Sefiller, popüler romanların en büyüğüdür, şaheseridir. Bu böyledir ama, şu sorular da yanıtlanmalıdır: İyi düşündü­ ğünü söyleyen insanların romana karşı -dizginlerinden boşa­ nan- kudurganlığının altında yatan ne? Neden kılıçlar çekilip kalkanlarla yürünüyor? Daha da çarpıcı olan soru şudur: Niçin halk Sefiller'i başka türlü okudu?s Önce şuradan başlamalı: Sefiller, onca gürültüye patırtıya yol açmışsa, bu, her şeyden önce, "kabul edilemez olan''ı, "adı konu­ lamaz olan"ı söylemiş olduğu içindir. Hugo, 1849 Temmuz'un­ da sefalet üstüne konuşurken, onu, "adı olmayan şey" olarak ta­ nımlıyordu. Bir başka deyişle, egemen sınıf, söylemi yönlendi­ ren sınıf, sefaletin, -ne pahasına olursa olsun- adının konması­ nı istemiyordu. İşte Sefiller, her şeyden önce, bu gölgeli alana projektör ay­ dınlığının boca edilmesidir. Hugo Lamartine'e, "Geceyi aydınla­ tıyorum" diye yazar. Sefalet, bu romanla soyut olmaktan çıkar, insanlara bağlı bir şey haline gelir; romanın adının, daha önce Sefaletler iken Sefiller'e dönüşmesinin anlamı da budur. Sefalet, en zayıfların sefaletidir; babacan Mösyö Madeleine'in örnek atölyelerinde bile, sömürülen işçinin sefaletidir; ihtiyarların, aç çocukların sefaletidir; XIX. yüzyılda kent yerleşmesinin sefaleti, kötü ve cüzzamlı mahallelerin sefaletidir. Öte yandan, Sefiller'in özelliği, sadece sefaletin romana gir­ miş olması değil, orada dillenip konuşmasıdır da. Sefalet, bizzat sömürülen ve ezilen tabakaların ve insanların ağzından konuş­ maktadır; konuştuğu dil de kendi dilidir, yani "argo"dur. Argo, sosyal bölünmüşlüğün imgesidir. Sefalet, bölerken dışlar da. 5 Bkz. A. Ubersfeld, "Les Miserables", Histoire litteraire de la France, cilt V, Paris, 1977, s. 184-190. Aynca, Pierre Laforgue, "Mythe, Revolution et Histoire. La rep­ rise des Miserables en 1860", La Peıısee, sy. 245, mai-juin 1985, s . 29-40.

188

Argo, sefaletin kendini adlandırmasıdır; ve ilk kez halk konuş­ maktadır, başta da Gavroche'tur o! Eleştirmenlerin, yazarların Sefiller için, "yıkıcı", "çok tehlike­ li" derken, bilinçalhnda taşıdıkları korkunun kaynağında işte bunlar var! Bunun gibi, Sefiller, yeni türde bir "tarihsel roman"dır. Top­ lumla tarihin ilişkisi de, zamansız bir çerçeve içindedir roman­ da. Yayımcısı Lacroix'ya şöyle yazar Hugo: "Bu kitap, drama karışmış tarihtir; yüzyıldır; insan soyunu uçsuzbucaksız yaşa­ mının belli bir anında yansıtan o dev aynadır". Böylece sefalet, havada kalmış değil; belli bir olaya bağlıdır. Romandaki kişilik­ lerin tarihe bağlılıkları sürekli belirtilir. Yalnız kişilikler değil, sosyal durağanlık ya da barikatların kurulup zafere ulaşması veya başarısızlıkla sonuçlanması; bütün bunlar da soyutta değil somut tarihe bağlıdırlar. Bu arada, "gelecek"in geleceği de ... Nereye varacağız buradan? Şu soruya: Sefiller, ne denli ilginç olursa olsun, göçüp gitmiş bir dünyanın romanı mıdır? Yoksa güncelliğini bugün de taşıyor mu? Soru önemlidir. Gerçekten, Sefiller'in yazıldiğı ülkede ve o ülkenin de parça­ sı olduğu belli bir dünya bölümünde, koşullar -görece de olsa­ değişmiştir. Ne Fransa' da, ne de Batı dünyasının öteki ülkelerin­ de, "erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yü­ zünden düşmesi, çocuğun karanlıklar içinde köreltilmesi", geç­ mişteki sertliğini ve çiğliğini taşımıyor. Oralarda "cehalet ve sefalet" çığlık çığlığa değil artık! Ama ya dünyamızın başka bölgelerinde? Yerkürenin sadece Bah dünyasından ibaret olmadığını bili­ yoruz. Asya'sı, Afrika'sı, Latin Amerika'sıyla başka dünyalar da var; "cehalet ve sefalet" ise, Batı'da sona ermişse oralarda sürü­ yor; "erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yü­ zünden düşmesi, çocuğun karanlıklar içinde köreltilmesi", o bölgelerde -belki de- daha katmerlenmiş halde. Çünkü, adını koyalım, kapitalizm artık "küresel"! Kimi ka­ lemlere göre bu mutlu gelişme, yoksulluğu ve gelir dağılımın­ daki adaletsizliği daha da yayıp yaygınlaştırıyor; bunlarsa, de­ ğişimin önündeki en büyük engel! Öte yandan, dünyada her gün açlıktan on binlerce insan ölü189

yor. 2002 yılının Haziran'ında toplanan Birleşmiş Milletler Ta­ rım ve Gıda Örgütü'nün (FAO), Roma'da düzenlediği doruk toplanhsında -zirve öncesi- yaphğı açıklamada, Kofi Arman, zengin ülkelerin FAO'yu "aldatmaları" nedeniyle örgütün açlık­ la mücadelede verdiği sözleri tutamadığını belirtmiştir. "Zengin ülkeler"in, yani kapitalizmin "aldatmaca"sı, dünya çapında, o da küresel! Bütün bunlara, kadının, çocuğun çektiği acıları, özellikle İs­ lama gericiliğin kadın için çarpıtmalarını ve dayatmalarını, Latin Amerika'daki her türlü destekten yoksun 100 milyon çocuğu, "unutulmuşlar" anlamına "Olvidados"u katmalıyız! Niçin sayıp dökmeli? İnsanlığın büyük bir bölümünde, "cehalet ve sefalet", erkeğe, kadına ve çocuğa acı çektiriyor. Bu acıların, Sefillerin yazıldığı yıllara oranla sadece coğrafyası değişmiştir, ama kökü kazınma­ mıştır. Hugo, romanına yazdığı -o çarpıcı- "önsöz"de, "yeryü­ zünde cehalet ve sefalet bulundukça, bu türden kitaplar yarar­ sız olmayacaktır" diyordu. İçinde yaşadığımız dünyada, Sefil­ ler'in güncelliğini sürdürdüğü pek açık değil mi? "SEFİLLER": EVRENSEL BOYUTLAR Victor Hugo, sürgünden önce, ulusal çapta bir şöhretin sahi­ bidir; sürgünlük, o ünü evrenselleştirir. Neye borçludur bunu? Hiç kuşkusuz, şiirlerinden önce, güttüğü davaya! Bu dava, her defasında ölüm cezasına karşı çıkıştan başlayarak, özgür­ lük, adalet ve kardeşlik kelimeleriyle özetlenebilir. Bütün bu düşünceleri ise, Sefiller en iyi özetler; eserin kazandığı şöhret, yazarının da evrenselleşmesini perçinler. Romanın, daha ilk günden hemen bütün Avrupa dillerine çevrilmesi, onu Avrupa dışında başka dillerin izlemesi anlamlıdır. Sefiller İtalyancaya çevrildiğinde, yazarın, yayıncı Daelli'ye, 18 Ekim 1862'de Hauteville House'dan gönderdiği bir mektup da vardır ki, gerçekten nefistir. Sefiller'i anlamak için o mektubu okumak gerekir. Mektubu, -yanılmıyorsak- ilk kez biz Türkçe­ ye çevirip, Victor Hugo'nun 1 00. ölüm yıl dönümü vesilesiyle -1885'te- çıkardığımız bir kitapçığa eklemiştik. Aynı metni, şimdi burada da tekrarlıyoruz. Hugo orada, Sefiller 'i "herkes için" yazdığını söyler. 190

Sefiller, gerçekten bütün insanlık içindir. "SEFİLLER"İN MİLANO'DA YAYIMLANAN İTALYANCA ÇEVİRİSİNİN YAYINCISI DAELLİ'YE MEKTUP Hauteville House, 18 Ekim 1862 "Bana Sefiller kitabının tüm halklar için yazılmış olduğunu söylerken haklısınız Bayım. Kitabın herkesçe okunup okunma� yacağını bilemem, ama ben herkes için yazdım onu. Sefiller, İs­ panya'ya olduğu kadar İngiltere'ye, Fransa'ya olduğu kadar İtalya'ya, İrlanda'ya olduğu kadar Almanya'ya, serflere dayalı imparatorluklara olduğu kadar, köleleri olan cumhuriyetlere de seslenmektedir. Sosyal sorunlar sınırları aşıyor. İnsan soyunun yaraları, yeryüzünü kaplayan o geniş yaralar, haritalardaki o mavi ya da kırmızı çizgilerde durmuyor hiç. İnsanoğlunun bil­ gisizlik ve umutsuzluk içinde bulunduğu, kadının ekmek için kendisini sathğı, çocuğun kendisini eğitecek bir kitap ve ısıta­ cak bir ocak bulamadığı için acı çektiği her yerde, Sefiller kapıyı çalar ve şöyle der: Sizin için geliyorum, açın kapıyı bana! Uygarlığın, içinde yaşadığımız şu alabildiğine karanlık saatin­ de, sefilin adı, İNSAN'dır; o insan, bütün iklimlerde can çekişi­ yor ve bütün dillerde inliyor. Sizin İtalya'nız, bizim Fransa'mızdan daha fazla kötülü­ ğün uzağında değil. Hayranlık verici İtalya'nız, çehresinde bü­ tün sefillikleri taşıyor. Yoksulluğun çılgınlığa varmış biçimi olan haydutluk, dağlarınızda kol gezmiyor mu? Bu kitapta iç yüzünü ortaya koymaya çabaladığım manastır illetinin İtal­ ya'dakinden daha derin kemirdiği pek az ülke vardır. İstediği­ niz kadar Roma'nız, Milano, Napoli, Palermo ve Torino'nuz, Floransa, Siena, Pisa, Mantua ve Bologna'nız, Ferrare, Cenova ve Venedik'iniz olsun; kahramanlıklarla dolu bir tarihiniz, eşsiz yıkıntılarınız, görkemli anıtlarınız, göz kamaştırıcı kentleriniz olsun; bizim gibi yoksullarsınız sizler de. Sizin de üstünüz başı­ nız, harikaların yanı sıra, pis böcek ve kurtlarla örtülü. Kuşku­ suz, İtalya'nın güneşine diyecek yoktur; ama gökyüzünün ma­ viliği, insanların üzerindeki paçavraları gözlerden saklamıyor. Bizim gibi sizin de önyargılarınız, boş inanlarınız, zorba ve zorbalıklarınız, bağnazhklarınız, bilinçsiz teröre desteklik eden

191

kör kanunlarınız var. İçine geçmişin bir tad artığı karışmadan, ne şimdiki zamandan tad alıyorsunuz, ne gelecekten. Rahip adında bir barbarınız, Lazzarone6 diye de bir vahşiniz var. Sosyal sorun bizim için neyse, sizin için de o. Sizde açlıktan ölenler biraz daha az, sıtmadan ölenler ise biraz daha fazla; sosyal sağlık örgütünüz bizimkinden hiç de iyi değil. İngiltere'de Protestan damgasını ta­ şıyan karanlıklar, İtalya'da Katolik damgasını taşıyor; ama deği­ şik adlar altında, vescovo ile bishop, birbirinin eşi, yani gece, her ikisinde de aşağı yukarı aynı nitelikte. Tevrat'ı kötü açıklamak ya da İncil'i kötü anlamak arasında pek fark yok. Sorun üzerinde ısrar edip, bu iç kararhcı koşutluğu daha da tam bir biçimde saptamak gerekir mi? Sizde yoksullar yok nıu? Aşağıya bakın! Asalaklar yok mu? Yukarıya bakın! Bir kefesinde yoksulluk, bir kefesinde de asalaklığın bulunduğu ve her ikisinin de birbirini insana acı verecek şekilde dengelediği bu iğrenç tera­ zi, bizim önümüzde olduğu gibi, sizin de önünüzde sallanıp dur­ muyor mu? Uygarlığa yaraşır tek ordu olan öğretmenler ordunuz ne­ rede? Nerede parasız ve zorunlu okullarınız? Dante ile Miche­ langelo'mm yurdunda okuma-yazma biliyor mu herkes? Kışla­ larınızı birer askeri okul haline getirdiniz mi? Bizde olduğu gi­ bi sizde de eğitim bütçesi devede kulak kalmıyor mu savaş büt­ çesinin yanında? İtaat, sizde de kolayca bir asker itaatine dönü­ şen edilgin bir şey değil mi? Emir ve talimah, Garibaldi'ye, yani İtalya'mn canlı onurunun üstüne ateş açmaya kadar götüren bir militarizminiz yok mu? Sosyal düzeninizi sınavdan geçirelim, şu anki düzeyinde ve olduğu gibi ele alıp suçüstü yakalayalım: Kadını ve çocuğu gösterin bana! Uygarlığın derecesi bu iki güç­ süz varlığı kuşatan koruma oranıyla ölçülür. Napoli'de fuhuş, Paris'tekinden daha



az yürekler acısı? Kanunlarınızdan çı­

kan gerçek miktarı ile mahkemelerinizden çıkan adalet miktarı nedir? Kamu koğuşturması, kanunsal alçaklık, kürek mahkum­ luğu, darağacı, cellat, ölüm cezası, bu karanlık kelimelerin anla­ mım -rastlantıda da kalsa- bilmemek mutluluğuna erebildiniz mi? İtalyanlar, bizde olduğu gibi sizde de Beccaria7 öldü, Fari6 Lazzarone: Napoli halkının aylaklık ve sürekli sefalet içinde yaşayan bölümüne verilen ad (çevirenin notu). 7 Beccaria: İtalyan hukukçusu (1738-1794). Hukuk reformları; ve Avrupa' da büyük bir ün kazanan Suçlar ve Cezalar adlı eserinde ve ceza hukuku konusunda yurnu­ şatrnalar önermiştir (çevirenin notu).

192

nace8 yaşıyor. Gelelim, yönetim biçiminize: Ahlakla siyasetin özdeştiğini kavrayan bir hükümetiniz var mı? Kahramanlar hakkında genel af ilan etmekle uğraşıyorsunuz hala! Fransa'da da az çok buna benzer şeyler yapılıyor. Sefaletlerimizi gözden geçirelim, herkes elindekini getirsin; siz de bizim kadar zengin­ siniz bu bakımdan. Sizin başınızda da, bizde olduğu gibi iki la­ net, papazın savurduğu dinsel lanetle yargıcın buyurduğu sosal lanet yok mu? Ey koca İtalyan halkı, koca Fransız halkına ben­ ziyorsun. Siz kardeşlerimiz, ne yazık ki, sizler de bizler gibi "Se­ filler"siniz! Bizler gibi gömüldüğünüz karanlığın dibinde, cennetin ışıklı ve uzak kapılarını, sizler de bizlerden daha belirgin bir bi­ çimde seçebilir değilsiniz. Ancak rahipler aldanıyorlar. O kutsal kapılar arkamızda değil bizim, önümüzde. Söylediklerimi özetleyeyim. Bu kitap,

Sefiller, bizim

olduğu ka­

dar sizin de aynanızdır. Bazı kişiler, bazı zümreler bu kitaba karşı çıkıyorlar. Anlıyorum onları. Gerçeğin dile getiricileri olan aynalardan nefret edilir; ancak bu, yararlı olmalarını engelle­ mez onların. Bana gelince, bütün herkes için yazdım bu kitabı; ülkem için derin bir sevgi duyarak, Fransa'yı bir başka halktan daha fazla düşünmeden yazdım. Hayat yolunda ilerledikçe yalınlaşı­ yor ve her geçen gün biraz daha insanlık yurtseveri oluyorum. Aslında çağımızın temel eğilimi ve Fransız Devrimi'nin aydın­ latma yasası bu; uygarlığın gittikçe büyüyen yayılışına yanıt ve­ rebilmek için, kitapların salt Fransız, İtalyan, Alman, İspanyol, İngiliz kitabı olmaktan çıkıp Avrupa, daha fazlasını söyleyece­ ğim insanlık kitabı olmaları gerekir. İşte bundan da yeni bir sanat mantığı doğmakta; her şeyi, hatta bir zamanlar daracık olan ama bugün her şey gibi genişle­ mesi gereken, beğeni ve dil koşullarını da değişikliğe uğratan belirli birtakım dile getirme zorunlulukları ortaya çıkmaktadır. Fransa'da kimi eleştirmenler bana büyük sevinç veren bir iş yaptılar: Fransız beğenisi diye adlandırdıkları şeyin dışında kal­ makla suçladılar beni. Bu övgüyü hak etmiş olmayı isterim. Özetleyecek olursam, elimden geleni yapıyorum, evrensel

8 Farinace: İtalyan hukukçusu (1554-1 618). Suçlular hakkında şiddetli cezaların uygulanmasından yanadır. Eserleri, bağnazlığın bir yankısı olup, düşünceleri

xvrn. yüzyılın sonlarına kadar italya'da titizlikle uygulanmıştır (çevirenin notu).

193

acıyla acı çekiyor ve onu hafifletebilmek için çalışıyorum. Elim­ deki güç, bir insanın çok zayıf gücü; öyle olduğu için de herke­ se haykırıyorum: Yardım edin bana! İşte mektubunuzun bana yazdırdıkları Bayım; onları hem size, hem de ülkenize söylüyorum. Bu konuda ısrarla duruşum, mektubunuzdaki bir cümleden oldu. Şöyle yazıyorsunuz bana: "Bu kitap,

Sefiller, bir Fransız kitabı. Bizi ilgilendirmez bu.

Fran­

sızlar varsın bir tarih olarak okusunlar onu, biz bir roman ola­ rak okuyoruz, diyen birçok İtalyan var. .. " Tekrar edeyim: İster İtalyan olalım ister Fransız, sefalet hepimizle ilgilenmekte ne yazık ki! Tarih yazma, felsefe düşünmeye başladığından bu ya­ na, sefalet, insan soyunun tek giysisi; bu paçavrayı çıkarıp at­ mak ve geçmişin o uğursuz çulunun yerine, İnsan-Halk'ın çıp­ lak bedenine, seherin o güzelim kızıl giysisini giydirmek sırası artık gelmiştir sanırım. Kimi zihinleri aydınlatmakta ve birtakım önyargıları yık­ makta yararlı görürseniz, bu mektubu yayınlayabilirsiniz Ba­ yım. En iyi dileklerimin yeni güvencesini kabul ediniz lütfen." "Victor Hugo"

YENİ ACILAR, UGRAŞLAR, UMUTLAR Victor Hugo, 1859'daki affa uymamıştı; Fransa'yı pek özledi­ ği halde yurduna dönmemişti ve sürgünlüğünü bilerek uzatı­ yordu. Ne var ki, ailesi büyük değişiklikler içindedir. Madam Hugo'nun, Paris'e gittiğinde orada kalışları gitgide uzar. 1863 Haziran'ında, annesinin adada olmadığı bir sırada, Adele, daha önce Jersey'de rastladığı bir İngiliz deniz subayı Al­ bert Pinson'un arkasından Kanada'ya kaçar. Evlilik de olmadı­ ğından, delikanlı, bir süre sonra onu yüzüstü bırakıp kaybolur ortadan. Kız için çıldırtıcı bir olaydır bu. Nitekim, Kanada'dan getirdiklerinde aklını oynatmıştır. Akıl hastanesine yatırırlar; Adele, altmış üç yıl kalacak orada ve 1915'te seksen beş yaşında ölecektir.9 Hugo'nun yaşamında karşılaştığı ikinci delilik facisı­ dır bu! 9 Bu trajik yazgıyı, yakın yıllarda, Adele H. 'ın Öyküsü adıyla Truffaut'nun filmi be­ yaz perdeye yansıtmıştır.

194

Charles Hugo, babasından uzakta kalmayı istediğinden, 1861'de Paris'te yerleşir. Sonra o, Madam Hugo ve François-Vic­ tor, 1865'te Brüksel'de mekan tutarlar. Ekim'de Charles, orada Alice Lehaene ile evlenir. Victor Hugo, Hauteville House'da bal­ dızıyla beraberdir. 1862 ile 1865 yılları arasında, her yıl Juliet­ te'le Belçika'da ve Lüksemburg'da bir süre kalır ve Ren kıyıla­ rında dolaşır. 1864'te, Willianı Slıakespeare yayımlanır. ıo Daha önce de söylemiştik: Hugo'nun küçük oğlu François­ Victor, Shakespeare'in eserlerini Fransızcaya çevirmeye çalışı­ yordu. Çeviri bitince de, babasından bir önsöz yazmasını ister. Ne var ki, Hugo'nun yazdığı bir önsöz olmaktan çıkar; konuyu da aşıp apayrı bir deneme niteliğine bürünür. Yazar, dört yüz sayfayı aşkın kitapta, Sefiller 'e çatanlara yanıt verirken, şiir ve sanat ile XIX. yüzyılda edebiyatın rolü üstüne görüşlerini sergi­ ler ve geçmiş yüzyıllardaki edebiyat ve sanat dehaları hakkın­ daki düşüncelerini açıklar: Homeros, Aiskhilos, Lucretius, Dan­ te, Cervantes ve başkaları sıralanırken, Shakespeare de araları­ na katılır. Aslında onlardan çok, arkalarında Hugo konuşmak­ tadır. 1863'te yazılıp 1864 Nisan'ında, Paris'te ve Brüksel'de ya­ yımlanan kitabı, Hugo, zarif bir davranışla, İngiltere'ye ithaf eder. Güzel bir rastlantı, eser de, büyük İngiliz dahisinin doğu­ munun üç yüzüncü yılına rastlamıştır. Hugo, yazdıklarıyla ağır eleştirilere de uğrar. Kitapta, "şiir üstüne", şair -özetle- şunları söyler: ıı "Şiir gerileyemez. Neden? İlerleyemez de ondan! Okurya­ zarlar boyuna çöküşten, yenilikten söz açmakla, sanatın özünü ne kadar yanlış anladıklarını açığa vururlar. Yüzeysel düşünen kim­ seler, çabucak ukalalığa kapılıp birtakım serapları, dil olaylarını, fikir med ve cezirlerini, dünya sanatını meydana getiren o bir sü­ rü yarahş ve düşünüş dalgalarını çöküş ya da yenilik sanırlar. Oy­

sa bu oluş, insan kafasından geçen sonsuzun ta kendisidir. Görüngülere yalnız en yüksek noktalarından bakılabilir. En yüksek noktasından görününce de şiir sabittir. Sanatta ne

10 Aynca bkz. J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 193-198. 11 Hugo'nun yazısındaki düşüncelerinin tamamı için bkz. Azra Erhat, "Şiir Üzeri­ ne", Tercüme, Şiir Özel Sayısı, 1946, sy. 34-36, s. 350-352.

195

yükseliş vardır, ne alçalış. İnsan dehası daima tam verimini ya­ şar; gökten boşanırcasına yağmur yağsa, gene de okyanusa bir damla su katılmış olmaz; med ve cezir bir kuruntudur, su bir kı­ yıda alçalıyorsa, öbür kıyıda yükselir. Titreşimleri eksilme san­ mayın. "Bundan sonra şiir olmayacak" demek, "artık med olma­ yacak" demektir. Sanat yetkinleştirilemez. Şiirde eksilme olamaz, artış da olamaz. "Bir şeyler doğuyor İlias'tan büyük" demek, boş lafla vakit kaybetmek demektir. Sa­ nat küçülmeye, büyümeye tabi değildir. Sanatın mevsimleri, bu­ lutları, karaltıları, hatta lekeleri vardır, hepsi birer harika belki; birden karanlık çöker üstüne, elinde değildir. Ne var ki sonuç olarak, o, insan ruhunu hep aynı kuvvetle aydınlatır. Aynı ışık yangınından hep aynı şafak söker. Homeros soğumaz, sönmez. Israrla duralım bu nokta üzerinde. Ey şairler! Rekabet, güzelin yaşaması içindir: Birincilik daima açıktır. Cesareti kıran, kanat­ ları düşüren ne varsa söküp atalım; sanat bir cürettir; doğacak dahilerin geçmiş dahilere eş olabileceklerini yadsımak, Tan­ rı'nın sürekli gücünü yadsımak demektir. Evet bu zorunlu öğüdü çok tekrarladık, gene de söyleyece­ ğiz. Tenbih etmek yaratmak gibi bir şeydir. Şu dahiler yok mu, onları geçemeseniz bile, denk olabilirsiniz onlara. - Nasıl? - Başka olmakla! "

Sürgün yazar hep doruklarda dolaşmaz; okyanusun karşı­ sında duyduğu kıyamet ve kehanet duygularına, kimi zaman fantezinin hafiflikleri gelip karışır. Victor Hugo'da fantezi, yara­ dılışının da gereği hep beraberdir onunla. Son olarak, 1865'te yayımladığı şiir derlemesinde, Sokakların ve Koruların Şarkıları (Les Chansons des rues et des bois) ile, ölümünden sonra ya­ yımlanacak Serbest Tiyatro (Le Theatre en liberte) çalışmaların­ da, yeniden çıkar gelir fantezi. Sokakların ve Koruların Şarkıları, 1859'da başlanmış ve 1865'te bitirilmiştir; kısa ve kelebek gibi hafif şiirlerin bir derlemesidir. Hepsinde de şair, soyut kehanetlerin uzağında, yaşama sevinci­ ni, aşkı ve doğanın güzelliklerini şakır. Kitabın önsöz'ünde şöy­ le der Hugo: "İnsan yüreğinin bir yüzünde Gençlik, öteki yü­ zünde de Bilgelik yazılıdır. Bu kitapta, işte o yüzle öteki yüz gö­ rülecektir". Yine şairin deyişiyle, "çok hülya ve biraz anıyla" ya196

zılan kitabın önsözü şu hatırlatma ile biter: "Yenilenlerin hayal etmeleri, bir köşeye çekilenlerin de anılarını yeniden kurmaları hoş görülmelidir". Eser, tam da anında çıkmıştır Fransa'da: Fan­ tezi modadır, Paris eğlenmektedir ve 1867'de açılacak Uluslara­ rası Sergi'nin heyecanını yaşamaktadır şimdiden. Olağanüstü başarı kazanır kitap. 12 Hugo, 1866 yılında Deniz Emekçileri (Les Travailleurs de la mer) adlı romanını yayımlar.13 İnsanın doğa ile mücadelesini an­ latır eser. Yıllarca okyanusun kıyıcığında, denizi her yönüyle gö­ rüp tammış olan yazar, aslında denizin destanını yazmıştır; o destanda, okyanus kadar onmtla mücadele eden insanlar da yer alır ve doğa gibi onlar da olağanüstüdürler; yazgıyla yaşam ara­ sında gider gelirler. Romanın kahramanı Gilliat'ın denizle, o dev ve sınırsız varlıkla çarpışması, özellikle bir ahtapotla yaptığı bo­ ğuşma, eserin unutulmaz sayfaları arasındadır. Yazarın 1859'dan beri düşündüğü ve 1864 Haziran'ı ile 1865 Nisan'ı arasında sessiz bir ortamda kaleme aldığı roman eleştirmenlerce olumlu da kar­ şılanır; Zola, "büyük ve haklı bir başarı" diye söz eder kitaptan. Hugo da, "konukseverliğin ve özgürlüğün kayası; bugünkü sığı­ nağım, belki de mezarım" dediği Guemesey'e ithaf eder e.serini. 1867 Mayıs'ında Paris'te açılan Uluslararası Sergi, bir Faris Rehberi'ni yazmaya da vesile olur: Hugo da, 1866'nın sonların­ da, bu kolektif esere bir önsöz yazar; orada, Paris'in tarihi, göre­ vi ve üstünlüğünü dile getirirken, aydınlık ve barışçı bir gelece­ ği de haber verir. Uluslararası Sergi bir şeye daha vesile olur: 1867'de, Theatre­ Français'de Hernani oynanır. İkinci İmparatorluğun ilanından beri, yani bir on beş yılı aşkın zamandır, Hugo'nun dramları Fransa'da oynanmaz olmuştur. Napoleon, temsile izin verir. Ya­ zar da, rejim karşısında güvensizliğini sürdürse de, sansürün işin içine karıştırılmaması şartıyla, evet der; sadece, kendisi bir­ kaç düzeltme yapar. Romantiklerin klasiklerle çarpışmasına sah­ ne olan ünlü eser de, otuz yıl önceki gibi bir heyecanla karşılanır hemen hemen. İstekler arka arkayadır. Paris'le bulunan Madam Hugo da, gençlik yıllarını yaşar yeniden. Alexandre Dumas ile 12 Ayrıca bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 203-209. 13 Ayrıca bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 198-202; G. Rosa, "Les Tra­ vaillems de la mer" et "L'Homme qui rit", Histoire litteraire de la France, cilt V, Pa-· ris, 1977, s. 191-196.

197

Theophile Gautier de ilk akşamda oradadırlar. Sürgün de alkış­ lanır. Basın övgüler düzer. Paul Meurice, "Size diyordum, edebi zafer ya da siyasal olay olacak; işte, ikisi birden oldu!" diye yazar Hugo'ya. Aralarında Paul Verlaine'in de olduğu on dört genç şa­ ir, Victor Hugo'nun tiyatrosunu sahnede görüp keşfetmişlerdir; yazarına bir teşekkür mektubu yazarlar. 1867'de yetmiş bir kez oynanan Hernani, doğaldır ki büyük bir gelir de sağlamış olur şa­ ire. Hernani'ye izin verilmiştir; ama aynı yılın Aralık ayında, Ruy Blas 'ın yeniden oynanmasını hükümet yasaklar. Bu arada Hugo'nun ailesinde değişmeler sürer: Dağılmış ai­ le, her yaz Brüksel'de toplanıyordu. 1867 Mart'ında torunu, Charles'ın oğlu Georges doğmuştu; bir yaşındayken ölür çocuk; bir ikincisi dünyaya gelir, onun adını da Georges diye koyarlar. Acı olanı, 27 Ağustos 1868'de, Madam Hugo, altmış dört yaşın­ dayken ölür. Şairin gençlik yıllarının büyük aşkı, sürgün yaşa­ mının vefalı arkadaşı, özetle "yaşamının tanığı", son yıllarında kalp hastasıydı; tedavi için gittiği bir Paris dönüşü, Brüksel'de inme iner kendisine, iki gün sonra da hayata veda eder. Evlilik­ leri son yıllarda fırtınalarla dolu olsa da, Hugo, eşini yitirmek­ ten derin acı duyar. Onu, kendisi de öyle istediği için, Villequi­ er'de, ilk kızı Leopoldine'in yanına gömerler; Hugo, karısının ta­ butuna Fransa sınırına kadar eşlik eder. 1869 Nisan'ında Gülen Adam (L'Homme qui rit) adlı romanı yayımlanır. Konusu, XVII. yüzyılın sonu ile XVIII. yüzyılın baş­ larında, İngitere'de geçen romanın kahramanı Gwynplaine de, bir düzen kurbanıdır ve Lortlar Kamarası önünde ezilenlerin sa­ vunmasını üstlenir. Yazarın Sefiller'de gördüğümüz sosyal fikir- · leri bir kez de Gwynplaine'ın ağzından sergilenir; Hugo'ya göre, "Dıştan gülüyor diye görünen, aslında acıdır, yani halktır". Eser güçlüdür ve hemen on iki dile birden çevrilir; eleştiriler de daha çok olumludur. Ne var ki, Fransız okur pek tadına varamaz.14 Aynı yılın 1 Mayıs'ıyla 4 Temmuz'u arasında, Victor Hugo, Torquemada 'yı yazar. Hugo'nun bir on yıldan beri yazmayı dü­ şündüğü bu yeni manzum eser, XV. yüzyıl İspanyol Engizis­ yon'una, onun bağnazlığına karşı çıkmaktadır. Bunlar olurken, Fransa'nın göğü de kararmaktadır. ı s 14 Aynca bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 217-221 . 1 5 Bkz. Pierre Gamarra, Victor Hugo, Editeurs Français Reunis, Paris, 1971, s . 228249; Hubert Juin, Victor Hugo, cilt 2, Flammarion, Paris, 1984, s. 71 5-735.

198

Louis-Napoleon, iktidara geçmek için, imparatorluğun barış dönemi olacağı üstüne and içmişti. Doğrudur, onun döneminde sanayi ve ticaret hızla gelişmişti. Gerçekte ise, Fransa'nın fetih savaşına girmediği tek bir yıl da görülmemiştir bu dönemde. Önce, Rusya'ya karşı Kırım Savaşı (1854-1856); arkasından da, Fransa'nın yeni sömürgeler kazandığı Afrika ve Hindiçini'deki savaşlar. .. Bu arada, sömürüye arka çıkan burjuva devlet çarkı da güçlendirilip durmuştur. Napoleon, işçilere ve köylülere, ya­ şam koşullarını iyileştireceği hakkında söz vermişti; ama burju­ vazinin isteklerini yerine getirmekten başka bir şey yapmaz ve bu sayede kendi iktidarını da güçlendirir. Ne var ki, 1870'e doğ­ ru, Fransa'da rejim için genel bir güvensizlik başlamışhr, impa­ ratorluk tahtı da sallanmaktadır. Bunu kendisi de fark ettiğin­ den olacak, imparator, yönetimini halka yeniden onaylatmak amacıyla "plebisit"e başvurur. Aslında siyasal bir manevradır bu. Yurtdışındaki Hugo'nun fikrini de öğrenmek isterler Fran­ sa'dan ve ne yolda oy kullanılması gerektiğini sorarlar. Hu­ go'nun yanıtı üç harfli bir kelimedir: "Non!" "Hayır!" demek. Büyük ün kazanır onun bu kısa ve anlamlı yanıtı. Paris'te Charles, François-Victor, Meurice ve Vacquerie, eski Olay ekibi, Hemi Rochefort ile bir günlük gazete kurmuşlardır. Adını da, Victor Hugo Çağrı (Le Rappel) diye koyar. İlerde bir­ çok kez kovuşturulacak ve çıkışı askıya alınacak gazete, 3 Mayıs 1869'da, halka ilk çağrı mektubunu yayımlar. Paris'teki Barış Kongresi'nden bir yirmi yıl sonra, 14-18 Eylül 1869'daki Lozan Kongresi'ne Victor Hugo başkanlık eder. Şair, Avrupa Birleşik Devletleri adına yeniden görüşlerini açıklar o vesileyle ve sosyal düşüncelerini tekrarlar. Ayın sonunda, Brük­ sel' de torunu Jeanne'ın doğduğunu öğrenir. 14 Temmuz 1870'te de, Hauteville House'da, Çağrı 'daki yazılarından dolayı hapse mahkum olmuş oğlu Charles'ın önünde, simgesel "Avrupa Bir­ leşik Devletleri Çamı"nı diker. 19 Temmuz 1870'te, Fransa Prusya'ya savaş ilan eder. Hugo, bir ivedi dönüş varsayımına dayanıp, evraklarını toparlar ve Gu­ ernesey'deki Old Bank'a üç valiz dolusu emanet eder. 17 Ağus­ tos'ta Brüksel'e varır. 2 Eylül' de de, Sedan'daki yenilgiyi ve Louis­ Napoleon'un teslim oluşunu orada öğrenir. 4 Eylül'de Cumhuri­ yet ilan edilir ve bir geçici hükümet kurulur. Ertesi gün de, Victor Hugo, beraberinde Juliette, oğlu Charles ve ailesi olmak üzere, on dokuz yıllık sürgünlükten sonra Fransa'ya doğru yola çıkar... 199

IX

DÖNÜŞ: KORKUNÇ YIL (1870-1871)

Victor Hugo, 5 Eylül'de Paris'tedir. Kaos içinde bir ülkedir bulduğu: Cumhuriyet ilan edilmiştir ama, Alman orduları da Paris'e doğru yürümektedir; bunun, ni­ ce vahim gelişmeyi beraberinde getireceği açıkhr. Aslında, 1870 ile 1871 yılları, silahların konuştuğu yıllar olacakhr ve Fransa'nın çehresi, 1870 Temmuz'undan 1871 Mayıs'ımn sonuna kadar, ya­ ni on aydan az bir sürede, ani bir değişikliğe uğrayacaktır. Gerçekten, görünüşte istikrarlı imparatorluk rejimi, Prus­ ya'ya karşı bir intihar savaşında, ilk adımda çöker. Aslında Fransa, imparatorluk çevresinde de olsa, İngiltere'de olduğu gi­ bi, meşruti monarşi doğrultusunda, liberal bir rejime doğru ge­ lişebilirdi. Hiç de öyle olmamıştır; çünkü, birçok etken, impara­ toru ve sarayını, -İspanya tacına Hohenzollem'in adaylığı vesi­ lesiyle- savaşa itelemiştir. Her şeyden önce de şu nedenle: Bo­ napartizm, askeri zaferlerden almaktadır meşruluğunu; yenilgi­ ler olunca da onu kaybeder, böylece Sedan, İkinci İmparatorlu­ ğun Waterloo'su olur. Bir kötü niyet de savaşa iteler rejimi: Em­ peryalist sağın, özellikle İmparatoriçe Eugenie taifesinin re­ formları frenleme kararlılığı, iktidarı yeniden güçlendirmeyi ge­ rektiriyordu. Disiplini yoğunlaştırmak, devlet otoritesini dayat­ mak, muhalefetleri ezmek için, savaşa başvurmaktan daha gü­ zel bir çare yoktur; ulusal savunma zorlar, yükümlü kılar. Böy­ ledir ama, ne yazık ki, dış politikası gitgide çıkmazlar içine gi­ ren İkinci İmparatorluk, askerf tutkuları için gerekli aracı donat­ mayı becerememiştir. Uzağı gören bazı insanların dışında, kim­ se, Bismarck'ın ordularının karşısında, Fransa'nın silahlarının geriliğini fark edememiştir ve sonuç da felaket olmuştur. Her şey bunlardan ibaret de değil: Fransa, yenilginin arka­ sından, bir iç savaşa da uğramıştır; Paris Komünü, 8 Şubat 1871 seçimlerinden doğan yönetime karşı 72 gün süren ayaklanma, ülkeyi altüst eder ve sonunda kendisi de, -bir kan deryasında­ boğulup gider. Bu kaostan nasıl bir Fransa çıkacaktır? 201

Cumhuriyetçi bir Fransa mı? O da kesin değildir; çünkü, Mil­ let Meclisi, önce Bordeaux'da sonra da Versailles'da, bir monar­ şist çoğunluğu temsil eder. Özetle, karışıklıklar dönemi sona ermemiştir. Bu dramatik olayların akışı boyunca, yazarlar ve filozoflar da, tavırları hakkında yeniden karar vermek zorunda kalırlar: Ülke­ nin düşman istilasına uğraması, örneğin "sanat sanat içindir" il­ kesini savunanları -sığındıkları- fildişi kuleden çıkarır. Gustave Flaubert bunun en güzel örneğidir.ı Hugo ise, daha ilk günden Paris savunmasındadır. PARİS SAVUNMASINDA Victor Hugo, 5 Eylül günü, biraz da sessiz-sedasız olsun di­ ye, Paris'e gece varacak bir trene binmişti Brüksel' den. Oysa Ku­ zey Garı'nda trenden indiğinde, Marseyyez 'i ve Yürüyüş Mar­ ş ı nı söyleyen büyük bir kalabalık karşılar kendisini. Hugo heyecanlanır. Pek yüreklendirici bir konuşma yapar topluluğa. "Buraya görevimi yapmaya geldim; Paris'i savunmaya ve ko­ rumaya . . . " diye başlar sözlerine ve sürdürür. Birkaç gün sonra da, 9 Eylül'de, "Avrupa Birleşik Devletleri" adına, savaşın durması için, "Almanlar'a" bir çağrıda bulunur. Ancak şunu da hatırlatır: Almanlar Paris'e saldırıp da yakıp yık­ mayı istediklerinde, Parisliler, "sonuna kadar" kendilerini savu­ nacaklardır. Ne var ki Alman basını alay eder söyledikleriyle. Alman orduları Paris'in kapılarına gelip dayandıklarında da, 19 Eylül'de, "Fransızlar'a" şu çağrıyı yapar Hugo: '

"Fransa, bütün halklara ve bütün insanlara karşı Paris'i kurtarmakla yükümlüdür; bu görev, Paris için değil dünya için­ dir. Fransa, yerine getirecektir bu yükümlülüğü. Bütün komün­ ler ayaklansın! Bütün köyler ateşe verilsin! Bütün ormanlar, yangın var, yangın var çığlıklarıyla çınlasın! Her evden bir as­ ker çıksın; varoşlar alay ve kentler ordu haline gelsin! Prusyalı­ lar

800.000 kişidir, siz ise kırk milyon insansınız. ( .. ) .

Yazarların tavırları ile ilgili çarpıcı açıklamalar için bkz. Michel Winock, Les Vo­ ix de la liberte. Les Ecrivains eızgages aıı xrxe siecle, Seuil, Paris, 2001, s. 491-519.

202

"Gece ve gündüz demeyip savaşalım, dağlarda ve ovalar­ da savaşalım. Ayağa kalkınız, kalkınız ayağa! Ateşkes yok, din­ lenme yok, uyku yok! Despotluk özgürlüğe saldırıyor, Alman­ ya Fransa'ya kastediyor ... Ey gönüllüler, haydi aşın çalılıkları, geçin çağlayanları, karanlık bashğında dar vadilere kıvrılıp da­ lın, girip çıkın, ateş edin, istilayı yok edin! Fransa'yı kahraman­ ca, şefkatle savununuz. Haşin olun ey yurtseverler! Bir köylü kulübesinin önünden geçtiğinizde, içerde uyuyan bir yavruyu alnından öpmek için, sadece o anda durunuz! "

Başkentin ablukası başladığında, Victor Hugo bir kutsal kişi­ lik kazanır: Bir posta balonuna onun adı verilir; Hausmann Bul­ varı'nın adının değiştirilip onun adının verileceğinden söz edi­ lir; dışarıda fazla dolaşmaması istenir. Kentte halk arasında sür­ tüşme çıktığında da, Hugo birliğe çağırır insanları. Ekim ayında, Cezalar'ın yeni bir basımı kapışılır; baskı üstü­ ne baskı yapılır. 22 Ekim' de, Hugo, "Paris'in ihtiyacı olan topla­ rın dökümü için", Yüzyıl Gazetesine, telif haklarından 500 Frank yollar. Tiyatrolar, kitaptan okuma günleri düzenlerler; bunların getirisiyle de, Cezalar ve Victor Hugo adlı toplar dökülecektir. Ayrıca şair, ulusal dava yararına olmak üzere, bütün telif hakla­ rından vazgeçer: "Toplar, yaralılar, cankurtaranlar, atölyeler, öksüz yurtları, savaş kurbanları, yoksullar için", isteyen, telif ödemeden, okumalar tertipleyecek ya da temsil edebilecektir onları. Abluka sürer, kent bombalanır ve halk için yaşam koşulları ağırlaşır: Ekmek, kömür, yakacak kıtlığı vardır. Hugo, 3 Aralık günü için, şu notu düşer: "Dün geyik eti yedik, önceki gün de ayı eti; ondan önceki iki gün, ceylan eti. Bunlar, Nebatat Bahçe­ si'nin armağanları". Onu izleyen ay, aynı bahçe, bir fili kestirir. Abluka karşısında Parisliler direniş kararlılığı gösterseler de, hükümet, silah bırakışması amacıyla, bir temsilcisini Bismarck'a yollar aceleyle. 28 Ocak 1871'de, silahlar susar. Bismarck'ın bir istediği de vardır: Meşru bir hükümetle barış antlaşması imza­ layabilmek için, bir Ulusal Meclis seçilmelidir. Şubat seçimlerinde, Victor Hugo, daha dönüşünden başlaya­ rak siyasal yaşama yeniden girmeyi reddedip dursa da, Parisli­ lerce seçilir. Tuttuğu saf, sol kanattır ve 214.000 oy almıştır ki, Louis Blanc'dan hemen sonra gelmektedir; ama Gambetta'nın, Garibaldi, Quinet, Rochefort, özetle hemen bütün Cumhuriyet203

çilerin önündedir. Ne var ki, Paris'in tersine, Fransa, sağ barış is­ tiyor düşüncesiyle, Meclis'e, monarşist bir çoğunluk getirmiştir. Böylece, 4 Eylül 1870'te ilan edilen Cumhuriyet, Millet Mecli­ si'nde, cumhuriyet karşıtı bir çoğunluğa sahiptir. 12 Şubat'ta Bordeaux'da toplanan Meclis, barış koşullarını tartışmak zorundadır. Bismarck'ın şartları acımasızdır: 5 mil­ yar altın Franklık bir tazminat koştuğu gibi, Alsace'la Mosel­ le'i de Almanya'ya katmayı istemektedir. Thiers, bir fırsat ya­ kalayıp Belfort'u kurtarsa da, karşılığında Almanların, bando mızıka başta olmak üzere, Paris'e resmen girmelerine müsaa­ de etmek zorunda kalmıştır. 26 Şubat'ta Versailles'da imzala­ nan bu ön şartlar, Bordeaux'daki Meclis'te bir ölüm sessizliği içinde okunur. Sağ susar, ihtiyatlıdır ve son oylamadan da emindir; sadece sol konuşur. Hugo, yurdu parçalamaya götürecek olan bu onur­ suzluğu Paris'in kabul etmeyeceğini söyler. Bir kehanette de bu­ lunur ve der ki: "Şu anda bir antlaşma adı verilmek istenen bu şiddet eseri gerçekleşirse, bu amansız barışta anlaşılırsa, Avru­ pa'da huzur bitmiş demektir; dünya bitip tükenmez bir uyku­ suzluğu yaşayacaktır. Avrupa'da, korkunç iki ulus olacaktır ar­ tık; biri zafer kazandığı için korkunç, öteki de yenildiği için!" Meclis, o sırada Thiers'i izleyip Barış Antlaşmasının ön şart­ larını, 107 muhalif oya karşı 546 oyla kabul eder. Parisliler, iha­ nete uğramışlık duygusu içindedirler. Ne Thiers, ne de bakanla­ rından biri, dört aylık bir kuşatmanın bitkinliği içindeki bir baş­ kent için, minnettarlık adına tek bir kelime bile söylemezler. Açıktır ki Bordeaux'daki Meclis, "örgütlü bir ayaklanma merke­ zi" olan Paris'ten korkmaktadır; öyle olduğu için de, bundan böyle Versailles'da toplanılacağı kararlaştırılır. Ne var ki Hugo, Paris'ten yana tavır koyabilmek için orada değildir; çünkü, yürütülen genel politikadan duyduğu rahatsız­ lığa ek olarak, bir olay, onu Meclis'ten uzaklaştırmıştır. Olay da şudur: Garibaldi, İtalya'daki olağanüstü hizmetleri siyaset ala­ nında düşmanlıkla karşılanmış olduğu için, Fransa'nın hizmeti­ ne girmişti. Onu milletvekili seçerler; ancak, Meclis bu milletve­ killiğini onaylamayıp, ondan hayli az oy almış olan bir başkası­ nı yeğler. Hugo, yapılanın yanlışlığını ortaya koyup Garibal­ di'yi savunur; Meclis, sözlerinde aşırılığa gittiği gerekçesiyle kendisini dinlemek istemez. O da, 8 Mart 1871'deki bu konuş­ masının arkasından istifa edip gider. 204

...

Faris kuşatmasından bir anı: Hugo'nun kaleminden "Victor Hugo" adlı top.

Victor Hugo zincirleri kırarken (Af çalışmalarına gönderme).

Paris'le Bordeaux'daki Meclis arasında gerilim gitgide artar. Gururuyla oynanan başkent, ayaklanmanın eşiğindedir. Ne var ki, Hugo, o sırada bir başka dramla sarsılır: 13 Mart günü, Bor­ deaux'yu terk etmeye hazırlanırken, oğlu Charles'ın, -44 yaşın­ da- ani bir beyin kanaması sonucu öldüğünü öğrenir. Yanında gelini Alice ve iki küçük çocuğu, bir de oğlunun tabutu, 17 Mart'ta Bordeaux'dan trenle ayrılır. Ertesi günü 18 Mart'tır; Pa­ ris'in tam bir ayaklanma içinde olduğu bir günde, Hugo ve be-· raberindekiler, yığınla insanla çevrili olarak, cenaze arabasını Orleans Garı'ndan Pere-Lachaise'e kadar izlerler. Cenaze araba­ sı, Bastille Alanı'na vardığında da, ulusal muhafızlar, tüfekleri­ ni indirerek kalabalığa, kendiliğinden bir şeref kordonu olarak katılırlar ve mezarlığa kadar böyle gidilir. Charles'ı orada, Hu­ go'nun annesiyle babasının ve kardeşi Eugene'in yanında, yaşlı şairin kendisi için hazırlatmış olduğu mezara gömerler. O sırada Victor Hugo, olan bitenin tam bilincinde değildir. Aslında, oğlunu gömdüğü aynı gün, şafakla beraber, Paris, bir başkaldırıyı yaşamaktadır: İki kent, iki ordu, iki halk karşı kar­ şıyadır şimdi ve Mayıs'ın sonuna ve dramın son perdesine ka­ dar çarpışacaklardır. Tarihin ünlü "Paris Komünü" kurulmuştur. Kaçınılabilir miydi iç savaştan? PARİS KOMÜNÜ Paris Komünü, çeşitli nedenlerin bir sonucudur.2 Önce, yenilginin yol açtığı duygular var: Paris halkı, direni­ şin coşkusunu yaşamıştı; bu, istilacıya karşı yurttaşların kitle halinde ayağa kalktığında yenilmez oldukları inancına götür­ müştü. Ayrıca, kuşatmanın uzunluğu ve acıları, tam bir "kuşa­ tılmışlık sabuklaması" da yaratmıştı. Halktan insanların çoğun­ lukta olduğu Ulusal Muhafız Örgütü, kötüye kullanılmıştı. Ye­ nilginin arkasından, teslim şartlaşması bir ihanet ve Almanların Paris'e girişleri de bir hakaret olarak algılanıyordu. İkinci olarak, devrimci dalga kabarıyordu: İkinci İmparator­ luğun sonlarında, siyasal hareketlenişin Paris'te kazandığı yo­ ğunluk, çöküşün arkasından daha da artmıştı. 1848'de olduğu 2 Faris Komünü üstüne, özellikle şu yeni eser pek önemlidir: Jacques Rougerie, La Canınmne de 1 871, PUF, coll. "Que sais-je?", 3e ed., Faris, 1997.

207

gibi, kulüpler çoğalmış, gazete ve kitapçıklar her yanı sarmıştı. Birinci Enternasyonal'a bağlı sosyalistler önemli bir rol oynu­ yorlardı; ama onlardan da fazla, gizli örgütlerin ve "uyanıklık komiteleri"nin oynadıkları rol önemliydi; ve bütün bunların üyeleri, zanaatçı ve küçük burjuvalardı, 1793 Komünü'nün anı­ larına duyarlı ve onları yeniden canlandırmanın arzusu için­ deydiler. Bir "Merkez Komitesi", 15 Şubat'tan başlayarak, Ulusal Muhafız Örgütü'nün -seçilmiş- tabur komutanlarını bir araya topluyordu. Son olarak, Millet Meclisi'nin beceriksizlikleri söz konusuy­ du: 4 Eylül 1 870'te Cumhuriyet'i ilan etmiş olan Paris halkı, mo­ narşist Millet Meclisi'ne güven duymuyordu; bir "Köylüler Meclisi" idi bu ve Paris devrimlerinin korkusuyla Versailles'da yerleşmişti ve Paris'i umursamıyordu. Ayrıca Paris halkı, ace­ mice birtakım önlemler yüzünden çileden çıkarılmıştı: Ulusal Muhafızların ücretleri kesilmişti ki, bir yerde işsiz kalmış emek­ çiler olarak, tek geçim kaynağı idi bu onların; sonra kiralar ile ti­ caret senetlerinin moratoryumunun ertelenmesi, ekonomik bu­ nalım nedeniyle, ödeme imkansızlıklarına yol açmıştı. Bütün bunlar bir iç savaşa götürür. Bir ara Paris'e dönüp yerleşen hükümeti bir kat daha kaygı­ landıran, Ulusal Muhafızların silahlarını ellerinde tutmalarıydı ve kentin Montmartre ve Belleville gibi tepelerine yerleştirilmiş 227 top vardı ellerinde. Thiers, bunları geri almaya karar verir; ne var ki, tuttuğu yol başarısızlıkla sonuçlanır: Sevkedilen aske­ r} birlikler, ayaklanmacılarla anlaşırlar; bu arada, Lecomte ve Clement Thomas adlı generaller de 18 Mart'ta kurşuna dizilir. Thiers, 1832 ve 1 848'deki örnekleri hatırlayarak, Paris'i bo­ şaltmak gerektiğini düşünüyordu: Böylece, fazla güven verme­ yen bütün birliklerin ayaklanma cephesine katılmaları önlenmiş olacaktı; arkasından da, korkunç bir kan dökme pahasına, has­ mın üzerine yürünüp yok edilecekti. Bu planı gerçekleştirmek için de, hükümet Versailles'a nakledilir, başkent terk edilir ve Parisli Belediye Başkanlarının önerdikleri görüşmeler de kesin olarak reddedilir; o belediyeciler arasında Georges Clemenceau da vardır ki, gelecekte büyük rol oynayacaktır. Sonuç olarak, ayaklanma devrime dönüşüyordu. Dış savaşın yerini de iç savaş alacaktır. Soruyu tekrarlamalı: Kaçınılabilir miydi iç savaştan? Kimi insanlar buna inanmışlar, istemiş ve çalışmışlardır. 208

Ne var ki, Thiers ve "Versaylılar", vakit harcamadan ve zora dayanarak, Paris devrimiyle hesaplaşmak istemişlerdir. 18 Mart günü öldürülen iki generalin dökülen kam da, onların katılığı­ na gerekçe olmuştur. Ulusal Muhafızlar, kentin batı mahallelerini işgal eder; Mer­ kez Komitesi de, Paris Belediye Binasına yerleşir. Durumunu güçlendirmek ve meşrulaştırmak için de, 26 Mart seçimleri ör­ gütlenir. Böylece ortaya çıkan "Komün Kurulu", değişik görüşte insanları içermektedir: Birinci Enternasyonal'in -oldukça ılımlı­ sosyalistlerinin (Varlin, Vaillant) yam sıra, Delescluzes gibi "Ja­ kobenler"; hemen sert bir eyleme geçilmesini savunan Blanqu­ i'nin çömezleri (Blanqui, güneyde hapistedir o sıralar); az çok anarşist bağımsızlar (Jules Valles) görülür. Komün yönetimi, kızıl bayrağı kabul eder; devrimci takvimi yeniden yürürlüğe sokar ve "Fransa'mn bütün köy ve kasabala­ rına yayılacak biçimde Komünün mutlak bağımsızlığım" ilan eder. Ayrıca, ivedi önlemlerle sınırlı kalmak zorunda olan, bir "sosyal program" hazırlar: Mühletler uzatılır, kiralar ertelenir, Emniyet Sandıkları'na ek süreler tanınır. Ama, Fransa Banka­ sı'mn altın birikimine dokunmaz, para da basmaz, sadece bir avans istemekle yetinir. Komüncülerin elinde 160.000 kişi vardı; bunların ise, sadece 30.000'i örgütlü biçimde savaşacak durumdaydı. Birkaçı dışın­ da, alelacele ortaya çıkmış şeflerin komutasındaydı birlikler. Bu şefler de, saldırı fırsatım kaçırırlar. Öte yandan, Thiers, Bis­ marck'ın da müsaadesiyle (!), Versailles'e yakın bir yerde, Mare­ şal Mac-Mahon'un emrinde, 130.000 kişilik bir ordu örgütler. Çoğu taşra kentinde, özellikle de Marsilya'da, patlak veren ayaklanma hareketleri kolayca bastırılır. Son olarak Federeler, 3 Nisan'da, Versailles'a karşı bir çıkışta bulunurlarsa da, topçu birliklerince püskürtülürler. Ele geçirilen savaş esirleri ise, he­ men anında kurşuna dizilirler. Sağ yakadaki istihkamları tutmuş olan Prusyalıların alaycı bakışları altında, Paris'te bir ikinci kuşatma başlar. Komüncüler, rehine alırken simgesel olarak da Thiers'in evini yıkar, Vend­ ôme Sütunu'nu devirirler. İssy ve Vanves istihkamlarının düşü­ şünün arkasından, Versailles'lılar, 21 Mayıs günü, korunması olmayan Saint-Cloud kapısından, Paris'e girerler. Ve "kanlı hafta" başlar. 22 Mayıs'tan 28 Mayıs'a kadar süren bu hafta boyunca, 209

500'den fazla barikat kurulur ve Komüncüler umutsuz bir dire­ niş gösterirler: Çekilirken Tuileries Sarayını, Belediye Binasını, Divan Muhasebat'ı ateşe verirler. Özellikle Bonapartçı subayla­ rın yönlendirdiği köylülerden oluşan Versaylı birlikler, savaşın kızgınlığı içinde, sorgusuz sualsiz, verilen emirlere göre kurşu­ na dizerler. Komüncüler ise, buna rehineleri öldürmekle yanıt verirler, Paris Başpiskoposu Monsenyör Darboy da o hengame­ de canından olur. Daha da azgınlaşan son savaşlar, Pere-Lachai­ se'in mezarlarına taşar ve Belleville'in tepelerini içine alır. Sonuç korkunçtur: l.OOO'den az ölü veren ordu, 20.000 dola­ yında insanı sorgusuz-sualsiz öldürmüştür; çoğu kez, kararmış ellere bakıp -belki baruttandır diyerek- pek tartışılır kanıtlarla hareket edilmiştir. Divanıharplerin verdiği 13.000 mahkumiyet, Cezair'e ve Yeni Kaledonya'ya doğru sürgün kafilelerini yola çı­ kartır. İlan edilen sıkıyönetim ise, 1876'ya kadar sürecektir. Asıl önemli sonuçlan nelerdir Komün'ün? Komün'ün ve uğradığı şiddetli bastırmanın pek önemli so­ nuçlan oldu. En başta geleni de şu idi: Devrimci hareket kırılıp parçalan­ mıştı. Hareketin bağrından doğduğu Parisli zanaatçılar zümre­ si� korkunç kayıplara uğramıştı; ressamların, dam aktarıcıların, muslukçuların yansı, marangozların üçte biri ölüp gitmişti. Sos­ yal hareket bir on yıllığına kesintiye uğrar ve Üçüncü Cumhuri­ yet, işçi sorunlarıyla uzun bir süre ilgilenmez olur. Daha sonra ise, Paris Komünü, Karl Marx'ın Fransa ' da İç Sa­ vaş (1871) adlı eserinde söylediklerinin arkasından gidip, burju­ vaziye karşı proletaryanın mücadelesinin, işçi sınıfının yöneti­ minin bir simgesi haline gelecek; ilerdeki proleter devrim hare­ ketlerine bir referans hizmeti görecektir; bir tür ideal, mitos ve ütopya olup çıkacaktır. Ama aynı düşünürün şu hatırlatması ise çoğu kez unutulacaktır: "Bir kentin olağanüstü koşullarda ger­ çekleştirdiği bir ayaklanma olmasının yanı sıra, Komün'ün ço­ ğunluğu asla sosyalist değildi, olamazdı da. Bununla beraber, bir parça sağduyu ile, halk kitlesinin bütününe yararlı olabile­ cek bir uzlaşma elde edilebilirdi; bu mümkündü!" 1879'da yeri­ ne oturmaya başlayan Cumhuriyet de böyle bir uzlaşmanın umurunda olmamıştır. Daha sonraki yıllarda, "sosyal sorun"a, -ağır aksak yürüyen ve hep de eksik kalan- bir demokratik çö­ züm biçimi bulmak içinse, uzun zaman beklenecektir. 210

Paris Komünü karşısında yazarların ve Hugo'nun tavrı ne ol­ muştur? PARİS KOMÜNÜ, YAZARLAR VE VİCTOR HUGO Paris Komünü'ne karşı Fransız yazarlarının yazdıkları unu­ tulmuş ya da unutturulmaya çalışılmıştır. Öyle de olsa, bu kar­ şı edebiyat, belli bir grubun, edebiyat adamlarının sert tepkisi olarak pek dikkat çekicidir; bu çağdaş olay, söz konusu insanla­ rı bir yanı tutmaya zorlamış, ancak bu yapılırken her türlü ölçü de kaçırılmıştır.3 Gerçekten, Rimbaud, Verlaine, Hugo ve Valles bir yana bıra­ kılırsa, bütün tanınmış yazarlar neredeyse aynı tepkiyi göster­ mişlerdir. Denebilir ki burjuvazi, uğradığı korkuyla öç almak is­ ter; edebiyatçılar da, bu isterik boşalmada kendilerine bir rol biçmişlerdir. 1871'de, yazarlar -görece- üç siyasal aile içinde toplanabilir: Bir grupta olanlar, "sanat sanat içindir" ilkesine uygun ola­ rak, siyaset dışıdırlar, bağlantısızdırlar ya da onun bunun gözü­ nü açıp tehlikeden uzak tutmaya vermişlerdir kendilerini: Flau­ bert, Goncourt Kardeşler, Gautier, Leconte de Lisle böyledirler. Bir başka gruptakiler, Maxime du Camp, Dumas Fils, Paul de Saint-Victor, Barbey d'Aurevilly, Alphonse Daudet, Gobi­ neau, Renan ve Taine gibi, düpedüz muhafazakar ya da kralcı­ dırlar. Son bir gruba girenler, Anatole France, Catulle Mendes, Riche­ pin, George Sand ve Zola gibi dengeli ve ağırbaşlı yazarlardır. İlk iki grup arasında pek bir farklılık görülmez. Cumhuriyet­ çiler ise, cumhuriyetçiliklerinin dar bir politik nitelik taşıdığının ve sosyal bir açıdan yoksun olduğunun farkına varırlar. Birkaç kişi dışında, bütün yazarlar, 18 Mart ayaklanışını ke­ sinlikle mahkum ederler. Neredeyse hepsi, olaya siyasal ya da sosyal bir açıklama getirmeyi reddederler. Onlara göre, baş­ kaldırı, küçük bir haydut ve barbar grubunun eseridir ve fail­ ler uzun bir süreden beri hazırlanmışlardır. "Bütün büyük kentlerin altında, aslanlara özgü çukurlar ve 3 Bu konuda özellikle bkz. P. Lidsky, "La reaction des ecrivains: L'İdeologie anti­ cornrnunarde", Histoire litteraire de la France, torne V, s. 325-329.

211

t:

kalın parmaklıklarla kaplı mağaralar vardır; vahşi, pis kokulu, zehirli hayvanlar kapahlmıştır oraya. Hiç birinin de yanına uy­ garlık denen şey uğramamışhr. Canavar yürekli, ruhları soy­ suzlaşmış aşağılık bir topluluk! Gündüzleri görülmez, yeraltı karanlıklarının derinliklerinde sinsice yaklaşırlar. Bir gün olur, dalgın bekçi anahtarları unutur ve bu vahşi hayvanlar, korkunç ulumalarla dehşete düşürdükleri kente yayılırlar. Açık kafesler­ den, 93'ün sırtlanları ve Komün'ün gorilleri fırlarlar." Kuşatma Tabloları adlı eserinde (1871 ) Theophile Gautier'nin söyledikleridir bunlar! Bu hayvan sö.zlüğüne, Komün karşıtı edebiyatta en başta ve sık sık başvurulur. Şöyle toparlanabilir söyle,nenler: Hayrın şer­ re karşı mücadelesiyle yüz yüzeyiz; uygarlık barbarlığa, düzen anarşiye, zeka aptallığa, kafa karına, emek tembelliğe, son ola­ rak da sağlıklı toplum çürümüş ve hayvanlaşmış olan yığıntıya karşı savaşıyor. Komün'ün yöneticileri aklını yitirmiş tutkulu kişilerdir; Komüne katılanlar da hayvan, serkeş, rezildir, edep­ siz, iğrenç ve vahşidirler. Son olarak, dışardan gelip Fransa'yı karıştıran yabancıların büyük rolüne değinilir. Yazarların çoğu, gösterilen şiddeti yerinde bulurlar. "İyi ol­ muştur, uzlaşmaya ve ödüne yer yoktur", denir. Yabancı istilası karşısında fildişi kulesinden çıkmış olan Flaubert, gösterilen şiddetin az bile olduğunu söyler. Ve Komün'den sonra, Dumas Fils, Taine, Renan ve o, genel oyun kaldırılmasını önerecek, la­ ik, parasız ve zorunlu ilköğretimi reddedeceklerdir. Komün olayı, bütün yazarları derinliğine sarsarsa da, esin­ lettiği eserler pek azdır: Anatole France'ın Jean Servien 'in Arzu­ ları (1872), Zola'nın Çözülnıe 'si (1892), Elemir Bourges'un Kuşlar Uçar ve Çiçekler Döküliir'ü (1893) başta olmak üzere, birkaç ro­ man, birkaç öykü ve bir tiyatro oyunu. Hepsinin de yayımlanı­ şı 1871-1892 yılları arasında, yani yirmi yıl içinde olur. Bu sınırlılık da, yazarların, başta edebiyatla ideolojinin iç içe geçtiği bir konuyla karşı karşıya bulunmalarından geliyordu. Ayrıca, uygarlığın koruyucuları olarak gösterilen Thiers ve Ver­ sailles'lılar pek "romanesk" değildiler. Öyle olunca da, yazarlar üç kahraman "tip"i bulurlar: Köylü kökenli, her şeyden önce yurtsever, emir ve görevlere saygılı asker; soylular; son olarak da, "alçakgönüllüler", yani sıradan ve politikaya kayıtsız bilinç­ li emekçiler. Komüncü olan işçi kötü işçidir. Öte yandan, edebi imgeleme de hiçbir serbestlik tanınmaz; 212

çoğu eser, olayların ve yazılanların sıradan bir tekrarlanışıdır. Bol bol da şematizme başvurulur: Bir yanda erdemliler, aklı ba­ şında, sıradan insanlar, öte yanda da kötüler, taşkınlar ve tutku­ lular vardır. Ama en az şematik olan kişi, sınıfını yitirmiş genç, yönetimli ve düzenli bir çalışma yapamayacak hale gelmiş istik­ rarsız eski üniversite öğrencisidir; XIX. yüzyılın klasik bir tipi, "Paris'e atlayan tutkulu taşralı genç", Komün'e uygulanır. Zo­ la'nın Çözülüş 'ündeki Maurice Levasseur, Anatole France'ın Je­ an Servien'i böyledir. Bu küçük burjuvalar, sonunda Düzen Par­ tisi ile bütünleşeceklerdir. Komün'ün arkasından, Komün'ün tersi temalar ve mitoslar geliştirilir: Alçakgönüllü yürekli insan, çalışmaktan yılmayan işçi, sosyal hiyerarşiye saygılı kişi, hiçbiri de politika ve bilgiyle uğraşmayan tipler! Aslında kamuoyu, kolektif ve inatçı bir korku, işlerin böyle yansıtılmasını istiyordu. Bir yirmi yılı aşkın bu sürecektir. Do­ ğaldır ki, romanda genel bir bunalımın da belirtileridir bunlar. Şematizm, ilkel ve iyi / kötü zıtlığına dayanan simgecilik, psiko­ lojik karikatürler, klişeler, dilde hem yoksulluk hem şiddet, bü­ tün bunlar, daha önceden yerleşmiş bir politik anlayışa denk düşer; ve bütün bunlar, büyük bölümüyle Komün yanlısı edebi­ yat için de doğrudur. Bütün bu değerlendirmelerde, yazarların çağlarındaki top­ lumla bütünleşme derecesi, ya da burjuva düzeninden bağım­ sızlıkları veya ona karşı isyancı tavırları da rol oynadı elbet. İşin doğrusu şu ki, Komün, bir gerçeği görme anı oldu: Burjuvazinin egemenliğinden -bir bölümüyle de olsa- yakasını sıyıranlar, ya Victor Hugo gibi bir büyük yazar oldu, çünkü halkça tutulur oluşu ve sürgünlüğü ona, kamuoyu karşısında belli bir bağım­ sızlık sağlıyordu; ya da uçta yaşayan, bohem yazarlar böyle ol­ du, onlarınsa kamuoyunu kazanma gibi bir dertleri bulunmu­ yordu, yani kaybedecekleri bir şey yoktu. Hugo için biraz daha ayrıntıya girebiliriz. Ailesini ilgilendiren işler için gittiği Brüksel' den, Hugo, yara­ lı ve güçsüz bir halde, her iki cephe arasında karşılıklı ödün ver­ menin reddedilir oluşunu; Fransızlar arasında -düşmanı güldü­ ren- kanlı çatışmayı mahkum eder. Versailles'ı, Paris'i yok et­ meden önce aşağılamak isteyen kör Meclisi eleştirir; ama Ko­ mün'ü, Cumhuriyet'in bütün ilkelerini yadsıyan -özgürlük ka213

tili- eylemleriyle diktatörlüğü de mahkum eder: Komün, "Kötü savunulan iyi bir iştir" Hugo'ya göre. Ama, "Meclis, nasıl Fran­ sa demek değilse, Komün de Paris demek değildir" der. 25 Mayıs'ta, Paris'teki çatışmalar sona bile ermemişken, Bel­ çika hükümeti, Paris Komünü yanlılarına, siyasal sığınma hak­ kını reddeder. Hugo ise, protesto eder bu kararı ve 27 Mayıs günlü Bağımsız Belçika adlı gazetede şöyle der: "Bir insan kanun dışı ilan edilmişse, evime girme hakkı vardır. Evime gelip de bir Komün kaçağını almak isteyenler, beni alacaktır. Alıp götürül­ düğünde, ben de arkasından gideceğim . . . Belçika'nın onuru, bir sığınma yeri olmayı gerektiriyor. Bu onuru, onun elinden alma­ yalım!" Komün'ü mahkum edip sivil barışı savunan ama siyasal sa­ vunmanın kutsal yasasını da hatırlatan Hugo, Belçikalı muhafa­ zakarların gözünde, devrimcilerin suç ortağı olup çıkar. 27 Ma­ yıs akşamı Brüksel'de Hugo'nun evine saldırır göstericiler, kapı­ yı kırıp içeri girmek isterler ve haykırırlar: "Victor Hugo'ya ölüm! Kahrolsun Victor Hugo! Jean Valjean'a ölüm! Kahrolsun haydut!" 30 Mayıs günü de, altında Belçika Kralı II. Leopold'un imzası, bir kararname, "Bay Victor Hugo"nun krallığı hemen terk etmesini buyurur kendisine. Hugo'nun, bu ateşin tutuşmasında, bu savaşa, bu karışıklık ve kıyıma yol açmada bir dahli yoktur kuşkusuz; Belçika Ada­ let Bakanı'nın iddia ettiği gibi, evinde sınıf mücadelesini öğütle­ yen ya da kışkırtan bir kişi de bulunmuş değildir. Ne var ki, es­ ki sürgün, Sefiller'in yazarıydı. Brükselli göstericiler onu iyi bili­ yorlardı; penceresinin altında, "Jean Valjean'a ölüm!" diye hay­ kırırken, anlatmak istedikleri buydu. Kral emirnamesiyle Belçika'dan sınırdışı edilen Hugo, aile­ siyle birlikte Lüksemburg'a gelir; oradan İngiltere'ye geçip kısa bir gezi yapar. 25 Eylül'de de Paris'e döner. Yeni bir konuyu dava edinmiştir kendisine: "Paris Komünü yanlılarının bağışlanması"dır bu! "Derhal ve her şeyden önce genel af!": Bütün gücüyle sarılır ona. Önce, sıradan bir yurttaş sıfatıyla girişir mücadeleye; daha sonra, 1 876'da Cumhuriyet Senatosu'na seçilmesinin arkasından, senatör olarak konuya il­ gisini gösterir. Ancak, bu yoldaki çabaları, daha başta, 7 Ocak 1872 seçimlerinde başarısızlığa uğramasına da yol açacaktır. 1872 Nisan'ında, Korkunç Yıl (L'Annee terrible) adlı eserini 214

yayımlar Hugo. Bir şiir kitabıdır bu. III. Napoleon'un 8 Mayıs 1870'te düzenlediği -ve 7.555.000 "evet" oyu aldığı!- plebisit ko­ nusuyla başlayan ve 1870 Ağustos'undan 1871 Temmuz'una ka­ dar yayılan olaylar üzerine, şairin duygu ve düşüncelerini içerir derleme; pek karışık bir dönemin bir tür tarihçesi gibidir. Kimi zaman Cezalar adlı eserindeki ses perdesini hatırlatır şair.4 Aslında, Cumhuriyetçi bilincin sesi, özgürlüğün temsilcisi, ezilenlerin savunucusu, Avrupa Birleşik Devletleri'nin şampi­ yonu olup çıkan ve bir peygamber kimliği ve otoritesi ile dola­ şan ünlü ihtiyarı durdurabilecek hiçbir engel yoktur. Fransa'da yeniden cumhuriyet kurulmuştur ama, cumhuriyetçilerin gö­ revleri de bitmemiştir: Ülkeyi, hele hele köylü olarak kalmış hal­ kı cumhuriyetçi anlayışa götürmek, bu görevlerden biridir. Özellikle 16 Mayıs 1877 bunalımında, Mac-Mahon ve tutucular­ la cumhuriyetçileri karşı karşıya getiren getiren -o ünlü- buna­ lımda, Hugo, cumhuriyetçileri destekler; Mareşal Mac-Ma­ hon'un 1879'da istifa etmek zorunda kalışı ise, cumhuriyetçile­ rin bir zaferi olarak geçer tarihe. Yıllar geçtikçe monarşik restorasyonun imkansızlığı daha da belirginleşecek, yeni cumhuriyetçi rejimi Fransızların çoğunlu­ ğu kabul edecek ve kurumlar yerine oturacaktır. Gitgide yatışan bir ortamda, Victor Hugo da, bütün bir toplumun, bu arada ye­ ni sanat ve edebiyat kuşağının sevgisi ve saygısı ile çevrili ola­ rak geçirecektir uzun yaşlılık yıllarını. Olympos'taki Zeus gibidir...

4 Ayrıca bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 224-230.

215

x

OLYMPOS'TAKİ YILLAR

Victor Hugo, toplumun derin çalkanhları arkada bırakıp da yatışmaya yüz tuttuğu 70'li yılların ortalarından başlayarak öle­ ceği tarihe değin, yani bir on yıl kadar, siyasetin kıyısındadır, ama ömür boyunca sürdürdüğü davalarına bağlı olarak yaşar; ve yine yazar, yaratır. Dahası, sınırsız bir sevgi ve saygınlıkla çevrili olarak, her yerde, bir "büyük baba" görünümüne sahip­ tir. Birbirine zıt yargılara yol açsa da, gün gelir efsaneleşir ve tanrılaştırılır. Öldüğünde, bütün Fransa, önünde saf tutup el bağlayacaktır. Nereden başlamalı "Olympos'taki yıllar"a? "DOKSAN ÜÇ" VE SONRAKİLER Paris Komünü, yalnız kaygılandırmakla kalmaz Hugo'yu, düşündürür de; bizzat "devrim" olgusu üstüne eğilmeye götü­ rür. Komün'ün hemen arkasından, 20 Nisan 1872'de yayımladı­ ğı Korkunç Yıl adlı eseri, Fransa'nın Fransız-Alman Savaşı'ndaki yenilgisini, Paris kuşatmasını, iç savaşı ve Komün'ü anlatıyordu. Hugo, yeni rejimin yarattığı hayal kırıklıkları ile Paris'teki yaşa­ mın yoğun ortamından uzakta bir parça dinlenmek ve kendisini dinlemek amacıyla gittiği Guemesey'de, kaldığı bir yıl kadar bir süre içinde, 1872 Ağustos'undan 1873 Temmuz'una değin, bizzat "devrim"i konu edinen ünlü · romanını, Doksan Üç'ü (Quatre­ vingt-Treize) kaleme alır. Aslında, daha geniş bir tasarının, bir üçlemenin üçüncü yaprağıdır bu; ilki Gülen Adam 'dı (1869) ve yayımlanmıştı, ikincisi yazılmayacaktır, ama üçüncüsü bir on yıldan beri sürekli ertelenmiş dur:ı:nuştu. Paris Komünü'nün "şok"u, bu yeniden ele alışı etkiler kuşkusuz; ve yazar, belleğin­ de canlılığını sürdüren iç savaş hakkındaki dehşetini de yeniden dile getirme fırsatım yakalar. 19 Şubat 1874'te yayımlanan eser, heyecanla karşılanır; okurlarca kapışılır ve on dile çevrilir. Nedir anlattığı Hugo'nun o romanda?I 1

Ayrıca bkz. J.-B. Barrere, Hugo, Hatier, Paris, 1952, s. 230-233.

217

Doksan Üç, Fransız Devrimi'ni anlatan bir tarihsel romandır. Victor Hugo'nun, 1 789'da başlayan devrim süreci içinde 1 793'ü seçişi, o yıla devrim deyişi, keyfi olmadığı gibi abartma da de­ ğildir. Gerçekten, bir terör yılı olan 1793 yılı, despotluk ve öz­ gürlük kavgasının yoğunlaştığı bu zaman kesiti, Fransız Devri­ mi'nin doruk noktasıdır; başkaldırı devrime dönüşmüştür; in­ sanlar, tek başına ve her an, geçmişin ve geleceğin sorumluluğu ile hesaplaşır, bir bakıma boğuşurlar. Ayrıca, 1793'teki uzlaşmazlık, Hugo'nun daha çocukken din­ ledikleriyle de canlıydı belleğinde: O yılın en çarpıcı olaylarından biri olan "Vendee Savaşı"na, Hugo'nun babası Leopold Hugo, yüzbaşıyken ve "maviler"in, yani Cumhuriyetçiler'in saflarında katılmıştı; yazarın annesi ise, Vendee Savaşı'ndan sonra katı bir kralcı olup çıkmıştı. Kaldı ki, 1827'ye kadar kendisi de kralcı olan Hugo, "Vendee'li şehit"in türküsünü söyleyip durmuştu. Ne var ki 1830'da, Vendee'li şeflere hayranlık duyduğunu söylese de, aslında sevmez olmuştur onları; 1841'de, Akadeıni 'ye Kabul Söylevi'nde, Fransız Devrimi, özellikle de 1793 Konvansi­ yon Meclisi üstüne bir övgü yer alır, ama Ren adlı kitabının (1841) sonunda, "1793: Bu dört rakamın iğrenç parıltısı"ndan da söz eder. Ancak, 1851 hükümet dabesi ve sürgünlük değiştirir bu duyguları: Cezalar'ın başındaki "Nox" adlı şiir (1852 Kasım'ı), geçmişte iğrenç bir siyasal örgütü reddetmiş olan "Doksan Üç Devi"ni yüceltir; 1860'tan sonra Sefiller'de, Hugo, eski Konvansi­ yon üyesi G.'yi, ideal piskopos Myriel adına kutsarken gösterir. Bütün Rübap 'taki "Darağacı" şiiri, Doksan Üç'ü yüceltir. Ancak, bu metinlerin hepsinde, Konvansiyon yönetiminin övgüsüne, ölüm cezaları üstüne olan ihtiyat kayıtları da karışır. 1863 Ocak ve Mayıs'ında, Hugo, yazmayı tasarladığı roman üzerinde düşünür; ne var ki, başka eserler dikkatini çeler ve dü­ şündüğünü kaleme almaya bir türlü geçemez. Ama öyle de ol­ sa, notlar alır, belgeler toplar, taslaklar yapar, planlar çıkarır. Bütün bunlar, Doksan Üç 'iin Kalıntısı adıyla bir eserde toplanmış olarak bugün de elimizdedir. Doksan Üç için tarihsel bir roman derken, şunu da unutma­ malı: Romanın başlıca kişilerinin hepsi uydurmadır. Devrim'e ve Cumhuriyet'e başkaldırmış Vendee'lilerin ele başısı olan Marki de Lantenac, eski bir aristokrat, örflere sıkı sıkıya bağlı bir kralcı ve Katoliktir; Cimourdin, dinden uzaklaşmış eski bir rahiptir. Konvansiyon yönetiminin -ayaklanmayı bastırsın di218

ye- Vendee'ye yolladığı bir devrimcidir, halkı temsil eder, Kon­ vansiyon delegelerinin katı ve uzlaşmaz erdem anlayışının sim­ gesidir; Gauvin ise, Markinin yeğenidir, devrimci düşüncelerin etkisi altında Devrime gelip katılmıştır, Vendee'de Cumhuri­ yetçi birliklere komuta eder, Cimourdin'in de öğrencisi ve ev­ latlığıdır. Böylece, bu başlıca kişilerin üçü de, üç manevi ve po­ litik tavrın simgeleridir. Her biri, Hugo'nun kafasına ve yüreği­ ne göre düşünülüp biçilmişlerdir; ayrıca üçü de, daha önceden birbirlerine bağlı kişiliklerdir. Ama öyle de olsa, her ağaç kendi meyvesini verir; her üçü aynı araçlara başvurmaz. Romanın geniş bir fresko gibi açılışı şöyledir: Önce, Marki de Lantenac, bir İngiliz korveti ile Brötanya'ya çıkar ve isyancı güç­ lerin başına geçer. Cimourdin'e karşı giriştiği mücadele aman­ sızdır ve her türlü dehşeti taşır. Bununla beraber, eski aristokrat yenilip tutuklanır ve giyotine mahkum edilir; ancak bir köylü, gizli bir geçitten geçirerek onu kurtarır. Ne var ki, tam o sırada, yandaşlarından birinin ateşe verdiği bir kalede, üç çocuk, anala­ rının gözleri önünde diri diri yanmak üzeredir. Marki, kendini kurtarmaktan vazgeçip onların imdadına koşar. Böylece, bir in­ sanlık örneği sergilerken yeniden devrimcilerin eline geçer. Ci­ mourdin, "Seni tutukluyorum" der; Lantenac da "Haklısın!" di­ ye yanıtlar. Markinin sabaha karşı giyotine çıkacağı o gece, Gauvin, Cumhuriyetçi görevi ile vicdanı arasındaki zıtlığın bi­ linci içinde, onun yamna kadar sokulur ve kaçmaya zorlar. Bu­ nun üzerine, Cimourdin, en küçük bir sapmayı bağışlamayan kişiliği ile ve komutanlarının affedilmesi için askerlerin bütün yalvarmalarına karşın, Gauvin'i ölüme mahkum eder. Giyotinin satırı genç adamın başına inerken, bir de silah sesi duyulur: Ci­ mourdin, beynine bir kurşun sıkmıştır . . . Böylece, Devrim'in kanlı akışı, b u ü ç kişinin öyküsünün ara­ cılığı ile ve birkaç kişinin de tutarlılığı sayesinde giderilmiş olur. Ne var ki, mücadelenin asıl sonuçlarını halk yüklenmektedir: O, uğruna savaşılan idealin büyüklüğünü fazla anlamasa da, kan ve gözyaşları arasından kendisini kurtuluşa götüren korkunç, ama o oranda da görkemli olayın asıl kahramanıdır. Victor Hu­ go, romanında, kendisine özgü bir tezin en yetkin ve en ağırbaş­ lı örneğini koymuştur ortaya. Romanın şiddet dolu ortamında, Hugo'nun bir yaptığı da, ölümden kurtarılan çocuklara dikkat­ leri çekmesidir; burada verdiği mesaj açıktır: Politik şeflerin ta­ vırları ne olursa olsun, dünyaya saflığını ve temizliğini kazandı219

ran, gençliğin güçleridir. Ayrıca, Doksan Üç'te Hugo, bir devri­ mi şarlatanca yüceltmek, ya da yobazca karalamak gibi bir ucuzluğu da seçmiş değildir. Doksan Üç, her yönüyle, Fransız Devrimi'nin destanıdır kuşkusuz. Bu genç ve diri eseri yazdı­ ğında da yetmiş iki yaşındaydı Hugo.

Doksan Üç daha yayımlanmadan önce, Hugo, bir kayba da uğrar. Shakespeare'i Fransızcaya kazandıran küçük oğlu Franço­ is-Victor, 26 Aralık 1873'te ölür. "Bir kopuş daha, büyük kopuş!" diye inler Hugo. Daha önce de, 1 872 Şubat'ında bir gün, Ameri­ ka' da aklını yitiren kızı Adele'i perişan halde getirmişler ve akıl hastanesine yahrmışlardır. Böylece, daha yaşarken ölmüş sayıla­ bilecek Adele bir yana bırakılırsa, iki torunundan başka kimsesi kalmamışhr ailesinden. Doksan Üç'ün yayımlanışının hemen arkasından, 1874 Ni­ san'ında, Hugo, Clichy Sokak'taki 21. numaralı eve taşınır; geli­ ni Alice ile çocukları Georges ile Jeanne, bir de Juliette Drouet, konağın öteki katlarını işgal ederler. Juliette'in o yıllarda kıs­ kançlığı daha da artmıştır; çünkü, şairin yığınla çapkınlığının işaretleri vardır. Hugo, 1874 yılının Ekim'inde oğullarına, Char­ les ile François-Victor'a, Oğullarını (Mes fils) adlı bir eser yazıp ithaf eder. Bunu, farklı tarihlerde başkaları izleyecektir.2 Victor Hugo, bir uzun süreden beri, Yüzyılların Efsan esi ni ge­ nişletmeyi düşünüyordu. "Bu Kitap Hangi Tecelliden Doğdu", Uçurum" gibi, şu ya da bu nedenle, 1859 basımına koymadığı şi­ irler vardı. Eserin 26 Şubat 1877' de yapılan ikinci, ya da "yeni se­ ri"sine, bunlar, başlangıç ve sonuç adıyla konur. Onlara, 1859'dan sonra ve Fransa'ya dönmeden önce yazılan kimi parçalar ("Dün­ yanın Yedi Harikası", "Kurdun Destanı"... ), bir de 1870 ile 1877 yılları arasında yazılan şiirler ("Titan", "Miğferin Kartalı", "Eylau Mezarlığı", "Küçük Paul" ... ) eklenir. 1870-1871 olaylarının da kamçılamasıyla, Hugo, epik esini yeniden yakalamıştır. 1883'te, üçüncü, ya da bir "son seri" şiirler yayımlanacaktır. Bütün bunlarda, ideolojik kaygılar, daha çok önem kazanır ve daha da doğrudan dile getirilirler: Şair, ezip baskı yapanlara karşı kinini, zayıflar için de merhametini ortaya koyar ve mistik inancını haykırır. '

2 Bkz. J.-B. Barrere, Hııgo, Hatier, Paris, 1952, s. 231-236, 237-241.

220

1885'te bu üç serinin yeni ve tek bir dökümü çıkacaktır. 1877'de, Victor Hugo, Büyük Baba Olmak Sanatı adlı bir kitap­ ta, torunları Georges ile Jeanne'ın kendisine esinlettiği şiirleri toplar. Aslında, büyük babanın çocukluğa, çocuklara olan duy­ gularını dile getirir bunlar. Büyük bir başarı kazanan eser, şairin daha şimdiden efsaneleşen kimliğini daha da taze ve naif renk­ lerle süsler. Hugo, sonraki yıllar boyunca, kimi eserlerinde, felsefi ya da dinsel düşüncelerini de sergileyecektir: 1878'de, XIIL Leon'un Vatikan'da tahtına oturuşundan az sonra yazdığı Papa (Le Pa­ pe ), bu makama seçilenlerin insanlar arasında ve insanların mutluluğu adına nasıl davranması gerektiği hakkındaki görüş­ lerini dile getirir ki, özellikle Kilise çevrelerinde olmak üzere, pek büyük eleştirilere yol açmıştır ve aslında da ruhban karşıtı bir eserdir. 1879'da Hugo'nun, komüncülerin bağışlanması mücadelesi­ ni sürdürdüğü bir sırada yıyımlanan Yüce Merhamet (La Pitie supreme), despotların sefaletini sergiler; 1880'de çıkan Dinler ve Din (Religions et Religion), dindışı bir tanrı anlayışını dile geti­ rir; onun gibi, aynı yılda yayımlanan Eşek (L'Ane) adlı poem de, bilim, onun sınırları ve geleceği üstünedir. Kant'a rastlayan Sa­ bır adlı eşeğin ağzından, Hugo, bilimi, felsefeyi ve tanrıtanı­ mazlığı eleştirir ve Tanrı'ya olan inancını belirtir. Son olarak da, 1881 'de çıkan, Ruhun Dört Rüzgarı (Les Quat­ re Vents de l'esprit) adlı eserinde, şair, satirik, lirik, epik, drama­ tik olmak üzere, dehasının dört çarpıcı görünümünü yeniden sergiler. Victor Hugo'nun ölümünden sonra eserleri üzerine eğilenler, yenilerini gün ışığına çıkardılar: Özgürlük İçinde Tiyatro (Theat­ re en liberte); iki kozmik şiir, Şeytanın Sonu (La Fin de Satan) ile Tanrı (Dieu); ayrıca Bütün Rübap (Toute la Lyre), Uğursuz Yıllar (Les Annees funestes), Son Demet (Derniere Gerbe), böylece okurlarına kavuşacaktır. Bu şiir kitaplarına anılar (Göriilnıüş Şeyler), gezi izlenimleri (Alpler ve Pireneler, Fransa ile Belçika) ve mektuplar eklenirler. Hugo'nun kaleminden çıkmış yığınla say­ fa vardır ki, bugün de gün ışığına çıkmayı beklemektedir. 1881'de yayımlanan Ruhun Dört Rüzgarı, şairin esinindeki çe­ şitliliği gösterirken, sanatındaki derinlik ve yetkinliği de ortaya koyar. Bu bahse, o kitaptaki "Yer Altında" adlı şiirin, vaktiyle Halil Nihat'ın yaptığı güzel ve hünerli bir çevirisiyle son verelim: 221

- Bırak beni. - Hayır, olmaz. - Hain pençe! Ey kanlı diş, çekil burdan ey canavar! Maksadın ne? Söyle neden bu işkence? Bir ölünün tabutunda ne işin var? Usarenıi tazelemek zamanıdır; Bahar geldi yeşillendi hep çimenler. Tabiatta şimdi çiçek zamanıdır; Bu mevsimde bütün dünya beni özler. Güzellikte her çiçeği geçmeliyim; Bana bakıp hasedinden solsun zambak; Kuğuları semalarda bayıltacak, Gayet güzel bir kokuyu seçmeliyim. Çıplak dağlar vücudumla güzelleşir; Gecelere tebessümler saçarım ben, Tabiatın güzelliği kendimdendir; Arılar da ballarıııı alır benden. Geceleri gökte yanan şu yıldızlar Parıldayıp renklerimi seyre dalar Bülbüllerin şarkıları benim için Ziynetiyim sinesinde güzellerin. Sabahleyin jalelerle sulanırken Köklerimi sarkıtırım bu topraktan ... - Kimsin, nesin, istediğin nedir benden ? - İsmim güldür, istediğim bir damla kan. Victor Hugo, torunlarına bakarken, -1877'de bir şiir tomarı­ na koyduğu adla- "Büyük baba olma sanatı"ndan söz ediyordu. Bu tavrını ve şefkati, ölünceye kadar, topluma ve dünyaya ba­ karken de sürdürdü. Başta da özgürlük, kardeşlik ve barış için. . . ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK VE BARIŞ İÇİN. . . Hugo, beyninin teriyle kazandığı ve miktarı d a gitgide yük­ selen telif haklarıyla, zengin olup çıkmıştır. Ünlü bankacı Roths­ child aracılığıyla yaptığı yatırımlarla ilgili düzenli not tutar. Sü222

rekli ya da istisna-i yardım ve bağışlarla ilgili notları da elimiz­ dedir: Bunlar, sürgün ailelerine yardım sandığınadır, Lyon'lu iş­ çileredir, siyasal tutuklularadır, kend otobüs sürücülerine arma­ ğanlar içindir, ya da sıradan yurttaşlara yapılmış bağışlardır ... Yayımladığı son eserler, büyük başarı kazanmışlardır: Kor­ kunç Yıl (1872), Doksan Üç (1874), Bir Cinayetin Tarihi (1877), Yüz­ yılların Efsanesi (1877, 1 883), Ruhun Dört Rüzgarı (1881), Torqu­ emada (1882) ... Oynanan ya da yeniden oynanan piyesleri övgü­ lere boğulmakta ve yığınları toplamaktadır: Sefiller'in Portre Sa­ int-Martin Tiyatrosu'nda sahneye konulması (1878), aynı yıl ün­ lü oyuncu Sarah Bernhardt'ın Hernani 'yi yeniden oynayışı, Ruy Blas'ın tekrarlanışı, Notre-Dame de Paris 'nin sahneye çıkarılışı (1879), Kral Eğleniyor 'un yeniden temsili (1882) . . . B u olağanüstü üretkenlik, siyasal mücadelelerle de i ç içedir: Hugo, 1876 Ocak'ında Senato'ya seçilmiştir. Seçilir seçil,mez de, Komüncülerin bağışlanmasını sağlamak için kolları sıvar. 22 Mayıs'ta, belagati karşısında şaşkına dönmüş senatörlerin önünde, "bir uzun kuşatmaya kahramanca direnmiş" Paris'i ye­ niden savunur. İstediği tam ve eksiksiz bir af için, sadece 9 mes­ lektaşı olumlu oy verir; ötekiler sağırlıklarını sürdürürler. Ne var ki, Toulouse'un Masonları, yaphğı savunmaya, Cumhuri­ yetçilerin minnettarlığını dile getirmekte gecikmezler: "Mason­ lar için..., fikri ve manevi Fransa için, siz, her zaman büyük bir şairsiniz, yürekli bir yurttaş, sözünü dinleten bir düşünür, tan­ rısal ve insansal büyük yasaların en hayran olunacak yorumcu­ susunuz; bunun gibi Voltaire'in ve Moliere'in yurdunun en çar- _ pıcı ve çağdaş dehasısınız". Hugo, hiç ara vermeden, af isteğini 1880 Temmuz'unun başlarına kadar sürdürecek ve sonunda amacına kavuşacaktır. Ama özgürlük derken, onunla ilgili tüm davalara vermiştir kendini. Ölüm cezasına, onun yararsızlığına ve barbarlığına kar­ şı, hep protesto içindedir: 1880'de Rusya, nihilist Hartmann'ın geri verilmesini ister Fransa'dan; Hugo hükümetten, bunu yap­ maması isteminde bulunur ve sonuÇ alır. İki yıl sonra, Uluslara­ rası Sergi'nin açılışı sırasında bombalarla saldırmış olan Oder­ bank adlı bir üniversite öğrencisinin tutuklanışının arkasından, Hugo, Avusturya imparatoruna şunları yazar: "Ölüm cezası, her uygar insan için ortadan kalkmıştır. Ölüm cezası, bütün eklenti­ leriyle, :XX. yüzyılın yasalarından silinecektir. Bu geleceğin yasa­ sını, daha bugünden uygulamak güzel olacakhr." 223

Ölümünden bir yıl kadar önce, Brezilya'mn bir eyaletinde köleliğin ortadan kaldırılması sırasında verilmiş bir şölende mutludur ve şunları söyler: "Yüzyılın sonundan önce, kölelik yeryüzünden kaybolacaktır." Boyunduruk altındaki halkların bağımsızlığı, daha da genel olarak ulusal davalar için de mücadele verir. Başta Yunanistan, Sırbistan, İtalya, Polonya böyledirler. 1876 Ağustos'unda Sırbis­ tan için sorar: "Bu kahraman küçük milletin çırpınışı ne zaman sona erecek?". Ve ekler: "Sırbistan' da olan bitenler (Osmanlıların Sırplara karşı zor ve baskısı), Avrupa Birleşik Devletleri'nin ge­ rekliliğini gösteriyor. Birbirinden kopmuş hükümetlerin yerini birleşmiş halklar alıyor. Katil imparatorluktan yakamızı sıyıra­ lım! Bağnazlıkları ve despotizmleri susturalım! Elde kılıç dola­ şan boş inançların ve dogmaların silahlarını kıralım! Savaşlar, kıyımlar, boğazlamalar olmasın; özgür düşünce, serbest müba­ dele, kardeşlik olsun! Barış, onca zor mudur? Avrupa Cumhuri­ yeti, kıta federasyonu, bunların dışında başka siyasal gerçek yoktur!" 1 876 Eylül'ünde, Cumhuriyet'in yıl dönümünü kutla­ yan Demokratlar Kongresi'nde, öteden beri savunduklarını tek­ rarlayarak, zincirleri kırabilecek olan yasalar şunlardır, der: "Düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, vicdan özgürlüğü; ya­ şam özgürlüğü, ölümden kurtuluş; özgür insan, özgür ruh!." "İlerleme" inancına iyiden iyiye kendisini vermiştir. Bugün bize belki bir düş, bir mitos olarak görülen bu fikir, Devrim'in arkasından gelmiş kuşakları hareketlendirmiştir. Cumhuriyet onun sonucudur; ve, çalkantılı bir gelişmenin ardından, bir "üçüncü"südür Fransa'da kurulan; onu bütün özgürlüklerle do­ natmak da Cumhuriyetçilerin bir görevidir. O Cumhuriyet, 16 Mayıs'ta (1877) Mac-Mahon'un bir "yarı hükümet darbesi"yle tehlikeye girer; Cumhurbaşkanı, hüküme­ te yol vermiş, Millet Meclisi'ni feshetmiştir. Hugo, muhafazakar Senato'da bu feshe karşı çıkar. Ne var ki senatörler, 130'a karşı 349 oyla bu feshi yerinde bulurlar. Ancak, kamuoyu Hugo'nun arkasındadır; onun da sürekli söylediği şudur: "Yurttaşlar, yur­ dumuza güvenelim! Umutsuzluğa asla kapılmayalım! Fran­ sa'nın bir yazgısı vardır. Ne çökebilir o, ne küçülebilir, yaraları­ nı aydınlığı ile örter. Şimdi de, yaralıdır ve geçmişin hiziplerinin elindedir, tartışılır durumdadır. Ama dudaklarında yüce bir gü­ lümseyiş vardır onun ve dünya da hayranlıkla izlemektedir kendisini! " 1 Ekim'de, Bir Cinayetin Tarihi 'ni yayımlar: (2 Aralık 224

1851 hükümet darbesi üstüne olan) "Bu kitap, güncelin de ileri­ sindedir, ivedidir. Onu yayımlıyorum!" der. Birden güncellik kazanan kitabı yasaklayıp yasaklamamakta duraksar hükümet. Çıktığı gün, birkaç saatte, 22.000 nüsha satılır; daha sonra, gün­ de 10.000 nüsha satış yapar. 14 Ekim' de, Yasama Meclisi seçim­ lerini Cumhuriyetçiler kazanır; Gambetta ile Victor Hugo da on­ lar arasındadır. Özgürlük! Peki kadınlar söz konusu olduğunda? Hugo, kadın haklarının da ateşli bir savunucusu oldu. Özgür Kadın (La Femme libre) adlı eserin yazarı Leon Richer'e yazdığı -8 Haziran 1872 tarihli- bir mektupta şöyle der: "Erkeğin bir ya­ sası var; onu kendisi için yaptı o. Kadının ise, erkeğin yaptığın­ dan başka yasası yok. Kadın, medeni haklar bakımından çocuk ve manevi bakımdansa köle durumunda. Eğitimini, bu alt dü­ zeydeki çifte nitelik etkiliyor. ( ... ) Bir reform zorunlu. O da uy­ garlık, gerçek ve aydınlık adına yapılacak! "3 Victor Hugo, "feminist" oldu mu? Burada, Hugo'nun kadınlan ne denli sevdiğini, nasıl hare­ ketli bir aşk yaşamı olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Kadın tavlamada da ustaydı. Ama bütün bunlara karşın, "ikinci cins"i asla horlamadı. Bu tavır, Romantikler arasında nadir görülür: Onlar kadına, bir felaket taşıyıcısı, "az güvenilir bir yol arkada- .. şı" (Alfred de Vigny), zayıf, erdemsiz;, hasta, korkulur bir varlık olarak bakmışlardır. Hugo, onlardan farklıdır. Onun tavrını da­ ha da belirgin kılan şudur: Şair, gerçekten politik bir zemin üze­ rinde yer alarak, en cesur siyasal programların bile henüz pısı­ rık olduğu bir dönemde, kadınlar için, "eşitçi bir istemle" ortaya çıkar.4 3 Haziran 1841'de Akademi'ye Kabul Söylevi'nde, "yaşlılara saygı"nın yanı sıra "kadına acıma"dan da söz eden yazar, iki gün sonra, bir caddede bir züppenin, "zifaf kızı" denen bir kadı­ na küfredip dövdüğünü ve karlara attığını görür. Kadın, polise yakındığında da, Hugo, onun için tanıklık eder. O fahişe, yirmi 3

Victor Hııgo. Ecrits politiqıı­ 201, s. 311-314. 4 Özellikle bkz. Jean Rabaut, Histoire des feminismes français, Stock, Paris, 1978. Hu­ Bu güzel ve anlamlı mektup için bkz. Franck Laurent,

es, Livre de Poche,

Paris,

go ile ilgili olarak, aynı yazardan: "Droits de la femme: Victor Hugo feministe!",

L 'Histoire, 1981, sy. 40, s. 79-81. Ayrıca, Nicole Savy, "Victor Hugo feministe?", La Pensee, sy. 245, mai-juin 1985, s. 7-17.

225

iki yıl sonra, Sefiller ' de, F antine olarak karşımıza çıkacaktır. Hu­ go'ya karşı olanların tepesini attıran da, başta o olur. Nasıl acı­ nılabilir bir fahişeye? Nasıl sempatik olarak sunulup kahraman­ laştırılabilir? Kerhane alışkanı Flaubert sorar: "Nerede onun gi­ bi orospular?." Aslında, "nesne-fahişe"den başka, dönem, "kurban-fahişe"yi de tanıyordu; ama bu sonuncusu, henüz, anketlerde v.e araştır­ malarda, bir de kabarelerin taşlamalı türkülerindeydi. Hugo, sorunu, 1835 yılından başlayarak Serseri Claude'da, bambaşka terimlerle dile getirir:

Ah! Hakaret etmeyiniz düşmüş bir kadına asla! Hangi feliiket bu zavallıyı düşiirdü, kim bilir? Ne var ki, siyasal gelişmesi sayesinde ve ilerledikçe, kadın için, yurttaş hakları istemeye başlar. 1 848 Şubat'ından başlaya­ rak önemli gelişmeler içindedir şair; ancak sol' a ve sosyalizme karşıtlığını da sürdürür; 1849 ve 1850'ye kadar söylediklerinde, kadınlara ilişkin bir şey de yoktur henüz. İşte, o yıllardadır ki, elbet gürültü-patırtı içinde, "ikinci cins"in kurtuluşu adına bir hareket palazlanmaya başlar; serttir tavrı ve siyasal olarak da "güdümlü" dür. Pauline Roland, Jeanne Deroin, Desin�e Gay, gösteriler, gazeteler, erkek ve kadın kulüp­ lerinde eylemlerle, iki cins için, eğitimde eşitliği, "çalışmadaki kölelik ve kadının köleliği"ne son verilmesini, boşanma hakkını, babalığın araştırılmasını isterler. Yasama Meclisine ilke olarak adaylıklarını koyarlar. Feminizmin tarihinde ilk kez, fahişelere, düşman diye değil bahtsız kız kardeşleri olarak bakarlar. Ancak, bu hareketle, "İncil'in gerçekliğinde sosyalizmin ha­ yallerini boğma" sevdasındaki Hugo arasında hiçbir temas yok­ tur. Aslında, kadın hareketinin militanları da çevreden soyut­ lanmıştır ve sol'un çoğu büyük seslerince bilinmezler. Sadece bir eski Saint-Simon'cu olan Pierre Leroux, Fourier'nin çömezi olan Victor Considerant ve Victor Schoelcher, düşlere kapılma­ dan, Kurucu Meclis'e, kadınlara oy hakkı verilmesi konusunda öneride bulunurlar. İlk romanları ve bağımsız yaşamıyla kadın­ lığın bayrağı olup çıkan George Sand bile, şunu diyebiliyordu: "Kadının yeri evidir", tek istisna sanatçı mesleğidir. Böylece, "kurtarıcı analık" bir avuntu kaynağıydı. Ne var ki, 2 Aralık 1851, Hugo ile Meclis'in sol kanadını da226

yanışına içine sokar. İşte başlayan o süreçtedir ki, Hugo, bugün­ kü bakışımızla bir "feminist" olup çıkacakhr. Başkalarının yanı sıra, Pauline Roland'ın, Louise Michel'in şaire esinlettiği sıcak duyguları da belirtmeli. Sonuç şu ki, şairin kadınlarla ilgili tav­ rı, estetik ve aşkl niteliğini sürdürse de, kesinlikle siyasal olup çıkmıştır. Onun kadın panteonunda, çalışan ve yurttaş kadın da, aşık-kadınla ana-kadının yanında yerlerini alırlar. Fransız-Alman Savaşı'nda, ateşkesin arkasından seçildiği ve toplantılarım Bordeaux'da yapan Meclis'ten 8 Mart 1871 'de ay­ rılsa da, arkasında bıraktığı ve gerçekleşemeyen tasarılar arasın­ da, Avrupa Birleşik Devletleri, parasız ve zorunlu eğitimle ölüm cezasının kaldırılmasının yanı sıra, "kadın hakları" da vardır. 1870'ten beri, Fransa'da bir "Kadın Haklarını Koruma Derne­ ği" etkinlikteydi; Cumhuriyetçi ve ruhban karşıtı olan bu derne­ ğin liderleri, Leon Richer ile Maria Deraisınes idi; biri gazeteci ol­ muş bir noter katibi, öteki de genç, kültürlü ve büyük bir hitabet yeteneğine sahip zengin bir burjuva kadındı. Bir aradıkları da, ünlü bir kişinin kefaletiydi ve Hugo'da buldular aradıklarını. Üs­ telik Hugo, başka yetenekleri bir yana, onlardan daha ilerde ko­ şuyor, kadınların oy hakkını savunuyordu; onlarsa, sandıkta ruhbanın ağırlığını düşünerek, henüz uzağındaydılar bunun. Hugo, 8 Haziran 1872'de bir uzun mektup yollayarak, amaç­ larına katıldığım belirtiyordu. Şöyle diyordu: "Bugünkü yasala­ rımızda, kadının dava açına hakkı yok, oy da kullanamıyor, hiç­ bir konuda hesaba katılmıyor. Yurttaş olarak erkekler var, ka­ dınlar yok. Acı bir durum bu, son bulmalı!" "Kadınların Gelece­ ği" üstüne bir şölene de, aynı anlamda çarpıcı bir mektup yollar, metni de basında dolaşır.

Le Figaro, Le Français, Paris Jurnal, Le Journal de Paris, Le Soleil gibi gazeteler, ateş püskürürler. Kimi yazar taslakları, feminist kadınlardan, "kibar fahişe" ve "Paris hovardalarının kuruyemiş­ leri" diye söz ederler. Ne var ki, bu mektup, Hubertine Auclert adlı bir yeteneğin uyanışına da neden olur: Cesur, ateşli, farfa­ racı bir küçük burjuva olan bu kadın, çok geçmeden, "ilk Fran­ sız süfrajeti", yani kadınların oy hakkı savunucusu olarak şöh­ ret kazanacaktır; genç evlilere seslenecek, Fransız Medeni Yasa­ sı'nın eksiklerini sayıp dökecek, seçim sandıklarında erkeklerin kurduğu tekeli kıracaktır. Hugo da aynı doğrultuda konuşmaktadır hep; bunu, en son, 1876 Nisan'ında, Madam Louis Blanc'ın cenaze töreninde yaptı227

ğı konuşma ile gösterir. 1877 Ağustos'unda da, Özgür Kadın ad­ lı eserinin yayınlanışı vesilesiyle, Leon Richer'i kutlar. "Genç Kızların Laik Eğitimi Derneği"nin kuruluşunu yüreklendirir. 21 Ocak 1883'te de, Kadın Hakları Derneği'nin onursal başkanlığı­ nı kabul eder. Hugo 1885'te öldüğünde, o dev cenaze törenine kadınlar da kitleler halinde kahlmış ve büyük şaire son saygılarını sunmuş­ lardı. Ve, bütün bir Üçüncü Cumhuriyet boyunca, her ölüm yıl­ dönümünde, feministler Hugo Baba'yı anacaklardır... Çok geçmez, daha yaşarken tanrılaştırılır Hugo.s TANRILAŞTIRILAN İNSAN 1878 yılı, Voltaire'in ölümünün 100. yılıdır. Yıldönümü, ister istemez cumhuriyetçilerle kralcıların, öz­ gür düşüncelilerle ruhbanın yeniden kapışmalarına yol açar. Büyük düşünürün kimliği göz önüne getirilirse, doğaldı da bu. Akıldan yana çıkıp yerleşik dinlere, özellikle Kilise'ye kök sök­ türmüş olan bir insanın; bir çağa, XVIII. yüzyıla "Voltaire Çağı" dedirtmiş olan bir filozofun ölümü, sessiz sedasız anılamazdı. Hugo da etkinliklere kahlır. Dahası, 30 Mayıs 1878'de, Voltaire'nin Yüzüncü Yıldönümü di­ ye bilinen ünlü bir söylev verir. "Yüz yıl önce bugün bir insan ölüyordu. Ölümsüz olarak ölüyordu. Sırhnda yılları, eserleri, sorumlulukların en ünlüsü ve en korkuncunu, yani insan vicda­ nını uyarıp düzeltmiş olmanın sorumluluğunu yüklenmiş ola­ rak gidiyordu. Lanetlenmiş ve kutsanmış, geçmişçe lanetlenmiş, gelecekçe kutsanmış olarak gidiyordu. Geçmişçe lanetlenmek, gelecekçe kutsanmak, baylar, zaferin iki yüce biçimidir bu!" di­ ye başlayan söylev, XVIII. yüzyılı ve Voltaire'in eserini ustaca canlandırdıktan sonra, ufukta yoğunlaşan karanlıklara, savaş tehditlerine getirir sözü ve uzun alkışlarla şöyle biter: "Bu karşıtlık bizi Voltaire'e götürsün; korkutucu olasılıkla­ karşısında eskisinden daha barışçı olalım. Bu büyük ölüye, bu büyük canlıya, bu büyük zekaya dönelim. Bu saygıdeğer me­ zarlar önünde eğilelim. İnsaplara yararlı yaşamı yüzyıl önce sorın

5 Bu konuda aynca bkz. MicJ:ıel Winock, Les Voix de la liberte. Les Ecrivains engages au XIXe siecle, Seuil, Paris, 2001, s. 588-599.

228

na ermiş, ama eseriyle ölümsüz olandan öğüt isteyelim. Bu şanVoltaire'in yardımcısı öteki güçlü düşünürlerden, Jean-Jacques'tan, Diderot'dan, Montesquieu'den öğüt isteyelim. Sözü bu büyük seslere verelim. İnsan kanının akışını durduralım. Yeter! Yeter despotlar! Ah! Barbarlık sürüyor, pekiyi, felsefe protesto etsin! Kılıç azgınlaşıyor, uygarlık tiksinsin! XVIIL yüzyıl, XIX. yüzyılın yardımına gelsin; öncellerimiz filozoflar, gerçeğin ha­ varileridir, bu ünlü hayaletleri yardıma çağıralım; savaşlar düş­ leyen monarşilerin önünde, insanın yaşam hakkını, vicdanın öz­ gürlük hakkını, aklın egemenliğini, emeğin kutsallığını, barışın iyiliğini ilan etsinler; ve taçlardan karanlık çıkhğına göre, me­ zarlardan da aydınlık çıksın!"

Ne var ki Victor Hugo, söz konusu söylevinde, Voltaire'le İn­ cil'i uzlaştırma kaygısı içindedir de. Bir yerinde şöyle der: "İn­ cil'in tamamlayıcısı felsefedir; bağışlayıcılık anlayışı başladı, hoşgörü ruhu başlamış olanı sürdürdü; derin bir saygı duygu­ suyla söylemiş olalım, İsa ağladıysa Voltaire de gülümsedi; bu­ günkü uygarlığın tatlılığı, işte bu tanrısal gözyaşıyla, bu insan­ sal gülümseyişin eseridir". Voltaire'in yanında öteki filozoflar vardır: "Bu güçlü yazarlar ölüp gittiler, ama ruhlarım, Devrim'i bıraktılar arkaya", der. İnanç, ilerleme süreci içinde, hiçbir zaman böylesi bir bela­ gatle savunulmamıştır! Orleans piskoposu Monsenyör Dupanloup, Voltaire'in yü­ celtilmiş olmasından rahatsız olmuş olacak ki, bir açık mektup­ la, şairin görüşüne karşı çıkar. Hugo'nun yanıtı şudur: Bir pis­ kopos, hangi hakla ders vermeye kalkmaktadır? İktidarı 2 Ara­ lık darbesiyle gaspeden adama, Kilise de, dualar okuyup ayin­ ler tertipleyerek katılmadı mı? "O adamın yönetiminde hukuk, onur ve yurt çökmüştü; yemin, hakkaniyet, dürüstlük, bayrağın onuru, insanların saygınlığı ayaklar altına alınmıştı; bu adamın gönenci insanın vicdanına ters düşüyordu. On dokuz yıl sürdü bu. Bu süre içinde, siz bir saraydaydınız, bense sürgünde. Size acıyorum bayım!" Nasıl da susturucu ve kahredici bir yanıt! Görünüş de odur ki, Cumhuriyetçi bilincin sesi, özgürlüğün temsilcisi, ezilenlerin savunucusu, Avrupa Birleşik Devletleri adı­ na konuşan ve bir peygamber kimliğiyle dolaşan bu şöhretli ihti­ yarı durdurabilecek hiçbir şey de yoktur ortada. 229

Öyle de olsa, Katolikler ve monarşistler arasında hasımları varsa, genç kuşağın yazarları arasında da vardır onlardan ve ro­ mantizmi, duygusallığı, lirik gösterileri -ebedi olarak- mezara gömmeye ant içmişlerdir. Nitekim, Emile Zola, Hugo'nun Eşek adlı eserinin yayımlanı­ şının ertesinde, 2 Kasım 1880 günlü Le Figaro 'da şu satırları ya­ zar: "Victor Hugo, yüzyılın insanı ! Victor Hugo düşünür, filo­ zof, yüzyılın bilgini! Güzel de, daha yeni çıkmış bir kitabında, Eşek'te gördüğümüz ne? Bu inanılmaz saçmalıklara, Fransız de­ hasına karşı girişilmiş bu olmadık aptallıklara ne demeli? İşe ba­ kın! Mücadele ediyoruz, çalışıp çabalıyoruz, bir yöntem elde et­ tik ve bütün bilgilerde dev adımlarla ilerliyoruz. Bir yüz kadar yılda, bilimler çoğaldı ve büyüdü, bir yüce evrim insanlığı ger­ çeğin fethine çıkardı. Ve tam bu sırada, bir adam çıkıyor, eşeği­ nin yularını gevşetiyor ve onun ağzından bilime hakaretler yağ­ dırıyor! Bu adam, bizlerden olamaz!" Kısacası, Zola'nın gözünde, Hugo Ortaçağ'lıdır. Ama ne önemi var! Bu saldırılara aldırış etmez şair: Eğitimin sözcüsü, ilerlemenin hizmetkarı, barış savaşçısı, insanlığın vic­ danı değil midir o? Geçtiği yerde, insanlar, "Yaşa Victor Hugo!" diye selamlamaktadır onu. Hiçbir yazar, ondan daha fazla onur­ landırılmamıştır. Bir dahi olarak görülmekte, insanlığın velini­ meti olarak bakılmaktadır kendisine. Belki bunlar da irkiltmektedir genç meslektaşları! Victor Hugo, 17 Haziran 1 878'de de, Uluslararası Edebiyat Kongresi'ne başkanlık ederek bir açılış söylevi verir. Önemli gerekçelerin altını çizer. "Nedir edebiyat? İnsan zekasının harekete geçirilişi! Nedir uygarlık? Yürüyen insan zekasının her adımda yaptığı sürekli buluşlar! İlerleme bundan doğar. Bir bakıma, edebiyatla uygar­ lık, bir ve aynı şeylerdir", der. "Halklar, edebiyatlarına göre de­ ğerlendirilirler" diye belirttikten sonra, "edebi mülkiyet"in öne­ mi ve sorunları üzerinde durur. Uzlaşma ve barışın yaşamsallı­ ğını tekrarlar: "İnsanın bütün bilgeliği şu iki kelimededir: Uzlaş­ ma ve yeniden uzlaşma; düşünceler için uzlaşma, insanlar için yeniden uzlaşma!". İsa'nın, "Birbirinizi seviniz" sözünün anlamı, "evrensel silahsızlanma"dır; insanlığın gerçek kurtuluşu budur. "Kini yıkmak: Edebiyatın bir amacı varsa işte budur!", diye nok­ talar. 230

Hugo, aynı yılın 27 Haziran'ında, dostu Louis Blanc'la, Jean­ Jacques Rousseau üstüne yaptığı sert bir tartışmanın arkasından bir beyin kanaması geçirir. Hekimler, kesin bir dinlenmeyi öne­ rince, o da Guernesey'deki evine çekilir. Son gidişi olacaktır ora­ ya. Kasım'da Paris'e dönüşünde, Eylau Caddesi'nde 130 numa­ ralı eve yerleşir. Son yıllarını da bu evde geçirecektir. Çalışması gitgide en aza iner; pek nadir yazar olur. 1883 yılı­ na değin süren yayınları, kimi zaman daha önceki eserlerine iliş­ kindir. Ne var ki toplumun, dahası dünyanın ilgisi üstündedir. Oyunlarının tekrarlanışı olay olur. Tiyatrolarının yorumunda, üstelik pek güçlü bir sanatçı, Sa­ rah Bernhardt da (1844-1923) rol almaktadır. Ünlü oyuncu, 1872' de Ruy Blas 'ı yeniden yorumlar, 1879' da da tekrarlar. 1877'de, Hernaııi yeniden sahneye konduğunda, D ona Sol rolün­ dedir; 1879'a kadar eser büyük başarı sağlayacak, Londra'da Gaiety Tiyatrosu'nda da temsil edilecektir. 25 Şubat 1880, ro­ mantiklerle klasikler kavgasının ve yeni sanatın zaferinin ellin­ ci yılıdır; Hernaııi için özel bir gece düzenlenir. Sürekli alkışlar­ la biten beşinci perdeden sonra, perde yeniden açılır. Tüm oyuncular, Hugo'nun yarattığı tiyatro kahramanlarının türlü kı­ lıklarına girerek, orta yerde bir masanın üzerine konan şairin mermerden bir heykelinin çevresinde toplanırlar. Sarah Bern­ hardt da elinde bir defne dalıyla ilerler ve François Coppee'nin o temsil için yazdğı bir şiiri, büyüleyici sesiyle okur. Son dizeyi bitirdiğinde de, ünlü bir eleştirmen olup Hugo hakkında kimi zaman sert yargılarla da varmış olan Francisque Sarcey, "kalkı­ nız!" diye haykırır ve herkes ayakta, Hugo, o güne değin -belki­ hiçbir yazarın görmediği bir coşkuyla kutlanır, yüceltilir. Sarah Bernhardt, Hernaııi'yi, aynı yıl Amerika' da da oynayacaktır. Şairin, asıl seksen yaşına girişi bir olay olup çıkar. Günler öncesinden, şairlerin, sanatçıların ve devlet görevlile­ rinin katılımıyla ciddi bir kutlama programı hazırlanır. Hu­ go'nun oturduğu evin caddesine görkemli taklar yapılmış, bu taklara çiçeklerle eserlerinin adları yazılmış ve birine de, 27 Şu­ bat 1802 tarihi, yani sanatçının doğum günü işlenmiştir. Evin duvarlarına ise çelenkler asılmıştır ve şunlar yazılıdır üzerlerin­ de: "Şaire, filozofa, halkların davasının büyük savunucusuna! " 2 5 Şubat 1881'de, Başbakan Jules Ferry, Hugo'yu ziyaretle, ona, Fragonard'ın resimlediği bir Sevres vazosunu, hükümet adına sunar. Söylediği de şudur: "Ulusal Üretim Atölyesi, ma231

mulleri eskiden hükümdarlara sunulmak üzere kurulmuştu. Cumhuriyet, bu vazoyu, şimdi bir fikir hükümdarına sunuyor." Şairin seksen yaşına girdiği 27 Şubat 1881 günü ise, Paris'te dev bir tören düzenlenir: Bütün gazeteler, ilk sayfalarını Hu­ go'ya ayırmışlardır. Tam öğle vakti de, Marseyyez 'le başlar tö­ ren; dört yüz müzik derneğinin katıldığı, beş bin müzikçinin ça­ lıp söylediği ulusal marşı on binlerce harçere izler. Bütün bir gün boyunca, halk, kitleler halinde, şairin evinin önünden, adı­ m haykırarak ve yine Marseyyez söyleyerek geçip gider. Kentlerin ve belediyelerin temsilcileri art ardadır. Onların yam sıra, yabancı heyetler ... Paris Belediyesi'nin gönderdiği heyete, Hugo, dışardan yan­ sıyan binlerce insanın "Yaşasın Hugo", "Yaşasın Cumhuriyet" haykırışlarının uğultusu içinde, "Paris'i selamlıyorum. Dev ve kutsal kenti selamlıyorum ... " diye başlayan bir hitabede bulu­ nur. Dışarıda kar da yağsa, akşama kadar, her sınıf ve tabaka­ dan insanlar, şapkalıların yam sıra kasketliler, öğrencilerin yam sıra askerler, Hugo'nun penceresinin önünden akıp gider. Ora­ da, iki torununun arasında oturmuş şair selamlar onları: Çiçek­ ler sunulur kendisine, madalyalar, kitaplar, mücevher kutuları, altın kalemler ... Kafileler arasında okulların bir çoğu, yazarın eserlerinden ve başlıca kahramanlarından alınmış adları taşımaktadır flamala­ rında: "Büyük Baba Olmak Sanatı", "Cosette", "Gavroche" vardır aralarında. Bir aralık, daha da anlamlı bir şey olur: Kafilelerden birinin elinde bir eski sancak, biraz durup şairin bulunduğu pencereye doğru eğilir. Üzerinde, 1792 tarihiyle, "Thionville Ulusal Muha­ fız Alayı" yazmaktadır. Hugo'nun babası General Hugo'nun ko­ muta ettiği alaydır bu; sancak da onun sancağıdır. Babasının kahramanlığını canlandıran bu anı karşısında Hugo kendini tu­ tamaz ve gözyaşları ak sakalına süzülür karışır. Akşama kadar kesintisiz süren bu insan seline, bir devrim gününü andıran bu şaşırtıcı görünüme bakıp, basın, ertesi günü şunu yazacaktır: "Ulusal tarihimizde hiç böyle bir gün olmamış­ tır!" Ve Çağrı Gazetesi de şunu ekleyecektir: "Öyle görünüyor ki, yeni bir dönemin, bir zeka saltanatının, fikir egemenliğinin şa­ fağı olmuştur o gün! ." Hugo, 4 Mart'ta, Ocak seçimlerinde yeniden seçildiği Senato toplantısına gider. Bütün meclis ayağa kalkar ve alkışlar şairi: 232

Victor Hugo.

Seksenlik bir

ulu (Res

anu,

Bastien Lepage).

Victor Hugo'nun 80. yaş günü kutlamalarından bir ayrıntı.

Hugo, teşekkür eder: "Bana verdiğiniz onuru, ömrümün sonu­ na kadar unutmayacağım. Alabildiğine heyecanlanmış bir hal­ de, yerime oturuyorum." Böylece, daha yaşarken yüceltilmesi başlamıştır Hugo'nun. Büyük sanatçı, yaşamının son yıllarında, hangi toplantıya git­ se ve nerede rastlansa kendisine, bir hükümdar gibi karşılana­ cak, sevgi ve saygıyla kuşatılacaktır. O da, seksenini geçmiş ol­ duğu halde, dostlarını çağırır, davetlere katılır, toplantılarda bu­ lunur; hele çocuklara şefkatle ilgisini gösterir, sevindirir onları. 29 Kasım 1884'te de, basın, şairin simgesel bir ziyaretinin ha­ berini verir: Hugo, ünlü heykelci Bartholdi'nin atölyesine gide­ rek Özgürlük heykelini ziyaret etmiştir. Söz konusu heykel de, -New York koyuna dikilecek- Dünyayı Aydınlatan Özgürlük ad­ lı eserdir. Heykelci, yardımcıları ve işçiler, hararetle karşılarlar Hugo'yu. Daha o günden, mahallenin damlarını aşmış heybetli heykelin içerden ilk iki katına çıkar Hugo; daha yukarıya çık­ ması da engellenir. Şair, bu dev sanat eseri karşısında hayranlı­ ğını belirtir ve "Deniz (yani Atlantik), o dev çalkantı, aslında iki büyük ve barışçı kıtanın birliğini temsil ediyor" der. Bartholdi, heykelin bir küçük örneğini armağan eder Hugo'ya; üzerinde de şunlar yazılıdır: "Victor Hugo'ya, Fransız-Amerikan Birli­ ği'nin Emekçileri. Barışın, Özgürlüğün, İlerleme'nin ünlü hava­ risi Victor Hugo'ya, eseri ziyaretle onurlandırdığı gün dev hey­ kelin bir örneği olarak sunulmuştur. 29 Kasım 1884." Halka açık son ziyareti olacaktır bu onun. Belki tek sorunu vardır Hugo'nun: Yaşlılığın acı bir yazgısıy­ la yüz yüzedir bir süredir; sevdikleri art arda ölmekte, gitgide yalnızlaşmaktadır şair. GİTGİDE ARTAN YALNIZLIK Son on yıl boyunca, Hugo'nun yakın çevresi seyrekleşmiş, yalnızlığı günden güne artmıştır.6 Ailesinden başlamıştır eksiliş: 1873'te, Charles'ın ölümünden iki yıl, eşinin ölümünden de beş yıl sonra, ikinci oğlu François­ Victor ayrılmıştır kafileden; kızı Adele, akıl hastanesindedir ki, bir anlamda ölmüş sayılır. Yaşamını güzelleştiren, iki küçük to6 Bkz. Hubert Juin, Victor Hııgo, cilt 3, Flammarion, Paris, 1986, s. 279-297.

235

runu, 1868'de doğan Charles ile ondan bir yıl sonra dünyaya ge­ len Jeanne'dır. Anneleri Alice, Hugo'nun da rızasıyla bir politi­ kacı ile evlenmiştir. Şair, çağdaşlarını da birbiri arkasından toprağa vermiştir: 1875 Mart'ında Edgar Quinet ölür; 1876 Haziran'ında George Sand; 1882 Aralık'ında Louis Blanc; sonra Leon Gambetta; 1883 Mart'ında amansız hasmı Louis Veullot. .. Ölümün hayaleti dolaşmaktadır ortada. Gerçi korkmaz şair, ürpermez, ne var ki habercilerin gezindiğini hisseder artık; "gö­ rünmezler"i, "kaybolup giden sevgililer"i işittiğini sanır, kendi­ sini gözleyip gözetmekte ve özellikle geceleri duvarlara vur­ maktadırlar; bu sesli gölgeler, onun ölümsüzlüğe olan inancını da sürdürür dururlar. Kimi ölümler karşısında, Hugo, mezar başında bizzat yaptı­ ğı ya da kendi adına bir başkasına yaptırttığı bir konuşma ile, düşüncelerini dile getirir. 1875 Mart'ında Edgar Quinet'nin ar­ kasından söyledikleri böyledir. 10 Aralık 1882'de Louis Blanc öl­ düğünde, Hugo şunları yazar ve 12 Aralık'ta da, Charles Ed­ mond mezarı başında okur: "Louis Blanc gibi varlıklar, yüce bi­ linçlerdir. Yaşamı katederler ve tek uğraşları da şu çifte görev­ dir: Tarih önünde, olaylar, felaketler, devrimler önünde, halkla­ ra hizmet etmek; Tanrı önünde de onları sevmek!" Büyük adamlar söz konusu olduğunda daha da garip kaçan habersizlik örnekleri vardır; Hugo için onlardan ikisini zikrede­ lim: 28 Ocak 1881'de Dostoyevski ölür, Victor Hugo'nun okuru­ dur, ama Hugo mutlak olarak habersizdir dev yazardan; bunun gibi, 1883 Mart'ında da Karl Marx ölür, ama Hugo'nun tanıma­ dığı bir kişidir. Hugo, yüzyılın gitgide eridiğini görür; onurlarla dolu bir çağ günden güne kapanır haldedir: Vasiyetnamesini yazmaya karar verir. Her bakımdan kesin olmalıdır o. Geleceğe öylesine inanır ki, vasiyetnamesinde de kalıcı bir şeyler olmalıdır. 31 Ağustos 1881 tarihli belgede şunları okuyoruz: "Tanrı. Ruh. Sorumluluk. Bu üç kavram insana yeter. Bana da yetti. Gerçek din budur. Onunla yaşadım, onunla ölüyorum. Gerçek, ışık, adalet, vicdan, budur Tanrı." Bu açık ve kesin itirafın arkasından dileklerini belirtir Hugo: "Yoksullara kırk bin Frank veriyorum. Mezarlığa, yoksulların cenaze arabasıyla taşınmayı arzularım." 236

·

Bu isteğine de uyulacakhr. Onu, öteki kayıtlar izler: "Vasiyetnamemi yerine getirecek olanlar, Bay Jules Grevy, Leon Say, Leon Gambetta'dır. Yanları­ na, istediklerini de alabilirler." Pek esaslı bulduğu bir konuyu, onun arkasından belirtir: "Bütün elyazmalarımı ve tarafımdan yazılı ya da çizili ne ki var hepsini, bir gün Avrupa Birleşik Devletleri Kütüphanesi olacak olan, Paris Ulusal Kütüphanesi'ne veriyorum." İşte buradadır ki ütopya, kendi kendisiyle uzlaşmaktadır; sertlik ile yüce gönül­ lülük iç içe geçmektedir. Kınından çıkan kılıçla kınına giren kı­ lıç aynıdır. Hugo, aslında kendini vasiyet etmektedir. Yakınlarını da unutmaz: "Bir hasta kızla iki torun bırakıyo­ rum. Hayır dualar onlarla olsun!" Onlara bıraktıklarını da sıra­ lar: (Hasta kızı) Adele'e yıllık sekiz bin Frank verilecektir; ma­ melekin geri kalanı küçük Jeanne ile küçük Georges'un olacak­ tır, annaleri Alice'e bırakılan yıllık ve ömür boyu gelir -ki on bin Franktır- saklıdır. Juliette'i unutmuş olabilir mi? Hayır! "Hükümet darbesi sırasında, hayalımı, kendi yaşamını tehli­ keye atma pahasına kurtarmış olan, ayrıca bütün elyazmalarımı içeren valizi kurtarmış olan cesur kadına" diyerek, yıllık ve ömür boyu bir gelir bırakır. Ve belgenin sonunda sözlerini şöyle bağlar: "Dünyaya gözle­ rimi kapayacağım; ama manevi göz, her zamankinden büyük olarak, açık kalacak. Bütün Kiliselerin ayin ve dualarını redde­ diyorum. Herkesin benim için dua etmesini dilerim." İşte Victor Hugo'nun vasiyetnamesi! Bu vasiyetnameye son ve kesin bir ekleme yapılmıştır. 2 Ağustos 1883 tarihli bu ekte şunlar yazılıdır: "Yoksullara elli bin Frank bağışlıyorum. Onların cenaze arabasıyla mezarlığa götü­ rülmeyi arzularım. Bütün Kiliselerin ayin ve dualarını reddedi­ yorum; herkesin benim için dua etmesini diliyorum. Tanrı'ya inanıyorum." Bu arada, Juliette'in sağlığı sorun olup çıkar. Victor Hugo'nun, vasiyetnamesinde "cesur kadın" diye nite­ lendirdiği Juliette Drouet, bir sü.re var ki, özellikle de eşinin ölümünden sonra, şairle aynı evde, aynı çatı altındadır. Hugo ve sevgilisi, bembeyaz saçlarıyla da olsa, büyük bir aşkla sevi­ şen iki genç sevdalı gibidirler. İkisi arasında sık sık ve drama237

tik kopuşlara yol açan fırtınalar esmiş olsa da, aşk eksilmek şöyle dursun daha da kökleşerek varlığını sürdürmüştür. Hu­ go'nun yaşlıyken ona yazdığı mektuplar da, gençliğinde ni­ şanlısına yazdığı mektuplar kadar ateşlidir. Örneğin, bir yeni yıl kutlaması dolayısıyla, şairin kaleminde şu duygular dile gelmektedir: "Bunu, 1876 yılının son gününde yazıyorum sana. Sen de, 1877 yılının ilk gününde okuyacaksın. Sen yetmiş yaşındasın, ben de yetmiş beşime giriyorum. Böylesi fırtınalı ve o denli bu­ nalımlı yaşamımıza ve geçen bütün bulutlara ve gölgelere kar­ şın, tam kırk dört yıl var ki, birbirimizi seviyoruz. Artık göğe yaklaşıyor ve bir ruh haline geliyoruz gitgide. Etten yapılma yü­ reklerimiz artık mumdan yapılmış, sırlarla dolu bir yüreğe dö­ nüşüyor. Derin aşkımızı, meleklerin kanatları altına koyuyo­ rum. Sana tapıyorum, sevgilim ... "

Yolculukları olurdu ikisinin birlikte. 21 Ağustos 1880'de Veules-les-Roses'a giderler. 15 Eylül'de döndüklerinde, Juliette Drouet'nin içi doludur. 14 Aralık 1880 günlü mektubunda, da­ yanamaz, yakınmalarını şöyle döker ortaya: "Sana bıraktığım, yani yüreğine kathğım yüreğimi alıyor yeniden sana veriyorum. Ancak, bir de ricam var: Küçük ama haksız ve yaralayıcı despotluklarla fazla yıpratma onu! Benim gururlu ve dürüst, bağımsız yaradılışım, onlara dayanmakta hep güçlük çekmiştir; şimdi ise, isyan halinde. Benim yüce sev­ gilim, yalvarırım sana, benim küçük ihtiyaçlarımı kaldır koy et­ me! Bir şey istiyorsam, bil ki, olanakların dışında değildir; ve se­ nin güvenini ve yüce gönüllülüğünü asla kötüye kullanmaya­ caktır. Evinde bana ayırdığın yer, kabul ettiğin insanların naza­ rında benim aşağıda bir durumda görünmememi gerektiriyor; servetini de aşacak şeyler değil istediklerim. Bunlar, senin onu­ run adınadır da; benim yüce erkeğim, böyle bak konuya lütfen. Öte yandan, yeryüzünde geçireceğim zaman da azaldı; tartış­ maya değmez artık!"

"Yeryüzünde geçireceğim zaman da azaldı": Juliette Drou­ et'nin fark etmemesine imkan yoktur; tutulduğu onulmaz has­ talık, kanser, fazla yaşayamayacağını ona hissettirmektedir. 238

Hugo, bu ağır can çekişmenin tanığıdır. Bu da acı vermektedir Juliette'e. 23 Şubat 1882 günlü mektu­ bunda bunu dile getirir: "Tek başıma olsaydım, acım da o kadar azalırdı sevgilim" der; "Görüyorum ki, senin acını da artırıyo­ rum ve çifte azap veriyor bana bu!" Ve ekler: "Tanrı'dan tek is­ tediğim, senden önce ve olabildiğince erken ölmek: Dilerim, ka­ bul görür! " O yılın 11 Nisan'ında da şunları yazar: "Yetmiş altın­ cı yaşıma, acılarla da olsa vardım. Ama sana olan aşkımın gücü öylesine ki, ona dayanıp sen yaşadıkça yaşamayı da diliyorum." Ne var ki hastalık daha inatçıdır ve ilerler. 22 Kasım 1822 gecesi, Kral Eğleııiyor 'un temsiline giderler be­ raberce. Aynı locada birlikte otururlar. Prenses Negroni'nin de halkın önüne son çıkışıdır bu. Eve döndüğünde ölüme biraz da­ ha yakındır. 1883 yılının ilk günü, Hugo'nun, "Seni seviyorum"la biten mektubuna, aynı gün verdiği yanıtla, söylediği şudur Juliette'in: "Sevgilim, gelecek yıl bu vakit nerede olacağım bilmiyorum. Ama yaşam kimliğimi şu tek kelimeyle imzalayıp sana vermek­ ten mutlu ve gururluyum: Seni seviyorum!" Victor Hugo, 1883 yılında, "kırmızı kitap" ya da "yıldönümü kitabı"na hiçbir şey yazmayacaktır. Elli yıl önce tiyatronun loca­ sında tek beden olup çıktıkları 16 Şubat'ı 17 Şubat'a bağlayan geceyi kutlamak üzere bir fotoğrafını sunar sevgilisine ve altın­ da da şu yazılıdır: "Elli yıllık aşk, işte en güzel evlilik!" Juliette Drouet, 1 1 Mayıs 1883'te Paris'te ölür. Ertesi günü, "Victor Hugo'nun sadık dostu öldü'! diye saygı­ lı bir dille haber verir gazeteler. Ölümünün ertesinde, evde açı­ lan ziyaretçi defterinde iki yüz elliden fazla imza görüyoruz ve aralarında dönemin siyaset, sanat ve edebiyat dünyasının en saygın adları vardır. Cenazesi, büyük bir ağırbaşlılık içinde kal­ dırılır. Victor Hugo katılmak ister, önlenir; o da, tek başına kalır evde acılarıyla. 12 Mayıs'ta Saint-Mande Mezarlığı'na, kızının yanına gömer­ ler onu. Mezar başı konuşmasını da Auguste Vacquerie yapar. Ve o gün orada büyük bir aşk sayfası da kesinlikle kapanmış olur. Mezar taşına, Hugo'nun 1835'te kendisi için yazdığı şu dize­ ler işlenmiştir:

239

Donmuş bir kül yığını olup çıktığımda, Güne kapandığında yorgun gözlerim; Anım yüreğinde yer etmişse, bil ki: Şiirlerim bütün ellerde de olsa, Senin aşkın yetmiştir bana! Victor Hugo'nun not defterinde de, 20 Haziran 1883 tarihli tek ve kısa bir cümle vardır: "Çok geçmeden sana kavuşacağım sevgilim!" GÜNDÜZLE GECENİN SAVAŞI Görünüş odur ki, Juliette Drouet'nin ölümü Hugo'yu derin­ den derine sarsmış, yaşama olan bağlılığını iyiden iyiye gevşet­ mişti. Ürkmüş, şaşmış, afallamış bir haldedir. Yazmaz, çalışmaz ve dolaşmaz olmuştur. Öyle de olsa, 1884 yazında İsviçre'ye ve İtalya'ya kısa bir yol­ culuğa çıkar. Son yolculuklarıdır bu onun. Not defterinde karı­ şık dizeler, arkası hiç gelmeyecek şiir başlangıçları, havada cümleler görüyoruz. Onlardan biri anlamlıdır: "Yakında ufku h­ kamaya son vereceğim!". Sonun yaklaşhğını hisseder arhk. 15 Mayıs 1885'te, birkaç dostuyla birlikte yediği akşam ye­ meğinin arkasından, kendisini rahatsız hissederek salondan ay­ rılır ve yatağına uzanır. Başlangıçta önemsiz de görünse, birkaç gün sonra, bir hekim muayenesinde teşhis konur: Akciğerde ka­ nama vardır. Victor Hugo hastadır. 19 Mayıs'tan başlayarak gazeteler, hastalığın seyrini okurla­ rına duyurmaya başlayınca, halkı da derin bir heyecan kaplar. Günlük hekim raporlarında söylenenler gitgide ağırlaşınca, kaygı da artar insanlarda. Sekiz gün sürer hastalık. Bir iyileşir gibi olur hasta, sonra daha da ağırlaşır. Son gece­ lerden birinde, "Gündüzle gecenin kavgası budur işte!" diye ba­ ğırır; birinde de "Kara ışığı görüyorum" diye seslenir. 19 Ma­ yıs'ta, not defterine yazdığı pek anlamlı bir sahrak da var: "Sev­ mek, mücadele etmektir" der. Bir ara gerçekten kendine gelir; umutlanır çevresindekiler. Aslında kandilin sönmeden önceki son panlhsıdır bu. Torunlarını yanına getirirler, vedalaşır onlar-

240

la; herkesle vedalaşır. Sonra, can çekişme başlar. Paris Başpisko­ posluğu'nun, hastanın son anlarında yanı başında bulunma önerisini ailesi reddeder. Geceyi acılar içinde geçirir Hugo. Ertesi gün, 22 Mayıs 1885'tir, günlerden de cuma. 23 Mayıs cumartesi yayımlanan tüm gazeteler; ilk sayfaları­ m boydan boya kaplayacak biçimde, iri harflerle şunu haber ve­ rirler okurlarına: "Dün, saat 13'ü 27 geçe, Victor Hugo öldü!" "Gündüzle gecenin savaşı" bitmiştir. Olay, bütün dünyada yankılanır. Üyesi olduğu Senato, "Altmış yıldan beri dünyanın hayran­ lığım çeken ve Fransa'nın haklı gururu" dediği yazara saygı adı­ na toplantısını erteler; Milletvekilleri Meclisi de o gün toplan­ maz. Paris Belediye Meclisi, Senato'nun örneğini izler; akademi­ ler ve enstitüler de öyle. Roma'da Millet Meclisi oturumuna ara verir ve Meclis Başkanı Crispi şu telgrafı çeker: "Victor Hugo'nun ölümü, yalnız Fransa için değil, bütün uygar dünya için bir ka­ yıptır". Fransa'nın bütün kent ve kasabalarında bayraklar yarıya iner; yabancı ülkelerde, gazeteler özel baskılar yayımlarlar. Arkasından, şairin -iki yıl önce- vasiyetnamesinde belirttiği son arzuları gazetelere geçer; onların içinde de, özellikle çarpıcı ı olan şu cümleler: "Yoksullara elli bin Frank bağışlıyorum. Mezarlığa yoksulların cenaze arabasıyla götürülmeyi arzu­ larım. Bütün Kiliselerin ayin ve dualarını reddediyorum; herkesin benim için dua etmesini diliyorum. Tanrı'ya inanıyorum. Victor Hugo." Sol gazeteler, şairin ailesinin, bu dileklere uygun davranaca­ ğının sevincini belirtirler; 25 Mayıs günü La Petite Republique Française 'in söylediği şudur: "Artık bir gerçek ki, Fransız ruhba­ runın aydınlar üstünde üstünlüğü sona ermektedir; onunla hala birlik içinde olan zeka takımı olsa da, nadir durumda; ruhbanın dışında yaşayan ve ölenler ise öylesine çoğalıyor ki, çok geçmez o zeka erbabı hiç anılmayacak". Sağ' daki gazeteler, onların en tanınmışı Le Figaro, abartmalı bir övgü edebiyatına girişir. Parisliler, cenaze gününü beklerken, bir hafta boyu, Hu­ go'nun evine başsağlığı için bekleyiş kuyrukları oluştururlar; bu arada, bütün dünyadan başsağlığı dilekleri gelir eve. Ernest Re241

nan, "Şu anda, yüreğinde bir büyük boşluk hissetmeyen insan yoktur" derken; Hugo'nun amansız hasmı Emile Zola da, şairin torunu Georges Hugo'ya şunları yazar: "Victor Hugo, benim gençliğimdi, ona borçlu olduğum şeyi hatırlıyorum. Böylesi bir günde, hiçbir tartışma mümkün değildir; bütün eller birleşmeli, bütün Fransız yazarları bir ustayı onurlandırmak ve dehanın mutlak zaferini belirtmek için ayağa kalkmalıdırlar". Edmond de Goncourt da, uyanıklık gösterip Günlük'üne şunları geçirir: "Ne tuhaftır şu Fransız halkı! Tanrı'yı istemez, dini istemez, İsa'ya sırtını çevirip arkasından Hugo'ya tapmayı ilan eder!" Böylece, herkes kendince saygısını belirtir. Hugo ölmüştür. Şimdi sorun, onu, son isteklerine uyarak, ama cenazesine bir resmilik de kazandırarak, ebedi uykusuna terk etmektir. Bu res­ miliğin çapı ve içeriği rejimin sahipleri için önemlidir:7 Cumhu­ riyet, 1879'da bir zafer kazansa da, karşısında sağ'cı bir birikim vardır. İktisadi ve sosyal hoşnutsuzluk ve kaygıların sürdüğü; Jules Ferry'nin laik politikasının tutucu takımı yeni toplaşmala­ ra götürdüğü bir ortamda, bir cumhuriyetçi "mistik" yaratmak, bir "büyük adamlar" tapıncı geliştirerek, yurttaşlık erdemlerini seferber edip kalpleri kazanmak yerinde olacaktır. Victor Hugo ise, kişiliği ve evrensel boyutlarıyla, böylesi bir "ideolojik çimen­ to" için bulunmaz kaftandır. Konu, getirilip böyle bir çizgiye oturtulur: Hükümet, "ulu­ sal" bir cenaze törenine karar verir; ve ilk adım olarak da, Pantheon yeniden laikleştirilir. XV. Louis'nin yaptırdığı bu kili­ seyi, Devrim, büyük adamların anısına ayırmış ve cephesine de, "Büyük adamlara vatan minnettardır" diye yazdırmıştı; 1806'da bir imparatorluk kararnamesi, onu yeniden Kilise'ye verir; Tem­ muz Monarşisi tekrar Devrim'in tavrına dönerken, 1851 rejimi bir kez daha ibadete açar. 26 Mayıs'ta ise konu noktalanır: Pantheon, bir üçüncü kez büyük adamların anısına adanacaktır. Karar, alevli tartışmalara yol açarsa da değişmez. Böylece, Victor Hugo Pantheon'a gömülecektir. Cenaze töreninin bir komisyonca ciddi bir programı yapılır: 7 Bu konuda özellikle bkz. A. Ben Amos, "Les funerailles de Victor Hugo, apothe­ ose de l'evenement spectacle", Pierre Nora (başkanlığında), Les Lieux de memoire, cilt 1, Gallimard, Paris, 1984-1992 (Yeni basım 1997). Daha da özetle, Richard Dubreuil, "Victor Hugo au Pantheon. Le Sacre d'un poete republicain", L 'Histo­ ire, 1985, sy. 77, s. 88-90.

242

Tören için 1 Haziran pazartesi günü saptanmıştır. Hugo'nun ta­ butu, 31 Mayıs pazar günü, Zafer Anıtı'nda yüksek bir katafal­ ka konur. Halk, akın akın şairin cenazesinin önünden geçer gün boyunca. Anıt, dev bir siyah tüle bürünmüştür; üstünde de ya­ zarın eserlerinin adlarını taşıyan armalar vardır. İki yan cephe­ ye de, Hugo'nun resmi asılmıştır. Geceleyin, ellerinde meşale, çift sıra zırhlı süvariler aydınlatır Amt'ı. 1 Haziran günü, sabahın beşinden başlayarak da, kalabalık yeniden yoğunlaşır. Borazanlar çalar; taşıyıcılar, gelen çelenkle­ ri katafalkın çevresine yerleştirirler. Saat 1 1 .00'de de, yirmi bir pare top atışıyla tören başlar. Resmf söylevlerin verileceği bir kürsüden, Senato Başkanı, Meclis Başkanı, Milli Eğitim Bakanı, Fransız Akademisi Başkanı, Belediye Meclisi Başkanı, son ola­ rak da Seine Genel Konseyi Başkam, belagatlarım sergilerler. Arkasından da, Marseyyez 'le Yürüyüş Marşı çalarken, tabut, katafalktan indirilip -Hugo'nun vasiyeti üzerine- yoksulların cenaze arabasına omuzlar üzerinde taşınır. Siyah renkli sıradan arabada, süs diye, torunları Georges ve Jeanne Hugo'nun getir­ dikleri -beyaz güllerle süslü- iki küçük çelenk vardır arkada asılı. Cumhuriyet Muhafız Birliği'nin çaldığı Chopin'in cenaze marşı ile yürüyüş başlar. Arabanın sağında ve solunda Hugo'nun altı yakın dostu yü­ rümektedir; hemen arkada da, Georges Hugo ve belli bir mesa­ fede de, şairin hısımları ve dostları. Onları, çiçek yüklü ve okul çocuklarının çevrelediği, -dört ya da altı atın çektiği- bir düzine kadar araba izler. Daha da arka­ da, kurumları, kentleri, kolonileri, dernekleri, yüksekokulları ve fakülteleri, yabancı ülkeleri temsil eden heyetler yürümektedir. Gazeteler şu hesabı da çıkaracaktır: O gün, çiçek ve çelenk için, bir milyon Frank harcanmıştır. Cenaze alayı Champs-Elysees'den Concorde'a doğru iner. Mağazaların camekanlarında bir duyuru asılıdır: "Ulusal yas ne­ deniyle kapalıyız"; yol boyunca da bayraklar yarıya indirilmiştir. Concorde Köprüsü'ne gelindiğinde, havaya yüzlerce güvercin salınır; Paris kuşatması sırasında, Hugo, posta güvercinlerini pek sevmişti, o anı tazelenmek istenir. Saint-Germain Bulvarı'mn girişinde kalabalık daha da artar; ağaçlar, damlar ve bacalar in­ san doludur; balkonların altın fiyatına kiralandığı söylenir. Öğleden sonra saat ikide, cenaze alayı Pantheon'a varır. Bir 243

büyük kalabalık da orada beklemektedir. Tabut, yeniden bir ka­ tafalka konur; veda konuşmaları yapılır. Şair Leconte de Lisle, "Şairlerin en büyüğü, yüce sesi insanlar arasında hiç susmaya­ cak olan" deyip Hugo'yu son olarak selamlar. Saat, akşamın altı buçuğudur. Hugo, ailesiyle en yakın dostlarının ellerinde, Pantheon'un lahitlerine indirilerek, ebedi uykusuna terk edilir. Her şey bitmiştir ve Patheon'un kapıları yeniden kapatılır. .. Albert Wolff adlı bir yazar, Çağrı Gazetesi'nde, olan bitene bakıp şu satırları yazacaktır: "Paris'teki o gün, gelecek kuşakla­ ra, inanılmaz bir efsane gibi görünecektir. Geçmişte ne kadar gerilere uzanırsak uzanalım, bir benzeri yok bunun; gelecekte olabileceğini kim söyleyebilir? Denebilir ki, Victor Hugo'yu, uyuyacağı yere bütün bir Fransız halkı götürmüştür. Gösteri, öylesine büyüktür ki, karamsarlığı silip atmıştır ve yas, bir tan­ rılaştırma boyutlarına bürünmüştür. Ölümüyle, tabutunun çev­ resinde ve dehasına aynı saygı içinde, iki milyon insanı toplaya­ bilen, böyle yüzyılda bir çıkıyor ve o insanlar da, fikir ve emek­ leriyle, bir bütün olarak, bir milletin dehasını özetlemişlerdir." Gösterinin bir de siyasal anlamı vardı: Her türlü dinsel ara­ cının bir kenara çekildiği bir ortamda, Ulus, "Büyük Adam ta­ pıncı" ile el ele vermişti. Böylece, Üçüncü Cumhuriyet, anayasal olarak kuruluşundan bir on yıl sonra, ideolojik tabanını elde ediyordu. Büyük cenaze törenlerini resmileştirip dünyasallaştı­ rırken, rejim, halkın heyecanını da yönlendirmeyi öğreniyor; ama onu yaparken, Ulus'u kutsallaştıracak güçleri de uyandır­ mış oluyordu. Sonuç olarak, Hugo'nun cenaze töreni, dev bo­ yutlarıyla, politik amaçlara da yaramıştı ve Üçüncü Cumhuri­ yet'in zaferleri arasına giriyordu.

244

BİTİRİRKEN VICTOR HUGO'DAN KALAN NEDİR?

Victor Hugo, döneminin yazarları içinde, halkın en çok sevip tuttuğu kişi oldu; kelimenin en soylu anlamıyla, bir "halk yaza­ rı"dır o; Fransız yazarları içinde en çok tanınanı da odur hiç kuş­ kusuz. Neye borçludur bunu? Doğaldır ki, ününe efsanemsi bir renk veren -on dokuz yıl­ lık- sürgün yaşamının; Üçüncü Curnhuriyet'in doğduğu sıralar­ da, onu yeni rejimin simgesi haline getiren siyasal tavrının etki­ si büyük bunda. Ancak, bunların yam sıra, belki bunlardan da çok, duyarlılığının, özel yaşamında olsun, toplumsal yaşamında olsun, duygularını dile getirişinin, parlak olduğu denli yalın an­ latımının da payı var. Zaferi, kimi yazarların kazandığı sıradan zaferleri çoktan geride bıraktı. Okurları, hiç yanılmadıklarını göstermişler ve onu iyi tanıdıklarım söyleyen "uzmanlar"ı bir yana itmiş, itebilmişlerdir. Akademik gelenek, daha az roman­ tik olan Lamartine'i, Musset'yi, Vigny'yi yeğlemiştir ona; Baude­ laire' den sonra, yeni şiiri tutanlar, lirizminin duru olmayışı, öy­ kücülüğe kaçması, kesinlik ve yoğunluktan yoksun oluşuyla eleştirmişlerdir onu. En büyük Fransız şairinin kim olduğunu soruşturan bir ankete Andre Gide'in verdiği -o ünlü- "Ne yazık ki, Hugo!" yanıtı, anlamlıdır bu bakımdan. Bununla beraber, Hugo'nun mirası öylesine zengindir ki, bütün bir yüzyılın "de­ rin yankı"sı olduktan başka, hangi kuşaktan olursa olsun bir çağrıya yanıt verebilmektedir. Üretkenlik, Hugo'nun dehasının başta gelen niteliğidir. Ne var ki, sıradan bir içe doğuşun esinlerini çoğaltmakla yetinen -kolaya kaçmış- bir üretkenlik değildir bu; durmadan değişen biçimlere yanıt vermek isteyen gür bir oluştur söz konusu olan. Bu oluşun boyutlarını, örneğin şiirlerine bakarak çıkarabiliriz: İlk derlemelerin en iyi karşılanmış parçalarıyla, olgunluk ve yaşlılık şiirleri arasında büyük bir ayırım vardır; yaşamının, o büyük yaşamının geliştirdiği iç dünyasının derinliklerinden ol­ duğu kadar, teknikteki gitgide gelişen yetkinlikten de doğan bir 245

mesafedir bu. Yüzyılın yürüyüşüyle beraber, şair de, hemen he­ men farkına varmaksızın değişmiş; ancak değişirken sürekli iç­ ten kalmış ve kendi deyimiyle, "her defasında başka bir çiçek veren aynı dal" olmuştur hep. Bu değişiklikte ve bu içtenliktedir Hugo. Şaşırtıcı bir çeşitlilik içinde olan eserinde, kuşkusuz gölgeler var: Tiyatrosu eskimiştir; öyle de olsa, romantik özgürlüğün ör­ neği olarak bakmaktayız onlara. Romanlarından kimileri -Sefil­ ler, Deniz Emekçileri, vb.- Balzac'tan bu yana anladığımız anlam­ da romanlar değilse de, en azından insanı saran, büyüleyen -epik ya da trajik- poemlerdir. Düzyazı ustası olarak hayranlık vericidir Hugo: Görkemlilikle coşkunluk, parlaklıkla özlülük vardır onda: Görülmüş Şeyler ' de olduğu gibi, istendiğinde yalın ve ölçülüdür de yazdığı. Ne var ki, bir bakıma şair Hugo'dur bugüne sürüp gelen. Yadsıdığı klasiklerin ve bilmediği modernlerin yasaklarının ter­ sine, Hugo, "geniş bir bahçe" olarak görür şiiri; "içinde hiçbir ya­ sak yemişin bulunmadığı" bir bahçe. Bütün temalara yaklaşır, sesin bütün perdelerinden yararlanır: Sırasına göre epiktir, yeri­ cidir, içlidir; freskodan, bir başka tür tabloya geçer; içinde her­ kesin kendini bulabildiği duygu dünyasının ortak alanlarını bü­ yük bir yalınlıkla işler, ya da ruhun lirik dalgalanmalarına verir kendini; dünyanın gizlerle dolu seslerine açık bir bilinçaltının en derin noktalarına dalar ve kimi zaman da sevimli, hülyalı, erotik, sonra tuhaf... bir fantezinin oyunlarına bırakır kendini. Bütün boyutlarıyla tanığı olduğu bir yüzyılın en güçlü şairi­ dir o! Nitekim, yine aynı Andre Gide, eserlerinden birinde şu hay­ ranlığını dile getirmekte duraksamamıştır: "Nasıl bir dize kav­ rayışı o ve nasıl da canının istediği gibi oynuyor! . .. Fransız şiiri, hiçbir zaman böyle bir ustalığa erişmemiştir." Sonra, insanın çağlar boyunca kurtuluşunu konu alan Yüzyıl­ ların Efsanesi, Tanrı ve Şeytanın S on u 'ndan oluşan büyük üçlüsü, yüzyılın tarihsel iyimserliğini yansıtan dev anlatımlardan biri­ dir. Ve bu tarih felsefesi, en kişisel, en derin imgeye yer verir: Günle gecenin zıtlığı, ışıkla gölgenin zıtlığı, aynı zamanda iyi­ likle kötülüğün, bilinçle bilinçli olmayanın zıtlığıdır söz konusu olan. Hugo için büyük sorun; toplumda, sosyal adaletsizlik biçi­ minde ortaya çıkan, doğada ise bir başka biçimde kendini belli eden "kötü"nün varlığıdır; tek amaç, kişisel yaşamda olduğu gi246

bi, tarihte de bu kötünün kökünü kazımak, bilinçli olmayanı bi­ linçli kılmak, geceyi gündüz ve Şeytanı da Tanrı yapmaktır. Yaşadığı yüzyılın ötesinde, Hugo, gelecekteki şiir serüvenle­ rinin de işaretlerini vermiştir: Baudelaire, Rimbaud, Mallarme, giderek gerçeküstücüler üzerindeki etkisi yadsınamaz; ölümün­ den sonra yayınlanmış şiir kitapları olan Tanrı ' da ve Şeytanın Sa­ mı 'nda, modern şiirin akıl üstü iklimine has, "mitosçu bir imge dünyası"nın varlığı ortaya çıktı. Gölgenin Ağzı şairi pek yakındır bize. Ancak şair Hugo'yu, romancı Hugo'yu, eylem adamı olarak Hugo'dan ayırmamalı. Kendi sanatı çevresinde çıkarılan onca gürültü-patırtının arkasından, Hugo, dünyada bugün de en çok tanınan Fransız yazarı ise, bu, güttüğü davalar yüzündendir de: Sanatta olduğu gibi politikada da -her biçimiyle- özgürlük; in­ san yaşamını kutsal saydığı için ölüm cezasına karşı oluş; top­ lumda adaletin hüküm sürmesi ve sefalete son verme; çocukla­ rı koruma ve kadın hakları; parasız, zorunlu ve laik eğitim; di­ ne saygılı olma, ama ruhbana da karşı çıkış; iç savaşta yenilen­ lere genel af; kendi halkına saygılı olduğu kadar, bütün halkla- rın davalarına da saygılı olma; hükümet darbelerinin karşısına dikilme; bir evrensel cumhuriyet ve barış için mücadele; Avru­ pa Birleşik Devletleri özlemi ... İşte eyleminin doğrulduğu ana hedefler Hugo'nun! XIX. yüzyıl Fransız edebiyatının -hemen hemen- bütün do­ ruk yazarları, birer özgürlük savaşçısı olmuşlardır. Victor Hu­ go, onların arasında, "davaya bağlı aydın" kimliğiyle belirir; ya­ ni, sanatından özveride bulunmadan, onun ağırlığıyla siyasal ve sosyal kavganın içinde yer alır. Voltaire'le başlayan bu "da­ vaya bağlı aydın" kimliğini XIX. yüzyılda sürdüren en çarpıcı simgedir Hugo; onu, kendisinden sonra Emile Zola ile Anatole France ve XX. yüzyılda da Jean-Paul Sartre izleyecektir. Hugo, ötekilerden farklı olarak, "sistemin içinde" de kalsa, bir öncü, deyim yerindeyse bir peygamber kimliğiyle, milyonların dikkatini çekti ve arkasından sürükledi. Sosyalist oldu mu Hugo? Fransa'da Cumhuriyet, 1880'lere doğru gitgide yerine otu­ rurken, "liberal"dir; ama henüz "sosyal" değildir. Ne var ki öz­ gürlük hareketi, sosyal istemleri, sendikaların oluşmasını da da­ yatmaktadır. Sosyalistler ve sendikacılar bunu bilirler; üstelik, 247

onlar da cumhuriyetçidirler ve bunu her vesileyle ortaya koya­ caklardır. Hayır, Hugo sosyalist olmadı! Paris Komünü'nün mahkumları ve sürgünlerinin affı yolun­ da yorulmadan çalıştı, ama komüncü çizginin dışında kaldı. Ancak, öyle de olsa, insanlar arasında eşitlik ilkesinin gerçekleş­ mesini de hep savundu. Ona göre özgürlük, eşitlikle uzlaşmaz değildi; yeter ki, cumhuriyet'in üçüncü ilkesi, yani "kardeşlik" unutulmasın! Liberal söylemle eşitçi söylem arasındaki zıtlığı aşmanın tek aracı da oydu. O da gerçekleştiğinde, cumhuriyet "demokratik" olacaktı. İşte Hugo, kurumları ve siyasal yaşamı henüz yerine oturmamış da olsa, böylesi bir "demokratik cum­ huriyet" ideali yolunda mücadele etti yazdıklarıyla. Onun ya­ şamdan çekilmekte olduğu sıralarda, zafere ulaşan Cumhuri­ yet, tam anlamıyla bir sonuç değil -olsa olsa- bir "önsöz"dü. O önsözün fikri dokusunda, büyük yazarın kalemiyle eyleminin payı unutulabilir mi? Victor Hugo, yüzyılının gerçekten "eleştiren vicdan'ı oldu. Yalnız Fransa'nın değil bütün insanlığın içinde kıvrandığı so­ runları sergiledi ve çözüm için arkasından koştu. Onların bir bö­ lümü çözüme ulaşmışsa bugün, bir bölümü de bundan uzak. Se­ filler'in "önsöz"ündeki dille sormuş olalım: "Erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocu­ ğun karanlıklar içinde köreltilmesi", yaşadığımız dünyanın bü­ yük bir bölümünde bugün de baskın değil mi? Ölüm cezasına karşı kavga günümüzde de sürmüyor mu? Sosyal cumhuriyet ve demokrasi kadar evrensel cumhuriyet, barış ve kardeşlik de, gündemdeki yerlerini hala korumuyorlar mı? Böylece Hugo, bugün de güncel değil mi? Üstelik, her değeri metalaşhran ve "sosyal"a da bilerek sırlı� nı çeviren bir ideolojinin, bezirgan liberalizminin pençesine ye­ niden düşmüş bir dünyada, düzen ve onun medyası, politikayı halkın dışına çıkarırken, aydınların sesini de boğuklaştırıyor ve bir yerlere savuruyor onları. Böyle bir ortamda, Hugo'nun hay­ kıran sesini özlemez olur muyuz? Ayrıca, her şeyin yolunda gittiğine inandırılan bizler de, bu saflığımız yetmiyormuş gibi, XIX. yüzyılın edebiyatçı ve politi­ kacılarına bakıp kimi zaman küçümseyici bir tavır takınırız; on­ ların gürleyen cümlelerinden estetiğimiz ve göreciliğimiz rahat248

sız olur; romantizm, ütopyacılık, ilericilik, deyip gülümseriz söylediklerine bazen. Nankör mirasçılar durumunda olmaya­ lım: Geleceğimizi üzerine kuracağımız kimi ilkeleri onlara borç­ luyuz; adımlarımıza yön veren özgürlük tutkusunda da onların payı unutulabilir mi? Victor Hugo, onların önde gelenlerinden biri oldu. Eylemi de, o yüzyılda dev yankılar yapmıştı. Günümüzdeki aydının o eylemden alacağı büyük dersler var ...

249

EKLENTİ

Server Tanilli "SEFİLLER"İN SERÜVENİ

Victor Hugo'yu, XIX. yüzyıl Fransız edebiyatının bu dev sa­ natçısını tanımayan okuyucu yoktur. Onun en ünlü, ama aynı zamanda en büyük eserinin Sefiller olduğunu bilmeyen de pek yoktur. Gerçekten, evrensel edebiyatın "10 büyük roman"ı ara- � sında onun da adı geçer. Bu dev eseri, yayımlandığı günden bu yana, milyonlarca ve milyonlarca insan bıkıp usanmadan oku­ muş durmuştur. Türkiyeli okuyucular da o yakın ilgiyi göste­ renler arasındadır. Kendi kuşağımdan bilirim: Sefiller 'i okuma­ mış olmak büyük ayıplar arasında sayılırdı. Ama, bu eserin bizde apayrı bir serüveni olduğunu da bilir miydiniz? Ölümünün 100. yıldönümü dolayısıyla bütün uygar insanlı­ ğın anısı önünde eğildiği bir yılda, biz de, toplumumuzun Hu­ go'yla, özellikle de onun o büyük eseriyle tanışmasını anlatarak törene kahlalım, saygı borcumuzu yerine getirelim. İlk çevirilerden biri Bize Batı edebiyatından yapılmış ilk çevirinin, Münif Pa­ şa'nın 1859 yılında yayımladığı, -Voltaire, Fenelon ve Fontenel­ le'den kimi diyalogları içine alan- Mulıaverat-ı Hikemiyye oldu­ ğunu "Tarih ve Toplum" okuyucuları iyi bilirler. 1862 yılında, Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Tercüme-i Telemak yayımlanır. Yine o yıl, Ruzname-i Ceride-i Havadis 'te bir tefrika­ ya başlandığını görüyoruz: Mağdurin Hikayesi. Hugo'nun, son­ radan dilimizde hep "Sefiller" diye anılacak olan ünlü eseri Les Miserables 'in çevirisidir bu. Eser, ilk kez bu adla ve özetlenerek okuyucuların karşısına çıkarılmaktadır. Ancak, bu özetlemeyi kimin yaptığı hakkında bir kayıt yoktur; yalnız tefrikadan önce Hugo hakkında kısaca bir bilgi verilmiştir o kadar. Çok büyük bir olasılıkla, Münif Paşa idi bu özetlemenin sahibi. Bu yazı, ilk kez Tarih ve Topluın'da yayımlanmıştır (1985, sy. 13, s. 29-31). Buraya olduğu gibi alıyoruz. (S. T.)

253

Dikkatimizi çeken noktalardan biri şu: Sefiller'in Batı'da ya­ yımlandığı aynı yıl içinde, -özetlenerek de olsa- bjze de çevril­ mesi. Bunu bizde o sıralarda -şu ya da bu derecedeki- uyanık­ lıktan çok, eserin dışarıda yayımlanır yayınlanmaz yaptığı dün­ ya çapındaki yankılarda aramalı. Gerçekten, 1862'de Sefiller'in yayımlanması evrensel bir olay oldu. Aynı tarihte, eserin Paris ve Brüksel'den başka Londra, Leipzig, Milano, Madrid, Rotter­ dam, Varşova, Budapeşte ve Rio de Janeiro'da da çevirileri bası­ lıyor ve böylece yalnız Fransa'nın değil, eski ve yeni dünya in­ sanlarının ortak kitabı haline geliyordu. Öyle derler, o sırada Amerika Birleşik Devletleri'nde Kuzey ile Güney arasında baş­ lamış olan iç savaşta bile, gönüllülerin çevirdiği eser, askerlerin elinde ve siperlerde okunurmuş. Doğrudur; hiçbir kitap yeryüzünde böyle bir rağbet görme­ miştir. Demek oluyor ki, yankıları hemen bize kadar da ulaşmış bu ilginin. Bir başka özellik de şu: Aynı yıl yayımlanmış olan Tercüme­ i Telemak ın, baştan aşağıya eski "inşa" dilinden bir örnek olma­ sına karşılık, Mağdurin Hikayesi tefrikası, özetlenerek yayımlan­ masının da etkisi ile, o zamanki gazete dilindedir. Gazeteler, okuyucu sayısını artırmak isterler, bunun için onların dilinden konuşacaklardır; "tefrikacılık" ise, bu diyalogun kurulmasında başrolü oynuyor. Dilde "yeni nesre" giden yollar böyle böyle açılacaktır. Hugo'nun eserinin, ilk kez kitap olarak değil de, tef­ rika yoluyla okuyucunun önüne çıkarılmasında böylesi anlam­ lar saklıdır. Kitabın asıl çevirisine, kısa süre sonra Şemsettin Sami Bey gi­ rişir. Onun da ayrı bir öyküsü var. '

Şemsettin Sami'nin çevirisi ve yankıları Genç kuşaklar pek tanımazlar Şemsettin Sami'yi. Oysa, çağ­ daş kültür tarihimizin dev kişiliklerinden biri de odur. XIX. yüz­ yılın ikinci yarısında yaşayan Şemsettin Sami (1850-1904), başta ansiklopedileri, sözlükleri ve Türk dili üzerindeki yazılarıyla ta­ nınır. Kamus-iil Alanı ve Kamus-i Türkf gibi eserleriyle bilgin ve Türk dilini, üzerinde durulmaya değer bir konu olarak ele alıp, Türkçenin başlıca sorunları üzerinde dikkatle duran ve onları 254

birer birer inceleyerek bu konudaki görüşlerini cesaretle ortaya atan bir dil uzmanıdır o. İlk Türk romanı sayılan Taaşşuk-ı Tal ' at ve Fıtııat da onun kaleminden çıkmıştır (1872). Sefiller'in ilk çevirisini de ona borçluyuz. Gerçekten Şemsettin Sami, Les Miserables 'i, bu kez "Sefiller" adıyla, aslına olduğu gibi uyarak, forma forma yayımlamaya başlar. Bu yayınla beraber ilginç tartışmalar, giderek eleştiriler de boy gösterir basında; Şemsettin Sami yiğitçe göğüsler hepsi­ ni. Birine dokunalım isterseniz: Vakit Gazetesi'nin 1880 yılında­ ki sayılarından birinde, "Paris 'ten Talırirat-ı Mahsusa " başlıklı bir yazı çıkar. Bu yazıda, Paris'le ilgili haberler verdikten sonra ya­ zar, gazetelerde Sefiller adıyla Hugo'nun eserinin çevrildiğini gördüğünü, merak edip 20. formaya kadar ısmarladığım söyle­ dikten sonra, şöyle bağlar cümlesini: "Gele gele ne gelse iyi? Bir terceme ki, Hugo görse 'Hey Mizerabl' diye eserini çevirene kı­ zardı! ." Sami Bey, birkaç gün sonra, aynı gazetede, bu imzasız yazı­ yı yanıtlayarak şöyle der: "Mütearrız, Mizerabl 'ın mukaddeme­ sinden 4 satırın tercemesine bile edebiyat-ı hazıramızın imkanı müsait olmadığım iddia ettiği halde, bendeniz şimdiye kadar mukaddemenin 5 satırıyla beraber kitabın yirmi binden müteca­ viz satırını terceme ettim ve edebiyatımızı, bir hikaye kitabının üç satırını tercemeye müsait olmamak gibi mu'terizden başka kimsenin hatırına bile gelemeyecek bir lekeden kurtardım. Üç satırın tercemesine müsait olmayan bir lisanla yirmi bin satır terceme ettiğim halde, birkaç sehv-ü hata bulunursa çok görül­ meli midir?" Sami Bey, eleştiricinin önce yanlışları ortaya koyarak doğ­ rusunu bildirmesi, sonra da kendisinin kitabında nasıl adı var­ sa, onun da yazısını imzasıyla yazması gerektiğini -pek haklı olarak- belirttikten sonra, şöyle sürdürür yazısını: "Mu'terizin hakkı var. Kendisinin i'tiyat ettiği Acemane bir lisanla Hu­ go'nun efkar-ı aliyyesini terceme etmek mümkin değil... Ancak bunlara edebiyyat-ı hazıra değil, edebiyyat-ı maziyye adı veri­ yoruz. Edebiyyatımızın terakkisini isteyenler eski usule riayet etmezler. Edebiyyat-ı cedidemiz Avrupa üdebasının her fikri­ ni az çok tasvir edebilir. Yalnız Hamse-i Nergisf gibi kitapları tercemeye müsait değildir. Çünkü onlarda tasvir edecek fikir bulunmaz." Saldırıların sürmesi üzerine, Ahmet Mithat Efendi de tartış255

maya karışır ve Şemsettin Sami'yi savunur. Daha sonraları, Sü­ leyman Nazif de Sefiller çevirisini ağır bir dille eleştirecektir. Altta, bugünkü okuyucuya, hem Şemsettin Sami Bey'in çe­ virisi, hem de dilimizde -aşağı yukarı- 100 yıllıkbir süre için­ de nasıl bir gelişmenin gerçekleştiği hakkında bir fikir vermek üzere, kitabın pek kısa olan "önsöz"ünün, Sami Bey'in kale­ minden çıkmış biçimiyle, son çevirilerinden birini yapan Ce­ nap Karakaya'nın kaleminden çıkmış biçimini sunuyoruz. Bu arada şunu da belirtelim ki, Sefiller çevirisinde asıl göze batıp eleştirilen nokta, Sami Bey'in, aslını bozmamak ve biçemdeki özelliği korumak kaygısıyla, eseri "harfiyyen", yani olduğu gi­ bi çevirmesi, bu yüzden de deyişin birçok yerde Türkçenin ku­ rallarına aykırı düşmesiydi. Ancak Sami Bey, o zaman için haklıydı da bunda. Kelime oyunlarına dayanan "seci"li nesirle Fransızca bir eseri Türkçeye çevirmek kolay değildi. Bu kalıp­ laşmış nesri, düşünce ve duygularımızı istediğimiz gibi anla­ tabilecek biçimde, kıvrak bir hale getirmek gerekiyordu. O za­ manki gençler de nesre bu kıvraklığı vermek istiyorlardı. Sefil­ ler' de önce yadırganan nahiv biçimine zamanla alışacaktır. Onun Seftller'i, sonra da -Daniel de Foe'den çevirdiği- Robin­ son 'u, Servet-i Fünun'cuların yetişme çağında yayımlanan bu çevirilerdeki değişik cümle yapısı, Servet-i Fünun topluluğu­ nun geliştireceği Avrupa­ i nesir biçimine zemin hazırlayan kaynaklardan biriydi. Kuş­ kusuz, bir aşama, büyük bir aşamaydı Şemsettin Sami'nin ger­ çekleştirdiği. Bunu bugün anlıyoruz.

MUKADDEME "Kavanin ve ahlakın tesiratile, alemi medeniyetin içinde sun'1 cehennemler halk eder ve kaderi ilahiye bir kaderi beşeri karışhrrnağa çalışır bir mücazat bulundukça, asrımızın mesalli selasesi, yani insanın esafil güruhu namile terzili, kadının açlık mecburiyetile zillete düşmesi ve çocuğun şebi cehalette gıdayi terbiyeden mahrum kalıp mahvolması meseleleri hallolunma­ dıkça, bazı taraflarda cemiyeti beşeriyenin havayı hürriyeti te­ neffüs edemeyip boğulması mümkün oldukça, tabiri aharle ve

256

daha umumiyet üzere söyliyelim: kürre-i arzın üzerinde cehil ve zaruret bulundukça bu kabilden kitapların faidesiz olmama­ sı iktiza eder."

(Sefiller 'in "önsöz"ünün Şemsettin Sami Bey'in kaleminden çevi­ risi: İbrahim Alaettin, Victor Hugo, İstanbul, 1931, s. 93). ÖNSÖZ "Yasaların ve örf ve adetlerin etkisiyle uygarlığın orta ye­ rinde, sun'i olarak cehennemler yaratan ve tanrı takdirine bir değişmez insanı kaderi karışhran bir sosyal lanetlenme var ol­ dukça; yüzyılımıza vergi üç problem olan, erkeğin yoksulluk ve sefaletle alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun karanlıklar içinde dumura uğraması çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları havasızlıktan boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir görüş noktasından bakıldığında, yeryüzünde cehalet ve sefalet bulundukça, bu gi­ bi kitaplar büsbütün faydasız olmayabilir." (Cenap Karakaya'nın çevirisi, Sefiller, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1982, c. I, s. 11).

"Sefiller" çevirisi yasaklanmış mıydı ? Şemsettin Sami, bilindiği gibi, Sefiller'i yarım bırakır, bitire­ mez. Neden acaba? Sami Bey'in, çevirisine yöneltilen eleştiriler karşısında eseri yarım bıraktığı düşünülemez. Onlara susturucu yanıtları verebilecek durumdaydı, nitekim vermiş de. Yarım bı­ rakışı, kitabın "satamamış" olmasına bağlayan bir iddia da var­ dır. O dönemdeki okuyucu sayısı ahım şahım olmamakla bera­ ber, Sefiller gibi bir eserin, hele yol açtığı tartışmalar da göz önünde tutulursa, "satamamış" olması pek zayıf bir olasılık. Yaygın söylenti ise, çevirinin yasaklanmış olduğudur. Eser forma forma yayımlanırken, bir jurnal üzerine yayın durdurulur ve basılmış formalara el konur. Eserin çizdiği tipler, -söz konusu Fransa da olsa- toplum­ daki yaralara parmak basması, halkçı ve cumhuriyetçi felsefe­ si, okuyucunun üzerindeki o korkunç telkin gücü göz önünde 257

_

tutulursa, o zamanki yönetimin hoşuna gitmemiş olması çok doğaldır. Kaldı ki, yasaklamanın önünde hukuksal engeller de pek yoktu o sıralar. Gerçi, yasaklamanın yapıldığı 1880 (1297) yılında, Şemsettin Sami, Sultan Abdülhamid'in göster­ diği arzu üzerine saraya alınarak, mabeynde kurulan Teftiş-i Askerf Komisyonu Katipliği'ne getirilir; çeşitli rütbelere yük­ seltilerek ömrünün sonuna değin de bu görevde kalacaktır. Öyle de olsa, Abdülhamid tarafından evinde "ikamete me­ mur" edilmesi, önceleri ara sıra sokağa çıktığı ve dostlarıyla misafirlerini evinde kabul ettiği halde, daha sonraları bunun da yasaklanmış olması, akla çok şeyleri getiriyor. Sefiller'in yasaklanmış olması, söylentiyi de aşan bir şey ki, II. Meşruti­ yet'ten sonra bu büyük eseri yeniden ele alıp, -yine aynı ad­ la- bütünüyle çevirecek olan Avanzade Mehmet Süleyman, kitabının önsözünde şöyle diyor: "Sefiller daha on sene evvel memleketimizde tanınmış, layık olduğu mevki-i tevkir ve teb­ cili bulmuş, vaesefft ki yalnız natamam kalmak gibi bir talih­ sizliğe duçar olmuştur. Mütercimi olan Sami Bey gibi bir fazıl­ ı muhteremin gerçi ömrü Sefiller 'i itmam ve ikmale vefa eyle­ memiş değildi. Heyhat ki menfur istibdad buna mani-i kavi olmuştur. Sefiller'in natamam olarak ötede beride mahfi ve mektum kalabilmiş olan nusha-i matbuası bile jurnallarla zabt ve müsadere edilmişti." Sefiller, gerçekten yasaklanmış mıydı? Konu, yasaklamalara ne denli alışık bir toplum da olsak, kül­ tür tarihimiz bakımından pek önemlidir; belgelere de dayana­ rak aydınlatılmayı bekliyor. Şemsettin Sami Bey'in yarım kalmış çevirisini daha sonra "Sabah Gazetesi Heyet-i Tahririye Müdürü" Hasan Bedrettin Bey tamamlar. Bu çevirinin 1934 yılında yeni harflerle de bir baskısı yayımlanacaktır. Sefiller 'i, Cami (Baykut) Bey de çevirecektir ayrıca. İşte, Hugo'nun ünlü eserinin bizde "Mağdurin Hikayesi" ile başlayıp, "Sefiller" adı altında sürüp giden öyküsü. Bu öykü­ nün, dilindeki değişiklikten, -söylentide de kalsa- bir ara yasak­ lanışına değin bizim toplumumuza özgü yanları var; olması da doğal. Bizim insanlarımızın ona apayrı bir bağlanışı da olmuş­ tur. Namık Kemal, Sefiller 'i pek severmiş; hatta ölüm döşeğin­ deyken de onu okumakta' olduğu söylenir. Anlamlıdır. Hu258

go'nun kitabının önsözünde belirttiği "cehalet" ve "sefalet" de­ nen şeylerin üzerinde bizim aydınlarımızın apayrı bir duyarlık­ la durduğunun işareti olsa gerek bu. 1982 yılında, tanınmış iki yayınevimizin Sosyal Yayınlar'la Cem Yayınevi'nin Sefiller 'i ye­ niden çevirtip okuyucuların önüne çıkarmalarından daha isa­ betli hiçbir şey olamaz. Onların, bu yayında, şu yaşadığımız 80'li yılları seçmiş olmaları da anlamlıdır. Türkiyeli okuyucular, Sefiller 'den çok şey öğrenmişlerdir ve daha da öğreneceklerdir. Hugo, Sefiller 'i bütün uluslar ve insanlar için yazdığını söyler. Ama Sefiller, doğrusu herkesten önce bizimdir; çünkü, herkes­ ten önce biz varız onda. "Cehalet"imizle biz, "sefalet"imizle biz! Dündar Akünal, "İlk Sefiller çevirisi üzerine", Milliyet Sanat Dergisi, Yeni Dizi 8, Eylül, 1980. Zeynep Kerman, 1 862-1 9 1 0 Yılları Arasında Victor Hugo 'dan Türkçe­ ye Yapılan Tercümeler Üzerine Bir Araştırma, İstanbul, 1978. İsmail Habib (Sevük), Avrupa Edebiyatı ve Biz, 2. cilt, İstanbul, 1941. Ömer Faruk Akün, "Şemseddin Sami", İslam Ansiklopedisi, c. 11, s.

411-422. İbrahim Alaettin, Victor Hugo, İstanbul, 1931. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, c. 1, 3. bas., İs­ tanbul, 1979. Agah Sırrı Levend, Şemsettin Sami, Ankara, Türk Dil Kurumu Ya­ yınları, 1969. Fethi Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul, Gerçek Yay., 1981 .

259

Pierre Rosenberg VICTOR HUGO DENEN BİR BÜYÜK RESSAM

Meslektaşımız Albert Besnard,1 1900'e doğru, "Olacağı buy­ du" diye haykırıyordu; "buydu" dediği de, Victor Hugo'nun yaptığı resimler... 3.500'ü aşkın resim! Büyük çoğunluğu, beyaz kağıt üzerine karakalemle ya da mürekkep kullanarak fırçayla yapılmış; kimi zaman Çin mürekkebine başvurulmuş, kimi zaman kömürka­ lemle, suluboyayla, guvaşla, süslenip güzelleştirilmiş. İçinde güçlü anlarla beraber sessizlik yıllarını da barındıran bir yazar­ lık yaşamına yayılmış yoğun bir etkinlik: Bir yüce ve görkemli eserin; Victor Hugo'yu, Akademimizin en büyük ressamı -bu kelimeyi kasıtlı olarak kullanıyorum!- yapıp çıkan büyüleyici bir çeşitliliğe sahip ve her türlü uzlaşımdan bağımsız bir eserin, bir çeyrek saatte hakkını vermek nasıl mümkün olabilir? Bu büyüleyici ve benzersiz eserde kimi temalar, özellikle de Ren dolayındaki kentler teması, çokça karşımıza çıkıyor; Hu­ go'nun pitoresk zevkini belirtmek için de bir vesiledir bu! Theophile Gautier, 1862'de, olağanüstü güzellikte bir sayfa ayırdı konuya: "Victor Hugo, şair olmasaydı önde gelen bir res­ sam olurdu; karanlık ve vahşi fantezilerde, Goya-'nın ışık-ka­ ranlık etkinliklerini Piranesi'nin mimari terörüne katmada pek başarılı; bir tehdit edici gölgeler ·ortamında, bir ay ışığı ya da bir şimşek aydınlığıyla, yıkılmış bir kentin kulelerini tasarla­ mayı biliyor ve batan güneşin koyu mor ışığında, uzaktaki bir kentin -okları, çan kuleleri, kuşatma kuleleriyle- silüetini yan­ sıtabiliyor. Alışılmamış bir biçem ve bilinmedik bir mimarlık

1

Bu yazı, Victor Hugo'nun 200. doğum yılı dolayısıyla, Fransız Akademisi'nde ya­ pılan kutlama etkinliklerinden biri olarak orada sunulmuş bir tebliğden bir par­ çadır; ve 1 Mart 2002 günlü Le Monde'da yayımlanmıştır. Yazarı, Louvre Müzesi onursal müdürü ve Fransız Akademisi üyesidir (Çevirenin notu). Albert Besnard, 1849-1934 yılları arasında yaşamış bir ressam ve oymacıdır; 1912'de, Güzel Sanatlar Akademisi'ne ve 1924'te de Fransız Akademisi'ne seçil­ miştir.

261

_

anlayışıyla, aşk ve esrar dolu, görünüşü sizi bir karabasan gibi sıkıp ezen burçlar, eski sokaklar, şatolar, yıkılmış kiliseler ta­ sarlamaktaki garip yeteneğine bakıp yığınla dekoratör kıskanç­ lık duyabilir." Claudel ve Leon Daudet, bu karabasan kelimesinin yerine dehşet kelimesini; kuşkusuz her zaman bastırılmış ve denetim altına alınmış bir dehşeti yeğlerlerdi. Belki yeterince görülmedi ve bu noktada edebi eser grafik eserden ayrılıyor: Sanatçının resimlerinde, insanın varlığı başta gelmiyor. İnsan, ona egemen bir doğada boğulmuştur; doğa, sı­ kıp ezmekte, sallayıp sarsmakta ve yutmaktadır onu. Victor Hugo, "göğe doğru uzayıp giden yapıların kargaşası" (Pierre Georgel) gibi, bir baş dönmesi ve dengesizliğin mimarı­ dır her şeyden önce. Hugo umulmadık, beklenmedik, hesapta olmayan şeyi oynamaktan hoşlanıyor. Kimi zaman soyuttan gerçeğe, kimi zaman gerçekten soyuta geçer. Sihirli merdivenle­ ri, ·geçtiği yerde her şeyi yakalayıp yutan denizi, Yaratılış'tan önceki bir dünyanın jeolojik ve bitkisel biçimlerini, Max Ernst'e özgü bir dünyayı, yaprakları savurup süpüren sağanakları, yıl­ dırımla aydınlanan bir şatonun görünüşünü, ay ışığında akşa­ mın gelişini, karanlığı, sanrılı açılış ve yayılışları, Kuzey sisleri­ ni (Victor Hugo İtalya'nın bir insanı değildir), taşkın bir doğayı, kozmik ve altüst olmuş bir dünyayı sever Hugo. Şu dizeyi, "İçinden gecenin ışıdığı kara, korkunç bir güneş" dizesini hatırlamaz olur muyuz? Birkaç göz kamaştırıcı istisna da var: Ölüm cezasının kaldı­ rılması yolunda, şairin -durup dinlenmeden- sürdürdüğü mü­ cadeleyi hatırlatan ve Odilon Redon'un siyah renklerini haber veren korkunç darağaçları; onların yanı sıra, sayıları yazık ki fazla olmayan esrarlı ve erotik birkaç resim, bütün bunlar, Rem­ brandt'ın -ofort- gravürlerini hatırlatır ... Yorulmak bilmez bir ressam olarak Victor Hugo için, yazar­ lığını sürdürdüğü kalem, resimde de kullandığı araçtır; ne kır­ mızı kalem, ne tebeşir ya da fırça söz konusudur. Bir mürekkep insanıdır Hugo; "mürekkep, o ışık yaratan karalık" der. Bir renk­ çi olmadı; onu, bir Blake' den ya da romantik hasmı ve kendisin­ den de hiç hoşlanmayan Eugene Delacroix'dan ayıran budur. Hiçbir cesur çıkışı, hiçbir merakı kendine yasaklamadı; en çıl­ gınca, en tuhaf, en gülünç araştırmalara girişti, öyle ki kimi za­ man onlara bakıp Hugo'yu, amatör, uçta, kendi kendini yetiştir262

Asılmış adam.

Eddystone Feneri.

Yatan adam.

1

k 1 1

1

Victor Hugo'ııun çocuklarını eğlendirmek için yaptığı karikatürler.

miş, esinli bir sanatçı olarak nitelemek mümkündür: Dantel iz­ leri, parmak izleri, cilalama, silüetler, "fumage", "kargacık bur­ gacız yazma", üzerinde yeniden çalışılıp düzeltilmiş mürekkep lekeleri, kağıt kırmalar, her şey hoşuna gidiyordu. Leon Daudet, 1896'da bu araştırmalarının bir öyküsünü an­ lattı: "Hugo'nun, pek şaşırtıcı, ama kimi insanların da öğretici diye bakabilecekleri bir çalışma yöntemi vardı. Bir kağıdın üze­ rine, şarap, mürekkep, erik suyu sıçratıyordu; kimi zaman bir iğneyle damarını deldiğinde akan kan da olabiliyordu fışkırttı­ ğı. Sonra, bu sıçrıntıların çevresine uzun uzun bakıyor ve bu ka­ ostan başka bir yoruma geçerek, şatolar, boğuşan aslanlar, ej­ derhalar, düşsel ormanlar görüyor, bütün bunlardan, alabildiği­ ne gölgeli ve aydınlık bir düş dünyasına varıyordu". Leon Dau­ det, "Dehşet, alanıydı" diye bitiriyor sözlerini. ·

Victor Hugo'nun resimleri, erkenden hayranlar topladı; her çevreden ve pek de şaşırtıcı hayranlar! Dönen masaları ve ispi­ ritizmanın izleyicilerini biliyoruz. Victor Hugo'nun, "davaya bağlı sanatçı" olarak kendine çektiği hayranlar da, resimlerinde, sanat sanat içindir öğretisi lehine çarpıcı bir karşı ağırlık gördü­ ler; onun grafik sanatını, gerçeküstücü yorum ya da lirik soyut­ lamayı haklı çıkarma yolunda kullananlar da oldu içlerinde; bu­ nun gibi, yazarın şöhretini ressam yanıyla gölgelendirmekten hoşlananlar da çıktı; onların tersi bir çizgide olanlar da, söz ko­ nusu resimlerle, yazıların görsel kaynakları arasında açık seçik ilişkiler, köprüler kurmaya verdiler kendilerini ... Hayranlar ara­ sında çoğunlukta olanlar ise, gönül gözüyle gizli şeyleri gördü­ ğünü sanan bir keşif sahibi (visionnaire) olarak övdüler Hu­ go'yu. Bugün de bir Michel Butor, bir Arnulf Rainer ve daha başkaları var. .. İki metinle kendimi sınırlayacağım. Onlardan biri, Paul Claudel'in ve 1928 tarihli: "İşte nihayet Victor Hugo'nun ruhu önümüzde; ne güzel sözlere, ne lafı uzatmaya ya da çeviriye ge­ rek kalmadan, bu iç dünyayı doğrudan ve en iyi sergiliyor bize. Bunlar, hepimizin baktığımız trajik resimler, siyahla beyazın o uğursuz kimyası; içinde, çok soluk ve biçimsiz bir ışığın, eskiyip hurdaya çıkmış şeyleri, diriltilmesi mümkün olmayan bir geç­ mişi bir kalıptan bir kalıba döktüğü bu boğulup batmış yerler; lanetlenmiş ve canavarlarla gulyabanilerin sırtlarında taşıdıkla­ rı bir dünyanın donukluğundan kaçıp kurtulmak isteyen hara267

beler. Abartmaya kaçmadan denebilir ki, Victor Hugo'nun en çok alıştığı duygu; en dokunaklı ve içten esinlerini bulduğu; hep başvurduğu, onun tükenmez dağarını oluşturan, işkence ve yaratışla dolu iç odası, işte bu dehşettir, bir tür ürküyle iç içe te­ maşa olan bu dehşet!" Claudel'inkinden de önceye çıkan ikinci metin, XX. yüzyılın en büyük sanat tarihçilerinden birine, Hemi Focillon'a ait: "Bu 'yeni ürperiş', bizzat Hugo'nun, modern duyarlığı zenginleş­ tirmiş olmasına bakıp Baudelaire'i kutlarken söylediği bu ür­ perişi, onun resimleri de, XIX. yüzyıl boyunca taşıyıp durdu­ lar; ve, Poe'nun formülüne göre, güzelin de gariplikten asla yoksun olmayacağı bir gerçekse, bu harikulade -doğaçtan- ya­ ratışlar, en nadir ve en güzel eserler arasındadır ve bilinmez­ den haber veren hiçbir imgelem de onları daha önce ortaya ko­ yablimiş değildir. "Bu resimler çarpıyor bizi, şaşırtıyor ve nice ressam kuşağı­ nın bize inşa ettikleri kullanışlı, elverişli, uysal bir evrenden çe­ kip koparıyor. Ağzına kadar tutku ve düzensizlikle dolular; bu halleriyle de, bizi etkileyip büyülüyorlar. Öğretilerde olup bit­ miş olanlara uyup alışmayı reddedebilmek için bir özel yetenek ve bir garip dahi olmalı: Çocukların ve şairlerin yaptıkları re­ simlerin kimi zaman bize verdikleri ders budur! "Bu yıkıntı halindeki dünyada, yıldırımın sarsıp yaktığı bu dünyada, bizim halihazır yaşamımıza ait olmayan görünümleri ve duyguları tanıyoruz. Ren, Paris, deniz, insanların yüzü, ca­ navarların çehrelerini buruşturmaları, ormanlar, vadiler, dağ­ lar, bütün bu biçimler, bütün bu parıldamalar, bize en çok acı çektiren özlemlerimizin simgeleri olup çıkıyorlar; uzayın baş döndürmesinden çok daha korkunç olan Zaman'ın baş döndür­ mesine uğruyoruz. O hoş ve eğlendirici romantik hevesler yok artık gözlerimizin önünde. Tantanalı bir telkinin egemenliği al­ tındayız; dehaya, bizim iç dünyamızın görünüşlerini istediği gi­ bi değiştirme ve evreni istediği biçime sokma imkanını veren es­ rarlı bir iktidar da var karşımızda." Evet, Victor Hugo, en büyük ressamımızdır. (Çeviren, Server Tanilli)

268

Bir eski şato.

BAŞLICA EŞZAMANLI TARİHLER

1802 Victor Hugo'nun Besan­ çon' da doğuşu (26 Şubat).

1804 Fransız Medeni Yasası. İm­ paratorluğun yerleşmesi.

1812 Sophie, Eugene ve Victor Paris'teler.

1805 Chateaubriand, Rene' nin yayımlanışı.

1812 Napoleon'un Rusya seferi. Beethoven'in "Kreutzer'e"

1815 Cordier Pansiyonu.

sonatı.

1814 Napoleon'un feragatı. 1815 Yüz Gün. Waterloo. 1815-1824 Restorasyon'un do1816 Louis-le-Grand Lisesi. 1818 Sophie ile Leopold Hugo'nun boşanması. Victor Hugo Hukuk Fakültesi'nde. 1819 Adele Foucher ile nişan­ lanma.

ğuşu ve XVIII. Louis'nin saltanatı.

1817 Schubert, Genç Kız ve Ölüm.

1819 Walter 1821 Sophie Hugo'nun ölümü. 1822 Victor Hugo ile Adele Fo­ ucher'nin evlenişi. 1823 Leopold'un doğuşu ve ölümü. Eugene'in akıl hastanesine yatırılışı.

Scott, İvanhoe. Theodore Gericault, Me­ dıısa'nm Salı.

1821 I. Napoleon'un ölümü.

271

1824 Leopoldine'in doğuşu. Yeni Övgüler.

1824 Delacroix, Sakız kıyımı. 1824-1830 X. Charles'm hüküm­ darlığı.

1825 Victor Hugo'nun Legion d'honneur nişanını alışı. 1826 Charles'm doğuşu. Övgüler ve Türküler.

1828 François-Victor'un doğu­ şu. 1829 Doğu Şiirleri ve Bir Mahkıl­ muıı Son Günü. Marion de Lorme'un yasaklanışı. 1830 Hernani. Hugo'nun kızı Adele'in . doğuşu. Eşi Adele'le Saint-Beuve'ün ilişkisi. 1831 Notre-Dame de Paris. 1833 Juliette Drouet ile ilişkinin başlaması.

1829 Balzac, Les Clıouans . Merimee, IX. Charles 'zn Hiikümdarlığınm Tarihi.

1830 Temmuz Devrimi ve Lou­ is-Philippe'in hükümdar­ lığının (1830-1848) başla­ ması. Stendhal, Kırmızı ve Siyah.

1834 Transnonnain Sokağı kıyı­ mı. 1836 Balzac, Vadideki Zambak.

1838 Ruy Blas.

1839 Lamartine, Diişmeler'in yayımlanışı. 1840 I. Napoleon'un küllerinin getirilişi.

1841 Victor Hugo'nun Akade­ miye kabulü. 1842 Ren. 1843 Leopoldine'in ölümü. 1844 Alexandre Dumas, Monte­ Cristo Kon tu.

1845 Hugo, Ayan Meclisi'ne üye oluyor. 1847 Jules

Michelet,

Devrimi Tarihi.

272

Fransız

1848 Hugo, Kurucu Meclis' e üye seçiliyor.

1848 Devrimler ve İkinci Cum­ huriyet'in başlaması. Lou­ is-Napoleon'un Cumhur­ başkanlığı.

1851 Hugo Brüksel' de.

1851 Hükümet darbesi. Eugene Labiche, Hasır Şapka.

1852 Küçük Napoleoıı'un yayım­ lanışı. Jersey' e yerleşme. 1853 Cezalar'm yayımlanışı. 1855 Guernesey'e yerleşme.

1852 Louis-Napoleon, ömür boyu imparator. İkinci İm­ paratorluğun başlaması. 1855 Gustave Courbet, Res­ saın 'ın Atölyesi.

1856 Dalıp Gitmeler'in yayımla­ nışı. 1857 Charles Baudelaire, Kötü­ lük Çiçekleri.

1859 Yüzyılların Efsanesi.

1859 Siyasal suçtan mahkum olanlara af. 1861 Theophile Gautier, Kaptan Fracasse.

1862 Sefiller'in yayımlanışı. 1864 Emekçilerin Birinci Enter­ nasyonalı'nın kuruluşu. 1867 Alphonse Daudet, Küçük . Şey.

1868 Adele'in ölümü. 1870 Hugo'nun Fransa'ya dönüşü.

1871 Hugo'nun Paris'ten mil­ letvekilliği. Charles' ın ölümü.

1870 Fransa-Prusya Savaşı. Sedan yenilgisi. III. Na­ poleon'un düşüşü. Üçün­ cü Cumhuriyet'in doğuşu. Emile Zola'nın Rougonla­ rııı Yükselişi'nin başlaması. 1871 Paris Komünü. Giuseppe Verdi,

Ayda

Operası.

273

1872 Hugo'nun kızı Adele'in akıl hastanesine yahrılışı. Korkunç Yı l ın yayımlanışı. 1873 François-Victor'un ölümü. 1874 Doksan Üç ve Oğullarım 'ın yayımlanışı.

1872 Claude Monet, İzlenim, doğaıı güneş.

'

1875 Anayasa'nın yayımlanışı. Georges Bizet, Karmen. 1876 Hugo'nun senatörlüğü.

1876 Jules Verne, Miclıel Stro­ gof un yayımlanışı. f

'

1877 Büyük Baba Olma Sana­ tı '.nın yayımlanışı. 1878 Hugo'nun beyin kanama­ sı geçirmesi. 1880 Komün mahkumlarının affı. 1882 Jules Ferry'nin eğitim ya­ salarının çıkışı. 1883 Juliette Drouet'nin ölümü. 1885 Victor Hugo'nun ölümü (22 Mayıs).

274

1885 Vincent Van Gogh, Patates Yiyenler.

VICTOR HUGO'NUN ESERLERİ

1820 1822 1823 1824 1826 1827 1829 1830 1831 1832 1833 1834 1835 1837 1838 1840 1842 1843 1851 1852 1853 1856 1859 1862 1864 1865 1866 1867 1869 1872 1874 1875 1876 1877

Muhafazakar Edebiyat Dergisi. Bug-Jargal (İ lk biçimiyle). Övgüler ve Çeşitli Şiirler. İzlandalı Han. Yeni Övgüler. . Bug-Jargal (İ kinci yazılış). Övgüler ve Türküler. Cromwell (ve Önsöz'ü). Doğu Şiirleri. Bir Mahkumun Son Günü. Hernani. Notre-Dame de Paris. Marion de Lorme. Sonbahar Yaprakları. Kral Eğleniyor. Lucrece Borgia. Marie Tudor. Edebiyat ve Felsefe Birarada. Serseri Claude. Angelo, Paduva Despotu. Alacakaraıılıkta Türküler. Gönülden Sesler. Ruy Blas. Işıklar ve Gölgeler. Ren. Burgravlar. On Dört Söylev. Küçük Napoleon. Cezalar. Dalıp Gitmeler. Yüzyılların Efsanesi (1). Sefiller. Willianı Slıakespeare. Sokakların ve Ormanların Şarkıları. Deniz Emekçileri. Paris. Guernesey'in Sesleri. Gülen Adam. Eylemler ve Sözler (1870, 1871, 1872). Korkunç Yıl. Doksan Üç. Oğullarını. Eylemler ve Sözler (I. Sürgünden önce; 11. Sürgün sırasında). Eylemler ve Sözler (III. Sürgünden beri). Yüzyılların Efsanesi (II. Yeni dizi). Büyiik Baba Olma Sanatı. Bir Cinayetin Tarihi (1).

275

1878 1879 1880 1881 1882 1883

Bir Cinayetin Tarihi (il). Papa. Yüce Merhamet. Dinler ve Din. Eşek. Ruhun Dört Rüzgarı. Torquemada. Yüzyılların Efsanesi (III. Tamamlayıcı dizi). Manclıe Takımada­ ları.

Hugo'nun ölümünden sonra yayımlananlar: 1886 1887 1888 1890 1891 1892 1893 1896 1898 1900 1901 1902 1942 1951

276

Şeytanm Sonu. Özgür Tiyatro. Görülmüş Şeyler. Bütün Rübap. Yolculukta: Alpler ve Pireneler. Tanrı. Yolcıılukta: Fransa ve Belçika. Bütün Rübap (Yeni dizi). Yazışmalar (1815-1835). Yazışmalar (1836-1882). Uğursuz Yıllar. Görülmüş Şeyler (Yeni dizi). Yaşamımın Haşiyesi. Nişanlıya Mektuplar. Son Çimen. Okyanus. Taş Yığınları. Araya Girme.

RESİMLER

Victor Hugo'nun Besançon'da doğduğu ev (15) Victor Hugo'nun babası ve annesi (16) Victor Hugo'nun kolejdeki defterlerihden bir sayfa (45) Victor Hugo ile eşi Adele evliliklerinin başlarında (46)

Doğu Şi irleri nden bir görünüm: "Esire" (71) '

Hernani'nin kavgalı temsilinden bir ayrıntı (72) Notre-Dame de Paris'den bir sahne (93) Victor Hugo 35 yaşında (94) Juliette Drouet (123) Leopoldine Hugo genç kızken (124)

1848 Devrimi'nden bir ayrıntı (145) Victor Hugo, 1848 Devrimi'nde işçiler arasında (146) Victor Hugo Jersey Adası'nda (163) Victor Hugo, Guernesey' de yoksul çocuklarla (164) Victor Hugo'nun Sefiller için bir resim çalışması (185) Sefiller'den bir ayrıntı: Gavroche ve ihtilalciler (186) Paris kuşatmasında "Victor Hugo" adlı top (205) Vickon Hugo zincirleri kırarken (206) Victor Hugo. Seksenlik bir ulu (233) 80. yaş günü kutlamalarından bir ayrıntı (234) Asılmış adam (263) Eddystone Feneri (264) Yatan kadın (265) Karikatürler (266) Victor Hugo'nun kaleminden bir eski şato (269) Ahtapot (270)

277

GENEL KAYNAKÇA

a) Genel eserler ve edebiyat tarihleri

Abraham, Pierre / Desne, Roland (başkanlığında), Histoire litteraire de la Fraııce, cilt iV / V, Editions Sociales, Paris, 1973-1977. Castex, P.-G. / Surer P. / Becker, G., Histoire de la litterature frança­ ise, Hachette, Paris, 1974. Huard, R. / Leguin, Y. C. / Margairaz, M. / Mazauric, C. / Scot, J. P. / Vovelle, M., La Fraııce coııtenıporaine. Identite et mııtations de 1 789 a JIOS jours, Editions sociales, Paris, 1982. Lagarde, Andre / Michard, Laurent., XIXe siecle, Bordas, Paris, 1985. Manfred, A. (başkanlığında), Histoire de la France, Editions du Prog­ res, cilt 1, Moscou, 1978. Michel, Arlette (başkanlığında), Litteratııre française du XIXe siecle, PUF, coll. "Premier eyde", Paris, 1993. Ponteil, Felix., Histoire generale contenzporaine. Du nıilieıı du X VIIIe si­ ecle a la guerre nıoııdiale, Dalloz, Paris, 1951. Rey Pierre-Louis., La Litteraturefraııçaise du XIXe siecle, A. Colin, Pa­ ris, 1993. Rougerie, Jacques., La Conzmuııe de 1 871, PUF, coll. "Que sais-je?", 3e ed., Paris, 1997. Thibaudet, Albert., Histoire de la litterature française de 1 789 a nas jo­ urs, Stock, Paris, 1969. Van Tieghem, Philippe., Le Romantisnıe Jrançais, PUF, coll. "Que sa­ is-je?", 12e ed., Paris, 1984. Winock, Michel, Les Voix de la liberte. Les Ecrivains engages au XIXe siecle, Seuil, Paris, 2001. b) Monografiler

Albouy, Pierre., La Creation mythologiqııe chez Victor Hugo, Paris, 1963. Aragon, Louis., Avez-vous lıı Victor Hugo, Ed. Messidor / Temps Actuels, Paris, 1985. Aragon, Louis., Hugo, poete realiste, Editions Sociales, Paris, 1952. Barrere, J.-B., Hugo, l 'ho111 111e et l 'oeuvre, Hatier, Paris, 1952. 279

Boudouin, C., Psyclıanalyse de Victor Hugo, Geneve, 1943. Bellesort, Andre., Victor Hugo, essai sur son oeuvre, Perrin, Paris, 1951; Türkçe çevirisi, Victor Hugo, çev. Sabiha Rıfat, İ stanbul, 1959. Bordet, Gaston., Hugo. Hier, main tenaıı t, demain., Delagrave, CRDP de Franche-Comte, 2002. Decaux, Alain., Victor Hugo., Perrin, Paris, 2001. Decaux, A. / De Ayala, R. / Geno, J.-P., Les plus beaux ınaııııscrits de Victor Hugo, Paris, 2001. Drouet, Juliette., Lettres il Victor Hugo., Har / Po, Paris, 1985. Dussart, Delphine., Victor Hugo., Hatier, Paris, 2002. Flutre, F., Victor Hugo, (çev. Halit Fahri), İstanbul, 1934. Gamarra, Pierre., Victor Hugo., Editeurs Français Reunis, Paris, 1971. Gaudon, Jean., Victor Hugo dramaturge, Paris, 1962. Gely, Claude., Hugo et sa fortune litteraire, Paris, 1970. Gohin, Yves., Victor Hugo., PUF, coll. "Que sais-je?", Paris, 1987. Grossiord, Sophie., Victor Hugo. "Et s 'il n 'eıı reste qu 'ıı n " . . , "Decouvertes", Gallimard, Paris, 1998. Guillemin, Henri., Hugo, Seuil, 3e ed., Paris, 1994. Hovasse, Jean-Marc., Victor Hugo, cilt 1, Fayard, Paris, 2001 . Hugo, Victor., Lettres il Juliette Drouet, Har / Po, Paris, 1985. İ brahim Alaettin (Gövsa), Victor Hugo, İstanbul, 1931. Joumet, R. / Robert, G., Le Mytlıe du peuple dans les Miserables, Pa­ ris, 1964. Juin, Hubert., Victor Hugo, 3 cilt, Flammarion, Paris, 1980-1986. Juin, Hubert., Lectures du xıxe siecle, coll. 10/ 18, Union Generale d'Editions, Paris, 1977. Kahn, Jean-François., Victor Hugo. Un revolutionnaire, suivi de L 'ext­ raordinaire metamorplıose, Fayard, Paris, 2001. Kerman, Zeynep., 1 862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo'dan Türk­ çeye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir Araştırma, İ stanbul, 1978. Levaillant, M., La Crise mystique de Victor Hugo (1 843-1856), Jose Corti, Paris, 1954. Martin-Fugier, Anne., Les Ronıantiques. Figures de l 'artiste (1 8201 848), Hachette, Paris, 1998. Martin-Fugier, Anne., Comedienne. De Mademoiselle Mars il Saralı Bernlıardt, Seuil, Paris, 2001. Maurois, Andre., Olympio ou la vie de Victor Hugo, Hachette, Paris, 1954. .

280

Pena-Ruiz, Hemi / Scot, Jean-Paul., Uıı Poete en politique. Les Com­ bats de Victor Hugo, Flammarion, Paris, 2002. Pouchain, Gerard / Sabourin, Robert., Juliette Drouet oıı "la depay­ see", Fayard, Paris, 1992. Renouvier, Charles (Presentation de Claude Millet)., Victor Hugo le plıilosophe., Maisonneuve et Larose, Paris, 2002. Roman, Myriam / Bellosta, Marie-Christine., Les Miserables, roman pensif, Belin, Paris, 1995. Roy, Claude., "Victor Hugo", Les Soleils du romantisme, Gallimard, Paris, 1974. Souchon, P., Les deux femmes de Victor Hugo, Paris, 1947. Souchon, P., Victor Hugo, l 'homme et l 'oeııvre, Paris, 1949. Tersen, Emile., "1 862-1962 ", Les Miserables de Victor Hııgo, Club des Amis du livre progressiste, 1962, cilt 1, s. 1-XLII. Aynı eserde, Raymond Escholier, (Postface) cilt 3, s. 543-550. Viatte, A., Les Sources occultes du romantisme, Champion, 1928, reed. 1 965 Viatte, A., Victor Hugo et les illumines de son temps, 1943, reed. Slat­ kine, Geneve, 1973. Ubersfeld, Anne., Le Roi et le Bouffon. Etude sur le t!ıeiitre de Hugo de 1 830 a 1 839, Jose Corti, Paris, 2001. .

c) Antolojiler, ansiklopediler, sözlükler

Albouy, Pierre / Georgel, Pierre / Seebacher, Jacques / Ubersfeld, Anne / Verdier, Philippe., "Victor Hugo", Encyclopaedia Uni­ versalis.

Beaumarchais, J.-P. de / Couty, Daniel / Rey, Alain., Dictionnaire des litteratures de langııe fraııçaise, Bordas, Paris, 1984. Gaudon, Jean., "Victor Hugo"., La Grande Encyclopedie Laroıısse. Gide, Andre., Antlwlogie de la poesiefrançaise, Gallimard, Paris, 1949. Jean, Raymond (Presentation), Victor Hugo, Ecrits sıır la peine de mart, Actes Sud, 1979. Kanık, Orhan Veli., (Başlangıcından bugüne) Fransız şiiri antolojisi, Varlık Yayınları, İ stanbul, 1956. Laurent, Franck (Presentation), Victor Hııgo. Ecrits politiques, Livre de Poche, Paris, 2001. Millet, Claude., Oeuvres poetiques, Livre de poche, Paris, 2002. Perche, Louis., Victor Hugo, Seghers, "Poetes d'aujourd'hui", 6e ed., Paris, 1974. 281

Van Tieghem, Philippe., Dictionnaire de Victor Hugo, Larousse, Fa­ ris, 1970. d) Dergiler, gazeteler (özel sayılar) L 'ARC, (sy. 57, 1974.). Europe., (juin 1935), (fevrier-mars 1952), 1962, (mars 1985). L 'Histoire., (sy. 261, janvier 2002) Magazine litteraire., (sy. 214, janvier 1985), (sy. 405, janvier 2002). Le Monde., "Dossiers et Documents", (sy. 23, Avril 1999) La Peıısee., (sy. 245, mai-juin 1985). Revue des deux moııdes., (janvier 2002).

282

KİŞİLER, KAVRAM VE ESERLER DİZİNİ

Adolphe, 29 Akademiye Kabul Söylevi, 107,

218, 225 Akünal, Dündar, 259 Alacakaranlıkta Türküler, 96, 98,

117 Almanya Üstüne, 29 Alpler ve Pireneler, 221 Amy Robsart, 66, 68, 74

Angers, David d'., 59, 62, 106 Anquetil-Duperron, 69 Aragon, Louis, 77, 187 Aristoteles, 66 Arvers, Felix, 61 Atala, 27 "Avrupa Birleşik Devletleri", 153, 199, 202, 215, 224, 227, 229, 237, 247 Babeuf Hareketi, 20 Balzac, Honore de, 17, 23-25, 31, 59, 63, 75, 78, 80, 87, 8991, 106-108, 151-152, 182, 187, 246 Banville, Theodore de, 97 Barbey d'Aurevilly, 184, 211 Barrot, Odilon, 101, 133, 138140, 147 Bartholdi, 235 Baudelaire, Charles, 70, 73, 187, 245, 247, 268 Baudin (Milletvekili), 142, 154 Beccaria, 73, 192 Beranger, 106, 167 Berlioz, 78, 102 Bernanos, Georges, 182

Bernhardt, Sarah, 223, 231 Besançon, 11-13, 58 Besnard, Albert, 261 Biard d'Aunet, Leonie, 120, 153 1830 Devrimi (bkz. Temmuz Devrimi), 61, 83-85, 101 1848 Devrimi, 13, 18, 21, 1 13, 178 Bir Cinayetin Tarihi, 158-159, 166, 223-224 Birleşik Devletler'e Mektup, 165 Bir Mahkılmun Son Günü, 68, 73, 177, 181 Bir Zamane Çocuğunun İtirafı, 30 Biscarrat, Felix, 40, 50 Bismarck, 201, 203-204, 209 Blanc, Louis, 55, 87, 121, 122, 134, 136, 144, 146, 203, 227, 231, 236 Bonapartizm, 21, 201 Bonnat, Leon, 4 Boulanger, Louis, 62, 69, 79, 106, 127 Bourges, Elemir, 212 Breton, Andre, 187 Brown, John, 165 Bııg-Jargal, 43, 55 Burgravlar, 63, 104--105, 108 Butor, Michel, 267 Bütün Rübap, 218, 221 Büyük Baba Olmak Sanatı, 221, 232 Byron, 24, 69, 70, 73 Canut'ların ayaklanması, 85 Cavaignac, 137-138, 144, 147, 154 Cervantes, 9, 195 283

Cezalar, 31, 157-159, 166, 168,

170, 203, 215, 218 Changarnier (General), 139, 154 Charlemagne, 57, 76 Charles X, 12-13, 52-55, 57-58, 60-61, 75-76, 80, 88, 126, 114, 119, 125, 146, 153, 195, 198-1999, 207, 220, 235-236 Chateaubriand, F.-R. de, 13, 2729, 41-42, 49, 69, 78, 80, 109, 171 Chenier, Andre, 22-23, 42 Choııan 'lar, 14, 90,91 Cinq Mars, 28, 90 Clemenceau, Georges, 208 Constant, Benjamin, 29, 65 Consııelo, 30 Cook (Kaptan), 37 Coppee, François, 231 Cordier Pansiyonu, 38-39, 43 Corinne, 29 Cousin, Victor, 85 Cromwell (trajedisi), 30, 37, 57, 62-63 Cronıwell (önsözü), 63-64, 66-68, 74, 77, 80, 104

Delille, Jacques, 40 Delon, Edouard, 49, 50 Delphine, 13, 29, 159 Deniz E mekçileri, 157, 197, 246 Deschamps, Emile, 54, 59, 62 Diderot, 37, 229 Dinler ve Din, 221 Doğu Şiirleri, 68, 70, 73 Doksan Üç, 14, 30, 217-218, 220, 223 Drouet, Juliette, 83, 98, 102, 107, 116-121-122, 127-128, 153, 155, 1 59, 161, 169, 220, 237-240 Dostoyevski, 30, 182, 236 Dumas, Alexandre, 59, 60-61, 74, 77-78, 106, 152, 171, 197 Dumas Fils, Alexandre, 211, 212 Dutacq, 86 Düşlemeler, 29, 42 Eckstein, Baron de, 69 Edebi ve Felsefi Çeşitleme, 96

Dalıp Gitmeler, 128, 157, 1 59-

"Edebiyat ve uygarlık", 230 Emperyalizm, 22 Erhat, Azra, 195 Ernst, Max, 262 Esmeralda (La), 102 Eşek, 221, 230 Ezıgenie Grandet, 25, 201 Eylemler ve Sözler, 110-111

160, 169-172 Dante, 9, 159, 182, 192, 195, 267 Daudet, Alphonse, 211 Daudet, Leon, 262, 267 "Davaya bağlı yazar", 108, 247, 267 Delacroix, 59, 69, 106, 262 Delavigne, Casimir, 74 Delecluze, Jean Etienne, 58

Falloux Yasası, 140, 149-150 Farinace, 192-193 Faust, 51-52 Feodalite, feodalizm, 18, 20 Ferry, Jules, 231, 242 Feuillantines, 35, 49, 99 Flaubert, Gustave, 31, 187, 202, 211-212, 226

Çağrı, 199, 232, 244 Daelli, 190

284

Focillon, Henri, 268 Foucher, Pierre, 35, 37-38, 4447, 67, 125 Fourier, Charles, 12, 21, 87, 226 Fra Diavolo, 34 France, Anatole, 153, 211-213, 247 François I, 101 Fransa 'da Anıtların Yıkılması Üstüne, 55 Fransa ile Belçika, 221

Fransa-Prusya Savaşı (1870), 21, 199, 201, 204 Fransız Akademisi, 41, 54, 61, 67, 83, 107, 117, 142, 153, 243 Fransız Devrimi, 21, 23, 51, 128, 174, 193, 218, 220 Gambetta, Leon, 203, 225, 236237 Garibaldi, 139, 192, 203-204 Gautier, Theophile, 59, 62, 7879, 106, 198, 211-212, 261 Genel oy, 19, 132, 134-135, 137, 140-141, 144, 149-150, 153154, 212 Gerçekçilik, 22, 24 Gide, Andre, 9, 245, 246 Girardin, Delphine de, 159 Girardin, Emile de, 86 Globe, 54, 56, 114 Gobineau, J. A., 211 Goethe, 9, 51-52, 58, 69 Goncourt Kardeşler, 184, 211, 242 Goriot Baba, 25 Goya, 261 Gönülden Sesler, 96, 99 Görülmüş Şeyler, 151, 221, 246

Gue (ressam), 55 Guernesey, 121, 160, 162, 166, 169, 172, 178-179, 197, 199, 217, 231 . Guizot, 63, 85, 133 Gülen Adam, 30, 157, 198, 217 Halil Nihat, 221 Hauteville-House, 160-161, 190-191, 195, 199 Hernani, 30, 36-37, 68, 75-81, 88, 101-102, 104-105, 107, 113, 197-198, 223, 231 Hetzel, 171-172 Hıristiyanlığın Dehası, 13, 27 "Hint düşüncesi", 38 Horatius, 38, 40 Hugo, Abel, 12, 36, 38-39, 42, 49, 117 Hugo, Adele (kız), 17, 35, 4647, 50, 88, 220, 235, 237 Hugo, Adele (eş), 33, 44, 47, 4950, 53-54, 113-1 16, 120-121, 125, 127, 158, 161, 165, 194 Hugo, Charles, 125-126, 144, 153, 158, 161-162, 194-195, 198-199, 207, 220, 235-236 Hugo, Eugene, 12, 17, 36-39, 42-43, 47, 50, 99, 117, 140, 150, 178, 207, 262 Hugo, François-Victor, 68, 146, 153, 161-162, 179, 195, 199, 220, 235 Hugo, Georges, 198, 208, 220221, 237, 242-243 Hugo, Jeanne, 199, 220-221, 226, 236-237, 243 Hugo, Leopold, 11, 14, 33-34, 36-38, 41, 43, 44, 50, 97, 122, 125, 214, 218 Hugo, Leopoldine, 54, 83, 107·

285

108, 113, 122, 125-126, 128, 157, 159, 169-170, 198 Hugo, Sophie Trebuchet, 14, 34-39 Indiana, 30 Işıklar ve Gölgeler, 96, 99, 107,

157, 172 İ brahim Alaettin (Gövsa), 257, 259 İkinci Cumhuriyet, 28, 31, 110, 137, 142 İ " lerleme inancına", 224 İnsan ve Yurttaş Hakları B ildirisi

( 1789), 18, 147 İnsanlık Komedyası, 25 İspanya yolculuğu, 36 İtalya yolculuğu, 34 İtalyan Resminin Tarihi, 23 İtiraflar, 102 İzlandalı Han, 53-54, 90

Jakobenizm, Jakobenler, 21 Jersey, 158-160, 166, 171, 194 ]irondenlerin Tarihi, 29, 129, 134 Joseph Napoleon Bonaparte (Kral), 20, 34-36, 57, 137138, 147, 154 ]ournal des debats, 55, 57, 187 Juvenalis, 38 "Kadınların özgürlüğü", 225, 227-228 Kanık, Orhan Veli, 23 "Kapitalistleşme ve sanayileş­ me" (Fransız yolu), 19-22, 25 Karr, Alphonse, 106, 119 Kenilworth Şatosu, 67 286

Kerman, Zeynep, 259 Kırım Savaşı, 165, 199 Kırmızı ve Siyah, 23, 24 Korkunç Yıl, 214, 217, 223 Kötülük Çiçekleri, 173 Kral Eğleniyor, 101, 106, 223, 239 Kutsal Bağlaşma, 20, 51 Küçük Napoleon, 31, 153, 158159, 166, 179 Lacroix, Albert, 38, 179, 183, 189 Lahorie (General), 33-34, 36-38, 47, 50 Lamartine, Alphonse de, 28-29, 42, 53, 55, 59-61, 80, 87-89, 99, 106, 109, 129, 134, 136, 143, 149-150, 153-154, 181, 187-188, 245 Lamennais, 43, 87 La Muse française, 54 Lanson, Gustave, 77 Lanvin, Blanche, 121, 154 Lariviere (Rahip), 35, 37-38 Leconte de Lisle, 211, 244 Ledru-Rollin, 138-139, 148 Lelia, 30 Lermontov, 24, 30 Liszt, Franz, 59, 106 Lord Palmerston 'a Mektup, 160 Louis XVIII, 38, 42, 50, 52, 4455, 60, 75, 90, 101, 106 Louis-Napoleon (Bonaparte), 57, 110, 137-139, 141-142, 147, 153-155, 160, 165-166, 168, 199 Louis-Philippe, 84-85, 101, 108, 133 Lııcien Leuwen, 23, 35 Lııcrece Borgia, 101, 107, 117, 119 Lucretius, 38, 195

Mac-Mahon (mareşal), 209, 215, 224 Mağdıırin Hikayesi, 183, 253-254, 258 Mallarme, Stephane, 41, 247 Manzoni, 65 Marie Tudor, 102 Marion de Lorme, 30, 68-74, 77, 101 Marx, Karl, 210, 236 Masserano (Prens), 36 Maugras, 39 Meriç, Cemil, 174 Merimee, Prosper, 59, 63, 90, 106 Mezar Ötesinden Amlar, 28 Michelet, Jules, 87-88, 128, 153 Mirabeau, 117

Nussingen, Baron de, 25

Muhafazakar Edebiyat Dergisi,

Paduva Despotu Angelo, 102, 107 Papa, 221

42, 54 Musset, Alfred de, 30, 59, 62, 87, 106, 245 Münif Paşa, 253 Nanteuil, Celestin, 62, 106 Napoleon (Bonaparte), 13, 1 8, 20, 23, 34, 38-39, 51, 56-58, 107, 110-111, 137-142, 153155, 159-160, 165-166, 168, 179, 197, 190, 199 Napoleon 'un Yaşamı, 23 Nazım Hikmet, 7 Nerval, Gerard de, 59, 62, 78, 106 Neufchateau, F. de, 41 Nişaıılıya Mektuplar, 47 Nodier, Charles, 12-13, 53-54, 55, 57-61, 106 Nodier, Marie, 60-61 Notre-Danıe de Paris, 65, 88-92, 96, 102, 107, 177, 223

Oğullarım, 220 Olay (Gazetesi), 147, 153, 199 "Osmanlılar ve Türkler", 72-73, 77 Owen, Robert, 21 Ölüm cezası, 73-74, 111, 134, 143, 147, 150, 153, 165, 177, 190, 192, 223, 227, 247-248, 262 Övgüler, 53-54, 62, Övgiiler ve Çeşitli Şiirler, 49 Övgüler ve Türküler, 49, 56, 68, 114 Özgürlük İçinde Tiyatro, 196, 221

Paris Komünü, Komüncüler, 18, 21, 201, 207, 209-211, 214, 217, 221, 223, 248 ' Paris Rehberi, 197 Parma Manastırı, 23 Parnassien'ler, 171 Pavie, Victor, 62 Piranesi, 261 Poe, Edgar Allan, 236 Polonya sorunu, 136 Pradier, Claire, 1 18, 122, 128 Proudhon, Pierre Joseph, 13, 87 Puşkin, 30 Quinet, Edgar, 203, 236 Ragnier (Ressam), 60 Rainer, Arnulf, 267 Raspail, 138 Redon, Odilon, 262 Ren. Bir Dosta Mektuplar, 107, 218

287

Renan, Ernest, 132, 211-212, 241-242 Rene, 27 Restorasyon, 17, 20-21, 24, 28, 30, 39, 51, 62, 81, 87, 109, 141, 215 Richelieu, 28, 74-75, 90 Rimbaud, 171, 211, 247 Roma sorunu, 148 Romantizm, 9, 22, 26-30, 51, 5359, 62, 64, 67, 69, 75, 78, 8081, 83, 88, 90, 115, 125, 133, 135, 230, 249 Romantizmin Tarihi, 78 Rossini, 106 Rothschild, 135, 222 Rousseau, J.-J., 27, 37, 40, 102, 159, 231 Ruhun Dört Rüzgarı, 221, 223 Ruy Blas, 37, 66, 102-104, 107108, 223, 231 Ruzname-i Ceride-i Havadis, 183, 253

191, 193-195, 198, 214, 218, 223, 226, 246, 248, 253-59 Seguin, Charles Antoine, 13 Serseri Claude, 74, 89, 96, 178, 181, 226 Shakespeare, William, 9, 55, 6566, 89, 105, 159, 162, 195, 220 Smarra, 59

Sainte-Beuve, 43, 56, 59, 62-63, 78, 80, 83, 87-88, 106, 1 13117, 120 Saint-Simon (Kont), 21, 87, 138, 226 Sand, George, 13, 30, 87-88, 171, 178, 187, 211, 226, 236 Sarcey, Francisque, 231 Sartre, Jean-Paul, 108, 247 Schlegel Kardeşler, 69 Scott, Walter, 42, 59, 60, 67; 8991 Sefaletler, 121, 149, 177-178, 188, 193 Sefiller, 9-10, 13, 30, 48, 74, 96, 108, 118, 121, 125, 129-157, 173, 177-179, 181-184, 187-

Şemsettin Sami, 183, 254-259 Şeytanın Sonu, 172-173, 221, 246-247 Şölenler Kampanyası, 86, 133

288

Sokakların ve Koruların Şarkıları,

196 Son Demet, 221 Sonbahar Yaprakları, 13, 96-97,

113, 115 Sosyalizm, 21, 140, 87, 149, 226 Soumet, Alexandre, 41, 54, 59, 67 Stael (madam de), 13, 29, 65, 80 S tella ya da Sürgünler, 13 Stendhal, 23-25, 31, 65, 87, 91 Sue, Eugene, 140, 178 Sürgün Sırasında, 165 Sürrealizm, 171

Taç Giyme Törenine Övgü, 55

Taine, Hippolyte, 211-212 Talma, 63 Tanrı, 95, 99, 127-128, 149, 151, 166, 170, 172-173, 175, 196, 221, 236-237, 239, 241-242, 246-247 Tarihsel roman, 80, 89-91, 95, 189, 218 Taylor, Baron, 75 Tefrika roman, 86, 88, 98, 178

Temmuz Devrimi (1830 Devrimi), 18, 87-88, 105 Temmuz Monarşisi, 25, 83-84, 86, 98, 104, 109, 134, 242 Thiers, 85, 133, 149, 154, 204, 208-209, 212 Thomas, Catherine, 33-34, 48, 208 Tocqueville, 139, 148 Tolstoy, 24, 30 Torquemada, 198, 223 Toulouse Akademisi, 41 Trilby, 59 Turgenyev, 24 Ulusal Atölyeler, 134-136, 144 "Ulusal davalar için mücadele", 224 Uğursuz Yıllar, 221 Üçüncü Cumhuriyet, 22, 210 228, 244, 245 III. Henri ve Sarayı, 74 Vacquerie, Auguste, 125-126, 154, 158-159, 199, 239 Vacquerie, Charles, 125 Valentine, 30 Valery, Paul, 187 Valles, 209, 211 Vendôme Alanındaki Sütuna Övgü, 56

Vendee, Vandee savaşı, 14, 41, 218-219 Verboeckhoven, 179 Verlaine, 171, 198, 211 Victoria (Kraliçe), 160 Vigny, Alfred de, 28-29, 41, 50, 59, 61, 78, 80, 87-90, 106, 225, 245 Villemaine, A. F., 63, 161 Villequier İçin, 128 Voltaire, 37, 108, 159, 223, 228229, 247, 253 Waterloo (yenilgisi), 18, 51, 179-180, 182, 201 William Shakespeare, 195 Wolff, Albert, 244 Yaşamının Tanığının Anlattığı Victor Hugo, 33, 36, 162 Yeni Övgüler, 54 Yitik Düşler, 25

Yusuf Kamil Paşa, 253 Yüce Merhamet, 221 Yüzyılların Efsanesi, 70, 157, 169, 171-174, 177, 220, 223, 246 Zend-Avesta, 69 Zola, Emile, 31, 108, 197, 211213, 230, 242, 247

289

İÇİNDEKİLER

1

YÜZYILLA DOGMAK VE YAŞAMAK Besançon'da karlı bir gecede (11) Devrimci Fransa'dan devrim geçirmiş Fransa'ya (18) Gerçekçilik ve Romantizm (22) Romantizmin iki yüzü ve Hugo (26) ...

il ÇOCUKLUK VE GENÇLİK YILLARI Parçalanmış bir çocukluk (33) Paris'te bir "Harika Çocuk" (39) Bir aşk öyküsü (46) 111

YENİ UFUKLARA DOGRU Sıklaşan adımlar (51) Bir öncü: Charles Nodier ve salonu (57) Cromwell ve "Önsöz"ü (62) "Romantizmin en güçlü başı" olarak. . (68) "Hemani": Romantizm sol'a geçiyor (75) .

iV DEGİŞİM, UMUTLAR, KAYGILAR Bir devrimden ötekine (83) Bir romanesk şaheser: "Notre-Dame de Paris" (88) Lirik dehanın yeni ufukları (96) Tiyatroda son sözler (101) Siyaset adamı (106) v

AŞKLAR VE ACILAR Bir evliliğin çöküşü (113) Juliette Drouet'nin öyküsü (117) Leopoldine'in ölümü (124)

291

VI HALKIN YÜKSELİŞİ VE BİR İHANET 1848 Devrimi ve Fransa (131) Bir ihanetin öyküsü (137) Victor Hugo cumhuriyetçi oluyor (142) 1851: Yenilgiler yılı (152)

VII SÜRGÜN YILLARI (1) Bir adadan ötekine (157) Kavga edebiyatından kalan (166) Düşler ve düşünceler arasında (169) Destan, efsane ve tarih (171) ...

VIII SÜRGÜN YILLARI (2) "Sefiller": Bir destanın doğuşu (177) "Sefiller": Coşku ve eleştiri (183) "Sefiller": Evrensel boyutlar (190) Yeni acılar, uğraşlar, umutlar (194)

IX DÖNÜŞ: KORKUNÇ YIL (1870-1871)

Paris savunmasında (202) Paris Komünü (207) Paris Komünü, yazarlar ve Victor Hugo (211 ) x

OLYMPOS'TAKİ YILLAR "Doksan Üç" ve sonrakiler (217) Özgürlük, kardeşlik ve barış için (222) Tanrılaşhrılan insan (228) Gitgide artan yalnızlık (235) Gündüzle gecenin savaşı (240) ...

BİTİRİRKEN VICTOR HUGO'DAN KALAN NEDİR? (245)

292

EKLENTİ: "SEFİLLER"İN SERÜVENİ (253) VICTOR HUGO DENEN BİR BÜYÜK RESSAM (261) BAŞLICA EŞZAMANLI TARİHLER (271) VICTOR HUGO'NUN ESERLERi (275) RESİMLER (277) GENEL KAYNAKÇA (279) KİŞİLER, KAVRAM VE ESERLER DİZİNİ (283)

293